Cumhuriyet Dönemi Korunmaya Muhtaç Çocuklara İlişkin Politikanın

Transkript

Cumhuriyet Dönemi Korunmaya Muhtaç Çocuklara İlişkin Politikanın
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI
SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI
CUMHURİYET DÖNEMİ KORUNMAYA MUHTAÇ
ÇOCUKLARA İLİŞKİN POLİTİKANIN OLUŞUMU
Doktora Tezi
Abdullah KARATAY
İstanbul, 2007
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI
SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI
CUMHURİYET DÖNEMİ KORUNMAYA MUHTAÇ
ÇOCUKLARA İLİŞKİN POLİTİKANIN OLUŞUMU
Doktora Tezi
Abdullah KARATAY
Danışman: PROF. DR. Füsun ÜSTEL
İstanbul, 2007
ii
Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü
Tez Onay Belgesi
KAMU YÖNETİMİ Anbilim Dalı SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER Bilim Dalı
Doktora
Öğrencisi
Abdullah
KARATAY’ın
CUMHURİYET
DÖNEMİ
KORUNMAYA MUHTAÇ ÇOCUKLARA İLİŞKİN POLİTİKANIN OLUŞUMU adlı
tez çalışması, Enstitümüz Yönetim Kurulunun tarih ve sayılı kararıyla oluşturulan jüri
tarafından oybirliği ile Doktora Tezi olarak kabul edilmiştir.
Öğretim Üyesi Adı Soyadı
İmza
Tez Savunma Tarihi: 26/07/2007
1.
2.
3.
4.
5.
Tez Danışmanı
Jüri Üyesi
Jüri Üyesi
Jüri Üyesi
Jüri Üyesi
: Prof. Dr. Füsun ÜSTEL
: Prof. Dr. Ayşegül Yaraman LORDOĞLU
: Doç. Dr. Birsen ÖRS
: Prof. Dr. Günay Göksu ÖZDOĞAN
: Doç. Dr. Adalet ALADA
i
………
………
………
………
………
ÖZ
Tez Adı: Cumhuriyet Dönemi Korunmaya Muhtaç Çocuklara İlişkin Politikanın Oluşumu
Yazar: Abdullah Karatay
Bu çalışmada Türkiye’deki korunmaya muhtaç çocukların devletin koruyucu sisteminin dışında
kalmışlık durumu, Batıdaki modernleşme süreçleri sonunda ortaya çıkan çocuk koruma modelleri ile
karşılaştırmalı olarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır.
İlk bölümde modernitenin paradoksal bir süreç olarak toplumsal sorunlar üretirken öte yandan da
toplumun kendini koruma refleksi içinde ‘koruyucu’ dinamikler ortaya çıkardığı ve Batı’da bu sürecin
nasıl bir çocuk koruma sistemi doğurduğu tarihsel süreç izlenerek gösterilmektedir. 20. yüzyıl başına
şekillenen çocuk merkezli yaklaşımlar ‘çocuk koruma sistemi’ (child protection), 20. yüzyılda refah
devleti ve kamunun etkinliğinin artmasına paralel olarak ortaya çıkan ve çocuğu aile içinde korumayı
hedefleyen dönem ise ‘çocuk refahı’ (child welfare) dönemi olarak adlandırılmıştır.
İkinci bölümde, Tanzimat döneminden itibaren çocuk korunmasında artan kurumsallaşmanın
‘savaşlar dönemi’yle birlikte gerilemeye başladığı görülmektedir. II. Meşrutiyet döneminin kritik bir
dönemeç olduğu; bu dönemde devletin zorunlu haller dışında (savaş yetimlerinin korunması gibi) çocuk
koruma alanında yer almadığı ve bu politikanın Cumhuriyet döneminde 1949 yılına kadar devam ettiği
söylenebilir.
Üçüncü bölümde, Cumhuriyet dönemindeki hızlı okullaşmayla çocuk yoksulluğunun görünürlük
kazanması sonucu devletin ilgisinde artış olduğu tespit edilmektedir. Ayrıca 1940’lı yıllarda başlayan
mevzuat çalışmaları ve ilk kanunların meclisteki görüşme serüveni daha sonraki çocuk koruma sisteminin
dilini ve kurumsal zeminini oluşturduğu görülmektedir. Bunun yanında 1940’lı yıllara kadar çocuk sorunu
bir nüfus artışı sorunu olarak algılanırken, daha sonra daha çok ‘kimsesiz’, ‘terkedilmiş’ ya da ‘sokak
çocukları’ şeklinde tanımlanmaya başladığı tespit edilmiştir.
Yapılan karşılaştırmada 20. yüzyılın başında Batıda oluşan çocuk koruma sistemi (child
protection) modelinin Türkiye’de 1960’lı yıllarda biçimsel olarak tamamlandığı ancak çocuk refahı (child
welfare) dönemine geçilmediği gösterilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Korunmaya Muhtaç Çocuklar, Çocuk Koruma Sistemi, Çocuk Refahı,
Çocuk Esirgeme Kurumu
ii
ABSTRACT
Name of Thesis: The Formation of Policies for Children in Need of Protection in the Republican Era
Author: Abdullah Karatay
Thesis is about the exclusion of children in need of protection from the social protection of state.
The issue is discussed in comparison to child protection models that emerged after modernization process
of the West. In this framework, the thesis is arranged in three chapters.
The first chapter argues that modernity as a paradoxical process produces social problems and
‘protective’ measures. As a protective measure ‘child protection’ system was formed at the beginning of
20th century; then after the emergency of child daycare centers, daily nurseries, maternity leave policies,
child protection systems transformed to child welfare model.
The second chapter discusses that after “Era of Wars” starting by Ottoman-Russian 1877 War,
the State lost its influence in the social arena in the process of Ottoman modernization. During that
period, children in need of protection were exploited as domestic child laborers, traditionally called as
‘housemaid’, ‘servant’ and/or ‘adoptee’. This policy has been maintained during the Republican Era until
1949.
In the third chapter it is argued that in parallel with the increased schooling in the 1930s, the
visibility of child poverty has led the State to demonstrate more interest in this field. The legislation
process that started in 1940s has shaped the discourses of “child protection” and prepared the legal ground
for the institutionalization of the child protection.
Eventually, a child protection system that evolved in the West in the early 20th century was
introduced in Turkey in 1960s. However, this has not led to a period of child welfare.
Key Words: Child-institutionalized, Children in Need of Protection, Child Protection System, Child
Welfare, Child Protection Agency
iii
ÖNSÖZ
Korunmaya muhtaç çocuklar sorunu her şeyden önce bir tanımlama sorunudur.
KMÇ dendiğinde insanların zihninde genelde bir ‘kimsesiz’, ‘yoksul’, ‘terkedilmiş’ ve
anne babasının kim olduğu bilinmeyen çocuk anlaşılmaktadır.
Uzun yıllar KMÇ’ın
bakılıp korunduğu çocuk yuvaları ve/veya yetiştirme yurtlarında çalışan biri olarak,
yuvaları ziyarete gelen gönüllü ve/veya hayırseverlere aslında bu çocukların büyük
çoğunluğunu anne ve babalarının hayatta olduğu ve çoğunluğunun da çocuklarını
ziyaret ettiğini anlamaları için çoğu kez açıklama güçlüğü çektiğimi hatırlıyorum.
Gönüllü vatandaşların büyük çoğunluğu bir kimsesizler yetimhanesini ziyaret ettiğini
düşünmekte ve karşılaştıkları farklı durumu anlamakta güçlük çekmekteydi.
Böyle bir çalışmaya yeltenmenin temelinde bu çelişkinin yaygın olduğu tespiti
yatmaktadır. SHÇEK’e bağlı bütün kurumlar toplum nezdinde ‘kimsesizlere’ hizmet
veren kurumlar görülmektedir; SHÇEK’in SH (Sosyal Hizmetler) bölümü hala
vatandaşların çoğunluğunca görülmemektedir; hala bu kurumun eski kimliği ile ÇEK
(Çocuk Esirgeme Kurumu) olarak kabul edilmektedir. Zamanla bu alanda çalışıp daha
çok bilgi sahibi olmaya başlayınca, aslında bu durumun sebebinin tek başına gönüllü
hayırseverlerin öznel algıları ile sınırlı olmadığı ve bununla açıklanamayacağı; sosyal
hizmetlerin genel olarak ‘çocuk esirgeme’ olarak algılanmasını anlaşılır kılacak bir
tarihsel ‘zayıflık’ içinde olduğunu görmeye başladım. Türkiye’de devletin sosyal yardım
ve sosyal hizmetler alanında yer alması yaygın bir hizmet değildir; devlet ağırlıklı
olarak sorun sokağa yani görünür alana taştığında göreve çağrılmaktadır. Bu anlamda
Türkiye’de devletin belli bir fetişizm içinde ‘baba’ seviyesine çıkarılmış olmasının
sosyal alanda pek gözlenmediği söylenebilir.
Bu nedenle bu çalışma biraz bireysel tarihimin eseridir; biraz bireysel gelişimimi
de içermektedir. Bu alanda ilişkisi olan hemen herkes gibi tesadüfî başlayan tanışıklığı
ilerletme, genel olarak sosyal hizmetleri ve özel olarak KMÇ’a yönelik hizmetleri
anlama çabasıdır beni buraya sürükleyen. Bu nedenle bu çaba zaten ‘uzun süren’ bu
tezin hazırlanması süresi ile sınırlı değildir. Zaman zaman üzerinde çalışılan
kavramların toplumda çok yaygın olarak bilinmediği ya da içeriklerinin çok farklı
iv
olarak doldurulduğu unutulduysa da kullanılan dil ve yazım akışının zedelenmesi
pahasına gelen uyarılar doğrultusunda kavramlar sık sık tanımlanmaya çalışıldı. Ancak
yalın ve basit olarak kabul edilen çocuk koruma alanının salt bir devlet-çocuk ilişkisi
olmadığı görülmektedir. Korunmaya muhtaç kesimlere yönelik kamunun konumlanışı
aslında temel bir devlet oluşum problemi olduğu görülmektedir. Devletin dezavantajlı
kesimler lehine kurumsallaşması ve eşitlikçi sosyal politikalar yürütmesi KMÇ alanın
merkezinde yer alan bir sorundur. Modern devletin bu ve benzer sorunlar kaşısında
aldığı tutum devlet-toplum ilikisinin niteliğini belirlemektedir. Bu nedenle iyi bir
toplum için iyi bir devletin ön koşul olduğu kabul edilerek; KMÇ alanında devletin
nerde yer aldığı ve niteliği bu çalışmada temel problem olarak kabul edilmiştir. Bu olgu
da bir dünya olgusu olan modernite ve modern devletin geçirdiği seyir; modern devletin
koruyucu politikalarının vardığı modeller ve koruyucu yöntemler incelenmeden
anlaşılamayacağı dikkate alınarak, sorun geniş bir çerçevede ele alınmaya çalışılmıştır.
Bu nitelikteki her çalışmada olduğu gibi bu tezin de şekillenmesi esas olarak
kolektif bir çabanın sonucudur. Uzun bireysel yolculuğuma dönemsel ya da sürekli
olarak eşlik eden kişilerin yönelimimde ciddi katkılar yaptıkları ve bende ciddi
dönüşümlere sebep olduklarını itiraf etmem gerekiyor. İşte tam da bu noktada olumlu
katkısı olanları anma görevi ile karşı karşıyayım. Uzun süren bu çalışmada çeşitli
düzeylerde katkısı olan kişi sayısı da çok oldu; bu nedenle niyetten bağımsız anılması
unutulacak kişilerden peşin olarak özür diliyorum. Özellikle gazete taraması, bazı
metinlerin bilgisayarda yazılması gibi düzeylere adını anamayacağım kadar çok sayıda
meslektaşım ve çalışma arkadaşımın katkısı olduğunu belirtmekte fayda var.
Çocuk Esirgeme Kurumu tarihi konusundaki arşivini büyük bir açıklıkla benimle
paylaşan sevgili meslektaşım ve arkadaşım Turgay Çavuşoğlu, çalışmayı okuyarak
değerli fikirlerini benimle paylayan Dr. Berna Yazıcı, tezin redaksiyonunu defalarca
yapan sevgili arkadaşım İsmail Ayman, hem biçim hem de içerik açısından metni
defalarca okuyan ve içeriğe dair de tavsiyelerde bulunan sevgili Cengiz Çiftçi’nin emeği
yeri doldurulamaz bir katkı oldu.
v
Tezimin savunma jürisinde yer almayı kabul etme nezaketini gösteren, kısa
sürede tezi okuyup ciddi eleştiri ve katkılarda bulunan Doç Dr. Adalet ALADA ve Prof
Dr. Günay Göksu ÖZDOĞAN’a teşekkür ediyorum. Tezin izleme jürisinde yer alarak
her defasında ‘karmaşık’ metinler okumalarına rağmen, tezin doğru yönde ilerlemesi
için büyük katkılarını aldığım Doç Dr. Birsen ÖRS ve Prof. Dr. Ayşegül YARAMAN’a
sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Akademik disiplin içinde kalma becerisi zayıf olan
beni sürekli olarak burada tutmaya çalışan, bu tezin her santimetrekaresinde izi olan,
kazınacak her cümlenin gerisinde emeğini bildiğim sevgili hocam Prof. Dr. Füsun
ÜSTEL’e sonsuz teşekkür borcum var. Hiç şüphesiz bu tezin şekillenmesindeki hiçbir
eksiklik onlarla iligili değildir.
Doğal olarak her tez çalışması bir zaman çalınmasıdır; insanın zaman borçlu
olduğu en yakınlarından zaman çalması. Sevgili eşim Bahriye, sevgili oğullarım Mervan
ve İbrahim Arda’dan çalmak zorunda kaldığım zaman olmasaydı bu çalışma ortaya
çıkmayacaktı. Onlara özür borçluyum. Peki değdi mi? Herhalde doyurucu ve/veya
mutlak cevap henüz bulunmamıştır demek gerekiyor bu noktada.
30.07.2007, İstanbul
Abdullah KARATAY
vi
İÇİNDEKİLER
Sayfa No.
ÖZ ............................................................................................................................. i
ABSTRACT ............................................................................................................... iii
ÖNSÖZ .......................................................................................................................iv
1
GİRİŞ ...................................................................................................................1
2
MODERNİTE VE ÇOCUKLARIN KORUNMASI.........................................11
2.1
Modern Devlet ve Toplumun İnşası: Çocukları Korumanın Temelleri..............20
2.1.1 Paradoksal ve İkili Bir Süreç Olarak Modernite.........................................23
2.1.2 Modernite, Modernleşme ve Modern Devletin Oluşumu ............................27
2.1.3 Yurttaşlığın İnşası ve Sosyal Hakların Genişlemesi ....................................38
2.2
Modern Çocuk Koruma Sisteminin Oluşumu ...................................................46
2.2.1 Modern Öncesi Dönemde Çocukların Korunması.......................................46
2.2.2 19. Yüzyılda Modern Çocuk Koruma Sistemine Doğru Eğilimler:
Kurumsallaşma, Çalışma Hayatının Düzenlenmesi, Okullaşma, Çocukların
Aile İçinde Korunması ve Meslekileşme......................................................54
2.3
‘Çocukluğun Yüzyılı’nda Kamusal Hizmetlerin Yayılması: Çocukların
Korunmasından Çocuk Refahına Doğru ...........................................................79
2.3.1 Çocukların Yüzyılında Toplumsal ve Tarihsel Eğilimler .............................80
2.3.2 Çocuk Koruma Perspektifleri .....................................................................87
3
OSMANLI MODERNLEŞMESİ VE ÇOCUK KORUMA SİSTEMİNİN
TEMELLERİ....................................................................................................93
3.1
Modern Öncesi Dönemde Çocukların Korunması.............................................97
3.2
Tanzimat Modernleşmesi ve Çocukların Korunmasında Yeni Düzenlemeler ....99
3.2.1 Modernleşme ve Çocukları Koruyucu Hizmetler.......................................102
3.2.2 Eğitimin Modernleşmesi ve Çocukların Korunması: Darüşşafaka ............104
3.2.3 İlk Kurumsal Çocuk Koruma Kurumu: Midhat Paşa’nın Islahhaneleri.....108
3.3
II. Abdülhamid Dönemi: Çocuk Koruma Çalışmalarında Genişleme ve
Merkezileşme Eğilimleri ................................................................................113
3.3.1 I. Meşrutiyet, Savaşlar ve Çocukların Korunması ...................................114
3.3.2 Dilencilikle Mücadele, Darülaceze (1896) ve Darülhayr-i Ali (1903) ......118
3.4
3.5
3.6
3.7
Kız çocuklarına İlişkin ‘Derin’ Politika: Osmanlı’da Ev İçi Kölelik ...............121
II. Meşrutiyet Dönemi: ‘Devletleşmeden’ ‘Sivilleşmeye’ Yeni Dönem ..........130
Devletin KMÇ Alanında Doğrudan Sorumluluk Aldığı Kurumlar: Darüleytamlar
ve Kazım Karabekir’in Çocuk Ordusu Çalışmaları.........................................138
Çocuk Koruma Sisteminde ‘Yeniden’ Sivilleşme: 1920-1940 ........................147
vii
3.8
1920’lı Yıllarda Çocuklara Yaklaşımı Belirleyen Faktörler: Milli ideoloji, Nüfus
Artışı ve Devletin Yetersizlikler.....................................................................154
3.9
Himaye-i Etfal Cemiyeti: Devlet Destekli Bir Dernekten Filantropik Bir Kuruma
......................................................................................................................159
4
CUMHURİYET DÖNEMİNDE ÇOCUK KORUMA SİSTEMİNİN
GELİŞİMİ.......................................................................................................165
4.1
1930’lar: Yoksulluk ve Korunmaya Muhtaç Çocuklara Yönelik Hizmetlerin
Yetersizlikleri ................................................................................................167
4.1.1 KMÇ Kanunu Öncesi Çocuklara Yönelik Belediye, Darülaceze ve ÇEK’in
Çeşitli Çalışmaları ...................................................................................179
4.2
1940’larda Karma Yapı: Devletin Korunmaya Muhtaç Çocuklar Alanında
Yeniden Ortaya Çıkması ................................................................................189
4.2.1 1940’li Yıllar: “Kimsesiz, sefil bir varlık” Olarak Sokak Çocukları.........193
4.2.2 İlk KMÇ Kanununa Doğru Çeşitli Girişimler: “Çocuk Çiftlikleri”,
Darülaceze’nin çalışmaları, ÇEK ve Çocukların Sokaklardan Toplanması
198
4.2.3 Çocukları Korumaya Yönelik Kurumların Çoklu Yapısı............................223
4.3
İlk KMÇ Kanunu (1949) ve TBMM’deki Kanunlaşma Süreci.......................225
4.3.1 Kanun Gerekçesi ve Oluşum Süreci..........................................................227
4.3.2 TBMM Komisyonları ve KMÇ Kanunu .....................................................230
4.3.3 Geçici Komisyon Raporu: Yeni Kanun Başlığı “Korunmaya Muhtaç
Çocuklar” ................................................................................................234
4.3.4 Kanunun TBMM Genel Kurulundaki Görüşülmesi Sürecinde Yapılan
Tartışmalar ..............................................................................................237
4.3.5 İlk KMÇ Kanunu ve Uygulamada Karşılaşılan Zorluklar .........................244
4.4
1950’ler ve 1960’lar: Kamuoyu ve Basının KMÇ Sorununa Olan İlgisinde
Artış...............................................................................................................248
4.4.1 Bir KMÇ Sorunu Olarak ‘Besleme’ Çocuklar...........................................257
4.4.2 KMÇ ve Suça Yönelimde Artış..................................................................267
4.4.3 Türkiye’de Sosyal Hizmet Fikrinin Gelişmesi ...........................................274
4.5
KMÇ Kanununda Değişiklik: 6972 Nolu 2. Korunmaya Muhtaç Çocuklar
Kanunu ..........................................................................................................280
4.6
KMÇ ve Sosyal Hizmetlerde Yeni Açılımlar..................................................283
4.6.1 Yabancılar, Eğitim ve Sosyal Hizmetlerin Siyasal İşlevi ...........................284
4.6.2 Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kanunu ve Sosyal Hizmet Mesleği..................288
4.7
Çocukları Koruma Çalışmalarında Kurumdan Kaçış: Korucuyu Aile .............294
4.8
KMÇ Alanında Kurumsallaşmada Gelişmeler ................................................301
5
SONUÇ.............................................................................................................309
viii
EKLER: ...................................................................................................................320
Ek 1: Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun (1949) .............................320
Ek 2: Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun (1957) .............................327
Ek 3: Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun ................................335
KAYNAKÇA ...........................................................................................................339
ix
TABLO LİSTESİ
Sayfa No.
Tablo 1 : Cinsiyet ve Yaşlara Göre İcar-i Sagir Olarak Verilen Çocukların Dağılımı .124
Tablo 2: 1923 Yılında Eğitimin Durumu....................................................................148
Tablo 3: 1937 Yılı Şubat Ayı İçinde İstanbul İli İlk Okullarında Doyurulan ve Himaye
Gören Çocuk Sayıları.........................................................................................171
Tablo 4: 1940’lı Yıllarda Çocukları Koruyan Kurumlar.............................................224
Tablo 5: 1938- 1962 Yılları Arasındaki Çocuk Hükümlü Sayıları ..............................272
Tablo 6: Koruyucu Aileye Yerleştirilen Çocuk Sayısı (1961-1993)............................300
Tablo 7: 1964 Yılında ÇEK’na Bağlı Yuvalar............................................................307
x
ŞEKİL LİSTESİ
Sayfa No.
Şekil 1 : İzbede Unutulan Yavrular!...........................................................................175
Şekil 2: “Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar” ve Parti Raporu ..................199
Şekil 3 : Yalnız İstanbul’da 4000 Kimsesiz Çocuk Var. .............................................206
Şekil 4 : Sokaklardaki ‘sefil çocuk!’ ..........................................................................211
Şekil 5 : Köylülerin Besleme Olarak Sattığı Çocuklar................................................260
Şekil 6 : Cumhuriyet Döneminde Çıkarılan Fakat Uygulanmayan Önemli Kanunlar..262
Şekil 7 : Suça Sürüklendiği İçin Velayeti Kaldırılan İlk Çocuk ..................................268
xi
KISALTMALAR
Bkz.
Bakınız
ÇEK
Çocuk Esirgeme Kurumu
Çev.
Çeviren
ÇKS
Çocuk Koruma Sistemi
DPT
Devlet Planlama Teşkilatı
Edt.
Editör
HEC
Himaye-i Etfal Cemiyeti
KMÇ
Korunmaya Muhtaç Çocuklar
MEB
Milli Eğitim Bakanlığı
SHA
Sosyal Hizmetler Akademisi
s.
Sayfa
SHGB
Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü
S.
Sayı
SHÇEK
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu
SHU
Sosyal Hizmet Uzmanı
SİMV
Sıhhat ve İçtima-i Muavenet Vekâleti
SSYB
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı
TCK
Türk Ceza Kanunu
TÇEK
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu
xii
1 GİRİŞ
Türkiye’de özel korunma ihtiyacı içinde olan büyük bir çocuk kitlesinin
varlığına rağmen, korunma şemsiyesine dâhil olamayan çocukların oranı son derece
yüksektir. 0-18 yaşa arası toplam çocuk nüfusunun %2’si genel olarak korunmaya
muhtaç kabul edildiğinden toplam korunmaya muhtaç çocukların (KMÇ) sayısı bir
milyonun üstündedir. Oysa kurum bakımı, koruyucu aile ve sosyal yardımla ailesi
yanında bakılan çocuk sayısı yirmi bin civarındadır.1 Bu nedenle KMÇ alanının temel
problemi ihtiyaç sahibi bütün çocukların korunmaması yani KMÇ’dan esas olarak
‘kimsesiz’ çocukların anlaşılmasıdır. ‘Kimsesiz’ çocuklar için ise temel koruma yöntemi
olarak yuva ve yurt yani kurumsal bakım anlaşılmaktadır.
Bu çercevede bu tez,
Türkiye’deki KMÇ’ın devletin koruyucu sisteminin dışında kalmışlık durumunu,
Batı’da modernleşme süreçleri sonunda ortaya çıkan çocuk koruma süreçleri ve
modelleri ile karşılaştırmalı olarak anlamaya çalışacaktır. Bu bağlamda Batı’da ve
Türkiye’de çocukluğun gelişmesi, modern öncesi ve modern dönemde çocuk koruma
yöntemleri, modern dönemde kurumsal hizmet modelleri ve geç modern dönemde
kurumsal bakıma alternatif olarak ortaya çıkan aile ve toplum merkezli ‘koruyucu aile’
gibi yöntemlerin yaygınlaşması alanları karşılaştırmalı olarak incelenecektir.
Türkiye’de KMÇ’a ilişkin sorunlar güncelin ötesinde tarihsel kökleri olan
yapısal bir sorundur. KMÇ sorunu özünde Türk modernleşmesinin ‘sosyal alanda’
yönetsel olarak yeterince yayılmamış olması; eğitim kurumları ve diğer sosyal
kurumların yetersizliği yani yeterli ‘yönetsel yayılma’ göstermemesi ile ilgilidir.2
Dolayısıyla KMÇ sorunu sosyal bir sorun alanı olarak modernleşme sürecinin bir
sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin bir parçası olduğu Batı
modernleşme sürecinde KMÇ sorununun ortaya çıkması ve daha sonra da çocukların
korunması amacıyla geliştirilen önlemler öncelikle anlaşılmaya çalışılacaktır. Daha
sonra KMÇ sorunu ve çözümüne ilişkin modellerin Türkiye koşullarındaki ortaya çıkış
ve gelişme tarzları incelenecektir.
1
2
DPT, 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Çocuk Özel İhtisas Raporu, Ankara, 1994, s. 33.
Cemil Oktay, Siyaset Yazıları, İstanbul: Der Yayınları, 1998, s. 215.
Batıda modernleşme ile birlikte KMÇ sorununa gösterilen pozitif tepkiler
tarihdışı bir zorunluluktan ziyade, dönemin aydınları, hümanist hareketleri ve sivil
toplum örgütlerinin mücadeleleri sonucu ortaya çıkan bir ‘gelişme’ olarak kabul
edilmiştir. Bu gelişme öncelikle çocukların çalışma hayatı gibi yetişkinler dünyasına ait
alanlardan eğitim alanına çekilmesi ile ortaya çıkmaya başlamıştır. Bir kurgu olarak
çocukluk ve bir alt çocukluk kategorisi olarak ‘korunmaya muhtaç çocukluk’ da
toplumun ‘koruyucu’ dinamiklerinin3 tarihsel oluşum sürecinin bir parçasıdır.
Çocukların toplumsal korumanın içine çekilmediği koşullarda çocukluk ve özel olarak
korunması gereken çocukluk kategorisi de henüz oluşmuş değildir. Modern öncesi ve
modernleşme sürecinde çocuklar başta çalışma hayatı olmak üzere yetişkinlere ait
dünyanın diğer boyutları içinde tanımlanırken, korunmaya muhtaç çocuklar da
çocukların korunmasının merkezde olmadığı kategoriler olarak ‘yetimlik,’ ‘serserilik’
ve ‘terk edilmişlik’ gibi özel tanımlar içinden betimlenmektedir. Dolayısıyla çocukluğa
dair gelişme ile modernite ya da diğer bir deyişle modern devletin ya da ‘toplum’un
gelişimi arasında paralellikler söz konusudur. Bu nedenle ‘çocukluk’ ve ‘korunmaya
muhtaç çocukluk’ durumları ancak, içinde şekil aldıkları devlet, sosyal kurumlar,
modernleşme süreçleri ya da en kapsayıcı kavram olarak ‘modernitenin’ oluşum süreci
içinden anlamlandırılabilir. Bu nedenle, bu çalışmada öncelikle Batıda ve Türkiye’de
modernite ve modernleşme süreçlerinin genel belirleyenleri ve tezahürleri üzerinde
durulacaktır.
Her modernleşme süreci aynı zamanda ulus-devlet sınırları içinde bir ulusal
devlet inşasıdır; ancak her ulus inşası bir ‘toplumla’ nihayetlenmemiştir;4 bu da
3
‘Koruyucu’ dinamik Karl Polanyi’nin ‘karşı hareket’ olarak tanımladığı dinamiklere karşılık olarak
kullanılmaktadır. Polanyi modern toplumun çift yönlü bir dinamiğe sahip olduğunu; bir yandan piyasanın
kendi başına işleme eğilimi nedeniyle toplumsal dokuda yarattığı tahribat, diğer yandan bu tahribatı
önlemeye yönelik olarak toplumda koruyucu dinamiklerin ortaya çıktığını belirtmektedir. Karşı hareket
geniş anlamda bütün sosyal politika süreçlerini kapsayan bir anlamda kullanılmaktadır. Bkz. Karl Polanyi,
Büyük Dönüşüm, 2. baskı, Ayşe Buğra (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s.191.
4
Christopher Pierson toplumun ulus tanımını aşabilen bir bütünlüğe sahip olabileceğine belirtmektedir.
Pierson’a göre “esas nokta, toplumun, ulus devletle tam tamına çakışmamasıdır; pek çok toplumun
sınırları bunları çevreleyen devletlerin sınırları kadar net çizilemez; hepimiz çoklu toplumların
mensuplarıyız, bunların bazıları ulus devletlerden çok daha küçük ve bazıları da daha büyüktür; tüm
2
ulusların özgül ve farklı modernleşme dinamikleriyle ve farklı kurumsallaşma geleneği5
ile ilgili bir sonuçtur. Ulus-devletler belli bir nüfustan ‘ulus’ yaratma projesi olarak,
nüfusun tümü üzerinde egemenlik kurarak kendini, kendinden önceki devlet tarzı olan
mutlakıyetçi tarzdan ayırır. Bu süreçte devlet ve toplum gittikçe içice gecen yapılara
dönüşmektedir. Artık devletin yönetme tarzı daha görünmez ve toplumsal kurumlar
kanalıyla olmaya başlamıştır. Foucault’nun yönetimsellik olarak açıkladığı bu süreçte
devlet artık yönetme pratiklerinin gerçekleştiği yerlerden sadece biridir.6 Bu süreç
içinde çocukluğun bir toplumsal kategori olarak ortaya çıkması karmaşık ve yüzyıllar
alan bir süreçtir. Bu nedenle söz konusu sürecin başlangıç noktası ve bitiş noktasını tam
olarak tespit etmek mümkün değildir; ancak okul gibi, çocukluğu yetişkinler
dünyasından ayrı bir kategori gibi kurgulayan ve niteliksel farklılaşmalar yaratan önemli
yönetimsel kurumlardan söz edilebilir. Bu nedenle çalışmada çocukluk kurgusunu var
eden temel kurumlardan biri olan okul ve okullaşma modernleşme süreçlerinin farklı
coğrafyalarda ortaya çıkışına bağlı olarak incelenmiştir.
Toplumsal tarih konusunun genel tarih çalışmaları içinde son derece yeni olması
bir yana, çocukluk çalışmalarının da toplumsal tarih çalışmaları içinde geniş bir yer
almadığı; mevcut çalışmaların ise hâlâ önemli oranda Batıda ortaya çıkan sosyal tarih
çalışmalarını referans kabul ettiği belirtilmelidir.7 Bu nedenle çocukluğa dair
çalışmalarda Batı referansı temel olma özelliğini korumaktadır. Ancak bu çalışmada
çocukluğun tarih içindeki seyri teleolojik ve çizgisel bir ilerleme olarak değil, yukarıda
toplumlar müstakil sosyal sistemler olarak var olmazlar, başka bir dizi kendileriyle çakışan ve bitişik
toplumun oluşturduğu bağlam içinde bulunurlar.” Christopher Pierson, Modern Devlet, İstanbul:
Çiviyazıları, 2000, s. 107.
5
Bir toplumun kurumsallaşma geleneğini ve mirası, Gosta Esping-Andersen’e göre, belirleyen üç
faktörden biridir. Diğer ikisi ise sınıf harekelerinin (özellikle çalışan sınıflar) doğası, sınıf esaslı siyasal
koalisyonların yapısıdır. Bu nedenle bir toplumdaki kurumsallaşma geleneği ve mirası çocuk koruma
sitemninin oluşumunu da belirleyen fakötürerin başında gelmektedir. Bkz. Gosta Esping-Andersen, The
Three Worlds of Welfare Capitalism, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1990, s. 29.;
Kurumsallaşma aynı zamanda korunmaya muhtaç kesimlerin bakım ve eğitiminin aile dışında ve kamusal
düzenlemeler çerçecevsinde yapılması; dolayısıyla bu alanın ‘modernleşmesi’ anlamına da gelmektedir.
Çocuğun doğanın ürünü, çocukluğun ise toplumsal bir yaratı olduğunu belirten Bekir Onur, Türkiye’de
çocukluğun tarihinin aynı zamanda modernleşmenin tarihi olduğunu belirtip; çocukluğa ilişkin sorunların
da tamamlanmamış modernleşmeden kaynaklandığını ifade etmektedir. Bkz. Bekir Onur, Türkiye’de
Çocukluğun Tarihi, Ankara: İmge Kitapevi Yayınları, 2005, s. 527-528.
6
Pierson, s. 20.
7
Hugh Cunningham, Children and Childhood in Western Society since 1500, 4. baskı, Londra ve New
York: Longman, 1998, s. 4–6.
3
‘gelişme’ olarak adlandırılan tarzda anlamlı bir ‘ilerleme’ çizgisi olarak kabul
edilmektedir. Yani çocukluğun içinde şekil aldığı toplumsal tarih, teleolojik anlamda bir
‘ilerleme’ ve geçmişten kopuşlar şeklinde kabul edilmemiştir.8 Toplumsal tarihin
birikimler şeklinde geliştiği, niteliksel dönüşümler yaşanan dönemlerde ise geçmiş
birikimlerin varlığını ikincil de olsa sürdürdüğü kabul edilmiştir. Bu çerçevede modern
öncesi varolan ve yüzyılların insanlık birikimi olan dinsel merkezli dayanışma biçimleri
olarak ‘hayırseverlik’in modern koruma sistemlerinin geliştiği dönemlerde de varlığını
göstermiş olması bir ‘gerilik’ olarak görülmemiştir. Hayırseverlik, filantropi ve sosyal
hizmet şeklinde sıralanan çocuk koruma sisteminde gelişme bir farklılaşma ve niteliksel
kopuş olmakla birlikte, süreç ‘genişleyerek’ ilerleme olarak gerçekleşmiştir. Yani eski
formlar bir sonrakiyle aynı sınırlar içinde entegre olarak varlığını sürdürmüş; ancak yeni
gelenin etkinliği daha fazla olmuştur. Ayrıca çocuk koruma sisteminin seküler ve
bilimsel bir yönde gelişmesi yani ‘sosyal hizmet’ şeklinde dönüşmesi, ‘hayırseverliği’
de etkilemiş ve belli ölçülerde melezleştirmiştir; ancak hiçbir sistem bir diğerini mutlak
olarak ikame ederek gelişmemiştir. Her biri kendi dönemlerinin baskın sistemleri olarak
yerlerini almışlardır. Modern devlet koşullarında baskın çocuk koruma yöntemi ‘sosyal
hizmet’ olmakla birlikte, modern devletin yönetsel yayılımı ve hayırseverliğin tarihsel
olarak oluşturduğu habitusu ve konjonktürel diğer gelişmelere bağlı olarak
8
Çocukların tarih içinde korunmaya başlamasına ilişkin sürece bakıldığında belli bir ‘ilerleme’
görülmektedir. Tarihin belli bir döneminde çocukların bugünkü anlamında anlaşılmadığı; bugünkünden
çok daha olumsuz yaşama koşulları içinde oldukları ve süreç içinde çocukları koruma, çocukluğu
oluşturmak için bir önlemler silsilesi ile karşılaşılmaktadır. Bu anlamda ilerlemeden söz etmek E.H.
Carr’ın söylediği gibi, “otomatik ya da kaçınılmaz herhangi bir sürece değil, insan yeteneklerinin
gelişmesine inanmak anlamındadır. (…) …sınırsız – ya da ne olduklarını öngöremeyeceğimiz ya da
öngörmemiz gerekmeyen sınırları olmayan – bir ilerlemeye inanmakla yetinirim; bu ilerlemenin hedefleri
onlara doğru ilerledikçe tanımlanabilecek ve geçerlilikleri ancak onlara ilerleme süreci içinde
incelenebilecek bir ilerlemeye. Böyle bir ilerleme anlayışı olmaksızın, toplumun nasıl ayakta
kalabileceğini de bilmiyorum. Her uygar toplum henüz doğmamış kuşaklar uğruna, yaşayan kuşağı
birtakım özverilere zorlar.” (E.H. Carr, Tarih Nedir? Misket Gizem Gürtürk (Çev.), İstanbul: Birikim
Yayınları, 1980, s. 158–159.) Toplumların henüz doğmamış kuşaklar uğruna özverilerde bulunması,
toplumların içinde bulundukları zaman diliminde görece veya mutlak olarak daha güçsüz durumdaki
kesimleri (yoksullar, özürlüler, terk edilen çocuklar, vs.) korumak için önlemler alması, yardım etmesi ve
dayanışma göstermesi şeklinde gerçekleşmektedir. Bu uğraşların toplumu katacak yani kamusal bir nitelik
kazanacak şekilde olmaya başlaması, söz konusu hizmetlerin gönüllü ya da kamu örgütlenmesi şekline
bürünmesi ile gerçekleşmektedir. Bu çalışmaların tarihteki ilk biçimi bireysel esaslı, dini bir vecibe
anlayışı içinde yürütüldüğü hayırseverlik anlayışıdır. Genel olarak dinsel temelli olan bu yardımlaşma
tarzı tarihte bütün toplumlarda gözlenen bir yardım şeklidir. Başlangıçta herhangi bir kurumsal çerçeveye
ihtiyaç duymayan hayırseverlik, ihtiyaç sahibi kesimlerin artması ve yayılması karşısında dinsel merkezli
örgütlenmelere dönüşmektedir. Sorunun büyümesi ve insanların ilgisinin artması sonucu ortaya çıkan
hayırsever kurumlar (Kilise bebek hastaneleri vs.) bu anlamda bir ilerleme göstermektedir.
4
‘hayırseverlik’
ve
‘filantropi’
dönemsel
olarak
yükselebilmekte
ya
da
gerileyebilmektedir.9
Türkiye’de sosyal hizmetler ve çocuk koruma sistemine kamunun yeterli ilgi
göstermemesinin dinamiklerinin anlaşılmaya çalışılacacağı bu çalışma üç bölümden
oluşacaktır.
Birinci bölüm modernitenin genel işleyiş dinamikleri ve çocuk koruma sistemini
konu edinen iki alt bölümden oluşacaktır. İlk bölümde modernitenin paradoksal bir
süreç olarak bir yandan toplumsal sorunlar üretirken öte yandan da toplumun kendini
koruma refleksi içinde ‘koruyucu’ dinamikler ortaya çıkaran bir yapıyı da ürettiği
gösterilecektir. İkinci bölümde Batıda bu sürecin nasıl bir çocuk koruma sistemi
doğurduğu tarihsel süreç izlenerek gösterilecektir. Çocuk koruma sistemi anlamında 19.
yüzyıl öncesi dönem ise modern öncesi dönem olarak tanımlanmıştır. 19. yüzyılda
genel olarak ‘sosyal sorun’ çercevesinde gelişen koruyucu sistemlerinin oluşumu
önemliyken çocukların korunması özel bir kategoride değerlendirilmektedir. Bu
dönemdeki çocuk merkezli yaklaşımlar ise genel bir kategori olarak ‘çocuk koruma’
(child protection) olarak adlandırılmıştır. 20. yüzyılda refah devleti ve kamunun
etkinliğinin artmasına paralel olarak ortaya çıkan kreş hizmetleri, doğum izni gibi
uygulamaların yaygınlaşmasına paralel olarak çocuğu aile içinde korumayı hedefleyen
dönem ise ‘çocuk refahı’ (child welfare)
dönemi olarak adlandırılacaktır. Bu sürecin
incelenmesinde özellikle Batı Avrupa ve ABD örnekleri ayrıntılı olarak ele alınmıştır.
Çocuk koruma sisteminin oluşumu açısından Batı tarihindeki modernleşme
süreçlerine bakıldığında, özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşmaya başlayan koruyucu
önlemler bir çocuk koruma zemini oluşturmuştur. Bu zemini oluşturan öğeler olarak ise
KMÇ’ın bakılıp korunduğu kurumsal yapıların yaygınlaşması, çocuk işçiliğinin yasalar
ve uygulama düzeyinde sınırlanması, çocukların okullaşmasındaki gelişmeler,
9
Batı tarihi için 1970’lerde gelişen neo-liberal anlayış, hayırseverliğin yeniden gelişmeye başlamasına
ilişkin bir konjonktür olarak kabul edilebilir. Bu dönemin sembol isimlerinden Margaret Thatcher’ın
‘artık toplum yoktur, bireyler ve aileler vardır’ sözü, aileye karşı bireyi korumanın kurumları olarak
‘sosyal hizmet’e saldırı ve ailenin modern öncesi dönemde olduğu gibi yeniden ‘koruma’ görevine
çağrılması anlamına geliyordu.
5
çocukların her tür istismara karşı aile içinde de korunmaya başlanması yani çocukların
baba otoritesine rağmen korunması ve sivil dernekler ile filantropist kişiler öncülüğünde
sürdürülen çalışmaların kamusal bir hizmet ve bilimsel bir disiplin olarak sosyal
hizmete dönüşmesi olarak tespit edilmektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Batı
tarihinde 20. yüzyıl genel olarak çocuk koruma sisteminin bir genişleme, yayılma ve
çeşitlenme anlamında niteliksel bir dönüşümden geçtiği dönemdir. Özellikle II. Dünya
Savaşı sonrasında refah devletlerinin yaygınlaşması ile birlikte artık çocuklar aile
ortamından uzak bir şekilde kurumlarda değil, doğal ortamları yani aile içinde
korunmaktadırlar. Bu nedenle refah rejimindeki bu niteliksel farklılaşmanın çocuk
koruma yöntemlerindeki yansımasını isimlendirmek için ‘çocuk refahı’ dönemi
tanımlaması kullanılacaktır. Batı tarihinde 20. yüzyıl artık çocukların bakım ve
korunmasında ‘kurumsal’ bakımın eleştirildiği, koruyucu aile, evlat edinme, gündüz
bakım evi, annelere doğum izni ve doğum yardımı gibi önlemlerin alındığı bir
dönemdir.
İkinci bölümde Osmanlı ve Türk modernleşmesi bağlamında Batı için tespit
edilen bu gelişmelerin izleri sürülerek çocuk koruma sisteminin gelişimi anlaşılmaya
çalışılacaktır. Tanzimat ile başlayan Türk modernleşme süreci aynı zamanda kamusal
çocuk koruma hizmetlerinin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Tanzimat dönemine
bakıldığında özellikle II. Abdülhamit dönemine kadar çocuk korunmasına yönelik artan
bir kurumsallaşma süreci gözlenmiştir. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı ile başlayıp I. Dünya
Savaşına kadar geçen ‘savaşlar döneminde’ devletin sosyal alanda gerilemeye başladığı
ve sosyal alanda modernleşme sürecinin yavaşladığı görülmektedir. Osmanlı
toplumunda korunmaya muhtaç çocuklar alanında kurumsal gelenek oldukça zayıf ve
dağınık bir yapıdadır. 1860’lı yıllara kadar Osmanlı’da korunmaya muhtaç çocuklar için
yatılı bir ‘kurumsal düzenlemeye’ rastlanmamaktadır.10 Korunmaya muhtaç çocuklar
esas olarak ‘evlatlık’ ve ‘besleme’ adı altında başka aileler tarafından ev işlerinde
‘hizmetçi’ olarak kullanılarak, bu sorun devlet sorumluluğu dışında yerel düzeyde
10
Onur, Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, s.129. Bu durum Tanzimat öncesi Osmanlı devletinin henüz
toplumu dizayn etmek üzere kurumsal-idari düzenlemelere gitmediği, daha çok merkezi kuralları
belirleyip, uygulamaları topluma bıraktığını göstermektedir. Aynı durum ilköğretimin 1869 Maarif-i
Umumiye Nizamnamesi ile zorunlu kılınmasına karşılık, ücretsiz olan okullara devletin katkı
yapmamasında görülmektedir. Bkz. Onur, Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, s. 130.
6
çözümlenmeye çalışılmıştır. Korunmaya muhtaç çocuklara yönelik bakımı esas alan ilk
kurumsal girişim 1860’lı yıllarda Mithat Paşa’nın ıslahhaneleridir. Daha sonra ancak
savaş dönemi gibi olağan dışı koşullarda, savaş yetimi ve kimsesizler için ‘yetim evleri’
gibi koşullara özgü ve belli dönemlerle sınırlı ‘Darüleytam’ ve ‘Darülhayr-ı Alî’ gibi
kurumlar açılmıştır.
Bu süreçte II. Meşrutiyet dönemi kritik bir dönemeç olarak tespit edilmektedir.
Bu dönemde devletin zorunlu haller dışında (savaş yetimlerinin korunması gibi) çocuk
koruma alanında yer almadığı, sivil girişimleri destekleyerek ve teşvik ederek alanı
düzenlemeye çalıştığı görülmektedir. Çocuk koruma alanında ‘sivil dönem’ olarak
adlandırılan bu dönem Cumhuriyet döneminde de devam ederek 1949 yılına kadar
devam etmiştir. Çalışmada ‘savaşlar dönemi’ ile başlayarak II. Meşrutiyet’le bir politika
haline gelen çocuk koruma çalışmalarının sivil alana devrinin, günümüze kadar gelen
KMÇ alanında kamunun yetersizliğinin tarihsel zeminini oluşturduğu iddia edilecektir.
Bu bölümde ayrıca devlet seçkinlerinin yakın koruması ve desteğiyle çalışan
Himaye-i Etfal Cemiyeti (1935 yılından itibaren Çocuk Esirgeme Kurumu), korunmaya
muhtaç çocuklara yaygın ve kurum dışı koruma politikaları da geliştiren filantropik bir
örgütlenme olarak incelenecektir. Ayrıca 1920 ve 30’lu yıllarda doğrudan çocuklarla
ilgili olmayan; ancak çocukların korunmasını da düzenleyen Türk Ceza Kanunu (1926),
Türk Medeni Kanunu ( 1926), Umumi Hıfzıssıha Kanunu (1930) ve Belediye Kanunu
(1930) gibi kanun ve bunların uygulama(ma)ları da incelenecektir.
Üçüncü bölümde devletin yeniden KMÇ alanında sorumluluk almaya başladığı
süreç açıklanmaya çalışılacaktır.
Türk modernleşmesi Tanzimat reformlarıyla
başlamasına ve sosyal devletin biçimsel olarak erken Cumhuriyet döneminde
şekillenmiş
olmasına rağmen,11 genel olarak yoksullar ve özel olarak ‘korunmaya
muhtaç çocuklar’ olgusuna yönelik kamu örgütlenmesinin geç denebilecek bir dönemde
1950’lı yıllarda ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Buradaki modernleşmenin
‘sosyal alana’ yayılmasının formel olarak Batı modernitesindeki gelişim seyrini takip
11
Nadir Özbek, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Sosyal Devlet,” Toplum ve Bilim, no. 92, 2002a,
s. 29.
7
ettiği ancak, zamansal olarak geç kaldığı görülmektedir. Bu nedenle
çalışmada,
kamunun sosyal hizmetler ve korunmaya muhtaç çocuklar olgusuna, geleneksel yöntem
ve hayırseverlik teknikleri dışında, bilimsel ve/veya profesyonel bir yöntemle
yönelmesinin geç bir dönemde yani 1960’lı yıllarda yönelmesinin ardındaki temel
dinamikler sorgulanacaktır. Bu süreç, nüfusun kent-kır dağılımı, kentsel sosyal sorunlar
ve yoksulluğun yaygınlığı, toplumda biriken ‘sosyal yardım habitusu’, devletin yönetsel
yayılmadaki güçlükleri ve nüfus artış politikası gibi çeşitli değişkenlerden hareketle
açıklanmaya çalışılacaktır
Bunun yanında, Türkiye’deki modern çocuk koruma politikalarına ilişkin
tartışmaların oluşmaya başladığı 1930’lu yıllardan itibaren, çocuk sorunlarının basına
yansıması da incelenecektir. Korunmaya muhtaç çocuklara dair söylemin değişmesi ve
dönüşmesi dönemsel olarak ortaya çıkan siyasal-sosyal değişkenlerin ışığında
anlaşılmaya çalışılacaktır. Modern çocuk koruma politikasının etkin olmasının en
önemli faktörlerinden biri, yasal mevzuatın düzenlenmesi ve korunmaya muhtaç
çocuklara ilişkin ilk kanunların meclisteki görüşme serüvenidir. Bu sürecin gerekçeleri,
komisyon tartışmaları ve genel kuruldaki görüşmeler esnasında yapılan tartışmalar
değerlendirilecektir. Cumhuriyet döneminde başlayan hızlı okullaşmanın paralelinde
çocuk yoksulluğunun görünürlük kazanması sonucu devletin ilgisi yeniden artmıştır. Bu
dönemde konunun basında yoğun olarak yer alması, TBMM’ndeki tartışmalar ve başta
Cumhurbaşkanı’nın talimatı ile yapılan araştırma olmak üzere yapılan bir dizi çalışma
devletin sistemli olmayan müdahaleleriyle sonuclanmıştır. 1930’larda başlayan
tartışmalar ve 1949 yılında TBMM’nde ilk KMÇ kanununun çıkmasıyla sosyal hizmet
alanında yapısal dönüşüm başlamıştır. Çalışmada bu dönüşüm sürecinin ayrıntıları,
kanun teklifiyle ilgili meclis komisyonlarındaki tartışmalar, gazete haberleri ve
araştırmalar incelenerek tartışılacaktır. Kanunlarla birlikte çocuk koruma sistemine
yönelik dilde bir farklılaşmanın başladığı ve bunun da soruna yaklaşımda önemli bir
değişime işaret ettiği görülmektedir. Tartışmalarda öne çıkan özellik, artık kanunun
gerekliliğinden çok sorunların büyüklüğü ve kamusal hizmet ve kaynakların
yetersizliğinin öne çıkarılmasıdır. Ayrıca bu dönemde çocuk sorununun ‘sokak
çocukları’ şeklinde daha görünür bir sorun olarak ortaya çıktığı; tartışmaların bu
çocuklar odaklı yapıldığı görülmektedir.
8
Türkiye’deki çocuk koruma sisteminin oluşumunu çok boyutluluğu içinde tespit
etmek amacıyla yasal düzenlemeler, kurumsal yapı ve uygulama süreçleri arasındaki
ilişkilere de bakılacaktır. Bu süreçte üretilen ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ (KMÇ)
kavramı daha sonraki bütün yasal mevzuatta ‘kimsesiz’, ‘yetim’ ve ‘terkedilmiş’ çocuk
kavramlarına ikame edildiği için önemli bir gelişme olmakla birlikte, tanımın içeriğine
yakından bakıldığında, kapsamının hâlâ ‘kimsesizlik’ sınırlı kaldığı görülmektedir.
Korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin politikaları bu çerçevede inceleyen Sevda
Uluğtekin de, devlet merkezli bütün koruma politikaları; çıkarılan yasalar, kurulan yuva
ve yurtlar, kurum dışındaki korunmaya muhtaç çocuklara verilen hizmetlerde dar bir
‘muhtaçlık’ tanımı üzerinden hareket edildiğini belirtmektedir.12 Uluğtekin’e göre
mevcut çocuk koruma politikaları çocuğu aileden kopararak korumaya çalışmaktadır,
çocuğu aile ile birlikte koruyacak bir sistem ise henüz geliştirilmemiştir; yani halen
yürürlükte olan 2828 sayılı ‘Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’nun
‘korunması gereken çocuk’a yaklaşımı temeli 19. yüzyıla kadar uzanacak ‘kimsesizlik’
ve ‘muhtaçlık’ gibi etiketleyici ve sınırlayıcı özelliktedir. Oysa günümüzde yani çağdaş
bir sosyal hukuk devletinin temel prensip olarak yasal düzeyde benimsendiği koşullarda
KMÇ sorununa “‘muhtaçlık’ değil, ‘haklar’ açısından; ‘korunmaya muhtaç’ değil,
‘çocuk ve haklarının korunması’ açısından meseleye yaklaşmak zorundadır.”13
Uluğtekin’in de ifade ettiği gibi Cumhuriyet döneminde devletin çocuk koruma
politikasında ‘özünde’ bir değişme yoktur; politikanın esasında hâlâ ‘yetim,’ ‘kimsesiz’
çocuklar ve bu çocukların aile sistemi dışında ‘kurum bakımı’ ile korunması vardır. Bu
tespite dayanarak Türkiye’de çocuk koruma politikalarında ‘çocuk hakları’ ve ‘çocuk
refahı’ perspektifinin henüz öncelik kazanmadığı söylenebilir. Ayrıca kanunlarda
koruyucu hükümlerin varolması yani biçimsel olarak sürecin tamamlanmış olması ile bu
kanunların uygulanması arasında ciddi farklılık olduğu görülmektedir.
12
Sevda Uluğtekin, “Yirminci Yüzyılda Türkiye’nin Çocukları: Sorunlar ve Beklentiler,” Prof. Dr.
Nihal Turan’a Armağan – Sosyal Hizmette Yani yaklaşımlar ve Sorun Alanları içinde, Veli Duyan
ve Aliye Mavili Aktaş (edt.), Ankara: H.Ü. Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayınları, 2001, s. 7-19.
13
Uluğtekin, s. 17.
9
Batı sosyal hizmet sistemi ile Türkiye sosyal hizmet sistemi eşzamanlı bir süreci
izlememesine rağmen benzer eğilimleri takip etmektedir.14 Sosyal hizmetler alanındaki
okullaşma sürecinin başlaması ile birlikte Batıda oluşan çocuk koruma sistemi (child
protection) modelinin Türkiye’de biçimsel olarak tamamlandığı ancak Türkiye’deki
çocuk koruma sisteminin çocuk refahı aşamasına geçemediği görülmektedir. Benzer bir
şekilde Batı ile karşılaştırıldığında Türkiye’de çocuk işçiliği olgusu ve buna ilişkin
kamusal müdahalelerin Batı’daki sürecin aksine yaygın olmadığı; ancak ev içi çocuk
işçiliğinin (beslemelik, evlatlık, ahretlik, vb) son derece yaygın olduğu görülmektedir.
1950’li yıllardan sonraki dönemde kabul edilen ev içi çocuk işçiliği sorununa yönelik
ciddi kamusal önlemler alınmadığı, 1950 sonrası dönemde sanayileşme ve kentleşme
süreçlerinin artması ile birlikte KMÇ alanındaki sorunlarda artış ve çeşitlenme olduğu
ve bu sürece ilişkin kamusal müdahalelerin ise yetersiz olduğu üçüncü bölümde
tartışılmaktadır. Çocuk koruma sistemine ilişkin hem Batı hem Türkiye’deki süreçler
çok boyutluluğu içinde açıklandıkatan sonra, sonuç bölümünde karşılaştırma yapılarak
Türkiye’deki çocuk koruma sisteminin gelişmeyen boyutları ve buna ilişkin dinamikler
tartışılacaktır.
14
Muslih Fer de Türk modernleşmesini sosyal alandaki dönüşümünün Batı’daki gelişmelerle benzer
aşamalardan geçtiğini ifade etmektedir: “Türkiye Tanziamat’tan beri devam eden ve Cumhuriyet devrinde
Atatürk’ün adımları ile en geniş ve müessir ifadesini bulan Batılılaşma hareketi ile bütün siyasi, hukuki,
idari, ekonomik, sosyal, kültürel müesseselerinde olduğu gibi sosyal hizmetleri ve onun teşkilatında da
Batının geçirdiği safhayı, takip etmiş ve dini hayırseverlik müesseseleri, loncalar ve vakıf müesseselerini
geride bırakmıştır.” Muslih Fer, “Muslih Fer’in Konuşması”, II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı
Ankara 5-8 Mayıs 1962 içinde, Ankara: T.C. SSYB, SHGB Yayınları, Sayı 23, 1962, s. XII. Ancak bu
benzerliğin biçimsel düzeyde olduğu, da kabul edilerek şöyle vurgulanmaktadır: “Bununla birlikte bu
sahada daha birçok mesafenin alınmasını gerektiren eksiklikler, aksaklıklar ve ihtiyaçların bizi ileri
memleketlerden ayırmakta olduğu da apaçık bir gerçektir. Bu eksiklikler bir taraftan mevzuat ve teşkilat
meselelerine taalluk etmekte ve diğer taraftan sosyal hizmet uzmanlarının, sosyal işçilerin, sosyal
plancıların gelişmesini gerektirmektedir” Fer, “Muslih Fer’in Konuşması”, s. XIII.
10
2 MODERNİTE VE ÇOCUKLARIN KORUNMASI
Çocukların korunması anlamında çalışma hayatından çekilmeye başlanması ve
devletin çocukları korumaya yönelik önlemler alması 18. yüzyıldan itibaren belirginlik
kazanmaktadır.15 Genel olarak çocuklara yönelik kamusal hizmetlerin ve okullaşmanın
yaygınlaşması süreci yanında, benzer önlemler korunmaya muhtaç çocukların özel
olarak korunması alanında da gözlenmektedir.16 Başlangıçta yoksulluk koşullarında
yaşayan çocukların bakımı büyük oranda aileleri tarafından yapılırken; terk edilen
bebeklerin sayısının artması nedeniyle dinsel hayırseverlik ya da kilise 1500’li yıllarda
bakımevleri ve çocuk hastaneleri kurmaya başladı. Ancak zamanla terk edilen çocuk
sayısındaki büyük artışlar ve hayırsever girişimlerin yetersizliği nedeniyle söz konusu
bebek ve çocuklara yönelik hizmet veren hastanelere merkezi devletler maddi yardımlar
vermeye başladı. Örneğin bu sorunun çok yaygın yaşandığı Paris’te çocuk hastanesine
terk edilen bebeklerin tedavi, bakım ve yetiştirilmeleri için devlet tarafından
1670’lerden itibaren maddi kaynak aktarımına başlanmıştır.17 Daha önce tamamen
kilisenin denetiminde yapılan terk edilen çocuklara yönelik hizmetlerde devletin rol
almaya başlaması, hayırseverlik alanında bir daralma ve devlet alanında bir genişleme
anlamına da gelmektedir. Ancak bu alanda niteliksel bir farklılaşma için merkezi
devletlerin çok yönlü olarak soruna yaklaştığı ve birçok boyutu ile önlemler aldığı 19.
yüzyılı beklemek gerekecektir. Yüzyıl boyunca çocukların çalışma hayatında ve
terkedilmişlik koşullarında korunmasına ilişkin birçok yasal düzenleme ve bakım
kurumu oluşturulurken, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında artık çocuklar kamunun
gündemlerinde sürekli olarak yer almaktadırlar.
15
Cunningham, s. 121.
Batı tarihinde çocukluğun ortaya çıkışını inceleyen Cunningham’a göre 18. yüzyıldan itibaren gönüllü
ve devlet kurumları yoksullukla daha çok mücadele ederken, bu dönemde merkezi devlet kurumlarının
daha çok sorumluluk almaya başladığını vurgulamaktadır. Bkz. Cunningham, s. 123.
17
Cunningham, s. 125. Ayrıca Thomas Max Safley, dönemin Avrupa kıtasındaki ilklerden biri
Almanya’da ise ilk olan kent yetimhanesinin Augsburg şehir devletinde 1572 yılında kurulduğunu
belirtmektedir. Safley, ortaya çıkan yoksulluk karşısında kentlere akın eden yoksulların hastalık, işsizlik
gibi çaresizlikler karşısında çocuklarını terk ettiklerini ve bu durum karşısında otoritelerin bazı çocukları
‘koruyucu aileler’ yanına yerleştirdiği ancak bunun da yetmemesi üzerine dönemin elitlerinden alınan
bağış ve kent meclisinin de katkıları ile bir “şehir yetimhanesi” kurulmasına karar verildiğini
belirtmektedir. Bkz. Thomas Max Safley, Charity and Economy in Orphanages of Early Modern
Augsburg, N.J.: Humanities Press, 1996, s. 2.
16
11
Ancak “çocuk hakları” perspektifinin egemen olduğu 20. yüzyıla kadar
korunmaya muhtaç çocuklar18 genel olarak, ‘terk edilen’, ‘yetim’, ‘kimsesiz’ ve ‘serseri’
gibi aile korumasından uzaklaşan çocuklar olarak kabul edilmektedir. Modern öncesi
dönemde korunmaya muhtaç çocukların önceleri aileleri yanında bakıldığı, daha
sonraları ise ‘kışla tipi’ büyük hastaneler ya da kişileri birey olarak kabul etmeyen,
bireyleri korumaktan çok asayişi bozmamaları için toplumdan tecridini esas alan ‘yoksul
evleri’ (poorhouse) ‘düşkünlerevi’ (almshouse) ya da ‘çalışmaevleri’ (workhouse) gibi
kurumlarda barındırıldıkları görülmektedir.19 Bu türden kurumların yaygın olduğu ve
sanayileşme ile kentleşmenin yayıldığı 19. yüzyıl aynı zamanda kent yoksulluğunun ve
buna bağlı sorunların da yaygınlaştığı bir dönemdir. Bu yüzyılda yoksullara yönelik
‘kışla tipi’ büyük kurumların bütün Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yayıldığını
görmekteyiz. 19. yüzyıldan itibaren yaygın ve görünür yoksulluğa karşılık, hayırsever
ve filantropist girişimcilerle birlikte dönemin devletlerince, büyük ve görselliği ağır
basan ‘yoksulevleri’, ‘yetimhaneler,’ ‘toplum merkezleri’ (settlement houses),
hapishaneler inşa edilmiştir.20 Bu dönemde çocuklar hâlâ ‘korunması’ düşünülen bir
özne olmaktan ziyade, yoksul aileleri ile birlikte toplumsal düzeni bozmamaları için
18
‘Korunmaya muhtaç çocuklar’ kavramının içeriği ile ilgili genel bir uzlaşı bulunmamaktadır. İngilizce
literatürde ‘children in need of protection’ kavramının karşılığı olarak kullanılan korunmaya muhtaç
çocuklar kavramı yerine ‘needy children’ (muhtaç çocuklar) ya da ‘dependant children’ (bağımlı
çocuklar) da kullanılmaktadır. Türkiye’de ise 1950’lerden bu yana, başta yasal metinler ve daha sonra
bütün literatürde kullanılmaya başlanan ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ kavramı, yerleşik bir kavrama
dönüşmüştür. Ancak KMÇ kavramının içerik olarak genellikle ‘kimsesiz’ çocuklara gönderme yaptığı, bu
nedenle korunmaya muhtaç çocukların sadece bir grubunu anlattığı gerekçesiyle son yıllarda eleştirilmeye
başlanmıştır. Bu eleştirilerden biri için bkz. Sevda Uluğtekin, “Yirminci Yüzyılda Türkiye’nin Çocukları:
Sorunlar ve Beklentiler”, Prof. Dr. Nihal Turan’a Armağan – Sosyal Hizmette Yani yaklaşımlar ve
Sorun Alanları içinde, Veli Duyan ve Aliye Mavili Aktaş (ed.), Ankara: H.Ü. Sosyal Hizmetler
Yüksekokulu Yayınları, 2001. Uluğtekin, KMÇ kavramı yerine, korunmaya muhtaç olup ailesinde kalan
çocukları da koruma şemsiyesi içine almak kaygısıyla ‘Korunması Gereken Çocuk’ kavramını
önermektedir. Bu değerlendirmeye katılmakla birlikte, yerleşik bir kullanıma sahip olması nedeniyle bu
çalışmada KMÇ kavramı tercih edilecektir; ancak KMÇ kavramı anlam olarak korunması gereken bütün
çocukları kapsayan bir içerikle kullanılmaktadır. ‘Needy Children’ kavramının kullanımı için ise bkz.
Safley, s. 1-2.; Çocukların kendi ‘doğal’ ebeveynleri tarafından bakılmaması ve ikame kurumlarca
bakılması durumunda ortaya çıkan korunmaya muhtaç çocuk grubunu ‘Dependent Children’ (bağımlı
çocuklar) olarak tanımlayan yaklaşım için bkz. John Lewis Gillin, Clarence g. Dittmer ve diğerleri, Social
Problems, New York: Appleton-Century-Crofts, Inc., 1952, s. 394.
19
‘Almshouse’ (düşkünlerevi) daha çok yaşlı, kimsesiz ve özürlü kişilerin kaldığı yerler iken ‘workhouse’
(çalışmaevleri) çalışabilecek kişi ve ailelerin ‘çalışabilmelerine’ imkan tanınan ve 1834 Yoksullar Yasası
gereği her kilise bölgesinde (parish) kurulması gerekli olan ‘total kurumlar’dır. Bu kurumlar arasındaki
farklar hakkında bir inceleme için bkz. Alannah Tomkins, “Almshouse versus workhouse: Residential
welfare in 18th century Oxford”, Family & Community History, Vol. 7/1, May 2004, s. 45–58
20
Eric H. Monkkonen, “Nineteenth Century Institutions: Dealing with the Urban ‘Underclass’”,
‘Underclass’ Debate, Views From History içinde, Michael B. Katz (edt.), Princeton: Princeton
University Press, 1993, s. 335.
12
‘çalışmaevleri’nde tecrit edilmektedir. Dolayısıyla yoksullar ve çocukları hâlâ bağımsız
kişilikler ya da evrensel yurttaşlık hakları olan insanlar olarak kabul edilmemektedir;
dönemin iktidarları için temel yönlendirici felsefe, asayiş ve düzenin korunmasıdır. Bu
durum ‘toplumun’ henüz inşa edilmediği bir süreçti. Toplumu oluşturan sınıflar ya da
tabakalar arasında uçurumlar çok derindir ve sınıflar arasındaki ilişkiyi sağlayacak
‘sosyal devlet’ henüz yeterince gelişmiş değildir. Bütün tebaanın sosyal açıdan eşit
yurttaşlar olduğu bir durum yani, ‘toplum’ olma süreci henüz başlamıştır.
Toplumun inşa sürecinin düşünsel düzeyde başlaması için Robert Owen’ı
beklemek gerekiyordu. Owen New Lanark’taki sanayi evlerinde üretimin çalışanları
dışlamadan, toplumsallığı içererek de kârlı olabileceğini gösterdi. Sanayileşmenin
yarattığı çözülme karşısında, sorunun asıl boyutunun ekonomi değil, sosyal boyutu
olduğunu gösterdi. Owen piyasanın yıkıcı dinamiğine karşı, toplumun ayakta kalması ya
da var olması için, karşı dinamiğin yani ‘sosyal’ olanın örgütlenmesini sağladı Owen bu
anlamda toplumu, devleti ve verimli üretimi dışlamadan, toplumsalın önemini anlayan
ilk düşünürlerin başında gelir.21 Owen’ın çalışmaları sonrasında ekonomi ve sosyal alan
arasındaki ilişki çok daha güçlü olarak ortaya çıkmıştır.
Sosyal alanın22 ekonomi ve piyasadan dışlanmamaya başlanmasını Donzelot
‘sosyal hak’ın ortaya çıkması, sosyal hakları da öncelikle işçi sınıfının haklarının
kurumsallaşması olarak tanımlamaktadır. Bu kurumsallaşmada ayırt edici gelişme
sigorta tekniğinin gelişmesidir. İşçi sınıfının sigorta tekniği yoluyla sosyal haklarının
kamusal bir önem kazanması, Owen’da ifadesini bulan, sosyal alanın ortaya çıkmasının
bir diğer veçhesidir. Sigorta tekniğinin ortaya çıkması ve yaygınlaşması ile birlikte
‘sosyal’ ve ‘ekonomik’ olan arasında ayrışma (ama aynı zamanda birbirlerin dışlamadan
21
Sanayileşmenin yarattığı ağır sosyal sorunlar karşısında, üretim, piyasa ve sosyal korumanın çelişik
olmadığına dair çabalarını İskoçya’nın New Lanark kasabasında kurduğu sanayi evleri ve aynı kompleks
içinde kurduğu eğitim ve yaşam üniteleri ile çalışanları üretim sürecine katarak giriştiği deneyimin
ayrıntılı bir incelenmesi için bkz. Rona Aybay, Robert Owen, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1970.
22
Sosyal alan kavramı özellikle Jacques Donzelot tarafından spesifik bir anlamda kullanılmakla birlikte,
özel olarak anılmadıkça geniş anlamda yani; genel olarak yoksulluk alanında gerek kamu ve gerek sivil
girişimler tarafından yapılan düzenlemeler anlaşılacaktır. Sosyal alan temel olarak insanların kâr ve
siyaset dışında kalan temel insani ihtiyaçları ile ilgili kurumsal düzenlemeler; yardımlar, eğitim ve
rehabilitasyon süreçlerinin tümünü kapsayan partikler olarak görülmektedir.
13
var olmaları) gereği iyice belirginleşmiştir.23 Böylece genel olarak bütün yoksullar ve
özel olarak da KMÇ’ların korunması artık ‘sosyal’ alanın bir parçasıdır. Piyasa ve
sosyal koruma arasındaki bu gerilimin farkında olan Karl Polanyi, ekonomik ya da
piyasa ile sosyal alanın ya da toplumun kendini koruma refleksleri arasında süregiden
bir çelişki olduğunu, piyasanın doğal değil devlet güdümlü, yapay, yıkıcı ve insan
toplumuyla uyuşmayan bir yapıda olduğunu vurgulamaktadır. Piyasanın kendi başına
bırakıldığında yarattığı insani yıkımları, sanayileşme devrimi sonrası İngiltere’sinde
ortaya çıkan yaygın yoksulluğu inceleyerek açıklayan Polanyi, doğal olanın ya da insani
olanın piyasanın yıkıcılığına karşı gelişen yoksulları ve çalışanları koruma çabaları
olduğunu göstermektedir. Polanyi’nin vurguladığı, insani doğaya uygun olanın
‘toplumsal olan’ olduğudur. Piyasacılığa karşı gelişen karşı hareketin toplumsalı
savunması,
içinde
sağlamaktadır.
yaşadığımız
ortamı
bir
‘toplum’
olarak
kurgulamamızı
24
‘Toplumun kurulması’ bir yandan sigorta tekniği ile çalışan kesim üzerinden
ilerlerken, bir yandan da yoksullar ve korunmaya muhtaç çocuklar yani ‘çalışmayan’
toplum kesiminin de ‘koruma sistemi’ içine alınması, topluma dâhil edilmesi için
çabalar gösterilmektedir. Ancak çalışma yaşamı dışındakilerin, çalışma yaşamı içinde
olan ve görece örgütlü olanlara göre ‘topluma dâhil’ olması çok daha zorlu ve uzun
süren bir süreçtir; çünkü kendi içlerinde örgütlü değildirler. Bu nedenle çalışma hayatı
dışındakilerin topluma dahil olması için ortak iradenin gücüne mutlak bağımlılık
içindedir. Yani devlet olmadan yoksulların ve KMÇ’lerin topluma dahil olması
mümkün değildir.
Ahmet Aytaç’ın da belirttiği gibi “toplumun kurulması” devletle başlar. Bu
anlamda devlet eşitsiz ve farklı koşullardaki insan gruplarının bir arada yaşama
koşullarının düzenlenmesidir. Bir arada yaşama koşulları nesnel olarak ortaya çıktığı
oranda da modern toplum inşası başlar. Devlet bu inşayı en fazla korunması gereken
kesimlerden,
yani genellikle çocuklardan başlatmıştır. Ancak bu anlamda sürecin
karmaşık işlediği de bilinmektedir. Gerek Batı tarihinde ve gerek ülkemizde devletin
23
Jacques Donzelot, “The Promotion of the Social,” Economy and Society, C. 17, No. 3, Agustos 1988,
s. 405.
24
Polanyi, s. 332–345.
14
korunmasına giren çocuklar genellikle ‘terk edilen’ ya da ‘yetim’ kalan gibi özel
kategorilerdeki çocuklar olmuştur. Oysa bu alan esas olarak görünmez alandaki yani ev
içi işlerde çalışan çocukları çok geç dönemlerde kapsamıştır. Bu nedenle çocuk koruma
sisteminde olgun dönem, korunması gereken çocuklara ev içinde çalıştırılan ve/veya
istismar edilen çocukların dâhil edildiği dönem olarak kabul edilmelidir.
Bu çerçeveden bakıldığında toplum ve devlet ilişkisi(zliği) en açık ‘besleme’
çocuklar alanında görülür. Türkiye’de devletin (burada modern devletin) olmadığı, ya
da ‘yönetsel yayılma’ göstermediği toplumsal koşullarda KMÇ esas olarak ‘besleme’
çocuklardır. Bu anlamda, yani KMÇ alanında, toplum büyük oranda 1926 tarihli TMK
ile başlamışsa da; çocuklar lehine devletin koyduğu kurallar doğrultusunda topluma
müdahale etmesi; yani yönetsel yatay yayılma göstermesi çok yavaş gelişmiştir. Bu
nedenle çocukların korunmaya başlanması, bir ‘toplum’ inşasının başlangıç ve
tamamlanmasının en önemli kıstasıdır ve Türkiye’de bu anlamda toplum olmanın, yani
‘sosyal olanın’ kamusal gündemin bir parçası yapılması hem geç başladığı hem de yavaş
bir gelişim seyri izlediği iddia edilmektedir. Ayrıca kamusal örgütlenmede çocukları
koruyacak özerk bir sistemin geç oluşması çok çeşitli değişkenlere bağlı olarak
anlaşılabilir. Bir tanesi, içsel sivil gelişimin bir devlet dışı ‘filantropi’ geleneği
yaratmamasıdır. Sivil toplum kuruluşları geleneğinin ‘sivil’ olmaması bu alanın
gelişmesine ket vuran en önemli dinamik eksikliğidir. Bu nedenle çocuk koruma
sisteminde en temel unsurlardan biri olarak sosyal hizmet mesleği de içsel bir taleple
değil; ancak dış dinamiklerin teşviki ve yardımı ile ülkeye girebilmiştir.25
25
Türkiye’de sosyal hizmet eğitimi ile ilk tanışan kişi 1920’li yılların başında ABD’de sosyoloji eğitimi
görmekte iken uygulamalı derslerini New York Sosyal Hizmet Okulu’nda yapan Sabiha Sertel olmakla
birlikte, sosyal hizmet okulunu ilk bitiren kişi Azime İpek’tir. Bilindiği gibi 1920’li yıllarda ülkenin
içinde bulunduğu eğitimli işgücü ihtiyacını gidermek için yurtdışına çok sayıda burslu öğrenciler ve
öğretmenler gönderilmektedir. Bunlardan biri olarak Azime İpek 1926 yılında Colombia Üniversitesinin
social work (sosyal hizmet) bölümünden mezun olmuş ve yurda dönüşünden sonra çeşitli sosyal
faaliyetler örgütlemiştir. Bunlardan biri de İstanbul’da kurduğu “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma
Derneği” vasıtasıyla yoksul aile çocukları için yaz kursları düzenlemesidir. Daha ayrıntılı bilgiler için
bkz. Birsen Gökçe, Memleketimizde Cumhuriyet Devrinde Kimsesiz Çocuklar Sorunu, T.C. SSYB,
Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, yayın no: 55, 1971, s. 87. Ayrıca Azime İpek’in yurtdışı
dönüşünde bir rapor hazırladığı ve raporun halen Atatürk’ün Çankaya’daki özel kütüphanesinde
bulunduğu belirtilmektedir. Bkz. Müjgan Cunbur, “Atatürk Döneminde Kadın Eğitimi”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 23, Cilt: VIII, Mart 1992, s. 5.
15
Emek dünyasının süreç içinde ortaya çıkan örgütlerine (dernek ve sendikalarına)
karşılık, genel olarak yoksullar, sokaklarda yaşayanlar, özürlüler, terk edilen çocuklar
vs. tamamen örgütsüzdürler ve ‘özne’ olmadıkları için en azından ilk dönemler dışardan
gelecek yardımlara bağımlıdırlar. Bu nedenle modern öncesi ya da ‘toplum öncesi’
koşullarda tamamen ‘dilenme’
ve kendilerine verilecek ‘hayırlara’ bağımlıyken,
Aydınlanma düşüncesi modernitenin gelişmesi sonucu yoksulluk, bir yeryüzü olgusu
olarak görülmeye, incelenmeye,
tasnif edilmeye, değiştirilmeye ve önlenmeye
başlanmıştır. Ancak bu yüzyıllar süren süreç çoğu kez yaşanan büyük felaketler, büyük
toplumsal altüst oluşlar, toplumsal düzenin bozulması sonrasında gelen muhalif
hareketler ve mücadeleler sonrasında ortaya çıkabilmiştir. Bu nedenle bu gelişimi konu
edinen sosyal tarih genellikle ‘olumsuzlukları’ betimleyen bir tarih olarak ortaya
çıkmıştır. Çocukluğun tarihi de bu nedenle biraz da “mutsuz çocukluk” ya da çocuklara
karşı yapılan olumsuzlukların tarihidir. Sylvia Schafer ‘mutlu çocukluğun’ tıpkı ‘mutlu
ailelerde’ olduğu gibi bir tarihi olmadığını söyler.26 Mutlu çocukluk hemen her yerde
aynı yaşanır, mutlu çocukluğun idealini biliriz, ama nasıl oraya varacağımızı bilemeyiz.
Bununla birlikte her mutsuz çocukluk, tekil çocukların bedeninde, ayrı bir sahicilikte
biraz da kendine has yaşanır. Bu nedenle ‘toplumsal tarihe’ ya da ‘tarihsel bugüne’
bakan bütün kişiler (araştırmacılar, bilimciler, uygulamacılar, reformcular vs.) öncelikle
‘sorunlu çocukluk’ ya da mutsuz çocukların, mutsuz kızların ve kadınların tarihini konu
edinmiştir. Ya da de Mause’ın belirttiği gibi “çocukluğun tarihi bizim ancak son
zamanlarda uyanmaya başladığımız bir kâbustur. Tarihin derinliklerine inildikçe
çocuklara yönelik daha kötü bakım koşulları ile karşılaşırsınız. Ve daha çok çocuk
ölüm, terk, dayak, şiddet ve cinsel istismarı görürsünüz.”27 Bu ‘kâbusu’ Batı da yeni
yaşamıştır; yani çocukluğun tarihine olan ilgi Batı’da da yenidir. Cunningham özellikle
son otuz yılda çocukluğun tarihine yönelik büyük bir ilgi olduğunu; ancak tarihçiler
arasında görüş farklılıklarının çok derin olduğunu belirtmektedir. Görüş farklılıklarına
rağmen çocukluk tarihçileri özellikle son on yılda bir konuda aynı görüşü kabul etme
eğilimine girmişlerdir. Bu görüşe göre çocukluğun tarihi ‘gelişmenin tarihi’ ile paralel
gitmektedir. İnsanların maddi yaşamlarında iyileşme olduğu koşullarda, çocuklar aile
26
Sylvia Schafer, Children in Moral Danger And The Problem of Governmnent in Third Republic
France, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1997, s. 3.
27
Akt. Cunningham, s. 9.
16
içine daha çok alınarak, korunarak anne babaları için sevgi nesnesi haline gelmeye
başlamışlardır. Ancak bu gelişme esas olarak çocukların okul yaşantısına başlaması ile
mümkün olabilmiştir. Bu yönüyle okul, çocukluğu yetişkinlikten ayıran temel kurum
olmuştur.28
Colin Heywood çocukluğun toplumsal olarak ortaya çıkmaya başlamasının genç
insanların
çalışma
hayatından
okula
geçme
sürecinde
aranması
gerektiğini
belirtmektedir. Ancak zorlu ve uzun bir süreç olan çocukluğun ortaya çıkma sürecinde
okulun bu önemi, 20. yüzyıl başına kadar aileler tarafından anlaşılmamıştır. Bu süreci
zorlu kılan bir etken de bizzat ana babaların engelleyici tutumlarıdır. “Okul yasalarının
çoğu ‘alttan fazla baskı’ olmadan yapılmıştır. Politikacılar, kamu görevlileri ve
reformcular, kitleler için en iyisinin ne olduğunu bildiklerini varsayarak işleri
hızlandırmışlar, bir ‘eğitim diktatörlüğünü’ yürürlüğe koymuşlar. Bu, çiftçi ve işçi sınıfı
ailelerinin eğitimle ilgilenmedikleri anlamına gelmiyordu. Onların zaman zaman resmi
gündemden farklı olabilen, daha çok kendilerine özgü bir gündemleri vardı.”29 Bu
durum, eğitim bilincinin, kısa süreli çıkarlarıyla kendini bağlı hisseden ailelerden farklı
olarak ortaya çıktığı ve bu fikirlerin savunucusu konumunda olan toplumsal ve
entelektüel grupların örgütlenmeye başladığını göstermektedir. Aileler ya da
ebeveynlerin çocukları ile olan ilişkileri kısa vadeli aile çıkarları ile sınırlı olduğundan,
gelişen ‘eğitim’ fikirleri ile çelişmekte ve genellikle yapılmak istenen reformlara karşı
da bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. İşte bu zorlu ve karmaşık süreç yüzyıllar
sürmüştür. Başlangıçta ilkokulların çoğu sadece çocuklara yönelik değil, yetişkinlerle
ortak eğitim verilen ve esas olarak ‘çıraklık’ eğitimi verilen okullar şeklindedir.
Ortaçağ’da kadar Batı dünyasında kilisenin mahalli düzeyde örgütlediği, resmi olmayan
ve dini eğitimin başat olduğu ‘mahalle okulları’ egemendir. “12. yüzyıldan itibaren
Avrupa’da okullar çeşitlenerek her açıdan tamamlanmış kurumlara dönüşmeye
başladılar. Buna rağmen, ortaçağın sonlarında ve erken modern dönemde ortaya çıkan
bazı küçük okullarda, okuryazarlık yeteneğinden çok, el becerisi geliştiren eğitime önem
verilmeye başlandı.”30 Görüldüğü gibi eğitim ortaya çıkan ihtiyaca bağlı olarak, genel
28
Cunningham, s. 4.
Heywood, s. 193.
30
Heywood, s. 188.
29
17
eğitimden ‘çıraklık eğitimine’ doğru kayabilmektedir. Ancak bu süreç sanayinin
ihtiyacı, ana babaların direnci, reformcuların çabaları ve çatışmaları sonucu devam etti.
Tarihsel süreç içinde bakıldığında çocukluğun “mutsuz” bir durumdan
çıkarılması ve bu bağlamda çocukların korunması önlemlerinin iki boyutta
gerçekleştirildiğini görmekteyiz: İlki, dış tehlikelere karşı çocukların korunması; burada
çocukların
sokaklarda
korunması,
olumsuz
iş
koşullarına
karşı
korunması
görülmektedir. Bu boyut esas olarak modern öncesi çocuk koruma dönemine işaret eder.
İkincisi ise çocuğun iç tehlikelere yani ebeveyn otoritesine karşı korunmasıdır.
“Çocukluğun ortaya çıkması” olarak adlandırılan süreç aslında çocukların başlangıçta
ailesinden tamamen bağımsız bir hale düştüğü olumsuz koşullarda örneğin terkedildiği,
sokaklarda yaşadığı koşullarda ve iş ortamında korunmasından, zamanla artık anne
babasına karşı da korunması noktasına doğru evrilen bir süreçtir. Anne babanın çocuk
üzerindeki sınırsız yetkisinin kısıtlanması ve bu kısıtlamayı gerçekleştirecek ‘kamu
otoritesi’ olarak ‘sosyal hizmetin’ ortaya çıkmasının tarihi aynı zamanda ‘modern çocuk
korumanın’ da tarihidir. O halde modern çocuk koruma tarihinin en önemli durakları,
çocuğu koruma amacıyla kamu otoritesinin uzantısı olarak sosyal hizmetin, özel alanın
yani ailenin içine müdahale edecek konuma gelmesi ve bunu düzenleyen yasal ve idari
düzenlemelerdir. O halde modernleşen bir toplumda çocukluğun gelişmesi ve çocukların
korunması için aileye ya da patriarkal baba otoritesine müdahale gücü olan bir yapının
gelişmesi yani sosyal hizmetin güçlü olması beklenir. Bu nedenle ‘gelişmenin tarihi’
yani modernleşme süreciyle ‘sosyal hizmet’ kurumunun ortaya çıkması ve çocukların
korunduğu yeni zemin olması ile çocukluğun tarihi iç içe süreçler olarak
değerlendirilmelidir. Sosyal hizmetin ortaya çıkması, modernleşme sürecinin sosyal
alanda kurumsallaşması ise, ancak 19. yüzyıl sonlarında görülebilen bir gelişmedir.
Batı’da 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında çocukların çalışma hayatındaki
çekilmesi ve okullaşmasında artış, bir yönüyle çocukluğa olan ‘ilginin’, çocukluk
fikrinin toplumsal kabul görmesinin bir sonucudur. Bu ilgi sosyal alanın modernleşmesi;
yani çocuğa toplum adına devletin ya da kamunun sahip çıkması; sahip çıkma adına
okullaşmanın yaygınlaştırılması, şiddete karşı korunması, çocuk refahının aile içinde
sağlanması için ailelere destekler yapılması, bu amaçla yasal düzenlemeler yapılması
18
anlamına gelmektedir. Bu çerçevede modernleşmenin ‘koruyucu’ yanının gelişmesi ve
‘sosyal devlete’ evrilmesi, çocuk koruma sisteminin de gelişmesi anlamına gelmektedir.
Çocukluğun ortaya çıkması ile modernitenin ortaya çıkması arasında tarihsel
olarak eş zamanlılık vardır. Çocukluğun ortaya çıkması modernitenin ‘koruyucu
yönünün’ gelişmesi, çocukların modernitenin karanlık yönü olan olumsuz çalışma
dünyasından uzaklaştırılması, korunan öznelere dönüşmesi sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Modernite bu anlamda toplumun eşitsiz, dezavantajlı konumdaki kesimlerinin
korunduğu devlet örgütlenmesinin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle bu bölümde
modernitenin temel dinamikleri olarak toplumsal dokunun ‘yıkıcı’ ve ‘koruyucu’
ilkeleri ve bu ilkelerin bir dengeye varması olan ‘toplum olma’ hali anlaşılmaya
çalışılacaktır.
Bu
süreç
de
modernitenin
‘koruyucu’
ilkesinin,
modernitenin
(yoksullaşma, aile parçalanması vs.) olumsuz sonuçları karşısında gelişimi olarak
tanımlanacaktır. ‘Toplum’ ya da ‘modern toplum’ modernitenin belli bir olgunluk
(kentleşme, sanayileşme, bürokrasinin genişlemesi, vs.) aşamasında ortaya çıkmaktadır.
Modern öncesi dönemde nüfusun tümüne hitap eden ‘ortaklık’ ilkesi yerine ‘zümre’ler
söz konusudur. Zümreler yerine genellik ilkesinin içkin olduğu yurttaşlar toplamı olarak
‘nüfusun’ ortaya çıkması aynı zamanda ‘uluslaşma’ olarak da nitelenebilecek, toplumun
birçok alanında egemenlik tekelini ele alan merkezi bir idari-bürokratik yapının ortaya
çıkmasıdır. Yurttaşlık hakları açısından bu süreci inceleyen T.H. Marshall, tarihsel
olarak önce medeni hakların yurttaşlık hakları olarak yaygınlaştığı, bu hakları siyasal ve
en son olarak sosyal hakların izlediğini belirtmektedir. Sosyal hakların gelişmesi en son
ve güçlükle ortaya çıkmıştır çünkü üretim sürecinin içinde olmayan işsizler, özürlüler,
çocukların korunması adına ulusal gelirden transfer yapılması modernitenin bir boyutu
olan ‘ekonomik’ aklına aykırıdır. Bu nedenle sosyal hakların gelişmesi ancak,
modernitenin ‘kendi başına işleyen piyasa’ ya da ‘vahşi kapitalizme’ karşı, medeniyet
fikri ya da ‘koruyucu fikrin’ devlet içinde örgütlenmesi süreci sonunda olabilmiştir.
Koruyucu ilke öncelikle çocukların korunması ve üretim sürecinin dışına çekilmesi ve
aile içinde, sokakta, okulda ve diğer kamusal mekânlarda korunması ile mümkün
olabilmiştir. Çocukluk fikrinin ortaya çıkması ile modernite ve ‘toplumun’ ortaya
çıkması arasında bu anlamda doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’de
çocukların korunmasına dair sisteme bakmadan önce modernitenin ilk olarak ortaya
19
çıktığı Batı dünyasındaki sürece bakılacaktır.31 Bu çerçevede, modernitenin ilk ortaya
çıktığı Batı dünyasındaki oluşum seyri takip edilerek, ‘modern devlet’in ortaya çıkması
sürecine giden güzergâh izlenecektir. Bu sürecin aynı zamanda merkezi otoritenin
güçlenmesi, bürokratik yapının hem yatay hem de dikey olarak yayıldığı anlatılacaktır.
Modern devletin bu oluşum sürecinde toplumun kendi başına işlemek isteyen piyasanın
yıkıcı tarafı ile ‘koruyucu’ dinamikleri arasındaki gerilimin, Karl Polanyi’nin çizdiği
teorik güzergâh doğrultusunda, temel dinamik olduğu vurgulanacaktır.
2.1
Modern Devlet ve Toplumun İnşası: Çocukları Korumanın Temelleri
Modernleşme sürecinin hareket noktası, uygulayıcısı ve amacı toplumsal olanın
ortaklaşması anlamında devlettir. Modernleşme süreci toplumun doğması ile başlar;
toplumun doğması ise devletin doğuşundan sonra gelir. Diğer bir deyişle toplum, devlet
sözleşmesinin başlaması ve yaygınlaşması ile ortaya çıkar. Bu çerçevede toplum ve
devlet arasında analitik düzeyde ayrım olmakla birlikte, ikisi arasında ontolojik bir
ayrışma ve zorunlu bir çatışma yoktur; ancak,
“.. ‘toplum’ kavramı, hayatı ve çevremizle olan ilişkileri açıklamadaki stratejik
önemini sadece belli şartlar altında kazanabilmiştir. Tüm insanları birleştiren ortak
noktaların epistemolojik bir öncelik kazanması, sadece ortak yaşam gerekliliklerinin öne
çıktığı ve yaşam dünyasının yüksek derecede bütünleştiği tarihsel dönemlerde olanaklı ve
gerekli olabilmiştir. (…) Bu düşünüş biçimine göre toplum esas olarak devletin
yasalarına bağlıdır ve devletin varlığından bağımsız bir işleyişe sahip değildir. Sadece
devletin denetimindeki bir dünya ortak yaşamı olanaklı kılabilir ve bu yüzden siyaset,
toplumun oluşmasının ön koşuludur.”32
Ancak devlet toplumun ön koşulu olmakla birlikte, garantisi değildir. Devletin
toplumun ‘sosyal sorunlar’ karşısında sorumluluk alması oranında ‘toplum’ daha çok
var olabilmektedir. Dolayısıyla devlet yurttaşların önce medeni, sonra siyasal ve en
sonunda sosyal haklarının garanti altına aldıkça ‘toplum’ dediğimiz ‘ortak yaşam alanı’
31
Modernitenin ilk defa Batı’da ortaya çıkması mutlak bir veri değil, arızi bir durumdur. Dolayısıyla
burada modernitenin ilk defa nerede ortaya çıktığı değil, modernitenin evrensel nitelikleri ve diğer
toplumlarda oluş halleri olarak modernleşme süreçlerinin izledikleri özgül güzergahlar önemlidir.
Modernitenin bir veçhesi olarak kapitalizmin evrenselliği ve ilk defa Batı’da ortaya çıkmasına ilişkin
benzer bir değerlendirme için bkz. Huri İslamoğlu, Neden Avrupa Tarihi? İstanbul: İletişim Yayınları,
1997, s. 19
32
Ahmet Murat Aytaç, “1960 Sonrası Düşünüşte Siyaset ve Toplum İlişkileri: Berkes, Küçükömer ve
Mardin Üzerine Deneme”, Toplum ve Bilim, S.106, 7-42, 2006, s. 14.
20
olasılığından söz edilebilir. Bu nedenle ‘tüm insanlar’ kategorisine en fazla
‘dezavantajlı’ konumdakiler girer. Yoksullar, kimsesiz yaşlılar ve çocukları ‘toplum’la
yani ‘herkes’le birleştiren koşullardaki sistemin adıdır ‘toplum’. Toplum devletin
yasalarına bağlıdır ama buradaki toplumun yukarda belirtildiği gibi ‘ortak yaşam
gereklilikleri’nin esas olduğu bir toplum olduğu akılda tutulmalıdır. Modernleşme
devleti toplumun içinde genişlettikçe toplumdaki bütün bireylere açık ortak alanlar
genişlemeye başlamıştır. Açık ortak alanların gelişmesi devletin yönetsel yayılmasıdır.
Toplumdan gelen ihtiyaçlar karşısında yatay yayılma ve bürokratik örgütlenme
anlamında da dikey oluşumlar yaratma şeklinde devlet toplumsal yapının içine doğru
yayılarak etkinliğini ve otoritesinin artırmıştır. Hem kentte hem kırda çocuklar daha
fazla korundukça,
modern bireyin varlığının hissedilmediği ‘katı’ yapılar olan
patriarkal aile, aşiret ve cemaat yapıları yerini bütün bireylere açık ortak ve kamusal
alanlara bırakmıştır. Bu dönemler bireyin ortaya çıktığı ve ortak bir yaşamın mümkün
olabilmesi için ortaklığı garantiye alan sözleşmeler yarattıkları tarihsel dönemlerdir.
Sözleşmenin ortak hedefi ve gerçekleştiği yer ‘ortak yaşam gerekliliklerini’ kollayan
devlettir. Diğer bir deyişle, “devleti kuran sözleşme, ortak bir yaşam için yerine
getirilmesi gereken yükümlülükleri paylaştırır ve bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi
ile oluşan sonuçları, tarafların yararlanabilmesi için haklar şeklinde düzenler.
Böylelikle devletin sağladığı düzen ortak yaşamı olanaklı kılar ve toplumun varolmasına
ve süreklilik kazanmasına yol açar. Kısacası, devlet ve toplum arasında bir özdeşlik
vardır ve devletin yasaları, toplumun yasalarını temsil eder.”33
Ancak devlet ve
toplumun yasalarının özdeşliği aktüel her durumdaki yasalar ve toplum özdeşliğinden
farklı bir şeydir. Toplum ve devlet dinamik durumları ifade eder ve her ikisinde de
tarihsellik ve değişim içkin özelliklerdir. Bu nedenle belli bir tarihsel dönemde aktüel
olan belli yasaların toplumda karşılığı olmaması, yasaların uygulanmaması ya da yanlış
ve eksik uygulanması söz konusu olabilecektir. Ya da geç/eksik modernleşme
koşullarındaki toplumu da ‘eksik toplum’ olarak tanımlamak gerekecektir.
Toplum ortaklık zemininin oluştuğu yerde varolabilir demiştik. Toplumu
oluşturan nüfusun ‘ortaklık’ ta buluşması, zayıf kesimlerin ‘pozitif’ olarak korunması
33
Aytaç, s. 15.
21
yani ortak otorite olarak devletin devreye girmesi ile mümkündür. Bu, diğer bir deyişle
yurttaşlığın sosyal hakları kapsayacak şekilde genişlemesidir. T.H. Marshall’ın da
belirttiği gibi, sosyal haklar yurttaşlık inşa sürecinin en sonunda ortaya çıkan haklardır;
bu nedenle ‘toplum’ zaten geç oluşan bir durumdur. Her ulus ya da devlet bu anlamda
bir ‘toplum’ değildir. Çocukların ve kadınların bir birey olarak kabul edilmediği;
haklarının ancak bir aile reisi tarafından temsil edilebildiği koşullarda var olan
toplumlar ‘toplum’ değildir. O halde toplum, yurttaşlık haklarının bütün yurttaşları
kapsayacak şekilde genişlediği; siyasal ve medeni haklar yanında ‘sosyal’ hakları da
kapsadığı oranda ortaya çıkan bir durumda gerçekleşebiliyor.
Bütün yurttaşların birey olması ancak çocukların ve kadınların da birey olması
ve haklarının yaygınlaşması ile mümkündür; ama bu süreç oldukça güçtür; çünkü zayıf
olanı koruma iradesinin çocuklara ulaşması güçtür; çocuk, ‘özel alan’ olarak ailenin
içinde ‘gizlidir’; ve oraya ulaşmak son derece zordur ve insanlık tarihinde oraya
ulaşmak oldukça zaman almıştır. En derin ve ulaşılması zaman alan yapı ailenin içidir.
Aile içinde çocuğa ulaşmak ancak 19. yüzyıl sonunda mümkün olabildiği genel kabul
görmektedir.
19. yüzyıla kadar aile otoritesi, ‘patriarkal yapı’ gereği babaya
terkedilmiştir. Ancak 19. yüzyıl sonunda oluşan filantropik derneklerin çabası ve
devletin yasal düzenleme yapması ile aile içinde istismar edilen çocukları koruma adına
aileye müdahale edilebilmiştir.34
20. yüzyıl ise aileye müdahale edilerek, aile bütünlüğü korunarak ve
düzenlenerek ortaya çıkarılan ve gittikçe bağımsız bir kişilik edinen ‘çocukluğun’ çeşitli
düzeylerde korunduğu bir dönem olmuştur; çocuklar okulda, kreşte, boş zamanlarında
ve her şeyden önce bebeklikte hayatta kalmaları sağlanarak korunmaktadır.35 O halde
34
1800’li yılların sonunda çocuklara karşı aile içi istismarın yoğun olduğu bilindiği halde, dönemin
yasaları müdahaleye imkan tanımıyordu. Harry Hendrick, 1881 yılında İngiltere’de bir papazın bu durum
karşısında verdiği mücadeleyi örnek olarak vermektedir. Papaz bu konuda bir yasal düzenleme
çıkarılabilmesi için dönemin önde gelen filantropistlerinden Lord Shaftbury’den yardım ister ve üç yıllık
mücadele sonunda Çocuklara Karşı Zulmün Önlenmesi Derneği’nin kurulması sağlar. Daha sonra
yaygınlaşan bu derneklerin çabaları sonunda, baba otoritesine sınırlama getiren, gerekli durumlarda
çocuğun velayetinin aileden alınmasına imkan tanıyan 1889 tarihli Çocuklara Karşı Zulmün Önlenmesi
Kanunu (Prevention of Cruelty to Children Act) çıkarılabilmiştir. Bkz. Hendrick, s. 45.
35
II. Abdülhamit dönemi çocuk hastanelerini ve Cumhuriyet döneminde ÇEK tarafından açılan süt
damlası ve sağlık dispanserlerini bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.
22
toplumun ancak çocukluğun en geniş anlamda kurulabildiği, çocukların çeşitli haklara
sahip olabildiği, ‘ortak yaşam gerekliliklerinin’ çocukluk için de söz konusu olabildiği
20. yüzyılda toplum olmaya en fazla yaklaşıldığı söylenebilir.
Toplumsal eşitliğe
çocukların dahil edilmesi; çocukların ebeveynleri dahil her taraftan gelebilecek
tehlikelere karşı korunması ve bu korumanın bir sisteme; yasal bir zemin, kurumsal bir
yapı ve sistemi işletecek profesyonel elemanlara kavuşması ile sağlanabilmiştir. Jo
Boyden’ın tabiri ile “refah hizmetlerinin nüfusun en muhtaç kesimlerine ulaştırılması,
modern dünyada ulusların başarılı olmasında ana kriterdir.”36 Jo Boyden 19. yüzyıla
kadar çocuk sorunları alanının çalışma ve çocukların aile içinde korunmasından çok,
evsizler, serseriler ya da sokaklarda başıboş gezen çocuklar üzerinde yoğunlaşıldığını
belirtmektedir. Bu da çocukların içinde bulundukları olumsuz koşullardaki ‘ihtiyaçları’
üzerinde yoğunlaşmaya neden olmuştur. Bu yaklaşım, 19. yüzyıl sonlarından itibaren
çocuğun aile için duygusal bir değer olmaya başlaması, çocukların aile bütünlüğü içinde
korunması anlayışının gelişmesi ve bir kişilik olarak ortaya çıkması sonucu ‘çocukların
hakları’ söyleminin gelişmesini de doğurmuştur. 20. yüzyıla gelindiğinde, çocuk hakları
yavaş yavaş uluslararası normlara da dönüşmeye başlamıştır. I. Dünya Savaşı’nda zarar
gören çocukların çektikleri acının bir daha yaşanmaması amacıyla savaş sonrası
yayınlanan Çocuk Hakları Deklarasyonu (1923), sonraki uluslararası çocuk hakları
belgelerinin zeminini teşkil etmiştir. Daha sonra Birleşmiş Milletler tarafından kabul
edilen “Birleşmiş Milletler Dünya Çocuklar Günü” ve “Birleşmiş Milletler Çocuk
Hakları Sözleşmesi (1989)” çocukların korunması idealini hayata geçiren en güçlü
normlar olarak ortaya çıkmışlardır.37
2.1.1 Paradoksal ve İkili Bir Süreç Olarak Modernite
Kapitalizmin serbest piyasa ve sanayileşme ile birlikte yayılmaya başlaması
sonucu ortaya çıkan sonuçlar politik iktisadın ortaya çıkmasına sebep olan tartışmaların
da nesnesiydi. Bu sonuçlar, en azından başlangıçta Batı dünyası için, geniş bir proleter
sınıf ve ‘proleterleşemeyen’ büyük yoksul kalabalıklardı. Kapitalistler ile diğer geniş
36
Jo Boyden, “Childhood and the Policy Makers: A Comparative Perspective on the Globalization of
Childhood”, Allison James ve Alan Prout (Edt.) Constructing and Reconstructing Childhood:
Contemporary Issues in the Sociological Study of Childhood, London: Falmer Presss, 1997, s. 45.
37
Boyden, s. 193-199.
23
proleter ve yoksul kesimlerin çatışan çıkarlarının bir dengede buluşma zorunluluğu ve
bunun bir ‘toplum’ halinde nasıl korunacağına dair siyasal mevzileşmeler günümüzde
devam eden temel siyasal duruşların ilk taslağını oluşturdu. Belli bir düzen içinde, mülk
sahibi, sermaye sahibi, emek sahibi ve bunlardan hiçbirine sahip olmayan insanların bir
arada yaşaması için bir düzenleyici güç olarak ortaya çıkan devletin toplumun içindeki
müdahale gücü ne olmalıdır, üretenlerle üretemeyenler arasındaki ilişkiyi kurgularken
gelir transferi yetkisi hangi noktaya kadar gitmelidir gibi sorunlara/sorulara dair
cevaplar siyasal oluşumları genel olarak ‘liberal’ ve ‘sosyal’ olarak iki kampa
bölmüştür. ‘Sosyal’ kamp ‘zayıf’ın lehine müdahaleciliği daha çok savunurken; ‘liberal’
kanat, toplumu kendi kendine dengesini bulacak doğal bir durum olarak kabul ettiğinden
‘sınırlı müdahale’ye taraftır. Ancak süreç içinde çok farklı toplumsal formasyonlar
ortaya çıktığı gibi, siyasal tahayyüller de ‘liberal’ ve ‘sosyal’in çok sayıda versiyonuna
ayrılmıştır.
Modernliğin ikili karakterini ‘güvenliğe karşı tehlike’ ve ‘güvene karşı risk’
temaları üzerinden kurgulayan Anthony Giddens’a göre “modernlik, yirminci yüzyılın
kapanış yıllarında yaşayan herkesin görebileceği gibi iki yönlü bir olgudur. Modern
toplumsal kurumların gelişimi ve bunların dünya çapındaki yaygınlığı, insanoğlunun
güvenli ve çok hoş bir yaşamın tadını çıkarması için modernlik öncesi sistemlerin
herhangi bir çeşidinden çok daha fazla fırsat yaratmış durumdadır. Fakat modernliğin,
bu yüzyıl içinde iyice belirginleşmiş olan karanlık bir yönü de vardır.”38 Genelde
modernliğin ‘fırsat yönünün’ toplumbilimin klasik kurucuları tarafından vurgulandığını
belirten Giddens, modernliğin yirminci yüzyıldaki karanlık yönü olarak dünya savaşları,
atom bombasının insanlığa karşı kullanımı, totaliter rejimlerin dünyanın önemli bir
kesiminde egemen olmasını ya öngöremedikleri ya da modernitenin gelişiminde hesaba
katmadıklarını belirtmektedir. Giddens’ın daha genel düzeyde ifade ettiği modernliğin
karanlık yönlerine, yoksulluk, bakıma ve korumaya muhtaç toplum kesimlerine karşı
Batı tarihinde görülen dışlanma ve total kurumlarda39 kapatılmalarını da eklemek
gerekir.
38
Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1994, s. 14.
Kalabalık insan yığınlarının (askerler, yatılı öğrenciler, kimsesizler, yaşlılar, akıl hastalar, vs.) içinde
kapatıldığı çeşitli kurumları ‘total kurumlar’ olarak tanımlayan Erving Goffman, bu kurumlarda kalanlarla
39
24
Moderniteyi ‘çift yönlü hareket’ olarak tanımlayan ve bu ikili yapıyı Büyük
Dönüşüm40 isimli çalışmasında işleyen Karl Polanyi, özellikle sanayileşmenin yarattığı
‘sefalete’ karşı gelişen karşı-tepkiyi izleyerek teorik çerçevesini somutlaştırmaktadır.
Yoksulluk ve sefalet modern dönemlerde, modernitenin yarattığı sanayileşme ve
zenginlikle doğrudan ilişkilidir. Modernitenin yayılmaya ve derinleşmeye başladığı
dönemlerde yoksulluk daha görünür bir toplumsal sorun olarak tarih sahnesine çıkmaya
başlar. Sanayileşmenin yarattığı demografik dönüşümler, işsizlik ve yoksulluk politik
iktisadı ortaya çıkardığı ölçüde yoksullukla mücadele etme bilinci de ortaya çıkmaya
başladı. “1782’de John M’Farlane, yoksullara en çok kıraç ülkelerde ve barbar uluslar
arasında değil, en verimli ve en uygar yerlerde rastlanacağını yazıyordu.”41
Karl
Polanyi ‘zenginleşmenin’ yarattığı ‘sefalete’ gösterilen bu tepkinin örgütlenmesi
sürecini ‘toplumun keşfi’ olarak tanımlıyor. ‘Toplum’ olmanın birlikte yaşamın ortak
sorumluluğu olduğu, modernitenin karanlık yüzü olarak tanımlanan ‘kendi başına
piyasanın kâr hırsı’ karşısında, toplumun dezavantajlı yoksul kesimlerinin korunması
için sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin kamusal sorumluluk çerçevesinde
kurumsallaşması ile somut bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Modernitenin en temel kaynaklarından biri olarak sanayileşme süreci yayıldığı
bütün coğrafyalarda büyük toplumsal çözülmelere sebep oluyordu. Sanayileşmenin
sebep olduğu işsizlik sorunu ise salt ekonomik bir sorun değildi; işsizlik toplumsal
dokunun tümünün çözülmesi olduğu için artık bir sosyal sorundu. Bu çözülmenin
yarattığı etki yeryüzünün tümüne büyük bir evrensellik iddiası ile yayılırken, sosyal
dokuda yarattığı tahribatı düzeltmeye yönelik karşı hareketler de gelişmeye başladı.
Polanyi bu süreci ‘çift yönlü hareket’ olarak tanımlıyor. Polanyi bu çift yönlü hareketi
modern toplumun iki farklı düzenleyici ilkesine dayandırarak şöyle açıklıyor:
kurumları yönetenler arasında hiyerarşik bir üstünlük, dış dünyadan soyutlanma, birbirini ve dış dünyayı
stereotipiler içinden tanıma gibi bir yapının ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu durumda da kurumlara
kapatılan insanların toplumla entegrasyonunun engellediğini belirtmektedir. ‘Asylums’ isimli kitabında
esas olarak akıl hastalarının kapatıldığı klinikleri inceleyen Goffman beş tür total kurum tespitinde
bulunmaktadır. Yaşlı, kör, sokak serserisi ve yetimlerin kapatıldığı kurumları ilk grup total kurumlar
olarak tanımlamaktadır. Bkz. Erving Goffman, Asylums, New York: Anchor Books Doubleday, 1959, s.
3-7.
40
Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, 2. baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.
41
Polanyi, s. 158.
25
“.. her biri belirli kurumsal amaçlara yönelmiş belirli sosyal güçlerin
desteğinde, kendi belirli yöntemlerini kullanan iki düzenleyici ilke. Bunların ilki,
ekonomik liberalizm ilkesiydi, kendi kurallarına göre işleyen bir piyasanın kurulması
amacına yönelmişti, ticaret yapan sınıfların desteğinde laissez-faire ve serbest ticareti
yöntemleri olarak kullanıyordu. İkincisi, sosyal koruma ilkesiydi. İnsan ve doğanın aynı
zamanda da üretim düzeninin korunmasını amaçlıyor, piyasanın yıkıcı etkilerinden
doğrudan doğruya zarar gören çeşitli grupların –özellikle çalışan sınıflar ve toprak
sahiplerinin, ama yalnız onların değil- desteğinden yararlanıyor ve yöntem olarak
koruyucu yasama, kısıtlayıcı cemiyetler ve diğer müdahale araçlarını kullanıyordu.”42
Çift yönlü dinamikle oluşan modern toplum; kendi başına piyasanın yıkıcılığı ve
onun karşısında toplumsal çıkarları korumaya çalışan kamusal örgütlerin çatışması ve
mücadelesinden çıkan gerilimin var ettiği bir girdaptır. Modern toplumun temel
dinamiği bu iki hareket arasında çatışma ve güç dengesidir. Sanayileşmenin getirdiği bu
yıkıcılıktan kaçınma, bu zararları çalışanlar lehine azaltma yönünde birçok çaba olmakla
birlikte; Polanyi’ye göre Owen’ın bu süreçte çok özel ve önemli yeri vardır.
“Çocukların ve yetişkinlerin eğitimi, eğlence, dans ve müzik olanakları ve
bunlarla birlikte, hem yaşlıların hem gençlerin sahip olması gereken yüksek ahlak
standartlarıyla ilgili varsayımlar, içinde bütün çalışanların yeni bir statüye sahip
oldukları atmosferi oluşturuyordu. Avrupa’dan (hatta Amerika’dan) gelen binlerce kişi
New Lanark’ı geleceğe ait korunmuş bir beldeymişçesine ziyaret etti. Burada olanaksız
gibi görünen bir şey, insanlığını koruyan insanlar kullanarak kâr eden bir fabrika
yönetimi başarılmıştı. Ama Owen’ın fabrikasında ücretler komşu şehirlerde geçerli olan
ücretlerin epey altındaydı. New Lanark’ta kârların kaynağı, esas olarak, daha kısa bir
çalışma süresi içinde daha çok üretim yapılabilmesiydi. Bunun nedeni de, kusursuz bir
yönetim ve dinlenmiş işçilerdi; bu üstünlükler, insanca bir yaşamın gereklerini
karşılamak üzere alınan önlemlerin yol açtığı yüksek gerçek ücretleri bol bol
karşılıyordu. Ama işçilerin Owen’a neredeyse tapınmalarına yol açan da yalnızca bu
insanca yaşamın sağlanışıydı. Bu tür deneyimlerden Owen, sanayi sorununu sosyal
43
olarak, yani ekonominin ötesinde ele alan bir yaklaşım çıkarmıştı.”
42
Polanyi, s.194
Polanyi Robert Owen’in New Lanark’taki deneyimini çok önemsediğini şu sözlerle ifade etmektedir:
“Çocukların ve yetişkinlerin eğitimi, eğlence, dans ve müzik olanakları ve bunarla birlikte, hem yaşlıların
hem gençlerin sahip olması gereken yüksek ahlak standartlarıyla ilgili varsayımlar, içinde bütün
çalışanların yeni bir statüye sahip oldukları atmosferi oluşturuyordu. Avrupa’dan (hatta Amerika’dan)
gelen binlerce kişi New Lanark’ı geleceğe ait korunmuş bir beldeymişçesine ziyaret etti. Burada olanaksız
gibi görünen bir şey, insanlığını koruyan insanlar kullanarak kâr eden bir fabrika yönetimi başarılmıştı.
Ama Owen’ın fabrikasında ücretler komşu şehirlerde geçerli olan ücretlerin epey altındaydı. New
Lanark’ta kârların kaynağı, esas olarak, daha kısa bir çalışma süresi içinde daha çok üretim
yapılabilmesiydi. Bunun nedeni de, kusursuz bir yönetim ve dinlenmiş işçilerdi; bu üstünlükler, insanca
bir yaşamın gereklerini karşılamak üzere alınan önlemlerin yol açtığı yüksek gerçek ücretleri bol bol
karşılıyordu. Ama işçilerin Owen’a neredeyse tapınmalarına yol açan da yalnızca bu insanca yaşamın
sağlanışıydı. Bu tür deneyimlerden Owen, sanayi sorununu sosyal olarak, yani ekonominin ötesinde ele
alan bir yaklaşım çıkarmıştı” Polanyi, s. 240.
43
26
Böylece sanayi yaşamı, piyasanın kar hırsı sonucu geliştirdiği ‘vahşi düzenden’
farklı üretim ve sosyal yaşam imkânlarının var olabileceğini gösteren yeni bir kültür
yaratmıştır. Bu yeni sanayi merkezli kültür, insanların ihtiyaçlarını ayırmadan, insanları
aile üyeleri ile birlikte bir bütün olarak düşünen bir kurumsal örgütlenmeye zemin
hazırlamıştır. Bu yeni kültür, sosyal haklara ve sosyal yurttaşlığa giden yolun da ilk
adımlarıdır. Modernitenin koruyucu karakterindeki birikim süreç içinde yurttaşlığı hem
kapsam hem de yayılımı anlamında genişletmiştir. Bu ilişki yurttaşlığın dönüşümü
olarak da somutlaşmaktadır.
2.1.2 Modernite, Modernleşme ve Modern Devletin Oluşumu44
Giddens’a göre modernite “… on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve
sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme
biçimlerine işaret eder.”45 Bu tanım moderniteye sadece bir tarihsel sınır koymaktadır.
Bunun dışında bu tanımla dolaylı olarak söylenen, modernitenin ortaya çıktığı andan
itibaren bir dünya olgusu olmaya başladığıdır. On yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan
ve neredeyse tüm dünyayı etkisi altına alan modernite, tek yönlü bir süreç olarak da
genişlememiştir; yayıldığı coğrafyalardaki çatışma ve dirençlerin etkisi altında
şekillenmiştir. Batı dışındaki toplumlarla etkileşime geçtiği andan itibaren, farklı
koşullara göre her defasında yeniden ortaya çıkan bu süreçte farklılaşma da başlamıştır.
Batı dışındaki toplumlarla etkileşime girdiği andan itibaren artık Batı merkezli olmaktan
44
Bir global olgu olarak modernite açıklamaları ile Batı dünyasının izlediği güzergahı ulaşılacak yer
olarak kabul eden ‘modernleşme kuramı’ birbirinden ayrı modeller olarak kabul edilmektedir. Bu
çerçevede ‘modernleşme kuramı’, “İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Amerikan sosyal bilim çevrelerinde
ortaya çıkan, Bat'ının model alınması suretiyle tüm dünya toplumlar ın mode rnleşebileceğin i
varsayan ve Amerika'yı modernliğin temsilcisi olarak sunan bir toplumsal değişme yaklaşımıdır.
Modernleşme kuramı, büyük oranda yapısal işlevselciliğin kuramsal öncüllerine yaslanır ve
toplumların gelenekten modernliğe doğru yaşanan evrensel bir sürece muhatap oldukları takdirde
gelişebileceklerini söyler.” Fahrettin Altun, Modernleşme Kuramı: Eleştirel Bir Giriş, İstanbul: Küre
Yayınları, 2005, s, 13.; Homojen bir grup olmamakla birlikte David Apter, Lucien Pye, Dankwart
Rustow, Karl Deutsch, S. Martin Lipset, Daniel Lerner, S.N. Eisenstadt gibi birçok ismi ‘modernleşme
kuramı’ öncüleri sayan Birsen Örs’e göre “bu kuramların hemen hepsi, öncelikle ‘modernleşme’ ile
‘siyasal gelişme’yi, aşağı yukarı aynı şey, ya da birbirini tamamlayan iki süreç olarak görmekteydi.” H.
Birsen Örs, Siyasal Gelişme ve Modernleşme Kuramları, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Masa Üstü Yayıncılı, No: 26, 1997, s. 5.
45
Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, s. 9.
27
çıkmaya başlamıştır. Batılı toplumların kendi ‘modernleşme’ süreçleri olmuştur; ancak
modernite bir fikir olarak Batı’nın deneyimini ve birikimini aşan bir noktadadır.46
Moderniteye atfedilen evrensel dinamikler (rasyonelleşme, bireyselleşme gibi)
yeryüzündeki diğer toplumlarla etkileşerek yayılırken, bir yandan da modernitenin her
oluş hali özgün bir pratik olarak gerçekleşmektedir. Bu tasvirden hareketle modernite ve
modernleşme arasında analitik bir ayrıma varılmaktadır. Modernite sürecinin
günümüzde yaşanan genişlemesi ile birlikte Batılı olmayan toplumların modernlik
deneyimlerinin yeni bir iddia taşıması noktasında sorgulayan Göle’nin belirttiği gibi,
“modernlik evrenselliği içermektedir. Modernleşme ise farklı ülkelerin tarih ve
kültürlerinden yola çıkarak çizdikleri güzergâhın adıdır. Başka bir deyişle modernleşme
zaten kendi içinde çoğuldur diye düşünebiliriz. Fransa’nın jakoben sanayi
modernleşmesi ile İngiltere’nin piyasa ekonomisine dayalı liberal modernleşme
modelleri farklılık taşımaktadır. Ancak modernlik tanımı ile ülkelerin modernleşme
tarihleri birebir kesişmemektedir.”47 Bu yaklaşımla modernite ve modernleşme
süreçleri aşırı görelilik içeren bir yaklaşıma düşülmeden, modernitenin evrensel boyutu
ve
modernitenin
uygulanmaya
ilişkin
boyutu
olarak
modernleşme
süreci
açıklanmaktadır.
Berman, başlangıcını 16. yüzyılda aradığı ve daha sonra bütün dünyaya yayılan
bir
girdap
olarak
‘modernleşme’
tanımladığı
olarak
modernitenin
tanımlamaktadır.
yirminci
Berman’a
göre
yüzyıldaki
yaşadığımız
süreçlerini
zamanda
modernite:
“…bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme
olanakları vaat eden; ama aynı zamanda sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi,
olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modern
ortamlar ve deneyimler coğrafi ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu
anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktelik bu,
46
Kapitalizm bağlamında geniş bir tartışma için bkz. İslamoğlu, s. 18-23.; Ayrıca modernitenin genel ya
da evrensel eğilimleri için bkz. Pierson, s. 65. Modernleşmenin genel kabul gören öğelerini Pierson şöyle
sıralamaktadır: Sanayileşme, demografik geçiş, ticarileşme ve ekonomin metalaşması, kapitalizmin
yükselmesi, sosyal ve ekonomik uzmanlaşmanın büyümesi, bilimsel düşünce tarzlarının yükselmesi,
iletişim tarzlarının dönüşümü, kentleşme ve demokratikleşme.
47
Nilüfer Göle, “Batı Dışı Modernlik: Kavram üzerine,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 3. cilt,
Modernleşme ve Batıcılık, içinde, Uygur Kocabaşoğlu (Edt.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 58.
28
bölünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve
çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürekler. Modern olmak, Marx’ın deyişiyle ‘katı
48
olan her şeyin buharlaşıp gittiği evrenin parçası olmaktır.”
Modernlik Berman’ın da ifade ettiği gibi, insanlara daha çok belirlilik, güven,
korunma getirmemiştir; yani
modernite Polanyi’nin de ifade ettiği gibi ikili ve
paradoksal ve Giddens’ın tabiriyle ‘fırsatlar’ ve ‘riskler’ getiren bir süreçtir.
Belirsizlikler ve daha çok güvensizlik getiren süreç, karşı tepkiyi de beraberinde
getirmiştir. Modernitenin gelişim seyrini üç döneme ayıran Berman’a göre,
modernitenin
ilk
döneminde
insanlar
modern
olanı
henüz
tam
olarak
tanımlayamamaktadırlar. Modern olan henüz sınırlı bir alanda sınırlı bir kesim için söz
konusudur.
Ancak
modernitenin
olumsuz
yüzü
ortaya
çıkmaya
başlamıştır.
Modernitenin bu ilk devresinde, örneğin İngiltere’de, sanayi ve ticaret hacmi olağanüstü
artarken kamusal alanda ilk kent yoksulları da görülmeye başlamıştır. 16. yüzyılda
İngiltere’de ortaya çıkan bu yoksullar, “…malikaneye veya ‘herhangi bir feodal üste’
bağlı olmadıkları için göze batıyorlardı. Yavaş yavaş bir özgür emekçi sınıfına
dönüşmeleri, serseriliğin şiddetli cezalandırılmasıyla dış ticaretin sürekli genişlemesinin
desteğinde gelişen ulusal sanayinin ortak sonucuydu.”49 Böylece modernitenin olumsuz
sonuçlarından biri olarak, yoksulluk ‘sosyal bir sorun’ olarak erken modern dönemde
ortaya çıkmaya başlamıştır.
Fransız Devrimi ile sembolize edilen ve 1790 yılı ile başlayıp 19. yüzyıla kadar
devam eden ikinci dönemde, modern bir kamu büyük toplumsal altüst oluşlar ve
devrimlerin ardından doğuverir.
Berman’ın ikinci dönem olarak tanımladığı bu
dönemin özellikle son yüzyılında, büyük altüst oluşlar ve toplumsal dokunun tahrip
olması tehlikesi karşısında gelişen toplumun tepkisi modern kamuyu örgütlenmeye
başladı. Böylece, Polanyi’nin tabiriyle “yüzyıl boyunca modern toplumun dinamiği çift
yönlü bir hareket tarafından yönetildi: Piyasa sürekli genişliyor, ama bu hareket aynı
zamanda genişlemeyi belirli yönlerde kısıtlayan karşıt bir hareketle karşılanıyordu.”50
Toplumun kendini koruması boyutu olarak işçi sınıfının örgütlenmesi 19. yüzyılda
48
Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, 2.baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999, s. 28.
Polanyi, s. 159.
50
Polanyi, s. 191.
49
29
somut ve güçlü kurumlara dönüşmüş, genel oy hakkı yaygınlaşmış, işçi sınıfının
sendikal örgütlenmeleri devlet üzerinde önemli baskı örgütleri haline gelmiş, modern
çocuk koruma sistemin ilk izleri olarak hayırsever ve devlet merkezli örgütlenmeler de
bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır.
Üçüncü devre olarak 20. yüzyıla gelindiğinde, Berman modernleşme sürecinin
neredeyse tüm dünyaya yayıldığı; ancak bu süreçte de modern kamunun sayılamayacak
kadar çok özel dilde konuşan parçalara ayrıldığı ve sonuçta bu yayılma ve dağılmanın
sonunda modernlik düşüncesinin eski canlılığı, derinliği, örgütlenme becerisi ve
insanların hayatına anlam verme yetisini de yitirdiğini belirtmektedir.
Bu süreç
eşzamanlı olarak hem olanaklar hem de belirsizlikler üreten bir ‘girdap’ olarak ve
örgütlenen ikili bir yapıda ilerlerken, dönemsel özellikler yaşanılan dönemin
aktörlerinin örgütlenme düzeyine bağlı olarak değişmektedir.51 Modernite ekonomik ve
siyasal olarak yayılarak birçok ‘özel dile’ ayrışırken, çocuk koruma sistemi, sosyal
hakların bir parçası olarak ancak bu dönemde ulusal yasalar ve uluslar arası
sözleşmelerin güvencesine kavuşabilmektedir. 19. yüzyıl sonunda iyice netleşen çalışan
sınıfların örgütlüğündeki artışa bağlı olarak da, çalışan sınıfların çalışma hayatından
kaynaklanan sorunları artık ‘sosyal sorun’ olarak tanımlanmaktadır.
Bu çalışmada genel devlet kuramı tartışması olmayacağından, feodal ve ardından
mutlakıyetçi formlardan geçerek, kapitalist üretim üzerinden şekillenen ve günümüz
devletler sisteminin hâlâ belirleyicisi unsuru olan devlet biçimi modern devlet olarak
kabul edilecektir. Genel olarak devletin tarihi çok daha eskilere gitmekle birlikte, 17 ve
18. yüzyılda özellikle Batı’da egemenlik kurmaya başlayan mutlakıyetçi devletlerle
hızlanan ve bugünün ulusal devletleri ile sonuçlanan devletler modern devlet olarak
tanımlanmaktadır.52 Bu süreç sadece devletin idari yapılanmasında değil, toplumsal
yapının her veçhesinde devrimsel dönüşümlere yol açmıştır. Üretimin endüstriyel
51
Ahmet Çiğdem’in de belittiği gibi modernite bu anlamda tarihsel aktörlerin etkisine bağlı olarak
gerçekleşme imkanı olan bir durumdur. Moderniteyi bir zorunluluklar dizgesi değil bir imkanlar süreçi
olarak açıklayan bu çalışma için bkz. Ahmet Çiğdem, Bir İmkan Olarak Modernite, İstanbul: İletişim
Yayınları, 1997, s. 220-222.
52
Pierson modern devletin ayırt edici özelliklerini şöyle sıralamaktadır: 1) Şiddet araçlarının (tekel)
denetimi, 2) toprak, 3) egemenlik, 4) anayasallık, 5) kişisel olmayan iktidar, 6) kamu bürokrasisi, 7)
yetki/meşruiyet, 8) yurttaşlık ve 9) vergilendirme. Bkz. Pierson, s. 24.
30
dönüşümü, teknolojinin büyük bir sıçrama göstererek üretim sürecinin en önemli unsuru
olması, üretim süreci ve ardından toplumsal yaşam alanlarının kentsel mekânlara
kayması aynı sürecin toplumsal boyutudur.53
Modern devlet,
yönetim erkinin merkezileşmesi ve süreç içinde erkin
kişisellikten sıyrılıp temsili kurumlar kanalıyla siyasal temsil kurumlarına geçmesiyle
oluşan yapıdır. Gianfranco Poggi Çağdaş Devletin Gelişimi54 isimli çalışmada, modern
devletin ortaya çıkma sürecinde, 8. yüzyıldan itibaren bütün Avrupa’da egemen olmaya
başlayan feodal egemenliklere karşı, 13. yüzyıla gelindiğinde önemli bir güç olarak
ortaya çıkan özerk kent yönetimlerinin (ständestaat) ortaya çıkmasını önemli bir aşama
olduğunu göstermektedir. Feodal dönemde yönetim erkinde çoğul yapı anlamına gelen
özerk kentler oluşumu, daha sonra gelişen mutlakıyetçi yapılar döneminde de düalist
yönetim yapısının sebepleri olarak tarihteki yerlerini aldılar. Ständestaat’ın önceleri
mutlakıyetçilik ve ardından ulus devletlerin siyasal çoğulluğunu sağlayan kurumlar
olarak ortaya çıkmasıyla, günümüz liberal özgürlükçü toplumunun oluşmasında da
tarihsel zemin oluşturduğunu belirtilmelidir. Bu iç egemenlikle birlikte, devlet yurttaş
ilişkileri hukuksal, kişisellikten uzak, evrensel temelde tanımlanan ve bütün nüfusa
şamil genellikler içermeye başlamıştır. Modern toplumda, modern devletin sınırları
içinde doğan herkes o devletin eşit haklara sahip yurttaşı olarak kabul edilmektedir.
Yurttaşlar topluluğu olarak toplumun devlet karşısında hakları ve ödevleriyle
tanımlanmış bir özerkliği vardır. Bunun yanında “devletin kapsamı ve masrafları
giderek artan etkinlikleri, artık kişilerden bağış alarak, kimi makamları satışa
çıkararak, savaş ve sömürgecilikten kazanılan kaynaklardan hisse satarak ya da kişisel
varlıklardan harcayarak değil, yurttaşların gelir ve harcamalarından aldığı
vergilerlerle zenginleşen bir devlet bütçesinden karşılanmaktadır.”55 Böylece modern
devlet ve toplumun bugün hâlâ geçerli temel ilişki tarzı belirlenmiş olmaktadır. Bireyler
bütün bireysel, ailevi, cemaatsel veya yöresel özelliklerinden bağımsız olarak, sadece o
ülkede doğmuş olmak ya da sonradan yerleşmiş olmakla evrensel yurttaşlık haklarına
53
Gencay Şaylan, Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, 1. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi,
1995, s. 16-17.
54
Gianfranco Poggi, Çağdaş Devletin Gelişimi, Şule Kut ve Binnaz Toprak (Çev.), İstanbul: Hürriyet
Vakfı Yayınları, 1991, s. 49
55
Poggi, s. 99.
31
kavuşur. Modern toplumun bağımsız bir yurttaşı olarak edindiği haklarına karşılık,
kazançları oranında vergi verme ve diğer kamusal yükümlülükleri de üstlenir.
Modern devletin oluşması süreci, başlangıcı tarihin çok eski zamanlarına kadar
uzanan bir süreçtir. Ancak süreç içinde insan iradesinin özgürleşmesi, örgütlenmesi ve
süreçte aktif rol alması artan bir ivmeyle sürmüştür. En azından ideal olarak,
özgürleşmenin soylu ya da imtiyazlı kişi ve gruplarla sınırlı olduğu tarihsel dönemden
bütün insanların özgür iradesinin var olduğu ‘evrensel yurttaşlık’ dönemine geçildiği
belirtilebilir. Bu artan ivme tespiti modern toplumun bir kurgu olması ya da
‘oluşturulmuş yapı’ olması görüşünü destekler. İnşa edilen bir süreç olarak modern
devlet, kendisini oluşturan özneler olarak yurttaşların katılımına açık olmasıyla da diğer
bir çağdaş niteliği olan liberal niteliğini kazanmıştır. Günümüz modern devletlerinin
temel aktüel gerilimleri, bu temel özellikleri yani yurttaşların eşitliği ve hakları ile
özgürlüğü ilişkisinde yatmaktadır.
Bu gerilimin en görünür olduğu dönemlerin başında, modern devletin henüz
oluşum sürecini tamamlamadığı 19. yüzyıl gelmektedir. Bu yüzyılda modern devlet,
ekonominin yönetimi, anayasal konular ve dış politika konuları yanında sanayileşme ve
kentleşmeye bağlı olarak ortaya çıkan ve yapısal bir nitelik kazanan yoksulluk eksenli
‘toplumsal sorunla’ olan ilişkisini henüz tam olarak belirlememiştir. Poggi ‘toplumsal
sorun’a ilişkin süreci şöyle betimlemektedir:
“19. yüzyılda bu terim ulusal ekonomilerin ticarileşmesi ve sanayileşmesi
sonucunda ortaya çıkan bir dizi konuya işaret eder. Toplumsal sorun, nüfus artışı, alt
sınıfların proleterleşmesi, kentlerdeki salgın hastalıklar, suç işleme, yoksulluk, kitlelerin
Hıristiyanlıktan uzaklaşması, örgütlü işçi sendikacılığı, sosyalizmin yükselişi, düşük
okuryazarlık, fahişelik, çocuk suçlular, gayri meşru doğumlar, alkolizm, bireylerin
toplumsal kökenlerinden kopmaları, siyasal huzursuzluk, grevler ve işsizlik gibi
birbirinden ayrı çok sayıda konuyu kapsar.Bu tür konuların tümünün (hatta kimi
düşünce akımlarına göre hiçbirinin) siyasal olduğu herkesçe kabul edilmiş değildi. Diğer
bir deyişle, devletin salt polisiye tedbirlerle değil, farklı önlemlerle bu sorunlara eğilmesi
gerektiği fikri genel kabul görmemişti. Ancak, (…) bu konuların önemli bir kısmı, giderek
çeşitli yollarla siyasal sürece bağlandı: 1) Devletin bu konulara eğilmesini bekleyen
toplumsal grupların oy hakkına kavuşması, 2) Bunun sonucu olarak yurttaşların
‘toplumsal’ hakları olduğu fikrinin ortaya çıkması, ve 3) Söz konusu sorunu çözmek için
devletin kimi sorumluluklar yüklenmesi. Bu gelişme uzun sürmüş, ancak yaygın ve sert
tartışmalar sonunda birtakım kararlar alınabilmişti. 19. yüzyılda liberalizm, demokrasi
32
ve sosyalizmin arasındaki ilişkilerin karmaşık öyküsü içinde çok şey bu kararlar
56
çevresinde döndü.”
‘Toplumsal olan’ın siyasallaşması olan bu süreç, Poggi’nin de belirttiği gibi
sosyal sorumluluğun devlet tarafından kabul görmesi uzun
sonunda
olmuştur.
Bu
süreç
Polanyi’nin
‘toplumun
ve tartışmalı bir süreç
icadı’
dediği
sürecin
tamamlanmasıdır. Ancak, ‘sosyal alan’ aynı zamanda devletin topluma müdahale ve
düzenleme alanı da olduğundan, müdahalenin şekli (düzenleme, tecrit, cezalandırma ya
da sosyal yardım, bakım ve koruma, vs.) siyasal tartışmaların merkezinde yer
almaktadır. Liberal ve sosyal yaklaşımların ayrışması devletin ‘sosyal alana’ müdahale
tarzıyla belirginleşmektedir. Ayrıca bu süreç aynı zamanda Marshall’ın yurttaşlık
kuramında, sosyal hakların devlet karşısında siyasal korumaya tabi haklar olarak görece
geç bir dönemde gelişmesini de açıklamaktadır. Poggi’nin de yukarda belirttiği gibi,
yoksul ve diğer dışlanmışların ‘sosyal hakları’, 19. yüzyılda esas olarak siyasete konu
edilmemiş; temelde asayiş sorunu olarak görülmüştür. Ancak yoksulların da yurttaş
olarak siyasal özne olmaya başlaması ve sosyalist düşüncelerin örgütlenmeye
başlamasıyla birlikte ‘sosyal haklar’ da siyasal alanda tanımlanmaya ve devlet katında
daha çok temsil edilmeye başlanmıştır. Bu gelişmeler 19. yüzyılda ‘toplumsal sorun’
olarak kabul edilen sorunların ciddi bir ‘sosyal düzensizlik’ yaratmış olması ve bu
sorunlara karşı önlem alınması gereğidir. Colin Heywood bu koşulların dönemin
otoritelerini özellikle çocukların refahı ve ailelerin eğitilmesine sevk ettiğini
belirtmektedir. Heywood bu dönemki çalışmaları ise şöyle özetlemektedir:
“Bu durumda göze çarpan, 19. yüzyıl sonlarında sosyal düzensizlik kaygısı ve
yabancı rakipler korkusunun, dikkatleri çocukların refahının ulus için faydalarına
topladığı tuhaf ortamdır. Bu nedenle bütün çaba, fakir ebeveynlerin eğitilmesi, maddi
yardım sağlanması ve gerekirse sorumluluklarının alınması için harcanmaktaydı.
Böylece, sonraki dönemlerde, Fransız kanunlarının haricinde, 1878 Prusya Zorunlu Islah
Amaçlı Eğitim Yasası ve Çocuk Beyannamesi olarak bilinen 1889 İngiliz Çocuklara
Yönelik Şiddeti Önleme Yasası gibi örneklerle koruyucu mahkemelerin ‘ahlaktan sapma
eğilimine’ engel olmak için çocuk suçluları Rettungshaus’a veya bir ailenin yanına
yerleştirilmesine izin veren kanunlar ortaya çıkmıştı. İngiliz yasası, ebeveynlerin kötü
davranışları veya ihmali karşısında, mahkemelerin çocukları bakıma almasına ve 14
yaşın altındaki erkek çocuklarla, 16 yaşın altındaki kız çocuklara kötü davranan
ebeveynlerin cezalandırılmasına izin vermekteydi.
Bu girişimlerin çocukların durumlarını ne kadar iyileştirdiği bilinmez. Bütün
bunların gerisinde yatan nedenlerin birinin fakir işçi sınıfı ailelerini, orta sınıf
56
Poggi, s. 112-113.
33
yenilikçiler gibi yeniden yapılandırma olduğunu söylemek, şüphelenmekte aşırıya kaçmak
olmayacaktır. Bunun çocuklara faydası ise tartışılır. 19. yüzyılın sonlarında, çocuk
suiistimali konusundaki ‘ahlaki panik’, aynı zamanda reformcuların kötülüğü gereğinden
fazla abartmalarına da yol açmış olabilirdi. Girişimler, çocuk refahı konusunda artan
ilgiyi göstermekte, suiistimalci ebeveynlere yardım veya ikna etme ya da cezalandırma
mekanizmalarında gelişim sağlamaktaydı.” 57
Modern devletin 20. yüzyıldaki şekillerinden biri sosyal devlet ya da refah devleti
olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyal politikalar mutlaka refah devletlerinin uyguladığı
politikalar değildir; ancak sosyal politikalar yoksulluğun ‘toplumsal sorun’ olarak kabul
edildiği, dolayısıyla devletlerin sosyal sorunların çözümünde geniş sorumluluk aldığı
uygulamalardır. Gǿsta Esping-Andersen’e göre “20. yüzyıla kadar risklerin çoğunluğu,
toplumsal nitelikte değerlendirilmiyordu; yani bunlar devletin sorunu değildi. Bunun
nedenlerinden biri 19. yüzyıl toplumunun hâlâ büyük oranda kırda yaşıyor olması idi.
Buna ek olarak, kamu yönetiminin, istatistiksel kayıt tutmanın ve vergilendirmenin
altyapısı, toplumsal riskleri kitle ölçeğinde kolektifleştirme görevini yerine getirmek için
henüz yetersizdi.”58 Andersen’in belirttiği gibi, devletin sosyal politika geliştirmesi
öncelikle ‘sosyal sorunların’ ortaya çıkmasına bağlı olarak gelişti. Sosyal sorunlar ise
esas olarak sanayileşmenin kırları çözmesi sonucu kentlerde toplulaşan nüfusun
yarattığı sorunlardır. Ancak devletin sosyal politika önlemleri, ‘sosyal sorunlar’ın
kaynağı olan işçi sınıfı ve sermaye sınıfının çatışmasının henüz tarih sahnesinde yerini
almadığı dönemlerde de görülmektedir. Bu politikalar da devletin ‘geniş anlamda’
sosyal politikaları olarak modern öncesi tarihlerden başlayarak ortaya çıkmaktadırlar.
19. yüzyılda ‘dar anlamda’ yani işçi sınıfının örgütlenme ve çalışma sorununun ortaya
çıkması, geniş anlamda sorunları hızlandırmıştır; ancak geniş anlamda yani çocukların
ve diğer yoksul kesimlerin korunması sorunu çok daha eski ve geniş bir sorundur.
Ancak ‘sosyal sorunun’ ortaya çıktığı 19. yüzyıl sonunda
çocukların korunması
çalışmalarında bir genişleme ve daha örgütlü bir yapı ortaya çıkmıştır. Sami Güven
sosyal politikanın, ekonomik sorunların toplum yaşamı üzerindeki bütün etkilerini konu
etmesi nedeniyle oluşan yeni boyutunu ‘toplum politikası’ olarak tanımlamaktadır.59
Esping-Andersen tekil bir yapı olmadığı bilinen ‘refah devletinin’ çoklu yapısını
57
Heywood, s. 129-130
Esping-Andersen, “Toplumsal Riskler ve Refah Devletleri”, s. 34.
59
Geniş ve dar anlamda sosyal politka tanımları; gelişme ve ayrışmaları için bkz. Sami Güven, Sosyal
Politikanın Temelleri, 2. baskı, Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, 1997, s. 10-11 ve Meryem Koray,
Sosyal Politika, Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, 2000, s. 9-10.
58
34
harekete geçiren toplumsal-tarihsel üç dinamikten söz eder. Andersen’e göre, “bir tek
güçlü nedensel açıklamanın bulunması umudu terk edilmelidir; amaç etkileşimlerden
çıkan belirgin sonuçları tanımlamaktır. Önceki argümanlara dayanarak, özellikle üç
faktörün önemli olduğunu belirliyorum: sınıf harekelerinin (özellikle çalışan sınıflar)
doğası, sınıf esaslı siyasal koalisyonların yapısı ve rejimlerin tarihsel kurumsallaşma
mirası.”60 Modern devlet olarak refah devletinin farklı ‘rejimler’ şeklinde şekillenişi bu
dinamiklerin
güçlülüğüne
bağlı
olarak
gelişmektedir.
Daha
sonra
Osmanlı
modenleşmesinde çocukların korunması için kurumsallaşma geleneğinin yetersiz
olmasının önemi bu bağlamda değerlendirilecektir.
Pierre Rosanvallon de koruyucu devletten refah devletine geçişi çizgisel değil,
kriz ve savaş dönemlerinde sıçramalı bir şekilde geliştiğini ifade etmektedir. Refah
devletinin dinamiklerini anlamak için, refah devletinin yürürlükte olduğu döneme
bakmanın yeterli olamayacağı, refah devletine kadar birikerek toplumsal-tarihsel
birikime bakmanın önemine vurgu yapan Rosanvallon’a göre:
“Refah devleti öncelikle bir radikalleştirme yani “klasik” koruyucu devletin
derinleştirilmesi ve uzantısı olarak anlaşılmalıdır. Söz konusu radikalleştirme, 18.
yüzyıldan itibaren demokratik ve eşitlikçi hareketin etkisi altında gerçekleşir. Yaşamın ve
mülkiyetin devlet tarafından korunması genişleyerek yeni haklar doğurur. Örneğin İnsan
ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 21. maddesi şöyle der: ‘‘Kamu yardımları kutsal bir
borçtur. Toplum, ya iş vererek yada çalışacak durumda olmayanlara yaşayabilecekleri
olanakları sağlayarak muhtaç yurttaşların geçimini sağlamak zorundadır.” Ekonomik ve
sosyal haklar yurttaş haklarının doğal uzantısı olarak ortaya çıkarlar. ‘‘Gerçek yurttaş’’
yalnızca mülkiyet sahibi olansa, mülkiyet sahibi olmayan tüm yurttaş ‘‘yarı-mülkiyet
sahibi’’ yapmak, yani onlara da toplumun garanti ettiği güvenliğin dengini verecek
sosyal mekanizmalar kurmak gerekir. Refah devletinin, koruyucu devletin yalnızca bir
61
uzantısı ve gelişmesi oluşu bu anlamındadır.”
Refah devletinin koruyucu devletin radikalleşmesi olması, toplum sözleşmesinin
yaygınlaşmasıdır. Devletin toplumu dönüştürme potansiyelinin artması genellikle kriz
ve savaş zamanlarında yani sözleşmenin hükmünü yitirme riski olduğu dönemlerde daha
da artmaktadır. Bu nedenle bu kriz dönemleri koruyucu devletin refah devletine
dönüşmesinde daha hızlı sıçramaların kaydedildiği dönemler olarak karşımıza
60
Gosta Espin-Andersen, The Three World of Welfare Capitalism, Princeton University Press,
Princeton, New Jersey, 1990, s. 45.
61
Rosanvallon, s. 22-23.
35
çıkmaktadır. Koruyucu devletin radikalleşerek refah devletine doğru evrilmesinde
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının yarattığı toplumsal çözülme ya da toplumsal
sözleşmenin bozulmasına devletin verdiği tepkilerin de etkili olduğu belirtilmelidir.
Rosanvallon’un belirttiği gibi, koruyucu devletin kökleri I. Elizabeth’in (1601)
‘Yoksullar Yasası’na kadar gitmekle birlikte, sürecin gelişimi tedrici bir şekilde değil de
çıkan savaş ve krizlere karşı verilen tepkilerin sonunda sıçramalı olarak şekil almıştır.
Foucault, Yönetimsellik62 isimli makalesinde devlet toplum ilişkisinde büyük
bir dönüşüm yaratan modern devletin oluşum sürecinde yönetimde hükümranlıktan
yönetimselliğe geçiş olduğu, özellikle 18. yüzyıldan itibaren nüfustaki artışlarla birlikte
yönetim ve disiplin sorunlarında artışlar olduğu ve nüfustaki büyüme ile birlikte aile
üzerine kurulu hükümranlık yapısının de artık sürdürülemeyecek noktaya geldiğini
belirtmektedir. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan ‘yönetim’ aygıtı, “… doğrudan geniş
çaplı kampanyalarla ya da dolaylı olarak, halk tamamen farkında olmasa bile, doğum
oranlarının yükseltilmesini, nüfus akışının belirli bölgelere ya da faaliyetlere doğru
yönlendirilmesini,
çalışacaktır.”63
vb.
mümkün
kılacak
tekniklerle
nüfusun
kendisi
üzerinde
Yönetim nüfusla birlikte artık büyük oranda kentsel mekânlara
kaymıştır. Kentsel kamusal mekânlar ve sorunlu kesimin düzene sokulması yeni
yönetimin en önemli hedefi olmuştur. Bu süreçte biriken bilgi birikimi, yeni bilimsel
disiplinlerin doğmasını da sağlamıştır. Foucault’nun yönetimsellik olarak adlandırdığı
modern devlet koşullarında artık devlet kendi tebaası/yurttaşlarının tümünü yani nüfusu
dikkate almakta, nüfus politikaları, eğitimleri, işe yerleştirilmeleri, disipline edilmeleri,
cezalandırılmaları vs. ile ilgilenmektedir. Bu süreç bir anlamda bir nüfus ‘güruhunun’
bir ‘yurttaşlar cemaati’ haline getirilmesidir. Bu koşullarda hükümetler yalnızca
62
Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000. Foucault modern
dönem devletindeki özgüllükler olarak kamu güvenliği, toplumsal denetim ve disiplin olgusunu
açıklarken de devletin kullandığı yeni ve farklı teknikler geliştirdiğini belirtmektedir. Bu işleyişi
açıklamak ve yeni gelişen yönetim tarzını hükümranlıktan ayırmak için geliştirdiği kavram yönetimsellik
(governmentality) kavramıdır. Foucault’nun sosyal tarih açıklamasını takip eden yaklaşımlar devletin
sosyal tarihteki rolünü nüfusu kontrol eden ve devlet karşısındaki güçleri görmezden gelen ‘sosyal
kontrol’ yaklaşımıdır. Bu yaklaşım modern devletle birlikte ortaya çıkan sosyal refah kurumlarının
genellikle negatif yönüne yani ‘hapsedici’ ya da kontrol edici boyutuna vurgu yapmaktadır. Oysa kökleri
modern devletin çok öncelerine giden ve filantropi şeklinde örgütlenen hümanist yaklaşım da ‘toplumun
kendini koruması’ anlamında sosyal tarihin olumlu birikiminin bir parçası olarak hesaba katılması
gerekmektedir. Bu çerçeve bir değerlendirme için bkz. Robert van Krieken, “Social Theory and Chid
Welfare: Beyond Social Control”, Theory and Society, Vol. 15, No. 3. (Mayıs 1986), s. 401-429.
63
Foucault, s. 282.
