426 KB - Aret Vartanyan
Transkript
426 KB - Aret Vartanyan
bin yüz bir insan aret vartanyan aret vartanyan 5 Her şey yolundaydı. Yaşamımdaki her şey, benim dışımdaki herkesin gözünde yolundaydı. Oysa ben kronik bir endişenin, sonu gelmeyen bir arayışın ve tam olarak ne olduğunu bilemediğim bir bekleyişin pençesindeydim. Mutsuzluk, eksiklik hissediyordum. Aslında tüm motivasyonumun, hırsımın içimdeki mutsuzluktan, boşluktan, korkularımdan geldiğini kimse bilmiyordu. Zihnim hiç durmuyordu; sürekli planlar, hedefler, hevesler yaşamımı kuşatıyordu. Aileme, arkadaşlarıma, çalışanlarıma, kısacası çevremdekilere göre her şey muhteşemdi. Gülümsememin altındaki beni gören yoktu. Alkışlanırken, eğlenirken, toplantılarda sürüklenirken benim gerçekten kim olduğumla ilgili kimsenin fikri yoktu. Herkes bana bir şey anlatmaya çalışıyor, benden bir şey bekliyordu. Duygularımı yansıtmıyordum. Kalabalığın içindeki yalnızlığım sadece bana aitti. Hep gitmek istediğim bir yer vardı, hep yapmam gereken bir şey... Kendimi dinlemekten çok bir koşturmaca içindeydim. Hafta sonlarında kalabalıklara karışıyor, yaşamımın bir anını bile boş bırakmıyordum. Sayısız kadının kollarında kaybolurken, etrafımdaki erkeklerin imrendiği bir hayat yaşıyordum. 6 bin yüz bir insan Oysa kendimi dengelemek için, içimde dinmeyen boşluğun nedenini bulmak ve doldurmak için yogadan reikiye, kişisel gelişim kitaplarından seminerlere, psikoterapilerden, kuantum dramaya sürükleniyordum. Arayışıma bir neden, bir ortak bulmaktı tüm derdim. Hiçbiri yetmedi. İçimdeki yaşama, kim olduğuma ve nereye gittiğime dair sorulara yanıt bulamıyordum. Bir gün uzun süren bir toplantının arasında tuvalette yüzümü yıkarken ilk kez aynada kendi gözlerimle göz göze geldim. Gözlerimde kendimi gördüm. Hemen geçiştirdim. O akşamki bir davette lobideki aynada yine gözlerimle karşı karşıya geldim. Bu kez bir başka ben vardı aynada. Lobideki insanların yansıması aynada akıp giderken aynanın ortasında gözlerime kilitlenmiştim. Her aynada bir başka ben vardı. Sabah uyandığımda, alışverişte, gece sarhoş olduğumda, sinemadan çıkarken, arabamın dikiz aynasında... Yansımam, karşılaştığım her aynada farklıydı. Her ayna, bir başka beni, bir başka rolümü yansıtıyordu. Sonunda bir gece odamın ışıklarını söndürdüm. Bir mum yaktım. Masamın üzerine bir ayna koydum. Bütün rollerimi, maskelerimi kapının dışında bıraktığımdan emin olmak için odamın kapısını iki kez kilitledim. Aynanın karşısına geçtim. Sadece masamın üzerindeki aynaya baktım. Bekledim. Kendimle yüzleşeceğim anı bekledim. Sonunda, aynada kendimle baş başaydım. İlk kez, tüm rollerin arkasındaki BEN ile yüzleştim. İlk kez o gece, o ana kadar susturduğum BEN’i dinledim. Ruhumdaki yırtıklarla ilk kez çırılçıplak yüz yüze geldim. Yıllarca görmeye çalıştığım BEN ile karşı karşıya kalmıştım. Masamın üzerindeki aynanın yanına boş bir kâğıt ve aret vartanyan bir kurşunkalem bıraktım ilk gece sonunda yatağa girmeden... Sonraki gecelerde, aynadaki yansımamla buluşmalarımı düşünmeden kâğıda döktüm. Bazı geceler aynamı yanıma alıp kentin sokaklarında kayboldum. Aynam artık benim metaforumdu. Kendim olarak yaşayabilmenin metaforu. Aradığım her şeyin nasıl benim içimde olduğunu, en sevdiğimden en uzağıma nasıl bana ait olmayan bir hayatı yaşadığımı gördüm. Her yeni gece, her kendimle buluşmam, kendi yaşamını sinema salonunda izleyen olandan yaşamımın yönetmen koltuğuna geçişime eşlik etti. Şimdi sıra sende... Önce benim yolculuğuma ortak olacak, sonra da sen gerçekten, hiçbir şeyin arkasına sığınmadan kendinle olacaksın... Sana verilen kopyayla, hayatların değil, sana söylenenlerin değil, senin gerçekten ne olduğunun, ne istediğinin izini süreceksin. Şimdi senin için de, var olanla, gerçeklerinle yüzleşme zamanı... Ruhundaki yırtıklarla kucaklaşma zamanı... Yaşadıklarımı, yazdıklarımı seninle paylaşmayı seçtim… Bende kalmasını istemedim. Seninle paylaşarak bir anlamda kendimi garantiye alıyorum. Yüzleşmemi, tüm çıplaklığıyla, olduğu gibi seninle paylaşıyorum. Çünkü bir daha kendimi kaybetmek, unutmak istemiyorum. 7 1 Eve girdiğimde kendi dünyama merhaba diyorum. Her şey dışarıda kalıyor. Ayakkabılarımı kapının girişine attığım gibi salona geçiyorum. Her eve girişimde aynı ritüeli uyguluyorum. Ceplerimdeki ıvır zıvırı, bozuk paraları salondaki masaya boşaltıyorum. Her sabah birazını alıyorum, kalanlar birikiyor bir süre sonra, masanın üzerinde bir sürü ıvır zıvır oluyor. Kartvizitler, kredi kartı slipleri, bozuk paralar, not kâğıtları... Yatak odasına geçip, üzerimdekileri çıkartıp birazını komodinin üzerine, birazını gardıroba serpiştiriyorum. Elimi yüzümü yıkayıp Labrador cinsi köpeğimin yemeğini veriyorum. Bazen o bile çok yorucu oluyor. O da yalnız yaşamaya alıştı zaten. Kapıyı açtığımda koşa koşa yanıma gelmekten vazgeçeli aylar oldu. Yalnız yaşayan bir adam için gereğinden büyük bir evim var. Birkaç bölümünü kullandığım üç katlı bir evde yaşıyorum. Geniş bir bahçem var. Evin diğer üyesi ise Labrador cinsi köpeğim. Bir de hancılar var. Bazen eve gelip sabah beraber uyanmadığım, bazen birkaç gece bana eşlik eden kadınlar... Bazılarının sürekliliği var. Süreklilik dediğim, sürekli bir beraberlik değil. Birkaç ay aramasam da bir anda birlikte oldu- 10 bin yüz bir insan ğum, yıllardır hayatımda olanlar var. Hiçbiri sürekli değil. İlişkilerden kaçıyorum. Aynı yatağı birkaç gece paylaştıktan sonra tahammül edemiyorum. Hele eve müdahale etmeye başladıklarında, hafta sonu planları olduğunda uzaklaşma zamanının geldiğini anlıyorum. İşim ve kadınlar... Reklamcılığa ilk adım attığımda daha bıyıklarım terlememişti. Hırsımla sonunda global ajanslardan birinin kreatif direktörlüğünü kapmıştım. Televizyon seyrederken, sinemadayken, araba kullanırken kendi yarattığım eserlerle karşılaşmaya alıştım artık. Çalışma odama dizdiğim ödülleri de kanıksadım. İyi para kazanmama rağmen, her ayı eksi bakiyeyle kapatıyorum. Haftada birkaç kez spor salonuna gidiyorum. Spor yapmaktan çok insanlarla tanışıp sohbet ediyorum. Beslenmeme dikkat etmememe rağmen formumda olduğumu söyleyebilirim. Gerçi bu algım da zaman zaman değişiyor. Kendimi yakışıklı buluyorum. Aslında bunu, nasıl göründüğüme verdiğim öneme borçluyum. Hayatıma baktığımda her şey güzel görünüyor. Ailemin bana çizdiği rolü birkaç eksikle tamamladım. Onların planına göre şimdiye kadar evlenmiş, onlara bir de torun kazandırmış olmalıydım. O eksik kaldı. Bir de, onlarla bu kadar az görüşeceğim bir dönem olacağını sanırım düşünmemişlerdi. Haftada birkaç telefon görüşmesi ve ayda belki bir, bilemedin iki kısa buluşmanın dışında onlarla paylaştığım bir şey yok. Günlük hayatın koşuşturmasının çok dışındalar. Paylaşabildiğimiz fazla bir şeyimiz de yok. Babamın emekliliğinde, kendi hayatlarını yaşıyorlar. Onların sağlıklı olduklarını bilmekten öte bir beklentim kalmadı. Yatak odasında soyunma faslı bittikten sonra elimde kumanda televizyona bakıyorum. Evde olduğum akşamlar aret vartanyan yemek gibi bir derdim olmuyor. Bir şeyler atıştırmış oluyorum gelmeden. Bazen internetten sipariş veriyorum, bazen buzdolabındaki kahvaltı mönüsünden bir sandviç hazırlıyorum. Evde geçirdiğim zaman, uyku dışında o kadar sınırlı ki... Televizyon mu seyredeyim, bir şeyler mi okuyayım, internette sohbet