Yaz 2010 3 Orhon Vadisi Anıtları Beytepe`de Mardin`deki Köy
Transkript
Yaz 2010 3 Orhon Vadisi Anıtları Beytepe`de Mardin`deki Köy
HÜDİL Orhon Vadisi Anıtları Beytepe’de Sayfa: 2 6. Türkçe Konuşma Yarışması Sayfa: 8 Hanımın Çiftliği’nden Misafirimiz var Uğur Gürsu Hanımefendi ile Bir Söyleşi Sayfa: 5 On İki Hayvanlı Türk Takvimi Sayfa: 14 Mardin’deki Köy Okullarına Yardım Sayfa: 26 Yaz 2010 3 HÜDİL Merhaba, Her sayı ile biraz daha olgunlaşan HÜDİL dergisi gibi, her etkinlik ile daha da güçlenen bir Dil Öğretim Merkezi olma yolunda hızla ilerliyoruz. Dergimiz 3. sayısı ile sizlere ulaşmışken Merkezimiz de artık 1 yaşında. Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Adına Prof. Dr. Ülkü ÇELİK ŞAVK Yayın Kurulu Dr. Elif AYAN Asuman BAYRAM Dr. Hiclâl DEMİR Faik Utkan DENİZER Hafize ŞAHİN Canan ÖKTEMGİL TURGUT Dergi ve Kapak Tasarımı Emre ALKAÇ www.emrealkac.com HÜDİL üç ayda bir yayımlanan yerel süreli dergidir. Basım Evi ÖNCÜ BASIMEVİ Kazım Karabekir Cad. 85/2 İskitler / ANKARA Tel. 0312 384 31 20 Basım Tarihi 31.08.2010 Yazışma Adresi Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) 06800 Beytepe/ANKARA Genel Ağ Sayfası www.hudil.hacettepe.edu.tr E-Posta [email protected] Bu 1 yaşa nelerin sığdığının dökümünü yapacak değilim. Bunu zaten genel ağ sayfamızdan herkesle paylaşıyoruz. Ancak bütün HÜDİL elemanları olarak daha neler yapabiliriz ve neler yapmalıyız çabasında olduğumuzun bilinmesini isterim. Çok yönlü çalışmalarımızı içe değil dışa dönük, kapalı değil açık; teknolojinin desteğinden sonuna kadar yararlanarak kolay erişilebilir; yüzeysel bilgi aktarımından çok sorgulamaya ve kazanımlı olmaya önem vererek sürdüreceğiz. Kısa bir süre sonra genel ağ sayfamızda hizmetinize sunacağımız yeni uygulamamız ile de size yararlı olmak için neler tasarladığımızı daha net göreceksiniz. Dergimize ve www.hudil.hacettepe.edu.tr sayfamıza gösterdiğiniz ilgiden dolayı teşekkür eder, her türlü eleştiri ve önerilerinizi bekleriz. Saygılarımla, Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk İçindekiler Orhon Vadisi Anıtları 2 Orhan Kemal 5 Uğur Gürsu Hanımefendi ile bir Söyleşi 6. Türkçe Konuşma Yarışması Dil-Kültür İlişkisi 8 DİL Oktay Rifat Kedili Şiiri Hakkında Birkaç Söz Yahya Kemal Bugünkü Türkçe On İki Hayvanlı Türk Takvimi HÜDİL’de Hizmet İçi Eğitim Seminerleri Deyimler Onkoloji Hastanesi Projesi Türk Kültüründe Renkler 10 12 13 14 17 18 20 24 25 26 28 29 Dergide kullanılan görsellerin bir kısmı genel erişime açık web sitelerinden alınmıştır, yaratıcılarına teşekkür ederiz. Diğer görsel ve içeriklerin izinsiz kullanımı yasaktır. Önerdiklerimiz Etkinliklerimiz Albay Kuş Öğrencilerimizden 1 ORHON VADİSİ ANITLARI BEYTEPE’DE “Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin. İlk Türk tarihi. Taşlar üzerine yazılmış tarih.” Muharrem Ergin Dr. Hiclâl DEMİR [email protected] katılımıyla yeniden yorumlandığı “Taş Heykel Çalıştayı” idi. Şavk, her iki bölümü de çok önemli olan bu Sempozyumun gerçekleşmesine katkı sağlayan kişi acettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları ve kurumlara teşekkür ederek konuşmasını tamamladı. Enstitüsü, Türk Dil Kurumu ve Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı TÜRKSOY iş birliği ile düzenlenen T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, T.C. Başbakanlık Tanıtma Fonu, Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA), Elginkan Vakfı ile Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü tarafından desteklenen III. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumunun açılış töreni 26 Mayıs 2010 Çarşamba günü Mehmet Akif Ersoy Salonunda yapıldı. H Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlayan törenin açış konuşmaları Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü Başkanı Doç. Dr. Turhan Çetin, Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, TÜRKSOY Genel Sekreteri Düsen Kaseinov adına TÜRKSOY Başkurdistan Temsilcisi Ahad Salihov, TİKA Başkanı Musa Kulaklıkaya ve Hacettepe Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr. Hasan Kazdağlı tarafından yapıldı. Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, III. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumunun iki önemli etkinliği kapsadığını; bunlardan ilkinin, yurt dışından 50, yurt içinden 67 bilim insanının katılımıyla 26-29 Mayıs 2010 tarihleri arasında yapılacak olan ve 26 oturumda 114 bildirinin sunulacağı bilimsel toplantı olduğunu belirtti. Sempozyumun diğer etkinliği ise Orhon Vadisi anıt, heykel ve balballarının Türk Cumhuriyetlerinden 7, Türkiye’den 3 heykeltıraşın 2 Konusu ve malzemesi ne olursa olsun üniversite ortamında gerçekleştirilen çağdaş sanat etkinliklerinin çok anlamlı olduğunu belirten Doç. Dr. Turhan Çetin, üniversitelerin görevlerinden birinin de kültürel ve sanatsal anlamda model oluşturarak çağdaş insanın ve toplumun oluşumuna öncülük etmek olduğunu vurguladı. Ayrıca bu tür çalışmaların, toplum yaşamında sanatın gerekliliği konusunda bilinç oluşturması yönüyle de önemli olduğunu ifade etti. Farklı ülkelerden gelen sanatçıların ortak bir mekânda bilgi ve teknik alışverişi sağlayarak eser üretmelerinin bu tür etkinliklerin bir diğer özelliği olduğunu belirten Çetin, iki hafta gibi kısa bir sürede eserlerini tamamlayan ve bizlere armağan eden sanatçılara teşekkür etti. Sempozyumun adında geçen “Türklük Bilimi”nin temellerinin Batılılarca atıldığı yönündeki düşüncelere karşı çıkarak konuşmasına başlayan Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, Türklük Biliminin temelinin Türkçenin ilk sözlüğü, ilk dil bilgisi kitabı hatta ilk ansiklopedisi Kurumunun yaptığı çalışmalarla günümüzde Türklük Bilimi araştırmalarının merkezinin Türkiye olduğunu ifade etti. Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı Genel Sekreteri Düsen Kaseinov’un Sempozyumu düzenleyenlere teşekkürlerini bildirdiği ve katılımcılara başarı dileklerini ilettiği mesajı, TÜRKSOY Başkurdistan temsilcisi Ahad Salihov tarafından okundu. TİKA Başkanı Musa Kulaklıkaya, Türklerin tarihleri boyunca pek çok medeniyetle karşılaştıklarını, ancak özgünlüklerini hiçbir zaman yitirmediklerini belirterek konuşmasına başladı. Dünün tecrübelerinin, bugünün şekillendirilmesi ve geleceğin inşasında kullanıldığında insanlığı aydınlatan bir ışık olacağını söyleyen Kulaklıkaya, 1992’de kurulan TİKA’nın kuruluş amaçlarının başında, Türk dilinin ve kültürünün yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılmasının yer aldığını vurguladı. Bu bilinçle, 1993 yılında Moğolistan ve çevresindeki Türklere ait eserlerin incelenip canlandırılmasına yönelik bir proje geliştirildiğini, 1996-2004 yılları arasında yapılan arkeolojik çalışmalar neticesinde Türk tarihine ışık tutacak önemli bilgi ve belgelere ulaşıldığını ifade etti. olan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut tarafından atıldığını ancak daha sonra bu konuda TİKA’nın gerek dil gerekse ortak kültürel çalışmalar yapılmadığı için Türklük Biliminin Avrupa’da değerlerlerimizin yaşatılması konusunda projeler gelişen bir bilim hâlini aldığını ifade etti. üretmekte olduğunu belirten Kulaklıkaya, bunların başında Türk dilinin akademik anlamda öğretilmesi Orhon Yazıtları’nın keşfi, okunması ve Dîvânu Lugâti’t- amacıyla geliştirilen ve 2000 yılından beri 25 ülkede Türk’ün bulunuşu ile Türklük Biliminin altın çağını 35 üniversite ile iş birliği içinde yürütülen “Türkoloji yaşamaya başladığını söyleyen Akalın, Projesi”nin geldiğini, her yıl 5000 civarında öğrencinin Türk dilinin bilimsel yöntemlerle düzenli ve sürekli bir biçimde araştırılmasının ancak Cumhuriyet Döneminde mümkün olduğunu belirtti. Akalın, 7 Mart 1933’te Türk Dil Kurumunu ziyaret eden Atatürk’ün yapılmasını istediği çalışmalar arasında, Orhon Kitabeleri’nin Ragıp Hulusi Bey tarafından tespit edilen kelimeleri ve bunların manalarının alfabetik sıraya konarak kendisine verilmesi olduğunu da hatırlattı. bu projeden yararlandığını söyledi. Musa Kulaklıkaya, ortak kültürel değerlerimiz olan Atatürk’ün öncülüğünde 1935’te kurulan tarihî eserlerin restorasyonu ile de ilgilendiklerini, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin, Orta Asya, Balkanlar ve Ortadoğu’da devam eden 15 Türklük Bilimi araştırmalarına yeni restorasyon çalışmaları bulunduğunu belirtti. bir boyut kazandırdığını belirten 3 Akalın, atılan bu adımlar ve Türk Dil Bir diğer projelerinin de Osmanlı arşivleri ile ilgili olduğunu açıklayan Musa Kulaklıkaya, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ile iş birliği içinde, sadece ülkemizde değil Suriye başta olmak üzere Ortadoğu ve Balkanlar’da bulunan belgelerin dijital ortama aktarılması ve sağlıklı bir şekilde muhafazasını amaçladıklarını ifade etti. Prof. Dr. Hasan Kazdağlı, bu Sempozyumun 13 yüzyıl önce yazılan ve bulunuşundan günümüze kadar 120 yıl geçen Orhon Yazıtları’nın yeterince anlaşılması, anlatılması, tanıtılması, 21. yüzyılda Türklük Biliminin durumu, küreselleşen dünya sistemi ve Avrupa Birliğine uyum çalışmalarında Türklük Bilimine düşen görevler gibi konuların tartışılması amacıyla düzenlendiğini söyledi. Çok değerli bilim insanlarının bildirileriyle sözü edilen konuların tek tek işleneceğini belirten Kazdağlı, bu tür bilimsel yaklaşımların geçmişimizi daha iyi anlayıp geleceğimizi yorumlamada yol gösterici olduğunu vurguladı. Açış konuşmalarının ardından, Sempozyum kapsamında gerçekleştirilen “Orhon Vadisi Anıtlarını Yeniden Yorumlamak Taş Heykel Çalıştayı”nda eser üreten heykeltıraşlara onurlukları takdim edildi. Daha sonra, heykellerin hazırlık sürecinin anlatıldığı TRT tarafından hazırlanan ve yönetmenliğini Hasan Ali Demircan’ın yaptığı belgesel film gösterildi. Belgeselin ardından, Türk dünyasının çeşitli ülkelerinden gelen heykeltıraşların çağdaş yorumlarıyla oluşturulan heykellerin açılışı, Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Atölyesinde düzenlenen bir kokteylle yapıldı. Azerbaycan, Başkurdistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Tataristan, Tıva ve Türkiye’den 10 heykeltıraşın katılımıyla gerçekleştirilen Çalıştay sonucu oluşturulan eserler, Hacettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesinde kalıcı olarak sergilenecek. “ORHON VADİSİ ANITLARINI YENİDEN YORUMLAMAK TAŞ HEYKEL ÇALIŞTAYI”NA KATILAN HEYKELTIRAŞLAR Aleksandr Baranmaa - Tıva Dair Tulekov - Kazakistan Ercan Sağlam - Türkiye Mahmud Rustamov - Azerbaycan Ruslan Nigmatullin - Başkurdistan Sadabek Ajıev - Kırgızistan Sultan Grigore - Moldova Tagir Subkhankulov - Tataristan Tanzer Arığ -Türkiye Turhan Çetin - Türkiye 4 Ayşe Nur Karlıkaya - İfakat Şahin Orhan Kemal in Kız Kardeşi Fransız Dili Öğretmenliği 1. Sınıf Öğrencileri ’ Uğur Gürsu Hanımefendi ile Bir Söyleşi “Gerçek olan öğrenmektir. Nereden nasıl öğrenirsen öğren. Nereden nasıl öğrendiğin, diploman hatta neler bildiğin de önemli değil, ne yaptığın önemlidir.” O kadar sıcak ve güzel bir sohbetti ki keşke bunu yazıya dökmeye kelimeler yetse… Sanki kendi aile büyüklerimizden birinden, yıllardır tanıdığımız bir insandan dinledik Orhan Kemal’i. Öyle tatlı bir hanımefendi ki sohbet hiç bitmesin istedik. Bize gösterdiği ilgiden dolayı Uğur Hanım’a teşekkür ederim. Bu güzel sohbetten biz çok faydalandık, mümkün olduğunca da paylaşmak istedik: ― Öncelikle Orhan Kemal’i bize biraz anlatır mısınız? Böyle muhteşem eserleri yazan birini nasıl bir anne-baba yetiştirmiştir? Bunu en iyi öğrenebileceğimiz kişi sizsiniz. Orhan Kemal nasıl bir aileden geliyor, nasıl yetişti bize biraz bahseder misiniz? Uğur Hanım: Babamız avukat, annemiz öğretmendi. Herkes Orhan Kemal’in yazarlıktan sonraki hayatından, evliliğinden sonraki sıkıntılarından bahseder, ama o gayet iyi şartlarda yaşamış, iyi bir aileden geliyor. Dedemiz Elazığlı, babaannemiz Rumelili. Babamız, zamanında milletvekilliği ve gazetecilik yapmış. Muhalif olduğu için suikaste uğrama korkusuyla Suriye’ye kaçmış. Yurtdışında da avukatlık yapmış. O sırada Adana’daki mallarına haciz gelmiş, derken babamın yakın arkadaşı Abdülhalik Renda yeniden babamı çağırmış ve babam Ağır Ceza Reisi olarak Bergama’ya tayin edilmiş. Tabiî ben küçüktüm, tam hatırlamıyorum. O sırada ağabeyim de (Orhan Kemal) askerdeydi. ― Biraz da bize evinin kapısını açan bu tatlı hanımefendiyi tanımak isteriz. Uğur Hanım deyince, Uğur Hanım ve Orhan Kemal deyince ne gelmeli aklımıza? Uğur Hanım: Meslek lisesini bitirdim. Türk Kadınlar Birliğinde, Çocuk Esirgeme Kurumunda çalıştım, cezaevinde mahkûm kadınlara gönüllü öğretmenlik yaptım, bir siyasî partide görev aldım. Resim yapıyorum, hatta ağabeyim cezaevindeyken yolladığım resimlerimi Nazım Hikmet çok beğenirmiş. Biliyorsunuz Nazım Hikmet de resim yapardı ve babamızın bir resmini çizmişti, resim şu an müzede. Ağabeyim ve bana gelince, ağabeyimle de yengemle de aramız çok iyiydi. İkisini de çok severdim. Birçok yazar, balolardan çıkmazken ağabeyim baloya pek gitmezdi. Hatta oradaki kadınların nasıl giyindiğini, şapkalarını, ayakkabılarını, kadeh tutuşlarını, konuşmalarını, yazarken bana sorardı. ― Günümüz yazarları arasında son zamanlarda, adından sıkça bahsedilen isimlerden biri de şüphesiz Orhan Kemal. Orhan Kemal Aramızdan ayrılalı 38 yıl olmuş ancak son 8 yıldır kitapları yurt içinde ve yurt dışında daha sık basılıyor. Oyunları oynanıyor; hatta günümüzün en çok izlenen dizilerinden birinin yazarı kendisi. Peki, aradan bunca zaman geçtikten sonra Orhan Kemal bugün yeniden nasıl keşfedildi? Değerli yazarımızı tanımaya geç kalınmışlığın sebebini çok merak ediyorum. Uğur Hanım: Ağabeyim öldüğünde oğlu Işık, çocuktu. Orhan Kemal’in yeniden değerlenmesinde Işık’ın payı büyük. Işık, ona ait şeyleri bulup çıkardı. Ağabeyimin aslında altı çocuğu var. Ama Işık ilgilendi babasının geride bıraktıklarıyla. Büyümesi, babasını tanıması, sonra halka yeniden hatırlatması uzun zaman aldı. ― Orhan Kemal’i bize çok iyi tanıtabilecek bir müze var Cihangir’de. En küçük oğlu Işık Öğütçü tarafından düzenlenip müze haline getirilen ve her geçen gün daha da büyüyen bir yer… Bize biraz bu müzenin açılması fikrinden, kimlerin destek olduğundan bahsedebilir misiniz? Uğur Hanım: Cihangir’deki apartman Işık’a ait. Burayı müze haline getirmek istedi ve iki katını müzeye ayırdı. Ağabeyimin battaniyesi, daktilosu, kıyafetleri, aile resimleri; Atatürk’ün babama hediye ettiği bir silah, madalyalar gibi birçok değerli eşya var. Bazılarını bizlerden, yakın akrabalarından topladı, biz de seve seve verdik. ― Orhan Kemal’in 1958’de verdiği bir röportajı okumuştum, kendisine “İstikbaliniz hakkında ne bilmek istersiniz?” diye sormuşlar. Cevabı, “Hiç olmazsa bir kitabımın geleceğe kalmasını isterim.” olmuş. Oysa şimdi birçok tiyatroda oyunları oynanıyor, Hanımın Çiftliği, Gurbet Kuşları gibi eserleri televizyonlarda dizi olarak yayımlanıyor. Bugünleri görebilse neler hissederdi acaba? Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Sizce yazarın istediği bu muydu, yoksa asıl istediği şey kitaplarının okunması mıydı? Uğur Hanım: Kitaplarının gelecek nesillere ulaşabilmesini, onlar tarafından okunmasını gerçekten çok isterdi. ― Yazarlar, eserlerini yazarken genellikle dış dünyayı unuturlar. Orhan Kemal’de de böyle bir durum söz konusu olur muydu? Ailesini çocuklarını unuttuğu zamanlara şahit oldunuz mu hiç? 5 Uğur Hanım: Yazarken sadece yazılarına odaklanırdı. Unkapanı’nda iki katlı evleri vardı. Merdivenlerden yukarı çıkılırdı. Yukarıda yazardı ve daktilo sesi kesilene kadar hiç kimse onu rahatsız etmezdi. Kendisi ara verdiğinde zaten aşağı gelirdi. Ben de bir şeyler yazarım ve o zamanlar sadece yazıma odaklanırım. ― Peki, romanlarındaki karakterler hakkında ne söylemek istersiniz? Örneğin Baba Evi’ndeki sert baba karakteri. Oradaki baba karakterinin Orhan Kemal’le bir bağlantısı var mı? Okuduğum kadarıyla çocuklarıyla arkadaş gibiymiş, kızıyla İstiklal’de kol kola gezen, oğullarıyla arkadaş gibi muhabbet eden bir babaymış; ama biz bunları yazılan çizilenlerin dışında sizden dinlemek isteriz. uğraşması gerekecekti. Yengem erkeklere yüz vermeyen, tıpkı Hanımın Çiftliği’ndeki Güllü gibi bir kızdı o zamanlar. Babası ve erkek kardeşiyle yaşıyordu yengem. Fakirlerdi. Evlendiklerinde yengem daha on altı yaşındaydı, ağabeyim de yirmi üç. Yengemin annesi de yoktu, bizim yanımıza taşındılar. Yengem annemden öğrendi her şeyi; yemek yapmayı, temizliği, giyinmeyi, birçok şeyi. Böyle olunca da annemden öğrendiklerini yaptı. Ağabeyim de annem gibi gördü yengemi. Annem, kendi kızlarından ayırmadı onu, sonuçta ilk geliniydi. Yengem çok iyi biriydi ama tahsili yoktu, fakat sonradan geliştirdi kendini. Ağabeyimi çok seviyordu ama ağabeyim çok çapkındı. Zaten aşkı yaşamayan insan yazamaz. Yani işin aslı, aşka çok inanıyor, hep âşık, hatta en iyi yazılarını âşık olduğu zaman yazmıştır. Uğur Hanım: Yazılarında hep çevresinden etkilenirdi. Çevresindeki insanların hayatlarını yazardı. Orada okuduğunuz o karakter, kendi babası. Sert bir babamız vardı. ― Evlendikten sonra maddi açıdan zorluk çektiğini okuduk ama evlenmeden önce nasıldı, gene maddi açıdan zorluk çekiyor muydu? Hikâyelerinin bu kadar gerçeğe yakın olmasını buna bağlayabilir miyiz? Uğur Hanım: Tabiî ki hayır. Fakir değildik, eğer televizyonlarda anlatıldığı gibi olsa her şey… Yirmi üç yaşında neyine güvenip evlenebilir? Adana’da durumu oldukça iyi bir ailemiz vardı. Bir televizyon programında hamallık yaptığından söz ettiler. Ayıp değil, fakat öyle bir şey yok. Ağabeyim asla hamallık yapmadı. Birçok yazarın sahip olamadığı şartlara sahipti, kendisi değerini bilemedi. Almanca öğrendi. Ama liseden sonra okumadı. Fabrikada çalışmaya başlayınca da evlendi. Yengem de çalışıyordu, fakat evlendikten sonra çocukları olduğu için işi bıraktı. Bundan sonra maddi sıkıntıları başladı. Ama birçok hesapsız iş yaptı. Mesela ticaret yapmak istedi bir doktorla, annem bu iş için tüm bileziklerini verdi. Ama olmadı. Biraz da kendisi sebep oldu para sıkıntısı çekmesine aslında. Çok cömertti. Kim param yok dese çıkarır cebinden para verirdi. Kalbi çok temizdi, belki de parasının hesabını bu yüzden yapamadı. ― Adana’da fabrikada çalışmasının, romanlarındaki işçi karakterlerini bu kadar iyi analiz etmesinde etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? ― Eşiyle arasında inanılmaz bir sevgi varmış. Ancak romanlarında aşkı pek konu edinmediğini görüyoruz; daha çok hayatın gerçeklerinden bahsediyor. Arka Sokak adlı kitabını en güzel aşk kitabı olarak gösterebiliriz, ancak sevgiyi ve aşkı bu kadar içten yaşayan biri nasıl olur da aşkı yazmaktan kaçar? Uğur Hanım: Ağabeyim fabrikada muhasebeciyken yengemi görmüş. Yengem Nuriye Hanım da fabrikada çalışan bir işçiydi. Ağabeyim ondan hoşlanmış. Yengem Boşnak’tı. O zamanlar çevremizde Boşnaklar Türklere kız vermezler, Türkler de onlardan kız almazlardı. Ağabeyimin 6 Uğur Hanım: Evet, söyleyebiliriz. Ağabeyim halk adamıydı. Sokakta top oynar, genç yazarlarla konuşurdu. Yazılarının çoğunu Balat’taki kahvelerde dinlediği olayları hikâyeleştirerek komşulardan esinlenerek yazardı. Yani birçok şeyi bu kadar iyi ve gerçekçi yazmasının sebebi, kendinin de bunları yaşamasıydı. ― Kime sorsak Orhan Kemal deyince Hanımın Çiftliği diyor. Bence en az onun kadar çarpıcı başka eserleri de var. Baba Evi, Ekmek Kavgası, Gurbet Kuşları bunlardan birkaçı. Sizin en beğendiğiniz kitabı hangisi? İçinde kendinizi bulduğunuz karakter ya da karakterler var mı? Uğur Hanım: Evet, Ağabeyimin çevresindeki kişileri gözlemleyerek yazdığı bir gerçek ve bu sebeple kendimi bulduğum karakterler oluyor. Ancak izlediğimiz dizide asla kendimi bulmuyorum. Ben oradaki Halide gibi biri asla değilim. Onun yaşadığı gibi bir aşk yaşamam her şeyden önce. Çünkü aşk kusursuz olmalı. Oradaki Güllü karakteri biraz yengeme benziyor. Biraz asi, erkeklere yüz vermeyen, fabrikada çalışan kendi halinde güzel bir kız. Ancak yengemin asla elinde sopayla kızını döven bir babası yoktu. Esinlenme var, fakat dizi kesinlikle bizimle örtüşmüyor. Uğur Hanım: Babası öldüğünde Işık çok küçüktü. Bu nedenle babasının ölümünü bile tam algılayamamıştı. Büyüdükçe babasını çok sahiplendi. Tam olarak vefa borcu diyemeyiz, o yaşta bir çocuğun babasına ne kadar vefa borcu olabilir ki? ― Işık Öğütçü’nün de Orhan Kemal’in Nazım Hikmet için söylediği söze benzer bir sözü var: “Yazar olabilirdim ancak önümde dağ gibi babam vardı.” Ailede yazan başka birileri var mı? Örneğin siz yazıyor musunuz? Uğur Hanım: Evet, ben de yazarım arada. Yazmayı seviyorum. Babam da yazardı. Onun da anıları, Orhan Kemal’in Babası Abdulkadir Kemali Bey’in Anıları adıyla yayımlandı. Ama ailede yazan fazla kimse yok. Ağabeyimin çocukları yazmıyor, Işık da yazmıyor. Şimdi ben de ailemle ilgili anılarımı yazıyorum. Bunları, bu konuyla ilgilenen torunum Kerem’e vereceğim. ― Sizce Orhan Kemal hakkında okuyucuların özellikle bilmesi gereken şeyler neler? Uğur Hanım: Ağabeyim çok temiz kalpli ve iyi niyetli bir insandı. Genç yazarlara her zaman destek olmuştur, bu bilinmesi gereken bir şey bence. Kitabını satınca etrafındaki genç yazarlara da yardım ederdi. Çok cömertti. Haksızlığa asla tahammül edemezdi. ― Peki, insanî yönleriyle Orhan Kemal gençlere sizce nasıl örnek olmuştur? ― Orhan Kemal’i öyküye yönlendiren hapishane yıllarında tanıdığı Nazım Hikmet olmuş. Şiir de yazarmış tabiî, ancak bir röportajında okumuştum. Orada şöyle diyor: “Önümde dağ gibi bir Nazım Hikmet vardı, şair olamazdım!” demiş. Sizce bu gerçek bir engel mi, yoksa içindeki öykücünün canlanması için bir ışık mı? Uğur Hanım: Ağabeyim şiir de çok yazdı, ama şiir yazarak hayatını kazanamazdı. Bir gün hapishanede Nazım Hikmet bir şiirini okumuş, daha sonra öyküsünü. Ve ağabeyimi öyküye yönlendirmiş. Öykü ya da roman yazmak için birçok konu bulabilir, birçok şeyden esinlenebilirdi. Bu açıdan bence öyküye yönelmesi gayet mantıklı oldu. Oğluna “Nazım” adını vermesinden de belli olduğu gibi ağabeyim, Nazım Hikmet’i çok severdi. Onun tavsiyesine uyup öyküye devam etmesi edebî yaşamı açısından çok önemli oldu. Uğur Hanım: Ağabeyimin etrafında yazar olmak isteyen pek çok genç vardı. Onlara her zaman destek olmuştur. Ayrıca romanlarında anlattığı gerçek insan karakterleriyle de gençlerin hayatı daha iyi tanımasını sağladığını düşünüyorum. ― Size bu sıcak sohbetinizden dolayı teşekkür ediyoruz, çok keyifli ve samimi bir söyleşi oldu. Uğur Hanım: Ben teşekkür ederim. ― Bugün, Orhan Kemal’i daha iyi tanımamızdaki en büyük pay, oğlu Işık Öğütçü’ye aittir, diyebiliriz. Işık Bey’i bu konuda harekete geçiren güdü, 1980’lerden 2000’lere kadar babasının unutulması mı, yoksa ona duyduğu vefa borcu mu? Bildiğimiz kadarıyla, babasını 13 yaşında kaybetmiş, 15 yaşına geldiğinde babasının kırk iki eserinin tamamını okumuş; ancak son on yıl içinde anladığını fark etmiş. Bu zaman, ihtiyaç duyulan bir süre miydi sizce? 7 Dr. Hiclâl DEMİR [email protected] TÜRKÇEYE SAHİP ÇIKANLARA SAYGI Karamanoglu Mehmet Bey’i Anma Günü ve 6. Türkçe Konusma Yarısması Karamanoglu Mehmet Bey’i Anma Günü ve 6. Türkçe Konusma Yarısması Karamanoğlu Mehmet Bey’i Anma Günü ve 6. yayımlanan fermanın başka hiçbir dile nasip olmadığını Türkçe Konuşma Yarışması, 13 Mayıs 2010 Perşembe günü Üniversitemiz Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ve HÜDİL işbirliği ile Türk Dil Kurumu, TİKA, TÜRKSOY, Yunus Emre Enstitüsü, Ankara TÖMER, Gazi TÖMER, TRT, Hacettepe Üniversitesi Türkçe Topluluğu ve Hacettepe Üniversitesi Uluslararası Gençlik Topluluğu’nun katkılarıyla gerçekleştirildi. belirten Şavk, bu fermanla Türkçeyi baş tacı yapan Karamanoğlu Mehmet Bey’e olan saygının bir ifadesi olarak “Türkçe Konuşma Yarışması”nı düzenlediklerini söyledi. Şavk, yarışmanın iki temel amacı olduğunu belirtti: İlki, dilimizi öğrenmeye çalışanları takdir etmek ve yüreklendirmek, diğeri ise bizim dilimizin de öğrenildiğini kendimize göstermek. 13.30’da başlayan etkinliğin açış konuşmalarını Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ve Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) Müdürü Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, TÜRKSOY Genel Sekreteri Düsen Kaseinov ve Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kazdağlı yaptılar. Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, Türkçenin binlerce yıllık bir geçmişe sahip olduğunu, geçmişinde pek çok dille etkileşim içine girdiğini ancak hiçbir zaman yok olmadığını belirterek konuşmasına başladı. Anadolu’da Arapça ve Farsçanın egemenliğinin sürdüğü bir dönemde Karamanoğlu Mehmet Bey’in, ünlü fermanıyla Türkçenin Anadolu’da kök salmasını ve devlet dili olmasını sağladığını vurguladı. Akalın, Karamanoğlu’nun diktiği bu fidanın Yunus Emre, Fuzulî, Karacaoğlan, Ömer Seyfettin, Orhan Veli gibi şair ve yazarlarımız sayesinde köklü bir çınar hâline geldiğini ifade etti. Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, bundan altı yıl önce sadece Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin katıldığı küçük bir etkinlik olarak düzenlenen “Türkçe Konuşma Yarışması”nın bugün ulusal bir düzeye ulaşmasının kendisini çok duygulandırdığını belirtti. Türkçenin şanssız bir dil olduğunu söyleyenlere, “Toplumun her katmanı dile önem vermemiş olsaydı günümüzden 13 yüzyıl önce bu dille yazılan çok ünlü anıtlar olur muydu?” diyerek yanıt veren Şavk, Orhon Yazıtları’nda geçen “Türk budun yok bolmazun tiyin” ifadesinin altında “Türkçe yok olmasın.” düşüncesinin olduğunu vurguladı. Ayrıca, Orhon Anıtları’nın Hacettepe Üniversitesi Heykel Atölyesinde Türk dünyasından gelen 10 heykeltıraş tarafından bugünlerde yeniden yorumlandığını ve bu anıtların kalıcı olarak sergileneceğini belirtti. 13 Mayıs 1277’de Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından 8 Çökmüş bir imparatorluktan ulusal devlete geçişte, ulusun temel niteliklerinin ortaya çıkarılması, işlenmesi ve geliştirilmesinin en önemli aşama olduğunu belirten Akalın, bu niteliklerin başında dilin geldiğini bilen Atatürk’ün 26 Eylül 1932’de İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda 1. Türk Dil Kurultayının toplanmasına öncülük ettiğini söyledi. Akalın, bugün pek çok dilin bayramı olmadığını, Türk dilinin ise iki bayramı olduğunu belirtti. İlki “13 Mayıs” Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanının yıl dönümü, ikincisi ise Atatürk’ün 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda topladığı kurultayın açılış günü olan “26 Eylül”. Bazı olumsuz durumlar olsa da bugün Türkçenin en güçlü dönemini yaşadığını belirten Akalın, radyo-televizyon yayınlarının dünyanın dört köşesine yayıldığını ve lehçeleriyle birlikte 220 milyona ulaşan bir nüfusun Türkçe konuştuğunu belirtti. 