36
uyruklarla ya da halkla değil doğum, ölüm, yaşam süresi, doğurganlık, sağlık durumu,
hastalıkların sıklığı, beslenme biçimi yani bir ‘nüfus’la karşı karşıya olduklarının
farkına varırlar. Bu dönemde nüfus artışı ile içinde bulunan üretim unsurları arasında
daha sıkı ilişkiler bulunmaktadır. Nüfus sağlığı ve çokluğu ile üretim ve güvenlik
arasında çok yakın ilişkiler vardır. Bu nedenle de nüfusun yeniden üretimi yani sağlıklı
nüfusun önemi artar ve sonuç olarak hükümetlerin ilgisi aslında doğum, evlenme, meşru
ve/veya gayri meşru doğumlar gibi unsurların merkezinde yer aldığı cinselliği
düzenlemeye doğru kayar.64 Bu nedenle modern zamanda devletin bizzat kendisinden
çok; devletin tüm nüfusa, topluma yayılan idare teknikleri yani ‘yönetimselliğin’
yayılmasıdır. O halde modern devlet için önemli olan toplumun ihtiyaçlarının
karşılanması yanında, devletin işler kılınması; toplumun yönetilmesidir. Geç
modernleşen hemen bütün toplumlarda yönetimsellik anlayışları ya da ‘toplumun
devletleşmesi’ tamamlanmış bir süreç değildir.65 Modernleşme süreci çatışmalı bir birlik
ya da ‘ikili süreç’ olarak değerlendirildiğinde, modernleşmenin sanayi, pazar gibi
boyutlarında ortaya çıkan sorunları Reşat Kasaba’nın66 tabiri ile ‘çok fazla
modernleşme’ değil, karşı-hareketin, işçi sınıfı örgütlenmesi ve diğer kamusal yardım
kurumlarının kurulmaması anlamında “eksik ya da yarım modernleşme” olarak görmek
gerekmektedir. Modernite ve/veya modernleşme sürecinin tamamlanması, sürecin iki
boyutunun da işlemesi ve bir dengede buluşabilmesi ile mümkün olabilecektir. Bu
konuya vurgu yapan Cemil Oktay’a göre Türkiye’de yaygın devlet fetişizmi söz
konusudur ve devletin aşırı yüceltilmesine bakarak devletin maddi anlamda kendisini
toplum içinde hissettirdiğini düşünmemek gerekir. Ona göre toplumsal dokuya yeterince
nüfuz edememiş, toplumdan gelen taleplere cevap vermeyen, tüm yurttaşları eşit olarak
64
Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, 1-2. baskı, Hülya Tufan (Çev.), İstanbul: Afa Yayınları, 1993, s.
31-32.
65
Türkiye’nin modernleşme sürecini Polanyi’nin belirttiği modernleşmenin ikili karakteri açısından
değerlendiren Reşat Kasaba, toplumun devletleşmesinde özellikle sosyal alandaki gelişmemişliğe vurgu
yapmaktadır. Kasaba’ya göre, “İlk olarak bu zaman içinde Türkiye’nin modernleşmesinin birinci
sürecinde epey yol aldığını teslim etmek gerekiyor. Bugün, şehirleşme, sanayileşme, toplumsal değişim
gibi alanlardaki genel verilere baktığımızda kırsal bağların, yükümlülüklerin Türkiye’de artık gittikçe
azalan bir kesimi doğrudan etkilediğini görürüz. İstanbul gibi, hatta Almanya’ya göç eden kitlelerde ilk
nesilde hâlâ etkili olan bu bağlar ikinci ve üçüncü nesillere gelindiğinde etkilerini büyük ölçüde yitiriyor.
Türkiye, özellikle son 10 yıl artık endüstriyel ve Pazar toplumunun, yaşamın her yönünün etkilediği
koşullarda yaşamaktadır. Bu yönde kat edilen mesafeye oranla Türkiye’nin modernleşmenin öbür
yönünde, yani toplumun korunması yönünde çok gerilerde kaldığını da saptamak gerekiyor.” Reşat
Kasaba, “Modern Neden Hâlâ Önemli?”, Bilanço 1923 -1998, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s.
24.
66
Kasaba, s. 23.
37
kapsayan bir yasal çerçevede hareket etmeyen bir devlet yapısı söz konusudur.67 Cemil
Oktay’ın da vurguladığı gibi, Türkiye’de toplumsal ve siyasal güncel ya da tarihsel
hemen her konuda devletin etkinliği konusunda yaygın bir fetişizm söz konusudur. Oysa
fetişizmin tanımından da hareketle, Türkiye’de devletin toplum karşısında etkinliği ve
nüfuzunun özellikle sosyal alanda oldukça abartılı olarak verildiği söylenebilir.
Özellikle kolektif bir güç olarak devletin koruma ve desteğine ihtiyaç duyan çocuk,
kadın, özürlü gruplar ve genel olarak toplumun yoksul kesimleri söz konusu olduğunda
devletsizlik çok daha net olarak görülmektedir. O halde çocuk koruma sisteminin
modern devlet yapısı içinde oluşmamış olması, devletin sosyal alanda modernleşme
sürecinin tamamlanmaması olarak nitelendirilebilir. Ayrıca yeryüzünde çok sayıda
çocuğun açlık, yoksulluk, savaş koşulları gibi tehlikeler içinde bulunması olması,
modernleşmenin yeryüzüne yayılmasındaki çarpıklığın bir sonucudur.
2.1.3 Yurttaşlığın İnşası ve Sosyal Hakların Genişlemesi
Yurttaşlığın inşası modernliğin koruyucu hareketinin ‘yurttaşlığı’ merkez alarak
kurumsallaşması şeklinde gelişmiştir. Modern devletin oluşması sürecinde devletyurttaş ilişkisi ya da yurttaşlık kurumunun gelişmesi tarihsel sıralama içinde yurttaşların
önce sivil sonra siyasal ve en son sosyal haklarının tanınması şeklinde bir seyir
izlemiştir. T.H. Marshall’ın Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar68 isimli makalesinde öne
sürdüğü bu görüşleri, modern devletin öznesi olan yurttaşları ve sosyal yurttaşlık
kurumunun oluşum seyrini betimlemesi anlamında hâlâ önemli ve açıklayıcı ilkelerdir.69
67
Oktay, Siyaset Yazıları, s. 215.
T.H. Marshall ve T. Bottomore, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, Ayhan Kaya (Çev.), Ankara:
Gündoğan Yayınları, 2000.
69
Marshall’ın modern yurttaşlık kurumunun oluşması açıklaması birçok sosyal bilimci tarafından
eleştirilmiştir. Eleştirilen temelinde Marshall’ın yurttaşlık haklarının gelişimini teleolojik bir tarzda
açıklaması ve açıklamalarında Batı ve hatta İngiltere merkezli kalmasıdır. Marshall’ın makalesini kaleme
aldığı 1949 tarihinden sonraki toplumsal dönüşümlere bakıldığında, özellikle Avrupa’da yoğunlaşan
göçmen nüfusun yurttaşlık hakları anlamında sivil, siyasal ve sosyal sıralamasına uymayan bir tarzda
haklar edindiği görülmektedir. Ayrıca günümüzde kadınların siyasal katılımında haklar kazanmasına
rağmen, sosyal ve medeni haklarında daha geri kaldığına dair de tespitler yapılmaktadır. Dolayısıyla
Marshall’ın yurttaşlık kurumu açıklaması hâlâ önemli bir referans noktası kabul edilmekle birlikte,
siyasal-toplumsal durumdaki yeni gelişmeler karşısında hakların sıralanması ve/veya ayrıntılandırılması
gereken bir kuram olarak eleştirilmektedir. Marshall’ın yurttaşlık kuramına yönetilen eleştirilere dair
geniş bir değerlendirme için bkz. Ayhan Kaya, “Yurttaşlık, Azınlıklar ve Çok Kültürlülük,” Yurttaşlık ve
Toplumsal Sınıflar içinde, Ankara: Gündoğan Yayınları, 2000, s. 135-169; Marshall’ın yurttaşlık
haklarının evrensel eşitlik noktasında değil, belli bir ulusa mensup olma şartına bağlaması noktasında
Marksist ve Feminist çevrelerden de bir dizi eleştiri almıştır. Bkz. Pierson, s. 223-234.
68
38
Marshall yurttaşlığın oluşumunda etkili olan ilk haklar olarak sivil haklar 18. yüzyılda
ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla modern öncesi tebaa anlayışından ilk sıyrılmanın, kişilerin
bir yurttaş olarak düşünce, inanç ve mülkiyet gibi haklarla donanmasıyla başladığı
söylenebilir.
Modern
devletin
özneleri
olarak
yurttaşlığın
sosyal
boyutunun
zenginleşmesinin ve belirginlik kazanmasının ikinci aşaması siyasal haklar boyutudur.
Bu hakların kazanılmaya başlanması ile birlikte, yurttaşlar, toplumun ve devletin daha
etkin siyasal özneleri haline gelmişlerdir. Böylece yurttaşlar siyasal yönetime daha aktif
katılmaktadır. Yurttaşlık haklarının aşamalı olarak gelişimini açıklayan T.H. Marshall’a
göre bu gelişimin son aşaması 20. yüzyıla denk gelen ve yurttaşların devlet karşısında
temel sosyal hakları kazandığı dönemdir. Görüldüğü gibi sosyal haklar, yani ekonomik
refah ve gelirin ‘yeniden dağılımı’ ile ilgili haklar, tarih sahnesine en son gelen
haklardır. Marshall’a göre sosyal haklar “..yaşadığımız toplumun standartları ölçüsünde
ekonomik refah ve sosyal güvenlik gibi haklara sahip olmaktan, çağdaş bir birey gibi
yaşayabilme hakkına değin uzanan geniş bir haklar dizinidir. Eğitim hakkı ve sosyal
hizmetler bu çerçevede değerlendirilebilir.”70 Sosyal haklar kendisini önceleyen diğer
iki temel haktan devletin aktif müdahalesinin gerekliliği noktasında ayrılmaktadır.
Sosyal hakların yurttaş hakları olarak örgütlenmesi ancak devlet gibi güçlü bir yapının
müdahalesi ile oluşabildiği gibi; ancak devletin bu alanda kurumsal ve yasal düzenleme
yapmasıyla süreklilik kazanabilmiştir. Bu nedenle özellikle 19. yüzyıl sonu ve 20.
yüzyıl başında yani ‘sosyal yurttaşlığın’ ortaya çıktığı koşullarda devlet çocuklara
yönelik bir dizi yasal ve kurumsal düzenleme ile karşılık vermiştir.
Bu süreci yani modernleşme sürecini bütünlüklü bir çerçevede tanımlayan Stuart
Hall71 bir toplumu ‘modern’ kılan dört temel özellik tespit etmektedir. Bunların ilki,
egemenlik ve meşruiyet kavrayışı ile siyasal iktidar ve otoritenin oluşmasında seküler
formun egemen olmasıdır. Devletin meşruiyet kaynağı dini kaynaklar değil, artık halkın
rızasıdır. Bu nedenle hayırseverlikten filantropiye geçiş bir seküler gelişmedir. İkinci
özellik, ulusal sınırlar içinde paraya dayalı, meta üretimi ve piyasanın oluşmasıdır. Bu
süreç kapitalist üretim süreçlerinin yaygınlaşmasına denk düşer. Dolayısıyla
70
Marshall ve Bottomore, s. 21
Stuart Hall, “Introduction,” Formation of Modernity, Stuart Hall ve Bram Gieben (edt.), 4.baskı,
Polity Pres in association with the Open University, 1995, s. 8.
71
39
modernitenin oluşmasında kapitalizm belirleyici faktörlerden biri olarak karşımıza
çıkmaktadır.72 Modern toplumun üçüncü önemli özelliği, durağan toplumsal hiyerarşiye
dayanan geleneksel toplumsal düzenin gerilemesidir. Patriarkal aile ilişkisi yerine, kadın
ve erkeğin birey kabul edildiği yeni cinsiyet rolleri ortaya çıkar. Bu süreçle devlet
karşısında imtiyazlı kişi ve statülerden eşitlikçi birey yurttaşların ortaya çıktığı döneme
dönüşüm betimlemektedir. Dördüncü ve son özellik ise geleneksel toplumların tipik
bakış açısı olarak dinsel yaklaşımların yerine, bireyselci ve rasyonellik temelli seküler
ve maddeci kültürün yükselmeye başlamasıdır.
Modern toplumun bir niteliği de, kapitalist üretim sisteminin gerekleri ve kentsel
yoksulluk koşulları altında kalan ailenin çözülmesi ve ‘aile ideolojisi’ yerine
‘bireyselleşme’nin önem kazanmaya başlamasıdır. Modernitenin ‘katı olan yapıları
buharlaştırması’ metaforu, sanayileşmenin kentsel mekanda yayılmasıyla, artan ve
çeşitlenen emek ihtiyacı nedeniyle kadın ve çocukların da emek piyasasına dahil olması
sonrasında, babanın tek üretici olma konumu kaybetmesi ve otoritesindeki zayıflama
sürecinde gözlenebilmektedir. Sanayi öncesi tarım toplumlarda baskın aile tipi olan
ataerkil aile zaman içinde ve endüstrinin yaygınlaşması oranında çözülmeye başlamıştır.
Bu süreci 1830’lu yıllarda Kuzey Amerika gözlemi ile destekleyen Heywood değişimi
şöyle betimliyor:
“Kız çocuklar artık fabrikada iş bulabiliyor, erkekler zanaat atölyelerinde veya
yerel dükkânlarda çalışmaya gidiyor ve çiftçi aileden gelen herhangi bir genç insan göç
yoluyla bağımsızlığın nimetlerinden yararlanabiliyordu. Ebeveynler ve çocuklar arasındaki
ilişkinin resmiyetini yitirmesi için pek çok neden vardı. Bununla birlikte, bu dönüşümde en
kazançlı çıkan annelerdi; özellikle ‘farklı dünya’ anlayışının anneyi evde kalmaya ve
çocuklara bakmaya yöneltmesiyle, işe giden baba ‘ikinci ebeveyn’ olmuştu. Artık, çocuklar
babalarına gözdağı verebilecek düzeye gelmişlerdi: Eğer babaları onların sevgisini
kazanmak istiyorsa, onlarla daha fazla zaman geçirmek için çabalamak zorundaydı.”73
Aile modernitenin yayılması oranında kapalı ve babanın tek temsilcisi olduğu bir
toplumsal birim olmaktan, babanın yetkisini paylaştığı ikinci ebeveyn olarak annenin
bağımsız bir birey olarak güçlendiği ve çocukların da ‘ekonomik değerden’ çok
72
Kapitalizmin küreselleşme ile birlikte, ulus-devletin oluşması sürecindeki ilk dönem misyonu olan
modernleşmeden koptuğuna dair bir tespit için bkz. Çağlar Keyder, Ulusal Kalkınmacılığın İflası,
İstanbul: Metis Yayınları, 1993, s. 123–124.
73
Heywood, s. 126.
40
‘psikolojik değer’ konusu olduğu bir yapıya doğru evrilmektedir. Ailenin bu yeniden
yapılanmasında anneler üretim sürecine işgücü olarak daha çok katılırken, çocuklar
gittikçe üretim sürecinden çekilerek sosyalleşmesi okul süreciyle desteklenen bir yeni
döneme geçmektedir. Bu süreçte ailenin temel üyeleri olarak anne ve çocukların
kamusal alanda yer almasının genişlemesine paralel olarak babanın özellikle aile içi ve
aile üyeleri karşısındaki mutlak yetkilerinde sınırlamalar başlamıştır. Bu çok boyutlu
değişim ve dönüşüm modernitenin bir veçhesi olarak sanayileşme ve ‘kendi başına
işleyen piyasanın kâr hırsı’ nedeniyle toplumsal dokuda oluşan tahribata karşı gelişen
‘toplumun kendini koruma’ refleksleri şeklinde gelişmiştir.74 Dolayısıyla modern
devletin gelişimine paralel olarak ortaya çıkan ‘yurttaşlık hakları’nı ve bu bağlamda
‘sosyal yurttaşlık’ı sadece devletin toplumu kontrol ve disipline etme aracı olarak değil;
paradoksal bir süreç olarak yürüyen modernitenin karşı hareketinin yani toplumun zayıf
kesimlerinin korunması misyonunu yüklenen bütün güçlerin çabalarının kazanımları ve
sonuçta bu hakların ‘sosyal’ bir nitelik kazanarak devletin güvencesi altına alınması
süreci olarak da değerlendirmek gerekmektedir. Ancak özellikle Michel Foucault’un 18.
ve 19. yüzyıl Fransa’sında ortaya çıkan sosyal kurumların (akıl hastaneleri, ceza evleri,
çalışma evleri, vs.) panopticon tarzı disipline dayalı işleyişini, modern devletin sosyal
alandaki örgütlenmesinin temeli olarak gören yaklaşımlar,75 modern devletin sosyal
kurumlarının oluşumunu bir bütün olarak toplumun tümünün bir kontrol ve disipline
edilmesi süreci olarak kabul etme eğilimindedir.76 Modern devletin başlangıçta ‘asayiş’i
sağlama adına ve meşruiyetini sürdürmenin bir aracı olarak disiplin ve kontrol
kurumları olarak sosyal refah alanındaki kurumları oluşturması, zaman içinde yerini
74
Modernleşme süreci sonunda aile yapısındaki çözülme ve ailenin görece zayıf unsurları olarak çocuklar
ve kadınların özneleşme süreçleri arasında paralellik kurulabilir. Ailenin tek ve tartışmasız otoritesi olarak
baba karşısında çocuklar ve kadınların hak sahibi özneler olması aynı tarihsel zaman dilimlerinde
gerçekleşmiştir. Kadın hareketi ya da genel olarak modernleşme süreci sonunda kadının özneleşme
sürecini 19. yüzyıldaki aile yapısındaki dönüşüm ve diğer siyasal süreçler açısında değerlendiren bir
çalışma için bkz. Ayşegül Yaraman, Resmi Tarihten Kadın Tarihine, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2001.
75
Foucault’un sosyal tarih çalışmalarını esas alan birçok sosyal bilimci özellikle 19. yüzyılda kamusal
alanda belirginlik kazanan hastane, tımarhane, sosyal yardım dernekler gibi oluşumları toplumun disipline
edilmesi amaçlı olarak tanımlamaya başladılar. Bu görüşü temsil eden iki çalışma için bkz.A.P.
Donajgrodski, Social Control in Nineteenth Centry Britan, Croom Helm, 1977 ve G. Stedman Jones,
Outcast London: A Study in Relationship Between Classes in Victorian Society, Oxford, 1977.
76
Genel bir değerlendirme için bkz. İ. Emre Işık, “Batı Toplumlarında Rasyonelleşme, Tımarhane ve
‘homo-medicus’un Doğuşu”, Toplumbilim, Sayı 13, Temmuz 2001, s. 39-46.; Türkiye’deki yoksulluk
çalışmaları, sosyal politika ve Foucault’nun etkisine ilişkin bir değerlendirme için bkz. Murat Metinsoy,
İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Savaş ve Gündelik Yaşam, İstanbul: Homer Kitabevi, 2007, s. 275279.
41
daha küçük birimlere dönüştürmüştür. Özellikle çocuklara yönelik kurumsal hizmetlerin
tarihine bakıldığında bu dönüşüm çok net olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tarihsel
olgular olarak hapsedici ya da ‘total’ kurumlar bir yanıyla modern devletin ‘yönetişim’
aygıtları olarak ortaya çıkmakla birlikte, bir yanıyla da Rosanvalon’un tabiriyle modern
devletin ‘refah devleti’ öncesi ‘koruyucu’ unsurları olarak da işlev yüklenmişlerdir.
Kurumların disipline ve kontrol edici boyutları kadar koruyucu ve ‘yardım sağlayıcı’
niteliklerinin eş zamanlı olması, modernitenin ya da modern devletin paradoksal ve ikili
karakterine de uygun bir durumdur. Modern devletin yönetimselliği disiplini yani asayiş
ve düzeni de kurumlar üzerinden yürütmesi sonucunu doğurmuş olması, aynı
kurumların sosyal yardım, sosyal refah ve eğitim kurumları niteliliğini ortadan
kaldırmaz. Dolayısıyla sosyal alanı düzenleyen kurumların paradoksal ve ikili karakteri
baştan itibaren vardır ve bu ikili birliktelik toplumsal dinamiklerin gücüne bağlı olarak
nitelik değiştirmektedir. Ayrıca refah devleti özsel olarak modern devletin içinde gizli
ve zorunlu olarak varılacak bir ilke değil; konjonktüre bağlı olarak ortaya çıkabilecek
olasılıklardan biriydi.
Ki yine aynı şekilde 1970’lerdeki konjonktürde değişen
toplumsal koşulların bir sonucu olarak, toplumun çalışma dışı ve yoksul kesimleri adına
bir kazanım olan refah devleti ciddi bir gerileme içine girmiştir. Dolayısıyla ‘özsel’
olarak toplumsal tarihte değişmeyen bir ilke varsa, bu ilke toplumun korunması ve kendi
başına işleyen piyasa arasındaki paradoks ve mücadeledir.
Modern toplumun düzen ve gelişme ihtiyacına paralel olarak farklı sosyal
kurumlar, yönetim aygıtları ve sosyal meslekler kamu yönetiminin bir parçası olarak
ortaya çıkmaya başlar. Batı tarihinde ise sosyal kurumların ortaya çıkması sokaklarda
bir asayiş sorunu olmaya başlayan ‘deli ve serserilerin kapatılması’ ihtiyacı ile başlar.
Bundan önce her kent delileri kenti kentinden kovarken ya da gemilerle başka yerlere
gönderirken, 17. yüzyıldan itibaren artık gönderme yerine kapatma uygulaması başlıyor.
Bu süreçte 1656 yılında Fransa’da açılan Genel Hastane sembolik bir öneme sahiptir.
Bu kurum bir tıbbi kurum değildir; Michel Foucault’nun tabiri ile “daha çok yarı adli
bir yapı olup, daha önceden oluşmuş yetkilerin yanı sıra ve mahkemelerin dışında karar
veren, yargılayan ve infaz eden bir cins yönetsel bütündür.”77 Devletin sosyal alanda bu
77
Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, Mehmet Ali Kılıçbay (Çev.), 4. Baskı, Ankara: İmge Kitapevi, s. 90.
42
tür düzenlemelere gitmesi, yoksulluk alanını ‘sekülerleştirmesinin’ de başlangıcını
temsil etmektedir. Artık bu alan devletin koyduğu kurallara göre işlemek durumundadır.
Genel Hastane sivil iktidarın yetkisinde tutulması yani Kilisenin dışta tutulmasını
Krallık kendi özerk alanı olarak Kilisenin denetim ve düzenleme yetkisinden muaf
kılmıştır. Dolaysıyla birçok yetkiyi bir elde birleştirmesi ve esas olarak ‘kapatma’yı esas
alması nedeniyle ilk dönem ‘total’ kurumlar bir asayiş ve kamu düzeni sağlama
kaygısıyla ortaya çıkmıştır. Ancak modern dönemle birlikte yani 19. yüzyıl sonlarına
doğru bu kurumların çeşitlenmesi, barınan ya da kapatılan kişilerin kompozisyonuna
bağlı olarak özel düzenlemelere gidilmesiyle birlikte kurumların niteliğinde de
dönüşümler ortaya çıkmaya başlamıştır. Sosyal ve tıbbi bilimlerin gelişmeye başlaması,
sosyal sorunların artık sadece bir asayiş problemi olarak çözülememesi, ‘nüfus’
probleminin artık bir yönetim aygıtı olması nedeniyle, yoksul, serseri, deli vs. yönelik
söylem ve yaklaşımlar da değişmeye başlamaktadır. Artık ‘deli’ gittikçe ‘hasta’
mertebesine yükselmeye başlamaktadır. Tıbbın insan ‘ruhu’nu keşfetmesi nedeniyle
denetim sadece ‘beden’ değil ‘ruhsal’ yapı üzerinde de yapılmaktadır. Bu nedenle 18.
yüzyıl sonundan itibaren disiplin çıplak beden cezalandırması üzerinden değil; ruhsal
tedavi ve ahlaki eğitim gibi insanın görünmez yönüne müdahale edilmesi yani
‘normalleştirilmesi’ süreci ön plana geçmiştir.78 Tarihsel olarak Rönesans’la bir
‘kapatma’ kurumu olarak başlayan modern normalleştirme kurumları 20. yüzyılda
biriken deneyim ve eleştirilere bağlı olarak kapanmaya başlıyor. Ancak bu süreç tek
boyutlu ve tek yönde ilerleyen bir negatif süreç olarak algılanmamalı; bu tarih aynı
zamanda modern refah kurumlarının izlediği, ortaya çıktığı tarihsel güzergah olarak da
okunmalıdır. Dolayısıyla sosyal refah kurumlarının tarihi Polanyi’nin belirttiği iki süreç
çerçevesinde okunmalıdır Bu süreç modern devletin ya da ‘sosyal devlet’in oluşumu ile
ilişkisi de ‘yönetsel yayılma’ ya da toplumun sosyal boyutunun modernleşmesi olarak
kabul edilmelidir. Michel Foucault’nun kliniğin doğunu açıklarken ortaya attığı biyopolitika ve hapishanenin doğuşu ile ilişkili olarak polisten kastedilen devletin
‘yönetimsellik’ kavrayışındaki genişleme ve meslekileşmedir. Artık karmaşıklaşan
nüfusun yönetilmesi özetlemektedir:
78
Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 230-251.
43
“Burada kastedilen sadece kolluk gücü olarak ‘polis’ değil, yeni bir politik
teknolojidir. 18. yy sonrası disiplin mekanizmasının devletleşmesi ve yaygınlaşması
bağlamında dispanserler, mahallelerde açınla küçük hastaneler hastaları kabul eder,
hastalıkları gözetim altında tutarken aynı zamanda haber toplamakta, halka tavsiyede
bulunurken öte yandan devlete bölgenin sağlık durumu hakkında bilgi sunmaktadır.
Hastalık kişiselleşiyorsa da aynı zamanda onunla ilişkili birçok hususun
devletleştirildiğinin söylenmesi bir çelişki oluşturmamaktadır. Burada söz konusu olan
liberal ideallerle beraber gelişecek devletçi yapının gelişmesidir. Foucault’ya göre söz
konusu olan, refah devletine giden yolda önemli bir yapı taşı olan, Almanların 18.yy’da
Polizeiwissenschaft dedikleri şeyin ta kendisidir. Öznelerine refahını sağlamak
amacıyla devletin gücünü arttırması ve güç kazanmasına yönelik
kuram ve
çözümlemeler bütünü bu kavram çerçevesinde ele alınmaktadır. Temel ilgi odağı, tüm
bu yeni siyasal teknolojinin nesnesi, nüfus olarak karşımızda durmaktadır. Nüfus,
devletin gücü için mümkün olanın en büyüğü ve en aktifi olmalıdır. Amaç bu olunca
sağlık, doğum ve nüfusu hastalıklardan koruyucu bir dizi işlemin yapılması önemli hale
79
gelmektedir.”
Modern devletin nüfusu sağlıklı kılmak için bir yandan eğitim ve tedaviye
yönelirken, bir yandan bu sürece dahil edemediği kesimi sağlıklı nüfustan ayırıp
kapatmaktadır. Ancak bu gittikçe karmaşıklaşan ve devletin topluma yayılması
anlamına gelen kurumsallaşma sonuçta devletin egemenlik alanın topluma yayılması ve
sosyal alanın da “devletleşmesi” anlamına gelmektedir. Devlet artık sadece yatay
yayılım anlamında toprak egemenliği değil, nüfus üzerinde de egemenlik kurarak
bürokratik dikey örgütlenmeye gitmektedir. Bu süreci Cemil Oktay yönetsel yayılma
olarak tanımlamaktadır.80 Ancak bu süreç daha önce de belirtildiği gibi modernitenin
79
İ. Emre Işık, “Batı Toplumlarında Rasyonelleşme, Tımarhanenin ve ‘homo-medicus’un Doğuşu”,
Toplumbilim, S. 13, Temmuz 2001, s. 45.
80
Cemil Oktay yönetsel yayılmayı şöyle tanımlamaktadır: “Yönetsel yayılma yalın, düz, farklılaşmamış,
durağan ve geleneksel bir toplum yapısının farklılaşarak ve canlanarak yeni bir toplum tipi oluşturma
sürecine girmesiyle ortaya çıkmakta, modernleşme çabaları çerçevesinde ele alınmaktadır. Yönetsel
yayılma, biçim itibariyle iki ayrı boyutta cereyan eden bir olgudur. Bunlardan birincisi, yayılmanın
coğrafi düzeyde oluşması, başka bir deyişle, yatay anlamda siyasal sistemin yönetim örgütlerinin
yayılmasıdır. (…) Herhangi bir bakanlığın öteden beri var olan bir hizmeti ilk kez yeni bir yerleşme
birimine götürmesi, örneğin okul açılması, hastane kurulması, PTT bürolarının çalışmaya başlaması yatay
yayılmanın somut görüntüleridir. Dikey yayılma ise, siyasal sistemin yepyeni bir konuda düzenlemelere
başlamasının gereği olarak geliştirdiği yeni kuruluşların ortaya çıkmasını ifade eder. Burada söz konusu
olan, toplumdaki herhangi bir faaliyetin alanının kısmen veya tamamen siyasal sistemin denetleme
alanına girmesidir. Kamu yetkisine yüklenen her yeni iş, süreklik gösteren her istem, sonuçta dikey yönde
bir yönetsel yayılma demektir. (…) Az gelişmiş ülke yönetimlerinin yönetsel yayılma olgusuyla ilgili iki
genel gözlem ifade edelim: (…) çoğu az gelişmiş ülkede yönetsel ayılmanın düzeyi gelişmiş sanayi
ülkelerine göre düşük olmaktadır. (…) Birçok gelişmiş ülkede siyasal sistemler, hızlı bir yönetsel yayılma
süreci içine girmiştir. Bu ülkelerde, örneğin kamu görevlilerinin faal nüfus içindeki payı hızla artmakta,
yönetim yeni yeni eklenen birimlerle büyümekte ve ülke coğrafyasına yayılmaktadır. (…) Yönetsel
yayılmayı somut olarak gösteren en belirgin ölçüleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Yönetsel nüfusun
yoğunluğunda artış, 2. Kamu gelir ve giderlerinde artış, 3. Yeni kurulan kamusal örgütlerde artış, 4. Yasal
düzenlemelerde artış.” Cemil Oktay, Siyaset Yazıları, İstanbul: Der Yayınları, 1998, s. 115–117. Oktay
Türkiye’nin yönetsel yayılma özellikleri itibariyle az gelişmiş ülke örneğine yakın olduğunu; yani
44
ikili karakteri doğrultusunda gelişmektedir. Modernitenin gelişimi öncelikle kontrol
daha sonra da gelişme (improve) sağlayan iki boyutlu bir süreçtir.81 Toplumun görünür
karmaşıklığına karşı insanın düzen ihtiyacı modernite düşüncesinde ‘gelişme’ düşüncesi
olarak ortaya çıkarken, burada David Howe sosyal hizmet mesleğinin ortaya çıkmasını
modernitenin gelişme misyonunun yürütücüsü olarak ortaya çıktığını belirtmektedir.
Benzer bir vurguyu sosyal kurumların dönüşümü çerçevesinde Nadir Özbek yapıyor:
“İş-evleri İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi birçok Avrupa ülkesinde 19. yüzyılda da
başvurulan önemli kurum olacaktır. Ancak modern devletin toplumsal alana nüfuz gücü
arttığı oranda, iş-evlerinin cezalandırıcı unsurdan çok, eğitici, ıslah edici fonksiyonları
belirginleşecektir.”82 Özbek Osmanlı toplumunda Darülaceze örneği ve benzeri
kurumların oluşturulması ve yayılmasının da paralel dönüşümler göstermemesini
devletlerin mali kaynaklarının yeterliliğine bağlamaktadır.
Michel Foucault toplumsal hayatın disipline edilmesi anlamında deli, meczup,
serseri, suçlular gibi toplumsal grupların kapatılması ve daha sonra eğitilmesi ve ıslah
edilmesini hedefleyen kurumsallaşmanın, 18. yüzyıldan itibaren bir nüfus ve
‘normalleştirme’ problemi olarak farklı bir yönetimsel anlayışa kaydığını belirtmektedir.
Arık devlet bilimsel esaslara dayalı olarak insanları değiştirme ve eğitmeyi esas alarak
kurumsallaşmaktadır. Bu süreç psikiyatri ve diğer bilimlerin öncülüğünde bir devlet
örgütlenmesi şeklinde yürümektedir. Bu süreç birçok yönde ilk defa kamusal yönetimin
bir amacı olduğu için ‘dikey’ yönetsel yayılma olarak; 19. yüzyılda ise bütün Avrupa’ya
yayılan bir kurumsallaşma süreci olarak ise ‘yatay yayılma’ olarak adlandırmak
mümkündür. Bu süreç aynı zamanda daha sonra ortaya çıkacak refah devletinin
kurumsal ilk taslağı ve zemini olması özelliği ile de ikili yani hem disipline edici hem
tedavi edici yani gelişmeci bir boyut içermektedir.
kurumsallaşmada hem yatay hem de dikey yayılmada yetersiz olduğunu; dolayısıyla yayılma
göstergelerinin gelişmiş ülkelerin çok gerisinde olduğunu belirtmektedir. Örneğin yönetsel nüfus oranı
yani kamu çalışanlarının yani memur sayısının nüfusa oranı Cumhuriyet döneminde çok hızlı artmış
olmasına rağmen gelişmiş birçok ülkenin oldukça gerisindedir. Örneğin yönetsel nüfus oranı ABD’de
1965’de %12.8; Fransa’da 1970’de %15; Belçika’da 1961’de 15,7; İtalya’da 1971’de %9.3; SSCB’de
1958’de %16.1; Brezilya’da 1970’de %7.4; Türkiye’de ise 1976 yılı itibariyle %6.6’dır. Bk. Oktay,
Siyaset Yazıları, s. 119.
81
David Howe, “Modernity, Postmodernity and Social Work”, British Journal of Social Work, 24 (5),
1994, s. 516.
82
Nadir Özbek, “II. Meşrutiyet İstanbul’unda Dilenciler ve Serseriler”, Toplumsal Tarih, Nisan 1999, S.
64, s. 34.
45
2.2
Modern Çocuk Koruma Sisteminin Oluşumu
Bu bölümde modern devletin ortaya çıkmasına paralel olarak gelişen çocukların
korunmasına ilişkin önlemler, tarihsel süreç içinde belirlenmeye çalışılacaktır. Öncelikle
çocuk koruma sisteminde ‘modern’ öncesi olarak tanımlanan dönem, yani ağırlıklı
olarak 19. yüzyıl öncesi çocuk koruma yöntemleri belirlenmeye çalışılacaktır.
Modernleşme süreci sosyal alanın da devletleşmesi olarak kabul edildiğinde, modern
öncesi çocuk koruma sisteminin daha çok devlet dışı alanda örgütlenmiş olması
beklenmektedir. Devletin sosyal alanda örgütlenmesi doğrudan devletin kendi
bürokratik kurumsallaşması olabileceği gibi, alanda çalışan sivil kuruluşların çalışma
tarz ve kurallarını belirlemesi ve denetleme mekanizması kurması şeklinde de olabilir.
Dolayısıyla çocuk koruma sistemi ve genel olarak ‘sosyal alan’ın modernleşmesiyle,
devletin sosyal alana daha çok nüfuz etmesi ve bu alanda daha çok örgütlenmesi
beklenmektedir. Modernitenin ekonomik aklının sonuçları olarak sanayileşme,
kentleşme ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan kentsel yoksulluk sorunlarının ‘sosyal
sorun’ olarak kabul gördüğü 19. yüzyılda çocukları korumaya dönük kurumsallaşma,
mevzuat düzenlemeleri ve mesleki gelişmelerde belirgin bir gelişme olduğu
görülmektedir. Bu çerçevede, 19. yüzyıla kadarki çocukların korunmasını hedefleyen
çalışmalar ‘modern öncesi’ dönem, kurumsallaşma sürecinde belirgin artışların olduğu
19. yüzyıl ise ‘modern çocuk koruma sistemin oluşum dönemi’ olarak tasnif edilecektir.
Son dönem olarak 20. yüzyıl ise çocuk koruma sistemin yaygınlaşması, çeşitlenmesi ve
ailenin desteklenmesinde artışla birlikte çocukları korumanın ‘sosyal devlet’in bir
parçası olarak ortaya çıkması olarak betimlenecektir.
2.2.1 Modern Öncesi Dönemde Çocukların Korunması
Bütün dinlerde yoksulluk, doğal felaketler ya da salgın hastalık gibi durumlarda
insanlara yardım edilmesi kuralı vardır.83 Ancak toplumsal sorunların büyümesi ve
83
Muslih Fer, “Muslih Fer’in Korunmaya Muhtaç Çocuklar Başlıklı Tebliği”, Feyyaz Gölcüklü (der.)
Korunmaya Muhtaç Çocuklar, İstanbul: İktisadi Araştırmalar Vakfı, 1970, s. 12-13. Fer, günümüz
46
bireysel yardımların yetersiz kalması karşısında hem mesleki kuruluşlar olarak loncalar
hem de dinsel kurumlar bu amaçla özel olarak örgütlenmeye başlamışlardır.
Yoksulluk ve yoksullukla mücadelenin aygıtları olarak ilk
sosyal politika
önlemlerinin ortaya çıktığı ülkelerin başında İngiltere gelmektedir. Bu ülkede
yoksulluğun yaygınlaşması ve yoksulluğa karşı önlemlerin geliştirilmesinde çok çeşitli
faktörlerin etkili olduğu görülmektedir. Yine görüleceği üzere İngiltere’de ortaya çıkan
yoksulluğun önemli bir nedeni de doğal felaketler ve hastalıklardır. Böylece, doğal
felaketler ve hastalıkların çözüm arayışında ortaya çıkan düzenlemeler ilk sosyal
politika önlemeleri olarak tarih sahnesindeki yerlerini almıştır:
“İngiltere’de ilk Fakirler Kanunu ulusal bir felaketten ötürü kabul edilmiştir.
1348’de veba veya Kara Ölüm denilen salgın, doğudan gelen gemilerdeki hasta fareler
vasıtasıyla İngiltere’ye gelerek, iki sene içinde bütün İngiliz nüfusunun üçte ikisinin
ölümüne sebep olmuştur. Bu durum derebeylerin topraklarında işçi kıtlığına sebep
olduğundan ücretlerde büyük bir artış göstermiştir. Büyük arazi sahibi Lordların baskısı
altında Kral III. Edward 1349 yılında İşçiler Statüsünü kabul etmek zorunda kaldı. Buna
göre sakat olmayan işçilerin çalışacak işleri bulunmadığı taktirde, kendilerini çalıştırmak
isteyen herhangi bir işverenin teklifini kabul etme ve kendi bölgelerini herhangi bir sebep
84
altında bırakamama zorunda idiler.”
Sosyal politika ve sosyal hizmetler tarihinde en önemli kamusal düzenlemelerin
başında yoksullar yasası/yasaları gelmektedir. İlk defa bu yasalarla yoksullar, ayrıntılı
bir sınıflamaya tabi tutularak, her gruba uygulanacak önlemler kanun yoluyla
belirlenmiştir.
“1601 kanunu fakirleri üç sınıfa ayırmıştır; birincisi çalışabilir yoksullardır ve
bunlar ıslah evlerinde veya çalışma evlerinde bir iş yapmaya zorlanıyorlardı. İkinci grup
yoksullar çalışamayacak hasta, yaşlı, kör, sağır ve dilsiz, topal, yatalak ve küçük çocukları
olan anneler gibi çalışmalarında engel bulunan kişilerdir. Bunlar aciz evlerine
gönderilerek sağlıklı yetenekleri içinde bazı işlerde kullanılıyorlardı. Son grup ise bakıma
muhtaç çocuklardır. Bu çocuklar ya yetim ya bulunmuş veya aileleri tarafından bırakılmış
veyahut çok fakir ailelerin çocukları idi. Bunlar bakımlarını bir ücret karşılığında kabul
modern çocuk koruma sisteminin iki tarihsel kökü bunduğunu belirtmektedir. Birisi ‘karşılıklı yardım’
diğeri de hayırseverliktir. İkincisi yani hayırseverlik, Eski Yunan uygarlığından beri varlığını
sürdürmüştür. Hayırseverlik özellikle tek tanrılı dinler, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dini ile birlikte
kurumsal bir kimlik kazanarak gelişmiştir. Ayrıca ilk Hıristiyanların yoksullara ve kimsesiz çocuklara
yönelik çalışmaları için bkz. Walter A. Friedlander, Sosyal Refah Hizmetine Başlangıç, Dil-Resan
Taşçıoğlu (Çev.), Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü
Yayınları, Sayı: 44, 1966, s. 13.
84
Friedlander, s. 18.
47
eden herhangi bir vatandaşın yanına veriliyorlardı. Eğer böyle bir aile bulunmazsa bu
durumda çocuk bakım için en az para isteyene verilirdi. 8 yaşından sonra çocuklar evlerde
ücret karşılığında çalıştırılabilirlerdi. Erkek çocuklar yanlarında çalıştıkları patronların
ticaret işlerine alıştırılır ve 24 yaşına kadar parasız çalışarak bu yaştan sonra kendi
başlarına yapabilirlerdi. Kızlar da evlerde hizmetçi olarak 21 yaşına kadar çalıştıktan
sonra çalıştıkları yerden ayrılır ve evlenirdi.” 85
İngiltere örneğinde de görüldüğü gibi özellikle ‘kimsesiz’ veya ‘terkedilmiş’
çocuklar modern öncesi ev işlerinde çalışmak üzere ailelere verilmektedir. Özellikle kız
çocuklarının ev içi işlerinde hizmetçi ya da geleneksel adlandırmayla ‘besleme’ olarak
kullanılmasının Osmanlı toplumunda olduğu gibi bütün modern öncesi toplumlarda
kullanıldığını görüyoruz.86 Doğu toplumlarında modern öncesi temel çocuk koruma
yöntemi çocukların aileler yanında korunması iken, çocukların ailelerinden bağımsız
olarak bakıldıkları ‘yetimhane’lere de rastlanmaktadır. Örneğin 14. yüzyılda dönemin
İlhanlı Devleti’nin başkenti olan Tebriz’de 110 çocuğun barındığı iki yetimhane
oluşturulmuş ve buralarda barındırılan çocukları meslek edindirilerek yetişmelerinin
sağlanmaya çalışılmıştır.87
Çocukluk içten içe modernitenin bir boyutu olarak sosyal politikanın, koruyucu
pratiklerinin gelişmesiyle ortaya çıkmaktadır. Çocuk refahını ilgilendiren mevzuatın
ortaya çıkması ve gelişmesi de tarih içinde çocukluğa yaklaşımların olumlu yönde
85
Friedlander, s. 21-22.
Batı toplumlarında bebek terklerinin esas olarak gayri meşru çocuklar sorunundan kaynaklandığı ve
bebeklerin henüz çalışamaması nedeniyle oluşturulan kurumlara yerleştirildiği bilinmektedir. Colin
Heywood 18. yüzyıla kadar bebek terklerine ilişkin yaygın bir ceza sisteminin olmaması nedeniyle bebek
öldürmelerinin de çok yaygın olduğunu, ancak zaman içinde bebek terklerinin kolaylaştırılması ve terk
bebek hastaneleri oluşturulması sonucu ölüm vakalarında azalma ortaya çıktığını belirtmektedir. Örneğin
gayri meşru çocuk büyütmenin neredeyse imkansız olduğu 15. yüzyıl Floransa’sında oluşturulan
Innocenti hastanesine kabul edilen ilk yüz bebekten yalnızca bir tanesi meşru evlilikten gelmektedir.
Heywood, s.96. Yine Heywood bebek öldürme konusunda gelenek ve yasalar arasındaki derin bir uçurum
olduğunu belirtmektedir. Öreğin İspanya’da 7. yüzyılda ilk yasak konmuş olması, Hıristiyanlığın bu
konudaki kurallarının 1000 yılında yasalara geçmesine rağmen 19. yüzyıl sonuna kadar bebek terk veya
öldürmelerine çok yaygın olarak rastlanmaktadır. Heywood, s. 88.; Korunmaya muhtaç çocuk veya
bebeklere yönelik bir kurumun henüz söz konusu olmadığı 19. yüzyıl ilk yarısına kadar Osmanlı
toplumunda ise üç yaşına kadar çocukların bakılmak üzere aileler yanına verildiği görülmektedir.
Abdurahman Kurt, “Tanzimat Döneminde Koruyucu Aile Müesseseleri”, Sosyo-Kültürel Değişme
Sürecinde Türk Ailesi 2, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1992, s. 550.
87
Osman G. Özgüdenli, “XIV. Yüzyıl Başlarında Tebriz’de İki Yetimhane”, Savaş Çocukları- Öksüzler
ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut
Kağıtçılık, 2003, s. 161-181.
86
48
gelişmesinin yansımalarıdır.88 Diğer bir deyişle, ‘çocuklara ilginin’ artması çocuk
koruma sistemin gelişmesi sonucu ortaya çıkmıştır.
Batı tarihinde 17. yüzyıldan itibaren aile ve toplumdaki değişime bağlı olarak
olarak çocuklara karşı tutumlarda değişimler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde
ev ve iş mekanları arasında henüz kesin ayrımlar yoktur; ancak sanayileşme ve
kentleşmeye bağlı olarak sınıflar arasında ayrışma hızlanmaya başlamıştır. Bu ekonomik
ve sosyal dönüşümde hızlanma ya da ‘modernleşme’, değişmeyen geleneksel düzende
de çözülmeler yaratmaya başladı. Parton bu sürecin kişi-cemaat ilişkilerini zayıflatırken,
kişilerin aile üyeleri ile bağını daha duygusal temelde güçlendirdiğini belirtmektedir.
Dolayısıyla aile ortamı giderek daha önemli bir ‘sosyal çevre’ olmaya başlamıştır. Dış
dünyada ortaya çıkan risklere karşı aile üyeleri daha çok aile merkezli savunma
durumlarına geçmiş ve aile, süreç içinde sadece üyeleri için özel önemi ve anlamı olan
‘özel alana’ dönüşmüştür. Aynı süreçte çocukların yetişkinlerin dünyasından daha çok
çekilmesi anlamına gelen ‘okullaşma’ süreci de hız kazanmıştır. 18. ve 19. yüzyıldan
itibaren gelişen seküler bakış açısı da, o dönem sanayileşmenin yarattığı ağır çocuk
emeği ve yoksulluğunun görünür olmasında etkili bir faktör olmuştur. Ancak yine de
19. yüzyıla kadar çocukların korunmasında hâlâ baskın olan patriarkal aile sistemidir. 89
Özellikle 18. yüzyıldan itibaren kentlerde biriken işsiz ve yarı köylü kitlenin
çocuklarının
kente
farklılaşmalar yarattı.
entegrasyonu
90
ile
ilgili
tartışmalar
çocuklara
yaklaşımda
Kentsel yoksulluk sorunun bir çözümü olarak, ailelerince
bakılamayan, terk edilen ya da kendileri evi terk eden çocuklara, ‘başkaları’ bakmak
durumunda kalmaya başladı. Clark’ın da belirttiği gibi ‘başkalarının’ çocuklarına,
yaşlılarına ya da özürlülerine kamusal sorumluluk gereği bakmak, insanlık tarihinde
aslında çok eskilere gitmez. Modernleşmenin iki başat veçhesi olarak sanayileşme ve
88
Carol Hayden, State Child Care Practice: Looking after Children? Philadelphia, PA, USA: Jessica
Kingsley Publishers, 1999, s. 15
89
Nigel Parton, Safeguarding Childhood, Early Intervention and Surveillance in Late Modern
Soceity, Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2005, s. 9.
90
Harry Hendrick, “Construction and Reconstructions of British Childhood: An Interpretive Survey, 1800
to the Present,” Constructing and Reconstructing Childhood: Contemporary Issues in the
Sociological Study of Childhood içinde, Allison James ve Alan Prout (edt.), Londra: Falmer Press, 1997,
s. 35-62.
49
kentleşmenin ilk olarak ortaya çıktığı Batı dünyasında, ‘başkalarının’ çocuklarına kamu
tarafından kurumsal bakım hizmetleri verilmesinin yaygınlaşması 19. yüzyılın ikinci
yarısında ortaya çıkmıştır. Ancak hiç şüphesiz her toplumsal kurumun olduğu gibi
sosyal bakım-refah kurumlarının da öncülü sayılabilecek ilk uygulamalar, modernite
öncesinde dağınık ve kısa süreler için de olsa ortaya çıkabilmektedir. John Clark91 19.
yüzyıl öncesinde, kişilerin bakım ve destek ihtiyacı duyması durumunda temel olarak üç
kaynaktan yardım alabildiklerini belirtmektedir. Birincisi kişilerin kendi aile ya da yerel
cemaatlerinden yardım almasıdır. Ailenin korunmaya muhtaç kişilere yardım ve bakım
vermesi, bilinen en eski ve evrensel yöntemdir. Özellikle İngiltere başta olmak üzere
Batı Avrupa toplumlarında yoksulların başvurabileceği ikinci bakım ve yardım yolu,
Yoksullar Yasası’na dayalı olarak hizmet veren yerel (parish) merkezlerdir. Bu
dönemde yoksulların yardımlarla kendi kendilerini geçindiremeyecek düzeyde bir
düşkünlük
içinde
olması
durumunda
gönderildikleri
kurumlar
çalışmaevleri
(workhouses) oluyordu. Üçüncü alternatif ise dini hayır kurumlarıdır. Dini hayır
kurumları,
düzensiz
ve
geçici
hizmetler
vermekle
birlikte
zaman
içinde
çalışmaevlerinden farklı olarak yetimhane, özürlü bakım evleri ve yaşlı bakım evleri
gibi uzmanlaşmış kurumsal hizmetler de vermeye başlamıştır. Bu hizmetlerin tümü
modernleşmenin bu ilk dönemlerinde eşzamanlı olarak çeşitli sivil ve kamu
kurumlarınca verilmektedir. Devletin muhtaç kesimle ilişkisinin formel bir şekil almaya
başlaması ile oluşan kurallar ve kurumlar dizgesi sonucu yeni bir alan ortaya
çıkmaktadır. Genel olarak ‘sosyal alan’ olarak tanımlanan92 bu alan, devletin örneğin
dilenciler, sokakta yaşayan ya da çalışan çocuklar, serseriler vs. gibi kamusal düzeni
bozan unsurları ‘düzenden ayırmanın’ ya da izole etmenin araçları olan yasaklayıcı
91
John Clark, “The Comfort of Strangers: Social Work in Context,” A Crisis in Care? Challanges to
Social Work, John Clark (edt.), London: Sage Publications, 1993, s. 5-6.
92
Genel olarak Batı tarihinde ve özel olarak Fransız sosyal tarihinde, “kamu alanı” “özel alan” ilişkisinin
kurumsal şekil alması ya da “özel alan” olarak ailenin devletin müdahalesi sonucu biçimlendirilmesi
çabaları sonucu oluşan prosedür ve tekniklerin oluşturduğu alanı tanımlamak üzere Donzelot’un
geliştirdiği bu tanımlama için bkz. Jacques Donzelot, The Policing of Families, Baltimore and London:
John Hopkins University Pres, 1997.; Ayrıca Foulcault’nun modern devleti nüfus devleti anlamında
‘yönetimsel devlet’ olarak tanımlayan, modern devletin örgütlenmesinde esas hedefin nüfusun üretici
kapasitesini ortaya çıkarmak olarak belirleyen devletin sosyal kurumlarının örgütlenmesinin kavramsal
karşılığı olan ‘sosyal alan’ kavramının Osmanlı bağlamında bir kullanımı için bkz. Nadir Özbek,
“Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘sosyal yardım’ uygulamaları, 1839-1918” Toplum ve Bilim, no. 83,
1999/2000, s. 120.
50
polisiye tedbirler olabileceği gibi, korunmaya muhtaç kesimlere bakımı esas alan yatılı
ya da gündüzlü merkezleri de kapsayacaktır.
Jacques Donzelot
ise modern öncesi (ancien régime) dönemde yoksullara
yönelik üç tür yardım yöntemi tespit etmektedir: Genel hastaneler ve başıboş kişiler için
düşkünlerevi (almshouse), dilencilere verilen sadakalar ve yerel kiliseler etrafında
örgütlenmiş ve ‘hakkeden yoksullara’ (proud poor) yardım eden hayırsever dernekler.
Ancak her üç yöntemin de yoksullukla mücadelede etkisiz oldukları kabul edilmektedir.
Ancak Donzelot’a göre düşkün evleri ve hastaneler gerçek yoksulluğu, yoksulları
sığınıklara tıkayarak gizlemektedir.
Bireysel esaslı sadakalar da aynı tuzağı
içermektedir; gerçekte kişinin yoksulluğu değil, veren kişinin inayeti ve düşüncesi ön
plandadır. Bu tür hayırseverlik gerçek yoksulun ortaya çıkmasını da engellemektedir.93
Bu dönem ortaya çıkmaya başlayan filantropistler ise tek taraflı ‘vermek üzere’ kurulu
hayırseverliği eleştirerek
iki sınıf arasında ilişkinin kurulması anlamına da gelen
yöntemi yani ev ziyaretleri ve nasihatler (advice) yoluyla, kişilerin toplumsal ve politik
sürece aktif katılmasını teşvik etmeye başladılar. Yeni ilişki tarzında yardımın
öncelikleri de değişmeye başlamıştır; örneğin çocuklar yaşlılardan daha öncelikli
olmaya başlamıştır.94 Ancak ‘moral destek’
93
(moralization) olarak isimlendiren bu
Donzelot, s. 58-59.
Donzelot, s. 66. Donzelot hayırseverlik ile filantropi arasında belirgin ayrışmalar olduğunu
belirtmektedir. Ona göre, filantropide armağan (gift) verme yerine nasihat (advice) verme ön plandadır,
yaşlılar yerine çocuklara yardım etmek önceliklidir ve erkeklere değil kadınlara yönelik çalışma esastır.
Hayırseverlik ise bu anlayışa uzaktı; hayırseverlik aşırı ve görsel olan sefaletin dindirilmesi ile uğraşırdı
ve amaç sefalet içinde olan kişiye yardım ederek yardım edenin bireysel vicdanının rahatlatılmasıdır.
Cunningham da 19. yüzyıl ortalarından itibaren ortaya çıkan ve çocukların korunması çalışmalarında
merkezi yer alan, terk edilmiş veya kimsesiz korunmaya muhtaç çocuklara yönelik ‘yetimhaneler’ açıp
işleten, kreş ve okullar açan, yoksul göçmenlere yönelik ev ziyareti esaslı çalışmalar örgütleyen
filantropistleri, 18. yüzyıl ve öncesinde baskın olan ve dini saiklerle örgütlenen hayırseverlik
çalışmalarından ayırmaktadır. Ona göre hayırseverlik anlayışında yoksul kişiye armağan verme
eyleminde, veren kişi öncelikle kendi uhrevi kurtuluşuna katkı yapardı. Özellikle Avrupa’da örgütlenen
bu hayırsever örgütler Hıristiyan cemaatlerindendi. Bkz Cunningham, s.134-135.
“International
Encyclopedia of Social Sciences’ isimli ansiklopedinin ‘philanthropy’ maddesinde ise, ‘filantropi’ ve
‘hayırseverliğin’ (charity) birbirinin yerine de kullanıldığını; ancak hayırseverliğin yoksullarla ilişkisinde
‘verme’ rolünde daha ‘küçültücü’ (derogatory) imaları olduğunu belirtmektedir. Bunun yanında, gelişen
modern yardım çabalarının sadece bireyin acılarını dindirmek değil, kişinin aile ve toplumla sağlıklı
bağlar kurmasını hedefleyen bütünlüklü çalışmalar şeklinde bir eğilime girdiğini, bunun da eski bireysel
yardımdan farklı olması nedeniyle ‘filantropi’ terimin daha uygun olduğu belirtilmektedir. Filantropi
laissez-faire liberal toplumlarının birey özgürlüğüne daha geniş yer ayıran, devlet karışmacılığını
sınırlayan ve diğer bütün bireysel özgürlükleri gözetleyen çalışmalar demeti olarak ortaya çıkmaktadır.
Buna göre modern filantropi, kökenleri modern öncesi dinsel hayırseverlikte olan ancak yüzyıllar içinde
değişip dönüşerek, çeşitli mesleki beceri ve bilgilerle donanarak zaman içinde ‘sosyal hizmete’ dönüşen
94
51
dönemde filantropistlerin aile ile ilişkilerinde ortaya konan ‘kurallara uymak’ kişilerin
ahlaki ve vicdani kanaatlerine dayanmaktadır; çünkü bu dönemde henüz çocukları
koruyan ve uyulması zorunlu yasal düzenlemeler yoktur.
Filantropinin bu yeni çalışmasında öncelikle aile ziyareti, evde görüşme,
tavsiyelerde bulunma ve ancak gerekli görülürse maddi yardımda bulunmak esastır.
Böylece sokakta karşılaşılan “kötü görüntüler” için de kişilere yardım yapma üzerine
kurulu ‘hayırseverlik’ anlayışı değişmeye başlamıştır. Hayırseverlik anlayışının
değişmesinin en önemli nedeni sokaktaki kişinin görüntüsünün ‘suni bir yoksul’
görüntüsü yaratabilmesi ve aldatıcı olmasıydı. Filantropistlerin yardım anlayışında yeni
olan bir başka unsur da yapılan yardımın bireyden çok ailenin rehabilitasyonunu
hedeflemesidir. Bu şekilde ailenin otonomisi ve ailenin kamusal alanla ilişkisi de
sağlanmış olmaktadır.95 Hayırseverlikte bir defaya mahsus, kişiyi esas alan, ‘dilenen’
ya da yardım alan kişinin aldığı yardımı, aile sisteminin daha sağlıklı işlemesine yönelik
olarak kullanmasının anlaşılması mümkün değildir. Oysa aile üyeleri ile görüşme, takip,
nasihat ve maddi desteklerin bütün aileye ama öncelikle zayıf öğeler olarak çocuklar
lehine kullanılması filantropistlerin yeni anlayışıdır.
Donzelot, 18. yüzyılda çocukların terk edilmesinin hâlâ çok yaygın olması
yanında, bu çocuklardaki ölüm oranının da çok yüksek olduğunu belirtmektedir. Bu
nedenle söz konusu dönemde çocuk koruma çalışmalarının yönelimi önemli oranda bu
çocuklar üzerine yoğunlaşmaktadır. Donzelot’nun tabiri ile ‘devlete faydalı hale
getirilmesi’ için devlet tarafından açılan ‘terk edilen bebekler hastaneleri’ne bırakılan
çocukların %90’ı yaşamlarını buralarda yitiriyorlardı. Ayrıca çocuklara devlet
tarafından çok masraf yapılması ve buna rağmen ölmeleri dönem içinde şikâyetlere de
sebep olmaktadır.96 18. yüzyılda, özellikle Fransa’da, bakıcı kadınların çoğu kırsal
bir seyir izlemiştir. Özellikle 19. yüzyıl ortalarından itibaren kentsel alandaki yoksullukla mücadelede
filantropi artık bir sosyal planlama öğesi haline gelmiştir. Filantropi’nin tarihsel gelişimi için bkz. Ailen
D. Ross, ‘Philanthropy,’ International Encyclopedia of Social Sciences, The Macmillan Company &
The Free Pres, C. 10, 1968, s. 72-80
95
Donzelot, The Policing of Families, s. 69.
96
Donzelot,The Policing of Families, s. 9.; Harry Hendrick, çocukluğun toplumsal olarak inşasında
önemli bir diğer faktörörün toplumsal hijyen teknolojisinde gelişme ve okul yaşı çocuklarının sağlıklı
büyümeleri için okul klinikleri gibi çocuklara verilen sağlık hizmetlerinin yaygınlaşması olduğunu
belirtmektedir. Bu çalışmalar sonunda bebek ve çocuk ölümlerinde önemle azalmalar sağlanmıştır.
52
kesimden gelen yoksul kadınlardır ve bu kadınların çocuk bakımı konusunda özel bir
becerisi yoktur. Bu nedenle çok sayıda çocuğa karşı ihmal ve istismar vakası ortaya
çıkmıştır ve devlet ailelere yönelik iki önemli eğitsel müdahale geliştirdi.97 Özellikle
aile doktorları kanalıyla yaygınlaşan eğitimin ve çocuk bakımı, ev hijyeni gibi konuların
yaygınlaşması sonucu ailelerin, özellikle annelerin geleneksel, atadan kalma yöntemleri
kullanması azalmıştır. Buna ek olarak aile içinde merkezi konumda olan kadınla işbirliği
kurularak aile içine ulaşılmıştır. Son olarak doktorlar, aileyle olan bu ilişkileri
sayesinde, bütün eski eğitim yöntemi, dinsel hurafeler ve menfi yatılı okul pratiklerine
karşı uğraş verdiler.98
Donzelot eski rejim döneminde ailenin en küçük politik birim olduğunu
belirtmektedir. Bu dönemde aile üyeleri yani anne, baba ve çocuklar arasında bir
bağımlılık olduğu ve bu bütünlüğü babanın temsil ettiğini ileri sürmektedir. Toplumsal
düzen, aile üyesi bireylerin aile reisinin otoritesine karşı, aile reisinin devlete karşı ve
aile reisinin de aile üyelerinin davranışlarından sorumlu olması esasına dayanmaktadır.
Dolayısıyla bir aileye ait olmamak yani bir destekten yoksun kişi olmak, ‘toplumsal
düzen’ için bir sorun teşkil etmektedir. Bunlar herhangi bir bağa sahip olmayan; evi
olmayan, toplumsal düzenle hiçbir düzeyde ilişkisi olmayan serseri ve dilenciler
tabakasını teşkil ederler. Bir aileye yani koruyucuya sahip olmadıklarından, ihtiyaçlarını
karşılayacak kimse yoktur; aynı zamanda onları toplumsal düzen içinde tutacak bir
ilişkileri de yoktur. Bu durumda insanlar, karşılıksız yardımı esas alan hayırseverlik ve
dilenciliğe bağımlıdırlar. Diğer bir yol ise devletin kamu düzenini sağlamak ve başıboş
dolaşmaktan alıkoymak amacıyla bu kişileri ‘genel hastaneler’ ve ‘yoksul evleri’nde
kapatmasıdır.99 Ancak 18. yüzyıl boyunca bir aile bütünlüğü söz konusu olduğu
durumlarda, devletin yoksul kesimlerle yardım veya eğitim ilişkisi aile reisleri
üzerinden gerçekleşmiştir. Dolayısıyla toplumsal düzen esas olarak aile otoritesi
Hendrick, s. 21.
97
Batı tarihinde bebeklerin beslenmesinde yaygın olarak karşılaşılan bir diğer kurum da ‘sütanneliği’dir.
Colin Heywood 18. yüzyılda görülmeye başlanan bebek ve çocuk bakımına yönelik modern yaklaşımlara
rağmen süt annelik geleneğinin hem Avrupa hem de Amerika’da 20. yüzyıl ortalarına kadar kabul
gördüğünü belirtmektedir. s. 80.
98
Donzelot, The Policing of Families, s. 19.
99
Donzelot, The Policing of Families, s. 49.
53
kanalıyla sağlanırken, ailelerin dağıldığı ve aile otoritesinin ortadan kalktığı durumda
devlet otoritesi bu kişileri büyük kurumlarda toplayarak düzeni sağlamaya çalışmıştır.
2.2.2 19. Yüzyılda Modern Çocuk Koruma Sistemine Doğru Eğilimler:
Kurumsallaşma, Çalışma Hayatının Düzenlenmesi, Okullaşma,
Çocukların Aile İçinde Korunması ve Meslekileşme
1500’lerden itibaren 1900’lere kadar geçen dört yüzyılda çocukluğun tarihinde
ve özellikle çocukların aile içindeki rolünde çok büyük dönüşümler yaşanmıştır.
Avrupa’daki çocuk yoksulluğunu 1500–1750 ve 1750–1860 dönemlerinde inceleyen
Cunningham’a göre her iki dönemde de genel yoksul nüfusu içindeki çocuk oranı çok
yüksektir. Bu oran %42 ile %53 arasında değişmektedir. Her iki dönemde de gönüllü ve
devlet kurumları yoksullukla mücadele ederken, ikinci dönemde merkezi devlet
kurumlarının daha çok sorumluluk almaya başladığını vurgulamaktadır. Ancak her iki
dönemde de olan iki ortak yan var. Birincisi yoksul çocuklar, evlilik içi ya da dışı olsun,
ebeveynleri
tarafından
bakılmıyor
ya
da
bakılamıyor
ve
‘yetimhanelere’
yerleştiriliyordu. İkincisi, her iki dönemde de çocukların okula gönderilmesi için artan
bir ivmeyle çaba sarf ediliyordu.100 Bu sürecin devamı olarak 19. yüzyıl sonuna doğru
çocukların çalışma koşullarının düzenlenmesi ve çocuk çalışmasının sınırlanması
sonucu çocuklar ekonomik olarak ‘değersiz’ ama duygusal olarak ‘paha biçilmez’
varlıklara
dönüşmüşlerdir.101
Bunu
sağlayan
önemli
bir
faktör
çocukların
okullaşmasındaki artış ve eğitimde standardizasyonun sağlanmasıdır. Standardizasyon
çocukların süreç içinde ‘ulusun çocukları’ olarak kabul edilmesi ve çocukların zorunlu
ilköğretime katılımının genişletilmesini de sağlamıştır. Bu süreçte ortaya çıkan yeni
anlayışta, çocukların öncelikle aileleri içinde kalması ve orada istismardan korunması ve
ailelerin eğitim ve diğer sosyal yardımlarla desteklenmesi anlayışı gelişmeye
başlamıştır.
Modernitenin
paradoksal
yapısı,
çocukluğun
korunmasına
ilişkin
kurumsallaşmada da görülmektedir. 19. yüzyıl boyunca modernitenin yarattığı
yoksulluk ve onu önlemeye dönük çabalar böylece, ilk defa çalışma yaşamında
çocuklarını koruyan yasal düzenlemeler, bütün çocuklar için zorunlu ilköğretim ve
100
Cunningham, s. 123.
Harry Hendrik, Children, Childhood and English Society, 1880-1990, Cambridge: Cambridge
University Press, 1997, s. 9-10.
101
54
çocukları ebeveyn şiddetine karşı korunması için yasal düzenlemelerle hayata geçmiştir.
Bu çabalara bağlı olarak ‘çocukluğun’ daha belirgin olarak ortaya çıktığını görmekteyiz.
Bu çabaların 19. yüzyıl boyunca gelişimlerini dört kategoride değerlendireceğiz.
Bunların birincisi çocukların korunmasında kullanılan ‘kurumsallaşma’ serüveninin
geçirdiği değişimlerdir. İkinci koruyucu önlemler, çocukların çalışma hayatının
olumsuzluklarına karşı korunması ve süreç içinde çalışma hayatından çekilmesine
ilişkin yasal ve idari düzenlemelerdir. Üçüncü önlemler demeti, çocukların eğitimi ya da
okullaşmasını yaygınlaşmasıdır. Son kategori ise çocukların aile içindeki sömürü,
istismar ve şiddete karşı korunmasına yönelik düzenlemelerdir. Bütün bu süreçlerin
sonunda ortaya çıkan ‘sosyal hizmet’ mesleği ise tamamlayıcı bir unsur olarak ayrı br
kategori şeklinde ele alınacaktır.
19. yüzyıldaki aşağıda belirtilen kurumsal reformların ortaya çıkması, kentselsanayi toplumunun gerektirdiği sosyal düzen ihtiyacının da bir gereğidir. Sanayi ve
diğer üretim faaliyetinin kentlere yığılması, sorunlu ya da sorunsuz nüfusun önemli
oranda kentlere yönelmesi burada bir düzen sorununu ortaya çıkarmıştır. Kentsel
merkezli bu yeni düzene uygun insanlar, yani ‘işe uygun’ insanlar yanında, yeni kentsel
düzene uygun olmayan ya da ‘iş yaşamı’ dışında kalan büyük bir kesim de ortaya
çıkmıştır. Kentsel sosyal dokudaki bu karmaşa karşısında sosyal bilimciler yoğun kent
çalışmaları yaptılar. Bu çerçevede, normal-anormal, düzen-düzensizlik, normal aileanormal aile gibi ikilikler, 19. yüzyıl sosyal bilim çalışmalarının içinden üretilen
kavramlar olmuştur. John Clark söz konusu yeniden yapılanma süreci içinde iki önemli
faktörün ortaya çıktığını ileri sürmektedir: Kurumsal yapılanma tiplerinde hızlı bir
çeşitlenme ve farklı kurumsal yapılara uygunluğu değerlendirmek için yoksul ya da
muhtaç insan gruplarının tasnifinde çok daha fazla bilimsel sınıflama ilkelerinin
kullanılmaya başlanması.102 Bu durum yukarda belirttiğimiz ikilikler çerçevesinde
insanların ayrıştırılmaya başlandığını göstermektedir. Bu dönemde, günümüz sosyal
refah-sosyal hizmet yaklaşımlarında önemli bir tortu olarak etkisini hâlâ sürdüren;
sorunluları tecrit etme, toplumu sorunlulardan koruma anlayışına imkân tanıyan büyük,
hapsedici ve kişileri toplumdan izole ederek tedaviyi öngören total kurumlar ortaya
102
Clark, s.10.
55
çıkmıştır.103 Sorunluları ve dolayısıyla sorunları bir araya getirerek toplumdan
uzaklaştıran, toplumu ‘sorunsuz’ alan olarak korumaya çalışan bu anlayış; sorunlu
gruplar için de sorun tanımına bağlı olarak ayrı kurum tipleri yaratmıştır. Bu yaklaşımın
bir sonucu olarak çalışmaevleri, yetimhaneler, yoksulevleri, hapishaneler, tedavi
merkezleri, yatılı çocuk bakım ve eğitim evleri ortaya çıkmıştır.104 Görüldüğü üzere,
modernitenin ya da sanayileşmenin ilk dönemlerinin yarattığı kentsel sosyal sorunlara
karşılık kamunun geliştirdiği ‘bilimsel’ ilkelere dayalı kurumsal yanıt, ‘sorunları’ ve
‘sorunluları’ toplumdan izole ederek, bir araya toplayarak tedavi etmek, bakım vermek
ve bu amaçla büyük hapsedici kurumlar yaratmaktır. Modernitenin yayılmasına paralel
olarak gelişen ‘yönetimsellik’ koşullarında, hukuk ve sosyal kurumların oluşturduğu
alanda yeni bir ‘modern söylem’ de oluşmaya başladı. Bu dönemde özel alan olarak aile
ve devletin ilişkilerini tanımlayan ve ebeveynler karşısında yetkilerle donanmış doktor
ve sosyal hizmet uzmanlarının varlığı ile sembolize edilen ‘melez bir alan’ olarak
‘sosyal alan’ oluşmaktadır. Sosyal alanın ortaya çıkmasında en önemli etken 19. yüzyıl
sonlarında ihmal ve istismar edilen çocukları korumak üzere devreye giren, ailelerle
çalışan ‘filantropist’ kurum ve kişilerin yaygınlaşan çalışmalarıdır. Modern sosyal
hizmetin başlangıcı olarak kabul edilen ‘filantropistlerin’ ailelerin durumunu yerinde
tespit etmek üzere ‘aile ziyareti’ yapmaları yeni bir durumdur. Geçmişte bu durumlarda
ailenin özel alanına girilmez ve ihtiyaç sahiplerine sadece ayni veya nakdi yardımlar
yapılır, kişiler aile dışında ‘total’ kurumlarda barındırılır ya da ‘çalışma evlerine’
yerleştirilirdi. Nigel Parton özellikle Donzelot’nun çalışmaları sonrasında bu
dönüşümün ‘sosyal alanın’ oluşması olarak tanımlandığını belirtmektedir.105
Bu
dönüşümde belirgin olarak iki gelişme söz konusudur; birincisi, daha sonra sosyal
hizmet uzmanı olarak tanımlanacak bir meslek grubu olarak ‘filantropistlerin’ çocuk
103
19. yüzyılda yoksulları düzen içinde tutma amacıyla oluşturulan kurumları inceleyen Eric H.
Monkkonen, bu kurumların ihtişamlı olmasına özellikle dikkat edildiğini belirtmektedir. Büyük ve
toplumdan dışlanmayı da sembolize eden bu büyük kurumlar yaklaşımından 20. yüzyılda uzaklaşılmaya
başlanmıştır. Bkz. Eric H. Monkkonen, “Nineteenth Century Institutions: Dealing With the Urban
‘Underclass,’” “Underclass” Debate – Views From History içinde, Michael B. Katz (edt), Princeton:
Princeton University Press, 1993, s. 334–365.
104
Clark, s. 6.
105
Nigel Parton, “Problematics of Government’, (Post) Modernity and Social Work,” British Journal of
Social Work, 24, 1994, s. 16.; Harry Ferguson, Protecting Child in Time: Child Abuse, Child
Protection, and the Consequences of Modernity, VA, USA, Palgrave Macmillan, 2004, s. 17.
56
koruma alanında yaygın bir şekilde görevler alması, ikincisi ise söz konusu çalışmanın
bürokratikleşmesidir.
Batıda terk edilen çocuklara yönelik kurum açma geleneği 16. yüzyıla kadar
gitmekle birlikte,106 1830’larda itibaren her yaş ve ihtiyaç grubu çocuklar için çok
yoğun bir kurumsallaşma görülmektedir. Örneğin 1850 yılına varıldığında korunmaya
muhtaç çocuklar için sadece New York kentinde 27 özel ve kamu kurumu kurulmuştu.
Ülke çapında ise, 1851 yılında 77 olan kurum sayısı 1880 yılına gelindiğinde 613’e
ulaşmıştı. Takip eden yirmi yılda da 474 yeni kurum ilave edildi bu sayıya. 1910 yılında
1.151 kurumda ihmal edilen, suça karışan ya da bakıma muhtaç toplam 150.000
korunmaya muhtaç çocuk kurumlarda bakılmaktadır. Kanada’da 1891 yılında kırkın
üstünde yetimhane 3.827 çocuk bakılmaktadır. Aynı dönemde İrlanda’da yaşanan büyük
açlık sonrası 1850 yılında 120.000 çocuk barındırıldı. Bu dönem açılan yetimhane ya da
suçlu çocuklar için açılan merkezlerde kalan çocukların çocuklarının üçte ikisinin her
iki ebeveyni de sağdır. Ayrıca suça karışan çocuklar için açılan merkezlerdeki çocuklar
da çok karmaşık bir profil sergilemektedir.107
19. yüzyılda çocukların korunmasını hedefleyen çok çeşitli alanlarda kurumlar
oluşturulmuştur. Bu kurumsallaşma ihtiyacı olan bütün çocukları kapsamasa da, parens
patriae yani ‘devletin çocukların nihai ebeveyni’ olduğu anlayışının nasıl hayata
geçirileceğini ortaya koymuştur. Bu kurumların başında, ebeveyn otoritesine karşın
çocuğun korunmasını hedefleyen ve 1875 yılında New York’ta kurulan “The Society for
the Prevention of Cruelty to Children” (Çocuklara Karşı Yapılan Zulmü Önleme
Derneği) gelmektedir. Bu dernekler, çocuklarının anne ve babası karşısında korunma
hakları olduğu ve bu hakları korumak için kamu otoritesinin gerekli olduğunu
göstermişlerdir.108 Kamunun 19. yüzyıl sonuna doğru çocukların korunmasına olan
ilgisinde bir artış olduğuna dair bir gösterge de gönüllü kuruluşların sayısının artmasıdır.
İngiltere’de ‘kimsesiz ve yetim’ çocuklara yatılı hizmet veren ilk sivil kurumlardan olan
Dr. Barnardo’s (1870), National Children’s Home (1869) (Milli Çocuklar Yuvası) ve
106
Safley, s. 2.
Cunningham, s. 147.
108
Hawes, s. 13.
107
57
the Catholic Children’s Society (1887) (Katolik Çocuklar Derneği) gibi sivil örgütlerin
ortaya çıkması bu ilginin sonuçlarıdır.109
Bir kuzey ülkesi olan Finlandiya’da ise 19. yüzyıl öncesinde çocuklara yönelik
kurumsal bakım bir istisna teşkil ederken, 20 yüzyıl başına kadar KMÇ’a yerel otoriteler
ile aralarında imzalanan bir kontratla ve geçici sürelerle belirli aileler ya da ‘açık
arttırma’ ile çocukları kiralayan aileler bakardı. 1891 yılında çocukların açık arttırma
ile kiralanması yasaklanmış olmasına rağmen, bu pratiğin fiilen 1910 yılına kadar
sürdüğü görülmektedir.110 İlk çocuk yuvaları ve yetimhaneler ise 1850’li yıllarda
‘hanım’ dernekleri (‘ladies’ societies) tarafından bütün ülkede açılmaya başlanmıştır.
1860’lı yıllarda Finlandiya’da yaşanan büyük açlık sonrasında sokaklara terk edilen,
dilenen ve suça karışan çocuk sayısında ortaya büyük artış sonrasında kışla tipi büyük
‘yuvalar’ açılmaya başlandı. Bu büyük dalga esas olarak ‘filantropik’ dernekler
öncülüğünde gerçekleşirken, Finlandiya’da yerel kamu otoriteleri tarafından ilk çocuk
yuvası 1881 yılında açıldı. İkinci büyük çocuk yuvası açılma dalgası ise 1928 yılındaki
iç savaş sonrasına denk gelmektedir. İç savaşta binlerce yetim ve terk çocuk vakası
sonucu 14.000 çocuğun yetim kaldığı ve 2.000 çocuğun da suça karıştığı için
‘ıslahevine’ yerleştirilmiş. Bu süreçte açılan 183 çocuk yuvasından 61’i gönüllü
filantropistler tarafından işletilmektedir. 111
Eyalet ve bölgelere dayalı bir federal yönetime sahip olan Kanada’da ise çocuk
refahı hizmetleri ve mevzuatı eyalet düzeyinde belirlenmektedir. Bu eyalet ve bölgeler
de tarihsel olarak İngiltere ve Fransa’dan etkilenerek şekillenmektedir. Bu nedenle
İngiliz ‘Yoksullar Yasaları’nın etkisi altında evsizlere barınak ya da yetimhaneler
açılması gibi uygulamaları 1600’lı yıllara kadar izlemek mümkün olmakla birlikte,
Kanada’da modern çocuk koruma çalışmaları ‘çocukları koruma’ faaliyetlerinin ortaya
109
Carol Hayden ve diğerleri, s. 20
Martti Kemppainen, “Residential Child and Youth Care in Finland,” M. Gottesman (edt.), Residential
Care: An International Reader içinde, London: Fice International, 1991, s. 146.
111
Kemppainen, s. 146. ; Toplumsal yaşamda bir olgunun bilinmesi ya da bilgisine vakıf olunması ile o
olgunun değiştirilmesi arasında genellikle bu örnekte görüldüğü gibi belirli bir zaman geçmektedir. Aynı
şey Türkiye’deki ‘besleme’ kız çocukları, sokaklardaki çocukların korunması olgusunda da
görülmektedir.
110
58
çıkması ile nitelenen 1800’li yılların ortalarında başlamıştır. Bu çerçevede ‘kimsesiz ve
yetim’ çocuklar için ilk ‘sanayi okulu’ 1837 yılında Toronto’da açılmıştır.112 Kanada’da
1600’lı yıllarda başlayan çocuk koruma faaliyetleri 19. yüzyıl başından itibaren yaygın
gönüllü ‘filantropist’ örgütlenmelerin etkisiyle belirgin olarak etkili olmaya başlamıştır.
Ancak hâlâ bu örgütlerin çoğu dönemin dini örgütlerinin desteği ve etkisi altında
çalışmaktadır. 1850 ve 1900 yılları arasında bu örgütler tarafından ülke çapında çok
sayıda ‘çocuk yuvası’ ve ‘yetimhane’ hizmete açılmıştır. Bu ilk dönem yuvalarda esas
olarak çocuklara bir meslek edindirilmesi hedeflenmiştir.113
Kısacası 19. yüzyılı çocuk koruma tarihinde aynı zamanda ‘kurumların
oluşturulması çağı’ olarak da tanımlamak mümkündür. 1870’lerin sonunda ABD’de
kurulan çocuk koruma derneklerin sayısı 34’e çıkarken, diğer ülkelerde de 15 dernek
kurulmuştur.114 Bu dernekler özel derneklerce kurulmuş ancak devlet tarafından finanse
edilen bir yapıdadır. Devlet ve filantropi örgütlerinin işbirliği içinde çalıştığı ilk örgütler
bu derneklerdir.115 Çocuk koruma sisteminin ortaya çıkması ve kurumsal bir nitelik
kazanması, toplumsal yapıdaki dönüşüme bağlı olarak gelişmektedir. Nigel Parton da
çocuk koruma sisteminin ortaya çıkmasını, toplumun doğasında önemli dönüşümün
yaşandığı, modern toplumun genişlediği 19. yüzyılın ikinci yarısındaki toplumsal
koşullarda aramaktadır. Bu koşuların en önemlisi hızlı bir nüfus artışı, bu nüfusun
kentlerde toplanması, 14 yaş altı çocuk nüfusun toplam nüfus içindeki oranının
%30’larda seyretmesi ve bebek ölüm oranlarının çok yüksek olmasıdır. Örneğin 1896
yılında İngiltere’de bebek ölüm oranı 156/1000 gibi oldukça yüksek bir düzeyde tespit
112
James P. Anglin, “Residential Care for Children and Youth in Canada,” M. Gottesman (edt.)
Residential Care: An International Reader içinde, London: Fice International, 1991, s. 49.
113
Jurgen Lindeman, “Residential Care and Education in Sweden”, M. Gottesman (edt.), Residential
Care: An International Reader içinde, London: Fice International, 1991, s. 247; Burada ‘çocuk’
dendiğinde ‘gençler’ tanıma dahil edilmemektedir. Bu nedenle gençlere yönelik yardım ve bakım
hizmetlerinin olmaması 19. yüzyıl sonunda büyük bir ‘genç suçlululuğu’ sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu
durum karşısında Kanada’da ilk defa 1908 yılında Genç Suçlululuğu Federal Kanunu (Federal Juvenile
Delinquents Act) çıkarılmıştır.
İsveç’te ise 20. yüzyıl başına kadar çocukların korunmasında temel
ilke mümkün olan en insani ve ucuz yöntemin bulunmasıdır. Ayrıca bu döneme kadar gençler (juveniles)
henüz korunan çocuklar tanımına dahil edilmemiştir. Bunun yanında Orta Çağlardan beri çocuklar,
yaşlılar ve özürlülerin aynı kurumlarda bakılmaması fikri ileri sürülmekle birlikte, yine 20. yüzyıl başına
kadar bu fikirler hayata geçmemiştir.
114
Joseph M. Hawes, The Children’s Rights Movement, A History of Advocasy and Protection,
Boston: Twayne Publishers, 1991, s. 13.
115
Cunnningham, s. 151.
59
edilmektedir. Bu ölümler çoğunlukla kirlilik, ihmal, kötü davranma gibi önlenebilir
nedenlerden kaynaklanmaktadır.116
Sanayi devrimi, sanayide çocuk sömürüsü ve buna ilişkin koruyucu önlemler
görece yeni olmakla birlikte, Batı için sokak çocukları, sokakta başıboş dolaşan
çocuklar sorunu yeni bir sorun değildir. Yüzyıllardır yaşanan bu sorun, özellikle sanayi
devrimi ve Fransız İhtilali sonrasında çok daha büyük bir ölçekte ortaya çıkmaya
başlamıştır. 19. yüzyıl ortasında Avrupa ve Amerikanın büyük kentlerinde on binlerle
ifade edilen ‘terkedilmiş, serseri, suça karışan’ çocuktan söz edilmektedir. Dolayısıyla
sorun giderek bir ‘çocuk suçluluğu’ sorunu olarak algılanmaya başlamıştır. Bu sorunun
çözümü için 19. yüzyıl ortalarından itibaren yaygın yatılı kurumlar açılarak çözüm
bulunmaya çalışılmıştır.
Modernitenin temel vechesi olan kapitalist üretim ve bu üretimin cereyan ettiği
alan olarak kentler esas olarak ‘sanayileşme’ ile birlikte ortaya çıkmıştır.
Sanayileşmenin tetiklediği kentsel alanların kontrolsüz genişlemesi, kentlere hızlı nüfus
akışı sonucunda kentsel sosyal sorunlar da yapısallaşmaya başlamıştır. Burada
sanayileşmenin kentleşmeye olumsuz katkısı vurgulanmalıdır. Richard Sennett’in de
belirttiği gibi sanayileşme ya da üretimde fabrikaların daha çok yer alması esas olarak
büyük kent merkezlerinde değil; toprağın ucuz olduğu kent periferileri ya da kırsal
alanlarda daha fazla ortaya çıkmaktadır. Böylece kırların çözüldüğü koşullarda kent
merkezlerinde biriken aşırı nüfus, fabrika sisteminin dışında yer almaktadır. Çoğu genç
ve bekar olan bu nüfus, 19. yüzyıl kent yoksulluğunun zeminini teşkil etmektedir.117
Kentsel alanda sanayileşen ilk toplum olan Britanya’da “1880’de nüfusun yüzde
yirmisinden azı kasabalarda ya da 10.000’den fazla nüfusu olan kentlerde yaşıyordu.
1900 yılına geldiğinde bu oran yüzde yetmiş dört oldu. 1800 yılında başkent Londra’da
1.1 milyon insan barınıyordu; yirminci yüzyılın başında 7 milyonun üstünde bir nüfusla
116
Parton, s. 8 ve 11. Modern toplumun yaygınlaşmasına paralel olarak çocukların korunması adına çocuk
ve ailesi arasındaki ilişkiye profesyoneller ve devletin de müdahil olmaya başladığını ifade etmektedir.
Bu koşullarda çocuk koruma sistemini ‘modern’ kılan nitelik; ailenin kapalı bir birim olmaktan çıkması,
baba otoritesinin sınırlanması, devlet otoritesinin profesyoneller (burada sosyal çalışmacılar ve doktorlar)
kanalıyla çocukların korunmasında daha etkin bir faktör olarak yer almaya başlamasıdır.
117
Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1996, s. 171.
60
büyüklüğü arttı.”118 Anthony Giddens’ın belirttiği gibi, aynı dönemde Amerika Birleşik
Devlet’i ve Avrupa’nın diğer kentleri hem sanayileşme hem de kentleşme düzeylerinde
Britanya’dan daha geri bir noktadadır.119 Bu nedenle kentsel merkezli yoksulluk ve
sosyal sorunlar yanında bu sorunlara karşı yürütülen karşı hareket ya da mücadelede de
Batı Avrupa ülkeleri öncü olarak karşımıza çıkmaktadır.120
Sanayi kapitalizminin 18. yüzyıl sonlarından itibaren belli bir gelişmişlik
düzeyine varması ve işgücü ihtiyacının artması sonucu kadın ve çocuk emeğinin bu
dönemde daha çok kullanılmaya başladığı görülmektedir. Çocuk emeğinin ucuz olması,
örgütsüz olması ve baba otoritesi karşısında koruyucu bir hüküm olmaması nedeniyle,
sanayileşmenin bu erken dönemlerinde çalışan çocukların yaşında 4-5’lere kadar
düştüğü ve çalışma şartlarının son derece sağlıksız121 olduğu ve çalışma saatlerinin de
çok uzun olduğu bilinmektedir. Kent yoksulluğunun temel nedeni kentsel sanayinin
çekiciliğinden ve emek ihtiyacından çok, kırsal yapıdaki dönüşümdür. Topraksız
köylünün akın ettiği kentlerde yeterli fabrika olmaması bir yana, 19. yüzyıl sanayi
teknolojisinde hızlı gelişmeler olması da ihtiyaç duyulan emeğin niteliğini
değiştirmektedir. Örneğin dikiş makinesinin bu dönemde icat edilmesi, yoğun olan
çocuk işçiliğini de bir ölçüde gereksiz kılarak işsiz kalan “çok küçük yaştaki çocuklar
başıboş kalmışlardır.”122 Marx, teknolojideki bu icatların sanayideki gelişmenin
kendiliğinden
gelişmesinin
ardındaki
itki
olduğunu
belirtmektedir.
Böylece
teknolojideki gelişme aynı zamanda işgücünün niteliğini doğrudan etkilemektedir.
İşgücünün süresi, yemek ve dinlenme molaları, çocuklar için vardiya sistemleri, çalışma
saatleri ve belli yaşın altındaki çocukların çalışma yasağı bu etkiler altında gündeme
118
Giddens, s. 564. Londra bu dönemde aynı zamanda ciddi bir yoksulluk, çocuk işçiliği ve şiddet
merkezidir.
119
Giddens, s. 564.
120
19. yüzyılın en büyük kentleri olarak Londra ve Paris’teki büyük nüfus artışının kırsal alandan gelen
göçle ortaya çıktığını ve bu kentlerin yaygın kanaatlerin aksine ‘endüstrileşmediklerini’ belirten Richard
Sennett, kamusal yaşamın ve/veya toplumsal düzenin bu yüzyılda kurulmamış olmasının nedenlerini de
burada aramaktadır. Dolayısıyla kentsel sorunlarla ‘sanayileşme’ değil, sanayileşmenin nüfusun
yoğunlaştığı merkezlerden ziyade ucuz toprak ve işgücü olan yerlere gitmesi ya da kalabalık büyük
kentlerin ‘sanayileşememesi’ arasında doğrudan bir bağ vardır. Londra, Paris ve Chicago kentleri
bağlamında bir inceleme için bkz. Sennett, s. 171-178.
121
Karl Marx 1850’lı yıllardaki dantela fabrikalarında genç kadın işçilerin sağlık durumları ile ilgili
olarak şu verileri vermektedir: 1852 yılında çalışan her 45 kişiden 1’i, 1855 yılında 18 kişiden 1’i ve 1861
yılında 8 kişiden 1’i verem hastasıdır. Bkz. Karl Marx, Kapital, (Birinci Cilt), 3. Baskı, Alaatin Bilgi
(Çev.), Ankara: Sol Yayınları, 1986, s. 477.
122
Marx, s. 483.
61
gelmektedir. Bu kendiliğinden gelişim karşısında, çalışanların iradi müdahalelerine ise
‘fabrika yasaları’ örneğini vermektedir. Karl Marx, Polanyi’de ifadesini bulan
‘toplumun ikili karakteri’ni bu bağlamda ifade etmektedir. Marx’a göre: “Toplumun,
kendi kendine gelişip şekillenen üretim biçimine karşı ilk bilinçli ve yöntemli tepkisi
olan fabrika yasaları… büyük sanayilerin zorunlu bir ürünüdür.”123 Böylece toplumun
kendi kendine gelişen üretim biçimi yani piyasa ve kâr mantığına göre hareket eden
yönüne karşı insanları koruyan ‘bilinçli’ tepkisi süreç içinde bir kamu iradesi olarak
‘yasa’lar şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Genel olarak çalışanlara ve özel olarak çocuk işçilere karşı ‘vahşet’ düzeyine
varan çalışma koşullarına karşı çeşitli kanallardan tepkiler yükselmektedir. Bu
koşullarda ortaya çıkan işçi sınıfının örgütsel mücadelesinin bazı talepleri de, çocukların
çalışma yaşının düşürülmesi, çalışma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerinin
arttırılmasıdır. İşçi sınıfı ve diğer kamuoyunun muhalefeti sonucu 1802 yılında
Britanya’da çıkarılan Fabrika Kanunu ile çocuk işçilerin çalışma koşullarının
düzeltilmesi ilk defa öngörülmüş oldu. Ancak bu düzenlemeler uzun yıllar hayata
geçmemiş ve çocuk işçiliğinde ciddi düzelmeler ancak 19. yüzyıl ortalarında
yapılabilmiştir. Örneğin çalışma saatlerini kısaltan yasal düzenlemeler ancak 1840’larda
ve önce Britanya ardından da Fransa, Belçika ve Hollanda’da yapılmıştır.124 Colin
Heywood da çocukların çalışma sürecinin kanunlarla sınırlanması sürecini deneme
yanılma metoduyla ilerleyen bir süreç olarak tanımlamaktadır. Heywood’a göre:
“… işleyen ilk denetim sistemi ancak 1833’deki Althorp Yasaları’yla 10 yaşın
altındaki bütün kız ve erkek çocukların yer altında çalışması yasaklandı; 1844 Fabrika
Yasası çocukların zamanlarını okul ve iş arasında bölmelerini sağlayarak, kısmen
çalışma sistemine öncülük etti ve 1867 Genişletilmiş Fabrika Yasa’sıyla bu gelişmeler
dokuma sanayiinin dışındaki sektörlere yayıldı.” 125
Bu sürecin sonunda çalışan çocuk sayısında da düşme meydana gelmeye başladı.
Colin Heywood’da göre 1851 yılında çocukların %30’u çalışırken, 1901 yılında çalışan
123
Marx, s. 491.
İzzet Duyar ve Barış Özener, Çocuk İşçiler, Ankara: Ütopya Yayınevi, 2003, s. 16-17.
125
Heywood, s. 165.
124
62
çocukların oranı %17’ye gerilemiştir. Yirminci yüzyılla birlikte genç insanların işgücü
pazarında daha çok hizmet sektörü ile sınırlanmaya başlamıştır. 126
İngiltere’de 19. yüzyıl öncesinde çocukların korunmasına ilişkin müstakil bir
düzenleme bulunmamaktadır.
“Başıboş çocuklar çiftçilere satılarak, fabrikatörlere anlaşma ile kiralanarak
çalışmaya zorlanıyorlardı.. Ondokuzuncu yüzyılda dokuma fabrikalarının gelişmesi ile
fakirevlerindeki çocukların bu fabrikalarda kullanılması için büyük bir fırsat ortaya çıktı.
Çocuklar dokuma fabrikası sahiplerine çok düşük ücretlerle çalıştırılmak üzere kontratla
verilmeğe başlandı. Diğer taraftan bu çocukların hayatları akıl almayacak derecede sefalet
içinde geçiyordu. Bazıları dört, beş veya altı yaşlarında işe başlattırılıyor, iş saatlerini
kontrol eden olmadığından fabrika sahiplerinin arzusuna göre uzun süre ile
çalıştırılıyorlardı. (…) Çocuklar akşamları beşe veya altıya kadar bazen da daha geç
saatlere kadar çalıştırılarak, günlük iş saatleri 16–18 saatten aşağı düşmezdi. Yeter
derecede uyuyamama temiz hava ve güneş alamadan dinlenme ve tatil günlerinin
olmamasına bir de beslenmeme durumları katılınca, hepsinin cılız olup hastalıktan
kurtulmamasının sebepleri kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Pek çok çocuk daha yirmi
yaşına gelmeden ölür ve yaşabilenler de çok geçmeden ağır iş koşulları altında genç
yaşlarında ihtiyarlardı.” 127
Günümüz çocuk koruma politikalarının temelini oluşturan düzenlemeler, 19.
yüzyıl boyunca çocuklara yönelik bu olumsuz durumun kontrol altına alınması ve
düzeltilmesi için yürütülen mücadelelerin sonucu ortaya çıkan yasal düzenlemelerdir.
Bunların ilki İngiltere’de 1801 yılında çıkarılan Sağlık ve Ahlak Kanunu’dur. Kanunla,
çocukların çalışması sadece gündüzle sınırlanmış ve çalışma saati de 12’ye indirilmiştir.
Bu kanun o dönem çocuk çalışmasına karşı fikirleri ile tanınan Sir Robert Peel’in
girişimleri sonucu çıkarılmış ancak kanun içerik olarak sadece ‘aciz evleri’nde kalan
çocuklara uygulanabilmiştir. Doğrudan ailelerinden alınan çocuklara bu kanun bir
düzenleme getirmemiştir. Bu durum çocuk koruma politikalarının gelişmesi açısında bir
ileri adım olmakla birlikte; çocuğu korumak adına aile reisinin gücüne herhangi bir
sınırlama getirmemiştir. Devlet 19. yüzyıl başında hâlâ evindeki çocuğu baba otoritesine
terk etmiş görünmektedir. Dönemin hümanistleri, filantropistleri, parlamentoda yer alan
bazı kişiler (örneğin Sir Robert Peel, Robert Owen, John Wood ve John Fielden) çocuk
sağlığına zararı olan ihmal, istismar ve uzun çalışma saatlerine karşı mücadelelerine
devam ettiler. Bu uğraşlar sonucu çıkan 1833 Fabrika Kanunu ile dokuma sanayinde
126
127
Heywood, s. 164.
Friedlander, s. 33-34.
63
çalışma yaşı dokuzla sınırlandı, ayrıca günlük çalışma saati de düşürüldü. Daha sonra
yapılan değişiklikle ortaya çıkan 1847 Fabrika Kanunu’yla da kadınlar ve 18 yaş altı
çocuk ve gençler için günlük çalışma süresi on saat olarak kabul edilmiştir.128
Yoksulluk koşullarında, çalışan sınıfların çocukları birçok tehlikeli durum içinde
yaşamaktadır. 1850’ler Fransa’sında çocukluk ve yetişkinlik arasında yer alan büyük bir
çocuk grubu vardır. Çalışan çocuklardır çoğu ve bu çocukların anne babaları ile olan
ilişkileri zayıftır. Çalışan çocukların ilişkilerinin zayıf olmasının sebebi uzun süre
olumsuz koşullar altında çeşitli işyerlerinde, anne-babalarının doğrudan ya da dolaylı
rızaları ile çalışmalarıdır. İçinde bulundukları koşulları salt ekonomik saiklerle
açıklanmaktan uzaktır; sosyal ve ailevi faktörler de bu olumsuzluğu beslemektedir.
Ancak yapılan yasal düzenlemelerle bu istismarı önlemek mümkündür ve bu en kolay
çocukların çalıştıkları iş yerlerinde yapılabilirdi. Bu bağlamda 1841 tarihli Kanun bu
anlamda önemli bir adımdır. Bu kanun, bütün atölye ve işyerlerini kapsamasa da
fabrikalarda çalışan çocukların çalışma şartlarını düzenlemekteydi. Artık aile üyelerinin,
anne-babanın çocuklarına karşı olan sorumlulukları ‘ahlaki’ değil ‘yasal’ zorunluluklara
dönüşmüştür. Donzelot bu dönemi, yani filantropistlerin çalışmalarında ahlaki görev ve
sorunlulukların yerini yavaş yavaş yasal düzenlemelerin aldığı dönemi, ‘normalleştirme’
olarak tanımlamaktadır.
Özellikle 19. yüzyıl başından itibaren gelişen işci sınıfı muhalefeti ve ‘hümanist’
siyasi hareketler, dönemin parlamentosunun fabrika sistemi üzerinde sürekli denetim
kurmaya zorlar. Bu dönemde birçok komisyonlar kurulur ve bu komisyonların tespit
ettiği olumsuz koşulların düzeltilmesi için parlamentolar bir dizi yasal düzenlemeler
yapmışlardır. Örneğin 1860’larda yürürlükte olan “İngiliz fabrika yasalarına göre, anababalar, 14 yaşından küçük çocuklarını, aynı zamanda bunlara ilköğretim sağlamadan
yasanın denetimi altına giren fabrikalara gönderemezler.”129 Böylece çalışan çocukların
okula yönlendirilmesi belirli koşullar altında da olsa yasal bir zemine kavuşmuştur.
Belirli koşullar çünkü 19. yüzyılda çalışan çocukların büyük çoğunluğu kanunların
kapsamına alınmıyordu. Eğer çocuklar doğrudan ebeveynleri tarafından fabrikalara
128
129
Friedlander, s. 34.
Marx, s. 493.
64
verilirse, bu durumda çalışan çocuklar ebeveyn-işveren arasında özel koşullara bağlı ve
yasanın koruyuculuğu dışında kalmaktadır. Bu nedenle Britanya’da oluşturulan ‘Çocuk
Çalıştırma Komisyonu’ tarafından hazırlanan 1866 tarihli raporda “hemen hemen yarısı
küçük sanayilerle ev işi denilen yerlerde sömürülmekte olan 1.400.000’den fazla
çocuğun, gencin, kadının fabrika yasası kapsamına alınmasını önerilmektedir.”130 Bu
öneriden de anlaşıldığı gibi, kanunun çıkarılması kadar uygulanması ve kapsamının
genişletilmesi de söz konusudur. Bu dönemde, yani 19. yüzyılda çalışan çocuklar dahil,
korunma ihtiyacı içinde olan bütün çocuklar henüz kanunların etki alanında değildir,
Ebeveyn otoritesi hâlâ en güçlü ve geniş alana sahiptir. Bu çarpıcı durum aynı raporda
şöyle ifade edilmektedir:
“‘Bütün kanıtlar şu acı ve tatsız sonucu ortaya koymuştur: her iki cinsiyetteki
çocuklar, ana ve babalarına karşı, herkesten fazla korunmaya muhtaç durumdadırlar.’
Genellikle çocuk emeğinin ve özellikle ev-emeğinin sınırsız bir şekilde sömürülmesi sistemi,
‘yalnızca ana babaların hiçbir denetleme ve dizginlemeye uğramaksızın bu keyfî ve zarar
verici kudretlerini kendi genç ve körpe yavruları üzerinde kullanabilmeleri nedeniyle
sürdürülmektedir. … Ana-babaların, çocuklarını ‘haftada şu kadar ücret kazanmaları
gereken’ birer makine haline getirme gibi mutlak bir kudrete sahip olmamaları gerekir.
(…) Bu nedenle, çocukların ve gençlerin, bu gibi durumlarda, fizik güçlerini vaktinden
önce tahrip eden ve entelektüel ve moral kişiliklerini aşağılatan işlerden korunmaları için
doğal bir hak olarak yasa koyucuya başvurabilmeleri gerekir.” 131
İsveç’te ise, erken denebilecek bir zamanda, 1718 yılından itibaren, yetkililer
fabrika ve/veya atölyelerde çocuk işçiliği kullanımını desteklemeye başlanmıştır.
Örneğin bu yıllarda Malmö’deki bir çorap fabrikasında, çocuk barınağında kalan
kimsesiz ya da ‘asosyal’ çocuklar çalıştırılmış; buradan da çocukların tanrı korkusu ile
büyümesi ve çalışmaya alışmalarının hedeflendiği iddia edilmiştir. Bu döneme ait bir
raporda, atölyede çalışan beş altı yaşlarındaki çocukların ‘hafif’ işlerde çalıştırıldığı ve
günlük çalışma saatlerinin on dört saati bulduğu yazılmaktadır. İsveç tarihindeki çocuk
koruma uygulamalarının çok dağınık bir şekilde irdelendiğini ve bu tür çocuk
çalıştırmanın bazen günümüz standartları ile değerlendirilerek olumsuz karşılandığını
belirten Jurgen Lindeman, terk edilen kimsesiz çocukların bakımı için en düşük ücret
talebinin tespit edildiği ‘açık arttırmaların’ söz konusu olduğu, yetimhane ve kimsesizler
130
131
Marx, s. 502.
Marx, s. 500.
65
evine her isteyen kimsesiz çocuğun gidemediği koşullarda çocuk çalıştırmanın
dönemine göre ileri bir adım olarak görülmesi gerektiğini belirtmektedir.132
ABD’de çocukların fabrikalarda çalışmasını düzenleyen ilk yasal düzenleme
1813 yılında Connecticut eyaletinde gerçekleşti, izleyen tarihlerde diğer eyaletler de
benzer düzenlemeler yaptılar. Bu çalışmalar genelde, uzun soluklu ve zorlu çalışmalardı
şeklinde gerçekleşti. Örneğin 1882 yılında “the Society for the Prevention of Cruelty to
Children”ın (Çocuklara Karşı Yapılan Zulmü Önleme Derneği) 14 yaş altında
çocukların çalışma hayatından tamamen çekilmesi teklifi, uzun tartışmalar sonrasında
yasalaşmadan kadük kaldı. Bu konuda önemli bir adım, reformcuların dirençli çabaları
sonucu, 1886 yılında New York’ta çıkan Fabrika Kanunu oldu. Bu kanunla 13 yaş
altındaki çocukların fabrikalarda çalışması yasaklandı. Ancak birçok girişime rağmen
federal düzeyde bir çocuk işçiliği düzenlemesi ancak 1938 yılında çıkan kanunla (The
Fair Labor Standards Act) mümkün olabilmiştir.
Böylece çocukların korunması
çabaları çalışma boyutuyla federal hükümet düzeyine taşınmış oldu. Bu kanunun
çıkmasında önce 20. yüzyılın ilk yıllarında toplanan Birleşik Devletler Çocuklar
Bürosu’nun tertiplediği Beyaz Saray toplantılarının önemli bir etkisi olmuştur.133
ABD’deki
bu
çalışmaların
dünyanın
başka
yerlerinde
etki
yarattığı
görülmektedir. Örneğin İspanya ABD’deki örnekleri dikkate alarak 19. yüzyıl sonu ve
20. yüzyıl başında bir dizi koruyucu önlem almıştır. 1873 yılında çıkarılan Çocuk Emeği
ve Eğitim Kanunu ile sanayi iş kolunda 10 yaş altı çocukların çalışmasını tamamen
yasaklarken, çalışan çocuklar için de mesai kısıtlamasına gitti. Öte yandan aynı yasayla
9–14 yaş arası çocukların günde üç saat okula devamı zorunlu kılınmıştır.134
Çocukluğun ortaya çıkması ve genişlemesinde en önemli kurumların başında,
19. yüzyıl başında yaygınlaştırılan ilköğretim okulları gelmektedir. Bu okullar daha
132
Lindeman, s. 248.
Hawes, s. 42 ve 53.; 1909 yılında toplanan ilk Beyaz Saray Konferansı, korunmaya muhtaç çocukların
bakımını konu edinmişti. Konferans, Birleşik Devletler Çocuk Bürosu kurulmasının öneriyor ve
çocukların ailelerden alınıp kurumlara yerleştirilmesinde tek kriter olarak yoksulluğun yeterli olmaması
gerektiğini ileri sürüyordu, bkz. Hawes, s. 127.
134
Angeles Garcia Llorente ve Laura Martinez-Mora, “The Process of Deinstitutionalization in Spain”
Children in Institutions: The Beginning of the End?, Unicef Innocenti Research Centre, 2003, s. 31.
133
66
önceki yüzyılda da olmakla birlikte 19. yüzyılda ‘herkes için’ okul felsefesi ile
yaygınlaşmıştır.135 Okulların yaygılaşması ile birlikte devlet kendi ideolojisi
doğrultusunda insanlar eğitirken, bir yandan da uzayan çocukluk yaşı içinde, çocuklar
kendi potansiyellerini ortaya koyabilme imkânı bulabilmektedirler.
Karl Marx sanayileşmenin hızlandığı 19. yüzyılda çocukların ortalama çalışmaya
başlama yaşlarının altı ve bazen beşin altına düştüğünü, çalışma saatlerinin ise çoğu kez
günlük 16 saati üstüne çıktığını belirtmektedir. Bu koşullarda çocukların eğitimi
öncelikle mesleki eğitim ve yarı zamanlılık ilkesi ile başlamıştır. Bu dönemde özellikle
Britanya’da
yoğun
çocuk
emeği
kullanılan
‘dantelâ’
ya
da
‘hasır
örgü’
manifaktürlerinde 3.000’e kadar çocuk işçi çalıştırılmış ve sayının yüksek olması
nedeniyle, buralarda yarı zamanlı ‘meslek eğitimleri’ de verilmeye başlanır. Bu nedenle
çocuk emeğinin yoğun olarak kullanıldığı bu manifaktürler ‘dantelâ okulu’ veya ‘hasır
örgü okulu’ olarak tanımlanmaya başlanır. Böylece çocuklar bir tür örgün ‘eğitim’le de
tanışmış olurlar. Böylece eğitimin yaygınlaşmasında sanayinin ihtiyaçları önemli bir
faktör olarak tarihteki yerini almaktadır. Ancak bu ilk dönem okulların günümüzün
‘ilköğretim’ okullarından oldukça farklı olduğu görülmektedir; çünkü bu ‘okullara’ yani
‘hasır örme’ manifaktürlerine çocuklar ortalama 4 yaşlarında başlar, okul saatleri
dışında da ebeveynleri tarafında gece geç saatlere kadar çalıştırılırlar.136
Anthony Giddens da eğitim sisteminin gelişimi ile sanayileşme ve kentleşme
arasında yakın bir ilişki olduğunu belirtir. Batı toplumlarında 19. yüzyılın ilk çeyreğine
kadar nüfusun büyük bir çoğunluğu eğitim-öğrenimden yoksundur. “Fakat sanayiye
dayalı ekonomi hızla büyüdüğünde, eğitimli ve yetenekli işgücü üreten özel eğitimöğretime büyük gereksinim duyulduğu görüldü. Meslekler git gide daha fazla
çeşitlendikçe ve işyerleri artan ölçüde evden uzaklara kuruldukça, iş becerilerinin
doğrudan doğruya ebeveynlerden çocuklara aktarılması da olanaksızlaştı.”137
135
Colin Heywood Avrupa’da okulların 12. yüzyılda çeşitlenerek her açıdan kurumsallaşmasını
tamamladığını belirtmektedir. Ancak hem sınıfsal hem cinsiyet açısından son derece ayrımcı olan
ilköğretim sistemi ancak 19. yüzyıl sonuna doğru eşitlikçi, zorunlu ve ücretsiz bir yapıya doğru
evrilmiştir. Bkz. Heywood, s. 188.
136
Marx, s. 479-480.
137
Anthony Giddens, Sosyoloji, Ankara: Ayraç Yayınevi, 2005, s. 487.
67
Eğitim ya da okulla ilgili gelişmeler Batı tarihinde uzun ve zorlu bir süreçin
sonunda ilerleyebilmiştir. Özellikle çocukların çalışma hayatından çekilmesine ilişkin
toplumda yükselen dirençler eğitimin yavaş ilerlemesine sebep olmuştur.138 Eğitimin
yavaş gelişmesini belirleyen diğer etkenleri ise zenginlik, statü, cinsiyet ve bölgesel
faklılıklardı.
Colin Heywood bu faktörlerden cinsiyetle ilgili olarak şu örnekleri
vermektedir. Örneğin 1587 yılında Venedik’te 4.595 erkek çocuk okula giderken sadece
30 kız çocuğun okula gitmektedir. Yine 1860’ta İspanya’daki kadınların % 86’sı ve
erkeklerin % 65’i okuma yazma bilmezken, 1897 Rusya’sında bu oranlar erkekler için
%71 iken kadınlar için % 87’dir.139 Bu gelişmeler sonunda 19. yüzyılda eğitim artık
‘sosyal düzen’in tesisinde aktif olarak kullanılan bir unsurdur. Yaygınlaşan eğitimde,
“‘çoban’ yaklaşımı da denilen bir yaklaşım sergilediler: Kitleler disipline edilmeli,
uygarlaştırılmalı ve kendi toplumsal rolleri için eğitilmelidir. Bu sonuca ulaşabilmek için
temel eğitimi okuma, yazma, kodlama (matematik) derslerinin ahlaki ve dini
yönlendirmelerle birleştirildiği bir programla sınırlandırdılar.”140
Görüldüğü gibi bütün çocukların zorunlu eğitim içine alınması için devletler ve
reformcular tarafından gösterilen çabaların uzun bir geçmişi ve geçirdiği değişik
safhaları vardır. Zorunlu eğitimin bir boyutu çocukların dolaylı korunması anlamna
gelirken, bir boyutu da ‘düzen’e uygun öznelerin yetiştirilmesi yoluyla ulusların inşası
ve toplumsal düzenin korunması hedefleri vardır. Zorunlu eğitimin yaygınlaşmasında
Kuzey Avrupa’nın Protestan ülkeleri öncü bir role sahiptirler. Heywood’a göre,
“1619’da Saksonya’daki Weimar şehri 6 ila 12 yaş arasındaki çocukların hasat ayı hariç
bütün bir yıl boyunca okula gelmesini zorunlu kılarak eğitimde devamlılığı sağlayan ilk
şehir olmuştu. (…) Daha önemli bir dönüm noktası 18. yüzyılda, Kıta Avrupa’sındaki
birçok reformcunun ulusal eğitim sistemi konusunu gündeme getirmesidir. (…) Bir tahmine
göre, 1830’ların sonunda 6 ile 14 yaş arasındaki Prusyalı çocukların %80’i ilkokullarda
sistematik olarak eğitilmekteydi. Diğer ülkelerde Prusya’nın öncülüğünde okullar yavaş
yavaş kilisenin elinden alındı, temel eğitim ücretsiz ve zorunlu hale getirildi. İngiltere
1880’de, Fransa 1882’de temel eğitimi ücretsiz ve zorunlu hale getirdi. Amerikan
eyaletlerinde ise bu süreç 1852’de Massachusetts’te başladı ve 20. yüzyılın başında Teksas
ve güneydeki on eyalette de (beyaz çocuklar için) uygulanarak tamamlandı.” 141
138
Pamela Horn, Children’s Work and Welfare, 1780-1890, London: Cambridge University Press,
1995, s. 1-5.
139
Heywood, s. 190.
140
Heywood, s. 192.
141
Heywood, s. 181.
68
Örneğin çocukların okula yönlendirilmesi, yani çalışma hayatından en azından
kısmen çekilmesi başlangıçta bir çözüm olarak görülürken; okullaşmanın yasal
çerçevede zorunlu olmaması nedeniyle zamanla birçok aile çocuklarını okuldan
çekmeye başlamış, bunun üzerine 19. yüzyıl sonunda bütün Avrupa’da zorunlu
ilköğretim düzenlemeleri yapılamaya başlanmıştır. Çocukların eğitimine ilk önem
verilen ülkelerin başında Prusya gelmektedir. Colin Heywood’un belirttiğine göre
1830’larda Prusya’lı 6-14 yaş arası çocukların %80’i ilkokullarda sistematik olarak
eğitilmektedir. Diğer Avrupa ülkeleri de Prusya’nın öncülüğünde okulları kilisenin
denetiminden alarak yaygınlaştırmaya başladılar. Örneğin İngiltere’de 1880’de,
Fransa’da 1882 yılında temel eğitim ücretsiz ve zorunlu bir hale getirildi. Amerikan
eyaletlerinde ise bu süreç 1852 yılından itibaren başladı.142
19. yüzyılın yoksulluk koşullarında çocuklar genellikle ebeveynlerin gözünde bir
gelir kapısıdır. Bu nedenle ebeveyn-çocuk ilişkisi de ‘duygusal’ olmaktan çok ‘maddi
çıkarlar’ temelinde oluşmakta143 ve o dönemin aile yapısında da ciddi sorunlar ortaya
çıkmaktadır. Marx bu ilişkileri o dönem hazırlanan raporlardan da faydalanarak şöyle
tasvir etmektedir:
“Sefil ve yarı-aç yaşayan ana-babaların düşündükleri tek şey, çocukların elde geldiğince
çok para kazanmaları. Çocuklar ise biraz büyür büyümez, çok doğal olarak ana-babalarına
on paralık değer vermiyorlar ve onları bırakıp gidiyorlar. ‘Böyle yetiştirilen insanlar
arasında bilisizlik ve kötülüğün yaygın olması çok doğaldır. … Ahlâk en düşük düzeyde.
Kadınların pek çoğunun evlilik dışı çocukları vardır ve bu kadınların yaşları o kadar
küçüktür ki, suç istatistikleri ile ilgili olanları bile şaşkınlığa düşürür.” 144
142
Heywood, s. 181.
Maddi koşullara bağlı olarak ebeveyn-çocuk ilişkisinde ortaya çıkan değer değişimlerine ilişkin
uluslararası bir araştırmanın bir parçası olarak Türkiye’de yapılan bir çalışma için bkz. Çiğdem
Kağıtçıbaşı, Çocuğun Değeri: Türkiye’de Değerler ve Doğurganlık, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi,
1980. Kağıtçıbaşı bu çalışmadaki verileri esas alarak Türkiye’de değişen aile yapısına; yani Türkiye’nin
modernleşme süreci sonunda kentli nüfusunun artışı, hane içindeki çocuk sayısının artması gibi
değişkenlere bağlı olarak çocuğun ekonomik değerinin azaldığı ve psiklojik değerinin arttığını
gözlemektedir. Bkz. Kağıtçıbaşı, Çiğdem. “Türkiye’de Değişen Aile ve Çocuğun Değeri”, Toplumsal
Tarihte Çocuk içinde, Bekir Onur (yayına hazırlayan), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994, s.3637.
144
Marx, s. 480. Çocuklar tarihte çoğu kez ana babalarının para kazanma hırsı ve/veya patronlarının
şiddeti ie karşı kalıp, çocukluk değil yetişkinler dünyası olan çalışma hayatında yer aldılarsa da,
bulundukları koşullarda ‘çocukluk’ yaşama uğraşından geri kalmadılar. Çocuklar en temel çocukluk
ihtiyaçları olan oyun ihtiyacını bulundukları koşullarda yerine getirdiler. Heywood’un verdiği şu örnek bu
durumu göstermektedir: “Aslında birçok çocuk fabrika hayatının hareketliliğinden hoşlanmaktaydı.
Reims’teki küçük bir yüncüde patronu tarafından yumruklanan genç Norbert Truquin eğirme fabrikasında
zamanının neşeli geçtiğini hatırlamaktadır. Ustabaşı etrafta olmadığında, arkadaşları ile birlikte
143
69
Colin Heywood 19. yüzyıldan önce devletin ebeveynler ile çocuklar arasındaki
ilişkiye karışması neredeyse düşünülemez bir şey olduğunu belirtiyor. Kolonileşme
Dönemi Amerika’sında olduğu gibi, ancien-régime Fransa’sında da hükümetler, her bir
ailenin reisinin, aile üyelerinin davranışlarından sorumlu olmalarını beklemiş ve
karşılığında aile reisinin eş ve çocuklar üstündeki kapsamlı gücünü kabul etmişti. Yerel
topluluklarda bile, suiistimalci babalara baskı uygulamakta gönülsüz davranıldı.
Uygunsuz olduğunu düşündükleri bir evlilik konusundaki hoşnutsuzluğu göstermek için
küçük gösteriler bile düzenliyorlardı. Ancak çocukları neredeyse babanın bir çeşit malı
olarak görüyorlardı.145
19. yüzyıldan itibaren artık aile dönüşmeye başlamıştır. Aileden eski rejim
döneminde olduğu gibi bir işlev beklenmez; yani toplumsal düzenin sağlanmasında daha
az etkili olan, patriarkal otoritenin üyeler üzerinde etkisinin zayıfladığı daha liberal bir
döneme girilmektedir. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasında eski rejim dönemde varolan
ittifak bozulmaya başlamıştır; çünkü işçi sınıfının çıkarı artık kamusal hizmetlerin
arttırılması ve devletin yeniden örgütlenmesindedir. O halde toplumsal aktörlerin
çoğullaştığı bu yeni dönemde toplumsal düzen nasıl sağlanacaktır?
cevabı ‘filantropi’dir.
Donzelot’nun
Bu durumda ‘filantropi’ sosyal sorunlarda yardım amaçlı
müdahaleleri anlatan apolitik aktivitelerden farklıdır. Bu durumdaki filantropik
faaliyetler, özel ve kamu girişimlerinin arasında hassas bir denge kuran bilinçli
depolitizasyonu hedefleyen bir stratejidir.146 19. yüzyılda filantropi faaliyetlerin
yürütüldüğü derneklere bakıldığında, liberal devletin hesaplanmış mesafeli durma tavrı
ile sosyal refah teknikleri ile nüfusun idare edilmesi tekniklerinin yayılmaya başladığını
hikâyeler anlatarak, oyunları tartışarak ve kürsüde vaaz veren papazı taklit ederek kendilerini
eğlendirmişler.” Heywood, s. 160. Hiç şüphesiz bu çocukların olumsuz ve zor koşullar altında olmadığı
anlamına gelmez; ancak çocukların içinde bulundukları koşulları algılaması, önlem alması ve
adaptasyonunda aktif bir ‘özne’ olabildiğini göstermektedir. Yine Heywood’un belirttiği gibi, “Çocuk
işçiler zor koşullardan kaçmak için iş değiştirmek veya işler kötüye giderse evde kalmak veya evi terk
etmek gibi çeşitli yollara başvururlardı.(…) Kısaca işverenler ve çocuklar arasındaki ilişki çok uzak olsa
da, çocuklar hiçbir şekilde sömürünün pasif kurbanları değildi. Aile bütçesine katkıda bulunmak ve
yetişkinlerin dünyasına katılmak için genellikle işe başlamaya istekliydiler. Çalışma yerlerini oyun
alanına çevirmekte ve etraflarındaki yetişkinlerin amaçlarını altüst etmekte az da olsa başarılıydılar.”
Heywood, s. 161.
145
Heywood, s. 127.
146
Donzelot, The Policing of Families, s. 55.
70
görürsünüz. Birincisi, özel alandan devlete yönelik yardım talebi olduğu durumda
devreye giren yardım kutbu’dur. Bu yardım talebi karşısında devlet bazı formel araçlar
ve düzenlemeler geliştirerek, yardımı çeşitli kurallara bağlamaya başlamıştır. Ancak
sonuçta yardımın ‘kendisi’ değilse bile ‘talebi’ artık bütün bireylere açık bir hale
gelmeye başlamıştır. İkicisi, nüfusun fiziksel ve ahlaki bozulmasına karşılık devletin
özel alana doğrudan müdâhil olmasını sağlayan mediko-hijyenik kutup’tur. Yani devlet
nüfusun verimli ve üretken olabilmesi için doğumdan itibaren çocukların sağlıklı
büyümesi
ve
gelişmesi
adına
tıbbi
tekniklerle
müdaheler/önlemler
almaya
başlamaktadır. Böylece bu iki kutupta yer alan yöntemlerle liberal devlet düzeninin
korunması ve sürdürülmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Filantropik çalışmaların bu iki
kutbu ile eski rejim dönemindeki aile merkezli hükümranlık, yerini tedricen pozitif
tekniklere bırakmıştır: Aşağılayıcı bağışlar yerini, etkili yönlendirmelere, yıkıcı baskılar
da yerini koruyucu normlara bırakmıştır. Ancak bu yöntemlerin tamamen başarılı
olduğu söylenemez ve bütün olarak eski yöntemlerin ikame edilmediğinin de
belirtilmesi gerekmektedir. Ancak aile üyelerine yönelik yapılan pozitif müdahalelerin
sonuçta patriarkal otoritenin zayıflamasına sebep olduğu not edilmelidir.147 Böylece 19.
yüzyılın sonuna gelindiğinde ortaya çıkan yeni aile büyük oranda değişmiş ve
özgürleşmiştir; ancak bu değişim modernitenin zaferi değil; yukarda söz edilen iki
kutupta yer alan müdahale tekniklerinin sonucudur. Modernite patriarkal aileyi
sarsılmasına ve dağılmasına sebep olmuş ancak, modernitenin yıkıcı etkisine karşı
gelişen koruyucu faktörler, filantropik stratejiler biçiminde daha birey merkezli bir aile
kompozisyonunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
19. yüzyıl sonunda önceki ikisini çocukluk sorununda birleştiren üçüncü bir
filantropik kutup ortaya çıkmaktadır. Artık çocukların korunmasında müdahale, 19.
yüzyıl sonu filantropistleri için en önemli çalışmaların başında gelmektedir.
1850’lilerin ortalarından itibaren çocukların her tür ihmal ve istismardan korunmasını
esas alan filantropist örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak özellikle aile içi
istismar ya da çocukların aile içinde ebeveynlerine karşı korunması gerektiği
durumlarda, filantropistler ciddi engellerle karşılaşmaya başladılar. Bu engel, baba
147
Donzelot, The Policing of Families, s. 55-56.
71
otoritesiydi. Ailenin reddetmesi durumunda, çocuğun okula devamının sağlanması ya
da eğitim durumunun tespiti amacıyla ‘kutsal tapınak’ yani aileye girilmesi mümkün
değildi. Bu alanda çalışan Fransız filantropistlerini memnun edecek yasal düzenlemeler
1889, 1898 ve 1912 yıllarında yapıldı. Bu düzenlemelerle hükümranlık tedrici bir
şekilde ‘ahlaken eksik’ aileden, filantropik örgütler, hakimler ve çocuk doktorlarına
geçmeye başladı. 1889 yılında çıkan Kanun, “alkol alışkanlığı olan, kötü şöhret ve
olumsuz eylemler veya kötü muameleleri ile çocuklarının ahlak, sağlık ve güvenliklerini
tehlikeye
atan
anne
ve
babaların”
çocukları
üzerindeki
velayetlerini
kaybedebileceklerini hükme bağlamıştır. Ardından da 1898 yılında çıkan Kanunla,
hakimlere velayetleri anne babalarından alınan çocuklara bir vasi atama yetkisi
verilmiştir.
148
Bu kanuni düzenlemelerle, çocuklara karşı işlenen suçlar nedeniyle
gözetim ve koruma çalışması yürüten örgütlerle aile ve çocuk arasındaki ilişkilerde
bütünüyle bir değişim yaşanmaya başlamıştır. Artık filantropistler çocukları koruma
adına ahlaki yükümlülükleri hatırlatma, eğitim ve rehberlik yanında, aile üyelerinin
yasal olarak uymak zorunda oldukları görevlerini yerine getirmeyi istemek anlamında
son derece güçlü bir araçla da teçhizatlanmıştır. Modern çocuk koruma sistemi bu
atmosferde şekillenmeye başlamıştır.
Çocukluk üzerinde kesişen prosedür ve uygulamaların oluşturduğu bu alanı
Donzelot ‘sosyal alan’ (the social sector) olarak tanımlamaktadır. Devlet ve özel alan
arasındaki çok katlı sorunların araştırıldığı, mahkeme salonlarına taşındığı, bu ilişkileri
tanımlamak için kalifiye personelin (sosyal hizmet uzmanları gibi) görevlendirildiği,
aile reisinin görev ve yetkilerine müdahale edildiği, kişilerin alkolizmden kişilik
bozukluğuna kadar bütün bireysel sorunlarının dikkate alındığı ve temelinde ‘çocuğun
risklerden korunması’ olan bu yeni alan, 19. yüzyılın sonlarından itibaren daha çok
genişlemeye başlamaktadır. Bu süreçte çocukların aile otoritesine karşı korunmasını
hedef alan sosyal alanın en temel kurumunu Donzelot ‘çocuk mahkemeleri’ olarak
vermektedir. Özetlemek gerekirse, Donzelot çocukların korunmasını merkezine alan
sosyal alanın gelişmesini, eski rejim döneminde baskın ve tek taraflı verme üzerine
kurulu olan hayırseverlikten kopuşa bağlamaktadır. Yoksullarla ilgilenen kişilerin zayıf
148
Donzelot, The Policing of Families, s. 83.
72
durumdakileri koruma adına kurdukları ilk dönem temaslarında baba otoritesine karşı
‘ahlaki normları hatırlatmak’ (moralization) ve ayni veya nakdi yardım etmek dışında
ellerinde bir silah yoktur. 19. yüzyıl ortalarında itibaren başta çalışan çocukların
korunması için çıkarılan kanunlar olmak üzere, çocuk sağlığı ve eğitimini düzenleyen
kanunlarla birlikte filantropistlerin elinde baba otoritesine karşı artık uyulması
istenebilecek standartlar (normalization) vardır. Ancak hâlâ baba ya da vasi çocuk
üzerinde son sözü söyleyen kişidir. Çocuk ihmal ve istismarında büyük bir artışın
gözlendiği 19. yüzyılda ise baba otoritesine karşı daha güçlü ve gerektiğinde
çocuklarının velayetlerinin ebeveynlerinden alınmasını öngören yasal düzenlemeler
yapılmaya başlanmıştır. Artık ‘kutsal birlik’ olarak aile, patriarkal otoritenin mutlak
egemenlik alanı olmaktan çıkarılmış ve aile müdahale edilebilir, içine girilerek ‘sosyal
inceleme’ yapılabilir bir alana dönüşmüştür.
Öte yandan bu dönemde çocukların korunması amacıyla başka birçok alanda 19.
yüzyıl sonuna kadar çok çeşitli hukuki düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin İngiltere’de,
çocuk işçiliği (1801-1841), sağlıksız konutlar (1850), çıraklık sözleşmeleri (1851),
tüccarların ve seyyar satıcılıkta çocukların kullanılması (1874), zorunlu eğitim (1880)
alanlarında kanunlar çıkarılmıştır.149 Bu hukuki düzenlemeler ile filantropistlerin
çalışmaları yeni bir niteliğe kavuşmuştur. Artık ailelerle yapılan görüşmelerde,
çocukların ya da kadınların korunması, ailelere yardım gibi konularda temel teşkil eden
esaslar sadece ‘moral’ esaslar değil, kanunlarla sınırları çizilmiş ve uyulması zorunlu
kurallar da kullanılmaya başlanmıştır. Böylece bu türden düzenleyici filantropi
ilkelerinin yaygınlaşması
ile profesyonel sosyal hizmet yaklaşımına doğru önemli
adımlar atılmış olmkatadır.
Harry Ferguson ‘çocuk koruma sisteminin doğuşu’ için tam tarih vererek, 1890–
1914 dönemini göstermektedir. Bu dönemin ayırt edici özelliği, dönemin hükümetleri
tarafından desteklenen ve işbirliği yapılan çocuk koruma derneklerinin kurulması ve
yaygınlaşmasıdır.150 Heywood’a göre ise bu dönemde, “Avrupa ve Kuzey Amerika’nın
çeşitli bölgelerinde reformcular sağlık, suçluluk, ahlak, yoksulluk ve çocukların okula
149
150
Donzelot, The Policing of Families, s. 78
Ferguson, s. 17.
73
gitmesi gibi pek çok konuyla ilgilenmeye başladığından, genel mantık, karşı konulamaz
bir şekilde, yardımseverlerin ve devletin aile meselelerine müdahale etmesi yönünde
değişmeye başlamıştır.”151 19. yüzyıl göçmen ve mültecilerin sayısının arttığı ve kentsel
mekânlarda çeşitli sorunlara neden oldukları ya da sorunlar içinde oldukları
bilinmektedir. Bu kesime yönelik olarak Amerika’da ‘mülteciler için sığınaklar’
yapılmaya başlanmıştır. Yine 19. yüzyılda artan zenginlik karşısında büyük bir
yoksulluk olduğu ve bunun da öncelikle çocukları etkilediği bilinmektedir. Bu nedenle
19. yüzyıl filantropisinde çocuk yoksulluğuna karşı mücadele ve yardım derneklerinin
özel bir yeri vardır. Hawes, Amerika’daki ‘Çocuklara Yardım Dernekleri’nin (the
Children’s Aid Soceity) orta sınıfın, sokaklarda yani görünür alanda ortaya çıkan çocuk
yoksulluğuna bir cevap olduğunu ve aile içine müdahale etmediğini, ‘Çocuklara Karşı
Yapılan Zulmü Önleme Derneği’nin ise üst-sınıfların çocuk ihmal ve istismarını
önlemek için ‘aile içine’ müdahale eden bir cevap olduğunu belirtmektedir.152
Bu dönemde yaşanan çocuk istismar vakaları ve bu vakaların kamuoyunda
tartışılması, çocukların korunması için yasal düzenlemelerin yapılmasını da sağlamıştır.
Ebeveynleri tarafından şiddete uğrayan çocukların velayetlerinin alınmasına imkan
tanıyan ilk yasal düzenleme, tarihte kaydedilen ilk vaka olarak Mary Ellen adlı çocuğun
1875 yılında aile içi şiddet görmesinin basında tartıştırılması153 ve o dönemki
151
Heywood, s. 127.
Hawes, s. 13-20. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyetleri, aile içine
müdahaleden çok görünür alandaki yoksulluğu ortadan kaldırmayı hedeflediği, çalışanlarının büyük
çocukluğun orta sınıf kişilerden oluşan bir dernek olarak Amerika’daki ‘Çocuklara Yardım Derneği’nin
muadili sayılabilir.
153
Mary Ellen Vakası, kamunun çocuklara yönelik şiddet ve istismarla ilgilenmesini sağlayan ilk
vakalardan biridir. 1874 yılında New York şehrinde, on yaşındaki Mary Ellen adlı çocuk evlatlık olarak
bulunduğu ailede sürekli dayak yemekte, dışarı çıkarılmamakta ve bakım-beslenmesi ihmal edilmektedir.
Dönemin filantropist derneklerinin görüşmelerine rağmen anne-baba çocuğa yönelik tutumlarında bir
değişikliğe gitmezler ve çocuk hakkında haklarını kısıtlayan bir yasal düzenleme olmadığını gerekçe
göstererek kimsenin kendilerine karışamayacağını belirtirler. Bunun üzerine tekrar mahkemeye başvuran
filantropistler, çocukların da ‘hayvanlar alemi’nin (animal kingdom) bir üyesi olduğunun kabul edilmesi
ve hayvanları koruyan yasaların bu çocuk için işletilmesini talep ederler ve mahkeme bu talebi kabul
ederek çocuğu koruma altına almıştır. Bu vaka sonrasında çocuklara yönelik şiddet ve ihmalin önlenmesi
dernekleri kurulmaya başlanmıştır. Bkz. Adam M. Tomison, A History of Child Protection, Family
Matters, No. 60 Spring/Summer 2001, Australian Institute of Family Studies, s. 48-49. ; Nesrin G. Koşar
aynı vakanın farklı bir anlatımını aktarmaktadır. Bu anlatıma göre bir kilise görevlisi ziyaret ettiği evdeki
çocuğun karyolaya bağlandığını ve kendisine yalnızca ekmek ve su verildiğini görmesi ile başladığı uğraş
sonrasında çocuğun bu aileden kurtarılması sağlanmaktadır. Anlatımın tamamı için bkz. Nesrin Güran
Koşar. Sosyal Hizmetlerde Aile ve Çocuk Refahı Alanı, 2. baskı, kendi yayını, Ankara: MN Ofset,
1992, s. 40.
152
74
derneklerin girişimleri sonucu gerçekleşmiştir. Ancak sonraki birkaç on yıl içinde bu
şekilde vakalar binlerle ifade edilmeye başlanmıştır. Örneğin Amerika’da 1884 yılında
dönemin kurumlarınca aile incelemesi yapılan çocuk istismarı sayısı 95 iken, 1914
yılında bu tür vakalar 54.772 sayısına çıkmıştır. Ayrıca ölümle sonuçlanan olay sayısı
da paralel bir şekilde artmıştır.154 Çocuk istismar vakalarının incelenmesi, tasnifi ve
yapılacak işlemle ilgili kararlar verilmesi, yeni bir meslek olarak sosyal hizmetin ortaya
çıkmasında önemli bir deneyim birikimi sağlamıştır.
Modern çocuk koruma sistemin ortaya çıktığı dönem olarak 1890’lardan, Çocuk
Sığınma Evleri’nin kapatıldığı (Children’s Shelter) 1903 yılına kadar, çocukların
korunması yapılan inceleme sonrasında ihmal ve istismara uğradığı belirlenen
çocukların, sığınma evlerine yerleştirilmesi şeklinde gelişmiştir. Bu ilk dönemde ‘sosyal
hizmet uzmanları’ henüz profesyonel kişiler değildir. Çocuk müfettişi (child inspector)
olarak geçen bu kişiler bu alanda uzun süre çalışmış, deneyimli gönüllü kişilerdir.
Dönemim yasaları bu müfettişlere aile içine girebilme, inceleme ve görüşme yapma
yetkisi tanımaktadır. Ancak ‘müfettişler’ karşılaştıkları ve tasvir ettikleri yoksulluk
dünyasını, aile yapılarını, çocuk gelişimi, aile sistemi gibi durumları henüz tam olarak
bilememektedir. Bu nedenle genellikle ‘çocuk merkezli’ bakarak, ailede bir sorun tespiti
halinde genellikle ailedeki sorunu çözüm doğrultusunda çalışmayıp, çocuğu bu aileden
alarak sığınma evlerine yerleştirme yoluna gitmişlerdir. Ancak yine de bu dönem oluşan
kurumlar, mevzuat ve çocuk sığınma evleri bir bütün olarak ‘modern çocuk koruma
sisteminin’ temelini oluşturmaktadır. Bu süreçle oluşan yapıyı Ferguson ‘bürokratik
modernizm’ olarak tanımlamaktadır.155 19. yüzyılın son çeyreğinde aile içi istismar,
aile yoksulluğu ve
çocukların kent sokaklarına kitlesel olarak sürüklenmesi gibi
sorunlar karşısında uluslararası düzeyde bir ilgi olduğu; konun çeşitli inceleme,
araştırma ve konferanslara konu olduğuna tanık olmaktayız.
Bu tür sorunların
uluslararası ortak yönleri olan bir sorun olduğu ilk olarak 1883 yılında Paris’te toplanan
Uluslararası Çocuk Koruma Kongresinde dile getirildi. Bunun yanında bu dönemde
154
155
Ferguson, s. 23 ve 53.
Ferguson, s. 52.
75
birçok diğer ülkede de çocuk suçluluğu ve terk edilen ve korunması gereken çocuklar
hakkında çok sayıda kongreler yapılmaktadır.156
Çocuk koruma sisteminin oluşum seyrinde belirli bir formel eğitim almamış
filantropistlerin yarattığı sorunlar nedeniyle aile sistemi, çocukların korunması,
çocukların eğitimi, sosyal inceleme ve çocuk koruma mevzuatı alanında eğitim
programları ile yetiştirilen yeni bir meslek, tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Sosyal
hizmet kendi öncülü olan ‘filantropi’nin örgün eğitimle şekillenen disiplinin adıdır.
Böylece modern çocuk koruma sisteminin asli bir unsuru da ‘sosyal hizmet’ mesleğinin
ortaya çıkması ve çocuk koruma alanında yani ‘sosyal alanda’ görev almasıdır. Bu
meslek 19. yüzyıl ortalarından itibaren aile ve devlet arasında çocukların korunması
konusunda süregelen tartışmalar sonunda ortaya çıkan dönüşümlerin sonucudur. Bu
dönüşümler kamunun ya da devletin özel alana gittikçe daha çok nüfuz ettiği bir gelişim
seyri göstermektedir. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal hizmet
mesleğinin ortaya çıkmaya başlamasının altında yatan önemli bir gelişme de sivil alanda
örgütler ile devlet kurumları arasındaki ilşkilerin gelişmesi ve yayılmasıdır. Sivil
aandaki gönüllü ama alan bilgisinden yoksun ‘hayırsever’lerin süreç içinde eğitilmesi;
eğitim için devletin kurslar açaması ve bu süreçin tam zamanlı ve ücretli bir işe
dönüşmesi sonucu sosyl hizmet mesleği de ortaya çıkmaya başlamıştır.157 Ancak burada
önemli bir ayrımın, bu mesleği öncelikle sivil alanda ortaya çıkmaya başlaması ve
devletin karısına bir talep olarak sivil olarak getirilmiş olmasıdır.
Daha öncede belirtildiği gibi gittikçe artan ve ‘görünür alana’ yani sokağa taşan
sosyal sorunların bir toplumsal düzen sorunu olmaya başlaması oranında, devletin daha
çok düzenleme yaptığı ve bu düzenlemenin kamu-özel alan ilişkisini daha ayrıntılı
anlattığı bu ‘sosyal alan’ modern öncesi toplumlarda olmayan bir ‘melez alan’ olarak
ortaya çıkmaktadır. Bu melez alanda bir meslek olarak sosyal hizmetin ortaya çıkması,
sorun gruplarının sadece tecrit edilecek bir ‘sorun’ olarak görülmemesi ve kendilerine
kamunun yardım ettiği, eğitim hizmeti verdiği, sosyal ve kültürel çalışmalar yaptığı bir
156
Sylvia Schafer, Children in Moral Danger and the Problem of Government in Third Republic
France, Princeton, New Jersey: Princeton University Press, 1997, s. 6.
157
Noel Parry ve Jose Parry, “Social Work, Professionalism and The State”, Social Work, Welfare and
State içinde, London: Edward Arnold Ltd, 1979, s. 23-24.
76
‘refah’ alanına dönüşmesi sürecini simgelemektedir. Nigel Parton, özel ve kamusal
arasındaki ilişkilerin düzenlendiği melez alanın, modernitenin gelişiminin temel bir
sonucu olduğunu belirtmektedir; çünkü insan aklını açıklamanın merkezine koyan
Aydınlanma düşüncesini temel alan moderniteye göre, insanın oluşturduğu sosyal yapı
ne ‘doğal’ ne de geleneksel ya da pre-modern toplumlarda görüldüğü gibi ‘kutsal’
değildir; aksine modernite bu yapının ‘hassas’ (vulnerable) ve değişebilir; dolayısıyla
müdahale edilebilir ve dönüştürülebilir bir yapıda olduğunu belirtir.158 Sosyal hizmet
işte bu süreçte ortaya çıkan, bireysel ve dini hayırseverlikten, örgütlü filantropiye
oradan da mesleki hizmetlerin kamusal bir sorumluluk olduğu döneme doğru evrilen
eğilimin son halkasıdır. ‘Sosyal hizmet’, 20. yüzyılın başında tam zamanlı bir meslek
olarak ortaya çıkması, yapılandırılmış müfredatlı okulların kurulması ve toplum
tarafından kabulü sonrası
ortaya çıkmıştır. Sosyal hizmet öncelikle ABD ve Batı
Avrupa ülkelerinde profesyonel bir meslek olarak ortaya çıkmakla birlikte; öncelikle
bağımsız mesleki kurslar ve okullar daha öncesine de gitmektedir. Örneğin bilinen en
eski sosyal hizmet okulu 1890’ların başında Hollanda’da kurulduğu bilinmektedir.159
Sosyal hizmetin hayırseverlik ve filantropi faaliyetlerinden ayrışması, 19. yüzyıl
sonunda yoksullukla mücadelede ortaya çıkan sivil toplum derneklerinin genişlemesi ve
faaliyetlerinin sürekli olmaya başlaması sonucu olmuştur. Özellikle İngiltere ve ABD’de
yaygınlaşan göçmen yoksullara yönelik çalışan toplum merkezlerinde (settlement
house) gönüllüler, yoksulları evlerinde ziyaret ederek ‘sosyal inceleme’ yapıyorlardı.
Zamanla bu çalışmaların birikmesi ve görüşmelerde sorunlar çıkması gönüllülerin
görüşmelerinde izleyeceği yöntemleri bir forma dökme ihtiyacını doğurmuştur. Bu
süreçte başlatılan kursların da yeterli olmaması, 19. yüzyıl sonunda sosyal hizmet
alanında örgütlü dernekler (Charity Organization Societies- COS) ve toplum merkezleri
görevlilerinin formel eğitim hatta üniversite düzeyinde bir sosyal hizmet eğitiminden
geçmesi gerektiği fikrini ortaya çıkarmıştır. 1919 yılında da yeni yeni ortaya çıkan
sosyal hizmet okulları arasında müfredat birliği ve okulların geliştirilmesi amacıyla
158
Nigel Parton, “Social theory, social change and social work: An introduction,” Nigel Parton (Edt.)
Social theory, social change and social work içinde, London and New York: Routledge, 1996.
159
Henry J. Meyer, “Social Work”, International Encyclopedia of Social Sciences, The Macmillan
Company & The Free Pres, 1968, s. 495-504.
77
sosyal hizmet okulları birlikleri kurulmaya başlamıştır.160
Görüldüğü gibi sosyal
hizmet, sosyal hizmetlerin bir kamusal sorumluluk olarak devlet örgütlenmesi içinde yer
almaya başladığı 20. yüzyıl başında yeni bir meslek olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle
toplum merkezlerinde yapılan çalışmaların başında yer alan bireysel görüşmelerin
(casework) daha sistematik yapılması ihtiyacı, çocuk istismarında aile ile kamu
arasındaki düzenlemeyi sağlayan ve mesleki müdahaleyi gerektiren ekibin gerekliliği,
‘sosyal hizmeti’ yeni bir meslek olarak ortaya çıkarmıştır. Diğer bir deyişle 19. yüzyıl
sonları ve 20. yüzyıl başlarında başta Londra ve New York olmak üzere belli başlı
büyük şehirlerin göçmen mahallelerinde ortaya çıkan sosyal sorunların çözümü ve
özellikle
çocukların
istismardan
korunması
çalışmalarında,
filantropistlerin
çalışmalarının sistematize edilmesi ihtiyacı sonucu modern sosyal hizmet mesleği ortaya
çıkmıştır.161 Sosyal hizmet mesleğinin icracıları olarak sosyal hizmet uzmanları
özellikle çocuk mahkemelerine yansıyan çocuk istismarı vakalarında ailenin sosyal
incelemesinde doktor ve avukatların yanında önemli görevler almışlardır. Bu dönemde
binlerce çocuk istismar vakasına ilişkin ev ziyareti yapılarak durum mahkemelere rapor
edilmiştir.162 Ailelerin incelenmesi ve çocukların korunması gibi faaliyetlerin öncelikli
olduğu çocuk refahı alanında çalışan sosyal hizmet uzmanları ve psikologlar ilk
dönemlerde kamuoyunda ‘çocukların koruyucuları’ olarak tanımlanmışlardır.163 Sema
Kut ise ‘sosyal hizmet mesleği’ni sosyal hizmetin asli unsuru olarak tanımlamakta ve
meslek ile sosyal hizmetin gelişimini ‘alanın meslekleşmesi’ olarak tanımlamaktadır.164
Kut, sosyal hizmet alanının meslekleşmesinin gerisinde, sorunların çözümlenmesinde
geçmiş dönem gönüllü ve filantropistlerinin yetersiz kalması ve daha bilinçli bir
yaklaşımın gerekli görülmesi nedeniyle eğitim kursları açıldığını belirtmektedir. “… Bu
amaçla 1873’ de Londra’da gönüllüler için Oktavia Hill tarafından ilk eğitim kursları
başlatılmış. Amerika’da ise Mary Richmond daha kapsamlı bir program hazırlayarak
1898’de New York’da bir yaz okulu açmıştır. Bu arada Hollanda’da sosyal liberaller
160
Louise C. Jonson, Charles L. Schwartz ve Donald S. Tate, Social Welfare: A Response to Human
Need, 4. Baskı, Boston: Allyn and Bacon, 1997, s. 117-18.; Brenda Dubois ve Karia Krogsrud Miley,
Social Work, An Empowering Profession, 3. Baskı, Boston: Allyn and Bacon, 1994, s. 48
161
Tony Byrne ve Colin Padfield, Social Services, 4. Baskı, London: Made Simple Books, 1990, s. 394.
162
Harry Ferguson, Protecting Child in Time: Child Abuse, Child Protection, and the Consequences
of Modernity, VA, USA, Palgrave Macmillan, 2004, s. 53.
163
Hawes, s. 28.
164
Sema Kut, Sosyal Hizmet Mesleği, Nitelikleri, Temel Unsurları, Müdahale Yöntemleri, Ankara,
(Kendi yayını), 1998, s. 84.
78
1899’da ilk sosyal hizmet okulunu kurmuşlardır. Bu başlangıç yeni bir meslek
elemanının doğmasına neden olmuş ve hizmetlerde görev alacakların daha farklı bir
eğitim görmelerinin gereği üzerinde durulmuştur.”165 Daha sonra bütün Batılı
toplumlarda hızla yayılan sosyal hizmet okulları, gelişmekte olan toplumlara ise ancak
II. Dünya Savaşı’ndan sonra ve Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin
teşviki ile yayılabilmiştir.166
Daha önce gönüllü filantropistler tarafından yürütülen çocukların korunması
hizmeti, devleti açtığı okullardan mezun olan sosyal hizmet uzmanları tarafından
yürütülmeye başlanması, çocukların korunmasında aile ve devlet ilişkisinin düzenleyen
yeni bir alan olarak ‘sosyal hizmet’in ya da Donzelot’un tabiriyle ‘sosyal alan’ın
doğması ya da sosyal alanın devletleşmesinde bir aşama ortaya çıkmaktadır. Sosyal
hizmetin ortaya çıkış süreci aynı zamanda istismar edilen çocukların korunması adına ev
ziyaretlerinin yaygınlaştığı çocuk mahkemelerinin oluşmaya başladığı dönemdir. Bu
anlamda bu süreç sosyal alanın modernleşmesi olarak tanımlanabilir.
