Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Ç
Çaba göstermek; Çabalamak : Gayret etmek, elinden geleni yapmaya çalışmak
Bk.: Çaba harcamak
“Eiffel Kulesi’nin güney direğinden çıkan asansör turistle doluydu. Tıklım tıkış asansördeki takım
elbiseli ağırbaşlı işadamı, bakışlarını yanındaki erkek çocuğuna indirdi. ‘Benzin soluk oğlum. Aşağıda
kalmalıydın.’
Endişesini kontrol etmeye çabalayan çocuk, ‘İyiyim...’ dedi. ‘Bir sonraki katta inerim.’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:15))
“Babam beni hayırlı bir evlat ve kendisine işe yarar bir yardımcı yapmak için elinden gelen çabayı
gösterdi, gelgelelim ben her türlü şirretliğe başvurarak yapmam istenen işlerden yakayı sıyırmaya baktım hep.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:15)
“Alçakgönüllülük, yalnız başına umutsuzluk içinde kıvranan kişi de içinde olmak üzere, insanla
hemcinsi arasında en güçlü ilişkiyi sağlar, yeter ki tam ve sonsuz bir alçakgönüllülük olsun bu. Bunu yapabilir,
çünkü tapınmanın gerçek dilidir, hem tapınmanın kendisi, hem de birleşmelerin en güçlüsüdür. İnsanın
hemcinsiyle ilişkisi tapınmasıyla ilişkidir, insanın kendi kendisiyle ilişkisi çabayla ilşkidir; tapınmadan çaba
gösterme gücü de elde edilir.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, No.: 106, sa:72)
Çaba harcamak : Gayret göstermek, elinden geleni yapmak
“... ve aydınlatıcı olduğuna inandığım düşünceleri okurlarla paylaşmaya çalışıyordum; üniversitede
görevliydim ve yarının insnlarını olabildiğince düşünen, tartışan, kendi doğrularına eleştirel bakışla ulaşacak
kimseler olarak yetiştirmek için çaba harcıyordum.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:64-5)
“Evde bizim ihtiyarın yanında daha fazla kalamayacak gibi olduğum zamanlar, dayım bir teselli
oluşturuyordu benim için, beni oyalıyordu. Birlikte şarap içmeye giderken, yanı başımda paldır küldür hızlı
adımlarla yürüyor, zamanla eğrilmiş sıska bacaklarıyla bana ayak uydurabilmek için telaşlı telaşlı çaba
harcıyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:161)
Çabaları(nı) boşa çıkarmak, boşa gitmek : Tüm emekler hiç olumlu sonuç vermemek
“ ‘Bütün çabaları boşa gidiyordu. On yıldır Manuel, papaya iki Kilise’nin birleşmesini öneriyordu: o,
papanın ruhani üstünlüğünü kabul ediyor; papa da onu hem Doğu hem de Batı Roma’nın tek ve gerçek
imparatoru, Bizans basileus’u olarak tanıyordu. Ama böyle bir anlaşma Alexander’a Konstantinopolis’ten fazla
bir güç kazandırmıyor ve İtalya’da Friedrich’ten yakasını kurtarmasını sağlamıyordu, üstelik diğer Avrupalı
kralları telaşlandırabilirdi. Bu yüzden Alexander kendisi için en yararlı olan, ittifak’ı seçti.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:223)
“Her zaman bir parça yana eğik o uzun alaycı yüzü can sıkıntısıyla anımsıyordu. Eve’in evliliğinin ilk
günlerinde, damadıyla biraz sıkı fıkı olmak Madam Darbédat’ınn canına minnetti. Ama adam çabalarını boşa
çıkarmıştı, hemen hemen hiç konuşmuyordu, her zaman aşırı hareketlerle ve dalgın bir tavırla başını sallıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:44)
Çabucacık, Çabucak : Hemencecik, derhal, hiç vakit kaybetmeden
Bk.: Çarçabuk
“Başka yerde, insanı şaşkına çeviren bir mermer kuş ve çiçek bolluğu içinde, şu gözüpek dilek:
‘Mezarın hiçbir zaman çiçeksiz kalmayacak.’ Ama çabucak güvene gelir insan: yazıt yalancı mermerden bir
yaldızlı demeti çevreler, bu da canlıların zamanı açısından çok ekonomiktir (cafcaflı adlarını hala tramvaylara
yürürken binenlerin minnetine borçlu olan şu ölmezotları gibi). Yüzyıla uymak gerektiğinden, bazı bazı alışılmış
tarla kuşunun yerini şaşkınlık verici bir uçak alır, uçağı da mantığa hiç kulak asılmadan bir çift görkemli kanatla
donatılmış bir budala melek kullanır.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:48-9)
“Kız bavulun kilidini açıp beyaz elbiseyi çıkartıyor: ‘İşte!’ diyor küstahça.
Neçayev elbiseye çabucak göz atıyor, yatağın üzerine yayıyor ve kendi elbisesinin düğmelerini
çözmeye başlıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:174)
“(Yahya’nın) baş içeri girdi. Mannaei, alkışlardan böbürlenmişti. Başı, eliyle saçlarından tutuyordu. Bir
tepsiye koyarak onu Salomé’ye sundu. Salomé çabucak tribüne çıktı. Dakikalar birbirini kovaladı. Başı,
Tetrarque’ın sabahleyin bir evin taraçasında ve arasıra Herodias’ın odasında gördüğü bir kocakarı taşıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:128)
“‘Nasıl bir alet?’
‘Her şeyi anlatacağım.’
‘Çabucak çıkıyoruz.’
‘Lilie Bar’a.’ ”
(Ö. Von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:155)
“Gürültüyü işittiğim, tepeme başımı hafifleten darbeyi yediğim, iki elimle döşemeyi yokladığım anda,
gözümün önünde, birbiri ardına, kocaman kara gövdeleriyle göğü kaplayan iki kuşun çabucak geçtiğini gördüm;
bunlar yalnızca dengemin bozulması yüzünden kararmış ve kocaman görünen iki serçeydi.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:177)
“Saz kesmeye giderken, atı arabaya koştuğu zaman, sık sık gözleri yaşarıyordu kuşkusuz. Onları
çabucak silerdi, çünkü sardunyalarla çevrelenmiş evinin önünden on araba dörtnala geçer ve on genç ses ona:
-Minka Abla! Çabuk ol! Bugün, ‘kesim’ çok güzel olacak! diye bağırıyordu.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:125)
“Daha sonra yavaş yavaş, ‘İnanıyorum ki, Tanrı beni de,’ -yüzü birden aydınlamaya başladı- ‘bütün
öteki yaratıklarla birlikte yarattı,’ diye ekledi çabucak ve sözcükler birdenbire dökülmeye başladı.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:9)
“Arkasındaki karı koca da susuyordu. Önlerinde Nanda oturduğu için başlarını her kaldırışta gözlerini
onun ensesine takılması kaçınılmazdı. Nitekim genç kadın ara sıra gözlerini kucağından ayırarak ona bakıyor,
ama çok geçmeden bakışlarını çabucak yine kucağına çeviriyordu.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:53)
“Jean’ın beş yaş büyüğü olan Pierre, koleji bitirince birçok mesleğe heves etmiş, hepsinden çarçabuk
usanmış, yeni emeller peşinde koşmuştu. En sonunda doktorluk hoşuna gitti, o kadar canla başla işe sarıldı ki;
bakandan alınan sınıf atlama izniyle kısa bir öğrenimden sonra çabucak doktorluk hakkını kazandı. Olmayacak
düşler kurar, felsefi düşünceler yürütürdü; heyecanlı, akıllı, gelgeç inatçıydı.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:31)
“Çaldığı ilk komşu kapısı açılmadı. İkincisini üstleri kir pas içinde afacan iki küçük çocuk açtı, buraya
yeni taşındıklarını ve kimseyi tanımadıklarını söyleyip çabucak kapattılar. Sonraki birkaç kapı açılmadı; kadınlar
kapı arkasından konuşup başlarından savdılar onu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:19)
“Sergio her akşamüstü, içeri girer girmez neden iyileşmediğini soruyordu büyükanneye; iyileşirse
Disney’e gideceklerdi. Sağlığına çabucak kavuşması için yalvarıyordu, n’olur, n’olur. Annesi bunun üzerine
öylesi bir kahkaha atıyordu ki, neredeyse pencerelerin camlarını yere indirecekti.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:9)
“Madame de Rénal merdiveni aldı; bu merdiven onun için hiç şüphesiz çok ağırdı. Julien yardıma
gidecekti; hiç de kuvvet göstermeyen o narin bale, vücude hayran bakıyordu; Madame de Rénal birdenbire, hiç
bir yardıma gerek göstermeden merdiveni yakaladı ve bir iskemle kaldırır gibi kaldırıverdi. Çabucak üçüncü
katın koridoruna götürdü, duvarın kenarına yatırdı.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:301)
“Sabah olunca kalkıp, çabucak giyiniyor, salona iğrenç çayını içmeye gidiyorum. Oysa yurdumuzda
böyle miyiz? İstediğimiz zaman uzanırız, bir şey bulur sinirleniriz, söyleniriz, iyice geliriz kendimize, her şeyi
enine boyuna düşünür, hiç acele etmeyiz.”
(L. Tolstoy, “Anna Carenina”, Cilt:I-II, sa:451)
“Bebek kız Magda çabucak büyümeye başlamıştı. Oskar ona bayılıyordu. Elisabeth’le Richard da
bayılıyorlardı. Franziska’ya çok benziyordu ama büyüdükçe ama büyüdükçe o işlek zekasını daha çok
Laetitia’dan aldığı anlaşılıyordu.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:11)
“Birincisi, çabucak ve soluksuz bir şekilde ara sıra kendinden-nefret nakaratını vurgulayan metaforları
kullanarak çizdiği kendi portresiydi. Her konuda mazoşist olan birisi. Bütün hayatı boyunca kendi ihtiyaç ve
zevklerini ihmal etmiş. Kendine hiç saygısı yok.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:11)
“ ‘Sevgili,
Sana çabucak yazmam gerekiyor. Eğer gelebilirsen cumartesi günü gel. Noel’e az kaldı, telaşa hiç
gerek yok. Son hafta birkaç kötü gün geçirmiştim, sana karşı davranışlarım umarım can sıkıcı değildi... Sakın
kendi kendine serzenişte filan bulunma... Fri Maria.’ ”
(S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:28)
Çabuk boşalmak : Cinsel birleşmede, heyecan ya da nörotik bir durumdan nedenlenen, klimaks’a çabuk erişip
salgının erken gelmesi (ejaculation precause!)
“Hatun kişi sigarasını bitirdi, ‘Soyun paşam!’ dedi ve sıradan bir iş yapar gibi soyunup elbiselerini
duvardaki çiviye astı. Brasiyer’lerini üzerinde bırakmıştıı. Ben göğüslere biraz düşkün olduğumdan, ‘Onu da
çıkarmayacak mısın?’ diye sordum; ‘Hayır,’ dedi, ‘Dik kalsın istiyorum, pek elletmiyorum!’ Bu oyunun kuralları
böyleydi demek. Neyse, yatağa tırmandık ve ben, mal bulmuş Mağribi gibi kadıncağıza sarıldım. Hiç şüphe yok
ki, deneyimsizlik ve heyecan içinde, onun el yordamıyla yolumu buldum ve çabucak boşaldım.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:270)
Çaça, çeçe : Eski, usta gemici; Bir işte deneyimli kimse; Genelev patroniçesi (Argo)
“O mal mülk bizi yaşatıyordu evet, ama bizi Nerrantsula’mızla, salonda kellifelli beylerin beklediği
Anicutsa’sıyla başbaşa bıraksın diye bir çaçaya günde 100 frank verecek kadar para getirmiyordu.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:116)
Çaçalık etmek : Deneyimli birinin aracılık etmesi, yol göstermesi
“FALSTAFF - Ford’un karısı için üzüntü çekmeyin bay Brook. Çantada keklik. Söyleyeyim size.
Onunla buluşacağız. Kendisi söz verdi. Ona aracılık yahut çaçalık eden kadın önümüzsıra buradan çıktı, benim
yanımdan.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:59)
Çağıl çağıl : Çağıldayarak, çağıltılı bir şekide akmak (nehir, su)
“Romantiklik
<Sanki görüyor gibiyim de...Nerede?
Ruhumun gözleri önünde.> Shakespeare
---------------Sanki ölü bir kaya.
Çevirmez gözünü bizden yana.
Da ateş açar gözleriyle etrafına.
Çağıl çağıl akıtır gözyaşını;
Sanki bir şeye sarılmakta, bir şeyi tutmakta;
Kahkahalarla gülüyor, hüngür hüngür
dökerken gözyaşı.”
(Adam Bernard Mickiewicz.<1798-1855>-Dr.O. Fırat Baş; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.11.05)
Çağs(ş)ak; Çağs(ş)ayış, Çays(ş)ayma : Çay, dere, ırmak ve daha genellikle pınarlarda görülen, aşınarak bilye
gibi olmuş taş; Özlem, nostalji; Geçmiş için özlem çekme;
“Ağır ağır konyağından içiyordu. Şimdi koyu yeşil, kurşuni çubuklarla kıvıldaşan iri gözbebekleri bir
çağsayışla yıkık yapraktı. Sevecen bir edaya bürünmüştü.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:80)
“Poyraz Musa hiç konuşmamıştı:
‘Bu yarpuz <nane gibi kokulu güzel bir bitki> bizim Torosun yaylalarında her pınarın yöresinde mavi
çiçeklerini açar, bir kokar, bir kokarlar insanın kokulardan başı döner. Bizim pınarların dibi de çağsaklıdır,
sırları da ışıktandır.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:87)
Çakallaşmak : Yaşlanmak
“ ‘İşte, heriften dayağı yiyesin, ta öylesine gülesin geliyordu. Elini tutayım dedim ama, maşallah herif
ayı gibi. Bense a oğul, seksenime basarak artık çakallaştım...’ ”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:74)
Çakaralmaz :
Tetiği çekilince işlemesi gereken çakmak, tabanca vb.’nin kötüsü, işlemeyeni
“ ‘Öyle demeyin, Bayan Müller. Öyle çakaralmazlar vardır ki, kıçını yırtsan ateş almaz! Ama
Ekselansları’nı vurmak için, kalıbımı basarım, altıpatların hasını bulmuşlardır. Bahse varım, bu haltı yiyen herif
en kıyak elbiselerini giyip gitmiştir oraya. Ekselansları’na kurşun sıkmak öyle her babayiğidin harcı değil.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:28)
Çakı gibi (delikanlı) : Sağlıklı, iyi gelişmiş, herkesin hizmetine koşmaya hazır (genç)
“Ellisinde, ak saçlı, esmer, kavruk yüzlü, uzun boylu, çakı gibi bir adam.
‘Hoş geldin, sefalar getirdin. Duydum ki,’ dedi, ‘orman hakkında yazı yazmak için
dolaşıyormuşsunuz. Siz İstanbulda Cumhuriyet gazetecisiymişsiniz. Hoş geldin, sefalar getirdin.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:25)
“Alay komutanının arkasından, elinde kadehle, gülümseyerek Serpuhovski de çıktı.
Tam karşısındaki, ikinci görevini yapan al yanaklı, sağlıklı süvari başçavusşuna,
-Çakı gibisin Bandarenko, dedi.
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:585)
“Claire de geçmişinin bu utanç verici sayfasını, mutluluk içinde sürdürdüğü yeni yaşantısında unutup
gitmişti. İki tane çakı gibi delikanlıya annelik yapıyordu, ara sıra kocasının iş yerine gidip ona yardım ediyordu.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:127)
Çakılıp kalmak : Bir yerde uzun süre hareketsiz, birşey yapamadan kalmak
“... belki tam pantolonunu yukarı doğru çekerken... bir an başını kaldırır, denize doğru şöyle bir bakar...
ve onu görürüdü. O anda olduğu yerde çakılır kalırdı. Kalbi çılgınca vurmaya başlardı, ve her zaman, her
Allahın cezası defada; yemin ederim, herzaman; bize, gemiye, herkese doğru döner ve bağırırdı (yavaş ve
uzatarak): Amerika!”
(A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:11)
“Bunun üzerine Tanrı şöyle dedi: ‘Yürümek istemiyorlar mı? Öyleyse çok uzun bir süre, oldukları yere
çakılıp kalacaklar!’ ”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:219)
Çakır çukur olmak : Ezilmiş, şurası burası sertleşmiş, oluklar oluşmuş
“Zeytinlikten balta sesleri geliyordu. Haydar Usta doğru balta seslerine gitti, baltacılar yedi zeytin
ağacını devirmişler, dalları gövdelerden ayırmışlar, dalları gövdelerin üstünde keserek odun yapacaklardı.
Haydar Usta da yere oturdu, baltasını bir iyice kösereleyip <bileyip> keskinleştirdi, önündeki yaşlı, eğri büğrü,
çakır çukur olmuş kalın zeytin ağacına öfkeyle girişti, işe başladıktan az sonra yaşlı zeytin ağacı yerdeydi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları, Cilt:3, sa:435)
Çakır keyif : Neş’e dolu; alkolden neşelenmiş, coşmuş
“İlk adımı atanın sen olmayacağına, o sana dokununcaya kadar ona dokunmamaya söz vermiştin kendi
kendine; çünkü ancak o zaman onun da senin istediğin şeyi istediğini, onun arzularını senin yanlış
yorumlamadığını kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anlayacaktın. Tabii biraz çakırkeyifsin ama, aklını,
mantığını yitirecek kadar sarhoş değilsin, yapmak üzere olduğunuz şeyin öneminin farkındasın.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:113)
“Gece devam ederken, misafirler gerçeğe dönmek için izin istiyorlar ve grup yavaş yavaş azalıyor. Gece
yarısı olduğunda Bertrand Zobrist ile yalnız kalıyorum. İçkiden hafif çakırkeyif bir halde, ‘Bu akşam için
teşekkür ederim,’ diyorum. ‘Harika bir öğretmensiniz.’ ”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:360)
“Adamın bir şeyleri kanıtlamaya çalışmasına şaşmamak gerekirdi. Ama talihsiz unvanı ve bir iz
bırakmak konusundaki sinir bozucu hırsına rağmen, Glick şeker biriydi... macun kıvamında ama yapışkan
değildi. Lityumla çakırkeyif olmuş Hugh Grant gibi.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:282)
“Karanlığa gömülmüş yazlık bir semt. Köy kilisesinin çanı gecenin 1’ini vuruyor. İki avukat,
Kozyavkin ile Layev, her ikisi de çakırkeyif, yalpalaya yalpalaya ormandan çıkıyorlar, yazlık evlerine doğru
yürüyorlar.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:105)
“Akşam vaktiydi. Sekiz yıl yüzünü görmediği Fedor Pavloviç onu çakır keyif karşıladı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:14)
“İşte İvan İlyiç’in kendi kendine söyledikleri bunlar ya da buna benzer şeylerdi. (İnsan hele biraz çakır
keyif bulunduğu anlarda, aklından neler geçirmez ki...)... Ne de iyi olacaktı, şu düşündüğünü yapsaydı! Ama ne
yazık ki, o anda normal halde değildi.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:25)
“Lafcadio kaygısından uzaklaşmış, sıkıntısını giderdiği için memnun, son damlaları onun kadehine
boşalttı:
-Fazla vermekten korkuyorum... Ama bir daha getirteyim ister misiniz?
-Öyleyse yarım şişe yeter sanıyorum.
Defouqueblise, şimdiden çakır keyif olmuştu, edep duygusunu kaybetmişti.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:165)
“FİLİSTİNLİLER
---------------------Filistinliler barbardır
Ancak bu dünyada varlar çaresiz
Sahnede dost bilirler
Biletleri keserker
Şevvalin gölgesinde
Çakırkeyif”
(Musa Havamdeh <d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.06.06>
“Yarı resmi törenlerden birinde kontla M. Myriel’in, valinin evinde birlikte yemek yemeleri gerekti.
Sıra tatlılara gelmişti ki, biraz çakır keyif olan, ama yine de ağırbaşlılığını koruyan senatör seslendi:
‘Haydi bakalım sayın piskopos, sizinle şöyle bir konuşalım.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:58)
“Başka bir şarapçıya uğrayarak kadehlerini tazelediler. İkişer kadehte hemen hemen çakırkeyif
olmuşlardı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:61)
“STYOPKA - O subay geldi efendim, hani o süvari alayındaki. Başka bir bayla birlikte bir arabadan
indiler. İkisi de çakırkeyif bana sorarsanız.
MADAM G. - Kurçayev. Ne istiyor acaba?
GLUMOV - Ne isteyecek? Gene salaklığını göstermeye gelmiştir.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:23)
“Saat yedi sularında konuklardan kimileri kalkmak istediler. Fakat içtiği punçlarla çakır keyif olan ev
sahibi avlu kapısının kilitlenmesi emrini verdi ve sabaha kadar kimsenin avludan dışarı adım atamayacağını
bildirdi.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:68)
“Ertesi gün üstünde göz kamaştırıcı bir hırkayla rahat bir koltuğa yayılmış otururken, odasına giren ilk
garsona:
-E, alçak herif! Dün akşam çakır keyif dönünce neler yaptım, anlat bakalım, dedi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:88)
“PERDE: V, TABLO : I (Kirli bir lokanta odası. Bir taraftan çay, bir taraftan rakı içilmektedir. Birinci
planda küçük bir masa, pejmürde kıyafette Fedya ile Petuşkov oturmaktadır. Petuşkov, gayet ince ruhlu bir
ressamdır. Papaslarınki gibi uzun saçlarıyla ruhani bir adama benzemektedir. İkisi de biraz çakırkeyiftirler.)
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:127)
“Yolda birisi selamlayınca kıpkırmızı olurlardı. Kızaran genç kızlar bu gün hala var mı acaba? Kendi
aralarında yalnız olunca, hafiften çakır keyif gibi kıkır kıkır eder, birbirlerini dürter ve gülüşürlerdi,
durmacasına.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa.102)
“Pembe bir elbise içinde orada oturuyordu; sakatlığını ne bir örtü ne de bir kürkle gizlemişti. O keyifli
ortamda kimsenin de bunu düşünecek hali yoktu. İlona’ya gelince; bence hafiften çakırkeyifti, gözleri pırıl pırıl
parlıyordu ve güzel omuzlarını gülerken geri attığı zaman bir rastlantı yaratıp çıplak kollarına dokunmaktan
kendimi zor alıkoyuyordum.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:77)
Çakırpençe : Dediği dedik, tuttuğunu koparan, kuvvetli iradeli kimse
“Paşa kızı güzel tulumbacının aşk ateşiyle yatağa düşer. Fettan <işvebaz, oynak> ise çakırpençe kadındır,
yalın ayaklı pırpırı tulumbacı oğlanı para kuvvetiyle, o zamanlar ‘Koltuk’ denilen randevu evlerinden birine
getirtebileceğini sanır. Hanımlarla oynaşları arasında çöpçatanlık yapan bir bohçacı kadın vasıtası ile Mahzun
Bahaeddin’e bir muhabbetname <aşk mektubu> gönderir, fakat namuslu delikanlıdan kesin bir red cevabı alır.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:174)
Çakmak : Sezinlemek, ayrımsamak, kavramak, bilmek; başaramamak, sınıfta kalmak (Argo)
“Saatte bir on beş dakika mola vermeden çalışmaya imkan yoktur. Bir liraya bu iş görülmez, görülmez
ama, zamanlar kötü birader. Ben Karahisarlı’yım. Dalgıçlıktan tut ta tersaneye kadar girmediğim deniz kapısı
kalmadı. Hepsinden biraz çakarım.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:11)
“Üç dört yolcunun ABD’ye sermaye ihracatı için gittiği belli oluyor..... ‘Dikkat edin, diyor birisi, ben
devlete karşı bir şey yapmıyorum. Onun niyetleri yerinde de, ticaretten bir şey çaktığı yok.’ Onlar bunu, alım
satım işlerini biliyorlar.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:21)
“DELİ -... Dedi ki... ha, ha... yargıç, durumu anlayınca, seni güneye ıssız bir kasabaya tayin edermiş.
Tek katlı olan emniyet müdürlüğünde komiserin odası bodrum katta olurmuş. Haha... durumu çaktın mı?”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:18)
“BRIGHELLA - Hele şimdi siz içeri girin de kendisine bir görünün. Böyle kibarca şeyler kimden
geliyor, onları kim düşünmüş, kendisine bir belli etmeye çalışın.
FLORINDO - Aman Allah korusun, Brighella! Sen ne diyorsun? İşi çakmasın diye ben şuradan
dolaşıp arka kapıdan gireceğim, sen de gel.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:11)
“Adam köylülere: ‘Güneş batıyordu’, demiş..... ‘O değirmenci insan değil, şom ve yomsuz iyi saatte
olsunlardan. Herif güldükçe, boyu yükseliyordu. Sonunda üzerime dağ gibi abanmaya başladı. Ben deli miyim?
Çarpılmadan önce işi çaktım, kaçtım.’ diye anlatmış.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:74)
“Koyun sürüsü gibi bir mavnaya dolduk, bir römorkör gümrük rıhtımına çekti. Sandalcıların gemiden
rıhtıma kadar üç liret’e <Eski İtalyan lirası> yolcu taşıdıklarını düşünerek, yine karlı çıktık, diyorum içimden.
Kimsenin bana aldırış ettiği yok, ben de fırsatı ganimet biliyorum. Bir kere palikaraki <Yunan göçmeni>
olmuşuz olmuşuz, beleşten bir yemek çöplenmek, anafordan bir gece geçirmek hiç de anımsanacak şeyler değil.
Kimse çakmadıkça göçmen rolü oynayalım biz de! Gel gör ki olmuyor, işler beklenmedik bir şekilde
çatallaşıyor.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:81)
“ ‘... Her ekspres, her postadan çıkacak müşsterileri gözlerimle tanırım. Nice nice teptil (tebdil:kılık
kıyafet değiştirmiş) memurları bakışlarından çaktım...
Gülerek ‘Müfettişler Müfettişi’ne baktı:
-Yalan mı? Seni bile ilk görüşümde çakmadım mıydı?’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:13)
“Cabbarıın ağzından çıt çıkmadı. Yüzü asıldı. Sefil Ali de konuşmadı. Zaten karışmazdı bu işlere.
Mehmed işi çaktı. Oralı olmadı. Cabbarın yüzü asılırsa asılsın. O kimseden yardım beklemiyordu. Ya herro, ya
merro.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:363)
“Çeteden birinden çalsam, Kıvırcık’tan, ya da şu Boa hayvanından, ama sınav var, kimyadan bir daha
çakmamalıyım. Köle’den aşırsam amma matrak olur, bir keresinde Vallano’ya söylemiştim, doğru da, ölünün
birini dövsen kendini cesur sanırsın, ama umutsuzsun demiştim. Bütün zenciler gibi Vallano da korkağın teki,
gözlerinden okunuyor o panik, o sıçramalar, pijamamı çalanı geberteceğim…”
(M.V. llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:22)
“Mathieu yarım ağızla:
-Çakacak galiba, dedi.
-Hani çalışıyor, demiştin?
-Eh, sözüm ona… Kendince çalışıyor.”
(J. P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:9)
“Mrs. HUSHABYE, telaşla ayağa kalkarak. - Aman, canikom, gözünü seveyim. Cesurluğundan şüphe
ettiğini çakarsa yandık..... Tüyler ürpertici bir numarası vardır. Üçüncü kattaki pencerelerin birinden girer
öbüründen çıkar. Sinirlerinin sağlamlığını deniyor aklı sıra.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:32)
“-Uzatma da, sorduklarıma karşılık ver. Nedime’yi tanıyor musun?
-Doğrusunu arar mısın babacığım, ben bu beyzadeyi de tanımıyorum. Ben böyle faso-fiso işlerden
çakmam. Biz, malum ya, kahveci esnafıyız. Zanaatımız nabza göre şerbet vermek.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:236)
“Ağanın sağında oturan kara yağız adam, rum türkçesiyle lafa karıştı:
-Yeni mi çaktın paşam? Bu oğlanın günde içtiği esrar senin ağırlığınca..
-Doğru mu oğlum, bak Tanaş Abin ne dedi?
-Boş ver. Ben Seringel Abi’den papeli uçlanıyorum.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34)
“TRANIO, yalnız. - Çekingen adam, karşısına bir tehlike çıktı mı, bir para etmez…..baktım ki iş
karışmış, büsbütün karıştırayım da kimse içinden çıkamasın dedim. Belli ki ihtiyar sonunda her şeyi çakacak,
öğrenecek… İyisi mi, yiğitlik bende kalsın, ben hepsini söyleyivereyim, onunla bir antlaşma imza edeyim…”
(Terentius, “Hortlak”, sa:73)
Çakmak : Tokat ya da yumruk aşketmek, şimşek gibi vurmak (Argo); İmtihanını geçememek, sınıfta kalmak
“O sesi tanıyordum. Tokat sesi değildi. İyi pezevenklerin çoğu kızların morarıp şişmesini istemezler.
Ağız ve gözlerden uzak durur, yanağa tokat atarlar. Bruno’nın ahırı genişti anlaşılan. Kesinlikle başa atılan bir
yumruk sesiydi duyduğum. Kız haykırıp duvara çarptı ve geri gelirken Bruno ona bir tane daha çaktı.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:26)
“Alın üstümden paltomu, çocuklar, çakayım
gözünün üstüne yaşlı Babalos’un;
hem sağakım ben, bilirsiniz, hem solak,
kaçırmam bu yüzden hiç hedefi.”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:68)
“Çeteden birinden çalsam, Kıvırcık’tan, ya da şu Boa hayvanından, ama sınav var, kimyadan bir daha
çakmamalıyım. Köle’den aşırsam amma matrak olur, bir keresinde Vallano’ya söylemiştim, doğru da, ölünün
birini dövsen kendini cesur sanırsın, ama umutsuzsun demiştim. Bütün zenciler gibi Vallano da korkağın teki,
gözlerinden okunuyor o panik, o sıçramalar, pijamamı çalanı geberteceğim…”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:22)
“-….. Ben sizin ne düşündüğünüzü biliyorum:
-Öyleyse ne diye soruyorsunuz? Bunu keşfetmek için çok zeki olmak gerekmez: Sınavı
düşünüyordum.
-Çakmaktan korkuyorsunuz… Öyle mi?
-Evet, çakmaktan korkuyorum. Daha doğrusu, korkmuyorsum, çaktım. Çaktığımı biliyorum.
Mathieu ağzında gene o zehir gibi acılığı duydu: Eğer kaldıysa, onu bir daha göremem artık. Hem
kesinlikle kalmıştır: Besbelli.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:63)
Çakmak çakmak (yanmak) : Ateş saçmak, alev alev ( yanmak)
“Kahramanımız, sonsuz bir mutlulukla uyandı. Koştu aynaya baktı: Acaba ihtiyarladım mı diye.
İhtiyarlamak şöyle dursun, gözleri yaşam arzusuyla çakmak çakmak yanıyordu. Mademki Tanrı onun duasını
kabul etmiş ve bedavadan ona hediye etmişti, aynı ricayı bir daha yinelemesine engel yoktu.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Rüyalarımın Kraliçesi”, sa:36)
“İnsanüstü bir gayret sarf ederek, takınabildiğim bütün soğukkanlılığımla gereken açıklamaları yapmış,
komşularımın heveslerini kursaklarında bırakmış, polisleri kapıdan savmış, çakmak çakmak gözlerimle tam
banyoya yönelmiştim ki, salondan telefonun çığlıkları duyulmaya başladı. Benim banyoya yönelmemi fırsat
bilen Tuğde, telefona doğru sekerken, alev dilli bir canavar gibi hızla önünü kestim.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:69)
“Bunca acıdan sonra sıradan bir köpeğin, hatta sıradan bir insanoğlunun bile ruhu incinebilirdi. Ama
Flush’da bütün o yumuşaklığın ve ipeksiliğin yanısıra, çakmak çakmak gözler de vardı; sadece parlak alevler
halinde yükselmekle kalmayıp alçalan, için için yanan tutkular vardı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:59)
Çaktırmadan : Çevresine ya da karşısındakine hissettirmeden
“Efendisinin kararında ısrarlı olduğunu, gözyaşı, yalvarma, öğüt filan kar etmediğini gören Sancho,
hileye başvurup onu sabaha kadar oyalamaya karar verdi. Bunun için de, Rocinante’nin kolanlarını sıkıyorum
derken, çaktırmadan, eşeğinin yularıyla, atın arka ayaklarını bağlayıverdi; böylece, gitmek üzere davranan
Şövalye, yerinden bile oynayamadı: at ancak olduğu yerde sıçrayabiliyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:127)
“Kenarları kalkık, tepesi düz şapkası, mavi dama tahtasını andıran boyunbağı, kanarya sarısı hırkası ve
gri pantolonuyla fincan tabaklarının karşısısında oturması saygısızlık gibi geliyordu Alice’e. Dahası arada bir
parmağını çaktırmadan yeni uzatmaya başladığı bıyığına götürüyordu.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:57)
“Yanyalı hararetle devam ediyordu: ‘Bu işin aslını muhakkak öğreneceğim beyefendi. Ateş olmayan
yerden duman çıkmaz derler. Hacı Yakup bana çaktırmadan dolap döndürebilirmiymiş, görürüz bakalım...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:43)
“ ‘Bu çocuğun işi zor!’ dedi Şvayk dalgasını geçerek.
O arada, Balon çaktırmadan ocağa yanaştı, cebinden çıkardığı ekmek parçasını kocaman tavada
domuz rostosunun içinde yüzdüğü sosa banmaya yeltendi. Bunu gören Yurayda, Balon’a acımaktan o saat
vazgeçip bizimkinin eline vuruverdi; Balon’un elinden fırlayan ekmek parçası tramplenden suya atlayan bir
yüzücü gibi sosun içine düştü.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:263-4)
“Lenina, Müdür’ün dramatik sessizliğindnen yola çıkarak kibarca, ‘Öyle denmez,’ dedi. Müdür’ün ne
dediği konusunda en ufak bir fikri yoktu. Müdür gümbürdemeye başladığında çaktırmadan yarım gramlık
‘soma’ yutmuş, sonucunda, şimdi dinlemeden sakince oturabiliyor, hiçbir şey düşünmüyordu, ancak iri, mavi
gözleri can kulağıyla dinliyormuşçasına Müdür’ün yüzüne sabitlenmişti.”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:142)
“Beni ağacımın ardında ilk gördüğü akşam bana gizlice göz kırptı ve iyimser bir boğanın
gülümseyişiyle gülerek, parmaklarını dudaklarına götürdü, bununla bana sanki: ‘Bilirsin ya, bu iş aramızda
kalacak’ demek istemişti. Daha sonra, gene kimseye çaktırmadan beni, gizlice selamladı. Bunu çok becerikli bir
jestle, parmaklarını şapkasının kenarına götürerek yapmıştı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:23)
“Reha Bey, sonra beni aldı; Balat meyhanelerinin birinde Hıfzı Reis aslı bir çingene tulumbacı reisi ile
görüştürdü. Hızı Reis, yaman ve kabadayı bir adama benziyordu. Benim Etem’le olan maceramı iyice
dinledikten sonra,
-Çaktırmadan, dedi, herifle barış, kendisi ile yeniden dost ol; sonra bir gece onu buraya, meyhaneye
davet et... Ötesine sen hiç karışma!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:177)
“Gün gelmiş kasabada bir ‘Kudret Beğ’dir almış yürümüştü. Yürümüştü ama ufak tefek Müdürünün de
gözünden kaçmamıştı bu. Kızdığı, kızmak ne kelime, küplere bindiği her halinden belli olduğu halde
çaktırmadığını sanmıştı. Ne diyebilirdi?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:38)
“Günde en az yarım düzine dizi geçiyordu kanallardan; ben de bunları oynayan (daha doğrusu konuşan)
‘yorumları’ kayıt sırasında çaktırmadan gözetliyordum: meslek yaşamlarının sonuna gelmiş aktör ve aktrislerdi
bunlar; eski püskü giysiler içinde, bir deri bir kemik zavallılar...”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:8)
“Atlarımızı yedeğe alarak keskin ve kayalı bir sırtın kenarından yürümeğe başladık. Yan gözle
çaktırmadan yüzüne bakıyordum. Pek muztaripti, hep yere bakıyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:237)
“William, masada, şimdi Mrs Parker ile Isa’nın arasındaki yerinden Giles’in yaklaşışını gözledi. Kadere
karşı silahlı ve gözüpek, yiğit ve atak, ayakta dimdik – bildik marş çınlıyordu kafasında. Somurtkan kahraman
yaklaşırken, William’ın sol elinin parmakları sımsıkı kapandı kimseye çaktırmadan.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:98)
“ÖZENLE DAVRANMAK
--------------------------------Eğilip çaktırmadan,
uzanacak mısın
koridorlara
kımıldamaz dolaplara?
(Makhoazana Khosi Xaba<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.11.07)
Çalaan :
(ŞAMAN MYTH.) : Yakın tarihlere kadar, Şamanizm’le ilgili gibi görünen, Gaziantep hava
alanlarında tesbit edilen, bugünlerde izi kalmamış, efsane olmuş bir kuş.
“Gazeteci Akten Köklüoğlu, şamanizmin en önemli simge hayvanlarından biri olan ve Gaziantep
yöresine özgü bir kuş: Ç a l a a n hakkında da çok önemli bilgiler veriyor (Kişisel mektubundan!).
‘Bu kuşun nesli mi tükendi, yoksa başka yerlerde mi konaklıyor bilemem ama, 50-60 yıl önce,
Gaziantep semalarında devamlı kanat açan, beyaz siyah karışımı, geniş kanatlı, et obur atmaca türünden bir kuş
idi çalaan.
‘Bostan aralarında hayvan leşi bulurlarsa, onlarcasını başında görebilirdiniz. Çocuklar gökyüzünde
çalaan görünce, ellerine kırmızı bez parçası alır, yukarıya doğru sallar ve: ‘etleme cuh hey, gah, gah, gah!’ diye
bağırırlardı. Kuşlar pike yaparak üzerlerine gelince de korkar kaçarlardı. Onlar da kırmızı renkli eşyaları kapar,
et kesilen yerlerde et parçalarını kapmak için ani iniş yapar, eti kapar kaçarlardı. Tarlada çalışan kadın, bebesini
gözden ayırmaz, çalaan kapar diye korkardı. Bu kuşun, kundaklı bebeği kaptığı da söylenirdi. Kırsal kesimde bu
kuşları kızdırıp sonra da korkup kaçan çocukları görebilirdiniz.
“Bu anlattıklarım insana hayal gibi gelir ama, benim çağımdaki -1939 doğumlu- insanlar bunların
gerçeğini yaşamıştır. ‘çalaan gibi kaptı kaçtı’ halk arasında sıkça kullanılan bir deyimdir.”
(İ. Ersevim, “Şamanizm” -henüz basılmamış eser-)
Çala kalem : Hemencecik, bir nefeste, alelacele konuşarak ya da yazarak
“Yazdıklarımda halktan, onun çektiği acılardan, geleceğinden, bilimden, insan haklarından ve daha
bunlar gibi birçok şeyden söz etmekle yükümlü olduğumu hissediyorum. Ve işte böylece çala kalem her şeyden
söz ediyorum...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:59)
“Liseyi biitirdin, bir süre dalgalandın, sonra bu orta hallinden de orta halli, bu önemsiz ve kötülüksüz,
yalnızca küçük sevinçleri olan, bu düşüncesiz ve tartışmasız yaşama yerleşiverdin. İyiyse de kötüyse de kendin
yarattın bunu. Çoklarının korkup kaçtığı şey. Bir ev kadınının para kazanmak için çalakalem yazdığı bir aşk
romannın sessiz kahramanısın sanki.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:8)
Çala kanat : Kuş gibi uçaraktan, koşaraktan
“KORO
Korkma, korkma!
Gelenler dostların.
Çala kanat ulaştım bu kayalığa,
Babamı zorla razı ettim
Ve rüzgarlar kaptı getirdi beni.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:46)
Çala kürek : Habire kürek çekerek
“PHORKYAS - Bunlar tarihi şeyler, herhangi bir kınama söz konusu değil. Korsanlığa çıkan Menelas,
çalakürek bütün körfezleri dolaşarak, sahilleri ve adaları baştan başa haraca kesti...”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:202)
Çalçene : Çenesi düşük, geveze, bol bol konuşan; önemsiz, sırf ‘laf olsun da beri gelsin’ cinsinden
“Sözlerine dikkat et geçerken yanımdan Echo,
çalçenenin biriyim ben, hem de değilim,
bir söz duymayagöreyim, aynısını söylerim,
sana da geri dönerim senin sözlerinle.
Dilini tutarsan, çıtım çıkmaz benim de.”
(Antiokheialı Arkhias, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:165)
“Miles kendini bu olayın dışında tutuyor ve kıza olabildiğince seyrek eşlik ediyor. Maria’yla Teresa
kibar ve zararsız iki çalçene, onlara bir itirazı yok; ama bir saat sonra çok sıkıcı oluyorlar; hiç sıkıcı olmayan
Angela ise başka bir yönden Miles’ın tepesini attırıyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:43)
“Bundan böyle entelektüel araştırmalara kendilerini atamak isteyen gençlerin amacı, gerekli otoriteden
yoksun, ün yapmış, çalçene profesörler tarafından bir zamanki kültür artıklarının kendilerine buyur edildiği
yüksekokulların çevresinde bir balözü toplamaya çalışan arılar gibi dolanıp durmak değildi.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:32-3)
“Dün bütün gün prens beni adeta masaya mıhladı. Saraydan dışarı çıkamadım. Altesleri o kötü savcı
yazımla bana bir yığın diplomatik belge yazdırdı. Bunlar öylesine ahmakça, öylesine çalçene şeylerdi ki,
sanıyorum prensin asıl amacı beni orada tutmaktı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:343)
Çalgın : Isı nedeniyle cılız kalmış bitki; deli, kendini bilmez kişi; bakır kapta uzun bekleyip bozulmuş yemek;
inmeli, yatalak kişi
“Alacakaranlık
------------------Uzun değneklerle bükülmüş yan yan,
Sürünür yerde iki geveze çalgın
Çıldırır belki bir sarışın ozan.
Bir tay takılır ayağına bir hanımın.”
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
Çalı çırpı : Küçük bir ateş yakmak için toplanan kurumuş dal parçaları, bitki ve ağaç kalıntıları
“Bacağının birinde kocaman bir demir parçası paçavralarla sarılı olan bir adamdı bu! Ayakkabıları
param-parça olmuş, şapkasız başına eski püskü bir bez sarmıştı. İliklerine kadar sırılsıklam ıslanmış, baştan aşağı
çamurlara bulanmış, taşlardan, kayalardan bacakları yara-bere içinde kalmış, dört bir yanına dikenler yapışmış,
sırtındakiler çalı-çırpıya takılmaktan parça parça olmuş bir adam...”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:6)
“Dışarıda olağandışı bir şey görülmüyordu, uzun ve sessiz bir bekleyişin ardından Methuen, girişi
kapatan çalı çırpıyı mümkün olduğu kadar sessizce kenara iterek, büyük ağacın siyah gölgesiyle kararttığı
kayaya doğru süründü. Tepenin etekleri dingin gökyüzünün altında hala masumca uyuyordu.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:98)
“Kapının yanında, paganların kurbanları için kullandıkları cinsten bir sunak vardı ve Baudolino
Konstantinopolis’te buna benzer birçok sunak kalıntısı görmüştü. Sunağın üzerinde çalı çırpı ve kuru dallar
vardı. Arzruni üzerine ağdalı ve koyu renkli bir sıvı döktü, koridoru aydınlatan meşalelerden birini alıp çalı çırpı
yığınını ateşe verdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:312)
“Véronique ilkönce iyi gözle bakmıyordu ona (Kahya Beppo’ya!); ama evin kuzey köşesindeki
Meryem heykelinin önünden geçerken istavroz çıkardığını gördükten sonra, paçavralarını hoş görmeğe başladı;
suyu, kömürü odunu, çalı çırpıyı mutfağa kadar taşımasına izin verdi.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:5)
“Böylece sayıklayan Goldmund hanidir bilmiyordu nereye gidiyor, nerede bulunuyor, ne söylüyor,
yatıyor mu yoksa ayakta mı duruyor. Çalı çırpılara ayağı takılarak ikide bir düşüyor, seğirtip dururken ağaçlara
tosluyor, karların dikenlerin ortasına yığılı yığılıveriyordu. Ne var ki, içindeki yaşam içgüdüsü güçlüydü, onu
boyuna çekip yeniden ayağa kaldırıyor, rasgele bir kaçışı sürdüren Goldmund’u yeniden önüne katıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:170)
“Derken bir gün geldi, küçük Sidarta babasının yüzüne karşı söyledi düşündüklerini, açıktan açığa ona
cephe aldı. Babası ona bir iş buyurmuş, çalı çırpı toplamasını istemişti. Ama oğlan kulübeden dışarı adımını
atmamış, inat edip ateş püskürerek olduğu yerde kalmış, ayaklarıyla yeri dövmüş, yumruklarını sıkmış, kin ve
nefretini olanca gücüyle babasının yüzüne haykırmıştı.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:144-5)
“Bahçeye koştu, kendi yapmış olduğu küçük bir fırın vardı orada; çalı çırpı, asma dalları topladı, fırını
yaktı, kuzu başlı kabı içeri sürdü, sonra arkadaşlarına döndü, şarap ve sohbet için can atıyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:325)
“Artık şöminedeki çalı çırpı demetleri, kızıl korlar haline geliyor, tutuşmaya başlayan odunlardan
kızgın alevler yükseliyordu. Ateşin bu değişen anlarını görmek için gözlerini okuduğu kitaptan ayıran Collette,
annesiyle babasına baktı. Sebebini bilmediği halde onların mutlu görünmelerinden sonsuz sevinç duyuyordu.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı-Mutluluk İçgüdüsü”, sa:268)
“KARLA, FIRTINAYLA GEÇENLER
-----------------------------------------------Dışarı çıktığımızda, donmakta olançamurda, derin ve uslu izlerdi bulduğumuz
ve çalı-çırpı dengiydi, ırmak kıyısındakikocamış ağacın en alt dalında sallanan.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan”, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“O başkaldırı öyküleri, olacağı haber verilen o siyasi kargaşalıklar da öyle idi. Toprak başka ellere
geçecek, uzak memleketlerin ürünleri bütün ürünlerimizi mahvedecek, tarlalarımızda çalı çırpıdan başka bir şey
kalmayacak diyorlardı. Kalmayacaktı da ne olacaktı sanki?”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:406)
Çalılıktaki tavşan kadar hileleri olmak : Hilebaz, düzenbaz
“TONY -… Bütün Hıristiyanlık dünyasında onu kadar kaba, huysuz bir yaratık var mıdır, acaba?
HASTINGS, kendi kendine - Bir aşık için yüreklendirici sözler!
TONY - Ben onu, boyu şu kadarcıktan tanırım. Onun, çalılıktaki tavşan kadar hileleri, alıştırılmaya
yeni çıkarılmış tay kadar çifteleri vardır.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:58)
Çalım atmak; çalımla dolaşmak, çalımlarından geçilmemek, yanlarına varılmamak; çalımlı: Kendini,
varlık ya da farklı nedenlerden, başkalarından üstün görüp, yanına yaklaşılmaz gibi davranmak
“Durana birden: ‘Otur ula Mısdava!’ dedi. ‘Yahu, nedir bu dürzünün çalımı? Tos tos tos!.. Ne yaptık
biz buna? Daha demin kendi kendime dedim ki: Söze baksa da evlendirsek! Böyle demedimse evime varmayım!
Şuna bak!’ ”
(F. Baykurt, Onuncu Köy”, sa:23)
“Hala sayıklıyor, henüz kendine gelemedi. Teyzeleri ah vah edip duruyor, üstelik çalımlarından
yanlarına varılmıyor.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:102-3)
“Bayan Truman adamın yanına oturdu, en ciddi halini takınarak sordu: ‘Sence güzel miyim? Güzel
miyim diyorum?’ Kocası karısının omzunu kayıtsızca sıvazlayarak dönüp gazetesini okumaya devam etti.
‘Evet,’ dedi belli belirsiz. ‘Elbette.’ Bayan Truman çalımla ayağa kalktı. ‘Bana yalan söylemek zorunda değilsin,
değilsin,’ diyerek güvertenin yolunu tuttu. Campion ile Graecen tuvalin başında sigaralarını tüttürüyorlardı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:149)
“-Baba, bırak artık eylenmeyi!
-Şuna bak! Çalımından da geçilmiyor! Eğlenirsem ne olurmuş?
-Susmazsan ne olacağını görürsün. Babam demez atarım sopayı!”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:16)
“GREY CADDESİ
---------------------Grey Caddesi, bilgelerin duman değil artık ganja otu
Grey Caddesi, İspanyol paçalar çalım atıyor senin tarzına
Grey Caddesi, bir efsane değil şimdi Mila 18
Varşova’nın da var bir Grey Caddesi!
Grey Caddesi, Siyahlar mı modaya boğuluyor
Umgeni Blue Lagoon’da?”
(Mafika Pascal Gwala<d.1946>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.11.08)
“Bill yabancının bütün ceplerini yokladıktan sonra iğrenerek geriledi:
-Bir altın saat bile yok, utanmıyor musun hiç? Ağarmış yontu kılıklı herif. Bu başgarson kılığıyla ve
kontlar gibi çalımla dolaşmaktan sıkılmıyor musun? Tren paran bile yok. Servetin nerede?”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:107)
“Dışarı çıkar çıkmaz, anlaşılan enikonu bir neşeye kaptırmıştım kendimi. Sanki bir dostum köşeyi
dönmüş de kayıplara karışmış gibi sokak içerisine bir isim haykırdım. Sıçrayıp havaya fırlattım şapkamı ve
çalımlı bir pozla yeniden yakaladım.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:7)
“‘Bir beyzade gibi orada öylece dikiliyorsun, ben de emrine amde vaziyette koşturup duruyorumm,’
dedi kaşlarını çatarak. ‘Sana niçin bu kadar iyi davranıyorum bilmem. Bana buyurma hakkını kimden aldın?
Zaten kimsin, necisin sen? Soylu değilsin, orası belli,yoksa bu arabada ne işin var? Yine de çalımından yanına
yaklaşılmıyor. O halde haydudun biri olmalısın.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:16)
“Öyle acı ver ki ona Kypris
çalım atamasın bir daha Dorikha
yeniden buldum diye aşkı”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:128)
Çalım satmak : Üstünlük taslamak, burun büyüklüğünden yanına yaklaşılamamak
“ ‘Yoooo... İlle ırzı gırık Muhtarın oğlu, Deli Haceli’nin gardaşıyla, gol gola dakıp köy içinde bana
çalım satacaklar. Derelerde depelerde ufacık çocukları elleyip kirletecekler. Harımlarda, harmanlarda aylak
aylak dolaşıp milletin malına ziyan verecekler!...’
‘Boyları devrilsin! Yüzülesi yüzlerini yerler gizlesin!...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:181)
“Karmakarışık çöplerle dolu, dökük saçık, cinlerin top oynadığı kırmızı topraklı bir yerdi. Bir köşede
bir türbe vardı, daha önce gözüme iliştiğini anımsamıyordum. Çevresi yeni yüksek demir parmaklıklarla
çevriliydi. Beyaz bir kubbe, kuru bir ağaçla çalım satıyordu, ikisi de birbirinden solgun.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:88)
“GREY CADDESİ
---------------------Grey Caddesi, bilgelerin duman değil artık ganja otu
Grey Caddesi, İspanyol paçalar çalım atıyor senin tarzına
Grey Caddesi, bir efsane değil şimdi Mila 18
Varşova’nın da var bir Grey Caddesi!
Grey Caddesi, Siyahlar mı modaya boğuluyor
Umgeni Blue Lagoon’da?”
(Mafika Pascal Gwala<d.1946>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.11.08)
“Bill yabancının bütün ceplerini yokladıktan sonra iğrenerek geriledi:
-Bir altın saat bile yok, utanmıyor musun hiç? Ağarmış yontu kılıklı herif. Bu başgarson kılığıyla ve
kontlar gibi çalımla dolaşmaktan sıkılmıyor musun? Tren paran bile yok. Servetin nerede?”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:107)
“ ‘Corny oğlum’ diye düşünürdü bizimki. ‘Burada senden daha yakışıklısı yok. Ne var ki sen zavallı bir
araba sürücüsü, onlarsa vergilere sövüp sayan, yanlarındaki dünya güzellerine sanat galerilerinde çalım satan bir
avuç şanslı kerata...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:186)
“Dışarı çıkar çıkmaz, anlaşılan enikonu bir neşeye kaptırmıştım kendimi. Sanki bir dostum köşeyi
dönmüş de kayıplara karışmış gibi sokak içerisine bir isim haykırdım. Sıçrayıp havaya fırlattım şapkamı ve
çalımlı bir pozla yeniden yakaladım.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:7)
“Bir gün önce cuma olduğu için Kağıthane’ye gezmeye, eğlenmeye giden bir takım, akşam üstü geç
vakit arabalarla oradan dönerken, karşılarında oturan bir evin kız çocukları, bu Kağıthane’den dönenlerin
çocuklarına takılmış, onlarla:
-A... a... şunlara bakın... Bitli Kağıthane’den dönüyorlar; bir de bize çalım satıyorlar! -diye alay
etmişler.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:181)
“Zannediyor musun ki ben de sana
Şimdiki kadar kıymet vereceğim.
Sözünü bitirdikten sonra, çalım satarak, sırtını döner, bir adım atacakken durup, ardına döner,
menteşeyi yine aynı çalımla kapatıp yürür gider.”
(M. Mungan, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:13)
“Daniel parmaklıklara dayanarak durur, kımıldamadan onların genç sevgililerin alaycı ve tembel
bakışları karşısında çalım satıp, koskoslanmalarını seyrederdi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:133)
“-Sana diyeceğim şu ki: onun bir başına Pierre’le birlikte olması, özellikle gece, hoşuma gitmiyor.
Düşünsene, dünyanın bin türlü hali var. Pierre fazlasıyla içten pazarlıklı.
-Bilmem ama, dedi Madam Darbédat, pek kaygılanmaya gerek yok; çünkü onun her zamanki hali bu.
Herkesle alay eder gibi bir izlenim bırakıyor. Zavallı oğlan, önce çalım sat, sonra da bu hale gel, diye içini
çekerek ekledi.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:44)
“Sıra beklemesi, doktorun mahkemedeyken kendisinin de takındığı -yapmacık tavırlar takınarak
şurasına burasına vurup dinlemesi, yanıtı önceden hazır, hiç gereği olmayan sorular sorması, ‘Siz kendinizi bize
bırakın, gerisini düşünmeyin’ dercesine çalım satması- ülkemizde kendinizi birilerinin eline bırakırsanız,
hakkınızda en iyisinin düşünüleceğinden kuşkunuz olmasın’ -tıpkı mahkemelerde onların yaptıklarının
aynısıydı.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:55)
Çalıp çırpmak : Şu ya da bu şekilde mal ya da para sızdırmak; Yağma etmek, çalmak
“FAUST-... Şimdi de Menelas’ı hemen bu halden uzaklaştırarak, denize doğru sürün. Orada istediği
gibi dolaşarak, çalıp çırpsın ve pusu kursun. Zaten bu, onun beklenen sonu idi.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:222)
“Ve sen, yalancı, palavracı: Rabb’in bütün buyruklarını ayak altına alıyorsun, adam öldürüyorsun, çalıp
çırpıyorsun, kadınlarla düşüp kalkıyorsun, derken ah u vah ederek ağlamaya başlıyor, dövünüyor, gitarını
duvardan alıp, günahını türküye çeviriyorsun.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16)
“Onlara duyduğu tiksintiyi, kızlarını on altı yaşında evlendirmeleriyle, seçimlerde oylarını en fazla para
verene satmalarıyla ve çalıp çırparak geçinmeleriyle izah ediyordu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:156)
Çalı süpürgesi kılıklı; Çalı süpürgesine dönmüş saçlar : Sıska, üstünde ince ya da ne idüğü belirsiz derme
çatma giysisi olan; Saçlar karmakarışık, taranmamış ve kirli
“Rabia’nın burnunun üstü kırışarak güldü:
-Sanki ben bunu düşünmüyor muyum? Fakat benim gibi sıska, çalı süpürgesi kılıklı kızı kim alır?
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:140)
“Birinci kata indiler, doktorun karısı en yakındaki kapıyı vurdu, umutlu bir bekleyiş içindeydiler, bir
süre sonra içerden gelen boğuk bir ses sordu, ‘Kim o,’ koyu renk gözlüklü genç kız ilerledi, ‘Benim, ikinci
kattaki komşunuz, annemi babamı arıyorum, nerede olduklarını biliyor musunuz?’ diye sordu. Birinin ayağını
sürüyerek kapıya yaklaştığı duyuldu, kapı açıldı ve tiridi çıkmış yaşlı bir kadın eşikte belirdi, bir deri bir kemik
kalmıştı, çalı süpürgesine dönmüş bembeyaz, gür saçlarıyla insana itici gelen bir pislik içindeydi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:217)
Çalışıp çabalamak : Sürekli çalışmak, emek vermek
“Bulunduğun yerde ne kadar çalışıp çabalasan, önündekini, yanındakini ne kadar itip kakıştırsan
nafile... Bilmem kaç yıl geçecek de aylığın bilmem kaç kuruş artacak.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:9)
Çalmadan oynamak : Bir işarete bakmak, ilişkiye dünden hazır olmak
“Kemal ağa ise taşı adamakıllı gediğine koyduğundan emin, yarın İstanbula koşup ziyarete gelecek
baldıza müjde verip vermemeyi düşünüyordu. Verse, çalmadan oynayan kadının alevlenivereceğine kuşkusu
yoktu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:69)
Çalmadık kapı bırakmamak : İş ya da yardım aramak amacıyla her yana başvurmak
“CUDANA - Oğul değil kendini istersin benden, bilirim. Erkeğin gövdesine haram edilmiş rahmin
derin boşluğunu istersin. Erkek dediğin yüreğine taşırmış kendi rahmini. Bana gelince: Çalmadığım kapı kaldı
mı sanıyorsun? ”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:89)
“Evet, sevgili Franzl, bankalar, resmi daireler ve mağazalar Sibirya’da boşu boşuna iki kış tatil yapan
ve yarım bir elle dönenleri beklemiyorlarmış. Çalmadığım kapı kalmadı. Gittiğim her yerde: ‘Üzgünüz,
üzgünüz’ diye beni geri çevirdiler.”..... “... Federal hükumete, savunma bakanlığına, polise, belediye meclisine
başvurdum, bir oraya bir buraya koşuşturup durdular beni, çalmadığım kapı, çıkıp inmediğim merdiven, içine
tükürmediğim mürekkep hokkası kalmadı.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:182;184)
Çalmak : Benzemek; yüzüne (allık, ruj) sürmek, suyla yıkamak
“Eski kale, yahutçuğuma, Kabe dıvarı diye bilinmektedir. Kabe duvarı dememiz şundandır ki, bu dıvar,
Alaeddin-i Keykubat babamızın burada ilk ayak bastığı yere temel alınmıştır. Ayağının tozu temele sıvanmıştır.
O gün bugündür buraya ilk gelen kadir mevlamın her kulu, ayağının tozunu dıvarın dibine çalar. Adet
olmuştur...... Çalmasıylan, bir gelen bir daha gelir.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Duvar Öyküsü’, sa:39)
“Şimdilik üstümü çıkarmadan uzanmış karımı bekliyordumi çarşaf falan getirirdi herhalde. Battaniyeler
yündü, yeşile çalıyordu, bir parça eskimişti; Üzerindeki desenler -top oynayan ayılar- top oynayan insanlara
dönüşmüş, çünkü ayıların yüzleri artık tanınmaz olmuştu; birbirlerine sabun köpükleri atan, kelle kulak yerinde
pehlivan
karikatürlerine
benziyordu..”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:72)
“Çevremizdeki görünüme göz gezdirdim: birkaç köy evi, şatonun kulesi, ekime hazır engebeli tarlalar.
Sağdan bir çoban belirdi, sürüsünün başında şatonun duvarlarının önünden geçerek köyüne gidiyordu. Gök kızıla
çalıyordu; hayvanların kaldırdığı toz, düşsel ya da gizemli bir görünüm verdi ortalığa.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:135)
“Akşama Doğru
bir çeyrek, bir çeyrek daha.
sen geceye doğru dönüyorsun.
kırmızıya çalan yüzün.
utangaç bir gelin gibi.”
(Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“Elinde çok güzel bir Alaman filintası vardı, attığını vururdu. Tüfeğini karısı kadar severdi. Sarıya
çalan saçları diken dikendi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:89)
“Siz onu tanırsınız, sayın kontesim; yukarıdaki şeref salonunda, şöminenin yanında asılı duran
büyüklükteki kadın resmi, onun kendisine herhalde benzeyen portresidir. Bu, erkekler, özellikle yaşlı erkekler
için çok tehlikeli olan altın rengine çalar kırmızı saçlı bir kadındır.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:89)
“Bana bakan bu insan da kimdi? Bu gözler benim olamazdı, hiçbir zaman böylesine yassı gözlerim
olmamıştı. Bir tavuğun ya da hindinin gözleri gibi parlak, cilalı, boş gözlerdi bunlar. Ve gözlerimin altında şiş ve
griden sarıya çalan renklerle torbalar oluşmuştu. ‘Lanet olsun!’ diye düşündüm, bu berbat tuvaletin ışığından
olmalı diye düşündüm.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:57)
Çalmak; Çalmak çırpmak : Hırsızlık etmek, başkasının malını sahiplenmek
“... lekesiz sayılan o iyi huylu babalar, sadık eşler, itaatkar oğullar, bakir kızlar, namuslu tüccarlar
çalmışlar, çırpmışlar, aldatmışlar; en iğrenç, en karanlık, en yüz kızartıcı işlere karışmışlardı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:25)
Çal yaka, Çalyaka etmek : Sorup soruşturmadan yakasından tuttuğu gibi alıp götürmek (Argo)
“-İşte gördün mü Bey babacığım? ‘Olmaz!’ diyemedin. Biz de oracıkta ‘Peki’ dedik demedik,
aynasızlar bizi çalyaka ettiler. Yallah, buraya getirdiler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:236)
“‘Vay başıma! Bunlar beni Selbest partiden mi para alıyor sandı? Demek böyle mi karalamaya kalkıştı
bizi namussuz Behram? Peki, bu herifler hiç mi soruşturmaz? Bir başkasına gidip, neyin nesi demeden çal
yaka... Yuf olsun!’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:275)
Çamaşırcı kadın kavgası yapmak : Alenen, herkesin ortasında herşeyi açığa vurarak yapılan kavga
“Bu lakırdıları işittikten sonra, artık, benim adımı ağzınıza almak küçüklüğünden kendinizi
sakınacağınızı umarım. Yine bilmelisiniz ki, bu ağza alınmaz lakırdıları utanmadan, çekinmeden bile bile size
yazan nankör ve terbiyesiz kızla karşı karşıya gelecek olursanız, bir çamaşırcı kadın kavgası yapmaya da
kadirdir.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:128)
Çam devirmek : Pot kırmak, gaf yapmak
“Bu üçlü, 18 gün boyunca Versilia’da bir kışlaya kapanıp, bildiklerini söyleyip, cinayeti itiraf etmesi
için Marino’ya nasıl dil döktüklerini anlatır. 18 gün dedik ama, yüksek görevlilerden biri çam devirip bu sürenin
bir buçuk ay olduğunu ağzından kaçırır.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:8)
“-Yalan söylemedikleri muhakkak değil mi? Nitekim biraz evvelki sözleriniz de onu kanıtlıyordu.
-Küçük hanımefendi... Kerem buyurun... Daha demin bir çam devirdim... Onun sıkıntısı geçmeden
kulunuzu bir ikinci gaf yapmak tehlikesiyle yüzyüze bırakmayın... Bu ince konuyu bırakalım.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:61)
“Ben de utancımdan yine yerin dibine geçecektim! Hele akşamdan beri devirdiğim çamların üstüne.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati
Çamsakızı çoban armağanı : Adeta özür diler gibi, bir hediye verenin, maddi gücünün pek yerinde
olmamasına karşın, verdiği hediyenin gönlünden geldiğini, dolayısıyla daha çok manevi değerler içerdiğini
belirten bir deyim
“Sonra, cebimden, özellikle hazırlanmış bir pasta kutusunu çıkararak uzattım:
-Çamsakızı çoban armağanı Nesip Bey... Zannederim ki deniz havası iştahanızı açmıştır.
O, biraz bozulur gibi oldu. ‘Mersi!’ diye gülümsemeye çalışarak paketi açtı.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:162)
Çamsakızı gibi yapışmak : Bir kimsenin bir diğerine baydıracak, sıkıntı uyandıracak düzeyde yapışıp kalması
“Bana artık çıkıp gitmek düşmüştü. Kristiyan’a yavaşça:
-Senden artık izin isteyeceğim, dedim. Fakat, çamsakızı gibi yapışıyor, bir türlü yakamı
bırakmıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:242-3)
Çamur : Çevresini tedirgin eden, yapışkan, muzır, ukala kimse (Argo)
“Peki Rana, sen şimdi git bakalım, bir çaresine bakarız!...
-Nasıl çaresine? O sulu oğlan, ya kızı yolda çevirip pataklar, yahut yaralarsa?...
-Burası dağ başı mı yahu, hiç böyle şey olur mu?
-Ey, olur, olur! Neler oluyor ki... Zaten onun sarhoşluğu çok çamurdur. Ona sebep, sana çok
yalvarırım; bir zaman ne Emine seni görsün ne de sen Emine’yi!...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:268)
“Buraya kadar tıkır tıkır yürüyüp gelen işler, bundan sonra, hele seçimlerde otomobile, tayyareye
binmeyecek mi? O zaman? O zaman Deve’den kurtulmak gerekirse? Kurtulamazsın ki! Herif çamur. Elinde el
yazınla yazılmış mektup, Demokles’in kılıcı gibi her an tepende. Ha indi, ha inecek...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:163)
Çamura düşürmek : Bilerek birinin şerefini ya da sosyal konumunu aşağılayacak davranışta bulunmak
“Şimdilik bunlar olana kadar dişimi sıkarak kös kös ödevimi yapmaktayım; bir kişinin kurtuluşu için
binlercesini mahvediyorum. Örneğin, vaktiyle beni hınzırcasına tongaya bastırdıkları zaman, iffetli Eyyub’u
meydana çıkarmak için nice ruhlara kıyıp, şerefli insanları çamura düşürmek istemişti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:245)
Çamur atmak, fırlatmak : İftira atmak, hakkında yalan söylemek
“‘Bununla beraber Atatürk’ün çevresinde olduğu gibi Köy Enstitüleri’nde de için için ya da açııkça
sağcı olanlar vardı. Hatta sonunda ağır basanlar da onlar oldu. Çamur atmalar, kara çalmalar onlardan geldi.’ ”
(A. Cemal, “Hayattan Çevirdiklerim”, sa:33)
“Amerika’da yeni bir akımın yerleşmesi için elverişli bir dönem başlamıştı, onlar da siyasal fırsatları
gündelik çıkarlar açısından değerlendirerek önlerine çıkan her şeye, herkese çamur atarak bu akımın elinden
tuttular. Ne var ki yeni akım, pek de yeni sayılamazdı. 1917 Rus Devrimi’yle başlamıştı.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:37)
“Ve işte bunu hatırlayınca, Tom’u nasıl uyanık tutacağım da kendi kendine ortaya çıktı. İçimden ona
neler anlatacağımı da bir bir düşündüm. Zavallı Tom’un üstüne böyle bir çamur atacağım için kendi kendime
gülüyordum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:63)
“SOĞUK YERYÜZÜ
------------------------Diyorum ki sevgilim
hiçbir şey beklemeyelim onlardan,
değerlerimizin piliç köklerine saldıran
atmaca gagalarına biçim verenlerden,
beklemeyelim geleceğimizi korumalarını
kendi dönemlerinde bize attıkları
çamurlardan.”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“Bu sözlerden sonra toplantıya bir an için ölüm sessizliği çöktü; Set Beyi, demin kağıtları üzerine
sermiş olduğu masanın yanında ayakta duruyordu; başını kaldırarak Ole Peters’e baktı ve şöyle dedi: ‘Sen de pek
iyi biliyorsun ki Ole Peters, bana kara çalıyorsun. Bana fırlattığın çamurun birazının olsun üzerimde yapışarak
kalacağını bilsen dahi, sen bunu yine de yaparsın.’ ”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:107)
“Bir zamanlar elmas yüzüklerle süslü elleri kirli işlere bulaşmıştır; acı ve zehirli yazılar yazarak önüne
geleni karalamakta, sağa sola çamur atmaktadır; öyle ki, sonunda Venedik hükümeti bile, ortalığı karıştıran ve
gerçekten can sıkmaya başlayan bu adamın poposuna bir tekme atıp kurtulmuştur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:90)
Çamurdan çıkarmak :
Bir insanı, içine battığı karmaşık ve kötü durumdan kurtarmaya çalışmak
“Onu çamurdan çıkarmaya çalışmama rağmen, bu kadar zaman ara veremeyecek kadar çok şey vardı
yapması gereken ve otobüste midesi bulanmıştı. Üstüne üstlük eline bir silah alıp insanları vurmak düşüncesiyle
uyanmıştı.”
(I.D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:108)
Çamur gibi kaynamak : İçi içini yemek, hazmedememek, huzursuz yapmak
“Acılarımla baş başa yaşadım. Bu olay çamur gibi kaynıyordu içimde, lağım gibi kokuyordu; ilk kez
içimi boşaltıyor, ilk kez sana açılıyorum, anla beni.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:120)
Çam yarması : Pek iri erkek ya da kadın için söylenen nitelik (Argo)
“Mezarın kıyısında oyalanıp duran o yaşlı adam, ne biçim dört ayaklı bir zorba! Sonra o çam yarması
saracın oğlu, mavi gözlerini yaşlı adamın ikinci kızından ayırmayan. Artık flört ediyorlardı.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:260)
“ ‘... Çocukcağız şunca yoldan geldi, yorgundur, dinlensin, karnını doyursun’ demiyor da döğüşe
çağırıyor.
‘Çocukcağız’ dediği, yirmi yaşını geçkin, çam yarması gibi bir yiğitti.’ ”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:17)
“Aynı yer değildi sanki. Rosa Cabarcas her zaman en göze batmayan, bu yüzden de en çok tanınan
mama olmuştu. Bu çam yarması gibi kadını, bir keresinde hem iriyarılığı yüzünden, hem de müşterilerin
mumlarını söndürmekteki becerisi nedeniyle itfaiye çavuşu diye ilan etmek istemiştik.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:26)
“Hava pek güzeldi, saat sabahın altı suları olmalıydı. Fabrice yanına köhne bir tüfek almıştı, birkaç
tarlakuşuna nişan aldı. Yaralanan bir tanesi gidip anayolun üzerine düştü. Fabrice bakışlarıyla hayvanı izlerken,
uzaktan, Parma’dan gelip Casal-Maggiore sınırına yönelen bir araba gözüne çarptı. Fabrice tüfeğini yeniden
doldurmuştu ki, her tarafı dökülen köhne araba ağır bir biçimde yaklaşınca, içindeki Marietta’yı tanıdı. Yanında
o çam yarması Gilleti’yle, annem diye tanıttığı o yaşlı kadın vardı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:215)
Çanağa düşmek : İşi bitmek, ‘kıç üstü oturmak’ (Argo)
“DELİ - Baksana şunlara, hala umutsuzlar... suratları cenazeden çıkmış gibi!.
2. POLİS - (Yargıcın gösterdiği güvenden etkilenmiştir.) Evet, yolu yordamıyla söylemek gerekirse,
nasıl söylesem, bana çanağa düşmüşler gibi geliyor...
MÜDÜR - Hey, daha kafayı yemedik henüz!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:38)
Çanak tutmak : Sonuçlandırmak, neden olmak, cesaretlendirmek, yol açmak
“Brecht, özellikle kapitalizmin Hitler faşizmine çanak tutuşunun ardından, daha insanca bir sünyanın
kurulmasının yolunun Marksizmden geçtiğine inanmış, sanatına bu dünya görüşünü temel edinmişti.”
(A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:50)
“Topluma ve insana düşman bu değişimin başını, hükümdarlar oyunu olarak bilinmekle beraber hem
yarışanların insan olmaması hem de yarışların bahislere açıkça çanak tutması bakımından sporlar resmi
geçidindeki itibarı daima şüpheli olan at yarışları çekti. Daha basit bir ifadeyle, çok fazla para bağlandığından, at
yarışlarının sonuçları <finişi saptayan> kameralara bırakıldı.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:83)
“-Adice, çirkince bir taş bu! Ama korkmuyorum. Hem ben kendim çanak tuttum, dilediğiniz gibi
konuşabilirsiniz. Sadece istemek değil, onu öldürebilirdim..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:190)
“Öfkeyle yerimden kalktım. Fakat bu kızgınlığım daha çok kendimeydi. Lakırdıya çanak tutmuştum.
Ben, saçma söylemekte bu kadar ilerlemiş değilimdir, ama anlaşılan elimdeki hain sökük tüm dikkatimi almıştı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:30)
“Hiç de yeteneksiz olmadığı, özenli ve hatta becerikli olduğu halde, yine de anasını öfkelendiren,
kendisini mahallenin gözünde küçük düşüren bir kayıtsızlık göstermekteydi, çünkü bizim oğlandan daha hayırlı
olmayan bu ‘mahalle’, başkalarını çekiştirmekten çok hoşlanırdı. Adrien de, buna çanak tutmaktan geri
durmazdı hani.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:7)
“Lenin attığı adımın heyecana neden olacağını ve hakkındaki söylentilere çanak tutacağını bildiği için,
görüşmeyi tam bir açıklık içinde yapıyor. İsviçre İşçi Sendikası Sekreteri Fritz Platten, Lenin adına, daha önce
Rus mültecilerle görüşmeler yapmış olan Alman elçisine gidiyor ve Lenin’in koşullarını bildiriyor.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:235)
Çanak yalamak : Dalkavukluk etmek, ‘Evet efendim’ci olmak
“Biricik evladını böyle sokaklara salan Sabiha Hanım’ın düzgününden, allığından, rastığından,
seviciliğinden (kendi cinsiyetine karşı gösterdiği yakın ilgiden zevk alma) ve daha nelerinden tutturdu. Kahya
Kadın’a, çanak yalayıcı, boynuzlu karı, diye bağırdı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:97)
“BECERİKSİZLER - Vaktiyle biz epeyce çanak yaladık. Lakin şimdi işimiz Allaha kaldı!
Kunduralarımız dansetmekten delindi, artık yalın ayak dolaşıyoruz.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:233)
“KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin. Çanak yalayıcı seni! kof, küstah, bayağının
bayağısı herif.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57)
“Suvenir, yarı sığıntı, yarı dalkavuk, herkesin aşağı gördüğü bayağı bir adamdı; tek sözcükle söylersem,
çanak yalayıcıydı. Ağzının bir yanında hiç diş yoktu. Bu yüzden buruşuk, küçük yüzü bir yana eğilmiş
görünüyordu. Durmadan oraya buraya seğirtirdi.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20)
Çan çan (Çen-çen) etmek : Havadan sudan konuşmak, gevezelik-geyik muhabbeti etmek
“BERTOZZO - Ne karşı soruşturması? (Komiser telefonu ağzına kapar) Aloo?
S. KOMİSER - Bana ne soruyorsun? Eğer bir şey bilmiyorsan nasıl herşeyi bildiğini söylüyorsun?
Habire çen-çen ortalığı karıştırıyorsun...”
(D. Fo, “bir anarşistin kza sonucu ölümü”, sa:84)
“Genç kral söz söylemeye çalıştı, fakat dili damağına yapışmış gibiydi, dudaklarını kımıldatamadı.
Zenciler çançan edip bir dizi boncuk için kavgaya tutuştular. İki turna teknenin çevresinde fırıl fırıl dönüyordu.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:88)
Çanına ot tıkamak, ot tıkanmak : Engellemek, zarar veremeyecek bir hale getirmek; Zararsız br hale
getirilmek, intikam alınmış olmak
“Köpek gezdiren adam, sesinde derin bir hayretle:
‘Jim Berry!’ diye bağırdı.
‘Sam Telfair’ dedi Geniş Şapkalı yeniden. ‘Çanına ot tıkadığım! Seni düzenbaz seni, önayaklarını uzat
da sıkalım.’ ”
(O. Henry, “viski soda’, Sa:46)
“<Nefise> birden farkına vararak:
-Sizin canınız mı sıkkın?
Deve:
-Hem de nasıl!
İdris yerinde kımıldandıktan sonra:
-Sıkılmayacak kadar da değil, dedi. Şunların çanına otun tıkandığını bir görsek...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:301)
“Başkaldırısı korkunç….. yasalara, gelenek ve göreneklere, erkeklere, kadınlara, soyuna sopuna,
bakkallara, manavlara, aşağılık bulduğu ülkesi Fransa’ya, bütün Avrupa’ya, bütün Batı’ya kargışlar yağdırıp
haykırıyor: ‘Sanayiciler, soylular, milletvekilleri, geberin, /Cumhuriyetçiler, krallar, ordular, yeter be!/
Sömürgeler, halklar, çanınıza ot tıkansın.’ ”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:40)
Çantada keklik saymak : Bir iş daha sonuçlanmadan, garanti olmuş bitmiş gözüyle bakmak
“Edindiğim azıcık deneyim bana gösterdi ki, kimse herhangi bir şeyin efendisi değildir, hapsi sadece bir
yansılmadır; maddi zenginlikler de, ruhsal zenginlikler de. Çantada keklik sandığını kaybetmiş bir kişi (ki bu
başıma sık sık geldi), sonunda hiçbir şeyin ona ait olmadığını öğrenir.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:33)
“İşte Varya artık tümüyle kollarımdayken, 30.000 rublelik drohamasının bana verilmesi bir imzaya
kalmışken, sözün kısası, güzel bir eşin, iyi bir paranın, parlak bir geleceğin çantada keklik olduğu hemen hemen
kesinleşmişken kör şeytan birdenbire dürttü beni.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:31)
“FALSTAFF - Ford’un karısı için üzüntü çekmeyin bay Brook. Çantada keklik. Söyleyeyim size.
Onunla buluşacağız. Kendisi söz verdi. Ona aracılık yahut çaçalık eden kadın önümüzsıra buradan çıktı, benim
yanımdan.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:59)
“-... Gazi üçüncü defa Fethi Bey’e gitmiş, olayı anlatmış. ‘Durum budur,’ demiş, ‘Siz gene işinize
bakacaksınız! Ben seçimlerde Halk Partisi’nin başında bulunmak zorundayım!’ demiş...
-Blok düzeniyle iktidarı çantada keklik sayarak hop hop hoplayan Fethi buna ne demiş?
-Can başına sıçramış tabii.. ‘Aman Paşam bu nasıl şeydir? Ben seninle nasıl boğuşurum? Böyle bir
durum düşünülemez bile...’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:334)
Çantanda bulunsun :
Çantanda yedeğinde bulunsun, yaşam deneyimin olsun!
“Emine, gülmekten katılarak,
-Ah anacığım, bir yaşıma daha girdim. Dünyada her şey aklıma gelirdi de, tefle ayı oynatmak
gelmezdi!
-Öğren onu da, bulunsun çantanda!...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:237)
Çapaçul : Başıboş, gürültücü, serseri takımından; atıl, giyim kuşamı düzensiz
“GECE YARISININ SINAVI
----------------------------------Biz İsa’ya sövüp sayanlar
Tanrıların en yücesine!
Beter bir Kresüz’ün yine
Artığında çöp arayanlar,
Şeytanların aşağılık kulu
Bir budala sevinsin diye,
Yuha çektik en sevgiliye,
Alkışladık en çapaçulu.”
(Ch. Baudelaire<11821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:273)
“Gerçi, bunlar da, Ankara, hükümet merkezi olduktan sonra biraz canlanmaya, kımıldanmaya
başlamıştı. Fakat, bu canlılık, İstanbul’un Şehzadebaşı’nda, Divanyolu’nda veya Çarşı içinde rastgelinen
çapaçul, cılız, hırıltılı bir küçük esnaf ve ayak satıcısı kaynaşmasından başka bir şeyi başlatmazdı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:187)
“Erkekler, kuvvetlerine güvenerek derhal öne geçmişlerdi. Kadınlar, annelik şefkatini bir kenara
bırakarak yavrularını tartaklıyorlar, genç kızlar, terbiyeyi unutup çapaçul annelerini, çabuk olmadıkları için
azarlıyorlardı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:103)
“<Robespierre> alabildiğine temizdi; giyinişine de hep dikkat edecektir. Terörün doruğuna çıktığı
sıralarda bile, burjuva adetlerini sürdürecek, saçlarını pudralayacak, gömleklerine kol ağzı ile göğüs dantelini
takacaktır. Bütün ölçüsüzlükler gibi, hırpanilik ve çapaçulluktan da hoşlanmıyordu.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:23)
“Duvarlarında Japon işi tabaklar asılı konuk odasına, türlü türlü övgülerle doluşan çapaçul akraba ve
ahbaplarından, söz birliği etmişçesine aynı zamanda yüz çevirip yakayı sıyırmayı bildiler.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:53)
“Pazar günlerinin aileleri de yuvarlana yuvarlana uzaklaşmışlardı. Şimdi naralar atan sarhoşlar, aylak ve
kollayan adımlarla yan sokaklardan çıkıveren çapaçul delikanlılar görünmeye başlamıştı.... Onlar da belirgin bir
bekleyişle, bir titreyişle karşılarına çıkıverecek bir serüven, çabuk bir heyecan kolluyorlardı. Bu çapaçul
oğlanların açık yürekliliğini kıskanıyordum.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:151-2)
Çapanoğlu, Cabanoğlu (İşin içinden, altından ‘çıkmak’) : Kötü bir olay, zorluk, güçlük
“PANTALONE - Ben senin babanım, mektubunu da okuyabilirim.
LELIO - Nasıl isterseniz öyle olsun. (Kendi kendine) İster misin bir çapanoğlu daha çıksın?”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:130)
“Tabii Hans bu yeni dünyanın kapısından içeri adımını atmaya dünden hazırdı, bu konuda elinden
geleni yapacağına söz verdi. Ne var ki, işin altındaki çapanoğlu yeni çıkacaktı ortaya; müdür bey, ufak ufak
öksürerek konuşmasını sürdürdü:
‘Ne yalan söyleyeyim, matematiğe de birkaç saatlik zaman ayırırsan çok sevinirim. Hani matematikte
kötü bir öğrenci sayılmazsın, ama bu derste şimdiye kadar pek de fazla başarılı olduğun söylenemez. Manastır
okulunda cebir ve geometri okuyacaksın; biraz ders alıp önceden hazırlanman sanırım yerinde olur.’ ”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:56)
“-Benim babam yaman bir adam idi. Ondan öğrendim...
-Babanın okuması, yazması var mıydı?
-Babam okur idi birkaç dilden, em de su gibi...
-Neci idi senin baban?
