Tıklayınız. - Bizim Külliye

Transkript

Tıklayınız. - Bizim Külliye
Muhterem Okurlar,
Kardeş Kalemler’in Genel Yayın Yönetmeni Ali
Akbaş, Ocak 2007’de, derginin ilk sunumunda;
her dergi yeni bir misyon üstlenmek ve mevcut
yayın yelpazesi içinde kendisine bir yer aramak
için çıkar, demiş ve bütün Türk dünyasına,
yeryüzünde Türkçe’nin konuşulduğu çok geniş bir
coğrafyaya sesleneceklerini belirtmişti. O günden
bu güne; Balkanlar’dan Kafkasya’ya, Afrika’dan
Ortadoğu’ya, Avrupa içlerine kadar durmaksızın
seslenen Kardeş Kalemler, seslendiği yerlerde “tatlı
bir ünsiyet” peyda ederken Anadolu’da edebiyat
dergisi çıkaranlara da övünç oldu.
Hevesten mi, başımıza gelenlerin ıstırabından
mı, yoksa uzaktaki kardeşlerimize bir selam
gönderme ihtiyacından mı; bu sayımızda biz de
Kardeş Kalemler’in hem konusunu hem temasını
üstlendik.
Ama asıl tetikleyici sebep Kırgızistan Dostluk
ve Kültür Derneği’nin talebi… Kardeşlerimizin
Türkiye Türklerince pek de bilinmeyen Kırgız
yazı dilinin temelini atan şair, yazar, Türkolog
Kasım Tınıstanov’u tanıtma arzuları önünde
duramayışımız.
Gelecek sayımızın dosya konusu “Edebiyat ve
Estetik”.
Nice güzelliklerde buluşmak dileğiyle Allah’a
emanet olunuz.
Bizim Külliye
NAZIM PAYAM
B
Olgun okurlar,
edebiyatçının
nasıl söylediğiyle
ilgilendiği kadar
ne söylediğiyle de
ilgilenirler. Buna ‘niyet
okuma’ diyebilirsiniz.
Çözümlemeler,
suçlamalar,
savunmalar niyet
okuyucuların sürümleri
doğrultusunda
derinleşir, genişler.
azı roman yazarları,
sanki şehrimin, mahallemin, sokağımın insanıymış
gibi gelir bana. Evden çıktığımda, kendilerine ya da kahramanlarından birine “Ne haber
komşu?” diye sesleneceğim
hissiyle dolarım. Romandan çıkmış fakat isim değiştirmiş tipleri de tanımakta gecikmem. Eskiler, yeniler bir yerlerde buluşur, konuşuruz. Mesela Necip
Mahfuz’un sokaklarında… O sokakların bitiminde
dünyanın bütün sokaklarının birbirine bağlandığına
bayağı inanmışımdır. Mahfuz, kuşkusuz ki kendi
toplumunun hayatını, kültürünü anlatmaktaydı. Sanatçıda ortak değerler çoğaldıkça paylaşım da çoğalıyor.
Okurun görevi, metinlerden doğan alınyazısını
gerçeklemedir. Dikkatsiz okur, kalemin fısıldadığı ilhamı amaçsız bırakabilir. Aytmatov’u okurken
de geçmişi hayatından koparılanların nasıl bir kara
boşluğa düştüğüne tanık olmuş, çevremizin gitgi-
3
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
de mankurtlar tarafından kuşatıldığı düşüncesine kapılmışımdır. Ürküntüm, tedirginliğim yine
onun romanlarına, hikâyelerine efsanelerden,
destanlardan aldığı yüzlerle giderilmişti. Sovyet
sisteminin aidiyet damarlarını tıkama, parçalama çabasına karşın Aytmatov’un romanlarına,
hikâyelerine gizlediği mazi kıvılcımlarıyla ışıldayan yüzler, psikiyatrları imrendirecek güçteydi.
Edebiyatın işlevlerinden biri de kendi kültürünü savunma ve yaymadır.
Mahkûm vatan kaygısını sırtında ve tek başına taşıdığına inanan Bahtiyar Vahapzade’nin
şiirleri de töresiyle bezenmiş özgürlüğe çağrıdır.
Ona göre asıl ortaklık, ortak ruh; tarihi, dili, dini,
didinişi bir kardeşlerin özgür iradesinden doğacaktır. Eğer insanı ve insanlığı sömürenlere taş
atılacaksa bu birliktelikle kaldırılıp atılmalıdır.
“Gözümde göllendi, güllendi yaşlar / Dağıldı
başımdan dostlar, tanışlar/ Bedbahtlık- yüreğe
çapraz dağ çeken/ Tekliğin zamanda ikiz kardeşi/
Teklik – gönül sıkan, teklik bel büken / Dünyanın en büyük, en ağır taşı!”
Gaspıralı İsmail gibi Vahapzade de kardeşleriyle; Cengiz Aytmatovlarla, Cengiz Dağcılarla,
Muhtar Şahanovlar, Adil Yakubovlar, Muhammed Hüseyin Şehriyarlar, Oraz Yağmurlarla
ve Balkanlılarla, Kemallerle, Buğralarla varlık
penceresini güneşe açmaya, “Dilde, fikirde, işde
birlik”i, hayata sevk etmeye, bütünlük içinde dirileşmeye niyetliydi. Ömrü bu niyetle tükendi.
Roman inandırmaya dayanır, şiir inanmışlığa. Bundandır ki toplumlar büyük değişim talepleriyle, yeni bir ülküyle karşılaştıklarında ilkin
bunların temsilcileri olarak gördükleri şairlerin
mısralarına eğilirler. Ancak böylesi şairlerin uyarıları, heyecanları; mevcut düzeni, erinci sarsarak
farklı algılar oluşturacağından çoğunluğu veya
hâkim güçleri rahatsız edebilir. Etmiştir de. Yaşadıkları dönemde birçok şair dünya okurlarınca
ilgi görmesine rağmen kendi ülkelerinde dışlanmış, sürgün edilmiş, hücreye konulmuş yahut öldürülmüşlerdir.
Vahapzade’nin, niyetinden tedirgin olanlar,
kızanlar da onun yaşama hakkını elinden almaya
kalktılar. Yalnızca ona değil, yakınlarına, arkadaşlarına da öldürücü ıstıraplar yaşattılar. Sokakta olsun, evinde olsun çok zaman yalnız kaldı.
Nâzım Hikmet de öyle idi: “Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar ve bir yelkenli vardı./ Bir gece
bir denizde bir yelkenli yapayalnızdı yıldızlarla.”
“Yazılarım otuz kırk dilde basılır/ Türkiye’mde
Türkçemle yasak”
Nurullah Ataç, “Şeyh Bedreddin” denemesinde Nâzım Hikmet’in şairliğinin, konusuna,
fikirlerine hâkim olmasından kaynaklandığını,
kendisinde bulunan musiki gücü ile şiirlerini birer senfoni hâline getirdiğini, kulak gibi gözü de
işlediğinden, anlatmak istediği şeyi gördüğünü ve
gördüğü için de anlatabildiğini belirtir.
Ataç’ın tespiti, büyük şairlere mahsus doğruluk kazanmış bir tespittir.
Nâzım da büyük şairdi.
Acımasızca öğüten gerçek bizi çaresiz bıraktığında Nâzım’ın mısraları hâlâ saatimizin akrebi
oluyorsa, iflah olmaz çıkar ilişkilerini görüp duyduğumuzda iç sızıyla “Yine kimin dostlar/ yine
kimin boynun vurdular?” demekten kendimizi
çekip alamıyorsak Nâzım büyük şairdi.
Fakat büyük şairimizin bir büyük yanılgısı vardı; kabullenemeyeceği manzaralardan topyekûn
kabullendiği despot bir sistem çıkarmak.
Olgun okurlar, edebiyatçının nasıl söylediğiyle ilgilendiği kadar ne söylediğiyle de ilgilenirler.
Buna ‘niyet okuma’ diyebilirsiniz. Çözümlemeler, suçlamalar, savunmalar niyet okuyucuların sürümleri doğrultusunda derinleşir, genişler.
Evet, niyet okuyucular, Nâzım’ın şiirlerini insan
odaklı olmaktan çok karın tokluğuna Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği halklarından biri olmaya özendirici bulmuşlardı.
Bulgular kimi edebiyatçıyı sesiyle, kimini niyetiyle, kimini ise hem sesi hem niyetiyle bırakır
bize. Nâzım’ın niyetinden zevklenen üç beş bin
kişi elbet vardı. Ama keşke Türkçemize kulak veren milyonlar göz ardı edilmeseydi.■
4
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
KIŞ GECESİNDE
Demir donduran ayaz sahiplenir geceyi
Tahtını kurmak isteyen şafağa karşı durarak
Gam taşır, gönlü yakar, ateş getirir
Anbean sakin gönlü avucunda sıkarak.
Yalım saçarak yavaş yavaş yanan çıra
Etrafına fersiz güçsüz ışık üfler durur.
Dilinde hafiften bir şarkı canlanırken
Sanki nazenin ipek perde dalgalanıyordur.
Söylerken gönlünün en derinindeki sırrı
Onun yoluna feda etmeye hazırdır benliğini.
Bazen ağlar, candan canandan geçer,
Dile getirir bu şekilde hürriyet isteğini.
Yorgunluk gösteren komuz şevke gelerek
Dilinden nice türlü ezgiler kanatlanır.
Bazen öfke, bazen şefkat dolu sesiyle
Beni büyüten annemin silueti canlanır.
Kopuzdan yankılanan sitem dolu nağmeler
Durduramaz geçmiş günlerin kasavetini.
Dualar sıralanır bulutların gezdiği yüreğinde
Bir daha görmek için dertsiz geçen günlerini.
Kopuzun gamlı sesine kız kulak verirken
Et yüreği koştururcasına hızla atmaktadır.
Sanki mızrak yarasına tuz dökülmüş gibi
Göğsünden kaçmak için çırpınmaktadır.
Demir donduran ayaz sahiplenir geceyi
Tahtını kuracak şafağa karşı durarak
Gam yükler, gönlü yakar, ateş getirir
Anbean sakin gönlü avucunda sıkarak.
KASIM TINISTANOV
* çev. İbrahim Türkhan
5
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
KASIM TINISTANOV
MANAS’IN KÜMBETİNDE*
Tepelerden gayret içinde getirip taş
Yendiler engelleri bir bir, yavaş yavaş.
Başlayarak Ala Dağ’dan Çüy’e doğru,
Ayna gibi berrak nehirleri akıtır Talas.
Saygı dolu gözyaşları içinde o kümbete
Gömülmüş bir zamanlar Yiğit Manas.
Kümbetin ne zaman kurulduğunu anlatıyor
Yüzyıllar öncesinden olanları yansıtıyor.
Manas’ın halkını korumasını; zafer kazanmasını
Nasıl bir insan olduğunu haykırıyor.
Ziyaret etmeye gelenlere söyleyecekleri,
Dört bir yanındaki kitabelerde yazıyor.
Ne var ki, merhametsiz yabancıların ellerinden,
O eşsiz yazı ve süslemeler hoyratça harcanıyor.
Hâlâ da ayaktadır kümbet şaşırtarak
Görenleri düşündürüp aklını başından alarak.
Uzakta kalıp görmeyenleri haşmetiyle
İç çektirir her zaman kendine hasret bırakarak.
Dağ rüzgârı gece gündüz okuduğu masallarla
Esmektedir kümbete nice türlü sırları anlatarak.
Şimdiki nesillerin ahvalini beyan etmektedir,
Uykudan yeni uyanmışçasına hayrette bırakarak.
Ala Dağ gökyüzüyle kucaklaşmaktadır
Gurur dolu göğsünü dikerek yarışmaktadır.
‘Manas’ım halk içinde iki kat yiğit’ diyerek
Güneşle, ayla onu denk tutmaktadır.
Vadiler, büyük zirveler, uzun boylu ağaçlar
Sırasıyla kümbetin başında bekçilik yapmaktadır.
Vadiden nefes nefese çıkan berrak pınar
Sözlerine Manas’ın sözleriyle başlamaktadır.
* çev. İbrahim Türkhan
Halkının yüreği ve gönlü yaralıdır
Geçmiş zamanların derdinde kalarak.
Ozanlar ismini ekleyerek şiirlerini süslerken
Kopuzcular mest olurlar içli bir ezgiye kapılarak.
Ressamlar özlem duyup resim çizerken
Gençlerin kanı kaynar, yürekleri yanarak.
İnleyen her bir kopuz çoktan beri
Yasını tutuyor Er Manas’ı hatırlayarak.
6
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
MİRLANBEK NURMATOV
ile Kırgız Dostluk ve Kültür derneği üzerine
Her şeyi bir plana programa sokmak gerekiyor.
Akademisyenlerimizi ayrı organize ediyoruz. İş
adamları kolumuz oluşuyor. Öğrenci kurulu,
sanatçılar kolu, kadınlar kolu diye ayrı ayrı
gruplara ayırdık. Kadınlar kolumuz çok
aktif bir şekilde çalışıyor.
AYDIN KARABULUT
Sizi tanıyalım isterseniz sohbetimizin başında. Biraz kendinizden, akademik çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
İsmim Mirlanbek, soy ismim Nurmatov. 2000
yılında Konya Selçuk Üniversitesi Fen- Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans tahsili yapmak için Kırgızistan’dan geldim.
2005 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Çağdaş Türk Lehçeleri Bölümünde
yüksek lisansa başladım. Tezimde Türkiye Türkçesi ve Kırgız Türkçesindeki deyimlerin karşılaştırmalı sözlüğünü hazırladım. Hâlihazırda
aynı enstitüde doktora yapmaktayım.
Kırgızistan Türkiye Dostluk ve Kültür Derneği Genel Sekreterliğini yürütüyorsunuz.
Dernek, Türkiye’deki Kırgızlara yönelik
çalışmalar yürütüyor. Derneğin amacı,
misyonu hakkında neler söylemek istersiniz?
Ayrıca ne gibi faaliyetleriniz oluyor?
Kırgızistan Dostluk ve Kültür Derneği adı üstünde dostluğa ve kültüre çok önem veriyor. Şu
anda Türkiye’de İstanbul ve Ankara’da faaliyet
yürütmekteyiz. En kısa zamanda da Antalya gibi
Bursa gibi Kırgızların yoğun yaşadığı yerlerde
de şubeler açacağız. Genel Sekreterlik görevi
bana verildiğinden beri elimden geldiğince kültür işleri üzerine yoğunlaştım. İnsanı bu hayatta
en çok mutlu eden şeylerden biri kendi kültürüne
yaptığı hizmettir. Dünyayı saran teknoloji çağının içerisinde insanı en çok mutlu eden kurulan
dostluklardır.
Derneğin yeni yerini Kırgızistan Cumhurbaşkanı Sayın Almazbek Atambayev açtı.
Dışişleri Bakanı, Kültür Bakanı ve Türkiye’den
birçok resmî davetli vardı açılışta. Açılışa Sayın
Cumhurbaşkanın katılması derneğinizi nasıl
etkiledi?
Sayın Cumhurbaşkanımız Almazbek Atam-
7
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
bayev bütün Kırgızların lideri. Onun bizzat gelip
derneğimizin açılışını yapması bizi çok onore
etti. Cumhurbaşkanımızın derneğimizi açması
birçok yönden etkiledi. Türkiye’deki resmî kurumlarla bizim bağımızı daha da güçlendirdi.
Misyonumuzun çok büyük olduğunu etkili bir
şekilde halka anlatma fırsatı doğdu.
Dernek oldukça geniş bir yere taşındı. Derneğin içinde hangi birim ve bölümler var?
Derneğimiz 450 metrekarelik bir ofiste faaliyetini yürütüyor. Toplam 12 odası var. Yönetim
Kurulu, Konsolosluk, Genel Sekreter, Öğrenci
Kurulu birimlerinin hepsinin ayrı ayrı odaları
var. Sosyal alan diye bir bölümümüz var. Bu
bölümde bekleme salonumuz, çocuk odası,
toplantı salonu var. Ayrıca bu bölümde mutfak
ve Kırgız Kültürevi diye bir bölümümüz var. Bu
odada genelde misafirlerimizi ağırlıyoruz. Tamamen Kırgız millî kültürüne ait eşya ve işlemelerle dolu bu yere, mini bir etnografya müzesi
diyebiliriz. Bekleme salonunda, çocuk odasında,
toplantı salonunda, Kırgız Kültürevi’nde plazma
televizyonlar var. Uyduya bağlı. Kırgızca yayın
yapan kanallar seyrediliyor. Kültürel bir dernek
olduğumuz için paneller, seminerler düzenleyebilmek için ayrıca 50 kişilik konferans salonumuz var. Bu salon çağın teknolojisine göre donatıldı. Akıllı tahta, yansıtıcı var.
Dernek birçok faaliyete imza attı. Cengiz
Aytmatov Kültür Günleri, Kurmancan Datka
ve başka programlar. Bu faaliyetler hakkında
neler söylemek istersiniz?
Cengiz Aytmatov, Kurmancan Datka Kırgızların gurur kaynağı, bizim adımızı dünyaya
duyuran önemli şahsiyetlerdir. Cengiz Aytmatov
sadece Kırgızların değil bütün Türk dünyasına
mal olmuş bir yazardır. Çıngız’ı tanıyan Kırgız’ı
tanır derler. Burada tekrar ruhunu rahmetle yâd
etmek istiyorum. Kurmancan Datka Kırgız kadınlarının içinden çıkmış büyük bir kahramandır. General unvanını, Kırgızca tabirler Datka
unvanını alan bir hanımefendidir. Emperyalizme
karşı kendi vatanını ve milletini korumaya çalışmıştır. Kırgız tarihi açısından çok önemli bir
şahsiyettir.
Dernek kurulduğu yıldan itibaren yoğun bir
programın içerisinde. Basından takip ediyoruz
zaman zaman. 2012 yılı içerisinde hangi kültürel faaliyetleri yapmayı planlıyorsunuz?
Yeni yerimize taşındığımızda tarih 15 Ocak
2012 idi. Yani biz yeni yılda yeni bir başlangıç
yapmış olduk. Türkiye’deki Kırgızistan vatandaşlarını ve Türkiyeli kardeşlerimizi kucaklayabilmek için bazı güzel kültürel programlar yaptık. Hafta sonları öğrencilerimiz için çok güzel
seminerler düzenliyoruz. Derneğimize üye olan
ailelerin çocuklarına yönelik kültürel programlar yaptık. Halk Ekmek Fabrikasına, Kartepe
Kayak Merkezine gezi düzenledik. Bu programa da oldukça yoğun bir katılım oldu. Türkiyeli
Kırgızlardan ressam Tacıgül Küntüz Kırgız motiflerinin tarihi üzerine bir seminer verdi. Orda
çocuklar ekmeğin soframıza ulaşıncaya kadar
hangi aşamalardan geçtiğini gördüler. Önümüzdeki hafta çocuklar için müze gezisi düzenlemeyi planlıyoruz.
Kırgızistan’dan Türkiye’ye resmî ziyaret
amacıyla gelen devlet adamları, milletvekilleri,
bakanlar; ticarî amaçla gelen iş adamları, gezi
amaçlı gelen Kırgızistanlı turistler Kırgızistan
Dostluk ve Kültür Derneği’ni mutlaka ziyaret ediyorlar. Gelen resmî heyetler Kırgızistan
Cumhuriyeti İstanbul Konsolosluğu ile birlikte
gelip dernek yönetim kuruluyla Türkiye ve Kırgızistan ilişkileri ve vatandaşların meseleleri
üzerine konuşuyorlar. Bu konuyla ilgili neleri
söylemek istersiniz.
Kırgızistan Cumhuriyetinin bağımsızlığına
20 yıl geçti. Türkiye Cumhuriyeti devlet tecrübesi olarak çok ileride. Üniversiteleri, önemli
kurumları, Yunus Emre Vakfı gibi önemli kuruluşları yurt dışında Türkiye’yi temsil ediyor. Almanların Goethe Enstitüsü var. Yine İngilizlerin,
Rusların enstitüleri var. Kırgızların dünyada yoğun olarak yaşadığı ülkeler var. Rusya’da oldukça fazla Kırgızistan vatandaşı var. İkinci sırada
Kazakistan’da üçüncü sırada da Türkiye’de yoğun olarak vatandaşlarımız yaşıyorlar. Kırgızlar
8
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
bu kadar yoğun bir şekilde yaşadığı bir yerde bir
kültür ortamını oluşturmazlarsa zamanla kaybolurlar. Bunun için biz dernek kurduk. Buradaki
Kırgızların haklarını hukuklarını korumaya, her
alanda onlara moral vermeye çalışıyoruz. Vatandaşlarımızın bir araya gelip dertlerini müzakere
edeceği bir platform gibi de kullanıyoruz burayı.
Burayı başka bir tabirle Kırgızların evi yapmaya çalışıyoruz. Türkiye’de bulunan bize kardeş
halklar, ilgi duyanlar da derneğimize gelebilirler. Türkiye’deki ve Kırgızistan’daki devlet daireleriyle aramızın nasıl olduğunu sordunuz. Biz
tamamen kendi üyelerimizin desteğiyle ayakta
kalan bir derneğiz. Türkiye’deki Kırgızistan vatandaşları, derneğin kurulmasında ve yapılanmasında sorumluluk aldılar. Herkes taşın altına
elini koydu, derneğimizi imece usulüyle kurduk.
Derneği büyük bir kültür merkezine dönüştürmek için çalışıyoruz. Türkiye’de yaşayan Kırgızistan vatandaşların entelektüel hayata daha
fazla katkı yapmasını amaçlıyoruz.
Derneğin www.kyrgyzstan.org.tr adresinde
bir web sitesi var. Bu sitede Türkiye’de yaşayan
Kırgızistan vatandaşları ve dernek hakkında
haberler yer alıyor. Ayrıca derneğin içerisinde
İş Dünyası diye bir bölüm açılmış. Biraz da iş
adamlarına yönelik çalışmalara değinelim isterseniz.
Teknolojinin hızla ilerlediği bir çağda yaşadığımız için zamanın gereklerini yerine getirmeye çalışıyoruz. Derneğimizin güzel bir web
sitesi var. Bizim hakkımızda güncel her şeye
buradan ulaşılabiliyor. Önceden herkes gelsin,
çay içelim, tanışalım usul ve mantığıyla gidiyorduk. Artık dernek çok büyüdü. Her şeyi bir plana
programa sokmak gerekiyor. Akademisyenlerimizi ayrı organize ediyoruz. İş adamları kolumuz oluşuyor. Öğrenci kurulu, sanatçılar kolu,
kadınlar kolu diye ayrı ayrı gruplara ayırdık.
Kadınlar kolumuz çok aktif bir şekilde çalışıyor.
İktisadi bir hayat içerisinde yaşıyoruz. Ekonomi oldukça önem arz ediyor. Türkiye’nin seçkin
üniversitelerinde eğitimini tamamlayıp ya kendi
işini kuran ya da üst düzey firmalarda çalışan
200’e yaklaşan Kırgızistanlı iş adamaları kitlesi
var. Biz bunlarla bir araya gelerek, başka ülkelerle irtibata geçerek, iş adamlarımızın çalıştığı
sektörlerdeki hedefledikleri atılımlara yardım
etmek istiyoruz. Yani bir irtibat merkezi gibi düşünebilirsiniz derneği. Sadece Türkiye’dekileri
değil, dünyanın dört bir yanında ticaret yapan
iş adamlarımızı birbirlerinden haberdar etmek
istiyoruz.
Derneğin içerisinde Konsolosluğa ayrılmış
bir oda var. Bu odanın işlevinden bahsedelim.
Konsolosluk, elçilik bunlar devlet makamları. Vatandaşlar çok işleri düşmedikçe buralara
gitmek istemezler. Resmiyet vardır bu yerlerde.
Dernekler biraz daha rahat yerlerdir. Gurbette olan insanların her türlü sıkıntısı olabiliyor.
Vatandaşlarımızın problemlerinin dinleneceği
bir yerin olması gerektiğini düşündük. Bizim
üyemiz olan Abdulatip Juraev Bey’i cumhurbaşkanımıza ve Dışişleri Bakanlığına teklif ettik.
Bir ay gibi yoğun bir diplomatik programa tabi
tuttular kendisini Bişkek’te. Ondan sonra resmî
şekilde Kültür, Eğitim ve Migrasyon Ateşesi
olarak ataması yapıldı. Haftanın belli günleri
dernekte belli günleri konsoloslukta bulunuyor.
Dernekte bulunduğu günlerde vatandaşlarımız
sıkıntılarını dinlemekte, konsoloslukla vatandaş
arasındaki irtibatı sağlamaktadır. Türkiye’de 20
yıldır yaşaması, prosedürleri ve resmiyeti çok iyi
bilmesi bu uygulamada etkili oldu. Bu pilot bir
uygulama. Başarılı olunduğunda diğer ülkelerde
de uygulanacak. ■
9
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
HÜSEYİN KARASAYEV
ile Kasım Tınıstanov üzerine
Her halkın medeniyet temelini atan mimarları, yetenekli
aydınları vardır. Kasım, yetenekli bir hoca aynı zamanda da
devlet adamıydı. İlk halk mimarlarındandı. Kısaca söyleyecek
olursak Kasım Tınıstanov Kırgızların Lomonosov’udur.
TENTİ OROKÇİYEV
çev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Hüseyin hocam, Kasım Tınıstanov’u sizden
daha iyi bilen kimse yok herhâlde. Sohbetimize,
onunla tanışmanızdan, kader yolunuzun nasıl kesiştiğinden söz açarak başlayalım.
Kasım Tınıstanov ile 1914-1916 yıllarında
Karakol’da Rus Tüzem Mektebinde birlikte okuduk. Aynı yaştaydık. Ancak çocukken o kadar yakından tanışmıyorduk. Sonra 1923 yılında yine
Karakol’da tanıştık. O zaman ben Kasaba Devrim
Komitesi’nin (Selrevkom) Başkan Yardımcılığını yürütüyordum. Bir arkadaşım gelip: “Gençler,
Taşkent’e okumaya gitmişler; biz de gidelim. Tınıstanov diye orda bir tanıdığım yakın arkadaşım var.
O, orada okuyor. Onunla konuşalım,” dedi. Tamam
dedik ve Karakol’da Çin mimarisinde yapılmış eve
gittik. Eve girecekken bizi bir kız karşıladı. Ona
“Kasım evde mi?” diye sorduk. Biz konuşurken Kasım da geldi. Baktım, çocukluğundaki siması değişmiş. Çehresi ablaklaşmış, delikanlı olmuş. Üstünde
şalvara benzeyen askılı bir pantolon vardı. Sohbet
etmeye başladık. Amacımızı, düşüncelerimizi ona
söylediğimizde o, “Gelin, Taşkent’te Talim Terbiye
Enstitüsü var. Orada Kazak-Kırgız Enstitüsünün bir
bölümüne girersiniz,” dedi. İlk defa böyle tanıştık.
1924 yılında Sovyet Sosyalist Kırgız Muhtar Cum-
huriyeti kuruldu. Devlet adamları hemen bizleri
çağırıp görevlendirdiler. Kasım’a “Sen alfabeden
sonra okuma yazma öğrenme kitabını yaz, başka hiçbir işle meşgul olma,” dediler. Ondan sonra
bizleri (Osmonkul Aliyev, Sıdık Karaçev, Mustapa
Akmatov ve beni); sizler de Erkin Too gazetesini çıkaracaksınız dediler. İsa Arabayev’e “Alippe” (Alfabe) yazma görevi verildi. Kasım’a Ekim Devrimi
ile ilgili şiirleri Kırgızcaya tercüme etme görevi ek
olarak verildi. Böylece işe koyulduk. Orada Türkistan Halkı Aydınlatma Başkanına bağlı Kara Kırgız
İlim Komisyonu vardı. Bu komisyonda Osmonkul
Aliyev, Sıdık Karaçev, Mustapa Akmatov ve ben
çalışıyorduk. Bizden önce Kasım Tınıstanov, İsa
Arabayev, Sarnogoyev ve Daniyar çalışmış. Böylece okulu bir yana bırakıp bir tek bu işle meşgul
olmaya başladık. O yıllarda Kasım, enstitüde son
sınıf öğrencisiydi. Enternasyonal marşını o zaman
tercüme etti.
Hocam, Kasım Tınıstanov çalışırken nasıl bir
metot izlerdi? Uzun yıllar birlikte çalıştınız. O, büyük bir ilim adamı idi, şairdi, çok yönlü biriydi.
Kasım Tınıstanov, 1926 yılında Bakü’de düzenlenen Türkoloji Kongresi’ne katıldı. Delegasyo-
10
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
nun içinde Osmonkul Aliyev, Bazarkul Daniyarov,
Osmonkul Bölöbayev vardı. Yetenekli ilim adamı
Bartold, Türk halklarının hepsinin tarihi, onları
araştırmanın bundan sonraki mesuliyeti hakkında
geniş bir tebliğ hazırlamış. Konuşmasında,
Kırgızlardan oldukça çok bahsetmiş. O zaman
Kasım, Bartold’a “Siz Kırgızlar için ayrı bir tarih
kitabı yazar mısınız?” diye dileğini bildirince o da,
olur, demiş. Bartold, 1926 yılında eserini bitirir ve
1927 yılında basıma verir. Bu eser 1928 yılında
Kırgızistan Akademi Merkezi tarafından yayımlandı. 1928 yılında ben okumaya giderken Kasım
Tınıstanov ile Takçoro Coldoşov “Bunu üstadına
götürür teslim edersin,” diye bana verdi. Eseri alıp
Bartold’a verdim. Kırgız tarihi hakkında ilk eserin yazılmasına da Kasım Tınıstanov vesile oldu.
Tınıstanov’un her yazdığı şiir bir fikri içeriyordu.
Onları şu anki toplum bilmiyor artık. Buna bir misal verelim. Onun “Şakirt” başlıklı bir şiiri var. Bu
şiiri yazdığında öğrenciymiş. Sene 1920. Kazakça
yazılmış bir şiir.
Tün mezgil el uktagan tınç tang
Ay jarık jatır düynö uyku koyuv
Jalgız ak şakirt otur kitep okup,
Şırak pen tüz jakpagana av-gav
Kiteptin bardık katı tüsüp közgö,
Oy kirbey kökürökkö anan özgö.
Jüröktü jarıp çıkkan nazik süyüü,
Baylanıp ulut degen jalgız sözgö.
Çetinen bir kitepti açıp körüp,
Bekemdep adabiyat aldı bölüp.
Tekşerip eng tüpkürün karap körsö,
Terengdep bagıt alıp ketken örüp.
Sol zatı jok, bol jetken bar kılmakçı,
Tabuvga tezden izdep kayrımaçı?!
(Anlamı: Gece vakti millet uyuyor çıt yok. Ay
ışık saçıyor uyku koyu. Talebe yalnız başına oturmuş kitap okuyor. Mum ışığında tam olarak seçilemiyor, kitabın yazıları göze yansıyor. Düşünce
sarmıyor insanın sinesini, özünü. Gönlün yarıp
çıkan nazik sevgi yalnızca tek bir millet sözüne
bağlanmış. Bir kitabı ucundan açıp bakarak iyice
inceleyip edebiliğini yoklayıp en ince ayrıntısına
kadar baksa)
O zamanlar hepimiz Kazakça okuyor, Kazakça
yazıyorduk. Kasım’ın kalbinin daha genç yaşlarda
Kırgız halkı için nasıl çarptığını bu mısralardan görüyoruz.
Değerli üstat, 1926 yılındaki Ürkün’ü siz de
Kasım da yaşadı. O zamanki halkın çektiği sıkıntı
anlatılamaz. Bununla ilgili Kasımalı Bayalinov’un
“Acar” (Acar), Cusup Turusbekov’un “Acal orduna” (Ecel Yerine), Aalı Tokombayev’in “Kanduu cıldar” (Kanlı Yıllar) adlı eserleri var. Bu
hikâyelerin her bir ayrı sanat eseri her biri ayrı
tarih. O devirden Kasım da siz de bahsetmediniz,
neden?
Ordaki azabı Allah dosta değil düşmana bile
göstermesin. Yolda dağ geçitlerinden geçerken Kal-
11
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
makların zulmü, bir yıl zarfında halkın yaklaşık %
30-40’ı öldü. Hayatta kalanlar tekrar vatanlarına
döndüler. Dönenler de suçlandı ve evlerine yerleşmelerine izin verilmedi; dağlara sürüldüler. Çin’de,
Kırgızların kızları, gelinleri, çocukları heder oldu,
kayboldu. Birçoğu hizmetçi olarak satıldı. Birçoğunun dili Kalmakçaya, Uygurcaya döndü; ana dillerini unuttular. Çocuklar, kızlar hizmetçi oldular.
Kasım bütün bu hâdiselerin canlı şahididir. Ben de
Çin’den 1921 yılında döndükten sonra Erkin Too
gazetesinde “Ne zaman rahata kavuşacaklar, dönecekler, çoğu hizmetçi olarak yaşıyor,” diye küçük
bir makale yazdım. Kasım da bu durumdan oldukça
muzdaripti. Çin’e kaçan göçmenlerin vaziyeti onu
düşündürüyordu. O yıllarda hükümet girişimlerde
bulundu. Ukombez’in[1] (Gizli Güvenlik Teşkilâtı)
sekreteri Usubakun Kangeldiyev göçmenlerin
geri dönüşü için girişimlerde bulundu. O sıralarda
Kakşaal’dan yazılan sıkıntılarla dolu mektubu Erkin Too gazetesinde yayımladık. “Suraçı dosum
suraçı” (Sorsana Dostum Sorsana) adlı Kasım’ın
şiiri de tam bu temayı işliyordu. Kasım’ın ve benim Ürkün hâdisesini işlemediğimizi söylemek
kuru laftan, lakırtıdan ibaret. Kasım, milletini seven
biriydi. Eğri oturup doğru konuşmak gerek. Onun
Kazakça ve Kırgızca şiirlerinin çoğu vatanperverlikle örülü. O, bunları yazdığında bıyıkları yeni terliyordu. Şimdiki gençliğin, 20 yaşlarındakilerin ne
yaptıklarını çok iyi biliyoruz. Tek işleri televizyon
seyretmek. Kasım’ın şairliğinden ister bahsedeyim
isterseniz de bahsetmeyeyim; hepsi gün gibi aşikâr.
Şairlik yeteneğini, eleştirmenler daha ayrıntılı biliyorlar, anlatıyorlar.
Demin Kasım Tınıstanov’un bazı şiirlerini
okuyup genel olarak bu şiirlerdeki poetikaya, fikirlere değindiniz. O, aynı zamanda nesirde de ustaydı. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?
Genel olarak Kırgızlarda konuşma yeteneği var.
Bunu Manas destanından ve halk efsanelerinden anlıyoruz. Ama bunların birçoğu günümüze ulaşmadı;
derlenip basılamadı. Edebiyatımıza büyük yol açan
bu işleri başlatan Kasım Tınıstanov’dur. Onun şiirlerinin bazıları nesre yakındır. Canıl Mırza manzumesini buna örnek verebiliriz.
Men turdum, tışka çıktım, ay arası
1. Upravlenie Komitet Bezopasnosti
Bolgondoy tumandangan toonun başı
Çetinen ala bulut çubap ötüp
Agaydın ubayımdı köz karaşı
Kıroogo üstü-başı çılk orongon,
Kiygendey kümüş kımkap saydın taşı.
Koroboy iz tüşürüp tülkü, börü,
Ençileş cazılganday şıbagası
(Anlamı: “Ay ışığında kalktım dışarı çıktım.
Dağın başı sislenmişti, bir ucunda bulut şekil almış
kuyruk gibi görünüyordu. Hocanın duruşu hüzünlüydü. Kırağı her tarafı kaplamıştı. Nehrin taşları
gümüş bir kına girmiş gibiydi. Tilki ve kurt usulca iz
bırakıp gitmişlerdi. Nasipleri birdi.”)
Bu edebî bir tablo… Böyle mısralar şiirlerinde
oldukça fazla. Kasım’ın nesri de aynı ustalıktadır.
O, edebiyatımızın ilk eseri “Mariyam menen köl boyunda” (Mariyam ile Göl Kıyısında) adlı hikâyeyi
yazdı. Bu eserin kahramanını da tanıyorum. Onunla
hanımım Ayşa’nın akrabası evlendi. O adam, yakında vefat etti. Onunla Kasım’ın arasında bir alaka
vardı.
Hangi yıllardı?
1923 yılıydı. Böylece Kasım nesirde de önemli bir yol açtı. Onun şiir tercümeleri de güçlüydü. Tercümelerinin çoğu yayımlanmadı. Manas
Destanı’nda “Almambetin comogu” (Almambet’in
Hikâyesi) adlı bölüm var. Bu bölümü Kırgızcadan
Rusçaya tercüme etti. Bu tercümeyi daktiloda yazan
kişinin ağladığını gördüm. Rus edebî dilini, ana dili
gibi yazabiliyordu. Rusça şiirlerde yazdı; ama bunlar yayımlanmadı. Onunla birlikte çalışan Rus arkadaşları “Şiirlerinin Puşkin’den eksiği yok,” diye
onu övüyorlardı. O, Rusçayı biraz aksanlı konuşsa
12
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
da oldukça iyi biliyordu. Bu yaratılıştan verilmiş bir
yetenek. Söz sanatını iyi bilen insan sanata da yakın oluyor. O, her zaman Karamoldo’yu evine davet
eder, ondan komuz dinlerdi. Ara sıra Kasım, şakayla karışık “Moldo ağa, çal bakalım. Bir zamanlar
toprak ağalarına çalıyordun, şimdi bize çalıyorsun,”
dedi. Ne zaman gitsem Moldo evindeydi. Sanatı iyi
bildiği bundan da anlaşılıyor.
Üstat, siz çok güzel bir şeyden bahsettiniz.
Karamoldo’yu her zaman evine davet edip, komuz
dinlediğini söylediniz. Demek onun sanatına çok
değer vermesinin yanında, müziği dinlemesi de
boşuna değilmiş.
Ondan sonra Kasım, Boogaçı’nın sürgüne
gönderildiğini duyup bana şöyle dediğini dün gibi
hatırlıyorum: “Hey, Hüseyin! Bu nasıl iş? Aydınlar
sürülüyor. Bu adam kendisi okul yaptı. Onun sayesinde Narın bölgesinden Moldobasan, Musa gibi
yetenekler çıktılar,” dedi. Kederlendi. Kazakların
Mağcan Cumabayev adında bir şairi vardı. O, Kasım Tınıstanov’un hocasıydı. 1923 yılında varsam,
Mağcan Taşkent’e gidiyormuş. Kasım benden iki
sınıf üsteydi. O sıralar Kasım, mandolin çalmaya
uğraşıyormuş. Mağcan, ona “Mandolin çalma, sanat ilgi ister. Sanatın diğer dalı seni kendine çeker.
Sen şairsin şiir yazman gerek,” diyerek onu yönlendirdiğini duymuştum. Mağcan geldi. Saçı, kâkülü
oldukça güzeldi. Çok yakışıklı bir delikanlıydı.
Daha sonra kurşuna dizilerek idam edildi.
Siz, Kasım çok şakacıydı diyorsunuz.
Sayakbay’ı Karkıra’dan getirip, Kasım ile ilk defa
tanıştırdığınızda ilginç bir olay olmuş. Bunu da
anlatır mısınız?
Sayakbay Karalayev’i Frunze’ye (Bişkek) getirdikten sonra Kasım “Akademik toplantı, program
düzenleyelim, para ayıralım,” dedi. Onun dediğini
kabul edip birçok meşhur insanı davet ettim. Bu konudan oldukça çok bahsedildi; bunları şimdi tekrar
etmeyeyim. Sayakbay Karalayev gelip oturdu. O
zaman daha otuz yaşında bile değildi; delikanlıydı. Onu görünce Kasım şöyle dedi: “Sana çok iyi
bakmışlar. Yağız doru koşu atı gibisin. Bakalım ne
kadar koşabileceksin? Manas’ı benim gibi okuyabilir misin?” deyip başladı Manas okumaya; destanın
derinliklerine daldı. Ondan sonra “Haydi bakalım,
destanı benden daha iyi anlatabilecek misin, anlaştık mı?” diyerek dışarı çıktı. Biraz sonra hanımım
Ayşa “Gelir misin?” diye beni çağırdı. Gittiğimde “Deminki boynu kalın, iri kafalı Manasçı mı?”
diye Sayakbay Karalayev soruyor. Ben ona, “Yok;
o, Manasçı değil.” dedim. “Destanı ezberden anlatıyor; onu ben de yaparım. Ezberden kim olsa o,
okur. Yoksa Manasçı olmasından mı korkuyorsun?
Korkma,” diye Sayakbay’ın heyecanını giderdim.
Hepimiz o zaman şerine[2] yiyorduk.
Kasımalı Cantöşev, Kasım Tınıstanov ve ben
bir araya gelip piyes yazıyorduk. Mesela “Mayluu
Tang” (Yağlı Tan) adlı bir piyes yazdık. Bu tamamen komedi eseriydi. Bunu tekrar tekrar anlattırıp
gülüyordu. Onun bulunduğu yer şen şakrak olurdu.
Üstat, ben de Kırgız dilcisiyim. Kırgız dili
üzerine çalışmalar yapıyorum. Bir şeye çok
şaşırıyorum. Kırgız dilinin gramerini, fonolojisini,
morfolojisini, sentaksını başka dillerle mukayese
ettik. Elbette ilk önce Rus diliyle karşılaştırdım.
Mesela Kırgız dili fonolojisinde, morfolojisinde
zamir, sıfat, isim, fiil gibi terimler Rusçadan tercüme edilse de Kırgızcaya tam olarak uyuyor. Bunu
yaparken herhâlde Kazak, Özbek ve Tatar dillerinden ve bu kardeş edebiyatlardan istifade etti.
Her ne şekilde olursa olsun, Kasım Tınıstanov’un
eserlerinin eşi benzeri yok.
- Kasım gerçek bir ilim adamıydı. Enstitüyü tamamlayamamış olmasına rağmen, yaratılıştan akıllı
biriydi. Kırgız dili meselesi gündeme geldiğinde
onun oluşturduğu dil terimleri üzerine çalışmak gerek. Kasım, morfolojiyi ilk kendisi yazdı. O zaman,
demin bahsettiğin terimleri oluşturdu. Bu terimleri
ustalıkla, estetik zevkle düşünüp bulmuş. Morfoloji kitabını okuduklarında, ilim adamları şaşırıp:
“Bu çalışmasıyla hemen akademik unvana layık,”
demişler. Bir yönden tam olarak bu doğru. Diğer
taraftan da bu Kırgızlara ait bir değer. Kasım, Altay dil ailesinin gramerlerini, Kazak, Kırgız, Özbek
gramerlerini çok iyi mukayese etti herhâlde. O, ilk
okuma öğrenme kitabını, bu eserin içinde morfolojiyi ve sentaksı yazdı. Bu ilklerin adamının ismi
elbette ebediyete kalacak. Her halkın medeniyet
temelini atan mimarları, yetenekli aydınları vardır.
Kasım, yetenekli bir hoca aynı zamanda da devlet
adamıydı. İlk halk mimarlarındandı. Kısaca söyleyecek olursak Kasım Tınıstanov Kırgızların Lomonosov’udur.■
2. Şerine: Bir tür millî Kırgız yemeği
13
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ABDULMACİT MURZAYEV
ile Kasım Tınıstanov üzerine
Aalı Tokombayev o zaman Lenin hakkında bir manzume
yazmıştı. İşte bu manzumeye Kasım Tınıstanov tanıtım yazısı
yazar. Bu yazıda Aalı Tokombayev’in daha tam pişmemiş,
ham mısraları olduğunu yazmaktadır. Bu eleştiriyi Aalı
Tokombayev yanlış anlayıp beni kıskanıyor diye düşünür.
MEERİM TAŞIBEKOVA
çev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Abdumacit Bey, Kasım Tınıstanov ile ilgilenmenize ne vesile oldu?
1990’lı yıllardan önce cerrah Prof. Dr. Erkin
Tınıstanov beni okutmuştu. Onu hoca olarak tanıyordum. Önceleri biz onun kim olduğunu bilmiyorduk. Kasım Tınıstanov ile soy isim benzerliği var, diye düşünüyorduk. 29 Aralık 1989
tarihinde “Moldo Kılıç ile Kasım Tınıstanov’un
Eserlerini Değerlendirme” adı altında Kırgızistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin
kararı çıktı. Bu karardan sonra Kasım Tınıstanov hakkında birçok makale yayımlandı. Bu
makaleler sayesinde Erkin Tınıstanov’un Kasım Tınıstanov’un oğlu olduğunu öğrendik. Bu
zamana kadar bu gizli kalmıştı, bilmiyorduk.
Ben, ona babası hakkında ilginç şeyler sordum.
Arşivlerden, kütüphanelerden bilgi ve belgeler
toplamaya başladım. O zamanlar Kasım Tınıstanov hakkında oldukça sınırlı bilgi vardı. Onun
hakkında yayımlanan yazılar arşivlerde gazete
sayfalarından koparılarak yok edilmişti; bir türlü
ulaşamıyorduk. Kısacası imkân da yoktu aramak
için… Bütün bunlardan sonra daha da fazla ilgilenmeye başladım. Bilenlerden sordum. Akrabalarından, onu tanıyanlardan, el yazısıyla yazdığı
bazı kaynakları toplayarak parça parça matbuat
organlarında yayımlamaya başladım.