2000’li yıllarda Türkçenin daha yaygın ve daha güçlü bir dil olacağını da sözlerine ekledi. Yarışmalarından kısa bir video gösterisi sunuldu. Yarışma iki bölümde gerçekleşti. İlk bölümde farklı dilleri konuşan ülkelerin katılımcıları, ikinci bölümde ise Türk dil ailesine mensup ülkelerin temsilcileri yarıştı. Yarışmacılar beşer dakikalık konuşmalarıyla performanslarını sergilediler. Seçici kurul değerlendirmesini yaparken Batıkent Celal Yardımcı Lisesinden Anıl Koçak, Caner Özdemir ve Oğulcan Koçak küçük bir müzik dinletisi sundular. Değerlendirme sonuçları İnci Ertuğrul ve Ayşenur Yazıcı tarafından açıklandı. Yarışmada ilk üçe girenlere Yunus Emre Enstitüsü tarafından para ödülü, Gazi TÖMER ve Ankara TÖMER tarafından da çeşitli hediyeler verildi. TÜRKSOY Genel Sekreteri Düsen Kaseinov, geçmiş yıllarda da katıldığı yarışmanın kapsamının bu yıl daha da genişlediğini, Türkçenin özendirilmesi ve yaygınlaştırılması adına bu etkinliği çok önemli bulduğunu belirtti. Kaseinov, yarışma ile Türkiye’de eğitim gören öğrencilerin Türkiye Türkçesini kullanma yeteneklerini göstereceklerini, bunun aynı zamanda onların Türk kültürü ile olan tanışıklık düzeylerini de ortaya koyacağını vurguladı. Ayrıca, uluslararası bir kültür teşkilatının genel sekreteri olarak Türk dilini yabancılara sevdiren böyle bir etkinlik içinde olmaktan mutluluk duyduğunu ifade etti. Hacettepe Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kazdağlı ise üniversite olarak Türk kültürüne sahip çıkmak için yürüttükleri etkinlikleri çeşitlendirdiklerini, Orhon Yazıtları’ndan, Kaşgarlı Mahmut’a, Karamanoğlu Mehmet Bey’den bugüne kadar zengin bir geçmişe sahip olan Türk dilini ve kültürünü bu tip faaliyetlerle ortaya koymaya çalıştıklarını ifade etti. Kazdağlı, Türk dünyasından ve diğer ülkelerden gelen ve Türkçeyi öğrenmek için büyük gayret sarf eden öğrencileri bu çabalarından dolayı kutladığını belirtti. Yarışmaya seçici kurul üyesi olarak öğretim görevlisi olan ve çeşitli kanallarda TV programı yapan İnci Ertuğrul, Kanal 24 Spor Müdürü ve Takım Oyunu programı sunucusu Okay Karacan, TRT Avaz Kanal Koordinatörü Adnan Süer adına yardımcısı İbrahim Gürkan Sarı, Avrasya Haber Spikeri Fatih Şahin, Kanal A Haber Spikeri Mustafa Usta, yazar ve spiker Ayşenur Yazıcı katıldı. YARIŞMADA DERECEYE GİREN ÖĞRENCİLER Birinci Bölüm 1. Yahya Alhaji İBRAHİM (Nijerya) 2. Mahamed Rukumbue HASSAN (Tanzanya) 3. Abba İbrahim RAMADAN (Nijerya) İkinci Bölüm 1. Madina RUSTEYEVA (Kazakistan) 2. Zinaida CALAC (Gagavuz Yeri) 3. Bayrammurat ORAZKULIYEV (Türkmenistan) Yarışmaya geçilmeden önce Prof. Dr. Cihat Özönder’in anısına, önceki yıllarda yapılan Türkçe Konuşma 9 Dr. Hüseyin YENİÇERİ [email protected] DİL-KÜLTÜR İLİŞKİSİ Bir toplumun sözlü ve yazılı bütün kültür değerleri dil kabı ve kalıbı ile bir kuşaktan diğerine, bir mekândan başka bir mekâna aktarılır. Türk edebiyatının bütün örnekleri dilimizin taşıyıcılığı ile bugüne ulaşmıştır. Türk tarihinin bütün dönemlerini dilimizle öğreniyoruz. Dinimiz, töremiz, sanatımızla ilgili bilgilerimiz varlığını dile borçlu. gerçekleşir, ama bunlar asıl önemli olan yağmurdan önce olur. Bir toplumda yaşayan insanlar, evreni olduğu gibi değil, dillerinin kendilerine sunduğu biçimde algılamaktadır. Dile bakarak bir milletin dünya görüşünün, inançlarının, Humboldt bunu şöyle dile getiriyor: “İnsanlar bu dünyada töresinin, tarihinin, sanatının, kişiliğinin izlerine, ana dillerinin kendilerine sunduğu biçimde dünyayı yansımalarına ulaşabiliriz. Sözcük dağarcığı dışında görürler.” F. Bacon, L. Whore, E. Sapir gibi düşünürler de deyimler, atasözleri, tekerlemeler, ninniler, türküler, her toplumun gerçeği ayrı biçimde yansıttığı konusunda masallar bu bakımdan yüzlerce ipucu ile doludur. görüş birliği içindedir. Bu durum dillerin birbirinden Fransızca sözlüklere bakıldığında hemen her sayfada farklılığının nedenini de açıklamaktadır. Çünkü bir “kilise” ile ilgili bir sözcüğe rastlanması bunun kanıtıdır. toplumda dil anlayışı, o toplumun yaşama düzeninin Türkçede aile ilgili sözcüklerin çokluğu, aile bağlarının bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Dil, insanların hayat güçlülüğünün bir kanıtıdır. karşısındaki davranış özelliğine göre biçimleniyor. Söz gelişi Türklerde erkek-dişi ayrımı gözetilmemesi aynen Dil, milletlerin tarih boyunca ilişki kurdukları başka Türkçeye yansımıştır. Yine Türklerin sözünde durma milletlerin kimliğinin de ipuçlarını taşır. Türkçe, özelliği, dilde sözcük köklerinin kullanım sırasında Türklerin Sırplarla, Ermenilerle ilişki içinde olduğunu değişmemesi sonucunu doğurmuştur. Bu da dili, ortaya koymaktadır. Sırpçada sekiz binden, Ermenicede kültürün yansıtıcı bir parçası yapmaktadır. dört binden fazla Türkçe sözcük bulunması bunun kanıtıdır. Türkçede Arapça sözcüklerin çokluğu Bir toplumun kültür değerleri dilde kendini gösterir. Araplarla ilişkilerimizin kanıtıdır. Toplumlar ne yiyor, ne içiyor, ne kullanıyor, neye değer veriyor sorularının karşılığını dile bakarak verebiliriz. Dil, kültürün en önemli ögesidir. Bir yandan kültürün Türklerin “at”a, Arapların “deve”ye önem verdikleri bu bütün ögelerini dünden bugüne taşırken bir yandan dillerdeki sözcüklere bakılarak anlaşılabilir. Eskimolarda da kültürü yaşatan insanların birbirinin kardeşleri, “kar”la ilgili, Peru ve Bolivya’da yaşayan Aymara adlı yakınları olduğu bilincini bilinçaltına yerleştirir. Kızılderili kabilesinde “patates”le ilgili yüzlerce sözcük Aynı dili konuşan insanlarda, ortak duygu ve düşünce bulunması, toplum yaşayışı ile dil arasındaki ilişkiyi çok oluşmaktadır. Böylece dil, ulusal birlik ve beraberliğin açık biçimde ortaya koyar. de perçinleyicisi, sağlayıcısı olmaktadır. Atatürk bu durumu şöyle belirtir: Dil bir milletin düşünce tarzını da yansıtır. Bir toplumun diline bakarak zihninin nasıl çalıştığı anlaşılabilir. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı, Türk Söz gelişi, Türkçeye bakılarak Türklerin evrene nasıl milletidir. Türk milleti demek, Türk dili demektir. Türk gerçekçi bir gözle baktıkları tespit edilebilir. Türkçe, dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk parçaların birleşmesi düzenine dayalı bir dildir. Eklemeli milleti, geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakının, de dediğimiz bu sistemde köklerin sonuna ekler takılarak ananelerinin, hatıralarının, kısacası bugün kendi konuşma gerçekleşir. Evrene baktığımızda bütün doğal ve milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza yapma nesnelerin, parçaların birleşiminden oluştuğunu olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, görürüz. Türkçede sözcük sıralanışında önemli ögenin zihnidir.” sonra söylenmesi de dünyayı seslendirirken evrenin gerçeklerine bağlılığın bir sonucudur. Çünkü evrende Dil-kültür ilişkisini incelerken belirtilmesi gereken önemli olan öge hep geri plandadır. Doğa olaylardan bir bir nokta da dilin, kültürün yaratıcısı olmasıdır. Sözlü örnek verelim: Yağmur yağmadan önce birçok aşama ve yazılı bütün edebî ürünler, bilim ve sanat eserleri 10 dille oluşturulmaktadır. Annelerimizin kundakta bizi uyutmak için söyledikleri ninnilerden, “Bir varmış, bir yokmuş.” diye başlayan masallara kadar her sözlü ürün, Köktürk Yazıtları’ndan İstiklal Marşı’na kadar her yazılı ürün dille söylenmiş, yazılmıştır. Dil-kültür ilişkisinin bir yönü de kültür ve uygarlık değişmelerinin dile yansımasıdır. Köktürkçe ile Uygurca arasındaki sözcük dağarcığı farkı, Uygurların Buda ve Mani dinlerine girerek din değiştirmeleri ile ilgilidir. Aynı durum Uygurca ile Karahanlı Türkçesi arasındaki ayrımda da gözlenmektedir. Karahanlılar da İslâm dünyasının sözcüklerini eserlerine almışlardır. Günümüzde de Batı uygarlığına özgü sözcüklerin dilimize girmesi hep aynı yansımanın bir sonucudur. Dille kültür arasında bu kadar sıkı ilişki varken bu toprakları bizim yapan kültür her bakımdan varlığını dile borçluyken kültürü oluşturan, yayan, işleyen, taşıyan düzen dille kurulurken Türkçeden başka bir dille eğitim ve öğretime yeşil ışık yakmaya yönelik her türlü söz, davranış ve girişim ulusal birliğin çimentosu olan dili sulandırmak anlamına gelir. Bunun hem tarihimize hem atalarımızın mirasına sahip çıkmamak olduğu açıktır. Böyle bir girişim, sonu belli bunalımlara düşmek, tatlı aşımızı ağulu aşa döndürmek sonucunu doğuracaktır. Üstelik kendi elimizle… KAYNAKLAR Doğan Aksan (1977), Her Yönü ile Dil, Ana Çizgileriyle Dilbilimi I, Ankara, TDK Yay. Nurettin Demir- Emine Yılmaz (2009), Türk Dili Yazılı ve Sözlü Anlatım, Ankara, Nobel Yay. Süer Eker (2006), Çağdaş Türk Dili, Ankara, Grafiker Yay. Ahmet Ercilasun (1987), “Sosyal Bir Kurum Olarak Dil’in İnsan Hayatındaki Yeri ve Önemi”, Türk Yurdu, Ankara, s.348. Muharrem Ergin (1986), Üniversiteler İçin Türk Dili, İstanbul, Boğaziçi Yay. Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, MEB yay., İstanbul 1972. Mehmet Kaplan (1983), Kültür ve Dil, İstanbul, Dergâh Yay. Zeynep Korkmaz ve diğerleri (2009), Türk Dili ve Kompozisyon, Bursa, Ekin Yay. Zeynep Korkmaz (1980), Dil ve Kültür, İstanbul, Tercüman Yay. Hüseyin Yeniçeri ve diğerleri (2009), Dil ve Anlatım, Konya, Palet Yay. 11 OKTAY RİFAT’IN “KEDİLİ GECE” ŞİİRİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ Hafize ŞAHİN [email protected] Gogh’un “Yıldızlı Gece” tablosunu da hatırlatmaktadır. Sanatçı, kelimeleriyle bazen bir geceyi bazen batan bir güneşi anlatır. Şairin dilinde gece de güneş de bildiğimiz gecelerden, gördüğümüz güneşlerden farklıdır sanki… Şairin seçtiği kelimeler ve kelimeleri kullanma biçimi, şiir üslubunu oluşturur. Gündelik dilde bir araya getirmeyi hiç düşünmeyeceğimiz kelimeleri şairlerin bir araya getirerek şiir dilinde kullanmalarına “alışılmamış bağdaştırma” denir. Modern Türk şiirine baktığımızda da şairlerin alışılmamış bağdaştırmalar kullandıklarını görüyoruz. Şairi şair yapan, özgün bir söyleyiş zenginliğini yakalamasıdır. Şairden beklenen, beslendiği kaynağı estetize ederek sıradışı, akla gelebileceklerden öte; fakat bir o kadar da içten bir anlatımla gerçekliği yeniden yaratabilmesidir. Oktay Rifat, modern Türk şiirine araştırma duygusunu getirmesiyle 1946-1960 yılları arasında şiir yazan ve şiirle ilgilenenler üzerinde etkili olmuştur (Süreya 1992: 49). Bu bağlamda Oktay Rifat’ın aşağıdaki şiirine bakalım: Oktay Rifat bir tablo çiziyor kelimeleriyle. Parlak yıldızları kedilerin gözlerine benzetiyor, denizin sakinliğini çarşaf gibi dümdüz olmasıyla anlatıyor. Bir an bahçeyi görüyor, “kedili geceyi” biz de yaşıyoruz. Sonra çekingen “karadut”u fark ediyoruz. Vapurlar geçiyor, sessizliği yırtan düdük sesleriyle… Yoksa bir hayal mi şairin bizi ortak ettiği bu manzara? Aynı zamanda ressam olan Oktay Rifat, şiirinde kullandığı “gece, yıldızlar, deniz, karadut” sözcükleriyle mavi-siyah bir görüntüyü getiriyor hayalimize. Mavinin coşkusu, gecenin sakinliği; denizin çarşaf gibi dalgasız, durgun olmasıyla dengeleniyor. Sonra karadut ağacının yalnızlığı, ürkekliği gecenin ortasında şaire birilerini anımsatıyor. Bir acı, burukluk var anımsadıklarında. Vapurlar yol almaya başladı, düdüklerini çalarak; belki de şair öyle zannetti. Yıldızlı geceyi “kedili gece” şeklinde alışılmamış bağdaştırmayla betimleyen şair, bu şiirinde Van KAYNAKÇA Oktay Rifat, Bütün Şiirleri I- II, İstanbul:YKY,2007. Cemal Süreya, Folklor Şiire Düşman, İstanbul: Can Yayınları, 1992. http://simgesiir.files.wordpress.com/2009/10/oktayrifat.jpg 12 “Kedili Gece” şirinde de gördüğümüz gibi alışılmamış bağdaştırmalar, okuyucuda kolayca söylenmiş izlenimi bırakmaktadır. Şair, geceleyin kedinin gözlerindeki ışıltıyı yıldızlarla bağdaştırır ve gece yıldızlı olmak yerine kedili olur böylece. Bu ifadeden biz yine geceye dair bir izlenim ediniriz, ancak bu bizim bildiğimiz sıradan yıldızlı bir geceden farklıdır. Şair, gece yarısı başıboş bir kediden yola çıkarak insanoğlunun yalnızlığını gösterir bize. Alışılmamış bağdaştırmalar, şiir dilini besleyen, şairlerin özgün söyleyişlerinin birer parçasıdır. Günlük dildeki kullanımların farklı bir şekilde bir araya getirilmesi ise şiir dilinin zenginliğidir. BUGÜNKÜ TÜRKÇE Yahya Kemal Beyatlı Lisan bahsi açıldıkça: “Hâlâ mı o bahis?” diyerek bezginlik gösterenler bana acınmaya lâyık, gözlerini gaflet bürümüş, en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar. Vatan bahsi açıldığı bir yerde: “Hâlâ mı o bahis!” diyecek bir Türk, menfûr bir kayıtsızlık göstermiş sayılır. Bu telâkkî, lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı bu derece vâriddir. Vatan fikri bizde dâimâ vardı; fakat Namık Kemal’in, bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle uyandırdığı günden beri daha uyanığız. Onun vatan fikrini uyandırdığı gibi, bir dîğer Türk şâiri çıkıp da lisan fikrinin kudsîliğini uyandırsaydı, bize öğretseydi ki: Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçe’dir, bu bağ öyle bir metîn bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz, hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar; Türkçe’nin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanını kendi gövde ve rûhu Türkçe’dir. Bu bağ milyonlarca Türk’ü birbirinden bugün ayırmıyor, fakat dımağdan dımağa, kalbden kalbe geçmiş bir teldir ki, yarın Türk edebiyâtının âteşîn, feyyaz, ceyyid bir devresi açılırsa, millî rûhu, bir elektrik seyyâlesi gibi bütün o dımağlar ve kalblerden geçirerek, bu dağınık kitleyi yekpâre bir halde ayağa kaldırır. Heyhât bir kimse zuhûr edip de lisan fikrini bizim kafalarımızda kudsîleştiremedi. Türkçe’yi sevmiyor değil, seviyoruz, fakat tıpkı vatanı Nâmık Kemal’den evvel sevdiğimiz gibi. Bu kâfî değil. Lisan fikri bizim kafalarımızda henüz sâdelik, güzellik, doğruluk, tabiîlik gibi tâlî bahislerle yer tutmuş bir fikirdir. Zannediyoruz ki bu bahisle ancak lisan meraklıları, edîbler, muallimler alâkadardırlar. Ah bu gaflet, gafletlerimizin en büyüğüdür. Aramızda kaç kişi idrâk eder ki, yeni bir millet olmaya çalıştığımız bu devrede gaayeye varmak için tasarladığımız bütün terakkî, temeddün, terbiye, irfan, projeleri hep bu Türkçe mes’elesine