cinsiyet ayrımcılığı ve kadın

Transkript

cinsiyet ayrımcılığı ve kadın
CİNSİYET AYRIMCILIĞI VE KADIN:
İSTİHDAM, ŞİDDET VE SİYASET
07.03. 2011 tarihinde gerçekleştirilen konferans metnidir.
Konuşmacılar:
Doç. Dr. Azade Lerzan Gültekin (Atılım Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili Edebiyatı
Bölümü Öğretim Görevlisi)
Prof. Dr. Oya Batum Menteşe (Atılım Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı)
Prof. Dr. Yıldız Ecevit (ODTÜ Sosyoloji Bölümü Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı Başkanı)
Av. Ferruha Canbolat (Canbolat Hukuk Bürosu)
Av. Müjde Avcıoğlu (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi İletişim ve Hukuki Haklar Kolu Öğretim
Görevlisi ve Serbest Avukat)
Av. Bedrettin Canbolat (Canbolat Hukuk Bürosu)
Atılım Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Abdurrahim Özgenoğlu: Büyük bir panel için
buradayız. Yarın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Aslında bugünle ilgili konuşmak hem
kolay hem de zor. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’yle konuşacak o kadar çok şey var
ki… Nitekim ben burada bir tomar gazete kupürü getirdim. Şimdi bunları açıp belki
bazı başlıkları okumam gerekebilir. Bunların hepsi son bir haftadaki gazeteye
yansıyan olaylardır. Tabi panelin konusu da “Cinsiyet Ayrımcılığı ve Kadın.” Bu
cinsiyet ayrımcılığı konusunu üç ana başlık altında toplamışlar: “İstihdam, Şiddet ve
Siyaset.” Sanırım konuşmacılarımız bu üç konuyla da ilgili bazı tespitlerde
bulunacaklar.
“Benim dikkatimi çeken şiddet konusu”
Aslında benim dikkatimi çeken şiddet konusu. Nitekim buradaki benim gazete
kupürleri de daha çok şiddetle ilgili. Örneğin: “Cinayetten önce eşi şiddet görmüş”
başlıklı bir kadının katli ile ilgili bir haber. “Boşanmak isteyen eşini öldürüp intihar
etti.” “Şikâyetini geri aldı şiddete razı oldu.” Elimde bir haber daha var. Kadından
sorumlu devlet bakanımız yapıyor. “Mağdur kadınlar için 200 tane avukat.” Bu
sadece Ankara için, Türkiye çapında bu olayın mehabetini düşünün ve bu olaylar
doğudan batıya fark etmiyor. Iğdır’dan bir olay: “Şikâyetini geri aldı şiddete razı oldu”,
bir de Tekirdağ’dan bir haber var: “Nafakayı konuşmak için gitti öldürüldü.” Demek ki
bu kadına şiddet olayımız bizim kültürümüzde var. Güney Afrika’dan gelen bir haber,
yine bir Türk kadını “Kızı Güney Afrika’da ölen annenin korkunç şüphesi: Kızımı
hayat sigortası için kocası öldürdü.” diyor.
Bu haberler son bir haftadaki olaylar, yine Mersin’de yaşanan bir olay “Kardeşini
öldürüp sigara içmiş.” başlığıyla yayımlandı. Olayın mehabetini göstermek için bunları
söylememiz gerekiyor. Kanada Büyükelçiliğinde düzenlenen panelde “Uluslararası
kadın haklarıyla ilgili somut örnekler Türkiye’yle Batı arasındaki uçurumu ortaya
koydu” diyor.
“Türkiye’de kadına karşı şiddet dramatik bir artış gösteriyor”
Son olarak bir haberde “Türkiye’de kadına karşı şiddet dramatik bir artış gösteriyor.
Eş şiddetiyle 2002 yılında 66 kadın hayatını kaybederken 2009’da bu rakam 953’e
çıktı. Bu rakamlar şok edici” diyor. Gerçekten şok edici rakamlar. Hemen hemen her
1
günkü gazetede bir veya birden fazla haber var: “Kadın olmak zor” diyor. Yine bir
gazete haberinde şöyle bir tespit var: “Kadınların yaşamını en çok geçim derdi
etkiliyor.” Geçim derdi konusu şiddet olayıyla karşılaştırdığımız zaman herhalde çok
hafif kalıyor.
Geleceğe umutsuz bakan ve kendilerine değer verilmediğine inanan kadınların çoğu,
aileleri ve eşleri tarafından şiddete maruz kalıyor. Dolayısıyla bütün bu örnekleri
çoğaltmak mümkün, bunlar sadece bir gazeteden aldığım kupürler. Diğer gazetelerde
de muhtemelen buna benzer bazı haberler vardır.
“Dünya Kadınlar Günü diye bir gün olmaması gerekir”
Aslında benim düşüncem şudur: Dünya Kadınlar Günü diye bir gün olmaması gerekir
ve dileğim şu ki Dünya Kadınlar Günü diye bir günün olmaması, buna ihtiyaç
duyulmamasıdır. Aslında bu çok acı bir olay, ben bunu bir türlü kabullenemiyorum.
Tabi şu da var: Anadolu’da çok yaygın bu olay. Ne din ne de kültüre bağlı bir olay da
değil, bunu zaman zaman Lerzan Hanım’la da biz ele aldık ve konuştuk. Galiba
kültürle çok fazla ilişkisi yok. Ama bu realite maalesef var ve son yıllarda giderek de
artıyor. O nedenle bizim Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezimiz bu sene
ciddi bir çalışma başlattı.
Bazı yardım isteklerini karşılayabileceğiz veya yönlendirme yapabileceğiz.
bakımdan ben Kadın Sorunlarını Araştırma Merkezi Müdürümüz Lerzan Hanım’a
konuya önem verdiği ve birtakım çalışmalar başlattığı için teşekkür ediyorum.
gazete reklâmı vardı şöyle söylüyordu “Bütün kadınlar güzeldir” diyordu, bence
öyle. Bütün kadınların Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyorum.”
O
bu
Bir
de
Prof. Dr. Oya Batum Menteşe: Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezimiz
aşağı yukarı 12-13 senedir vardı. Üniversitenin kuruluşundan beri vardı. Fakat şu
veya bu sebepten bir türlü işletilemiyordu. Geçen sene ben Sayın Rektörümüz Prof.
Dr. Abdurrahim Özgenoğlu’ndan merkezi bizim İngiliz Dili Edebiyat Bölümüne
vermesini rica ettim; çünkü orada kadın araştırmaları konusunda tez yazan, kadın
edebiyatıyla ilgilenen, araştırma yapan arkadaşımız çok. Uygun gördüler ve sevgili
Lerzan’ın kucağına verdik biz bu bebeği. O da çok güzel çalışarak bugüne ulaştırdı.
Ben bu çalışmalar başlarken korkuyordum sadece İngiliz Dili Edebiyatı’nda kalacak
diye. Ama sonra baktım fakültemizin ve üniversitemizin bir sürü genç yardımcı
doçent, genç hanımları canla başla çalıştılar, hepsine çok teşekkür ediyorum ve bu
çalışmaları yaşatmalarını canıgönülden diliyorum.
Artık bunun önemi üzerinde benim tekrar durmam gerekmez. Neredeyse her gün bir
kadının öldürüldüğü ülkemizde biraz daha dünyadan farklı bir durum var gibi geliyor.
En azından öğrencilerimizin kız ve erkek bu konuda bilinçlenmesi bile bizim için çok
önemli bir şeydir.
Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Atılım Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve
Uygulama Merkezimizin birinci ve en önemli hedefi, kadın sorunlarına karşı toplumsal
duyarlılığın geliştirilmesine katkıda bulunmak amacıyla toplumsal cinsiyet eşitliği
ilkesinin, özellikle üniversitemizdeki gençler arasında yayılarak farkındalığın
arttırılmasını sağlamaktır. Bizim için gençler çok önemli.
2
Panelimizde “Cinsiyet Ayrımcılığı” çeşitli boyutlarıyla ele alınıp tartışılacaktır. Bilindiği
gibi cinsiyet, kişinin kadın ya da erkek olarak gösterdiği genetik, fizyolojik, biyolojik
özellikleri toplumsal cinsiyeti ise toplumun verdiği roller, görev ve sorumluluklar,
bireyin toplum tarafından nasıl göründüğü, algılandığı ve beklentilerini içeren bir
kültürel kavramdır.
“Cinsiyeti belirleyen doğa, toplumsal cinsiyeti belirleyen kültürdür”
Kız kısmını böyle yapmaz, kadın kısmına bu yakışmaz gibi sözler kullanırız değil mi?
Bir başka deyişle cinsiyeti belirleyen doğa, toplumsal cinsiyeti belirleyen kültürdür.
Aslında toplumsal cinsiyet rolleri her iki cinsiyete de farklı yükler getirmektedir. Ancak
toplumsal cinsiyete bağlı eşitsizlikten daha fazla etkilenen cinsiyetin kadın olduğu da
bir diğer gerçektir.
Ayrımcılığa yol açan geleneksel yaklaşımlar sonucu erkeklerden daha aşağı
görülmeleri nedeniyle kız çocuklar, başta eğitim olmak üzere pek çok olanak ve
fırsattan mahrum kalmaktadırlar. Bu nedenle ekonomik faaliyet alanında da birçok
eşitsizliklerle karşı karşıya kalan kadınlar, aile reisliği mülkleri yönetme, iş kurma,
üretmek ve yürütme gibi konularla erkeklerle eşit olamamaktadırlar.
Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Toplumsal Cinsiyet Eşitsizlik
Çalışmaları’nın 2004’te yaptığı araştırma verilerine göre kadınlar, dünya nüfusunun
%50’sinden fazlasını temsil ettikleri halde dünya gelirlerinin ancak %10’una
mülkiyetlerin %1’ine sahiptirler. Oysa günümüzde kalkınma, yalnızca ekonomik,
sosyal ve kültürel faktörlerle sınırlı değildir. Kalkınma, sürdürülebilir, katılım esasına
dayalı, çevreye duyarlı, gelişme ve büyüme olarak algılandığı için toplumların
kalkınmasında bireylerin statülerinin yüksek olması çok önemlidir. Bu nedenle
kadının kalkınma sürecine katılımının arttırılması ve ekonomik özgürlüğünün
sağlanabilmesi çok yönlü bir bakış açısını gerektirmektedir.
Kadınlara sadece iş sağlanması yeterli değildir. Kadınlara meslek yaşamlarında
erkek rakipleriyle yarışmalarının yanı sıra kadınlık rollerini de aksatmamaya çalışarak
iki misli sorumluluk yüklenmektedir. Kadının çalışma yaşamına katılımı ile birlikte
evdeki sorumluluklarının paylaşılması, bakmakla yükümlü olduğu kişiler için bakım
olanaklarının sağlanması, iş yaşamında ayrımcılıkların giderilmesi, karar vericiler,
yasa koyucular ve toplum tarafından göz önüne alınmalıdır.
“1945 yılında dünyada sadece 26 parlamentoda kadın parlamenter vardı”
20. Yüzyılda dünyanın birçok ülkesinde kadınlar oy kullanma hakkını elde etmişlerdir.
Ancak oy kullanma kadınların parlamentoya seçilmeleri için yeterli olmamıştır. Bu
konudaki gelişme oldukça yavaştır. 1945 yılında dünyada sadece 26 parlamentoda
kadın parlamenter vardı ve sayıları tüm parlamenterlerin %3’üydü. O günden itibaren
bütün dünyada ulusal parlamentolarda kadın sayısı büyük oranda artış göstermesine
karşın günümüzde ulusal parlamentolarda kadınlar erkeklere göre çok daha az yer
almaktadır.
2008 yılında 138 ülkenin parlamentolarında yer alan kadın parlamenter oranı ancak
%18.2’ye kadar yükselmiştir. Türkiye’de ise kadın parlamenter, 2007 yılı seçimlerinde
mecliste en yüksek oran olan %9.1’e ulaşmışlardır. Ülkemizde kadın parlamenterlerin
genellikle kadın cinsiyetine uygun olduğu düşünülen kadın, aile ve çocuk konularıyla
3
ilgili çalışmaları yapmak zorunda bırakılması da bir başka önemli sorundur. Siyasetin
bu en üst düzeyinde görülen yatay meslek ayrışması sonucu kadınlar gerçek
anlamda karar verici olamamaktadırlar. Mesela kadın Maliye Bakanı hiç görülmedi.
Kadın Sağlık Bakanı olarak bir tane Türkan Akyol’u hatırlıyorum. Ancak bütün
bunların dışında üzerinde durulması gereken biraz önce rektörümüzün de vurguladığı
gibi şu an için kuşkusuz şiddettir.
“Şiddet acilen çözülmesi gereken önemli bir sorundur”
Birleşmiş Milletler’in tanımına göre kadına yönelik şiddet cinsiyete dayanan, kadını
inciten, ona acı veren, fiziksel, cinsel ve ruhsal hasarla sonuçlanan veya sonuçlanma
olasılığı bulunan, kamusal alanda ya da özel yaşamda ona baskı uygulanması ve
özgürlüklerinin keyfi olarak kısıtlanmasına neden olan her türlü davranış olarak
tanımlanmaktadır.
Gelişmiş veya gelişmemiş çoğu ülkede rastlanan şiddet, farklı ülkelerde farklı
biçimlerde karşımıza çıkmakta ancak boyutu ne yazık ki tam olarak bilinmemektedir.
Tüm dünya nüfusunu temel alan 43 çalışmanın verilerine göre eşleri ya da sevgilileri
tarafından şiddete uğrayan kadınların oranı %10 ile %69 arasındadır. Ülkemizde
yapılan çalışmalarda da her üç kadından birinin yaşamında eşinden en az bir kez
fiziksel şiddet gördüğü saptanmıştır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu olan
şiddet, acilen çözülmesi gereken önemli bir sorundur. Kadının sosyoekonomik
statüsünün güçlendirilmesi uzun dönemde kadına yönelik şiddetin azaltılmasında
anahtar müdahaledir.
“Kadına yönelik şiddetle mücadele bir devlet politikası olmuştur”
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de önemli bir sorun olan kadına yönelik aile içi
şiddetin ortadan kaldırılması için yürütülen çalışmalar son yıllarda yoğunlaştırılmış ve
özellikle 2006/17 Sayılı Başbakanlık Genelgesi’nin yayımlanması ile kadına yönelik
şiddetle mücadele bir devlet politikası olmuştur. Türkiye’nin de çekincesiz bir şekilde
kabul ettiği Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne göre de
Türkiye, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri gidermekle ve kadına yönelik şiddete
önlemekle mükelleftir.
Tüm bu kararlardan yola çıkarak merkezimiz bünyesinde de oluşturulan Kadınlara
Destek Merkezi AKADEM’in de amacı özellikle üniversite öğrenimi gören kız
öğrencilerin yaşadığı taciz, şiddet ve ayrımcılık gibi durumlarda öğrencilere yasal
haklarıyla
ilgili
yol
göstermekte
ve
faaliyete
geçmek
üzereyiz.
[email protected]’den ulaşabilirsiniz. İşte kadının statüsünü iyileştirilmesini ve
cinsiyet eşitliği sağlanmasına ve katkıda bulunmak amacıyla Dünya Kadınlar Günü
çerçevesinde düzenlediğimiz bugünkü panelimizde cinsiyet kavramı ayrımcılık,
istihdam, şiddet ve siyaset boyutlarıyla tartışılacaktır.