2.3 ‘Çocukluğun Yüzyılı’nda Kamusal Hizmetlerin Yayılması: Çocukların
Korunmasından Çocuk Refahına Doğru
Marshall Berman’ın modernitenin üçüncü evresi olarak tanımladığı 19. yüzyıl
sonu ve 20. yüzyılda167 çocuk haklarının takibi ya da ‘çocukluğu koruma’ artık büyük
oranda ya devletin doğrudan görevi ya da düzenlediği bir alandır.
Modernitenin
gelişmesi ve yayılmasında önce tekil alanlarda sosyal politikalar ve sosyal hizmetler,
sonrasında da bu hizmetlerin merkezi idarelerin bürokratik yapılarında tanımlanmasının
bir sonucu olan ‘sosyal devlet’in ortaya çıkmasındaki itici dinamik, modernitenin ikili
karakterinde yer alan ‘koruyucu hareket’ olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla,
modernitenin koruyucu hareketindeki birikim, çocuk koruma sistemindeki birikimdir
aynı zamanda. Bu birikimler 20. yüzyılda artık ‘refah devletleri’
şeklinde tezahür etmektedir.
168
ya da rejimleri
Devletin çocukları koruma adına çocuklara müdahalesi
165
Kut, s. 85.
James Midgley, Social Welfare in Global Context, London: Sage Publications, 1997, s. 166.
167
Berman, s. 28.
168
Sosyal politikaların ya da koruyucu politikaların tarihine bugünden bakıldığında karşımıza çıkan en
önemli kavramsal karışıklıklardan biri ‘refah devleti’ kavramıdır. İnsanların başlangıçta daha çok doğadan
ve daha sonra da daha çok negatif toplumsal kurumlardan kaynaklanan risklere karşı korunmasının
166
79
bu dönemde çok daha sistemli olarak ve kurumsal bir çerçevede, belli bir mevzuat ve bu
alanda eğitim almış profesyonel kişiler aracılığıyla yapılmaya başlanmıştır. Bu nedenle
‘çocukların yüzyılı’ olarak tanımlanan 20. yüzyılda Batı tarihinde ortaya çıkan çocuk
yaklaşımı daha kapsayıcı bir kavramla ‘çocuk refahı’
olarak tanımlanmaktadır.169
Walter A. Friedlander’ın da belirttiği gibi, çocuk ihityaçlarının erişkinlerden farklı
olduğunu kabul eden modern ‘çocuk refahı’ yaklaşımı, çocuk korumadan çok geniş alan
kapsamaktadır. “Çocuk refahından kasıt sadece fakir, ihmal edilmiş, bırakılmış, hasta,
sakat, çevreye uyamamış veya suçlu çocukların bakımı ile ilgilenme demek değildir.
“Çocuk refahı’ndan sosyal, ekonomik ve sağlık faaliyetlerinin birleştirilmesi ve çocuğun
fiziksel, kültürel, duygusal gelişmesinin sağlaması da kasdedilmektedir.”170 Yani
korunması gereken çocuk tanımı çok daha geniş bir kapsama genişlerken, esas vurgu
çocukların korunmaya muhtaç hale gelmemesi için koruyu-önleyici tedbirler almaya
doğru kaymıştır. Bu çercevede çocuk refahı hizmetleri ailesi yanında kalan çocuklara
yardım etmek şeklinde yeni bir yöne kaymaktadır.
2.3.1 Çocukların Yüzyılında Toplumsal ve Tarihsel Eğilimler
Modern çocuk koruma sistemin ilk dönemi olarak tanımlanan 19. yüzyıl sonunda
ihmal ve istismara uğrayan çocuklar Çocuk Barınakları’na (Children’s Shelter)
tarihini esas olarak ‘sosyal politika’lar çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. Toplumsal tarihin
birikimi sonuca ortaya çıkan koruyucu pratiklerin geniş bir toplumsal sözleşme düzeyine varması ve
devletin niteliğinde bir farklılaşma esas olarak 2. Dünya Savaşı sonrası ‘refah devleti’ döneminde
gerçekleşmiştir. GØsta Esping-Andersen ayrımı şöyle yapmaktadır: “Sosyal politikalar refah devletleri
olmadan var olabilirler, fakat tersi geçerli değildir. Toplumsal riske işaret eden bir çeşit kolektif siyasi
eylem mevcut ise sosyal politikaların varlığından söz edebiliriz. Romalılar fakirlere yemek dağıttığında;
kilise, loncalar veya soylular yardım ve sadaka dağıttığında veya kuruluş aşamasında ulus devletler ve
mutlak monarşiler yoksul yardımını yasalaştırdığında, bu, refah devleti değil sosyal politika idi.
(…)Üzerinde çok da düşünmeden refah devletini savaş sonrası kapitalizmi ile eş değer kılmaya
eğilimliyiz: savaştan beri, bir ‘refah devletinde’ yaşıyoruz. Terim, yeni bir politik taahhüdü, devlet ve halk
arasında yeniden yazılmış bir toplumsal sözleşmeyi gündeme getirmiştir. T.H. Marshall’ın (1950) ortaya
koyduğu gibi, yurttaşların sosyal haklarının tanınması ve sınıflar arasındaki uçurumun ortadan
kaldırılması vaadini içeriyordur. Refah devleti idealini bu tarihsel bağlamdan koparamayız.” GØsta
Esping-Andersen, “Toplumsal Riskler ve Refah Devletleri”, Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder (Der.) Sosyal
Politika Yazıları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s. 35-36.
169
Cunningham, s. 163.; Hawes de çocukları korumaya yönelik kurumsal reform, bilimsel bakım
tekniklerindeki gelişme ve çocuk uzmanlarının ortaya çıktığı yirminci yüzyıl başını “çocukların çağı”
olarak nitelemektedir. Hawes, s. 26. Çocukların korunması ve çocuk refahı yaklaşımlarının bir kullanımı
için bkz. Olive Otway, “Social work with children and families, from child welfare to child protection”,
Nigel Parton (Etd.), Social Theory, Social Change and Social Work içinde, Londra ve New York:
Routledge, 1996, s. 152-153.
170
Friedlander, s. 369.
80
yerleştirilirken; 20. yüzyıl başından itibaren bu büyük ve kalabalık kurumlar kapatılarak,
sadece acil durumlar ve ciddi istismar vakalarında kullanılmaya başlanıp, artık çocuklar
kendi evlerinde korunmaya başlamıştır. Bu sığınma evleri kapatılırken yapılan inceleme
sadece %6’sının aileye geri döndürülemediği ve velayetinin ailelerden alınmış, geri
kalan bütün çocuklar yardım ve eğitim yoluyla ailelerine geri gönderilmiştir. Bu durum
çocuk koruma politikasının değişmesinde oldukça etkili olmuştur.
Yüzyıl başında
çocukların korunmasına ilişkin yeni yasal düzenlemeler yanında, çocukların aile içinde
korunmasına imkân tanıyan yeni idari düzenlemeler de yapılmaya başlanmıştır. Örneğin
müstakil bir çocuk kanunu (Children Act) 1908 yılında İngiltere’de yürürlüğe
konularak,
çocukların
korunması
çok
daha
ayrıntılı
ve
formel
tanımlara
kavuşturulmuştur.171
Bilimsel bilginin kullanılması ile çocukların korunması çalışmalarında çok daha
başarılı olacağı inancı, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında oldukça kabul gören bir
düşüncedir. Bu fikir 1909 yılında ABD Kongresi’nde çocukların korunması ile ilgili
hazırlanan raporda da çok açık olarak ifade edilmektedir. Artık bilime ve bilimsel
bilginlin rehberliğine daha çok güvenilmektedir. Bu güveni sağlayan önemli bir gelişme,
çocuk ölümlerinin düşürülmesi sağlayan tıbbi gelişme ve genel sağlık önlemlerinin 20.
yüzyıl başında gelişmesi ve yaygınlaşmasıdır. Daha önce de belirtildiği gibi bütün 19.
yüzyıl boyunca bebek ve çocuk ölüm oranları son derece yüksektir; bu nedenle 20.
yüzyıl başında çocukları ölümden kurtarma en önemli gündemlerden biri olmaya
başlamıştır. Çocuk ölüm oranlarında düşme, doğum sayısında da düşmeye sebep olmuş
ve aile planlaması fikri bu gelişmelere paralel olarak önem kazanmıştır.172
Öte yandan 20. yüzyıl başından itibaren çocukların zeka ve sosyal gelişimlerine
dair bilimsel bilgiler de gelişmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak çocuklar okul
yaşına geldiğinde artık fizik ve zeka değerlendirmeleri yapılarak kapasitelerine göre
okullara yerleştirilmeye başlanmıştır. Örneğin zeka geriliği olan çocuklar için artık
‘özel okullar’ açılmaktadır. Psikiyatri ve psikolojideki gelişmeye paralel olarak artık
suça karışan çocuklar özel bir ilgi ve tedaviye tabi tutulmaktadır. Ulusal düzeydeki bu
171
172
Ferguson, s. 43.
Cunningham, s. 165.
81
gelişmeler zamanla uluslararası standartlara da dönüşmeye başlamıştır. Bu dönemde
düzenlenen uluslararası toplantılar standartlaşmalara katkı sunmaktadır. Bu çerçevede
Londra’da 1907 ve Paris’te 1910 yılında ‘okul hijyeni’ konusunda iki uluslararası
konferans yapılmıştır.173
Aynı dönemde çocuklar çalışma hayatından çekildiği oranda ortalama yaşam
seviyesinde bir yükselme görülmeye başlamıştır. Ayrıca çocukların devletler için önemli
olmaya başladığını, 20. yüzyılın ilk yarısında hemen bütün Batılı ülkelerde çocuklu
ailelere çocuk yardımları yapılmaya başlanmasından görmekteyiz.174
Kısaca
“çocukların yüzyılı” çocukluğu bütün çocuklar için var etmeye çabalamış, birçok
konuda da oldukça başarılı bir yüzyıl olmuş, özellikle çocukların hayatta kalma
şanslarını büyük oranda yükseltmede başarı kaydetmiştir.175
Avrupa ülkelerinin hemen tümünde 19. yüzyıl sonunda, ABD’de ise 20. yüzyıl
başında çocukların sanayide çalıştırılması yasaklanmış ve diğer alanlardaki çocuk
işçiliğinin ise yasal bir zemine oturtulmuş olmasına rağmen, özellikle ev işlerinde çocuk
işçiliği uzun süre varlığını sürdürmüştür.
Yasanın denetlemesinin güç olduğu ev
içerisinde çocukların hemen bütün Avrupa ülkelerinde çalıştırılmaya devam ettiği
görülmektedir. Örneğin 1908 yılında Avusturya’da 400.000 öğrenci üzerinden yapılan
bir ankette, bu çocukların üçte birinin çalıştığı ve bunların önemli bir oranının hane
içinde çalıştığı tespit edilmektedir. Yine 1920’li yıllarda ev içinde çalışan çocukların
günde ortalama dört ile altı saat arasında çalıştıkları belirlenmiştir. Savaş dönemlerinde
çocuk emeğine olan ihtiyaç arttığı için çalışan çocuk sayısında büyük artışlar olmuş;
ancak savaş sonrasında da çocuklar çalışma hayatından tamamen çekilmemişlerdir.
Örneğin İngiltere’de 1930’ların başında 80.000 ile 90.000 çocuğun çalışma hayatında
olduğu tahmin edilmektedir. Çocukluk çocukların çalışma hayatından çekilerek okula
başlaması ile somutluk kazandığından, mecburi ilköğretim dönemin hükümetlerinin
başvurduğu en etkili yöntemlerdir. Bu nedenle zorunlu ilköğretim yaşı tedrici bir şekilde
173
Cunningham, s. 171.
Cunningham, s. 173.
175
Cunningham, s. 188.
174
82
arttırılmıştır. Örneğin zorunlu ilköğretim ilk başladığı 1880 yılında İngiltere bu yaş on
iken, 1918 yılında 14, 1944 yılında 15 ve 1972 yılında 16'ya çıkarılmıştır.176
20. yüzyılda çocukların korunmasında ortaya çıkan önemli gelişmelerden biri de
‘Çocuk Mahkemeleri’nin kurulmasıdır. Bu konuda atılan ilk adımlardan birisi 1899
tarihli Illinois ‘Çocuk Mahkemesi Yasası’dır. Bu yasaya dayanılarak Chicago’da bir
mahkeme kurulmuş ve yasayla 16 yaş altında kanunla ihtilafa düşen her çocuğun özel
olarak yargılanmasına imkan tanınmıştır. Ayrıca yasayla, bir çocuğun ihmal veya
istismar edildiğini öğrenen kişilere de bu durumu ilgili mercilere ihbar etme
yükümlülüğü getirilmiştir. Bu gelişmelerle birlikte ‘çocuğun üstün yararı’ ilkesi ön
plana geçmeye başlamıştır. Çocukluğun yüzyılında çocuk koruma alanını genişleten bir
gelişme de çocuklar için kreş, gündüz bakımevleri ya da çocuk yuvaları (kindergarten)
açılmaya başlanmasıdır. Amerika’da ilk çocuk yuvası 1855 yılında kurulmuş ve 20.
yüzyıl başında ülke geneline yayılmaya başlamıştır. İlk yuvalar özel yuvalar ve varlıklı
aile çocuklarına hitap ederken, 20. yüzyıl ilk çeyreğinden itibaren sosyal hizmet amaçlı
yuvalar da yaygınlık kazanmıştır.177
Çocukların çalışma hayatından okul hayatına kaydırılması için tarihsel süreçte
ortaya çıkan çatışma ve mücadeleler içinden oluşan ‘çocukluk kurgusu’, 20. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren özellikle ABD’de bozulma riski ile karşı karşıya kalmıştır.
Özellikle kitle iletişim araçlarında ortaya çıkan büyük gelişmeler sonucu, çocuklar erken
bilgilenme, erken olgunlaşma, akranları ile çocuk oyunlarını oynamama, ebeveyn
otoritesini
reddetme
vs.
nedeniyle
çocukluğun
yitme
sürecinin
başladığı
belirtilmektedir.178
Çocukları koruma mevzuatı için özel bir kanun düzenlemesi Batı dünyasında çok
farklı zamanlarda olmuştur. Finlandiya’da örneğin ilk yasal düzenleme ancak 1936
yılında gerçekleştirilebilmiştir. Bu tarihe kadar çocuklara ilişkin düzenlemeler genel
kanunlar içinde yapılırken, otuz yıllık bir hazırlık ve tartışma sonrasında ilk defa 1936
176
Cunningham, s. 174.
Hawes, s. 32.
178
Cunningham, s. 179. Ayrıca aynı konuda bkz. Neil Postman, Çocukluğun Yokoluşu.
177
83
yılında “Çocuk Refahı Kanunu” (Children’s Welfare Act) çıkarılmıştır. Finlandiya’da
KMÇ’a yönelik önlem olarak kurumsal bakım ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında
gerilemiştir. Özellikle savaş sırasında ortaya çıkan büyük altüst oluş sonrasında 50.000
çocuğun kimsesiz kalması, yatılı çocuk yuvası bakımı ihtiyacını zorunlu kılmıştır.
1950’li yılların ortasından itibaren hem yatılı kurum sayısı hem de bakılan çocuk
sayısında tedrici olarak düşme meydana gelmiştir. Örneğin 1955 yılında 200 çocuk
yuvasında
4.944
çocuk
kalırken,
1980
yılında
168
yuvada
3.390
çocuk
barındırılmaktadır. Bu düşmenin de temel sebebi, devletin gündüz bakım hizmetlerini
yaygınlaştırması ve çocuk yardımlarının arttırılmasıdır.179
Kanada’da ise çocuklara ve gençlere yönelik bakım, koruma ve infaz sisteminde
kurumsallaşmadan uzaklaşma ancak 1930 ve 1940’lı yıllarda gerçekleşebilmiştir. Bu
yıllarda kurumsal çocuk bakımı geçici ve zorunlu hallerde başvurulan bir yöntem iken,
koruyucu aile ve evlat edinmede büyük bir artış olmaya başlamıştır. 1940 ve 1950’li
yıllarda ise Kanada sosyal refah sisteminin kurulduğu; işsizlik, konut ve aile
yardımlarına dair düzenlemelerin yoğunlaştığı yıllardır. Bu nedenle korunmaya muhtaç
çocukların sayısı ve bu çocuklara verilen hizmetlerde de hem azalma hem de
farklılaşmada hızlanma olmuştur. Bu sürecin sonunda yani 1970’lere varıldığında, antikurumsallaşma ideolojisi güçlenmiş ve mevcut kurumlar da küçük birimlerle
değiştirilmiş ya da kapatılmıştır.180
İsveç tarihinde çocukların kurumsal ya da aileler kanalıyla bakılması
uygulamalarına 18. yüzyıl başına kadar rastlanmakla birlikte, ilk ciddi ve açık hükümler
içeren mevzuat düzenlemesi 1924 yılında yapılmıştır. 1924 yılında çıkan “Çocuk Refahı
Kanunu” (Child Welfare Law) her bölgenin kendi çocuk koruma komisyonunu
kurmasını öngörmektedir. Ancak bu düzenlemede komisyon sorumluluğu doğrudan
kamuya yüklememektedir. Çocuk ve gençlerin korunmasında kamusal sorumluluğun net
olarak ifade edilmesi 1934 “Gençliğin Korunması Kanunu” (Youth Protection Law) ile
mümkün olabilmiştir. Çocukların kendi anne babasının isteği ve maddi yoksunluğu
nedeniyle ‘kurumlara yerleştirilmesi’ özellikle 1960’larda büyük düşüşler göstermiştir.
179
180
Kemppainen, s. 147.
Anglin, s. 50.
84
Bunun nedeni İsveç’te devletin sağladığı sosyal hizmetler sonucu gelişen sosyo-politik
önlemlerin yaygınlaşmasıdır. Bu dönemde ihtiyaç sahibi aileler çocuklarının kendilerini
yetiştirmek için çok çeşitli yardımlar alabilmekte, iş piyasasında daha hoşgörülü bir
ortam gelişmiş, gündüz çocuk bakım hizmetleri yaygınlaşmış ve genel olarak konut
hizmetlerinde ciddi iyileşmeler ortaya çıkmıştır.181
Batı’da çocukların kurumlarda bakılmasında esas dönüşüm 1950’li yıllarda
olmaya başlamıştır. Öncelikle II. Dünya Savaşı sonrasında ‘savaş yetimleri’nin sayısının
azalması ‘yetimhane’ ihtiyacını azaltmıştır. Ancak kurumsal bakıma olan eleştiriler,
koruyucu hizmetlerin genişlemesi, toplumun aykırı davranışlara daha tahammüllü
davranması ve çocukların kendi aile çevresinde korunmasına ilişkin yaklaşımın
genişlemesi de kurumsallaşmadan uzaklaşmada oldukça etkili olmuştur.182 Ancak
kurumsallaşmaya karşı gelişen hareket eş zamanlı olarak yayılmamıştır. Örneğin
İtalya’da bu tartışmalar 1950’li yıllarda başlamış olmakla birlikte, büyük çocuk
yuvalarının küçük birimlere dönüştürülmesi ve çocukların daha çok koruyucu ailelere
ailelere yönlendirilmesi ancak 1970’lerde gerçekleştirilebilmiştir. Aynı dönemde
çocuklara
ilişkin
sosyal
refah
hizmetleri
de
gelişen
bölge
yönetimlerine
devredilmiştir.183 Avrupa’ki farklı çocuk bakım ve koruma modelleri, modernleşme
sreçlerindeki farklılığa bağlı olarak farklı ülke gruplarında farklı refah rejimlerinin
oluşmasını sağlamıştır. Çocukların bakım ve korunmasında kurumsallaşmayı görece
görce geç terkeden İspanya ve İtalya gibi ülkeler, Esping Andersen’in refah rejimi
tasnifinde görece az elişmiş olan güney Avrupa modelinde yer alması ile açıklanabilir
olduğu düşünülmektedir.
181
Lindeman, s. 248.
Psikiyatrist John Bowlby’nin özellikle bebeklerin kurumlarda kalması nedeniyle ortaya çıkan gelişim
geriliklerini tespit eden çalışmaları sonrasında, kurumlara alternatif modeller aranmaya başlanmıştır.
Koruyucu aile bu tartışmalar sonrasında yaygınlaşan bir çocuk bakım modeli olarak ortaya çıkmıştır.
Avrupa Topluluğu ülkelerini dikkate alarak yatılı bakım ve koruyucu aile modellerinde dönüşümleri
inceleyen ve yatılı bakımdan koruyucu aile ve büyük kurumlardan küçük grup evleri modellerine
dönüldüğünü tespit eden bir çalışma için bkz. Matthew Colton ve Walter Hellinckx, “Residential and
Foster Care in the European Community: Current Trends in Policy and Practice”, British Journal of
Social Work, 24, 1994, s. 559-576.
183
Valerio Ducci, “Beyond the Orphanage: The Process of Deinstitutionalizing Children in Italy. PostWar Developments” Children in Institutions: The Beginning of the End?, Unicef Innocenti Research
Centre, 2003, s. 18-19.
182
85
Postman’ın tabiriyle ‘biyolojik açıdan herhangi bir kültürün kendisini yeniden
üretme gereksinimini unutması tasavvur edilemez; fakat bir kültürün toplumsal açıdan
çocukluk fikrine sahip olmaksızın var olması oldukça muhtemeldir.’184 Philippe Ariès
bu anlamıyla çocukluğun insanlık tarihinin çok büyük bir kesitinde yer almadığını
belirtmketedir. Çocuklar ortaçağ sonuna kadar yetişkinlik dünyasının bir parçası olarak
kabul edildi; yetişkinler gibi giyindiler, temel bir kamusal eğitim sürecine dahil olmadan
erken yaşlarda istihdam dünyasında yer aldılar.185 Ariès’e göre eğitimin yaygınlaşmaya
başladığı 16. yüzyıldan itibaren çocukluk fikri de toplumda kabul edilmeye ve
yaygınlaşmaya başlamıştır. 186 Çocukların okula gitmeye başlaması ile yani çocukların
istihdamdan çok eğitimde daha uzun süre kalması ile çocukluk kurgusu örülmeye
başlanmıştır. Çocukluk fikrinin toplumsal bir kurgu olarak örülmeye başlandığı bu
tarihsel süreçte seküler refah kurumları da yavaş yavaş oluşmaktadır. Çocukların farklı
bir sosyal kategori olarak ayrışması, modern merkezi devletlerin ortaya çıktığı tarihsel
döneme denk gelmektedir. Çocuklara yönelik ayrı bakım kurumlarının ortaya çıktığı,
okullaşmanın yaygınlaştığı, yoksul ve korunmaya muhtaç kesimler için devletin özel
önlemler aldığı ve ‘çalışmaevleri’ gibi kamusal kurumların oluşturduğu bu süreçte, yeni
ideoloji olarak merkezi devlete bağlılık ideolojisi de ortaya çıkmaya başlamıştır. Artık
hem çocuklar hem de yetişkinler sadece tehlikelerden korumamakta aynı zamanda,
devlete sadık birer yurttaş özne haline getirilmek istenmektedir. Michael Rustin’e göre
Kraliçe Elizabeth187 zamanından beri, yani refah devletinin ortaya çıkmaya başladığı
184
Neil Postman, Çocukluğun Yokoluşu, Kemal İnal (Çev.), Ankara: İmge Kitapevi, 1995, s. 7.
Çocukluğun bir toplumsal kurgu olarak ortaçağ sonrasında ‘icat edildiği’ tezi genel olarak Philippe
Ariès’in Çocukluğun Yüzyılları isimli çalışmasına dayanmaktadır. Ariès, Avrupa aile tarihini sanat
çalışmaları bağlamında incelediği çalışmasında, Ortaçağ sanatının 12. yüzyıla kadar çocukları hiçbir
şekilde tasvir etmediğini ve belirgin olarak çocukların çocuk olarak sanat çalışmalarında yer almasının
ancak 17. yüzyılda görülebildiğini tespit etmektedir. Ariès çocukların sanat çalışmalarında
görülmemesinin salt bir sanat anlayışı değil, o dönemde çocukluk fikrinin gelişmemiş olmasına
dayandırmaktadır. Bkz. Philippe Ariès, Centuries of Childhood: A Social History of Family Life, New
York: Vintage Books, 1962, s. 33-49.
186
Ariès, s. 413.
187
Michael Rustin, “Missing Dimentsions in the Culture of Welfare,” Prue Chamberlaine, Andrew
Cooper, Richard Freeman ve Michael Rustin (edts), Welfare and Culture in Europe, Towards a New
Paradigm in Social Policy, Jessica Kingsley Publishers, London ve Philadelphia, 1999, s. 259.;
Yoksullara yardımın modern dönemin çok öncesinde başlayan bir uygulama olduğu bilinmektedir.
Yoksullara devletin doğrudan yardım yapmasının ilk uygulamalarından biri 16. yüzyılda İngiltere’de
Kralice Elizabeth döneminde karşımıza çıkmaktadır: “1572 yılında kraliçe Elizabeth bir parlamento
statüsü imzalayarak fakirlere yardım için geleneksel bir vergi kaynağının kurulmasını ve yeni kanunun
gerektirdiği işleri idare etmek üzere bir memur gurubunu teşkilini kabul etti. 1572 statüsü denilen bu
kanuna göre, kendi kendine bakmakta aciz olan kişilerin bakımını devletin resmen üzerine almış olduğunu
185
86
zamandan itibaren, devletin bir amacı da kişileri yeni ortaya çıkan ulus devlete sadık
kişiler yapmaya çalışmaktır. Devlet, korumasına aldığı bu kişileri, korumayı sağlayan
devlet için savaşmak ve gerekirse ölecek özneler yaratmak istemektedir. Bu süreçte
modern devletin temel hedeflerinde biri de, tebaasının korumak ve refah sağlamak
yanında, onu disipline etmektir.
2.3.2 Çocuk Koruma Perspektifleri
Korunmaya muhtaç çocukların sosyal politika konusu olması çeşitli tarihsel
koşullara bağlı olarak farklılıklar göstermektedir. Modernleşme sürecinde ortaya çıkan
yoksulluk tezahürleri ve yoksulluğa yönelik farklı yaklaşımları, çocuk bakım ve koruma
sisteminde de görülmektedir. Harry Hendrick tarihsel süreç içinde gözlenen dört temel
çocuk koruma yaklaşımı tespit etmektedir:188 1) liberal karışmamacı yaklaşım (laissezfaire), 2) devlet koruyuculuğu (state paternalizm), 3) ailenin korunması ve 4) çocuk
hakları perspektifi. Liberal karışmamacı perspektif, patriarkal yaklaşımla ilişkili olup,
devletin aile içi olaylara ancak zorunlu koşullarda müdahale etmesi gerektiğini savunur.
Devlet koruyuculuğunda 19. yüzyıldan itibaren devletin artan müdahaleciliğine
gönderme yapılmaktadır. Bu yaklaşımda devlet otoriterdir ve biyolojik aile bağlarını
önemsemez. Üçüncü yaklaşım olan ailenin korunması yaklaşımı ise, özellikle II. Dünya
Savaşı sonrası kurulan Refah Devleti ile birlikte yaygınlık kazanmıştır.
Aile
bütünlüğünün korunması pratikte daha çok yoksullaşan aileye sosyal yardım verilerek
sağlanmaktadır. Bu yaklaşımda hâlâ merkezde olan aile birliğinin simgesi anne
babalardır. Esping-Andersen’in refah rejimi sınıflamasına göre Kıta Avrupa’sı
ülkelerinde hakim refah devleri anlayışı son derece paternalist bir karaktere sahiptir.
Aile üyeleri özerk bireyler olarak değil aile hiyerarşisinin üyeleri olarak kabul
edilmektedir. Bu refah rejiminde uygulanan sigorta sisteminde kadının eş olarak
çalışmaması ve evde çocukları bakması durumunda sigortaya dahil edilmesi, eşin
gelirine bağımlı kılınması sistemin merkezi özelliklerinden biridir. Son yaklaşım olan
kabul ediyordu. 1572 yılında ıslah evleri kurularak burada sakat olmayan ve özellikle genç olan fakir
gençler zorla çalıştırılmaya başlandı. Bu evlere yün, keten, kenevir ve demir gibi ham maddeler verilerek
bunların istenmesi sağlanıyordu.” Walter A., Friedlander, Sosyal Refah Hizmetine Başlangıç, Dil-Resan
Taşçıoğlu (Çev.), Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü
Yayınları, Sayı: 44, 1966, s. 20.
188
Hendrick, Children, Childhood and English Soceity, 1880-1990, s. 40.
87
çocuk hakları, tarihsel olarak en son gelişen çocuk koruma sistemidir. Bu yaklaşımda
aile bir bütünsellik içinde görülmemekte, aile üyelerinin her biri bağımsız ya da özerk
özneler/kişilikler olarak kabul görmektedir. Çocuk hakları yaklaşımı, bu anlamda,
çocuğu aile dışında da korunması gereken bağımsız özneler olarak kabul görmektedir.
Ancak bu alandaki mevzuatın özellikle son yıllarda genişlemesine rağmen, somut sosyal
politika aracı olarak yaygınlaştığı söylenemez. Çocukların korunmasının bir aile ve
yakın çevre işi olmadığı yaklaşımının uluslararası planda kabul gören bir kural haline
gelmesi Birleşmiş Milletler’in 20 Kasım 1989 tarihinde New York’ta yapılan Genel
Kurulu’nda Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni kabul etmesi ile sağlanmıştır.189
Ancak modernite ve modernleşme süreçlerinin eşitsiz gelişmesindeki temel
dinamikler, çocukların korunmasında da kendini göstermektedir. Örneğin azgelişmiş
ülkelerde çocuk işçiliğinin önlenmesinin mevcut şartlar altında mümkün olmadığı, bu
sözleşmenin dünya ülkeleri arasındaki gelişmişlik farklarını dikkate almadan ya da bu
farklılaşmayı önleyecek yapısal önlemleri öngörmeden çıkarıldığı şeklinde eleştirilere
tabi tutulmaktadır.190 Amerika’daki sosyal gelişimin seyrinden hareketle refah
hizmetlerinin tasnifini yapan John Romanyshyn, devletin sosyal alana sosyal yardıma
ihtiyaç duyan kesimler lehine müdahale etmesinde modern öncesinden modern döneme
geçişle birlikte bir genişleme tespit etmektedir. Modernleşme sürecine sanayileşme ve
nüfusun kentsel alanlarda birikmesi açısından bakıldığından, modern devletin ortaya
çıkmasını bu anlamda, devletin sosyal sorunlar karşısında daha çok sorumluluk alması
olarak tanımlamaktayız. Ancak, bu süreçteki tek değişim, devletin daha çok
müdahalesinden ibaret değildir. Bu süreçte yapılan sosyal yardımlar ve devletin
müdahalesinin niteliğinde de bireysel yardımının esas alındığı tortusal (residual)
yaklaşımdan, kurumsal yaklaşıma doğru bir gelişme görülmüştür. Yine modern öncesi
bir mantıkla, yardım alan kişileri yardım yapanlara karşı minnettar kılmaya sevk eden
bir felsefeden, yardımı yurttaşlık hakkı olarak gören bir yaklaşıma doğru bir gelişme
izlenmiştir. Romanyshyn, modern dönemle birlikte sadece yoksullar gibi özel toplumsal
189
Bob Franklin ‘çocuk hakları’ üst başlığı altında refah hakları, koruyucu haklar, yetişkin hakları ve ana
babalara karşı hakları dört grupta toplamakta ve bu hakların ilk kez B.M. Çocuk Hakları Beyannamesinde
bir araya geldiğini belritmektedir. Bkz. Bob Franklin, “Giriş”, Çocuk Hakları içinde, Bob Franklin
(Der.), 1. basım, İstanbul: Ayrınt Yayınları, 1993, s. 30.
190
Ben White, “Defining The Intolerable, Child Work, Global Standarts and Cultural Relativism,”
Childhood, C.6 S.1, 1999, s. 133-144.
88
kesimlere yönelik ‘özel yardımlar’ anlayışından bütün nüfusun evrensel ihtiyaçlarının
karşılanması yaklaşımına doğru evrimsel bir gidişten söz etmektedir. Diğer gelişmeleri
ise şu şekilde tanımlamaktadır: Hayırseverlikten yurttaş haklarına, asgari yardım ve
destekten ‘ihtiyacı kadar’ anlayışına, bireysel yardımdan sosyal reforma, gönüllülükten
kamusal sorumluluğa, yoksullara refah hizmetinden refah toplumu konseptine doğru bir
evrim.1 Tarihe geri dönülmez bir ilerleme mantığı içinden bakılmamakla birlikte,
toplumların tarihinde Romanyshyn’in belirttiği anlamda, bireysel hayırseverlikten
kamusal sorumluluklara doğru gelişen bir sürecin bir eğilim olarak var olduğu
söylenebilir.191
Çocukların korunması ve çocuklara yaklaşım perspektiflerinin gelişim sürecine
bakıldığında, bu yaklaşımların toplumların refah modelleri ve/veya rejimlerine bağlı
olarak değiştiğini görmekteyiz. toplumsal bir kurgu olarak çocukluğun ortaya çıkma
süreci de belirleyicidir. Yukarda özetlenen perspektifte, çocuk hakları yaklaşımı aynı
zamanda zamansal olarak da sonradan gelişen bir yaklaşımdır. Önce toplum içinde
belirgin bir kişiliğe sahip olmayan, aile bütünlüğü içinde ayrı bir kimliği olmayan
çocuklar, zaman içinde sosyal politika nesnesi olmaya başlamış ve çocuk hakları
yaklaşımının somutluk kazanması ile birlikte bağımsız bir kişilik/özne olarak kabul
edilmiştir.
Çocukların somut bir kişilik kazanması, toplumların ulus inşa etme süreciyle
daha da belirginlik kazanmıştır. Pauline Hardiker ve arkadaşlarının tasnifine göre de
oluşan refah yaklaşımları tortusal (residual), kurumsal, gelişmeci ve radikal olmak üzere
liberalden sosyalist anlayışa doğru dört yaklaşımdan oluşmaktadır. Tortusal refah
yaklaşımında devletin çocuklara yönelik önlemleri sürekli yoksulluğun etkisinin
azaltılmasına dair geçici yardımlar ve müracaatcıları kurumsal bakım gibi hizmetlere
karşı koruyan önlemler olarak karşımıza çıkarken; gelişmeci yaklaşımda sorunarın
ortaya çıkmasını önleyen türden ayygın tedbirler alınır.192 Liberal ya da ‘tortusal’
yaklaşımın geçici önlemleri ile ‘sosyal demokrat’ devlet yaklaşımları iki kutbu
191
John M. Romanyshyn, Social Welfare: Charity to Justice, New York: Random House, 1971, s. 33-
35.
192
Hardiker, Pauline, Ken Exton ve Mary Barker, “The Social Policy Context of Prevention in Child
Care”, British Journal of Social Work, 1991, No. 21, s. 352.
89
oluşturmaktadır. Bunun yannda korunmaya ve yardıma muhtaç çocuklara hayırsever
kurum ya da kişilerin ‘hayır’ amaçlı yardımları ile devletin karmaşıklaşan refah
uygulamaları farklılık göstermektedir. Bu çercevede devletin refah uygulamalarının
geniş anlamıyla ulusal çıkarları da hesaba kattığı belirtilmelidir. Yoksul çocukların
sağlığı, eğitimi, ruhsal gelişiminin desteklenmesi aynı zamanda bir yurttaş yaratma
faaliyetinin parçasını oluşturur. Yeni dönem reformcuların gözünde, yardım edilen,
eğitilen yoksul çocuklar artık ‘ulusun çocuklarıdır.’193
Modern çocuk koruma politikasının modern öncesi kökenleri hayırseverlik ve
terk bebek gibi ‘kimsesiz’lere yönelik büyük kurumların baskın olduğu bir yapıdan
oluşmaktadır. Bu yapı daha sonra ihtiyaç sahibi kesimlere yönelik eğitici ve değiştirici
müdahale ile sosyal yardım yaparak dönüşüm yapmanın baskın olduğu ‘filantropist’
anlayışın hâkim olduğu döneme dönüşmüştür. Hayırseverlikten yani modern öncesi
dönemden modern döneme geçiş, uzun bir tarihsel sürecin sonunda olabilmiştir. 19.
yüzyıl sonuna kadar devam eden bu oluşum sürecinde gönüllü kişilerce organize edilen
eğitim ve sosyal yardım faaliyetleri baskın çalışmalardır. Devletin gönüllü
filantropistleri, okullarda eğitim almış ‘sosyal hizmet uzmanları’ ile ikame etmeye
başlaması, çocuklarına karşı şiddet, zorla çalıştırma, okuldan mahrum bırakma gibi
uygulamalar içinde bulunan velilerden çocukları üzerindeki velayetlerini alabilmeye
imkan tanıyan yasal düzenlemeler yapması ve başlangıçta bu hizmetleri yürütmekle
ilgili yerel kamu örgütlerinin görevlendirilmesi, modern çocuk koruma sisteminde
‘sosyal hizmet’ dönemi olarak nitelenebilir. Dolayısıyla Batı tarihinde çocuk koruma
sisteminin oluşumunda rol alan kurumlar incelendiğinde hayırseverlik, filantropi ve
kamusal sosyal hizmetler şeklinde gelişen bir yapı gözlenmektedir. Ancak bu tarihsel
faktörlerin hiçbiri tarih sahnesinden silinmemiştir; fakat modern devletin sosyal alana
nüfuz etme oranına bağlı olarak etkililik sırası kamusal sosyal hizmetler lehine
değişmiştir. Dolayısıyla değişime rağmen modern çocuk koruma sisteminin oluştuğu
dönemlerde dahi hem hayırseverlik hem de filantropist faaliyetler varlığını
sürdürmüştür. Ancak her tek faaliyetin, içinde bulunduğu konjonktürde yüklendüğü rol
farklılıklar göstermektedir. Özellikle 19. yüzyıl filantropist derneklerin sosyal hizmetin
193
Hendrick, s. 41.
90
ortaya çıkması ve devletin çocuk koruma sistemini geliştirmesi ve sahiplenmesinde son
derece önemli işlevler yüklendiği görülmektedir.194 Dolayısıyla çocuk koruma
sisteminin de bir parçası olduğu sosyal devletin kurumsallaşarak ortaya çıkması iki
boyutlu bir süreçtir: Bu yapı hem toplumun düzen içinde tutulması ve asayişi ya da
Foucault’nun tabiri ile yeni ‘yönetim aklı’dır (governmentality) hem de ‘koruyucu yanı’
ya da sosyal hizmet ve sosyal yardımdır. Artık bu iki boyut modern devletin sosyal
devlete dönüşmesi ile birlikte içice geçmiştir.
20. yüzyılda ‘koruyucu aile’ ve ‘evlat
edinme’ gibi kurumlara alternatif çocuk koruma yöntemlerinin ortaya çıkması ile
‘sosyal alan’ son derece geniş bir çocuk kitlesine hitap eder hale gelmiş, kamu içinde de
mesleki bir faaliyet olarak yerini almıştır.
Dolayısıyla bütün modern öncesi dönemlerde KMÇ sorunu esas olarak ‘kimsesiz
ve serseri’ çocuklar sorunuyken, modern çocuk koruma dönemi ile birlikte artık KMÇ
sorunu, ailesi yanında olup korunmaya ihtiyaç duyan çocuğa doğru genişlemektedir. Bu
nedenle artık çocukları koruma adına, çocuklardan sorumlu kişilere sosyal yardım,
çocuk ödenekleri, gündüz çocuk bakım evi hizmetleri öncelikli politika olmaya
başlamıştır. Dolayısıyla çocuk koruma sisteminin ortaya çıkmasında önemli bir boyut
kamunun
sorumluluğun
çocuk
koruma
sisteminde
artık
birincil
olması
ve
yaygınlaşmasıdır.
Çocuk koruma sisteminin oluşumu açısından Batı tarihindeki modernleşme
süreçlerine bakıldığında, özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşmaya başalayan koruyucu
önlemler bir çocuk koruma zemini oluşturmuştur. Bu zemini oluşturan öğeler de; a)
KMÇ’ların korunduğu kurumsal yapıların yaygınlaşması, b) çocuk işçiliğinin
sınırlanması ve bu alanda yasal düzenlemeler yapılması, c) başta ilköğretim olmak üzere
çocukların okullaşmasındaki gelişmeler, d) çocukların her tür istismara karşı aile içinde
de korunmaya başlanması ve e) sivil derneklerin öncülüğünde hayırsever ve daha sonra
194
Modern devletin ortaya çıkmasına paralel olarak gelişen sosyal kurumların Foucault’nun etkisiyle
‘sosyal kontrol’, ‘disiplin’ ve meşruiyet araçları olarak görülmesine benzer bir yaklaşım hayırseverlik ve
filantropik derneklere yönelik de ileri sürülmektedir. Hayırseverlik ve filantropik örgütlerin üyelerinin
ideolojik niyetleri veya söylemlerinin ötesinde, bu kurumların sosyal refah alanın zeminini oluşturma gibi
nesnel katkıları tartışılmazdır. Ancak bu yapıları iktidardaki sınıfların egemenliğinin tahkimi ya da
‘tehlikeli sınıfların’ düzen içinde kalmalarını amaçlayan araçlar olarak yorumlayan yaklaşımlar da söz
konudur. Hayırseverlik ve filantropist çalışmaların tarihsel konumu ile ilgili farklı yorumlara ilişkin bir
çalışma için bkz. Peter Murray, Poverty and Welfare, London: Hodder&Stougton, 1999, s. 75-76.
91
filantropist kişiler öncülüğünde sürdürülen çalışmaların sosyal hizmete dönüşmesi ve
filantropistlerin de bir meslek olarak sosyal hizmet uzmanlığına dönüşmesi olarak tespit
edilmektedir. Sonraki bölümde Osmanlı ve Türk modernleşmesi incelendiğinde, bu
gelişmelerin
izleri
sürülerek
çocuk
koruma
sisteminin
gelişimi
anlaşılmaya
çalışılacaktır. Yukarda da belirtildiği gibi, Batı tarihinde 20. yüzyıl genel olarak çocuk
koruma sisteminin bir genişleme, yayılma ve çeşitlenme anlamında niteliksel bir
dönüşümden geçtiği dönemdir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında refah devletlerinin
yaygınlaşması ile birlikte artık çocuklar ailelerinde bağımsız kurumlar içinde değil,
doğal ortamları içinde korunmaktadırlar. Bu nedenle refah rejimindeki bu niteliksel
farklılaşmanın çocuk koruma yöntemlerindeki yansımasını isimlendirmek için ‘çocuk
refahı’ dönemi tanımlaması kullanılacaktır. Batı tarihinde 20. yüzyıl artık çocukların
bakım ve korunmasında ‘kurumsal’ bakımın eleştirildiği, koruyucu aile, evlat edinme,
gündüz bakım evi, annelere doğum izni ve doğum yardımı gibi önlemlerin alındığı bir
dönemdir.
Aşağıdaki
bölümde
Osmanlı-Türk
modernleşmesinin
çocukları
koruma
yöntemlerine yansımaları ve geçirdiği süreç izlenecektir. Bunun için çocuk koruma ve
bakımında kamu sorumluluğunun Tanzimat döneminde ortaya çıkması, II. Meşrutiyet
döneminde gerilemesi ve daha sonra 1940’lı yıllarda tekrar ortaya çıkmasına kadar olan
dönem ‘kamu sormluluğunun ortaya çıkması’ dönemi olarak incelenecektir.
92
3 OSMANLI MODERNLEŞMESİ
SİSTEMİNİN TEMELLERİ
VE
ÇOCUK
KORUMA
Toplumsal yapımızın günümüze kadar devam eden birçok boyutu Osmanlı
dönemine dayanmaktadır. Bu nedenle toplumsal yapının önemli unsurlarından olan
çocukların korunmasına ilişkin sistemi anlamak için de Osmanlı’daki köklere bakılması
gerekmektedir. Batı modernleşmesinin çocuk koruma sisteminin belli başlı unsurları
olarak çocuk işçiliği, okullaşma, kurumsal koruma, çocuğu şiddetten koruma ve bu
sistemin meslekileşmesi ve bürokratikleşmesi unsurlarına bakıldığında, öncelikle
toplumsal yapıdaki büyük bir dönüşümün bu değişimleri öncelediğini görüyoruz. Bu
büyük dönüşüm sanayileşme ve kentleşme çerçevesinde ortaya çıkan kentsel sosyal
sorunlar ve aile yapısındaki değişim olgulardır. Batı tarihinde de ‘sosyal sorun’un ortaya
çıkması esas olarak kentsel alandaki sosyal sorunların yoğunlaşmasının sonucudur.
Osmanlı toplumunda da modernleşmeye bağlı olarak özellikle 19. yüzyılda (daha çok
devletin idari yapısında) önemli dönüşümler başlamıştır. Bu dönüşüm devlet idaresinin
merkezileşmesi,
devletin mali, idari, hukuki alanda hem standart sağlama hem de
kontrol kurma isteğinin bir sonucudur.195 İlber Ortaylı’nın tabiriyle Osmanlı’nın ‘en
uzun yüzyılı’ olan 19. yüzyılda, özellikle II. Mahmut dönemiyle birlikte başlangıçta
ordu düzeninde ve daha sonra mahalli idareler, vergi sistemi, vakıfların idaresi, posta
sistemi, karayolu ve demiryolu gibi birçok alanda merkezi bürokrasinin kurumları
oluşmaya başlamıştır. Osmanlı’nın etkilendiği ya da model aldığı ülkeler ise genel
olarak Batı ülkeleri ve özel olarak Fransız yönetim modelidir.196 Osmanlı’yı bu süreçte
Batı ülkelerinden farklı kılan bir özellik, mahalli idare ya da belediyecilik geleneğinin
zayıf olmasıdır. Örneğin İngiltere ve Fransa gibi bazı Batı Avrupa ülkelerinde kent
yönetimleri ve mahalli idareler özerk bir güç olarak 11. yüzyıldan itibaren ortaya
çıkmaya başlamışken, benzer bir sürece Osmanlı toplumunda rastlanmamaktadır. Bunun
da altında yatan temel faktör, Osmanlı toplumunun henüz sanayileşme ve onun yarattığı
kentsel sosyal sorunlarla tanışmamış olmasıdır. Sanayileşen Batıda oluşan yoğun
işbölümü, tarımın çözülmesi, topraksız köylünün kentsel mekanlara akın etmesi,
195
196
İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 21.baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 123.
Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 140.
93
üretimde ihtisaslaşma gibi dönüşümler Osmanlıda rastlanmaz. Bu nedenle Osmanlı
toplumu 19. yüzyıl sonlarına kadar, kapalı bir pazar toplumun etkisiyle ekonomik
farklılaşmanın yoğun etkisini yansıtmaktan uzak ve tek düze bir toplum özelliği
göstermektedir. Ahmet N. Yücekök’e göre:
“Sanayi devriminin ve açık pazar ekonomisinin gerçekleşmemesi toplumun kültür
yapısını da gelenekselliğin dışına çıkaramamış, topluma egemen olan en yaygın değer olarak
İslam dini halife-sultanın temsil ettiği mutlak iktidarı sadece pekiştirmiştir. Böyle bir
toplumda Batıda kapitalist modernleşme sonucu görmeye başladığımız ikinci kuruluşları, yani
dernekleri, sendikaları, liberal meslek odalarını, diğer gönüllü kuruluşları, belediyeleri,
siyasal partileri bulmamız olası değildir.” 197
Çünkü Batıda yeni toplumun özneleri olarak sermayeyi eline geçiren ‘özgür’ tüccar,
girişimci ve sanayici burjuva sınıfı ve onların ortaya çıkardığı ‘devlet dışı’
örgütlenmeler; ticaret merkezleri ve kentler kurarken “18. yüzyıla kadar Osmanlı
ülkesinin şehirleri mahalli idare ve mahalli demokrasi gibi kurumlara ve olgulara sahip
çıkacak güçlü bir girişimci tüccar sınıfına sahip değildi.”198 Osmanlı kentlerinde ilk
belediye teşkilatı 1854 yılında ‘şehremaneti’ adıyla kuruldu. Ancak köklü bir yerel idare
geleneği olmayan toplumda belediyelerin etkin olamadığı görüldü. “Bu nedenle de
geleneksel hizmet ve örgütlenme biçimleriyle yeni belediyelerin çalışmaları yan yana
yürüdü. Mahalle sakinleri ve cemaatler, kendi semtlerinin belediye görevlerini yerine
getirmeye devam ettiler.”199 Yerel örgütlenmeler olarak belediyelerin zayıf olması
nedeniyle, Osmanlı modernleşmesi, Batı’dan farklı olarak salt merkezi kurumların
vesayeti altında gelişmek durumunda kaldı. Ancak cemaatlerin de güçsüz olması
nedeniyle, yerel düzeyde sivil alanda güçlü örgütlenmeler ortaya çıkmıyordu. Merkezi
idarenin uzak olması, bölgelere gönderdiği temsilcilerin yetersiz olması ve cemaatlerin
de yetersizliği birbirini besleyen etkenler olarak, Osmanlı sivil alanının gelişmemesinin
temel bileşenleri olarak ortaya çıkmaktadır. Osmanlı merkezi bürokrasisi birçok yerel
hizmeti kendisi yerine getiremediği gibi, yerel halktan gelen olası girişimlere de sıcak
bakmıyordu. İlber Ortaylı’nın da belirttiği gibi, kimsesiz çocuklara yönelik olarak
Osmanlıdaki ilk kurumsal girişim olan ‘ıslahhane’ ya da ‘sanayi mektebi’nin açılışının
197
Ahmet N. Yücekök, “Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri Gelişimin Toplumsal Aşamaları ve Süreci”,
A.N. Yücekök, İ. Turan ve M.Ö. Alkan (edt.) Tanzimattan Günümüze İstanbul’da STK’lar, İstanbul:
Tarih Vakfı Yayınları, 1998, s. 14-15.
198
Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 158.
199
Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 167.
94
da ancak merkezi idarenin girişimiyle gerçekleşebilmiştir. Ortaylı ayrıca herhangi bir
yerdeki bir halkın ‘çırak’ ya da ebelik okulu’ açmasına da devletin kolaylıkla izin
vermediğini belirtmektedir. Dolayısıyla bu tür kurumlar, kurslar ya da ‘cemiyetler’
kurmak için yerel önderlerin ortaya çıkması mümkün olamıyor; ıslahhane, yetimhane ya
da sanayi mektebi kurmak ancak gönderilen valilerin girişimiyle gerçekleşebiliyordu.200
Bu nedenle Batı tarihinde çocuk koruma sisteminin önemli faktörleri olan ‘filantropist’
derneklerin ortaya çıkması, güçlenmesi ve kamunun da ‘sosyal sorumluluk’ alması
yönünde teşvik edici çalışmalar yapması geleneği gelişememiştir.
Yerel idare ve geleneklerin zayıflığı Osmanlı modernleşmesinin Batı’dan en temel
farklı boyutudur. Yerel sivil inisiyatifler ve belediyelerin merkeze bağımlı gelişmesi ve
dolayısıyla yerel demokrasinin zayıf olması, Osmanlı’dan Cumhuriyete de devredilen
bir durumdur.201 Kısacası Osmanlı modernleşmesi, toplumsal hayatın birçok veçhesini
kontrol altında tutmak amacıyla bürokrasinin merkezileştirilmesi sürecini büyük oranda
tamamlamıştır; ancak yerel idare ve yerel katılım geleneğinin zayıflığı nedeniyle,
toplumu dönüştürmede yetersiz kalmıştır. Ayrıca II. Meşrutiyet’le birlikte başlayan sivil
toplum örgütlerinde ‘sivil’ niteliğin zayıf olduğu; mevcut girişimlerin büyük oranda
dönemin siyasi iktidarının teşvikiyle ancak iktidarın kontrolüyle ortaya çıktığı
görülmektedir.202 Merkezi siyasal güç ile tebaanın doğrudan karşılaşması, toplumda
ilerleme ve kalkınma için yerel gücün gelişmesini sağlayamamış ve merkezden başlayan
kurumsallaşma (belediyecilik, dernekleşme gibi) çabaları güçlü bir şekilde organize
olamamıştır.
Sanayileşmenin gelişmemesi nedeni ile Batı toplumunda farklı bir tarihsel
gelişim izleyen Osmanlı toplumu Batı’nın egemenliğine karşı korunma yollarını
Batılılaşmada aramıştır. Ancak Batının ekonomik ve teknik üstünlüğü ile başlayan
eklemlenme Osmanlı modernleşmesini ‘iğreti bir modernleşme’ olmaya mahkûm
etmiştir. Ahmet N. Yücekök Osmanlı modernleşmesinin bu özgül durumunu şöyle
özetlemektedir:
200
Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s.168.
Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s.169.
202
Ahmet Cihan ve İlyas Doğan, Osmanlı Toplum Yapısı ve Sivil Toplum, İstanbul: 3F Yayınevi, 2007,
s. 87.
201
95
“… Osmanlı sosyoekonomik gelişme süreci, anlaşılacağı üzere iç ve dış etkenler
nedeniyle sanayi devrimini gerçekleştirici bir atılımı olanaklı kılamamıştır. Böylece
Osmanlı toplumu Batı Avrupa’dan geri kalmış ve bu geri kalmışlığın Batıdan kopye
etmeye çalıştığı bir takım kurumlar ile giderme çabasına düşmüştür. Batıda sanayi
devrimin doğal sonucu olarak beliren siyasal ve sosyal kurumları, bu kurumların
yaşaması için gerekli toplumsal temellere sahip olmayan Osmanlı toplumuna tepeden
inme getirme çabaları iğreti modernleşme süreci, yozlaşmış bir toplum düzeni ve halkın
büyük kısmının siyasal kültür ve yaşantısına ters düştüğü için bir kültür ikileşmesi
yaratmaktan öte gidememiştir.” 203
Kendi sanayi deneyimi üzerinden yükselemeyen Osmanlı modernleşmesi,
mutlakıyetçi devletlerin otoriter yapılarına karşı güçlü bir ‘sivil toplumu’ ya da genel
olarak ‘ikinci kurumları’ da üretememiştir. Bu nedenle bu kültürün ürettiği sivil toplum
kurumları da sivil inisiyatifler değil daha çok devlet merkezli olarak ortaya
çıkabilmişlerdir. Bu dönem ortaya çıkan devlet merkezli kurumsal refomları toplumun
kendini koruma refleksi anlamına gelen ‘karşı harekete’in bir parçası olarak
değerlendiren Reşat Kasaba’ya göre bu güçlerin aynı anda gelişmesi,
“Osmanlı/Türk modernleşme tarihinin birçok belirsizlikle, zaman zaman ortaya çıkan
geriye dönüşlerle, hız ve öncelikler bakımından dönemsel değişikliklerle beneklenmesine
yol açtı. Burada saptamamız gereken önemli bir nokta, bütün bunları sapmalar ya da
aykırılıklar değil, bizzat modernleşme sürecinin ayrılmaz parçaları olarak görmemiz
gerektiğidir.”204
Ancak çocuk koruma sistemi açısından Batı toplumlarında kilit rol üstlenen ve
öncülüğünü orta ve üst sınıf burjuva sınıfından entelektüel ve hayırseverlerin çektiği
‘filantropist’ dernek ve faaliyetlerine Osmanlıda çok az rastlanmaktadır. Batı tarihinde
önce çocukların ihmal ve istismar edilmesinin koşullarını yaratan ‘modernleşme’ daha
sonra da koruma sisteminin doğmasını sağlamıştır. Türk modernleşme süreci ise
çocukların ‘besleme’ olarak başka ailelere verilmesini ‘sosyal sorun’ mertebesine
çıkaracak toplumsal bir bilinç ve somut bir önlem pratiği üretmemiştir. Bu bölümde, bu
çerçevede, öncelikle Tanzimat dönemi , modern çocuk koruma pratiklerinin ortaya
çıktığı dönem olarak ele alınacaktır.Tanzimat öncesi ise genel olarak ‘modern öncesi’
olarak kabul edilecektir.
Tanzimat döneminde esas olarak devletin idari yapısında
203
Yücekök, s. 19.
Reşat Kasaba, “Eski ile Yeni Arasında Kemalizm ve Modernizm,” Türkiye’de Modernleşme ve
Ulusal Kimlik içinde, Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba (edt.), 3. baskı, İstanbul: Tarih Vakfı
Yayınları, 2005, s. 16.
204
96
dönüşümler olmakla birlikte II. Meşrutiyet dönemine kadar, modernleşme fikrinin
etkisiyle çocuk koruma pratiklerinde bazı kurumsallaşmaların gerçekleştiği dönem
olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle II. Abdülhamid döneminde eğitimin seküler
yönde gelişmesi yanında; KMÇ’ın korunmasına ilişkin özel kurumların da ortaya çıktığı
görülmektedir. Bu dönem kurulan Darüşşafaka, Darülhayr-i Ali ve Darülaceze gibi
kurumlar Midhat Paşa’nın açtığı ıslahhanelerin devamı olarak görülebilir. Ancak sosyal
alanda çocukların korunması anlamında devletin kurumsal pratikler üretmesi
geleneğinin II. Meşrutiyetle önemli oranda kesintiye uğradığı görülmektedir. II.
Meşrutiyet döneminde sosyal alanda daha çok sivil örgütler gelişirken; savaş
koşullarının dayatması nedeniyle çocukları korumak amacıyla istisnai olarak
Darüleytamlar bu dönemde devlet tarafından örgütlenmişlerdir. Daha sonra Cumhuriyet
döneminde de bu politikanın sürdüğü ve çocukları koruma görevinin esas olarak bir sivil
örgüt olarak Himaye-i Etfal Cemiyeti tarafından üstlenildiği görülmektedir. KMÇ
alanında sivil politikanın yetersiz kalması ve devletin göreve çağrılmasının ancak
1930’larda gündeme gelmeye başladığı görülmektedir. Böylece 1930’larda merkezi
devletin olmasa da yerel devlet organlarının çocuk koruma pratiklerinde rol almaya
başladığı bir ‘karma dönem’ başlamaktadır.
3.1 Modern Öncesi Dönemde Çocukların Korunması
Osmanlı toplum hayatında çocuklara ilişkin kamunun ilgisi 19. yüzyıldaki
modernleşme süreci ile başlamıştır. 19. yüzyıl yani modernleşme sürecinin başlangıcını
temsil eden Tanzimat dönemi öncesinde ise çocuklar kamusal hayatta belirgin bir
şekilde yer almazdı.205 Korunması gereken çocuklar ise esas olarak aileleri, yerel
vakıflar ya da başka geleneksel toplumda görüldüğü gibi ‘besleme’ olarak başka ailelere
tarafından çalışma şartıyla korunmaktaydı.
Sosyal alandaki sistematik önlemler esas olarak modernleşme süreci ile birlikte
gündeme gelmekle birlikte, bütün toplumlarda olduğu gibi modern öncesi Selçuklu205
Cüneyd Okay, Philippe Aries’in çocukluk tezini hatırlatan bir ifade ile “Tanzimat dönemine kadar
Osmanlılarda çocuğun ayrı bir yeri ve konumu yoktu. Yani çocuk farklı bir varlık olarak toplumda yer
almıyordu” demektedir. Bkz. Cüneyd Okay, Osmanlı Çocuk Hayatında Yenileşmeler, İstanbul:
Kırkambar Yayınları, 1998a, s. 26.
97
Osmanlı toplumunda da devlet yoksullar, yardıma muhtaç durumdaki kadınlar ve
çocukları korumaya yönelik çeşitli önlemler almıştır. Örneğin 13. yüzyılda Selçuklular
tarafından Musul’da muhtaç, yetim ve dullara yönelik vakıflar açıldığı görülmektedir.
Dönemin sultanı tarafından kadınlara mahsus bir bina, sokaktan toplanan çocuklar için
yurtlar açılmıştır. “Sokaklara terk edilen yeni doğmuş çocuklar bu yurtlarda, sütanalar
tarafından emzirilirdi. Gökbörü, bu kurumlarda kalanların masraflarını karşıladıktan
başka, nafaka da verirdi.”206
Osmanlı’da da yoksullara yardım etme geleneğinin sürdüğü bilinmektedir. Bu
yardımların kurumsal niteliğinin esas olarak bir vakıf hizmeti olan
‘imaret’
çerçevesinde
medrese
gerçekleştiği
görülmektedir.
“İmaret
ve
imarethaneler,
öğrencileri, cami ve hayır kurumu görevlileri ile yoksullar ve yolculara yemek veren,
ayrıca kimsesizlere yatacak yer sağlayan kurumlardı.
(…) İmaretler, Anadolu
Selçukluları döneminde vakıflarla birlikte yaygınlaşarak külliyeler içinde yer almaya
başlamıştır.”207 İmaretler 19. yüzyıla kadar yoksullara ve toplumda yardıma muhtaç
diğer kesimlere yönelik çalışan en temel sosyal kurumlar olarak öne çıkmış sayıları ve
hizmetleri zaman içinde artarak devam etmiştir
Tanzimat döneminde yetim ve kimsesizlerle ilgili sorunların artması nedeniyle
devlet kurduğu kurumlar kanalıyla soruna müdahale ederken, Tanzimat öncesinde bu tür
işlerde daha çok vakıflar rol almaktadır. Vakıflar doğrudan yardım yoluna giderken
çoğu zaman da hastane, yetimhane, aşevi, imarethane, medrese ve şifa evi açarak ihtiyaç
sahibi kişilere yardım ediyordu.208 Osmanlı vakıf çalışmalarını verilen hizmet türleri
açısından değerlendiren Nazif Öztürk, dini, eğitim ve sosyal hizmetler başlığı altında
çalışmalar tasniflemekle
birlikte,
özel olarak
206
çocukların
korunmasından
söz
Nuran Yıldırım, İstanbul Darülaceze Müessesesi, İstanbul: Darülaceze Vakfı Yayını, 1996, s. 3.;
Selçuklu döneminde sütanneliği kurumunun varlığı Batıdaki kimsesiz ve terk edilen çocukların bakılma
yöntemleri ile ilginç bir benzerlik göstermektedir. Batı toplumlarında sütanneliği için bkz. Heywood, s.80.
207
Yıldırım, s. 4.
208
Veli İnanç, “Osmanlı Devletinde Yetimlerin Haklarının Korunması,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve
Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), kendi yayınları, İstanbul: Umut Kâğıtçılık,
2003, s. 20. Osmanlı sosyal tarihinde vakıfların rolü konusunda bir uzlaşma söz konusu değil. Bu konuda
pozitif yaklaşım içinde olanların vakıflara çok abartılı bir rol verdiği görülmektedir. Ayrıca vakıfların
gerek çocukların korunması ve gerek genel olarak yoksullara yardımlar konusundaki rolü hakkında çok
detaylı çalışmaların da olmadığı bilinmektedir. Bu konuda bir değerlendirme için bkz. Nadir
Özbek,“Vakıf Tarihi Çalışmaları Üzerine Notlar,” Tarih ve Toplum, No: 187, Temmuz 1999, s. 60-62.
98
etmemektedir. Çok yönlü bir kavram olarak tanımladığı ‘sosyal hizmetler’e ise
yoksullara yapılan ayni- nakdi yardımlar, fakirlerin doyurulması ve ferdi ve içtimai
bakımları dâhil etmektedir. Bunun yanında günümüz belediye hizmetleri arasında
sayılan su temini ve şehir temizlik hizmetleri ve eğitim hizmetleri sayılmaktadır.
Bunların
dışında
tanımlanmamaktadır.
‘çocukların
209
korunmasına’
ilişkin
özel
bir
hizmet
ise
Ziya Kazıcı da ‘İslâmi ve sosyal açıdan’ incelediği vakıfların
temel sosyal işlevini yoksullara iş ve aş sağlanma olarak tespit etmektedir. Kazıcı’nın
çalışmasında çocukların dolaylı korunması anlamına gelebilecek bir vakıf çalışması ise
öğrencilere verilen destekler gösterilebilir.210
3.2
Tanzimat Modernleşmesi ve Çocukların Korunmasında Yeni
Düzenlemeler
Tanzimat dönemi (1839–1876) sosyal ve ekonomik hayatın kamu merkezli
müdahaleler ile ve batı değerleri dikkate alınarak düzenlenmeye başlanan dönemdir. Bu
dönemde çocuklara yönelik kamu merkezli çalışmaların gelişmesi ve yoğunlaşması,
kamu düzeninin sağlanması amacıyla yapılan çalışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı kentlerinde yoksul nüfusun artması esas olarak göçler nedeniyle olmaktadır.211
Bu nüfus kentlerde soğurulamadığı için başta dilencilik olmak üzere kentlerde bir asayiş
sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Osmanlı tarihinde bu anlamda büyük bir göçe sebep
olan ilk askeri yenilgi II. Viyana Kuşatması (1683) ve yenilgisidir. Nuran Yıldırım kente
entegre olamayan yoksul nüfusun yarattığı durumu şöyle betimlemektedir:
209
Nazif Öztürk, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara: Türkiye Diyanet
vakfı Yayınları, 1995, s. S. 40-44.
210
Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul: Marifet Yayınları, 1985, s. 123.; Vakıfların
Tanzimat döneminden itibaren Cumnhuryet döneminde kadar gelen merkezileşme döneminde de
çocuklara yönelik kapsamlı ve uzmanlaşmış bir çalışma içinde olmadığı görülmektedir. Ancak bu alanda
çalışan kurumları nakti olarak desteklemektedir. Geleneksel ‘fakirlere yardım ve aşevleri’ hizmetleri
devam eden Vakıflar Genel Müdürlüğü, erken Cumhuriyet yıllarında Darüşşafaka, Türk Maarif Cemiyeti,
Çocuk Esirgeme Kurumu, Türk Ocakları yanında çeşitli kütüphane ve üniversitelre de maddi yardımlarda
bulunmuştur. Bkz. T.C. Vakıflar Umum Müdürlüğü, 20 Cumhuriyet Yılında Vakıflar, Ankara:
Başvekalet Devlet Matbaası, 1943, s. 20-21.
211
İlber Ortaylı da 19. yüzyıl Osmanlı büyük liman kentlerinde (örneğin İstanbul, Selanik ve İzmir)
nüfusun doğumla değil, savaşlar sonucu kentlere gelen göçle arttığının belirtmektedir. Özellikle
İstanbul’un 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı (1877-78) sonrası Tuna boylarından gelen
göçmenler ve Balkan muhacereti sonucu nüfus artışı olduğunu belirtmektedir. Bkz. İlber Ortaylı,
Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2000, s. 4.
99
“Kimsesiz çocuklar da dilenciler gibi uzun yıllar toplumu rahatsız eden bir
yaraydı. Viyana Kuşatması bozgunundan sonra İstanbul’da fuhuş yaygınlaşmış, sokaklara,
cami ve kilise kapılarına terk edilen gayri meşru çocuklar çoğalmıştır. Külhanbeylerin
sahip çıktığı bu çocuklar 21-22 yaşına kadar hamamlarda külhanlarda barındıktan sonra
hepsi toplum dışı bireyler olarak hayata atılıyorlardı.
Temmuz 1846’da Serasker Hasan Rıza Paşa, Padişah Abdülmecid’den aldığı bir
fermanla hamam külhanlarını basarak, külhanbeylerini toplattırmıştır. Çocuklar askeri
fabrikalara çırak olarak yazdırılmış delikanlılar da askeri birliklere gönderilmişti. Ancak
bir süre sonra yeniden çoğalan kimsesiz çocuklar, kötü niyetli kişilerin ellerinde hırsızlık ve
dilencilik yapmaya başlamışlardır.” 212
Dilenciliğin önlemesi nedeniyle daha sonra 1896 yılında Darülaceze kurumunun
kurulmasıyla sonuçlanan süreç başlamıştır. Kurum kurulmadan önce, karşılaşılan
sorunun yeni olması nedeniyle önce mevzuat içinde yasal bir tespite gidilerek, toplumun
asayişini bozan bir durum olarak dilencilik yasaklanmıştır. Dilencilikle etkili mücadele
ise ancak 1896 yılında Darülaceze’nin kurulması ve ‘Tese’ülün Men’ine Dair
Nizamname’nin (Dilenciliğin Önlenmesine Dair Tüzük) yürürlüğe girmesiyle mümkün
olabilmiştir. Bu tarihten sonra yardıma muhtaç ve kimsesiz olduğu halde Darülaceze’ye
başvurmayaraka sokaklarda dilenen kimselere yönelik olarak belediye zabıtaları
tarafından yakalanarak dilenci merkezinde toplanmaya başlanmıştır. 1896 yılı içinde
yani Darülaceze’nin kurulduğu yıl toplanan dilencilerden çalışmayacak olanlar
Darülaceze’ye yerletirilirken, çalışacak durumda olanlar ise kefalete bağlanarak serbest
bırakılmışlardır.213
Böylece merkezi idarenin hem mevzuat çıkarma, hem de kurumsallaşmaya
giderek sosyal alanda daha çok yer aldığı; sosyal alanın modernleşmesi yönünde önemli
bir adım attığını görmekteyiz. Osmanlı modernleşmesinde kent yoksullarının asayiş
sorunu yaratan bölümü (terk edilen çocuklar, dilenciler, vs.) ile uğraşmak ve bu alanın
düzenlenmesi ilk defa Darülaceze ve dilencilikle mücadele mevzuatı ile çok boyutlu bir
merkezi devlet uğraşısı haline gelmiştir. Darülaceze kent yoksullarının barındırıldığı
modern bir sosyal kurumdu. Her ne kadar burada barınan ihtiyaç sahibi kesimler,
yaşlılar, dilenciler ve terk edilen çocuklar şeklinde çeşitlilik arz etse de Osmanlı
tarihindeki ilk yoksul muhtaçlar için ‘özelleşmiş’ kurumlardan biri olarak kabul
edilebilir. Darülaceze’den önce bazı hastanelerin kısmen darülaceze ya da ‘yetimhane’
212
213
Yıldırım, s. 14.
Yıldırım, s. 15.
100
görevi de üstlendiği görülmektedir. Nuran Yıldırım 1890’larda henüz Darülaceze
müessesesinin açılmadığı koşullarda Haseki Nisa Hastanesinin hem tevkifhane, hem
küçük çaplı bir darülaceze hem de 40 kadar yetim kız ve erkek yetim çocuğun barındığı
bir yetimhane işlevi gördüğünü belirtmektedir.214
Bütün geleneksel toplumlarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da çocuklar
öncelikle aile içinde korunur; özel olarak korunmaya ihtiyaç duyduğunda ise yine
öncelikle geniş aile çevresine öncelik verilirdi.215 Ancak aile mensuplarının imkânının
olmaması durumunda Osmanlı devletinin yardım yaparak ya da çocukları bakım
masrafını karşılayarak başka aileler yanına yerleştirdiğine dair çok sayıda örnek
bilinmektedir. Yoksul ve yardıma muhtaç çocukların korunmasında esas yöntemin
toplumun devletin aracılığı olmadan besleme, evlatlık ya da ahretlik adı altında kız
çocuklarının başka aileler yanına bakıcı olarak verilmesi iken, terk edilen çocuklarda ise
devletin sorumluluk aldığı görülmektedir. İlber Ortaylı terk edilen ve devletin müdahale
ettiği birçok çocuk örneği verdikten sonra 19. yüzyılda devletin korunmaya muhtaç
çocuklara yönelik bazı çalışmalarını şöyle tespit etmektedir:
“Sayısız kayıt gösteriyor ki; a) dul çocuklu kadına ve ikiz veya üçüz doğuran aciz
kadın ve aileye , dini ne olursa olsun maaş bağlanmakta ve özellikle; b) kimsesiz ve terk
edilen çocuklar birinin yanına verilerek, cüzi maaş bağlanmaktadır. Evlilik dışı çocuk ve
bunların terk edilmesi hiç de seyrek rastlanan olaylardan değildi. (İslam hukukunda lâkit
denir.) Bulunan bu çocukları devlet birine emanet ediyor ve maaş bağlanıyor.” 216
Tanzimat dönemi modernleşme sürecinin başlangıcı olduğundan, devletin
çocukları koruyucu önlemler almaya başladığı görülmektedir. Ancak mevcut çalışmalar
henüz yaygın ve sistemli çalışmalar haline gelmemiştir. Ancak modernleşme süreci ile
birlikte devlet mekanizması içinde çocukları koruyucu önlemler tanımlanmaya
başlamıştır.
214
Yıldırım, s. 7.
Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 111.
216
İlber Ortaylı terk edilen çocuklarla ilgili bazı örnek vakalar da vermekle birlikte; verilen örneklerden
dönemim (19. yüzyıl) terk ve kimsesiz çocuk profiline tam olarak ulaşmak mümkün görünmemektedir.
Bu nedenle bu duruma düşen bütün çocukların evlat edindirilmesi ya da bir ücret karşılığı ailelere
verilmesinin bir sistem olarak boyutunu kestirmek güç görünmektedir. Ancak burada vurgulanması
gereken bir nokta, terk edilen bebekler ya da çocuklara yönelik Osmanlı çözümünün Batı dünyasının
kurum bakımından farklı olduğudur. Bilindiği üzere Batı dünyasında çalışabilecek kimsesiz çocuklar
çalışmak üzere ailelere, çiftliklere ya da çalışma evlerine verilirken, terk edilen bebekler için Bebek
Hastaneleri kurulmuştur. Bkz. Heywood, s. 93.
215
101
3.2.1
Modernleşme ve Çocukları Koruyucu Hizmetler
Modern devletin oluşmaya başlaması ile sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin
devlet bürokrasisi içindeki yerinin arttığını yukarda belirtilmişti. Modernleşen bir
toplum olarak Osmanlı Devleti’nde de aynı sürecin izlendiğini görüyoruz. Osmanlı
toplumunun modernleşme sürecinin başlangıcını temsil eden Tanzimat’la birlikte
çocuklara yönelik üç kurum ortaya çıkmaktadır. Bu bölümde merkezi idarenin denetimi
altına alınarak yeniden düzenlenen vakıflar, kentsel sosyal sorunların çözümünde devlet
ve tebaa arasında aracılık yapan ihtisâb ve sadece çocukların korunması ile ilgili
oluşturulan Eytam Nezareti çalışmalarına bakılacaktır.
Tanzimat devrine kadar bağımsız işleyişleri olan ve sosyal hizmetler dâhil her
tür kamu hizmetini yürüten kurumlar olarak vakıflar öne çıkmaktadır. Ancak Vakıflar,
merkezi devletin nüfuz alanı dışında kurumlardı. Bu özellikleri sebebiyle, Osmanlı
merkezi hükümetinin güçlenmesi ile birlikte, 19. yüzyılda vakıflara müdahaleler ve mali
denetimler başlamıştır. Böylece 19. yüzyıla kadar yoksullara yardım işlerinin
merkezinde yer alan vakıflar ve vakıfların hizmetleri olarak ‘imaret’ gibi kurumlar
işlevlerini
kaybetmeye
217
bağlandığından,
başlamıştır.
Bu
kurumlar
zamanla
Evkaf
Nezaretine
çalışanları da zamanla birer memura dönüşmüştür. Bu yeni
yapılanmayla birlikte sosyal yardımlar, merkezi devletin bir hizmeti olarak verilmeye
başlanmıştır. Tanzimat modernleşmesinin sosyal yardım alanındaki bir veçhesi olarak
vakıfların merkezileşen devlet bürokrasisinin bir parçası olması, dolayısıyla muhtaç kişi
ile hayırsever vakıflar yerine devlet aygıtına muhatap olması, sosyal alanın
‘sekülerleşme’si olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin geçmişte dağınık olarak yapılan
217
19. Yüzyılın başına kadar merkezi idarenin sistemli bir müdahalesine maruz kalmayan vakıflar,
sistemin yozlaşması gerekçesiyle, özellikle II. Mahmud döneminde müdahalelere maruz kalmış ve 1826
yılında kurulan Evkâf-ı Hümayun Nezareti’ne bağlanmaya ve idareleri de memurlara bırakılmaya
başlanmıştır. Mehmet Ö. Alkan’ın da belirttiği gibi, bu düzenlemenin bir nedeni vakıf sisteminin
yozlaşması ise diğer önemli bir nedeni de Tanzimat modernleşmesi ile başlayan idari yapıdaki
merkezileşme eğilimidir. Bkz. Mehmet Ö. Alkan, “Sivil Toplum Kurumlarının Hukuksal Çerçevesi 1839–
1945”, Tanzimat’tan Günümüze İstanbul’da STK’lar, A.N. Yücekök, İ. Turan, M.Ö. Alkan (Edt.),
İstanbul: Tarih Vakfı Yayını, 1998, s. 61–62.
102
yoksul yardımları vakıfların merkezileşmesi ile birlikte ‘muhtâcîn maaşı’ uygulaması
şeklinde bir sosyal yardıma dönüşecektir.218
Osmanlı’da toplumsal düzeni korumakla görevli bir diğer kurum ‘ihtisâb’
kurumudur. Kentsel yaşam alanlarındaki alışveriş ve ticaretle ilgili denetimlerde
günümüz belediyelerinin görevini yerine getiren bu kurum, II. Mahmut (1808-1839)
döneminde ‘ihtisâb nezareti’ şeklinde bir nizamname ile devlet örgütlenmesine
bağlanmaktadır. Belediye hizmetlerini yerine getirmeye çalışan bu kurum, 1854 yılında
İstanbul Şehremâmeti İdaresi kurulduğunda lağv edilmiş sayıldı.219 İhtisâb kurumunun
kent ticareti, adalet, esnaf vatandaş sorunlarına müdahil olma gibi asli görevleri yanında,
ihracat yasağı, ruhsat düzenlemeleri, küçük çocukların esnaf yanına yerleştirilmesi,
posta ve hekim-hasta ilişkileri gibi bir dizi görevi vardı. Çocuklarla ilgili görevlerinde,
İstanbul’a gelen ve 15 yaş altında olup askere alınamayan ve memleketlerine
gönderilemeyen çocukların barındırılması, eğitimi ve bakımları için esnaf yanına
yerleştirilmesi işlemleri yürütülmüştür. Kazıcı tarafında nakledilen 1833 tarihli bir
belgede, İstanbul’a gelerek ‘İhtisâb Nâzırı’na havale edilen birçok çocuğun ‘bunları
kendi çocukları gibi yetiştireceklerine söz veren bâzı esnafın yanına çırak olarak
bırakılması uygun bulundu’ denilmektedir.220 Tanzimat’ın sosyal alanda modernleşme
sürecinin bir parçası olan idarede kurumsallaşma geleneğinin ihtisâb kurumu ve
sonrasında şehremâneti ile sürdüğü, bu dönemde, çocuklara ilişkin düzenlemeler de
görülmektedir.
Tanzimat modernleşmesinin çocuk alanındaki tezahürlerinden bir diğeri yetim
kalmış çocukların mallarının korunmasını hedefleyen ‘Eytam İdaresi’nin kurulmasıdır.
218
Nadir Özbek ‘muhtâcîn maaşı’ uygulamasının 19. yüzyılın oldukça erken dönemlerinde başladığını ve
II. Abdülhamid döneminde de devam ettiğini belirtmektedir. II. Meşrutiyet döneminde de süren ve belli
bir düzene bağlanan ‘muhtâcîn maaşı’ uygulaması merkezi Osmanlı devleti ile tebaası arasında sosyal
yardım alanında ‘bürokratik’ ve ‘seküler’ bir ilişki tarzının oluşmaya başladığının en önemli
göstergelerinden biridir. ‘Muhtâcîn maaşı’ uygulamasının Tanzimat modernleşmesi içindeki yeri, II.
Abdulhamid’in yoksullara yardım şekilleri olarak ‘atiyye-i seniyye’ ve ‘sadaka-i seniyye’ ile farklılıkları
ile ilgili daha ayrıntılı bir çalışma için bkz. Nadir Özbek, “Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘sosyal yardım’
uygulamaları 1839-1918”, Toplum ve Bilim, 83, Kış 99/00, s. 115-122.
219
Ziya Kazıcı, Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi, İstanbul: Kültür Basın Yayın Birliği, 1987, s. 37.; Bu
konuda ayrıca bkz. M. Ali Gökçatı, Dünyada ve Türkiye’de Belediyecilik, İstanbul: Ozan Yayıncılık,
1996, s. 89-91.
220
Kazıcı, s. 218.
103
Yetim çocukların mallarını ve paralarını koruma 19. yüzyıl öncesinde şer’i/dini işler
arasında sayılmakla birlikte, bu işlerin modern devletin görev ve denetim alanına dahil
edilmesi 1851 yılında çıkarılan Eytam Nizamnamesi ile mümkün olabilmiştir.221 Bu
nizamname ile yetim mallarına bakacak teşkilat anlamına gelen Emval-i Eytam Nezareti
kurulmuştur. Bu teşkilat Tanzimat döneminde çocukların mallarını ve diğer haklarını
korumak amacıyla oluşturulan ilk kurumdur.222 Ayrıca bu kurumla birlikte köylerde
babası ölen ve yetim kalan her çocuğun Eytam İdaresi’ne bildirilmesi zorunluluğu
getirilmiştir. Bunun yanında çocuğun haklarının korunması amacıyla vesayet kurumu
oluşturulmuş; babası ölen çocuğa varsa öncelikle annesinin o da yoksa diğer bir akrabası
vasi olarak atanmıştır.223 Nizamname, ölen kişiler ve yetim kalan çocuklarla ilgili
bilgilerin bu teşkilata verilmesi zorunluluğunu da getirmiştir. Bu şekilde tespit edilen
yetimlerin mal ve paralarının tespiti ve sayımı, korunması ve nemalandırılması
Nezaretin görevleri arasında sayılmıştır. Görüldüğü gibi Tanzimat döneminde
korunmaya muhtaç çocukların haklarının korunmasına ilişkin genel nitelikte ve merkezi
idarenin müdahalesini öngören bir dizi yasal düzenleme yapılmıştır. 224
3.2.2
Eğitimin Modernleşmesi ve Çocukların Korunması: Darüşşafaka
Osmanlı modernleşmesinin erken kurumlarından biri olan Darüşşafaka hem bir
eğitim kurumu hem de kimsesiz yetim çocuklara yönelik bir kurum olması niteliğiyle
bakım ve koruma kurumdur. Bu kurum Osmanlı erken dönem hayır derneklerinden olan
Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye’nin225 girişimleri ile kurulmuştur. Darüşşafaka yetim ve
221
“Eytam İdaresi”, Türk Ansiklopedisi, Cilt XVI, 1968, Ankara: M.E.B., s.56. Eytam Nizamnamesi,
Eytam İdaresi ya da nezareti, bu kurumların görevleri ve işleyişi ile ilgili olarak ayrıntılı bir diğer çalışma
için bkz. Mehmet Çanlı, “Eytam İdaresi Sandıkları ve Osmanlı Devleti’nde Yetimlerin Ekonomik
Haklarının Korunması,” Savaş Çocukları - Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve
Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 59-86.
222
Emine Akyüz, Çocukların Haklarının ve Güvenliğinin Korunması, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, 2000, s. 437.
223
İnanç, s. 21.
224
Teşkilat kapanmadan önce eytam sandıklarında biriken paralar değerlendirilmek üzere 1926 yılında
yani Türk Medeni Kanunu çıktıktan sonra kurulan ‘Eytam ve Eramil Bankası’na devredilmiş ve süreç
içinde çeşitli değişiklikler geçiren teşkilat da 1934 yılında tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bkz. “Eytam
İdaresi”, Türk Ansiklopedisi, Cilt XVI, 1968, Ankara: M.E.B., s. 57.
225
1863 yılında Padişah fermanı ile kurululan Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye başlangıça kapalı çarşıdaki
çırakların eğtimini hedefemiştir. Daha sonra hizmete açılacak olan Darülşafaka’nın kurulmasını sağlayan
dernek Osmanlı dönemi ilk sivil örgütlerden biridir. Bkz. Darüşşafaka Tarihi 1863-1998, İstanbul, Sere
104
yoksul Müslüman çocukların bakım ve eğitimi amacıyla 28 Haziran 1873 yılında
parasız yatılı ve özel statülü olarak ‘Darüşşafakat’ül İslamiye’ adıyla açılmıştır.226
Türkiye’nin tarihinde dernek ya da cemiyet dendiğinde akla ilk gelen dönem sivil
örgütlerin sayısında ciddi artışlar olan II. Meşrutiyet’le başlayan dönem olmakla
birlikte, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye örneğinde de görüldü gibi bu gelenek Tanzimat
modernleşmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Özellikle 19. yüzyıl ikinci yarısı ile birlikte
Batıyla daha fazla karşılaşma, Müslüman unsurların Batı karşısında daha eğitimsiz
oluşuna tepki olarak çeşitli cemiyetleşmeler ortaya çıkmıştır. Darüşşafaka’nın
kurulmasını sağlayan Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye adlı cemiyet de bu atmosferin bir
sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Cemiyet üyeleri böyle bir okul kurma çabası içindeyken,
Sakızlı Ahmet Esat Paşa, Paris sefiri iken orada asker yetimlerinin eğitimi ve bakımı
için kurulan Prytanée Militaire da la Fleche benzeri bir okulun Müslüman kız ve erkek
yetimler için kurulmasını önerir ve Darüşşafaka bu fikir doğrultusunda kurulur.
Darüşşafaka’nın kurulmasına karar verildikten sonra arsa arayışına girişilir ve Fatih’de
bu amaçla bir konak ve arsası satın alınır. Arsa bedeli Sultan Abdülaziz tarafından
ödenir. Binanın diğer bedelleri de yine Sultan Abdülaziz hazinesi ve dönemin üst düzey
devlet memurları tarafından bağışlarla karşılanır.227 Okulun ilk kuruluş yıllarında devlet
erkanından kişilerin yakın ilgi ve desteği nedeniyle önemli bir sorunla karşılaşılmazken,
II. Abdülhamid döneminde okulun kurucusu olan cemiyetin toplantı ve çalışmalarının
kısıtlanması nedeniyle okul bir gerileme dönemine girmiş; ancak II. Meşrutiyetin sivil
örgütlere ‘hürriyet’ getirdiği ortamda Darüşşafaka Okulu ve bağlı olduğu Cemiyet-i
Tedrisiye tekrar bir araya gelerek okulun canlanması sağlanmıştır. Cumhuriyetin
ilanından sonra okul orta öğretim programı uygulayarak ‘Darüşşafaka Lisesi’ adını
almıştır. Bu arada Cemiyyet-i Tedrisiyye-i İslamiye’nin adı da 1935 yılında ‘Türk
Okutma Kurumu’ ve 1953 yılında da ‘Darüşşafaka Cemiyeti’ olarak değiştirilerek
varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.228 Özel statülü olan Darüşşafaka Lisesiyle
birlikte Darülaceze Müessesesi Osmanlı İmparatorluğunun geçirdiği modernleşme
Ofset San. Ve Tiç. Ltd. Şti., 1998, s. 10.
226
Darüşşafaka Tarihi 1863-1998, s. 9.
227
Darüşşafaka Tarihi 1863-1998, s. 11.; Aylin Koç, “Öksüz ve Yetim Çocuklar için Kurulmuş Bir
Eğitim Kurumu: Darüşşafaka,” Savaş Çocukları - Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali
ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 183
228
Koç, s. 189.
105
sürecinde, 19. yüzyıl sonlarına doğru kurulan ve günümüze kadar bir başka örneği
ortaya çıkmayan iki önemli sosyal kurumdur.
Yoksul ve korunmaya muhtaç Müslüman çocukların korunması ve eğitimlerini
hedef alan ve bu durumu ismine de yansıtan Darüşşafaka, aslında dönemin Batı
kurumlarından bir etkilenme sonucu kurulmuştur. Aylin Koç, yerel bir ihtiyacın Batıdan
fikirlerle buluşması ve kuruluşunun gönüllü katkılar ve padişah desteği ile sağlandığı
Darüşşafaka’nın kuruluş ve gelişmesini şöyle özetliyor:
“Cemiyyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye üyeleri,(…) ‘Darüşşafakat’ül İslâmiyye’ adıyla
bir mektep kurmaya karar vermişlerdi. (…) Mektebin, İstanbul’un en havadar yeri sayılan
Sultan Selim ile Fatih Camileri arasında, Haliç ve Boğaz girişine inşa edilmesi
kararlaştırılmıştı. Arsa bedeli olan 210.000 kuruş Sultan Abdülaziz tarafından verilmişti.
Binânın planları, Dolmabahçe Sarayı mimarı Ohannes Balyan Kalfaya özel olarak
yaptırılmıştı. Başta şehremini Server ve cemiyetin kurucusu Yusuf Ziya Beyler olmak üzere
devlet görevlilerinden oluşan bir heyetin kontrolü altında inşaat 26 Rebiülahir 1285 /16
Ağustos 1868) tarihinde başlamıştır. 2 Cemaziyülevvel 1290 (28 Haziran 1873) tarihinde
sona erdi ve aynı yıl öğretime başlanmıştı. 3.071.263 kuruş olan inşaat masrafının 500.000
kuruşu Abdülaziz tarafından, 374.900 kuruşu maliye hazinesinden, geri kalan kısmı da
başta Sadrazam Ali Paşa olmak üzere vezirler ve yüksek devlet memurlarının yaptıkları
bağışlardan karşılanmıştır.” 229
Görüldüğü gibi bir cemiyet öncülüğünde başlayan Darüşşafaka’nın kurulması,
daha çok resmi kişiliklerin bağışları ve hazineden ayrılan payla yani devlet katkısıyla
mümkün olabilmiştir. Emine Akyüz, Darüşşafaka’yı etkinlikleri itibari ile de halka
açılan bir kurum olarak nitelemektedir. Darüşşafaka’yı kuran ‘Cemiyet-i Tedrisiye-i
İslamiyye’ isimli “Cemiyetin ilk etkinliği Beyazıt’ta Valide Emetullah Kadın
Mektebi’nde bir çıraklık okulu açmak olmuştur. Bu okulda, Kapalı Çarşı’daki esnaf
çıraklarına okuma-yazma, hesap ve dini esaslar öğretilmiştir. Daha sonra bu çalışma
düzenli hale getirilmiştir. Bu etkinlik Türkiye’deki ilk halk okulları olarak
değerlendirilmektedir.”
230
Böylece bu dönemde halk eğitimi, korumaya muhtaçlara
kurumsal bakım, vatandaş ve devlet elitleri katılımı gibi birçok yeni unsur Osmanlı
modernleşmesinin yeni unsurları olarak kökleşmeye başlamıştır.
229
230
Koç, s. 186.
Akyüz, s. 439
106
Tanzimat dönemi kurumsallaşması daha ziyade idarede dönüşümü esas almış,
ancak toplumun dönüştürülmesinde, devletin topluma her yönüyle müdahale etmesi tam
olarak hedeflenmemiştir. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde ise durum değişmiştir artık:
“Tanzimat adamı ile Jön Türkler arasındaki büyük fark, ikincilerin ısrarlı toplum
mühendisleri olmalarıdır. Değişme ve inkılâb kervanına onlar da katılmıştı. İslam toplumu
ve devleti, nazarî olarak ve çoğunlukla fiiliyatta da aile ve bireyle ilgilenir, ama Tanzimat
döneminde asayişi ve düzeni sağlayan tedbirlerin ötesinde 19. asrın modern devleti ailenin
iktisadî, kültürel yapısını sağlamlaştırmayı, gençlerin eğitimini yönlendirmeyi, çocuk ve
zevcenin hukukunu korumayı vazife ediniyor ve buna yönelik tedbirler almak istiyor. Bir
başka deyişle Osmanlı devleti de yedi iklim dört bucağa yayılan tebaasının nasıl yaşadığını,
iyi ve kötü âdetlerini öğrenmek istiyor: devlet ne kadar gerçekleştirebileceği belirsiz de
olsa, ferdin hayatına inmek, onu tanımak ve hayatını iyileştirmek, geliştirmek için gerekeni
yapmak niyetindedir. Çünkü 19. asrın kanun devleti tebaasını yönlendirmek zorundadır;
evvelen tebaayı denetim altında tutmak için artık kolluk kuvveti ve şiddetin yetmeyeceğini,
yurttaş bilincine eğitimle nüfuz etmek gerektiğini anlamıştır.” 231
Bu dönemde ticaret hayatı, eğitim hayatı ve aile hayatını ilgilendirilen yasal
düzenlemelere de hız verilmiştir. Artık Osmanlı tebaasını bir ‘nüfus’ olarak algılayıp,
ona nüfuz edecek, yönlendirecek eğitim ve diğer sosyal kurumları oluşturmaktadır.
Tanzimat’la idari düzeyde başlayan modernleşme süreci, Meşrutiyetle birlikte toplum
hayatının dönüştürülmesine yönelinmiştir. Devletin tebaasıyla olan ilişkisi sadece bir
asayiş ilişkisi değildir artık. Devlet muhtaç çocuk ve kadınlara yönelik sosyal yardımlar
yaparak, bu sorunu bir ‘sosyal sorun’ olarak görme eğilimine girmektedir.
Osmanlı modernleşmesi sonucu Tanzimat döneminde başlayan kurumsal ve idari
merkezileşme ya da devletin doğrudan sorumluluk alması eğilimi korunmaya muhtaç
çocuklar alanında da kendini göstermektedir. Tanzimat döneminde korunmaya muhtaç
çocuklar alanında ‘sivil, dinî zümre ve tarikat ehlinden’ ziyade devlet daha aktif
durumdadır.232 İlber Ortaylı, Tanzimat döneminde devletin korunmaya muhtaç
çocukların korunmasına yönelik çalışmalarını şöyle açıklıyor:
“Eylül 1854’te Güliz Hatun diye birine maaş bağlanmıştı; nedeni kocasının
ölümünden 26 ay sonra çocuk doğurmasıdır. Kimsesiz çocuklar dışında ikiz, üçüz veya
kusurlu doğumlarda aileye yardım için de maaş bağlanıyordu. Sofya civarında Etrepol’de
1851 yılında Hristos adlı birinin üçüz çocuğu doğunca, devlet para yardımı yapmıştır. Bu
gibi emirlere çok rastlanıyor. Örnekler, Selanik’te sokakta bulunan bir çocuğa dair. Gene;
231
232
İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2000, s. 137.
Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 112.
107
Musul’da cami avlusuna bırakılan bir çocuğa Meclis-i Vâlâ’dan 1851 yılı içinde maaş
bağlanmış. Başkaca; İstanbul’da Silivrikapı’da sokağa bırakılan bir çocuk Hatice adlı bir
kadının bakımına verilerek maaş bağlanmıştır (1854 Nisan). Bundan iki yıl öncesi benze bir
olayda sokağa bırakılan Ferhat adlı bir çocuğa 15 kuruş maaş bağlanmıştı. Örnekler az
değildi ve 1268 yılı Rebiyülevvelinde (1852 Ocak) Manastırda (Vitola) ve İstanbul Laleli
cami avlusunda bulunan bir kız çocuğu gibi çocuklara maaş bağlanması için bir ferman
çıktı. Hatta bazen görüldüğü gibi bu maaş babasız doğan çocuklara da bağlanıyordu.” 233
Görüldüğü gibi, Osmanlı modernleşmesinde korunmaya muhtaç çocukların
‘kurumlara’ yerleştirilmesinden önce ürettiği çözüm, çocuklara ve ailelerine maaş
bağlanması ve çocukların aileler yanında barındırılmasıdır. Ancak İlber Ortaylı’nın da
yukarda belirttiği gibi, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik sorunlar son derece
yaygındır ve bu çocukların korunmasına yönelik sivil ya da dini kesimlerin girişimleri
çok azdır. Hem sorunun yaygınlığı hem de sivil kesimin ilgisizliği nedeniyle, Osmanlı
modernleşmesinin ilerlediği 19. yüzyıl sonlarına doğru bu hizmetlerde çeşitlenme ve
‘kurumsallaşma’ eğilimleri de kendini göstermektedir.
3.2.3 İlk Kurumsal Çocuk Koruma Kurumu: Midhat Paşa’nın Islahhaneleri
KMÇ’a ilişkin kurumsallaşma tarihinde ıslahhane örneği ile önemli bir sima
olarak karşımıza çıkan Midhat Paşa (1822-1884) sadece çocuk alanında değil Osmanlı
modernleşmesinin idari dönüşüm sürecinde de önemli roller üstlenmiştir. Görev aldığı
Niş Eyaleti ve Tuna Vilayetinde toplumsal düzenin sağlanması amacıyla zaptiye
idaresinin etkinleştirilmesi, yolların imarı, halkın refahı ile ilgili yardım sandıkları
kurulması gibi girişimler, ticaretin kolaylaştırılması için vapurların inşası, göçmenlerin
iskanı sorununu çözmek için köyler inşası gibi merkezi devletin nüfuz alanın genişleten
bir dizi çalışma başlatmıştır. Midhat Paşa’nın Osmanlı modernleşmesinde önemli görev
görmesinde bizzat Avrupa deneyimini görmesinin de etkili olduğu görülmektedir.234
Böylece Midhat Paşa 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren hızlanan devletin
233
Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 112.
Midhat Paşa’nın anılarında, 1857/1858 yılları arasında Paris, Londra, Viyana ve Belçika’yı kapsayan
gezisinde ‘Avrupa’nın medeni eserlerini ibretle gördükten ve bunların sebeplerine dair mümkün olduğu
derecede malumat edindikten sonra İstanbul’a dönmüş’ olduğu belirtilmektedir. Buradaki ‘medeni eserleri
ibretle’ görmesi olumlu olarak etkilendiğini göstermektedir. Mithat Paşa, Hayatım İbret Olsun (Midhat
Paşa’nın Hatıraları), Osman Selim Kocahasanoğlu (yayına hazırlayan), 1. Cilt, İstanbul: Temel
Yayınları, 1997, s. 28.
234
108
merkezileşmesi sürecinde önemli bir adım olan eyalet sisteminden vilayet sistemine
geçiş sürecinde önemli görevler üstlenmiş oldu. Valilik yaptığı bölgelerin imarı,
gerçekleştirdiği reformlarda yerel güçlerle işbirliğine gitmesi, Midhat Paşa’yı dönemin
Osmanlı devlet adamlarından ayıran özelliklerdir. Kemal Karpat yollar yaptırarak,
okullar açtırarak, zanaatleri destekleyerek ve yerel halkın katılımını sağlayarak görev
yaptı yerlerde kısa sürede ‘mucizeler’ yarattığını belirtmektedir. Bu çerçevede de
Midhat Paşa sıra dışı bir örnek olarak değerlendirilmektedir.235
Kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklara yönelik ilk sistemli kurumsal girişim
olan Islahhaneler de Midhat Paşa’nın valiliği dönemindeki bu idari ve toplumsal yapının
modernleştirilmesi çalışmalarının bir parçasıdır. İlki 1863 yılında Niş’te kurulan
Islahhaneler daha sonra da Rusçuk ve Sofya’da açıldı ve bu kurumların işletme
kurallarını belirlemek üzere bir nizamname hazırlandı.236 Midhat Paşa’nın anılarında bu
kurumları ‘ıslahhane’ olarak anmasına rağmen bu kurumların kimi kaynaklarda sanayi
mektebi olarak da anıldığı görülmektedir. Nadir Özbek, Osmanlı’da Darülhayr-ı Ali
(1903) dışında darüleytam adını taşıyan başka bir kurum olmamakla birlikte, Midhat
Paşa tarafından açılan ıslahhanelerin bir tür darüleytam sayılabileceğini belirtmektedir.
Özbek’e göre “Darülhayr-ı Ali’nin ‘ıslahhane tarzında’ ve ‘sanayi mekteplerine mahreç’
olacak bir müfredatla kurulmuş olması da bunu doğrular niteliktedir.”237 Zaten Midhat
Paşa anılarında ıslahhanelerin ‘darüleytam’ niteliğini kuşkuya yer bırakmayacak
açıklıkta ifade etmektedir. Ayrıca aynı ifadelerden bu kurumların bir ‘sanayi mektebi’
boyutu olduğu da anlaşılmaktadır:
“… birinci defa olarak Niş’te kurulan ıslahhanenin daha mükemmeli sayılmak üzere
Rusçuk ve Sofya’da Müslüman ve Hıristiyan kimsesiz ve yetim çocuklar toplanarak birer
ıslahhane yapılıp, çocukların talim ve terbiyesini öğrenecekleri sanatların kurallar ve
hareketlerini göstermek üzere bir Nizamname yapılmış ve TUNA gazetesi namıyla önce
Tuna vilayetinde kurulan vilayet gazetesinin hükümet ve ahalice lüzumlu olan sair
matbuatın basılabilmesi için modern makineler getirtilerek bir de matbaa kurulmuştu.
Rusçuk Islahhanesi çocukların öğrendikleri terzilik ve kunduracılık ve şirketin Araba
Fabrikasında araba yapımı gibi sanatlardan başka, çocukların bir takımı da matbaaya
alınarak mürettiplik ve taşbasmacılığı [litoğrafyacılık] sanatlarında yetiştirilmiş ve Sofya
Islahhanesi Çuha Fabrikası yapılmaya elverişli olduğundan, orası için de Viyana’dan
235
Kemal H. Karpat, Osmanlı Modernleşmesi, Ankara: İmge Kitabevi, 2002, s. 149.
Emre Dölen, “Sanayi Mektebi” İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 6, s. 443.
237
Nadir Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, İstanbul: İletişim yayınları, 2002, s. 248.
236
109
mahsus makineler ve ustalar getirtilerek, mevcut çocukların ekserisi iki yıl içinde muallime
muhtaç olmayacak derecede bu sanatı öğrenerek usta olmuşlardır.” 238
Sanayi mektepleri ya da ıslahhaneler kanalıyla çocukların meslek sahibi
edilmesinin gerisinde yatan bir neden de, Osmanlı geleneksel meslek eğitimi olan lonca
sisteminin 19. yüzyılda gerilemesi nedeniyle ortaya çıkan yeni fabrikaların eleman
ihtiyacının karşılanmasıdır. Bu ihtiyacının karşılanması için Midhat Paşa’nın
girişimlerinden önce de 1848 yılında İstanbul’da bir sanayi mektebi kurulması girişim
olduğu ancak bu girişimin başarılı olmadığı bilinmektedir.239 Midhat Paşa ile başlayan
ıslahhaneler ise Cumhuriyet döneminde kadar genişleyerek varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Bu
kurumlar
yararlı
görüldüğünden
eğitimlerinin
zenginleştirilmesi
amacıyla
yurtdışından usta öğreticiler getirtilmiş ve başarılı öğrenciler de bilgi ve görgülerini
arttırmak amacıyla yurtdışına gönderilmiştir. Yine aynı çerçevede 1868 yılında Şura-yı
Devlet tarafından işletme kurallarını düzenleyen bir nizamname çıkarılmıştır. Bu
nizamname çerçevesinde ve ‘Vilayet Sanayi Mektepleri’ adıyla diğer birçok vilayette bu
kurumlar açılmıştır.240 Sanayi mekteplerinin ‘darüleytam’ niteliğinin ya da kimsesiz
çocuklar konusunda öneminin yeterince anlaşılmadığını, Darüleytamlar konusunda
araştırmaların çoğunlukla İkinci Meşrutiyet Dönemindeki Darüleytam Müdüriyet-i
Umumiyesi’ne bağlı olarak kurulan darüleytamlarla ilişkilendirilmesine bağlayan Nadir
Özbek’e göre, Midhat Paşa dönemi ile birlikte kurulmaya başlayan ıslahhane ya da
sanayi
mekteplerinin
temel
işlevlerinden
biri
Müslüman
yetimlere
yönelik
çalışmalarıdır.241 Sanayi mektepleri Balkan savaşları sonrasında muhacirlerin İstanbul’a
akın etmesi nedeniyle ortada kalan çok sayıda çocuğun barınma ihtiyacını karşılamak
için kullanılmıştır. Daha sonra patlak veren I. Dünya Savaşı ile birlikte ortada kalan ve
238
Midhat Paşa, s. 52-53.
Emre Dölen 1848 yılında İstanbul Zeytinburnu’nda bu amaçla bir bina yapımı da gerçekleştirildiği
ancak eğitime başlanmadığını belirtmektedir. Ancak bu çabaların devam etmesi sonucu İstanbul’da ilk
sanayi mektebi 1868 yılında Sultanahmet’te öğretime başladı. Bu kurumların ‘darüleytam’ niteliğine
ilişkin ise şu bilgiler verilmektedir: “Öğretim 13 yaşından küçük, fakir ve kimsesizlerden oluşan 50
öğrenci ile başladı.” Görüldüğü 19. yüzyıl Osmanlı modernleşmesinde toplumsal ve ekonomik dönüşüm
içice bir nitelik göstermektedir. Bkz. Dölen, s. 444.
240
Dölen, s. 444.
241
Nadir Özbek’e göre fikir babalığını Midhat Paşa’nın yaptığı sanayi mekteplerine İkinci Abdülhamid
sahiplenmekte tereddüt etmemiş ve 1903 yılına kadar İstanbul, Adana, Edirne, İzmir, Bağdat, Halep,
Hüdavendigar, Selanik, Şam-ı Şerif, Kastamonu, Kosova, Manastır, Trablusgarp ve Yemen’de çoğunluğu
Hamidiye Sanayi Mekteb-i Ali’si adını taşıyan 14 sanayi mektebi kurulmuştur. Ayrıca buraya devam eden
talebelerin çoğunluğu da yetimlerden oluşmaktadır. Bkz. Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal
Devlet, s. 249.
239
110
barınma ihtiyacı içinde olan kimsesiz çocuk sayısının 100.000 civarında olduğu
belirtilmekte ancak, bu dönemelerde ancak 10.000 çocuk için yetimhanelerde yer
bulunabilmektedir. Yer sıkıntısının bir nedeni Sanayi Mekteplerinin salt bir yetimhane
olmaması ve yöneticilerinin kapasitelerinin tümünü savaş yetimlerine ayırmak
istememesinden kaynaklanıyordu.242
Midhat Paşa’nın dönemin korunmaya muhtaç çocukları için yerel imkânları ve
hem Müslüman hem de gayri-müslim zanaatkârları da kullanarak kurduğu bu ilk
‘yetiştirme yurtlarının’ kuruluşunu ve işletilmesini Akyüz şöyle özetliyor:
“Midhat Paşa, ilk ıslahhaneyi 1861’de vali olarak atandığı Niş’te açmıştır. O, beş-altı
yaşından büyük, on iki-on üç yaşından küçük çocukları toplattırarak ıslahhanede besleyip
barındırmış, giydirmiş, okuma yazma ve matematik öğrettikten sonra, çocuğun dinine göre
Müslüman ve Hıristiyan hocaların gözetiminde birer sanat ve meslek sahibi olarak
yetişmelerini sağlamıştır. Küçük yaşlardaki mahkûmlar için de ıslahhanede ayrı bir bölüm
oluşturmuştur. İleride açılacak sanat okullarının başlangıcı sayılabilecek bu kurum
çocuklara beş altı ay içinde asgari düzeyde de olsa sanat öğretmiştir. Bu durumu gören kendi
çocuklarını da buraya vermek istemiş, fakat ıslahhane yalnızca yetim çocuklar için
kurulduğundan kabul edilmemiştir. (…) Nizamnamedeki hükümlere göre ıslahhanelere kabul
koşulları şunlardır: Islahhaneye 12–13 yaşından küçük yerli, yabancı, İslam, Hıristiyan
çocuklardan ana-babasız, öksüz, yetim çocuklarla, bunlardan biri yoksul ya da sakat olan ve
her türlü sevk ve idareden yoksun çocuklar alınır. Yukarıdaki koşullar dışında olmakla
birlikte ana-babası veya hısımının isteği üzerine başka çocuklar da yetiştirilmek amacıyla
ıslahhaneye alınırlar. 13 yaşından aşağı olup, irtikâp, töhmet ve cinayet nedeniyle kanunen
bir yıl ve daha çok hapsi gerektiren bir suç işlemiş çocuklar da hükümetin resmi emriyle
ıslahhaneye alınırlar.
Islahhanelerde çocukların bir yandan genel eğitimi sürdürülürken, diğer yandan terzi,
kundura, mürettiplik gibi atölyelerde sanat edinmeleri sağlanır. Suç işlemiş çocuklara ilişkin
“c” bendi dışında, ıslahhanelerin kuruluşundaki esas amaç, henüz suç işlememiş fakat
bedensel, fikirsel, sosyal ve ahlaksal bakımdan tehlikede bulunan çocukları koruyarak
topluma kazandırmaktır. Bu kurumlar ülke genelinde geniş kabul görmüş ve Osmanlı
İmparatorluğu’nda çok sayıda ıslahhane kurularak hem kimsesiz çocuklara iyi bir gelecek
hem de ülkeye sanatkârlar ve nitelikli çalışanlar kazandırılmıştır. İş eğitimi modeline
dayanan bu uygulama bugün hâlâ çocuk ıslahevi ve bazı yetiştirme yurtlarında
sürdürülmektedir.” 243
Akyüz’ün de vurguladığı gibi halen günümüzde uygulamada olan yetiştirme
yurtları, çocuk yuvaları ve Adalet Bakanlığınca suçlu çocukların ıslahında kullanılan
242
Bu durumu dikkate alan hükümet sanayi mekteplerine yazılı olarak kaç yetim çocuğu kabul
edebileceklerini sorduğu yazıda, çocuk sayısının toplam öğrenci sayılarının %30’undan az olmaması
şartını koşmaktadır. Bu güç koşullar altında kalan hükümetin daha sonra ülke geneline yayılan darüleytam
örgütlenmesine gittiği bilinmektedir. Bkz. Ebubekir Sofuoğlu, “Osmanlı Devletinde Yetimler İçin alına
Bazı Tedbirler,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, (edt.) Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin
Koç, (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 49–58.
243
Akyüz, s. 437-438.
111
çocuk ıslahevlerinin bir karması olarak ilk uygulamalar Midhat Paşa’nın öncülüğünde
oluşturulan bu ıslahhanelerdir.
Osmanlı’da kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin ilk yatılı kurum
deneyimi olan bu ıslahhaneler,244 gerçek anlamda bir yetimhane ya da ‘eytamhane’
olarak değil, İslam ve Hıristiyan kimsesiz çocukların ‘tahsil ve terbiyelerine bakmak,
sanat öğretmek için’ oluşturulan bir tür ‘sanayi mektebidir’ aynı zamanda. Nadir Özbek
bu durumun, yani bu kurumların adının ‘sanayi mektebi’ olmasının, daha sonra yapılan
sosyal tarih araştırmalarında, bu kurumların ‘eytamhane’ özelliğinin gözden kaçmasına
neden olduğunu, Midhat Paşa’nın sanayi mektebi deneyiminin II. Abdülhamid
tarafından kabul gördüğünü, benzeri kurumların diğer eyaletlerde kurulmasına ön ayak
olduğunu ve hatta Midhat Paşa tarafından ‘ıslahhaneler’ için hazırlanan Islahhaneler
Nizamnamesi’nin 1903 yılında İstanbul’da kurulacak olan ‘Darülhayr-i Ali’ adlı
kimsesiz Müslüman yetimler ‘darüleytamının’
işletilmesine kaynaklık ettiğini
belirtmektedir.245
Midhat
Paşa
‘ıslahhaneleri’
kurarken
bölgede
bulunan
imkânlardan
yararlanmasını bilmiştir. Bu kurumları açarken bölgede bulunan Polonyalı ve Macar
mültecilerin bilgi ve deneyiminden de yararlanmış; bu kişiler arasında bulunan
mühendis ve teknisyenler ‘ıslahhane’lerde öğretmenlik yapmışlardır.246 Sonuç olarak
Midhat Paşa’nın erken modern dönem ‘ıslahhane’ deneyiminin hem yoksul ve kimsesiz
Müslüman ve Hıristiyan çocukların mesleki eğitimi anlamında sanayi mektebi görevi
alması, hem de kimsesiz korunmaya muhtaç çocukların barındırılması anlamında işlev
görmesi, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik daha sonra ortaya çıkacak ‘yetimhane’
ya da ‘darüleytamların’ şekil almasında önemli bir model olmuştur.
Osmanlı modernleşmesi sonucu ortaya çıkan çocuk koruma sisteminin genişleme
ve merkezileşme eğilimi, ‘ıslahhanelerin,’ Midhat Paşa sonrası dönemin devlet adamları
tarafından benimsenip yaygınlaştırılmasında da görülmektedir. Islahhane deneyiminin
244
E. Ziya Karal de Osmanlı tarihinde korunmaya muhtaç çocuklar için ilk yatılı ıslahhanenin kuruluş
tarihini 1860 olarak vermektedir. Bu tarih Midhat Paşa’nın kurduğu ıslahhaneleri işaret etmektedir. Akt.
Kurt, “Tanzimat Döneminde Koruyucu Aile Müesseseleri”, s. 557.
245
Nadir Özbek, “Darülhayr-ı Ali”, Tarih ve Toplum, Şubat 1999, S. 182, s. 17.
246
Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 188.
112
‘kurumsallaşmasının’ ve yaygınlaşmasının gerisindeki saik, ‘savaş yetimlerinden’247
ziyade, dönemin yoksulluk sebepli kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocukların
bakımıdır; çünkü bu kurumlar savaşın yarattığı bir yıkım söz konusu olmadan ortaya
çıkmış ve daha sonra Osmanlı’nın belli başlı bütün şehirlerinde kurulmuştur.
Korunmaya muhtaç çocuklar alanında Osmanlı döneminde ortaya çıkan iki temel
kurumdan ilki olarak ‘ıslahhaneler’ bugün bir yönüyle günümüz ‘yetiştirme yurtları’
olarak sürmekte iken, yine korunmaya muhtaç çocukları eğitme ve korumaya yönelik
olarak geç 19. yüzyılda ortaya çıkan bir kurum olarak Darüşşafaka da halen varlığını
sürdürmektedir. Her iki kurum da salt bir ‘yetimhane’ niteliği ile kurulmadı; her iki
kurumun da kimsesiz korunmaya muhtaç çocukları barındırma yanında bir eğitim
kurumu olma vasfı da bulunmaktadır.
3.3
II. Abdülhamid Dönemi: Çocuk Koruma Çalışmalarında Genişleme
ve Merkezileşme Eğilimleri
Tanzimat dönemiyle birlikte başlayan modernleşme sürecinin bir parçası olarak
eğitim sistemimin çeşitlenmesi ve yayılması II. Abdülhamid döneminde (1876–1908)
hızlanmıştır. II. Abdülhamid tahta ilk geçtiği zaman Osmanlı eğitim sisteminde üç ayrı
model vardı. Bunlar Maarif Nezaretine bağlı okullar, azınlık ve misyonerlerin kurduğu
okullar ve geleneksel eğitim veren medrese ve sübyan mektepleridir. 1876 Anayasası ile
(Kanun-i Esasi) özel okulların kurulmasına imkân tanınması ile dördüncü bir tür okul
eğitim sitemine dâhil edilmiştir. Ancak bu kez de bütün okullar üzerinde devletin
denetimi yasal hükme bağlanarak eğitim sistemi kontrol altına alınmak istenmiştir.248 II.
Abdühamid bu dönemde okullaşmanın artması için mali sorunlarla ilgilenmiş ve
oluşturulan fonlarla İmparatorluğun farklı yerlerinde okullar kurulmuştur. Bu dönemde
ilkokul sayısı 29.130, rüşdiye sayısı 619 ve idadi sayısı da 93’tür. Ayrıca kurulan bu
okullar Maarif Nezaretine bağlı ve Pan-İslamcı olarak bilinen II. Abdülhamid’in siyasi
yönelimine uygun olmayan seküler eğitim veren okullardır.249
247
Nadir Özbek “Darülhayr-ı Ali,” Tarih ve Toplum, Şubat 1999, S. 182, s. 11-20.
Yaşar Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, İstanbul: İz Yayıncılık, 1997, s. 66.
249
Sarıkaya, s. 69.
248
113
II. Abdülhamid döneminin bir diğer özelliği, sosyal alandaki modernleşmesinin
savaşlara bağlı olarak gelişen sorunları çözmenin ötesinde bir ufka sahip olması ve
toplumun olağan sağlık ve eğitim ihtiyacını karşılayacak ‘modern’ kurumları
oluşturmasıdır.
3.3.1 I. Meşrutiyet, Savaşlar ve Çocukların Korunması
I. Meşrutiyet (1876-1908) dönemi kentsel nüfusun savaşlar nedeniyle denetimsiz
artması, yoksul kentsel nüfusun devletin hazır olmadığı bir ‘asayiş’ sorunu olarak ortaya
çıkması nedeni ile genel olarak yoksullara yönelik ve özel olarak muhtaç ve kimsesiz
çocuklara yönelik kurumsal yardım yapılanmasını tetiklemiştir. Savaş nedeniyle büyük
kentlere yönelik göç ilk olarak 1683 II. Viyana Bozgunu ile başlamış olmakla birlikte,
1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonucu İstanbul’a akın eden göç çok daha geniş kapsamlı ve
kalıcı etkiler bırakmıştır:
“1877 Osmanlı –Rus Savaşı’ndan sonra Rumeli’den binlerce kişinin İstanbul’a
göç etmesi kentin yaşam düzenini büyük ölçüde etkilemişti. İlk göçmen kafilesi Temmuz
1877’de gelmiş bunu Ocak 1878’den itibaren günde 10.000 kişiye varan büyük göçler
izlemişti. Göçmenlerin barındırılması, doyurulması, hastaların tedavi edilmesi büyük sorun
olmuş bu işler için ‘İdare-i Umumiye-i Muhacirin Komisyonu’ kurulmuştu. Göçmenler bu
komisyon denetiminde geçici olarak cami, medrese, tekke, okul, han hatta saraylara, bunlar
yetmeyince uygun konaklara, yalılara ve evlere yerleştirilmişti. Temmuz 1877-Eylül 1879
arasında İstanbul’a 387.804 göçmen gelmiş, bakacak kimsesi ve geliri olmayan dul
kadınlarla yetim ve öksüz çocuklar, Gülhane’deki Kırmızı Kışla’da açılan Muhacirin Dul ve
Eytamhanesi’ne yerleştirilmişti. Hasta olanlar ise yine buradaki Muhacirin Hastanesi’nde
tedavi edilmekteydi. Göçmenlerin azalması nedeniyle Muhacirin Komisyonu’nun
lağvedilmesi üzerine 15 Ocak 1894 tarihinde bu kurumlar Şehremaneti’ne geçmiş ve
Temmuz 1894’te Dulhane’deki Kadınlar ve küçük çocuklar Darülaceze’ye
nakşedilmiştir.”250
Görüldüğü gibi, savaşlar nedeniyle başlayan kentsel asayiş sorunu ve kimsesizlik
sorunu karşısında, düzensiz de olsa, barındırma kurumları oluşturma çabalarında bir
artış vardır. Bu da Midhat Paşa ile başlayan ‘kimsesiz çocuklar’ı korumaya yönelik
merkezi devletin sorumluluk üstlenmesi ve bakım kurumları oluşturması geleneğinin
sürdüğünü göstermektedir.
250
Yıldırım, s. 8.
114
Toplumsal grupların devletle olan ilişkilerinin zayıfladığı ve toplumsal
sözleşmenin çözülmeye başladığı kriz dönemlerinin başında savaş dönemleri gelir.
Devlet ve toplumsal gruplar arasındaki koruma ve denetleme ilişkisinin zayıflaması
birçok toplumsal sorunun ortaya çıkması anlamına da gelmektedir. Pierre Rosanvallon
savaş dönemi krizlerinin refah devletinin gelişimine de ciddi katkılar yaptığını
belirtmektedir. Ona göre:
“Refah devleti, özellikle kriz dönemlerinde sıçrayarak ilerliyorsa bunun nedeni, bu
dönemlerin, toplumsal sözleşmenin az ya da çok açık biçimde yeniden formüle edildiği
sınav zamanları olmasıdır. Savaş deneyimi özellikle anlamlıdır. Bu dönemler boyunca ve
bu dönemlerin sonunda her şey, toplumsal bir yeniden yapılanma gerçekleşmiş,
dolayısıyla koruyucu devletin/refah devletinin doğası her defasında daha da vurgulu
biçimde yeniden öne sürülmüş gibi gerçekleşir. Bu hareket özellikle Birinci ve İkinci
Dünya Savaşları sonrasında belirginleşmiştir. 1942 Beveridge Raporu bu açıdan
özellikle anlamlıdır. Rapor, sosyal güvenlik sistemi yoluyla gereksinimin ortadan
kaldırılmasından a practical post war aim (savaş sonrası uygulanabilir bir amaç) olarak
söz eder. Söz konusu olan savaş zamanında barış hazırlığı yapmaktır (planning for peace
in war). Gerekçelendirmesi şöyledir: ‘Her vatandaş, hükümetinin daha iyi bir dünya için
çabaladığını hissettiği ölçüde kendini savaş çabasına adamaya daha hazır olacaktır.” 251
II. Abdülhamid döneminde çocuklara ve yoksullara yönelik sosyal hizmet
kurumlarının sayısında bir artış gözlenmektedir. Ancak bu devirde sosyal kurumların
artışını gerektiren önemli bir gerekçe II. Abdülhamid’in sosyal alandaki modernleşme
çabaları ise diğeri de başta İstanbul olmak üzere kentlere savaşa bağlı göç hareketleri
sonucu büyük insan akınlarıdır. Osmanlı’da da özellikle savaş dönemlerinde, savaş
yetimleri ve diğer korunmaya muhtaç çocuklara yönelik hem devlet içinde hem de
devlet dışında ciddi çalışmalar yapılmıştır. Bu durum, Rosanvallon’un belirttiği gibi
kişilerin savaşan devlete olan güven ve özdeşlik duygusunun kişilerin harekete
geçmesinde etkili olduğu söylenebilir. Bu girişimlerden en ilginci Kazım Karabekir’in
Doğu’da savaş yetimleri için ordunun katkıları ve imkanları ile yaptığı çalışmalardır. Bir
diğeri de daha sonra incelenecek olan Darüleytam örgütlenmesinin Birinci Dünya
Savaşı dönemi boyunca ve bütün ülke sathına yayılmasının sağlanmasıdır.
251
Pierre Rosanvallon, Refah Devletinin Krizi, Ankara: Dost Kitabevi, 2004, s. 27.
115
Meşrutiyet dönemi Osmanlı modernleşme tarihi içinde özel bir yere sahiptir.
Meşrutiyet dönemi Tanzimat’la başlayan modernleşme sürecinin etkilerinin sürdüğü
dönem olarak görülebilir. Bu dönem, devletin merkezileşmesi ve toplumda
kurumsallaşma düzeyinde artış anlamında tarihin hızlandığı bir dönemdir. Tanzimat
dönemi ile II. Meşrutiyet arasındaki dönemi, devletin sosyal yardım çabaları açısından
değerlendiren Nadir Özbek, iki dönem arasında bir süreklilik olduğunu belirterek, bu
dönemleri
sosyal
devletin
ortaya
çıkmasında
da
önemli
aşamalar
olarak
değerlendirmektedir. Özbek’e göre:
“Tanzimat sonrasına bir bütün olarak bakıldığında, sosyal yardım alanındaki
gelişmelerin, siyaset alanındaki dinamiklerin, bir başka ifadeyle modern devletin oluşumu
sürecinin izlerini taşıdığı söylenmelidir. Bu anlamda, özellikle II. Abdülhamid döneminin
kurumsal atılımları, bir yandan Abdülhamid iktidarının meşruiyetini güçlendirmiş, ancak
aynı zamanda, Abdülhamid’in izleri silindiğinde muhalif bürokratik sınıfın kolayca
benimseyebileceği bir sosyal yardım altyapısının oluşumunu da sağlamıştır. Gerek
Abdülhamid dönemindeki atılımlar, gerekse II. Meşrutiyet rejiminin açılımları, farklı siyasi
gündemlerin ve söylemlerin izini taşıyor olmakla birlikte, tek bir sürecin, yani, devletin
sosyal alana tedrici olarak nüfuz etmesi sürecinin ifadeleri olarak değerlendirilmelidir.” 252
Ancak daha sonra görüleceği gibi II. Meşrutiyetle birlikte devletin topluma
nüfuz etme yöntemlerinde ciddi bir değişim kendini gösterecek ve sivil dernekler
devletin politikalarının hayata geçirilmesinde devreye sokulacaktır. Tanzimat dönemiyle
başlayıp Meşrutiyet dönemiyle devam eden devletin sosyal alanda var olma çabası;
diğer bir deyişle devletin sosyal yardım alanına girmesi; bütçeden bu alan için pay
ayırması, muhtaç çocuk ve diğer kesimler için bakım kurumları ihdas etmesi modern
devletin gelişim nitelikleriyle uyumludur. Ancak bu kurumların ortaya çıkmasında iç
dinamikler açısında bazı farklılıklardan bahsetmek gerekmektedir. Sosyal bakım
kurumlarının ortaya çıkmasında Batı ve özellikle İngiltere gibi ülkelerde sanayileşme ve
kentleşme sonucu ortaya çıkan kent yoksulluğu başat dinamik iken, Meşrutiyet
döneminde savaşlar ve savaşların yarattığı kent yoksulluğunun daha önemli etkenler
olarak ortaya çıktığını görüyoruz.
Bu dönem ve hemen sonrasında kent yoksullarına yönelik ilk uygulamalar,
dilencilere karşı önleyici tedbirler, Darülaceze kurumunun kurulması (1896), sokak
252
Nadir Özbek, “Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘Sosyal Yardım’ Uygulamaları, 1839-1918,” Toplum ve
Bilim, Kış 1999/2000, no. 83, s. 129.
116
çocuklarının eğitim ve tedavisi için Darülhayr-ı Ali’nin kurulması (1903) ve yine
ağırlıklı olarak savaşlar sonucu kimsesiz kalan çocukların bakım ve eğitimini hedef
edinen Darüleytamlar’ın (1914) kurulması ve yaygınlaştırılmasıdır.
Bu çabaları
kamusal destekle ve bürokrasinin yönetimi altında yürütülen çalışmalar olarak
tanımlamak mümkündür. Ancak hemen bütün kurumlar kentteki aşırı göçün yarattığı
asayiş probleminin çözümü saikıyla başlatılan çabalardır. Daha sonraki süreçte ise bu
kurumlar sosyal refah sistemin en önemli referansları olarak tarihteki yerlerini aldılar.
Bunun yanında Himaye-i Etfal (1917 ve 1921) gibi sivil girişimler de mevcuttur.
Dolayısıyla modern merkezi devletin şekillenmeye başladığı bir dönem olarak
Meşrutiyet dönemi çocuk koruma kurumları ve yasal tedbirler, kamusal ve sivil nitelikli
önlemler olarak iki başlık altında incelenebilir.
Bu önlemler yukarda kısmen
zikredildiği gibi bazı bakım kurumları kurmak şeklinde geliştiği gibi, özellikle
dilencilere yönelik olmak üzere kentsel kamusal alanları kullanarak toplumsal düzeni
bozan kesimlere karşı alınan cezalandırma ve menetme önlemlerini de içermektedir.
Devletin bu tedbir alma, mevzuat yapma, bürokrasi tahsisi ve kurumlar
oluşturması sonucu yarattığı yeni bir sosyal alan vardır. Osmanlı devletinin tebaasının
üzerinde etkisinin arttırılması, eğitim yoluyla da üretici kapasitesinin arttırılmasını
hedefleyen bu çok boyutlu çabalar yeni bir devlet sektörünün ortaya çıkmasıyla
sonuçlanmaktadır:
“Osmanlı devleti, on dokuzuncu yüzyıl boyunca, sosyal hayatın birçok alanına nüfuzunu
arttırmıştır. Önceki dönemlerde, devletle ilişkisi hayli sınırlı olan alanlar, modern teknolojik
imkânlarla donatılmış bürokratik devletin yeni fonksiyonlarının icra edildiği alanlar niteliğini
kazanmıştır. Bu döneme bir bütün olarak bakıldığında, bir yandan modern devletin müdahale
alanı, diğer yandan da modern siyaset için bir meşruiyet kaynağı olan bir ‘sosyal alan’ oluştu
söylenebilir.” 253
Ancak Özbek’in de vurguladığı gibi Osmanlı’da 19. yüzyıl sonlarına doğru ortaya
çıkan kent yoksulları ve korunmaya muhtaç çocuklar sorununu harekete geçiren
modernleşme çabası, on dokuzuncu yüzyıl sonlarından başlayarak ortaya çıkan büyük
253
Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 47.
117
savaşlar ve savaşlardan kaçan kesimlerin içinde bulunduğu yoksulluk ve yoksulluğun
yol açtığı sosyal sorunları nedeniyle hızlanarak devam etmiştir.254
3.3.2 Dilencilikle Mücadele, Darülaceze (1896) ve Darülhayr-i Ali (1903)
Osmanlı tarihindeki en önemli sosyal kurumların başında gelen Darülaceze’nin
ortaya çıkmasının gerisinde İstanbul’un düzenini bozan ‘serseri’ ve dilencilerin disipline
edilmesi ve böylece düzenin sağlanması ihtiyacı yatmaktadır.
Bu süreç diğer bir
anlamda da dönemin rejiminin toplumdan gelen talebe karşılık vererek sosyal alanda
‘dikey yayılması’dır. Darülaceze kapsam ve tür olarak ilk defa devlet tarafından
planlanmış ve hizmete açılmış bir kurumdur. Bu anlamda Foucault’nun Fransa
örneğinde belirttiği gibi artık hayırseverlik alanı daha çok sınırlanmış ve devlet sosyal
alanda daha güçlü ve seküler bir varlık göstermiştir.
Özellikle 1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasından Rumeli’den göç etmek zorunda
kalan
nüfusun
İstanbul’un
daha
sonraki
kentsel
sosyal
sorunlarının
temel
kaynaklarından biri olduğu bilinmektedir. İstanbul’a savaştan kaçarak gelen bu göçmen
grubu çoğunlukla hasta, sakat, dul ve yetimlerden oluşmaktaydı. Barınma ve geçinme
sorunları karşısında bu kesimden birçok kişi dilencilik yapmaya başlamıştır. Artan
sorunlar karşısında Şûra-yı Devlet Tanzimat Dairesi 7 Eylül 1886 tarihli toplantısında,
İstanbul’da dilenciler güruhunun çok arttığı, birçoğunun çalışabilecek durumda
oldukları halde dilenmeyi tercih ettikleri, bunlara katılan bazı kız ve erkek çocukların
ise fuhuş gibi memleketin düzenini bozan suçlara alet oldukları belirtilerek önlem
alınması kararı almaktadır. Ayrıca geçmiş dönemlerde aceze için çok sayıda gurabahane
ve benzeri kurumlar kurulduğu ancak bunların amaçlarından uzaklaştırıldığı ve etkili
olamadığı ve bunun temel sebebinin de dilenciliği düzenleyen bir yasal mevzuatın
olmadığı belirtilmiştir. Toplantıda İstanbul’da dilenciliğin yasaklanması, diğer
memleketlerden gelip dilenen kişilerin memleketlerine gönderilmesi, bakacak kimsesi
olmayanların devletin açacağı darülacezede bakılmasına karar verildi. Ancak bu kurallar
254
Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 47.
118
bir yandan uygulanmaya başlanırken, darülacezenin kurulmasına ilişkin padişah iradesi
ancak 30 Mart 1890 tarihinde verildi.255
Osmanlı tarihinin her döneminde yardımı hak eden yoksullarla, yardım hak
etmeyen kesimler arasında bir ayırım yapılmış olduğu söylenebilir. Bu yönüyle de, 1834
Elizabeth Yoksullar Yasası örneğinde olduğu gibi, Batı dünyasının söylemine paralel
bir dil ve uygulama geliştirilmiştir. Özellikle dilenciler konusunda böyle bir ayırıma
sıklıkla rastlanabiliyor. Daha sonraki pratiklere zemin hazırlayan 30 Mart 1890 tarihli
Meclis-i Vükela’da dilenciler ve diğer gruplarla ilgili şu kararlar alınmıştır:
“ (…) dilencilerden İstanbullu ve taşralı olanların tespit edilmesi; hasta,
kimsesiz ve çalışamayacak durumda olanların listesinin hazırlanması, ; taşradan işi gücü
ve sanatı olmayıp da İstanbul’a gelmek isteyenlerin bundan böyle memleketlerinden
salıverilmemeleri; işe güce yaramayanlar ile kimsesiz çocuklara bulundukları yerin
belediyesi tarafından bakılması, çalışabilecek durumda olanların yol yapımında ve diğer
imalat işlerinde çalıştırılarak geçimlerinin sağlanması için vilayetlere tebligat
256
yapılmasının Dahiliye Nezaretine yazılması.”
Görüldüğü gibi İstanbul’da yaşanan sosyal sorunun tek kaynağı artık ‘savaş
göçü’ olarak görülmüyor ve İstanbul’a her tür göçün önlenmesi için artık ciddi tedbirler
alınmaktadır. Bu tedbirlerin Darülaceze henüz kurulmadan da uygulandığı ve
Osmanlı’nın öteden beri bir politikası olduğu görülmektedir. Bu çerçevede dilenciler ve
işsiz güçsüzlerin toplattırılarak yol yapım işleri ya da ırgat olarak köylü ya da
sanatkârların yanına verilmesi uygulamasının 16. yüzyıla kadar gitmektedir.257 Ancak en
sistemli uygumla Darülaceze’nin kurulması ile birlikte hayata geçmektedir.
Darülaceze bir yandan şehirdeki dilencilerin tutulduğu bir merkez olmakla
birlikte; “hastaneleri, süt çocukları için kreşi, yetimler için eytamhanesi ile birlikte külli
bir müessese olarak düşünülmüş olmanın yanı sıra, aynı zamanda sahip olduğu
atölyelerle bir tür iş-evi, Osmanlıca tabiriyle darüssaydır da.”258 Darülaceze bu niteliği
255
Nuran Yıldırım, İstanbul Darülaceze Müessesesi Tarihi, İstanbul: Darülaceze Vakfı Yayını, 1997, s.
15-22.
256
Yıldırım, İstanbul Darülaceze Müessesesi Tarihi, s. 25.
Özbek, “II. Meşrutiyet İstanbul’unda Dilenciler ve Serseriler”, s. 36.
258
Özbek, “II. Meşrutiyet İstanbul’unda Dilenciler ve Serseriler”, s. 37.; Nadir Özbek Bir başka kaynakta
Darülaceze’yi Batıdaki muadili çalışma evleri (workhous) ile karşılaştırdığında kapasite olarak çok küçük
257
119
ile günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Darülaceze kent yoksullarından sadece
dilenciler değil; kimsesiz genç, özürlü, yaşlı ve terk bebeklere de bakım hizmeti veren;
hatta barındırdığı bazı atölyeleri ile 19. yüzyıl batı modelleri olarak ‘çalışma evleri’ gibi
kurumlardan esinlenilerek oluşturulan bir kurumdur. Ayrıca bu kurum Darüşşafaka’nın
oluşturulmasında izlendiği yöntemle kamu kaynakları ve özel bağışların iç içe geçtiği
girift bir yöntemle inşa edilmiştir. 259
II. Abdülhamid dönemi kentsel sosyal sorun olarak ‘sokak çocukları’ ile ilgili
oluşturulan en önemli kurum olan Darülhayr-i Ali’nin niteliği; hangi gerekçelerle, hangi
çocuklar için kurulduğu konusunda bazı belirsizlikler vardır. Esas olarak Müslüman
kimsesiz çocukların barındırılması eğitimi ve meslek sahibi kılınması için II.
Abdülhamid’in kurduğu varsayılan Darülhayr-i Ali’nin kuruluşunun gerisinde, 1890’lı
yıllardaki Ermeni olayları ve bu olaylardan arta kalan binlerce savaş yetiminin
bakımının uluslararası bir sorun haline gelme potansiyeline karşı önlem alma düşüncesi
yatmaktadır.260 Nadir Özbek bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“3 Nisan 1899 tarihinde Dahililiye Nezareti tarafından Abdülhamid’e sunulan bir
raporda bu durum açıkça ifade edilmektedir. “Bikes kalan Ermeni fukara-i Etfal’inin iskan ve
iaşe ve talim ve terbiyeleri maksadıyla Palu ve Çünkeş’de tesis olunan yerler hükümetçe sedd
olunduğundan etfal-i merkumenin iaşe ve terbiyesi niyet-i hayriye-i insaniyetkarane müsteza
olduğu cihetle bunlara hükümet-i seniyyece bakıldığı takdirde bir şey denilemeyeceği
Almanya ve İngiltere sefaretleri tarafından ifade kılınmış ve tebaa –i Devleti-i Aliyye’den
bivaye ve muhtaç-ı himaye olan Ermeni çocuklarının umur-ı iskam ve terbiyelerinin ecanibe
bırakılmayıp hükümet-i seniyyece deruhde edilmiş bilvücude mütezi olmakla etfal-i
merkumeden hakikate fakir ve bikes olanların miktarıyle bunların ne suretle ve nerede iskan
ve infak ve talim edilmeleri lazım geleceğinin vilayetlerde bilmuhabere
kararlaştırıl[ması]…”261
Daha önce de belirtildiği gibi, Midhat Paşa’nın ıslahhane kurumları Osmanlı’da
ilk yatılı çocuk koruma müesseseleri olduğundan, bu kurumlar daha sonraki kurumlara
ilham ya da örnek teşkil etmişlerdir. Darülhayr-i Ali’nin planlanmasında; yani alınacak
çocuklar ve ders programlarında da ıslahhane ve/veya ıslahhanelerin devamı
olduğunu belirtmektedir. O dönem Paris’teki muadil kurumların kapasitesinin 8-9 bin civarında olduğunu
belirtmektedir. Ayrıca barındırıldığı insan grupları da çok çeşitlilik göstermesiyle de Darülaceze
ayrışmaktadır. Ayrıca bu nitelikte tek kurum olması nedeniyle o dönemki İstanbul’un ihtiyacını
karşılamaktan olduğu olduğunu belirtmektedir. Bkz. Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet,
s. 208.
259
Buğra, s.76.
260
Nadir Özbek, “İkinci Abdülhamid ve Kimsesiz Çocuklar: Darülhayr-i Ali,” Tarih ve Toplum,
S. 182, Şubat 1999, s. 11.
261
Özbek, “İkinci Abdülhamid ve Kimsesiz Çocuklar: Darülhayr-i Ali,” s. 13.
120
niteliğindeki sanayi mektebi ya da çeşitli darüleytamların izleri görülmektedir.
Darülhayr-i Ali, II. Abdülhamid tarafından (kuruluşunda Ermeni çocukların korunması
gayesi de yer almaktaydı) Müslüman yetim ve kimsesiz çocuklar için kurulan ilk kurum
olmakla birlikte, çeşitli vilayetlere dağılan ıslahhanelerin de birer darüleytam işlevleri
olduğu bilinmektedir.
Kimsesiz ve korunmaya muhtaç Müslüman çocuklara yönelik olarak ilk yatılı
bakım kurumu olan Darülhayr-i Ali’nin (1903) hangi bakanlığa ya da idareye bağlı
olacağı da tartışmalı bir konu olmuştur. Başlangıçta Maarif Nezareti’ne bağlı olarak
açılan bu kurum daha sonra Şehremaneti ya da Sanayi Bakanlığı’na bağlanması da
istenmiş olmakla birlikte tartışmalar bir sonuç vermemiş ve zaten kurum 1909 yılında
kapatılmıştır. Kurumun kapatılması sürecindeki tartışmalarda ‘darüleytam’ın bir eğitim
işi olmadığı savunulmuşsa da bu hizmeti üstlenecek bir devlet organı ortaya
çıkmamıştır. Tartışmalarda Darülhayr-ı Ali’den beklenen faydanın sağlanamadığı, bu
kuruma hakkı olmadığı halde çocukların da alındığı ve kurumun istismar edildiği gibi
bir dizi eleştiri getirilmiştir. Ancak II. Meşrutiyet döneminde kapatılan bu kurumun
katılmasının bir nedeninin de, Darülhayr-i Ali’nin geçmiş dönem rejimine ait olmasının
da payı olduğu bilinmektedir. İttihat ve Terakki Rejimi’nin II. Abdülhamid’in kişiliği ve
rejimine ilişkin sembolik değerlere karşı olmasının Darülhayr-i Ali’nin kapatılmasında
önemli bir faktör olduğu bilinmekle birlikte, devlet bütçecinin yetersizlikleri nedeniyle
‘sosyal yardım’ alanının sivil toplum kurumlarına açılması politikasının da bunda payı
olduğu açıktır.262
3.4
Kız çocuklarına İlişkin ‘Derin’ Politika: Osmanlı’da Ev İçi Kölelik
Osmanlı toplumunda üretim esas olarak sanayi ya da büyük tarım çiftliğine
dayalı olmadığında, kölelik de esas olarak üretimle ilişkili bir kurum değildi. Ancak çok
yoksul olmadıkça orta sınıf dâhil birçok ailede ‘yardımcılar’ bulunuyordu.263 19.
yüzyılda bu tür evlat edinme olaylarına sıklıkla rastlanmaktadır. İlber Ortaylı Osmanlı
262
263
Nadir Özbek, “Darülhayr-ı Ali”, Tarih ve Toplum, 31, no. 182, Şubat 1999, s. 17.
İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 126.
121
Toplumunda Aile adlı çalışmasında 19. yüzyılda evlatlık ya da ahretlik ismi ile görülen
kız çocuklarının ‘ev içi köle’ olarak kullanılmasına ilişkin şu tespitlerde bulunmaktadır:
“19. yüzyılda büyük şehirlerde veya küçük merkezlerde orta halli aileler dahi civar
köylerden veya fakir Çerkes kabilelerden getirilen evlatlık kız çocukları hizmetçi olarak
kullanırdı. (…) Cariye ve kölelerin bazı ailelerde efendilerin çocuklarıyla evlendirildiği
bilinir. Bu çocukların Hıristiyan olanlarının dinlerinin değiştirilip Müslüman yapıldığı da
düşünülür… (…) Bu gibi durumları abartmadan ve genelleştirmeden bir noktaya
değinmeli. Evlatlık (ahretlik) âdetinin şehir ailelerinde her zaman çok olumlu işlemediğini
belirtmek gerekir. Evlatlık kızlardan vakti gelince evlendirilenler olduğu gibi, nesiller boyu
ailenin çocuklarına boğaz tokluğuna bakan ve sonunda çileyle ölümü bekleyenler çoktu.”264
Kölelik bir toplumsal kurum olarak dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi Osmanlı
toplumunda da uzun yıllar varlığını sürdürdü. Osmanlı’da kölelik kurumunun önemli bir
boyutu kız çocuklarının evlatlık ya da hane içi köleler olarak kullanılmasıdır. Özellikle
19. yüzyılın sonuna doğru köleliğin yasaklanmasına ilişkin çalışmalar olmakla birlikte,
bu dönemde Osmanlı toplumunda hâlâ çok yaygın bir köle ticareti söz konusudur. Bu
dönemde yılda 10,000 köle Osmanlı topraklarında alınıp satılmakta ve bunların
çoğunluğu hane içinde köle olarak kullanılan kız çocuklarıdır.265 Burada Özbay,266
çocuklara ilişkin sosyal politikanın kökenlerinin anlaşılmasını yardımcı olacak önemli
bir tespit yapıyor. Osmanlı’nın dönemin egemen hukuk rejimi olarak Şeriat’la ters
düşmemek
ve
yürürlükteki
nizamı
sarsmamak
adına
köleliğin
doğrudan
yasaklanmadığını, ancak köle ticaretini sona erdirmek için bazı önlemler aldığını
belirtmektedir. Bu dönemde Osmanlı yönetimi İngilizlerin baskısı nedeniyle ‘siyah’
köle ticaretine karşı daha sert ve yasaklayıcı önlemler alırken, ‘beyaz’ köle ticareti ve
hane içi evlatlık uygulamalarına müsamahakâr davranmıştır.
Bir tür kölelik olarak kabul edilen hane içi ‘besleme’ uygulamasının Osmanlı
toplumunda köklü ve yaygın olmasının en önemli nedeni, evlatlık uygulamasını dînen
kabul edilmemesi267 ve evlatlık yerine çocukların iş akdi ile başka ailelere verilmesi
uygulamasıdır. Bu sistemi modern bir tabir olan ‘koruyucu aile’ ile tanımlayan
264
Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 127.
Ferhunde Özbay, Turkish Female Child Labor in Domestic Work: Past and Present, Project
Report prepared for ILO/IPEC, 1999, s. 13.
266
Özbay,Turkish Female Child Labor in Domestic Work: Past and Present, s. 13.
267
Abdurahman Kurt İslamın ilk yıllarında evlatlık sisteminin bir süre uygulandığını ancak daha sonra
Kur’anı Kerim’in (Ahzab, 33/4-5) evlatlık almayı yasakladığını ve Peygamberin tatbikatlarında da yer
almadığını belirtmektedir. Bkz. Kurt, s. 549.
265
122
Abdurahman Kurt, Tanzimat dönemi Bursa Şer’iyye sicillerine dayanarak yaptığı
incelemede, bu dönemde yoksul aile çocuklarının hali vakti yerinde kişilerce para
karşılığı ev içi hizmetlerde kiralanma uygulamasının yaygın olduğu tespitinde
bulunmaktadır. Bu dönemde toplumsal sorunlar karşısında ailelerin çocuklarını terk
ettiğini, ancak toplumun ve devletin bu çocuk sorununu çözmenin bir yöntemi olarak
‘yetimhane’ gibi kurumlar oluşturma değil, korunmaya muhtaç çocukların aileler yanına
verilerek sorunun çözülmeye çalışıldığı görülmektedir. Terk edilen çocuklar sadece
yalnız başına yaşayan kadınlara ‘evlatlık’ olarak verilirken, yoksul aile çocukları ‘İcar-ı
Sagir’ (İş Akdi) ile başka ailelere verilmiştir.268 Kurt bu müesseseyi şöyle
açıklamaktadır:
“Ekonomik düzeyleri iyi olan aileler, kendilerine hizmet etmek üzere daha çok fakir
aile çocuklarını velileriyle anlaşarak belirli bir ücret karşılığında icarlamışlar ve bir nevi iş
akdi diyebileceğimiz muameleyi kadıya tescil ettirmişlerdir. Bu şekilde aileye alınan
çocuklara “besleme, ahretlik, manevi evlat” gibi isimler verilmiştir. İş akdinin temel
motivasyonu, ahiret sevabı ümidiyle fakir aile çocuklarının ihtiyaçlarını giderme ve onları
himaye etme isteğidir, kesinlikle çocukların emeklerini sömürme vasıtası değildir.
İncelediğimiz kayıtların tümünde akit sebebi olarak, çocukların ve velilerinin şiddetli fakirliği
zikredilmektedir. İcarlayanların çoğunluğu ise, toplumun orta ve üst tabakasına
mensuptur.”269
Kurt ilgili dönem Bursa sicillerinden sondajladığı on defterden toplam 47 adet
icar-i sagir kaydı tespit etmiştir. Kayıtlardaki çocukların yaş ve cinsiyet
dağılımlarını tablo halinde aşağıdadır. Tablodan da anlaşılacağı üzere icar-i sagir
olarak verilen çocukların çoğunluğu kız çocuklarıdır.