dayanıyor. Yeni bir millet olmak için mektep lâzım; bu en doğru bir fikrimizdir; fakat, mektep muallimsiz ve kitapsız olmuyor: Muallim bu asırda ancak çekirdekten yetişebiliyor, mektep kitabını ancak terbiye ve tâlim mütehassısları yazabiliyor. Binâenaleyh, muallim yetiştirecek bir Dârülmuallimîn, ilmi Türkçeleştirecek bir Dârülfünun, işte bu iki müessesenin lüzûmu, bu kurtuluş işinde her şeyden evvel göze çarpıyor. Tûbâ ağacı nazariyesini ortaya atan Türk âliminin, bu ondört senelik inkılâpta en doğru fikri söylediği anlaşılıyor: Gelmiştir o nâzır-ı yegâne Gûyâ bu kelâm içün cihâne KAYNAK Yahya Kemal (2005), Edebiyata Dair, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti. 13 ON İKİ HAYVANLI TÜRK TAKVİMİ Türkler eski dönemlerden beri göçebe ve bozkır hayatı yaşamışlardır. Bu yüzden de yaylaya göçme, koyunları çiftleştirme, ot biçme, tohum atma, tarlayı çapalama ya da hasat zamanlarını hesaplamaya gereksinim duymuşlardır. Yıldızların konumuna bakarak bu zamanları hesaplamak, şaman ya da kabile büyücülerinin işiydi. Böylece yılın belli zamanlarını hesaplama ve ilkel bir takvim yapma işini ilk kez bu şamanlar, büyücüler gerçekleştirmiş oldular. Türkler zaman içinde kendilerine has olan bu on iki hayvanlı takvimi geliştirmişlerdir. On İki Hayvanlı Türk Takvimi, Göktürklerde, Uygur Türklerinde, Tuna Bulgarlarında, İtil Bulgarlarında ve daha önceleri de Hun Türklerinde kullanılmıştır. Edouard Chavannes’in “Le Cycle Turc des Douze Animaux (On İki Hayvanlı Türk Takvimi)” adlı araştırmasında, Asya’da kullanılan On İki Hayvanlı Takvim’in Türklere ait bir takvim sistemi olduğunu ve Çinlilerin bu takvimi Türklerden aldıklarını söyler. Bu takvimin çıkışını Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-itTürk’te şu şekilde anlatır: Türk hakanlarından birisi, kendisinden birkaç yıl önce yapılmış olan bir savaşı öğrenmek ister, o savaşın yapıldığı yıl konusunda herkes yanılır. Bunun üzerine hakan, ileri gelenlerle bir kurultay düzenler: “Biz bu tarihte nasıl yanıldıksa, bizden sonra gelecek olanlar da yanılacaktır. Öyleyse şimdi göğün on iki burcu ve on iki ay sayısınca her yıla bir ad koyalım ve yaptıklarımızı bu yılların geçmesiyle anlayalım. Bu, aramızda unutulmaz bir anı olarak kalsın.” der. Ulus, hakanın bu önerisini onaylar. Bundan sonra hakan ava çıkar ve halka, yaban hayvanlarını Ilısu’ya doğru sürmelerini emreder. Bu ırmak çok büyük bir ırmaktır. Halk, hayvanları sıkıştırarak bu ırmağa doğru sürer. Hayvanlardan bazılarını avlar, bazılarını ise ırmağa atarlar. Bu hayvanlar karşı tarafa doğru yüzer. Bunlardan on ikisi suyu geçer. Suyu geçen her hayvanın adı bir yıla ad olarak verilir. Karaya ilk defa sıçan çıktığı için, birinci yıla “Sıçan yılı” denir; sıçandan sonra, sırasıyla “öküz”, “pars”, “tavşan”, “timsah”, “yılan”, “at”, “koyun”, “maymun”, “tavuk”, “köpek” ve “domuz” karaya ulaşır ve bu nedenle sonraki yıllara bunların adları verilir. Türkler, bu yılların her birinde bir hikmetin olduğunu düşünerek fal tutarlarmış. Mesela sığır yılına girildiğinde, savaşlar çoğalırmış; çünkü öküzler birbirleriyle vuruşur ve 14 Dr. Elif AYAN NİZAM [email protected] tos yaparlarmış. Timsah yılına girildiğinde yağmur çok yağar, bolluk olurmuş; çünkü timsah suda yaşarmış. Domuz yılına girilince kar ve soğuk çok olur, kargaşalık çıkarmış. Bu takvimin, 1900′lerin başına dek Orta Asya Türkleri arasında yaygın olarak kullanıldığı söylenmektedir. 1. Fare Yılı 12 yıllık sürenin birinci hayvanı “Fare”dir. Her sene 21 Mart’ta sona erer ve 22 Mart’tan itibaren yeni yıl başlar. Fare yılını halk, bolluk, bereket, saadet ve barış yılı olarak kabul etmiştir. Gerçekten de uzun yıllar boyunca fare yılında zorluk, savaş ve açlık olmamıştır. Bu tarihlerde doğan insanlar oldukça uyumlu, yaratıcı, kıvrak zekâlı, sosyal ve zeki olurlar. Ayrıca konuşkandırlar. Para konusunu çok sorun etmezler; eğer para durumları iyiyse bol bol harcarlar, ama para sorunu yaşıyorlarsa kendilerini ona göre ayarlamayı da bilirler. Dertlerini kendilerine saklar, tek başına çözmeyi tercih ederler. Matematik, müzik, planlama, yönetim ve sanata özel ilgi ve yetenekleri vardır. Bu yılda doğan ünlüler: Tarkan, Tarık Akan, Platon, Haydn, Mozart, Tchaikovsky… 2. Sığır Yılı Halkın hafızasında genellikle zorluk, kavga ve tartışma dolu bir yıl olarak kalmıştır. Sığır yılında bir uğursuzluk meydana geldiğinde halk “bu yıl zaten zor bir yıldır” deyip geçiştirirmiş. İnanışa göre sığır yılında doğan insanlar kendi eliyle sığır kesmezlermiş. Sığır yılında doğanlar çok güvenilir ve dürüst olurlar. Çok iyi yöneticidirler, ama heyecanlı olmamaları sebebiyle nadiren yüksek makamlara gelirler. Başarılarının sırrı çalışkanlıkları ve sabırlarıdır. El işleri ve sanata eğilimlidirler. “Sığır”ın Çin sembolizminde de çok önemli bir yeri vardır; çalışkanlığı, azmi, dayanıklılığı ve erdemi temsil eder. Bu yılda doğan ünlüler: Cem Yılmaz, Cüneyt Arkın, Kadir İnanır, Bach, Handel, Van Gogh, Walt Disney, Charles Chaplin… 6. Yılan Yılı 3. Pars Yılı Bu yıl, kötülük ile iyiliğin, sıkıntı ile kolaylığın iç içe yaşandığı bir yıl olarak kabul edilir. Parslar yılında doğanlar; insan kaynakları ve askerî alanda çok başarılıdırlar. Yarışmayı severler ama yolları üzerinde düşman oluşturmamaya dikkat ederler. Başkalarından çok kolay etkilenmezler, otoriterdirler. Kendilerine çok güvenirler. Duygusaldırlar; içlerinde büyük sevgi taşırlar. Ancak savaşçı yanları nedeniyle aşkı savaşır gibi yaşarlar. Pars, çoğu kültürde olduğu gibi Çin kültüründe de hayvanların kralıdır. Bu yılda doğan ünlüler: Zerrin Özer, Marilyn Monroe, Queen Elizabeth II, Karl Marx, Beethoven… Yılan yılında doğan insanlar, başarıya giden yolu kendi başlarına oluştururlar. Oturaklı bir karaktere sahiptirler. Çok çabuk ve sağlam karar alırlar. Zeki ve dikkatli yılan insanı, genellikle bilim adamı, filozof, dedektif ya da profesör olur. Analitik zekâya sahiptirler, sezgileri de çok kuvvetlidir. Zarafete ve pahalılığa düşkündürler. Para konusunda, yakın çevresi tarafından eli sıkı olarak nitelendirilirler. Yılan; suikast, skandal ve yolsuzlukla yakından ilişkilidir. Uzun yılan, Çincede entrika, hile anlamına gelir. Çin inanışına göre eve giren yılanı öldürmek uğursuzluktur. Bu yılda doğan ünlüler: ATATÜRK, Mendelssohn, 4. Tavşan Yılı Bu yılda doğanlar, arkadaşlarıyla ve bir toplum içinde oldukları sürece çok mutludurlar. Uysal ve yabancılara kapalıdırlar. Tartışmaktan hoşlanmazlar; sakin, barışçıl bir yaşam tarzları vardır. Çok dikkatlidirler ve bir şeye karar vermeden önce epey düşünürler. Hoş sohbettirler, okumayı ve entelektüel konular üzerine fikir yürütmeyi severler. İçtendirler. İyileştirici yanları vardır; aktar ya da doktor olurlar. Sezgileri çok kuvvetlidir; insan doğasını iyi bilirler, yalan söylendiğini hemen anlarlar. Çin kültüründe tavşanın ölümsüzlük iksirine sahip olduğu düşünülür. Bu yılda doğan ünlüler: Hz. Muhammed, Hülya Avşar, Michelangelo, Napoleon, Albert Einstein, Marie Curie, Johnny Depp, Angelina Jolie… 5. Ejder Yılı Eski Türkçede “ejder” yerine “uluv” kelimesi geçmektedir. “Uluv Yılı” sakin, huzurlu, güzel bir yıl sayılmaktadır. Ama bazen bu yılda başarısızlıklar da yaşanabilir. Ejder, Çin burçları içinde en egzotik olanı ve en göze çarpanıdır. Ejderler doğuştan liderdirler. İdealistlik, mükemmeliyetçilik, saldırganlık ve kararlılık burcun genel özellikleridir. Tasarımcı yanları ve geniş hayal güçleri vardır, farklı fikirler üretirler. Ama bazen o kadar hayalperest olurlar ki değişik fikirleriyle çevresindekileri deliye çevirirler. Bahtları açıktır, hayat onlara güzel yanını sunar. Bu yılda doğan ünlüler: İbrahim Tatlıses, Bülent Ersoy, Sigmund Freud, Martin Luther King, Grace Kelly, Florence Nightingale… Jacqueline Onassis, Picasso, Audrey Hepburn… 7. At Yılı Türklerin efsane, masal ve hikâyelerinde at yılı hakkında kötü bir izlenim yoktur. Batıl inanca göre bu yılda doğanlar atı kendi elleriyle kesmezler. Asya’da at yılında doğanların devrimci ya da hırsız olacağına inanılır. Diğer taraftan, işlerinde yükselebilme kapasiteleri çok yüksektir. Para işlerinde oldukça beceriklidirler; ama yaptıkları işten çabuk bıkarlar. Çinliler, atların doğuştan yarışçı ve gezgin olduklarına inanırlar. Bu yüzden erken yaşta evlerini terk ederek yaşamlarını kendileri oluştururlar. Sabırsız ve kıvrak zekâlıdırlar. Bir yere çok uzun süre bağlı kalamazlar. Grup içinde çok rahattırlar ve iletişim sorunu çekmezler. Aşk, sevgi onlar için çok önemlidir; her şeyi bırakıp romantizmin peşinden gidebilirler. Eski insanlar ata “erkek” cinsiyetinin özelliklerini yüklemişlerdir. Bu yılda doğan ünlüler: Sezen Aksu, Fatma Girik, Şener Şen, Thomas Edison, Barbara Streisand, Clint Eastwood, Ingmar Bergman… 15 8. Koyun Yılı Kazaklar bu yılı “güzel” olarak nitelemekte ve hep bu yılı beklemektedirler. Koyun yılında çoğu zaman halk, huzur, bereket ve bolluk içinde yaşamıştır. Bu yılda doğanlar oldukça seçkin, çekicidirler. Doğal olana düşkündürler. Zanaatkâr yönleri daha güçlüdür. Muhafazakârlardır, yaratıcı yönlerini bastırırlar. Kendilerini güvende hissetmek ve sevilmek isterler. Çekingendirler; tek başlarına hareket etmektense çoğunluğa uymayı tercih ederler. Başkaları tarafından güdülmekten hoşnut olmaz, ama yine de onları takip ederler. Astrolojiye, falcılığa, gizemli olaylara ilgileri vardır. Kararsızlıklarından dolayı, iş hayatında başarısızlık yaşayabilirler. Oldukça duygusal ve romantiktirler. Çok iyi eş olurlar. Bu yılda doğan ünlüler: Müjdat Gezen, Müzeyyen Senar, Bruce Willis, Rudolph Valentino, Boris Becker, King George V I , Veronica Lake… 9. Maymun Yılı “Bu nasıl bir yıldır?” denildiğinde bu yıla “Uğursuzluk, karışıklık ve kötü hadiselerin çok olduğu yıl” denilebilir. Gerçekten de tarihte kıtlık, felaket gibi kötü olaylar bu yıllarda olmuştur. Maymun yılında doğanlar, kelime oyunlarında çok iyidirler. En sıkıcı konuyu bile ilgi çekici hale getirebilirler. Çok yaratıcı ve kıvrak zekâlıdırlar. Şöhretlerine rağmen çok ciddiye alınmazlar. Ellerinden her iş gelir. Yalnız bu başarıları onların şımarmasına sebep olabilir. Problem çözme yetenekleri oldukça iyidir. Maymun, Çin karakterlerinin en ünlü ve sevilenlerindendir. Bu yılda doğan ünlüler: Orhan Gencebay, Julius Caesar, Leonardo da Vinci, Captain Cook, Elizabeth Taylor… 10. Tavuk Yılı Tavuk yılı da halkın aklında zor bir yıl olarak kalmıştır. Yaşlılar, “Bu yıllarda halk çok çile çekmiştir.” der. Tavuk, maymunun karşıt burcudur. Bu yılda doğanlar çoğu zaman saldırgan ve sabırsızdırlar. Kaba olarak değerlendirilirler. Dış görünümlerine çok önem verirler ve ayna önünde saatlerce zaman harcayabilirler. Bir sürü meziyetleri vardır ve hemen hemen tüm girişimlerinde başarılı olurlar. İyi birer dedektif, doktor ve hemşire olabilirler. Çok idealistlerdir ve onlar gibi olmayanlara hoşgörüleri çok azdır. Bazen bu meşguliyet fazlalığı yakın çevresini ihmal etmesine sebep olabilir. Geleneksel olarak açık sözlülüğün, doğruluğun ve kaba kuvvetin temsilcisidirler. Bu yılda doğan ünlüler: Farabî, Konfüçyüs, Zuhal Olcay, Türkan Şoray, Jennifer Lopez, Katherine Hepburn… 16 11. İt (Köpek) Yılı Köpek yılında doğanlar dürüst, sadık ve içtendirler. Başkalarına yardımı severler. Kolayca arkadaşlık kurarlar ve genellikle uzun ömürlü olurlar. Zekidirler ve iyi dinleyicidirler. Ailesinin ve sevdiklerinin hayatı söz konusu olduğunda çok koruyucudurlar. Üzerlerine çok gidilirse ani tepkiler verebilirler, ama kin tutmazlar. Çok aktiftirler, spor yaparlar. Cömert ve sadık olmalarına karşın romantik değildirler. Bu yılda doğan ünlüler: Ajda Pekkan, Winston Churchill, George Gershwin, Michael Jackson, Madonna… 12. Domuz Yılı On İki Hayvanlı Takvim’in son yılıdır. Kazakistan’ın bazı yerlerinde buna “Kara Geyik Yılı” da denmektedir. Kazaklar, On İki Hayvanlı Takvimi, Hun döneminden beri kullandığı için (yani İslâmiyet’ten önce) domuz da bu yıllığa girmiştir. Domuz yılını halk “Bela çok olur.” diyerek iyi saymazsa da çoğu zaman huzur ve sükûnet yılı olarak bilirler. Bu yılda doğanlar çok tutkulu değildirler ve emekliliklerini iple çekerler. Amerikan inanışının aksine Çin astrolojisinde domuz, çok sevilen ve üretici bir hayvandır. Ailelerine çok düşkündürler. Bu burç, içtenliği, saflığı, hoşgörüyü ve şerefi temsil eder. Her şeyi doğru yapmak isterler ve bitmek bilmeyen bir iyi niyete sahiptirler. Hemen herkesle çok iyi geçinirler ve geniş bir arkadaş çevresine sahiptirler. İş hayatında da çok başarılıdırlar. Bu yılda doğan ünlüler: Ferdi Tayfur, Adnan Şenses, Necati Şaşmaz, Woody Allen, Ronald Reagan, Alfred Hitchcock, Steven Spielberg… KAYNAKÇA Kaşgarlı Mahmud (1992), Divanü Lûgat-it-Türk, (Çev. Besim Atalay), Ankara: TDK Yay., C. 1, s. 344-348. Talat Tekin (1995), Orhon Yazıtları (Kül Tigin, Bilge Kağan, Tunyukuk), İstanbul: Simurg, s. 52, 78. http://www.paylas.eu/paylas/showthread.php?t=120928 http://www.bilgicik.com/yazi/12-on-iki-hayvanli-turk-takvimi-kesifler-vebuluslar/?cp=1 http://www.msxlabs.org/forum/satirlarla-turkiye/276092-12-hayvanliturk-takvimi.html (20.02.2010) http://images.google.com.tr/imgres?imgurl=http://2.bp.blogspot.com/_ JJMtyKU3dtU/Swo6GwFOLhI/AAAAAAAAAqg/EwT0R233bVQ/ s1600/Oniki%2BHayvanl%C4%B1%2BT%C3%BCrk%2BTakvimi. jpg&imgrefurl=http://yagmur-yagar.blogspot.com/2009/11/ski-turktqvimi.html&usg=__Ql69uMnJFywPcvkZ8n6VCQ6vnns=&h=432&w=4 32&sz=46&hl=tr&start=6&um=1&itbs=1&tbnid=tWpSlJFYTMo7bM:&t bnh=126&tbnw=126&prev=/images%3Fq%3D12%2Bhayvan%2Bresiml i%2Bt%25C3%25BCrk%2Btakvimi%26um%3D1%26hl%3Dtr%26sa%3 DX%26rlz%3D1W1SKPB_tr%26tbs%3Disch:1 http://www.marisglobal.com/frm/cin-takvimi/1600-cin-yeni-yili-cinyilbasisi.html HÜDİL’DE HİZMET İÇİ EĞİTİM SEMİNERLERİ Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) öğretim elemanları, 28 Haziran-9 Temmuz 2010 tarihleri arasında “Hizmet İçi Eğitim Programı”na katıldılar. HÜDİL öğretim elemanları, gelen konuklarla dil ile ilgili son çalışmalar ve Türkçenin güncel sorunlarıyla ilgili bilgi alışverişinde bulundular. Bu seminer programına dille ve özellikle de Türk diliyle ilgili çalışmalar yapan çok önemli isimler katıldı. Bu isimler arasında; Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, Prof. Dr. Hamza Zülfikar, Prof. Dr. Nalan Büyükkantarcıoğlu, Prof. Dr. Âbide Doğan, Prof. Dr. Nurettin Demir, Doç. Dr. Süer Eker ve Doç. Dr. Ender Ateşman bulunmaktaydı. Yazım ve noktalama işaretleri kullanımının TDK uzmanlarından Belgin Aksu ile tartışıldığı seminerde, TRT’nin deneyimli spikerlerinden Şener Mete, uygulamalı diksiyon ve etkili konuşma teknikleri üzerinde durdu. Ayrıca, öğretim elemanlarının bilimsel araştırmalarda bilgiye daha kolay ulaşabilmeleri için Üniversitemiz Kütüphanesi ve diğer kütüphanelerin veritabanlarından “End Note” programıyla nasıl yararlanabilecekleri hususunda bilgiler verildi. Bu seminerler ise Prof. Dr. Serap Kurbanoğlu, Üniversitemiz elemanlarından Haydar Yalçın ve Cihan Doğan tarafından verildi. Bilgisayardan etkili yararlanma ve kullanma amaçlı seminerler, HÜDİL elemanlarının ihtiyaçları belirlenerek hazırlanan bir program çerçevesinde, Hacettepe Üniversitesi Bilgisayar Öğretimi ve Teknolojileri Eğitimi Bölümü elemanları ve Emre Alkaç tarafından yürütüldü. HÜDİL elemanları iki hafta süren bu seminerler sonunda yaptıkları değerlendirmede, “Hizmet İçi Eğitim Seminerleri”nin kendileri için çok faydalı olduğunu, gelecek yıllarda da bu tür seminerlerin olmasını istediklerini belirttiler. 