ODTÜ Sosyoloji Bölümü Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yıldız
Ecevit, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesidir. Aynı
zamanda bu üniversitede Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı Başkanlığını yürütmekte
ve dersler vermektedir. Türkiye’de sosyoloji okuduktan sonra İngiltere’de Kent
Üniversitesinde yüksek lisans ve doktora eğitimi görmüştür. Kadın konulu ilk
çalışması bu üniversitenin Sosyoloji ve Sosyal Antropoloji Bölümüne sunduğu
‘Türkiye’de Kadının Ücretli Emeği’ üzerine hazırladığı doktora tezi vardır. 1980
4
tarihinden bu yana kadının emeği sivil toplum ve kadın örgütlenmesi, kadın
girişimciliği, feminist kuram, akademik kadın çalışmaları ve benzeri alanlarda
araştırmalar ve yayınlar yapmaktadır. Son 20 senede kadın konusunda yapılan çok
sayıda yurt içi ve yurt dışı toplantıya katılmış, bildiriler sunmuş ve kamuoyunda
yaratıcı konuşmalar yapmıştır. Üniversitelerde kurulan Kadın Araştırma Merkezlerinin
danışma kurullarında ve kadın konusunda çıkan akademik dergilerin yayın
kurulmasında yer alarak Türkiye’de kadın çalışmalarının gelişimine katkıda
bulunmaktadır. Son senelerde yaptığı çalışmaları kadınların istihdamının arttırıcı
politikalar ve faaliyetler üzerine yoğunlaştırmıştır. Yıldız Ecevit akademik
çalışmalarının yanında Türkiye’nin kadın hareketi içinde aktif olarak yer almış, kadın
kuruluşlarının etkinliğinin artması için çalışmalar yapmıştır. KADER’in
kurucularındandır. Türkiye’deki gönüllü kuruluşların sivil toplum içindeki etkinliklerinin
artması için çaba sarf etmekte ve ayrıca yerel yönetimlerle kadın kuruluşlarının iş
birliğinden doğabilecek yararları incelemektedir. Kadına İnsan Hakları özellikle
ilgilendiği alanlardan biridir.
Prof. Dr. Yıldız Ecevit: Yarın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Kutluyorum ama bir
taraftan da soruyorum kutlama nedir, ne kutlanır? Güzel şeyler kutlanır. İtiraf edeyim,
ben bu sene kendimi hiç kutlama havasında hissetmiyorum. Türkiye’de Kadın
Hareketi başladığından beri 8 Martları kutluyoruz. Tam tarihi vermem gerekirse
1983’ten beri Türkiye’de önce küçük kadın grupları büyüyerek dalga dalga yayılan,
daha sonra bütün Türkiye’ye dağılan, bütün illerde yapılan ve bütün kuruluşlar
tarafından benimsenen 8 Mart kutlamalarında her zaman bir şeyleri kutladığımızı
düşündüm. Bu sene özellikle de bu konferansı düşünerek sordum kendi kendime biz
neyi kutluyoruz? Aslında kadının kendisi ve annelik başlı başına kutlanacak bir şey.
Ama biz bütün bunlara Türkiye’de yeterince değer veriyor muyuz? Konferansa bütün
bu sorularla dolu olarak geldim.
Ben bugün hiç şiddet meselesine girmeyeceğim. Türkiye’de her üç kadından birinin
mutlaka şiddet gördüğünü daima hatırlayın. Bu salondan çıktığınızda ve bundan
sonra şiddet haberlerini dinlerken ben ne yapabilirim diye kendinize sorun. Sadece
2009 yılında 953 kadın şiddet görüyordu. Öldürülenler, diri diri gömülenler bunların
hepsini takip edin ve şiddetin ne kadar önemli bir kadın sorunu olduğuna bir kere
daha siz de kanaat getirin. Ben konuya başlamadan önce bir kitap tavsiyesinde
bulunacağım. Kitabın yazarı Khaled Hosseni, belki birçoğunuz izlemiştir “Uçurtma
Avcısı” filminin ve romanının yazarı, ikinci kitabı “Bin Muhteşem Güneş”.
“Toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinde durmamız gereken bir konu”
Ben bugün istihdam alanına gireceğim ve bunun kadın özgürlüğüyle ilişkisini
kuracağım. Ama aklınızda kalsın diye iki temel kavramdan bahsederek bir giriş
yapmak istiyorum. Türkiye’de kadın sorunu iki temel kavramla tartışılabilir,
tartışılmalıdır. Bunlardan bir tanesi eşitsizliktir. Ne eşitsizliği? Toplumsal cinsiyet
eşitsizliği, yani kadın ve erkek arasındaki eşitsizliktir. Toplumsal cinsiyet, sosyal
olarak kazandığımız özelliklerdir, kadın ve erkek olma hallerimizdir. Toplumsal
cinsiyet eşitsizliği üzerinde durmamız gereken bir konu. Her şeyi bununla açıklamaya
çalışalım. Eşitsizliği, eşitsizliğin varlığını kabul edelim ve tezahür ettiği alanları
görelim ve ondan sonra da buna karşı çıkmaya ve eşitliği sağlamaya çalışalım.
İkinci kavram ise hak ihlali. Uzun yıllar Türkiye’de bir temyiz hareketi, bir kadın
hareketi var, bir kadın gündemi var. Bunun için Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü diye
bir mekanizma kuruldu. Hatta iki sene öncesinde parlamentoda kadın erkek eşitliği
5
komisyonu kuruldu. Yani kadın sorunun kurumsallaşan bir boyutu da var. Politika
düzenleyici, politika saptayıcı kurumlarda var. Uzun yıllardır boşuna uğraşılıyor ama
ben bugün kendimi ilk defa belki de hak ihlalinin en az eşitsizlik kadar önemli
olduğunu hatta daha önemli olduğunu söylemek zorunda hissediyorum. Çünkü biz
uzun yıllar kadın erkek eşitliği nasıl sağlanır diye düşündük ama kadınlar yaşamazsa
eşitlikten ne haberleri olacak ya da kadınların yaşam hakkı elinden alınırsa eşitlik
ikinci planda kalacak.
Dolayısıyla şimdi daha öne çıkan kadınların yaşam hakkının elinden alınmasıdır. Peki
ben konuşmamı yaparken siz kendi kendinize sorun istihdamla şiddet arasında ne
ilişki var? Bu ilişki nasıl kurulabilir? Şimdi kadın istihdamıyla ilgili söyleyeceğim sözler
şiddete, siyasete katılma her şeye bağlanabilir. Ev hayatına, evdeki iş bölümüne bile
bağlanabilir.
“Türkiye’nin kadın erkek eşitliği karnesi çok zayıf”
Türkiye’nin kadın erkek eşitliği karnesi çok zayıf. Bu karneyi kim veriyor? Bu
karnelerden çok sayıda var. Bu karnelerden biri Dünya Ekonomik Forumunun
düzenlediği ve her sene yaptığı bir indeks, buna bir karne diyelim. Bu indekste ülkeler
sıralanıyor. Neye göre sıralanıyor, kadın ve erkek arasındaki eşitlik var mı ya da yok
mu, uçurum var mı ya da yok mu? Uçurum küçük ve önemsiz bir uçurum olabilir,
kocaman bir uçurum da olabilir ve buna da toplumsal cinsiyet, kadın erkek uçurumu
diyoruz.
2008 önceleri de var ama ben
2008’den itibaren aldım. 2006-2007
yılları da var onları bıraktım. 2008’de
önce 130 ülkeyle başlıyor Dünya
Ekonomik Forumu. Dünya Ekonomik
Forumu 130 ülke içinde Türkiye’yi
2008 yılında 124. sıraya koyuyor.
Yukarıdan inin 124. sırada Türkiye
yer alıyor. Yani epeyce aşağıdayız.
Türkiye’den sonra gelen ülkeleri
sıralayalım: Mısır, Moroco, Pakistan,
Suudi Arabistan, Çad ve Yemen. Bu
durum 2006’dan beri yerini koruyor.
Türkiye’de 2008 yılında bu haldeyiz.
Karnemiz 2009’da zayıflığı devam ediyor. Bu
sefer 130 değil 134 ülke indeksleniyor. 134
ülke içinde 129. sırada Türkiye’yi görüyoruz.
Yine eşitsizliğin en yoğun olduğu 6 ülkeden
biri olarak Türkiye’yi görüyoruz.
Kadın ve erkeklerin işgücüne katılma
sıralamasında ise 130. sıradayız. Neden 129.
sıradan 130. sıraya gittik daha da geriye
düştük; çünkü 129 genel notlamada aldığımız
puan. Kadınların iş gücüne katılma açısından
daha da kötü bir durumdayız. Peki 2009’a
6
bakalım istihdamda böyleyiz 130. sıra. Peki diğer alanlarda ne durumdayız? Eğitimde
110., politik katılımda 107., sağlıkta 93. sıradayız. Sağlıkta 93. sırada olmamız
enteresan, bayağı yukardayız. Neden acaba? İstihdamda bu kadar olumsuz
koşullardayken, Türkiye’de eğitim ve politik katılım oldukça zayıfken, 130 ülke içinde
93. sırada neden oluyoruz? Sağlıkta neden biraz daha iyiyiz? Verilecek cevap çok
açık Türkiye’de Sağlık Bakanlığının ve benzeri kuruluşların anne çocuk sağlığına
verdiği önem. Anne ölümleri için ciddi mücadelede bulunmak, çocuk ölümleri için çok
savaşmak bizi almış 93. sıraya çıkarmış. Bu önemli bir şey, bize bir şey hatırlatıyor.
O da çalışırsanız bir konuya önem verirseniz, mücadele ederseniz, o zaman
sıralamada yükselirsiniz. Kadının koşullarını düşünüp değiştirirsiniz. Anne ve çocuk
ölümlerini değiştirebilirsiniz. Buradaki 93’ü onun için buraya koydum. Yani 130. sırada
olmak bizim yazgımız değil, alın yazımız değil. Kadınların istihdamına yönelik
çalışmalar yapılırsa burada da yükselme olabilir.
Şimdi birde geçen senenin
karnesine bakalım. 134 ülke
içinde yine genel sıralamada 125.
sıradayız. Eşitsizliğin en yoğun
yaşandığı 10 ülkeden biriyiz.
Kadın
erkek
eşirsizliğinden
bahsediyorum. Ama kadınların
işgücüne katılımı sıralamasında
131. sıradayız. 134 ülkenin içinde
ne kadar gerideyiz, ne kadar
düşük bir noktadayız düşünün,
131. sıradayız. 134 ülkenin hepsi
neredeyse
bizim
üzerimizde,
altımızda sadece üç ülke var. Biz
de dördüncü, alttan dördüncüyüz. Diyebilirsiniz ki bizi çekemediklerinden bu ülkeler
böyle sıralıyor ya da bunlar istatistikler, doğru olmayabilir. İstatistikler doğru
olmayabilir diyelim ama başka bir indeksleme daha var. Bunu da Birleşmiş Milletler
Gelişme Raporundan seçiyoruz. Onlar da toplumsal cinsiyet güçlendirme ölçütü
kullanıyorlar, orada da Türkiye 109 ülke sırasında 101. sırada. Bütün ölçütler ve
indeksler mi yanlış? Bence gerçeklere gözümüzü kapatıp bunlar uydurmadır,
istatistikler yanlış söyler, başka ülkeler bizi çekemiyor, iyiliğimizi istemiyor gibi
bahaneler bulmak yerine böyleyiz o zaman çalışalım ve bunu değiştirelim çabasında
olmak çok daha iyi.
“Olumsuzlukların nedeni kadının istihdama katılımdaki zayıflık”
Şunu artık iyi biliyoruz ki bu olumsuzlukların temel nedeni, kadının istihdama
katılımdaki zayıflık. Eğer orayı yükseltebilirsek politika, eğitim, sağlık alanlarında da
ölçümler yapılabilir, ama bizi dibe çeken Türkiye’de kadınların iş gücüne katılımındaki
düşüklük. Nasıl bir düşüklük?
Türkiye’de 15 yaş üzeri yani çalışma yaşın üzerindeki kadınların kaçta kaçı çalışıyor?
Hiçbir fikriniz var mı? 1980’lerde %30 idi. Oranlar sürekli oynuyor. %26- 24 arasında
düşmüş durumda ve buna ben üç senedir “kadınların iş gücüne katılımı alarm
veriyor” diyorum. Gerçekten alarm noktasındayız. Ben söylüyorum, gittikçe de daha
çok düşüyor. Yani üç sene önce söylediğimde %28’di 26’ya sonra da %24’e düştü.
Bu şu anlama geliyor: Kırda kendi tarlasında çalışanı da istihdam ediliyor olarak
7
kabul ettiğimizde 100 kadının 26’sı çalışıyor. Kentte bu oran %17’ye düşüyor, her
100 kadından 17’si sürekli dışarıda işçi, memur vs., geri kalanlar ise çalışmıyor.
Dolayısıyla OECD rakamlarına göre
Türkiye’den sonra üç ülke geliyor:
Pakistan, Suudi Arabistan ve Irak. Veriler
bize ne anlatıyor? Bütün veriler bu
konunun çok önemli olduğunu söylüyor.
Kadınların iş gücüne katılımı ve istihdamı
neden önemli bir kanı? Kadınların
özgürleşmesi, konumu ve güçlenmesiyle
nasıl bir ilişki kurabiliriz? İstihdam
edilememe, kadınları ekonomik özgürlüğe
ulaştıracak
yolu
tıkıyor.
Kadınların
ekonomik özgürleşmesi, şiddet karşısında
kendilerini savunması ve koruması
demektir.
Kadınların
ekonomik
özgürleşmesi kendilerinin ve çocuklarının
karınlarını doyurabilmeleri demektir. Bu yolu istihdam edilememe tıkıyor. Aynı
zamanda toplumsal cinsiyet, eşitsizliklerin derinleşmesinde ve keskinleşmesinde
ciddi bir rol oynuyor. İstihdam başlı başına zaten kadınların özgürleşmesini
engelliyor. Aynı zamanda başka alandaki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin
derinleşmesine de yol açıyor. Çocuk gelinler, erken evlilikler… 14-13 yaşında kız
çocuklarının evlendirilmesiyle kadın istihdamı arasında niye ilişki vardır? İstihdam
edilememe, aynı zamanda işsizlik ve kadınların hak ihlallerine uğramasında da
önemli bir paya sahiptir.
Rektör Prof. Dr. Abdurrahim Özgenoğlu’nun belirttiği haberlerden bir tanesini bende
okudum. “Şiddete uğradı ama şikâyet etmedi” başlıklı bir haberdi. Çocuklarım var.
Şiddete uğradığım için kocamı şikâyet edersem arkasından koruma kararı alınırsa,
sonra boşanma olursa çocuklarımdan mahrum kalacağım ve çocuklarımdan
uzaklaşacağım diyerek şikâyetini geriye alan veya hiç yapmayan kadınlar var. Ama
bu şikâyet etmemeler sonunda mezarla neticeleniyor. O kadar çok böyle örnek var
ki… Tabi bir de şikâyet edip ben ölümle tehdit ediliyorum deyip buna rağmen
korunmayan kadınlar da var. Bunlar hep şiddetle ilgili örnekler.