-Bırağ onu şinci, karıştırma o eski bohçaları. Zere ki karıştırırsan, alt tarafı korkarım cabanoğlu
çıkar!...’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:69)
Çapar : Bozuk, hasta
“Haceli, hala yatıyordu köy içinde. ‘Bunlar bizim komşu olsalar, Fatma Bayram’a göz kor mu acaba?
Zavallı Fatma! Gadersiz... O çapar herifinen günler tükenir mi Allahım?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:137)
Çapkın : Her fırsatta karşı cinsle flört ve ilişkide bulunmak istiyen, geçici ilişkiler peşindeki kimse
“Graecen ona dönerek, ‘Senin gibi bir kızın postanede işe girmeye çalışmak yerine aklı başında bir
evlilik yapacağını sanırdım,’ dedi. Çapkın bir edayla. Ne var ki bu sözleri kızı ağlattı. Sulu gözlü kadınlardan
nefret ederdi. Kız biraz çabayla kendini toparladı neyse. Ne zaman evlilikten söz açılsa aklına Bob gelirdi, onun
ölümünden sonra ne güzelliği ne de zaten kuş kadar olan cesareti kalmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:112)
“Ya da en azından Cité Adası’nda umursamaz havalarda, ama çapkın bakışlarla gezip tozarak, iyi
tabakadan hanımları baştan çıkarabilmek gerekirdi. Greve meydanındaki kasapların karıları aşırı arzulu olurlardı,
kocaları mesleklerinde şerefli bir kariyer edindikten sonra hayvanı kesmez, bir senyör gibi davranıp et pazarını
yönetirdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:74)
“Küçük iken adı ‘Yumurcak’tı, sonra ‘Afacan’, sırasıyla ‘Haylaz’, ‘Çapkın’, ‘Utanmaz’ oldu. Bu, onun
için son rütbe değildi. Avnussalah eğitimde şiire yükseldiği zaman Namık Kemal’in meşhur mısraını şöyle
tepetaklak attı:
‘Alçal ki yerin bu yer değildir.’ ”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:23)
“Usta, dükkandaydı. Taze tıraşlı, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, bıyıklarını hovardaca bükmüş,
setresini omuzlarına atmıştı; paraca zengin, sağlığı yerinde, otuz yaşlarında yaman bir çapkındı.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:19)
“Çapkınca göz kırptı. Eliyle yaklaş işareti yaptı bana. Koltuğumu ona doğru çektim. Kıkırdayarak,
‘Şimdi,’ dedi, ‘seninle kız kıza konuşalım şekerim. Öyle kibar, öyle centilmen, öyle zengin bir adamdı
ki. Biraz çapkındı tabii ama, kuzum o kadar olacak. Kadınlar onu rahat bırakmıyordu ki.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:341)
“Albay Laporte:
-Vallahi, dedi, yaşlıyım, damlalıyım (Gut hastalığı) ve bacaklarım kazık gibi kaskatıdır ama bir kadın,
güzel bir kadın bana iğne deliğinden geçmemi buyursa, tıpkı bir cambaz çemberden geçer gibi atılıvereceğimi
umarım. Ben öyle öleceğim işte. Kanımda var, ne yapayım? Ben yaşlı bir çapkın, eski okuldan yaşlı bir
çapkınım. Bir kadın, güzel bir kadın görmek, beni çizmelerime kadar titretir.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Albayın Görüşleri”, sa:64)
“Onu oracıkta parçalayabilirdim. Dilimi ısırdım. Tam o sırada Gabriella seke seke koridordan geçti;
bize acele bir merhaba deyip aşağı koştu.
‘Bir bu eksikti,’ diye homurdandım. ‘İkinizden hanginiz baştan çıkardınız bunu?’
‘Ne diyorsun, kim onu baştan çıkarmış? O çapkın daha anasından doğmadı.’ ”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:135)
“-Tanıyordum, hem de çok yakından tanıyordum. Size başından geçen… fakat, sanmıyorum, hayır. Size
başından geçen tuhaf bir olaydan söz etmedi mi hiç?
-Bir baloda çapkının birinden yediği tokat olmasın bu efendimiz?
-Bu çapkın’ın adını da söylemiş miydi?”
(A. Pushkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:99)
Çapraşık : Karmaşa, esrarlı, anlaşılması ve çözülmesi güç
“Üstelik, Thüringerler’in yanında yaşamış olduğu acı tecrübe hayatın sınıflar içinde hapsedilemeyecek
kadar çapraşık olduğu hakkındaki eski kanısını kuvvetlendirmişti. Mihail’in hakkı vardı. ‘Bu bayrak altında körü
körüne savaşmak için insanın çok dar kafalı olması gerek,’ derdi o.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:118)
Çapraz, çapraz çapraz : X ya da çapraz işareti gibi kesişen iki eğri şeklinde
“Şimdi karanlığın serin gelgiti sularını döküyor üzerime. Sokaktayız. Gece açılıyor. Ortalıkta dolaşan
pervanelerden çapraz çapraz kesilmiş gece. Güllerin kokusunu duyuyorum, menekşelerin kokusunu duyuyorum,
işte tam şimdi saklanmış kırmızıyı, maviyi görüyorum. İşte şimdi çakıl taşları, ayakkabılarımın altında, şimdi
çimen. Işıklarını yaktığı için suçlu evlerin uzun sırtları dönerek yükseliveriyor havaya. Ansızın yanan ışıklarla
bütün Londa tedirgin.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:136-7)
Çaptan düşmek : Eski itibarını yitirmek
“Çaptan düşmüş, ama her zaman insanı eğlendirmesini bilen bu alaycı geveze, Kontu oyalamaktadır;
böylece, ona yardım oldun diye Dux’e kütüphaneci olarak, başka bir deyimle bir çeşit soytarı olarak almıştır
onu..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:91)
Çaput : Eski püskü, çok yıpranmış (giysi)
“Oysa kadın uzun zaman öyle kaldı, bir şey demeden,
şaşkınlık kaplamıştı zavallıcığın yüreğini.
Kimi zaman Odysseus’un yüzüne benzetiyordu yüzünü onun,
kimi zaman da tanıyamıyordu çaputların altında bir türlü.”
(Homeros, “Odysseia”, sa:352)
“Saaarburg’daki savaş
---------------------------Yakılmış eski çaputlar gibi tütüyor
Ufuktaki bütün köyler.
Uzanmış yapayalnız yatıyorum
Çatırdayan nişancılar cephesinde.1”
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
Çarçabuk : Çabucak, kısa sürede, hemencecik
“Tanımlamaya Prelüd’ler - LXII
----------------------------------------Gittim ve sordum, tümü önceden sezdiğim gibiydi,
bir şey ve sonra öteki tümü tasarlanmış gibi
aceleci aceleci diyen kuş ve saatın tik takı
kayalık ve ağaç ve ev ve hanım
ürününün üzerinde bana yan gözle bakan koca
niçin tümü bir düş dedim ve çarçabuk daldım
kurşun veya altın basamaklarla düşün abartılı dünyasına
geçti kuş, saati kayalığı ağacı hanımı ve kocayı”
(Conrad Aiken-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02)
“Tren, Medzilabortse’de, yerle bir edilmiş istasyon binasının arkasında durdu. Binanın yanık duvarları
arasından eğri büğrü kirişler fırlamıştı. Yıkılan istasyon binasının yerine çarçabuk yapıldığı anlaşılan uzun ahşap
kulübenin duvarları, çeşitli dillerde ‘Avusturya’nın savaş giderlerine katkıda bulun!’ yazılı afişlerle kaplıydı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134)
“Jean’ın beş yaş büyüğü olan Pierre, koleji bitirince birçok mesleğe heves etmiş, hepsinden çarçabuk
usanmış, yeni emeller peşinde koşmuştu. En sonunda doktorluk hoşuna gitti, o kadar canla başla işe sarıldı ki;
bakandan alınan sınıf atlama izniyle kısa bir öğrenimden sonra çabucak doktorluk hakkını kazandı. Olmayacak
düşler kurar, felsefi düşünceler yürütürdü; heyecanlı, akıllı, gelgeç inatçıydı.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:31)
“Senden uzak kalışım uzun bir kışa benzer:
Çarçabuk geçen yılın lezzetinden ayrılık,
Duyduğum ürpertiler, gördüğüm kara günler,
Dört bir yanımda köhne çırılçıplak Aralık!”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:97, sa:235)
Çarçur etmek : Gereksiz yere parasını elinden çıkarmak, müsrifcesine yitirmek
“Parayla ilgili sorunun cevabına gelince... Başarılı olacağımızı umuyorum ama bu tür bütün
girişimlerde olduğu gibi bu işte de büyük bir risk var, o yüzden gerçekçi davranıp yatıracağım paranın her
kuruşunu kaybetmeye hazır olmalıyım. Bu da şu soruya yol açıyor: Ne kadar para kaybetmeyi göze alabilirim?
İleride kendime sorun yaratmadan, bana kalan mirasın ne kadarını çarçur edebilirim?”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:26)
“Arazi açılınca rüzgarın toprağı yemeğe başlayacağı ve çölün yaklaşacak olması umurlarında değil.
Böylece barbarları sınırdışı edecek olan güç savaşa hazırlanıyor, toprağı yakıp kavuruyor, atalarımızdan kalan
mirası çarçur ediyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:110)
“Doğrusunu söylemek gerekirse, tam anlamıyla olmamakla beraber, paranın değerini bilmiyordu. Cep
harçlığı istemek adeti değildi; verilince parayı haftalarca ne yapacağını bilmez, ya da çabucak çarçur ediverirdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:24)
“Fakat artık eskisinden büsbütün başka bir adam olan Ali Rıza Bey, acı bir alayla gülerek: ‘Bekleyelim
mi? Yağma mı var? Nasıl eldeki beş on parayı geçen seneki para gibi çarçur ettirip beni sokakta bırakır
mısınız?’ demişti.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:113)
“Çalışmaların ayakta tutuyor seni, doğru, ama bu çalışmalar sana haz vermiyor, uyuşturuyor, serseme
çeviriyor seni. O canım gücün ve kuvvetinin yarısı yoksunluklarda ve her gün üstesinden gelmen gereken küçük
çaptaki savunmalarda çar çur ediliyor.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:63)
“Yaman bir oyuncuydu, kendisiyle oyun oynamaya cesaret eden pek az kişi vardı, öyle ufak şeylere
oynamıyordu çünkü. Gönlündeki bir gereksinimden oynuyordu kumarı, rezil parayı kaybedip çarçur etmek,
kendisini öfkeyle karışık bir sevince boğuyordu..”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:94-5)
“NORA (Sessizce güler.) - Evet, Thorwald da öyle diyor. (Parmağını gözdağı verircesine sallar.) Ama,
‘Nora, Nora’ sizin sandığınız gibi budala değil - Ah, doğrusu, öyle çarçur edecek kadar önemli bir kazancımız
da yoktu. Bir kere, ikimiz de çalışmak zorunda idik.”
(H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:20)
“MADELEINE - Git te bari ona yeni ayakkabı al, eğer çarçur edecek paran varsa. Ben ne yapayım
yani? Ben para mara vermem sana! Yoksuluz biz! Senin bundan haberin yok galiba!
AMEDEE - Ona kendi ayakkabılarımı da vermem. Başka ayakkabım yok. Hem zaten ona olmazlar
da... Şimdiki o kocaman ayaklarına!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:52)
“Daha sonra dolabından oldukça şişkin bir kese çıkardı ve bana uzattı:
-İşte matiamou <iki gözüm> dedi, sana ancak bu kadar verebiliyorum. Çar çur etme, ama asla da
cimri ve duygusuz davranma!”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:119)
“Keselerimizi ayırdık. Ben paramı istediğim gibi çarçur edebildiğime memnundum, ama dostum,
benim yerime üzülüyor, her gün biraz daha mahzunlaşıyordu, günün birinde de ‘Imperatul Trajyan’ vapuruyla
Mısır’a gideceğini bana haber verdi.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Dostlukla”, sa:47)
“ ‘Ama neden? Anlamıyorum.’
‘Kastro’da çok para savurdum da ondan işte! Çünkü Lola birkaç binliğini, yani senin birkaç binliğini
yedi. Unuttum mu sanıyorsun? Onurum var benim, ne sanıyorsun? Kılıcımın üstüne sinek konmasını istemem.
Harcadım, ödüyorum. Lola’nın harcamalarını başrahip, manastır ve Meryem çekecek. Plan bu, hoşuna gitti mi?’
‘Hiç gitmedi. Sen paraları çarçur ettiysen, Meryem’in suçu ne?’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:195)
“... üstelik milletvekili olma şansı da vardı, o halde ne diye hiç yoktan bir elli, ya da yüz bin
koparmasındı?
-Hani bir yüz bin koparırsak, değil mi?
-Tadından yenmez!
-Paraları çarçur etmemeli de...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:239)
“.....yirmi kadın haftalarca aralıksız çalışarak işlemişlerdi bu örtüyü, dünyada eşi benzeri zor bulunacak
bir eserdi, hepsi değerli olmasa da değerliymiş gibi parlayan taşlarla bezenmiş, altın yaldızlı iplikle işlenmiş, en
şaşaalı kadifelerden dikilmişti. Ne kötü bir çarçur örneği, diye söylendi arşidükün çok yakınında oturan
başpiskopos, bu hayvana dökülen bunca emek ve parayla, katedrale gitmek için şahane bir cüppe diktirebilir...”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:118)
“ELLIE -... birçok arkadaşı kendisine güvenip işine para koymuştu. İşin yürüyeceğine yüzde yüz
inanıyordu. Dediği çıktı sonunda, ama neye yarar? Hepsi meteliksiz kalmıştı. Mr. Mangan olmasaydı ne
yapardık, bilmiyorum.
Mrs. HUSHABYE - Ne? Bütün parası çarçur edildiği halde patron gene imdadınıza koştu ha?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:23)
“Öleceksin, Jonathan, öleceksin, hemen olmasa bile yakında, hem yaşadığın hayatı da yanlış yaşadın,
çarçur ettin, baksana bir güvercin bile altüst edebildikten sonra, öldürmelisin onu, ama öldüremezsin, sinek bile
öldüremezsin sen, yok, sinek tamam, bir sineğe, sivrisineğe, böceğe ancak gücün yeter.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:16)
“... Evet, doğa bana çok şey bağışladı; ama erdemlerime uygun bir şey yapmadan, arkamda hayırlı bir iz
bırakmadan çleceğim. Benim bütün varlığım çarçur olacaktır..”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:59)
“BANA AİT OLDUĞUNDAN
------------------------------------Kötü hissediyorum şimdi kendimi,
kendimi suçlu hissediyorum
gitmeliydim mutlaka, açıklamalıydım,
yalvarmalıydım hatta
benim tarafımdan çarçur edilen yılların tümü
hesaptan düşsün diye.”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.07.09)
“Politikacıların bazı ideallerinin değer yitirmesi ve bireyin, şu sıralar çarçur edilen insan yaşamının
yeniden değer kazanması için belki günümüzde çok yararlı girişimler olacaktır. Bugünlerde İsviçre’de
Avrupa’nın alınyazısından etkilendi, grip salgını ülkede kayıplara nedne oldu. Sadece üç yüz insan yaşamını
yitirdi.”
(S Zweig, “Geleceğe Güven”, sa: 62)
Çardaş dansı :
(MUS.):
Bk: Csardas dansı
Çaresine bakmak : İşin gereğini yapmak; ortadan kaldırmak, öldürmek
“Marino:
-Peki ama Pietrostefani olmazsa, ne yapmam gerektiğini nasıl bileceğim? Ne yapmam gerektiğini
kimden öğreneceğim?
Sofri:
-Biz çaresine bakarız.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:52)
“Sana geliyordum, niyeti bozmayalım dedşm. Sonra Efeyle onların bir çaresine bakarız, dedim. Yol
aldıkça da onların önünden kaçışım bana koydukça koymaya başladı. Utandım kendi kendimden.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:11)
“Asım Çavuş da onun kadar öfkeli, onun kadar da bu işe deli oluyordu. Artık bu İnce Memedin bir
çaresine bakmalıydı. O ölmeden artık onlara bu kasabada rahat yoktu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:43)
Çaresizlik : Gerçekle bağdaşamayacak bir hale düşmek, herhangi bir çıkar yol bulamamak
“Ama bir şey kalmıştı geride, dile getirilemeyecek bir şey, tüyler ürpertici, beri yandan değerli bir şey,
bir yaşantı, bir tat, kalbi saran bir halka. İki yıldan daha kısa sürede yersiz yurtsuz bir yaşamın haz ve acılarını en
uç noktasına kadar yaşayıp tanımıştı: Yalnızlığı, özgürlüğü, ormanların ve hayvanların sesine kulak verip
dinlemeyi, göçebe vefasız aşkları, ölümcül acı çaresizliği.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:171)
Çarıklı; Çarıklı erkanıharp, kurmay : Cumhuriyetin ilk yıllarında, genel olarak ‘cahil ve çarıklı’ olduğu
söylenen ve kabul edilen ‘Köylü gibi cahil olup da’ nerdeyse mükemmel siyasi beyanda bulunabilenler, uyanık
kişiler
“Kalabalık bir iki vurdu ama işi kızıştıracak biri olmadan çalışmak, yemsiz balık avlamaya benzer.
Oyunu pek sıkıntısız kazanılan kırk iki dolarla kapattım. Oysa çarıklılardan hiç olmazsa iki yüz dolar avlamayı
düşünüyordum.. Eve on birde döndüm ve derhal de yattım.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:50)
“Böylece peder Anton, karısı Fedotovna ve zangoç; merhumun erdemleri ve mirasçısının karşılaşacağı
anlaşılan güçlükler konusunda Yegorovna’yla düşünce alışverişinde bulunarak derebeyi konağına doğru
yürümeye koyuldular. Troyekurov’un gelişi ve gördüğü kabul tarzı bütün çevrede çoktan duyulmuştu ve oralı
çarıklı erkanıharpler bunun doğuracağı ciddi sonuçları kestirebiliyorlardı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:38-9)
“İsmet Beyimizi ayrıca sıkıladım. ‘Kurban olduğum İsmet Bey, sen fazladan reçber bir adamsın, reçper
kısmına Selbeslik melbeslik hele hiç yaraşmaz’ dedim. ‘Çarıklı kurmaylığı ele alacak, karda yürüyüp iz
bırakmayacak sıradır’ dedim.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:71)
Çark : Çarkı felek, hayat çarkı
“MUSHI
---------karınları gazlı vazilerin dillerinde
köpürüyor bir yandan koka-kola
okşuyor kasırgalar sendeleyen saltanatlarını,
bağırsaklarında istiflenen dolarları, ölümü
avlıyor bağnazlar, ibneler seni
demek ki çalışıyor Çark
yoksullara rağmen”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.10.06)
Çark etmek : Gerisin geriye dönmek, kararını değiştirmek; geriye ya da yana doğru seyrini değiştirmek (gemi)
“ ‘Ama şunu unutma ki Tanrı’nın her günü bir değildir. Bilgisizlerin yazgı olarak adlandırdıkları şeyi,
aslında durumun ve koşulların getirdiği bir sonuç gibi görmek gerekir. Herkes bilir. Bazı batıl inançlı kimseler
vardır, sabahın köründe evlerinden çıkarlar, Fransisken mezhebinden biriyle karşılaşırlarsa eğer, çark eder,
evlerine dönerler, bir başkası masada tuzluğu devirdim diye karalar bağlar.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:752
“Stanley kahkahasını tutamamıştı, rahip gücenmişti.
‘Nasıl isterseniz hanımefendi!’
‘Durum o kadar fena değil, inanın, babam, düğünüme katılmış oluyor en azından.’
‘Julia!’ diyerek tepki gösteren bu kez Adam oldu.
‘Anlaşıldı, çoğunluk bunun kötü bir fikir olduğunu düşünüyor,’ diyerek çark etti Julia.”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:24)
“Bir şey olacak: Bassede-de-Vieille’in karanlıklarında bir şeyler var beni bekleyen, orda tam bu durgun
yolun başında yaşantım başlayacak. Alınyazımın sesine doğru yürüdüğümü görüyorum. Köşebaşında, ak bir
kilometre taşına benzer bir şey var. Uzaktan kapkara görünüyor, ama atılan her adımla biraz daha ağarıyor.
Yavaş yavaş ağaran bu karanlık gövde olağanüstü bir şeyler uyarıyor bende: Tümüyle ağardığında, tümüyle
aydınladığında, tam yanına gelince duracağım ve o zaman başlayacak serüven. Karanlığı delip çıkan, beni
nerdeyse korkutan bu koca ışıklı göz şimdi çok yakınımda: Bir an için çark yapıp dönmeyi düşünüyorum. Ama
elimde değil, çekiyor kendine beni, bu coşkuya son veremem. İlerliyorum, ilerliyorum, elimi uzatıyorum ve
dokunuyorum sınır taşına.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:77)
Çarkıfelek : Feleğin çarkı yani hayat denen oluşum, Talih kader kısmet; Kırmızı ya da erguvan renkli çiçekleri
olan aynı isimdeki türden bir çiçek
“Libya. Günün birinde dikkatlerimizin, dünyamızın bu ihmal edilmiş ülkesindeki olaylara çevrileceği
kimin aklına gelirdi? Ve dünyanın en iğrenç diktatörlerinden birinin silinip süpürüleceğini görmek insana nasıl
da iyi geliyor. Sanki tanrılar bizim için her şeye rağmen evrende adalet olduğunu, yeterince usun zaman
beklersek çarkıfeleğin döneceğini ve tepedeki güçlüklerin tepetaklak olacağını gösteren bir tiyatro gösterisdi
hazırlamışlar gibi. <John, 29 Ağustos 2011> ”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011, sa:265)
Çarkıfelek fişeği gibi çevresine ateş saçmak : Herkese laf yetiştirmek, kimseyi nefretinden yoksun etmemek
“Miss NEVILLE - Ah, benim sevgili kuzenim!
TONY - Kaybol ortadan! İşte geliyor..elmasların alındığını anlamıştır. Vallahi, bak nasıl çarkıfelek
fişeği gibi çevresine ateş saçıyor!”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:67)
Çarkına okumak : Hakkından gelmek, işini bitirmek, dövmek
“SOLANGE (Claire’in üzerine yürür.) : Evet hanımcığım, güzel hanımcığım, sonuna kadar hep
istediğinizi yapabileceğinizi mi sandınız? ..... Sütçünün gençliği, tazeliği başınızı döndürdüyor değil mi? Sütçüyü
elimden almak istediğinizi itiraf edin. Yoksa Solange sizin çarkınıza okur.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:16)
Çarmıha germek; Çarmıha gerilenin hakkı için : Hz.İsa’nın, kendini Filistin Kralı ve Tanrının Oğlu ilan
ettiği için çarmıha gerilmesi; İsa hakkı için; Allah aşkına
“KİRİLLOV - İkimiz de alçağız. Ama ben kendimi öldüreceğim, sense yaşayacaksın.
PETER - Tabii yaşayacağım. Korkağım ben, bir yana atılmışlık bu, iyi biliyorum.
KİRİLLOV (Artan bir öfkeyle.) - Bir yana atılmışlık, of, evet! Dinle. Çarmıha gerilenin hakkı için,
onun hayduda ne söylediğini hatırlıyor musun? ‘Bugün ikimiz de cennette olacağız.’ Gün biter, ikisi de ölür.
Ama, ne cennet vardır, ne de yeniden diriliş.”
(A. Camus, “Ecinniler”, sa:156)
“Din fedaileri bedeni küçümsemz, çarmıha gererek yüceltirler onu; bu açıdan düşmanlarıyla aynı
görüştedirler.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:33, sa:27)
“..... lakin aralarında ona en yakın olan Mecdelli Meryem’in ona ulaşmasına müsaade edilmedi.
Askerler bir kenara itti onu, tıpkı üç çarmıhtan uzak olmasını istedikleri kalabalıktaki herkese yaptıkları
gibi.....İsa’ya yere yatmasını emreden askerler, adamın kollarını kalasa gerdiler. İşte şimdi ilk çivi çakılırken,
bilekteki iki kemiğin arasından eti delerek ilerlerken çivi, ani bir titreme onu geçmişe götürüyor, tıpkı bu acıyı
ondan önce tatmış olan babası gibi, hissediyor çivinin girdiğini, çektiği acı, babasının acısı.....Sonra diğer
bileğine de bir çivi çaktılar, ve askerler kalası havaya kaldırırken parçalanan ilk etlerini hissetti. Tüm ağırlığı o
kırılgan kemiklere binmişti, askerler yukarıda iki ayağını biraraya getirip topuklarına doğru giren bir çivi daha
çaktıklarında, denebilir ki nerdeyse kendisini rahatlamış hissetti, artık yapacak başka bir şey kalmadı.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:403)
Çar naçar : Çaresiz, ister istemez
“Uyuduk. Saat üçte bir gürültü, bir hayhuyla uyandık. Herbir yanım kırık dökük, ezilmiş gibi. Çarnaçar
uyandık.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:126)
“Bir gün Suad başını kaldırıp kulağının yanına kadar bilmeyerek sokulmuş Necib’in titreyen
dudaklarına, bulanık gözlerine karşı sapsarı olmuştu. O halde, hatta, ‘Evet, seviyoruz ve çar naçar aşkımıza esir
oluyoruz’ diyebilmek içtenliğine artık kendileri için kalan bu tek kaçış çaresine sarılmak bile yoktu.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:266)
Çarpık (çarpuk) çurpuk : İğri büğrü, yamru yumru (özellikle raşitik bacaklar)
“Zavallı bir çocuğa teselli vermek isteyen zavallı bir ses! Çarpık çurpuk bir cücenin sesi! Rabia onu hiç
unutmadı. Çünkü o büyük odada dizilip duran uzun boylu erkeklerin geniş göğüslerinin içleri, Rabia’ya, bomboş
geldi. Onların arasında Rakım bir köstebeğe benziyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:203)
“ ‘Aman canım, ben daha doğru dürüst bir mektup yazmayı bile beceremiyorum Sultan abla. Size abla
dememe kızmıyorsunuz değil mi? Tee ilkokuldan kalan çarpuk çurpuk bir yazı benimkisi işte. Şirkete telefon
edenleri bir kıyıya yazmama bile yetmiyor. Yoksa, belki çaycılık ettirmezlerdi, camları sildirmezlerdi.....
Telefonlara da, alooo, burada değiller beyefendi, bir diyeceğiniz varsa şuraya yazayım, gelince sizi arasınlar...’ ”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler - II”, ‘Dar Odanın Karanlığı’, sa:23)
“İnce dudakları, beyazlıktan yana beyaz olan upuzun dişlerini ancak zar zor kapatabiliyordu. Esmerdi,
bir zamanlar siyah olan saçları, dehşetli yarım baş ağrılarıyla ak pak olmuştu. Bu nedenle kafasına bir yalancı
bukle çemberi takmak zorundaydı; ama, bunu başlangıç noktasına saklayarak oturtmasını bilmediğinden,
hotozunun kıyısıyla bukleleri çarpuk çurpuk olan yarım perukayı tutan siyah şeridin arasında çoğu kez, hafif
aralıklar kalıyordu.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:75)
“Dul annesi. Bir dulun oğlu. Duloğlu. Ancak kenara ittiği, konuşurken sürekli kendini hatırlatan şey,
olsa olsa bir ifrit olabilir, çarpık çurpuk bir küçük yaratık, kızıl saçlı, kızıl sakallı, boyu üç-dört yaşlarında bir
çocuk kadar.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:161)
“Yunanca metinde şunlar yazıyordu:
Arıtıcı korkunç zehir...
Düşmanı yok etmek için en iyi silah...
Alçakgönüllü, aşağılık ve çirkin kimseleri kullan, onların kusurlarından tat al... Onlar
ölmemeli... Soyluların ve güçlülerin evlerinde değil, köylülerin köylerinden, bol bol yiyip
içtikten sonra... bodur gövdeler, çarpık çurpuk yüzler.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:401)
“Hacı Kalfa’ya ne yazdığımı anlatmak mümkün değildi.
-Yazım pek çarpık çurpuk da meşk yazıyorum Hacı Kalfa, dedim. Yarın, öbür gün derse
başlayacağım. Çocuklar ayıplar sonra.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:118)
“Genç adam, ‘Koltuk bozuntusu salak,’ diye kaykırdı. ‘Her yanın çarpık çurpuk ve falso.’ ”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:173)
“Sayın piskopos, yahova varsayımı beni yoruyor. Bu varsayım ancak çarpuk çurpuk bedenli, kafası boş
insanlar üretmekten başka bir işe yaramaz. Bana eziyet eden şu büyük evrene lanet olsun! Selam! Sıfır!”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:59)
“Valparaiso’dan San Francisco’ya bir kutu içerisinde gönderilen uyuz bir köpeğin öyküsünü
anlatıyordu. Anlattığı anektodların espirisinin nereden geldiğine kimse akıl sır erdiremiyordu, ama onun
ağzından çıkınca pek de komik de oluyordu. Çevresindekileri gülmekten kırıp geçirirken, büyük ve kemerli
burnuyla, ince ve uzun boynuyla ve seyrelmeye başlamış kızıl-kumral saçlarıyla, tedirgin ve nedeni anlaşılmaz
ciddi bir yüz ifadesiyle ve yana doğru çarpık kuru bacaklarını üst üste atarak orada öylece oturur ve küçük,
yuvarlak ve çukur gözlerini çevresinde düşünceli düşünceli gezdirirdi.”
(Th. Mann, “Buddenbroooklar”, sa:242)
“Yere çöp atmamı yasaklayan annemin sesiyle ÇÖP DÖKÜLMEZ devletin sesi örtüşürken, başka bir
duvara gayriresmi bir elyazısının çarpık çurpuk harfleriyle yazılmış ÇÖP DÖKENİN ANASINI ifadesi aklımı
karıştırırdı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:128)
“TAŞLARIN DÜŞ GÜCÜNE GELİNCE
Taşların düş gücüne gelince, kopyacı kişilikte olanların
neredeyse hiçbirine güvenilmez:
Uzaktan bir hayvan gibi şişkinliği tartışmasız
başka bir şey,
En yukarıdakilere eş düşenler yıldızlardan gelmiyor,
Doğaları gereği kimyasal değil müzikal bunlar,
Pek azı güvercin, neredeyse topu balerin, oradan
geliyor büyüleri;
Çarpık çurpuk ve belirgin, tek onların yüceliği
En Yüce’ye duyurur kendini”
(Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.05.04)
“KIZ - Hadi, söyle söyleyeceğini!
AVUKAT - Peki. Bak, ben bir eve girince ilk önce perdelerin duruşuna bakarım. (Pencereye gider,
perdeleri düzeltir.) İp gibi ya da paçavra gibi duruyorsa, çok kalmam orrada. Sonra iskemlelere bir göz atarım...
Mumlar çarpık çurpuk duruyorsa, o evde düzen yoktur!”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:42)
“Hem sonra, biliyorsun ya, çadır kurmayı oldum bittim becerememişimdir; hep çarpık çurpuk, biçare,
acınası çadırlar çıkmıştır elimden. Çadır değil de, köyde bir yer buldum kendime.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:28)
“ ‘Bana gelince,’ diye sürdürdü Mrs. Manresa, ‘Açık söyleyeyim. İki kelimeyi bir araya getiremem.
Nasıl oluyor bilmiyorum –dilim hiç durmazken, elime bir kalem almayagöreyim.--’ Yüzünü buruşturdu,
parmakları arsında bir kalem tutuyor gibi yaptı. Gelgelelim, küçük masanın üstüne dayadaığı kalem
kıpırdamamakta direniyordu. ‘Ayrıca elyazım o kadar iri, çarpık çurpuk ki.’ Yüzünü bir daha buruşturduktan
sonra hayali kalemi bıraktı.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:58)
“Hemen her duvarda, tebeşir, ya da kömürle yazılmış ve çarpuk çurpuk bir ‘Viva Lenin’ görülürdü. Bir
de Mussolini adlı bir sosyalist önderin savaş sırasında partiden ayrılıp, rastgele bir başka karşı teşkilat kurduğunu
duymuştuk.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:380)
“Biri beni seçmişti şimdi. Ağır ağır bana doğru yürüdü. Yerden kaldırmadığım bakışlarımı üzerinde
dolaştırdım. Ufak tefek, çarpık çurpuk, kemik hastalıklı bir kadındı. Şapkasızdı.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:157)
Çarpılmak : Aldatılmak, hile hurdaya ya da yankesiciliğe kurban olmak; Sevdaya tutulmak
“MANGAN, şen bir kahkaha atarak. - Benimdi ne demek! Hala benim, Miss Ellie. Üstelik, öbür
enayilerin kaybettiği paralar da benim cebime girdi. (Ellerini cebine koyup dişlerini gösterir.) Faka bastırdım
topunu birden. Buna ne dersiniz küçük bayan? Fena çarpıldınız değil mi?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:60)
Çarpmak : Yankesicilik etmek (Argo)
“EUGENIO - Aziz dostum, söyleyin bana, kimdi o kadın?
D. MARZIO - Geçen sene buraya kahvehaneye gelir, şunu bunu çarpardı.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:39)
Çarşafa girmek, sokmak : Müslüman adetinde, genç kızların ergenlik çğında çarşafa bürünmeleri
“Munise’yi birkaç güne kadar çarşafa sokuyorum. Şöyle böyle on dördüne biriyor. Boyu şimdi tam
benim boyum kadar. Küçük çüçekler gibi açıldı, beyaz denecek kadar açık sarı saçlarının içinde küçük beyaz
yüzü, günün saatlerine göre değişen lacivert gözleriyle güldükçe yanağında güller açan, ağladıkça gözlerinden
inciler dökülen peri kızlarına benzerdi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:355)
Çarşaf gibi deniz : Sakin, fırtınasız, gözlere düpedüz enginlik gibi gelen, bakılmasına doyulamayan panorama
“Güzel bir gündü, deniz çarşaf gibi, gölcük maviydi. Turist taşıyan ilk tekne gelmekte gecikmeyecekti.
Genelde yanaşmıyorlar. Dalmak için büyük bariyerin yakınında demirlemeyi tercih ediyorlar; ya da gölcüğün
ortasındaki büyük kara deliğe bakmak için fenere gidiyorlar, balıkçılar onlara, orada yaşayan dev bir balık ya da
bir deprem sırasında yok olan bir Maya piramidiyle bağlantılı bir su altı tüneli hakkında binlerce martaval atıyor.
Balıkçılarda uydurmacılık marihuanası var.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:203)
Çarşamba pazarına dönmek :
ağız-burun, yüz>
-Argo-
Karmakarışık, düzeni bozulmuş, eğri büğrü çarpılmış <dövüldükten sonra
“Peron’da, Macar jandarmaların arasında Macaristan’da yaşayan bazı Rutenler duruyordu. Aralarında
rahipler, öğretmenler ve köylülelerin de bulunduğu bu Rutenler, bölgenin en uzak köşelerinden getirilip
tutuklanmışlardı Elleri iple arkadan bağlandıkları yetmiyormuş gibi ikişer ikişer de birbirlerine bağlanmışlardı.
Tutuklanır tutuklanmaz jandarmalar tarafından sıra dayağından geçirildikleri için çoğunun ağzı burnu Çarşamba
pazarına dönmüş, ifadesi tamam olmuştu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:116)
Çarşı pazar dolaşmak : Düğün gibi önemli bir olay ya da misafirler için bir alışveriş seferberleiğine girişmek
“Herkes, kendine göre bir işle meşguldü. Kimi, şimdiden davet mektupları yazıyor, kimi, eksikleri
tamamlamak için çarşı pazar dolaşıyor, kimi dikişle uğraşıyordu. Ben, şaşkınlığımın içinde işi serseriliğe
vurmuştum. Bir işe yaramak şöyle dursun, başkalarının işlerine bile engel olacak türlü uygunsuzluklar
yapıyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:103)
Ças ve Çeh gazeteleri, (ÇEK MYTH.): XIX. asrın sonunda ve XX. asrın başlangıcında, ulusal bir birlik hale
gelmeye çalışan ülkedeki iki önemli gazete. ÇAS <zaman> gazetesi, (eski) Çekoslovakya’nın kurucusu ve ilk
cumhurbaşkanı Thomas Mosarik <1850-1937> ve onun ‘Gerekçi Partisi’nin düşüncelerini dile getiriyordu.
CEH <Çek> gaztesi ise, dinci Halk Partisi’nin tutucu kanadının yayın organıydı.Mamafih, o zamanlarda
dünyanın başka hiç bir yerinde konu olmayan bir ‘(Acayip, Ekstraordiner hayvanlar memlekette başgöstermiş ve
iki gazete -ve halk- arasında ikilem yaratcak düzeye –semaya- çıkmaktaydı: Bir memeli Kurnazguru
<Kanguru>, ineğin antik prototipi sayılabilecek ‘Yenir Yutuler Sığır’ı’, ‘Mürekkepli Fare’, İrlanda’da
yaşayan ‘Yaramaz Yarasa’, Klimanjora Dağı <Afrikanın en yüksek dağı>’nın doruklarında gezinen ‘Kırkayaklı
kızgın kedi’; kör bir yeraltı köstebeğinin üzerinde yaşayan kör bir pire <piramit piresi> vb., arıcılık ve kümes
hayvancılıkların, sahiplerine inme inmesinden dolayı üretim ve satışların sıfıra düşmesi gibi gerçekten acayip,
işitilmemiş v gerçek ötesi olaylar
“Peki, bütün bu saçmalıkların, Ças ve Çeh gazeteleri arasında amansız bir tartışmaya yol açabileceğini
kim bilebilirdi? Çeh gazetesi, kör pireyle ilgili yazımdan bir alıntı yaparak, ‘Tanrı neylerde güzel eyler!’ dedi.
Ças ise, her zamanki gerçekçiliğiyle, benim kör pireyi ‘doğduğuna pişman etmekle’ kalmadı, Çeh gazetesine de
ağır hakaretler yağdırdı. Nedendir bilmem, o günden sonra yıldızımın sönmekte olduğunu, yeni hayvanlar
keşfetme yeteneğimi yitirmeye başladığımı farkettim. ‘Hayvanlar Alemi’nin aboneleri kaygılanmaya
başlamışlardı.”
(Y. Haşek, Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa: 330)
Çaştak bacaklı olmak :
bacak
(MED.): Kalsiyum eksikliğinden oluşan Raşitizm sonucu eğri büğrü, zayıf kemikli
“RUPRECHT - Vallah Yargıç Bey, size bir şey diyeyim mi, kız galiba yalan söylemiyor! Dün sabah
sekizde Leberecht’e rasladımdı. Utrecht’e gidiyoru; zaten herif çaştak bacaklıdır. Eğer bir yük arabasında yer
bulamadıysa, o sallana sallana yürüyüşüyle gece saat ona kadar geri dönememiştir. Herhalde üçüncü biri
olacak!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:57)
Çatalyürek : İkircikli, kararsız, ne yapacağını bilmeyen
“SAVAŞ KAPIDA
Daha ne kadar böyle aylak dolaşacaksınız? Ne zaman
çatalyürek olacaksınız, ey gençler? Utanmıyor musunuz?
sonra ne der, diye komşu kentler? Ey derbederler!
Size kalsa her şey güllük gülistanlık; oysa savaş kapımızda.”
(Kallinos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:70)
Çatapat : Bir yere sürtülünce ateş alan, ışık ve özellikle gürültü çıkaran, bu arada pek de hoş olmayan bir koku
salan ilkel bir eğlence fişeği; Yabancı bir dili şöyle böyle konuşma
Bk.: Çatpat
“Derken, çatapat gürültüleri arasında halk yola düzüldü; bu sırada uçak, büyük bir homurtuyla, yeniden
insan kümelerine doğru geliyordu. D’Arrast, şu anda, sokağın köşesini dönmekte olan ve ansızın omuzları
çökmüş gibi gözüken aşçıya bakıyordu yalnız.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:70)
Çat diye (arkasından) kapanmak, çatlamak : Anide pırtlama, çatlama, parçalara dağılma.
“Hani adam, kutsal suyla yüzünü ıslatırken göz ucuyla bana bakıyor olabilirdi. Ama belki de beni daha
önceden farkederek telaşa kapılmıştı, çünkü hiç beklenmedik bir anda fırlayıp çıktı kapıdan. Cam kapı çat diye
arkasından kapandı.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:10)
“Kaymakam neredeyse öfkesinden çat diye çatlayacaktı.
‘Size Cumhuriyet Hükümetinin faziletlerini öğreteceğim.’
Zangır zangır titriyor, ulu ağacın altında yürüyor, dolanıyor, bağırıyor, alay ediyor, küfrediyor, emirler
yağdırıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:211)
“Sonra çat diye çatlamış, köyün üstüne kırmızı yılanlar yağmaya başlamış.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:109)
“MANGAN - Uyur gibi görünmek ha? Numara yapıyordum sanki! Kımıldamak elimde olsa onca
yalana, iftiraya, haksızlığa, hakarete, rezalete katlanır mıydım? Kalkar ağzının payını verirdim birer birer.
Oturduğum yerde nasıl çat diye çatlamadım? Hala şaşıyorum.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:82)
Çatır çatır, Çatır çutur (Bozulmak, çatırdamak, çatlamak, çözülmek, konuşmak, kullanmak, olmak,
ödemek, vermek) : Kendine güvenceyle, kudret telkin ederek; Patırdı gürültüyle, bal gibi
“MARLOW - Elbette! Öyle yerlerden gerçekten sıvışmak istiyorum da ondan! Vallahi, çok kez şöyle
ilk adımı atıp ne olursa olsun çatır çatır konuşayım diyorum, fakat nasıl oluyor bilmem, bir çift güzel gözün
bakışıyla karşılaşınca kararım altüst olup gidiyor.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:36)
“Köylüler diyor ki:
‘Bu yapı yıkılır. Hiç dayanmaz. Şimdi kıştır. Donmuştur her şey. O yüzden bu yapı bu kış böyle durur.
Buz, yapıyı beton gibi tutar. Ama bahar gelip de bahar güneşi buzları çözmeye başlayınca, yarılmış yerler çatır
çatır çözülür.’ ”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:209)
“Tanrım, ne de yüreksiz bir adammışım! Tüm yıllar boyunca kendimin ve sistemin içindeki diğerlerinin
hakları için mücadele vermiştim, şimdi kendimi ve diğerlerini hayal kırıklığına uğratıyordum. Peki öyleyse bunu
niye yapmıştım? Evet, onu kendim için olduğu kadar Sammy için de yapmıştım. Eğer gerçeği söyleseydim,
bütün sistem çatır çatır çatırdardı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:192)
“Başkan ve adamları hiç ummadıkları bu sessizlik karşısında silahlarını indirmekten başka çare
bulamadılar ve başladılar vahşi bir sevinçle yumurtaların üzerinde dolaşmaya. Ayaklarını kaldırıyor, sonra
büyük bir hızla yumurtaların üzerine indiriyorlardı. Çatır çutur kırılıyordu yumurtalar, seslerini bulunduğumuz
noktadan bile duyabiliyorduk.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:98)
“LEAR - Uluyun, inleyin, ağlayın!... Ah, ne taş yürekli insanlarsını hepiniz! Sizin dilleriniz, sizin
gözleriniz bende olsaydı, öyle ağlar, öyle haykırırdım ki, göklerin kubbesi çatır çatır çatlardı... gitti, kızım gitti.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:156)
“Ama insan gövdesi denen şey sağlamdır, öyle kolay kolay parçalamaya gelmez, atlar bile büyük
zorluklarla becerirler o işi. Onun için bir anda hançerler parladı, indi, yardı, baltalar, kasaturalar ayırdı eklemleri,
çatır çatır kırdı kemikleri.” Göz açıp kapayana kadar otuz parçaya ayrıldı melek, herkes bir parçasını eline
geçirdi, bir şehvet açlığı içinde bir kenara çekilip yedi yuttu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:249)
“Berber Ali daha acımasız konuştu: ‘Herifin karılarla çatır çatır yediği maldan mülkten arta kalan bu
koca yıkıntıyı tepe tepe kullan oğlum Sedat, alay etmek için söylüyorsam, iki gözüm önüme aksın. Herif bunu da
bırakmasaydı ne yapacaktın?’ ”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:17-8)
Çatkapı : Önceden haber vermeksizin odaya ya da eve, ofise ziyaret için kapıyı çalma
“<Ex Libris’te çalışırken> bir akşam üstü, Arthur bir iş için dışarı çıktığı sırada, çat kapı John Lennon
geldi ve Man Ray’in fotoğraflarına bakmak istediğini söyledi.
Elini uzatıp ‘Merhaba,’ dedi, ‘ben John.’
Elini sıktım; ‘Merhaba, ben Paul,’ dedim.
Ben dolapta fotoğrafları ararken, Lennon da Arthur’un masasının yanındaki duvarda asılı duran Robert
Motherwell’in tablosuna bakıyordu. Tablo öyle ahım şahım bir şey değildi -turuncu fon üzerine iki tane düz
siyah çizgi-. Lennon tabloya birkaç saniye göz attıktan sonra bana döndü, ‘Bunu yapmak için çok çalışmış
olmalı, değil mi?’ dedi...... Lennon’un içtenlikle konuşması çok hoşuma gitti.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:97-8)
“Kendimi kaptırıp resim yaptığım zamanlarda, bazan çatkapı odama giren babam, resmetme
heyecanımı, tıpki çok küçükken çükümle oynarken beni görünce yaptığı gibi saygıyla karşılarken...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:255)
Çatlatmak : Kıskançlıktan kudurtmak, aşırı kıskandırmak ya da imrendirmek
“Siz ressamlar, ne tuhaf kişilersiniz? Ün kazanmak için her şeyi yapıyorsunuz. Kazanır kazanmaz da
ününüzü heba etmek istemiyorsunuz. Saçmalık bu yaptığınız, çünkü şu dünyada, dillerde gezmekten daha kötü
bir şey varsa o da dillerde gezmemektir. Böyle bir portre seni İngiltere’deki genç ressamların hepsinden daha
yükseklere bir yere getirir, yaşlıları da kıskançlıktan çatlatır.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:10)
Çatlak : Akıldan kusurlu, deli; Ahenksiz ses
Bk.: Kafadan çatlak
“Balducci gülmeye başladı, sonra bıyık hala ak dişlerini birden örtüverdi.
-Zamanın var mı? Güzel. Ben de öyle diyordum. Her zaman biraz çatlaksın. Bunun için çok severim
seni, oğlum da beraberdi.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:67)
“Sanata, resme kıymet veren zengin bir toplumda olmak, hadi neyse. Ama Avrupa’da bile Van gogh ile
Gauguin’in biraz çatlak olduğunu zaten herkes bilir.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:338)
“Crescenz, yarı duyulur, çatlak, ahenksiz bir sesle, Alpler’de söylenen şarkılardan birini
mırıldanıyordu, mandıracı kadınların akşamları otlaklarda söyledikleri türden bir şarkı. O monoton ezgi, kırık
dökük bir tonda, şarkıya alışık olmayan o dudaklardan, gizli-saklı, güçlükle dökülüyordu.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:164)
Çatmak : Üzüntü ya da sıkıntı verebilecek br durum ya da kişiyle karşılaşmak
“GECE YARISININ SINAVI
---------------------------------Çattık, biz taş yürekliyiz,
Haksız yere hor bakılana;
Alkışladık Bönlüğü, dana
Suratlı koca Bönlüğü biz;
Öptük saçmasapan Nesne’yi
Bağrımıza basarcasına
Ve kutsadık taparcasına
Çürüyerek kokuşan şeyi.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:273)
“‘Bay Foe’yu gördüğünüzde lütfen şunları ona verir misiniz?’ mektupları ona uzattım. Başını hayır
anlamında salladı. ‘Bay Foe’yu görmeyecek misiniz?’ diye sordum. Tekrar başını salladı. ‘Kimsiniz? Neden Bay
Foe’nun evini gözetliyorsunuz?’ diye üsteledim. Bir yandan da bir başka dilsize mi çattığımı merak ediyordum.”
(J.M. Cotzee, “Düşman”, sa:59)
“BİR GÜZEL
--------------Nerden çattım böylesi bir güzele
N’etsem neylesem o kız geçmez ele
Kaptırdım kendimi bir kere sele
Bana sor dalga nedir kaya nedir”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:204)
Çat pat (konuşmak) : Bebeğin ilk konuşma aşaması ;özellikle yabancı dil öğreniminde çaylaklık evresi
“Arabanın yanındaki Vizcaya’lı bir seyis, Don Quijote’nin sözlerini şaşkınca dinliyordu. Şövalyenin
arabayı bırakmaya gönlü olmadığını ve Toboso’ya yollamaya niyetlendiğini görünce, yanına yaklaştı, kargısına
yapıştı, çat pat bir İspanyolcayla, kötü bir Vizcaya şivesiyle şöyle dedi:
‘Çek git buradan şövalye, aksi halde işler kötüye varacak...’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:53)
“Subaylardan biri (Binbaşı ya da Yüzbaşı Muddy), okuldan iki kız arkadaşımın ailesinin villasında
kalıyordu. Bazı hanımların çat pat konuştukları Fransızcayla Yüzbaşı Muddy’yle sohbet ettikleri villanın
bahçesinde kendimi evimde gibi hissediyordum.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:30-31)
“Sonraki gün, her zamanki gibi şafak vakti ayrıldım. Dağın etrafında yürüdüm, bir kaya altında
yıkandım, ballı bisküviler yedim ve hava kararana kadar geri gelmedim. Bayanın, mam-sahibin hasta olduğunu
ve beni görmek istediğini bildirdi bekçi. Nasıl oldu da Jenny Isaac’ın çatpat Hintçesini anlayabilmişti?”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:192)
“Biraz resim yaptığımı bilirsin. Almanca’ya da çalışmıştım. Çat pat konuşuyordum. Anadolu
Şimendifer Kumpanyası’na müracaat ettim. İmtihan oldum.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:48)
Çatra patra : Yalan yanlış, şöyle böyle, az buz, birazcık
“Tevfik tıpkı İstanbul’daki gibi Karagöz oynatıyordu. Şam pazarlarında onu, herkes tanıyordu. Arapçası
pek bilgilice değildi ama, çatra patra derdini anlatıyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:323-4)
“Bu birkaç gün içinde biz artık Çingeneceyi çatra patra ilerletmeye başlamıştık.
Biz bu dile Çingenece diyoruz ama, onlar kendi aralarında ‘Romanes’ diyorlar. Zaten kendilerine de
‘Rom’ dedikleri gibi... Çingenece’yi İstanbul’un şurasında, burasında yerleşmiş, oturmuş olan çalgıcı çingeneler
bilmezler...”
(O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:40)
“O (Panait İstrati) daha sözünü bitirmeden, (Maxim) Gorki ağzında bir izmaritle merdivenin başında
göründü. Cüsseli, iri kemikli, yanakları çökük, çıkıntılı şişkinlikleri olan küçük, mavi, acılı ve huzursuz gözler,
tarif edilemeyecek kadar açık bir ağız. Bir insanın ağzında böylesine bir anlamı hayatımda görmemiştim........
İnsan dolu küçük bier daireye girip oturduk. Gorki yalnız Rusça biliyordu. Konuşma güçlük içinde başladı.
İstrati çatra patra ve büyük bir heyecanla konuşmaya başladı; bana ne söylediğini hatırlamıyorum, ama,
konuşmasının ateşliliğini, sesinin tonunu, geniş hareketlerini ve ateşli bakışlarını ara sıra hatırlarım.”
(N. Kazancakis, “Ek Greco’ya Mektuplar”, sa:395)
Çattık; Çattık be!, Çattık belaya : Bu sefer kurtuluş yok, başımız dertte, Hay Allahın belası mealinden bir
ilenç
“RICCARDO, kendi kendine. - Anlaşılan çattık belaya bu sefer.
FELICE, Marina’ya. - Siz ne dersiniz? Olur mu?
MARINA - Evet, böyle olur. Fakat yeğenimle görüşmenin çaresini bulmam gerek. Çağırtırsam,
kocam küplere biner.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:44)
“‘Dayan bre oğul! Domuz sanki yaban beygiriymiş gibi, gemi azıya aldı. Dümen mi bu? Şimdi suratına
bir tekme yiyecekesin. Gevşek tutma, çarpcak bee!.. O havaya uçup giden Süleyman mıydı? Çattık belaya. Şu
yağmur dinse bari. Bu kadar suyun tadı mı olur? Denize düşmeden boğulacağız...’ ”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:162)
“-Sen götür şekerini, çukulatanı Sulukule’deki Ayvansaray’daki kerizci kızlara...
-Peki, öyle ise, sana şık bir iskarpin ile alacalı bir hırka alayım?
-Alasın sen onları o dediklerime!
-Sana biraz mangır toslayayım mı?
-Ben diyilim <deyilim> dilenci... Toslayasın sen o mangırları yeni oynaşlarına!...
-Hoppala! Çattık be!
-Daha çatarsın çok sen, bu kafa ilen...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:175)
“CHRISTOPH - Çattık! Siz bu işe sarılıyorsunuz, Mamzel. Değer bir kadın mısınız, yoksa değmez bir
kadın mısınız, bilmem. Çenebazlığınıza bakacak olursam, herhalde ikinciye karar vermem gerek...” .....
“YOLCU - Bu da ne ki?
MARTIN KRUMM (Kendi kendine.) - Çattık belaya! Çoktan bu ıvır zıvırı attım.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:38;53)
Çatur çutur ses çıkarmak : Eskiliğinden ötürü sanki parçalanıyor sesi çıkarmak
“Üst üste giydiği iç çamaşırlarla kendisini sarıp sarmalayan bu yaşlı kadın, yürümek istiyor, fakat
sürekli sendeliyor, balon gibi şişmiş kocaman bacaklarıyla bir ileri bir geri yalpalıyor, öyle ki üzerine bastığı
tahta zemin çatur çutur sesler çıkarıyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:20)
Çavlan : Çağlayan, küçük şelale
“Gri duman perdesi grimsi tonlarını yavaş yavaş yitiriyordu. Suyun sıcaklığı çok artmış, sütümsü renk
hiç olmadığı kadar yoğun bir hal almıştı... Sonra bir çavlanda, bizi yutmak için iyice açılmış kocaman bir
uçuruma doğru sürüklenmiştik.”
(U. Eco, “Kraliçe Leona’nın Gizemli Alevi”, sa:10)
Çayı (dereyi, suyu) görmeden paçaları sıvamak :
Gereğinden önce hazırlanmak
“CELİLE - Kocamın kardeşini yalnız mı bırakayım istiyorsun Ayşe! Tuhafsın vallahi kızım..... zavallı
o pis otelde deli olup çıkacaktı. Kaynım bu benim... Elbette yardımına koşmak vazifem... Hatta icabederse daha
ağır işlerini da görürüm. Düşünün ayol bizim Hilton’u beğenmiyordu.”
AYŞE - Bana, çayı görmeden paçaları sıvıyorsun gibi geliyor. Ya sonunda kaynın çıkmazsa, otelin
dördüncü katına su çıkardığına pişman olmayacak mısın?”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:76)
“Elveda artık bu sefalete! Bu köhne, siyah ahşap eve! Elveda bu tahtakurusu kolonisine! O kadar
müteheyyicim (heyecanlı) ki, çayı görmeden paçayı sıvıyorum.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler”, Cilt:II, sa:36)
Çaylak : Acemi; Bir işte, beyzbol, futbol, basketbol gibi büyük sporlarda ilk yılını geçiren genç
“Listeyi incelerken ‘Nöbetçi kim?’ diye sordu kendi kendine yüksek sesle. Programa göre Seidenberg
adlı genç bir çaylağın önceki gece yarısı çift vardiyayı devralmış olması gerekiyordu. Chartrukian boş
laboratuvara göz gezdirdi ve kaşlarını çattı, ‘Nerede bu herif?’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:48)
“Hancı, oradakilere, Don Quijote’nin sıyırmışlığını, silah nöbetini ve şövalye olmak için ne çok
sabırsızlandığını çıtlattı. Handa kalanlar sıyırmışlığın böylesi karşısında afallayarak onunla eğlenmeye geldiler
ve gördüler ki, vakur bir ifadeyle, zaman zaman geziniyor, zaman zamansa kargısına yaslanıp silahlarına
dönüyor, uzun süre bakıyor. Karanlık iyica bastırmıştı, ama mehtap vardı, çaylak şövalyenin her yaptığı
izlenebiliyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:24)
“İyi giyimli bir kadına tüm bunların ne anlama geldiğini soruyorum. Yanıt verecek kadar sabırlı
olmadığı belli oluyor; sanki acemi bir çaylakmışım, yaşamın sırları konusudna eğitilmesi gereken birisiymişim
gibi bana bakıyor.
‘Aşk hikayeleri,’ diyor. ‘Hikayeler ve enerji.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:94)
“Saliha ve Rikkat halamlar, iki kızlarının yardımıyla -zira Nisa nerdeyse ayakta uyuyordu- eniştemlerin
ana yatak odasına bitişik, salona benzer geniş bir odada üç cibinlik kurdular.
-Nedir bu cibinlik? diye çaylakça sordum.
-Sivrisinekler için, dediler, yoksa sabahları aynaya baktığında kendini tanıyamazsın, davul gibi
şişersin.
Sanki askeri bir kampta imişiz gibi incecik bir dokudan yapılı, bembeyaz, yarı şeffaf üç kubbe inşa
ediliverdi.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:68)
“Sonra birden alevlendi: ‘Hıyara bak be! Cepheye gitmek üzere olduğumuzu bilmiyor musun da böyle
salakça sorular soruyorsun! Daha dün teğmeni emirerinin hesabını görmekten vazgeçirene kadar göbeğim
çatladı, şimdi bu acemi çaylak usta erlere hayvan muamelesi yapmaya kalkıyor.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430)
Çaylak gibi tepesine inmek : Düşman ya da rakiplerini ebklenmedik bir anda avlamak, pusuya düşürmek
“Sözün kısası, üç dört yıl içinde okulun en korkunç öğrencisi oldum. Eskiden uğradığım hakaretlerin
hesabını sormak zamanı gelmişti. Vaktiyle bana sataşanları mimlemiştim. Gizli gizli peşlerinde dolaşıyor, fırsat
bulduğum zaman çaylak gibi tepelerine iniyordum.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:161)
Çeçen arabaları : Kafkasya’nın kuzeydoğusunda yaşıyan ve Türk’lerle kan bağlılığı olan ırkdaşlar; onların
kendilerine özel, süslü, çıngıraklı arabaları
“Çalıkuşu, bu dağlardan, yine gurbet kokusu almaya başlıyordu. Gurbet kokusu! Bu kokuyu bütün
ruhuyla koklamayanlar için ne anlamsız bir söz! Hayalimde yollar, gittikçe incelip hüzünlenen, bitip tükenmez
gurbet yolları uzanıyor, kulağımda Çeçen arabalarının o ince yanık sesli çıngırakları ağlıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:303)
Çek arabanı : Çekil git buradan, defol, haydi yallah (Argo)
“Çocuğun bir sorusu üzerine, babası, annesinin velayeti almak için diretmediğini söyledi. Kadının o
zaman söylediklerini aynen yineleyerek, annesinin paramparça olduğunu, Miles’dan vazgeçmenin hayatındaki
en zor, en korkunç karar olduğunu ama o koşullarda elinden başka bir şey gelmediğini anlattı. O gün Abington
Meydanı’nda, babası ona, bir başka deyişle, annesinin ikisini de sepetlediğini söyledi, ‘Seni de beni de def etti
oğlum. İkimize de haydi vira, çekin arabanızı’ dedi.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:61)
“ ‘Savmıyacak mısın Ahmet’i hala?’ diye ikiledi Fatma.
‘Nereye savayım? Otursun burada çocuk. Ne söyleyeceksen söyle, yoksa çek çabuk arabanı! İşimden
avare etme beni!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:102)
“Karakol kaleminde arabacı yerlere kapanıp suçunu itiraf etti, ama koca bıyıklı karakol amiri çok
şaşırdı.
-Ne diye kendine kara çalıyorsun, be adam? Sarhoş musun nesin? İstersen seni kodese tıkayım da
aklın başına gelsin! Bak şunun yediği naneye!.... ‘O cinayetin katili bulunmadı’ dedik. Daha ne üstüme
düşüyorsun? Çek arabanı buradan git artık!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:41)
“-Ne istiyorsun?
-Memur Aleksandrof’u; burada mı oturur?
-Yok kardeşim, burada öyle biri yok; güle güle.
Ziyaretçi biraz sakınarak kapıya doğru çekildi:
-Nasıl olur, kapıcı burada olduğunu söyledi, dedi.
-Git kardeşim, haydi git, çek arabanı.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:73-4)
“HABEBALD - Bu dürüstlüğün ne olduğunu herkes bilir. Bunun adı: Haraca kesmektir. Hepiniz aynı
ayardansınız: ‘Ver bakalım!’ tabiri, mesleğinizin selamıdır. (Eilebeute’ye.) Haydi çek arabanı ve ne topladınsa
hepsini al götür. Biz burada iyi karşılanan misafirler değiliz.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:284)
“Çelkaş istifini bozmadan:
-Merhaba Semyonıç! Çoktandır görüşmedik, diyerek elini memura uzattı.
-Keşke bir daha hiç görüşmesek! Çek arabanı!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:62)
“Teğmen gözden kaybolur kaybolmaz kıdemli başçavuş Şvayk’ı kolundan tuttuğu gibi kapıya iteledi ve
ona gerekli bilgiyi verdi: ‘Hadi bakalım, çek arabanı, bir daha gözüm görmesin seni, b.k herif!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:254)
“Yalnızca bir sabah yüzyüze gelmişlerdi. Bir kova suyla avlunun kırmızı tuğlalarını yıkıyordu.
Gülümseyerek neşeli bir şarkı mırıldanıyordu. Raggles’ın ayakkabılarını buz gibi soğuk suyla doldurdu. Üstelik
bir de:
-Haydi, çek arabanı, diya parladı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:132)
“Gereyb’e böyle şey söylenmez. Bu, adeta aşağılamadır. Hemen köpürdü ve dedi ki:
-İş benim şapkaya kaldıysa kolay. Ben kendim de vururum. Bu kazıkçının biri be...Sen korkuyorsan
çek arabanı!”
(F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:18)
“KEENEY, gözleri ve sesi ateş püskürerek - Kıpırdamayın! (Adamlar bir araya sıkışmış bir halde,
öfkeli ve sıkıntılı bir sessizlik içinde dururlar.) Bu gemide isyan çıkarmanın sakar iş olduğunu anladınız, değil
mi?..... (Joe’nun vücuduna bir tekme indirir.) Şunu da birlikte sürükleyip götürün. Daima aklınızda tutun ki:
kimin işi kaytardığını görürsem hemen geberteceğim. Altınızda deniz bulunduğundan nasıl eminseniz, bundan
da öyle emin olunuz. Ötekilerine de bunu böyle anlatın. Haydi, şimdi çekin arabanızı, çabuk!’ ”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:25)
“E. DROMIO - Maud, Bridget, Marian, Cicely, Gillian, Ginn!
S. DROMIO, içerden. - Mankafa, dolap beygiri, iğdiş horoz, zıpır, ahmak, paçavra parçası! Ya
kapıdan defol, ya orada nöbet bekle! İnsana bir tanesi bile çok gelirken bu kadar kızı neden çağırıyorsun? Kız
adlariyle büyü mü yapacaksın? Haydi, çek arabanı kapıdan!”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:40)
“Kadın, ‘Senin annen benim.’ diye cevap verdi.
Yıldız Çocuğu hiddetle, ‘Sen çıldırmışsın, ben senin oğlun filan değilim, sen dilencisin, çirkinsin,
kılıksızsın. Hadi bakalım, çek arabanı, pis suratını bir daha görmeyeyim,’ dedi.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:98)
“Buteau, Françoise’a takılmak için, sırtına bir şaplak indirdi :
-O sana göre kırk pistol, küçük, dedi.
Fakat kız öfkelendi, kinci ve öfkeli bir tavırla, o da ona mukabele etti, bir şaplak indirdi.
-Çek arabanı şuradan, anladın mı ? Ben erkeklerle şakalaşmam.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:232)
Çekelemek : Kolundan dürtükleyerek, iteleyerek çekmek
“Bay Gross, küçük patron, kadının oğlu, bu arada kadının arkasında duruyor, ona bir şey söylemeye
çabalıyordu. Onu dinleyen yoktu. Kendinden geçmiş bir halde kadının kolunu çekeledi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:315)
Çeki; Çeki taşı gibi ağır olmak : Çeki: Odun, kömür gibi kaba ve ağır kitlelerin ağırlığını ölçmekte kullanılan
250 kiloluk bir ölçek; Çok -kabaca- ağır çekmek
“Gerçi, İsmail de bir çeki taşı gibi ağırdır. Fakat ruhla hiç ilgisi olmayan ve doğrudan doğruya vücudun
yoğunlaşmasından gelen bir ağırlıktır.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:113)
Çek içki türleri : (ÇEK MYTH.): Arak; Maraskin; Broviçka; Oreçovka
Arak : (Irak) da denen, Boston ve İstanbul’da, Yunanlılardan duuyduğum halis bizim rakı. Ama bu
kaynağım, hiç olmazsa buradaki metindeki içkinin pirinç ve şekerkamışından yapılı olduğunu bildiriyor.
Maraskin : Acı kirazdan yapılan bir çeşit likör
Boroviçka : Ardıçtan yapılan bir tür şnaps
Oreçovka : Cevizden yapılan bir tür şnaps”
“İki ünlü Ç e k b i r a’ ları da: Velkopopoki, Smikovski”
“Arak, Maraskin, konyak gibi soylu içkiler içiyorsanız, mesele yok! Ama dün ben korkunç bir boroviçka
içtim. O berbat şeyi nasıl içtim, hala anlamış değilim. Çok kötü bir tadı vardı. İspirto gibiydi valla. İnsanoğlu bir
sürü içki icat ediyor, sonra da su gibi içiyor. Bu boroviçka dedikleri zıkkımın ne tadı var, ne de rengi; adamın
gırtlağını yakıyor. Boroviçka’nın hası olsa, hadi gene neyse; onun hakikisini ardıçtan yaparlar, bir sefer
Moravia’da içmiştim. Oysa benim dün içtiğim bir çeşit odun ispirtosu ve kokulu yağlardan yapışmıştı.... ‘Alkol
zehirdir,’ dedi. ‘Hasını içiyorsanız mesele yok tabii. Ama Yahudilerin fabrikalarda ürettikleri sentetiğini
içiyorsanız, ayvayı yersiniz. Rom için de geçerli aynı şey. Rom’un hakikisi, ömürde bir bulunur.
Sonra, iç çekerek, ‘Keşke evde biraz hakiki oreçovka olaydı,’ dedi. ‘Mideme ne kadar iyi gelirdi.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:148-9;394)
Çekiçlemek, Çekiçlenmek : Eski zamanlarda -eminim, bugün de süregelen- tüm dünya ülkelerinde yetiştirme
yurtlarında, akıl hastahanelerinde yaramazlık yapan, söz dinlemeyen, altını ıslatan vb çocukların kabalarına
çıplak olarak kızılcık sopası, baston ya da maşayla bir temiz vurmak
“Sabah kahvaltısına inmeden önce, gece yataklarını ıslatanlara çok sert muamele edilirdi. Eğer
yatağınızı ıslattıysanız, bir dayak faslından geçerdiniz. O da şöyle olurdu: İki ya da üç büyücek çocuk sizi
yatağınız doğrultusunda sımsıkı tutar ve gece hemşiresi de, lastik tabanlı bez ayakkabıyla sizi bir güzel
çekiçlerdi. Bu çekiçlemenin nedeninin, enkontinanas’<yetersizlik>ın ona neden rapor edilmediği ve dolayısıyla
onun da, sizi gece işemeye kaldırmayınca sanki hemşireliğine bir hakaret telakki edildiğinden dolayı olduğunu
söylerlerdi.” .............................. “Pantolonumu yere düşürdüm ve çürükleri ona gösterdim. ‘Bakın bunlara!
Gece yatağımı ıslattığımdan çekiçlendim,’ dedim.
-‘Buradan defol!’ diye gürledi, doktor, ‘yoksa diğer tarafa aynını yaparım!’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:17,28)
Çekiçle örs arasına parmak sokmamak : İki kuvvetli iddia arasına girip ezilmemek
“Zoitza Ana, küplere bindi:
-Gavrila Baba’ya durmadan evden kaçmanın ve her zaman dilenciler gibi dönmenin akıllıca bir iş
olup olmadığını neden sormuyorsun?
Bunun üzerine yaşlı adam, çekiçle örs arasına parmak sokmamanın en uygun davranış olduğunu
düşündü ve omuzlarını silkerek oradan uzaklaştı.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:7)
Çeki düzen vermek : Düzenlemek, derleyip toplamak (Evini, hayatını, kendini, ortalığı, üstünü başını)
“Tuhaf
Gerçekten aşk, nasıl da farklı
yöntemlerle, çok özel olarak,
bir köşe edinecek kendine
cesetlerin üst üste yığıldığı şu yerde
çeki düzen verecek, kıvrılacak orada, belki de
uykuya bile dalacak- yüzünü
duvara dönmüş şekilde.”
(Chinua Achebe<d.1930>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.05.09)
“HAMM (Öfkeli.) - Tanrı aşkına ne yapmaya çalışıyorsun sen?
CLOU (Doğrularak.) - Etrafa bir çekidüzen vermeye çalışıyorum.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Oyunun Sonu’ , sa:186)
“Kartı alıp Bob’la eve döndüm. ‘Kendimize çekidüzen versek iyi olur Bob,’ dedim. ‘İş görüşmesine
gidiyoruz.’ ..... Ertesi gün kendime çekidüzen verdim. Saçımı arkadan topladım, düzgün bir tişört giydim ve
yanımda götürmem gereken bütün ıvır zıvırlarla birlikte Vauxhall için yola koyuldum.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:129)
“Robert Langdon, Boboli Bahçeleri’nin sık ağaçlı güney tarafındaki istinat <dayanma> duvarının
dibindeki yumuşak toprağa sertçe düştü. Sienna da onun yanına düştükten sonra ayağa kalktı ve etrafı incelerken
üzerine çekidüzen verdi.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:135)
“İşte döndünüz kompartımana, kafanızda Paris’ten beri gittikçe büyüyen ve düşüncelerinizi kördüğüm
haline sokan çalkantı..... artık bu hal, üstelik, hep kaçınmak istediğiniz o anılar ve kararlar yöresine itiyor sizi,
sürekli kaynayan ve köpüren bölgeye, kendinize yeni bir çekidüzen verirken ve yaşamınız yeni bir biçim alırken,
iradenizin dışında, önüne geçemediğiniz bir akıntıya kapılmış gittiğiniz şu sırada meydana gelen akıl almaz
değşimden ötürü altüst olan anılar yöresine itiyor sizi...”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:229)
“Termonükleer bomba: Genelleştirilmiş ölüm, en sonunda, bu açı içindeki insanlık durumuyla birbirini
tamamlıyor. Öyleyse, kendi kendimize bir çeki düzen vermemiz yeterli olacak. Sorunların ilk ve en eski olanıyla
yeniden karşılaşıyoruz. Sonsuza varıp, yeniden sıfırdan başlıyoruz.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:111)
“ ‘Haklı olabilirsiniz, ‘ dedi Sancho, ‘fakat benim kabahatim değil bu. Niye kalkıp da en olmadık
zamanda şu lanet olası yere getiriniz beni?’
‘Şöyle dört-beş adım öteye git dostum,’ dedi Don Quijote (burnu hala tıkalıydı), ‘bundan böyle de,
bana daha saygılı ol, kendine çeki düzen ver biraz. Hiçbir şeyine karışmadım, sonunda ipin ucunu kaçırdım.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:131)
“ ‘Şu kadını görüyor musun?’ diye sordu Petros. ‘Şu her şeyi düzeltip duran kadın. Eros’un birçok yüzü
vardır dememiş miydim, bu da onlardan biri işte. Kadın şimdi gidip gelinle damadı öpecek, ama içinden onlar
evlilik bağıyla bağlandılar diyecek. Dünyaya çekidüzen vermeye çalışıyor, çünkü kendisi büyük bir düzensizlik
içinde.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:100-1)
“Kız, üstünde ölü bir öküzün ağırlığıyla yatıyor olmama karşın, kollarını sırtıma gevşekçe dolamış
uyuyor. Kendimi kollarından kurtarıp yatağı düzeltiyor ve üstüme başıma çeki düzen vermeye çalışıyorum.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:86)
“Manevi düzeni kasdediyorum; bu bende yok kahrolası! Hayatım baştan aşağı düzensizlik içinde geçti,
bir çeki düzen vermem gerekiyor hayatıma.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:72)
“Sonunda iyice kararımı verdim. Ama hazırlık dönemi çok uzun sürdü. İlkin giyinişime iyice bir çekidüzen vermeliydim. Olur a, sokakta beklenmedik bir durum çıkabilir. Caddede gezenler hep kalbur üstü
kimselerdi.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:75)
“ROSA - (Kocasının yukarıya çıktığını hatırlamadığını düşünür.) Bak anlaşamıyoruz... sabrım
tükeniyor... Eğer kendine çeki düzen vermezsen... ben... boynundan aşağı 12 litre sakinleştirici akıtırım! (Huniyi
alır, Antonio’ya doğru tutar.) Feleğini şaşırırsın. Herkesi delirtirsin sen! Bir ak dediğine sonra kara diyor, sonra
da fikir değiştirip hiçbir şey hatırlamıyor!!!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:69)
“ELIZABETH - Hasta olduğumu... ölmek üzere olduğumu... evet... kendimi vurduğumu... ama çişten
söz etme... sakın ha... işte, ben kendime çeki düzen veriyorum...”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:25)
“ ‘İyi ki bunu söyledin. Seni küçük şeytan! Artık insan kendini toparlamalı. Tanrı’ya şükür, ben de
kendimi toparlamaya benzer bir girişimden ya da hiç değilse gelecekte bana çekidüzen verecek bir işten
geliyorum... Söyle bakalım, bir bakanlığı nasıl düşünürsün?’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Vol:II, sa:126)
“CLAIRE (Aynada kendine çeki düzen verir. ) -Benden nefret ediyorsunuz, değil mi? Beni uysallığınızla, alçakgönüllülüğünüzle, kuzgun
kılınçlarınızla, kasımpatılarınızla eziyorsunuz.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:7)
“Sözü edebiyatçılara getirerek, ‘Bugün birçoğunu gördüm,’ dedim. ‘Bu kendi halindeki insanları
seviyorum. Sürekli çalışırlar, yine de kimse onları rahatsız etmez; buluştuğumuzda, sizinle konuşmayı yeğleyip
yalnızca sizin için çalışacaklar herhalde. İncelikleri gönül okşayıcıdır, bu ince davranışlarına gönüllerince bir
çekidüzen verirler.’ ”
(A. Gide, “Batak”, sa:44)
“Annemle Gustave dün akşam geldiler. Robert, oğlunu kabul etmeden önce, üzerine çekidüzen vermek
istedi; ama alnının yarısını öbten gereksiz sargıyı başından çıkarmak istemedi. Kazanın, gözlerini yorduğunu
söyleyerek, sargıyı yüzü yarı karanlıkta kalacak şekilde sardı.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:93)
“-Bunun o olduğundan iyice emin misiniz? (Lafcadio’nun sesi biraz titriyordu.)
-Elbette canım, bu akşam yemeğe bekliyordum.
-Polise haber verdiniz mi?
-Vermedim daha. Önce kafamın içine bir çeki-düzen vermek ihtiyacındayım. Hala yaslıyım.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:154)
“Anne sağına soluna bakınıyordu. ‘Burası – burası Deborah’nın geldiği oda mı?’
‘Evet.’
Özenle çekidüzen verilmiş dış görünüşte bir rahatlama görüldü. ‘Hoş bir oda. Hiç - demir parmaklık
yok.’ Esther bu sözleri söylerken, rahat ve sıradan bir şey söylüyormuş gibi görünmek için kendini öyle
zorlamıştı ki, doktor irkilir gibi oldu.
‘Şu anda bunun pek önemi yok. Deborah’nın bana odayı olduğu gibi görecek kadar güvenip
güvenmediğini bilmiyorum.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:36-7)
“Az sonra koltuğunda tüfek, ava çıkmaya hazır bir halde Glahn aşağı indi. Düşünceli görünüyordu,
selam vermedi. Ama üstüne başına çekidüzen vermiş, tuvaletine her zamankinden çok dikkat etmişti. Damat
beyler gibi süslenmiş! diye düşündüm.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:181)
“Adamı kaldırıp vagonlardan birinin içine yüzüstü bıraktılar. Hepsi de yola çıkar gibi bir hal
takınmışlardı.
‘Bud’ dedi Luke bana. ‘Kendine çeki düzen verip benimle birlikte San Antone’a gelmeni istiyorum.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:196)
“Bugün artık lağım temiz, soğuk ve kusursuzdur. İngiltere’de ‘saygıdeğer’ kelimesinin verdiği anlamı
taşır. Ağırbaşlıdır, kurşuniye yakın bir rengi vardır, adeta iki dirhem bir çekirdek sayılabilecek şekilde çeki düzen
verilmiştir.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:159)
“ANNE - Kendine iyice bir çeki düzen ver, kızım. Küpelerini tak. Kolyeni tak. Gizlice verilen baloya
gidiyoruz.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:200)
“Öyle bir şeyler, öyle bir şeyler dönüyor kafasında... Hep başkalarının varlığı gerek bu yalnızlığına.
Şimdi ise, gerçekten yalnız, şehirden uzak, gerçekten tek başına kaldığı şu anda, şehirdeki yaşayışı, şehir
yaşayışının küçük alışkanlıklarını arıyor; aradığının farkında, aramaktan korkuyor. Çekidüzen vermek istiyor
kendine. Barınağı düşünüyor. Suyu, yiyeceği düşünüyor.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:45)
“Kendimi temize çıkarmak için bu sınavı atlatmam şarttı. Saçıma başıma biraz çeki düzen verdim.
Salonu topladım. Bu arada telefonda annemin beş defa aramış olduğunu görüp, ara tuşuna bastım.
‘Anne!’
‘Ah Maya! Kalbim duracaktı. Neredesin kızım?’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:361-2)
“Dört baş birden, onlardan yana döndü. Leonlar’ın çok keyifli bir halleri vardı. Don Anselmo’nunsa
saçı başı dağılmış, gözlükleri düşmüştü. Lituma’nın salyalı ağzı çarpılmıştı. Bardağı üzerine koymak için
gelişigüzel tezgahı yokluyordu. Küçücük gözleri bir türlü Yaban’ın üzerinden ayrılmıyordu. Öteki eliyle ise
saçlarını düzeltmeye, onlara çekidüzen vermeye çalışıyordu.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:217)
“... ince parmaklarının ucuyla serkeş saçlarını düzelttiğini, başına çeki düzen verdiğini, becerikli bir elle
korsasının kayıp kaymadığına, ceketinin doğru durup durmadığına, etekliğinin çok buruşup buruşmadığına
baktığını görmek ne kadar hoştur!”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:131)
“Irak İçin Yirmi Beş Ağıt
Bu hasta çocuğun filmini çekerken
Arkamızdaki hasta çocuk ölüyor.
Ve biz tam kamerayı onlara çevirirken,
Yakınları çektikleri acı kimseyi incitmesin diye
Kendilerine çeki düzen veriyorlar.”
(Robert Minhinnick<d.1952>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.03)
“Biraz dinlenince kendine gelmeye başladı. Kısa bir süre sonra da gücünü tamamen topladı. India’nın
odasına bitişik olan tuvalet odasına girmeyi düşündü. Odada korsesini gevşettikten sonra ayak uçlarına basarak
uyuyan genç kızların yanına, bir yatağa kendini atacaktı. Yüzüne, üstüne başına çeki düzen vermeye çalıştı.
Çünkü her haliyle bir çılgını andırıyordu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:166)
“Asıl şu an kendisinin nasıl göründüğünü merak ediyor Meltem. Az önce yüzünü yıkarken aynada
baktığı halini hatırlamaya çalışıyor. Kötü görünüyor olmasa bari! Böyle hissettiği, bunları düşümdüğü için, bir
yandan neye olduğunu bilmediği bir kızgınlık duyarken, öte yandan hemen yerinden kalkıp kendisine çeki-düzen
vermek, bu kez üstünkörü değil de alıcı gözlerle aynaya bakmak, görünüşünden emin olmak istiyor.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:142-3)
“Kusur Yolu
Gençken
Tahammül edilmez kibirli biriydim.
‘Bunun sonu kötü’ dedi bir gün bana ayna.
‘çekidüzen vermelisin kendine.’ ”
(Miguel D’Ors<d.1946>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.12.08)
“Fiyatları yüksek tutmaya gayret sarf edenler oldu gerçekten, şu bildik metodu kullanıyorlardı:
balıkların çoğunu göle geri boşaltıyorlardı, sonra İsa bu işten sorumlu olanlar özür dileyip hal ve hareketlerine
çeki düzen vermezse o yeri terk edeceği tehdidinde bulunuyordu, işler yoluna giriyordu yeniden. Yani herkes
mutlu, İsa dışında herkes.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:298)
“Gracinda Mau-Tempo da buraya geldi, çocuğu olmayacağı düşünülürken, gebe kaldı. Hasat boyunca
üçü, bir çiftlik kiracısının terk ettiği kulübede yaşıyorlar, Manuel Espada karısı için kulübeye çeki düzen
vermişti, beş-altı yıldır kimse oturmamıştı burada, her yer toz içindeydi, yılanlar ve kertenkeleler, her türlü
haşarat vardı, tüm hazırlıklar bitince, Manuel Espada dinlenmek için bir demet hasır otu alıp yere serdi, her
yerden tazelik fışkırıyordu, çünkü ev silinip süpürülmüştü.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:250)
“Bir gün Clélia genç adama:
‘İnceliğiniza hayranım; bir hapishane müdürünün kızı olduğum halde, bana özgürlüğe kavuşma
isteğinden hiçbir zaman söz etmiyorsunuz!’ deme sakınımsızlığında <dikkatsizliğinde> bulundu.
‘Böyle saçma bir fikir beslemekten bucak bucak kaçınıyorum da ondan,’ diye yanıt verdi Fabrice de.
‘Bir kez Parma’ya dönersem, bir daha sizi nasıl görebilirim? Bütün düşündüklerimi size söyleyemezsem, yaşam
benim için dayanılmaz hale gelirdi... Yoo, hayır, tam olarak her düşündüğümü değil, siz onlara çekidüzen
veriyorsunuz. Aman canım, sizin kötülüğünüze karşın, sizi her gün görmeden yaşamak benim için cezaevinden
çok değişik bir işkencedir! Ömrümde hiç bu kadar mutlu olmamıştım!..”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:383)
“Kamil Bey, Müdürün kapısı önünde elini fesinden geçirip kendisine çeki düzen verirken, başgardiyan
Musa Çavuş’un da burada böyle yaptığını hatırlayarak suratını astı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:214)
“Hastaları iyileştirmek ya da makineler yapmak için doğmamıştım ben, benim işim ortalığa çeki düzen
vermek, her şeyi yerli yerine yerleştirmekti.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:8)
“Zamanının hemen hepsini bebek odasında geçiren Agafya Mihaylovna,
-Olmaz ki anacığım, dedi. Üstüne başına çeki düzen vermeliyiz. (Annesine bakmadan bebekle
oynuyordu!) Agu! Agu!”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:672)
“ANNA DİMİTRİYEVNA - Eh bakalım, benim yünlerimi getirdin mi?
