cinsiyet ayrımcılığı ve kadın
Transkript
cinsiyet ayrımcılığı ve kadın
CİNSİYET AYRIMCILIĞI VE KADIN: İSTİHDAM, ŞİDDET VE SİYASET 07.03. 2011 tarihinde gerçekleştirilen konferans metnidir. Konuşmacılar: Doç. Dr. Azade Lerzan Gültekin (Atılım Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili Edebiyatı Bölümü Öğretim Görevlisi) Prof. Dr. Oya Batum Menteşe (Atılım Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı) Prof. Dr. Yıldız Ecevit (ODTÜ Sosyoloji Bölümü Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı Başkanı) Av. Ferruha Canbolat (Canbolat Hukuk Bürosu) Av. Müjde Avcıoğlu (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi İletişim ve Hukuki Haklar Kolu Öğretim Görevlisi ve Serbest Avukat) Av. Bedrettin Canbolat (Canbolat Hukuk Bürosu) Atılım Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Abdurrahim Özgenoğlu: Büyük bir panel için buradayız. Yarın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Aslında bugünle ilgili konuşmak hem kolay hem de zor. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’yle konuşacak o kadar çok şey var ki… Nitekim ben burada bir tomar gazete kupürü getirdim. Şimdi bunları açıp belki bazı başlıkları okumam gerekebilir. Bunların hepsi son bir haftadaki gazeteye yansıyan olaylardır. Tabi panelin konusu da “Cinsiyet Ayrımcılığı ve Kadın.” Bu cinsiyet ayrımcılığı konusunu üç ana başlık altında toplamışlar: “İstihdam, Şiddet ve Siyaset.” Sanırım konuşmacılarımız bu üç konuyla da ilgili bazı tespitlerde bulunacaklar. “Benim dikkatimi çeken şiddet konusu” Aslında benim dikkatimi çeken şiddet konusu. Nitekim buradaki benim gazete kupürleri de daha çok şiddetle ilgili. Örneğin: “Cinayetten önce eşi şiddet görmüş” başlıklı bir kadının katli ile ilgili bir haber. “Boşanmak isteyen eşini öldürüp intihar etti.” “Şikâyetini geri aldı şiddete razı oldu.” Elimde bir haber daha var. Kadından sorumlu devlet bakanımız yapıyor. “Mağdur kadınlar için 200 tane avukat.” Bu sadece Ankara için, Türkiye çapında bu olayın mehabetini düşünün ve bu olaylar doğudan batıya fark etmiyor. Iğdır’dan bir olay: “Şikâyetini geri aldı şiddete razı oldu”, bir de Tekirdağ’dan bir haber var: “Nafakayı konuşmak için gitti öldürüldü.” Demek ki bu kadına şiddet olayımız bizim kültürümüzde var. Güney Afrika’dan gelen bir haber, yine bir Türk kadını “Kızı Güney Afrika’da ölen annenin korkunç şüphesi: Kızımı hayat sigortası için kocası öldürdü.” diyor. Bu haberler son bir haftadaki olaylar, yine Mersin’de yaşanan bir olay “Kardeşini öldürüp sigara içmiş.” başlığıyla yayımlandı. Olayın mehabetini göstermek için bunları söylememiz gerekiyor. Kanada Büyükelçiliğinde düzenlenen panelde “Uluslararası kadın haklarıyla ilgili somut örnekler Türkiye’yle Batı arasındaki uçurumu ortaya koydu” diyor. “Türkiye’de kadına karşı şiddet dramatik bir artış gösteriyor” Son olarak bir haberde “Türkiye’de kadına karşı şiddet dramatik bir artış gösteriyor. Eş şiddetiyle 2002 yılında 66 kadın hayatını kaybederken 2009’da bu rakam 953’e çıktı. Bu rakamlar şok edici” diyor. Gerçekten şok edici rakamlar. Hemen hemen her 1 günkü gazetede bir veya birden fazla haber var: “Kadın olmak zor” diyor. Yine bir gazete haberinde şöyle bir tespit var: “Kadınların yaşamını en çok geçim derdi etkiliyor.” Geçim derdi konusu şiddet olayıyla karşılaştırdığımız zaman herhalde çok hafif kalıyor. Geleceğe umutsuz bakan ve kendilerine değer verilmediğine inanan kadınların çoğu, aileleri ve eşleri tarafından şiddete maruz kalıyor. Dolayısıyla bütün bu örnekleri çoğaltmak mümkün, bunlar sadece bir gazeteden aldığım kupürler. Diğer gazetelerde de muhtemelen buna benzer bazı haberler vardır. “Dünya Kadınlar Günü diye bir gün olmaması gerekir” Aslında benim düşüncem şudur: Dünya Kadınlar Günü diye bir gün olmaması gerekir ve dileğim şu ki Dünya Kadınlar Günü diye bir günün olmaması, buna ihtiyaç duyulmamasıdır. Aslında bu çok acı bir olay, ben bunu bir türlü kabullenemiyorum. Tabi şu da var: Anadolu’da çok yaygın bu olay. Ne din ne de kültüre bağlı bir olay da değil, bunu zaman zaman Lerzan Hanım’la da biz ele aldık ve konuştuk. Galiba kültürle çok fazla ilişkisi yok. Ama bu realite maalesef var ve son yıllarda giderek de artıyor. O nedenle bizim Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezimiz bu sene ciddi bir çalışma başlattı. Bazı yardım isteklerini karşılayabileceğiz veya yönlendirme yapabileceğiz. bakımdan ben Kadın Sorunlarını Araştırma Merkezi Müdürümüz Lerzan Hanım’a konuya önem verdiği ve birtakım çalışmalar başlattığı için teşekkür ediyorum. gazete reklâmı vardı şöyle söylüyordu “Bütün kadınlar güzeldir” diyordu, bence öyle. Bütün kadınların Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyorum.” O bu Bir de Prof. Dr. Oya Batum Menteşe: Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezimiz aşağı yukarı 12-13 senedir vardı. Üniversitenin kuruluşundan beri vardı. Fakat şu veya bu sebepten bir türlü işletilemiyordu. Geçen sene ben Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Abdurrahim Özgenoğlu’ndan merkezi bizim İngiliz Dili Edebiyat Bölümüne vermesini rica ettim; çünkü orada kadın araştırmaları konusunda tez yazan, kadın edebiyatıyla ilgilenen, araştırma yapan arkadaşımız çok. Uygun gördüler ve sevgili Lerzan’ın kucağına verdik biz bu bebeği. O da çok güzel çalışarak bugüne ulaştırdı. Ben bu çalışmalar başlarken korkuyordum sadece İngiliz Dili Edebiyatı’nda kalacak diye. Ama sonra baktım fakültemizin ve üniversitemizin bir sürü genç yardımcı doçent, genç hanımları canla başla çalıştılar, hepsine çok teşekkür ediyorum ve bu çalışmaları yaşatmalarını canıgönülden diliyorum. Artık bunun önemi üzerinde benim tekrar durmam gerekmez. Neredeyse her gün bir kadının öldürüldüğü ülkemizde biraz daha dünyadan farklı bir durum var gibi geliyor. En azından öğrencilerimizin kız ve erkek bu konuda bilinçlenmesi bile bizim için çok önemli bir şeydir. Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Atılım Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezimizin birinci ve en önemli hedefi, kadın sorunlarına karşı toplumsal duyarlılığın geliştirilmesine katkıda bulunmak amacıyla toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesinin, özellikle üniversitemizdeki gençler arasında yayılarak farkındalığın arttırılmasını sağlamaktır. Bizim için gençler çok önemli. 2 Panelimizde “Cinsiyet Ayrımcılığı” çeşitli boyutlarıyla ele alınıp tartışılacaktır. Bilindiği gibi cinsiyet, kişinin kadın ya da erkek olarak gösterdiği genetik, fizyolojik, biyolojik özellikleri toplumsal cinsiyeti ise toplumun verdiği roller, görev ve sorumluluklar, bireyin toplum tarafından nasıl göründüğü, algılandığı ve beklentilerini içeren bir kültürel kavramdır. “Cinsiyeti belirleyen doğa, toplumsal cinsiyeti belirleyen kültürdür” Kız kısmını böyle yapmaz, kadın kısmına bu yakışmaz gibi sözler kullanırız değil mi? Bir başka deyişle cinsiyeti belirleyen doğa, toplumsal cinsiyeti belirleyen kültürdür. Aslında toplumsal cinsiyet rolleri her iki cinsiyete de farklı yükler getirmektedir. Ancak toplumsal cinsiyete bağlı eşitsizlikten daha fazla etkilenen cinsiyetin kadın olduğu da bir diğer gerçektir. Ayrımcılığa yol açan geleneksel yaklaşımlar sonucu erkeklerden daha aşağı görülmeleri nedeniyle kız çocuklar, başta eğitim olmak üzere pek çok olanak ve fırsattan mahrum kalmaktadırlar. Bu nedenle ekonomik faaliyet alanında da birçok eşitsizliklerle karşı karşıya kalan kadınlar, aile reisliği mülkleri yönetme, iş kurma, üretmek ve yürütme gibi konularla erkeklerle eşit olamamaktadırlar. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Toplumsal Cinsiyet Eşitsizlik Çalışmaları’nın 2004’te yaptığı araştırma verilerine göre kadınlar, dünya nüfusunun %50’sinden fazlasını temsil ettikleri halde dünya gelirlerinin ancak %10’una mülkiyetlerin %1’ine sahiptirler. Oysa günümüzde kalkınma, yalnızca ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlerle sınırlı değildir. Kalkınma, sürdürülebilir, katılım esasına dayalı, çevreye duyarlı, gelişme ve büyüme olarak algılandığı için toplumların kalkınmasında bireylerin statülerinin yüksek olması çok önemlidir. Bu nedenle kadının kalkınma sürecine katılımının arttırılması ve ekonomik özgürlüğünün sağlanabilmesi çok yönlü bir bakış açısını gerektirmektedir. Kadınlara sadece iş sağlanması yeterli değildir. Kadınlara meslek yaşamlarında erkek rakipleriyle yarışmalarının yanı sıra kadınlık rollerini de aksatmamaya çalışarak iki misli sorumluluk yüklenmektedir. Kadının çalışma yaşamına katılımı ile birlikte evdeki sorumluluklarının paylaşılması, bakmakla yükümlü olduğu kişiler için bakım olanaklarının sağlanması, iş yaşamında ayrımcılıkların giderilmesi, karar vericiler, yasa koyucular ve toplum tarafından göz önüne alınmalıdır. “1945 yılında dünyada sadece 26 parlamentoda kadın parlamenter vardı” 20. Yüzyılda dünyanın birçok ülkesinde kadınlar oy kullanma hakkını elde etmişlerdir. Ancak oy kullanma kadınların parlamentoya seçilmeleri için yeterli olmamıştır. Bu konudaki gelişme oldukça yavaştır. 1945 yılında dünyada sadece 26 parlamentoda kadın parlamenter vardı ve sayıları tüm parlamenterlerin %3’üydü. O günden itibaren bütün dünyada ulusal parlamentolarda kadın sayısı büyük oranda artış göstermesine karşın günümüzde ulusal parlamentolarda kadınlar erkeklere göre çok daha az yer almaktadır. 2008 yılında 138 ülkenin parlamentolarında yer alan kadın parlamenter oranı ancak %18.2’ye kadar yükselmiştir. Türkiye’de ise kadın parlamenter, 2007 yılı seçimlerinde mecliste en yüksek oran olan %9.1’e ulaşmışlardır. Ülkemizde kadın parlamenterlerin genellikle kadın cinsiyetine uygun olduğu düşünülen kadın, aile ve çocuk konularıyla 3 ilgili çalışmaları yapmak zorunda bırakılması da bir başka önemli sorundur. Siyasetin bu en üst düzeyinde görülen yatay meslek ayrışması sonucu kadınlar gerçek anlamda karar verici olamamaktadırlar. Mesela kadın Maliye Bakanı hiç görülmedi. Kadın Sağlık Bakanı olarak bir tane Türkan Akyol’u hatırlıyorum. Ancak bütün bunların dışında üzerinde durulması gereken biraz önce rektörümüzün de vurguladığı gibi şu an için kuşkusuz şiddettir. “Şiddet acilen çözülmesi gereken önemli bir sorundur” Birleşmiş Milletler’in tanımına göre kadına yönelik şiddet cinsiyete dayanan, kadını inciten, ona acı veren, fiziksel, cinsel ve ruhsal hasarla sonuçlanan veya sonuçlanma olasılığı bulunan, kamusal alanda ya da özel yaşamda ona baskı uygulanması ve özgürlüklerinin keyfi olarak kısıtlanmasına neden olan her türlü davranış olarak tanımlanmaktadır. Gelişmiş veya gelişmemiş çoğu ülkede rastlanan şiddet, farklı ülkelerde farklı biçimlerde karşımıza çıkmakta ancak boyutu ne yazık ki tam olarak bilinmemektedir. Tüm dünya nüfusunu temel alan 43 çalışmanın verilerine göre eşleri ya da sevgilileri tarafından şiddete uğrayan kadınların oranı %10 ile %69 arasındadır. Ülkemizde yapılan çalışmalarda da her üç kadından birinin yaşamında eşinden en az bir kez fiziksel şiddet gördüğü saptanmıştır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu olan şiddet, acilen çözülmesi gereken önemli bir sorundur. Kadının sosyoekonomik statüsünün güçlendirilmesi uzun dönemde kadına yönelik şiddetin azaltılmasında anahtar müdahaledir. “Kadına yönelik şiddetle mücadele bir devlet politikası olmuştur” Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de önemli bir sorun olan kadına yönelik aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için yürütülen çalışmalar son yıllarda yoğunlaştırılmış ve özellikle 2006/17 Sayılı Başbakanlık Genelgesi’nin yayımlanması ile kadına yönelik şiddetle mücadele bir devlet politikası olmuştur. Türkiye’nin de çekincesiz bir şekilde kabul ettiği Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne göre de Türkiye, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri gidermekle ve kadına yönelik şiddete önlemekle mükelleftir. Tüm bu kararlardan yola çıkarak merkezimiz bünyesinde de oluşturulan Kadınlara Destek Merkezi AKADEM’in de amacı özellikle üniversite öğrenimi gören kız öğrencilerin yaşadığı taciz, şiddet ve ayrımcılık gibi durumlarda öğrencilere yasal haklarıyla ilgili yol göstermekte ve faaliyete geçmek üzereyiz. [email protected]’den ulaşabilirsiniz. İşte kadının statüsünü iyileştirilmesini ve cinsiyet eşitliği sağlanmasına ve katkıda bulunmak amacıyla Dünya Kadınlar Günü çerçevesinde düzenlediğimiz bugünkü panelimizde cinsiyet kavramı ayrımcılık, istihdam, şiddet ve siyaset boyutlarıyla tartışılacaktır. ODTÜ Sosyoloji Bölümü Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yıldız Ecevit, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesidir. Aynı zamanda bu üniversitede Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı Başkanlığını yürütmekte ve dersler vermektedir. Türkiye’de sosyoloji okuduktan sonra İngiltere’de Kent Üniversitesinde yüksek lisans ve doktora eğitimi görmüştür. Kadın konulu ilk çalışması bu üniversitenin Sosyoloji ve Sosyal Antropoloji Bölümüne sunduğu ‘Türkiye’de Kadının Ücretli Emeği’ üzerine hazırladığı doktora tezi vardır. 