“İstihdamdaki düşüklüğün temel nedenlerinden bir tanesi göçtür.”
Biraz daha istatistik bilgiler vererek kırsal bölgelerdeki kadınlara deyineceğim. Kırsal
bölgelerde 1988 yılında toplam çalışabilecek kadınların %55’i çalışıyordu. 2006
yılında %33’e indi. Bugün bu oranlar daha da indi. Bu şu demek: İstihdam deyince
hem köyde hem de kentte çalışanları anlıyoruz. Eğer köyde çalışan kadınlar giderek
azalırlarsa %33’e, %24’e düşerlerse ne olur? Köyden kentte geçenler evde
oturdukları sürece bizim istihdam oranlarımız sürekli düşer.
Dolayısıyla istihdam düşüklüğünün temel nedenlerinden biri göçtür. Ama bizim çok
canlı bir ekonomimiz olsaydı, yani hızla büyüyen, kadınları çağıran, davetkâr bir
ekonomimiz olsaydı o zaman kırdan kentte göç eden kadınlar belki hemen eğitimsiz
oldukları için üst pozisyonlarda değil ama en azından fabrika işçisi, hizmet
8
sektöründe çalışan olarak istihdam edilebileceklerdir. Şimdi ise kentlere göç devam
etmekle birlikte kadınlar kentlerde evlere çekiliyor ve ev kadınlarının sayısı artıyor.
“Kadın deyince aklınıza ev kadını geliyor”
Türkiye’de kadın deyince aklınıza artık çalışan kadın ve çantasını koluna alıp
sabahleyin sokağa çıkan kadın gelmiyor. Kadın deyince aklınıza ev kadını geliyor. Ev
kadını erkeğe, babaya veya kocaya ekonomik olarak bağımlı. Türkiye’de kadın iş
gücünün toplamı içinde genç iş gücü öne çıkıyor. İş gücüne en yüksek katılım 25-29
yaşları arasında ama ilginçtir aynı yaş aralığında işsizler de var. Kadın işsizliğinin
içinde en önemli grup 25-29 yaşları arasındadır.
Biz işsizlikten bahsederken her zaman
aklımıza önce erkek işsizliği gelir.
Sanki işsizlik temel olarak bir erkek
sorunuymuş gibi. Uzun zaman böyle
olmuştur belki ama bugün Türkiye’de
işsizlik deyince akla önce kadın işsizliği
gelsin;
çünkü
istatistikler
bunu
gösteriyor. Kadınlar erkeklerden daha
fazla işsiz. Kadın işsizlik oranlarının
erkek işsizlik oranlarından yüksekliği
devam ediyor. 15-19, 20-24, 25-29 ve
30-34 yaş gruplarında kadın ve erkek
işsizliklerine bakıldığında her zaman
kadınlar erkeklerden daha fazla işsiz
ve iş bulmakta zorlanıyor. Genç kadınlar arası işsizlik en yüksek. Kentlerde her 100
işsiz kadından 80’ni 35 yaşın altında. Yani özetle Türkiye’de kadın işsizliği sorunu
aslında bir genç kadın işsizliği sorunu.
“Eğitim görmüş olmak tek başına genç kadınları işsizlikten koruyamıyor”
Eğitim Türkiye’de her kapıyı açan anahtar, her hastalığa verilen bir ilaç gibi
sunulmaya devam ediyor. Televizyon programlarını izleyin herkesin konuşmasının
başında eğitim, sonunda da eğitim vardır. Eğitimin istihdam arttırıcı çok önemli bir
rolü var ama eğitim yine de bütün işsizlik sorununa çare değil. Eğitim görmüş olmak
tek başına genç kadınları işsizlikten koruyamıyor. Çünkü genç kadınların istihdam
edilebilmesi ve çalışma hayatına girebilmesi için eğitimli olmaları yetmiyor, başka
koşulların da hazırlanması lazım. Bizim
eğitim görmemiş çok önemli bir kadın kitlemiz
var. Bırakın eğitim görmemiş olmayı hala
okuma yazma bilmeyen kadınlarımız var.
“Bu yan fotoğrafta gördüğünüz gibi” arkada
kayısı kuruları var. Kayısı topluyor, kutuluyor
ve bir miktar para kazanırsa kazanıyor. Belki
de ailesi için burada ücretsiz olarak çalışıyor
ya da çok az miktarda ücret alıyor. Bu
mevsimlik çalışma, aslında bunlar işsiz.
9
Ama bir de okuttuklarımız var. Eğitim gördüler
diye sevindiklerimiz var. Eğitim gördüler ama
onlar da işsiz, onlar da iş bulamıyorlar. Başka
bir sorun istihdam alanında kayıt dışılıktır.
Türkiye ekonomisinin önemli bir problemi ve
hastalığıdır kayıt dışı çalışanların yüksekliği.
Kadınlar için kayıt dışı çalışma, erkekler için
olmasından daha önemli bir sorundur. Çalışan
kadınların %66’sı kayıt dışı çalışır. Kayıt dışı
çalışmak ne demek? Sigortasız, düşük ücretli,
güvencesiz, değişik saatlerde ve uzun
çalışma koşullarına razı olmak demek. Kayıt
dışı sektör, kadınların önemli bir kısmının
çalıştığı bir sektör. Sonra evde ve hanede taşınan iş yükü var. Bunları birbirine
birleştirmek lazım.
İstihdama katılamamanın nedenleri olarak iş gücünün iş yükünü de göstermemiz
gerekir. Kırda ve kentte iş yükü. Kentli ailede de kadın ve erkek iş bölümü adil değil,
denk değil, eşit değil. Eşit bir paylaşım yok. Dolayısıyla sosyolojik olarak konuşursak
kadın evin ve ailenin yeniden üretimini üstleniyor. Bakım hizmeti de kadınların
üzerinde. Devletin sunduğu bakım hizmetleri yetersiz olduğu zaman kadın evde
çocuk bakmak zorunda, onunla yetinmeyip yaşlı ve özürlülere bakmak zorundadır.
Bakım deyince aklınıza hemen sadece çocuk bakımı gelmesin. Bütün neslin
devamını sağlayan, bakan, büyüten, yetiştiren ve yaşlandığında gene bakan
kadınlardır.
“Ekonomi kadınları çağırıyor mu?”
Bütün bunlar bir yana kadın eğitim gördü, bakım sorununu kreş bulup çocuğunu
göndererek halletti diyelim. Ama acaba kadınlara “Ey kadınlar! Hadi gelin fabrikalar
açık, hizmet sektörü sizi bekliyor. Turizm sektörü patladı. Oteller açık, gelin buralarda
çalışın. Hızlı bir ekonomik büyüme içindeyiz” diyen bir ekonomi var mı? Ekonomi
davetkâr mı? Ekonomi kadınları çağırıyor mu? Cevap, hayır. Ekonomik büyüme
olduğu söyleniyor ama buna biz Jobless Grow (İstihdamsız Büyüme) diyoruz.
Dolayısıyla davet eden, kapılarını açan, kadınları çalıştırmaya niyetli bir ekonomi ve
iş veren grubu da yok. Dar bir iş gücü piyasası var, ekonomi tarafından bakarsanız
da manzara böyle.
Türkiye’de 1980’lerden bu yana özelleştirmeler yapıldı. Özelleştirmeler daha çok
Kamu İktisadi Teşekküllerinde oldu. Kamu İktisadi Teşekkülleri özellikle kamu.
Kadınların çok çalışabildiği yerlerde, kamu sektörü önemli bir işverendir. Oradaki
özelleştirmeler birçok kadını dışarıda bıraktı, kapı dışarı oldular ve ondan sonra da bir
daha işe girip giremedikleri şüpheli. Bütün bunları bir araya getirdiğinizde neden
işgücüne katılım düşük? Neden istihdam düşük?
“Kadın erkek arasında ücret eşitsizliği vardır”
Teknolojik değişmeler hayatımızda var. Genellikle teknolojiyi kullanırsınız insan
gücünü azaltırsınız. Dolayısıyla kadınların istihdamı azaltıcı etkisi devam etmektedir.
Ancak bazı sektörlerde teknolojik değişmeler istihdamı artırır ama genel olarak
bakarsanız teknolojik değişmeler ve gelişmeler kadının lehine bir durum değildir.
10
Bir de ücret eşitsizliği ve ayrımcılıktan bahsetmek istiyorum. Kadın ve erkek arasında
sadece Türkiye’de değil bütün dünyada ücret eşitsizliği vardır. Bunun açıklamasını
genellikle iktisatçılar beşeri sermayeyle yaparlar ve kadının beşeri sermayesi zayıftır,
eğitimleri azdır. Dolayısıyla düşük ücret kazanmaktadırlar gibi açıklamalar yaparlar.
Bu açıklamalarla yetinmemeliyiz ve kadın-erkek ücret eşitsizliğinin daima kadınlara
yapılan ayrımcılık olduğunu hesaba katmalıyız. Çünkü bütün istatistikler iki cins
arasında aynı işi yapsalar, aynı meslekte olsalar bile birtakım ücret eşitsizliklerinden
söz ediyor. O zaman acaba iş gücü piyasası ve siyaset dünyası tam bir erkek
dünyasıdır diyebilir miyiz? İş gücü piyasası ve siyaset erkek dünyasıdır desem yanlış
bir saptama mı yapmış olurum? Bir kere çalışamayanlar çok büyük bir kesim.
Sadece Türkiye’de kadınların %24’ü kır da dâhil çalışıyor. Kentlerde bu oran % 17,
bu %17’i de çalışıyor ama çalıştığı yerde yönetemiyor. Şöyle ki tüm çalışanlar içinde
istatistikler bunlar.
Türk istatistikleri kanun yapıcı, üst düzey yöneticiler ve müdür olarak çalışan
kadınların toplam oranı %5. Bir piramit düşünün piramittin üzerinde kanun yapıcılar,
üst düzey yöneticiler ve müdürler var. Yani saygın mesleklerde, saygın pozisyonlarda
kadınların oranı %5. Her 91 erkeğe karşılık 9 kadın görüyoruz. Şuna da dikkatinizi
çekmek istiyorum. Öğretmenlik bir kadın mesleği midir? Evet diyebilirsiniz.
Bankacılık, ona da evet diyebilirsiniz; çünkü çok kadın bankacı var, erkek de var.
Öğretmenlerin %53’ü, bankacılık sektöründe çalışanların %48’i kadın. Avukatların
%34’ü kadın, profesörlerin %27’si kadın. “Oranlara baktığımızda” öğretmenlerin %53,
bankacılık sektöründe çalışanların 48’i kadın ise bu sektörlere feminel sektörler,
kadınlaşmış sektörler kadının ağırlıkta olduğu sektörler diyebiliriz. Ne beklersiniz o
zaman? Öğretmenlerin %53’nin kadın olduğu bir ülkede öğretmenlerin arasından
yöneticiler çıkmasını bekler misiniz? Ben size cevap vereyim.
“Şimdi yandaki tabloda” kırmızılara
bakın. Okul yöneticilerinin %7’si kadın,
birde BDDK’ ya bakın, Bankacılık
Düzenleme Kurulu orada da hiç kadın
yok. Ama ne kadar çok bankacımız var
değil mi? Bankacıların %48’si kadın iken
BDDK’da bir tane bile kadın yok. Orada
diyorlar ki sen bankacılıktan anlamazsın
burası bir üst kurul, yüksek, sen orada
otur, aşağıda, tezgâhta.
“Bu verileri” Başbakanlık Devlet Personel Dairesi Başkanlığından aldım. Bir adaletin
olmadığını görmek, eşitsizliğin olduğunu görmek, haksızlığın da olduğunu görmek
için böyle bakmak zorundayız. Böyle bakmaya mecbur kalıyoruz.
Milli Eğitim Bakanlığı Yönetici Profili’ne baktım. 2008’de il milli eğitim müdürü hiç
kadın yok, müdür yardımcısı 4 tane var. 294 erkek müdür yardımcısına karşı 4 kadın.
İlçe milli eğitim müdürü 845 erkek, 5 kadın. Şube müdürü 2.143 erkek, 122 kadın.
11
Yerel yönetimlerde toplumsal cinsiyet
eşitsizliğine
baktığımızda
belediye
başkanı kadın 0.9, 1 bile değil. Belediye
meclis üyesi 4.2. İl genel meclis üyesi
3.3. TİSK araştırma sonuçlarına göre
111 işletmede üst düzey yönetici olarak
görev yapan 714 kişinin 163’ü kadın.
%13.8 yönetim kurulu başkanı kadın.
Yönetim kurulu başkan yardımcısı 11
kadın, yönetim kurulu üyesi 54 kadın,
sayı biraz daha yükseliyor ama
hepsinde çok düşük.
Büyük şirketler yönetim kurullarına bakalım, AB ortalaması %3, Türkiye TİSK’te %14.
Büyük şirketler yönetim kurulu üyeliğinde AB ortalaması %11. Türkiye’de %23. Bu
bize ne gösteriyor? Aile şirketleri olduğu için kadınlar yönetim kurullarına girmiş.
Yoksa kadınlara değer verildiği için, kadınların bizzat kadın olduğu ve onların
uzmanlaşmalarına, profesyonelliklerine değer verildiği için değil.
Oda ve borsa meclislerinde kadın temsili yönetim kurulu sadece 2 tane başkan,
başkan yardımcısı 5, aşağıya doğru iniyor ama meclis üyesi 112. Ama bir şey oldu
TOBB’da bir kardın erkek eşitliği hareketi başladı. 2009 yılında 365 oda ve borsanın
meclislerinde kadın sayısı 50 iken sadece bir sene çok uzun zaman uğraşılmadı.
Sadece bir sene sonra 150 kadına yükseldi. Bu bir senede devrim. Ben de demek
istiyorum ki 2009’dan 2010’a oda ve borsa meclislerinde kadın sayısı 50’den 150’ye
çıkmış ise, istenirse oluyor demek istiyorum.
“Yönetimde olmak için erkek olmak şart mı?”
Yönetimde olmak için erkek olmak şart mı? Bu durumda istatistiklere göre evet. Genç
kadınlar ve erkekler hayatın çok başında olarak gerçeklere gözünü kapatabilirler.
Gerçeklere gözünüzü kapatmak kolaydır. İmtiyazlı pozisyonlarınızı korumak güzeldir.
İmtiyazlı pozisyonlar sosyal sınıf imtiyaz getirir, toplumsal cinsiyet imtiyaz getirir. Yani
erkek olmak imtiyaz getirir. Eğitimi yüksek, seviyeli kişi o surette de imtiyazlı olur.
Dolayısıyla imtiyazlı ve ayrıcalıklı olmak güzel bir şeydir. Bundan kimse vazgeçmek
istemez. Erkeklerde imtiyazlı konumlarından vazgeçmek istemez. Ama eşitliğe giden
yolda özellikle de erkekler eşitsizliği görmek ve eşitsizlikleri kabul etmek zorundadır.
“Bu toplumda ben erkek olarak imtiyazlı bir konumdayım” demek zorunda.
En azından görmezden gelme noktasından görme noktasına sizi taşımaya niyetliyim.