Böylece büyük yazar hakkında “Kuuguntuk” adlı kitabınız yayımlandı. Biraz bu kitabınızdan bahsetseniz?
Bu kitabın birinci bölümünde kendi araştırmalarım, topladığım materyaller yayımlandı.
İkinci bölümü “Öçpös İzder” (Silinmez İzler)
olarak adlandırılmaktadır. Bu bölüme Kasım Tınıstanov hakkında akademisyenlerin, yazarların,
gazetecilerin gazete ve dergilerde yayımlanan
yazıları, arşivlerden alınmış materyaller koyuldu.
O zamanlar yazar, ailesi çok büyük soruşturma ve baskı altındaydı. Bu durum hakkında
14
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
gizli kalanları, halkın bilmediklerini anlatabilir
misiniz?
1933 yılında “Akademiya Keçeleri” (Akademi Akşamları) hakkında opera-bale tiyatrosunda piyesler oynandı. Ondan sonra Kasım
Tınıstanov’a eskiyi özleyen, burjuvazi yanlısı,
halk düşmanı gibi yakıştırmalar yapıldı. Birçok
tenkit yazıları yayımlandı. Ve daha sonra Kasım
Tınıstanov işinden çıkarılarak tutuklandı. Sonra
onun hayatı tam bir trajediye dönüştü. Tutuklandıktan sonra sadece ailesi, çocukları değil; tanıdıkları, hısım akrabası da halk düşmanı, halk
düşmanının kuyrukları gibi suçlamalara maruz
kalıp kovuşturuldular. Bu kitapta bu anlattıklarım hakkında çok geniş bilgi var.
Hürriyet), Tendik (Ravenstva: Eşitlik), Birdik
(Yedintsva: Birlik) adlarını koymuştur. Bu onun
sosyalizme inanmasının en büyük delilidir. Tendik, Büyük Vatan Muharebesi’ne[1] katılıp başından yaralanır. Askerî hastanede tedavi edildikten
sonra memleketine döner. Kırgızistan Devlet Tıp
Enstitüsü’ne kayıt olur. Enstitüde okumaya başlar; ama bir süre sonra başındaki yara yüzünden
vefat eder. Erkin ise tıp fakültesini bitirdikten
sonra Kırgızistan’ın güneyine doktor olarak tayin olur. Doktorasını tamamlar ve akademisyen
olur. Uzun yıllar Kırgız Devlet Tıp Enstitüsü’nün
Cerrahi Bölümü’nde öğretim görevlisi, daha
sonra da Sağlık Bakanlığı’nda baş cerrah olarak
çalışır. Kızı hakkında ise bir bilgim yok.
Bu duruma Aalı Tokombayev’in çok büyük
katkısı olsa gerek.
Aalı Tokombayev o zaman Lenin hakkında
bir manzume yazmıştı. İşte bu manzumeye Kasım Tınıstanov tanıtım yazısı yazar. Bu yazıda
Aalı Tokombayev’in daha tam pişmemiş, ham
mısraları olduğunu yazmaktadır. Bu eleştiriyi
Aalı Tokombayev yanlış anlayıp beni kıskanıyor
diye düşünür. Tokombayev bu eleştirileri dikkate
almadan Lenin Manzumesini yayımlar. Bu olaydan sonra ikisi arasında anlaşmazlık başlar.
Kasım Tınıstanov hakkında sadece bir kitapla yetinecek misiniz?
Kasım Tınıstanov hakkında toplanan bilgilerden üç kitap çıkar. Bu sene ikinci kitap basılacak. Üçüncü kitap ise önümüzdeki yıllarda hazır
olacak.
Bu durumun Kasım Tınıstanov’a çok zararı
dokundu herhalde?
Elbette, Kasım Tınıstanov bu olaydan sonra birçok tenkide maruz kalır. 1927-1937 yılları arasında çeşitli eleştiriler yapıldı. Genellikle
Alaş Partisi ile ilişkisi var diye suçlandı. Eleştirmenler onun eserlerinde ideolojiye ters düşünceleri aramışlardır. Bu eleştirmenlerin öncüsü
Aytkulu Ubukeyev idi.
Kasım Tınıstanov’un çocuklarının, neslinin
repressiyadan sonraki kaderlerine kısaca değinsek…
Onun Tendik, Erkin adlı iki oğlu ve Birdik
adlı bir kızı var. Kasım Tınıstanov kendisi enternasyonaldi. Enternasyonal marşını Kırgız diline tercüme etti. Çocuklarına Erkin (Svaboda:
Kitabın basım masraflarını kim karşılıyor?
“Kuuguntuk” adlı kitap Kasım Tınıstanov’un
doğumunun 100. yılı için hazırlandı. Para olmadığı için ancak 2007 yılında basılabildi. Bu kitabın yayımlanmasına KAMEK Kliniği’nin müdürü Erkin Mamatov Abdrahmanoviç büyük katkı
yaptı. İkinci kitap parasızlıktan yayımlanamıyor.
“Kuuguntuk”un Millî Eğitim tarafından
okul müfredatına alınacak diye duyduk.
Bu kitap Eğitim Akademisi tarafından incelendi. Birçok okul müdürü kitabı överek Millî
Eğitim Bakanlığı’na başvurdu. Bu başvurulara
Kasım Tınıstanov hakkında müfredata girecek
bilgiler var, diye cevap verildi. Ama bunu yüksek
tirajla basmaya bakanlığın bütçesi yok denildi.
Bu yüzden çok az tirajla basıldı. Hâlâ müfredata
alınma işi beklemektedir. Kırgız dilcileri ve edebiyatçıları tarafından bu kitap hakkında olumlu
eleştiriler gelmektedir.■
1. Büyük Vatan Muharebesi: Sovyetler Birliği’nin içindeki
Türk dilli halkların literatüründe İkinci Dünya Savaşı bu
terimle anlatılmaktadır.
15
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
SIMBAT MAKSUTOVA
çev. GÜLDANA MURZAKULOVA
Kasım’ın dilin gelişmesi
için binlerce kelime
topladığına dair
söylentiler vardır. Bazı
uzmanlar onun derlediği
kelimelerin altmış bine
ulaştığını belirtiyorlar.
Şimdi Sanat Müzesi’nin
bulunduğu arazide
eskiden Kasım’ın evi
vardı. Oradan Kasım’ı
hapse götürdükleri
zaman üzeri örtülü
siyah arabaya onun
çalışmalarını da
yükleyerek götürürler.
K
ırgız yazılı edebiyatının temelini atanların biri
olan yazar, şair, dram yazarı, Kırgız alfabesini
oluşturan dilci, Kırgızların ilk profesörü Kasım Tınıstanov, 10 Eylül 1901 tarihinde Isık Göl ilçesine bağlı
Çırpıktı köyünde doğdu. Bu sene bilim adamı Kasım
Tınıstanov’un doğumunun 110. yıldönümüne yönelik
anma programları üniversitelerde düzenlenmektedir.
Yakında Isık Göl ilçesinde Kasım Tınıstanov ile Cusup Abdrahmanov’un 110. yıldönümleri doğrultusunda
anma törenleri ve Isık Göl ilçesinin kurulmasının 80.
yıldönümünü kutlama faaliyetleri düzenlenecektir.
Gençlik yılları, ilk aşkı
Kasım, doğuştan zeki ve yetenekliydi. On iki yaşına
girene kadar babası Tınıstan ona Arapça okuma yazmayı öğretir. On iki yaşındayken babası onu Karakol’daki
Rus tuzem okuluna götürür, fakat bu okul çocuğu kabul
etmek istemez ve Özbek okuluna yönlendirir. Kasım,
Rusça eğitim görmeyi çok istese de çaresiz Özbek okulunda bir yıl okur. Ders sonrası amele olarak köylülerin yanında çalışır. Zor günleri geçirerek Karakol’dan
Ananyevo’ya gelir. Burada Kırgızlar için açılan yatılı
okul vardı; fakat Kasım’ı bu okul da almaz. Kasım,
Tınçtık (Barış) yargıcının Kırgız tercümanına hizmetçi
olarak çalışarak öğrenimini devam ettirir. Bir yıl son-
16
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ra çocuk öğrenim yeteneği ve babasının altı som
rüşveti (günümüzün 6 bin somu) sayesinde okula
alınır. Rus yatılı okulunda öğrenim görmeye başlamasından 1 yıl sonra “Ürkün” patlak verir. Kasım
anne babasıyla birlikte Çin’e kaçar ve Kulca şehri
dışında, Tekes, Cıldız adlı yerlerde bulunur. Amelelik yaparak geçinirler ve 1917 yılının sonunda
Karakol’a dönerler. Kasım “Ürkün” sonrası kendi
köyü Çırpıktı’ya gitmez, Ak Suu ilçesine bağlı Tepke köyünde dayılarının yanında kalır. Buradayken
17 yaşındaki Kasım ilk aşkına rastlar. Onun aşk
olduğu kız, Tenizbay boyunun zengini Cayılkan’ın
kızı Mariyam’dır. Kasım kıza ithaf edilen şiirler yazar.
Bu şiirler dışında, öğrencilik döneminde “Mariyam ile Göl Kıyısında” adlı uzun hikâyesini yazar.
Kasım ilk aşkı olan Mariyam’la evlenemedi, çünkü
onun söz kestiği nişanlısı vardı.
Kasım Tepke köyünde yaşarken, buradaki bazı
insanlar onu muhacir, seyyah, fakir diyerek kendilerine denk saymazlar. Sonraları Kasım, Tepke köyünden polis dayısı Sadıbakas Ismayılov’un yardımıyla Alma Ata’ya, oradan Taşkent’e gider ve Kazak-Kırgız Pedogoji Enstitüsü’nü kazanır. Burada
okurken 1924 yılında “Mariyam ile Göl Kıyısında”
hikâyesini Kazakların “Cas Kayrat” dergisinin dört
sayısında Kelgin (muhacir) takma adıyla yayınlar.
O, sonraları da Kelgin müstearını kullanır.
Kazak şairlerinden etkilenme
Taşkent’teki öğrencilik yılları, onun hayatında
önemli değişimlere neden olur. Çevik, Rusça’yı çok
iyi bilen, aktif bir delikanlı olan Kasım dersleri dışında toplumsal faaliyetlere katılarak öğretmen ve
aydınların beğenisini kazanır. Onu, Mayıs 1920 yılında siyasi “Canı Örüs” gazetesinin “Türkistan’ın
Komünist Gençler Birliği” bölümünün editörü olmaya davet ederler. O, gazetede kendi bölümüne
gelen makaleleri denetleyip düzeltmekle birlikte,
Ekim Devrimi’ne ithaf edilen şiirleri de gazeteye
yerleştirmekle uğraşır. Kazak şairlerinin şiirlerini okuyarak gazete sayfalarına yerleştirmekle uğraşması, onun şairliğine yeni bakış açısı ve yeni
coşkunluk katar ve Kazakçayı yeni öğrenmeye
başlayan Kasım, ilk on iki tane şiirini Kazak dilinde yazar. O dönemin meşhur Kazak şairi Mağcan
Cumabayev, onun üzerinde büyük etki bırakmıştır.
Kasım gazetecilik işi dışında, Taşkent’teki öğrenim
gördüğü Kazak yatılı okuluna bağlı olarak gençler
birliğinin kolunu (şubesini) kurar. Bu olaydan sonra, onda devlet ve halka yönelik siyasi bakış açısı
gelişir ve o genç olmasına rağmen ağır sorumlulukları almaya başlar.
Kasım 1922-1923 yıllarında daha öğrenciyken
tatile memleketine geldiğinde folklor bilgilerini
toplamaya başlar. Bilgi toplarken Tepke köyünün
gençleri eğitimlerini devam ettirmek istediklerini
söylerler. Kasım onları Kazak-Kırgız Eğitim Enstitüsüne davet eder. Cunuş Irıs Uulu, Kuseyin Karasayev, Hayridin Kaşimbekov, Mustafa Akmatov
Taşkent’e gider ve enstitüye kayıt olurlar. Kasım
sayesinde, onlar sonraları işe de başlarlar. Kasım,
Sıdık Karaçev ile birlikte 1923 yılında saha çalışmaları yaparken, Karakol’un ileri gelenlerinden
Uygur Zunnahun’un Turdubübü adlı kızını görüp âşık olur. Turdubübü de ona âşık olur. İkisi
tanışıp konuştuktan sonra Kasım, Turdubübü’yü
Karakol’dan Tepke’ye dayılarının evine kaçırır.
Böylece Kasım ile Turdubübü evlenir ve Taşkent’e
giderler.
Çalışmaları
Kırgız yazılı edebiyatı tarihinde ilk defa Kasım
Tınıstanov’un “Kasım’ın Şiirleri” derlemesi 10 bin
nüsha olarak Moskova’dan yayımlanmıştır. Bu kitapta on iki tane Kazakça, yirmi iki tane Kırgızca
şiir, Krılov’un “Karınca ile Yusufçuk” fablının
Kırgızca çevirisi ve “Canıl Mırza” adlı manzume
girmişti. Fakat bu kitap yayınlandıktan sonra kitabı
eleştirenler çok fazla olur. Eleştirmenler “Sevgiyi
niye yazıyor?” diye eleştirirler. “Akademi Buluşmaları” adlı piyesi sahnede oynandıktan sonra kınanır, parti üyeliğinden çıkarılarak zor durumda
kalır. Bundan sonra o, şiir yazmayı bırakır ve dil
bilimini geliştirmeye ve toplumsal işlere yönelir.
Geleceği görebilme yeteneği
Kasım Tınıstanov 1924 yılından itibaren çalışma alanını kesin olarak değiştirerek, bilimsel çalışmaya yönelir; fakat o, 1925 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi Kırgız Vilayet Komitesi’nin
isteğiyle ilk Rus ihtilalinin 20. yıldönümü doğrultusunda Rusça şiirleri Kırgızca’ya çevirerek “Değişim Şiirleri” adlı kitabı çıkarır. 1925 yılından itibaren Bilim Kurulu’nu yöneten Kasım, tüm bilgi ve
gücünü Kırgız milletinin gelişmesi için harcayarak,
17
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
gece gündüz demeden çalışır. Kırgız Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulurken Kasım’ın katılmadığı çalışma, yapmadığı iş kalmaz. Bu yıllarda
onun asıl isteği, yeni Kırgız edebiyatını oluşturmak
olmuştur. O, Kırgız dilinde Sovyet edebiyatını geliştirmeye çaba gösterir. Bunun için sabit bir alfabe gerekiyordu. Kasım, 1925 yılında “Canı Alfavit
Koomunun Dostoru” (Yeni Alfabe Topluluğunun
Dostları) teşkilatını kurar ve bu teşkilatı 1927 yılına kadar yönetir. Kırgızlardan başka komşu ülkelerde de dil meselesi gündemdeki yerini koruyordu. Dolayısıyla 1926 yılında Bakü şehrinde Türk
Dili konuşan halkları bir araya getiren 1. Kongre
gerçekleşir. Kasım 26 Şubat - 5 Mart 1926 tarihleri arasında gerçekleşen Türkoloji Kongresi’nde
sunduğu bildiride, Latin alfabesine geçmenin gerekliliğini ve Türk dili konuşan halkların kültürü,
edebiyatı ve biliminin, kendi aralarındaki ilişkide,
aynı düzeyde gelişmesinde dilin önemli rol oynadığını vurgular. Onun bildirisini Özbek, Kazak,
Azerbaycan aydınları ve V. Bartold, S. Oldenburg, B. Çobanzade, K. Yudahin, A. Samoyloviç,
L. Şerba, S. Malov gibi büyük bilim adamlarının
tümü beğenir. Bakü’den döndükten sonra Kasım,
bu bildirisini “Erkin Too” gazetesinin 8 Nisan 1926
tarihli 15. sayısında yayınlar. Kasım Bakü’deyken,
tarihçi V. Bartold’dan Kırgızların tarihini yazma
ricasında bulunur. Bartold, Kasım’ın teklifini kabul eder ve Pişpek’e geldiğinde yapacağı çalışmanın kitap olarak basılmasını rica eder. Bartold,
halkla tanışıp dolaşarak Kırgızlar hakkında birçok
kıymetli çalışma yapar. Sonraları Kasım, sözünü tutarak Bartold’un bu yazdıklarını kitap olarak
bastırır ve bu kitabın 10 nüshasını Kuseyin Karasayev vasıtasıyla Leningrad’a, Bartold’a gönderir.
Arap alfabesinden Latin, Latin’den
Kiril alfabesine geçiş
Kırgız yazı tarihinde Arap harflerinden vazgeçilerek Latin harflerinin kullanılmaya başlamasında,
Kasım’ın büyük emeği geçmiştir. O, 24 harf ve yumuşatma simgesinden (kıbaçı) oluşan alfabeyi hazırlar ve bu alfabe “Erkin Too” gazetesinin 29 Haziran 1925 tarihli sayısında yayımlanır. Gazetenin
aynı sayısında Kasım, “Latin alfabesini niye kullanacağız?” başlıklı uzun makalesini yayımlar ve bu
makalesinde şöyle der: “Her okur şunu iyi anlaması gerekir ki, Latın alfabesine geçmemizin amacı,
doğunun beyaz sarıklı imamlarını yok etmek değil,
basit bir yol ile edebiyatımızı ve kültürümüzü geliştirmek; bizim amacımız, Latin harflerini kullanarak
Latin veya Fransız’a dönüşme veya soldan sağ tarafa yazarak uygar milletlere özenme değil, basit ve
kısa yol ile millî edebiyatımızı, millî kültürümüzü
biraraya getirerek bunlar vasıtasıyla onlarınki (uygar milletlerinki) gibi tekniğe sahip olmaktır”.
1926 yılının sonunda Kırgızistan’da Yeni Alfabe Topluluğu kurulur, buraya Kırgızistan Yürütme Komitesi’nin başkanı Abdıkadır Orozbekov ve
Orozbekov’un yardımcısı olarak Kasım Tınıstanov
tayin edilir. Kasım 1926 yılından itibaren E. Polivanov ile beraber Latinleşen alfabeyi esas alarak
Kırgızlar ve Dunganlar için alfabe oluşturma çalışmasına ciddi bir şekilde başlar. Kasım 1927 yılında
Kırgız Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Eğitim Komiserliği’nin komiseri, aynı yıl Kırgız Alfabesi Merkezi Komitesi başkanı olur. İtiraf etmek
gerekir ki, Kasım Kırgızların şart ve duruma göre
halkın gelişmesi için etkili olacak soldan sağa doğru yazılan Latin alfabesine geçmesinde önemli rol
oynamışsa, sonraları aynı şartlar gereği, halkın kısa
zamanda okuryazar hale gelerek gelişmesi için Kiril alfabesine geçmeye davet etmiştir. Kasım Tınıstanov Rus alfabesine geçilmesi hakkında 10 Mayıs
1937 tarihinde sunduğu “Kırgızistan’daki Yeni Alfabe İçin Mücadelenin 10. Yılı” konulu bildirisinin
son paragrafında şöyle der: “SSCB’deki milletlere
Rus dilinin kültürel etkisi büyük ve bu tarihi zorunluluktan ortaya çıkmıştır. Evvelen, Rus işçileri
Rusya’da kapitalizmin ortadan kalkmasında öncülük etti ve bundan sonra da sosyalizmin kurulmasında öncülük edecektir. İkinci olarak, sosyalizmin
toplum tarafından benimsenmesi için sosyo-ekonomik, bilimsel ve teknolojik bilgilerin diğer milletlerde yerleşmesi Rusça sayesinde mümkündür.
Soruna bu cihetten baktığımız zaman gramerin, terminolojinin, imlanın ve dil kuruluşunun meseleleri
daha kolay çözülecektir”. Kasım Kırgız milletinin
hangi istikamet ve yol olsa da adım atarak büyük
milletleri örnek alarak onlarla yan yana yükselmesini ve gelişmesini istemiştir. Kasım’ın dediği olmuş, onun bu konuşmasından ve vefatından üç yıl
sonra Kırgız milleti Rus alfabesine geçmiştir. Kasım, Arap harflerini kullanan Kırgız milletini Latin
alfabesine, on yıl sonra Rus alfabesine geçirmek
için birçok bilimsel toplantı ve kurulda bildiriler
18
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
sunarak dil için durmadan çalışmıştır. Toplantılarda
yabancı kelimelerin Kırgız diline etkisi hakkında
da fikirlerini belirtiyordu. O, ölümüne kadar Kırgız
diliyle ilgili bilimsel çalışmaların devam ettirmiştir.
Söz üretici
Kasım’ın dilin gelişmesi için binlerce kelime
topladığına dair söylentiler vardır. Bazı uzmanlar
onun derlediği kelimelerin altmış bine ulaştığını belirtiyorlar. Şimdi Sanat Müzesi’nin bulunduğu arazide eskiden Kasım’ın evi vardı. Oradan Kasım’ı
hapse götürdükleri zaman üzeri örtülü siyah arabaya onun çalışmalarını da yükleyerek götürürler.
Bundan sonra Kasım’ın götürülen çalışmaları bulunmaz. Kasım Tınıstanov bir dönemde üniversite
öğretim görevlileri ve öğrenciler için ders programlarını ve birçok terim geliştirmiş, ekonomik, teknik
ve zooloji terimlerini Kırgızca’ya çevirmiştir.
Bunların hepsi muhafaza edilmemiştir. Kasım,
Kırgız diline birçok yeni kelime katmıştır. Bununla
ilgili Salican Cigitov şunları söylemiştir: “Elbette,
bazı gelişmiş dillerin hazinesine bir iki kelime kazandırmak, bazen büyük üstatların da elinden gelmeyebilir. Örneğin, Lev Tolstoy, yüzden fazla büyük eser
bıraksa da Rus diline bir tane bile kelime kazandırmamıştır. Fedor Dostoyevski ise eserlerinde birçok
yeni kelimeyi kullansa da onlardan sadece üç tanesi
Rusça’ya mal olmuştur. Büyük yazar, Rus diline üç
kelime kattığı için çok övünür, gururlanırmış. Bu örneklerle kıyasladığımız zaman, Kasım’ın büyük işler
başardığını görebiliriz; o, Kırgız diline iki üç değil,
onlarca yeni kelime kazandırdı. Bunların tamamı öz
Kırgız kelimesi gibi benimsendi.” Bu değerlendirmelere bakarak Kasım Tınıstanov’un dahi olduğunu söylemek mümkündür.
Kasım Tınıstanov ee (özne), bayandooç (yüklem), etiş (fiil), süylöm (cümle), atooç (isim), müçö
(ek), tamga (harf), barış (-e hali), catış (-de hali), çıgış
(-den hali), kiriş söz (ön söz), kirindi söz (arasöz), tire
(uzun çizgi), ütür (virgül), ilep belgisi (ünlem işareti)
gibi birçok kelimeyi bizim lügatimize katmıştır. Salican Cigitov bununla ilgili düşüncesini şöyle belirtir: “Bunların tamamı düşünce sonucu ortaya çıkan
yeni kelimeler olsa bile, denilmesi kolay, doğal ve
kulağa hoş gelen, en önemlisi halk tarafından çabuk
benimsenen terimlerdi. Tabî, böyle terimler ordusunu sadece konuya hâkim, dilin inceliklerini iyi
bilen, dilin sesini duyabilen şair yapabilirdi.”
Salican Cigitov, Kasım Tınıstanov’un söz üretme yöntemlerini sonraki bilim adamlarının çalışmaları, ders kitapları, makaleleri ve çevirileriyle
kıyasladıktan sonra çok üzülür. Bundan dolayı o,
şimdiki durgun yazılı dilden kurtulmak için, Kasım Tınıstanov’un başlattığı yola adım atmamız ve
onun tecrübesine dayanarak çalışmalar yapmamızın doğru olacağını söylemiştir.
Asra bedel çalışmalar
Kasım Tınıstanov Arapça, Rusça, Kazakça ve
Özbekçe okuyup yazabilir, Latin, Uygur, Azeri,
Dungan dillerini çok iyi anlayıp okuyabilirdi. Ben,
Kasım Tınıstanov’un 37 yıllık kısa ömrünün on dokuz yıllık zaman diliminde Kırgızlar için asra bedel
hizmetler yaptığının farkına vardım. Bu on dokuz
yıl içerisinde nasıl çalışmalar ortaya çıkardığını
özel sistem çerçevesine alarak inceledim. O, sadece yazar, şair, dram yazarı, gazeteci değildi. O, bir
eğitmen, Kırgız dil biliminin kurucusu, Kırgız alfabesini oluşturan, terimler üzerinde çalışan, kültür
adamı, Manas araştırmacısı, tarihçi, tercüman ve
besteci de olmuştur. O, acımasızca öldürülmeseydi,
Kırgızlar için daha birçok çalışma meydana getirir
ve miras olarak bırakırdı.
Ailesi ve çocukları
Kasım’ın babası Tınıstan kısa boylu, sağlam vücutlu, esmer bir adamdı. Annesi Arpabek çok güzel,
emçilik yaparak bitkilerle hastaları iyileştirebilen
bir kadındı. Tınıstan ile Arpabek’in Kasım, Batmakan, Botalı adlı üç çocuğu olur. Kasım’ın kız kardeşi Batmakan, Keminli Sulaymankul adlı delikanlıyla evlenir ve altı oğlan çocuğu doğurur. Onların en
küçüğü Kimya anabilim dalında doktor olan Kakin
Sulaymankulov’dur. Tınıstan’ın Kasım’dan sonraki oğlu Botaalı Frunze’deki Pedagoji Teknik Okulu’unda eğitim görür. Tınıstan’ın Botaalıdan sonraki evladı, kendisinin küçük kardeşi Mukanbet’in
oğlu Ormon’dur. Kasım ile Turdubübü annenin üç
çocuğu olur. En büyüğü Tendik savaşta şehit olmuş,
dolayısıyla evlenememiştir. Ortancası Birdik’in kocası ünlü bir toplum eylemcisi Emil Abakirov’dur.
Üçüncü çocuğu Erkin, uzun yıllar cerrah olarak çalışmıştır. Birdik Tınıstanova’nın Marat ve Elmira
adında iki çocuğu, Erkin Tınıstanov’un Stella, İndira, Laura ve Tendik olmak üzere dört çocuğu vardır.
Kasım’ın bu torunları şimdi Bişkek’te yaşıyor.■
19
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
A.E.ABDIKERİMOVA
çev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Kasım Tınıstanov,
Maksim Gorki’ye
mektup yazıp
ondan yardım
istemiş, komünist
idarenin ve ideoloji
eleştirmenlerinin dile
getirdikleri siyasî,
fikrî hataların neler
olduğunu tespit
etmesi için kendi
yazdığı ikinci bölümü
Rusçaya tercüme edip,
mektupla birlikte ona
postalamıştır.
K
asım Tınıstanov, Ekim Devrimi’nin dalgasıyla
Kırgız halkının içinden yükselen aydınların en
seçkinlerindendir. Millî edebiyata, matbuata, halkı aydınlatmaya, dil bilimine en büyük hizmetleri yapmış biridir.
Bunun yanında Tınıstanov, modern Kırgız edebiyatını şekillendiren en baş mimarlardandır. Onun sanatında, eserlerinde hayattayken de repressiya kurbanı olduktan sonra da
öne çıkan özelliği edebiyatımıza bıraktığı mirastır. O, kendi
devrinde nesirde, nazımda, dramaturgiyada, şiir tercümelerinde kalemini sınamıştır.
K.Tınıstanov’un sanat hayatı içerisinde 1921’de ve
1930’lu yılların başında olmak üzere iki defa drama türünde eser yazdığını, ilim adamı Çabalday Canıbekov
belirtmektedir. 1921 yılında halk arasında propaganda işlerini yürütmenin gerekliliğinden “Alımkul” adlı piyesi
yazdı. Maalesef bu piyes kaybolmuştur. 1930’lu yıllarda
Kırgız millî tiyatrosunun edebî seviyesini yükseltme isteği ve bu yönde hükümet tarafından ilan edilen yarışma, K.
Tınıstanov’un dram eseri yazmasına sebep olmuştur. Böyle
bir ilgiyle yazılan “Akademiyalık keçeler” (Akademi Geceleri) Kırgız tiyatro tarihinde güzel bir yere sahip olmasının aksine, yazılıp sahnelenmesinden fazla zaman geçmeden ideolojik mücadelenin yıkıntıları altına gömülerek
yazarı K. Tınıstanov’un trajik sonunu hazırlamıştır.
20
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
K. Tınıstanov, yukarıdaki yarışma ilan edildiği
1931 yılında, Kırgız Dram Tiyatrosu’nda müdür olarak çalışmaktaydı. Bu yüzden yarışmaya katılmak ve
de tiyatronun edebî seviyesini yükseltmek için “Akademiyalık keçeler” (Akademi Geceleri) adlı piyesin
üzerinde yoğun bir şekilde çalışmıştır.
İlan edilen yarışmanın şartları şöyledir:
1.Sosyal dram
2.Tarihî dram
3.Sosyal komedi
4.Yazarın kendi isteğiyle seçeceği her türlü konudaki komedi veya dram eseri
5.Yarışmada en iyi dört eser dereceye girecektir
Yarışmanın katılım şartlarını oluşturmada Kasım
Tınıstanov’un ne kadar etkili olduğu bilinmemektedir.
Kasım Tınıstanov’un fikrine göre “Akademiyalık
keçeler” (Akademi Geceleri) Kırgızların tarihinin üç
devrini yansıtmakta; üç önemli amacı gütmekte, birbirinden bağımsız üç piyesten oluşmaktadır.
1.Kırgızların eski devirlerdeki sosyal hayatını yansıtan piyes
2.Feodalizmden pazar ekonomisine geçme dönemini tasvir eden piyes
3.Sosyalizmin yerleştiği dönemi anlatan piyes
Bu silsilenin amacı sanatın, sınıf mücadelesinin
önemli bir silahı olduğunu gösterme, Kırgız halkının
tarihindeki sınıf mücadelesinin ilerlemesinin önemli
bir dönemini yansıtma, yeni sosyal hayat için mücadelede emekçilerin temel silahının proleter edebiyat
olduğunu ortaya koymuştur. Böyle zor bir işi kısa
zamanda gerçekleştirmek, tek bir adamın elinden gelecek bir şey değildir. Bu yüzden Kasım Tınıstanov,
“Akademiyalık keçeler” (Akademi Geceleri) piyesini
yazmak için K. Cantöşev, A. Sopiyev, Ş. Kökönov ile
bir grup oluşturup bu işi kendi yönetmiştir. Maalesef
bu silsilenin ilk metinleri günümüze ulaşmamıştır.
Çeşitli bilgileri, Kasım’ın “Menin colum, çıgarmaçılıgım, menin betim” (Benim Yolum, Sanatım, Benim
Yüzüm) adlı makalesini süzgeçten geçirerek birinci
piyese özümsetilmiş; ayrıca Manas Destanı’nın özeti
alınmış; ikinci piyeste Manap Şabdan’ın hayatından
bir kesit yansıtılmış; üçüncü piyeste Kırgız topraklarında Sovyet hâkimiyetinin yerleşmesinin bir kesiti
tasvir edilmiştir şeklinde görüşler beyan edilmiştir.
(10: 185)
Günümüzde okuyucuların, araştırmacıların elinde bulunan eser “Akademiyalık keçeler” adlı piyesin
“Köz körgöndör” (Gözün Gördükleri) adlı ikinci piye-
sidir. Bu eser “Kapitalizm dooru” (Kapitalizm Devri)
diye de adlandırılmaktadır. Bilgilere, hatıra yazılarına
göre bu piyesi Kasım Tınıstanov’un kendisi yazmıştır. Maalesef bugün bu piyesin orijinali elimizde mevcut değildir. Yazarın Rusçaya yaptığı tercümesi tekrar Kırgızcaya tercüme edilmiştir. Rusça tercümesi,
halk kahramanı, büyük yazar, akademisyen Tügölbay
Sıdıkbekov’un şahsî arşivinde yıllarca muhafaza edilmiş, K. Tınıstanov’un ismini korkmadan, açıkça zikretme imkânı oluştuğunda ortaya çıkmıştır. Bu eseri
Kırgızcaya Ziyaş Bektenov tercüme etti. Piyesin orijinal metni muhafaza edilmediği için tercümenin orijinal metinle ne kadar örtüştüğünü söylemek mümkün
değil. Başında kara bulutlar dolaşmaya başladığında,
Kasım Tınıstanov, Maksim Gorki’ye mektup yazıp
ondan yardım istemiş, komünist idarenin ve ideoloji
eleştirmenlerinin dile getirdikleri siyasî, fikrî hataların
neler olduğunu tespit etmesi için kendi yazdığı ikinci
bölümü Rusçaya tercüme edip, mektupla birlikte ona
postalamıştır. Ama Maksim Gorki’den hiçbir şekilde
cevap gelmediğini Kasım Tınıstanov’un eşi Turdubübü anne söylemiştir (9).
“Kapitalizm dooru” (Kapitalizm Devri) ve “Köz
körgöndör” (Gözün Gördükleri) adlı piyesi tür bakımından 7 tane edebî resimden oluşan tarihî drama
olarak tarif edilmiştir. Bu eserde Kırgızların Ekim
Devrimi’nden önceki sosyal hayatı geniş şekilde
yansıtılmıştır. Piyes oldukça zengin bir muhtevaya
sahiptir. Her perdesi değişik bölümlerden oluşuyor.
Birinci perdede “Şabdan cana Kemel” (Şabdan ve
Kemel), “Murdagılar cana casool” (Öncekilere Muhafız), “Casool cana Şabdan” (Muhafız ve Şabdan),
“Irçı cana murdagılar” (Şarkıcı ve Öncekiler), “Moldo cana Şabdan” (İmam ve Şabdan), adlı dokuz bölümden; ikinci perdesi “Manaptar, biy, moldo, strajnikter, Aşımbay, İtibay cana Alım” (Toprak Ağaları,
Zengin, İmam, Asayiş Memuru, Aşımbay, İtibay
ve Alım), “Asan, İman cana murdagılar” (Asan,
İman ve Öncekiler), “Serkebay cana murdagılar”
(Serkebay ve Öncekiler), “Mirzacan, Aşım cana
murdagılar” (Mirzacan, Aşım ve Öncekiler), “Acar,
Andaş cana murdagılar” (Acar, Andaş ve Öncekiler),
“Nigmat, Metrey cana murdagılar” (Nigmat, Metrey
ve Öncekiler), “Kerimbek, İman cana murdagılar”
(Kerimbek, İman ve Öncekiler) adlı sekiz bölümden
oluşmaktadır. Bunun gibi üç perde bir bölümden,
dördüncü perde altı bölümden, beşinci perde iki
bölümden, altı ve yedinci perdeler ikişer bölümden
oluşmaktadır. Bu piyesin tarihî ve edebî değeri Kırgız
21
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Edebiyatı’nda ilk defa ezen sınıfın temsilcilerinin
kendine has bir şekilde anlatılmasıdır. Bunlar
kapitalist pazar ekonomisine geçmiş Şabdan ve onun
çocukları, eski usule göre yaşayan ama ticaretle
meşgul olmaya başlayan millî burjuvazinin ilk
temsilcileri zenginler, toprak ağaları, Rus Sömürge
İmparatorluğunun yöneticileri, din adamları,
zenginlere ve toprak ağalarına müzik çalıp söyleyen
şarkıcılar, sanatçılardır. Bunların hepsi birbirine çok
yakın alakadadır; çabaları, sosyal amaçları aynıdır.
Ama piyeste bu grupları tarih sahnesinden silecek
güç de gösterilmiştir. Bu güç emekçi halkla, Bolşevik
partisidir. Piyes “Yaşasın Devrim!” çığlıklarıyla sona
ermektedir. Bu düşünce yazarın eserde söylemediği
düşünceler sembolik olarak şöyle anlatılmaktadır. Kızıl güneş nur saçmakta herkes uzanarak onu karşılamaktadır. Piyesin amacının oldukça ilginç olduğunu
A. Erkebayev bildirmektedir. Bu eser tarihi, sanatın
gözüyle anlatma veya tarihin sanata yansıtılmasıdır.
Mesela bu piyeste Şabdan’ı öven şarkıcılar, sanatçılar var. Halk şarkılarıysa tam aksine ezilen işçi sınıfının ağır kaderini, karmaşık hayatını, ezen sınıfa karşı
mücadelesini anlatmaktadır. Kısaca piyes türü bakımından devrimden önceki Kırgız toplumunun sosyal
hayatının devirlerini sahnede birkaç saatlik bir eserde
tiyatrolaştırmaktadır. Bu eserde halka yabancı, topluma zararlı fikirleri bulmanın zor olduğunu araştırmacılar göstermiştir. (10: 185)
Ama “Akademiyalık keçeler” (Akademi Geceleri) sahnelendikten sonra çok geçmeden 1 Nisan 1932
tarihinde Kırgız Bölge Komitesinin sekreterliğinin
toplantısında “Kırgız millî tiyatrosunda Akademiyalık keçeler meselesi” başlığında ele alınmıştır. Bu
meselenin böyle bir üst makam tarafından gündeme
alınmasında gazete ve dergilerde peş peşe yayımlanan
eleştiri yazıları etkili olmuştur.
Çok geçmeden Pravda gazetesinde yayımlanan
“Proletardık internatsionalizmdin tuusun cogoru
kötörölü” (Proleter Enternasyonalizmin Bayrağını
Yukarı
Kaldıralım),
“Burjuaziyaçıl-kulaktık
ulutçulduktun kaldıktarın akır ayagına çeyin talkalaylı”
(Burjuvazi Milliyetçiliğin Kalıntılarını Sonuna Kadar
Yok Edelim) adlı makaleler Kasım Tınıstanov’un
meşum akıbetini hızlandırmış, üzerinde dolaşan kara
bulutlar daha da zulümata gömülmüşlerdir.
1933 yılının Mart ayında Kırgız Bölge
Komitesi’nin meclisinde Pravda gazetesindeki makalelerin adilliği, Kasım Tınıstanov’un öncülük ettiği
A. Sopiyev, Ş. Kökönov, K. Cantöşev “Akademiyalık
keçeler” (Akademi Geceleri) adlı eserin içine gizlenerek tiyatro sahnesinde açıktan açığa milliyetçi propaganda yapıp burjuva ideolojisini, feodalizmi yeniden
canlandırmaya gayret ettikleri belirlenmiştir. Bununla
ilgili Kırgız Bölge Komitesinin toplantısında “Manas” ve “Şabdan” piyesleri Kırgız tiyatro sahnesinden kaldırılsın; Kırgız edebiyatı hakkında komitenin
önceki kararına göre yaptıkları milliyetçi hata yüzünden suçlanan Tınıstanov ile Kökönov yoldaşlar eğer
bundan sonra partinin halk siyasetinde en küçük bir
sapma gösterirse partiden ihraçları hatırlatılsın; ikisi
de suçlarını kabul etsinler, kararı çıkmıştır. Bu iftiralardan kurtulmanın çaresini arayan Kasım Tınıstanov, kendisine yöneltilen suçlamaları kabul edip, hata
yaptım demiş, ama onun vaziyeti iyileşmemiş aksine
daha da kötüleşmiştir.
Netice itibariyle K. Tınıstanov “Akademiyalık keçeler” (Akademi Geceleri) adlı eserinde anti
inkılâpçılık, milliyetçi ideolojileri yansıttığı için yıkıcı faaliyet gösteriyor suçlaması, Alaş Orda ve Sosyal
Turan partilerinin üyeliğiyle siyasî olarak suçlanması,
günahsız yere tutuklanmasına ve kurşuna dizilerek
idam edilmesine neden olmuştur. ■
Kaynaklar:
Akmataliyev, Akmatali, Akademiçeskiye veçera K.
Tınıstanova, Tandalmalar 3-tom, Bişkek, 2002
Artıkbayev, Kaçkınbay, 20. Kılımdagı Kırgız adabiyatının tarıhı, Bişkek, 2004
Canıbekov, Ç, Kasım Tınıstanov: jizn i tvorçestvo,
Bişkek, 2003
Canıbekov, Ç, Kasım Tınıstan uulu, Biyiktik Basması, Bişkek, 2006
Cigitov, Salican, Caşında cayragan carkın talant,
Kırgızstan Madaniyatı, 1991, No: 88
Kasım Tınıstan uulu, Adabiy çıgarmalar, Adabiyat
Basması, Bişkek, 1991
Kasım Tınıstanov i oteçestvennaya kulturnaya istoriya 20. vek, Materialı yubileynoy konferentsii, Bişkek, 2001
Stanaliyev, Samsak, Tutulgan aydın carıgı ce
Kasım Tınıstanovdun ömürlük carı Turdubübü ene
menen angeme, Mezgil-Okuyalar-Tagdırlar, Mektep
basması, Frunze, 1990
Ulut madaniyatının başatında, Kırgız tuusu, 18
Avgust 1991
Erkebayev, A., Canı madaniyatıbızdın köç başı,
Kasım Tınıstanov Adabiy çıgarmalar, Adabiyat basması, Bişkek, 1991
22
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Kırgız Edebiyatı 20. asrın başında ilk yazılı edebiyat ürünlerini vermeye başlamasına rağmen çok büyük yazarlar, dilciler, sanatkârlar çıkarmış bahtiyar bir edebiyattır.
Bu edebiyatın içinde yetişen ilklerden biri de Kasım Tınıstanov’dur.
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
K
ırgız Edebiyatının kurucusu, büyük devlet
adamı Kasım Tınıstanov, 9 Eylül 1901 tarihinde Prjevalski’ye bağlı Çok Tal kasabasına bağlı Çırpıktı köyünde dünyaya gelir. Babası çiftçilikle
hayatını temin eden Markatay oğlu Tınıstan’dır. K.
Tınıstanov küçük yaşlardan itibaren babasına tarla işlerinde yardım etmeye başlar. Babasından Arap alfabesiyle okuma yazmayı öğrenir. 1912-1914 yıllarında
değişik Özbek mekteplerine devam eder. 1914-1916
yılları arasında Karakol şehrindeki Rus Tüzem Mektebinde okur. 1916 yılında meşhur olaylar patlak verince ailesiyle birlikte Çin Türkistanı’na kaçar. Orda
Gulca şehrinde yaşarlar. 1917 Bolşevik İhtilali ile
Çarlık devrilince Kırgızlara yeniden vatanlarına dönme yolu açılır. Tınıstanov ailesiyle birlikte Çırpıktı
köyüne döner.
1919 yılında önce Almata’ya gider. Oradan Sovyet Sosyalist Türkistan Cumhuriyeti’nin merkezi olan
Taşkent şehrinde açılan Kazak-Kırgız Halk Pedagoji
Enstitüsünde okumak üzere yola çıkar. Bu enstitüde
Kazakların önemli aydınlarından Ahmet Baytursunov
ve Mağcan Cumabayev onun hocası olur. Taşkent’te
yayımlanan Cas Kayrat, Canga Öris, Sana, Ak Col adlı
Kazak gazetelerinde çeşitli görevlerde çalışır. Ayrıca
yine Kazakca çıkan Uçkun, Tilçi, Örüş adlı gazetelerde de yazılar yayımlar. Bu yazılarında “Kıt” müstearını kullanır. 1920-1921 yılları arasındaki ilk şiirlerini
Kazakça kaleme alır. “Tang” (Tan), “Bugingi Kün”
(Bugünkü Gün), “Bulbulga” (Bülbüle) gibi şiirler bu
yıllarda kaleme alınmış Kazakça şiirlerden bazılarıdır.
1922-1924 yılları arasında Kırgızca, Cangıl Mırza
manzumesini yazar. Aynı yıllarda yirmiye yakın
Kırgızca şiir yazar. Kırgızca ve Kazakça yazdığı
bu şiirleri ve Cangıl Mırza manzumesini bir kitapta
toplayarak “Kasım Irlarının Cıynagı” (Kasım’ın Şiirlerinin Cemi) adıyla Moskova’da bastırır. Kırgızcanın
yanında Kazakça, Özbekçeye de hâkimdir. Rusçayı
da ileri derece de bilmektedir. Bu yönüyle çevresindeki birçok insanın takdirini toplar. Tınıstanov kendisiyle aynı enstitüde okuyan Kazakların millî şairi Mağcan Cumabayev’in şiirlerinden etkilenmiştir. Onun
bazı şiirlerine nazire de yazmıştır. Bu da ayrıca dikkat
çeken bir husustur. Bu konuyla ilgili Kırgız edebiyat
araştırmacıları birçok makale yazmışlardır. Kasım
Tınıstanov sosyal içerikli, pedagojik hikâyeleriyle,
şiirleriyle, eğitimciliğiyle, dilciliğiyle, gazeteciliğiyle,
aydın kimliğiyle tanınmış bir insandır.
Kırgız Edebiyatı 20. asrın başında ilk yazılı edebiyat ürünlerini vermeye başlamasına rağmen çok
büyük yazarlar, dilciler, sanatkârlar çıkarmış bahtiyar
bir edebiyattır. Bu edebiyatın içinde yetişen ilklerden
biri de Kasım Tınıstanov’dur. Onun “Mariyam Menen Köl Boyunda” (Mariyam ile Göl Kıyısında) adlı
hikâyesi Kırgız Edebiyatının ilk eseri olarak kabul
23
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
edilmektedir. Bu hikâye 1924 yılında Taşkent’te Kazakça yayımlanan Cas Kayrat gazetesinde neşredilir.