1980 4 tarihinden bu yana kadının emeği sivil toplum ve kadın örgütlenmesi, kadın girişimciliği, feminist kuram, akademik kadın çalışmaları ve benzeri alanlarda araştırmalar ve yayınlar yapmaktadır. Son 20 senede kadın konusunda yapılan çok sayıda yurt içi ve yurt dışı toplantıya katılmış, bildiriler sunmuş ve kamuoyunda yaratıcı konuşmalar yapmıştır. Üniversitelerde kurulan Kadın Araştırma Merkezlerinin danışma kurullarında ve kadın konusunda çıkan akademik dergilerin yayın kurulmasında yer alarak Türkiye’de kadın çalışmalarının gelişimine katkıda bulunmaktadır. Son senelerde yaptığı çalışmaları kadınların istihdamının arttırıcı politikalar ve faaliyetler üzerine yoğunlaştırmıştır. Yıldız Ecevit akademik çalışmalarının yanında Türkiye’nin kadın hareketi içinde aktif olarak yer almış, kadın kuruluşlarının etkinliğinin artması için çalışmalar yapmıştır. KADER’in kurucularındandır. Türkiye’deki gönüllü kuruluşların sivil toplum içindeki etkinliklerinin artması için çaba sarf etmekte ve ayrıca yerel yönetimlerle kadın kuruluşlarının iş birliğinden doğabilecek yararları incelemektedir. Kadına İnsan Hakları özellikle ilgilendiği alanlardan biridir. Prof. Dr. Yıldız Ecevit: Yarın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Kutluyorum ama bir taraftan da soruyorum kutlama nedir, ne kutlanır? Güzel şeyler kutlanır. İtiraf edeyim, ben bu sene kendimi hiç kutlama havasında hissetmiyorum. Türkiye’de Kadın Hareketi başladığından beri 8 Martları kutluyoruz. Tam tarihi vermem gerekirse 1983’ten beri Türkiye’de önce küçük kadın grupları büyüyerek dalga dalga yayılan, daha sonra bütün Türkiye’ye dağılan, bütün illerde yapılan ve bütün kuruluşlar tarafından benimsenen 8 Mart kutlamalarında her zaman bir şeyleri kutladığımızı düşündüm. Bu sene özellikle de bu konferansı düşünerek sordum kendi kendime biz neyi kutluyoruz? Aslında kadının kendisi ve annelik başlı başına kutlanacak bir şey. Ama biz bütün bunlara Türkiye’de yeterince değer veriyor muyuz? Konferansa bütün bu sorularla dolu olarak geldim. Ben bugün hiç şiddet meselesine girmeyeceğim. Türkiye’de her üç kadından birinin mutlaka şiddet gördüğünü daima hatırlayın. Bu salondan çıktığınızda ve bundan sonra şiddet haberlerini dinlerken ben ne yapabilirim diye kendinize sorun. Sadece 2009 yılında 953 kadın şiddet görüyordu. Öldürülenler, diri diri gömülenler bunların hepsini takip edin ve şiddetin ne kadar önemli bir kadın sorunu olduğuna bir kere daha siz de kanaat getirin. Ben konuya başlamadan önce bir kitap tavsiyesinde bulunacağım. Kitabın yazarı Khaled Hosseni, belki birçoğunuz izlemiştir “Uçurtma Avcısı” filminin ve romanının yazarı, ikinci kitabı “Bin Muhteşem Güneş”. “Toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinde durmamız gereken bir konu” Ben bugün istihdam alanına gireceğim ve bunun kadın özgürlüğüyle ilişkisini kuracağım. Ama aklınızda kalsın diye iki temel kavramdan bahsederek bir giriş yapmak istiyorum. Türkiye’de kadın sorunu iki temel kavramla tartışılabilir, tartışılmalıdır. Bunlardan bir tanesi eşitsizliktir. Ne eşitsizliği? Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, yani kadın ve erkek arasındaki eşitsizliktir. Toplumsal cinsiyet, sosyal olarak kazandığımız özelliklerdir, kadın ve erkek olma hallerimizdir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinde durmamız gereken bir konu. Her şeyi bununla açıklamaya çalışalım. Eşitsizliği, eşitsizliğin varlığını kabul edelim ve tezahür ettiği alanları görelim ve ondan sonra da buna karşı çıkmaya ve eşitliği sağlamaya çalışalım. İkinci kavram ise hak ihlali. Uzun yıllar Türkiye’de bir temyiz hareketi, bir kadın hareketi var, bir kadın gündemi var. Bunun için Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü diye bir mekanizma kuruldu. Hatta iki sene öncesinde parlamentoda kadın erkek eşitliği 5 komisyonu kuruldu. Yani kadın sorunun kurumsallaşan bir boyutu da var. Politika düzenleyici, politika saptayıcı kurumlarda var. Uzun yıllardır boşuna uğraşılıyor ama ben bugün kendimi ilk defa belki de hak ihlalinin en az eşitsizlik kadar önemli olduğunu hatta daha önemli olduğunu söylemek zorunda hissediyorum. Çünkü biz uzun yıllar kadın erkek eşitliği nasıl sağlanır diye düşündük ama kadınlar yaşamazsa eşitlikten ne haberleri olacak ya da kadınların yaşam hakkı elinden alınırsa eşitlik ikinci planda kalacak. Dolayısıyla şimdi daha öne çıkan kadınların yaşam hakkının elinden alınmasıdır. Peki ben konuşmamı yaparken siz kendi kendinize sorun istihdamla şiddet arasında ne ilişki var? Bu ilişki nasıl kurulabilir? Şimdi kadın istihdamıyla ilgili söyleyeceğim sözler şiddete, siyasete katılma her şeye bağlanabilir. Ev hayatına, evdeki iş bölümüne bile bağlanabilir. “Türkiye’nin kadın erkek eşitliği karnesi çok zayıf” Türkiye’nin kadın erkek eşitliği karnesi çok zayıf. Bu karneyi kim veriyor? Bu karnelerden çok sayıda var. Bu karnelerden biri Dünya Ekonomik Forumunun düzenlediği ve her sene yaptığı bir indeks, buna bir karne diyelim. Bu indekste ülkeler sıralanıyor. Neye göre sıralanıyor, kadın ve erkek arasındaki eşitlik var mı ya da yok mu, uçurum var mı ya da yok mu? Uçurum küçük ve önemsiz bir uçurum olabilir, kocaman bir uçurum da olabilir ve buna da toplumsal cinsiyet, kadın erkek uçurumu diyoruz. 2008 önceleri de var ama ben 2008’den itibaren aldım. 2006-2007 yılları da var onları bıraktım. 2008’de önce 130 ülkeyle başlıyor Dünya Ekonomik Forumu. Dünya Ekonomik Forumu 130 ülke içinde Türkiye’yi 2008 yılında 124. sıraya koyuyor. Yukarıdan inin 124. sırada Türkiye yer alıyor. Yani epeyce aşağıdayız. Türkiye’den sonra gelen ülkeleri sıralayalım: Mısır, Moroco, Pakistan, Suudi Arabistan, Çad ve Yemen. Bu durum 2006’dan beri yerini koruyor. Türkiye’de 2008 yılında bu haldeyiz. Karnemiz 2009’da zayıflığı devam ediyor. Bu sefer 130 değil 134 ülke indeksleniyor. 134 ülke içinde 129. sırada Türkiye’yi görüyoruz. Yine eşitsizliğin en yoğun olduğu 6 ülkeden biri olarak Türkiye’yi görüyoruz. Kadın ve erkeklerin işgücüne katılma sıralamasında ise 130. sıradayız. Neden 129. sıradan 130. sıraya gittik daha da geriye düştük; çünkü 129 genel notlamada aldığımız puan. Kadınların iş gücüne katılma açısından daha da kötü bir durumdayız. Peki 2009’a 6 bakalım istihdamda böyleyiz 130. sıra. Peki diğer alanlarda ne durumdayız? Eğitimde 110., politik katılımda 107., sağlıkta 93. sıradayız. Sağlıkta 93. sırada olmamız enteresan, bayağı yukardayız. Neden acaba? İstihdamda bu kadar olumsuz koşullardayken, Türkiye’de eğitim ve politik katılım oldukça zayıfken, 130 ülke içinde 93. sırada neden oluyoruz? Sağlıkta neden biraz daha iyiyiz? Verilecek cevap çok açık Türkiye’de Sağlık Bakanlığının ve benzeri kuruluşların anne çocuk sağlığına verdiği önem. Anne ölümleri için ciddi mücadelede bulunmak, çocuk ölümleri için çok savaşmak bizi almış 93. sıraya çıkarmış. Bu önemli bir şey, bize bir şey hatırlatıyor. O da çalışırsanız bir konuya önem verirseniz, mücadele ederseniz, o zaman sıralamada yükselirsiniz. Kadının koşullarını düşünüp değiştirirsiniz. Anne ve çocuk ölümlerini değiştirebilirsiniz. Buradaki 93’ü onun için buraya koydum. Yani 130. sırada olmak bizim yazgımız değil, alın yazımız değil. Kadınların istihdamına yönelik çalışmalar yapılırsa burada da yükselme olabilir. Şimdi birde geçen senenin karnesine bakalım. 134 ülke içinde yine genel sıralamada 125. sıradayız. Eşitsizliğin en yoğun yaşandığı 10 ülkeden biriyiz. Kadın erkek eşirsizliğinden bahsediyorum. Ama kadınların işgücüne katılımı sıralamasında 131. sıradayız. 134 ülkenin içinde ne kadar gerideyiz, ne kadar düşük bir noktadayız düşünün, 131. sıradayız. 134 ülkenin hepsi neredeyse bizim üzerimizde, altımızda sadece üç ülke var. Biz de dördüncü, alttan dördüncüyüz. Diyebilirsiniz ki bizi çekemediklerinden bu ülkeler böyle sıralıyor ya da bunlar istatistikler, doğru olmayabilir. İstatistikler doğru olmayabilir diyelim ama başka bir indeksleme daha var. Bunu da Birleşmiş Milletler Gelişme Raporundan seçiyoruz. Onlar da toplumsal cinsiyet güçlendirme ölçütü kullanıyorlar, orada da Türkiye 109 ülke sırasında 101. sırada. Bütün ölçütler ve indeksler mi yanlış? Bence gerçeklere gözümüzü kapatıp bunlar uydurmadır, istatistikler yanlış söyler, başka ülkeler bizi çekemiyor, iyiliğimizi istemiyor gibi bahaneler bulmak yerine böyleyiz o zaman çalışalım ve bunu değiştirelim çabasında olmak çok daha iyi. “Olumsuzlukların nedeni kadının istihdama katılımdaki zayıflık” Şunu artık iyi biliyoruz ki bu olumsuzlukların temel nedeni, kadının istihdama katılımdaki zayıflık. Eğer orayı yükseltebilirsek politika, eğitim, sağlık alanlarında da ölçümler yapılabilir, ama bizi dibe çeken Türkiye’de kadınların iş gücüne katılımındaki düşüklük. Nasıl bir düşüklük? Türkiye’de 15 yaş üzeri yani çalışma yaşın üzerindeki kadınların kaçta kaçı çalışıyor? Hiçbir fikriniz var mı? 1980’lerde %30 idi. Oranlar sürekli oynuyor. %26- 24 arasında düşmüş durumda ve buna ben üç senedir “kadınların iş gücüne katılımı alarm veriyor” diyorum. Gerçekten alarm noktasındayız. Ben söylüyorum, gittikçe de daha çok düşüyor. Yani üç sene önce söylediğimde %28’di 26’ya sonra da %24’e düştü. Bu şu anlama geliyor: Kırda kendi tarlasında çalışanı da istihdam ediliyor olarak 7 kabul ettiğimizde 100 kadının 26’sı çalışıyor. Kentte bu oran %17’ye düşüyor, her 100 kadından 17’si sürekli dışarıda işçi, memur vs., geri kalanlar ise çalışmıyor. Dolayısıyla OECD rakamlarına göre Türkiye’den sonra üç ülke geliyor: Pakistan, Suudi Arabistan ve Irak. Veriler bize ne anlatıyor? Bütün veriler bu konunun çok önemli olduğunu söylüyor. Kadınların iş gücüne katılımı ve istihdamı neden önemli bir kanı? Kadınların özgürleşmesi, konumu ve güçlenmesiyle nasıl bir ilişki kurabiliriz? İstihdam edilememe, kadınları ekonomik özgürlüğe ulaştıracak yolu tıkıyor. Kadınların ekonomik özgürleşmesi, şiddet karşısında kendilerini savunması ve koruması demektir. Kadınların ekonomik özgürleşmesi kendilerinin ve çocuklarının karınlarını doyurabilmeleri demektir. Bu yolu istihdam edilememe tıkıyor. Aynı zamanda toplumsal cinsiyet, eşitsizliklerin derinleşmesinde ve keskinleşmesinde ciddi bir rol oynuyor. İstihdam başlı başına zaten kadınların özgürleşmesini engelliyor. Aynı zamanda başka alandaki toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin derinleşmesine de yol açıyor. Çocuk gelinler, erken evlilikler… 14-13 yaşında kız çocuklarının evlendirilmesiyle kadın istihdamı arasında niye ilişki vardır? İstihdam edilememe, aynı zamanda işsizlik ve kadınların hak ihlallerine uğramasında da önemli bir paya sahiptir. Rektör Prof. Dr. Abdurrahim Özgenoğlu’nun belirttiği haberlerden bir tanesini bende okudum. “Şiddete uğradı ama şikâyet etmedi” başlıklı bir haberdi. Çocuklarım var. Şiddete uğradığım için kocamı şikâyet edersem arkasından koruma kararı alınırsa, sonra boşanma olursa çocuklarımdan mahrum kalacağım ve çocuklarımdan uzaklaşacağım diyerek şikâyetini geriye alan veya hiç yapmayan kadınlar var. Ama bu şikâyet etmemeler sonunda mezarla neticeleniyor. O kadar çok böyle örnek var ki… Tabi bir de şikâyet edip ben ölümle tehdit ediliyorum deyip buna rağmen korunmayan kadınlar da var. Bunlar hep şiddetle ilgili örnekler. “İstihdamdaki düşüklüğün temel nedenlerinden bir tanesi göçtür.” Biraz daha istatistik bilgiler vererek kırsal bölgelerdeki kadınlara deyineceğim. Kırsal bölgelerde 1988 yılında toplam çalışabilecek kadınların %55’i çalışıyordu. 