mi edeyim derken bir iki saat geçip gidiyor. Sanırım itiraf etmem gerekiyor. Mutlu değilim. Hayatımı yazamıyorum bile. 35 yaşındayım çok ama çok yorgunum. Sıkkınım. Yalnızım. Çalışma odama kapanıp, müzik dinleyip sigara içiyorum. Bazen çocuklar gibi ağlıyorum. Nedenini bilmiyorum. Mutsuzum. Peşinden gittiğim, doldurmaya çalıştığım boşluk hiç dolmadı. Ne yaparsam yapayım dolmadı. Kariyerim de, para da, kadınlar da, olmadı. Hep bir şey olacağını bekliyorum. İçimdeki alıp başını gitme sevdasının bir gün kazanacağını umup duruyorum. Gitmek istediğim bir yer var, oraya doğru yürüyorum ama neresi olduğunu bilmiyorum. Ölmekten korkuyorum. Şairin dediği gibi yolun yarısındaysam eğer, yolun sonunda ne var bilmiyorum. Çocuğum yok, ailem yok. Olmalı mı bilmiyorum. Olan arkadaşlarımın haline baktığımda neden olsun ki diyorum. Etrafım birbirini aldatıp duran, kavga eden çiftlerle dolu. Çocukları olanlar ise şimdiden yaşlanmış görünüyorlar gözüme. Yaşamaktan istifa etmişler gibi. Çocukluk, gençlik hayallerimin bir kısmıydı şu an sahip olduklarım. O çocuğa dönüp bugünümü anlatsam mutlu olmayacak. Reklamcı küstahlığımın altında, korkak bir adam var. Bunu bir tek evin içinde yalnız kaldığımda kendime söyleyebiliyorum. Korkaklığımın yansımalarını etrafımdakiler özgüven zannediyor. Yıllar önce arayış içinde psikiyatriste gittim. İlk tıkandığımı hissettiğimde kapısını çaldım. Manik depre- 11 12 bin yüz bir insan sifsin dediğinde bundan bile kendime güzel bir kimlik çıkarttım. ‘‘Reklamcı dediğin çok yönlü olur. Değişkendir. Bak işte, manik depresifim. Bir yarısı ağlayan, bir yarısı gülen bir yüzüm var. Ne var bunda?’’ dedim. Zaman geçtikçe derinleşti yarıklar. İki ayrı insanı yaşamaya başladım. Sana yazmaya, hayatımı özetlemeye çalışırken bile sıkıldım. Bir an önce içimi dökmek istedim. Elim hızlandı, daha hızlı yazmaya başladım. Psikiyatristte başlayan arayış, kişisel gelişim seminerlerinde devam etti. Popüler olan ne kadar kurs varsa gittim. Etrafımdakilere de bunu reklamcı kimliğin bir parçası olarak yansıttım. Reiki, kuantum, yoga ve dahası... Katıldığım çalışmalarda da ‘‘aslında ben sizden değilim, burada bir şey bulmaya gelmedim, bir bakmaya geldim’’ imajını çizdim. İçin için bu kez olacak mı derken... Aslında her başladığım kursu, her katıldığım semineri her şeyiyle sahiplenip hayatıma almaya çalışıyordum. Bir süre sonra da kopuyordum. Kısa süreli kıvılcımlar çakıyordu sadece yaşamımda. Sonunda kendi boşluğuma dönüyordum. Arada bir bu arayışa dinsel inançlar katılıp eksiliyordu. Son zamanlarda iş hayatım da boğazımı sıkmaya başladı. Koca koca insanlar neyin peşinde koşuyoruz? Topluma balon bir hayatı sunuyoruz. Pembe masallar anlatıyoruz. Yaratıcı işlerde, yalan dünyalar yaratırken, aslında yaptığımız koca koca şirketlerin yaşayabilmesini sağlamaya çalışmaktan öteye geçmiyor. Yıllar önce Dövüş Kulübü filmini çok ama çok beğenmiştim. Artık bir şeyden eminim: İki ayrı insanı aynı bedende yaşatıyorum. Ortaya çıkmayanı seviyorum, diğerinden her geçen gün uzaklaşıyorum. Ve hâkim olan, sevmediğim. Dünya da, evren de aynı değil mi? Matrix filminde olduğu gibi bir aret vartanyan yanda bir illüzyon var ve milyarlarca insan bu illüzyonun içinde yaşıyor. Ben de bir kimliğimle bu illüzyonu güçlendirmeye çalışıyorum, diğer kimliğim, illüzyonun dışındaki dünyayı korumaya çalışıyor. Bitmeyen bir kavga. Bütün gün illüzyonun içindeyim, gece dışında. Artık bu çekişmeye dayanamıyorum. Toplantılar anlamsızlaşıyor. Maaşımı alabilmek için hizmet ediyorum. Sevmediğim bir işi yapıyorum. Ve terk edemiyorum. Ceketimi alıp gidemiyorum. Kredi kartlarıma borçlarımla düzenin bir parçasıyım. Bir kadına tutulmaktan korkuyorum. Bir o kadar da bir bedene ait olmanın ne demek olduğunu merak ediyorum. Bedenden bedene geçerken kendimi arıya benzetiyorum. Her çiçekten malzeme toplar gibi, sarıldığım her kadından enerji çalıyorum. Morfin gibi. Acımı dindiriyorum. Bugün toplantıda ajansın global başkan yardımcısı beni azarladı. Önümdeki kâğıtları fırlatmak istedim, yapamadım. Ezildim, içime attım. Ne oldu o gece mekânlarında havalı havalı gerinen adama? Ne oldu illüzyonun efendisine? Bir tarafta da onunla dalga geçen kimliğim bana acı acı gülümsedi. Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Toplantıdaki sesler silindi, sadece hareket eden dudaklar kaldı. Pencereden dışarı baktığımda, Peter Pan gibi dışarı süzülmeyi hayal ettim. Toplantıya ara verildiğinde kendimi tuvalete attım. Kusmak içim öğürdüm, sadece içtiğim sigaralardan birkaç parça çıktı. Yüzümü yıkadım. Sensörlü makineden kâğıt havlu almak için cebelleşirken, bir yandan aynada kendimi seyrediyordum. Taksitleri bitmeyen gömleğim, saatim, kirli sakalım... Gözlerimin altında morluklar vardı. Gözlerime baktım. Ve kaldım. Kâğıt havlu almak için izin isteyenlere yol verirken gözlerimi ayırmadım. Adeta meditasyon yapar gibiydim. Dimdik gözle- 13 14 bin yüz bir insan rime bakıyordum. Soluk alışımdan başka bir ses yoktu kulaklarımda. Ne kadar süre kendimle bakıştım bilmiyorum. Sonunda, aynada sürekli kendime bakmaktan gerçeklik şekil değiştirdi. Aynadaki yansımam ben değildim, bunu biliyordum. Benden çok daha cesur, bana dik dik bakan bir ben, aynada karşımda duruyordu. Olmak istediğim bana çok benzeyen, dingin, ifadesiz, uzaklardan gelen bir siluet. Güçlü, özgür, bilgeliğin basitliğinde bir yüz. Ona bakarken, ruhum önünde eğiliyordu. Sanat yönetmenim Rıfat omzuma vurduğunda aynada yeniden alışageldiğim ben vardı. Rıfat, yirmili yaşlarının ortasında, marjinalliğini mesleğiyle birleştirmiş, yerinde duramayan uçuk kaçık bir çocuktu. O kadar hızlı konuşuyordu ki, toplantıya geçmemiz gerektiğini, kahvelerin, sigaraların içildiğini söylediğini mimiklerinden anladım. Ben hâlâ aynadaki hayaleti düşünüyordum. Gördüğümün etkisiyle, yürüyüşümdeki duruşumdaki değişiklik toplantı odasına kadar sürdü. İçeri girdiğimde yeniden kısırdöngünün içindeydim. Global ortaktan gelen misafirlerle akşam yemeğine çıktık. Oradan başka bir mekâna geçtik. Yakınımdaki bir parfüm kokusunu takip ettiğimde kendimi güzel, sarışın bir kızla sohbet ederken buldum. On dakika kendimi satmaya, kızı hayran bırakmaya yetmişti. Müziğin gürültüsünde birbirimizi daha iyi duyabilmek için dokunuşlara başlamıştık bile. Bu gece evin hancılarına yeni bir isim eklenecekti ama kızın ismini hatırlamıyordum. Göğüs dekoltesi ve süper mini eteğinden başka iz yoktu. Bir de parfümünün kokusu. Kokuları unutmam. Davidoff Cool Water. Üniversite yıllarında beraber olduğum birkaç kız gibi kokuyordu. Yıllardır bu kokuyu içime çekmemiştim. Yeniden illüzyonun yalancı tesellisinin kollarındaydım. aret vartanyan Tuvalete gittiğimde içkimi pisuarın kenarına bıraktım. Yürümekte zorlanan birkaç adamla birlikte işiyorduk. Pisuarın başında fayanstaki yansımama bakıyordum. Pis pis kendime gülümsedim. Ellerimi yıkarken aynada gözleri kanlanmış bir ben vardı. Az sonra, tanıştığı kızı eve götürecek olan fırlama adam. 35 yaşında hâlâ yirmili yaşlarındaki heyecanı duyumsadım. Günün bütün stresi, koşturmacasında tükenen adam güzel bir kadının kokusunda umut arıyordu. Uyuşturucu kullanmaktan bir farkı yoktu. Bir tür kaçış, bir tür avunma mekanizması. Yapabilir misin? Tuvaletten çıkıp o kızın yanına gitmeyip yıllardır yaptığını yapmaktan vazgeçebilir misin? Bu gece o kızı orada bırakıp odanın yalnızlığına dönebilir misin? Gündüz aynada gördüğüm adam nerede? Yolun sonu. Boğazım düğümleniyor. İçkini pisuarda bırak ve çık. Evine git. Kendine dön. Bu kez ezberini boz. Burnuma sinen parfüm kokusu hormonlarımı ateşliyor. İçimdeki ses ‘‘Eve git,’’ diyor. ‘‘Bu da başka bir savaş.’’ ‘‘Nereye kadar?’’ ‘‘Erteleme. Ya şimdi ya da hiç.’’ Ellerimi kurulamadan tuvaletten kendimi sokağa attım. Ertesi gün belki ajans başkanı misafirlere hoşça kalın demediğim için bana kızacak. Umurumda değil. Belki alkolün etkisi, belki içimdeki arayışın bardağını taşıran son damla... Ne önemi var ki? Beş yıl daha borcunu ödeyeceğim arabamdayım. Trafik polisiyle karşılaşmamak için ara yolları izleye izleye evin yolunu tuttum. Eve geldiğimde ceplerimi boşaltmadan üzerimdekileri çıkartıp odama çıktım, kendimi yatağa attım. Çıkarken banyodaki tıraş aynamı yanıma aldım. Kapıyı kapatıp iki kez kilitledim. Yalnızım, odamdayım. Kendimleyim. Parfümün kokusu hâlâ 15 16 bin yüz bir insan burnumda. Oysa şu anda yatak odasında yeni bir tenin keşfinde olabilirdim. Hormonlarım kızgın. Bilgisayarımı kenara çekip masanın ortasına aynayı koydum. Cihangir’deki bir antikacıdan aldığım ahşap yazı masamın ortasında bir ayna, ben de karşısında. Ne yapıyordum? Müziği açmadım. Sadece aynada kendime baktım. Ta ki, toplantının ortasında tuvalette gördüğüm yansımayı görene kadar. ‘‘Korkma, tedirgin olacak bir şey yok. Öyle ya da böyle sonunda geleceğin yere geldin. Burada zaman yok. Hele senin bildiğin, savaştığın ‘zaman’ burada hiç yok. Mekân da yok. Her insan kendini bir şekilde ifade eder. Etmezse yaşayamaz. Edemedikleri bazen patlar, başkalarının gerçeği kendi gerçeğine dönüşür. Bir şekilde yansır. Bazen canlı bomba olur, bazen aldatan eş olur, bazen suskun, donuk kadın olur, bazen korkak olur, bazen hokkabaz olur... İçinde kanayan yara dışa taşar, toplumun kanayan yarasına dönüşür... Yedi milyar insan, ayrı bir dünya olur... Sen beni ifade edemeyen, içinde saklı tutansın. Senin olanı yaşayamayansın. Ben, seninle yaşıyorum. İçindeyim, en derininde. Ben, senim. Sen, beni her ne kadar yok saymaya çalışsan da, üzerimi bir sürü incik, boncukla örtsen de ben yaşıyorum. İçinde yaşıyorum. Aslında sesimi duyuyorsun ama duymazdan geliyorsun. Direnebildiğin kadar direndin. Sonunda benimle karşılaşmaya hazır hale geldin. Yaşamın seni hazırladı. Asla geç ya da erken değil. Tam da olması gereken zamanda. Hiçbir zaman geç ya aret vartanyan da erken değil. Her şey olması gereken zamanda... Hiçbir sınırın olmadığı, tabuların barınamadığı bu yolculukta bulacağın çok şey var. Zaten benim de değil onlar, zaten senin. Dedim ya, ben de zaten senim. Zihnin hep bir ikilik yarattı. İçinde sohbet ettiğin onlarca ses yarattın. Soluk aldığın her an, zihnin konuştu durdu. Şu anda biz bile iki ayrı varlık gibi konuşuyoruz. Oysa biriz. Bu sohbet bittiğinde, ikilik sona ermiş demektir. Geceki senle gündüzki sen, işteki senle yataktaki sen hepsi bir olmuş demektir. O da zamanı geldiğinde bir anda olacak. Şimdilik sen ve ben’iz. Korkuların, sıkışmışlıkların, sıkılmışlıkların, arayışın, hırsın, endişelerin, mutluluk peşindeki koşturmacan, yıllarının tükenişiyle gelen panik seni buraya getirdi. İlahi bir mesaj, deliliğinin ilk adımları, önceki yaşamlarından bir hayalet... Beni nasıl istiyorsan öyle yorumlamakta özgürsün. Ben hepsiyim, etiketlediğin her şey de senin yansımaların.... Yalnız değilsin. Milyarlarca insan senin durumunda. Önce kendileriyle savaşıyorlar. Kendileriyle kavga ediyorlar. Dışarıdan daha karmaşık içerisi. İçerideki savaşın yansımaları dünyayı gördüğün hale getirdi. Roller, kimlikler, zihin, beden, öz, hepsi birbirine karıştı. Ruhlar yaralı... Parça parça, bütünden uzak, her yanı başka bir yana uçuşan ruhlar… Seni mutlu edeceğini vaat eden, hayatı sana püf noktalarıyla anlatacağını söyleyen kaç kitap okudun, kaç film seyrettin, kaç guruyu izlemeye koştun. Seni başarıya götürmeyi vaat ediyorlar, içindeki ışığı keşfetmeye çağırıyorlar, her geçen gün 17 18 bin yüz bir insan artarak sana seni vereceklerini, her şeyin senin elinde olduğunu söylüyorlar. Aklın karışıyor. Mutsuzluklarının, korkularının, hırslarının ve talihsizliklerinin sorumlusu seni gösteriyorlar. Bana sorarsan, ‘Evet’, sensin. Bir türlü barışamayan biziz. Ancak gösterdikleri şekliyle değil. Senin karşında sana ahkâm kesme hakkım yok. Bu, sadece kendini bilmezlik olur. Senin ayakkabılarını giymeden; yaşadıklarını, dününü bugününü bilemem. Ben senin rollerinden biri değilim, hepsinin sahibiyim. Sen ise, her rolünü başka bir sen zannediyorsun. Beni dinlemeye başladığın için sana her şeyi anlatacağım. İlk kez beni bu kadar net dinliyorsun. İlk kez, kalıpların, rollerin sesini kısıp benim sesimi bu kadar açtın. Ben de ne biliyorsam anlatacağım. İçinde sana ait ya da sana uyacak bir şeyler bulursan zaten alırsın. Almak istemeyene kimse bir şey veremez. Aynada kendini öğreten adam gibi görür, kendisinin Tanrısı olmaktan öteye gidemez. Başkalarını Tanrılaştıran, kurtuluş sananlar da hiçbir şeyi değiştiremez, değişemez... Sen bu kez sadece kendini dinliyorsun. İçimdekileri, zihnimdekileri, özümdekileri, korkularımı, çelişkilerimi, inandıklarımı, hayallerimi sana açacağım. Yaşadığımızı zannediyoruz; yaşadığımızı sandığımız yalanın da gerçekliğini arıyoruz. Sonuçsuz bir tırmalayış. Her defasında duvara toslayacağımız, aynı hayatı tekrar tekrar yaşayacağımız, döngüden çıkamayacağımız, adına ‘hayat’ dedikleri bir yolculuk bizimkisi. İçinde bir ateş yanıyor, boşluk hiç dolmuyor. aret vartanyan Her şey, herkesin sana gösterdiği söylediği şekilde mükemmel bile olsa, mutsuzluk kapını çalıyor, huzursuzluk gelip geçiyor, adı ne olursa olsun bazı korkular içinde yeşeriyor. Seni üzenleri, korkutanları, aşkı, sevgiyi, sevişmeleri… Bazen bende de tutarsızlıkları yakalayacaksın, karmaşıklığımı göreceksin. Hem ben de senden çok şey öğreneceğim. Sen bir yana giderken ben de bir yana gittim. Ben bir şeyler topladım, sen bir şeyler topladın. Şimdi birleştirmeye başlayacağız. Ağacın kökü bir yerde, dalları dört bir yana uzanıyor. Unutma… Bilge, öğreten adam, ukala değilim. Senin yansımanım. Bana ne dersen, kendine de söylemiş olacaksın. Beni sevdiğinde kendini sevecek, bana kızdığında kendine kızacaksın. Sokakta da böyleydi bu, bunu göremedin. Görmen de istenmiyordu zaten. Daldan dala konacak, konudan konuya atlayacağız. Sana göstermek istediklerim var. Yanı başında olup da görmediğin o kadar çok şey var ki… Bu aynaya baktıkça yaşamıma, zihnime, duygularıma ortak olacaksın, ben de seninkilere... Bugün biraz depresifsin. Arıyorsun, arayışının farkına vardığında duraklıyorsun. Her şeyin var sandığının ama aslında hiçbir şeyin olmadığının farkına varıyorsun... Hiçbir şeye sahip değiliz. Semazenin dönüşünde; etrafındaki her şey akarken bir tek noktaya odaklanıp, orada sabitlenip büyüleyerek dönüşünde bir şey var. Binlerce yıldır taşınıp gelen sembollerde saklı çok şey var. Evrende insan, her yerde, her şeyde iz bırakıyor.’’ 