KARENİN - Getirdim, getirdim. (Çantadan çıkarır.) İşte yün, işte kolonya, işte mektuplar, bir de sana
resmi bir mektup var. (Karısına uzatır.) Anna Pavlovna, elinizi yüzünüzü yıkamak isterseniz sizi götüreyim. Ben
de kendime bir çeki düzen vereyim.”
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:142)
“Adına otel diyorlarsa da otel motel değildi kaldıkları yer; düpedüz bir handı. Ama filmciler gelecek
diye biraz çekidüzen verilmiş, sağı solu toplanmıştı. Odalarda banyo-tuvalet yoktu, ortak banyo kullanılıyordu,,
kapılar camlıydı, doğru dürüst kitlenmiyordu.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:71-2)
“Saat sekizi geçince, üç oğlunun eve gelmesini beklemek ve çevresinde hala hayat olduğunu hissetmek
için kendisine çekidüzen verip saçını tarıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:93)
“Töreni seyretmek için köyden büyük bir kalabalık gelmişti. Kadınlar, göz alıcı çiöeklelrle süslü renkli
kumaşlardan giysiler giymişti. Erkekler, ellerinden geldiğince çekidüzen vermişlerdi kendilerine. Ama töreni
önemsemeyenler her günkü kirli örtülerine bürünmüşlerdi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:96)
“Her şeyin ne kadar temiz ve düzenli olduğunu görmeni isterdim. Masanın üzerinde kırmızı kareli bir
örtü bile vardı. Kahve fi ncanları da bizim evdekiler gibi teneke maşrapalar değildi Yaşlı bir kadının her gün
kendisi işe gittikten sonra gelip ortalığa çekidüzen verdiğini anlattı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:118)
“ ‘Yine de hala çatı katındaki odamı tutuyorum elimde. Her zamanki küçük kitabımı orada açıyorum,
polisin muşambadan yağmurluğu gibi parıldayana dek yağmurun kiremitlerde ışıldamasını oradan izliyorum,
yoksulların evlerindeki kırık pencereleri, sıska kedileri, caddenin köşesine çıkmak için yüzüne çekidüzen
verirken bir sokak kadınının çatlak aynaya gözlerini süzerek bakmasını oradan görüyorum, bazen, Rhoda oraya
geliyor. Çünkü seviyoruz birbirimizi.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:131)
“Bu arada adı Nell olan kız eldivenlerini çıkarttı; eldivenin onarım isteyen sol başparmağını özenle
gözden gizledi; sonra herhalde yanaklarına allık sürmek, üstüne başına çekidüzen vermek, boynuna temiz bir
eşarp bağlamak üzere bir paravanın arkasına geçti; bu arada, aşığını eğlendirmek amacıyla kadınlara özgü bir
biçimde sürekli konuşuyordu, ama Orlando onun ses tonundan aklının başka yerde olduğuna yemin edebilirdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:144)
“Augsburg Din Barışı’nın imzalanmasından hemen ardından Württemberg eyaletinin başlıca
prenslerinden Dük Christoph, ülkesindeki kilise ve okullara yeniden çeki düzen vermek, bu kurumlarda bir
yapılanmaya gitmek üzere kolları sıvamıştı.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:27)
“Bu gibi çareler ve ufak tefek hileler size ancak bir parçacık yardımcı olabilir ve çeki-düzen verebilirler;
yaşı, şişmanlığı ve dazlaklığı gizleyebilirler.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:131)
“ ‘Sevgili Fritzi,
Uçak postasıyla yollamış olduğun en son mektup yola çıkmadan elime geçti. Senin Londra’ya gelmek
konusundaki düşüncelerimi daha önce yazmıştım. Altı günlük bir yolculuğa karşı değilim. Ancak kendi ve
kızlarının yaşamına bir çeki düzen vermek yerine böyle gidip gelmeler sence gerçekten o kadar önemli mi?
Çalışmalarım ve yaşamım için huzurlu bir yer bulduğuma çok memnunum.’ ”
(S. Zweig - F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:219)
Çekip çevirmek : Bir işi, evin idaresini becerebilmek, gereksinimleri karşılayabilmek
“ ‘Şu dürzünün oğlu, kafa tutmayı bıraksa da, kalkıp bir düğün yapsak, kurtarsak irezillikten. Ali’nin
oğlunu, Veli’nin gızını boşverse, kendini sevdirse... Damalı’da döl çoook! Gelenleri okutsa yeter. Hem de
kendini harabetmese!..’ dedi. İyice dondurdu ki buraya bir ‘kancık’ ister. Çekip çevirsin adamakıllı.’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:20)
“Kien, aşık olduğu için evlenmişti kendisiyle. Peki ama ne olmuştu o aşka şimdi? Evet, bir katildi katil
olmasına, ama konuşmasını da biliyordu. Therese, hizmetçi sözcüğünün altında kalamazdı. Otuz dört yıldan beri
evi çekip çeviriyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:364-5)
“Şarabın etkisini sesinde fark etmeye başlamıştım. Rehberim, sesini yükselterek, ‘Bugün aşktan söz
edeceğiz!’ dedi. ‘Gerçek aşktan söz edelim, büyüdükçe büyüyen, dünyayı çekip çeviren, insanları bilgeleştiren
gerçek aşktan!’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:100)
“Bu yeni Teresa, bodur, küçük bir dul, yaşlı babasıyla birlikte Villa Gamba’da oturuyor; evi çekip
çeviriyor, kesenin ağzını açmıyor, hizmetçiler şeker çalmasın diye gözlerini dört açıyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:209)
“Karısının ölümünden sonra evini çekip çevirmek için dul bir kadın buldular. Kadın işini iyi biliyordu
doğrusu. Fırsat buldukça generalin çayını, şekerini, parasını çaldı; adamı soyup soğana çevirdi.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:46)
“ ‘Siz ders vermiyor musunuz?’ dedi Dorothy.
‘Ah, hayır!’ dedi Bayan Creevy neredeyse horgörüyle. ‘Ders vermekle harcanacak zaman
harcayamayacak kadar çok işim var. Evin çekip çevrilmesi gerek, ayrıca çocukların yedisi öğle yemeğine
kalıyor.’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:231)
“Richis’in planı buydu: Ertesi gün Laure’la bir tekneye binip küçüğünün tepesinde pek korunaklı
yapılmış Saint-Honorat Manastırı’nın bulunduğu Lerin adalarına yollanacaktı. Manastırı bir avuç ihtiyar, ama
pekala kendilerini savunacak güçte keşiş çekip çeviriyordu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:207)
“Evine giden yokuşu binbir zahmetle tırmandı. Kapıcının zilini çaldı, çünkü giriş kapısının anahtarını
aramak gelmiyordu içinden, aynı zamanda ev işlerini çekip çeviren kapıcı kadın gelip kapıyı açtı. Doktor Pereira,
dedi kapıcı kadın, akşam yemeğine pirzola kızarttım size. Pereira teşekkür etti.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:14-5)
“Uzun zamandan beri Martn Petroviç’in evini nasıl kurduğunu, nasıl çekip çevirdiğini öğrenmeyi merak
ediyordum. Bir kez onu atla Yeskovo’ya (yurtluğu ordaydı) götürmeyi önerdim. Martin Petroviç, ‘Bak sen,’
dedi, “krallığımı görmek istiyorsun ha! Hadi gel, sana bahçeyi de, evi de, ambarları da göstereyim. Gösterecek
epey şeyim var hani!’ Yola çıktık.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:21-2)
Çekip gitmek : Bir yeri terketmek; (Mec.) Ölmek
“Araba çamurların içine daldı. Yolcular, uzakça şehre doğru çekip gittiler. Neden sonra kadının aklına
geldi.
-Ah, dedi, ne eşeğim. Hamalın parasını vermeyi unuttum.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:24)
“KAPI YARI ARALIK
--------------------------Gaz lambasının sarı aylası
Ortalığı dinliyorum.
Niçin çekip gittin?
Anlayamıyorum...”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:20)
“ ‘... New York’ta olduğum o süre içinde aklımda cinayetten başka bir şey yoktu. Berbat bir şeydi.
Orada korkunç günler geçirdim.’
‘Niye yapmadın peki?’
‘Çekip gitmek cesaretini buldum.’
‘Çok soylu bir davranış.’ ”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:123)
“BU AŞK BURADA BİTER
Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider”
(Ataol Behramoğlu<d.1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:337)
“Arabanın yanındaki Vizcaya’lı bir seyis, Don Quijote’nin sözlerini şaşkınca dinliyordu. Şövalyenin
arabayı bırakmaya gönlü olmadığını ve Toboso’ya yollamaya niyetlendiğini görünce, yanına yaklaştı, kargısına
yapıştı, çat pat bir İspanyolcayla, kötü bir Vizcaya şivesiyle şöyle dedi:
‘Çek git buradan şövalye, aksi halde işler kötüye varacak...’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:53)
“ Şimdi bu küçük kız, bu sıcakta burada karşıma çıkan tek insan, geri dönmem ve görmek istemediğim
bir şeyi görmem için başımın etini yiyordu. Para vermeğe kalktığımda neden parayı alıp çekip gitmemişti ki?
Yoksa düş kırıklığı ve telaş içinde, asıl varmam gereken yeri fark etmeden geçip gitmiş miydim?”
(P. Coelho, “Hac”, sa:199)
“ ‘Acıyın Sarhoşlara’
-----------------------Donmuştur morglarda, baharla baştan çıkıp
Şuraya buraya gitmeye kalkan garipler; Walkden’e,
Cumberwelle’e ya da Leeds’e gitmek için
Ellerinden geleni yapanlar. Ama yağan kar
Tam yol kavşağında yakaladı onları.
Ne şapkaları vardı, ne paltoları onları koruyacak,
Bir iki tur attılar, öksüre tıksıra.
Sonra bir tur daha atıp çekip gittiler.”
(David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03)
“Yargıç oradan bağıracak, ‘Eski subay, susunuz!’ Ben de ona bağıracağım: ‘Beni susturmak için kim
sana yetki verdi? Niçin kör bir raslantı elimden en değerli varlığımı aldı? Yasalarınızı dinlersem elime ne
geçecek? Hepiniz bana vız gelirsiniz. Şimdi buradan çekip gidiyorum.’ ”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler-Uysal Kız”, sa:144)
“ ‘Bilirim, bizim manastırlar böyleleriyle doludur. Gencecik ölürler, veremden.’
‘O öyle değildi ama. Ben hayatımda hiç bu kadar obur birini görmedim. Bir akşam onu Venedik’li iki
fahişenin evine de götürdüm, belki bilirsin onlar dünyanın bu en eski sanatını icrada çok ünlüdür. Sabaha karşı
saat üçte ben iyice sarhoş olmuştum ve çekip gittim, ama o kaldı, ve birkaç gün sonra rastladığım kızlardan biri
hiç bu kadar kuduruk biriyle karşılaşmadığını söyledi.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:224)
“Kalkıp Tostes’e geldiler. Yüz yüze konuştular. Kavgalar, gürültüler oldu. Heloise ağlayarak kocasının
kucağına atıldı:
‘Kurtar beni ananla babandan,’ diye yalvardı. Bu kez, Charles karısını savunarak konuşmaya kalkıştı.
Bunun üzerine anasıyla babası öfkelendiler, çekip gittiler.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa.23)
“Dasa uyandığında gördü ki, güneş çoktan gökyüüznde parıldıyordu ve yogi meditasyon egzersizine
başlamıştı. Yaşlı adama veda etmeden çekip gitmek istemedi hem ondan bir şey rica edecekti. Daha birkaç saat
bekledikten sonra doğrulup kalktı üstat, uzanıp gerindi, ardından bir aşağı bir yukarı gezinmeye koyuldu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:531)
“Çekip gitmekten başka yapacak şey kalmamıştı. Günlerden pazar olduğu için cıvıl cıvıl sokaklarda bir
saat kadar dolandım, sonra tekrar uğradım eve, marangoz dostumla ailesi gezintiden dönmüştü.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:139)
“Gazeller
Evine vardığımda
Yoktun, çekip gitmiştin.
Kapında
Güneş yalınayaktı.”
(Nazir Kazimi-Asuman Belen Özcan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.02.03)
“Belki de kusurlar erdemlerden daha iyidir. Belki de diyorum. Halkın, çalışanın, serseri olmuşun, başını
alıp çekip gitmiş, diyar diyar dolaşmışın.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:131)
“French Frank gibi yaşlı bir adamın kendisine saldırmasına göz yumduğu için Scotty’ye
söylendiğimden biz de dövüşe başladık. Bu da kumsaldaki eğlenceye neşe kattı. Scotty, o gece tayfalıktan istifa
edip iki iki battaniyemi yürüterek çekti gitti. Geceleyin istiridye korsanları kendilerinden geçmiş teknelerinde
yatarken, Reindeer denizde demiri çevresinde dönüyordu. Taş ve su dolu balıkçı teknesi de yanıbaşındaydı.”
(J. London, “İntihar”, sa:91)
“Kervan yaklaştıkça, Tanios, şerefini korumak için kapıyı vurup çıkmış olan bu adama, Gerios ile aynı
ödevi yapmış olan, ancak ömrünün sonuna kadar bel bükeceği yerde çekip gitmeyi yeğlemiş olan ve sonunda
Şeyh’in ülkesinin ta kıyısına gelip yerleşerek kafa tutan bu adama bir yakınlık duymaya başlamıştı.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:63)
“Doğrudan atalarım -babam, dedem ve onların soyu- her zaman kendi taşları arasında yaşamışlardı.. Bu
büyük ev de zaten bu yüzden bize kalmıştı. Çekip gitmediğimiz için onu hak etmiştik.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:36)
“Yüzü gittikçe kararan babam, boğazı kurumuş, gözleri dönmüş:
-Ya! Ya! diye kekeledi ala.. çok iyi.. buna hiç de şaşmıyorum.. Size çok çok teşekkür ederim kaptan.
Ve denizci arkasından alık alık bakarken o çekip gitti.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:42)
“UNUTMA HALİ
Haydi eski aşklar, hayal dolu
Ruhumu zedeleyen dokumuşlar,
Mutlu acılar, yakıcı hoş anılar,
Artık terk edin şu zayıf kalbi.
Karanlık semada süzülen,
En güzel barınağında umudun,
Çekip gidin şimdi kaygı kırlangıçları,
Yuvanız soğudu artık.”
(Catulle Mendes<1841-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.03.04)
“BU SENİN ÇEKİP GİTMELERİN 2
Şu senin çekip gitmelerin
Ateşe benziyor
Zaman nasıl geçer
Kimse bilmiyor”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:36)
“Müşterinin seyrek olduğu zamanlar yüzleri değişir tezgahtar kızların, tuhaf bir hülya gelir yüzlerine,
bir yanları çeker gider oradan, kuşatıldıkları eşyanın dışına düşer varlıkları; bir tür kayıtsızlık kazanırlar, onların
o kayıtsız dalgınlıkları, ortasında durdukları eşyanın bütün büyüsünü uçurur; o cansız duruşları, birden
bulundukları atmosferin olanca yapaylığını öne çıkarır.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:59)
“(Delikanlılar) Üzüm yetiştirip Canelli’ye satıyorlar, mantar toplayıp Alba’ya götürüyorlar. Salto’lu
arkadaşım Nuto, Camo’ya dek vadinin tümüne fıçı ve cendere sağlıyor. Ne anlama geliyor bunlar? Yalnızca
çekip gitmek keyfini tadabilmek için bile olsa, insanın bir köyü olması gerektiği anlamına.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:12)
“Bunun üzerine Ginia perdeye tutunup sessizce ağlamaya başladı. Guido’nun uyuduğu gece olduğu gibi
müthiş içli ağlıyordu. Sanki Guido ile ağlamaktan başka bir şey yapmamış gibi geliyordu ona. Ve arada bir
durup ‘Ama neden çekip gitmiyorlar?’ diye soruyordu kendi kendine.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:115)
“ ‘Gerçekten yapar mısın böyle bir şeyi?’ dedi Morel’e gülerek ve iyice yaklaşıp sıkıştırarak. ‘Hem de
nasıl!’ dedi Morel, baronun hoşlandığını görüp gerçekten arzuladığı bu olayı samimiyetle açıklamaya devam
ederek. ‘Tehlikeli bir şey,’ dedi M. de Charlus. ‘Önceden bavullarımı hazırlar, adres filan bırakmadan çeker
giderim.’ ”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:420)
“ÖZLEM
---------Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen bir düş
Ve yüreğinde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada -bir kadınla birlikte gibi mutlu.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:71)
“..... işte bu adam, geçenlerde gözden kaçırdığı o dilenci olmalıydı. Yusuf bir daha baktı, açıklama
gerektiren bir durum, onca kadının arasında bir de o adam yürüyordu. Yusuf Şimon’a da bakmasını söyleyecekti,
hayal görüp görmediğini anlayacaktı aklı sıra, lakin ihtiyar söyleyeceğini söylemiş, çekip gitmişti, aile reisi
akrabalarının yanına dönmüştü, bu rolü oynayabileceği çok zamanı kalmamıştı artık. Tek şahidini de kaybeden
Yusuf dönüp bir kez daha Meryem’e doğru, bu kez dilenci kaybolmuştu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:52)
“Boyuna kadın konuşuyor. Adam sert bir şekilde itiyor kadını. Ne yapacaklarını bilmeden karşılıklı
bakışıyorlar, sonra adam ellerini cebine sokup ardına bakmadan çekip gidiyor.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:39)
“... aslında hemen çekip gitmek ve yolculuğumu başım ağrımadan bitirmemi istiyordu; geçerli bir
mazaret sürebilseydim, hiçbir şey demeyecekti. Ama böyle bir mazaret bulamıyordum ve aramak da
istemiyordum; işte böylece beni kimsenin beklemediğinden emin olduğum Dijon’a kadar kafa kafaya verip
konuşacaktık.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:186)
“Bakan, Don Gaetano’nun sözlerini yorumlayacak gücü kendinde buldu. ‘Elbette, özellikle şimdi, işler
kötü giderken, çekip gitmek bir kaçış, bir yüzüstü bırakma olurdu.’
‘Bir ihanet,’ diye açıklık getirdi alaylı bir dille Don Gaetano.”
(L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:129)
“MANGAN - Ben Tanrının gazabına uğramış bir adamım!
KAPTAN - Evet, bana da öyle geliyor. Uzun yıllar senin gibiydim ben de. Zenci karım kurtardı.
MANGAN, zayıfça. - Çok tuhaf! En iyisi çekip gitmeli bu evden.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:37)
“Algı düzeneklerine o ölçüde egemen olamayanlar ise, başka yana bakmaya, başka yana kulak vermeye,
başka şey düşünmeye çalıştılar ki bu da pek kolay olmadı, çünkü pek bir ortada, pek bir geneldi rezalet.. Üstünü
başını ve yakınlarını bulan, olabildiğince çabuk, olabildiğince göze batmadan çekip gitti. Öğleye doğru meydan
bomboştu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:242)
“Büsbütün Acı – Büsbütün korku
---------------Çekip gittiğimde de
Olacağı budur.
Ne gelirse gelsin başıma
orada olmayacağım
Acının ve korkunun tümünü
bırakacağım
Sizin oralarda.”
(Aleksandur Şurbanov<d.1941>-Kadriye cesur; Cevat Çapan,“Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap,
17.12.09)
“ ‘Allah belanızı versin öyleyse. Ne denli yorgun, elimi eteğimi çekmiş olursam olayım, ben, kendimi
tutup kaldırmalıyım, benim olan o belli paltoyu bulmalıyım; kollarımı içine sokmalıyım; gece havasına karşı
kendimi sarıp sarmalamalı, çekip gitmeliyim.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:228)
“Ginny bana bütün yaptıklarını anlattı. Üç ay düzenli bir işte çalışmıştı. Kontrolünde olmayan bazı
koşullar yüzünden işten çıkarılana dek haftada kırk saat çalışıyordu. Karl’la birlikte yaşamaya devam ediyordu
ve araları iyiydi. Artık onun aniden çekip gitmesinin gölgesinde yaşamıyordu. Ara sıra birlikte Güney
Amerika’ya gitmekten söz ediyorlardı ama Ginny Birleşik Devletler’den ayrılmak istemiyordu.”
(Irvin D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:155)
“ ‘Ama yine de asıl mesele bu değil,’ Breuer, elinde olmadan devam ettiğini gördü, ‘msele başka!’
İçimde daha şeytansı bir şeyler var. Biliyor musun, çekip gitmeyi düşünüyorum; pılımı pırtıyı toplayıp çekip
gitmeyi... Bunu asla gerçekleştiremeyeceğim; ama Mathilde’yi, çocukları, Viyana’yı her şeyi arkamda bırakıp
gitmeyi düşünüp duruyorum. Bu çılgınca fikir hep aklımda, biliyorum, bu çok çılgınca bir şey...’ ”
(Irving D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:138)
“DELİ PAVLETA İLE ONUN GENÇ KARISI
<Penço Slavevkov’a>
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
----------------------------------------------------------Tövbe, tövbe, mezarından çıkmış cani tüm ruhlar
gecenin bu geç vaktinde dolaşıp duruyorlar.
ey sen, burdan hemen çek git, ne dedim anladın mı?
Çağırtmak mı istiyorsun yoksa kayınlarımı?”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
“Ama Hamdi tuhaf çocuktu, tuhaf bir doğruluk anlayışı vardı, sözümü dinlemedi: ‘Hayır, gitmeliyim,’
diye diretti. ‘Ülkemizin koskoca bir yazarı aylar boyu bunun için didindi, koskoca valiler, genel müdürler bunu
iş edindi. Benim de emeğe saygım vardır: bunca emeği boşa çıkaramam,’ dedi, çekti gitti, bir daha da dönmedi.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:9)
Çekirdekten yetişmek : Daha küçük yaşlardan başlayıp bir işte ustalaşmak, işin ehli olmak
“MEYDANCI, Arabacı çocuğa - İlkönce şunu kabullenmek gerek ki, sen genç ve güzelsin. Sonra, sen,
yarı gelişmiş bir erkek çocuksun. Halbuki kadınlar seni adamakıllı gelişmiş görmek isterlerdi. Ben öyle
görüyorum ki,, sen ilerde yaman bir delikanlı ve tamamiyle çekirdekten yetişmiş bir çapkın olacaksın.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:36)
“Derken bu sıvı, litrelerce sıcak suyun bulunduğu derin ve uzun bir tekneye boşaltılır. Ard ayaklarından
yakalanan koyunlar bu bileşimin içine fırlatılır. Bu işte, çekirdekten yetişme bir adamın elindeki çatallı sopayla,
bir kaç defa suya batırılan koyunlar yıkandıktan sonra, yokuş yukarı koşarak ağıla girerler.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:192)
“Azmi Bey sinirli bir tavırla Hüsnü Bey’in sözünü kesiyordu:
‘Almanya’da bile... Lakin azizim, orada para yapanlar böyle ciğeri beş para etmez adamlar değildir.
Çekirdekten yetişmiş işadamlarıdır, parayı yaparlar, tutmasını da bilirler.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:213)
“Oysa başka hayat bilmeden manastıra girmiş olan, çekirdekten yetişme keşiş olan Andronikos için,
kendine başka bir meslek bulmak, başka yoldan ekmeğini kazanmak, evlenip çoluğa çocuğa karışmak yolları
kapalıydı. Kısır kalmaya, evlenmemeye keşiş olarak verdiği sözü, verdiği kararı geri almak ona, şimdi bile, güç,
aşağılık, olanaksız, alçakça bir iş diye görünüyor.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:39)
“Orada, savaşta kafası işlemeyen hayvanlar kahramandı hep, gerçek hayvanlar. Ama ne yaparsınız ki
kötü bir alınyazısı benim bir kahramanlar ailesi içinde dünyaya gelmemi gerektirmiş. Öyle olunca...
-Anlaşıldı, dedi Daniel, baban çekirdekten yetişme bir kahraman asker senin.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:165)
“LADY UTTERWORD -... Olanca eşya piyanonun üstüne yığılmuıştır çünkü. Ben ata binmesini
öğrenmeden meğer, yaşamıyormuşum. Ama çekirdekten yetişmedeğim için usta bir binici olamadım.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:120)
Çekiştirip durmak, Çekiştirmek : Şikayet etmek, arkasından dedikodu yapmak
“MÜDÜR - Ne bırtı! Hadi çocuklaşmayın... Bir sürü boktan haberleriyle bizimle dalga geçen o lanet
olasıca gazetecilerin gözleri üzerimizdeyken, birbirimizle iyi geçinmek zorundayız... Çekiştirip durmayın...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:26)
“Hiç de yeteneksiz olmadığı, özenli ve hatta becerikli olduğu halde, yine de anasını öfkelendiren,
kendisini mahallenin gözünde küçük düşüren bir kayıtsızlık göstermekteydi, çünkü bizim oğlandan daha hayırlı
olmayan bu ‘mahalle’, başkalarını çekiştirmekten çok hoşlanırdı. Adrien de, buna çanak tutmaktan geri durmazdı
hani.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:7)
“Cevdet Bey’e kapıyı pansiyoncu madam açtı, saygıyla kenara çekilip gözünün ucuyla kapının
önündeki arabaya baktı. Sonra fırsatı kaçırmayarak, arkasından koşup ağbisini çekiştirdi.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:24-5)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ I
------------------------------------Kızlar kiliselerin demirbaşı gibidir
Akşam duası ile, görevler biter birmez
Gençlere cilve yapar, kırılıp dökülürler,
Oğlanlara gelince; yanlarına varılmaz
Kahvelerde tanınmış evleri çekiştirir
Ve acayip şarkılar söylerler avaz avaz.
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:109)
Çekmedikleri sefalet kalmamak : Başlarına neler neler gelmek, başlarına gelenin pişmiş tavuğun başına
gelmeyişi
“Sonra, herkesin kendine göre bir derdi olduğunu söyleyerek sızlandı. Mesela kocasıyla kendisi, iyi
kalpli davranıp, çocuklarının hatırı için mallarını mülklerini vereli beri çekmedikleri sefalet kalmıyordu!
Arkasından, çenesi açıldı, susmak bilmedi. O bitmez tükenmez, aynı şikayeti diline dolamıştı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:281-2)
Çekmek : O kadar zaman almak, sürmek; Benzemek (Genetik ilintiyle)
“Ezra’nın annesi Çinli’ymiş zaten; ama, Bn. Ezra’nın hoşuna gitmeyen bir şey olduğu için, evde kimse
bundan söz etmezdi. Kadını avutan bir şey vardı: Oğlu David, babasından çok kendisine, daha doğrusu kendi
babasına benziyordu. ‘Babama çekmiş.’ derken büyük bir kıvanç duyardı. Oğluna dedesinin adını da koymuştu.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:11)
“ ‘O çok zor bir çocuk, ailenin şımarık çocuğu olan erkek kardeşine çekmiş. Her ikisi de katır kadar
inatçı, sadece canlarının istediği şekilde yapıyorlar.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:89)
“ADAM - Ne yapayım? Müsaade ederseniz çiftliğe adam göndereyim.
WALTER - Çiftlik ne kadar çeker?
ADAM - Bir şey değil, yarım saatçik!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:22)
“Bu muydu ona verilen emeklerin karşılığı? Bu muydu el bebek gül bebek büyütülmenin mükafatı?
Kime çekmişti bu kız? Tamam annesi şöyleydi böyleydi, ama Allah için bu taraklarda bezi yoktu. Efsun nasıl
yapmıştı bunu?”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:69)
Çektiğini bir Allah biliyor bir de kendi (o) : Ancak kendisinin bileceği derecede acı, ıstırap
“Irazca durakladı: ‘Nesi var acap?’ dedi.
‘Valla ana, löbet gelmiş gibi yanıyor. Öyle terlemiş ki!’
Irazca içinden: ‘Tabii terler!’ dedi. ‘Onun çektiğini bir Allah biliyor bir de kendi...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:51)
Çelebi; Çelebilik : Efendi, okumuş, olgun, bilge kimse; Bizim arkadaş, yoldaş; Böyle bir efendilikte bulunma
“Gereksinmesi olanların yardımına koşmalı; ancak, her günkü ilişkilerimizde iyilikseverliğin,
çelebiliğin işine engel olmayalım; böyle saf bir kaynağı, para ya da ticaret kaygılarıyla zehirlemeyelim.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezeerin Düşlemleri”, sa:135)
“HECTOR -... Sonunda hepimizi alteden, aileden kadınların kafalarında yarattıkları kahramanlardır.
Hem kıskançlık, sizin şu görmüş geçirmiş, efendi adam pozunuza yakışmıyor.
RANDALL - Rica ederim, Hushabye, insan poz kesmekle suçlandırılmadan da çelebi olabilir.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:110)
“Paris’te ‘çelebi’ olarak kabul edilen gençlerden biriydi kont ve Napoléon’un açtığı savaşlarda çok ün
kazanmış yiğit General d’Aubigné’nin ona bıraktığı seksen bin franklık akarının, eğlence dünyasında dibine darı
ekmekle ömür sürüyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:84)
“Ebuzer Ağa, bu işi her fırsatta, herkese tekrar tekrar şöyle anlatıyordu:
-Seferberlik ha patladı, ha patlayacak, işte o sıralar... Bizim çelebiye bir telaş geldi bey... Herif, tavşan
görmüş tazıya döndü. Önce eşyaları taşıdık Bitpazarına... Ucuz pahalı sattık.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:132)
“SHANNON - Eski dostum Fred ’in sırrı çok basitti: Çelebi, serinkanlı bir adam olmak, onun bütün
sırrı buydu işte. Senin şu iki dalgıca söyle, benim bayanların eşyalarını otobüsten yaka paça indirsinler..”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:28)
Çelikten pençe : Çok sıkı disiplin, kontrol, terbiye
“Ama şimdi, evindeki bütün kızları ‘kızlarım’ diye çağırıyor, topunu çelikten pençesiyle yönetiyordu.
Kızları yola getirmek gerekti mi, sille tokat girişmekten geri kalmıyordu, sözlüğü de yakası açılmadık sövgülerle
zenginleşmişti. Orospulardan biri, karşı koymaya görsün, orospuyu gırtlağından yakalıyor, aşağıdan almadı mı
orospu, kıçına tekmeyi basıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33)
Çelimsiz : Küçük, ufak tefek, pek iyi gelişmemiş, çoğu kez de pek de sağlıklı olmayan bir vücut yapısına sahip
kimse
“Şimdi o başı, cılız, çelimsiz bir vücudun üstüne koyun, bir balığın sırtı gibi karışık işlemeli, pırıl pırıl
beyaz bir dantelayla sarın; siyah yeleği üzerine ağır bir köstek takın; merdivendeki loş ışığın bir kat daha gizemli
bir renk verdiği bu adamı hayal meyal görmüş olursunuz.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:13)
“Oda yarı karanlıktı ve köşede geniş bir karyola vardı. Hasta, bu karyolada yatıyordu, yüzü
kıpkırmızıydı. W.’nin sınıfın en çelimsiz öğrencisi olduğu aklıma geldi. Anası da ufak tefekti. İri kıyım kaleci,
çekingen çekingen duruyordu.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:34)
“Yola çıktığından beri, bu kızla herhangi insani bir yakınlık kurmaması gerektiğini hissediyordu; bir
yırtıcı hayvan içgüdüsüydü bu ve zalimlik bir tercih değil, yapılan işin gereğiydi..... Şimdi de çelimsiz gövdesiyle
sırtı kendisine dönük önünde dikilen kızın nefesinin ağzından taştığını duyuyor, ensesindeki ürpertileri izliyor ve
ondan kendisine doğru gelen tarçın, gül kurusu karışımı kokuyu duyabiliyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:222)
“Her zaman karnı aç, çelimsiz ve zavallı bir kız olan Klothilde, Rahip Pringsheim’ın bakışlarıyla
heyecanlanıyor ve gözlerini çikolatalı pastadan hiç ayırmıyor...”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:350)
“Bird; yirmi yedi yıl dört ay yaşamış bir adam. Ona Bird <İng.: Kuş> lakabını taktıklarında on beş
yaşındaydı. Sonrasında o hep Bird’dü; şu an vitrinin camında oluşan karanlık ve mürekkep rengi gölün ortasında
pejmürde kılığıyla suyun yüzüne vurmuş ceset gibi haliyle bir kuşu andırıyordu. Çelimsiz ve sıskaydı Bird.”
“Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:12)
“Rusya’da yaşanan ‘prova revülasyon’un çalkantısı henüz durulmamışken; Baltık’la Karadeniz
arasındaki uçsuz bucaksız topraklar karla kaplıyken; Ren geyikleri ve mavi gözlü Sibirya kurtları kürk paltolu,
kalpaklı beylerin kızaklarını çekerken; basit köy meyhanelerinde, Çehov’un öykülerinden çıkıp gelen kavruk ve
çelimsiz köylüler ardı ardına votka kadehlerini boşaltırlarken...”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:13)
Çelme; Çelme takmak : Oyun oynarken ya da birinden kaçarken, birinin, kasıtlı olarak koşan kimseyi
engelleyecek şekilde yoluna koyup düşürmesi; Birinin, bir diğerinin ne tür olursa olsun, performansını
engellemesi
“Küçük bir çocuk tezgahtan bir ekmeği alarak kaçtı. Fırındakiler kıyameti kopardılar ve yoldan
geçenler hırsızı kovalamaya başladılar. Küçük, bacaklarının gücü yetene kadar koştu ama uzağa gidemedi. Bir
köşede adamın biri bir çelme taktı, kaldırıma düştü, yakalandı, dükkana geri götürüldü ve polise teslim edildi.
Herkes küfrederek ayrıldı oradan.”
(B. Brecht, “Üç Kuruşluk Roman”, sa:262)
Çemkirmek : Karşı gelmek, ters düşmek, karşılık vermek; Kesik kesik köpek havlaması
“Bir kez daha genç adamın korkusunu kokluyor Fyodor Mihayloviç. Vahşi ama ürkmüş: zavallı adam!
Sonra ağır ağır, kapısını merhamete kapatıyor: ‘Kesinlikle olmaz.’
‘Neden bu kadar cimrisin?’ Matriyona çemkiriyor; bu sözcüğü içinde biriken tüm nefretle söylüyor:
‘Cimri değilim ben.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:176)
“Zabıt katiplikleri, icra memurlukları, banka şefliklerinde bulunmuş, sırasına göreyse üstlerine
çemkirmiş bu kır saç, kır bıyıklı insanlar, ‘onun huzuruyla’ küçülmüş, ufalmış, hatta hiçleşmişlerdi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:85)
Çemrek : Giyilen giysilerin (Kollu gömlek, paça, pantolon vb.) yukarı doğru sıvanmış, çekilmiş durumu
“Fötr, gümüşi şapkası eğri büğrü, kenarları çökmüş, başında her zaman uçacakmış gibi durur. Hep
yalınayak gezer. Bacakları da çemrektir. Ben onu bildim bileli, tanıdım tanıyalı derenin kıyısına çekilmiş bir eski
motorda yatar.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:130)
Çen-Çen etmek : Bk.: Çan-Çan etmek
Çenebaz; Çenebazlık : Çok çene çalan, çok konuşan, çenesi düşük; Bu işi yapma
“Amos Ames, çenebaz ve dedikoducu bir kasaba halkı tipidir. Dedikodu dinlemeye bayılır..... Karısı
Louisa kendisinden daha uzun ve daha toplucadır. Aynı yaşlarda görünmektedir. Dedikodu kumkuması, şirret bir
kadındır.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:17)
“CHRISTOPH - Çattık! Siz bu işe sarılıyorsunuz, Mamzel. Değer bir kadın mısınız, yoksa değmez bir
kadın mısınız, bilmem. Çenebazlığınıza bakacak olursam, herhalde ikinciye karar vermem gerek...”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:38)
“Yok canım! Genç kadın. Otuzunda var yok. İriyarı, kuvvetli, çenebaz. Sabahtan akşama kadar atsın
kahkahayı. Bizimkinin baş dostu. Eh, bok boku tabakhanede bulur, ne olacak.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
Çene çalmak : Konuşmak, gevezelik etmek
“Kısacık bir an onun yüzü son derece belirgin bir resim olarak zihninden geçiyor (gözkapakları inik
gülerken utanmış gibi yapması). Ve bu odada allah bilir daha ne kadar zaman oturacak yerde onunla birlikte
olmak istediğini düşünüyor. Telefonla şöyle bir çene çalmak için aranayı düşünüyor, duralıyor, sonra aramamaya
karar veriyor.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:11)
“ŞAİRLER
<24 Temmuz 1908>
-----------Demlenir, dostluk andı içerlerdi,
Çene çalarlardı bir racon sanıp.
Tan vakti içmekti onlardın derdi,
Çaba harcarlardı eve kapanıp.”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.02.05)
“ ‘Uyuşturucu kartellerinin sevkiyat(lar)ı artık izlenemez hale gelecek, büyük şirketler arkalarında hiç iz
bırakmadan para transferleri yapıp IRS’in ellerini boş bırakacak, teröristler tam bir gizlilik içinde çene
çalabilecekler; senin anlayacağın tam bir kaos olacak.’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:40)
“Genellikle onu kimse sevmez. Ama, sık sık gelip benimle çene çalar. Kendisini dinlediğim için ara
sıra da şöyle birkaç dakika odama gelir.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:33-4)
“Meksikalılar masadan yemek sona ermeden ayrılıyorlar. Bayan D., R. ve ben dostça çene çalıyoruz.
Ama R. biraz rahatsız, yatmaya gidiyor. İyi olmama karşın ben de aynısını yapıyorum. Kafam çalışamayacak
kadar dağınık.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:18)
“Ertesi gün, Maria ve delikanlı, kentin çevresindeki kırlara gittiler. Biraz çene çaldılar; Maria ona
yolculuklara çıkmayı isteyip istemediğini sordu, o da karşılık olarak, Maria’yı kollarına alıp öptü.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:18)
“LOPAHİN - Benim de Harkov’a gitmem gerek. Sizinle aynı trende olacağız. Bütün kış Harkov’da
kalacağım. Burada çene çalıp durduk, işsizlikten imanımız gevredi. İşsiz kalamam ben, işsiz kalınca ne
yapacağımı, ellerimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Sanki yabancı ülkeden gelmiş insanlar gibi, tuhaf tuhaf
çene çalıp duruyorsunuz.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:162)
“-O zaman çene çalmayın, yere kapanıp uslu uslu yatın: İsterseniz geceyi burada geçirin, yarın nasıl
olsa çıkma fırsatı bulursunuz; sizi hiç kimse görmedi. Buradan bir adam çıkınca geride bir tane daha kaldığını
kimse aklına getirmez.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:52)
“Bu arada Johanna mektubu posta kutusuna atmak için kaymakamlığa gitmişti. Orada acele etmeye pek
de gerek görmeyerek kaymakamlık hademesinin karısı Bayan Paaschen’le çene çalmayı yeğledi. Elbette bu
görüşme genç bayan konusunda oluyordu.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:I, sa:110)
“BİR BAYAN, sokularak. - Bırakın geçeyim! Benim acılarım o kadar büyük ki, bunlar içimi yakarak,
yüreğimin dibine çöküyor. O daha düne kadar, mutluluğunu benim bakışlarımda aradı. Halbuki şimdi o kızla
çene çalarak, benden yüz çeviriyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:75)
“Çelkaş geldi. Yiyip içmeye, çene çalmaya başladılar. Gavrilla üçüncü kadehte sarhoş oldu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:72)
“ ‘... Lütfen banyomu hazırlar mısın? Clifftop’ta akşam yemeğini yedide mi yiyorsunuz Bayan
Kinsolving? Yemekten önce gelip benimle biraz çene çalmanız ne iyi oldu bilseniz...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:69)
“Perondan ayrılıp vadiden içerlere, kaplıcalara doğru yumuşacık bir eğimle uzanıp giden yola içimde
bir hoşnutlukduygusuyla kendimi bıraktım, attığım her adım önceki değerli yaşantımı doğrulayıp pekiştirdi, dört
bir yanda sürüklene sürüklene ilerleyen, yeşil boyalı banklarda biraz yamulmuş yorgun vücutlarıyla oturmuş
dinlenen kaplıca müşterileri ilişti gözüme, bazen de gruplar halinde çene çalarak önümden geçip gittiler.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir konuk”, sa:13)
“ ‘Öyleyse siz de dağda söylersiniz! Yarın uygun mu? Çok rica edeceğim. Örneğin, akşama doğru
gideriz evden. İlkin biraz gezer dolaşır, çene çalarız, sonra siz dağda söylersiniz şarkınızı, ardından köyün birine
gider, akşam yemeği yeriz. Bu kadarcık vaktiniz vardır sanırım?’ ”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:45)
“AMERİKALI ER - Ya şu?
MADO - Hav hav.
MADELEINE - (Kendisine hiç aldırış etmeden AMERİKALI ER ile MADO’ya.) Birilerine rastlamış
olmalı! Çene çalıyordur! Oysa yasak etmiştim ben ona! Korkunç bir adam bu, baylar-bayanlar!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:141)
“Sokaktaki her kapı önünde çömelmiş ev kadınları, eteklerine çekirdek döken Lipovanya’lı
(Dobruca’ya yerleşen Rus’ların bir kolu) satıcı kadınlarla çene çalıyorlardı. Herkes bana hayretle bakıyordu.
Sanki bende bir acayiplik vardı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:12)
“Eskiden ne zaman gelseler önlerine sıcak bir kahvaltı çıkardığını hatırlayarak bu sefer de onlar şeker,
çay, kahve getiriyorlardı, hatta ara sıra ‘mutfağı ısıtmak ve eskisi gibi biraz daha neşeyle çene çalmak için’
diyerek bir çuval odun bıraktıkları da oluyordu. Anna, için için ağlayarak çay pişirirdi.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:117)
“Güneşte yanmış oğlanlar, küreklere yapışıp çekmek için vakit kaybetmiyorlardı. Ellerinde tuttukları
kuru kabukları ısırmak için her üç kürekte bir duruyorlarlardı. Filipus görülebilecek şekilde bir kayaya çıktı ve
ıslık çaldı. Çene çalmak istiyordu, ama Zebedi Baba kaşlarını çattı. Elini ağzında huni gibi yaparak bağırdı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:127)
“Tren istasyonunun karşısında, pencereleri basma perdelerle, masaları muşamba örtülü, ‘Ördekçek’ adlı
küçük bir lokantadaydılar…. Birkaç saattir, öğle yemeğinden beri orada oturuyorlardı. Lokantanın sahibi
Ubilluz’la Vallejos’u tanıyor, arada bir çene çalmak için masaya uğruyordu. Adam gelince konuyu
değiştiriyorlardı hemen. Mayta ‘ördekçek’ adının nereden geldiğini sordu. 20 Ocak Şenliğinde Yauyos’ta
oynanan bir oyundan gelirmiş. ‘Pandilla dansı’ yapılır, dans edenler ve atlılar bir yere asılan diri bir ördeği tutup
çekerek kafasını koparmaya çalışırlarmış.”
(M.V. Llosa, “Mayta’nın Öyküsü”, sa:143)
“Yarın sabah yalnız geleceğim, daha vaktim olacak, çünkü beni götürecek gemi öğleden sonra üçte
kalkıyor. Bu benim asıl ziyaretim olacak. Ama bugün, artık gitmeli; toprağın üstünde tepinip duran, çene çalan
şu adamlarla her şeye saygısızlık ediyoruz.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:103)
“Yolculuklarını, dostları Nanda’nın kullandığı, üstü ve yanları örtülü ve bir zebu öküzüyle tek hörgüçlü
bir devenin çektiği arabayla yapıyorlardı. Nanda takkesini bir yana eğmiş, ayaklarını sallayarak önde oturuyor ve
arabadakilerle çene çalmak üzere, sık sık başını geri çeviremeyecek kadar yolla ilgili görünüyordu.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:52)
“Dönüşte Tremolen sordu:
‘Uykun var mı?’
‘Yok.’
‘O halde terasta biraz çene çalabiliriz.’
‘Hayhay’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:110)
“Kordon boyunca yürürken bir yandan kendini bitkin hissettiğini farketti. İyimser, mutlu, insanın içini
gevşeten bir yorgunluktu bu. Gece yengesinde kalmıştı. Bütün gece çene çalmış, avuç avuç kuruyemiş tıkınmış,
gözleri akana kadar etamin işlerine bakıp televizyon seyretmişlerdi.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:9)
“Bir dirsek bara dayanmış, ayak aşağıdaki demire, diğer elde biraları taşan bir bardak, sarışın garson
kızla çene çalıyordu. Kız, tezgahın öte yanında bir sandalyeye çıkmış, bira şişelerini yerleştiriyor, omzunun
üzerinden de yapış yapış laf yetiştiriyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:88)
“Winston resmi satın almadı. Böyle bir şeyle yakalanırsa açıklaması güç olurdu, çevresinden
çıkarılmadıkça da eve götürülmesi olanaksızdı. Ama orada biraz daha durarak yaşlı adamla çene çaldı.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:86)
“GLUMOV -... Ama geçim derdine düşünce anladım ki, bu şehri yönelten aptallarla alay etmek karın
doyurmaz. Hüner, onların enayiliklerinden yararlanmayı bilmek. Ne yazık, Moskova’da bir meslek sahibi olmayı
düşünemezsiniz. Burada çene çalmaktan başka iş yapılmaz. Ancak zengin bir kız alıp işi az, maaşı dolgun bir
göreve atandın mı, sırtın yere gelmez.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2)
“Kimi kez, bir koşu anayola fırlar Salto’daki eve, Nuto’nun babasının dükkanına dek giderdim. Şimdi
orada olan talaşlar ve sardunyalar o zaman da vardı. Canelli’ye gidip gelenler orada mola verirlerdi çene çalmak
için, marangoz da planyayı, keseri, testereyi kullanmayı sürdürür, herkesle konuşur, Canelli’den, eski günlerden,
politikadan, müzikten, delilerden, dünyadan söz ederdi.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:75-6)
“Kimi zaman savaşın yeni bir gelişmesi, bir tehdit, bombalı ve alevli bir gece, iki kadına yeni bir konu
yaratıyordu. Beni kapıda karşılıyorlar, meyve bahçesinde, sofranın çevresinde, çene çalınıyor, şaşırılıyor,
haykırılıyor, o ışığın altında, benim de onlardan biri olduğum hissettirilmek isteniyordu.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:9)
“Masaya oturduğumuzda karnavaldan söz etmedi. Kendinden de söz etmedi. Hiç gülümsemeden
Torino’daki bir salondan söz etti, adını da söyledi, seçkin bir yerdi. Bu salonda çok önemli kişiler, ev sahibesinin
beklerken soyunup üstlerinde bir tek donlarını bırakmışlar. Sonra koltuklara oturup sigara içerek çene çalmışlar.
Kadın çok şaşırmış. Sonunda bu oyunun çok yaygın olduğuna, bir zeka göstergesi olduğuna inanmış ve
konuklarıyla uzun uzadıya şakalaşmış.”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:13)
“ ‘Para kazanırdı, ama harcardı,’ dedi. ‘Herkese yedirirdi. On parasını geri veren biri çıktı mı? Radyoyu
sattım, bankadaki para bitti. Ne yararı oldu, o insanların ona?’
‘Arkadaşları var. Hepimiz seviyoruz onu.’
‘Çene çalmaya gelirler ancak...’ ”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:17)
“Marya Kirilovna ise henüz ikinci kez gördüğü bu adamla hiç bocalamadan ve kendini hiç sıkmadan
çene çalabiliyordu. Yemekten sonra ev sahibi bahçeye çıkmalarını önerdi. Üzerine adalar serpilmiş geniş bir
gölün kıyısındaki kameriyeye oturarak kahvelerini içerken bir mızıka sesi duyuldu ve çift kürekli bir sandal,
gelip kameriyeye yanaştı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:89)
“Eğer küçük beyle başbaşa, korulukta çene çaldığımı evden öğrenecek olurlarsa yandığım gündür.”
(A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:160)
“MAVİ KIZLAR
------------------Takın beyaz kurdelelerinizi saçlarınızın çevresine
Ve düşünmeyin artık ne olacağını
Çimenlerin üstünde dolaşan
Ve havada çene çalan mavi kuşlardan daha fazla.”
(John Crowe Ransom<1888-1974>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.05.04)
“Kozmos hakkında bir söylev veren Panditin yanına Muskadoon’un kıyısına oturmuşlardı, çünkü adam
çene çalmayı seviyordu ve bu sayede birlikte vakit geçirebiliyor, Bunyi’nin, arkasında çağlayan geveze nehir
kadar akıcı dilli babası Pyare’yi dinlerken, bir yandan yasak arzunun sessiz, özenli lisanı aracılığıyla birbirleriyle
konuşabiliyorlardı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:65)
“KAPTAN -... Ama dinamitle uğraşmaktan vazgeçecek değilim. X-ışınlarından daha delici bir ışık
bulacağım. Öğle bir ışın ki düşman daha silahını doğrultamadan belindeki fişekler patlayacak. Acele etmeli.
İyice yaşlandım artık. Çene çalmakla kaybedecek vaktim yok.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:53)
“Düşüncenin bir de düzeni vardır, dile getirmenin de: Bir söyleyişi çene çalmaya dönüştürmemek,
başlangıçtaki eğilime sadık kalabilmek için bu düzene saygı göstermek gerekir. Bu nedenle sevgili Mathilda seni
kucaklıyorum ve Alpler’den Sicilya’ya ve tabii Sardunya’ya dek yayılmış olan tüm okur ailemi de sonsuz
sevgimle kucaklıyorum.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:205)
“Köpeklerden ben de korkmuyordum. Elimizde bir sopa bile yoktu. Ama şimdi Fridrih ile çene
çalmanın sırası değildi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:244)
“Kimsenin, eskiden Kayzer için dua ettiği gibi şimdi şimdi Hitler için dua edeceği yoktu. Ama Theodor,
cemaat arasındaki dostlarının tepkilerini merak etmekteydi. Duadan sonra normal olarak dışarda toplanır, biraz
çene çalarlardı; ama bugün insanların çoğu, hiç oyalanmadan, dosdoğru evlerine döndüler.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:133)
“Bununla birlikte, çok geçmeden Darya Mihaylovna ona sorular sormaktan vazgeçerek; kendisinden,
gençliğinden, tanıştığı kimselerden söz etmeye başladı. Rudin, onun bu çene çalmalarını ilgiyle dinliyordu.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:66-7)
“İşte, neyse, salona gireli on dakika falan olmuştu. O irikıyım, aşırı süslü, yaşlı soylu kadınlarla, o iç
sıkıcı akademi üyeleriyle çene çalıyordum ki birden, birinin bana bakmakta olduğunu hissettim.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:14)
“ ‘Ben bir fındık üzerine çene çalan küçük bir maymunum; siz bayat çöreklerle dolu parlak çantalı,
rüküş kadınlarsınız; ben aynı zamanda kafesteki bir kaplanım da ve siz kızıl-kızgın demirli bakıcılarsınız. Yani
ben sizden daha ateşli, daha güçlüyüm.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:97)
“... fakat bu çok kalabalık bulvarda bir an olsun durup dinlenme yoktu. Çene çalarak önümden geçip
gidenlerin titrek gölgeleri, bir kitabın satırları gibi, akıp gidiyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:4)
“Miss Barlett’in sesi başlangıçta zorlamaydı, doğal olmayan bir canlılıktaydı. Şimdiyse bu ses, şu ana
dek hiç duymadığı bir sıcaklık ve sıkıcılık kazanmıştı. Adamın her gelişinde ikisinin de seslerine yeni bir tını
geliyordu - komik komik, garip garip çene çalıyorlardı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:54)
“TOLSTOY (Acı bir sesle.) - Evet, yemek yemek, çene çalmak, yine yemek yemek, uyumak,
dinlenmeke ve arkasından yine çene çalmak; anlamsız yaşamımızı böyle geçiriyoruz işte.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:184)
Çenen tutulsun : Çok ya da kötü konuşana söylenilen ilenç
“ ‘... Yapsınlar, bütün yaptıklarına ve arzu ve isteklerine kendi güçleriyle kavuşamayacaklarından... –
Çenen tutulsun kodoş!-”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:186-7)
Çene patlatmak : Dert anlatmaya çalışmak , karşılıklı çene yarıştırmak
“-Uzlaşma sözleşmelerinde, ödemelerin geciktirilmesinde, uzlaşmalarda, ücretler tarifeye tabi değil ki.
Çıkarların önemine göre, danışmalar, akıl vermeler ve çene patlatmalar için bin frank, hatta altı bin frank
torbada keklik demektir.”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:39)
Çenesi açılmak : Çok konuşmak, çenesi düşmek
Bk.: Çenesi çözülmek, Çenesi düşmek
“Çevrem insanlarla sarılır sarılmaz, içtiğim şarap başka türlü etkiliyordu beni. Bunun üzerine çenem
açılıyordu, ama coştuğum falan yoktu, tersine soğuk ve acayip bir humma nöbetine yakalanmış hissediyordum
kendimi.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:69)
“Sonra, herkesin kendine göre bir derdi olduğunu söyleyerek sızlandı. Mesela kocasıyla kendisi, iyi
kalpli davranıp, çocuklarının hatırı için mallarını mülklerini vereli beri çekmedikleri sefalet kalmıyordu!
Arkasından, çenesi açıldı, susmak bilmedi. O bitmez tükenmez, aynı şikayeti diline dolamıştı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:281-2)
Çenesi atmak : Soğuktan çenenin tir tir titremesi, dişlerin birbirine vurması; Ölüm anında çenenin düşüp
bağlanmasını gerektirmesi
“Gerisin geriye döndü. Tiril tiril titriyordu. Bir sobanın, sıcacık bir sobanın başına oturabilsem bir defa,
dedi. Çeneleri atarak, koşar gibi yürüdü. Otelin kapısından girdiği zaman zangır zangır titriyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:39)
Çenesi çözülmek : Çenesi düşmek, geveze olmak, çok konuşmak
“Rudin sigarasını tüttürerek dinliyor, susuyor ve çenesi çözülmüş olan hanımefendinin konuşmasına
ancak arada sırada kimi düşüncelerini katıyordu.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:67)
Çenesi durmamak : Sürekli konuşmak, çenesi çözülmek
“Sema hesabı gördü, kalktılar. Bir başka gün, gelip Ebanım’ı evinde ziyaret vaadiyle Sema, Taksim’de
ayrıldı. İki kadın taksi çevirmekten vazgeçip, Saraçhane’de inmek üzere, Aksaray dolmuşlarından birine girdiler.
Yol boyunca Ebanım’ın çenesi durmadı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:237)
Çenesi düşmek; Çenesi düşük : Çok konuşmak; Çok konuşan, geveze
“... Mill, Hilal, Ferah sinemaları, Kadırga’daki bayram yeri, Karagümrük’teki kukla tiyatroları,
atlıkarıncalar, salıncaklar, kurdeleli arabalar... O günlerde de eski bayramların görkemliliğini anlatırlardı. Biri
çıkardı, ‘Nerede o eski bayram günleri...’ diye söze başlayan. Geçmişi özlemle anan. Ben de o çenesi düşük
özlemcilere mi döndüm? Oysa geçmiş, geçmiştir. İş gelecekte, geçmişte değil.”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Bayram Günü”, sa:158)
“Mitya’nın yüreği hızla çarpıyordu. ‘Üç bin… diye düşündü. Hemen, makbuza, şarta şurta lüzum
görmeden… Kibar davrandı doğrusu! Yaman kadın, çenesi bu kadar düşük olmasa…’ ”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:40)
“Papaz beyaz yatağın yanıbaşında büyük bir çenesidüşüklükle dua ederken Fonvisin dünyanın bütün
nesnelerinin tazeliği ve sevecenliğiyle dolu, balkonda duruyor, çocukluğundan beri hiç söylemediği bir şarkıyı
kendi kendine mırıldanıyordu. Köyde köpekler havlamaya başlamıştı, anlaşılmaz bir şeyler söyleyen bir erkek
sesi duyuluyordu. Köyden bir motorun pat pat sesleri geldi, birkaç dakika sonra hala çırpıntılı olan sulara
burnunu vermiş Christ’in teknesi göründü, Korfu’ya yönelmişti.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:291)
“ELIZABETH - Çabuk dediğimi yap!
MARTA - Sonradan vazgeçip geçen hafta yaptığın gibi geri göndermezsin değil mi? (Çıkar ve tekrar
dönüp yerleri kurular.)
ELIZABETH - Çabuk dedim çenesi düşük! Kimlerle yaşıyorum yahu... Ne yapıyorsun hala?”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:27)
“Birden, içinde güçlü bir tiksinti duydu. Bu karanlık sokaktan, bu çamurlu kaldırımlardan, bu soğuk
odadan, saç sobadan, demir karyoladan, ayağı kırık masadan, on birde çivilenen saatten, üstü yamalı yorgandan,
bu çenesi düşük ihtiyar kadından tiksiniyordu.”
(O. Hançerlioğlu, “Yedinci Gün”, sa:159)
“Bocurgatın başındaki Zenciler de lafa girerek yaşlı gemiciyle birlikte konuşmaya başladılar, ancak
onların çenesi düştükçe, giderek yaşlı denizci suskunlaşmaya başladı.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:59-60)
“BİRİNCİ KADIN - (70-75 yaşlarında bir İstanbul hanımı. Saçlarını topuz yaparak toplamış,
başörtüsünü kulaklarının arkasına atmıştır..... gevşek ve rahat değildir. Nedenini pek açıkça bilmeden birşeylere
kızmaktadır. Gelinine, oğluna, torununa vb. Çenesi oldukça düşüktür.....)
‘Gülteeeen! Gülten! Gülten diyorum. Nasıl bilirim malımı, nasıl bilirim. Varsa pencere önü, yoksa
pencere önü.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:7)
Çenesi kitlenmek : Korkudan ya da heyecandan ağzını açamamak, konuşamamak
“Kuru Kadı okurken, okurken, önündeki mezarın birden yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı.
Dudaklarını oynatamdı. Çeneleri kilitlendi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:13-4)
Çenesinden kurtulmak : Çok kunuşan birinin dırdırından kaçmak
“Astrolojiyle kafayı yemiş olan Mellors, tüm parasını bu kısrağa yatırdı ve aynısını yapmam için bana
da yalvardı. Sonuçta, biraz da onun çenesinden kurtulmak için, genelde hiç yapmadığım bir şeyi yaparak on
papel riske girdim. Tahmin edebileceğiniiz gibi, Corsairs Bride rahatça birinci oldu.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:9)
Çenesine geçirmek : Çenesine şöyle okkalı bir yumruk savurmak (Argo)
“SESLER Allahıma bir geçireceğim çenesine!
Jenkins, Birinci Jenkins, pis domuzun biridir.
Sonra enselemiş onu aynasızlar, ben tüydüm.”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8)
Çenesini açmak : Dır dır konuşmak
“Sözlerinden hoşlanmadığımızın farkına varınca, özellikle daha çok üstümüze gelir, bizi tahrik etmek
isterdi:
‘Ah! Ah! Korkuyorsunuz, küçük şeytanlar! Ama öyledir, burada bir şişko var, yakında ölecekler,
çürümesi de uzun sürecek!’
Susturmaya çalışırdık o da inadına çenesini daha çok açardı.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:246)
Çenesini bağlamak : Bir kişi öldükten sonra, ölümün kat’i işareti olarak çenelerini bir bezle birbirine
bağlamak
“Tavukları yoklamaya ve doğumlara yardım etmeye alışık olan Bayan Barbara, onun yağlı ayağını
yoklamadan önce, ihtiyarın uzun tırnaklı eline dokundu, sonra soğuğun ayaklarından yukarı doğru da çıktığını
söyledi. Bu iki soğuk, orta yerde birleştiğinde, çenesini bağlayacaklar ve herkes payını aramaya gidebilecekti.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:46)
Çenesini bıçak açmamak : Genellikle üzüntüden, ya da korkudan hiç konuşmamayı yeğlemek
“Paşa:
-Babana söyle, kadın kıyafetiyle yakalarsam falakaya çekerim, dedi.
-Bugünlerde kıyamazsınız.. Hilmi Bey’in veda ziyafetinde köpüklü bir şey içirmişler, pek keyfine
gitmiş, hep onu söylüyor. Zati Bey çağırıp azarladıktan sonra çenesini bıçak açmıyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:190)
Çenesini kapamak : Susmak, yanıt vermemek
“At üstünde, yuları kolunun altına sıkıştırmış boş bir şarjörü dolduruyor, Pilar’ın ata binişine bakıyordu.
Pilar’ın eyerinin üstünde, bağlanmış bohça gibi bir şey vardı. Primitivo,
‘Tanrı aşkına şunu bırak, düşeceksin yoksa. At da taşıyamaz zaten,’ dedi. Pilar,
‘Çeneni kapatsana sen,’ diye ona çıkıştı. ‘Bununla kendimize bir yaşam kuracağız.’ ”
(E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, sa:510)
“İyi bir adamla birlikteydi. Onu seviyordu. Penceresinin önündeki ağaçlarda Japon fenerleri asılıydı.
Onların aşağısında ve ötesinde, şehrin alev alev ışıkları vadiden yükseliyordu. Bütün o elektrik sadece onun
keyfi için, yatmadan önce bu debdebeli gösterinin keyfini çıkarmak için sarf ediliyordu. Çenesini kapayıp
patlamış mısırını yemeli, Kope’nin poposunu, sonra Leno’nun çenesini, arkasından yeni çocuğu, yüzünü ekşiten
uzun boylu Kilborn’u izlemeliydi.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:472)
“... kafası başka yerde olan han sahibi genç kızın, ‘Okulun yanındaki öğretmen evinde kalıyor, geceleri
penceresinde hep ışık vardır,’ deyivermesini engelleyemedi.. kızın sesi kederli gibiydi. Tepesi atan han sahibi
zavallı kızı azarladı, ‘Kapa çeneni embesil, en iyisi git de bak, domuzun karnı aç mı...’ Daha ahmakça bir emir
düşünülemezdi, çünkü domuzlar bu saatte yemek yemez, genellikle uyur...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:60)
Çenesini kapatmak : Susturmak, yıldırmak, öldürmek
Bk.: Çenesini kısmak
“BABA - Rusların serbest bıraktığı iki asker dışında. Ferist ile Scheidemann. 956 Mart’ında beni
görmeye geldiler. Hatırladın mı onları?
FRANTZ - Hayır. (Ara.) Ne istiyorlardı?
BABA - Para. Dillerini tutmaları karşılığında.
FRANTZ - Ne oldu?
BABA - Tehdide boyun eğmem ben.
FRANTZ - Yani...
BABA - Çenelerini kapattım. Onları unutmuştun: Devam et.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:343-4)
Çenesini kısmak : Çenesini kapatmak, artık konuşmamak
“Ana: ‘Çeneni kıs!’ diye çirkin bir çığlık koparıyor ve gittikçe daha sinir bastırıyor: ‘Hala şu mutfak
paçavralarından vaz geçip de zavallı ananı düşünmek aklına hiç gelmiyor.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:113-4)
Çenesini (sıkı) tutmak : Kendini konuşmaktan menetmek, sesini kısmak, gereksiz konuşmamak
“orda oturmuş yazar olmak üstüne düşünüyordu, sonra elini arka cebine attı.
‘çenemi tutmam için verdiler bunu.’
liğme liğme olmuş deri bir cüzdan.
‘kim verdi?’
‘iki kişinin birini öldürmelerine tanık oldum. Susmam için bunu verdiler bana.’
‘neden öldürdüler onu?’
‘bu cüzdanın içindeki 7 dolar için.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Pis Moruğun Notları’ndan Seçmeler”, sa:117-8)
“ ‘Ben de sizinle hemfikirim,’ diye araya girdi Papaz. ‘O mahşerden korkar, bu yüzden de çenesini sıkı
tutar, tek laf çıkmaz ağzından. Ben kefilim ona.’ ‘Peki ama size kim kefil olsun?’ diye sordu şövalye.
‘Mesleğim. Benim mesleğim her türlü sırrı saklamayı gerektiriyor çünkü.’ ‘Tamam,’ diye bağırdı Şövalye. ‘Bana
kalırsa tek yol var. Haşmetmeab, tellal bağırtarak, bütün İspanyol gezgin şövalyelerini saraya çağırmalıdır. Bir
düzine şövalye bile toplanmış olsa, bir bakarsınız aralarından biri çıkar, bir başına bütün Türk donanmasını
mahveder, çil yavrusu gibi dağıtır.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:418-9)
“Saygılı, çocuksu bir şaşkınlık havasıyla öne eğiliyor: Benimle oynadığından giderek daha fazla emin
oluyorum. ‘Lütfen söyleyin efendim, emin olun ki aramızda kalacak,’ diyor, ‘bu barbarlar neden memnun değil?
Bizden ne istiyorlar?’ İhtiyatlı olmalıyı ama değilim. Esnemeli, sorusunu geçiştirmeli, akşamı sona erdirmeliyim;
ama yemi yutuyorum. Çenemi tutmayı ne zaman öğreneceğim?”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:68)
“Cruso şu sözlerle yanıt verdi: ‘Hangisi daha kolay? Karanlıkta görmeyi öğrenmek mi, yoksa bir balina
öldürüp kandil için yağ elde etmek için onu haşlamak mı?’ Çok sert ve keskin yanıtlar verebilirdim, ama sözümü
hatırlayarak çenemi tuttum.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:24)
“Hakkında verilen hükmü yargıtaya gönderen Gradusov kendisinin aklanacağından, Osip’in ise hapse
gireceğinden tümüyle emindi. Yargıtayda onu dinledikleri sırada gene aynı kanıdaydı. Yargıçların karşısında
dikilirken çenesini tuttu, gereksiz şeyler söylemekten sakındı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:71)
“En iyisi çenemi tutmak olacaktır, ne var ki konuşma arzusuyla doluyken insanın çenesini tutması
zordur. Kimilerinin hayatta bir amacı vardır, kimilerinin yoktur. Uzunca bir süre bana durmadan birşeyler
söyleyen, beni zorlayan bir erdemim oldu; bunun farkındaydım, fakat hoşuma gitmiyordu. Hayat bir andan
ibarettir. Sonsuzluğa hazırlanmak için ne kadar kısa bir süre!”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:12)
“II. HİZMETÇİ - İstediğinizin anlaşılmasını istiyorsanız, ona göre söyleyin!
ADAM - Çeneni tut diyorum!... Yallah! Git benim perukamı getir! Haydi! Kitap dolabından! Çabuk
diyorum! Toparlan!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:12)
“YOLCU - Bütün bunlardan neyi çıkarayım?
CHRISTOPH - Ne hoşunuza giderse. Onu, kalanı bana bırakın..... ben bir şey bilmiyorum dedim.
Bunun pek yetersiz bir bilgi kolayca inanabilirlerdi., bundan hoşnut kalmaları için hiçbir neden yoktu. Beni
deşmeyi sürdürdüler; ama boşuna! Gizleyecek bir şeyim olmadığı için, çenemi tuttum. Sonunda ama bana
sunulan bir armağan, bildiğimden fazlasını söylememe yol açtı; yani, yalan uydurdum.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:58)
“KOMŞU KADIN - Oğlunun mutluluğu ile oynama. Kendisine hiç bir şey söyleme. Artık yaşlandın
sen de benim gibi. Senin de benim de yapacağımız tek şey artık çenemizi tutup oturmak.”
(F.G. Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:10)
“MANYEFA - Tanrı bilir ama kul da sezer. Gözlüye gizli yoktur. Görenedir görene, köre nedir, köre
ne?
MATRİYOŞA - İşittin mi Lubenka?
MADAM T. - Çenenizi tutun. Maşenka, köpeği dışarı çıkar.
MANYEFA (Koltuğa oturtulurken.) - Gafile kelam, nafile kelam. Bin bilsen de bir bilene danış.”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:88)
“Lola böyleydi: Bir kere başladı mı, artık çenesini tutmayı bilmezdi. Boris onun şu anda ıstırap çektiğini
biliyordu, ama o için için o ıstıraptan da memnundu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:31)
“İstemediği halde kıvrımları yavaş yavaş inen doktor:
-Çenenizi tutun kızlar! diye bağırıyordu. Atı Mouton’un ayağı bir kaysa, çamaşırcıların keyfine
diyecek olmazdı hani!
-Çenenizi tutun kızlar, çamaşırınızı yıkayın!
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:44)
Çene yarıştırmak : Bir kimseyle söz yarışmasına girmek ‘kim üstün çıkacak’
“-Hele hele! Bir de Mişka’yı tanımadığını söylüyordun, bal gibi tanıyormuşsun işte! Bugün niye bu
kadar öfkelisin Semyonıç?
-Benimle çene yarıştıracağına voltayı alsan daha iyi olur!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:63-4)
“Bazen öyle oluyordu ki, ben bütün bir akşam felçli Boppi’yle gülüp eğlenerek çene yarıştırırken,
marangoz dostum elinde gazeteyle burnundan soluyarak yanı başımızda oturuyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:145)
“Adam:
-Ne yapacaksınız? dedi.
-Trene bineceğiz !
-Siz kimsiniz ?
-Arkadaş, lakırdıyı uzatma, seninle çene yarıştıracak vaktimiz yok.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:218)
Çeneye dalmak :
Arkadaşlarıyla derin bir sohbete dalarak zamanı, yapacağı işleri unutmak
“Thérese’ den ses gelmiyor. Kapıcı kulübesinde çeneye daldı zahir. Kesinlikle öyle. Bunca yıllık
efendinizin isim kutlamasını bu şekilde mi yapıyorsunuz yani? Saint-Sylvestre’in kutlanacağı gece tutup beni
terkediverin siz! Çok yazık! Eğer bana böyle bir günümde sevgi dilekleri gelirse, bunların yerin altından
çıkmaları gerekecek, çünkü beni seven herkes toprak altında. Zaten şu dünyada benim ne işim var, onu da
bilmiyorum. Kapı halen çalınıyor. Sıcak köşemden ağır ağır kalkıp, kamburlaşmış sırtımla kapımı açmaya
gidiyorum. Eşikte ne görsem beğenirsiniz? Kapıya demirlemiş Aşk Meleği filan değil tabii, ne de ben yaşlı
Anacréon (Bk!); karşımda on-on bir yaşlarında küçük, güzel bir oğlan çocuğu.’ ”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:54-5)
Çeneye kuvvet : Habire konuşarak
“Bayan Maria José, olan biteni öğrenmek için odaya girmişti bile. Ertesi gün, yalnızca acıklı olaylarla
beslenen, sonra da kederli bir havaya bürünen bir timsah gibi, çeneye kuvvet, her şeyi ayrıntılarıyla Bayan
Cordélia’ya anlatacaktı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:44)
Çene yormak : Birini sözle ikna’ya çalışmak
“Üç kız mutfaktan birkaç kapı ötedeki küçük bir odada hep birlikte uyuyorlar; eğer başka bir yerde
uyumuyorlarsa. Onu gece ya da şafakta gönderdiğimiz karanlıkta el yordamıyla bu odaya gidiyor. Arkadaşları bu
randevuları hakkında epey çene yormuşlardır şüphesiz ve ayrıntıları bütün pazara yayılmıştır.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:45)
“-Boşuna çenenizi yormayın, Bayım! Ben gidiyorum, Siz beni aç mı kalır sanıyorsunuz?”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:452)
Çengel atmak : El koymak, sahip olmak, yandaş sağlamak için ilişki kurmak
“Misis Sampson kasabanın iki katlı biricik yapısının sahibi bir duldu. Sarıya boyalı olan Sampson
kaşanesi, nereden baksanız hemencecik gözünüze çarpardı. Rosa’da bu yumurta sarısı eve Idaho ile benden
başka çengel atmak isteyen daha yirmi iki kişi vardı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:65-6)
Çengeli takmak : Birisine sıkıca bağlanmak, aşık olmak, kontrolü altına almak
“PERDE I, SAHNE I
SMITHERS (daha sıkı tutarak, kaba.) - Rahat dur! Hiç böyle işe gelemem, canımın içi. Kıvrıla
kıvrıla yakanı kurtarmazsın artık. Çengeli taktım sana.
KADIN (Çabalamanın fayda etmeyeceğini görmüştür, korkuyla yere çöker.) - Sakın söylemeyin ona..
Oa söylemeyin, efendi.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:11)
Çengi : Bir çalgı eşliğinde, umuma -göbek atarak rakseden- profesyonel (genellikle çingene) kadın
“Yukarıya eve çıktılar, Lena kahvaltı masasını çoktan hazırlamıştı. Hiç konuşmayarak, çok düşünerek
kahvaltı yaptılar bitirdiler. Doktorun sevinci, yüzünün ışığı ötekilere de geçmişti. Lena bile dört kol bir
çengiydi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:494)
Çenilemek : Köpeğin ağlar gibi, zari zari, havlaması; argo’da, ağlamaklı insanlar için de kullanılır
“Köpek durdu ve yine çeniledi. Federico Garcia Lorca da durdu. Derken duvarın arkasından askerler
çıkıp onun çevresini kuşattılar. Kahverengi üniformalar giymişlerdi ve başlarında üç köşeli şapkalar vardı. Bir
ellerinde silah, ötekinde birer şarap şişesi tutuyorlardı. Komutanları, kafası yamrı yumru şişlerle dolu korkunç bir
cüceydi. Cüce ona bakarak, ‘sen bir hainsin ve seni geberteceğiz,’ dedi.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:67)
Çentik çentik etmek : Bıçakla oymak, lime lime etmek
“Fatma şaşırdı. Bozuldu. Salkım saçak bir ağlama tutturdu, sonra:
‘Öldürürler beni hala!’ dedi. ‘Çentik çentik ederler etimi. Parçalayıp köpeğe atarlar.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:103
Çerçi : Gezgin tuhafiyeci; elinde, el arabası ya da sırtında incik boncuk, tuhafiye malzemesini köy köy, mahalle
mahalle dolaştıran seyyar satıcı
“Çerçi Halil işin farkında idi; ikide bir karısına dert yanıyordu:
-Hele şu kancığa bak! Ayağına mıh batasıca! Öz babasına garaz bağlamış. Ben nideyim? Yeldim
yeldim yol verdim, emeklerimi sele verdim. Dünyadır bu. Başımıza geldi işte bir kelli. Malımı it yediği
yetmiyormuş gibi şimdi de bağrımı bit yiyor.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:183)
“Ağızda dil nedir, akıl sahibi?
Bir hazine anahtarı değil mi?
Kapı kapalıysa, kim nerden bilsin,
İçerdeki cevahir mi, çerçi mi?”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:27)
Çer(den) çöp(ten) : Eften püften, değersiz şeylerden, ince dal ve çöpten
“Hiç durmaksızın akan görkemli bir taş ve toprak seliydi, bu şekilsiz büyük kayalar akıntısında, kılıç
gibi keskin, mezar taşları gibi geniş taş blokları arasında çakıllı kum, fosiller, dallar, kayalar ve çerçöp fark
ediliyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:371)
“HANIM - Elini çabuk tutsun! Özür dilerim Solange’cığım..... Ah, siz çok şanslısınız! Claire’le senin
dünyada kimseniz yok. Hayatınızın çerden çöptenliği sayesinde öyle felaketlerden kurtuluyorsunuz ki..”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:45)
“O <Kamran>, benim için hiçbir zaman kendini beğenmiş, şımarık, anlamsız, ruhsuz, karaktersiz bir
konak çocuğundan başka bir şey olmadı. Zayıf, minimini çerden çöpten bir insan. Daha sayayım mı?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:127)
“ ‘Ehlivukufların <bilirkişi> sözlerinden..... Vayvay köylülerinin Ali Safa Beyin tarlalarını fuzulen işgal
ettiği anlaşılmıştır. İşgallerinin refine, Vayvaylıların çerden çöpten ev dedikleri satfiyelerin kaldırılmasına karar
verilmiştir.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:210)
“Sana
Al sana bir kondom. Tamam, hoşuna gitmedi.
Ama ihtiyacın var. Al. Öyleyse.
-----Şimdi onu ağzına bastır. Evet, evet, doğru duydun.
Ağzına. Zor gelirse.
-----Şimdi de üfle. Evet, üfle. Yavaşça, bekle nefesin
İçindeki bütün çerçöpü alıp boşaltsın. Evet, böyle.
Şişmeye başladı bile. Daha güçlü üfle.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
“Ne var ki, Curzon Sokağı’ndaki evi bir gün Leydi Clementina’nın avukatı ve Sybil ile gözden
geçirirlerken -kız solmuş mektup tomarlarını yakıyor ve çekmecelerdeki çerçöpü temizliyordu- kız ansızın bir
sevinç çığlığı attı.
‘Ne buldun, Sybil?’ dedi Lord Arthur, işinden başını kaldırıp gülümseyerek.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:37-8)
“ ‘Söz dizileriyle tıka basa dolu defterim yere düşmüş; gündelikçi kadın, tan ağarırken yorgun argın
gelip kağıt parçalarıyla, yırtık tramvay biletleriyle, yumrulup atılması için çerçöp arasına, oraya buraya
fırlatılmış notla birlikte süpürsün diye, masanın altında duruyor.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:227)
“Okuma ve eleştiri kadına daha geniş bir çalışma alanı, daha yoğun bir incelik kazandırmış olabilir.
Özyaşam öyküsü yazma dürtüsü aşılmış olabilir. Yazı yazmayı kendini dile getirme aracı olarak değil, bir sanat
olarak kullanmaya başlamış olabilir...... “Mary Carmichael’ın (‘Life Adventure-Yaşam macerası adlı kitabı
için:) bize bir oyun oynadığından neredeyse emindim. Çünkü dönemeçli bir tren yolunda vagon, kişinin umduğu
gibi aşağıya inecek yerde yukarıya saptığında duyulanlar duyuluyordu. Mary beklenen olayı değiştirip
bozuyordu. Önce cümleyi bölmüştü, şimdi olayları bölüyordu. Pekala, eğer bunu bölmek adına değil de
yaratmak adına yapıyorsa, her ikisini de yapma hakkına tümüyle sahipti. Bir durumla karşı karşıya kalmadıkça,
bunlardan hangisinin sözkonusu olduğunu anlayamam. O durumun ne olacağını seçme özgürlüğünü tümüyle ona
veriyorum, dedim; isterse onu çer-çöpten oluşturabilir; ama onun bir durum olduğuna inandığını bana
kanıtlaması gerekir...”
(V. Woolf, “kendine ait bir oda”, sa:96-8)
Çerez : Yemeğe ya da içkiyle eşlenen zeytin, peynir, kuruyemiş gibi hazırlanması gerekmeyen ucuz garnitür
“Havaalanındaki kitapçıdan Bad Arolsen ve o bölgeyi tanıtan bir kitapçık aldım. Erich Auerbach’ın
kitaplarının bulunup bulunmadığını sordum ama bırakın İngilizcesini, Almancası bile yoktu. Bu tip yerlerde
sadece yolcunun vakit geçireceği, seyahat sonunda da otelde bırakacağı çerez kitaplar satılıyordu.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:406)
Çerhan : Yıldız <Roman dilinde>
(Argo)
“-Ya yıldız?...
-Yıldız da çerhan demek!...
-Sen ayı mı seversin, güneşi mi, yıldızı mı?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:100)
Çeri; Çeribaşı :
oba’nın reisi
Asker <Yeniçeri: Yeni asker>; Osmanlı devrinde alybeyi <alay komutanu>; Roman’ların
“Biz baştaki çadıra doğru yürürken, Çeribaşı uzaktan sökün etti. O zaman bu civardaki göçebe
çingenelerin çeribaşısı Maruf ağa, posbıyıklı, orta boylu, tıknaz, kırçıl bir adamdı..... Kalın ve kalantor herif,
arabacı Akman ağa ile beni görünce hemen işi çaktı ve daha onbeş, yirmi adım uzaktan elini uzatarak:
-Hoş gelmişsiniz beyim’i bastırdı! ‘Buyurun da içeri, malum a, dışarısı çamur, buyurun içeri!...’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:55-6)
Çerkes(z), Çerkes(z)ce :
dil
(FİLOL. MYTH.) :
Kafkaslarda yaşayan bir kabile; o kabile üyelerinin konuştuğu
“Doktor Salman Saminin soyu Kafkas sürgünlerindendi. Üç kuşaktır Kafkasya daha dillerinden
düşmüyordu. Kafkasyanın suyu, toprağı, karlı dağları üstüne çok şeyler biliniyor, evde herkes, şimdiye kadar
Çerkesce konuşuluyordu.. .. Kafkas destanları Anadolunun birçok yerlerine iskan edilmiş Çerkes oymaklarında
<boy> söyleniyordu…… Kafkas dağlarının pınarlarından da daha süt ve bal akıyordu. Son soluğunda, ‘aaah
Dağıstan’ demeden ölen hiçbir Çerkes görmemişti. Burada, bu kilisede ölen Çerkes delikanlıları, ‘Dağıstan,
Dağıstan, aaah Dağıstan, diye can vermişlerdi. Dağıstan o kadar iliklerine işlemişti ki, son solukta o da, aaah
Dağıstan, diye ölecekti. Eskiden, savaştan önce Kafkaslardan, Dağıstandan çok insan gelirdi İstanbula, kimi
okumaya, kimi işe, kimi akrabalarını görmeye. Ama gelenlerden hiçbiri İstanbulda kalmaz geriye dönerlerdi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2, Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:492)
Çestokova Meryem Hac Yeri : Polonya’da, Çestokova kentinde, Katolik’ler için ünlü bir Hac yeri. Buradaki
Meryem Ana yontusunun mucizeler yarattığına inanılır
“Muhtar oralı olmadı, çizmelerini giyerken, ‘Buradaki tek inek, komşum Voytsiek’in ineği,’ dedi. ‘Az
önce böğürtüsünü duyduğunuz o, soylu efendilerim. Hasta zaten bir deri bir kemik kaldı. Ruslar, buzağısını
götüreli beri, süt de vermiyor, ama sahibi kesmeye kıyamıyor. Çestokova Meryemi’nin onu iyileştireceğine
inanıyorlar.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:179)
Çetele; Çetele tutmak : Bir olayı kaydetmek için, oyularak ya da çizerek ahşabın üzerine kertik açmak; (Fig.)