2006 yılında %33’e indi. Bugün bu oranlar daha da indi. Bu şu demek: İstihdam deyince hem köyde hem de kentte çalışanları anlıyoruz. Eğer köyde çalışan kadınlar giderek azalırlarsa %33’e, %24’e düşerlerse ne olur? Köyden kentte geçenler evde oturdukları sürece bizim istihdam oranlarımız sürekli düşer. Dolayısıyla istihdam düşüklüğünün temel nedenlerinden biri göçtür. Ama bizim çok canlı bir ekonomimiz olsaydı, yani hızla büyüyen, kadınları çağıran, davetkâr bir ekonomimiz olsaydı o zaman kırdan kentte göç eden kadınlar belki hemen eğitimsiz oldukları için üst pozisyonlarda değil ama en azından fabrika işçisi, hizmet 8 sektöründe çalışan olarak istihdam edilebileceklerdir. Şimdi ise kentlere göç devam etmekle birlikte kadınlar kentlerde evlere çekiliyor ve ev kadınlarının sayısı artıyor. “Kadın deyince aklınıza ev kadını geliyor” Türkiye’de kadın deyince aklınıza artık çalışan kadın ve çantasını koluna alıp sabahleyin sokağa çıkan kadın gelmiyor. Kadın deyince aklınıza ev kadını geliyor. Ev kadını erkeğe, babaya veya kocaya ekonomik olarak bağımlı. Türkiye’de kadın iş gücünün toplamı içinde genç iş gücü öne çıkıyor. İş gücüne en yüksek katılım 25-29 yaşları arasında ama ilginçtir aynı yaş aralığında işsizler de var. Kadın işsizliğinin içinde en önemli grup 25-29 yaşları arasındadır. Biz işsizlikten bahsederken her zaman aklımıza önce erkek işsizliği gelir. Sanki işsizlik temel olarak bir erkek sorunuymuş gibi. Uzun zaman böyle olmuştur belki ama bugün Türkiye’de işsizlik deyince akla önce kadın işsizliği gelsin; çünkü istatistikler bunu gösteriyor. Kadınlar erkeklerden daha fazla işsiz. Kadın işsizlik oranlarının erkek işsizlik oranlarından yüksekliği devam ediyor. 15-19, 20-24, 25-29 ve 30-34 yaş gruplarında kadın ve erkek işsizliklerine bakıldığında her zaman kadınlar erkeklerden daha fazla işsiz ve iş bulmakta zorlanıyor. Genç kadınlar arası işsizlik en yüksek. Kentlerde her 100 işsiz kadından 80’ni 35 yaşın altında. Yani özetle Türkiye’de kadın işsizliği sorunu aslında bir genç kadın işsizliği sorunu. “Eğitim görmüş olmak tek başına genç kadınları işsizlikten koruyamıyor” Eğitim Türkiye’de her kapıyı açan anahtar, her hastalığa verilen bir ilaç gibi sunulmaya devam ediyor. Televizyon programlarını izleyin herkesin konuşmasının başında eğitim, sonunda da eğitim vardır. Eğitimin istihdam arttırıcı çok önemli bir rolü var ama eğitim yine de bütün işsizlik sorununa çare değil. Eğitim görmüş olmak tek başına genç kadınları işsizlikten koruyamıyor. Çünkü genç kadınların istihdam edilebilmesi ve çalışma hayatına girebilmesi için eğitimli olmaları yetmiyor, başka koşulların da hazırlanması lazım. Bizim eğitim görmemiş çok önemli bir kadın kitlemiz var. Bırakın eğitim görmemiş olmayı hala okuma yazma bilmeyen kadınlarımız var. “Bu yan fotoğrafta gördüğünüz gibi” arkada kayısı kuruları var. Kayısı topluyor, kutuluyor ve bir miktar para kazanırsa kazanıyor. Belki de ailesi için burada ücretsiz olarak çalışıyor ya da çok az miktarda ücret alıyor. Bu mevsimlik çalışma, aslında bunlar işsiz. 9 Ama bir de okuttuklarımız var. Eğitim gördüler diye sevindiklerimiz var. Eğitim gördüler ama onlar da işsiz, onlar da iş bulamıyorlar. Başka bir sorun istihdam alanında kayıt dışılıktır. Türkiye ekonomisinin önemli bir problemi ve hastalığıdır kayıt dışı çalışanların yüksekliği. Kadınlar için kayıt dışı çalışma, erkekler için olmasından daha önemli bir sorundur. Çalışan kadınların %66’sı kayıt dışı çalışır. Kayıt dışı çalışmak ne demek? Sigortasız, düşük ücretli, güvencesiz, değişik saatlerde ve uzun çalışma koşullarına razı olmak demek. Kayıt dışı sektör, kadınların önemli bir kısmının çalıştığı bir sektör. Sonra evde ve hanede taşınan iş yükü var. Bunları birbirine birleştirmek lazım. İstihdama katılamamanın nedenleri olarak iş gücünün iş yükünü de göstermemiz gerekir. Kırda ve kentte iş yükü. Kentli ailede de kadın ve erkek iş bölümü adil değil, denk değil, eşit değil. Eşit bir paylaşım yok. Dolayısıyla sosyolojik olarak konuşursak kadın evin ve ailenin yeniden üretimini üstleniyor. Bakım hizmeti de kadınların üzerinde. Devletin sunduğu bakım hizmetleri yetersiz olduğu zaman kadın evde çocuk bakmak zorunda, onunla yetinmeyip yaşlı ve özürlülere bakmak zorundadır. Bakım deyince aklınıza hemen sadece çocuk bakımı gelmesin. Bütün neslin devamını sağlayan, bakan, büyüten, yetiştiren ve yaşlandığında gene bakan kadınlardır. “Ekonomi kadınları çağırıyor mu?” Bütün bunlar bir yana kadın eğitim gördü, bakım sorununu kreş bulup çocuğunu göndererek halletti diyelim. Ama acaba kadınlara “Ey kadınlar! Hadi gelin fabrikalar açık, hizmet sektörü sizi bekliyor. Turizm sektörü patladı. Oteller açık, gelin buralarda çalışın. Hızlı bir ekonomik büyüme içindeyiz” diyen bir ekonomi var mı? Ekonomi davetkâr mı? Ekonomi kadınları çağırıyor mu? Cevap, hayır. Ekonomik büyüme olduğu söyleniyor ama buna biz Jobless Grow (İstihdamsız Büyüme) diyoruz. Dolayısıyla davet eden, kapılarını açan, kadınları çalıştırmaya niyetli bir ekonomi ve iş veren grubu da yok. Dar bir iş gücü piyasası var, ekonomi tarafından bakarsanız da manzara böyle. Türkiye’de 1980’lerden bu yana özelleştirmeler yapıldı. Özelleştirmeler daha çok Kamu İktisadi Teşekküllerinde oldu. Kamu İktisadi Teşekkülleri özellikle kamu. Kadınların çok çalışabildiği yerlerde, kamu sektörü önemli bir işverendir. Oradaki özelleştirmeler birçok kadını dışarıda bıraktı, kapı dışarı oldular ve ondan sonra da bir daha işe girip giremedikleri şüpheli. Bütün bunları bir araya getirdiğinizde neden işgücüne katılım düşük? Neden istihdam düşük? “Kadın erkek arasında ücret eşitsizliği vardır” Teknolojik değişmeler hayatımızda var. Genellikle teknolojiyi kullanırsınız insan gücünü azaltırsınız. Dolayısıyla kadınların istihdamı azaltıcı etkisi devam etmektedir. Ancak bazı sektörlerde teknolojik değişmeler istihdamı artırır ama genel olarak bakarsanız teknolojik değişmeler ve gelişmeler kadının lehine bir durum değildir. 10 Bir de ücret eşitsizliği ve ayrımcılıktan bahsetmek istiyorum. Kadın ve erkek arasında sadece Türkiye’de değil bütün dünyada ücret eşitsizliği vardır. Bunun açıklamasını genellikle iktisatçılar beşeri sermayeyle yaparlar ve kadının beşeri sermayesi zayıftır, eğitimleri azdır. Dolayısıyla düşük ücret kazanmaktadırlar gibi açıklamalar yaparlar. Bu açıklamalarla yetinmemeliyiz ve kadın-erkek ücret eşitsizliğinin daima kadınlara yapılan ayrımcılık olduğunu hesaba katmalıyız. Çünkü bütün istatistikler iki cins arasında aynı işi yapsalar, aynı meslekte olsalar bile birtakım ücret eşitsizliklerinden söz ediyor. O zaman acaba iş gücü piyasası ve siyaset dünyası tam bir erkek dünyasıdır diyebilir miyiz? İş gücü piyasası ve siyaset erkek dünyasıdır desem yanlış bir saptama mı yapmış olurum? Bir kere çalışamayanlar çok büyük bir kesim. Sadece Türkiye’de kadınların %24’ü kır da dâhil çalışıyor. Kentlerde bu oran % 17, bu %17’i de çalışıyor ama çalıştığı yerde yönetemiyor. Şöyle ki tüm çalışanlar içinde istatistikler bunlar. Türk istatistikleri kanun yapıcı, üst düzey yöneticiler ve müdür olarak çalışan kadınların toplam oranı %5. Bir piramit düşünün piramittin üzerinde kanun yapıcılar, üst düzey yöneticiler ve müdürler var. Yani saygın mesleklerde, saygın pozisyonlarda kadınların oranı %5. Her 91 erkeğe karşılık 9 kadın görüyoruz. Şuna da dikkatinizi çekmek istiyorum. Öğretmenlik bir kadın mesleği midir? Evet diyebilirsiniz. Bankacılık, ona da evet diyebilirsiniz; çünkü çok kadın bankacı var, erkek de var. Öğretmenlerin %53’ü, bankacılık sektöründe çalışanların %48’i kadın. Avukatların %34’ü kadın, profesörlerin %27’si kadın. “Oranlara baktığımızda” öğretmenlerin %53, bankacılık sektöründe çalışanların 48’i kadın ise bu sektörlere feminel sektörler, kadınlaşmış sektörler kadının ağırlıkta olduğu sektörler diyebiliriz. Ne beklersiniz o zaman? Öğretmenlerin %53’nin kadın olduğu bir ülkede öğretmenlerin arasından yöneticiler çıkmasını bekler misiniz? Ben size cevap vereyim. “Şimdi yandaki tabloda” kırmızılara bakın. Okul yöneticilerinin %7’si kadın, birde BDDK’ ya bakın, Bankacılık Düzenleme Kurulu orada da hiç kadın yok. Ama ne kadar çok bankacımız var değil mi? Bankacıların %48’si kadın iken BDDK’da bir tane bile kadın yok. Orada diyorlar ki sen bankacılıktan anlamazsın burası bir üst kurul, yüksek, sen orada otur, aşağıda, tezgâhta. “Bu verileri” Başbakanlık Devlet Personel Dairesi Başkanlığından aldım. Bir adaletin olmadığını görmek, eşitsizliğin olduğunu görmek, haksızlığın da olduğunu görmek için böyle bakmak zorundayız. Böyle bakmaya mecbur kalıyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı Yönetici Profili’ne baktım. 2008’de il milli eğitim müdürü hiç kadın yok, müdür yardımcısı 4 tane var. 294 erkek müdür yardımcısına karşı 4 kadın. İlçe milli eğitim müdürü 845 erkek, 5 kadın. Şube müdürü 2.143 erkek, 122 kadın. 11 Yerel yönetimlerde toplumsal cinsiyet eşitsizliğine baktığımızda belediye başkanı kadın 0.9, 1 bile değil. Belediye meclis üyesi 4.2. İl genel meclis üyesi 3.3. TİSK araştırma sonuçlarına göre 111 işletmede üst düzey yönetici olarak görev yapan 714 kişinin 163’ü kadın. %13.8 yönetim kurulu başkanı kadın. Yönetim kurulu başkan yardımcısı 11 kadın, yönetim kurulu üyesi 54 kadın, sayı biraz daha yükseliyor ama hepsinde çok düşük. Büyük şirketler yönetim kurullarına bakalım, AB ortalaması %3, Türkiye TİSK’te %14. Büyük şirketler yönetim kurulu üyeliğinde AB ortalaması %11. Türkiye’de %23. Bu bize ne gösteriyor? Aile şirketleri olduğu için kadınlar yönetim kurullarına girmiş. Yoksa kadınlara değer verildiği için, kadınların bizzat kadın olduğu ve onların uzmanlaşmalarına, profesyonelliklerine değer verildiği için değil. Oda ve borsa meclislerinde kadın temsili yönetim kurulu sadece 2 tane başkan, başkan yardımcısı 5, aşağıya doğru iniyor ama meclis üyesi 112. Ama bir şey oldu TOBB’da bir kardın erkek eşitliği hareketi başladı. 