268
269
Kurt, s. 550.
Kurt, s. 555-556.
123
Tablo 1 : Cinsiyet ve Yaşlara Göre İcar-i Sagir Olarak Verilen Çocukların Dağılımı
YAŞLAR
3
4
7
8
9
10
15
BELLİ
DEĞİL
TOPLAM
%
CİNSİYET
ERKEK
KIZ
2
2
4
8
1
3
1
1
TOPLAM
%
2
2
4
8
4
1
1
4.25
4.25
8.52
17.22
8.52
2.13
2.13
7
14
21
44.69
12
25.56
35
74.44
47
100
100
Kaynak: Abdurahman Kurt, “Tanzimat Döneminde Koruyucu Aile Müesseseleri”, SosyoKültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi 2, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma
Kurumu, 1992, s. 556.
Türkiye’deki korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin koruyucu politikaların tarihsel
köklerinin açıklanması açısından bu veriler oldukça önemli ipuçları sunmakla birlikte,
icar-i sagir’in günümüz koruyucu aile sistemi ile eş tutulması açıklayıcılıktan uzaktır.
Koruyucu aile doğrudan aileler arasında değil, koruyucu aileler ile kamusal sorumluluk
sahibi merciler arasında yapılan bir düzenlemedir. Bu düzenlemede çocuğun yararı
doğrultusunda koruyucu aileye sağlanan hizmetler yanında, çocuğun gelişiminin
sağlanması için uzman kadrolar tarafından izlenmesi ve biyolojik anne babayla ilişkinin
sürekli kılınması gibi farklı nitelikler içermektedir. Yani sistemin merkezinde çocuğun
yararı ve ailesi ile ilişkisinin sürekli kılınmak istenmesi yatıyor. Bu nedenle Osmanlı
toplumunda uygulanan
‘icar-i sagir’ sistemini, koruyucu ailenin ilk uygulaması
olmaktan ziyade, genel anlamda dönemin toplumunun çocuk koruma anlayışı açısından
değerlendirmek gerekmektedir. Diğer bir deyişle bu sistemi Cumhuriyet döneminde de
toplumda yaygın olan kız çocukların hane içi köle olarak kullanılması uygulamalarının
kökenleri açısından değerlendirmenin daha açıklayıcı olacağı düşünülmektedir.
124
Bilindiği üzere ‘kölelik’ dünyanın birçok yerinde bir kurum olarak 20.yüzyıla
gelindiğinde büyük oranda yasaklanmıştır. Ancak ‘kölelik ve kölelik benzeri’
uygulamalar varlığını sürdürmeye devam etmiştir.
“Osmanlı’da kölelik üzerine yapılmış kayda değer çalışmalar mevcuttur, ancak
hane içi köleliğin tarihine odaklanan çalışmalar yok gibidir. Hane içi kölelik
perspektifinden aynı tarihsel olaylara baktığımızda şu çok açık olarak ortaya çıkıyor:
‘Bir kurum olarak kölelik’ ortadan kaybolmuştur ancak hane içi çalışma olarak
‘köleliğin’ kendisi değil. İçinde temel kölelik özelliğinin yeniden üretildiği evlatlıklar gibi
pratiklere dönüşmüştür. 1963 yılında çıkan köleliği yasaklayan kanun da evlatların hane
içi hizmetkâr olarak kullanılmasını yasaklamıştır. Pratik sönmeye yüz tutmuştur. Bu
nedenle, yasaklamanın köleliğin yok olmasının temel nedeni olduğu iddia edilemez.” 270
1963 yılında çıkan “Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve
Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına Dair Ek Sözleşmenin Onaylanmasının Uygun
Bulunduğu Hakkında Kanun”un çıktığı dönemde yani 1960’lı yıllarda kölelikten söz
edilemez. Burada sürecin toplumun iç dinamiklerince ve tedricen tamamlamasından
sonra devletin yasal düzenleme yaparak müdahil olduğu belirtilebilir. Devletin
Osmanlı’dan beri, toplumun ‘mahrem alanı’na yani ‘aile içi’ne müdahale etmeyen,
sorun suç ve sokakla yani görünür alanla ilişkili hale gelmeden müdahale etmeyen bir
sosyal politikaya sahip olduğu görülmektedir. Kölelik benzeri pratiklerin daha yoğun
olarak varlığını sürdürdüğü ve köleliğin fikri düzeydeki dayanağı olan şeriatın
kaldırılarak yerine seküler temele dayalı medeni kanunun yürürlüğe girdiği
Cumhuriyetin ilk yıllarında, köleliğin kaldırılmasına ilişkin bir yasal düzenleme
yapılmamıştır.271 Devletin kölelik ve köleliğe ilişkin bu mesafeli yaklaşımının
temelinde, toplumda kölelik benzeri uygulamalara ilişkin olumlayıcı geleneksel
yaklaşımların yaygın olması yatmaktadır. Birçok çevrede bu tür uygulamalarda, mağdur
taraf olarak köle ya da evlatlıkların korunması vurgusu öne alınmamaktadır ve sömürü
kısmı görmezden gelinmiştir. Bu yaklaşımın devlet elitlerini de etkilemiş olması
270
Özbay, s.12.
Y. Hakan Erdem, Osmanlı’da yaygın olan köleliğin varoluş biçiminin yasalar tarafından belirlenen bir
şekilde değil; köleler ve köleliğin şeriat kapsamında değerlendirildiğini belirtmektedir. Ancak özellikle
uluslararsı baskılar nedeniyle Tanzimat döneminden itibaren bütün hükümdarların köleliliğe karşı
önlemler aldığını ve bu önlemler nedeniyle de Cumhuriyetin ilk yıllarına gelindiğinde, kendisine karşı bir
önlem alınacak kölelik olgusunun kalmadığını belirtmektedir. Ancak buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti
1926 tarihli, “Milletler Cemiyeti Köleliğin Önlenmesi Anlaşması”nı 1933 yılında onaylayarak konunun
taraflarından biri haline gelmiştir. Bkz. Y. Hakan Erdem, Osmanlıda Köleliğin Sonu 1800-1909, 1.
Basım, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004, s. 10.
271
125
doğaldır. Ayrıca kölelik ve evlatlık kurumları Osmanlı döneminden itibaren, korunmaya
muhtaç ya da kimsesiz çocuklar sorununun çözümünde de bir yöntem olarak
yüzyıllardır kullanıldığı bilinmektedir. Ferhunde Özbay’a göre:
“yoksul göçmenler yaşamlarını sürdürmek için kız çocuklarını ya da yakınlarını,
köle olarak doğduklarını iddia ederek satıyorlardı. Osmanlılar çocukların köle olarak
satılmasını engellemek için kimsesiz çocukları ailelere evlatlık olarak vermeye başladılar.
Daha sonra kimsesiz kız çocuklarının bu şekilde korunmaları amacıyla ailelere dağıtılması
bir politika oldu. Bu politika belki köleliği sınırlamada etkili olmuştur, ancak evlatlıkların
hane içi köle olarak kullanılması âdetine de yol açmıştır.” 272
Bu politikanın, yani korunmaya muhtaç ya da kimsesiz kız çocuklarının
korunmasının evlatlık kurumuna terk edilmesi politikasının Cumhuriyet döneminde de
devam ettiği, bu olgunun yasaklanmasının çok geç bir tarihte 1963 yılında çıkarılan bir
kanunla yasaklanmasından da anlaşılmaktadır.273 Kanun metni sadece Birleşmiş
Milletler tarafından aynı isimle kabul edilen Ek Sözleşmenin kabulünü içermekte ve bu
sözleşmenin uygulanmasına dair herhangi bir düzenleme öngörmemektedir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında iyice artan kimsesiz çocuklar sorununun
çözümünde başvurulan ‘darüleytam’ çözümünün esas olarak erkek çocukları kapsadığı
kız çocuklarının devlet kurumlarında koruması ise son derece sınırlıdır. Kız çocuklar
kurumlara yerleştirilmek yerine ‘evlatlık’ olarak ailelere verilmektedir. Başlangıçta
272
Özbay, s. 14.
“Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına dair Ek
Sözleşmenin onaylanmasının uygun bulunduğu hakkında Kanun,” Kabul Tarihi: 27 Aralık 1963. Resmi
Gazetede Yayınlanma Tarihi: 6 Ocak 1964. Düstur, Beşinci Tertip, Cilt 3, 1. Kitap. Ankara: Başbakanlık
Devlet Matbaası, s. 233- 238. Kanun Birleşmiş Milletler tarafından 7 Eylül 1956 yılında kabul edilen
“Kölelik, Köle ticareti, köleliğe benzer uygulama ve geleneklerin ortadan kaldırılmasına dair Ek
Sözleşme’nin kabulünden ibarettir. On iki maddeden oluşan Ek Sözleşmenin, Türkiye’de yaygın olan kız
çocuklarının ev içi köle olarak kullanılmasının yasaklanması konusuyla ilgili 1. Maddesinin (d) fıkrası
şöyledir: “ Bir çocuğun veya 18 yaşından aşağı temyiz kudretine haiz bir kimsenin gerek anne ve babası,
yahut bunlardan biri, gerekse varisi tarafından, şahsını veya işini istismar maksadıyla bedel mukabilinde
veya bedelsiz diğer bir şahsa devrine müsait olan herhangi bir uygulama ve gelenek.” Ancak daha
sonraki Yargıtay kararlarına bakıldığında Ek Sözleşmenin bu tanımına uyan pratiklerin yasaklanmasına
dair yasal ve/veya idari bir yasaklama/düzenlemeye gidilmediği görülmektedir. Bu konuda bir çalışma
için bkz. Ülker Gürkan, “Evlâd Edinme ve Beslemelerin Hukuki Durumu”, Adnan Güriz ve Peter
Benedict (edt.), Türk Hukuku ve Toplumu Üzerine İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma
Vakfı Yayınları, 1974, s. 163-206. Ayrıca Gürkan’a göre ‘evlatlık’ kurumu ‘besleme’, ‘ahretlik’ gibi
çeşitli sıfatlarla karşımıza çıkabilmektedir; ancak bu farklı isimlerle anlatılan temel olarak ‘besleme’
çocuklardır. Bkz. Gürkan, s. 164.
273
126
ciddi bir sosyal sorunun çözümü olarak işlev gören bu uygulama zamanla kız
çocuklarının ‘ev içi köle’ olarak çalıştırılmaları geleneğine dönüşecektir. 274
Kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocukların korunmasının bir yöntemi olarak
evlatlık kurumunun 1915 Ermeni tehciri sonrasında ortada kalan çocukların
korunmasında da çok yaygın olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Dönemin emniyet
genel müdürlüğü sorumlu bölge valiliklerine, kimsesiz Ermeni çocukların büyük
kentlere gönderilmeyip ‘İslam karyelerine’ dağıtılmasını istemektedir.275 Ayrıca bu
dağıtımın belli bir düzen içinde yapılması için Hükümet tarafından gönderilen gizli
telgraflarla aşağıdaki ayrıntılı kurallar da tespit edilmektedir:
“1- Genç ve dul Ermeni kız ve kadınların evlendirilmesi;
2- On iki yaşına kadar olan çocukların bizim Darü’l Eytam (Yetimhane) ve öksüz
yurtlarına tevzi’i (dağıtılması);
3- Darü’l Eytamların mevcudu kifayet etmediği taktirde sahib-i hal Müslümanlar nezdine
verilerek adab-ı mahalliye ile terbiye ve temsillerine;
4- Bunları kabul ve terbiye edecek sahib-i hal Müslümanlar bulunmadığı takdirde
muhacirin tahsisatından ayda 30 kuruş i’aşe masrafı verilmek şartıyla köylülere tevzi’ine ve
erkama müstenid olarak pey-der-pey ma’lumat i’tası.” 276
Yetim ve kimsesiz kalmış ‘gayri Müslim’ çocukların ‘besleme’ olarak başka
ailelere verilmesi uygulamasının sadece Ermenilerle sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır.
Özellikle Ermeni Tehciri ve I. Dünya Savaşı sonrasında çocukların besleme olarak
başka ailelere verilmesinde bir artış görülmektedir. Aynı dönemde büyük saldırı ve
sürgünlere maruz bırakılan Süryani halkın geride kalan kimsesiz çocukları da besleme
olarak başka ailelere dağıtılmıştır.277
274
Ferhunde Özbay, “1911 – 1922 Yıllarında Anadolu’nun Kimsesiz Kız Çocukları,” Savaş ÇocuklarıÖksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul:
Umut Kağıtçılık, 2003, s. 109.
275
Erhan Başyurt, Ermeni Evlatlıklar – Saklı Kalmış Hayatlar, İstanbul: Karakutu Yayınları, 2006, s.
36.
276
Akt. Başyurt, s. 37.
277
Yakup Bilge Süryanilerin tarihlerinde bu az rastlanır zor dönemlerindeki çocukların ‘besleme’ olarak
verilmesi olayını şöyle aktarmaktadır: “Bir yerde Birinci Dünya Savaşı, Süryanilerin Hıristiyanlıktan
sonraki tarihleri içinde en zor dönemi oldu. Bölgede kendilerine karşı yapılan katliamlarda onbinlerce
Süryani öldürüldü ve çok sayıda çocuk yaştaki Süryani, ev işlerinde kullanılmak üzere, bir nevi köle
durumuna getirilerek Müslümanlaştırıldı. Yığınla Süryani da bölgeden sürüldü.” Yakup Bilge,
Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul: Zvi-Geyik Yayınları, 2001, s. 20.
127
Yetim, kimsesiz veya korunmaya muhtaç çocukların başka ailelere evlatlık olarak
verilmesi geleneği, ya da ev içi besleme olarak verilmesi geleneği yakın zamana kadar
etkisini sürdürmüştür. ‘Köleliğe benzer’ uygulamaları yasaklayan ve 1963 yılında çıkan
Kanunun çıkmasında esas etkenin kölelikten ziyade, çocukların evlatlık veya beslemelik
olarak başka ailelere verilmesi geleneğinin o dönemde de yaygın olarak sürmesi
olmalıdır.
Türkiye’de çocukların korunmasını öngören kanunların var olması, her zaman
bu kanunların etkin bir şekilde uygulandığı anlamına gelmemektedir. 1970’li yılların
başında korunmaya muhtaç çocuklar alanında ilk kapsamlı çalışmaları yapan sosyal
bilimcilerden Birsen Gökçe, yasalar ve uygulanması arasındaki derin farkı şöyle tespit
etmektedir: “Bütünüyle meseleye bakılınca; kanunlarımızda mevcut olan hükümler 1926
yılından bugüne kadar geçen 40 sene zarfında kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklar
probleminin halledildiği veya bu konuda bir problemin mevcut olmadığı intibaını
uyandırmaktadır.”278 Gökçe bu tezini desteklemek için uzun yıllardır yürürlükte olan
Medeni Kanun ve Ceza Kanunu’nda bulunan çocukları korunmasına dair hükümlerin
uygulanmasına ilişkin bir kurumsallaşma ve müeyyide düzenlemesi yapılmamış
olmasını örnek göstermektedir. Öte yandan Gökçe, besleme çocuklar ve Ceza
Kanunu’nun bu konuda içerdiği boşluklar ve var olan müeyyidelerin uygulanma
zorluğuna da vurgu yapmaktadır:
“Çoğunlukla kimsesi olmayan çocuklar tarafından memleketimizde meydana getirilen
besleme müessesinin bu noktada müessir bir himayeden mahrum olduğu açıktır. Besleme;
şikayetini kime, nereye ve nasıl yapacak? Bunda muvaffak olsa dahi iddiasını ispat için
kendisine yardımcı bulabilecek midir? (…) Çoğunlukla beslemeler kimsesiz kız çocukları
arasından seçilir. Buradan da kolayca anlaşılmaktadır ki, gaye koruma ve yetiştirme değil
hizmet ettirmektir. Öyle olmasa besleme olarak büyütülen çocuklar arasında cinsiyet farkı
gözetilmeyecekti. Esasen korunmaya muhtaç çocuklar arasında kız çocukların azınlıkta
olması besleme müessesesinin halen Türk toplumunda önemli bir yer işgal ettiğini
göstermektedir.” 279
Bir asker olarak Kazım Karabekir’in çalışmalarında merkezde olan erkek
çocukların ‘kurumlar’ yoluyla korunması iken, Ferhunde Özbay’ın yukarda belirttiği
gibi, kız çocukları korunma altına alınırken dahi ‘görünür alan’da görülmeleri
278
Birsen Gökçe, Memleketimizde Cumhuriyet Devrinde Kimsesiz Çocuklar Sorunu, T.C. SSYB,
Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, yayın no: 55, 1971, s.71.
279
Gökçe, s.72.
128
istenmemektedir. Daha sonra Karabekir’in çalışmalarında görüleceği gibi, kimsesiz kız
çocukları ya evlendirilerek ya da ‘evlatlık’ olarak görünmez alana gönderilmektedirler.
Burada kimsesiz ve korunması gereken çocuklara karşı cinsiyete dayalı bir politika söz
konusu olduğu ve kız çocuklarının görünmez alanda kalmasını esas alan bir ‘derin’
politikaya tabi tutuldukları açıktır.
Savaş nedeniyle önemli bir erkek nüfusun cephede olması sonucunda kadınların
toplumsal sorumluluk yüklenmesini İttihat ve Terakki Rejimi de teşvik ediyordu. Bu
dönemde kurulmasına ön ayak olunan ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın idaresinde
kurulmuş olan Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi bu çerçevede kurulmuş
örgütlerdendir. Cemiyetin ilk yönetim kurulunu, Harbiye Nezareti'nin en önemli rütbeli
subaylarından yedi kişilik bir erkekler grubu oluşturur. Kadınları Çalıştırma Cemiyeti
başından sonuna kadar her zaman erkekler tarafından yönetilir.280 Cemiyet özellikle
kadınların çalışma hayatına katılması için çok ciddi çalışmalar yürütmüş ve çalışan
kadın sayısının artışında da başarılar sağlanmıştır. Kadınların çalışma hayatına girmesi
için bir yandan kendisi iş yerleri açmış; bir yandan da anlaşmalı olduğu kurumlar için
uygun kadın işçiler bulmuş ve bu kadınların çocukları ve diğer muhtaç çocuklar için de
misafirhane de açmıştır.281 Ayrıca Cemiyet ‘milli aile’ oluşturulması için de çalışmalar
yürütmüştür. Bu amaçla da evlilik kurumunu teşvik edici çalışmalar yürütmüştür.282
Cemiyetin bir başka faaliyet alanı da savaş ve özellikle de Ermeni tehciri nedeniyle
kimsesiz kalmış olan küçük çocuklara yardım elini uzatmasıydı. Anadolu'dan getirilen
binlerce kimsesiz çocuk Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i aracılığıyla gözetim altına
alındı. Bu çocuklar geçici bir süre cemiyetin şubelerinde barındırıldıktan sonra, İstanbul
ve civarında yaşayan çeşitli ailelerin yanına yerleştirildiler. Kadınları Çalıştırma
Cemiyet-i Anadolu’dan gönderilecek binlerce çocuğun İstanbul’a göndermeleri
durumunda onları çalışabilecekleri yerlere yerleştirmeleri konusunda İç İşleri
Bakanlığı’na başvuruda bulunmakta ve bu talep bakanlıkça kabul edilmekteydi. Erkek
çocukların yapılan ticarethane, imalathane ve çiftliklerde, kız çocukların ise evlerde
hizmetçi olarak çalıştırılmaları amacı ile evlatlık veya besleme olarak dağıtılmalarında
280
Yaraman, s. 106.
Yaraman, s.106.
282
Yaraman, s. 108.
281
129
görevler almıştır.283 Ancak bu faaliyetlerin çok sorunlu olduğu, Ermeni çocukların
yetimhanelere ya da aileler yanına yerleştirilerek ortadan kaldırılmak ve Türkleştirilmek
istendiği yönündeki itirazlar yükseldiği görülmektedir. ‘Hüviyeti meçhul’ çocuklar
olarak basına da konu olan çocukların kimliği ve Kadınları Çalıştırma Cemiyet’inin bu
çalışmaları Ermeniler ve dönemin Osmanlı iktidarı arasında tartışmalara sebebiyet
vermiştir.284 Savaş ve Ermeni tehciri sonrası Ermeni kimsesiz çocukların akıbeti
konusunda çok net bilgiler olmamakla birlikte; bu çocukların bir kısmının da
sürüldükleri
bölgelerdeki
oluşturulan
yetimhanelerde
bir
süre
barındırıldığı
bilinmektedir. Ancak çoğu Amerikalı misyonerlerin denetimi ve yardımı ile hayatta
kalan bu yetimhanelerin Kurutuluş Savaşı sonrası ya kapandığı ya da buradaki
çocukların Suriye’deki yetimhanelere taşındığı bilinmektedir.285 Bu yetimhanelerde
çocuk ve kadın sayılarının bazı yerlerde birkaç bini aştığı görülmektedir.286
3.5 II. Meşrutiyet Dönemi: ‘Devletleşmeden’ ‘Sivilleşmeye’ Yeni Dönem
II. Abdülhamid döneminde sosyal refah hizmetlerinde ciddi bir artış olmakla
birlikte yapılan hizmetler sultanın lütfü ve halka iltifatı olarak topluma sunulmuştur.
Monarşik rejime alternatif olarak gelen Meşrutiyet rejimi sosyal refah alanındaki bu
söylemi dönüştürmeye çalışmış “… bürokratik, modern ve seküler anlamlar yüklenen
‘sosyal yardım’ kavramını ön plana çıkarmayı amaçlamıştır.”287 Ancak bilindiği üzere
II. Meşrutiyet döneminde devlet bir dizi iç ve dış siyasi sorun ve daha sonra başlayan
Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve diğer bölgesel savaşların etkisi altında kalarak
sosyal alanda etkili bir varlık gösterememiştir. Bu dönemde devletin idari şekillenmesi
yanında sosyal yardımın bürokratik düzenlenmesi konusunda
özellikle Fransa’dan
etkilenen Meşrutiyet rejimi bir dizi düzenleme yapmakla birlikte, etkin ve yaygın bir
soysal yardım ve koruma sistemi kurulamamış ve ancak bazı idari düzenlemeler
283
Özbay, “1911-1922 Yıllarında Anadolu’nun Kimsesiz Kız Çocukları,” s. 113.
Yavuz Selim Karakışla, “Savaş Yetimleri ve Kimsesiz Çocuklar "Ermeni" mi, "Türk" mü?”,
Toplumsal Tarih, Cilt. XII, No. 69, Eylül 1999, ss. 46-55.
285
1919 ve 1921 yılında Urfa’da bulunan Urfa Ermeni yetimhanesi için bkz. Mary Caroline Holmes,
Urfa’da Ermeni Yetimhanesi (1919-1921), Çev. Vedii İlmen, 1. Basım, İstnabul: Yaba Yayınları, 2005.
286
Örneğin Atnu o dönem Adana’da 600, Antep’te ise 6.000 kadın ve çocuğun Amerika’lıların
himayesinde bulunduğunu belirtmektedir. Bkz. İbrahim Ethem Atnur, Türkiye’de Ermeni Kadınları ve
Çocukları Meselesi (1915-1923), Ankara: Babil Yayıncılı, 2005, s. 252-253.
287
Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 276.
284
130
yapılabilmiştir.288 Bu nedenle ortaya çıkan uygulama boşluğu ‘sivil’ dernekler
tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. Bu dönemde çocuk koruma sistemi açısında
önemli olan üç gelişme vardır:
1)
Devlet
II.
Abdülhamid’le
başlayan
kurumsallaşma
geleneğini
sürdürememiştir. Bunun bir nedeni yeni rejimin padişahın adıyla oluşan kurumlara
muhalefeti, diğer bir nedeni de devletin imkânlarının yetersizliği nedeniyle zayıf
düşmesi ve yeni yatırım yapamamasıdır.
2) Sivil örgütler yayılmış ve zamanla devlet sosyal alandaki işlevlerini bu
dernekler kanalıyla sürdürmüştür. Paramiliter örgütler289 II. Meşrutiyet döneminde
Türkleştirme koşullarında ortaya çıkmıştır. Bu politika değişimi, yani II. Abdulhamid’in
sosyal alanı kurumsallaştırarak modernleştirmesi sürecinin yavaşlaması ve yerini sivil
toplum örgütlerinin sosyal yardım, spor ve kültür faaliyetlerine bırakması ile
gerçekleşmiştir. Dönemin devletinin yarı-devlet bir hüviyet kazandırarak denetlediği bu
örgütler süreç içinde sosyal alanın temel kurumları olmuşlardır. Ayrıca sosyal alanın
temel hizmetleri olarak yoksullara sosyal yardım, çocukların ve özürlülerin korunması
gibi hizmetler Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Çocukların korunmasında
sivil alanın yetersiz görülmesi ve devletin yasal düzenleme yaparak yeniden kamusal
sorumluluk üstlenmesi ancak çok partili yaşama geçilen 1940’lı yıllarda mümkün
olabilmektedir. Dolayısıyla II. Abdülhamid döneminin sona ermesiyle başlayan
kamunun sosyal alandan geri çekilmesi ve sivil toplum örgütlerinin çocukların
korunması ve sosyal yardım alanında görev alması II. Meşrutiyet dönemi ile başlayıp
Cumhuriyet dönemine kadar devam eden temel politika olmuştur.290 Bu süreçten de
288
Günümüzde hâlâ tartışılan ve henüz kurulmayan evrensel yurttaşlık hakkı temelli ‘sosyal yardım’
sisteminin ilk hali olan Müessesat-ı Hayriye-i Sıhhiye Müdüriyet’nin nizamnamesinin Fransız ‘assistance
publique’ sisteminin bir yansıması olarak 1911 yılında Meşrutiyet rejimi tarafından getirilmesi sosyal
yardım alanın seküler-bürokratik bir alan olarak düzenlenmesinde en önemli adımlardan biridir. Bkz.
Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 276-278.
289
Bu dönemki paramiliter örgütlere örnek olarak izcilik çalışmaları için bkz. Zafer Toprak, “Meşrutiyet
ve Mütareke Yıllarında Türkiye’de İzcilik”, Toplumsal Tarih, Sayı: 51, Nisan 1998, s. 13-20.
290
KMÇ’a ilişkin politika değişiminde niteliksel bir farklılaşmanın 1946’dan sonraki çok partili
demokrasiye geçiş sürecinde olması anlamlı bir olgudur. Tanzimat’la başlayan modernleşme birikimi
ancak 1940’lı yıllarda çok partili yaşam ve onun alt yapısını oluşturan modern sanayi toplumu; kentsel
yaşam ve kurumsallaşmada genişleme, dış dünya ile daha entegre bir toplumun ortaya çıkması ile
mümkün olabilmiştir. Modern çocuk koruma siteminin en önemli ayağı olan çocukları koruyan bir yasal
131
izlenebileceği gibi modern devletin sosyal kurumlarının oluşum seyri tek bir çizgide ve
geri döndürülemez bir şekilde devam etmemektedir. Örneğin Midhat Paşa, I. Meşrutiyet
dönemi eğitim atağı ve II. Abdülhamid sosyal kurumlar geleneği II. Meşrutiyet ile
kesintiye uğramıştır. Nadir Özbek’in de belirttiği gibi tarihsel çerçeve, siyasi alanın
çeşitli dinamikleri ve yönetici elitlerin farklı dünya görüşleri yeni iktidar biçimleri ve
oluşacak refah rejimlerinin niteliğini doğrudan etkileyebilmektedir.291 II. Meşrutiyet
örneğinde de görüldüğü gibi, dönemim karmaşık iç ve dış dinamikleri, savaş koşulları
ve siyasi elitin ideolojik yeni yönelimleri II. Abdülhamid dönemindeki sosyal refah
kurumlarının oluşumu, işleyişi ve bu bunların toplumla ilişkilerini çok köklü bir şekilde
değiştirmiştir.
Meşrutiyet rejimi oluşturmaya çalıştığı seküler ve bürokratik rejimi tahkim
etmek adına, II. Abdülhamid döneminde kişi merkezli kurumsallaşma geleneği ile
mücadele etti. Ancak içinde bulunulan konjonktür yeni rejimin ciddi bir varlık
göstermesine de imkan tanımıyordu. Bu durum, yani merkezi hükümetin imkansızlıkları
ya da ‘böyle bir tercihinin bulunmayışı, birçok toplumsal kesime, yardım dernekleri
bünyesinde sosyal refah alanında faaliyet yürütme imkanı sağlamıştır.’292
3) Savaş koşullarının dayattığı bir toplumsal sorun olarak ‘savaş yetimleri’ için
devlet müdahale etmek ve neredeyse ülke sathına yayılan sayıda ‘Darüleytamlar’
açmıştır. Ancak Savaş koşullarının zorladığı bu kurumlar; savaş koşullarında geçici
binalarda sürdürülmüş ve savaşların bitimiyle birlikte tedricen ortadan kalkmıştır.
Cumhuriyet dönemine bir miras olarak kalan II. Abdülhamid dönemi kurumları
(Darülaceze, Darüşşafaka, v.d) geliştirilmemiş ve her biri günümüze kadar tek kurum
düzenlemenin bu dönemde ortaya çıkması bu değişkenlerle uyarlı bir gelişme olarak görülmelidir.
Tanzimat’la başlayan ve 1940’lı yıllarda belirgin olarak ortaya çıkan modernleşmeyi doğuran bu yaklaşık
yüz yıllık süreci Mehmet Ö. Alkan şöyle özetlemektedir: “Tanzimat’ın ilanından 1940’lı yıllara kadar
geçen yaklaşık yüz yıllık süre yalnızca imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecini değil, ve fakat aynı
zamanda geleneksel tarım toplumundan modern sanayi toplumuna geçişin de zaman dilimini
oluşturmuştur. Bir başka deyişle, Türkiye’nin 1946 yılından itibaren demokrasiye geçişinin kültürel,
siyasal, ekonomik ve toplumsal birikimi bu dönemde olmuştur.” Alkan, s. 128. Çocuk koruma sisteminin
oluşmasına ilişkin önemli bütün süreçler de bu dönemde olmuştur; bu nedenle Türk modernleşme süreci
olarak adlandırılan bu süreç çocuk koruma sisteminin oluşum sürecinin anlaşılması açısından hayati
önemdedir.
291
Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 197.
292
Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 279.
132
olarak kalmıştır. Savaşların bitmesiyle de tarih sahnesinden silinmişlerdir.Yine aynı
dönemde ortaya çıkan Kazım Karabekir’in faaliyetleri de geçici savaş dönemi pratikleri
olarak tarihteki yerini almış ancak günümüze bir miras bırakmamıştır.
Modern devletin ortaya çıkmaya başlaması, muhtaç kesimlere yönelik refah
kurumları oluşması, ulus devlete bağlılık ve çocukluk arasındaki yakın ilişkiler, Türk
modernleşme tarihinde de izlenebilmektedir. Batı’yla sürekli bir iletişim ve etkileşim
içinde olan Osmanlı Devleti modernleşme sürecinin bir parçası olarak okulun önemini
çok geç sayılmayacak bir tarihte keşfetti. Modernleşen ve bu bağlamda kurumların,
kültürün ve egemenliğin merkezileşmeye başladığı Osmanlı toplumunda, yerel ve
çevresel değerlerin bir tehdit olarak algılanmaya başlanmasıyla farklılıkları ortadan
kaldırma, bütün insanları aynı idealde birleştiren yurttaşlığın örgütlenmesi için zorunlu
ilk öğretim önem kazanmaya başladı.
“Böylece merkezi otoritenin merkezkaç güçlere karşı ortak bir aidiyet ve sadakat
duygusu geliştirmek amacıyla ‘okulda yurttaş eğitimine 1860’lı yıllardan itibaren özel bir
önem verdiği İsviçre, Belçika, Almanya, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve Amerika
Birleşik Devletleri gibi ülkelerden yaklaşık 50 yıl sonra Meşrutiyet pedagogları da, ‘malumat293
ı medeniye’nin vatandaş üretimindeki gerekliliğine kanaat getirir.”
Üstel, ‘vatandaşın icadı’ için okulun yaygınlaşması ve zorunlu ilköğretimin
başlamasına ilişkin ilk girişimlerin II. Mahmut döneminde başladığını, ancak kitlelerden
yurttaş yaratmaya dönük ritüellerin yaygınlaştığı, bu çerçevede laik nitelikli ve
çocukları bir bütünün parçası yapmayı hedefleyen eğitim ve diğer resmi bayram gibi
ritüelerin II. Meşrutiyet dönenimde ‘icat’ edilmeye başlandığını belirtmektedir:
“II. Meşrutiyet, merkezi modern devletin yeni siyasal öznesi olan ‘vatandaş’ın
inşasında okula, özellikle de ilköğretime tanıdığı rolle, III. Cumhuriyet Fransa’sını andırır.
Meşrutiyet’in getirdiği değerler sistemi doğrultusunda biçimlendirilecek yeni kuşakların
üretimi sorunsalı, çocuğu potansiyel bir toplumsal aktör konumuna yükseltir. ‘Toplumun
geleceği’ olarak görülmeye başlanan çocuk, ‘rejimin geleceği’ açısından devletin
manipülasyon alanının içine çekilir.” 294
293
Füsun Üstel, “II. Meşrutiyet ve Vatandaşın ‘İcadı”, Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi içinde,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s. 169.
294
Üstel, s. 168.
133
Devlet burada çocukların korunması gibi sosyal önceliklerden ziyade, çevre güçler
karşısında ortak idealler inşa etme ya da kısaca homojen bir ön-ulus yaratmanın uğraşı
anlamında siyasal tazyiklerle hareket etmektedir. Dolayısıyla II. Meşrutiyet döneminde
çocuk esas olarak belirlenen ideolojik hedefi gerçekleştirmek için eğitilecek öznedir.
Çocuk burada üzerinde ideolojik anlamda işlem yapılan, geleceği yaratacak bir özne
olarak işlenen bir malzemedir. Dolayısıyla ‘çocukluğun’ icat edildiği bu dönemde
‘çocuk hakları’ ve/veya ‘çocukların korunması’ perspektifi henüz tarih sahnesindeki
yerini almamıştır. Hendrick’in yaptığı tasnif açısından bakıldığında,295 II. Meşrutiyet
döneminde çocuklara ilgi ‘devlet koruyuculuğu–paternalizm’ olarak değerlendirilebilir.
II. Meşrutiyet döneminde gönüllü dernek sayısında büyük artışlar görülmüştür.
Bunun önemli bir nedeni II. Abdülhamid’in mutlakıyetçi idaresinin sona ermesiyle
gelen göreli meşruti özgürlüktür. II. Meşrutiyet rejimi ile birlikte siyasal örgütlenme
alanın açılması nedeniyle çok sayıda siyasal parti ortaya çıktığı gibi, sosyal amaçlı
dernekleşmede de ciddi bir artış ortaya çıkmıştır. Mehmet Ö. Alkan’ın II. Meşrutiyet’in
bir yıl öncesi ile bir yıl sonrasına (yani 1907 ve 1908) ilişkin kurulan derneklerin
sayısında karşılaştırmada çarpıcı sayılar ortaya çıkmaktadır.296 Sivil örgüt-dernek
sayısında patlamanın gerisindeki saiklerden biri ‘hürriyet’ ortamının getirdiği
örgütlenme cazibesi ise bir diğeri devletin teşvikidir. II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte
devlet topluma daha yaygın ulaşmak, denetlemek ve sivil toplumu sosyal yardım, kültür
ve spor gibi alanlarda seferber etmek için destekleyen bir yola girmiştir. Bu dönemde
devletin sivil sosyal alanda kurumsallaşma yerine, sivil toplum örgütlerinin kurulması
için doğrudan desteklerde bulunduğu ve bunu İttihat ve Terraki Kulüpleri kanalıyla
yaptığı görülmektedir. Örneğin dönemin en etkin sosyal yardım derneklerinden biri olan
Topkapı Fukaraperver Cemiyeti bu kulüplerin içinde kurulmuş bir yapıdır.297 Ayrıca II.
295
Harry Hendrick, Children, Childhood and English Soceity, 1880-1990, Cambridge: Cambridge
University Press, 1997, s. 40.
296
Alkan 1907 yılında 153 olan dernek sayısının II. Meşrutiyet’in 1908 yılında ilanınındın itibaren ilk beş
236’a çıktığını; 1907 yılında kurulan dernek sayısı 7 iken 1908 yılında 83’e çıktığını, yani sivil toplum
kuruluşlarında bir ‘patlama’ olduğunu belirtmektedir. Bkz. Mehmet Ö. Aklan, “1856-1945 Yılları
Arasında İstanbul’da Sivil Toplum Örgütleri,” A.N. Yücekök, I. Turan ve M.Ö. Aklan (der.)
Tanzimat’tan Günümüze İstanbul’da STK’lar içinde, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih
Vakfı, 1998, s.104-106.
297
Bu cemiyetle ilgili bir çalışma için bkz. Nadir Özbek, “Doksan Yıllık Bir Hayır Kurumu: Topkapı
Fukaraperver Cemiyeti,” Tarih ve Toplum, C.30, S.180, Aralık 1998, s. 4-10.
134
Meşrutiyet döneminde paramiliter dernekler kurulduğu görülmektedir. Örneğin spor
dernekleri olarak kabul edilen Osmanlı Genç Dernekleri ve Güç Derneklerinin iktidar
tarafından gençlere üyelik zorunluluğu getirilerek kurulmuştur. Bunların yanısıra
devletin sosyal alana daha yaygın nüfuzu ve sosyal yardım sağlanması için Osmanlı
Hilal-i Ahmer Cemiyeti, Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti gibi derneklerin
devlet desteğiyle kuruldukları ve çalıştıkları görülmektedir.
298
Bu politikada devletin
‘yönetsel yayılma’ yani toplumdan gelen talebe cevap niteliğinde bir kamusal
yayılmadan ziyade, ‘ideolojik yayılma’ kaygısıyla hareket ettiği söylenebilir. Bu
atmosfer içinde yani II. Meşrutiyet döneminin ‘özgürlükçü’ ve ‘sivil’ siyasetinin
başlaması ile kurulmaya başlanan sivil toplum derneklerinden biri de Cumhuriyet tarihi
boyunca temel çocuk koruma örgütü olan ÇEK ya da ilk dönemki adıyla Himaye-i Etfal
Cemiyeti’dir.
Batı tarihinde çocuk koruma sisteminin gelişim seyrine bakıldığında modern
öncesi hayırseverlik faaliyetlerinden kopuşun seküler ve sivil girişimlerin sosyal yardım
faaliyetleri ve örgütlenmelerinin sağladığını belirtilmiştir. Ancak çocukları aile içi
istismardan koruyan derneklerde de görüldüğü gibi bu örgütler temel olarak devletten
bağımsız ve devletin çocukları korumaya yönelik sorumluluk almasına yönelik talepleri
örgütlediği ve bu amaçla savunuculuk çalışmaları yürüttüğü görülmektedir. Oysa genel
olarak Osmanlı tarihinde ve özel olarak II. Meşrutiyet döneminde sosyal alandaki sivil
örgütlerin temel olarak ‘devlet’ destekli olarak örgütlendikleri; bizzat sivil toplumdan
çıkmadıkları görülmektedir. Bu da Türk filantropi geleneğinin yarı-resmi niteliğini
belirlemektedir. Cumhuriyet dönemi HEC’in kuruluşu ve daha sonraki faaliyetlerinde
de benzer durumun devam ettiğini görüyoruz.
İlk Çocuk Esirgeme Kurumu II. Meşrutiyet’le birlikte hızlanan sivil
örgütlenmelerdeki artış sürecinde kurulmuştur. 1917 yılında İstanbul merkezli ve daha
sonra 1921 yılında Ankara’da Kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin ilk hali olan bu
298
Alkan, s. 108.
135
dernek 1908 yılında Kırklareli’nde kurulmuştur. Ancak özellikle ilk ‘esirgeme kurumu’
ile ilgili bilgilerde bir uzlaşı görülmemektedir.299
Trablusgarp, I. ve II. Balkan ve ardında I. Dünya Savaşı ile devam eden koşullarda
ortaya kalan çok sayıda ‘kimsesiz’ ya da korunmaya muhtaç çocuğun çeşitli ihtiyaçlarını
karşılamak için birçok sivil ve resmi teşebbüs yapılmıştır. Himaye-i Etfal Cemiyeti de bu
teşebbüslerden biridir. Ancak savaşın hüküm sürdüğü bu olağandışı dönemde genelde
devletin ön ayak olduğu (Darüleytamlar gibi) resmi girişimlere karşılık ‘sivil’ bir
girişimdir.
“6 Mart 1917 yılında Galatasaray yurdunda toplanan ve 20 kişilik ilk Heyet-i
Merkeziyesini (Merkez Heyeti) kuran cemiyet, hükümete gerekli çalışma iznini de almış ve
çalışmalarına başlamıştı. Cemiyet, kuruluşuyla beraber; 67 maddelik bir " Himaye-i Etfal
cemiyeti Nizamname-i Esasisi" ve ayrıca 36 maddelik bir "Cemiyetin İstanbul Şubeleri
Teşkilat ve Vazifesine Dair Talimatnameyi" yayınlamıştı. I. Dünya Savaşı’nın son yıllarına
gelindiğinde, faaliyetlerine hız veren Cemiyet, 1918 yılında 91 maddelik oldukça kapsamlı "
Himaye-i Etfal Cemiyeti Çocuk Misafirhanesi Talimatnamesi" hazırlanmıştı.” 300
Ancak cemiyetin kurucuları arasında ve kuruluşuna müteakip bazı devlet
simalarının derneğe üye olması cemiyet ile iktidar arasında en azından ideolojik bir
aykırılık olmadığını göstermektedir.301 Son derece ayrıntılı olarak düzenlenen cemiyetin
amaç ve görevlerine bakıldığına modern sosyal hizmet prensiplerine uygun
düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. İlke olarak 13 yaşına kadar olan çocuklara
bakmayı hedefleyen cemiyet, çocuklara işkence edilmemesi, anne ve babaları tarafından
dahi taşıyamayacakları görevler, işler ve sorumluluklar verilmemesini öngörmektedir.
Bu çerçevede çeşitli misafirhane, sağlık kuruluşu açılması; mevcut okul ve
kurumlardaki çocukların beslenme, sağlık ve eğitimleri için çalışmalar yapmayı
amaçlamanmıştır. Böylece ilk defa bir sivil örgüt devletle işbirliği içinde korunmaya
299
Hasan Albayrak, “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, 52, Nisan 1988, s. 32.; Mustafa
Şahin’e göre ise ilk Çocuk Esirgeme Kurumu 1909 ve ikincisi 1912 yılında kurulmuştur. Ancak bu iki
kurumla da ilgili ayrıntı verilmemektedir. Bkz. Mustafa Şahin, “23 Nisan ve Himaye-i Etfal”, Toplumsal
Tarih, 40, Nisan 1997, s. 15-7.; Savaş dönemindeki çocuk esirgeme çalışmalarına yönelik bir diğer
çalışma için bkz. Makbule Sarıkaya, “Savaş Yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı
Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri,” Savaş Çocukları - Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine GürsoyNaskali ve Aylin Koç, (edt.) (kendi yayınları), 1997, İstanbul: Umut Kâğıtçılık.
300
Makbule Sarıkaya, “Savaş Yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı Konusundaki Hedef
ve Faaliyetleri,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç,
(edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kâğıtçılık, 2003, s. 34.
301
Cüneyd Okay, Belgelerle Himaye-I Etfal Cemiyeti, 1917–1923, İstanbul: Şule Yayınları, 1999, s. 16.
136
muhtaç çocukların bakımını üstlenir. Cemiyetin kurulduğu yıl savaş devam etmekte ve
Anadolu’nun birçok yerinde çok sayıda muhtaç ve yetim çocuk İstanbul’a
getirilmektedir. Osmanlı dönemi Himaye-i Etfal Cemiyeti de darüleytamların ve diğer
çabaların yetersiz olduğu bu koşullarda açtığı bir misafirhane ile çocuk bakım
çalışmalarına başlamıştır:
“Cemiyet yaptığı toplantı neticesinde ilk olarak bu ocukları koruma altına almaya
karar verir ve Harbiye Nezareti ile yapılan görüşmeler sonucunda bir anlaşmaya varılır.
Hükümet tarafından da Cemiyete bir miktar tahsisat ayrılır ve ilk defa olarak Himaye-i Etfal
Cemiyeti çocukların bakımını üstlenir. Bu çocukların sayısı beş yüz civarındadır. Gerek
Harbiye Mektebi’nden ayrılmak durumunda olan bu çocukları gerekse yeni gelecek çocukları
barındırmak için 28 Teşrin-i Sâni 1333’te (28 Kasım 1917) Firuz Ağa’da Çocuk
Misafirhanesi hizmete açılır.” 302
Ancak o dönem yatılı kurumlar yetersiz olduğu için Firuzağa Misafirhanesi
çocukları depolayan bir kurum olarak değil ‘dolup boşalan bir depo’ görevini görmeye
başlar. Bu amaç kurumda kalan çocuklardan durumu uygun olanlar çırak olarak işyerlerine
yerleştirilme, evlatlık olarak ailelere verilme ya da yatılı olarak okullara dağıtılma
işlemlerine tabi tutulmaktadır. Cemiyetin bu çalışmaları kısa sürede duyulmaya başlanınca
diğer illerde de benzer oluşumlar için girişimler yapılmaya başlandı. Böylece çoğunluğu
İstanbul’un çeşitli semtlerinde olmak üzere iki yıl içinde Himaye-i Etfal Cemiyetlerinin
sayısı 11’e çıkmıştır. Bunlardan İstanbul dışında olanlar Kırkkilise, Samsun İzmit ve
Konya cemiyetleridir. Cemiyetin İstanbul dışında kurulan ilk şubesi olan Kırkkilise
(Kırklareli) cemiyetinin başkanı daha sonra Cumhuriyet dönemi ÇEK başkanlığını
yürütecek olan Dr. Fuad efendidir. Savaşın zor koşullarında çok önemli görevler yerine
getiren Cemiyet, savaşın bitiminden sonra yeni rejimin Ankara merkezli yeniden
örgütlenme çabaları, Osmanlı dönemi kurumlarına olan ilginin azalmasına neden olmuştur.
Himaye-i Etfal Cemiyeti daha sonra 1921 yılında ve ‘ihyaen’ Ankara’da kurulmasına
rağmen, aynı isimli İstanbul’daki cemiyet ilgisizlikten kurtulamamış ve 1923 yılından
itibaren tarih sahnesinden çekilmeye başlamıştır.303
302
303
Okay, Belgelerle Himaye-I Etfal Cemiyeti, 1917–1923, s. 31.
Okay, Belgelerle Himaye-I Etfal Cemiyeti, 1917–1923, s. 41 ve 69.
137
3.6
Devletin KMÇ Alanında Doğrudan Sorumluluk Aldığı Kurumlar:
Darüleytamlar ve Kazım Karabekir’in Çocuk Ordusu Çalışmaları
Balkan savaşları sonrasında İstanbul’a göç eden büyük göçmen kitlelerinin
yerleştirilmesi, istihdamı, iaşesi ve çocuklarının eğitimi dönemin iktidarı için büyük bir
sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu sorunlardan en acili olarak çocukların eğitimi için
‘İskan-i Asayiş ve Muhacirin Müdüriyeti’ duruma el koyup çözmeye çabalamıştır. Bu
amaçla bütün sanayi okullarına yazı gönderilerek sanayi mekteplerinin kaç yetim
öğrenciyi alabilecekleri sorulmuş; ancak Muhacirin Müdüriyeti kabul edilmesi istenen
şehit yetimlerinin, sanayi mekteplerinin toplam öğrenci sayısının %30'undan az
olmaması şartını da belirterek birçok çocuğun eğitime devamları sağlanabilmiştir. 304
Savaş yetimlerinin bir diğer sorunu da barınma ihtiyaçlarının giderilmesiydi.
Ancak savaşlar sonucu başta İstanbul olmak üzere kentlere göç eden nüfusun
barındırılması ciddi bir sorun teşkil ettiğinden, bu sorun zamanla ciddi bir asayiş sorunu
haline de dönüşmeye başladı.
“1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, Balkan Savaşları, 1.Dünya Savaşı olmak üzere
birçok savaşa giren Osmanlı da verilen şehitlerle yetimlerin sayısı hayli artmıştı. Yetimlerin
sayısının, diğer yetimlerle birlikte 100.000 olduğundan bahsediliyordu.100.000 yetimden
ancak 10.000'i eytam hanelerde barındırılabiliyor, diğerlerine imkan sunulamıyordu. Kalan
90.000'in hepsi açıkta değildi ama, açıkta kalan yetimlerin çokluğu dikkat çekiciydi. (…)
Yetimlerin çokluğu ve çoğunun eytamhanelerde barındırılmaması mecliste tartışılırken,
açıkta kaldıklarından bahsediliyordu. Yetimlerin çokluğuna karşılık, devletin elinde
yetimleri barındırabilecek 65 eytam hane vardı ve burada barınan yetimler 11.680
kişiydi.”305
Yetimhanelere yerleştirilemeyen ve aileleri tarafından bakılamayan çocuklar daha
sonra sokakta çalışan çocuklar ve dilenen çocuklar olarak kentsel asayişle ilgili
sorunların kaynağı olmaya başladı. Tek başına sivil inisiyatiflerin baş edemeyeceği
çapta bir ‘savaş yetimleri, kimsesizler ve korunmaya muhtaç çocuklar’ kitlesi ortaya
çıkmıştır. Bu nedenle dönemin iktidarı olan İttihat ve Terakki Yönetimi, bütçesini
doğrudan devletin karşıladığı ve yönetimini devlet adına partiye bağlı bir genel
304
Ebubekir Sofuoğlu, “Osmanlı Devletinde Yetimler İçin alına Bazı Tedbirler,” Savaş ÇocuklarıÖksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul:
Umut Kağıtçılık, 2003, s. 49.
305
Sofuoğlu, s. 53- 54.
138
müdürlük şeklinde düzenlediği yaygın ‘yetimhaneler’ (darüleytamlar) örgütlenmesine
girişmek durumunda kalmıştır. Bu dönemde doğrudan devlet organlarıyla ilişkili bir
diğer girişim Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir’in çocuk koruma çalışmalarıdır.
Korunmaya muhtaç çocuklar kategorisi, çocukların aile içinde sağlıklı
bakılmaması, gelişiminin sağlanmaması ve eğitimden faydalandırılmaması gibi
durumları nedeniyle ortaya çıkan sosyolojik bir durumu ifade etmektedir. Bu çocukların
ailesi tarafından bakılamaması, aile dışına terk edilmesi ve kamusal bir sorun teşkil
etmeye başlaması, çocukları korumak üzere devletin kurumlar açması ya da koruyucu
aile gibi düzenlemeler yapması, kamusal sosyal hizmetlerin ortaya çımasında en önemi
etkenlerden biridir. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Osmanlı’da da bu kurumların
ortaya çıkması, savaş ya da salgın hastalık gibi çeşitli sosyal felaketler sonrasında
olmaktadır. Ancak süreç içinde bu kurumlar modernleşme süreci ile entegre olarak,
modern devletin bürokratik ve seküler hizmeti şeklinde örgütlenmeye başlanmıştır.
Osmanlı toplumunda da her iki durum, yani savaşın tazyiki ve modernleşme ideolojisi
sosyal ‘koruma refleksi’nin ortaya çıkmasında etkili faktörler olarak ortaya çıkmışlardır.
Osmanlı toplumunda modernleşme süreci ve savaşların yaratığı sorunlar karşısında
gelişen sosyal koruma refleksi özellikle 19. yüzyıl sonuna doğru gittikçe bir devlet
formu ortaya çıkarmaya başlamıştır:
“On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı hükümetlerinin sanayi
mektepleri biçimi altında yetim ve yoksul çocuklar için daha kurumsal, sistematik ve yaygın
bir uygulamaya yöneldiğini görüyoruz. Ancak söz konusu dönemde devlet, her ne kadar
yatılı sanayi mektepleri aracılığıyla kimsesiz yetim çocukları koruma altına almayı
çabalıyorduysa da, henüz aile kurumunun devletin müdahale alanının dışında bulunduğunu
söylemeliyiz. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı yıllarında on binlerce çocuğun şehit asker
yetimleri (evlâd-ı şüheda) durumuna düşmesi ve Maarif Nezareti’ne bağlı olarak kurulan
Darüleytam Müdüriyet-i Umumiyesi bünyesinde doğrudan devletin koruması altına
alınmasına kadar değişmeyecektir.” 306
Özbek’in de belirttiği gibi, savaş koşulları nedeniyle de olsa, Darüleytamların
kurulması ile birlikte korunmaya muhtaç çocuk sorunu sadece özel alanın ya da ailenin
sorunu olarak görülmeyip, devletin kısmen de özel alana müdahale ettiği bir alan olarak
ortaya çıkmaktadır. Ancak daha sonra 1926 yılında bu kurumların kapatılarak, devletin
çocukları korumada müdahil olmadan geri çekilmesi, devletin henüz aile kurumunu
306
Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet, s. 214.
139
müdahale alanı olarak görmediği; darüleytamların da savaş zorunluluğu nedeniyle
kurulduğunu göstermektedir. Bunun yanında ‘savaş yetimi’ çocuklar zaten aile dışına
çıktıklarından, devletin Darüleytamlar kanalıyla çocukları koruması, gerçekte devletin
aile otoritesine müdahalesi olarak değerlendirilmemeli. Özellikle 19. yüzyıl sonu Batı
tarihinde ortaya çıkan çocukların aile içindeki istismar ve zulümden koruyan
örgütlenmelerle karşılaştırıldığında bu durum daha net olarak ortaya çıkmaktadır.
“Dolayısıyla darüleytamlarla ilgili öncelikle söylenmesi gereken darüleytamların harp
mahsulü olduğu ve dolayısıyla kimsesiz şehit çocuklarının barındığı çok kaliteli olmasa
da eğitildiği bir kuruluş olarak ortaya çıktığıdır.”307 Yani Darüleytamlar çocukları aile
dışında koruyan kurumlardır.
Ağırlıklı olarak yetim çocuklarının bakılıp korunmasını hedefleyen ve II.
Meşrutiyet döneminde kurulup Cumhuriyet dönemine kadar varlığını sürdüren
Darüleytamlar (savaşın dayattığı koşullarda kurulmuş olmakla birlikte) devletin
doğrudan sorumluluk aldığı sosyal kurumların ilklerindendir. Muslih Fer308 bu durumu
şöyle ifade etmektedir: “… Korunmaya muhtaç çocukların devletçe himayesini ve
eğitimini hedef tutan ilk mühim adım Meşrutiyet devrinde darüleytam (öksüz yurdu)
müesseselerinin Maarif Nezareti tarafından kurulmasıdır.”309 Kurum modern devletin
bürokratik bir aygıtı olarak kurularak refah politikası anlamında oldukça önemli bir
adım atılmasına yol açmanın yanı sıra, aynı gelişmeye uygun olarak kurumun geliri de
307
Safiye Kıranlar,
“Savaş Yıllarında Türkiye’de Sosyal Yardım Faaliyetleri (1914-1923)”,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Anabilim Dalı,
2006), s. 52.
308
Muslih Fer (1905-1985): 1909 yılında İstanbul’da doğdu. 1935 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Ekonomi Bakanlığı’nda yabancı uzmanlarla birlikte, iktisadî ve sosyal
mevzuat hazırlıklarında çalıştı. 1954’te Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı’na getirildi. Aynı sıralarda,
Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde ve 1962’den itibaren de Sosyal Hizmetler
Akademisi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1956 yılında, Birleşmiş Milletler’de kurulan bir
komisyonda, “aile refah düzeylerinin yükseltilmesi” konusunda hazırlanan rapora, Türk uzman olarak
katıldı. 1959-1960 yıllarında, Chicago Üniversitesi’nin davetlisi olarak, bu Üniversite’nin Hukuk
Fakültesi’nde araştırmalar yaptı. 1970-1973 arasında, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Eksperler
Komitesi’nde Türkiye’yi temsil etti. 1974’te Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı’ndan emekli oldu ve bir
süre avukatlık yaptı. 1979’da, Uluslararası Çocuk Yılı çalışmalarında, İcra Komitesi Başkanlığı yaptı.
1980 yılında, Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılını Kutlama Millî Komitesi Üyeliği ve Genel Sekreterliği
fahrî görevinde bulundu. 1981 yılında da Yükseköğretim Kurulu Üyeliği’ne atandı ve ölümüne kadar bu
görevi yürüttü. (Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 5, Cilt: II, Mart 1986)
309
Muslih Fer, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar,” Sosyal Hizmet Dergisi, C. 6, S. 5, Şubat-Mart-Nisan
1974, s. 6.
140
hayırseverlik ve bağışlarla değil yine modern devlet mantığına uygun olarak vergi
koyma yoluyla çözümlenmeye çalışılmıştır:
“Meşrutiyet devrinin darüleytamlarını mali bakımdan destekleyecek bir kaynak
yaratmak için Evlad-ı Şuheda vergisi ismi altında ayrı bir vergi de ihdas edilmiş
bulunuyordu. Darüleytamların Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan hükümetlerce hemen
kapatılmadığı ve bu kurumların bazı düzenlemelere tabi tutularak desteklendiğini
görüyoruz. Anadolu’da teşekkül eden milli hükümet Darüleytamları Eğitim Bakanlığından
alarak Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bağladı. Bu müesseselerin çalışmasını
düzenleyecek Tüzüğün çıkmamış olması karşısında, Darüleytam Yönetmeliğini yürürlüğe
koydu. Bu yönetmelik Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin
sosyal alandaki ileri tedbirlerini büyük bir açıklıkla ifade etmektedir.” 310
Müslih Fer Darüleytam Tüzüğü’nün bazı maddelerine Milli Hükümetin ‘sosyal
alandaki ileri tedbiri’ olarak gönderme yapmaktadır. Darüleytamların Meşrutiyet
Dönemi kamu kurumsallaşma geleneğinin devamı olduğunu gösteren Darüleytam
Tüzüğü’nün iki önemli maddesini şöyledir:
“5 Aralık 1922 tarihli ve 2042 sayılı Darüleytam Yönetmeliği, Darüleytamları
Türkiye Büyük Millet Meclisi Sosyal Yardım Komisyonunun denetlemesine tabi tutmuştur.
Birçok bakımdan dikkate değer hükümler taşıyan bu yönetmeliğin koyduğu esaslar
şöyledir:
- Darüleytamların gelirleri Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı bütçesinden ayrılacak
yardım ve dışardan yapılacak bağışlar, özel idare ve belediye bütçelerinden ayrılacak
ödeneklerle çalışma mahsulü sağlanacak gelirlerden teşekkül eder.
- Darüleytamlar, bütün göçmen ve mülteci yetimleriyle şehit ve yoksul çocuklarını
öğretim ve eğitime tabi tutmak ve bunların hayati ve medeni ihtiyaçlarını karşılamak
maksadı güder.
- Darüleytamların idaresi, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığınca atanacak bir
müdür tarafından yürütülür.” 311
İşletimi için modern devlet bürokrasisi gereği bir işletme tüzüğü çıkarılan,
giderleri esas olarak bütçeden karşılanan ve bir kriz dönemi çerçevesinde savaş
yetimleri yanında yoksul çocukların da bakılıp korunmasının hedeflendiği Tüzüğünde
açık olarak anılan Darüleytamlar, Cumhuriyetin ilk, ancak kısa ömürlü sosyal refah
kurumları olarak tarihe kaydoldular. Uzun süren savaşlar ve savaşın yarattığı kimsesiz,
korunmaya muhtaç çocuklar sorunun çözümü olarak kurulan ve ciddi işler gören
Darüleytamların 1926 yılında kapatıldığını görüyoruz. Darüleytamların kapatılmasından
310
311
Fer, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar,” s. 6.
Fer, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar,” s. 6.
141
söz eden kaynaklarda ise kapatılma gerekçesi hakkında ayrıntılı açıklamalara
gidilmemektedir.312
İttihat ve Terakki Fırkası’nın dönemin İstanbul parti merkezi yöneticisi olan
Kemal Bey ve Kastamonu Mebusu İsmail Mahir Efendi Darüleytam Genel Müdürü
olarak görevlendirilmişlerdir.313 Darüleytam idaresinin ‘Maarife’ değil de partiye devri,
parti-hükümet özdeşliğinin Cumhuriyet dönemi tek parti döneminde de sürmesinin
temellerini açıklamak açısından da anlamlıdır. Ancak Osman Ergin bu kurumların
‘Maarife’ değil de ‘fırka’ya bağlanmasında, darüleytam binalarının çoğunlukla ‘işgal’
olması ve işgali devlete mal etmeme kaygısının rolünden de söz etmektedir. Osman
Ergin’in Darüleytamların kurulması ve yönetimine ilişkin açıklamaları şöyledir:
“Bilhassa şark vilayetlerinden getirilen binlerce erkek ve kız çocukları barındırmak,
dolayısıyla okutup yazdırmak ve kendilerine bir san’at ve meslek öğretmek düşüncesi bu
yolda acil tedbirler ittihazını icap ettirmiş ve harp yüzünden memleketi terkeden ingiliz,
fransız, rus ve italyanların bıraktıkları mektep ve müesseselere el konup ilk iş olarak bunlar
darüleytam yapılmıştır.
Fakat gerek bu müesseselerin işgali, gerek darüleytam ittihazı ve idaresi başlangıçta bir
hükümet, bir maarif nezareti işi telaki edilmiyerek fırkacılık çerçevesi için içine sokulmuş ve
bunları hükümet değil, halk yapıyormuş diye ittihat ve terakki fırkası İstanbul merkezini idare
eden Kemal bey ile Kastamonu mebusu İsmail Mahir efendi bu işi darüleytamlar umum
müdürü sıfatıyla ile idareye memur edilmişlerdi.” 314
312
Darüleytamların kapatılmasından söz eden Fer, Darüleytamların son tüzüğündeki korunmaya muhtaç
geniş hedef kitleyi dikkate almadan, bu kurumları savaş koşullarının geçici bir çözümü gibi görme
eğilimindendir: “Uzun savaş yıllarının ortaya çıkardığı çocuk koruma ve eğitim probleminin olağanüstü
tedbiri olarak kurulan Darüleytamlar ve onlara bağlı müesseseler, dokuz yıllık uygulamadan sonra 1926
tarihli ve 931 sayılı Kanunla kaldırılmıştır,” Fer, s.7.; Aynı eğilimli bir açıklama için bkz. A.Rıza Erkan
ve Gönül Erkan, “Darüleytamlar,” H.Ü. Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Dergisi, Cilt 5, Sayı 1, Ocak
1987, s. 61-68.
313
Yasemin Okur, “Darüleytamlar”, (Yüksek Lisans Tezi, Samsun On dokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Tarih Eğitim Anabilim Dalı, 1996), s. 22.
314
Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul: Osmanbey Matbaası, 1942, s. 1284. Ergin aşağıdaki
ifadelerinden de dönemin yöneticilerinin darüleytam için işgal ettikleri mülkleri son plansız ve işgal
mantığı ile kullandıkları görülmektedir: “İşgal edilen binalar esasen de mektep ve manastır gibi ilim
san`at müesseseleri olduğu ve bunların depolarında bir çok malzeme bulunduğu için ilk senelerde gerek
tedris malzemesi, gerek eşya, levazım, hatta yiyecek hususlarında o kadar güçlük çekilmiyor ve çekilse o
zaman ticaretle de uğraşan ve istediği eşyaya el koymak salahiyetine almış bulunan Kemal bey her şeyi
kolaylıkla temin ediyordu. Yine bu salahiyetlerden ve bu kolaylıklardan dolayıdır ki işgal olunan
binalarda birçok tadilat yapılıp onlara katlar, pavyonlar ekleniyordu. Mesela: Notrıdamdösiyonun
üzerine bu sırada bir kat eklenmiş, Yedikuledeki italyan mektebi de bir misli genişletilmişti. Kemal bey –
İsmail Mahir efendinin işgal ettikleri müesseselerden Galatada ruslara ait manastırları o sırada ve
oranın anbar memurunun delaletiyle gezmiş, yapılan tahribat, tadilat ve israfatı gözümle görüp hayret
etmiştim. Binalarla eşya düşman malı ve onlara el atanlar gayrı me`sul şahıslar olduğu için, israfın,
suiistamalin haddi hesabı yoktu. Ve bunu da kimse sormağa ve araştırmaya cesaret edemiyordu.”
142
Darüleytamların işltilmesi bir ‘geçici’ önlem ve ‘işgal’ mantığı içinde
yürütüldüğünden, kapanma süreçleri de son derece hızlı olmuştur. Çünkü;
“(…) harp sona ererek mütareke devresine girilmesine binaen harp kadar uzayan
mütarekenin hemen başlangıcında düşman devletlerin orduları, donanmaları ve tebaaları
İstanbul’a gelerek eski müesseselerini derhal işgale başlamışlardır. Onların işgali
bizimkilerden daha elim ve bizim için daha zararlı oldu. Bir kaç gün içinde hemen lazım
gelen bu müesseseler için yer de bulunamıyordu. Nihayet talebeyi boş duran saraylara
yerleştirmeğe mecburiyet hasıl oldu. Şehir içinde ve dışında hatta Kaathanedeki Çağlayan
kasrına varıncaya kadar bütün saraylar darüleytam ittihaz olundu ve bu suretle o saraylar
da tahrip edildi. Bahçeleri birer bozkır haline getirildi. Darüleytamların masraflarına o
zamanki hükümet bütçesi tahammül edemediğinden yavaş yavaş tasfiyelerine karar verildi.
Tasfiye evvela şehir dışınkilerden başlandı. Aynı zamanda bazı vilayetlerde de bahsolunan
yabancı müesseseler darüleytam ittihaz edilmiş olduğundan onlar da birer birer tasfiye
edilerek kalan talebesi İstanbul’da toplanıp ve idareleri şehir yatı mektebi adıyla hususi
idareye verildi. Nihayet bu idarece de yatı mektepleri büsbütün kapatıldı. Ve bugün o
muhteşem! Darüleytamlardan bir eser kalmadı.”315
Cumhuriyet
döneminin
başında,
içinde
bulunulan
ekonomik
sıkıntılar,
darüleytamların sayı olarak çok olması, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dağınık olarak
bulunmaları ve bu kurumların işletilmesinde çıkan teknik sorunlar nedeniyle
darüleytamların kapatılması konusu geniş tartışmalara sebep olmuştur. Tartışma
konularından biri de Darüleytamlara çocuk kabulünde suiistimaller olduğu yönündeki
iddialardı. Darüleytam yönetmeliğine göre sadece ‘savaş yetimi’ değil, diğer KMÇ da
kurumlara alınabiliyordu.316 Ancak zaten mevcut kurum sayısı savaş yetimlerine dahi
yetmezken, diğer çocukların da alınması ciddi bir sorun kaynağı idi. Ayrıca zaman
içinde
mevcut darüleytamların
dahi iaşe
ve
çocukların
diğer masraflarının
karşılanamaması üzerine, darüleytamların döner sermayeli bir ‘sanayi mektebine’
dönüştürülmesi ve burada kalan çocukların birer üretici yapılması gibi bir politika
güdülmeye başlandı. Ancak bu politika da çocukların eğitimden uzaklaştırıldığı
eleştirilerine neden oluyordu. Kimi eleştiriler Darüleytamların bu şekilde sanayi, ziraat
ve ticaret gibi işlerle meşgul olurken, eğitimin ihmal edileceğini, eytamın eğitimlerinin
ihmali, bu çocukların çalışmak zorunda bırakılacaklarını dolayısıyla hem eğitim hem
315
Ergin, 1285.
Safiye Kırbaç, “Osmanlı Belgelerine Göre Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Almanya’ya Gönderilen
Darüleytam Talebeleri,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve
Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 87-88.
316
143
çalışmanın ikisinin aynı anda yürütülemeyeceği noktasında yoğunlaşıyordu.317 Sorunun
temelinde yatan nedenlerin başında darüleytamların devletin üstesinden kalkamayacağı
harcamaları yatıyordu. Bu yüzden önce taşra darüleytamları lağvedilip içinde bulunan
çocuklar İstanbul’a nakledildi ve süreç içinde bu darüleytamların hemen hepsi kapatıldı.
Dolayısıyla ortaya çıkan sorunu çözemeyen devlet kurumları kapatma yolunu seçti.318
Sonuçta bu kurumların kapatıldığı zaman İstanbul’da parasız olarak kimsesiz ve/veya
yetimleri barındıracak, onlara bir sanat, bir meslek öğretecek bir tek kurum
kalmamıştı.319
Darüleytamlar 1926 yılında Mecliste kabul edilen altı maddelik kanunla tamamen
kapatılmıştır. Meclisteki görüşmelerde herhangi bir tartışma ya da söz alma olmamştır.
Ayrıca oylamaya katılan 152 milletvekilinden 151’i bu kurumların kapatılmasından
yana oy kullanırken sadece Urfa milletvekili Refet Bey aleyhte oy kullanmıştır.320
Savaş koşulları nedeni ile devletin doğrudan çocukları koruma işlerinde
sorumluluk aldığı diğer çalışmalar ise Kazım Karabekir’in Doğu Cephesi komutanı iken
yaptığı çalışmalardır. Kazım Karabekir askeri bir kişilik olarak daha çok Kurtuluş
Savaşı dönemindeki Doğu cephesi komutanı olarak başarılı bir sima olarak
bilinmektedir. Oysa özellikle savaş döneminde Doğu illerinde çocuklara yönelik
doğrudan birçok çalışmalar yaptığı gibi, savaş sonrasında da konunun takipçisi olarak
ilgisini sürdürmüştür. Kişi olarak Kazım Karabekir’in korunmaya muhtaç çocuklara
yönelik ilgisinin temelinde ise ailesinden devraldığı kişilik özelliklerinin de önemli bir
rol aldığı görülmektedir. Bu durumu kendisi şöyle açıklıyor:
“Yoksullara yardım zevki bende pek küçük yaşlarımdan yer etmiştir. Memleketimizin
birçok yerlerini beraber dolaştığım ve küçük yaşımda kaybettiğim babamdan da sonraları
anamdan da yoksul çocuklara yardımı ve hele bayram günlerinde onlara çamaşır, elbise,
harçlık vererek sevindirmek adetini görmüş ve o vicdan hazzını bir düzeye tatmıştım.
Ailemizin himayesinde bir çok kimsesiz çocukları yetiştirmiştir. Ben 1905 sonunda
genelkurmay yüzbaşılığı ile Manastır'a kıta hizmetini (staj) yapmaya gittiğim zaman bakımsız
317
Sofuoğlu, s. 54-55.
Kıranlar, s. 65.
319
Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, s. 1287.
320
“Öksüz Yurtları Teşkilâtı Hakkındaki 2 Nisan 1333 Tarihli Kanunun İlgasına ve Öksüz Yurtları
Hesabatının Tasfiyesine Dair Kanun Layisası”, (10.06.1926) TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 26, Devre 2,
İçtima Senesi 3, Ankara: TBMM Matbaası, s. 314.
318
144
çocuklara bu aile geleneğini devam ettirmedim. Vazife icabı sık sık köylerde dolaşırdım. Köy
mekteplerinde fakir Çocuklara defter, kalem, mendil gibi hediyeler götürdüm.” 321
Karabekir’in ailesinden aldığı terbiye ve alışkanlıklarla başlayan çocuk ilgisi
zamanla daha sistemli ve uzun süreli bir ilişkiye doğru evrilmiştir. Her gittiği yerde
okulları ziyaret ederek ve bakımsız çocuklara çeşitli yardımlar sağlıyordu. Çoğu kez de
okulların genel durumu, ihtiyaçları ve daha çok çocukların beslenmeleri ile
ilgileniyordu. Ayrıca gittiği yerlerde eğer varsa yurtlarını (darüleytamları) ziyaret
etmeye özen gösteriyor ve yiyecek hususundaki eksikliklerine ordunun imkânlarıyla
yardım ediyordu. Ziyaret edip çeşitli yardımlar sağladığı yurtlara Diyarbakır, Tekirdağ,
Erzurum yetim yurtları sayılabilir. Ancak idealinin ‘çocuklar kasabası’ kurmak ve
burada bakımsız çocuklardan bakımlı bir ‘çocuk ordusu’ oluşturarak burada doğrudan
bir eğitici olarak görev almak olduğunu belirtmektedir. Bu idealini gerçekleştirmede de
Erzurum ve Sarıkamış’ta başarılı olduğunu belirtmektedir.
322
Kazım Karabekir Ordu
kanalıyla yaptığı bu çalışmalarını da ‘devlet koruması’ olarak nitelemektedir.323 1919
yılında Trabzon'a ve buradaki işlerini bitirdikten sonra 3 Mayıs'ta Erzurum'a geçen
Karabekir yollarda perişan çok sayıda çocuk gördüğünü ve bu durum üzerine yardım
çalışmalarına Erzurum’da başladığını belirtmektedir. Bir yandan askeri görevini yürüten
Karabekir böylece ideali olan ‘çocuklar ordusu’nu kurma çalışmalarına başlamış
oluyordu. Bu amaçla 24 Mayıs 1335 (1919) da Erzurum Darüleytamından (yetimler
yurdu) ilk olarak yaşı 12'den yukarı olanlardan 33 çocuk alarak mevcut iki kolorduluk
‘sanayi takımları’na vererek çocukları ordu hizmetine almaya başladı. Ayrıca terhis
dolayısı ile boşalan kadroları Erzurum’dan yeni gelenlerle doldurmaya başladı. Bu
çocukları bir asker gibi yedirmeye, giydirmeye ve beden terbiyesi yaptırmaya başladı.
Bu çocuklar günün yarısın da okuma yazmaya, yarısın da ayrıldığı sanayi şubesine göre
terzi, kunduracı, saraç çıraklığına başladılar. Bu çalışmalarını resmileştirmek için de
İstanbul hükümeti Harbiye Nezareti’ne resmen yazan Kazım Karabekir, bu yöntemin
321
Kazım Karabekir, Çocuk Davamız 1, İstanbul: Emre Yayınları, 1995, s. 9.; Kazım Karabekir’in bu
yönüne dair bir inceleme için bkz. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kazım Kârabekir, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayını, 1991.
322
Karabekir, s.10.
323
Karabekir, s.11-12.
145
yaygınlaştırılmasını da teklif etmiş ve Harbiye Nezareti bu teklifi kabul etmiştir324. Bu
talebe ise iki gerekçe sunuyordu: Terhisler nedeniyle birliklerin sanayi mekteplerinde
yüzlerce boş yer olması ve Doğu'da yüzlerce bakımsız çocuğun ölüme mahkûm bir
halde şehirlerde sefil bir halde dolaşıyor olması.325
Kazım Karabekir’in çocuklara yönelik çalışmaları sadece çocuk ordusu ya da
kasabası ile sınırlı kalmamıştır. Bizzat kurulmasına ön ayak olduğu ya da desteklediği
çok sayıda kurum vardır. Örneğin Erzurum’da sanayi mektebi ve ‘Leyli Eytam İptidai
Mektebi’, ‘Erzurum Ana Mektebi’ ve ‘İş Ocağı’ bunlar arasındadır. Bu okullardan
mezun olan çocuklar belli bir yaş sonrasında ordu’nun emrine alınmaktadır.326 Kazım
Karabekir’in sanayi mektebi ya da çocuk ordusu gibi çözümleri esas olarak erkek
çocuklarına yönelikti. Kız çocuklarına yönelik ise sistemli bir çaba içinde değildi.
Ferhunde Özbay Kazım Karabekir’in ‘Çocuk Davamız’ kitabında kimsesiz kız
çocuklarına ilişkin çalışmalarını üç noktada topladığını belirtmektedir:
“1. Kimsesiz kız çocuklarının arasında yaşları uygun olanlar, Karabekir’in açtığı
okulları bitiren kimsesiz erkek çocuklarla evlendirilmektedir.
2. Kızların bir bölümü ebe ve dikiş kurslarına gönderilerek köylere dağıtılmıştır.
3. Ancak daha küçükler ailelere dağıtılmaktadır. Çocuk davamızın o yıllarda kız çocuk
davamız olamadığı çok net biçimde bu kitapta sergilenmektedir.” 327
Görüldüğü gibi olağandışı bir konjonktürde, savaş koşullarında kimsesiz kalmış
çocuklara yönelik ciddi çalışmalar yapmış olan Kazım Karabekir’in çalışmaları esas
olarak ‘askeri’ bir çözümdür. Yine aynı nedenle kurduğu kurumlara sadece erkek
çocukları almıştır. Ayrıca Kazım Karabekir’in bir dönem ve belli koşullarda etkili olan
bu çözümünün daha sonra sürdürülmediği ve herhangi bir miras bırakmadığı
belirtilmelidir.328
324
Nuri Köstüklü, “Kâzım Karabekir’in Açtığı Okullar,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 5,
Temmuz 1985, İstanbul, s. 31.
325
Karabekir, s.15-16.
326
Köstüklü, s. 31 ve 34.
327
Özbay, “1911-1922Yıllarında Anadolu’nun Kimsesiz Kız Çocukları”, s. 113-114.
328
Kazım Karabekir’in çalışmaları savaş koşullarının zorluğu içinde anlamlı olmakla birlikte, kullandığı
eğitim yöntemleri savaş sonrası koşullarda uygulanmamıştır. Buna rağmen Kazım Karabekir’in
çalışmaları çocuklara yöenlik sosyal hizmet tarihinin bir parçasıdır. Bu çalışmaları sosyal hizmet tarihinin
146
3.7 Çocuk Koruma Sisteminde ‘Yeniden’ Sivilleşme: 1920-1940
Cumhuriyet dönemiyle birlikte rejimin kendini tahkim etmesi, rejimin bekasını
sağlayacak yurttaşlar üretmesi ve savaş ile göçler nedeniyle azalan nüfusun arttırılması
önemli bir politika olmaya başladı. Bu dönemde ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ artık
geçmiş dönemden farklı olarak sadece ‘savaş yetimleri ve kimsesizler’ değil, rejimin
taşıyıcısı ‘cumhuriyet çocukları’ ama aynı zamanda yoksul ve ‘aç çocuklardır.’ Bu
nedenle çocukların rejimin öznesi yapılmasından önce yaşatılması, beslenmesi ve
eğitilmesi gerekmektedir. 1920’li yılların başındaki döneme bakıldığında uzun süren bir
savaşlar dönemi sonunda çocuklar için çok olumlu bir tablo görülmemektedir. Kurtuluş
Savaşı döneminde toplumun içinde bulunduğu çöküntü sonucu çok sayıda çocuğun
çalıştırıldığı, birçok çocuğun sokaklarda başıboş dolaştığı, yoksulluk ve işsizliğin
yayıldığı görülmektedir. Bu zor koşullarda çocukların çalışma yaşının 11’e kadar
düştüğü ve bu durumu engelleyecek yasaların mevcut olmadığı görülmektedir.329 Bir
yandan onlarca darüleytamda kalan binlerce çocuk ve bunların idamesi, diğer yandan
aileleriyle kalan ya da sokaklarda yaşamak zorunda kalan kimsesiz çocuklar sorunu yeni
rejimin devraldığı en önemli sorunlardandır.
Modernleşmenin çocukları korumaya dönük en önemli boyutu okullaşmanın
yayılmasıdır. Cumhuriyet rejimi yeni dünya görüşü ile yeni bir yurttaş yaratma güdüsü
ile hareket ettiğinden eğitime önem vermiştir. Ancak ülke nüfusun on iki milyon
civarında olduğu Cumhuriyet döneminin başında rejimin devraldığı eğitim tablosu hiç
de iç acıcı değildir.
Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere eğitim imkânlarından faydalanan
çocukların sayısı son derece sınırlı iken; bu imkânların illere dağılımı da son derece
dengesizdir. İlk Meclisteki bir oturumda söz alan bazı milletvekilleri illerinin eğitim
durumu açısından içler açısı durumu ifade etmektedirler. 9 Aralık 1920 oturumunda söz
önemli bir parçası olarak değerlendiren bir çalışma için bkz. Turgay Çavuşoğlu ve Kenan Topçu. “Kazım
Karabekir’in Sosyal Hizmet Çalışmaları”, Sosyal Hizmetler Dergisi, Cilt 2, Sayı 13, 2002, s. 46-54.
329
Sarıkaya, s. 44.
147
alan Bitlis Mebusu Ziya Bey “Bitlis’te ve Doğu illerinde kesin olarak hiç okul yoktur”
diyordu.330
Tablo 2: 1923 Yılında Eğitimin Durumu
Okul
İlköğretim
Ortaokul
Lise
Meslek Ok.
4.894
72
23
64
5.053
Öğretmen
Öğrenci
10.238
796
513
583
12.130
341.941
5.905
1.241
6.547
355.634
Öğrenci sayısının
genel nüfusa oranı %
2.8
0.05
0.01
0.054
2.96
Kaynak: Necdet Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1992, s.21.
Anlaşıldığı üzere sosyal alanın modernleşmesi ya yeni rejimin ideolojisinin
topluma götürülmesinde hâlâ çok yetersizlikler söz konudur. Bunun yanında toplum
hâlâ temel olarak büyük kentler olarak anlaşılmakta ve Anadolu’nun diğer birçok yerine
hemen hiçbir kamusal hizmet götürülememektedir.
Cumhuriyet’in inşa edilmeye başlandığı ilk yıllarda, Osmanlı dönemi
savaşlarının toplumsal sonuçları hâlâ çok ağır olarak yaşanmaktadır. O dönemde
İstanbul’da hâlâ birçok ‘yetimhane’de binlerce çocuk bakılmaktadır, yetişkin ve çocuk
suçluluğunda ciddi artışlar, çok sayıda mülteci akını ve yaygın kadın fuhuşu gibi çok
çeşitli sosyal sorunlarla uğraşılmaktadır.331 Savaş koşullarının yarattığı kimsesizlik
karşısında birçok korunmaya muhtaç çocuğun aileleri ile bağı koptuğundan bu çocuklar
‘yetimhane’lere yerleştirilmişler. 1920’lerde bu çocuklar için toplam 47 yetimhane
açılmış ve bu yetimhanelerde toplam 8.624 korunmaya muhtaç çocuğa bakılmaktadır.
Bu çocukların 2.798’i Türk olup, bu çocuklar İstanbul’un çeşitli semtlerinde açılan
toplam 8 ‘yetimhane’de barındırılmıştır.332 Ancak bilindiği gibi Türk kökenli kimsesiz
330
Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, s. 15.
Bkz. Clarence Richard Johnson (edt.), İstanbul 1920, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
2000, s. 175-279. Bugün bile benzeri az bulunur bir kapsamda, 1920’ler İstanbul’unun kentsel sosyal
dokusu hakkında yapılan bu geniş kapsamlı araştırmanın özellikle Anna Welles Brown tarafından yazılan
‘İstanbul’da Yetimhaneler’ bölümünde dönemin ‘çocuk meselesi’nin boyutları hakkında önemli verilere
ulaşılmaktadır.
332
Anna Welles Brown, “İstanbul’da Yetimhaneler”, İstanbul 1920 içinde, Clarence Richard Johnson
(edt.), 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 219-220.
331
148
çocukların barındırıldığı ve Darüleytam adıyla açılan bu kurumlar 1926 yılında
kapatılmış ve buralarda barındırılan çocukların bir kısmı akrabalarına gönderilmiş, bir
kısmının kaçmalarına göz yumulmuş ve bir kısmı da ‘şehir yatı mektebine’
dönüştürülen okullara devredilerek tasfiye süreci tamamlanmıştır.333 Bu süreçte devletin
Darüleytamlara bütçe ayıramaması kadar, bu kurumları kontrol edecek kadrosu
olmaması ve çıkan sorunlarla baş edememesinin de tasfiye sürecinde rol aldığı
belirtilmelidir. Cumhuriyet’in bir devlet kurumu olarak Darüleytamlar açma
politikasından vazgeçmesi sonrasında, bu alanı tamamen sivil örgütlere terk ettiği
görülmektedir. Osmanlı toplumunda savaş dönemleri dışında korunmaya muhtaç
çocukların korunmasının esas olarak sivil alana; aile ve topluluklara devredildiği
bilinmektedir. Uzun süren savaş sürecinde devletin bu alanda doğrudan rol alması,
Cumhuriyet’le birlikte savaşların sona ermesi ertesinde tekrar terkedilmiştir.
Yeni rejimin sosyal alanda, özellikle çocuk meselesinde bir arayış içinde olduğu
görülmektedir. Devletin işlettiği Darüleytamların rejim için bir sorun olduğu koşullarda
yeni arayışlar tekrar özel teşebbüsleri işaret etmektedir. Kızılay cemiyetinin 1924 yılı
kongresine sunulan ve çocukların açlık ve hastalık durumuna dikkat çeken raporda
çözüme ilişkin ifadeler de yer almaktadır:
“İstanbul’da bulunan mekteplerde, bilhassa iptidailerde birçok etfal memleketin malum
olan ve günden güne iştidat eden fakru ihtiyacı yüzünden derin fizyolojik sefalet içinde ve her
gün ölüme doğru yaklaşacak bir vaziyette bulunuyorlar. Hükümetin nazar-ı dikkatini celb
eden bu hale çare-saz olmak için icap eden teşebbüsat ve tedabirin ittihazı düşünülmüşse de
hal-i malinin adem-i müsaadesinden dolayı muvazene-i umumiyeden tahsisat ifrazına imkan
görülemeyerek bu işin hususi teşebbüslerle intacı zarureti hasıl olmuştur.” 334
Çocukların içinde bulunduğu açlık ve açlığa bağlı çocuk ölümlerinin dönemin
devlet kurumları tarafından bilinmesine rağmen, resmi kurumların bütçe ayıramaması
nedeniyle bu işin yapılamadığı anlaşılmış ve ‘hususi teşebbüslerin’ devreye girmesi bir
tür
‘zaruret’
nedeniyle
gerçekleşmiştir.
Zaruret
nedeniyle
gerçekleşen
‘özel
teşebbüslerin’ çocuk koruma görevini üstlenmesi, Himaye-i Etfal Cemiyeti örneğinde
görüleceği gibi zamanla sürekli bir politikaya dönüşecektir. Aslında bu politika II.
333
334
Ergin, s.1285; İstanbul Ansiklopedisi, “Darüleytamlar”, Cilt 2, s. 558.
Karal ve Uluğtekin, s.258.
149
Meşrutiyet’le başlayan sosyal yardımı sivil örgütlere yaptırma geleneğinin de doğal
devamı olarak görülebilir.
Çocuk yoksulluğu, çocukların sokaklarda çalışması ve/veya yaşaması gibi sorunlar
1920’li yıllarda sürekli görülen durumlar olduğu halde, devlet doğrudan resmi kurumlar
kanalıyla bu alanda sorumluluk almamaktadır. Diğer yanda da aynı dönemde çalışmalar
yapan sivil örgütlere toplumun desteğinde bir artış olmadığı gibi, azalma bile
görülmektedir.
“Başıboş veya başıboş olmayan çocuk sefaleti manzaraları karşısında yükselen
“merhamet” “yardım” feryatları sonucu hayırseverlerden gelen bağışların miktarı da çoğu
zaman gülünç derecede düşük oluyor. Mesela, 1929’da, Cumhuriyet’in günlerce süren
“İstanbul’da 6000 çocuk aç” feryatları arasında, Kızılay’ın 2500 çocuğa haftada üç gün
birer dilim ekmek ve bir parça veya helva verebildiğini öğreniyoruz. Bu yardım da büyük
ölçüde belediye memurlarının aralarında toplayıp aç yavruları doyurmak üzere Kızılay’a
verdikleri 2500 lira sayesinde başlayabiliyor (Cumhuriyet, 9 ve 10 Kanunusani 1929). Ondan
sonra, 10 liralık, 25 liralık, 50 liralık bağışlar gazetelerde bağış sahibine teşekkür edilerek,
haber yapılıyor. Bir paşa hanımdan gelen ve kocasından kalan maaşın bir yıllık miktarını
(350 lira) bulan bağış gibi bağışlar ise gerçekten istisna niteliğinde (Cumhuriyet, 13
Kanunusani 1929). Yıllar ilerledikçe hem Kızılay’a hem Çocuk Esirgeme Kurumu’na yapılan
bağışların miktarı daha da azalıyor. Yani ihtiyaçların artışıyla kaynaklar arasındaki fark
giderek büyüyor.” 335
Aslında bu durumun farkında olan ÇEK görevlileri, çözüm olarak çok çeşitli
gelir getirme yolları aramaktadırlar. Bunlar arasında pullar, balolar ve en meşhuru ise
Amerika gezisine gidip oradaki Türklerden bağışlar toplamaktır. Çocuk koruma
yönteminde politika değişikliği Atatürk’ün söyleminde de gözlenebilmektedir.
Ankara’da 1921 yılında ihya’en kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin Atatürk’ün
manevi desteği ve himayesi altında bulunduğu bilinmektedir. Cemiyet’in kurucularının
büyük çoğunluğu da dönemin milletvekillerinden oluşmaktadır.336 Bu durum Himaye-i
Etfal Cemiyeti’nin sivil niteliğini zayıflatmaktadır. Atatürk Cumhuriyet’in ilk
yıllarından itibaren yurt gezilerine çıkmakta ve gittiği yerlerdeki okullar ya da yuvaları
da ziyaret etmektedir. Atatürk’ün yurt çapında gerçekleştirdiği gezilerden, çocuk
335
Buğra, s. 87.
Turgay Çavuşoğlu, Sosyal Hizmetlerin yakın Tarihinden Sayfalar, Ankara: Sabev Yayınları, 2005,
s. 5.; Hasan Akbayrak, “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, Cilt 9, Sasyı 52, Nisan 1988, s. 33.
336
150
sorunlarına ilgisi de görülebilmektedir.337 Korunmaya muhtaç çocuklar konusunda da,
dönemin yeni politikasına uygun olarak, yoksulluk ve korunmaya muhtaçlık konusunda
devletin değil, vatandaşın ‘göreve çağrılması’ şeklinde özetlenebilecek mesajlar
vermektedir. Yaşanan ciddi çocuk sorunları karşısında kurulan yeni cemiyet olarak
Himaye-i Etfal’e vatandaşı şöyle yardıma çağırmaktadır: “Memleket çocuklarını
korumayı üzerine alan Çocuk Esirgeme Kurumu’na vatandaş yardıma mecburdur.”338
Çocuk sorunlarını çözmek için kurulan bir gönüllü örgütü desteklemek amacıyla yapılan
bu vurgulu yardım talebi, çocuklara verilen önemi göstermekle birlikte, devletin değil
belirsiz bir gelir kaynağı olan vatandaşın yardıma mecbur kılınmasıyla yardım belirsiz
bir kaynağa havale edilmektedir. Kuruluşun başarılı çalışmalarına karşılık ciddi maddi
sıkıntılar içinde olduğu ve devletin yeterince destek olmaması durumunda bu sorunların
çözülemeyeceğine dair daha sonra yapılan bir değerlendirmede, dönemin Himaye-i Etfal
Cemiyeti Genel Başkanı Fuat Umay339 tarafında 1941 yılında yaptığı konuşmasında
şöyle ifade edilmektedir:
“Cumhuriyet devrine kadar yurdumuzda çocuğun sıhhi ve içtimai kıymetini ifade
edebilecek yapılmış bir müessese ve gene bu ihtiyaçlar için müracaat edilecek bir kapı yokken
bugün yalnız Kurumumuzun yedi yüz şubesi, 284 müessesiyle yurt yavrularının muhtelif
ihtiyaçlarına cevap vermeğe çalışmaktadır. Bu ihtiyaca nispetle büyük bir şey ifade
etmemekle beraber atılmakta olan adımlar itibariyle bir kıymet addedilse yeridir.
Müterraki memleketlerin kaffesinde çocuk mevzuu, hatta bir hükümet işi değil, bir devlet
işidir, kalkınma programlarının başında gelen bir devlet işi. Çocuk Esirgeme Kurumu
337
Cemil Sönmez , Atatürk ve Çocuklar, Ankara: UNICEF Türkiye Temsilciliği, 1992.; Cemil
Sönmez’in Atatürk’ün çocuklara olan iligisini hemen hemen aynı kapsamda irdeleyen; Atatürki’ün yurt
gezilerinde çocuklara olan yakınlığını gösteren bir diğer çalışması için bkz. Cemil Sönmez, Atatürk’te
Çocuk Sevgisi, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 2004.
338
Akt. Sönmez, Atatürk ve Çocuklar, s.71.
339
Mehmet Fuat Umay: Çocuk Esirgeme Kurumu'nun kurucusu, TBMM 1. Döneminde Bolu, 2.
Dönem'den 8. Dönem'e kadar (1920-1950) Kırklareli milletvekilliği yapmış hekim, hizmet ve siyaset
adamıdır. 24 Şubat 1885'te Kırklareli'nde doğmuştur. İlk ve ortaokulu Kırklareli'nde, liseyi Edirne'de
bitirmiş, 1910 yılında ise İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olmuştur. Balkan Savaşı sırasında bölgedeki
askeri hastanede görev yapmıştır. Harp sonrası 28 Ağustos 1913'te Kırklareli belediye tabipliğine
getirildi. Burada Himaye-i Etfal Cemiyeti Kırklareli Şubesinin ve Müdafaai Milliye Cemiyetinin
kuruluşlarında görev aldı. Daha sonra Bolu hükümet tabipliğine atandı. 1920-1923 döneminde Milli
Mücadele'ye katılarak TBMM'de Bolu milletvekili, 1923-1950 dönemlerinde Kırklareli milletvekili
olarak görev yaptı. Soyadı Kanunu ile, Türk çocuklarına verdiği hizmetten dolayı, Türk mitolojisinde
çocukların koruyucu ruhu "Umay"'a atfen, Atatürk tarafından kendisine bu soyadı verildi. Dr. Fuat Umay,
30 Haziran 1921 tarihinde kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer almış ve uzun süre
genel başkanlık yapmıştır. Dr. Fuat Bey, Bolu milletvekilliği sırasında Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne gelir
getirici birçok çalışmanın adımını atmıştır. Dr. Fuat Umay’ın Amerika'da Türkler ve Gördüklerim
(1927), Seçmenlerimle Başbaşa (1950) isimli iki kitabı bulunmaktadır. Dr. Fuat Umay 1950 yılında
seçimleri kaybetmesi üzerine siyasi hayattan çekilmiş, 1963 yılında İstanbul'da vefat etmiştir.
151
gördüğü yardımlar nispetinde bu mühim ve milli yurt işinde üstüne düşen vazifeyi yapmaya
uğraşmaktadır.” 340
Cumhuriyet ilk yıllarında, özellikle Atatürk’ün hayatta olduğu dönemdeki dil,
edebiyat ve tarih çalışmalarında ulusalcı bir ideoloji kurma kaygısı ön planda
görülmektedir. Bu söylem, yeni bir ulus kurma süreci açısında anlaşılır bir durumdur.
Ancak çocuklara bir bayram armağan edildiği aynı dönemde (1929) çocukların
korunmasına yönelik yoğun bir ilgi olmadığı gazete haberlerinde de görülmektedir. Bu
dönem gazetelerinde çocuklara ilişkin haberlerin çok sık olmaması, çocukların ciddi bir
ilgi odağı olmadığını göstermektedir. Seçil Karal Akgün’ün Cumhuriyet’in ilk yıllarında
Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yaptığı taramada şu sonuçlara ulaşıyor:
“Hükümetin yarı resmi yayın organı niteliğinde olan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde
1923-28 yılları arasında, ayrıntılı ancak eleştirel bir bakış içermeden verilen siyasal
gelişmeler ve reklamlardan başka çocuk merkezli kayda değer haber bulamadık. Bu içerikte,
Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in göreve atanmasından sonra 9 Şubatta yaptığı ilk basın
kabulünde kimsesiz çocuklar üzerinde durulması Cumhuriyet Döneminde çocuğa yönelik ilk
haberdir. Bu toplantıda yeni bakan devletin kimsesiz çocuklara ancak ilk öğretim
verebileceği, ilkokul yaşını geçmiş olanlar için de sanat (meslek) eğitimi verebileceğini, bu
çocukların barınabilmesi için de vakit geçirmeden yurtlar yaptırılacağını bildirmiştir. 21
Mart 1926’da ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde köy çocuklarının okul durumundan söz
ettiği konuşma yer almıştır.
Savaşta baştan başa harap olmuş ülkede, hele Anadolu’nun içlerinde çocukların eğitimi
kuşkusuz ailelerin birincil kaygısı değildir. Cumhuriyetin güçlenmesi için eğitime bel
bağlamış Türkiye’de olanaksızlıklar içindeki köy çocuklarıyla kimsesiz çocuklar devlete
gerçekten zorunlu bir yük ve sorumluluk getirmekteydi. Bu çerçevede kimsesizleri devletin
eğiteceğini Mecliste de tekrarlayan Necati Bey, köylerde eğitimi yaygınlaştırmaya
çalıştıklarını, ancak köylünün çocuğunu tarlasında çalıştırmak zorunda olduğunu, böylece
köy çocuklarının ilköğretimden yoksun kalma tehlikesi doğurduğunun altını çizmişti. Beş yıllık
zorunlu ilköğretimi köylerde üç yıla indirerek Vekaletin köy çocuklarının okuması için önlem
aldığını da duyurmuştu. Gerçekten de o yıl köylerde yapılmakta olan ilkokulları incelemek
için çeşitli bölgelere giden mebuslardan biri köylülere hükümetten bir istekleri olup olmadığı
sorduğunda, ‘Beyim, şu ilkokulu kaldırın yeter, ne sağlam hayvanımız güdülebiliyor, ne
çiftliğimiz çubuğumuz kalkıyor’ yanıtını almıştı. Öte yandan Necati Beyin açıkladığı bu
gerçekçi uygulama, daha sonra John Dewey tarafından Türk Hükümetine verdiği eğitim
raporunda bir başka biçimde ele alınmış, ‘ilköğretim için yörenin koşullarına yönelik
düzenleme’ önerilmiştir.” 341
340
Cumhuriyetin 18 nci Yıldönümünde Hitabeler ve Konuşmalar, Ankara: Çankaya Matbaası, 1941.
Seçil Karal Akgün, “Cumhuriyetin İlk Onbeş Yılında Bazı Basın Organlarında Çocuk,” Bekir Onur
(Yayına Hazırlayan), Cumhuriyet ve Çocuk, 2. Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi içinde, Ankara: A.Ü.
Çocuk Kültürü ve Uygulama Merkezi, 1999, s. 51.
341
152
Cumhuriyetin
bu
‘çocukluk’
döneminde342
çocuklara
yönelik
koruyucu
hizmetlerde ‘hükümet’ girişimleri görülmemekle birlikte, konunun önemini vurgulayan
çalışmalara da rastlanmaktadır. Örneğin Hilmi A. Malik, özellikle okula gitmeyen
çocukların topluma kazandırılması için Amerika’da yaygın olduğunu belirttiği ve klasik
bir eğitim kurumu olmayan ‘çocuk kulüplerinin’ gerekliliği ve kurulmasının önemini
vurgulamaktadır. Bir sosyal hizmet kurumu olan çocuk kulüplerinin yoksul çocuklarının
okul dışı zamanlarında sokaklarda yaşayabileceği tehlikelerden uzaklaştırılmasından öte
çocuklara devrimin ilkelerinin benimsetilmesi ya da cumhuriyetin yurttaşının üretilmesi
temel saik olarak öne çıkarılmaktadır. Amerika’da yaygın olduğu belirtilen bu
kulüplerin Cumhuriyet açısından cezb edici işlevini yazar şöyle özetlemektedir:
“İnkılabımızın içtimai prensiplerini kısa bir müddet zarfında çocuklarımıza
tamamıyla hazmettirebilmek için geceli gündüzlü onlarla meşgul olmamız icap eder.
Amerika’da bu gibi içtimai müesseseler her sınıftan amele sınıfı çocuklarıyla meşgul
oluyor. Bizde ise her sınıf çocuklarıyla meşgul olmak mecburiyeti vardır. (…) Şurası da
şayan-ı zikirdir ki, tedris programları bu kadar kuvvetli mekteplerden başka Amerika’nın
büyük ve kalabalık şehirlerinin amele mahallelerinde çocuk içtimai müesseseleri vardır.
Teşkilatı vasi ve idaresi gayet iyi olan bu müesseselerin vazifeleri, çocukları kendilerine
cezbetmek, ruhen ve bedenen tekâmüllerine çalışmak ve bu suretle Amerikalılığı
aşılamaktır. Terbiyesi sağlam, müessir mekteplere malik bir memleket neden bu tür çocuk
müesseselerine lüzum görüyor? Amerika’da buna gösterilen ihtiyaç ve lüzum pek
yerindedir. Zira bir çocuk yirmi saatten ancak altısını mektepte muallimlerle beraber
geçirebilir. Geride kalan saatleri ebeveyni yanında, evinde, sokaklarda ve arkadaşlarıyla
geçirmek mecburiyetindedir. Görülüyor ki, yalnız mektep teşkilatı, kısa bir müddet
zarfında, çocuğun üzerinde arzu edilen nüfuzu yapamaz. Binaenaleyh çocuk kulüpleri gibi
mekteplerin takip ettiği usullerden ve yollardan daha başka usuller ve yollar takip ederek,
çocuğun içtimai ruhuna ve hayatına nüfuz edecek ve aynı gayeye ve hedefe doğru gidecek
bir teşkilatın vücudu elzemdir.” 343
Hilmi A. Malik’in esas gayesinin ‘çocuğun içtimai ruhuna ve hayatına nüfuz
ederek’ çocukları inkilâp yolunda bir nefere döndürmek olduğu açıktır. Aslında yeni
rejim olarak Cumhuriyet’in özellikle 1920 ve 30’lu yıllarda çocuk meselesine temel
yaklaşımı, Malik’in tabiri ile “çocuğun bütün muhitini inkilâba akan bir hale
getirmek’tir;344 yani henüz çocuk sadece korunması gerektiği için bir değer değil; rejim
için gerekli bir araçtır. Çocuk meselesine bu araçsal yaklaşım, KMÇ için özel kanunlar
ve kurumların devlet tarafından düzenlendiği 1950’li yıllara kadar devam edecektir.
342
Cumhuriyetin erken dönem çalışmaları ile yeni rejimin ideolojik temellerinin atılmasını çocukluk
metaforu ile karşılaştıran bir çalışma için bkz. Duygu Köksal, “Cumhuriyetin Çocukluğu,” Toplumsal
Tarih, Sayı: 40, Nisan 1997, s. 7-12.
343
Hilmi A. Malik, “Çocuk Kulüpleri,” İnci Enginün ve diğerleri (Hazırlayanlar), Atatürk Devri Fikir
Hayatı II içinde, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981, s. 655.
344
Malik, Hilmi A. İnkilâp Yolunda, Ankara: Kitap Yazanlar Kooperatifi, 1933, s. 11.
153
Hilmi A. Malik çocukları rejimin ayakta durması, güçlenmesi ve ilerlemesinde çok
önemli bir araç olarak gördüğü için, toplumdaki bütün çocuklara ulaşmanın yollarını
aramaktadır. Bu amaçla yoksul çocukların yaşadığı her mahalleye; mahallenin camisi ya
da boş evlerinin kullanılarak ve Halkevi idaresinde birer ‘çocuk evi’ açılmasını
önermektedir. Böylece öncelikle köylü ve yoksul çocuklar eğitilicek ve çocuklar
kanalıyla ailelerine ulaşılaraka, rejimin değerleri yolulaya da ‘aileye nüfuz edilmiş’
olacak. Foucaoult’cu ailenin yönetimsel yapının bir parçası olması kavramı erken
Cumhuriyet ideolojisinde bu biçmde karşımıza çıkmaktadır. Hilmi A. Malik’in kitabı bir
bütün olarak incelendiğinde, çocukların korunmasında ziyade cuhmhuiryet ideolojisinin
önce bütün çocuklara; ve çocuklar kanalıyla da bütün topluma ulaştırılmasının yollarının
arandığı; çocukların içinde bulunduğu eğitimsizliğin farkında olunduğu,345 ancak soruna
araçsal bir yaklaşım içinde olunduğu görülüyor.
Yeni rejimin çocuk meselesine yaklaşımında çeşitlenmeye işaret eden çocuk
kulüplerinin bir dönem Türkiye’de de yaygınlaştığı görülmektedir. Ancak özellikle
1930’lu yıllarda ortaya atılan projelerin çok gerçekçi olmadığı ve gösterişli törenlerin
devamının getirilmediği gibi eleştiriler yapılmaktadır.346
3.8
1920’lı Yıllarda Çocuklara Yaklaşımı Belirleyen Faktörler: Milli
ideoloji, Nüfus Artışı ve Devletin Yetersizlikler
Geleneksel toplumdan modern topluma geçisin bir parametresi de ‘geniş aileden’
‘çekirdek aileye’ geçiş olarak tasvir edilmektedir. Bu çizgisel gelişim modelini bir mitos
olarak değerlendiren Alan Duben’e göre iddiaların aksine, çekirdek aile modern öncesi
toplumlarda da yaygındır ve “söz konusu dönem boyunca geniş akrabalık ilişkilerinin
zayıf olduğunu ve sosyal güvenliğin, sanayi devriminden önce bile akrabalık yoluyla
345
Örneğin yaptığı tahmine dayalı hesaplarla o dönemki 15 milyonluk Türkiye nüfusunun ancak yarım
milyondan azının okula gidebildiğini, kimsesiz genç kız ve kadınların fuhuşta çalıştığı ve başka kimse ya
da aileler yanında çalışan hizmetçi kız ve erkek çocuklarının korunması için bazı teşeküllere ihtiyaç
olduğu tespitinde bulunmaktadır. Bkz. Malik, Hilmi A. İnkilâp Yolunda, s. 27 ve 44.
346
5-8 Mayıs 1962 yılında Ankara’da toplanan sosyal hizmetler konferansına sunulan raporda çocuk
kulüpleri yanında, çocukları korumaya yönelik diğer bütün gündüzlü hizmetler de eleştirel bir süzgeçten
geçirilerek verilmektedir. Rapora göre “Ankara’da ve İstanbul’da çocuk klüpleri kurma bir zamanların
modası idi. İstanbul’da böyle tesislerin gösterişli törenlerle temel atmaları yapıldı. Ankara’da Cebeci
Çayırında 3000 kişilik çocuk klübü kurmak üzere projeler hazırlatıldığı yolunda basında demeçler verildi.
Bütün bunlar ihtiyacın ciddi ve yürekten duyulduğu için değil,gösteriş olsun diye yapılmış olmasaydı,
teşebbüs olduğu yerde kalakalır mı idi.” II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı – 5-8 Mayıs 1962
Ankara, SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı 23, s. 162.
154
değil, topluluk, kilise, yardım kuruluşları, belediye ve devlet tarafından sağlandığını
göstermişlerdir.”347
Aynı yerde Duben’in vurguladığı diğer bir husus sanayileşme
süreçlerinin gerek Batıda ve gerekse Türkiye’de hane yapısını çok fazla etkilemediğidir;
yine yaygın kanaatin aksine çekirdek aile yapısının sanayileşme ve kentleşme sonrası
geniş ailenin çözülmesi ile ortaya çıkmadığı aksine geçmiş dönemlerde de var
olduğudur. Eğer sanayileşme ve kentleşme gibi olgular aile yapısını çok fazla
etkilemiyor ve sanayileşme ve kentleşme süreci ile aile yapısının değişimi arasında
zorunlu bir bağ söz konusu değil ise, aile yapısı ve sosyal kurumların ortaya çıkması
arasındaki ilişkiyi evrensel bir model olarak ileri süremeyiz. Bu açıklama tarzı,
Türkiye’nin sosyal kurumlarının zayıflığının sebeplerini tek başına sanayileşmemiş
olmasında aramanın yerinde olmayacağını, bunun yerine devletin hegemonyacı
duruşunun toplumda sivil inisiyatifin gelişmesini engellediği tezinin de geçerli olacağı
bir noktaya götürmektedir bizi. İdari ve askeri bir yapı olarak son derece güçlü olan
devlet acil ihtiyaçlar karşısında (örneğin savaş yetimleri için Darüleytamların kurulması
gibi)
sosyal kurumlar ihdas etmekte; ancak topluma mal olmayan bu kurumlar
gelişememektedir. Örneğin Darüleytamların 1926 yılında toplumdan ve Büyük Millet
Meclisinden herhangi bir tepki olmadan kapanması ve Darülaceze kurumunun
Cumhuriyet tarihi boyunca gelişmemesi ve tek kalması sosyal alanda devlet toplum
ilişkisine örnek olarak verilebilir.
Böylece sosyal alan yardımlaşma ilişkilerinin dönüşümünü aile yapısına bağlı
olmadığını açıklayan Duben, dikkati Batı tarihinde özellikle 18. yüzyılın sonlarında
ortaya çıkmaya başlayan ev içi üretimin ev içinden çıkarak kamusal alan taşınmaya
başlamasına çekmektedir. Duben ekonominin ev dışına taşması sonucu ortaya çıkan
yeni kamusal alanın etkileri ve Osmanlıda buna ilişkin yasal düzenlemelerin Türkiye
modernleşmesinin bir özgüllüğü olarak sanayisiz sanayi ideolojisi olarak gelişimini
şöyle betimlemektedir:
“Devlet bürokrasisi ve fabrika, kurumsallaşmış bir hukuk sistemi ve köklü bir kamu ahlakı,
yani ‘sivil toplum’ ahlakı, geleneksel ev hayatının dışında bu geniş alandaki hayatın
gerektirdiği normatif ve kurumsal temelleri hazırlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son
dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında, çok köklü patrimonyal
347
Alan Duben,Kent, Aile, Tarih, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 81.
155
gelenekleri bulunan bir topluma, Batı’nın medeni hukuku ve ceza yasaları aktarılmış, ülkede
büyük bir bürokratik devlet aygıtı oluşturulmuş ve modern fabrikalar oluşturulmuştur. Batılı
anlamda bir kamu ahlakı hiçbir zaman tam olarak yerleşmemiş, sivil toplum kodları, sosyal
hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmemiştir. Tersine, eski, patrimonyal, kişiselci
[personalistic] kodlar, günlük yaşamdaki etkilerini kamusal yaşamda bile önemli ölçüde
sürdürmüştür. Adalet, toplumsal güvenlik, kişiler arası beklentiler ve karşılıklı samimiyete
dayanan bu eski ‘enformel’ sistem, hukukun girmediği ya da giremediği alanlarda, günlük
faaliyetlerde geçerliliğini sürdürmüştür.”348
Toplumu var eden temel kurumların başında gelen maddi üretimin aile dışına
yani kamusal alana geç ve yetersiz geçmesi nedeniyle, kamusal alan ya da sivil alan
ahlakı ve kurallarının zayıf kalması, aileyi ve aile içi işleyişi önemli bir güç odağı olarak
bırakmıştır. Kamusal işleyiş yerine, özel alan ve dolayısıyla ‘kapalı alan’ güç merkezi
olduğunda, aile içindeki sorunlar da çoğu kez ‘görünmez’ olmuştur. Aile hem üretim
hem güç odağı olduğundan, devletin kamusal alan kodları ile oraya nüfuz etmesi pek
mümkün olmamıştır. Aslında ailenin üretim odağı olması sanayinin gelişip
yaygınlaşmamasının bir sonucudur; yani Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde sanayi
gelişmediğinden üretim ailede kalmış, aile dışı kodlar yeterince gelişmemiştir. Sonuçta
aile kurumu sanayinin yarattığı tazyikin sonucu olarak bir parçalanma yaşamamıştır. Bu
durum yani ailenin güç odağı olması, kamusal alandaki birçok işleyişe de sirayet
etmiştir. Örneğin Ayşe Buğra, birbirini tanıyan aile, hemşeri, akraba veya cemaat gibi
‘aile metaforuna’ dayalı olarak işleyen grupların arasındaki davranışları belirleyen
‘karşılıklılık ilkesinin’ Türkiye’deki devlet kurumlarının işleyişini dahi önemli oranda
etkilediğini vurgulamaktadır.349 Sonuçta korunması gereken çocuk, özürlü ya da yaşlı
gibi toplum kesimlerinin, savaş gibi haller haricinde aile dışında bakılmasına sıklıkla
rastlanmaz. Cumhuriyet döneminde de devam eden bu toplumsal davranış, devletin
KMÇ alanında sorumluluğu tekrar sivil alana devretmesini kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla
modernleşme süreci sonunda aile tipi değişse dahi, aile dışında geniş bir kamusal alan,
kamusal ahlak ve kamusal kodlar birikmemişse, toplumsal ilişkilerin hâlâ ‘aile ve
akraba kodları’ ile sürmesi, Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi beklenmelidir.
Türkiye toplumunun aile ve akrabalık kodları çerçevesinde işliyor kalmasının
temelleri sermaye sınıfı olarak burjuvaziyi doğuran ve üretim ile ticareti esas alan feodal
348
349
Duben, s. 87.
Ayşe Buğra, Devlet-Piyasa Karşıtlığının Ötesinde, İstanbul: İletişim yayınları, 2000, s. 11-12.
156
Batı Avrupa modelinden çok, merkezi iktidarını kapalı ve özerk köylülükten alınan
vergilere dayandıran önceli Bizans modeline daha yakınlığı ticaret sınıfı ya da
burjuvazinin bir sınıf olarak ortaya çıkması, piyasanın oluşması, kentsel mekânların
canlanması ve bütün bunların kombinasyonu olarak ‘sivil alanın’ ortaya çıkması da
engellenmiş oluyordu.350 Sivil alan ya da kamusal alan burjuvazinin mücadele süreci
sonunda tarihsel olarak kurgulanmadığı için, toplum burjuva sivil kodlarınca işlenmemiş
ve aile alanına terk edilmiş oluyordu Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunda merkezi
devlet kendini koruma adına koyduğu kodlar toplumun değişmesi ve farklılaşmasını da
engellemiş oluyordu. Toplumdan gelen siyasal katılım talepleri, devletin rejimi koruma
refleksi ile genellikle geri çevrilmiştir. Bu durum toplumdaki olası dinamiklerin de
harekete geçmesini engellemiştir. Bu çerçevede Türkiye’nin sivil toplum düzeyinde
Osmanlı’dan devrimsel bir kopuşu değil tedricen ama yavaş farklılaşan devamı, siyasal
rejim düzeyinde ise bir kopuşu yaşadığı görülmektedir.351
Coğrafya kaybederek nüfus kaybeden ve daha sonra Trablusgarp, Balkan,
Çanakkale, I. Dünya ve Kurtuluş Savaşlarında büyük nüfus kayıplarına uğrayan
Türkiye, nüfus artışını temel politikalarından biri haline getirmiştir. Bu nedenle bütün
kurumsal yapılarda bu amaca ulaşılacak politikalar hayata geçirilmiştir. Halkevleri genel
olarak kültür politikası ile ilgili bir kurum olmakla birlikte, dönemin temel devlet
politikası olan nüfus artışına katkı sağlayacak halk sağlığı, poliklinik hizmetleri ve
muhtaçlara ilaç yardımını da hedefleri arasına almıştır. Bu politikalarda temel amaç
sağlıklı bir kuşak yetiştirerek, ulusun ihtiyaç duyduğu ‘gürbüz’ çocuklara ulaşmaktır.
Atatürk 1937 yılındaki TBMM açış konuşmasında şöyle ifade etmektedir:
“..[K]endisine devrimin ve devrimciliğin çeşitli hayati görevler verdiği Türk
vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde önemle durulacak ulusal
sorunumuzdur. SSCB’nin bu sorun üzerindeki düzenli çalışmaları, Yüksek Kamutayı kıvançlı
kılacak nitelikte gelişmektedir. Aynı bakanlık, kendisine verdiğimiz göçmen işlerini de sosyal
ve ekonomik politikamıza uygun olarak başarı ile görmektedir. Bakanlığın, sağlam ve gürbüz
kuşak Türkiye’nin mayasıdır, ilkesini pekiyi kavrayarak çalışmakta olduğunu beğenmeye
değer bulurum.” 352
350
Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim Yayınları, 1989, s. 13.
Keyder, s.161.
352
Aktaran, Mümtaz Peker, “Nüfus Politikaları,” Türkiye’de Planlı Dönemde Nüfus ve Aile
Planlamaları Çalışmaları içinde, Ankara: DPT Yayınları, 1983, s. 46.
351
157
1960’lara kadar devam eden nüfus arttırma politikasına, Cumhuriyetin başında
çıkarılan birçok kanunda düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin 1926 tarihli Türk Ceza
Kanunu çocuk düşürme ve düşürtmeyi suç kapsamına almış; 1924 tarihli Köy Kanunu
ile bulaşıcı hastalıklarla savaş, halk ve çevre sağlığı için hayati kayıtların tutulması
öngörülmüş; 1930 tarihli Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile doğumu arttıracak ve çocuk
ölümlerini azaltacak önlemler alınması öngörülmüş, ayrıca 6 çocuk ve daha fazlasına
sahip olanların ödüllendirilmesine başlanmasına karar verilmiş ve yurtdışından gelen
göçmenlere bir dizi yasal ve parasal kolaylıklar sağlanmıştır.353
Cumhuriyet’in korunmaya muhtaç çocuklar alanında en temel kurumu olan Çocuk
Esirgeme Kurumu da, rejimin idealleri doğrultusunda çalışmalara öncelik vermektedir.
Cumhuriyet’in başında nüfus artışı için gerçekleştirilen çalışmalar içinde aktif rol
almıştır.
“Cumhuriyetin 15. yıl dönümü nedeniyle yayınlanan 15. Yıl Kitabı'nda Türkiye Çocuk
Esirgeme Kurumu şu satırla tanıtılır: Memleketin en kıymetli varlığı olan nüfus kesafetini ve
ırkın ıslahını temin maksadıyla teşkil edilmiş olan Çocuk Esirgeme Kurumu milli hareketin ilk
zamanında harbin icap ettirdiği çocukları kurtarma işleri gibi çetin vazifesini muvaffakiyetle
başardıktan sonra cumhuriyetin ilanıyla beraber yurdun en gerekli sosyal teşekkülü halini
almıştır. Cumhuriyetle birlikte hızla gelişen Cemiyet, 1938 yılına kadar 585 merkez ve kol
açmış bu merkezlerle kollarda 19.000 kayıtlı üye ve çalıştırmıştır. Himaye-i Etfal Cemiyeti
nüfusunu önemli bir kesimini savaşlarla yitiren ülkenin geleceğini oluşturan yoksul, yetim,
kimsesiz çocuklara sahip çıkarak Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk sosyal hizmet kurumlarından
birini oluşturmuştur.” 354
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlatılan nüfusun arttırılması politikası uzun
yıllar devam ettirilmiştir. 1950’li yıların ikinci yarısından itibaren kentsel nüfusun
kırdan göçlerle birlikte dengesiz artması, kentlerin artan nüfusu entegre edememesi
nedeniyle nüfus politikası da eleştirilmeye başlanmıştır. Ayrıca çocuk düşürmenin
yasalarda suç olması nedeniyle, çocuk düşürme olaylarının yasa dışı yollara kayması ve
insan sağlığını bozacak şekilde yapılması, bu işin belli kimseler için yasa dışı kazanç
kapısı haline gelmesi de dikkate alınarak, yasalarda kimi değişikliklere gidilmiş ve
353
Peker, s.45.
Makbule Sarıkaya, “Savaş Yılarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı Konusundaki Hedef
ve Faaliyetleri,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç
(edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kâğıtçılık, 2003, s. 46.
354
158
1960’larda anne ve çocuk sağlığı, sağlıklı gebelik ve doğum için gerekli koruyucu
sağlık hizmetleri yaygınlaştırılmaya başlanmıştır.355
3.9 Himaye-i Etfal Cemiyeti: Devlet Destekli Bir Dernekten Filantropik Bir
Kuruma
Cumhuriyet dönemi en önemli sosyal hizmet ve çocuk destekleme kurumu olan
Himaye-i Etfal Cemiyeti 30 Haziran 1921 tarihinde Ankara’da “Hâkimiyeti Milliye”
matbaasının eşyası bir masa ve on kadar sandalyeden oluşan perdesiz bir odasında
kuruldu. On arkadaşın verdiği iki liradan toplam yirmi lira ile işe başlayan kurum, önce
Hacıbayram caddesinde eski bir okul binasında, sonra yine aynı caddede kiralanan
binada çalışmalarına devam etmiştir. Bu binanın iki odasından birinde kâtip çalışırken
diğer odada ise hasta çocukların muayene ve tedavisine başlanmıştır. Binanın en üst
katında kimsesiz çocuklar için küçük bir misafirhane açılmıştır.356 Görüldüğü gibi
kurum yokluklar içinde de olsa kurulur kurulmaz bir yandan doğrudan çocuklara
yönelik aktif çalışmalara da başlamıştır. Ancak Kurumun kendi yayın organında imzasız
olarak yazılan bu yazıda da belirtildiği gibi, HEC’nin kurulması fikri esas olarak savaş
yetimleri sorununun hâlâ devam ediyor olmasıdır.357 Kurtuluş savaşında, savaşa katılan
köylerdeki kimsesiz çocukların çokluğu ve korunmasının gereğinin Mareşal Fevzi
Çakmak tarafından merkeze bildirilmesi üzerine harekete geçilmiş ve Ankara
muhtarlarının çabası ve halkın yardımlarıyla üç beş gün içinde 1.500 çocuk için evlerde
geçici yerler hazırlanmış ve bu çocukların dinlenme ve beslenmelerine başlanmıştır. Bu
dönem özellikle Ankara’da yeniden faaliyete geçen HEC’nin birçok konuda yetersiz
olduğu görülmektedir. Örneğin artan ihtiyaç sonucu açılan yuvanın çocuklarına bakacak
eleman olmaması nedeniyle, Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurulmuş ve çocuk bakımı ve
eğitimi dersinin müfredata dahil edilmesi talep edilmiştir.358 Daha sonra bizzat
Cemiyeti’n Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası bünyesinde bir Çocuk Bakıcı Okulu açtığı
355
Peker, s.48-49.
“Çocuk Esirgeme Kurumu 24 Yaşında”, Çocuk, Cilt 9, Sayı 10, 23 Nisan 1945, s. 7.
357
Fuat Umay, “Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı?”, Türk Kadını, C. 3, S. 4, s. 4.
358
“Çocuk Esirgeme Kurumu 24 Yaşında”, s. 7.
356
159
bilinmektedir. Bu durum Cemiyetin çocuk bakımı ve sosyal hizmetin eğitim ve sağlık
hizmetin farklı bir mesleki uğraş olduğunu göstermesi açısından anlamlıdır.359
Ayrıca 1921 yılında Ankara’da HEC’nin kurucular listesine bakıldığında sivil,
hayırsever zengin kişilere rastlanmamaktadır. Biri hariç 22 kurucunun tamamı
mebuslardan oluşmaktadır. Bu kurucular listesinin 1917 yılında İstanbul’da kurulan
HEC’nin kurucularından tamamen farklı olduğu belirtilmelidir. İstanbul’da kurulan ve
1923 yılında kapanan HEC’in kurucularına bakıldığında farklı meslek grupları ve farklı
etnik gruplar yanında daha sonra da kadınların yönetimde aktif görevler üstlendiği
görülmektedir.360 Bu özelliği nedeniyle Kathryn Libal ÇEK’nun ne tam bir devlet ne de
bir sivil örgüt olduğunu; devlet ve toplum çıkarları arasında aracı olma anlamında
‘melez’ bir örgüt olduğunu belirtmektedir.
361
Bu melez durum kurumun gelirlerinden
de anlaşılmaktadır. ÇEK’nun çok çeşitli gelir kaynakları olduğu bilinmektedir. Ancak
üye ve vatandaşlardan gelen bağışlar gelirlerin yaklaşık %30’unu oluşturmaktaydı.
Bunların en büyük kısmı kiradaki gayrimenkullerden gelen gelirlerdi. Devletin bütçeden
ayırdığı yıllık tahsisat, lüks mallardan alına vergiler ve şefkat pulu gelirleri ise toplam
gelirin %20’sidir.362
HEC’in ilk kurulduğu yıllarda çok çeşitli çocuk hizmetlerine yöneldiği
görülmektedir. Bunlardan en önemlisi kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklara yönelik
yatılı yuva bakım hizmetidir. Osmanlı döneminden kalan darüleytamların sorunları ile
uğraşan hükümet bu kurumları işletemediği için kapatma yoluna giderken, kimsesiz ve
359
Çocuk Bakıcı Okulu 1929 yılından 1964 yılına kadar hizmet vererek 600 civarında mezun vermiştir.
BU eğitim kendi alanında bir ilk olmakla birlikte, zamanla bir sosyal hizmet okuluna dönüşmemiş ve
1964 yılında hemşire okuluna dönüştürülerek varlığına son verilmiştir. Ancak 1961 yılında Sosyal
Hizmetler Akademisi kurulması ile ‘sosyal yardımcı’ ve ‘sosyal hizmet uzmanı’ yetiştirecek eğitim süreci
başlamış olmakla birlikte, ‘bakım’ işlevi gören bir okul henüz kurulmamıştır. Bakıcı Okulu ile ilgili daha
ayrıntılı bilgiler için bkz. Turgay Çavuşoğlu, Sosyal Hizmetlerin Yakın Tarihinden Sayfalar, Ankara:
SABEV Yayınları, 2005, s. 66-69.; Okulun kapanışına kadar geçirdiğ süreç için bkz. Hakan Acar,
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu (1921-1981), Ankara: Fişek Enstitüsü, Çalışan Çocuklar Bilim ve
Eylem Merlezi Vakfı, 2005, s. 33-35.
360
1917 yılında İstanbul’da kurulan HEC’nin kurucuları ve üyeleri için kz. Okay, Belgelerle Himaye-i
Etfal Cemiyeti, s. 15-20. ; 1921 yılında Ankara’da kurulan HEC’in kurucular listesi için bkz. Turgay
Çavuşoğlu, Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu – Himaye-i Etfal Cemiyeti (30 Haziran 1921 – 5
Mayıs 1981), İstanbul: Beyaz Gemi Yayınları, 2001, s. 12.
361
Kathryn Libal, “The Children’s Protection Society: Nationalizing Child Welfare in Early Republican
Turkey”, New Perspectives on Turkey, Fall 2000, , s. 57
362
Libal, s. 70.
160
korunmaya muhtaç çocuklar sorunu bütün yakıcılığı ile devam etmektedir. Bu nedenle
HEC ilk hizmetleri arasına yatılı bakımı almıştır.
Başlangıçta
geçici
ve
yetersiz
binalarda bu hizmeti vermeye çalışan Cemiyet, esas kapsamlı yuva hizmetini 1925
yılında hizmete açtığı Ankara Keçiören’deki binada vermeye başlamıştır. Görüldüğü
gibi henüz Darüleytamlar bütünüyle kapanmadan, 1925 yılında bu hizmet bu kez sivil
bir örgüt olarak HEC tarafından verilmeye başlanmıştır. Keçiören’de açılan bu ilk yuva
500 çocuk kapasiteli büyük bir kuruluş olup varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.363
Sistemli çalışmalarına 1922 yılında başlayan HEC başlangıçta çocukların tıbbi
muayene ve tedavisi, ayni ve nakdi yardımlar, süt dağıtımı gibi gündüzlü ve ‘koruyucuönleyici’ hizmetlere yönelmiştir. Himaye-Etfal Cemiyeti’nin çalışmaları çok kısa sürede
büyük bir çeşitlilik göstermeye başladı. Kurumun 24. kuruluş yılı nedeniyle yapılan bir
değerlendirmede HEC’nin çalışmaları şöyle tasniflenerek özetlenmiştir:
1- Çocuk korunması: Hamile kadınlar, haftada iki gün kontrol ve muayene edilmektedir.
2- Hamilelere çocuk bakımı ve koruması hakkında bilgilendirme yapılmaktadır.
3- Doğuran kadınlar takip edilerek ihtiyaçlar sağlanmakta ve gerekirse çocuklarına süt
verilmektedir.
4- Çocuklar her gün öğleye kadar, çocuk doktorları tarafından muayene ve tedavi
edilmektedir. Ziyaretçi Hemşire Kuruluşu: Muayeneye gelen çocuklardan evde takip
edilmesi gerekenleri evlerinde takip ve kontrol eder.
5- Müze: Çocuklarını muayeneye getiren kadınlar bekleme odasında çocuk bakımı
hakkındaki levhalardan çocuk bakımı bilgisi hakkında yararlanabilirler.
6- Diş Muayene Evi: Çocukların dişlerinin muayene ve tedavisi için her gün öğleye kadar
diş polikliniği yapılır.
7- Banyo: Binamızın görmekte olduğu hizmetler arasında banyo önemli yer tutmaktadır.
Banyolar 24 kurna ve duştur. Ayrıca çocuklar ve hamile kadınlar için banyolar vardır.
Çocuklar parasız yıkanırlar. Haftanın belirli gününde fakir kadınlar parasız yıkanırlar.
8- Çocuk bahçesi: Çeşitli salıncaklar, kaydırak, merdiven, dönme dolaplar, tahterevalli,
paralel, atlı karınca, demir halkalar, basketbol, voleybol, oyun aletleri ve açık havuzu
olan bahçe eğlencenin yanında açık hava okulu durumundadır.
Bahçe öğretmen gözetimi altındadır. Çocukların karakterleri kontrol edilir ve belirlenir,
başkalarının hakkına saygı ve kendi haklarını savunmaya kendiliğinden alışırlar.
9- Sinema: Kira getirmekle beraber, çocuklar filmlerden yararlanır, çocuk tiyatrosu, kukla
ve karagöz perdesi yapılmıştır. 600 kişiliktir.
10- Gündüz bakımevi: İşe giden kadınların çocuklarını sabah bırakıp aldıkları yerdir.
Bebekler ve çocuklar olmak üzere iki kısımdır. Çocuklar sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve
ikindi kahvaltısını burada yerler. Sağlık ve hareketleri doktor, bir müdür ve çocuk bakıcı
hemşirelerin kontrolü altındadır. Anneler çocuklarını buraya ufak bir ücretle bırakır.
Çocuk ve anne mutfağı: Okullardaki besinsiz çocuklara öğle zamanları sıcak ve etli
yemek vermek için yapılmıştır. Gündüz bakımevinin mutfağındadır. Bir defada 200
çocuğa ve hamile kadınlarla emzikli kadınlara yemek verecek kabiliyettedir.
363
Çavuşoğlu, Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu – Himaye-i Etfal Cemiyeti (30 Haziran 1921 – 5
Mayıs 1981), s. 58.
161
11-Yayın: Kurumumuzun istek ve amaçlarını sağlamak için okul ve öğrenci kitapları
“Çocuk”, “Türk Kadını” dergileri ile “Annelere Öğütler” yayınlanmaktadır.364
Cemiyet’in başkanı Dr. Fuat Umay ise yatılı olan kurumlar dışında diğer
çalışmaları da şöyle aktarmaktadır.
“Bu kurumların dışında bir de gündüz bakım evleri vardır. Bu kurumlarda
anneleri çalışan minikler iş saatlerinde bulunurlar ve bugün itibariyle 21 adet gündüz
bakım evi vardır. Bunların dışında bir de Ankara'da çocuk bakıcı ortaokulu kurulmuştur.
38’i il ve 5’i ilçe merkezinde olmak üzere 43 genel muayenehanesi, 1’i Ankara, 2si
İstanbul’da açılan 3 diş muayenehanesi, 15 süt damlası olarak ceman 61 müessese; Türk
çocuklarının sağlık durumları, temiz süt alabilmeleri endişesiyle faaliyettedir.Adana,
Ankara, Balıkesir gibi illerde açılan çocuk banyoları da bu faaliyeti destekleyerek çocuk
temizliğini temin etmek üzere savaşmaktadırlar. 42 aş evi, 19 il ve 19 ilçede, 99 talebe
sofrası da 27 il ve 14 ilçede çalışarak gereği gibi besin almak imkanını bulamayan
yavrularımıza kucağını açmıştır. Bu doğum, sağlık ve bakım yuvalarında sıhhatleri
korunan, besinleri sağlanan yavrularımıza okul dışı okumalarını kolaylaştırmak üzere
Aydın, Diyarbakır, İzmir, İstanbul ve Kütahya illerinde birer çocuk kütüphanesi
kurulmuştur. Ayrıca Türk yurdunda bugün itibariyle 66 çocuk bahçesi vardır” 365
Bütün Cumhuriyet dönemi boyunca çocuklara yönelik en yaygın hizmet kurumu
ÇEK olmasına rağmen, bu kurum rejimin diğer ideoloji taşıyıcısı sivil örgütü olan
Halkevleri gibi, daha çok halkı örgütleyen, çocuk ve nüfus sağlığı konusunda
bilinçlendiren dernek idare merkezleri ve idare heyetleri şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Oysa kurumsal kapasitesi dönemin çocuk ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktır.
Örneğin “Kurumun 688'i yurt içinde ve 38'i yurt dışında olmak üzere 726 şubesinde
çalışan 62.257 azası vardır. (…) Çocuğun sıhhati ve yaşamasının devamı için emek
veren çocuk yuvaları ve şefkat yurtları gelir. Bunlar toplam 30 tanedir.”366 Burada
vurgulanmak istenen devletin son derece yetersiz çalışması yanında ÇEK’in
hizmetlerinin azlığından çok; hizmetlerin sivil örgütlenme, halk eğitimi ve katılımının
benimsenmiş olmasıdır. Yoksa daha önce de belirtildiği gibi ÇEK çalışmaları geniş bir
çeşitlilik ve yaygınlıkta yürütülmektedir. Cumhuriyet döneminde özellikle Halkevleri ve
ÇEK’nda görülen bu yaygın ‘yönetsel’ değil daha çok ‘ideolojik’ yayılma olarak
görülmelidir. Ayrıca II: Meşrutiyet döneminde de görüldüğü gibi ‘sosyal yardım’ alanı,
İttihat ve Terraki Cemiyeti ve daha sonra Halkevleri gibi ‘ideolojik-kültürel’ rejim
kurumlarının içinde ve onlar tarafından örgütlenmektedir. 1930 ve 40’lı yıllarda
364
“Çocuk Esirgeme Kurumu 24 Yaşında”, Çocuk, C. 9, S. 10, s. 8-9.
Fuat Umay, “Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı,” Türk Kadını, C. 3, S. 4, Haziran 1946,
s. 6.
366
Umay, “Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı,” s. 5.
365
162
Halkevlerinin ‘sosyal yardım’ çalışmaları bu çerçevede, II. Meşrutiyet’ten devralınan
bir gelenek olarak değerlendirilebilir.
Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin kurulduğu 1921 yılında kurulmakta olan yeni rejim
devam eden savaş hali nedeniyle ciddi sosyal sorunlar ve maddi sıkıntılar içindedir. Bu
nedenle, HEC kurucularının tamamına yakını dönemin milletvekilleri olmasına rağmen
devletten ciddi bir yardım alamamaktadır. Maddi yokluklar içinde çalışmalarını yürüten
HEC’nin 1923 yılında ABD’den sağladığı bağışların daha sonraki yatırım ve
çalışmalarında büyük katkılar sağladığı bilinmektedir.
HEC’in başkanı Doktor Fuat Umay’ın Amerika gezisi boyunca kendisine refakat
eden Sabiha Sertel367 henüz Kurtuluş Savaşı bitmeden tahsili için Amerika’ya gitmiş ve
orada çeşitli yardım işlerinin de içinde olmuştur. Sosyoloji okumakla birlikte,
uygulamalı dersler için “Sosyal İş Mektebi” (The New York School of Social Work)
devam eden Sabiha Sertel bu süreçte Amerika’daki yoksulluk, yoksul ve göçmen
gruplarla çalışan toplum merkezleri gibi ‘sosyal hizmet’ kurumlarıyla da tanışmaya
başlıyor. Aynı zamanda Türkiye ile de ilişkisini, sürdüren Sertel, dostlarından aldığı
mektuplarda anlatılan ülkede yaşanan savaş, yoksulluk ve çocukların içinde bulunduğu
sefalet durumları karşısında harekete geçerek; ABD’deki Türkiyeli işçileri seferber
etmeye çalışıyor. Yaptığı görüşmeler sonucu ABD’de Türkiyeli gruplar tarafından
kurulan ‘Hilali Ahmer’ Cemiyet’inde yapılan geniş katılımlı toplantıda, Ankara’dan
birinin Amerika’ya çağrılmasının yapılacak yardımlarda etkili olacağı kararına varılıyor
ve bu karar HEC’e bildiriliyor.368 1923 yılı Nisan ayında başlayan gezi belli başlı
367
1895’te Selanik’te doğan Sabiha Sertel Selanik’in Yunanlıların eline geçmesinden sonra ailesiyle
birlikte İstanbul’a yerleşti (1912) ve 1915’te gazeteci Zekeriya Sertel’le evlendi. 1919 yılında eşiyle
birlikte ABD’ye giden Sabiha Sertel burada sosyoloji okudu. ABD’de bulunduğu dönemde HEC’ne
yardım çalışmalarını organize etti. Yurda döndükten sonra da HEC’te çalışmak istediyse de yönetimle
anlayış farkları yüzünden bu istediğinden vazgeçip ve İstanbul’a yerleşti. Eşiyle birlikte Resimli Ay
dergisini çıkardı (1924-1931). Sosyal ve politik düzeni eleştiren yazılar yazdı. Bu arada eşi ve F.Sabri
Duran’la Çocuk Ansiklopedisi’ni (1927-1928, 4 cilt) hazırladı. Sertel’in anılarını topladığı Roman Gibi
adlı anı romanı ölümünden sonra 1969’da yayımlandı. Gazeteciliği meslek olarak benimsemiş ilk kadın
yazarlardan Sabiha Sertel 2 Eylül 1968’de Bakü’de öldü. (http://www.ata.boun.edu.tr/chronology/
kim_kimdir/sabiha_sertel.htm)
368
Sabiha Sertel, Roman Gibi, İstanbul: Belge Yayınları, 1987, s. 56.; Dr. Fuat Umay’ın Amerika
ziyaretinin ABD’den gelen bu davet sonucu gerçekleştiğini Umay isim belirtmeden şöyle ifade ediyor:
“New York’da gerçekleşmiş olan Türk Yardımlaşma Derneği, Türk ve bir bölüm İslamların
(Müslümanların) amaçlarını anlatarak, Amerika’ya Çocuk Esirgeme Derneği yararına yapılacak bir
163
Amerikan şehirlerindeki işçi dernkelerini yanında; Dr. Fuat Umayı’ın Amerika’daki
çocuk koruma sistemini gözleme amaçlı ziyaretlerini de kapsıyor. Sabiha Sertel’in
refakat ettiği Umay, çocuk yuvaları, özürlü çocuklar merkezleri ve cezaevleri yanında
üniversiteleri de ziyaret ediyor. Bu ziyaretlerinden birini daha sonra Türkiye’ye davet
edilecek olan eğitimci Prof. John Dewey’e yapıyor. Fuat Umay’ı en çok etkileyen
ziyaretlerden biri de çocuk mahkemeleri ziyaretidir. Suça itilen çocuklara yönelik özel
mahkemelerin kurulmuş olmasını Amerika’nın gelecek kuşaklara verdiği önemin bir
göstergesi olarak kabul ediyor.369
Dr. Fuat Umay Amerika’da tanıştığı ve büyük destekler aldığı Sabiha Sertel’e
1923 yılında yurda dönmesi sonrasında birlikte çalışma teklifinde bulundu. Sabiha
Sertel, çocuk davasının çok boyutlu ve önemli bir mesele olduğunu; bu nedenle önce
geniş kapsamlı bir araştırma ya da kendi tabiriyle ‘sosyal bir inceleme’ yapılması
gerektiğini belirtmiştir. Bu fikre başlangıçta sıcak bakılması üzerine de bir ‘proje’
hazırladığı ve HEC idare heyetine sunduğunu belirtmektedir. Ayrıca yapılacak
çalışmada çeşitli disiplinlerden uzman kişilerin katılması da kararlaştırılır. Ziya Gökalp
de bu heyetin içindedir. Ancak daha sonra Cemiyetin fahri başkanı Mustafa Kemal’in
refikası Latife Hanım’ın girişimleri sonucu bu araştırma projesinin hayata geçmediğini
belirten Sabiha Sertel, bunun üzerine HEC ile serüveni başlamadan sona erecektir.370
Sabiha Sertel HEC’e bir araştırma ya da ‘sosyal inceleme’ projesi sunmasında,
Atatürk’ün de HEC’in çalışmalarını mevcut çocuk meselinin büyüklüğü karşısında
yetersiz bulmasında gördüğünü belirtmektedir.371
gezinin yararlı olacağını anımsatmış, bunun üzerine bu gezi kararlaştırılmıştı.” Mehmet Fuat Umay, Bir
Devrimci Doktorun Anıları, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003, s. 12.
369
Mehmet Fuat Umay, Bir Devrimci Doktorun Anıları, s. 61.
370
Sabiha Sertel’in çocuk meselesinin araştırılması projesinin ayrıntıları ve HEC yetkililerinin tavrı
konusunda bkz. Sertel, s. 72-77.
371
Sertel, Atatürk’ün HEC’in çalışmaları ile ilgili görüşlerini şöyle aktarmaktadır: “(…) Türk Ocağı’nın
salonunda, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yıllık toplantısı yapıldı. Bu toplantıya Atatürk, o zaman meclis
başkanı olan Fethi Okyar ile beraber geldi. Fuat Bey, yapılan işlerin yıllık bilançosunu okudu. O okurken
Atatürk Fethi Bey’in kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Fuat Bey’in konuşması bittikten sonra Fethi bey
kürsüye geldi. Çocuk kurumunda yapılan işlerin, bugünkü ihtiyaç karşısında hiçbir mana ifade
etmediğini, meselenin şu kadar çocuğa süt, şu kadar çocuğa mintan verme meselesi olmadığını, çocuk
davasıyla ilgili konuların ciddi olarak ele alınması gerektiğini belirtti. Bu konuşma bana biraz ümit
vermişti. Fethi Bey’in sözlerinde benim projede ileri sürdüğüm bazı tenkitler de yer almıştı. Hatta bu
konuşmadan sonra, projenin Çankaya’da konuşulduğuna ihtimal verdim.” Sertel, s. 74-75. Görüldüğü
gibi aslında daha HEC’in kuruluşunun ilk yıllarından itibaren çalışmaların çocuk sorunun çapı karşısında
yetersiz olduğu birçok kesim tarafından dillendirilmiştir.
164
4 CUMHURİYET
DÖNEMİNDE
SİSTEMİNİN GELİŞİMİ
ÇOCUK
KORUMA
Okul doğrudan çocuk koruma kurumu değildir. Okul daha çok inşa edilen
rejimlerin yeni öznelerinin üretildiği ideolojik aygıtlarıdır. Modernleşme sürecine
paralel olarak da özellikle II. Meşrutiyet rejimi ve daha sonra Cumhuriyet döneminde
okul son derece önem verilen kurumlar haline gelmiştir.372 Yurttaşların ‘üretildiği’
kurumlar olarak bütün okullara önem verilmiş olmakla birlikte, Cumhuriyet dönemiyle
birlikte ‘ilköğretime’ özel bir önem verilmiştir. Eğitim kurumlarındaki gelişme
anlamında ‘ilkokullar dönemi’ olarak adlandırılan erken Cumhuriyet döneminde gerek
okul sayısı ve gerekse öğrenci sayısında ciddi artışlar görülmektedir.373 Böylece ilkokul
çağı çocuklarına yönelen rejim yönetsel anlamda yatay yayılma gösterirken, sorunların
görünür kılınması ve çocuk yoksulluğunun okullarda temerküzüne de sebep olarak
özellikle 1930’lu yıllarda dikkatin bu alana yönelmesine sebep olmuştur. Başlangıçta
ülkenin içinde bulunduğu yönetimsel zorluklar ve yoksulluk nedeniyle ailelerin
çocuklarını okula gönderme yerine çalıştırmayı tercih etmesi okullaşma hızının yavaş
seyretmesine sebep olduysa da; sonuçta nüfus artışına paralel olarak çocuk nüfusunda
artış ve devletin okullaşmayı teşvik etmesi 1930’lu yıllarda bir ‘talebe izdihamı’na
sebep olmuştur.374 Böylece 1930’lu yılların sonuna doğru hem kız çocukların
okullaşmasında, hem de ilkokul sonrası okul sayısında büyük artışlar ortaya çıkmaya
başladı. Bu süreç yani, yeni rejimin okul merkezli olarak çocuklara ulaşması, yönetsel
yayılma ve rejimin gelecekteki taşıyıcısı öznelerin yaratılması amaçlı olmakla birlikte
372
Füsun Üstel, “Makbul” Vatandaşın Peşinde, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 127.; Ayrıca
Gürsen Topses, “Cumhuriyet Dönemi Eğitiminin Gelişimi”, 75 Yılda Eğitim içinde, İstanbul: Tarih
Vakfı Yayınları, 1999, s. 11.
373
Örneğin 1923-24 ders yılında 4.894 olan ilkokul sayısı, 1928-29’da 6.599’a, 1931-32’de 6713’e
yükselirken, aynı dönemde öğrenci sayısı 341.941’den 523.611’e çıkmıştır. Bkz. Üstel, “Makbul”
Vatandaşın Peşinde, s. 128.
374
Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, s. 57. Cumhuriyetin ilk yollarına genel olarak
kurumsallaşma özel olarak okullaşma genel olarak Batı’daki büyük kentlerle sınırlı ve yavaş ilerleyen bir
süreç iken, 1930’lu yılların sonundan itibaren okullaşmada bir sıçrama ve yayılmada genişleme
görülmektedir. Sakaoğlu’na göre “Yetkililer haklıydı. Ortaokullara, liselere hücum vardı. 1937–38
öğretim yılında, Antalya, Diyarbakır, İzmir kız ve erkek liselerinin orta kısımları ile Ankara, Bursa, İzmir,
Manisa, mersin, Trabzon, Üsküdar; Zonguldak, Burdur, Nazilli ve Samsun ortaokullarında çift öğretime
geçilmiş. İlkokulların verdiği mezun sayısı 1928’den 1937’ye değin neredeyse ikiye katlanmış, 24.114’ten
40.234’e yükselmişti.” Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, s. 58.
165
süreç içinde çocukların kamusal alanlarda toplanmasının ‘sorunlarının’ toplanması
sonucunu doğurduğu görüldü. Topluma yayılmış ve büyük oranda aileler tarafından
soğurulan ‘çocuk yoksulluğu’ okullarda tezahür etmeye başladı. Okullaşma sosyal
alanda modernleşme yaratırken, yoksulluğu da beraberinde görünür alana taşımaya
başlamıştır. Bu nedenle çocuk yoksulluğu ile mücadele 1930 ve 40’lı yıllarda esas
olarak okullarda yapıldı. Ancak çok geniş bir sorun olarak karşılaşılan ve çok sık olarak
gazetelere yansıyan bu ‘yeni’ sorunla mücadelede uygulanacak yöntem genellikle
‘karma’ bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Dönemim hem kamu kurumları hem
de sivil örgütleri okula devam eden yoksul çocuklara çok çeşitli yardımlar yapmaya
başlamaktadır. Aslında bu yöntem, yani yoksul, kimsesiz ve yardıma muhtaç çocuklara
yönelik belli bir kurumun olmaması hali neredeyse bütün Cumhuriyet dönemi boyunca
devam etmiştir. Muammer Aksoy’un 1962 yılında yapılan II. Milli Sosyal Hizmetler
Konferansı’na sunduğu tebliğde ifade ettiği gibi çocuk davası bir tek sahibi olmayan
yani çok sahipli bir dava olarak fiilen sahipsizdir.375
Aslında 1920’li yıllardan
başlayarak hem Himaye-i Etfal Cemiyeti yetkilileri hem de resmi kişiler KMÇ için
müstakil bir kamu kurumu ihtiyacını sürekli dillendirmiş olmalarına rağmen; böyle bir
yapılanmaya ancak 1980’li yıllarda 2828 sayılı SHÇEK Kanunu ile varılabilecektir.