Bir şeyin hesabını, muhasebesini tutmak
“Çetele tutan Zaman, binbir kazayla gelip
Andlara, fermanlara olmaz işler yaptırır,
Kutsal güzeli bozup, sert amacı köreltip
Nice dik kafaları başka yola saptırır.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:115, sa:271)
Çetin; Çetin ceviz : Güç, çözümü zor problem; çok kuvvetli, zeki, dediğim dedik kimse
“Römorklu kamyon uzaklaşırken, Yüzbaşı Fache adamlarını topladı. Robert Langdon çetin ceviz
çıkmıştı ve şimdi Ajan Neveu <Fr. Yeni ajan>, ona yardım ediyordu. Onu yakalamak düşündüğünden daha zor
olabilirdi.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:140)
“Bu yasak bilgiler yeri birçok kurnazca buluşla korunuyor. Bilgi, aydınlatmaktan çok, gizlemek için
kullanılıyor. Hoşuma gitmiyor bu. Kitaplığın kutsal savunmasına sapık bir kafa egemen. Ama çetin bir gece
geçirdik; şimdilik buradan çıkmalıyız. Allak bullaksın, suya ve temiz havaya gereksinim var.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:251)
“Saç sakal uzamış bir halde volta atarken bile bazan biri karşıma çıkıyor:
‘Hey babalık, çetin cevize benziyorsun. Maine ormanlarından tatilden mi dönüyorsun?’ diye
soruyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:125)
“Herkes onun çetin ceviz ve çok canavar ruhlu olduğunu söylemekte el birliği etmişti, herhalde bunda
bir gerçek payı olmalı idi? Peki o benim dostluğumu neden istemişti? Çok genç olduğumdan, yararlı bir sonuca
varamıyordum ve onun gerçek nedenini bir türlü anlıyamıyordum. Benim kaba veya zarif olmam onun için
neden önemli sayılırdı?”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:19)
“1909 baharı hayatımın en çetin dönemlerinden biri oldu. Kahire’deydim. Nisan sona eriyordu. Evler
pencere kanatlarını kapıyorlardı. Sokakta, genel yerlerde, Avrupalılar ve onlarla birlikte iş bulma olasılıkları
gitgide azalıyordu.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-bakır”, sa:31)
“Onların her dinlenme arasında, defileye çıkmış gibi eşofman değiştirmeleri, her seferinde saçlarına
ayrı bir şekil vermeleri, iki spor hareketi yaptılar diye kendilerini 19 Mayıs gösterilerine çıkmış taze kız sanıp,
genç spor hocalarıyla flört etmeye kalkışmaları yeterince çirkindir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, ille de
sizinle ahbap olmaya çalışmaları, sizi çetin ceviz gördükçe üstünüze üstünüze gelmeleri de bu caydırıcı etmenler
arasında sayılabilir.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:83)
“... jandarmalara, oğlunu elinden almak için hasat sonunu beklemelerini haykırmış da, kent tutukevinin
parmaklıklarının altında durup ona tehditler yağdırmış da, yanan evin sahiplerine zarar ziyan davası açmaya
kalkışmış da.
‘Baban kaç yaşında?’ diyorum.
‘Altmışının üstünde.’
‘Altmışının üstünde böyle çetin ceviz ha?’ ”
(C. Pavese, “Senin Köylerin’, sa:8)
“BAPTISTA - Pekala, bir kere amaç elde edilsin de, yani onun sevgisi, asıl iş onda.
PETRUCHIO - O, işten bile değil; babacığım size şunu söyleyeyim ki o ne kadar dik başlıysa, ben de
o kadar inatçıyım; afet gibi iki yangın karşılaştı mı, hiddetlerini besleyip büyüten şeyi silip süpürüverirler..... Ben
çetinim, ben, ben öyle ağzı süt kokan bebecikler gibi aşk ilan edip dil dökmem.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:48-9)
“Döndüğümdenberi tam beş yıl boyunca buna ben de inandım. Fakat bu zorunluluk çetin bir ceviz ve bu
ağacı ne kadar sallasan da her zaman ağaçtan düşmüyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:185)
Çetrefil; Çetrefilleşmek : Karışık, güç; Güçleşmek, zorlaşmak, karmakarışık olmak
“Hepsi uzun eteklerini sol kollarının üstüne atmışlar, hepsinin başında hemen kayacakmış gibi sol
kulaklarına tehlikeli surette yıkılan bit hotoz... Hepsi Türkçe’den çok kuş diline benzeyen çetrefil bir Çerkes dili
konuşuyor. Hepsinin bir kaşı kalkık, hepsi seri halinde bir tek sanatkarın elinden çıkmış taş bebeklere benziyor.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:66)
“Harry - Amacı mı? Aslında amacı yok. Bir kaçış, hayalimde gidebileceğim bir dünya. Bundan söz
ediyoruz, öyle değil mi?
Nathan - Peki, on yaşındaki Harry nereye kaçtı?
Harry - Ya. Bu çok çetrefil bir soru.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:97)
“Quinn, son William Wilson romanını iki hafta önce bitirdiğinden, gfevşemiş, dinlenyordu. Öykü
anlatıcı özel detektif Max Work, bir dizi çetrefil suçu çözümlemiş, dayaktan ve bir kaç olaydan kılpayı
kurtulmuştu.”
(P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:10)
“Savcı kötü bir tavırla, ‘Şimdilik bu kadar,’ dedi. Ondan sonra her şey biraz daha çetrefilleşti. Daha
doğrusu benim için öyle oldu. Fakat başkan, yargıçlarla birkaç kez fiskos ettikten sonra oturumun sona erdiğini
ve tanıkları dinlemek üzere öğleden sonraya bırakıldığını bildirdi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:85)
“ ‘Ama nasıl bir beddua edildiğini öğrenemedin.’
‘Aynı dönemde birileri sana da beddua etmiş. Sen öğrenebildin mi?’
‘Evet, öğrendim. Üstelik seni temin ederim benimki seninkinden çok daha çetrefilli bir meseleydi.
Sen ömründe bir kez ödleklik etmişsin, bense kim bilir kaç kişinin hakkını yemişim. Ama sonunda selamete
erdim.’ ”
(P. Coelho, “Elif”, sa:23)
“Portakal Ağacı
-------------------Ancak boşuna. İmkansızdır, sert
koyu yapraklı bu ufacık ağaçtan akan
meyvelerin seline ve onun çetrefil
bir gizem gibi
kendisinin basit bir simgesi hariç”
(Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08)
“Piyano ve Davullar
------------------------İnleyen bir piyano solosu duyuyorum sonra
gözyaşı izleri kalmış bir konçerto içindeki
karmaşık yollardan söz eden;
uzak ülkelerden,
ve yeni ufuklardan
dil döken diminuendoyla, kontrpuanla,
kreşendoyla birlikte. Ama çetrefil labirentinde
kaybolmuş solo, sona eriyor
tehlike noktasındaki bir parçanın orta yerinde.”
(Gabriel Okara <d.1921>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.01.09)
“Görevini yürütürken özellikle soruşturmalarda, konuyla ilgili olmayan ayrıntılardan kolayca
sıyrılmasını biliyor; incelediği konu ne denli çetrefilli olursa olsun, kendi kişisel görüşünden hiç söz etmeden,
..... bütün formalitelere uyulmasını sağlıyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:37)
Çevik : Atik, zinde, çabuk haraket eden ve kendini kollayan
“Kilerci tıknaz, görünüşte kaba saba ama neşeli, saçları ağarmış ama hala güçlü, ufak tefek ama çevik
bir adamdı. Hacılar konukevindeki hücrelerimize götürdü bizi. Ya da daha doğrusu, üstadıma ayrılan hücreye,
bir çömez olmakla birlikte.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:51)
Çevirmek : Tavada, ıskarada pişmekte, kızarmakta olan bir yemeği tersine döndürmek; Tercüme etmek;
Yoldan geçen bir vasıta, örneğin taksi çağırmak; Köşeye kısıtırmak, kuşatmak; Bir şeyler planlamak, oyun
oynamak, dolap çevirmek
“Yabancıyı bir koruluğun kıyısında çevirdik. Karanlık bastığı ve çevrede kimse bulunmadığı için gören
olmadı. Bill adamın kafasındaki silindiri kaptı. Koluyla tozunu aldıktan sonra yine yerine koydu.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:107)
“Teyzesi içini çekerek, ‘Ne diyorsun, Pollyanna, neler çeviriyorsun sen?’ diye sordu. ‘Gördüğüm en
tuhaf çocuksun!’
Pollyanna biraz endişeyle kaşlarını çattı.
‘Polly Teyze, söyler misin, sıradışı nedir? Eğer sıradışıysan, sıradan olamazsın, değil mi?’
‘Kesinlikle olamazsın.’ ”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:140)
“Ak sakallı bir hoca: ‘Allah ıslah etsin!’ diye içini çekmişti ama, hiç acımadığını da saklamamıştı.
Kamil Bey, elinde olmayarak gene yalvardı:
-Bir araba çevirin İbrahim efemdi!... Lütfen bir araba... Rica ederim...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:13)
Çevre; Çevresi olmak : Muhit; eşi dostu, bir sürü tanıdığı olmak; kişinin yaşadığı sosyal coğrafya, doğa
“Büyüklük, yükselmeye neden olmaz. Durum itibariyle verimsizdir. İnsanı kendi koşullarına uydurur. O
halde, çevreyi boşverin ve sokaklara inin. (Ama Oran, Oranlılar için yaratılmamıştır.)”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:147)
“Yani dünyaya bilinçli bakmaya başladığınızda çevreniz, 1980 sonrasının değer yargılarıyla ve
anlayışlarıyla kuşatılmıştı. Bir zamanlar Mustafa Kemal’in cumhuriyetine temel olmuş ilkeler ya rafa
kaldırılmıştı ya da bir ödünler sağanağı altında bulanıklaştırılmıştı.”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:257)
“Bana anlattığına göre, orospuluk yapma düşüncesine dayanamadığımdan suçluluk kompleksine kapılıp
deliriyorum.. Evet çevrem var … Çevrem ne boka yarıyor ki…”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları - Açık Aile”, sa:53)
“ÇEVRE
--------Çevre tortop
Vurur sırtıma sırtıma
Yüksek dağların orada
Çevre yok.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:18)
Çevre kirliliği : Prensip olarak bir yandan sanayileşmenin ve ona bağlı atıklar probleminin,
kalabalıklaşmanın, aşırı tüketimin, hidro-elektrik mani’sinin, savaşlar ve uzay denemeleriyle havanın oksijenini
zehirlemenin yanında, diğer taraftan doğal afetlerin: hortum, buzulların erimesi, hayvan nesillerinin tükenmesi,
depremler, yer kaymaları gibi doğal afetlerin eklenmesiyle günümüzde insanoğlu’nun geçmiş yüzyıllarla kıyas
edilmeyecek şekilde cebelleşmesi gereken ekolojik sorunlar
“... ‘Biz, atalarımızın göremediklerini görüyoruz; ama onları gördükleri ve bizim göremediğimiz şeyler de
var; en önemlisi, bizim de ‘kör noktalar’ımız var olduğuna göre, henüz göremediğimiz ama torunlarımızın görecekleri
sayısız şey var.’ .... ‘(örneğin) Çevre kirliliği, Sanayi devrinin başından itibaren, kentsel yerleşimlerin yakınında
fabrikaların varlığını sağlık için ciddi bir tehlike oluşturabileceği hiç görülemedi; başka kaygılar, başka öncelikler
vardı. Bu konu sadece kırk yıldır görüş alanımıza girdi. Aynı alandan bir başka örnek, denizdeki kaynakların sonsuz
olmadığı ve tükenebilecekleri fikridir.’..... ‘Sömester sonunda öğrencilere dönem sonu ödevinin konusu olarak bir tek
soru sordum. Aşağı yukarı şöyle dile getirmiştim: Her çağın kendi kör noktaları vardır, bizimki de bu bakımdan bir
istisna değildir. Gerçeklğin göremediğimiz yönleri var ve kaçınılmaz bir şekilde birkaç yıl içinde her birimiz şöyle
diyeceğiz: Ben bunu nasıl göremedim?’ ”
(A. Maalouf, “Doğudan Uzakta”, sa:143-4)
Çevresinde bir koza örülmek : Bir sabit fikre <Fr. idée fixed> saplanarak tüm zihninde onun çözümüyle
meşgul olmak
“Vedalaşma faslını bitirdikten sonra Baird eski askerlik günlerinden kalma çantasının askılarını
omuzlarına takarak kayalık yoldan aşağı inmeye koyuldu; vişne ağaçlarının kıyısından yürüyüp ekili tarlaları
geçerek iyi bildiği yamaçtan yukarı gözden kaybolurken, arkasında durmuş sessizce onu seyrettiklerini
hissediyordu. Ne dönüp arkasına baktı, ne de el salladı - yerine getirmesi gereken görevi zihnini öyle meşgul
ediyordu ki çevresinde bir koza örülmüştü adeta. Yüreği güm güm çarpıyordu, sessiz, inatçı bir kararlılıkla
sıradağları aşarken biraz soluksuz kalmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:185)
Çevresinde pervane olmak : Hayranlığından etrafında dolanmak, hiç yanından ayrılmamak
Bk.: Etrafında dört dönmek
“Parayı su gibi harcayan birçok genç kalıyordu bu otelde; bunlar Madame Le Grand’ın çevresinde
pervane olmaya başladılar, o da delikanlıların odasına gelmelerine kızmıyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:81)
Çeyiz; Çeyiz düzmek : Eski Türk adetlerinde,evlenmeye hazırlık yapan genç kızın ailesinin, onunla birlikte
yeni evine götüreceği giysi, takı, para vb. meta; Bu yolda sarfedilen gayret
“-... Alkole düşkünlüğünden... manastıra da almadılar. Şimdi kederinden daha çok içiyor. Soylular
Birliği Başkanı’na gidip içkiciliğini anlatacağım. Biliyor musunuz, birkaç kez sandıkları açıp Maneçka’nın
çeyizlerini aldıktan sonra gezgin duacılara dağıtmış. Böyle giderse Maneçkam büsbütün çeyizsiz kalacak.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:157-8)
“Yirmi yıl önce çeyizini düzdüğü gerdeğe girmesinin artık gün sayısına bindiği zamanlarda bambaşka
titiz bir kızmış sonra evleneceği adamı sevdiğini Derecik’te herkes biliyormuş ama düğün günü gelmiş çatmış
küçük halam evlenmek istemediğini söylemiş...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:96)
“Sana kendimden ve sırrımdan söz ediyordum. Ama bir öyküyü anlatabilmek için en başından
başlamak gerekir ve başı da benim gençliğimde, büyüdüğüm ve yaşamayı sürdürdüğüm o sıradışı yalnızlıkta
yatıyor. Benim zamanımda zeka, evlilik amaçlandığında son derece olumsuz bir çeyiz sayılırdı; dönemin
geleneklerine göre bir hanım durgun ve hoş bir işçi olmalıydı.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:90)
Çeyizsiz, çimensiz (evlenme) :
teklifi alma
Hiç çeyiz biriktirmeden, elinde ardında birikmiş beş kuruşu olmadan evlilik
“Size aşık olma, çeyizsiz çimensiz sizinle evlenme ve size otuz bin franklık bir gelir sağlama iyiliğini
gösteren şu zavallı Crescenzi markizine karşı herhangi bir geçerli itiraz gösterin bana. Hiç değilse ben o gelirle
bir konut edinebilirim. Aklı başında birşeyler söyleyin bana, yoksa, tüh Allah! İki ay sonra onunla
evleneceksiniz.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:371)
Çeyreği kadar : Ufacık bir kısmı, dediklerinden pek az
“-Tabii! Sonra piçinizin ellerini kesecekler. sizin de üstünüze binecekler, ha? Cesaret edebilirlerse
tabii... Bu laflara karnımız tok bizim: Söylendiğinin çeyreği kadar kötü olmadıklarına bahse girerim.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:19)
Çeyrek, Çeyrek geçmiş : Dörtte bir; Zamanı (yaşı) birazcık geçmiş, yaşının sınırlarını aşmış; On beş dakika;
(Eski devirlerde) Beş kuruş; Yirmi beş kuruş
“... yavaşlamış adımlarla yalpalar gibi yürürken birdenbire omuzuna vurarak:
-Nihat, dedim, bu dalgınlık ne?
Bu ansızın olan rampadan biraz şaşalayarak yanıt verdi:
-İşte görüyorsun ya! Şu güzel nazenine daldım.”
-Yaş altmışı çeyrek geçiyor, hala mı güzel kadın görünce kendini kaybediyorsun?
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:161)
“Bir çeyrek sonra harman yerine geldiğimiz vakit, çingenelerin çoğu uyanmışlar, çadırların önündeki
ocaklarda sabah kahvaltılarını pişiriyorlardı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:31)
“Yaklaşık çeyrek yüzyıllık bir aradan sonra oraya yeniden adım atmaya hazırlanırken ve zavallı
arkadaşımız yeni toprağa verilmişken, sana eski ev hakkındaki bu ihtilafın <anlaşmazlığın> hikayesini anlattığım
için kendimi gülünç hissediyorum…”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:159)
Çeyrek kala : Neredeyse köşede, gelmek üzere, ramak kala, handiyse
“Türkiye’nin en büyük kenti ve sanat merkezi olan İstanbul’da, yeni bir sezonun başlamasına çeyrek
kala, çaresiz destek ve salon arayışları içersindeki bir avuç tiyatro; bu yıl nereden özel burs bulabileceği
sorusuna yanıt aramaktan öğrenciliğini yaşamaya olanak bulamayan bir avuç sanat öğrencisi...”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:126-7)
Çıfıt, Çıfıtlık etmek : Musevi (Yahudi); Düzenbazlık, hilecilik yapan; hilekarlık, üçkağıtçılık yapmak
“(Fedor Pavloviç) İkinci karısının ölümünden üç dört yıl sonra Rusya’nın güneyine gitti. Dolaşa dolaşa
Odesa’ya düştü, orada birkaç yıl kaldı. Odesa’da önce çıfıtlar, çıfıtçıklar ve çıfıt bozuntuları ve çıfıt yavrularıyla
tanışmış.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:25)
“-Çıfıt doktor ‘Cıgara yok’ diyor. Ulan kayarto! Biz hiç mi doktor görmedik? Sen çıfıtlığınla bizi mi
kandıracaksın! Bunlar hep Hayganoş orospusunun öğretmeleri... Karı, cıgara içmemizi, esrar çekmemeizi
aklınca yasaklatacak...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:239)
“Nikola’ya para bilhassa şimdi sefereden dönen kıtalar Olmütz eteklerinde bulundukları malı bol
kantinlerle Avusturya çıfıtlarının her çeşit çekici şeyleri satmak için karargahı doldurdukları bu sırada lazımdı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:92)
Çıfıt çarşısı : İçinde her şey karman çorman olan el çantası, dolap, sandık, oda, dükkan vb. (Katolik olan
Fransız’ların ve çoğu Müslümanların tersine, Yahudi-Çıfıt’ların evlerinin, odaların karman çorman, ‘herşey her
yerde’ olduğu hikaye edilir)
“Julia’nın çantasından ‘I will survive’ <üstesinden geleceğim!> şarkısının melodisi yükselmeye
başladı.
‘Telefonunu istiyor musun?’
‘Ya Adam’dır ya da stüdyodan arıyorlardır...’
‘Kıpırdama, elbiseyi bozacaksın, ben sana veririm.’
Stanley elini arkadaşının çıfıt çarşısını andıran çantasına daldırdı, tam telefonu bulup Julia’ya
uzatmıştı ki, Gloria Gaynor sustu.”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:14)
Çığ gibi (büyümek, kabarmak, kopmak) : Kısa zamanda göze çarpacak derecede çoğalmak, gitgide artmak
“EVLER
--------Evlerin çoğunda dirlik düzen,
Kalan bir hatıra oldu geçmişte.
Gönül almak, hatır saymak arama.
Evlatlar aileye asi işte,
Bir çığ ki kopmuş gider, üzüntüden.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:19)
“Cenaze caddeye çıktığı zaman bu çocuk kalabalığı bir çığ gibi kabarmıştı; o kadar ki, cenaze geçerken,
pencereden uzanan başlarda ve dükkanlarda, kahvelerde ayağa kalkanlarda, ölenin ya bir öğretmen yahut bir
okul müdürü olduğu izlenimini uyandırıyordu.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Küçüklerin Dostu”, sa:79)
Çığıl çığıl : Sessiz sedasız fakat azametle akıp gitmek
“Ve tatlı Tanrı bir ırmağa benzer ayrıca, derinden ve çığıl çığıl, bahar gecelerinin içinden vurup gider.
Bir deniz gibidir, denizi ve rüzgari serin dalgalarının beşiğinde sallar durur.”
“Nasıl da bunlar önümden çığıl çığıl akıp gitmiş, geçmişe karışmış, neredeyse unutulmuştu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:68;108))
Çığırından çıkmak: Bk.: Çığrığından çıkmak
Çığırtkan; Çığırtkanlık : Çıkarı olduğu biri namına borazancıbaşı olan kimse, aşırı taraftarlık; Böyle bir
işlev; Tellal
“Böylece yılın en son gününde Büyük Türk Kahire’ye girdi. Ordudan önce çığırtkanlar kenti dolaşıp,
kimsenin canına zarar gelmeyeceğini, halkın ertesi günü işinin başına dönmesini duyurdular. Günlerden
cumaydı. Suriye’de tutuklanmış halife, kente Yavuz’un yanında girdi.”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:280)
“Fouché, Kralın bekleme odasından geçerken bir sürü aristokratın kendisini selamladığını, ya da
kışkırtıcı bir küçümseyişle arkalarını döndüğünü fark etmiştir. ‘Canlanan Fransa’ adını taşıyan yurtsever bir
dernek, ‘Kralın çığırtkanları’ ve ‘uyanık Macaristan’ kuruluşları, toplantılar düzenleyip ak zambaklı bayrağın bu
utanç verici lekeden (XVI. Louis’nin idamını istemek) bir an önce temizlenmesini açıkça istiyorlar.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:210)
Çığlığı basmak : Korku ya da sevinçten ince ve tiz bir sesle haykırmak
“Kocakarı ‘Amanııım’ diye çığlığı bastı ama Mitya’nın yerinde yeller esiyordu artık. Bacaklarının
olanca gücüyle Morozova’nın evine koşuyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:45)
“Bu haber kızcağızı çok üzmüştü. Kendini yere atmış, çığlığı basmış, Tanrıya yalvarmış ve güneş
doğuncaya değin, kırda tek başına inleyip durmuştu. Sonra çiftliğe dönmüş, efendisine, gitmek niyetinde
olduğunu bildirmiş ve ay sonunda, hesaplarını görerek bütün eşyasını bir mendile doldurmuş, Pont L’Evéque’e
doğru yola koyulmuştu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9-10)
“Kocalarını öpmeyi pek çok adet edinmemiş olan kadınlar, onların bu iğrenç okşayışlarını şiddetle
reddettiler. Kocalar öfkelendi, karılar çığlığı bastı; ailelerin çoğu da bu işi sille tokata döktüler.”
(Voltaire, “Hikayeler”, Cilt:1, ‘Hafızanın Hikayesi’, sa:9)
Çığlık atmak : Acı acı ve keskin bir biçimde, sesi boğazın dibinden çıkararak bağırmak
Bk.: Çığlığı basmak; Çığlık koparmak
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
IV
-----------------------kimse istemiyor seni, herkes bir başkasının
kolunda,
sen her şeyi vermek istemiştin onlara, onlar
almadılar.
Sonra buza basıyorsun ve bir çığlık atıyorsun.
Oysa senin ne şenlikte gözün var, ne gururun
umrunda”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“Ormanın başında kuşlar ötüyor, maymunlar çığlık atıyor, rüzgar ağaçları sallıyormuş. Ancak Oda
ormanın içine girer girmez büyük bir sessizlik çevreyi sarmış. Uyku ormanında bir yaprak bile kıpırdamıyormuş,
kuşlar suskunmuş, çevrede yalnız yerde sürünen sessiz yılanlar varmış.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:165)
“Adamlar onu yakaladıklarında, Brophy çoktan ayağa kalkmış çığlık atıyordu. Onu kapıya doğru
çektiler. Korkudan kaskatı kesilen Brophy yumruklarını savurarak, onu dışarı iten güçlü ellere karşı kendini
savunmaya çalıştı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:13)
“... Orada ağaçların yeşil gölgesinde duruyorlardı, dikkat kesilmiş halde yere mıhlanmış gibiydiler;
ellerini önlerinde kavuşturmuşlardı. Ama benim seslenmem üzerine büyü bozuldu ve Kerkira birden bir deniz
kuşu gibi çığlık attı... ‘Sen ha?’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:369)
“Jendi sessizliği ve kilitlerle demir parmaklıkların etkileyici göz önüne alınırsa, onu buraya getirdikleri
gün kapıldığı korku ve hüzne yenik düşebilirdi Jacob. Ve bu ‘mahkumiyet’i sona erdirmeye karar verebilirdi.
‘Saldırganlar’ koğuşundaki kadınlar durmadan inleyip çığlık atıyorlardı. İçlerinden biri teraziyi yanlış tarafa
eğebilirdi. Deborah bütün bunları biliyordu, ama bir türlü söyleyemiyordu.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:33)
“BEN SAĞIM
---------------Ben sağım.
Ey insanlar, acıyor duran dakikalarım.
Ben sağım.
Yitirdiğim yollarda çığlıklar atmaktayım.
Ben sağım.
Ey insanlar,”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“YANKI
Acı bir çığlık attı
yeşil papağan.
Kaya öfkeyle hemen
karşılık verdi.
Büyük bir gürültü
kapladı ormanı.
Binlerce papağanın
birlikte attıkları çığlık
kayada yankılandı.”
(Henriqueta Lisboa<1903-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.08.04)
“Biri Söylemeli Anneme
Bu gece annem dolaşıp duruyor üst kattaki
boş odada
Biri söylemeli ona artık uyumasını.
-----------------------------Bu gece annem annem bana bir elbise dikiyor.
İğne her eline battığında bir çığlık atıyor.”
(Joan McBreen-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.12.04)
“Tüfeğini kötü niyetlerle kavradı, utancından; ne var ki, düştüğü zaman çakmaklı tüfek sertçe çarpmıştı
yere, horoz çamura bulanmıştı, üstelik taşları da düşmüştü. Yalnız, kızlar tüfeğin uğradığı bu kazanın ayırdında
değildiler; doktorun onlara nişan alması karşısında çığlıklar atarak dağıldılar çil yavrusu gibi .”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:47-8)
“Rengarenk çiçek desenli, üzerine sıkı sıkıya oturan bir giysi giymiş olan Maria onu kaldırımda
bekliyordu. Arkadaşını görünce kollarını açtı ve keskin bir çığlık attı. Rossella da aynen öyle yaptı ve sıkı sıkı
kucaklaştılar. Sarmaş dolaş olarak konuşmaya ve sorular sormaya başladılar.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor”, sa:106)
“Sakin yaşamın şarkısı
---------------------------Uzatıyorum elim
okşuyorum takvim yaprağındaki film yıldızını
Çığlık atıyor bir kuş rüyamda
yine dönüyor kül rengi gece”
(Cai Tianxin<d.1963>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.08)
“Joseph, Will’i ensesinden kavradı. Çocuk güçlü olmasına karşın, Joseph, Yeni Zelanda’daki zor
çalışmnaları sonucu daha güçlü ve kaslıydı. Will’in kolunu arkasına büktü, çocuk bir çığlık attı, Joseph
aldırmıyordu.”
(R. Tremain, “Renk”, sa:230)
“Ama bir gün kadının ödü koptu. Berthe bir köpek sergisinden döndüğü gün, Octave onu mahzene
çağırdı ve gündüz gelen yetmiş iki franklık bir çorap faturasını Berthe’e verdi. Genç kadın sararıp bir çığlık attı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:134)
Çığlık çığlığa : Birbiri ardından çığlıklar atarak
“Karanlık Bir köşe
----------------------Düşen
elmayı armağan ederim
beni lanetleyen
kaderimi giyinirim.
Erkek bağırır
kadın çığlık çığlığa,
patlatırım
sahne başıma yıkılır.”
(A. Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.10)
“Çevremizdeki oğlanlar, ‘İşte, albay orada... Üf, gelinin elbisesine bak. Müthiş güzel,’ diye aralarında
konuşuyorlardı. Konuklar masalara oturdular, garsonlar şarap getirdiler ve orkestra çalmaya başladı. Patlamış
mısır satıcısının çevresini çığlık çığlığa oğlanlar almıştı, aldıkları mısırları oracıkta gövdeye indiriyorlar, boşalan
kağıt torbaları yerlere atıyorlardı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:97)
“BEN ÖLÜNCE
-----------------Ben ölünce
bırakın şamanlar, üfürükçüler
tütsüler yaksın
ruhları için vahşilerin.
bırakın şarkılar söylesinler, şairler, davullarla,
omuzlarında torunlarını taşıyan yaşlı-şefler
dans ediyorlarken çığlık çığlığa
kutsal dansını Öteki Dünya’nın
(Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08)
“Köşk tarafına doğru manevra yapmaya imkan olmadığı için, çaresiz sokak tarafına koşuyor, çığlık
çığlığa haykırıyordum. Allahtan olacak, sabahtan beri çalışan terzi matmazel, Dilber Kalfa ile beraber bahçeye
hava almaya çıkmış. Yolun bir köşesinde onlarla karşılaşınca, ‘Geliyor’ diye boyunlarına sarıldım ve arkalarına
saklandım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:104-5)
“OLUŞUM
Uzak bütün kan:
Kayalıkları soyar,
Saklı köklerin arasından akan,
Rüzgarın gömülü kanatlarını kanatır,
Titreyişinden kurtlar ulur
Akıntısının üstünde,
Yüzlerin üstüne düşer karanlık
Zehirli salkımlarla,
Çarşılar çığlık çığlığa
Yıldızlar yağmış.”
(Ahmet Hafez<d.1963>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.10.09)
“Anlamaya başlamıştım. Arabaya bindim. Ned amcaya en yakın sokak ağzına çekmesini söyledim.
Domuzu çıkardım, sokağın karşı tarafının uzaklığını iyice hesaplayıp gerisine doğru dikkatli bir nişan aldıktan
sonra tekmeyi yerleştirdim. Çığlık çığlığa sokağın öbür ucuna kadar tekerlenip gitti.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:57)
“GECE SAHNESİ - (Sahne karanlıktır..... Karanlıkta ilk önce bir el fenerinin yandığı görülür. Feneri
taşıyan kişi de seçilir: Bu kara giysili KEŞİŞ’tir; sahneyi sağdan sola boydan boya geçer. O çıkar çıkmaz, bir
KADIN’ın uzun süre kesilmeyen tiz çığlığı duyulur. Sonra, iki saniyelik bir sessizlikten sonra, sağdaki -yani
seyircinin solundaki- birinci pencerenin aydınlandığı görülür. Çığlık çığlığa bağıran, saçı başı darmadağınık bir
KADIN belirir.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:204)
“Ne kadar soğuk varsa içerde... Ne kadar yağmur yaş varsa içerde... Recep hastalanmasın mı? Çocuk
donuyor, hepimiz donuyoruz. Baktım ki çocuk dayanamayacak, ölecek. Soğuk artıkça artıyor, Recep çığlık
çığlığa.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:191)
“SİZİ
-----Kan ağlıyor içim, adam çığlık çığlığa,
şiddet gerçekleşiyor
içeride, burada
Zorluyor camları duman ve kül
ulaşmak için bana-”
(Karen Press<1956-1999>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.09.05)
“KIZ KARDEŞİMİN TÜRKÜSÜ
Kardeşim,
ölümsüzlüğün suyunu vaat etmiştim sana,
güneşi ayaklarının ucuna sereceğimi.
Şimdi sen çığlık çığlığa
‘Susadım,’ diyorsun, ‘nerede
susuzluğumu giderecek o ölümsüzlük suyu?’ ”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kız kardeşimin türküsü”, sa:27)
“Kervansaray ana baba günüydü. Atlar, develer, öküzler, eşekler, keçilere bakım yapılıyor,
evcilleştirilemeyen diğer hayvanlar ortalıkta cirit atıyordu: çığlık çığlığa koşuşturan maymunlar, kimseye ait
olmayan köpekler.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:17)
“IŞIĞIN ÖZELLİKLERİ
Barnes’da bir öğleden sonrası
Gördüm nasıl da ışığın esas sorun, ama
Açıklama olmadığını hiçbir zaman
Tüm şeylerin çığlık çığlığa yanıtladığı
Yanlışlıkla oluşturarak
Yaşamlarını ve adlarını nasıl umursamaz
Yüreğin gidecek yeri olmasa da
Karanlıkta el yordamıyla öğrendiği.”
(Kit Wright<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap”, 10.11.05)
“Çölden Gelen Kadın
-------------------------kavrulup çığlık çığlığa ufalanarak
kırmızı kumlara karışıyorlar
yokluğa karışıyor
çölden gelen kadın
kumda onu arıyor adam
kumlu sayfalarda izine raslamıyor.
(Dane Zack<d.1929>-Nazmi Ağıl, “Cevat Çapan”, Şiir Atlası, Cumhuriyet Kitap, 13.12.07)
Çığlık koparmak : Korkudan ya da heyecandan tiz çığlıklar atmak
“Yanık genç kızlar, tombul beyaz kadınlar aralarında genç bir sportmen yüzünün gezindiğini,
bacaklarının arasından bir yılan gibi süzüldüğünü fark edince fıkırdaştılar. Çığlıklar kopardılar. Hatta birkaçı
ona moda bir lisanla laf attılar. O sürekli gülüyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Bir Kıyının Dört Hikayesi”, sa:28)
“Bu olağanüstü devinim, okyanusun bu ani öfkesi karşısında kıçta oturanların yüzleri bembeyaz
kesildi.
-Boğuluyoruz, diye müthiş çığlıklar koparmaya başladılar bile.”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:86)
“Oğlan; ‘Buradayım, uyu bakalım.’ diye homurdanır ve kızın parmağını şakadan ısırırdı. Kız da
şakacıktan bir çığlık koparırdı. O zaman, içerdeki odada yatan Virgil’in küfrettiği duyulurdu: ‘Rezil cenabetler,
susun bakalım.’ ”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:15)
“Gün doğmaya başlamıştı. Emma uzaktan, sevgilisinin evini tanıdı. Damdaki iki yelkovanın kırlangıcı
andırır kuyrukları, sabahın soğuk alacakaranlığında siyah siyah resimleniyordu. Çiftliğin avlusundan sonra bir
sıra yapı vardı ki şato burası olmalıydı. Yaklaşınca sanki duvarlar kendiliğinden yarılacakmış gibi, genç kadın
binaya daldı. Düz, büyük bir merdiven, bir koridora doğru çıkıyordu. Emma bir kapının topuzunu çevirdi.
Birden, odanın ta bitiminde, uyuyan birini gördü: Rodolph idi bu. Bir çığlık kopardı. Rodolphe ise sürekli: ‘Sen
ha? Sen ha? diyordu. ‘Nasıl gelebildin?.. A! Bak, üstün başın da ıslanmış!’
Emma kollarını onun boynuna dolayarak: ‘Seni seviyorum,’ dedi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:180)
“Adrienne bir çığlık kopardı:
-Maurecourt evli mi?
-Evli mi? Hayır. Karısı beş sene önce ölmüş. Ama bu bir şey değiştirmez ki. Babanız yerinde adam.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:258-9)
“ ‘Buyurun!’
‘İçinde Z.’nin hatıra defteri bukunan küçük valizi N. Kırmadı.’
‘N. Kırmadı mı? Ya kim?’
‘Ben. Bir telle valizi açan bendim.’
Bu sözlerin etkisi büyük oldu. Başkan kalemini düşürüyor, savunma avukatı ayağa sıçrıyor, ağzı bir
karış açık kalan Z., suratıma aptal aptal bakıyor, oğlanın anası bir çığlık koparıyor, ekmekçi de kireç gibi oluyor
ve kalbini tutuyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:116)
“Hakkı Celis, Belkıs Hanım’dan sonra Nuriye ve Neyyire Hanımlara uğradı. Genç kızlar henüz geri
dönmüşlerdi; çarşafları henüz başlarındaydı; arkalarından Hakkı Celis girer girmez ikisi birden bir çığlık
kopardılar:
‘Ne tuhaf, biz de, şimdi sizi konuşuyorduk,’ dediler.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:177)
“Bir minibüse dolmuştuk. Edirnekapı şehitliğine gittik. Bayburtlu:
‘Ule, ule, ule,’ diye bir şaşkınlık çığlığı kopardı ilk olaraktan.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:195)
“-..... O kadında kendini seçilmiş bir kurban haline getiren bir şeyler var. Onu ayyaş ve leş gibi kokan
iki berduşun kolları arasında görünce heyecanlandım. Ne unutulmaz bir andı!’
-Tamam, buraya kadar hikayeni biliyorum. Ama daha sonra neler olduğunu öğrenmek istiyorum.
-Kesinlikle olağanüstü bir kıçı var, diye devam etti Avenarius, sorumu hiç umursamadan. Herhalde
okula giderken sınıf arkadaşları çimdiklemişlerdir onu. Her defasında o soprano sesiyle tiz bir çığlık kopardığını
hayal ediyorum.....”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:290)
“Marcelle acı bir zafer çığlığı kopararak kendini arkaya attı, ama hemen doğruldu, elini ağzına
kapayarak korkuyla mırıldandı:
-Annem! Ve Mathieu’ye susmasını işaret etti.
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:296)
“Julien acıdan bayılacak hale gelmişti. Madame de Rénal kilere, ekmek getirmeye gitti. Julien bir çığlık
işitti. Madame de Rénal döndü ve anlattı: kiler odasına ışıksız gitmiş, elinde ekmek dolaba yaklaşmış, elini
uzatınca bir kadının koluna değmişti. Julia’nın işittiği çığlığı koparan Elisa idi.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:304)
“Kontes bir çığlık kopararak yerden fırladı; oğlu, devinimsiz olarak, balmumu gibi sarı yüzüyle
yatıyordu; açık duran mor dudaklarından öldüğü belli oluyordu.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:102)
Çığ(ı)rığından, Çığırından, Çığrından çıkmak : Doğru yolundan sapmak (genellikle ‘iş’; dünya, herşey), güç
bir durumda kalmak (davranış)
“Bir defa yapacaktınız, sadece bir defacık. Bu bir deneme olacaktı, yeni bir yaşam biçimi değil ve ne
kadar zevk alırsanız alın, o tek geceden sonra olmayacaktı; çünkü devam ederseniz işler çığrından çıkabilirdi.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:92-3)
“Kullandığımız dilin anlamı yoksa, hiçbir şeyin anlamı yoktur. Güzel konuşan tartışmacı filozoflar
haklıysa, dünya çığrından çıkmış. Platon’un çözümü psikolojik değil, evrembilimsel.”
(A. Camus, “Defterker 2”, sa:33)
“Portbello’daki toplantılar çığrından çıkmaya başladığında, yaptıklarını sabahlara kadar tartışıp
duruyorduk, ama şimdi düşünüyorum da, beni dinlemediğine memnunum galiba. Çok sevdiğimiz birini
yitirdiğimiz zaman duyduğumuz derin acının biricik avuntusu, en iyisinin de bu olduğunu umut etmek belki de.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:17)
“Hastabakıcılardan biri ötekine fısıldadı:
-Şunları bir korkutmamız gerek, yoksa her şey çığrından çıkacak.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:152)
“İstifa etme, kamu yaşamından elimi eteğimi çekme, küçük bir bostan alma fikrini birden çok kez yarı
ciddi bir şekilde düşündüm. Ama bunu yaparsam görevimin utancını başka biri taşımak zorunda kalacak ve
hiçbir şey değişmeyecekti. Bu yüzden görevimde kalmaya devam ettim, olaylar günün birinde çığrından çıkana
dek.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:183)
“Meryem artık düşünsel yaşamı sevmiyor. Marta artık etkin yaşamdan hoşlanmıyor. Leah kısır, Raşel
tensel açıdan bakıyor her şeye, Cato genelevlere dadanmış, Lucretius kadınsı olmuş. Her şey, çığırından çıkmış.
O günlerde, Tanrı’ya şükür, üstadımdan öğrenme isteğini ve yollar engebeli de olsa varolan doğru yol
duygusunu öğrendim.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:35)
“İş çığrından çıkmadan, tütsülenmiş gönüllerden çıkan ateşler bacayı sarmadan, iki sevgili birbirlerinin
olmaya karar verdiler. Oğlan niyetini annesine açtı ve ‘buba’sıyla birlikte kızı ailesinden istetmeyi arzuladı.”
(İ. Ersevim, ‘Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi”, sa:25)
“Onu öptü ve seslendi: Mutluyuz! mutlu olacağız! Sakin Albert, tamamen çığrından çıkmıştı, bense
kendimi hiç bilmiyorum.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:82)
“FULGENZIO - Evet, bugüne kadar gayet delice ve düzensiz bir yaşam süren ağabeyiniz. Bazı
kimseler işlerinin artık çığrından çıktığını bana söylemişlerdi, fakat bu kadar sanmıyordum.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:25)
“Kalbi taş kesmiş, başı ensesine yıkılmış Knecht pır pır eden gözlerle oracıkta dikiliyordu, dehşete
kapılmış, ama doyumsuz bakışlarla değişip çığrından çıkmış gökyüzüne bakarak, gözlerine inanamayarak, ama
yine de korkunç bir şeylerin gerçekleştiğinden kesinlikle emin.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:466)
“Pazar çığırından çıkmış, dört bir yandan akın akın insanlar yabancının olduğu ayna barakasının önüne,
dileklerin söylendiği yere koşar olmuştu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:123)
“İrfan’ın not defterinde okuduğum bu yazılar da beni o gün bir hayli düşündürdü. Oğlan hala musikiden,
bilmem neden dem vuruyordu amma, sözlerinden işin artık yavaş yavaş çığrından çıkmaya başlamış olduğu
anlaşılıyordu.”
(O. Cemal Kaygılı, “Çingeneler”, sa:120)
“Nadia, ağrıyan başını ellerinin arasına aldı. Artık evlerde ve çarşıda, kadınlar arasındaki
konuşmalardan bile, tehlikenin iyice büyüdüğünü anlayabiliyordu. Kocasının sürekli kendisini teselli ettiğinin,
tehlikeyi olduğundan daha küçük gösterdiğinin de farkındaydı. Yine de çemberin her geçen gün daraldığını
gizleyemiyordu adam. İşler çığırından çıkmıştı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:288)
“Adamlar bu noktada silahlarını çıkardılar ve ‘Bu emre karşı geleni tutuklama yetkimiz var,’ dediler.
Yazar acı acı güldü: ‘Bu adada hapishane bile yok!’
‘Hele bir karşı koymayı deneyin, var mı yok mu görürsünüz.’
İşler iyice çığırından çıkmıştı artık. Fıstık toplamayı bırakmaktan başka çaremiz yoktu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:91)
“Kanımca yalnızca Avrupa halkları için değil, herkes için büyük önem taşıyan bu soruyu (Kıta
Avrupası’nın yazgısı!) ilerde uzun uzadıya ele alacağım. Burada, özellikle açıklayıcı olması için bu soruya
değindim; çünkü bu, bütün halinde ve her bir bileşeni içinde insanlığı etkisi altına alan o kaybolma, yönünü
şaşırma, çığırından çıkma halinin bir göstergesidir.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:18)
“Jülyen’e ihanet etmek ve bu dejenere güzel mahluğun tutkusuna alet olmak? Hayır, hayır, böyle şeyleri
düşünecek halde değildim artık. İş çığrından çıkmış, ok yaydan fırlamıştı...”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:49)
“YILLARDAN SONRA
Neredeyse her gün karşılaşıyor
ve geçişiyoruz dilsizler gibi.
Düşleri yaratmak o denli mi zor?
O yüce duygular nerede şimdi?
Dememiş miydik ki bizim aşkımız
farklı olmalıydı bildik aşklardan?
Taşlara mı çarptı yaşam hızımız,
yoksa bizler miydik çığrından çıkan?”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
“HAMLET - Ey yeri cennet olanlar! Ey dünya! Daha ne kaldı? Cehennemi de bunlara katayım mı?
Ahhh, ah! Dayan kalbin, dayan! Ey kaslarım, sizler de birdenbire gevşeyip kuvvetten düşmeyin sakın, beni
dimdik tutun: Seni hatırlayayım ha? Olur, zavallı hayalet, çığrından çıkan şu dünyada bellek yer bulduğu kadar.
Seni hatırlayayım ha? Elbette.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:38)
“MENTETH - Zorba ne yapıyor?
CATHNESS - Büyük Dunsinane hisarını iyice kuvvetleniyor. Kimileri delirmiş diyor; daha az nefret
duyanları da bunu yiğitçe bir çılgınlık sayıyorlar. Şu muhakkak ki çığrından çıkan işlerini yoluna koymak elinde
değil.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:82)
“Öte yandan Baldini, şarabın ateşiyle coşup gittikçe çığrından çıkan hikayelerle eskiden neyin nasıl
olduğunu anlatır; bu arada gittikçe büyüyen bir iştahla övünmelerine dalıp kaybolurken, Grenouille çok
geçmeden o garip hayalleri bırakırdı.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:102)
“O, gizlice ve durmadan, benim isteğime bağlı olmadığını bana göstermeye çalışıyordu. Buyruklarım ya
çığrından çıkıyor ya da hiç dinlenmiyordu.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:90)
“ ‘... Sonuçta hayvanlar bizim hatunun bahçesine girmişler, yeni diktiği sebzelerin hepsini ezmişler. Bir
hengamedir kopmuş. Bizim hanım durur mu, tavukları sopayla kovalayıp bir güzel pataklamış; ben eve
vardığımda iş çığrından çıkmıştı. Ben de balıklama daldım kavgaya. Sonunda karakola düştük.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:108)
“Bu sırada, iş iyice çığrından çıkmışken, Miss Falanca, ağacın arkasından çalılıktakilere el etti, -yoksa
onlar kendi istekleriyle mi uzaklaşmışlardı onun yanından – Kraliçe Besse; Kraliçe Anne; Pazar yerindeki
Tomurcuk; Akıl Çağı, polis müdürü Budge; hepsi sahnede yerlerini aldılar. Hacılarla aşıklar da. Büyükbaba
saatde. Sakallı ihtiyar da. Hepsi oradaydılar.”
(V. Woolf, “Sahne Arası”, sa:159-60)
“ ‘Bu konuda birtakım duyguların var mı?’
‘Bazen. Ama bazen de sınırlamaların iyi olduğunu düşünüyorum. Onlar olmasa büsbütün çığrımdan
çıkabilirim.’
Sorum Marvin’in üstünde şok etkisi yapmıştı. ‘Phyllis’e hiç bir zaman ihanet etmedim ben! Hiçbir
zaman da etmeyeceğim!’
‘Peki, ‘çığrından çıkmak’la neyi kastediyorsun?’
Marvin’in nutku tutulmuş gibiydi.....
‘Neyi kastettiğimi bilmiyorum ama zaman zaman, cinsel itkisi <dürtü> benimki gibi olan bir kadınla,
seksi benim kadar isteyen ve ondan benim kadar zevk alan bir kadınla evli olmanın nasıl bir şey olacağını merak
etmişimdir.’ ”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:279)
“Ona karşı koymak istiyor, ancak bunu başaramıyor, mahcup mahcup direksiyonun başında küçük bir
dağ gibi di k ve hareketsiz oturmakta olan şöförün sırtını işaret ediyor, hemen önlerinde oturmakta olan bu canlı
tanıktan çok utanıyor ve öte yandan onun varlığı sayesinde daha ileri gidip işin çığrığından çıkmayışına da
seviniyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:112)
Çığrınmak; Çığrışmak : Cıyak cıyak bağırıp çağrışmak
“-Gerçek musiki mi dedin? Eğer kapitülasyonlar olmasa, (sözüm ona) muzıkacıları da, seyircileri de
enselerinden yakalayıp Beyoğlu kaldırımlarına fırlatırım. Şimendifer düdüğü gibi öten bir sürü yarı çıplak,
utanmaz, kart frenk karısı... Sar’aya tutulmuş gibi gözleri evlerinden uğruyor, bir alay mart kedisi gibi
çığrışıyorlar.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:53-4)
“Bizim zeytinliğe vardık.
-Lahitler, deyip çığrındı taze, Yunan vallahi billahi Erdinç, erken Yunan hem de…”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:12)
Çıka çıka : Biz ne bekliyorduk, ne çıktı; Beklendiğinden farklı, sürpriz bir sonuç elde etmek
“İçine temiz kum doldurulmuş, dört çirkin timsah bacağı cinlere karşı geleneksel mavi renge
boyanmıştı. Böyle bir ortamda karşıma saygı nesnesi olarak çıka çıka bunun çıkması çok şaşırtıcıydı.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:89-90)
“ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ
---------------------------------------Öğretmenler çocuklara
Dağdan kopan olağanüstü bir ışık gösteriyor
Ama çıka çıka bundan bir lağım çıkıyor sonunda
Ortasında koleranın karanlık perileri bağrışıyor
Öğretmen sofuca tütsülü iri kubbeleri gösteriyor.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:72)
“Bu adam, çıka çıka bocurgatın başındaki çekingen tavırlı adam çıktı.
‘Ah, demek senmişsin, dostum’ diye haykırdı Kaptan Delano - pekala, artık melül melül bakmak yok;
dosdoğru ileriye doğru bak ve gemiyi de o yönde tut.’ ”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:95)
“Yeryüzünde yoğun biçimlerinde daha hiç var olmamış kokular olacaktı bunlar. En sonundaysa çıka
çıka birkaç gülünç bitki yağından başka bir şey çıkmamıştı ortaya..... Başarısızlığa uğradığını açıkça gördüğünde
deneylerini bıraktı ve ölümcül bir hastalığa tutuldu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:104)
Çıkagelmek : Beklenmezken, ansızın çıkıp gelmek
“SELAM...
Selam! Hafif bir ses duyuyor musun
Masanın sağ yanından?..
Bu satırları bitiremeyeceksin
Geldim işte çıkageldim evine.”
(A. Ahmatova(1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:28)
“Bir gün, yine böyle, kağıdım önümde, kulağımda kalem, dirseğim masaya yaslı, elim şakağımda,
yazacağım şeyleri düşünürken, arkadaşlarımdan biri çıkageldi; aklı başında bir adamdı; beni böyle düşüncelere
dalmış görünce, nedenini sordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:6)
“Bir gün Leyla abla iki dolu bavuluyla çıkageldi ve o yıl için evimizde misafir kaldı. Leyla abla,
Nisa’dan iki yaş daha büyük, biraz daha tombulca, şen, konuşkan ve işgüzar biri idi. Çok çabuk kaynaştık.
Bize bol bol bağlardan, Anadolu hayatından bahsetti. Aramızda küçük bir lehçe farkı vardı, örneğin ‘Artık’
yerine ‘Gari’ diyordu. Yaşamımıza bir az renk katmıştı doğrusu.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:47)
“Gece yarısı aralarından birkaçı yaklaştı. Canlarının çektiğini gizleyip sadece denemek için diyerek,
küçük bir lokma istediler. Daha cüretlileri çıkageldi. Sayıları arttı, çok geçmeden de büyük bir kalabalık halini
aldı. Ama hemen hepsi bu soğuk eti dudaklarında hissedince ellerini aşağıya indiriyordu; kimisi ise, tersine,
ağzını şapırdata şapırdata yiyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:347)
“RÜYA
-------şüphesiz bir gün
mağrur bir şehzade çıkageliyor
rüzgar bacaklı atının toynakları
şehrin sokaklarında, taşlarda tıkırdıyor
güzel tacının üzerinde
güneş ışınları parıldıyor”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:40)
“Bir de ne göreyim: Akşam benim kahyam sapsarı bir yüzle, üstü başı yırtık, yayan yapıldak çıka
gelmesin mi! Tabii feryadı bastım.
-Bu ne hal? Ne oldu?”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:62)
“Çocukluğun İni
-------------------ama çıkageliyor sürüklenerek kör yılan
kökler labirentinde uyanmış o da
geçen yılın derisini okşarken rüzgar
kaygan bedenine yapışıyor kalan kuru
yapraklar”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
Çıkaramamak : Tanıyamamak, çözememek, işin içinden çıkamamak
“LİSEDE VE ÜNİVERSİTEDE
------------------------------------Söyle,
hava sana bunu dediyse.
Soğuk seher vakti
çekiyorum kederimi
ve derken,
bir gülmedir tutuyor beni.
Ben çıkaramadım.
Ama sen tanıdın beni.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:128)
Çıkar bir yol bulmak, olmak; olmamak : Çözümü bulmak, olmak; Kendini bir köşeye ya da kapana kısmış
hissetmek, çaresiz kalmak
“Oturup ağlamak istedi, fakat yapamadı; zira zayıflıktan nefret ederdi. Hayatı olduğu gibi yüzlemeye ve
kontrolü sürekli olarak elinde tutmaya devam edecekti. Bu işin başka çıkar bir yolu yoktu.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:101-2)
“Tek çıkar yol, yeniden yollamak, dedi ölüm, yanındaki beyaz duvara dayalı duran tırpanına. Bir
tırpanın söylenen söze yanıt vermesi beklenemezdi, o da kaideyi bozmadı. Ölüm devam etti, Eğer seni
göndermiş olsaydım, o pek bayıldığın şipşak usullerle işi çoktan bitirmiş olurdun, ama devir değişti, yöntemleri
de sistemi de yenilemekte fayda var...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:135)
Çıkar gözetmemek : Yaşamda, genel olarak, verilen emek karşılığı olmaksızın, herhangi bir çıkar beklememek
niteliği
“Ağırlık merkezlerini yitirmiş bir biçimde, ses çıkarmadan dolanıyorlar ortalıkta, az sonra üstüme
yıkılacaklar dört bir yandan ve beni boğacaklar. Bu korku fırtınalarından kokuşmaya başlayan sığırlara benziyor
insan, herşeyi üstüne çekiyor; ve bütün duyguların özgürce oynaştığı o çıkar gözetmeyen hoşlanma duygusuna
karşılık, şimdi çıkar gözetmeyen nesnel bir dehşet yapışıyor zorla yakasına.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:72)
Çıkarı olmak : Menfaatı olmak, yararlanmak, içten pazarlıklı olmak
“Mezarcı Lestiboudois idi bu, kalabalığın arasında, kilisenin sandalyelerini sırtlamış götürüyordu.
Kendi çıkarıyla ilgili her konuda kafası gayet işlek olduğundan, o da Hayvan ve Mal Panayırı’ndan kar sağlamak
için bu çareyi düşünmüştü; parlak bir fikirdi de bu, sandalye isteyenlerin hangisine yetişeceğini bilemez
haldeydi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:153)
“-Bu kadının durduk yerde ortaya çıkıp tanıklık etmesinde, yedi yıl hapis cezasını göze alıp, katillere
şöförlük yaptığını söylemesinde ne gibi bir çıkarı olabilir?”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:65)
“SUBAY - Emrinizdeyim efendim.
DUNCAN - Çevremde haris dostlar ile tehlikeli düşmanlar var yalnızca. Hiç kimse çıkarı olmadan
hiçbir şey yapmıyor; içten pazarlıklı herkes. Oysa krallığın mutluluğu ve benim refahım yetmeli onlara.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:298)
“Gerçekte olduğumuz Fransa ve gerçekte olan Avusturya ve Sırbistan. Bizler, biz basit insanlar hiçbir
şey değiliz; ama bizleri kendi çıkarlarına dahil etmek ve bizi silah olarak kullanmak istiyorlar. Yer, toprak, dil,
sanat, işte bunlar Fransa’dır, ne Camborga, ne Guyana ne de Madagaskar. Onlar Fransa’nın tırnağı bile
olamazlar.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:79)
Çıkarmak : Kusmak
“AMANDA : Dolaşmak mı? Dolaşmak ha? Hem de kışın? Şu ince pardesünün içinde, zatürree olmaya
mı niyet ettin? Nereleri dolaşırdın, Laura?
LAURA : Neresi rastgelirse... çoğunlukla parklarda.
AMANDA : Hatta şu soğuk aldığından sonra bile mi?
LAURA : İki beladan ehvenişer olanı, anne. Oraya geri gidemezdim. Ben... çıkardım... ortalığa
kustum!”
(T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:21)
Çık bakalım işin içinden : Bu bilmeceyi nasıl çözebilirsin, bu kapandan nasıl kurtulabilirsin kendini
“MEDVEDENKO - Evet, teoride öyle...Ama işin pratiğinde nasıl oluyor bakın: Ben, annem, iki kız,
bir de erkek kardeşim topu topu yirmi üç rubleyle geçinmek zorundayız. İnsan dediğin yiyip içer, öyle değil mi?
Sonra çay, şeker? Tütün? Çık bakalım işin içinden, çıkabilirsen...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:25)
Çıkışmak : Azarlamak, sert yanıt vermek
“... daha önce tanıdığım bütün insan toplulukları içinde yabancılarla konuşmaktan en az çekinenlerin
Brooklynliler olduğunu keşfettim. Brooklynliler başkalarının içine burunlarını sokmaya bayılırlar -yaşlı kadınlar
çocuklarını sıkıca giydirmediği için genç anneleri paylar, yoldan geçenler köpeğini yürüyüşe çıkaranlara tasmaya
fazla asılıyorlar diye çıkışır.-”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12)
“Ertesi gün alfabe aracılığıyla yapılan söyleşide Clélia, Fabrice’e çıkışmadı; ona zehir tehlikesinin
azaldığını bildirdi. Barbone, cezaevi müdürü sarayındaki mutfak hizmetçilerine kur yapan adamların saldırışına
uğramış, neredeyse ölesiye bir temiz pataklanmıştı. Hiç kuşkusuz bir daha mutfakta görünmeye cesaret
edemezdi. Clélia bir de, onun uğruna babasından panzehir çaldığını itiraf etti. Bunu da Fabrice’e gönderiyordu.
Önemli olan, şimsdilik içinde acayip bir tat bulunacak her türlü yiyeceği hemen geri çevirmekti.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:382)
Çıkmak; Dışarı çıkmak : İki kişinin (genellikle karşıt cinsten) yakın arkadaşlık amacıyla bir dostluğa
başlamaları; Artık memleketimizde de alışılmış deyimiyle İngilizce’deki ‘date’; ‘Ava çıkmak’; Büyük abdestini
yapabilmek (def-i hacet)
“Zaten deniz kadar bilinmez bir şey var mı? Kim bilir oltaların yetişmediği, ağların serpilmediği
denizlerde ne tatlı, güzel balıklar; ne haşin, yırtıcı, hayal edilmez canavarlar vardı.
-Gördüm, Trifon. Bir kıştı. Toriğe çıkmıştık. Bulunduğumuz nişanda pamukbalığı dedikleri bir canavar
olduğunu işitmiştik. Bu balığın yavrusu yirmi, yirmi beş kilo ağırlığında olurmuş diye duyardık.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hristopulos Gemisi”, sa:16)
“İki aylık çalışmanın sonunda, Maria bir sürü evlilik teklifi almıştı bile, içlerinden en az üçü de gayet
ciddiydi: bir mali müşavirlik şirketinin müdüründen, ilk akşam çıktığı bir pilottan ve bir çakı ve bıçak
mağazasının sahibinden. Üçü de Maria’ya ‘onu bu hayattan kurtarmaya’, eli yüzü düzgün bir ev, bir gelecek,
belki çocuklar ve torunlar sunmaya söz vermişti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:85)
“Birçok Avrupalı doktor geldi ve peşlerinden de dakikalarcaa elimi sıkıca tutarak oturan Harold:
‘Ee, eski dostum? Ee eski dostum? diye tekrarlayıp durdu, gözlerimi yüzümden ayırmadan. Beni
eğlendirecek yüzlerce hikayesi vardı. Gertie, onu, koltuğu üç rupi sekiz anan’dan sinemaya götüren, zar zor
öpmeye cesaret etmiş, kesesi hayli dolgun, Middle Bank yöneticilerinden biriyle çıkıyordu.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:30)
“Oysa, ‘baban kızıyla her ‘çıkan’ (bu kelime bu anlamda Türkçede ilk bu sıralarda kullanılmaya
başlamıştı) gencin ne iş yaptığını ve kızıyla ne zaman evleneceğini bilmek zorunda mı?’ demek de isterdim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:315)
“... güzel giysileri içinde kuru ve taze, mevsimlik pardösüsü içinde; giyinmesini bilmekle tanınır o, bir
kadın onunla dışarı çıkmaktan gururlanabilir, o pencerenin altındaydı ve ben çırılçıplak gecenin içindeydim,
üşümüştüm ve ellerimle karnımı ovuşturuyordum, çünkü hala ıpıslak olduğuna inanıyordum. ‘Bir dakikalığına
buraya çıktım,’ demişti, ‘yalnızca odanı görmek için.’ İki saat kaldı ve yatak gıcırdadı - şu pis demir karyola.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:129-30)
Çıkmaza girmek : Problemlerle artık başedememek; dönülemeyecek bir yolun, bir işin sonuna gelmek
“İlk karşılaşmalarının üzerinden daha beş ay geçmeden, 12 Mart 1979’da düğünleri yapıldı. Ondan beş
ay sonra evlilikleri çıkmaza girmişti bile. Babası, annesiyle olan anlaşmazlıklarını, uyuşmazlıklarını sayıp
dökerek oğlunun canını sıkmak istemedi; ancak durumu özetledi: Birbirlerini seviyorlardı ama geçinemiyorlar,
evliliği yürütemiyorlardı.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:59)
..... çıksın (Aceleniz, canınız, yemeğiniz) : Olmaz olaydı, yok olaydı, bıktım usandım anlamında bir ünlem
“TOINETTE (Odaya girerken.) - Geliyorum.
ARGAN - Hay rezil! Hay kaltak!
TOINETTE (Başını bir yere çarpmış gibi yaparak.) - Hay aceleniz de çıksın! Ortalığı öyle gürültüye
boğuyorsunuz ki yetişeyim derken başımı pencere kepenginin köşesine çarptım!..”
(Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:17)
Çılgın; Çılgına çevirmek : Aşırı sinirli, akıl almaz durumda, deli; Bir başkasını aşırı sinirlendirmek, deli
etmek
“KATİLİN ŞARABI
----------------------Tuttum ondan bir buluşma diledim,
Akşam, bir yol üzerinde, karanlık.
Geldi de doğrusu! -çılgın yaratık!
Biz hepimiz biraz kaçığız derim!”
(Ch. Baudelaire<1821-1861>, “Kötülük Çiçekleri”, sa.197)
“Kitaptaki (Kaplıcalı Bir Konuk) ‘Hollandalı’ bölümü, zekice kaleme laınmış bir psikoterapi
incelemesine benzer. Haag’lı bay, 64 no’lu odada kalan bu komşu umursamaz, masum biridir; gürültülü yaşam
belirtileriyle bitişik odadaki duyarlı ve sinirleri aşırı gerilmiş hasta Hesse’yi çılgına çevirip canından bezdirir.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:131)
Çılgına dönmek : Pek çok sinirlenmek, kendini kaybetmek
Bk.: Aklını kaybetmek; Deliye dönmek
“Kurşun geçmez haberini de duyunca Abdi Ağa çılgına döndü. Bir koşu, soluğu Siyasetçinin
dükkanında aldı. Meseleyi söyledi. Hemen, Ankaraya bir tel yazılmasını istedi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:387)
Çılgınca eğlenmek : Parti ya da düğünlerde, sabahlara kadar içerek, dans ederek, vur patlasın, çal oynasın
eğlenmek
“Santiago Nasar bile bu olayda iyiyle kötüyü birbirinden ayırdedememişti. Soyunmadan yatmış, çok az
uyumuş, kötü bir gece geçirmişti. Sabahleyin uyandığında kafası kurşun gibi ağırdı ve ağzı apacıydı.” Bunun
nedenini de gece katıldığı, sabaha kadar çılgınca eğlendiği düğünün doğal olan yorgunluk ve yıkımına
bağlamıştı.”
(G.G. Marquez, “Kırmızı Pazartesi”, sa:9-10)
Çımgışmak : Uyuşmak, ürpermek
“ ‘Yeynidim, <kendimi yeniledim, toparladım>’ dedi gülerek, ‘yundum <yıkandım>, arındım. Yunmuş
arınmış yatağa girdim, ömrümde böyle deliksiz bir uyku uyumadım.’
‘Ben de senin bu kadar genç olduğunu bilmiyordum.’
Nişancı onun elinin üstüne elini koydu; öyle bir sıcacık, yumuşacık okşayarak sıktı ki, Poyrazın
bedenine tırnaklarından saç teline kadar bir sevgi yayıldı. Poyraz, böyle bir sevgiyi, bedeni tepeden tırnağa
çımgışarak ilk olarak duydu, o da onun elinin üstüne elini koydu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”,Cilt:2, sa:109)
Çın çın çınlatmak, ötmek, öttürmek : Çıngırak gibi çınlamak, şıngırdamak
“Deniz, bu mevsimde çok güzel ve sakin, fakat neşesizdi. Bazan saatler geçer, üzerinde bir yelken, ince
bir duman parçası görünmezdi. Hele akşamüstlerine doğru sular, insanı hasta edecek kadar genişliyor ve
yalnızlaşıyordu. Bereket versin ben, bu tehlikeyi daha evvelden hissediyor, sahildeki kayaları kahkahalarımla çın
çın öttürüyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:63)
“Pek çok kez çalıp durdular melodiyi, zamanla melodiyi nasıl çalacakları konusunda çnceden
anlaşmalarının gereği kalmadı, her yineleyişinde ezgi kendiliğinden süsler, bezeklerle zenginleştirildi. Kuşluk
vaktinin güler yüzlü aydınlığına boğulmuş çıplak küçük salon, çın çın öten seslerle bir bayram havası içinde
yankılandı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:50)
“Hele Anadolu’nun bir yerinde bir bataklık kurutuluşunu, yeni bir demiryolu hattı üstünde ilk trenin
işleyişini veya Seyhan alanındaki pamukların Kayseri bez fabrikasına gelip oradan beyaz patiska veya renkli
basma şeklinde çıkışını gösteren ulusal aktüalite filmleri, sinema salonlarını alkış ve sevinç çığılıklariyle çın çın
çınlatıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:181)
“ ‘Sefalet mi ? Hayır kızım, hayır, rezalet demeliydiniz. Öyle bir rezalet ki, Karun’un hazinesi olsa
örtemez, İstanbul’un dört bir köşesinde çın çın ötüyor. Ağabey, ağabey, kuzum, sizin kulaklarınız tıkandı mı ?
Gözlerinize perde mi indi ?’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:33)
“Andronikos onu tanımıştı. Şimdi, orta yaşlı, göbek bağlamış, açık renkli giysisini işlerinin iyi gttiğini
göstermek istercesine ikide birde düzelten, ikide bir çın çın öten kahkahalar atan bir adam olmuştu.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:22)
“SEYRET NEFES ALIŞINI
----------------------------------Söner nemli gözlerinde
fırtınası bir acının
ve altın renkler içinde
gümüş orak öter çın çın.”
(Nikolay Liliyev<1885-1960>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.03.09)
“Çığlıkllar yükselmeye, kırık mızraklar, parçalanmış zırhlar, miğferler ortalığı doldurmaya başlamıştı.
Korkunç bir savaştı bu. Ölü askerler, ölü atlar doldurmuştu her yeri. Kral Arthur, atını bir oraya bir buraya
sürüyor, kılıcını her kaldırışında bir can alıyordu. Kılıcının sesi çın çın ötüyordu havada. Kuşların sesi duyulmaz
olmuştu savaşın çığlıkları, gürültüleri arasında.”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:21)
“Heceler çın çın ötüyordu. Trik-trik, trik-trik! Şiirdeki korkunç mekanik boşluk onu şaşırttı. Hiçbir işe
yaramayan bir makinenin çıkardığı ses gibiydi kafiyeler. Trik-trak, trik-trak. Durmadan başını sallayan mekanik
bir taşbebek gibi. Şiir! Abesle iştigal! Kendi abesliğinin, boşa geçmiş otuz yılın, yaşamını sürüklediği kör
kuyunun farkında olarak uyanık yattı öyle.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:46)
“YOKSUL ÜLKELER ZİRVESİ; GAO
--------------------------------------------------------------
Daha soğuk iklimlerin şık giysileri için
Kırkılmış koyunların yünleri
‘Yardım’la AIDS arası bir yaşam sürüyorlar
Ötüyor boş kaseleri çın çın.”
(Niyi Osundare<d.1947>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.04.09)
“O sırada sağdan soldan çın çın öten kadın, kız sesleri gelmeye başladı. Çilek toplamaya onlardan sonra
çıkan komşuların sesleriydi bunlar. Aralarında Akulina Teyze de vardı. Bu sırada kuşluk vakti olmuş, kızların
çömleklerinde epey çilek birikmişti.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:112)
“Doğru işitmiş miydim söylediğini? Benimle oturmak ha? Tanrım, ey Mangabas Meryem’i! Analığım
onu görse, Ponta Negra Plajı’na dek çın çın ötecek bir çığlık atardı. Sonra da süpürgesiyle İsaura’yı çağırır, onu
merdivenlerden aşağıya yollardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:11)
“... bu kahkaha Lord Raker’ın perukasını bir gecede griye döndürmüş ve Leydi Canterville’in Fransız
mürebbiyelerinden üçünün daha bir ayı doldurmadan kesinlikle işten ayrılalacaklarını bildirmelerine neden
olmuştu. Böylece hortlak, tonozlu eski çatı çın çın ötünceye kadar, en dehşet verici kahkahasını sergiledi.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:69)
Çıngar (cıngar) çıkarmak; Çıngar kopmak : Kavga, döğüş yaratmak
“Dudaklarından varla yok arası bir gülümseme geldi geçti Bayram’ın. ‘Şuna bir selam atayım.’ diye düşündü.
Sonra vazgeçti. ‘Eşşekleşir.’ Dedi. ‘Selamı mahana eder de vakitsiz bir çıngar çıkarır.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:115)
“Fellahlar yavaş yavaş ilerliyorlardı. Biraz daha da yaklaşmışlardı. Biz istifimizi bozmadık, ama
Raymond, ‘Çıngar çıkarsa, Masson, sen ikinciyi üzerine alırsın. Ben benim belanının icabına bakarım. Bir
üçüncüsü gelirse, o da senin Meursault!’ dedi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:56)
“Bu kaba şakaları hiç kaldıramayan hancı, başka bir çıngar çıkmadan konuğuna şu lanet olası
şövalyelik rütbesini vermeyi kararlaştırdı. Bunun ardından, böyle olduklarından hiç haberdar olmadığı, fakat
şimdi boylarının ölçünü almış bulunan o kaba tereslerin saldırganlığından dolayı özür diledi…”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25)
“İnsanoğlu zayıf ve alçaktır. Varsın her yerde bize karşı baş kaldırıp isyanlarıyla övünsün. Çocukçadır,
okul çocuklarının böbürlenmesine benzere bu. .. Çıngar çıkarıp öğretmenlerini sınıftan atan çocuklara
benzerler…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:161)
“İri yarı, bağırıp çağırıp sayıp söven biriyle kendi halinde, çekildiği köşede sessizce oturan açık mavi
gözlü yabancının arasındaki seçimi bırakın ben yapayım, hangisine daha büyük zevkle saldıracağıma karar
vereyim. Göreceksiniz, benim çizdiğim tipten her an bir çıngar kopacak gibi tedirgin olacaksınız!”
(O. Henry, “viski soda”, sa:265)
“SESLER Bir daha de bakayım! (Çıngar çıkar, kapışmak üzere olan iki adamı ayırırlar.)
İtiş kakış yok!
Bu geceEsas adam kimmiş gör!
Pis Hollandalı!”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8)
“Adam gitti, duvara tosladı, hepsine kötü kötü bakarak: ‘Pis Fransızlar!’ dedi. ‘Sıkıysa bir daha söyle,’
dedi Marchesseau. Lucien çıngar çıkacağını anladı. Marchesseau Fransa söz konusu oldu mu şakaya
gelmiyordu. ‘Pis Fransızlar!’ dedi yabancı. Fena bir tokat yedi ve başı öne eğik, homurdanarak ileri doğru atıldı:
‘Pis Fransızlar, pis kentsoylular, sizden tiksiniyorum, diliyorum hepiniz geberirsiniz, hepiniz, hepiniz!’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:217)
“Marie erkeğini görmüştü, sarhoşa benzemiyordu, ama yakından, suratının halini görünce içtiğini ve
çıngar çıkarmaya hazırlandığını anladı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:159)
“Kocası hep bir adım önde olduğu ve tam o anda görüş alanına giren şeyler hakkında durmadan bilgi
verdiği halde, Margot’nun yalnız Doktor Hanım yani Ellen’i düşündüğünü fark edecekmiş. Ve fark ettiği zaman
da, onlar kestirme yolun daha yarısına gelmeden çıngar çıkacakmış. Ve açık havada kavga etmek, birbirine
bağırıp çağırmak, evdeki kavgadan çok çok daha kötüymüş.”
(M. Walser, “Birbirimiz Olmadan”, sa:7-8)
Çıngıraklı kahkaha atmak; Çıngıraklı kahkahalarla gülmek : Etrafı çın çın öttürecek şekilde kahkaha
atmak
“Birdenbire avurtları birbirine çökmüş, uzun etekli, uzun boylu, diri memeli bir hatun askerin önüne
çıktı. Asker:
-Çekil, kadın! dedi. Kadın çıngıraklı bir kahkaha attı. Şube reisinin hanımını belinden tutmuş olan
rastıklı taze:
-Adi mahalle karısı, diye söylendi. Kadın bu sözü işitmişti. Yine o çıngıraklı kahkahasıyla güldü.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:22)
“ ‘Ne dedi sana?’ diye sordu Alberto.
‘O mu?’ Marcela çıngıraklı bir kahkaha attı. ‘Hiiç. Yanda oturan kadının Senora Bilmemkim
olduğunu söyledi. Çok garip bir adı vardı, hatırlamıyorum. Pluto gülmekten katılıyordu. Otomobilden birşeyler
söylemeye başladı, o da kapıyı kapadı. Hepsi bu.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:427)
“Çok tatlı bir gülüşü vardır. Yanında bir kadın daha vardır ki, o kadın geçkince bir kokonadır. Uzun
uzun ve çıngıraklı kahkahalarla güler. İki kadın, yani kokona ile küçük hanım her zaman birlikte gezerler.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:178)
Çıngır çıngır bağırmak : Bangır bangır, avazı çıktığı kadar bağırmak
“Birtek korkusu vardı: İçeriden onun geldiğini fark etmeleri. Her korktuğu gibi, bu da sonunda başına
geldi. Onları kapının yanında ilk önce gören Nermin oldu. Genç kız, çıngır çıngır bağırarak Kamran’ın geldiğini
haber verdikten sonra yanlarına koştu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:392)
Çınıltı; Çınlamak : Zil gibi çın çın çınlamak
Bk.: Kulakları çınlamak
“ÖZLEM
Sevgilim, yanımda kal
Gecenin esrar perdesinden korkuyorum.
Nice acılardan geçtim
Ürküyorum fıırtınanın ulumasından.
Ve çınıltısından kilise çanlarının
Gözyaşlarım sessizce
Özlemlerime dökülüyor.
“Else Lasker-Schüler<1869-1945>-Arife Kalender; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.03.09)
“Bu arada, pencerenin yanında dururken her yanını saran olağandışı bir karıncalaşma ve titreşmenin
ayırdına vardı, sanki üzerlerinde bir esinti ya da beceriksiz parmaklar gezinen binlerce telden oluşmuştu. Bir
ayak parmakları ürperiyordu, bir ilikleri. Leğen kemiğinin oralardan çok garip duyumlar geliyordu. Saçları diken
diken oluyordu. Kolları, yirmi yıl kadar çınlayıp tıngırdayacak telgraf telleri gibi çınlayıp tıngırdıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:158)
Çıpıl : Ağrılı ya da enfekte olmuş, hastalıklı gözkapakları olan göz
Bk.: Çipil
“Duvar dibindeki resim makinesinin başına geçti, çıpıl gözlü sarhoş, numara sırasiyle resmimizi
çekmeye başladı. ‘Şuraya bak,’ ‘Ağzını kapa,’ ‘Aman sallanmayalım! Şu kadar paralık kağıdı gavur ederiz bey
baba,’ diyerekten gör nasıl paralanmakta...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:173)
Çıplak ayaklı-dilenci Augustinyen rahipleri : Hıristiyanlığın Romalılar tarafından kabulü ve Avrupaya
yayılması zamanlarında, Kuzey Afrika’da Hippo (Su Aygırı, At) mevkiinde rahiplik yapan ve tüm zamanların en
tanınmış, saygıdeğer ve başarılı rahiplerinden biri olan St.<Aziz> AUGUSTINE’in kurduğu mezhebin
hizmetkarı rahipler. Aziz Augustine M.S. 354-430 Yılları arasında yaşadı; babası bir putperest, annesi ise bir
azize (Monica) idi. Önce, “Manichaeism” Mezhebinin <Ölmüş kişilerin ruhlarını mabutlaştırma taraftarlığı;
kurucu: Manes> izleyicisi iken, 387 yılında vaftiz edilerek Roman Katolik oldu; 391’de, Afrikada “Hippo”ya
Başrahip olarak tayin edildi. İlk kitabı: “Civitas Dei”<Tanrının Şehri> ona gerekli ünü verdi, bunu
“Confessions” -J.J. Rousseau’ya asırlar sonra ilham kaynağı olacak “İtiraflar”-ı izledi. Onun kurallarını,
Roma Katolik Kilisesi XI. yy.’da resmen benimsedi ve yayımladı ki bunlara “C a n n o n s” denir. Aynı şekilde,
1250 tarihlerinde, onun hizmet prensiplerine dayanan “dilenciler mezhebi” kuruldu ki bu isim onların dilencilik
yaptıklarından dolayı olmayıp, çıplak ayaklı kılık kıyafetlerinden dolayıdır daha ziyade. Rönesans’ın en ünlü
ressamlarından Sandro Botticelli <Gerçek ismi Alessandro Filipepi, 1447-1525>nin en ünlü iki eserinden biri:
“Dante’nin Portresi” ve diğeri de:“Aziz Augustine Hücresinde”dir.
“Pazar ayinine katılma görevlerini yerine getirebilecekleri kiliseler yok değil çevrede, örneğin çıplak
ayaklı Augustinyen rahiplerininki çevredeki en yakın kilise, ama eğer, genelde olduğu gibi, Padre Bartolomeu
Lourenço mevkiinin gereği olan sorumluluklarla ya da saray işleri ile meşgulse, ki hergün buraya gelmesi
gerekmez ama, yine de çok fazla zaman alıyor bunlar.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:95)
Çırak : Zanaatte kalfalığa ve ustalığa varacak üç kademenin ilki; Azat edilmiş köle
“Üç aylarda vaaz eder, ramazanda fitre, zekat toplar, cenazeye, ıskata, devir hatmine gider; yele,
kulunca, baş ağrısına, iç sıkıntısına, havaleye okur, karnını doyurur, ev besler. İlk karısı bir kara çıraktı.
Yoksulluktan öldü. Şimdi beyazını aldı.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:355-6)
“Ona kalsa hemen giderdi güneye, ihtiyarın sözünü ettiği yeni tekniklerin öğrenilebileceği yere. Ama
akıl alır şey değildi bu. Bir çırak parçasıydı, yani bir hiç. Aslına bakılırsa böyle demişti Baldini -Grenouille’un
dirilişine başlangıçta duyduğu sevincin üstesinden geldikten sonra-, aslına bakılırsa, bir hiçten bile az bir şeydi,
çünkü doğru dürüst bir çırak olabilmek için kusursuz, yani evliliğe dayalı bir kökeni olması, zanaatçı ailesinden
geliyor olması, bir de çıraklık sözleşmesi olması gerekiyordu ki onda bunlardan hiçbiri yoktu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:110)
Çırayla aramak : Değerinden ötürü fellek fellek aramak, özlemini çekmek
Bk.: Mumla aramak
“Bunun için bankalarda, İmparatoriçe Mariya kurumlarında (Hayır derneği) hatta gümrükte bile
çalışabilirdi. Yeter ki, beş bin rublesini versinler, bir de değerini anlamayanların bakanlığında onu çırayla
arasınlardı.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:45)
Çırçıplak; Çırıl çıplak : Elbiselerin tümüyle vücuttan çıkarılması; Yapa yalnız kalmak
“Bir Kadından Dünyaya Gelmek Ayrı
Olmak Demektir
<1968>
Bir kadından dünyaya gelmek ayrı olmak demektir
kendi efendisi olan vücut
yeniliğini kuşanır ve bir alevdir artık
-----------------------------------------------yeryüzü dağ başında güneşin altında
çırılçıplak parlarken”
(Homero Aridjis<d.1940>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.08.04)
“IRMAK
Yüzüme gümüş serinlik kabarcıkları
üfürme sarhoşu
ne başı ne de sonu olmayan canlı ve
heyecanlı ırmak.
Sazlıklar arasında çın çın bir gülüş! Ve tatlı
dokunuşu
can evime bir bakire kız elinin titreyerek
çırılçıplak...”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“Daha sonra, o gece olup biteni kafasında yeniden kurgukarken, saate baktığını, saatin on ikiyi geçtiğini
görünce o saatte kendisini kimin arayabileceğini merak ettiğini anımsayacaktı. ‘Aman yine kötü haberdir,’ diye
düşündü. Çırılçıplak yataktan çıktı, telefona doğru yürüdü, telefonun ikinci çalışında hizeyi kaldırdı. ‘Evet?’ ”
(P. Auster, “Cam Kent” - New York Üçlemesi 1-, sa:10)
“TERS AYNA
Çırılçıplak izlenmiş
kuduz, karacam gözlerinle
akkor bir öfkeyle ve kör gözlerini
sana dikerek havlıyor
ayna köpek:”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:78)
“Bu tür yakınlıklar, ablanla ilişkinizin temelinde vardı. Ta baştan beri, kendini bildin bileli onun
yanında utandığın ya da çekindiğin bir an olmadı. Küçükken beraber yıkanırdınız, ‘doktorculuk’ oynayarak
merakla birbirinizin vücudunu keşfederdiniz, eve kapanmak zorunda kaldığınız fırtınalı ikindi vakitlerinde
Gwyn’in en sevdiği oyun çırılçıplak soyunup karyolanın üzerinde zıplamaktı.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:91)
“İnsanın aklına Bay Boş’un bu onur kırıcı pozisyonda yakalanmaktan (donu aşağıda, cılız penisi
çırçıplak, sıska bacakları arasından sarkmaktadır) mahcub olacağı gelebilir, ama durum öyle değil. Bay Boş’un
Anna’nın yanında hissettiği, sahte bir alçak gönüllülük değildir.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:26)
“-Size kendisini yalancıktan bir gösteriversin, yetiyor; birincisinde değilse de ikincisinde, üçüncüsünde
inanıyorsunuz. Savaşımdan yenerek çıkacak olanlar bununla da yetinmez! O yenilmez ressamlar öyle
kaçamaklara aldanmazlar; doğayı çırılçıplak, asıl ruhuyla görünmek zorunda bırakıncaya değin direnirler.
Rafaello işte böyle yapmıştır...”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:19)
“GİZ
Birinci giz;
Ben senin fesatlığını
sevdim,
kin tutan ruhumla
senden beklediğim
utanmaması için.
İkinci giz:
Seni ilk
göreceğim zaman
çırılçıplak
sorular yanıtlayacağım”
(Ayşe Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.09.05)
“Geri Dönmek
Sevgili oğul geri döndü California’dan
ateşten gömleği içinde, bırak uyusun bu yüzden.
Bütün aile titriyor üzerine: bu kez başaracak mı?
Neredeydi, sevgili oğul? Kimse sormuyor bunu Samari’daki tuz kayası geçidinden indi,
volkanların, kartalların sez görülerini edindi.