2009 yılında 365 oda ve borsanın meclislerinde kadın sayısı 50 iken sadece bir sene çok uzun zaman uğraşılmadı. Sadece bir sene sonra 150 kadına yükseldi. Bu bir senede devrim. Ben de demek istiyorum ki 2009’dan 2010’a oda ve borsa meclislerinde kadın sayısı 50’den 150’ye çıkmış ise, istenirse oluyor demek istiyorum. “Yönetimde olmak için erkek olmak şart mı?” Yönetimde olmak için erkek olmak şart mı? Bu durumda istatistiklere göre evet. Genç kadınlar ve erkekler hayatın çok başında olarak gerçeklere gözünü kapatabilirler. Gerçeklere gözünüzü kapatmak kolaydır. İmtiyazlı pozisyonlarınızı korumak güzeldir. İmtiyazlı pozisyonlar sosyal sınıf imtiyaz getirir, toplumsal cinsiyet imtiyaz getirir. Yani erkek olmak imtiyaz getirir. Eğitimi yüksek, seviyeli kişi o surette de imtiyazlı olur. Dolayısıyla imtiyazlı ve ayrıcalıklı olmak güzel bir şeydir. Bundan kimse vazgeçmek istemez. Erkeklerde imtiyazlı konumlarından vazgeçmek istemez. Ama eşitliğe giden yolda özellikle de erkekler eşitsizliği görmek ve eşitsizlikleri kabul etmek zorundadır. “Bu toplumda ben erkek olarak imtiyazlı bir konumdayım” demek zorunda. En azından görmezden gelme noktasından görme noktasına sizi taşımaya niyetliyim. Görmek kapatmak gözleri, görmemekten bir kere görme noktasına bilinç üstüne yükseltilmek, farkındalık yaratmak. Peki o zaman nereden başlamalıyız? Ne yaparak başlamalıyız? Kabul ettirme, görünür kılmak. Kendinize sorun ne zamandan beri, hangi alanlarda, ne türden eşitsizlikler var? Küçük bir örnek vereceğim. Daha iki gün önce bir kız öğrencinin annesiyle yan yana oturdum. Kızından övgüyle bahsettik, Garanti Bankasında yükselmekteydi, benim öğrencimdi. Ama daha sonra annesi bende ODTÜ mezunuyum jeoloji mühendisiyim dedi. Eşim çalışırken ben iki çocuğumu yetiştirmek zorunda kaldım. Dolayısıyla çok kenarda, çok adı bile olmayan iş yaptım, kendimi yetiştiremedim. Mastır, doktora yapamadım. İki çocuğumu 12 yetiştirdim ve bugüne getirdim. Ama kendimi iyi hissetmiyorum, kendime yatırım yapamadım dedi. Dolayısıyla en eşit gördüğünüz ailenizde bile eşitsizlikler görebilirsiniz. Babanızla anneniz arasında, kendinizle eşiniz arasında, kız kardeşinizle kendiniz arasında bunlara bakın. Bunları gördüğünüz andan itibaren artık toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık yaratmaktasınız ve başkalarına da bunu aktarmak durumundasınız diye düşünüyorum. Bu anlamda görmek, kabul etmek çok önemli. Son zamanlarda her konuşmamın sonunda iki cinse iki gözlük armağan ediyorum. Gözlüklerin bir tanesi kadın gözlüğü, bir tanesi biraz daha büyük erkek gözlüğü. Bunlara toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve eşitsizliğin gözlüğü diyorum. Bunu armağan ediyorum, buradan takıp çıkıyorsunuz. Öyle bir gözlük ki bu göze yapışıyor bir daha çıkmıyor. İsteseniz de çıkaramıyorsunuz. Ondan sonra o gözlükle yaşamaya başlıyorsunuz ve o gözlükle sonra hep bakmaya başlıyorsunuz. Hayatınızın her alanında kadın ve erkek cinsiyet temelli eşitsizlikleri görmeye başlıyorsunuz. Bu eşitsizlikleri görmek için bu gözlüğü herkes takabilir. Takmakta yarar vardır. Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Bedrettin Canbolat 1944 doğumlu 37 yıldan bu yana Ankara Barosunda kayıtlı serbest avukat olarak çalışmaktadır. Gayrimenkul Satış Vaadi Davaları, Menfi Tespit İstirdat Davaları, Kadastro Kanunu ve Seçim Yasaları üzerine yayımlanmış eserleri var. Fakat kendisinin bunun dışında çok daha önemli bir yönü var: Almanya’da Türkçe yayınlanan Toplum Gazetesinin Hukuk köşesi var ve 13 yıldan beri buraya yazı yazıyor. Bunun dışında radyolarda ve televizyonlarda sayısız hukuk programları TRT-1’de 11 yıl, TRT-2 Türkiye’nin Sesi, TRT-3, Polis Radyosu, Hollanda NPS Radyosu 3 yıl süre ile, Almanya WDR Radyosu Paket Hukuk Programları, TRT-INT TV Fasılasız 11 yıldan beri, TRT-2 Hukuk, TRT-GAP 10 yıldır fasılasız devam ediyor. STV’de aynı şekilde akşamları canlı program var. 28 program olmuş ve ailenin ilk defa üç ferdi bir arada gitmişler. Ferruha Canbolat, kardeşi Selahattin Canbolat ve Bedrettin Bey’le birlikte. Ayrıca STV’de yine öğlen kuşağı. TV-8 sabah programları, Işık TV, Kanal A, Kanal B TV. Toplam 20 yıldan beri radyo televizyon yayınlarında emeği var. Ferruha Canbolat 1971 yılında Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olmuş. TRT-1 Radyosunun 2 yıl süreli hukuk programı, TRT Türkiye’nin Sesi’nde 4 yıl boyunca hukuk programı, TRT-İntel TV’de fasılasız 7 yıldan beri, TRT-GAP TV’de, STV’de her cuma akşamları canlı 28 program, Kanal B TV’de canlı olarak yayınlanan program ve radyo televizyon yayınları toplam olarak 12 yıldan beri devam etmektedir. 700’den fazla hukuk programı yapmış bulunuyor. Av. Ferruha Canbolat: Ben ülkemi çok seviyorum. Ülkemin çok büyük değerleri olduğuna inanıyorum ve bunların korunması gerektiğine de inanıyorum. Bilmediğiniz bazı şeyleri sizlere hatırlatmak istiyorum. Benim bugünkü konum “Kadına Şiddet” konusu. Kadın nedir? Büyük Atatürk’ün söylediği gibi “Kadının yoksulu olmaz, kadın bizatihi bir varlıktır.” Biz başlı başına bir varlığız, erkekler de başlı başına bir varlık. Ama onların bazen karizmaları olabiliyor. O karizmaları çizmemek uğruna bizleri harcayabiliyorlar. Yani benim “Kadına Şiddet” konusunda 45 senelik meslek hayatımda anladığım bu. İnanın bu gençler arasında flört döneminde bile oluyor. Karizma hiç çizilmesin, onu çizmeyin. Olay şu Yıldız Hanım’ın bahsettiği gibi bütün kuruluşlar ellerinden geldiğince uğraşıyor. Kadının ilerlemesi konusunda çok büyük atılımlar ve gelişmeler oldu. 13 Şahsen ben kendi hayatımda bile bunu hissettim. Ama maalesef bir gerçek var. 87 senelik cumhuriyet tarihimiz içinde çeşitli nedenlerle ulaşamadığımız milyonlarca hanımımız var. Hakkını bilmiyor, hukukunu bilmiyor. Hakkı, hukuku bırakın kadınlığın ne olduğunu bilmiyor. 12 yaşında gelişmemiş küçük bir kız çocuğunu 70 yaşında bir insanla evlendirirseniz o çocuğun ne hakkı olabilir? O çocuk neyi ortaya koyabilir? Kendini nasıl savunabilir? En büyük şiddetlerden biri istenmeyen evliliklerin yapılmasıdır. Sizler gerçekten şanslı çocuklarsınız. Çok değerli hocalardan iyi bir eğitim alıyorsunuz, iyi bir okulda okuyorsunuz, yaşadığınızı biliyorsunuz ve aileniz tarafından yaşatılıyorsunuz. Bu nedenle bunun kıymetini bilin, bunun size verilmiş bir ödev olduğunu kabul edin ve siz de başkalarına uygulayın. Bütün sivil toplum kuruluşları, şiddete uğrayan, şiddet gören, yani herkes en basiti olayın ilk müracaat noktası karakollar bile hukuku bilmiyorlar. Hala bir geçmişten gelen ki ben geleneksel yapıda bir insanım ama gelenekler de bazı yerlerde durdurulabilmeli. Karakollardaki polis memuru arkadaşlarımız özel yetiştirildiler, özel eğitim aldılar. Ama yapılan bir araştırmada özel eğitim alan polis memurlarının pek çoğunun görev yerlerinin değiştirildiği söyleniyor. Bu bir yanlışlık. Onu eğittiyseniz onu bir yerlerde tutun, değiştirmeyin. 20 senedir TRT’de ve çeşitli kanallarda mümkün olduğunca bize verilen bilginin insanlara aktarılmasına çalışıyoruz. Kolay bir olay değil. Canlı yayında oturuyorsunuz, soru sınırı yok, hukuk gibi bir olayda konu sınırı yok, ülke sınırı da yok. Bu yayınlardan dolayı bana gelen binlerce mailden 20 sene içinde anlaşılan şu: Halkımızın yurt içi veya yurt dışı büyük bir çoğunluğu maalesef hukuku bilmiyor ve onlara hukuk öğretilmiyor. Herhangi bir televizyon kanalını öğleden sonra açıp bakın, kanallarda evlendirme programları var, saatlerce evlendiriyorlar. Benim burada anlamadığım bir husus var: Evlenenler evleniyor ama daha evlenmeye başlamadan televizyon önünde kavga ediyorlar. Orada oturan başka evlendirme adayları olduğunu zannettiğim kişiler de onlarla muhatap, kavga halindeler. Şimdi bu program kime ne verecek? Özel kanallara hiçbir belgesel yok, bizim programımızdan başka bir hukuk programı yapılmıyor. “Kadının dayanma noktası nereye kadar gidecek?” Şimdi olayımıza gelelim. Aksaray’dan bir hanım beni aradı, kendisi ve eşi devlet memuru, iki tane çocukları var. “10 senedir darp ediliyorum hocam” dedi. Dövülüyor kadıncağız. Ben tabii bir kadın olarak “Neden çekiyorsun 10 senedir?” dedim. Niye çekiyorsun 10 senedir? Şimdi benim açımdan baktığınız zaman bir kocanın değil dayak atması “Ne yapıyorsun sen?” demesi bile benim için ağır bir olay. “Niye çekiyorsun?” dedim. Bana göre kolay, ekonomik özgürlüğüm ve beni savunacak ailem var, ben çekmeyebilirim. Bir tepki olarak dedi ki bana “haklısız avukat hanım ama ben karakola gidiyorum, karakoldaki memur diyor ki: ‘Canım iki tane çocuğun var’.” Bu çok değişti artık, çeşitli önlemler alınmasına rağmen demek ki oradaki memur eğitimsiz. “İki tane çocuğun var, boşanırsan ne yapacaksın? Boşanırsan çok daha zor şartlara düşersin diyor gönderiyor evine. Eve gidiyorum anneme babama, ben bunu çekemiyorum artık, dayak yiyorum diyorum. Aman kızım boşanırsan çok daha ağır şartlar ortaya çıkar, işte kocan seni öldürür, ailemden de fayda yok. Düşünüyorum, alayım çoluğumu çocuğumu başka bir yere gideyim. Ama gelecek, yine beni bulacak ve ben bunu çekiyorum avukat hanım.” İnanın bunca sene bu konular üzerine sizin tabirinizle kafa yormuş olmama rağmen ben de laf bulamadım. Birazcık daha dayan dedim, birazcık daha dayan. Şimdi bu kadının dayanma noktası 14 nereye kadar gidecek? Nasıl dayanacak? Ne yapabilecek? Buyrun size bir çaresizlik. Şunu söylemek isterim: Her türlü kanunumuz var belki, pek çok ülkeden çok daha fazla hukuki yol kat ettik. Bilhassa son senelerde çok büyük yol kat ettik. Uluslararası sözleşmeleri kabul ettik. Kanunlar Türkiye Büyük Millet Meclisinden çıkıyor. Biz hukukçuları şaşkına çeviriyorlar. Ama bunların uygulamasında çok büyük sorunlar var. Maalesef iş uygulamaya geldiği zaman yürümüyor. Yürütemeyen bir şey var. Halkımızdan özür dileyerek söylüyorum, bizim halkımızda kanunlara karşı gelme gibi bir duygu gelişti. Lütfen trafiğe bir bakın, hanginiz kırmızı ışıkta duruyorsunuz? İnanın ben duruyorum. Halkımızda kurallara uymamayı ciddi şekilde geliştirdiler. “Ben uymam, kural neymiş!” “Ulaşamadığımız pek çok kadın var.” Avrupa’da bir konferansa gittiğimiz zaman ben bir yoldan yürüyorum, dalmışım. Karşıdan küçük, 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu bisikletiyle feryat ederek geliyor, bağırıyor: “Çekil benim yanımdan, sen benim hakkımı nasıl kullanırsın? O yol benim.” İnanın o kadar utandım ki, bizde bu gelişti. Lütfen söylenenleri can kulağıyla dinleyin. Buraya gelen insanlar çok değerli insanlar, hayatın süzgecinden geçmiş insanlar ve ömrünü buna vermiş insanlar. Diziler, magazinler ve kadına şiddeti körükleyen örnekler, her şey var, onları Bedrettin Bey anlatacak. Benim bakış açımdan ana sorun ailelere bakış açısının değişmesidir. Ben Ankara Hukuk Fakültesini bitirmişim, hayat büyük şanslar vermiş, güzel yaşamışım ama sizler de öyle. Anadolu’da herhangi bir toplulukta bir konuşma anında bir sessizlik olduğu zaman, şaka yollu öbürü der ki: “Ne oldu, kız mı doğdu?” Yani o an kız doğmuş olmasının üzüntüsüyle konuşmuyorlar. Kadına bakış açısı bu olunca, bunu aşmak için Elvan gibi koşucu olmanız lazım. Öyle engeller var ki onları aşmak için erkekler bir çalışırken kadının üç çalışması gerekir. Böyle bir toplumun başlangıç noktası bu olunca, olay zor. Ulaşamadığımız pek çok kadın olduğunu söyledim. Ulaşamama nedenlerimiz hukuku bilmemek, onlara anlatamamak ve dil sorunu. Hepimizin bildiği gibi maalesef hala hak hukuk kadınlar için geçerli değil. Kadınlarımız büyük çabalar içinde, gittiğimiz yerlerde, televizyon programlarında ben bunu tespit ediyorum. “Kız çocuklarımı okutayım, mutlaka okutayım, benim yaşadığım kaderi o yaşamasın” çabasındalar. Görüyorum, bazen göğüsüm kabarıyor. Bazı kaymakam hanımlarımız kapı kapı dolaşarak çocukları okula kaydettirmeye uğraşıyorlar. 