Görmek kapatmak gözleri, görmemekten bir kere görme noktasına bilinç üstüne
yükseltilmek, farkındalık yaratmak. Peki o zaman nereden başlamalıyız? Ne yaparak
başlamalıyız? Kabul ettirme, görünür kılmak. Kendinize sorun ne zamandan beri,
hangi alanlarda, ne türden eşitsizlikler var? Küçük bir örnek vereceğim. Daha iki gün
önce bir kız öğrencinin annesiyle yan yana oturdum. Kızından övgüyle bahsettik,
Garanti Bankasında yükselmekteydi, benim öğrencimdi. Ama daha sonra annesi
bende ODTÜ mezunuyum jeoloji mühendisiyim dedi. Eşim çalışırken ben iki
çocuğumu yetiştirmek zorunda kaldım. Dolayısıyla çok kenarda, çok adı bile olmayan
iş yaptım, kendimi yetiştiremedim. Mastır, doktora yapamadım. İki çocuğumu
12
yetiştirdim ve bugüne getirdim. Ama kendimi iyi hissetmiyorum, kendime yatırım
yapamadım dedi. Dolayısıyla en eşit gördüğünüz ailenizde bile eşitsizlikler
görebilirsiniz. Babanızla anneniz arasında, kendinizle eşiniz arasında, kız
kardeşinizle kendiniz arasında bunlara bakın. Bunları gördüğünüz andan itibaren
artık toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık yaratmaktasınız ve başkalarına
da bunu aktarmak durumundasınız diye düşünüyorum. Bu anlamda görmek, kabul
etmek çok önemli. Son zamanlarda her konuşmamın sonunda iki cinse iki gözlük
armağan ediyorum. Gözlüklerin bir tanesi kadın gözlüğü, bir tanesi biraz daha büyük
erkek gözlüğü. Bunlara toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve eşitsizliğin gözlüğü diyorum.
Bunu armağan ediyorum, buradan takıp çıkıyorsunuz. Öyle bir gözlük ki bu göze
yapışıyor bir daha çıkmıyor. İsteseniz de çıkaramıyorsunuz. Ondan sonra o gözlükle
yaşamaya başlıyorsunuz ve o gözlükle sonra hep bakmaya başlıyorsunuz.
Hayatınızın her alanında kadın ve erkek cinsiyet temelli eşitsizlikleri görmeye
başlıyorsunuz. Bu eşitsizlikleri görmek için bu gözlüğü herkes takabilir. Takmakta
yarar vardır.
Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Bedrettin Canbolat 1944 doğumlu 37 yıldan bu yana
Ankara Barosunda kayıtlı serbest avukat olarak çalışmaktadır. Gayrimenkul Satış
Vaadi Davaları, Menfi Tespit İstirdat Davaları, Kadastro Kanunu ve Seçim Yasaları
üzerine yayımlanmış eserleri var. Fakat kendisinin bunun dışında çok daha önemli bir
yönü var: Almanya’da Türkçe yayınlanan Toplum Gazetesinin Hukuk köşesi var ve
13 yıldan beri buraya yazı yazıyor. Bunun dışında radyolarda ve televizyonlarda
sayısız hukuk programları TRT-1’de 11 yıl, TRT-2 Türkiye’nin Sesi, TRT-3, Polis
Radyosu, Hollanda NPS Radyosu 3 yıl süre ile, Almanya WDR Radyosu Paket
Hukuk Programları, TRT-INT TV Fasılasız 11 yıldan beri, TRT-2 Hukuk, TRT-GAP 10
yıldır fasılasız devam ediyor. STV’de aynı şekilde akşamları canlı program var. 28
program olmuş ve ailenin ilk defa üç ferdi bir arada gitmişler. Ferruha Canbolat,
kardeşi Selahattin Canbolat ve Bedrettin Bey’le birlikte. Ayrıca STV’de yine öğlen
kuşağı. TV-8 sabah programları, Işık TV, Kanal A, Kanal B TV. Toplam 20 yıldan
beri radyo televizyon yayınlarında emeği var.
Ferruha Canbolat 1971 yılında Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olmuş. TRT-1
Radyosunun 2 yıl süreli hukuk programı, TRT Türkiye’nin Sesi’nde 4 yıl boyunca
hukuk programı, TRT-İntel TV’de fasılasız 7 yıldan beri, TRT-GAP TV’de, STV’de her
cuma akşamları canlı 28 program, Kanal B TV’de canlı olarak yayınlanan program ve
radyo televizyon yayınları toplam olarak 12 yıldan beri devam etmektedir. 700’den
fazla hukuk programı yapmış bulunuyor.
Av. Ferruha Canbolat: Ben ülkemi çok seviyorum. Ülkemin çok büyük değerleri
olduğuna inanıyorum ve bunların korunması gerektiğine de inanıyorum. Bilmediğiniz
bazı şeyleri sizlere hatırlatmak istiyorum. Benim bugünkü konum “Kadına Şiddet”
konusu. Kadın nedir? Büyük Atatürk’ün söylediği gibi “Kadının yoksulu olmaz, kadın
bizatihi bir varlıktır.” Biz başlı başına bir varlığız, erkekler de başlı başına bir varlık.
Ama onların bazen karizmaları olabiliyor. O karizmaları çizmemek uğruna bizleri
harcayabiliyorlar. Yani benim “Kadına Şiddet” konusunda 45 senelik meslek
hayatımda anladığım bu. İnanın bu gençler arasında flört döneminde bile oluyor.
Karizma hiç çizilmesin, onu çizmeyin.
Olay şu Yıldız Hanım’ın bahsettiği gibi bütün kuruluşlar ellerinden geldiğince
uğraşıyor. Kadının ilerlemesi konusunda çok büyük atılımlar ve gelişmeler oldu.
13
Şahsen ben kendi hayatımda bile bunu hissettim. Ama maalesef bir gerçek var. 87
senelik cumhuriyet tarihimiz içinde çeşitli nedenlerle ulaşamadığımız milyonlarca
hanımımız var. Hakkını bilmiyor, hukukunu bilmiyor. Hakkı, hukuku bırakın kadınlığın
ne olduğunu bilmiyor. 12 yaşında gelişmemiş küçük bir kız çocuğunu 70 yaşında bir
insanla evlendirirseniz o çocuğun ne hakkı olabilir? O çocuk neyi ortaya koyabilir?
Kendini nasıl savunabilir? En büyük şiddetlerden biri istenmeyen evliliklerin
yapılmasıdır. Sizler gerçekten şanslı çocuklarsınız. Çok değerli hocalardan iyi bir
eğitim alıyorsunuz, iyi bir okulda okuyorsunuz, yaşadığınızı biliyorsunuz ve aileniz
tarafından yaşatılıyorsunuz. Bu nedenle bunun kıymetini bilin, bunun size verilmiş bir
ödev olduğunu kabul edin ve siz de başkalarına uygulayın.
Bütün sivil toplum kuruluşları, şiddete uğrayan, şiddet gören, yani herkes en basiti
olayın ilk müracaat noktası karakollar bile hukuku bilmiyorlar. Hala bir geçmişten
gelen ki ben geleneksel yapıda bir insanım ama gelenekler de bazı yerlerde
durdurulabilmeli. Karakollardaki polis memuru arkadaşlarımız özel yetiştirildiler, özel
eğitim aldılar. Ama yapılan bir araştırmada özel eğitim alan polis memurlarının pek
çoğunun görev yerlerinin değiştirildiği söyleniyor. Bu bir yanlışlık. Onu eğittiyseniz
onu bir yerlerde tutun, değiştirmeyin.
20 senedir TRT’de ve çeşitli kanallarda mümkün olduğunca bize verilen bilginin
insanlara aktarılmasına çalışıyoruz. Kolay bir olay değil. Canlı yayında
oturuyorsunuz, soru sınırı yok, hukuk gibi bir olayda konu sınırı yok, ülke sınırı da
yok. Bu yayınlardan dolayı bana gelen binlerce mailden 20 sene içinde anlaşılan şu:
Halkımızın yurt içi veya yurt dışı büyük bir çoğunluğu maalesef hukuku bilmiyor ve
onlara hukuk öğretilmiyor. Herhangi bir televizyon kanalını öğleden sonra açıp bakın,
kanallarda evlendirme programları var, saatlerce evlendiriyorlar. Benim burada
anlamadığım bir husus var: Evlenenler evleniyor ama daha evlenmeye başlamadan
televizyon önünde kavga ediyorlar. Orada oturan başka evlendirme adayları
olduğunu zannettiğim kişiler de onlarla muhatap, kavga halindeler. Şimdi bu program
kime ne verecek? Özel kanallara hiçbir belgesel yok, bizim programımızdan başka bir
hukuk programı yapılmıyor.
“Kadının dayanma noktası nereye kadar gidecek?”
Şimdi olayımıza gelelim. Aksaray’dan bir hanım beni aradı, kendisi ve eşi devlet
memuru, iki tane çocukları var. “10 senedir darp ediliyorum hocam” dedi. Dövülüyor
kadıncağız. Ben tabii bir kadın olarak “Neden çekiyorsun 10 senedir?” dedim. Niye
çekiyorsun 10 senedir? Şimdi benim açımdan baktığınız zaman bir kocanın değil
dayak atması “Ne yapıyorsun sen?” demesi bile benim için ağır bir olay. “Niye
çekiyorsun?” dedim. Bana göre kolay, ekonomik özgürlüğüm ve beni savunacak
ailem var, ben çekmeyebilirim. Bir tepki olarak dedi ki bana “haklısız avukat hanım
ama ben karakola gidiyorum, karakoldaki memur diyor ki: ‘Canım iki tane çocuğun
var’.” Bu çok değişti artık, çeşitli önlemler alınmasına rağmen demek ki oradaki
memur eğitimsiz. “İki tane çocuğun var, boşanırsan ne yapacaksın? Boşanırsan çok
daha zor şartlara düşersin diyor gönderiyor evine. Eve gidiyorum anneme babama,
ben bunu çekemiyorum artık, dayak yiyorum diyorum. Aman kızım boşanırsan çok
daha ağır şartlar ortaya çıkar, işte kocan seni öldürür, ailemden de fayda yok.
Düşünüyorum, alayım çoluğumu çocuğumu başka bir yere gideyim. Ama gelecek,
yine beni bulacak ve ben bunu çekiyorum avukat hanım.” İnanın bunca sene bu
konular üzerine sizin tabirinizle kafa yormuş olmama rağmen ben de laf bulamadım.
Birazcık daha dayan dedim, birazcık daha dayan. Şimdi bu kadının dayanma noktası
14
nereye kadar gidecek? Nasıl dayanacak? Ne yapabilecek? Buyrun size bir çaresizlik.
Şunu söylemek isterim: Her türlü kanunumuz var belki, pek çok ülkeden çok daha
fazla hukuki yol kat ettik. Bilhassa son senelerde çok büyük yol kat ettik. Uluslararası
sözleşmeleri kabul ettik. Kanunlar Türkiye Büyük Millet Meclisinden çıkıyor. Biz
hukukçuları şaşkına çeviriyorlar. Ama bunların uygulamasında çok büyük sorunlar
var. Maalesef iş uygulamaya geldiği zaman yürümüyor. Yürütemeyen bir şey var.
Halkımızdan özür dileyerek söylüyorum, bizim halkımızda kanunlara karşı gelme gibi
bir duygu gelişti. Lütfen trafiğe bir bakın, hanginiz kırmızı ışıkta duruyorsunuz? İnanın
ben duruyorum. Halkımızda kurallara uymamayı ciddi şekilde geliştirdiler. “Ben
uymam, kural neymiş!”
“Ulaşamadığımız pek çok kadın var.”
Avrupa’da bir konferansa gittiğimiz zaman ben bir yoldan yürüyorum, dalmışım.
Karşıdan küçük, 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu bisikletiyle feryat ederek geliyor,
bağırıyor: “Çekil benim yanımdan, sen benim hakkımı nasıl kullanırsın? O yol benim.”
İnanın o kadar utandım ki, bizde bu gelişti. Lütfen söylenenleri can kulağıyla dinleyin.
Buraya gelen insanlar çok değerli insanlar, hayatın süzgecinden geçmiş insanlar ve
ömrünü buna vermiş insanlar.
Diziler, magazinler ve kadına şiddeti körükleyen örnekler, her şey var, onları
Bedrettin Bey anlatacak. Benim bakış açımdan ana sorun ailelere bakış açısının
değişmesidir. Ben Ankara Hukuk Fakültesini bitirmişim, hayat büyük şanslar vermiş,
güzel yaşamışım ama sizler de öyle. Anadolu’da herhangi bir toplulukta bir konuşma
anında bir sessizlik olduğu zaman, şaka yollu öbürü der ki: “Ne oldu, kız mı doğdu?”
Yani o an kız doğmuş olmasının üzüntüsüyle konuşmuyorlar. Kadına bakış açısı bu
olunca, bunu aşmak için Elvan gibi koşucu olmanız lazım. Öyle engeller var ki onları
aşmak için erkekler bir çalışırken kadının üç çalışması gerekir. Böyle bir toplumun
başlangıç noktası bu olunca, olay zor.
Ulaşamadığımız pek çok kadın olduğunu söyledim. Ulaşamama nedenlerimiz hukuku
bilmemek, onlara anlatamamak ve dil sorunu. Hepimizin bildiği gibi maalesef hala
hak hukuk kadınlar için geçerli değil. Kadınlarımız büyük çabalar içinde, gittiğimiz
yerlerde, televizyon programlarında ben bunu tespit ediyorum. “Kız çocuklarımı
okutayım, mutlaka okutayım, benim yaşadığım kaderi o yaşamasın” çabasındalar.
Görüyorum, bazen göğüsüm kabarıyor. Bazı kaymakam hanımlarımız kapı kapı
dolaşarak çocukları okula kaydettirmeye uğraşıyorlar. 21. Yüzyıldayız kapı kapı
dolaşarak olması mı gerekiyor? Böyle olmaması gerekir. Bu kafaların değişmesi
gerekiyor. Yapacağınız iş, öncelikle kafayı değiştirmek. Onlara ulaşmak. Bırakın
Türkiye’yi Ankara’nın Baraj Mahallesi’ne gidin, aynı şeylerin yaşandığını
göreceksiniz. Bu yapıyı kıramadık. Bazıları kırmak istemiyor. Bu nedenle de
kadınları köşesine çekilmiş, kaderine razı olmuş, sırtında dayak, karnında bebek,
öyle gidiyorlar.
Eğitim diyorum ama biraz sonra göstereceğim örnekte sadece eğitimin yeterli
olmadığına inanıyorum. Eğitimi olacak, ana şart eğitim ama kadınlarımız mutlaka bir
iş sahibi olacak, kendi ayaklarının üstüne basacak. Yalnız burada da yine benim
gözlemlediğim şöyle bir durum ortaya çıktı: Türk erkeği zaman içinde flörtten başlayıp
evliliğe kadar “benim karım güzel olsun, bunun yanı sıra sular seller gibi İngilizce
konuşsun, bir toplumda beni temsil etsin. Bende ona yardımcı olayım.” diyorlar.
Bunlar çok güzel, ama iş ev hayatına geldiği zaman hepiniz bunları çevrenizde
15
yaşıyorsunuzdur, yardım yok; hanım koşuyor mutfağa, çocuğu annesinden alıyor,
getiriyor, götürüyor. Bir kısır döngü oluştu, büyük bir kesimi hem bunu kabul ettiler
hem de bu durumdan rahatsız oldular. Kariyer sahibi hanımlarımızda da şöyle bir
durum gelişti: “Ben ayaklarımın üstünde duruyorum, kariyer sahibiyim. Bende senin
kadar kazanıyorum. Hem çocuk yaparım hem de kariyerimi yaparım” deniyor. Bu
kısır döngüyü yenmek içinde uğraşmak lazım; çünkü bu şiddet sorununu yaratıyor.