Yazar bu eseri yayımlarken Kelgin müstearını kullanır. Eserde Kırgız geleneklerinde bugün de yaşatılmakta olan “kız kaçırma” âdeti anlatılmaktadır. Böylece modern Kırgız Edebiyatının temeli atılmış olur.
Bazı yazarlar Kasımalı Bayalinov’un “Acar” adlı
uzun hikâyesini ilk eser olarak kabul etmektedirler.
Bu Kırgız yazar ve eleştirmenlerinin çoğu tarafından
kabul görmemektedir. Acar’ın yayım tarihi de tartışmalıdır. Bazı kaynaklar 1926 derken bazı kaynaklar
ise 1928 yılını göstermektedir. Ayrıca bu eserin uzun
hikâye mi roman mı olduğu da tartışılmaktadır.
“Mariyam Menen Köl Boyunda” adlı eserin ardından mektep talebeleri için küçük pedagojik hikâyeler
ve şiirler yayımlar. 1926 Bakü Kongresi’ne katılır.
Orda “Türk Tilderinde Alfavit Tüzüü Pirensipteri”
(Türk Dillerinde Alfabe Oluşturma Prensipleri) adlı
bildiriyi sunar. Daha sonra kongreyle ilgili görüşlerini Kırgızistan matbuatında Erkin Too gazetesinin
10 Nisan 1926 tarihli 115 numaralı sayısında “Bakı
Kalaasında Bol Oturgan Turkologiya Sıyezdi Cana
Anın Kadırı” (Bakü Şehrinde Gerçekleşen Türkoloji Kongresi ve Onun Değeri) başlığıyla yayımlar.
Bakü Türkoloji Kongresi’ndeki bildiride birbirlerinin
edebiyatını rahat okumak ve medeniyet alışverişinde
bulunmak için Türk halklarının hepsinin aynı Latin
alfabesini kullanması gerektiğini dile getirir.
Kasım Tınıstanov 37 yıllık kısa hayatına birçok
eser sığdırmıştır. Kırgız Arap alfabesinin, imlasının,
Kırgız Latin alfabesinin kurucusudur. Bütün bu konularla ilgili kitaplar yazmıştır. İlk Kırgız gazetecilerinden, dilcilerinden, yazarlarından, şairlerinden, eğitimcilerinden olması, yani onun bu çok yönlü kişiliği,
arkadaşlarının bakışlarını üzerine çekmiş ve büyük
bir haseti başlatmıştır. Çevresindeki yazar arkadaşları
onun Sovyet sistemi içerisinde eleştirilecek yönlerini
araştırmışlardır.
1933 yılında “Akademiya Keçeleri” (Akademi
Akşamları) piyesi Bişkek’te Opera Bale Tiyatrosu’nda
sahnelenir. Akademiya Akşamları piyesi yüzünden
Kasım Tınıstanov’a eskiyi özleyen, burjuvazi yanlısı,
halk düşmanı gibi yakıştırmalar yapılır ve hakkında
birçok eleştiri yayımlanır. Daha sonra Aalı Tokombayev, Lenin hakkında bir manzume yazar. Kasım
Tınıstanov, Lenin Poeması’na yazdığı tanıtım yazısında, takdimde bu eserin daha tam olgunlaşmadığını
acele edilmemesi gerektiğini yazar. Aalı Tokombayev
yanlış anlar. Lenin Poemeası yayımlanır ve böylece
Tokombayev ile Tınıstanov arasındaki münakaşa başlamış olur. Kasım Tınıstanov bu olaydan sonra birçok
tenkide maruz kalır. Kasım Tınıstanov’a daha çok
Alaş Partisi ile ilişkisi olduğu suçlamaları yapılır. Onu
eleştirenler arasında ön saflarda Aalı Tokombayev ile
birlikte Aytkulu Ubukeyev yer almaktadır. Bu eleştiriler ve şikâyetler yüzünden işinden atılır ve tutuklanır. 1937 yılında Stalin Repressiyasının kurbanı olur.
İdam edilir. Daha sonra aklanır ve itibarı iade edilir.
Kırgız Edebiyatının büyük eleştirmeni Salican
Cigitov aslında Kasım Tınıstanov’un ona haset eden
aydınların, arkadaşlarının kurbanı olduğunu onun
hakkında yazdığı uzun makalesinde ayrıntılı şekilde
anlatmaktadır.
Ailesine kısaca değinecek olursak Kasım Tınıstanov, Karakol şehrinde meskûn Uygur Türklerinden
Zunnahun adlı bir zenginin Turdubübü isimli kızıyla hayatını birleştirir. Daha sonra hanımını Taşkent’e
götürür. Kasım Tınıstanov’un Tendik, Erkin adlı iki
oğlu ve Birdik adlı bir de kızı olur. Çocuklarına Erkin (Svaboda: Hürriyet), Tendik (Ravenstva: Eşitlik),
Birdik (Yedintsva: Birlik) adlarını koymuştur. Tendik,
İkinci Dünya Savaşı’na katılıp başından yaralanır;
askerî hastanede tedavisi tamamlanır. Daha sonra
Bişkek’e döner. Kırgızistan Devlet Tıp Enstitüsüne
kayıt olur ve okumaya başlar; ama bir süre sonra başındaki yara yüzünden ebedî âleme göçer. Erkin ise
tıp fakültesini bitirir. Sonra Kırgızistan’ın güneyine
doktor olarak tayini çıkar. Akademisyen olmak için
doktorasını tamamlar. Önce Kırgız Devlet Tıp Enstitüsünün Cerrahi Bölümünde öğretim görevlisi, daha
sonra da Sağlık Bakanlığında başcerrah olarak çalışır.
Kızı hakkında kaynaklardan bir bilgiye ulaşamadık.■
Kaynaklar:
Kasım Tınıstanov, “Adabiy Çıgarmalar”, Adabiyat Basması,
Bişkek, 1991.
Abdumecit Murzayev, Ayımkan Musayeva, “K.Tınıstanov: Kılımdar Kırında”, Turar Basması, Bişkek, 2011.
Çabalday Canıbekov “Kasım Tınıstan Uulu Madaniy Kuruluş
Colbaşçısı”, Kasım Tınıstanov Koomduk Fondu, Bişkek, 2006.
Kaçkınbay Artıkbayev, “20. Kılımdagı Kırgız Adabiyatının Tarıhı”, Kırgız Respublikasının Bilim Cana Madaniyat Ministirligi, Bişkek, 2004.
Meerim Taşıbekova, Abdumacit Murzayev Menen Mayek: “Kasım Tınıstanov Kimin Ayınan Repressiyalangan?”, Cangırık Apta Gazetası, No: 27, 30 Oktyabr 2008.
“Salican Cigitov ve Dünyası”, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Yayınları: 78, Hazırlayanlar: Orhan Söylemez, Kemal Göz,
Bişkek, 2006.
Kasım Tınıstanov, Algaçkı Emgekter, Soros Fondu, Bişkek, 2001.
24
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Kasım Tınıstanov
ile ilgili Kırgızistan
arşivlerindeki belgeler
çev.ABDRASUL İSAKOV*
No. 78
Kırgız Dilinde Edebî Eserlerin Yayınlaması
Hakkında Komünist Partisi’nin VI. Kırgız Propaganda Komisyonu Oturumunun Protokolü
Frunze Şehri
27 Mayıs 1929
Katılımcılar: Cumabayev, Tınıstanov, Tokombayev, Coldoşev, Ailçinov, Şarbayev.
Dinlendi:
1. Edebî eserleri yayınlama hakkında karar
kabul edildi:
1. Devletin ekonomik gelişmesiyle birlikte,
kültürel gereksinimlerin arttırılması belirlensin. İşçiler arasında Kırgızca edebî eserlere yönelik ilgi
gözükmektedir.
Kırgız Devlet Basımevine Kızıl yazar ve şairlerin verdiği el yazmaları, günümüze kadar işleme
tabi tutulmamıştır. Bunlar olmadan millî yazarlarla
şairlerin sayısı ve hazırlığını saptamak zordur. Yukarıda belirtilenler nedeniyle şunlar zorunluluk olarak belirlensin:
1. Gelecek faaliyet doğrultusunda, 19291930 yıllarında işçilerin çoğunluğuna yönelik Kırgızca edebî eserler serisi yayınlansın.
2. Halk tarafından talebi artan Manas ve Semetey Destanlarını basmaya itiraz yoktur. Destanla*Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora
Öğrencisi.
rı basma işi Eğitim Halk Komiserliği tarafından yürütülsün. Basma işinin bütün ayrıntıları planlanarak
İl Başkanlığı UNBÇ’nin onayı alınsın.
3. Millî yazarlarla şairlerin eğitim düzeyini
kontrol etmek için sınav düzenlensin, bu doğrultuda
aşağıda adı sıralanan yoldaşların içinde bulunacağı
komisyon oluşturulsun:
1. Tınıstanov, 2. Tokombayev, 3. Telegin, 4. Naamatov, 5. Ailçinov.
Onlara beş günlük zaman içerisinde sınavın koşulları, zamanı ve çapı problemlerini çözme işi verilsin. (Davet için yoldaş Tınıstanov)
Başkan: Cumabayev
Sekreter: Punegova
KIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 20 C. 5. K. 34. 134 b aslından.
No.86
Kasım Tınıstanov’un Derlediği ve Oluşturduğu Kelime Hazinesini Esas Alarak Kırgız Dilinde
Açıklama Sözlüğünü Yayına Hazırlamayı Geliştirme Hakkında Eğitim Halk Komiserliği Kurulu Kararı Kopyası.
Frunze şehri.
14 Şubat 1932 yılı.
1.Kırgız dilinin mücevherlerini toplamak için
yoldaş Tınıstanov’un geliştirdiği tablolar, Kırgız
kelime hazinesini derlemeyi hızlandırmakla, değerli teknik usul olarak sadece Kırgız dili değil, başka
25
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
milletlerin (Dungan, Sart-kalmak, Uygur v.s.) dillerinin kelime hazinesi için de önemli olduğu belirlensin.
2.Yoldaş Tınıstanov’un tablosu, derlenen sözler sosyal esasları açıklamaz, birçok teknik, tıp vs.
terimleri içermez diyen eleştiriler, onun sonuçları
istatistikle uğraşan memurların kelime hazinesine
boyun eğerek şablonların kısa zamanda dilin bütün
zenginliklerini içine aldığından şüphe duyulmayacak şekilde hazırlansın.
3.Yoldaş Tınıstanov’un çalışmalarının Kırgız dilinin açıklama sözlüğünü yayınlamakla gerçekleştirme lazım olarak görülüp yoldaş Tısıntanov’a Eğitim Halk Komiserliğine sözlüğün planın, onu yayınlayacak personeli ve basım planın verme önerilsin.
4.Yoldaş Tınıstanov’un tablosunu kullanmanın
yollarıyla, onun çalışmalarının Sovyet toplumunun
geniş çevresine tanıtmak için basında bu meseleyi
yansıtarak, parti, Komsomol ve mesleki en faal üyeleri çekmekle beraber Frunze şehrindeki öğretmenlerin toplantısında tablolar ve kendisinin derlediği
lügat hakkında Tınıstanov’un beyanına yer verme
gerekli olarak görülsün.
Doğrulandı:
Kırgız Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
Eğitim Halk Komiserliği’nin Sekreteri Muhtarov.
KIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 869. C. 3. K.199. 13 s. kopyadan.
No. 92
Beşinci Sınıflar İçin Morfoloji Ders Kitabını
Oluşturmaya Tınıstanov’un Görevlendirmesi Hakkında Kırgız Otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Eğitim Halk Komiserliği’nin Kurulunun №1
Protokolü’nden
Frunze Şehri
2 Eylül 1933 yılı
Katılımcılar: Kurul üyeleri Çistyakov, Toyçinov,
Daniyarov, Akmataliyev, Kulov, Nogoyev, Tsıganov, Cumayev, Mihalov, Babaşalin.
Dinlendi:
1.Daimi ders kitaplarını yayınlamanın yapısı
hakkında (Daniyarov, RSFSC Eğitim Halk Komiserliği temsilcisi Çaplin, Toyçinov) karar kabul edildi:
Paragrafı bulun 1.4. Beş yıl okuyanlar için (Morfoloji) ders kitabını oluşturmaya yoldaş Tınıstanov
görevlendirilsin. Yoldaş Tınıstanov’a bir gecelik
zaman içerisinde bu görev için anlaşma gerçekleştirme önerilsin.
7.Ders kitapları dışındaki çalışmalardan Bayımbetov 5 Eylüle kadar, Abdukaimov ile Tınıstanov 10
Eylüle kadar derhal muaf tutulsun.
Başkan Coldoşov
KR SD BMA F. 10. C. 5. K.115. ss. 67-68.
Teyitli kopyadan.
No. 98
KASIM TINISTANOV’UN BİLİMSEL ÇALIŞMALARI HAKKINDA FİKİRLER
Frunze Şehri.
1935 yılı.
Kİİ’nin İnşaat Enstitüsü’ne verdiği önerileri kısaca tekrarlamakla beraber, şöyle talimatları gerekli
olarak görüyorum.
1.Kırgızistan’daki ulusların dil meselesi üzerinde çalışanlar içinde Kasım Tınıstanov, şüphesiz
önde yer almaktadır.
2. Sözcük bilimi meselelerinden tutun,
Tınıstanov’un özel yeteneği, dile söz kazandırma
becerisi meselede sonuca gitmede, teorik ve pratik
kullanımda çok önemli rol oynayabilir
3. Sözlük üzerinde çalışma Tınıstanov’u “Morfoloji” olarak bilinen meseleye getirmiştir: Kasım
Tınıstanov Morfoloji terimiyle (Batı Avrupası’nda
son 5-6 yılda ortaya çıkan) Batı Avrupası dilbilimcilerinin bununla ilgili çalışmalarından haberdar olmamasına rağmen, o Kırgız dili alanındaki
morfolojiye yönelik sorunu kendi gücüyle çözmeye girişerek birkaç meseleyle ilgili net bir çözüme
ulaşabilmiştir (Tınıstanov’un Projelerinde bu doğrultudaki bilimsel çalışmanın sadece bazı yönleri
yansıtılmıştır).
4.Kırgızistan’ın dil alanı veya Kırgız dili biliminde yoldaş Tınıstanov önemli rol oynadı ve
oynamaktadır. Yukarıda belirtilenleri göz önünde
bulundurarak, kendi bilimsel birikimini Avrupa dilbilimcilerini eserlerin okuyarak geliştirme gereksinimi olmasına rağmen, Tınıstanov kendi uzmanlık
alanında profesör unvanına lâyık görülmektedir.
Profesör Polivanov
Yoldaş Tınıstanov Kırgız dilini bilimsel öğrenme alanında ilk iz bırakanlardandır. On dört yıl
içerisinde Kırgız dilini öğrenmede Kasım Tınısta-
26
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
nov birkaç bilimsel çalışma yaptı. Bunlar Kırgız
dili ilmine çok büyük katkı sağladı. Şu an yoldaş
Tınıstanov bu alanda özverili ve başarılı şekilde çalışmaktadır. Kırgız Pedagoji Enstitüsü’nde yoldaş
Tınıstanov, üç yıldır çağdaş Kırgız dili ve Kırgız dili
tarihi profesörü görevini yürütmektedir. Bilim adamı, kendi alanının en iyi uzmanı yoldaş Tınıstanov,
çok değerli öğretmendir. Kendi bilimsel araştırmalarını esas alan dersleri yüksek kuramsal seviyesiyle
sivriliyor. Bunun yanı sıra yoldaş Tınıstanov Kırgız
millî kültürünün tanınmış şahıslarından olmuştur,
bu onun “Sosyo-ekonomik Terimler Sözlüğü” gibi
bazı bilimsel çalışmalarında ve “Üç Dönem” gibi
edebî eserlerinde yansımıştır. Bunlar nedeniyle yoldaş Tınıstanov 1934 yılındaki tasfiyedede partiden
çıkarılmıştır (onun parti faaliyetiyle ilgili rapor şu
an Moskova’da tasfiyeye yönelik merkez komisyonda bulunmaktadır).
Enstitü müdürü Bapşev
Parti örgütü başkanı Mihlina
Yerel Komite Denisov
KIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 869. C. 3. K.199. s. 4-6. aslından
kopya.
No. 99
KASIM TINISTANOV’UN YAŞAM ÖYKÜSÜNDEN KISA BİR BÖLÜM
Frunze şehri.
10 Haziran 1935 yılı.
Edebiyat çalışmalarını 1919 yılının sonlarında
başlar, bu dönemde Kazak burjuva aydın kesiminin
etkisi altında olur. Kendi çalışmalarında 1923 yılının sonlarına kadar burjuva milliyetçilik fikrini yayar. 1929 yılında millî burjuva fikrinden vazgeçerek
Komünist Partisi safında yer alır. Kırgız dili alanındaki bilimsel faaliyetini 1922 yılında başlayıp, bu
alanda gerçekleştirdiği ilk çalışmaları 1924 yılından itibaren Kırgız bilim komisyonu araştırmacısı
olarak çalışır. 1925-1927 yıllarında bu komisyonun
başkanı, 1928-1930 yıllarında Kırgız Muhtar Sovyet
Sosyalist Cumhuriyeti Eğitim Halk Komiserliği’nin
başkanı olur, 1930-1931 yıllarında sağlık sorunları
nedeniyle çalışmamıştır.
Çağdaş edebiyat alanındaki faaliyetini 1924 yılının sonlarında başlamıştır. 1925 yılının başlarında
yeni alfabeye geçme, Kırgız dili ve yeni alfabe pro-
jesi hakkında birkaç makale yayınlamıştır. 19251927 yılları “Yeni Alfabenın Dostları İdaresini”,
1927 yılından itibaren yeni alfabe merkez komitesini, eski alfabe kullanımdan tamamen çıkıncaya
kadar yönetmiştir. 1926 yılında Latinleştirilmiş alfabeyi temel alan Dunganlar için yazı geliştirmeye
yönelik çalışmaların yönetimine katılmıştır.
Kırgız Pedagoji Enstitüsü’nün Kırgız edebiyatı
öğretmeniyken kaleme aldığı özgeçmişi:
Eğitim faaliyetine 1924 yılında başladım, Temmuz 1925’ten Ocak 1926’ya kadar Karakol şehrinde öğretmenlik kurslarında dil ve edebiyat dersleri
verdim. 1925’ten 1927 yılına kadar Frunze şehrindeki öğretmenlik kurslarında ders verdim. 1933
yılının Eylül ayından günümüze kadar profesörlük
yapmakla birlikte Kırgız Pedagoji Enstitüsü’nde
çağdaş Kırgız dili ve bu dilin gelişme tarihiyle ilgili
ders verdim. Şu an bilimsel gramer ve Kırgız dilinin
gelişme tarihi alanında bilimsel araştırmamı da devam ettirmekteyim.
Dil ve yazı hakkında ana çalışmalarımın listesi
şöyledir:
1.Kırgız Tili Boyunça Hrestomatiya, (Kırgız
Dili ile İlgili Seçmeler, Kırgızca), Türkmambas,
Taşkent, 1934.
2.Çondor Üçün Alippe, (Yetişkinler İçin Alfabe Kitabı, Kırgızca) , Merkez basımevi, Moskova,
1926.
3.Kırgız Tilinin Grammatikası, (Kırgız Dili Grameri, Kırgızca), 1. Kısım, Kırgmambas, Frunze,
1927.
4. Kırgız Tilinin Grammatikası, (Kırgız Dili
Grameri, Kırgızca), 2. Kısım, Merkez basımevi,
Moskova, 1931.
5.Kırgız Tili Boyunça Okuu Kitebi, (Kırgız Dili
Ders Kitabı, Kırgızca), Kırgmambas, Frunze, 1924.
6.Baldar Sözdügün Östürüü Boyunça Kitep,
(Çocukların Kelime Hazinesini Arttırmaya Yönelik
Kitap, Kırgızca), OAPMB, Taşkent, 1932.
7.Sotsialdık-Ekonomikalık Atalmalar, (SosyoEkonomik Terimler, Terimler Sözlüğü), Kırgmambas, Frunze, 1933.
8.Kırgız Adabiy Tilinin Canğı Orfografiyasının
Dolbooru, (Kırgız Edebi Dilinin Yeni Yazımının
Projesi, Kırgızca ve Rusça), Kırgmambas, Frunze,
1934.
9.Kırgız Tilinin Morfologiyası, (Kırgız Dili
Morfolojisi, Kırgızca), Kırgmambas, Frunze, 1934.
27
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
10. “Alfavitti Almaştıruu Jönündögü Maselege
Karata” (“Alfabeyi Değiştirme Hakkında Meseleye Yönelik”), Erkin Too Gazetası, Mayıs-Haziran
1925.
11. “Alfavitti Almaştıruu Zarılçılıgı Tuuraluu”
(1925-Jıldagı Syezddegi Dokladdın Stenografıyası), (“Alfabeyi Değiştirme Gereksinimi Hakkında”,
1925 Yılında Gerçekleşen Kongrede Sunulan Bildirinin Stenografisi), Erkin Too Gazetesi, Haziran
1925.
12. “Canğı Alfavitti Kuruunun Negizgi Tutumdarı Tuuraluu”, (“Yeni Alfabeyi Oluşturmanın Temel Esasları Hakkında”, Birinci Türkoloji
Kongresi’nin Bildiri Metinleri), Bakü, 1926.
13. “Çet Ölkölük Atalmaların Taasiri Cönündö”, (“Yabancı Terimlerin Etkisi Hakkında”, Bildiri
özetleri), Canğı Madaniyat Dergisi, Frunze, 1928.
14.Kırgız Tilinin Kuruluşu, (Kırgız Dilinin Oluşumu, SSC Bilimler Akademisi Konferansı’nda
Sunulan Bildirinin Kısaltılmış Stenografisi), “Kirgiziya” derlemesi içinde, SSCB B.A. Basımevi,
Leningrad, 1934.
El Yazması Çalışmaları
15. “Ene Til-Madaniyattı Kötörüüdögü Kubattuu Rıçag”, (“Ana Dili, Kültürü Geliştirmede Kuvvetli Bir Etken”), Kırgız OSSC İKA Derlemesi içinde, 1934’de basıldı.
16. “Kırgız Tilinin Sintaksisi”, (“Kırgız Dili
Sözdizimi”, El yazması baskıya hazır), 1935.
17. “Kırgız Tilinin Lenindik Körönğösü”, (“Kırgız Dilinin Leninlik Temeli”, Yüz bin civarında kelimeden oluşan sözlük malzemeleri), 1935.
10 Mayıs 1935. Frunze şehri. Tınıstanov
KIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 869. C. 3. k. 199 3-3 s. Kopyadan
No. 100
Kırgız Atasözleri (“Masallar”) Derlemesini Yayınlamak İçin Yazı Kurulu Oluşturma Gereksinimi
Hakkında Komünist Partisi Kırgız Bölge Komitesi
bürosunun 126 No’lu Oturumu Protokolünden
Frunze şehri
10 Kasım 1935 yılı
1.Bölge Komitesi Kırgız Enstitüsü ile Eğitim
Halk Komiserliği Kırgız atasözlerinin yayınlaması
üzerinde günümüze kadar ciddi çalışmadı, masallar
ve atasözleri alanında hiçbir şey yayınlanmadı diye
düşünüyor.
2. Bölge Komitesi 1936 yılında masallar ve atasözleri derlemesinin yayınlanmasını gerekli görüyor, bu amaçla Ailçinov (başkan) ve Tınıstanov yoldaşların içinde bulunduğu yazı kurulu oluşturulsun.
3.Yazı kuruluna hemen malzemeleri toplama
görevi, yazılmış, enstitüde ve yoldaş Yudahin’de
olan malzemeleri siyasi açıdan kontrol edip, Kırgız
dilinde folklorun (masal ve atasözlerinin) birkaç
adlandırılmasını Bölge Komitesi’ne incelemeye 15
Kasım tarihine kadar gönderme ve yazı kuruluna
Rusçaya tercüme etmek ve yayınlamak için Bölge
Komitesi’nin incelemesine gönderme önerilsin.
Komünist Partisi Kırgız Merkez Komitesi Sekreteri M. Belotskiy.
KIRGIZ CUMHURİYETİ SİYASİ BELGELER
MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 10. C. 1. K. 639.
17 s. asıl nüshadan.
5 Mayıs 1937
Manas Destanı’nın Rusça Yarı Cildinin danışmanı ve Editörü Olan Manas Uzmanı Kasım
Tınıstanov’u Moskova’ya Acilen Gönderilmesi İçin
“Hudojestvennaya Literatura” Yayınevinin Kırgız
İlçesi Komite Başkanı Jumabaev’e, Kırgız SSC Halk
Komiserler Başkanı İsakeev’e Mektubu
Moskova şehri
Devlet edebiyat yayınevi Kırgızların Manas
Destanının yarı cildini kısa süre sonra tamamlayacaktır.
Fakat şair ve tercümanlar S. Lipkin, L, Penkovskiy, M. Tarkovskiy çalışma esnasında bazı kelime
ve deyimleri anlamakta zorlanıyor. Kitabın baskıya gönderilmesinden önce, tercümanlara Manas’ın
Kırgızca editörünün danışmanlığı gerekiyor, danışman Rusçası çok iyi olan konuya hâkim editör
olması lazım. Bunula birlikte, açıklanması gereken
yerleri hemen açıklayan ve baskıdan çıkacak Manas kitabının bölümlerinin özetlerinin hazırlanması,
Rusça metinin müellifleri ile göze göz çalışabilen
biri olması gerekiyor. Kitabın güzel görünümlü olması için de Kırgız editörün görüşlerinin alınması
ihtiyacı doğuyor. Yayınevi ve tercümanların kanısınca bütün bunların üstesinden yoldaş Tınıstanov
gelebilecektir. Bundan dolayı o, 15 Mayısa kadar
Moskova’ya gelmesi lazımdır. Eseri baskıya gönderdikten sonra, kitap üzerinde çalışanlar Manas
çalışma grubuna ve bütün Kırgız halkına çalışma-
28
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ları hakkında ayrıntılı bilgi vermek için Frunze’ye
gitmesi yerinde bir hamle olur. Bu teklif zamanında
Yoldaş İsakeev tarafından iletilmişti. Manas tercümanlarının Frunze’ye giderek “Chong Kazat”ın
ikinci cildininin tercümesinde oralı meslektaşlarıyla
danışması, bundan sonraki çalışmaları hızlandıracak, engelleri ortadan kaldıracaktır. Devlet edebiyat
yayınevinin meselesine sizlerden en kısa zamanda
cevap bekliyorum.
Kültür Yayınevi Müdürü
Nakoryanov
SSC Halkları Çalışmaları Bölüm Başkanı
Musaelyan
KIRGIZ CUMHURİYETİ SİYASİ BELGELER MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 350. C. 1. K.
51. s. 61-61 Asıl nüshadan.
Kırgız SSC Halk Komiserler Komitesi Başkanı
Bayalı İsakeev 7 Haziran 1937 tarihinde, Hudojestvennaya Literatura Yayınevi Müdürüne “Manas” Destanı meselesiyle ilgili danışman olarak K.
Tınıstanov’un Moskova’ya yollandığını bildirmiştir.
KIRGIZ CUMHURİYETİ SİYASİ BELGELER
MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. 350. C. 1. K. 51.
s. 60. asıl nüshadan.
Arşiv belgelerini tercüme eden Tülön Akmataliev
Yeni kültürümüzün önderi
Kasım Tınıstanov sadece dilbilimci ve devlet
adamı değil, yazar, şair ve tercüman da olmuştur.
Hakikaten, onun edebî mirasi o kadar da fazla değil, fakat fikir ve yaratıcılık, tür ve tarz bakımından
dikkat çekiyor ve okuyup öğrenmeye layıktır. İlk
şiirleri Taşkent’te okurken, ilk önce Kazak dilinde,
sonra Kırgızca Kazak gazete ve dergilerinde yayınlanmaya başlar. 1925 yılında “Kasım Irlar Cıynagı”
(Kasım’ın Şiirleri Derlemesi) adıyla Moskova’dan
kitap olarak basılır. Vurgulanması gerekir ki, bu,
Sovyet döneminde ana dilimizde yayınlanan ilk özgün şiir kitabı olmuştur. O dönemin ölçüsünü göz
önünde bulundurursak, derlemenin hacmi epeyce
büyük, derleme biçim, tür ve konu bakımından
çeşitli, yaratıcılık bakımından da epeyce farklıdır.
Kitap, otuz iki özgün şiir, bir çeviri (İ. Krılov’un
“Karınca ile Yusufçuk” fablı) ile “Canıl Mırza” adlı
uzun şiiri içerir.
İlginç olan nokta şu ki, “Kasım’ın Şiirler Derlemesi” yayınlandığı dönemde, ne yazar arkadaşları
ne de yeni oluşmaya başlayan Kırgız edebî eleştirisinin kitaba yönelik bakışları kendini göstermiştir.
Bu doğrultuda ilk tarafsız görüşünü söyleyen, başka
bir değişle, derlemenin olumlu ve olumsuz yönlerini eşit biçimde değerlendirerek yazarın genel ve
mesleki seviyesini saptayan şahıs Tokçoro Jaldoşev
olmuştur. Tokçoro Joldoşev bu görüşünü belirtme
gayretini, 1927 yılında “Erkin Too” (sonraki “Kızıl
Kırgızstan”) gazetesinde “Güzel Edebiyatımız ve
Şair-Yazarlarımız” adlı özel seri şeklinde yayınlanan makalesinde gerçekleştirmiştir.
Ömrünün son yıllarında Kasım Tınıstanov,
dilbilimle ilgili araştırmalarını devam ettirmenin yanı sıra, arkadaşı olan ünlü dilbilimci E.
Polivanov’la beraber “Manas” destanını Rusçaya çevirme çalışmasına katılır. Sözün kısacası,
hangi yönünden bakarsak bakalım (şairlik olsun,
yazarlık ve gazetecilik olsun, tercümanlık olsun,
tiyatro yeteneği olsun, dilbilimi olsun, devlet işleri olsun) Kasım Tınıstanov her yerde tüm yeteneği ve bilgisini yeni zamana, yeni iktidara, akıllıca
seçerek katıldığı partisine, öz halkına, başka milletlerin dostluğuna hizmet etmeye harcamıştır.
Abdıganı Erkebayev
KIRGIZ CUMHURİYETİ MERKEZİ DEVLET ARŞİVİ F. No. 2869, C. 1, K. 72, s. 5-9.
Kısaltılmış şekli.
Tınıstan Uulu Kasım
Bu kişi ile birlikte eskiden padişahlık döneminde yerel halk için açılmış Tuzem Okulu’nda bir yıl
okudum. Benimle yaşıttır. 1901 yılında doğmuş
olsa gerek. O dönemde onu o kadar da iyi tanımıyordum.
1916 yılında Ürkün nedeniyle Çin’e kaçtık.
1921 yılında ancak öz vatanım Isık Göl’e dönebildim. O zamanlar Kasım, Taşkent’teki Kırgız-Kazak
Pedagoji Enstitüsü’nde okumaktaydı. Ben de aynı
enstitüye 1923 yılında başladım. O, üst sınıfta, ben
ise alt sınıftaydım. O, bana kıyasla çoktan zihni açılmış, gazetelere Kazakça şiirler yayınlayan hâle gelmişti. Ozandı. Çok neşeli ve bir araya gelinen yerlerde grubun en iyisiydi. İnsanlara tam isabetli lakap
bulurdu. Onun lakabına, takma isime layık görülen
kişi de razı olurdu. Rus dilini çok iyi bilirdi. Enstitüyü Kırgızistan Muhtar bölge olduğu dönemde
bitirdi. Hemen işe alındı. Kırgız okullarının ikinci
sınıfları için “Okul Kitabı” oluşturma görevi verildi.
29
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Bu görevini zamanında yerine getirebildi. Bu kitap Erkin Too gazetesi ile aynı dönemde yayınlandı.
İşenalı’dan sonra ders kitapları hazırlayan tek kişiydi. Kitabı çok iyi yazılmıştı. Şimdi de örnek olma
bakımından ilk sırada yer alıyor.
1925 yılında “Kasım’ın Şiirleri Derlemesi” adlı
kitabı Moskova’da basılmış ve halk arasına yayılmıştı. Kırgızistan’ın muhtar bölge ilan edildiği dönemde Bilim Komisyonu Başkanı olarak çalıştı,
sonra Eğitim Komiseri oldu.
Kısmetmiş Kasım’la birlikte çalışmak nasip
oldu. Kasım’la ortaklaşa makale yazdık. Latin alfabesine geçtiğimizde, onun projesini beraber geliştirdik. Kasım’la beraber Semerkand’da ve Bakü’de
gerçekleşen toplantılara gittik...
...1934 yılında Karakol’da başıboş gezdiğim, bir
gün çalışırsam iki gün boş oturduğum dönemdi. İyi
kalpli bir insan, bana eski dönem evlerinden birini vermişti. Sınıf çatışması şiddetlenerek insanların
birbirini çakal olarak gördüğü dönemdi. Kasım,
Bişkek’ten görevle gelmişti. Kırgızistan’ın oluşumunun onuncu yıldönümüne malzeme toplamaya
gelmiş olmalı. Her şeyin ucuz olduğu dönem. Komşularımızla birlikte koyun keserek etini paylaşıyorduk. Kasım’ın geleceği o gün de, komşu delikanlıyla birlikte koyun kesmiştik. Koyunu kesen komşum, koyunun başını bile ikiye bölmüştü. Koyunun
bu yarı başını pişirip, Kasım’a ikram ettim. Kasım
bir şey demeden yemişti. Ertesi gün İlçe Komitesi
Sekreteri Tınayev Osmonkul bize geldi. Kasım’ın
geldiğini duymuş olsa gerek. Osmon beni de seviyordu. O, “Et var mı?” diye şakalaştı. O zaman Kasım “Geceleyin bana başın yarısını ikram etti. Diğer yarısını sen yiyeceksin.” diye şaka yapmıştı. İki
gün sonra Kasım’la birlikte akşamleyin Tınayev’in
evine gittik. Ben önce kapısını çaldım, Osmon koşarak çıktı. “Eve girin.” dedi. Ben “Kasım da yanımda.” dediğimde “İkiniz de girin, misafirim olun.”
dedi. O sırada diğer kapıdan birkaç karalı alacalı
kişi geçti. Ben “Onlar kim?” dediğimde, “Ne yapacağın? Gir, büyükler.” dedi. Ben “Yok, giremem,
beni gördüklerinde tiksenerek içip yediklerini sindiremezler. Milliyetçi, ters insanla nasıl oturabilirler,
Kasım kalsın, ben gideyim.” dediğime bakmadan
evine soktu.
Tınayev Osmonkul’un Rus eşi vardı. Aşırı anlayışsız kadındı. O terk ederek gitmiş, bir Özbek delikanlıyı getirterek önemli misafirlere yemek yap-
tırdığı zamandı. Gelen misafirler Törökul Aytmat
Uulu, Erkinbek Esenaman Uulu, Saymasay Tatıbek
Uulu’ydu. Hepsini tanıyordum. Yalnız tanımak değil, hatta beraber çalışmıştım. Yaşıttık. İçten beni
sevdiklerini biliyordum. Votka, şarap içildi. Ben de
geri çevirdim. Onlarla beraber, ben de sarhoş olmuştum. Büyük tepsiyle et getirdiler. Birer tane
ustukan (kemikli et) aldık. Et doğrayacak kişi yoktu. Bir anda Kasım “Kuseyin, kemiği bırakıp eti
doğrasana, et doğrayıp yiyen biyin (zenginin) oğlu
değil misin?” dedi. O zaman ben, “Kasım, biyin
(zenginin) oğlu kendi eti doğramazdı, başka birisine doğratarak yerdi. Sen çeviksin ya, sen doğra.”
dediğimde herkes güldü. Bunu dememin sebebi,
Kasım’ın babası eskiden “Tek atlı Tınıstan” olarak
bilinirdi. Yeni Ekonomi Planı sayesinde oğlu belini
doğrultmuş, zengin olmuş galiba. Ukrayna’ya sürülmüştü. Kasım da “yabancı unsur” olarak nitelendirilmeye başlamıştı. İçkinin olduğu yerde gülme
de artar ya. Bir ara içkili hâlde olan Saymasay Tatıbekov Alaş’ın şarkısını söylemeye başladı. Onunla
daha Taşkent’te okurken, Komsomol faaliyetinde
tanışmıştım. Şimdiyse o Motor Traktör İstasyonu
Başkanıydı. Parti tasfiye komisyonunun amiriydi.
Kılıcından kanın damladığı dönemdi. Fakat söylediği şarkı buydu. İnsanların içiyle dışı birbirinden
farklı olan zamanmış ya. Törökül içmeden yattı. Ne
de olsa eğlence iyi geçti. Hepsi birbirine saygı duyardı.
Gene devam edeyim. Galiba 1932 yılıydı. Dil
Edebiyat Enstitüsü’nde Kasım, ben, Acıyman Şabdan Uulu, Kasımalı Cantöş Uulu ile beraber çalışıyorduk. Yazın şerine (bir şenliktir ki üyelerinden
her biri sıra ile ötekilerine ziyafet çeker) oluşturduk. Bu şerinede Aalı Tokombay Uulu, Abdılda
Ayılçı Uulu, Turdaalı Toktobay Uulu vardı. Bazen
Caynak Saaday Uulu da katılıyordu. Asan Rıskeldi
Uulu, Börü Kenensarı Uulu vs. de vardı. Kasım, K.
Cantöş Uulu ve ben bir araya gelince olmayan komik şeyleri meydana getiriyorduk. Sözlü “Mayluu
Tanğ” (Bereketli Tan) adlı piyesi ortaya çıkardık.
Bir gün Kasım “Hey, yiğitler, bende bir fikir var.
Sanatın sınıfa (feodal sınıfa) nasıl hizmet ettiğini,
başka bir deyişle sanatı sınıf (feodal sınıf) kendi
çıkarı için nasıl kullandığını halka gösterelim mi?”
dedi. Hepimiz kalem alarak piyes yazmaya giriştik.
Ben Ayçürek’in Amu Derya boyunda kırk kızıyla
gezerken Semete’yle buluşmasını yazdım. Kısacası,
30
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
o geceye “Akademi Geceleri” adını verdik. Tiyatro ile bir aylığına anlaşıp oyunu hazırladık. Devlet
yönetim üyeleri gelip izlediler, beğendiler. Olan ondan sonra oldu. Ak emeğimiz başımıza bela oldu.
Fırsatçılara gün doğdu. Beni Celal Abad’a sürdüler. Gerekçe “ili kalkındırmak”. Kasım, Akademik
Gecelerde ustalığını konuşturdu. Onu beğenenlerin
önü kesildi. Tembel, dilencilerin önü açıldı. İyi niyetliler gelişemediler. İnsan ömrü sinek ömrü değeri
kadar değer görmüyordu. “Turna’yı bey yaparsan,
başından bela eksik olmaz”, “Nereye gidersen git,
aynı çile” devri başladı. Durum gittikçe zorlaşıyordu. Olur olmaz gerekçelerle insanlar partiden ihraç
edildiler. 1933 yılında Kasım bir günü bana şunu
dedi:
-Hey, Kuseyin! Zaman bozuldu ki. Çare kalmadı. Ben Maksim Gorki’ye mektup yazdım. Bunu
okuyayım, diye mektubu gösterdi.
Mektubu gönderdik, maalesef, Gorki’den cevap
gelmedi. O mektubu K. Yudahin ikimiz, Gorki’in
adını taşıyan Dünya Edebiyat Enstitüsü’nün müdürü olan Arfa Petrosyan adlı kadına gönderdik. Sonraları o mektubun aslı bulundu. Mektubu Profesör
B. Yunusaliyev’e verdik. Şimdi mektup bu kişinin
arşivinde olmalı.
Oldukça fazla insan Kasım’a yapışmıştı. Onun:
“Ayazla ıslık çalarak,/ Geldi ihtiyar kış./ Baharda
bizde öten,/ Sıcak yerlere gitti göçmen kuş./ Ne zaman gider ihtiyar kış,/ Ne zaman çiçeklenip sevinir,/
Sıcak yerlere giden yaşlı kuş./ Ne zaman gelip öterler.” şiirinde “ihtiyar kış” diye Bolşevikleri anlatıyor; “Ne zaman gelir göçmen kuş” diyerek, yabancı
ülkede olan “akları” çağırıyor diye eleştirdiler.
Kasım, ders kitabına “Hububatın varsa oroodo
(hububat muhafaza etme için çukurda), hayvanın
varsa kışlada” atasözünü yazmıştı. Bu atasözüne yapışarak “Baksana, hububatını hükümete vermeden
orada sakla diyor ya. Bu kulak (zengin çiftçi, sömürücü) propagandasıdır.” diye hücum ettiler. “Kasım
sadece eski hayatı çok istiyor. Şimdiki yeni hayat
hakkında şiiri de yok” diye yapıştılar.
Bunların sesini bastırmak için Kasım, “Be, Gökçe, yürü. Bu sene devlete bol hasat olsun!” diye birkaç mısra şiir yazdı. Eleştirenler, “Kasım hep eski
Gökçe atını görür, yenilikleri görmek istemiyor.”
diye gene eleştirdiler. Kasım cevap olarak “Gelir,
gider traktör, gelir, gider.” diye yeni şiir yazar. Eleştirenler, “Şuna bak, yer kazan traktörü görmüyor,
geliyor, gidiyor diye bağırıyor. Kasım’dan adam
olmaz.” sonucuna varırlar. Kasım da dayanamayıp
onlara yapıştı. Olay şöyle oldu: Kasım bir günü konuşurken sözü bu konuya getirdi:
-Ben birçok dedikoducunun tercüme ettiği,
Stalin’in “Kısa Kurs”una baktım. Tercümede bir
sürü siyasi hata mevcut. Üslup, yazım kurallarından
eser yok. Şimdi ben bunu onların yüzüne vuruyum
ne diyecekler, dedi.
Bu konuşmadan çok geçmeden Kırgız Komünist Partisi Başkanı Bayalı İsakeev’e mektup yazdı. İsakeev hemen bir toplantı düzenledi. Kasım
tercüme ile ilgili bildiri sundu. Tahtanın bir tarafına
Stalin’in Leninizm hakkındaki sonucunu, öbür tarafına Kırgızcasını yazdı. Çeviride Marksizm, Kapitalizm olarak yazılmış. Tercüme yapanlar bir laf
edemediler. Bir sürü üslup, imla hatalarını gösterdi.
İtiraz eden çıkmadı. Çünkü Kasım işini iyi bilen dilci, Rusçayı da çok iyi bilen bir aydındı. İsakeev bir
hayli sinirlendi ve:
-Tercüme çok kötü çevrilmiş. Bu tür yazılar halka sunulmaz. Tercüme olmamıştır. Bu kutsal eser
işinin ehli kimselere verilsin, dedi.
Daha sonra örneklere bakarak, Kalim Rahmatulin adında birinin önderliğinde, resimli bir albüm
hazırlamışlar. Bastırmak için İsakeev’e götürürmüşler. İsakeev, tekrar toplantı düzenler ve Kasım’ı davet eder. Kasım çalışmaya baktıktan sonra:
-Bu olmamış. Bu halk dili değil, Molla diline
benzemiş.” diye dediğini tekrar ispatlar. Neden dilcilerle danışmadan hazırladınız, dilcilerle birlikte
hazırlayın emri verilir. O zaman dil uzmanı olarak,
ben, Şatmanov ve Kasım var. Bizi zengin neslinden
diye o tür işlere sokmadıkları bir dönem. Bu tür işler
çok yaşandı. Böylece Kasım fırsat geldiğinde, dedikoducu tercümanların dersini vermekten çekinmedi. Neden bir avuç Kırgız aydını bir takım olarak
çalışamadı? Onları birbirine düşüren sınıf mücadelesidir. Cetlerinde soylu birini buldu mu, hemen
onu partiden ihraç etme, onları itekleme normal işlerdendi.
Kasım Bişkek şehrinde 1924 yılından itibaren
yaşamaya başladı. Komşusu Adamkalıy, ooz komuzu (millî çalgı “ağız kopuzu”) çok iyi çalabilen bir
insandı. Ben Kasım’a sık gidiyordum. Her gittiğimde Kasım’ın evinde meşhur kopuzcu Karamoldo’yu
komuz çalarken görürdüm. Her zaman o kişi komuz
çalarken, Kasım “Çal, hocam, çal. Eskiden manap-
31
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
lara (baylara) komuz çalardın ya, şimdi benim için
çal.” derdi. Meğer Kasım kopuzdan çok iyi anlayan
bir insanmış. Hatta Kasım Taşkent’te öğrenciyken
hocası olan Magcan Cumabay öğrencisinin mandolin çaldığını gördüğünde ona:
-Kasım sen şairsin. Mandolin çalma. Sanat dediğin tabaktaki yemektir.” diye nasihatte bulunur.
Kasım’a mama gibi yapışan eleştiriciler “Kasım,
eski hayatın yanlısıdır. O Sovyet hükümetini sevmez. Sovyet hükümetine ün kazandıran (öven) şiir
de yazmaz.” dediler. Bu apaçık bir yalandı. Kırgızlardan Sovyet hükümetini ilk öven Kasım olmuştur.