17 DEYİMLER VE ÖYKÜLERİ III Asuman BAYRAM [email protected] “Deyimler ve Öyküleri” dergimizin artık klasikleşmiş bölümlerinden biri hâlini aldı. Bu sayımızda da üç deyim ve bunların tarih, mizah ve tabii en çok da kültür kokan öyküleri içinde yaptığımız yolculuk sürüyor ve her zamanki bu keyifli dil yolculuğuna sizleri de bekliyoruz. BULGURLU’YA GELİN GİTMEK: Bir işin bir an önce olup bitmesini isteyen ve bunun için de gereksiz yere aceleci tavırlar sergileyen kişiler hakkında “Bulgurlu’ya gelin mi gideceksin, bu acelen ne?” şeklinde kullandığımız bu deyimin şöyle bir öyküsü var: Bulgurlu, Osmanlı zamanında İstanbul’un Anadolu yakasında yer alan, dillere destan tabiat güzelliklerinin bulunduğu bir tepeymiş ve ahalisi de zengin ve son derece görgülü insanlarmış. Burada levent delikanlılar yetiştiren analar, gelinlerine pek kıymet verir, onları el üstünde tutarmış. DOKUZ DOĞURMAK: XIX. yy. ortalarında bir dönem Osmanlı deniz kuvvetlerinin başına getirilen, o günkü adıyla kaptan-ı deryalık görevini üstlenen Çengeloğlu Tahir Paşa, İstanbul’da özellikle serserilerin toplanma yeri hâline gelen Galata ve Kasımpaşa semtlerinin asayişine ayrı bir önem vermeye başlar. Çünkü, buralar İstanbul’un serseri yatağıdır ve Paşa, bu semtlerde düzenin sağlanması için belli tedbirlerin alınması gerektiği düşüncesindedir. Bu doğrultuda alınan ilk tedbir, söz konusu yerlerde sokağa fenersiz çıkmanın yasaklanması olmuştur. Adamlarını Galata ve Kasımpaşa kıyılarına her gece teftişe yollayan Paşa’nın bu emrine uymayanların ise soluğu alacakları yer nezaretten başka bir yer değildir. 18 İşte bu özellikleriyle Bulgurlu, gelinlik çağına gelen her genç kızın gelin gitme hayalini kurduğu bir cennet köşesiymiş âdeta. Buradan bir delikanlı ile evlilik şansını yakalayan bir nişanlı kız da: “Aman evlenene kadar bir aksilik çıkmasın, fitneciler araya girme şansı bulamasın!” diye dua edip telaşlanırken evlilik hazırlıklarını bir an önce bitirmek için de var gücüyle çalışır çabalarmış. Bu durumdaki gelin adayına yönelteceğiniz “Bulgurlu’ya gelin mi gidiyorsun, ne bu acelen?” sorusuna alacağınız “Evet.” yanıtı aslında bu deyimin kullanım yerini de size dosdoğru gösterecektir. Teftişlerini her gece düzenli olarak devam ettiren askerler, bir akşam yine fenersiz sokağa çıktıklarını tespit ettikleri adamları karga tulumba Paşa’nın huzuruna çıkarırlar. Paşa, yakalananların her birine emrine niçin karşı geldiklerini sorar. Bunlardan biri tütün tiryakisi olduğunu tütün almak için çıktığını; diğeri akşamcı olduğunu ve Galata’daki bir Rum meyhanesine iki tek atmak için gittiğini söyler. Paşa sorguladığı dokuz adamdan da aşağı yukarı aynı cevapları alınca sinirlenir ve adamlarına sorguladıklarının topunu nezarete atmalarını emreder. Bu arada Paşa’nın sorgulamadığı bir adam kalmıştır. Paşa, adamın suratına bakınca bunun diğerleri gibi serseri takımından olmadığını anlar. Adam da niçin sokağa fenersiz çıktığı sorusuna “Feneri sabah komşuma ödünç verdim, ama getirmedi. Akşam vakti karımın doğum sancısı tuttu. Ben de ebe getirmek için fenersiz çıkmak zorunda kaldım.” yanıtını verir. Paşa, durumu soruşturmak için adamın evine iki emir erini yollar. Soruşturmadan dönen çavuşlar, adamın karısının hakikaten doğurmak üzere olduğu haberini getirirler. Paşa da adamı salıverir. Kan ter içinde evine varan adamı bir bebek ve karısının asık yüzü karşılar. Adam, bunu umursamaz. “Hatunum, neyimiz oldu? Bana ne güzel bir müjde verdin.” diyerek karısının gönlünü almaya çalışır; ama karısı huysuz tavrını sürdürünce dayanamayıp: “Yahu hatunum! Şu perişan halimi görmüyor musun? Burada sen bir doğurdunsa sorgu sırası bana gelene kadar vallahi ben dokuz doğurdum!” diye feryat eder. SABIR ÇANAĞI TAŞMAK: Zamanın birinde mutlu bir yuvası olan zengin ve genç bir adam varmış. Kader bu ya, adamcağız bir gün aniden ölüvermiş. Karısı olan taze dul da bu acıya daha fazla dayanamamış ve kocasının ardından o da canını teslim etmiş. Bu genç karı kocanın bir de küçük bir kızları varmış. Anne babasının ölümünden sonra bu kızcağızı amcası yanına almış. Almış ama, amcasının yanında kız her gün âdeta bir köle hayatı yaşıyormuş. Kızın bütün mirasına el koyan amca, kızı her tür nimetten mahrum ediyor; yengesi ise evin bütün işlerini ve çocukların bakımını yüklediği bu zavallıya her gün ara vermeden dayak atıyormuş. Dünya kendine bir zindan olan kızcağızsa teselliyi, her gece ev halkı uyuduktan sonra yastığına bol bol gözyaşı akıtmakta bulurmuş. Günler, amca ve yengenin zulmü, kızın da çaresizliği içinde geçip giderken zavallı kızın artık neredeyse dayanacak gücü kalmamış. “Allah’ım n’olur canımı al da şu zulümden kurtulayım!” diye dua edip gözyaşlarına boğulduğu bir gece rüyasında Eyüp Peygamber’i görür. Eyüp Peygamber onun sırtını sıvazlar ve bir çanak verir. Bu çanak gözyaşıyla dolduğunda kızın çilesinin de sona ereceğini söyleyip kaybolur. Kız uyandığında başucunda hakikaten bir çanağın durduğunu görür ve gözlerine inanamaz. Kızcağız amcasının ve yengesinin bitmek bilmeyen eziyetine gözyaşlarını başucundaki çanağa doldurup katlanmaya çalışır, artık tek dostu başucundaki sabır çanağıdır. Günler böylece akıp giderken kıza bir gün amcası azarlar bir ifadeyle: “Denizaşırı bir seyahate çıkıyoruz. Sen evde kalıp eve göz kulak olacaksın, anladın mı? Ha, anladın mı!” der ve kulağını çekip okkalı bir tokat attıktan sonra ailesiyle birlikte konağı terk eder. Kız da onların ardından amcasına “Bana yaptıklarının inşallah kat kat fazlasını bulursun!” diye söylenir ve yine sabır çanağının başına ağlamaya gider. Bir de ne görsün? Artık çanak taşmıştır. Ertesi günü amcasının ailesiyle birlikte bindiği geminin battığı haberi ulaşır ve zavallı kız, babasından kalan mirasın yanında amcasının mirasına da sahip olur. Kimsenin sabır çanağını taşırmamaya aman dikkat edin! KAYNAK: İskender Pala (2009), İki Dirhem Bir Çekirdek, İstanbul, Kapı Yayınları. “Kimseye kitap tavsiye etmem. Eğer tavsiye ettiğim kitaba layıksa onu araya araya kendisi bulur. Layık değilse hediye etsem okumaz, hatırım için okusa da anlamaz.” Kemal Tahir 19 ONKOLOJİ HASTANESİ İLE İLGİLİ PROJEMİZ ÜZERİNE Esra AYDIN OKL-1 EMİNE’M Saçlarıma dokundu önce. “Yumuşacık” dedi. Elimi tuttu. Sıcacıktı. Ateşle kavrulan bedeni güçsüzdü. Bir bir sayılan kemikleri kırılırmışçasına ele geliyordu. Ah Emine’m! Bir gün “Saçım olsa okşar mıydın ablam?” dedi saçlarıma parmaklarını dolarken. Yüreğimi titretti. Unutulmamaya Korkuyordum. Ona bir şey olmasından korkuyordum. Hayalleri vardı, özlemleri… Gittiğimde elinde bebeği, oynuyordu. Önce parmaklarına şöyle bir “hoh” yaptı. “Üşümesin bebeğim.” Kolunu açıyor, işaret parmağı ve orta parmağıyla bebeğinin damar yolunu arıyordu. Sonra ona “cıs” diye iğne yapıyordu. “Ağlama ağlama, acıdı mı?” Oyununa ağladım. Gördüklerine ağladım. Yaşadıklarına ağladım. Hasta bebeğine iğne yapmasına ağladım… Hayat neydi? Bizim gördüklerimiz, hissettiklerimiz ne kadarcıktı Emine’min yaşadıklarının yanında? Minicik yüreğinde neler oluyordu? Neler düşünüyordu? Ve üşüyen vücuduna kim bilir kaç soğuk el iğne yapmıştı da onu oynar olmuştu… inat mektuplarını uzattı, meraklı gözünü gözüme kenetleyip benimkini istedi. Mektuplarının sonuna çizdiği resimler hep uzun saçlı kız bebekleriydi… Havayı, dışarıdan gelen kişinin ellerine dokunarak öğreniyordu. “Ellerin üşümüş, bugün hava soğuk.” “Rüzgârda savrulmuyor mu saçların abla?” “Hep gel abla!” Sarıldım sımsıkı. Olmayan saçlarının derisini okşadım, öptüm. Işıldadı yine gözleri. Anlatmaya başladı hemşire ablalarını, beğenmediği yemekleri. Sonra ekledi yine: “Hava nasıl abla?” Kar yağıyordu. Kar ince ince yüreğime yağıyordu. Kışın en soğuk gününde, havanın en karanlık tabakasında yüreğimde Emine’nin olmayan saçları dalgalanıyordu. Yaşasaydı damar yolu arayan parmakları gözümün yaşını silerdi belki… Kim bilir yaşadıklarını, korkularını, yüreğindeki havayı... Kim bilir uzamasını beklediği saçlarının rengini, yumuşaklığını… Necla ÇOLAK FDÖ-1 UFACIK BİR TEBESSÜM Onkoloji Hastanesine gitmeden önce çok heyecanlıydım. Acaba oradaki hastalar ve yakınları bizleri görünce olumsuz tepki verirler mi, diye soruyordum kendime. Fakat çok yanılmışım, oradaki insanlar, kapılarının açılmasını ve içeriye birinin girmesini dört gözle bekliyorlardı. Onlar için hazırladığımız paketleri verince yüzlerindeki o tebessümü görmek, insanı çok mutlu ediyordu. Birazcık da olsa onları mutlu edebildiysek ne mutlu bizlere. Oradaki insanların sevgiye ve umuda çok ihtiyacı var. Fakat bizler o kadar duyarsızlaşmışız ki kendimizden başkasıyla ilgilenmiyoruz. Ama şunu söylemeliyim, ileride bizlerin başına ne geleceği meçhul. Bu yüzden o masum, tertemiz yürekli insanlardan manevi desteğimizi esirgemeyelim. 20 Ayşenur KARLIKAYA FDÖ-1 Bazen bir insanın gözlerindeki ışıktır diğerine ışık veren… Şu hayat karmaşasında gözlerimizde kalan birazcık ışığı belki onlara verebiliriz, diye gidiyoruz yanlarına. Bana bakan minicik, hayat dolu gözleri o kadar masumdu ki “neden?” diyor bazen insan, adalet arıyor, sorguluyor. Bakışlarındaki masumiyeti unutamıyorum. Keşke ona hayat verebilsem, birazcık ışık verebilsem! “Yine gel” derken, benden hediye isterken bile içimi eritiyordu. Hiçbir çocuk bu derece içimi titretmemişti. Aslında her biri ayrı bakıyordu. Ta gözlerimin içine bakıyorlardı. Pırıl pırıldılar, içtendiler. Biz sahip olduğumuz bunca değere rağmen hayata küsmüşken onların bu kadar mutlu olması çok canımı yaktı. İnsanların kıymet bilmezliği, duyarsızlığıydı bir yandan canımı sıkan! Sahip olduğumuz hayatlar elimizden uçup gidebilecekken bize emanet olan bu canın değerini, farklı dünyaları görmeyen insanlar nereden bilebilir ki? Başkalarının acılarını görmeden kendi mutluluğumuzu anlayamıyoruz bazen. Hani her şey tezadıyla güzelmiş ya; acı mutlulukla, sevgi özlemle, aşk yalnızlıkla... Acıları yaşamayan insan, mutluluğun değerini nereden bilsin… Size bazen öyle içten bakarlar ki çektikleri çileyi kalbinizde hissedersiniz! İşte bunu hiçbir söze ve kâğıda sığdırmak mümkün değildir… Kübra SATICI İMÖ-2 Gözyaşıyla başlayan yolculuğum yine gözyaşıyla bitti. Üç yıl önce ben de böyle bir ortamda iki aya yakın bir süre bulunmuştum. Ama çocuk bölümü değildi. Babam yatıyordu hastanede. Şu an vefat etti. Bana her adımda babamı yaşattı bu hastane. Şunu da belirteyim, inanın hastaların bedeni acıyor; ama yakınlarının ruhları belki onun onlarca katı fazla acıyor. Bugün fark ettim, öğrenilmiş bir çaresizlik vardı hepsinin yüzünde. Kolay değil sevdiğinin eli avuçlarındayken avucunu açıp baktığında o elin kelebeğin ömrü gibi yok olduğunu izlemek... 