19 20 bin yüz bir insan Gözümü aynadan kaydırdığımda, kısa ama derin bir yolculuktan döndüğümü hissettim. Ne oluyordu? Zihnim bana oyun mu oynuyordu? Sonunda ben de mi kafayı sıyırıyordum. Akıl Oyunları filmindeki John Lash aklıma geldi. Ve sana yazmaya karar verdim. Daha da büyük bir istekle. Bu satırları okuyan sen, benim tanığım olacaksın. Benim duyacağım, ona anlatacağım her şeyi sana da söylüyor olacağım. Kendime anlatacağım, söyleyeceğim her şeyi, sana da söylüyor olacağım. Bizim buradaki buluşmamız aslında sana da açılan bir kanal. Bu paylaşım sana ulaşıyorsa, artık karşımda sen de varsın. Bu reklamcı çocuk, aynı zamanda benim. Onun paylaştığı, benim paylaştığım. Sana ulaşmayı başardıysam, artık sen de aynanın karşısında oturuyorsun. Dışarı çıkmak istiyorum yine. Gecenin bir saatinde boş sokaklarda yürümek. Gecenin ruhuna, gecenin insanlarına dokunmak. İçinde yaşadığım kentin sokaklarında, evrenin titreşimlerini solumak. Biraz sessizliğe ihtiyacım var. Etraf çok gürültülü. Herkes bize bir şey anlatmaya çalışıyor. Reklamcısından politikacısına, annemden, sevgilimden arkadaşlarıma. Gazetede, televizyonda, duvarlarda, dört bir yanımda. Biraz susun, bana sessizliği verin. Arada bir durmaya, kendi sesimi duymaya, kendimi dinlemeye ihtiyacım var. Senin de var. Senin varlığın, benim arayışıma farklı bir anlam yüklüyor. Belki içimi dolduran reklamcı kimliğimin, yetersizliklerimin bir uzantısı ama aynı zamanda kendimi ararken bile, aynı anda sana ulaşmak istiyorum. Çözemiyorum. aret vartanyan Her şey masanın üzerine dökülmüş durumda. Sonunun nereye varacağını da bilmiyorum. Sonumun ne olacağını da… Pi filminin son karesindeki matkaplı sahne gözümde canlanıyor. Sayılarla dünyayı, evreni açıklamaya çalışırken kendini yok eden adam. Sana tüm özel dünyamı açıyorum. Elim I-pod’uma gidiyor. Odada müzik yankılanıyor. Sigaramı yakıyorum. Ayna ile aramdaki dumanın ardından onu yeniden görüyorum. ‘‘Basit olmak zordur. Sade olmak, bir şey olmak zordur. Bize hep çok şey olmayı öğrettiler. Önce ailemiz, sonra içinde yaşadığımız toplum, sonra öğretmenlerimiz, sonra peşinden sürüklendiklerimiz ve paralelinde yaşadıklarımız bugünkü seni, bugünkü beni yarattı. O zaman soruyorum: Sen kimsin? Ya Afrika’da bir kabilede ya da başka bir ülkede veya başka bir ailede doğsaydın, yine de bugünkü SEN olacak mıydın? Bugünkü inançların, yaşama, insanlara koyduğun etiketler, onları tanımlaman aynı mı olacaktı? Son yıllarda bir arayış aldı başını gidiyor. İnsanlık, eskinin çözdüğünü yeniden keşfetmeye çalışıyor, klişe deyimiyle Amerika’yı yeniden keşfediyor. Mutlu olabilmek, hayallerine ulaşabilmek, üzerindeki baskıyı azaltmak, dayanabilmek için; o kurs senin bu kurs benim dolaşıp, o kitap senin bu kitap benim tarayıp evreni bulmaya, evreni çözmeye, yaşamı anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. Sihirli bir değnek, bir formül, hap arıyor. 21 22 bin yüz bir insan Oysa senin kurtuluşunun tek çaresi sensin. Hindistan’a, Tibet’e gitmene gerek yok. Yaşadığın şehrin sokaklarında bunu yapabilecek olansın. Aynaya bakarken, bir köpeği severken, kollarını rüzgâra açıp teninde hissettiğinde yapabilecek olansın. Ben, asla sana hap vermem. Verenlere de inanma derim. Şunu yaparsan mutlu olursun, bunu yaparsan kendin olursun demem. Dediğimde sadece kendimi anlatmış olurum ama sana sunmam, sunamam. Ancak, seninle barışabilir ve birleşebilirsem olması gereken olur. Ben sana yöntemi gösterebilirim, sonucu değil. Çünkü sonucu veremem. Sonucu belirleyecek olan tek kişi sensin. Sana sonucu verdiğimi sansam da, sadece kendimi aldatırım. Ve sana ne verirlerse versinler sen yine istediğin ve alabileceğin sonucu alacaksın. O yüzden de kimseye kızma. Neden olmadı diye sorma. İşte zorluk burada, işte soru işareti burada. Öğrenci olmak zordur, hayat öğrencisi olmak daha da zordur. Kapıları çal, insanlarla konuş, içindekileri paylaş... Korkularının nedeni sensin. Ve ne kötü ki haklısın. Senin düşünmeni istemediler. Zaten onlar da düşünmeden yetişenlerdi. Bir nesilden bir nesile insanlık kendisini kaybetti. Paylaşmayı kaybetti, koşulsuz vermeyi, sevmeyi kaybetti, en çok istediğini kaybetti. Ve onu aramak için yollara düştü. Her sabah uyandığında hissetmek istediğin şeyin ne olduğunu sen biliyorsun. Nedir? Kafan karışık, biliyorum. Şimdi oyun oynama zamanı. Düşüncelerini, geçmişini, gerçek bildiğin her şeyi bırak. Sadece yaz. Tek bir sorunun cevabı- aret vartanyan nı ver: Bugün ne olmasını isterdin? Bugün ne hissetmek isterdin? İnsanların seni nasıl tanımlamasını isterdin? Son soru tuzak. Bil ki sen, son soruyu cevaplarken kendini nasıl ortaya koyarsan, onlar da seni öyle tanımlayacak. Boş bırakırsan senin yerine seni dolduracaklar. Kendini öyle bir ortaya koy ki, yoruma yer kalmasın. Aslında yapman gereken, ben’i onlara göstermen. Ben’i saklamaktan vazgeçmen. Ben’e güvenmen. Onaylanma, beğenilme, bir şeyleri kazanma ya da kaybetme endişen olmadan bu soruyu yanıtlarsan, belki de ilk kez karşılaşacağın cevapların olacak. Dünyaya bir çift göz arkasından bakıyorsun. O iki gözün gördükleriyle, yorumladıklarıyla dünyayı yorumluyorsun, tanımlıyorsun. Şu anda önümdeki masanın üzerinde onlarca göz var. Taksicinin, köylü çocuğun, fabrika bekçisinin, ünlü bir şarkıcının, mahkûmun, imamın, papazın, hahamın, Ermeni’nin, Rum’un, Yahudi’nin, Kürt’ün, Alevi’nin... Sokağa çıktığında gördüğün bütün insanları düşün... Her birinin gözlerinden bakmayı bir dene... Seninle bu yolculuğumuzda ara ara o gözlerden bakacağız. O gözlerden hayatı görmeye çalışacağız. Aynı anda 10 kişi aynı yere bakarken, o yerde 10 ayrı gerçeklik doğar. Senin gerçekliğin, senin kaderini yaratır. Sonuçta dünyayı, kendin gibi algılarsın. Bundan sıyrılabildiğin gün de gerçekten ‘gerçek’ ile tanışırsın. Ruhlarımızdaki yırtıklar kanıyorlar. Mutluluklarımızda bile 23 24 bin yüz bir insan hüzün var. Hüzün kötü dediler. Tek amaç mutluluk dediler. Kendi hüznünü yaşayamadan, kendinle barışamadan mutluluk dışarılarda dolaşan, arada bir avuçlarında tuttuğun, sonra da uçup giden bir yanılsamadan öteye geçemeyecek. Kendimizle, birbirimizle, ruhumuzun kanayan yaralarıyla yüzleşmeden, onları kabul ederek iyileştirmeden nereye kadar gidebilirsin? Ben sana şunu, bunu yap demiyorum. Ben seni yenilenmeye, gelişme yerine dönüşmeye davet ediyorum. Bedeninle, ruhunla, zihninle. Milyarlarca hücrenin her biriyle. Kendine dokun. Kendini tanı. Kendini hisset. Ne kadar güzel olduğunu gör. Günahlarını bile sev. Onlar senin, onlar sensin. Hırsların, tutkuların, acıların, zevklerin, yanlışların, doğruların hepsi ‘sen’sin. Yaşamındaki her an bir mucize. Mucizelerini hatırla. Emeklemekten ayaklarının üzerinde dolaşmaya başlamana, ekmeği ikiye bölmeye başladığın ana kadar her anında saklı olanı gör. Neye göre iyi ya da kötüsün, neye göre başarılı ya da başarısızsın... Ben sana söyleyeyim... Çevrendekilerin, içinde yaşadığın toplumların koyduğu kurallar, normlar, tanımlamalar kadar iyi veya kötüsün... İşe buradan başlayabilirsin. Tekrar soruyorum: Bir an düşün, başka bir yerde doğsaydın, başka bir ailede olsaydın yine aynı doğrular doğru, yanlışlar yanlış, başarısızlıklar başarısızlık olacak mıydı? Sen, sensin. Eğer sen kimlik tanımını yapmazsan, birileri her zaman bunu senin için yapıyor olacak. Kendini âşık olduğun insanla, yöneticinle, ailenle tanımlama. Elbette ki onları kat. Ama kendini kendin tanımla. Hatta yapabiliyorsan hiç tanımlama. Etiketleme. Başkalarının gözüyle kendini yargıladığın, tanımladığın sürece hiçbir zaman sen olamayacaksın, hiçbir zaman kendi- aret vartanyan ni tanıyamayacaksın, benimle barışamayacaksın.. Her şeyin temelinde sen ol. O zaman senin dışındakilere de ışık vermeye başlayacaksın. Bak şöyle düşün: Bir köpek dünyayı ve yapması gerekenleri sahibinin öğrettikleriyle görmek zorunda. Bahçeden dışarı kaçmak kötü bir şey, ceza verilir, azarlanır. O yüzden o köpek için bahçeden kaçmak, kötü olandır. Kaçmadığı sürece hep bahçenin dışına çıkmanın kötü bir şey olduğunu bilecek ve bahçenin dışında ne olduğunu hiç bilemeyecek. Dışarıya bağımlı arayışların, formüllerin, yine dışarıya bağımlı güçlü olma halinin bizlere kazandıracağı bir şey yok. Ya bir simülasyonun içinde kopya hayatları takip ederek içindeki boşluk ve arayış bitmeden tükeneceğiz ya da kendimizi ve kendimizle birlikte de varoluşumuzu bulacağız.’’ Aynadaki yansımanın söylediği ne varsa hepsini yazdım. Kelimesi kelimesine. Ve az önce söylediğim gibi bu bende kalmayacak. Çünkü biliyorum ki sen de bir şekilde ben gibisin. Şu anda yaptığım, dinlemekten keyif aldığım, iliklerime işleyen, tüylerimi diken diken eden, ruhuma dokunan bir şeyler dinlemek. Dinlerken kendimi bırakıp sana yazdıklarımı yeniden okuyorum. Bu satırları kimler okuyacak, nerelerde okuyacak, neler düşünecek bilmiyorum. Ben şu anda hem kaynak, hem alıcıyım. Senin kim olduğunu bilmiyorum. Kaynak, alıcısını bilemez. Tahmin eder, umar ancak asla bilemez. 25 2 Bir ipin üzerinde yürümeye çalışıyorum. İp nereden nereye uzanıyor bilmiyorum. Çok yüksekteyim. Aşağıyı net göremiyorum. Sizlerin ardında göz alabildiğine bir düzlükte, sayısız hareket var. Silahlar patlıyor, çocuklar ağlıyor, birileri sevişiyor, birileri dua ediyor. Patlamaların renkleri, bir yerde düğünde patlayan havai fişekler. Bir kompozisyon tamamlanıyor. İpin üzerinde, resmin içine düşmemek için kollarımı iki yanda hareket ettiriyorum. Düşmekten korkuyorum. Sağımda solumda birkaç karga uçuyor. Bir tanesi birkaç adım öteye kondu. Bana bakıyor. Gözkapakları ağır ağır kapanıp açılıyor; beni bekliyor. Adım atamıyorum. Üzerinden geçemem. Bana yol vermiyor. Diğer kargalar ayaklarıma kanatlarını sürterek daireler çiziyor. Önümde duran karga havalanıyor, bana dönüyor. Kanatlarını açabildiği kadar açıp gözlerimin hizasında sabitleniyor. Boşlukta donmuş bir kare. Aniden hareketlenerek üzerime geliyor. Diğerleri ayaklarımı gagalıyor. Geriye doğru sendeliyorum, düşeceğim. Son bir direnişle dengemi bulmaya çalışıyorum ama nafile... Çırpına çırpına boşluğa düşüyorum. Hızla boşlukta savruluyorum, ağırlığımı hissetmiyorum... Korkuyorum; nereye düşüyorum, bana ne olacak? aret vartanyan Alarmın sesi kulaklarımda çınlıyor. Elimi uzatıp ezberlenen hareketlerle alarmı beş dakika erteliyorum. Sabahları, yedi sekiz kez ertelediğim telefonumun alarmı beni rüyamdan uyandırdı. Uykuyla uyanıklık arasında yatakta geriniyorum. Yatağımda olduğum için mutluyum. Bir gözümü aralarken, zihnime yavaş yavaş günden kareler doluyor. Bugün sunumum var. Akşam Nalan ile buluşacağım. Gece onda kalırım. Bugüne kadar en iyi sevişebildiğim partnerim. Bundan fazlası yok. Sadece yataktaki Nalan ile görüşüyorum. Ötesinin anlamı yok. Alarmın sesini duyan Zeus da yatağa tırmanıyor. Kokusunu hissediyorum. Yatağıma tüylerini bırakıyor olmalı. Bana yaklaşmakla yaklaşmamak arasında tereddüt ediyor. Alarm yeniden çalmaya başladı. Zeus yanıma sokuldu. Elimi ensesine atmamla birlikte başını göğsüme yasladı. Seviyorum keratayı. O zaman hadi kalkalım. Senin de yemeğini suyunu vereyim. Terliğimin tekini yine yatağın öbür tarafına götürmüş. Bedenim ezbere hareket ediyor. Terliğin diğerini de giydikten sonra banyoya. Önce klozete, sonra lavaboya. Sıvı sabun azalmış. Temizlikçi kadın, Zehra gelip doldurmazsa boş kalabilir. Çok defa, sıvı sabunu bulup doldurmak yerine, şişenin içine su doldurup kalanları elime doldurdum. Zehra, evde neyin nerede olduğunu benden iyi biliyor. Sakallarım uzamış. Kirli sakalı seviyorum da bu biraz fazla uzun. Yıllardır kendim tıraş olmamama rağmen banyoda bir tıraş aynası var. Nerede gerçekten? Yerinde yok. Doğru ya, dün gece çalışma odama götürmüştüm. Dün gece aklıma geliyor. Yatağa ne zaman yattığımı hatırlamıyorum. Elimi attığım yerdeki havluyu alıyorum. Her sabah gördüğüm ben aynada. Yüzümü kuruluyorum. Yüz yıkama jeli, tonik, nemlendirici 27 28 bin yüz bir insan aynanın önünde dizili... Her sabah olduğu gibi üşeniyorum. Ayda birkaç kullanabildiğim yüz bakım setine bakıp gardırobun önüne geçiyorum. Boy aynasında külot, tişört ve büyümeye başlayan göbeğim. Fiziğine bu kadar dikkat eden bir adamın göbeği neden büyür? Neden gereğinden fazlasını vücuduna doldurur? Aslında bu, içki göbeği de olabilir. Vücudumuzdaki fazlalıkların, yaşamımızdaki fazlalıklar ya da yaşanmamışlıkların yansıması olduğunu okumuştum. Neredeyse bütün hastalıklar gibi, zihnimizde doğanlar bedene yansıyor. Korkuyla, endişeyle yaşayan birinin böbrekleri sürekli baskı altında. Bu kişinin ilerleyen yıllarda böbrek hastası olması sürpriz olmaz. Benim göbeğin büyümesinin nedeni ne o zaman? Hangi düşünce, duygu bana bunu veriyor. Hücrelerimiz, her şeyi kaydediyor. Her bir hücreden, yeni bir ben yaratılabilir. Tüm kayıtlara, bilgiye sahip. Bugün ne giysem? Bir yanda takım elbiselerim, bir yanda günlük kıyafetlerim. Sunumum olmasa hiç takım elbise giymem. Siyah takımımı askıdan alıyorum. Hangi gömleği giyeceğim? Bu sabah elim beyaz gömlekler yerine renkli gömleklere gidiyor. Bu yüzden geceden ne giyeceğini seçmek anlamsız. Sabah uyandığındaki ruh durumun o gün ne giymen gerektiğini söylüyor. Mor gömleğimi askıdan alıyorum. Mutfağa inip Zeus’un yemeğini hazırlıyorum. Yine ölçme kaşığını kaybettiğim için, geceden kalan su bardağıyla mamasını, mama kabına dolduruyorum. Sonra da suyunu veriyorum. Benimle oynamak istiyor. Zaman yok Zeus. Belki akşam oynarız. Her sabah, aynı hayal kırıklığını yaşıyor. Hüzünlü gözlerle, masanın üzerindeki ıvır zıvırlarımı ceplerime doldurmamı ve kapıdan çıkmamı izliyor. Arabaya bindikten sonra köşedeki şarküterinin önünde duruyorum. Dün sabahtan kalan bardak, kâğıt yan koltukta aret vartanyan duruyor. Bazen günlerce biriktiği oluyor. Onları alıp şarküteriye bırakıyorum. Sonra yenilerini alıyorum. Çayımı, sandviçimi alıp yeniden arabaya biniyorum. Radyoda her sabah aynı program. İşe gidene kadar trafik bile neredeyse her sabah aynı. Aynı noktalarda, radyo programındaki aynı bölümler başlıyor. Her sabah birbirinin kopyası gibi. İlk sigaramı da hep aynı noktada yakıyorum. Köprüden çıkarken. İşe vardığımda her sabah olduğu gibi giriş kartımı arıyorum. Vites kolunun arasına girmiş bu kez. Bu kocaman plazaları sevmiyorum. Pencereleri açılamayan beton yığını yüzlerce insana ev sahipliği yapıyor. Bir reklamcı olarak bu plazaların modern köleliğin ev sahibi olduğunu düşünmem tam bir çelişki. Bakalım bu otomatik kartın turnikeyi açmadığı bir günü yaşayacak mıyım? İnsanların işine son verildiğinde, daha bildirim yapmadan kartı iptal ediyorlar. Yıllardır her sabah o turnikeden geçen bir insana bunu yaptıklarını düşününce, çalıştığın yere bağlılık konusunu iyi tartmak gerektiğini anlıyorsun. Ofiste herkes yerli yerinde. Ben yine geç kaldım. Ajans başkanından önce gelemedim neredeyse. Genelde sektör olarak güne geç başlarız da ben iyice suyunu çıkartıyorum. Değişeceğimden ümidi kestiler, artık zamanında gelmemi bekleyen yok pek. Rutin işlerimi yapıyorum. Bilgisayarımı açıyorum, maillerime bakıyorum, Facebook mesajlarımı da kontrol ettikten sonra, hızlıca işlerin üzerinden geçiyorum. Böylelikle günün ilk kahvesinin zamanı geldi. İlk kahve, ikinci sigara. Plazanın ortak bir sigara içme terası var. Sigaramı içerken, şirketteki güzel kızı fark ediyorum. Daha önce hiç görmedim. 