Bu sözümü kanıtlamak için şu örneği verebilirim ki,
Kasım, 1920 yılında yirmi yaşındayken aşağıdaki
şiiri yazdı. O dönemde Kırgızların öz diline uygun
olan ve sahiplendikleri alfabesi yoktu. Bütün Türk
halkları Arapların 28 harfi ve Fars, Türklerin eklediği 3-4 harfle yazarak birbirinin edebiyatını okuyabiliyordu. Bunların içinden bize en yakını Kazak
diliydi. Kırgızların hepsi Kazak dilinde kullanılan
Arap harflerini kullandı. Baytursunov’un Kazakça
yazılmış “Til Kuralını” (Dil Aleti) okulda okuttu.
İlk şairimiz Kasım da, şiiri Kazak dilinde yazdı.
Kırgızların ilk okuyan gençleri, Kazak kardeşlerimizin öğretmenlerinden eğitim gördüler. Bundan
dolayı ana dili gibi çok iyi Kazakça konuşabiliyorlardı. Kasım’ın şiirini de Kazak dilinde sunuyorum:
Bugünkü Gün
Bugün şulelerin parıldadığı gündür,
Dünkü umutsuzlukların giderildiği gündür
Dökülen kanlar hakkında ses çıkmazdı,
Şimdi onları açık söyleme günüdür
Maksatların gerçekleştiği bir gündür
Her insanın payını aldığı gün
Kan içen kimselere
Tabiatın başını eğdiği bir gün
Bitkiler, hayvanatlar gülen bir gün
Ezilen, kalplerin ferahladığı bir gün
Uzun yıllar eziyet çekenler
Sağ salim birbirlerine kavuştuğu bir gün
Yoldaşlar bayrağı kaldırıp öne yürüyün
Evde boşuna yatmayın halkla birlikte ol
Büyüklerin dediği atasözü var
Halktan ayrılan adam olmaz
(Sürüden ayrılanı kurt kapar)
1920 yılı
Buna benzer “Tan” adlı şiirini de yayımladı.
Buna rağmen iftiralar durmak bilmedi. Yalanı gerçek gibi konuştuklarında gerçek utancından buralardan uzaklaştı. Dostum, meslektaşım, fikirleşelim
hayatta olsaydı neler neler yapardık. 1933 yılında,
ilk hapse atma ve öldürme işi gerçekleştirildi. O zamanlar Kırgızların yetişmekte olan değerli insanları
yok edildi. Ben de o zaman hapse atıldım. Okulu
yeni bitirdiğim dönemdi. O zaman Kasım da hapse
atılacaktı. Fakat o dönemde sekreter olan Belovskiy, Kasım’ı hapse girmekten kurtardı. 1936 yılında
Stalin’in anayasası ilan edildi. Sınır çatışması birden durdu. Birbirini “milliyetçi” “yabancı unsur”
diyenler, şartlar gereği olsa gerek dost kesildiler.
Tam o zaman beni “Rusça-Kırgızca Sözlük”
oluşturmaya Moskova’ya davet etti. Ailemle gittim. Hızlıca gazaplı 1937 yılı geldi. Kasım da Manas Destanı’na “Baş söz” yazacağını söyleyerek
bir aylığına eşiyle beraber Moskova’ya geldi. O dönemin Moskova’daki Kırgız temsilcisi Camansariyev
Asanbay’ın evine yerleşti. Benim üzerinde çalışmakta
olduğum “Sözlüğe” yönelik de iftiralar artmıştı. Bir
gün eşimle Camansariyev’in evine geldiğimizde Kasım yoktu. Biraz sonra geldi. Kederliydi. Neler olduğunu sorduğumda:
-Zaman bozulacak gibi. Sen Moskova’dan çıkma,
dedi.
-Ben de Moskova’da kalayım demiştim.
Ancak İsakeev çağırıp:
-Belovskiy’den telgraf geldi. Kasım’ı getir demiş,
dedi. Çare var mı? Patronun götüreceğim diyorsa, nerede kalabilirim ki. Gideceğim, diye içini çekti.
Bundan bir kaç gün önce benim geçici olarak kaldığım eve gelmişti, konuk olmuştu. Nedense,
-Kuseyin, senin evinde sarhoş olasım geliyor.
Çok derdim var, demişti.
Sözün kısacası, Kasım’ı İsakeev götürdü. O gelince hapse atmışlar. Böylece bu, canım gibi gördüğüm yazı arkadaşımla son buluşmam oldu...
Isık Göl İl Devlet Arşivi’nden alındı.
Akademik Karasayev’in fonu.
F-1041, tüzüm No. 1, s. 63-68.■
32
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Kasım Tınıstanov'dan
kısa hikâyeler
çev.: HALİT AŞLAR
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
İlim bitmez zenginlik
Bir adamın iki oğlu vardı. Baba, büyük oğlunu daha çok seviyordu. Servetinin tamamını
büyük oğluna miras olarak bırakacak oldu. Anne her iki oğlunu da seviyor birini diğerinden ayrı
tutmuyordu. Kocası onu dinlemedi; azarladı, dövdü. Kadın dayaktan kaçarak bir kara çiyin dibine
vardı. Hıçkırıklar içinde ağlayarak oturdu. Yoldan geçen bir yolcu kadını gördü.
-Niçin ağlıyorsun?
diye sordu. Kadın ağlamasının nedenini anlattı. Yolcu hikâyeyi dinledikten sonra kadına şöyle
dedi:
-Siz boş yere ağlamayın. Küçük oğlunuzu okumaya gönderin. Bilim bitmez zenginliktir. Babanın servetiyse elin kiri gibidir. Çabuk tükenir.
Kadın yolcunun söylediklerine inandı. Oğlunu çok uzaklara okumaya ilim öğrenmeye gönderdi.
Çocuk yıllarca yılmadan okudu. Sanatını eline aldı ve sanatıyla zengin oldu. Ağabeyinin ise babasının servetiyle başı döndü, sanat ilim öğrenmedi. Baba serveti çabuk tükendi. Beş parasız kaldı.
Düşkünleşti. Kardeşine ekmek parası için yalvardı.
Evet, iki tane güzel atasözümüz var: “Enege balanın alalıgı cok” (Anneye çocuğun kötülüğü
yok); “Bilim tügönbös baylık” (İlim bitmez zenginlik).
Hırsız
Öğrencilerden birinin çakısı çalındı. Kimin çaldığı bir türlü bulunamadı. Çakının çalınması
öğretmenin kulağına gitti. Öğretmen bu duruma çok üzüldü. Çocuklara şöyle dedi:
33
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
-Okul talebesinin içinden hırsız çıkması hiç yakışık almıyor. Okul hırsız yetiştirmez. Örnek insan
yetiştirir. Bu hırsızı bulmalıyız. Kendi içinizden üç
öğrenciyi komisyona seçiniz. Benim hırsızı bulan
kedim var, şimdi onu getireceğim.
Çocuklar komisyon başkanlığına Abıl’ı seçtiler.
Komisyondaki çocuklar öğretmenle beraber öğrencileri yalınayak hizaya dizdiler. Öğretmen kedisini
getirip öğrencilere:
-Şimdi hepiniz gözünüzü kapatınız. Kedi biraz
sonra çakıyı çalan çocuğun baldırına yapışacak,
dedi.
Çocuklar gözlerini yumdular.
Abıl,
-İşte yapıştı, diyerek bağırdı.
Çakıyı çalan çocuk çığlık atarak olduğu yere
oturdu. Çakıyı çalan öğrencinin adı Cangıbay idi.
Çocukların hepsi ayıp, yazık, günah diyerek
uğuldaştılar.
Cangıbay kızardı, bozardı utancından ağlamaya
başladı. Öğretmen Cangıbay’ı evine götürdü. Nasihat etti. Sonra arkadaşlarının huzuruna çıkardı.
Onlardan özür dilettirdi. Ondan sonra okulda bir
daha hırsızlık olmadı.
Arpa ile buğday
Arpa:
-Haydi gidip altın çıkan yerde bitelim, dedi.
Buğday:
-Bıyığınız uzun ama aklınız kısa arpam. Biz niçin altının peşinden gidelim. Altın bize kendi gelir,
dedi.
Kırgızlarda atasözü var: “Arpa buuday aş bolot,
altın kümüş taş bolot” (Arpa buğday aş olur, altın
gümüş taş olur).
Arpa buğdayın çok olursa altın kendi gelir.
Niçin böyle yaratılmış?
Ağız bir tane insanda
Kulak iki tane bu ne?
Şunun için yaratılmış
İyi dinle de az söyle
Ağız bir tane insanda
Göz iki tane bu ne?
Şunun için yaratılmış
İyi gör noksansız söyle
Ağız bir tane insanda
Kolsa iki tane bu ne?
Kendin düşünüp buluver
Çok fazla çalış da az ye…
Mektepte talebelerin tertip düzeni
Abıl’ın okuduğu mektepte tertip düzen yoktu.
Derste öğrenciler paldır küldür oynuyorlardı. Çocuklar birbirlerine kötü söylemeyi, küfür etmeyi de
ihmal etmiyorlardı. Bir gün hoca “Çocuklar, mektepte düzeni kendiniz sağlamalısınız,” dedi. Çocuklar tertip düzeni yoluna koymak için aralarında
toplantı yaptılar. Toplantıyı yönetmek için Abıl’ı
başkan seçtiler. Abıl, konuşmak isteyenlere sırayla
söz verdi. Çocukların çoğu konuşma yaptıktan sonra Abıl oylama yaptırdı. Evet deyip el kaldıranların
sayısı çokluğu teşkil ettiği için şu karara vardılar:
Kim dersteyken gevezelik edip milleti rahatsız
etse bir birilerine kötü söyleyip küfür etse onu arkadaşlığımızdan çıkaralım. Onunla oynamayalım.
Bu karardan sonra mektebe tertip düzen geldi.
Mektebe tertip düzeni ancak talebeler kendileri verebilirler.
Hayvanların tartışması
Bir gün hayvanlar arasında münakaşa çıktı. Her
biri kendisinin insana lüzumundan bahsetti.
-Bensiz Kırgız’ın görecek günü yok. Ben araba
yerine yük taşıyorum. Benim yünlerim olmasaydı
Kırgız çıplak kalırdı, diyerek kendi lüzumunu
anlattı.
- Hayır, sendense ben faydalıyım. Ben insanın kanadıyım. Güce dayalı işleri de herkesten
iyi yapıyorum. Etim de sütüm de işe yarıyor.
Sütümden yapılan kımız bütün hastalıklara deva
oluyor. Velhasıl bensiz gün geçmez.
-Benim etim sütüm olmasa Kırgız’ın günü
geçmez diye inek de kendi lüzumundan bahsetti.
-Sütümle etim bir yana benim yünüm olmazsa Kırgız bozüysüz[1] kalır. Ben yeri geldiğinde
Kırgız’ın işine yarayan para gibiyim, dedi koyun.
1. Bozüy: Kırgız çadırı
34
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Keçi de hemen kendi lüzumundan bahsetti.
Hayvanlar münakaşa ederek sahiplerinin yanına
gittiler.
- Size kim daha çok gerekli, diye sordular.
-Hepiniz gereklisiniz. Hepinizi bunun için besliyorum, diyerek hayvanları önüne katıp dağıttı.
Tarlada tay bitmiş
Abıl babasına,
-Bana at al, diye durmadan söylüyordu. Abıl’ın
sözlerine babası çok kulak asmıyordu. Bir gün ata
binip gezen çocukları görüp iç geçirdi.
-At satın al, diyerek babasının sakalından asılmaya başladı.
Babası,
-Tamam oğlum, bahar çıksın, okulunu bitirip
tatil olsun, ben senin atını hazırlarım. O zamana
kadar sen güzel güzel derslerine çalış, dedi.
Bahar sona erdi. Okul tatil oldu.
Abıl,
-Konuştuğumuz atı ne yaptın, dedi.
-Bahsettiğim tayı tarlaya örkledim, orda büyüyüp at oldu, seni bekliyor, dedi babası.
Tarlada tay nasıl büyüsün diyerek uzaklaştı
Abıl.
Bir gün
-Haydi oğlum, atını sulayıp yemleyelim, diyerek oğlunu yanına alarak tarlaya gittiler. Abıl hâlâ
hayretler içerisindeydi.
-İşte oğlum senin yürük atın, diyerek yeniden
büyümeye başlayan darıları gösterdi.
-Bu darı, dedi Abıl.
-Bu darılara bakıp büyütürsek güzün at olur,
dedi babası.
Abıl babasının söylediklerine inandı. Darıdan
çok bol mahsul çıktı. Güzün Abıl darıları kendi
toplayıp harman meydanına yığdılar. Çuvallarla
darı çıktı. Bozocular darının fiyatını kızıştırıp yükselttiler. Koyçuman, iki çuval darısına bir doru yürük at satın aldı.
- Abıl oğlum, işte o tarlaya örklediğim tay, doru
at oldu.
Tarlada at bitmesine Abıl o zaman inandı.
Yalancı
Abıl’ın okuduğu okulda Capay adlı bir çocuk
vardı. Capay derslerini fazla umursamıyordu. Bir
gün okumaktan bıktı. Okul arkadaşlarıma, akranlarıma öyle bir oyun oynayayım ki neye uğradıklarını şaşırsınlar diye düşündü.
-Okulun koyunlarına kurt girdi, diyerek bağırmaya başladı. Çocukların elleri ayaklarına dolaştı.
Koyunlara doğru koştular. Hayvanların yanında
kurttan iz yoktu; her şey yerli yerindeydi.
Capay,
-Yalan söyledim; sizi aldattım, diyerek kıs kıs
güldü.
Bir gün gerçekten koyunlara kurt saldırdı. Kurtların talanını Capay gördü. Can havliyle arkadaşlarını çağırdı.
-Yalan söylüyorsun, yalancı, dediler.
Kurtlar karınlarını tıka basa koyunlarla doyurdular; hayvanların çoğunu kırdılar. Artık çocuklar Capay’a ‘yalancı’ lakabını taktılar. Onun
söylediklerine kimse inanmaz oldu. Halk arasında
da çocuklar onu adıyla değil de ‘yalancı’ diye çağırmaya başladılar. Capay bir köşeye çekilip ağladı. Bir gün Abıl, Capay ile konuştu.
- Akranlarından özür dile. Bundan sonra kimseyi aldatma, kimseye yalan söyleme. Sana çocuklar
yalancı demesinler.
Capay, Abıl’ın söylediklerini kabul eti.
Akranları toplandılar Capay onlardan özür diledi.
-Arkadaşlar benim suçumu bağışlayın. Bundan
sonra yalan söylemeyi bıraktım, diyerek ağlamaya
başladı.
-Tamam, affettik, diyerek çocuklar bağrıştılar. Capay bütün arkadaşlarıyla tokalaşıp barıştı.
Ondan sonra Capay bir daha yalan söylemdi. Arkadaşları hep onu ismiyle çağırdılar.
Atasözü: “Bir colu kalpın bilinse, sözgö algısız
bolorsun” (Bir kez yalanın anlaşılırsa, bir daha seni
kimse dinlemez).
Aldar kösö ile şeytan
Aldar Kösö ile Şeytan ava çıktılar. Nasiplerinde bir toy kuşu vurmak varmış. Toy kuşunu ben
alacağım, yok ben alacağım diye münakaşaya tu-
35
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
tuştular. Avı birbirlerine layık görmediler. Sonunda
kim daha büyükse avı o alsın dediler. İkisi yaşlarını
sorup doğum tarihlerini araştırmaya başladılar.
Aldar Kösö,
-Sen kaç yaşındasın, hangi yıl doğdun, diye
sordu.
-Doğduğum yılı bilmiyorum, yerin yaratılması
tamamlanırken ben 7 yaşındaymışım, dedi Şeytan.
Aldar Kösö, Şeytan’ın boynundan kucaklayıp
ağlamaya başladı. Şeytan hayretler içerisinde kaldı.
- Niçin ağlıyorsun Aldar Kösö?
-Yerin yaratılması tamamlanırken benim yedi
yaşındaki çocuğum kayboldu. Seni ona benzetiyorum. Kaybolan biricik evladım sen olmayasın,
diyerek hıçkırıklara boğuldu. Şeytan aldatıldığını
anladı.
- Aferin! Sen tam Aldar Kösö imişsin. Baş eğdim Aldar Kösölüğüne. Toy kuşunu sen al.
Atasözü: “Aldar Kösö şeytandı da aldaptır”
(Aldar Kösö şeytanı da aldatmış).
Albastı
Abıl yemeğini yer yemez yatmaya gidiyordu.
Bunu alışkanlık hâline getirmişti. Yemeği sindirmeden yatmanın uyumanın ne kadar zararlı olduğunu Abıl bilmiyordu. Yatarken her zaman sarınıp
sarmalanıp yattı. Bir müddet sonra bir şeyler basmış gibi oldu. Göğsünün üstündeki ağırlık gittikçe
arttı. Sanki nefes alamıyordu. Abıl, gayret etti babasına seslenmek istedi; ama sesi çıkmıyordu. Biraz dinlendi, derin bir nefes aldı. Babasını çağırdı.
Uykuda olanları anlattı.
Babası,
-Oğlum seni albastı basmış, diye Abıl’ı korkuttu. Abıl’ın yüreği düştü. Abıl albastının varlığına
inandı. Ondan sonra Abıl’ı her gün albastı basmaya
başladı. Abıl ne yapacağını bilemez oldu. İyice zayıfladı. Öğretmen Abıl’ın vaziyetini görüp bir gün
ona,
-Abıl, sen hasta mısın, diye sordu.
Abıl konuşamadı,
-Albastı, diyerek ağlamaya başladı.
-Dur ağlama hallolur. Bundan sonra yediğin
yemeği sindirmeyi ihmal etme. Yatarken fazla sarınıp bürünme. Vücudunu temiz tut. Bu dediklerimi
yaparsan albastının olup olmadığını öğreneceksin,
dedi.
Abıl öğretmenin söylediklerini tuttu. Kirden
pasaktan uzak durdu. Yediklerini sindirmeden
yatmadı. Korktuğu albastı artık gelmez oldu. Abıl
oldukça rahatladı.
-Albastı geliyor mu, diye bir gün öğretmen sordu.
- Abıl ortalarda gözükmüyor, dedi gülerek.
Okumuş insanların albastıya inanması ayıp.
Kirli pasaklı olsa yediği yemeği sindirmese sarılıp sarmalanıp yatsa insanın kan dolaşımı yavaşlar.
Kan dolaşımı yavaşlarsa insan rahat nefes alamaz.
Bu durumu halk albastı diye adlandırıyor. Abıl ondan sonra albastıya bir daha inanmadı.
Kömöç
Kocakarı,
-Kara çuvalı silkeleyip kara ineğin yağından
kaldıysa bir kömöç[2] gömsene, diye ihtiyar koca
hanımına söyler. Kocakarı hamur yoğurup içine
yağ koyup ocağın içine gömer. Kocakarıyla ihtiyar
yanlarını ocağın sıcağına verip kaşınarak oturup
beklemeye başlamışlar. Kömöç piştiğinde ihtiyar
karısına:
- Elini ıslat, kömöç piştiyse al da yiyelim, demiş. Kocakarı elini yıkayıp ocağa uzanmış ama
tam o sırada kömöç ocaktan çıkıp kaçmış. Kocakarı, ihtiyar kovalamışlar ama yakalayamamışlar.
Kömöç kaçıp at çobanının yanına varmış.
-Çoban hey çoban, yakalayabilirsen ye, yakalayamazsan taş ye, demiş.
Çoban kovalamış ama tutamamış. Kömöç yolda koyun çobanına rastlamış. Ona da aynı şeyleri
söyleyip kaçmış. Sonra yolda tilkiye rastlamış.
-Yakalayabilirsen ye, yakalayamazsan taş ye,
demiş.
Tilki,
- Ne diyorsun? Yakın gelip söyle. Kulağım sağır, duyamıyorum, demiş.
Kömöç tilkiye yaklaşıp söyleyeceği esnada tilki
2. kömöç: ocağa ateşin içine gömülerek pişirilen ekmek
36
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
efendi şarpadan kömöçü yakalayıvermiş.
Atasözü: “Tük orunsuz kaçkandın, tülkü bersin
sazayın” (Nereye kaçtığı belli olmayanın tilki gelsin hakkından).
Elden düşen köpek
Bir zengin avlusunda köpek besliyordu. O
bahçeye, evin yakınına kimseyi yaklaştırmıyordu. Ağıla gelen kurtları perişan ediyordu. Köpek
yaşlandı. Ağzında diş, dizlerinde derman kalmadı.
Gözlerinin feri söndü, görmesi iyice zayıfladı. Geceleri ağılın yanında havlamayı da kesti. Köpeğin
mecalinin kalmadığını gören zenginin neşesi kaçtı.
Köpeğe yal vermeyi bıraktı. Karnı acıktığında çaresiz her yandan kesilen köpek hırsızlık yapmaya
başladı. Köpeğin hırsızlık yapmasına zengin hiddetlendi. Köpeği peşine takıp nehre atmak için
götürdü. Onu nehre attı. Köpek nehirden yüzerek
çıktı, yalvararak gelip zenginin ayağının dibine yıkıldı. Zengin köpeğin boynuna büyük bir taş bağlayarak nehre doğru sürüdü. Köpek direndi; ama
zengin bu kez köpeğin başını taşla yardı. Köpek
bayıldı. Zengin, köpeği bir yarın başından nehre
fırlattı. Köpeği nehre atarken yarın başı sallandı
dengesini kaybeden adam da nehri boyladı. Adam
oldukça sıkı giyinmişti. Bir türlü suyun üstüne çıkamıyordu. Çaresiz kaldı; suyun dibine batmaya
başladı. Canından ümidini kesti. Zenginin ağzına
burnuna su doldu. Nefes alamaz oldu. Suyun akıntısına kapıldı. Bir anda bir şekilde köpek boynuna
bağlanan ipten, taştan kurtuldu. Köpek suyun üstünde baygın şekilde yatan sahibini gördü. Yarık
başına aldırmadan sahibine doğru yüzdü. Hemen
ona ulaşıp pantolonunun paçasından dişledi. Suyun
akıntısıyla boğuşarak zavallı köpek sahibini sürüyerek nehrin kenarına kuru yere çıkarttı. Ağzından
burnundan su gelen zengin baygın şekilde yattı.
Biraz zaman geçtikten sonra adam kendine geldi.
Başucunda yüzü gözü kan içinde dimdik oturan
köpeği gördü. Köpeğin boynuna sarılıp ağlamaya
başladı. Köpeğe yaptığı affedilmez işten dolayı
çok pişman oldu. Zengin köpeği evine götürüp kuş
tüyüne yatırıp baktı.
Atasözü: “Naadandın kılgan kastıgın, cakşılık
menen cengip al” (Cahilin yaptığı kötülüğü, iyilikle yen).
Dayır ile nabek
Nabek adlı bir Arap’ın çok yağız bir atı vardı.
Bu atın namı bütün Arap yurtlarına yayıldı. Bu ata
Dayır adında bir bedevî göz koydu.
-Bütün malımı mülkümü vereyim. Ağılımdaki
koyunları, atlarımı, develerimin tamamını al; ama
atını bana ver diyerek Dayır, Nabek’ten atını istedi.
Nabek atı vermedi.
At, Dayır’ın rüyalarına girdi. Dayır atı o kadar
çok istedi ki nerdeyse hasretinden yataklara düşecekti. Ata duyduğu özlem yüzünden kurnazlıklar
düşünmeye başladı. Bir gün Dayır yüzünü gözünü
boyayarak dilenci kıyafetlerini giyinip yol boyuna
çıktı. Bu yoldan Nabek, atını idman yaptırarak geçiyordu.
-Dur atlı! Benim gibi aç dilenciyi de götür. Üç
gündür açım. Yerimden kıpırdayacak mecalim yok.
Yardım et, dedi.
-Gel, atla ardıma, evime gidelim, dedi.
-Yerimden kımıldayacak dermanım yok, dedi
dilenci.
Nabek attan sıçrayıp indi. Dilenciyi kaldırıp ata
bindirdi. Ata biner binmez dilenci atı mahmuzlayarak Nabek’e doğru bağırdı:
- Ben Dayır’ım. Atını götüreceğim.
Nabek atı geri alamayacağını anladı; peşinden
gitmedi.
-Dur beni dinle! At sana kurban olsun. Sen dileğine ulaş; ama atı benden nasıl aldığını el âleme
anlatma, dedi Nabek.
-Niçin böyle söyledin, diye sordu Dayır.
-Eğer sen bu hileyi halka anlatırsan çok kötü
olur. Gerçek dilenciler, düşkünler yol kenarında
atlılardan yardım istediklerinde ‘Dayır gibi düzenbazdır.’ diyerek halk onlara yardım etmez. İşte
halkın arasında yardımseverliğin yok olmasına sen
sebep olursun, dedi Nabek. Dayır bu söz karşısında
yelkenleri suya indirdi. Attan indi Nabek’e sarıldı,
atı ona geri verdi. Nabek ile Dayır ömür boyu dost
oldular. ■
37
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ANNECİĞİM*
Anneciğim! Senden parlak tan var mı?
Şulen senin ebediyen tükenmez.
Bilemem ki, senden güçlü can var mı?
Hangi yiğit senden yardım istemez!
Anneciğim! Yaşlansan da an be an,
Vermem seni ihtiyarlık yalvarsa.
Ömür gemi, kurtulamaz rüzgârdan,
Çabuk söyle diyeceğin söz varsa.
“Anne” desem, hatırası bilirim,
Hemencecik belirir göz önüne.
Düşlerimde uzun yoldan gelirim,
Yaslanırım o sımsıcak göğsüne.
Anneciğim, fısıltıyla söyle sen,
Özleyince yâd edeyim hepsini.
Yaparım ben; ödevdir, der, annemden,
Söyle haydi, varsa başka emrini.
Zorda kalsam çağırırım yardıma,
Sevincimi paylaşmaya koşarım.
Gülümseyip çıkıp kalsan karşıma,
Keder biter mest olurum, coşarım.
Gülümsersen şefkatinle yavruna,
Altın beşik vatanımda sanırım.
Düşümde de basıyorsun bağrına;
Hatırlasam hayaline rastlarım.
Büyüsem de ak saçını okşayıp,
Utanmadan, çocuk olmak isterim!
“Oğlum!” diye saçlarımı tarayıp,
Şımartmanı ödül diye bilirim.
Anneciğim, senden parlak tan var mı?
Şulen senin ebediyen tükenmez.
Anneciğim, senden güçlü can var mı?
Hangi güçlü senden yardım istemez?
AALI TOKOMBAYEV
* çev. İbrahim Türkhan
38
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
şair ve yazarlığının
yanında, gazeteci,
eleştirmen ve yayımcıdır
da. Edebiyat sahasında
şiir, hikâye, roman,
tiyatro ve tercüme
faaliyetlerine varıncaya
kadar birçok edebî
türlerle ilgilenmiş, bu
alanlarda büyük
başarılar sergilemiştir.
hayatı ve edebi kişiliği
AALI TOKOMBAYEV
HÜSEYİN ŞAHAN
Çar askerlerinin,
kaçan Kırgız halkını
öldürmesi, açlık,
bulaşıcı hastalıklar,
soğuk gibi nedenlerden
dolayı birçok kişi
hayatını kaybeder.
Yazar, birçok Kırgız’ın
canlarını kurtarabilmek
umuduyla çıktıkları
zorlu Çin yolculuğunda;
beş kardeşini yakın
zaman aralıklarıyla
açlık ve soğuk gibi
sebeplerden dolayı
kaybeder.
A
alı Tokombayev, 1904 yılında Kemin ilçesinin “Kayındı” köyünde fakir bir çiftçi
ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası
Tokombay, iri yapılı, güçlü, doğru sözlü biridir.
Annesi Uulbala, Kırgız sözlü halk edebiyatlarından
hikâye, masal, tekerleme, bilmece gibi edebî türleri
çok iyi bilmektedir. Aalı’nın çocukluk yıllarında,
annesinden dinlediği Kırgız sözlü edebiyatı, onun
ileride Kırgız edebiyatının büyük bir yazarı olmasına önemli katkılar sağlamıştır.
Aalı, Kırgızistan’daki 1916 yılı isyanında ailesiyle birlikte Çin’e kaçmak zorunda kalır. Bu
yolculuk esnasında, Çar askerlerinin, kaçan Kırgız
halkını öldürmesi, açlık, bulaşıcı hastalıklar, soğuk
gibi nedenlerden dolayı birçok kişi hayatını kaybeder. Yazar, birçok Kırgız’ın canlarını kurtarabilmek umuduyla çıktıkları zorlu Çin yolculuğunda;
beş kardeşini yakın zaman aralıklarıyla açlık ve
soğuk gibi sebeplerden dolayı kaybeder. 1917 yılında kaçan Kırgızların tekrar Kırgız topraklarına
dönmeye başlamasıyla Aalı da annesi ve babası ile
birlikte vatanı Kırgızistan’a geri döner. Narın şehrinin Koçkor ilçesi yakınlarında Ortotokoy adlı bir
yerde babası Tokombay vefat eder. Çok geçmeden
de annesi Uulbala, ebedi âleme göçer.
39
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Bütün aile bireylerini kaybeden Aalı Tokombayev, bakımını üstlenecek yakın akrabaları olmadığı için 1922 yılına kadar bir yerde hizmetçi olarak
çalışmak zorunda kalır. 1922 yılında Aalı Tokombayev, Taşkent’te bulunan Sovyet Parti Okulunda
okumaya başlar. Derslerinde başarılı olunca, Orta
Asya Komünist Enstitüsünde eğitimine devam
eder. 7 Kasım 1924’te, Kırgızların ilk gazetesi olan
“Erkin-Too”nun ilk sayısında “Ekim Ayı Gelince”
adlı şiiri yayınlanır. 1927’de enstitüyü bitirdikten
sonra, 1929 yılına kadar Kızıl Kırgızistan (şu anki
Kırgız Tuusu) gazetesinin baş editörü olarak görev
yapar. 1930-1931 yılları arasında Kırgızistan Millî
Devlet Basımevi’nde baş redaktör olarak çalışır.
1931 yılında Tergi Çabuu (şu anki Ala-Too dergisi)
dergisinin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynar.
Daha sonra bu derginin baş redaktör yardımcısı
olarak çalışmaya başlar.
Aaalı Tokombayev, 1958 yılına gelindiğinde
kırktan fazla kitabın yazarıdır. Bunların ikisi nesir,
üçü drama, geri kalanlar da şiir kitaplarıdır. 1927
yılında, o güne kadar yazdığı şiirleri “Lenin Hakkında” adıyla birinci şiir kitabını yayınlar. 1929 yılında kadın hürriyeti konusunu ele alan “Kadınların
Penceresi” adlı ikinci şiir kitabını yayınlar. 1935
yılında “Kanlı Yıllar” adında uzun ve tarihî gerçeklere dayanan bir roman yazmıştır. Bu eserde 1916
yılındaki Kırgız isyanı anlatılmaktadır. Yazarın bu
eseri bazı sebeplerden dolayı değişiklikler yapılıp
yayınlanmıştır. Bu eser “Kanlı Yıllar” adıyla1935
yılında, “Tan Ağarırken” adıyla 1962 yılında, en
sonunda da yazar öldükten sonra eser, “Kanlı Yıllar” adıyla 1991 yılında tekrar yayınlanmıştır. 1933
yılından itibaren eserleri Rusçaya çevrilmeye başlar. 1987 yılına kadar eserleri, Kazak, Özbek, Tacik, Ukrayna dillerine çevrilip yayınlanmıştır.
Aalı Tokombayev’in nesir biçiminde yazdığı
ilk eseri “Kurmanbek Batır” adlı eseridir. Bu eser
1923 yılında Kazak dergisi “Şolpan”da yayınlanır.
Bundan sonra yazar, Kırgız edebiyatında önemli
bir yeri olan “Yaralı Yürek” eserini yazmıştır. II.
Dünya Savaşı yıllarına kadar Aalı Tokombayev,
“Ezginin Sırrı”, “Akay Avcı”, “Akıllının Cevabı”,
“Yol Hikâyeleri” ve “Ölüm Kimleri Korkutmuyor
ki” adlı eserlerini yayınlar. 1940’lı yıllardan sonra
“Aşırbay”, “Bir Avuç Toprak” adlı kısa eserlerini
yayınlar. Savaş yıllarından sonra da
“Zaman Uçar”, “Bir Zamanlar Asker İdik” adlı
eserlerini yayınlar. Bu yıllarda “Toktogul” adlı eserinin ilk bölümünü ve “Kendi Hayatım” adlı eserini
yazıyor.
Aalı Tokombayev, ileriki yıllarda drama alanında yazdığı eserleriyle de yetenekli bir yazar olduğunu ispat etmiştir. Bu alanda yazdığı “Ölmezlerin
Meyvesi” ve “Günün Doğuşu” adlı drama eserleri
Kırgız tiyatrolarında oynatılmış ve halkın beğenisini kazanmıştır. Bu eserler savaş dönemindeki Kırgız kadınının ve erkeğinin vatanlarını kurtarma uğrunda gösterdikleri kahramanlıkları anlatmaktadır.
Aalı Tokombayev, yazdığı eserlerle Kırgız
halkının takdirini kazanmıştır. Aalı Tokombayev,
edebiyat alanındaki çalışmalarından dolayı sadece
Kırgız halkının değil Sovyet yönetiminin de takdirini kazanmıştır. Sovyet yönetimi tarafından “Lenin” ve “Emek Kızıl Bayrak” ödüllerine layık görülmüştür. Aalı Tokombayev, ayrıca “Kanlı Yıllar”
adlı romanı ile de “Toktogul” adlı devlet ödülüne
layık görülmüştür.
Aalı Tokombayev, şair ve yazarlığının yanında,
aynı zamanda gazeteci, eleştirmen ve yayımcıdır
da. Edebiyat sahasında şiir, hikâye, roman, tiyatro
ve tercüme faaliyetlerine varıncaya kadar birçok
edebî türlerle ilgilenmiş, bu alanlarda büyük başarılar sergilemiştir. Yazar, 1988 yılında ölmüştür.
KAYNAKÇA:
1.
Abazov, R., “Çarlık Yönetimi Altındaki Kırgızlar”
Türkler, C.18, Ankara, 2002.
2.
Abdırakmanov, C., Kırgızların 1916 Yılındaki İsyanı,
Bişkek, 1991.
3.
Akmataliyev, A., Sanat Eserleri ve Tarihi İnsanlar, Bişkek, 1999.
4.
Asanaliyev, K., Door menen Birge, Firunze, Kırgızistan, 1981.
5.
---------------, K., Kırgız Sovyet Eserlerinin Toplamı,
Firunze, 1960.
6.
---------------, K., Millî Tarih ve Edebiyat Anlayışı, Kırgızistan Madaniyatı, 1992, 6 Şubat.
7.
Erkebayev, A., Kırgız Prozasının Kontrattarı, Firunze,
Kırgızistan, 1963.
8.
Gorkiy, M., Edebiyat Hakkında, Moskova, Sovyet Yazarı, 1976.
9.
İbraimov, İ, Kızıl Kırgın, 1991, No: 7.
10. İlyasov, S.İ., Sovyet Kırgız Tarihi, II. Kitap, Firunze,
1986.
11. Kaçkınbayev, A., Kasımalı Bayalinov’un Yazarlığı
Hakkında Birkaç Söz, Ala-Too, 1968.
12. Tokombayev, A. Yaralı Yürek, Mektep Basması, Firunze, 1971.
13. -----------------, A., Eserler Toplamı, C.1, Firunze, 1958.
40
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
SALİCAN CİGİTOV
çev. KEMAL GÖZ
1
7 Ekim İhtilâli’ne kadar geçen süreçte Kırgız dilinde, hatta genel itibariyle
bu dilin bazı diyalektlerinde birtakım metinler
kaleme alınmış olsa da bahsi geçen metinlerde
işlenen dil tam mânâsıyla bir yazı dilinin özelliklerini taşımıyordu.
Meselâ zamanın süreli basın yayın organlarında dil olarak Kırgızca’dan yararlanılmıyor,
ilköğretim okullarında “Kırgız dili” adında bir
ders yer almıyor, Kırgızca başlı başına bir dil
olarak değerlendirilmediği için herhangi bir
okulun programındaki dersler arasında yer almıyordu. Devlet dokümanlarında ve devletler
arası yazışmalarda ise hiç kullanılmıyordu.
Bahsi geçen dönemde kaleme alınan metinler (bu metinlerin çoğu şiirdi) ise bizim “literatura” mânâsında anladığımız edebiyatın standartlarından uzak, çağdaş mânâda kabul edilen
edebî kriterlerin seviyesinde değildi. Batıdan
giren türlerin işlenmesiyle ortaya çıkan Çağdaş
Kırgız edebiyatının
uzun bir geçmişe sahip
olmaması nedeniyle
olgunlaşma sürecini
geçirmekte olduğunu
gündeme getirdiğimiz
zamanlarda meseleye
duygusal olarak yaklaşan
bir kısım ilim adamlarımız
karşı görüş olarak
Cengiz Aytmatov’un
eserlerini örnek olarak
göstermektedir.
41
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Kırgız edebiyatı ise Sovyetler Birliği döneminde
ortaya çıkmıştır. Nitekim 70 yıllık Sovyetler Birliği döneminde Batı edebiyatından giren türler Kırgız
dili kullanılmak suretiyle işlenmiş, edebî metinler
kaleme alınmış ve bu sürecin sonucunda ortaya çıkan eserler ise şimdilerde Çağdaş Kırgız edebiyatı
olarak tarif ettiğimiz genelin temellerini oluşturmuştur.
Fakat Kırgız edebiyatı olarak ifade ettiğimiz
geneli oluşturan ve Sovyetler Birliği döneminde
kaleme alınan bu eserler, tarlada sapıyla samanıyla
karışık bir halde duran buğday yığınlarından farksızdır. Nitekim bu yığınlar nasıl uzun uğraş ve çabalar
neticesinde belli bir süreçten geçirilip ayıklanıyor ve
ortaya nihayetinde buğday tanesi yani fayda çıkarılıyorsa, geride bıraktığımız 70 yıl içerisinde kaleme
alınan edebî nitelikteki metinlerin ayıklanması ve
Kırgız edebiyatı için faydaya dönüştürülmesi yerine
getirilmesi gereken zarurî bir gerekliliktir.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız meseleyi başka
bir şekilde ifade edecek olursak, Kırgız dili vasıtasıyla kaleme alınan edebî metinleri, yüzyıllar içerisinde gelişimini tamamlayarak belli bir seviyeye
gelmiş olan diğer millî edebiyatların ulaşmış olduğu
bilgi birikiminden, bu edebiyatların geliştirmiş olduğu edebî kriterlerden ve bakış açılarından yararlanarak yeniden gözden geçirmek, iyi ve kötü arasındaki
farkı objektif bir bakış açısıyla belirleyerek son yetmiş yıl içerisinde kaleme alınan bu eserleri en baştan
araştırmanın zarurî bir ihtiyaç olduğu şeklindeki bir
fikri öne sürmenin yazının ilerleyen satırlarında da
ifade edileceği gibi birçok geçerli sebebi bulunduğunu itiraf etmekte hiçbir sakınca yoktur. Bu anlattıklarımızı Kırgız edebiyatının tarihî gelişimini objektif
ve ilmî olarak, eleştirel bir bakış açısıyla yeniden ele
almak ve ele alınan eserleri tarafsız bir bakış açısının
süzgecinden geçirerek zamana yenik düşen eserleri
ayıklamak, yaşayabilecek kapasitede olanları ise belirlemek şeklinde ifade etmek de mümkündür.
Zira Sovyetler Birliği dağıldıktan ve üzerine kurulduğu komünizm doktrini iflas ettikten sonra ortaya çıkan yeni dengeler, yukarıda anlattığımız meselenin hayata geçirilmesini yani Kırgız edebiyatının
gelişim sürecini ve bu süreç dahilinde ortaya konulan eserlerin yeni baştan değerlendirmeye alınması
işini zorunlu bir gereklilik haline getirmiştir.
Maalesef Kırgız edebiyatı dahilinde kaleme alınan ve basılan edebî metinlerin bundan sonra da
yaşayabilecek düzeyde olanlarını zamana yenik düşenlerden ayıklamak ve belli dönemlerde son derece
popüler olan yazarların ciltlerle ifade edilebilecek
külliyatlarının profesyonel bir kalem tarafından yeniden gözden geçirilerek edebî kriterlerimize cevap
verebilecek seviyede olanlarının yeni baskılarının
yapılması meselesi el değmemiş halde araştırmacıları ve eleştirmenleri beklemektedir. Bu bağlamda
her ne kadar bazı yazarların eserleri onların yakın
akrabalarının sağladığı malî imkânlarla basılıyor
olsa da bu yeni baskılar eskilerinden hiçbir fark taşımamakta, yazarın değerli değersiz bütün eserleri bu
baskılara girmektedir.
Diğer taraftan Kırgız edebiyatının Sovyetler Birliği dönemindeki gelişme sürecini araştırmak şeklinde tarifi mümkün olan ilmî çalışmalar Kırgızistan
bağımsızlığını kazandıktan sonraki dönemde de çalışma alanı edebiyat olan ilim adamlarımız tarafından Sovyetler Birliği dönemindeki gibi, bu dönemde
yerleşen gelenek ve kriterlerden herhangi bir kopma
olmadan yürütülmektedir. Nitekim üniversitelerde
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki dönemde de
edebiyat konulu, bu ilim dalının bir takım problemlerinin incelendiği eserler kaleme alınmakta, bir
kısım yazarlarımızın hayatlarını ve yapıtlarını konu
alan doktora ve bitirme tezleri hazırlanmakta, savunulmakta ve nihayetinde bu çalışmalar basılmaktadır. Fakat bahsi geçen bu ilmî çalışmalarda Sovyetler Birliği zamanında yerleşen edebî ölçütlerin, bakış açılarının ve eserleri değerlendirme kriterlerinin,
kısacası Sovyet ideolojisinin miflerinin çok az bir
değişiklikle olduğu gibi korunmakta olduğunu belirtmek durumundayız.
Nitekim geçtiğimiz on yıl içerisinde kaleme alınan bu çalışmaların yazarlarını komünist ideolojinin
çökmesi, bu çöküşle beraber sosyo- ekonomik yapının bozulması ve nihayetinde meydana gelen yeni
şartların etkisiyle estetik kriterlerin değişmesi pek de
alâkadar etmiyor gibi görünmektedir. Zira bu edebiyatçılarımız Kırgız edebiyatının, doksan derece
değişen şartların getirileri ışığında edebiyat ilminde
kaydedilen gelişmeleri de göz önünde bulundurularak tarafsız bir bakış açısıyla en baştan incelenmeye
muhtaç olduğunu ya anlamak istememekte ya da bu
durumu idrak edememektedirler.
Neticede Kırgız edebiyatını konu alan, bu edebiyat dahilinde ortaya konulan eserler ile önemli
yazarların hayatları ve eserlerine dair yapılan ça-
42
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
lışmaların sanki değişen hiçbir şey yokmuşçasına
Sovyetler Birliği döneminde yerleşen kriter ve bakış
açılarıyla kaleme alınması; bu ilim adamlarının vücutlarının günümüzde kafalarının ise eskilerde, Sovyetler Birliği döneminde yaşadığını düşünmemize
sebep olmaktadır.
Elbette millî edebiyatımızı inceleyen ilim dalı
günümüzdeki seviyesinde ve kalitesinde kalmayacaktır. Genç edebiyatçılarımız, özellikle Kırgız edebiyatının tarihî gelişim sürecini gelecekte araştıracak
olan genç araştırmacılarımız, inceleyecekleri meselenin açıkça görülebilen bir kısım sıradışı özellikleri
olduğunu daima akıllarında tutarak kalemlerini ellerine alacaktır.
Yukarıda bahsini ettiğimiz genel durum bu makalenin yazarını, Kırgız edebiyatının hangi esaslar
dahilinde incelenmesi gerektiği meselesi üzerinde
düşünmeye sevk etmiş ve vardığımız sonuçlar aşağıdaki gibi sıralanmıştır.
Kırgız Edebiyatı-Orta Asya’da yaşayan küçük
bir halkın edebiyatı
Takdir edileceği gibi nüfusun az olması bir halk
için her zaman avantaj olamıyor, bu durum halkların
ruhî medeniyetlerinin bu bağlamda da edebiyatlarının gelişmesine önemli etkenler, kuvvetli nedenler
ortaya çıkaramıyor.
Özellikle yazı dili olan bir halkta kaleme alınan
edebî kitapların tirajı; okur kitlelerinin ilmî seviyesi,
satın alma gücü ve edebî metinleri okuma alışkanlığı
kazanıp kazanmadığıyla yakînen alâkalı olduğu
gibi bu kitlelerin nüfus oranındaki ağırlık merkezi
ile de sıkı bir şekilde bağlantılıdır. Daha basit bir
anlatımla edebî kitapları satın alan ve okuyan, biz
edebiyatçıların kitap dostu dediğimiz kitleler, nüfusu
çok olan halkların içinde çok oluyor. Neticede
kitapların basılması, satılması ve ekonomik bir
sektör haline gelmesi çabuklaşıyor. Diğer taraftan
kitaba ilginin çok olması tirajı yakından etkiliyor,
tirajın yüksekliği ise yeni kitapların yazılması
zorunluluğunu doğuruyor ki bu durum, edebî metin
kaleme alan yazarların bahsi geçen halk arasından
çok çıkmasını, yani millî edebiyatın gelişimini
sağlıklı ve seviyeli bir ortamda yürütmesini sağlıyor.