21. Yüzyıldayız kapı kapı dolaşarak olması mı gerekiyor? Böyle olmaması gerekir. Bu kafaların değişmesi gerekiyor. Yapacağınız iş, öncelikle kafayı değiştirmek. Onlara ulaşmak. Bırakın Türkiye’yi Ankara’nın Baraj Mahallesi’ne gidin, aynı şeylerin yaşandığını göreceksiniz. Bu yapıyı kıramadık. Bazıları kırmak istemiyor. Bu nedenle de kadınları köşesine çekilmiş, kaderine razı olmuş, sırtında dayak, karnında bebek, öyle gidiyorlar. Eğitim diyorum ama biraz sonra göstereceğim örnekte sadece eğitimin yeterli olmadığına inanıyorum. Eğitimi olacak, ana şart eğitim ama kadınlarımız mutlaka bir iş sahibi olacak, kendi ayaklarının üstüne basacak. Yalnız burada da yine benim gözlemlediğim şöyle bir durum ortaya çıktı: Türk erkeği zaman içinde flörtten başlayıp evliliğe kadar “benim karım güzel olsun, bunun yanı sıra sular seller gibi İngilizce konuşsun, bir toplumda beni temsil etsin. Bende ona yardımcı olayım.” diyorlar. Bunlar çok güzel, ama iş ev hayatına geldiği zaman hepiniz bunları çevrenizde 15 yaşıyorsunuzdur, yardım yok; hanım koşuyor mutfağa, çocuğu annesinden alıyor, getiriyor, götürüyor. Bir kısır döngü oluştu, büyük bir kesimi hem bunu kabul ettiler hem de bu durumdan rahatsız oldular. Kariyer sahibi hanımlarımızda da şöyle bir durum gelişti: “Ben ayaklarımın üstünde duruyorum, kariyer sahibiyim. Bende senin kadar kazanıyorum. Hem çocuk yaparım hem de kariyerimi yaparım” deniyor. Bu kısır döngüyü yenmek içinde uğraşmak lazım; çünkü bu şiddet sorununu yaratıyor. “Sokakta dolaşan her 10 kız çocuğundan 4’ü şiddet görüyor.” Ülkemizde kadınlarımız ciddi şekilde şiddet görüyor. %97’si hayatının bir bölümünde annesinden, babasından, dayısından, teyzesinden, amcaoğluna kadar gidiyor, bir şekilde şiddet görüyor. Şu an ülkemizde oranlamaya vurduğunuz zaman şu çıkıyor: Sokakta dolaşan her 10 kız çocuğundan 4’ü şiddet görüyor. Bu şiddeti sadece dayak gibi algılamayın. Öyle yerlerde yaşatılıyor ki, öyle ortamlara sokuluyor ki onlar da şiddet sayılıyor. Anadolu kadınının büyük bir kesimi maalesef hala kocasının kendisini dövmesini hakkı olduğuna inanıyor. Ben %24 gibi bir oran okudum. Küçük bir ülke olsak büyük bir oran sayılmayabilir. Ama ülkemizin 73 milyon olarak kabul edersek bunun dörtte biri “kocam beni dövse de olur” gibi bir düşünce içinde, bunu da kırmamız gerekir. Bazı kocalar maalesef elleri uzun, onlar her şeyi yapmanın hak olduğunu zannediyorlar. Onların oranını saymıyorum, sayıldığını da zannetmiyorum. Ben kendimi şöyle ifade eden biriyim: Ben Cumhuriyet Türkiye’sinde doğmuş, o ilkelere inanmış, iyi bir eğitim almış, Anadolu kültürünü de yaşatmaya çalışan bir insanım. Yani çatışmanın önlenmesi için bunu dengelemek gerektiğine de inanıyorum ama o sosyologların konusu. Şimdi ben size istatistikî bilgiler vermeyi planlamıştım ama sonra düşündüm, şöyle yapmaya karar verdim: Sizler istatistikî bilgilere her an ulaşabilirsiniz. Bir de 3 Mart’ta yapılan bir çalıştayda değerli katılımcıların ortaya koyduğu istatistiklerin çoğu birbirini tutmamış. O nedenle kafalarınızı ben şiddet yönünden karıştırmayayım, sizler ulaşırsınız. Size vereceğim örnekler yaşanmış örnekler olup TRT-GAP televizyonunun iki yıl önce ülkemizin 48 cezaevinde her mahkûmla bire bir yaptığı konuşma neticesi yayımlanan ve Bedrettin Bey’le benim de hukuk danışmanı olarak bulunduğumuz bir programdan alınmıştır. Kadınlar ve erkekler üzerinde yapılmış. Üniversiteli olanlar var, hiç eğitim almamış olanlar var. Çok sayıda mahkûmla görüşülmüş. Bir kısım mahkûm yüzünü kapatmak istemiş, karanlıkta çekim yapılmış, bir kısım mahkûm ise bilhassa hanımlar, “ben yüzümün kapatılmasını istemiyorum, örnek olmak istiyorum, onun için benim yüzüm kapatılmasın” diyorlar. Burada eşini öldüren kadınların hemen hemen hepsi, biri hariç maalesef ilkokul, nadiren lise, bir tane de üniversite mezunu var. Bu neden böyle oldu derseniz, kariyer sahibi veya meslek sahibi hanımlarımız şiddet gördüğü zaman, komşusundan, mesleğinden, olayın yayılmasından utanıyorlar. “Anadolu kadını şiddeti çok daha farklı görüyor” Anadolu kadını şiddeti çok daha farklı görüyor. Fakat onda da şu var: Bakıyorsunuz şiddet gördüğü anda o da ona sinirleniyor, terliğini atıyor veya küfrediyor. Onlar iş ölüme varmazsa çok ciddi bir olay gibi algılamıyorlar. Bir müddet sonra bir bakıyorsunuz ortalık gül pembe, hiçbir şey olmamış. Ama diğer hanımlar bunu öyle bırakıp gidemiyorlar. Resmi nikâhlı eşini ve kızını öldüren bir beyefendinin söyledikleri erkeklerin kadına bakış açısının ortaya koyuyor. Diyor ki: “Ben eve her şeyi getirirsem sen bana hizmet edeceksin. Benim kadının çalışmasıyla işim olmaz. 16 Mahallede dedikodular olur. Telefonla konuştu.” Kadıncağızın bütün suçu telefonla konuşmak. “Benimle oynayamazsın dedim, tartıştık. Vurdum. Kızım elimden almak istedi, sinirimden ona da vurdum, ikisi de gitti” mesele bu. Olaya bakış tarzı şu: Kızını ve karısını öldürmüş, yoktan yere öldürmüş. “Telefonla konuştu” diyor. Telefonu olmayan kimsenin olduğunu zannetmiyorum, hem de çift telefon taşınıyor. İmam nikâhlı eşini balyozla öldüren lise mezunu bir hanım, “o kadar acı, eziyet, işkence çektim ki… Sadece makineye programlanmış gibi onu öldürmek vardı kafamda, başka bir şey yoktu, onun için şimdi buradayım” diyor. Resmi nikâhlı eşini öldüren bir hanım, eğitim durumum hiç yok. Bu örneği de ülkemizin durumunu gösterdiği için seçtim. “Ailem göndermedi, bizim oralarda kız çocuğu gönderilmiyor, ayıp deniyordu. Önce oğluma sataştı.” 24 günlükken öz çocuğunu öldürmeye kalkmış, vurmaya çalışmış. Hiç ağlamayacakmış çocuk, düşse bile ağlamayacakmış ve çocuk bunu sekiz aylıkken anlamış, olayı ağlamamaya başlamış. Böyle yetişmiş, şiddet görmüş bir çocuk, büyüdüğü zaman aynı şiddeti devam ettiriyor maalesef; çünkü gördüğü o. “O çocuk bizden daha olgun davranıyordu.” diyor. Kadıncağız dayanamamış çekmiş av tüfeğini vurmuş. “Kadere güzel bir askı bulmuşuz, herkes ona istediğini asabiliyor” Üniversite mezunu, dört lisan bilen bir genç hanım. Aslında kime sorarsanız “kader” der. Kadere güzel bir askı bulmuşuz, herkes ona istediğini asabiliyor. “Sevdim, ona kaçtım, şiddet gördüm. Ailem geri aldı. Arada gidip gidip geldim, vazgeçemedim. Bir nedenim vardı ki ben buradayım.” diyor. Bu kadar sevgiye rağmen öldürmüş. Ne kadar şiddet gördüğünü düşünün. İstanbul’dan üniversite mezunu bir bey, araları açık olduğu eşini almak için hanımının annesine gidiyor ve sokakta, çocukların yanında eşiyle karşılaşıyor. Gidelim, seni alayım götüreyim” demiş, gelmemiş. Bu beyefendi gerçekten çok olgun ve düzgün biri. Hanımda gelmem demiş sokakta. “Sadece hırs ve öfke” diyor başka bir şey yok. “Aramızda da bir şey yoktu” diyor. Dört bıçak saplamış kadıncağıza ve kadıncağız orada ölmüş. Çekim sırasında “ne için yaptın?” diyorlar. Hala bilmiyorum diyor. Düşünün şiddet bu. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ferruhacanbolat.mynet.com’dan bana her türlü sorunuzu sorabilirsiniz, büyük bir memnuniyetle yardımcı olabilirim. Çok etkilendiğim iki örnekten bahsetmek istiyorum. Demir doğramacılığı yapan eğitimi ve kimsesi olmayan bir erkek hükümlü, mahalleden bir genç kıza âşık olmuş. Konu komşu araya girmişler, inanılmaz derecede seviyor. “Çok seviyorum, tek varlığım” dediği hanımını evde sigara kokuyor diye kıskanıyor. Bir türlü kadıncağız kendini ispat edemiyor ve bu beyefendi akşam hanımı yatınca bildiğiniz su hortumunu alıyor, üçe katlıyor. Kendi ifadesine göre 30 ve otopsi raporuna göre 800 veya 1.000 kere o hanıma vuruyor. Kadıncağız perişan, yatıyorlar kadın tabii inim inim inliyor; çünkü ölüyor. Bizim yakışıklı beyefendi yanlış algılıyor bu olayı, kadıncağızın inlemesini ve o durumdaki hanıma yapılamayacak en son işlemi yapıyor, beraber oluyorlar. Şiddeti düşünebiliyor musunuz? Spiker hanım “burada en çok neyi özlediniz?” diye sorunca hala “Ben karımı özledim; çünkü onu seviyorum.” diyor. Şiddete köprü böyle garip sevgiler de var. 17 “Dünyada pek çok hanım eziyet görüyor” Şiddet sadece ülkemize mahsus bir şey değil, sıralamalarda çok arkalarda geliyoruz. İstihdamda çok arkalardayız. Ama dünyada pek çok hanım eziyet görüyor. Diğer bir örnek ise ailesinin karşı koymasına karşın kaçmış, evlenmiş ve ona üç çocuk vermiş. Kocası hem alkol bağımlısı hem de uyuşturucu kullanıyor. Kadıncağız inanamayacaksınız dayağa ve her şeye 27 sene tahammül etmiş. Sırf kendisi babasız büyüdü diye çocukları da babasız büyümesin diye katlanmış. Bir de ailesi “sen kaçtın” diye kabul etmemişler, gidecek başka bir yer yok. Maalesef ülkemizde kadın sığınma evlerimiz çok az, gidecek öyle bir koruma alanı da yok. Çekmiş, ta ki olay gecesine kadar. Kocası gelmiş, elinde bir bilenmiş balta, “bu gece seni öldüreceğim” demiş. İçki sofrası hazırlanmış, dayak yenmiş. Kadıncağız istemediği halde o dayağım üstüne yine ilişki ve böylece sabaha karşı o beyefendi kadıncağıza “bir kahve yap” demiş. Kadıncağız 27 sene sonra mutfağa gidence aklı başına gelmiş “niye ben ölüyorum” demiş. Orada ekmek bıçağını görmüş, “ben dünyadan bir kötülük kaldırayım” demiş. Hiç hatırlamıyor, 33 bıçak darbesiyle öldürmüş. İfadesinde soruyorlar: “Ne kadar ceza alacağınızı biliyor muydunuz” diyorlar. “Bilmiyordum” diyor. “Bilseydiniz yapar mıydınız?” diyorlar. “Yine yapardım ama çocuklarımdan ayrı kalmak beni üzüyor” diyor. Birde “devletime ben kırıldım” diyor. Ben bir kötüyü ortadan kaldırdım, zannettim ki beni takdir, teşekkür edecek, cezalandırmayacak. Ama ben ağır ceza yedim. Kan davası doğdu, ailem zor durumda, çocuklarımı göstermiyorlar. Ben burada perişanım, maddi gücüm yok.” diyor. “Hukukun sadece hukukçuların anlayacağı tarzda olmaması lazım” Sizlere şu çözümler olsun demek benim haddim değil. Ben neticeden uygulamacı avukatım. Ama benim görüşüm, ortaya konan hukukun sadece hukukçuların anlayacağı tarzda olmaması lazım. Ülkemizin bir bölümünde bir araştırma yapılıyormuş. Bir bakmışlar tarlada bir beyefendi, arkasında dört tane hanım yürüyorlar. “Aman demişler, tamam işte örnek teşkil edecek bir şey.” Gitmişler eğitmişler, bak kadın hakkı böyledir, eşitlik böyledir diye ve daha sonra aradan birkaç zaman geçmiş. Bu sefer bakmışlar ki tarlada erkek arkada hanımlar önde yürüyor. “Birini kazandık, en azından dört kadını kurtardık.” demişler. Ama sonra “Çok memnun olduk, hanımları öne almışınız yürüyorsunuz.” demişler. Yok demiş, “Ondan değil demiş, mayın döşendi dediler de ben hanımları öne saldım.” Ne önde ne arkada, yan yana, el ele, eşitliği sağlayarak, şiddeti ortadan kaldırarak, her kime ne düşüyorsa sorumluluk bilincinde olmalı ve onu uygulamak için kendini görevli hissetmelidir. Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Öğretim Görevlisi ve Serbest Avukat Müjde Avcıoğlu Ankara Koleji mezunu. 1975 Ankara Hukuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Ankara Barosu Kadın Hakları Kurulu Başkalığı, Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve İnceleme Derneği Genel Başkanlığı, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Genel Sekreterliği görevlerinde bulunmuştur. Halen Ankara Barosu İnsan Hakları Merkezinde Yazmanlık görevini sürdürmektedir. Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi İletişim ve Hukuki Haklar Kolu öğretim görevlisidir ve aynı zamanda serbest avukat olarak da çalışmaktadır. Bugün kendisinin panelimizdeki konusu “Kadın ve Siyaset”. Müjde Avcıoğlu: Öncelikli olarak hepinizin yarın olan Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyorum. Aslında konum “Kadın ve Siyaset” ama bundan önceki çok değerli konuşmacılarımızın da belirttiği gibi tek tek değil bunlar, siyaset olsun, istihdam 18 olsun, şiddet olsun bunların hepsi iç içe, biri varsa zaten diğerleri de var. Yani birini kurtardığınız zaman diğerlerini de kurtarmış olacaksınız. Birbirine bağlantılı iç içe şeyler. Ben siyaset konusuna gelmeden önce bir olay anlatmak istiyorum. Ankara Kadın Hakları Kurulu Başkanlığı döneminde, Ailenin Korunması Kanunu yeni sayılırdı. Karakollara eğitim verelim dedik, polisleri eğitelim dedik. “Aman çocuğun var, evine git, barış deme” diyelim dedik. Ben ve bir arkadaşım bir yıl süren yazışma neticesinde nihayet Ankara Emniyet Müdürlüğünden bir gün tespiti aldık ve Ankara Emniyet Müdürlüğünün konferans salonuna gittik. Boş sandalye yoktu. Bir buçuk saat kadın şikâyeti gelirse ne yapılacak iki arkadaş oturduk anlattık. Sonuçta dedik ki sorunuz var mı? Bu gayet doğal bir şey, anlattığın zaman dinleyicilerden soru varsa cevaplanması gerekir. Büyük bir sessizlik oldu. Sonra bir tek parmak kalktı, tek bir parmak. Herhalde salonda 300 polis vardı. “Pardon size soruyorum” dedi. “Siz eşinizden çok mu şiddet gördünüz bu tip konulara eğildiniz?” dedi. Soru buydu, başka bir şey değil. “Kadına karşı en büyük şiddet aslında televizyon kanallarından geliyor” Ben 12 sene boyunca Radyo Televizyon Üst Kurulunun birinci Hukuk Müşavirliğinde bulundum. Meslektaşımın da dediği gibi evlendirme kanalları, RTÜK’te çalışırken bizim konularımızdır. “Medya ve Kadın” konulu paneller düzenledik, hatta geçen sene Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesinde de düzenledik. Konu olarak incelendi ve kadına karşı en büyük şiddet aslında televizyon kanallarından geliyor. Kadın bunun farkında değil ama daha çok izlendiği için de sorun yokmuş gibi gözüküyor. Şiddet deyince bugün bir gazete okudum. Bir meslektaşımız bir erkek arkadaşı tarafından şiddete ve tecavüze uğruyor ve dayak yiyor. Yanlış okumadıysam; çünkü acelem vardı çıkmak zorundaydım, mahkeme tarafından da tutukluluk hali kaldırılıyor. Neymiş ikisi de 30 yaşın üstündeymiş, arkadaşlarmış ve bu kararı veren bir hâkim, durumumuz kötü. “Türk siyasetinde kadının adı var ama yeri yok” Kendi konuma geleyim: Siyaset. Aslında şu anda Türk siyasetinde kadının adı var ama yeri yok. İkisi birbirinden çok farklı şeyler. Kısa bir kronolojik sıralama yaparsak kadınların Cumhuriyetimiz kurulduktan sonra 1930 yılında Belediye Yasası ile belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı verildi. Arkasından 1933 yılında Köy Kanunu’nda değişiklik yapılarak kadınlara muhtar olma hakkı veriliyor ve nihayet 1934 yılında kadınlara genel seçimlerde Seçme ve Seçilme Hakkı verildi. 1950 yılında ilk belediye başkanı kadınımız Mersin’den Müfide İlhan seçildi. İlk kadın bakanımız 1971 yılında Türkan Akyol oldu. 1989 yılında ilk kaymakamlık yolu açıldı. Bakın en son kaymakamlık yolu açılmış 1989’da. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk Muğla kadın valimiz Lale Aytaman olmuştu ve bir daha da olmadı. 1993 yılında kadın başbakanımız oldu Tansu Çiller, ondan sonra bir daha da olmadı. Bu tabloya baktığımız zaman 1934 yılından bugüne kadar kadınların siyasetteki rollerinin oranları nedir? 1935 yılındaki seçimlerde 395 milletvekili içinden 18 tane milletvekili kadınımız vardı ve 2007 yılında 550 milletvekilimiz var, kadın sayımız 50. Demek ki fazla bir ilerleme gösterememişiz ki tarihlere de dikkatinize çekerim 21. Yüzyıldayız. 2007 Genel Seçimlerinde peki 50 kadınla % oranımız %9.1. 2009 Yerel Seçimlerde kadın % oranı Sayın Ecevit’in de söylediği gibi %0.9. Yani 2.948’den 27 kadın belediye başkanımız, il genel meclis üyesi 32’si kadın 3.379’da yani 110 19 belediye meclis üyesi %4.2, kadın kaymakam %1.55, Kadın müsteşar şu anda hiç yok. Demek ki hakikaten kadının adı var ama şu anda yeri yok. Seçme hakkında bir sorunumuz yok, hepiniz gidip oyumuzu kullanıyoruz. Ama sorun demek ki seçilmede kendini gösteriyor. Peki bunun nedenleri nedir? Öncelikli olarak olması gereken nedir biliyor musunuz? Kadınsız siyaset. Bunun ne olduğunu biraz sonra açıklayacağım. Bunu açıklamadan önce toplumsal cinsiyet eşitliği dediğimiz yahut da benim toplumsal iş bölümü, iş dediğim bir tanım var. Bu nedir? Öncelikli olarak biz şunu belirtmekte yarar var: Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk sayesinde kazandığımız Seçme ve Seçilme Hakkını kaydettik, kadın olarak. Biz bunun için savaş vermedik, bunun için bir taban oluşturmadık, çalışmalar yapmadık. Mustafa Kemal Atatürk bize bunu 1934 yılında tepsiyle sundu. Tabii ki bu arada Afet İnan’ı da unutmamamız, anmamız gerekiyor. Afet İnan’ın da bu konuda büyük katkısı mevcuttur. “Osmanlı Dönemi’nde kadının yeriyle birlikte adı da yoktu” Bu arada Osmanlı Dönemi’yle hiç ilgilendiniz mi bilmiyorum. Osmanlı Dönemi’nde kadın ne yapardı? Osmanlı Dönemi’nde kadının yeriyle birlikte adı da yoktu. Neden? Çünkü şeriat kanunları ve Mecelle vardı. Kadının o nedenle ne çalışma hayatı vardı ne de siyaset, hiçbir şey yoktu. Kadın evde oturacak. O tarihte Nezihe Muhittin isimli bir kadın Kadınlar Halk Fırkasıyla adıyla parti kurdu. Osmanlı Dönemi bitip de Cumhuriyet ilan edildiğinde bu fırka vardı, tamamı da kadınlardan müteşekkildi. Ancak ilk anayasamızda kadınların Seçme ve Seçilme Hakkı olmadığından, oy kullanma hakkı olmadığından parti kapatıldı. Tüm üyeleri kadın olan parti bu nedenle kendini derneğe dönüştürdü. Adına da Türk Kadınlar Birliği adını verdi. Bundan tam 11 yıl sonra Mustafa Kemal Atatürk bize bu hakkı verdi. Bu olaylar 1934’ten 11 yıl önceki olaylar. Şimdi gelelim neden bu şekilde olduğumuza. “Erkekleri yetiştiren de kadınlar” Öncelikle tabii ki toplumsal gelenekler, görenekler çok büyük rol yapıyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine bakarsak nasıl yetiştiriliyoruz? Açıkçası ben bunu sadece erkeklere yüklemiyorum, kadınlarımızın kendisi de yapıyor. Çünkü bu erkekleri yetiştiren de kadınlar, bütün hepsini kadın yetiştiriyor. Ama o oğlan bu kız çocuğu diyor. Kendi kadın, evladı erkek ama bunu aşamıyor, işin acı tarafı eğitimlisi de aşamıyor. Kadın ilk ne yapıyor? Çocukluğundan, gençliğinden başlayalım. Baba, ağabey baskısı görüyor. Evleniyor, bu sefer koca baskısına giriyor ve bunu normal kabul etmeye başlıyor, yani benimsiyor. İşte bütün olay bu benimsemeden başlıyor. “Bizim geleneklerimiz böyle, ben bu nedenle bu kalıpları, bu rolü kabul ediyorum” diyor ve kadınların %90’nı, eğitilmiş kadınımız da bu şekilde düşünüyor. Beni üzüntüye götüren nokta bu. Sorgulamıyor; çünkü böyle görmüş, böyle gidiyor. Okumak, yani eğitimli olmak pek fazla etkilemiyor. Yani geleneklerimiz bu. Ne yapıyor? Kamusal alanda erkek oluyor, ev alanında da kadın oluyor ve kadın sadece iyi anne. Bunu özellikle televizyonlar yapıyor. Dikkatinizi çekerim reklâmlara bakınız, temizlik malzemelerinde kadın kullanılır ama bir araba reklâmında erkek görürsünüz. Burada bile ayırt ediliyor. Neticede kadına iyi anne, iyi eş, iyi ev kadını rolü yüklenmekte ve kamusal alana çıkmamaktadır. O zaman kamusal alan kime kalıyor? Erkeklere kalıyor. Erkek de ne oluyor? Tek başına bu rolü üstlendiği için gittikçe daha güçleniyor, kadın da gittikçe daha zayıflıyor. 20 “Saçı uzun aklı kısa” “Elinin hamuruyla erkek işine karışma” Bu nedenle mesela akıl, kültür, bilim ve kamu erkek ile özdeşleşirken, doğa, duygu bilim dışı özel olan şeyler de kadınla özdeşleştiriliyor. Nitekim halk deyimlerimize bakınız, en basit örneğidir “saçı uzun aklı kısa”. Kim için denir bu? Kadın için denir. Veyahut da “elinin hamuruyla erkek işine karışma”. Bunu erkek kadına söylüyor. “Senin işin mutfağında, git hamur, börek, mantı yap ama bu kamusal alan bana ait, sen buraya girme” diyor. Bunu kültürlü erkek de söylüyor. Bu tip konuşmalarla, bu tip eylemlerle kadına negatif anlam yükledikçe, erkek daha yüceltiliyor. Kadın toplumdaki varlık olmaktan çıkıyor. Siyasal alanda nasıl gösteriliyor? Öncelikle dedik ki kadının siyasette etkin olmamasının en büyük etkenlerinden biri bu toplumsal cinsiyet eşitsizliği yahut da toplumsal iş bölümü. Yani daha başta kadın siyasete girmek istemiyor. Yetiştirme tarzından dolayı “Bu erkeğin işi” diye bakıyor. O zaman öncelikle siyaset nedir? Siyaset için bizim Anayasa Hukuku Profesörümüz Bülent Nuri Esen’in bir tanımı vardır: Siyaset aslında Latince kökenliymiş ve anlamı “At Terbiyecisi” demekmiş. Şimdi Siyaseti nasıl tanımlıyoruz? “Toplumda yönetim gücü olan iktidarın kullanılarak, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ve çatışma halinde olan çıkarların uzlaşma çabasıdır” diyoruz. Siyaset insanların toplum olmasından başlayarak çok büyük bir rol üstlenmiştir, zaten o zaman doğmuştur ve doğduğu tarihten itibaren de erkek işlevi olarak da görülmeye, algılanmaya başlamıştır. Siyasi partilerimizde hangi taraftan olursa olsun ister sağ taraf olsun, ister sol taraf olsun kadının siyasete girmesi söz konusu olduğu zaman, nedense hepsi hep birlikte aynı fikirde buluşuyorlar. Kadını parti işlerinde görmek istemiyorlar. Biz kota diye bağırdıkça, kota diye hiçbir şey söylenmiyor. Yıllardır Siyasi Partiler Kanunu’nu değiştirelim, kadınlara kota getirelim deniyor ama sonuçta gene hiçbir şey yok. Demek ki hangi taraf olursa olsun Siyasi Partiler bir kadın konusu olduğu zaman, kadının siyasette rol oynaması istendiği zaman aynı görüşte olabiliyorlar. Kadınlar diyelim ki bir şekilde partiye girdi. Kadınları partide nasıl görüyoruz? Kadın kollarında çalıştırılıyorlar ya da Yıldız Hanım’ın dediği gibi eğitimi sağlık gibi ikincil konularda çalıştırılıyorlar. Ama hiçbir zaman bir içişleri, dışişleri, maliye gibi komisyonlarda mecliste kadın milletvekillerine rastlayamıyoruz; çünkü gene burada önemli olan siyasi partinin doğrultusunda kadını ikincil konumda bırakabilmek. Kadından Sorumlu bir Devlet Bakanlığımızın olması ve “baba beni okula gönder kampanyaları” yapılması çok büyük bir eksikliğimiz. “Siyasi partilere kadınlar nasıl gelebiliyor?” Siyasi partilere kadınlar nasıl gelebiliyor? Az bir avuç kadın geliyor da nasıl geliyorlar? Genel seçimlere az kaldı. Şöyle bir bakalım, ben aday olmak istiyorum diyelim X partisinden. Ne yapacağım? Partiye gideceğim, ya genel başkan kendi listesinden yazacak ya da delegeler aday adayı olarak beni seçecek. Seçtikleri seçim de önemli değil, bir de liste önemli, o listede siz kaçıncı sırada olacaksınız ki genel seçimlerde oyda beşinci sıradaysanız seçilme olasılığınız düşük, birinci sıradaysanız seçilme olasılığınız yüksek. Bu sıra nasıl konuluyor? Bu sırada gene ya genel başkanların ya da delegelerin seçmesiyle yapılıyor. 21 Bu kadar uğraş için ne gerekiyor? Öncelikli olarak para gerekiyor. İkinci olarak sosyal çevre genişliği gerekiyor. Üçüncü olarak da partide etkin olmanız gerekiyor. Zaman istiyor. Bunlar kaç kadında var? Daha baştan, seçimler başlamadan milletvekilliği adaylığını düşündüğünüz anda siz erkeklerden %90 zaten kaybetmiş başlıyorsunuz. Savaşa öyle giriyorsunuz. Kaç kadın çalışıp da ekonomik özgürlüğünü elde etmiş. “Ben milletvekili olmak istiyorum”, ev kadını ama siyasete atılmak istiyor, siyasette etkin bir şeyler yapmak istiyor. “Ben siyasete atılacağım” diyor kocasına; çünkü parası yok, kocasından para istiyor. Kaç erkek para verecek? Bu muamma. Peki bir ev kadını olarak ne kadar bir sosyal çevresi var da kendi propagandasını yapacak. Delegelerin arasında kendini seçtirecek, bunlar olumsuzlukları. Peki bütün bunları atladı, başardı, milletvekili, başbakan veya bakan oldu. Ne oluyor kadınlarımız? Erkekleşiyor. Bakınız size çok basit bir örneği, Tansu Çiller örneğini vereceğim. Tansu Çiller bizim için ilk kadın başbakan, bir daha da zaten gelmedi. Ama ne yaptı? Önce çıktı “anam, bacım” gibi popülist yaklaşımlarda bulundu ve bu yaklaşımlar sayesinde seçimlerde kadınların, kadın olduğundan dolayı oyunu aldı. Ama seçildikten sonra ne oldu? Gittikçe erkekleşti, yani erkek gibi siyaset yapmaya başladı, kadın siyaseti yapmadı. Tansu Çiller zamanında kadınlar lehine çıkmış bir proje veya bir kanun, yanlış olmasın sayın meslektaşlarım belki hatırlatırlar ben bilmiyorum. Ne oldu o zaman, Tansu Çiller yavaş yavaş kadınlar tarafından terk edildi ve oy oranı düştü. Demek ki siyasete atıldığımız ve milletvekili olduğumuz zaman biz kadın olarak olmak zorundayız. Biz erkek gibi olmamak ve kadın sorunlarını unutmamak zorundayız. Kadınlar gibi konuşarak, onlar için çalışmak zorundayız. “Ne bir vitrin olacağız ne de etken olmayan bir yerde çalıştırılacağız” Şu anda çeşitli partilerden 50 tane milletvekilimiz var. Kaç tane kadın milletvekilinin ismini biliyoruz? Ben bilmiyorum. Ben şu anda saysam 3 ya da 4 kadın milletvekili ismi sayabilirim, fazla sayamam. Neden? Çünkü seçimlerde o partinin vitrini