29 30 bin yüz bir insan Sabahıma renk katıyor. Yanına gidip tanışmam gerekiyor. Bizim ekibe günaydın deyince, tanıştırıyorlar. Kızın adı Serpil. Finans departmanında işe başlamış. İlk iş deneyimi. Ajansın kreatif direktörüyle karşılaşınca en nazik haline bürünüyor. Hanım hanımcık bir görüntüsü var. Siyah saçlar, masmavi gözler, taze bir cilt. Orta boylu, ne şişman ne zayıf. Ne eksiği ne fazlası var. İlk gününde bir finansçının tablosunu çiziyor. Ceket, diz ölçüsünde etek ve beyaz gömlek. Gözleri bana başka şeyler söylüyor. İçindeki onlarca kadın arasında, arzulu, sıcak, sınırlarını yerle bir etmeye hazır bir kadın var. Bütün hanım hanımcık, masum görüntüsünün ardından bunu yakalıyorum ve hoşuma gidiyor. İşyerine katlanabilmem için en azından bir nedenim var. Yerime geçmeden önce Nalan’ı arıyorum. Bütün günüme enerji katacak gece buluşmasını kontrol ediyorum. Sorun yok. Nalan’ın sarı uzun saçları, ela gözleri, dolgun göğüsleri, çıkık kalçaları gözümde canlandığında masama daha bir coşkulu oturuyorum. Saat 17:50. Reklamcıların saati yok derler ya, benim var. Ölümcül bir durum, bir müşteri krizi ya da gerçekten yetişmesi gereken bir proje varsa kalıyorum. Onun dışında saat altı dedin mi ben masamdan kalkarım. Zaten, hâlâ saat ile çalışma sistemini anlamıyorum. Teknoloji bu kadar elimizin altındayken, işi ver, bitiş tarihini söyle, hedefi koy, bırak. İsterse masasında, isterse tuvalette, isterse deniz kenarında işini yapsın. İşe erken gelmek, geç çıkmak yükselmek için verilen stratejilerden biri. Nasıl bir saçmalık? Çalıştığın saatle verimlilik arasında bir bağlantı yok. Kimisi bir iki saatte, kimisi on saatte aynı işi yapar. Olmadı masasında oturur, Facebook’ta dolaşır, geç çıkar. Nalan yine her zamanki alımlı görünümüyle karşımda aret vartanyan oturuyor. Poison kokuyor. Bu koku ona çok yakışıyor. Bazı kadınların, kendileriyle hiç örtüşmeyen kokuları kullanması ne yazık. Koku başka bir şey söylüyor, kadının görünümü, karakteri başka bir şey. Nalan’da tam örtüşüyor. Yemek boyunca bana işinden, hayatından çok şey anlatıyor. Duygularından, fikirlerinden söz ediyor. Anlattıklarının çok azı ilgimi çekiyor. Onunla olma sebebim, onun teninde kaybolma isteğim. Fazlası değil. Bu ritüellere ne gerek var. Yemek, sonra bir şeyler içmek, sonra eve gitmek. Sonuç belliyken bu kadar uzatmanın âlemi yok. Bazen ilk tanışmalarda, bu ritüeller günlerce sürüyor. Ben de kendimden bir şeyler anlatmak zorunda kalıyorum. En azından o bir şeyler soruyor. Sonunda yemek bitiyor. Ortam kalabalıklaşıyor, müziğin sesi yükseliyor. Bara geçiyoruz. İlk dokunuşlar başlıyor. Alkolün rahatlatıcı etkisi, kalabalığın bizi yakınlaştırması. Boynu, kokusu, saçları beni tahrik ediyor. Sarılıyorum. Mekândan ayrılma zamanı geldi. Sabah beraber uyanma riskini azaltmak için onun evini tercih ediyorum. Otomobilde öpüşmeye başlıyoruz. Bu koltukta kaç kadın oturdu, kaç kadının parfümü sindi. Apartmana uslu uslu giriyoruz. Ne de olsa hâlâ komşu baskısı var. Yalnız yaşayan kadının evine bir erkek girmesi sakıncalı. Kapıdan girerken bu kızı önemsemediğimi ama hayatında başka biri olmasını da istemediğimi düşünüyorum. Kıskanıyorum. Ne kadar sıradan bir erkek tavrı bu. Evine giriyoruz. Oturuyoruz. Gecenin benim için anlamlı saatleri başlıyor. Teninde, kokusunun içinde kayboluyorum. O an için dünyadaki tek kadın o. O an için, ona kendini kutsal, özel hissettirecek erkek hizmetinde. Gerçekten de bu saatlerde, benim için en değerli olan o. O anda, onunlayım. Saatlerin sonunda yanına yığıldığımda her şey bitti. Ora- 31 32 bin yüz bir insan dan, o yataktan kaçmam gerek. Durmak istemiyorum. Sarılmak, öpüşmek işkence gibi. Sabah erken kalkmak zorundayım yalanıyla hızlıca kalkıp kendimi duşa atıyorum. Bana havlu getiriyor. Acaba başka kim kullandı? Ne önemi var? Ondan istediğimi aldıktan sonra her şey tamamlandı. Buradan çıktığımda, ondan geriye bir şey kalmasın diye hızlıca duşumu alıyorum, giyiniyorum, zoraki bir sarılma... Beni izlerken, Zeus’un bakışları aklıma geliyor. Aynı hayal kırıklığı ifadesi. Muhteşem gecenin sonunda anlamsız bir tükeniş. Kendimi arabaya atıyorum. Müziği açıp sigaramı yakıyorum. Ne gerek vardı diyorum yine kendi kendime, sabah işe gideceğim yalanıyla gecenin köründe yollardayım. Dikiz aynasını kendime çeviriyorum. Gözlerim kan çanağı. Gözümün altında morluklar var, yorgun görünüyorum. Bir sevişmek için bu kadar uğraşmaya ne gerek var? Biliyorum ki sabah yine arzularım uyanacak. Yol boş, dikiz aynasına ara sıra bakıp kendimi seyrediyorum. Kırmızı ışıklar bu saatte de görevde. Durup aynada kendimi seyrediyorum. Halime bak. Hâlâ uçkurumun peşinde yollardayım. Üstelik, arzularım tükendiği için yaşadıklarım anlamsız geliyor. Müziğin ritmi yükselince, ben de gaz pedalına yükleniyorum. Hızın boşluğunda sürükleniyorum. Gözlerim, yoldaki beyaz çizgilere kilitleniyor. Virajı dönerken, arkayı görmek için dikiz aynasına bakıyorum. Bana çevrili olduğunu hatırlıyorum, arkayı görmek için düzeltirken BEN’i görüyorum. Yine karşımda. Gözleri çakmak çakmak, morluklar yok. Yine dingin, yine kararlı. Yola bakıyorum, tekrar dikiz aynasına bakıyorum, hâlâ orada. Sağa sinyal verip sağa geçiyorum. Torpidoya eğilip aret vartanyan 33 kâğıt kalem çıkartıyorum. Birazdan konuşmaya başlayacak, biliyorum. ‘‘Bundan yıllarca önce günlüğüne karaladığın cümleleri sana okumak istiyorum: ‘Sadece seni sevmedim ki... Ben senin bana sarılışını sevdim; ben senin gözlerimin içine dolu dolu bakışını sevdim; ben seni olduğun gibi sevdim. Sadece seni sevmedim ki... Bir köpeğin başını okşayışını sevdim; çıplak ayaklarını ayaklarıma değdirmeni sevdim; ıslak saçlarını aynanın karşısında dakikalarca kurutmanı sevdim... Ben, sadece seni sevmedim ki... Ateşin başında çorbayı karıştırmanı sevdim; en beceriksiz halinle sevdiğim tatlıyı yapmanı sevdim; avuçlarımda parmaklarınla dolaşmanı sevdim. Sana alışmayı sevdim; her an gidebilecek olmanın korkusunu bile sevdim. Ben seni sevmeyi öyle bir sevdim ki... Ben seni üç beş şeyinle değil her şeyinle, dikenlerinle sevdim. Beni çok sevdiler de ne olduğumu anlamakta tereddüt ettiler. Sevmek isteyecekleri yanlarımı kabul ettiler de, beni ben yapan değerleri sevmediler. İçimdeki çocuğu görmezden geldiler. Çelişkilerimi hiç kabul etmediler. Hatalarımı hiç hoş görmediler. Beni ben gibi değil, olmamı istediklerini olduğum zaman sevdiler. Bu gece o gecelerden biri... Bu gece yanımda kal. Bana eşlik et. Duvara tosladığım, yüzüme yalnızlığı tokat gibi yediğim gecelerden biri benim için bu gece. Hayatın harala gürelesinde, gündüz gözünün izlediği seyirde karanlıkla gelen varoluşunun tek hamlesi... Suskunluğun, içindeki fırtınalardan gelir ya bazen. Ne yaparsan yap bir türlü dikiş tutmaz ya... En yürekten notaların kâğıda döküldüğü, en iz bırakan dizelerin sıralandığı gecelerden biri... Sen ve yine sen... Kendi sesin kendi parçalarına bölünür, kulağında bir uğultuya dönüşür. Yanımda kal bu gece. Hiç değilse sabah ezanı okunana dek kal benimle. 