Kısacası nüfusu çok olan halkların içinden yazarlar da kitap dostları da çok çıkıyor. Örneğin yüz
otuz milyon Rusun ve sayıları yüz milyon civarındaki ikinci dili Rusça olan Sovyet Cumhuriyetleri
halklarının yaşadığı eski Sovyetler Birliği’nde, Rus
dilinde basılan bazı kitap ve dergilerin tirajı 1, 5- 2
milyon civarındaydı. Nüfusunun çok olması şimdiki Rusya Federasyonu’nda özelleştirilse dahi basım
evlerinin ticarî faaliyetlerini kesintiye uğramadan
devam ettirmelerine imkân sağlamakta ve neticede
bu durum Rus edebiyatının gelişimini herhangi bir
duraklamaya uğramadan normal düzeyde devam ettirmesine neden olmaktadır.
Fakat Kırgızistan’da nüfus, Sovyetler Birliği’nin
kurulduğu yıllarda 600- 700 bini, dağıldığı yıllarda
ise 2, 5 milyonu ancak bulmuştur. Sovyetler Birliği
yönetiminin Kırgız dilinde edebî eser yazılmasını
ödediği yüksek miktarlardaki telif ücretleriyle desteklemesine, bu eserlerin basılmasını yazarları için
problem olmaktan çıkarıp dağıtımının ve satışının
sağlıklı bir şekilde yapılmasını sağlamasına, hatta
bu kitapların maliyetlerinin çok altında fiyatlarda satılması için ek ödenekler ayırmasına rağmen; edebiyatçısı, eleştirmeni, şairi ve yazarı ile birlikte Kırgız
halkının içinden yeni türlerde eser veren beş yüz kalem ancak çıkabilmiştir. (Kırgızistan Yazarlar Birliği
üye sayısı: 229) Kırgızca yazılan edebî kitapların ortalama tirajı ise on bini geçmemiştir. Elbette ki yetmiş yıl içerisinde birtakım kitaplar otuz bin tiraj ile
basılmış, (Örnek: Manas üçlemesinin ek varyantı,
1958; Cengiz Aytmatov’un Elveda Gülsarı adlı kitabı, 1978) kitap evlerinin raflarında son derece ucuz
bir fiyat karşılığı alıcılarını beklemiş, uzunca bir süre
daha raflarda bekletildikten sonra fiyatları neredeyse
yok pahasına denecek kadar ucuzlatılmış fakat buna
rağmen yıllarca tozlu raflarda bekletildikten sonra
çare kalmadığı için kağıt kazanımına gönderilmiştir.
Okuması yazması olan Kırgızlar nedense kendi ana
dillerinde yayınlanan kitapları satın alma alışkanlığı
kazanmamıştır.
Zira XX. yüzyılda Kırgız dilinde yazılan ve basılan kitap sayısı Fransız ya da İngiliz dilinde sadece
bir yıl içerisinde basılan kitap sayısından yüzlerce
kat daha da azdır. Örneğin Fransız dilinde her yıl
binlerle ifade edilebilecek rakamlarda roman basıldığını farz edelim, Sovyetler Birliği’nin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 70 yıllık süre içerisinde
Kırgız dilinde ancak 72 (yetmiş iki) roman basıldığını burada belirtmek durumundayız.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra kitapların ucuz
fiyatlarla satılabilmesi imkansız hâle gelmiş ve ya-
43
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
zarların telif ücretleri için ayrılan ek ödenekler kaldırılmış, neticede yeni edebî kitaplar çok az çıkmaya
başlamıştır. Elbette bu şartlar altında yazarlığın başlı
başına bir meslek olduğu eski günlerdeki gibi ev geçindirebilen, yaşamak için gerekli temel ihtiyaçları
karşılamak için yeterli olan bir meslek dalı olmaktan çıkmasıyla edebiyatımızın gelişimi de sekteye
uğradı, edebî gelişim süreci tamamıyla durmamakla
beraber son derece yavaşladı, kitapların tirajı da sayısı da her geçen gün daha da azaldı. Kırgız halkının
nüfusunun az olması ve genel itibariyle ülkenin fakirliği elbette bu durumun ortaya çıkmasında önemli
faktörler arasındadır.
Demek ki Kırgız edebiyatını ilmî prensipler dahilinde incelerken ve bu edebiyatı dünya edebiyatları ile karşılaştırırken küçük ve ekonomik olarak zor
durumda olan bir halkın edebiyatı olduğunu daima
göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
Kırgız Edebiyatı- XX. yüzyıla kadar sosyal ve
tarihî gelişimden uzakta kalan halkın edebiyatı
Hepimizin bildiği gibi Kırgız uruuları[1]
yüzyıllarca konar göçer bir hayat tarzı yaşamaları
nedeniyle dünya medeniyetinin kazanımlarından
uzakta kalmış, insanoğlunun değişik alanlarda
yapmış olduğu icatlardan habersiz yaşamışlardır.
Son derece gecikmeli olsa da çağımızın medeniyet
ve kültür alanlarında kaydetmiş olduğu kazanımlarla
tanışan Kırgızların bahsi geçen ilerlemelerin bilgi
yığınlarını bu yollardan çok daha önce geçmiş bir
medeniyetin dili aracılığı ile öğrenmekten başka
çaresi yoktu. Fakat yabancı bir dili tam mânâsıyla
öğrenerek bu dilin bilgi hazinesine direkt olarak
hükmedebilme kabiliyeti kazanmak hem bireyler
hem de genel itibariyle bir toplum için yapılması çok
zor, ağır bir iştir. Bu yüzden gelişerek diğer dünya
milletleri için örnek haline gelen medeniyetlerin,
Kırgız halkı, özellikle de Kırgız aydınları tarafından
tam mânâsıyla anlaşılması son derece çetrefilli bir
sürecin neticesinde olmuştur. Bu durumun ortaya
çıkmasında, geniş halk kitlelerinin yabancı bir
dili öğrenebilmesi için gerekli şartların ve maddî
kaynakların bulunmasının zorluğu etkili olduğu
gibi Kırgızların kafa yapısının bahsi geçen medenî
gelişimi tam mânâsıyla kavrayarak bu medeniyeti
kendi malıymış gibi kullanmaya müsait olmaması
da bunda etken rol oynamıştır.
1. Uruu: boy.
Kısacası Kırgız yurdu, belli bir dönemden sonra
dünyada lider haline gelen Hıristiyan uygarlığının
medenî devletlerini, bilim ve teknik açıdan kaydettiği gelişmeleri, bunlardan başka özellikle sosyal
bilimler alanındaki yenilikleri Sovyet Rus varyantında, yani ideolojik bir bakış açısının süzgecinden
geçtikten sonra, yani eksik öğrenilmiş, yarım yamalak bir biçimde ulaşılan bilgiler yüzeysel olarak fikir
sahasında kullanılmak istenmiş, yani medenîleşme
işi yarım kalmıştır.
Demek ki Kırgız edebiyatını ilmî temeller dahilinde inceleyecek olan ilim adamlarının bu edebiyatı
ortaya koyanların daha yüz yıl öncesine kadar göçebe bir hayat yaşayan halkın içerisinden çıkan kalemler olduğunu, bu halkın öğrenmeye çalıştığı medeniyeti yarım yamalak, yüzeysel bir şekilde ancak
anlayabildiğini ve Kırgız edebiyatının dünya bilgi
merkezlerinin çok uzağındaki bir coğrafyada kalan
küçük bir halkın edebiyatı olduğunu göz önünde bulundurmaları gerekmektedir.
Kırgız Edebiyatı- Dünyadaki en genç edebiyatlardan biri
Herhangi bir şeyin gençliği, onun birçok açıdan
çiğliğinin, tecrübesizliğinin ve yetişmeye muhtaç olduğunun belirtisi değil midir?
Bir çocuğun doğar doğmaz konuşmaya başlaması, on yaşlarına basınca buluğ çağına girmesi, etrafındaki yiğitlerin beyi olması, devlerle güreşmesi,
onları yenmesi halkı kötülüklerden tek başına koruması gibi garip haller sadece masallarda tesadüf
edilebilecek durumlardır. Gerçek hayatta ise her bir
birey doğar doğmaz otomatik olarak son derece meşakkatli bir sosyalleşme sürecini yaşamaya başlar,
kendisini bireyi olduğu toplumun dilini, örf- adet ve
geleneklerini ve medeniyetini öğrenme devresinden
geçerken bulur. Bu sosyalleşme devresi 20- 25 senelik bir zaman talep eden meşakkatli bir dönemdir.
Millî yazı dilinin meydana gelmesiyle birlikte
ortaya çıkan millî edebiyat da ancak uzun bir zaman
diliminin verdiği birikimle ortaya çıkar ki bu birikimin neticesinde ortaya çıkan dil ile klasik olarak
nitelendirebileceğimiz eserler vücuda getirilir. Bu
konu ile alâkalı Amerikan- İngiliz edebiyatının mühim üstatlarından Henry James şunları söylemiştir:
“Büyük bir tarihî geçmiş yoksa, az da olsa gelenek
görenek kurulmaz; büyük bir geçmişe dayanan geleneklerden söz edemeyeceksek çoktan oluşması gere-
44
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ken edebî zevk için norm aramanın mânâsı da yoktur
ve eğer edebî zevkin uzun yüzyıllar boyu büyük bir
sabırla işlenerek oluştuğundan bahsedemeyeceksek
öyle veya böyle sanattan yani ‘iskustva’dan söz etmenin imkânı yoktur.”
Herhangi bir millî edebiyatın kemale ereceği,
klasik eserler vücuda getirilebilecek seviyeye ulaşabileceği döneme kadar elbette ki birtakım emekleme
devrelerinden geçmesi doğaldır. Bu duruma örnek
olarak Rus edebiyatını göstermek mümkündür.
Hepimizin bildiği gibi Rus edebiyatının bütün
dünyada tanınması ve klasik çıkarmış hatırı sayılır
edebiyatlar arasına girerek dış dünyada tanınması,
A. S. Puşkin, L. N. Tolstoy, F. M. Dostoyevskiy ve
A. P. Çehov’un başını çektiği yeteneklerin XIX. yüzyılda ortaya koydukları eserler sayesinde olmuştur.
Fakat Rus edebiyatının yukarıda ismini zikrettiğimiz
edebiyat adamlarının verdikleri eserlerle dünya edebiyatları arasına girmesi bir anda meydana gelen bir
olgu değildir. XIX. yüzyıla kadar bin yıl boyunca,
özellikle de XVII. yüzyıldan sonra dünyanın hem
ekonomik hem de kültürel açıdan önde giden halklarının medeniyet ve edebiyat alanlarında edinmiş oldukları tecrübeleri öğrenmeye çalışan Ruslar, özellikle hayatın görünüşlerini kelimelerle anlatmak,
ifade etmek ve betimlemek fiillerinin olmazsa olmaz
kurallarını öğrenmekle meşgul olmuş ve bu tecrübeleri kendi edebiyatlarına aktarmışlardır. Değişik bir
şekilde ifade edilecek olursa Rus edebiyatının anlaşılmaz bir muvaffakiyetle gelişmesinde Rus ruhî
medeniyetinde özellikle de Rus edebiyatı ve yazı
dilinde binlerce yıl içerisinde edinilen temel birikim
etkili olmuştur.
Fakat, ancak bir asırlık kısa bir zaman dilimi içerisinde işlenen Kırgız edebiyatında dünya standartlarında klasik eserlerin vücuda getirilmesine temel
olacak medenî ve edebî özellikler günümüzde de
oluşumunu devam ettirmektedir. Elbette bu eksikliğin en önemli sebebi edebiyatımızın uzun bir geçmişe sahip olmayan genç bir edebiyat olmasıdır.
Kırgız edebiyatının uzun bir geçmişe sahip olmaması nedeniyle olgunlaşma sürecini geçirmekte olduğunu gündeme getirdiğimiz zamanlarda meseleye
duygusal olarak yaklaşan bir kısım ilim adamlarımız
karşı görüş olarak Cengiz Aytmatov’un eserlerini örnek olarak göstermektedir. Fakat millî sembolümüz
haline gelen Aytmatov’un iki dilli bir yazar olduğu
nedense hiçbir zaman akıllara gelmemektedir.
Elbette ki tartışmasız, Cengiz Törökuluulu Kırgız milletine mensuptur. Onun birçok eserinde Kırgız halkı, yurdu, hayatı betimleniyor. Nitekim Aytmatov, eserlerinin üçte birini Kırgızca kaleme almış
ya da Rusça’dan Kırgızca’ya çevirmiştir. Nihayetinde Aytmatov’u Kırgız edebiyatının gelişim sürecine
katkıda bulunan yazarların arasında saymak için birçok neden var.
Diğer taraftan Aytmatov’un eserlerinin üçte ikisini Rus dilinde kaleme aldığı ve bunların başkaları
tarafından Kırgızca’ya çevrildiği gerçeğini ise göz
ardı etmemiz mümkün değil. Cengiz Aytmatov gibi
içinden çıktığı halkın hayatını Rus dilinde kaleme aldığı eserlerinde son derece etkileyici betimlemelerle anlatan Abhaz yazar Fazıl İskender de, yine Rus
dilinde kaleme aldığı hikâye ve uzun hikâyelerinde
çoğunlukla Odesalı Yahudilerin günlük hayatını, doğasını ve kültürünü anlatan Yahudi dinine mensup
Emanuel Babel de Rus edebiyatı çerçevesi içerisinde değerlendirilen yazarlardır. Bu yüzden eserlerinin
üçte ikisini Rusça yazan Cengiz Aytmatov’un da
Fazıl İskander ve Emanule Babel gibi Rus edebiyatı
yazarlarından değerlendirilebilecek yanları var. Nitekim Cengiz Aytmatov’u Kırgız yazarların genelini
yansıtan, Kırgız edebiyatı dahilinde eserler veren
kalemlerin yazarlık seviyelerini bizlere anlatan bir
çıta olarak kabul etmek imkânsızdır. Neticede onun
eserlerindeki estetik yapıyı Kırgız nesrine mal etmek
ve bu eserleri Kırgız nesrinin gelişim sürecini gösteren kilometre taşları olarak kabul etmek gerçekle
bağdaşmayan, edebiyat metodolojisi açısından da
sakıncalı sonuçlar doğurabilecek bir bakış açısıdır.
Neticede Kırgız edebiyatını araştırmak isteyen
ilim adamlarının, üzerinde duracak oldukları edebiyat tarihinin ve edebiyatın, köklü bir geçmişe sahip
olmayan temeller üzerine kurulduğunu anlamaları,
Rus edebiyatı dahilinde de değerlendirilmeye müsait yanları olan Cengiz Aytmatov’u ve onun kaleme
almış olduğu eserleri Kırgız edebiyatının ortalama
gelişim sürecini gösterecek kıstaslar olarak kabul
etmenin, araştırmalarını son derece yanlış sonuçlara
sürükleyeceği gerçeğini akıllarından çıkarmamaları
gerekmektedir.
Kırgız Edebiyatı- Ancak XX. yüzyılın başlarında kağıt üzerine yazılmaya başlayan, yetmiş yıl
içerisinde birtakım gelişmeler gösterse de hâlâ tam
olarak oturmamış, günümüzdeki dünya bilgi akışının ve dünya medeniyetlerinin kazanmış olduğu
45
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
bilgi birikiminin milyonda birini belki yeni yeni
anlamaya başlayan yazı dili vasıtasıyla ortaya konulan edebiyat.
Esasında her bir halkın yazı dili, sözlü dili temel
almak suretiyle ana dili, bahsi geçen sözlü dil olan
aydınların nesiller boyu uğraş vermeleri ile ortaya
çıkar, uzun yıllar içerisinde belli bir çerçevenin içine
oturur ve sözlü dilden uzaklaştığı kadar bizim yazı
dili dediğimiz kavram meydana gelir. Ve elbette
millî yazı dili dediğimiz kavramın gelişmesi, bu yazı
dilinin temel aldığı sözlü dilde konuşan, özellikle de
edebî metinler kaleme alan aydın kitlesinin hem sayısıyla hem de yetenekleri ve ilim seviyeleri ile yakından bağlantılıdır.
Yazı dili, halk dilinin gramatikal ve leksikolojik
özelliklerinden faydalanarak gelişim yoluna başlarken bu süreç içerisinde, fikir ve duyguları ifade
biçimleri, hayatın görünüşleri ve tabiatı betimleme
şekilleri açısından sözlü dilden farklı bir kulvara
girer, kısacası sözlü dilden uzaklaşır ve sözlü dilin
ifade imkânlarını kat be kat aşan yapma bir dil halini
alır. Bu duruma örnek olarak Fransız yazı dilini göstermek mümkündür. “Fransız yazı dili ile sözlü dili
birbirinden alabildiğine uzaklaşmıştır” şeklinde bir
tespitte bulunan ünlü dil bilimci J. Vanderes sözlerinin devamında “Bu yüzdendir ki Fransızlar yazarken kullandıkları dil ile hiçbir zaman konuşmazlar,
konuşma dili ile arada sırada bir şeyler karalasalar
da hiçbir zaman yazmazlar” demektedir.
Neticede tuzu kuru olan, sözlü dilden uzaklaşan,
aydınlar tabakasının kullandığı yazı dili, bahsi geçen yazı dilini temel alan sözlü dilde konuşan yeni
nesiller için herhangi bir yabancı dilden farksızdır.
Nitekim bu dil, sadece ilköğretim okullarının veya
üniversitelerin müfredatlarına konulan edebiyat
derslerinde değil diğer derslerde de öğretilir. Yazı
dilinin bütün üslup zenginliklerinin, gramatikal ve
leksikolojik özelliklerinin yeni nesiller tarafından
belli bir düzeyde öğrenilmesi 15- 20 yıl gibi uzun bir
zaman dilimi içerisinde ancak gerçekleşir.
Kırgız yazı dili ise esasında taşradaki ilköğretim okullarında, az da olsa üniversitelerde, yüksek
okullarda ders olarak okutulmakta, haber alma ve
basın- yayın organları tarafından işlenmekte, bazı
devlet dairelerinde kullanılmaktadır. Fakat ana dilimiz, siyaset, din, diplomasi, felsefe, psikoloji, mantık- sosyoloji ve kültür tarihi gibi alanlarda işlenmemekte, daha doğru bir tabirle kullanılmamaktadır.
Yani yazı dilimiz ile konuşma dilimiz birbirinden
hâlâ uzaklaşmış değildir, yani Kırgız yazı dili yukarıda da değindiğimiz gibi yazı dilinden beklenen
şartlara cevap vermekten uzaktır. Bu durum Kırgız
dilinin gelişmiş bir yazı dili olarak oluşumunu hâlâ
tamamlamadığını ve bu oluşum sürecini yaşadığını
göstermektedir.
Neticede her türlü edebî metnin - bir an için bu
edebî metinlerin tamamını edebiyat diye ifade edelim- yazı diline, yazı dilinin leksikolojik, morfolojik
ve üslup repertuarına biriktirdiği betimleme, ifade
etme ve etkileme özelliklerinden yararlanılarak ortaya konulduğunu kabul etmek durumundayız. Yazı
dili olma sürecine girmiş fakat tam mânâsıyla kemale ermemiş Kırgız dilinde ise ilmî, siyasî ve dinî
üslup özellikleri oturmadığı için Kırgız edebiyatı
genellikle konuşma dilinin sınırlı imkânlarına dayanarak ortaya konulmuş, edebiyatımız, gelişimini
konuşma diline dayanarak sürdürmüştür.
Eğer her bir halkın aydın tabakasının duygularının, düşünme yeteneklerinin ve kelimelerle duygularını ifade edebilme gücünün, ana dilinin yazı türündeki şeklinin üslup açısından ne derece geliştiği ile
yakından alâkalı olduğu fikrini kabullenecek olursak
bu takdirde Kırgız yazı dilinin hâlâ tam olarak gelişim sürecini tamamlamamış olması durumunun,
Kırgız yazarların edebî düşünme özelliklerini ve kalem güçlerini eksik bıraktığını ve eserlerinin edebî
kalite açısından olumsuz etkilendiğini düşünmemiz
son derece doğal bir sonuçtur.
Demek ki Kırgız edebiyatına dair yapılacak olan
ilmî çalışmalarda, bu edebiyatın oturma sürecini
yeni yeni tamamlama yoluna giren, kemale ermemiş
bir yazı dili vasıtasıyla ortaya konulan bir edebiyat
olduğu meselesi hiçbir zaman akıllardan çıkarılmamalıdır.
Kırgız Edebiyatı- Devlet desteği ile ortaya çıkan,
devletin verdiği maddî yardımlarla gelişim sürecini
devam ettiren fakat diğer taraftan yine devletin politikalarının propagandasını yapmakla mükellef,
kesintisiz olarak resmî otoritenin kontrolünde olan
bir edebiyat.
İster kabul edelim ister etmeyelim Çağdaş
Kırgız edebiyatı olarak ifade edilen kavram, yani
Çağdaş Kırgız edebiyatı, Sovyetler Birliği’nin siyasî
istekleri, maddî yardımları ve değişik alanlarda
sağladığı imkânlarla ortaya çıkmış ve yine devletin
46
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
koruması ve sağladığı imkânlarla gelişimini yetmiş
yıl boyunca herhangi bir kesintiye uğramadan devam
ettirmiştir. Kısacası Kırgız edebiyatı, hükümetin
ekonomiye müdahalesinin olabildiğince kısıtlı olduğu, özel mülklere serbestlik tanınan ve özgür bir
toplumda değil, yeni bir sosyal yapı kurma endişesindeki devlet gücü tarafından ortaya çıkarılmıştır.
Her ne kadar Sovyetler Birliği döneminde devlet, Kırgız edebiyatını ve bu edebiyat dahilinde
eserler veren yazarları her açıdan desteklemişse de
bu destekle beraber edebiyat üzerinde her zaman
sansür baskısı olmuş, Kırgız edebiyatı Sovyet hükümetlerinin açtığı kampanyaların propagandasını
yapan siyasî bir organ olarak kullanılmıştır. Bu yüzden edebiyatımız, Sovyetler Birliği yıkılana kadar
dış dünyadan habersiz kalmıştır. Bu kapalılığın ve
sansürün sonucunda ise sosyal yapının, hayallerin,
arzuların devletle herhangi bir alıp vereceği olmayan
özgür olarak nitelendirilebilecek aynası olmaktan
uzak kalan Kırgız edebiyatı, propaganda aracı haline
dönüşmüş, Parti’nin siyasî görüşlerini ve ideolojisini
yansıtan bağımlı bir edebiyat olmuştur.
Fakat her türlü baskı ve sansür uygulamalarına
rağmen Kırgız edebiyatını ortaya koyan nesiller, ana
dillerini işleyerek, örneğin olay halkaları kurmak,
kurulan olay halkalarını verilen tasvirlerin de eşliği
ile ilginç hale getirmek, hayattan aldıkları kesitleri,
insanları, tabiat görünüşlerini canlı bir şekilde betimlemek, şahıs ve olay örgüsü arasındaki bağlantıyı
kurabilme becerisinin yanı sıra Kırgız dilini kullanarak psikolojik tahliller yapmak gibi edebiyatın temel
teori alanlarında kendilerini yetiştirmişler, dünya
edebiyatlarının, özellikle de daha rahat anlayabildikleri Rus edebiyatının yüzyıllar içerisinde birikimini
yapmış olduğu beğeni çizgisini az da olsa kendi kafalarında oluşturabilmişler, bu çizgiyi yakalamaya
çalışmışlardır.
Demek ki Kırgız edebiyatını konu alan ilmî çalışmalarda, bu edebiyatın Sovyetler Birliği döneminde bizzat devlet eliyle kurulduğu, sansür baskısı
altında geliştiği ve dünya standartları ile karşılaştırıldığı zaman birçok eksiklerinin olduğu göz önünde
bulundurulmalı, yetmiş yıl içerisinde gelecekte yazar olacak genç kalemlerin dayanabilecekleri belli
bir temelin ancak oluşturulabildiği unutulmamalıdır.
Kırgız Edebiyatı- Genel olarak herhangi bir
entelektüel temeli olmayan, yazarlık meziyetleri
açısından yetersiz ve dünya standartlarının altında
eğitim almış yazarlar tarafından ortaya konulan
edebiyat.
Elbette her şeyin bir başlangıcı vardır. Kırgız
edebiyatı da bir noktadan başlamış, gelişme yoluna
girmiştir ki takdir edileceği gibi bu başlangıcı yapacak olan kalemler olmadan bunun olması düşünülemez. İlk yazarlarımızın en büyük eksikliği ise
kendilerinden önce örnek alabilecekleri bir temelin
olmamasıdır. Temeli onlar atmış, bu yüzden eğitim
aldıkları yıllarda ders kitaplarında Kırgız edebiyatı diye bir kavramla karşılaşmamışlardır. Modern
mânâda eğitim almamaları, şahsî olarak düşünme
yetilerinin çeşitli sebeplerden dolayı gelişememesi,
düşünmek denilen şeyin insana verdiği azabı, bu
azabı kağıt üzerine dökme ıstırabını çekmemeleri
gibi eksiklerine rağmen millî bir edebiyatın temellerini onlar attılar.
Sonraki nesillerde eğitim açısından iyileşme
görülse de, genel kültür, dünya görüşü ve orijinal
düşünme yetileri açısından bu yazar nesilleri ne
Batı’nın ne de Sovyet Rusya’nın kendileri ile zamandaş kalemlerinin düzeyine denk olabildiler. Elbette bunun sebepleri vardı. Şehirde doğup büyüyen
bir- ikisi haricinde bu yazarların çoğu köy ilköğretim
okullarından, ideolojinin ayyuka çıktığı ders kitaplarından, yetersiz öğretmenlerden ilim almış, üniversite yıllarında ise geriye dönük bu eksikliği kapayamamış, bilgi fakiri ana dillerini işleme gayretindeki
kalemlerdi. Bu yüzden bu kalemler ne kadar gayret
ettiyse de Batı medeniyetinin yetiştirdiği kalemlerin
seviyesine hiçbir zaman ulaşamamıştır.
Diğer taraftan hayatını yüksek miktarlardaki
akademik burslarla kazanan ve geçindirmesi gereken bir ailesi olmayan Alıkul Osmonov, komünist
rejim tarafından Kırgız halkının içerisinden çıkan
Sovyet yanlısı ilk yazarlar olmaları sebebiyle şımartılan ve çeşitli ayrıcalıklar verilen T. Sıdıkbekov ile
A. Tokombaev ve nihayetinde millî gururumuz Cengiz Aytmatov haricindeki diğer yazarlarımız ise gündüzleri hükümet dairelerindeki işlerinde çalışmış,
eserlerini ise ancak boş vakitlerinde yazabilmiştir.
Yani yazarlarımızın büyük çoğunluğu için edebî yaratıcılık işi tam mânâsıyla geçimlerini sağladıkları
profesyonel bir meslek olmaktan çok boş vakitlerini değerlendirdikleri bir uğraş, ek olarak gelir elde
edebilecekleri ikinci bir iş olarak görülmüş, esasında
içinde bulundukları şartlar bunu zorunlu kılmıştır.
47
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Demek oluyor ki Kırgız edebiyatını incelemek
isteyen bir araştırmacı bu edebiyatın genel mânâda
ilim ve estetik kriterler açısından kendisi ile zamandaş Alman, İngiliz, Fransız ve Rus yazarlarla denk
olamayan ve yazarlığı profesyonel bir meslek olarak
göremeyen yazarların kaleminden çıkan edebiyat olduğunu aklından çıkarmamalıdır.
Kırgız Edebiyatı- İçerik ve tür olarak Batı edebiyatında işlenerek ortaya çıkan ve başka halkların edebiyatlarına da geçen edebî türlerde verilen
eserlerle ortaya çıkan ve bu türlerin belli ölçülerde
yerleştiği edebiyat.
Kırgız edebiyatının temellerini atan kalemler şiir,
piyes, hikâye veya roman türündeki eserleri Çin,
İran, Arap veya Hindistan edebiyatlarında gelişen,
oluşan ve bu halkların dilleri vasıtasıyla işlenen türleri taklit ederek kaleme almış değillerdir. Çünkü ilk
yazarlarımız yukarıda bahsi edilen halkların dilini de
edebiyatlarını da bilmiyorlardı. Sonraki yazar nesilleri arasında da Doğu halklarının diline ve edebiyatına vakıf olan bir kalemin çıktığını söylemek çok zor.
Diğer taraftan yazarlarımız, ilk kaleme aldıkları
hikâyeleri, uzun hikâyeleri veya romanları yazarken
Kırgız destanlarında faydalanılan olaylar zinciri şekillerinden, tasvir usullerinden veya kahramanların
konuşma biçimlerinden yararlanmamışlardır. Ya da
ilk yazarlarımızın kaleme aldıkları ilk piyesler için
Kırgız folklorunda örnek alabilecekleri bir tür gelişmemişti. Ve Kırgız edebiyatında örneği verilen modern mânâda anladığımız şiir türü hem işlenen temalar hem de şekil açısından sözlü destan türlerinden
bambaşkaydı.
Örneğin Kasım Tınıstanov’un 1919 yılında
yayınlanan “Ayga”, “Bayçeçekke” adlı şiirlerini ele
alalım. Bu şiirler aya ve ömrü kısa olan bir çiçeğe,
kardelene yazılmış. Başka bir tabirle şair, ay ve
kardelen çiçeğine sıcak duygular beslediği bir insana
(örneğin güzel bir kıza) gösterebileceği yaklaşımın
bir benzerini göstermiştir. Bu şekilde içeriği olan
şiirleri sözlü edebiyattan mum yakıp özel olarak
arasak dahi bulamayız. Neticede okuma yazması
olmayan herhangi bir halk şairinin ayı, kardelen
çiçeğini veya bir ağacı romantik gözlerle seyredip,
birden bire duygulanarak sevdiğini aklına getirmesi,
bu sembollere şiirler yazması yanlış anlaşılması ama
düşünülmesi zor bir ihtimal.
Kısacası, çağdaş Kırgız edebiyatı halk edebiya-
tının uzantısı olarak ortaya çıkmamış, gelişimindeki
temeller hiçbir zaman folklor olmamıştır.
Çağdaş Kırgız edebiyatının temellerini atan
yazar nesli içerisinden bir- iki kalem haricinde
Rusça’yı bilen olmadığı için bu yazarlar ilk kaleme
aldıkları eserleri, özellikle de şiirleri, Kazak, Özbek
ve Tatar dillerinde kaleme alınan orijinal eserlerin
veya bu dildeki çevirilerin etkisinde kalarak kaleme
almış, kaleme aldıkları edebî metinleri bu dillerde
verilen eserlere benzetme çabasında olmuşlardır.
Fakat yeni tipte oluşmaya başlayan Kazak, Tatar ve
Özbek edebiyatlarında bahsi geçen zaman dilimi
içerisinde işlenen türler Rus edebiyatından örnek
alınmıştı. Rus edebiyatında işlenen bu türler ise
Batı’da gelişmiş, işlenmiş Rus edebiyatına geçerek
uzun bir zaman dilimi içerisinde bu edebiyat dahilinde en mükemmel seviyesine ulaşmıştı.
Kırgız edebiyatının temellerini atan yazar nesilleri Rus dilini tam mânâsıyla öğrendikten sonra hem
Rus dilinden hem de bu dil vasıtasıyla dünya edebiyatlarından ders almaya başlamıştır. Fakat ilk yazar
nesillerimizin Batı edebiyatının, hatta Rus edebiyatının yüz yıllar içerisinde edinmiş olduğu edebî birikim ve neticesinde oluşan edebî zevkleri anlaması,
edebî türlerin Kırgızca’da örnek olarak nitelendirilebilecek şekillerini ortaya koymaları hiç de kolay
olmamıştır. Bu yüzden şayet vermiş olduğu eserlerle
Rus edebiyatı dahilinde de değerlendirilmeye müsait
yanları olan Cengiz Aytmatov’u istisna olarak kabul
edecek olursak Kırgız edebiyatında Batı standartlarını karşılayabilen klasik mânâda eserlerin günümüze kadar kaleme alınmadığını söylemek durumundayız.
Fakat bütün olumsuzluklara rağmen millî edebiyatımızın, Batı edebiyatlarının açtığı yolda gitmekte
olduğunu, ilk yıllardaki tür kargaşasını atlattığını ve
gelişim sürecini yaşamaya başladığını söylemekle
de yanlışa düşmüş olmayız.
Netice itibariyle Kırgız edebiyatı tarihini kendilerine araştırma konusu olarak seçen ilim adamı ve
öğrencilerin bu edebiyatın Doğu halkları edebiyatlarının tesiri altında gelişmediğini, aksine Avrupa,
özellikle de Avrupalılaşmış Rus edebiyatından hem
tür hem edebî yaklaşım hem de teorik ve estetik
açıdan etkilenerek inkişaf ettiğini, fakat dünya edebiyatları seviyesine çıkma sürecini de hali hazırda
yaşamakta olduğunu unutmamaları gerekmektedir.■
48
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
MAMASALI APIŞEV
çev. ABDRASUL İSAKOV
Aytmatov ve Bayciyev’in
son derece başarılı
eserler ortaya
koyabilmelerinin
nedeni, onların millî
materyalleri çok iyi
bilmeleri, gerektiğinde
bu malzemelere
dışarıdan bakabildikleri
ki, bu özellik zaten iki
dilli edebî düşüncenin
ana etkenidir ve ünlü
yazarların çalışmalarına
da yansımıştır.
**
K
ırgızistan topraklarında yaşayan halkların
özünde kadimden beri karşılıklı anlayış
ve toleransa olan heves mevcuttu. Buralarda, yerel bazı çatışmalara rağmen asırlar boyunca ruhen
birbirlerini zenginleştiren farklı milletlere mensup,
türlü kültür ve dilleri taşıyan kimseler yaşadılar.
İki dillilik bizim için hâlen önemli bir konudur.
Konuya siyaset dışı bakmanın, yan yana ve etkili
şekilde kullanmanın zamanı gelmiş bulunmaktadır. Bu bağlamda Kırgız ve Rus dillerinde yazan
ünlü Kırgız yazarları Cengiz Aytmatov ve Mar
Bayciyev’in eserlerinin incelenmesi son derece
önemlidir. Onların eserlerinde iki dilli çalışmanın
özelliklerini daha net görebiliyoruz.
Edebiyatta iki dillilik, çok zor, çok tabakalı
* Bu makale Edebi Kırgızistan dergisinin 3. sayısında
yayımlanmıştır (Mamasalı, Apışev, “Ç. Aytmatov,
M. Baydciev: Gorizontı Dvuyazıçnogo Tvorçestva”,
Literaturnıy Kırgızistan, Sayı: 3, Bişkek: Turar Yay., 2011,
s. 158-168)
**Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü doktora
öğrencisi.
49
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
olaydır. İki dilli sanata yönelik inceleme eserleri
genelde bölük pörçük mahiyettedir. Ve son dönemde, iki dillilik doğal bir durum olarak kabul edildikten sonra, edebiyatçılar (yazın bilimciler) konuyla ilgili ciddi bir şekilde çalışmaya başladılar.
Sovyet döneminde Kırgızlar, diğer SSCB halkları gibi ana dili yanında zorunlu olarak Rusça eğitim de aldılar.
Ünlü Kırgız edebiyatçısı Cengiz Huseynov
“Çok Milletli Sovyet Edebiyatı”ndaki tipleri şu şekilde sınıflandırır:
Ana dilde yazmak ve yazarın onu Rusçaya tercüme etmesi; Rusça yazmak ve onu kendisinin ana
diline çevirmesi; aynı zamanda ana dilde ve Rusça
yazmak ve çevirinin devre dışı bırakılması; geçici veya daimi şekilde iki dillilikten tek dile Rusça
veya ana diline geçmesi ve bunu yaparken eserin
müellifi tarafından tercüme edilmemesi; sadece
Rusça yazmak bunu yaparken yazar kendisini Rus
yazarı olarak değil, mensup olduğu halkın yazarı
saymasıdır.
Genel olarak Huseynov ile aynı fikri paylaşmakla birlikte, sayılan bütün iki dillilik tiplerinin
pratikte kombine şeklinde karşımıza çıktığını belirtmeliyim. İki dilli çalışma, diğer çalışmalar gibi
derin bireyseldir.
Aytmatov ve Bayciyev’in eserlerinde, yazarların şartlar gereği erken yaşlardan itibaren hem
Rusça hem Kırgızca bilmelerinden dolayı, yukarıda adı geçen iki dillilik türlerinin tamamını uyumlu bir şekilde içinde bulundurur. Bununla birlikte
onların kendileri birkaç defa, kendi tecrübelerinden yola çıkarak iki dilli çalışmanın doğası hakkında yazmışlardır.
Araştırmacılar her yazarın dil tercihi konusunda hakkının olduğunu kabul ederler, ama konu
millî çerçeveye girdiğinde veya yazarın millî kimliğini tanımlamaya çalışıldığında hararetli tartışmalar, birbirlerini dışlayan nedenler sıralanmaya
başlar. Bazen Osetyalı edebiyatçı Nafi Jusoyti’nin
dediği gibi saçma “Aytmatov Rus yazarı” gibisinden iddialar da ortaya atılır.
Dünya edebiyat tarihi pek çok ana dili dışında çok güzel eserler yaratan ve resmî şekilde hem
temsil ettiği dilinin hem temsil ettiği milletin yazarı olarak bilinen yazarları tanıyor. Aslen Leh
olan ve İngilizce yazan Joseph Conrad, İngiliz yazarı olarak tarihte kaldı. Bununla birlikte Ameri-
kalı yazar Mavi Baykuş lakaplı Vesha Kuonnezin,
aslen Kızılderili olmasına rağmen bütün eserlerini
İngilizce yazdı, ama resmî kitaplarda ve okurlar
arasında Kızılderili yazar olarak biliniyor. Galiba,
yazarın milliyetini belirlerken, yazarın çalışmalarını kapsamlı incelemek, sadece eserin dilini veya
sadece yazarın millî kimliğini veya ülkesini ön
plana çıkarmamak gerekiyor.
İki dilde yazan edebiyatçının dil ve konu meseleleri tek dilde yazan geleneksel yazara kıyasla
daha kritiktir. Bu konuda V. Nabokov’un yazdıkları çok ilginçtir.
“Üç yaşımda ben Rusçaya kıyasla İngilizceyi
daha iyi konuşuyordum. Dokuz, on iki yaşlarımda ben daha çok İngiliz yazarları: Wells, Kipling,
Shakespeare’i okumama rağmen bazı dönemleri göz önünde bulundurmazsam İngilizce çok az
konuşuyordum. Fransızcayı altı yaşımda öğrendim” diyor Nabokov 1975 yılında Bernar Pivo’ya
yazdığı mektubunda ve devam ediyor: “Benim
dedelerimin dili, benim şiirlerimde kendimi hissettiğim dildir. Ama ben hiçbir zaman Amerikalı
birine dönüştüğüme pişman değilim. Fransız dili
daha doğrusu benim Fransızcam (bu o kadar özel
bir şeydir ki) benim akıl gücümle bükmek istememe rağmen bükülmüyor. Onun söz dizimi benim
bazı serbestliklerimi sınırlıyor ki, ben bunu diğer
iki dilde kendime müsaade edebiliyorum. Elbette,
ben Rus dilini seviyorum, ama İngilizce kullanım
açısından onu geçiyor.”
Aytmatov ve Bayciyev’in tecrübelerinden yola
çıkarak cesaretle diyebiliriz ki, iki dillilik demek,
iki dilin aynı zamanda kullanılıyor olmasıdır; iki
dilde de fikir yürüterek düşünce sınırlarını zorlamak, yazarların bu avantajını eserlerine yansıtmasıdır.
Önemli temel sorunların biri, iki dilli yazarların hangi dili anadili olarak görmeleridir? Çalışma
dilini mi veya anne ile babalarının dilini mi?
Bu konuda ünlü Kalmuk şairi David Kugultinov şu beklenmedik fikrini bildirmiştir: “İnsan
anadilindeki hangi sözleri ilk olarak söylediğini ve
ne anlama geldiğini hatırlamaz ki... Fakat o, başka
bir dilin anlamını ne zaman kavrar ve hayat tecrübesi edinir, o zaman işin seyri değişir. Hatırlıyorum da, Rusça “ekmek” kelimesinin anlamını
nasıl öğrendiğimi. Sobadan çıkarılan sıcak ekmeği dildiler ve içtenlikle ikram ettiler: “Al, ekme-
50
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ği balla ye”. O günden bu güne çok uzun zaman
geçmesine rağmen, ne zaman “ekmek” kelimesini
duysam onun kokusu, tadı ve o an hissettiğim anavatandan ve büyüklerin danışmanlıklarına kadar
kelimeyle ilgili her şey, gözümün önüne gelir.”
Kim bilir, belki Ruslaşmış Danimarkalı Vladimir Dal’ın “Açıklamalı Canlı Büyük Rus
Sözlüğü”nün müellifi olması bununla açıklanabilir. Belki de, insan iki milletin kavşağında olursa,
dillerini de başka türlü hissedecek, dil ve kültürün
kendine has özelliklerini daha iyi görecektir. Rus
dil bilimcisi Konstantin Yudahin Kırgızlaşmıştı ve
ansiklopedik mahiyetteki Kırgızca-Rusça sözlüğü
hazırlamıştı.
Cengiz Aytmatov ve Mar Bayciyev’in ruhi ve
entelektüel dünyası Kırgız ve Rus dilleriyle zenginleşti. Mesele sadece millî folkloru bilmek, dünya edebiyatını öğrenmek değildir, bunları kendi
çalışmalarının temeline oturtmaktır.
Yeni başlayan pek çok yazar çeviri işleriyle
meşgul olmak zorunluluğu hissederler. Aytmatov
ve Bayciyev bu “okul”un yanından geçmemişlerdi.
Aziz Saliev, Adabiy Gezit gazetesindeki hatıralarında, 50’li yıllarda genç zootekni uzmanı Cengiz Aytmatov ve dil bilimi öğrencisi Mar
Bayciyev’in Manas Destanı’ndan kelime kelimesine tercümeler yaptığını anlatır. Aytmatov çevirileriyle birlikte “Yazar-Köprü” hikâyesini de getirir
ve bu hikâye daha sonra “Literaturnıy Kırgizistan”
edebiyat yıllığında basılır.
Kuşkusuz, kelime kelimesine çeviriler ilerde
yazarların yazarlık sanatına derinden bakmasını
sağlamıştır, çünkü çevirmen çalışırken, yazarın
bastığı yolu yabancı bir dilde tekrar yürüyecektir.
Aytmatov hiçbir zaman eserlerinde millîetnografik unsurları okurlarına karşı dalkavukça
sömürmemiştir. Eserlerinde doğal yaşam, millî
renkler dayatılmaksızın, göze batırılmaksızın
verilir vs. Aytmatov’un çalışmalarında Rusçayı
kullanmasının nedenlerini analiz ederken çoğu
eleştirmen, Rus tercümanların onun eserlerini
Rusçaya çevirirken Kırgız gelenek görenek ve dil
inceliklerini bilmediklerinden eserleri iyi çeviremediklerini ve yazarın bundan memnun kalmadığını söylerler.
Aytmatov’un “Selvi Boylum Al Yazmalım”
uzun hikâyesi Rusça “Yazarın Kırgızcadan tercümesi” şeklinde yayınlanmış ve uzun hikâyenin
Kırgızcası yaklaşık yirmi yıl sonra 1981 yılında
basılmıştır.
Yazar, Rusçaya geçme nedenini, cumhuriyetlerdeki “edebî eleştiri düşüncesinin sınırlı kalmasına” ve korunma içgüdüsüne bağlamıştır. Ama
bunun o kadar da önemli rol oynadığını söylemek
biraz zor.
Aytmatov “Kopar Zincirini Gülsarı” eserini
yazarken, Rusça, cumhuriyet dillerine üstünlüğünü kurmuş, daha geniş kitle tarafından benimsenmiş durumdaydı. Millî diller ise cumhuriyet
sınırları dâhilinde etkili olarak kalmıştır. Buraya
Rusça olarak yayımlanan edebiyat yayınlarını da
ekleyebiliriz; “hacimli” edebiyat dergileri, “roman
gazete” özel sayıları vs. Rusça çalışmak millî dilde
yazmaktan çok daha avantajlıydı. Üstelik Rusça
yazarsan, eserinin başka dillere çevrilme ihtimali
da vardı.
1967 yılında düzenlenen, iki dilli çalışma
meseleleri sempozyumunda Aytmatov, iki dilin
uyumluluğu ile ilgili şunları bildirmektedir:
“Eğer kitap Kırgızca yazıldıysa, ben onu Rusça
tercüme ederim veya tersine. Bunu yaparken de bu
iki yönlü çalışmadan çok keyif alırım. Bu, yazarın kendini geliştirmesi için büyük fırsat tanıyan
ilginç iç çalışmadır ki, bence yazarın yöntemini
geliştirmesini, dilinin çift yönde zenginleşmesini
sağlar”.
“Rusça yazmak benim için, resmi geniş bir açıdan çekmek demektir”, “büyük “edebî tecrübe” ile
başka dile hâkim olmak ve o dil sayesinde kültüründen istifade etmek, benim görüş açımı genişletiyor, üretken olmamı sağlıyor”.