Ancak 1930’lu yıllardan başlanarak kamunun ilgisinin artışına paralel olarak, devletin
kurumsallaşmanın tamamen dışında olduğu bir yapıdan, 1980’li yıllarda tamamen
devletin kurumsallaşma tekelinin kurulduğu bir noktaya doğru giden bir evrim süreci
gözlenmektedir. Bu çerçevede 1930’lu yıllardan itibaren 1960’lı yıllara kadar olan
gelişmelere; KMÇ sorunun bir toplumsal sorun olarak kamuoyunun, basının ve daha
sonra kamunun gündemine gelmesi, basında konunun işlenişi, ilgili bakanlıkların
başlangıçta münferit kalan girişimleri ve sonunda da meclis gündemine getirilerek yasal
mevzuatın çıkarılması süreci incelenecektir. 1950’li yıllardan itibaren ise devletin ilk
defa kurumsal bakım uygulmalarına geçmesi ile başlayan koordinasyon sorunu
gündeme gelmeye başlamaktadır. Ayrıca bu dönemde görev alan bakanlıklar ‘çocuk
bakım’ işinin kendi işleri olmadığını belirtip, yapılan çalışmaları yeterince
benimsemedikleri için; 1950’li yılların ortalarından itibaren doğrudan KMÇ’ın bakım ve
375
Muammer Aksoy, “Korunmaya Muhtaç Çocuklarla İlgili Kanun Hükümlerinin ve TeşkilatınYeni
Anayasamıza Uygun Bir Hale Getirilmesi Zorunluluğu” II. Milli Sosyal Hizmetler Konfernası –
Ankara 5-8 Mayıs 1962 içinde, T.C.SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara: Akın
Matbaası, s. 187.
166
yetiştirilmesinde rol üsteleneckler olan sosyal hizmet kurumları ve
SHU eğitimi
verecek enstitünün kurulması için yasal düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. 1949 ve
1957 yıllarında çıkarılan KMÇ kanunları ile çocukları korumak üzere görevlendirilen
köy ihtiyar heyetleri, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı,
Belediyeler ve valilikler arasındaki koordinasyonsuzluk dönemin en önemli sorunu
olmaya başlamıştır. KMÇ için ‘çok sahiplilik’ ya da ‘sahipsizlik’ olarak çokça
eleştirilmeye başlanan yeni durum; mevcut yapıların KMÇ sorununun büyüklüğü
karşısında yetersizliği ile de değerlendirmeye başlanmıştır. Bu durum, yani kamu
ve/veya özel teşebbüslerin KMÇ sorununun çözümü konusundaki yetersizliği bütün
sonraki dönem boyunca ve günümüze kadar devam eden eleştiri olagelmiştir. 376
4.1 1930’lar: Yoksulluk ve Korunmaya Muhtaç Çocuklara Yönelik
Hizmetlerin Yetersizlikleri
Bu bölümde öncelikle dönemin sosyo-ekonomik durumu ve 1929 dünya ekonomik
bunalımın yarattığı yoksulluk ve çocuklara yansımasına bakılacaktır. Daha sonra bu
dönemde korunmaya muhtaç çocuklar alanında hizmet veren en büyük sivil örgüt olarak
Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çalışmaları incelenecektir. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun
çalışmalarının yetersizliği ve yoksul çocuklara okullarda yapılan katkılar ve diğer
örgütlerin çalışmalarına değerlendirilecektir.
Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda kimsesiz, terkedilmiş çocuklar ve ‘savaş
yetimleri’ kadar önemli olan bir diğer çocuk sorunu da çocuk ölümleridir. Bu alanda
devletin doğrudan hizmetleri kadar devlet dışı örgütler de çalışmalar yapmaktadır. Bu
örgütlerden biri olarak Kızılay Cemiyeti çocuk ölümlerine karşı 1 Ağustos 1923’ten
1924 yılı sonuna kadar yapılan görevleri içeren aşağıdaki istatistik bilgileri de
hazırlamıştı: “1-1,5 yaş arası çocuklara kutu sütü ve pirinç unu, 1,5-2,5 yaş arası veya
daha büyüklerine süttozu ve pirinç unu ve ayrıca çeşitli gıda verilmekteydi. Bu yardım
376
Korunmaya muhtaç çocuklara yönelik politikaların temellerinin atıldığı ve Tanzimat’ın ilanıyla
başlayan ve 1940’lı yıllara kadar süren dönem, modern sanayi toplumuna geçişin temellerinin atıldığı ve
formel düzeyde sosyal devletin oluşumu dönemlerdir. Sosyal devletin oluşumu sürecini tarihsel bir
perspektif içinden irdeleyen Nadir Özbek’e göre de “(…) 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden 20. yüzyılın
ortalarına kadar uzanan süreçte devletin sosyal alana nüfuzunun gittikçe arttığı görülür. Kabaca 18501950 tarihleri arasını kapsayan dönemi, içinde bulunduğumuz coğrafya için modern sosyal devletin
oluşum devresi olarak değerlendirmek mümkündür.” Nadir Özbek, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de
Sosyal Devlet”, Toplum ve Bilim, 92 Bahar 2002, s. 19.
167
36,500 çocuğa ulaştırılmıştı.”377 Bunların dışında Cemiyetin bebek ve çocukların sağlık
kontrollerini düzenli yaptırdığı, çocukların boy ve kilolarına göre gerekli oranlarda süt
ve pirinç unu veya ihtiyaç duydukları başka gıdalar dağıttığı bilinmektedir. Cemiyetin
hasta çocukların takibini sadece kendi merkezinde yapmayıp, bazı çocukların da
ziyaretçi hastabakıcılar tarafından evlerinde izlendiği ve gerekli görülenlerin de
hastanelere yatırılmıştır.378
1930’lu yıllarda da Kızılay’ın çocuk konusundaki duyarlılığı ve ilgisi sürmüştür.
1930’lu yıllarda okulların yoksul çocuklarla ilgili yaptıkları çalışmalara diğer kurumları
da davet ettikleri ve işbirliğine gittikleri bilinmektedir. Kızılay da bu cemiyetler arasında
yer almaktadır. Kızılay genel merkezi İstanbul başta gelmek üzere birçok yere
müfettişler göndererek çocuklarla ilgili durum saptamaları yaptırdı. Bu saptamalarda
öncelikle çocukların beslenme sorunları ele alınıyordu. Bu saptamalar doğrultusunda
düşük maliyetli yiyecek hizmeti verilmeye başlandı; ancak maliyetin yüksekliği
nedeniyle bu hizmet zor koşullarda yürütülebiliyordu. Bu nedenle ‘et gereksinmesinin
doğu illerinden kavurma şeklinde sağlanması’ gibi yollara da başvuruldu. Bu rağmen
Kızılay bir ‘şeref işi’ haline getirdiği yoksul ailelerin yetersiz beslenen zayıf çocuklarına
ve ‘kimsesiz çocuklara’ gıda yardımı, İkinci Dünya Savaşı koşullarında ülke genelinde
arttırılarak sürdürüldü. Örneğin, 1940 yılında İstanbul’da 27.212,12 lira olan bu yardım,
1942 yılında 54.879,24 liraya ulaşmıştı.379 Savaş dönemi kurumlarından olan Kızılay’ın
1930’lı yıllardaki faaliyetlerini öven M.C. Duru, Kızılay’ın gaz maskesi fabrikasından
hasta bakıcı hemşire yetiştiren okuluna kadar, çok önemli faaliyetler gösterdiğini
belirtmektedir. Kızılay’ın göçmenlere mahsus aşevleri, fakir öğrenciler için kantinleri
kimsesiz çocuk ve kadınları barındıran yurtları gibi müesseseleri vardır. Ayrıca Kızılay
Gençlik Kurumu adı altında eğitim çağının ilk aşamasında bulunan öğrencilere şefkat,
yardımlaşma gibi insani düşüncelerin geliştirildiği dernek kolları da kurulmuştur. Bu
dernek kolları her il ve ilçede bulunan beş okuldan seçilen temsilcilerle idare edilen
birer dernek şubelerine bağlanmıştır. Dernek kollarının görevleri arasında okul sosyal
377
Seçil Karal Akgün ve Murat Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, Ankara: Kızılay, 2001, s. 264.
Karal Akgün ve Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, s. 264.
379
Karal ve Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, s. 265.
378
168
yardım işleri ve sağlık işleri de bulunmaktadır. Görüldüğü gibi Kızılay barış zamanında
bir ‘sosyal hizmet’ kurumu gibi faaliyet göstermektedir.380
1930’lu yıllarda çocuk yoksulluğunun artan ivmesine rağmen kamunun
yetersizliği sürmektedir.381 Bu nedenle çocukların korunması, 1930’lı yıllarda belli
kamu kurumları yanında birçok sivil kurumun gündemindedir. Bu dönemki kamu
kurumları merkezi bir sosyal hizmet ya da sosyal yardım kurumu atarfından
yönlendirilmemektedir. Bunun yerine her kamu kurumu karşılaştığı sorunla baş etme
yönetemini kendi imkânlarını kullanarak ve sivil örgütlerle işbriliğine giderek çözmeye
çalışmaktadır. İstanbul Kültür Direktörlüğü’nün yayınladığı Çocukları Koruma İşleri
(1937) başlıklı çalışmada dönemin çocuk yoksulluğu konusunda şu verilere yer
verilmektedir: “İstanbul İlkokullarına devam eden 71.435 talebeden 10.722 sinin fakir
ve himayeye muhtaç olduğu tespit edilmiştir.”382 O dönem korunmaya muhtaç çocuklar
alanında doğrudan faaliyet gösteren Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay’ın
faaliyetlerinin yetersiz kalması nedeniyle, çocukların yaygın beslenme yetersizlikleri
içinde olması, çocukların yetersiz beslenmesinin eğitimin sağlıklı yürütülmesini de
engellemesi gibi nedenlerle, doğrudan ilgi alanına girmemekle birlikte okullar
düzeyinde önlemler alınmaya çalışılmıştır. Bakanlığın 1931 yılında yayınladığı bir
talimatname ile yetersiz beslenen okul çocuklarının doyurulma ve beslenmesi işini ‘okul
himaye hey’etlerine’ vermiştir.383 Bu talimatnamenin çocukların korunmasını hedefleyen
bazı maddeleri şöyledir:
“6- Himaye hey’etinin başlıca meşgul olacağı işler şunlardır:
a) Fakir çocuklara yemek temin etmek,
b) Zaif çocuklara gıda temin etmek,
c) Çocukların dişlerini muayene ettirmek ve dişlerine baktırmak,
d) Muhtaç hasta çocukları tedavi ettirmek,
e) Muhtaç çocuklara mektep kitaplarını, defter kalem gibi levazımını temin etmek,” 384
380
M.C. Duru, Sosyal Yardım Prensipleri ve Tatbikleri, İstanbul: Matbaai Ebüüzziya, 1939, s. 107.
Bu konuda 1930’lu yılların başında basın haberleri taranarak yapılmış bir çalışma için bkz. Pınar
Öztamur, “Büyük Buhran ve Cumhuriyet Gazetesinde Yoksulluk Üzerine Söylemler 1929-1931”,
Toplum ve Bilim, 94 Güz 2002, s. 175-188.
382
İstanbul Kültür Direktörlüğü, İstanbul İlkokullarında Çocukları Koruma İşleri, İstanbul: Marifet
Basımevi, 1937, s. 3.
383
İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 5.
384
İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 6.
381
169
Görüldüğü gibi ‘okul himaye hey’etleri’ doğrudan korunmaya muhtaç çocuklar
alanında faaliyet göstermektedirler. Aynı talimatnamenin daha sonraki bölümlerinde,
dönemin özgüllüğü nedeniyle, bugün karşılaşılması güç bazı hükümlere de
rastlanmaktadır. Örneğin talimatnamenin (N) bendinde ‘mektepte tavuk ve arı
yetiştirmek’ gibi ilginç çalışmalar da öngörülmektedir.
Korunmaya muhtaç çocuklar sorunun geniş boyutlu oluşu, sorunla ilgilenen
kurum ve kuruluşları daha etkin olmak için işbirliğini zorlamıştır. Yukarda anılan
‘himaye hey’etlerinin’ resmi bir hüviyeti olmaması, bu alandaki deneyim eksikliği, bu
kurumları dönemin Çocuk Esirgeme Kurumu ile işbirliğine yöneltmiştir. Dönemin hayır
kurumları ve resmi ya da yarı resmi kurumları arasında çocukların sağlık sorunları,
beslenmesi ve giydirilmesi gibi birçok alanda işbirliği yapıldığı görülmektedir. İstanbul
Kültür Direktörlüğü’nün anılan Çocukları Koruma İşleri isimli çalışmasında bir yarı
resmi kurum olarak ‘himaye heyetleri’ ile hayır kurumu olarak tanımlanan Çocuk
Esirgeme Kurumu arasında işbirliğinin başlaması şöyle açıklanmaktadır:
“Okul himaye hey’etlerinin geçen ders yılı içindeki verimli faaliyetlerini büyük bir
alaka ile takip eden Çocuk Esirgeme Kurumu, henüz cemiyet haline gelmemiş olanların
teberrü kabul etmekte maruz kaldığı zorlukları bertaraf etmek üzere yardım etmeyi teklif
etmiştir. Bu teklif okul himaye hey’etlerinin, Çocuk Esirgeme Kurumunun birer kolu
halinde çalışması ve teberrüleri kurumun makbuzları mukabilinde kabul etmesi esasına
dayanıyordu. Çocuk Esirgeme Kurumu Kültür Bakanlığı nezdinde de teşebbüslerde
bulunmuş ve Bakanlık İlk Okul himaye hey’etlerinin Çocuk Esirgeme Kurumun birer kolu
halinde çalışmalarını tensip ederek emir vermiştir. Bu yeni vaziyeti okullara izah ve faaliyet
şekillerini tespit etmek üzere Kültür Direktörlüğü ile Çocuk Esirgeme Kurumu bir
talimatname hazırlamışlardır. … Bazı okul himaye hey’etleri muhtaç çocuklara yardım için
gereken tertibatı alırken bazı zorluklarla karşılaşmış ve bu zorlukları yenmek maksadile
resmi bir cemiyet haline gelmeyi uygun görerek İlbaylığa başvurmuşlar ve tescillerini
istemişlerdir. Bu teşebbüsleri ile kendilerine geniş bir faaliyet alanı temin eden bu hey’etler
mesailerinde daha çok muvaffak olmuşlardır. Bir kısım himaye hey’etleri ise Çocuk
Esirgeme Kurumlarile teşriki mesai etmeyi uygun görerek bu cemiyetin, o himaye
hey’etinin bulunduğu bölgedeki şubelerile elbirliği yapmışlardır.” 385
Daha sonraki yıllarda okul ‘himaye hey’etleri’ gerek bağımsız olarak ve gerekse
diğer kuruluşlarla işbirlikleri şeklinde çocuk koruma faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
Dönemin farklı kurumlarının hizmetlerinin karşılaştırılmasına da imkan tanıyan, 1937
385
İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 9.
170
yılı Şubat ayı İstanbul İlkokullarında doyurulan ve himaye gören çocukların sayısını
gösteren tablo aşağıya alınmıştır.
Tablo 3: 1937 Yılı Şubat Ayı İçinde İstanbul İli İlk Okullarında Doyurulan ve Himaye Gören
Çocuk Sayıları
Şehir hududu içinde bulunan okullarda
Kültür
Himaye
İşyarlığı
H.
Eminönü
Kızılay
ÇEK
Yoksulları
Eşhas
Yekun
koruma K.
430
105
82
-
-
617
Fatih
1455
510
-
-
-
1965
Eyüp
399
79
-
-
-
478
Beyoğlu
1274
141
-
-
-
1415
Beşiktaş
484
200
-
-
-
684
8
114
-
110
10
242
208
-
-
-
-
208
7
52
45
-
-
104
Kadıköy
714
126
-
-
105
945
Üsküdar
462
142
-
-
-
604
Kartal
180
-
-
-
-
180
Beykoz
180
103
-
-
-
283
5801
1572
127
110
115
7725
Sarıyer
Bakırköy
Adalar
Yekün
Şehir hududu dışında bulunan köy okullarında
Beyoğlu
-
16
-
-
-
16
Kadıköy
22
-
-
-
-
22
Üsküdar
-
12
-
-
-
12
Beykoz
-
6
-
-
-
6
22
34
-
-
-
56
5823
1606
127
110
115
7781
Yekün
Umumü
Yekün
Kaynak: İstanbul Kültür Direktörlüğü, İstanbul İlkokullarında Çocukları Koruma İşleri,
İstanbul: Marifet Basımevi, 1937, s.11.
171
Çalışmada da belirtildiği gibi “İstanbul’da (71435) İlk Okul talebesi olduğuna
göre mevcudun onda birinden fazlası doyurulmaktadır.”386 Bu sayılar dönemin
çocuklarının içinde bulunduğu yoksulluk, çocukların korunma ihtiyacı ve dönemin
sosyal hizmet aktörlerinin etkinliği açısından anlamlıdır. Yukarıdaki bilgilerin
devamında ise hususlara dikkat çekilmektedir:
“31/İlkkânun/ 1936 tarihindeki duruma göre İstanbul okullarında tam gıda alamayan
daha (2997) çocuk var demektir. Kılavuzun son bölümüne Viyana çocuk koruma faaliyetini
bildirir bir yazı konmuştur. Bu yazının tetkikinden anlaşılacağı veçhile Viyana ilkokullarına
devam eden (150.000) talebe vardır. Belediye ve hayır müesseselerinin ve diğer teşekküllerin
yardımları ile doyurulan çocukların miktarı da mevcudun tam onda biridir. İstanbul İlk
Okullarındaki durumu gösteren rakamlarla Viyana’ya ait rakamlar karşılaştırılınca
nispetlerin birbirini tuttuğu görülüyor. Şu farkla ki, Viyana’da devlet teşkilatının başarmağa
çalıştığı bu işin büyük bir kısmı İstanbul’da doğrudan doğruya halk tarafından yapılmaktadır.
Bu netice, İstanbul halkının İlk Okul yavrularına karşı olan yüksek şefkat ve fedakârlık
duygularının ifadesidir. Henüz doyurulamayan (2997) çocuğun da pek yakında aynı yardımı
görecekleri şüphesizdir. Vilayet bütçesinden bu çocuklara gıda temini için 5000, kitap, defter,
kalem tevzii için de 1500 liralık yardım yapılacaktır.” 387
Bu satırlardan da anlaşıldığı üzere, dönemin bürokrasisi sosyal hizmet, sosyal
yardım ve çocukların korunması gibi konularda Batıdaki uygulamalardan haberdardır ve
kendi sistemini kurmak için dönem dönem konuyla ilgili uzmanları Avrupa’ya gönderip
raporlar hazırlanmasını sağlamaktadır.
Yine 1930’lu yıllarda korunmaya muhtaç çocuklara yönelik temel hizmetlerin
hâlâ esas olarak sivil alan; halk katkı ve desteği ile yürütüldüğü görülmektedir. O
dönemki ilkokul öğrencilerinin %10 gibi önemli bir oranının beslenmesini sağlayan
‘okul himaye cemiyetlerinin’ gelir kalemlerine bakıldığında doğrudan devlet desteğine
rastlanmamaktadır. “(...) Muhtaç çocukları doyurmak için halkın şefkat duygularına
türlü yollarla başvurmaktan başka çare bulamamış”388 olduğu ifade edilen “okul himaye
cemiyetlerinin varidat menbaları” şöyle sıralanmaktadır:389 a) Aylık aidat, b) Teberrüler,
c) Balo ve müsamereler hâsılatı, d) Okul kooperatiflerinden ayrılan hisse, e) Ailelerce
yemek gönderilmesi, f) Mali müesseselerin yardımları, g) Esnafın aynen teberrü, h)
386
İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 11.
İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 11-12.
388
İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 12.
389
İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 12-15.
387
172
Kurban etleri, i) Belediyece müsadere edilen eşya, j) Küçük san’at sahiplerinin
yardımları, k) Giyecek eski eşya temini ve l) Gümrüklerden alınan eşya.
Ayşe Buğra bu dönem sivil ve gönüllü örgütlerin çocuklara yardım konusunda
nitelik değiştirerek gelişme kaydettiğini belirtmektedir:
“Bebek ölümleri karşısındaki bu güçsüzlük, mekteplerdeki çocukların bile aç
kalmalarının önlenmemesinde de kendini gösteriyor. Devletin ve Fırka STK’larının bu
konudaki aczi, bazı gönüllü girişimlerinin küçümsenemeyecek işler yapmalarına yol açıyor.
Mesela, yerel “himaye cemiyetleri” özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında, en azından
mektepli yoksul çocukların bir kısmının karnını bir ölçüde doyurmayı başarıyorlar.
1920’lerin sonundan 1940’ların ikinci yarısına kadar, gazetelerde çıkan himaye
cemiyetleriyle ilgili haberler izlendiğinde, bu örgütlerin bu süre içinde bir miktar nitelik
değiştirdiklerini söylemek mümkün görünüyor. Dönemin başında, daha çok, çeşitli şehirlerde,
sayıları on ile yirmi arasında değişen “fakir yavruyu yeknesak bir biçimde giydiren” yerel
himaye cemiyetlerini öven ve genellikle başlarındaki subay kasketine benzer bir kasketle bir
örnek kıyafetleri tamamlanmış oğlan çocuklarının fotoğraflarıyla birlikte verilen haberlere
rastlanıyor. Zaman içinde, himaye cemiyetlerinin daha çok okul aile birlikleri şeklinde,
öğrenci velilerinden oluşan bir örgütlenmeye dönüştükleri ve yoksul talebeye yalnız giyecek
değil, okul malzemesi ve öğle yemeği de temin etmekte de başarılı oldukları görülüyor.
Mesela, 28 Eylül 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, “ilk mekteplerde talebe velilerinden
teşkil edecek himaye komiteleri kurulacaktır” diye bir habere rastlanıyor. Haberde, bir
önceki yıl bu tür komitelerin gayet başarılı olduklarının görüldüğüne ve sağladıkları
yardımın yanı sıra, talebe velileriyle talebe arasında bir yakınlık oluşmasına yol açtıklarına
değinilerek, “zaten bu yakınlıktır ki devlet gözünün görmediği kimsesizleri görerek
kurtarmaktadır” deniliyor.” 390
1930’lu yılların gazetelerine bakıldığında korunmaya muhtaç çocuklarla ilgili
kullanılan dilde bir çeşitlilik görülmektedir. Bunun yanında gündelik dil baskındır.
Örneğin Milliyet gazetesinde391 yayınlanan ‘Kör Çocuklar’ başlıklı haberde, ‘ileri derece
aptal olmayan’ kör, sağır ve dilsiz çocukların açılacak okula kaydının yapılacağı
bildiriliyor.
Haberi veren Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlı bir körler
okuludur. 1930 yılında çıkan Belediye Kanunu belediyelere korunmaya muhtaç
çocuklar alanında görevler vermiştir. Bu doğrultuda İstanbul Belediyesi’nin yaptığı
hazırlık, Milliyet gazetesinde üçüncü sayfada manşetten haber olarak yer almaktadır.392
“Belediye çocuk bakım evleri tesis edecek” başlıklı haberin içeriğine bakıldığında, bir
sıfat belirtmeden, Belediyenin ‘çocukları himaye’ için bir proje hazırladığı, ilk iş olarak
Darülâcezedeki çocuk bakım kısmının genişletileceği daha sonra ise yeni bir müessese
390
Buğra, s. 85-86.
“Kör Çocuklar,” Milliyet, 23 Eylül 1930.
392
“Belediye çocuk bakım evleri tesis edecek,” Milliyet, 18Teşrinievvel 1930.
391
173
açılacağı duyuruluyor. Haberin içeriği okunduktan sonra, sözü edilen çocukların yatılı
kurum bakımı ihtiyacı içinde olan çocuklar olduğu anlaşılmaktadır. Cumhuriyet
gazetesinde yer “İki çocuk” başlıklı haberde393 ise gazete merkezine gelen iki ‘millet
yetimi’ çocuğun Darüşşafaka’ya alınması için temennide bulunulmaktadır. Haberde kim
oldukları ve yaşları belirtilmeyen Alaettin ve Bahri isimli iki çocuğun kendi başlarına
hayırsever vatandaşların yardımı ile geçindikleri belirtildikten sonra, girdikleri
imtihanda
birinci
geldikleri
halde
kurada
çıkmadıkları
için
Darüşşafaka’ya
alınmadıkları, bu nedenle ‘.. vali beyin nazarı insaf ve merhametlerini, bu iki millet
yetimi üzerine celb etmeği vazife biliyoruz” deniliyor.
1931 yılı 23 Nisan haftasında Cumhuriyet gazetesinde çocuklarla ilgili birçok
haber yer almaktadır. Bir yandan çocukların içinde bulunduğu yoksulluk, terkedilmişlik
ve sokaklarda karşılaştığı sorunlara dikkat çekilirken, bir yandan da kamuoyu bu
çocuklara yardıma çağrılmaktadır.394 ‘Çocuk bayramı’ kutlamalarına ilişkin “Çocuklar
iş başında!.., çocuklar dün İstanbul idaresine vaziyet ettiler” başlığı altında verilen
haberde ‘çocuk vali,’ ‘çocuk meclis başkanı’ uygulamalarının erken Cumhuriyet
döneminde başladığı görülmektedir. Verilen haberde diğer yetkililerin yerine geçen
çocukların verdiği ‘talimatlar’ bildirilmektedir. Bu haberin hemen altında ise “Büyük
şehirlerin sefil ve perişan çocukları için himaye istiyoruz” başlık ve resimli bir haber
verilmektedir. “Süprüntü sandıklarında, çeşme yalaklarında, köprü altlarında, yangın
yerlerinde yatan çocukların sefaletine nihayet vermek için, biz saraydan vaz geçtik,
fakat birçok Avrupa şehirlerinde olduğu gibi, fakir çocuklara geceyi içinde geçirecek,
kışın yağmurda karda titremeyecek birer mesken temin etmek için mecburiyetindeyiz.
Bir ismi de İçtimai muavenet olan Sıhhat Vekâleti büyük şehirlerin sefil ve perişan
küçüklerini düşünmelidir.” Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın sosyal yardım
sahasında etkili olamadığı bilinmektedir. Bu bakanlığın sosyal yardım sahasında
ücretsiz tedavi ötesinde bir hizmeti geliştiremediği yönünde şikâyetler daha sonralar da
devam etmiştir.
393
394
“İki çocuk,” Cumhuriyet, 20 Eylül 1930.
“Çocuklar iş başında!.., çocuklar dün İstanbul idaresine vaziyet ettiler,” Cumhuriyet, 24 Nisan 1931.
174
“İzbede unutulan yavrular”395 başlıklı haberde vatandaş Çocuk Haftasında
vesilesiyle varlıklı aile çocuklarına değil “bakımsız çocuk alaylarına” yardıma
çağrılıyor. Ancak yine de kimin yardıma, çağrıldığı çok belirgin olarak ortaya
konmamaktadır. Zenginlik ve yoksulluk arasındaki fark vurgulanarak, yoksul çocuklara
yeterli ilgi gösterilmemesi durumunda ‘milletin istikbalinin’ iyi olmayabileceği ve
bunun unutulmaması istenmektedir. Sonraki gün de çocukların içinde bulunduğu
yoksullukla ilgili resimli haberler verilmeye devam ediyor. Burada da ‘yoksul çocuklara
elinizi uzatınız’ çağrısı tekrar edilmekte, ancak yardıma çağrılan kişiler ya da kurumun
kim olduğu belirsiz bırakılmaktadır. Haber aynı zamanda Kurban bayramı olması
nedeniyle
çocukların
bayramı
kutlanarak,
durumun
vahametini
şu
ifadeyle
aktarmaktadır: “Bu bayram sabahı binlerce Türk yavrusu içtimai muavenetin yardımına
muhtaç bekliyor ve bayram sesini, çocuk kahkahalarını uzaktan duyuyor. Herhalde
gülenlerimizden; göz yaşı dökenlerimiz daha çok..” 396
Şekil 1 : İzbede Unutulan Yavrular!..
Kaynak: Cumhuriyet, 27 Nisan 1931.
395
396
“İzbede unutulan yavrular,” Cumhuriyet, 27 Nisan 1931
“Yoksul çocuklara elinizi uzatın!”Cumhuriyet, 28 Nisan 1931.
175
Çocuklara ve genel olarak yoksullara yönelik sivil kuruluşların en önemli gelir
kaynaklarının vatandaşların yaptığı bağışlar olduğu bilinmektedir. Bu nedenle önemli
oranda bağış yapan kişilere ilişkin haberler gazetelere yansıyabilmektedir. Cumhuriyet
gazetesinin 2 Teşrinisani 1931 tarihli “Himaye-i Etfal’e bir teberru, Hamiyetli bir hanım
60 bin liralık emlâkini terk etti” başlıklı haber buna bir örnek teşkil etmektedir.
1936 yılı ve sonrasında okul çocukları ve karşılaştıkları sorunlara dair haberde
bir yoğunluk görülmektedir. Özellikle okul çocuklarının beslenmesi ve giydirilmesi
konusu ön plana çıkmaktadır. “Okullarda himaye işleri ne vaziyette?”397 başlıklı haberde
ilkokullar kadar lise ve orta okullarda da ‘himaye’ işlerinin belirli bir düzene sokulacağı
belirtilmektedir. Bu amaçla öncelikle ‘himayeye muhtaç çocukların miktarı’nın tespit
edileceği belirtiliyor. Ayrıca bu alanda çalışan ve merkezi bir yapıya sahip Kızılay
gençlik derneği ve onun başarılarında söz edilerek, çalışmaların etkin olması için
merkezi bir yapı ihtiyacı ima edilmektedir. Dönemin dernekleri yoksullarla ilişki
kurarken, bu ilişkiyi ayni ya da nakdi olarak yardımla sınırlı tutmaktadır. “800 çocuğa
elbise ve ayakkabı dağıtıldı” başlıklı haberde Kızılay Çarşıkapı kolu ve Beyazıd nahiye
şubesi tarafında 800 çocuğa bayramlık elbise, ayakkabı şapka ve çamaşır dağıtıldığı
haber verilmektedir. Resim eşliğinde verilen haber çocukların kim olduğuna dair bir
ayrıntı verilmemektedir. “Mürefte köylü çocuklarına yardım” başlık diğer bir haberde
ise ilçenin ÇEK çalışmaları çerçevesinde, Gaziköy ilkokulunun on ‘yetim ve kimsesiz
yavrusu’ bayram münasebetiyle giydirilerek sevindirildiği belirtilmektedir.398
1939 yılı haberlerine bakıldığında çocuklara yardım cemiyetlerinin birleşmesine
ilişkin haberlere rastlanmaktadır. “Yoksul çocuklara yardım cemiyetleri birliği
kuruluyor”399 başlıklı yazıda İstanbul ilkokullarında yoksul çocuklara yardım amacıyla
kurulan cemiyetlerin çalışmalarını daha verimli kılmak için bir birlik kurmaya karar
verdikleri haber ediliyor. 1930’lu yıllarda özellikle okul merkezli olarak yoksul
çocuklara yönelik çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Burada da bu çalışmaların daha
düzenli olması, merkezileşmesi, koordine edilmesi ve döneminin iktidar organları ile
397
“Okullarda himaye işleri ne vaziyette?” Cumhuriyet, 8 Birincikanun 1936.
“Mürefte köylü çocuklarına yardım,” Cumhuriyet, 22 Birincikanun 1936; “800 çocuğa elbise ve
ayakkabı dağıtıldı,” Cumhuriyet, 14 Birincikanun 1936.
399
“Yoksul çocuklara yardım cemiyetleri birliği kuruluyor,” Cumhuriyet, 24 Birincikanun 1939.
398
176
paralel işlemesi için bir çaba gözlenmektedir. Bu çabanın bir parçası olarak, bu alanda
çalışmaları olan diğer ‘hayır cemiyetlerinin’ de yani Halkevleri, Kızılay ve Çocuk
Esirgeme Kurumunun da oluşturulacak birliğe üye vermesi kararlaştırılmıştır.
Oluşturulan birliğin ‘yarı resmi’ bir hüviyette olduğu; üye kompozisyonu, Halk
Partisinin birliğin nizamnamesini tasdik etmesi ve oluşturulan ‘Cemiyetin Halk Partisi
kaza idare heyetinden bir zatın riyasetinde” olması kararından anlaşılmaktadır. Aynı
haberde bir önceki sene yardıma muhtaç olduğu tespit edilen on üç bin çocuktan ancak
dokuz binine ulaşıldığı ve oluşan yeni cemiyetle daha çok yoksul mektep çocuğuna
ulaşılacağı ifade edilmektedir. Okul merkezli çocuk koruma faaliyetlerinden biri de
‘kurtarma yurdu’ açılmasıdır. Konu başında “Çocukları Kurtarma Yurdu”400 başlıklı
haberle verilmektedir. Bir özel dernek statüsünde olan bu yurdun “.. Nizamnamesinin 10
uncu maddesine göre teşkil edilmesi lâzım gelen müşavere heyeti kurulmuştur. Bu
heyet, yurdun ıslahı ve anormal çocukların çalıştırılması işiyle meşgul olacaktır. Bu
kabil çocuklar için yeni büyük bir bina bulunacak ve orada bazı atölyeler vücuda
getirilecektir” denilmektedir. Ancak haberde geçen ‘anormal çocuklar’ tabiri ile hangi
grup çocuk kastedildiği anlaşılamamaktadır. Cumhuriyet gazetesinde aynı konuda yer
alan bir diğer haberde401 yardım cemiyetlerinin birleştirilmesine yönelik çabalardan söz
edilerek “evvelce kurulan teşkilât tevsi ediliyor” denilmektedir.
Buna ek olarak
ÇEK’nun o dönem içinde bulunduğu zorluklara dikkat çekilmektedir. O dönem
bağışların ayni yardımların esas olması nedeniyle ‘7 yaşına kadar olan çocuklara da
bakmak mecburiyetinde” olduğu belirtilen ÇEK’nun çalışmalarını yürütmekte
zorluklarla karşı karşıya kaldığı ve bu nedenle nizamnamesinde değişikliklere gitme
hazırlığında olduğunu öğreniyoruz.
1930’lu yıllarda çocukların ilk ve orta dereceli okullarda okumasına ilişkin
güçlükler, bu güçlükleri gidermek için yapılan çeşitli girişimler haber konusu olmaya
devam etmektedir. Bu çabalardan biri de ‘talebe yurtları’dır. “Trakya’da açılan talebe
yurdu çok faydalı oluyor”402 başlık haberde 1930’lu yıllarda liselerin yetersiz olması
nedeniyle çocukların yatılı yurtlar da toplanarak eğitimine devam etmesi sağlandığı
400
“Çocukları Kurtarma Yurdu,” Cumhuriyet, 16 İkincikanun 1939.
“Fakir çocuklara yapılacak yardım,” Cumhuriyet, 16 İkincikanun 1939.
402
“Trakya’da açılan talebe yurdu çok faydalı oluyor,” Cumhuriyet, 27 Birinciteşrin 1939.
401
177
belirtilmektedir. Haberde Edirne’de açılan ‘talebe yurdunun’ birçok ‘fakir ve kimsesiz’
çocuğu okuma imkânına kavuşturduğu da yazılmaktadır. Esas olarak ücretli öğrenci
kabul eden yurtlarda ücretsiz olarak öğrenci kabul edildiği; yörenin zengin esnafının
ayni bağışlarda bulunduğu ve açık kalan bütçesinin ise “devlet merkezinden gönderilen
para ile karşılandığı belirtilmektedir.” Aynı gün Kayseri’de iki zengin tüccarın okullar
için yaptığı büyük ‘teberrular’ da haber edilmektedir.
Yoksul öğrencilere yönelik bir diğer haberde “Fakir Talebelere Yardım Teşkilatı
genişletiliyor”
403
deniliyor. Birkaç senedir faaliyette olan ‘İlkmektep Fakir Talebeleri
Koruma Teşkilatının’ himaye ettiği çocukların sayısının günden güne arttığı, şimdiye
kadar himaye gören öğrencilere öğle yemeği verildiği ve bundan sonra kahvaltı da
verileceği ifade edilmektedir. Yoksul aile çocuklarına dağınık olmakla birlikte çeşitli
yardım hizmetleri verilmektedir. Bunlardan biri de ‘barındırma odalarıdır.’ Haberde
konu şöyle ifade ediliyor: “Maarif idaresi fakir ailelerin çocuklarına bakmak üzere
geçen sene şehrimizin muhtelif semtlerinde Barındırma Odaları açmağa karar vermişti.
Bu teşebbüsten müspet neticeler alındığı için odaların adedi de seneye artırılacaktır.
Barındırma odaları daha ziyade amele mıntıkalarında ihdas edilmektedir.” Bir süre
sonra yayınlanan “Fakir talebelere yapılacak yardım”404 haberinde ise ‘fakir üniversite
talebelerine’ verilen nakdi yardımın yetersiz olması ve öğrencilerin bu parayla ev tutup
geçinememesi nedeniyle, öğrenciler üniversitelerin öğrenciler için yurtlar açmayı
planladığı ve bu amaçla da Evkaf müdürlüğü ile ellerinden boş binaları tahsis etmeleri
için irtibata geçildiği belirtilmektedir. “Fakir talebenin himayesi”405 başlıklı diğer bir
haberde yoksul çocukların okullarda, okul himaye cemiyetleri kanalıyla korunması konu
edilmektedir. İlkokullardaki himaye cemiyetleri birliği ile ilgili olan haberde, cemiyetin
gelirlerinin arttırılması için “...hakiki ve hükmi şahıslardan kaydolunacak azalardan
alınacak aidattan başka, balo, müsamere ve gezintiler tertip edilecektir” deniyor. Bu
yöntem o dönemin bütün ‘hayır cemiyetleri’ tarafından temel gelir kaynağı olarak
kullanılmaktadır.
403
“Barındırma odaları,” Cumhuriyet, 16 Birinciteşrin 1939.
“Fakir talebelere yapılacak yardım,” Cumhuriyet, 27 Birinciteşrin 1939.
405
“Fakir talebenin himayesi,” Cumhuriyet, 9 İkinciteşrin 1939.
404
178
4.1.1 KMÇ Kanunu Öncesi Çocuklara Yönelik Belediye, Darülaceze ve
ÇEK’in Çeşitli Çalışmaları
1920 ve 30’lu yıllarda kamuda çocukların korunmasına ilişkin belirgin bir adres
bulunmamaktadır. Birçok kamu kurumuna dağınık olarak görevler verilmiştir. Bu
kurumlardan biri de belediyedir. Bilindiği üzere belediyeler şehir devlet geleneği olan
Batı dünyasında 8. yüzyılda ortaya çıkmış ve Osmanlıya ancak 19. yüzyılın ikinci
yarısında gelebilmiştir.406 Ancak temelde bir kent idaresi örgütü olan belediye,
kentleşme geleneğinin zayıf olduğu Osmanlı ve daha sonra da erken Cumhuiryet
döneminde etkili olamamıştır. Zafer Toprak’ın da belirttiği gibi kentleşme ve
kentlileşme 1950’li yıllara kadar düşük tempoda seyreden bir olgu olduğu için, belediye
yani kent yönetimi de ciddi bir gündem oluşturamamıştır.407 Bununla birlikte
uygulamadaki yetersizliklere rağmen, belediyelere ilişkin yasal düzenlemeler ise I.
Meşrutiyet’ten beri yapılmaktadır. Cumhuriyet döneminde henüz bir müstakil kanun
çıkmadan önce de hükümet belediyelere yoksullukla mücadele, sosyal yardım,
dilenciliği önleme konularında çalışamalr yapması için düzenlemeler yapmıştır. Örneğin
1925 yılında Bakanlar Kurulu bu yönde bir karar almış ve uygulanmak üzere
belediyelere göndermiştir.408 Cumhuriyet döneminin ilk belediye kanunu olan 5380
sayılı kanun ise 1930 yılında yürürlüğe girmiştir. Kanunla belediyelere bir dizi sosyal
yardım görevi de verilmiştir. Belediyenin gerek çocuklarla ilgili gerek muhtaç
durumdaki kişilere ya da sosyal yardım hizmeti veren kurumlara çeşitli yardımlar
yaptığı bilinmektedir. Vakıfların bir takım görevleri 1930 yılında çıkan yeni kanunla
Belediyelere devredilmiş olmakla birlikte; belediyelerin sosyal işleri yapamayacağı eski
tarihlerde de yapamadığı anlaşıldığından ilk önce sağlık işlerinin bir kısmı hükümet
idaresine alınmış diğer işler içinde ufak tefek teşebbüslere girişilmiştir. Belediyeler
Kanununa göre o günkü belediyelerin bazı görevleri şunlardır: Okulların sağlık işlerine
bakmak, hamamlar yapmak, bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek, ilk tıbbı yardım
406
İlber Ortaylı, “Yerel Yönetim: Devraldığımız Miras”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl Uluslar arası
Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş., IULAEMME (Yayına Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990, s. 65.
407
Zafer Toprak, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Şehremaneti”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl Uluslar
arası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş.,
IULA-EMME (Yayına Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990, s. 75.
408
Adalet Alada, “Türk Belediyeciliğine Kronolojik Yaklaşım (1930-1990”, Türk Belediyeciliğinde 60
Yıl Uluslar arası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol
İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990, s.120.
179
teşkilatı kurmak, hastane, dispanser süt çocuğu muayene, ihtiyar yurtları ve doğumevleri
kurmak ve idare etmek, karşılıksız doğum yardımı için ebe istihdam etmek. Bu hususlar
detaylı olarak Belediyeler Kanununda detaylandırılmıştır. Bu görevlerin başlıcalar
şunlardır: Dilencileri dilenmekten alıkoymak, kimsesiz çocukları, delileri, kazaya ve
afete uğrayanları korumak gözetmek, fakir ailelerin çocuklarına kimsesiz çocuklara
para, hekim, ilaç, yeme-içme, giyinme, barınma, eğitim hizmeti sunmak, eczane,
doğumevi, emzirme evleri, tımarhane kurmak işletmek, yersiz yurtsuz olanlara iş
bulmak, kimsesiz kadın ve çocukları korumak ve fakirler için yatı evleri kurmak.409
Görüldüğü gibi kamusal ve sosyal yardım hizmetleri konusunda belediyelere büyük
vazifeler verilmiştir.
Cumhuriyet
gazetesinin
“Belediyenin
yardımları”410
başlıklı
haberinde
belediyenin bu çerçevede muhtelif kurumlara 242 bin lira yardım vereceği belirtilerek,
para verilecek kuruluşlar şöyle sıralanmıştır: Darülaceze, Darüşşafaka, ‘yoksul
talebelerin iaşesi’ için Hilal-i Ahmer ve Himaye-i Etfal Cemiyeti. Bunların dışında
“Gayrimüslim ekalliyetlere mensup müessesatı hayriye ve mekteplere de on bin liralık
yardım verilmek üzere tetkikat icra edilmektedir” denilmektedir.
Aynı günkü ikinci haberde ‘kimsesizler yurdu tevsi ediliyor” başlığı altında
Belediyenin Ayasofya’da açtığı yurdun 65 kişi olan kapasitenin dolduğu, 15 kişi daha
ilave edildiği bunun da yetmemesi nedeniyle Belediyenin ‘ikinci bir yurt” açmak için
araştırma yaptığı belirtilmektedir. Bu haberden de anlaşıldığına göre, belediye ilk
dönemde kendisine kanunla verilen görevleri yerine getirmek için somut girişimler de
bulunmuştur. Ancak bu sürecin daha sonraki yıllarda devam etmediği ve KMÇ alanının
süreç içinde belediyenin ilgi alanından çıkarak daha çok merkezi idarenin kurumlarına
doğru kaydığı görülmektedir.
1930 ve 1940 yıllarda gerek ÇEK, belediye, valilik ya da çeşitli fabrikalar
çalışan annelerin çocukları için ‘gündüz bakımevi’ amaçlı çeşitli kurumlar açmışlardır.
1931 yılında Edirnekapı’da açılan bu kurumlardan biri günlerce Cumhuriyet gazetesinde
409
410
Duru, s. 74-75.
“Belediyenin yardımları,” Cumhuriyet, 26 Eylül 1931.
180
haber konusu olmuştur. “Edirnekapı’nın incisi dün merasimle açıldı”411 başlıklı ve
‘Yeni bir sıhhat merkezi daha kazandık’ üst başlığı ile verilen haberde, açılışın Vali ve
Belediye reisi Muhittin bey tarafından yapıldığı ve “Çocuk Bakım Evi”nin iki bölümden
oluştuğu belirtilmektedir. Birinci bölüm çocukların ilkokula kadar sağlık kontrollerini
yapabilecekleri bir dispanser, ikinci kısım ise çocuklarını bırakacak kimsesi olmayan
çalışan annelerin gündüz çocuklarını bırakabilecekleri bakım evidir. Bu dönemde
özellikle ÇEK tarafından böyle karma kurumlar açıldığı, açılan dispanserlerle hem
çocuk ve ailelerine sağlık hizmet verildiği hem de kuruma bir gelir kaynağı sağlandığı
bilinmektedir. Özellikle sağlık dispanserinin ne kadar önemli olduğu, yapılan muayene
sayılarında görülmektedir. İzleyen günlerde “Edirnekapı’nın İncisi”412 haberiyle
Edirnekapı’daki çocuk bakım yurdunun açıldığından beri 6449 çocuğun muayene
edildiği öğrenilmektedir. Gündüz bakım evi açılmasına daha sonraki yıllarda da devam
edilmiştir.
1940’lı yıllarda ÇEK çalışan annelerin çocukları için kreş ve gündüz bakımevleri
açmaktadır. Gündüz bakımevleri özellikle ÇEK tarafından açılmakta ve dönemim
hükümetleri tarafından da desteklenmekte ve teşvik edilmektedir. Konu gazetelerde
önemsenerek verilmektedir. Cumhuriyet’te yayınlanan bir haberde ise ‘Beyazıdda tesis
edilen şefkat yuvasında şimdilik 22 yavruya bakılıyor’ deniliyor.413 Açılan kurumun
ÇEK tarafından o dönem birçok yerde kurulan bir ‘gündüz bakımevi’ olduğu
anlaşılmaktadır. Ulus gazetesinde aynı konuda çıkan başka bir haberde bu kez
Malatya’da açılan bir yuva-kreş haberi verilmektedir.414 Haberden sanayinin
gelişmesine paralel olarak, çalışan anneler ve bakılacak çocuklar sorununun çözümüne
ilişkin çeşitli çözümler ortaya çıkmaya başladığı ve bu çözümlerin Anaolu’ya da
yayıldığını görüyoruz.
1930’lu yılların sonuna doğru ÇEK artık üye sayı yaklaşık yirmi bine ulaşan, çok
farklı düzeylerde ve bölgelerde örgütlenmiş ‘ulusal’ bir sivil örgüttür. Ancak ihtiyaç
sahibi çocuk ve yoksullara sınırlı yardım yapabilmektedir. Yeterli ve düzenli geliri
411
“Edirnekapı’nın incisi dün merasimle açıldı,” Cumhuriyet, 8 Haziran 1931.
“Edirnekapı’nın İncisi,” Cumhuriyet, 18 Eylül 1931.
413
“Çocuk Bakımevi,” Cumhuriyet, 7 İkincikânun 1943.
414
“Malatya’da İnhisarlar Çocuk Yuvası bir törenle açıldı,” Ulus, 30.3.1945.
412
181
olmadığı için uzun süreli yardımlar yapamamaktadır. Ayrıca sadece 0–6 yaşlarında
çocuklara yatılı çocuk bakımı ve koruma hizmeti veren Kurumun çoğunlukla gündüzlü
bakım, eğitim ve tedavi hizmetlerine yoğunlaştığı görülmektedir. Bu koşullarda ÇEK
ileri gelenleri Kurumun bütün çocukların ihtiyacın karşılayamayacağının farkındalar ve
bunu ifade ediyorlar.415
1940’lı yıllarda ÇEK bütün çocuklara yönelik çalışan ulusal bir örgüt
görünümündedir. Bu yıllarda yayınlanan broşürlerine bakıldığında Kurumun özel bir
çocuk grubu olarak KMÇ yönelik çalışmalarından ziyade hala ‘çocuk davası’ bir nüfus
olarak sağlıklı çocuklar yetiştirmek davası olarak görülmektedir. Örneğin 1944 yılında
ÇEK’nun İzmir şubesinin yayınladığı ‘Çocuk Davamız’ adlı broşür bu davayı “Türk
milletinin ve Türk vatanının yaşama ve yücelme davasıdır”416 şeklinde tanımlamaktadır.
Kurum bu amacı gerçekleştirmek için üç temel hedef saptamaktadır. Birincisi, çocuk
doğumunu artırmaktır. Nüfus artırma için ‘asil ve gayretli Türk anası’ ve enerjik ve
çalışkan Türk erkeğine güvenilmektedir. İkincisi, doğan çocğu arttırmak olarak tespit
edilmektedir. Üçüncü hedef ise çocuğu cemiyet için yetiştirmek olarak tespit edilirken,
bu hedef şöyle ifade edilmektedir: “Türk çocuğu bugün ailesinin malıdır. Yarın
Cemiyetin malı olacaktır. Türk cemiyeti, cemiyet mefhumunu kavramış, reel bir aile
terbiyesi içinde olgunlaşmış Türk adamları istemektedir.”417 Görüldüğü gibi ÇEK’un
ana gayesi öncelikle bir çocuk grubunu koruma değil, ulusu inşa edecek gelecek
yurttaşları hazırlamaktır. Broşürde 1944 yılına kadar olan çalışmalar ise şöyle
özetlenmektedir: 257 çocuğa ayakkabı yaptırıldı, 340 çocuğa pamuklu kaput, 58 kız
çocuğuna markizet, 147 erkek çocuğuna haki bez, 13 kız çocuğuna basma verilmiştir.
Ayrıca yoksul çocukların da ‘hak eden’ kısmına yardımlar yapıldığı şu ifadelerden
anlaşılmaktadır: “559 fakir ve tam manasile yoksul çocuğa 1886 lira 79 kuruş para
yardımı yapmak icap etti. 736 liralık ilaç yardımı yaptık”418 denilmekte ve daha sonra
ise Kurumun dispanser ve bakımevleri hizmetleri anlatılmaktadır.
415
Libal, s. 75.
Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Dâvamız (1944 Broşürü), İzmir: Meşher Matbaası, 1944, s. 1.
417
Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Dâvamız (1944 Broşürü), s.3.
418
Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Dâvamız (1944 Broşürü), s.6.
416
182
Kathryn Libal’e göre ‘çocuk meselesi’ ancak Cumhuriyet döneminde kamusal
söylem ve sosyal politikanın değişmez tartışma konusu olmuştur. 1920’li yıllarda Sağlık
ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın da kurulması ile birlikte kamu ve sivil örgütlerin karma
bir yapıda çocuk yoksulluğuna karşı çalıştılar. Ancak buna rağmen devlet 1930’larda
ciddi bir çocuk yoksulluğu ile karşı karşıyadır.419 ÇEK biçimsel olarak 19. yüzyıl
sonunda ortaya çıkan çocuk koruma derneklerine benzemektedir; ancak yakından
bakıldığında, Derneğin faaliyetleri ve devletle olan ilişkileri itibariyle sivil niteliğini
bozacak özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca Dernek 1929 yılı sonunda
gelindiğinde ülkenin çok geniş bir kesiminde örgütlenmiş olmasına rağmen, (İzmir’den
Diyarbakır’a kadar yayılan 300 şube) devletin verdiği sınırlı destek ve kendi gelirleri ile
çocuk ülkenin çocuk meselesini çözmek hedefinden oldukça uzaktı.420 Çocuk merkezli
sorunlara dair devletin ilgisi ve söylemi ‘ulus-inşa’ ve nüfus artışı ile iç içe geçmiştir.421
Cumhuriyet ‘ulus-inşası’nda ilköğretime öncelik vermiştir. Bu nedenle 1930’lu yılların
ilkokullarında ortaya çıkan çocuk yoksulluğu görüntülerine karşı hayırsever ve kamu
kurumları çok çeşitli önlemler almışlardır. Bu çerçevede okul çocuklarına ayakkabı,
giyecek ve sıcak yemek kampanyaları oldukça yaygındır.422 ÇEK sürekli olarak bu
kampanyaların en önemli ortağı olmuştur. Ancak daha önce de belirtildiği gibi 1930’lu
yıllarda ÇEK’nun öncelikli hedefi çocuk nüfusunun artması ya da rejimin bekasını
garantiye alacak özneleri üretmektir. Bu hedefler Kurumun yayınlarında çok belirgin
olarak yer almaktadır. ‘Çocuk Davamız’ isimli broşürde yer alan “Kimin Çocuğu?”
başlık yazıda Milli Şef’in ÇEK’na ‘yeni işaretler’ verdiği belirtilip, 1940’lı yıllarda
başlayan kurumsallaşma ihtiyacına gönderme yapılmaktadır. 1940’lı yılların çocuklara
ilişkin ÇEK’in kendisine işaret edilen bu iki hedef şöyle tanımlanmaktadır: “İlk hedefi
çocuk davasını en şumullü anlamiyle ele almak, ikinci hedefi çocukları esirgeyecek
teşkilat vücuda getirmek ve bilhassa sefil çocukları Türk Cemiyetine yararlı bir hale
getirmektir.”423 Görüldüğü gibi ÇEK kendini 1940’lı yıllarda özellikle ‘sefil çocuklar’
alanında çalışacak teşkilat olarak görmüyor ve bu teşkilatın ortaya çıkarılmasını kendine
hedef olarak koyuyor.
419
Libal, s. 54.
Libal, s. 56 ve 62.
421
Libal, s. 58.
422
Libal, s. 59.
423
Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Dâvamız (1944 Broşürü), s.11.
420
183
1940’lı yıllarda artış gösteren ‘sokak çocukları’ sorunu artık ‘çocuk meselesi’nin
merkezinde yer almaktadır. Ancak uzun yıllar özellikle 0-6 yaş bebek ve çocukların
sağlık doğum, hayatta kalma, bakılmaları ve eğitimi ile sınırlı çalışmalar yapan ÇEK
için bu yeni durum uyum sağlanması güç ve hazırlıksız yakalandığı bir durumdur. Bu
durumun ÇEK İstanbul İl Teşkilatının 1944 yılı genel kurul toplantısında da tartışmalara
sebep olduğu görülmektedir. Genel Kurulun il, ilçe ve kol çalışmaları bölümü sorunsuz
olarak tamamlandıktan sonra dilekler bölümünde, sokaklarda çok sayıda çocuğun
dilenmesi, serseri olarak dolanması ve bir kısmının polisler tarafından ‘Çocuk Esirgeme
Kurumunun önünde sürülüyor’ olmasında şikâyet edilmektedir. Bu koşullar altında
devletin bir çalışma yapmaması da şikayet edilerek, bu alanda devletin göreve
çağrılması dile getirilmektedir.424
1930’lu yılların sonu ve 1940’lı yılların yarısına kadar olan süreçte nüfus
arttırma yönünde bir politika sürdürülürken, bu çalışmalrın zaman zaman ırkçı bazı
söylemler içinde yapıldığı görülmeketdir. İş dergisi Cumhuriyet’in 20. yılı nedeniyle
424
Genel Kurulun dilekler bölümünde söz alan Veli Orhan 1940’lı yıllarda devletin çocuk sorunu
karşısında içinde bulunduğu yetersizliği şöyle ifade ederek devleti göreve çağırmaktadır: “1914 senesinde,
harbin en elim zamanında bu memleketin çocuk hakkında büyük bir programı vardı. Darüleytamlar
bugün memlekette büyükler yetiştirmiş güzel müesseselerdi. Çocuk sahip istiyor, varlık istiyor, çocuk
devlet malıdır. Çocuk ana siyasetimizdir. Çocuk işini ana programa almak icap eder. Bu ihtiyacın önüne
geçebilmek için acele darüleytamlar, bu gibi çocuklar için yatılı ilkokullar, öksüz yurtları açalım. Bu
teşebbüs çocuk esirgeme kurumunun 150–200 bin liralık tahsisatı ile başarılmaz. Bu iş devlet işidir. Bunu
devlet eline almalıdır. Biz yardımcı vaziyette kalmalıyız.” Ardından söz alan Reşit Çavdar isimli kurul
üyesi ise devletin yetersizliğini kabul etmekle birlikte, devletin konuyla ilgilenmeye başladığını ve bazı
araştırma ve projelerin hayata geçirileceğine dair ipuçları vermektedir: “Arkadaşımızın sözü doğrudur.
İdare heyetimiz, şube ve kollarla müştereken çalışarak bunların muntazam bir programla, Reisicumhur
Hazretlerinin emir buyurdukları gibi akademik bir şekilde, devlet teşkilatından da istifade edilerek ansızın
iki defa İstanbul şehri içinde tarama yaptı. Hepinizin birlikte uğraştığı bu tarama neticelerini muntazam
bir şekilde tasnif ettirerek grafiklerle resimli albümler ile muntazam dosyalar halinde Reisicumhur
Hazretlerine sunuldu. Devlet Reisinin emirleri ile yüksek idare amirleri bu işle meşguldürler. Bu hususta
esaslı tertibat alınmaktadır. Sanat ve Ziraat müesseslerimizde Devlet ziraat teşkilatlarında bu gibi
yavrular için teşkilat kurulmakta olduğunu öğrenmekteyiz. Bu hususta istical edilerek vakit
kaybedilmemesini, bu gibi zavallı yavruların çoğalmaması bakımından hepimiz de arzu etmekteyiz. İkinci
mesele çocuğu babasının, anasının eline almak kanunlarımıza aykırıdır. Bu hususta elbet bir kanun da
çıkacaktır.” Çıkması istemen kanun 1949 yılında çıkacak olan 5386 sayılı KMÇ Kanunudur. 1940’lı
yıllarda artan sokaktaki çocuklar sorunu karşısında artık sivil örgütlerin yeterli olmadığı ve bu soruna
devletin el koyması gerektiği, genel kurul toplantı başkanınca da kabul edilerek, daha fazla çalışma
yapılması talebinin genel kongreden istenmesi temennisinde bulunmaktadır. Bu tartışmalar ve ÇEK
İstanbul Şubesi ve bağlı kolların 1943–1944 yılları çalışma raporu ve genel kurul toplantı tutanağındaki
diğer ayrıntılar için bkz. Çocuk Esirgeme Kurumu İstanbul merkezi ile, Kaza ve Nahiyelerinin 1943–
1944 senesine ait mesai hülâsaları (tarihsiz ve imzasız rapor).
184
1944 yılında ‘çocuk meselesi’ konusunda geniş kapsamlı bir özel sayı çıkarmıştır.
Derginin ‘yeni Türkiye’de çocuk’ başlıklı sunuş yazısında daha sonraki birçok yazının
bakış açısını gösterecek ipuçları vermektedir. Yazıda ‘çocuk meselesi’ esas olarak bir
nüfus artışı ve bu nüfus artışı da Türk nüfusunun artışı olarak merkeze alınmaktadır.
Ancak nüfus artışının sağlanması sadece doğumların arttırılması ile değil diğer yandan
da doğan bebek ve çocukların erken ölümlerinin engellenmesine bağlıdır. Bunun için
doktorlar göreve çağrılmaktadır. Daha sonra sokaklarda aç ve sefil kalan çocukların
Ermeni, Rum ya da Yahudi değil sadece Türk çocukları olduğu ve bunu önlemek için de
Türk sosyal siyasetçileri göreve çağrılmaktadır. Gittikçe ‘ırkçı’ bir tonlama ile ‘Türklük’
ve ‘Türkçülük’ şöyle vurgulanmaktadır: “Nihayet ‘Türküz ve Türkçü kalacağız!’ diyen
Türk politikacısı, bugünkü devler boğuşması sonunda, muvakkat bir zaman için bile
olsa kurulacak dünya nizamında rastgele bir ‘insan’ değil, Sarı’nın, Anglosakson’un ve
Cermen’in yanında sesini yükseltecek bir ‘Türk’ görmek, bu Türk’ü, 1943’ün Türk
çocuğunda selamlamak istiyor.”425 Anlaşıldığına göre yeni rejimin aydınları Osmanlının
yıkılması ile ortaya çıkan büyük nüfus kaybının yani ‘güç kaybı’nın yarattığı korkuyu
bu kez ‘bebek ve çocuk ölümleri’nde yeniden yaşamaktadırlar. Bu nedenle çocuk
ölümlerini önlemek, nüfusu arttırmak adeta bir varlık-yokluk meselesi olarak ortaya
çıkmaktadır.
Aynı konuyu işleyen Ömer Celâl Sarç da bebek ölüm oranlarını çok yüksek
olarak tespit ederek önlemler öngörmektedir. Sarç’ın tespitlerine göre 1931-35
yıllarında İstanbul’da ölümlerin %21’i 0-4 yaşındaki çocuklardan oluşmaktadır. Bu oran
İzmir için %30 ve Ankara için %43 gibi son derece yüksek bir orana çıkmaktadır.426
Nüfus arttırma devlet organları için olduğu kadar dönemin ‘sivil örgütleri’ için
de temel bir politika olarak ortaya çıkmaktadır. Çocuk Esirgeme Kurumu kuruluşundan
itibaren yeni rejimin siyasal ülkülerine bağlı ve devlet organları ile paralel çalışmalar
yapmıştır. ÇEK’nun ‘çocuk esirgeme’ tekniklerinden temel olarak nüfus artışını
kastettiği yayınlarına da rastlamaktadır. Örneğin ‘Çocukları Esirgemenin Modern
Tekniği’ isimli 1937 tarihli kitapçığında çocuk esirgemenin “gayesi doğumları
425
426
“Yeni Türkiye’de Çocuk’, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s.1.
Ömer Celâl Sarç, “Türkiye’de Çocuk Ölümleri”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 63.
185
arttırmak ve ölümü azaltmak suretile nüfusu çoğaltmak ve vücut, ahlak, ruh bakımından
sıhhatli bir halk kütlesi yaratmak olduğuna göre çocuk esirgeme (nüfus işi) ve (sıhhat
siyasası) dır”427 şeklinde tanımlanmaktadır. Kitapçıkta daha sonra çocuk esirgemenin
çeşitli boyutları şöyle sıralanmaktadır: Anne olacakları gebelikten önce korunması,
gebelerin ve rahimdeki ceninin korunması, annenin doğumdan sonra korunması, meme
çocuğunun (0-1) korunması, okul yaşına kadar çocuğun korunması ve okul çocuğunun
korunması. Bu sayılan tekniklerden anlaşılacağı üzere 1930’lu yıllarda ÇEK’nun temel
hedefi bütün çocuklara yönelik olup, temel amaç sağlıklı doğum ve bebek ölümlerinin
engellenmesidir. Örneğin çocuk esirgemenin bir çocuk ölümlerini engellemeye yönelik
‘propaganda’ işi olduğu, bu propagandanın bir hedefinin de ‘şarlatanların’ sözlerine
kanarak çocuklarını mezara gömen bedbaht annelere yönelik olduğu belirtilmektedir.428
Ancak dönemin ‘ırkçı’ eğilimlerinin ÇEK’nun söylemine de yansıdığı görülmektedir.
“Çocuk Esirgeme Teşekkülü ırkı ıslah vazifesi ile mükelleftir’ denen bölümde, “IRKIN
İSTİKBALİ DOĞUMDAN EVVELKİ PÜERİKÜLTÜRE BAĞLIDIR. Evlenme ve doğum
arzu ve tesadüfe bağlı kaldıkça, halkın terbiyesi ihmal edildikçe irsiyettin meş’um
neticelerine mani olmak ve ırkın istikbalini kurtarmak mümkün olamaz”429 denmektedir.
Ulus-inşa sürecinin erken dönemi olan 1930’lu yıllarda kaybolan nüfusun yeniden
kazanılması temel siyasal hedef olarak ortaya çıkarken, çocuk meselesi gibi sosyal
konuların da genel olarak bu hedefe uyumlu olduğu görülmektedir. Bu nedenle bu
dönem ÇEK’nun çocuk ölümlerine karşı çalışmaları, gürbüz çocuk kampanyaları
doğum, beslenme, eğitim gibi devletin geliştirdiği ‘bio-politika’ çerçevesinde
değerlendirilebilir.430 Örneğin ÇEK o dönem çocuk esirgemede gerekli olan mesleklerin
ilk sırasına ‘mütehassıs hekimler’i yerleştirmektedir.431
427
Kutsi Halkacı, Çocukları Esirgemenin Modern Tekniği, İstanbul: TÇEK, İstanbul Merkez Hey’eti
Neşriyatı, Sayı: 3, 1937, s. 3.
428
Halkacı, s. 11.
429
Halkacı, s. 13. Metnin orijinalinde cümle büyük harflerle yazılmıştır.
430
Türkiye’deki sosyal hizmetler tarihini bu çerçevede değerlendiren Selen Göbelez, özellikle 1930 tarihli
Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun uygulanmasını biyo-politakanın yasal zemini olarak değerlendirmektedir.
Bkz. Göbelez, s. 63.; Erken Cumhuriyet döneminde devletin ‘sosyal alan’a ‘beden’ üzerinden
müdahalesinin bir diğer yolu da, beden terbiyesi ve spor çalışmalarıdır. Yeni rejimin kendi ideolojisini
kitlelere taşımada, kitlelerde bir rıza kültürü oluşturmada, geleceğin bekasının güvencesi olan sağlıklı ve
‘gürbüz’ bireyler üretmede sporu ve beden eğitimini de önemsediği görünmektedir. Devletin beden
eğitimi yoluyla ‘sosyal alan’ı dizayn etmesine ilişkin bir çalışan için bkz. Yiğit Akın, “Gürbüz ve Yavuz
Evlatlar”- Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor, İstanbul: İletişim yayınları, 2004, s. 36-44.
431
Halkacı, s. 20.
186
1930’lu yıllarda çocuk meselesi ile ilgili önemli bazı haberler Darülâceze ve
buradaki çocukların ve bebeklerin durumuyla ilgilidir. “Süt meselesi esaslı surette
halledilmelidir!”432 başlıklı haberde şehir meclisinde Darülaceze’nin durumuyla ilgili
hararetli tartışmalar olduğu belirtilen haberde, konuya ilişkin bir rapor hazırlatıldığı,
darülacezenin durumunun eskiye göre iyiye gittiği, eskiden çocuk ölüm oranın % 80
iken % 37’e kadar düşürüldüğü, kreş bölümünde izdiham olduğu, çocukların çift
yatırıldığı ve on çocuğa bir kadın düştüğü belirtilmektedir.
Darülacezenin kreş ya da diğer adıyla ırzahane bölümü 1903 yılında dört yaş altı
ve öncelikle terkedilmiş çocukları barındırmak üzere hizmete açılmıştır. Ayrıca II.
Abdülhamid’in prestij kurumlarından olduğu için dönemin bütün imkan ve teknolojisi
kullanılarak tefriş edilmiş; nitelikli hemşire ve diğer personel tamamen özenilerek
istihdam edilmiştir. Aynı dönemde hizmete açılan ‘eytamhane’ (yetimhane) bölümü ise
kreş bölümünü tamamlayacak şekilde dört yaş üstü çocuklara bakacak şekilde
düzenlenmiştir.433
1939 yılında Darülâceze’nin yetersiz olması nedeniyle bir ‘kimsesizler yurdu’
kurulduğu ancak mevcut durumunun çok ‘perişan’ olduğu, bu yurtta her yaş ve
cinsiyette kimsesiz kaldığı belirtilmektedir. “Kimsesizler yurdu”434 başlıklı haberde, bu
yurtta Darülaceze’nin doğum yerleri İstanbul olmadığı için kabul etmediği kimsesiz,
gidecek yeri olmayan kız ve erkek çocuk, yetişkin erkek ve kadınlar, aileler ve bazı
bulaşıcı hastalıklı kişilerin de kaldığı belirtilmektedir. İçinde barınanların özelliklerine
uygun bir ismi olan Yeşildirek ‘Kimsesizler Yurdunun” hangi idareye bağlı olduğu
haberden anlaşılamamaktadır. Ancak haber-yorumun yazarı Selahattin Güngör, yurdun
olumsuz durumunu önceden tespit eden Eminönü Halkevinin yurda hergün sıcak yemek
vereceğini müjdelediğini belirtmektedir.
Cumhuriyet döneminde ilk kurumsal sosyal hizmet uygulamalarından birine
sosyal yardım şeklinde ‘Halkevlerinde’ karşılaşılmaktadır. Eşref Kılıç 1932 yılındaki
432
“Süt meselesi esaslı surette halledilmelidir!” Cumhuriyet, 8 Mayıs 1931.
Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet, s. 211- 212.
434
“Kimsesizler yurdu,” Cumhuriyet, 31 Birinciteşrin 1939.
433
187
ikinci kuruluşu ile birlikte, Cumhuriyet devrimlerini yaygınlaştırma ve kökleştirmek
görevi yanında verdiği kurslar ve diğer sosyal faaliyetlerle bir yaygın eğitim kurumu
hüviyeti kazanan Halkevlerinin ‘sosyal yardımlar’ da yaptığını belirtmektedir.435
Dönemin iktidar partisi CHP’nin siyasi ve kültürel politikalarını halka
benimsetmeye çalışan kurum olarak bilinen Halkevlerinin dokuz faaliyet alanından bir
kısmı sosyal hizmet ve sosyal yardım kapsamı içinde değerlendirilebilir. Örneğin
Halkevlerinin yapması gerekli işler arasında bakımevleri, süt damlaları, kreşler, öğrenci
yurtları açmak, kimsesiz okul çocuklarına yemek ve yardımlarda bulunmak ve işsizlere
iş bulmada yardımcı olmak gibi doğrudan ‘sosyal hizmet’ sayılabilecek işler
sayılmıştır.436 1932 yılında kurulan ve 32 Halkevi başlayan çalışmalar, sürekli artış
göstererek 1946 yılına geldiğinde 455 Halkevi ve 4.066 Halkodası sayısına ulaşılmıştır.
O dönem var olan 63 ilin tümünde birer Halkevi açılmıştır; ayrıca 288 ilçe, 73 bucak ve
28 köyde halkevi açılmıştı. Halkodaları ise daha çok köylerde olmak üzere, diğer bucak
ve bazı ilçelerde etkinliklerini sürdürüyordu.437
1930’lu yıllardaki dağınık yapı içinde kamu tarafından çocuklara yönelik verilen
diğer bazı hizmetlere ise İzmir ilinde rastlanmaktadır. Bu yıllarda henüz merkezi
idarenin görevleri arasında görülmeyen sosyal hizmetler ve KMÇ hizmetleri kısmen
belediyeler ve valiliklerin özel teşebbüsleri ile karşılanmaktaydı. İzmir Belediyesi de bu
çercevede ilk olarak 1923 yılında bir çocuk yuvası açmıştır. Bu yuva talimatnamesine
göre 3 yaşına kadar çocuk bakması gerekirken; daha büyük yaştaki çocuklar için bir
merkez olmadığı için çocuklar yatılı okullara yönlendiriliyordu.438
435
Eşref Kılıç, “Yaygın Eğitim,” Cumhuriyet Döneminde Eğitim içinde, İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi Kılıç, 1982, s..477.
436
Şerafettin Turan, “Etkin Bir Eğitim, Kültür ve Sosyal Dayanışma Kurumu Olarak Halkevleri,” Bilanço
1923-1998 içinde Zeynep Rona (Edt.), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s. 213-214.
437
Turan, s. 213. Örgütlenme yaygınlığı, dönemin tek partisi ve iktidar partisi olan CHP ile organik
ilişkilerine bakıldığında ve devletten aldığı destek de dikkate alınarak dönemin Halkevlerini birer kamu
kurumu hüviyetli Halk Eğitim Merkezi ya da zamanın Toplum Merkezleri olarak değerlendirilebilir. 1950
yılına varıldığında Halkevi ve Halkodalarının sayısı 4.810’a ulaşarak hemen hemen bütün nüfusu
kaplayacak bir örgütlülüğe ulaşmış; üye sayısı yüz binleri, etkinlikleri ile hizmetlerinden yararlanan kişi
sayısı ise milyonları aşmıştır. Bu niteliği ile tek parti döneminde rejimin ideolojisini topluma götüren bir
hüviyete sahipken, çok partili dönemde siyasi çatışmalar nedeniyle bu etkinliğini kaybetmiştir. Devlet
tarafından himaye görmediği ve destek alamadığı için de kapanma süreci hızlanmıştır.
438
Erkan Serçe, Tanzimat’tan Cumhuriye’te İzmir’de Belediye (1868-1945), İzmir: Dokuz Eylül
Yayınları, 1998, s. 309-310.
188
1930’lu yıllarda İzmir’de çocuklara yönelik önemli bir diğer çalışma da dönemin
valisi Kazım Dirik’in çocuk yurtları ya da çocuk yaz kamplarıdır. İzmir’de
gerçekleştirilen çocuk yaz kampları uygulaması Türkiye’deki ilk uygulamadır. 1930’lu
yılların başında uygulamaya geçen yaz kampları uygulamasının ulusal bir politikaya
dönüşmesi için çalışmalar yapılmış olmakla birlikte bu uygulama yerel düzeyde
kalmıştır. Çalışma temelde çok çeşitli düzeylerde yoksunluklar içinde bulunan köy
çocuklarını hedeflemiştir. Bu uygulmanın gerisinde ise Cumhuriyet rejiminin halkçılık,
nüfus sağlığı ve nüfus artışı fikri yatmaktadır.439 1934 yılında ilki gerçekleştirilen çocuk
kampı sayısı 1935 yılında on ikiye çıkmıştır. Kamplar vilayet bütçesi ile II. Dünya
Savaşı yıllarına kadar varlığını sürdürmüş; ancak savaş yıllarındaki tasarruf tedbirleri
nedeniyle bu kamplar da tarih sahnesinden çekilmeya başlamıştır.440
4.2 1940’larda Karma Yapı: Devletin Korunmaya Muhtaç Çocuklar
Alanında Yeniden Ortaya Çıkması
Çocuk koruma sisteminde kamusal kaynaklarla doğrudan desteklenen tek sistem
olan Darüleytamların 1926 yılında tamamen kapatılmasından itibaren, devlet 1940’li
yılların sonuna kadar bu alana doğrudan girmedi. Sadece çocuklar değil, korunmaya
muhtaç diğer toplum kesimleri ve genel olarak yoksullarla ilgili de doğrudan sorumlu
merkezi bir kamu kurumu bu dönemde bulunmamaktadır. Ayşe Buğra, devletin sosyal
alanda ve özellikle yoksulluk alanında bulunmamasının, toplum katında da
içselleştirildiğini, dolayısıyla ‘devletçi’ dönemde ‘devletçi’ olmayan bir siyasal-sosyal
kültürün yerleştiğini belirtmektedir:
“Çok devletçi bir devlet olduğu söylenen Türkiye’de, özelikle devletçi dönem olarak
bilinen tek parti döneminde, yoksullukla mücadele devletin sorumlulukları arasında
sayılmıyordu ve gönüllü çabalara çok büyük önem veriliyordu. Tuhaf bir biçimde, her şey
devletten beklediği sık sık vurgulanan milletimiz, yoksulluğu önlemek konusunda devletten bir
şey bekler gibi görünmüyor ve sefalet manzaraları karşısında ilk tepkisi “Devletimiz
nerede?” değil, “Zenginlerimiz nerede?” oluyor. Bu, dönemin en çok tartışılan sosyal
sorunu, çocuk yoksulluğunun, durumunda bile böyle. Korunmaya muhtaç çocukların “devlet
439
Günver Güneş, “Cumhuriyet'in ilk Yıllarında Halkçılığa Doğru İzmir’de Çocuk Yurtları,” Bilgi ve
Bellek, Yıl:1 Sayı: 1, Kış 2004, s. 182.
440
Güneş, s. 192.
189
işi” olduğunu kabul eden 5387 sayılı kanunun, ancak 1949’da, tek parti döneminden sonra
yürürlüğe girdiğini biliyoruz.”441
Ancak KMÇ konusunda da kamu sorumluluğunun kabulü anlamına gelen ilk
kanunun çıkarılmasına kolay gelinmemiştir. Kanun teklifi yıllarca tartışıldıktan sonra
1945 yılında TBMM başkanlığına sunulmasına rağmen, ilk KMÇ Kanununun çıkması
ancak 1949 yılı sonunda gereçekleşebilmiştir. Bu kanunun gündeme gelmesi ve
Mecliste görülebilmesinin en önemli nedeni ‘sokak çocukları’ gibi görünür alandaki
‘çocuk sorunlarının’ artması ve kamuoyunun bu konuya yönelik ilgisidir.
Aslında sokak çocukları (burada daha çok sokakta çalışan anlamında) İstanbul
için yeni bir olgu değildir. 19. yüzyıl sonlarında İstanbul’da görülen ‘dilenci’ ve
‘serseriler’ o dönem için önemli bir toplumsal sorun iken, 1940'lı yıllarda sokak
çocukları hakkında geniş kapsamlı bir araştırmanın442 yapılmış olması; konunun uzun
yıllardır toplumun gündemindeki ciddi bir sorun olarak varolduğunu göstermektedir.
Araştırma ile 1940'li yıllarda İstanbul'da sokaklarda çalışan çocukların çalışma
bölgeleri, milliyetleri, doğum yerleri, yaptıkları iş türleri tespit edilmiş; ayrıca aile
üyeleri hakkında da temel verilere ulaşılmaya çalışılmıştır. Araştırmanın belki en önemli
tarafı bu çocukların yeniden topluma kazandırılması için geliştirilen çözüm projesidir.
Ayrıntılı işleyişi verilen pavyonlarda (kurulacak merkezin bölümleri) çocukların sıkı bir
disiplin içinde eğitilmesini öngören bu projenin uygulanıp uygulanmadığı ise yazıda
belirtilmemiştir.443
441
Ayşe Buğra, “Devletçi Dönemde Yoksulluğa Bakış ve Sosyal Politika: ‘Zenginlerimiz nerede?’”
Toplum ve Bilim, no. 99, Kış 2003/2004, s. 75.; Ayrıca Ayşe Buğra kırsal alandan kitlelerin kopup
kentlere gelişleri sonucu ortaya çıkan yoksullukla devletin mücadele tarzında 1980’li yıllara kadar büyük
oranda Batılı anlamda bir yoksullukla mücadele biçiminin yer almadığını belirtmektedir. Bkz. Ayşe
Buğra, “Poverty and Citizenship: An Overview of the Social-Policy Environment in Republican Turkey”,
International Journal of Middle East Studies, 39, 2007, s. 48.
442
Sevda Uluğtekin (1999) "1940'lı Yıllarda İstanbul'da Sokak Çocukları," Prof. Dr. Sema KUT'a
Armağan içinde, Nesrin G. KOŞAR (Edt.), Ankara: H.Ü. Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu Yayınları,
1999. Çocuk Esirgeme Kurumu arşivinde bulunmuş olan bu belge Sevda Uluğtekin tarafından
sadeleştirilerek yayımlanmıştır.
443
Araştırmayla 1940'lı yılların İstanbul sokaklarında çalışan çocukların temel özellikleri hakkında şu
sonuçlara varılmış:
"Ankete tabi tutulan 2848 çocuğun %2.3'ü Bakırköy, %3.5'I Beşiktaş ve Arnavutköy, %39.4'ü Beyoğlu;
%22.9'u Eminönü; %3.5'i Eyüp; %16.7'si Fatih; %7.3'ü Kadıköy, %0.5'I Sarıyer, %3.9'u Üsküdar'dandır.
Bu çocuklar özellikle Beyoğlu kazasının Kasımpaşa ve Galata nahiyesi ile Eminönü, Fatih ve Kadıköy
kazalarının merkez nahiyelerinde yoğun olarak bulunmaktadırlar. Çocukların %88'i erkek, %12'si kızdır.
'Yaş itibariyle' çocukların %3.3'ü beş; %4.9'u altı; %5.7'si yedi; %7.6'sı sekiz, %8.4'ü dokuz, %11.0'I on;
%11'I on bir; %24.4'ü on iki; %24.1'I oniki ile onyedi yaşları arasındadır. 'Doğum itibariyle' çocukların
%51.1'I İstanbul, %15.7'si Doğu, %6.8'I Karadeniz, %2.8'si Merkez Yaylası, %2.9'u Ege Bölgesi, %7'si
190
Aynı araştırmada çocuklar anne ve babaların durumuna bağlı olarak dokuz
kategoriye ayrılarak şöyle tanımlanmaktadır:
"1-Anne ve babası hayatta olan çocuklar: Bu çocukların aileleri çok yoksul olduğundan, aile
geçimine katkıda bulunmak üzere çalışmak zorunda kalmışlardır.
2-Bakacak kimsesi olmayan çocuklar: Ana babaları çalışmak durumunda olan bu çocuklar,
evde kendilerine bakacak kimse olmadığından, 'komşu elinde kalmakta' ve bu da '…günün
birinde sokaka düşmelerine yol açmaktadır.
3-Ana ve babasını kaybetmiş çocuklar:Ana ve babaları öldükten sonra kimsesiz kalan bu
çocukların bir kısmı 'akraba elinde' bir kısmı da 'koşuların nezareti altında' bulundukları
sırada geçim sıkıntısı karşısında hayatlarını kazanmak amacıyla sokağa düşmüşlerdir.
4-Üvey ana ve baba elinde kalan çocuklar: annesini ya da babasını kaybettikten sonra, üvey
anne veya üvey babaya sahip olma bu çocuklar, 'evde daima haşin muamele görerek' evden
atılmış ve sokağa düşmüşlerdir.
5-İlkokulda devam ettiği halde çalışan ve dilenen çocuklardır: Dar gelirli bazı ailelerin
çocukları akşam okuldan dönünce, aile bütçesine katkıda bulunmak üzere, kimi gazete, kimi
işporta malı satmak, kimi de dilenmek üzere sokağa çıkmaktadır.
6-Aile geçimsizlikleri ve ilgisizliği yüzünden sokağa düşen çocuklar: Ailede ana babanın süre
giden geçimsizliği, kötü alışkanlıkları ve 'ahlaksızlıkları' nedeniyle bunalmış çocuklar, aynı
zamanda eğitimsiz olan ailelerin ilgisizliğinden sokağa düşmüşlerdir.
7-'Mütereddi' ve piskopat çocuklar: Doğuştan 'mütereddi,' psikopat, saralı veya diğer
hastalıkları olan bu çocuklar, hastalıkları nedeniyle aile ortamı, mahalle veya okuldan
kovulmuş ve sokaklardaki hiçbir iş yapmayarak 'serseri dolaşırlar'.
8-'Sokak mahsulü' çocuklar: Yersiz, yurtsuz, serseri, hırsız, yankesici, sarhoş, kumarbaz ana
babaları olan bu çocuklar tam anlamıyla sokakta büyümüşlerdir. Bu çocuklar da ana
babaları gibi 'hırsızlık ve dilencilik' yaparlar.
9-Örgütlenmiş bir şekilde istismar edilen çocuklar: Bazı 'ahlak düşkünü' kimseler, 'kambur,
topal, kör, yaralı' çocukları, örgütlü bir biçimde Anadolu'dan bularak dilenmek üzere
İstanbul sokaklarına bırakmaktadır. Bu dilenen çocukların tüm kazançları kendilerini
çalıştıran bu adamlarındır." 444
Tek parti dönemi yoksulluk politikasını dönemin basınına yansımalarıyla
inceleyen Ayşe Buğra, yukarda andığımız ‘sokak çocukları’ araştırmasınının basında
geniş yankı bulduğunu belirtmektedir. Osmanlı döneminde başlayan dilencilerin
gözönünde olmaması, kamusal mekânların düzenini bozmaması için memleketlerine
Akdeniz, %10'u Trakya ve Marmara; %29'u Rumeli havalisi; %0.5'I Arnavutluk'tandır. 'Milliyet
itibariyle' çocukların %94'ü Türk, %1.7'si Rum; %1.6'si Ermeni, %16'si Yahudi, %1.2'si 'sair
milletler'dendir. Çocukların %59'nun ana babaları hayattadır. Ana babaları ölmüş olanların oranı %12.7
olup yalnız annelerini kaybedenler %10.1, yalnız babasını kaybedenler ise %18.2 oranındadır. 'Meslek
itibariyle', çocukların %17.8'si küfeci, %4.9'u gazete satıcısı, %1.9'u karamelacı, %3.2'si diğer işporta
malı satıcısı, %10.4'ü dilenen, %8.2'si çırak, %23.3'ü 'serseri dolaşan'; %9.9'u 'yalınayak dolaşan',
%20.4'ü iş yapmayan çocuklardır. Çalışan 1137 çocuğun &63'ü kazandığı paranın tamamını, %15'I ise
yarısını ailesine vermektedir; kazandığı paranın tümünü kendi harcayanların oranı ise %22'dir." Bkz.
Uluğtekin, s. 200-201.
444
Uluğtekin, s. 201-202.
191
gönderilmesi uygulamasının farklı biçimlerde; tecrit etme biçiminde kamuoyunun
ilgisine girdiği görülmektedir.445
O günlerin Tan gazetesi incelendiğinde özellikle Said Kesler’in ‘çocuk meselesi’
ile özel olarak ilgilendiği ve dizi haberler hazırladığı görülmektedir. 31 Mart 1943
tarihinden itibaren Said Kesler, ‘serseri çocukları’ konu aldığı yeni bir yazı dizisine
başlatarak ‘çocuk meselesine’ olan ilgiyi sürekli tutmaya çalışmaktadır.446 İstanbul
sokaklarında karşılaştığı ‘vahim çocuk’ görüntülerini betimleyen Kesler, ‘Gemi
enkazlarında, metruk binalarda, yıkık camilerde, tabutluklardaki boş tabutların içlerinde
geceleyen bu zavallılar bu hale nasıl düşerler?’ sorusunun cevabını, çeşitli sokaklarda
karşılaştığı ‘serseri çocuklarla’ konuşarak ve onların kişisel hikâyelerini anlatarak
vermeye çalışır. Kesler Tan gazetesinde başlattığı yazı dizisinin ikincisinde bu kez
‘sokaklardaki çocuklarla savaşma usulleri’ üzerinde durmaktadır. Bu yazıda Kesler
‘sokaktaki çocuğu’ bütün geçmişinden, toplumsal bağlarından bağımsız bir şekilde,
sokakta göründüğü şekliyle, toplumdan izole bir biçimde yaşayan kişi olarak
tanımlamaktadır. Büyük oranda asayiş ve zabıtanın uğraş alanı olarak tespit edilen
‘serseri çocuklar’ meselesi ise şöyle tanımlanmaktadır:
445
Ayşe Buğra gazete haberlerine dayanarak 1940’lı yılların çocuk yoksulluğunu şöyle
değerlendirmektedir: “O yıllarda sayılarının 6000 olduğu söylenen İstanbul’daki Sokak çocukları
bütün bu yardım mekanizmalarının dışında. Onlarla ilgili olarak, tecrit stratejisini, hem
kategorizasyon ve istatistiklere hapsetme anlamında, hem de fiziksel olarak gözönünden kaldırma
biçiminde gündeme geldiğini görüyoruz. Mesela, ilk aylarında İstanbul sokaklarında yirmiden fazla
sokak çocuğunun donarak öldüğü 1943 başında, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun İstanbul zabıtasıyla
el ele verip, “bir tanesini elden kaçırmamak suretiyle” çok geniş kapsamlı bir serseri çocuk sayımı
yaptıklarına ve bunları bir tasnife tabi tuttuklarını ve bunun büyük bir gizlilik içinde yapıldığına dair,
insanı biraz ürküten haberlere rastlanıyor (Tan, 2 Nisan ve 25 Nisan 1943). Tasnifin aşağı yukarı
şöyle olduğu anlaşılıyor: Bu çocukların çok küçük bir kısmı, ebeveynlerinden üç-beş lira
karşılığında satın alınıp dilendirilmek üzere İstanbul’a getirilenlerden oluşur. Bu istisnai grubun
dışında, yüzde 70’inin babaları da serseridir ve sokaklarda doğup büyümüşlerdir; yüzde 30 kadarı
ise, “evden düşme”dır, önce sırtlarında küfe veya boyunlarında karamela kutusuyla hayatlarını
kazanmaya çalışırlar, sonra serserilere karışıp serseri olurlar. Eğer birkaç ay içinde bulunup bu
muhitten ayrılabilirlerse kurtulmaları ihtimali var, üç-beş ay geçtikten sonra “serserilik mikrobuyla
aşılanmakta ve artık cemiyet hayatından zevk almamaktadırlar” (Tan, 2 Nisan 1943). Bu arada,
çocuk serserilerin en zor serserilik vakası oldukları çünkü yakalanmalarının çok güç olduğu
bildiriliyor. Nitekim, İstanbul’da on ay içinde 1290 çocuk yakalanmış, bir kısmı memleketlerine
gönderilmiş, bir kısmı da Darülaceze’ye veya aile yanına verilmiş, fakat hepsi muhtelif yollarla eski
serseriliklerine dönmüşler. Bu tasnif ve tespitlerin, sokak çocukları sorunuyla ilgili yeni bir
yaklaşıma yol açmadığını ve dilencilere uygulanan ata yadigarı toplayıp şehir dışına atma yöntemine
başvurulmuş olduğunu, daha sonraki aylarda gazetelere yansıyan haberlerden anlıyoruz.” Buğra,
“Devletçi Dönemde Yoksulluğa Bakış ve Sosyal Politika: ‘Zenginlerimiz Nerede?’”, s. 86-87.
446
Said Kesler, “Serseri Çocuklar,” Tan, 31 Mart 1943.
192
“Şehir sokaklarında adım başında rastladığımız, iğrenerek acıdığımız sokak
çocuklarının menşelerini aradığımız zaman görüyoruz ki, bunlar sokağa gelişigüzel
bırakılıvermiş insanlar olmaktan ziyade sokağa doğmuş zavallılardır. Hâlk tabiri ile sokak
mahsulleridir. Yüzde yetmiş beşinin babası serseridir. Hırsız, yankesici, sarhoş, kumarbaz ve
yersiz yurdsuz bir babanın, gelişigüzel rastladığı yersiz yurtsuz, adsız ve ailesiz bir kadınla
birleşmesinden, sözde aile kurmasından husule gelen bu bedbahtlar sokakta emzirilip sokakta
büyütülmüşler, sonra babalarını veya analarını kaybedince ebedi meskeni olan kaldırımı
yadırgamamışlardır. Bunların sanatları da babalanın sanatları olan yankesicilik, serserilik ve
nihayet serseriliktir. Bulunca çalar, bulamazsa dilenir. Geri kalan yüzde otuz vaktile iyi bir
yuvanın yavrusu iken kimsesiz ve alâkasız kalış yüzünden sokağa düşmüştür.”447
Yazıda çocukların içinde bulunduğu hırsızlık, serserilik gibi “patolojik”
durumların açıklanmasında toplumsal ve ailevi dinamiklerin hiç dikkate alınmadığı;
sosyal patolojilerin adeta ‘kalıtsal’ yollarla devir alınan bir özellik olduğu ifade
edilmektedir. Kesler toplumsal bağlarından bağımsız olarak tanımladığı bu çocuklarla
‘ilgilenen’ ya da onun tabiriyle ‘savaşan’ zâbıtanın çocukları şöyle tasnif ettiğini
belirtmektedir:
“1) Cidden malul ve muhtaç olan serseri ve dilenciler. Çocuk serseriler yaşları ilerledikçe,
hergün çektikleri sefaletin tabii neticesi olarak hasta, sakat, veremli bir halde bazen uzun
müddet yaşabilmekte, nihayet cemiyetin şefkat ve merhametine muhtaç bir hale
gelmektedirler. (…) Pek çocuğu uzun müddet yaşayamamakta, sokaklarda ölmektedirler. Bu
yıl yirmiden fazla çocuk sokaklarda donarak ölmüştür. Bunlar ele geçtikçe Darülâcezeye
gönderilmektedir. 2- Çalışabilecek kudrette olan büyük serseriler. (…) 3- Çocuk serseriler.
Bunlar da dilencilik, hırsızlık ve yankesicilik yaparak yaşamaktadırlar. Zabıtayı en çok yoran
bu üçüncü sınıftır. Çünkü yakalanması güçtür. Polis memurunu daha uzaktan sezmekte,
kaçmaktadırlar. (…) On ay içinde bunlardan 1290 çocuk yakalanmış, Darülâcezeye veya
memleketlerine gönderilmiş, aileler yanına verilmiş, fakat hepsi de muhtelif yollarla yine eski
serseriliğe dönmüşlerdir.”448
Savaş yılları da olan bu dönemde toplumun ciddi bir kıtlık sorunu ile karşı karşıya
olduğu da dikkate alındığında Said Kesler’in tasvir ettiği bu çocuk sefaleti
anlaşılabiliyor. Ancak sokaklarda çocukların soğuktan ölüyor olması sadece yoksullukla
açıklanacak bir durum değil; aynı zamanda devletin sosyal alanda örgütlenmemesi ve
kurumsal gelenek yaratmama tercihi ile ilişkilidir.
4.2.1 1940’li Yıllar: “Kimsesiz, sefil bir varlık” Olarak Sokak Çocukları
Yukarıda belirtildiği gibi çocuklara dair olumsuz haberlere 1930’lu yılların
başından itibaren çeşitli gazetelerde sıklıkla rastlanmaktadır. Bu haberlerin 1940’lı
447
448
Said Kesler, ‘Sokaklardaki Çocuklarla Savaşma Usulleri’, Tan, 2 Nisan 1943.
Said Kesler, ‘Sokaklardaki Çocuklarla Savaşma Usulleri’, Tan, 2 Nisan 1943.
193
yıllarda daha fazla çeşitlendiği ve konuyla ilgili olarak dönemin fikir adamları
tarafından yorum yazıları da yazıldığını görüyoruz. Bu yorum yazılarından biri de Prof.
Dr. Hıfzı Veldet’in Cumhuriyet gazetesi’nde yayınlanan “Çocuk meselesi” başlıklı
yazısıdır. Fırsat buldukça meseleye hukukçu gözüyle çeşitli veçhelerden bakacağını ve
‘çocuk meselesi’nin canlı tutulması için uğraş vereceğini belirten Velidedeoğlu’nun bu
yazısı bir hukukçu bakış açısı ile yazmadığı görülmektedir. O dönem çocukların
ilkokula kaydı ile ilgili yapılan kampanyalardan elde edilen bilgilere dayanarak “..
yalnız İstanbul’da onbinlerce çocuğun yoksulluk ve kimsesizlik yüzünden veya evlatlık
olduğu veya körpe yaşta ev geçindirme yükünü taşıdığı için okula gidemediğini” belirten
yazar, bu davanın “Osmanlı devrinin son bir – iki yüzyıllık çürük ve bozuk idaresinden
miras kaldığını” ancak bir dâvalar memleketi olan yeni Türk devletinin bu sorunları
çözeceğini belirtmektedir. Bu iyimser ‘fikirlere’ rağmen özellikle ‘çocuk davasında’ çok
başarılı olunmadığını şu ifadelerle ‘itiraf’ etmektedir:
“Fakat yukarda saydığımız bütün davaların tek amacı, Türk milletini yüceltmek
olduğuna ve millet olmayınca bu davalar bahis mevzu olmayacağına göre, hiç şüphe yok ki
en büyük dava ‘nüfus davası,’ yahut ‘çocuk davası’dır. Gene bu sebeple bu dava
memleketimiz için devamlı ve hergün, her an ve her zaman için aktüeldir. Böyle olduğu
halde, itiraf edelim ki, bu dava bu son yıllara kadar lâyık olduğu önemle ele alınamamış,
gerek politika ve ilim adamlarımızın ve gerek içtimaiyatçı ve edebiyatçılarımızın bir çok
güzel söz ve yazılarına rağmen, bu yolda dönüm noktası sayılacak plânlı, kararlı ve esaslı
adımlar atılamamıştır.
Kimsesiz serseri çocuklar, suçlu çocuklar, iş yerlerinde çalışan çocuklar, himayesiz
evlâdlıklar, okumayan yavrular, nesebi sahih olmayan çocuklara meselesi, çocuk ölümünü
azaltma meselesi, sık sık gazetelerimizi ve umumi efkârı meşgul eden, düşündüren meseleler
olarak karşımızda sıra bekliyor.”449
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi 1940’lı yılların aydın ve bilim çevrelerinde de
‘çocuk davası’ bütün boyutlarıyla ile henüz ifade edilememektedir. Bu durum özellikle
sokakta ihmal ve istismar koşulları içindeki korunmaya muhtaç çocukların tasvir ve
tanımlamalarında kullanılan ifadelerin çeşitliliğinde daha net olarak karşımıza
çıkmaktadır. Hıfzı Veldet’in anılan yazısında överek alıntıladığı bir başka yazıdaki şu
ifadeler bu duruma iyi bir örnek teşkil etmektedir:
449
Hıfzı Velde, “Çocuk Meselesi”, Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1944.
194
“Değerli Edib Fazıl Ahmed Aykac’ın kudretli kaleminden çıkan ve bu sütunlarda
neşredilen şu satırlar İstanbul’daki serseri çocuklar meselesini, yani bu büyük davanın yalnız
bir cephesini ne güzel canlandırıyor:
“Şimdi İstanbul’da görülecek şeylerden biri çocuklar oldu: Aç çocuk, bakımsız
çocuk, hasta çocuk, Kel, kör, uyuz ve biçare çocuk!.. Bunlardan en koyu kalabalık ‘meşhur
tabirle’ yalınayak ve başı kabak! Talih sitemine en küçük yanında uğramış, bu taze
yurddaşlar arasından, her vakit başım önüme iğili olarak geçiyorum. Yenicami kemeri altında
Muvakkithane civarında hazin bir neşe ile birçoğu parende atıyor, birdirbir oynuyor ve türlü
canbazlık ediyor! On dört tanesini birden geçenlerde (Mısırçarşısı) kapısında gördüm.
Bunların yalnız üç tanesinde küfe ve bir tanesinde yırtık bir ayakkabı vardı. Köprü başında,
İstiklâl caddesinin insan yığınları arasında, Tünel mazgallarında, Yerebatanda, Beyazıdda ve
birtakım büyük caddelerde ve iskelelerde.. Küçük yavruların bir kısmı (Yenihayat) kutusuile
dilenciliğini yarı kapamağa çalışıyor. Epeyce bir kısmı da –bildiğiniz gibi- gazete müvezziliği
ediyor. Fakat sokaklarda, viranelerde, ara mahallelerde ister istemez dikkati üstüne çekmek
gereken çocuk kalabalığı gene ayrı!
Biliyorum, ne yapalım diyeceksiniz. İlgili makamlar da elden gelen zaten yapılıyor
diyecek. Yapılabilen her şeye gerçekten teşekkür etmek gerekir. Ancak, davanın burada
bitmediğini unutmamak lazım. Gördüğümüz manzara, göremediğimiz sahnelerin büsbütün
korkunç olacağına şüphe bırakmıyor!”450
1940’lı yıllarda sorunun görünür alanda, sokaklarda, köprü altlarında, hamamlarda
daha çok görülmesi, soruna ilişkin tartışmalar ve rahatsızlıkların ifade edilmesi kadar,
çeşitli ‘çözüm’ teşebbüslerine de rastlanmaktadır. Bu çabalar belediye, çeşitli
bakanlıklar veya sivil girişimler tarafından ve çoğu kez birbirinden habersiz ve
eşgügüdümsüz olarak hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. “Yoksul Çocuklar Yurdu”451
başlıklı haberde bu çabalardan birinden söz edilmektedir. Habere göre ÇEK ve ‘Yardım
Sevenler Cemiyeti’nin ‘yoksul çocuklarla, öksüz ve bakımsız gençlerin himayesi için’
bir hazırlık içinde oldukları belirtilmektedir. Belediyenin tahsis edeceği bir binanın bu
amaçla kullanılacağı belirtilmektedir.
Bu dönem çocuk konusu ile dizi haberler yapan Said Kesler “İstanbul’un Başta
Gelen İhtiyaçlarından Biri de Kreştir”452 başlıklı yazısında, ‘şimdi kreşe yalnız ölüme
mahkum ve metruk çocuklar alınıyor. Halbuki bakacak kimsesi ve yaşatacak serveti
olmayan zavallılar ne yapsınlar’ diyerek yaygın kreş ihtiyacı olduğunu vurguluyor.
Darülâceze’ye alınan terk edilmiş çocukların ölüm oranının çok yüksek olduğuru
hatırlatan bu yazıda, bu çocuklara verilen hizmeti gereksiz gören bir yaklaşım
450
Hıfzı Veldet, “Çocuk Meselesi”, Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1944.
“Yoksul Çocuklar Yurdu”, Tan, 2 Mart 1943.
452
Said Kesler “İstanbul’un Başta Gelen İhtiyaçlarından Biri de Kreştir”, Tan, 4 Mart 1943.
451
195
görülüyor. Oysa “Darülâceze’deki Kreşte Hayatları Kurtarılan Yavrucaklar”453 başlıklı
dizi yazısında, bu kez de dolaşarak gördüğü Darülâceze’nin ne kadar iyi çalıştığını
anlatıyor. Ayrıca ihtiyaca cevap veremediği için söz konusu kreşin derhal genişletilmesi
gerektiğini vurguluyor. İki hafta sonra aynı konuda yazdığı haberde454 kreş bölümünde
kalan ve 7 yaşına gelen çocukların buradan alınarak Darülâceze kısmına devredildiği ve
bu çocukların diğer özürlü kişilerle birlikte kaldığını belirtmektedir. Daha önce
çocukların yedi yaşından sonra gönderildiği Darüleytamlar ve sonrasında açılan ‘şehir
yatılı mekteplerinin’ de kapanması üzerine bu çocukların gönderileceği bir yer
kalmadığı ifade edilip, bu durum haklı olarak eleştirilmektedir; çünkü yedi yaş sonrası
KMÇ için bir kurum bulunmamaktadır.
Said Kesler bir başka yazıda “Çocuklar Sokağa Düşmekten Nasıl Kurtarılır?”
sorusuna şu cevabı vermektedir:
455
“Bugünkü darülacezenin genişletilmesi, taşrada
Darülacezeler açılması ve Darüleytamların ihyası lâzımdır.” Yeni kurumlara ihtiyaç
olduğunu çünkü mevcut durumda ‘serseriliği’ önleyecek hiçbir tedbirin bulunmadığını
belirten yazara göre, bu alanda çalışan ‘Çocuk Esirgeme Kurumunun mevzuu süt
çağında olan çocuklardır: Bu Kurum bazı ahvalde 6 yaşına kadar olan çocuklara da
pek sathi bir şekilde yardımlarda bulunmakta, fakat umumiyet itibariyle yardımı
maalesef faydalı ve şümullü olmamaktadır.’ Görüldüğü gibi tespitin aile sisteminden
uzak yapılmasına paralel olarak olası çözümler de çocuğun aile içinde korunmasından
uzak, ‘muhafaza edici’ kurumlarda tutulmasında aranmaktadır. Ayrıca yazıdan bir süre
önce İstanbul’da Çocuk Esirgeme Kurumu ve zabıtanın ‘sokak çocukları sayımı’
yaptıklarını ve ‘hiçbir tanesini kaçırmamak şartiyle şehirdeki bütün sokak çocuklarını
teker teker tespite muvaffak’ olduklarını öğrenmekteyiz. Bu sayım esnasında çocukların
‘… yaşları, aileleri, doğdukları, oturdukları, yatıp kalktıkları yerler ve daha bir sürü
hususiyetleri ayrı ayrı gösterilmek suretiyle tespit edilmiş, hepsinin ayrı ayrı muhtelif
pozlarda çeşitli resimleri alınmış, fişler doldurulmuş ve Ankara’ya gönderilmiştir’
denmektedir.
453
Said Kesler “Darülâceze’deki Kreşte Hayatları Kurtarılan Yavrucaklar”, Tan, 5 Mart 1943.
Said Kesler “Kreşte Yetişenleri Darülâcezeden Hemen Kurtarmalıyız,” Tan, 17 Mart 1943.
455
Said Kesler “Çocuklar Sokağa Düşmekten Nasıl Kurtarılır?” Tan, 4 Nisan 1943.
454
196
Said Kesler’in soruna dikkat çekici bu haberlerinden bir süre sonra, bu kez
‘neşriyatın etkisi’ ve konuya duyarlılığı ile ilgili haber yapmaktadır. “Serseri sokak
çocukları” başlıklı haberde,456 gazete ‘neşriyatının’ etkisini gösterdiğini, ‘… alâkadar
makamlar çocukları kurtarma yurdu dışında bir teşekkül vücuda getirmek için’ çaba
göstermeye başladıklarını yazmaktadır. Bu haberden dört gün sonra aynı gazetede
“Çocuklar için 3 sıhhat yurdu daha açıldı” haberi457 ile ‘alâkalı’ makamların ‘serseri
çocuklar’ konusuyla ilgilendiklerini görmekteyiz. Habere göre açılan bu müesseseler
‘Kasımpaşa’daki bakımevi, dispanser ve süt damlası, Beşiktaş ve Sarıyer’deki
dispanserlerdir.’ Yatılı kurumlarla ilgili olarak eleştirel yazılar yazmaya devam eden
Said Kesler, “Çocukları kurtarma yurdu”458 başlıklı haberinde, bu haliyle ‘Çocukları
kurtarma yurdunun’ faydalı olmadığı ve hedefinden uzak bir noktaya geldiğini
belirtmektedir. 24 Mayıs 1943 tarihli yazısında ise hedefinden uzaklaşan bu
müessesenin nasıl düzeltileceği konusu üzerinde durmaktadır.459 İlk iş olarak yurdu
‘müstahsil bir hale sokmak’ gerektiğini, buralarda barınan çocukların ekseriyetle 10-18
yaş arasında olduğu, iyi bir idare altında bu çocukların kendi yiyeceklerini kendilerinin
çıkarabileceğini iddia etmektedir. Böylece sözkonusu yurt ve açılacak bütün yurtların
çocukları çalışacakları atölyelere dönüştürülmesini çözüm olarak önermektedir.
“Mekteplerdeki yoksul çocuklar”460 başlıklı haberi ile Said Kesler, okullardaki
yoksul çocuklar meselesine dikkat çekmektedir. Okulları gezerek durumu öğrenmeye
çalıştığını belirten yazara göre, gittiği okullardan ‘… birisinde 450 talebe vardı. Altmışı
o kadar fakirdi ki, Kızılay’ın her gün verdiği öğle yemeğinden başka kursaklarına sıcak
yemek girmiyordu. Bahsettiğim bu mektep şehrin en zengin semtinin mektebi idi.
Mektebin talebelerinden 14’ü öğleden sonra kundura boyacılığı, onu, gazete satıcılığı
yapmak suretiyle hayatlarını kazanıyorlardı.” Şehrin yoksul bölgesinde ise evine hiç
gıda girmeyen yüzlerce çocuk olduğunu, Kızılay’dan bu çocuklara öğle yemeği
verilmesi istendiğini ancak Kızılay’ın ancak yetmiş çocuğa bu hizmeti verebildiğini
yazmaktadır. Bu büyük yoksulluk karşısında ‘okul himaye teşkilatlarının’ yetersiz
456
Said Kesler, “Serseri sokak çocukları,” Tan, 20 Nisan 1943.
“Çocuklar için 3 sıhhat yurdu daha açıldı,” Tan, 24 Nisan 1943.
458
Said Kesler, “Çocukları kurtarma yurdu,” Tan, 2 Mayıs 1943.
459
Said Kesler, “Çocukları kurtarma yurdu nasıl islâh edilebilir?” Tan, 24 Mayıs 1943.
460
Said Kesler, “Mekteplerdeki yoksul çocuklar,” Tan, 25 Nisan 1943.
457
197
kaldığı; ama zaten bununla mücadele etmenin esas olarak okulun işi olmadığı, bunun bir
‘devlet’ işi olduğunu ifade etmektedir. Bir sonraki gün aynı gazetede konu “İlk
mekteplerdeki himâye teşkilâtı lüzumlu bir teşekküldür” başlığı ile işlenmeye devam
etmektedir.
Said Kesleri’n yazıları o dönem çocuk yaklaşımının vasatını temsil etmektedir.
Kesler’in yaklaşımları hâlâ sorunu toplumsal bütünlük içinde görmekten uzaktır. Sokak
çocukları şeklinde orataya çıkan çocuk sorunu bu kez kentsel asayiş ve sefalet problemi
olarak görülmekte ve 1940’lı yıllarda bu çercevede müdahelelere rastlanmamaktadır.
Devletin aile ve çocuğu sosyal güvenlik çercevesinde koruması ve çocuk yoksulluğun
çözümüne dair ‘sosyal haklar’ temelli bir yaklaşımın izlerine rastlanmamaktadır.
4.2.2 İlk KMÇ Kanununa Doğru Çeşitli Girişimler: “Çocuk Çiftlikleri”,
Darülaceze’nin çalışmaları, ÇEK ve Çocukların Sokaklardan
Toplanması
1940’li yıllarda çocuk sorununun kamuoyunu rahatsız edici boyutlara varması,
basında ve kamuoyunda belli bir ilginin ortaya çıkması nedeniyle çeşitli kamu
kurumlarından ‘çözüm’ teşebüsleri üretilmeye başlanmıştır. Ancak bu teşebbüslerin
temelde birbiriyle ilişkili ya da entegre olmadıkları görülmektedir. Bu çercevede ilk
KMÇ kanununun çıktığı 1949 yılına kadar bazı sivil ve resmi kurumlardan çocukların
yerleştirilip çiftçi olarak yetiştirilecekleri çocuk çiftlikleri, ÇEK ve valiliklerin ortaklaşa
çalışmaları ile sokaktaki çocukların ‘sayım ve tasnifi’ ve zaman zaman da sokaklardan
toplanması gibi çok çeşitli faaliyetler yapılmaktadır. Ayrıca bu dönemde konunun
basında hem haber hem de yorum yazılarına da çok sık konu olduğu gözlenmektedir.
Cumhuriyet gazetesinin 2 İkincikânun 1944 tarihli sayısında yer alan “Kimsesiz
çocuklar, Hükümet 1 milyon lira tahsisine karar verdi” başlıklı haberden,461 1944
yılında yani henüz KMÇ’a ilişkin kanunun çıkmadığı bir dönemde hükümetin konuyla
çeşitli şekillerde ilgilendiği anlaşılmaktadır. Haber incelendiğinde, 1940’lı yıllarda
gazetelerde çizilen çocuk portresine uygun olarak, ‘kimsesiz, terkedilmiş’ çocuklar, aile
461
“Kimsesiz Çocuklar, Hükümet 1 Milyon Lira Tahsisine Karar Verdi”, Cumhuriyet, 2 İkincikânun
1944.
198
ve toplumdan bağımsız özneler olarak kabul edilmekte ve çözüm de yine çocuk
merkezli bir yolda ilerlemektedir. Habere göre Hükümetin tahsis ettiği para ile Muş,
Urfa ve Ağrı’da kurulacak çiftliklerde bu çocuklar çiftçi olarak yetiştirilecektir:
“kimsesiz ve serseri çocukların çalıştırılmaları işini tetkik etmek üzere kurulan üç Vekilden
mürekkep komisyon, Başvekâlet müsteşarı Cemal Yeşil’in başkanlığında tâli komisyonun verdiği
kararı tasvip ederek bu işe 1 milyon lira ayırmıştır. Komisyon kararının bugünlerde Vilayete
tebliği beklenilmektedir. Kimsesiz ve serseri çocuklardan 6-16 yaş arasındaki kız ve erkek çocuklar
toplatılacak, Ziraat Vekâleti emrine verilecek ve devlet çiftliklerinde ameli bir çiftçi olarak
yetişeceklerdir. 6 yaşındaki çocuklar evvela çiftlikte ilk tahsile tâbi tutularak evlenme yaşına kadar
ziraat işlerinde çalışacaklardır. Bu zaman zarfında kendilerine ufak bir ücret verilecek ve bu para
biriktirilecektir. Erkekler evlenme yaşına gelince kendileri gibi yetiştirilmiş bir kızla evlendirilecek,
ve bu aileye toprak, ziraat aletleri verilecektir. Şimdiki halde Muş, Urfa ve Ağrı’da bu iş için devlet
çiftlikleri kurulacak, her çiftlik bin kişi alacaktır. Bu çiftliklere yurdun her yerinde toplanan
çocuklar getirilecektir.”
Ancak bu ‘devlet merkezli’ ilginç projenin uygulanması ve sonuçları hakkında
başka bir habere rastlanmamıştır.
Şekil 2: “Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar” ve Parti Raporu
Kaynak: Cumhuriyet, 14 Aralık 1945
199
Cumhuriyet’te yer alan “serseri ve metruk çocuklar” başlıklı diğer bir haberle,462
o dönem devletin çeşitli bakanlıklar kanalıyla, çocuk meselesi ile ilgilendiğini
öğrenmekteyiz. Bu haberde de Milli Eğitim Bakanlığı’nda kurulan bir komisyondan söz
edilmekte ve bu tür çocukların kurtarılması için incelemelerin başlatıldığı haber
verilmektedir. Oluşturulan komisyonun “Maarif Vekilliği başmüfettişi Dr. Celâl
Otman’ın reisliğinde, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliği mümessili Dr. Muhit
Türmerkan, Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi sosyoloji doçentlerinden Behiçe Boran ve
Niyazi Berkes’in iştiraki ile teşekkül eden komisyon ilk toplantısını 14 Nisan 1943 günü
yapmıştır” denmektedir. Cumhuriyet gazetesinin “Serseri çocuklar hakkında hazırlanan
rapor” haberinde463 ise İstanbul’da son zamanlarda artan ‘serseri çocukları’ kendilerine
has bir ‘müessesede toplamak’ için konuyu tetkik eden bir komisyon oluşturulduğu, bu
komisyonun sokaklardaki çocukların sayısı, yaşları, yattıklar yerler gibi bilgileri
toplayıp çözüme dair bir rapor ve projeler hazırladığı belirtilmektedir. Projenin hazırlığı
bittiğinde ‘bu serseri çocukların derhal toplanacağı’ ifade edilmektedir.
Profesör Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan
“Türkiye’de çocuk terbiyesi meselesi” başlıklı bir yazısında,464 başkanlığını Fahrettin
Kerim’in yaptığı ‘Akıl Hıfzısıhhası Cemiyeti’ tarafından hazırlanmış bir raporda, 1933
yılında kurulup, geçmiş yıllarda çok iyi çalışmış ‘Çocukları Kurtarma Yurdu’nun465 şu
an etkisiz olmasını eleştirmektir. Bu gibi kurumlara çok ihtiyaç olduğu, çünkü o dönem
yapılan tetkiklere göre bütün İstanbul’da 3500 kimsesiz çocuk olduğu belirtilmektedir.
Fındıkoğlu’nun esas “hayıflandığı” husus ise bu çocukların tümümün Türk olmasıdır:
“Bildiğimiz bir şey varsa o da belki miktarı 3500 veya daha fazla olan kimsesiz, aç,
zavallı ve serseri İstanbul çocuklarının hepsinin Türk olmasıdır. O halde bir sual
462
“Serseri ve Metruk Çocuklar”, Cumhuriyet, 16 Nisan 1943.
“Serseri Çocuklar Hakkında Hazırlanan Rapor”, Cumhuriyet, 20 Nisan 1943.
464
“Türkiye’de Çocuk Terbiyesi Meselesi”, Cumhuriyet, 24 Nisan 1943.
465
Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında ortada kalan ‘savaş yetimleri’ sorunu kadar diğer bir
önemli sorun; kimsesiz sokakta kalan çocuklardır. Bu çocuklar özellikle kentin merkezi ve sığınılabilecek
yerlerin olduğu yerleri tercih etmektedirler. Bu nedenle sokaklarda kalan çocuklar için ilk ‘sığınma evi’
1914–18 yılları arasında ‘Yamalı hamam’ adıyla bir hizmet vermiştir. Burada çocuklar geceleri
barındırılmakta, yıkanmaları ve beslenmeleri sağlanmaktadır. Sorunun 1920 ve 30’lu yıllarda devam
etmesi nedeniyle daha sonra İstanbul valiliği de yapacak olan Muhiddin Bey bu yurd fikrini tekrar
gündeme getirmiştir. Girişimler sonuç vermiş ve Galatada İstanbul Belediyesi ‘Çocukları Kurtarma
Yurdu’ adıyla bir yurt ya da sığınma evi açılmıştır. Yurt 1933–1938 yılları arasında faaliyette kalarak çok
sayıda çocuğun eğitim ve mesleki beceri kazanarak hayata yeniden katılmasına katkıda bulunmuştur. Bkz.
Fındıkoğlu,”Çocukları Kurtarma Yurdu”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 206-211.
463
200
karşısında kalırız; Yahudi, Ermeni, Rum ve Levanten, hatta renk renk, türlü türlü ecnebi
ekalliyetlere mensup bir tek çocuk yoktur?” Fındıkoğlu’nun ‘serseri çocuklara’ ilgisinin
devam ettiği görülmektedir. “Çocuk davasında küçük ve müspet iş numuneleri”466
başlıklı yazısının başında, öncelikle çocuklarla ilgili çok yazı yazıldığı ve hak ettiğinden
fazla ilgi gösterildiğini yazmaktadır. Ayrıca Batı’yla karşılaştırıldığında bizde bu
konuda çok daha fazla yayın yapıldığını ifade etmektedir. Konunun Belediye işi olarak
algılanmasının da yanlış olduğunu, esas olarak milli eğitimin konuyu ele alması
gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca Fındıkoğlu’na göre “mesele pek basittir; şehrin
sokaklarını dolduran ve pek zeki olan serseri çocuklar için elverişli bir çalışma ve
işleme sığınağı tedarik etmektir. Her davaya kendi hakkını ve hududunu vermek
lazımdır. (…) Şehrin disiplinini güçleştiren mesela on beşini olsun muayyen yollardan
hareket ederek iş güç sahibi etmek.” Ona göre durum bu kadar kesindir ve konuyu
yıllarca ‘incelemek’ ve ‘medreseye düşürmek’ tamamen gereksizdir. Fındıkoğlu 24
Nisan 1944 tarihli Cumhuriyet’teki bir diğer yazısında yine çocuk meselesine değinerek
öncelikle İstanbul’daki çocuk meselesinin önemini vurgulamaktadır. Fındıkoğlu’na göre
“Türkiye’nin biricik büyük şehri olan İstanbul’daki çocuk meselesi, hemen hemen bütün
memleketin çocuk meselesine denk sayılabilir.” Ancak sorunun çok önemli olması
sorunun çapını da İstanbul dışına taşırmaktadır. Bu nedenle hükümet ve vilayetler ile
belediyelere bakıldığında bir ‘çocuk siyasetinin’ ortaya çıktığını ifade etmektedir.
Fındıkoğlu ‘serseri ve kimsesiz’ çocuklar bahsinde önemli ve ümit verici bir girişim
olarak da Ziraat Vekâleti’nin ‘çocuk çiftlikleri’ projesini zikretmektedir. Diğer ümit
verici çalışmalar Çocuk Esirgeme Kurumu’nun genişleyen çalışmaları olarak
sıralanırken; ayrıca ÇEK’nun bir ‘Türk çocuk kanunu’ taslağı hazırladığını haber
aldıklarını ifade etmektedir.
Fındıkoğlu’nun ‘Türk çocukları’ için yapılan çalışmalardan umutlu olduğu yıl,
Cumhuriyet gazetesinde “Beyoğlu kazasında 7 bin çocuğun mektebe gitmediği
anlaşıldı”467 başlıklı bir haber yayınlanmıştır. Habere göre “Yalnız Beyoğlu
kaymakamlığı dahilinde ilk tahsil çağında 27 bin çocuk tespit edilmiştir. Bunlardan yedi
466
Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu “Çocuk davasında küçük ve müspet iş numuneleri,” Cumhuriyet, 1 Mayıs
1944.
467
“Beyoğlu kazasında 7 bin çocuğun mektebe gitmediği anlaşıldı,” Cumhuriyet, 24 Eylül 1944.
201
bini mektebe gitmemektedir. Bu muhitte mektebe gitmeyenlerin mazeretleri dikkate
şayan görülmektedir. Bunlarda mühim bir kısmının evlâdlık olduğu evde iş gördükleri,
ufak çocukları eğlendirdikleri ve bir kısmının da fakirlikleri dolayısıyla mektebe devam
etmedikleri anlaşılmıştır. Vilâyet dahilinde bu suretle mektebe gitmeyenlerin sayısı
mühim bir yekuna baliğ olmaktadır. Polis tarafından tespit edilen ve mektebe gitmeyen
serseri çocukların sayısı da dört bine yakındır.” Görüldüğü gibi sadece sokaktaki
‘serseri çocuklar’ değil, sokakta olmayan çok sayıda çocuk da okula gitmemektedir.
Belki en çarpıcı olanı hâlâ çok sayıda ‘besleme ve/veya evlâdlık’ adı altında ‘ev içi
çocuk kölenin’ var olduğu ve bunların temel eğitim hakları dahil birçok haklardan
mahrum oldukları gerçeğidir. ‘Göze’ görünmeyen mekânlarda olan bu çocuklar ancak
bu şekilde yapılan ‘çocuk sayımlarında’ ortaya çıkabilmektedirler.
1940’lı yıllarda çocukların okula devamı yönünde bir çaba da ‘çalışan çocuklara’
akşam okulları açılmasıdır.468 Bu dönemdeki yoksul çocuklara yönelik en önemli
faaliyetlerden birinin ‘okula gitme’ kampanyalarıdır. Ayrıca çocukların eğitilmeleri
konusuna önem verildiği çalışan çocuklara yönelik ‘akşam okulu’ gibi özel bir
uygulamalardan anlaşılmaktadır.469 Çocukların okula gitmesine dair bir diğer haberde
çocuk sayımının 7–16 yaş arasındaki çocukları kapsadığı ve sayımın evlerde yapılacağı
belirtiliyor. Bu nedenle o gün ilkokullar ve orta dereceli okulların tatil edildiği
belirtilmektedir.470
Böylece
önceki
yıllarda
başlatılan
çocukların
okullaşması
çalışmalarının artarak devam ettiği görülmektedir.
Köklü bir sanayileşme geleneği olmayan Türkiye’de sanayi sektöründe çocuk
çalıştırmaya sıklıkla rastlanmaz. Çocuk işçiliğine ilişkin ilk düzenlemelerden biri
Zonguldak
Havzası’nda
getirilen
çalışma
kısıtlılığına
ilişkin
Dilaver
Paşa
Nizamnamesi’dir. Bu Nizamnamesi ile çalışma yükümlülüğü 13-50 yaş köylüleri
468
“Çalışan Çocukların Okutulması,” Cumhuriyet, 7 Birinci Kanun 1944.
Hıfzı Veldet, “Milli Şefin Başlattığı Seferberlik,” Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1994.
470
“İlk öğretim çocuklarının sayımı bugün yapılıyor,” Cumhuriyet, 24.11.1945.
469
202
kapsamaktadır. Ayrıca aynı yerlerde çocuk işçilere ödene ücretler yetişkinlere ödenen
ücretlerden 6/7 kat daha düşüktür.471
1927 sanayi sayımına göre 4 kişiden fazla işçi çalıştıran işyerlerinde çalışmakta
olan 14 yaşından küçük işçilerin sayısı toplam olarak 22.684 olup bunların 8.107’dir.
1936 yılında İş Kanunu’nun çıkması nedeniyle çocuk çalıştırma yasağı konduğundan
artık istatistiklerde çocuk işçilere yer verilmemektedir.472 Çocukları çalıştırma ilgili
çeşitli kanunlar olmakla birlikte, temel kanun 1936 tarihli İş Kanunu’dur. Ancak bu
kanun da sınırlı bir çalışan çocuk grubunu koruma şemsiyesine almaktadır. Orhan
Tuna’ya göre kanun küçük sanayi, ev sanayi, ziraat ve seyyar satıcılığa şamil olmadığı,
yani sadece fabrikalarda çalışan çocuk işçileri kapsadığı için, esas çalışan çocuk
nüfusunu koruma şemsiyesinin dışında tutmaktadır. Yani 7-16 yaşları arasında bulunan
3.749.902 çocuktan, İş Kanunu hükümlerine tabi olan iş yerlerinde çalışan yalnızca
35.000 çocuk yaralanmaktadır. 473
Çocukların sanayide çalışmasının yasaklanması, bütün çocuk nüfusuna hitap
edecek yeter bir eğitim sisteminin olmaması, çok sayıda yoksul çocuğun sokaklarda
olması, kimsesiz çocuklar gibi sorunların yaygın olması ve buna karşılık çocukları
koruyup
bakacak
müesseselerin
olmadığı
1940’lı
yıllarda
çok
gerçekçi
görülmemektedir. Bu koşullar altında çocukların sanayide çalışmasının yasaklanmasını
eleştiren Safettin Pınar şu soruyu soruyor: “Bu çocukların sokaklarda sıhhi ve ahlaki
himayeden mahrum dolaşmaları, sefaletin her türlü tehlikelerine maruz bulunmalarımı
daha iyidir? Yoksa doktoru, mektebi, ahlaki, kontrolü olan bir fabrikada ara kazanarak
çalışıp yetiştirilmemeleri mi?”474
471
A. Gürhan Fişek, “Türkiye’de Çocuk Emeği Çalışmalarına Genel Bakış”, Çocuk Kültürü, 1.Ulusal
Çocuk Kültürü Kongresi Bildirileri içinde, Bekir Onur (yayına hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk
Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, 1999, s. 542.
472
Fişek, s. 542.
473
Orhan Tuna, “Sanayide Çocuk Sa’yi ve Çocuk Sa’yinin Korunmasına Matuf Mevzuat”, İş, Cilt 9,
Sayı 34, Nisan 1943, s. 223.
474
Safettin Pınar, “Sanayide Çocuk İşçiler ve İşçi Çocukları”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 203.
203
Cumhuriyet’in “Çocuk Yuvaları, Esirgeme Kurumu başkanı açılan yeni yuvalar
hakkında izahat veriyor” başlıklı haberinde,475 ÇEK’nun o dönem eksikliği duyulan,
kimsesiz korunmaya muhtaç çocuklara yatılı bakım veren çocuk yuvaları da açtığını
öğreniyoruz. 1944 yılı içinde biri Erzurum diğer Kırklareli’nde olmak üzere 2 çocuk
yuvası açıldığını ve bu konuda illerden yapılacak girişimlere genel merkezi destek
olacağı bildirilmektedir. Yuva binalarının uygun kısımlarının dispanser olarak
kullanılacağı; buralarda doktor olan yuva müdürlerinin görev alacakları belirtilmektedir.
Ayrıca “buralara kadar gelemeyecek kadar hasta olan yavruları da evlerinde tedavi”
edeceklerini ifade etmektedir. Bu yuvalarda, ÇEK’nun genel bakım kuralları
doğrultusunda, “bir günlükten 7 yaşına kadar olan öksüz kalmış ve himayeye muhtaç’
çocuklara yönelik yatılı bakım hizmeti verilmektedir.
1945 yılında ‘çocuk meselesine’ ilişkin çok sayıda küçük gazete haberine
rastlanılmıştır.476 Ayrıca ‘Halkın Dilinden’ köşesindeki habere göre,477 bu yıl halkın da
bu meselelere karşı duyarlı olduğu ifade edilmektedir. Konuyla ilgili olarak ‘Halkın
Dilinden’ köşesine gönderilen iki mektupta, Hükümetin çocuk meselesi ile bir an önce
ilgilenmesi gerektiği ancak bu çabaların da yeterli olmayacağı bu nedenle zengin
vatandaşların katkısının gerekliliği vurgulanmaktadır. Görüldüğü gibi hâlâ sosyal
sorunlar karşısında devlet ya da kamu sorumluluğu bilinci toplumda yerleşmiş değildir;
vatandaşlar hâlâ yardım için zengin kişileri yardıma çağırmaktadır. Mektupların birinde
Darülaceze’nin yetersizliği ve her özür alanına özgü kurumların olmaması
eleştirilmektedir. Aynı köşede 23 Kasım 1945 tarihinde de “Bu şehid çocuğuna, bu
475
“İlköğretim çocuklarının sayımı bugün yapılıyor,” Cumhuriyet, 24.11.1945.
Bu haberlerden bazı şunlardır: “Yoksul çocuklar için dinlenme kampı,” Cumhuriyet, 23.07.1945.
Haberde, Milli Eğitim Bakanlığının isteği üzerine yoksul 200 çocuğa 1 aylık dinlenme kampı
düzenlendiği belirtiliyor. Cumhuriyet 24.07.1945 tarihli ve “Çocuk Esirgeme Kurumunun faaliyetleri”
başlıklı haberde de İstanbul ÇEK’nun hasta çocuk ve kadınlara yönelik ilaç ve tedavi yardımında
bulunduğu belirtiliyor. Cumhuriyet gazetesinin 11.11.1945 tarihli nüshasının dördüncü sayfasında ‘çok
çocuklu muhtaç haldeki bir emeklinin mektubunda,’ ‘hayır cemiyetleri’ veya ‘hayırseverlerden’ yardım
beklediği belirtiliyor. Burada ilginç olan o dönemde çok çocuklu ve geçinme güçlüğü çeken ailelere
yardıma hayırseverlerin çağrılması değil, ama devletin çağrılmamasıdır. Cumhuriyet gazetesinin
2.12.1945 tarihli “Çocuk çayı” başlıklı haberinde ise Beyoğlu Yardımseverler Cemiyetinin Taksim
gazinosunda çocuk çayının ilkini yaptığı ve zengin programla elde edilecek gelirin ‘yoksul çocuklara’
gideceği belirtiliyor. Bir diğer haberde, (Cumhuriyet, 7.12.1945) “Darülaceze eşya piyangosu çekildi”
denilerek piyangonun boş olmaması nedeniyle müesseseye başvuranların hediyelerini alacaklarını
belirtiyorlar.
477
“Halkın Dilinden,” Cumhuriyet, 7.12.1945.
476
204
deprem felâketzedesine yardım edecek bir makam yok mu?”478 başlıklı bir haberde
babası şehit olmuş, kendisi depremden yaralı kurtulmuş ve uzun süre hastanede yatarak
tedavi gören yoksul bir gencin memleketine gitmek için birçok resmi makama yardım
başvurusunda bulunmasına rağmen bir muhatap bulamaması haber konusu yapılmıştır.
Gazetenin aynı günkü sayısında “Hem Nalına Hem Mıhına” köşesinde, “Darülâcezenin
50. yılı” konu edilmektedir. Osmanlıdan devralınan ve İstanbul şehri tarafından daha
mükemmel ve muntazam işletildiği belirtilen Darülâceze’nin yetersizliği ve hâlâ tek
kurum olmasından yakınılmaktadır. Haberde müesseseden o güne kadar hizmet alan
kişilerin dökümü de verilmektedir:
“Erkek aceze
18.450
Kadın aceze
11.214
Erkek çocuk
9.216
Kız çocuk
6.410
Metruk çocuk
6.915
Yekün
52.235
Darülâceze 50 yaşında olduğuna göre, her yıl 1000 kişiden fazla düşüyor. Darülâceze’de
barınanların bugünkü mevcudu ise 800 dür.”
Yine aynı gün Cumhuriyet gazetesinde ‘çırak çocuklar’ ile ilgili Prof. Ziyaeddin
Fahri Fındıkoğlu’nun “Sınaî müesseselerimizde çırak yetiştirme meselesi” başlıklı bir
yorum-yazısı yer almaktadır. Yazı çırak çocukların sorunları ile değil sınaî işletmelerin
ihtiyacı olarak çırak çocuklar sorununa odaklanmaktadır.
Değişen toplumsal koşullar her ürettiği olumsuzluğa süreç içinde bir çözüm de
üretmeye başlamaktadır. Nasıl ki Osmanlı’nın son birkaç on yılında uzun süren
‘kimsesiz savaş yetimleri’ sorunu bir ‘yetimhaneler’ olgusu ile karşılık bulduysa, savaş
sonrası gelişen kent yoksulluğu, çocukların okuldan uzaklaşmaları, sokaklarda yaşamak
zorunda kalmaları gibi sorunlar da bir dizi ‘çocuk himaye birliği,’ Himaye-i Etfal gibi
oluşumların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ancak incelediğimiz dönemdeki
gazetelerde yer alan yorumcular, çocuk koruma müesseselerinin çok yetersiz ve geç
ortaya çıktığını belirtmektedirler. Özellikle devletin ilk defa 1949 yılında KMÇ’ı
478
“Bu şehid çocuğuna, bu deprem felâketzedesine yardım edecek bir makam yok mu?” Cumhuriyet,
23 Kasım 1945.
205
korumayı hedefleyen bir yasa çıkarması, birçok Batı hatta komşu ülkeyle
karşılaştırıldığında geç bir girişim olarak tanımlanmaktadır.479
Şekil 3 : Yalnız İstanbul’da 4000 Kimsesiz Çocuk Var.
Kaynak: Cumhuriyet, 30 Aralık 1945
479
Metin Toker “Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var,” Cumhuriyet, 30 Aralık 1945.
206
Uzun yıllar korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin yapılan gözlem, araştırma ve
yayınların hükümeti etkileyecek noktaya geldiği anlaşılmaktadır. 19 Aralık 1944
tarihinde toplanan CHP Parti Grubunda Hatay milletvekili Tayfun Sökmensüer’in soru
önergesi ile bu ilgi başlamıştır. “Kimsesiz, bakımsız ve aylak çocuklar” konulu soru
önergesi sonrasıo oluşturulan komisyon çalışmalarını 25 Mayıs 1945 tarihinde
tamamlayarak raporunu Meclis Başanlığı’na sunmuştur.480 Daha sonra da bu rapora
dayanarak bakanlıklar kanalıyla KMÇ için kanun çıkarılması süreçi başladığı
bilinmektedir. Cumhuriyet gazetesinin 14 Aralık 1945 tarihli haberine göre481 C.H.P.
Meclis Grubu’nun konuyu ele aldığı belirtilmekte, “Parti grubu dün bu milli üzüntü
kaynağı hakkında etraflı bir tetkik ve görüşmelerde bulundu” denilmektedir. Haberde
Parti’nin konuya ilişkin bir komisyon kurduğunu ve komisyonun çalışmalarını
tamamladığı belirtilmektedir. Parti grubunda yapılan toplantıda Komisyon raporunun
okunup tartışıldığı, bazı milletvekilleri, Başbakan ve Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanının rapor lehinde mütalaada bulunarak, rapor doğrultusunda gereğinin
yapılmasına karar verildiği belirtilmektedir. Haberde verilen Komisyon Raporu’ndan
bazı hususlar öncelikle ‘kimsesiz çocuklara ilişkin durum’ şöyle tespit edilmektedir:
“ … Biz de kimsesiz çocukları aile durumlarına göre bir ayırmaya tâbi tutarsak, bunların
%65 ini hem annesi, hem babası olmayan, %30 unu ana ve babasından biri olmayan; % 5 ni
de anası, babası hayatta olup herhangi bir aile itinasına mazhar bulunmayan çocuklar teşkil
ettiğini görürüz. Yaş itibarile kimsesiz çocukların %15 i 3-7; %60 ı 8-13, %20 si 14-16; %5 i
16 dan yukarı çocuklardır. Üç yaşından aşağı yavrular ya muhitlerinin muvakat himayesine
kavuşurlar veyahud beşeri zâfın kabahat örtüsü olarak şuraya buraya atılarak ifna edilirler.
İstanbul’da sefalet döküntülerinin biriktirdiği yerlere göre, Eminönü ve Karaköy
meydanlarında kaynaşarak Köprü altına melce bulan 12-18 yaşları arasındaki zavallılardan
kısmen de Unkapanı ve Küçükpazar semti civarile, surların metuk taraflarında toplanan
Bozdoğan kemerinin boşluklarını yatakhane olarak kullanan 8-15 yaşları arasındaki haylaz
grupları, bizim memlekette en fazla göze çarpan birikintilerdir. Anadolu’da durum daha
üstün değildir.”482
Ardından bu sorunun çözümüne ilişkin bakanlığın uygun gördüğü çözüm ve
tedbirler sıralanmıştır. Sorunun temelde halkın ekonomik durumu ile ilişkili olduğu,
‘kimsesiz çocuklar’ sorununu kesin çözümünün halkın ekonomik, sosyal ve kültürel
480
Turgay Çavuşoğu, Seval Çetin ve Kenan Topçu, “İlk Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu’nun
Çıkmasında Çocuk Esirgeme Kurumu Projesi ve Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu Raporunun
Etkileri”, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi, 6. Ulusal Sosyal Hizmetler Konferansı,
Küreselleşme, Sosyal Adalet ve Sosyal Hizmetler, 20-22 Mayıs 2004 Ankara içinde, Ankara: Sosyal
Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi Yayını, yayın no: 9, s. 436.
481
“Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.
482
“Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.
207
düzeynin yükselmesine bağlı olduğu belirtilmekle birlikte; kısa vadede bunun mümkün
olamyacağı düşünülerek öncelikle mevcut çocuklar esas alınrak acil önlemler
sıralanmaktadır: Buna göre:
“ Emsali memleketlerde olduğu gibi bizde de suçlu çocuklar için geniş ölçüde hususi iş
evleri, iş kampları, ıslahhaneler, hasta çocuklara mahsus müesseseler kurmak icab eder.
Bunun için bütün devlet teşekküllerini ve içtimai kurumları da müşterek bir programla
teşkilatlandırmak ve vazifelendirmek yerinde olur.
Bunlardan reşid olmayanların hukukî ve içtimaî bakımdan himayesi için Sağlık ve Sosyal
Yardım Bakanlığında bir umum müdürlük kurulması gerekmektedir. Bu umum müdürlüğe
memlekette mevcud bütün hususî ve içtimaî teşekküller ancak yardımcı olmalı ve devlet
mevzuatile
sağlanan faydalanmaları
tamamen bu teşekkülün emir ve hareketine
bağlanmalıdır. Bu organizasyonun çalışma şekli de şöyle ayarlanacaktır:
Kimsesiz çocuklar evvelâ toplama merkezlerine teslim edileceklerdir. Bir müddet tecrid
edildikten sonra, müşahede ve muayene müesseselerine gönderileceklerdir. Bu müesseselerde
çocuklar mütehassıslar tarafından tetkik ve muayene edileceklerdir. Mütehassıslar: Çocuk
hekimleri, ruhiyatçılar ve pedagoglardır. Muayeneden geçen çocuklar ruhi ve sıhhi
durumlarına, istidad ve inkişaf derecelerine göre muhtelif çocuk müesseselerine
gönderileceklerdir.
Bu çocuklar arasında en çok görülen hastalıklar: Uyuz, saçkıran, trahom ve zührevi
hastalıklardır. Akciğer ve kemik veremi nispeti de pek fazladır. Psikopat, nöropat çocuklarla
embesil, debil gibi akıl inkişafı geri kalan çocukların nispeti de yüksektir.
Toplama yerlerinde bunların nasıl bir muameleye tabi tutulacakları da gösterilmektedir.
Kimsesiz vaziyete düşen çocukları kurtarmak üzere ailelerine maddi yardım yapmak; anne,
baba ve yakın akrabaları bulunmayan çocuklara yaşları, bilgi ve inkişaflarına göre çocuk
evleri, umumi okul, mesleki okul ve teknik okullar gibi müesseselerin açılması, bunların sınaî
ve ziraî müesseselere sevki gibi tedbirler bulunmaktadır. Küçük yaştaki çocukların evlâdlık
olarak ailelere verilmesi birçok bakımdan doğru görülmemekle birlikte ve bunlar için bazı
şartlar gösterilmektedir. Küçük yaştaki çocuklara mahsus olmak üzere bazı memleketlerde
olduğu gibi, hususî müesseseler açılması yerinde görülmekte, bu gibi müesseselere de mahsus
programlı okul ve sanatoryomlar misal gösterilmektedir. Ruhî hastalıklarla malul olanların
akıl hastanelerine gönderilmeleri tavsiye edilmektedir.”483
Raporun geri kalan bölümünde suça karışan çocuklar ve terk edilmiş ya da kayıp
kimsesiz çocuklara yönelik önlemler öngürülmektedir.484 Bahsi geçen raporun Parti
Meclisinde tartışılması ve açıklanması sonrasında kamuoyuna da yansıdığı ve bazı
etkiler bıraktığı görülmektedir. Metin Toker’in aynı konunun devamı niteliğinde iki
483
“Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.
Bu önlemler şöyle sıralanmaktadır: “Suçlu çocuklara gelince: Pedagoji ve ruh hekimlerini ilgilendiren
bu bahiste yabancı memleketlerden misaller verilmekte ve bizde Adalet, İç İşleri ve Çalışma
Bakanlar’ının Delaletile ıslahhaneler, işevleri gibi müesseseler kurulması üzerinde durulmaktadır.
Metruk çocuklar: Yukardaki bahis mevzu olan çocuklar 3-18 yaş ve ekseriyetle 7-16 yaş arasında olan
çocuklardır. Anneleri tarafından doğumu müteakıp terkedilen ve çoğu gayri meşru olan çocuklar da az
değildir. Bunlar insanlık zaafının mahsulü ve ayıp telakkisinin kurbanıdırlar; bu gibi insan yavrularının
hayat ve sıhhatlerinin korunması ve onların bakım ve terbiyesi için behemehal çocuk müesseseleri
kurulması lâzımdır. Aynı zamanda anneleri çocuklarını terketmeğe meczur eden sebeplere karşı da
mücadele açmalıdır. Raporda, bundaki sosyal amiller incelendikten sonra, yardım ve korunma
teşkilâtının bu konu ile uğraşması lazım geldiği belirtilmektedir. Bkz. “Kimsesiz, bakımsız, aylak ve
yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.
484
208
haber-yorumuna 30 ve 31 Aralık 1945 tarihli Cumhuriyet gazetesinde rastlıyoruz.
“Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var” başlıklı ilk haberinde485 önce ay
ortalarında Ankara’da toplanan CHP Parti grubunca ‘kimsesiz çocuklara’ yönelik
olarak hazırlanan raporun ‘tatbikini üzerine alan’ Cumhuriyet hükümetinin ‘çok mühim
bir memleket meselesine el koyduğunu’ belirttikten sonra bu anlamlı girişimin çok geç
başlatılmasını eleştiren şu yorumu yapıyor: “Bugün ‘çocuk devri’ denilen Ondokuzuncu
asrın üzerinden koca bir yüzyıl daha geçmiştir. İtiraf etmemiz gerekir ki memleketimiz,
bu vadide, pek de iftihar edilecek muvaffakiyetler kazanmış değildir. Çocuğun değeri
ancak Cumhuriyet devrinde takdir edilmiş, fakat bu alâka daha ziyade plâtonik bir
safhada kalmıştır. Bu bakımdan doğrudan doğruya Parti Grubunu kimsesiz ve bakımsız
çocuklar mevzuunu ele alışını büyük bir memnuniyetle karşılıyor ve bunun esas çocuk
davamızda atılmış mutlu bir ilk adım olarak alkışlıyoruz.” Görüldüğü gibi ‘çocuk
davasının’ ancak “hükümet” konusu olmaya başlaması ile sahiplenebildiği ve bunun ilk
adım olduğu, bundan önceki dağınık, koordinesiz ve hayırsever nitelikli derneklerin
ağırlıklı
olduğu
yapı
çocuk
davasının
‘platonik’
kaldığı
dönem
olarak
tanımlanmaktadır.
Haberin devamında kalabalık İstanbul şehrinde belli mekanlara toplanan‘aylak’
çocuk grupları için “.. geceleri Köprü altından çöp kutularına kadar üstü kapalı her
deliğe giren bu peşmürde kılıklı, soluk benizli, çıplak ayaklı zavallılar medeni şehrin
yüz kızartıcı lekeleridir. Bunların adeti bugün, alâkalıların bildirdiğine göre en az dört
bindir” denmektedir. Yazar daha sonra ‘bu yüz kızartıcı lekeler’ ile ilgili olarak üç yıl
önce Çocuk Esirgeme Kurumunun polisle işbirliği içinde yaklaşık bir hafta süren bir
tarama ve sayım tespitine giriştiğini belirtmektedir. İlginç sayımı şöyle anlatmaktadır:
“(…) her polis merkezinden çıkarılan memurlar rastladıkları çocukları yakalayarak
sorguya çekmiş, ellerine bir fiş vermiştir. Ertesi gün tekrar tarama yapılmış, fişsizlere
fiş verilmiş ve bu suretle 2848 adedi elde edilebilmiştir. Bunların 2516 sını erkek, 332
sini kız çocuklar teşkil etmektedir; 2679’u Türk, 169 u ekalliyetlere mensubudur. Bu
çocuklarda 793 tanesi satıcılık, 295 tanesi dilencilik, 238 tanesi çıraklık etmekte, 665
tanesi de serseri dolaşmaktadır. 652 tanesi okula hiç gitmemiş, 767 tanesi okulu yarıda
485
Metin Toker, “Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var,” Cumhuriyet, 30 Aralık 1945.
209
kesmiş, 129 tanesi de ilkokulu bitirmişlerdir. (...) Çocuklardan 1674 tanesinin ana
babası hayattadır, 363 tanesinin ana ve babası ölmüştür, 290 tanesinin yalnız babası,
521 tanesinin de yalnız annesi vardır.” Çocukların ve ailelerin demografik özellikleri
yanında, çocukların kente göçle gelen ailelerden geldikleri bilgisi de verilmektedir.
Yazara göre “İstanbul’da çok fazla bakımsız çocuk bulunmasının bir diğer sebebi de bu
iş merkezine hariçten çocukların gelmesidir. Mesela, gene yukarıdaki istatistiğe göre bu
yavrularda ancak 1455 tanesi İstanbul’da doğmuştur, diğerleri yurdun muhtelif
yerlerinden buraya akın etmişlerdir.”
Kent ve yoksulluk ilişkisinde, burada da
görüldüğü gibi, göç ve işsizlik her zaman bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toker, İstanbul şehrinin çocuk sorunlarının profilini çizmeye devam etmektedir.
Bir süre önce yapılan çocuk sayımında 7-16 yaş arasında 132.713 çocuk sayıldığını ve
bunlardan 11.653’ünün okula gitmediğinin tespit edildiğini belirtmektedir. Bu sorunlu
alanda hizmet veren kuruluşlardan biri olarak Darülâceze’nin ise sorunun büyüklüğü
karşısında yetersiz kaldığını, Darülâceze’nin kuruluşundan bu yana geçen elli yıl içinde
5-15 yaş arası 15.626 çocuğu kurtardığını, “her biri bir zaaf anının mahsulü olan 6.915
metruk yavruya kucağını” açtığını belirtin halen bu ‘müspet çalışan’ yuvada 342 çocuk
kaldığını belirtmektedir. Bu durumu ise “bu rakam, dört bin adedi karşısında sadece
gülünçtür ve üstelik unutulmamalıdır ki Darülâceze faaliyet gösteren tek müessesedir”
diye eleştirmektedir. Mevcut rakamların henüz çok büyük ve tehlikeli bir noktada
olmamasına rağmen, olumsuz gelişmenin devam etmesi nedeniyle önlem alınmasının
şart olduğu belirten Toker, suça karışan çocukların sayısındaki artışı örnek olarak
göstermektedir. Toker’e göre 1935 yılında ‘suçlu çocuk miktarı 10.1007 iken 1940
yılında bu rakam 16.727’ye yükselmiştir.