21 Nilüfer ZEYBEK DİĞER ÖĞRENCİ ETKİNLİKLERİMİZ ÜZERİNE İMÖ-01 FARKLILIKLARIMIZ VE BENZERLİKLERİMİZLE BİRİZ Memleketimiz bir kilim gibi canlı, parlak, güzel... Her desende farklı bir renk, her motifte memleketimizin bir köşesi vardı. Gördüğümüz cümbüşle gözlerimiz kamaştı. Bunların farkına varamamıştık ilk başlarda. Her yeri bulunduğumuz ortam gibi sanıyorduk. Trabzon, Rize, Kastamonu, Tokat derken gezdiğimiz fuarlarla her yerin ayrı bir güzelliği olduğunu gördük. Farklılıklarımız ve benzerliklerimizle birdik, bunu anladık. Kilimdeki her ilmek gibi birbirimize bağlıyız aslında. Ayrı memleketlerden olsak da birleşerek eşsiz bir güzellik oluşturuyoruz. Gezdiğimiz fuarlar, bu güzellikleri görmemizi sağladı. SATIR ARASI Çalışmak… Harıl harıl çalışmak… Okuduğun bir kitabı anlatmak insanlara; hem kolay hem zor! Okursun, kitabı neden seçtiğini hiç bilmeden, belki hiç düşünmeden. Sonra herkes bilsin istersin. O da okusun ki kaybolsun senin gibi satır aralarında. İşte bu fırsat verildi bize Yazılı ve Sözlü Anlatım Dersi’nde. “Okuyun, okuduğunuzu sunun bizlere. Yeni kitaplar tanıyalım sayenizde.” Dörder beşer birleştik. Ne zordu hangi kitabı tanıtacağını düşünmek! Her gruptan farklı sesler yükseldi, hiç duymadığımız isimler… Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’yla hastane kokusu geldi buram buram burnumuza. Başucumuzda müzikle Asya’nın kapısını çaldık. Cengiz Aytmatov karşıladı bizi… Sunumlarımızı hazırlarken Asya’dan Avrupa’ya uzanan bir sergüzeşt yaşadık. Nemide’yle geçtik Mostar Köprüsü üzerinden ve geceye okunan ezanları dinledik sessiz, kırgın… Gözümüzde yaş hiç eksik olmadı şehitlerimizi anarken. Çanakkale içinde vurulduk, Çanakkale Mahşeri’ni yaşadık bayrak bayrak… Üniversitede okumak hayaldi ya bir zamanlar, ya bu ders için yaptıklarımız? Hiç aklımıza gelir miydi gazete arşivleri, büyükelçilikler, dernekler, Millet Meclisi? Alnımızın akıyla çıktıktan sonra sınıftan kaç okur kazandı o kitaplar? Ankara’ya gelmeden önce hiç böyle okunmamıştı kulağımıza o güzelim şiirlerimiz. Kitapları tanıdık, yanlarında Anadolu’yu. Türkülerse hiç yalnız bırakmadı bizi… Ahçiği yolladım Urum eline Eser bâd-ı sâbâ zülfün teline İrem ALTINOK OKL-01 Estağfirullah: “Allah’tan af dilerim, hiçbir zaman, mahcup ediyorsunuz, hâşâ, bir şey değil” gibi anlamlarda kullanılan bu kelime, ikramda bulunan ve saygı gösteren kişiye karşı alçakgönüllülük göstermek için kullanılan bir tabirdir. 22 Taner TEKİN Bu dönem içerisinde gezip gördüğümüz fuarlarla Anadolu’muzu yeniden tanıma fırsatı bulduk. Anadolu’nun güzellikleri sayesinde sahip olduğumuz bu toprakların kıymetini daha iyi bilmemiz gerektiğinin farkına vardık. Karadeniz’in kemençesinden Ege’nin efelerine bir yolculuk yaptık. Gezdiğimiz kitap fuarları sayesinde bazı yazarlarımızla tanışma fırsatı bularak satırlar arasında gizemli yolculuklara çıktık. Kültürel bakımdan zengin olan ülkemizde ne kadar fakir olduğumuzu fark ettik. Bu yüzden Alemdar Yalçın hocamızın da dediği gibi, Anadolu’yu bir ezgi gibi işlememiz gerektiğini anladık. FBÖ-02 “SERÇEV”LE ATILAN İLK ADIM, ENGELLERİ AŞMAK İÇİN BÜYÜK BİR ADIM 23 Nisan haftası aynı zamanda “Geleneksel SERÇEV Haftası” olarak kutlanmaktadır. Bu hafta içinde sereblal palsili (beyin felçli) çocuklar için etkinlikler düzenlenmekte, gönüllülük projeleri gerçekleştirilmekte ve farkındalık yaratmak amaçlanmaktadır. Sereblal palsili çocuklar için 19 Aralık 2002’de Ankara’da kurulan SERÇEV, engelli çocuklara ve ailelerine ulaşmak, onların sıkıntılarına çare olmak, çocukların toplumda hak ettiklere yerlere gelmesini sağlamak gibi hedeflerle faaliyette bulunmaktadır. Yönetim Kurulu Başkanı Altan Erkekli, İkinci Başkanı ise Prof. Dr. Sabiha Aysun’dur. Derneğin Yönetim Kurulunda çok değerli sanatçılar ve akademisyenler görev yapmakta. Bugüne kadar SERÇEV, sereblal palsili çocuklar için “MEV Gökkuşağı İlköğretim Okulu” ve “Engelsiz Oyun Parkı”nın kurulmasında, “Geleneksel SERÇEV Etkinlikleri”nin düzenlenmesinde büyük sorumluluklar üstlenmiştir. Tüm bu bahsettiklerim SERÇEV hakkında herkesin bilmesi gereken teorik bilgiler. Ancak işin bir de manevi yönü var elbette. Dernek; üyeleriyle, çalışanlarıyla, ailelerle, sereblal palsili çocuklarla ve gönüllüleriyle bugüne kadar çok güzel etkinlikler gerçekleştirdi. Ben “Geleneksel SERÇEV Haftası” kapsamında bir alışveriş merkezinde gerçekleştirilen etkinliğe gönüllü olarak katıldım ve bu maneviyattan payıma düşeni aldım. Arkadaşlarım beni orada yalnız bırakmadı ve onlar da benimle birlikte gönüllü oldular. Cuma ve cumartesi günleri için gönüllü olduk ve üzerimize düşen görevi başarıyla, büyük mutlulukla gerçekleştirdik. Görevimiz henüz bitmedi elbette, bundan sonra sereblal palsili arkadaşlarımızın iyi ve kötü günlerinde yanlarında olmak bizim görevimiz. Biraz da o gün yaşadıklarımdan söz etmek istiyorum. Gönüllü olarak ilk defa bir etkinliğe katılmanın verdiği acemilikle ilk saatler pek fazla katkı sağlayamadık SERÇEV’e. Ortama alışmaya başlayınca yoldan geçenleri çevirip SERÇEV’i ve o gün ne için orada olduğumuz anlatmaya başladık. Bizi dinlemeyen, dinlemek istemeyen, dinlemek için zamanı olmayan, dönüşte dinlemek isteyen kişilerle karşılaşmadık değil, ancak yine de bizi gönülden dinleyenler bu tepkileri verenlerden daha fazlaydı. Bunda “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” kapsamında gerçekleştirilen törende yapılan konuşmaların da payı büyüktü. 23 Nisan günü hem çocuklar ve alışveriş merkezine gelenler hem de biz gönüllüler gerçekten çok güzel zaman geçirdik. Ertesi gün, sereblal palsili Şeyda Senem Şahin’in Tauna adlı şiir kitabının imza günü vardı. Ayrıca, Nasuhi Can Özaydın kanunu ile çok güzel parçalar çaldı. Nasuhi Can, Şeyda’ya küçük bir sürpriz yaptı; ben onun şiirini seslendirirken o da doğaçlama müzikle eşlik etti. Onlar, hayata küsmüşlere örnek olurcasına sıkı sıkı bağlıydılar hayata. Bizim küçük bir tebessümümüzle, yüzlerine kocaman mutluluklar yansıyordu. Orada onlar için bulunduğumuzu bilmek bizim için gurur vericiydi, ancak engellere karşı verdikleri savaşta yanlarında olduğumuz için onlar da bizimle iftihar ediyorlardı. İşte ilk gönüllülük günlerimizden kazandıklarımız: yeni yeni dostluklar, hiç unutulmayacak mutluluklar ve alınmış büyük dersler… Nazlı BARIŞ FBÖ-01 23 Gülnaz ÇETİNKAYA TÜRK KÜLTÜRÜNDE RENKLER Kaşgarlı Mahmud Dîvân ü Lügat-it-Türk adlı eserinde “Kılnu bilse kızıl kedher, yaranu bilse yaşıl kedher: Nazlanmayı bilse kızıl giyer, yaranmayı bilse yeşil giyer.” savına yer vererek güzellik anlayışında renklerin önemini vurgular. Dede Korkut Hikâyeleri’nde Han Bayındır yaptığı şölenlerin birinde bir yere ağ otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ kurdurur. Oğlu olanı ağ otağa, kızı olanı kızıl otağa, oğlu kızı olmayanı ise kara otağa kondurur. Altına kara keçe serdirilir, önüne kara koyun yahnisi getirilir. [email protected] bir mevsimin başlangıcına işaret etmiştir. Kök-luu, Kara Yılan, Ak Bars, Kızıl Sakızgan yıldızlarının doğu yönünde görünmesi, sırasıyla bahar, yaz, güz ve kış mevsimlerinin habercisi olarak yorumlanmıştır. Sözün yol gösterici olduğu sözlü kültür ortamında “ak” renk, alkışların (hayır dualarının) vazgeçilmez bir unsurudur. Önemli görülen, değer verilen, saygı duyulan kişi ve kavramları ifade etmek için kullanılan bu renk; saflığın, temizliğin, yenilenmenin ve olumlu olarak nitelendirilen durumların sembolü olmuştur. Dede Korkut, soylamalarının birinde “çarpar iken ağ boz atın büdrimesin, ağ pürçeklü anan yiri behişt olsun, ak sakallı baban yiri uçmağ olsun” (Ergin 1997: 9495) der. Kazaklara ait Barak Batır destanında da “Ak bulut demek ak ruhtur, başına yerleşmiş evladım, hayır dua edeyim.” (Karaca 2007: 73) ifadeleri iyi dileklerin, temennilerin “ak” kavramıyla aktarıldığını göstermektedir. Bir işi sonlandırıncaya kadar çekilen sıkıntıları anlatmak için “akla karayı seçmek”; talihin, kaderin kötülüğünden bahsetmek için “alnımın kara yazısı”; çok üzülmek, kederlenmek anlamında “başına karalar bağlamak”; gerçek dostun kötü zamanlarda ortaya çıkacağını belirtmek içinse “dost kara günde belli olur.” deyim ve atasözlerini kullanırız. “Kara kış” deyimi, havaların soğuduğu ve üretimin olmadığı çetin, zor dönemler için kullanılır. Destanlarda “kara sis”, “kara duman” felaketin, kötü haberin, olumsuz ve tehlikeli durumların Yeşil; bolluğun, bereketin ve doğanın simgesi olarak sembolüdür. görülmüştür. Türk mitolojisinde verimliliği, doğurganlığı temsil eden hayır İlahı Ülgen’in doğanın yeşillenmesini Divan edebiyatında sevgilinin dudağı kırmızı renkli sağlayan oğlunun adı “Yaşıl (Yeşil) Kağan” olarak değerli bir taş olan “lal”e, yanağı “kırmızı gül”e, saçı geçmektedir. Halk inanışlarında “yeşil murattır.” Hayır “misk”e, “gece”ye benzetilir. Destanlardaki güzel kadın, ve berekete işaret ederek isteklerin, dileklerin, amaçların ay yüzlüdür, bir bakışıyla dalları yeşertir, üzüntüsüyle gerçekleşeceği anlamını taşır. kara bulutlar çıkarır. Kültür içerisinde her sembol, söylemsel alt yapısıyla Renkler, estetik anlayışı ve sosyal statüyü temsil eden görünenin altında yatan gizli manaları kuşaktan kuşağa işaretler olarak kullanılabildiği gibi kozmik zaman aktaran kodlar ve şifreler oluşturur. Renkler kimi zaman anlayışının olduğu destanlarda yön ve mevsimlerin hayatın içindeki zıtlığın bir göstergesi, kimi zaman da sembolü olarak da görülmüştür. Kızıl, güneyi; lacivert doğanın, bireylerin yaşamlarındaki tezahürüdür. Tarihî ve gök, doğuyu; ak, batıyı; kara ise şimali (kuzey) temsil seyir içerisinde kimi olumlu, kimi de olumsuz anlamlar etmiştir. Hayvanların isimlerinin önüne gelen renk yüklenen renkler; bir toplumun estetik anlayışının, bildiren sıfatlar da yıldızlara ad olmuş; her yıldız edebî zevkinin, hayatı ve doğayı yorumlayış tarzının ve yaşamı anlamlandırma çabasının göstergeleridir. 24 KAYNAKÇA Emel Esin, Türk Kozmolojisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1979. Kaşgarlı Mahmud, Divan u Lügat-it Türk Tercümesi, TDK Yayınları, 2006. Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, TDK Yayınları, 1997. Oktay Selim Karaca, Kazak Destanları, TDK Yayınları, 2007. Canan ÖKTEMGİL TURGUT 2. [email protected] ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI BİLGİ ŞÖLENİ BİLDİRİLERİ (28-30 MAYIS 2008) KÂŞGARLI MAHMUD VE DÖNEMİ Ali Emîrî Efendi, Kâşgarlı Mahmud’un, varlığı bilinen ama bir türlü bulunamayan Dîvânu Lugâti’t-Türk adlı eserine 1915 yılında bir sahafta rastlamış ve bu mutlu tesadüfün yaşattığı heyecanı “Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır.” sözleriyle ifade etmişti. Ali Emîrî Efendi’nin bu tespitinden 93 yıl sonra 2008 yılı UNESCO tarafından “Kâşgarlı Mahmud Yılı” olarak ilan edildi. Aynı yıl Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü de “Kâşgarlı Mahmud ve Dönemi” konulu Uluslararası II. Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu’nu düzenledi. Bu sempozyumda sunulan bildiriler geçtiğimiz yıl sonunda Türk Dil Kurumu tarafından bir kitap olarak yayımlandı. Eserin Ali Emîrî Efendi tarafından bulunuş öyküsünün de yer aldığı altmış bildiri içeren bu kitapta, Dîvânu Lugâti’t-Türk ve yazıldığı dönem, çeşitli bilimsel disiplinler açısından incelenmiştir. Her biri farklı bir kapıdan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün cihanına açılan bu bildiriler, Araplara Türkçe öğretmek için yazılmış bu eserin, yazılış amacınının yanında, Türklük dünyasına ve tüm dünyaya ne çok şey öğrettiğinin/öğreteceğinin bir belgesi niteliğindedir. Bu bilgi şöleni ile Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün önemi bir kez daha gün ışığına çıkmıştır. 2. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Bilgi Şöleni Bildirileri (28-30 Mayıs 2008) Kâşgarlı Mahmud ve Dönemi Türk Dil Kurumu Yayınları, 2009, 854 s. Dilce TÜRKÇE ÜZERİNE DEĞİNMELER Dilce Türkçe Üzerine Değinmeler Toroslu Kitaplığı, 2009, 168 s. Dilce, Maltepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Yusuf Çotuksöken’in Türkçe üzerine yazılarından oluşuyor. Çotuksöken bu kitabında, Maltepe Üniversitesi yayın organı Günaydın Marmara gazetesinde 2004-2009 yılları arasında yayımladığı aylık köşe yazılarını bir araya getirmiş. Yazarın elli köşe yazısına yer verdiği Dilce’de “Q, X, W Harflerini Türk Abecesine Alalım mı?”, “Tabela ve Ürün Adlarını Türkçeleştirelim” gibi başlıklar altında Türkçeyle ilgili güncel sorunların değerlendirilmesinin yanı sıra “Dilbilim Nedir? Ne ile Uğraşır?”, “Kökenbilim (Etimoloji) Nedir? Ne İş Görür?”, “Yazı ve Dil Devrimleri” gibi başlıklar altında, dil ve Türk dili ile ilgili çeşitli konular da tartışılıyor. Uzun yıllar çeşitli üniversitelerde Türk dili okutmanlığı da yapmış olan Çotuksöken’in bu dersler hakkındaki saptamaları da hayli ilgi çekici. “Üniversitelerde Türk Dili Öğretimi” adlı yazısında, bazı yüksek lisans ve doktora tezlerinde gördüğü Türkçe dil yanlışlarının bu tezlerin verdiği bilgilerin anlaşılmasını güçleştirdiğini söyleyen Çotuksöken, bu soruna çözüm olarak lisansüstü eğitime de Türk dili dersi konulmasını öneriyor. Dilce, Türkçenin kullanımıyla ilgili sorunlar üzerine düşünen okurlar için farklı bakış açıları sunuyor. 25 Etkinliklerimiz Aydan UMUNÇ [email protected] Mardin’deki Köy Okullarına Yardım HÜDİL olarak Merkezimizde öğrencilerimize sadece dil eğitimi vermiyoruz. Onların aynı zamanda sosyal sorumluluk bilinci yüksek, çevresindekilerin ihtiyaçlarına duyarlı, sorunların farkında olan ve bunların çözümüne yönelik fikir üreten bir nesil olarak yetişmelerini de hedefliyoruz. Bu hedef çerçevesinde, öğrencilerimiz büyük bir heyecan, mutluluk ve sorumluluk duygusu içinde, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ile de iş birliği yaparak Mardin Midyat Ortaca İlköğretim Okulundaki kardeşlerine kırtasiye ve resim malzemeleri ile çeşitli giysiler gönderdiler. Değişik Kültürleri Tanıma Dil öğrenme sürecinde, ülkemizin farklı kültürlerini tanımaları için, Ankara Atatürk Kültür Merkezinde şubat ve mart aylarında düzenlenen Trabzon ve Rize Günleri’ne öğrencilerimizle bir ziyaret gerçekleştirdik. Burada sergilenen Trabzon ve Rize kültürüne ait yiyecek ve içecekler, yöresel giysiler, el yapımı çeşitli eşyalar ile özellikle Karadeniz bölgesinin kültürünü yansıtan halk oyunları öğrencilerimizin ilgisini çekti. 26 Erasmus Yoğun Dil Kursu Merkezimizce, ERASMUS programı çerçevesinde ülkemize gelen üniversite öğrencilerine, burada kaldıkları süre içinde, günlük hayatlarını devam ettirecek düzeyde Türkçe öğretmek amacıyla Erasmus Yoğun Dil Kursu hazırlanmıştır. kursta, öğrencilerimize hem başlangıç hem de orta düzeyde Türkçe öğretmeyi planlıyoruz. Planlarımız arasında, dil öğrenme sürecinin bir bütün olduğu bilinciyle öğrencilerimize Türkiye’nin farklı kültürlerini tanıtmak için yakın çevremize geziler 9 Ağustos-3 Eylül 2010 tarihleri arasında düzenlemek, müzeleri gezdirmek ve Türk filmlerini Beytepe Kampüsünde gerçekleştirilecek bu izletmek de bulunmaktadır. 