34 bin yüz bir insan Benim tükenişime ortak olmak zorunda değilsin hiçbir şeye zorunlu olmadığın gibi. Sevgini vermek zorunda olmadığın gibi... Beni dinlediğini bilmek, hiç dinlemeyecek olsan bile, şimdi ihtiyacım olan. Yorumlama, konuşma, sadece dinle... Çocuk olmaktan vazgeçtiğim anlar böyle anlardı... Aşklarımı bırakıp gittiğim anlar da... En karanlık zaman ise alacakaranlık, işte bunun gibi gecelerdi. Bu gecelerde Pir Sultan Abdal, Ömer Hayyam, Halil Cibran ve daha nicesi bıraktı en iç kazıyan izlerini... Yüreklerinin kabarışı döküldü kâğıtlara, notalara... Duvarlarında halı asılı saz çalınan odalar; mapushane parmaklıkları, salaş çilingir sofraları eşlik etti bu gecelere... Bu geceleri sayısız kez yaşamış olanlar bir araya gelse, dünya ne olurdu? Dedim ya, beni çok sevdiler de ne olduğumu anlamakta tereddüt ettiler. Sevmek isteyecekleri yanlarımı kabul ettiler de, beni ben yapan değerlerde tereddüt ettiler. İçimdeki çocuğu görmezden geldiler. Çelişkilerimi hiç kabul etmediler. Hatalarımı hiç hoş görmediler. Beni ben gibi değil, olmamı istedikleri olduğum zaman sevdiler. Hasretlerimi yok saydılar, korkularımı komik buldular; ne de olsa bunlar onların korkusu değildi benim korkularımdı. Bana acı verenler benimdi, bana mutluluk verenler de. Onların olmayan doğrularım hep yanlış olandı. Bense, soluduğum havada diğerlerinin acılarını da, korkularını da, umutlarını da içime çektim, sen gibi. Kolayı seçen nicelerinin yolundan gidebilirdik, yapmadık. Bu geceleri hiç yaşamayabilirdik. Kafamızı duvara yaslayıp ağlamadan ya da durup durup uzaklara dalıp yüreklerimizi acıtmadan. Yapamadık. İyi ki de yapmadık. Çok şey istemedim ki... Sen gibi... Küçük mutluluklar bütün aret vartanyan ihtiraslarımın gerisinde saklı kaldı. Otlu peynirin kokusu, soğukta bir bardak çayın sıcaklığı, bir dost elinin omzuma uzanışı, bir yorgan, bir döşek… Hayallerini bile değiştirmediler mi? Küçük hayallerinden dolayı seni beceriksiz, başarısız, hayalperest görmediler mi? Hevesin kaç kere kursağında kaldı? En büyük heyecanların kaç kez hayal kırıklıklarına dönüştü? Belki pes ettin, belki etmedin. Ben etmedim. Etmedim de iyi mi ettim? Sen söyle... En çok koyan da en sevdiğinden, karından, çocuğundan, dostundan tokat yediğin anlar. Diyorsun ki sen de bunu yapıyorsan ben ne halt edeceğim? Sen de beni yere seriyorsan ben niye çabalıyorum? Nereye koşuyorum? Sen de beni anlamıyorsan beni kim anlayacak? Sen de bana bunu yapıyorsan daha ne? Sen de kocaman bir boşluksan ötesi yok ki... Kilitliyorsun odanın, arabanın kapısını, kavuşturuyorsun kollarını, yalnızlığına ağlıyorsun. Anlıyorsun ki, yalnızsın. Anlıyorsun ki, sana tek kalan sensin. Süpürge olmuş saçlarını toplayıp dizlerinin üzerinde kalıyorsun. İşte bu anlarda ruhundaki çizikler fay hattına dönüyor. Derin derin yırtılıyorsun. Oluk oluk akıyorsun, başkalaşıyorsun. Yaralar kabuk bağlayıp döküldükçe nasırlaşıyorsun. Duygularından soyutlanıyorsun. En çok bu anlar koyuyor işte. Şu anda beni ölüm mü korkutacak. Hadi canım sen de... Ölüm sadece bu ana anlam katacak. Çok mu önemli yarın masam boş kalmış. Benim umurum bile değil... Ölsem, yeni bir iş ilanı hazırlayacaklar. Belki bir hafta anılarda kalacağım. Biri dolduracak nasıl olsa o üç kuruşluk masayı. Bazen diyorum ki; yaptığım, yapmaya çabaladığım hiçbir şeyin anlamı yok. Sonra bakıyorum sen geliyorsun. O zaman bir anlamı oluyor. Bir tek sen bile olsan var. Bedenlerde gezmeye başlıyorum. Taksici oluyorum, polis oluyorum, asker 35 36 bin yüz bir insan oluyorum, fahişe oluyorum, bürokrat oluyorum, köşe başındaki tinerci çocuk oluyorum... Her birinin ruhlarındaki yırtıklardan dışarı bakıyorum. Bir gün, yeniden sokakta karşılaşırsak bu satırları hatırla; gördüğüne aldanma. Emin ol etrafında gördüğün herkes bu gecelerden geçmiş... Bu geceler her birini ayrı ayrı yaralamış, ayrı ayrı şekil vermiş. Bu gecelerin eserleri ayrı ayrı doğmuş. Kimisi dışarı kusmuş, kimisi içinde biriktirmiş, kimisi... Bazen kaybetmek için çok erken, sevgiyi vermek için de bir o kadar geç. Bazen bir isim kalır elinde, bazen bir kurutulmuş gül, bir şiir, bir yıpranmış fotoğraf... Yürekten kan giderken sen de gidiyorsun... Her şey gidiyor, her şey... Ağaçtaki yaprak gidiyor, takvimdeki yapraklar gidiyor, ömür gidiyor, yürekteki sevda gidiyor, sen gidiyorsun... Hadi git... Kaldın bu kadar git artık. Bırak beni benimle...’’’ Evet, bunları ben yazmıştım. İlk kez âşık olduğum kadından ayrıldığım gece, daha doğrusu onun beni terk ettiği ilk gece yazmıştım bu satırları. O kadar eskiydi ki benim için. Öyle bir bastırmışım ki, unutmuşum bile. ‘‘Bunları sen yazdın. Hatırlıyorsun değil mi? Sonra ne oldu. Bir daha bunları hissetmedin. Aşkı yüklüğe kaldırdın. En derine ittin. Yok saydın. Oysa sen derine ittikçe daha da öne çıktı. Bu gece Nalan ile yaşadığın gibi onlarca, neredeyse yüzlerce gece yaşadın. Sakın o ilk aşkına kızgınlığının nedeni olmasın bu? Yaşadığın ayrılıkla, aşkı da sevgiyi de, yaralanmış yüreğinin gözünden görüp kodlarını değiştirdin. Aşk saçmalıktı, kadınlara güvenilmezdi. Milyonlarca insanın yaptığını yaptın. Aşka, karşı cinse, ilişkilere, ilk aşkının yarattığı tahribatı silemeyen gözlerinden baktın ve yorumladın. Oysa hep o ilk aşkını aradın. Hâlâ da arıyorsun. Şu anda işinden, hedeflerinden önce geliyor bu. Bunu görmediğin için buradan başlıyorum. aret vartanyan Sevgi, aşk, seks aslında hep önceliğimiz. Ama bunu eziyoruz, yerini başka şeylerle doldurmaya çalışıyoruz. Asıl sorun çözülmedikçe de, sorunun nedenleri olarak başka şeyleri gösteriyoruz. Oysa, aşk hayatını, ilişkilerini çözemeden, gerçek yaklaşımını bilemeden, göremeden, yaşamındaki her şeyin altına saati bomba yerleştiriyorsun. Bak şimdi sana bir şey daha okuyacağım. Ayrıldığınızın ikinci haftası yazmışsın. Hatta o gün en yakın arkadaşınla onu sinemadan el ele çıktığını gördüğün akşam.’’ Gerçekten de kâbus bir akşamdı. Şimdi hatırlayınca yeniden yaşıyor gibi oldum. Denemediğim şey kalmamıştı. Cebimdeki üç beş kuruş harçlığımla amfideki yerine çiçek alıp bırakıyordum, arkadaşlarıyla mesajlar yolluyordum. Şiirler yazıp çiçeklerin içine yerleştiriyordum. Az da olsa bir umudum vardı. Kilitlenmiştim. Öyle zamanlarda kimse sana teselli veremez. Zihnin kapanır. Olay bir takıntıya dönüşür. Yaşamında, kilitlendiğin şeyin dışındaki her şey anlamını yitirir. Ailen, okulun, işin... Sağlıksız bir durumda, farkında olduğun çaresizliğinden çıkamazsın. Neden ararsın. Suçlu ararsın. Tam böyle bir dönemin ortasında, arkadaşlarından sinemada olduğunu öğrenip belki bir ortam oluşur diye ben de aynı sinemada başka bir filme bilet alıp gitmiştim. Arada yakalar mıyım diye dolandığımda görememiştim. Seyrettiğim filmden bir kare bile hatırlamıyorum. Aklımda, karşılaşma anında takınacağım rol vardı. Söyleyeceğim kelimeler. Sinemadan çıkarken kalabalıkta gözlerim onu arıyordu. Arkadan saçlarını gördüm. Oydu. Kalabalığı yararak onun beni göreceği bir yere geçmeye çalışırken yakınında, üniversitenin ilk gününde tanıştığım ve iyi bir arkadaşlık kurduğumuza inandığım Burak vardı. Onu görmek beni umutlandırmıştı. Belki de benimle ilgili bir şeyler konuşmak