Metin Toker “Bu sefil çocukların hali ne olacak?”486 başlıklı haberle konuyla
ilgilenmeyi sürdürmektedir. “Yangın yerlerinde, köprü altlarında, bedbaht yavruları bir
an evvel kurtarmalıyız” alt başlığı ile verilen habere göre yazar, bütün İstanbul
sokaklarını dolaşarak sokaktaki çocukların durumun tespit etmeye çalışmış. Bu
‘kimsesiz çocukların’ özellikle Beyoğlu’ndaki ‘sefahat yuvalarının önleri’, Eminönü ve
486
Metin Toker “Bu sefil çocukların hali ne olacak?” Cumhuriyet, 31 Aralık 1945.
210
Karaköy meydanları, Sirkeci, Unkapanı ve Küçükpazar gibi şehrin merkezi yerlerinde
yaşadığını belirten yazar izlenimlerini şöyle özetliyor: “Türkiye’nin en büyük, en zengin
şehrinde, lüks hayatın ve muhteşem eğlence yerlerinin hemen yanı başında bu kadar acı,
bu kadar koyu bir sefaletin günahsız birkaç bin yavruyu pençesi altında inlettiğini
düşünmek, aradan bir hayli zaman geçtiği halde şimdi bile tüylerimi diken diken ediyor.
Meğer biz ne kadar şefkatsiz kimselermişiz.” Sokaklarda karşılaştığı birçok çocukla
konuşan Toker karşılaştığı çocuk tipleri ve içinde bulundukları zor koşulları şöyle
anlatıyor: “Ne olursa olsun bir lira kazanmadan dönerse eve alınmayan yedi yaşında
kızlar, ellerine geçen bütün parayı alkolik babaya yediren evlâdlar, üvey ana elinden
inleyen zavallılar, akrabalarının hışmına uğrayan masum yavrular gördüm. Bütün
bunlar, yarınki kötü insanların tohumları, kimsesiz çocuk meselesinin ne büyük bir dava
olduğunu bana bir kere daha anlattı.”
Şekil 4 : Sokaklardaki ‘sefil çocuk!’
Kaynak: Cumhuriyet, 8 Şubat 1949.
211
1945 yılında sık karşılaşılan haberlere karşılık daha az da olsa yorum ve köşe
yazılarına da rastlanmaktadır. O dönem yayınlanan bir yazıda Prof. Dr. Sadi Irmak,487
dünyadaki gelişmelere değindikten sonra, ‘sosyal gelişmenin’ devletin bu alanda
sorumluluk aldığı model olduğunu belirtmekte ve İngiltere’de hazırlanan Beveridge
raporundan övgüyle söz etmektedir. Daha sonra Türkiye’de sosyal yardımın bütün
gereklerini, özellikle sosyal sigortayı gerçekleştirecek bir düzeyde olmadığını
belirtmektedir. Ayrıca Sağlık Bakanlığının tam adının ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet
Vekâleti’ olarak öngörülmüş olmasını yani ‘Sosyal Yardım’ (İçtimai Muavenet)
ibaresine bakanlık isminde yer verilmiş olmasını yeni Türk Devleti’ni kuranların uzak
görüşlülüğü olarak değerlendirmektedir. Irmak devletin verdiği aşağıdaki hizmetleri
‘sosyal yardım’ kapsamında değerlendirmektedir:
“Henüz sosyal sigortaları kurmaya muvaffak olamadıysak da büyük kütlelerin sağlığını
tehdit eden sıtma, frengi trahoma karşı teşkilat meydana getirilmiştir. Memleketi içten
tanıyan hekimlerimiz çoğaldıkça ve çalışma tarzımız bürokrasiden uzaklaşıp rational bir
hal aldıkça bu teşkilatın verimi artacaktır. Bu müesseselerimizin başarılarına esaslı
yardımı olacak bir araç da bayındırlık ve kalkınma hareketlerinin hızlanması olacaktır. Bu
imkânların yakın bir zamanda doğmasını dileyelim. Genel kültürü yaymak için atılan esaslı
adımlar, sağlık alanında da geniş tesirlerini gösterecektir.
Sosyal yardım alanında girişilmiş olan dört teşebbüsü daha söylemeliyiz.
1- Köy ebeleri ve sağlık memurlarının yetiştirilmesine başlanması,
2- Aylak ve bakımsız çocuklar davasının Partice ve Hükümetçe ele alınmış olması,
3- İşçileri kazalara ve meslek hastalıklarına karşı sigorta eden bir devlet kurumunun
kurulmak üzere olması,
4- Topraksız köylüye toprak vermek hususundaki kanun tasarısının Kamutay’a gelmiş
bulunması.
Bu teşebbüsler sosyal yardıma devletçi bir gözle baktığımıza delâlet eder. Şüphesiz bu
ilk adımlarla büyük bir sosyal sigorta arasında henüz çok mesafe vardır.”488
1945-48 yılları arasında Çalışma Bakanı görevi de yapan Sadi Irmak’ın489
sosyal yardım sahasında devletçi bakış açısı, korunmaya muhtaç çocuklar alanında bu
487
Sadi Irmak “Toplumca yardım düşüncesinde gelişme,” Ulus, 31.1.1945.
Sadi Irmak “Toplumca yardım düşüncesinde gelişme,” Ulus, 31.1.1945.
489
Prof.Dr. Sadi Irmak 1904'de Seydişehir'de doğdu. Bir süre Hukuk Fakültesi’ne devam ettiyse de
1924'de devletçe Berlin'e gönderildi. Orada tıp ve biyoloji öğrenimi yaptı ve 1929'da hekim oldu. Yurda
dönünce bir süre Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik ve Ankara Hükümet Tabipliği yaptı.
1932'de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde doçentlik sınavını kazandı.1939'da profesörlüğe yükseldi.
1943'te Konya Milletvekili seçildi. 1945–1948 yılları arasında çalışma bakanlığı yaptı. 1950'de Münih,
daha sonra İstanbul Tıp Fakültesinde akademik hayatını sürdürdü. 1974'de kontenjan senatörü seçildi. 17
Kasım 1974-31 Mart 1975 arasında Başbakanlık yaptı.12 Eylül 1980 harekatından sonra Danışma Meclisi
üyesi oldu ve bu meclisin başkanlığına seçildi. (http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1797).
488
212
yıllarda yapılan tartışmalar sonunda 1949 yılında bir kanunla ‘devletçi’ bir noktaya
doğru ilerlemiştir.
1940’lı yıllarda karşılaşılan olumsuzluklar karşısında girişilen başarılı ama
münferit bir girişim Neşet Halit Atay tarafından haber konusu yapılmaktadır. Atay bu
yorumlu haberinde çocuk meselesi hakkında umutsuz bir portre çizdikten sonra
Eminönü’nde karşılaştığı bir uygulamadan söz etmektedir. Katıldığı bir toplantıda
çocuklara dair olumsuz tutumların değişmezliği duygusu ile katılırken duyduklarının
kendisini şaşırttığını belirttiği çalışmayı şöyle anlatıyor:
“İşin başında üç kişi görünüyordu: Kaza Kaymakamı, Kaza Parti Başkanı, Kaza
Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanı. Üç kişi işi kaza sınırları içinde ve kaza imkanlarına göre
ele almışlardır. Yaptıklarını, yapacaklarını şöyle anlatıyorlardı:
A)Kazada kaldırım üzerinde çocuk bırakmayacaklardı. 20 yataklı bir yatakhane
hazırlamışlardı. Çocuğu kaldırım üzerinden alacaklar, buraya getirecekler, polisin
yardimiyle nereden geldiğini, neden, nasıl geldiğini öğrenecekler, kaza dışında gelmiş ise
gene polis yardımı ile geldiği yere gönderilecekler, kaza içinde fakir bir ailenin çocuğu ise
ailesini bulacaklar, orada ailenin, ihtiyacına göre yemek, giyim, iş veya okuma yardımı
yapacaklardı.
B)Yemek için kazadaki büyük küçük lokantalarla, teker teker konuşarak anlaşmışlardı.
Bunların vaddetikleri yardım, bugün tespit edilen ihtiyaçtan fazla idi. Görünüşe göre, her
zaman da çok olacaktı.
Binaenaleyh, Eminönü mıntıkasında ne otellerde, ne
imâlathanelerde ne de sokakta aç çocuk bırakmayacaklardı.
C)Gündüzleri işe giden kadınların çocuklarına bakmak için iki kreş açmışlardı. Burada
çocukları doyuruyorlar, eğelendiriyor ve ilkokul için hazırlıyorlardı. Kreşlerde yemek idare
masraflarına hal ve vakti yerinde vatandaşların yardımını da temin etmişlerdi.
D)Doktorlar ve eczanelerle anlaşmışlardı. Her fakir çocuk muayene edilecek, reçetesini
yaptıramayacak kadar fakir olanlara da ilaç verilecekti.
E)Fakir çocukların giyimleri, mektep kitapları kısmen bunları satan ticarethanelerden
istenecek, kısmen de toplanan para ile satın alınıp verilecekti. Bir de fakir kimsesiz
çocukları, koruyucu yardımcı babalar bulacaklardı. Bir vakitler Fatih’te tecrübe etmişler,
kimsesizlere çocukları arasında yer veren 200 kadar baba bulmuşlardı. Israrla bunu
490
arayacaklardı.”
Çocuk yoksulluğunun çok boyutluluğu ve yaygınlığına karşın henüz merkezi
idarenin bir çözüm üretmediği ancak birbirinden bağımsız birçok başarılı örnek olduğu
görülmektedir. Daha sonra oluşturulan kurumlar ve yasal düzenlemelerde geçmişte
uygulanmış yukarda anlatılan türden münferit başarılı örneklerin izlerini bulmak
mümkündür.
490
Neşet Halil Atay “Semtlerde çalışmalar,” Ulus, 21.3.1945.
213
Cumhuriyet gazetesinin 1945 Aralık ayında ‘kimsesiz ve serseri’ çocuklarla ilgili
bir dizi haber yer almaktadır. Aynı gazetenin 1946 yılı Ocak ayında ise bu çocuklarla
ilgili Belediye, Polis ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun harekete geçerek yaptığı
çalışmaların haberi yer almaktadır. “Belediye kimsesiz ve serseri çocukları topluyor”491
başlığı ile verilen haberden belediyenin toplumdan yükselen ‘bu çocuklara sahip çıkın’
çağrısına cevap vermeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Ancak dönem içinde karşılaşılan
çocuk sorunu karşısında kurumsal anlamda hazırlıklı olmadığı bilinen belediye de
önceliği çocukları ‘sokaktan toplamaya’ vermiş görünüyor. Haberde ‘Küçükler
Darülâceze’ye verilecek, büyükler bir yurdda iskân edilecek, toplama bugünden itibaren
başlıyor’ deniyor. Haber o dönem ‘kimsesiz ve serseri’ çocuklarla ilgili birçok yorumyazısı çıkan Metin Toker imzasını taşımaktadır. Yazının geri kalan kısmında Toker,
İstanbul kentinin yoksullar tarafında mekân olarak kullanılan hamam, köprü altları,
metruk binalar vs. yerlere yaptığı ziyaretlerden edindiği olumsuz izlenimlerini
vermektedir. Bir sonraki gün, 4 Ocak 1946 tarihli gazetede ise “Kimsesiz çocukların”
sokaktan toplanma haberlerini duyunca ortadan kaybolmaya başladıkları belirtiliyor.
Çocukların nasıl toplanacağı ve takip dilecek diğer usuller şöyle anlatılıyor:
“Belediye kimsesiz ve serseri çocukların toplattırılması için tertibat almıştır. Bu çocuklar
için evvelâ bir yurt hazırlanmaktadır. Ondan sonra bunlar yakalandıkça tasnife tâbi
tutulacaklar, sıhhi muayeneden geçirilecekler baba ve anneleri hayatta iseler ve çalışabilecek
durumda bulunuyorlarsa emniyet memurlarınca davetle çocuklarını sokağa bırakmamaları
için kendilerinden söz alınacak, aksi hareket edenler mahkemeye verilecektir. Kimsesizlerden
bir kısmı yeni yurda yerleştirilecektir, bir kısmı da Dârülacezeye sevk edileceklerdir. Bunlar
için Dârülacezede yer ayrılmaktadır. Serseri çocukların toplanacağı hakkındaki haberler
üzerine bunların bir kısmı dünden itibaren ortadan kaybolmağa başlamışlardır.” 492
Daha sonraki gazete haberlerinden çocukların sokaktan toplanması işinin
uygulanmaya başladığı öğrenilmektedir. Haberde yapılan işlemler şöyle anlatılıyor:
“Süleymaniye’deki Kimsesizler Yurduna götürülen 400 çocuk tasfiye neticesinde 87
491
“Belediye kimsesiz ve serseri çocukları topluyor,” Cumhuriyet, 3 Ocak 1946.
Benzer bir uygulama 2000/1 Güvenlik Kararı ile İstanbul Valiliği tarafından uygulanmaktır. Kararla
çocukların sokakta çalışması yasaklanmıştır. Karara dayanılarak sokakta yaşayan/çalışan çocukların
sokaktan nasıl toplanacağı, merkezlere yerleştirileceği, çocuk ailelerine yönelik cezai işlemlerin
uygulanacağı ayrıntılı olarak ‘Uygulama Plan ve Talimatı’ adı altında düzenlenmiştir. Ayrıntılar için bkz.
T.C. İstanbul Valiliği İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, “Sokakta Yaşayan ve Çalıştırılan Çocukların
Korunması Projesi,” 2002 (Tanıtım Brojürü).
492
214
kişiye inmiştir. Bunlardan birçoğunun velileri çıkarak çocuklarını alıp götürmüşlerdir.
Bazıları da memleketlerine gitmişlerdir.”493
Çocukların toplanması işlemine ilişkin yapılan değerlendirmelerde, toplama
işlemleri daha da ayrıntılandırılarak, kurumlararası işbölümü esasları geliştirilmiştir. 22
Ocak 1946 tarihli habere göre, ÇEK ve Emniyet yetkilileri ÇEK’nun Cağaloğlu’ndaki
merkezinde yaptıkları toplantının ‘faydalı kararlar verdiği’ belirtilmektedir. Habere
göre, “Emniyet Altıncı Şube Müdürü Kemal’in iştirakile ve kurum merkez heyeti ve ilçe
Başkanları huzurlarile yapılan içtimada şu kararlar verilmiştir: 1) Polis tarafından
toplanan bu çocuklar Süleymaniyede tesis olunan toplama kampına sevk edilecektir.
Bunların sıhhi muayeneleri yapılıp sıhhat ve ahlâk durumları nispeten iyi olanlardan 15
yaşına kadar olanlar Çocuk Esirgeme Kurumunun Mısırçarşısı arkasında Ketenciler
sokağında açtığı Barındırma Yurduna gönderilecektir. Bunlara Milli Eğitim Müdürlüğü
tarafından gönderilecek bir öğretmen tarafından gece dersleri verilecektir. Daha sıhhat
durumları bozuk ve sari hastalıklarla malul olanlarla ahlâken zayıf olanlar Süleymaniye
Yurdunda alıkonacaktır. 2) Polisçe giydirilen ve emanetçilik yapan çocukların Kurum
gece barındırma yurdunda yatmaları temin olacaktır”494 denilmektedir. Ayrıca ‘hâli
ıslâha müsait olanlara’ da ayrı işlemler yapılacağı haber verilmektedir.
1946 yılında ‘çocuk davası’ konusunda haberler yanında yorum ya da haberyorumlara da rastlanmaktadır. Bu durum 1940’lı yılların ikinci ayrısından itibaren
çocukların korunmasına ilişkin genel bir ilgi artışı olduğunu göstermektedir. Bu
çercevede değerlendirilen Dr. Kemal Saraçoğlu’nun “En büyük memleket işi: çocuk
davası” başlıklı yorum yazısında,495 ‘çocuk meselesi’ nüfus eksenli bir mesele olarak
ele alınmaktadır. Ülkenin o zamanki koşullarının mevcut nüfusun en az iki katına ‘ferah
ferah’ bakabileceğini belirten Saraçoğlu esas meselenin ‘ilkönce dünyaya sağlam çocuk
getirmek olduğunu’ ileri sürmektedir. Türkiye’de nüfusun azlığının esas nedeninin
erken yaşta çocuk ölümleri ve bakamayacakları kaygıyısla annelerin çocuk dünyaya
getirmemek istememelerine bağlayan Saraçoğlu, “ o halde iktisadi ve içtimaî zaruretleri,
493
“Kimsesiz, serseri çocuklar,” Cumhuriyet, 17 Ocak 1946.
“Kimsesiz Çocuklar,” Cumhuriyet, 22 Ocak 1946.
495
Kemal Saraçoğlu “En büyük memleket işi: çocuk davası,” Cumhuriyet, 5 Eylül 1946.
494
215
geçim darlığı sebebile onlara yardım etmek, her hastalanan çocuğu kabul edebilecek
kadar çocuk hasta yatakları temin etmek, çocuk ölümlerinin baş sebebi çocuk ishallerile
mücadele etmek, bu hususta anneleri aydınlatmak gibi yapılacak pek çok şeyler vardır”
demektedir. Ancak bütün bu gerekleri devlet imkanları ile yerine getirmenin mümkün
olmadığını belirtmektedir. Bunun yerine,
‘hali vakti yerinde olanlar, çalışanlar ve
yoksullar’ olarak üç kısma ayırdığı toplumun zenginler kesiminin ‘hükümet için iştigal
konusu olmadığını,’ en büyük kesimi oluşturan çalışanların kendi yardım sandıklarını
oluşturup, para toplayıp kendi hastanelerini açacağını, geriye kalan yoksullara belediye
ve hükümet bütçelerinin yüklenerek bu işin halledileceğini ifade etmektedir. Modern bir
sosyal politika önerisi sunan yazar, özellikle çalışanların çok dağınık ve örgütsüz olması
nedeniyle bu önerinin gerçekleşmesinin güç olduğunun farkındadır. Bütünlüklü bir
çözüm sunma gayreti içinde olan Saraçoğlu, ‘çocuk davasının’ önemli bir veçhesi olarak
‘gayri meşru çocuklar, anasız, babasız çocuklar, sokak çocuklar gibi’ kısımları için
‘Darüşşafaka veya eski darüleytamlar kabilinden müesseseler’ açılmasını önermektedir.
Çocuk sorununu toplumsal diğer değişkenlerle ilişkili olarak ‘şümullü’ bir şekilde ele
alan yazar, yine de dönemin genel havası içinde kalarak esas çözümün ‘nüfus’ artışında
olduğunu ifade etmektedir: “… bizi on dokuz milyondan kısa gelecekte otuz milyona
çıkaracak sihirli anahtarın bulunması”dır.
‘Kimsesiz ve serseri çocuklar’ sorununu uzun süredir gündeminde tutan Metin
Toker, sadece sokaktaki gözlemlerine dayanarak haberler yapmakla yetinmemiş,
konunun tarafı olan psikolog, pedagog, hukukçu ve idarecilerle de görüşerek öneriler
gerçekleştirmiştir. 5 Ocak 1946 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısı ile bu yöndeki
çabalarını aktarmaktadır. Bu sorunun esas olarak üç şekilde aşılabileceğini belirten
Toker’e göre ideal olan birinci yol, ‘halkın iktisadî durumunu, içtimaî hayat ve kültür
seviyesini yükseltmektedir.” İkinci yol olarak ise ‘bu mutlu anın gelmesini beklerken”
bir şeyler yapılmasıdır; bunların başında gelen ise ‘çocuk kanunu’ hazırlanması ve
ardından ‘çocuk zabıtası’ oluşturulmasıdır. Diğer taraftan çocukların ailelerine karşı da
korunması gibi oldukça ‘modern’ bir fikir de ifade edilmektedir. Toker’e göre,
“Meselenin üçüncü hal çaresi bahsettiğimiz Umum Müdürlük kuruluncaya kadar
geçecek zaman zarfında bakımsız çocukların hayat şartlarını biraz daha iyileştirmektir.
Bunun için de yapılacak başlıca iş, barındırma yurtları açmaktır. Bu suretle çocuklar
216
sokaklarda veya hamamlarda yatmaktan kurtarılacaklardır. Belediyenin kimsesiz çocukları
toplamağa başlaması ümid ederiz ki bu yolda atılmış bir adımdır. Hep görürüz, zabıta
zaman zaman bir tarama yapar, bir kaç çocuğu hamama yollar, bazılarını da Darülâcezeye
sevkeder. Sonra iş kapanıp gider. Buna sebep zabıtanın ihmalkârlığı değildir, eminiz ki
polis istediği zaman bu 4 bin çocuğu toplayabilir. Mesele onları gönderecek yurdlar temin
etmek ve bu yurdlarda iyi inzibat, disiplin sağlayabilmektedir. Bundan birkaç sene evvel
İstanbul’da ‘Çocukları Kurtarma Yurdu’ mevcuddu. Dr. Kâzım Zafir’in idaresindeki yurd
1933 de yedi kimsesiz çocukla kurulmuş ve müsbet işler başarmıştır. ‘Yurd’ az zamanda
çocuklar için aile yuvası olmuş, onların dışarda serbestçe dolaşmalarını temin ve hemen
hepsini ıslah etmiştir. Galata gibi çok kalabalık muhitte açılan bu yurd, modern pedagojnin
ne kadar haklı olduğunu ispat etmiştir. Bugün, orada terbiye gören yüzlerce yavru meslek
sahibi namuslu kimseler olmuştur. Daha sonra pek garib bir kararla kapatılan yurd,
yeniden kurulabilir.”496
Bu sözlerin sahibi Metin Toker, çocukların korunması meselesinde yaptığı
tespitler ve önerdiği çözümlerle bulunduğu dönemin ilerisinde bir noktada yer
almaktadır.
şümullü
Çocukların korunmasını ailelerinden de korumayı kapsayacak şekilde
düşünen
Toker,
modern
çocuk
koruma
sisteminin
gereği
olarak
kurumsallaşmayı öngörmesi, sorunun çözümünde genel olarak ‘bilimin’ özel olarak ise
‘pedagojinin’ yol göstericiliğini işaret etmesiyle dönemin çocuk sorunu ile ilgili önemli
bir aydın portresini çizmektedir.
Cumhuriyet döneminde çocukların korunması ve refahı alanında sürekliliği
temsil eden tek kurum olduğu için, ÇEK’nun faaliyetleri veya Kurumla ilgili haberlerle
sürekli olarak karşılaşılmaktadır.
Erken Cumhuriyet döneminde nüfusun artırılması hemen bütün kurumların
gündemindedir. Bu nedenle ikiz ya da üçüz çocuk haberleri basında da önem verilen
haberler olarak yer almakta; bu çocukların yoksul olan ailelerine yardım yapılması
işlemleri ise günlerce takip edilmektedir. Ayrıca erken dönem kanunlarında da bu
politikayı destekleyen hükümlere yer verilmektedir. Nitekim 1930 tarihli Belediye
Kanunu’nun 34. maddesinde bu duruma ilişkin düzenleme: “Fakir ailelerin ikiz
çocukarına, alelumum öksüz, fakir, kimsesiz çocuklara para, hekim, ilâç, yeme, içme,
giyinme, barınma, tahsil, terbiye cihetlerinden, yardım etmek, fakir hastalara meccanen
496
Metin Toker, “Kimsesiz ve serseri çocuklar davası,” Cumhuriyet, 5 Ocak 1946.
217
bakmak, ilâç vermek, fakir cenazelerin meccanen kaldırmak, alil, işten âciz olup
bakacak kimsesiz olmayanlara bakmak” 497 şeklinde yapılmıştır.
1945 yılı içinde gazetelerde sık rastlanan bir haber türü de ‘ikiz veya üçüz’
doğan çocuklardır.
Ulus gazetesinde 19 Ocak 1945 tarihinde yayınlanan üçüz
çocuklarla ilgili haberde498 durumun ÇEK tarafından tespit edildiği ve bu çocuklara
ÇEK tarafından birer kundak takımı ve 25’er lira vermek suretiyle yardımda
bulunulduğu belirtilmektedir. Bu dönemde
nüfus arttırma politikasının hâlâ
sürdürüldüğü ve bu konuda ÇEK’nun aktif görev aldığı bu tür haberlerden de
anlaşılmaktadır. Ancak dönemin koşullarında verilen yardımın genellikle bir defaya
mahsus ve oldukça sınırlı miktarda ve ‘ödüllendirme’ mantığı içinde olduğu
görülmektedir. Bir başka haber de şöyledir, “ÇEK tarafından tespit edildiğine göre
geçen bir yıl içerisinde 235 ailenin ikiz çocuğu dünyaya gelmiştir. ÇEK ikiz doğanlara,
ikiz hediyesi olarak birer kundak takımı ve beşer metre ipekli kumaş armağan etmiş ve
pek muhtaç olanlara da para yardımı yapmıştır.”
499
Görüldüğü gibi ÇEK ikiz çocuk
dünyaya getiren bütün aileleri ödüllendirmektedir ancak ‘pek muhtaç’ durumdaki
ailelere ayrıca yardımda bulunmaktadır. Bunun yanında konuyla ilgili başka çok sayıda
habere rastlanmıştır.500
497
M.C. Duru, Sosyal Yardım, s. 77.
500
“ÇEK Genel Merkezi 1.2.1945 tarihinden 15.2.1945 tarihine kadar 7295 yoksul yavruya yardım
etmiştir. Bunlardan 1365 süt çağındaki çocuğa 630 kilo mikropsuz süt vermiş, muayene kliniklerinde 763
anne ve çocuk muayene ve tedavi edilmiş, merkez banyolarından 1026 anne ve çocuk faydalanmıştır.
Gündüz bakımevinde 1050 çocuğa bakılmış, 40 kilo süt, 300 kab mama, 1200 kab yemek verilmiştir.
Yardım için Genel Merkeze müracaat eden 6 çocuğa 60 lira para yardımı yapılmıştır. Ayrıca: 1 fakir
çocuğa 2 takım iç çamaşırı verilmiş, 3 ailenin 5 çocuğuna elbise, 10 ailenin 23 çocuğuna 57 basma, 26
ailenin ikiz doğan çocuklarına ikiz hediyesi verilmiş ve 3000 fakir anne ve çocuğa birer kab etli sıcak
yemek verilmek suretiyle yardım edilmiştir.” Bkz. “10 ailenin üçüz çocuğu doğdu,” Ulus, 19 Ocak 1945. ;
“… Öğrendiğimize göre son altı yıl içinde ÇEK Genel Merkezi tarafında şu yardımlar yapılmıştır. 1)1940
yılında: 25 ailenin ikizine 20’şer lira para, 2)1941 yılında: 26 aileye 20’şer lira, 3)1942 yılında: 39
ailenin ikizlerine hediye, 4)1943 yılında: 76 ikiz hediyesi, 5)1944 yılında: 9 üçüze 25’şer lira 6) 1945
yılında: 226 ikiz hediyesi gönderilmiş, 15 üçüze 25’şer lira para yardımı yapılmış.” Bkz. “İkizlere ve
üçüzlere yardımlar,” Ulus, 7 Nisan 1945.; “ÇEK 15.3.1945 – 31.3.1945 tarihleri arasında: Ayni
yardımlar, 5 fakir ailenin 20 çocuğuna 46 metre basma, 113 çocuğa her gün mikropsuz süt, 219 fakir
çocuk ve çocuklu anneye 6570 kab sıcak yemek v.s vermiştir.” Bkz. “ÇEK Genel Merkezinin 15 günlük
yardımları,” Ulus, 8 Nisan 1945.
218
1945 yılı içinde Cumhuriyet gazetesinde Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyetlerine
ilişkin haberlere genişçe yer verilmiştir. ÇEK İstanbul merkezinde yapılan basın
toplantısının işlendiği bir haberde göre ÇEK çalışanlarının halkın Kuruma ilgisini yeterli
bulmayarak, bu ilginin arttırılması yönünde çalışmalara yapılmasını istedikleri
belirtilmektedir.501 Bunun yanında “sokaklarda başıboş dolaşan çocukların kurtarılıp
yetiştirilmeleri için gereken müesseseler açılması” gibi dileklerini ifade etmişlerdir.
Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyetinin işlendiği bir diğer haberde, Kurumun “muhtelif
dispanserlerde çok faydalı işler..” gördüğü haber ediliyor. Kurumun çok çeşitli
kollarında verilen sağlık, gündüz bakımevi ve diğer sosyal hizmetler sayılarak, ÇEK’in
çalıştığı
gösterilerek
toplumun
ilgisinin
sürekliliğinin
sağlanmaya
çalışıldığı
görülmektedir.502
“Çocuk Esirgeme Kurumuna yardım edip madalya alanlar” başlıklı haberde503 de
ÇEK’na bağış yapan ‘hayırseverlere’ yer verilmiştir. Dönemin İstanbul Valisi ve
Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından, ÇEK çalışmalarına yaptıkları bağış ve
katkılardan bazı kişiler madalya ile taltif edilmektedir. ÇEK faaliyetlerinin yer aldığı bir
diğer haberle504 Kurumun sadece kent merkezlerindeki çocuklar değil köy çocuklarına
yönelik de çalışmalar yürüttüğünü öğrenmekteyiz. Bu çalışmaların ‘anneler birliği köy
ziyaretleri’ şeklinde gerçekleştiği ve ziyaret edilen köydeki yoksul çocuklara elbise,
ayakkabı ve hastalara ilaç dağıtıldığı haber verilmektedir. 1940’li yılların özellikle
ikinci yarısından sonra çocuk meselesine ilişkin çözüm önerilerinde bir çeşitlenme
görülmektedir. Bu çerçevede bir öneri de ‘çocuk vergisi’ konması şeklinde ortaya
çıkıyor. “Hem Nalına Hem Mıhına” köşesinde yer alan habere göre,505 ÇEK Başkanı ve
Kırklareli Milletvekili Fuat Umay çocukları ve annelerini korumak ve ‘nüfusumuzu 35
milyona çıkarmak’
için Kurumun çalışmalarını anlatıp bunların ne kadar yetersiz
olduğu ve yapılması gereken müesseseler için bir ‘çocuk vergisi’ konmasını teklif
etmektedir.
501
“Çocuk Esirgeme Kurumunda dünkü toplantı,” Cumhuriyet, 15 Ağustos 1945.
“Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyeti,” Cumhuriyet, 17 Ağustos 1945.
503
“Çocuk Esirgeme Kurumuna yardım edip madalya alanlar,” Cumhuriyet, 28 Aralık 1946.
504
“Yoksul Çocuklara yardım,” Cumhuriyet, 26 Eylül 1946.
505
“Çocuk Vergisi,” Cumhuriyet, 8 Ocak 1946.
502
219
1947 yılı başında Çocuk Esirgeme Kurumu ve diğer hayır kurumları ile ilgili
haberlere daha yoğun rastlanılmaktadır. Örneğin 22 Ocak 1947 tarihli Cumhuriyet
gazetesi Amerika ziyaretini tamamlayarak yurda dönen ÇEK Başkanı Fuat Umay’ı
haber yapıyor. 27 Ocak 1947 tarihli aynı gazetede ise olaylı geçen Bursa ÇEK
kongresinin haberi verilmektedir. 3 Şubat 1947 tarihli gazetede ise ‘ÇEK çalışmaları”
verilmektedir. Çalışmalar arasında Kurumun ‘barındırma yurdunda’ kalan kimsesiz
çocuklara verilen yardımlar sayılmaktadır. Aynı tarihli gazetede Kızılay Derneğinin
yoksullara kömür dağıttığı haberi yer almaktadır. Devletin hayır kurumlarına ilgi ve
desteğinin çeşitli düzeylerde de olsa sürdüğünü “Darüşşafaka, hükümetin yardımile
genişletiliyor” başlıklı haberde görmekteyiz.506 Kurumun kapasitenin genişlemesi ve kız
çocukları için bir bölüm açılması haber olarak verilmektedir. Hükümetin nakit yardım
çekini Darüşşafaka yetkililerine verdiği törene Başbakan Recep Peker ve İstanbul Valisi
ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar da katılmışlardır.
Korumaya muhtaç çocukların korunmasında devlet sorumluluğunun en üst
noktası olarak kanunlaşma sürecinin başladığı, Ulus gazetesinin 8 Şubat 1947 tarihli
nüshasında ‘kimsesiz çocukların’ korunmasına ilişkin kanun teklifi ‘Kamutaya’ verildi
şeklinde haberleştirilmiş.507 Haberde, “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığınca uzun
incelemelerden sonra hazırlanmış olan kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların
korunması hakkında kanun tasarısı Kamutaya sunulmuştur. İçişleri, Milli Eğitim,
Çalışma, Adalet, Bütçe ve Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları tasarıyı
görüşeceklerdir” denilmektedir.
1949 yılından itibaren kentsel büyüme ve dönüşümün göstergesi olan haberlere
daha
sık rastlanmaktadır. Özellikle dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı
Fahrettin Kerim Gökay’ın gecekondu bölgeleri ziyaretleri ve halkla görüşmeleri sık
rastlanan haberler arasındadır. 7 Aralık 1949 tarihli Cumhuriyet gazetesinde hem kentsel
işsizlik hem de ortaya çıkan ‘gecekondu sorunu’ ile iki haber yer almaktadır.
“İstanbul’da baş gösteren işsizlik tehlikesi” haberiyle mensucat sanayinde çalışan
506
507
“Darüşşafaka, hükümetin yardımile genişletiliyor,” Cumhuriyet, 16 Mart 1947.
“Kimsesiz çocuklar kanunu Kamutayda”, Ulus, 8 Şubat 1947.
220
38.000
işçinin
bu
tehlike
karşısında
sendikaları
ile
görüşmeler
yaptıkları
belirtilmektedir. “Vali dün Mecidiyeköy gecekondularını gezdi” haberinde ise Vali ve
Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın buralardaki ‘gayri sıhhi’ binalarda oturan
vatandaşların ilkbahara kadar evlerini boşaltmaları için süre tanıdığını haber
vermektedir. 1949 yılındaki haber çeşitlenmesine bir örnek de çocuk suçluluğunu
azaltmak çin çocuk mahkemeleri kurulmasına ilişkin yurtdışından uzman kişilerin
gelmesi ile ilgili haberdir. Haberde “Birmingham Çocuk Suçları Mahkemesi Başkanı bu
sahada tetkikler ve tavsiyeler yapmak üzere memleketimize geldi”
508
denmektedir.
Ayrıca haberde bu uygulamamın İngiltere’deki çocuk suçluluğunda yüzde seksen
oranında azalmaya sebebiyet verdiği belirtilmektedir.
Cumhuriyet gazetesinde de KMÇ kanun tasarısına ilişkin haberler yer
almaktadır. İlgili haberde Meclisin ‘kimsesiz çocuklara dair’ tasarıyı hükümete iade
etmeyip görüşmek üzere gündemine aldığını yazıyor. Bilindiği gibi, 1947 yılında
TBMM Başkanlığı’na sunulan ‘Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması
hakkında Kanun tasarısı’ yaklaşık iki yıl Komisyonlardaki görüşmeler sürecini
tamamlamış ve Genel Kurul gündemine alınmayı bekliyordu. Haberde tasarının
Hükümete iade talebi bazı milletvekillerinin itirazı üzerine kabul edilmeyerek Genel
Kurul’da görüşülmesine karar verilmiştir. Söz alan Denizli CHP Milletvekili Behçet Uz,
“kimsesiz çocuklar mevzuunun büyük şehirlerde en katı yürekleri dahi eritecek kadar
muazzam bit derd olduğunu söyleyerek 941 senesinden beri Büyük Millet Meclisi’nde bu
mevzu üzerinde takrirler verildiğini kaydetti ve Parti Grubunca hazırlanan bir raporun
Sağlık Bakanlığınca bu hususta hazırlanacak tasarıya esas olmak üzere verildiğini
belirtti.”509 Daha sonra yapılan görüşmeler de bu yönde olunca tasarının gündemde
kaldığı ifade edilmektedir. Meclis’in altı komisyonda görüşmelerini tamamladığı kanun
tasarısını gündeme aldığı belirtilmektedir.510 Kanunun Meclis’te kabul edildiği
“Kimsesiz çocuklara dair kanun kabul edildi” başlığıyla verilmektedir.511 Mecliste kabul
edilen ‘Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu”ydu ama gazete haberinde kullanılan
‘kimsesiz çocuklar’ terimi aslında Kanunda yapılan KMÇ tanımına daha uygun bir
508
“Yurdda çocuk suçları için mahkemeler kurulacak,” Cumhuriyet, 2 Ocak 1949.
“Kimsesiz çocuklara dair tasarı,” Cumhuriyet, 8 Şubat 1949.
510
“Yurdumuzdaki kimsesiz çocukların korunması,” Cumhuriyet, 29 Nisan 1949.
511
“Kimsesiz çocuklara dair kanun kabul edildi,” Cumhuriyet, 24 Mayıs 1949.
509
221
başlık olarak duruyor; çünkü kanun korunması gereken geniş bir çocuk kesimini
Mecliste yapılan tartışma ve tekliflere rağmen dışarıda bırakmış ve ana ve/veya
babasızlığı korunmaya muhtaçlığın merkezine yerleştirmiştir.
KMÇ’ın sayısı sürekli bir ilgi ve tartışma konusu olmuştur. Özellikle basında
konu çok sık bir şekilde yer almaktadır. 28 Ekim 1949 tarihli Cumhuriyet gazetesinin
haberi bu ilginin kökenlerinin 1940’lı yıllara kadar gittiğini göstermektedir.512 Haberin
içeriğine bakıldığında verilen sayıya ilişkin bir açıklama yerine, sadece “Teşkilâtımız
memlekette yardıma muhtaç yüz bin çocuk bulunduğunu tespit etmiştir” ifadesine
rastlanmakta ve haberde daha çok ÇEK İstanbul merkezinin çalışmaları anlatılmaktadır.
Böylece 1940’lı yıllarda başlayan hayali sayılar üzerinden korunması gereken çocuklar
politikası üretmeye çalışma geleneğine ÇEK de katılmış olmaktadır. Aynı gün
Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir başka haberle Eyüp semtinde bir çocuk bakımevi
açıldığını öğreniyoruz.513 Haberde önce Eyüp semtindeki çocuk sorunu anlatılmaktadır.
Şubat ayı olduğu dikkate alınarak, bu karda kışta bile Eyüp cami avlusunda “yalınayak,
başı kabak, yaşları üç ile yedi arasında değişen bir yığın çocukla” karşılaşabileceğinizi
belirtmektedir. Bu çocukların civar fabrikalarda çalışan dul kadınlar ya da kalabalık aile
çocukları olduğunu belirtmektedir. Bu çocuklara karşı toplumun da ciddi bir ilgisizlik
içinde bulunduğunu belirten yazar durumu şöyle betimlemektedir: “Sizi temin ederim ki,
şu cami avlusundaki güvercinler dahi onlardan daha talihli, az çok himaye gören
mahlûklardır. Çünkü camiye uğrayan, hele şadırvanlı avluya yolu düşen her ziyaretçi,
her misafir onların kursaklarına birkaç darı veya mısır tanesinin girmesini uğur sayar,
hayvanlara acıyacak kadar içli, merhametli, müşfik ve cömerttir de, bu insan
yavrularını yutkunmaktan aşınan boğazlarını, boşluktan pörsüyen mideciklerini hiç,
ama hiç kimse düşünmez. Hoş, zaten onlar da bu terk edildikleri bu korkunç ihmalin,
içinde bulundukları bu kötü akıbetin pek farkında değiller ya..”
İşte bu çocuklar için
Çocuk Esirgeme Kurumu aldığı bağışlarla bir “çocuk bakım evi” diğer adıyla “gündüz
bakım evi” inşa ederek 12 Şubat 1949 tarihinde hizmet girecek şekilde hazırlamıştır.
Çalışan ya da ev ortamı yetersiz olduğu için sokaklarda kalan çocuklar açılan ‘çocuk
bakım evlerinin’ ÇEK’nun en temel hizmetlerinden biri olduğu bilinmektedir.
512
513
“Yardıma muhtaç 100 bin çocuk var,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1949.
“Eyüp çocuklarının sefaletten kurtaracak olan müessese,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1949.
222
“Çocuk Dostları Cemiyeti’nin beyannamesi” haberi514 ile Derneğin idare kurulu
üyelerinin çocuk sorunun halli için vatandaşı açtıkları banka hesabına para yatırarak
yardıma çağırdığı duyuruluyor. Duyuruda “yarının hırsızları, canileri olarak yetişecek
kimsesiz, sahipsiz çocukları kurtarmak ve faydalı olarak cemiyete iade etmek için”
yardım istenildiği belirtilmektedir. 5 Mayıs 1949 tarihinde ‘Kimsesiz çocuklar’ başlıklı
haberle ‘kimsesiz çocuklar’ için yeni bir dernek kurulduğu haber verilmektedir. ‘Çocuk
Dostları Derneği’nin’ Tophane’de kimsesiz çocuklara yardım dağıttığı haber
edilmektedir.
4.2.3 Çocukları Korumaya Yönelik Kurumların Çoklu Yapısı
Hüseyin Sapmazlı, Türkiye’deki çocuk koruma tarihinin temel kaynaklarından biri
olan ve 1943 yılında yayınlanan Çocuk Hakları ve Himaye Müesseseleri adlı çalışmada
dönemin çocukları korumaya yönelik bütün sivil-özel ve kamu kurumlarının dökümünü
vermektedir. Sapmazlı, sosyal yardım anlayışını açıklarken, yirminci yüzyılla birlikte
yardıma muhtaç hale gelenlerin yardım talep etmesinin bir hak ve yardım etmenin de bir
borç olduğuna belirtmektedir. Ancak bu borcu sadece devlete ya da kamuya değil
topluma da yaymaktadır girmektedir. Ona göre toplumun ya da cemiyetin içinde nasıl ki
herkes eşit bir şekilde askerlik görevi yapıyor ya da vergi veriyorsa, zayıf düşen kişilere
yardım etmek de “ ... cemiyetin diğer camiasına ve Devlet’e ait bir borç ve düşkünler
tarafından yardım istemek bir haktır.”515 Sosyal yardım ve bakımı ihtiyaç sahipleri için
bir hak olarak görmekle birlikte; bu hakkın yerine getirilmesinde devletin yanında
cemiyetin
de
görevlendirilmesi
henüz
modern
sosyal
yardım
anlayışının
olgunlaşmadığını göstermektedir. Ancak erken Cumhuriyet döneminde devletin henüz
ciddi maddi sıkıntılar içinde olması ve sosyal yardımlar konusunda sivil örgütlerden
beklentinin yüksek olması bu değerlendirmede etkili olmalıdır. Ayrıca dönemin
çalışmalarına eleştirel yaklaşmayan Sapmazlı, çocuk koruma alanında doğrudan ya da
dolayı olarak faaliyet gösteren sivil ve resmi kurumların tümünü listeye dâhil etmiştir.
514
515
“Çocuk Dostları Cemiyeti’nin Beyannamesi,” Cumhuriyet, 14 Mart 1949.
Hüseyin Sapmazlı, Çocuk Hakları ve Himaye Müesseseleri, Ankara: Yeni Cezaevi, 1943, s. 185.
223
Sanatoryum
4
Çocuk
2
Hastaneleri
Guraba
2
Hastaneleri
Fakir evleri
Sıtma mücadele 5
merkezleri
4
Kreş gündüz
bakımevleri
Kör sağırlar
1
mektebi
Poliklinik
99
Aşhaneler
Çocuk
yuvaları
Şefkat yurtları
Yetim evleri
Talebe
sofraları
Çocuk
bahçeleri
Çocuk okuma
evleri
Umumi çocuk
banyoları
Çocuk yüzme
havuzları
Ana
mektepleri
Çocuk bakımı
hemşire
mektebi
Çocuk
kampları
Pansiyonlar
Çeşitli i hayır
müessesleri
Kızılay
Halkevi
Çocuk
Esirgeme
Kurumu
Cemiyet ve
Heyetler
Belediye
Hususi İdare
Müesseseler
Devlet
Tablo 4: 1940’lı Yıllarda Çocukları Koruyan Kurumlar
3
Yekûn
2
7
4
2
4
3
1
1
3
54
8
24
3
37
1
127
49
14
60
20
6
26
37
3
20
6
15
16
46
5
19
22
121
820
912
7
9
335
47
3
4
7
15
66
86
4
93
10
2
21
3
3
2
7
1
1
47
47
19
19
224
Köy yatılı
mektepleri
Köy talebe
yurtları
İlkokul yardım
himaye
heyetleri
Düşkünlerevi
Sinemalar
Çocuk ıslahevi
69
69
58
58
270
270
3
7
3
22
1
15
1
Kaynak: Hüseyin Sapmazlı, Çocuk Hakları ve Himaye Müesseseleri, Ankara: Yeni Cezaevi, 1943, s. 215.
4.3 İlk KMÇ Kanunu (1949) ve TBMM’deki Kanunlaşma Süreci
Osmanlı döneminde savaş yetimlerinin korunması, barınması ve yetiştirilmesi
için devlet tarafından kurulan darüleytamlardan sonra, devletin doğrudan kanun
çıkararak korunmaya muhtaç çocuklar alanında sorumluluk üstlenmesi 1949 yılında
çıkan Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu ile gündeme gelmiştir.
Cumhuriyetle
birlikte Darüleytamların kapatılması ve KMÇ alanının bir gönüllü sivil örgüt olarak
ÇEK’na devredilmesine rağmen, 1940’lı yıllarda ‘çocuk meselesi’ne yeniden devletin el
atması, KMÇ’ya yönelik politikalarının oluşması ve değişmesi sürecinde önemli bir
uğraktır. 1920–40 yılları arasında Himaye-i Etfal ve/veya ÇEK’in son derece çeşitli ve
yaygın hizmetlerine rağmen, sorunların ağırlığı karşısında devlet sürekli olarak göreve
çağrılmıştır.516 Bu çağrıya ancak 1947 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın
bir kanun tasarısı hazırlamasıyla cevap verilebilmiştir.
Bu ilk kanunlaşma çabasında kanunun isminden başlayarak, hangi çocukların
nasıl ve hangi kurum ya da kişilerce korunacağına kadar bir dizi belirsizlik vardır.
Örneğin 9.11.1947 tarihinde Başbakan Recep Peker imzasıyla TBMM Başkanlığı’na
sunulan kanun tasarının adına bakıldığında henüz ‘korunmaya muhtaç çocuk’ diye bir
tanımdan uzak olduğu görülmektedir. Kanun tasarısı ‘Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal
516
Çocuk Esirgeme Kurumu başkanı Dr. Fuat Umay 1941 yılında yaptığı konuşmada, korunmaya muhtaç
çocukların bir hükümet bile değil, bir devlet işi olduğunu belirtmektedir. Bkz. Çocuk Esirgeme
Kurumu, “Cumhuriyetin 18 nci Yıldönümünde Hitabeler ve Konuşmalar” Ankara: Çankaya Matbaası,
1941.
225
çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı’ ismiyle TBMM Başkanlığına
sunulmuştur.517
Kanun tasarının ‘gerekçe’ bölümünün ilk paragrafında bu kanunun korunmaya
muhtaç çocuklar sorununun çözümünde devletin gerekliliğini iki önemli argümana
dayandırmaktadır:
a- Türkiye yeni bir medeniyet dairesine girmiştir. Dolayısıyla korunmaya muhtaç
çocuklar alanında o güne kadar gerek devlet ve gerekse özel kurumlar kanalıyla yapılan
çeşitli işlerin küçümsenmediği ifade edilerek, devletin çabalarının yetersiz görüldüğü
dolaylı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca girildiği ifade edilen yeni medeniyet dairesiyle
yani ‘Garp medeniyet âleminin bu alanda yaptığı ilerlemeleri inceledikten sonra” bu
alanda devletin sorumluluk alması gereğinin anlaşıldığı belirtilmektedir. Bu durum
ayrıca KMÇ alanında da ülkenin yeni medeniyet dairesine bağlılığının ipuçları olarak
karşımıza çıkmaktadır. Türk modernleşmesi korunmaya muhtaç çocuklar alanında da
Batı dünyası ve oradaki gelişmeleri kendisine referans olarak kabul etmeye başlamıştır.
b- İkinci Dünya Savaşı’nın toplumsal hayat üzerindeki etkileri Kanun
gerekçesinde ikinci önemli argüman olarak kullanılmaktadır. Tasarının gerekçe
bölümünde bu durum ‘tesirlerinden büsbütün uzak kalmamız mümkün olamayan son
dünya harbinin yarattığı yeni hayat, cemiyet ve ekonomi şartlarının tabiî neticesi olarak
memlekette ‘çocuk dâvası’ bakımından meydana gelmiş yeni durum’ olarak
tanımlanmaktadır. Bu tespitlerden anlaşılmaktadır ki, Kanun tasarısını hazırlayanlar
1940’lı yılların yoksul olduğu için korunmaya muhtaç, terk edilen çocuklar ve ‘sokak
çocukları’ olgusundan haberdarlar ve buradan alınan bilgilerle hareket edilmektedir.
Ancak Kanun teklifinden evinde olanlar dahil bütün korunmaya ihtiyaç duyan çocuk
nüfusu değil, esas olarak ‘özel konumları’ nedeniyle korunması gereken duruma düşmüş
yani ‘kimsesiz, terkedilmiş ve anormal’ çocukların korunması hedeflenmektedir.
517
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” TBMM Zabıt Ceridesi, Devre VIII, Cilt 19/2, 1949, s.1.
226
1949 yılında TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek 5387 sayı ile
kanunlaşacak olan ilk korunmaya muhtaç çocuklar kanunu ile korunmaya muhtaç
çocuklar konusu M. Şükrü Tulay’ın tabiri ile “yirmi küsur senelik bir fasıladan sonra
yeniden ele alınırken”518 bu alanda görev hükümete verilmemktedir. ‘Yeniden’ görev
alan hükümet, yirmi küsur yıl önce, bir kamu kurumu olan ‘dârüleytamları’ tedricen
gelişen bir süreç sonunda 1926 yılında kapatırken görevi devlet ya da hükümetten
almıştı. O dönem KMÇ’ın bakımını sadece bir hayır kurumu olarak Himaye-i Etfal
(Çocuk Esirgeme Kurumu) yürütüyordu. Dolayısıyla 1949 yılında çıkan bu ilk kanunun
en önemli yanı, KMÇ’ın korunması ve bakımı görevini Bakanlıklar kanalıyla devlete
yeniden vermesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda söz konusu bu kanun,
Cumhuriyet döneminde KMÇ alanını düzenleyen ilk özel kanundur.
4.3.1 Kanun Gerekçesi ve Oluşum Süreci
İlk KMÇ Kanunu çalışmalarının yapıldığı 1940’li yılların sonunda ülke hâlâ
nüfus artırma politikasını izlemektedir. Nitekim bu politikanın etkileri kanun
gerekçesine de yansımıştır. Nüfus arttırmanın kabalalık insan topluluğu yaratmak
olmadığı şöyle ifade edilmektedir. “Medeni bir cemiyetin nüfus bakımından kuvvetli
olması, elbetteki yalnız belli bir toprak sınırı içinde kalabalık bir insan yığının
bulunması değildir. Sayının bir kuvvet haline gelebilmesi için, ferdin beden, ruh ve
ahlâk bakımından sağlam olması, ve bağrında yaşadığı cemiyet için faydalı olabilmesi
şarttır.”519 Bu bilgilerin ardından Türkiye ve Belçika’nın sağlıklı çocuk sayıları ve ülke
yüzölçümleri karşılaştırılarak, Türkiye’nin bu sahada geri kalmış olduğu saptaması
yapılmaktır. Korunmaya muhtaç çocukların korunması için alınacak önlemlerin
düzenlendiği kanun tasarısında, çocukların içinde bulunduğu olumsuz koşullara
vurgudan ziyade hâlâ nüfus artışı ve bu nüfusun ‘cemiyete faydalı’ olacak şekilde
sağlıklı olması görevi hatırlatılmaktadır. Bu tespitlerden hareketle ele alınacak konular
maddeler halinde sıralanmıştır. Aşağıda aktarılan maddeler incelendiğinde görüleceği
518
M. Şükrü Tulay, Korunmaya Muhtaç Çocuklar, Adana: Doğan Basımevi, 1959, s. 8.
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” TBMM Zabıt Ceridesi, Devre VIII, Cilt 19/2, 1949, s.1.
519
227
gibi, nüfus artışı yanında temel politika nüfusunun sağlıklı kılınmasıdır. Bu nedenle
doğumdan itibaren kimsesiz ve bakıma muhtaç olup, hastalık ve özürlülük durumunda
olan çocukların sağlıklı kılınması hedeflenmektedir. Bütün çocukların korunması henüz
bir hedef olarak bu çalışmalarda gözlenmemektedir. Çocuğun sağlıklı büyümesi için
öncelikle annenin sağlıklı olması ve beslenmesi gerektiği ve bu görevin halihazırda
Sağlık Bakanlığı tarafından, sütü olmayan annelerin çocukları için ‘süt damlaları’, süt
veren kreşler, çocuk dispanserleri ve çocuk hastaneleri açılması şeklinde planlandığı
belirtildikten sonra kanunla alınması öngörülen önlemler şöyle sıralanmaktadır:
“ 1.- Kapalı akciğer veremine tutulan veyahut bu hastalığa istidatlı çocukları
parasız, yahut para ile tedavi eden çocuk prevantoryumları,
2.- Sıfır yaşından yedi yaşına kadar çocuklar çocuk yuvasına alınır. Burada tıpkı bir
aile ocağında olduğu gibi şefkatle ve itina ile bakılır, büyütülür ve terbiye edilir. Ruhunda
kötü temayüllerin uyanmamasına dikkat edilir. Beden, ruh ve ahlâkça sağlam ve temiz
olarak yetişmesine çalışılır. Çocuk burada ana okulu öğrenimi de görür.
3.- Yuvada yetiştirilen çocuk öğrenim çağına girince ilk okula verilir. İlk öğrenimi
orada yapar. Ancak yemeklerini Sağlık Bakanlığının açacağı Çocuk Pansiyonunda yediği
gibi, pansiyonda yatar, giydirilir ve çocuğun mahrum kaldığı aile terbiyesinin burada
verilmesine çalışılır. Bu pansiyona yuvamızın yetiştirdiği çocuklar alınacağı gibi
dışarıdaki ilköğrenim çağında bulunan kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocuklar da
alınacaklardır.
4.- Yedi yaşından yukarı bulunan kimsesiz yoksul ve yersiz yurtsuz çocuklar
doğrudan müşahade yerlerine getirilirler. Burada beden, ruha ve ahlâk bakımından bir
süre müşahade altına alındıktan sonra bunlardan anormal ve on iki yaşından aşağı yaşta
bulunanlar ilköğrenimlerini yapmak üzere Çocuk Pansiyonuna verilir.
Sakat olanlardan on iki yaşından aşağı ve öğrenim görecek durumda bulunanlar
aynı pansiyona yerleştirilir. Körler, sağırlar, dilsizler ve öğrenim göremeyecek olan sakat
çocuklar özel yurda gönderilir.
Bedence bir sakatlığı olmayıp da akıl ve ruh melekeleri öğrenim yapamayacak kadar
geri bulunanlar ise Eğitim Yurduna konulur.
5.- Çocuk pansiyonunda ilköğrenimi bitiren çocuklar zekâ ve kabiliyetlerine göre ya
Milli Eğitim Bakanlığının yatılı öğrenim ve sanat kurumlarına yahut da devlet endüstri ve
tarım kurumlarıyla devlet çiftliklerine verilir. Bunlardan öğrenim ve sanat kurumlarına
verilip de öğrenimlerinde başarı gösteremeyenler veyahut Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığının korunmasına on iki yaşını bitirdikten sonra girenler de yine devlet endüstri
veya tarım kurumu veya işletmelerine verilir.
Burada tembellik, serkeşlik, baltalama vesaire gibi hareketleri yüzünden
kalamayacakları anlaşılan çocuklar Eğitim Yurduna konularak 18 yaşına kadar yurtta
bulundurulur. Bu süre içinde kendilerine kabiliyet ve temayüllerine göre bir sanat
öğretileceği gibi kısa bir zaman sığdırılmış bir öğrenim de verilecektir.” 520
Hizmet verilecek KMÇ grupları dar bir çerçevede değerlendirilmekle birlikte,
kanun gerekçesinde verilecek hizmetler, kurumlar, kurumlar arası ilişkiler ve çocuk
520
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” s. 2-3.
228
ihtiyaç gruplarının kurumlardan faydalanma prensipleri oldukça esnek ve ayrıntılı bir
çerçevede tutulmuştur. Önlemlerin hemen ilk maddesinde verem hastalığına yakalanmış
çocukların tedavisi için gerekirse paralı hastanelerin kullanılacağının belirtilmesi esnek
ve çocuk lehine bir düzenleme olarak yerini almıştır. Yine çocuğun bakım, eğitim,
sağlık ve yetiştirilmesi durumları çocuğun yaş ve ihtiyaçları dikkate alınarak Sağlık ve
Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevlerinin ayrıntılı olarak
tanımlanması, bu çalışmanın belli bir ön hazırlık sonrasında ortaya çıktığını
göstermektedir. Bu düzenleme, yani KMÇ hakkında merkezi hükümetin temel sorumlu
kurumlarının Sağlık ve Sosyal Yardım Bankanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı arasında
paylaştırılması 1983 yılında çıkan 2828 sayılı SHÇEK dönemine kadar sürmüştür. Bu
kanunla birlikte SSYB’na bağlı müstakil bir genel müdürlük olarak SHÇEK Genel
Müdürlüğü kurulmuştur.
Doğumdan itibaren çocukların ihtiyacına bağlı olarak ve 18 yaşına yani çocuk
reşit oluncaya kadar izlenecek koruma prosedürleri ayrıntılı denebilecek bir çalışmayla
bu Tasarıda tespit edilmiştir. Ayrıca bu prosedürler, yukarda belirtildiği gibi, 1983
yılında kurulan SHÇEK dönemin kadar olan politikaları belirlemiştir.
Kanun gerekçesi incelendiğinde, KMÇ kanun tasarısı hazırlanırken sivil ve kamu
kurumlarının yaptığı çalışmalardan hemen hemen hiç söz edilmemekle birlikte, Umumi
Hıfzısıhha Kanunu ile Belediye Kanunu’nun çeşitli dairelere ve/veya kişilere görevler
verdiği ve verilen görevlerin yerine getirilmesinde yetersiz kalındığı belirtilerek
‘görevlerin daha canlı olarak görülebilmesini sağlamak için tasarıya ayrı bir hüküm
konması’ gerekliliği ifade edilmiştir. KMÇ alanında merkezi hükümetin müdahalesinin
gerekliliği anlaşıldığı bu dönemde, aynı alanda önlem almak konusunda kendilerine
kanunla görev verilmiş bir kamu kurumu olarak Belediyelere yönelik özel bir yakınma
ifade edilmemiştir.
KMÇ hizmetlerinin tedricen merkezi hükümet ve onun kanalıyla oluşturulacak
kurumlara devriyle birlikte, merkezi hükümetin dışında kalan sivil veya başta belediye
olmak üzere yerel kurumlarının hizmetlerinin sınırlanması ya da sona erdirilmesi
düşünülmediği görülmektedir. Kanun tasarısı ile bu hizmetlerin kontrolü ve gerekli
229
önlemlerin alınması için Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın görevlendirilmesi
planlanmıştır.
4.3.2 TBMM Komisyonları ve KMÇ Kanunu
Hükümetin 9.2.1947 tarihinde Başbakan Recep Peker imzasıyla TBMM
Başkanlığı’na sunduğu ‘Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması
hakkında Kanun tasarısı,’ 16.5.1947 yılında meclis komisyonlarında görüşülmeye
başlanmıştır. Sözkonusu kanun tasarısı bu alanda Cumhuriyet döneminin ilk kanun
tasarısı olduğu için, komisyonda yapılan tartışmalar son derece önemlidir.
Komisyonlarda oldukça uzun tartışılan bu tasarıda bir dizi değişiklik teklifi de gündeme
getirilmiştir. Tasarı sırasıyla Meclis İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe ve
Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonlarında görüşüldükten sonra, bu komisyonların üçer
üye vermesiyle oluşturulan Geçici Komisyonda görüşülüp hazırlanan Geçici Komisyon
raporu 19.4.1949 tarihinde TBMM Başkanlığına sunulmuştur.
Kanun
tasarısı
görüşmesinin
yapıldığı
ilk
komisyon
olan
İçişleri
Komisyonu’nda, tasarı genel olarak kabul görmekle birlikte korunmaya muhtaç
çocuklar konusunda Bakanlıkların belediye ve il özel idarelerini ‘denetleyeceği’
hükmüne, özel idare ve belediyelerin yetkilerini sınırlayacağı gerekçesiyle karşı
çıkılmakta ve bunun yerine bakanlıkların işbirliği yapması hükmünün getirilmesi teklif
edilmiştir.
Milli Eğitim Komisyonu’nda yapılan görüşmeler sonucu hazırlanan 13.6.1947
tarihli raporda ilk defa bu alanın güçlüğü, bu alanda çalışacak çocukların eğitimi ve
hayata
kazandırılmasında
görev
alacak
personelin
‘uzman’
olması
gereği
vurgulanmaktadır. Eleman eksikliğini gidermek için “(…) henüz memleketimizde
bulunmayan bu uzmanların biran evvel yetiştirilmesi için
bu alanda başarılı olan
memleketlere Milli Eğitim, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıklarınca gençler
gönderilmesi”521 önerilmektedir. Bu komisyonda korunmaya muhtaç çocuklar alanının
521
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” s. 5.
230
önemi ve uzmanlık gerektiren bir alan olarak görüldüğüne dair bir gösterge de çocuk
mahkemeleri ve çocuk koruma sistemi arasındaki bağın vurgulanmasıdır. Komisyon
raporunda bu durum şöyle belirtiliyor: “Dâvanın önemli bir kısmı çocuk hukuku ile
ilgili bulunduğu Garp memleketlerinin hepsinde kurulmuş bulunan ve yalnız suçlu
çocuk konuları ile ilgili değil, her hususta bakım ve korunmaya muhtaç olan çocuklarla
da meşgul olan çocuk mahkemelerinin de memleketimizde biran evvel kurulması.”522
Milli Eğitim Komisyonu, korunmaya muhtaç çocuklara dair tasarının kanunlaşması ile
birlikte gerekli çalışma ve düzenlemelerin esas bölümünü devralacak kurumun eğitim
kurumu olduğunu bildiğinden olsa gerek, korunmaya muhtaç çocuklar ile ilgili konular
tasarının öngördüğünden çok daha geniş bir çerçevede tartışılmıştır. Bu çerçevede
tartışılan ve önerilen diğer bazı konuları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Konunun önemi ve genişliği nedeniyle müstakil bir genel müdürlük gerekliliği
vurgulanmaktadır. Daha önce bu alanın uzmanlık gerektirdiği ve gerekli
uzmanların ülkemizde olmadığı tespiti ile tutarlı bir sonuç olarak, bu alanın ayrı
bir genel müdürlük şeklinde örgütlenmesi düşüncesi burada ortaya çıkmaktadır.
Dolasıyıla Milli Eğitim Komisyonu’nun bu işi Milli Eğitim Bakanlığı’nın
devralmasında isteksiz olduğu görülmektedir.
2. Kanunun uğraşmakla kendini bağladığı çocuk gruplarının çeşitlilik göstermesi
nedeniyle, kanunun kendine öncelikler tespit etmesi gerektiği. Burada ‘avare
çocuklar’ öncelikli korunması gereken çocuklar olarak yer almaktadır.
3. Sosyal yardım alanında bu kanunla devlet sorumluluğu getirilmiş olmasıyla, sivil
alanda varolan çalışmaların gerilememsi için, devletin vatandaşı ‘teberrua
çağıracak’ tedbirleri alması gereği belirtilmektedir.
4. Bu tartışmanın yapıldığı dönem için ayrıntı sayılabilecek bir konu, kimi
korunmaya muhtaç çocukların bakım ve eğitimine veli veya vasilerinin maddi
katkı vermesinin gereğinin düşünülmüş olmasıdır. Burada KMÇ olgusunun salt
maddi yoksullukla eş tutulmamış olduğu görülmektedir.
522
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” s. 5.
231
5. KMÇ ile ilgili önemli bir husus da, çocukların reşit olduktan sonra topluma
katılımlarının düşünülmüş olmasıdır. Bu amaçla komisyon Çalışma Bakanlığının
sorumlu kılınmasını öngörmektedir.
6. Komisyon bu alanın ‘yepyeni olan bir iş’ olduğu fikrinden hareketle, yapılacak
iş ve uygulamaların “şümullendirilmeden” önce dar alanlarda uygulanarak
deneyimlerden
çıkacak
sonuçlara
bağlı
olarak
ilerletilmesi
gerektiğini
belirtmektedir.
7. KMÇ alanının ‘yepyeni’ bir alan olarak ve eğitimden farklı bir saha olduğu,
kurulacak
kurum
isimleri
konusundaki
hassasiyetlerde
de
kendini
göstermektedir. Komisyon, Hükümet teklifinde yer alan “ ‘eğitim yurtları’
yerine “şümulü” göz önünde tutularak ve bu yurtlarda esaslı hedefin yetiştirme
olduğu düşünülerek (Yetiştirme yurtları) denilmesi uygun görülmüş ve zihni
gerilik
ile
eğitim
zorlukları
gösteren
çocukların
aynı
müesseselerde
birleştirilmemeleri için” ayrı nitelikte yetiştirme yurtları önerilmiştir.
Görüldüğü gibi ilk Korunmaya Muhtaç Çocuklara dair kanun tasarısının
tartışıldığı Milli Eğitim Komisyonu’nda, konu yeni boyutları ile tartışılmış ve yeni bir
alan olarak KMÇ alanın düzenlenmesine dair katkılar sunulmuştur.
Tasarı Çalışma Komisyonunda da ayrıntılı bir incelemeye tabi tutularak,
hazırlanan rapor, 29.7.1947 tarihinde TBMM Başkanlığına sunulmuştur. Bu
Komisyonun kendi özel alanına giren konular dışında getirdiği önemli bir katkı genel
çocuk
sorunlarına
yaklaşımda
‘çocuk
hakları
perspektifinin’
kullanılmaya
başlanmasıdır. Komisyon bu doğrultuda “tasarının kastı kimsesiz ve metruk çocukları
korumak olduğundan bu çocukların; normal, anormal ve geri vasıflarıyla tarif ve
tefrikinde fayda görmemiş ve başlık tadil ederek “anormal” kaydını kaldırmayı tensip
etmiştir.”
Konu Adalet Komisyonlarında da görüşülmüş ancak burada farklı bir öneri
geliştirilmemiştir. Yalnız konunun önemi ve çok boyutluluğu vurgulanarak, bu derece
önemli bir konunun Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı bünyesinde kurulacak bir
müdürlük ve sadece devlet bütçesinden ayrılacak tahsisatla çözülemeyeceği vurgulanıp,
232
ayrı bir tüzel kişiliğe sahip bir genel müdürlük ve bu genel müdürlüğün hayırseverlerin
katkısının sağlanması ile daha uygun bir çözüm bulunacağı belirtilmekle birlikte, bu
önerinin Bütçe Komisyonu’nca yapılması gerektiği belirtilmektedir.523
Tasarının komisyonlarda yavaş da olsa görüşülmesine devam edilmiştir.
21.02.1948 tarihinde Bütçe Komisyonu hazırladığı raporda, Batı ülkelerinde 17.
yüzyıldan beri konu üzerinde çalışıldığı belirtildikten sonra, Türkiye’de de ve özellikle
büyük şehirlerde ‘kimsesiz ve terkedilmiş çocuklar meselesinin’ Türk toplumunu
rahatsız eden ‘içtimai ahlak ve düzenini bozan büyük bir dâva haline gelmiştir’
denmektedir. Bu komisyonda da kanun tasarı başlığında ‘anormal çocuklar’ kaydına
gerek olmadığı belirtilmektedir. Bütçe komisyonunun bütçe ile ilgili belirttiği tek husus,
kanun teklifinin ikinci maddesinde yer alan ‘kimsesiz çocuklara’ bakacak ve eğitecek
kurumların gelirlerinin devlet bütçesinden sağlanması zaruretinin teyit edilmesi ve
yetiştirme yurtları gelirleri ile yapılacak müsamere ve pul gelirlerinin de bu kurumların
gelir kaynakları arasında sayılmasıdır.
Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Sağlık ve
Sosyal Yardım Bakanlığınca 6.2.1947 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunulan Kanun
tasarısı Milli Eğitim, İçişleri, Çalışma, Adalet ve Bütçe Komisyonlarında görüşüldükten
sonra Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonu’na verilmiş ve burada yapılan tartışmalar
sonunda bazı tadilatlar yapılarak 21.5.1948 tarihinde durum rapor haline getirilmiştir.
Raporda kimsesi, terkedilmiş ve anormal çocukların içinde bulundukları özür durumu
ve yaşlarına bağlı olarak tasnif edilmesi; normal ve yedi yaş üstü çocuklar ile özürlü
olmakla birlikte temel olarak eğitime ihtiyaç duyan kör, sağır ve dilsizlerin Mili Eğitim
Bakanlığı
tarafından
korunması
ve
yetiştirilmesi
önerilmektedir.
Çocukların
ihtiyaçlarına bağlı olarak tasnifi yanında diğer bir önemli husus, o dönem kurum
bakımına olan kuşkunun ifade edilmesidir. Darüleytamlar deneyiminde yaşanan
sorunların hâlâ hafızalarda canlı yer aldığı görülmektedir. Sağlık ve Sosyal Yardım
Komisyonu raporunda “Milli Eğitim Bakanlığı, Darüleytam müesseselerinin çocuklar
523
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” s. 9.
233
üzerinde tecrübe ile sabit olan menfi ve kötü tesirlerini ileri sürerek bu gibi
müesseselerin açılmamasını tavsiye etmektedir” denmesine rağmen, bu kurumlara olan
ihtiyaç karşısında bu öneriye sahip çıkılmamaktadır. Ancak kimsesiz ve korunmaya
muhtaç çocuklara yönelik kurumların açılması görevinin Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı’na devredilmesi durumunda, bu bakanlığın halihazırda kurumları olmaması
nedeniyle doğru bulunmamakta, bunun yerine Milli Eğitim Bakanlığı’nın mevcut
imkanlarının daha uygun olduğu şöyle belirtilmektedir: “Halbuki Milli Eğitim Bakanlığı
bu vazifeyi üzerine alacak olursa kendi idaresinde olan ilkokul sanat okulu ve
enstitülerin pansiyonları
veya yeniden açacağı ve tevsi edeceği pansiyonlarla bu
ihtiyaca cevap vermiş olacak ve bu suretle hem tasarruf imkânları elde edilecek hem de
bu çocuklar cemiyet içinde kimsesizliklerini duymadan yetişebileceklerdir.”524 Böylece
korunmaya muhtaç çocuklara yönelik hizmetlerin devlet kurumları arasında uzmanlık
esasına göre dağılımına dair ilk taslaklar da ortay çıkmış olmaktadır. Hükümet teklifinin
ilk maddesinde ‘kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların’ bakım, yetiştirilme ve işe
yerleştirilmesi görevi sadece Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na verilirken, Sağlık ve
Sosyal Yardım Komisyonu bu çocukları hem yaş hem de özel ihtiyaçlarına bağlı olarak
çeşitli gruplar altında toplanmış ve her özel duruma bağlı olarak farklı bir hizmetin
verilmesi için Milli Eğitim Banklığının görevli sayılmasını önermiştir. Bu husus daha
sonra kanunlaşan metinde yer almış ve günümüze kadar gelen KMÇ kurumsal bakım
hizmetlerinin şekillenmesinde son derece önemli bir etki yaratmıştır. Bu komisyonda da
kanun tasarısının adında geçen ‘anormal çocuklar’ hükmüne karşı çıkılmıştır.
4.3.3 Geçici Komisyon Raporu: Yeni Kanun Başlığı “Korunmaya Muhtaç
Çocuklar”
İki yılı aşkın bir süre komisyonlarda tartışılan ‘Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal
çocukların korunması’ Kanun tasarısı son olarak, Adalet, Bütçe, İçişleri, Milli Eğitim ve
Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonlarında seçilen üçer üyeden kurulu Geçici Komisyon
tarafından incelenmiş ve görüşmeler 19.04.1949 tarihinde rapor haline getirilmiştir.
524
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” s. 13.
234
Burada Cumhuriyet döneminde korunmaya muhtaç çocuklar hakkında yapılan ilk
kapsamlı yasal düzenleme olduğu, KMÇ dair temel perspektif ve felsefenin ilk
taslaklarını oluşturduğu için meclis komisyonları ve ortak komisyon süreci ayrıntılı
olarak takip edilmiştir. Çeşitli eleştirilere uğramakla birlikte bu gün hâlâ kullanılan
KMÇ kavramının ilk olarak bu süreçte önerilmesi de anlamlıdır. Bu çerçeveden
bakıldığında, Geçici Komisyon raporuna yansıyan önemli konular şöyle tespit
edilmektedir:
Beden, ruh ve ahlâk gelişmeleri tehlikede olan ve kısaca korunmaya muhtaç
olarak tanımlanan çocuklara yönelik hizmetlerin yerelde, çocukların yaşadıkları
muhitlerde yapılması vurgulanarak, yerellik ilkesi esas alınmaktadır. Komisyon
raporunda da belirtildiği gibi “bu suretle çocukları köklerinden koparmadan köyde
olanları köyde, kasabada bulunanları kasabada ve şehirde yaşayanlara şehirde yardım
edilmelidir.”525
KMÇ alanında ilk kurumsallaşma girişimi olduğu için, bu alanda devletin
sorumluluk almasında son derece temkinli bir söylem kullanılmaktadır. Bu sorunu
çözümünde devletin sorumluluk almaya başlaması kabul görmekle birlikte, bu sorunun
tek başına devletin çözemeyeceği her fırsatta ifade edilmektedir. Bu husus Geçici
komisyon raporunda şöyle ifade edilmektedir: “Bu çocukları koruma işini yalnız devlete
yüklemek
ve
yalnız
Devleti bundan
mesul görmek
525
hizmetin
başarılmasını
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” s. 45. KMÇ çocukları köyde tutma isteği ile Cumhuriyet’in genel olarak köylü ve köylü
yoksulluğu ile karşılalaşma politikası arasında paralellik olduğu gözlenmektedir. Ayşe Buğra’nın köy
politikasına ilişkin tespiti şöyledir: “Ama köy kalkındırma hayallerinin çok önemli olduğu tek parti
döneminde en fazla ciddiye alınan şeyin, köylünün köyünden ayrılması önleme çabaları olduğu
söylenebilir. Bu stratejinin uygulanmasında kullanılan yöntemlerden biri, köylüyü rahat bırakmak gibi
görünüyor. Bu bağlamda, aşarın kaldırılmasında ve köylünün büyük ölçüde vergi dışı bırakılması son
derece önemli. (…) Türkiye’deki sosyal politika süreçlerini erken sanayileşen batı toplumlarında
görünenlerden ayıran bazı ipuçlarını içerdiğini sanıyorum. Bu ipuçlarının izini sürmek için, önce, yoksul
olmayanlar için yoksulların görüntüsünden kaynaklanan rahatsızlık ve tedirginliği, dolayısıyla yoksulu
görmemek isteğinin güçlülüğünü ciddiye almak gerekiyor. Tecrit ve inkar, bu isteği gerçekleştirmenin en
kolay yolları. Ama bu yollara sapmanın bir maliyeti var. Tek parti döneminin köyün çözülmesini
engelleyerek yoksul köylüyle şehirde karşılaşmama politikasının bedeli, önce devlet gelirlerindeki büyük
düşüşle, sonra da sanayi sektöründeki emek arzı sorunlarıyla yaşanıyor.” Bkz. Ayşe Buğra, “Devletçi
Dönemde Yoksulluğa Bakış ve Sosyal Politika: “Zenginlerimiz Nerede?” Toplum ve Bilim, Sayı 99, Kış
2003/2004, s. 92 ve 95.
235
aksatacağından cemiyet bütün alâkalı kurullarının mesuliyeti paylaşmaları zaruridir.”526
İlk defa bir kanunla KMÇ sorununun çözümlenmesi için devlet doğrudan sorumlu
tutularak, bakanlıklara verilen görevlerin açık bir şekilde tanımlanmasına rağmen,
toplumun
diğer kesimleri ve
yerel kamu
örgütlerinin
de
sorumlu
olduğu
vurgulanmaktadır. Böylece KMÇ alanının devletleşme adımı karma bir dille
gerçekleşmektedir. Kanun tasarısında KMÇ için birinci görevli kurumlar olarak Milli
Eğitim Bakanlığı ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı sorumlu kılınırken, Geçici
Komisyon raporunda hâlâ “korunmaya muhtaç çocuklara hizmette köy ihtiyar heyetleri
ve Belediyeler birinci derecede görevli olmalıdır”527 şeklinde ifadeler kullanılmaya
devam etmektedir.
Geçici Komisyon raporuyla Kanun tasarısına da giren önemli bir diğer husus,
korunma kararının objektif olması ve istismarı önlemesine ilişkin bir önlem olarak
mahkeme gerekliliğinin öngörülmesidir. Diğer bir husus da KMÇ’ın bakım ve
korunmasında kurumsal bakıma alternatif hizmet olarak ‘koruyucu aile’ bakım fikrinin
ortaya çıkmasıdır. KMÇ’a yönelik modern sosyal hizmetler içinde önemli bir yere sahip
olan gönüllü ya da profesyonel koruyucu aile fikri raporda şöyle yer almaktadır:
“Bilhassa küçük çocukların aile havası içinde büyümelerinin bir müessesede büyümeye
nazaran dünyaca mücerrep olan müspet tesiri dolayısıyla bizde de mümkün olan
hallerde kendilerine güvenilebilir, hayır sahibi veya para ile bakacak aileler yanına
devamlı bir mürakabede bulunmak şartiyle çocukların verilmesini sağlayacak tedbirler
alınmalı ve vatandaşlar da bu önemli hizmette yardıma çağrılmalıdır.”528 Vatandaşların
göreve çağrılması erken Cumhuriyet dönemi boyunca ÇEK hizmetlerine destek olmak
şeklinde zaten sürerken, bu kez vatandaş koruyucu aile olarak doğrudan sorumluluk
almaya çağrılmaktadır. Bu adım KMÇ’ın aile dışında bakılması durumunda kurum
bakımının olası olumsuz etkilerine karşı geliştirilen modern bir sosyal hizmet çözümü
526
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” s. 45.
527
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” s. 45.
528
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli
Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon
raporu (1/137),” s. 45.
236
olarak değerlendirilmelidir. Geçici Komisyonun raporunda yer alan ve daha önce de
belirtilen en önemli husus, diğer komisyonlarda
tartışılan kanun tasarısı isminin
değiştirilmesidir. Bu husus, “terkedilmiş ve gayri tabii olan çocukların bir araya
toplanışı gibi bir mâna anlaşılmaması için” kanun adı ‘korunmaya muhtaç çocuklar”
şeklinde değiştirildiği ifade edilmektedir. Böylece meclis komisyonları tartışma süreci
tamamlanarak, kanun tasarısı yeni bir isim teklifi ile meclis genel kuruluna sevk edildi.
4.3.4 Kanunun TBMM Genel Kurulundaki Görüşülmesi Sürecinde Yapılan
Tartışmalar
9.11.1947 tarihinde Başbakan Recep Peker’in imzasıyla TBMM Başkanlığına
sunulan “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun
tasarı” yaklaşık iki yıllık Komisyon görüşmeleri sonrasında, 23.5.1949 tarihinde TBMM
Genel Kurulunda görüşülmeye başlanmıştır. İlk söz uzun yıllar Türkiye Çocuk
Esirgeme Kurumu Başkanlığı yapmış olan Kırklareli milletvekili Dr. Fuat Umay’a
verilmiştir. Fuat Umay, Kanun tasarısı ‘korunmaya muhtaç çocuklarla’ ilgili olmasına
rağmen, konuyla doğrudan ilgili olmayan ‘nüfus meselesini’ konuşmasının merkezine
koymuştur:
“Çocuk dâvası bir memleketin en önde gelen büyük dâvalarından biridir. Nüfus dâvasile
eşittir. Bunun içindir ki, bütün devletler, milletler bu dâvayı çok evvelden ele almışlar, çocuklara
sağlık ve sosyal yardım bakımından muhtaç oldukları müesseseleri vücuda getirmişler, çocuk
doğumunu çoğaltmışlar, ölümü azaltmışlardır. Bütün isteklere rağmen Hükümet bu dâvayı ele
almakta çok gecikmiş bu yüzden milyonlarla nüfus kaybedilmiştir. Hiç teşvik görmeden çektiği
ıstırapların karşılığını beklemeden doğum vazifesini yapan Türk kadının bu müstesna muhabbet
ve meziyetlerinden istifade etmesini bilseydik, doğum esnasında mâruz kalacağı tehlikeleri
karşılayacak doğumevlerini geniş mikyasta yapabilseydik, yavrusuna bakabilecek bilgiyi
verebilseydik, hastalıklardan koruyabilseydik, çocukların çeşitli ihtiyaçlarını karşılayacak çeşitli
müesseseleri kurabilseydik, nüfusumuz bugün en az üç milyon fazla olabilirdi. 45 yaşına gelmiş
kadınlarda yapılan istatistikler beher kadına 6.5 çocuk isabet ettiğini göstermektedir. Doğum
529
nispeti binde 44 tür. Senede 800 binden fazla çocuk doğmaktadır.”
Görüldüğü gibi Dr. Fuat Umay’ın konuşması ve eleştirilerinin doğrudan
‘kimsesiz, terkedilmiş ve/veya korunmaya muhtaç çocuklarla ilgisi yoktur. Ulus inşa
529
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
Görüşmeleri” TBMM Zabıt Ceridesi, Birleşim 90, Oturum 1, 23.5.1949, s. 596.
237
sürecinde genel olarak nüfus artışı ve özel olarak nüfusun sağlıklılaştırılması ile
ilgilenmektedir. Nitekim uzun yıllar başkanlığını yaptığı Çocuk Esirgeme Kurumunu
faaliyetlerine bakıldığında da, sadece korunmaya muhtaç çocuklara yönelik bakım ve
koruma çalışmaları değil; nüfus artışını hedefleyen çocuk ve anne sağlığına dönük çok
çeşitli hizmetlerle karşılaşırız.
Dr. Fuat Umay daha sonra Hükümeti kimsesiz çocuklar için kurduğu
müesseselerin olmaması, bu konuya çok az tahsisat ayırdığı ve başka bazı ülkelerle
karşılaştırıldığında Türkiye’nin durumunun çok vahim olduğunu belirttikten sonra tekrar
sözü nüfus, çocuk ölümü, nüfusun meselesinin ülkenin savunması olduğu gibi konulara
getirmektedir. “Şimdiye kadar Hükümet konusunda çocukların sosyal yardım
ihtiyaçlarını tespit ve tetkik edecek bir müracaat yeri yoktur” diyerek devletin kimsesiz
çocuklar alanındaki eksikliklerini belirtmesine rağmen ve bu alanda çözüm önermek
yerine (…) “Hiç şüphesiz Hükümetimiz o zaman çok daha şümullü bir kanunla icap
eden bütün tedbirleri aldığı zaman çocuk ölümü azalacak nüfusumuz bir batında iki
misli olacaktır. Türk kadınının doğum kudreti bunu bize vait ve tebşir etmektedir. Bir
batında 35-40 milyonluk bir Türkiye ne büyük kuvvet, kudret ve saadet kaynağı
olacaktır. Bundan daha mühim savunma tedbiri, bundan mühim kalkınma ve imar planı
olabilir mi?” saptamasını yapmaktadır.
Söz alan Kars milletvekili Dr. Esad Oktay ise, 1944 yılında TBMM’ye mal
olmuş bu tasarının içeriğinde bulunan ‘kimsesiz çocuklar’ sorununun kaynağına dair
daha önce CHP Meclis Grubu raporunda yapılan tespitlere ilişkin bazı pasajlar
okumuştur. Bu ifadeler, aşağıdaki örnekte de görüleceği gibi, incelendiğinde yaklaşımın
son derece genel betimlemeler şeklinde olup, olgusal inceleme ve bilimsel araştırmalara
dayanmayan ideolojik bir içerikte olduğu görülmektedir:
“Bu çocuk bazan Anadolu’nun fakir ve ücra köşelerinden sele kapılmış bir taş gibi
şehirlere düşen arayıp soranı kalmamış bir kimsesiz veya yoksul, bazan bir mütereddi bir
ana babanın, kalpsiz bir vasinin sokağa bıraktığı bir döküntü, bazan da her türlü fena
görenekleri kendine örnek seçen bir bakımsızlık mağduru ve nihayet ve nihayet marazi bir
ruh yapısının bozuk düzenli iradesinin aileden koparıp kaldırıma fırlattığı bir kafa
sakatıdır.
İşte üstsüz başsız, işsiz güçsüz, yersiz yurtsuz dolaşan bu bedbahtlardır, ki bunlar
hakkında
karar verip hem bunları bakımsızlıktan, hem de topululuğu bunların
238
zararlarından kurtarmış olacaksınız. Bunlar kitap sayfaları arasına yerleştirilmiş yapraklar
530
gibi kuru ve cansızdırlar.”
Bu söylemde korunmaya muhtaç çocuklar sorunu tanımlanırken sorunu ortaya
çıkaran toplumsal değişkenlere gönderme yapılmamasının nedeni, bu çocukların aile ve
toplumdan bağımsız ve tehlike yaratan bir sorun olarak görülmesindendir. Bu çocuklar
toplumun ürettiği ve içinde bulundukları olumsuz koşullarda tehlike içinde olan
çocuklardan ziyade, toplum için ciddi bir tehlike olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla,
bu söylemde modern çocuk paradigması doğrultusuna çocukların bir tehlike değil,
tehlike içinde bulunan ve desteğe ihtiyacı olan kişiler olduğu yaklaşımının henüz
gelişmediği görülmektedir.
İyimser bir yaklaşım içinde olan Dr. Esad Oktay “(…) kimsesiz çocuklar cemiyet
hayatı sosyal şartlarının bozukluklarının bir neticesidir ve her memlekette belli
miktarda mevcuttur” diyerek, bu olgunun belli bir oranda varlığını normal
karşılamaktadır. ‘Kimsesiz çocuklar’ sayısının artmasında önemli etkenler olarak savaş,
kıtlık ve işsizlik gibi durumların ülkede olmadığını belirtmesine rağmen, verdiği
kimsesiz ve bakıma muhtaç çocuk sayısı azımsanmayacak bir düzeydedir. Dr. Esad
Oktay’a göre “Memleketimizde 15 bin kimsesiz çocuk” olması üstesinden
gelinemeyecek bir sorun değildir. Ayrıca köy kökenli kimsesiz çocukları çalışma
hayatına katılabileceğini ileri sürerek bu 15 bin kimsesiz çocuk sayısının abartılı
olduğunu ima etmektedir. “Köylerde 7-8 yaşındaki çocuk aşağı yukarı müstahsil
vaziyettedir. Zirai işlerde bâzı vazifeler yapacak durumdadırlar” diyerek, kırsal kökenli
korunmaya muhtaç çocuklar sorununun henüz dönemin zihinsel yapısında tam olarak
yer almadığını göstermektedir.
Dr. Esad Oktay’ın konuya ilişkin konuşmasının tümüne damgasını vuran,
kimsesiz çocukların genel olarak toplum ve özel olarak aile bağlarından bağımsız
özneler olarak değerlendirilmesi ve tasniflenmesidir. Bir tıp doktoru olan Oktay,
konuşmasının sonraki bölümünde, çocuklarda sıklıkla görülen bulaşıcı hastalıkları
530
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
Görüşmeleri”, s. 597.
239
sıralamakta ve ruhsal durum analizlerine başvurmaktadır. Aile ve toplumdan bağımsız
‘rehabilitasyon’ öngören bu değerlendirmede en özgün öneri şöyle ifade ediliyor:
“Korunmaya muhtaç çocuklar arasında bilhassa çok mühim olan sosyal tipler
mevcuttur.
1- Ruhen normal fakat fena tesirler ve bakımsızlık yüzünden ahlâken bozulmuş çocuklar.
2- Ruhen alil ve muvazenesiz çocuklar. Bunlar ekseriye ruhen psikopattırlar. Bu gibiler
inzibat altına alınmazlarsa cemiyet hayatı için çok zararlı ve tahammül edilmez bir hal
alabilirler.
3- Travma, enfeksiyon, epidemik ansefalit, hat psikozlar, lüetik psikozlar, ağır epileptikler
gibi çocuklar mediko-pedagojik tedbirlerden istifade edemeyeceklerinden daimî surette
kapalı müesseselerde kalmaya mahkumdurlar.
Bu vaziyet gösteriyor ki, bilhassa yedi yaşından sonra korunmaya muhtaç çocuklar bir
tasnife tâbi tutulmalıdırlar. Bu tasnife ancak müşahede ve ayırma müesseselerinde
mümkündür. Bu meselelerde çocuk hastalıkları mütehassısı, pedagog ve bir ruhiyatçı
bulunmalı ve çocukları esaslı tetkikten geçirdikten sonra umumi mektep, meslek mektepleri,
sanat mektepleri ve müesseselerinin çalıştırılmak ve iş göstermek üzere sınaî ve zirai
teşekküllere gönderilirler. İşte bu tasarıda bu arz ettiğim müşahede ve ayırma müessesine
ait ahkâm yoktur. Bu yüzden de ilerde bu işin tatbikatında müşkülât çekileceği
531
kanaatindeyım.”
Korunmaya muhtaç ya da dönemin yaygın tabiri ile “kimsesiz çocuklar’
sorununu son derece ‘çocuk merkezli’ gören ve çocuk merkezli çözüm öneren
yukarıdaki yaklaşımlar yanında, sorunu bir ‘sosyal sorun’ olarak gören ve çözümü de
devletin aile yapısına müdahalesi ve ailenin refahının arttırılması temelinde ele alan
yaklaşımlar dönemin Meclisinde yer almıştır. Bu çerçevede değerlendirilen Niğde
Milletvekili Hüseyin Ulusoy’un konuşması anlamlı görülmektedir:
“Çok mühim ve sosyal bir dâva, geç de olsa ele alındığı için, bu hususta duyduğum
sevinç büyüktür. Tasarı üzerindeki diğer kanaatlerim şunlardır:
1. Tasarının korunmaya muhtaç çocukların nevilerini tespit ederken koymuş olduğu
nizamlar serttir. Bu hükümlerin daha geniş olması için ne yapmak lâzım gelir, onu
Hükümet düşünmelidir.
İkincisi, bütün nizamın Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülmesi doğru olurdu.
Üçüncüsü, Hükümetten bilhassa ricam şudur: Gerek analı ve gerekse anasız ve babasız
dilenci çocuklar üzerinde dikkatle durmalıdır. Bu davayı halletmek için mutlaka bir
tedbir düşünülmelidir, icap ederse sert nizamlar koymalı ve bu dert halledilmelidir.
4. Bence her şeyin dışında çocuk meselesi, ailenin refaha ulaştırılması meselesidir.
532
Devletin ve Hükümetin bu hususta daha geniş tedbirler almasını bekliyoruz.”
531
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
Görüşmeleri”, s. 598.
532
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
Görüşmeleri”, s. 599.
240
Meclis tartışmalarına birçok farklı görüş yansımıştır. Bu çeşitli görüşler içinde
soruna devletin müdahale
etmesinin yararlı görülmesiyle birlikte, devletin ve
Hükümetin yeterli desteği sunacağı konusunda şüphe ve kaygılar baskındır. Bu görüş ve
endişeyi en açık biçimde Gaziantep milletvekili Dr. Muzaffer Canpolat şöyle ifade
ediyor:
“Endişem şudur: Memlekette, bakılmaya muhtaç çocukları bu kanunla Hükümet
eline almıştır. Binaenaleyh vatandaşların ve bunun için teşekkül etmiş olan kuruluşların
çalışmasına lüzum yoktur, diye bir kanaat husule gelmesin. .. Hakikat şudur ki, Türkiye’de
bakılmaya muhtaç çocukların adedi Hükümetçe ayrılan 700 bin liranın hattâ iki milyonun
tatmin edemeyeceği kadar çoktur. Binaenaleyh bunun açıklanması ve bunun için bir yandan
da hayır kurumlarının çalışmalarına devam etmesi ve vatandaşların da bununla ilgilenmesi
çok yerinde olur. Hükümetten temennim şudur: Son zamanlarda bu gibi kurumlara yapılan
yardımlar idare âmîrlerimiz ve müesseselerimiz tarafından desteklenmemektedir. İdare
âmîrlerinin, İktisadi Devlet Teşekküllerinin ve eğitimle görevli bulunan müesseselerimizin
bu hayır cemiyetlerini bilhassa çocuk mevzuunda çalışanlarını desteklemelerini rica
ederim. Sayın Başbakan Yardımcısı da buradadır, bilhassa kendilerinden rica ederim,
çünkü bu kanunla tahsis edilen 700 bin lira ile ancak 700 çocuğa bakabiliyor. Halbuki 700
çocuk bir vilâyetin hattâ bir kazada çıkabilecek kadar az miktardır. Bundan dolayı gerek
Büyük Meclis ve gerek Hükümetin ve gerekse matbuatın bu mevzuda yakın ilgi
göstermelerini ve halkın bu kurumlara daha fazla yardım edebilmesi için teşvik etmelerini
533
bilhassa rica ederim.”
Bu kaygıların farkında olan Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu, kanun teklifini
savunucusu olarak bu kaygıların kanun teklifine yansıtıldığını ifade etmektedir.
“Esas, bu hizmeti kısmen Devlet bütçesine, fakat kısmen de mahallî teşekküllere,
belediyelere, köy idare heyetlerine yüklemek suretiyle dağıtmak ve bu suretle bütün
memleketi bu işle vazifelendirmek olmuştur. Bu kanun, bizi asla bu gibi kurumlardan
vareste kılmaz. Biz Hükümet olarak bu kurumlarla işbirliği halinde çalışacağız. Ümidimiz
odur ki, işbirliği halinde daha geniş ölçüde dertlere çare bulmak imkânını bulacağız. Gerek
Çocuk Esirgeme Kurumu ve gerekse çocuklara yardım eden diğer teşekküller çocuklara
yardımda çalışmalara daha fazla devam edeceklerdir. Buna memleketin ihtiyacı vardır. …
Memleketimizde nüfus artımı bakımından da faydalı neticeler alacağımızı ümit
etmekteyiz.”534
Milli Eğitim Bakanının bu konuşması sonrasında kanun teklifinin maddelerinin
görüşmesine geçilmiştir. Kanunun ilk maddesi ile yukarıdaki tartışmanın da merkezinde
yer alan, korunmaya muhtaç çocukların korunmasının kimin sorumluluğunda olacağı
hususu belirlenmektedir.
533
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
Görüşmeleri”, s. 599.
534
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
Görüşmeleri”, s. 599.
241
Tartışmalar sonrası kabul edilen 1. madde şöyledir:
“Beden, ruh, ahlâk gelişmeleri tehlikede olup ana ve babasız, ana ve babası belli
olmayan ve Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre haklarında korunma tedbirleri
alınmasında zaruret görülen çocukların mahkeme kararı ile ve reşit oluncaya kadar bu
kanunla belli edilen şartlar içinde bakılma ve yetiştirilerek melek sahibi edilmeleri köy ihtiyar
heyetleri, mahallî belediyeler, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli Eğitim
535
Bakanlığınca sağlanır.”
Tanım korunacak çocuklarının kapsamını son derece dar tutmaktadır. Tanımın ilk
bölümünde anılan ana ve babasızlık kıstası dönemin baskın söyleminde kullanılan
‘kimsesiz çocuk’ kavramını anımsatmaktadır. Tanımdaki bu kısıtlılık konusu görüşmeler
esnasında da gündeme gelmiştir. Trabzon Milletvekili Mustafa Reşit Tarakçıoğlu’nun
‘kör, sağır ve dilsiz çocukların’ da birinci maddeye dahil edilmesi talebine, Milli Eğitim
Bakanının “bu kanun yoksul ve kimsesiz çocukları derpiş eden bir kanundur. Kör, sağır,
topal çocukları derpiş eden bir kanun değildir” itirazının ardından, maddenin tanımının
genişletilmesi talebi reddedilmiştir.
Kanunun ikinci maddesinde köy ihtiyar heyetleri korunmaya muhtaç çocuklar
konusunda sorumlu dört temel kurumdan biri olarak sayılmaktadır. Ancak köy ihtiyar
heyetinin bütçesinin olmaması önemli bir sorun teşkil ettiğinden bu durum itirazlara
sebep olmuş ve yapılan tartışmalar sonunda maddede değişiklikler kabul edilmiştir.
Ancak değişikliklere rağmen, bu alanda hiçbir uzmanlık özelliği olmayan köy ihtiyar
heyeti, aile yanına ya da bir işe yerleştirilecek korunmaya muhtaç çocukların
durumlarının takibi için nezaret etme görevi verilmektedir. Bu yaklaşımda köyün
kentten ayrı bir ünite olarak görülmeye devam edildiği görülmektedir. Ayrıca köy
ihtiyar heyetinin bu konuya ilişkin bağımsız bir bütçesi olmaması nedeniyle çıkan
tartışmalar sonrasında maddenin son hali şu şekilde kabul edilmiştir:
“Madde 3.- İkinci madde hükümlerine göre mahkemece, bir çocuk köyde bir şahıs,
bir aile veya bir müesseseye verilirse, o çocuğun bakımına, korunmasına, iş ve güç sahibi
edilmesine köy muhtar ve ihtiyar heyeti nezaret eder. Bu çocukların bakımına yardım olmak
535
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
Görüşmeleri”, s. 600.
242
üzere verilecek ücretler köyün bütçesi dairesinde ayni veya nakdî gelirlerinden ve bu kanunun
maksadına uygun olarak vâki olacak bağış ve tesislerden verilir. Bu surette bir yere verilen
çocukların malları varsa veya ana babaları olup da yardım edecek kudrette iseler çocukların
bakımlarına iştirak ve katılma miktarları Türk Medeni Kanunun hükümleri dairesinde
mahkemece tâyin edilir.” 536
Bu madde ile çocuklar ‘kimsesiz ya da korunmaya muhtaç’ olup, yoksul ailelerden
geldikleri kabul edilse dahi, ‘kamu çıkarının korunması’ prensibin unutulmadığı ve
ailesinin durumunun uygun olması halinde bakım ve korunma altındaki çocuğun
bakımına katkı vermesi bu madde ile düzenlenmiştir.
Kanunun görüşmelerinin üçüncü maddesinin sonrasında tartışmaların azaldığı ve
maddelerin hızlı bir şekilde oylanarak kabul edildiği görülmektedir. Burada ‘korunmaya
muhtaç çocuklar’ alanı için önemli olan iki hususu belirtmekte yarar görülmektedir.
Birincisi korunmaya muhtaç çocukların bir ücret karşılığı ya da ücretsiz bir şekilde
bir aile yanına evlatlık olarak ya da o zamanlar literatürde olmayan tabirle ‘koruyucu
aile’ düzenlemesinin yapılmış olmasıdır. Bu husus 17. madde şöyle yer almaktadır:
“Kendilerine güvenilebilen aile veya özel kişiler Bakanlıklarca açılan müesseselerdeki
çocukları Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre evlât edinme veya bakmak üzere
isterlerse verilebilirler. İcabında bu çocuklar ücret mukabili bakılmak üzere kendilerine
güvenilebilen kimseler yanına da verilebilirler.” 537
Meclis görüşmeleri sırasında üzerinde hassasiyetle durulan, devletin yanı sıra
mevcut hayır kurumlarının desteklenmesi, kendileriyle işbirliği yapılması gibi konulara
26. madde ile bir düzenleme getirilmektedir: Buna göre: “Hayır dernekleri; köy ihtiyar
heyetleri ve belediyeler ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli Eğitim
Bakanlıkları ile işbirliği ederler. Kâfi miktarda paraları bulunmayan hayır dernekleri
müesseselerine yerleştirilen çocukların bakım ücretleri;
köy ihtiyar heyetleri,
belediyeler veya bakanlıklarca ihtiyaç görüldüğü nispette ödenir.” 538
536
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
Görüşmeleri”, s. 604.
537
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
Görüşmeleri”, s.606.
538
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis
243
Kanun bütün olarak görüşülüp kabul edildikten sonra söz alan Sağlık ve Sosyal
Yardım Bakanı Dr. Kemali Bayizit’in sözleri korunmaya muhtaç çocuklar alanında
‘yeni durumu’ özetler niteliktedir: “Ve böylece muhtaç çocukların korunması meselesi
de artık bir vazife olarak Hükümete tevdi edilmiş bulunmaktadır.”
4.3.5
İlk KMÇ Kanunu ve Uygulamada Karşılaşılan Zorluklar
İlk korunmaya muhtaç çocuklar kanunun çıktığı ortamda konu kamuoyunda,
devlet bürokrasisinde ve ilgili çevrede henüz bir dil birliği içinde tartışılmamakta ve
verilen görevlerin yerine getirilmesi konusunda belirsizlikler hüküm sürmektedir. İçinde
bulunulan koşullarda çocukların korunmasına ilişkin kamunun sorumluluk alması gereği
bir fikir olarak belli belirsiz ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde yaşayan Tulay
durumu şöyle tasvir etmektedir:
“Kanunun yürürlüğe girmesi köy ihtiyar heyetlerine, mahalli idareler ve
belediyelere Sıhhat ve İçtimai Muavenet ve Maarif Vekâletlerine bir çok hizmet ve malî
külfet tahmil ediyordu. Esasta ise köy ve belediye kanunlarında ve hükümetin icra
organlarını, vekâletlerin mahalli mümessillerini bu mevzuda harekete geçirecek; Umumi
Hıfzısıhha ve İş kanunlarında daha evvel de hükümler mevcuttu. Fakat çeşitli kanunlar
bünyesine serpiştirilmiş bulunan dağınık mevzuat işler bir halde olmadığı gibi, meselenin
umumî efkârda ve vatandaş şuurunda fikri hayati dahi hazırlanmış değildi. Adli cihazlar
bile Medeni kanunun tatbikatında böyle bir lüzumu his etmez durumdaydı. Kurulacak
teşkilâtı tedvir edecek personel yoktu. Kanunun şümulüne girecek çocukların miktarı
sıhhatli bir istatistik kayıtlarına bağlanmadığından rakamlar tahminlerden ileri gitmiyordu.
Hükümet merkezi dışındaki tatbikatçıların anlayışları ayrı ayrı idi. Fakat mahiyet her ne
olursa olsun başta kanunun mükellefiyet tahmil ettiği vekâletlerin harekete geçmesi lazımdı.
Memleket ihtiyaçları bunu zorluyor, milli irade bunu istemekteydi. Kanuna göre çocuklar
iki kategoriye ayrılmış. 0:7 Yaş arasındaki çocuklar Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin
açacağı bakım yurtlarında 7:18 yaş arasındaki çocuklar da Maarif Vekâletinin kuracağı
Yetiştirme yurtlarında bakılıp yetiştirilecek, ıslâh ve terbiye edilecek, müstahsil hale
getirilerek bede ve ruh sağlıları yerinde iyi bir vatandaş olmaları sağlanacaktı. Bunun
dışında mahalli idareler ve belediyeler de birleşmek suretiyle veya res’en yuva ve yurt
açabilecektir.” 539
Kanunun tanımladığı görevleri yerine getirme usullerini tespit etmek için Milli
Eğitim ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı bir dizi mevzuat hazırlığı yaptıktan sonra
Görüşmeleri”, s. 609.
539
Tulay, s. 10.
244
ilk adımlar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atıldı. Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten
yaklaşık üç ay sonra 9.8.1949 yılında ilk yetiştirme yurtları Ankara Nallıhan ilçesi
Çayırhan bucağında ve Bilecik Yarhisar bucağı İlyas bey köyünde açıldı. Ardından da
7.3.195o tarihinde Erzincan’ın Tercan ilçesinde ve Yozgat’ın Yerköy ilçesine bağlı
Saray köyünde açılan yurtlar takip etti.540 Bakanlığın bölge yatılı okulları deneyimi,
buralarda görev almış deneyimli öğretmen kadrosu ve dârüleytamlardan kalan binaları
‘yetiştirme yurtlarının’ hem bina anlamında fiziki alt yapısını hem de personel alt
yapısını teşkil ediyordu. Ancak temel olarak eğitim ve öğretim alanında örgütlenmiş bir
kurum olarak Milli Eğitim Bakanlığı, KMÇ’ın bakım, eğitim, rehabilitasyon ve
korunma hizmeti alacakları ‘yetiştirme yurtlarının’ kendi işi olmadığını biliyordu. Bu
rahatsızlık yaratan müphem durum kanun teklifinin komisyon görüşmelerinde de
kendini göstermişti. Bu nedenle başta ‘eğitim yurdu’ olarak öngörülen kuruluşların ismi
‘yetiştirme yurdu’ olarak değişikliğe uğradı. Milli Eğitim teşkilatı kendisine verilmiş
‘yeni’ görevi ‘eski’ usullerle yani bildiği usullerle çözmeye çalışmaktaydı. Zaman
içinde ‘yetiştirme yurtları’ birer yatılı bölge okulu gibi çalışmaya başlayacaktı:
“Hizmete giren müessesler kendi kendilerine bir şekil almağa başlamıştı. Mektep binaları
vardı. Buralara öğretmen tayin edilmişti. Mahkemelerden korunma kararları alınarak
vilâyetlerden merkeze gönderiliyor, arka arkaya yurtlara çocuk tertibi yapılıyordu.
Tahsisat veriliyordu. Durum kurucuların anlayışına terkedilmişti. Bir plân, program, proje
mevcut olmadığından tatbikat hemen hemen idarecilerin ve kurucuların idrâklarına
bırakılmıştı. Böylece geçen bir yıl sonunda yurtlardaki mevcut (450) çocuk olmuş yer
kalmadığından sıraya alma usulü ihdas edilmişti. Sanki ilk tahsili içine alan ve tam bir
mektepçilik hüviyet ve zihniyetiyle çalışan, yeknesak elbiseleriyle, flâmalarıyla, trampetiyle,
duvarlara asılı vecizeleriyle, zil sesiyle, kısaca bölge yatılı okulu yeniden doğuyordu” 541
Bakanlık çalışanları ve yetkilileri kendileri verilen 7-18 yaş arası KMÇ’ın bakım ve
eğitimlerini kendi deneyim ve bilgileri dahilinde bir ‘eğitim işi’ olarak çözmeye
çalışırken, bir yandan da KMÇ’ın bakım ve korunmasının ayrı bir iş ve alan olduğunu,
bu nedenle ayrı bir örgütlenmenin gereğini dile getirmeye başlamışladır. 5387 sayılı
Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu’nun 29. uncu maddesi her yıl ‘maarif vekili veya
müsteşarının başkanlığında bir çocuk koruma umumi danışma heyetinin toplanmasını
âmirdi.’ Bu kurulun üyeleri ‘Talim Terbiye dairesi reisi,’ ‘ilk öğretim umum müdürü,’
Sağlık ve Sosyal Yardım, Adalet, Dahiliye, Çalışma bakanlıkları temsilcileri ile
540
541
Tulay, s. 10.
Tulay, s. 11.
245
Üniversite öğretim üyelerinden bir pedagog, bir Medeni hukuk ve Çocuk hukuku
profesörü, vali, belediye reisi, maarif ve sağlık ve açılmış yurt müdürlerinden ikisi ile
hayır kurumları temsilcileri ve birkaç büyük iş adamı ve iki muhtardan oluşuyordu. Bu
heyet kanunun kabulünden bir sene sonra 25.4.1950 tarihinde Maarif Vekili Tahsin
Banguoğlu’nun başkanlığında toplandı. Toplantıda çocuk meselesiyle ilgili ve konuya
vakıf üyeler samimi olarak fikirlerini beyan ederek ortaya çıkan sorunları anlattılar. Ayrı
bir komisyon oluşturularak kanun tekrar gözden geçirildi ve bir dizi önemli prensip
kararı alındı. Alınan kararlardan bakanlıkların konuya ne kadar yabancı oldukları, bazı
bakanlık ve kurumların ilgisiz olduğu, ayrı ve bağımsız örgütlenme gerekliliği çok net
olarak ifade edilmektedir. Bu ilk ‘çocuk koruma umumî danışma heyeti kararları’
şunlardır:
“a)Korunmaya Muhtaç Çocuklar davasının tahakkuku için bir teşkilat kanunun
yapılması, b) Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlınca 0:7 yaş arasındaki çocuklar için bakım
yurtlarının bir an evvel açılması, c) Uzvî ve Ruhî sakatlıkları olan çocuklara mahsus
müesseselerin kurulması, ç) Bu mevzuda yetiştirilmek ve bu alanda istihdam edilmek için
Maarif vekaletince Avrupa’ya eleman gönderilmesi, d) Mahalli idareler ve belediyeler
bütçelerine konan yüzde yarım ve yüzde bir nispetindeki hisselerin arttırılması ve paranın
tahsilinde mecburi ve cezai müeyyidelerin kabulü, e) Koruma kararlarının asliye değil sulh
hukuk mahkemelerinde alınması, f) Maarif, Sıhhat ve İçtimai Muavenet veka1etlerince
müşterek bir talimatnamenin hazırlanması, g) Tadi1 tasarısının hemen hazırlanarak
temennilerle birlikte hükümete sunulması, gibi ana fikirler vardı.”542
Kanunun uygulandığı bir yıllık süre içindeki uygulama farklılıkları, Bakanlıklar
ve uzmanların değerlendirmeleri sonunda ortaya çıkmaya başladı.
“Kanunun kifâyetsizliğini, bir yıllık tatbikat göstermişti. Vekâletler bu işin klasik
mektepçilik anlayışından ayrı yepyeni bir konu olduğunu kabul etmiş bulunuyorlardı.
Mesele İlk öğretim Umumu Müdürlüğünün himâyesinde meydana getirilen bir şube ve
birkaç kişi ile idare edilecek kadar küçümsenecek bir hizmet değildi. Kademeli işbirliği
isteyen, ilmi, tekniği, teşkilatı fikrî ve âmeli hayatı a1an girift bir mahiyet taşıyordu.” 543
Böylece KMÇ alanının bir ‘eğitim’ alanı olmadığının anlaşıldığı; ancak ‘ne
olduğunun’ henüz tam olarak bilinmediği bir arayış dönemine girilmiştir. Bir yandan
kanunun gözden geçirilerek yeniden çıkarılması, bir teşkilat kanunu gereği, alanda
çalışacakların ayrı bir eğitim ihtiyacı içinde olduğu, iki önemli sorun alanına işaret
ediyor. Birincisi uzmanlaşma gereği; yani bu deneyimin sonunda, özel bir eğitimi
olmayan öğretmenlerin KMÇ ile ilgili çalışmalarda yetersiz kaldığı anlaşılmıştır.
542
543
Tulay, s. 10.
Tulay, s. 10.
246
İkincisi, kurumsallaşma gereğidir. 1940’lı yıllarda KMÇ’ın bakımı için Devletin elinde
Milli Eğitimin elindeki yatılı okullar dışında hazır bir kurum yoktur. Bu nedenle
temelde mevcut kurumlar yeni hizmete adapte edilmeye çalışılmışsa da bu konuda
başarılı olunamadığı ve bağımsız bir teşkilata bağlı özel bakım ve koruma kurumlarına
ihtiyaç duyulduğu ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde Milli Eğitim Bakanlığı elindeki hazır yatılı okulları KMÇ alanına
tahsis ederek Kanunun kendine yüklediği iş ve işlemleri yerine getirmeye çalışırken,
“ikinci çalışma yılına girildiği vakit Sıhhat ve İçtimai Muavenet vekâleti sükut ve intizarı
tercih ve hiçbir faaliyete teşebbüs…”544 etmemiştir. Bunun yerine bakım sorumlulukları
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bırakılan 0-7 yaş grubu KMÇ dönemin Çocuk
Esirgeme Kurumu yuvaları tarafından üstlenilmeye devam etmiştir. Bakanlık yeni yuva
açmak ve çocuklara bakmak yerine onları ÇEK’na bağlı yuvalara tertip ederek,
çocukların nüfuslarına kayıtlı oldukları vilayetlerin yerel idareleri ile birlikte yıllık
bakım giderlerine katkı vermeyi tercih ediyordu.545
Kanunun çıkması sonrasında uygulamaya dair kaygıların yer aldığı bir yazıya
Ülkü dergisinde rastlanmaktadır. Yazıda öz olarak böyle bir kanunun çıkması olumlu bir
gelişme olarak değerlendirilmekle birlike, sosyal hizmeti uygulayacak meslek
elemanlarının
yetiştirilmesi
vurgulanmaktadır.
546
ve
bu
alana
has
bir
teşkilatın
gerekliliği
Bu durumlar daha sonra bu Kanunun yeni baştan değiştirilmesini
önerecek olan İçişleri Komisyonu raporunda şöyle tespit edilmiştir:
“5387 sayılı mer’i kanuna göre korunmaya muhtaç çocukların eğitim ve öğretim
çağına gelinceye kadar bakımı için Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti bütçesine konulan
tahsisat bu sosyal hizmetin gayesi ile kabili telif edilemeyecek kadar az olmuş ve tahsisat az
olduğundan tesisler kuramamıştır. Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti bütçesine konan
tahsisat kafi gelmediğinden Çocuk Esirgeme Kurumuna verilmiş ve Vekâleten koruyacağı
çocuklar da bu tahsisatla mütenasiben mezkur Kuruma aktarma edilmiştir. Çocuğun terbiye
edilmesi zamanında, ayrı bir bakım ve ihtimama muhtaç olduğu zamanda bunlardan mahrum
kalmasına vesile olmuştur. Kaldı ki, mezkur müessese cemiyetimizde yekunu hayli kabarık
olan bu nevi çocukların ancak cüzi bir miktarını korumaya almaktadır.” 547
544
Tulay, s. 12.
Tulay, s. 10.
546
İbrahim Özgür, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar”, Ülkü, C. 4, S. 40, Nisan 1950, s. 6-7.
547
Dahiliye Encümeni mazbatası, 10.12.1956, s.5.
545
247
Bu tespitlerle Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletinin (Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı) üzerine düşen görevi yapmama nedenleri kadar, bu alanda Çocuk Esirgeme
Kurumunun çalışmalarının yetersizliği ve KMÇ için yeni müesseselere ihtiyacın hâlâ
çok büyük olduğu ve bu ihtiyacın karşılanması için devletin (yerel ya da merkezi
düzeyde) müdahalesini gerektirdiği anlaşılmaktadır. Ancak KMÇ’a verilen hizmetler bir
tür ‘sosyal hizmet’ olarak tanımlanmaktadır; bu da söylemde bir kırılmaya işaret
etmektedir.
4.4 1950’ler ve 1960’lar: Kamuoyu ve Basının KMÇ Sorununa Olan
İlgisinde Artış
1950’li yıllarda çocukların içinde bulunduğu durum ve çözümlerine ilişkin
birçok yazar çok sayıda yorum yazısı yayınlamıştır. Bu yazarların başında Osman K.
Akol gelmektedir. Bir eğitimci olan; öğretmen ve okul müdürlüğü yanında bu alanda
yazdığı yazılar ve konferanslara sunduğu bildiriler ile de dikkat çekmektedir. Osman K.
Akol bir eğitimci olduğu için KMÇ sorununun eğitim ile olan ilişkisi üzerinde daha çok
durmaktadır. 1954 yılında yayınladığı ve TBMM üyelerine açık mektup şeklinde
kaleme aldığı kitabında, Çocukların %50’sinin ilköğretim olanağına ulaşamadığını,
ulaşan %50’nin ise aldığı eğitim niteliğini sorgular ve bunun nedeninin de ilgili
kurumların kadro ve inşaat meseleleriyle, uğraşmak zorunda kalması olduğunu belirtir.
Böyle bir tabloda İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne bir de korunmaya ve özel eğitime
muhtaç çocuklar konusunun verilmesinin, çok hayati olan bu konunun baştan
“kırtasiyeciliğin aynasına atılması” , korunmaya ve özel eğitime muhtaç çocukların
kendi kötü ve kara kaderleriyle baş başa bırakılması olduğunu vurgular. Ayrıca
yetiştirme yurtları ve sağır ve körler için açılan kurumlarda çalışacak eleman yetiştirmek
üzere bir bölüm açılmasına, eğitim almak için yurtdışına elemanlar gönderilmiş
olmasına rağmen mevzuatta bu çocuklar yararına hükümler bulunmadığından, mali
kaynakların yeterince etkin kullanılamadığından yakınır. Çocukların korunmasına
ilişkin hükümler ve bütçe bulunmasına rağmen sokaklar dolusu küfeci, serseri, dilenci,
kör ve sakat çocuğun paçavralara sarılmış olup aynı hallerdeki kadınların kucaklarında
kıvranan
çocukların
insan
onurunu
rencide
edici
manzaralar
oluşturduğunu
belirtirmektedir. Çocukların eğitiminde özel eğitime muhtaç olanların diğerlerinden
(normal çocuklardan) ayrı tutulması gerekmesine rağmen bunun yapılmadığını, geri
248
zekalı çocukların eğitimi için Ankara’da başlatılan bir girişimin desteklenmemesi
nedeniyle işin oluruna bırakılmış olduğunu belirtmektedir.548 Kitabın “Topyekün Çocuk
Meselesi” başlıklı bölümünde, genel olarak çocuğun yetiştirilmesi konusu çok önemli
bir sorun olarak dururken kimsesiz ve korunmaya, özel eğitime muhtaç çocuklara
gösterilen ilginin “eksantiriklik” sayıldığını belirtir. Buna bir yandan böyle bakılırken
bir yandan da konunun vehametini gözleriyle gören kişilerin konuya ilgi gösterip
dinlediklerini ancak acıma ve üzüntünün ardından bunun daha sonra unutulduğunu,
zaman zaman da dilendirilen, zorla çalıştırılan çocuklara ya bir acıma hissiyle
yaklaşıldığı ya da azarlama, paylama, para verme gibi tavırlarla geçiştirildiği
belirtilerek, çocuk sorununa bütünlük içinde bakılmadığı vurgulamaktadır. Korunmaya
ve özel eğitime muhtaç çocukların korunması, bakılıp yetiştirilmesi konusunda bu
çocukların yararına hükümler içeren kanunlar ve cezai müeyyideler bulunmasına
rağmen, vatandaşın bunu bilmediğinden bilenlerin de aldırmadığından, görevlilerin ve
bunları bilen vatandaşların da bu tür çocuklarla ilgilenmeyi “lüzumsuz ve hatta fuzuli
bir gayretkeşlik telakki ettiklerinden” söz ederek, çocuk istismarının Türkiye’de ciddi
bir kazanç haline gelerek genişlediğini vurgular.549 Bu meselenin 10 yıl önce hazırlanan
bir raporda da vurgulandığını yani aslında bilindiğini, çocuk sefaletinin, çocuk açlığının
ve çocuk perişanlığının artık yadırganmadığını ancak konunun bu boyutunun yalnızca
tedavi kısmını içerdiğini (sefil çocukların korunması ve istismar edilen yavrucakların
kurtarılması) asıl önemli olanın önleyici tedbirler almak olduğunu belirtmektedir:
“Asıl dava çocuk sefaletine, çocuk sefaletine, çocuk istismarına giden yolları tıkamak,
bunun sebeplerini ortadan kaldırmak; çocuğun muhitini ve ailesinin şartlarını ıslah etmek,
onun kabiliyetlerini şuurlu bir itina ile tetkik edip buna göre eğitmektir. Topyekün çocuk
meselesinin bu cephesi davanın en ağır tarafını teşkil eder. Yani devlet, mevcudiyetinin
manası ve devamının teminatı olan çocuğa el uzatacak, onu kendi yuvasında kollayacak,
gerektiğinde hemen yardıma koşacaktır. Devletin doktoru ile, öğretmeni ile, sağlık memuru
ile, hemşiresi ile, içtimai yardımcısı ile çocuğu bu ölçüde ve bu manada ele alması, her yıl
doğan 800 bin çocuğun yarısının kara toprağa gömülmesini, kalan yarısının ise sefalet ve
cehalet içinde perişanlıkla pençeleşmesini önleyecektir.”550
‘Çocuk Davası’ köşesinde “Türk çocuğunu el açmaktan kurtaralım” başlıklı
yazısında Osman K. Akol, İkinci Dünya Savaşından sonra Batı ülkelerinde özellikle
Fransa ve İngiltere’de çocukların korunmasına ilişkin birçok adım atıldığı, konunun
548
Osman, K Akol, Topyekün Çocuk Meselesi, Ankara: Akın Matbaası, 1954, s. 8.
Akol, Topyekün Çocuk Meselesi, s. 13.
550
Akol, Topyekün Çocuk Meselesi,s. 14.
549
249
önce geniş incelemelerle araştırıldığı ve devlet tarafından ele alındığı belirtilmektedir.
Türkiye’de 1949 yılında çıkarılan KMÇ kanunu ve son dört yıllık uygulamalarının diğer
ülkelerle karşılaştırıldığında ancak bir başlangıç kabul edilmesini gerektiğini
belirtmektedir. Akol’a göre:
“bugün korunan erkek ve kız çocuk sayısı 2000’in üstündedir. Kurulan
müesseselerin sayısı 26’yı bulmuştur, 3 sağır-dilsiz okulu ve 1 körler okulu bu müesseseler
arasındadır: 300 sağır dilsiz ve 80 yavru korunan çocuk sayısına dahildir. Fakat Unesco
teşkilatı tarafından 1950’de neşredilen bir broşüre göre 7 milyon nüfuslu Yunanistan’da bu
faaliyetin 50.000 çocuk ve 14.400.000 Türk lirası ile ifade edilmesi karşısında Türk
münevverlerinin, bizim rakamlarımızı hiçe nazaran da olsa ümid verici bulmalarına imkân
olabilir mi?
(…) Memleketimiz çocuklarından 655.365’i 0-6 yaş ve 677.077’i 7-16 yaşlarında
olarak 1.312.635’nin korunmaya ve özel eğitime muhtaç olduğu görülür. Bu facia misali
korkunç rakamla korunan çocukları karşılaştırmak insanı deli eder. Bunun sebebi
parasızlık değildir; teşkilatsızlıktır. Başka memleketlerde yetişkin ve kifayetli elemanlar
vasıtasile, geniş ve müstakil bir teşkilat tarafından yürütülen çocuğu koruma işleri, bizde
esas vazifesi başından aşkın olan genel müdürlüklere, bir ek meşguliyet ve hattâ bir
551
kanunla dahi teyid edilemeden verilmiş bulunmaktadır.”
Görüldüğü gibi Osman K. Akol 1950’li yıllarda sorunun çok boyutluluğu
karşısında çözümün de bütün boyutlarının farkındadır. Özellikle o dönem çokça yapıldığı
gibi Türkiye’yi başka ülkelerle karşılaştırarak KMÇ alanının ne kadar örgütsüz bir alan
olduğunu Yunanistan örneği ile karşılaştırarak göstermektedir. KMÇ’a ilişkin
kurumsallaşma ihtiyacı özgün bir alan olduğu için; kendilerine ikincil bir iş olarak verilen
devlet organları da bu işlerin yürütülmesinde istekli davranmamaktadır. Ayrıca sahip
oldukları bilgi birikimi, mevcut personel ve kurumsal imkânlar çalışmanın sınırlılıklarını
da belirlemektedir. Örneğin MEB kanunla kendilerine verilen ‘yetiştirme yurdu’ açılması
ve işletilmesi görevini, ellerindeki yatılı okul binaları, mevcut okul işletme kültürü ve
öğretmen imkânları ile çözmeye çalışmaktadır. Bu durumun farkında olan Akol,
“Bu dava her şeyden önce, bir kanunla yetkileri ve sorumlulukları belirtilmiş bir
teşkilat; muayyen bir kadro işidir. Gelip giden mütehassıslar bunu söylemişler; gidip dönen
elemanlar böyle görmüşler, bunu teklif etmişlerdir. Fakat varakı mihrü vefayı okuyup
dinleyen olmamıştır. Ve hâlâ böyle bir teşkilât kurulamamış; bu yolda bir kadro
alınamamıştır. Dünya Parlamentoları Birliği 1950 Dublin toplantısında, bu mevzudaki
eksikliklerin tamamlanması kararı atına imza koyan bu Birliğin Türk grubu dahi,
taahhütlerini unutmuştur. ( …) El açan Türk çocuğudur yabancı değil efendiler!..”552
551
552
Osman K. Akol “Türk çocuğunu el açmaktan kurtaralım,” Cumhuriyet, 21 Ocak 1954.
Osman K. Akol “Türk çocuğunu el açmaktan kurtaralım,” Cumhuriyet, 21 Ocak 1954.
250
Şeklinde isyanını ifade etmektedir. Akol’un yazısından dönemin koşulları içinde
şu bilgilerin bilindiği anlaşılmaktadır; a) Çocukları koruma konusunda komşularıyla
kıyaslandığında Türkiye çok geri bir noktadadır; b) Çocuk koruma sistemi kurulması için
ayrı bir teşkilat gerekmektedir; c) Çocuk koruma sistemi mevcut ‘milli eğitim’ kadrosu
ile yürütülemez, bu amaca özel meslekleri yetiştirmek gereklidir.
Osman K. Akol “Çocuğa yardım anlaşması” başlıklı bir diğer yazısında ise
553
1951 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ile UNICEF yetkilisi arasında
imzalanan ve 1954 yılında TBMM’nde kabul edilen ve 19 Mart 1954 günü Resmi
Gazetede yayınlanan ‘Milletlerarası çocuklara yardım fonu ile Türkiye hükümeti
arasındaki anlaşmayı’ değerlendirmektedir. Anlaşma metninde geçen Türkiye’de anaçocuk sağlığı merkezlerinin yaygınlaştırılması konusunu, bu kurumların Sağlık ve
Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından henüz programlandırılmamasını eleştirilmektedir.
KMÇ Kanunu’nun yürürlüğe geçmesinden sonraki süreçte yapılan eleştirilern
başında, kanunun uygulanmaya geçirilememesidir. Konuya ilişkin olarak 10 Aralık
1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “İstanbul’da korunmaya muhtaç 20 bin
çocuk var” başlıklı haberle ‘kurumlar var ama yetersiz” yaklaşımının gelişmeye
başladığını görmekteyiz.554 Haberde toplum içinde kimsesiz, evsiz çocuklar davasında
Türkiye’nin çok geri kaldığını ve sadece İstanbul’da bu nitelikte 20 bin çocuk olduğu
belirtmektedir. Ancak bu dönemde çok sık ve farklı sayı tahminleri yapılmaktadır.
Ayrıca sayılar ortaya çıkmaya başladıktan sonra, karşılaştırma temel olarak olduğu
varsayılan o hayali KMÇ kitlesi ile hâlihazırda kurumlarda bakılan çocuklar arasında
yapılmakta ve durumun vahameti böylece gösterilmiş kabul edilmektedir. Bu yeni
dilden, ‘çocuk koruma’ sisteminden çocukların ‘kurumsallaşmasının’ anlaşıldığı sonucu
da dolaylı olarak ortaya çıkmaktadır. B mantığın bir devamı olarak, haberde İsmail
Mahir Efendi’nin darüleytamlarda 7 bin çocuk baktığı örneği verilmektedir. Oysa
darüleytamlar, mümkün olduğunca çok ‘savaş yetimini’ barındırmayı hedefleyen
olağanüstü dönem kurumlarıdır ve karşılaştırma için doğru örnek olamaz. Bu arada
haberle 1959 yılında İstanbul’daki bazı yetiştirme yurtları ile ilgili bazı bilgiler de
553
554
Osman K. Akol “Çocuğa yardım anlaşması,” Cumhuriyet, 27 Mayıs 1955.
“İstanbul’da korunmaya muhtaç 20 bin çocuk var,” Cumhuriyet,10 Aralık 1959.
251
verilmektedir: “Korunmaya muhtaç çocuklar hakkında 1957 yılında yürürlüğe giren
6973 No’lu Kanundan sonra memleketimizde kurulan 55 adet Yetiştirme Yurdundan 10
u İstanbul’dadır. (..) ancak fazla sayıda çocuk barındırılabilmek için yurtların gerçek
havasının bozulduğunu, yurtların bir kışla havasına büründüğünü, iki kişinin aynı
yatağa yatırıldığını ve ranza usulüne başvurulduğunu söylemektedirler.” Bu sorunları
aşmak için Koruma Birlikleri bütçesine ek ödenekler konduğu ve 7-8 yılda
tamamlanacak yeni yurtlara olacağını ancak bu yurtların da ihtiyacı karşılamaktan uzak
kalacağı belirtilmektedir. Görüldüğü gibi artık KMÇ koruma sistemi tamamen
‘kurumsallaşma’ üzerinden düşünülmektedir. Bunun yanında henüz koruyucu aile, evlat
edinme ve ailelerin nakdi yardımla desteklenerek çocukların kurumsallaşmasının
azaltılması gazetelerde karşılaşılan haberler arasına girmemektedir.
1960’lı yılların başında KMÇ kanunun gereklerinin yerine getirilemediği ve
Milli Birlik Komitesi’nin de bundan şikayetçi olduğu görülmektedir. 1 Ekim 1960
tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan “Kimsesiz çocuklar dâvası ele alındı” başlıklı
haber,555 Milli Birlik Hükümeti’nin ‘sosyal davâ’larımızın en başında gelen “sokaklara
terk edilmiş küçük yaştaki Türk çocukları meselesini” ele aldığını belirtmektedir.
Konunun Vilayet ve Emniyet tarafından, diğer kurumları da harekete geçirerek
incelendiği belirtilen haberde, “beden, ruh ve ahlak gelişmeleri tehlikede bulunan,
anasız, babasız veya bunlar tarafından terk edilmiş ve dilenciliğe, serseriliğe, hatta
fuhşa sürüklenmek üzere bulunan, 100’den fazla küçük çocuk bulunmaktadır. Diğer
şehirlerdeki durumun da bu rakama yakın olduğu dikkate alındığı takdirde, her yıl
onbinlerce çocuğun, cemiyet ve hükümeti ilgisizliği yüzünden, bu korkunç uçuruma
yuvarlanmakta olduğu görülmektedir.” 1949 yılında yürürlüğe giren 5387 ve 1957
yılında değiştirilerek yeniden çıkan 6972 sayılı Kanunlar KMÇ konusunda hükümetlere
görev vermesine rağmen, bu sorun ve devletin yapması gerekenler hâlâ gazetelere ciddi
bir sorun olarak konu olmaktadır. Ayrıca haberde verilen ‘kimsesizler’ tanımı kanun
metninde geçen KMÇ tanımının hâlâ tam olarak benimsenmediğini göstermektedir. Bu
arada sadece ‘anasız, babasız veya bunlar tarafından terkedilmiş’ çocuklar hükümetin
ilgi alanında görünmektedir.
555
O dönem yürürlükte olan 6972 sayılı Kanuna göre
“Kimsesiz çocuklar dâvası ele alındı,” Cumhuriyet, 1 Ekim 1960.
252
belediyeler, il özel idareleri ve vakıflar üzerlerine düşen payları ödemedikleri için, KMÇ
alanında görevli Koruma Birlikleri parasal sıkıntı içine girmişler. Gazeteye göre,
‘devrim hükümeti’ sorunları halletmek üzere şu önlemleri almıştır: “1- İstanbul
sokaklarına düşmüş 15 yaşından küçük bütün sefil çocuklar, polis ve belediyece
toplanacaktır. 2- Bunlardan bakacak kimsesi olanlar İstanbul’da ise polisçe velilerine
resmen teslim edilecek ve ebeveynlerinden ‘tesellüm varakası’ alınacaktır. 3- ailesi
Anadolu’da olanlar, polisçe, ailelerine gönderilmek üzere Belediyeye teslim edilecektir.
4- Kimsesiz çocuklar ise Mahalli Sulh Mahkemelerine sevk edilecek ve haklarında
(korunmaya muhtaç kararı) alındıktan sonra, yetiştirme yurt ve yuvalarına
yerleştirileceklerdir Ancak, polis ve belediye zabıtasının elele vererek bu milli davâda
yapacağı mücadele yanı sıra, en mühim vazifenin, vatandaşların çocuklarına karşı
üzerlerine düşen ödevleri yapmalarına bağlı bulunduğu da, ilgililer bilhassa tarafından
bildirilmiştir.”
Görüldüğü gibi ‘devrim hükümeti’ de bu ‘milli davayı’ yine bir
kimsesizler sorunu, bir asayiş meselesi ve dolayısıyla öncelikle polis ve zabıtanın görev
alanı olarak tanımlamaktadır. Önlemler içinde Milli Eğitim Bakanlığı ile Sağlık ve
Sosyal Yardım Bakanlığı’nın kanundan gelen görevlerini yerine getirmesi için çalışma
yürütülmesi; ya da mevcut kanunun yürütülmesi düşünülmemiş, onun yerine daha
kestirme bir yol olarak polis ve zabıtanın ‘kimsesiz çocukları’ toplaması bir çözüm
olarak önerilmiştir.
Osman K. Akol “Çocuk Güvenliği” başlıklı yazısında,556 KMÇ kanunlarının
başarısızlığı olduğunu ileri sürerek, özellikle yetiştirme yurdu gibi kurumların yerel
anlayışların elinde bir çocuk deposuna dönüştürüldüğünü iddia edilmektedir. O dönem
yapılan bir toplantıda yapılan tartışmalara gönderme yaparak, yerel anlayışların
bozukluğu ve ‘sakatlığının’ artık anlaşıldığını ve en uygun çözümün yetki ve görevleri
birleştiren müstakil bir idarenin kurulmasında olduğu belirtilmektedir. Sorunun para
veya bütçe değil, işi bu olan bir teşkilatın kurulması olduğunu belirtip “o halde, hiç
bekletilmeden, Milli Eğitim Bakanlığı makamına bağlı bir (Çocuk Güvenliği
Müdürlüğü) kurulmalıdır” demektedir. Akol da müstakil bir kurumdan, Milli Eğitim
Bakanlığı içinde bir Müdürlükten söz etmektedir; dolayısıyla bu dönemde hâlâ ‘sosyal
556
Osman K. Akol, “Çocuk Güvenliği,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1960.
253
hizmetler bakanlığı ya da genel müdürlüğü’ yani Milli Eğitim Bakanlığının dışında bir
sosyal hizmet örgütlenmesi fikri henüz yaygınlaşmamıştır.
“Çocuk güvenliği çıkmazı” başlıklı bir diğer yazısında Akol,557 çocuk
güvenliğini daha geniş bir çerçevede sosyal adalet ve sosyal hizmet kavramlarının
içinde tanımlamaya çalışmaktadır. Korunmaya muhtaç çocuklar meselesine bu kez son
derece kapsayıcı bir yaklaşımla ‘çocuk güvenliği’ içinden yaklaşarak, çocuk
güvenliğinin “kimseli ya da kimsesiz ayrımı yapmaksızın, Türk çocuklarının içinde
oldukları ortamı düzeltme amacını güdecektir. Bununla: Aile hayatını, ana babası işe
giden ve evde bakacak kimsesi kalmayan çocukların gündüz bakımlarını, sokaklarıyla,
parklarıyla, sinemalarıyla, tiyatrolarıyla, iş yerler, oyun salonları ve kahvehaneleriyle
çocuğun okul ve ev dışı zamanlarını harcadığı müesseseleri anlatmak istiyoruz”
demektedir. Osman K. Akol yazısında o dönem hazırlanan bir ‘Sosyal Hizmetler
Kurumu’ tasarısından da söz etmekte ve bu tasarıda da ‘çocuk güvenliğinin’ dar
kapsamda değerlendirildiğini belirtmektedir.
KMÇ kanunu çıktıktan sonra özellikle MEB çeşitli illerde yetiştirme yurtları
açarak, korunmaya muhtaç çocukları barındırma görevini yerine getirmeye başlamıştır.
Örneğin Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Çocukları koruma yurdu iyi çalışıyor”
başlıklı habere bakıldığında, MEB’nın İstanbul’da da kanun hükümleri doğrultusunda
adımlar attığını görmekteyiz.558 Haberde yeni çıkan kanun çerçevesinde İstanbul’da
açılan ‘Mevlanakapı Çocuk Kurtarma Yurdunda’ kalan iki çocuğun Vali ve Belediye
Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ı ziyareti konu edilmektedir. Haber yorumun yazarı
Ferdi Öner, kurumu ziyaret ederek hem öğretmenler hem de çocuklarla görüşerek “Ben
de, ‘Koruma Yurdundan’ iyi intibalarla ayrılıyordum. Çünkü dünün ‘sokak çocukları’
bugün karşıma bir yatılı okul şahsiyet ve hüviyetile çıkmışlar” diyerek, uygulamanın
başarılı olduğunu ifade etmektedir.
1950’li yıllarda KMÇ alanında yapılan ya da yapılması planlanan çalışmalardan
biri de bu amaçla düzenlenen toplantılardır. 18 Şubat 1950 tarihli Cumhuriyet’in
557
558
Osman K. Akol, “Çocuk güvenliği çıkmazı,” Cumhuriyet, 15 Kasım 1960.
“Çocukları koruma yurdu iyi çalışıyor,” Cumhuriyet, 16 Mart 1950.
254
haberinde şehir meclisi toplantısının çocuklar ile iligili kararları yer almaktadır.559
Haberde şehir meclisinin toplantısında hem dilenen çocuklar hem de dilendiren kişilerin
cezalandırılmaları meclis üyelerince teklif edilmiştir. Toplantıda söz alan Vali ve
Belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökay, “yedi yaşına kadar olan bu kabil çocukların
Darülâceze’de ayrılan bir pavyonda toplanacağını, Sağlık Bakanlığı tarafından bunlara
70 bin liralık bir tahsisat gönderildiğini, ilerde bunlar için ayrı bir pavyon inşa
edileceğini, bunlarda 7 yaşından 14 yaşına kadar olanlarla Milli Eğitim Bakanlığının
meşgul olacağını ve yakında toplanacak bu çocuklar için 100 yataklı bir bina tedarik
edilmiş olup, orada tecemmu ettikçe Anadolu’da tesis edilecek istasyonlara
gönderileceklerini beyan etmiştir.” Valinin ifadelerinde 5387 sayılı yeni çıkan KMÇ
kanununun Bakanlıklara verdiği görev dağılımını dikkate aldığı görülmektedir. 27 Nisan
1950 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ise yeni çıkan kanunun uygulanmasına ilişkin
çalışmaların değerlendirildiği danışma kurulu toplantısı haber verilmektedir.560 4 Şubat
1955 tarihli Tan gazetesinde
“Kimsesiz Çocuklar Tespit ediliyor” haberiyle561
“Şehrimiz maarif memurları dün Kadıköy yetiştirme yurdunda bir toplantı yaptılar”
deniliyor. Toplantıda yoksul ve barınaksız çocukların tespiti ile bunların sokaktan
kurtarılmaları hususu üzerinde durulduğu ve ‘18 yaşından küçük kimsesiz çocukların
memlekete faydalı insanlar olarak yetiştirilecek’ denmektedir.
1950’li yılların sonu ve 1960’li yılların başından itibaren KMÇ sorunu zaman
zaman ‘sosyal hizmet’ kavramı çerçevesinde tartışılmaya başlanmıştır. Böylece çocuk
meselesi sosyal hizmetler bütünlüğünün bir parçası olarak da ele alınmaya
başlanmaktadır. Bunun yanında toplumdaki kentsel dönüşüme paralel olarak, kentsel
çocuk sorunlarında bir çeşitlenme görülmektedir. Suça karışan çocuklar, yurtlardan
kaçan, şehirlerarası izinsiz kaçan ve polislerce yakalanan çocuklar, yurtlardaki
çocuklara yönelik şiddet, çocuk suçları, şiddet gören ve/veya istismar edilen çocukların
velayetlerinin
mahkemelerce
alınması
gibi
birçok
habere
gazetelerde
sıkça
rastlanmaktadır. 1950’li yılların sonu ve 1960’lı yılların başında kurumsal yapıya
bakıldığında “modern çocuk koruma sistemi” için gerekli birçok unsurun varolduğu; en
559
“Dilenciler şiddetle takip olunacaklar,”Cumhuriyet, 18 Şubat 1950.
“Çocukları Koruma Kurulunun Toplantısı,” Cumhuriyet, 27 Nisan 1950.
561
“Kimsesiz Çocuklar Tespit ediliyor,” Tan, 4 Şubat 1955.
560
255
temel unsurlardan biri olarak SHU’nın yetiştirilmesi için de SHA’nin 1961 yılında
öğretime başladığı görülecektir. Toplumun değişip dönüşerek toplumsal sorunlar üreten
boyutu karşısında, ‘toplumun kendini korunmaya dönük’ söyleminin de çeşitlenerek
yayıldığı ve kurumsal bir şekle girmeye başladığını gösteren haberlere bu yıllarda sıkça
rastlamaktayız. Artık korunması gereken çocukların bakımı, eğitimi, çocuk-ebeveyn
ilişkisinin sorgulanması gibi çeşitli gelişme ve tartışmaları yansıtan birçok habere
rastlamaktayız.
1949 yılında 5387 sayılı KMÇ Kanunu’nun çıkması sonrasında, 1950 yılından
1962 yılına kadar olan dönemde belli yıllar taranarak, bu dönemde KMÇ hakkındaki
haberler incelenmiştir. Bir kanunun yürürlükte olduğu koşullarda çocuklara yönelik
hizmetler, çocukların içinde bulunduğu koşullar ve dönemin aydınlarının görüşlerini
yansıtan yorum yazıları incelenerek bu dönemde KMÇ’a ilişkin durum betimlenmeye
çalışılacaktır.
“Darülâcezeye yapılan müracaatlar artıyor” başlıklı haberde562 Vali Fahrettin
Kerim Gökay’ın “Şehirde başıboş gezen çocukların hepsini Darülâceze’de toplamak
suretile onları çalışır bir duruma getirmek için yakında tedbirler alacağız” beyanatına
yer
veriliyor. ‘Bakımsız çocuklara himaye” başlıklı bir diğer haberde,563 5387 sayılı
kanunun birinci maddesinde sayılan çocuklar yani ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ için
‘Maarif Vekâleti tarafından 30’a varan yetiştirme yurdu açıldığı, 3000 den fazla çocuğu
himayesine aldığı belirtilmekte; ancak devamla “…anlaşıldığına göre memlekette
korunması gereken çocuk sayısı en az 100 bin civarındadır. Bu bakımdan Vekâlet
valiliklere bir tamim yaparak aynı il içerisinde bulunan belediyeleri res’en veya
birleşerek çocuk bakımı ve yetiştirilmesini sağlayacak bir müessese kurmalarının
faydalı olacağını bildirmiştir.” Haberden anlaşıldığına göre belediye ve il özel
idarelerinden korunmaya muhtaç çocuklar için toplanan paralar bu amaçla
kullanılmamaktadır. Habere göre “bugüne kadar bu iş toplanan para tahminen 6-7
milyon liradır, fakat bakımsız ve zavallı durumda olan çocuklar için kullanılan para bu
meblağın ancak 1.5 milyon liralık kısmıdır.”
562
563
“Darülâcezeye yapılan müracaatlar artıyor,” Cumhuriyet, 23 Ocak 1950.
‘Bakımsız çocuklara himaye,” Cumhuriyet, 17 Nisan 1954.
256
4 Mayıs 1955 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Bakımsız çocuklar için vergi”
başlıklı haberde, KMÇ için halen Fransa ve Almanya uygulanarak olumlu sonuçlar
alınan bir vergi yönetimi olarak ‘çocuk vergisi’nin bizde de uygulanması için
çalışmaların başlatıldığı haber verilmektedir. Bu konuya ilişkin çalışmaların ileri bir
safhaya geldiği ve yakında meclise gönderileceği belirtilen çalışmanın denetimi için de
kadınlardan oluşan gönüllü bir müfettişler heyeti oluşturulmasından söz edilmektedir.
Çocuk vergisi konusu daha önceleri ÇEK Başkanı Fuat Umay tarafından 1946 yılında
gündeme getirilmişti.564
4.4.1 Bir KMÇ Sorunu Olarak ‘Besleme’ Çocuklar
Bütün geleneksel yapılarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da çocukların
korunması ya vakıflar, kilise gibi dinsel ve/veya hâyır kurumları kanalıyla yapılan çeşitli
yardımlar ya da çocukların küçük yaşlarda evlatlık, besleme veya ahretlik gibi isimler
altında durumu iyi olan ailelere verilmesi yoluyla yapılmaktaydı. Bu durum ‘örfî” hukuk
uygulaması olarak Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürmektedir. Beslemelik
olgusunun yaygınlığı genel kabul görmesine rağmen kayıtlara geçen ve/veya mevzuatla
düzenlenen bir uygulama olmadığı için konu hakkında sağlıklı verilere ulaşmak güçtür.
Ancak beslemelik olgusunun bazı boyutları 1940 ve 50’li yıllarda bazı davaların
Yargıtay içtihadına konu olması sonrasında biraz daha anlaşılmıştır. Ayrıca bu konuda
Yargıtay’ın farklı dönemlerde farklı içtihatlara vardığı da belirtilmelidir. Konunun
hukuki tartışma konusu olmaya başlaması ise şu vaka ile başlamıştır:
“Beslemelerin hukuki durumlarının tartışılmasına yol açan olay, Yargıtay’ın 1944
yılında vermiş olduğu bir karardır. Bu karar sebep olan olay şudur: Bir kimse hiçbir ücret
kararlaştırılmaksızın, başka birinin 9 yaşındaki kızını yanına almış ve ona 3 yıl 9 ay
bakmış, bir süre okutmuş ve şüphesiz bu süre içinde onun hizmetinden yaralanmıştır. Çocuk
13 yaşına gelince, bu evi terk ederek ana ve babasının yanına dönmüştür. Bunun üzerine
efendi çocuğun babası aleyhine dava açarak, bu süre içerisinde çocuğa yaptığı masrafları
talep etmiştir. Yargıtay, ‘yardımla mükellef bulunmadığı bir çocuğun bakımını üzerine
almanın ahlaki bir görevin ifası demek olduğunu, bu nedenle Borçlar Kanununun 62.
maddenin son fıkrası gereğince borç teşkil etmeyeceğini’ karara bağlamıştır. Yargıtay
daha sonraki kararlarında boğaz tokluğuna ev hizmetlerinde besleme adı altında
564
İlgili haber için bkz. “Çocuk Vergisi,” Cumhuriyet, 8 Ocak 1946.
257
çalıştırılan küçüklerin bu hizmetlerine karşılık bir ücret talebine hakları olduğunu, objektif
iyi niyet kurallarına dayanarak kabul etmeye başlamıştır.” 565
Beslemelerin durumuna ilişkin hukuksal çevrelerde de bir görüş birliği
olmadığı görülmektedir. Yine Gürkan’ın belirttiğine göre hukukçuların çoğunluğu
beslemelerin durumunu Borçlar hukuku çerçevesinde görme eğiliminde olup; özel
bir düzenleme olmadığı halde beslemelerin durumunu bir hizmet akti çerçevesinde
ve genellikle çırak olarak değerlendirmektedirler:
“‘Davalı tarafından, davacı çocukken, çağın anladığı anlamda iyi bir kadın ve iyi bir anne
olarak yetiştirilmesi amacı ile terbiyesi üzerine alınmış olması karşısında; davalı bu
sözleşmenin gereğini yerine getirmişse, davacı hizmet ettiğinden söz etmek suretiyle hiçbir
şey isteyemez. Sözleşmenin gerekleri yerine getirilmemişse ve çocuğa hizmetçi muamelesi
yapılmışsa o zaman ona uygun ücret taktir edilip davalıdan tahsiline karar verilmelidir.’