27 ALBAY KUŞ MU? O DA KİM? Oyun, bir psikiyatri kliniğinde kalan sekiz akıl hastası ve sözde onları tedavi etmek için gönderilen morfin bağımlısı bir doktor arasındaki ilişkiyi trajikomik bir biçimde anlatıyor. Klinikte hastalar ve doktor ilaç, yiyecek ve giyecek kıtlığıyla boğuşmaktayken dışarıda süregelen savaştan dolayı kliniğe yardım gönderilememektedir. Hastalara tanı koymakla uğraşan doktor ise sakinleşmek için çareyi uyuşturucuda bulmuştur. Fakat durumu ağır olan hastalar, iyice çığırından çıkmıştır ve doktor duruma müdahale edemez hâle gelmiştir. Derken hastalar, aralarında başlayan bir askercilik oyunuyla ilginç bir şekilde saplantılarından sıyrılmaya başlarlar. Artık iyice düzene girmişlerdir ve doktor bu oyunun bu kadar ciddi bir biçimde benimsenmesini ve hastaların bundan iyi etkilenmesini hayretler içerisinde izlemektedir. Oyun öyle bir boyuta gelmiştir ki hastalar bunun gerçek olduğunu sanmaktadır. Fakat doktor yine de müdahale etmemektedir. Çünkü bu insanlar, bu şekilde mutludur ve eğer onları bu rüyadan uyandıracak olursa durumlarının tekrar eskisi gibi olacağını bilmektedir. Doktor bir yandan bunları düşünürken bir yandan da dışarıda normal insanların birlikte yaşayamayıp savaşması ile içeride deli olarak nitelendirilen ve birbirine taban tabana zıt karakterli bu insanların nasıl bu kadar iyi anlaşıp kendilerince mükemmel bir dünya yarattıklarını sorgulamaktadır. Acaba hangisi mantıklıydı, hangisi gerçek? Akıllı (!) insanların bir hiç uğruna savaşıp yaşamlarını sonlandırmaları mı, yoksa delilerin kendi dünyalarını, düzenlerini yaratıp tüm bunlara karşı gelerek barış içinde dimdik ayakta durmaları mı? Onlar bu oyunla doğruluğu, dürüstlüğü, cesareti öğrenirken akıllılar dışarıda hırsı, savaşmayı, öldürmeyi amaç haline getirmişlerdi. Doğru olan hangisi? Doktor bu düşünce selinde kulaç atmaya çabalarken ortadaki çelişkiyi kendince yorumlayıp bir neticeye varmıştır. Artık o da onlar arasına girip bu oyuna dâhil olacaktır… Oyunu izledikten sonra akıllı ve deli kavramlarını sorgulamaya başlıyorum. Eğer büyük bir hayalim varsa bunun peşinden gitmek için yapacaklarım ve zorluklar karşısında yılmadan, büyük bir umutla beslenerek direnmem paranoya olarak görülüp sırf bu yüzden deli damgası yiyeceksem tamam ben bir deliyim… Akıllı olup amaçsızca savaşmaktan, amaçsızca oradan oraya savrulup hayatımı bir hiç olarak sonlandırmaktansa varsın deli desinler, hayallerimin peşinden koşar, bunları gerçekleştirmek için savaşırım. Sırf bu amaç için, mutlu olduğum için varsın deli desinler… Deliyim ve mutluyum… 28 Çiğdem YILDIZAK Elektrik-Elektronik Mühendisliği 1. Sınıf Öğrencisi Hristo Boytchew Kimdir? Kuzey Bulgaristan’da küçük bir köy olan Oriovetz’de doğan Hristo Boytchew, 1974’te Makine Mühendisliği Bölümünden mezun oldu. 1984’te ilk oyununu yazdı. 1985-1989 yılları arasında Tiyatro ve Sinema Sanatları Ulusal Akademisinde okudu. 1989’da Bulgaristan’da yılın oyun yazarı seçildi. O sıralarda ülkenin kırk ayrı tiyatrosunda oyunları oynanmaktaydı. 1990’da televizyonda siyasal hiciv programı yapmaya başladı. 1996’da cumhurbaşkanlığına aday oldu ve mizahi yaklaşımıyla oyların %2’sini aldı. 1996 yılında Bosna Savaşı sırasında yazmış olduğu Albay Kuş adlı oyunuyla British Council tarafından düzenlenen uluslararası oyun yazma yarışmasında 400 oyun arasından birinci oldu. Yazmış olduğu diğer oyunlardan bazıları şunlardır: Bölge Hastanesi, Albayın Karısı, Titanik Orkestrası, Yer altı. Ülkemizde Albay Kuş Albay Kuş oyunu, Türkiye’de ilk kez 20012002 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatrosunca Macit Koper’in yönetmenliğinde Kuş Operasyonu adı ile sahnelenmiştir. Yazarı Hristo Boytchew’in en başarılı metinlerinden olan bu oyun Nihal Geycan Koldaş’ın çevirisiyle dilimize kazandırılmıştır. Son birkaç yıldır çeşitli ülkelerde sıkça sahnelenen oyun, diğer tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de kapalı gişe oynuyor. Hacettepe Üniversitesi Tiyatro Topluluğu (HÜTİ) Hakkında Hacettepe Tiyatro Topluluğu (HÜTİ), 1982 yılında Akademik Danışman Doç. Dr. Füsun Balkaya tarafından Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seçmeli Dersler Birimine bağlı olarak kurulmuştur. 1997 yılına kadar çeşitli oyunlar sergilemiş ve o yılın sonunda tüm üniversite öğrencilerine açık bir “Öğrenci Topluluğu” sıfatı kazanmıştır. Yaratıcı Yazarlık Annem ve… Tuhaftır, çocukluğumdan aklımdan kalan en belirgin tatları hep babam bana hazırlamış sanki. Sebebi muhteşem: Voleybol antrenmanına gitmeden önce yenmesi gereken koca bir dilim peynir ve ekmeğin ağızda büyüyen büyüyen büyüyen tadı… Yemek seçen çocuklardan değildim pek ama yine de peynir kokusunu hiç mi hiç sevmezdim. Babamın özenle seçtiği o en kaliteli peynirlerden başkası evimize girmezdi ve ben az yağlı inek peynirinin tadına bakana kadar yıllarca peynir yemedim. Arka bahçeye bakardı balkonumuz ve arka bahçenin kedileri çok severlerdi babamın bana hazırladığı kahvaltıları. Portakal suyumu içer, “Ben hazırım!” diye seslendirdim babama; boş kahvaltı tepsisini görüp, saatine bakar evden çıkmama onay verirdi. Spor çantamı gururla omzuma takar, özgürlüğün tadı damağımda fırlardım evden. Annem memur emeklisidir, Karadenizlidir, bir de yemeklere düşkündür. Rahmetli babasının yaptırdığı pideler, daha gün ortasında yorgun düşen emektar PTT çalışanı arkadaşlarıyla Samanpazarı yokuşundaki seyyar köfteciden getirtilen köfte ekmekler, aile dostlarıyla çıkılan tatillerden tereyağlı alabalık ya da yol üstünde tadılan Kayseri mantısı. Yemekler ve tatları o anlattıkça gözünüzde canlanır, diliniz kamaşır, ağzınız sulanır. Özellikle emeklilik sonrası geliştirdiği bilgi dağarcığıyla hemen her yöreden ya bir baharat bilir ya da bir pişirme şekli. Bazen televizyonda gördüğü yeni bir yemek tarifiyle heycanlanıp telefona sarılır, uzun uzun karman çorman anlatır bana: Ha bir de maydanozları böyle incecik incecik doğrayıp peynirlerle harmanladı; baharatını, dur dur kekik mi kimyon mu dedi, kimyondur o kimyon, bir kaşık kadar ekliyorsun, kekik en son sosuna konuyor ama sen Diyarbakırlı Kör Yusuf’tan aldığım o karışık baharattan da koy azcık bak yakışır... Annem değişik tatlara doymuş da bir babasına doyamamış malesef. Evet, hiç tanımadığım efsanevi bir dedem var. Kendi çağının aksine kızlarıyla arkadaşlık eden, hatta evde yapılan yeşil erik savaşlarında hızını alamayıp onlarla güreş tutan bir baba. Annem 17 yaşındayken babasını aniden kaybedip zengin ailenin biricik büyük kızından, çalışıp kız kardeşlerine ve annesine bakmak zorunda kalan küçük kadına dönüşmüş. Annemi bilirim hâlâ daha tanıdığı bütün babalarda kendi babasına benzeyen bir hal görürse heyecanlanır. Benim de çocukluğuma dönüp bir anı arayınca gördüğüm renkli sahnelerin çoğu Karadeniz’dedir ve anlatmak istediğim o anlarda oralara has lezzetler gizlidir. Annemin dedeme dair anlattığı şeylerin büyük kısmı lezzetlerle ilgili. Mesela hep anlattığı o meşhur yumurtalı Trabzon pidesi. Çocukluğumdan beri bildiğim o pideyi hepi topu iki üç yıl önce ev eşyaları bakmak için Siteler’e gittiğimde yiyebildim. Siteler Ankara’nın mobilya üretim merkezidir ve civarda iyi esnaf lokantaları vardır. Bir de Karadeniz pidecisi olduğunu duymuştum gitmeden önce. Laf aramızda boğazına düşkün kocamla Siteler ziyaretimiz bir pide macerasından öteye geçemedi sonuçta. Gerçeğiyle ilk kez buluştuğumda, aklımdaki o meşhur pideyle karşılaştırarak ustanın notunu verdim. Kenarları içe doğru kıvrılarak havuz şekli verilen yuvarlak pide hamurunun ortasına bolca doldurulan özel Trabzon peyniri ve havuzun tam göbeğine kırılan altın sarısı bir yumurta… Tabii bunlara eklenen bolca halis tereyağı… Fırından çıkıp servise hazır olduğunda, abartılı taşralı güzelliği ve yüksek kalorisi sebebiyle utandığından mı bilmem, yer yer kızarmış o mis kokulu sarı peynirlerden bir mağma... Yumurta beyazı pişmiş, sarısı dağılmamış hafif rafadan kıvamıyla havuzun tam ortasında ilk hamlenizi beklerken son derece davetkâr! O minik havuzun tamamında altın sarısı tereyağı yakamozları gözünüzü alır. Yeni pişmiş çıtır pide kokusuyla karışmış, tereyağında erimiş Trabzon peynirilerinin baskın ve enfes kokusu da bu köylü güzelinin son süsleridir. İşte bu pideler annemin çocukluğunda Trabzonlu dedemin Zonguldak’taki dükkânından eve sipariş edilirmiş. Bazen dedem ailesiyle yemek için eve çıkar bazen de dükkânda tek başına boğazından geçmediği için kendisi kalfalarıyla yerken bir parti de eve gönderirmiş. Yeme faslını özellikle annemden dinlemek lazım aslında. Pidenin kenarlarından çıtır bir lokma kopartıp yumurtanın sarısını dağıtırsınız. Bu pidenin sizi davet ettiği ilk oyundur. Oyunu kuralına uygun oynadıktan sonraki her hamlede, pidenin dışından içine doğru kopardığınız lokmaların peynirini sündürerek ortadaki yumurtanın sarısına bandırmaya devam etmelisiniz. Böyle böyle merkezine ulaşılan inanılmaz bit tattır işte yumurtalı Trabzon pidesi. Zevkiyle, enfes tadıyla, oyunlarıyla baştan çıkmanız ve öğrenilmiş tüm yemek ritüellerini bir kenara itmeniz gayet normaldir. Hani o tereyağı pırıltısı ağzınızın kenarından göz kırpmadan, elleriniz birazcık yumurtaya bulanmadan asla tadına varamayacağınız enfes bir yemek. Yıllar sonra benim çocukluğumun da en özel imgelerinden biri olan dedemin yaptırdığı o pideler her ayrıntısıyla aklımdadır da o gün Siteler’de yediğim pideyi nedense tam hatırlayamam. İnsan zihni de oyunlar oynamayı sever zaten. Bir gün geçmişinizden bir tat ararken Karadeniz pidesi gelir aklınıza ve yediğinizi değil de annenizin anlattığı o meşhur pideyi tarif ederken yakalarsınız kendinizi. Esra ÖZKAN ÇELİK Berhüdâr: Kelimenin aslı Farsça “ber-hurdâr” olup zamanla “ber-hüdâr” şeklini almıştır. Kelimenin anlamı “mesut, mutlu”dur. Bizde kullanılan “Berhüdâr olasın” tabiri, “mesut, mutlu olasın” anlamına gelmektedir. 29 DOKUNMANIN DİLİ İlk karşılaşma anımız büyülü olmalı, diyerek uyudum. Kendime gelmeye çalışırken coşkuyla “Pembe beyaz bir bebek” dediler. Cılız bir ağlama sesi karışıyordu konuşulanlara. Uzun bir bekleyişten sonra ilk duyduklarım bunlardı sana dair… Saniyelerce sana bakamadım. O anın yaşamımda yeni bir dönem başlatacağı o kadar açıktı ki! Artık annesin, dediler… Döndüm baktım, küçücük geldin, çok küçük… İzlediğim çizgi film bebeklerine hiç benzemediğini düşündüm. İlk banyon yaptırılırken korkuyla yıkandığın kabı kavradığın an anladım ki sen muhtaçtın. Seni yaşamaya başladıktan sonra dünya başıma yıkılmaz benim, dedim. Yıkılamaz! Biliyor musun? Bedenimdeki değişimi hiç sevmedim ama sen bana, hem çok yakın hem de çok uzakken dokunuyordun, kendini kabul ettirmek istercesine. Gizli mabedinde masumca ve yalnız büyüyordun. Hatırlayamadığım ama aynısını yaşadığım o sancılı büyüme evrelerinin canlı tanığı oldum. Hayata ilk tutunuşlarının, ilk emeklemelerinin şahidiydim. Hızla büyüdük, hızla hayata hazırlandık beraber… Ta ki, bir gün hastane odasında, başka bir gerçekle karşılana dek! O an duyduklarım o kadar yabancı, o kadar korkunç gelmişti ki!.. Bedenim titremiş, kulaklarım uğuldamış, ellerim tutmaz olmuştu. Aklıma ilk gelen, bunun neden benim başıma gelmediği, neden senin seçilmiş olduğundu. Sana dokunmanın ayrıcalığını, sana sesimin yetmediğini söylediklerinde fark etmişim ilk! Dünyanın başına yıkılması neydi, o gün anladım! Bir daha dünya başıma yıkılmadı, yıkılamaz da... Bana yaşattığın, ama kimselerin bilemediği o özel paylaşımı yaşadık biz seninle… Sen benim hayatımın ikinci yarısı oldun o andan sonra. Yaşamın, zamanın yeni soluğu... Sevdiğim o sonsuz mavilik, ucu bucağı görünmeyen o görkemli, sırlarla dolu deniz gibi. Sana dair beklentim hiç olmamıştı, tek isteğim vardı belki, o da senin bir enstrüman çalman, ellerinin ondan sonsuz tınılar çıkarmasıydı. Ben sana hiç masal anlatamadım, seninle bağrış çağrış hiç bir şarkıya eşlik edemedim de. Ama biliyorum ki ve yemin ederim ki, bir çok annenin/insanın ıskaladığı bir şeyi yaşadım ben, sonsuz dokunuşların keyfini… Bir körün dünyayı elleriyle anlamaya çalışması gibi, ben de sana öfkemi, sabrımı, ihtiyacımı, karşılıksız sevgimi parmak uçlarımla anlattım. Cevabını bilemediğin onlarca soru vardı, gözlerinle hissettirmeye çabaladığın. Dinlediğim bir müziği, bir filmin sahnesini, bir oyuncunun rolünü anlatmaya çalıştım sabırla. Ellerim vardı, ellerimiz vardı... Yıllar boyu birbirimize bakabilmemizi sağlayan eller ve dokunuşlar… Biz birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizi her seferinde dokunarak anlattık... Kim anlayabilir bunu?.. Biz yüreklerimizin üzerine kalp yaptık seni seviyorum derken… Dokunduk, ellerimiz sonsuz kenetledi; dünya durdu, biz birbirimize kenetlenmişken aktı sevgimiz sonsuz… Dokunmanın bir dilinin olduğunu çözdüm sayende. Sesin alçalıp yükselmesi gibi dokunarak hissettirdik biz birbirimize ne demek istediğimizi. Çok yorulduğumuz zamanlar oldu ama başardık! Şimdi seni seviyorum diyebiliyoruz, kalp işaretimizi de yapıyoruz ama illa ki dokunuyoruz çünkü bu bizim dilimiz. Beni evde pişen kurabiye kokularıyla değil, sana dokunmalarımla hatırlamanı isterim... Umarım yaşam sana hep sevgiyle dokunanların hediyesi olur. Tanrı’nın aslında bana bağışladığı bir şeydi dokunarak sevmek… Sadece bana fark ettirdi, artık her şey benim için dokunmak kadar var. Aklımdan hiç geçmedi farklı olduğun… Ben, hayatın