Dişi bir aslanla karşılaşıp düşünü anlattığı,
timsah kumsalına uzandı, çırılçıplak,
Tepede yaşayan bir kadını sevdi,
ılıktı aşk, ılıktı, kuru otlardan daha ılık.”
(Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05)
“MR YÜZDE BEŞ JR
Çırılçıplak soyunduğunda bile
bir orkide takılmış gibiydi yakasına.
Koskoca bir kenti doyuracak güçteydi ama
Hep şunu derdi: ‘İki kişinin katkısı vardır bir yemekte.’
Ve aşçısıydı her zaman o iki kişiden biri.”
(Klavs Bondebjerg<1953-2004>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.06)
“FIRTINAYA TUTULMUŞ KERUBUS
--------------------------------------------------
Ama tüy gibi hafif ve suskunum,
yorgunluk benden uzak,
kimse yıkamaz beni
derinliğin ağır ve ılık,
ölüm ve çürümüşlük,
bozulmuş kızlık, kan ve analık
kokuları içinde...
Bir yana itmişim utanmayı,
çırılçıplağım denizin önünde...”
(Jörgen Gustava Brandt<d.1929>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.08.03)
“Acı şimdi ruhunu sarıyor, güçten düşürüyordu sanki. Çünkü beş yıldızlı bir otelde, önünde votka ve
havyar, bacaklarının arasında bir kamçıyla çırılçıplak tiyatro yapmak başkaydı; taşlardan parçalanmış çıplak
ayaklarla soğukta yürümek başka. Pusulasını şaşırmıştı artık.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:178)
“GÖREMEDİĞİMİZ
Güz indi mi
Altın sarısı olur yapraklar
Dallardan düşerlerken
Üşütse de bizi
Bu görüntü çırılçıplak
Benzer bir sevince yaprakla dal”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak”, sa:75)
“MEZAR GEZİSİ
--------------------Unutulup gideceğim. Bir gün, kimse adımı bilmeyecek
artık, ama ben onun adını bileceğim. Bir
akşam, şanlı ve zengin olarak döneceğim,
kapısını çalacağım, çırılçıplak, ama yanıt
verilmeyecek bana, kapıyı açtıktan sonra,
gözlerine göründüğüm zaman bile.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:64)
“BEN ÖLÜNCE
-----------------Ben ölünce
uzatın onu, çırılçıplak,
nehrin kıyısındaki bir kayanın üzerine.
Ulusal Oyun Park’ında
ait olduğu yere.
Ormanları, nehirleri, madenleri vardır.
Vahşi sesleri vardır, yalnızken
duyduğum, bir yontu gibi kıpırtısız.”
(Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.03.08&01.05.08)
“Kasvetli, soğuk, sisli, av için bulunmaz hava. General çocuğun soyulmasını emrediyor, çırıl çıplak
ediyorlar. Çocuk titriyor, korkudan deliye dönüyor, gık deyecek hali yok…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:137-8)
“DOKUZ TÜR SUSKUNLUK
------------------------------------Suskunum.
Özellikle konuşmak gerektiği zamanlar dışında.
Oldukça şamatacıyım o zaman, aşık olur adamlar
bana,
Kadınlar sorarlar çay da mı kahvaltı da mı buluşalım
diye.
Sonra, bastırarak utancımı, yeniden kıvrılıp uyurum
yünlü, sıcacık
Kozamda, beni tanıdığın dokuz tür suskunluk içinde:
Çırıl çıplak.”
(Finuala Dowling<d.1962>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.07.06)
“Tepesinde, bir korkulukla çevrelenmiş kare bir tür balkon vardı. Tam ortasında çadırı andıran küçük
bir şey yer alıyordu. Balkon sütundan biraz genişti, balkonda oturabilmek için bacakları aşağı sarkıtmak
gerekiyordu, çadırın içinde de ancak çömelerek ve büzülerek oturabilirdi. Yukarıda, bacaklarını aşağı sarkıtmış
Baudolino oturuyordu ve çırılçıplak olduğu görülüyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:528)
“Mevlana bir gün buyurdu ki: Akıllı insanlar o kadar zahmetler ve sonsuz sıkıntılar çektiler. İnsanlar
faydalansın diye gümüş ve altını toprak ve taştan çıkardılar. Şimdi de bu alçaklar, kimse faydalanmasın diye bu
gümüş ve altını toprağın altına gömmeğe çalışıyorlar. Sonunda bunlar, bu dünyadan çırılçıplak gidecekler.
Altınlar ve gümüşler geride kalacak. Şiir:
‘Sonunda, işlerin tamam olmadan, ekmeğin tamamiyle pişmeden, kendin olgunlaşmadan bu dünyadan
gideceksin. Sen, haraç olarak kum gibi altın toplasan da günün birinde yine öleceksin ve onlar senden
artakalacaklar.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:632)
“Bayan Baez Kahve Servisi Yapıyor
Üçüncü Katta
---------------Alevler akıyor
merdivenlerden
çırılçıplak bir deli
sesleniyor komşularına
isimleriyle
kesik kahkahalarla salonda.”
(Martin Espada<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.07.06)
“Zırhlarını hiç çıkarmamış olan Lakodeimonlular hantal adımlarla zıplıyorlardı. Bazıları açık saçık
hareketler yaparak kadınlar gibi yürüyordu. Başkaları, kupaların ortasında gladyatörler gibi dövüşmek için
çırılçıplak soyunuyordu. Bir Yunanlı topluluğu, üzerinde su perilerinin resimleri görülen bir vazonun çevresinde
raks ederken, bir Zenci tunç bir kalkanın üzerine bir öküz kemiğiyle vuruyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:17)
“-Benim sevgili can yoldaşım, diye yanıtladım onu, beni huzursuz eden ve bana hakim olan şiddetli bir
tutku içindeyim. Tutkular huzurumun düşmanıdır, buna katılıyorum; iyi ama, onlarsız da ne endüstri ne de sanat
olurdu şu yeryüzünde. Herkes bir gübre yığını üzerinde çırılçıplak uyuklayıp dururdu.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:29)
“Bazan güneş, bazan rüzgar, bazan ay ışığı, gelini saklayan ince duvakları bir yana üflüyor ve çekiyor.
Katmer katmer duvaklar açıldıkça, adaların bütün sevgi ve sevimliliği bir gelin gibi çırılçıplak titreyip kızrıyor.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:29)
“Euphro, Thais, Boidion, yaşlı kadınları Diomede’nin
ve kaptanların emrinde yirmi kürekli gemi,
hepsi de savruldu kıyıya birer birer, çırılçıplak,
daha da perişan, kazaya uğrayan gemiciler
Agis, Kleophon ve Antagoras’tan. Durma kaç,
Aphrodite’in korsanlarından, onlar ki Siren’lerden
daha büyük düşman.”
(Hedylos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:58)
“----------
yerde....
çırılçıplak...
ısırıp öpüyorduk birbirimizi...
bir gözümüz kapıda...
çıplak yakalanmayalım diye...
acele ediyordu kadın...
ve ben düzüyordum onu...
sıyırıyordu başına kadar
soyar gibi sosisi...
lanetler okuyup Bapolas’a...”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:66)
“Türküler Vardır...
Göl 2
------Ortalık büyülenmiş gibiydi sanki Nasıl iç çekebilirdim bu büyüyü bozmadan?
Utanıyordu çocuk-bedeni
Çırılçıplaklığı karşısında suyun”
(Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05)
“Güneş, Kastello’ya ulaşmış, damları ışığa boğmuştu. Şimdi kabarıyor işte ve inişli çıkışlı yokuşlara
yayılıyor, köyün kaskatı çirkinliğini acımasız, çırılçıplak ortaya koyuyor. Kül rengi, asık suratlı bir köydü bu;
kupkuru, taştan yapılmış, evlerinin kapılarını kurtlar kemirmişti, iki büklüm giriliyordu içeriye; kapkara,
kasvetliydi eviçleri.”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:11)
“Köy bir Rum köyüydü. Onlar gittikten sonra köyü Anadolu göçmenlerine vermişlerdi. Bunlar sürgün
değillerdi Bunlara ev bark vermişlerdi. Asık sürgün Çerkeslerdi. Onlara ne ev ne tarla vermişlerdi. Onları
Anadolunun dağlarına, Arabistan çöllerine çırılçıplak sürmüşler, başınızın çaresine bakın demişlerdi. Onlar da
Emir saraylarının muhafızları, Arap Şeyhlerinin silahşörü olmuşlardı. Böyle işleri bulamayanlar da açlıktan,
yokluktan ölmüşlerdi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:11)
“Chantal onu karşısında görünce şaşırıyor ve karmakarışık duygular içinde bulunduğu o anda, içinin
derinliklerinden güçlü bir dalga halinde yükselen bir sıcaklık, karnını, göğsünü dolduruyor, yüzünü kaplıyor.
Alev alev yanıyor. Çırılçıplak, her yanı al al olmuş durumda.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:162)
“Duisburg’dan dönerken, hiç olmazsa bir adım atmış olmanın huzuru vardı Roxy’nin içinde. Eve
gidince diskçalarını ve parasını saklamanın yolunu bulmalıydı. Belki de arkadaşlarından ödünç aldığını
söyleyebilirdi. O gece rüyasında kendisini, camlı kabinin ardında çırılçıplak hip-hop söylerken gördü. Elleriyle
çıplak bacaklarına vuruyor, tempo tutuyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:82-3)
“Van gölünün dibi kadar derin on yedi yaş uykularına dalmış olan Meryem, düşünde kendisini
çırılçıplak bedeniyle Zümrüdüanka kuşunun boynuna binmiş uçarken görüyordu. Anka kuşu da kendi ince
bedeni gibi bembeyazdı ve onu hiç sarsmadan, incitmeden bir tüy gibi uçuruyor, köpük köpük bulutların
arasından geçiriyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:7)
“ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ
----------------------------------------Diyorum, güvercini aşağılayan o adam konuşmalıdır
Sütunların arasında çırılçıplak haykırmalıdır
Cüzamına eğilmek için bir böcek olmalı
Ve öyle korkunç ağlamalıdır ki
Gözyaşlarının
Yüzükleri ve elmas telefonları sıyrılıp gitmelidir..”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:70)
“Dehşet içinde kalmıştım. Aklıma gelen tek şey geldiğim yerden kaçıp gitmek olmuştu, tam o sırada
dağ sabunu kokan löp löp etli çıplak kadınlardan biri arkamdan bana sarıldığı gibi kucağına alıp çırılçıplak
dolaşan kiracı kadınların bağrışmaları ve alkışları arasında, ben yüzünü bile göremeden, mukavvadan yapılma
bölmesine götürdü.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:105)
“ ‘Ama, azizim, bir kimse etrafına şöyle bir baktı mı, mesele kendiliğinden bütün açıklığı ile ırtaya
çıkar. Eğer insan zekası, yaratıcının yarattığı gibi kalarak..... hayvani bir yazgıya boyun eğme şeklinde var
olsaydı, biz, ..... öldürdüğümüz hayvanların ve kardeşlerimizin etiyle ya da güneş ve yağmur altında yetişmiş çiğ
sebzelerle beslenmek suretiyle çırıl çıplak yaşardık.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:234)
“DEVLET MEMURU
-------------------------Kaygısız gülüşün
ağır saatlerin
acısız kederiyle süslenmiş.
Aylak bir yıldız
geçiyor gökyüzünü çırılçıplak.”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“CENNETİN KAPISI - Idoto
Senin huzurunda Idoto anne,
öylece duruyorum, çırılçıplak,
Suları bol varlığının huzurunda,
umursamaz biriyim.
bir tesbih ağacına yaslanmış;
masalında kaybolmuşum...”
(Christopher Okigbo<1932-1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.12.08)
“YAĞMURLAR VIII
--------------------------Ama verdik işte kendimizi çırçıplak o humus ve günlük kokusuna, kara kızoğlankız tadında
yeryüzünün uyandığı.
... İşte sepserin yeryüzü yüreğinde eğreltilerin, büyük taşıllar ağışı kil akışlı kayalara,
Ve bora sonrası içleri parçalanan güllerin teninde, yeryüzü, kadın olmuş kadın tadında yeryüzü.”
(Saint-John Perse-Sait Maden, “Şiir Artlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.06.02)
“MR. YÜZDE BEŞ JR.
Çırılçıplak soyunduğunda bile,
bir orkide takmış gibiydi yakasına.
Koskoca bir kenti doyuracak güçteydi
ama
hep şunu derdi: ‘İki kişinin katkısı
vardır bir yemekte.’
Ve aşçısıydı her zaman o iki kişiden biri.”
(Peter Poulsen<d.1940>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.04)
“ÖVÜNGEN MEŞE
----------------------Yüzyıldan daha yaşlı, yüz feet’den daha uzun;
Çırılçıplak dikilir patlayan soğuk göklere karşı
Yalnızca geçici inci dalları kuşkuludur yerlerinden.”
(John Crowe Ransom<1888-1974>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.05.04)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ VII
------------------------------------------Üstlerinde ne varsa çürüyüp yok olduğu zaman,
göğün yaz yıldızları arasında kalan parçaları
ve defneler arasında kalan dereler
ve ilkyazda limon ağaçları arasındaki dağ yolları gibi,
kaputlarının düğmeleri arasında serilmiş yatarlarken
çırılçıplak,”
(Y. Ritsos<1909.1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:50)
“Aşk... nefret... bir, bir daha... Bağışlayın bizi. Utancı ilk önce benim müvekkilim tanıdı. Tarihin
önünde çırılçıplak olduğunu biliyor. Güzel ve mutlu çocuklar, siz bizden türediniz. Sizleri dünyaya bizim
cılarımız getirdi.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:366)
“Beceriksiz bir tavırla bir boydan bir boya yürümeye başladı. Kadınların çıplakken yürümeleri kadar
hiçbir şey canlarını sıkamaz. Topuklarını yere basmaya alışık değillerdir. Yosma sırtını sırtını kamburlaştırıyor
ve kollarını salıveriyordu. Bense pek hoşnuttum; burada bir koltuğa sakin sakin oturmuş, boğazına kadar giyinik
bir durumda, eldivenlerim bile elimde; şu geçkin kadınsa benim emrim üzerine çırılçıplak soyunmuş, çevremde
dolanıp duruyor.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:81-2)
“Erdeme Tutsak Bir Kadın
---------------------------------Kış güneşi böylece, çırılçıplak uzanınca
Yüzünün kemiklerine sakin ve kibar bir dokunuşla
Baktı aynaya ve annesini gördü aynada.”
(E.J. Scovell<1907-1999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04)
“Böyle yüce görevi zavallı aklım belki
Anlatamaz da doğru dürüst, cılız gösterir,
Ama sendeki ruh ve düşün öyle güzel ki,
Umarım, işte onu çırçıplak verir.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:26, sa:93)
“MANGAN -... Mademki ruhlarımızı çırılçıplak soyduk, vücutlarımızı da soyalım. Kimsenin gizli
kapaklı bir yanı kalmasın. Bakalım hoşumuza gidecek mi? Artık sabrım taştı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:126)
“UÇSUZ BUCAKSIZ, YABANIL STEPLER
<1920>
-----------------------------------------------------Evde çırılçıplak dolaşırdım
Al bir bez parçası dolayıp kalçalarıma,
Esrirdim, dönerdi sevinçten başım
Tropikal otları soludukça.”
(Fyodor Sologub <1863-1927>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:25)
“ELMA <1956>
Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun
Elma da elma ha allahlık
Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı
Kuşlar uçuyor üstünde
Gökyüzü var üstünde”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:33)
“Şiir Ne? Karda Bir Çığ... <Eylül 1926>
***
Dağlarda bayılır düşerdim
çırılçıplak
Aragvi’nin arkasında öldürüldüm,
senin bu ölümde suçun yok.”
(Titsian Tabidze-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.03)
“Suvenir, büsbütün ölçüyü kaçırdı:
-Çırılçıplaksınız, ama hala böbürlenmeyi bırakmıyorsunuz. Söyleyin bakalım, nerede şimdi o göklere
çıkardığınız ocağınız? Hep ‘Benim ocağım var, senin yok,’ der dururdun. ‘Bu benim aile ocağım,’ derdin.
(Suvenir nerden de bu ocak sözünü çıkardı.)”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84)
“YANLIŞ ZAMANDA <1912>
--------------------------Yanlış zamanda gördüm seni,
Ne ki kaçamadım senden
Kader vurunca damgasını
Payımızı aldık ölümden.
Eski gücü yok saymadan, bak
Aynı hüznün içine girdik,
Boyun eğerek çırılçıplak
Aşk ayinini gerçekleştirdik.”
(Maksimilian Aleksandroviç Voloşin<1877-1932>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”,
Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.07.02)
“BİR GÜL
Odamın penceresi
bir bahçeye bakar
bahçe çırılçıplak
kurumuş ağaçlar
bir kız bilirim
hepsi ayni günde
ayni saatte
aydınlık iplere
çamaşır asar”
(Halim Yağcıoğlu<d.1919>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:505)
“Arkasından, iğrenç sözler tufanı başladı. Buteau, ne kadar küfür varsa savurdu, olayı, Françoise’ı yüz
kızartacak şekilde çırılçıplak göz önüne getiren açık saçık tabirlerle diline doladı. Françoise da öfkeden
kuduruyordu.”
(E. Zola, “Toprak, “Cilt:I, sa:337)
Çırçır : Ortalığı kasıp kavuran, gürültücü
“AKŞAM TROMPETİ
---------------------------Kopsun hele kızgın rüzgar, gürlesin istiyorum,
aralasın sonuna dek kapıların hepsini.
Ve dünyamız yeni baştan izlemeli diyorum
çırçır haçlıların o muzaffer sesini.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“AŞKLA İLGİLİ FARKLI BİR TÜMCE
Ceviz yaprağının kokusudur o,
parmak uçlarımızın sürmesi,
çırçır sesleriyle dolu
ahşap katedral kubbesi,”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
Çırpına çırpına : İhtilaç-konvülziyon’lar içinde, kasları gerilerek, çırpınarak
“Gotthold Amca, altmış yaşındaki Konsül Gotthold Buddenbrook, hüzünlü bir gecede, kızlık soyadı
Stüwing olan eşinin kolları arasında, kalp krampından çırpına çırpına can verdi.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:243)
Çıt çıkar(t)madan oturmak; Çıt(ı) (bile) çıkmamak, olmamak; Çıt duymak : Ses çıkarmaksızın, sessiz
sedasız oturmak
“Kış geceleri dar sokaklar birbirine yapışır, bir ölü aydınlık sokaklara iner; yalnız türbenin içinden ılık
bir ahret ve sakin ölüm havası eserdi. Sokaklarda çıt yoktu.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:12)
“KRAL - Sana hiçbir şeyimi vermemiştim. Her şeyimi vermek istemiştim.
GENÇ KIZ : Gürültü olmasın diye ayakkabılarımı elime alır, gece yarısından sonra koşarak odanıza
gelirdim. Korkardım, çıt çıkmasın isterdim. Gene de o uzun koridorlarda kendimden geçer, bir türkü
mırıldanırdım. Gün ağarana değin yanınızda kalırdım. Bu muydu o kurşundan sessizliğin söylediği bize bütün
gece?”
(S.K. Aksal; “Oyunlar-Kral Üşümesi”, sa:516)
“Sözlerine dikkat et geçerken yanımdan Echo,
çalçenenin biriyim ben, hem de değilim,
bir söz duymayagöreyim, aynısını söylerim,
sana da geri dönerim senin sözlerinle.
Dilini tutarsan, çıtım çıkmaz benim de.”
(Antiokheialı Arkhias, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:165)
“Gece hızla bastırıyor, havada bir serinlik, bedenine işleyen nemli bir ilkbahar serinliği var; Brick
korkmaya başlamışsa da şu anda korkmaktan çok, hala afallamış durumda. Yine de kendini tutamayıp İMDAT
diye sesleniyor. Şu ana kadar arada bir duyulan kuş çığlığıyla rüzgarın hışırtısı dışında çıt çıkmadığı için, ıssız,
kimsesiz, kimsesiz bir yer duygusu uyandıran bir sessizlik vardı.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:12)
“ ‘Neyin gerçek olmadığını kesinlikle bilemezsin. Asla bilemeyeceksin.’
‘Polis çağırırım. Kapıyı parçalar, seni de hastaneye götürürler.’
‘Kapıda bir çıt duyarsam, kafama bir kurşun sıkarım. Kazanman olanaksız.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:126)
“İhtiyar ürktü: bir ceset mi getiriyorlardı? Beyaz örtüyü sopa gibi geren sivri şey burun muydu; değerli
bir cesetmiş gibi dikkatle taşıyorlardı; çıt çıkmıyordu. Leonore’nin elleri bir buketi düzenlerken donakaldı, Ruth
altın çerçeveli bir kutlama kartını tutuyordu.”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:259)
“Gidip bir polis çağırmamı söyledi. ‘Polislerden hoşlanmam,’ dedim. Ama ikinci katta oturan
lehimciyle birlikte bir polis çıkageldi. Kapıyı vurdu. İçerden artık çıt çıkmaz oldu.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:40)
“Hecker yatakta arkasına yaslanmış oturuyor, sigara tüttürüyor, elimi ayağımı yıkarken beni
seyrediyordu. Çıt yoktu dışarıda, ama hain bir sessizlikti bu, insanın elini kolunu bağlayan bir sessizlikti, gözdağı
veren bir havası vardı; daha ağzındaki sigara sönmeden bir diğerini ateşleyen Hecker’in ellerinden heyecanlı
olduğunu ve korktuğunu görüyordum, hepimiz korkuyorduk, çünkü, henüz insan özelliğini koruyan herkes
korkuyordu.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek”, sa:124)
“Hediye 50 metre folyo kağıdına sarılmıştı. Roy folyoyu açıp duruyordu. Nihayet açtı hepsini.
‘Bir yastıkta kocayın!’ diye bağırdım.
Herkes görmüştü hediyeyi. Çıt çıkmıyordu.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:18)
“Binada kim varsa bana saygı duyardı. Siz bağırmayı keserseniz, ben de dayağı keserim, derdim. Bunu
duyunca bir süre çıt çıkarmazlardı. Biraz bekledikten sonra, yine bağırıp bağırmayacaklarını anlamak için bir
deneme yapardım. Çünkü istediğim, ne olursa olsun gık dememeleriydi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:143)
“Fakat bir şey içebilmesi de olası değildi; eğer hancı bir kamış kesip, bir ucunu ağzına yerleştirdikten
sonra, diğer ucundan şarap boşaltmayı akletmeseydi, bu işten cayması gerekecekti. Kahramanımız, başlığının
kurdelelerini kestirmektense, bütün bunlara çıt çıkarmadan göğüs geriyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:21)
“Mitya duvardan bahçeye atladı. Grigori’nin hastalığını, belki Smerdyakov’un da gerçekten hasta
olduğunu, böylece gelişini kimsenin duymayacağını bildiği halde, bir içgüdü ile durduğu yere sinerek hiç
kımıldanmadan ortalığı dinlemeye koyuldu. Her yanda tam bir ölü sessizliği vardı, sanki mahsus gibi, ortalıkta
çıt çıkmıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:47)
“Sokak sessizdi. Hızını artıran ve dimdik düşen kar tenha sokağı kaldırımlara kadar kabarık minderlerle
döşemişti. Yollarda tek bir canlı yoktu, etrafta çıt çıkmıyordu. Hüzün dolu, faydasız yol fenerleri göz
kırpıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:144)
“Derin bir soluk aldı, parmaklarını sakalının arasında dolaştırdı. Üst katta Baird uyuyordu - çömezin
görkemli uyuması uykusunda ninni gibi geliyordu herhalde. Başpapaz derdini sahil duvarına taşımaya karar
verdi. Lambayı üfleyip odadan çıktı, kapıyı arkasından usulca kapattı. Avluda çıt çıkmıyordu. Gökyüzündeki
aydan gelen parlak mavi ışık, gölgeleri mürekkep rengine boyamıştı; deniz arada bir uykusunda dönüp duran biri
gibi inliyordu. Şebboyların kokusu karanlıkla sarmaş dolaş olmuştu.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:216)
“Yaklaşık yirmi yıl sonraki bu ikinci karşılaşmamda Fidel’i daha da yakın bir noktadan izliyordum.
Karşımdaki konuşma kürsüsündeydi. Dünyanın en güzel dillerinden biri olan İspanyolcayla bildirisini okuyordu.
Salon, balkonlar, üst balkon tümüyle doluydu. Çevrede çıt yoktu. Demirel’in sahnede oturduğu noktadan onu
sevgiyle izlediğini de rahatça görebiliyordum.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:11)
“MARGHERITA, kalkarak kendi kendine. - Şuna bakın, Tanrı aşkına!
LUCIETTA, kendi kendine. - Hep böyle çıt çıkarmadan, kediler gibi gelir. (Kalkarak, yüksek sesle.)
Hoş geldiniz, babacığım!”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:19)
“Düz tekneli kayık; basık gök ki bazı bazı ılık yağmur biçiminde bize kadar inerdi; su bitkilerinin
bataklık kokusu, bitkilerin sürtünüşü. Bu mavi kaynağın bereketli fışkırışını suyun derinliği gizliyor. Çıt yok.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:43)
“Birkaç dakika sonra yavaşladı, soludu. Çıt çıkmıyordu ortalıkta ve küçük şehir uzaktaydı. Ama
Adrienne durmadı. Şimdi artık, kimi zaman çabuk, kimi zaman yavaş, gelişigüzel bir tempoyla yürüyor,
yorgunluk ve bitkinliğin, sonunda genç kızı ve korkusunu alt ettiği belli oluyordu.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:317)
“Sarmaşıklar dallara sarılıyor, tutunuyorlar, biribirlerinin üstüne basa basa tırmanıyorlardı.
Tutunacakları daha üstün bir yükseklik kalmayınca devriliyorlar ve bakışlara perde perde taraklardan bir
sarmaşık gök gürültüsü seyrettiriyorlardı. Bu uyum sulara yıkılınca sönüyordu. Bunların altındaki boşluklardan
geçiyoruz. Suda çıt yok.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:32)
“Ve, iğne düşse duyulacak kadar sessiz bir anda, Sam eline gitarını aldı. Kötü niyetli bir keneyi
kovalamaya çalışan av köpeğinin ard ayaklarıyla yeri eşelemesini de saymazsak, çevrede çıt çıkmıyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:258)
“ ‘Bunu babam söylemişti.’
‘Baban baban! Baban çok şeyler söylerdi.’
‘Babam ömründe yalan söylemedi. O vakit birbirinizle müthiş atışmıştınız da babam evde yatmamıştı,
hatırlıyor musun? Ve Eva da tıpkı şu Thelka’ya benzer. Evet tıpkı. Sana bir şey söyleyeyim mi anne, artık seni
sevmiyorum!’
Salonda çıt çıkmıyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:115)
“Bir sesle irkildi, suçlu bir şekilde döndü. Kurcaladığı eşyaları valize tıkıştırdı ve kapağını kapattı;
sonra tekrar kulak kesildi, bakındı. Hayat belirtisi yoktu, çıt bile çıkmıyordu. Fakat kesinlikle bir şey duymuştu iç geçirme gibi, yer tahtasının gıcırdaması gibi bir sesti.”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:192)
“Gezgin, yazıcıdaki çarklardan birinin gıcırdaması gerektiğini hatırlayana kadar, gözlerini dikip öylece
izledi, ama çarktan çık çıkmıyordu, un efak bir gıcırtı bile duyulmuyordu.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:65)
“O sabah erkenden, daha kimseler uyanmamışken evden çıkıp bostana gitmiştim. Yağmur yağmaya
başlamıştı sonra. Önce önemsememiştim. Hızlandığını görünce de dönmek istemiştim eve. Dönebilecek gibi
değildi artık. Dilaver Hanımın evinin arkasındaki erikliğe, oradan da evin arka kapısının saçağı altına
sığınmıştım. Kediler dolaşıyordu bacaklarımın arasında. Evde çıt çıkmıyordu.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:13)
“Çıt çıkmıyordu. Ev balık ve biberiye kokuyordu. Avluya açılan pencere açıktı. Yakın bir yerde
muşmula ağacı çiçek açmış olmalıydı, çünkü tatlı, biberi andıran kokusu akşam meltemiyle içeri gitmişti.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:407)
“Oraya, dikildiği yere oturuverdi. Ötekiler de oturdular. Uzun zaman hiçbirinden ses çıkmadı. Bir
ikisinin elindeki cıgaranın ışığı karanlıkta yıldız gibi parlıyordu. Kimseden çıt çıkmıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:153)
“Bütün yolcular şoförün üstüne yığıldılar. Şoför ortadan kayboldu. Şoföre tekmeler, tokatlar inip inip
kalkıyor ve sarı çocuk çırpınıyor: ‘Öldürdünüz, öldürdünüz!’ Kimseden ses, küfür, çıt çıkmıyor. Yalnız eller
faaliyette.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:56)
“Ve annesini gördü aşağıda. Yaşlı kadın, Congo’ya her şeyi anlatmaktaydı. Şu anda evde Avrupalı bir
kaçağın bulunduğunu heyecanla haber veriyordu. Congo Hoango, birden adamlarından sessiz olmalarını istedi.
Ortalık birden sessizleşti. Çıt çıkmıyordu artık.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-San Domingo’da Nişan”, sa:93)
“Kum rengi geniş L kanapenin yastıklarının kabarıklığını yumruklarıyla patpatlayarak aldıktan sonra
arkasına yaslanıp iyice kanapeye yerleşti, evin sessizliğini dinledi. Bu sessizlikten içini yatıştıracak bir dinginlik
duygusu almayı umdu. Halbuki bu kez ürkütücü, sinsi, ölü bir şey vardı bu sessizlikte. Sessizlik kendisine
yardım edeceğe benzemiyordu. Dışarıda da çıt çıkmıyordu.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:56)
“Tek ben ağlayamadım, acı duymaktan çok
Şaşkındım, tabutun yanında dururken,
Birileri dedi: ‘Nasıl çocuksun sen
Çıtın çıkmıyor, gözünde damla yaş yok!’ ”
(G. Nerval, “Sylvie-Ninem”, sa:92)
“Polis şefi çıt çıkarmadan kağıdı cebine koydu ve sessizce lahanalı kaz kızartmasını atıştırmaya
koyuldu. Bu arada konukların çevresini birkaç kez dolaşan uşaklar, her birinin kadehini doldurmaya
başlamışlardı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:66)
“Kendinden geçebilir mi yakıp yıkarak, vahşetle gençleşebilir mi insan? Halktan çıt çıkmadı.
Destekleyen de olmadı.”
(A. Rimbaud, “Illuminations”, sa:50)
“Dixone otomatik bir hareketle kapıyı itti, kapı tümüyle kapanmadı. Sonra etrafını saran arkadaşlarına
döndü. Dört kişi oldukları yerde durdular. Ağızlarından çıt çıkmıyordu.
Kapının aralığından Pierre’in yüzü gözüktü. Kulak kesilmiş, dinliyordu.”
(J.-P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:4)
“Ama boşuna: en uslu, en terbiyeli çocuk haliyle oturduğunuz ve çıt çıkartmadan sessiz sedasız denize
baktığınız zaman bile sizin orada var olduğunuzu biliyor insan.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:31)
“BERNARDO - Nöbetinde bir şey olmadı mı?
FRANISCO - Çıt bile olmadı.
BERNARDO - Eh, gecen hayırlı olsun.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:6)
“Grenouille, evde de şehirde de bütün sesler kesilene kadar yattığı yerde kaldı. Kalktığında gün
ağarıyordu bile. Giyinip yollandı, çıt çıkarmadan koridoru geçti, çıt çıkarmadan merdiveni inip salonu geçerek
terasa çıktı.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:241)
“Yorulmak mı? Hayır, hiç yorulmamıştır, partiyi tamamlamaları gerekir. Herkesin suratı bir karış
asıktır, kimseden çıt çıkmaz.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:62)
“Candish, bir bahçıvan ve bir hizmetçi şezlong taşıyorlardı içeriden seyircilere. Seyircilerin
yapabileceği bir şey yoktu. Mrs. Manresa esnemesini güç tuttu. Çıt çıkarmıyorlardı. Gözlerini karşılarındaki
manzaraya dikmişlerdi, sanki şu uzak tarlaların birinde, onları kalabalık içinde sessiz, eli kolu bağlı kalmanın
inanılmaz yükünden kurtaracak bir şey patlak verebilirdi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:62)
Çıt diye kırılıvermek : O kadar zayıf ve nahif, hiç bir baskıya gelememek
“Süleyman, o vakadan sonra o kadar zayıfladı, o kadar zayıfladı ki, bütün anlamıyla bir deri bir kemik
kaldı. Arasıra bir yükü kaldırırken veya herhangi bir sebeple fazla bir hareket yaparker çıt diye
kırılıvereceğinden korkuyorum.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:95)
Çıt etmek : Hafifçe gürültü etmek, her şey olabilecek o niteliği olmayan daha ziyade metalik, hafif uyarıcı
gürültü, örneğin sanki kapı ya da elektrik düğmesi veya radyo, televizyonun açılması, bir maddenin düşmesi
“Bir elektrik düğmesi çıt etti, ortalık aydınlandı. Gözlüklü adam kalkıp üçüncü yatağa gitti. Yatakta
terden sırsıklam olmuş biri delirmiş gibi bakıyor ve kesik kesik soluyordu..... Elektrik düğmesi çıt etti. Ortalık
karanlığa gömüldü.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmeli”, sa:74-5)
Çıtı pıtı : İnce, narin, ufak tefek (Genellikle genç kız ya da kadın)
“(Hans) her gün akşamüstü yüzmek için ırmaktan yukarı doğru bir boy yürüyor, bu arada ister istemez
Müfettiş Gessler’in evinin önünden geçiyordu. Günün birinde Emma Gessler’in artık evine dönmüş olduğunu
keşfetti; üç yıl önce çıtı pıtı biriydi; oysa şimdi büyümüş, devinimlerine bir kabalık gelip oturmuştu; çocuksu saç
tuvaletinin yerinde modaya uygun kesilmiş saçları vardı artık, bu da kendisini bayağı çirkinleştiriyordu.
Üzerindeki uzun giysiler de kendisine hiç yakışmamıştı, bir hanımefendi görüntüsüne sergilemeye yönelik
çabaları için kesinlikle zavallı denebilirdi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:139)
“ ‘Evimize milletvekilleri, bakanlar, başbakan, hatta cumhurreisi gelip gidecek. Şekerim şekerim. Kenar
mahallelik iliklerine işlemiş. Ben senin yerinde olsam, kocamın peşine takılacağıma, çıtı pıtı bir İngilizce
öğretmeni bulur...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:248)
“... zata soracak olsan o zaman da şöyle der: Kara kaşlı, kara gözlü, küçücük ağızlı, mini nimi burunlu,
uzunca boy, uzunca gerdan, püskürme ben, etine dolgun, akça pakça, beyazca meyazca, işveli mişveli, çıtı pıtı,
fındık kurdu gibi bir şey olmalı.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:123)
“ ‘Sakin olun,’ dedi eli tabancalı adam, ‘bırakın da ötekiler nasıl, ona bir bakayım.’ Koyu renk gözlüklü
genç kızı yokladı ve ıslık çaldı, ‘Çıtı pıtı bir karı, büyük ikramiyeyi vurduk, şimdiye kadar böyle bir kısrak hiç
geçmemişti elimize,’ sonra doktorun karısına döndü ve bir ıslık daha çaldı, ‘Biraz olgun, ama bana kalırsa bu da
felaket bir mal.’ İki kadını birden kendine doğru çekti ve nerdeyse salyaları akarak, ‘Ben bu ikisini alıyorum,
işlerini bitirince size gönderirim,’ dedi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:161-2)
“Kaba ruhçuların içinde oluşturduğu bir aile içinde yolunu şaşırmış olan bu kurnaz ve gerçekçi kadın,
Voltaire’den bir satır okumadan diklenerek Voltaireci oldu. Çıtı pıtı, tombul, sinik ve neşeliydi; sonunda
katışıksız bir olumsuzlaşma haline geldi.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:10)
“Resim yapmak, ileri yaşlara kadar Hesse’yi stresten koruyup eğlendiren bir uğraş niteliğini korudu,
mektuplarını ve şiirlerini çıtı pıtı sulu boya resimlerle süsleyip bezemek Hesse’ye zevk verdi.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:114)
Çıtır çıtır (çıtırdamak, yanmak) : Çıtırdayarak (öyle ses çıkararak; yanarak)
“O pek tatlı sonbahar güneşinde, pencereden sarkarak aşağıdan geçmekte olan, tepeleme kok kömürü
dolu bir at arabasının köşeyi güçlükle dönüşüne bakıyorsunuz. Kış Roma’ya da geliyor eninde sonunda, ola ki
önümüzdeki günlerde havalar geçen hafta sonu gibi iyi gitmez ve size ayrılacak olan oda buz gibi soğuk olur o
zaman, ama Cécile’in odasında gün boyu ateş yanacaktır çıtır çıtır.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:139)
“Ama o yine, dudaklarının ucunda rahat bir gülümsemeyle, ıslık çala çala yoluna gidiyor. Seine’in
sislerine ne zamandanberi alışmış artık! Hem sonra işyerine gelince, içi tüylü sıcacık terlikleriyle çoktan çıtır
çıtır yanan sobasına..... kavuşacağını biliyor.”
(A. Daudet, “Pazartesi Öyküleri-Bir Kayıt Yazmanı”, Cilt:II, sa:14)
“Vezneciler’e döndü. Ardındaki de. Şöyle bir elli adım kadar gerisinden. Çıtır çıtır çıtırdıyan, adeta
elektrikli bir rüzgar. Şapkasını tutmasa, uçacak. Ya bu rüzgar, delidolu, bu homurtulu bulutları dağıtır,
gökyüzünü silip süpürür; ya da bu bulutlar bütün heybetiyle bu rüzgarın gırtlağına çöküp boğar.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:7)
“Hemen koştu, mumu aldı, geldi. Bir köşede, pancarların gerisinde, saman bağları vard: bir tanesini
aldı, tutuşturdu; ihtiyarın, önce çok uzun, bembeyaz olan saçlarıyla sakallarını kavurdu. Ateşe yağ dökülmüş gibi
bir koku çıkıyor, kıllar, ufacık sarı alevlerle, çıtır çıtır yanıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:371-2)
“Loperolla’nın pohpohlayıp beynini yıkayarak yavaş yavaş kandırdığı bu on altı yaşındaki çıtır çıtır,
sarışın kız, aşçı kadının iteklemeleriyle, yanakları al al, kıkır kıkır gülerek çıktı ortaya.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:166)
Çıtkırıldım : İleri derecede duyarlı, çabuk gücenen, problemlere dayanıksız, nazenin
“LOPAHİN - Dunyaşa, neyin var senin?
DUNYAŞA - Elim ayağım titriyor. Kendimi tutmasam bayılacağım...
LOPAHİN - Pek çıtkırıldım olmuşsun. Giyimin küçük hanım giyimi. Saçın başın desen öyle. Olmaz.
İnsan kendini bilmeli.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:104)
“Agafya, İvanovna’nın teyzesi olurdu; Katerine İvanovna enstitüden baba evine gelince iki kıza sessiz
bakan kadındı bu. İkinci teyzesi, fakirliğine karşın çıtkırıldım, azametli bir Moskovalı hanımefendiydi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:222)
“ELIZABETH - Tamam, çabuk ol, yeter ki bana gösterme. Nerede kalmıştık?
MARTA - Göbekli ve çıtkırıldım Hamlet’te.
ELIZABETH - Doğru, belki de iktidarsızdır. Hep ateşli gibi görünüyor ama hiç düzüşmüyor.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, s:37)
“Sert, ağır sözlerin kullanıldığı gündelik dilden ürkenler korkaklardır, onların dudağını uçuklatan
gerçek hayattır çünkü; kültür ve ahlaka en çok zarar verenler, bu düşkün yaratıklardır. Bunlar, tüm ulusun bir
çıtkırıldımlar ordusuna dönüşmesini, Aziz Aloysius gibi birer sahte kültür otuzbircisi olup çıkmasını isterler.
Keşiş Eustachious’un kitabında anlatılan öyküye bakılırsa, adamın birini büyük gürültüyle osurunca Aziz
Aloysius gözyaşlarına boğulmuş, ancak dualarla yatıştırabilmişler kendisini.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:230)
“Sanırım bütün duygularını ve fikirlerini iyi bir şerif olmaya vermişti. Çıtkırıldım bayanlarla
geçirdikleri aşk maceralarından sonra ağızlarının payını alan bayların geçmişlerini unutmak için kendilerini
resim yapmaya, koyun gütmeye, bilime ya da öğretmenliğe verdiklerini kitaplarda okumuştum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:201-2)
“Genç şair, sanat hamisi babasının villalarına girip çıkan bir sürü çıtkırıldım hanımla düşüp kalkmış,
yavan sanat söyleşileriyle vakit geçirmeye koyulmuştu..”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:72)
“Tam o sırada sokağın ucunda çıtkırıldım bir adam belirmişti, yolunu şaşırmış olsa gerekti.
Barikattakiler birdenbire bu şıklığı yadırgadı. Gavroche, adama seslendi:
‘Ne duruyorsun orada delikanlı? Sen de katılsana! Şu zavallı yurdumuz için küçücük bir fedakarlık da
mı yok?’ Çıtkırıldım hızla uzaklaştı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:454-5)
“Ancak, Richard şatafatlı hitapları ve komplimanlarıyla onu şımartıp durdu. Bu da işte kızı sersemce
nazlanmasında yüreklendirdi ve nazlanma arabada büsbütün çekilmez durum aldı. Bunun doğal sonucu olarak
ayrılırken düpedüz çıtkırıldım birine dönüştü kız.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:213)
“ZÜRAFA YONTULARI
-------------------------------Belki de vardır, bir yerlerde
taç yaprak kırılganlığında kollar onunkiler kadar;
vardır bir yerlerde belki de
onun kadar çıtkırıldım bilekler”
(Douglas Livinstone<d.1932>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 23.08.07)
“CLEANTE - Birdenbire başım döndü, gidiyorum ben.
HARPAGON - Bir şey değildir. Hemen koş, mutfakta bir bardak saf su iç. Şu çıtkırıldım züppeye
bakın hele, koskoca delikanlı olacak, kuş kadar da canı yok.”
(Moliere, “Cimri”, sa:49)
“LADY UTTERWOD -... Ava gitmeyecek, silah kullanmayacak kadar tembel, zevkine düşkün
çıtkırıldımın biridir de ondan. Piyano tıngırdatır, resimler çiziktirir, evli kadınları kovalar, şiirler okur.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:120)
“Doktor diz çökerek, boş yere bu çok nemli odanın köylü gibi güçlü bir adamı bile hasta edeceğini,
kendisininse yüksek sosyete kadınları gibi çıtkırıldım bir bünyesi olduğunu düşünmesini ondan istediyse de,
Lamiel Nuh deyip peygamber demedi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:91)
“Katavasof genç gönüllüyle konuşmaya başladı. Bu gencin, yirmi iki yaşına kadar, büyük bir servetin
altından girip üstünden çıkmış Moskova’lı bir tüccar olduğunu öğrendi. Çıtkırıldım, şımarık halleriyle, zayıf
bünyesiyle hiç hoşlanmamıştı ondan Katavasof.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:658)
“İngiliz usulü, favorilerinin çevrelediği yüzü ve frakının içindeki sırım gibi ince bedeniyle Şvats’ın
çıtkırıldım bir kibarlığı vardı. Uçarı tavırlarına uymayan bu kibarlığın burada hiç uygun kaçmadığını düşündü
Piyotr İvanoviç.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:24)
“ ‘Bir ressamın tanıması gereken yegane insanlar ‘bete’ (aptal) ve güzel olanlardır,’ derdi hep, ‘yani
bakarken artistik bir zevk alınacak, sohbet ederken entelektüel huzur verecek kişiler. Çıtkırıldım baylarla cici
hanımlar dünyayı yönetirler veya durumun öyle olması gerekir.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:113)
“Mrs. Swithin’e kendi aralarında ‘Çıtkırıldım’ dedikleri gibi Miss La Trobe’a da ‘Patroniçe’ adını
takmışlardı. Sert hareketleri, kunt gövdesi, kalın ayak bilekleri, hantal pabuçları; gırtlaktan çıkan sesi - hepsinin
‘kafasını bozuyordu’. Ama işleri düştü mü ona koşuyorlardı. Birinin başı çekmesi gerek.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:60)
“Etrafını saran çiçeklerin ortasında müzik dinleyerek, kitap okuyarak, yalnızlık ve sessizlik içinde
yaşasın, çıkıp gelebilecek bir misafir beklesin, dünyanın işine hiç karışmasın, başkaca isteği yoktu. Bazen
öylesine nazlı, öylesine çıtkırıldım biri olup çıkıyordu ki, yabancı her şey kendisini incitiyor, kolaycacık
ağlamaklı yapıyordu.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:67)
Çıtla(t)mak : Bir kimseye, gerçeği söylemeksizin karine ile çıkarabileceği kadar ipucu vermek; Bir niyet ya da
haber için ön girişimde bulunmak
“Arası çok geçmeden özel uşağım soluk soluğa girdi içeri, kapının eşiğinde yere kapanıp, halinde bir
bağlılık ifadesiyle: ‘Majesteleri!’ diye fısıldadı, ‘Bir vakit sigara içtiklerini Başbakan’a çıtlattığım için ben
kulunu af buyurunuz!’ ”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek-Genç Bir Kralın Anıları”, sa:63)
“Hancı, oradakilere, Don Quijote’nin sıyırmışlığını, silah nöbetini ve şövalye olmak için ne çok
sabırsızlandığını çıtlattı. Handa kalanlar sıyırmışlığın böylesi karşısında afallayarak onunla eğlenmeye geldiler
ve gördüler ki, vakur bir ifadeyle, zaman zaman geziniyor, zaman zamansa kargısına yaslanıp silahlarına
dönüyor, uzun süre bakıyor. Karanlık iyica bastırmıştı, ama mehtap vardı, çaylak şövalyenin her yaptığı
izlenebiliyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:24)
“Öfkeyle içini çekti. ‘Daima böyle olur. Bize gelmezler. Polisle başımın derde girmesini istemem. İyice
kökleşmiş peşin bir yargıdır bu. Eğer Agnes bize gelerek kendisini endileşelendiren şeyi açıklasaydı, bu gün sağ
olurdu.’
‘Ahçıya bir şey çıtlatmamış mı?’ ”
(A. Christie, Cinayet Reçetesi”, sa:120)
“Zaten ilk zamanlarda, yani prens gittikten sonra aşağı yukarı bir ay Yepançin’lerin evinde ondan da
söz açmak alışkanlık halini almamıştı. Yalnız general karısı Yepançina daha başta, ‘prens üzerine “fena halde”
yanıldığını’ söyledi. İki üç gün sonra, ama prensin adını anmayarak, ve çıtlatma yollu, ‘hayatının başlıca
niteliğinin insanlar üzerine yanılmak’ olduğunu ekledi.”
(F. Dostoyevski, “Budala”, Cilt:II, sa:3-4)
“Mavriki Mavrikiyeviç bütün bunları harfi harfine yaptı; yalnız hep incognito olarak… Sadece eski
ahpabı hancı Trifon Borisoviç’e sırrını birazcık çıtlar gibi oldu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt: III, sa:159)
“HARDCASTLE - Eğer mi? İnan olsun birbirlerini delice seviyorlar, bunu bana kızım çıtlattı.
Sir CHARLES - Fakat, bilirsin ya, kızlar kendi kendilerine gelin güvey olurlar.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:94)
“Bu son hadise <olay> için bin dereden su getirerek önce Etem’in ağzını aradım, hiç bir şey bilmediğini
anladım. Sonra Reha Beye de meselenin aslını tamamiyle anlatmayarak dolambaçlı yollardan işi biraz çıtlattım;
baktım o, benim sözlerime çok alakalı <ilgili> görünür gibi olduysa da ondan da pek sadra şifa verecek birşeyler
öğrenemedim.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:266)
“ ‘Söyleyeceklerimi iyi dinle Filipus, ağzını da kimseye açayım deme yoksa hapı yutarsın! Şmdi ben
çöle, manastıra gidiyorum. Keşişler bazı aletler yapmam için çağırdılar. Birkaç gün sonra yine burdan geçerim.
Aramızdaki sözleri kafanda evir çevir. Dilini tut, kimseye bir şey çıtlatayım deme.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:135)
“Herkes şikayetçiydi. Demek dedim kısa aklımnan, bunu Ankara’dan hususi gönderdiler, tahkikat
geçsin, rapor versin diye... Çıtlattım, baktım o değilden geliyor. Ben müfettiş filan değilim, herhangi bir
vatandaşım.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:223)
“‘Düşündüm de,’ dedim, ‘belki senin amcaoğlunu rektöre çıtlatabilirim.’
Aynadan bana baktı. Konuyu anlaması bir iki saniye sürdü. Sonra, ani bir gülümseme belirdi yüzünde.
‘Hay Allah senden razı olsun abla.’ Sevinçli sesini yakınan bir tona döndürerek devam etti. ‘Üç
çocuğu var, işsiz. Boyunca sevaba girersin valla.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:59)
“Düşes bu işi Papaz du Saillard’a hiç çıtlatmadan yürütmek istemişti; bu becerikli din adamının
zekasındaki şaşırtıcı derinlik, hoşgörülmez bir kusur vermişti ona: Çok yersiz karşı çıkmalar karşısında kalınca,
kendini yitirir, çok ters karşılıklar verirdi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:64)
“Kantinci kadın:
‘Tamam, bu iyi işte,’ dedi. ‘Sakın hiç kimseye savaşa katıldığını söyleme, B... kentini de, sana yol
kağıdını satan jandarmayı da hiç kimseye çıtlatma,’ diye sıkı sıkı tembih etmeyi sürdürdü. ‘Paris’e dönmek
istediğin zaman da, önce Versailles’a git ve Paris’ın duvarlarını oradan tıpkı başıboş yürüyüşe çıkan biri gibi
yaya olarak yürüyerek geç. Napoléon altınlarını pantolonun içine dik. Özellikle de bir şeyin parasını vermek
zorunda kaldığın zaman da sadece ödemen için gereken parayı göster o kadar. Beni asıl üzen seni aldatacaklar,
elindekini avucundakini aşıracaklar. Nasıl davranacağını, nereye gideceğini bilmeyen sen, beş parasız kalırsın,
ne yaparsın?’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:81)
Çıt olmamak : Hiç bir ses çıkmamak, sessizlik hüküm sürmek
“Öğleden sonra iki olmuştu; Petrus yüksek sesle dua etmeye başladığında ortalıkta çıt yoktu:
‘Yüce Tanrım, bize merhamet et, çünkü biz Compostela yollarına düşmüş hacılarız ve burada
bulunmamız bir kusur olabilir. Bilgimizin bize sırt çevirmemesi için, sonsuz merhametinle el ver bize.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:131)
“O gece ben dümendeydim. Kocaman ve apaçık bir geceydi. Hani, tarlaya kavun ekersin, biri büyük,
biri küçük olur. Bu da gece azmanıydı. Öteki geceler, şu avcum kadar şeylerdi. Tutabilirdim. Bu yıldız
okyanusunda ben ancak bir noktaydım. Denizde çıt yoktu. Kayık bir heyüla gibi akıyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:160)
“İLK GECE
Bu benim ilk gecem
Dışarıdaki yağmuru duyuyorum
Görüyorum çırpınan gölgesini ağaçların
Parmaklıklardan
Soğuk iliklerime işliyor
Yerler böcek ve pislik
Yalnızım,
Buraya kapadılar beni bu gece.
Çıt yok.”
(Salım Jabran<d.1938>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04)
“Korktuğumuz başımıza geldi. Daha sabaha epey vardı. Çıt yok. Birden bir öksürük. Eyvah yandık.
Kim öksürdü? Allah belasını versin. Çok yakınız. Çete öksürükten, kıpırtıdan sarıldığını anladı. Kaçmaya
koyuldu. Ayak seslerini duyuyoruz. Gidiyorlar. Karanlık. Kurşun atamazsın ki... Atsan bile havaya. Ne olacak
böyle? Efe kaçıyor.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:167)
“Üst başta yaşlı, yaşlılıktan dalları toprağa eğilmiş, dalları kıvrılmış bir çınar ağacı bütün haşmetiyle
yıllardır orada durup durur. Çınar ağacına yüz metre yaklaşırsın, elli metre yaklaşırsın, ortalıkta çıt yoktur.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:10)
“General tümseğin üstüne oturarak elini çenesine dayadı. Alanda çıt yoktu. Küçük demir baca akşam
olunca soğumuştu ve çalışkan ellerin gene altını yakacakları sabahı bekliyordu.”
(F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:202)
Çıyan; Sarı çıyan : Sıcak topraklarda yaşıyan, sarımtrak, zehirli küçük bir süründen böcek
“Kamran’a budala dedim ama, kızgınlığımdan... Yoksa ne yere bakan, yürek yakan cinsinden sinsi bir
sarı çıyandır. Neriman’la konuşurken güya bir şey belli etmemek istiyor ama, benim gözümden kaçar mı?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:39)
Çiçeği burnunda : Taze, gencecik, yeni; Acemi asker (ya da başka bir meslek sahibi)
“Dükkanının önündeki doktor -adam berberdi- yüzünü ekşiterek başını salladı: ‘Çiçeği burnunda bir
dul,’ dedi. Bir an durdu ve kendi şakasına kendi kırıttı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:283)
“FİRS (Kapıya yaklaşr; kapı koluna eliyle dokunur.) - Kitli. Gittiler... (Divana oturur.) Beni
unuttular... Neyse... Burada otururum. Leonid Andreyiç kürkünü giymemiştir yine, paltoyla çıkmıştır... Çiçeği
burnunda gençlik! (Anlaşılması olanaksız bir şeyler homurdanır.) Yaşam geçip gitti, hiç yaşamamışım gibi.
(Uzanır.) Yatayım.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:175)
“Derken yolculukta ilk mucizeler gerçekleşti, kısmen gözlermizin önünde açığa vurdular kendilerini,
kısmen de menkıbe ve söylence olarak ansızın karşımıza çıktılar. Günlerden bir gün -ben henüz çiçeği burnunda
bir üyeydim- durup dururken herkes konuşmaya başlamıştı.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:14)
“Aklıma geçmiş seneler geldi: Çiçeği burnunda bir delikanlıyken baba evimdeki hayatı esirlikten
farksız bulur, haince ve bir serüven düşkünü gibi kendi kafamın dikine, geceleri evden sıvışır, gidip geç saatlere
kadar açık bir meyhanede bir şişe bira içerdim.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:55)
“Hummalı bir bekleyişle masanın başında taburede oturuyor, rahibin yardımını sağlamak için ona neler
söyleyeceğini tek tek zihninde tasarlıyordu, çünkü işe buradan başlaması gerekmekteydi. Beri yandan, kapının
altından sızan ışığın azar azar güçlenişini açgözlülükle izliyordu. Birkaç saat önce kendisini korkudan eli ayağı
tutmaz duruma sokan an’a şimdi özlemle yanıp tutuşarak kucak açıyordu; sabırsızlıktan çatlayacaktı adeta; bu
korkunç gerilime daha fazla dayanacak gibi değildi. Ayrıca gücü kuvveti, dikkati, azmi ve uyanıklığı da giderek
azalacaktı ister istemez. Bu meraklı bekleyişin, bu kurtulma azminin henüz çiçeği burnundayken, sararıp
solmamışken henüz, yanında rahiple muhafız daha fazla gecikmeden gelseydi ya!”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:314)
“Ama onu, içi egemenlik tutkusuyla dolup taşan çiçeği burnunda, ateşli bir oğlanın gözüyle görüp
resmeden hiçbir ressam yok ya da buna kalkışanlar çokluk işi yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:43-4)
“ ‘Vapurda bizim hanım vefat etti, Akdenizin ortasında. Onunla beraber ben de canlı cenaze oldum.
Hanımın cesedini denize attılar, denizcilik kanunu böyleymiş. Hanımı denize attıklarında deniz beni de içine
çekti. Ben de onun arkasından atlayım dedim kendi kendime. Karımla beraber ulu denizin kucağında uyuyayım,
dedim kendi kendime. Baktım arkamızda çiçeği burnunda iki kız kalacak.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:219)
“(Abidin Dino) Paris’ten çok öğrendiği olmuştur, bu bir gerçek. Onlara, batı dünyasına vereceği çpk
şeyi de vardı dağarcığında. Az zamanda çok sevilen bir ün oldu. Türkiyeden vıcır vıcır, çiçeği burnunda bir
İstanbul götürdü. Binlerce yıllık İstanbul şehrini onun kadar güzel kimse tanımıyordu ve tanıyamazdı.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:219)
“Kulağına eğildi:
‘Beni iyi dinle,’ dedi, ‘sen bakma Memedimin, yavrumun, insanların hasının öyle durduğuna,
bıyıklarının kocaman, burma burma olduğuna, onların soyu öyledir, onlar anadan bıyıklı doğarlar, benim yavrum
çocuktur daha. Çiçeği burnunda yeni yetme bir delikanlıdır.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:373-4)
“Halil, Butros’u kanatları altına almış. Ona öğretebileceği her şeyi, sabırla öğretmiş. Sonra da, bu çiçeği
burnunda köy okulunun verebileceği eğitim aşamalarını başarıyla tamamladığında, öğrencisine, böylesine iyi bir
yolda durmaması gerektiğini söylemiş.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:47)
“Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu ve bunlardan sözederken parmakla
işaret edip göstermek gerekti. Her yıl mart ayında, paçavralar içinde bir çingene obası köyün dışına çergilerini
kurar, boru ve dümbelek şamatası içinde yeni icatların çığırtkanlığını yaparlardı.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7)
“İki ile dört-beş yaşlarım arasındayken annemin kucağında bazı yolculuklar yapmış olmalıyım. Eskiden
omzunda çapasıyla kaba saba bir ırgat, şimdiyse bir devlet memuru, yani başkentle ilgili anlatılacak bir sürü
haberle dolu dağarcığıyla çiçeği burnunda bir polis memuru olan babamın yıllık izinlerini Lizbon’da geçirmesi
mantıklı olmazdı, çünkü ona asıl saygınlık kazandıracak şey, eski iş arkadaşlarının karşısına çıkıp kibar laflar
etmek ya da hiç değilse fazla taşralı görünmemek için şivesini elinden geldiği kadar düzeltmek ve bir
meyhanenin samimi havası içinde bir-iki kadeh atarken onlara kadınlarla ilgili hoşlarına gidecek öyküler
anlatmak olurdu...”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:44)
“Tom, gürledi:
-Benim kimsem yok!
Hiçbir yanıt vermedim. Tom bir an durdu, sonra bana dönüp merakla:
-Concha’ya söyleyecek bir şeyin yok mu, dedi.
-Hayır.
Bu çiçeği burnunda sırdaşlıktan tiksiniyordum. Benim yanılgımdı. Geçen gece Concha’dan söz
etmiştim, kendimi tutmalıydım. Bir yıldan beri bu kadınla birlikteydim. Daha dün gece, onu beş dakika
görebilmek için balta darbeleriyle kolumu kesip atabilirdim.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:28-9)
“EVANS -... Allah korkusu işin içine girdi mi, o zaman dinler Şura Ya. Yoksa kargaşalık çıkmış, oralı
olmaz... Ya... Hele bir iyi düşünüp taşının.
SHALLAW - Ah, ah! Allah canımı alsın ki kılıç temizlerdi bunu, genç olsydım eğer.
EVANS - Kılıç yerine, arkadaşlarınız hakkından gelsin, daha iyi. Ha sonra, kafamda tasarladığım şey
var, belki hayırlıdır. Anne Page var, bay George Page’in kızı... çiçeği burnunda taze... çitlenbik gibi..”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:10)
“KAPTAN, hüzünle. - Gençlik! Güzellik! Yenilik! Bu evde ne kadar eksik. Ben çok yaşlıyım. Hesione
artık çiçeği burnunda sayılmaz. Çocukların gönlü taze değil.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:14)
“Fabrice kadına yaklaşırken:
‘Oysa çok yakışıklı bir adamdı!’ dediğini işitti.
Bizim çiçeği burnunda askeri, odada çok berbat bir manzara bekliyordu: Beş ayak on parmak boyunda
çok yakışıklı bir delikanlı olan bir zırhlı süvarinin bacağını kalçasından kesiyorlardı. Fabrice gözlerini yumdu ve
üst üste üç dört kadeh içki yuvarladı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:63)
Çiçek bozuğu suratlı : Çiçek hastalığının yüzde yaptığı tahrip sonucu yüzün zımbalanmış görünümü
“Dün, çiçek bozuğu suratlı pis bir bankacı bir bankacı lütfedip kendisini yatağa buyur etmiş de, ondan!
Kadın dediğin ota da konuyor, boka da, yazık!”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:431-2)
Çift : İki; karı-koca ya da birlikjte yaşıyan ayrı iki cinsten iki insan
“Örneğin, Rougier’ler vardı. Yaşlı, partallar içinde, bodur bir çift. Değişik bir iş yapıyorlardı. SaintMichel Bulvarı’nda kart-postal satarlardı.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:22)
Çift çubuk sahibi olmak : Mal, mülk, çitflik sahibi olmak
“Bu durumda içgüveyi girmekten başka çare yok. Kuban’a gidip iki yüz ruble kazanırım diye
düşünüyordum, o iş de suya düştü! Irgatlıktan başka iş bulamıyorsun... Bu gidişle hiçbir zaman çift çubuk sahibi
olamayacağım!..”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:68)
“Adam zaten anlatmak için bahane arıyordu, sıraya oturdular.
-Ben esas buralı değilim, buranın yakın kasabasından. Azbuçuk tarlamız, çiftliğimiz, çubuğumuz var.
Kasabamızda da hatırımız sayılır az buçuk.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:52)
“Koca Ahmet aftan sonra evine çekildi. Kendisini çiftine çubuğuna verdi. Karıncayı bile incitmedi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:68)
“Müslüman mezarlığının yakınında oturan birkaç aile sahildeki boş evlere yerleşmiş. Soranlara,
‘Gidenlerin bize borçları vardı’ diyorlarmış. Babam, ‘Bre Allah’tan korkmazlar. Kim inanır dönümlerle bağ
bahçe, çift çubuk sahibi olanların bu baldırı çıplaklara borcu olacağına. Ama gör hele. Ağlayanın malı gülene
yaramaz’ diyor.”
(Hasan Faruk Levent, “Mübadele Öyküleri”<Ayrılık>, sa:174)
“BASTIEN, Hidoux’ya. - İşte böyle dostum. Çift çubuk sahibi olduk mu, evimizde bir kaç kasa
şampanya olmasına kimse mani olamaz; tıpkı seyyahlar gibi. Baktık ki alamıyoruz, biz de içmekten vazgeçeriz.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:40)
Çifte gerdan bağlamak : Yiyip yiyip şişmanlamak
“Mrs. HUSHABYE - Yaşı gereği yağlanmamaya, çifte gerdan bağlamamaya çabalayan, doğma
büyüme özgürlük erin baştan çıkaramayan, sallapati bir dişi.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:133)
Çifte kağıtlıyı sarmak : Esrar sigarasını hazırlamak (Argo)
“-Seyfi Ağa, Nedesin ulan Dörtkol!.
-Patlama lafımızı bitirelim! Dinim gibi biliyorum, ‘Aman çifte kağıtlıyı saralım! Aman hele bir
saralım da Seyfi Can’ diye köpekleşecek. Göz kırptı: ‘Böylelerini biraz inletmesi sevaptır.’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:239)
Çifte kumrular : Birbirlerini çok seven ve hemen hemen hiç ayrılmayan iki aşık
“Turgut hemen ayağa fırladı. Fuat’ın en yakın arkadaşlarından biriydi Mehdi Bey. Yanında eşi ve
yabancı dostları vardı. Neyse ki masa küçük olduğu için onları davet edemedik. Mehdi Bey ayrılırken, ‘Canım
zaten böyle çifte kumruları rahatsız edecek değiliz ya bizim gibi içi geçmişler...’ diye bana bakarak gülümsedi.
Öyle bir gülümseme ki bir anda kıpkırmızı oldum.”
(K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:183)
Çiftesini tam yedi yıl sonra atan Papanın katırı gibi : Çok sabırlı, hin oğlu hin, intikam almak için zamanını
sabırla bekleyen; kin, garez tutan kimse
“Değirmenimin çevresnde, onbeş fersahlık yere kadar, garez bağlayan, kin güden bir adamdan söz
açıldığı zaman, ‘Aman, bu heriften kendinizi sakının!... Çiftesini tam yedi yıl sonra atan Papanın katırı gibidir’ ”
derler.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:49)
Çift porsiyon : İki katı (genellikle yemek)
“ ‘Fakat çocuğum, bu halin de ne senin, neden korktun birden?’ diye sakinleştirmeye çalışıyor teyzesi
onu. ‘Burada insan zamanını çift porsiyon kullanıyor, eğer hala yorgunsan, dinlenmeye devam et.’ ”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:51)
Çiftenağracı : Alaturka musiki aletilerinden biri; özellikle Romanlar arasında pek moda olmuş, ‘birbirine
yapışık iki küçük dümbelek’den ibaret aleti çalan usta
“Dün gece Ayvansaray’ın en meşhur, en gözde klarnetçisi İnce Mehmet’le, onun çiftenağracı
Kahraman’ı alıp Balat’taki selatin meyhanelerden birine gitttik.... Ben İstanbul’da bu kadar klarnet dinledim;
fakat, bunu kadar kıvrak, oynak, şakrak çalanına rastlamadım. Kaba’sı <müziğin pes kısmı>, tizi <müziğin ince,
yüksek perdesi> kabasından daha mükemmel....... Hatta kemanım yanımda olduğu için dün akşam İnce
Mehmet’le ve onun çiftenağracısı meşhur Kahraman’la birlikte birkaç marş, polka, vals, kadril, mazurka
çaldık..... Herifçioğlu bildiğimiz o çiftenağra ile adeta davul trampet çalıyor ve masanın üstüne koyduğu boş bir
su bardağı ile de arada bir orkestra zili nağmeleri yapıyor..... Ne yazık ki böyle yüksek istidatlar <yetenekler>
birtakım pestenkerani şarkılar, keriz havaları, çiftetelliler arasında ziyan, sebil olup gidiyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:155)
Çigan müziği : Çingeneler (Romanlar) tarafından geliştirilmiş, yaylı sazlarla, çabuk çalınan Macar Halk
Müziği
“SATRANÇ OYUNCUSU
Şöhretli büyük bir usta düşlüyorum
on altıncı katında Bükreş’te bir otelin,
uyanık kalmış bir çigan müziğiyle
aşağıdaki bir düğünün.”
(Charles Boyle<d.1951>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.12.05)
Çiğ çiğ yemek: Hiddetinden tepelemek, bir güzel dövmek, bağırıp çağırmak, azarlamak; Aşırı açlıktan, diğer
canlıları pişirmeden çiğ çiğ mideye indirmek
“‘Bu kadar aptalca bir fikir hiç duymamıştım,’ dedi Guasco; Trotti de, ihtiyarın artık kafayı yemeye
başladığını söylemek ister gibi, bir parmağını alnına değdirerek, Guasco’ya hak verdi. ‘Canlı bir inek kalmış
olsaydı onu çoktan yemiştik bile, hem de çiğ çiğ,’ diye ekledi Boidi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:200)
“DOKTOR - Pekala, siz ne derseniz deyin. Ama eğer hafızasını kaybederse.. Sorumluluk sizin..
Yeterince açık değil mi?
KOMİSER - İki gün. Ve sonra onu gelip çiğ çiğ yiyeceğiz. Yanımıza da gelirken on tane hastabakıcı
ya da doktor kılığında ajan alacağız.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:39)
“Uşak sevinç içinde efendisinin buyruğunu yerine getirmeye koştu. Yegorovna ellerini birbirine vurarak
ipince, ağlamaklı bir sesle:
-Efendiciğimiz, dedi, başcağızını belaya sokacaksın! Kirila Petroviç bizi çiğ çiğ yer.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:36)
“‘Biraz daha ölçülü ol, doktor bey! Şu anda beni çiğ çiğ yiyecek durumda bulunan bu hanımefendiye
hizmet için uydurabileceğim en insafsız şey, eniştesinin evine geri göndermektir küçüğü…’ diyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:71)
“Kamarot tekrar gözlerini açıp üstüme yürüyecekmiş gibi bir davranışta bulununca herife dilimi
çıkarıverdim. Kamarot bana o kadar içerledi ki, eline geçerse beni çiğ çiğ yiyecekti.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:476)
Çil; Çil basmak : İnsan yüzünde ergenlik çağlarında belirebilen, zararsız, sarı sarı benekler. Anadolu’nun
inancı, terli terli yüzünü soğuk suyla yıkamaktan oluştuğu idi. Benim kanım, bir stres sonucu olduğudur.
“Ben gittiğimde Sachs çoktan gelmiş. Lokantanın en dibindeki bölmelerden birinde oturuyordu.
Formika masanın üzerine New York Times’ı yaymış, ilgiyle bir şey okuyor, bir yandan da sigarasının külünü her
nefesten sonra yere silkeliyordu. 1980’lerin başındaydık, İran’daki rehineler krizinin, Kamboçya’daki Kızıl
Khmer saldırılarının, Afganistan Savaşının dorukta olduğu günlerdi. Sachs’ın saçının rengi California güneşinde
biraz açılmış, bronz yüzüne çil basmıştı.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:90)
Çil; Çil çeyrek; Çil çil : Osmanlı devrinde sapsarı pasparlak bakır ya da gümişi beyaz, altın pasparlak metal
para; Parlak parlak
“Çoğu zaman arabasını durdurur ve oğlanı çağırır, söyletir ve eline bir çil çeyrek tutuştururdu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:30)
“Mavi kahkahaçiçeğim hemen solmuştu, onu atmıştım, şimdi kopardığım bir şimşir dalını dişliyordum;
buruk, baharlıydı tadı. Yüksek katırtırnaklarının orada, demiryolunda bir yeşil kertenkele önüm sıra kaçmaya
başladı. Çocuk oluverdim tekrar, duramadım koştum, kollayarak sokuldum; sonunda ürkmüş, güneş sıcağı
hayvanı yakalayıp aldım avuçlarıma. Minik, mücevher gibi çil çil gözlerine baktım...”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:11)
“Dolaşırken masanın üzerinde bir yirmibeşlik görmüştüm. Çil, yusyuvarlak, yumuşacık bir yirmibeşlik;
kötü bir şey yaptığımı bile bile cebime atmıştım onu. O gece eve döner dönmez de yaptığım işi söyleyince
babam küplere binmişti, çabuk, şimdiden tezi yok götürüp geri vereceksin, demişti de anam engel olmuştu...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:92)
“Şopar (Roman çocuğu) ,
Şoparlar oynar hampor...<bir çocuk oyunu>
Dale’min <baba> sırtı kambur,
Ha versin Odel <Allah> sana:
Çil çil altın bir kalbur!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:38)
“GÜZELLİK
---------------Çil çil bir ay yuva yaptı dalların arasına
ve yarın çiller yağmış olacak yüzüne senin.”
(Nikolay Kınçev<1936-2007>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.07.09)
Çile; Çileci; Çile çekmek; Çilekeş; Çilesi bitmemek, uzamak; Çileye dönüşmek; Çileye katlanmak, Çileyle
yoğrulmak : Acı, eza, ıstırap çekmek; Dini nedenlerle ‘çile çekmek’ için manastıra yuvalanan keşiş; Tarikat
müritlerinin olgunlaşmaları için hayat boyunca çekmekle yükümlü oldukları acı veren deneyimler; Keşiş ve
rahibelerin özellikle kırk gün süreyle uyku, yeme ve içmelerini kısıtlamaları; İplik ya da yün yumağı
Bk.: Orfizm
“Mükemmellik gökten
gelen aydınlıktır
<Nikoloz Barataşvili>
---------------------Yaşam yükseltti bazen ateşimi
aydınlıkla, ışınla
bazen parçaladı ruhumu
dişleriyle bir sırtlanın;
bu dünyanın çilesiyle
ben esenlikler içreyim,
ben öleceğim bu çilelerle bir.”
(İrakli Abaşidze<1909-1992>-Hüseyin Uygun; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.06.03)
“PROMETHEUS
--------------------Ama sen toy değilsin, benden öğüt dinlemen gerekmez,
Koru kendini, bilirsin nasıl koruyacağını,
Bana gelince, ben bu çileme katlanacağım
Zeus’un öfkesi gevşeyinceye kadar.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:57)
“ÇOK AĞIR KÜÇÜK ÇIKIN
------------------------------------Neydi ki onun bu dünyada gördüğü göreceği
hep benimle uğraşmak, hep didinmek, hep çile.
Zamanla ağararak inceldi bir kış şarkısı örneği
ayakta zor duruyordu o çilekeş değneğiyle.”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“SEN BURADASIN <1900>
Sen buradasın, yakınımdasın.
Mutluyum. Gönlümde çakan şimşek.
Cariye gibi uyumaktasın,
Kirpiklerini yarı eğerek.
Kimi seviyor, ne istiyorsun?
Çektiğin çile, çoktan beri mi?
Şarkına kehanet mi diyorsun,
Parlak göze gölge düşmedi mi?”
(Konstantin Balmont<1867-1942>-Kanşubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 25.09.03)
“Soylu, eliaçık ruhlu kadınlar vardır; büyük bir adamın yanında acılara katlanır, onun yoksulluğunu
paylaşır, türlü huylarını, heveslerini anlamaya çalışırlar; bazı kadınlar nasıl pervasızca süslenir,
duygusuzluklarını nasıl pervasızca gösterirlerse, onlar da sevmekten, çile çekmekten öylece çekinmezler.
Gillette, işte o kadınlardandı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:34)
“MAHKUM EDİLMİŞ BİR KİTABA
ÖNSÖZ
---------Sen hep çile çeken meraklı kimse,
Cennetini arayıp duran daha,
Bana acı!... Yoksa lanetlerim ha!
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:271)
“Kadın müritlerin hiçbiri ücret almadan erkekler ayindeyken onların kaldığı yerleri temizlemeye
zorlandığını; erkekler hasır döşeklerde yatarken, kadınların tahta zeminde uyuduğunu; ve kadınların daha fazla
bedensel çile çekmeye mecbur edildiklerini duyduğunda şok geçirmişti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:52)
“Kadın, hayatından ne kadar memnun olduğunu kocasına belli etmekten hoşlanır mı? Hayır. Onun
uğruna saçını süpürge ettiğini ve çile çektiğini görsün ister. Koca işe kendini geliştirmek için gittiğini aklından
geçirir mi?”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:182)
“Sahili Okumak
-------------------ayrıntılarla dolu, ayrıntılarla takıntılı.
Gün bitiminde yollarımızın haritası
bir çileye dönüşüyor kumun üzerinde.
Aynı topraklara yayılıyoruz”
(Sarah Day-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.07.05)
“Ve her yerde soğuk rüzgara ve rüzgarla sürüklenen yapraklara bakıp yalnız hüzünlenmek değil,
gülmek de benim elimde olacak. Belki, zaman zaman düşündüğüm gibi mizahçı bir kişi gerçekten gizlenmiş
bulunuyor içimde. Böyleyse eğer, durum kötü sayılmaz. Ne var ki, bu mizahçı kişi içimde tastamam gelişip
oluşmuş değil; henüz yeterince çile çekmiş değilim..”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk-Nürnberg Yolculuğu”, sa:184)
“Karşılık verdi çok çekmiş Odysseus, dedi ki:
‘Böyle şeyler getirme Alkinoos aklına,
benim yaygın gökte oturan ölümsüzlere benzer yerim yok,
ne yapım benzer onlara, ne boyum bosum,
ölümlü insanlardanım ben.
Çok çile çeken bir insan varsa bildiğiniz
Ona benzerim benzesem benzesem.”
(Homeros, “Odysseia”, sa:131)
“OZAN I.
----------Ülkemiz yurdumuz sevdamız kardeşliğimiz
Ülkemiz yurdumuz aydınlığımız gençliğimiz
yirmi yaşında otuz yaşında yetmiş yaşında
çağların tuzlu kemiklerinde birleşen
ülkemiz yurdumuz yani yenilmez umudumuz
ülkemiz yurdumuz kocamayan gelinimiz
yazan kalemimiz öfkeli sevincimiz
alın yazımız bitmez çilemiz”
(Özdemir İnce<d.1936>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:246-7)
“Blumfeld işitmezlikten geliyor; çünkü böyle yapmasa, oğlana hakettiği sopayı çekecek. Oysa şimdi
onu biraz süzüyor, sonra elini uzatarak bölmeyi gösteriyor ve yeniden dönüp işine bakıyor. Eh, bu durumda
şefinin davranışındaki iyiliği görerek yardımcının kendi yerine seğirtmesi gerekmez mi? Ama hayır, salına
salına, parmak uçlarına basarak yürüyor; bir adım atıyor, sonra ötekini onun önüne koyuyor.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Blumfeld, Yaşlıca Bir Bekar”, sa:150-1)
“Artık gözlerim karanlığa alışmıştı. Gözlerimi iyice açıp bakarken, hafif fosforlu bir görüntü, solgun bir
yüz, iskeletleşmiş iki el, mağaranın dibinde sallandı ve tatlı, sploğu sönük bir ses duyuldu:
-Hoş geldin!
Gayret edip mağaraya girdim, sese doğru ilerledim. Yere çöreklenmiş olan çileci başını kaldırmıştı.
Yarı karanlıkta tüysüz, uykusuzluk ve açlıktan yıpranmış, iki boş çukuru olan yüzünün sözle ifade edilemeyecek
bir mutlulukla parladığını gördüm; saçları dökülmüştü; başı kafatası gibi parlıyordu.
-Kutsa beni, Peder; dedim ve kemikli elini öpmek üzere eğildim.” ---------------------“Çileci elinin beş
parmağını uzattı, dizime dokundu ve beni dürttü:
-Uyan, oğlum! Ölüm seni uyandırmadan uyan!
Ürperdim; cesaret bulmak için tekrar:
-Gencim! dedim.
-Ölüm gençleri sever, cehennem gençleri sever; hayat yanan küçük bir mumdur, kolay söner, aklını
başına topla, uyan!”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:213-5)
“AİWA ANA
--------------Sallardın beni kollarında
Ve yüreğin sevecenlikle dolu,
Silerdin gözyaşlarımı
Her derde deva ellerinle.
Çile çekerdin her gün:
Ormana giderdin ya da çeşmeye
Aldırmadan soğuğa ve sise;
Tutuştururdun bir sevgi ateşi.”
(Yandam Kolani-Eray Canberk; “Şiir Atlası, “Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.09.09)
“Yan yana olsalar, birbirlerine değseler ve göz alabildiğine birbirlerie dolaşsalar da, ben kendi payıma,
birbirinden farklı iki yol olduğuna inanıyorum. Çileyi hemen çözmek istemek hayalcilik olurdu, ama çileden ilk
ipliği çekmeye çalışılabilir.”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:88)
“NE YİYECEK ÇOCUKLARIM
----------------------------------------Kaç zamandır
Uzanıyor evimiz
Çile çatısının altında.
Şimdi biliyorum ki siz
Bakarak kara kuru bir köpeğe
Söyleyebilirsiniz
Açlık vardır evde.”
(Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06)
“...Buna karşılık Nanda’da vücut ana öğe, kafaysa sevimli bir ayrıntıdan ibaretti. Özetle ikisi, çifte
kişiliğe girerek, kah sakallı çilekeş kılığında tanrıçanın ayaklarına kapanan, kah taptaze bir delikanlı kılığında
önünde dimdik duran Şiva’ya benziyorlardı.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:18)
“Akıl iki gözünü de işin sonucuna dikmiştir. O gül için dikenin çilesini çeker.
Güzün solmayan, dökülmeyen bir güldür o. İyi koku almayan burun ondan uzak olsun.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:4, sa:120)
“Kimi kentlerin halkı: ‘Türkler bizde yüz, iki yüz yıl oturdu, çok çile çektik!’ diye sızlanır; delidir
bunlar. Beri yanda, söz gelimi Kecskemet gibi kentler de vardır, buralarda ne Türk oturmuştur, ne Labancz, ne
de Kurucz. Öyleyken asıl çile çekenler bunlardır, çünkü savaşçı taraflardan birinin eğleştiği bir yerde yalnız
onun sözü geçer, haracı o keser, ötekiler de onların semtine bile uğramazdı.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:15)
“ERKEKLİK İMPARATORLUĞU
----------------------------------------İster cahil olsun ister okumuş
Hak yolunda dokuz köyden kovulmuş
Aydın olmuş çilelerle yoğrulmuş
Anlatamazsın gene kadınlık durumunu”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:196)
“Yetmiyormuş gibi bir de o koca kıçlı kızı taşımak ya da omuzlayıp yüklenmek zorunda kalan Esas
Oğlan’ın çilesi bitmez. Bana kalırsa, yanında sürüdüğü o kızın, peşindeki bir sürü bir sürü adamdan daha
tehlikeli olduğunu anlayana kadar da bitmeyecektir.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:13)
“M.B
Şarapta gerçek, diyorsun
Bira açar yüreği
Rakı dilimi çözer
Sarhoşlukta ancak neysem oyum:
Deli, veli, devrimci, çilekeş”
(İnge Müller<1925-1966>-Meral Asa; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.03.04)
“Yağız yüzlü geceyi över, diller dökerim:
‘Yıldızlar kör olunca sevgilimdir nur döken.’
Ama gün, işte her gün çilemi uzatıyor;
Gece, işte her gece derdime dert katıyor.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:28, sa:97)
“Bana şimdi yarıyor çekmiş olmam çileni,
O eski üzüntüyü düşününce üstelik,
Çaresiz, kendi suçum ezip geçiyor beni,
Öyle ya, sinirlerim tunç değil, ne de çelik.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:120, sa:281)
“... <Bertrand Russell> ‘Yaratma çabası sırasında sanatçının çoğu zaman çile çektiğini gösteren birçok
örnek bulmak kolaydır. Beethoven’in defterleri, onun yazdığı müziği ne kadar sık düzeltip yeniden yazmak
zorunda kaldığını göstermektedir.’ ”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:62)
“Derken, gece iniverdi. Pedro Azevedo evine girdi. Çiftlikte kala kala yalnızca Donana kalmıştı.