Görülüyor ki, çocuk hayır amacıyla evlat muamelesi görecek olursa, bu çocuğun hizmetçi
olarak telakkisi mümkün değildir. Bu nedenle ona hizmetçilik ücreti diye bir ücret
istenebilmesi düşünülemez. Uygun ücretin tayininde ise mahalli örf-adet göz önüne
alınacaktır.
Bu gelişmelerden de anlaşılacağı üzere, uygulama, beslemelerin durumunu
önceleri genel hükümlere göre mütalaa ederken, daha sonraları tamamen bir hizmet akdi
olarak ele almaya başlamıştır.” 566
Süreç içinde hukukçuların da yaklaşımı değişmekle birlikte, beslemelik olgusu
varlığını devam ettirmiştir. Özellikle 361 No’lu ve 27. 12.1963 tarihli ‘Kölelik, Köle
Ticareti, ve Kölelik Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına dair Ek
sözleşmenin Onaylanması Hakkında Kanun’la birlikte bu tür çocukların durumu
tamamen hukuk dışı olmakla birlikte, kanunun etkili uygulanması ve uygulayacak
kurumsal yapının yetersizliği çocukların besleme olarak çalıştırılması uygulamasının
ortadan kaldırılmasını sağlayamamıştır.
Besleme çocuklar konusu ‘evlâtlık diye satılan çocuklar’ başlığı altında 1962
yılında düzenlene II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansında da ele alınmıştır.
Konferansa sunulan raporda evlatlık olarak başka ailelere satılan çocukların içinde
bulunduğu olumsuz koşullar anlatıldıktan sonra; bu olgunun yoksulluk nedeniyle ortaya
çıkması nedeniyle tek başına evlatlık verilen çocukların yoksul ana babalarının değil
565
566
Gürkan, 199.
Gürkan, s. 201.
258
devletin de sorumlu olduğu belirtilmektedir.567 Aslında 1926 yılında yürürlüğe giren
Türk Medeni Kanunu sonrasında çıkan kanunlarda da çocukları koruyan hükümler
olmasına rağmen, bu hükümler uygulanma şansı bulamadı. Yine örneğin ilk KMÇ
kanunu olan 8 Mayıs 1957 tarih ve 6972 sayılı “Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında
Kanun”un birinci maddesinde yapılan tanıma besleme çocuklar da dahil olabilirken, bu
hüküm besleme çocuklara uygulanmamıştır.568
567
Medeni Kanunun amir hükümlerine rağmen çocukların bakımları konusunda gerekli maddi desteği
sağlamayan “devletin 36 yıldır bu yükümlülüğünü yerine getirdiğini iddia ve bunu ispat güçtür. Şu halde
ailenin suçunda Devlet de beraberdir. Yani Anayasanın 35. maddesi bu suça ‘Diğer Kamu Tüzel Kişileri’
diyerek İl idaresini, belediyeleri ve köy kurullarını da ortak etmiştir” denmektedir. Bkz. “Çocuğun
Sömürülmesine Engel Olunması, Toplumun İstenilmeyen Etkilerinden Korunması ve Boş zamanlarının
Değerlendirilmesi Hakkında Rapor”, T.C., SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü, II. Milli Sosyal
Hizmetler Konferansı içinde, Ankara 5-8 Mayıs 1962, Ankara: Akın Matbaası, s. 147.
568
Gürkan, s.202.; Atalay Yörükoğlu 1980’li yıllarda yazığı çalışmada kız çocukların besleme olarak
başka ailelere verilmesi geleneğinin gittikçe azalmakla birlikte hâlâ ortadan kalkmadığını belirtmektedir.
Bu sorunun kesin çözümü için de Yörükoğlu, “Korunmaya muhtaç çocuklarla ilgili yasaya şöyle bir
madde konmalıdır: Yetkili kurumların izni olmadan hiçbir çocuğun ailesinden alınıp başak yere
götürülemeyeceği” hükmünün eklenmesini önermektedir. Bkz. Yörükoğlu, s. 174.
259
Şekil 5 : Köylülerin Besleme Olarak Sattığı Çocuklar
Kaynak: Cumhuriyet, 27 Kasım 1955
Besleme çocuklar konusu çok sık olmasa da basına da konu olmuştur. Örneğin
28 Ağustos 1955 tarihli “Satılık Çocuklar” başlıklı bir çeviri haberle konu bir kez daha
basında işlenmektedir.569 Haberde hâlâ Avrupa dâhil dünyanın pek çok yerinde
çocukların satılması konu edilmektedir. Haberde tarih boyunca, birçok memleketlerde
569
“Satılık Çocuklar,” Cumhuriyet, 28 Ağustos 1955.
260
ücretsiz ya da ya pek az bir ücretle çalıştırılmak için çocukların satıldığı; bu âdetin
bugün hâlâ birçok yerde revaçta olduğu belirtilmektedir. Ayrıca bunu yasak etmek için
çıkarılan kanunlar ya da polis baskısının bu kötü âdeti önleyemediği ifade edilmektedir.
Haberde aileleri çocuklarını satmak zorunda bırakan başlıca sebep olarak ise kötü bir
gelenek olması yanında yoksulluk vurgulanmaktadır. Halen yaygın olduğu belirtilen
çocuk satışının daha çok kız çocuklarını kapsadığı belirtilmektedir.570 Habere göre
“Akdeniz’den Acem Körfezine kadar uzanan bölgede satılan çocukların ancak yüzde
otuzu oğlandır. Başlangıçta bunlar da her işte kullanılır.” Aynı konu yani ‘satılık
çocuklar’ konusunun Türkiye’deki bir uygulama biçimiyle ilgili bir haber ise 27 Kasım
1955 tarihinde yine Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.571 Haberin alt başlığında
“Evlerde boğaz tokluğuna besleme çalıştırılmasını ve bu çocukların ilk tahsil
nimetinden mahrum bırakılmasını gerek rejimimiz, gerek vicdanlarımız nasıl karşılar?”
sorusu sorulmaktadır. ‘Okuyucularla Baş Başa’ köşesine Bafra’dan bir veterinerin
gönderdiği ve bu köşede yayınlanan mektupta ‘beslemelik, evlatlık çocuklar’ konusu
işlenmektedir. Mektup sahibi veteriner, bir ‘münevver’ olarak beslemelik olarak iki
çocuk aldığını ve kendi ailelerinde bulmadıkları imkânları kendilerine sağladığını
belirtmektedir. Besleme olarak verilen çocukların öz ailelerinde içinde bulundukları
yokluk ve eğitimsizliğe dikkat çeken yazar, konunun çok boyutlu olduğu ve
beslemeliğin yasaklanması ile bu konunun halledilemeyeceğini belirtmektedir. Ancak
bu çocukların para karşılığı ve/veya ev içi hizmetler karşılığı satıldığı dikkate alınarak
köşede şu düşüncelere yer verilmektedir: 1) Bu bir esarettir, kanun dışı ilan edilmelidir;
2) Fakir çocukların para ile satılıp, ilkokuldan mahrum edilmesi ve özel işlerde ücret
karşılığı kullanılması uygulamasına son verilmelidir; 3)
‘Evlatlıkların’ insanlık
haklarının tanınması ve evlat gibi yetiştirilmesi her zaman verilen örnekteki gibi
olmuyor; 4) Boğaz tokluğuna ‘besleme’ olarak çalıştırma usulü demokratik rejimin
mücadele konularından biri olmalıdır. Bu konu sırf ailelerin iradesine bırakılmamalıdır.
570
Atalay Yörükoğlu’na göre “Kurumlardaki çocukların çoğunun erkek olması, kız çocuklarının besleme
olarak ailelere verilme geleneğinin sürdüğünü gösteriyor.” Bkz. Yörükoğlu, s.174.; Beslemelik
kurumunu 1970’li yıllarda hâlâ varlığını sürdüren bir sosyal sorun olarak niteleyen Ülker Gürkan’ göre ise
“sosyal ve ekonomik şartlar değişmedikçe, psikolojik ortam yaratılmadıkça ve hukuki tedbirler
alınmadıkça bu müessesenin ortadan kalkmayacağı açıktır.” Bkz. Gürkan, s. 198.
571
“Köylülerin sattığı çocuklar,” Cumhuriyet, 27 Kasım 1955.
261
Şekil 6 : Cumhuriyet Döneminde Çıkarılan Fakat Uygulanmayan Önemli Kanunlar
Kaynak: Cumhuriyet, 21 Mayıs 1962
1949 ve 1957 yıllarında çıkan KMÇ Kanunları ile KMÇ’ın devlet himayesine
alınması öngörüldüğü halde, bu durum yokmuşçasına, Cumhuriyet gazetesinde yıllar
sonra “Korunmaya muhtaç çocuklar Devlet himayesine alınacak” başlığı ile bir haber
262
yayınlanmaktadır.572
Haber ise daha çok İstanbul’da çeşitli temaslarda bulunan
dönemin Sağlık Bakanı Dr. Suat Seren’in düzenlediği basın açıklamasında, çocuk
hastaneleri, veremle savaş sanatoryumu ve bunlara ek olarak ‘doğuştan himayesiz
kalmış çocuklar ve Köprüaltı çocukları” için açmayı planladığı kurmlara ilişkindir.
Habere göre bu kategoriye giren çocuklar için ‘Bakırköy’de büyük bir site’
yaptırılacaktır.
KMÇ kanunlarının yeterince uygulanamadığı yorum yazılara da konu
olmaktadır. Baha Arıkan’ın “İşlemeyen Kanunlar” başlıklı yazısı573 ile o dönem
yürürlükte olan 6972 sayılı Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu ve tatbikatı konu
edilmektedir. Yorum yazı Kanunu ayrıntılarıyla tanıtıp, son derece kapsayıcı olarak
hazırlandığını tespit ettikten sonra, en temel sorununun Kanunun uygulanması olduğunu
belirtiyor. 6972 Sayılı Kanunda Korunmaya Muhtaç Çocuklarla ilgili her ilde Koruma
Birlikleri kurulmasının zorunlu hüküm olarak yer almasına, belediye ve il özel
idarelerinin bütçelerinin %1’lik kısmının bu kurullara aktarmaları zorunluluğu
bulunmasına rağmen bunların gerçekleşmediğini ve hâlâ gazetelerde “.. başıboş
çocuklardan
bahsedilmekte,
iç
sızlatıcı
rakamlar
verilerek
bu
acı
sahne
canlandırılmakta” diye yazmaktadır. Bunun sebebini de kanunun uygulanmasında
olduğu saptamasını yaparak, “Kanunun bizce en noksan ciheti, mecburi olarak âmir
hüküm şeklinde koymuş olduğu hükümleri icra etmeyenleri ceza müeyyidesine
bağlamamış olmasıdır, ‘Kötü kanun yoktur, iyi icra edilmeyen kanun vardır’ vecizesini
unutmayalım” demektedir.
1950 ve 1960’lı yıllarda özel olarak KMÇ ve genel olarak sosyal hizmetler
alanında yaptığı gözlem ve eleştiri yazıları ile karşımıza çıkan Osman K. Akol da 24
Nisan 1962 tarihli yazısında kanunuların işelmemesini değerlendirmektedir.574
“Türkiye II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı” yazısında Türkiye’de sosyal
hizmetlerin durumunu karşılaştırmalı bir şekilde değerlendirmektedir. 1959 yılında
yürürlüğe giren ve sosyal hizmetler okulu ve diğer sosyal hizmet kurumlarının
572
“Korunmaya muhtaç çocuklar devlet himayesine alınacak,” Cumhuriyet, 3 Ocak 1962.
Baha Arıkan, “İşlemeyen Kanunlar,” Cumhuriyet, 21 Mayıs 1962.
574
Osman K. Akol, “Türkiye II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı,” Cumhuriyet, 24 Nisan 1962.
573
263
oluşturulmasını öngören ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun’un
bugüne kadar yürürlükte olmasına rağmen ‘esprisi’nin değil kadro kısmının
uygulandığını iddia etmektedir. Devamla “Batı ülkelerinde 1526 da başlayan, en son
İran’da 1946’da kurulan sosyal hizmetler, bizde oluşum yoluna yeni yeni girmektedir.
Yani biz Batı ülkelerinden 436 ve Doğu komşumuz İran’dan 16 yıl gerideyiz demek. (…)
Bizde sosyal hizmetler üzerine ilk büyük toplantı Türkiye I. Milli Sosyal Hizmetler
Konferansı adıyla, 27.12.1959 Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi salonunda yapılmıştı.
İkinci konferans önümüzdeki, 6.5.1962 cumartesi saat 10 da Cumhurbaşkanlığı Konser
Salonunda yapılacaktır. Bu konferans, sosyal hizmetler alanına da giren çocuk davasını
ele alacaktır” demektedir. Daha sonra konferansın programı hakkında bilgi veren Akol,
Milli Eğitim Bakanlığının ilgisizliğinden yakınmaktadır. Bu konferansın düzenlenmesi
işini Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından henüz 1960 yılında kurulmuş olan
‘Sosyal Hizmet ve Araştırma Derneği’ne verildiğini ve henüz yurtdışı muadil
derneklerle ilişki kurma ve kamuya yararlı dernek statüsü olmayan bu derneğin bu
konuda iyi bir seçim olmadığını belirtmektedir.
24- 30 Aralık 1959 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde, 27 Aralıkta
Ankara’da toplanan 1. Sosyal Hizmetler Konferansı ile ilgili dört habere rastlamaktayız.
Türkiye’de ilk defa düzenlenen konferansa ilişkin haberlere bakıldığında ise,
konferansın içeriğine ilişkin çok az ayrıntı verilmektedir.575
1959 yılı Cumhuriyet gazetesinde çocuklara dair çok sayıda yorum yazısına da
rastlanmaktadır. Özellikle bu yıllarda KMÇ’a dair gelişmeleri takip eden Osman K.
575
24 Aralık tarihli ilk haberde, “memleketimizde ilk defa sosyal hizmetler kongresi’ toplanacağı,
kongrenin çok önemli olduğu, çünkü ‘bütün cemiyetlerin bünyesinde değişiklik yaratmaya namzet
konuların’ ele alınacağı ifade edilmektedir. Sonraki gün yayınlanan “Türkiye Sosyal Hizmetler 1.
Konferansı” başlıklı haberde, Kızılay Genel Başkanı ve Sosyal Hizmetler ve Sosyal yardımların
Koordinasyonu Başkanı Rıza Çerçel’in “Türkiye’de muhtelif sosyal hizmetlerle meşgul olan 17 bin küsur
teşekkül faaliyettedir. Bunlardan altı bin küsuru bilfiil sosyal hizmetlerle meşguldür” dediği
belirtilmektedir. Bu nedenle olsa gerek, haberde, yapılacak konferansta ‘kuruluşlar arası koordinasyon ve
merkezi bir fon oluşturulmasının” önemli gündem maddeleri arasında yer aldığı belirtilmektedir. Ancak
30 Aralık 1959 tarihli “Sosyal hizmetler konferansı bitti” başlıklı haberden, bazı delegelerin ‘dernekler
arasında bir koordinasyon için şimdiden bir karar alınmasın’ diyerek karşı çıktıkları öğrenilmektedir.
Ayrıca haberden bazı delegelerin ‘annelerin çocuklarına evde din bilgisi vermelerini,’ ‘kız satma
usullerinin kaldırılmasını’ ve ‘Sosyal Hizmetler Bakanlığı’ kurulması isteklerini ifade ettikleri
öğrenilmektedir. Haberde ayrıca konferansa katılan bir Birleşmiş Milletler ‘mütehassısının’ sosyal
hizmetlerin Türkiye çapında genişletilmesi gerektiğini söylediği belirtilmektedir.
264
Akol’un çok yazıda yorum yazısı yazdığı görülmektedir. Akol’un KMÇ kavramını geniş
tuttuğu ve suçlu çocuklar, özürlü çocuklar, okula giden muhtaç çocuklar gibi bütün
ihtiyaç sahibi çocuk gruplarıyla ilgilendiği görülmektedir. 31 Mart 1959 tarihli “Çocuk
Mahkemeleri Kanun Tasarısı” başlıklı yazısında Akol,576 Edirne Milletvekili Ruknettin
Nasuhoğlu’nun Çocuk Mahkemelerinin kurulması için bir kanun teklifi hazırlatıp
Meclise sunduğunu belirtmektedir. Bu teklifte 15 yaşını doldurmamış çocuklar için ayrı
bir yargılama ve infaz sistemi getirdiği görülmektedir. Ayrıca bugünkü ‘çocuk polisini’
andıran bir ‘çocuk zâbıtası’ teşkilatının da teklif edildiğini öğrenmekteyiz. Ancak yazıda
bu teklifin Meclisin gündemine bir türlü gelmemesi de eleştirilmektedir. Aynı dönemde
Baha Arıkan’ın ‘Suçlu çocuklar’ başlıklı yorum yazısı577 ile karşılaşmaktayız. Yazıda
ülkede çocuk suçluluğuna dair gelişmeler olduğu, çocuklarda infazın amacının artık
‘azap çektirme’ değil, yaş döneminin gereklerine uygun olarak ‘terbiye ve sâlah’
olduğunu ifade etmektedir. Osman K. Akol 14 Mayıs 1959 tarihli yazısında578 ise 1957
yılında yürürlüğe giren 6972 sayılı Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu gereği
kurulan Çocuk Koruma Birlikleri’nin standarttan uzak bir şekilde yaptıkları çalışmalar
ve ortaya çıkan sorunları değerlendirmektedir. Ciddi bir koordinasyonsuzluk içinde
olduklarını belirttiği bu Birliklerin acil olarak genel bir teftişe tabi tutulmalarını salık
vermektedir. Yazıdan, Birliklerin bir önceki kanunun aksine ‘müstakil’ kılınmasının bu
kez Birliklerin Bakanlıklara bağlı olup olmadığı sorununu gündeme getirdiği
öğrenilmektedir.
1959 yılı ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’nün Meclis gündemine geldiği yıldır.
Konuyla ilgili bu dönemde iki yorum yazısına rastlanmıştır. Esat Tekeli yazısında579
önce, Haziran 1959 tarihinde Meclis’ten çıkan ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kanununu
tanıtmakta ve ardından, sosyal alanında gerekli kurumlaşmayı üstlenmemesi nedeniyle
Kanunu dar kapsamlı olmakla eleştirmektedir. Ayrıca Sağlık ve Sosyal Bakanlığı’nın
da
isminde ‘sosyal yardım’ ibaresi olmasına rağmen bu konuyla ilgilenmediği
belirtilmektedir. Osman K. Akol da daha sonra Sosyal Hizmetler Enstitüsü kurulmasına
576
Osman K. Akol, “Çocuk Mahkemeleri Kanun Tasarısı,” Cumhuriyet, 31 Mart 1959.
Baha Arıkan, “Suçlu Çocuklar,” Cumhuriyet, 26 Haziran 1959.
578
Osman K. Akol, “Çocuk koruma birliklerini teftiş etme zarureti,” Cumhuriyet, 14 Mayıs 1959.
579
Esat Tekeli, “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulurken,” Cumhuriyet, 15 Temmuz 1959.
577
265
dair kanunu değerlendiren bir yazı yazmıştır.580 Yazı 1944 yılından itibaren ‘sosyal
hizmetlere’ hem içten hem dıştan bir ilgi artışı olduğu ve bu artan ilginin bir sonucu
olarak bu kanunun oluştuğu belirtilmektedir. 1940’lı yıllarda özellikle büyük kentlerin
‘kimsesiz, serseri’ çocukları sorunu iç kamuoyunun bu konuyla sürekli ilgili olmasını
sağlarken, Batı’da ise ‘Beveridge Raporu’ gibi somut çalışmalar ve gelişmelerin seyrini,
hızını ve niteliğinin belirlenmesinde etkili olduğu söylenebilir. Ayrıca 1940’li yıllarda
kentlere nüfus akını, kentlerde oluşan gecekondular, işsizlik gibi toplumsal sorunlarda
da artışlar görülmektedir. Bu dönemde bu konularla ilgili çok sayıda hem haber hem de
yorum yazıları gazetelerde boy göstermektedir.581 Aynı konuyla ilişkili olarak Osman
K. Akol da, artan nüfus karşısında Milli Eğitimin yetersizliğine vurgu yapmaktadır.
582
Akol okul yaşı çocuklarındaki büyük artışlar nedeniyle artık ikili hatta üçlü öğretimlere
geçildiğini, Bakanlığın kaliteli eğitimden vazgeçtiğini artık en önemli hedefin okul yaşı
çocuklarının tümünün öğretimlerinin sağlanması olduğunu belirtmektedir. Bu çercevede
Akol Ankara’yı kastederek, “… mecburi ilköğretim, Devlet Merkezinde bile ancak,
%56.94 nispetinde gerçekleştirilebilmiştir.% 43.06 oranındaki 42.609 Ankara’lı Türk
çocuğu, okuldan ve öğretmenden yoksundur” demektedir. Bu sayı, devletin en örgütlü
olduğu alan olan eğitimde bile henüz çok yetersiz bir durumda olduğunu, devletin
örgütlenmesinin yetersiz yatay yayılım içinde olduğunu göstermektedir.
Akol
bekleneceği üzere köylerdeki durumun daha olumsuz olduğunu şu rakamlarla
vermektedir: “Ankara’nın 1.152 köyünden ancak 609 unda okul faaliyettedir. 69 köy
ilkokulu öğretmensizlikten kapalıdır. Yani Ankara ili köylerinin %52.56’sında ilkokul ve
öğretmen vardır; %47.14 nispetindeki 543 köy, bu nimetten yoksundur.”
Bu büyük
sorunun kısa sürede halledilemeyeceğini düşünen Akol, Mecliste bekleyen ilköğretim
kanununda değişiklik öngören tasarının bir an önce görüşülmesi çağrısında
bulunmaktadır.
Bu çerçevede şu değerlendirmelere varılmıştır. 1950’li yıllar öncesinde
‘korunmaya muhtaç çocuklar’ için son derece dağınık bir dil kullanılmıştır. Ağırlıklı
580
Osman K. Akol, “Sosyal hizmetler enstitüsü,” Cumhuriyet, 3 Eylül 1959.
Dr. Feridun Ergin’in “Şehirlere nüfus akını,” Cumhuriyet, 13 Eylül 1959 tarihli yazısı bu yazılara
örnek olarak verilebilir. Ergin o dönem Türkiye’nin artan nüfus akınının ‘doğurduğu ihtiyaç, sıkıntı ve
davâlara karşı tam amile hazırlıksız vaziyettedir’ tespitinde bulunmaktadır.
582
Osman K. Akol, “Öğretim yılı sonunda düşünceler,” Cumhuriyet, 28 Temmuz 1959.
581
266
olarak çocukların aileden kopmuşlukları ve kendi başlarına sokaklarda kaldıklarında
sürdükleri hayatın onlarda yarattığı davranış değişiklikleri dikkate alınarak ‘kimsesiz,
serseri, zavallı, sefil’ gibi sıfatlar içinde tanımladıkları dikkati çekmektedir.
4.4.2 KMÇ ve Suça Yönelimde Artış
1960’lı yılların başında çocukların içinde bulunduğu sosyal sorunlarda bir
çeşitlenme söz konusudur. Bu durumlardan biri ‘suça karışan’ çocuklardır. Bu dönemde
çocuk suçluluğunda bir artış olduğu verilen haberlerden anlaşılmaktadır. Çocuk
suçluluğundaki artışa paralel olarak, çocuk suçluluğunun önlenmesine ilişkin bazı
önlemlerin de alınmaya başladığı görülmektedir. Çocukların anne babasına karşı
korunmasına ilişkin bir habere ilk defa Cumhuriyet gazetesinin 19 Nisan 1962 tarihli
sayısında.583 Yankesicilik suçundan yakalanan ancak yaşı küçük olduğu için (8 yaşında)
hakkında işlem yapılamayan Nurten isimli kız çocuğunun velayetinin annesinden
alınarak ‘ıslahhaneye’ verileceği haber verilmektedir. Emniyetin yaptığı araştırmada
annesinin sabıkası olduğu anlaşıldığından, “İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Uğur’un
teşebbüsü ve Onikinci Hukuk Mahkemesinin kararı ile ceza ehliyeti olmadığı için
hakkında kanuni işlem yapılamayan 8 yaşındaki 12 sabıkası olan Nurten Özmut’un
velayeti ailesinden alınmıştır” denilmektedir. Ayrıca ilk ve yeni bir uygulama olarak
6972 sayılı KMÇ Kanunu ve TMK hükümleri doğrultusunda çocuğun velayetinin
kaldırılması işlemi yapıldığı belirtilmektedir.
583
“Küçük yankesici Nurten’in veliliği ailesinden alındı,” Cumhuriyet, 19 Nisan 1962.
267
Şekil 7 : Suça Sürüklendiği İçin Velayeti Kaldırılan İlk Çocuk
Kaynak: 31 Temmuz 1962, Cumhuriyet
1960’lı yıllarda çocuk suçlarının İstanbul merkezli olmaktan çıktığını görüyoruz.
İsatnbul dışından da çocukların karıştığı hırsızlık gibi suçlara ilikin haberlere
rastlanmaktadır. Örneğin Cumhuriyet’te yer alan “Doğuda çocuklar da soygunculuğa
başladı” haberi, çocukların karıştığı şiddetin daha o dönemden ülkenin birçok yerine
yayıldığını göstermektedir.584 Nüfus artışı, istihdam yetersizliği ve çarpık kentleşmeye
paralel olarak ortaya çıkan toplumsal sorunların bir parçası olarak, çocukların karıştığı
kapkaç ve hırsızlıkla ilgili haberlerle çokça karşılaşılmaktadır. Çocuk suçları ile ilgili
olarak Emniyetin yaptığı çalışmalar haber olarak yer almaktadır.585 Artan çocuk suçluğu
karşısında ‘çocukların korunması’, bu dönemde Emniyetin çocukların velayetlerini
ailelerden alması girişimleri ile somutluk kazanmaktadır. Bu dönemde ‘çocuk koruma’
584
585
“Doğuda çocuklar da soygunculuğa başladı,” Cumhuriyet, 14 Eylül 1962.
“Çocuk suçlarına karşı Emniyet geniş çapta tedbirlere başvuruyor,” Cumhuriyet, 7 Şubat 1962.
268
tedbirleri Emniyet ve Mahkeme arasında bir önlem olarak ilerken, ailelerle görüşme ya
da ebeveynlerin sosyal incelemeye tabi tutulması ayağını yürütecek ‘sosyal hizmet’
ayağının henüz ortaya çıkmadığı anlaşılmaktadır. Haberde modern bir çocuk koruma
sistemine ‘sosyal hizmet’ kurumunda olması beklenen anne-babadan alınan çocuk
velayetinin polis tarafından üstlenildiği, “.. polis, anne ve babaya karşı dahi çocuğun
hamisi olacak” şeklinde ifade edilmektedir. Haberde yer alan Emniyetin çocuk
istismarına karşı almayı planladığı bazı önlemler şunlardır:
“1) Üvey anne veya baba yanında bulunan çocuklara fena muamele yapıldığı
tespit olunduğu zaman bu kimseler polis tarafından derhal adliyeye sevk edileceklerdir,
2) Öz çocuğuna eziyet eden ana be babalar hakkında da aynı muamele aşılacaktır. 3)
Yanında çalıştırdığı küçük yaştaki çocuklara eziyet eden, döven dükkân veya müessese
sahipleri de cezalandırılacaktır. 4) Kumar oynatılan oyun salonlarına 18 yaşından küçük
çocuk alan yerler, polis vazife ve salâhiyetleri kanununa göre kapatılacaktır. 5)
Toplanacak olan kimsesiz çocuklar temin edilecek işyerlerine verilerek
çalıştırılacaklardır. 6) Polis, küçük çocukların hâmisi olacak, icabında ebeveynlerine
karşı küçük çocuğu savunacaktır. 7) Sâbıkalı ana ve babaların yanındaki çocuklar, ne
pahasına olursa olsun alınacak, yurdlara yerleştirilecektir. Öte yandan, bu konuda
inceleme yapan polis şefleri, Milli Eğitim Müdürlüğünün emrinde çalışan yurdların bir
tüzüğü bulunmadığı, kurulduğundan bugüne kadar hiçbir istatistik tutulmadığını
müşahede etmişlerdir. Tedris planı da olmayan bu yurdlarda bulunan çocuklar, devamlı
surette kaçmaktadırlar.”586
Emniyetin çalışmalarını ‘övme kaygısıyla da yazılmış’ izlenimi veren bu
haberden birkaç gün sonra 10 Şubat 1962 tarihli bir başka haberle Emniyet’in konuya
ilgisinin sürekli ve geniş kapsamlı olduğu görülmektedir. Suça yönelen çocuklarla ilgili
10 Mayıs 1962 tarihli Cumhuriyet’te yer alan haberde587 12 yaşındaki çocuğun hâkime
“her zaman değil, para bulamadığım, aç kaldığım zaman hırsızlık yapıyorum’ dediği
belirtiliyor. 28 Haziran 1962 tarihli Bir başka bir haberde588 de 9 yaşında 7 sabıkalı bir
kız çocuğunun cezaevinde bulunan anne – babasına bakabilmek için hırsızlık yaptığı
belirtilmektedir. Aynı sayfada “namusunu koruma için adam öldüren çocuk beraat etti,”
“50 öğrencinin daha yatılı parasız okuyabilmesi için imkân hazırlandı” ve “Yurdumuzda
boşanmaların en çok vuku bulduğu şehir, İstanbul” haberleri de yer almaktadır. Buradan
da görülebileceği gibi, birbirini besleyen ve hızlı bir toplumsal değişim sürecinin
unsurları olan birçok olgu aynı gün dahi gazetelerde haber konusu olabilmektedir.
586
“Çocuk suçlarına karşı Emniyet geniş çapta tedbirlere başvuruyor,” Cumhuriyet, 7 Şubat 1962.
“Yaşından fazla sabıkası olan çocuk,” Cumhuriyet, 10 Mayıs 1962.
588
“Cezaevindeki anne – babasına bakabilmek için hırsızlık yaptı” Cumhuriyet, 28 Haziran 1962.
587
269
1960’lı yılların başınada polisin çocuk suçluluğuna karşı yeni bir örgütlenme
içine girdiği; araştırmalar yaptığı ve önleyici önlemler almaya başladığı görülmektedir.
Yapılan bir araştırmayı konu edinen Cumhuriyet’in haberine göre589 İstanbul’da yeni
kurulan Emniyet ‘Çocuk Bürosunun’ hazırladığı ilk istatistiklerde “şehrimizde 3 ile 20
yaşları arasındaki çocuklar için suça yönelme yaşının 12-17 olduğunu ortaya koyduğunu
belirtmektedir. Ayrıca İstanbul’daki bütün kadın polislerin oluşturulan bu çocuk
bürosunda toplanacaktır. Bu arada en tehlikeli yaşın 15 olarak tespit edildiği ifade
edilmektedir.
Bu yıllarda çocuk suçlarında çeşitlenmeye cinsel istismar ve tiaçri cinsel sömürü
vakaları da dâhil olmaktadır. 14 Nisan 1962 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yer alan
konuya ilişkin haberde 17 yaşında bir kızın iğfal edilip para ile 40-50 kişiye satıldığı
belirtilmektedir.590 Konuya ilişkin bir diğer haber 16 Nisan 1962 tarihli Cumhuriyet’e
yer almaktadır.591 Habere göre 18 yaşında bir gencin 6 yaşındaki bir kızı kaçırdığı ve
tecavüz ettiği iddiası yer almaktadır.
Çocuk suçlarının çeşitlenmesine bir örnek teşkil eden Cumhuriyet’te yer alan
“Bir yetiştirme yurdunda çocuğa işkence yapıldı”592 başlıklı haberde artık ‘kimsesizler
yurdu’ değil, ‘yetiştirme yurdu’ ifadesinin kullanılması sosyal hizmet alanında
kullanılan dilde anlamlı bir farklılaşma olarak görülebilir. Bunun yanında KMÇ’ın
barındığı kurumların da genişlediği, burada ortaya çıkan olaylara karşı basının duyarlı
olduğu anlaşılmaktadır. Habere göre Samsun ilindeki yetiştirme yurdunda barınan 7
çocuk kendilerine kötü muamele yapılması nedeniyle yurttan kaçmışlar ve bu durum
araştırılınca gerisinde ‘çocuğa işkence’ olayı bulunmuştur. Bir başka haberde
iseİzmir’den kaçan yetiştirme yurdu çocuklarının yakalandığı haber verilmektedir.593
Haberde çocuklar İstanbul’a geliş hikâyelerini şöyle anlatmaktadır: “Akhisar’a kadar
yayan gittiklerini ifade eden çocuklar orada Belediye ilgililerine İstanbul’dan
589
“Çocuklarda suça yönelme yaşı 12-17 olarak belirlendi,” Cumhuriyet, 20 Haziran 1962.
“17 yaşında bir kız iğfal edilip para ile 40-50 kişiye satıldı,” Cumhuriyet, 14 Nisan 1962.
591
“6 yaşındaki kızı kaçırarak kirletti,” Cumhuriyet, 16 Nisan 1962.
592
“Bir yetiştirme yurdunda çocuğa işkence yapıldı,” Cumhuriyet, 30 Ağustos 1962.
593
“İzmir’den kaçan 4 çocuk yakalandı,” Cumhuriyet, 16 Nisan 1962.
590
270
kaçtıklarını söyleyerek şehrimize gönderilmelerini temin ettiklerini açıkladılar.”
Cumhuriyet’te yer alan bir diğer çocuk kaçma haberinde 12 yaşındaki ilkokul mezunu
çocuğun ‘büyük şehre kaçtım ki, büyük adam olayım’ ifadesinine yer verilmektedir.594
Görülüyor ki İstanbul’un büyümesi, tanınması ile birlikte artık çocuklar için de cazibe
merkezi haline gelmeye başlamıştır. Çocukların İstanbul’a kendi başlarına gelmesi ve
bekâr evlerinde kalmasına ilişkin bir diğer haberde, Eminyet ve ÇEK görevlilerinin
çocukları toplamaları faaliyetleri haber yapılmaktadır. 22 Haziran 1962 haberde,595
“İstanbul’a iş bulmak amacıyla gelen ve 8-14 yaşları arasındaki çocukların suçlu çocuk
veya cinsî sapık olduğu anlaşıldı” denmektedir. Bu arada bu çocukların kısa süreli
barınma sorunlarının halli için Çocuk Esirgeme Kurumu görevlileri ve Emniyet Çocuk
Bürosu sorumlusu Nuran Sayın’ın yaptığı toplantıdan sonra acil olarak bir ‘çocuk
misafirhanesi’
açılması
gerektiği
sonucuna
varıldığı
belirtilmektedir.
Çocuk
misafirhanesinin emniyete yakın bir yerde ama ÇEK tarafından işletilmesi görüşüne
varıldığı öğrenilmektedir.
Çocuk sorunları ve çocukların karıştığı suçlara ilişkin 1930’lu yıllardan itibaren
araştırmalar yapılmakta ve istatistikler tutulmaktadır. Aynı yıllarda bütün Avrupa
ülkelerinde çocuk suçluğunun son derece yüksek olduğunu söyleyen Sulhi Dönmezer,
çocuk suçluluğunu yetişkin suçluluğu içindeki oranının da arttığını belirtmektedir
Örneğin 1935 yılında 18 yaşından küçük olan suçluların genel suçlulara oranı %8 iken
bu oran 1944 yılında %12’ye çıkmaktadır.596 Esin Konanç’ın çocuk suçluluğu
incelenmesinden de 1930’lu yıllardan itibaren sürekli artan bir çocuk suçluluğu olduğu
ve daha sonra oranda küçük düşmeler olmakla birlikte 1960’lı yıllara kadar sürekli bir
sorun olarak varlığını sürdürdüğü görülmektedir.
594
“Vagon tamponları arasında Ankara’dan İstanbul’a kaçtı,” Cumhuriyet, 30 Haziran 1962.
“96 çocuk, han ve bekâr odalarından toplandı,” Cumhuriyet, 22 Haziran 1962.
596
Sulhi Dönmezer, “Garp Memleketlerinde ve Memleketimizde Çocuk Suçluluğunun Umumi
İnkişafları”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 101.
595
271
Tablo 5: 1938- 1962 Yılları Arasındaki Çocuk Hükümlü Sayıları
Yıllar
12–18 Yaşları
Arasındaki
Hükümlü Sayısı
12–18 Yaşları Arasındaki
Hükümlü Sayısının
Yıllar Tüm Hükümlü Sayısına Oranı %
1938
1939
1940
1941
1942
1943
1944
1945
1946
1947
1948
1949
1950
1951
1952
1953
1954
1955
1956
1957
1958
1959
1960
1961
1962
7076
8270
9783
11840
12764
12722
10447
12656
16146
17155
17697
22138
15621
18942
36169
27531
22670
29652
28074
23476
23512
25062
24251
23194
29617
8.72
8.79
10.60
12.26
13.45
13.97
13.98
14.00
14.49
14.45
14.42
14.66
15.37
14.59
14.17
13.18
12.89
13.49
13.84
13.19
13.94
13.27
13.56
12.36
11.74
Kaynak: Esin Konanç, “Çocuk Suçluluğu”, Adnan Güriz ve Peter Benedict (Edt.), Türk Hukuku ve
Toplumu Üzerine İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, No: 1, 1974, s. 531.
Bu arada çocuk suçluluğu ve çocuk yargılamasına ilişkin düzenlemeler ancak
1970’lerde gerçekleşebilmiş olmasına rağmen,597 konuya ilişkin tartışmalar erken
Cumhuriyet döneminde başlamıştır. Örneğin bir cumhuriyet savcısı olan Edip Ünal
Erzen, Çocuk Davası isimli çalışmasında dünyada çocuk mahkemeleri ve çocukların
597
Uzun yıllar tartışılmasına ve kurulmasına ilişkin Meclise teklifler verilmiş olmasına rağmen ancak
1979 yılında BM Dünya Çocuk Yılı nedeniyle yasalaştırılan ve 1987 yılında ffliyete geçen çocuk
mahkemelrinin kuruluş süreçi için bkz. Sevda Uluğtekin, Çocuk Mahkemeleri ve Sosyal İnceleme
Raporları, Ankara, Bizim Büro, 1994, s. 44.
272
yargılaması hakkında geniş açıklamalar yaptıktan sonra, Türkiye’e ilişkin bölüme
geldiğinde bu konuda hiçbirşey yapılmamış olduğunu belirtmektedir. Erzen “çeyrek
yüzyıldan beri Avrupa, Amerika devletlerinde önemle ele alınarak ve birçok itiraz ve
mücadelelerden sonra kendini kabul ettiren suç içliyen, çocukların korunması
karşısında kendi mevzuatımızla, tatbikatımıza yöneldiğimiz zaman acı duymamanın ve
üzülmemenin imkânı yoktur”598 demektedir. İçinde bulunduğu dönemki basını da takip
ettiği anlaşılan Erzen, matbuatta çocuk davasının zaman zaman güdeme gelmekle
birlikte konunun ‘milli bir dava’ halinde işlenmediğini belirtmektedir. Konunun yani
çocuk meselesinin henüz gerektiği gibi benimsenmediği tespitinden hareketle, bu
koşullarda çocuk mahkemesinin açılmasının da faydalı olmayacağını belirtmektedir.
Erzen ‘çocuk davası’nın ciddi olarak ele alınabilmesi için çocuk mahkemesinden önce,
çocuk meslesenin öneminin ‘efkari umumiye’ye süretle benimsetilmesi, cemiyetin
yardımının temin edilmesi ve bu hususta gerekli perosnelin kadro ve kurumlarının
oluşturulması gerektiğini ifade etmektedir.599 “Çocuk Mahkemeleri”600 başlıklı haberde
‘tasavvurun bu sene tatbiki bekleniyor’ denmektedir. 18 yaşına kadar olan çocukların
yararlanacakları bir ‘çocuk mahkemesi’ hazırlıkları yapıldığı haber verilmekte; ancak bu
girişimlerin başarılı olmadığı bilinmektedir. Bu konuda tartışmalar olmakla birlikte, ilk
çocuk mahkemesi kurulumasına dair kanun tasarısı 1945 yılında sunulmuş ve ilk
kanunun çıktığı 1979 yılına kadar çok sayıda tasarı kadük kalmıştır.601
29 Haziran 1962 tarihli aynı gazetede bu kez ‘çocuk meselesinin’ başka bir
veçhesi haber olarak yerini almaktadır: “Yurdumuzda nesebi gayri sahih çocukların
sayısı: 7.724.417.” Bu sayı, Türk Medeni Kanunu hükümlerinin de ‘işlemeyen kanunlar’
arasında sayılmasını mümkün kılacak bir sayı olarak ortaya çıkmaktadır. Çocukların bir
bütün olarak koruma şemsiyesi içine alınmadığı, ilköğretim düzeyindeki okullaşmada da
görülmektedir. Bir başka haberde Cumhuriyet döneminde en önemsenen çock koruma
önleminin yani ilköğrtimin yaygınlaştırılmasının da ihityacı karşılamada yetersi kaldığı
598
Edip Ünal Erzen, Çocuk Davası, Mesleki Seri: 4, İstanbul, Vaki Matbaası, 1943, s. 7.
Erzen, s.9-10.
600
“Çocuk Mahkemeleri,” Cumhuriyet, 2 Teşrinisani 1931.
601
Esin Konanç, “Çocuk Suçluluğu”, Adnan Güriz ve Peter Benedict (Edt.), Türk Hukuku ve Toplumu
Üzerine İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, No: 1, 1974, s. 582.
599
273
vurgulanmaktadır. Habere göre602 ilköğretim çağında olup okula kaydedilemeyen
1.135.000 kadar çocuk tespit edilmektedir. Beş yıllık ilkokul öğrenimi zorunlu olduğu
halde, 1970’li yılların başında binlerce köyde ilkokul yoktur. Esin Konanç’a göre,
“ilkokulu bulunan köylerin çoğunda ise, İlk Öğretim ve Eğitim Kanununun ilk
öğretim çağında olup da hiçbir öğrenim kurumuna devam etmeyen çocukların resmi veya
özel işlerde çalıştırılmasını yasaklamasına rağmen (madde 59), çocuklar ekonomik
zorunluluklar yüzünden çalıştırılmakta, okula gidememektedir. Ayrıca ailelerin büyük bir
kısmı dini taassubun etkisi altında çocuklarını (özellikle kız çocuklarını) okul yerine
Kur’an kursuna göndermektedir. Bütün bunlar halkın önemli bir kısmının öğrenim
görmemesine sebep olmaktadır. Nitekim 1960-65 yılları arasında 6 yaşından yukarı olan
25 milyon kişinin %48’i okuma yazma bilmemekteydi. Öğrenim görmüş olan ların ise
%58,4 ü ilkokul,%6,7 si ortaokul,%2,5 i meslek okulu, % 2,8 i lise ve %1,6 sı da yüksek
öğrenim görmüşlerdi.”603
Görüldüğü gibi Cumhuriyet döneminde çocukluğun şekillenmesinde en önemli
çaba ilköğretimin yaygınlaştırılması olmasına rağmen; bu alanda da ciddi sorunlar söz
konusudur. Özellikle ilköğretimin yatay yayılması yani bölgelerarası eşitsiz dağılması
ve eğitimin niteliğinin (yeterli öğretmen ve okul) zayıf olması önemli bir sorun olarak
varlığını sürdürmektedir.
4.4.3 Türkiye’de Sosyal Hizmet Fikrinin Gelişmesi
5387 sayılı ilk KMÇ Kanunu sosyal hizmet alanında bir dizi tartışma yaratırken,
en çok Milli Eğitim Bakanlığı’nda hareketlenmeye sebep olduğu görülmektedir. KMÇ
alanında çalışacak özel eleman arayışı sürerken, 1950’lı yılların başında yeni bir eğitim
alanı olarak ‘özel eğitimin’ KMÇ alanında sorumluluk alması gündeme gelmiştir. Bu
çerçevede yurtdışından uzmanlar getirilerek hizmet içi ve/veya genel amaçlı eğitimler
verilmesi sağlanmış, aynı alanda bilgi ve görgülerini arttırmak amacıyla İngiltere,
Fransa, İsviçre ve Almanya gibi ülkelere milli eğitim müfettişleri gönderilmeye
başlanmıştır. Bu çalışmalar sonunda toplumun tümünde yaygın olmamakla beraber
Tulay’ın iadesiyle “.. maarif câmiası içinde bilinmemesine rağmen yeni bir hareket
olarak hissedilir bir mana almağa ve bir teşkilât kanununun üzerinde çalışılmaya
başlanmıştı.”604 Bu tartışmalar, KMÇ’ın kurum bakımının klasik anlamda bir eğitim işi
602
“İlköğretim çağında 1.135.000 kadar çocuk okul dışı kaldı,” Cumhuriyet, 17 Eylül 1962.
Konanç, s. 558.
604
Tulay, s. 13.
603
274
olmadığı, özel eğitimli kişiler ve ayrı bir kurumsal örgütlenme gerektirdiği fikrini
gittikçe güçlendirmeye başladı. 1953 yılında toplanan ‘5. Maarif Şurası’ da bu konuyu
gündemine almıştı. Şura’da konuya ilişkin oluşturulan bir komisyona özel eğitim,
yetiştirme yurtları ve 5387 sayılı Kanun’un gözden geçirilerek bir rapor hazırlaması
görevi verildi. Yapılan çalışmalar sonucu oluşturulan raporda özetle şu sonuç ve öneriler
geliştirilmiştir:605
Öncelikle kurumsal yapıya dair en can alıcı sorun olarak yeni bir teşkilat
düzenlemesi önerilerek, korunmaya ve özel eğitime muhtaç çocuklara dair işleri takip
etmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde müstakil bir ‘genel müdürlük’ ihdası
önerilmektedir. Bu öneri ile mevcut kanunun birden çok bakanlık ve yerel idareye
dağılmış dağınık yapısı da eleştirilmektedir. Dağınık yapıya karşılık oluşturulacak bir
genel müdürlük altında çocukların yaş ve durumlarına göre hizmetleri yürütecek şubeler
kurulması öngörülmektedir. Uygulayıcı bağlı kuruluşlar olarak ise ‘müşahede, teşhis ve
barındırma istasyonları’ kurulması teklif edilmektedir. KMÇ’ın yaş durumlarına göre
bakılacakları kurumların hangi bakanlıkların sorumluluğunda olacağı ise mevcut
Kanunundaki haliyle korunmuştur. Bu raporu hazırlayan uzmanların Milli Eğitim
Bakanlığı’nı merkeze alarak soruna yaklaştıkları, esas olarak bir KMÇ genel sorununa
yönelmedikleri görülmektedir. Raporda personelin eğitimli ve uzman olması gerekliliği
vurgulanmaktadır.
Bunun
için
de
ilgili
personelin
yurtdışına
gönderilmesi
önerilmektedir. Bunun yanında ‘bu saha için lüzumlu olan personel nevileri’ de
sıralanmaktadır. Bu personeller arasında bilgili ve deneyimli yöneticiler, öğretmenler,
müfettişler, okul psikologu, çocuk psikiyatrı gibi meslekler sayılırken, “çocuğu sokakta,
ailede ve müesseselerde takip edecek sosyal yardımcılar” diye yeni bir meslekten de söz
edilmektedir. Bir tür ‘sosyal hizmet uzmanı’ olan ve raporun yazıldığı dönemde bu
meslek grubunu yetiştiren bir okulun mevcut olmadığı dikkate alınırsa, bu ihtiyacın
yurtdışı ziyaretlerinde edinilen bilgilerden kaynaklandığı söylenebilir. Tulay’ın da ifade
ettiği gibi bu rapor, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar konusunun bir bilim işi o1duğunu,
yetiştirme yurtlarının yetiştirilmiş ve özel durumları elverişli ehil ve temiz ellere teslim
edilmesi gerektiğini, burada vazife alacak personelin teminatlarının bulunması ve daimi
605
Tulay, s. 15-16.
275
kadrolarının hükümetçe alınması lüzumunu, netice itibariyle bütün teşkilatın müstakil ve
mesul bir umum müdürlüğe bağlanması mecburiyetini açık ifade etmekteydi.”606
Bu tartışmalar bir yandan yapılırken bir yandan da açılan kurumlar çeşitli meslek
elemanları çalıştırılmaktadır. Ancak bir yandan da açılan kurumların çalışma tarzlarını
belirleyecek tüzük ve yönetmelik çalışmaları da yapılmaktadır. Bu çalışmalar ilk olarak
ÇEK tarafından başlatılmışitır. 1925 yılından itibaren yatılı çocuk yuvası işlettiği bilinen
ÇEK607 ilk kez 1943 yılında bir “Çocuk Yuvaları Talimatnamesi” hazırlamaktadır.
Yayınlanan ‘taslak’ta, ülkede ‘öksüz evleri’ olmadığı, bu nedenle de kanuni vasisinin
korumasından mahrum çocukların korunması gereği çocuk yuvalarının açılması ve
çoğalması gereği vurgulanmaktadır. Ayrıca çocuk yuvasının bir ‘öksüz yurdu’,
‘pansiyon’, ‘talebe yurdu’, ‘gündüz bakımevi’ ya da ‘şefkat yurdu’ olmadığı özellikle
belirtilmektedir.608 Daha sonra da çocuk yuvalarının amacını “bakımsız ve kimsesiz
kaldığı için hayatı tehlikede olan süt ve oyun çocuklarının hayatlarını kurtarmak,
sıhhatlerini koruyarak sağlamlaştırmak ve cemiyete faydalı unsur haline getirebilmesine
yardım etmek”609 şeklinde belirtmektedir. Talimatname taslağı incelendiğinde idari
hiyerarşinin en üstüne doktorların konduğu görülmektedir. Yuva müdürü ayrıca
atanmasına rağmen, talimatname taslağında olağan idari örgütlenmeye aykırı bir şekilde
müdürün doktordan ‘alacağı direktifleri ilavesiz ve kusursuz tatbik ve icraya mecbur’
olduğu belirtilmektedir.610
Çocukların yuvaya yerleştirilmesi Medeni Kanun çerçevesinde bir velayet
düzenlemesi de içerdiğinden, normal işleyişte çocukların yuvaya yerleştirilmesi kararını
bir mahkemenin vermesi gerekirken, 1940’lı yılların başında bu alanda bir mevzuat
olmadığından talimatname taslağında ‘yerleştirme kararı’ konusunda yetki ÇEK’nun
‘merkez ve kol reisliği’ne vermiştir.611
606
Tulay, s. 17.
ÇEK’nun ilk açtığı ve halen faaliyette bulunan çocuk yuvası Ankara Keçiören’de bulunan Atatürk
Çocuk Yuva’sıdır. Bu yuva açıldığı 1925 yılından itibaren aralıksız olarak günümüze kadar KMÇ’a yatılı
bakım hizmeti vermiştir.
608
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, Ankara: TÇEK Umumi
Merkezi, 1943, s. 3.
609
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, s. 5.
610
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, s. 6.
611
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, s. 10.
607
276
Yuvalar 0-2 yaş ve 2-7 yaş arasındaki KMÇ’ın bakılıp yetiştirilmesi hedeflenen
kurumlardır. Bu dönemde nüfus arttırılması politikası hala yürürlükte olduğu için
özellikle 0-1 yaş bebeklerin hayatta kalması için özel önlemler alınmaktadır. Yukarda
anılan talimatname taslağında süt bebeklerinin yaşatılması için ‘dayalar’ ve ‘süt
anneleri’nin görevlendirilmesi öngörülmektedir. Talimatname taslağına göre “yuva
dayaları bebeklerin suni emzirmeleriyle, çocukların beslenme ve temizlikleriyle tevzi
edilirler. (…) Yuvalara alınacak süt anneler çocuklu, sıhhatli, bol sütlü, korunmağa
muhtaç, namus ve iffeti mazbut genç anneler in hem kendileri hem çocukları korumak,
hem de yuvadaki öksüz bebekleri kurtarmak gibi üç cepheli yardım mevzuu olarak
alınması lazımdır. (…) Çocuklu bir süt anne, ihtiyaca göre, kendi yavrusundan başka en
az daha iki yavruyu, südü müsait olduğu takdirde, emzirmeğe mecburdur”612 Görüldüğü
gibi süt bebeklerinin hayatta kalması için oldukça ayrıntılı kurallar konmaktadır. Ayrıca
süt annelerinin yuvada kalışı, beslenmesi, yuva dışı akraba ziyaretleri ve alışverişleri
için kısıtlı zaman ayırarak ‘süt anne’lerinin sürekli yuvada kalması için düzenlemeler
yapılmıştır.
1949 yılında ilk KMÇ Kanununun çıkmasıyla birlikte bakanlıkların çocuk yuvası
ve yetiştirme yurdu açması zorunluluğu ile karlı karşıya kalması nedeniyle, bu
kurumlara ilişkin işletme yönetmelikleri çıkarılması gereği ortaya çıkmıştır. SSYB
Kanuna rağmen 1960’lı yılların başına kadar 0-6 yaş çocuklara yönelik yuva
açmadığından ve bu görevi ÇEK kanalıyla yerine getirdiğinden, bu bakanlık bir
yönetmelik düzenlemesi de yapmamıştır. MEB ise 1950 yılının başından itibaren bazı
yatılı okulları ‘yetiştirme yurdu’na çevirerek kanunun gereğini yerine getirmeye
başlamıştır. Bu nedenle bir yetiştirme yurdu yönetmeliği da çıkarmıştır. Ancak
uygulamanın başlangıcında KMÇ’ın tespitinde yapılan ‘sosyal inceleme’ konunun
uzmanı olmayan hatta ‘askeri polisler’ dahil ilgisiz kişilere yaptırılmaktadır.613
612
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, s. 21-22
5-8 Mayıs 1962 tarihinde Ankara’da toplanan ve özel konusu KMÇ olan II. Milli Sosyal Hişzmetler
Konferansında bu durum şöyle ifade edilmektedir: “Korunmaya muhtaç bir çocuğun mevcudiyeti ihbar
edildikten sonra Sulh Hukuk Mahkemelerine tevdiinden önce, geçirilen tahkikat safhası ve evrakının
tanzimi, mahalli en büyük amirlikçe askeri polisler tarafından yapılmaktadır. Böylece tahkikat, çocuk,
aile ve sosyal problemler cihetinden hiçbir ilmi malumata sahip olmayan şahıslar tarafından yapılmakta
ve ekseri tam malumat toplanamamaktadır. Sosyal Hizmetler Akademisinde yetişmiş bir sosyal
613
277
MEB tarafından çıkarılan ilk yetiştirme yurdu yönetmeliğine bakıldığında
yönetim işleri ve müdürün sorumluluklarının tanımlandığı ilk maddede yetiştirme
yurtları ‘aile metaforu’ içinden tanımlanmaktadır. Bu çerçevede yurt müdürü de ‘aile
ocağı reisi’ olarak tanımlanmaktadır.614 Ailesini kaybeden çocuklara yeniden bir aile
ortamı kazandırmak kaygısı nedeniyle bütün kurumlar aile ortamına benzetilmeye
çalışmakla birlikte, özellikle erken cumhuriyet döneminde rejimin toplum tahayyülünde
de aile metaforunu ideolojik bir argüman olarak kullanmasının bu düzenlemede etkili
olduğu düşünülebilir.615
MEB’nın çıkardığı bu yönetmelikle ilk kez idari vesayet genişletilmeye
çalışılıyor. Belediyeler ve özel idareler tarafından kurulan yurtların müdürlerine
hazırladıkları ve üst makamlarına gönderdikleri raporların bir örneğini MEB’na da
göndermeleri hükmü getirilmiştir. Böylece yetiştirme yurtlarında hem standardizasyon
hem de merkezileşmenin başlatılması da gündeme gelmektedir.616 İlk yetiştirme
yurtlarında görev alan profesyonellere bakıldığında, ÇEK’nun yuvalarından farklı
olarak, öğretmenlerin başat meslek grubu olarak öne çıktığı görülmektedir. Hem idari
hem de eğitim-bakım hizmetlerinin öğretmenler (grup sorumluları) tarafından yerine
getirilmesi öngörülmektedir.617 Bir yandan uygulamalar sürerken bir yandan da
kurumsal işleyişe ilişkin tartışmalar da devam ediyordu. Öte yandan aynı tarihlerde
mevcut yetiştirme yurtlarında kimi ciddi sorunlar da çıkmaya başladı. Köy, mahalli
idare ve belediyeler bütçelerine konulan bütçelerin sağlanması, tahsisatı sağlaması
öngörülen bakanlıkların mali zorlukları nedeniyle çoğu kez mümkün olamıyordu. Bu
yardımcının bu safhası idare etmesi ve ve mahkeme tahkikatında da yardımcı olması büyük bir zaruret
olarak, kendini göstermektedir. Yine bu sosyal yardımcılar tarafından çocukların (mevcutsa) ana, baba ve
ailelerinin durumlarının düzelip düzelmediğinin takip edilerek bilinmesi, bazı çocukların koruma
kararlarının kaldırılması, çocukların menkul ve gayri menkul mallarının değerlendirilmesi suretiyle
hukukunun siyaneti, aile iştirak paylarının yükseltilmesi ve yerlerine sıra bekleyenlerin alınmasına yardım
edilecektir.” II. Milli Sosyal Hizmetler Konfernası–Ankara 5–8 Mayıs 1962, T.C. SSYB, Sosyal
Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, s. 54.
614
Milli Eğitim Bakanlığı, Yetiştirme Yurtları İç Yönetmeliği, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1952,
s.5.
615
Kemalist modernizasyon projesinin halkevleri, devlet okulları ve ordu kanalıyla ‘aile metaforuna’
uygun bir uygulama içinde olduğuna dair bir çalışma için Selda Şerifsoy, “Aile ve Kemalist
Modernizasyon Projesi, 1928-1950”, Ayşe Gül Altınay (derl.), Vatan, Millet, Kadınlar içinde, İstanbul:
İletişim Yayınları, s.155-188.
616
Milli Eğitim Bakanlığı, Yetiştirme Yurtları İç Yönetmeliği, s. 4.
617
Milli Eğitim Bakanlığı, Yetiştirme Yurtları İç Yönetmeliği, s. 5-6.
278
paraların tahsili kanunda cezai müeyyideye dayandırılmadığından yük genellikle Devlet
bütçesinin sınırlı imkânlarına kalıyordu. Diğer yandan mevcut yetiştirme yurdu
uygulamalarının geçmişte de kalsa etkisi süren yatılı okul olarak darüleytamları model
alması, Kanunun yaptığı KMÇ tanımında olmayan analı-babalı çocukların da yetiştirme
yurtlarına yatılı okul mantığıyla alınması sisteminin oturmasını engelleyen faktörler
olmuştur. Özellikle büyük kentlerde ortaya çıkan korunmaya muhtaç çocuklar bu bakım
ve korunma altına alınamıyordu. “Çünkü sosyal hizmetler müessesesi, yardımcı ve
araştırıcılar mevcut değildi. Böylece mevcut bir kaç yetiştirme yurdunda izdiham
günden güne artıyor, müesseseler bir çocuk deposu haline geliyordu.”618 Görüldüğü gibi
ilk KMÇ Kanunu’nun çıkması ve uygulamasının üzerinden henüz birkaç yıl geçmeden,
KMÇ alanının; çocukların tespit, bakım ve korunma altına alınması, bu işlemler için
aileye dönecek gerekli mesleki çalışmaları yapacak meslek olarak ‘sosyal hizmet’ ve
kurum olarak ‘sosyal hizmetler müessesesi’ gerekliliği çok açık olarak ifade edilen bir
fikir olarak ortaya çıkmıştır.
Öte yandan genellikle ilkokullardan istek dışı yapılan öğretmen atamaları
yetiştirme yurtlarındaki sorunları daha da arttırıyordu. Bunun yanında çocuklara bakım
ve koruma hizmeti veren diğer personel de eğitimsiz ‘hademeler’ arasından
seçilmekteydi. Bu durumda çocuk ve gençlerle ilgilenme, sorunlarını çözme ya da
ailesine kazandırma yerine çocukların ailelerinin bulunduğu illerin dışındaki yatılı
okullara
gönderilmesi
gibi
yollara
başvuruluyordu.
Söz
konusu
yurtlarda
görevlendirilecek nitelikte özel eğitimciler ise bakanlıklarda personel kadro düzenlemesi
yapılmamış olması nedeniyle yapılamıyordu. 1950’li yılların ortasına gelindiğinde,
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı 5387 sayılı Kanunun kendisine görev olarak verdiği
0-7 yaş arası KMÇ için ‘çocuk yuvası’ açma görevini yerine getirmezken, Milli Eğitim
Bakanlığı birçok ilde yetiştirme yurdu açmakla birlikte, bu kurumların işletmesinde çok
çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Bu durum karşısında yeni bir kanuni düzenleme
618
Tulay, s. 18.
279
gerekliliği 1955 yılı içinde dönemin Ankara milletvekili Aliye Temuçin619 tarafından
gündeme getirilmiştir.
4.5 KMÇ Kanununda Değişiklik: 6972 Nolu 2. Korunmaya Muhtaç
Çocuklar Kanunu
Yukarıda belirtildiği gibi 5387 sayılı ilk Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu
1949 yılında yürürlüğe girdikten sonra, alanda yeni bir dil yaratması yanında kurumlar
arasında yetki ve görev sorunları ve tartışmalarına da neden olmuştur. Bu süreçte ortaya
çıkan sorunların çözümüne yönelik Ankara Milletvekili Aliye Temuçin 21.12.1955
tarihinde TBMM Başkanlığına 5387 sayılı Kanunun 1–5, 11, 19, 22 ve 29 maddelerinde
bazı değişikler yapılması önerisinde bulunmuştur.620 Bu teklifin TBMM Genel
Kurulu’na gelmesi de önceki kanun kadar olmasa da uzun bir zaman almıştır. Teklif
komisyon görüşmelerinin tamamlanmasının ardından 15.5.1957 tarihinde Genel Kurul
gündemine alınarak ve maddeler üzerinde hiçbir tartışma olmadan ve komisyonların
önerilerinde değişiklik yapılmadan aynen kanunlaşmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi
aslında Aliye Temuçin yeni bir kanun teklifi sunmamış, mevcut kanunun
uygulanmasında ortaya çıkan aksaklıkların giderilmesi için
bazı maddelerin
değiştirilmesi talebinde bulunmuştur.
Aliye Temuçin’in değişiklik önerdiği birinci husus, 5387 sayılı yasanın KMÇ’ın
tanımını yapan ilk maddesidir. Ona göre tanımın içeriği “sâri hastalık veya sair aile
felâketleri karşısında tehlikeye düşmüş çocukların da himayeye alınmaları”nı
gerekmektedir ve “bundan başka korunmaya alınan çocukların beden ve ruh ârızaları
dolayısıyla reşit oldukları halde hayatlarını
619
kazanacak duruma gelmemiş olan
1916 yılında Foça'da doğan Aliye Temuçin Coşkun, Ankara Kız Meslek Öğretmen okulu mezunudur.
Aynı okulda öğretmenlik ve müdürlük yapmıştır. 10. dönem Demokrat Partiden Ankara milletvekili
olarak TBMM'de bulunmuştur. 20 Mart 2006 tarihinde vefat etmiştir.
(http://www.meclishaber.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=33286. 23.05.2007)
620
Bu teklif basında da yer almıştır. 8 Mayıs 1955 tarihli Son Posta gazetesinde Ankara Mebusu Aliye
Temuçin’in belediye ve il özel idareleri bütçelerine her sene konulmakta olan ödeneklerin bir elde
toplanılarak (KMÇa yardım fonu) bir tesis meydana getirilmesi maksadıyla bir kanun teklifi hazırladığı ve
‘TBMM riyasetine tevdi ettiği’ belirtilmektedir. Teklifin gerekçesinde ‘Maarif Vekâletinin’ bu maksada
sarf edilmek üzere mahalli bütçelere konulan paraların yıllık 6 milyon lira civarında olduğunu belirtmekte
ve ülkedeki korunmaya muhtaç çocukların sayısının 100 bin civarında olduğunu ilave ederek tasarının bir
an evvel kabulü talep edilmektedir.” Bkz. “Yurtta Korunmaya Muhtaç 100 Bin Çocuk Var,” Son Posta, 8
Mayıs 1955.
280
çocukların bir müddet daha yetiştirme müesseselerinde bırakılmaları ve kendilerine her
hangi bir iş tutabilme imkanı verilmesi maksadıyla maddeye ayrı bir hüküm ilave
edilmiştir. Bu kabîl çocukların müessesede kalma müddeti askere veya bir darülacezeye
getirmesiyle sona ermektedir.”621 Burada dikkati çeken nokta tanımın özürlüleri de
kapsayacak şekilde genişletilmesi isteğidir. Ancak ilk KMÇ Kanunu olan 5387 sayılı
Kanun’un görüşmelerinde aynı konu ‘kör, topal, sağır’ çocukların tanım kapsamına
alınmasının reddedilmesi gibi, bu talep de daha sonraki süreçte dikkate alınmayacaktır.
Aliye Temuçin’in ikinci değişiklik önerisi, terk edildiği ya da korunmaya muhtaç
olduğu öğrenilen çocukların önceki Kanundan farklı olarak ‘mahallin en büyük milli
eğitim memuru’ değil, ‘mahallin en büyük mülkiye âmirine haber verilmesidir.’ Yeni
Kanun teklifinde en önemli değişiklik, KMÇ’a yönelik hizmetleri yürütecek ve koordine
edecek yerel ve tek sorumlu olacak bir mercinin tayin edilmesidir. Böylece her ilde bir
‘çocuk koruma heyeti’ kurulması ve en azından il düzeyinde valinin başkanlığında bir
kurumsal birlik sağlanmsı öngörülmüştür. Kanun teklifinin 19. maddesine eklenmek
üzere teklif edilen bir diğer değişiklik de, suça karışan ya da kanunla ihtilafa düşen
çocukların eğitimi için tesisler açmakla Adalet Bakanlığı yanında Sağlık ve Sosyal
Yardım Bakanlığını da görevli saymasıdır.
Ankara milletvekili Aliye Temuçin’in 5387 sayılı Kanun’da değişiklik yapılması
teklifi ‘Dâhiliye Encümeni’ (İçişleri Komisyonu) görüşülürken, mevcut Kanunun
uygulamaları bir bütün olarak değerlendirilmiş ve Kanun’da değişiklik yerine yeni bir
kanun teklifi hazırlanmıştır. 10.12.1956 tarihli ‘Dahiliye Encümeni mazbatası’ (İçişleri
Komisyonu raporu) incelendiğinde, komisyon üyelerinin, Aliye Temuçin’in teklifi
doğrultusunda konu hakkında yeni bakış açısı getirerek, ‘medeni memleketlerdeki’
uygulama ve mevzuata dayanarak KMÇ sorununun tamamen yerel düzeyde yapılacak
bir düzenlemeyle çözülebileceği şeklinde bir yaklaşım getirildiği görülmektedir. Ayrıca
kurulması öngörülen ‘Koruma Birlikleri’ hükmi şahsiyete haiz olmakla birlikte, ilgili
bakanlıklar her türlü maddi ve manevi yardımla mükellef kılınmaktadır. Buna ek olarak
kurulacak ‘Koruma Birlikleri,’ kendilerine ihbar edilecek KMÇ hakkında mülki amirler
621
“Ankara Mebusu Aliye Temuçin’in, Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkındaki 5387 Sayılı Bâzı
Maddelerin Değiştirilmesine Dair Kanun Teklifi ve Dahiliye ve Muvakkat Encümneleri Mazbataları
(2/195)”, TBMM Zabıt Cerideleri, Devre 10, İçtima 3, 21.12.1955, s. 1.
281
adına gerekli inceleme, evrak tekâmülü ve raporlaştırmaları yapıp ilgili mahkemeye
sunacak tek makam olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece KMÇ alanın kurumsallaşması,
mevzuatın daha sadeleşmesi ve belirginleşmesi anlamında da önemli bir aşama
kaydedilmiş olmaktadır.
Bu raporda KMÇ alanının yerelleştirilmesi, belediyelerin görevinin ‘medeni
dünya’ ile ilişkilendirilerek vurgulanması kadar, alanın aynı zamanda genel ‘sosyal
hizmet’ alanın bir parçası olarak tanımlanması da yeni bir dilin doğuşuna işaret
etmektedir. Böylece KMÇ’lara yönelik hizmetlerin Batıda olduğu belediye gibi yerel
‘sosyal hizmet’ kurumları kanalıyla yürütülmesi benimsenmeye başlanmaktadır. Batının
kent devleti geleneğinden gelen belediyeler ve diğer köy gibi yerel birimlerin çocukların
korunması çalışmalarında sorumlu kılınması idari yapılanmada da genişleme anlamına
gelmektedir.
Kanun değişikliği teklifi ‘Dahiliye Encümeni raporu’ ile şümullü bir değişiklikle
yeni bir kanun teklifi halinde kabul edilerek, ‘Geçici Komisyon’a havale edilmiştir.
Burada yapılan görüşmelerde yeni değişiklik esas olarak kabul edilmiş ve yapılan
görüşmeler 26.4.1957 tarihinde tamamlanarak rapor halinde TBMM Başkanlığına
sunulmuştur. 34 maddeden oluşan yeni kanun teklifi 15.5.1957 tarihinde TBMM Genel
Kurulu’nda ele alınarak, hiçbir teklif ya da tartışma olmadan kabul edilmiştir ve 6972
sayılı Kanun olarak yürürlüğe girmiştir.
1949 yılında yürürlüğe giren 5387 numaralı ilk KMÇ
Kanunu yürürlüğe
girdikten bir süre sonra, gerek uygulayıcılar ve gerekse toplumun diğer kesimleri
tarafında eleştirilmeye başlanmıştır. Kanunun görev verdiği Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı’nın 0-7 yaş çocuklarına yönelik ‘yuvaları’ ihdas etmemesi, belediye ve il özel
idarelerinin ‘koruma birlikleri’ oluşturmaması ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın da bir dizi
uygulama sorunuyla karşılaşması ortaya çıkan temel eleştiriler olarak öne çıkmaktadır.
Bu nedenle kanunda yapılan en önemli değişiklik, KMÇ’a yönelik hizmetlerin yerel
düzeyde planlanması ve yürütülmesi şeklinde olmuştur.
Nitekim Tulay iki KMÇ Kanunu’nu şu noktalarda karşılaştırmaktadır.
282
“a) İlk kanunla; bu davanın ele alınmasında ve memleketin ihtiyaçlarına uygun olarak
maksadın tahakkuk ettirilmesine birinci derecede vazifeli kıldığı Maarif, Sıhhat ve İçtimai
Muavenet Vekâletleri bu yeni mevzuatla muayyen bir maddi ve manevi yardımlarla mükellef
tutulmuşlardır.
b) Yeni kanunla mevzu prensip olarak mahalli idarelere terk edildiğinden, mülga kanunla
ihtiyarî bırakılan birliklerin kurulması için bu yeni kanun, sarih hükümlerle bütün mahalli
idari ve belediyeleri birlik kurmaya veya diğer bir vilâyetle birleşmeye mecbur kılmıştır.
c) Yeni kanunun birimci maddesi ‘Korunmaya Muhtaç Çocukların’ kanunu vazın anlayışına
göre tarifini yapağa çalışmış, kaza’ya bazı yetkiler vermiştir.
ç) Yetiştirme yurtlarında bulunup ilk öğrenimini bitirmiş çocuklardan özel durumu elverişli
olanlara; ihtiyarî tahsil müesseselerine gündüzlü devam ettirilmeleri hakkını tanımıştır.
d) Köyleri birlikler dışı mütalâa ederek, evvelce kurulan birliklere dahil olan köylerin hukuk
ve vecaibini kanuna intibak ettirilen birliklere intikal ettirmiştir.
e) Özel İdare hisselerini yüzde yarımdan yüzde bire çıkarmış belediye bütçelerine her malî yıl
bu maksatla konulacak tahsisatı bütçe umumi yekununun yüzde birinden az olmasını tasrih
ederek; üst tarafını ihtiyarî bırakmıştır.
f) Maarif, Sıhhat ve İçtimai Muavenet vekâletlerince birliklere yapılacak yardımları da bu
nispetlere eşit kılmış, dolayısıyla Muvazene-i Umumiye bütçesinden yapılacak yardımları en
az bir misli çoğaltmıştır.
g) Türk Ceza kanununun 53, 54, 57 ve 58. inci maddelerine göre terbiye tedbirleri icap eden
suç işlemiş çocuklar için de özel müesseseler açmaya Adliye vekâletini her iki vekâletle
işbirliğinde vazifeli kılmıştır.” 622
4.6
KMÇ ve Sosyal Hizmetlerde Yeni Açılımlar
Toplumsal tarihteki her olgunun kökleri ortaya çıktığı dönemin çok gerilerine
gider. Bu anlamda tarihi devletlerin yüklendikleri sorumlulukların bürokratikleşmesi ve
birbirinden ayrı kategorilere doğru evrilmesi olarak da okumak mümkündür. Özellikle
modern devletle birlikte yani yasama, yürütme ve yargının ayrışması sonrasında,
idarenin bürokrasi aygıtı vasıtasıyla uzmanlaşma ve meslekleşme doğrultusunda
yeniden şekil almaya başladığı görülmektedir. Marshall’ın da belirttiği gibi
“geleneksellikten modernliğe geçişin yaşandığı her yerde, deyim yerindeyse, modern
felsefenin ‘uzmanlaşma’ diye adlandırdığı şeyin hâkim olduğunu görürüz.”623 Türkiye
tarihinde modern devlet bürokrasisinin ayrışma ve uzmanlaşması 19. yüzyıl Osmanlı
622
623
Tulay, s. 34-35.
Marshall, s. 22.
283
döneminde başlamış olmakla birlikte, sosyal hizmet alanında uzmanlaşmış bir
bürokrasinin ortaya çıkması için 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar beklemek
gerekecektir. Türkiye’de 1950’lerle birlikte sosyal hizmetlerin ilk kez tanımlanmaya
başlandığı görülmektedir. Bu çabaların ilki yabancı uzmanların hazırladığı raporlar
doğrultusunda ‘yetişkin eğitimi’ alanında yapılan kurumsal örgütlenme, diğerleri ise
‘korunmaya muhtaç’ toplum kesimlerine yönelik sosyal hizmetlerin örgütlenmesi ile bu
alanda etkinlik gösterecek meslek elemanlarının yetişmesi için yine yabancılara
hazırlatılan raporlar doğrultusunda girişilen ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kurulması
çabalarıdır. Bu çalışmalara aşağıda biraz daha ayrıntılı olarak bakılacaktır. Sosyal
Hizmetler Enstitüsü’nün kurulması için hazırlanan kanun teklifinde, dönemin iktidarının
sosyal hizmete siyasal bir misyon da yüklediği görülmektedir.
4.6.1 Yabancılar, Eğitim ve Sosyal Hizmetlerin Siyasal İşlevi
Türkiye’de genel anlamda eğitimin, özelde ise sosyal hizmetler ve yaygın
eğitimin kökenleri Cumhuriyet öncesi tarihlere gitmekle birlikte, Cumhuriyet dönemi ile
birlikte bu kurumlar, resmi ideoloji doğrultusunda yeniden örgütlenmeye çalışılmıştır.
Her üç sistemin de kuruluşunda ya da yeniden şekil almasında yurtdışından davet edilen
uzmanlara yaptırılan incelemeler sonunda hazırlanan raporların önemli bir yer tuttuğu
görülmektedir. Eğitim programlarının düzenlenmesi için ilk olarak 1920’li yıllarda
Amerikalı eğitim bilimci John Dewey davet edilmiştir. Daha sonra geliştirilmeye
çalışılan yaygın eğitim, sosyal hizmet eğitimi için de yabancı uzman desteği alınmıştır.
Çeşitli yaygın eğitim faaliyetleri Cumhuriyetin başından itibaren yapılmakla
birlikte sistemli kurumsallaşmaya çok partili yaşama geçildiği 1950’lili yılların başında
başlanmıştır. Bu çercevede halk eğitimi konusunda uzman olarak Prof. Watson
Dickerman, Amerika Birleşik Devletleri’nden 1951 yılında davet edilmiştir. Prof.
Dickerman çeşitli inceleme, araştırma ve Bakanlıklar arası seminerler yaparak
çalışmalarının sonucunu bir rapor şeklinde hazırlamıştır. Dickerman bu raporunda,
yaygın eğitim çalışmalarının bilimsel ve sistemli bir şekilde ele alınmasını ve Milli
Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir örgütün kurulmasını önermiştir. Bunu 1952 yılında
hazırlanan “Halk Eğitimi Anketi” izlemiştir. Anketlerin değerlendirilmesi sonucu ortaya
284
çıkan araştırma, Dickerman raporunda da belirtildiği gibi, yaygın eğitimde yeni
kurumlara ve örgütlenmeye ihtiyaç olduğunu ortaya çıkarmıştır.“ … Halk Eğitimi
Araştırması ve Dickerman Raporunda yer alan önerilere uygun olarak, 1952 yılında
Milli Eğitim Bakanlığı’nda yeniden “Halk Eğitimi Bürosu” kurulmuştur. 1953 yılında
da il ve ilçelerde “Halk Eğitimi Merkezleri” açılmaya başlamıştır.” 624
Günümüzde Halk Eğitim Merkezleri şeklinde örgütlenen yaygın eğitimin
sisteminin amacı örgün eğitim dışında kalmış yurttaşların kendi çevrelerinden
kopmadan; ailede, iş yerinde ya da ‘her yerde her fırsatta yurttaşlara sürekli verilen
yaşam boyu eğitimi kapsar.’625 Ancak bu genel amaç yanında yaygın eğitimin bir çok
başka amaçları da bulunmaktadır. Bunların Cumhuriyet ideolojisinin yurttaşlara
benimsetilmesi anlamında en önemlileri şunlardır:
“1)Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk İlkelerine bağlı, yurttaşlık görev ve sorumluluğunun
bilincinde, ülkesine ve ulusuna yararlı yurttaşlar yetiştirmek.
a)Tüm yurttaşlara Türk dilini öğretmek ve kurallarına uygun kullanmalarını sağlamak …
2)Uyumlu, dengeli bir toplum oluşturacak sağlıklı bireyler yetiştirmek.
3)Çağdaş anlamda bilgili, becerili, üretici, iyi alışkanlıklar kazanmış nitelikli insan gücü
yetiştirme.” 626
Türkiye’de sosyal hizmet eğitimi ya da dar anlamda ‘sosyal hizmet uzmanı’
(social worker) eğitimi fikri de yerel olarak talep edilen ve başlatılan bir olgu değildir.627
İbrahim Cılga’nın ifade ettiği gibi “Türkiye’de sosyal hizmet eğitiminin başlaması
‘Birleşmiş Milletler Teknik Yardım Programı’ çerçevesinde gerçekleşmiştir. Türkiye’nin
Birleşmiş Milletlerden ‘sosyal alanda’ teknik yardım gördüğü (1956–1966) yılları
arasındaki (11) yıllık devre, aynı zamanda sosyal hizmet eğitiminin ön çalışmalarının
yapıldığı, başlatıldığı ve ilk mezunlarının alındığı devredir.”628 Birleşmiş Milletlerin
624
Kılıç, s. 485.
Kılıç, s. 472.
626
Kılıç, s. 472.
627
Emre Kongar bir toplumda yeni bir mesleğin ortaya çıkmasında toplumsal değişme, toplumsal
değişmeden rahatsızlıklar ve mesleğe talepler olması gerektiği; aksi takdirde yeni bir mesleğin bir
topluma gelişinin ‘aktarma’ olacağını belirtmektedir. Sosyal hizmet mesleğinin genelde azgelişmiş
toplumlar ve özelde Türkiye’ye gelişine ilişkin bu tartışma için bkz. Emre Kongar, Sosyal Çalışmaya
Giriş, Ankara: Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, 1972, s. 49-53.
628
İbrahim Cılga, “Türkiye’de Sosyal Hizmet Eğitiminin Başlangıcı,’ Sosyal Hizmet Sempozyumu
içinde, Kasım Karataş (Edt.), Ankara: T.C. Başbakanlık Sosyal hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ve
H.Ü Sosyal Hizmetler Yüksekokulu ortak yayını, 2001, s. 78.
625
285
teknik yardım programında geniş anlamda ulusal sosyal refah sistemlerinin gelişmesi,
gelişmekte olan ülkelere bu çerçevede teknik destek verilmesi ve sosyal kalkınmalarını
gerçekleştirmek için rehberlik edilmesi hedeflenmiştir. Bu çerçevede teknik elemanlar
doğrudan ülkeye gelerek kamu kurumlarında çalışmış, raporlar hazırlamış, sosyal
kalkınma ve sosyal refah hizmetlerinin gelişmesi için konferanslar vermiş ve kurulan
sosyal hizmet okulunda uzun yıllar öğretim üyeliği de yapmışlardır. Sosyal hizmet
eğitiminin üçüncü dünya ülkeleri ve /veya gelişmekte olan ülkelere yayılmasının bir
diğer yolu, sömürgeci ülkelerin eski sömürgelerinde bu okulların kurulmasında ön ayak
olmasıdır. Sosyal hizmet okulları model alındıkları ülkelerin sosyal eğitimine bağlı
olarak da çeşitlilik göstermektedir. Örneğin Afrika ülkelerinden eski Fransız
sömürgelerinde sosyal hizmet okulları Fransa’da olduğu gibi üniversite düzeyinin
altında ve tıbbi sosyal hizmete ağırlık verirken, İngiltere’nin etkisindeki (Gana, Kenya,
Nijerya, Güney Afrika ve Zambia gibi) ülkelerde hem üniversite hem de üniversite
düzeyinin altında sosyal hizmet okulları açılmıştır. Buralardaki sosyal hizmet eğitiminde
amaç öğrencileri hükümetlerin kalkınma programlarında kalkınma ajanları olarak
yetiştirmektir. Benzer durum Güney Amerika ve Uzakdoğu ülkeleri için de geçerlidir. 629
Teknik Yardım programı çerçevesinde Türkiye’ye davet edilen uzmanların,
sosyal refah alanını gelişmesinde; sosyal alanın bilim disiplinine uygun bir dile
kavuşması, gerekli araştırmaların yapılması, konferans ve sempozyumlar düzenlenmesi,
kanun tasarılının hazırlanmasında ciddi katkıları olmuştur.630
Çocuk koruma sisteminin Batıdaki gelişminde sosyal hizmet mesleğinin önemli
bir katkısı olduğu bilinmektedir. Sosyal hizmet kavramı ve mesleğinin Türkiye’ye gelişi
ise Batıdaki süreçten farklı bir yol izlemiştir. Türkiye’de sosyal hizmet mesleği Batıdaki
gibi sivil filantropist çalışmaların sonrasında ortaya çıkmamıştır. Türkiye’deki sivil
sosyal hizmet geleneği ya da filantropist gelenek (özellikle ÇEK) kendi içinde bir
meslekleşme eğilimi çıkarmamıştır. Türkiye’de çocuklara ilişkin bakım ve eğitim, esas
629
Sosyal hizmetler ve sosyal hizmet mesleğinin üçüncü dünya ülkelerine yayılması ve devlet tarafından
organize edilmesi ile ilgili olarak bkz. James Midgley, Social Welfare in Global Context, London: Sage
Publications, 1997, s. 169-172.
630
Cılga, s.80.
286
olarak bu alanda eğitim almamış öğretmen, hemşire ve/veya doktorlar tarafından
verilmiştir.631
1950’li yıllarda sosyal hizmet alanındaki önemli düzenleme 1955 yılında TBMM
Başkanlığı’na sunulan ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kurulması yasa teklifidir. Bu kanun
teklifi doğrudan KMÇ’a yönelik bir düzenleme olmamakla birlikte, önceki kanunların
görüşülmesinde sıkça söz edilen KMÇ’a dair hizmetlerin üzerinden yükseldiği yeni
yasal-idari zemini dizayn ettiği, oluşturduğu için önemlidir. Türkiye’de sosyal hizmet
kavramı ilk defa Başbakan Adnan Menderes’in 29.4.1955 tarihinde T.B.M.M’ne
sunduğu ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü kurulmasına
Dair Kanun Teklifi’ metninde
kullanılmıştır.632 Ayrıca daha önce de belirtildiği gibi bu teklif, ülkeye davet edilen
yabancı uzmanların katkısı ile hazırlanmıştır. Artık KMÇ sorunu kendi başına bir alan
olarak değil, sosyal hizmetler alanı içinde bir unsur olarak tanımlanmaya başlanmıştır.
‘Sosyal hizmet’ kavramının ortaya çıkması ve benimsenmesi ile sosyal-idari alan, devlet
toplum ilişkisi biraz daha tanımlı bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Yardıma muhtaç
kesimlere verilen yardımlar ve hizmetler ‘sosyal hizmet’ dolayımından modern devlet
hizmeti şeklinde algılanmaya başlanmaktadır. Bu düzlemin 1950’li yıllarda yayılması
ile birlikte KMÇ hizmetleri de ‘modern KMÇ hizmetlerine’ doğru yönelmiştir.
Özetlemek gerekirse, a) ‘Sosyal hizmet’ söyleminin yaygınlaşması ile birlikte
‘yeni bir dil’ oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu dil, süreç içinde dönemin basınına da
yansımaya başlamaktadır. Artık gazetelerde sadece ‘kimsesiz, sefil, zavallı çocuklar’
değil, daha az etiketleyici bir kavram olarak ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ kavramı da
görülmeye başlamıştır. b) ‘Medeni dünya’ bu alanda da artık referans olarak kabul
edilmektedir. Özellikle başta Avrupa ülkeleri olmak üzere Batı dünyası daha yakından
takip edilmekte ve oralarda yerel güçlerin ‘sosyal hizmetlerde’ etkin olması bir model
olarak izlenmektedir. c) Birleşmiş Milletlerin kurumları olarak UNESCO ve UNICEF
1950’li yıllarda Türkiye’de aktif çalışmalar yapmakta, ülke için raporlar hazırlamakta ve
631
Birsen Gökçe’ye göre çocuk refahı alanındaki personel sıkıntısı açısından Türkiye, İsrail ve
İngiltere’yle paralellik göstermektedir. Ona göre bu her üç ülkede de sosyal hizmet alanında çalışan
personelin çoğunluğu öğretmenlik mesleğinden gelmektedir. Bkz. Gökçe, Kimsesiz Çocuklar Sorunuı,
s. 110.
632
Hasan Erguncu, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar Sorununun Sosyal Hizmetler Alanı İçinde
İncelenmesi,” Sosyal Hizmet, Yıl. 3, Sayı. 7, Ocak, Şubat, Mart 1997, s. 29-30.
287
yeni bir dilin oluşmasında doğrudan etkin olmaktadırlar. d) Devletin genel olarak
yoksullar özel olarak KMÇ alanındaki sorumluluğu daha çok dillendirilmektedir.
Bu koşullar altında ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kurulması teklifi TBMM
gündemine gelmiştir. Bu gelişmeyle birlikte ‘sosyal hizmet’, toplumdaki iç ve dış
dinamiklerden beslenen değişim ve dönüşüm sonucu gelişen ‘sosyal alan’ın adı olarak
konacaktır.
4.6.2 Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kanunu ve Sosyal Hizmet Mesleği
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kurulmasına dair ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet
Vekâleti’nce hazırlanan kanun teklifi ‘esbabı mucibe’siyle (gerekçe) birlikte Başbakan
Adnan Menderes’in imzası ile 29.04.1955 tarihinde
sunulmuştur.
633
TBMM Başbakanlığına
Gerekçe yakından incelendiğinde, raporu hazırlayan uzmanların hem
dünya hem de ülkedeki sosyal hizmetlerin gelişimi; yoksullukla mücadele tarzları,
hayırseverlik çalışmaları ve kamu yardımı gibi birçok konuyu oldukça detaylı olarak
inceledikleri görülmektedir. Yapılan tespitler doğrultusunda hayırseverliğin gelişen
sosyal meseleler karşısında ‘kifayetsiz’ ve etkisiz kaldığı tespit edilerek, kamu yardımı
ve müdahalesinin gerekli ve zorunlu olduğu vurgulanmaktadır. Sosyal hizmetler
enstitüsünün kurulması gereği oldukça detaylı yapılan bu tespitlere dayandırılmaktadır.
Yapılan tespitlere göre, 19. yüzyıla kadar yoksullara hem devlet hem de
hayırseverlerin yardımı olmakla beraber hayırsever kişi ve örgütlerin daha baskın
olduğu şeklindedir. 19. yüzyıla kadar gelen sosyal yardımda farklılıklaşmalar sonucu,
yoksullara yardım hususunda artık hayırseverlik hizmetlerinde azalma, kamu merkezli
‘sosyal yardımda’ artışlar olmaya başladığı belirtilmektedir. Bu durum ‘gerekçe’de
şöyle sunulmaktadır:
“Böylece 19 ncu asırdan itibaren ileri memleketlerde sadaka esasına dayanan yardım ve
hayır müesseseleri pek zayıf duruma düşmüş, sadece devletler fakirlere resmi yardım
(assistance publique) yapmaya devam etmişlerdir. Ancak bu muhtaçlara geçici surette yardım
edip ilerisi için tedbir almıya şâmil bulunmadığından lüzumu kadar müessir olamamakta idi.
Çünkü büyük kütleleri kendine çeken sanayi istihsali ve yeni ekonomik faaliyetler bilgili ve
633
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve
Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)” Devre XI, İçtima 2, 29.4.1955, TBMM Zabıt Ceridesi, s.1.
288
vücutça sağlam olmayan veya çalışırken kazaya uğrıyan işçileri yoksul düşürdüğü gibi
ekonomik buhranlar da çok kimseyi ekmeğinden ediyordu. Böylece şimdi ortaya bilgisizlik,
mâlullük veya bildiği işte talep azlığı yüzünden doğma bir yoksulluk meydana çıkmıştı.
Geçen asır Avrupa’sında perişan bir proletarya kütlesi meydana getirip sosyalizm ve
komünizm gibi siyasi cereyanları da doğuran bu yoksulluk ve mahrumiyet durumiyle
muvaffakiyetle savaşabilmek için ona sebep olan âmilleri ortadan kaldırmak gerektiği nihayet
anlaşıldı.
19 ncu asrın sonlarından itibaren «sosyal hizmet» ismiyle baş gösteren bu cereyan bugün,
ileri memleketlerde çok büyük neticeler vermiştir.” 634
Sanayileşme sürecinde toplumdaki dönüşüm ve çözülme sonucu ortaya çıkan
yoksulluk ve diğer ‘intibaksızlıkların’ önlenmesi için, sadece hayırseverliğin yeterli
olamayacağı, ancak alanında eğitilmiş kişilerin yürüteceği ve belli bir disipline dayalı
mesleki çalışmaların etkili olabileceği fikri savunulmaktadır. Sorun artık sadece yardım
etmek değil, insanların modern topluma intibaklarına engel olan amillerin tespiti ve
düzeltilmesini de gerektirmektedir. “Bu sebeple asrımız başlangıcından itibaren bütün
ileri memleketlerde sosyal hizmet mektepleri açılarak ‘sosyal yardımcılar’ yetiştirilmeye
başlanmıştır. Sosyal yardımcılar, ziyaretçi hemşireler, yakın sıhhi bilgi ile birlikte
sosyal hizmetin ekonomik, kültürel ve psikolojik esaslarıyla mücehhez personeldir.
Bunlar ileri memleketlerde bir kısmı hastanelerin sosyal hizmet servisinde, bir kısmı da
sosyal hizmet merkezlerinde vazife alırlar. Devletin sosyal hizmet sahasındaki sair
faaliyet organları ve hayır cemiyetleriyle iş birliği eden sosyal yardımcılar yoksulluk ve
sosyal intibaksızlık âmillerini ortadan kaldırma yolunda çalışırlar”635 denilerek, ‘sosyal
hizmete’ ve bu mesleğin uygulayıcıları olarak ‘sosyal yardımcılara’ oldukça önemli
görevler atfedilmekle birlikte, konu son derece soyut bir yoksullukla mücadele ve
topluma ‘intibak’ düzeyinde bırakılmaktadır. ‘Sosyal hizmet’ fikri ve gerekliliğine olan
inanç netleşmiş olmakla birlikte, sosyal hizmetin içerik ve kapsamının henüz tam
anlaşılmadığı ve beklentinin çok yüksek düzeyde olduğu görülmektedir. Zaten bundan
olsa gerek kanun teklifinde kurulması öngörülen ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’nün
görevleri arasında ülkenin sosyal durumunun tespiti, yoksullar arasında tetkikler
yapılarak, yoksulluğun önlenmesi için gerekli sosyal hizmetlerin tespit edilmesi, bu
alanda çalışacak meslek elemanlarının yetiştirilmesi ve uygun sosyal hizmet
634
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve
Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 2.
635
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve
Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 2.
289
yöntemlerinin bulunması gibi görevler sayılmaktadır. ‘Sosyal hizmet’ kavramının
soyutluğu ve
çalışma hayatına intibakla sınırlılığı yapılan tanımda da karşımıza
çıkmaktadır: “Cemiyetin maddi ve mânevi nimetlerinden bir kısmını, bunları kendi
gücüyle elde edecek durumda bulunmayan kimselere devlet, teşekkül, hayır cemiyetleri
ve eşhas tarafından temin etmek aynı zamanda yoksul, muhtaç insanları kendileri için
en uygun işlerde çalışabilir hale getirmek ve fertlerdeki sosyal intibaksızlıkları izale
etmek”636 sosyal hizmet olarak tarif edilmektedir.
Türkiye’deki durum genel olarak bir ‘sosyal yardım’ yokluğu ve buna olan
şiddetli ihtiyaç üzerinden betimlenmektedir. ‘Gerekçe’nin tespitlerine göre Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra çıkan ekonomik buhran sonrasında, geçmişte varolan ve
‘sadaka ve hayrat esasına dayanan sosyal yardım sistemi’ zayıflayarak son bulmuştur.
Sonrasında bu yardımın yerini devlet yardımı almadığından, 1920’li yıllardan itibaren
birçok sosyal sorun ortaya çıkmıştır. Dönemin olumsuz toplumsal koşulları yanında,
devletin yaklaşımının yetersizliği de şöyle tespit edilmektedir:
“Memleketimizde «assistance publique» şeklinde bir devlet yardımı da bulunmadığından bu hal, velev sadaka ve iptidai şekliyle de olsa, sosyal yardımı ortadan
kaldırmakla yoksulluğu büsbütün meydana çıkarmakta ve sosyal hayat bakımından da
sarsıntılara sebep olmaktadır. Filhakika artık dilenciliği meslek haline getirenler, çocukları
küçük yaştan dilencilikte yetiştirenler çoğaldığı gibi hırsızlık ve fuhuş da artmıştır ki bunlar
da pek zararlı sosyal intibaksızlıklar arasına girer. O zamanlar bu hallere karşı sosyal
hizmet tedbirleri tatbik ederek böyle antisosyal hareketlerle cemiyete zarar verenleri
müspet bir sosyal faaliyette yetiştirmek akla gelmediği gibi, iki harpten çıkmış olmamız
dolayısiyle, pek fazla olan mâlullerimizi de modern tıbbi imkanlar nispetinde çalışma
kabiliyetine kavuşturmak da düşünülememişti. 1920 den itibaren uzun müddet
memleketimizde hâkim olan zihniyete göre sosyal yardım sadece parasız bakan hastane ve
tedavi tesisleri kurmak addolunuyordu. Hattâ 1928 de Paris’te toplanan beynelmilel sosyal
hizmetler kongresine iştirak ettiğimiz vakit Bulgaristan ve Yunanistan’ın, mahdut da olsa,
memleketlerindeki sosyal hizmet faaliyetlerini bildirmelerine karşı delegelerimiz, sadece,
tedavi tesislerimizin yatak sayısiyle Kızılay Cemiyetinden bahsetmişlerdir. Bununla beraber
gerek 1930 tarih ve 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanununun 3 ncü maddesi, gerek 1936
tarih ve 3017 sayılı Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti Teşkilât ve Memurin Kanununun
birinci maddesi sosyal yardım hizmetini sarahaten, Sıhhat ve İçtimâi Muavenet Vekâletinin
vazifeleri arasına koymaktadır.” 637
636
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve
Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 2.
637
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve
Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 3.
290
Görüldüğü gibi dönemin milletvekilleri 1950’li yıllara kadar Türkiye’de bir
‘sosyal yardım’ sistemi olmadığını açık olarak kabul etmektedirler. Sosyal yardım bir
sistem olarak olmadığı gibi, yardımdan da sadece yoksullara ücretsiz sağlık hizmetleri
anlaşılmaktadır. Ayrıca bilindiği üzere Türkiye’de çeşitli ‘intibaksızlık’lar içinde olan
kişileri (antisosyal kişiler, dilenciler, sokakta yaşayanlar, vs.) ‘müspet sosyal faaliyetler
içinde yetiştirmenin’ akla gelmemesi sadece iki dünya savaşı arasında olan bir durum
değildir. Bu faaliyetler sosyal hizmet olarak tanımlanacaksa, modern bir fikir olarak
sosyal hizmetin akla gelmemesi 1950’li yıllara kadar devam etmektedir. Bu durum aynı
kanun teklifinin ‘Bütçe encümeni’ tarafından incelenmesi sonrasında hazırlanan
8.6.1959 tarihli ‘mazbatada’ şöyle tespit edilmektedir:
“Memleketimizde sosyal hizmetlerin şümulüne giren yüzbinlerce insan arasında sakat ve
mâluller ve çeşitli hastalıklara musabolmaları sebebiyle iş göremeyenlerin yanında maalesef
çok sayıda dilencilik, hırsızlık, fuhuş gibi fena yollara düşmüş kimseler de bulunmaktadır.
Bütün bunların bugün artık teknik ihtisas haline gelmiş sosyal hizmet metotlariyle verimli,
hayatını kazanan ve tam mânasıyla korunan yani bir kelime ile sosyal intibaksızlıkları
giderilmiş vatandaşlar haline getirilmeleri mümkündür.
Birleşmiş Milletler Teşkilâtı da sosyal hizmetler mevzuunda memleketimize uzmanlar
göndermek ve malî ve teknik yardımlarda bulunmak maksadiyle ısrarlı müracaatlerde
bulunmakta ve kendisine muhatab olacak bir teşkilâtın kurulmasını beklemektedir.
Bu durum karşısında 1955 yılında harekete geçirilen vekâletlerarası bir komisyon,
tetkikatını müteakip bir sosyal hizmetler enstitüsü ve buna bağlı bir tedris müessesesinin
kurulması zaruretini raporunda belirtmiştir.” 638
Görüldüğü gibi sosyal hizmet fikri ve sosyal hizmeti hayata geçirecek
müesseselerin kurulması büyük ölçüde yurtdışından gelen uzmanlar ve kurumların ısrarı
ve telkini ile oluşabilmiştir. Türk modernleşme geleneği sosyal hizmeti kendi dinamiği
içinde üretememiştir; Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı deneyiminden de görüldüğü
gibi ‘sosyal yardım’ son derece mahdut bir sahada, muhtaç ve yoksul kimselere ücretsiz
sağlık hizmeti şeklinde uygulanabilmiştir:
“Memleketimizin pek muhtaç olduğu sosyal hizmet vecibelerinin ifası böyle geçtiği
sırada, Balkan devletlerinden sarfınazar, ileri memleketlerin Afrika ve Asya’daki müstemleke
ve protektoralarında dahi mahalli şartlara göre sosyal hizmet merkezleri kurulmakta ve
çalışmakta idi. Çünkü inkişafa başlıyan memleketlerde gerek iş kuvvesini en müsait seviyede
tutabilmek, gerek geniş kütlelerde sosyal adaletsizliğe kurban edildikleri gibi solcu
temayüller uyandırmamak için yegâne tedbir ‘sosyal hizmet tatbikıdir. İleri memleketlerin
638
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve
Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 9.
291
müstemlekelerinden maada Yakın- Doğu memleketlerinin hemen hepsi bu hususta bize
takaddüm etmiş vaziyettedirler. Bugün İsrail’den başka Mısır’da, Irak’da, Lübnan’da,
Suriye’de sosyal hizmet yolunda senelerden beri faaliyete geçilmiş, neticeler alınmaya
başlanmıştır. Hattâ İran’da bile 1946 da demonstrasyon mahiyetinde beş köyden ibaret bir
grupa şâmil olmak üzere kurulan ‘mahalli sosyal hizmet merkezi 1951 de 135 köyü ihtiva
edecek kadar genişlemişti. Doğu Pakistan’da da 10 000 nüfuslu bir bölgede sosyal hizmet
639
yapan bir merkez kurulmuştur.”
Alıntıdan da anlaşılabileceği gibi ‘sosyal hizmet’ten beklentiler siyasi bir yön de
içermektedir. Kendi potansiyelini kullanamayan kişilerin topluma yeniden intibakının
sağlanması
yolu
ile
‘solcu
temayüllere’
girmemelerinin
önlenmiş
olacağını
varsayılmaktadır. ‘Solcu temayüllerden’ kastedilen, açık olarak belirtilmemesine
rağmen, sosyalist eğilimlerdir:
“Memleketimizde İkinci Cihan Harbi nihayetlenirken, 1944 yılından itibaren, Sıhhat ve
İçtimai Muavenet Vekâleti modern sosyal hizmetlerle alâkalanmaya başlamış ve meşhur
Beveridge plânı başta olmak üzere bu sahadaki neşriyatın tetkikine geçilmiştir. Bilâhara
gerek kimsesiz çocukların cemiyet için kaybolmuş ve hatta muzır unsur haline gelmiş
sayılacak derecede ihmali, gerek dilencilik, mâlüllük, bilgisizlik yüzünden yoksulluk; gerek
hırsızlık, dolandırıcılık ve fuhuş gibi antisosval hareketlere inhimak suretiyle cemiyet
düzeninin bozulması halleri karşısında sosyal hizmetlerin memleketimize sokulması
zamanının çoktandır geldiği anlaşılmıştır. Bu sırada Dünya Sağlık Teşkilatından ve Birleşmiş
Milletlerden gönderilen muhtelif eksperler de sair sahâlârdaki terakkilerimize nazaran sosyal
hizmet bakımından Yakın Doğunun en geri memleketi olmamızı bir türlü izah edememekte ve
zengin bir millet olmadığımız halde yoksullukla modern şekilde niçin savaşmadığımıza
şaşmakta idiler. Filhakika halen memleketimizde sosyal hizmet yapmak üzere hayır
Cemiyetlerinden başka hiçbir teşekkül yoktur. Bunlar ise bütün fedakarlık ve gayretlerine
rağmen,beynelmilel eksperlerce de işaret olunduğu üzere, pek çokları faaliyet sahâlârını
lâyikiyle tesbit eden bir proğram çizememişlerdir. Aralarında işbirliği yoktur. Halktan hayli
yardım görmelerine rağmen sosyal hizmetin teknik icaplarına göre hazırlanmış bütçeleri ve
mektepten yetişmiş ve mesleğine bihakkın vâkıf sosyal hizmet personeliyle idare edilen teknik
hizmetleri yoktur. Bu sebeple yaptıkları hizmetlerde bir takım tekerrürler bulunmasına karşı
birçok da mühim boşluklar meydana gelmektedir. Diğer taraftan bu gibi hayır cemiyetlerine
rehberlik edecek, hattâ sosyal hizmet sahasında yurdumuza vâkı müracaatlara veya
memleketimize sırf bu işi tanzim için Birleşmiş Milletlerce gönderilecek eksperlere muhatap
olacak teknik v salâhiyetli bir makam da yoktur. Bu haller sırf meselenin sağlık cephesini ele
alarak aşağıda arz edilen mütalâadan anlaşılacağı üzere sosyal adalet ve sosyal siyaset
bakımından çok mühim eksikliklerin doğmasına sebeb olmuştur.
1945 nüfus sayımına nazaran memleketimizde kör, çolak, topal, sağır, dilsiz gibi
sadece duyu ve hareket âzası sakatlıklariyle mâlül 140 000 kadar insan vardı. Daha sonraki
nüfus sayımlarında bunların miktarı verilmemekle beraber bu gibi malüllerle birlikte müzmin
kalp hastalığı, müzmin böbrek hastalığı, müzmin romatizma, akıl ârızaları, verem ve sair
mâlül edici hastalıklar dolayısiyle iş göremiyenler ve cemiyete yük olanların sayısı milyonu
bulur. Bundan maada işsiz güçsüz dolaşanlar, dilenenler, hırsızlık ve fuhuş gibi fena yollara
düşmek tehlikesine mâruz bulananlar ve hattâ bu hususta istifadesi olanlarca bu gibi
antisosyal hayat tarzına teşvik edilenler ve bilgisizlik yüzünden yoksulluk çekenler de
memleketimizde az değildir. Halbuki modern sosyal hizmet usulleriyle bu kimseleri verimli ve
hayatlarını kazanan vatandaşlar haline getirmek; bu suretle hem milli geliri arttırmak, hem
639
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve
Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 3.
292
sosyal hayatı müspet şekilde inkişaf ettirmek, hem de vergi mükelleflerini çoğaltmak
mümkündür ve lâzımdır. 1952 den beri bilhassa iyileşmiş verem hastalarını, sıhhi
durumlariyle mütenasip bir işte çalıştırmak üzere, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletince
mahdut sahada kurulan rehabilitasyon merkezleri bu hususta ümit verici faaliyetler
640
göstermektedir.”
Madde gerekçelerinde memleketteki hayırsever kuruluşların faaliyetlerinin
yetersizliği özellikle vurgulanmaktadır. Hayırseverlik faaliyetlerinin yetersizliğinin
maddi kaynak yetersizliği ile de ilgili olmadığı belirtilerek, hayırseverliğin bir ‘zihniyet’
olarak eksik bulunduğu şöyle ifade edilmektedir: “Hayır cemiyetlerimizin hayli fazla bir
sayıya varmalarına halkımızın bunlara yardımı esirgememesine ve her sene bankalar
gibi malî müesseseler başta gelmek üzere kendilerine Devlet ve iktisadi teşekküllerden
de milyonlar gibi kabarık bir yekuna varan yardımlar yapılmasına rağmen faaliyetleri,
henüz, büyük ölçüde modern sosyal hizmetin ruhuna uyacak bir seviyeye varamamıştır.
Bu husustaki eksiklik iyi niyetten ziyade teknik bilginin azlığındandır.”641 Yine mevcut
hayır cemiyetlerinin ne kendi aralarında ne de diğer kamu kurumları koordineli
çalışmadıkları ve bu cemiyetin faaliyetlerini denetleyecek bir merciin olmadığı
belirtilmektedir. Dolayısıyla dönemin gönüllü, hayır dernekleri ‘modern sosyal hizmet’
prensiplerinden uzak bir noktada sınırlı sayıda vatandaşa ulaşmaktadır.
Sosyal Hizmetler Enstitüsü kurulmsına ilişkin kanun teklifinin TBMM
Başkanlığına 1955 yılında verildiğinde yabancı uzmanların ülkede konuyla ilgili
araştırmalar yaptığı ve Meclis’in yapılan araştırmaların sonuçlarından
faydalandığı
görülmektedir. Kanun teklifinin ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet Encümeni’ (Sağlık ve
Sosyal Yardım Komisyonu) tarafından hazırlanan 13.11.1958 tarihli ‘mazbata’sında,
Amerikalı ‘sosyal hizmet mütehassısı’ Dr. Altmeyer’in önerisi doğrultusunda teklifin
birinci maddesine kurulacak sosyal hizmet müesseselerinin ‘toplum kalkınması’
yönünde çalışmalar yürütmesi hükmü eklenmiştir.
640
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve
Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 3-4.
641
Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe
Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 5.
293
4.7 Çocukları Koruma Çalışmalarında Kurumdan Kaçış: Korucuyu Aile
Korunmaya muhtaç çocukların korunmasında 19. yüzyılın kurumsallaşma yüzyılı
olarak da tanımlandığını biliyoruz. Aslında 19. yüzyıldaki kurumsallaşma sadece
‘kimsesiz’ korunmaya muhtaç çocuklara yönelik yatılı kurumsallaşma değil,
okullaşmanın genişlemesi, çocuk hakları ve korunmasına yönelik savunuculuk ve
yardım derneklerinin artmasında da gözlenmektedir.642 Korunmaya muhtaç çocukların
kurumlarda bakılıp korunması, 19. yüzyılın önemli bir kısmında ‘çalışmaevleri’ ve
‘yoksulevleri” gibi çocuk ve yetişkinlerin birlikte kaldıkları ‘total kurumlarda’
yapılmıştır. 19. yüzyılın sonuna doğru çocukların yetişkinlerden farklı ihtiyaçlar içinde
olduğu kabul edilmeye başlanmış ve buna bağlı olarak çocuklara ilişkin koruyucu
yaklaşımlarda artış olduğu görülmektedir. Bu yaklaşımlara paralel olarak KMÇ
yetişkinlerden ayrılarak sadece çocukların kaldığı yurt-yuvalar ve okul tipi yatılı
kurumlarda barındırılmaya başlanmıştır.643 Ayrıca 19. yüzyıl sonu ve 20 yüzyıl başında
çocukların korunmasında modern döneme yani çocukların sadece sokakta ve
kurumlarda değil aile içinde de korunmaya başlanması ile birlikte, bu alandaki sosyal
hizmet örgütlenmesinde ciddi bir çeşitlenme ve genişleme ortaya çıkmaktadır. Bu ortam
içinde kurum bakımının çocukların gelişimi üzerinde etkileri de tartışılmaya
başlanmıştır. Batı dünyasında çocukların korunmasına ilişkin temel gelişmelerde olduğu
gibi koruyucu aileye ilişkin ilk somut adımlar da 19. yy. sonu ve 20. yy. başında
atılmıştır. ABD’ de yapılan milli bir konferansta (1899) ilk defa koruyucu ailenin kurum
bakımına tercih edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Daha sonra gelenekselleşen Beyaz
Saray Konferanslarının ilkinde de (1909) koruyucu aile kurma alternatif olarak teşvik
edilmiştir.644 Kurum bakımının eleştirilmesinde önemli bir etken de buralardaki
çocukların ölüm oranındaki yüksekliktir. Benzer şekilde ülkemizde 1930’ların başında
Darülâceye terk edilen bebek ölüm oranları son derece yüksektir.645 Atalay
642
Joseph M. Hawes, Children’s Rights Movement, A History of Advocacy and Protection, Boston:
Twayne Publishers, 1991, s. 11-25.
643
II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara 5-8 Mayıs 1962, Ankara: SSYB, Sosyal
Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No: 23, s. 45.
644
Nesrin Güran Koşar, Sosyal Hizmetlerde Aile ve Çocuk Refahı Alanı, 2. baskı, kendi yayını,
Ankara: MN Ofset, 1992, s. 72.
645
Konuyla ilgili olarak 8 Mayıs 1931 tarihli Cumhuriyet gazetesinin “Süt meselesi esaslı surette
halledilmelidir!” başlıklı haberinde Darüâceze’de eskiden çocuk ölüm oranının %80’lerde olduğu, alınan
önlemlerde bu oranın %37’ye düşürüldüğü ifade edilmektedir. Bebek ve çocuk ölümleri aslında o dönem
294
Yörükoğlu’na göre yirminci yüzyılın başlarında çocuk bakım kurumlarında bakılan
bebeklerin yarısından çoğu hatta bazen yüzde 75’e yükselen bir oranı ölüyorlardı.
Koruyucu aile bakımının devreye girmesi ile birlikte ise bebeklerin ölüm oranında hızlı
düşüşler görüldü. Yörükoğlu birkaç yüzyıl önce öksüz yuvalarını yöneten bir papazın
20. yüzyılda anlaşılan bu gerçeği görebildiğini ve ‘bebekler acı ve üzüntüden ölüyorlar’
dediğini belirtmektedir. Ancak bebeklerin sevgisizlikten ölümüne ölümlerine yol açana
‘kışla tipi’ çocuk bakım kurumları yüzyıllar boyunca varlığını sürdürdü.
Yine
Yörükoğlu’na göre çocuklar sürekli kurumlarda kalıp sevgisizlik içinde kalacaklarına,
‘onun bunun yanında’ sığıntı olarak kalarak evden eve atılsa da insanlarla ilişkisini
sürdüren kimsesiz çocukların koşulları çok daha iyiydi. Hiç olmazsa bu çocuklar daha
çok insan ilişkisi yaşıyor ve yaşayabiliyorlardı.646 Dolayısıyla çocuklar (özellikle
bebekler) kurumlardan ailelere yerleştirilerek öncelikle yaşama şansları arttırılmaktadır.
Ancak kışla tipi büyük kurumlarda kalan bebekler ve çocukların karşı karşıya kaldıkları
tek risk ölüm riski değildir. İnsan hayatının sonraki kısmını belirlediği için, çocukluk
dönemindeki yaşam alışkanlıkları son derece önemlidir. Kurumlar üzerine daha incelikli
yapılan
araştırmalar,
buralarda
yetişen
ve
büyüyen
çocukların
hayata
hazırlanamadıkları, yetişkinlikte olması gereken bireysel sorumluluk alma, girişkenlik
gibi bir dizi beceriden yoksun oldukları tespit edilmiştir. Yuva ya da Kurum Hastalığı
(Hospitalism) olarak tanımlanan sendromu gösteren yuvalardaki bebekler ve çocuklar
şöyle tasvir edilmiştir. “Sıska, donuk bakışlı, çevresiyle, ilgisini kesmiş, parmak emen,
yerinde sallanan, geviş getiren bir sürü inan yıkıntısı. Kimisi ağlamayı unutup içine
kapanmış, kimisi acı acı ağlayan yaratıklar. İki yaşına gelip de yürüyemeyen, birkaç söz
bile söyleyemeyen, gülmeyi bilmeyen insan yavruları.”647 Bu konu Türkiye’de bugüne
kadar yapılmış en kapsamlı sosyal hizmetler çalışma olan ve 1962 yılında toplanan ‘II.
hem Türkiye hem de dünyada yüksek oranlarda seyreden bir olgudur. 1943 yılında İş dergisinde
yayınlanan bir yazıda şu bilgiler verilmektedir: “Hususile 1 yaşından küçük çocukların ölüm haddi çok
yüksektir. Bunun neticesi olarak her memlekette –harp yılları gibi anormal zamanlar dışında- ölümlerin en
külliyetli kısmını çocuk vefiyatı teşkil etmektedir. Mesela Almanya’da 1929 yılında vuku bulan 805.986
ölümün 110.654 ü (yani %13.6 sı) 1 yaşından küçük, 27.999 u (%3.4 ü) 1-4 yaşındaki çocuklara isabet
etmiştir. Türkiye’de çocukların gerek ölüm haddi, gerek umumi nüfusa nispeti Almanya’ya nazaran çok
daha yüksek olduğundan bu durum daha barizdir. (…) cetvelden de anlaşılabileceği gibi, 1931-35
yıllarında İstanbul’da ölümlerin %21 i 0-4 yaşındaki çocuklara düşmektedir. Bu nisbet 1031-34 yıllarında
İzmir’de %30.5, Ankara’da hatta %43’ü bulmuştur.” Ömer Celâl Sarç, “Türkiye’de Çocuk Ölümleri,” İş,
Sayı 34, 1943, s. 63.
646
Atalay Yörükoğlu, Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları, 1983, s.
170.
647
Yörükoğlu, s. 169.
295
Milli Sosyal Hizmetler Konferansı’nda etraflıca incelenerek önemli tespitler yapılmıştır.
Ana teması ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ olan konferansta, ‘korunmaya muhtaç
çocukların müessese bakımı’ komisyonu, kurum bakımının çocuklar açısında hem
zararlı hem de gerekli yanları tespit etmeye çalışmıştır. Temel olarak kurumların
çocukların kişilik gelişimlerine uygun ortamı sağlamadığı belirtilmekle birlikte, kimi
ailelerin çocukları istismar etmesi ve çocukların başka bir ailede bakılamaması
nedeniyle kurum bakımı ‘ehven-i şer’ olarak önerilmektedir.
Ancak bebek ve
çocukların modern dünyada ayrı bir kişilik olarak kabul edildiği bir dünyada, yatılı
kurumların çocukların bağımsız bir kişilik gelişimine imkan tanımadığı tespit edilerek,
kurum bakımının mahzurları şöyle sıralanmaktadır:
“1-Her çocuk şefkate, tamamen kendine ait olan birinin sevgisine, anlaşılmaya, emniyet
duygusu içinde olmaya, akranları ile oynamaya, tecrübeler kazanmaya muhtaçtır. Bu
fırsatlar için hususi odası, eşyaları, alış veriş yapacak, para sarf edecek, arkadaşlarını kabul
edecek, misafir olabilecek, sosyal hayatın diğer faaliyetlerine iştirak edebilecek ortamı
olmalıdır. Müesseseler bu bakımı sağlayamamaktadır.
2- Çocuklar müesseselerimizde anne mahrumiyetinin veya sık sık bakıcı (anne)
değiştirmenin zararlı tesirine de maruz kalmaktadırlar.
3-Müessese geniş büyük binaları, geniş koridora ve merdivenleriyle fuzuli,i yer kaybına,
ayrıca fazla gürültüye sebep olmaktadır. Büyük bir koğuştaki asabi heyecanlı çocuğun
huzursuzluğu, çocukların hepsini rahatsız etmeye kâfidir.
4-Bazı çocukların hususiyle 3 yaştan küçüklerin özel bakıma, anne kucağına ihtiyaçları
vardır.
5- Yetim çocuklar, bir aileye ait olma ihtiyacını duyduklarından müessesede kalmaları
648
uygun değildir.”
Aynı konferansın ‘Koruyucu Aile Komisyonu’ da kurumların çocukların gelişimi
açısında getirdiği olumsuzluklar şöyle tespit edilmektedir:
“Toplu halde, enstitülerde yaşayan çocukların ne teke tek münasebet kurabilecekleri
ne de bir aile havası içinde yaşayabilecekleri düşünülemez. Bu sebeple ruhi gelişmeleri
engellemelerle doludur, aynı yaşta aile içinde yaşayan çocuklarla mukayese edildiklerinde,
şahsiyet yapılarında önemli kusurlar görülür. Zekâları normal olanlar dahi gerek entelektüel
gerek emosionel bakımdan geri seviyededirler. Kendilerine ve başkalarına güvenleri çok
azdır. Pasif ve ürkektirler veya bunu tam aksine yersiz bir güvene sahip olup muvazenesizce
atak ve mütecavizdirler. Cemiyet hayatına intibakları güç olur.” 649
648
II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara 5-8 Mayıs 1962, Ankara: SSYB, Sosyal
Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No: 23, s. 53.
649
II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara 5-8 Mayıs 1962, Ankara: SSYB, Sosyal
Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No: 23, s. 70.
296
Kurum bakımına yönelik bu tür eleştiriler nedeniyle, koruyucu aile bakımı
gündeme gelmektedir. Görüldüğü gibi ‘koruyucu aile bakımı’ kurum bakımı modelinin
sakıncaları ve eleştirilmesi ile varılan bilginin üzerinden geliştirilen modern bir sosyal
hizmet yöntemidir. ‘Koruyucu aile’ modern öncesi dönemlerde birçok toplumda görülen
‘beslemelik’ gibi geleneksel çocuk bakım ve sömürüsü olguları ile karıştırılmamalıdır.
‘Koruyucu aile’ sistemi uzun bir tarihe ve evrime sahiptir. Başlangıçta koruyucu aile ile
‘beslemelik’ ya da çırak gibi uygulamalar iç içedir. Nesrin G. Koşar’a göre:
Batı dünyasında ilk koruyucu aile uygulaması olarak, korunmaya muhtaç çocukların
beslenme ve barınma karşılığı olarak çeşitli işyerlerine çırak olarak verilmesi
gösterilmektedir. İngiltere’de ‘Elizabeth Fıkara Kanunu’ çerçevesinde “(…) çocuk yirmi
bir yaşına kadar yaşına kadar çıraklığa veriliyor ve ustası onu yeme, içme ve barınma
karşılığı çalıştırıyor, aynı zamanda ona sanat öğretiyordu. ABD’ndeki uygulamaya ise
1853’te New York’ta C.L. Brace adlı bir rahibin başlattığı çalışmalar örnek gösterilebilir.
Brace, başıboş çocukları, büyük şehirlerin kötülüklerinden korumak üzere, çiftliklerde
çalışma karşılığı barındırılmaları yönünde düzenlemeler yapmıştır. Bu çiftliklere 1854 ile
1924 yılları arasında yüz bin dolayında çocuk yerleştirilmiştir. Sistem çalışma karşılığı
bakım esasına dayandırılmıştı. (…) Daha sonraları çocukların fena muamele görmeleri ve
bazı aileleri olan çocukların ailelerinden ayrı düşmeleri ve giderek ayrılığın devamlı bir
hal alması gibi şikâyet ve sakıncalar görülmüş, sonuçta, iyi çiftçi ailelerin seçilmesini ve
650
ailelerin denetlenmesini üstelenen kuruluşlar ortaya çıkmıştır.”
Batı tarihinde KMÇ’ın korunmasında görece eski alternatiflerden biri ‘koruyucu’
aileler olmakla birlikte; koruyucu aile bir modern çocuk koruma sistemi olarak ancak
20. yüzyılın başında ‘yetimhane’ ve genel olarak kurum bakımının sakıncaları
tartışmaları sonrasında yaygın olarak uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye’de ise
koruyucu aile benzeri uygulamalara çok geçmiş tarihlerde rastlanmakla birlikte, bu
konuda ilk yasal düzenleme 1926 tarihli Türk Medeni Kanununda yapılmıştır.651
Medeni Kanun çocukların korunması açısında koruyucu aile dışında da çok sayıda
hüküm getirmiştir. 1926 tarihli Medeni Kanun anne ve babanın görevlerini yerine
getirmemeleri halinde yargıcın çocuğu koruma amacıyla aileden almasına ve gerekirse
velayetin kaldırılması ve çocuğun bir kuruma yerleştirilmesine (Medeni Kanun m. 360)
ilişkin
düzenlemeler
getirmiştir.652
Ancak
650
Medeni
Kanunun
bu
hükmünün
Nesrin Güran Koşar, Sosyal Hizmetlerde Aile ve Çocuk Refahı Alanı, 2. baskı, kendi yayını,
Ankara: MN Ofset, 1992, s. 71-72.
651
Sevgi Usta Sayıta, Türk Hukukunda Çocuğun Koruyucu Aile (Kişi) Yanına Yerleştirilmesi,
İstanbul: Filiz Kitabevi, 1996, s. 28.
652
Ali Naim İnan, “Çocuk Hukukunun Tarihsel Gelişimi ve Hukuk Sistemimizde Çocuğun ve Haklarının
Korunması”, Sevda Uluğtekin (Proje Danışmanı), Gözetim Mekanizması Destek Hizmetleri: Ankara
297
uygulanmasına ilişkin düzenleme uzun yıllar yapılmamıştır. İlk düzenleme ancak 1965
yılında, yani ilk velayetin alınması davası sonrasında yapılmıştır.653 Çocukların çok
boyutlu olarak korunmasına ilişkin ilk yasal düzenlemeler ise 1930 tarihli Umumi
Hıfzıssıhha Kanunu ile mevzuata dâhil olmuştur. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 159.
maddesi çocukların koruyucu ailelere verilebileceği ve bu hususun belediyelerce
düzenlenmesini öngörmektedir.654 Ancak Belediyeler genel olarak sosyal hizmetler özel
olarak da koruyucu aile uygulaması konusunda sorumluluklarını yerine getirmemiştir.
1949 yılında çıkan 5387 sayılı ilk KMÇ Kanunu ile 1957 yılında çıkarılan 6972 sayılı
KMÇ Kanunu’nda da koruyucu ailelerden söz edilmektedir. Ancak ayrıntılı düzenleme
1958 yılında çıkarılan kanunun uygulanmasına ilişkin Talimatname’de düzenlenerek
koruyucu aile sistemine ilişkin ayrıntılar tespit edilmiştir.655 Bu düzenlemeye rağmen
1960 yılına kadar koruyucu aile uygulamasına ilişkin somut bir ilerleme olmamıştır.
1950’li yılların ortalarından 1960’lı yılların sonuna kadar sosyal hizmetler alanında;
özellikle SHA, SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğünde birçok yabancı uzman
görevlendirildiği bilinmektedir. Bu kişilerden biri olarak Amerikalı uzman Bernard
İli Pilot Projesi: Gözetim Görevlileri Eğitim Programı, Ankara: Dostlar Dayanışma Derneği Ankara
Şubesi Yayınları, 2005, s. 70.
653
Ethem Çengelci, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Ankara: Aydınlar Matbaası, 1998,
s. 9; Yine aynı konudaki gecikme ile ilgili olarak Nesrin G. Koşar şu tespiti yapmaktadır: “Ülkemizde
geleneksel olarak çocuğun başka bir ailede bakılmasının bir sisteme bağlanması ve kurumsallaşmasının
1961 yılında Ankara’da uygulanan bir pilot proje ile başladığı kabul edilebilir. Bir dizi koruyucu aile
seminerinde “sosyal yardımcı” lar yetiştirilmiştir. Sosyal hizmetlere ilişkin ilk eğitim kurumu olan
Sosyal Hizmetler Akademisinin de o yıl (1961) kurulmuş olması dolayısıyla bu tür özel kurslarda
koruyucu aile hizmetini yürütecek personelin yetiştirilmesi zorunlu olmuştu. Program basın yayın
aracılığıyla halka duyurulmuş, başvuran aileler arasından uygun bulunanlara çocuk yuvalarındaki
korunma karalı çocuklardan uygun olanlar yerleştirilmiştir.” Koşar, s.73.
654
Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun KMÇ’ın hem kurum yanında hem de aile yanında korunmasını
düzenlenmiştir. Ancak her iki düzenlemeden ayrı kurumları sorumlu kılmıştır. Kanunun çocukların
kurumsal bakımını öngören 158. maddesi şöyledir: “Yedi yaşından aşağı olan metrük, öksüz veya babası
ve anası hayatta çocukları gerek para ile ve gerek parasız kabul ederek bakan resmi ve hususi bütün
müesseseler Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin murakabe ve teftişine bağlıdır. Bu tarzdaki
müesseselerin küşadı, sahipleri tarafından Vekalete ihbar olunur.” Koruyu aileyi düzenleyen 159. madde
ise şöyledir: “Nezdine yedi yaşından aşağı çocukları para mukabilinde bakmak üzere alan eşhasın evvela
mahalli belediyesinden müsaadei mahsusa alması mecburidir. Belediye heyeti sıhhiyesince bu gibi
eşhasın ikametgahı ve sair şartları muvafık görüldüğü tasdik edilmeden bu müsaade ita edilmez. Bu gibi
eşhasın ikametgâhları da 158 inci maddede bahsedilen teftişe tabidir.” Ayrıca 7 yaş sonrası KMÇ için
161. maddede Milli Eğitim Bakanlığı ve/veya köy ihtiyar heyetler sorumlu kılınmıştır. KMÇ için bu çok
kurumlu sorumluluk düzenlemesi daha sonra 1949 yılında çıkan ilk Korunmaya Muhtaç Çocuklar
Kanununun temelleri atılmıştır. Bkz. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, Kabul Tarihi: 24/04/1930, Resmi
Gazete Tarihi: 06/05/1930.
655
Sayıta, s. 29.
298
Russel müşavir olarak görevlendirildiği Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü’nde 1960
yılında koruyucu aileyi gündeme getirmiştir. Yapılan çalışmalarda özellikle 0-6 yaş
KMÇ’ın özel ilgiye muhtaç olduğu ve kurum bakımının bu çocuklar üzerinde olumsuz
etkiler yarattığı tezi savunularak, alternatif olarak koruyucu aileler önerilmiştir. Böylece
koruyucu aile fikri bu tartışmalardan ortaya çıkmıştır. Ayrıca toplantılarda Türkiye’deki
KMÇ yönelik kurumsal ve diğer sosyal yardım hizmetlerinin de yetersiz olduğu, bu
hizmetlere ek olarak koruyucu aile hizmetinin ülkede başlatılmasının uygun olduğuna
karar verilmesi üzerine, bu yöndeki çalışmalar başlatıldı. Bu çalışmalarda koruyucu aile,
belli bir ücret karşılında KMÇ’ın bir aile yanında bakımı olarak tanımlanmaktadır.
Ancak koruyucu aile sisteminin ‘beslemelik’ sisteminden ayrılması için belli
fonksiyonların yerine getirilmesi gerektiği tespit edilmektedir. Bunlar, koruyucu aile
olarak tanımlanacak ailelerin incelenmesi, bu incelemeler ile çocuk aile uyumu
çalışmalarını takip edecek ‘sosyal hizmet elemanı’nın temin edilmesi, çocukların öz
anne ve babaları ile temasının sürdürmesini sağlayacak sosyal hizmet elemanı ve
koruyucu aileye ücret ödenmesidir. 1961 yılı içinde bu amaçla, yani gerekli meslek
elemanı yetiştirmek üzere eğitim kursu düzenlenerek, 31.3.1961 tarihinde de ilk
koruyucu aile başvurusu kabul edilmiş; yapılan çalışmalar sonunda da Haziran ayında
Türkiye’de ilk uygulama olarak ilk çocuk koruyucu aile yanına yerleştirilmiştir.656
Ankara’da bir pilot çalışma olarak başlayan bu çalışma daha sonra diğer illerde de
uygulanmaya başlamıştır. Ancak Türkiye’deki koruyucu aile uygulamasının aileler
tarafından ‘evlat edinme’ye bir basamak olarak kullanıldığı ve bundan dolayı da bir
KMÇ’ı koruma sistemi olarak yerleşemediği bilinmektedir. Türkiye’de evlat edinmenin
temel olarak 0-1 yaş grubu çocuklara yönelik olması, evlat edinme şartlarının ağır
olması ailelerin bir kısmını koruyucu aileye yönlendirmektedir.657 Böylece 1960’lı
656
“Koruyucu Aile Raporu”, II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara 5-8 Mayıs 1962 içinde,
Ankara: SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No: 23, s. 72.
657
Evlat edinme yasal olarak 0–1 yaş çocuklarla sınırlı olmamakla, KMÇ’dan genellikle 0-1 yaş
grubundakiler evlatlık olarak alınıyor. Bu yaş grubundaki KMÇ’ın sayısı da evlatlık edinmek isteyen
ailelerin sayısından azdır. Bu nedenle evlat edinilen KMÇ’a özel bir bölüm ayrılmayacaktır. Ayrıca özel
evlat edinme yani aileler arası evlat edinme, sosyal hizmet kurumunun ya da başka bir sosyal kurumun
denetimi altında yapılmadığından, incelediğimiz dönem itibariyle bu alan daha çok ‘geleneksel evlatlık,
beslemelik’ çerçevesinde varlığını sürdürmüştür. Ayrıca evlat edinme geleneği ülkemizde her yaşta
KMÇ’ın korunmasından ziyade ailelerin çocuk hasretlerini ya da çocuk ihtiyaçlarını gidermek üzerine
kurulu olduğu için, çocukları korumadan ziyade çocuksuz aileler ile ilgili bir konu olarak
değerlendirilmektedir. Daha ayrıntılı çalışmalar için bkz. Ülker Gürkan, “Evlâd Edinme ve Beslemelerin
Hukuki Durumu”, Adnan Güriz ve Peter Benedict (edt.), Türk Hukuku ve Toplumu Üzerine
299
yıllarda başlayan profesyonel koruyucu aile sistemi tedrici bir gelişme göstermekle
birlikte hâlâ yatılı kurum bakımı karşısında çok geri bir noktadadır. Aşağıdaki tabloda
da görüldüğü gibi 1961 yılında başlayan koruyucu aileye verilen çocuk sayısında önemli
bir artış gözlenmektedir; ancak örneğin 1993 verilerin bakıldığında toplam 18.862
çocuk korunma altında kurumlarda barındırılırken, ancak 404 çocuk bir koruyucu aile
yanına yerleştirilebilmiştir.658
Tablo 6: Koruyucu Aileye Yerleştirilen Çocuk Sayısı (1961-1993)
Yıllar
Çocuk Sayısı
1961-1975
544
1975-1983
503
1983-1993
2128
TOPLAM
3175
Kaynak: “Koruyucu Aile Hizmeti Çalışma Grubu Raporu” 2000’li Yıllara Doğru Sosyal
Devletin Gerçekleştirilmesinde Sosyal Hizmetlerin Yeri ve Önemi içinde,
Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi Yayını, Sayı 1, 2005, s.
84
Görüldüğü gibi koruyucu ailenin profesyonel bir sistem olarak uygulanmaya
başladığı; ancak kurumsal dağınıklığın söz konusu olduğu 1960’lı yıllardan 1983 yılına
kadar koruyucu aile yanına yerleştirilen çocuk sayısında önemli bir farklılaşma olması
söz konusu değildir.659 Sosyal hizmetler alanında bir tek kurumun (SHÇEK) sorumlu
olmaya başladığı 1983 yılından itibaren ise koruyucu aileye verilen çocuk sayısında
İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, 1974 ve “Evlat Edinme Çalışma Grubu
Raporu”, 2000’li Yıllara Doğru Sosyal Devletin Gerçekleştirilmesinde Sosyal Hizmetlerin Yeri ve
Önemi içinde, Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi Yayını, Sayı 1, 2005, s. 89-105.
658
“Koruyucu Aile Hizmeti Çalışma Grubu Raporu” 2000’li Yıllara Doğru Sosyal Devletin
Gerçekleştirilmesinde Sosyal Hizmetlerin Yeri ve Önemi içinde, Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları
Derneği Genel Merkezi Yayını, Sayı 1, 2005, s. 83.
659
Koruyucu aile sisteminin yeterince gelişmemesi çeşitli sebeplere dayalı olarak açıklanmaktadır. Birsen
Gökçe bu durumu batı taklitçiliği nedeniyle Türk toplum yapısına uygun olmayan bir sistem olarak
koruyucu aile sistemine yaklaşmaktadır. Ona göre Türk toplum yapısına uygun olan, KMÇ’ın kendi ailesi
içinde ya da akrabaları bakacak sistemler üzerinde durulmalıdır. Bkz. Birsen Gökçe, Cumhuriyet
Döneminde Çocuk ve Gençlere Ait Yasal Düzenlemeler ve Yayınlar, Ankara: T.C. Gençlik ve Spor
Bakanlığı, 1983, s. 11.
300
belirgin bir artış görülmektedir. Ancak bu artışa rağmen, yukarda da belirtildiği gibi,
koruyucu aileye verilen çocuk sayısı toplam KMÇ sayısı içindeki oranı hâlâ düşük bir
durumdadır.
4.8 KMÇ Alanında Kurumsallaşmada Gelişmeler
Türkiye’de sosyal hizmetlerin bir kamusal hizmet olarak devletin gündemine
girmesi, korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin kanun ve kurumlar arası işbirlikleri ve
koordinasyon çalışmaları anlamında II. Dünya Savaşı sonrası dönemde belirgin bir
hareketlilik söz konusudur. Ayrıca başta Birleşmiş Milletlerle olmak üzere kurulan
uluslararası ilişkiler de sosyal hizmetin bir kamu anlayışı olarak ülkeye girişinde önemli
bir
etken
olarak
ortaya
çıkmaktadır.
Sosyal
hizmet
alanındaki
gelişmeleri
değerlendirmek ve geliştirmek amacıyla Milli Sosyal Hizmetler Konferansları geleneği
de ilk olarak 1959 yılında başlamıştır.660 1962 yılında yapılan İkinci Milli Sosyal
Hizmetler Konferansı’nın ülkedeki sosyal hizmet yapısı, tarihi, başka ülkelerle
karşılaştırılması, karşılaşılan sorunlar ve çözüm önerileri gibi çok yönlü ve çok katılımlı
yapısı ile dönemin fotoğrafını çok net olarak ortaya koymaktadır. Konferansa
‘Türkiye’de Sosyal Hizmetler’ başlıklı bir bildiri sunan Dr. Osman Yaşar, sosyal
hizmetleri günümüzdeki ‘sosyal refah hizmetleri’ne doğru daralan anlamından çok daha
geniş; yani muhtaç durumdaki çocuk, genç ve diğer toplum kesimlerinin korunmaya
muhtaç duruma düşmesini engellemeyi hedefleyen koruyucu-önleyici hizmetleri de
kapsayacak şekilde kullanarak, o dönemdeki mevcut durum ve ideal arasındaki farkı
şöyle betimliyor:
“Bugün memleketimizde korunmaya muhtaç çocukların bakım ve yetiştirilmeleri tıbbi
rehabilitasyon, sosyal hastalıklar ve bulaşıcı hastalıklarla savaş, devlet hastanelerinde
fakir halkın meccani muayene ve tedavisi, eğitim ve öğretim, işçilere mahsus kısmi bir
sosyal sigorta, memurlar lehine yapılan bazı hizmetlerin dışında devletin doğrudan
doğruya sorumluluğu altında bulunan başkaca sosyal hizmet yok denecek derecede azdır.
Sosyal Hizmetlerin, organizasyon, metot, icra ve koordinasyonunda bütün yurda şamil bir
milli sosyal hizmet programı bulunmadığı gibi bu hizmetler dağınık, plansız; ölçüsüz ve tam
murakabeden uzak bir bilgisizlik içinde ve muhtelif Bakanların mesuliyeti altında tatbik
olunmaktadır. Dolayısıyla nakdi olsun, ayni olsun sosyal yardım anlamından
yoksundur.”661
660
Birinci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı dokümanları yayınlanmamıştır.
Osman Yaşar, “Türkiye’de Sosyal Hizmetler,” II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı içinde,
Ankara: SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı 23, 1962, s. XXXIX.
661
301
Yapılan tespitlerde en önemli hususlar, dönemin sosyal hizmetlerinin ülke
nüfusu ve bütün bölgeler düşünüldüğündeki yetersizliği ve dengesiz dağılımıdır. Aynı
durum korunmaya muhtaç çocukların sayısı, o dönem haklarında korunmaya kararı
çıkarılan çocuk sayısı ve bir kuruluşa yerleştirilen çocuklarla ilgili değerlendirmelerde
de karşımıza çıkmaktadır.
Konferansa sunulan ‘Korunmaya muhtaç çocukların
müessese bakımı raporu’nda 1960’lı yılların başındaki, çocuk yuvalarının sayısı,
örgütlenmesi, korunmaya muhtaçların sayısı ile ilgili şu tespitler yapılmaktadır:
“Halen hakkında korunma kararı alına çocuklardan 10 bini müesseselerde
barındırılmakta (0-6 yaş 1064, 7-18 yaş 6972, hususi derneklerde 2000 civarında), 4775’i
(0-6 yaş 1778, 7-13 yaş 2987) sıra beklemektedir. Korunma kararlı 0-6 yaş çocukların
çoğunluğu Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından yaptırılan Çocuk Bakım
Yuvalarında, bir kısmı da masrafı yine Bakanlıkça ÇEK Müesseselerde
barındırılmaktadır.Özel teşekküle misal teşkil eden ÇEK na bağlı müessese adeti 21 dir.
Yukarda sayıları belirtilen resmi ve özel müesseseler, haklarında korunma kararı alınan
çocukların dahi ihtiyacını karşılayamamaktadır. Hâlbuki korunmaya muhtaç çocuklar
âdetinin 1 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. 1955 yılı istatistiklerine göre:
0 – 6 yaş çocuk sayısı …………….5.477.228
7 -18 yaş çocuk sayısı …………….6.180.144
%10 itibariyle korunmaya muhtaç çocuk sayısı:
0 – 6 yaş çocuk sayısı …………….547. 221
7 -18 yaş çocuk sayısı …………….618.014
Hesaplanarak cem’an 1.165.735 ‘dir. Dış memleketlerde bu nispet %10 - % 15
civarındadır.” 662
Korunmaya muhtaç çocukların sayısının her toplumda kendine özgü kıstaslar
nedeniyle farklılıklar arz edeceği hesaba katılarak, toplam çocuk nüfusunun %10’nu
korunmaya muhtaç sayma yöntemi tartışmalı bir yöntem olmasına rağmen, durum
hakkında bir ipucu vermesi açısında anlamlı kabul edilmektedir.663
662
II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara: SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü
Yayınları, Sayı 23, 1962, s. 50-51.
663
KMÇ’ın toplam çocuk nüfusuna oranı konusunda 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Raporunda
ise %2 kıstası kullanılmaktadır. 1994 yılında yayınlana bu rapora göre “Türkiye’de en iyimser görüşle
korunmaya muhtaç çocukların % 2 oranında bulunduğu varsayılırsa, ülke içindeki 0 – 18 yaş grubundaki
korunmaya muhtaç çocuk sayısı 542.141’dir. (…) 1993 yılında SHÇEK Genel Müdürlüğü’nce 0–12 yaş
grubu 7.642, 13 -18 yaş grubu 11.181 olmak üzere toplam 18.823 çocuğa hizmet verilmektedir.” Bkz.
DPT, 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Çocuk Özel İhitsas Raporu, s. 33.
302
Korunmaya muhtaç çocuklara verilen hizmetlerin yetersizliği konusunda ve
verilen hizmetlerin istenilir hızda ve yaygınlıkta artmadığı daha sonraki dönemlerde de
tespit edilmektedir. 1968 yılında düzenlenen 3. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı’na
sunulan bildirilerde bu durum tekrar gündeme getirilmiştir:
“..Fakat mevcudu en azından 200.000 bulan korunmaya muhtaç çocuklar potansiyel
suçlulukları nedeniyle hiç de küçümsenmeyecek bir sorun teşkil etmektedir. Korunmaya
muhtaç çocuklara yapılan hizmetler bakımından aşağıdaki tablo ilginçtir:
Yaş
Grubu
Müessese
Sayısı
Bağlı Olduğu Kurum
0 -6
26
18
79
123
Sağ. ve Sos. Yar. Bakanlığı
Ç. E. K.
Milli Eğitim Bakanlığı
7 – 18
Toplam
Hizmetten
Yararlanan
Çocuk
sayısı
2.020
1.900
10.104
14.024
Bu rakamlar ihtiyacın çok aşağısında olup; çocukların müesseselerde kalmayıp,
müesseselerde ayakta bakım için geldikleri kabul edilse bile, bu müesseseler ihtiyacı
karşılamaktan çok uzaktırlar. Hizmetin yürütülüş şekli psikolojik ve sosyal bakımdan da
yeterli değildir. Korunmaya muhtaç çocukların bakımı ile görevli müesseselerin de çeşitli
kurumlara bağlılığı sorunun çözümlenmesinde yararlı olamamaktadır. Bu bakımdan,
bunların tek bir yapının sorumluluğuna terk edilmesi; çocuklarla ilgili müesseselerin bu
yapıtla irtibat tesis etmesi daha rasyonel ve faydacı bir düzenleme olabilecektir.” 664
Korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin koruma sisteminde yoğun tartışmaların
yapıldığı 1950-60’lı yıllarda ulusal düzeyde yapılan ve uluslararası katılım sağlanan iki
sosyal hizmetler konferansı yapılmış olması başlı başına önemli gelişmelerdir. Ayrıca
bu dönemde korunmaya muhtaç çocukların tespiti, korunması ve eğitiminde gittikçe
daha çok belirginleşen politikalar ifade edilmektedir. Öncelikle devletin bu alandaki
çalışmalarının yetersizliği, mevcut kurumsal yapının dağınıklığı nedeniyle ‘merkezi’ bir
yapının gerekliliği ve bu alanda uzman kişilerin daha çok istihdamı sıklıkla vurgulanan
hususlardır. Örneğin Cumhuriyet’in 29 Eylül 1962 tarihli nüshasında “Baba hapse
girince 8 çocuk aç kaldı” başlıklı haberde, kocası cezaevine giren bir kadının karşılaştığı
geçim sorunları ve dönemin ‘sosyal kurumlarının’ yetersizlikleri işlenmektedir. Kadının
önce ikamet ettiği Zeytinburnu’nda komşuların yardımı ile geçinmeye çalıştığı, ancak
664
Mustafa T. Yücel, “Sosyal Değişme Açısından Çocuk Sorunları ve Sosyal Hizmetler,” III. Milli
Sosyal Hizmetler Konferansı içinde, Ankara: SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No:
54, 1968, s. 102- 103.
303
bunun yetersiz kaldığını ve bu arada 6 yaşında bir kızını kaybettiği belirtiliyor.
Hikâyenin geri kalan kısmı şöyle anlatılıyor:
“Bu kadının ve çocuklarının durumuna Emniyet Müdürü acımış, onları bundan on gün önce bir
yazı ile Çocuk Esirgeme Kurumuna göndermişti. Çocuk Esirgeme Kurumu, küçük yaşta olan çocukları
alıp yuvalarda bakması icap ederken birkaç kilo süt tozu vererek başından savmıştı. (…) Emniyet
Müdürlüğünde bir Çocuk Bürosu açıldığını duymuştu. Belki kendisine de bir şefkat eli uzanır ümidiyle
kalkıp geldi. Fakat burası da devrine çare bulamamıştı. Emniyet Müdürlüğünün çocukları barındıracak
yeri, üstelik bir tahsisatı da yoktu. Evlerini terk eden çocuklara polisler kendi aralarında topladıkları
para ile bakıyorlardı.”665
Aynı sayfada “Evlatlık verdikleri kızlarını kaçırdılar” başlıklı bir haber yer
almaktadır. Mahkeme kararı ile 4 yaşında iken kızlarını evlat veren aile, uzun yıllar
geçtiği halde çocuğu nüfuslarına geçirmeyen çifte kızarak kızlarını kaçırdıkları ancak
daha sonra devreye giren polisin çocuğu biyolojik ailesinden alarak tekrar evlatlık
bulunduğu aileye verdiği belirtilmektedir.
1960’lı yıllara gelindiğinde KMÇ’ın korunması için gerekli yasal, idari ve
profesyonel bilgi ve yapılanmalar yaygınlık ve yeterlilk açısından değil ancak formel
düzeyde tamamlanmıştır. Çocukların korunması gerektiği takdirde izlenecek yöntem,
sorumluluk sahibi kurum ve çocukların yerleştirileceği kurum ya da koruyucu aile gibi
alternatifler artık dönemin bilgisi arasında yerini almıştır. Ayrıca KMÇ’a yönelik
kurumsal hizmetlerde; açılan yurt-yuva sayısı, bunların çeşitli illere dağılımına
bakıldığında önemli bir ‘yönetsel yayılma’ gözlenmekle birlikte, hâlâ toplam korunması
gereken çocuk sayısı karşısında yetersiz bir yapılanma olduğu dönemin çalışmalarında
ortak tespit olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türk
modernleşmesinin
erken
Cumhuriyet
döneminde
yapılan
yasal
düzenlemelerinin yani Türk Medeni Kanunu (1926), Umumi Hıfzıssıha Kanunu (1930)
ve Belediye Kanunu (1930) vd. topluma ulaşmaması bu çerçevede değerlendirilebilir.
Çocukların korunmasının her iki boyutu da yani hem aile içi istismara karşı hem de aile
dışında (okullaşma, çalışma düzenlemesi, yetimhane gibi koruma kurumları açılması,
665
“Baba hapse girince 8 çocuk aç kaldı,” Cumhuriyet, 29 Eylül 1962.