“Sokakta dolaşan her 10 kız çocuğundan 4’ü şiddet görüyor.”
Ülkemizde kadınlarımız ciddi şekilde şiddet görüyor. %97’si hayatının bir bölümünde
annesinden, babasından, dayısından, teyzesinden, amcaoğluna kadar gidiyor, bir
şekilde şiddet görüyor. Şu an ülkemizde oranlamaya vurduğunuz zaman şu çıkıyor:
Sokakta dolaşan her 10 kız çocuğundan 4’ü şiddet görüyor. Bu şiddeti sadece dayak
gibi algılamayın. Öyle yerlerde yaşatılıyor ki, öyle ortamlara sokuluyor ki onlar da
şiddet sayılıyor. Anadolu kadınının büyük bir kesimi maalesef hala kocasının
kendisini dövmesini hakkı olduğuna inanıyor. Ben %24 gibi bir oran okudum. Küçük
bir ülke olsak büyük bir oran sayılmayabilir. Ama ülkemizin 73 milyon olarak kabul
edersek bunun dörtte biri “kocam beni dövse de olur” gibi bir düşünce içinde, bunu da
kırmamız gerekir. Bazı kocalar maalesef elleri uzun, onlar her şeyi yapmanın hak
olduğunu zannediyorlar. Onların oranını saymıyorum, sayıldığını da zannetmiyorum.
Ben kendimi şöyle ifade eden biriyim: Ben Cumhuriyet Türkiye’sinde doğmuş, o
ilkelere inanmış, iyi bir eğitim almış, Anadolu kültürünü de yaşatmaya çalışan bir
insanım. Yani çatışmanın önlenmesi için bunu dengelemek gerektiğine de
inanıyorum ama o sosyologların konusu. Şimdi ben size istatistikî bilgiler vermeyi
planlamıştım ama sonra düşündüm, şöyle yapmaya karar verdim: Sizler istatistikî
bilgilere her an ulaşabilirsiniz. Bir de 3 Mart’ta yapılan bir çalıştayda değerli
katılımcıların ortaya koyduğu istatistiklerin çoğu birbirini tutmamış. O nedenle
kafalarınızı ben şiddet yönünden karıştırmayayım, sizler ulaşırsınız.
Size vereceğim örnekler yaşanmış örnekler olup TRT-GAP televizyonunun iki yıl
önce ülkemizin 48 cezaevinde her mahkûmla bire bir yaptığı konuşma neticesi
yayımlanan ve Bedrettin Bey’le benim de hukuk danışmanı olarak bulunduğumuz bir
programdan alınmıştır. Kadınlar ve erkekler üzerinde yapılmış. Üniversiteli olanlar
var, hiç eğitim almamış olanlar var. Çok sayıda mahkûmla görüşülmüş. Bir kısım
mahkûm yüzünü kapatmak istemiş, karanlıkta çekim yapılmış, bir kısım mahkûm ise
bilhassa hanımlar, “ben yüzümün kapatılmasını istemiyorum, örnek olmak istiyorum,
onun için benim yüzüm kapatılmasın” diyorlar. Burada eşini öldüren kadınların
hemen hemen hepsi, biri hariç maalesef ilkokul, nadiren lise, bir tane de üniversite
mezunu var. Bu neden böyle oldu derseniz, kariyer sahibi veya meslek sahibi
hanımlarımız şiddet gördüğü zaman, komşusundan, mesleğinden, olayın
yayılmasından utanıyorlar.
“Anadolu kadını şiddeti çok daha farklı görüyor”
Anadolu kadını şiddeti çok daha farklı görüyor. Fakat onda da şu var: Bakıyorsunuz
şiddet gördüğü anda o da ona sinirleniyor, terliğini atıyor veya küfrediyor. Onlar iş
ölüme varmazsa çok ciddi bir olay gibi algılamıyorlar. Bir müddet sonra bir
bakıyorsunuz ortalık gül pembe, hiçbir şey olmamış. Ama diğer hanımlar bunu öyle
bırakıp gidemiyorlar. Resmi nikâhlı eşini ve kızını öldüren bir beyefendinin
söyledikleri erkeklerin kadına bakış açısının ortaya koyuyor. Diyor ki: “Ben eve her
şeyi getirirsem sen bana hizmet edeceksin. Benim kadının çalışmasıyla işim olmaz.
16
Mahallede dedikodular olur. Telefonla konuştu.” Kadıncağızın bütün suçu telefonla
konuşmak. “Benimle oynayamazsın dedim, tartıştık. Vurdum. Kızım elimden almak
istedi, sinirimden ona da vurdum, ikisi de gitti” mesele bu. Olaya bakış tarzı şu:
Kızını ve karısını öldürmüş, yoktan yere öldürmüş. “Telefonla konuştu” diyor.
Telefonu olmayan kimsenin olduğunu zannetmiyorum, hem de çift telefon taşınıyor.
İmam nikâhlı eşini balyozla öldüren lise mezunu bir hanım, “o kadar acı, eziyet,
işkence çektim ki… Sadece makineye programlanmış gibi onu öldürmek vardı
kafamda, başka bir şey yoktu, onun için şimdi buradayım” diyor.
Resmi nikâhlı eşini öldüren bir hanım, eğitim durumum hiç yok. Bu örneği de
ülkemizin durumunu gösterdiği için seçtim. “Ailem göndermedi, bizim oralarda kız
çocuğu gönderilmiyor, ayıp deniyordu. Önce oğluma sataştı.” 24 günlükken öz
çocuğunu öldürmeye kalkmış, vurmaya çalışmış. Hiç ağlamayacakmış çocuk, düşse
bile ağlamayacakmış ve çocuk bunu sekiz aylıkken anlamış, olayı ağlamamaya
başlamış. Böyle yetişmiş, şiddet görmüş bir çocuk, büyüdüğü zaman aynı şiddeti
devam ettiriyor maalesef; çünkü gördüğü o. “O çocuk bizden daha olgun
davranıyordu.” diyor. Kadıncağız dayanamamış çekmiş av tüfeğini vurmuş.
“Kadere güzel bir askı bulmuşuz, herkes ona istediğini asabiliyor”
Üniversite mezunu, dört lisan bilen bir genç hanım. Aslında kime sorarsanız “kader”
der. Kadere güzel bir askı bulmuşuz, herkes ona istediğini asabiliyor. “Sevdim, ona
kaçtım, şiddet gördüm. Ailem geri aldı. Arada gidip gidip geldim, vazgeçemedim. Bir
nedenim vardı ki ben buradayım.” diyor. Bu kadar sevgiye rağmen öldürmüş. Ne
kadar şiddet gördüğünü düşünün.
İstanbul’dan üniversite mezunu bir bey, araları açık olduğu eşini almak için hanımının
annesine gidiyor ve sokakta, çocukların yanında eşiyle karşılaşıyor. Gidelim, seni
alayım götüreyim” demiş, gelmemiş. Bu beyefendi gerçekten çok olgun ve düzgün
biri. Hanımda gelmem demiş sokakta. “Sadece hırs ve öfke” diyor başka bir şey yok.
“Aramızda da bir şey yoktu” diyor. Dört bıçak saplamış kadıncağıza ve kadıncağız
orada ölmüş. Çekim sırasında “ne için yaptın?” diyorlar. Hala bilmiyorum diyor.
Düşünün şiddet bu.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ferruhacanbolat.mynet.com’dan bana her türlü sorunuzu
sorabilirsiniz, büyük bir memnuniyetle yardımcı olabilirim. Çok etkilendiğim iki
örnekten bahsetmek istiyorum. Demir doğramacılığı yapan eğitimi ve kimsesi
olmayan bir erkek hükümlü, mahalleden bir genç kıza âşık olmuş. Konu komşu araya
girmişler, inanılmaz derecede seviyor. “Çok seviyorum, tek varlığım” dediği hanımını
evde sigara kokuyor diye kıskanıyor. Bir türlü kadıncağız kendini ispat edemiyor ve
bu beyefendi akşam hanımı yatınca bildiğiniz su hortumunu alıyor, üçe katlıyor. Kendi
ifadesine göre 30 ve otopsi raporuna göre 800 veya 1.000 kere o hanıma vuruyor.
Kadıncağız perişan, yatıyorlar kadın tabii inim inim inliyor; çünkü ölüyor. Bizim
yakışıklı beyefendi yanlış algılıyor bu olayı, kadıncağızın inlemesini ve o durumdaki
hanıma yapılamayacak en son işlemi yapıyor, beraber oluyorlar. Şiddeti
düşünebiliyor musunuz? Spiker hanım “burada en çok neyi özlediniz?” diye sorunca
hala “Ben karımı özledim; çünkü onu seviyorum.” diyor. Şiddete köprü böyle garip
sevgiler de var.
17
“Dünyada pek çok hanım eziyet görüyor”
Şiddet sadece ülkemize mahsus bir şey değil, sıralamalarda çok arkalarda geliyoruz.
İstihdamda çok arkalardayız. Ama dünyada pek çok hanım eziyet görüyor. Diğer bir
örnek ise ailesinin karşı koymasına karşın kaçmış, evlenmiş ve ona üç çocuk vermiş.
Kocası hem alkol bağımlısı hem de uyuşturucu kullanıyor. Kadıncağız
inanamayacaksınız dayağa ve her şeye 27 sene tahammül etmiş. Sırf kendisi
babasız büyüdü diye çocukları da babasız büyümesin diye katlanmış. Bir de ailesi
“sen kaçtın” diye kabul etmemişler, gidecek başka bir yer yok. Maalesef ülkemizde
kadın sığınma evlerimiz çok az, gidecek öyle bir koruma alanı da yok. Çekmiş, ta ki
olay gecesine kadar. Kocası gelmiş, elinde bir bilenmiş balta, “bu gece seni
öldüreceğim” demiş. İçki sofrası hazırlanmış, dayak yenmiş. Kadıncağız istemediği
halde o dayağım üstüne yine ilişki ve böylece sabaha karşı o beyefendi kadıncağıza
“bir kahve yap” demiş. Kadıncağız 27 sene sonra mutfağa gidence aklı başına gelmiş
“niye ben ölüyorum” demiş. Orada ekmek bıçağını görmüş, “ben dünyadan bir
kötülük kaldırayım” demiş. Hiç hatırlamıyor, 33 bıçak darbesiyle öldürmüş. İfadesinde
soruyorlar: “Ne kadar ceza alacağınızı biliyor muydunuz” diyorlar. “Bilmiyordum”
diyor. “Bilseydiniz yapar mıydınız?” diyorlar. “Yine yapardım ama çocuklarımdan ayrı
kalmak beni üzüyor” diyor. Birde “devletime ben kırıldım” diyor. Ben bir kötüyü
ortadan kaldırdım, zannettim ki beni takdir, teşekkür edecek, cezalandırmayacak.
Ama ben ağır ceza yedim. Kan davası doğdu, ailem zor durumda, çocuklarımı
göstermiyorlar. Ben burada perişanım, maddi gücüm yok.” diyor.
“Hukukun sadece hukukçuların anlayacağı tarzda olmaması lazım”
Sizlere şu çözümler olsun demek benim haddim değil. Ben neticeden uygulamacı
avukatım. Ama benim görüşüm, ortaya konan hukukun sadece hukukçuların
anlayacağı tarzda olmaması lazım. Ülkemizin bir bölümünde bir araştırma
yapılıyormuş. Bir bakmışlar tarlada bir beyefendi, arkasında dört tane hanım
yürüyorlar. “Aman demişler, tamam işte örnek teşkil edecek bir şey.” Gitmişler
eğitmişler, bak kadın hakkı böyledir, eşitlik böyledir diye ve daha sonra aradan birkaç
zaman geçmiş. Bu sefer bakmışlar ki tarlada erkek arkada hanımlar önde yürüyor.
“Birini kazandık, en azından dört kadını kurtardık.” demişler. Ama sonra “Çok
memnun olduk, hanımları öne almışınız yürüyorsunuz.” demişler. Yok demiş, “Ondan
değil demiş, mayın döşendi dediler de ben hanımları öne saldım.” Ne önde ne
arkada, yan yana, el ele, eşitliği sağlayarak, şiddeti ortadan kaldırarak, her kime ne
düşüyorsa sorumluluk bilincinde olmalı ve onu uygulamak için kendini görevli
hissetmelidir.
Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Öğretim Görevlisi ve Serbest Avukat Müjde Avcıoğlu
Ankara Koleji mezunu. 1975 Ankara Hukuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu.
Ankara Barosu Kadın Hakları Kurulu Başkalığı, Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve
İnceleme Derneği Genel Başkanlığı, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Genel
Sekreterliği görevlerinde bulunmuştur. Halen Ankara Barosu İnsan Hakları
Merkezinde Yazmanlık görevini sürdürmektedir. Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi
İletişim ve Hukuki Haklar Kolu öğretim görevlisidir ve aynı zamanda serbest avukat
olarak da çalışmaktadır. Bugün kendisinin panelimizdeki konusu “Kadın ve Siyaset”.
Müjde Avcıoğlu: Öncelikli olarak hepinizin yarın olan Dünya Kadınlar Günü’nü
kutluyorum. Aslında konum “Kadın ve Siyaset” ama bundan önceki çok değerli
konuşmacılarımızın da belirttiği gibi tek tek değil bunlar, siyaset olsun, istihdam
18
olsun, şiddet olsun bunların hepsi iç içe, biri varsa zaten diğerleri de var. Yani birini
kurtardığınız zaman diğerlerini de kurtarmış olacaksınız. Birbirine bağlantılı iç içe
şeyler. Ben siyaset konusuna gelmeden önce bir olay anlatmak istiyorum. Ankara
Kadın Hakları Kurulu Başkanlığı döneminde, Ailenin Korunması Kanunu yeni
sayılırdı. Karakollara eğitim verelim dedik, polisleri eğitelim dedik. “Aman çocuğun
var, evine git, barış deme” diyelim dedik. Ben ve bir arkadaşım bir yıl süren yazışma
neticesinde nihayet Ankara Emniyet Müdürlüğünden bir gün tespiti aldık ve Ankara
Emniyet Müdürlüğünün konferans salonuna gittik. Boş sandalye yoktu. Bir buçuk saat
kadın şikâyeti gelirse ne yapılacak iki arkadaş oturduk anlattık. Sonuçta dedik ki
sorunuz var mı? Bu gayet doğal bir şey, anlattığın zaman dinleyicilerden soru varsa
cevaplanması gerekir. Büyük bir sessizlik oldu. Sonra bir tek parmak kalktı, tek bir
parmak. Herhalde salonda 300 polis vardı. “Pardon size soruyorum” dedi. “Siz
eşinizden çok mu şiddet gördünüz bu tip konulara eğildiniz?” dedi. Soru buydu,
başka bir şey değil.