için buluş- 37 38 bin yüz bir insan muşlardı, Burak ben ondan istemeden arabuluculuk yapmaya çalışıyordu. Kalabalığı yarıp enselerine yaklaştığımda sadece yan yana yürümediklerini gördüm. El ele tutuşmuşlardı. Acı, nefret, öfke, aşk hepsi aynı anda damarlarımda dolaşmaya başlamıştı. Adımlarım yavaşladı. Kalabalığın yeniden aramıza girmesine izin verdim. Önce bedenler, sonra birbirlerine bakıp gülüşen başları kayboldu. Eve yürüyerek dönmüş, kendimi öğrenci evimdeki odama kapatmıştım. Odamdan çıkmamış, okula gitmemiş, birkaç gün kendimi odaya hapsetmiştim. ‘‘O gece içinde bir şeyler kırılırken, yeni kalıpların oluştu. Bu, bu yaşına gelene kadar yaşadığın travmalardan sadece bir tanesiydi. Seni kendini geriye itmeye, rollerine sarılmaya yönlendiren, ama en yaralayıcılarından bir tanesiydi. O gece odana kapandığında yazmaya devam ettin. Dinle... ‘Seni sevmem için sana dokunmam gerekmiyor... El ele yollarda dolaşmam, insanların gözleri önünde öpüşmem gerekmiyor... Hatta öpüşmem de gerekmiyor. Gözlerinle konuşmak, gözlerimle konuşman yetiyor. Sevgini hissetmem için göstermen gerekmiyor... Kalbinin atışını görmem için ten tene olmamıza da gerek yok. Havada yayılıyor hissettirdiklerin, bedenime doluyor. Ayrılık yormuyor, aşkın kendisini anlatıyor. Kuru kıskançlıklarımız, kavgalarımız da yok, saf bir sevgi sarıyor sen ve bende beni... Kokun burnuma dolduğunda tüm ruhun içime doluyor. Parfümün değil, parfümünle taşınan senin kokun... Sözleşmelerimiz yok. Ne aldattığını ne de aldattığımı düşünüyoruz. Ne sen benimsin ne de sen benim. Ama göz- aret vartanyan lerimiz doluyor sebepsiz; bir fincan kahveyi yudumlarken. Özlem bize eşlik ediyor. Birbirimize ait olmamanın hafifliğinde, aşkın ağırlığı eziyor yüreklerimizi... Seni seviyorum demedik birbirimize... Duymaya hiç ihtiyaç duymadık ki... Sen benim aşk tarifim oldun giderken bile... Ben seni aradım vuslatın olmadığı her dokunuşta, bedende, adı aşk konmuş tüm kayboluşlarda. Sen kabını bulamayan sevdam oldun. Ruhumun kabı olmuş bedenimin ötesinde, özümü yaratan yaratanın siluetinde. Gözlerim uzaklara dalıp gittiğinde, yalnızlığım her defasında tokat gibi yüzüme indiğinde gökyüzüne bakıp sende olan sensizliği tattım her hücremde, soluğumda, seninle hızlanan kalbimin atışlarında... Sen, sensizliğin ta kendisiydin. Burada sen dediğimi, eli kolu bacağı olan beden sanacaklar... Burada sen dediğim, boşlukta bir bulut, duman olan tanımsız aşk... Suni kıskançlıkların altında ezilen aşk parodilerinin sahnesinde, prangalarla süslenmiş boğulmakta olan sevdalıların dünyasında kim anlayacak beni? Ben aşka âşık oldum. Ben sana âşık oldum. Aşkın en saf haline, aşkın kendisine... Ey aşk! Senin altın tabaklara, makyajlanmış bedenlere, dekorlara ihtiyacın yok. Hepimizin üzerinde, içinde olduğumuz hava gibi özgürce dolaşırken, seni kaba doldurmaya çalıştıkça kaçıranlara inat yaşamaya çalışıyorum seni... Ey aşk... Hava gibi, su gibi, ekmek gibi avucumda, yanı başımda... Bebelere hayat veren, sebepsiz gülücükleri insanların yüzüne 39 40 bin yüz bir insan getiren sen, ne kadar çok anlatılmaya çalışıldın. Kitaplara sığmadı, ansiklopediler yazıldı üzerine... Sözlüklerin bile var. Sen boşlukta süzülürken tüm asaletinle, seni cümlelere taşımaya çalıştı nice şairler, yazarlar, besteciler... Sen, onlara siz ne yapıyorsunuz, dercesine gülümsedin. Sen en saf, en yalın halinle ortalıkta dolaşırken, sana yüzlerce sıfat, tarif oturttular. Sıyrıldın, içlerinden geçtin gittin. Seni, dağların tepesinde, yüreklerinin en derinlerinde aramak zorunda kalanlar tüm bedenlerini sarmana rağmen göremediler seni... Sen sandıkları yansımalarını tutmak için imzalar attılar. Kurallar silsilesi yarattılar On Emir’den güçlü... Başkasına bakmayacaksın, istediğimde yanımda olacaksın, beni mutlu edeceksin, sevdiğini göstereceksin... Karşılığında ben de seni seviyor olacağım. Sana âşık olacağım... Senin sonsuzluğunda, senin özünde, anlamsızlığın boşluğunu yarattılar. Odam soğuk... Sarıldığım yorganım soğuğu kesmiyor. Elimde sigaram, gözümün önünde dumanı... Odamın duvarları üzerime üzerime geliyor. Sırtım duvarın soğukluğu kadar, senin sıcaklığını da hissediyor. Sen her yerdesin biliyorum. Soluduğum havada, içtiğim suda, ensesini kaşıdığım sokak köpeğinin gözlerinde... Sen, Ben’sin... Sen, evrenin kendisisin... Ey aşk, sen varoluşun ta kendisisin...’ Aslında burada benim de yardımımla doğru bir yolu seçiyordun. Aşka inanacaktın, aşkı yansıttığına değil. Ama olmadı, bunu da unuttun. Bu gece, Nalan’ın yatağından tükenerek çıkmanın sana bir şey vermediğini gör artık. Sadece kendini kandırıyorsun. Sen bu değilsin. İçinde bu da yaşıyor ama tek başına değil. Zamanı geldiğinde konuşacağız ne demek istediğimi. Sadece bil ki sen, sadece oynuyorsun. Aptal bir oyun oynuyorsun. Avunmak için, saklanmak için, kendini haklı gös- aret vartanyan termek için. Sıradan insan karşılaştığı her zorlukta, her sorunda, yüzleşmek zorunda kaldığında bahanelere, başkalarına, kendi dışındaki etkenlere sığınır. Sen de öyle yapıyorsun. Kendi yarattığın gerçekliklerinle, gerçeğin üzerini örtüyorsun.’’ Arabanın okuma lambasında, buruşuk kâğıtlara yazdım her bir harfini. Aynaya baktığımda, kan çanağı gözler, gözaltı morlukları... Gitmemeliydi. Daha fazla karşımda olmalı, daha fazla konuşmalı. Eve vardığımda Zeus’u uyandırmış oldum. Yemeğini, suyunu zorla koydum. Böyle anlarda Zeus’a bakmak tam bir külfete dönüşüyordu. Ancak ensesini okşadığımda her şeyi unutuyordum. Soyunmadan yatağa attım kendimi. Yatmadan önceki ritüellerimin hiçbirine yer yoktu böyle gecelerde. 41 3 Alarmın sesi kulağımın dibinde susmuyor. Elimi uzatmaya üşeniyorum. Ertelemek yerine sona erdiriyorum. Bu sabah bir daha çalamayacak. Bugün işe gidesim yok. Son iki gün zaten çok yoğun geçti. Tamamlamam gerekenleri de tamamladım. Acil bir iş de yok. Rıfat’a SMS’le gidemeyeceğimi bildirip yeniden uykuma dönebilirim. Şekerlemenin ötesine geçemedim. Zeus da gitmeyeceğimi mi anladı ne, ayaklarımı yalıyor. Boxer ve tişörtümle bütün gün evde olacağım. O zaman kalkıp kahvaltı hazırlayalım. Zeytinyağı, kekik, beyazpeynir ve omlet. Muhteşem oldu. Tepsiye alıp ayaklarımı uzatarak bir güzel kahvaltı ettim. Bugün benim günüm. O zaman cep telefonumu neden kapatmıyorum ki? Telefon açık olduğu sürece yalnız değilim ve bugün de benim günüm olamaz. Telefonu kapattım, uzun zamandan sonra Zeus ile oyun oynuyoruz. Bahçede birbirimizi kovalıyoruz. O da hem mutlu hem şaşkın. Günün geri kalanında ne yapacağımı düşünürken, aynada hatırlayıp yazdıklarım aklıma geldi. Aslında o dönemden bir şey daha vardı. Bir mektup. Burak’ın yanında gördükten sonra Aslı ile ilk iletişim kurduğum mektup. Amfideki sırasına koyduktan sonra bir daha hiç iletişim kurmamıştım. Onunlason iletişimim o mektup olmuştu. Ve o mektup, çekmecelerekaldırdığım eski objelerin, notların, sertifikaların, diplomala-rın arasında duruyordu.Odama gidip mektubu buldum. Ne kadar kötü bir el yazısıyla yazılmış. Kahveyi yanıma alıp koltuğuma kuruldum.Ayaklarımı uzattım. Mektubu okumaya bir türlü başlamıyordum. Sonunda her şeyin hazır olduğuna emin olup mektubu okumaya başladım: BİN YÜZ BİR İNSAN TÜM D&R MAĞAZALARINDA ve http://www.dr.com.tr/0000000341999/Eser/Kitap/Egitim-‐Basvuru/Kisisel-‐ Gelisim/Bin%20Yüz%20Bir%20İnsan