“Düşünüyorum da, daha doğrusu umut ediyorum bir kişi için yazıyorum. Bu insan, benim
kendisi için telaşlandığım, mücadele verdiğim, ona
karşı dürüst olduğum, ona en gizli düşüncelerimi
söylediğim ve bunu nasıl söylersem onu heyecanlandıracağını, hareketlendireceğini, kanatlandıracağını düşündüğüm biri. Eğer böyle olduysa ben
muradıma ermişim demektir. Eğer böyle bir insan
bulunursa, ben inanıyorum ki, beni başkaları da
anlayacak, belki çoğu anlayacak, belki halk da anlar. Eğer baştan eserini kitleye yönelik yazma hedefi koyarsan, baştan hesapların ona göre olacak,
bu ise düşüncenin değer kaybetmesine ve edebî
eserin (elinin kolunun) bağlanmasına sebep olur.”
Yukarıda söylenenler, yazarın öncelikle hazır,
51
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
arayış içindeki okurlara yöneldiğini gösteriyor.
Georgiy Gaçev, “Cengiz Aytmatov ve Dünya
Edebiyatı” kitabında, “Onda Rus kökenli yazarlarda olmayan ve Rus hayatını yazarken de kullanamadığı Rus edebiyat geleneğinin konusu, mitolojisi ve tarz derinliği var. Böyle bir şey XIX. yüzyılın
ilk yarısında Rus edebiyatına azınlık temsilcisi
Ukraynalı Nikolay Gogol’un girmesiyle gerçekleşmişti. Bütün bu Soroçinliler (Ukrayna’da bir
grup), Mirgorodlular, Parubkiler, Zaparojest Kazakları kendilerine has yaşam tarz özellikleriyle,
mitleriyle, dil ve fıkralarıyla daha önceden sınırlı
olan Rus edebiyatına derya gibi akarak zenginleştirmiştir”, der.
Kırgız yazarlarından Cengiz Aytmatov ve Mar
Bayciyev eski efsane ve mitleri, destanları sentezleyip günümüze uyarlayarak eserlerinde sık sık kullanmışlardır. Bununla birlikte hem Aytmatov’un
hem Bayciyev’in destanın ana fikrini, unutulmaya yüz tutmuş veya meşhur bir efsaneleri yeniden
dönüştürdüğünü, kendi edebî güçlerini kullanarak
yeni bir fikir olarak insanlığın huzuruna sunduklarını görüyoruz. Geyik Ana Efsanesini ilk defa
iki yüzyıl önce Çokan Valihanov kaleme almıştı.
Bu efsane Kırgız yazarları tarafından birkaç kere
kısa alıntı şeklinde kullanılmıştı, ama o efsaneye “Beyaz Gemi” eserinde Aytmatov ve “Eski
Masal” dramında, “Eskiden Bir Zamanlar” uzun
hikâyesinde Bayciyev yeniden hayat verdiler. Bayciyev böylelikle eski efsanenin ana fikrini yeniden
canlandırarak, konuyu dünya çapında kamuoyunun tartışmasını sağlar.
Dram yazarı Mar Bayciyev’in iki dilli ustalığı,
özellikle bu efsanenin edebî-entelektüel yorumunda net olarak görülmüştür. Burada iki dilli edebî
düşüncenin etkisi görülmekle birlikte millî folklorik materyaller insanlık sesi seviyesine çıkar. Bu
efsane Bayciyev tarafından “Eskiden Bir Zamanlar” uzun hikâyesinde de kullanılmıştır. Başka
türden olmasına karşılık, bu eserlerin her birinin
artı tarafları mevcuttur. Yazar, bunların her birinde orijinal edebî dünya yaratmayı başarmıştır.
Efsane temelinin kullanılmasıyla yeniden işlenmiş
ve buluntularla zenginleştirilmiş yeni çalışmanın
ortaya çıkarılması, yazarın özgün biri olduğunun
kanıtıdır.
Kırgızlar, kendilerini ve doğayı bir bütün olarak görmüş, doğaya karşı gelmeyi ahlaken suç say-
mış, böyle yapan insanları da doğanın cezalandıracağına inanmıştır. Mar Bayciyev tam bu noktaya
vurgu yaparak, eserine çağdaş renk veriyor.
Aytmatov ve Bayciyev’in son derece başarılı eserler ortaya koyabilmelerinin nedeni, onların
millî materyalleri çok iyi bilmeleri, gerektiğinde bu
malzemelere dışarıdan bakabildikleri ki, bu özellik zaten iki dilli edebî düşüncenin ana etkenidir
ve ünlü yazarların çalışmalarına da yansımıştır.
Müellifin çevirisi, iki dilli edebî çalışmanın
ayrılmaz parçasıdır. Aytmatov, ilk hikâyelerinden
itibaren çeviri işiyle ilgilenmişken, Bayciyev bütün çalışma hayatı boyunca bu alanda çalışmıştır.
Yazar, dram yazarı Bayciyev’in özgünlüğü iki dilli
çalışma özellikleriyle ilgili zengin bilgi vermektedir. Yazar hangi dilde yazarsa yazsın, daha sonra
mutlaka yazar tarafından eserin “ikinci doğumu”
gerçekleşmiştir.
Burada ister istemez şu soru ortaya çıkabilir:
Neden iki dilli yazarlardan Aytmatov ağırlıklı olarak Rusça yazmaya başlarken, Bayciyev iki dilde
yazmaya, daha sonra bunları kendisi çevirmeye
devam etti?
Millî edebiyat tarihinde belirgin şahıs olan
Bayciyev’in eserleri, okur ve seyircilerine büyük
zorluklar sonrasında ulaşıyor, resmî eleştirmenlerin eleştirilerine hedef oluyordu. Kırgız edebiyatında muhalif edebiyat yoktu. Bayciyev’in çalışmalarıyla muhalif edebiyat ortaya çıktı. Bayciyev
minnettarlıkla “Benim Sadık Dostum, Rus Dili”
makalesini boşuna yazmamıştır. Kırgızistan’da
onun eserleri, oyunları haksızca ve çok ağır bir dille eleştirilerek, kitap ve dramları piyasadan kaldırdığında, o, çalışmalarını Moskova ve Petersburg’a
gönderir ve oyunları SSCB’nin pek çok tiyatrolarında sahnelenir, kitapları Rusça olarak yüz bin
baskıya ulaşır. Edebî dille söyleyecek olursak,
Bayciyev son uçuşunu yapan ama her zaman konacağı yedek havaalanı bulunan bir pilota benzerdi.
Belinskiy, metin tercümesinde çevirmenin “ekleme ve eksiltme” hakkının olmadığını, metni olduğu gibi eksikleriyle, hiçbir şeyini değiştirmeden
çevirmesi gerektiğini” yazmıştır. Fakat bu, eser
sahibini kapsamıyor; burada çeviri çalışması özel
bir türde olacaktır.
Cengiz Aytmatov ve Mar Bayciyev’in ikinci
dilde “kendi eserlerini yeniden yazması”nın ortaya
çıkardığı ders verici mahiyetteki ortak noktaları,
52
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Kırgızca veya Rusça basılan eserlerini daha da güzel şekilde çevirip basmalarıdır.
“Orijinal” bir şekilde Kırgızcadan Rusçaya
çevrilmesi, birinci defasında gözden kaçanların
ikinci keresinde tamamlanma fırsatı yaratmış,
sonuçta bu güzel yazarlarımızın eserlerinin geniş
kitleler tarafından beğenilerek okunmasını sağlamış, eserler devrin sınavından geçmiştir.
Bayciyev’in tiyatro alanındaki iki dilliliği, dünya tiyatro sanatı tarihindeki özel bir durumdur.
Dramlarını Kırgızcaya çeviren Bayciyev,
oyunlarını yeni seyirciler için yeniden hazırlıyor.
Bu da anlaşılır bir durum, çünkü Bayciyev’in piyeslerinde ele alınan konular aslında insanlık içindir. O, bu millî malzemeyi aynı seviyede dünyaya
sunar. Bu durum ona dünya tiyatrolarının kapılarını açıyor. Bayciyev, kendi piyeslerini Rusçadan
Kırgızcaya çevirerek, onlara derin bir millî unsur
ve imaj katıyordu.
Bayciyev’in kendi çevirileri sadece millî renge
boyanmıyor, aynı zamanda olayları seyircilerin
yerli ve öz olarak kabul etmesini sağlıyor.
Yazarın “Manas, Semetey ve Seytek Hakkında
Beyan” kitabının basılmasını, abartmadan Manas
Destanının Rusça olarak yeniden doğuşu, önemli bir olay diyebiliriz. Onlarca yıldan beri destan,
dünya toplumunun merak ettiği bir konudur. Fakat
çok az kişi, bu muazzam eserin Rus okuruyla buluşturulmasının pek zor bir iş olduğunu biliyor.
Destanı, Rusçaya kazandırma girişimi çok fazladır, ama bunlar başarılı olamadı. Geçen yüzyılın
ortalarında bu işe bir grup Moskovalı mütercimler el attı. Destanın ana dilini bilmedikleri için
tercüme metinlere başvurmak zorunda kalan bu
mütercimlerin Moskova’da 1946 yılında bastıkları
eser pek çok yanlışı ve doğru olmayan unsurları
içeriyordu.
Yazarın “Manas, Semetey ve Seytek Hakkında Beyan” kitabının basılması, Kırgız destanına
dünya edebiyat okyanusunda yeni imkân ve yollar
açmıştır.
Bayciyev’in bu kitabının değeri, yazarının
destan konusunu esas alarak Rusça destanın kendi varyantını ortaya koymasıdır. Bu müthiş bir
olaydır! Yazar doğru bir yol seçmiş, bin yıllar
yok olmadan halk hafızasında yaşayan efsaneyi,
değerinden hiçbir şey eksiltmeden Rus okuruna
ulaştırmıştır. Şota Rustaveli’nin “Arslan Derisi
Taşıyan Kahraman” uzun şiiri, Alıkul Osmonov
tarafından, tam da bu tarzda Kırgızcaya çevrilmiş
ve Kırgız okuru bu uzun şiiri sevmiş, benimsemiş,
çocuklarına Aftandil, Tariel, Nestan ve Tinatin
isimlerini vermiştir.
“Manas, Semetey ve Seytek Hakkında Beyan”
kitabında destanın ana hatları ve başkahramanların tipleri, destanın trajedisi Rus dili aracılığıyla
edebî ‘şah eser’ olarak verilmiştir. Okur, eserin son
sayfasını kapatırken bu muhteşem esere hayranlık
duyacaktır.
“1856 yılında Valihanov, Manas destanını bozkır “İliyada”sı olarak tanımlamıştı. Ben de destanı
“Dağ ve Bozkır Kutsal Kitabı” olarak görüyorum.
Bundan dolayı Kutsal kitaptaki motifleri destanda
korumaya, netleştirmeye ve genişletmeye çalıştım.
İmkânlarım dâhilinde destanın konusunu kurallar
çerçevesinde vermeye, kahramanların hareketlerini mantıklı şekilde ve olayların gelişimini akıcı
şekilde aktarmaya, Kırgız dilinin güzelliğini yansıtmaya çalıştım.” itirafında bulunur yazar.
Ünlü edebiyatçı, Profesör Georgiy Hlıpenskiy,
“Manas, Semetey ve Seytek Hakkında Beyan”
kitabı ile ilgili çok doğru bir tespitte bulunuyor:
“Başka bir zorluk, yabancı okurlara yani Rus okurlarına yönelik eserdeki millî şiirselliğin korunması
meselesidir. Burada tercüman-ozan olarak karşımıza aracı ihtiyacı duymayan iki dilli yazar çıkıyor. “Manas, Semetey ve Seytek Hakkında Beyan”
üçlemesi, birinci el folklor kaynaklarından yararlanılarak yazılan yeni bir çalışmadır.”
Yukarıdaki dediklerimizi özetleyecek olursak, diyebiliriz ki, müellif tercümesi, çok yönlü
çalışma sürecidir. Bu süreçte iki dilin sınırlarında
dolaşan söz ustasının iki dilde düşünmesi söz konusudur. Bu bağlamda Cengiz Aytmatov ve Mar
Bayciyev’in eserleri çeşitli halklara mensup okurların bilincine yerleşmiş, Kırgız halkı ve onların
ruhi zenginlikleri hakkında Rusça vasıtasıyla dünyayı bilgilendirmiştir. Bu onların “Kopar Zincirini
Gülsarı”, “Beyaz Gemi”, “Gün Olur Asra Bedel”,
“Eski Masal”, “Düello”, “Eskiden Bir Zamanlar”,
“Sonbahar Yağmurları” eserlerinde özellikle görülebiliyor. Böylelikle gündemdeki en önemli millî
meseleler, insanlık meselesi derecesinde ses getirmiş, bunlar dünya halkının ortak sorunu, ahlaki temeli hâline gelmiştir ki, dünyadaki hayat da
buna dayanmaktadır.■
53
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
HALİT AŞLAR
K
aleme aldığı eserlerle âdeta devrinin aynası, halkının sesi olmuş Mukay Elebayev,
38 yıllık kısa ömrüne birçok hikâye, şiir, bir tiyatro
eseri ve bir de roman sığdırmasını bilmiş bir edebiyat âşığıdır. Neredeyse ömrünün tamamı büyük sıkıntılarla geçen yazar hedeflerine ulaşabilmek için
büyük mücadeleler vermiştir. O, henüz oluşmuş
bir edebî çevrede gerek edebî eserleri gerek eleştiri
makaleleriyle çağdaşlarından ayrılmış, sadece onlara değil, gelecek nesillere de örnek olmayı başarabilmiş bir yazardır. Özellikle Frunze (günümüzde
Bişkek) şehrindeki Merkezi Eğitim Fakültesinde
öğrenim gördüğü yıllarda zamanının çoğunu okumak ve yazmakla geçirerek edebî bilgisini artırmış,
o yıllarda profesyonel yazarlığa giden yolda emin
adımlarla yürümüştür.
Elebayev, edebiyata özel ve büyük bir sorumlulukla yaklaşmak gerektiğini kaleme aldığı hemen
her makalede belirtmiş ve bu doğrultuda hareket etmiştir. Çağdaş Kırgız edebiyatının sorunlarını doğru tespit etmiş, bu sorunların çözülmesi için çaba
sarf etmiştir. Devrinin eleştiri anlayışının yanlış
olduğunu, eserleri proleter (işçi/emekçi sınıfı) dünya görüşü çerçevesinde değil, “edebiyat” çerçevesi
içinde değerlendirmek gerektiğini anlatmaya çalışmıştır. Edebî eleştiride ise eleştirmenin geniş bir
bilgi birikimine sahip olması, eleştirinin objektif
ve kaliteli olması gerektiğini dile getirmiştir. Meslektaşlarının edebiyata üstünkörü yaklaştığından,
edebiyatı hafife aldıklarından şikâyetçidir.
Kırgızistan devlet matbaası redaktörlüğü görevi
sırasında Kırgız halkının asırların derinliklerinden
günümüze taşıdığı efsane ve destanların yayınlanması işlerini yürütmüş, bazı şairlerin edebî içerikten
yoksun, sadece propaganda amaçlı şiirlerinin yerine halkın bu sözlü edebiyat ürünlerini okumasının
daha yararlı olacağını belirtmiştir. Aynı zamanda
Kırgız atasözlerinin derlenmesi işini de ele almış,
atasözlerinin bir halkın mirası olduğunu, atasözlerini tanımayan, bilmeyen halkın kendi benliğini
unutacağını ifade etmiştir. Bu noktada o, geçmişle
bağlarını koparmaksızın geleceğe uzanmak gerektiğini düşünen aydın bir yazardır.
Elebayev neredeyse bütün yazarlığı boyunca
yerli tip ve konuları yazarlık hayal gücüyle birleştirip hikâyeleştirmiş; ilk hikâyelerini Kazak, Rus
ve Batı edebiyatının tesiri altında Kızıl Kırgızistan
gazetesi muhabirliği yaptığı sıralarda kaleme al-
54
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
mıştır. Hemen bütün hikâyelerinde gerçek hayattan
kesitler, yerli konu ve tipler yer alır. Hemen bütün
eserlerinde yazarın ya kendisini ya da onun hayata
dair düşüncelerini temsil eden kahramanlar bulunur. Yazarın bazı hikâyeleri ise okura hayata dair
bilgiler veren didaktik bir hüviyete sahiptir. Bu
bağlamda Elebayev didaktik, okurlarına doğruyu
ve gerçeği göstermeye çalışan bir yazardır.
Çocukluğu ve ilk gençlik yılları zorluklar ve
sıkıntılarla geçen yazar, edebiyata gönülden bağlıdır. Elebayev hayattaki en büyük arzusunun eğitim
görmek ve iyi bir edebiyat adamı olmak olduğunu
her fırsatta belirtmektedir. Yazar yaşam mücadelesi
verdiği yıllarda bile okumak, yazar/şair olmak arzusunu hiç yitirmemiş ve hep bunun mücadelesini
vermiştir. Elebayev iyi bir yazar olmak olabilmek
için yazarın sürekli kendini geliştirmesi ve daha
önce yazdığı eserleri ileride eleştirebilmesinin gerektiğini belirtir. Gerçek anlamda iyi bir yazar olabilmek için yazarın önündeki engelleri birer birer
kaldırması, lafa, söze, dedikoduya aldırmaması gerektiğini söyler. Etrafında olup biten olumsuzluklara karşı mücadele etmesini, bir kenara çekilmemesini belirtir. Aynı zamanda yazarın/şairin sadece
edebiyatla değil, diğer bilim dallarıyla da haşır neşir olması gerektiğini söyler.
O, henüz şekillenmekte olan çağdaş Kırgız
edebiyatına sadece edebî eserleriyle değil, aynı zamanda eleştirmenliği ile de hem renk katmış hem
de gelişmesini sağlamıştır. 1930 ve 40’lı yıllarda
Elebayev’in eleştirisi her ne kadar kendisine ve
özel hayatına zarar getirmişse de onun değeri edebiyat tarihinde her zaman var olacaktır. Daha açık
bir ifadeyle, dönemin edebî eleştirisini kaldıramayan aydın yazar kitlesi ve aynı şekilde Kırgızistan Yazarlar Birliği Başkanı Aalı Tokombayev ve
çevresi Mukay Elebayev’e rahat vermemişlerdir.
Aynı şekilde, 1940 yılında kaleme aldığı ve Kırgız Edebiyatında Sovyet rejimini eleştiren ilk eser
olma özelliği olan Tartış piyesi de yazar hayattayken yayınlanmamıştır. Yani, Sovyet rejimini eleştiren ilk edebî eser yukarıda belirttiğimiz çevrelerce
cezalandırılmıştır. Elebayev gerçekleri çekinmeden
söyleyebilen, bu yüzden de sıkıntılar çeken ve çağdaş Kırgız edebiyatında birçok ilke imza atmış, cesur bir kalem erbabıdır.
Mukay Elebayev Kırgız sözlü edebiyatı ve folkloruyla ilgili de önemli çalışmalar gerçekleştirmiş-
tir. Kırgızmambas›ta (Günümüzdeki Kırgızistan
matbaası)nda edebiyat redaktörlüğü yöneticisi olarak çalıştığı sürede, Kırgız efsanelerini, ünlü halk
şairi Toktogul›un eserlerini kitap olarak bastırmıştır.
Yazar öğrencilik yıllarında Tatar, Özbek ve
Kazak Türkçesinde çıkan eserleri okumuş, Rusçayı iyice öğrendikten sonra ise dünya klasiklerini
Rusça üzerinden okumaya başlamıştır. Elebayev
özellikle küçük hikâye alanında başarı göstermiş
usta bir kalemdir. Kaleme aldığı hikâyeler devrin
süreli yayınlarında yayımlanmıştır. Daha sonra ise
1938 yılında Kızın Kezen (Zor Zamanlar) başlığıyla birçok hikâyesi kitap hâlinde yayınlanmıştır.
Realist roman ve hikâye anlayışına bağlı olarak
Elebayev bize ferdî ya da sosyal hayattan alınmış
bir olayı veya bu hayata ait bir kesiti sunar. Yazar
hikâyelerinde dönemin yaşantısına eğilmiş; gördüklerini, başından geçenleri ve tanık olduğu birtakım olayları hikâyelerine konu etmiştir. Yazarın
hikâyeleri 1916-1943 yılları arasındaki Kırgız sosyal yaşantısını aksettirir.
Mukay Elebayev’in ilk hikâyesi Yeni Medeniyet Yolunda adlı dergide yayınlanan “Yürek Ağza
Gelince” adlı hikâyesidir. Hikâyede, rüyada görülen bir kâbus anlatılmaktadır. 1930-33 yılları arasında Kızıl Kırgızistan gazetesinde “Kitap Ararken,
Karşılaşma, Pamukçular Pazarında ve Uşak Arteli”
adlı hikâyeleri yayınlanır.
Yazarın
“Pamukçular
Pazarında”
adlı
hikâyesinde ülkenin güneyindeki halkın yaşantısı anlatılır. “Karşılaşma” adlı hikâyesinde iki eski
dostun tesadüfen karşılaşıp geçmiş günlerini yâd
etmeleri hikâye edilmektedir. Hikâyede diyaloglar aracılığıyla yazarın hayata ve eski günlerine
dair düşüncelerine rastlanır. “Kitap Ararken” adlı
hikâyesinde okumayı çok seven hikâye kahramanının Rus ve Dünya edebiyatına ait eserleri bulmak
için Leningrad, Moskova ve Taşkent gibi şehirlere gidişi anlatılır. “Uşak Arteli” adlı hikâyesinde
Sovyet hükümetinin yeni yeni hüküm sürmeye
başladığı 1920’li yıllarda Tolubay ve Baymurat
gibi zengin kimselerin mallarını kaybetme korkusu
işlenmektedir. Yazar bu hikâyesinde kahramanlarının psikolojik derinliklerine de inebilme başarısı
gösterir. “Son Bir Gün” hikâyesinde olay II. Dünya
Savaşı döneminde cephe gerisinde, Kırgızistan’ın
Narın bölgesinde geçmektedir. Kocası savaşta ölen
55
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Saykal ve parti görevlisi olarak bildiri dağıtmak
amacıyla diyar diyar dolaşan Kencegul arasındaki
henüz filizlenmekte olan aşk konu edilir. Hikâye
sosyal içeriğinin yanında bu yanıyla da bir aşk
hikâyesi hüviyetine sahiptir. “Uzaktaki Dağdan”
adlı hikâyesinde II. Dünya Savaşı sırasında cephedeki askerlere erzak temini anlatılır. Halk varını
yoğunu askerlere gönderme kararı alır. “Baysal”
adlı hikâyede Baysal adlı gencin akrabalarının yanında kalışı, yengesiyle sürekli kavga edişi, civar
köylerde uşaklık yaparak yaşam mücadelesi veren
dostları konu edilmektedir. “Yolda” adlı hikâyesi
başlığından anlaşıldığı üzere bir tren yolculuğu
konu edilir. Hikâye kahramanı bu yolculuk esnasında başına gelenleri, gördüklerini anlatır. Mukay
Elebayev’in hikâyeciliğinde zirveye ulaştığı hikâye
ise “Fırtınalı Gün” adlı hikâyedir. Hikâye yazarın
sonunda belirttiği “gerçi bunda şaşırılacak bir şey
yok, bu o günlerde geçirdiğim günlerden sadece
biri” şeklinde olmasına karşın yazar bu hikâyesinde
o dönemin Kırgız sosyal yaşantısını usta bir yazar
titizliğiyle gözler önüne sermektedir. “Zor Zamanlar” adlı hikâyesi uzun hikâye olarak değerlendirilmektedir. 1916 ayaklanmasında Çin’e göç eden bir
süre sonra da memleketine geri dönen Kabıl adlı
Kırgız gencin bir Rus’un yanında uşaklık edişi ve
başına gelenler konu edilmektedir. Hikâye 1920’li
yıllarda Kırgız Türklerinin Isık Göl civarındaki yaşayışını anlatması bakımından değerlendirilebilir.
“Zarlık” hikâyesinde okuma ateşiyle yanıp tutuşan
Zarlık adlı gencin bu amacına ulaşma gayretleri anlatılmaktadır.
Mukay Elebayev›in hikâyelerinde konu, çoğunlukla yazarın bizzat yaşadığı, tanık olduğu olaylardır. Hemen bütün eserlerinde yazarın kendisini
bulabiliriz. Örneğin, “Fırtınalı Gün” hikâyesindeki
genç adam, “Son Bir Gün”de Kencegul, “Zor Zamanlar” adlı uzun hikâyesinde Kabıl, “Zarlık” adlı
hikâyesinde Zarlık adlı kahramanlar yazarın kendisidir. “Ömrümde gördüğümün dışında başka bir
şey yazmadım.” diyen yazar, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Kırgız toplumunda meydana gelen gelişmeleri kendi penceresinden aktarır okura. Örneğin,
yazarın 1936 yılında kaleme aldığı Uzak Yol adlı
romanında 1916 yılındaki Kırgız Türklerinin Rus
Çarına karşı ayaklanması ve ardından Kırgızların
Çin’e göç edişi, yazarın kendisi ve yakın çevresi
anlatılarak aktarılır. Hikâyelerindeki mekân ise ya-
zarın çoğunlukla bizzat bulunduğu Türkistan coğrafyasına ait yerlerdir.
Mukay Elebayev gibi çağdaş Kırgız edebiyatının önemli yazar ve şairlerini Türk okuruna tanıtmak gerekmektedir. Sadece tanıtmakla yetinmeyip
onlar üzerinde ilmî çalışmalar da yapılmalıdır. Bu
çalışma, bir yüksek lisans tezi olmasının yanında
yukarıda sözü edilen amaçlara da cevap vermesi
düşünülerek hazırlanmıştır.■
BİBLİYOGRAFYA
1. Omor Sooronov. Mukay. Bişkek:1998.
2. Kırgız Sovyet Adabiyatının Tarıhı. Frunze:İlim Basması, 1987.
3. Salican Cigitov. Irlar Cana Cıldar. Frunze:Kırgızstan Basması, 1972.
4. Salican Cigitov. Keçeekinin Sabaktarı, Bügünkünün Talaptarı.
Frunze:Adabiyat, 1991.
5. Kaçkınbay Artıkbayev. XX.Kılımdagı Kırgız Adabiyatının Tarıhı. Bişkek:2004.
6. Mukay Elebayev. Carıyalanbagan Çıgarmalar. Frunze:Adabiyat, 1990.
7. Kırgız Adabiyatının Tarıhı 6 (XX. Kılımdın Adabiyatı, 20-60.Cıldar).
Bişkek:2002.
8. Oçerki İstorii Kirgizskoy Sovyetskoy Literaturı, Akademiya Nauk Kirgizskoy SSR İnstitut Yazıka i Literaturı, Frunze: İzdatel’stvo Kirgizskoy
SSR, 1961.
9. Mukaş Tülebagılov. Kırgız Adabiyatındagı Tarıhıy Cana Ömür Bayan
Romandarı. Frunze:İlim Basması, 1978.
10. Kırgız Adabiyatının Tarıhınan. Kırgız Respublikasının İlimder Uluttuk
Akademiyası (Makalalar Cıynagı), Bişkek:1999.
11. B. Malenov. Mukay Elebayevdin Çıgarmaçılıgı. Frunze:1959.
12. S. Baygaziev. Cazuuçunun Çıgarmaçılık İndividualduulugun Mektepte
Üyrönüü Mukay cana Cusup. Bişkek: Mektep, 1993
13. Mehmet Kaplan. Hikaye Tahlilleri. İstanbul:Dergah Yay. 1998.
14. Şerif Aktaş. Edebiyatta Üslûp ve Problemleri. Ankara: Akçağ, 1998.
15. Şerif Aktaş. Refik Halit Karay. Ankara:Akçağ, 2004.
16. Berna Moran. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (I, II, III)
İstanbul:İletişim, 2002.
17. Berna Moran. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul:İletişim, 1999.
18. Mehmet Tekin. Roman Sanatı I. İstanbul: Ötüken, 2002.
19. Bilge Ercilasun. Orhan Veli Kanık (Hayatı, Sanatı, Eserlerinden Seçmeler). İstanbul: MEB, 2004.
20. Ömer Faruk Huyugüzel. Halit Ziya Uşaklıgil. Ankara:Akçağ, 2004.
21. Hüseyin Tuncer. Tarık Buğra’nın Hikâyeleri Üzerinde Bir İnceleme.
İstanbul:MEB, 1992.
22. Prof. Dr. Durali Yılmaz. Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu.
İstanbul:Ozan, 2002.
23. Gennadiy N. Pospelov. Edebiyat Bilimi. (Çev.Yılmaz Onay).
İstanbul:Evrensel, 1995.
24. Emin Özdemir. Eleştirel Okuma. Ankara:Bilgi Yayınevi, 2002.
25. Terry Eagleton. Edebiyat Kuramı, Giriş. (İng.çev: Tuncay Birkan).
İstanbul:Ayrıntı, 2002.
26. Satkın Sasıkbayev..Ala-Too Menen Koştoşuu. Bişkek Şamı, 1 Kasım
1991.
27. K. Beyşembayev. Eldin Süyüktüü Cazuuçusu. Isık-Köl Pravdası.
28. Tukey Kekilikov. Mukay. Kırgızstan Madaniyatı, 1 Ocak 1987.
29. Köpbay Kümüşaliyev. Nuskaluu Cazuuçu. Kırgızstan Madaniyatı, 28
Haziran 1973.
30. Satkın Sasıkbayev. Partalaş kurbum Mukay. Ala-Too, 1985, no.10-12.
31. Sovyetbek Baygaziyev. Emi Men Şorduu Calgız. Kırgız Madaniyatı,
no.4, 24 Ekim 1991.
32. Ziyaş Bektenov. Zamandaşım. Ala-Too, 1975. no.4.
33. Kirgizsko-Russkiy Slovar.
34. Rusça-Türkçe Sözlük.
56
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
BEN KENDİMİ
Ben kendimi ev dışından dinlesem,
Öksürüğün kuru sesi duyulur…
Sona ermiş hayatımı görürsem,
Üzülürüm, gönlüm o an kırılır…
Ben kendime bakınca bir sokaktan,
Sanki yürür, halsiz zayıf siluet…
Güçlü yiğit, olmuş şimdi yarım can,
Dermansız bir derde dönmüş, içte dert.
Ben kendime göz atınca uykuda,
Yatar sanki bir ölü can, kanı yok.
Kalp gücünü damarından sayınca,
Yorgun atar, hali zordur hem de çok…
Ben kendime öldüğümde bir baksam
Boylu poslu er yatıyor, gülerek.
Bu gerçek ki, kaderinde vardır tam,
Yazgısına minnet duyar giderek…
Bilen bilir, bilmeyene ne çare
Taş kalpli gün, derdi kime az vermiş?
Eli açık, gönlü geniş biçare
Güç yaşamış, tekrar tekrar yeşermiş..
Ben kendime yüzyıl sonra bakınca
Taa uzaktan, toz kaldıran yel vurur
Ölmezliğin buyruğundan kaçınca
Er yürekli nice diri can durur…
ALIKUL OSMONOV
* çev. İbrahim Türkhan
57
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
BİR AVUÇ TOPRAK
Atalardan miras kalan ömür gibi,
Bir avuç toprak,
Bir avuç toprak,
Kara toprak.
Bu kadar yüzyıl,
Bu kadar zaman bildirmeden
Kucağında bize dikkatlice bakarlar!
Hayattayken gönderdikleri bir selam gibi.
Bir avuç toprak,
Bir avuç toprak,
Kara toprak.
Bu dünyaya direk olarak kalamadan
Gittiğimiz gün seni üzerimize atarlar.
Sen ki hanın, sen ki kulun ardındaki mirassın,
Birkaç kelimelik cümle gibi her zaman;
Dünyadaki zenginliklerden geri kalmazsın,
Bir avuç toprak,
Bir avuç toprak,
Kara toprak...
ANATAY ÖMÜRKANOV
* çev. İbrahim Türkhan
58
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ÇINARA SASIKULOVA*
K
ırgız öyküsü Türkiye öyküsüne göre daha
da genç sayılır. Batı tarzındaki ilk Kırgız
öyküleri 1920’lerde kendisini tanıtmaya başlar. İlk
öyküler gazete ve dergilerde yayımlanır. Kalitesi
tam bir öyküye uymayan bu örnekler, doğal olarak
daha çok gazete makalelerine yakındı. Konu olarak
da bunlarda “Yeni Çağ’ın getirdiği yenilikleri işlenmektedir.. Mesela, fakir ve sefillerin eğitime kavuşması, kızların özgürlüğü, sömüren tabakanın hak
ettiği cezayı alması gibi konular. Bazen feletona
benzemeyen eserler de yayınlanır. Örneğin, “Kızıl
Kaarmandar Sabında” (Kızıl Kahramanlar faaliyette) isimli feletonda’n kzıl orduya çağırılan gencin
gördüğü eğitim. “Acar,Acar” öyküsünde mutlu olmak için mücadele veren kızın mahkeme yoluyla
aşkını koruyarak mesut olması anlatılır. Bunun gibi
eserler ne feletona, ne gazete haberlerine, ne de
öyküye benzer. Fakat her şeye rağmen bu yazılan
фельетондор öyküye geçişte önemli bir görev taşır.
Zamanın yazarları Aalı Tokombayev, Sıdık Karaçev, Kasımalı Bayalinov, R.Şükürbekov, Uzakbay Abdukaimov vs. hepsi sömürülen tabakanın
temsilcileriydi.
1924 yılında yayımlanmaya başlayan Erkin
*Ardahan Üniversitesi Öğretim Görevlisi
– Too (Özgür Dağ) gazetesi, Canı Madaniyat Colunda (Yeni Medeniyet Yolunda) dergisinde, Kızıl
Kırgızistan gazetesinde Sıdık Karaçev’in “Erik
Tanında” (Azatlık Tanında), “Üylönüüdön Kaçtı”
(Evlenmekten Kaçtı), “Süygönünö Koşula Albadı”,
“Eriksiz Kündördö” (Esir Günlerde), “Süygönünö
Koşula Almadı” (Sevdiğine Kavuşamadı), “Kükük
ile Zeynep” öyküleri yayımlanmıştı. Yazar, 1937 yılında Stalin’in kurşuna dizdikleri listesinde yer alır.
Onun için yazarın fazla eseri yoktur.
“Erik Tanında” öyküsünün başkişisi Akmat,
memleketi olan Isıkköl’ün bir köyündeki olayı anlatır. Olay Sovyetlerin ilk yıllarındaki iç savaş zamanında geçer. Köydeki Meder isimli bir ağanın
ikinci eşi (Kırgızca tokol) vefat eder ve o köydeki Esenbay’ın 13 yaşındaki bir kızıyla evlenmeye
kalkışır. Akmat ise ilk komünistlerden olduğu için
buna şiddetle karşı çıkar ve Meder ile Esenbay’ı
tutuklatır. Akmat’ın annesi eski düşünceli olduğundan akrabaları Esenbay’ı tutuklattığı için oğluna
kızar. Ama öykünün sonunda Akmat’ın annesi düşüncelerini tamamen değiştiren, yenice düşünen bir
kahraman olarak karşımıza çıkar. annenin düşüncelerini nasıl değiştirdiğini yazar bize açıklamaması
tabii ki öykünün eksiği… Kurgu, kişilerin karakterlerini açıklamada yazar tecrübesiz olduğu için
59
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
başarısız, ama bu sadece Sıdık Karaçev’e özgü bir
durum da değildir. O zamanın yazarlarının çoğunda
bu tür başarısızlıklar vardır. (Artıkbayev K. Kırgız
Sovet Adabiyatının Tarıhı. F.1982. s. 37.)
Yazarın ikinci öyküsü “Eriksiz Kündördö”
ise başkişi Cıpar, köyün saygıdeğer hacısı olan
Kendirbay’ın kızına ait. Kendirbay kızı Cıpar’ı
Mamırbay Ağaya dördüncü eş olarak vermek ister.
Cıpar ise okuma yazma bilen, eski düşünceli değil,
yenice yaşamayı seven bir kızdır. Üstelik Cıpar’ın
sevgilisi de var. Çaresizlikten dolayı Cıpar, sevgilisi
Cunuş ile kaçmaya karar verirler. Ama anlaştıkları saatte, anlaştıkları yere Cunuş gelmez. Cıpar da
Mamırbay’ın eşi olmaktansa ölmem daha da iyi der
ve uçurumdan kendini atar. Cunuş’un neden gelmediği yazar tarafından okuyucuya açıklanmaz. Bu da
eserin başkişisi olan Cıpar’ın karakterini açıklamada eksikliklere neden olur.
20. asrın ikinci yarısında Kırgız edebiyatında yeni öyküler yazılmaya başlanır. Örneğin,
K.Bayalinov’un “Tülkü Menen Suur” (Tilki ve Marmot), “Çabalekey Cana Cılan” (Kırlangıç ve Yılan),
“Cetimdin Ölümü” (Yetimin Ölümü) gibi öyküleri
yayımlanır. Bu öykülerin “... her hangi masalların,
efsanelerin, bulmacalı hayvan masalların mayasıyla
yazıldığı şüphesiz” (Kebekova B. Kırgız Sovet Angeme Janrının Ösüş coldoru. F.,1967. S.17-б.). Halk
edebiyatının materyallerini kullanmaları doğaldır.
Bu süreç Türkiye öyküsüne de özgüdür. Örneğin
Ahmet Mithat Efendi’nin öyküleri… Halk edebiyatının bu motifleri zamanın talebine göre kullanılır.
Mesela, yılan ve tilki gibi hayvanlar sömürenler ise,
kırlangıç ve marmot gibi hayvanlar sömürülen tabakayı çağrıştıran alegorik kahramanlardır. Tabii ki
bu çatışmada zafer marmot ve kırlangıcın olur. Halk
edebiyatındaki masalların esas görevi; sömüren ve
sömürülen mücadelesini anlatmaktır.
Aalı Tokombayev Kırgız Sovyet edebiyatında
çok önemli yazar ve şairdi. Ama zaman değişince
yazarın ancak esas edebiyat olarak algılanan eserleri değerini koruyabildi. İdeoloji için yazılan eserleri
ise sadece tarih olarak kaldı.
A.Tokombayev’in “Ötköndögü Mun” öyküsünde Sovyet iktidarından önceki hocalardan öğretim
görmüş gençlerin yaşamı anlatılır. Okuma yazmayı öğrenmeye hevesli olan Sadık isminde genç ve
onun hocasının olumsuz davranışları anlatılır bu
öyküde. Sadık’ın hocasını anlatırken yazar doğayı
da siyah boyayla anlatır. Bu yöntem de halk edebiyatının etkisidir. Sovyet edebiyatında kahramanlar
olumlu ve olumsuz olarak ayrılırdı. Bizim hoca da
olumsuz kahramandır. Dolayısıyla hocanın portresi
çirkin olarak çizilmiştir. “...gözleri domuzunki gibi,
yanakları çökük, burnu iri, sakalı keçininki gibi, tipsiz bir yaratık”. (Ötköndögü Mun. 1931, 14 Kasım).
Söz konusu tarihlerde yeni sistemi övmek Kırgız edebiyatındaki eserlerin önemli ve esas konularıdır. Bu konuyu ele almış yazarların kullandıkları
yöntemler genelde birbirlerine benzer. Öyküleri de
çizelgeleri de böyle olur. Öyküdeki başkişi eski zamanda sömürülür, hakkını arayamaz ama yeni zaman gelince sömürülen hakkını arar, eğitim alma
olanağına sahip olur. Eskiden eğer öykünün başkişisi bayansa babası onu ağaya ikinci eş olarak verir,
yeni sistemde ise kız istediği ve sevdiği kişi ile evlenir. Tabii evlendiği genç de yenice düşünen nesilden olur. Бул жазуучулардын ичинен К.Баялинов
бираз айырмаланат.
Kubanıçbek Malikov’un “Caş Calın” (Yeni Kıvılcım) öyküsünde Kırgız yazarlarından ilk olarak
Kırgız işçilerinin karakterini işlemekle Kırgız edebiyatında yeni konuyu ele alır. Öykünün başkişisi
Sultan, çocuk esirgeme yurdunda büyür. Oradan
mezun olunca işçi olarak fabrikada çalışmaya başlar. Aynı zamanda da komünist okullarında gece öğretiminde eğitim alır.
M. Abdukarimiv’un “Caşagım Kelet” (Yaşamak İsterim) öyküsünde birkaç olay anlatılır. Ama
bu olayların birbirleri arasında bağlantı yok gibi.
Olayların gelişmesi muhtevadan, öykünün talebinden dolayı değil, yazarın kalıp düşünceleri ile izlek
oluşturur. (Kebekova B. S.32). Öyküdeki kişiler hareketli değildirler, fazla konuşurlar. Yine öykünün
başkişisin neden değiştiği tam olarak anlatılmamıştır. Bizim düşüncemize göre bu noksan yazarın
yeteneksiz olduğundan değil, o zamanlar öykünün
Kırgız edebiyatında yeni olduğundan, halk edebiyatına özgü anlatım tarzından tam kurtulamadığındandır.
K. Malikov’un “Ayluu Tündö” (Mehtaplı Gecede), “Caş Calın” (Yeni Kıvılcım), “Açılgan Ayıp”
(Belli Olmuş Kusur), “Kamış Kulak”, “Kızıl Alay”,
“Sarala Kozu” isimli öykülerde köydeki değişmeler
ve yenilikler anlatılır. Bu öyküler içerisinde “Sarala
Kozu” öyküsü belirttiğimiz başarısızlıkları yenmiş
ve Batı anlayışındaki öykü türüne layık seviyede
yazılmıştır. Öyküde Kırgız köylerinde kolhozlaşma
sürecinin gerçekleşmesi anlatılır. Kırgızlar için yabancı olmayan koyun beslemenin Sovyet kolhozunda nasıl fark edildiği ve bunun yeniliği ele alınır.
Mukay Elebayev’in “Boroonduu Künü” (Buhranlı Günde) öyküsü başkişinin bir gününü anlatır.
60
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Bu öykünün diğerlerinden farkı; Sovyetlerden önceki dönemi eleştirmemesidir. Sadece kışın bir gün
yolda giderken fırtınalı bir akşam yoldaki bir çadır
evinde geçirdiği geceyi anlatır. O çadır evinde yaşlı bir nine vardır. Çadır evi de çok eskidir. Öyküde
olay yok. Sadece durum anlatılır. Bu durumda Rus
edebiyatçısı Yuriy Kuranov’un “öykü yaşamın bir
durumunu, özel bir olayını özelleştirir ve ona büyük bir önem verir” (Куранов Ю. Бессюжетных
рассказов нет.//Вопросы литературы, 1969. №7.
С.71. ) deyişi aklımıza gelir.
1920-1930 yılları arası yayımlanmış öykülerin
konuları hemen hemen aynıydı. Eski sistemde sömürülen tabaka iktidarın değişimiyle hak ve hukuklarına ulaşır, sömürenler ise hak ettikleri cezalarını
alırlar. Öykülerin kurgusu ise halk edebiyatının etkisinden tam kurtulamamıştı. 1930’un ikinci yarısında ise öykü yeni aşamalara varır. Konu açısından
ise daha çok emeği öven eserler yazılır.
Cusup Turusbekov’un “Bir Olmuş İş” öyküsü
de kolhozlaşma konusunu ele alır. Çatışma kolhozun reisi Çoro ile at çiftliğinin başkanı Kerimkul
arasında geçer. Çoro, Kerimkul’un kızı ile evlenmek ister. Ancak bunu Kerimkul istemez. Çünkü
Kerimkul yeni sisteme göre düşünen bir kimsedir,
dolayısıyla kızının da kendisinin karar vermesini
söyler. (Турусбеков Ж. Бир болгон иш.//Советтик
адабият жана искусство. 1940. №2.). Buna karşı
kin besleyen Çoro iftira ederek Kerimkul’u hapse
attırır. Hapiste Kerimkul, Çoro’nun arkadaşı ile tanışır ve bu komplonun nasıl kurulduğunu öğrenir.
Öykünün akışında Kerimkul’un suçsuz olduğu ortaya çıkar. Olaylar öykünün başkişisi Tolgonay’ın
etrafında gelişir. Bu olayların hepsi Tolgonay’ın kişiliğini açıklamada görev taşır. Eserin kurgusu dağınık değildir. Amaçsız kullanılan anlatılar da yer
almaz.
Kırgız edebiyatında fantastik tür de bu dönem
ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Bunu da Kuseyin
Esenkocoyev’in “Sayakatçı Bala”, “Üçünçü Şar”,
“Rodinanın Uulu” (Vatanın Oğlu) gibi eserleri ispatlar. Maalesef yazarın genç yaşta vefatından sonra bu konuyu ele alan kimse olmadı. Eğer yazar
hayatta olsaydı romantikalı fantastik türü gelişirdi
fikrindeyiz. Kırgız edebiyatında bir Jules Verne çıkabilirdi.