Çocuklar, Natal’deki evindeydiler. Onlardan yoksun kaldı mı, kendini yalnız hissediyordu. Ama hiç değilse
çocuklar çile çekmemeliydiler. Yıkanabilecekleri suları olmalı, Sertao’nun büyük çaresizliğini
görmemeliydiler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:101-2)
“Neden böyle yaratılmıştı acaba? Ama o da acı çekmişti. Oyunun sürdüğü üç korkunç saat boyunca
kimbilir kaç yüzyıllık ıstırap, sonsuzluklar dolusu işkence yaşamıştı. Kendi hayatı onunkine bedeldi. Kendisi
Sibyl’i bir süreliğine yaraladıysa, Sibyl de onun yaşantısına bir an için gölge düşürmüştü ya. Zaten kadınlar çile
çekmeye erkeklerden daha yatkındılar. Duygularıyla beslenirdi onlar. Salt duygularını düşünürlerdi. El altında bir
olsun, karşılıklı bir şeyler yaşayabilsinler diye sevgili edinirlerdi.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:107)
“‘Dediğim gibi, öğrenci yaşamını konu alan romanım, erken bir girişimin ürünüydü, fazla başarılı
olduğunu da söyleyemem... ama yine de gerçekten yaşanmış ve çilesi çekilmiş bir yaşam parçasıydı bu...’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:27)
Çileden çıkar(t)mak, çıkmak : Çok kızdırmak, deli etmek (Çok kızmak, deli gibi olmak)
“Paşa, tamamen eski zaman adamı... Samimi ve kendi ölçülerine göre dürüst. Saltanatı gökten gelmiş
bir hak diye tanır ve Padişaha zıt olanı -kim olursa olsun- akrep gibi ezmeyi, emniyet müdürünün ödevi gibi
görürdü. Onu, en çok çileden çıkaran şey, ‘Genç Türklük’ lakırdısıydı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:38)
“Parka bakan büyük pencerelerin yakınına oturduk, ben kanepede, o karşıdaki koltukta, sehpanın
karşılıklı iki yanında oturuyorduk; Born keyifle sırıtıyordu, Paris seyahatinin çok başarılı olduğunu,
meslektaşlarını çileden çıkaran karmaşık sorunların sonunda çözümlendiğini anlatırken kendinden çok hoşnuttu,
çok mutluydu.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:49)
“Evlilikte bozulmaması gereken kurallar varmış ve Fanshawe’ıun kararı ne denli yanlış da olsa,
kendisinin buna uymaktan başka yapabileceği bir şey yokmuş. Yazılmış onca şey varken bunların dolapta öylece
durması Sophie’yi çileden çıkarıyormuş ama Fanshawe’a sadakat borçluymuş, bu yüzden de Sophie ağzını açıp
tek söz etmemiş.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:13)
“Eski yöntemi uygularken, kendimi durmadan havalandırıyor, ama öne doğru hareket etmeyi
düşünmeye başlar başlamaz yeniden alçalıyor, havada süzülmeme meydan kalmadan kendimi yeniden iki
ayağımın üzerinde buluyordum. Kaç kez denediysem de her seferinde başarısızlığa uğradım; bir süre sonra
beceriksizliğim beni öylesine kızdırdı ve çileden çıkardı ki öfkemden ter ter tepinmaye, yeri yumruklamaya
başladım.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:75)
“A. HAMLET - Böyle hareket etmek cinnete değil, akla alamettir.
KOMİSER (Hepsine bakıp bağırarak.) - Peki o halde kim? Hanginiz? Beni çileden çıkartmayın. Hala
söylemeyecek misiniz? Öyle ise dayak faslı başlıyor.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:109)
“Ama olmadı, zaten olmayacağını da biliyordu, çünkü genç kadının az önce söyledikleri, şeytanı iyice
çileden çıkarmıştı.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:89)
“Dostoyevski’yi çileden çıkartan, bu alaycı konuşma oluyor. Ayağa kalkıyor: ‘Buraya oğlumu
yabancılarla tartışmaya gelmedim,’ diyor, sesini yükselterek, ‘Bu kağıtları bana vermemekte ısrar ediyorsanız
açıkça söyleyin, ben de başka yollar deneyeyim.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:42)
“ NATALYA STEPANOVNA (Bağırır.)
LOMOF - Ne bağırıyorsunuz?
NATALYA STEPANOVNA - Ya siz ne saçmalıyorsunuz? İnsanı çileden çıkarıyorsunuz!
Ugaday’ın gebertilme sırası gelmiş te siz hala onu Otkatay’la kıyaslıyorsunuz.”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:30-1)
“VARYA (Yandaki odadan.) - Yaşa nerede? Söyleyin annesi gelmiş, vedalaşmak istiyor onunla.
YAŞA (Elini sallar.) - Beni çileden çıkarmaktan başka bir şey bilmezler.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:166)
“-Beyefendi, niçin kavga ediyoruz?
-Hay kör olası; ne yapalım, siz sözü kendi üzerinize aldınız!
-Beni çileden çıkarıyorsunuz!”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:27)
“İmparator Friedrich, Papa III. Alexander’ı saygıyla anıp, onu tek ve gerçek Romalı papa olarak
görmeyi kabul edecekti -ve bu çok şey demekti- ama karşılığında da papa, Lombardia’lı komünlere verdiği her
türlü destekten vazgeçecekti; bu da çok önemli bir şeydi. Çok ihtiyatlı bir şekilde, gizli gizli tüm bu entrikalar
çevrilirken hem Friedrich hem de Christian, papayı, ‘sacerdotium’ ve ‘imperium’u yeniden birleşmeye
çağırarak, kışkırtmaya değer mi diye düşünüyor, tartışıyordu. Baudolino tüm bu tereddütler yüzünden çileden
çıkıyordu, ama karşı çıkamazdı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:223)
“GÜLTEN - Hiç olmazsa uzaktan gelen bir misafiri kabul ediniz...
EMEL - Ben de uzaktan geldim. (Hepsine tiksinmiş gibi bakar.) Anlıyorum hepiniz birleşmişsiniz.
Beni çileden çıkarmak istiyorsunuz. Fakat ben kuvvetliyim.. Başaramayacaksınız...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:65)
“Ana oğul, sabahın alaca karanlığından gecenin zifiri karanlığı çökünceye kadar, canlarını çıkarasıya
çalışırlar, hem de hiç konuşmazlar ve mahzun mahzun düşünürlerdi, sadece. Bu iş, köy sofularını çileden
çıkaracak bir hale gelir, hatta pazarları ve bayram günleri bile paydos edilmezdi.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:4)
“Kılığında hem bayağı, hem özentili şeyleri karmakarışık bir halde birleşmişti. Eskiden beri sıradan bir
insan, böyle giyinmiş birini görünce acayip bir yaşam sürdürdüğünü, karmakarışık bir yaşam sürdürdüğünü,
karmakarışık duyguları olduğunu, sanata kul köle olduğunu, toplumun göreneklerini az çok küçümsediğini sanır.
Bu hal ya hoşuna gider ya da çileden çıkarır.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:152)
“Yahya onu gönlünce yaşamasını engelliyordu. Yakalanıp da iplerle bağlandığı zaman eğer direnseydi,
askerler onu hançerleyeceklerdi; oysa pek uysal davranmıştı. Hapishanedeki hücresine yılanlar koymuşlar, fakat
hayvanların hepsi ölmüştü. Bu tuzakların yararsızlığı Herodias’ı çileden çıkarıyordu. Yahya niçin kendisiyle
kavgaya girişmişti? Ne çıkarı vardı bunda? Kalabalığın önünde bağırarak çektiği söylevler çevreye yayılıyor,
ağızdan ağıza dolaşıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:96)
“DELİ - Peki ne yapıyordunuz?
S. KOMİSER - Adamı sorguya çekiyorduk.
DELİ - Hala mı? ‘Neredeydin, ne yapıyordun? Konuş! Kurnazlık yapayım deme...’ İşe bak, bu kadar
saatten sonra, hepinizin biraz aklı başından gitmiştir, sanırım... sinirler gerilmiş... çileden çıkmışsınızdır.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:50)
“KOMİSER - Hatırladıklarınızdan başlayalım... Örneğin adınız ne?
BENZER - Herkes Antonio diye çağırıyor beni... Profesör bile. O korkunç... beni çileden çıkartan
kadın da... Antonio! Antoniooo..”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:36-7)
“ ‘Doğru söylüyorsunuz. Uzun zamandır bu konuyu düşünüyorum; mektupta bir kasıt eseri olarak ya da
belki de hiçbir kasıt gözetilmediği halde, suçlama içeren o sözler beni yine çileden çıkardı.’ ”
(Th. Fontane, “Effie Briest”, Cilt:III, sa:131)
“SOLANGE - (Sesini alçaltarak.) Senden korkmuyorum. ..... ama dikkat et, ben senin ablanım.
CLAIRE - Hıh, abla da neymiş? Yani daha mı güçlüsün? Boyuna o adamdan söz açıp beni çileden
çıkarmak istiyorsun.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:30)
“Yengemi ancak tatil aylarında görüyordum. Bu açık yakalı bulüzleri giymesine, şüphesiz yazın sıcağı
neden oluyordu. Fakat, yengemin omuzuna attığı ateş rengi şallardan çok, bu açık saçıklık annemi çileden
çıkarıyordu.”
(A. Gide, ”Dar Kapı”, sa:10)
“Yazılması gereken bu mektuplar beni yoruyor, dermansız bırakıyor, çileden çıkarıyor, bunlar
çalışmama hep böyle engel olacak… Artık dostluk falan dinlemem, onların en iyisini bile başımdan defetmek
isterim… Ama yapamıyorum. Eninde sonunda yine yazıyorum; huzurumu sağlamak, kendi kendimden şikayet
etmemek için…”
(A. Gide, “Günlük”, sa:91)
“Yemekte bana fazla bakmamasını rica ettim Robert’tan. Çünkü onun bakışlarındaki her şeyi
okuyorum. Gözlerindeki en ufak bir ayıplama ifadesi, beni şaşırtır. Onun haklı olarak dediği gibi, oldukça
yerine, epey demek onu çileden çıkarır.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:49)
“Anthime onun iğneyi çekişine bakıyor, ‘hamuru iyi,’ diye düşünüyordu. ‘Beni aldatabilecek bir
yosmayla da evlenebilirdim, elimi ayağımı bağlayacak bir hafifmeşreple, kafamı patlatacak, beni çileden
çıkaracak bir gevezeyle, baldızım gibi alınganın biriyle de evlenebilirdim.’ ”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:9)
“HELENA - Neden olduğum bir fenalığı, ben cezalandıramam. Vay başıma gelenler! Ne yaman bir
yazgı benim peşime takılmış: Her yerde erkekleri öyle çileden çıkarttım ki, ne kendilerini, ne de herhangi bir
kutsal şeyi esirgediler.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:213)
“Bu deliler evinde sanat duyguları iyice çileden çıkan Kniep’in ilk defa olarak sabrının tükendiğini
gördüm. Beni buradan ayırmaya çalışıyordu, bense, bu karmakarışık şeyleri teker teker görmeye, kafamda bir
şema içine sokmaya çalışıyordum.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:105)
“RIDOLFO, Eugenia’ya. - Kahveyi istiyor musunuz, istemiyor musunuz?
EUGENIO, Ridolfa’ya. - Çekilin buradan, yoksa şimdi suratınıza atarım.
RIDOLFO, kendi kendine. - Zavallı! Oyun onu çileden çıkarmış. (Kahveyi alır götürür.)
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:20)
“SIMON, kaba. - Dışarda yiyeceğiz de ondan.
MARINA - İyi ama bunu bana böyle sevimli bir biçimde söylemekte ne gerek var?
SIMON - İşte, yine öfkemi kabartıyorsunuz!
MARINA - Kocacığım, bağışlayın, ama öyle bir huyunuz var ki, insan bazen çileden çıkıyor.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:37)
“FULGENZIO - Böyle aptalca bir şey yapmanızı size kim söyledi?
VITTORIO - Siz, mektubunuzla?
FULGENZIO (Alınmış.) - Hey Tanrım! Siz beni çileden çıkaracaksınız. Ben böyle bir şey yazmadım
diyorum, yazmadım ve yazmadım.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:25)
“Mrs. HARDCASTLE -… Ben taktığım zaman ne kadar yakışıyor; görmedin mi? Onları sana
vereceğim. (Sağdan çıkar.)
Miss NEVILLE - En sevmediğim şeyler, boşuna getirmeyin! Elmaslarımı kaybet de, sonra beni
yalancı taşları takmaya zorla! İnsan çileden çıkıyor.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:67)
“ ‘New York’lular bir yabancıyla daha fazla samimiyet kurmak istemezler. Havadan sudan bir kaç laf
edilir, o kadar. Ama hiç bir zaman bir dostluğun başlangıcı sayılmaz.’
‘Aman Billy, yapma etme, beni çileden çıkarma,’ dedim Summers’e. Hava durumu benim en hassas
konularından biridir.”
(O. Henry, “viski soda’, sa:56)
“(Hans) derslerde elde ettiği sonuçlardan duyduğu hoşnutsuzluk büyüdükçe, Heilner’in etkisiyle, sınıf
arkadaşlarından kendini daha bir kesinlikle soyutlamıştı. Örnek bir öğrenci, yarının sınıf birincisi olarak öbür
öğrencilere yukardan bakmak için bir neden yoktu artık..... En çok da kusursuz öğrenci Hartner ve küstah Otto
Wenger’le sık sık kapışıyordu. Otto Wenger bir gün yine alay edip kendisini kızdırmış, Hans da çileden çıkıp bir
yumrukla karşılık vermişti. Bunun üzerine fena halde dayak yemişti Otto Wenger’den. Wenger, ödleğin biriydi
aslında, ama Hans gibi güçsüz biriyle de başa çıkması zor değildi, hiç acımadan yumruklayıp durmuştu Hans’ı.
Heiner o sıra olay yerinde yoktu, ötekiler de elleri böğürlerinde kavgaya seyirci kalmış, Hans’ın yediği dayağı
ona hiç de çok görmemişlerdi..... Utanç, acı ve öfkeden gece gözüne uyku girmemişti. Dostu Heilner’e olaydan
hiç söz açmadı, ama o günden sonra oda arkadaşlarından iyice soyutladı kendini, onlarla artık pek konuşup
görüşmedi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:115)
“Mektubu açıyorum. Şöyle bir göz gezdirince, tepem atıyor. Çileden çıkmak işten bile değil. Fakat
kendimi tutuyor, tane tane okuyormuşum gibi davranıyorum.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:22)
“Artık çavuş çileden çıkmıştı:
‘Haydut!’ diye haykırdı. ‘Sana son defa soruyorum: Nereye gidiyorsun?’
-‘Nedense konuşurken hep hırçın sözcükler seçiyorsunuz,’ dedi Gavroche. ‘Bundan sonra size süt
emzirenlerin ağzınızı daha iyi silmeleri gerekecek sanırım.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:545)
“NORA (Masanın öbür tarafına gider.): Bu gece bana böyle şeyler söyleme.
HELMER (Onu izleyerek.): Tarantella hala kanında yaşıyor; görüyorum. Hem böyle, insanı büsbütün
çileden çıkarıyorsun. Bak dinle!”
(H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:147)
“MADELEINE -... Öyleyse bu yine senin ihmalin. Onu nerede öldürmüş olabilirsin?... Katil! Çocuk
katili!
AMEDEE - Olabilir. Bilmiyorum. Belki de çok fazla bağırıyordu; çocuk bağırması sinirlerimi bozar..
Herhalde çalışmama, oyunumu yazmaya engel oluyordu; onun saatlerce uluması beni çileden çıkarmış olabilir;
derken...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:82)
“HAVAALANINDA ÖFKE
---------------------------------Ama mutlaka, liste başı
yapacağınız bir tane vardır,
iş nefret etmeye gelince.
İşgüzarlığın, iticiliğin,
çileden çıkmanın, öfkenin
ve kırgınlığın birlikte harmanlandığı.”
(Kevin Ireland<d.1933>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.10.08)
“Eli, boynunu ve yüzünü uzattı:
-Şunu derim ki kadının hakkı var, cevabı yerindedir ve hak edilmiştir.
Kozma, çileden çıkarak haykırdı:
-Hay hakkınla, adaletinle birlikte şeytan götürsün seni! Öğrenmek istediğim bu değil!
Eli sakince sordu:
-Ya nedir?
Öteki, öfkesine hakim olarak, onun kulağına eğildi:
-Bu kadının on yedi yıl önce, çam ormanındaki çoban kızı olduğunu düşünmüyor musun?”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:104-5)
“Tercüman bu garip soruları Türkçeye çevirdikçe benim kanım dalga dalga tepeme çıkıyor. Ortaya
atılıp her sorguya çekilen köylü yerine cevap vermekten kendimi güç zaptediyorum. Hele köylünün açıkça,
dobra dobra söylemeye başlarken tercümanın, yavaş sesle büsbütün başka şekilde anlatması beni çileden
çıkardı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:185-6)
“Çocuk doğurmayan kadınlar bunlar, kaplıcanın sularında, doğurganlık bulmayı umuyorlar..... Her şeye
karşın, bir erkek hastaya dokuz kişi düşüyor ve bu durum, hastabakıcı olarak çalışan ve kısırlıklarını gidermeye
gelmiş kadınların yüzme havuzuna bakan genç, bekar kızı çileden çıkarıyor!”
(M. Kundera, “Ayrılık Valsi”, sa:11)
“Sanatın önüne belirleyici bir sıfat koyduğunuz zaman, orada sanat kalitesinden söz etmek zorlaşır.
Çünkü bir yönlendirme söz konusudur. Yönlendirme girişimleri ise sanatçıları çileden çıkarır, sanatı da berbat
eder.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:131)
“Gazatelere, haberin onları hiçbir biçimle ilgilendirmediğini düşünse de, fotoğrafçının doğal bir ölümle
ölmüş olduğunun söylenmesini buyurdu. ‘Gerekirse, valiyle ben konuşurum,’ dedi. Ciddi, yumuşak başlı bir
adam olan komiser, hocanın yasalar konusundaki katılığının en yakın arkadaşlarını bile çileden çıkardığını
biliyordu.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:12)
“Macintosh yüreğinde bir yazıklanmayla onu izledi. Bu adamın kendini beğenmişliği onu çileden
çıkarıyordu; ama, içinden gelen bir şey üstelemesini istiyordu.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:47)
“Enerjik, sessiz el kol sallamalarıyla vedalaştıktan sonra, vagonda Rivet’ye şöyle dedim:
‘Sen kaba herifin tekisin!’
O da karşılık verdi:
‘Bak oğlum, beni iyiden iyiye çileden çıkarmaya başlıyorsun.’ ”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290)
“Bizimki, akşamları ahırdaki yuvasına dönünce köpek sürüsü gelip villaya yerleşiyordu; parkı çeviren
çitin deliklerinden usul usul içeriye akıyor, çiçekleri talan ediyor, sepetleri deliyor, bahçıvanı çileden
çıkarıyorlardı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:79)
“ ‘O halde belli bir yerde ol’ diye haykırdım artık sabrım taşarak ve onunla aramdaki insanı çileden
çıkaran ilişki sürecinde ilk kez hatırı sayılır bir öfke nöbetine tutuldum.”
(H. Melville, “Bartleby’, sa:67)
“Bütün bu rutubetli, hamur olmuş süprüntünün bir arada durduğunu düşünmek korkunçtu. Yığışmış
taşlara benzeyen donmuş kuyruk yağı. Sekizyüz yağ dilimi, oluşturdukları dört duvar arasına - yığışmış taştan bir
mahzene Gordon’u tıkmıştı. Bunu düşünmek insanı çileden çıkarıyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:11)
“KRUTİTSİ - Biliyor musunuz? Ta başından beri bu adamdan kuşkulanmıştım.
MAMAYEV - Ben de. Bakışları bir tuhaftı.
GLUMOV - Atmayın şimdi. Ruhunuz bile duymadı. Günlüğümün okunması sizi çileden çıkarıyor.
Ama bazen en akıllı adamın bile ayağı sürçer.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:127)
“O küçük çocuk kendisini yenmekte olan babasına ve kendini küçük düşürmekte olan komşuya
dayanabildiği kadar dayandı ama birden çileden çıkarak Barata’nın ayağına bir yumruk indirdi (zavallıcık, onun
yumruğu bir köpek yavrusunun vurduğu bir fiske gibi olmuştu), bir yandan da bu gibi durumlarda, kimseyi
gücendirmeden söylenebilecek bir çift sözle içini boşalttı: ‘Rahat dursana!’ ”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:28)
“Hepimiz, hepimiz suçluyuz, bize: ‘Beni çileden çıkarmaya hakkkınız yok,’ diyordu. Biz onu çileden
çıkardık, deli ettik onu.”
“-J’attendrai! <Fr.: ‘Seni bekleyeceğim!’> dedi. Bekleyeceğim! Bak bu çok güzel! Güzel bir buluş.
Bizi çileden çıkarmaya karar vermişler anlaşılan.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:152;329)
“Basamakların ortasında, birden durdu, gülmeye başladı; amma boktan iş! diye düşündü. Amma boktan
iş! Ne kadar keyifsizim. Ivich’i görmeyi hiç canı çekmiyordu şimdi. ‘İnsan keyifsizken hiç yardım etmez,’ diye
düşündü, aksine, ‘insanı çileden çıkarır büsbütün.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:67)
“LAERTES - Demek ki, böylece ben asil bir baba kaybettim; geçip gitmiş günleri övmekte bir şey
varsa, mükemmelliği bütün devrine ulu orta meydan okuyacak değerde bir kızkardeş de çileden çıkıp perişan
oldu. Ama intikamımı almak zamanı gelecek.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:149)
“RODERIGO - O paldım (eyer kayışı) dudaklı herif eğer Desdomonayı böylece alıp götürebildiyse ne
zengin bir hazineye kondu!
IAGO - Kızın babasını uyandırın, ayaklandırın, arkasından koşun, keyfini kaçırın. Onu sokaklarda
kepaze edin, akrabası hırslansın. Rahat huzur vermeyin, adamı çileden çıkarın. Keyfi tam yerinde olsa bile onu
öyle üzüntülere düşürün ki keyfi kalmasın.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:5)
“Mrs. HUSHABYE - Kitap senin değil mi? Durup dururken Othello okumak da nereden aklına esti?
ELLIE - Babam bana Shakespeare’i sevmeyi öğretti.
Mrs. HUSHABYE, kitabı masanın üzerine fırlatarak. - Öyle mi? Baban da insanı çileden çıkarır
doğrusu.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:25)
“EPIFANIA -... Herkesin düşebileceği bir hataya düştüm. Bu karşı konulmaz atletin ateşli bir aşık
olacağını sandım. Hiç de öğle değilmiş. Bütün ateşi yumruklarında imiş.. O günü hiç unutmam. Balayımız
sırasında idi... Gösterdiği soğukluk beni öylesine çileden çıkardı ki yumruklarımı sıkarak üstüne yürüdüm. Ama
daha ilk çarpışmada o iğrenç muştası ile beni yere seriverdi. Hiç güneş sinir ağının üstüne yumruk yiyerek yere
serildiğiniz olmuş mudur?
SAGAMORE - Tanrıya çok şükür, hayır. Boksörlüğüm yoktur.”
(G.B. Shaw”, “Milyoner Kadın”, sa:15-6)
“KLEOPATRA (Kurnazca bir umut pırıltısıyla.) - Ama Sezar, bunu yaparsanız sizin de sonunuz gelir.
(Sezar’ın gözleri cam gibi parlar.)
RUFIO (Çok telaşlı.) - Aman ulu Jüpiter! Seni gidi iğrenç Mısır faresi. Bu söz Sezar’ı çileden
çıkarmaya yeter. Şimdi tek başına kente giderse görürsün. Bizi burada paramparça ederler.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:144)
“Bu yükle evin yolunu tutan Lamiel’in içi derin bir hüzünle burkuluyordu; kendi kendisine sorduğu bir
soruya bir karşılık veremiyor, bu da onu çileden çıkarıyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:40)
“Eskiden son derece korkunç ve itirazcı bu halkı <Milano’lular> büsbütün sinirlendirip çileden
çıkarmak için Avusturya ona sudan ucuz bir fiyatla ordusuna asker vermeme ayrıcalığını satmıştı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:18)
“Çevresinde toplananlar bu adamı çok iyi tanıyorlardı. Hepsi de ona karşı oynamış ve oyunu
kaybetmişlerdi; çünkü bu adam kesinlikle bir satranç dehası olmasa da neredeyse nefret edilen bir özelliğe
sahipti: hiç hata yapmıyordu, böylece rakiplerini yıpratıyor, çileden çıkarıyordu.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:25)
“Bilirsin, ben inceden inceye düşünmeden adım atanlardan değilimdir. Bir karar almadan önce uzun
uzun kafa yorarım, konunun her yönünü gözden geçiririm, iyi ve kötü yanlarını tartarım; bu hem beni, hem de
yanımda bulunanları çileden çıkarır.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:8)
“Martin Petroviç tipinde babayiğitler, çoğu zaman soğukkanlı olurlar. O ise tam tersine, pek kolay
öfkelenirdi. Onu en çok çileden çıkaran da rahmetli karısının kardeşi Biçkov’du. Biçkov, küçük yaşından beri
Suvenir takma adını taşırdı; herkes, hizmetçiler bile onu bu adla çağırırdı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20)
“Rudin:
-Gerçekten öyle! diye yanıt verdi.
-Peki, ya olayların niteliğini de bildirmek gerekir mi?
-Genel görüşler, diye Pigasov sözünü sürdürdü, beni çileden çıkaran bu genel görüşler, incelemeler,
sonuçlardır.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:51)
“Kapalı kapılar ardında kimbilir ne tıhaf şeyler oluyordu! Kapıcı onun sözünü kesti:
-Bizi ilgilendiren şey var, ilgilendirmeyen şey var, Mösyö Mouret. Bakın, işte böyle şeyler bizi çileden
çıkarıyor! Bakın, siz de bakın!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:18)
“Etraftan duyulsun diye, çok yüksek sesle konuşarak, Framit kadının evinde geçici oturduklarını, ilk
fırsatta mutlaka kendi evlerine döneceklerini söylüyorlardı. Onun için, başka bir yere taşınacağız diye yeniden
tedirgin olmaya gerek yoktu, değil mi ya? Evlerine niçin döneceklerdi, nasıl döneceklerdi? Bunu kendileri de
bilmiyorlardı. François’ı çileden çıkartan, evvin tek sahibi olarak kalmaktan duyduğu hazzı bozan da,
bilinmeyen şeylere dayanan bu cüretkarlık, bu divanece güvendi.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:213)
“Küçük bir taşra şehrindeki kendi halinde yurtdaşlar ve askerler bile, İmparator ve Almanya’ya karşı
öylesine kışkırtılmıştı ki beyaz perdede birkaç saniyelik bir görünüş, çileden çıkmalarına yetiyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:262)
“Fakat bu kadın -bilmem size iyice anlatabiliyor muyum- güya gezintiye çıkmış gibi şöyle uğrayışı ve
üst perdeden davranışı ile, beni direnmeye kışkırtmış, çileden çıkartmıştı.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:31)
Çile doldurmak : Acı çekmek, sürekli ıstırap çekmek
Bk.: Çilekeş
“Nureddin bir türlü ısınamamış dergaha. Dayısının üzelmesine, dönek diyenlere aaldırmayıp iki aya
varmadan ayrılmış; gidip Halveti Şeyhi İsmail dede’nin elini öpmüş. Sorulunca ‘Hepsi rahatına düşkün; yiyip
içip lak lak etmeye gelmişler oraya’ demiş. Daha o gün kısa bir törenden sonra çile doldurmaya girmiş tekkenin
taş odalarından birine.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:129)
“EVE DÖNÜŞ YOLUNDA
-------------------------------Yıllarca göz yaşı, günlerce didinmek,
Şimdi karşımızda korku ve zorbaların sömürüsü.
Çilemiz dolmuş olmalı,
Lakin, tek başımıza çekiyoruz bu akıl almaz saçmalığı.”
(Moazzam Begg, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:46)
“Sonra oda hizmetçişi dife bir sürü aşifte de var... İşlerini yoluna koymuşlar. Bütün Bezouces,
Redessan, Jonqueres delikanlıları, hep orada. Arabacılar bile uğramadan geçemezler... Ben de burada bütün gün
tek başıma çile doldururum!...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:52)
“Daha az kazandım, ama iş beni mutlu etti. Artık sayısız dokümanı güç bela okumak veyaa imzalamak
için Clive Caddesi ofislerinde boyun bükerek çile doldurmam yahut bunalımımı gidermek amacıyla her gece
sarhoş olmam gerekmiyordu.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:11)
“... ‘Zeyni Babacığım, dedim..... İşittim ki, sen yedi yıl güneş görmeden, burada çile doldurmuşsun.
Sakın sen de, insanlığın zalimliğinden, vefasızlığından kaçmış olmayasın?..... Seni o dakikaların acısına
katlandıran o melek sabrından bana da ver. İnlemeden, ağlamadan çilemi doldurayım!..’ ”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:177)
“Leyla ile Necla, asıl istediklerini açık açık söylüyorlardı; ne hakla kendilerini eve kapatmışlardı?
Herkesin kızları istedikleri yerde, istedikleri insanlarla gezip eğlenirken kendileri niye bu cehennemde çile
dolduruyorlardı?”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:51)
“Evde hüküm süren yoksulluk şimdi bir başka aşamaya girmişti. Doyurulacak boğaz sayısı yarıya
inmişti. Çilelerini doldurmaya devam eden Mösyö ve Madam Thüringer’le Madam Şarlot artık eskisi kadar
kimsesiz değildiler.
(P. Istrati, “Uşak”, sa:116)
“<Andronikos’un> Manastırda bunu yapması için bir hücreye çekilip çile doldurması gerekirdi.
Birtakım işler, kimi zaman, yapılmamaları gereken yerlerde daha iyi yapılabilir. Çile doldurmak, o kalabalığın
içinde, bir çeşit tembellik, bir çeşit kaçış, bir çeşit hapisti.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:49)
“Geçmiş yaslar yeniden beni yürekten vurur,
Acıları saydıkça bir bir, içim kan ağlar;
Gönlüm eski dertleri anıp çile doldurur,
Borcum bitmemiş gibi yine keder borcum var.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:30, sa:101)
Çilekeş : Bk.: Çile; Çileci
Çilesi, çileleri bitmemek : Çekilen eziyetler bitmemek, durum çok daha kötü olmak
“....’Müttefik kuvvetler İtalya’ya girince Mavi Alay orada da kalamadı. Avusturya’da Drau Nehri
yakınlarındaki Ober Drauburg bölgesine yerleştirildiler. Ama çileleri bununla da bitmedi. 8. İngiliz Ordusu
Avusturya’yı işgal edince esir düşüp, bu sefer Dellach kampına nakledildiler. İngilizlerin elinde esir olmanın
belki de onları kurtaracağını düşünmüşlerdi. En kötüsünden Türkiye’ye gidip, kendilerine yeni bir hayat
kurabilecekleri hayallerine kapıldılar, ama ne yazık ki öyle olmadı.....1945 yılında Londra’dan kamptakilerin
Sovyetler Birliği’ne teslim edilmesini emreden bir telgraf geldi. Sovyetler hepsinin kurşuna dizileceği kararını
açıkladığı halde, İngilizler onları gönderiyordu...... Üçbin kişi Sovyetlerin eline geçmektense ölmek daha iyidir
diye kendilerini Drau Nehri’nin buz gibi sularına atarak intihar etti. Önce kadınlar çocuklarının elinden tutup
nehre atladı, sonra da erkekler. Kalan dört bin kişi ölenlerin çığlıklarını dinlediler. Sonra vagonlara dolduruldu
hepsi. Vagonların kapılarına tahtalar çakıldı, tren yola çıktı...”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:149-50)
Çilingir sofrası : Az mezeli ve çeşnili, alelacele ve daha çok fakirce ve dostça düzenlenmiş içki sofrası
“Şvayk, ‘Bana sorarsanız,’ dedi, ‘ha er olmuşsun, ha erbaş. Ama rütbesi sökülenleri o saat ateş hattının
en ön saflarına sürdüklerini biliyorum.’
Rahip, yattığı yerde dönendi.
‘Kıçında pireler uçuşuyor,’ dedi Şvayk. ‘Kalıbımı basarım, rüyasında çilingir sofrasında oturuyordur
şimdi.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:324)
“-Herif seni eski elbise, eski pabuç diye sızdırmak istiyor. Kim bilir onların arkasından daha neler
isteyecek?
-Haaa! Dün akşam da bana küçük beyağa! Bir akşam şunun şurasındaki incirlerin altında çilingir
sofrasını kurup bir papas uçuralım! -dedi.
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:20-1)
“Haydi Abbas, vakit tamam:
Akşam diyordun, işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı,
Dinsin artık bu kalp ağrısı.”
(C.S. Tarancı, “Otuz Beş Yaş – Abbas”)
“Denisof’un çilingir sofrası etrafında toplanan subaylar yiyip içerek konuşmaya başladılar.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:130)
Çil yavrusu gibi dağılmak, dağıtmak : Darmadağın olmak (genellikle insan grupları, ordu vb.), bozguna
uğramak
“Ama o daha arabayı durdurmaya kalmadan, biraz ötede bir küme insanın çil yavrusu gibi dağılıp sağa
sola kaçıştığını gördük. Ortada üç ayağı üzerinde bir deve dikiliyordu.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“ ‘Ben de sizinle hemfikirim,’ diye araya girdi Papaz. ‘O mahşerden korkar, bu yüzden de çenesini sıkı
tutar, tek laf çıkmaz ağzından. Ben kefilim ona.’ ‘Peki ama size kim kefil olsun?’ diye sordu şövalye.
‘Mesleğim. Benim mesleğim her türlü sırrı saklamayı gerektiriyor çünkü.’ ‘Tamam,’ diye bağırdı Şövalye. ‘Bana
kalırsa tek yol var. Haşmetmeab, tellal bağırtarak, bütün İspanyol gezgin şövalyelerini saraya çağırmalıdır. Bir
düzine şövalye bile toplanmış olsa, bir bakarsınız aralarından biri çıkar, bir başına bütün Türk donanmasını
mahveder, çil yavrusu gibi dağıtır.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:418-9)
“Adam, sopasını ve çantasını aldı, çekip gitti. Çıkarken, kendisini La Croix-de-Colbas’dan beri takip
eden ve görünüşe göre çıkmasını bekleyen bazı çocuklar ona taş attılar. Adam, öfkeyle geri döndü ve çocukları
sopasıyla tehdit etti. Çocuklar, çil yavrusu gibi dağıldılar.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:118)
“Tüfeğini kötü niyetlerle kavradı, utancından; ne var ki, düştüğü zaman çakmaklı tüfek sertçe çarpmıştı
yere, horoz çamura bulanmıştı, üstelik taşları da düşmüştü. Yalnız, kızlar tüfeğin uğradığı bu kazanın ayırdında
değildiler; doktorun onlara nişan alması karşısında çığlıklar atarak dağıldılar çil yavrusu gibi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:47-8)
“Karadayı gazetesine, Babıali esnafı, -yani yazarlar- önceleri pek önem vermemişlerdi. Hani hakları da
yok değil. Böyle yüzlerce dergi, gazete, yüzlerce belli, ya da gizli maksatla çıkıyor, birkaç zaman sonra çıktıkları
gibi sessiz sedasız kapanıyor. Önce Karadayı’nın sürekliliği, sonra İhsan’ın kişiliği dikkatlerini çekmiş, fakat
tevkif olayı hepsini çil yavrusu gibi dağıtmıştı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:159)
“Durumun kötülediği sezilmekteydi. Plajda buz gibi bir korku rüzgarı esivermiş ve bir anda herkes çil
yavrusu gibi dağılmıştı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:275)
Çimdik atmak : Birini çimdiklemek; Dalavere yapmak, ispiyonculuk etmek, birilerinin kuyusunu kazmak
“‘Ama bu çimdiklerin canlarını acıttığını sanma ha!’ dedi ansızın Fischerle yüksek sesle. ‘Çünkü sen
buradasın, onlar ise uzakta. Attığın çimdikleri hissetmezler ki!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:377)
Çimlenmek, çimlenip durmak : Durup durup aralıklarla atıştırmak, yemek; Başkasının malından biraz yarar
sağlamak
“... söz gelimi Kecskemet gibi kentler de vardır, buralarda ne Türk oturmuştur, ne Labancz, ne de
Kurucz. Öyleyken asıl çile çekenler bunlardır, çünkü savaşçı taraflardan birinin eğleştiği bir yerde yalnız onun
sözü geçer, haracı o keser, ötekiler de onların semtine bile uğramazdı. Ama hiçbirinin eğleşmediği yerler böyle
değildi; oralara bunların üçü de uğrar, istediği gibi çimlenirdi.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:15)
“Sinirlerini yatıştırmak için çöreğini torbadan çıkardı ve onu gerçekten yine kendiliğinden artarak
yusyuvarlak ve bütünleşmiş olduğunu gördü. Bu kez yürürken çörekten boyuna çimlendi durdu, ama sonunda
artık o da fazla gelmeye başlamıştı. Bir atasözü, ‘artık boğazından geçmeyeni yalnızca yalamalı’ dememiş
boşuna.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:19)
Çimmek : Suya tüm vucutla balıklama dalmak
“İçinde çimmek istediğim derelerin
Kıyısına yatıp sular içtim,
Daldırdım iki kolumu yürüyen suya,
Ak çakılların oynaştığı dibe kadar...
Serinlik omuzlarımdan da girdi.”
(A. Gide<1869-1951>, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:94)
ÇİN (Çin Felsefesi) : (ÇİN,FEL.,KOLL.) : Dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip Çin, iki bin beş yüz
yıllık bir süreç içinde, dört esaslı evre’den geçmiştir:
(1) M.Ö. 6. y.y.- M.Ö. 221) : ‘Y ü z O k u l’ + Konfüsyus’çuluk + Taoism’
Temel çaba : Hüküm süren sosyal ve politik düzensizliğin onarımı.
TAO : (yol); te : (erdem), ren : (iyilik ve sevgi), yi : (doğruluk), tian : cennet, ve,
yin-yang : sükunet, hareket; zayıflık - kudret
Esas : İnsana sunulan T a o, onun erdemidir. En derin erdemler ise, Konfüsyüç’ün sunduğu :
ren ve yi’dir (özellikle Etik ve Politik’te).
(2) M.Ö. 221 - M.S. 960) : K o n f ü s y u s’çuluk egemendir. Yeni TAOİSM + BUDİZM’in
gölgesinde yaşamak. Nihai gerçekler : ‘?varlık’ vs. ‘?Yokluk’ ; Temel güç: ?tümel – evrensel; ?tikel - yerel
(3) M.S. 960 – M.S. 1900) : Y e n i K o n f ü s y u s’çuluk ;
Esas: ‘etik’ ve ‘sosyal’ problemleri açıklayabilmek için : m e t a f i z i k bir temele gereksinim
duymak;
(4) M.S. 1912 - bugün : Batı Felsefe’sinden faydalanma + Bunda da üç evre vardır:
(I): Batılı felsefelerin nakil edilmeleri : T e o r i k çerçevenin kurulması;
(II): Geleneksel felsefe’nin yeniden inşaı; ve
(III): M a r k s i z m - 1930 ve sonrası : MAO damgasını vurmuştur.”
(A. Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:211-2)
ÇİN (Çin Mitolojisi) : (ÇİN.MYTH.) İnsan’ın gelişmesinin Çin’deki hikayesi üzerine ilk önemli bilgiler,
1920 yıllarında, Peking’ <Beijing>in 50 km. güneyindeki Zhoukoutian Kireçtaşı oluşumlarında keşfedilmişti.
‘Sinathropus pekinensis’ adı verilen kalıntılarda, insan ve hayvan fosilleri ve taştan aletler bulunmuştu. 45
insan iskeleti ve ateş’e ait bulgular da vardı. Her nedense, II. Dünya Savaşı esnasında, önceden bulunmuş tarihi
eserlerin çoğu kayboldu. Eserler, iki bin yaşında idiler. 1959 ve 1866’da yapılan ekstra araştırmalar, JavaIndonsia’dakine benzer çene kemiği ve kafatası yapısı, Peking’dekinden de daha evvelki tarihlere ait gibi
göründü. Ama esas ‘homo sapiens’ buluntuları ki 50,000 yıllık geçmişi vardı, Çin’de Zhoukoutian Kireçtaşı ve
Schuan – Guangxi bölgelerinde, ‘The Upper Cave = Yukarı Mağara’ da ele geçirildi.
“Bir tarihte, kum yığınları rüzgarla Huang He vadisine doğru ilerlemeye ve depolanmaya başladı.
Öyle ki tepeler 100 ayak yüksekliğindeydi. Bunlar, ‘Yellow River = Sarı Nehir’ in kıyılarına kadar geldi ve
ziraat, birden parladı. Sarı renkli, toz halindeki toprak çok verimliydi. Buğday, arpa’nın ötesinde çanak çömlek
yapma, yün örme gibi el sanatları da başlangıç yaptı; Neolitik Devrin başlangıçlarında da cilalanmış taş yapıtları
ortaya çıktı. Gelişim yavaş fakat sürekliydi. M.Ö. 4000. yıllara ait bulunmuş bir köy kalıntısında, 12 m.
uzunluğunda gerçek ev yapıtları bulundu. Köy, üç bölüme ayrılmıştı: Geometrik dizayn’la yapılmış oturma yeri,
çanak-çömlek imalathanesi ve hemen hepsi tek tek yapılmış gömülme yeri. Duvarlar da insan yüzü ve balık
resimleriyle bezenmişti. Daha geniş yapıldığı sanılan binaların da, topluca, ritüel seremonilerinde kullanıldığı
tahmin ediliyor.
İkinci önemli n e o l i t i k adımın, Dragon Dağı civarında, L o n g s h a n’da yerleşimden sonra
atıldığı biliniyor. İnşa edilen evler daha ufak, fakat tepeler üzerinde idi; duvarlar ince, siyaha cilalanmış idiler,
ziraat, pirinç ve akdarıya dönüşmüştü. Mamafih, bu kültür hala kuzey-doğuya yayılmamış, doğu Çin kıyılarına
sıkışmış bir durumda idi. Vazo ve çanaklar, eski zamanların Shang periyodunun bronzlarından, daha parlak
metakiklere dönüşüyordu. Çok ünlü L i ya da d i n g dedikleri bir ‘tripot - çaydanlık’ olup, yumurta şeklinde üç
kanal, daha çok ısıtma yüzeyi verme gayesiyle tepede birleşiyordu. Zamanla buna,’steamer-ısıtıcı’ ya bağlanmak
için, altta bronz bir taban da eklediler.
Bu arada, bazı ‘inanç sistemlerinin’, ritüellerin de yavaş yavaş günlük yaşama girdiğini tesbit eiyoruz.
‘Geleceği okumak’, ilk pratik idi: Bilenmiş kemik ya da kaplumbağa bağası, ya da bir kemik, ortaya konup, bir
‘kahin’e yorum yaptırılıyordu.........................
Bu yarı-karanlık ilk gelişim; M.Ö. 2852 yılından başlayıp 647 yıl süren bir ‘Üç Hükümdar, ‘Beş
İmparator’ devirlerinden sonra, üç d i n a s t i devresine girdi: (1) Xia (439 yıl), (2), İsmi Shang olup,
İmparator Pangeng tarafından Yin’e değiştirilmişti (644 yıl), ve, (3) Zhou (867 yıl)................
Çinin tarihinde en önemli filozoflar (Confucious dahil), ‘Warring States – Savaşan Devletler devri:
M.Ö. 480-221’de yaşandı. <Confucious : 554 - 479), Mengzi (371 - 289), Xunzi (298 –-230) . Bunlar hem
filozof-düşüner ve hem de devlet adamları idiler. Konfüsyüs, daha ziyade aile, baba-oğul ilişkileri, devlet
adamlarının esasında yetenekli ve toplumcu değerlerle yeniden nitelendirilmeleri üzerine sulhçü, akılcı <Her
şeyden önce kendini bil!> bir yorum sunuyordu. Ne yazık ki, kudretsiz hisseden ve eski değerleri ortadan
kaldırıp -böylece eskilerinin etkisinden kurtulunacağını düşünerek-, İmparator Qin Shi Huang Di’nin bakanı L i
S i, o zamana kadar birikmiş eşsiz değerdeki kitap ve risalelerin, (M.Ö. 223’de) yakılmasını teklif etti ve
imparator bunu kabullendi. Böylece, teknik kitaplar ve pratik el-kitapları hariç, Çin’in tüm tarihçesi ve kültürü,
yazısal olarak kül oldu. Kitapşarın ötesinde 460 scolar kültürlü okur, yazar bilgin hayatını yitirdi. Huang Shi de
bir isyanla alaşağı edildi. Onun için tarihçiler, modern zamanlarda bulunan-yazılan arkeolojik, tarihsel kitaplara
pek itibar etmezler. (Çok karmaşık, teferruatlı ve uzun olan Çin Tarihini burada tekrarlayamayacağımızdan, by
bilgileri istersek Ansiklopedilerden tamamlayabilirz diye, daha ziyade sanatsal, dinsel ve psikolojik yorumlara
geçmek istiyorum.) Birçok maceralardan sonra, XX. y.y.’ın hemen başlarında Mançu’larla olan iç ve dış
savaşlardan sonra, Nanjing’de geçici cumhuriyet hükümeti kuruldu, devrimcilerin lideri Sun Yat-sen
yurtdışından gelerek cumhurbaşkanı seçildi. Beş yıldır tahta bulunan çocuk imparator Puyi, 12 Şubat 1912’de,
yönetimi halkın temsilcilerine teslim etti. Mart 1912’de Geçici Anayasa ilan edildi ve hükümet, nisan ayında
Peking’e taşındı. Ondan öyle Çin Halk Cumhuriyeti, tüm dünyada çok daha saygın, ekonomide ismi geçen ,
dünyada alan bakımından üçüncü, nüfus bakımından birinci büyük lider devletlerdin biri oldu.
Ç İ N’in Y a r a d ı l ı ş D e s t a n ı :
Y a r a t ı l ı ş , Çin’lilerin düşünüş sisteminde, mevcut ‘yaşam kaos’unu indirgeyen bir olay olarak
oluşagelmiştir. Temel düşünce ve beklenti, C e n n e t ve D ü n y a’nın biirgirlerine uyumlu ve dini görevleri
ifa edilmesine elverişli olmasıdır.. Peki, mevcut Kaos’u nasıl ortadan kaldıracaklardı? Düşünür Zhuangzi
<M.Ö., III. y.y.>’da yazıyor : Kuzey Denizin İmparatoru Hu ve Güney Denizinin İmparatoru Shu, zaman zaman
bir araya gelip bu problemi çözmeye çalışmışlardı. Buluştukları yer de, Orta Alanların İmparatoru Hundun’un
sarayı idi. O, çok misafirperver bir adamdı, ve fakat –bir doğuş hatası olarak- insannın yüzünde ve kafasında
bulunan yedi önemli delik (gözler, burun, kulaklar, ağız, nefes borusu: Yedi delikli tokmak, bunu bilmeyen
ahmak ! İ.E.)’ten mahrumdu. Gördükleri sıcaklığı kısmen olsun ödeyebilmek için, onun eksik olduğu
‘deliklerini açmaya’ söz ve uğraş verdiler. Böylece, her gün bir delik açmaya karar vererek işe koyuldular. Fakat,
yedinci gün, -her nedense-(?) Hundun <Çince’de ‘kaos’ anlamına gelir>, birden öldü ve anide, dünya yaratıldı.
Diğer iki imparatorun isimlerini yanyana yazarsak: Shu-hu olur ki, bu Çince’de y ı l d ı r ı m anlamına gelir,
böylece ‘yıldırım’, ‘Kaos’u mahvederek ortadaki engeli kaldırır ve dünya, sahneye çıkar.
Soymié, yazılarının birinde, bazı ritüel denemelerinde, y ı l d ı r ı m çarpmasının, ‘kaos’u temsil
ettiğine inanılan, iki yanan ok’un keçiderisi bir şişeye-keseye yönlendirilmesiyle oluşacağına dair bir inanış
mevcut olduğunndan bahseder. Bu konuda, gerçekte çok ilginç iki öykü vardır ki, Shang dinasti’nin kaderi
hakkında, dinastik bir konumun sonunda, bir torbayı vurma teması nevcuttur. Öykülerden daha önemli olanında
yazar: ‘Kral Wuyi, insan şeklinde bir figür yaptı ve onu Tianshen diye isimlendirdi. Ondan sonra da, ‘qi’
denilen, damaya benzer bir tahta üzerinde, kendinin tayin ettiği bir adamla, ‘atıcılık’, oyunu oynamaya kalkıştı.
Adam kazanınca, Kral şımardı, kendi yarattığı figürle alay etti ve onu tartakladı. Sonra, deriden bir kese yaptı,
onu kanla doldurdu, astı ve okları ona hedef ederek, ‘Cennete ateş ediyorum!’ diye bağırdı. Shu jing’de bu öykü
şöyle bitiriliyordu: ‘Wuyi, sonraları bir ava gitti, orada bir yıldırım tarafından çarpıldı ve öldü.!’
M.Ö. Üçüncü y.y.’da yazıllış bir tekst’e göre, K a o s, tavuk yumurtasına benzerdi. O zamanlar, ne
Dünya, ne de Cennet mevcut değildiler. Bu yumurtadan, oğlan Pangu doğdu. Yumurta parçalara ayrıldı; ağır
elemanları ‘Toprak’ı, hafif, temiz olanları ‘Gök’ü teşkil etti. Bunlar y i n ve y a n g idiler. On sekiz bin yıl
geçti, dünya ile gök arasındaki mesafe günlük 10-ayak <3 metre> büyüdü; Pangu da aynı oranda büyüdü ve iki
büyük varlık arasındaki mesafe nerdeys doldu. Buna karşın, ne zaman P a n g u gösterilmek istense, ya ayı postu
ya da yapraklara sarılmış bir cüce olarak takdim edilir. O ölünce, vücudunun farklı doğal elemanları, zamanlara
göre değişebilen dağıtımlarla dünyaya yayıldı. Han sülalesi -belki de daha evvel- zamanlarda, Doğu’da dağlara
döndü; midesi Orta Dağ’ın, sol kolu Güney’in, sağ kolu Kuzey’in ve ayakları da Batı’nın temeli oldu. Başka bir
kaynağa göre de, onun başından tüm ana dağlar oluştu, gözlerinden güneş ve ay, vücudundan nehirler ve
denizler, saçından da bitkiler doğdu. Başka kaynaklar da onun gözyaşlarının nehirlerin ve denizlerin esas su
kaynağı olduğunu; nefesinin rüzgarı, gözlerinin şimşeği ve sesinin sağnağı yarattığını kaydeder. Onun mizacı
<mood> değiştiğinde hava da değişir, nefesi bulut ve rüzgar, soluk alışı fırtına ve yıldırım yaratırdı. Onun sol
gözü güneş, sağı ise ay idi. Vücudundan önemli noktalar ve beş büyük dağ doğdu; bu zamanlarda da kanından ve
vücut sularından nehirler ve denizler, sinir ve ven damarlarından da dünyanın tabakaları hasıl oldu. Alanlar ve
verimli topraklar, onun vucut kaslarının erimesinden hayata geçtiler. Başının saçlarından ve kaşlarından yıldızlar
ve planetler doğdu, dişlerinden ve kemiklerinden ise metal ve taşlar var oldu. ‘Tohumları’ inci’ye, kemik-iliği ise
‘jade’ <mücevher>’e dönüştü. ‘Ter’i yağmur’u oluşturdu ve vücudundaki pire’lerden insan nesli doğdu.”
(Anthony Christie, “Chinese Mythology”, Library of the World’s Myths and Legends, Peter Bedrick
Books, 2nd Ed., New York, 1987) (Çev.: İ.E.)
Çin’den ya da Çin Maçin’den gelmek; Çin padişahının kızı olmak : Uzak diyarlardan gelmek, sanki Çin ya
da benzeri Uzak Doğu ülkelerinden <Örneğin, söze kısmen yapı veren Mançurya’dan, Mongolistan’dan>
birinde Peri padişahının kızı olarak gelmek
“bana aynda bir suret göründü
benden başkası
bilmem memleketi çin’den midir
ya maçin’den mi
sordum kimsin diye
bir kahkaha atıp
ben çin padişahının kızı
çoktandır aşıkım
dedi
--------bana çin padişahının kızı
gelemem
dedi”
(A.H. Çelebi<1907-1958>, “Om Mani Padme Hum”, ‘Ayna’ sa:26-7)
“-Ulan, sizde de ne kadar akraba var be!...
-Çoktur bizde akraba...
-Bu akrabalar elele verseniz nereyi bulursunuz?
-Elele verirsek buluruz, çak Çinimaçini!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:105)
Çingene : Roman; Mısır ya da Hindistan’dan Avrasya’nın muhtelif memleketlerine (örneğin İspanya, Polonya,
Romanya, Türkiye vb.) nevi şahsına özgü, esmer tenli, hala kabile hayatı yaşayan bir grup insan topluluğu.
Bk.: Kıpti
“Çingene için her rüya, özellikle vakti yakın hamile kadın rüyası mutlak bir anlam ifade eder. Mutlak
çıkar.
-Rüyamda beyaz sarıklı, koskocaman birini görüyorum.
-Tövbe estağfurullah.
Rakım ve Penbe yakalarına tükürdüler, kapıda duran aşçı kadın haç çıkardı.”
(H. Edib Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:442)
“HÜRRİYET KASİDESİ
------------------------------Ve yalnız
Elleri sabunlu
İstanbullu
Bir çingene izinsiz girer
İzinsiz çıkar...
Kan tutuyor beni, bağıracağım;
Bu dağlar bizimdir alemin değil!..
Alnını karışlarım
Dostlarım;
Kardaşlarım
Sizden gayrinin!”
(Niyazi Akıncıoğlu<1916-1979>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:48)
“DOĞMAK
3
Taş evde huzurlu
kediler siperde ve davullar çingenede
buradan geçince hizmette kusur etmezdi balkonlar
ve bahçeler
içinde kaybolurduk
sonunu unuttuğum bir zamanla
ilk bildiğim şeye geri döner o ikisinin üstüne
abanırken hepsinin payına güneşin sütunları
düşerdi oysa”
(Abbas Baydun-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.07.05)
“KALBİ KIRIK GEZGİN
-------------------------------terli, yapış yapış bir çingene
yaklaşıyor topallayarak bana
kucaklıyor, öpüyor alnımdan
‘saçlarını severim senin,
seksi çocuk, bob marley’im benim’,
fısıldıyor, neşe dolu, dişleri eksik
‘ne kadar istiyorsun arkadaş?
100 euro, 150 euro?
haydi, sev beni erkeğim!’
ben mi? yok canım
çiftleştirmem insanoğlunu yorgun ineklerle”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
“HERKESTEN PARLAKTIN
<31 Ağustos 1914>
Herkesten parşlaktın, vefalı, çekici,
Lanetleme, lanetleme beni!
Trenim uçuyor, çingen türküsü sanki,
O geri dönmez günler gibi...”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.02.05)
“FEDERİCO GARCİA LORCA
ANISINA
-----------Sen nice umutlar hamalı,
Sen Endülüs’te Çingene harmanı.
Hep orada kal, kara gözlü Kraliçem.
Hiç solmasın gözlerinde halen!”
(Philippe Chabaneix<1898-1982>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.01.03)
“Picasso
---------ama o sırada Avila’nın tarlalarında kuşkulu
gölgeler dolaşıyor
koltuklarının altında makinalı tüfekler
ve ışık birden uzanınca pencereden geceye
ve bir yıldız gibi parlayınca uzaktan
yavaş yavaş gitarlar başlıyor çalmaya
çingene kızları oynamaya başlıyor
güzel kalçaları renk renk farbelalı etekleriyle
ve acı çığlıklar gibi bir şarkının sözleri dökülüyor”
(Nikos Engonopulos<1910-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.07.08)
“-Akıl Hastanesi’nde- ....... herifçioğlu’nun teki, sabahtan akşama kadar, ‘Ben başpiskoposum!’ diye bağırır,
habire tıkınır, sınra da, kabalığımı bağışlayın, ortalık yere sıçardı. Ama orada kims utanıp sıkımaz böyle şeylerden.
Adamcağızın biri de, sırf çift tayın yiyebilmek için, kendisinin hem Aziz Kyrillos, hem de Aziz Methodios olduğunu
ileri sürerdi. Başka bir herif ise, hamile olduğunu sanıyor, herkesi çocuğunun vaftiz törenine davet ediyordu.............
Bir başkası, dünyanın sonunun ne ne zaman geleceğini hesaplamaya kalkışmasın diye, sürekli deli gömleğiyle
dolaşırdı. Orada iki profesörle tanıştım. Biri, ben nereye gidersem oraya gelir, Çingenelerin soyunun Krkonoşe’den
<Bugünkü Çek Cumhuriyeti-Polonya sınırının batı kısmının bir bölümünü oluşturan dev sıradağlar. Bohemya’nın
kuzeydoğu kesimindeki Südetler’in ana kolu.>
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:54-5)
“Çingene, insanın tabiatına en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli
kır sakinleri, beşeri şekle istihale etmiş birtakım yeşil ağaçlardır. Çingene bizzat bahardır.” (İstihale etmek:
Dönüşmek, başkalaşmak)
(A. Haşim, Osman Cemal Kaygılı’nın “çingeneler”’inin başlangıç satırları, sa:5)
“ ‘Evet, o kadınla yaşıyacağım. Bir hedef belirlemedim henüz. Kadın yabancısı buranın, yersiz yurtsuz
biri, belki de bir çingene.’
‘Öyle olsun. Ama söyler misin, yanında bu kadınla izleyeceğin bu yolun pek kısa olacağını biliyor
musun? Ona pek fazla bel bağlamak doğru değil sanırım. Belki hısım, akrabaları vardır, belki bir kocası;
gittiğiniz yerde seni nasıl karşılayacaklar, Allah bilir.’
Goldmund, dostu Naziss’e yaslanmıştı.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:96)
“Cahil bir çalgıcıya, daha doğrusu davetlilerin gözleri gece gündüz kendi dudaklarına ya da yayına
bağlı kalmaktan duyduğu zevk uğruna her türlü hakareti ve dayağı sineye çeken o İbrailli çingene kemancılara
benziyordum. O dinleyen gözleri tanıdım ben, severdim o gözleri. Beni bir öykücü yapan da onlardır. Ne yazık
ki günün birinde büyü bozuldu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“ÇİNGENE BİZZAT BAHARDIR – ‘Çingene, insanın tabiate en yakın kalan güzel bir cinsidir.
Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli <Çin işi, itina ile yapılmış vazo> kır sakinleri, beşeri şekle istihale
etmiş <başkalaşmış, şekil değiştirmiş> birtakım yeşil ağaçlardır. Çingene bizzat bahardır. Çocukluğumda
gördüğüm baharlardan bugün hatırımda kalan hayal; yeşil, kırmızı, sarı şalvarlar giymiş, şarkı söyleyen ve el
çırpan bir alay genç ki içinde tahta zurna çalıp bu musikinin vahşi kahkahaları ardından müşabih <benzer>
akisleriyle vadileri inim inim inleten gene bir çingenedir.’ Ahmet Haşim. ” ......... “İstanbul’un öz çalgızı ve
şarkıcı çingene kız kadınları ise şalvar, yeldirme, entari; erkekleri de ötekilerin erkekleri gibi potur değil; ceket,
pantolon giyerlerdi. Sonra bu iki çeşit kıpti’lerin yaşayışları, geçinişleri, dilleri, şiveleri arasında pek çok farklar
vardı. Birinciler, hemen daima göçebe olarak kırlarda, bayırlarda, ormanlarda, çayırlarda, su başlarında, harman
yerlerinde yaşadıkları için Haşim’in ‘İnsanın tabiate en yakın kalan tunç yüzlü, fağfur dişli güzel bir cinsi ve
bizzat bahar’ dediği çingeneler, bunlar olacak.. ve işte ben de yazıma önce bunlardan başlıyorum.’ O.C.K.”
........ “Şuradan buradan tekrar biraz hoşbeş daha yapıldı. Çeribaşı, bu çingene kelimesinin vaktiyle nasılsa
kandilerine takılmış olduğunu, ve çingene’nin manası arsız, yüzsüz demek olduğunu, o ise ki kendini bilen
kimsenin hiç bir zaman arsızlık, yüzsüzlük yapmayacağını uzun uzun anlattı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, önsöz, sa:53)
“SEVERİM ÇİNGENE OBALARINI
Severim çingene obalarını
Islığını ateşin, kişnemesini tayların
Ay ışığında hayaletler gibi duran ağaçları
Gecede, madeni bir hışırtıyla dökülüşünü yaprakların”
(Nikolay Klyuyev<1887-1937>, “çağdaş rus şiir antolojisi”, sa:57)
“AYAĞI KARINCALI
--------------------------Dürüst bir çingene olarak
Üstüme düşeni yaptım ben de
Koca bir dikiş sepetini
Armağan ettim ayrılırken,
Ama kuşkusuz sürekli bir aşkı
Aklımın ucuna bile getirmemiştim,
Çünkü hala, evli değilim, diyordu
Kocasına bunu bunu yapıp da
Yürüdüğümüzde ırmağa doğru.”
(F.G. Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:68)
“Ama José Arkadia Buendia, daha o zamanlar çingenelerin dürüstlüğüne inanmadığı için, katırıyla bir
çift keçisini miknatıslı iki külçeyle takas etti. Evin kırık dökük eşyasıyla birkaç parça malı artırabilmek için bu
hayvanlara belbağlamış olan karısı Ursula Iguaran, onu caydırmak için ne dediyse kar etmedi.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7)
“Çingenelerden bir kadın, bana şöyle diyordu:
-Sizinkiler öyle aptal şeyler ki, kafese koymak işten bile değil. Geçen gün sokakta gidiyordum, bir
köylü kadın seslendi. Girdim evden içeri. Sobası tütüyormuş, büyü yapmalıymışım da iyi çeksinmiş. Ben önce
kendime şöyle güzel bir parça domuz sucuğu getirtiyorum..... Kapının yanına gelir gelmez, kadına güzel bir
Almancayla: ‘Sobanın tütmemesini istiyorsan, bunun en iyi yolu içinde ateş yakmamaktır’, diyorum, tabanları
yağlıyorum.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:131)
“YALNIZLIĞA TEKİL ŞARKILAR
<Beyrut, ilkbahar 1979>
Yorgunlar!
Lambaları söndürün
Çığılığınızı uçurun.
San jon piers
-----------------------------------------Sahra kabileleriyle beni uzaklaştırdılar
hısımların kestikleriyle adımız bozguna uğradı.
Boynuzlarla sunulmadı kılıçların yiyecekleri
-Ağlayan Çingeneleri onlar yarattıküçük kadınların tatlılığı
yaşlı şair:
Bin Sahra
düşman
Bin Hasan”
(Amcet Nasır-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.02.05)
“KARIMA MEKTUP
<Bursa Hapishanesi, 11.11.33>
-------------------------Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
Zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazıma!”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:9)
“ÖZLEM
---------Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen bir düş
Ve yüreğinde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada -bir kadınla birlikte gibi mutlu.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:71)
“GÜL <1954>
-----Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”,<1957>-50 yıl-, sa:11)
“-İkiniz de çingene misiniz?
Bu soru arkadaşımın da benim de kanımızı başımıza çıkardı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:148)
“ ‘Senin adın ne küçük?’
‘Chicao <Çiko>, dedi oğlan zayıf bir sesle.
‘Nereden geliyorsun? Baban kim?
‘Çingenedir. Beni bırakıp gitti.’
Ya, çingeneler demek. Burada sürüyle vardı onlardan. Onlar da herhalde, birçokları gibi, amansız
güneşten kaçmış, iyi kalpli diye tanınmış olan sahibi nasıl olsa çocuğu bulup ona bakar diye küçüğü çiftliğin
önünde bırakmış olacaklardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rügar Kardeşim Deniz”, sa:71)
“Ama Orlando anlaşılan İngiltere’de onulmaz birtakım alışkanlıklar ya da hastalıklar (Siz nasıl
adlandırırsanız) edinmişti. Bir akşam herkes kamp ateşinin çevresinde oturur ve batan güneş Teselya tepelerinin
üstünde alev alev yanarken Orlando haykırdı,
‘Amma da yenilesi!’
(Çingenelerde ‘güzel’i karşılayan bir söz yoktur. En yakın karşılık budur.)
Genç kızlarla delikanlıların topu birden makaraları koyverdiler. Gökyüzü amma yenilesiydi ha! Ancak
onlardan daha çok yabancı görmüş yaşlılar ikirciklenmeye başladılar. Orlando’nun saatlerce sağa sola bakınmak
dışında hiçbir şey yapmadan oturduğunu fark ettiler; bazen bir tepede, keçiler otluyor mu yoksa başıboş
geziniyor mu aldırmaksızın gözlerini dosdoğru önüne dikmiş bir halde buluyorlardı onu. Onun
kendilerininkinden farklı inançları olduğundan kuşkulanmaya başladılar ve daha yaşlı kadınlarla erkeklerin
aklına, onun tanrılar arasında en alçak, en acımasız olanın, yani Doğa’nın pençesine düşmüş olabileceği geldi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:98-9)
Çingene çaldı kürt oynadı : Herkes kendi havasında, birbirinden habersiz
“... ve sıra dönmeye gelince, daireler de birbirine dolanmaya başlayınca, çok az kimse bildiği için,
başlangıçta tabii biraz çingene çaldı kürt oynadı.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:43)
Çingene zevki olmak : Ucuz, pırıl pırıl, rengarenk giysi ya da takılarla süslenmek
“Bunun üzerine, inci gerdanlıkları parmaklarına doluyor, birtakım yontulmuş kristalleri pırıl pırıl
parlarken:
‘Şunlara bak, nekadar da güzel yapılmış,’ diyordu. ‘İnsan, neredeyse, hakiki olduğuna yemin edecek.’
Bay Lantin, gülümseyerek:
‘Ne diyeyim, sende çingene zevki var,’ diye cevap veriyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:137)
Çipil gözlü : Ufacık, birbirine yakın, kirpikleri sanki yapış yapış, ya da dökük, çapaklı gözlere sahip
“Eşeği Ferhat’ın hana bağladılar. Hancı Ferhat, kapının önüne bir sandalye atıp oturmuştu. Çipil
gözleriyle gelip geçenlere bakıyordu. Sandalyenin üstüne diz çökmüştü. Hafif yere kapanmıştı. Şapkasını
kulağına yıkmıştı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:94)
“Kınalı seyrek saçları, evliya yeşili yemenisi, rastıklı çipil gözleri, yaz kış ayağından çıkarmadığı ve
hep yalınayak geçiriverdiği nalınlarıyla onu Arafat cadısına benzetmek her bakımdan daha uygun kaçardı. Bu,
kırmızısı, kızılı fazla göz alan seyrek kınalı saçlardan bir iki tutam, mutlaka o evliya yeşili, yağlanmış yemeniden
dışarı uğrar, kırış kırış alnının üstünde horoz ibiği gibi uçuşup dururdu.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:206)
“Suphi bunlara o kadar yakındı ki tütün, ispirto kokularından rahatsız oluyor, hırsından ağlayacak kadar
sinirleniyordu. Gemicilerden kırmızı saçlı, sarı çipil gözlü bir adam, sandalyesini iterek İzmaro’ya sokuluyor,
sahte bir aşık tavrıyla başını arkaya sarkıtarak ‘Oh!... Oh!...’ diyordu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Kuvvete Karşı”, sa:145)
“Tapınıcılar dalgalar halinde geliyorlar; tapınak taştı; bazıları sütunlara tırmanıyor, bazıları bölmelerin
üstüne binmiş, bazıları kadınlar kısmına asılmış. Vahşileşmiş, kendinden geçmiş gözler kilisenin ortasında, şimdi
kutsal ışığın fışkıracağı kovuğa dikilmişti. Fesli, rengarenk celebiyeli <taşınabilir rengarenk şal>, hastalıklı, çipil
gözlü Araplar, Bedeviler, Habeşiler, bütün insan ırkları bağırıyor, gülüyor, iç çekiyor.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:237)
“ ‘Bir kolları var İnce Memedin, dimdik durduğunda bile yerleri süpürüyor. Burnu tüm ağzını örtmüş.
Gözlerine kan oturmuş. Çapaklı, çipil gözlü.’ ”
(Y. Kemal, ”İnce Memed”, Cilt:II, sa:231)
“Aslında suratım o kadar fena değildir. Hani şu kırmızı suratlardan; donuk sarı saçlar, çipil mavi
gözler. Saçlarım ağarmadığı gibi dökülmedi de -Tanrıya şükür- ve olası şu yeni dişleri taktığımda gerçek
yaşımdan -ki kırk beş yaşındayım- daha genç göstereceğim.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:7)
“‘Eksik olma oğlum’ dedi kadın. Uzun boylu ve zayıf. Kırkını geçkin. Dirseği yırtık nefti bir örme
ceket giymiş. Ferid’e kapılmadan bakan, biri ötekinden daha büyük, çipil ve nemli gözler, sola doğru hafif
çarpılmış ağız. Sağındaki karyolada oturmuş, yüzü sapsarı bir oğlan çocuk.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:9)
“Schalom:
-Fransızlar çok katı herifler, dedi. Sesi bir peygamberin sesi gibi ağır, yükseliyor, dalgalanıyor, ama
gözlerinde, çipil gözlerinde bir alay parıltısı yanıp sönüyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:101)
“Kadın bu yüzden öç almak gereksinimini duyuyordu sanki, Duygularda iğrençlik, bayağılık, -ama, çok
zarif bir anlatıma bürünmüş iğrençlik- Düşes’in çipil gözlerini ışıldatmak gibi bir ayrıcalığa erişebiliyordu.”
(Stendhal, “Armance”, sa:51)
Çir gibi (çalışmak, olmak) : Tutuksuz çalışmak, sağlam ve yepyeni olmak (silah)
“Köse tam kuşluk vakti: ‘Tamam,’ dedi. ‘Oldu ki, çir gibi oldu.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:391)
Çirişotu : Mitoloji’de, yearaltının hükümdarı Hades’in topraklarında, ölülerin yemeği olan bir bitki
“Çirişotları
------------Çiçekler uzuyor gökyüzüne ve bölünüyor
bin parçaya - yeşil, kırmızı, mor. Dokunsam
birine, düşüyor suya, insan yapımı melek.”
(Kerry Shawn Keys-Zeynep Köylü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.05.09)
Çirkef : İğrenç, bulaşkan şey ya da kimse; kokuşmuş su; Huysuz ve kötü kimse
“İnsan hayatın, ahlakın, namuslu olumlu çalışma caddesinin kalabalığı arasında kendisine bir geçim
yolu açmazsa çirkefli bir sokağın olumsuzluğuna sapıtmaz mı? Hatta caddede geziniyor görünenlerin üzerlerinde
ara sıra bu gizli yolların kurumuş çamurlarını sezmiyor muyuz?”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:23)
“Bir gece dayısının kızı Sourdis Düşesi’nin evinde dük tarafından basılınca, ondan kurtulmak için
sığındığı Beautreillis lağımında bir bataklıkta boğuldu. Düşes, bu ölüm kendisine anlatıldığı zaman, küçük esans
şişesini isteyerek onu koklaya koklaya ağlamayı kesti. Bu durumlarda aşkın pek önemi yoktur, çirkef onu yok
eder. Hero, Leandro’nun ölüsünü yıkamaya yanaşmaz. Thisbe de Püramos’un karşısında burnunu tıkayarak ‘püf’
der.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:197)
“Genç işi mendilini, tıpkı tıpkısına bir genç kız, ya da kadın davranışıyla gözlerine götürdü. Yaş
toplanan göz pınarlarını sildi, iç geçirdi.
-Ah yavrum ah, bilemezsiniz o adamcağızın o çirkef karıdan çektiklerini...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:140)
“<Doktor>, aklına uzun süre önce keşfetmesi gereken bir şey gelmiş gibi, hüzünlü bir sesle mırıldandı.
Yarı ilgisizlik, yarı kötü niyetten oluşan bir çirkef içinde yüzüyoruz. Ve artık zaman yitirdiğini, bilgiyi gitmesi
gereken yere en güvenli biçimde ulaştırmanın, bürokratların işi savsaklatma girişimini atlayıp çalıştığı
hastanenin klinik şefiyle doktor doktora karşılıklı konuşmak olduğunu anlamıştı, daha sonra da o kahrolası resmi
mekanizmanın dişlilerini harekete geçirmeye çalışacaktı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:36)
“İştar, çocuğuna ağlıyan bir ana gibi bağırıyordu. Tanrıların melikesi, güzel sesiyle ah ediyordu: ‘Yazık
o güne! O gün çirkef olsun. Benim. Tanrılar meclisinde kötülük emrettiğim o gün!”
(Dr. A. Schott, “Gilgameş Destanı”, sa:84)
“George gölün kenarına çöktü ve eliyle birbiri ardından birkaç avuç su içtikten sonra:
-Tadı fena değil, diyerek Lennie’nin fikrine iştirak etti. Fakat sonra ümitsizce:
-Ama hiç de akıyormuş gibi durmuyor, diye ekledi. Akmayan bir su oldu mu hiç içmemelisin Lennie.
Çünkü ben seni bilirim, bir susadın mı çirkef olsa içersin.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:10-11)
Çiroz : Kurutulmuş uskumru ki rakı için başlıca mezedir; genellikle ince, zayıf, sıska kimseler hakkında
söylenir (Argo)
“Dil kötü de olsa, Don Quijote adamın meramını anladı, vakur bir ifadeyle:
‘Eğer kopuğun biri değil de, şövalye olsaydın, haddini bildirirdim, çiroz herif sen de!’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:53)
Çiroz balığı gibi ipince, sımsıska : Alabildiğine zayıf, kuru kara, sıska kimse
“Neden sonra çiroz gibi ipince ve bir yaprak gibi akşam rüzgarının önünde sallanan orta yaşlı bir
kadının getirdiği kahveyi içerken Nazlı sordu:
-Ya siz buracıklarda ne ararsınız büle <böyle>, nasıl oldu da düştü yolunuz bu yanlara?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:136)
“Her şeyin ismine önem vermek dahi aceleden gelir. Örneğin karnı burnunda zeytinyağı tulumu gibi bir
adamın ismine ‘Nahifi Efendi’ demişler ise bu ismi işittiğin anda o adamı çiroz balığı gibi sımsıska kupkuru bir
şey zanneder isen sonra hatanı görünce mahcub olursun.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:162-3)
Çiselemek : İnce ince yağmur yağmak; ‘ahmak ıslatan’
Bk.: Çisenti
“Galicia’da yağmur yağar. Daha doğrusu çiseler. Öyleyse şimdi başı dumanlı tepeleri, denizin beyaz
köpüğünü, sisle kaplı ria’yı <eni boyundan geniş nehirin yer yer oluşturduğu koy> ve hepsinden önemli
yağmuru hayal et. Gece ve gündüz, denizin ve tepelerin üstüne suyun tekdüze serpintisini. Tanrı’nın denize
yağmur yağdırması ne komik değil mi?”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:17)
“PAPAĞANLAR ŞEHRİ
Tramvay durağında sohbet eden iki papağan görüyorum
(o ne sürpriz, uzun zamandır papağan görmemiştim):
O kadar zeki bir sohbete dalmışlar ki
Birazdan onlara bir papağan daha katılıyor.
Onun da özgün fikirleri var.
Yağmur çiseliyordu. Akşam vaktiydi.”
(Gabriel Chifu<d.1954>-Gihan Curtamer; “Çağdaş Romanya Şiiri-Papağanlar Şehri”, sa:98)
“Lokantaya varırlar. Yağmur çiselemektedir. Teresa onları kapıya bırakır ve arabayı park etmeye gider.
Bir an kaldırımda baş başa kalırlar. ‘Hala kaçabiliriz,’ der oğul. ‘Çok geç değil daha, bir taksi çağırır otele
gideriz, eşyalarımızı alıp devam edersek sekiz buçuk gibi havaalanında oluruz, ilk uçağa atlar döneriz.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:15)
“Tümör çıkarıldığı zaman herkes çok sevinmişti. İnce ince çiseleyen bir yağmurun altında, arabayla onu
eve götürmüşler ve yol boyunca gülüşmüşlerdi. Deborah arabanın arka koltuğunda ayağa kalkıp külrengindeki
gökyüzüne ve insanların paltolarına sıkı sıkı sarılarak yürüdükleri ıslak sokaklara bakmıştı. Gerçeklik, şarkı
söyleyen annesiyle neşe saçan babasının olduğu bu arabanın içinde değil, boşalttığı yağmurla kendini tüketen,
bulutlu ve karanlık gökyüzündeydi.”
(S. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:64)
“Yağmur çiseliyor. Sabahtan beri bir yangın yerinde yürüyoruz. Dağlar, koyaklar kara kara. Yağmur
vurunca da kara kara dağlar kömür gibi ışıldıyor.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, saa:21)
“Çirişotları
------------Domuz şişse ve yansa bile, nehir kıyısındaki
çimenler cansız ve güzel. Bir yılanbalığı titriyor
bir bağırsağa dokunurcasına. Balık çiseliyor yağmurda.”
(Kerry Shawn Keys-Zeynep Köylü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.05.09)
“Pencereye vuran damlaların sesinden bir küçük öykü çıkarmayı daha önce de düşünmüş olmalıydım.
Çok eski bir ‘yanlışın’ tarihinde kendime göre bir gezgindim sanki o zamanlar. Bir çiseleme sesine mi
uyanmıştım aniden, uzaktan gelen yanık bir türkünün çağrısına mı, şimdi pek hatırlayamıyorum.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:89)
“Çok sıcak bir gündü. ** menziline üç verst kala çiselemeye başlayan yağmur az sonra öyle bir
sağanağa çevirdi ki, tepeden tırnağa ıslandım. Menzile vardığımızda ilk işim üstümü başımı değiştirmek, ikincisi
de çay istemek oldu.”
(A. Puşkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:133)
“Hoş bir çini mürekkebin tadını uyandıran kara bir barut çiseliyor usulca geceme. Kısıp ışıklarını
avizenin, yatağa atıyorum kendimi ve karanlıktan yana dönünce, sizleri görüyorum, kızlarım! ecelerim!”
(A. Rimbaud, “Illuminations”, sa:63)
“Köylüler tarlalarda, çünkü tohum nemli topraktan çıkar, tıpkı malum yerden çıkan çocuk gibi, ve
tohum doğarken çocuk gibi şamataya boğamasa da ortalığı, yedikçe tırmıkları kendi kendine söylenir durur,
öylece devrilir kalır, parlar, kendisini yağmura bırakır, ufak ufak çiseliyor şimdi yağmur, neredeyse gözle
görülemeyecek kadar belirsiz yağmur damlaları, sapan izi bozulmamış, toprak tohumları kucaklamış, koruyor
onları.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:75)
“ÇİĞNENEN GECE
Çıplaklığın
Uyandırır onları görünen çıplaklığın
Bahçenin arasından süzülen
Bütün mutlu şarkıları geri getirir
Çıplaklığın
Dışarıda akşam
Hüzünlü çiseleyen akşam
Kaldırım taşlarını dizerek düşümü genişlettim
Sisi görüyorum baktığımda”
(Nebil Yasin-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.03)
Çisenti, Çisentili : İnce yağışlı, çiseleyen yağmur; Öyle bir hava
“1962 yılının yağmur çisentili bir nisan günü, New York Mets takımının ilk oyunlarından birini izlemek
için arkadaşı D. ile birlikte okulu kırarak polo sahasına gittiğini anımsıyor. Stadyum hemen hemen boştu (sekiz,
dokuz bin kişi vardı). Mets, Pittsburgh Pirates’e karşı oynadığı oyunda açık farkla yenildi.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:107-8)
Çisil çisil : İnce ince, toz gibi
“Akbabalar
Güneşin doğuşunu müjdeleyen ışın demetlerinin
uyandırmadığı gri, çisil çisil
umutsuz bir şafak vakti
ölü bir ağacın
kırık kemiklerine
tüneyen bir akbaba
bağrına bastı eşini.”
(Chinua Achebe<d.1930>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.05.09)
Çiş, Çiş yapmak : İdrar, sidik; (Beyaz) İşemek
Bk.: İşemek
“Yolculuk sırasında bir keresinde kompartımana köpekli bir adam girdi ve maymunu farketmeyerek
köpeğini yere bıraktı, maymun küçük vahşi burnunu buruşturup yerde zıplamaya başladı. Bir pantomim
kopacaktı elbette, ama öylesine beklenmedik bir anda koptu ki oğlanın heyecandan soluğu tıkandı. Şu harika
maymun! Köpek üzerine saldırınca, efendisinin kucağına sıçradı, oradan da bagaj rafının üzerine. Daha sonra, o
güvenli tüneğinden kötücül zafer çığlıkları atarak işemeye başladı, ölümcül bir şaşmazlıkla çişini tam köpeğin
üzerine isabet ettiriyordu ama Walsh aldırmadı. Bu numara öylesine afallatmıştı onu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa: 207)
“ ‘Neden böyle olduğunu bilemiyorum. Muhtemelen bir kaza. Fakat, gerçek şu ki, bebeğinizin
karaciğeri yok. Çişini gördünüz, beyazdı. Başka, hiç öyle beyaz işeyen bebek gördünüz mü?’ diye yanıtladı,
adamın saldırısını tek harekette püskürtmeye çalışan doktor.
‘Civcivlerde beyaz işeyeni gördüm. Hocam, tavuklarda da normalde karaciğer olur. Bilirsin, ciğer
ıskarasını yaparlar. İşte o tavuklarda bile beyaz işeyeni olur.’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:110)
Çivi çiviyi söker : ‘Herhangi bir kuvvet, kendisi kadar güçlü başka bir kudretin üstünden gelir’ bağlamında bir
deyim
“ ‘Bizim çektiğimiz acıları kim çekseydi, yaşayamazdı. Bizim ölmeye, üzülmeye hakkımız yoktu.
Bizim kaçmamızın sebebi, o acıları burada, acıların yerinde yaşayarak, burada acılarımızın üzerine yürüyerek
acılarımızı tüketmektir. Acılar tükenmez, mesele, acıları azaltmaktır. Bunları onunla hiç konuşmadık. Sanırsam
gerçek buydu. Çivi çiviyi söker. İnsanın götüremeyeceği acıları daha büyük acılar söker. Çivi çiviyi söker der
atalar.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:494)
Çivi kesmek : Soğuktan donmak, tir tir titremek (Argo)
“Bir gece, Diktiğin Mahmut’la, bir siperin içindeydi. Zemheri zamanı, habire çivi keseriz. Su dizboyu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:73)
“LORD - Bu da ne? Ölü mü, sızmış mı? Bakın nefes alıyor mu?
2 inci AVCI - Alıyor efendimiz. İçki eğer içini kızdırmasaydı böyle bir yatakta yan gelecek yerde çivi
keserdi.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8)
Çivilenmek : Bir yere çakılmak; Öldürme kasdıyla kurşunlanmak; Çakılmak, sabit kalmak
Bk.: Çakılmak, Mıhlanmak
“Kibrit parmaklarının arasında yandı tükendi, çünkü Anthime çıkarken mumu götürmüştü; Véronique el
yordamıyla üstünkörü giyindi, sonra o da ayrıldı odadan, tavanarasının kapısı altından kayan ışık çizgisine doğru
gitti.
-Anthime! Orda mısın, dostum?
Yanıt yok. Bununla birlikte, kulağı kirişte olan Véronique, tuhaf bir ses duyuyordu. Sıkıntıyla kapıyı
itti; gördüğü şey eşiğe çiviliyiverdi kendisini.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:24)
“Birden, içinde güçlü bir tiksinti duydu. Bu karanlık sokaktan, bu çamurlu kaldırımlardan, bu soğuk
odadan, saç sobadan, demir karyoladan, ayağı kırık masadan, on birde çivilenen saatten, üstü yamalı yorgandan,
bu çenesi düşük ihtiyar kadından tiksiniyordu.”