“Kadına karşı en büyük şiddet aslında televizyon kanallarından geliyor”
Ben 12 sene boyunca Radyo Televizyon Üst Kurulunun birinci Hukuk Müşavirliğinde
bulundum. Meslektaşımın da dediği gibi evlendirme kanalları, RTÜK’te çalışırken
bizim konularımızdır. “Medya ve Kadın” konulu paneller düzenledik, hatta geçen sene
Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesinde de düzenledik. Konu olarak incelendi ve
kadına karşı en büyük şiddet aslında televizyon kanallarından geliyor. Kadın bunun
farkında değil ama daha çok izlendiği için de sorun yokmuş gibi gözüküyor. Şiddet
deyince bugün bir gazete okudum. Bir meslektaşımız bir erkek arkadaşı tarafından
şiddete ve tecavüze uğruyor ve dayak yiyor. Yanlış okumadıysam; çünkü acelem
vardı çıkmak zorundaydım, mahkeme tarafından da tutukluluk hali kaldırılıyor.
Neymiş ikisi de 30 yaşın üstündeymiş, arkadaşlarmış ve bu kararı veren bir hâkim,
durumumuz kötü.
“Türk siyasetinde kadının adı var ama yeri yok”
Kendi konuma geleyim: Siyaset. Aslında şu anda Türk siyasetinde kadının adı var
ama yeri yok. İkisi birbirinden çok farklı şeyler. Kısa bir kronolojik sıralama yaparsak
kadınların Cumhuriyetimiz kurulduktan sonra 1930 yılında Belediye Yasası ile
belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı verildi. Arkasından 1933 yılında Köy
Kanunu’nda değişiklik yapılarak kadınlara muhtar olma hakkı veriliyor ve nihayet
1934 yılında kadınlara genel seçimlerde Seçme ve Seçilme Hakkı verildi. 1950
yılında ilk belediye başkanı kadınımız Mersin’den Müfide İlhan seçildi. İlk kadın
bakanımız 1971 yılında Türkan Akyol oldu. 1989 yılında ilk kaymakamlık yolu açıldı.
Bakın en son kaymakamlık yolu açılmış 1989’da. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk
Muğla kadın valimiz Lale Aytaman olmuştu ve bir daha da olmadı. 1993 yılında kadın
başbakanımız oldu Tansu Çiller, ondan sonra bir daha da olmadı.
Bu tabloya baktığımız zaman 1934 yılından bugüne kadar kadınların siyasetteki
rollerinin oranları nedir? 1935 yılındaki seçimlerde 395 milletvekili içinden 18 tane
milletvekili kadınımız vardı ve 2007 yılında 550 milletvekilimiz var, kadın sayımız 50.
Demek ki fazla bir ilerleme gösterememişiz ki tarihlere de dikkatinize çekerim 21.
Yüzyıldayız. 2007 Genel Seçimlerinde peki 50 kadınla % oranımız %9.1. 2009 Yerel
Seçimlerde kadın % oranı Sayın Ecevit’in de söylediği gibi %0.9. Yani 2.948’den 27
kadın belediye başkanımız, il genel meclis üyesi 32’si kadın 3.379’da yani 110
19
belediye meclis üyesi %4.2, kadın kaymakam %1.55, Kadın müsteşar şu anda hiç
yok. Demek ki hakikaten kadının adı var ama şu anda yeri yok.
Seçme hakkında bir sorunumuz yok, hepiniz gidip oyumuzu kullanıyoruz. Ama sorun
demek ki seçilmede kendini gösteriyor. Peki bunun nedenleri nedir? Öncelikli olarak
olması gereken nedir biliyor musunuz? Kadınsız siyaset. Bunun ne olduğunu biraz
sonra açıklayacağım. Bunu açıklamadan önce toplumsal cinsiyet eşitliği dediğimiz
yahut da benim toplumsal iş bölümü, iş dediğim bir tanım var. Bu nedir? Öncelikli
olarak biz şunu belirtmekte yarar var:
Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk sayesinde kazandığımız Seçme ve Seçilme
Hakkını kaydettik, kadın olarak. Biz bunun için savaş vermedik, bunun için bir taban
oluşturmadık, çalışmalar yapmadık. Mustafa Kemal Atatürk bize bunu 1934 yılında
tepsiyle sundu. Tabii ki bu arada Afet İnan’ı da unutmamamız, anmamız gerekiyor.
Afet İnan’ın da bu konuda büyük katkısı mevcuttur.
“Osmanlı Dönemi’nde kadının yeriyle birlikte adı da yoktu”
Bu arada Osmanlı Dönemi’yle hiç ilgilendiniz mi bilmiyorum. Osmanlı Dönemi’nde
kadın ne yapardı? Osmanlı Dönemi’nde kadının yeriyle birlikte adı da yoktu. Neden?
Çünkü şeriat kanunları ve Mecelle vardı. Kadının o nedenle ne çalışma hayatı vardı
ne de siyaset, hiçbir şey yoktu. Kadın evde oturacak. O tarihte Nezihe Muhittin isimli
bir kadın Kadınlar Halk Fırkasıyla adıyla parti kurdu. Osmanlı Dönemi bitip de
Cumhuriyet ilan edildiğinde bu fırka vardı, tamamı da kadınlardan müteşekkildi.
Ancak ilk anayasamızda kadınların Seçme ve Seçilme Hakkı olmadığından, oy
kullanma hakkı olmadığından parti kapatıldı. Tüm üyeleri kadın olan parti bu nedenle
kendini derneğe dönüştürdü. Adına da Türk Kadınlar Birliği adını verdi. Bundan tam
11 yıl sonra Mustafa Kemal Atatürk bize bu hakkı verdi. Bu olaylar 1934’ten 11 yıl
önceki olaylar. Şimdi gelelim neden bu şekilde olduğumuza.
“Erkekleri yetiştiren de kadınlar”
Öncelikle tabii ki toplumsal gelenekler, görenekler çok büyük rol yapıyor. Toplumsal
cinsiyet eşitsizliğine bakarsak nasıl yetiştiriliyoruz? Açıkçası ben bunu sadece
erkeklere yüklemiyorum, kadınlarımızın kendisi de yapıyor. Çünkü bu erkekleri
yetiştiren de kadınlar, bütün hepsini kadın yetiştiriyor. Ama o oğlan bu kız çocuğu
diyor. Kendi kadın, evladı erkek ama bunu aşamıyor, işin acı tarafı eğitimlisi de
aşamıyor. Kadın ilk ne yapıyor? Çocukluğundan, gençliğinden başlayalım. Baba,
ağabey baskısı görüyor. Evleniyor, bu sefer koca baskısına giriyor ve bunu normal
kabul etmeye başlıyor, yani benimsiyor. İşte bütün olay bu benimsemeden başlıyor.
“Bizim geleneklerimiz böyle, ben bu nedenle bu kalıpları, bu rolü kabul ediyorum”
diyor ve kadınların %90’nı, eğitilmiş kadınımız da bu şekilde düşünüyor. Beni
üzüntüye götüren nokta bu. Sorgulamıyor; çünkü böyle görmüş, böyle gidiyor.
Okumak, yani eğitimli olmak pek fazla etkilemiyor. Yani geleneklerimiz bu. Ne
yapıyor? Kamusal alanda erkek oluyor, ev alanında da kadın oluyor ve kadın sadece
iyi anne. Bunu özellikle televizyonlar yapıyor. Dikkatinizi çekerim reklâmlara bakınız,
temizlik malzemelerinde kadın kullanılır ama bir araba reklâmında erkek görürsünüz.
Burada bile ayırt ediliyor. Neticede kadına iyi anne, iyi eş, iyi ev kadını rolü
yüklenmekte ve kamusal alana çıkmamaktadır. O zaman kamusal alan kime kalıyor?
Erkeklere kalıyor. Erkek de ne oluyor? Tek başına bu rolü üstlendiği için gittikçe daha
güçleniyor, kadın da gittikçe daha zayıflıyor.
20
“Saçı uzun aklı kısa”
“Elinin hamuruyla erkek işine karışma”
Bu nedenle mesela akıl, kültür, bilim ve kamu erkek ile özdeşleşirken, doğa, duygu
bilim dışı özel olan şeyler de kadınla özdeşleştiriliyor. Nitekim halk deyimlerimize
bakınız, en basit örneğidir “saçı uzun aklı kısa”. Kim için denir bu? Kadın için denir.
Veyahut da “elinin hamuruyla erkek işine karışma”. Bunu erkek kadına söylüyor.
“Senin işin mutfağında, git hamur, börek, mantı yap ama bu kamusal alan bana ait,
sen buraya girme” diyor. Bunu kültürlü erkek de söylüyor. Bu tip konuşmalarla, bu tip
eylemlerle kadına negatif anlam yükledikçe, erkek daha yüceltiliyor. Kadın toplumdaki
varlık olmaktan çıkıyor.
Siyasal alanda nasıl gösteriliyor? Öncelikle dedik ki kadının siyasette etkin
olmamasının en büyük etkenlerinden biri bu toplumsal cinsiyet eşitsizliği yahut da
toplumsal iş bölümü. Yani daha başta kadın siyasete girmek istemiyor. Yetiştirme
tarzından dolayı “Bu erkeğin işi” diye bakıyor. O zaman öncelikle siyaset nedir?
Siyaset için bizim Anayasa Hukuku Profesörümüz Bülent Nuri Esen’in bir tanımı
vardır: Siyaset aslında Latince kökenliymiş ve anlamı “At Terbiyecisi” demekmiş.
Şimdi Siyaseti nasıl tanımlıyoruz? “Toplumda yönetim gücü olan iktidarın kullanılarak,
yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ve çatışma halinde olan
çıkarların uzlaşma çabasıdır” diyoruz. Siyaset insanların toplum olmasından
başlayarak çok büyük bir rol üstlenmiştir, zaten o zaman doğmuştur ve doğduğu
tarihten itibaren de erkek işlevi olarak da görülmeye, algılanmaya başlamıştır. Siyasi
partilerimizde hangi taraftan olursa olsun ister sağ taraf olsun, ister sol taraf olsun
kadının siyasete girmesi söz konusu olduğu zaman, nedense hepsi hep birlikte aynı
fikirde buluşuyorlar. Kadını parti işlerinde görmek istemiyorlar. Biz kota diye
bağırdıkça, kota diye hiçbir şey söylenmiyor. Yıllardır Siyasi Partiler Kanunu’nu
değiştirelim, kadınlara kota getirelim deniyor ama sonuçta gene hiçbir şey yok.
Demek ki hangi taraf olursa olsun Siyasi Partiler bir kadın konusu olduğu zaman,
kadının siyasette rol oynaması istendiği zaman aynı görüşte olabiliyorlar.
Kadınlar diyelim ki bir şekilde partiye girdi. Kadınları partide nasıl görüyoruz? Kadın
kollarında çalıştırılıyorlar ya da Yıldız Hanım’ın dediği gibi eğitimi sağlık gibi ikincil
konularda çalıştırılıyorlar. Ama hiçbir zaman bir içişleri, dışişleri, maliye gibi
komisyonlarda mecliste kadın milletvekillerine rastlayamıyoruz; çünkü gene burada
önemli olan siyasi partinin doğrultusunda kadını ikincil konumda bırakabilmek.
Kadından Sorumlu bir Devlet Bakanlığımızın olması ve “baba beni okula gönder
kampanyaları” yapılması çok büyük bir eksikliğimiz.
“Siyasi partilere kadınlar nasıl gelebiliyor?”
Siyasi partilere kadınlar nasıl gelebiliyor? Az bir avuç kadın geliyor da nasıl
geliyorlar? Genel seçimlere az kaldı. Şöyle bir bakalım, ben aday olmak istiyorum
diyelim X partisinden. Ne yapacağım? Partiye gideceğim, ya genel başkan kendi
listesinden yazacak ya da delegeler aday adayı olarak beni seçecek. Seçtikleri seçim
de önemli değil, bir de liste önemli, o listede siz kaçıncı sırada olacaksınız ki genel
seçimlerde oyda beşinci sıradaysanız seçilme olasılığınız düşük, birinci sıradaysanız
seçilme olasılığınız yüksek. Bu sıra nasıl konuluyor? Bu sırada gene ya genel
başkanların ya da delegelerin seçmesiyle yapılıyor.
21
Bu kadar uğraş için ne gerekiyor? Öncelikli olarak para gerekiyor. İkinci olarak sosyal
çevre genişliği gerekiyor. Üçüncü olarak da partide etkin olmanız gerekiyor. Zaman
istiyor. Bunlar kaç kadında var? Daha baştan, seçimler başlamadan milletvekilliği
adaylığını düşündüğünüz anda siz erkeklerden %90 zaten kaybetmiş başlıyorsunuz.
Savaşa öyle giriyorsunuz. Kaç kadın çalışıp da ekonomik özgürlüğünü elde etmiş.
“Ben milletvekili olmak istiyorum”, ev kadını ama siyasete atılmak istiyor, siyasette
etkin bir şeyler yapmak istiyor. “Ben siyasete atılacağım” diyor kocasına; çünkü
parası yok, kocasından para istiyor. Kaç erkek para verecek? Bu muamma. Peki bir
ev kadını olarak ne kadar bir sosyal çevresi var da kendi propagandasını yapacak.
Delegelerin arasında kendini seçtirecek, bunlar olumsuzlukları. Peki bütün bunları
atladı, başardı, milletvekili, başbakan veya bakan oldu. Ne oluyor kadınlarımız?
Erkekleşiyor. Bakınız size çok basit bir örneği, Tansu Çiller örneğini vereceğim.
Tansu Çiller bizim için ilk kadın başbakan, bir daha da zaten gelmedi. Ama ne yaptı?
Önce çıktı “anam, bacım” gibi popülist yaklaşımlarda bulundu ve bu yaklaşımlar
sayesinde seçimlerde kadınların, kadın olduğundan dolayı oyunu aldı. Ama
seçildikten sonra ne oldu? Gittikçe erkekleşti, yani erkek gibi siyaset yapmaya
başladı, kadın siyaseti yapmadı. Tansu Çiller zamanında kadınlar lehine çıkmış bir
proje veya bir kanun, yanlış olmasın sayın meslektaşlarım belki hatırlatırlar ben
bilmiyorum. Ne oldu o zaman, Tansu Çiller yavaş yavaş kadınlar tarafından terk edildi
ve oy oranı düştü. Demek ki siyasete atıldığımız ve milletvekili olduğumuz zaman biz
kadın olarak olmak zorundayız. Biz erkek gibi olmamak ve kadın sorunlarını
unutmamak zorundayız. Kadınlar gibi konuşarak, onlar için çalışmak zorundayız.
“Ne bir vitrin olacağız ne de etken olmayan bir yerde çalıştırılacağız”
Şu anda çeşitli partilerden 50 tane milletvekilimiz var. Kaç tane kadın milletvekilinin
ismini biliyoruz? Ben bilmiyorum. Ben şu anda saysam 3 ya da 4 kadın milletvekili
ismi sayabilirim, fazla sayamam. Neden? Çünkü seçimlerde o partinin vitrini
olmuşlardır, vitrin olarak kullanılmışlardır ya da partinin etkin olmayan alanlarında
çalıştırılıyorlardır. Ne bir vitrin olacağız ne de etken olmayan bir yerde çalıştırılacağız.
İşte bizim için çözüm budur. Biz partiden milletvekili seçildiğimiz zaman kadınsı
rolümüzü unutmayacağız, kadınsı siyaset yapacağız ve kadın hakları için çalışacağız
ki ancak bu şekilde, kadın haklarında çalıştığımızda istihdam çoğalacak, eğitim ona
göre olacak.