olmuşlardır, vitrin olarak kullanılmışlardır ya da partinin etkin olmayan alanlarında çalıştırılıyorlardır. Ne bir vitrin olacağız ne de etken olmayan bir yerde çalıştırılacağız. İşte bizim için çözüm budur. Biz partiden milletvekili seçildiğimiz zaman kadınsı rolümüzü unutmayacağız, kadınsı siyaset yapacağız ve kadın hakları için çalışacağız ki ancak bu şekilde, kadın haklarında çalıştığımızda istihdam çoğalacak, eğitim ona göre olacak. Yani bunlar Atatürk’ün bize verdiği haklar olup da, alamadığımız haklarımızı almak için uğraşı ancak bu şekilde verebiliriz. Bu son seçimlerde 12 Haziran’da yapılacak, yapılması gereken, sırf parti rozeti takıp da kadın seçmen sayısını arttırmak için kadınları kapı kapı dolaştırmak marifet olmadı. Bu partilere o nedenle bazen isyan ettiğim oluyor. Bizler kadın seçmen sayısını arttıracak araçlar değiliz. Bizler seçileceksek, bizlerle çalışılacaksa, bizlerin kadın olduğunu ve kadınsı siyaset yapacağımı da kabullenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Bedrettin Bey’e söz vermeden önce Yıldız Hoca’ya ve Müjde Hanım’a istihdam, kadın ve siyasetle ilgili sorusu olan var mı? Soru: Ben kadınsı siyasetten tam olarak neyi kastettiğinizi biraz daha açmanızı istiyorum. Av. Müjde Avcıoğlu: Şimdi şöyle söyleyeyim: Tansu Çiller örneğini verdim. Bu Tansu Çiller kadın olduğunu unuttu, kadınsı siyasetten bahsetmek istediğim o ve 22 tamam Margaret Thatcher da o zaman biliyorsunuz İngiltere’nin başbakanıydı. Aynı onun gibi döpiyes giydi, onun gibi koşar adımlarla yürüdü, onun gibi herkesin elini sıktı. Bu işte kadın unutuldu ve o dönemde kadına yönelik hiçbir proje yapılmadı, hiçbir kanun çıkmadı. Tansu Çiller devlet bakanlığı da yaptı, başbakanlık da yaptı milletvekilliği de yaptı. Bu üçünde de bulunduğu halde böyle bir şey yok; çünkü o erkek gibi olduğu takdirde yükselebileceğini düşündü. Yani erkek siyasetçi gibi çok özür dilerim davranırsa yükseleceğini düşündü ve nitekim gerçekten de öyle, bir bakın neden başka kadın siyasetçi çıkmıyor? Erkek gibi düşünmezseniz, erkek gibi hareket etmezseniz partide ikincil olmak durumundasınız. Soru: Ben aslında şöyle bir şeyde sormak istemiştim: Kadınsı siyasetten beklentileriniz nedir? Yani kadınsı siyaset uygulandığı zaman siyasetçiden ne gibi şeyler beklemelisiniz? Av. Müjde Avcıoğlu: Şu çok açık bir iki tane kadın milletvekillerimiz var mesela her gün sesini duyuyoruz. Nasıl duyuyoruz? Kadına karşı yapılan şiddetten dolayı duyuyoruz. Kadına karşı komisyonlarda çaba sarf edip bir şeyler kazandırmaya çalıştığından duyuyoruz, okuyoruz. Şu anda bunlar gibi örnek bir iki tane kadın milletvekilimiz var. Onlar gibi davranmalıyız. Kadın olduğumuzu unutmayacağız, kadın hakları için çalışacağız. Bütün mesel bu. Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Yıldız Hanım’a sorusu olan var mı? Soru: Ben Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi Araştırma Görevlisi Erdal M. Okutan. İstihdamda kadın hakikaten çok kötü durumda. Mesela çok övündüğünüzü söylediniz, bende hakikaten gurur duyuyorum. Profesör oranı %20, bir öğretim görevlisi oranı %40; fakat orada da bir piramit görüyoruz. Yani araştırma görevlilerinde %7’yi, doçentte %38-%36, profesörlükte %25 ve YÖK kurulunda sadece %10’a kadar düşüyor. Burada erkekler, hem cinslerim çok suçlu; fakat kadınların da suçlu olduğunu düşünüyorum. En son bu KADER’in yapmış olduğu bir çalışmada, 275 milletvekili gibi bir çalışması var, orada iki kadın çok dikkatimi çekti. Biri Hanzade Doğan Sabancı, diğeri de Ümit Boyner. Bu iki kişi de mesela kendi yönetim kurularında kaç tane kadın var veya bu şirketlerde kaç tane genel müdür çalıştırıyorlar? Biz tamam erkek olarak suçluyuz da kadınların da üzerine düşen çok görev yok mu sizce? Hani siz diyorsunuz kendi farklılıklarınızdan, imtiyazlarınızdan vazgeçin. Biz vazgeçmiyoruz ama kadınlar da bazen bizim gibi davranıyor. Prof. Dr. Yıldız Ecevit: Hem istihdamda verdiğiniz örnekler hem de siyasette arkadaşımın verdiği örnekler şunu gösteriyor: Daha yukardan da bakmak lazım, birazdan soyut ve teorik konuşursam ataerkil kültür ve ideoloji bizi çevreliyor. Bunun için erkekler de var kadınlar da var. Kadınlar da Ümit Boyner, Hanzade Sabancı erkek egemen bir kültürde yaşayan, erkek egemen ailelerde büyümüş, erkek egemen bir yönetim sistemi içinde olan kadınlar. Dolayısıyla onlardan kadına öncelik tanımalarını, kadın erkek eşitliğine gönül vermelerini zaten bekleyemeyiz. Buna ben “aura” diyorum. Türkçesini tam bulamadığım için, İngilizcesini de tam kullanmak istemiyorum ama her tarafımızda bir “aura” var. Bu ataerkillik. Bu ataerkillikten herkes nasibini alıyor, kadın da alıyor erkek de alıyor. Onun için benden sonraki konuşmacımız “Bu erkekleri yetiştiren kadındandır” dedi. Kadınlar da kendi çocuklarını bu ataerkil kültürle, ideolojiyle yetiştiriyor ve mesela hem cinsi olarak aldığı geline, oğluna iyi davranmıyor. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman 23 hemen şunu görüyorsunuz: İkisi arasında fark var. Erkekler imtiyazlı, ataerkil kültürün verdiği imtiyazlardan yararlanıyorlar ve ondan vazgeçmiyorlar. “Türkiye’de kadınların kaynakları erkeklerden daha azdır” Bütün kadın erkek eşitliğinin yegâne sorumlusu erkekler değil. Böyle bir şey söylemedim. Erkekler kendilerine verilen hakları güzel savunuyorlar ve kullanıyorlar. Bunları devretmek ve paylaşmak istemiyor. Öbür taraftan kadınların payı yok. Mesela bana derler ki, “Kadın kadının kurdudur. Hocam kadınlar arasındaki geçimsizlikleri, kıskançlıklarını nasıl açıklıyorsunuz?” derler. Buraya kadar gelir mesele. Erkeğe veya kadına az kaynak verdiğiniz zaman kaynak savaşı olur. Türkiye’de kadınların kaynakları erkeklerden daha azdır. Eğitimde kaynak, sofrada anne baba çocuklar oturdu, annenizin yemekleri nasıl dağıttığını hatırlayın. Yemek nasıl paylaşılır? Kız çocuklarının kaynakları azdır. Eğitimden az kaynak alır, miratsam az pay alır. Evlilik meselesi bile bir piyasadır, orada bile kaynaklar dardır. Oda bir kaynaktır. Dolayısıyla şuraya gelmek istiyorum: Kadınların kaynakları kıt, bu kaynakları birisinin onlara artırması lazım. Kim artıracak? O zaman bir parça daha ataerkiliği aşıp da devlete gitmemiz lazım. Ben hiçbir zaman devlet demem “Ataerkil Devlet” derim. “Ataerkil Devlet” kadına ve erkeğe yasalar üzerinde eşit muamele eder. Çok güzel yasalarımız var dedik. Yasaların hepsinde eşit, yasalar hiçbir zaman kadın erkek ayrımcılığı yapmıyor. Neden o zaman yasalar böyleyken kadınlar kaynakları kullanamıyorlar veya mirastan eşit pay alamıyorlar ya da boşanma sırasında başları derde giriyor ya da tecavüzde karşılaştıkları zaman hakim onlara sende müsait davranmışsındır diyebiliyor? Dolayısıyla ne başlı başına erkekler ne de başlı başına kadınlar sorumlu. “Kadınların da suçu yok mu?” konuşmanızı çok acımasız buluyorum. Bir kadın beğenmediğimiz bir davranışta bulunmuş olabilir. Onun arkasında o kadını da çevreleyen bir ataerkil kültürün, muazzam bir erkek egemen toplumun olduğunu, toplum yapısının, toplum sisteminin olduğu hatırlatmak, hatırlamak lazım. Onun içine doğuyor ve daha başkasını bilmiyor. Onun için sürekli kadınlarla konuşmamız, sürekli kadınlarla beraber olmamız ve şunu devamlı söylememiz lazım “Sen bu eşitsiz muameleye layık değilsin. Bu senin kaderin olmamalı”. Aynı şekilde erkekler için de söz konusu ama erkeklerin de ataerkil kültür içinde onları ezen ve kıskaca alan ciddi rol ve sorumlulukları var. Bizim mücadelemiz tek tek bireyler olmamalı, sevgililerimiz, kocalarımız olmamalı ama bu sistem var. Bu “aura” dediğimiz şey, onun içinde. Biz bütün o kültürün söylediği gibi yapıyor, kalkıyoruz. Ne yapıyorsak onu yapıyoruz, o kültürün içinde yapıyoruz. “İstihdam söz konusu olduğu zaman işin içine bir de kapitalizm giriyor” Karşımıza iki tane düşman var diyelim. Ama istihdam söz konusu olduğu zaman işin içine bir de kapitalizm giriyor. Ataerkillik ve kapitalizm. Bana sorsaydınız eğer istihdamda kadının iş gücünün bu kadar düşük olmasının nedenini, hem ham kapitalizm, yani kapitalizmin gerekleri, kapitalizmin işleyişi derdim hem de ataerkillik derdim. Bu ikisi kol kola çok mutlu yaşıyorlar. Kapitalizmle ataerkil birbirlerini çok seviyorlar. Çünkü kendi ideolojileri, kendi prensipleri birbirine çok yakışıyor ve uyuşuyor. Birlikte olabiliyorlar. Kayınvalidenize bakar “Nasıl olabiliyor, o benim hem cinsim. Bana nasıl böyle davranabiliyor” diyebilirsiniz. Ama kayınvalideniz size bütün o ataerkil sistemin 24 içinden doğru konuşuyor ve davranıyor. Erkek çocuğunu koruyordur, sizi ezmeye çalışıyordur. Yani yapabileceğimiz mümkün olduğu kadar geniş açıdan bakmak. Yukarıdan, soyut ve genel bakmak, genel analizler yapmak. Mesela yine bir arkadaşımız biraz önce söyledi. Ben içinizden birisine çocuk gelinler veya erken evlilikler meselesini sorsam, hemen “Güneydoğu Anadolu Meselesi” der. Yani erken evlilikler daha çok “Doğu ve Güneydoğu Anadolu sorunudur” der. Tek başına ne Karadeniz ne de Güneydoğu Anadolu’nun sorunu. Büyük araştırmalar ve projeler yapıldı. Çocuk gelinler veya erken evlilikler meselesi bütün Türkiye’nin meselesi. Bir de şu var: Ben 1980’den beri bu işin içindeyim, hem aktivistim hem akademisyenim, uğraşıyorum. Muhafazakârlık kazanımlarınızı geriye çekiyor. Siz muhafazakârlıkla mücadele ediyorsunuz. Siz kazanıyorsunuz. Aynı zamanda ataerkillik muhafazakarlık. Öyle bir muhafazakârlık var ki, “kadınlar çalışmasınlar diyor. Mesela geçen mayıs ayında “işsizliğin nedeni kadınlardır” diyen bir bakan var. 3 çocuk doğurun diyen bir başbakanımız var. Biz bu taraftan bir şeyler kazanmaya çalışıyoruz, öbür taraftan yukarıdan, üstten sesler geliyor. Mesela yaşlılarınıza evde bakın. Yaşlılara evde bakmak kolay mı? Kaç kadın acaba kariyerine ara verip çocuk doğurmuştur, evde yaşlı bakmıştır, yaşlı baktığı için işten ayrılmıştır? Biz çok kolay gibi görüyoruz. Yatalaklar, kötürümler, özürlüler var. Hiç devlet bunlara bakmıyor. Bunların hepsi aile içinde çözülen sorunlar. Sosyal politika derslerinde okutuyorum, Türkiye’de sosyal devlet diye bir şey kalmadı. Ben sadece şunu söyleyebiliyorum: 1960’la 1980 arası sosyal devlet açısından Türkiye’nin altın yıllarıdır. 