1940’lı yıllarda tüm Sovyet edebiyatının ortak
konusunu Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki
savaş oluşturuyordu. O yıllardaki eserlerde sadece
cephedeki savaş değil, savaştakilere destek için çalışan köylülerin hayatı da anlatılır; halkın vatanse-
verlik, fedakârlık duyguları güçlendirilmek istenirdi. Bu konuda eser vermek yazarlar için pek kolay
da olmadı: “Öykü kahramanlık aşılayan tarzda yazıldığından dolayı, öykünün dilinde halk edebiyatına özgü geleneksel benzetmelere, paralelizmlere,
atasözlerine çok rastlarız.” (Kebekova.s.77).
T. Sıdıkbekov’un “Paydaga Çeçilgen Çatak” öyküsü de karakterlerin, diyaloglar aracılığıyla açıklanmasından dolayı söz konusu dönem için yeni
sayılır. Eserdeki kişilerin karakterleri yazarın anlatmasıyla değil, olaylar örgüsü esnasında kişilerin
davranışları, konuşmaları aracılığıyla verilmiştir.
T. Sıdıkbekov’un bu öyküsünü yazarken Rus
yazarı N. Gogol’un “İvan İvanoviç, İvan Nikiforoviç ile nasıl tartıştığı hakkında hikâye”sinden
etkilendiğini K. Asanaliyev “Orus klassikalık cana
sovet adabiyatının kırgız adabiyatındagı traditsiyalarının kee bir maseleleri” adlı makalesinde yazar.
(K.Asanaliyev //Sovettik Kırgızistan. 1954, № 8).
“Muzdakta” (Soğukta) eseri savaş yılları kadınların cephedeki askerler için nasıl çalıştıklarını
konu eder. Eserin vakası çok basittir. Kolhozun atlarını besleyen iki kadının hikâyesidir. Bu kadınların karakterleri aracılığı ile yazar zamana özgü özlem, hasret gibi kavramları açıklar.
“Sagınbadımbı” (Özledim) öyküsünün başkişisi, babasını özleyen çocuk. Aynı konu “Kütüü” (Beklemek) öyküsünde devam eder. Küçük
Cetkin babasının savaştan dönmesini beklerken
suya düşer. Babası Mambet de bu olayın üstünden çıkar. Çocuğunun ölümle mücadelesini gören Mambet, savaştaki mücadeleyi hatırlar ve
savaşın cephede ne kadar bir felaket ise burada
da aynı derecede felaket olduğunun farkına varır.
(Sıdıkbekov T.n156-б.).
K. Bayalinov’un “Al Emi Cetim Emes” (O
Artık Öksüz Değil) öyküsü savaş yıllarında annesini, babasını kaybeden küçük Lyalya Osipova
Leningrad’dan Kırgızistan’a gelir. Isık Göl’ün
Saruu köyünde Amantur ve Maani adındaki anne
ve babasını bulur. K. Bayalinov’un bu eserine bir
tür belgesel diyebiliriz. Çünkü eserdeki kişilerin
isimleri, adresleri gerçek ve doğru verilmiştir.
Bu dönem yazılan eserlerin eksik yanı da, vaka
çoğu zaman derinden anlatılmaz. Düşmanlar eserlerde zayıf, olumsuz, korkak olarak verilir. Böylece
yazar gerçekçi tasvirden uzak kalır. Ama Kırgız öyküsünün bu ilk dönemi kendinden sonra gelen başarılı ve kaliteli yazarlara zemin hazırlar. Dünyaca
ünlü yazarımız Cengiz Aytmatov bu zeminin üzerine kendi eserlerini kurmuştur.■
61
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Koku
OLCOBAY ŞAKİR
çev. İBRAHİM TÜRKHAN
B
eli iyice bükülen ihtiyar kadının tek derdi etrafına yayılan kokuydu. O koku kendinden kaynaklanıyordu. Burnuna artık tanıdık gelen o koku kendisini rahatsız etmiyordu
ancak eve girer girmez oğlu, gelini ve torunlarını fazlasıyla rahatsız ediyordu. Onlar ne zaman
eve gelseler, ihtiyar kadına iğrenerek bakarlar ve hemen pencereleri, balkon kapısını açmaya
koşarlardı. İlk zamanlar nahoş bir kokunun ortalığa hâkim olduğunu kimse açık açık dillendirmiyordu ama son günlerde eve girer girmez burunlarını tutarak “ööf, öf!” demeye başlamışlardı. Başkaları neyse de, kendi canından yaratılan oğlu Meder’in “anne, pencereleri açıp öyle
otursan daha iyi olmaz mı!” diye söze ilk olarak başlaması yok muydu? Biçare ihtiyar kadın
son günlerde buna benzer sözleri sık sık duyduğu için utanmaya başladı ve elinden gelse bir
köşeye saklanıp oradan çıkmamayı diler oldu. Meder’in annesine yaptığı muameleden cesaret
aldığı için midir, bilinmez; ‘saygıda kusur etmez.’ dedikleri gelin de son günlerde kaynanasına
dil uzatmaya, lafla da olsa itip kakmaya başladı. “Gel büyük anne, buraya otur.” diyen torunları bile artık “Büyük anne, sen çok kokuyorsun.” diyerek yanından kaçıyorlardı. Daha önce
çocuklarının buna benzer yakışıksız yaramazlıklarını engelleyen Meder, şimdilerde tamamen
sessizliğe büründü. Hatta çocuklarının “Büyük anne öyle oturma, böyle otur.” şeklindeki konuşmalarını duymasına rağmen ses çıkarmamaya bile başladı.
Evleri iki odalıydı. Birinde Üpöl nine yalnız başına yatıyordu. Eskide üç torunu ile birlikte bu odada uyurlardı. Onlar büyük annelerini çekişirler, paylaşamazlar; en sonunda sırasıyla
onun koynuna yatmaya razı olurlar ve bunu çok severlerdi. İhtiyar kadın da torunlarını o günlerde “Oy benim kokarcalarım!” diyerek severdi. Şimdi ise “Büyük annem kokuyor.” sözünü
torunları da babaları Meder ile anneleri Canara’nın izinden giderek söylemekten çekinmemeye
başladılar. En büyük torunu “Büyük annemin yattığı odada yatmayacağım.” der demez, sonrakiler de “Biz de senin yattığın odada yatmak istiyoruz.” derler, inatlaşırlardı. Anne baba ise
sonunda çocukların sözüne gelirler ve büyük odada hep birlikte uyumaya razı olurlardı.
62
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Zavallı ihtiyar Üpöl’ün hayattaki tek dayanağı, bir oğlu ile bir kızıydı. Daha gençliğinin en
ateşli yıllarında, bir yastığa baş koydukları kocası İkinci Dünya Savaşı’na gitmiş ve geri dönmemişti. Taze gelinlik çağında dul kalsa da, ömür
çok hızlı bir şekilde geçip gitmişti. Çevredekilerin ısrarına rağmen yeniden kocaya varmadı.
“Oğlumla kızım üvey baba azabını çekmesinler.”
diyerek, evlenmek için kapısına dayanan nice erkeğin ümidini kökünden kestiği günler, dün gibi
aklında. “İkisinin yüzünü de yere baktırmam.”
diyerek, çocuklarını kaslarına et, bacaklarına güç
dolmamış çağlarında babasız olarak büyütmüştü. Oğlu ve kızı için gecesini gündüzüne katıp;
durup dinlenmeden çalışarak en sonunda kolhoz
sağıcılarının en birincisi olmuş ve onların başkanlığını yapmaya başlamıştı. Çocuklarına bir
gün bile ‘yetim’ dedirtmedi. Hele eline ne geçerse, yemeyip içmeyip iki çocuğuna bölüştürüp
vermesine ne demeli! Onca güzel yıllardan sonra
sabahtan akşama kadar bu şekilde evde hapsolurcasına oturarak, çocuklarının küçüklük günlerini
hatırlamak tek meşgalesi oldu. Bazen gözyaşların
hâkim olamadığı ve kendini tutamayarak hüngür hüngür ağladığı da oluyordu. Oğlu Meder
ile kızı Zeynep’in bir kundağa sarılığı hâllerini
düşündükçe yüreğinin bir köşesinin acıdığını da
hisseder, “Çocukların karşında oturmasına rağmen, onların küçüklüklerini özlemek ne kadar
da zormuş meğer.” derdi kendi kendine. Her gün
farklı bir zorluğa duçar olduğu bu ihtiyarlık günlerinde, oğlu ve gelini ile torunlarının ikide bir
pencere ve kapıları açarak evi havalandırmalarını
gördükçe kaderine kızdığı da oluyordu. “Bu koku
da neyin nesi?” diye kendisine sorduğu soruya
verecek cevap bulmaktan zorlanıyordu. Her hafta
cuma günleri kızı Zeynep gelerek, banyo yaptırıp
saçını taradıktan sonra giysilerini değiştirdiğinin
hemen ertesi günü torunları “Büyük anne, senden
koku geliyor!’ demeye başlıyorlardı. Her seferinde koku hakkındaki buna benzer lafları duydukça,
yapacak bir şey olmamasından dolayı içten içe
bir düşünce seline kapılmaya başlıyordu.
“Ah keşke, dışarı çıkıp sağa sola biraz adımlayıp rahatlasam, bu koku gider mi acaba?” An-
cak dışarı çıkıp gelmeye derman nerde? Eli ayağı
ağrıdığı için dokuz katlı apartmana inip çıkması
zordu. Asansörden ise eskiden beri korkardı. Binecek olsa hemen başı dönmeye başlardı. Bunlar
yetmezmiş gibi bir keresinde, dışarı çıkmak istediğini duyan oğlunun “Kara kışın ortasında dışarı
çıkıp da ne yapacaksın?” diye öfkelenmesine de
sebep olmuştu. Elinden sadece saat başında banyoya giderek alelacele temizlenmek geliyordu.
Ancak kolları yarı felçli olduğu için sağ eli sol
koltuğuna, sol eli de sağ koltuğuna ulaşmıyordu. Köyüne gitmeyi düşündü bir ara ama şehirde
hem hastane hem de kendisine bakacak oğlu ve
kızı varken nasıl gidebilirdi! Meder ile Zeynep’e
‘annesine bakamadılar’ diye laf getirmek de istemedi. Kalmasının bir sebebi de insanların içinde
oğluyla kızına karşı koruyuculuk yapmak istemesiydi.
Zeynep imkânları elverdiğince haftada bir
gelerek banyo yaptırır, saçlarını tarardı. Kendisi
gelemediği zamanlarda kızı Cibek’i gönderirdi.
Aslında gelini Canara da kötü aileden gelme birisi değildi. Bazen vicdanı elvermediği için midir,
“Sizi ben de yıkayıp giyindirebilirim.” dediğini
duydukça içten içe razı olsa da, kaynana değil mi;
çekinirdi. “Zeynep gelir yapar.” diyerek bahane
uydurur, gelinine el açmamaya dikkat ederdi.
Ona rağmen bile, gelininin etrafa yayılan kokudan kurtulmak istediği için öyle söylediğini düşündükçe yüreği sızlardı. Bu düşünce aklına gelince gelininin söylediği sözler ona dağlar kadar
ağır gelir, yere göğe sığmazdı sanki. Hemen içeri
girer, kapıyı kapatarak yatağın olduğu köşeye varır, büzüşür otururdu…
Eskiden sofraya oğlu gelini ve torunlarıyla
birlikte otururlardı; ortalığa koku yayılmaya başladıktan sonra ihtiyar kadına ayrı bir sofra kurmaya başladılar. Yemek hazır olana kadar mutfakta hep birlikte eğleşirler, hazır olduktan sonra,
tamam; seyretmeyi gerektirecek bir program olmasa bile ‘televizyon seyredeceğiz.’ bahanesiyle
ihtiyar kadını mutfakta yalnız bırakırlardı. Mutfakta kendi başına yemek yer, oturur, dinlenirdi.
İhtiyar kadın yemeğini yedikten sonra, odasına
geçer geçmez hepsi birlikte mutfağa koşarlardı.
63
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Hepsi bir yana, bu hareket ihtiyar kadını daha çok
rencide eder, utandırırdı. Yaşı doksana çıkmasına
rağmen, yarı felçli elleri ve ayaklarından hariç
vücudunun geri kalan kısmı hâlâ genç görünümlüydü. Yaşıtlarının tamamı çoktan terk-i dünya
etmişlerdi. “Allah benim canımı neden almıyor?”
diyerek, her gün üzüntülü bir şekilde düşüncelere
dalardı. “İnsanoğlunun en büyük düşmanı meğer
ihtiyarlıkmış.” sözünü her adım başı söylemek
gibi bir âdet edinmişti. Her gün güneşin doğması
ve batmasına bakarak, “Beni de alacağın günler
gelir mi acaba!” diye fısıldardı, dua edercesine…
Daha ne kadar yaşayacağını kim bilecekti?
Bir gün üzüntüsünü iyice artıracak bir olay yaşandı. İşten geç vakitte dönen Meder, mutfakta
yemek yerken biraz özlemle biraz da acıyarak
varıp karşısına oturdu. Canara ses çıkarmadan
yemek yemekte olan Meder’in karşısında oturan
kaynanasının önüne bir tabak yemek koydu. İhtiyar kadının yemek isteği yoktu. Ana-oğul olarak
birkaç kelam konuşmak niyetiyle oğluna yaklaşmıştı. Oğlunun huyunu bildiği için biraz çekinen
zavallı sözü önce kızına getirdi:
-Bugün Zeynep geldi, bana banyo yaptırdı, temiz giyimler giydirdi.
-Güzel olmuş.
-İzin verirsen birkaç günlüğüne Zeynep’in
evine varıp geleyim…
Meder ses çıkarmadı. Zavallı kadın bu sırada vücudundan koku yayıldığını fark edemedi.
Adam ise annesinden taraftan burnuna gelen kokudan dolayı içten içe öfkeleniyordu. “Tabağı elime alarak odaya geçip, orada mı yesem.” diye düşündü. Tam o sırada oğlunun işten yorgun argın
gelip iyice acıktığını düşünen annesi kendi tabağındaki etleri toparlayarak oğlunun tabağına koyar koymaz, daha fazla dayanamayarak patladı:
-Tabağındaki yemeği kendin yesen olmaz mı,
diyerek önündeki tabağı tiksinircesine ileri doğru
ittirdi.
-Kurban olduğum, senin acıktığını düşünmüştüm… Sonrasında ne diyeceğini bilemeden
nefesini almaya korkarak kalakaldı. Bir şeyler
söylemek istedi ama kendi canından olma oğluna
karşı içinde daha önce hiç duymadığı bir soğuk-
luk oluştu. Meder ise salona geçip televizyonun
sesini iyice açarak sessizce izlemeye başladı. Eli
ayağı titretmeye başlayan ihtiyar kadın, eline
asasını alarak doğruca dışarı yöneldi. Bu sırada
ihtiyar kadının dışarı çıkıp çıkmamasıyla kimse
ilgilenmedi. Canara mutfağı toparladı, torunlar
da babaları ile televizyon seyrederken uykuya
daldılar…
Canara ertesi gün erkenden kalkarak kahvaltıyı hazırladıktan sonra önce kaynanasının karnını
doyurmak için onun odasına girdi, girer girmez
geri çıktı.
-Meder, annen nerede?
-Banyoya girmiştir.
-Banyoda yok.
Meder, ihtiyar kadının yattığı odaya kendisi
girdi. Koku yoktu. Annesinin o gece evde sabahlamadığını kokunun olmamasından yola çıkarak
şüpheyle karışık tahmin etti. Döşeği yokladı; soğuktu. Hep birlikte koşturarak dışarı çıkıp sağa
sola baktılar, ihtiyar kadın ortalıkta yoktu. Kışın
bu en soğuk günlerinde nereye gittiği bir bilmeceye dönüştü. “Zeynep’in evine gitmiş olmasın?”
Hemen ona telefon ettiler. Ancak sabahın bu erken vaktinde ne diyeceklerini bilemediler. Olanlardan haberi olmayan Zeynep telefonu kulağına
yanaştırıp karşısındakinin ağabeyi olduğunu öğrenince:
-Annem nasıl, iyi mi, dedi önce.
-Annem de nasıl olsun, iyi. Sabahleyin bacımın hatırını sorayım diye aramıştım… Yarım
ağız cevap verdikten sonra ahizeyi yerine koydu.
“Nereye gitmiştir ki?” Meder bu soruya cevap
verebilmek için düşüncelerini bir noktaya odaklayamadı. Canara ile birlikte alelacele dışarı çıkıp komşu binaların girişlerine baktılar tek tek;
insanları rahatsız ederek. İhtiyar kadını gören
bir kişi bile çıkmadı. Çaresiz kalan Meder, Kayıp Arama Merkezine kadar gitti ama oradan da
bir sonuç, bir güzel haber alamadı. Arama ikinci
güne sarktı. Komşular “Annenin fotoğrafı varsa,
gazete ve televizyona ver de ilan edilsin.” deyince, annesinin tek başına çekilmiş bir fotoğrafını
alarak birkaç gazete ile televizyon kanalına başvurmaya karar verdi…
64
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Otobüslerin birisine binerek düşünceli bir
hâlde yol almaktayken, yolculardan birinin telefonu çaldı. Ön kapının hemen yanındaki genç bayan çantasından ivedilikle telefonunu çıkararak,
ahizesini kulağına dayayıp:
-Alo, baba… Baba, ben şu an morga doğru
gidiyorum. Beş dakikaya kalmaz biter, sonra tamam… dedi.
Aradan beş dakika geçti ya da geçmedi; otobüs gürültü çıkararak önce sağa sola yalpaladı,
sonra da ani bir frenle güç bela yolun ortasında
durdu. Morg kelimesini duyunca “Acaba morga
da bir baksam mı ki; belki de burada bulabilirim…” diye düşünmekte olan Meder dengesini
kaybederek tepetaklak yıkıldı. Otobüsün arka taraflarında oturanlar ve ayakta duran yolculardan
birkaçı da yığılırcasına onun üzerine düştü. Otobüsün içi bağırtı çağırtı ve feryatlarla doldu. Kimisi inliyor, kimisi başını tutuyordu. Bazılarının
ise yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Herhangi bir
yara almadan kurtulan yolcular arasında Meder
de vardı. Kaza sonrası eğrilen kapının açılmasıyla güç bela dışarı çıkıp üstünü başını düzelten
Meder, biraz önce “Baba ben şu an morga doğru
gidiyorum. Beş dakikaya kalmaz biter, sonra tamam.” diyerek konuşmakta olan kızın, az ileride
asfalt yolun ortasında boylu boyunca yatan kana
bulanmış cesedini gördü. Görgü tanıklarının söylediğine göre, arabanın ani fren yapmasıyla kız
ön camdan dışarı fırladıktan sonra bir süre yerde
sürünmüş, kafatasının parçalanmasıyla da oracıkta can vermişti. Olayın olduğu alanın etrafı kısa
süre içinde meraklı insanlarla doldu. Tam bu sırada yerde yatmakta olan kızın telefonu acı acı
birkaç kere çaldı ama etraftakilerin biri de telefonu eline alıp cevap vermeye cesaret edemedi.
Telefonun sesi birkaç defa daha çaldıktan sonra
kesildi…
Kaşla göz arasında meydana gelen olayı merak ederek etrafı saran insanların arasında kazanın şokundan dolayı vücudunun titremesinin
geçtiğini hisseden ve kendini toparlayan Meder,
kaybolan annesinin fotoğrafını gazete ve televizyona vermek üzere yoluna devam etti. İhtiyar
kadının kayıp ilanının ertesi gün yayınlanmasını
tembihledikten sonra geri dönerken “Kardeşim
Zeynep bu olayı duyarsa, hâlimiz ne olur?” sorusu Meder’in beynini kemirmeye başladı. Arada
bir yoldaki kaza gözlerinin önünde canlanmaya
devam etti. Evine doğru yol alırken birkaç saat
önce kaza sırasında önünden geçtiği morgun yakınına geldiğini fark etti. Aklına bir şey takıldı.
Bir de oraya bakmaya karar verdi. Morgdaki beyaz giyimli görevli kadın Meder’i doğruca yeni
getirilen cesetlerin muhafaza edildiği soğuk havalı kısma götürdü. Sağlı sollu dizilen cesetlerin
arasında bir tanesini görünce Meder’in içi bir hoş
oldu, vücudunu titreme bastı. Otobüsün kaza yapmasından az önce “Baba ben şu an morga doğru
gidiyorum. Beş dakikaya kalmaz biter, sonra tamam…” diyen genç bayanın cesedi yüzü açık bir
şekilde boylu boyunca yatıyordu. Bugünkü kaza
yeniden gözlerinin önünde canlanıp vücudunun
titremesi artarak, cesetlerin arasında ilerlemeye
devam etti. Tam bu sırada burnuna birden tanıdık bir koku geldi; tam da annesinden gelen koku
gibi. Kalbinin atışı hızlanarak sağlı sollu bakınmaya başladı. Az ilerideki cesetlere biraz dikkatli
bakınca annesinin iyice beyazlaştığı için tanınmaz hâle gelen simasını güç bela tanıyabildi;
karşısında sessizce yatmaktaydı. Kokusu ise
ortalığı iyice kaplamıştı. Annesinin cansız vücudu o an yerinden doğrularak, Meder’e beddua
edecekmiş gibi geldi. Sağlığındayken, özellikle
son zamanlarda bir kere bile sarılıp kucaklayıp
öpmediği annesinin üzerine abanarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı zavallı adam. Burnuna
iyice tanıdık gelen koku ortalığa yayıldıkça,
kendini iyice suçlu hissetti ve boğulurcasına
ağlamaya devam etti. Bu koku bu sefer iğrenilecek gibi değil de, çocukluğunda bilinçaltına
yerleşen annelere has koku gibi hissedildi. Yerde
yatan cenazenin vücudu da adamın ağlamasından dolayı titriyordu. Ömrü boyunca bu morgun
önünden belki bir kere bile geçmemişken şimdi
sanki kendi vücudundan da can gidiyormuş gibi
teninin soğuduğunu hisseti. Epey bir süre sonra
nedendir yarı açık ağzından “Morga geldim, bitti…” sözleri döküldü…■
65
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Kuytudaki ev
ÇOLPONBEK ABIKEYEV
çev. İBRAHİM TÜRKHAN
S
ık ağaçlı bahçenin içindeki oturaklarda oturmakta olan iki ihtiyar kadın konuşuyorlar.
Bu yaştaki insan neyi konuşabilir ki? Geçmiş zamanda yaşadıklarını, yâd ediyor olmalılar. Konu komşunun yaşadığı yenilikler hakkında laflıyorlar. Gördüklerini, duyduklarını
birbirlerine anlatıyorlar. Birinin ağzından çıkan diğeri için bulunmaz bir şey gibi. Ağızlar türlü
lafları ederken elleri de boş durmuyor, aynı zamanda ha bire çalışıyor. Biri yün çorap, eldiven,
kazak örerken, diğeri de şırdak* kenarını çevirmekle meşgul. İki ihtiyar için de bugün farklı
bir yenilik var. Sarı ihtiyar, evinin yanında yer alan eski evini kiraya verdi. İkisinin de lafları
bitmek bilmiyor, ağızlarını şapırdatarak konuşmaya devam ediyorlar.
-Nerden buluyorsun, bilmiyorum. Böylesi evin yolunu yitirmiş biri de kiracı olur muymuş
canım!
-Öyle deme komşu. O, gerçekten de iyi bir adam. Genç görünüyor. Genç olmasına rağmen
memur olarak çalışıyormuş. ‘Anneciğim’ diyerek yalvarınca kıyamadım. ‘İçki içmiyorum’
diyor. Evine gelen geçen herkesi alıp, müziğin sesini iyice açıp da konu komşuyu rahatsız
etmeden yaşayacaksan, gel dedim.
Buruşuk yüzlü sarı olanı, beli bükülmüş olan kara kadına gözlüğünün üstünden baktı.
-Böylelerini iyi bilirim. Önce yalvarırlar, sonra söz verirler. Benim elimden buna benzer
niceleri gelip geçti. Az çok bir maaş alıp, kâğıt karıştırılan yerde çalışsalar tamam; ‘memuruz,
tertipliyiz’, diyerek övünürler. Kendin de farkında değil misin? Dinlendirilen aygır gibi böbürlenerek durmasına baksana! Her gün akşam bir arkadaşıyla gelip sabaha kadar yüksek sesle
müzik dinleyip hepimizin rahatını kaçırıyorlar ya!
Kara ihtiyar kadın çenesi çenesine değmezcesine konuştur.
-Olursa olur ne yapalım. Zaten günümüzün gençlerini önceden anlamak mümkün değil.
Dışından baktığın zaman taşı sıksa suyunu çıkaracak gibi görünüyorlar ama düşüncelerinde
66
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
nelerin olduğunu kim bilsin, yaşamayasıcaların.
Biraz yaşayınca her şey ortaya çıkar. Eğer başta dediğinin tersine, kötü biriyse, evden kovarım
sanki.
Sarı olanı, kara olana biraz da olsa katıldığını
belirtti.
-Ah, ne yazık ki, şimdiki gençler iyice yoldan
çıkmadılar mı? Ya bizim zamanımızda nasıldı?
Gece bir arkadaşımızla şöyle bir araya gelecek
olsak bile yanlış anlaşılacağız diye yüzümüz kıpkırmızı olurdu. Şimdikiler ne yapıyor peki? İster
otobüste olsun, ister cadde sokakta olsun, yeter
ki fırsat bulsunlar, istedikleri gibi davranıyorlar.
Yüzlerinin kızarması bir yana bir de çevrelerine
karşı gururla bakmazlar mı?! Hele bir de içmeleri
yok mu, yerden kafalarını kaldıramadan ayaklarını sürüyerek gitmeleri…
-Deme gitsin…
-Bir süre sonra bunu da görürsün. Her gün içkiye doyup evinin barkının tozunu attırır. O zaman kovmak için vakit harcayacaksın. Çık dediğin zaman, ‘seni karanlıkta yakalar öldürürüm.’
diyerek korkutanları bile oluyor.
-Nerden bilebiliriz ki? Her adama kötü gözle
bakmak da doğru değil.
Bu sırada yeni genç kiracı, dış kapısı bulundukları bahçeye bakan evi temizleyip badana
yapmakla meşguldü. Üzerinde eski bir önlük
var. Evi hiç olmazsa bir beş yıl kimse temizleyip
badana yapmamıştır belki de. Öğrenciler, işçiler
velhasıl her türlü adam bu evde geçici bir süreliğine yaşadıkları için duvarın her yerine gelişigüzel çivi çakmışlar. Her taraf çizik içinde, tavanın
boyası gitmiş; odaların kokusu bile değişik, kötü
bir koku hâkim. Odaların sadece adı oda, oldukça
dar yapılmışlar. İlk bakışta özellikle kiraya verilmek için yapılmışlar gibi görünüyor. ‘Kuytudaki
ev’ denmesinin sebebi var: Çatılı büyük beyaz
eve ek olduğu için planının küçük olması az gelmiş gibi bir de yanındaki büyük ceviz ağacı, dallarıyla evi iyice çevrelemiş…
Aradan birbirini kovalayan günler geçti. İki
ihtiyar kadının günlük lafları güzel güzel gider-
ken, laf dönüp dolaşıp da ‘kuytudaki evin’ yeni
sakinine gelince, sohbet tartışmaya dönüşmeye
başladı.
-Demek ki, insanların hepsine de kötü dememek gerekiyormuş. Şu ihtiyar hâliyle insana
adaletle muamelede bulunmak daha doğru olsa
gerek. Yeni kiracı dürüst biriymiş. Geldiğinden
beri epey vakit geçti. Girmesi, çıkması, tertip düzeni yerinde.
Sarı ihtiyar âdet edindiği üzere gözlüğünün
üzerinden baktı. Çünkü her zaman aşağıya doğru
baktığı için gözlüğü burnunun ucunda zorla dururdu. İkide bir yukarı ittirip koymak da istemediği için düzeltmeye gerek görmezdi.
Tam o sırada ‘kuytudaki eve’ ellerinde valizlerle iki genç yaklaştı ve ihtiyar kadınlara başlarıyla selam verip, eve girdiler. Bir an afallayan
kara ihtiyar kadın fırsat bulmuş gibi konuşmaya
başladı.
-Bunlar gibi suratsızlara sen de inanıyorsan…
Vay başımıza gelenler… Sakin bir şekilde durup
şimdilik hiçbir şey belli etmemeye çalışıyorlar.
‘Hele sırtımı bir sağlama alayım’ dercesine. Birazdan göreceğiz. Şu sallanarak gelenler, boş yere
mi geldi diyorsun? Ellerindeki valizlerin içinde
bir iki şişe vardır... Biraz vakit geçsin müzikleri
bağırmaya başlar… Biraz sonra da kendileri…
Evde bağırmayı bir yana koyarak bir de bahçeye
çıkarlar. Yaklaşıp erkeksen, ‘yeter artık!’ diyerek
bir konuş bakalım. Bir yumrukta yere sersin.
Sarı ihtiyar bu sözlere diyecek bir şey bulamamanın sıkıntısıyla yerinden kalktı ve evine
yöneldi. Giderken de belli belirsiz mırıldandı:
-Gençlerin hepsine kötü gözle bakmamak gerek.
Kara ihtiyar haklı çıkmanın verdiği güvenle
dayanamadı:
-Vay vay!.. Görürsün sen ilginç olanı…
Karşıdakini beğenmezcesine dudaklarını büktü.
Bugün de her zamanki gibi sakin bir şekilde
geçti. Bağırtılı çağırtılı müzik sesi duyulmadı.
Bahçede alışılagelmiş sakinlik hâkimdi. Kara ih-
67
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
tiyar kadın ikide bir dışarı çıkıp merakla bakıyor.
Akşama doğru gelen iki genç dışarı çıktı. Evdeki,
onları yolcu eylemek üzere birlikte çıktı. Üçü de
düzgün bir şekilde yürüyorlar. Seslerinde bir değişme yok, her zamanki gibi normal. Kara ihtiyar
kadın, gözlerine inanamamanın verdiği şaşkınlıkla onların her bir adımına göz atıyor. Sarı ihtiyar
kadın bu sırada, evin içinde penceresinin önünde
dışarıdan kulağını alamadan olanları, dinliyor.
Kiracı genç bu sırada önüne çıkan kara ihtiyar
kadına, “İyi akşamlar nineciğim…” diyerek mütebessim, eğilerek selam verip içeri girdi. Kadın
nedendir bilinmez, öfkelenip iğrenmişçesine
kafasını salladı ve yalancıktan gülümsedi. Ertesi günü erkenden kara ihtiyar kadın, ‘kuytudaki
evin’ kapısını vurdu. Kapıyı açan genç kiracı,
şaşkınlık içinde gözlerini ovuşturarak karşıladı:
-Buyurun nineciğim…
Kara ihtiyar kadın, eşikten içeri geçmeden:
-Ev yapımı rakı alır mısın oğlum? Al! Temiz!
Güçlü mü güçlü! Koklaman bile zor. Gizli bir
şey söylüyormuşçasına yarı fısıltılı bir şekilde
konuştu.
Genç kiracı iyice şaşırarak uykulu hâlinden
kurtulup gözlerini birkaç defa daha kuvvetlice
ovuşturarak cevap verdi:
-Hayır, nineciğim… Gerek yok, almıyorum.
-Bence almalısın!... Elindeki büyük çantanın
ağzını açarak rakı şişesinin ucunu gösterdi. Ucuza veriyorum. Paran yoksa sonra da versen olur.
Şunun şurasında komşu değil miyiz?!
-Hayır, bana rakı gerek değil…
Kara ihtiyar kadın onun sözünü bitirmesine
fırsat vermeden lafını böldü:
-Kurban olduğum! Senin gibi yiğide de gerek
olmayacaksa… Eşin dostun geldiğinde…
-Nineciğim, gerçeğini söylemek gerekirse, içkiyle hiç aram yok. Başka komşulara da bir gidin.
Belki onlar alırlar… Eğer nişanlıma uygun giyim
falan varsa alayım. Size para gerek olmalı…
Kara ihtiyar kadın, genç kiracıya hışımla bir
baktı ve o hızla evine doğru yöneldi. Sarı ihtiyar,
komşusunun evine doğru ikide bir bakarak gide-
rayak kendi kendine öfke dolu bir sesle konuştu:
-Tüh yüzüne… bu da erkek mi yani?.. Bir de
erkeğim diyerek… Yazıklar olsun…
Ertesi gün herkes yerine oturduktan sonra sarı
olanı:
-Ey, komşu… Bunların evi bu gece de sakindi
sanırım… Başı ile ‘kuytudaki evi’ işaret ederek
sözüne devam etti: Biz insanlar ne kadar da ilginciz değil mi? Birinin gerçekte nasıl olduğuna çok
dikkat etmeden hemen dış görünüşüne bakarak
fiyat biçiyoruz.
Kara ihtiyar kadın iyice öfkelenerek elindeki
şırdağı silkeledi:
-Gepgenç hâliyle gelmiş, kuytu bir evde yaşıyor. Madem erkekse erkek gibi yaşasa olmuyor
mu? Doğrusu ben senin kiracının erkekliğinden
şüpheleniyorum!...
Ertesi günü kiracının nişanlısı geldi. Bahçede
oturan ihtiyarlara selam vererek içeri girdi. Elindeki eşyaları bıraktıktan biraz sonra birlikte çıktılar. Oturanların meraklı bakışları altında ilerlerken onlara selam vermeyi de ihmal etmediler.
Kendi gençliklerini hatırlamanın verdiği heyecanla ellerindeki işlerini bir süreliğine bıraktılar
ve gençlerin arkalarından bakakaldılar. Bir süre
sonra, sarı olanı yerinden kalkarken:
-Gerçekten de her insana kötü gözle bakmamak gerek cancağızım. İnsan insana hep iyi gözle bakmalı, diye mırıldanarak eve doğru yöneldi.
Kara ihtiyar kadın söyleyecek hiçbir şey bulamayarak kızarıp yerinde kalakaldı. Sonra zor
duyulur bir ses tonuyla sarı ihtiyara seslendi:
-Senin kiracın, nişanlısı için el örgüsü bir şeyler olsa alacağını söylemişti, dedi.
Sarı ihtiyar tam duymamış gibi kara kadını biraz süzdü ve sonra:
-Ben ona parasıyla vermek için değil de, annelik- ninelik şefkatimle hediyelik bir şey örüyordum zaten. Sonra elindeki bitmek üzere olan
kolu kısa kazağı göstererek içeri girdi… ■
* Şırdak: Keçenin dokunmasıyla yapılan süslemeli Kırgız halısı.
68
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Anarbay'ın köprüsü
KASIM KAİMOV
çev. HALİT AŞLAR
B
in huylu dağ suyunun heybetine kapılmamak ne mümkün. Sıra sıra dağların şefkatli koynunda sakin ve geniş dereliğin güzelliğine güzellik katan, insanı heyecanlandıran onun gürleyen suyu ile yemyeşil ormanıdır. Irmağın kenarındaki hışırdayan ormanın bazı yerleri gayet gür,
bazı yerleri ise seyrekleşerek derenin eteğine doğru azalıyor, nehir ise diğer çaylardan dökülen sular
ile daha da kuvvetlenerek dağın yeli ve gücüyle derenin sınırından uzaklara, uçsuz bucaksız düzlüğe
doğru yol alıyordu.
Bu vadinin başka bir özelliği ise hem tepe kısmı hem de eteği ikiye ayrılmış, daha doğrusu, o
küçük iki dereden başlayarak orada bitiyor olmasıydı.
Nehri ikiye bölen de dağ sırtıydı, onu kendi koynuna alarak birleştiren de. Dağ güzel ve sakin olduğu için belki ondan şikâyetçi olan hiç kimse yoktu. İnsanları düşünceye salan tek şey, gürleyerek
akmakta olan dağ suyuydu.
Yukarıdaki dereden başka bir dere doğuran tümsekli dağ sırtının eteğinin kırmızı dar bir şerit gibi
uzanmış kısmının yükseldiği yerde nehir taşlara çarparak daralıyor, kayalar çınlıyordu. İşte tam burada eskiden beri hiç durmadan insanların gelip geçtiği bir köprü vardı. Bu köprüye halk Anarbay’ın
Köprüsü derdi. Köprünün herhangi bir yeri yıkıldığında paçaları birbirinden ayrılmış bir pantolon
gibi oluyor, vadi de birbirinden ayrılıveriyordu.
Bu köprüye neden Anarbay’ın köprüsü denilmişti? Anarbay bir usta mıydı? Veya bu bir yer ismi
miydi? Bununla gelen geçenler hiç ilgilenmiyorlar mı? Yol düzgün, köprü sağlam olduktan sonra
daha başka ne gerek olabilir ki?
Bir gün Anarbay’ın köprüsünün başına ani bir su baskını sonucu bir felaket geldi. Şiddetle akmakta olan bulanık dereden sıçrayan sular köprünün üstünden gelen geçenleri ıslatmaya başladı.
Kağnılarıyla geçmek isteyenler, atlılar köprünün hem bu yakasında hem de öteki yakasında büyük
bir şaşkınlık içinde öylece kalakaldılar. Herkesin gözü köprüdeydi. Bu vadinin tarihinde gözün gördüğü kulağın duyduğu tek değerli şey bu köprüydü. Bu köprü bugüne kadar defalarca taşan nehrin
azgın sularına karşı birçok kez sınav vermişti.
Yaklaşık üç metre yüksekliğindeki köprünün ortasında bulunan destek ayrı bir güzelliğe sahipti.
Bu üçgen şeklindeki destek suya karşı dayanıklı ağaçlardan çaprazlama yapılmış, kalın tellerle sarılmış ve ortası kazan büyüklüğündeki taşlarla doldurulmuştu. Üstelik bu destek, akıntının tesirinden
korunması için, uygun bir şekilde yerleştirilmişti. Su ne kadar hızlı akarsa aksın akıntının boyunun
üç metreyi aşması mümkün değildi. Destek ise uzun yıllardır çürümediğinden bu dilsiz düşmana hiç
de yenileceğe benzemiyordu. Yani bilginlerin tahminlerine göre bu köprü daha çeyrek yüzyıl boyun
eğmeyecekti ezeli düşmanına.
69
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Dağ suyunun huyunu anlamanın mümkün olmadığını insanlar bugün anladılar. Su ulaşamaz dedikleri üç metre yüksekliğindeki köprünün üstüne
taşan dalgalar yayılmıştı. Destek çatırdamaya başlayınca köprüden gelen geçenler arasında bir uğultudur başladı.
-Anarbay işini tam yapmamış, bir metre daha
yüksek yapsaymış iyi olurmuş!
-Ama desteği de destekmiş!
-Ne diyorsunuz? Anarbay dediğiniz kişi çoktan
alemden göçtü.
-Vefat etmeden önce bunları düşünseymiş iyi
olurmuş!
-Yanılıyorsunuz, bu köprü Anarbay vefat ettikten çok sonra yapıldı, dedi birisi.
Su baskını gittikçe güçleniyor, Anarbay hakkındaki tartışma da giderek artıyordu.
-Peki, Anarbay hayatta mıymış? Gerçeği bilen
biri var mı?
-Kim bilsin, köprüden bahsetsene!
-Size lazım olan sadece köprü… Anarbay var mı
yok mu, bu sizin için önemli değil!
-Bunun neyini tartışıyorsun? Köprüyü yapan
usta hakkını almıştır. Daha ne gerekiyor?
Dağ suyunun yaralı bir ayı gibi kükremeleri,
yarı yolda kalmış olanların sakin sakin konuşmalarına fırsat tanımadı. Uğultular, mırıldanmalar artmaya başladı.
Bir süre sonra şiddetli bir gürültü sesi duyuldu.
Büyük bir felaket olacağını bekleyenler donakaldılar. Bu korkunç gürültü duyulduğunda bilginlerin
daha çeyrek yüzyıl ayakta kalır dedikleri destek
sanki tam ortasından kırılmış gibi dağ suyunun bulanık ve azgın sularında kayboluverdi. Sadece nehir sularının yanından sarkan ağaçlar görünüyordu.
Tam bu sırada köprünün iki tarafındaki bağlar kopup, ortalık tamamen toz duman içinde kaldı.
Böylece, biraz önceki tartışmayı nehrin kendisi
bitirmiş oldu. Bu tartışmaya katılanlardan biri şöyle
mırıldandı:
-Anarbay’ın köprüsü bugünkü şartlara uygun
değil, yeni bir köprü yapmayı daha önceden düşünmeliydik.
Diğerleri ise onun söylediklerine katılıp, hiçbir
şey demeden sessizce durdular.
İşte, köprü yapma işini zamanında düşünmedikleri için bütün işleri, yolculukları yarım kalmış oldu.
Suyun seviyesi düşmedikçe buraya köprü yapmak mümkün değil. Bu azgın dağ suyunun seviyesi
kolaylıkla indirilebilir mi?
İki küçük vadinin ve onların hepsini içine alan
büyük vadinin birbirleriyle olan tüm bağlantısı tamamen kesildi…
* * *
İnşaat işleri, geleneğin dışında, su seviyesi düşürülmeden başladı. Böyle bir olayla daha önce
hiç karşılaşmayan köylüler, özellikle ihtiyarlar ile
çocuklar gece gündüz inşaata gelip hayran hayran
bakıyorlardı. Irmağın hem o yüzünde hem de bu
yüzünde aynı teknoloji; taş, inşaat malzemelerini
taşıyan araçlar ve buldozerler… İnsanları özellikle
hayretler içinde bırakan şey inşaat malzemelerinin
arasında ağacın olmamasıydı. Malzemelerin hepsi demir ve taştan ibaretti. Köylüler arasında “Taş
köprü” yapılacak sözleri yayıldı.
İhtiyarlar inşaatın etrafını terk etmeden dağ burnunun gölgesine oturup eskiden ve bugünden bahsediyorlar, ancak acıktıkları zaman evlerine gidiyorlardı. Çocuklara demir köprü çok ilginç geliyordu.
Orada oynuyorlar, hafif malzemelerin taşınmasına
yardım ediyorlar, yük taşıyan şoförlerin yanına oturarak oraya buraya geziyorlardı.
Bu hummanın içinde sadece bir ihtiyar farklı
görünüyordu. O, kendince, daha çok köprünün nasıl yapılması gerektiğiyle meşgul oluyor, kâh proje
üzerinde çalışan uzmanların, kâh işçilerin yanına
geliyordu. Köprüyü bir an önce bitirip gitmek isteyen insanlarla onun ne işi olabilirdi? Onun ne beyaz takkesine, ne de gür bıyıklarına dikkat eden biri
vardı.
İşçiler ve inşaat malzemeleri Anarbay’ın köprüsünün yıkılmasının hemen ardından gelmişti. İlk
önce onlar köprünün her iki tarafını birbirine bağlamak için asma bir köprü yaptılar. İşçiler ile acil
işleri olan kişileri ilk sırada köprüden geçirmek istediler.
İnşaat mühendisi kalabalığın arasından biraz
önceki beyaz takkeli ihtiyarı ve çocuklu bir kadını
asma köprüden geçmeleri için çağırdı. Çocuklu kadın geldi. İhtiyar ise hayır anlamında başını salladı.
Vakit öldürmeye gelmiş biri galiba diye düşünüldüğünden onunla hiç kimse ilgilenmez olmuştu.
İş iyice yoğunlaştı. Kıyının her iki tarafına da
işçiler için çadırlar dikilip, her türlü demir ve beton
parçaları konuldu. Ekskavatörler durmaksızın çalışıyordu.
Diğer ihtiyarlar onun kadar gelmiyor, o ise güneşin doğuşuyla gelip batışıyla dönüyordu. Yüzünde fazla kırışıklık olmayan, oturması kalkması derli
toplu olan bir ihtiyardı o. Gözleri de sapasağlamdı.
70
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Sadece kulakları iyi işitmiyordu. Onunla konuşmadıktan sonra onun kulağının sağlam olup olmadığını
nereden bilsinler.
Aslında, elindeki bastonuna o kadar da ihtiyacı
yok gibi görünen ihtiyar her gün başı önde yavaş
yavaş geliyordu. Yürürken bazen hafifçe salladığı,
bazen de koltuğunun arasına aldığı bastonunu sadece oturup kalkarken kullanırdı.
Her geldiğinde önce eskiden köprünün olduğu
boşluğu bir süzüyor, suyun bazen bir nar gibi kızardığını, bazen de bir yılan gibi kıvrılarak aktığını, içinde yüzen nesnelerin bir belirip bir kaybolduğunu zevkle seyrederdi. Su, bu şiddette akarken
kim bir köprü kurabilir? Bunlar çok hilekâr veya
tecrübesiz kişiler olsa gerek. Belki inşaat malzemelerini toparlayıp, hazırlıklar bitene kadar su baskını
biter. Öyle düşünmek istese bile onların yüzlerinde
sudan merhamet bekleyen bir ifade yoktu. Planlarına inanıyormuş gibi bir halleri var. Plan dediğin
nedir ki, altı üstü bir kâğıt parçası. Dilsiz düşman
plana boyun eğer mi? İhtiyar bu düşüncelerini inşaat işçilerine her ne kadar anlatmak istese de onların
kendisinin bunamış biri olduğunu sanmasınlar diye
susmayı tercih ediyordu.
İhtiyara göre köprünün iyi olabilmesi onun yüksekliğine ve desteğinin sağlam olmasına bağlıydı.
Yapılacak köprünün desteğinin sağlamlığı noktasında onun herhangi bir şüphesi yoktu, çünkü o demirden yapılıyordu. Asıl önemli olan onun yüksek
olmasıydı.