Yani bunlar Atatürk’ün bize verdiği haklar olup da, alamadığımız haklarımızı almak
için uğraşı ancak bu şekilde verebiliriz. Bu son seçimlerde 12 Haziran’da yapılacak,
yapılması gereken, sırf parti rozeti takıp da kadın seçmen sayısını arttırmak için
kadınları kapı kapı dolaştırmak marifet olmadı. Bu partilere o nedenle bazen isyan
ettiğim oluyor. Bizler kadın seçmen sayısını arttıracak araçlar değiliz. Bizler
seçileceksek, bizlerle çalışılacaksa, bizlerin kadın olduğunu ve kadınsı siyaset
yapacağımı da kabullenmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Bedrettin Bey’e söz vermeden önce Yıldız Hoca’ya ve
Müjde Hanım’a istihdam, kadın ve siyasetle ilgili sorusu olan var mı?
Soru: Ben kadınsı siyasetten tam olarak neyi kastettiğinizi biraz daha açmanızı
istiyorum.
Av. Müjde Avcıoğlu: Şimdi şöyle söyleyeyim: Tansu Çiller örneğini verdim. Bu
Tansu Çiller kadın olduğunu unuttu, kadınsı siyasetten bahsetmek istediğim o ve
22
tamam Margaret Thatcher da o zaman biliyorsunuz İngiltere’nin başbakanıydı. Aynı
onun gibi döpiyes giydi, onun gibi koşar adımlarla yürüdü, onun gibi herkesin elini
sıktı. Bu işte kadın unutuldu ve o dönemde kadına yönelik hiçbir proje yapılmadı,
hiçbir kanun çıkmadı. Tansu Çiller devlet bakanlığı da yaptı, başbakanlık da yaptı
milletvekilliği de yaptı. Bu üçünde de bulunduğu halde böyle bir şey yok; çünkü o
erkek gibi olduğu takdirde yükselebileceğini düşündü. Yani erkek siyasetçi gibi çok
özür dilerim davranırsa yükseleceğini düşündü ve nitekim gerçekten de öyle, bir
bakın neden başka kadın siyasetçi çıkmıyor? Erkek gibi düşünmezseniz, erkek gibi
hareket etmezseniz partide ikincil olmak durumundasınız.
Soru: Ben aslında şöyle bir şeyde sormak istemiştim: Kadınsı siyasetten
beklentileriniz nedir? Yani kadınsı siyaset uygulandığı zaman siyasetçiden ne gibi
şeyler beklemelisiniz?
Av. Müjde Avcıoğlu: Şu çok açık bir iki tane kadın milletvekillerimiz var mesela her
gün sesini duyuyoruz. Nasıl duyuyoruz? Kadına karşı yapılan şiddetten dolayı
duyuyoruz. Kadına karşı komisyonlarda çaba sarf edip bir şeyler kazandırmaya
çalıştığından duyuyoruz, okuyoruz. Şu anda bunlar gibi örnek bir iki tane kadın
milletvekilimiz var. Onlar gibi davranmalıyız. Kadın olduğumuzu unutmayacağız,
kadın hakları için çalışacağız. Bütün mesel bu.
Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Yıldız Hanım’a sorusu olan var mı?
Soru: Ben Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi Araştırma Görevlisi Erdal M. Okutan.
İstihdamda kadın hakikaten çok kötü durumda. Mesela çok övündüğünüzü
söylediniz, bende hakikaten gurur duyuyorum. Profesör oranı %20, bir öğretim
görevlisi oranı %40; fakat orada da bir piramit görüyoruz. Yani araştırma
görevlilerinde %7’yi, doçentte %38-%36, profesörlükte %25 ve YÖK kurulunda
sadece %10’a kadar düşüyor. Burada erkekler, hem cinslerim çok suçlu; fakat
kadınların da suçlu olduğunu düşünüyorum. En son bu KADER’in yapmış olduğu bir
çalışmada, 275 milletvekili gibi bir çalışması var, orada iki kadın çok dikkatimi çekti.
Biri Hanzade Doğan Sabancı, diğeri de Ümit Boyner. Bu iki kişi de mesela kendi
yönetim kurularında kaç tane kadın var veya bu şirketlerde kaç tane genel müdür
çalıştırıyorlar? Biz tamam erkek olarak suçluyuz da kadınların da üzerine düşen çok
görev yok mu sizce? Hani siz diyorsunuz kendi farklılıklarınızdan, imtiyazlarınızdan
vazgeçin. Biz vazgeçmiyoruz ama kadınlar da bazen bizim gibi davranıyor.
Prof. Dr. Yıldız Ecevit: Hem istihdamda verdiğiniz örnekler hem de siyasette
arkadaşımın verdiği örnekler şunu gösteriyor: Daha yukardan da bakmak lazım,
birazdan soyut ve teorik konuşursam ataerkil kültür ve ideoloji bizi çevreliyor. Bunun
için erkekler de var kadınlar da var. Kadınlar da Ümit Boyner, Hanzade Sabancı
erkek egemen bir kültürde yaşayan, erkek egemen ailelerde büyümüş, erkek egemen
bir yönetim sistemi içinde olan kadınlar. Dolayısıyla onlardan kadına öncelik
tanımalarını, kadın erkek eşitliğine gönül vermelerini zaten bekleyemeyiz. Buna ben
“aura” diyorum. Türkçesini tam bulamadığım için, İngilizcesini de tam kullanmak
istemiyorum ama her tarafımızda bir “aura” var. Bu ataerkillik. Bu ataerkillikten
herkes nasibini alıyor, kadın da alıyor erkek de alıyor. Onun için benden sonraki
konuşmacımız “Bu erkekleri yetiştiren kadındandır” dedi. Kadınlar da kendi
çocuklarını bu ataerkil kültürle, ideolojiyle yetiştiriyor ve mesela hem cinsi olarak
aldığı geline, oğluna iyi davranmıyor. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman
23
hemen şunu görüyorsunuz: İkisi arasında fark var. Erkekler imtiyazlı, ataerkil kültürün
verdiği imtiyazlardan yararlanıyorlar ve ondan vazgeçmiyorlar.
“Türkiye’de kadınların kaynakları erkeklerden daha azdır”
Bütün kadın erkek eşitliğinin yegâne sorumlusu erkekler değil. Böyle bir şey
söylemedim. Erkekler kendilerine verilen hakları güzel savunuyorlar ve kullanıyorlar.
Bunları devretmek ve paylaşmak istemiyor. Öbür taraftan kadınların payı yok.
Mesela bana derler ki, “Kadın kadının kurdudur. Hocam kadınlar arasındaki
geçimsizlikleri, kıskançlıklarını nasıl açıklıyorsunuz?” derler. Buraya kadar gelir
mesele. Erkeğe veya kadına az kaynak verdiğiniz zaman kaynak savaşı olur.
Türkiye’de kadınların kaynakları erkeklerden daha azdır. Eğitimde kaynak, sofrada
anne baba çocuklar oturdu, annenizin yemekleri nasıl dağıttığını hatırlayın. Yemek
nasıl paylaşılır? Kız çocuklarının kaynakları azdır. Eğitimden az kaynak alır, miratsam
az pay alır. Evlilik meselesi bile bir piyasadır, orada bile kaynaklar dardır. Oda bir
kaynaktır. Dolayısıyla şuraya gelmek istiyorum: Kadınların kaynakları kıt, bu
kaynakları birisinin onlara artırması lazım. Kim artıracak? O zaman bir parça daha
ataerkiliği aşıp da devlete gitmemiz lazım. Ben hiçbir zaman devlet demem “Ataerkil
Devlet” derim. “Ataerkil Devlet” kadına ve erkeğe yasalar üzerinde eşit muamele
eder. Çok güzel yasalarımız var dedik. Yasaların hepsinde eşit, yasalar hiçbir zaman
kadın erkek ayrımcılığı yapmıyor. Neden o zaman yasalar böyleyken kadınlar
kaynakları kullanamıyorlar veya mirastan eşit pay alamıyorlar ya da boşanma
sırasında başları derde giriyor ya da tecavüzde karşılaştıkları zaman hakim onlara
sende müsait davranmışsındır diyebiliyor? Dolayısıyla ne başlı başına erkekler ne de
başlı başına kadınlar sorumlu. “Kadınların da suçu yok mu?” konuşmanızı çok
acımasız buluyorum.
Bir kadın beğenmediğimiz bir davranışta bulunmuş olabilir. Onun arkasında o kadını
da çevreleyen bir ataerkil kültürün, muazzam bir erkek egemen toplumun olduğunu,
toplum yapısının, toplum sisteminin olduğu hatırlatmak, hatırlamak lazım. Onun içine
doğuyor ve daha başkasını bilmiyor. Onun için sürekli kadınlarla konuşmamız, sürekli
kadınlarla beraber olmamız ve şunu devamlı söylememiz lazım “Sen bu eşitsiz
muameleye layık değilsin. Bu senin kaderin olmamalı”. Aynı şekilde erkekler için de
söz konusu ama erkeklerin de ataerkil kültür içinde onları ezen ve kıskaca alan ciddi
rol ve sorumlulukları var. Bizim mücadelemiz tek tek bireyler olmamalı, sevgililerimiz,
kocalarımız olmamalı ama bu sistem var. Bu “aura” dediğimiz şey, onun içinde. Biz
bütün o kültürün söylediği gibi yapıyor, kalkıyoruz. Ne yapıyorsak onu yapıyoruz, o
kültürün içinde yapıyoruz.
“İstihdam söz konusu olduğu zaman işin içine bir de kapitalizm giriyor”
Karşımıza iki tane düşman var diyelim. Ama istihdam söz konusu olduğu zaman işin
içine bir de kapitalizm giriyor. Ataerkillik ve kapitalizm. Bana sorsaydınız eğer
istihdamda kadının iş gücünün bu kadar düşük olmasının nedenini, hem ham
kapitalizm, yani kapitalizmin gerekleri, kapitalizmin işleyişi derdim hem de ataerkillik
derdim. Bu ikisi kol kola çok mutlu yaşıyorlar. Kapitalizmle ataerkil birbirlerini çok
seviyorlar. Çünkü kendi ideolojileri, kendi prensipleri birbirine çok yakışıyor ve
uyuşuyor. Birlikte olabiliyorlar.
Kayınvalidenize bakar “Nasıl olabiliyor, o benim hem cinsim. Bana nasıl böyle
davranabiliyor” diyebilirsiniz. Ama kayınvalideniz size bütün o ataerkil sistemin
24
içinden doğru konuşuyor ve davranıyor. Erkek çocuğunu koruyordur, sizi ezmeye
çalışıyordur. Yani yapabileceğimiz mümkün olduğu kadar geniş açıdan bakmak.
Yukarıdan, soyut ve genel bakmak, genel analizler yapmak. Mesela yine bir
arkadaşımız biraz önce söyledi. Ben içinizden birisine çocuk gelinler veya erken
evlilikler meselesini sorsam, hemen “Güneydoğu Anadolu Meselesi” der. Yani erken
evlilikler daha çok “Doğu ve Güneydoğu Anadolu sorunudur” der. Tek başına ne
Karadeniz ne de Güneydoğu Anadolu’nun sorunu. Büyük araştırmalar ve projeler
yapıldı. Çocuk gelinler veya erken evlilikler meselesi bütün Türkiye’nin meselesi.
Bir de şu var:
Ben 1980’den beri bu işin içindeyim, hem aktivistim hem
akademisyenim, uğraşıyorum. Muhafazakârlık kazanımlarınızı geriye çekiyor. Siz
muhafazakârlıkla mücadele ediyorsunuz. Siz kazanıyorsunuz. Aynı zamanda
ataerkillik muhafazakarlık. Öyle bir muhafazakârlık var ki, “kadınlar çalışmasınlar
diyor. Mesela geçen mayıs ayında “işsizliğin nedeni kadınlardır” diyen bir bakan var.
3 çocuk doğurun diyen bir başbakanımız var. Biz bu taraftan bir şeyler kazanmaya
çalışıyoruz, öbür taraftan yukarıdan, üstten sesler geliyor. Mesela yaşlılarınıza evde
bakın. Yaşlılara evde bakmak kolay mı? Kaç kadın acaba kariyerine ara verip çocuk
doğurmuştur, evde yaşlı bakmıştır, yaşlı baktığı için işten ayrılmıştır? Biz çok kolay
gibi görüyoruz. Yatalaklar, kötürümler, özürlüler var. Hiç devlet bunlara bakmıyor.
Bunların hepsi aile içinde çözülen sorunlar. Sosyal politika derslerinde okutuyorum,
Türkiye’de sosyal devlet diye bir şey kalmadı.
Ben sadece şunu söyleyebiliyorum: 1960’la 1980 arası sosyal devlet açısından
Türkiye’nin altın yıllarıdır. 1980’den sonra hiçbir şey kalmadı. Dolayısıyla kadın
deyince ekonomi düşüneceksiniz, ekonomik politik ve siyaseti düşüneceksiniz.
Küreselleşme, kapitalizm ve yeni liberal ideoloji diyeceksiniz. Bunları da işin içine
katarak konuşacaksınız. Olay sadece erkek değil, benim erkeklerle bir derdim yok ya
da hiçbir kadının direkt hiçbir erkekle derdi yok ama aynı zamanda var.
Av. Bedrettin Canbolat: Ben cinsiyet ayrımcılığı ve kadına yönelik şiddet konusunda
hukuk mahkemelerindeki uygulamalardan bahsetmeye çalışacağım. Şimdi her insan
kendi konusuna kendi penceresinden bakabilir. Ben mesleğimle alakalı olarak
gerçekten 38 senedir adliye koridorlarındayım. Genel olarak işte nişanların
bozulması, boşanmalar, boşanmada tazminatlar, eşlerin malları, velayet yani
çocuklar ne olacak, anneye mi, babaya mı verilecek ve miras davaları, ömrüm
bunlarla geçti. Bunu samimiyetimle söylüyorum. Mesleğinde herkes bir şey
söyleyebilir. Ama ben mesleğine, hukuka inanan ve öyle de yaşamış bir insanım. Ne
söylediysem onu yaşayan da bir insanım. Buradan şuraya gelmek istiyorum: Bugün
ki konu çok geniş bir konu, nereden ele alırsanız o şekilde anlatılabilecek bir konu.
Ben onun bir bölümünü kısaca izah etmek istiyorum.
İşin temeline inmek lazım, yoksa burada rektör bey de okudu, gazetelerde üç beş
günde çıkan haberler, kim kimi kesti, kim kimi doğradı. Üzülüyoruz ve bir noktadan
sonra bunlar haber olmaktan da çıkıyor. İşin kötü tarafı bu, duyarlılığımız kalmadı.
Trafik kazalarında da öyle, tahmin edersiniz. Yani iki kişi üç kişi öldü mü artık onlar
basit şeyler, en az otobüs devrilmeli ki orada da 50 yolcu giderse “Allah Allah nasıl
oldu” diyoruz. Ondan sonrasına hiç tepki vermez olduk. Bunlar kötü şeyler, neden
bizim ibremiz oynamaz oldu? Şimdi bütün mesele bu.
25
“Aile toplumun temelidir.”