(O. Hançerlioğlu, “Yedinci Gün”, sa:159)
Çivisi çıkmak :
Düzeni, nizamı bozulmak; doğru dürüst işlememek
“Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla. Daha ilk aylardan başlayarak, dünyanın hepten çivisinin
çıktığını düşündüren kaygı verici olaylar meydana geliyor; üstelik bunlar birçok alanda birden gerçekleşiyor entellektüel dünyanın, finans dünyasının, iklimin, jeopolitiğin, etiğin çivisi çıkmış durumda.....kaldı ki, bugüne
dek, insanların farklılıklarını aşacağını, düş gücüne dayanan çözümler geliştireceğini, ardından onları hayata
geçirmek adına birleşip seferber olacağını sağlayabilecek pek az ipucu var; hatta belirtilere bakılırsa dünyanın
çivisinin çıkması sürecinde ileri bir evreye gelindiği ve bir gerilemenin önüne geçmenin artık güç olduğu
düşünülebilir.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:11-2-3)
Çiy : Şebnem, havadaki buharın sabahın serinliğinde bitkilerde görüntülenmesi
“PENCEREDE
-----------------Ova pırıl pırıl sabah çiyinde
gümüş damlalarla kaplı dört yarım.
Bir damla halinde yarın kendim de
bu maviliklerden parlayacağım.”
(Evtim Evtimov<d.1933>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.06.09)
Çizgiyi aşmak, geçmek : Haddini bilmemek, yetki sınırının dışına geçmek, yasağı delmek
“Fontaine soğukkanlılığını korudu. Jabba’nın arsızlığı çizgiyi fazlasıyla aşmıştı ama Fontaine o an
bununla uğraşmanın yeri ya da zamanının olmadığını biliyordu. Orada, aşağıda, Jabba Tanrı’dan da yüksekteydi.
Bilgisayar sorunları normal komuta zincirinin göz ardı edileceği bir şeydi”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:377)
“Gerçekten başka hiçbir şey söyleyemeyecek kadar ödü kopan Colette de kocasına Hank’le yatmadığını
söylemiş, bu olaydan sonra da bütün bir gün boyunca ağlamıştı. Chester’in parmaklarıyla sımsıkı kavradığı
kollarındaki çürükler iki hafta iyileşmemişti. Bu da iyi olmuştu, çünkü kadınlar, erkeklerinin kadınlarının ne
yaptıklarını umursamalarından, çizgiyi geçerlerse ölesiye dayak yiyebileceklerini bilmekten hoşlanırlardı.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:116)
Çiziktirmek : Şöyle bir karalayıvermek, alelacele yazılan ya da çizilen ekskiz, yazı taslağı
“Kan ter içinde kalarak içlerinden birini bir solukta okuyup üzerinde birkaç satırlık eleştiri çiziktirdiğim,
karşılığında yiyecek bir şeye kavuşmak için öğleye kadar bu işi bitirmeye çalıştığım o günleri şimdi anımsamak
bir haz duygusuyla dolduruyor içimi.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:56)
Çizmeden yukarı çıkmak : Haddinin, sorumluluk sınırlarının ötesine geçmek
Bk.: Çizmeyi aşmak
“CLOU ( Hamm’a duygusuz gözlerle bakar kalır. Hamm gözünü çevirir.) - Peki. (Susar.) Atalım o
halde. (Kancayı atar, köpeği de yere atmak ister, cayar.) Çizmeden yukarı çıkmamalı insan!”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, Oyunun Sonu, sa:210)
“YARGIÇ CASADO - Tanrı’ya dil uzatma, Nada. Nicedir çizmeden yukarı çıkarak söz ediyorsun
yukardan.
NADA - Aman yargıç, Tanrı adını ağzıma aldım mı hiç? Bütün yaptıklarını onaylarım. Ben de
kendime göre bir yargıcım.”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:13)
“Dünya işlerine karışıyordum, arkadaşlarımla çağımın sorunlarını ve düşüncelerini tartışıyordum.
Önceleri tatlı tatlı sitem ettiler bu yüzden: ‘Kunduracı, çizmeden yukarı çıkma!’ diyorlardı bana. Tepem attı o
zaman. Adrian Zograffi’nin öykücüden çok bir başkaldırmış kişi olduğunu unutuyorlar mıydı?”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
Çizme izi görmemiş : Çizmeli askerlerin ayak basmadığı, istilaya uğramamış; hiç kimselerin geçmediği
“Ancak koca gemi mercan kamışlarının ötesine demir atınca... çizme izi görmemiş bayırda tüccarın,
esnafın, yöneticinin, misyonerin ve turistin ağır adımları sürüyünce - işte o zaman kabilenin eski silahlarını
gömüldüğü yerden çıkarmak ve tepelerde davulları çalmak gerekebilirdi...”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:21)
Çizmeleri çekmek, giymek : İş başına geçmek, özellikle savaşa hazırlanmak
“-Ah ah, Croulard Baba, dedi teğmen, çizmeleri çekmenin zamanı geldi. Çizmeleri çekmek gerek, şapa
oturduk çünkü.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:76)
Çizmelerine kadar titremek : Heyecandan tüm vücudu hazla titremek
“Albay Laporte:
-Vallahi, dedi, yaşlıyım, damlalıyım <Gut hastalığı> ve bacaklarım kazık gibi kaskatıdır ama bir kadın,
güzel bir kadın bana iğne deliğinden geçmemi buyursa, tıpkı bir cambaz çemberden geçer gibi atılıvereceğimi
umarım. Ben öyle öleceğim işte. Kanımda var, ne yapayım? Ben yaşlı bir çapkın, eski okuldan yaşlı bir
çapkınım. Bir kadın, güzel bir kadın görmek, beni çizmelerime kadar titretir.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Albayın Görüşleri”, sa:64)
Çizmeyi aşmak : Herhangi bir toplum ya da yerde, izin verilebilecek sınırları aşarak başkalarını rahatsız
edecek bir hale gelmek
Bk.: Çizmeden yukarı çıkmak
“Uzun uçak yolculuğunun yorgınluğunu atmaya bile fırsatım olmadı, daha ilk akşamdan gülümseyerek
dans edeceksin, dediler. Altı kızız, ötekilerden mutlu olan da yok, burada ne işi olduğunu bilen de. Müşteriler
yiyip içip alkış tutuyor, öpücükler yolluyor, gizli gizli ayıp hareketler yapıyorlar; ama çizmeyi aşan çıkmıyor.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:43)
“Sadece bira içerek yorgunluklarını üzerlerinden atmaya çalışan ve el şakalarıyla zaman zaman
çizmeyi aşan o yabanıl taşralılarla birlikteyken gizli ya da açıktan açığa bu tür bir düşünce içinde olmamıştı.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:97)
Çoban köpeği gibi yalnız hissetmek : Kendini yalıtmış, tamamiyle yalnız hissetmek
“Güneş doğdu, gökte yükseldi. Nerdeyse öğle olacaktı, ama haham hala gözlerini açmamıştı. İsa
balıkçılarla konuşmak üzere göl kıyısına g,tmi,şti. Yunus’un kayığına binmiş, balık tutmasına yardım etmişti.
Yahuda bomboş dolaşıp duruyordu, çoban köpeği gibi yapayalnızdı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:411)
Çocuğa kötü muamele etmek = “Child Abuse” <İng.: Çayld abüyuz>: Ç o c u ğ u k ö t ü y e k u l l a n m a k
Bk.: Çocuklara Cinsel İstismar (Sexual abuse of children) -İng.-
“Zamanımızda, çocuk suiistimali: basit bir dövmeden, çocuk cinsel tacizi ve pornografisi’ne kadar,
daha evvellerden mutlak bir tabu, ahlaksal ve dinsel yasak olan bu konu, bugün maalesef günlük gazete ve
televizyon haberlerinden düşmüyor. Bu olası çok boyutlu problem, tüm dünyadaki sosyal değişmeden ve
başkalaşmadan, agresyon’un peynir ekmek yer gibi her gün kolayca izlenebilen, arzulanan ve bizden daha zayıf
olanlara uygulanan bir davranış biçimini almaktadır ki sosyoloji, psikoloji, psikiyatr, hukukçu ve adli tıp
uzmanlarının uluslararası boyutta, çok derin ve uzatmalı (longitudinal) bir çalışma projesi olmasını gerektiriyor,
aksi takdirde dünyanın geleceği tehlikede görülüyor.
‘Bu kötüye kullanma, kendisi başlıbaşına bir araştırma ve kitap konusu olduğundan, durumu bölük
pörçük, hepimizin bir dereceye kadar bildiği (ya da bildiğini sandığı), hiç olmazsa güncel olarak gözlemlediği
olayı, kitabımızın konusu içinde, yani “aile” bakımından, analitik bir bakışla ve özet olarak incelemeye
çalışacağız. Nasıl oluyor da, genellikle, sevgi duygularıyla birbirlerinin hayatlarına angaje olmuş iki kişinin,
sevgi ve endişe ile beklenen bebeği, daha yürümeye başlamadan insan engizisyonuna maruz kalıyor? Değişen
ne? Çocuk hırpalayan aileleri, hırpalamayanlardan ayırt eden ne? Araştırmalar bu tür ailelerin genel bir
görünüşle, ciddi bir akıl hastası sınıflandırılmasına girmediklerini onaylıyor. Elimdeki bazı araştırmayı
(research) içeren kitap ve dergiler, ne yazık ki yirmi beş-otuz yaşın üstünde. Sosyal değer yargıları, davranışlar,
agresyon’la başetme, uyuşturucu kullanımı, uluslararası kitle savaş materyali, cep telefonuyla dahi seks’i
sergileme ve ondan marazi bir haz alma hep yeni; seks’in, dünyanın en eski sanatı olduğunun bilinmesine karşın.
Victor Hugo’nın Sefiller’inde şahane bir şekilde tasvir ettiği xvııı. y.y.’daki Paris’teki sokak çocuklarının
tanımı, yaşam biçimleri ve yaşamlarını sürdürmeleri, gerektiğinde gösterdikleri cesaret ve dayanışma, yardım
maceraları; Frenc Molnar’ın Pal Sokağının Çocukları, bugünün birçok adi sokak kap-kaççılarının, arabayla ya
da motorsikletle sürükleme ya da trenden fırlatma bahasına gaspettikleri basit bir cep telefonu ya da çantayla
gününü gün eden insandışı mahluklardan çok daha yüksek düzeylerde idiler.
‘Bu itibarla ben, uç vakaları ve kendilerini gazetelerin birinci sayfalarına resmedilmeyi ideal seçmiş
psikopatları ya da belirgin akıl hastalarını bir kenara bırakarak, yalnızca, hala orta sınıf değerleriyle yaşayan,
sosyal ve ekonomik dengenin bozulmaya yüztuttuğu, yani hala daha kabul edilebilir psiko-sosyal stres
faktörlerinin hükümran ve etken olduğu, dışardan ‘düzgün görünen’ ailelerde bu faktörlerin ne olduğunu ve aile
yapılarını incelemekle yetineceğim.
‘Seçtiğim kitap: Blair ve Rita JUSTICE’in “The Abusing Family”. Profesyonel çift, Houston-Texas’ta
35 çocuk suiistimalci aileyi, aynı sayıdaki içlerinde hiç suiistimal mevcut olmayan, yaş, eğitim ve gelir
bakımdan eşdeğer ailelerle (kontrol grubu) kıyasladılar. Herkes 39 soruluk bir listeyi ve 43 maddelik “Sosyal
Uyum Sağlama Ölçeği”ni tamamladı ve gereken görüşmeler ve aile içi analizleri yapıldı. Bulgularını aşağıda
özetleyeceğim, ama, bugün dahil, sır gibi görünen bu insandışı davranışın temelinde yatanlar hiç de
bilmediğimiz, gizemli şeyler değiller. Artık epidemik hale gelmiş bu saldırganlığın nedeni gayet açık:
“Toplumda hiddet, infial ve düşkırıklığının yarattığı aşırı şiddet, gene aynı toplumun en bellibaşlı bir motifi
olmaya devam ettiği sürece, şiddet evde de aynı tempoyla devam edecektir!”
‘Stres faktörlerinin listesi, en ağır etkisi olanlardan daha hafiflerine kaydırmaca, şöyle: Evdeki
ebeynlerden birinin ölümü, boşanma ya da ayrılma, babanın hapse girmesi, kişisel incinme ya da hastalık, aile
bireylerinden birinin evlenmesi, işten kovulma, emeklilik, hamilelik, cinsel problemler, yakın bir dost ya da
arkadaşın vefatı, evin masraflarını özellikle ipoteğini ödeyememe dolayısıyla haciz gelme, çocuklardan birinin
evden pek de uygun olmayan koşullarda ayrılması; iş, ev, yer değiştirme, yeni yerleişm alanlarına uyum
sağlamakta güçlük vb. Önemli olan şu ki, bu stres faktörleri yalnız başına son sözü söylemiyor. İşte, ayrıntılarına
girmeksizin, her iki grup’ta, stres’e ve onun derecesine maruz kalma yüzdeleri:
Ebeveyn grubu :
Kriz yok:
Hafif kriz:
Ortanca kriz:
Yüksek kriz:
Şiddet gösterenler:
(N = 35)
4
9
14
8
Şiddet göstermeyenler:
(N = 35)
25
5
3
2
‘Karakteristik ek bulgular da şunlardı: Kişilerarası ilişkilerde güçlük ve manevi kayıpların maddi
kayıplardan çok daha önde gelişiydi. Stres’e -ki basitçe bir çamaşır makinesinin bozulmasından arkadaş kaybına
kadar değişiyordu- hemen olduğu anda tepki gösterildiğinden çok, uzun zaman, hemen hemen sessiz sedasız
hayat boyu kayıpları özümsemeye çalışan insanların (sanki on bir round ağır siklet boksa kahramanca dayanıp,
on ikinci round’da tek bir kroşe ile devrilişleri gibi) artık nefes alamayacak bir duruma gelmeleri ve ondan sonra
hemen her şeyin, aşırı şiddet için bir tetikleyici rolü oynaması idi. Çocuğu aşırı döven baba, onun annesine daha
yakın olduğunun farkındaydı ama onun kanısına göre, anne yeterine disiplin etmesini bilemiyordu. Son fakat en
önemli bilinen bir nokta daha: Aşırı şiddet gösterenlerin çoğu, çocukken kendileri aşırı şiddete maruz
kalmışlardı. (Abusers were abused once!)
Ş i d d e t g ö r e n ç o c u ğ u n genel karakteristikleri :
.Ortalama “yaş”: Dört, çoğu 2 yaşın altında,
.Ortalama “ölüm” olayı: Yüzde 5 ile 25 arasında, genellikle 3 yaşından biraz evvel, 13 0/0
ilk yıl; birden fazla çocuk varsa, daha g e n ç olanı saldırıya uğruyor.(Araştırmada 67 0/0
dört ayla üç yaş arası;
.Şiddete maruz kalış zamanı : 1 ile 3 yıl,
.Çocuğun c i n s i : Bir faktör değil.
Şiddet gösteren ebeveyn:
.Hemen hemen tümü, şiddet gösterisi sırasında evli ve eşiyle beraber yaşıyordu,
.O r t a l a m a y a ş kadınlarda 26, erkekte 30,
.Baba, anneden bir az d a h a f a z l a döven kişi idi,
.Anne, genellikle babadan d a h a c i d d i hasar yaratıyordu,
.Küçüklerde en çok kullanılan e z i y e t a l e t i saç tarağı, babalar: y a n ı k s i g a r a l a r,
.Sosyo-ekonomik klas düşük; 85 0/0 işçi düzeyinde çalışıyor, 15 0/0 yüksek tahsilli.
Aile dinamikleri:
.Ebeveynlerin kendileri yüzde altmış (60 0/0) oranında şiddete maruz kalmışlardı,
kendisi daha çocukken yaşının üzerinde beklenti ve sorumluluklar verilmişti, temel annelik
bakımından masun idiler, sonuçta da kimseye güvenleri yoktu. Bu tür davranış, bazı ailelerde
üç kuşağa kadar uzanıyordu. Kendilerinden beklenilenleri yap(a)mayınca, ebevyenlerinin
hiddet ve şiddetine maruz kalıyorlardı; gerçek sevgi ve ödüllendirme, güven, paylaşım hemen
hiçbir zaman yaşanmamış ve özümsenmemişti.
.Çoğu, evlenme vuku bulmadan uterus’a çimlenmişlerdi,
.Erken, çok genç evlenmişlerdi,
.Zor gücüyle evlilik ve planlanmamış gebelikler,
.Ebeveynler sosyal yalıtım içinde yaşıyorlardı,
.Evlilikte çözümlenmemiş, sürekli duygusal problemler nevcut,
.Ciddi ekonomik güçlükler sürekli mevcuttu.
.Bazı aileler, çevre ve kültürel kuvvet ve yapılanmadan etkilenmiş olup, çocuğa şiddet gösterisi, aile içi
etkileşiminin doğal bir meyvesi idi.”
(İ. Ersevim, “Aile Tedavisi”, sa:79-81)
Çocuğa cinsel taciz :
(Sexual abuse of children) - Uluslararası bir çalışma Compiled by : Prof. Dr. İsmail Ersevim, <child psychiatrist>
The SEXUAL ABUSE OF CHILDREN
Resumé from:
(Jessy Bass Inc., San Francisco, 1988, Jeffrey J: Haugaard - N. Dickson Reppolci)
Both primitive and modern cultures have passed strong penalties against breaking the
prohibitions against the sexual abuse of children.
. Ancient ROMAN LAW used the concept of “patria protestas” to father the complete power,
including the right to commit infanticide and to sell his children into slavery.
. A lot of documents prove the fact that in Ancient GREECE and ROME sexual use of the children in
some form was prevalent.
. In Old CHINA, the blind girls were officially brought up in prostitution.
. In 1722, the British monarch was given the “parens patriae” power, the obligation to defend the
rights of “children, idiots and lunatics” who were incapable of protecting themselves.
. Current laws in the U.S.A. that grant the State the power to pretect children and to intervene in the
family, are based on this “parens patriae” concept.
. KRAFT-EBING’s book that was named “Psychopathia Sexualis” (1886) and FREUD’s writings on
“Infantile Sexuality” that primarily was focused on discussion on “incest fantasies” by females
endured that most reports were considered as just that fantasy.
Since 1950’s, most cases began to be publicized, particularly after a 1949 sex murder of a child in
California, by a sexual psychopath; special laws has passed immediately.
Although psychiatrists encouraged re-labiling sexual psychopaths to empasize the idea of p e
r p e t r a t o r s as patiens, in California they were termed “mentally disorders sex offenders”.
In 1970’s, the advocates for children and feminist groups helped the public and the
professionals aware of child sexual abuse.
The label “CHİLD SEXUAL ABUSE” first appeared in the Federal (Child Abuse Prevention
and Treatment Act” of 1974.
Henry GIARRETTE, a California psychiatrist; and Vincnet DE FRANCIS, a social worker –
lawyer had played quite important the boradening the federal definition of “cild abuse”, including
“sex abuse”.
Since 1974, there had been an explosion of interest in, and concern of c h i l d a b u s e of
all types.
In 1984, the issue of “sexual abuse” was dramatically brought to the public’s attention with
the arrest in Manhattan Beach, california of Virginia McMARTIN and siz of the employees for sexual
abuse of 125 children in a Day Care Center in 10 years.
Definitional
Standards:
GARBARINO and GILLIAM suggested that ‘abusiveness’ should be determined by using such factors,
1) Intention of the a c t o r,
2) the act’s effect upon the r e c i p i e n t,
3) an observer’s “v a l u e j u d g e m e n t s” about the act,
4) the s o u r c e o f t h e s t a n d a r d for that judgment.
They also propose, that “intention be used” to discriminate between,
a) a c t s p e r f o r m e d for the sexual stimulation of the offender, and,
b) a c t s p e r f o r m e d simply to convey feelings of affection.
FINKELHOR considered three standards that influence of the definition of a b u s e,
1) The c o n s e n t standard,
2) The report of the v i c t i m,
3) The c o m m u n i t y standard - that is the most critical.
Probably, “stimulating an adult” is such a vague definition that is impossible to list every
conceivable act either abusive or not.
Research
Definitions:
FINKELHOR and all. Define and classifiy in different ways:
a) C o n t a c t abuse (İntercourse, oral anad anal sex, fondling of breast and genitals),
b) N o n - C o n t a c t abuse (Encounter with the exhibitionists and solicitating in sexual
activity).
Another definitional criterion is the i n c l u s i o n or e x c l u s i o n of peers, or
perpetrators. Thus, for r e s e a r c h purposes, 3 distinct groups may be recognized:
a)
Child under 12 y. of age , with an adult 18+,
b)
Child under 12 y. of age, with an adult under 18 (at least 5 years older),
c)
Adolescent (13-16 years) with an adult (at least 5+ years older).
Legal
Definitions:
There are four legal conditions - s t a t u e s :
1) SEX OFFENSE STATUES - “Sexual activity with children by adults is crime in every
state of the Union.”
Until late 1800’s, “carnal knowledge”, “carnal abuse”, or “sexual intercourse”, referred to the
prohibition of sex with females under the age of “ten”.
By 1950’s and 1960’s, age had been raised to “seventeen” in several states.
42 States and 2 Territories explicitly define “deviate sexual intercourse” as “anal and oral
intercourse” (fellatio).
In State of Washingron (D.C.), intercourse with a child “under eleven” is criminal, only if the
perpetrator is “older than 13”.
With a child 11, 12, 13, for a criminal act, the perpetrator has to be over 16 years of age.
With a child 14, 15, for a criminal act, the perpetrator has to be over 18 years of age.
C o n s e n t i n g i n t e r c o u r s e, may be specifically prohibited if the adult is a parent or
legal guardian, custodian, someone acting in LOCO PARENTS, a relative, a household member, or
a person in a position of authority of the child, such as a teacher.
Confusion: Some states still use the term of “carnal knowledge” without defining them; other
states specpfically state the “organs considered intimate” and prohibit touching them, or covering
them directly.
2) INCEST STATUES - All States except NEW JERSEY have incest kaws. There, sex is
prohibited only between “blood relatives”, thus viewing i n c e s t as posing primarily a biological
threat. Many States had changed it, however, NEW HAMPSHIRE, OHIO and VERMONT, have
repealed their incestious provisions, and therefore do not have laws that specifically cover the sexual
abuse of children. These States do prohibit sexual intercourse between adult relatives and children in
their general criminal statues regarding sexual offenders.
In 15 States , i n c e s t is still a crime a crime only between b l o o d r e l a t i v e s.
Penalties: from 1 y. to 10 years, fines: from $500 - $150,000.
In VIRGINIA, “incest” is consıdered as “misdemanour”, 1-10 y. in prison, less than $1,ooo
Fine. It is “Class 5 Felony”, if it is done to daughter, grand-daughter, son, grand-son, father and mother. Prison
term: 1 - 10 years in prison.
It is “Class 3 Felony”, if is done by a parent to a child, the age between 13-15. Prison term
5 - 20 years in prison. There, intercourse with an older child, is a more serious crime.
3) CHİLD PROTECTION STATUS :
A Child Protection proceeding can be brought against the “passive parent” as well as the
“abusive parent”, if the passive parent fails to prevent the abuse from occurring.
Example: S u l t a n vs. C o m m o n w e a l t h o f V i r g i n i a (1985) case:
The conviction of a woman as a principal in the second degree in the rape of her niece, who
was living with her. Husband was upheld because the woman had encouraged her niece have sex her
husband and later had threatened her, if she did not do it. Although the woman was not present
physically during the intercourse, her “constructive presence” had been established to the court’s
satisfaction.
N a t i o n a l I n c i d e n c e S t u d y suggests that professionals report only about 33 o/0 of
the cases. Many people justify not reporting on the grounds of n o t b e i n g c e r t a i n of diagnosis.
4) A fourth type of “Statue”, regarding DOMESTIC VIOLENCE and SEXUAL
PSYCHOPATHS may ve involved to protect children from i n t r a-f a m i l i a r s e x u a l a b u s e
.
Summary:
Laws, concerning sexual abuse, can be considered as REFLECTIONS OF COMNMUNITY
STANDARDS and therefore can provide some useful guidelines for definitions of sexual abuse.
The criteria that most legal definitions depend on tend to be the age of the child and the
perpetrator, and the type of act. However, wide variations exist from state to state, especially in
regard to specific acts are defined as constituting s e x u a l a b u s e .
In general, children under the age of 18 ----- protected from sexual activity (with a parent, or
Anyone who is in a parental or custodial position).
Children, the ages between 13-14, -------- tend to be protected from sexual activity, with
(anyone +3 or more years older than they are).
Children, younger than 13 years of age, --------- are protected (from all sexual activity).
Children who are 14 or older, tend to be -------- protected (from sexual activity with someone
other than a custodial figure only if they do not consent to the sexual activity.)
Prof. Dr. İsmail Ersevim
Çocuğum : Çocuğa karşı gösterilen sevgiyi yansıyan sözcük; Yabancı, bilinmeyen küçük bir çocuğa, bir şey
sormak ya da onun yanlışını düzeltmek kastıyla yapılan kibar hitap
“ÇOCUĞUM AŞK
Çocuğum
yolculuktur aşk
ne kadar yaklaşsan
o kadar çatallaşır yolu
---------------------Çocuğum
sen olduğun için var aşk
aşkındadır dünya
Çocuğum aşk”
(M.R. Şirin; “rüya saati”, sa:27)
Çocuk eğlendirmeye vakti olmamak : Çoluk çocuk sayılacak gençlerle ciddi işlere girmemek
“BARTLETT, derin bir soluk alarak ferahlar. - Yaa… (Sonra öfke ile.) Benden izin almadan… Kendi
başına buyruk mu oldu? Çocuk eğlendirmeye vaktimiz olmadığını bilmiyor mu?”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:91)
Çocuk gibi ağlamak : Çaresizlik içinde, hıçkıra hıçkıra, bol bol gözyaşıyla, içtenlikle ağlamak (Özellikle
büyükler hakkında)
“Nihayet limana girdiler. İstanbul şehri kollarını açtı, şevk içinde kahramanlarını sardı. Ve Tevfik
İstanbul’u görür görmez bir çocuk gibi ağlamaya başladı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:451)
“Dmitri, o güçlü kuvvetli adam, son umudunu da kaybedince Hohlakova’nın evinden birkaç adım
uzaklaşır uzaklaşmaz çocuk gibi ağlamaya başladı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:44)
“Bayan G..., kızını hemen eski odasına yerleştirdi. Rahatına bakmasını ve kısa bir süre sonra yanına
tekrar geleceğini söyleyerek odadan çıktı. Bir saat sonra heyecan içinde kızının odasına girdi. ‘Sonunda kalın
kafasına gerçeği soktum. Ne büyük hata yaptığını anladı. Şimdi oturmuş çocuk gibi ağlıyor,’ dedi zafer dolu bir
sesle.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:48)
Çocuk gibi inanmak : Çocukların masumiyetine dayanılarak yapılan bir benzetme
“-Saçım ağarıncaya kadar sana çocuk gibi inandım. Ne bileyim ‘saçlı sakallı, okumuş, yazmış adam.
Elbette bir bildiği var’ diyordum. Artık yeter...”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:35)
ÇOCUK HAKLARI : Çocuğun, pek az kimse tarafından bilinen ‘Yasal Hakları’ hakkında, hukukçu
olmadığımdam bie avukat -ya da hakim- gözüyle bir şeyler karalayamam; ama, 55 yıl Çocuk Psikiyatrisi’i pratik
etmiş bir hekim olarak, size bu konuda, eğer ilgilenirseniz, İNDİGO ÇOCUKLAR adında basılmış kitabımdan
(Özgür Yay., 2007) bazı parçaları aktaracağım. Kendimize çok saygımız olmadığı için, çocuklara olan
saygımızın yeterli geliştiğini hiç de sanmıyorum. Bugün 23 nisan (2014), onlar hala kayboluyorlar, çukurlara
düşüyorlar, beş yaşında namaza gidiyorlar, 11 yaşında evleniyorlar, 12 yaşında bebek yapıyorlar v.s. Bir gün
gözleri daha erken açılacak herhalde. İnşallah.
ÇOCUK HAKLARI
“Ç o c u k h a k l a r ı konusunun evrensel bir boyutta dünya uluslarının gündemine gelmesi,
insanoğlunun uzun süreden beri kendi varlığına saygınlık arayışının doğal bir sonucudur. Devlet yönetimlerinde
demokratik bir idare şekli için hatırı sayılır adımlar atıldıktan sonra, şimdi sıra çocuklara gelmiş gibi görünüyor.
Çocuklar, tarih boyunca, babalarının yasal korumasına bırakılmış birer “mülk” idi. Ancak, son
yüzyıldan beri ciddi bir şekilde devletler, “doğru” çocuk yetiştirmeyen ya da yetiştiremeyen ebevyenlerin
kudretlerini sınırlamaya ve gerektiğinde, çocukların sağlık ve eğitim sorunlarını korumaya ve gerekenin
yapılmasına uluslararası düzeyde söz verdiler ve sözlerini yasalaştırdılar. Bununla birlikte, unutmamalıdır ki,
devlet de halk tarafından seçilmiş ve organize edilmiş bir kurumdur ve o da hata yapabilir. Dolayısıyla ortaya
yanıtlanması güç şu soru çıkıyor: Çocuğu, koruyanlarından kim koruyacak?
Çocuklar da birer “kişi”dir ve yurtlarının vatandaşlarıdırlar. Onların da büyükler gibi “hak”ları
vardır ve bu haklar, onlar daha doğmadan başlar. Bu haklar doğaldır ve onların aranması ya da
sağlanması için, çocukların önce haksızlığa uğramaları gerekmez. Sağlıklı bir ortam içinde doğmak,
bakılmak, korunmak ve sevilmek; gerekli eğitimi almak; yeterli fiziksel ve ruhsal sağlık ile hayata
hazırlanıp gelecek kuşakları hazırlamak, onların en doğal hakları arasındadır.
XIX. yüzyılının başlarında, İngiltere’de, makine dünyasının icadı ile, bir sürü aç, başıboş,
kırsal bölge insanı kentlere akın etmiş ve çocuklar, ebeveynlerinin kemdi açlığı ve bakım
yetersizlikleri nedeniyle, fabrikalar ve kömür madenlerinde çalıştırılmışlardı. Bu çocukların yaşları beş
(hatta üç) ile on yaş arasında değişiyordu. 1831’de, İngiltere Parlamentosu’nun “Çocuk Çalışma
Komitesi”nde Lord Shaftesbury, bu konuda reform yapılması için şöyle haykırıyordu: “Ben hayatımda
böyle bencil, her türlü insani hislere duyarsız, kendilerine mutluluk hulyaları veren bir gösteri alanı
daha görmedim...” Bu söz konusu çocukların çalışma takvimi şu idi:
. Değirmenlere sabah, gün doğmadan 3’de kalkıp gider, gece 10’da dönerlerdi
(19 saat).
. İstirahat zamanları: Kahvaltı: 15 dakika, öğle yemeği: ½ saat ve ‘içme’ devresi: 15
dakika.
Makineleri temizleme için ekstra zaman verilmemesi nedeniyle, çoğu kez kahvaltı ve
yemeklerini beraber yerlerdi. Sonuçta, 1850’de, on yaşından küçük kız ve erkeklerin artık madenlerde
çalıştırılmaları yasaklanmıştı. “Hayvanları Zulümden Koruma Cemiyeti”nin kuruluşundan aşağı
yukarı yirmi yıl sonra da “Çocukları Zulümden Koruma Cemiyeti” kurulabilmişti (1972).
Amerika Birleşik Devletleri’nde 1970’lerde salgın halinde başlayan “Kadınları Özgürlüğe
Kavuşturma” (Women’s Lib) cereyanları (akımları) sürüp gidedursun, Çocuk Hakları Sözleşmesinin
ilanını izleyen aylarda, 1989’un sonu ya da 1990’nın başıydı sanırım, Boston’da, Harvard
Üniversitesi’nin yaptığı “Çocuk Sempozyumları”ndan birinde, 1980-1990 onyılı, gayrı resmi olarak
“Çocukların On Yılı” (Children’s Decade) olarak ilan ve onore edildi. Başlangıç, çok gerilerde, 1924
yılında idi; “Cenevre Çocuk Hakları Bildirisi”nde yalnızca beş maddelik bir öneri vardı; 1945’te
Birleşmiş Milletler kuruldu; 1948’de “İnsan Hakları Bildirisi”nde, çocukların haklarından da söz
edildiği halde üzerinde çalışılacak özel bir öneri verilmemişti. 1949’da ilk kez, “Avrupa Konseyi
Çocuk Hakları Komisyonu” kuruldu. 1959 tarihinde Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulu’nca on
maddelik “Çocuk Hakları Bildirisi” yayımlandı. Bu, 1961’de yayımlanan “Avrupa Toplumsal
Yasası”na dahil edildi. 1979, “Birleşmiş Milletler Dünya Çocuk Yılı” olarak tescil edildi. Nihayet, 20
kasım 1989’da, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Perez de Cuellar, ‘Çocuk Hakları Komitesi’nin
hazırladığı “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ni”ni resmen ilan etti ve bu sözleşme, imza koyan devletlerle
bir yıl içinde onandı. Türkiye Cumhuriyeti Hükumeti de, sözleşmeyi, 14 eylül 1990 tarihinde, itirazi
kayıt ile onayladı.
*
Son söz olarak, okuyucularıma şunları arz etmek isterim. İnsan özgürlüğü hakkında,
hepimizin, birbirlerinden farklı olsa da, birçok noktalarda ortak sayılabilecek “özgürlük” tarifi vardır.
Benim en hoşuma gideni, ırk, cins ve sınıf ayırt etmediği için, Amerikalı’ların Jean Jack Rousseau’dan
ödünç aldıkları tümcedir: “Bir kişinin özgürlüğü, diğer kişinin özgürlüğünün başladığı yerde biter!”
Bu arada bir Türk meselini de anımsatalım: “Özgürlük verilmez, alınır!”
Toplumsal dayanışmanın ve aile yapı ve hiyerarşisi’nin temel olduğu modern sosyal yaşamda,
konumu ne olursa olsun, hiçbir kimse, diğerlerinden soyutlanmış olarak, tümüyle özgür bir yaşam
biçimini seçemez. Bu bağlamda, yukarda, 1970’lerde “Women’s Lib” akımının sokakları doldurduğu
zamanlardan söz etmiştim. Buna paralel olarak, “Çocukları Özgürlüğe Kavuşturma” akımı da
başlamıştı Amerika’da. Öyle bir ö z g ü r l ü k a k ı m ı için diretilen kurallar şunlardı: Her çocuk,
yaşı kaç olursa olsun, ebevyenlerini ve içinde yaşadığı evi kendi seçebilmeli; resmi (formal) eğitim
yerine, kendi seçeceği “özel” ya da “kendi-kendine-eğitim”i alabilmeli; erginlerden farklı olmayarak
cinsel hayatlarını kendileri düzenleyebilmeli; iş ve çalışma dünyasında da, yalnızca yeteneği göz
önünde tutularak, erginlerle birlikte çalışabilmeli vb.
Bu iddiaları ya da istekleri ortaya atanlar, kurumsal olarak Çocuk Hakları için bir başlangıç
olarak, “liberal” bir düşünce katkısında bulunabilmiş olsalar dahi, aslında, çocukların haklarını
zedelemişlerdir. Çünkü çocuklara bu tür “özgürlük vermek”, bir yandan “ebeveynlik sorumluluğundan
kaçarken”, diğer yandan çocukları henüz hazır olmadıkları “özgürlüğe terk etmek”tir. Öyle bir
özgürlük savı, çocukların büyüklere bir dereceye kadar doğal olarak bağımlı, onlar tarafından hala
korunmaya gereksinmeli; gereğinde hata yapmaya eğilimli ve büyüklerin liderliğiyle o yanlışlardan
bazı dersler alarak, problem çözmekte birlikte alternatif arayarak hayata hazırlanmaları gerçeğini
yadsıyan bir felsefe taşır.
Yine bu tezi savunanlar, ço c u k ö z g ü r l ü ğ ü ile ç o c u k h a k l a r ı arasındaki farkı
görememektedirler. Herhangi bir “hak”tan söz edilince, ‘sorumluluk’ konusu da beraberce gündeme
gelir. Herhangi bir ‘hak’tan söz edilince, ‘sorumluluk’ konusu da beraberce gündeme gelir. Hiçbir hak,
bununla eşleşen bir sorumluluktan muaf olamaz. B e d e l s i z b i r h a k y o k t u r. Bu nedenle,
biz yetişkinlerin sorumluluğu, çocuklarımızı ve gençlerimizi, haklarıyla birlikte, o hakların
beraberlerinde getirdiği sorumluluklara hazırlamak olmalıdır. Çocukların elbette kendi kişilikleri
vardır, fakat bu “kişiler”, çocuklardır. Onların haklarının tanınmasına ve gerektiğinde o hakların
savunmasına gereksinim vardır. O haklardan biri de “çocuk olmak” ve “çocukluğu, bir çocuk gibi
yaşamaktır.” Çocuklara, kendi hayatlarını ilgilendiren konularda tartışma şansı verilmelidir; fakat son
karar, o yükümlülüğü taşıyabilecek yaşa gelinceye ve tasarladıkları şeylerin sorumluluğu yalnızca
kendileri tarafından giderilebileceği olgunluğa erişinceye kadar, onları korumakla yükümlü olan
büyüklerin olmalıdır.
Derleyen: Prof. Dr. İsmail Ersevim
Çocuklarımın hayrını görmeyeyim : Birini ikna etmek için söylenen şartlı ilenç (örneğin: eğer yaptımsa!)
“... ikide birde, yerli yersiz yemini basıyordu: ‘Ne elli bin lira, ne de elli bin paradan haberim var. Allah
bin belamı versin yalan söylüyorsam. Çocuklarımın hayrını görmeyeyim!’ Ama koskoca şehrin ağzı torba değildi
ki büzülüversin!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145)
Çocukluk ve Ergenlikte “Kendine Güven” Gelişimi :
sunuyorum : Prof. Dr. İsmail Ersevim>
<Sizlere, bir konferans için hazırladığım bir makaleyi
-1ÇOCUKLARDA KENDİNE GÜVEN
İnsanları algı açısından birbirlerinden farklı kılan şey, kendi duygusal ve düşünsel çevrelerine
göre anlamaları ve yorum yapmalarıdır. İnsanın davranış biçimine, g e r e k s i n i m l e r ve m o t i v
a s y o n l a r ı yön verir. Psikolog Maslow’a göre (1954), i n s a n, örgütlenmiş bir bütündür ve
ancak bütünü ile motive olur. Dikkatimizi sadece o andaki görünürdeki dürtü üzerine
yoğunlaştırırsak, bütünü gözden kaçırmış oluruz.
Maslow, insanın, algılarına yön veren gereksinimlerinin ne şekilde doyumluluk bulduğunu ve
bu doyumluluktan sonra onun varabileceği noktaları, yapabileceği aşamaları gösteren bir “G e r e k s i
n i m p i r a m i d i” ile insan gereksinimlerinin bir sıralamasını yapmıştır. Bu sıralamada en alt sırayı,
bedenin yaşamı için elzem olan “biyolojik gereksinimler” alır. Bu taban gereksinimlerin
doyurulmasından sonradır ki daha üst düzeyde bulunan “psikolojik” gereksinimler doyum için sıraya
girebilirler.
*
*
*
*
*
*
*
*
‘Kendini
*
Gerçekleştirme’
(Self-realization)
‘İtibar-Kudret’
Gereksinimi
(Power)
*
‘Sevgi’ Gereksinimi (Love)
*
‘Güven’ (Trust) Gereksinimi
‘Fizyolojik, Biyolojik’ Gereksinimler
*
*
----------------------------------------------------------------------
Gereksinim piramidi’nde görülen gereksinimleri, zamanında yeteri kadar doyuma
ulaştırmış kişinin kendine güveni vardır. Bu öge, onun çevreyle olan ilişkilerinde de güvenli
bir ortam yaratmasına neden olur. Özgüven, insanı çalışmaya ve başarılı olmaya daha hızlı
motive eden bir etkendir.
-2İnsanoğlu, doğumdan yetişkinlik yıllarına kadar ve yetişkin yaşamı boyunca, kendisine
özgüveni olup olmaması açısından, 3 ayrı d a v r a n ı ş b i ç i m i sergiler:
1. Bazıları, yalnız kendini düşünür ve kendi çıkarları uğruna, başkalarını, agresif bir şekilde
arka plana itebilirler,
2. Bazıları ise, başkalarının hak ve çıkarlarına, kendi hak ve çıkarlarından daha fazla önem
verirler ve dolayısıyla da, başkalarının, kendi haklarını çiğnemesine fırsat verirler,
3. Üçüncü ve ‘özgüveni’ yansıtan davranış biçimi ise, insanların, önce kendi hak ve
gereksinimlerini düşünmekle beraber, başkalarının hak ve duygularını da hesaba katarak,
onlara saygı gösterip gerektiğinde ‘adil’ (fair) şans vermeleridir.
K e n d i n e g ü v e n, “kişilik” gelişiminin en önemli yapıtaşlarından biridir. “Kişilik”, yaşam
boyunca gelişmesine devam eder. Doğal olarak, “kişiliğin” nasıl geliştiği, ta 1900’lerdenberi,
başta FREUD olmak üzere, önce psikanalist’lerin, sonra da “nesne ilişkileri” teorisyenlerinin ana tartışma
kalelerinden biri olmuştur.
F r e u d, çocuğun hemen doğumundan sonra, özellikle yaşamının ilk on iki ayı boyunca -ki bunu
ORAL=Ağıza ait, bağımlılık devresi adını vermiştir- annesinin hemen hemen bir kopyası olup, bebeğin, ilerki
kişiliğinin, en önemlisi annenin onun hakkında ne hissettiği ve ona nasıl baktığı ile orantılı olduğunu ileri
sürmüştü. Aşırı bağlılık, kişlik ve kendi-güvence yetersizlikleri, alkolizm ve hatta şizofreni’nin nedeni oluyordu.
Onun öğrencisi Karl ABRAHAM ve daha sistematik ve derin çalışmalarıyla, onun da öğrencisi Melanie
KLEIN, “Nesne-Object” kuramlarının banisi oldu. Çocuğun kendine olan öz güveni, annesine yakından bağlı
olduğu gibi (İyi anne-iyi meme-iyi dünya; Kötü anne- kötü meme- kötü dünya kuramı), etrafındaki diğer
nesneler ile olan ilişikilerin niteliğine bağlıydı.
Özgüven konusuna çok büyük katkılarda bulunmuş diğer bir psikanalist de, on yıl önce
kaybettiğimiz Erik ERIKSON’dur. Freud ve Melanie Klein’ın hekim ve psikanalist olmalarına karşın,
bu yazar, sanat tarihçisi idi ama en çok saygı gösterilen, dünyaca daha çok kabul edilmiş psikanalitik
kuramları sundu. Erikson hayatı sekiz gelişim evresine böldü, ve hayatın ilk altı ayını içeren ilk
bölümüne “Trust vs. Mistrust”, yani (Temel Özgüvence, karşıtı, Kendine Güvensizlik) adını verdi.
Tıpkı Melanie Klein’da olduğu gibi, bu faz’da, annenin sıcak, içtenlik dolu ve sürekli ilgi ve
sevgisinin, çocuğun tüm hayatını etkileyecek bir şekilde sonuç doğurduğunu iddia etti.
Psikanaliz sanki güzel sanatların bir koludur; sır ve karmaşa görünen vakalar, saatlerce, hatta
yıllarca bir nakış ibi incelenebilir ve insan ruhunun labirentlerine inebilirsiniz. Fakat bugünün pratik
hayatı, sekiz, dokuz yaşında problem göstermeye başlayan bir çocuğu size tanı ya da terapi için
getirdiklerinde, artık “acaba 6 aylıkken sütten kesildi de böyle mi oldu?” düşüncesine, olası gerçek de
olsa, pek cevaz vermiyor; iş, “Peki, öyle olmuş ya da olmamış, şimdi durumu nasıl tamir
edeceksiniz?” gerçeğine gelince, ister istemez, çocuğun, ailesinden başlayarak, içinde bulunduğu iç ve
dış çevreleri ve çocuğun bunlarla olan etkileşim ve problem çözebilme yeteneğine dönüyorsunuz ki
eldeki iskambil kağıtları farklı. Onun için psikanaliz ölmemiştir ama, pratikte, daha ele alınır, göze
görülür yöntemlere başvurmak zorundasınız. Bu nedenlerle, Prof.Dr. Adnan Kulaksız’ın (Ergenlik
Psikolojisi) ve “Hayatı sevmek, kendinizi sevmekle başlar!” erdemli sözcüklerin sahibi Prof.Dr İlkay
Kasatura’nın “Kişilik ve Özgüven” adlı kitaplarından (Evrim Yayınları, İstanbul 1998) çok
yararlandım. Teşekkürlerimi sunarım.
-3Yukarda “Gereksinimler Piramidi”ni incelediğimiz Maslow, en üst düzey olan ‘Kendini
gerçekleştirme’yi başarmış meşhur ve önemli kişilerle konuşarak onların k i ş i l i k ö z e l l i k l e r i
n i saptamıştır. “Özgüven” ve “Kendini Gerçekleştirme” arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından bu
özellikleri gözden geçirelim:
1.
G e r ç e ğ i d o ğ r u b i r ş e k i l d e a l g ı l a r l a r. Bu bireyler, zihinsel güçleri
sayesinde, yaptıkları değerlendirmelerde duygu ve heyecanlarının etkisinden sıyrılarak tarafsızlıklarını
koruya- bilirler. Onlar, bilinmeyenden korkmazlar.
2.
Kendilerini, d i ğ e r i n s a n l a r ı v e d o ğ a y ı, o l d u ğ u g i b i k a b u l e d e r l e r.
Kendilerini gerçek- leştiren insanlar, kendilerini tüm eksiklikleriyle olduğu gibi kabul ederler. Sevgi,
güvenç, ait olma, şeref, özgüven gereksinimlerini de yetenekleri içinde doğal bir şekilde kabul eder ve
karşılamaya çalışırlar.
3.
D a v r a n ı ş l a r ı k e n d i l i ğ i n d e n, s a d e v e d o ğ a l d ı r. Yapaylıktan uzaktırlar.
İçten olmayan sevgi, takdir, saygı gösterilerine hiç raslanmaz. Küçük şeyleri büyütüp şikayet etmezler.
Düşünce ve isteklerinin ne olduğunun çok iyi farkındadırlar.
4.
H a y a t a o r i y a n t a s y o n l a r ı, k e n d i d ı ş ı n d a k i p r o b l e m l e r ü z e r i n e
y o ğ u n l a ş m ı ş t ı r. Dünyaya çok geniş bir açıdan bakarlar. Sade, gösterişsiz bir nevi filozofturlar.
5.
Y a l n ı z k a l m a y a g e r e k s i n i m l e r i vardır. Fiziksel dünyayla teması kesme,
ayrılma, çekilme eğilimindedirler. Soğukkanlıdırlar, araya mesafe koyarlar. Aciz ve durmadan
sızlanan bir adam durumuna katiyen düşmezler.
6.
G ü ç l ü b i r i r a d e y e s a h i p olup, çevreye, sıradan bir insandan çok daha az
bağımlıdırlar. Hayatın güçlükleri karşısında bile kendilerine yeterli ve dengelidirler.
7.
Her an h a y a t ı n k ı y m e t i n i y e n i d e n t a k d i r e d e r l e r. Yaşamın özelliklerini
her an yeniden görür, takdir eder, duygulanırlar. Doğaya hayrandırlar. D u y g u s a l z e n g i n l i ğ i
algılamakta çok zengindirler.
8.
Z i r v e y a ş a n t ı l a r ı (Peak experience) olagandır. Daha çok “ö z”e y ö n e l m i ş l e r d
i r. Müzik, felsefe, yaşamı simgeleme gibi kavramlarla uğraşırlar.
9.
İ n s a n l a r l a, t o p l u m l a o r t a k l ı k d u y g u s u n u ç o k s e v e r l e r . Sevgi ile
o kadar yüklüdürler ki, insanlarla paylaşım duygusunu çok yaşarlar.
10.
Kişilerarası ilişkilerde ç o k i ç t e n d i r l e r.
11.
D e m o k r a t b i r ö z y a p ı l a r ı vardır. Din, ırk, millet, eğitim, siyasal, güç farkı
gözetmek- sizin huylarını beğendikleri bütün insanlara dostça davranırlar. İnsanlara öğretebilecekleri
şeyler yanında, herkesten bir şeyler öğrenebileceklerine inanırlar. Her insana, i n s a n oldukları için
saygı gösterirler.
12.
A r a ç’ l a a m a ç’ı, i y i’ y l e k ö t ü’ y ü b i r b i r i n d e n a y ı r m a l a r ı farklıdır.
Tutarlı, ahlaklı k işilerdir. Yaşamdan, yaptıklarından zevk alırlar.
-413.
F e l s e f i b i r e s p r i a n l a y ı ş l a r ı v a r d ı r. Saldırgan değildirler. Mizah ve
nüktelerinde felsefe vardır. Başkalarını küçük düşüren, inciten esprilere gülmezler.
14.
Y a r a t ı c ı d ı r l a r. Hangi işi yaparlarsa yapsınlar, yaptıkları işte yaratıcı düşüncelerin
izleri vardır.
15.
İ ç i n d e y a ş a d ı k l a r ı k ü l t ü r ü a ş m ı ş l a r d ı r. İçinde yaşadıkları kültürde
uyumlu gözükmelerine karşın, kültürün tüm kalıplarını ve norm’larını benimsemezler. Kültürün,
onları yoğurup biçimlendirmesine izin vermezler.
x
x
Herkes, Maslow piramidinin en üst noktasında yer alan “kendini gerçekleştirme” aşamasına
ulaşamayabilir. Önemli olan, insanın ‘ne olması’ gerekiyorsa ona ulaşabilmesi,
k e n d i p o t a n s i y e l i n i g e r ç e k l e ş t i r e b i l m e s i d i r.
Erich FROMM (1941), R ö n e s a n s ile özgürlüğünü kazanan kişinin, kendi- sini psikolojik
olarak soyutlanmış hissetmesine dikkat çekmiştir. Ekonomik gelişme ile oran-
tılı olarak kişiler arasındaki yarışma-rekabet artmış, birey kendisini yalnız, güvensiz ve endişeli
hissetmeye başlamıştır.
Gerçekten de, teknoloji’nin devasa adımlarına ve yıldızlar dünyasına, planetlere gerçekçil
olarak varılabilmesine karşın, insanoğlu direkt insani iletişim yerine telefon, e-mail, ‘chat’, araba, tren,
vb. yollarla kendilerini birbirlerinden gitgide soyutlamakta ve yalıtmaktadırlar. Kişisel insani faktörler,
etkinliklerini gitgide kaybetmekte ve yerini yapay vasıtalara ve teknik üstünlüğüne terketmektedir. Bir
düğmeye basmakla, uzaktan kumandalı ‘laser’ ya da güdümkü mermi ya da hidrojen atom
bombalarının bir anda insanlığı mahvedebilme gerçeğinin de Democles’in kılıcı gibi başımızın
üstünde asılı olması ve sürekli olarak ölümcüllüğümüzü hatırlatması da caba. Yaşam artık bir ‘sıkıntı’
ögesine dönüşmüştür.
GENÇLİKTE BİREYSELLEŞME
Batı uygarlıklarında çocuğun ya da gencin benliğinin kendine özgü bir şekil kazanarak sağlıklı
bir toplumsal etkileşim için bireyselleşmesi gerekli görülmektedir.
Böylece, psikolojik gelişimin kurallarına göre, ‘sağlıklı’ olarak yetişen bireylerden oluşan bir
kültür, bağımsızlığı gerçekleştirememiş bireylerden oluşan bir kültür ile karşılaştırıldığında, bağımsız ve özerk bireylerin oluşturduğu bir kültür, toplumsal bir gelişim
yönünden de daha çok amacına ulaşabildiği saptanmıştır. Ancak, batı ülkelerinde çok boyutlu bir
gelişim gayretlerinde, olumlu sonuçlar yanında bir “yalnızlık”, bir “tedirginlik” de ortaya çıkmıştır.
Toplumsal yaşamda bir doyumsuzluk, bir mutsuzluk var. Belki bunun sonucu, özellikle genç kesimde,
alkol, madde bağımlılığı, intihar girişiminin artması gibi patolojik belirtiler, özünde saldırganlık
bulunan suçlu davranışlar yüksek oranda görülmeye başlanmıştır.
-5ERGENLİKTE KİŞİLİĞİN GELİŞMESİ
K i ş i l i k, başka bir deyişle, ‘bireyin sosyal ve psikolojik tepkilerinin tümüne’ verilen bir
isimdir. Kişilik, ‘bir kimsenin kendine göre belirli bir özelliği olması’ durumudur, ya da, onu
‘başkalarından farklı kılan bütün ayırıcı özelliklerine sahip olma’ durumudur. Aynı şekilde, kişilik, ‘o
bireyin sosyal, ahlaki, zihinsel ve fiziksel özelliklerinin dinamik bir bütünleşmesidir’ diye de tarif
edilebilir.
‘Karakter’, ‘huy’, ‘benlik’, ‘kimlik’ gibi terimler de eşdeğer anlamda kullanılmakla beraber,
“kişilik” sözcüğü çok daha kapsamlıdır. Örneğin ‘karakter’ daha çok ahlaki yönü, ‘huy-mizaç’ ise
daha çok duygusal ve davranış yönlerini açıklayan kavramlardır. ‘Benlik’, bireyin kendisi ile ilgili
algılamalarından ve değerlendirmelerinden oluşur. ‘Kimlik’ ise zaman zaman ‘benlik’ ve ‘kişilik’
yerine kullanılmaktadır. Üstüne üstlük, kişilik, birey büyüdükçe ve geliştikçe değişime de uğrar.
Küçük çocuk, büyürken bir takım değişiklik düzeylerinden geçer ama, bu değişimlerin
anlamını farkedecek ve yorumunu yapacak bir içgörüye sahip değildir. Ancak ergenlik çağlarında
‘kimlik’ gelişir, daha doğrusu kimliğini tüm boyutlarla kavramaya başlar ve “ben kimim?”, “hangi
hareket ve karar doğru?”, “nasıl davranmalıydım?” sorularına yanıt arar. Ergenler, çevrelerindeki
insanların ‘benzer’ görüşlerinin bir bileşimini yapmaya çalışırlar. Eğer ergen’in dünya görüşü ve
değerleri diğer önemli kişilerden belirgin bir şekilde farklılaşıyorsa, o zaman ergen bir “rol ve kimlik
karmaşası” (identity crisis) ile karşı karşıyadır demektir. Bu fırtınalı dönem, çeşitli şekillerde
geçiştirilip çözülebilir. Bazı gençler bu ‘deneyim ve arayış’ dönemlerini geçirdikten sonra kendilerine
bir hedef tayin edebilir ve ona doğru ilerlerler. Bazı ergenler de kimlik karmaşasını hiç yaşamaz, annebabaların değer yargılarını oldukları gibi kabul ederler. Bu tür gençlerin kimlikleri daha erken
belirlenir.
“Kimlik Karmaşası” terimini ilk kez kullanan Erik Erikson’dur. Ona göre, bireyin hayatında
kişilik gelişiminde “ergenlik” dönemi çok önemlidir. Yine hatırlatalım ki kişilik, doğum anından
itibaren gelişmeye başlar, Ödipal çağın sonu onun niteliğini belli eder, ama ergenlik devri, bir kişiliğin
ilk kez dış dünyaya sergilendiği ve test edildiği devredir. Daha önceki hatalar ve uyumsuzluklar
çocukluğa atfedilebilir ama artık kazın ayağı böyle değildir. Bu zamanda kişiliğe eklenen yeni öge c i
n s e l l i k katmanıdır. Genç, özellikle kendi cinsel kimliğine yönelik kuşkular taşıyorsa, bu onda bir
karmaşaya neden olabilir.
Prof.Dr. Adnan Kulaksızoğlu’nun MUSSEN’den kaydettiğine göre (Ergenlik Psikolojisi,
Remzi Kitabevi, 3. Basım, İstanbul 2000), “insan” denen biyo-psiko-sosyolojik varlığın kişiliğinin
gelişiminde etken olan faktörler şunlardır:
1. GENETİK ve BİYOLOJİK Faktörler
Birçok kişisel özelliğin, örneğin saldırganlık, sinirlilik, sosyal olma vb. “çevre”den çok
“genetik faktörler”e bağlı olduğu, psikanalistler dahil, birçok bilim adamları tarafından artık
kabullenilmektedir.
-6-
T e k y u m u r t a i k i z l e r i’nde yapılan araştırmalar, birçok ruhsal bozuklukların özellikle
şizofreni’nin, normal ya da iki ayrı yumurta ikizlerinin o/o 15 olasılık şansına karşın, tek yumurta
ikizlerinin birinde oranın o/o 86 civarında olduğunu belirtmiştir. BEDEN YAPISI, FİZİKSEL
GÖRÜNÜŞ, YÜZ’ün yapısı, BOY ve AĞIRLIK büyük oranda genetik olarak belirlenir. “Fiziksel”
bakımdan, görünüş dahil, kuvvetli-üstün olma, çocuğun kişiliği üzerinde çok olumlu bir rol oynar.
Bilinen bir gerçektir ki, okul başarısı düşük olan çocuk ve ergenlerin olumlu bir ‘benlik’ kavramı geliştirmeleri
çok güçtür.
Özet: Genetik etkenler, fiziksel özellikleri belirler,
Fiziksel özellikler de, kişinin özelliklerini etkiler.
“Bilişsel Gelişme”nin, büyük ölçüde, doğumla getirilen ‘zihinsel kapasite’ye bağlı olduğu
bilinmektedir. Herkes, sosyal düşünce aşamasına ulaşamaz. Bu, hemen her olayı “sorgulayan ve
kuralın arkasında yatan mantıki nedeni anlamaya çalışmayan” bir grup gençler, “Kural Yönelimli”
diye adlandırılır.
2. KÜLTÜREL Etkenlerin Kişilik Gelişimi Üzerine Etkileri
Hepimizin davranışının çoğunda, yaşanan çevredeki k ü l t ü r’ün yansıması vardır. YEMEK
YEME Biçimi, TEMİZLİK ALIŞKANLIĞI, GİYİM Tarzı, DİL’İ KULLANMA ve KONUŞMA
Biçimi, KONUŞMA ve ZAMANI KULLANMA stilimiz, DİNİ İNANÇLAR ve KALIPLANMIŞ
YARGILAR hep kültürümüzün ürünü, hatta kültürün ta kendisidir.
Kültür denen şey de somut, katı bir öge değildir. Kültürü yapan insanlar olduğuna göre, her
toplumda farklı insan grupları (sub-groups) mevcuttur. Bunların büyük bir kısmı, hala geleneksel bir
biçimde yaşarlar ve dolayısıyla da, ‘özgün’ bir gençlik dönemi için, toplumun diğer bölümündekilere
paralel bir şekilde, hazır olmayabilirler.
3. Kişilik Gelişiminde SOSYAL SINIFLARA Bağlı Etkenler
Sosyal bilimlerdeki araştırıcılar, toplumdaki bireyleri ekonomik düzeyleri, mesleki ve eğitim
durumlarına bağlı olarak gruplara s o s y a l s ı n ı f l a r a ayırmak eğilimindedirler. Toplumumuz
da böyle sosyal bir tabakalaştırmadan masun değildir.
Sınıflandırma, çeşitli ‘numara’ gruplarına göre yapılır. İKİ sınıflı ayırımda, sosyo-ekonomik
düzeyler a l t ve o r t a diye ayrılırlar. A l t düzeyi işçiler, diğer bir deyimle “mavi yakalılar – blue
collared” oluşturur. Bunların çoğu ilkokul mezunu olup vasıfsız işçilerdir. O r t a düzey, “beyaz
yakalı – white collared” ya da “önlüklü” diye anılıp, orta ya da yüksek meslekde çalışanlardan
oluşmuştur.
Toplumu beş farklı sosyal sınıf olarak düşündüğümüzde, ayrım:
1) Y ü k s e k, 2) O r t a n ı n ü s t ü, 3) O r t a, 4) O r t a n ı n a l t ı ve 5) D a r gelirli olarak
yapılır. Mamafih, sosyal araştırıcılar toplumu -daha gerçekçil ve pratik olarak- :
1) A l t , 2) o r t a , ve 3) ü s t olarak da üç sınıfa ayırırlar.
-7Her düzeydeki ailelerin, çocuklarına ait beklentileri ve tutumları farklı olabilir ve gerçekten
farklıdırlar da. Anne-baba beklentileri de çocuğun ‘kişilik’ özelliklerini biçimlendirirler. Kiminde para
ve prestij, kiminde yalnızca yüksek okul mezuniyetin adı, kiminde de niteliği ne olursa olsun baba
işinde istihdam ön plandadır. Ülkemizde yapılan araştırmalar, ‘alt’ sosyo-ekonomik düzeyde olan
ailelerin beklentilerinin çok daha düşük düzeyde bir eğitim beklentisi içinde olduklarını saptamıştır.
Bunun nedeni herhalde bir an evvel hayata atılıp eve ekmek parası getirebilme gereksiniminden
gelmektedir. Anadolunun birçok ücra köşelerinde zeka, para, ya da arzu olsa dahi, o civarda bir yüksek
okulun mevcut olamamaması, yüksek okullara girişin gerek yapılış şekli ve gerekse içeriğinin zor bir
yarışma haline konulması, çocukların cinslerinin kız ya da erkek olmaları gerekçeleriyle herkese eşit
haklar tanıma prensibini ihlal etmektedir.
Aynı şekilde toplum, “ikilemli mesajlar” vermeye devam etmektedir; örneğin : ö z ü r l ü l e r
. Bir taraftan oların da herkes gibi yaşamaya hakkı savunulmakla beraber, Meclisten geçmiş yasalara
karşın, bu vatandaşlarımızda eğitim ve özellikle istihdam-iş sahibi olma ileri derecede ihmal
edilmektedir. İnsan hakları, politikacıların eline kalmış bir oyuncak haline getirilmiştir.
4. Kişilik Gelişiminde PSİKOLOJİK Faktörler
CROW ve CROW’a göre (1956), her ergen, hayatını şu sıralanmış istek ve arzular
doğrultusunda yönlendirmek ister:
a) Büyüme, gelişme ve kudretli olma,
b) İlerleme, olgunlaşma ve değişme,
c) Bireysel bağımsızlık kazanma,
d) Başarı ve güven kazanma,
e) Beğenilme ve takdir edilme,
f) Olumlu sosyal ilişkiler kurma, ve
g) Mutlu olma istekleri.
Kişilik gelişiminde, bireyin kendini algılama ve değerlendirmesine ilişkin geliştirdiği görüşler,
b e n l i k k a v r a m ı’nı oluşturur. Benlik kavramı, Carl ROGERS’in geliştirdiği F e n o m e n o l o
j i k (Varlıkçı-egzistansiyalistik) B e n l i k K a v r a m ı’nda önemli bir yer tutar.Bu kavrama göre,
her birey, kendisinini merkez olduğu bir evrende yaşar. Herkesin kendine özgü, ‘gerçek’ olan olguları
vardır.
Bireylerin birbirlerinden farklı tepkiler göstermeleri, çevrelerini farklı olarak algılamaları ve
farklı yorumlamaları, ‘farklı’ kişilik ve benlik sahibi olmalarındandır.
B e n l i k kavramı üç grupta incelenebilir:
1) ‘Kendi’ algıladığı benlik,
2) ‘Başkalarının’ algıladığı benlik, ve
3) İ d e a l b e n l i k.
İDEAL BENLİK, ergen’in ne olmak istediği ve ne olmaktan çekindiğidir. Ergenlerin,
kendilerini anlama ve tanıma konusu zihinlerini çok meşgul eder ve dolayısıyla, çocuklardan daha çok
‘benlik bilinci’ne sahiptirler.
-8-
İnsanoğlu, benlik kavramına uygun ve tutarlı bir biçimde davranma eğilimindedir. Bireylerin
‘benlik’ kavramları, ‘öğrenmeler ve çevreyle ilişkiler kurma’ yolu ile oluşur, olgunlaşma ve yeni
öğrenmeler sonucu değişip gelişebilir. E r g e n’in kendisi hakkındaki izlenimlerinin, ‘benlik’
kavramının yanında, ilerde nasıl bir insan olmak istediğine dair bir öngörüsü vardır. Bunun yanında,
ergin’in bir “benmerkezciliği” vardır. Onlar, ‘soyut düşünme’ fazında bulunduklarından, diğer
insanların düşüncelerini de kolayca kavramlaştırabilirler, dolayısıyla da bazan başkalarının
düşüncelerindeki ‘yönlendirmeler’ ile kendi düşüncelerindeki yöneldiği konuları birbirinden ayıramaz.
Arada bir başkalarının kendine baktığını, kendisinin başkalarının gözünde bir ilgi odağı olduğunu
düşünecek kadar paranoid dahi olabilirler.Hatta, kendilerine ‘hayali’ seyirciler yaratarak onlar
tarafından izlenmekten utanırlar da. Doğanın bir “hilkat-yaratılış garibesi”dir ki, genç-ergen, daha
ilerdeki hayat dönemlerinde ulaştığında, önceki dönemleri anımsamaz bile, Zira her şey, ‘olması
gerektiği gibi’ bir büyüme ve gelişim planına göre gerçekleşmektedir.
ÖZGÜVEN EĞİTİMİNDE ANNE BABANIN ROLÜ :
Çocuklarımızın çağdaş yaşamda kendilerine güvenli bir şekilde yetişebilmeleri için, onun “iyi
çocuk, uslu çocuk” rolünün ötesinde, anne-babaların görevlerini şu beklentilere göre yapmaları
beklenir:
. Çocukların kendilerini iyi ifade etmelerine yardımcı olmak, onları yüreklendirmek,
. Kendilerini önemsemek,
. Gerektiğinde şikayet edebilmek,
. Değişmeye hakları olduğunu bilmek,
. Onlara örnek olmak,
. Onların gereksinimi olan desteği vermek,
. Yapıcı eleştiriler yapmak,
. Görüş alanlarını genişletmelerine yardımcı olmak
. Hayata hazırlamak,
. Bağımsızlaşmalarına yardımcı olmak,
. Kötümserlik aşılamamak,
. Sorunları çözme yollarını öğretmek,
. Duygularını kontrol etmelerine yardımcı olmak,
. Karar vermelerine yardımcı olmak.
Okulda başarı göstermek için çaba harcayan ve yeterli bir bilgi donanımını ile okulunu bitiren
genç birey, okul başarısı oranında hayat başarısı gösterememektedir. Bunun nedeni, b a ş a r ı y ı çok
yönlü bir kavram olarak görmemek, özgüven gelişiminin sadece okul başarısına değil, “kişilik
gelişimi” ve “hayata hazır yetiştirilmeye” bağlı olduğunu anlayamamaktır. Bir çocuğu hayata hazır bir
hale getirmek demek, onun ‘hangi’ konuda, ‘kimlerden’ yardım ve destek alabileceğini, toplumda
insan ilişkileri ile ilgili kuralları, fiziksel ve psikolojik sağlığın önemini bilerek bu konularda dikkatli
ve bilgili olmayı, kendini savunabilmeyi, yasal haklarını ve sınırlılığını öğretmek demektir.
-9Bizim toplumumuzda anne baba, kendi kendine yetebilmeyi öğrenmiş ve bireyselleş-miş
çocuklarının bir gün “yuvadan” ayrılacaklarına ve kendi kanatlarıyla uçacaklarına kendilerini hazırlamalıdırlar. Çocuğun kendine güvenli bir şekilde bağımsızlaşması için, anne babanın ölçüsüz bir sevgi ile çocuklarının gelişimlerini engellememeleri gerekir.
Aile içi küçük ayrılıklar, çocuk yetişkinlik yaşamına gelinceye kadar bir çok kez yaşanır:
Kamplar, tatiller, yaz okulu ve geziler gibi. Yuva, bunların ilki olabilir. O zaman,
ailenin tavrı şu olmalı:
-Yuvada bir çok arkadaşın olacak. Çok güzel oyunlar öğreneceksin. Öğretmenin çok güzel
şeyler öğretecek. Oradaki arkadaşlarını eve de çağırırız.
-Yatılı okula gittiğinde, derslerini, o düzen içinde ne kadar kolay yapacaksın. Eve geldiğin
zaman da sana sevdiğin yemekleri hazırlayacağız.
ANNE BABA BENLİK SAYGISININ GELİŞMESİ İÇİN NASIL BİR EĞİTİM
UYGULAMALIDIR?
Bunun dersini vermek kolay, sonradan otopsi yapar gibi, ama bu, zaten ailenin yaşam
felsefesinin, dünya görüşünün, kendilerinin ve çocuklarının varoluşlarını anlamlaştırma gayret ve
felsefesinin içindedir. Deneyimsiz genç bir anne, hemen daima, komşularına ya da doktora bebeğine
daha uygun bir mama ya da vitamin verme hususunda kuşkusuzca soru sorabilir, ama mesele “güven”
e gelince, kimse bu şeffaf, sınırları iyi çizilmemiş öge’nin, özellikle o yaşlarda varlığının bile farkında
bile değildir. Herkesin sorduğu soru şu: Çocuklarınızı sever misiniz? Yanıt genellikle şudur: Hem de
nasıl, onlar için canımı bile veririm. Bu çoğu kez doğru, ailelerimiz çocuklarını o kadar “severler ki” ,
bu demektir ki onlar için hemen her şey yaparlar; eğitimi için en pahalı okullara gönderirler, sınıfta
kalma şansı varsa geçmesi için hocalar, rüşvetler daha neler? Peki onları h a y a t o k u l u n d a n
k i m m e z u n edecek?
Yine de, birtakım önerileri sunmak zorundayız:
1. Hiçbir koşula bağlanmamış SEVGİ, listenin başında gelir. Bu, çocukların her yaptıklara şeye
gözü kapalı imza atmanız gerekiyor demek değildir. Eğer kendinizi seviyorsanız, kendinize
özgüveniniz varsa, hatanızla sevabınızla çocuğunuz da sizi sever.
2. PROBLEM ÇÖZEBİLME YETENEĞİ’ni onlara iletebilmek.
Sanki bir matematik problemi gibi, güncel psiko-sosyal problemler de çözümlenmelidir.
Bunun için gereken koşullar şunlardır:
a) Sorun’un tanımlanması,
b) Olası çözüm şekilleri. Bunda, kendiniz kadar çocuklarınızın düşüncelerine yer verin
ve saygı gösterin,
c) Çözümleri değerlendirmek: ‘Deneme ve varsa, hataları değerlendirme” (Trial and
error, prensibi),
d) En iyi çözümün hangisi olduğunda, mümkünse birlikte karar vermek,
e) Kararın nasıl uygulanacağını adım adım saptamak, kişilere sorumluluk vermek,
f) “Geri itilim” (Feed-back) mekanizması kullanmak: Belirli bir süre sonra bir araya
gelip sonucu değerlendirmek, gerekirse yeni kararlar almak.
-10-
3) GÜVEN DUYGUSU ifade edilmelidir,
4) BAŞARILAR ÖVÜLMELİDİR
5) SUÇLULUK DUYGUSU AŞILAMAKTAN KAÇINILMALIDIR
Anne baba. çocukları çalışmaya teşvik etmek için bazan çok yanlış bir şekilde anlamsız
ifadeler kullanırlar:
-Sen çalışmıyorsun ama, annenle benim çalışmaktan sırtımızın kamburlaştığını görüyorsun
herhalde,
-Parayı sokaktan mı topluyoruz?
-Bana başağrısı veriyorsun, ya da, seni görünce yüreğim fena fena çarpıyor.
Ailelerinin bekledikleri karneyi eve getiremeyip de intihar eden çocukların sayısı her yıl
korkunç derecede artmaktadır.
6) DAVRANIŞLAR TAKDİR EDİLMELİDİR :
Çocuğunuzda, mükemmel olmasa da beğenilebilecek davranışları izleyin ve söylemekten
çekinmeyin:
. Çok esprilisin,
. Ne güzel, başkalarına yardım etmekten hoşlanıyorsun,
. Arkadaşlarınla çok iyi bir iletişim kurabiliyorsun, bravo sana,
. Çok çalışkansın, hepsinden önemli: sorumlu bir öğrencisin,
. Senin masanı düzenleme şekline bayılıyorum, vb.
1) MÜKEMMELLİYETÇİLİKTEN UZAK DURMA:
“İyi, dokuz almışın ama, sen on’luk bir öğrencisin, o kadar çalışmana yazık değil mi?”
2) ANNE BABANIN ÖNCE KENDİLERİNİ TANIMALARI GEREK;
3) OLUMSUZ DÜŞÜNCELERİ ENGELLEMEK:
Pek çok genç, en küçük bir yanlışlık yapmakla, kendilerini aşağılamayı adet edinmiştir:
“Ne kadar aptalım!”, “Ne kadar sakarım!”, “Ne kadar çirkinim!”, “Ne kadar beceriksizim!” gibi.
Gençler bu ifadeleri kullanırken evebeynler: “Hiç de sersem değilsin, hiç de çirkin değilsin ama zaman
zaman kendine iyi bakmadığın oluyor; Hiç de beceriksiz değilsin, cesaretin kolay kırılıp bırakıp
gidiveriyorsun, tekrar dene!” demeliler. Özgüvenin gelişmesi, kendini sevmek, kendisi hakkında
olumsuz düşünmekten vazgeçmekle mümkündür.
.
Size son bir öğütler listesi daha sunayım:
TÜM BİR KENDİNE GÜVEN GELİŞİMİ İÇİN GEREKLİ REÇETELER
1. Kendinizin, size özgü bir kişiliği olduğunu ve bu dünyada bu rolü oynamak üzere özel bir
yere sahip ve yerine getireceğiniz bir seri amaç dizisi güttüğünüze yürekten inanmanız
gerekir.
2. Farkındalığınızın sınırlarını genişletin ve sizi, çok daha geniş alanlara yayılmanızı
engelleyen artık sabit fikir haline gelmiş yanlış ‘ben zaten hep yanlış yaparım” gibi
düşüncelerinizi terkedin.
3. Sınırsız potansiyelinizi geliştirme yolunda, bir amaç seçin, onu uygulamak için bir plan
hazırlayın ve bu planı, benzeri önerileri önceden reddeden ya da başarınızı önlemek için
bir seri özürler sunan (gerçekte altbilinçten beslenen) bilincinize sunun.
4. Tüm problemlerinizi, Doğa’nın size verdiği evrensel zeka ve kudret çerçevesi içinde
inceleyip hayatınızı,. istediğiniz doğrultuya yöneltin.
5. Her ne denli basit ya da zaten biliyorum kategorilerine girebilecek dahi olsa, günlük
işlevselliğiniz süresince, bir an için gözünüzü kapatıp o soyut düşünceleri somuta çevirin;
iş sırasını bir haritada yol güzergahınızı işaretler gibi tek tek belirleyin ve o haritayı
gözünüzde canlandırın.
6. Günlük düşüncelerinizde, olası başarısızlığınızın nedenlerini makul bir şekilde analiz
etmeye çalışır ve hatta bu konuda güvenilebilir kişilerden fikir sorabileceğinizin ötesinde,
başarılı olduğunuz durumların nedenlerini göz önüne getirerek sağlıklı bir kıyaslama
yapmaktan hiç çekinmeyin.
7. ‘Zaman’ın sizi kontrol etmesi yerine, ‘siz’ zamanı kontrol etme konusunda üstat olun.
8. Bağımlılık, suçluluk hissi, korku ve üzüntü gibi gelişmeyi baltalayan ve mutsuzluk
yaratan öğeleri önce kendiniz, kuvvetli bir irade ve sağduyu ile sevgi, hayal edebilme,
merak, nükteli ve şakacı olabilme, başkalarıyla iyi ilişkiler kurma yeteneğinizi geliştirme
ile değiştirebileceğiniz konusunda bir prensip kararı alın ve bunu derhal uygulamaya
başlayın.
9. Bu gayretler sonucu, tüm çabalarınıza karşın aradığınız sulh ve sükunu, kendinizle olması
gereken barışıklığı elde edemezseniz, uzman bir psikolog ya da psikiyatr’la terapi
seanslarına başlayın. Mümkünse, “Meditasyon” sanatının bir öğrencisi olun. Bu, hayatınız
boyunca yapabileceğiniz en verimli bir yatırım olacaktır.
10. Ve, son olarak, kendinizin “seçebilme yetisi” olan ve seçtikten sonra, belirli uygulamalarla
“arzu ettiğiniz hemen her şeyi başarabilme” konusunda gereken azim ve kudrete, başarılı
her diğer insan gibi, daha doğuştan sahip olduğunuz inancınızı hatırlamanızı yeğlerim.
Derleyen :
Prof.Dr. İsmail Ersevim
Çocuk musun : Akılsızca, çocukça iş yapıyorsun ya da öyle düşünüyorsun bağlamında bir soru
“‘Yahu bırakın telaşı melaşı, çocuk musunuz siz, adam bu yaşta salt bu inen sert yağmurun kamçısnı
yese sırtına ölür.’
‘Bir şey olmaz.’
‘Bir yolunu bulur kurtulmanın.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:180)
“BARTLETT, güçlü bir küçümseme ile. - Çocuk musun sen? Hasta bir kadın gibi mızmızlanıyorsun;
bulunmadığını bildiğin nesne için ağlıyorsun. Küçük bir susuzluğa erkek gibi dayanamaz mısın? (Azimle.) Eğer
az daha dişinizi sıkabilirseniz, yakında suya kavuşacağız.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:13)
Çocuk oyuncağı; Çocuk oyuncağı mı bu : Çözülmesi çok kolay, basit bir problem; Çabuk karar değiştiren ve
zıt davranışlar gösterenlere edilen hitap
“-Bana öyle geliyor ki hakim reddeder istidanı! (dilekçe)
-Niçin?
-Boyacının küpü mü bu kızım? Bir ayrılacağım, bir vazgeçtim, sonra gene ayrılacağım. Mahkeme bu,
çocuk oyuncağı mı?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:236)
“Bu alanda dünyada ona bir şey öğretebilecek kimse yoktu; hem büyük parfüm olarak yapmayı
tasarladığı şeyleri yapmaya Baldini’nin dükkanındaki maddeler yeter miydi hiç? Baldini’nin yanında koku adına
duyabildiği, içinde ne zamandır taşıyıp günün birinde gerçekleştirmeyi düşündüğü kokularla karşılaştırılınca,
çocuk oyuncağı kalıyordu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:97)
“Huber kasaları yerleştirdi. İtinayla her kasanın üstünü örttü. Ellerine tükürüp onları karşıya taşıdı. İşi
bittiğinde, hepsini yerine taşıdığında gururluydu. ‘Tanrı’ya şükür ki bunlardan kurtulduk… Bunlar gemi
limanlarının en berbat işidir. Gümrük memurlarına da ne rüşvet verdik. Ondan sonrası çocuk oyuncağıdır zaten.’
”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:168)
“ ‘Ardından Hannover toplantısı. Belki oradan sabaha karşı üçte ayrılır, Berlin’e geçerim. Böylece gün
kazanmış olurum. Berlin’de sadace Bayan Antonina Vallentin’i göreceğim. Victor Fleischer’ler de buluşabilirim.
Brüksel’de iki günde yirmi kişiyle görüşmüş biri için bu çocuk oyuncağı.’ ”
(Zweig, S.-Zweig, F.; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:219)
Çocuk peydahlamak : Bir çocuk sahibi olmak için hamile kalmak (Çoğu kez yasadışı yollardan ya da hazır
olmadığı, uygunsuz bir zamanda)
“Bir hizmetçi tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk peydahlandığı için yoksul ailesinin
Amerika’ya yolladığı on altı yaşındaki Karl Rossmann, yavaşlamış gemiyle New York Limanına girerken, çok
önceden fark ettiği Özgürlük Tanrıçası’nı, bu kez sanki ansızın güçlenen güneş ışığı altında gördü.”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:5)
“Marcelle’in ona nasıl haşin ve erkeksi bir tavırla, sözde laf olsun diye: ‘Bir kadın sıfırı tüketti mi,
yapabileceği tek şey, bir çocuk peydahlamaktır,’ dediğini hatırlıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl çağı”, sa:157)
“-Evet, hanımınız kurnazlık etti, ama işe yaramadı. Tüm mahalleli biliyor. Kocanızın sağlığı
bozulmuştu; yaşlı adamın mirasını güvenceye almak için kasaptan çocuk peydahladı. Ama işte kocası hala
sağlam, yaşlı adamsa öldü. Şimdi velediyle sap gibi kaldı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:110)
Çocuktan al haberi : ‘Gerçeği, masum bir varlık olan çocuktan katılmamış bir şekilde duy’, kendisinin
bulaşmadığı durumlar hakkında gerçekten de genellikle olumlu kabul edilen bir görüntüdür.
“Bu demektir ki bu benim yaptığım kılam <beste, nağme> dillere destan olacak. Dengbej’ler <ozan>
dilden dile aktarıp kıyamete kadar şehir şehir, köy köy dolaşarak söyleyecekler…. Çocuklar benim kılamımıı
uuyumadan dinlediler. İşte dengbejlerin en büyük ölçüsü budur. Türklerin de bir sözü var, çocuktan al haberi
derler’
‘Kürtlerin de bir sözü var: Zarık Akılen.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:266)
Çocuk Tiyatrosu : Son on yıllarda, “Çocuk Tiyatrosu”, insanlık tarihininin başlangıcından bugüne kadar
olan devrede, hiçbir zaman -hiç olmazsa kültürlü, kalkınan ve kalkınmış memleketlerde, çocuğun gelişim
yıllarında oyun-eğlence-sahne zevki olduğu kadar, gelişme ve hatta tedavisi için ne denli önemli olduğu
hissedilmemiş ve gerekli önlemler alınmamıştır. Milli Eğitim Bakanlığı, 2000 yılından itibaren ‘Tiyatro’yu ders
programına koymuştur. Bir ‘Harvard’ eğitimli Çocuk Psikiyatrı olarak, (ikinci kez) emekli olduğum 2007 yılına
kadar gördüğüm genç çocukların hiç olmazsa yüzde ellisini tiyatro eğitimi-tedavisine göndermiştim. Pratik
alanda da, ‘tiyatronın çocuklara nelere yapabileceğini’, İstanbul Büyükşehir Tiyatrolarında, Tiyatro Araştırma
Laboratuvarı (T.A.L.) konsültan olduğum 1992-2002 yıllarında, o departman’la çok yakından çalıştığım gibi,
özel bir Çocuk Tiyatrosu Çalışmaları Topuluğunda da direkt olarak sahnede oyunculuk öğreterek bizzat
görmüştüm. Marmara Üniv. Spor Akademisi’nde 3 yıllık öğretim de bana öğrettiğimden fazla bana yaradı gibi.