304
koruyucu aile, vs.) korunması oldukça geç gelişmiş ve problemli alanlardır. Çocukların
aile içinde ya da aile otoritesine karşı korunamaması özellikle ‘besleme’ ve diğer aile içi
istismarlarda görülebilirken, çocukların okullaşmasındaki düşük düzey ve zorunlu
eğitimin yeterince yaygınlaşmaması Türkiye’deki ‘dış koruma’daki zayıflıkları
göstermektedir.
1962
yılında
kurulan
Emniyet
Çocuk
Bürosu
çalışmalarını
değerlendiren dönemin emniyet amiri Nuran Sayın, Çocuk Bürosunun başlangıçta suça
karışan çocuklarla ilgileneceği varsayılmasına rağmen, büronun zamanla her tür çocuk
sorunu ile ilgilendiğini; çünkü yasalarda yer alan önlemleri alacak başka bir teşkilatın
olmadığını belirtmektedir. Örneğin ‘… evlerinden kaçan başıboş kızlar, kötü
muameleye maruz kalmış besleme dediğimiz hizmetçilik yapan kız çocukları, tecavüze
maruz kalan mağdur çocuklar, mektepten kaçıp kahvelerde, oyun salonlarında bulunan
çocuklar ..’ destek aramak için Emniyete başvuruyorlar. Oysa “ .. bütün suçlu, suçsuz
çocuk, genç dediğimiz bu kişileri korumak için muhtelif kanunlarda yer alan birçok
maddeler
ve
özel
kanunlar
vardır.
Başlıcalarını
şöyle
sıralayabiliriz:
Yeni
Anayasamızdan başlayarak Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Umumi Hıfzıssıha Kanunu,
İlköğretim kanunu, Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu ve Küçükleri Muzır Neşriyattan
Koruma Kanunu, 6972 sayılı Korunmaya Muhtaç Çocukları Kloruma Kanunu v.s. Bu
kanunların tatbikini sağlayacak teşkilat yok denecek kadar az olduğundan koruyucu
hükümleri çocukların menfaatlerine kullanmak imkânı da bulunmamaktadır.”666
Cumhuriyetin erken dönemlerinde çocukları koruyucu birçok hüküm içeren bu
kanunların pratikte işlemediğine dair bir diğer değerlendirmeyi Muslih Fer yapmaktadır.
Sözü geçen kanunları kastederek Fer, “Bu dağınık ve tatbik kabiliyeti zayıf hükümler,
aslında fikir olarak ehemmiyetli bir gelişmeyi ifade etmekle beraber, memleketimizde
kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocukların ne tam bir tarifini ihtiva edebilmiş, ne de
çocukların korunması ihtiyacını karşılayacak bir hizmet getirebilmiştir” demektedir.667
1950’li yıllarda çocukları oruma adına çıkan yasaların uygulanmasında ortaya çıkan
diğer bir yetersizlik de geri zekâlı, kör, sağır, dilsiz çocukların özel eğitimi ile ilgilidir.
Esin Konanç 24 Mayıs 1957 tarih 6972
korunmaya
sayılı
KMÇ Kanununun 22. maddesinin
muhtaç olup sağır – dilsiz, kör, vücutça sakat ve ruhen arızalı veya
666
Nuran Sayın, “Çocuk ve gençliği koruma mevzuatında ve teşkilatında boşluklar,” Boş Zamanları
Değerlendirme Semineri, (Ayrı Baskı - Broşür), İstanbul: İsmail Olgun Matbaası, 1996, s.128–129.
667
Muslih Fer, “Muslih Fer’in ‘Korunmaya Muhtaç Çocuklar’ Başlıklı Tebliği”, Feyyaz Gölçüklü (Edt.),
Korunmaya Muhtaç Çocuklar içinde, İstanbul: İktisadi Araştırmalar Vakfı, 1970, s. 27.
305
uyumsuz olan ve özel eğitime ihtiyaç gösterenlerin eğitimi için Özel kurumlar açmak
görevini Milli Eğitim Bakanlığı’na verdiğini ancak söz konusu kanunun yürürlüğe
girmesinden sonra on beş yıl geçtiği halde, kanunda sözü edilen kurumlardan
sadece
bir kısmı açılmıştır ve bunlar da ihtiyacı karşılayacak durumda değildir.668 Ayrıca 1926
tarihli TMK’nın çocukları ana babalarına karşı koruyacak hükümleri hukukçular
tarafından yorumlanmakla birlikte, bu hükümlerin uygulandığına dair somut bir örnek
verilememektedir. Örneğin 1943 tarihli İş dergisinde yer alan makalesinde Ferit H.
Saymen, TMK’nın velayet, çocukların korunması ve velayetin nez’i durumunda
çocuğun başka bir yere (çocuk bakım yurtları, yatılı mektepler, ana kucakları, vs.)
yerleştirilmesini düzenleyen 273 ve 274. maddelerinin koruyucu yönlerini belirtmekle
birlikte, bu maddenin Türkiye’de uygulamasına dair bir örnek vermemektedir.669
1960’lı yıllara gelindiğinde ÇEK için çocuk davası artık sadece bir “nüfus davası’
olarak
tanımlanmamakta;
yayınlarında
mevcut
kanunlarda
670
sözleşmelerden kullanılan ifadelere daha sık rastlanmaktadır.
ve
uluslar
arası
Örneğin 1964 yılında
Kurumun kuruluşunun 40. yılı nedeniyle çıkarılan kitapçık “Birleşmiş Milletler Çocuk
Hakları Beyannamesi” (1959) ile başlamaktadır.671 Kitapçık 40 yıllık çalışmaların
sonunda ortaya çıkan çalışmalar özetlenmekte; Kurumun hedef ve amaçları
sıralanmaktadır. Otuza yakın hedef ve amaç arasında yer alan şu amaç kapsam ve
genellik ilkesi açısından Kurumun vardığı olumlu noktayı göstermektedir: “Korunmaya
ve yardıma muhtaç çocuklar için sosyal vergiler konulmasına veya prim verilmesine ve
kendi imkânlarına göre çocuklar için bir sosyal sigorta gerçekleştirilmesine ve genel
olarak 18 yaşına kadar çocukların bütün hak ve menfaatlerinin korumaya yarar kanun,
tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılmasına ve bunları uygulayacak organların kurulmasına
668
Konanç, s. 569.75
Ferit H. Saymen, “Medeni Kanunumuzda Çocukların Ana Babalarına Karşı Korunmaları”, İş, Cilt 9,
Sayı 34, Nisan 1943, s. 178-179.
670
Pınar Öztamur’a gerek ÇEK ve gerekse diğer devlet kurumlarının çocuk sorunlarına yaklaşımında
farklılaşma erken bir dönemde 1940’lı yıllarda başlamıştır. Öztamur’a göre ÇEK 1920 ve 30’lu yıllarda
nüfus artışı ve ona bağlı olarak sağlıklı doğum, bebek-çocuk bakım ve bu çocukların ulusun idealleri
doğrultusunda yetişmesi söylemiyle hareket ederken, hizmete giren gündüz bakımevleri ve süt damlaları
gibi kurumlar da bu doğrultuda hizmet vermektedir. Ancak 1940’lı yıllarla birlikte ‘sokaktaki serseri
çocuklar’ sorunu hem ÇEK hem genel olarak bütün kamu kurumlarının ilgi alanına girmeye başlamıştır.
Böylece çocuk sorunu sadece bir ‘nüfus artışı’ sorunu değil, bir çocuk koruması olarak da algılanmaya
başlamıştır. Bkz. Pınar Öztamur, “Defining A Population: Women and Children in Early Repuplican
Turkey, 1923-1950”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi University, Atatürk Institute for
Modern Turkish History, 2004.)
671
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocukların 40 Yıllık Koruyucusu Türkiye Çocuk Esirmeme
Kurumu, Ankara: Şilk Matbaası, 1964.
669
306
çalışmak.”672 1964 yılına geldiğinde ÇEK’un bütün illerde ve birçok ilçede idari
düzeyde örgütlendiği görülmektedir.673 Ancak Kurumun doğrudan hizmet verdiği
örgütleri; yatılı çocuk bakım hizmeti verilen yuvaları ve gündüzlü çocuk hizmeti verilen
gündüz bakımevleri bütün illerde bulunmamaktadır. Kurumun 1964 yılındaki yuvaları,
bulundukları iller ve kapasiteleri aşağıda verilmiştir.
Tablo 7: 1964 Yılında ÇEK’na Bağlı Yuvalar
Yatak Kapasitesi
İl
Afyon
130
Ankara
600
Balıkesir
40
Biga
70
Bursa
300
Erzurum
60
Elazığ
60
Eyüp (İst.)
60
Gaziantep
125
K.Paşa (İst.)
50
Kırklareli
100
K.M.Paşa (İst.)
60
Malatya
65
Mersin
100
Rize
75
Sakarya
100
Sivas
55
Trabzon
50
Toplam
2100
Kaynak: Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocukların 40 Yıllık Koruyucusu Türkiye Çocuk
Esirmeme Kurumu, Ankara: Şilk Matbaası, 1964, s. 20-22.
672
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocukların 40 Yıllık Koruyucusu Türkiye Çocuk Esirmeme
Kurumu, s. 18.
673
Kitapçıkta verilen bilgilere göre 1964 yılında ÇEK’nun 67 ilde merkezleri, 310 ilçede şubeleri ve 42
bucakta da kol örgütü bulunmaktadır. Bkz. Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocukların 40 Yıllık
Koruyucusu Türkiye Çocuk Esirmeme Kurumu, s. 42.
307
Çocukların yatılı bakıldığı yuvalar dışında sadece Ankara, İstanbul, İzmir ve
Eskişehir’de buluna gündüz bakımevleri ve Kurumun gelir kaynakları arasında bulunan
poliklinikleri de mevcuttur. Bu yıllarda yürürlükte olan 6973 sayılı KMÇ Kanunun
gereği ÇEK ‘çocuk koruma birlikleri’ kanalıyla valiliklerle işbirliği halinde çalışmakta
ve okul yaşına gelen çocuklarını MEB’na bağlı yetiştirme yurtlarına göndermektedir.
308
5 SONUÇ
Bu çalışma, modern devletin oluşum sürecinde devletin ‘toplumsal” olana ilgisi
ya da modernleşmesinin KMÇ ile ilgili boyutunun oluşmasını anlamaya yöneliktir.
Modern
devletin
özneleri
olarak
yurttaşların
‘sosyal
hakları’
çerçevesinde
değerlendirilen KMÇ’ın devlet tarafından bakılma ve korunma haklarının gerçekleşmesi
aynı zamanda modern devletin ve modern toplumun da oluşması sürecidir. Dolayısıyla
yurttaşlık hakkı olarak sosyal haklar, modern devletin sosyal devlete dönüşmesi ve
çocukların kamusal korumanın öznesi olması aynı sürecin öğeleri olarak kabul edilerek
süreç incelenmiştir.
Tanzimat dönemi öncesi Osmanlı toplumunda korunmaya muhtaç çocuklara
kurumlarda bakılmamış, yörenin ileri gelenleri ve/kadılar aracılığıyla çocuklar uygun
bulunan kişi ya da ailelerin bakımına verilmiştir. Korunmaya muhtaç çocuklara dair ilk
kurumlara Tanzimat döneminde rastlanmaktadır. Böylece Osmanlı modernleşmesi ile
çocuk koruma pratiğinde kurumsallaşma arasında bir eş zamanlılık olduğu söylenebilir.
Bu kurumların ilki ise Tuna Valiliği döneminde Midhat Paşa tarafından oluşturulan
‘ıslahhaneler’ olduğu bilinmektedir. Çocuklara yönelik koruma faaliyetlerinde Tanzimat
dönemi ve özellikle II. Abdühamid döneminde görülen kamusal ilginin, II.
Meşrutiyet’le birlikte, dönemin iç ve dış sorunları nedeniyle devletin güçsüz düşmesinin
de etkisiyle, kesintiye uğradığı ve bu alanın daha çok sivil örgütlere terk edildiği
görülmektedir. Midhat Paşa’nın Tuna valiliği döneminde kurduğu ‘ıslahhaneler’ (1861)
Tanzimatla başlayan olağan modernleşme sürecinin çocuk koruma çalışmaları
çerçevesinde değerlendirilebilir. Bu dönem çocuk koruma tarihi açısından ‘erken
dönem’ olarak tanımlanmıştır. Daha sonra II. Abdülhamid’in adıyla anılan Darülhayr-i
Ali ve Darülaceze örnekleriyle öne çıkan kurumsallaşma dönemi gelmektedir. II.
Abdülhamid dönemi kurumsallaşma çabaları hem modernleşme hem de savaşın tazyiki
ile sürdüğünden bu dönem farklı bir dönem olarak görülmelidir. Devletin çocukların
korunması çalışmalarında bürokratik anlamda merkezi kurumsallaşmaya gittiği ve sivil
toplum örgütlerini sosyal yardım ve çocuk koruma alanında teşvik ve kontrol ettiği II.
309
Meşrutiyet dönemini ise üçüncü dönem olarak tanımlamak mümkündür. Darüleytamlar
bu dönemin en önemli kurumlarıdır
II. Meşrutiyet dönemine denk düşen ve esas olarak ‘savaş yetimleri’ olarak özel
bir KMÇ grubu için kurulan Darüleytamları ve Kazım Karabekir’in çabalarını arızi bir
durum olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu iki çaba da savaş ve savaşın etkisinin
yavaş yavaş ortadan kalktığı 1920’li yılların başında itibaren sona erecek ve geleceğe bir
miras bırakmayacaktır. Ancak Cumhuriyet dönemi ile birlikte çocuk, yeni ulusun
inşasında önemli bir özne olduğundan çocukları korumaya yönelik çalışmalarda
çeşitlenme ve mevzuatta bir genişleme yaşanmıştır. Ayrıca II. Meşrutiyet’le başlayan
devlet ve toplum hizmetindeki sivil örgütler geleneği sürdürülerek, çocuk koruma
alanında çalışan dernekler devlet tarafından desteklendiğinden, bu alanda ‘filantropist’
örgütlenme daha belirgin olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunun yanında çocuk
yoksulluğunun artması, okullaşmanın genişlemesine bağlı olarak daha çok görünör
olması ve sivil örgütlerin yetersiz kalması nedeniyle çeşitli kamu birimleri de doğrudan
sorumluluk almaya başladığından süreç içinde ve özellikle 1930’lı yıllarla birlikte
‘karma’ bir döneme girilmiştir.
Cumhuriyetin ilk dönemlerde çocuklara ilişkin sosyal refah politikasında temel
özgünlük, kamunun uzun yıllar boyunca alanda etkin yer almayarak, KMÇ’ın
korunmasını hayırseverlik, toplumsal yardımlaşma ve dayanışma alanına bırakmasıdır.
Cumhuriyet dönemine bakıldığında 1950’li yıllara kadar devletin KMÇ alanında
doğrudan sorumluluk üstlenmemesinin temel bir politika tercihi olarak şekillendiği
görülmektedir.
Bu yıllarda kentleşme ve kentsel yoksullukta da bir ivme olduğu
görülmektedir. Dolayısıyla söz konusu dönemde artan sanayileşme, göç ve kentleşme
Cumhuriyet dönemi modernleşmesinin birinci dalgası olarak da değerlendirilebilir.
Genel anlamda da Türkiye’de sosyal güvenlik, sosyal yardım ve sosyal hizmetlere
ilişkin düzenlemelerin bu süreçte başladığı bilinmektedir. Çocuklara ilişkin sorunlara
yönelik merkezi ilginin; mevzuat düzenlemelerinin, araştırmaların, kurumsallaşma ve
müdahalelerin yapıldığı dönemlere bakıldığında özellikle 1940’lı yıllarda belirgin bir
artış gözlenmektedir. Bu yıllar çocuklara ilişkin sorunların artık ciddi bir kamusal sorun
310
olarak da değerlendirildiği bir dönemdir. 1950’lere kadar çocuklar rejimin inşası için
eğitilecek öznelerdir; yani çocuklar kendi başına bir değer olmaktan ziyade ulusu
ilerletecek öznelerdir. Çocukları kamunun koruması gerektiği fikri esas olarak 1949
yılında çıkarılan ilk KMÇ Kanunu sonrasında somut olarak gelişmeye başlamıştır. Bu
bağlamda söz konusu dönem bir kırılma noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü
Osmanlı modernleşmesi ile başlayan KMÇ’lara ilişkin kurumsallaşma ve kamusallaşma,
ortaya çıkan savaşlar ve sonuçlarına bağlı olarak II. Meşrutiyet dönemi ile kesintiye
uğramıştır. Bu dönemde başlayan ‘sosyal yardım’ın sivil kesime devri politikası,
Cumhuriyet rejimi tarafından da 1940’lı yılların sonuna kadar sürdürülmüştür. Bu
çerceveden bakıldığında KMÇ’lara ilişkin politikaların gelişim seyrinin ayrı bir
dönemleştirmeye tabi tutulması gerektiği açıktır.
Birinci dönem yani Osmanlıda Tanzimat reformları ile başlayan ve II.
Abdülhamid dönemine kadar süren dönemde KMÇ’a ilişkin çalışmalarda, genel
modernleşme ve merkezileşmeye paralel bir süreç gözlenmektedir. Özellikle 1860’lı
yıllarda Midhat Paşa’nın teşebbüsleri ile açılan ıslahhanelerin daha sonra diğer Osmanlı
şehirlerine de yayıldığı bilinmektedir. Ancak 1877 Osmanlı Rus Savaşı, ardından
Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve en son Kurtuluş Savaşı ile süren dönemin
toplumsal dokuda yarattığı büyük tahribat sonrası öncelikle İstanbul olmak üzere büyük
kentlerde ortaya çıkan savaş yetimi, serseri ve suça itilen çocuklar sorunun çözümüne
ilişkin çabalar dışında, devletin KMÇ alanından aşamalı bir şekilde çekilmeye başladığı
görülmektedir. II. Meşrutiyet’le şekillenen bu politika Cumhuriyet döneminde de devam
etmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin politika,
sosyal alanın sivil örgütler kanalıyla ama devlet denetiminde yapılması şeklinde
şekillenmiştir. Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) bunun en önemli
örneğidir. Himaye-i Etfal, bir Osmanlı dönemi sivil girişimi olarak İstanbul’da 1917
yılında (kökeni 1908’e kadar gidiyor) kurulmasına rağmen, İstanbul’un işgali nedeniyle
kısa bir sürede kapanmıştır. Savaş koşullarının yarattığı çocuk sorunlarına yönelik
olarak Ankara yönetimi tarafından tekrar 1921 yılında ve bu kez Ankara’da kurularak
devreye sokulduğu görülmektedir. ‘İhyaen’ kurulduğu belirtilmesine rağmen, yeni
Himaye-i Etfal Cemiyeti geçmiştekinden bağımsız, modern bir sosyal hizmet kurumu
izlenimi yaratmaya çalışmıştır. Oysa Derneğin yayınları ve çalışmalarına bakıldığında
311
ulus için sağlıklı bir nüfus yaratma çabalarının başat politika olarak izlendiği
görülmektedir. Dolayısıyla II. Meşrutiyet sonrasından 1940’lı yılların sonuna kadar olan
dönem, çocuk koruma sisteminin sivil alana devredildiği yıllar olarak tek dönem içinde
ele alınabilir.
İkinci Dönem, yine bir savaş sonrası dönemi olan 1940’lı yıllarda başlamakta ve
günümüze kadar sürmektedir. Türkiye savaşa girmese de savaşın etkilerini yoksulluk,
kıtlık ve bunun sonucu olarak birçok çocuk ve kadın sorunu olarak yaşamıştır. Bu
dönemde sokakta çalışan, serseriliğe itilen, dilenmeye zorlanan çocuklara ilişkin
İstanbul merkezli araştırma ve kurumsal önlemler yeniden göze çarpmaktadır. Ayrıca
Avrupa’da görülen demokrasiye geçme, sosyal refah devleti örgütlenmesi ülkemizde de
etkisini göstermeye başlamış ve ilk korunmaya muhtaç çocuklar kanunu bu dönemde
1949 yılında çıkarılmıştır. 1961 yılında sosyal hizmetler okulunun kurulması ile
biçimsel olarak tamamlanan süreç, bu tarihten sonra ‘çocuk koruma’ modeli şeklinde
uygulanmaya başlanmıştır. İdari düzeyde ise Çocuk Esirgeme Kurumu ile Sağlık ve
Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın temel sorumlu olduğu
‘Çocukları Koruma Birlikleri’ 1983 yılına kadar karma bir yapıda yani devlet kurumları
ile sivil kurumlar birlikte devam etmiştir. Ancak bu dönemde sokakla ilişkili yani
dilenme ve serserilik, suça bulaşan çocuklara yönelik çalışmalarda, hedef kitlenin
bütününü kapsayacak oranda bir artış görülmemiştir. Bu husus 1960’lı yıllarda
düzenlenen iki sosyal hizmet sempozyumunda da sıklıkla dile getirilmiştir.
Bu süreç
çalışmanın ilk bölümünde tanımlanan Batı merkezli çocuk koruma sistemi ile
karşılaştırıldığında, ard zamanlı bir takip etme süreci olarak belirtilebilir. Bu
dönemleştirmenin Batıda gözlemlediğimiz ve 20. yüzyılda ortaya çıkan, çocuk
korumasında genişleme, yatılı kurumdan uzaklaşma, çocukların ailesinin desteklenmesi
yoluyla korunması ve okul öncesi gündüz bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılması ile
karakterize edilen ‘çocuk refahı’ dönemini içermediği görülmektedir. Ancak
1960’lardan sonra biçimsel olarak oluşturulan yapının ‘yönetsel yayılma’ göstermesi
yani sistemin ihtiyaç sahibi bütün nüfusu kapsayacak şekilde genişlemesi durumunda
‘çocuk refahı’ yaklaşımı gerçekleşme şansı bulacaktır.
312
Bu tezin temel argümanı olan Türkiye’de KMÇ’a ilişkin koruyucu sistemin geç
geliştiği ve kamusal alan içinde yeterince kurumsallaşamadığı Batı’da ortaya çıkan
çocuk koruma modeli ile karşılaştırdığımızda daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
Batı tarihinde 19. yy sonu ve 20. yy başında çocuk koruma sisteminin ortaya çıktığını ve
daha sonra da bu sistemin yerleşmesi ve gelişmesine paralel olarak, 20. yüzyılın
özellikle refah devleti ile başlayan ikinci yarısından itibaren bir ‘çocuk refahı’ sistemine
doğru ilerlediğini görüyoruz. Çocukların korunmasının temel argümanları olarak da 1)
çocukların çalışma hayatı içinde korunmasını düzenleyen düzenleyici yasaların çıkması
ve uygulanmasına ilişkin mekanizmalar, 2) Çocukların eğitim içinde çekilmesine ilişkin
çalışmalar, 3) Terkedilmiş ve kimsesiz konumundaki çocukların yatılı bakımı için
genişleyen kurumsallaşma 4) Aile içinde istismar edilen çocukların korunmasına ilişkin
sivil alandan yükselen ve daha sonra kamu gücüyle desteklenen önlemler ve en son
olarak da 5) daha önce hayırsever ya da filantropist çevreler tarafından yürütülen
çalışmaların bir profesyonel meslek ve uygulama olarak ‘sosyal hizmet’ mesleği ve
okullarının yaygınlaşması olarak tespit edilmiştir.
Bu gelişmelerin tümü Batı tarihinde “çocuk koruma’ sisteminin unsurları olarak
20. yüzyıl başında gelişimlerini tamamlarken, Türkiye’deki bu unsurların hemen hemen
tümü çok daha sonrası ortaya çıkmıştır. Öncelikle sanayi merkezli bir çocuk emeği
sorunu olmadığı için Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde çocuk işçiliğine ilişkin
‘toplumsal’ bir sorun görülmemektedir. Ancak buna rağmen 1930 tarihli Umumi
Hıfzıssıhha Kanunu’nu ve 1936 tarihli İş Kanunu çocuk çalıştırmaya dair düzenlemeler
getirmiştir; fakat yoksul ve/veya kimsesiz çocukların bakım amacıyla besleme, ahretlik,
evlatlık gibi çeşitli adlar altında başka ailelere verilmesi Osmanlı ve Cumhuriyet
döneminin büyük bir kesiminde varlığını sürdürmüştür
Çocukların eğitim sürecine katılması ya da okullaşma ise Batı ile hemen hemen
aynı tarihte başlamış olmakla birlikte; bu alanda temel sorun okullaşma oranındaki
yetersizlik; okul ve öğretmen olmayışı olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet
dönemi okullaşma konusunda bir ‘ilköğretim’ dönemi olarak isimlendirilmeyi hak
edecek düzeyde okullaşmaya önem vermekle birlikte 1960’lara kadar okula gidemeyen
çocuk oranı hala çok yüksektir.
313
Özel olarak korunması gereken ya da KMÇ için kurum açılması geleneği ise Batı
tarihi ile karşılaştırıldığında oldukça geç sayılacak bir dönemde 1860’lı yılların başında
başlamıştır. Midhat Paşa’nın açtığı “sanayi mektepleri’nin tam olarak bir ‘yetimhane’
olmadığı, yatılı bir ‘sanat okulu’ olduğu görülmektedir. Osmanlı döneminde çocuklara
yönelik yoğun kurumsallaşmaya ise ancak 1. Dünya Savaşı döneminde rastlamaktayız.
Bu dönem açılan Darüleytamların temel amacı ise esas olarak savaş nedeniyle ortada
kalan savaş yetimlerinin barındırılmasıdır. Savaş sonrasında bu kurumlar kapatılmıştır.
KMÇ’a ilişkin kamunun kurumsal hizmet vermesi ancak 1949 yılında çıkan ilk KMÇ
Kanunu sonrası 1950 yılında MEB tarafından açılan yetiştirme yurtları ile başlamıştır.
1950 yılına kadar düzenli kurumsal bakım hizmeti sadece ÇEK tarafından ve esas olarak
0–7 yaş grubu çocuklara verilmektedir. 1950 sonrası kurumsal hizmetler başlamış
olmakla birlikte, toplam KMÇ nüfus karşısında yetersizlikleri sürekli tartışılan bir konu
olarak günümüze kadar gelmiştir.
Batı’daki çocuk koruma sisteminin dördüncü unsuru olan ev içinde çocuk
istismarına karşı önlem alınmasında ilk istek ve çabaların sivil toplum örgütlerinden
geldiği; 19. yüzyıl sonuna doğru alanda çalışan Çocuklara Karşı Zulmü Önleme
Derneklerinin çabaları sonucu önce yasalar çıktığı ve ardından çalışma yürüten
derneklerin kurulduğu görülmektedir. Türkiye’deki süreçte ise çocukların korunmasına
ilişkin sivil örgütlerin, devletten bağımsız olması niteliği tartışmalı görünmektedir.
Çocukların ev içi ihmal ve istismardan korunmasına ilişkin ilk düzenleme olan 1926
tarihli Türk Medeni Kanunu ise herhangi bir toplumsal mücadele ya da taleple
gelmediği bilinmektedir. Bu düzenlemenin yani Türk Medeni Kanunu’nun çocuklara
karşı kötü davranan velilere karşı kullanmasına ise ancak 1962 yılında, sürekli hırsızlık
yapan bir çocuğun velayetinin anne babasından alınmasında uygulandığı görülmektedir.
Ancak bu maddenin daha sonra da çok sık olarak kullanıldığına dair elimizde bilgi
yoktur.
Sosyal hizmet mesleği 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan kentsel
yoksulluk şartlarında ortaya çıkan kadın ve çocuk sorunlarına karşı sivil örgütlerin
(hayırsever ve filantropist) gönüllü çalışmaları içinde şekillenmiştir. Özellikle çocuk
314
istismarlarına yönelik çalışmaların artması; ev ziyareti ve aile görüşmelerinin artması ve
süreklileşmesine bağlı olarak, sürekli çalışacak ve yoksulluk, toplumsal yapı ve insanın
bireysel gelişim özellikleri hakkında bilimsel bilgi sahibi kişilere olan ihtiyaç sonucu
‘sosyal hizmet’ mesleği gelişmiştir. Başlangıçta bu alanda açılan kursların yetersizliği
okullaşmanın ortaya çıkmasını zorlamıştır ve 20. yüzyılın ilk yarısında bütün Batı
dünyasında sosyal hizmet okulları kurulmuştur. Daha sonra da azgelişmiş ülkelere
yayılmıştır. Türkiye’deki gelişime bakıldığında ise, bu mesleğin varlığından haberdar,
bu meslek elemanlarının gerekliliğine inanan istisnai seslere rastlanmakla birlikte,
sosyal hizmet okulu 1950’li yıllarda Türkiye’de bulunan Birleşmiş Milletler
uzmanlarının çalışmaları sonucu kurulmuştur. Ancak 1961 yılında açılan ve ilk
mezununu 1965 yılında veren Sosyal Hizmetler Akademisi uzun yıllar bu alandaki tek
okul olarak kalmış ve ihtiyacın çok altında mezun vermiştir. Kamunun genel olarak
sosyal hizmet alanı ve özel olarak çocukların korunmasında yeterli örgütlenmeye
gitmemesi nedeniyle, soysa hizmet uzmanı talebi de tabandan gelen bir talebe
dönüşmemiştir. Ayrıca başta ÇEK olmak üzere çocuk koruma alanında çalışan diğer
sivil örgütlerin de ciddi bir gelenek yaratmadığı; bu alanda profesyonel eleman
yetiştirmediği gibi, bu meslek elemanlarının yetiştirilmesi için kamu nezdinde baskı
unsuru da olmadıkları görülmektedir.
Batı modernleşmesinin gelişmesinde en önemli sosyal boyut Foucault’nun
‘yönetimsellik’ (governmentality) olarak tanımladığı yeni ‘yönetim aklı’nın topluma
sosyal kurumlar kanalıyla nüfuz etmesidir. Modernite, T.H Marshall’ın açıklamasında
görüldüğü gibi, toplumların oluşumunda geç ortaya çıkmakla birlikte, ancak sosyal
alanı dönüştürecek mekanizmayı kurduğunda yani ‘yönetimsellik’ yönünde değiştiğinde
tam bir modernleşmeye dönüşmektedir. Burada toplumun yaratıcı kapasitesinin ortaya
çıkarılması anlamında ‘nüfusun işlenmesi’ ve bu yönde kurumlar ve mesleklerin ortaya
çıkmasıyla modernite aileyi de denetim altına alırken, bir yandan da sosyal alanda
güçsüz olan lehine müdahale eden bir yapıya dönüşmektedir. Dolayısıyla çocuk ve
kadınların korunması, yoksullara yönelik sosyal yardım ve sosyal hizmetin ‘kamusal’
bir nitelik kazanmasıyla devletin modernleşme potansiyeli de artmaktadır. Böylece
modern devlet bir yandan disipline eden, kontrol eden bir organa, diğer yandan da
toplumun zayıf kesimlerine sosyal refah sağlayan bir yapıya doğru eş zamanlı olarak
315
evrim göstermiştir. Batı modernitesinde çocukların korunması merkezli incelediğimiz
süreç büyük oranda bu ‘hikâyeyi’ anlatmaktadır. Türkiye’deki süreç ise önemli ölçüde
farklılıklar göstermektedir. Örneğin Türkiye’deki çocuk koruma sisteminin gelişimi
içinde ‘nüfus’ sorunu Foucault’nun sözünü ettiği gelişmeye paralel gelişmemektedir. II.
Meşrutiyet’le birlikte başlayan ve Cumhuriyet’le hızlanan ‘pronatalist’ politikalar,
mevcut nüfusun üretici kapasitesinin arttırılması, nüfusun sağlıklı koşullarda
yetişmesinden ziyade doğrudan nüfusun ‘artması’ gibi siyasi kaygılarla yapılmaktadır.
Ciddi bir nüfus kaybı üzerine kurulmuş Cumhuriyetin yeniden hızlı bir şekilde eski
nüfusunu kazanmak istemesi bu çalışmalarda temel kaygı olduğu görülmektedir. Bu
nedenle nüfusun artmasına yönelik çalışmalarda çocukların aile içinde korunmasına
yönelik önlemlere de rastlanmamaktadır. Hatta çocukları aile içinde koruma imkânını
tanıyan 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu’nun ilgili hükümleri ancak 1960’lı yıllarda,
yani nüfus artış politikasının sona erdiği dönemde uygulanmaya başlanacaktır.
Cumhuriyetin başından itibaren görülen ‘nüfus’ ve ‘çocuğa’ ilginin temelinde bu nüfus
kaybının telafisi kaygısı yatmaktadır. Bu durum Türk modernleşmesinin sosyal alandaki
önemli bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. İkinci önemli husus,
Türk
modernleşmesinin ‘bilgi’ sahibi olma ve ‘pilot uygulama’ düzeyinde Batı dünyası ile
nerdeyse eş zamanlı bir düzeyde olmasıdır. Ancak toplumun geniş kesimlerine nüfuz
etmesi, her zaman uzun süre almıştır. Modernleşme devlet merkezli olduğu, devlet
bekasının korunması esas alındığı için ‘sosyal alan’ görece azgelişmiştir. Bu olgu
ÇEK’nun oluşmasında da karşımıza çıkmaktadır. ÇEK tamamen resmi kişilikler
tarafından oluşturulan yarı-sivil nitelikte bir kurum olarak, Batı tarihinde görülen ve
başlangıçta devletten bağımsız çalışan sivil örgütlerden (Çocuklara Karşı Yapılan
Zulmü Önleme Derneği gibi) farklıdır. Batıdaki dernekler devletten bağımsız olarak
doğrudan çalışma yapıp devlet bu alanda yasal düzenleme yapmaya zorlarken,
Türkiye’de bu alanda en büyük örgüt olarak karşımıza çıkan ÇEK büyük oranda bir
‘resmi’ nitelikli örgüttür. Bu nedenle ÇEK devletin nüfus politikasına parale olarak
1940’lara kadara nüfus artışına yönelik hizmetler üretirken, 1940’lardan sonra yine
devletin tespitleri doğrultusunda görünür alanda ortaya çıkan ‘sokak çocukları’
sorununa ağırlık vermeye başlamıştır.
316
1949 yılında çıkan ilk KMÇ Kanunu ile artık geri dönülmez bir sürece girilmiş;
çocukların korunması alanı özgün bir mevzuat ile tanımlanmış, kamuoyunda ve
kamunun kendisinde yeni bir dil-söylem oluşmuştur. 1945 yılında CHP Parti Grubunun
‘kimsesiz ve yoksul çocuklar’ hakkında hazırladığı raporla başlayan yasalaşma süreci,
1947 yılında bir kanun teklifi olarak TBMM’ne sunulmuş, iki yıllık komisyon
görüşmeleri sonunda da 1949 yılında Cumhuriyet döneminin ilk özgün çocuk koruma
kanunu yasalaşarak yürürlüğe girmiştir.
Türkiye’deki çocuk koruma sisteminde temel unsurlar, Batıdaki çocuk koruma
sisteminin oluşmasında da görüldüğü gibi, kamu sorumluluğunun ortaya çıkması, alanın
kurumsallaşması, mesleki bilgi ve tekniklerin uygulamaya girmesiyle başlamıştır.
1950’li yıllardan itibaren artık KMÇ söylemi her yerde baskın bir dildir. Ancak
kavramın içeriği hâlâ temel olarak özel bir çocuk grubuna, ‘kimsesiz’ çocuklara
gönderme yapmaktadır. Bu tarihten itibaren ise yasal düzenleme eksikliği değil
yasaların uygulanmaması ya da uygulamadaki yetersizlikler tartışılmaktadır.
1959 yılında çıkan Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kanunu ve ardından 1961 yılında
eğitime başlayan ilk sosyal hizmet okulu olan Sosyal Hizmetler Akademisi çocuk
koruma sisteminin şekillenmesinde diğer önemli bir aşamadır. Genel olarak Batı
tarihinde geç ortaya çıkan profesyonel ‘sosyal hizmet mesleği’, Türkiye’de de çocuk
koruma sisteminin oluşma sürecinin sonunda, yani 1960’larda ortaya çıkmıştır. Ayrıca
1961 yılında SSYB bünyesinde kurulan Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü, KMÇ’a
yönelik kurumsal hizmetler, okullaşma, yayınların artması gibi birçok alanda önemli
katkılar sunmuştur. Bu kurumsallaşmayla birlikte 1960’lara gelindiğinde çocuk koruma
sistemi temel öğelerinin biçimsel olarak tamamlandığı söylenebilir. Ancak toplumun
sosyolojik dönüşümü; kentleşme, kentsel yoksulluk, halktan gelen hizmet talebi
karşısında devletin sosyal alanda kurumsallaşması ya da bürokratik yönetsel
yayılmadaki yetersizlik hâlâ ciddi bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu çercevede
değerlendirildiğinde, 1960’lara gelindiğinde kamunun yaygın ve çeşitlenmiş çocuk
sorununa
yaklaşımının
ancak
‘çocukların
korunması’
yaklaşımına
gelebildiği
görülmektedir. Bütün çocukların eğitime dâhil edilmesi, bütün KMÇ’lerin koruma
şemsiyesine dâhil edilmesi ve bütün koruyucu yasaların gerektirdiği kurumsallaşma
317
yani ‘çocuk refahı’ gerçekleştirilmediğinden, genel refah yaklaşımı da esasen ‘tortusal’
refah yaklaşımı olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle genel olarak sosyal alanda ve
özel olarak KMÇ alanının hâlâ yetersiz bir örgütlenme içinde olduğu ya da
modernleşmenin bütün KMÇ’ı koruyacak çapta gerçekleşmediği söylenebilir. Bu
anlamda toplum hâlâ çocukları koruyacak kamusal bir yapı ortaya çıkaramadığı için
toplum hâlâ tam ‘toplum’ değildir.
Türkiye’deki geleneksel çocuk koruma yönteminin ‘besleme’ yöntemi olduğu
bilinmektedir. Ayrıca Osmanlı’dan beri yaygın olan bu sistem ‘koruyucu aile’ olarak
tanımlanmış olmakla birlikte; 1960’lı yıllarda başlayan profesyonel koruyucu aile
sisteminin toplum tarafından yeterince benimsenmediği görülmektedir. Profesyonel
koruycu ailede, korunmak üzere bir aileye verilen çocuk kamu ve ailesi adına görevli
meslek elemanı tarafından sürekli korunmakta ve koruyucu aile denetlenmektedir. Bu
durumun, yani koruyucu ailenin kamu tarafından denetlenmesinin, ‘besleme’ çocuklar
olgusunun yaygınlığına karşın koruyucu aile sisteminin yeterince gelişmemesinde bir
faktör olduğunu düşündürmektedir. Ancak koruyucu ailenin Türk toplum yapısına
uygun olmadığını düşünenler vardır. Buna rağmen devlet 1960’lı yıllardan beri
koruyucu aile sisteminin yaygınlaşması için çaba sarftemektedir, ancak istenen sonuçlar
alınamamaktadır. Bu nedenle haklarında korunma kararı alınan çocuklar esas olarak
yatılı sosyal hizmet kurumlarında yani çocuk yuvası ve yetiştirme yurtlarında
bakılmaktadır.
Dolayısıyla Batıda eleştirilen ve terk edilen yatılı kurumlarda bakım
modeli Türkiye’de 1950’li yıllardan itibaren henüz gelişim devresindedir.
Türkiye’deki çocuk koruma çabaları, KMÇ kavramının yaygın kullanımına
rağmen esas olarak ‘sokaktaki çocuklar’, ‘suça karışan çocuklar’ veya aileleri tarafından
devlet korunmasına verilmek istenen çocuklar üzerinden yapılmaktadır. Devlet aktif
olarak önleyici hizmetlere henüz yeterince girişmemektedir. Bu sistemin tamamlanması
için çocuk koruma faaliyetlerinde görev alacak sosyal mesleklerin daha yaygın olarak
alana kazandırılması gerekmektedir. Çocukların aile içinde korunması için gerekli asıl
mesleklerden biri olarak ‘sosyal hizmet’ ise ancak 1965 yılından itibaren ortaya
çıkmaya başlamıştır.
318
Sonuç olarak Cumhuriyet dönemi KMÇ politikasının oluşumuna Batı tarihiyle
karşılaştırmalı olarak bakıldığında, 1960’lara kadar biçimsel olarak tamamlanan süreç
Batı tarihinde 20. yüzyıl başında birçok ülkede tamamlanan ‘çocuk koruma’
yaklaşımıdır; Batı tarihinde özellikle refah devletinin yaygınlaşması ile başlayan ‘çocuk
refahı’ dönemine geçmeye yönelik çabalar ise hala devam etmektedir. Türkiye’de çocuk
koruma sisteminin çocuk refahına dönüşmemesinin altında sosyal kurum geleneğinin
olmamasıdır. Bu geleneğin ortaya çıkması ve toplumun en örgütsüz kesimi olan
korunmaya muhtaç kesimlerin korunması, Batı tarihinde görülen sivil çocuk hakları
hareketinin güçlenmesi, devletin bu alanda daha çok hizmet sunması ve koruyucu
önleyici önlemler alması şartına bağlıdır.
319
EKLER:
Ek 1: Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun (1949)
(Kabul tarihi: 23 Mayıs 1949–Kanun No: 5387)
Madde 1: Beden, ruh, ahlak gelişmeleri tehlikede olup ana ve babasız, ana ve babası
belli olmayan ve Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre haklarında korunma tedbirleri
alınmasında zaruret görülen çocukların mahkeme kararı ile ve reşit oluncaya kadar bu
kanunla belli edilen şartlar içinde bakılma ve yetiştirilerek meslek sahibi edilmeleri köy
ihtiyar heyetleri, mahalli belediyeler, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli
Eğitim Bakanlığınca sağlanır.
Madde 2:
Herhangi bir yerde, evvelki maddede yazılı vasıflarda bir çocuğun
bulunduğu zabıta, devlet veya belediye memurları ve muhtarlar tarafından öğrenilince,
mahallin en büyük milli eğitim memurlarına haber verilir. Milli eğitim memuru çocuğun
durumuna göre gerekli tedbirleri aldırmakla beraber keyfiyeti derhal mahkemeye
bildirir. Mahkemece; çocuğun durumu, hangi şahıs, aile ve müesseseye evdi edileceği,
mevcut emvali varsa kimin tarafından idare edileceği tayin edilir.
Madde 3: İkinci madde hükmüne göre mahkemece, bir çocuk köyde bir şahıs, bir aile
veya bir müesseseye verilirse o çocuğun bakımına, korunmasına, iş ve güç sahibi
edilmesine, köy muhtar ve ihtiyar heyeti nezaret eder. Bu çocukların bakımına yardım
olmak üzere verilecek ücretler köyün bütçesi dairesinde ayni veya nakdi gelirlerinden ve
bu kanunun maksadına uygun olacak bağış ve tesislerden verilir. Bu suretle bir yere
verilen çocukların malları varsa veya ana ve babaları olupta yardım edecek kudrette
iseler, çocukların bakımlarına iştirak ve katılma miktarları, Türk Medeni Kanunu
hükümleri dairesinde mahkemece tayin edilir.
Madde 4: Belediyesi bulunan yerlerde bu gibi 3’üncü maddedeki şekilde bakım ve
korunması ve iş güç sahibi edinmeleri belediyeler tarafından yapılır. Aynı il içerisinde
bulunan belediyeler re’sen veya birleşerek çocuk bakım ve yetiştirmesi sağlayacak
müesseseler kurabilirler
320
Belediye bütçelerinin bu maksat için açılacak bölümüne bütçe genel yekûnunun
yüzde biri nispetinde bir ödenek konur. Bu kanunun gayesine uygun bağışlar buna
eklenir bütçede bu maksat için ayrılan ödenek yılı içinde başka bölüme aktarılamaz.
Madde 5: Mahallen bakım ve korunmasını köylü takatinin karşılayamadığı çocuklara
yardım olmak üzere her yıl özel idare bütçelerinin yüzde yarımı nispetinde bir ödenek
ayrılır.
Madde 6: Köy, belediye ve özel idarece ayrılan ödeneğin çocukların masraflarını
karşılayamadığı hallerde öğretim çağına kadar olan çocuklar için Sağlık ve Sosyal
Yardım Bakanlığı, daha yukarı yaşlar içinde bu kanunun tatbiki için konulan ödenekten
imkan nispetinde köylere ve belediyelere para yardımında bulunurlar.
Madde 7: Köylerde kasaba ve şehirlerde mahallen bakılması mümkün olmayan
çocuklardan öğretim çağına kadar olanlar Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın
kuracağı çocuk ve bakım yurtlarına ve daha yukarı yaşlardakilerde Milli Eğitim
Bakanlığı’nın kuracağı müesseselere alınırlar.
Madde 8: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı birinci maddesinde yazlı olan
çocuklardan öğretim çağında olanların bakım ve korunmasını sağlamak üzere(çocuk
bakım yurtları) kurar. Burada öğretim çağına gelen çocuklar Milli Eğitim Bakanlığı
müesseselerine devrolunurlar.
Milli Eğitim Bakanlığı ilk öğretim çağına girenlerin bakım, ve korunma ve
eğitimi ile uğraşmak üzere (yetiştirme yurtları) kurar bu çocukların ilk öğretimi yurdun
içindeki veya civardaki ilk okullarda yapılır.
Madde 9: Yetiştirme yurtları ilköğretimi bitiren çocukların değişik mesleklere
girmesini sağlayacak tedbirleri alırlar.
İlköğretim çağını aştığı halde bunu görmemiş olarak teslim edilen çocukların
eğitimi, öğretimi ve meslek sahibi olmaları için gerekli tedbirler Milli Eğitim
Bakanlığı’nca alınır.
Bunun için Milli Eğitim Bakanlığı, ihtiyaç görülen yerlerde döner sermayeli
işyerleri ve atelyeler kurabilir, gerekli döner sermayeler her yıl Milli Eğitim Bakanlığı
bütçesine konur.
Madde 10: Yetiştirme yurtları, mümkün olduğu kadar, çocukların ileride iş
bulabilecekleri bölgelerde kurulur.
321
Madde 11: Yetiştirme yurtlarında ilköğretimini bitiren çocuklardan kabiliyet
gösterenler, daha ileri tahsil yapmak üzere imtihan ile parasız yatılı okullara
alınabilirler, diğerleri bilhassa ilerde bağımsız olarak çalışmalarını sağlayacak
meslekleri öğrenebilecekleri özel iş ve meslek sahipleri yanına, devlet fabrika ve tarım
kurumlarına özel fabrika ve işyerlerine çırak olarak verilirler.
Madde 12: Devlet, kurumları hizmetlerine aldığı çocukları beslemek, giydirmek ve
barındırmakla mükelleftirler. Özel iş sahiplerinden bu hususları temin edenler tercih
olunur.
Madde 13: Çırak olarak alınan çocukların işverenler tarafından barındırılması,
benlenmesi, giydirilmesi mümkün olmadığı hallerde bu hususlar çocukların kendi
yetiştirme yurtlarınca sağlanır.
Madde 14: Çırak olarak işyerlerine verilen ve yetiştirme yurdunda bakılan çocuklarda
ücret mukabili çalıştırılanların yurt masrafları Milli Eğitim Bakanlığı’nca tensip
edilecek nispetlerde kazançlarından çıkarılır çocuğun harçlığı da ayrıldıktan sonra
artarsa geri kalan kısım Milli bankalardan birisine bir ay zarfında yatırılır.
Çocuğun ücretinin başlama zamanı ve miktarı yurt idaresiyle iş veren arasında
mahalli örf ve rayice göre tespit olur. Çocuğun harçlığı da yurt idaresi tarafından
belirtilir
Madde 15: Köylerde veya çiftçiler yanında ayni ücretler mukabili çalıştırılan çocuklara
verilen mallardan paraya tahvil edilebilen bankaya yatırılır. Satılamayanlar köy ihtiyar
heyetleri tarafından kıymetlendirilerek çocuk adına saklanır.
Madde 16: Çocuklar adına biriken para ve mallar reşit olduğu zaman çocuğa aynen
verilir
Türk Medeni Kanununun 398 inci maddesi hükmü bu çocuklar hakkında
uygulanamaz.
Madde 17: Kendilerine güvenilebilen aile veya özel kişiler bakanlıklarca açılan
müesseselerdeki çocukları Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre evlat edinme veya
bakmak üzere isterse verilebilirler. İcabında bu çocuklar ücret mukabili bakılmak üzere
kendilerine güvenilebilen kimseler yanına da verilebilirler.
Madde 18: Bakılmak üzere aile ve özel kişiler verilen, çalıştırılan çocukların reşit
oluncaya kadar durumları, bu kanun kendilerine yüklettiği görev hututları içinde Sağlık
ve Sosyal Yardım ve Milli Eğitim Bakanlıklarınca takip ve murakabe edilir.
322
Madde 19: Bu çocuklardan durumları özel bir eğitim usulünü icap ettirenler için Milli
Eğitim Bakanlığı’nca gerekli müesseseler kurulur. Buraya gönderilen çocuklar
müessesece kabul edilmeden evvel bir müşahede devresi geçirirler.
Madde 20: 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 158, 159 ve 160’ıncı maddeleri
çevresine giren bütün müesseseler Milli Eğitim Bakanlığı tarafından da denetlenir.
Eğitim bakımından görülecek kusurlar eğitim memurlarının yazılı ihtarıyla bir ay
zarfında
düzeltilir.
Bu
düzeltmeyi
yapmayanların
yanlarında
çocukların
bulundurulmasına müsaade edilmez ve müesseseleri kapatılır.
Madde 21: Yetiştirme yurdunda bulunan çocuklar yurttan kaçacak olurlarsa, zabıta
vasıtasıyla bulunarak geri getirilirler.
İş yerleriyle özel kişiler yanında barındırılan, çalıştırılan çocuklarda bağlı
oldukları yetiştirme yurdunun müsadesi olmadıkça yerlerini terk edemezler.
Yurtlar veya iş sahipleri yanında korunmakta ve yetiştirilmekte olan çocuklara
karşı, Türk Ceza Kanununun 182’inci maddesinde yazılı fiilleri işleyenler hakkında bu
maddede yazılı cezalar verilir.
Madde 22: Her iki bakanlıkça çocukların korunma ve yetiştirilmesi için gerekli
ödeneklerin kaynakları şunlardır:
A)Milli Eğitim ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıkları bütçesinden her yıl
ayrılacak ödenek;
B)Özel ve tüzel kişiler tarafından müesseselere yapılacak ayni veya nakdi
bağışlar ve tesisler;
C)Yurtlar tarafından veya bunlar yararına verilecek müsamere gelirleri.
Bu müsamere gelirleri ve her türlü bağışlar vergi ve resimlerden muaftır.
Madde 23: İş yerlerinde çalıştırılan çocuğun ücretinden bankaya yatırılması gereken
miktarı zamanında Milli bankalardan birine yatırmayanlardan bu paralar tahsil edilir ve
ayrıca 50 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasına çarptırılırlar.
Ücret olarak aynen verilen malları korumayanlar veya bunların intifa hakkından
çocuğu mahkum edenlerde birikmiş para veya malını reşit olduğu zaman çocuğa teslim
etmeyenlere aynı ceza tatbik olunur.
Madde 24: Ücretle çalıştırılan çocukların ölümü halinde kanuni mirasçıları yoksa
birikmiş olan paraları bağlı oldukları yetiştirme yurduna intikal eder.
323
Madde 25: Bu kanunun yürütülmesi hususunda Milli Eğitim ve Sağlık ve Sosyal
Yardım Bakanlıkları işbirliği yaparlar.
Belediyelerce kurulacak müesseselerde bu kanun hükümlerini ve Milli Eğitim ve
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıklarınca tanzim edilen yönetmelik hükümlerine göre
çalışırlar.
Madde 26: Hayır dernekleri; köy ihtiyar heyetleri ve belediyeler, Sağlık ve Sosyal
Yardım ve Milli Eğitim Bakanlıklarıyla işbirliği ederler.
Kâfi miktarda parası bulunan hayır dernekleri müesseselerine yerleştirilen
çocukların bakım ücretleri; köy ihtiyar heyetleri, belediyeler veya bakanlıklarca ihtiyaç
görüldüğü nispette ödenir.
Madde 27: Bakanlıklar, bu kanunla kendilerine verilen görevlere ihtiyacın en çok
duyulduğu yerlerden başlayacaklardır.
Madde 28: Bakanlıklar ve belediyeler tarafından kurulacak anaokullarına, istekli ana ve
babalı çocuklarda ücret karşılığında alınabilirler.
Madde 29: Bu kanun ve yönetmeliğin tatbikatını incelemek ve daha iyi olmasını
sağlayacak tedbirleri tespit etmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’nda yılda bir defa
toplanmak ve en çok bir hafta sürmek üzere bir (Çocuk Koruma Genel Danışma Kurulu)
teşkil olunur.
Bu kurul üyeleri şunlardır:
1-Milli Talim ve Terbiye Dairesi’nden bir üye;
2-İlköğretim Genel Müdürü;
3-Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Danışma Kurulu’ndan bir üye;
4-Milli Eğitim, Sağlık ve Sosyal Yardım, Adalet, İçişleri ve Çalışma Bakanlıkları
temsilcileri;
5-Milli Eğitim Bakanlığı’nın tespit edeceği dört vali;
6-Milli Eğitim Bakanlığı’nın tespit edeceği dört belediye başkanı;
7-Milli Eğitim Bakanlığı’nın tespit edeceği 4 köy muhtarı.
8-Esas amacı çocuğa yardım olan hayır derneklerinin ve Kızılay’ın bir üyesi;
9-Açılmış yurtlardan bir müdür bir öğretmen ve bir hekim;
10-İki il milli eğitim müdürü ;
324
11-Üniversite veya yüksek tahsil müesseselerinden bir pedagog, bir çocuk hastalıkları
mütehassısı ve bir ruh hastalıkları mütehassısı;
12- Büyük iş müesseseleri sahiplerinden iki kişi;
13-Bir hayır kurumuna bağlı olmadan önemli bir bağışta bulunan veya tesis kuran iki
vatandaş.
Bu kurul Milli Eğitim Bakanı’nın başkanlığında toplanır.
Madde 30: 29’uncu maddedeki kurula Ankara dışından gelen üyelerin kanuni
harcırahları Milli Eğitim bakanlığı bütçesinden ödenir.
Uhdelerinde resmi bir vazife bulunmayanların harcırahlarının hesabında beşinci derece
aylık aslı esastır.
Madde 31: 29’uncu maddedeki amaçları sağlamak üzere il merkezlerinde ve ilçelerde
yılda üç defa toplanacak bir (il veya ilçe çocuk koruma kurulu) teşkil olunur. Bu
kurulun üyeleri şunlardır:
1-vali veya kaymakam;
2-belediye başkan;
3-bir belediye meclisi üyesi;
4-bir umumi meclis üyesi;
5-Milli eğitim ve Sağlık ve Sosyal Yardım müdürleri veya memurları ve hükümet
tabipleri;
6-iki öğretmen
7-iki iş sahibi
8-iki muhtar ;
9-esas amacı çocuk korunması olan hayır dernekleri temsilcileri;
10-bir hayır kurumuna bağlı olmadan önemli bağışta bulunan veya tesis kuran iki
vatandaş.
Bu kurul vali veya kaymamın başkanlığında toplanır.
Geçici madde: 1949 yılı bütçesinin sağlık ve sosyal yardım bakanlığı kısmının 701’inci
(kimsesiz ve metruk çocuklar genel giderleri) bölümündeki ödenekten sağlık ve sosyal
yardım ve milli eğitim bakanlıklarının teklifi üzerine gereken miktarını Milli Eğitim
Bakanlığı bütçesinde (Korunmaya Muhtaç Çocuklar Genel Giderleri) adı ile yeniden
açılacak bir bölüme aktarmaya maliye bakanı yetkilidir.
Madde 32: Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer
325
Madde 33: Bu kanunu sağlık ve sosyal yardım milli eğitim İç İşleri ve Maliye
Bakanları yürütür.
326
Ek 2: Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun (1957)
(Kabul Tarihi: 15.05.1957- Kanun No: 6972)
Madde 1: Beden, ruh ve ahlak gelişmeleri tehlikede olup;
a)Ana ve babasız
b)Ana ve babası belli olmayan
c)Ana ve babası tarafından terk edilen,
d)Ana ve babası tarafından ihmal edilip fuhuşa, dilenciliğe, alkollü içkileri, uyuşturucu
maddeleri kullanmaya ve serseriliği sürüklenmek tehlikesine maruz bulunan,
Çocuklara, (korunmaya muhtaç çocuklar) denir.
Yukarıda yazılı çocukların reşit oluncaya kadar bu kanun hükümlerine göre
kurulan müesseselerde bakılıp yetiştirilmeleri ve meslek sahibi edilmeleri hususunda
bulundukları mahallin sulh hukuk mahkemelerince gerekli tedbir kararları ittihaz olunur.
Madde 2: Birinci maddede yazılı vasıfları haiz bir çocuğun bulunduğunu zabıta, devlet
ve belediye memurları veya muhtarlar öğrendikleri takdir de keyfiyeti mahallin en
büyük mülkiye amirine haber vermeye mecburdurlar.
Mülkiye amiri bu çocuklardan haklarında derhal korunma tedbiri alınmasında
zaruret görülenleri; mahkeme kararı alınıncaya kadar bu kanuna göre kurulmuş
müesseselerden veya mevcut hayır müesseselerinden birine, bulunmadığı takdirde,
münasip görülecek bir aile nezdine masrafları birlik tarafından karşılanmak üzere
yerleştirilir.
Müstacel olmayan hallerde mülkiye amiri, çocuk hakkında tanzim edilmiş olan
evrakı lüzumlu karar verilmek üzere mahalli sulh hukuk mahkemesine tevdi eder.
Çocuğun anası, babası veya bunlardan birisi mevcut ise keyfiyeti, onlara da bildirilir.
Madde 3: Mahkeme, evrakı gönderilen çocuklardan korunması icap edenlerin
durumlarını göz önünde bulundurarak hangi şahıs aile veya müesseseye tevdi edilmeleri
gerektiği hususunda icabeden tedbir kararını ittihaz eder.
Haklarında tedbir kararı verilmiş bulunan çocukların emvali mevcutsa, kimin
tarafından idare edileceği, ana ve babaları veya bunlardan birisi sağ olup da yardım
327
edecek kudrette iseler, çocukların bakımlarına iştirak miktarı Türk Medeni anunu
hükümleri dairesinde, mahkemece tayin olunur.
Birinci fıkraya göre alınan korunma tedbirleri, lüzum görüldüğü takdirde
alakalıların teklifi üzerine mahkemece çocuk reşit olmadan evvel kaldırılabileceği gibi,
reşit olduktan sonra da rızası alınmak şartı ile devamı hususunda karar verilebilir.
Mahkemece verilen kararların bir sureti, alakalı mülkiye amirliğine gönderilir.
Madde 4: Bu kanunun birinci maddesinde yazılı vasıfları haiz olan çocukların bakılıp
yetiştirilmeleri ve bir meslek sahibi edilmeleri, vilayet hususi idareleri ile belediyelerin
müştereken kuracakları(birlikler) tarafından sağlanır.
Bu birliklere Maarif, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletleri her türlü yardımı
yapmakla mükelleftirler.
Madde 5: Dördünü madde de sözü geçen (birlikler), belediye kanunu hükümleri
gereğince kurulur. Bu birlikler tarafından çocuk bakım ve yetiştirme yurtları ve her türlü
tesisleri kurulması mecburidir.
Bir vilayet dâhilinde bakım ve yetiştirme yurtları kurulması mümkün olmadığı
takdirde, Maarif, Sıhhat ve İçtimai Muavenet ve Dâhiliye Vekâletlerinin tensibi ile civar
vilayetler müştereken bu tesisleri kurarlar.
Madde 6: Birinci maddede zikredilen vasıfları haiz bulunan ve öğretim çağına
gelmemiş olan çocuklar, sıhhat ve içtimai muavenet vekâletince, çocuk bakım yurtlarına
ve öğretim çağına girmiş olanlarda Maarif Vekâleti’nce yetiştirme yurtlarına alınır.
Çocuk bakımı yurtlarında öğretim çağına gelenler yetiştirme yurtlarına devrolunur.
Madde 7: Bakım ve yerleştirme yurtları ile bunlara bağlı her türlü tesislerdeki
çocukların sıhhi durumları ile meşgul olacak tabip ve memurlar Sıhhat ve İçtimai
Muavenet Vekaleti’nce, eğitim ve öğretimleri ile meşgul olacak öğretmen ve teknik
mutehassıs elemanlar Maarif Vekaleti’nce mahallen tayini gereken memur ve
müstahdemlerde birlik idari heyetince Umumi Heyet Konseyi’nde tesbit edilen
kadrolara göre tayin olunur. Bunların maaş ve bilcümle ücretleri ait oldukları alakalı
vekalet, diğer kadrolarla müceferrik masraflar ve ek görev karşılıkları ise birlik
bütçelerinden ödenir.
Birlikçe tayin edilen memur ve müstahdemler, belediyeler memur ve
müstahdemleri hak ve selahiyetlerine sahiptirler.
328
Madde 8: Bütün belediyeler ve vilayet hususi idarelerin ve bu kanunla verilen vazifeleri
görmek üzere, her yıl bütçelerine bir evvelki yıl tahsisatlarının en az yüzde biri
nispetinde koymaya ve ayrılan bu tahsisatı, bütçelerinin tasdikinden itibaren üç ay
içerisinde
bulundukları
Korunmaya
Muhtaç
Çocukları
Koruma
birliklerinin
bankalardaki fon hesaplarına yatırmaya mecburdurlar.
Bütçelerine bu maddedeki kanuni tahsisatı koymayan veya noksan koyan
mahalli idarilerin bütçelerini tasdike selahiyetli bulunan makamlar tarafından bu tahsisat
re’sen konur veya kanuni hadde iblağ olunur.
Madde 9: Dördüncü maddenin ikinci fırkası gereğince Maarif, Sıhhat ve İçtimai
Muavenet Vekaletleri her yıl bütçelerine , birliklerde istihdam edecekleri personel
masrafları hariç olmak ve en az bütün hususi idare ve belediyelerin bütçelerine
koyacakları tahsisatın yekunundan az olmamak üzere ihtiyaca göre ayrı ayrı tahsisat
koymaya mecburdurlar. Bu tahsisatın birliklere dağıtılması, her iki vekâletin müştereken
hazırlayacağı talimatnamedeki esaslara göre yapılır. Bu tahsisat, bütçenin tahsisinden
itibaren en çok iki ay içerisinde birlikler emrine gönderilir.
Madde 10: Bir vilayet dahilindeki belediyelerle vilayet hususi idare veya müsteki
belediye bütçelerine 8. madde gereğince konulan tahsisat, bu hususta hazırlanan
talimatnamede gösterilen şartları haiz bir yetiştirme yurdu tesisine kafi gelmediği
takdirde, alakadar vekaletlerin tensib edecekleri bir mahalde birlik kurarlar ve müşterek
yurtlar tesis ederler. Bu mümkün olmadığı takdirde ayni gayenin tahakkuku için ve bu
kanuna göre kurulan en yakın korunmaya muhtaç çocukları koruma birliklerinden
birisine, birliğe dahil diğer azaların hak ve selahiyetlerine sahip olarak girerler ve
bütçelerinden de aynı esaslar içerisinde ayırmış oldukları tahsisatları, o birliğin
bankadaki fon hesabına yatırırlar.
Madde 11: Kurulan birliklerin muhasebe işleri,devlet muhasebe usullerine uygun olarak
Divanı Muhasebata hesap vermekle mükellef muhasipler tarafından yürütülür.Birliğin
bütün işleri alakalı vekaletlerce teftiş ettirilir.
Madde 12: Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliğine dahil vilayetlerin valileri
veya teşkil edecekleri şahıslarla maarif, sıhhat ve içtimai muavenet, ziraat, bölge
çalışma, iktisat ve ticaret müdürleri birlik meclisinin, birlik merkezi bulunan vilayet
maarif müdürü ile sıhhat ve içtimai muavenet müdürü de birlik encümeninin tabii
azalarıdır.
329
Madde 13: Birlik encümenleri lüzumu halinde, artırma, eksiltme ve ihale kanununa
göre kendilerine tanınan selahiyetlerin bir kısmını veya tamamını birlik merkezi
dışındaki müesseselerin ihtiyaçlarını münhasır olmak üzere varsa belediye veya köy
meclisleri azalarından birinin iştirakı ile müessese mensuplarından teşkil edecekleri
komisyonlara devredebilirler.
Madde 14: Korunmaya muhtaç çocukları koruma birlikleri öğretim çağında olmayan
çocuklarla öğretim çağına gelmiş ve öğretim çağını aştığı halde bunu görmemiş olarak
teslim edilen çocukların bakım, korunma, eğitim ve öğretimi ile bu çocukların ilerde
mahalli, iktisadi, zirai ve sanayi gibi ihtiyaçları karşılayacak surette ameli bir meslek
sahibi olmaları için yetiştirme yurtları ve mahalli hususiyetleri göz önünde bulunduran
döner sermayeli işyerleri ve atelyeleri açar ve kurarlar ve ders programlarını buna göre
hazırlarlar.
Madde 15: Yetiştirme yurtlarında ilk öğretimini ikmal eden çocuklardan kabiliyet
gösterenler emsallerine tercihan maarif vekaletlerinin tayin ve tespit edeceği şartlar
dahilinde kabiliyet, alaka ve yaşlarına göre daha ileri tahsil yapmak üzere:
a) yatılı, yatısız her derecedeki genel tahsil müesseseleri ile meslek okul ve
müesseselerine yerleştirilmek,
b) umumi ve mülhak bütçeli daireler, hususi daireler belediyeler, 3659 sayılı
kanuna tabi müesseler ve sermayesinden yarısından fazlası devlete ait olan diğer
teşşekküller tarafından kurulmuş fabrikalar, müessese ve ziraat ve işletmelerine
veya hususi iş yeri ve meslek sahiplerinin yanına verilmek:
c) birlikler tarafından kurulmuş iş yerleri ve atelyelerde çalıştırılmak suretiyle birer
meslek veya sanat sahibi olacak şekilde yetiştirilirler.
Madde 16: umumi ve mulhak bütçeli, daireler ve hususi idareler, belediyeler 3659
sayılı kanuna tabi müesseseler ve sermayesinden yarısından fazlası devlete ait diğer
teşekküller: hizmetlerine aldıkları çocukları beslemek, giydirmek ve barındırmakla
mükelleftirler, hususi iş sahiplerinden talimatnamelerdeki şartları temin edenler tercih
olunur.
Madde 17: Hususi fabrika ve iş yerleri ile iş ve meslek sahibi yanına verilen çocukların
işverenler tarafından barındırılması, beslenmesi, giydirilmesi mümkün olmadığı hallerde
bu hususlar çocukların kendi yetiştirme yurtlarınca sağlanır veya bu hususta mahalli
tedbirler alınır.
330
Madde 18: 15 inci maddenin b ve c fıkraları gereğince iş yerlerine verilen ve yetiştirme
yurtlarında bakılan çocuklardan ücret mukabili çalıştırılanlardan yurt masrafları birlik
encümenince tayin edilecek nispetlerde kazançlarından çıkarılır. Çocuğun harçlığı da
ayrıldıktan sonra artarsa geri kalan kısım milli bankalarda çocuk namına açtırılan hesabı
cariye talimatnamede gösterilen müddet zarfında yatırılır. Çocuğun ücretinin başlama
zamanı ve miktarı yurt idaresi ile işveren arasında mahalli örf ve rayice göre tespit
olunur. Çocuğun harçlığı da yurt idaresi tarafından belirtilir.
Madde 19: Köylerde veya çiftçiler yanında ayni ücretler mukabili çalıştırılan çocuklara
verilen mallardan paraya tahvil edilenler bankalarda çocuk namına açılacak hesabı
cariye, satılmayanlar köy ihtiyar meclisleri tarafından kıymetlendirilerek çocuk adına
saklanır.
Madde 20: Bankalarda çocuk namına açılan hesabı cariden birliğin yetkili şahıslarının
vizesi olmadan para çekilmez. Çocuklar adına biriken para ve mallar reşit olduğu zaman
çocuğa aynen verilir. Türk Medeni Kanunun vesayet altındaki kimseye bırakılmış
mallar hakkındaki 398’inci maddesi hükmü bunlar için tatbik edilmez.
Madde 21: Bakılmak üzere aile ve hususi şahıslara verilen, çalıştırılan çocukların reşit
oluncaya kadar durumları, bu kanunun kendilerine yüklettiği vazife hudutları içinde
gerek alakadar vekâletlerce gerekse koruma birliklerince takip ve murakebe edilir.
Madde 22: Korunmaya muhtaç çocuklardan sağır, dilsiz, kör, vücutça sakat ve ruhen
arızalı ve intibaksız veya benzeri durumda olduklarında durumları hususi bir eğitimi
icab ettirenler için maarif vekâletince gerekli müesseseler kurulur. Buraya gönderilen
çocuklar müesseseye kabul edilmeden evvel bir müşahede devresi geçirirler.
Türk Ceza Kanununun 53, 54, 57 ve 58’inci maddelerine göre terbiye tedbirleri
icabeden çocuklar hakkında adliye vekâleti hususi yurtlar açar ve bu hususta maarif,
sıhhat ve içtimai muavenet vekaletleri ile iş birliği yapar.
Madde 23: 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanununun 158, 159 ve 160’ıncı maddeleri
ile iş kanunu hükümlerine tabi bütün müesseselerdeki çocukların eğitimi maarif
vekaletince de murakabeye tabidir. Eğitim bakımından hususlar eğitim memurlarının
yazılı ihtarı ile bir ay zarfında düzeltilir. Bu düzeltmeyi yapmayanların yanlarında çocuk
bulundurulmasına müsaade edilmez ve müesseseleri kapatılarak alakalı vekâletlere
bildirilir.
331
Madde 24: Yetiştirme yurtlarında bulunan çocuklar yurttan kaçacak olurlarsa zabıta
vasıtasıyla bulunarak geri getirilirler.
İş yerleri ile hususi şahıslar yanında barındırılan, çalıştırılan çocuklarda bağlı
oldukları yetiştirme yurdunun müsaadesi olmadıkça yerlerini değiştiremezler, terk
edemezler.
Yurtlar veya iş sahipleri yanında korunmakta ve yetiştirilmekte olan çocuklara
Türk Ceza Kanunu’nun 182’inci maddesinde yazılı fiilleri işleyenler hakkında mezkür
maddede yazılı cezalar verilir.
Madde 25: Korunmaya muhtaç çocukların korunma ve yetiştirilmesi için gerekli
tahsisatların kaynakları şunlardır:
a)bilumum hususi idare ve belediyelerin bütçelerine koydukları bir sene evvelki
tahsisatları en az yüzde birleri,
b)alakadar vekaletlerin bu maksatla bütçelerine koymuş oldukları tahsisattan
ayrılacak hisseler,
c)hakiki ve hükmi şahıslarla beynelmilel teşekküller tarafından birliklere
yapılacak ayni ve nakdi, menkul ve gayrimenkul bağışlar,
ç)vakfiyelerinde çocuğa yardım için tahsisat kabul etmiş bulunan mülhak ve
mazbut vakıflar adına mütevelliler ve vakıflar umum müdürlüğünce yapılacak
yardımlar,
d)yurtlar tarafından veya bunlar menfaatine verilecek müsamereler ve iş yurtları
ve diğer her türlü teşebbüs gelirleri, birliklere yapılacak bağışlarla her türlü gelirler,
bilumum vergi, resim ve harçlardan muaftır.
Madde 26: İş yerlerinde çalıştırılan çocukların ücretlerinden talimatnamede tespit
edilecek esaslar dairesinde, birlik ve çocuk hissesi olarak ayrılacak miktarları
müddetinde birliğe ve milli bankalara yatırmayanlarla, çocuklar reşit olduktan sonra
bankadan alınan paraların kendilerine iade etmeyenler hakkında üç aydan bir seneye
kadar hapis ve iki yüz liradan iki bin lira kadar ağır para cezası tatbik olur. Ayrıca
yatırılmayan paranın tazminine de hükmolunur.
Zamanında yatırılmayan paranın zimmete geçirilmiş olduğu tahakkuk ederse,
yukarıdaki fırkaya göre tayin edilecek cezalar, bir misli arttırılarak verilir.
332
Çocuğa ücret olarak verilen mallarla, çocuğa ait sair malları korunmayan veya
çocuğun bunlardan intifaına mani olanlar haklarında iki yüz liradan iki bin liraya kadar
ağır para cezası verilir ve bunları zimmetine geçirenler hakkında da ikinci fıkra hükmü
tatbik olunur.
Madde 27: Ücretle çalıştırılan çocukların ölümü halinde kanuni mirasçıları yoksa
birikmiş olan paraları, bağlı oldukları birliklere intikal eder.
Madde 28: Birlikler ve bunlara bağlı müesseseler vilayetlerce de selahiyetli kimselere
teftiş ettirilir. Birlikler teftişlerde tespit edilen noksanları gidermeye ve icabeden
tedbirleri almaya mecburdurlar.
Madde 29: Bu kanunun tatbikatı ile ilgili talimatname, kanunun neşrinden sonra en geç
altı ay içerisinde maarif, sıhhat ve içtimai muavelet ve dahiliye vekaletlerince
müştereken hazırlanır.
Madde 30: Bu kanun talimatnamede zikredilen hususlarla birliklerin yıllık faaliyet
raporları neticelerini tespit ve bu müesseselerin tekamül ve inkişafları için alınacak
tedbirler hakkında tavsiyelerde bulunmak üzere Maarif Vekaletinde her yıl bir defa
toplanmak üzere bir teşkil olunur.
Bu heyet azaları şunlardır:
a) Maarif, sıhhat ve içtimai muavenet dahiliye, adliye, milli, müdaafa çalışma, ziraat
ve işletmeler vekaletleri temsilcileri,
b) Üniversite veya yüksek tahsil müesseselerinden bir pedagog, bir çocuk ve ruh
hastalıkları mutehassısı, bir çocuk hukuku ve bir sosyal hukuk mutehassısı,
c) Maarif vekaletince tayin ve tespit edilen ve kurulan birliklerin onda biri nispetinde
vali, belediye reisi, sıhhat ve içtimai muavenet, maarif ve yurt müdürü,
d) Gerek doğrudan doğruya gerekse dolayısıyla çocuk koruma, bakımı, eğitimi ve
sağlığı gayesidir. Matuf olarak kurulan hayır cemiyetlerinden üçünün de birer
temsilcisi,
e) Büyük iş ve müessese sahiplerinden üç temsilci,
f) Bir hayır kurumuna bağlı olmadan önemli bir bağışta bulunan veya tesis kuran
şahıslardan iki kişi.
Bu heyet maarif vekili veya müsteşarın riyasetinde toplanır.
Madde 31: 30’uncu maddedeki heyete Ankara haricinden gelen azaların kanuni
harcırahları maarif vekaleti bütçesinden ödenir.
333
Madde 32: 5387 sayılı kanun meriyetten kaldırılmıştır.
Muvakkat madde 1: Öğretim çağına gelmemiş çocuklardan haklarında korunma kararı
verilenler bakım yurtları ikmal edilinceye kadar mahalli birlikler kararı ile bakım
ücretleri, birlikler tarafından ödenmek şartı ile çocuk esirgeme kurumu yuvalarında
barındırılırlar.
Muvakkat madde 2: Korunmaya muhtaç çocukların korunması gayesi ile bu kanunun
neşrinden evvel teşekkül etmiş olan birlikler, nizamnamelerini kanunun neşrinden
itibaren üç ay zarfında bu kanun hükümlerine intibak ettirmeye mecburdurlar.
Birlikten ayrılacak olan köylerin hukuk ve vecaibi bu kanunla intibak ettirilen
birliklere intikal eder.
Madde 33: Bu kanun neşri tarihinde meriyete girer.
Madde 34: Bu kanunu icraya, icra vekilleri heyeti memurdur.
334
Ek 3: Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun
(Kabul Tarihi: 12/Haziran/1959-Kanun No: 7355)
Madde 1: Sıhhat ve içtimai muavenet vekaletine bağlı bir Sosyal Hizmetler Enstitüsü
kurulmuştur sosyal hizmetler enstitüsünün vazifeleri şunlardır
a) Yoksullar arasında tetkikler yaparak yoksulluğun muhtelif sebeplerini araştırmak
ve bunlara yapılacak sosyal hizmetlerin şekil ve nev’ini tespit etmek; fertlerin
sosyal imkansızlıklarını izaleye ve toplum kalkınmasını temine yarayacak
tedbirleri araştırmak;
b) Gerek normal gerekse akıl veya bedence arızalı okul öncesi ve okul çağındaki
çocuklarla gençlerin ve geri kalmış çocukların bakılmasına, korunmasına ve
yetiştirilmesine ait sosyal hizmetleri programlamak ve tatbiki için alakalı Devlet
makamlarıyla sair teşekkül ve tesislere bildirmek;
c) Çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin tıbbi mahiyetteki bakım, tedavi ve
korunmaları ile alakalı bulma sosyal, psikolojik, pedagojik ait bilgi ve
mütalaaları ilgili makam, teşekkül ve tesislere bildirmek;
d) Resmi ve hususi rehabilitasyon müesseselerini murakabe çalışmalarını tanzim ve
işbirliği yapmalarına yardım etmek;
e) Umumi ve mülhak bütçeli dairelerle hususi idareler ve belediyeler ve her nevi
sosyal yardım işleriyle alakalı müessese ve teşekkürlerle sermayesinin
yarısından fazlası devlete ait müessese ve kurumlar, hayır cemiyetleri hususi
kanunlarla kurulmuş bankalar arasında sosyal hizmetler sahasında iş birliği
sağlayacak olan esasları araştırmak ve bunları tatbikata el verişli şekilde tespit
etmek;
f) Cemiyetler kanununa göre kurulan umumi menfaatlere hadim ve her nevi hayır
ve yardım cemiyetlerinin sosyal hizmetler sahasındaki faaliyetlerini koordine
etmek iş birliğini ve ahenkli bir şekilde çalışmalarını sağlamak, bütçelerinde
sosyal hizmetlere ayırdıkları tahsisatın verimli mahalline masruf olmasını temin
etmek maksadı ile mutaalada bulunmak;
335
g) Memleketimizde ve diğer memleketlerde mevcut sosyal hizmetler mevzuatının
inceleyerek bu hususta ki teknik, idari ve istatistik malumatı toplamak anket ve
etütler yaparak memleket ölçüsündeki sosyal hizmetler mevzuatının mesnetlerini
hazırlamak ve sosyal hizmetin gaye, ifade ve şümulünü umumi efkara tanıtacak
neşriyat ve faaliyetlerde bulunma
h) Yukarıdaki bentlerde belirtilen çeşitli vazifeleri yerine getirecek ve bunların
öğretimini sağlayacak sosyal hizmetler mütehassısları ile sosyal yardımcıları
yetiştirmeyi mahsus yüksek ve orta dereceli öğretimi yapmak üzere bir sosyal
hizmetler tesis etmek
Madde 2: Sosyal Hizmetler Enstitüsü’nün faaliyeti hakkında sıhhat ve içtimai muavenet
gerek bu hususta gerek muvafık görülen sosyal hizmet mevzularında mütalaada
bulunmak üzere bir sosyal hizmetler danışma konseyi kurulmuştur konseyin sıhhat ve
içtimai muavenet vekaletinin tasvibine iktiran eden karaları enstitünün çalışmalarında
göz önünde tutulur.
Konsey senede bir defa toplanarak azami beş günde işini bitirir, konsey görülen
lüzum üzerine Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili tarafından fevkalade olarak da
toplantıya çağırabilir.
Sosyal Hizmetler Danışma Konseyi Sıhhat ve içtimai muavenet vekilinin veya
onun veya tensip edeceği bir zatın riyaseti altında toplanır ve karalar ekseriyetle verilir.
Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti müsteşarı, Sosyal Hizmetler Enstitüsü
müdürü, Sosyal Hizmetler Akademisiyle müdürü ile Milli Müdafaa, Dahiliye Maarif,
Sıhhat ve İçtimai Muavenet, Gümrük ve İnhisarlar, Ziraat, Münakalat, Çalışma, Sanayi
ve İmal ve İskan Vekaletleri, Vakıflar Umum Müdürlüğü, Türkiye Cumhuriyeti Emekli
Sandığı Umum Müdürlüğü, İşçi Sigortaları Umum Müdürlüğü, İş ve İşçi Bulma
Kurumu Umum Müdürlüğü, Türkiye Kızılay Cemiyeti, Çocuk Esirgeme Kurumu,
Ulusal Verem Savaşı Derneği ve Yardım Sevenler Derneği’nin konseye gönderecekleri
birer temsilci konseyin tabii azalarıdır.
Hayır cemiyetlerinin çoğalması ve inkişafı halinde bunlardan münferiden veya
müçtemian hangilerinin temsilcilerini aza olarak alınacağı konseyin tensibi ile sıhhat ve
içtimai muavenet vekili tarafından tespit olunur.
336
Sosyal hizmetler sahasındaki malumat ve faaliyeti ile tanınmış zevattan dört kişi
Sıhhat ve İçtimai Muavenet vekili tarafından Müntehap aza olarak konseye seçilir.
Müntehap azanın seçimi üç yılda bir tekrarlanır. Bunların yeniden seçilmeleri caizdir.
Madde 3: Sosyal Hizmetler Danışma Konseyi azalarına her toplantı devresine mahsus
olmak üzere her sene Sıhhat Ve İçtimai Muavenet Vekaleti bütçesine konulacak
tahsisattan bir huzur hakkı verilir. Ankara dışından gelen azanın harcırahları 6245 sayılı
kanun hükümlerine göre ödenir.
Madde 4: Sosyal Hizmetler Enstitüsü bir müdür idaresinde bir müşavir ile umumi
sosyal hizmetler, tıbbi sosyal hizmetler, sosyal hizmetler etüd, dökümantasyon ve
istatistik şubelerinden ve sosyal hizmetler akademisinden teşekkül eder.
Madde 5: Müdür, enstitünün idari, teknik ve akademik faaliyetleri ile sair hususlarda
amiridir.
Müşavir enstitünün teknik ve akademik faaliyetleri hakkında müdürün yardımcısıdır.
Müdür icabında, şubelerle akademik çalışmalarını tanzim hususunda müşaviri
vazifelendirebilir.
Madde 6: Umumi Sosyal Hizmetler Şubesi, sosyal hizmetler mefhumuna giren
bilcümle faaliyetleri, yurdun sosyal ve ekonomik bünye ve imkanları bakımından tetkik
ederek gerekli teklifleri yapar.
Madde 7: Tıbbi sosyal hizmetler şubesi , sosyal hizmetlerin koruyucu, terbiye ve tedavi
edici tıbbi sosyal cephelerini (sosyal imkansızlıklarını giderme rehabilitasyon vesaire
gibi) ihtisas bakımından tetkik ve bunların memlekette tatbikine dair olan esasları
vaz’eder.
Madde 8: Sosyal Hizmetler Etüt, Dökümantasyon ve İstatistik Şubesi sosyal
hizmetlerin koordinasyonuna ifasına ve teşkilatlandırmasına el verişli olmak üzere
memlekette mevcut mevzuatı tetkik ederek gerekli tekliflerde bulunur.
Madde 9: Sosyal Hizmetler Akademisi, sosyal hizmetler mütehassısları ve sosyal
hizmet yardımcılarını yetiştirmek üzere yüksek ve orta ihtisas derecesinde nazari ve
ameli sosyal hizmet tedrisatını doğrudan doğruya veya üniversite vasıtasıyla yaptırır.
sosyal hizmet mütehasısı yetiştirerek mütehassıs diploması verecek yüksek öğretim
kısmı bir üniversite bünyesinde fakülte veya yüksek okul veya ayrı ihtisas şubesi
halinde teşkilatlandırılmak üzere Sıhhat ve İçtimai Muavenet, Maarif Vekaletleriyle
337
üniversite arasında müşterek karara varılarak iş birliği yapılır. Akademinin, lise ayarında
orta uzman yetiştirip sosyal yardımcı diploması veren orta kısmının öğretim süresi 3 yıl
olup sosyal yardımcı yetiştirir. Bu kısma ortaokullarla orta dereceli meslek okulları ve
ilk öğretmen okulları mezunları kabul edilir.
Akademi sosyal hizmet sahasında çalışmakta olanları, gerekli ilmi seviyeye
ulaştırmak üzere, muhtelif kurslar tertip ederek kurs mezunlarını sertifika verir.
Madde 10: Sosyal Hizmetler Enstitüsü müdürü, müşaviri, şube müdürleri ve Sosyal
Hizmetler Akademisi müdürü; Sosyal Hizmetler Akademisi yüksek kısmından veya
muadili yabancı memleketler müesseselerinden mezun olanlardan ve bu vasıfta eleman
bulunmadığı takdirde üniversite tıp hukuk ve siyasal bilgiler ve iktisat fakülteleriyle
yüksek öğretmen okulu mezunlarından olup sosyal ilim ve hizmetler sahasında faaliyet
ve neşriyatiyle tanınmış kimseler arasından Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletince
seçilerek tayin olunur.
Yukarıda zikredilen memuriyetlere tayin edileceklerin Fransızca, İngilizce,
Almanca, İtalyanca veya İspanyolca’dan birine hakkiyle vakıf olmaları şarttır.
Madde 11: Sosyal hizmetler enstitüsünün idari, teknik ve akademik faaliyetleriyle sair
hususları ve sosyal yardım merkezlerinin çalışma şekli ve idari işleri ve akademinin
yüksek ve orta kısımları ve mezunları ile kurs mezunlarının istihdam tarzları, vazife ve
salahiyet sahaları bir nizamname ile tespit olunur.
Madde 12: 4862 sayılı kanuna bağlı (1) sayılı cetvele bu kanuna bağlı (1) sayılı
cetvelde derece, unvan, adet ve maaşları yazılı kadrolar eklenmiştir.
Madde 13: 1959 mali yılı muvazenel umumiye kanuna bağlı (L) işaretli cetvelin Sıhhat
ve İçtimai Muavenet Vekaleti kısmına bu kanuna bağlı (2) sayılı cetvelde derece, unvan
ve adetleri yazılı karolar eklenmiştir.
Madde 14: Bu kanun neşri tarihinde meriyete girer
Madde 15: Bu kanun hükümlerini icraya Maliye, Maarif Sıhhat ve İçtimai Muavenet
vekilleri memurdur
338
KAYNAKÇA
Kitap ve Makaleler
Acar, Hakan. Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu (1921-1981), Ankara: Fişek
Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merlezi Vakfı, 2005.
Ağar, Tuğrul. “Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü 1964 Yılı Çalışmaları”, Sosyal
Hizmet Dergisi, Cilt:1, Sayı: 11, Ocak 1965.
Akbayrak, Hasan. “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, Cilt 9, Sasyı 52, Nisan
1988, s. 31-33.
Akgün, Seçil Karal. “Cumhuriyetin İlk Onbeş Yılında Bazı Basın Organlarında Çocuk”,
Bekir Onur (Yayına Hazırlayan), Cumhuriyet ve Çocuk, 2. Ulusal Çocuk
Kültürü Kongresi içinde, Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü ve Uygulama Merkezi,
1999.
Akgün, Seçil Karal ve Murat Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, Ankara: Kızılay,
2001.
Akın, Rıdvan. “Milli Mücadele Döneminde Yetimlere Bütçeden Ayrılan Pay”, Savaş
Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç
(edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, s. 119-122, 2003.
Akın, Veysi. “Amerika’daki Türklerin Milli Mücadele Yetimlerine Yardımları”, Savaş
Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, (edt.) Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin
Koç (Edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kâğıtçılık, s. 123–140, 2003.
Akın, Yiğit. “’Fazilet Değil Vazife İstiyoruz!’ Erken Cumhuriyet Dönemi Sosyal
Tarihçiliğinde Dilekçeler”, Toplum ve Bilim, no.99, Kış 2003/2004:s. 98-128.
Akın, Yiğit. “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar”- Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve
Spor, İstanbul: İletişim yayınları, 2004.
Akol, Osman, K.. Topyekün Çocuk Meselesi, Ankara: Akın Matbaası, 1954.
Aksoy, Muammer. “Korunmaya Muhtaç Çocuklarla İlgili Kanun Hükümlerinin ve
TeşkilatınYeni Anayasamıza Uygun Bir Hale Getirilmesi Zorunluluğu”, II. Milli
Sosyal Hizmetler Konfernası–Ankara 5–8 Mayıs 1962 içinde, T.C. SSYB,
Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara: Akın Matbaası.
Akşit, Elif Ekin. Kızların Sessizliği-Kız Enstitülerinin Uzun Tarihi, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2005.
339
Akyüz, Emine. Çocuğun Haklarının ve Güvenliğinin Korunması, Ankara: Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2000.
Akyüz, Yahya. “Türkiye’de Anaokullarının Kuruluş ve Gelişim Tarihçesi”, Çocuk
Kültürü, 1.Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi Bildirileri içinde, Bekir Onur
(Yayına Hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama
Merkezi Yayını, 1997.
Akyüz, Yahya. Türk Eğitim Tarihi, İstanbul: Alfa Yayınları, 1999.
Alada, Adalet. “Türk Belediyeciliğine Kronolojik Yaklaşım (1930-1990”, Türk
Belediyeciliğinde 60 Yıl Uluslararası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990
Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına
Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990.
Albayrak, Hasan. “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, 52, Nisan 1988.
Alkan, Mehmet Ö.. “1856-1945 Yılları Arasında İstanbul’da Sivil Toplum Örgütleri,”
A.N. Yücekök, I. Turan ve M.Ö. Aklan (der.) Tanzimat’tan Günümüze
İstanbul’da STK’lar içinde, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih
Vakfı, 1998.
Alkan, Mehmet Ö.. “Sivil Toplum Kurumlarının Hukuksal Çerçevesi 1839-1945”,
Tanzimat’tan Günümüze İstanbul’da STK’lar, A.N. Yücekök, İ. Turan, M.Ö.
Alkan (Edt.), İstanbul: Tarih Vakfı Yayını, 1998.
Altun, Fahrettin. Modernleşme Kuramı: Eleştirel Bir Giriş, İstanbul: Küre Yayınları,
2005.
Anglin, James P. “Residential Care for Children and Youth in Canada”, M. Gottesman
(edt.) Residential Care: An International Reader, London: Fice International,
1991.
“Ankara Mebusu Âliye Temuçin’in, Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkındaki 5387
Sayılı Bâzı Maddelerin Değiştirilmesine Dair Kanun Teklifi ve Dahiliye ve
Muvakkat Encümneleri Mazbataları (2/195)”, TBMM Zabıt Cerideleri, Devre
10, İçtima 3, 21.12.1955.
Arda, Berna. “Cumhuriyet Dönemi Sağlık Politikalarında Çocuğun Yeri”, Cumhuriyet
ve Çocuk, 2. Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi içinde, Bekir Onur (Yayına
Hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü ve Uygulama Merkezi, 1999.
Aries, Philippe. Centuries of Childhood: A Social History of Family Life, New York:
Vintage Books, 1962.
340
Atnur, İbrahim Ethem. Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi (19151923), Ankara: Babil Yayıncılık, 2005.
Aybay, Rona. Robert Owen, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1970.
Aytaç, Ahmet Murat. “1960 Sonrası Düşünüşte Siyaset ve Toplum İlişkileri: Berkes,
Küçükömer ve Mardin Üzerine Deneme”, Toplum ve Bilim, S.106, 7-42, 2006.
Başyurt, Erhan. Ermeni Evlatlıklar–Saklı Kalmış Hayatlar, İstanbul: Karakutu
Yayınları, 2006.
Berman, Marshall. Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, 2.baskı, İstanbul: İletişim
Yayınları, 1999.
Bilge, Yakup. Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul: Zvi-Geyik
Yayınları, 2001.
B.M. Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi. Çocukların Müesseselerde Bakımı, Osman
Yaşar (Çev.), Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sosyal Hizmetler
Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı: 14, 1957.
Boyden, Jo. “Childhood and the Policy Makers: A Comparative Perspective on the
Globalization of Childhood”, Allison James ve Alan Prout (Edt.) Constructing
and Reconstructing Childhood: Contemporary Issues in the Sociological
Study of Childhood, London: Falmer Presss, 1997.
Brauer, Jerald. “Church, State and Social Welfare”, The Social Service Welfare, Cilt
39, No: 3, 1965, s. 271- 282.
Brown, Anna Welles. “İstanbul’da Yetimhaneler”, İstanbul 1920 içinde, Clarence
Richard Johnson (edt.), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995.
Buğra, Ayşe. Devlet-Piyasa Karşıtlığının Ötesinde, İstanbul: İletişim yayınları, 2000.
Buğra, Ayşe. “Ekonomik Kriz Karşısında Türkiye’nin Refah Rejimi”, Toplum ve
Bilim, no.89, 2001, s. 22-30.
Buğra, Ayşe. “Devletçi Dönemde Yoksulluğa Bakış ve Sosyal Politika: ‘Zenginlerimiz
Nerede?”, Toplum ve Bilim, no.99, Kış 2003/2004: 75-97.
Buğra, Ayşe. “Poverty and Citizenship: An Overview of the Social-Policy Environment
in Republican Turkey”, International Journal of Middle East Studies, 39, 2007,
s. 33-52.
Bumin, Kürşat. Batı’da Devlet ve Çocuk, İstanbul: Alan Yayıncılık, 1983.
Byrne, Tony ve Colin Padfield. Social Services, London: Made Simple Boks, 1990.
341
Carr, Edward Hallet. Tarih Nedir? Misket Gizem Gürtürk (Çev.), İstanbul: Birikim
Yayınları, 1980.
Checland, Olive. Philanthropy in Victorian Scotland, Edinburgh: John Donald Publ.
Ltd., 1980.
Cihan, Ahmet ve İlyas Doğan. Osmanlı Toplum Yapısı ve Sivil Toplum, İstanbul: 3F
Yayınevi, 2007
Cılga, İbrahim. “Türkiye’de Sosyal Hizmet Eğitiminin Başlangıcı”, Sosyal Hizmet
Sempozyumu içinde, Kasım Karataş (Edt.), Ankara: T.C. Başbakanlık Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ve H.Ü Sosyal Hizmetler Yüksekokulu
ortak yayını, 2001.
Clark, John. “The Comfort of Strangers: Social Work in Context”, A Crisis in Care?
Challanges to Social Work içinde, John Clark (edt.), London: Sage Publications,
1993.
Colton, Matthew ve Walter Hellinckx. “Residential and Foster Care in the European
Community: Current Trends in Policy and Practice”, British Journal of Social
Work, 24, 1994, s. 559-576.
Cunbur, Müjgan. “Atatürk Döneminde Kadın Eğitimi”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, Sayı 23, Cilt: VIII, Mart 1992.
Cunningham, Hugh Children and Childhood in Western Society since 1500, (4.
baskı) London and New York: Longman, 1998.
Çanlı, Mehmet. “Eytam İdaresi Sandıkları ve Osmanlı Devlerinde Yetimlerin Ekonomik
Haklarının Korunması”, Savaş Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine
Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık,
2003, s. 59-86.
Çavuşoğlu, Turgay. Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu–Himaye-i Etfal Cemiyeti (30
Haziran 1921–5 Mayıs 1981), İstanbul: Beyaz Gemi Yayınları, 2001.
Çavuşoğlu, Turgay ve Kenan Topçu. “Kazım Karabekir’in Sosyal Hizmet Çalışmaları”,
Sosyal Hizmetler Dergisi, Cilt 2, Sayı 13, 2002, s. 46-54.
Çavuşoğu, Turgay, Seval Çetin ve Kenan Topçu, “İlk Korunmaya Muhtaç Çocuklar
Kanunu’nun Çıkmasında Çocuk Esirgeme Kurumu Projesi ve Cumhuriyet Halk
Partisi Meclis Grubu Raporunun Etkileri”, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği
Genel Merkezi, 6. Ulusal Sosyal Hizmetler Konferansı, Küreselleşme, Sosyal
Adalet ve Sosyal Hizmetler, 20-22 Mayıs 2004 Ankara içinde, Ankara: Sosyal
Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi Yayını, yayın no: 9.
342
Çavuşoğlu, Turgay. Sosyal Hizmetlerin Yakın Tarihinden Sayfalar, Ankara: SABEV
Yayınları, 2005.
Çengelci, Ethem. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Ankara: Aydınlar
Matbaası, 1998.
Çiğdem, Ahmet. Bir İmkân Olarak Modernite, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997.
Çocuk Esirgeme Kurumu Merkezi–İzmir. Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler
Yaptı; Çocuk Davamız, İzmir: Meşher Basımevi, 1946.
“Çocuk Esirgeme Kurumu 24 Yaşında”, Çocuk, C. 9, S. 10.
Deacon, Alan. Perspectives on Welfare, Open University Pres, 2002.
Dingwall, R. ve Eekelaar, J. “Families and the State: An Historical Perspective on the
Public Regulation of Private Conduct”, Law &Policy, Vol. 10, No. 4 (October
1988), s. 341-361.
Donajgrodski, A.P.. Social Control in Nineteenth Centry Britan, Croom Helm, 1977
ve G. Stedman Jones, Outcast London: A Study in Relationship
Between Classes in Victorian Society, Oxford, 1977.
Donzelot, Jacques. “The Promotion of the Social”, Economy and Society, Vol. 17, No.
3 (August 1988), s.395-427.
Donzelot, Jacques. The Policing of Families, Baltimore and London: John Hopkins
University Press, 1997.
Dölen, Emre. “Sanayi Mektebi”, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 6.
Dönmezer, Sulhi. “Garp Memleketlerinde ve Memleketimizde Çocuk Suçluluğunun
Umumi İnkişafları”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943.
DPT, 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Çocuk Özel İhitsas Raporu, Ankara: DPT Yayını,
1994.
Driver, Felix. Power and Pauperism: The Workhouse System, Cambridge:
Cambridge University Press, 1993.
Duben, Alan. Kent, Aile, Tarih, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.
Ducci, Valerio. “Beyond the Orphanage: The Process of Deinstitutionalizing Children in
Italy. Post-War Developments”, Children in Institutions: The Beginning of the
End?, Unicef Innocenti Research Centre, 2003.
Duyar, İzzet ve Barış Özener. Çocuk İşçiler, Ankara: Ütopya Yayınevi, 2003
343
Enç, Mithat. Korunmaya ve Özel Eğitime Muhtaç Çocuklar Hakkında Rapor,
Ankara: T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, V. Milli Eğitim Şurası Dökümanları, No:5,
Milli Eğitim Basımevi, 1952.
Englander, David. Poverty and Poor Law Reform in Britain: From Chodwick to
Booth, 1834-1914, London: Longman, 1998.
Erdem, Y. Hakan. Osmanlıda Köleliğin Sonu 1800-1909, 1. Basım, İstanbul: Kitap
Yayınevi, 2004.
Erder, Sema. “Kentlerdeki Enformel Örgütlenmeler, ‘Yeni’ Eğilimler ve Kent
Yoksulları ya da Eski Hamamdaki Yeni Taslar”, 75 Yılda Değişen Kent ve
Mimarlık içinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998.
Ergöçmen, Banu Akadlı ve Ergül Tunçbilek. “Cumhuriyetin Kuruluşundan Günümüze
Çocuk Nüfusundaki Gelişmeler”, Çocuk Kültürü, 1.Ulusal Çocuk Kültürü
Kongresi Bildirileri içinde, Bekir Onur (yayına hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk
Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, 1999.
Ergin, Osman. Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul: Osmanbey Matbaası, 1942.
Erguncu, Hasan. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar Sorununun Sosyal Hizmetler Alanı
İçinde İncelenmesi”, Sosyal Hizmet, Yıl. 3, Sayı. 7, Ocak, Şubat, Mart 1997, s.
23-35.
Erkan, A. Rıza ve Gönül Erkan. “Darüleytamlar”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Hizmetler Yüksek Okulu Dergisi, Cilt 5, Sayı 1, Ocak 1987, s. 61-68.
Ertuğrul, A. Necati. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar Davasının Tarihçesi ve Bugünkü
Hizmetler Hakkında Rapordur”, Sosyal Hizmet, Nisan 1963, C.1, S.8. s. 10-15.
Erzen, Edip Ünal. Çocuk Davası, Mesleki Seri: 4, İstanbul, Vaki Matbaası, 1943.
Esping-Andersen, Gosta. The Three Worlds of Welfare Capitalism, Princeton
University Press, Princeton, New Jersey, 1990.
Esping-Andersen, Gosta. “Toplumsal Riskler ve Refah Devletleri”, Ayşe Buğra ve
Çağlar Keyder (Der.), Sosyal Politika Yazıları içinde. İstanbul: İletişim
Yayınları, 2006.
Fer, Muslih. “Muslih Fer’in Konuşması”, II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı
Ankara 5-8 Mayıs 1962 içinde, Ankara: T.C. SSYB, SHGB Yayınları, Sayı 23,
1962.
344
Fer, Muslih. “Muslih Fer’in ‘Korunmaya Muhtaç Çocuklar’ Başlıklı Tebliği”, Feyyaz
Gölcüklü (Der.), Korunmaya Muhtaç Çocuklar, İstanbul: İktisadi Araştırmalar
Vakfı, 1970.
Fer, Muslih. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar”, Sosyal Hizmet Dergisi, C.6, S. 5, ŞubatMart-Nisan 1974.
Ferguson, Harry. Protecting Child in Time: Child Abuse, Child Protection, and the
Consequences of Modernity, VA, USA, Palgrave Macmillan, 2004.
Fındıkoğlu,”Çocukları Kurtarma Yurdu”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943.
Fişek, Gürhan. “Türkiye’de Çocuk Emeği Çalışmalarına Genel Bakış”, Çocuk Kültürü,
1.Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi Bildirileri içinde, Bekir Onur (yayına
hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi
Yayını, 1999.
Foucault, Michel. Cinselliğin Tarihi 1, Hülya Tufan (Çev.), 2. baskı, İstanbul: Afa
Yayınları, 1993,
Foucault, Michel. Entelektüelin Siyasi İşlevi, Işık Ergüden, Osman Akınhay ve Ferda
Keskin (Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000.
Foucault, Michel. Deliliğin Tarihi, Mehmet Ali Kılıçbay (Çev.), 4. Baskı, Ankara:
İmge Kitapevi, 2007.
Fraser, Derek. “The English Poor Law and The Origins of the British Welfare State”,
The Emergency of the Welfare State in Britain and Germany içinde, J.
Mommsen (edt), London: Croom Helm, 1981.
Friedlander, A. Walter. Sosyal Refah Hizmetine Başlangıç, Dil-Resan Taşçıoğlu
(Çev.), Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Genel
Müdürlüğü Yayınları, Sayı: 44, 1966.
Franklin, Bob. “Giriş”, Çocuk Hakları içinde, Bob Franklin (Der.), 1. basım, İstanbul:
Ayrınt Yayınları, 1993.
Giddens, Anthony. Modernliğin Sonuçları, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1994.
Gillin, John Lewis; Clarence g. Dittmer ve diğerleri. Social Problems, New York:
Appleton-Century-Crofts, Inc., 1952.
Gladstone, David. The Twentieth Century Welfare State, Londra ve New York:
Macmillan Press Ltd, 1999.
Godbout, Jacques T.. Armağan Dünyası, Dilek Hattatoğlu (Çev.), İstanbul: İletişim
Yayınları, 2003.
345
Goffman, Erving. Asylums, New York: Anchor Books Doubleday, 1959.
Göbelez, Selen. “The History of Social Services in Republican Turkey: Social Change,
Professionalism and Politics. The History of Social Services in Republican
Turkey: Social Change, Professionalism and Politics”, (Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Boğaziçi University, Atatürk Institute for Modern Turkish History,
2003.)
Gökçatı, M. Ali. Dünyada ve Türkiye’de Belediyecilik, İstanbul: Ozan Yayıncılık,
1996.
Gökçe, Birsen. Memleketimizde Cumhuriyet Devrinde Kimsesiz Çocuklar Sorunu,
T.C. SSY Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Yayın No: 55,
1971.
Gökçe, Birsen. Cumhuriyet Döneminde Çocuk ve Gençlere Ait Yasal Düzenlemeler
ve Yayınlar, Ankara: T.C. Gençlik ve Spor Bakanlığı, 1983.
Göle, Nilüfer. “Batı Dışı Modernlik: Kavram Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasi
Düşünce Modernleşme ve Batıcılık içinde, Uygur Kocabaşoğlu (Edt.), 3.baskı,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2004.
Gönencan, Zahit. “Atatürk ve Sosyal Güvenlik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Cilt VII, Kasım1990, Sayı: 19.
Gül, Songül Sallan. Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa!, İstanbul: Etik Yayınları,
2004.
Güneş, Günver. “Cumhuriyet'in İlk Yıllarında Halkçılığa Doğru İzmir’de Çocuk
Yurtları”, Bilgi ve Bellek, Yıl:1, Sayı:1, Kış 2004, s. 180–93.
Gürkan, Ülker, “Evlâd Edinme ve Beslemelerin Hukuki Durumu”, Adnan Gürz ve Peter
Benedict (edt.), Türk Hukuku ve Toplumu Üzerine İncelemeler içinde, Ankara:
Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, 1974.
Güven, Özbay. “Osmanlı’dan Cumhuriyete Gençlik ve Spor Bayramları”, Toplumsal
Tarih, Sayı: 65, Mayıs 1999, s. 33-38.
Güven, Sami. Sosyal Politikanın Temelleri, 2. baskı, Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları,
1997.
Habermas, Jürgen. Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İstanbul: İletişim Yayınları,
1997.
Halkacı, Kutsi. Çocukları Esirgemenin Modern Tekniği, İstanbul: TÇEK, İstanbul
Merkez Hey’eti Neşriyatı, Sayı: 3, 1937.
346
Hall, Stuart. “Introduction,” Formation of Modernity, Stuart Hall ve Bram Gieben
(edt.), 4.baskı, Polity Pres in association with the Open University, 1995.
Hardiker, Pauline, Ken Exton ve Mary Barker, “The Social Policy Context of
Prevention in Child Care”, British Journal of Social Work, 1991, No. 21, s. 341359.
Hayden, Carol. State Child Care Practice: Looking after Children? Philadelphia,
PA, USA: Jessica Kingsley Publishers, 1999.
Hawes, Joseph M. The Children’s Rights Movement, A History of Advocasy and
Protection, Boston: Twayne Publishers, 1991.
Hendrick, Harry. “Construction and Reconstructions of British Childhood: An
Interpretive Survey, 1800 to the Present”, Constructing and Reconstructing
Childhood: Contemporary Issues in the Sociological Study of Childhood
içinde, Allison James ve Alan Prout (edt.), Londra: Falmer Press, 1997.
Hendrick, Harry. Children, Childhood and English Soceity, 1880-1990, Cambridge:
Cambridge University Pres, 1997.
Heywood, Colin. Baba Bana Top At! Batı’da Çocukluğun Tarihi, İstanbul: Kitap
Yayınevi, 2003.
Hewitt, M. “Bio-Politics and Social Policy: Foucault’s Account of Welfare”, Theory,
Culture and Society, Vol. 2, No. 1, 1983, s. 67-84.
Hirst, P. “The Genesis of the Social,” Politics and Power, No. 3, 1981, s. 67-82.
Holmes, Mary Caroline. Urfa’da Ermeni Yetimhanesi (1919-1921), Vedii İlmen
(Çev.), 1. Basım, İstanbul: Yaba Yayınları, 2005.
Horn, Pamela. Children’s Work and Welfare, 1780-1890, London: Cambridge
University Press, 1995.
Howe, David. “Modernity, Postmodernity and Social Work”, British Journal of Social
Work, 24, 1994, s. 513-532.
Huntington, Elizabeth Dodge. “Toplumsal Örgütlenme”, İstanbul 1920 içinde, Clarence
Johnson (edt.), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995.
Ignatief, M. “State, Civil Society and Total Institutions: A Critique of Recent Social
Histories of Punishment”, Social Control and the State: Historical and
Comparative Essays içinde, S. Cohen an A. Scull (edt.), Oxford: Basil
Blackwell, 1983.
347
Işık, İ. Emre. “Batı Toplumlarında Rasyonelleşme, Tımarhane ve ‘homo-medicus’un
Doğuşu”, Toplumbilim, Sayı 13, Temmuz 2001.
Innes, Joanna. “State, Church and Voluntarism in European Welfare, 1690-1850”,
Charity, Philanthropy and Reform, From 1690s to 1850 içinde, Hugh
Cunningham ve Joanna Innes (edt.), New York: St. Martin’s Press, 1998.
İktisadi Araştırmalar Vakfı. Korunmaya Muhtaç Çocuklar, İstanbul, 1970.
İnanç, Veli. “Osmanlı Devletinde Yetimlerin Haklarının Korunması”, Savaş ÇocuklarıÖksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), kendi
yayınları, İstanbul: Umut Kâğıtçılık, 2003, s. 19–32.
İslamoğlu, Huri. Neden Avrupa Tarihi?, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997.
İstanbul Kültür Direktörlüğü. İstanbul İlkokullarında Çocukları Koruma İşleri.
İstanbul: Marifet Basımevi, 1937.
İstanbul Ansiklopedisi. Hilal-I Ahmer Cemiyeti, Cilt 4, 1994, s.72-73.
İstanbul Ansiklopedisi. Darüleytamlar, Cilt 2, 1994, s. 558-559.
Jenks, Chris. Childhood, Londra ve New York: Routledge, 1996.
Jonson, Louise, C., Charles L. Schwartz ve Donald S. Tate. Social Welfare: A
Response to Human Need, (4.baskı), Boston ve Londra: Allyn ve Bacon, 1997.
Johnson, Clarence Richard (edt.). İstanbul 1920, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2000.
Kağıtçıbaşı, Çiğdem. Çocuğun Değeri: Türkiye’de Değerler ve Doğurganlık,
İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 1980.
Kağıtçıbaşı, Çiğdem. “Türkiye’de Değişen Aile ve Çocuğun Değeri”, Toplumsal
Tarihte Çocuk içinde, Bekir Onur (yayına hazırlayan), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 1994.
Karabekir, Kâzım. Çocuk Davamız 1, İstanbul: Emre Yayınları, 1995.
Karabekir, Kâzım. Çocuk Davamız 2, İstanbul: Emre Yayınları, 1995.
Karabekir, Kâzım. Çocuklara Öğütlerim, İstanbul: Emre Yayınları, 1995.
Karakışla, Yavuz Selim. “Savaş Yetimleri ve Kimsesiz Çocuklar: ‘Ermeni’ mi, ‘Türk’
mü?” Toplumsal Tarih, Sayı: 69, Eylül 1999 s. 46-55.
348
Karal Akgün, Seçil. “Cumhuriyetin İlk Onbeş Yılında Bazı Basın Organlarında Çocuk”,
Cumhuriyet ve Çocuk, 2. Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi içinde, Bekir Onur
(Yayına Hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü ve Uygulama Merkezi, 1999.
Karal Akgün, Seçil ve Murat Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a I-II, Ankara:
Kızılay, 2001.
Karaömerlioğlu, M. Asım,“Köy Enstitüsü Üzerine Düşünceler”, Toplum ve Bilim, Sayı
76, Bahar 1998, s. 56-85.
Karpat, H. Kemal, Osmanlı Modernleşmesi, Ankara: İmge Kitabevi, 2002.
Kasaba, Reşat. “Modern Neden Hala Önemli?”, Bilanço 1923 -1998, İstanbul: Tarih
Vakfı Yayınları, 1999.
Kasaba, Reşat, “Eski ile Yeni Arasında Kemalizm ve Modernizm”, Türkiye’de
Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde, 3. baskı, Sibel Bozdoğan ve Reşat
Kasaba (edt), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2005.
Kaya, Ayhan, “Yurttaşlık, Azınlıklar ve Çok Kültürlülük”, T.H. Marshall ve T.
Bottomore, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde, (Çev.) Ayhan Kaya,
Ankara: Gündoğan Yayınları, 2000, s.135-169.
Kazıcı, Ziya. İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul: Marifet Yayınları, 1985.
Kazıcı, Ziya, Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi, İstanbul: Kültür Basın Yayın Birliği,
1987.
Keyder, Çağlar. Ulusal Kalkınmacılığın İflası, İstanbul: Metis Yayınları, 1993.
Kemppainen, Martti, “Residential Child and Youth Care in Finland”, M. Gottesman
(edt.) Residential Care: An International Reader, London: Fice International,
1991.
Kılıç, Eşref, “Yaygın Eğitim”, Cumhuriyet Döneminde Eğitim içinde, İstanbul: Milli
Eğitim Basımevi, 1982.
Kıranlar, Safiye. “Savaş Yıllarında Türkiye’de Sosyal Yardım Faaliyetleri (19141923)”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve
İnkılap Tarihi Anabilim Dalı) 2006.
Kırbaç, Safiye, “Osmanlı Belgelerine Göre Birinci Dünya Savaşı Yıllarında
Almanya’ya Gönderilen Darüleytam Talebeleri”, Savaş Çocukları-Öksüzler ve
Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları),
İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 86-104.
Kırzıoğlu, M. Fahrettin, Kazım Kârabekir, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1991.
349
“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve
İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım
Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” TBMM Zabıt
Ceridesi, Devre VIII, Cilt 19/2, 1949.
“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı
Meclis Görüşmeleri” TBMM Zabıt Ceridesi, Birleşim 90, Oturum 1, 23.5.1949.
Koç, Aylin. “Öksüz ve Yetim Çocuklar için Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu:
Darüşşafaka”, Savaş Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, (edt.) Emine
Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003,
s. 183-194.
Konanç, Esin. “Çocuk Suçluluğu”, Adnan Güriz ve Peter Benedict (Edt.), Türk
Hukuku ve Toplumu Üzerine İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma
Vakfı Yayınları, No: 1, 1974.
Kongar, Emre. Sosyal Çalışmaya Giriş, Ankara: Sosyal Bilimler Derneği Yayınları,
1972.
Koray, Meryem. Sosyal Politika, Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, 2000.
Koşar, Nesrin Güran. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar”, Sosyal Hizmetler Yüksekokulu
Dergisi, Cilt 5, Sayı 1, 1987, s. 69-74.
Koşar, Nesrin Güran. Sosyal Hizmetlerde Aile ve Çocuk Refahı Alanı, 2. baskı,
(kendi yayını), Ankara: MN Ofset, 1992.
Köker, Levent. Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim Yayınları,
1993.
Köksal, Duygu. “Cumhuriyetin Çocukluğu”, Toplumsal Tarih, Sayı: 40, Nisan 1997, s.
7-12.
“Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan
Kaldırılmasına dair Ek Sözleşmenin onaylanmasının uygun bulunduğu hakkında
Kanun,” Kabul Tarihi: 27 Aralık 1963. Resmi Gazetede Yayınlanma Tarihi: 6
Ocak 1964. Düstur, Beşinci Tertip, Cilt 3, 1. Kitap. Ankara: Başbakanlık Devlet
Matbaası.
Köstüklü, Nuri, “Kâzım Karabekir’in Açtığı Okullar”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,
Sayı 5, Temmuz 1985, İstanbul, s. 31-35.
Krieken, Robert van. “Social Theory and Child Welfare: Beyond Social Control”,
Theory and Society, Vol. 15, No. 3. Mayıs 1986.
350
Kurt, Abdurahman. “Tanzimat Döneminde Koruyucu Aile Müesseseleri”, SosyoKültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi 2, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile
Araştırma Kurumu, 1992.
Kut, Sema. Sosyal Hizmet Mesleği, Nitelikleri, Temel Unsurları, Müdahale
Yöntemleri, Ankara, Kendi yayını, 1988.
Libal, Kathryn. “The Children’s Protection Society: Nationalising Child Welfare in
Early Republican Turkey”, New Perspective on Turkey, no: 23, 2000, s. 53-78.
Lindeman, Jurgen. “Residential Care and Education in Sweden”, M. Gottesman (edt.),
Residential Care: An International Reader, London: Fice International, 1991.
Llorente, Angeles Garcia ve Laura Martinez-Mora. “The Process of
Deinstitutionalization in Spain” Children in Institutions: The Beginning of the
End? Unicef Innocenti Research Centre, 2003.
Malik, Hilmi A. “Çocuk Kulüpleri” İnci Enginün ve diğerleri (Hazırlayanlar), Atatürk
Devri Fikir Hayatı II içinde, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981
Malik, Hilmi A. İnkilâp Yolunda, Ankara: Kitap Yazanlar Kooperatifi, 1933.
Marx, Karl. Kapital, (Birinci Cilt), 3. Baskı, Alaatin Bilgi (Çev.), Ankara: Sol
Yayınları.
Marshall, T.H. ve T. Bottomore. Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, Ayhan Kaya
(Çev.), Ankara: Gündoğan Yayınları, 2000.
Metinsoy, Murat. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Savaş ve Gündelik Yaşam,
İstanbul: Homer Kitabevi, 2007.
Meyer, Henry J.. “Social Work”, International Encyclopedia of Social Sciences, The
Macmillan Company & The Free Pres, 1968.
Midgley, James. Social Welfare in Global Context, London: Sage Publications, 1997.
Milli Eğitim Bakanlığı, Yetiştirme Yurtları İç Yönetmeliği, İstanbul: Milli Eğitim
Basımevi, 1952.
Mithat Paşa, Hayatım İbret Olsun (Midhat Paşa’nın Hatıraları), Osman Selim
Kocahasanoğlu (yayına hazırlayan), 1. Cilt, İstanbul: Temel Yayınları, 1997.
Mommsen, W.J. (der.) The Emergency of Welfare State in Britain and Germany,
Croom Helm, Londra, 1981.
351
Monkkonen, Eric, H. “Nineteenth Century Institutions: Dealing With the Urban
‘Underclass”, “Underclass” Debate–Views From History içinde, Michael B.
Katz (edt), Princeton: Princeton University Press, 1993, s.334-365.
Murray, Peter. Poverty and Welfare 1830-1914, Londra: Hodder ve Stoughton, 1999.
Navaro-Yaşın, Yael “Evde Taylorizm: Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Yıllarında Evişinin
rasyonelleşmesi (1928-40)”, Toplum ve Bilim, 84, Bahar 2000, s.51-74.
Okay, Cüneyd. “Osmanlı Dönemi Himaye-i Etfal Cemiyeti Üzerine Belgeler/Notlar”,
Toplumsal Tarih, Nisan 1998, Sayı:51, s. 21-31.
Okay, Cüneyd. Osmanlı Çocuk Hayatında Yenileşmeler, İstanbul: Kırkambar
Yayınları, 1998a.
Okay, Cüneyd. Belgelerle Himaye-I Etfal Cemiyeti, 1917–1923, İstanbul: Şule
Yayınları, 1999.
Okay, Cüneyd. Meşrutiyet Çocukları, İstanbul: Bordo Yayınları, 2000.
Oktay, Cemil. Siyaset Yazıları, İstanbul: Der Yayınları, 1998.
Oktay, Cemil. Siyaset Bilimi İncelemeleri, İstanbul: Alfa Yayınları, 2003.
Okur, Yasemin. “Darüleytamlar”, Yüksek Lisans Tezi, Samsun On Dokuz Mayıs
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Eğitim Anabilim Dalı, 1996.
Onur, Bekir. Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, Ankara: İmge Kitapevi Yayınları, 2005.
Ortaylı, İlber. “Yerel Yönetim: Devraldığımız Miras”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl
Uluslararası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar
içinde, Metropol İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına Hazırlayan), Ankara
Büyükşehir Belediyesi, 1990.
Ortaylı, İlber. Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2000.
Ortaylı, İlber. İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, (21.baskı), İstanbul: İletişim
Yayınları, 2005.
Öğütülmüş, Selahattin. “Yetiştirme Yurtları”, Türk Aile Ansiklopedisi, C. 3, Ankara:
Türk Aile Kurumu, 1991, s.1091-1093.
Örs, Birsen. Siyasal Gelişme ve Modernleşme Kuramları, İstanbul Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Masa Üstü Yayıncılık, No: 26, 1997.
352
Otway, Olive. “Social work with children and families, from child welfare to child
protection”, Nigel arton (Etd.), Social Theory, Social Change and Social Work
içinde, Londra ve New York: Routledge, 1996, s. 152-171.
“Öksüz Yurtları Teşkilâtı Hakkındaki 2 Nisan 1333 Tarihli Kanunun İlgasına ve Öksüz
Yurtları Hesabatının Tasfiyesine Dair Kanun Layisası”, (10.06.1926) TBMM
Zabıt Ceridesi, Cilt 26, Devre 2, İçtima Senesi 3, Ankara: TBMM Matbaası.
Özbay, Ferhunde. Turkish Female Child Labor in Domestic Work: Past and
Present, Project Report Prepared For ILO/IPEC, 1999.
Özbay, Ferhunde. “Türkiye’de Evlatlık Kurumu: Köle mi Evlat mı?”, Bilanço 1923–98,
2.Cilt içinde, Zeynep Rona (Yayına hazırlayan), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları,
1999.
Özbay, Ferhunde. “1911–1922 Yıllarında Anadolu’nun Kimsesiz Kız Çocukları”, Savaş
Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç
(edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 105–118.
Özbek, Nadir. “90 Yıllık Bir Hâyır Kurumu: Topkapı Fukaraperver Cemiyeti”, Tarih ve
Toplum, S.30, no. 180, 1998, s. 4-10.
Özbek, Nadir. “İkinci Meşrutiyet İstanbul’unda Serseriler ve Dilenciler”, Toplumsal
Tarih 11, no.64, 1999a, s. 34-43.
Özbek, Nadir. “Vakıf Tarihi Çalışmaları Üzerine Notlar”, Tarih ve Toplum, S. 32, no.
187, 1999b, s. 60-62.
Özbek, Nadir. “The Politics of Poor Relief in the Late Ottoman Empire 1876-1914”,
New Perspectives on Turkey, Fall 1999, No.21, s. 1- 33.
Özbek, Nadir. “Darülhayr-ı Ali,” Tarih ve Toplum, Şubat 1999, sayı 182, s. 11-20.
Özbek, Nadir. “II. Meşrutiyet İstanbul’unda Dilenciler ve Serseriler”, Toplumsal
Tarih, Nisan 1999, Sayı 36, s. 34-45.
Özbek, Nadir. “Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘Sosyal Yardım’ Uygulamaları, 18391918”, Toplum ve Bilim, no. 83, 1999/2000, s.111-132.
Özbek, Nadir. “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Sosyal Devlet”, Toplum ve Bilim,
no. 92, 2002, s. 7-33.
Özbek, Nadir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2002.
353
Özgüdenli, Osman G.. “XIV. Yüzyıl Başlarında Tebriz’de İki Yetimhane”, Savaş
Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç
(edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 161-181.
Özgür, İbrahim. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar”, Ülkü, C. 4, S. 40, Nisan 1950, s. 6-7.
Öztamur, Pınar. “Büyük Buhran ve Cumhuriyet Gazetesinde Yoksulluk Üzerine
Söylemler 1929-1931”, Toplum ve Bilim, 94 Güz 2002, s. 175-188.
Öztürk, Nazif. Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995.
Öztürk, Faruk. “Mesut Köy”, Tarih ve Toplum, Şubat 1999, Sayı 182.
Parry, Noel ve Jose Parry. “Social Work, Professionalism and The State”, Social Work,
Welfare and State içinde, London: Edward Arnold Ltd, 1979.
Parton, Nigel. Governing the Family, London: Macmillan, 1991.
Parton, Nigel. “ ‘Problematic of Government’, (Post) Modernity and Social Work”,
British Journal of Social Work, 24, 1994, s. 9-32.
Parton, Nigel. “Social theory, Social Change and Social Work: An introduction”, Nigel
Parton (Edt.) Social Theory, Social Change and Social Work içinde, London
and New York: Routledge, 1996.
Parton, Nigel. Safeguarding Childhood, Early Intervention and Surveillance in Late
Modern Soceity, Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2005.
Patriquin, Larry. “The Historical Uniqueness of the Clinton Welfare Reform: A New
Level of Social Misery?”, Journal of Sociology and Welfare, Eylül 2001, Cilt
28, No: 3, s. 73-94.
Peker, Mümtaz. “Nüfus Politikaları,” Türkiye’de Planlı Dönemde Nüfus ve Aile
Planlamaları Çalışmaları içinde, Ankara: DPT Yayınları, 1983.
Peker, Mümtaz. “Nüfus Politikasındaki Değişim ve Nüfusumuzdaki Dönüşümler,”
Bilanço 1923–98, I.Cilt içinde, Zeynep Rona (Yayına Hazırlayan), İstanbul: Tarih
Vakfı Yayınları, 1999.
Peri, Oded. “Waqf and Ottoman Welfare Policy,” Journal of the Economic and Social
History of the Orient, Vol. XXXV, 1989.
Pınar, Safettin. “Sanayide Çocuk İşçiler ve İşçi Çocukları”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan
1943.
Pierson, Christopher. Modern Devlet, İstanbul: Çiviyazıları, 2000.
354
Poggi, Gianfranco. Çağdaş Devletin Gelişimi, Şule Kut ve Binnaz Toprak (Çev.),
İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1991.
Polanyi, Karl. Büyük Dönüşüm, 2. baskı, Ayşe Buğra (Çev.), İstanbul: İletişim
Yayınları, 2002.
Postman, Neil. Çocukluğun Yokoluşu, Kemal İnal (Çev.), Ankara: İmge Kitapevi,
1995.
Randall, Vicky. “The Irresponsible State? The Politics of Child Daycare Provision in
Britain,” British Journal of Political Science, no. 25, 1995, s. 327-348.
Romanyshyn, John M. Social Welfare: Charity to Justice, New York: Random House,
1971.
Ross, Ailen D. ‘Philanthropy,’ International Encyclopedia of Social Sciences, The
Macmillan Company & The Free Pres, C. 10, 1968.
Rosanvallon, Pierre. Refah Devletinin Krizi, Ankara: Dost Kitabevi, 2004.
Rustin, Michael. “Missing Dimensions in the Culture of Welfare,” Welfare and
Culture in Europe, Towards a New Paradigm in Social Policy içinde, Prue
Chamberlaine, Andrew Cooper, Richard Freeman and Michael Rustin Jessica
(edt), London and Philadelphia: Kingsley Publishers, 1999.
Safley, Thomas Max. Charity and Economy in Orphanages of Early Modern
Augsburg, N.J.: Humanities Press, 1996.
Sakaoğlu, Necdet. “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın Tarihinden,” Toplumsal
Tarih, Sayı 51, Nisan 1998, s. 4-12.
Sakaoğlu, Necdet. Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları,
1992.
Sapmazlı, Hüseyin. Çocuk Hakları ve Himaye Müesseseleri, Ankara: Yeni Cezaevi,
1943.
Saracel, Nüket. Sosyal Yardım ve Hizmet Kuruluşlarının Sosyal Politikası ve
Türkiye Yardım Sevenler Derneği Uygulaması, Afyon: Afyon Kocatepe
Üniversitesi Yayınları, 1997.
Sarç, Ömer Celâl. “Türkiye’de Çocuk Ölümleri,” İş, Sayı 34, Yıl 1943, s. 62-69.
Sarıkaya, Makbule. “Savaş Yılarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı
Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri”, Savaş Çocukları-Öksüzler ve Yetimler
355
içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul:
Umut Kâğıtçılık, 2003.
Sarıkaya, Yaşar. Medreseler ve Modernleşme, İstanbul: İz Yayıncılık, 1997.
Sayın, Nuran. “Çocuk ve Gençliği Koruma Mevzuatında ve Teşkilatında Boşluklar”,
Boş Zamanları Değerlendirme Semineri, (Ayrı Baskı-Broşür), İstanbul: İsmail
Olgun Matbaası, 1966.
Schafer, Sylvia. Children in Moral Danger and the Problem of Government in
Third Republic France, Princeton, New Jersey: Princeton University Pres, 1997.
Sennett, Richard. Kamusal İnsanın Çöküşü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1996.
Serçe, Erkan. Tanzimat’tan Cumhuriye’te İzmir’de Belediye (1868-1945), İzmir:
Dokuz Eylül Yayınları, 1998.
Sertel, Sabiha. Roman Gibi, İstanbul: Belge Yayınları, 1987.
Seyyar, Ali. Kadın ve Aile Politikaları, İstanbul: Birey yayınları, 1999.
Sofuoğlu, Ebubekir. “Osmanlı Devletinde Yetimler İçin Alınan Bazı Tedbirler”, Savaş
Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç
(edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 49–58.
Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği. Ulusal Sosyal Hizmetler Konferansı-2000’li
Yıllara Doğru Sosyal Devletin Gerçekleştirilmesinde Sosyal Hizmetlerin Yeri
ve Önemi, Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Yayını, 1995.
“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi
Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)” Devre XI, İçtima 2,
29.4.1955, TBMM Zabıt Ceridesi.
Sönmez, Cemil. Atatürk ve Çocuklar, Ankara: UNICEF Türkiye Temsilciliği, 1992.
Sönmez, Cemil. Atatürk’te Çocuk Sevgisi, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 2004.
Şahin, Mustafa. “23 Nisan ve Himaye-i Etfal”, Toplumsal Tarih, Sayı: 40, Nisan 1997
s.15-18.
Şaylan, Gencay. Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, 1. Baskı, Ankara:
İmge Kitabevi, 1995.
Şerifsoy, Selda. “Aile ve Kemalist Modernizasyon Projesi, 1928-1950”, Ayşe Gül
Altınay (derl.), Vatan, Millet, Kadınlar içinde, İstanbul: İletişim Yayınları
Tazegül, Murat. Modernleşme Sürecinde Türkiye, İstanbul: Babil Yayınları, 2005.
356
Tomison, Adam M.. A History of Child Protection, Family Matters, No. 60
Spring/Summer, Australian Institute of Family Studies, 2001.
Tomkins, Alannah. “Almshouse versus workhouse: Residential welfare in 18th century
Oxford”, Family & Community History, Vol. 7/1, May 2004.
Toprak, Zafer. “Sosyal Politika Tarihimizin İlk Önlemler Paketi: Müessesât-ı
Sınaiyyede Çocukların ve Kadınların Çalıştırılması (1910)”, Toplum ve Bilim, 27
Güz 1984, s. 229–237.
Toprak, Zafer. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Şehremaneti”, Türk Belediyeciliğinde 60
Yıl Uluslar arası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve
Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına Hazırlayan),
Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990.
Toprak, Zafer. “Meşrutiyet ve Mütareke Yıllarında Türkiye’de İzcilik”, Toplumsal
Tarih, Sayı: 51, Nisan 1998, s. 13-20.
Topses, Gürsen. “Cumhuriyet Dönemi Eğitiminin Gelişimi”, 75 Yılda Eğitim içinde,
İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999.
Tuna, Orhan.“Sanayide Çocuk Sa’yi ve Çocuk Sa’yinin Korunmasına Matuf Mevzuat”,
İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943.
Turan, Şerafettin. “Etkin Bir Eğitim, Kültür ve Dayanışma Kurumu Olarak Halkevleri”,
Bilanço 1923–98, I.Cilt içinde, Zeynep Rona (Yayına hazırlayan), İstanbul: Tarih
vakfı Yayınları, 1999.
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, Ankara:
TÇEK Umumi Merkezi, 1943.
Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumunun Küçük Bir Tarihçesi 1921–1939, İstanbul:
Resimli Ay Matbaası T.L. Şirketi, 1940.
Türkiye Kızılay Derneği İstanbul Aşocakları, İstanbul: Cemal Azmi Matbaası, 1948.
Türkmen, Bekir. Cumhuriyet Döneminde Sosyal Hizmetler ve Sosyal Hizmet
Müesseseleri, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü,
1987.
Uluğtekin, Sevda. Çocuk Mahkemeleri ve Sosyal İnceleme Raporları, Ankara, Bizim
Büro, 1994.
Uluğtekin, Sevda. “1940'lı Yıllarda İstanbul'da Sokak Çocukları”, Prof. Dr. Sema
KUT'a Armağan içinde, Nesrin G.. Koşar (Edt.), Ankara: H.Ü. Sosyal Hizmetler
Yüksek Okulu Yayınları, 1999.
357
Uluğtekin, Sevda “Yirminci Yüzyılda Türkiye’nin Çocukları: Sorunlar ve Beklentiler”,
Prof. Dr. Nihal Turan’a Armağan–Sosyal Hizmette Yani yaklaşımlar ve
Sorun Alanları içinde, Veli Duyan ve Aliye Mavili Aktaş (edt.), Ankara: H.Ü.
Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayınları, 2001.
Umay, Fuat. “Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı,” Türk Kadını, C. 3, S. 4,
Haziran 1946.
Umay, Mehmet Fuat. Bir Devrimci Doktorun Anıları, İstanbul: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 2003.
Üstel, Füsun. İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları
(1912-1932), İstanbul: İletişim Yayınları, 1997.
Üstel, Füsun. “II. Meşrutiyet ve Vatandaşın ‘İcadı’ ”, Tanzimat ve Meşrutiyet
Birikimi içinde, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
Üstel, Füsun. ‘Makbul Vatandaş’ın Peşinde, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004.
Yaraman, Ayşegül. Resmi Tarihten Kadın Tarihine, İstanbul: Bağlam Yayınları,
2001.
Yıldırım, Nuran. İstanbul Darülaceze Müessesesi Tarihi, İstanbul: Darülaceze Vakfı
Yayını, 1997.
Yörükoğlu, Atalay. Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Ankara: Aydın Kitabevi
Yayınları, 1983.
Yücekök, Ahmet N.. “Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri Gelişiminin Toplumsal
Aşamaları ve Süreci”, Tanzimattan Günümüze İstanbul’da STK’lar, A.N.
Yücekök, İ. Turan ve M.Ö. Alkan (edt.) İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998.
Yücekök, Ahmet, N., İ. Turan ve M.Ö. Alkan (edt.). Tanzimat’tan Günümüze
İstanbul’da STK’lar, İstanbul; Tarih Vakfı Yayınları, 1998.
White, Ben. “Defining The Intolerable, Child Work, Global Standarts and Cultural
Relativism,” Childhood, C.6, S.1, 1999.
Wilensky, L. Harold ve Charles Lebeaux. Industrial Society and Social Welfare, New
York: Russel Sage Foundatition, 1958.
358
Gazete Haberleri ve Makaleleri
Akol, Osman K.. “Çocuğa yardım anlaşması,” Cumhuriyet, 27 Mayıs 1955.
Akol, Osman K.. “Türk çocuğunu el açmaktan kurtaralım,” Cumhuriyet, 21 Ocak
1954.
Akol, Osman K.. “Türkiye II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı,” Cumhuriyet, 24
Nisan 1962.
Akol, Osman K.. “Çocuk güvenliği çıkmazı,” Cumhuriyet, 15 Kasım 1960.
Akol, Osman K.. “Çocuk Güvenliği,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1960.
Akol, Osman K.. “Çocuk koruma birliklerini teftiş etme zarureti,” Cumhuriyet, 14
Mayıs 1959.
Akol, Osman K.. “Çocuk Mahkemeleri Kanun Tasarısı,” Cumhuriyet, 31 Mart 1959.
Akol, Osman K.. “Öğretim yılı sonunda düşünceler,” Cumhuriyet, 28 Temmuz 1959.
Akol, Osman K.. “Sosyal hizmetler enstitüsü,” Cumhuriyet, 3 Eylül 1959.
Arıkan, Baha. “İşlemeyen Kanunlar,” Cumhuriyet, 21 Mayıs 1962.
Arıkan, Baha. “Suçlu Çocuklar,” Cumhuriyet, 26 Haziran 1959.
Atay, Neşet Halil. “Semtlerde çalışmalar,” Ulus, 21.3.1945.
‘Bakımsız çocuklara himaye,” Cumhuriyet, 17 Nisan 1954.
“10 ailenin üçüz çocuğu doğdu,” Ulus, 19 Ocak 1945.
“17 yaşında bir kız iğfal edilip para ile 40-50 kişiye satıldı,” Cumhuriyet, 14 Nisan
1962.
“6 yaşındaki kızı kaçırarak kirletti,” Cumhuriyet, 16 Nisan 1962.
“800 çocuğa elbise ve ayakkabı dağıtıldı,” Cumhuriyet, 14 Birincikanun 1936.
“96 çocuk, han ve bekâr odalarından toplandı,” Cumhuriyet, 22 Haziran 1962.
“Baba hapse girince 8 çocuk aç kaldı,” Cumhuriyet, 29 Eylül 1962.
“Barındırma odaları,” Cumhuriyet, 16 Birinciteşrin 1939.
“Belediye çocuk bakım evleri tesis edecek,” Milliyet, 18 Teşrinievvel 1930.
“Belediye kimsesiz ve serseri çocukları topluyor,” Cumhuriyet, 3 Ocak 1946.
“Belediyenin yardımları,” Cumhuriyet, 26 Eylül 1931.
“Beyoğlu kazasında 7 bin çocuğun mektebe gitmediği anlaşıldı,” Cumhuriyet, 24
Eylül 1944.
359
“Bir yetiştirme yurdunda çocuğa işkence yapıldı,” Cumhuriyet, 30 Ağustos 1962.
“Bu şehid çocuğuna, bu deprem felâketzedesine yardım edecek bir makam yok mu?”
Cumhuriyet, 23 Kasım 1945.
“Cezaevindeki anne – babasına bakabilmek için hırsızlık yaptı” Cumhuriyet, 28
Haziran 1962.
“Çalışan Çocukların Okutulması,” Cumhuriyet, 7 Birinci Kanun 1944.
“ÇEK Genel Merkezinin 15 günlük yardımları,” Ulus, 8 Nisan 1945.
“Çocuk Bakımevi,” Cumhuriyet, 7 İkincikânun 1943.
“Çocuk Dostları Cemiyetinin beyannamesi,” Cumhuriyet, 14 Mart 1949.
“Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyeti,” Cumhuriyet, 17 Ağustos 1945.
“Çocuk Esirgeme Kurumuna yardım edip madalya alanlar,” Cumhuriyet, 28 Aralık
1946.
“Çocuk Esirgeme Kurumunda dünkü toplantı,” Cumhuriyet, 15 Ağustos 1945.
“Çocuk Esirgeme Kurumunun faaliyetleri,” Cumhuriyet 24.07.1945.
“Çocuk Mahkemeleri,” Cumhuriyet, 2 Teşrinisani 1931.
“Çocuk suçlarına karşı Emniyet geniş çapta tedbirlere başvuruyor,” Cumhuriyet, 7
Şubat 1962.
“Çocuk suçlarına karşı Emniyet geniş çapta tedbirlere başvuruyor,” Cumhuriyet, 7
Şubat 1962.
“Çocuk Vergisi,” Cumhuriyet, 8 Ocak 1946.
“Çocuk Vergisi,” Cumhuriyet, 8 Ocak 1946.
“Çocuklar için 3 sıhhat yurdu daha açıldı,” Tan, 24 Nisan 1943.
“Çocuklar iş başında!.., çocuklar dün İstanbul idaresine vaziyet ettiler,” Cumhuriyet,
24 Nisan 1931.
“Çocuklarda suça yönelme yaşı 12-17 olarak belirlendi,” Cumhuriyet, 20 Haziran
1962.
“Çocukları Koruma Kurulunun Toplantısı,” Cumhuriyet, 27 Nisan 1950.
“Çocukları koruma yurdu iyi çalışıyor,” Cumhuriyet, 16 Mart 1950.
“Çocukları Kurtarma Yurdu,” Cumhuriyet, 16 İkincikanun 1939.
“Darülaceze eşya piyangosu çekildi,” Cumhuriyet, 7.12.1945.
“Darülâcezeye yapılan müracaatlar artıyor,” Cumhuriyet, 23 Ocak 1950.
“Darüşşafaka, hükümetin yardımile genişletiliyor,” Cumhuriyet, 16 Mart 1947.
360
“Dilenciler şiddetle takip olunacaklar,”Cumhuriyet, 18 Şubat 1950.
“Doğuda çocuklar da soygunculuğa başladı,” Cumhuriyet, 14 Eylül 1962.
“Edirnekapı’nın incisi dün merasimle açıldı,” Cumhuriyet, 8 Haziran 1931.
“Edirnekapı’nın İncisi,” Cumhuriyet, 18 Eylül 1931.
Ergin, Feridun. “Şehirlere nüfus akını,” Cumhuriyet, 13 Eylül 1959.
“Eyüp çocuklarının sefaletten kurtaracak olan müessese,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1949.
“Fakir çocuklara yapılacak yardım,” Cumhuriyet, 16 İkincikanun 1939.
“Fakir talebelere yapılacak yardım,” Cumhuriyet, 27 Birinciteşrin 1939.
“Fakir talebenin himayesi,” Cumhuriyet, 9 İkinciteşrin 1939.
Fındıkoğlu, Ziyaeddin Fahri. “Çocuk davasında küçük ve müspet iş numuneleri,”
Cumhuriyet, 1 Mayıs 1944.
“Halkın Dilinden,” Cumhuriyet, 7.12.1945.
Irmak, Sadi. “Toplumca yardım düşüncesinde gelişme,” Ulus, 31.1.1945.
“İki çocuk,” Cumhuriyet, 20 Eylül 1930.
“İlköğretim çağında 1.135.000 kadar çocuk okul dışı kaldı,” Cumhuriyet, 17 Eylül
1962.
“İlköğretim çocuklarının sayımı bugün yapılıyor,” Cumhuriyet, 24 Kasım1945.
“İlköğretim çocuklarının sayımı bugün yapılıyor,” Cumhuriyet, 24 Kasım 1945.
“İstanbul’da korunmaya muhtaç 20 bin çocuk var,” Cumhuriyet,10 Aralık 1959.
“İzbede unutulan yavrular,” Cumhuriyet, 27 Nisan 1931
“İzmir’den kaçan 4 çocuk yakalandı,” Cumhuriyet, 16 Nisan 1962.
Kesler, Said. “Çocuklar Sokağa Düşmekten Nasıl Kurtarılır?” Tan, 4 Nisan 1943.
Kesler, Said. “Darülâceze’deki Kreşte Hayatları Kurtarılan Yavrucaklar”, Tan, 5 Mart
1943.
Kesler, Said. “İstanbul’un Başta Gelen İhtiyaçlarından Biri de Kreştir”, Tan, 4 Mart
1943.
Kesler, Said. “Kreşte Yetişenleri Darülâcezeden Hemen Kurtarmalıyız,” Tan, 17 Mart
1943.
Kesler, Said. “Mekteplerdeki yoksul çocuklar,” Tan, 25 Nisan 1943.
Kesler, Said. ‘Sokaklardaki Çocuklarla Savaşma Usulleri’, Tan, 2 Nisan 1943.
Kesler, Said. ‘Sokaklardaki Çocuklarla Savaşma Usulleri’, Tan, 2 Nisan 1943.
Kesler, Said. “Çocukları kurtarma yurdu nasıl islâh edilebilir?” Tan, 24 Mayıs 1943.
361
Kesler, Said. “Çocukları kurtarma yurdu,” Tan, 2 Mayıs 1943.
Kesler, Said. “Serseri Çocuklar,” Tan, 31 Mart 1943.
Kesler, Said. “Serseri sokak çocukları,” Tan, 20 Nisan 1943.
“Kimsesiz çocuklar dâvası ele alındı,” Cumhuriyet, 1 Ekim 1960.
“Kimsesiz çocuklar kanunu Kamutayda”, Ulus, 8 Şubat 1947.
“Kimsesiz Çocuklar Tespit ediliyor,” Tan, 4 Şubat 1955.
“Kimsesiz Çocuklar, Hükümet 1 Milyon Lira Tahsisine Karar Verdi”, Cumhuriyet, 2
İkincikânun 1944.
“Kimsesiz Çocuklar,” Cumhuriyet, 22 Ocak 1946.
“Kimsesiz çocuklara dair kanun kabul edildi,” Cumhuriyet, 24 Mayıs 1949.
“Kimsesiz çocuklara dair tasarı,” Cumhuriyet, 8 Şubat 1949.
“Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.
“Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.
“Kimsesiz, serseri çocuklar,” Cumhuriyet, 17 Ocak 1946.
“Kimsesizler yurdu,” Cumhuriyet, 31 Birinciteşrin 1939.
“Korunmaya muhtaç çocuklar Devlet himayesine alınacak,” Cumhuriyet, 3 Ocak 1962.
“Köylülerin sattığı çocuklar,” Cumhuriyet, 27 Kasım 1955.
“Küçük yankesici Nurten’in veliliği ailesinden alındı,” Cumhuriyet, 19 Nisan 1962.
“Malatya’da İnhisarlar Çocuk Yuvası bir törenle açıldı,” Ulus, 30.3.1945.
“Mürefte köylü çocuklarına yardım,” Cumhuriyet, 22 Birincikanun 1936;
“Okullarda himaye işleri ne vaziyette?” Cumhuriyet, 8 Birincikanun 1936.
Saraçoğlu, Kemal. “En büyük memleket işi: çocuk davası,” Cumhuriyet, 5 Eylül 1946.
Sarç,Ömer Celâl.
“Türkiye’de Çocuk Ölümleri,” İş, Sayı 34, 1943, s. 63.
“Satılık Çocuklar,” Cumhuriyet, 28 Ağustos 1955.
“Serseri Çocuklar Hakkında Hazırlanan Rapor”, Cumhuriyet, 20 Nisan 1943.
“Serseri ve Metruk Çocuklar”, Cumhuriyet, 16 Nisan 1943.
“Süt meselesi esaslı surette halledilmelidir!” Cumhuriyet, 8 Mayıs 1931.
“Süt meselesi esaslı surette halledilmelidir!”Cumhuriyet, 8 Mayıs 1931.
Tekeli, Esat. “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulurken,” Cumhuriyet, 15 Temmuz 1959.
Toker, Metin. “Bu sefil çocukların hali ne olacak?” Cumhuriyet, 31 Aralık 1945.
Toker, Metin.“Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var,” Cumhuriyet, 30 Aralık
1945.
362
Toker, Metin. “Kimsesiz ve serseri çocuklar davası,” Cumhuriyet, 5 Ocak 1946.
Toker, Metin. “Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var,” Cumhuriyet, 30 Aralık
1945.
“Trakya’da açılan talebe yurdu çok faydalı oluyor,” Cumhuriyet, 27 Birinciteşrin 1939.
“Türkiye’de Çocuk Terbiyesi Meselesi”, Cumhuriyet, 24 Nisan 1943.
“Vagon tamponları arasında Ankara’dan İstanbul’a kaçtı,” Cumhuriyet, 30 Haziran
1962.
Velde, Hıfzı. “Çocuk Meselesi”, Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1944.
Velde, Hıfzı. “Çocuk Meselesi”, Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1944.
Veldet, Hıfzı. “Milli Şefin Başlattığı Seferberlik,” Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1994.
“Yardıma muhtaç 100 bin çocuk var,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1949.
“Yaşından fazla sabıkası olan çocuk,” Cumhuriyet, 10 Mayıs 1962.
“Yoksul çocuklar için dinlenme kampı,” Cumhuriyet, 23 Temmuz 1945.
“Yoksul Çocuklar Yurdu”, Tan, 2 Mart 1943.
“Yoksul çocuklara elinizi uzatın!”Cumhuriyet, 28 Nisan 1931.
“Yoksul çocuklara yardım cemiyetleri birliği kuruluyor,” Cumhuriyet, 24 Birincikanun
1939.
“Yoksul Çocuklara yardım,” Cumhuriyet, 26 Eylül 1946.
“Yurdda çocuk suçları için mahkemeler kurulacak,” Cumhuriyet, 2 Ocak 1949.
“Yurdumuzdaki kimsesiz çocukların korunması,” Cumhuriyet, 29 Nisan 1949.
363

Benzer belgeler