Bu kadına olan şiddet, cinsiyet ayrımcılığı konusunu eğer tabiri caizse hayatımızı bir
film gibi kabul edersek, filmi şöyle bir başa saralım ve basit tespit yapalım.
Anayasaya baktığınız zaman çok güzel bir cümle var. Diyor ki “Aile toplumun
temelidir.” Şimdi dışarıdan “canım ne var bunda.” Çok şey var, bu kadar basit değil.
“Toplumun temeli ailedir” diyor. Bu çok önemli bir söz, buradan şuraya gelmek
istiyorum. Türkiye’de temele bir bakalım. O temel üzerine koyduğumuz evlere bir
bakalım. Hepiniz gençlersiniz, bir noktadan sonra ne yapıyorsunuz; düğünler,
dernekler. İnsanlar evleniyorlar, yuva kuruyorlar. Zaman zaman hepimiz düğünlere
gidiyoruz. Ama bir istatistikî sonuç var, diyor ki, detaya girmiyorum, yuvarlayarak
konuşuyorum. Türkiye’de evlenen kızlarımızın, kadınlarımızın yaklaşık yarısı
istemediği kişilerle evleniyorlar. Şimdi onun altını lütfen bir çizin, bu kadar basit değil.
Yani insan hayat arkadaşını, ömür boyu beraber bir yastığa başınızı koyacağınız
arkadaşınızı seçerken istemediğiniz, sevmediğiniz biriyle evlendiriliyorsunuz, sebebi
ne olursa olsun. Anne istedi, amca, dayı baskı yaptı, fakirlik zenginlik var. Sonuçta
evlenen kızlarımızın, kadınlarımızın yarısı istemediği kişilerle evlendi.
Ne olacak? Çok şey olur. Olay orada başladı. Şimdi film burada koptu, başka yerlere
gitmeyin. Toplumun temeli aile dedik mi? Dedik. Temeli nerede attık? Şimdi biz
attığımız temeli, fay kırığı olan yere, ileride deprem olması muhtemelen olan yere
binayı kurduk. Sorun burada. Ben inanın hayatım boyunca hep insanlar niye
boşanıyor, niye bu sorunlar var diye düşünmüş bir insanım, hala yoruyorum. Çünkü
benim görevim bu, ekmek param da bu görevimde. Düşünüyorum, çok kötü bir
durum, ne oldu yanlış yere yuvamızı yaptık. Bitmiyor, bu yuva kuruldu, ondan sonra
eşler geldi. Evinde aynı yastığa başını koydular. Onun arkasında benim tespitlerime
göre ikinci bir sorun daha var. Toplum olarak bizim sıkıntılarımız var. O da ne?
Benim gördüğüm kadarıyla insanlar çocuklarını egoist ve maddi yetiştiriyorlar. Şimdi
herkes “aman evladım kimseden kimseye fayda yok dikkat et”. Böyle yetişen bir
kadın ve erkek yastığa başını koyunca hanım gece yastıkta düşünmeye başlıyor. “Bu
benim yanımdaki adamdan fayda yok, bundan ne köy olur ne kasaba. Allah
muhafaza yarın başımıza bir iş gelirse ben açıkta kalırım, hemen önlemlerimi
almalıyım” diyor. Nasıl önlem alacak? Gizli bir yerde para biriktirelim, şunu yapalım,
bunu yapalım. “İleride yağmur yağarsa, şimşek çakarsa ben hemen şemsiyemi
açarım” diyor. Yani ortaya böyle bir tedbirler paketi koyuyor.
Aynı şekilde aynı yastıkta erkek de düşünmeye başlıyor. Diyor ki “Ulan bu kadın
milletinin derdi de bitmez, işi de bitmez. O zaman bende önlemleri almalıyım” diyor.
Ne oldu şimdi bizim ailenin temeli dediğimiz yer? Çürük yerde aileyi kurduk.
Kafalarımızda da çürükler olduğu için şimdi böyle kurulmuş bir aileden fazla sonuç
çıkmıyor. O zaman ne olmaya başlıyor? Aile içerisinde ağız dalaşı, kavgalar,
gürültüler, kafa göz kırmalar, el kol kırmalar, adam öldürmeler, yaralama işte
görüyorsunuz gazetelerdeki haberler bunlar. Bunlar Mars’tan gelen insanlar değil
bizim toplumumuzun insanları, işte burada bunlar başlıyor. Sorunlar doğdu toplumun
dışına da yayılmaya başladı.
O zaman çare olarak hemen mahkemeye koşuyorlar. Bizim meslek orada başlıyor
şimdi. Diyorlar ki bu böyle olmaz dilekçe verelim boşanalım. Dilekçeyi veriyorsunuz,
dışarıdan her şey güzel, böyle film hızı dönüyor ama öyle değil. Denemesi bedava.
Ankara adliyelerine götürüp bir boşanma dilekçenizi verin bakalım. 3-4 ay sonraya ilk
duruşma günü geliyor. Daha sen kimsin, niye verdin diyen yok. Bir dosya açıyorlar,
26
bir dosya numarası, birde size davetiye pullu “efendim filan günü duruşmanız var
geliniz” iyi. Gidiyorsunuz, bir şey olacak zannediyor bizim millet de filmlerde alışmış,
artistik konuşmaya falan hazırlanıyor. “Hâkime biraz nutuk atarız, o bizi bilir.” Hayır
öyle değil. Hâkimler de alışmış, dosyayı da yığmış zaten adam arkasında
görünmüyor. Davacı da geldi, davalı da geldi, onu da yazıyor ama iki satır. Taraflara
deliler verildi, ibraz için meyil verildi, “masraf yatırın şahitlerinizle gelin, hadi güle
güle” diyor. Bir üç ay daha atılıyor 6 ay. Ondan sonra şunun cevabı geldi, bu gelmedi
o şahit vardı, bu yoktu derken bir bakıyorsun 2-3 senede mahkemelerde sürünmeye
başlıyorsunuz. Nasıl bir evlilik bu, evlenen bir pişman bir de boşanamayan pişman.
Böyle sıkıntılı tablolar var, Türkiye’de inanın böyle. Mübalağa etmiyorum, Ankara
adliyesine gidin, zemin ve ikinci katında aile mahkemeleri var, bu durumlar var.
Anlaşmalı boşanmalar hariç, eğer anlaşmalı boşanmanız varsa iyi orada şansınız
yaver gider. Yani üç-beş dakika ama onun dışında senelerce sürünüyorsunuz. Mal
konusu da ayrı bir konudur. Böyle olunca mahkeme eninde sonunda biter, bir gün
bitiyor tabii. Size bir karar veriliyor. İnan iki tarafta bu karardan memnun değil. Çünkü
herkes istediğini orada bulamıyor, farklı şeyler buluyor. Mahkemede de şöyle bir tablo
var: Vatandaş, hanımlar ağırlıklı olarak önce bize geliyor diyor ki “Avukat bey ben çok
sıkıntıdayım.” Nedir kardeşim sorun? “Vallahi bizim adamla başımız dertte. Beni
dövüyor, sövüyor, ağır hakaretler ediyor, ne yapacağımı bilemiyorum,
katlanamıyorum” diyor. Peki o zaman biz hep şeyi düşünüyoruz. “Boşandığınız
zaman durumunuz ne olacak”, onu da görmemiz lazım. “Vallahi ben ev hanımıyım”
diyor.
Bir de şunu lütfen unutmayalım: Türkiye’deki istatistiklere göre evli hanımlarımızın
yaklaşık %50’si ev hanımı. Şimdi ayıp mı? Hayır değil. Ama ev hanımıyım demekle
hani benim bir işim yok, fazla bir okumuşluğum yok demek istiyor. O zaman
“boşandığın zaman ne olacak?” diyorum, sorun burada. “Bedrettin Bey, tamam ben
bu adamla yaşayamadım. Ama boşanırsam ne yapacağım, elimde gelirim, maaşım
yok, şu saatten sonra gireceğim bir işim de yok, ne yapacağım?” diyor. Sorun burası.
Birde çocukları varsa o da ayrı bir sorun, böyle olunca “biz aç kalırız” diyor. Doğru.
Benim bütün sorduğum budur, yani insan boşanırsa ne olacak, ayakta durabilir mi?
Çünkü insanlar çeşit çeşit, standart tip yok. Bazı insanların unu da kuru tuzu da kuru.
Bir bakıyorsunuz boşandığı zaman çok rahatlıyor, maaşında eksilme var mı onlarda
sorun yok ama toplumun diğer yarısı da öyle değil, sorunları var. O zaman işte hakim
de zorlanıyor, avukatta zorlanıyor. Yani “biz bu insana nasıl bir yaşam hakkı
vereceğiz?” diyor. Nafaka bağlansın. Bağlanan nafakalar emin olunuz olur zor.
Mesela bir örnek verelim: Hâkim çağırıyor erkeğe diyor ki “Arkadaş sen nerede
çalışıyorsun?” “Vallahi sayın hâkim ben askeri ücretli bir işçiyim” diyor. Ne kadar filan
diyor. “650 lira filan” diyor. Hâkim şimdi kadına ve iki çocuğa hesap yapacak, nafaka
bağlayacak. “Ama sayın hâkimim ben 650 TL maaş alıyorum ama 250 TL’sine
gecekondu gibi bir yer var, kirada oturuyorum” diyor. Şimdi hâkim 650 TL’den 250 TL
kirayı çıkarttı, kalan 400. “Ben çalıştığım iş yerine gidiyorum, dolmuşa binip geri
geliyorum” diyor. 100 kâğıt da öyle gitti, kaldı 300. “Bir de sigaram var sayın hâkim
ara sıra tüttürüyoruz” diyor, bir 50 oraya gitti. Şimdi kalmış 250-300. Kime ne
verecek? Şimdi hâkim hem o adama kalacak para, hem bu kadına kalacak para,
inanın çok zor şeylerdir. Hadi diyor kadına 150 verdim, bazen 100 verdim çocuğa da
50 verdim. Buyurun o parayla şimdi bu insanlar geçinsin. Türkiye’nin böyle çok
sıkıntıları var, emin olun çok var. Esas sorun bunlar.
27
“Hakkını bilmeyenin hakkı yoktur.”
Mesele o kadar basit değil ki, git mahkemelere gör bakalım orada insanlar neler
yapıyorlar, nelerle uğraşıyorlar. Emin olun biz her gün eşimle sabah çıkan kanunları
resmi gazetede yayınlandığı anda alırız. 09:00’da resmi gazetede yayınlanır, 09:30
benim cep telefonum çalar. Alman radyosu beni arar “Bedrettin Bey yeni yasa çıkmış
ne getiriyor, ne götürüyor hemen bağlanın anlatın” derler. Anlatmaya çalışıyoruz ama
buradan da şuraya gelmek istiyorum. Bizde çok güzel yasalar çıktı, uluslararası
sözleşmeler ve yönetmelikler de var, alıp ciltleyip ciltleyip koyuyoruz. Ama uygulama
ve alt yapı olmazsa kusura bakmayın bir de kafalar değişmezse neyi
değiştireceksiniz? Bütün bunlar sorundur diye düşünüyorum. Şimdi Almanların güzel
bir sözü var. Diyorlar ki “Hakkını bilmeyenin hakkı yoktur.” Bu ne demek? Yani
insanlar hakkını arayabilmek için önce hakkını bilecek. Hakkı bilmek de yetmez bu
sefer o hakkın alt yapısı da olacak, bir kere insanlar tek başına onu yapamazlar.
Şimdi tabii bu konuda çok söylenecek var uzatmak istemiyorum. Ama bu sıkıntıda
olan hanımlarımızın, işkence görenlerin, onların kadın sığınma evleri meselesi var o
çok önemli bir konu. Şimdi Avrupa standartlarına baktığınız zaman 7.500 hanıma bir
tane en azından kadın sığınma evi gerekir. Türkiye’de 1 milyon kadına düşmüyor bir
tane. Ne demek, böyle bir şey olabilir mi? Bizde yok mu? Var. Var da bizdekiler
nazar boncuğu gibi, hep var diyebilmek için bazı yerlere birkaç tane yapmışız. Bu
meseleyi çözmüyor. İnanın çok düşündüm mahkemelerde, nafakalarda, sokakta
kalacak kadınlarla çocuklarla ne yapılabilir diye. Şimdi şöyle düşünüyorum: İşte
Almanya’ya konferanslarda verdiğimiz için ben Türk vatandaşlarla çok konuşurum.
Orada belediyelerin sosyal yardımı var. Gerçekten sıkıntıda olan insanlara devlet
sosyal yardım yapıyor ve kira yardımı da yapıyor. Bunu Türkiye de yapabilir.
Para az, para yok diyor. Bundan birkaç sene öncesine kadar 25 tane banka battı
değil mi? 60-70 milyar bu devletin parası buharlaştı. Oralara yetecek para var da
sokakta kalan insana paranız yok mu? Öyle şey olmaz. Bütün mesele önceliklerdir.
Biz bu önceliklerde maalesef bunu yapmadık, sorun oradan kaynaklanıyor diye
düşünüyorum. Bir tespitim de şu: Evlendirme memuru orada evlendirirken insanları
güzel sözler söylüyor. Ama galiba onlar insanlara hikâye gibi geliyor. Mesela diyor ki
orada evlendirirken “iyi günde kötü günde” bu çok önemli ama “hastalıkta sağlıkta”
diyor. İnsanlar bu şekilde evleniyor, iyi ne kadar güzel. Ama emin olun boşanmak için
gelenler ki ben 38 yıldır sürekli boşanmalarla uğraşan bir avukatım. Arkadaş ne iyi
günü ne kötü günü, en ufak bir şeyde efendim “ben boşanacağım” diyor, nasıl bir
evlilik bu?
“Kadın ve erkek vefalı olmak zorundayız”
Ben hanımlara söylüyorum, teklif de ediyorum. Geçenlerde çok duygulandım.
Görmüşünüzdür televizyonda Çinli bir adamın hanımı hastalanmış. Götürmüşler alete
bağlamışlar bu hanımefendiyi. En sonunda kadıncağız aletle yaşıyor o şekilde, çok
pahalı olduğu için demişler ki kocasına sen parasını veremezsin. O da sırtına
yüklemiş evine getirmiş. Bitkisel halde hanımefendi tam 11 sene bu kadın bitkisel
hayatta olan karısının saçını siliyor, yanaklarını okşuyor, ona şarkı söylüyor, yemek
yedirmiş, altını temizlemiş tam 11 sene. 11 seneden sonra kadın canlanmış,
gerçekten gösterdi. Gülmeye başladım. Şimdi işte evlilik bu, yani iyi günde kötü
günde evlilik bu, bizimkiler hikâyeden. Her şeyde evlilik bozuyorlar. Ben bakıyorum
evlilikler o kadar basit şeylerden bozuluyor ki o zaman yazık oldu yuvalar. İşte şiddet
oradan doğuyor, her şey de oluyor. Yani insanların en bariz vasfı kadın ve erkek
vefalı olmak zorundayız, öyle insanız konuşurken sürçü lisan gelir ağzımızdan yanlış
28
bir kelime çıkabilir. Amacımızı aşan bir söz olabilir insanız. Karşı tarafa birazcık
düşünme payı bırakın, evlilik bu demek. İnsanlar birbirini mazur görecekler. Her şeye
olur olmaz, buna olmaz dedik mi bu işler olmuyor diye düşünüyorum.
29