büyüsünü yakalamıştım sayende, senin sayende... Hayatta var olman var olmama sebep! Beni hayatta senden daha huzurlu kılacak bir nedenim yok! Ve sen iyi ki varsın… Sen; kıyamadığım… Her seferinde nefesimin kesildiği, her hareketinden gizli bir gurur duyduğum…Heyecanı hiç bitmeyen masalsı bir süreç bu yaşadığımız… Sana sahip olmak, duyguların en yücesi… Seninle sahip olduğum bu sıfatı, taşımanın keyfi ve ağırlığıyla, günün birinde vedalaşıncaya kadar her yerimde sen varsın...Ve umarım yaşam sana hep cömert olur. Hiç bir hayalim yok seninle… Bir yerlerde nefes alman ve mutluluk sarhoşu olman, tek dileğim… Kıymet ÖZDEMİR BURUN İMPARATORLUĞU Mekânların belleği olduğu kadar kokusu da vardır ya, aklın hafızasında değil de burnun hafızasında kalan, işte o kokular anlamlandırır anları. Güzel bir koku da olabilir bu, kötü bir koku da ama mevzu ediliyorsa, akılda kalmayı becermiştir belli ki ve bir anının uçup giden tamamlayıcısı olmuştur. O kadar da çeşitlidir ki bu kokular ve bir o kadar marifetli tabii ki, insanı içinden çıkılması veya alışılması güç durumlara sokar. Eski sevgilinin parfümünün aynısını tercih eden yeni sevgili mesela, hatta daha kötüsü babanın parfümünü kullanan bir sevgili. Sevdiğiniz o koku berbat bir kokuya dönüşür artık sizin için. Annenizin evini saran ve sizin şikâyetçi olduğunuz yumuşatıcı kokusunun sizin evinizi de sarması gibi. Zaman ve mekân değiştiren kokulardır bunlar, yerine göre burnunuza ya tatlı tatlı gelir ya da burnunuza bir mandal takma ihtiyacı hissettirir, burnumuzun da değişik halleri olduğuna inandırır bizleri. Burun bir bakıma vücuda hükmetmektedir; hoş olmayan bir şey algıladığı anda nasıl tüm yüzünüze sahip olur ve size korkunç 30 mimikler yaptırırsa, hatta bununla da yetinmeyip tüylerinizi uyarıp içinizi ürpertirse, hoş bir koku algıladığı anda da yelkenlerinizi bir anda suya indirtir; vücudunuza mutluluk hormonu yollar, kaslarınıza gevşemelerini emreder ve sizi ne hale soktuğunu tebessümle izler. Yüzünüzün orta yerinde bulunan karakter simgesinin kölesidir tüm hisleriniz. Onun da bir hafızası vardır; umulmadık anlarda koklatır size anılarınızı, sizi o kokuyu ilk duyduğunuz mekâna, nesneye götürüverir, o an beyninize de hükmetmiştir artık. Körfez kokusu mesela; lağım kokan, can sıkan, nefes aldırmayan, burnunuzu iki parmağınızla sıkı sıkı kapattırıp ya koku geçmediyse diye uzun süre açtırmayan Körfez kokusu… Burun bu kokuyu bir kez aldıysa unutmaz; benzer bir kokuda alır götürür sizi o pis kokunun en yoğun olduğu vapur iskelesine. Size, istemediğiniz şeyleri yaptırmakta da üstüne yoktur: Çok tokken geçtiğiniz yolda yakaladığı bir yemek kokusunu öyle bir iştahla sunar ki yemeden edemezsiniz. Ya da siz çok açken önünüze gelen yemekteki korkunç yağ kokusu o yemeği mideye indirmenizi engeller. Çünkü kontrol daima ondadır! Bebekken düğme gibi olan ve sevimliliğe sevimlilik katan, zamanla ve karakterimizin oluşumuyla şekil değiştiren, laf dinlemeyen, tüm algılarımıza hükmeden, kimi zaman memnun edip gülümseten kimi zamansa duygularımızı yerle bir edip ağlatan burnumuz, hislerimizin ve anılarımızın bu hükümdarı olmasa, hiçbir şey kokmazdı. Her şeyin tadı yine olurdu belki ama anıların zevkli tamamlayıcısı, kokusu eksik olurdu. Ne mis gibi temizlik ne de yakıcı soğan kokan bir ev, eşsiz tereyağının kokusunu alamadığınız bir yemek, yağmurdan sonra camı açtığınızda içinizi gıdıklayan bir koku salmayan toprak ya da kokusuz bir sevgili… Anıları canlandıramazdı belki, aynı keyfi vermezdi Körfez kokusu eksik olan o şehir, tadını tam anlamıyla alamazdık kabuğunu soyar soymaz etrafa tadını kokusuyla sunan muzun… Noksanlığına isim bile verilmemiş olan bu duyumuzu hayatımızdan çıkarmayı hayal bile edemiyoruz, değil mi? Zeynep ÇINBARCI ÇOCUKTUK İŞTE! Herkes farklı yaşar çocukluğunu kimi sokak çocuğu gibi büyür, annesi balkonlardan bağırmadan girmez eve kimi çok usludur, saçlarını taradığı Barbie bebekleri yeter. Kimi şişmandır önüne gelen herşeyi fazlasıyla yiyip “Aferin çocuğuma” övgüsünü duyma hırsından kimi zoraki lokmaları hazırolda bekleyen gözyaşlarıyla yutmaya çalışır. Çocukluk işte, bambaşkadır her seferinde. Özeldir ve güzeldir. Annem hep “Uslu ama zor bir çocuktun” der bana. Usluydum elbet, laf dinlerdim, öyle yaramazlık yapmazdım. Zamanımın elverdiği koşulları sonuna kadar kullandım. Şimdiki gibi korkulmazdı sokaklardan. Ailemin denize karşı bahçeli evinde, akşamlara kadar sokaklarda koşturan, çoğu zaman yara bere içinde eve dönen, bazen de ertesi gün oynanacak oyunun heyecanıyla gece uyuyamayan, mahalledeki her bir noktanın hakkını verebilmiş, hatta gözümüze uzak gelen o parka bile kaçıp oynayabilmiş son çocuklardanım. Laf aramızda kalsın, azıcık da şımarığımdır, malum karşınızda bir ilk torun bulunmakta. Kardeşleriminkinden farklıydı benim çocukluğum. Siteye veya evin içine hapsolmadan, yoldan geçenden korkmadan, bakkal amcadan sakızlar kaçırarak, bazen oğlan çocukları yüzünden elinde silahla dolaşan, sonra isyan edip yine bebekleriyle oynayan, hatta kuzeniyle evlilik planları yapıp, akrabalık bağından dolayı doğabilecek sakat çocuğu öğrenip uzun bir dönem âşık olduğu o insana aşkını içine gömen, ufak görünümlü, büyük bir kız çocuğuydum ben. Çok şımartıldım ilk torun olarak, diğerlerine göre özel anlarım oldu bu yüzden. Dedemi en çok ben yaşadım mesela. Ondan en çok şeyi benim öğrenme fırsatım oldu ve kendimi hep çok şanslı hissettim bu sebeple. Bana öğrettiği herşey bir yana, yaşattığı her bir an silinmeden bir bir aklımda. En değerli mirastır onlar bana… Pazar sabahlarım unutulmazdı. Haftanın her gününden ayrı bir yeri vardı. Heyecanla uyanıp, hemen cicilerimi giyip, koştura koştura yukarı kata dedemlerin yanına çıkardım. Çoktan uyanmış olan anneannemin ve dedemin güleryüzlü karşılamaları içimi açardı, hatırlarım. Sol taraftaki şöminenin ateşi içimi ısıtırdı. Hemen şöminenin yanına kurulur, normal bir günde adamakıllı bir şeyler yemememe rağmen, az sonra yapılacak kahvaltının heyecanını yaşardım. Şöminede pişen sucuklara hak kazanmak öyle kolay da değildi. Önce bir tane yumurta bitirmem gerekirdi. Görseniz, her bir yumurta bana deve kuşu yumurtası gibi gelirdi. Büyülü elleriyle dünyanın en harika yumurtasına dönüştürürdü onu anneannem. Az pişmiş olurdu bir kere ve her bir lokmanın üzerine biraz tuz biraz karabiber konduktan sonra bir küçük beyaz peynirle birlikte ağzıma getirirdi kaşığı. Çok kez “Sevmiyorum ben yumurtayı” diye yaramazlık yapardım yememek için ama itiraf ediyorum, hayatımın en lezzetli anlarından biriydi o kaşık kaşık sevgi yüklü lokmalar. Yumurtam biterse büyük ödüle ulaşırdım sonunda: Şöminede pişmiş, tadına doyum olmayan sucuklar! Dedemin pişirirken ekmekleri sucukların üstüne bastırdığını hatırlarım, sucuğun yağı ekmeğe geçer, ekmek arası yaptığımız bu sucuğu daha lezzetli kılardı. O ekmek bile kocaman gelirdi bana ama büyük bir zevkle ısırır yerdim her bir lokmayı. Ağzımı hafif yakan tadı mıydı onu bu kadar lezzetli kılan yoksa her bir sucuğun sıcak sıcak şömineden çıkmış yağlı görüntüsü müydü, bilemiyorum. Arada bir parça peynir sıkıştırırdı ağzıma annneannem fakat sucuğun tadı ağır basardı, umursamazdım peyniri. Hem onun gönlünü hoş tutardım hem de şömine başında duran dedemin. Ben yedikçe mutlu olurlardı, “Çocuğun suratına renk geldi” derlerdi. Bense televizyondaki çizgi filme bile aldırmadan sonuna kadar yerdim acılı muhteşem sucukları. Sucuk bu, sağlıksız bir şey demeyin sakın bana. Her bir lokmamda baharatıyla boğazımı yakan o sucuklar gibisini yemedim, yiyemedim daha sonra. Belki de dedemdi o sucuklara bu kadar lezzetli anlamlar katan. Kim bilir... Çocuktuk işte! Pırıl YİTMEN 31 AHTAPOT IZGARA, BİBER DOLMASI Farklı kültür, farklı lezzetlerle donanmış birilerine algıladığınız bir tadı anlatmanın ne kadar zor olduğunu fark ettim. Tadın karmakarışık dünyasını oluşturan nedir? Koku, görüntüler ve hafızadaki birikimler mi? Tat, bende çift taraflı çözümü olan denklem gibidir. Kimi zaman yediğim yemeğin oluşturduğu lezzet aracına biner anılarıma dönerim. Kimi zaman da yediğim lezzeti bulmaya o mekâna… Bazı tatlarda lezzetin büyüsünü mekânın kendisi oluşturur. Birkaç zaman önce, denizcilik maceralarını yeni yeni biriktirmeye başladığımız dönemlerde, acemiliğimizin eseri yanlış rotaya saptığımızdan, yolumuz Ege’nin adı sanı duyulmamış minicik bir Yunan adasına düştü. Denizde mücadele ile geçen zorlu günün sonunda Lipsi adasının içeriye iyice gizlenmiş limanını bulunca sevinçle sığındık. Ada bizi gün batımında limana bakan mavi beyaz binalarıyla karşıladı. Denizin hemen kıyısında yan yana birkaç taverna var. Bunlar ailelerin işlettiği menüsü taze pişmiş mezelerden oluşan salaş sevimli restoranlar. Ay ışığına destek, masalarda renkli fenerleri olan, mavi ahşap sandalyeli tavernalardan birine oturduk. Günün yorgunluğunu atmak için buz gibi reçine kokulu ve adaya özgü Retsina şarabının yanına, işletme sahibinin önerisi ızgara ahtapot istedik. Ahtapotlar mangalın yanında çamaşır gibi asılmış, gün boyu güneşte kurutulmuş seçilmeyi bekliyorlardı. Izgaraya vantuzları temizlenmeden atılan ahtapotu yiyemeyeceğimi düşünüp başka siparişlerle masayı çeşitlendirdim. Gelen mezelerde Yunan usulü pişmiş biber dolması da vardı. Bu tanıdık tat içimi ısıttı, yabancılığımı dağıttı. Sarımsağının baskın tadı biberlerin etli ve kalın oluşu bizim usul dolmadan ayırıyordu. Esasında annemin dolması dışındaki bütün dolmalar benim için farklıdır. Annemin pişirdiği sıradan etli biber dolmasının damağımdaki tadını anlatabilmemin yolu, okul zamanında öğle tatillerinde aceleyle yenen yemeğin, kardeş çekişmelerinin bıcır bıcırlığını doğru aktarabilmekten geçer. Etli biber dolmasında ilk gençliğin tadı vardır birazcık… Baharın geldiğini çağrıştıran turfanda sebzenin pişerken çıkardığı, tüm evi sarmış davetkâr kokusu, huzurun, aile olmanın tadını anlatır. Ağızdaki ilk lokmada pirinçle kıymanın, biberle ahenkli geçişi hissedilir. Bu ahenk farkına bile varmadan olağan bir sıradanlıkta erir gider. Kıvamınca kullanılmış baharatında nane baskın bir iz bırakır. Ne zaman biber dolması yesem tadındaki eksikliği, kısacık bir an bile olsa anılarıma dalarak evimi, annemi, heyecanlarımı anımsayarak bütünlerim. Dolmanın tadı, görüntüsü beni evimden çok uzak bir mekânda geçmiş günlere taşıdı. Masaya gelen metal tabakta üzerine misler gibi zeytinyağı gezdirilmiş ızgara ahtapotun leziz kokusuyla anı yolculuğumdan adaya hızlı bir dönüş yaptım. Kömür ateşinin isi, ahtapota tam kıvamında pişmiş bir güzellik katıyordu. Tadında güneşin enerjisi olan bu yiyecek denizin özü gibiydi. Dolmanın yumuşacık, huzurlu, tanıdık dokusunun yanında, ahtapotu yemek sürprizliydi. Ağzıma attığım ilk lokmayla yepyeni bir tat serüveni başladı. Yanaklarımdan itibaren ağzımın içini, ardından beynimi ele geçiren tuzlu ve doğal tat ızgara edilmiş güneş ve denizin zeytinyağıyla buluşmuş haliydi. Alışkın olmadığımız bir usulle pişmiş ahtapotun vantuzlarına da çiğnerken beynimizdeki gacur gucur seslerine de sertliğine de kısa sürede alıştık. Taverna sahibi Yani, ikinci ahtapotumuzu istediğimizde bize katıldı. Sıcakkanlı komşumuzla aramızda hızlı bir tarif alışverişi oldu, bizim usul dolma, onların usul ahtapot tarifleri... Sohbet, ayışığı, Retsina, gece, macera, annemin biber dolması ve Lipsi adası… Hepsi birbirine karıştı… Oya ERGENECİ Türkçe Konuşalım Ders Kitabı 1 Türkçe Konuşalım seti, ülkemizde kısa ya da uzun süre yaşamayı seçen yabancılar ile üniversiteler arası anlaşmalar çerçevesinde, ülkemize kısa süre için gelen üniversite öğrencilerine, burada kaldıkları süre içinde günlük hayatlarını devam ettirecek düzeyde Türkçe öğretmek amacıyla hazırlanmıştır. Bu set, iki kitaptan oluşmaktadır. Kitaplar, kolaylık sağlaması amacıyla üç bölüme ayrılmıştır: Birinci bölümde, öğrencilere, günlük hayatta karşılaşabilecekleri durumlarla ilgili metinler (hastanede, otobüste, alışverişte…) sunulmuş ve yararlanabilecekleri kalıp ifadeler verilmiştir. Bu bölümde daha çok, okuma, anlama ve konuşma becerilerinin geliştirilmesi hedeflenmektedir. Bu becerilerin yanında, öğrencilerin dilin yapısını ve işleyişini de anlayabilmeleri amacıyla basit dil bilgisi tabloları ve kullanım bilgileri verilmektedir. İkinci bölüm, dil bilgisi desteğine ayrılmıştır. Bu bölümde, her ünitede yer alan dil bilgisi tablolarındaki yapılarla ilgili açıklamalar bulunmaktadır. Bu açıklamalar, daha kolay anlaşılabilmesi amacıyla Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanmıştır. Kitabın son bölümünde ise cevap anahtarı ve küçük bir sözlük yer almaktadır. Bu bölüm, öğrencilerin dersleri bireysel olarak da çalışabilmelerine olanak sağlamak üzere planlanmıştır. Türkçe Konuşalım setinde, öğrencileri, Avrupa Konseyi’nin Ortak Avrupa Dil Kriterleri kılavuzuna uygun olarak geliştirilen Avrupa Dil Portfolyosu’nda belirlenen A1 ve A2 beceri düzeylerine ulaştırmak hedeflenmektedir. 32 HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ DİL ÖĞRETİMİ UYGULAMA ve ARAŞTIRMA MERKEZİ HÜDİL Türkçe Konuşalım Ders Kitabı 1 İngilizce - Türkçe Açıklamalı Cevap Anahtarlı Aydan Eryiğit Umunç HAC UYG UL A ET T E PE ÜN D MA İL ÖĞR İVERS İTES ve A E RAŞ TİMİ İ HÜD TIRMA İL M ER K EZ İ Türkçe Konuş alım Ça 1 lışma Ki Cevap Anaht tabı arlı Ayda n Ery iğit U m HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI 2010 HAC ETT ÜNİV EP Y A ERSİTE E Y 2 0 1 I N L A Sİ RI 0 unç HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi D Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç: (312) 297 83 51 E-Posta: [email protected] www.hudil.hacettepe.edu.tr