Aşağıdaki satırlar, bu konuda yazdığım birçok makaleden alıntı aldığım bir kısaltmadır ve uzun orijinalleri,
site’min ‘İçindekiler’ bölümünde okuyucularımızın hizmetindedir
“N i y e Ç o c u k T i y a t r o s u ?
Tiyatro, bir o y u n’dur. Çocuk, oyunsuz olamaz. Oyun, bir çocuğun ruhsal ve bedensel gelişiminin en
temel ögesi ve aynı zamanda bir göstergesidir de.
Johan Huizinga oyun için, “Sıradan bir dünya içinde, Çocuğun, geçici dünyalar yaratmasıdır!” der,
“Oyun, insan kültürünü yaratan ögelerden biridir. Eğer, yaşamın içgüdüsel ve imgesel güçlerinin tabanında ritüel
ve yaratıcı birşeyler bulunuyorsa, bunlarda, insanoğlunun doğuştanberi sergilediği oyunun payı büyüktür.”
Martin Sheperd de, “Oyun, hayat dramının bir koreoğrafisidir” der.
Erik Erikson’a göre, “Çocuk oyunda, insanoğlunun geçmişini, dramatik bir tarzda yeniden yaşar!”
Biz ruh hekimlerine göre, oyun, nesne ve dış dünya ilişkilerinin yerleşmesi ve pekişmesi için gerekli
altyapı ve kapasitenin iskeletini kurar. Temel Eğitim, biyolojik bazda, doğuştan başlar. Vücut kasları, gayeye
yönelmiş hareketlerle sosyalleşir. Eğitim, değerlerle özdeşim ve inisiyatifin bileşimiyle, ‘kendi’ (self) gelişimine
en büyük katkıda bulunur. Oyun, uzaysal bir yaşantıdır. O, geçmiş ve geleceğin korku ve ümit karmaşalı
beklentilerini de içerir. Oyun sonunda çocuk, “Ben yaptım.. Ben başardım!”a ulaşır.
Çocuk Tiyatrosunun Amacı Nedir?
.Mutlu ve inisiyatif sahibi, yaratıcı gençler yetiştirmek.
.Kendine güvenin artması, problem çözebilme yeteneğinin gelişmesi.
.Gerçekten fantaziye, fantaziden gerçeğe gerekli değişimleri (transformation) anında
yaparak, ego’sunun esnekliğini ve zenginliğini arttırmak.
.Kişilik gelişimine düşünsel ve estetik değerler katmak.
.İnsanlarası iletişimini ‘master’ etme yolunda psiko-sosyal değerler kazanmak,
.Evrensel değerler ve birleşik bilinçaltı ile erken reverans.
Çocuk ve oyun hakkında literatüre geçmiş bazı güzel sözleri birlikte anımsayalım:
Çocukların, kritik edilmekten çok model olunmaya gereksinimleri vardır.
Joubert
Çocukları, kendilerini küçük düşürmek kadar hiçbir şey daha fazla rahatsız etmez. “Pilgrimler’in
Gelişimi”, “Robinson Kruzoe”, “Grimm’in Masalları”, “Güliver’in Seyahatler” onlar için değil, hep erginler için
yazılmışlardı.”
George Bernard Shaw
Evlenmeden önce nasıl çocuk yetiştirildiği konusunda altı kuralım vardı, şimdi altı çocuğum var ve hiç kuralım
yok.
Lord Rochester
Çocuk Doğa’nın en güzel meyvesidir.
Langbehn
Terbiyenin sırrı, çocuğa saygı ile başlar.
Emerson
Aptal düğünden, çocuk oyundan usanmaz.
Türk Atasözü
Okulda sahneye çıkan çocuktan yetkin bir oyuncu olması istenmez, ilerde hangi mesleğe girerse girsin, amaç,
toplumda sorumluluk sahibi, başkalarını düşünen, birlikte çalışmaya uyum gösteren bir birey olmasıdır.
İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu
Çocuk tiyatrosu başlıbaşına bir sanattır. Oysa, başka değerleri de kapsar. Bir yandan düşünsel, öte yandan estetik
gelişmeyi sağlaması gereken çocuk tiyatrosu, aynı zamanda çocuğun kişiliğinin sağlam temeller üzerine
kurulmasında da yardımcı olur.
Prof.Dr.Özdemir Nutku
*
*
Şimdi de size, tarihi olduğu kadar içerik bakımından çok önemli, içgörülü mesajlar veren meşhur tarihçi
ve oyun’un doyen’ı olarak kabul edilen Hollandalı hoca, tarihçi Johan Huizinga’nın « Homo Ludens » adlı
kitabından, ‘oyun ve kültür ilişkileri’ konusunda, yaptığım bir özeti sunuyorum.
Oyun, kültürden daha eskidir. Hayvanlar da oyun oynar ve onlar, kendilerine oyun oynamalarını
öğretmek için insanın gelmesini beklememişlerdir. İnsan’a gelince, aşağı yukarı kırk milyon yıl öncesi, ilk kez
HOMO ERECTUS’a (Ayakta dikilen insan) geçtikten sonra, sırasıyla HOMO SAPIENS (Akıllı insan); HOMO
FABER (İmalat yapan insan) ve en son HOMO LUDENS (Oyun oynayan insan)’a ulaştı.
İnsan uygarlığı oyuna hiçbir temel özellik katmamıştır. Hayvanlar tamamen insanlar gibi oyun
oynamaktadırlar. Kedi ve köpek yavrularının oyunlarına dikkat ettiğimizde görürüz ki bunlar bir ayini andıran
ciddi tavır ve jestlerle yapılmaktadır, oyuna adeta bir davetiye vardır. O y u n, hayvan hayatının içinde, tamamen
fizyolojik bir olgudan veya fizyolojik belirlenen psişik bir tepkiden daha fazla bir şeydir.
O y u n’da, yaşamın doğrudan gereksinimlerini aşan ve e y l e m’e a n l a m k a t a n bağımsız bir öge
“oynanmaktadır”. Her oyun bir anlam taşır, bu zihinsel ya da içgüdüsel olarak nitelenebilir. Bu, ‘kasıtlı bir
karakterdir.’
Neden oyun oynanır?
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
Kimileri o y u n’un köken ve temelinin, “yaşam sevinci fazlalığından kurtulmanın bir biçimi” olarak
tanımlanmıştır;
Canlı varlık oyun oynadığında, doğuştan gelen “bir taklit yeteneği”nin hükmü altındadır;
Bir “gevşeme gereksinimi”ni ifade etmektedir;
Hayatın ondan talep edeceği “ciddi faaliyetlere hazırlık antrenmanı” yapmaktadır;
İnsanın “kendi benliğine sahip çıkması”nı sağlamaktadır;
Hem “egemenlik kurma” ve hem de “yarışma gereksinimi” içinde bir şey yapabilme veya bir şeyi
belirleyebilmeye yönelik olan kendiliğinden yatkınlık;
“Zararlı eğilimlerden masum bir şekilde kurtulma” yolu.
Sir George Bernard Shaw, “Tembelliğe Övgü” adlı yapıtında, insanların en yaratıcı olduğu zamanın
‘boş zamanları’ olduğunu ve bunun da en iyi olarak güzel sanatlar ve spor-oyun ile değerlendirilebildiğini
kaydeder.
Özetle oyun, ya fazlasıyla tek yanlı hareket etmeye yönelten bir eğilimin zorunlu telafisidir; ya da,
hayatta gerçekleştirilmesi olanaksız arzulanan bir kurmaca aracılığıyla yatıştırılması ve böylece ‘kişisel benlik
duygusunun korunmasının sağlanmasıdır.’ Yukarıda belirtilen şık’ların hepsindeki ortak nokta şu: Oyun’un,
oyun olmayan başka bir şey karşısında ortaya çıktığı ve bazı biyolojik beklentilere yanıt verdiği varsayımı.
Oyuncunun neden hırstan gözü döner, neden binlerce kişi kalabalık futbol maçında çılgınlığa varan bir
heyecan yaşar? Oyunun bu yoğunluğu, hiç bir biyolojik çözümleme tarafından açıklanabilmiş değildir, ve zaten
oyun’un özü, bu a ş ı r ı t a h r i k e t m e gücünde bulunmaktadır.
D o ğ a, oyun’u bize heyecan, sevinç ve matraklık’la (grap) birlikte vermiştir. Bu sonuncu öge, yani
oyunun ‘z e v k’ yanı (aardigheid) (aard=doğa), tüm çözümlemeleri ya da mantıksal yorumlamaları reddeder.
Bu öge, “Spass – Witt” olarak da nitelendirilebilir. Oyunda, hayatın herkes tarafından hemen tanılabilen ve
kesinlikle temel bir kategorisiyle karşı karşıyayızdır. Oyun’u, kelimenin modern anlamında b ü t ü n s e l l i k
olarak değerlendirebiliriz, ve oyun’u bütünselliği içinde kavramak ve değerlendirmek zorundayız. (Dr.İ.E.)
(İ. Ersevim, “Oyun ve Oyun Tedavisi”, sa:80-107)
Çocuk yapmak : Çocuk sahibi olmak, çocuk peydahlamak, çocuk doğurmak
“Charles korkutuyordu onu, hayli canını sıkıyordu ve bir tarafına dokunmadığı sürece de kimi zaman
dostluk duymasına yol açıyordu. Kocası bağırmaya başlayınca, Louise yelkenleri suya indiriyordu. Charles,
hiçbiri beklenmeden dört çocuk yaptı ondan: Küçük yaşta ölen bir kız, iki oğlan ve bir kız daha.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:11)
Çok bilmiş : Herşeyi bildiğini sanan, ukala; Zeki kişi; Ayaklı kütüphane
“ ‘Hatice Nine’nin kızı Sedef’le saatlerce bir odaya kapanıp mırıl mırıl konuşuyorlarmış...’
‘Yok canım...’
‘Sen hala yok canım de...’
‘O kaba saba köylü kızı ile mi?’
‘Hangi kaba saba köylü kızı bey?... On yaşından beri Adapazarı gibi bir yerde oturan kız kaba saba
olur mu hiç?... Öyle çok bilmiş bir kızdır ki o... tıpkı anası gibi...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:50)
“Yıllar sonra Alice’in çocukluğuna değgin malzeme toplamak için beyhude bir amaçla Texas’a gelen
genç bir gazeteci, püriten görünüşlü, çok bilmiş kapı komşusunun sözde hoşgörülü ama yukardan bakan bir
edayla, ‘Alice’ciğin bütün hatası seyrettiği filmlere fazla inanmasıydı,’ demesi üzerine çok sinirlenmiş ve kadını
fena halde haşlayarak, ‘İnandı da haksız mı çıktı peki? İşte koskoca Alice Star oldu. Sizse hala burada, bu
boktan kasabada tavuk besliyor ve bahçenizdeki otları ayıklayarak yaşlanıyorsunuz,’ demiştir.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:21-2)
“Ben, iş gezilerinin dışında bunca yıldır kendi keyfime Antalya’ya bile gidemezken, topu topu üç beş
kez gördüğüm şu çokbilmiş suratlı dişlek kız, gece geç saatlere kadar Toronto sokaklarında gezsin ve taze turist
hayranlığıyla alık alık kar küreyen makineleri seyretsin diye neler çektim.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15)
Çok çok : En fazlası, takriben; Gereğinden fazla, pek çok, bolcana, cömertçene
“O zamanlar on iki, çok çok on üç yaşlarındaydım. Babam Urnekloster’e giderken beni de yanına
almıştı.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:53-4)
Çok fazla vakti kalmamak : Ölümü yaklaşmak
“Kapını eşiğindelerken Egor doktora, ‘Matmazel Mosco konusunda gerçek düşünceniz nedir?’ diye
sordu. Doktor gözlerini kırpıştırdı.
‘Çok fazla vakti kaldığını sanmıyorum,’ dedi düşünmeden.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:111)
Çok fena : Kötü, kabul edilmez bir şekilde
“Araç hemen haraket ederken Ka’nın kafasına iki yumruk imdi. Yoksa arabaya girerken kafasını mı
vurmuştu? Çok korkuyordu; arabanın içinde tuhaf bir karanlık vardı. Mahmut Amca değil, önde oturan bir tanesi
çok fena küfür ediyordu. Çocukken, Şair Nigar Sokakta bir adam vardı, bahçesine top kaçınca böyle küfür ederdi
çocuklara.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:352)
Çok fırtınalardan arta, geriye kalmak : Çok badirelerden arta kalabilmek, başından çok şeyler geçmiş
olmak
“İçlerinde Mustan Çavuş derler biri vardı. Gün görmüştü. Toros’u karış karış bilirdi. Çok fırtınalardan
geriye kalmıştı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:172)
Çok görmek : Layık bulmamak, hakkını yemek
“-Ah! karşılığını görüyorum, diye sürdürdü Madam Josserand. Yirmi yıl bunları saygın birer hanım
yapabilmek için saçımı süpürge ettim, ama istediğim gibi biriyle evlenmeyi bana çok görüyorlar.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:47)
Çok olmak : Sınırlarını zorlamak, muhakeme kusuru göstermek, diretmek
“Doktor Freud yumruğunu kaldırdı. Bu herif gerçekten çok oluyordu. Hiç kendisi, ünlü Doktor Freud,
cinsel düşler kurar mıydı? Böyle şeyler, salt ona bunları anlatmaya gelenlere göreydi. Oysa o, sapına kadar
erkekti; bu düşleri yalnız çocuklar ya da aklından zoru olanlar kurardı.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:70)
Çok pireli olmak : Çok hareketli , kıvıl kıvıl olmak
“Aleksandra Pavlovna ona dönerek sordu:
-Yanında senden başka kimse yok mu?
-Küçük bir kız torunu var, ama bırakıp gidiyor. Çok pireli şey, yerinde durmuyor ki, ninesine su
vermeye bile üşeniyor.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:19)
Çok şükür : Tanrıya şükürler olsun, iyi ki, Allahtan, bereket versin ki
“-Şimdi... Daha ileriye gitmedenn önce, sizden elli dolar rica edebilir miyim? Cash!
Çok şükür ki, o kadar büyük parayı hemen kimse taşımaz Amerika’da. Derin bir nefes alarak onu
yanıtladım:
-O kadar nakit yanımda yok..... Çek ya da kredi kartı kabul eder misiniz?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:149)
“Eczacı saygılı bir adam olduğundan, kapının aralığından genç kadına şimdilik bir iki kutlama sözü
söyledi. Çocuğu görmek istedi:
‘Sağlam yapılı, çok şükür!’ dedi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:99)
“-Sözün kısası, Yunan ahlakına dönmek istiyorsunuz.
-İnşallah! Devletin de çok yararına olur bu.
-Çok şükür ki Hıristiyanlık bütün bunları süpürerek, düzelterek, güzel kokulara boğarak, yüceleştirerek
ezdi geçti; aileyi güçlendirdi, evliliği kutsallaştırdı ve evlilik dışında yaşam temizliğinin önemini belirtti; işte
bunu kabul etmenizi istiyorum.”
(A. Gide, “Sapık Sevgi”, <Corydon>, sa:96)
“RIDOLFO - Allahın bana verdikleriyle kanaat ederim. İşimi, görünüşleri şatafatlı, fakat cevherleri az
kimselerle değişmem. Çok şükür, hiç bir şeyim eksik değil. Namuslu bir sanat sahibiyim; dükkancılar arasında
temiz ve şerefli sayılan bir sanat.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:54)
“DOTTORE - Çok şükür sağ salim geldik.
PANTALONE - Mira’dan Venedik’e de bundan çabuk gelinemezdi.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:52)
“Şaşkın şaşkın, etrafıma bakınıyordum. Yine doktorun mavi gözlerini gördüm.
-Feride, beni tanıdın mı?
-Niçin tanımayayım Doktor Bey? Dedim.
-Çok şükür, çok şükür. Cümlemize geçmiş olsun.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:364)
“Babam da şöyle diyor: ‘Sevgili yavrum, otuz dördüncü doğum yılının hayırlı olmasını dilerim. Her
şeye kadir olan Tanrım sana mutluluk, memnunluk ve sağlık versin.’
Mutluluk insana daima gerekli, diye düşünüyorum. ‘Ve çok şükür sağlamsın da.’ Bunu söylerken
tahtaya vuruyorum.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:9)
“ ‘... Tanrı’yı aradığımı sanıyorum, ama aslında kendime bir eş arıyordum, seni arıyordum. Salome,
seni! Evlendim de yatıştım. Oğullarımız da bizim gibi olacak, bırak, düşünme artık! Keyfim yerine geldi çok
şükür...’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:153)
“Nefise sevinçten çıldıracaktı. Çeyrek saat sonra tıpkı tıpkısına hep o kral azameti içinde salına salına
gelen Kudret Yanardağ’ın ellerine sarılarak öptü ve ağladı:
-Çok şükür, çok şükür sana Allahım!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:173)
“Aklım bitti başımdan. DÖNDÜM MEMLEKETİME. OHHHH!
Bir daire aldım. Girdim içine. Uzattım bacağımı. Tanrım dedim, sana şükürler olsun. Rezil olmadım şu
dünyada. Hayatımı kurtardım çok şükür.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“Polis şefi sevinçli bir tavırla:
-Çok şükür, yüce efendimiz, dedi. Nerede hani?
-Yani Dubrovski’yi değil de çetesinden birini yakaladık. Şimdi getirecekler onu. Doğrudan doğruya
reislerini yakalamamızda işimze yarayacak o.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:103)
“Kamil Bey sevinçle yutkundu. İçinde debelendiği bunaltı birden dağılmış, ciğerlerini sıkan
havasızlığın yerini serin bir esintinin ferahlığı almıştı. ‘Çok şükür...’ diye sevindi. ‘Adam çok bunaldı mı buraya
sığınır. Bunu yaptıranlardan Allah razı olsun!’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:98)
“HENRIETTE, içeri girer. - Çok şükür gitti de rahat bir nefes aldım. Ne yalan söyleyeyim, kalacak
diye ödüm kopuyordu; hem senin için, hem bizim için fena olacaktı.”
(Ch.Vildrac, “Dünya Gözüyle”, sa:59)
“Çok Şükür ki, Tanrı, çalışmayı seven bu gibi adamları yaratmış. Onlar çalıştığı içindir ki, insan hoşça
vakit geçirmeye zaman ayırabiliyor. Gençliğinden beri, nankörlük sanatında şeytana taş çıkartacak bir ustalık
gösteren kuzen Beyle, daha kolay ve rahat bir görev yüklenmeyi tercih ediyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:148)
Çoktan : Şimdiye kadar beklemeden, hemencecik
“ ‘Eğer bir seyahate çıkman ve babanın hayatının izini sürmen teklif edilseydi, kabul eder miydin?’
‘Ne tehlikesi var? Ben kendi adıma, böyle bir seyahate çıkmam ve dünyanın bir ucuna gitmem
gerekse, bunu annemin hayatından izler bulmak için yapardım sadece; ayrıca en iyi arkadaşım olarak seçtiğim
bir deliyle zaman kaybetmek yerine, çoktan uçağa binmiş ve hosteslerin kafasını ütülemeye başlamış olurdum.’ ”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:76)
Çoktan beri : Uzun süreden beri, yıllardır
“Yalnızca, bu çukurun bir zamanlar kalın bir çamur tabakasıyla kaplı dümdüz dibinden ve bent
kalıntılarından buranın bir göl olduğu anlaşılabilirdi. Burada bir çiftlik evi vardı. Ama çoktan beri onun da
yerinde yeller esiyordu.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:34)
Çoktan görülmüş hesabın altına bir çizgi çizmek : Uzun zamandanberi kararlaştırılmış bir projeye son
noktayı koymak, bir hesabı kapamak
“Oysa artık geçmiş ola! Şimdi böyle bir şey, çoktan görülmüş bir hesabın altına bir çizgi çizmekti
yalnız, bir hesabın kapatılmasıydı, tüm gizli kalmış, yarı buçuk itiraf edilmiş duygu ve düşüncelerin acı bir
şekilde doğrulanmasıydı..”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:118)
Çokuşmak : Üşüşmek (Arı, karınca, sinek)
“Bir uğultu halinde sivrisinekler, kara bir bulut gibi üstlerine geldi başlarına çokuştu. Giyitlerinden iğne
gibi geçiriyorlardı. O yanına, bu yanına çırpındılar, olmadı, kovaladılar, olmadı. Sivrisineğin her konduğu yerde
bir kabartı oluyordu. Kaşınmaya başladılar. Hart hart kaşınıyorlardı.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:32)
“Kaburgaları dışarı fırlamış... Yaşlı bir hayvan. Belki on beş. Gözlerine sinekler çokuşuyordu. Sıırtının
tam ortasında, hiç iyi olmayan bir yağarı vardı. İrinlenmişti.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:48)
Çolak bırakmak, koymak, yapmak : Elinden sakat bırakmak
“Horali:
‘Sağ kolundan vurup da çolak koyduğu insan sayısı yüzü geçti. Bir kısmı da öldü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:326)
Çoluk çocuğa karışmak, Çoluklu çocuklu, Çoluk çocuk sahibi olmak : Çocuklarıyla birlikte aileler; Çocuk
gibi davranan erginler
“Etrafında rüzgar ve serinlik götüren hızlı bir otobüs, bizi dağ köyüne doğru götürdü. Şehirde kalmaya
mecbur kalmış bir arkadaşımızdan aldığımız mektuplarda, şehrin güzelleşip serinlediğini; fakir fukara, işçi,
öğrenci, pantolonu yırtık çoluk çocuk mutlu yaşadıklarını öğreniyorduk.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-İhtiyar Talebe”, sa:99)
“Haçça, önülceğine ot ile mısır doldurup sırtına vurmuştu..... İçi rahattı. Çapa işi bitmişti bugün! ‘İşler
ağzını guş yuvaları gibi açtı.’ diye düşünüyordu. ‘Bundan sonra ileşberinki goştur allah goştur. Yunmak arınmak
haram olur gayri. Çoluk çocuk, kadın sulara hasret gideriz...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:35)
“ ‘... banka veznelerinde tartışan, durmadan havaların ısınmasından ya da soğumasından yakınan
insanların dünyasına, korku filmlerine, Formula I yarışlarına geri dönmek istiyorum. Ömrümün geri kalan
günlerinde yaşamak zorunda kalacağım evren bu işte. Evlenip çoluk çocuk sahibi olacağım ve geçmiş uzaklarda
kalmış bir anı olacak; o zaman kendi kendime şunu soracağım: Nasıl bu kadar kör kalabildim? Nasıl bu kadar saf
olabildim?’ ”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa18)
“-Çok güzel! Birlikte yer, içer, sonra kalkar gideriz..... Kah-kah! Eskiden gerçekten kurnaz, açıkgöz bir
adamdım. Elini veren kolunu kurtaramazdı. Ama şimdi çoluk çocuğa karıştım, iyice duruldum.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:140)
“Hemen hemen hepsi de evli, karada çoluk çocukları var; ama kimi zaman aylarca, bu baş ağrıtıcı
kıyılarda volta vurdukları olur.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:77)
“Mihayıl Makaroviç’de her akşam, bir masa da olsa kağıt oynardı. Ayrıca kasabanın kalbur üstü aileleri
çoluklu çocuklu dansa gelirlerdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:151)
“Yine bir yıl, Mevlana hazretleri, her zamanki adetleri veçhile, bütün çoluk çocuğu ile birlikte ılıcaya
gitti. Ilıcanın çayırı yakınındaki Ebu’l-Hasan köprüsüne geldikleri vakit, kervan orada konakladı. Bu korkunç bir
köprüdür. Bu çayırla kamışlık arasından çıkan dehşetli bir su, bu köprünün altından geçer. Su ilahesi’nin bu
suyun içinde olduğunu söylerler. Türkler buna ‘Su Issı’ derler.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:28-9)
“Bizim hemşeri de çoluk çocuğu ile helallaşıp gitti. Mevsimler birkaç kez değişti, birkaç Irmazan geldi
geçti, gidenler ve kalanlar Tanrı’dan ümitlerini kesmediler.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi”, sa:26)
“FAUST -... Duygularımızı etkileyen göz kamaştırıcı hayallere ve rüyalarımıza girerek bizi aldatan şan
ve şöhret hülyasına lanet olsun! Sahip olmamızın gururumuzu okşayan çoluk, çocuk, uşak ve sapan gibi şeylerin
hepsine lanet olsun!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:77)
“-Olur ya, olur ya... Bu dünyada ne olmaz? Biz, ta karşıki odacıkta oturuyoruz, çocukları uyuttum,
‘Safa geldin’ demeye geldim size... Allah eksik etmesin, gündüzleri çoluk çocuk gailesi var.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:150-1)
“ ‘Döşeklere serilsin de yıllarca canını vermesin. Nerdeyse salgıncılar da görünür. Bakalım onları nasıl
savacağız. Gelen yıl halimiz duman anlaşılan...Çoluk çocuk komşu köylere dağılıp yanaşmalık, sığırtmaçlık
etmekten başka çare yok...’ ”
“O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:155)
“Hasat vakti bir aile babasının oğulları askerde, kızları şehirde hizmette ise ve kendisi de hasta ve iş
yapamaz durumdaysa, papaz, vaazlarında ona yardım edilmesini ister. Böylece, Pazar günü ayinden sonra, bütün
köy halkı, erkek, kadın, çoluk çocuk, o biçarenin tarlasına gidip, ekinlerini kaldırır, samanını ve tanlerini de onun
ambarına taşırlar.”
(V. Hugo, “Sefiller”, sa:27)
“ ‘Bari evli mi? Bari benim de görüşebileceğim bir ailesi olsa...’
‘Evet, evli imiş. Çoluk çocuk bir yıldan beri buradalarmış. Benden çok rica etti görüşelim diye...
‘Cuma günü buyurun, hem gezmiş, eğlenmiş okursunuz,’ dedi. Bize bir araba da gönderecek.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:34)
“-... Gelip de, senin evini, köyünü yakıp yıkarken, çoluk çocuğunu dipçikle itip dürterlerken, bir köşede
karı gibi büzülüp duracak mısın?
-Yok, beyim, buraya kadar geleceklerine aklım ermez.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:41-2)
“Oysa başka hayat bilmeden manastıra girmiş olan, çekirdekten yetişme keşiş olan Andronikos için,
kendine başka bir meslek bulmak, başka yoldan ekmeğini kazanmak, evlenip çoluğa çocuğa karışmak yolları
kapalıydı.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:39)
“ Bol buğdaylı, bol arpalı harman yerlerinde akşamdan tıkabasa tıkınarak karınları davul gibi şişmiş
olan beygirlerle taylar, eşeklerle sıpalar öyle derin bir uykuya dalmışlardı ki, bunları bacaklarından sürükleseler
haberleri olmayacaktı. Kadın erkek, çoluk çocuk çingenelerin bir kısmı sıcaktan çadırların biraz ilerisindeki incir
ağaçlarının altlarına devrilmiş, sereserpe uyuyorlardı.”
(O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:7)
“Ve sen Tomas, butlarımızdaki sivri üğendire... Ve ben, ben: çılgın, mecnun herif, aklımı oynattım;
çoluğumu çocuğumu bırakıp, Mesih’i aramaya çıktım.”..... “Oğlumun herkesinki gibi olmasını istiyorum. Ne
daha fazlası, ne daha eksiği... Herkesinki kadar... Babası gibi o da tekneler, beşikler, sabanlar, ev eşyaları yapsın,
şimdiki gibi üstüne insan gerilsin diye çarmıhlar değil. Namuslu bir evin kızıyla evlensin, şöyle drahomalı filan,
ailesine iyi baksın, çoluk çocuk sahibi olsun...”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16;77)
“Türküyü Ali söylüyordu. Sonra kesti.
Laf lafı açtı. Eski yaşayışlarından, şimdiki yaşayışlarından söz açtık. Tahtacılar dertli. Bunlar az da
olsa toprak sahibi olmuşlar. Sevinçleri de bundan. Bu dağların ortasında tahtacıların üç tane de radyoları var.
Çoluk çocuk başına üşüşüp türkü dinliyorlar.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:61)
“... Aşık vardı, Yusufa eğilip eğilip baktı:
-‘Hösük,’ dedi, ‘Yusuf kötü. Boynu düşmüş... Allah bilir ya... Keşke memlekete yetişse de çoluk
çocuğun yanında...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:47)
“ ‘Çevirdik,’ dedi, ‘onu çevirdik. Herkes gördü onu.’ .....’Onu Akçasazda kıstırdık. Kaçmasının,
elimizden kurtulmasının mümkünü çaresi yok. On sekiz pare köy atımızla itimizle, karımızla kısrağımızla,
çoluğumuzla çocuğumuzla sardık Akçasazı..’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:46)
“Öldürebilirlerdi de... ‘Öyle bir şey olursa,’ dedi kendi kendine, ‘bu obayı da Beyiyle, atı eşeği, çadırı,
çoluk çocuğuyla silip süpürmek boynuma borç olsun.’ ”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi”, Karacaoğlan , sa:112)
“Cemal’in içindeki donuk kayıtsızlık, onun Meryem kadar büyük heyecan duymasını engellese de bir
yandan İstanbul’u gözlüyor, bir yandan da biraz kıskançlık ve iç burkuntusuyla ağabeyi Yakup’u düşünüyordu.
Demek bu güzel şehirde yaşıyordu ha. Çoluğunu çocuğunu alıp İstanbul’a göç ettiğinden beri memlekete hiç
dönmemesi bu yüzdendi işte.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:191)
“Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylüler (tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü)
çoluk çocukları, dulları, yetimleri, ana babaları ve torunlarıyla yollara düşerler.”
(Th. More, “Utopia”, sa:28)
“Hem dinlediği kadarıyla ülkede kadınların iyice kilit altına alındığına bakılırsa, kendi ne kadar
direnmiş olsa da ailesi onu zorla evlendirmiş olabilirdi, şimdiye çoktan çoluk-çocuğa karışmış olmalıydı.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:66)
“AİLE
------Hayatta olduğuma
Seviniyorum şimdi:
Kavuştum çoluk çocuğuma.
Koltuğuma uzandım, rahatım.
Kahvem içime sindi,
Başladı gecelik saltanatım.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:14)
“Bird, vitrinin camındaki yansımada bütün ömrü boyunca karşılaşacağı görüntüyü izliyor olmalıydı.
İçini, midesini bulandıracak ölçüde tiksinme hissi kaplayan Bird ürpererek, hafifçe titredi. İçinde, bir yerlerden
vahiy gelmiş gibi bir his oluştu: ‘Yorul, çoluk çocuğa karış yaşlı Bird!’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:12)
“Perihan gülümsüyordu. Şişman ve iri olan Remzi çocuğunyanında daha da hantallaşmıştı. Refik
odadan çıkmadan önce onlara bakarak: ‘Bunlar da evlenir, çoluk çocuğa karışırlar,’ diye düşündü.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:477)
“Oysa ben, canımı kaybetmek için değil, bir şeyler kazanmak için evimi barkımı, çoluğumu çocuğumu
bırakıp hizmetinize girdim; fakat çok doğru söylemiş atalarımız: az tamah çok ziyan getiriyor. Açgözlülüğüm
yüzünden, ikide bir vereceğinizi söylediğiniz şu kahrolası adayı ele geçirme umudunu da kaybettim.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:126)
“YAŞAM
----------Nişan, yüzük, düğün, papaz,
zaman ve zemine göre,
sonra usanç ve bozuk saz,
çoluk çocuk ve saire.”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
“YOLCULUKLAR
III.
Küreğim Şarkı Söyler
Poppé, sür hadi!
Esir bir topluluk
limanda çoluk çocuk
bekleşir salt eğlence
ve saraylarda bu gece
hüküm sürer uykusuzluk.
Poppé, sür hadi!”
(R. Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.01.05)
“... burnuna kadar boka batacaksın, anladın mı? Gömüleceksin. Dediğin gibi, evli barklı, çoluklu
çocuklu bir adam. İnsan ne kadar rahat eder kimbilir.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:100)
“Longin:
-Bok tulumu! dedi. O ayı bize bok tulumu dedi. Biz, çoluk çocuk sahibi adamlara bok tulumu dedi.
Boynundaki zinciri gördün mü? Sağlam ayakkabı değildi o. Ben bakınca anlarım.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:110)
“MAZZINI - Bir gün çoluk çocuk bir ipnotizmacıyı seyretmiştik. Çocuklar akşam evde taklidini
yapmaya başladılar. Ellie başımı okşuyordu. Sanki üstüme ölü toprağı serpilmiş gibi uyuyuvermişim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:67)
“-... Memleket nere?
-İstanbul...
-Bizim aslımız Şamı şerif ama, rahmetli babam Konya’ya göçmüş, biz orada doğmuşuz. Çoluk çocuk
var mı?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:39)
“ ‘Feyzi Efendi! Hey Feyzi kahya!’
‘Buyur.’
‘Sana iki çift lafım var. Sen yanılıyorsun arkadaş, bu iş hayır getirmez. Çoluğu çocuğu, cahili kopuğu
başına toplamışsın.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:351)
“-Çok olmadı mı Koska yangını? Nerdeydiniz o zaman bu zamandır?
-Başka medresedeydik. Burasını gösterdiler.
-Hani çoluk çocuk. Ev külfeti görememekteyim.
-Birazı daha gelmedi, birazı kaç-göç olduğundan saklıda...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:77)
“On altının yarısıyım, on altı olduğumda da otuz ikinin yarısı olduğumu kurardım. Acaba o yaşa
geldiğimde nasıl ve ne yapıyor olacağım? Büyüyünce ne yapacağıma ilişkin bir düşüncem yoktu, evlenecek,
çoluk çocuk sahibi olacak mıydım?”
(S. Tamaro, “Daha çok ateş, daha çok rüzgar”, sa.47)
“Her türlü bağdan özgür kalabilmenin karşılığını burjuva mutluluğunu ve çoluk çocuk, ev bark gibi
değerleri gözden çıkararak öder.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:94)
Çoluk çocuğun maskarası kesilmek, olmak : Alkol, uyuşturucu bağımlılığı vb. zafiyetlerle kendini
sokaklarda toparlayamayarak tüm çevrenin alay konusu ya da hakaretamiz tepkilere neden olan davranışlar
“Çakır Emine bile bir gece Reha Beyin bahçesinde bana çıkıştı; Reha Beyi işmarlayarak <kaş, göz, vücut
lisanını kullanarak -tenkid etme->,
-Sen, dedi, bu kaşarlanmış pinpon’a <ihtiyar> bakma, onun içi zaten Apostol’un meyhanesindeki <Eski
İstanbulun Haliç’te en şöhretli meyhanelerinden biri> rakı fıçısına dönmüş... Sen ise daha gençsin, sana yazıktır; bu
kadar rakı, sonra günün birinde seni Çarşambalı Aziz Beybabaya <İstanbulun eski, ünlü ayyaşlarından biri>
döndürecektır. Benzetmek gibi olmasın ama, o da senin gibi böyle kendini genç yaşında bu alemlerde rakıya kaptırdı,
çok sürmedi, sonunda perişan oldu, sürüm sürüm süründü; en nihayet sokaklarda çoluk çocuk maskarası kesildi.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”,sa:254)
Çomarlamak :
Yaşlanmak (Roman dilinde)
(Argo)
“Biraz eski, geçirdiği hoş alemlerden, gençlik maceralarından açtı; biraz odada bizi dinleyen karısını
çekiştirdi:
-Bu cenabet, dedi, her gün münasebetsiz birtakım vırvırlarla beni büle <böyle> kocalttı, yoğise
<yoksa> ben kolay kolay -pos ve kırçıl sakallarını göstererek- böyle çabucanak çomarlar mı idim?”
(O.K. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:59)
Çon : Ay <Roman dilinde>
(Argo)
“Söylediğin mani’nin başında gece ‘çon’ çıktı mı, dedin; çon ne demek bakayım?
-Çon demek ‘ay’ demek!...
-Ay mı?
-Haha!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:100)
Çopur : Küçüklüğünde geçirdiği ‘çiçek’ hastalığı dolayısıyla yüzünde benek benek izler kalmış kimse
“SİR S.Ö. : (Kendi kendine) Hay allah, benim sevdiğim kız bu! (Yüksek sesle) Demek bir yeğeniniz
var Madam? Kulağıma çalınmıştı bir yerden. Erkek kardeşiniz size emanet etmiş dediklerine göre, bir deniz
kazasında can vermiş.
LADY U.K. : Ta kendisi. Artık evlenme çağına geldi. Onu bekaretin kızgın kozasında korudum yıllar
yılı; üstüne titredim Sir Spanyel. Çevresinde yalnız hizmetçiler vardı, hiçbir erkek gözü değmedi gözüne
bildiğim kadarıyla, uşak Clout’u saymazsak, adamın burnunda kocaman bir et beni var, suratı da çopur.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:113)
Çorabı kaçmak : Hanımlarda naylon çorabın bir şeye takılarak erimesi, ‘kaçan’ ipliğin çizgi halinde bir
boşluk bırakması
“Bu gibi durumlara, Bakırköy Halk Otobüsünü kullanan yolcular pek alışıktırlar. Orada kimsenin
çorabı kaçmaz; torun, babaannesinin eteğini çekerek simidini yemesine devam eder. Günlerden Cumartesi veya
Pazar ise, izne çıkan asker, gözlerinde yavuklusunun hayali, ağzında ‘çeşmi siyah’, yanık yanık tüter.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol, Gelen Var”, sa:39)
Çorak : Verimsiz, bitki yetiştirmeye imkan vermeyen killi toprak; Yaratıcı olamayan kimse, uğraşı (Mecazi)
“Durmak bilmeyen zaman, yaz’ı söküp götürür,
Yok eder iğrenç kışın kucağına atarak;
Özsu, ayazda donar, sağlam yapraklar çürür:
Güzellik kar altında, her yöre çıplak, çorak.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:5, sa:51)
Çorap söküğü gibi gitmek : Bir işe başladıktan sonra diğerlerinin kolayca birbirinin ardından akıp gitmesi
“Karısının dolabını açtı, mantolarını, süveterlerini, elbiselerini attı; çamaşırlarının, çoraplarının,
takılarının durduğu çekmeceleri boşalttı ; albümdeki resimleri çıkardı; makyaj takımını, moda dergilerini attı;
kitaplarını, plaklarını, çalar saatini, mayolarını, mektuplarını yok etti. Sonrası çorap söküğü gibi gitti.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:13)
“-Sahi, sahi seferberlik mi bu ?
-Sanırım! dedi teğmen. Çorap söküğü gibi gidecek. Çorap söküğü gibi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:77)
Çorbacı : Osmanlılar devrinde taşrada yaşayan ileri sosyal konumdaki Hıristiyanlara verilen lakap
“Rüstem, Zehra gittikten sonra daha biraz oturdu. Yanına bıraktığı paketini çözüp eski elbiselerini
çıkardı, tekrar onları giydi. Yenileri bir paket yapıp yanı başına bıraktı. Hüseyin’in biraz ötesine uzandı. B,r
cıgara yaktı. Yarını, bayram sabahlarını bekleyen çorbacı çocukları gibi düşündü...”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Beyaz Pantolon”, sa:102)
“-Meliko gavuruna seslenin gelsin!... Beni bilirse gelmez haaa! ‘Konuşmacın var’ deyin.
Meydancılardan biri: ‘Kalpazan Melikoooo!... Meliko çorbacııı! Konuşma yerine...’ diye bağırmaya
başladı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:101)
Çotur burunlu : İnce, küçük, sivri biber gibi burun
“Elmacık kemikleri oldukça genişti, ağzı ufak, pek kalın olmayan kıpkırmızı dudakları vardı. Ufak
burnu iyice kalkıktı. Aynada kendine bakarken, ‘Ne çotur burnun var… tam çotur!’ diye üzülür, aynadan her
zaman öfkelenerek uzaklaşırdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:34)
Çölde vaaz vermek : Bahis konusu işin peşinden gitmenin, çölde vaaz vermekten daha zor olabileceğini -olası,
tüm gayretlerin hiçbir kimseye hiçbir pratik faydası olamayacağını- telkin yolunda sarfedilmiş bir deyim
“Seyis ve karısı Tereza Cascajo bunları <seyahatin zorlukları, Kral’dan yardım isteme> konuşurken,
şövalyenin yeğeni ve Kahya kadın boş durmuyordu. Birinin efendisi, diğerinin dayısı olan Şövalye’nin üçüncü
kez evden ayrılmayı, herkese zarar veren şu kahrolası gezgin şövalyeliğe devam etmeyi düşündüğünü
anlamışlardı. Ne pahasına olursa olsun, onu bu düşüncesinden caydırmak istiyorlardı; gelgelelim, bütün çabaları
nafileydi; onu bu işten caydırmak, elekle su taşımaya, çölde vaaz vermeye benziyordu.”
(M de Cervantes, “Don Quijote”, sa:446)
Çömçe gelin bebeği : (MYTH.) Anadolu’da, Gaziantep’te yüzyıllardanberi süregelen bir halk geleneği
meraklıların huzurunda. Ç ö m ç e g e l i n geleneğiyle ilgili olarak, sizleri biraz daha derinden bilgilendirmek
isterim.2004 yılının Yazında, İstanbul, Kadıköy Belediyesinin düzenlediği “Gaziantep Sergisi”nde, Gaziantep
eşrafından merhum Ömer Köylüoğlunun eşi, araştırıcı gazeteci ve yazar Akten Köylüoğlu ile tanıştık ve
dostluğumuzu sonraları da sürdürdük. Akten hanımın sergide tanımını yaptığı Çömçe gelin bebeklerini ve
şamanistik ‘Küpeli Davul’un resimlerini, benim kendi şamanistik malzemem ile birlikte, kitabım
yayımlandığında .sonunda bir tabloda göreceksiniz. Akten hanım, bu davul dahil, eski kültürümüzün unutulmaz
hazineleri olan 45 parça çocuk oyuncaklarını Ankara Eğitim Fakültesindeki Çocuk Oyuncakları Müzesi’ne
verdiği gibi, bir grup oyuncağı da Gaziantep Müzesi’ne hibe etmiştir. Kendilerinin, “Sandıktaki Servet” isimli
üç cilt el sanatları hakkında yayımı da vardır. Hepimiz için son bir şans, ‘pamuk eller sandıklara’ ve unutulmuş
hazineler milletin sinesine.
Halka satışa da arzedilen Çömçe gelin bebeğin öyküsü şöyle.
Geleneksel yöntemle yapılan bebek, adından da anlaşılacağı gibi tahta bir kaşıktan oluşturulmaktadır.
Kaşığın sapına, bir çubuk, kollar meydana getirecek şekilde tutturulur. Kaşığın üzeri ve kollar, renkli bir bezle
kaplanır. Yüzün üzerine kömür ya da kalemle kaş, göz, ağız ve burun çizilir. Yünden yapılı saçlar, ipeksi bir
kumaştan yapma başörtüsü, yöresel kumaşlardan yapılı bir iç giysisi, bir önlük ve bir üç etek bebeğe giydirilir.
Beline sırma bir şeritten kuşak takılır. Boncuklardan yapılı kolye ve küpeler de tabloyu tamamlar.
Bir şaman geleneği olarak, dini ayinlerde şamanın davuluna tempo tutmak gayesiyle yapılıp çocukların
ellerine verilen k ü p e l i d a v u l ise şöyle bir yapıttır: Kalınca bir karton (4,5 cm. x 27 cm.) küçük bir
silindir şekline getirilir. Silindirin eğri yüzeyinden yaklaşık 25-30 cm. uzunluğunda ince bir çubuk geçirilip bir
sap oluşturacak şekilde sabitleştirilir. Çubuk düşey tutulduğu zaman yan yüzlerin ortasına gelecek şekilde
karşılıklı iki ince delik açılıp, ucuna boncuk takılmış ince bir deri bu deliklere geçirilir. Silindirin dairesel
yüzeyleri ince kağıt ya da deri ile kaplanıp, kalınca bir iplikle yan yüzey üzerinde çaprazlayarak karşılıklı dikilir.
İpliğin uçları davulu tutmaya yarayan sapın çevresinde sabitlenir. Sapın, davulun tepesinde kalan kısmı renkli
tüylerle süslenir.
Ç ö m ç e g e l i n (Zeugma Bebeği)’in boynuna iliştirilmiş küçücük bükülü bir kartonun üzerinde şu
bilgiler vardır:
“Yöremizde çocukların pek eskilerden beri oynadığı bir grup oyundur. Şehirde, bir mahallenin çocukları,
köyde, oyun çağındaki çocukları bir araya toplanır. Tahta kaşık bebeğin başı olur. Kolu için çaprazlamasına bir
tahta eklenir. Bezlerle sarılan kepçe, bebeğin yüzüdür. Gözü, ağzı kömürle çizilir, buna “Çömçe gelin” denir. Bu
oyun daha çok, havanın sıcak olduğu mevsimde oynanır.
“Çömçe gelin, önde lider seçilen çocuğun elinde yukarıya doğru kaldırıp indirilerek yürüyüş temposu
bulur. Gruptaki çocuklar, lider çocuğun arkasında ev ev dolaşıp köftelik malzeme toplarlar. Önce gidilen evden
‘köfte leğeni’ ve ‘tuzlu ayran kaşığı’ istenir. Leğene kaşıkla vurularak ses çıkarılır ve Çömçe gelinin istekleri
diğer evlerden toplanır. Malzemeler toplanırken çocuklar hep bir ağızdan:
“Yağ yağ yağmur
Tarlaya çamur,
Tekmeye hamur,
Ver Allahım ver
Sellice yağmur!”
der ve leğeni çalmaya devam ederler. Komşunun kapısını çalarlar. Kapıyı açan kadın
sorar:
“Çömçeli gelin neler ister?”
Çocuklar, koro halinde, eksik malzemeden birini söyler, örneğin simit, yoğurt, gibi.
“Daha başka neler ister?”
‘Tarlaya yağmur,
Teknesine hamur,
Sofrasına ekmek!” ister
Evde bulunan kuru yemiş, börek, çörek çocuklara ikram edilir. Hemen arkasından bir tas su çocukların
üzerine serpilir. Bu davranış, yağmurun yağacağına delil sayılır. Böylece oyuna evdekiler de katılmış olur.
Toplanan malzemeler tamam olunca bir çörten (oluk) altına, veya, kırsal kesimde harman yerine oturan
çocuklar, el birliği ile köfteyi hazırlar. Oturup afiyetle yedikten sonra Çömçe gelini ellerinde zıplatarak Tanrıdan
yağmur dilerler:
“Yağ yağ yağmur, tarlaya çamur,
Tekneye hamur, ver Allahım ver,
Sellice yağmur, ver Allahım ver!”
Eğer o gün yağmur yağarsa çocuklar çok mutlu olurlar.
“Şehir büyüdükçe, çocukların sokakta oynaması olanağı zorlaştığı zaman, anneler evlerinde Çömçe
Gelini daha geliştirerek kız çocukları için oyuncak olarak yapmaya başlamışlardır (1940 ve sonrası).”
*
Abdülkadir İnan Hoca da, buna benzer öyküyü, efalarca mehaz gösterdiğimiz “Tarihte ve Bugün
Şamanizm” adlı klasiğinde (sa:165), benzer bir şekilde hikaye ettikten sonra şu ayrıntıları verir:
“Kuraklık zamanında çocuklar toplanıp bu oyun için bir büyük tahta kepçeyi çocuk gibi giyindirirler ve
bir ağacın ortasına bağlayıp iki ucundan iki çocuk tutar. Böylece çocuklar ev ev gezerek:
“Çömçe gelin ne ister Çömçe gelin su ister
Ver, Allahım, ver! Yağmur ile sel!
Koç koyun kurban, göbekli harman,
Yaz yağmuru yalancı gavur kızı dilenci
Ver, Allahım ver! Yağmur ile sel!
Koç koyunu kurban, göbekli harman!”
diye türkü çağırırlar. Her evden bir kadın çıkarak ‘kepçe gelin’in başına su döker ve çocuklara birşey verir.
“Bu adetin Suriye Araplarında da bulunduğunu öğrendik. Araplar buna ‘ümmü-l-gays’ yani ‘yağmur
anası’ derlermiş. Oyun, Türk çocuklarının yaptıkları gibidir. Bununla beraber Araplar’da onaltı, onyedi
yaşındaki kızlar dahil bu oyunda rol alırlarmış. Bu, adetteki kadın kuklası şamanist Türkler’in töz (ongon)’lerine
benzemektedir.” (A. İnan, Yağmur Duası, ‘Halk Bilgisi Haberleri’ 1930, sayı:14, ss:36-38).
Bu bilgiler de şamanistik pratiğin tüm kültürlerde biraz değişik varyasyonlarıyla nasıl hala
süregeldiğinin bir kanıtıdır.
(İ. Ersevim, “Şamanizm”, -henüz basılmamış eser-)
Çömez : Bir ustaya (Papaz, profesör, sanatkar, zanaatkar) asistan, yardımcı, öğrenci
“Bu sözler, Prosper Magnan’ı kendisine getirdi. Ayağa kalktı, birkaç adım attı; ama, kapı açıldığında,
dışardaki havanın yüzüne çarptığını duyumsadı, halkın içeri girdiğini anladığı anda dermanı kesildi; dizleri
bükülerek sendeledi. Onu kollarından tutan iki asker:
-Bu çömez çoktan ölümü hak etti. Yürüsene be! diyorlardı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:79)
“Çömezler şaşkındılar; toy oğlanların duyarlığıyla koro yerine egemen olan gerilimi gene de
sezinliyorlardı; tıpkı benim sezinlediğim gibi. Sessizlik ve tedirginlik içinde birkaç uzun dakika geçti. Başrahip
birkaç ilahi söylenmesini buyurdu ve günbatımı için Kural’ın öngörmediği rasgele üç ilahiyi işaret etti.” .....
“Korkuya kapılmış çömezler önce çıktılar; kukuletaları yüzlerine çekilmiş, başları öne eğik, her zamanki gibi
şakalar yaparak, birbirlerini dirsekleyerek, muzip muzip gülerek, kurnazca ve çaktırmadan çelmeler takarak
birbirlerine takılmaksızın (çünkü bir çömez genç bir rahip de olsa her zaman bir çocuktur; öğretmenin azarlarının
pek değeri yoktur; onun sık sık genç yaşının gerektirdiği gibi çocukca davranmasını önleyemez).”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:630;631)
“İSA YAŞI
------------Oysa şiirler yaşam artıklarıdır hepsidişsiz ağızlarıyla onlar size ne der ki.
Bendeniz yeniyetme çömezlerden birisi
Süpürmekle meşgulüm sanatın mabedini.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Başkasında parlak söz, bende güzel duygu var:
Cahil bir çömez gibi yalnız ‘Amin’ derim ben
Döküldükçe biçimli, ışıl ışıl dualar
Kudretli dehaların perdahlı kaleminden.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:85, sa:211)
Çömlekle Ceneviz altını (altunu) olmak : Biryerlerde çok miktarda altını olmak, çok zengin olmak
“ ‘... Ulan namussuz sen Sungurlu pazarına icat mı çıkaracaksın? Pazarlıksız mal mı satılır pezevenk?
Banka mı oldun? Dananın karnında çömlekle Ceneviz altunu mu var?’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:106)
Çöp adamlar : Uluslararası tuvalet odalarını gösteren ışıklı işaretler, simgelr
“Koridorun sonunda, uluslararası işaret dilinde çöp adamlarla ifade edilen tuvaletin ışıklı tabelaları
onu, üzerinde İtalyan çizimlerinin bulunduğu labirent şeklindeki bir dizi bölmeye götürmüştü.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:77)
Çöpçatan; Çöpçatanlık edilmek, etmek, yapmak; Çöpçatıcı : Karşıt iki cinsten iki kişiyi birbiriyle
tanıştırmaya, barıştırmaya ya da birleştirmeye çalışan kimse; Öyle bir fiil işlemek
“Walker ayağa kalkarak:
-İstemem, teşekkür ederim, diyor. Bana çöpçatanlık yapmana ihtiyacım yok. Bunu bir kez yaptın,
anımsıyor musun?
-Neyse, fikrini değiştirirsen beni ara. Onu sana tanıştırmaktan memnun olurum.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:145)
“ ‘(Malambruno’nun eseri yüzümüzdeki tüyleren dolayı) yüzümüze ziftli bir macun sürüyoruz, sonra da
hızlı çekip çıkarıyoruz bunu; yüzümüz böylece süt gibi oluyor. Böyle yapmamızın bir nedeni daha var: bizler,
yani kontesin arkadaşları, Candayalı kadınlar gibi, ev ev dolaşıp, yüzdeki tüyleri, kaşları alan, insanın suratını
haritaya benzeten kadınları evlerimize almak istemiyoruz, çünkü bunların neredeyse hepsi çöpçatandır.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:643)
“O günlerde İstanbul’da ‘Çöpçatan’ diye, dergi ile gazete arası bir yayın vardı. Evlenmek isteyen
kimseleri birbirleriyle tanıştırıyorlardı. Küçük küçük ilanlarda ya belirtilen bir telefonu yanıtlıyorsunuz ya da ne
olduğunu anlamadığınız bir ‘posta kutusu’na bir mektup yazıyorsunuz. Bir tane aldım, üç kuruştu tanesi galiba.
Akşam, odamda, sanki vaktiyle ortaokulda kütüphanede Kamasutra’yı okur gibi, ders kitaplarının birinin içinde,
gizli gizli, kalbim çarpa çarpa okudum.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:165)
“FAUST - Nasıl oldu? İş yolunda mı? Yakında bir sonuç alınabilecek mi?
MEPHISTOPHELES - O bravo! Sizi alevlenmiş görüyorum? Kısa bir zamanda Gretchen sizin
olacak. Onu bu akşam komşusu Marthe’nin evinde göreceksiniz. Bu kadın da sanki çöpçatanlık ve çingenelik
için yaratılmış!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:158)
“RIDOLFO, berber dükkanından. - Bu iş de oldu; eğer doğruyu söylüyorsa, pişman olmuş demektir.
Yalan söylüyorsa, kendi bilir.
D. MARZIO - Koca Ridolfo, siz bir çöpçatansınız.
RIDOLFO - Siz de boşatma memuru.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:113)
“Zengin ve yaşlı kocasından dul kalmış, otuz yaşında genç ve güzel Nevada Hanım, onyedi-onsekiz
yaşlarında gayetle dilber, pırpırı bir kayıkçı oğlana gönül verir; araya çöpçatıcı bir mahrem adamını koyar, oğlan
para ile yola getirilir ve hanım, güzel kayıkçı ile evlenir. Ömrü, dolmuşa işleyen iki çifte bir kayıkta denize kürek
çalmakla geçerken, başına böylece bir devlet kuşu konarak mükellef <fevkalade döşenmiş> bir konakta ağa olan
kopuk oğlan, eski ayakdaşlarını <arkadaşlarını> terketmeyerek meyhanelerde akşamcılığa ve Galata’da Rum
yosmaları ile türlü kepazeliklere devam eder, kendisini seven karısına bir püsküllü bela olur ve nihayet bir Rum
fahişenin kalyoncu kabadayılarından bir tutkunu tarafından bıçaklanarak öldürülür.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:44-5)
“... fakat rastlantı sonucu bizim sırrımız ortak olduğuna göre, artık bu serüvenin çeşitli aşamalarını
onunla gözden geçirip yorumlamak da benim hoşuma gitmedi değil. Javier o sabah, Julia Teyzeyi yanağından
öpüp ayrılırken önünde bir de reverans yaptı:
-Ben birinci sınıf çöpçatanımdır, bana güvenebilirsiniz!”
(M.V. Llola, “Julia Teyze”, sa:121)
“-Sözkonusu olan eniştem değil, benim Peder; hem sakın yardım istemek için size koşmuş olmasın...
-Hayır, hayır kızım, hayır!
-Söylediklerine göre günah çıkarma kulübesinde bol bol çöpçatanlık ediliyormuş, siz rahipler de işi
nikah memurluğuna döküyormuşsunuz...”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:76)
“ ‘-Bir de çöpçatanlık yapacakmış haspa! Nereden geldiği bilinmeyen bir sürü herifi evine doldurmuş!
Ah, zorunlu olmasam gelir miyim? Biraz hava atmak için son evlendirdiği kızı gösteriyor. Ne örnek ama?
Ayıbını örtmek için altı ay manastıra kapatılan kıza beyaz gelinlik giydirecekmiş!’ ”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:35)
Çöpe atılmak : Tüm zahmet ve emeklerin boşa gitmesi, önem verilmemek, boşa çıkmak
“BENZER - Belki. Dinleyin Komiser, bu sizin için! (Okur!) ..... İşleriniz durduruldu, rahatlıkla
emekliye ayrılabilirsiniz.
KOMİSER - Ama nasıl olur, bu tür bir olay nasıl durdurulur? Yaptığım onca iş, sarfettiğim emek...
çöpe atıldı! İğrenç bir şey bu! Aşağılık politikacılar!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:101)
Çöp gibi : İp ince, zayıf, ince uzun
“ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ
gözlerin gözlerime değince
felaketim olurdu, ağlardım
beni sevmiyordun, bilirdim
bir sevdiğin vardı, duyardım
çöp gibi bir oğlan, ipince
hayırsızın biriydi fikrimce”
(Attila İlhan<1925-2005>, “seçme şiirler”, sa:5)
Çöplenmek : İstifade etmek, özellikle yemek öncesi öteberi atıştırmak; bedavadan yemek yemek (Argo)
“(Rahip) Tahmininde aldanmadığını anlayınca düke döndü ve gergin bir sesle: ‘Efendimiz, günün
birinde, Don Quijote midir, Don Üşütük müdür nedir, işte o adamın, iyice delirmesi için hazırladığınız tuzaklara
düşmeyecek kadar akla sahip olduğunu anlayacaklar sanırım,’ dedi. Sonra şövalye’ye döndü: ‘Size gelince sayın
bay testi kafa, nereden çıkardığınız bu şövalye hikayesini, devlerle boğuşmanızı, haydutları bulup
cezalandırmanız gerektiğini?’ dedi. ‘Dilerim cehennemin dibini boylarsınız. Evet sizinle böyle konuşulabilir
sadece; hadi bakalım, hemen evinize dönün; çoluk çocuğunuzla ilgilenin, onları yetiştirin; malınız, mülkünüzle
uğraşın, orda burda çöplenerek, herkesi de kendinize güldürerek sağda solda sürtmeyi bırakın. Bela mısın sen
be?’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote, sa:598)
“Mutfak artık bambaşka bir görünüme bürünmüştü. Taburun ve bölüğün levazım başçavuşları,
kıdemlerine göre ve Yurayda’nın özenle uygulamaya koyduğu bir sıradüzen içinde çöpleniyorlardı. Subaylardan
artan domuz çorbası, herkes birkaç kaşık nasiplensin diye paslı bir leğende kaynar su katılarak çoğaltılmıştı;
tabur yazıcıları, bölük telsizcileri ve birkaç erbaş çabuk çabuk kaşık sallıyorlardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:263-4)
“Koyun sürüsü gibi bir mavnaya dolduk, bir römorkör gümrük rıhtımına çekti. Sandalcıların gemiden
rıhtıma kadar üç liret’e <Eski İtalyan lirası> yolcu taşıdıklarını düşünerek, yine karlı çıktık, diyorum içimden.
Kimsenin bana aldırış ettiği yok, ben de fırsatı ganimet biliyorum. Bir kere palikaraki <Yunan göçmeni>
olmuşuz olmuşuz, beleşten bir yemek çöplenmek, anafordan bir gece geçirmek hiç de anımsanacak şeyler değil.
Kimse çakmadıkça göçmen rolü oynayalım biz de! Gel gör ki olmuyor, işler beklenmedik bir şekilde
çatallaşıyor.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:81)
“Bir kadeh ‘mark’ içiyorum, ciddi bir sesle, yaklaşan savştan söz ediyorum ve bu sırada, gözler, hazin
bir özlemle genç ve çıplak bir sırtı, biraz gergin, biraz terli bir boynu kaçamak bakışlarla seyrediyor, yaz
ikindilerinin insanlara sunduğu bütün bu umulmadık sunulardan çöpleniyor.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:132)
“Kont’un emirlerini, kulübün ahçısı ile vekilharcı neşeli yüzlerle dinliyorlardı, çünkü biliyorlardı ki,
birkaç bin rubleye mal olacak bir ziyafette onun yanında olduğu kadar hiç kimsenin yanında çöplenemezler.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:23)
Çöplük yosması : Aşağı tabakadan, şen şakrak davranışlarıyla erkekleri baştan çıkarmayı hedef edinmiş
kadınlar için söylenen bir ilenç
“BİRİNCİ CADI - Neredeydin kardeş?
İKİNCİ CADI - Domuz öldürüyordum.
ÜÇÜNCÜ CADI - Ya sen kardeşim?
BİRİNCİ CADI - Bir gemici karısının kucağında kestaneler vardı, ağzını şapırdata şapırdata yiyip
duruyordu. ‘Bana da ver!’ dedim. Çöplük yosması, ‘Hadi oradan cadı!’ diye haykırdı.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:8)
Çöpten çelebi : Tahsilsiz, kültürsüz, yalt zenginliğiyle çokbilmiş, efendi geçinen
“Vezir oğlu çöpten çelebi, surat yoksulu... Ama kimin umurunda. Babası koca Osmanlı Veziri,
hazinelei de para dolu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Ortaya Çıkışı”, sa:63)
Çöpü sağlam çatılmak : Açık sözlü ve karakterli olmak; Hatır gönül için eğilmemek
“Mrs. HUSGABYE - Hah, şimdi adamakıllı açıldınız. Haydi, sizi baştan çıkarayım. İkinci büyük
aşkınız olmamı ister misiniz?
MAZZINI - Olmayacak duaya amin demem, Mrs. Husgabye. Doğrusu, benim ruhumu
okşamıyorsunuz. Hele ben sizinkini hiç okşamam.
Mrs. HUSHABYE - Desenize çöpünüz sağlam çatılmış.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:74)
Çöreklenmek : İyice yerleşmek, rahatsızlık verecek şekilde bir grubun içinde oturmak; Kıvrılıp oturmak (Yılan
gibi)
“Ama ilk haftalarda oğlan yeni çevresini keşif işine o kadar dalmıştı ki, o çevrenin baskısını hissetmedi.
Eski eve çöreklenmiş olan melankoli onu etkilemedi; gerçekten de etkilediyse bile bu, bahçede her gün yaptığı
keşifleri daha da renkli hale getirmek, bu yeni deneyimlerine sürekli bir gizem duygusu katmak biçiminde oldu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:212)
“Doğu yolculuğunu öykülemek için duyduğum bütün o önüne geçilmez istek ve dürtünün ardında
ölümcül bir kuşku bekliyor. Morbio vadisinde Leo’yu ararken içime çöreklenen kuşkudur bu.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:40)
“Ağır ağır çöreklenmeye başlayan can sıkıntısı ve kederden kurtulmak için yıllar sonra romanlarımda
bir benzerini yapacağımı hiç bilmediğim bir oyuna başvururdum sonra.”
O. Pamuk, “İstanbul”, sa:81)
“İki sıra ileriye bir clochard <Fr.: sokak serserisi> çöreklenmişti. Bacaklarının arasında bir şişe beyaz şarabı
vardı ‘clochard’ın, elinde yarım baston ekmeği, yanında sıranın üstünde de bir paket isli sardalyesi. Sardalyaları
kuyruğundan tutup birbiri ardınca paketten çekiyor, ısırıp kafalarını koparıyor, tükürerek atıyor, kalanı olduğu
gibi ağzına sokuyordu.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:46)
Çöymek, Çöydürmek : Barsaklarını boşaltmak, büyük abdestini yapmak
“Haçça güldü:
‘Ulen Ahmet, yazık sana! Acık zorla ulen kendini.’
Ahmet, ‘Ben aşşa enmeden bir çöydürecem.’ dedi.
‘Aferim!’ dedi Irazca. ‘Tek çöydür de enmeden çöydür.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:73)
Çubuğunu fosurdatmak; Çubuğunu tüttürmek : Keyifle piposunu ya da ağızlığını tüttürmek
“Dikkatle çevresine bakıyor ve sonra bakışlarını aya çeviriyor. Ayda bir adam olduğu aklıma geliyor
birden. Bu adam orada oturur. Çubuğunu tüttürür ve dünyaya metelik vermez. Yalnız, arada sırada aşağıda
aramızda hortlar.”
(Ö. von Horvart, “Allahsız Gençlik”, sa:84)
“-Ne yapıyorsun be?..
Döndü. Efendisi köşesinde oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu.
-Bıçakları biliyorum.”
“Çubuğunu fosurdatan Yörük Hoca:
-Ah genç olsaydım! dedi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:182; Cilt:II, sa:216)
Çubuk : Genellikle, daldan yapılmış, türün içmekte kullanılan uzun boru
“Kozma, dudaklarının ucunda çubuğunu unutmuş, düşünceli bir tavırla yere çöktü. Ay tepemiz üstüne
geldiği zaman bizi salyalarıyla kirleten yapışkan yapraklı otlar ve sazlar arasından yol açarak son mola
yerimizden ayrılmıştık. Kimse konuşmuyordu. Hey Allahım, kimse konuşmuyordu! Halbuki lazımdı. Konuşmak
mı? Yok, haykırmak, kırmak, kırıp geçirmek. O anda bizi çatlatacak bir zelzele <deprem> lazımdı.”
(P.Istrati, “angel dayı”, sa:105)
Çukur : Hapishanede, suç işleyen mahkumların da kapatılabileceği dışkı çukuru; Taşrada, özellikle bağlarda
büyük abdest için hazırlanmış çukur; Mezar
“BİTİŞİK GÖVDEDEKİ DÜŞ
------------------------------------Gövdelerimizden daha geniş bir yalnızlıkta
katılaşan ışık ayırdı yeniden bizi
Örtünün altındaki kalbi gövdelerimizin
yine de tek kişilik bir çukurdur sıcacık.”
(Gabeba Baderoon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.09.06)
“Bazı insanlar pes etmezler. Çukur bile onları yola getiremez. Joe Statz onlardan biriydi. Sürekli
çukurdaydı...... Bir gün gardiyan iki adamını yanına alıp çukurun kapağını açtı ve dizlerinin üztüne çökerek
bağırdı:
-JOE! JOE, YETTİ Mİ? ÇIKMAK İSTİYOR MUSUN JOE, UZUN BİR SÜRE GELMEYECEĞİM
BURAYA!’
Yanıt gelmedi.
-JOE! JOE! DUYUYOR MUSUN BENİ?’
-Evet, duyuyorum.’
-CEVABIN NEDİR JOE?’
Joe çiş ve bok dolu kovayı kaptığı gibi gardiyanın yüzüne fıırlattı. Gardiyanın adamları çukurun
kapağını kapattılar.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:52)
“YAŞAM
----------Baston, astım, göğüs güm güm,
saç baş harap, kalp nafile,
bir oturak, bir de albüm,
huzurevi ve sair.
Mirasçılar bulut bulut
ve bir çukur en son çare
haç ve çiçek, bir de tabut”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
Çukura atmak : Felakete atmak, mahvına neden olmak
“Sesi daha da karanlıklaştı: ‘Çok korktum, önce... Fakat sonra düşündüm ki, onu bu çukura atan
bendim, sadece ben... Onun, kadıncağızın ne acılar çekmekte olduğunu düşündüm.’ ”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:244)
Çukura kaçmış gözler : Maddi ve manevi çöküşün, hiçliğe yaklaşmış varlığın en belirgin işareti
“Hölderlin: Üç ayda yaya olarak yaptığı o gizemli yolculuğu kafasında yeniden canlandırmak, Massif
Central Dağlarını tek başına geçişi, cebindeki tabancayı sımsıkı tutan parmakları. 1802’de ilk ruhsal bunalımını
geçirmeden önce Bordeaux’dan Stuttgart’a yaptığı -yüzlerce millik- o yolculuk.
Stuttgart’a varınca, ‘ölü gibi solgun, çukura kaçmış vahşi gözler, uzun saçlar ve sakalla, bir dilenci
gibi giyinmiş olarak,’ arkadaşı Matthison’un önüne dikildi ve tek bir sözcük söyledi: ‘Hölderlin’ ”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:120-1)
Çul çaput : Eski püskü giysi ve kumaş parçaları
“... öteki köşede toprak kaplarla dolu bir masa, ikisinin arasında da ermiş Georges’u gösteren bir renkli
taşbasmasının durduğu bir tür dört ayaklı destek gördü. Gerisine gelince, girişin sağında, bir yığın çul çaput,
tavanda da ateşin üzerinde kuruyan renk renk birkaç peştemal.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:119)
Çul elbiseli; Çul çaputa kalmak : Üstü başı eski püskü, yırtık pırtık, fıkara; Fakirleşip eski püskülerle kalmak
“MEZARA KOYMA - LEMUR, tek olarak. - Kim bu evi, kazma ve küreklerle, böyle bu kadar fena
yaptı?
LEMUR’LAR, Koro. - Senin gibi çul elbiseli külüstür bir misafire, bu çok bile.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:318-9)
“Burası, düpedüz, eski paşa konaklarındandı. Hem de öylese israfa girip, değerli eşyaları okutmuş da,
eskici Yahudi’nin metelik vermediği eski püsküye, çul çaputa kalmış paşa konağı değil.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:270)
Çullanmak : Üzerine atılmak, yumulmak
“MARTIN KRUMM - Ay, ay!
YOLCU - İki maskeli herif.
MARTIN KRUMM - Maskeli? ay! ay!
YOLCU - Evet, üzerime çullanmışlardı.
MARTIN KRUMM - Ay! ay!”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:22)
Çulluk delisi : Başkaları hakkında dedikodu yapmaktan hoşlanan
“Mozart’ Don Juan’ı yazdığı vakit, o ilençli, zehirli yılan, irin karası Salieri de yapıtının Paris’te
kazandığı başarıyı bu sefer kendi özel çevresinde de ele geçirmek niyetiyle, bizim saf yürekli, çulluk delisi ve her
defasında Cosa Rara <ender oluşan neden -Lat.>’dan hoşnut olan halkımız.”
(E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:33)
Çulsuz (kalmak); Çulsuzun biri (olmak) : Fakir giysili, kılıksız; parasız pulsuz, Varını yoğunu yitirmek,
sermayeyi kediye yükletmek
“PHEİDİPPİDES - Püh! Çulsuzlar, biliyorum. Sen aralarında o sefil Sokrates’le Khairephon’un
bulunduğu şu yüksekten atıp tutucuları, şu sapsarı benizlileri, şu pabuçsuz serserileri söylüyorsun değil mi?”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:26)
“Şu anda bütün varlığı iki bin üç yüz dolar ve bir yığın plastik poker fişiydi. Fişler giderse, Nashe ’nin
de önünde fazla zaman kalmazdı. Üç, bilemediniz dört hafta sonra, çulsuz kalırdı.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:91)
“Dişlerini fırçalamayı tamamlamıştı. Şimdi San Cristobal’de çulsuz bir delikanlıyken yaptığı gibi,
özenle tıraş oluyordu. O günlerde, şimdi bütün ülkenin Anneler Günü’nü kutladığı (‘İyiliksever duyguların
kaynağı, bizi yöneten şanlı erkeğin anası...’ diyordu spiker) zavallı annesi her akşam mideyi dolduracak kuru
fasulya ve pirinci bulup bulamayacağını bile bilemiyordu. Temizlik, beden ve giysilerin bakımı, Trujillo’nun
bilinçli olarak gerçekten inandığı tek dindi.”
(G.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:30)
“Yaşlı Marki, toplum içinde yaptığı ağız yoklamalarına şu sözlerle başlamaktan geri durmuyordu:
-Parlak bir ad Küçük Louis’nin katıldığı Haçlı Seferi’nden başlayarak inanılır bir soy kütüğü
verebilirim. Gel gelelim, Paris’te bu bakımdan alnı açık yürüyebilecek on üç aile tanıyorum ancak. Ne var ki ben
de kendimi sefalete, dilenmeye mahkum görüyorum, çulsuzun biriyim ben.”
(Stendhal, “Armance”, sa:18)
“Adam, karşısındaki sandalyeye oturduktan sonra, başını arkaya çevirdi, garsona :
-Hey, bana bak! Büyük bir bardakla bira getir! dedi. Kendi kendime, Mikaella ile bu çulsuz arasında
ne gibi bir ilişki olabileceğini düşünüyor, birtürlü iki ucunu bir araya getiremiyordum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:199)
Çuvala girmiş gibi; Çuval gibi : Biçimsiz, bol giysiler giyme
“TOGNINO - İşte geldim. Nasıl? Yakıştı mı?
COSTANZA - Bu ne hal! (Rosina’ya) Çuvala girmişe benziyor. Size söylememiş miydim ben?”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:91)
Çuval dolusu : Kucakla, sayılamayacak kadar çok
“Bir hafta, daha önceden, bütün bir otobüs dolusu futbolcu ve taraftar, girişindeki uçurumun diplerinde
ezilip öldüğü için adını işittiği dağlık bir kasabada katilin yakalandığını okuyor, öbür hafta ise suçlu, kendisine
bu işi yapması için çuval dolusu para veren komşu bir memleketin ufuklarına bir kıyı kasabasından özlem ve
görev duygusuyla bakarken yakalanıyordu.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:426)
Çuval gibi çökmek : Boş bir çuval, cansız bir cisim gibi kendini koyuvermek, sıyrılıp düşmek
“ ‘Darley.’ Ellerimi hala aynı sevecenlikle tutarak, gözlerrinde yaşlarla beni bir kıyıya sürükleyip deniz
kıyısındaki taş sıralardan birine çuval gibi çöktü. Pombal’ın üzerinde çok şık bir tenue (Fr.:giysi) vardı. Kolalı
manşetleri gevrek gevrek takırdıyordu.’ ”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü”, sa:40-1)
Çuvallamak : Başarısız olmak, yapamamak, bir sınavı geçememek, yanıtı bilememek (Argo)
“Ellen yaz kamplarıyla ilgilenmediğini, on bir yaşındayken gittiği kampta başına tatsız bir olay
geldiğini söyleyerek öneriyi reddetti ve evine daha yakın yerdeki bir işi seçerek, Güney Vermont’ta iki buçuk
aylığına ev tutan ve çocuklarına, beş ve yedi yaşındaki kızları Bea ve Cora’yla on altı yaşındaki oğulları Ben’e
bir bakıcı arayan Profesör Samuels’le karısının yanında çalışmaya başladı. Oğlan bakıcıya gerek olmayacak
kadar büyüktü; ama o yıl okulda çuvallamış, derslerin ancak birkaçından zar zor geçebilmişti ve Ellen ona
İngilizce, Amerikan tarihi ve cebir dersleri verecekti.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:104-5)
“Langdon, ‘Dur,’ dedi. ‘İlk ben gideyim.’
‘Unut gitsin.’
‘Pantheon konusunda çuvallayan bendim.’
Vittoria döndü. ‘Ama silah bende.’ ”
(D. Brown, (Melekler ve Şeytanlar”, sa:276)
“Olağanüstü çocuklardı bunlar; olağanüstü işler çevirirlerdi. Kafa ve kol işiydi yaptıkları. Ah, ne yiğit
adamlardı be! Fakat mutlaka bir yerde çuvallar, kitabın sonunda birdenbire adaletin pençesine düşüverirlerdi.
Her şey tuzla buz olurdu...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:51)
“ ‘... Ölüleri bile diriltmeye başlamışsın: Evet, yolunu temizliyorsun. Sonradan havarilerin, aynı şekilde,
senin ölmediğini etrafa yayacaklar, dirilip göğe çıktığını söyleyecekler... Ama yaramaz seni, çuvalladın.
Oyunlarının modası geçti, yeni oyunlar bulman gerek. Seni öldürtmeyeceğim, seni kahraman yapmayacağım.
Tanrı olmayacaksın, aklından çıkar sen onu.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:438)
“... hatta düşünüp karar verdikten sonra da bir, iki gün beklemeliydi. Yoksa çuvallayabilir, işlerin içine
edebilirdi: ‘Kedinin boğazına ciğer asma kabilinden, Deve’nin eline vesika ver, sonra da avucunun içine gir.
Herif beni mana mana oynatır şerefsizim. Hem kimbilir? Yarının sahibi Allah!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:163)
“-... Benim zamanında olaydın da açmaz göreydin. Elimizden, saçımızın teli kadar kız geçti,
Allahlarıma şükür, birine çuvallamadım! Saraylı’ya, Benli’ye, Sidikli’ye git, sor! ‘Memlekette biz, Paytoncu gibi
toy düşüren işçi görmedik,’ derler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:57)
Çuvalla para kazanmak : -Çoğu kez yasadışı yollardan- pek çok para kazanmak
“...Alan’ın ne demek istediği hakkında en ufak bir fikrim yok. İhtiyara ve onun parasına niçin bu kadar
kafayı takıyor? Sanki kendisi çuvalla para kazanıyormuş gibi. Ama bütün bu işlerde onu rahatsız eden bir şey
var, sanki ihtiyar, ambarı Batı Hint Adakarı’ndan gelen altınlarla dolu olduğu halde açık denizde batan ve Alan
dalıp kurtarmazsa sonsuza kadar yok olacak bir İspanyol kalyonuymuş gibi.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:58)
Çük : Penis’in küçük erkek çocuklarda adlandırılış şekli, bibi
Bk.: Tıpa açacağı gibi çük
“ ‘Gwyn’in deyimiyle sadece eğlenceli olduğu için değil, zıplarken penisinin yukarı aşağı sallanması
Gwyn’in hoşuna gittiği için yapıyordunuz bunu; o yaşta çükünün pek kıymeti harbiyesi olmasa da ablanı
güldürdüğü ve seni de hiçbir şey onu gülerken görmek kadar mutlu etmediği için bunu seve seve yapardın. Kaç
yaşındaydın? Dört mü?’ ”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:91)
“Mutfağa doğru yürüdük.
‘Bu kravat neyin nesi?’
‘Pantolonumun fermuarı bozuk ve donum çok kısa, kravatım çükümün üstündeki kılları örtüyor.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:10)
“ ‘... Ama şurası da kesin, büyükbaba romantizmine kapılayım deme. Uyandır onu, ödlekliğin ve
pintiliğin karşılığında şeytanın seni ödüllendirdiği o eşek çüküyle kulaklarından taşana kadar attır kıza.’ Sonra da
büyük bir ciddiyetle ruhunu ortaya döktü: ‘Aşık olarak düzüşme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:96)
“Kadın gözlerini ondan ayırmadan önce, Bird bakışlarını başhekime çevirerek, ‘Bebek erkek mi? Kız
mı?’ diye sordu. Başhekim hazırlıksız yakalanınca yine kıs kıs gülerek, henüz asistablık çağında bir doktor gibi
bir tavırla, ‘Hangisiydi acaba? Unuttum. Fakat, sanki görmüş gibiyim çüke benzer bir şeyi,’ dedi.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:38)
“Öğle uykusu için beni yatağıma yatırdıkları, ama hemen uyumayıp Tommiks dergisinin sayfalarına
baktığım tatlı ve sıcak bir öğleüstü, çükümün (annemin bibi dediği şey) sertleştiğini hissettim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:26)
“Francisco ölmüştü, ben de sanıyorum iki-üç yaşlarındaydım. Evin biraz ötesinde (hala E sokağı’nda
oturuyorduk), bir inşaattan kalma bir kireçtaşı yığını vardı. Üç-dört tane büyük çocuk beni zorla oraya götürdüler
(karşı koymak için gösterdiğim güçsüz çabalar hiçbir işe yaramamıştı). Beni itip yere düşürdüler, pantolonumla
donumu aşağı indirdiler, birileri kollarımla bacaklarımımdan tutarlarken, bir tanesi sidik yoluma bir tel sokmaya
başladı. Bağırdım, umutsuzca debelemdim, becerebildiğim kadar tekmeler attım, ama o gaddarca hareket devam
ediyor, tel daha derine giriyordu. Belki de eziyet çeken o küçücük çükümden şakır şakır akmaya başlayan kanlar
beni daha beterinden kurtardı. Oğlanlar korktular ya da sadece yeterince eğlendiklerini düşündüler ki kaçıp
gittiler.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:64)
Çükünün (si.inin) keyfine göre karar vermek : Keyfin olunca, canının istediği gibi
“Bu çok bilinen bir hikaye arkadaş. Çükünün keyfine göre karar verirsen, böyle olur.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:61-2)
Çünküm : Çünkü, zira
“Muhtarla Haceli, hayata çıktılar, yan yana.
‘Bu iş çabuk olacak!’ dedi muhtar. Elini Haceli’nin omuzuna koydu. ‘En geç bir seete kadar. Yoğsam
canım çok sıkılacak yani. İstersen bekçiyi de götür yanında. (Ödlek herifin biridir çünküm.)’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:145)
Çürük çarık : Bir kısmı çürük, bir kısmı dökük, sağlam olmayan nesne
“Bayram, ahırda aptes bozmaya oturdu. Koca yazın ağırlğını düşünüyordu. Nasıl erip yeteceklerdi?
Nasıl biçip yeteceklerdi? ..... Okumayı yazmayı sökmüş, hesabı kuvvetli bir çocuğun babası olmayı çok
istiyordu. İstiyordu ama nasıl? ‘Okuma dediğin şeherliye vergi. Kömeli köylerin çocuklarına vergi. Bizim
Garadaş bir avuç. Çürük çarık seksen ev. Sahapsız köy anasını satayım! Muhtarı gözel kuzu çalmak bilir. İkinci
gurul üyesi de allahlık. Garıya tecavuz edip çocuk düşürtmenin erbabıdır.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49)
“Sepiciler sokağı ne kadar uzun, geniş ve aydınlık, rahat ve kibarsa, Şahinler sokağı da o kadar tersiydi
bunun. Bu sokakta lekelerden geçilmeyip pul pul dökülen sıvaları, öne doğru bel vermiş çatıları, pek çok
yerinden kırılıp dökülerek kalafattan geçirilmiş kapı ve pencereleri, yamulmuş bacaları ve çürük çarık
damlarıyla çarpık ve izbe evler yer alıyor, mekan ve ışığı birbirlerinin elinden zorla kapmaya çalışıyorlardı.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:142)
“Bir at kadar ağır aksak giden o minicik oyuncak trenle Colombia Limanı’na gittik. Bocas de
Ceniza’nın dibi taranmadan önce tüm dünyanın ülkeye giriş yaptığı çürük çarık ahşap iskelenin yanında öğle
yemeği yedik.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:95-6)
“PETRUCHIO - Bu halimle, olduğum gibi gideceğim elbette; bırakalım artık şu lakırdıları bir tarafa; o
bana varıyor, sırtımdaki giysilere değil. Onun bende çürüteceği şeyleri sonradan tamir edebileceğimi bilsen, bu
çürük çarık şeyleri değiştirirdim, bu Kate için de iyi olurdu benim için de.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:72-3)
Çüş : Yapma yahu, yuh be, olmaz be, dur be! (Argo)
“Sonra da Kudret’e göz kırptı:
-Bu kıza iliştin mi?
-Yok vallaha... niye sordun?
-Evlenme teklif edeceğim de!
-Çüüş! Demişti İdris.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:278)
-Tüm Hakları Saklıdır--

Benzer belgeler