1980’den sonra hiçbir şey kalmadı. Dolayısıyla kadın deyince ekonomi düşüneceksiniz, ekonomik politik ve siyaseti düşüneceksiniz. Küreselleşme, kapitalizm ve yeni liberal ideoloji diyeceksiniz. Bunları da işin içine katarak konuşacaksınız. Olay sadece erkek değil, benim erkeklerle bir derdim yok ya da hiçbir kadının direkt hiçbir erkekle derdi yok ama aynı zamanda var. Av. Bedrettin Canbolat: Ben cinsiyet ayrımcılığı ve kadına yönelik şiddet konusunda hukuk mahkemelerindeki uygulamalardan bahsetmeye çalışacağım. Şimdi her insan kendi konusuna kendi penceresinden bakabilir. Ben mesleğimle alakalı olarak gerçekten 38 senedir adliye koridorlarındayım. Genel olarak işte nişanların bozulması, boşanmalar, boşanmada tazminatlar, eşlerin malları, velayet yani çocuklar ne olacak, anneye mi, babaya mı verilecek ve miras davaları, ömrüm bunlarla geçti. Bunu samimiyetimle söylüyorum. Mesleğinde herkes bir şey söyleyebilir. Ama ben mesleğine, hukuka inanan ve öyle de yaşamış bir insanım. Ne söylediysem onu yaşayan da bir insanım. Buradan şuraya gelmek istiyorum: Bugün ki konu çok geniş bir konu, nereden ele alırsanız o şekilde anlatılabilecek bir konu. Ben onun bir bölümünü kısaca izah etmek istiyorum. İşin temeline inmek lazım, yoksa burada rektör bey de okudu, gazetelerde üç beş günde çıkan haberler, kim kimi kesti, kim kimi doğradı. Üzülüyoruz ve bir noktadan sonra bunlar haber olmaktan da çıkıyor. İşin kötü tarafı bu, duyarlılığımız kalmadı. Trafik kazalarında da öyle, tahmin edersiniz. Yani iki kişi üç kişi öldü mü artık onlar basit şeyler, en az otobüs devrilmeli ki orada da 50 yolcu giderse “Allah Allah nasıl oldu” diyoruz. Ondan sonrasına hiç tepki vermez olduk. Bunlar kötü şeyler, neden bizim ibremiz oynamaz oldu? Şimdi bütün mesele bu. 25 “Aile toplumun temelidir.” Bu kadına olan şiddet, cinsiyet ayrımcılığı konusunu eğer tabiri caizse hayatımızı bir film gibi kabul edersek, filmi şöyle bir başa saralım ve basit tespit yapalım. Anayasaya baktığınız zaman çok güzel bir cümle var. Diyor ki “Aile toplumun temelidir.” Şimdi dışarıdan “canım ne var bunda.” Çok şey var, bu kadar basit değil. “Toplumun temeli ailedir” diyor. Bu çok önemli bir söz, buradan şuraya gelmek istiyorum. Türkiye’de temele bir bakalım. O temel üzerine koyduğumuz evlere bir bakalım. Hepiniz gençlersiniz, bir noktadan sonra ne yapıyorsunuz; düğünler, dernekler. İnsanlar evleniyorlar, yuva kuruyorlar. Zaman zaman hepimiz düğünlere gidiyoruz. Ama bir istatistikî sonuç var, diyor ki, detaya girmiyorum, yuvarlayarak konuşuyorum. Türkiye’de evlenen kızlarımızın, kadınlarımızın yaklaşık yarısı istemediği kişilerle evleniyorlar. Şimdi onun altını lütfen bir çizin, bu kadar basit değil. Yani insan hayat arkadaşını, ömür boyu beraber bir yastığa başınızı koyacağınız arkadaşınızı seçerken istemediğiniz, sevmediğiniz biriyle evlendiriliyorsunuz, sebebi ne olursa olsun. Anne istedi, amca, dayı baskı yaptı, fakirlik zenginlik var. Sonuçta evlenen kızlarımızın, kadınlarımızın yarısı istemediği kişilerle evlendi. Ne olacak? Çok şey olur. Olay orada başladı. Şimdi film burada koptu, başka yerlere gitmeyin. Toplumun temeli aile dedik mi? Dedik. Temeli nerede attık? Şimdi biz attığımız temeli, fay kırığı olan yere, ileride deprem olması muhtemelen olan yere binayı kurduk. Sorun burada. Ben inanın hayatım boyunca hep insanlar niye boşanıyor, niye bu sorunlar var diye düşünmüş bir insanım, hala yoruyorum. Çünkü benim görevim bu, ekmek param da bu görevimde. Düşünüyorum, çok kötü bir durum, ne oldu yanlış yere yuvamızı yaptık. Bitmiyor, bu yuva kuruldu, ondan sonra eşler geldi. Evinde aynı yastığa başını koydular. Onun arkasında benim tespitlerime göre ikinci bir sorun daha var. Toplum olarak bizim sıkıntılarımız var. O da ne? Benim gördüğüm kadarıyla insanlar çocuklarını egoist ve maddi yetiştiriyorlar. Şimdi herkes “aman evladım kimseden kimseye fayda yok dikkat et”. Böyle yetişen bir kadın ve erkek yastığa başını koyunca hanım gece yastıkta düşünmeye başlıyor. “Bu benim yanımdaki adamdan fayda yok, bundan ne köy olur ne kasaba. Allah muhafaza yarın başımıza bir iş gelirse ben açıkta kalırım, hemen önlemlerimi almalıyım” diyor. Nasıl önlem alacak? Gizli bir yerde para biriktirelim, şunu yapalım, bunu yapalım. “İleride yağmur yağarsa, şimşek çakarsa ben hemen şemsiyemi açarım” diyor. Yani ortaya böyle bir tedbirler paketi koyuyor. Aynı şekilde aynı yastıkta erkek de düşünmeye başlıyor. Diyor ki “Ulan bu kadın milletinin derdi de bitmez, işi de bitmez. O zaman bende önlemleri almalıyım” diyor. Ne oldu şimdi bizim ailenin temeli dediğimiz yer? Çürük yerde aileyi kurduk. Kafalarımızda da çürükler olduğu için şimdi böyle kurulmuş bir aileden fazla sonuç çıkmıyor. O zaman ne olmaya başlıyor? Aile içerisinde ağız dalaşı, kavgalar, gürültüler, kafa göz kırmalar, el kol kırmalar, adam öldürmeler, yaralama işte görüyorsunuz gazetelerdeki haberler bunlar. Bunlar Mars’tan gelen insanlar değil bizim toplumumuzun insanları, işte burada bunlar başlıyor. Sorunlar doğdu toplumun dışına da yayılmaya başladı. O zaman çare olarak hemen mahkemeye koşuyorlar. Bizim meslek orada başlıyor şimdi. Diyorlar ki bu böyle olmaz dilekçe verelim boşanalım. Dilekçeyi veriyorsunuz, dışarıdan her şey güzel, böyle film hızı dönüyor ama öyle değil. Denemesi bedava. Ankara adliyelerine götürüp bir boşanma dilekçenizi verin bakalım. 3-4 ay sonraya ilk duruşma günü geliyor. Daha sen kimsin, niye verdin diyen yok. Bir dosya açıyorlar, 26 bir dosya numarası, birde size davetiye pullu “efendim filan günü duruşmanız var geliniz” iyi. Gidiyorsunuz, bir şey olacak zannediyor bizim millet de filmlerde alışmış, artistik konuşmaya falan hazırlanıyor. “Hâkime biraz nutuk atarız, o bizi bilir.” Hayır öyle değil. Hâkimler de alışmış, dosyayı da yığmış zaten adam arkasında görünmüyor. Davacı da geldi, davalı da geldi, onu da yazıyor ama iki satır. Taraflara deliler verildi, ibraz için meyil verildi, “masraf yatırın şahitlerinizle gelin, hadi güle güle” diyor. Bir üç ay daha atılıyor 6 ay. Ondan sonra şunun cevabı geldi, bu gelmedi o şahit vardı, bu yoktu derken bir bakıyorsun 2-3 senede mahkemelerde sürünmeye başlıyorsunuz. Nasıl bir evlilik bu, evlenen bir pişman bir de boşanamayan pişman. Böyle sıkıntılı tablolar var, Türkiye’de inanın böyle. Mübalağa etmiyorum, Ankara adliyesine gidin, zemin ve ikinci katında aile mahkemeleri var, bu durumlar var. Anlaşmalı boşanmalar hariç, eğer anlaşmalı boşanmanız varsa iyi orada şansınız yaver gider. Yani üç-beş dakika ama onun dışında senelerce sürünüyorsunuz. Mal konusu da ayrı bir konudur. Böyle olunca mahkeme eninde sonunda biter, bir gün bitiyor tabii. Size bir karar veriliyor. İnan iki tarafta bu karardan memnun değil. Çünkü herkes istediğini orada bulamıyor, farklı şeyler buluyor. Mahkemede de şöyle bir tablo var: Vatandaş, hanımlar ağırlıklı olarak önce bize geliyor diyor ki “Avukat bey ben çok sıkıntıdayım.” Nedir kardeşim sorun? “Vallahi bizim adamla başımız dertte. Beni dövüyor, sövüyor, ağır hakaretler ediyor, ne yapacağımı bilemiyorum, katlanamıyorum” diyor. Peki o zaman biz hep şeyi düşünüyoruz. “Boşandığınız zaman durumunuz ne olacak”, onu da görmemiz lazım. “Vallahi ben ev hanımıyım” diyor. Bir de şunu lütfen unutmayalım: Türkiye’deki istatistiklere göre evli hanımlarımızın yaklaşık %50’si ev hanımı. Şimdi ayıp mı? Hayır değil. Ama ev hanımıyım demekle hani benim bir işim yok, fazla bir okumuşluğum yok demek istiyor. O zaman “boşandığın zaman ne olacak?” diyorum, sorun burada. “Bedrettin Bey, tamam ben bu adamla yaşayamadım. Ama boşanırsam ne yapacağım, elimde gelirim, maaşım yok, şu saatten sonra gireceğim bir işim de yok, ne yapacağım?” diyor. Sorun burası. Birde çocukları varsa o da ayrı bir sorun, böyle olunca “biz aç kalırız” diyor. Doğru. Benim bütün sorduğum budur, yani insan boşanırsa ne olacak, ayakta durabilir mi? Çünkü insanlar çeşit çeşit, standart tip yok. Bazı insanların unu da kuru tuzu da kuru. Bir bakıyorsunuz boşandığı zaman çok rahatlıyor, maaşında eksilme var mı onlarda sorun yok ama toplumun diğer yarısı da öyle değil, sorunları var. O zaman işte hakim de zorlanıyor, avukatta zorlanıyor. Yani “biz bu insana nasıl bir yaşam hakkı vereceğiz?” diyor. Nafaka bağlansın. Bağlanan nafakalar emin olunuz olur zor. Mesela bir örnek verelim: Hâkim çağırıyor erkeğe diyor ki “Arkadaş sen nerede çalışıyorsun?” “Vallahi sayın hâkim ben askeri ücretli bir işçiyim” diyor. Ne kadar filan diyor. “650 lira filan” diyor. Hâkim şimdi kadına ve iki çocuğa hesap yapacak, nafaka bağlayacak. “Ama sayın hâkimim ben 650 TL maaş alıyorum ama 250 TL’sine gecekondu gibi bir yer var, kirada oturuyorum” diyor. Şimdi hâkim 650 TL’den 250 TL kirayı çıkarttı, kalan 400. “Ben çalıştığım iş yerine gidiyorum, dolmuşa binip geri geliyorum” diyor. 100 kâğıt da öyle gitti, kaldı 300. “Bir de sigaram var sayın hâkim ara sıra tüttürüyoruz” diyor, bir 50 oraya gitti. Şimdi kalmış 250-300. Kime ne verecek? Şimdi hâkim hem o adama kalacak para, hem bu kadına kalacak para, inanın çok zor şeylerdir. Hadi diyor kadına 150 verdim, bazen 100 verdim çocuğa da 50 verdim. Buyurun o parayla şimdi bu insanlar geçinsin. Türkiye’nin böyle çok sıkıntıları var, emin olun çok var. Esas sorun bunlar. 27 “Hakkını bilmeyenin hakkı yoktur.” Mesele o kadar basit değil ki, git mahkemelere gör bakalım orada insanlar neler yapıyorlar, nelerle uğraşıyorlar. Emin olun biz her gün eşimle sabah çıkan kanunları resmi gazetede yayınlandığı anda alırız. 09:00’da resmi gazetede yayınlanır, 09:30 benim cep telefonum çalar. Alman radyosu beni arar “Bedrettin Bey yeni yasa çıkmış ne getiriyor, ne götürüyor hemen bağlanın anlatın” derler. Anlatmaya çalışıyoruz ama buradan da şuraya gelmek istiyorum. Bizde çok güzel yasalar çıktı, uluslararası sözleşmeler ve yönetmelikler de var, alıp ciltleyip ciltleyip koyuyoruz. Ama uygulama ve alt yapı olmazsa kusura bakmayın bir de kafalar değişmezse neyi değiştireceksiniz? Bütün bunlar sorundur diye düşünüyorum. Şimdi Almanların güzel bir sözü var. Diyorlar ki “Hakkını bilmeyenin hakkı yoktur.” Bu ne demek? Yani insanlar hakkını arayabilmek için önce hakkını bilecek. Hakkı bilmek de yetmez bu sefer o hakkın alt yapısı da olacak, bir kere insanlar tek başına onu yapamazlar. Şimdi tabii bu konuda çok söylenecek var uzatmak istemiyorum. Ama bu sıkıntıda olan hanımlarımızın, işkence görenlerin, onların kadın sığınma evleri meselesi var o çok önemli bir konu. Şimdi Avrupa standartlarına baktığınız zaman 7.500 hanıma bir tane en azından kadın sığınma evi gerekir. Türkiye’de 1 milyon kadına düşmüyor bir tane. Ne demek, böyle bir şey olabilir mi? Bizde yok mu? Var. Var da bizdekiler nazar boncuğu gibi, hep var diyebilmek için bazı yerlere birkaç tane yapmışız. Bu meseleyi çözmüyor. İnanın çok düşündüm mahkemelerde, nafakalarda, sokakta kalacak kadınlarla çocuklarla ne yapılabilir diye. Şimdi şöyle düşünüyorum: İşte Almanya’ya konferanslarda verdiğimiz için ben Türk vatandaşlarla çok konuşurum. Orada belediyelerin sosyal yardımı var. Gerçekten sıkıntıda olan insanlara devlet sosyal yardım yapıyor ve kira yardımı da yapıyor. Bunu Türkiye de yapabilir. Para az, para yok diyor. Bundan birkaç sene öncesine kadar 25 tane banka battı değil mi? 60-70 milyar bu devletin parası buharlaştı. Oralara yetecek para var da sokakta kalan insana paranız yok mu? Öyle şey olmaz. Bütün mesele önceliklerdir. Biz bu önceliklerde maalesef bunu yapmadık, sorun oradan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Bir tespitim de şu: Evlendirme memuru orada evlendirirken insanları güzel sözler söylüyor. Ama galiba onlar insanlara hikâye gibi geliyor. Mesela diyor ki orada evlendirirken “iyi günde kötü günde” bu çok önemli ama “hastalıkta sağlıkta” diyor. İnsanlar bu şekilde evleniyor, iyi ne kadar güzel. Ama emin olun boşanmak için gelenler ki ben 38 yıldır sürekli boşanmalarla uğraşan bir avukatım. Arkadaş ne iyi günü ne kötü günü, en ufak bir şeyde efendim “ben boşanacağım” diyor, nasıl bir evlilik bu? “Kadın ve erkek vefalı olmak zorundayız” Ben hanımlara söylüyorum, teklif de ediyorum. Geçenlerde çok duygulandım. Görmüşünüzdür televizyonda Çinli bir adamın hanımı hastalanmış. Götürmüşler alete bağlamışlar bu hanımefendiyi. En sonunda kadıncağız aletle yaşıyor o şekilde, çok pahalı olduğu için demişler ki kocasına sen parasını veremezsin. O da sırtına yüklemiş evine getirmiş. Bitkisel halde hanımefendi tam 11 sene bu kadın bitkisel hayatta olan karısının saçını siliyor, yanaklarını okşuyor, ona şarkı söylüyor, yemek yedirmiş, altını temizlemiş tam 11 sene. 11 seneden sonra kadın canlanmış, gerçekten gösterdi. Gülmeye başladım. Şimdi işte evlilik bu, yani iyi günde kötü günde evlilik bu, bizimkiler hikâyeden. Her şeyde evlilik bozuyorlar. Ben bakıyorum evlilikler o kadar basit şeylerden bozuluyor ki o zaman yazık oldu yuvalar. İşte şiddet oradan doğuyor, her şey de oluyor. Yani insanların en bariz vasfı kadın ve erkek vefalı olmak zorundayız, öyle insanız konuşurken sürçü lisan gelir ağzımızdan yanlış 28 bir kelime çıkabilir. Amacımızı aşan bir söz olabilir insanız. Karşı tarafa birazcık düşünme payı bırakın, evlilik bu demek. İnsanlar birbirini mazur görecekler. Her şeye olur olmaz, buna olmaz dedik mi bu işler olmuyor diye düşünüyorum. 29