Beyaz takkeli adam bir köşede bastonuna dayanmış işin gidişatını dikkatle izlerken buldozerci
genç köprünün diğer tarafını kazmaya başladı.
Sarhoş mu bu diye düşündü ihtiyar. Sarhoş da
olsa, aklı başında da olsa bu yaptığı doğru değildi.
Ardından daha fazla susmaya sabrı yetmeyince bastonunu sallayarak o gence doğru bağırdı:
-Hey, evladım, durdur!
Bu beyaz takkeli ne istiyor acaba diye düşünen
genç motoru durdurup ona kulak saldı.
-Durdur diyorum, durdur!
-Benim sadece bir şefim var!
Genç motoru tekrar çalıştırdı. İhtiyar onun bu
imasını anlamamış gibi bastonunu kaldırmış yine
bir şeyler diyordu. Genç bu ihtiyardan bir an önce
kurtulabilmek için şefine doğru el salladı. Beyaz
takkeli bu işareti anlamış olacak ki, yavaş yavaş yürüyerek mühendisin yanına geldi.
-Evlat, köprü kuracağınız yeri niçin alçaltıyorsunuz?
Mühendis ona şaşkın gözlerle bakarken:
-Ne istiyorsunuz, dede?
-Yüksek sesle söylesene! - dedi ihtiyar ve ona
kulak kabarttı.
-Köprünün yükseği iyi olmaz mı? – İhtiyar onu
müzakerede bulunmaya çağırmak ister gibi kulağını
yeniden kabarttı.
-Evet, yüksek köprü iyi olur!
İhtiyar ona doğru yaklaşmak istediğinde mühendis genç konuşma bitmiş gibi başka bir yere gitti.
Tam bu sırada buldozer orayı iyice kazdı ve başka bir tarafa gitti. Oraya diğer işçiler gelip çukuru
taş ve çimento ile tekrar doldurdular. İşte böylece
köprünün temeli sağlam ve yüksek olmuş oldu. İhtiyar deminden beri boşuna onları rahatsız ettiğini,
onlara kötü göründüğünü anladı.
-Aferin size!, - dedi onlara memnuniyetini bildirerek.
Köprünün yüksek olacak olmasıyla rahatsızlığı
bir nebze azalsa da, inşaat etrafında hâlâ dolaşıyordu. Kafasını karıştıran bir sorun daha vardı. Delice
akmakta olan azgın dağ suyunun seviyesini düşürmeden köprünün desteğini nasıl kuracaklardı?
-Acaba hangisi kazanacak, gençlerin gücü mü,
yoksa azgın dağ suyu mu? – diye düşünüyordu ihtiyar. Bunu kendi gözleriyle görmek, onun için hayatının unutulmaz anlardan biri olacaktı, hatta belki
de nesilden nesile aktarılacak bir efsane… İhtiyar
o günü büyük bir sabırsızlıkla beklemeye koyuldu.
İhtiyar oradan uzaklaşmadan bir köşede bağdaş
kurup, köprüye bakarak düşünceye daldı. İnsanı büyük bir hayrete düşürecek olayı görmesine artık çok
az bir zaman kalmıştı.
İş gittikçe uzuyordu. Hava oldukça sıcaktı. Yaşlı beden yorulmuş, uyumak istiyordu. O tüm yorgunluğuna ve ihtiyarlığına rağmen uyumamak için
olağanüstü bir güç sarf etti. Fakat kirpikleri yavaş
yavaş birbirine yapışmaya başlamıştı…
Birdenbire büyük bir korkuyla irkildi. Hemen
köprüye doğru baktı. Büyük ve uzun demirler köprünün her iki tarafına da yerleştirilmişti. “Allah Allah, bu da ne?” İhtiyar hızla yerinden kalkıp kıyıya
yaklaştı. Evet, desteği olmayan demir bir köprü!
Desteği olmayan bir köprü de olur muymuş?
-Gördüklerin görmediklerinden daha çoktur dedikleri bu olsa gerek! Aferin çocuklar. Bunu görmeseydim gözlerim açık ölürdüm herhalde.
İhtiyar işçilerin yanına gelip “Aferin çocuklar”
diye bağırdı, ancak işçiler suyun gürültüsünden
onun sesini duymayıp kendi işlerine devam ettiler.
71
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Artık işin geri kalan kısmı ihtiyarın ilgisini çekmiyordu, devasa demirlerin üstünün neyle örtüleceğini, kalan işin nasıl biteceğini biliyordu.
Bu, vadideki ilk demir köprüydü. Akla hayale
sığmayan bu işin nereden çıktığını anlamak istercesine etrafına şöyle bir bakındı. Elinde balta olan bir
kişi bile yoktu. Her taraf demirlerle doluydu. Demirleri işleyenler, onları taşıyıp oraya buraya götürenler kara saçlı, iki ayaklı normal insanlardı. Yani
her taraf insan ve demir; demir ve insandı.
Bastonuna dayanarak ayakta duran ihtiyar gözlerini yumdu… Bir şey hatırlar gibi oldu… Uzunca
bir zaman…
İnşaat işleri gece gündüz devam etti. O beyaz
takkeli, bıyıkları dışarıya doğru sarkan ihtiyar oraya
artık hiç gelmiyor, onun gelip gelmediğini de hiç
kimse fark etmiyordu.
* * *
İnşaat sona ermişti. İşçiler de, mühendisler de
bir yandan ayrılmak için hazırlanıyorlar, bir yandan da köprüyü teslim edecekleri komisyonu bekliyorlardı. Bu sırada dağ tarafından gelen, eyerine
arttığı kımızı ve kuzusuyla dikkatleri çeken bir atlı
göründü. Bu atlı, o beyaz takkeli ihtiyardı. Fakat o
bu sefer başına beyaz bir kalpak takmış, üzerine de
deve yününden yapılmış sarımtırak bir kaftan giymişti. Elbiselerini değiştirmiş ve bir de at üstünde
daha farklı bir görüntü içerisinde olan ihtiyarla daha
önce bizzat tanışmamış kişiler onun o pos bıyıklı
kişi olabileceğini tahmin ettiler.
Sıcak hava insanları iyice susatmıştı. Eğer atlı
kişi genç biri olsaydı, etraftakiler kımızını sat diyerek onu attan sündürerek indirebilirlerdi, fakat bu
ihtiyara hiç kimse bir şey demeden ona yol açıp selam verdiler.
-Selam aleyküm!
-Aleyküm selam!
Kendisine verilen selama karşılık verdi ihtiyar
ve onları bırakıp gitmek istemiyormuşçasına atının
dizginlerini çekti.
Mühendis ihtiyara heyecanla:
-Dede! Yol açık! Korkmadan geçebilirsiniz!
-Evladım, sen beni nereye geçireceksin?
-Nereye gidiyorsunuz?
-Beni boşverin de, siz şunları bir indirin bakalım, - dedi ihtiyar.
Sanki sırf bu sözü bekliyormuş gibi duran gençler kuzuyla kımızı hemen ağacın gölgesine götürdüler. Tanıdık bu ihtiyar da atından indi. “Bunları
kime getirdi acaba? Satmak için mi?” - gibi düşün-
celer herkesin aklına gelmeye başladı.
Mühendis, ihtiyarı takip ederek gölgede toplanan insanların yanına geldi.
-Haydi, kımızdan içmeyecek misiniz? – sözünü
duyana kadar herkes büyük bir sabırla bekliyordu.
Saf ve buz gibi kımıza işçilerin çullandığı sırada
ihtiyar söze başladı.
-Evlatlarım! Yeni köprünüzü kutlamaya geldim!
Durumu anlayıp sevinen gençler ona memnuniyetlerini belirtmek için başlarını eğdiler.
-Evlatlarım! Ben eski köprüyle vedalaşmaya
geldim.
Bu sözler hiç kimse için bir anlam ifade etmedi.
-Evlatlarım! Sizlerin benimle vedalaşmanız için
de geldim. İhtiyarın bu ciddi ve şaşırtıcı konuşması
etraftakilerin ona şaşkın gözlerle bakmasına neden
oldu.
-Artık, beni tanıyabilirsiniz! Anarbay adlı kişi
benim, - dedi ihtiyar.
Herkes susmuştu. Herkesin yüzünde şaşkınlıkla
karışık bir mahcubiyet ifadesi vardı. Sanki içtikleri kımız hiç birinin boğazından geçmiyor gibiydi.
Günlerdir aralarında gölge gibi dolaşan bu ihtiyar
adamla bir defa bile insanca konuşmadıkları için
utanan gençleri o çok iyi anlamıştı.
-Her şeyin bir zamanı var. – İhtiyar bastonuyla
yere biraz vurdu. Tanışacağımız ve konuşacağımız
zaman işte gelip çattı. Siz önce kımızlarınızı için ve
kuzuyu bir yeyin bakalım.
Kuzu hemen kesilip bir kazana konuldu. Kımız
ise hala içiliyordu. İhtiyar uzun konuşmasına başlamadan önce bir iki sual sordu.
-Anarbay’ı siz nasıl biri olarak tanıyorsunuz?
-Usta…
-Hayır, öyle değil. Benim bir ustalığım yok, deyip ikinci sorusunu sordu ihtiyar.
-Geçen gün suyun yıktığı köprünün kimin olduğunu biliyor musunuz?
-Anarbay’ın.
-Hayır, öyle değil! O köprüyü sizin gibi kişiler
yaptı.
İhtiyar bastonunu yere bırakıp usulca oturdu.
Uzun bir söze başlayacak gibi bir hali vardı.
Herkes susmuştu. Çoktandır açılmayan sır açılıyor, Anarbay kendini tanıtırken herkes onun her
bir sözünü aklında tutmak için pür dikkat onu dinliyordu. Hatta, aşçı bile işini bırakıp Anarbay’a kulak
kabarttı.
-Anarbay’ın köprüsü yapılalı elli yıldan fazla
oldu. O köprü sadece üç yıl ayakta durdu. Ondan
72
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
sonraki köprülerin Anarbay ile bir ilgisi yok.
“Bu ihtiyar kimin başını ağrıtıyor” diye düşündü
onu dinleyenlerin bir kısmı.
-Eskiden bizim vadinin halkı çok cesurdu, - dedi
Anarbay – dış düşmanlarla değil hep kendi aralarında savaşırlardı. Ben o zamanlar daha gençtim…
Vadinin bir tarafını Kızılbaş, diğer tarafını Karabaş
yönetirdi. Onlar hayatları boyunca birbirleriyle savaştılar, nice kanlar ve gözyaşları döküldü, birçok
yiğit öldü, bir kısmı sakat kaldı. Bazen bir taraf yeniyor, boyun eğdiriyordu, bazen de diğer taraf. Fakat hiçbir zaman tamamen galip gelen taraf olmadığından savaş böyle devam etti durdu…
Bu çarpışmalar bazen derenin bu tarafında, bazen de diğer tarafında olurdu. O zamanlar bu köprünün yerine iki uzun sırıkla yapılmış esnek ve taşınabilir bir köprü vardı. Kaçan taraf hemen aceleyle
köprüyü kendilerine doğru çeker böylece kovalayanlar diğer tarafa geçemezdi. Yani o zamanlar köprü bir oyuncak gibiydi, kim kaçıyorsa onu hemen
kendi tarafına çekiverirdi…
Böylece vadi bu taraf ve diğer taraf olmak üzere
ikiye ayrılmış, her iki taraf arasındaki düşmanlık da
giderek artmıştı. Bu düşmanlık halinden halk iyice
bıkmış ve bitâp düşmüştü.
Sonradan Sovyet hükümeti kurulunca beni iyi
niyetli ve fakir çocuğu olduğum için buraya muhtar
seçmek istediler. Ben önce kabul etmek istemedim,
hatta direndim muhtar olmamak için, “Ben daha
önce halkı hiç yönetmedim, eğitimli değilim” dedim, ancak söylediklerime halk pek kulak asmadılar
ve sonunda muhtar olmayı sadece bir şartla kabul
ettim.
Muhtar olarak ilk emrim, “İki tarafı birleştirecek
bir köprü yapacağız!” idi.
Halk bu şartımı büyük bir sevinçle kabul etti ve
herkes işe koyuldu. Ben de onlara katıldım. Birlikte
ağaç kestik, taşları taşıdık ve daha önce hiç kimsenin görmediği güzel bir köprü yaptık. “Soysuz
muhtar, kendi emrindekilerle birlikte köprü inşaatında çalışıyor” diyerek beni aşağılamaya çalıştı
zenginler. Tabii onların bizim köprünün manasını
anlayabilecek durumları yoktu… İşte halk o köprüye Anarbay’ın köprüsü adını verdi. Hiç kimse o
köprüye bir zarar veremedi, halk huzur içinde yaşamaya başladı.
O zamanlar köprü için iki felaket korkusu vardı.
Biri tarafların düşmanlığı, ikincisi ise su baskını. İlk
felaket korkusu tamamen ortadan kaldırıldı. Ancak
ikinci felaket korkusundan aradan elli yıl da geçse
kurtulamadık. İşte bu felaketi sizler de gördünüz.
Anarbay düşünceli bir halde sakalını sıvazlayarak mühendis gence baktı.
-Evladım, senin adın ne?
-Turar.
-Turarım, işte köprünün tarihi böyle.
Bu sırada yemek hazırlanmıştı. Konuşma durdu.
Kuzunun eti yenildikten sonra ihtiyar yeniden söze
başladı.
-Son bir sözüm daha var. Razıysanız yemeğe
dua etmeden önce bunu bir konuşalım, müzakere
edelim.
-Biz razıyız, baba!
-O halde söyleyeyim, önceki köprülerin hepsi birbirine benzer tahta köprülerdi. Onların hepsi
Anarbay’ın köprüsüydü. Şimdiki köprü ise bırakın
Anarbay’ın yaptığı bir köprü olmasını, Anarbay’ın
aklına bile gelmeyecek, harikulade bir köprü. Her
şeyi kendi adıyla adlandırmak daha iyidir. Eğer
benim fikrimi uygun görüyorsanız, bu köprüye
“Turar’ın Köprüsü” adını verelim. Haydi, evladım
Turar, kalkıp halktan dualarını iste!
-Efendim, yanılıyorsunuz! – dedi telaşlanan Turar, - adı halk koyar.
-Biz halkız, - dedi Anarbay. İşte şimdi dua ederek köprüye senin adını vereceğiz. Sonra bütün halk
bu köprüye “Turar’ın Köprüsü” diyecek.
Diğerleri ne der acaba gibisinden etrafına bakındı Anarbay. Diğerleri ihtiyarın bu sözüne gülüyorlardı. Bunu görünce Anarbay’ın kaşları çatıldı,
hiddetlendi:
-Ben sizlere işin gideceği yeri anlatıyorum, yoksa Anarbay bilgin filan değil, üstelik demir bir köprü yapacak kadar usta da değil. Böyle davranmanız
hoş değil, - deyip Turar’a buyurarak şöyle dedi:
-Haydi, dua iste!
-Yoksa köprü Anarbay’ın olarak kalır.
-Sizin bu çabanıza halk her zaman saygı gösterir.
Halkın onun bu sözlerini kabul etmeyeceğini
anlayan Anarbay cesaretini kaybedip yerine oturdu.
Diğerleri dua etmeden yerlerinden kalktılar.
Anarbay ile tanışmak ne kadar gayet ilginç ve
güzel olduysa onunla vedalaşmak da bir o kadar
ağır ve zor oldu. Suratı asılan ihtiyar çok üzgündü.
Onu, mühendis Turar ata bindirdi, Anarbay gitmeden önce gençlere son bir defa gözünün ucuyla baktı. Gayet keyifli görünüyorlardı.
Anarbay gittikten sonra köprünün yazı levhasına
lehimle büyük harflerle bir yazı yazıldı:
“Anarbay’ın Köprüsü, 1969”■
73
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
MUSTAFA SEVER*
İ
Yazıldığı dönemde
çeşitli Türk boylarının
konuştuğu Türkçeyi,
Türkçenin söz varlığını,
sözlü kültürdeki sav,
sagu, koşuk gibi türleri,
gelenek görenek
ve inançları, yeme
içme, giyim kuşam
gibi maddî kültür
unsurlarını madde
başlıkları şeklinde
sıralayıp somut
örneklerle göz önüne
serer.
slamiyetin kabulü sürecinde bir geçiş dönemi
ürünü olan Divânü Lügâti’t-Türk, Türkçenin bilinen ilk sözlüğüdür. Akalın, kitabın 1072’de yazılmaya başlandığını, dört kez düzeltildikten sonra 1074’te
tamamlandığını belirtir (2011:1). Yazıldığı devirdeki
Türk dilini, Türk kültürünü, Türk boylarının toplumsal yapılarını ve yaşayış özelliklerini yansıtması bakımından eşsiz bir eserdir. Eserin yazarı, eserinde verdiği
(DLT I/3) bilgilere göre, Muhammed oğlu Hüseyin’in
oğlu Mahmud’dur. Mahmud, Emirler soyundan geldiğini, babasının Türk illerini Samanlı oğullarından olan
bey olduğunu (DLT I/112) belirtir.
Ercilasun, Kaşgarlı Mahmud’un Karahanlı
Hanedanı’na mensup bir şehzade olmasının kuvvetle
muhtemel olduğu kanısındadır. Ona göre Mahmud’un
babası Hüseyin Çağrı Tigin 1056-1057 yıllarından önce
Barsgan emiridir. Babasının babası Muhammed Buğra
Han 1056-1057 yıllarında Kaşgar’da Doğu Karahanlı hükümdarıdır ve 1057’de yerini Hüseyin Çağrı’ya
bırakır. Bu yıllarda Kaşgar’da çok şiddetli taht kavgaları görülür. Kaşgarlı Mahmud’un dedesi Muhammed
Buğra Han’ın ikinci karısı, ailenin bütün fertlerini öldürterek kendi oğlu İbrahim’i tahta çıkarır; fakat İbrahim de hanedanın başka bir üyesi tarafından öldürülür.
Kaşgarlı Mahmud’un babası Hüseyin Çağrı’nın da bu
* Doç. Dr., Gazi Üniv., Güzel Sanatlar Fak.
74
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
olaylar sırasında öldürüldüğünü ve 1057-1059 yılları arasında Mahmud’un Kaşgar’dan kaçtığını tahmin etmek mümkündür (2004:320).
Divânü Lügati’t-Türk’ün bugün için tek nüshası, Muhammed İbn Ebî Bekr İbnî Ebi’l-Feth tarafından 1266’da Şam’da asıl nüshadan kopya edilen nüshadır. Hâlen Millet Kütüphanesi’ndedir. Ali
Emirî Efendi tarafından 1915 yılında İstanbul’da
bir sahafta bulunmuştur (Kurt 2008:19).
Kaşgarlı Mahmud, eserinin girişinde (I/38) Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarından
doğdurduğunu, onların mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu
gördüğünü, Tanrı’nın onlara Türk adını verdiğini ve
onları yeryüzüne ilbay kıldığını, devrin hakanlarını
onlardan çıkardığını, dünya milletlerinin idare
yularını onların ellerine verdiğini ve onları
herkese üstün eylediğini; kendilerini hak üzere
kuvvetlendirdiğini, onlarla birlikte çalışanları,
onlardan yana olanları aziz kıldığını ve dileklerine
eriştirdiğini ve aklı olanın yapması gerekenin
Türklerin yolundan gitmek ve onların dilleriyle
konuşmak olduğunu belirtir. Mahmud, sözlerine
dayanak olarak Buharalı ve Nişaburlu iki imamdan
duyduğu Hz. Peygamber’in “Türk dilini öğreniniz;
çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır”
sözünü gösterir ve “Bu söz (hadis) doğru ise -sorgusu kendilerinin üzerine olsun- Türk dilini öğrenmek çok gerekli (vâcib) bir iş olur; yok, bu söz
doğru değilse, akıl da bunu emreder.” diyerek hem
dinî hem de akli açıdan Türk dilini öğrenmenin
gerekliliğini vurgular. Kaşgarlı Mahmud, kendisinin Türkler arasında en uz dilli, en açık anlatanı,
akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğunu söyler ve Türk illerini baştanbaşa dolaşarak Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma,
Kırgız boylarının dillerini, yaşayış özelliklerini,
kültürlerini bellediğini ve bunları en iyi şekilde
eserinde sıraladığını, düzenlediğini belirtir. Kitabını kendisine bir ün, bitmez tükenmez bir azık olsun diye, Tanrı’ya sığınarak Divânü Lûgati’t-Türk/
Türk dilleri kamusu şeklinde adlandırarak devrin
hükümdarı Ebu’l-Kâsım Abdullah’a sunduğunu
söyler.
Kitabındaki maddeleri[1] belli bir sıraya göre
dizmiştir. Böyle yaparak -kendi ifadesiyle (DLT
I/5)- kelimelerin anlam derinliğini ortaya çıkarmış,
1. Akalın, Besim Atalay’ın üç ciltlik çevirisinin 1943
yılında yayımlanan “endeks”inde verilen sözcük sayısının
8783 olduğunu belirtir (2011: 4).
katılıklarını yumuşatmıştır. Türklerin görgülerini,
bilgilerini göstermek için, söylediklerini sagularla,
koşuklarla, destan parçalarıyla örneklemiş; Türklerin kaygılı ve sevinçli günlerinde yüksek düşüncelerle söylenmiş savlara yer vermiştir. Böylece kitap
arılıkta son kerteye, güzellikte son yüksekliğe erişmiştir.
Divânü Lügati’t-Türk’te Türklerin ve çevrelerindeki diğer milletlerin yaşadıkları coğrafyayı
gösteren bir haritaya da yer verilmiştir ki bu harita bugün için bilinen ilk Türk haritasıdır. Kaşgarlı
Mahmud, “bu harita üzerinde gezip dolaştığı dağları, denizleri, ırmakları, ovaları, köyleri, kasabaları, şehirleri, memleketleri belirlemekte, araştırma yaptığı Türk topluluklarının yaşadığı coğrafyanın sınırları dışında kalanları da haritasında işaret
etmektedir.” (Yıldırım 2008: 109).
Divânü Lügati’t-Türk; Türkle, Türklükle ilgili her türlü bilgiyi içermesi açısından Türk kültürünün eşsiz bir eseridir. Yazıldığı dönemde çeşitli
Türk boylarının konuştuğu Türkçeyi, Türkçenin
söz varlığını, sözlü kültürdeki sav, sagu, koşuk gibi
türleri, gelenek görenek ve inançları, yeme içme,
giyim kuşam gibi maddî kültür unsurlarını madde
başlıkları şeklinde sıralayıp somut örneklerle göz
önüne serer. “O bütün bu özellikleriyle bir araya
getirdiği metinlerden ördüğü eserinde, bir Türk
medeniyeti mimarisi tasviri yaratır. Eseri okuyan
her kişi, orada, bu mimarinin içinde yer alan hayatın tüm alanlarını kapsayan ve her bağlamda her
ihtiyacı en ince detayına kadar ifade eden bir ‘metin’ çeşitliliği ve zenginliği ile karşılaşır.” (Yıldırım
2008:115).
Kaşgarlı Mahmud’un yaşadığı devir İslamiyetin
Türkler arasında yaygınlık kazandığı bir devirdir.
Ancak Müslümanlığı benimsemeyen, eski kamlık inançlarına bağlı veya Budist, Maniheist Türk
boylarının da olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple
Mahmud’un, İslam dışı inançlardan ve İslamı benimsemeyen insanlardan söz ederken onları aşağılayan sert bir dil kullandığı görülür. Zira o dini bütün bir Müslümandır. Ancak, İslam öncesi Kamlık
inancının çeşitli uygulama ve kut-törenlerinden söz
ederken kimi zaman daha ılımlı, kimi zaman da tarafsız bir üslupta ifadeler kullanır. Çünkü bu inancın uygulama ve kut-törenlerini “İslamiyetle boy
ölçüşebilecek bir din olarak değil de atalardan, dedelerden kalan ve bir yere kadar saygı gösterilmesi
gereken inançlar” (Canpolat 1974: 22), uygulamalar olarak görür. Söz gelimi “Tengri” kelimesini
açıklarken “Ulu Tanrı. Şu savda dahi gelmiştir: To-
75
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
yın tapugsak, Tengri sefinçsiz/Toyın tapmak ister,
Tanrı memnun değil (Müslüman olmayan Türkler
din ulusu Tanrı’ya tapınır; fakat yüce Tanrı onların yaptığı işten hoşnut değildir.” (III/376) derken
tarafsız davranan Kaşgarlı Mahmud, açıklamasını
sürdürürken “yere batası kâfirler, göğe Tengri derler. Yine bu adamlar büyük bir dağ, büyük bir ağaç
gibi gözlerine ulu görünen her şeye Tengri derler.
Bu yüzden bu gibi şeylere yükünürler (secde ederler). Yine bunlar bilgin kimseye Tengrigen derler. Bunların sapıklıklarından Tanrı’ya sığınırız.”
(III/377) şeklinde ağır sözler söyler. İfadelerindeki bu çeşitliliğe rağmen Mahmud, eserinde eski
Türklerin kutsal saydıkları Tengri, Umay, vb. ilahî
varlıklar, tapınma ve kut-törenler, halk hekimliğine
ait tedavi şekilleri, büyü ve kâhinlik, vb. hakkında
önemli bilgiler verir:
Kutlu ve mübarek olan her nesne, Divânü
Lügati’t-Türk’te “ıdhuk” (I/65) olarak adlandırılır.
Idhuk, kurbanlık olarak belirlenen, bu nedenle de
üzerine yük vurulmayan, sütü sağılmayan, yünü kırkılmayan hayvan için de kullanılır. Yada taşı’ndan
bir inanç ve uygulama olarak “yatlattı”(II/355) ve
“yatladı” (III/307) kelimeleri açıklanırken bilgi
verilir. Bu bilgilere göre yada taşı, kamların yüce
Tanrı’nın izniyle rüzgâr estirmek, yağmur yağdırmak için afsun yapmada kullandıkları bir taştır. “Irk” (I/42); falcılık, kâhinlik ve bir kimsenin
gönlündekini bilmektir. “Yat” (III/159) ise, taşlarla
yağmur ve rüzgâr getirmek için yapılan Kamlıktır. Efsunculuk, kâhinlik, hekimlik, vd. görevleri
yerine getiren kişiler o dönemde Kam olarak adlandırılıyor; bu kişilerin olağanüstü güçlere sahip
oldukları, gizli güçlerle, ruhlarla ilişki kurduklarına inanılıyor, onlardan gerektiğinde çeşitli olay ve
durumlarda yardım isteniyordu. Söz gelimi Kamın,
cin çarpmasına karşı birtakım afsunlar yapmasına,
dualar etmesine Divân’da “arwaşmak”(I/236) adı
verilmektedir. Böylesi afsunlar yapan kama “arpagcı” veya “afsuncu” adı verilir; yaptığı afsuna
karşılık olarak da “örüng” (I/134) denilen ve günümüzde “el yeğniliği” olarak adlandırılan ücret
ödenir. Çeşitli amaçlar için adanan, ıdhuk olarak
belirlenen ve kurban edilen hayvan, Divân’da “yagış” (III/10) olarak adlandırılmaktadır.
Divân’da insanüstü varlıklar, sihir ve büyü, bu
husustaki inanç ve uygulamalar hakkında bilgiler
verilir. Bunlardan “abaçı” (I/136) açıklanırken bunun umacı olduğu, çocukları korkutmak için “abaçı
geldi” dendiği belirtilir. Bostanları, bahçeleri göz
değmesinden korumak için bostan ve bahçelere
“abakı” (I/136) veya “kösgük” (II/289) adı verilen
korkuluk dikilir. Çıwı (III/225), cinlerden bir bölük
olup Türklerin inanışına göre, iki ordu savaşırken
bu iki ordunun vilayetlerinde oturan çıwılar da
kendi aralarında savaşırlar. Çıwılardan hangi grup
galip gelirse, onların ait olduğu vilayetin ordusu da
galip gelir. Çıwılardan hangi grup kaçarsa, onların
bulunduğu vilayetin hakanı da kaçar. Türk askerleri
geceleyin cinlerin attıkları oklardan sakınmak için
çadırlarına girerler. Bu, Türkler arsında yaygın bir
inançtır. Tiki (III/230), geceleyin işitilen sestir. Bu
sesi her kim işitirse öleceğine inanılır. Türkler, öyle
sanırlar ki ruhlar, her sene yaşamış oldukları yerlerde bir gece toplanır ve yaşayan insanları ziyaret
ederler.
“Kumlak” (I/475), Kıpçak illerinde yetişen sarmaşık gibi bir ottur. Bu otun gemiye alınması durumunda fırtına çıkacağına, denizin dalgalanacağına, geminin batacak gibi olacağına inanılır. “Kaş”
(I/152), beyaz ve siyah temiz taştır. Bu taşın beyazını yüzük kaşı yaparlar. Böylece şimşekten, yıldırım
çarpmasından ve susuzluktan korunurlar. Bu taş
bir beze sarılıp ateşe atılsa, ne bez ne de taş yanar.
Susayan kişi, bu taşı ağzına alsa susuzluğu gider
(I/22). Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha başka boyların halkı and içtiklerinde yahut sözleştiklerinde
demiri ululamak için kılıcı çıkararak yanlamasına
önlerine koyup “Bu, gök girsin, kızıl çıksın” derler.
Yani, “Sözünde durmazsan kılıç kanına bulansın;
demir senden öcünü alsın.” demektir. Çünkü demiri ulu sayarlar (I/361).
Kaşgarlı Mahmud, eserindeki her maddeyi açıklarken “kimi zaman, onlara bağlı veya ilintili anlatı, atasözü, şiir parçaları ve bağlam cümleleri ile
de açıklama ve yorumlarını daha anlaşılır duruma
getirmeye özen göstermiştir.” (Yıldırım 2008:115).
Yıldırım’ın belirttiği gibi Mahmud, kimi zaman bir
maddeyi açıklarken o maddeyle ilgili ayrıntılara da
yer verir. Söz gelimi “pars” kelimesini açıklarken
bize eski Türk takvimi hakkında da bilgi verir:
“Pars, yırtıcı bir hayvan. Türklerin on iki yılından biri. Bu şöyle olmuştur: Türkler on iki çeşit
hayvanın adını alarak on iki yıla ad olarak vermişler; çocukların yaşlarını, savaş tarihlerini ve daha
başka şeyleri hep bu yılların dönmesi ile hesap
ederler. Bunun kökü şöyle olmuştur: Türk hanlarından birisi kendisinden birkaç yıl önce geçmiş
olan bir savaşı öğrenmek istemiş, o savaşın yapıldığı yılda yanılmışlar; onun üzerine bu iş için Hakan ulusuyla geneş (müşavere) yapar ve kurultayda
‘Biz bu tarihte nasıl yanıldıksa bizden sonra gele-
76
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
cek olanlar da yanılacaklardır; öyle ise, biz şimdi
göğün on iki burcu ve on iki ay sayısınca her yıla
birer ad koyalım; sağışlarımızı bu yılların geçmesiyle anlayalım; bu, aramızda unutulmaz bir andaç
olarak kalsın.’ dedi. Ulus, Hakan’ın bu önergesini
onayladı. Bunun üzerine Hakan ava çıkar; yaban
hayvanlarını ‘Ilısu’ya doğru sürsünler diye emreder. Bu, büyük bir ırmaktır. Halk bu hayvanları sıkıştırarak suya doğru sürer. Bu hayvanlardan avlarlar; birtakım hayvanlar suya atılırlar; on ikisi suyu
geçer. Her geçen hayvanın adı bir yıla ad olarak
takılır. Bu hayvanlardan birincisi sıçgan/sıçan imiş.
İl önce geçen bu hayvan olduğu için senenin başı
bu adla anılmış ve sıçgan yılı denilmiş. Bundan
sonra sırasıyla geçen hayvanların adları yıllara
verilmiş: ud/öküz yılı, pars yılı, tavışgan yılı, nek/
timsah yılı, yılan yılı, yund/at yılı, koy/koyun yılı,
biçin/maymun yılı, takagu/tavuk yılı, it yılı, tonguz
yılı. Sayı tonguz yılına varınca dönülerek yine sıçgan yılından başlar (DLT I/344).
Böylesi açıklamaları Divânü Lügati’t-Türk’ün
pek çok madde başında görmek mümkündür; ki bu
maddelerde köken açıklayıcı (etiyolojik) anlatılara
da yer verilmiştir. Bu tür anlatılar, Türklerin yaşadıkları mekânları nasıl adlandırdıkları veya değişik
Türk boylarının adlandırılmasında hangi olay ve
durumların yaşandığını göstermesi bakımdan Türk
kültürü için son derece önemlidir. Söz gelimi “öge”
maddesi açıklanırken Uygur Türklerinin yaşadığı
bölgeye yakın bir dağ olan Altun Kan’ın neden bu
adı aldığı şöyle anlatılır:
“Zülkarneyn Çin’e dek ilerleyince Türk Hakanı
savaş için Zülkarneyn üzerine gençlerden toplanmış bir bölük asker gönderir. Hakanın veziri ‘Sen
Zülkarneyn’in üzerine gençleri gönderdin; onların
içerisinde denenmiş, yaşlı savaş eri adamların dahi
bulunması gerekti’ deyince Hakan, yaşlı ve tecrübeli anlamına olarak ‘Öge mi?’ demiş. Vezir ‘Evet’
cevabını vermiş. Bunun üzerine Hakan; yaşlı, sınanmış bir kimse göndermiş. Zülkarneyn’in ileri
kolları üzerine bir gece baskını yapmışlar, düşmanları yenmişler. Türklerden biri Zülkarneyn’in
askerlerinden birine bir kılıç vurmuş, herifi göbeğine dek parçalamış. Öldürülen adamın belinde, içerisinde altın bulunan bir kemer varmış; kemer de
kesilmiş, altınlar kana bulaşarak dökülmüş. Ertesi
sabah Türk askerleri kana bulaşmış olan altınları
görerek birbirlerine ‘Bu ne?” demişler. ‘Altun kan”
cevabı verilmiş. Orada bulunan bir dağa hemen bu
adı vermişler.” (I/90). Bunun gibi “Uygur (I/111),
Çiğil (I/393), Türk (I/350), Türkmen (I/353;
III/412), Kaz (III/149), Kaz suvı (III/151)”, vd. birçok madde başı açıklanırken yukarıda verdiğimiz
örnekte olduğu gibi, köken açıklayıcı anlatılara
başvurulmuştur. “Türkmen” maddesi açıklanırken
“Şu Destanı”na; “Alp (I/41), Ödhlek (I/102), Telindi (I/147), Usıtgan (I/155), Ögreyük (I/159), Ulışdı
(I/188), İrteldi (I/245), Kürküm (I/486), Çengeşti
(II/209), Kurtıldı (II/233), Kevretti (II/334)” gibi
maddelerin açıklamasında da “Alp Er Tunga
Destanı’na ait parçalara yer verilmiştir.
Divânü Lügati’t-Türk’te çeşitli maddelerin
açıklanması, örneklenmesi sırasında manzumelerden faydalanılmıştır. Divân’da bu amaçla kullanılan “149 dörtlük, 79 adet beyit vardır. Ayrıca 9
dörtlük de ikişer defa kullanılmıştır.” (Kaya 2002:
42). Sözlü kültürün hâkim olduğu bir devirde yazılan Divân’da Kaşgarlı Mahmut, manzum sözlerin gücünden de faydalanarak açıkladığı kelime ve
kavramların daha iyi anlaşılacağını ve akılda tutulacağını düşünmüş olabilir.
Divânü Lügati’t-Türk’te eski Türklerin gündelik yaşayışları, inançları, âdetleri ve gelenekleriyle ilgili bilgilere, yine maddelerin açıklanması
vesilesiyle yer verildiği görülür. “Öz” maddesinin
açıklamasında (I/45) verilen dörtlükte insanın konuğunu iyi ağırlanmasıyla ününün artacağı belirtilirken “eşük” maddesinin açıklamasında (I/72)
hanlardan, beylerden birisi öldüğünde mezarının
üzerine kumaş örtüldüğü, daha sonra da bu kumaşın bölünerek yoksullara dağıtıldığı;. “kedhüt”
(I/357) maddesinde gelin ve güveyinin düğünlerine
gelen hısımlarına armağan olarak elbise vermeleri
âdetinden söz edilir. “Tuzgu”(I/424) maddesinde
yolculara yemek sunulmasından, “boşug” (I/372)
maddesinde uzaktan gelen hısıma şölen yapılması,
armağanlar verilerek yolcu edilmesinden, “tayak”
(III/166) maddesinde de gelinin hizmetine bakması
için geline köle hediye edilmesinden söz edilir.
Divânü Lügati’t-Türk’te hastalıklar, hastalıkların tedavisi için yapılan uygulamalar hakkında
bilgiler vardır. Divân’da “ig” (I/48), “kem” (I/338,
At kemlendi: At hastalandı), “mun” (III/140; hastalık, ayıp), “sükel” (I/394; Oğuz dilinde hasta),
“çerlendi” (II/244; Er özi çerlendi: Adam hastalandı, vücudu ağırlaştı) kelimeleri hastalık, rahatsızlık anlamlarında kullanılmaktadır. Verilen bilgilere
göre hastalıkların tedavisinde “emci”ler (I/38) ve
“otaçı”lar (I/35) bitkilerden, hayvani mahsullerden
ilaç yapmakta, sihir ve büyüden faydalanmakta,
ateşle dağlama ve kan alma yöntemlerini kullanmaktadırlar.
77
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Hastalıkların tedavisinde bitkilerden veya
hayvanların çeşitli mahsul ve kısımlarından faydalanılmaktadır. Söz gelimi “ang” (I/40) adlı kuşun yağından ilaç yapıldığı, bu ilacın avuç içine
sürüldüğünde elin üst tarafına geçtiği; “Kunduz
kayrı”nın (I/458, kunduz taşağı) ilaç olarak kullanıldığı belirtilmekte, ancak bunların hangi hastalıkların tedavisinde kullanıldığı belirtilmemektedir. “Közlük” (I/478) veya “közüldürük” (I/529),
at kuyruğundan yapılan bir tür dokuma olup göz
ağrısına ve kamaşmasına karşı gözün üzerine konulmaktadır. Yoğurt ile sütün karıştırılması yoluyla
elde edilen “iprük” (I/101), yemek yedikten sonra
midesinde ekşime olan, midesinde katılık hisseden
kişinin içini sürdürmek için kullanılır. Karın ağrısına “angduz” (I/115) kullanılmaktadır. Angduz,
topraktan çıkarılan bir kök olup toz hâline getirilip
atın burnuna üflendiğinde at karın ağrısından kurtulur. Karın ağrısını gidermede kullanılan başka bir
ilaç da “egir”dir (I/53). Egir de topraktan çıkarılan
bir köktür ve karnı ağrıyan kişi yerse, karın ağrısı geçer. Divân’da “üzerlik” karşılığı olarak geçen
“ilrük”ün (I/105) tohumu, safra ve balgam söktürücü olarak kullanılmaktadır. “Awılku” (I/489),
kırmızı meyvelerinin suyu, göz ağrısına kullanılan
bir bitkidir. “Çaxşu” (I/423) otu da göz ağrısı için
kullanılır. “Sıgun otu” (I/409), kökü insana benzeyen ve cinsî gücü zayıflayanlar kullandığı bir ottur.
Bu otun erkeği ve dişisi vardır. Erkeği erkeğe, dişisi
kadına verilir. “Topulgak” (I/502), yaraya konulan
bir ottur. Fındık büyüklüğünde kırmızı meyveleri
olan “yakrıkan” (III/56) adlı bitki, dudak çatlaklarına sürülür.
Divân’da sihir ve büyüden tedavi yöntemi olarak söz edilmektedir. Sihir ve büyü karşılığı olarak
“yalwı” (III/33), büyücü karşılığı olarak da “yalwıçı” (III/33) sözleri kullanılmakta, büyücünün hasta
kişiye okuyup üflemesi ise, “sufşamak” (III/286)
olarak adlandırılmaktadır. Bu yönde çeşitli uygulamalar yapılmaktadır. Söz gelimi, göz değen çocuğun tedavisinde, çocuğun yüzüne, safrana birtakım
maddelerin karıştırılmasıyla elde edilen ve adına
“egit” (I/51) denilen ilaç sürülür. Çocuğu perilere
ve göz değmesine karşı afsunlarken çocuğun yüzüne tütsü verilir ve bu arada “ısrık ısrık” denilir;
ki bu sözle “Ey peri ısırılmış olasın” (I/99) denilmektedir.
Divân’da dağlama, kan alma, yakı yakma gibi
yöntemlerin de çeşitli hastalıkların tedavisinde uygulandığı bilgisi verilmektedir. Atın göğsünde çıkan ve “çildek” (I/477) veya “çılday” (III/240) de-
nilen çıban, “tüknemek” (III/301, dağlamak) suretiyle tedavi edilir. Yine atlarda görülen ve “etilgen”
(I/158) denilen beze, yarılıp temizlenerek tedavi
edilir. Yaraların üzerine “yakıg” (III/74, yakı, sargı) konularak yara iyileştirilir. “Kanagu” (I/477)
adı verilen aletle kan alınarak da hasta tedavi edilir.
Divânü Lügati’t-Türk’te Türkler arasında oynanan oyunlardan, sporlardan da bahsedilmiştir.
Çeşitli kelimelerin (“kapışdı” (II/88); “tanğuk”
(III/365); “egişdi” (I/187) açıklanması sırasında
çevgenle oynanan ve günümüzde polo olarak bilinen oyuna benzer bir oyundan bahsedilmektedir.
Bu oyun, topa veya topaca çevgenle vurularak oynanmaktadır. Divân’da bir yarışma olarak ok atışmaktan, at yarıştırmaktan ve güreşmekten bahsedilmiş; ancak nasıl yapıldıklarına dair yeterli bilgi
verilmemiştir. Bunlarla ilgili kelimeler ve açıklamalarında verilen cümle örnekleri:
“Atışgan” (I/157), “Ol mening birle ok atışgan.”/ “Onun benimle –yarışmak için- ok atışmak
âdetidir.”. “
“Atlaşu” (II/226), “Ol mening birle ot attı
atlaşu”/”O, ortaya ödül olmak üzere at koyarak benimle ok atıştı.”
“Özüşdi” (I/184), “Ol mening birle at özüşdi.”/
“O benimle at koşturmakta yarış etti.”
“Yarışdı” (III/72), “Ol anıng birle at yarışdı.”/
“O, onunla at yarışı yaptı.”
“Çalış” (I/368), Çelme, güreş. “Bagdattı”
(II/327), “Ol anıng adhakın bagdattı.”/ “O, Onun
ayağını güreşte sarmaya aldırdı.”
“Münğüz münğüz” (III/363), Divân’daki açıklamasına göre bir çocuk oyunudur ve şöyle oynanır: Çocuklar ırmağın kenarına diz çöküp otururlar.
Bacaklarının arasına akıcı yaş kum doldururlar.
Sonra elleriyle kuma vururlar. Onlardan birisi (ebe)
“münğüz münğüz” der. Diğer çocuklar ona “ne
münğüz” diye sorarlar. Ebe, boynuzlu hayvanları
birer birer saymaya başlar. Diğerleri de bunu tekrar
ederler. Bu arada ebe, deve ve eşek gibi boynuzsuz hayvanlardan birinin adını söylerse suya atılır.
Çocukların oynadığı bir başka oyun da “köçürme”
(I/491) oyunudur; ki “ondört” adıyla da bilinir.
Yere kale gibi dört çizgi çizilir, sonra bu dört kaleye
on kapı yapılır. Fındık veya fındık gibi şeylerle bu
kapılar üzerinde oyun oynanır. Ceviz oyunu da çocukların oynadığı bir oyundur; ancak nasıl oynandığı hakkında bilgi verilmemiştir. “Atıç” (I/52) ve
“eteçlik” (I/151) kelimeleri açıklanırken bu oyunun
oynanması için çukur açıldığı bilgisi verilmiştir.
“Karagun” (III/243) kelimesinin açıklamasında
78
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
“Akşamleyin çocukların oynadığı bir oyunun adı”
diye bilgi verilmiş, ancak oyunun nasıl oynandığı hakkında bilgi verilmemiştir. “Tepük” (I/386),
çocukların oynadığı ayaktopu oyunudur. Divân’da
verilen bilgiye göre, kurşun eritilip top şekline getirilir. Üzerine keçi kılı veya başka şeyler sarılır.
Çocuklar bunu teperek oynarlar.
Divân’da Türklerin yaşayış özelliklerine, medeniyet seviyelerine ilişkin bilgiler, bu bağlamda
giyim kuşamları, kullandıkları ev aletleri, yemek
kültürü, vb. hakkında değerli bilgiler mevcuttur.
Bu bilgilere göre, XI. Yüzyılda Türkler mendil
kullanıyor, giysilerindeki kırışıklıkları ütüyle düzeltiyorlardı. “Ulatu” (I/136), kelimesi, “kişinin
burnunu temizlemek için koynunda taşıdığı ipek
kumaş parçası” olarak açıklanır ki bu da bildiğimiz
gibi mendildir. “Ütük” (I/68) için Divân’da “mala
biçiminde bir demir parçasıdır ki dikiş yerlerini
yatıştırmak için kızdırılarak elbise üzerine bastırılır.” denilmektedir. Bu da anlaşılacağı üzere ütüdür.
Hayvancılık ve tarıma dayalı bir iktisadî hayatları olduğunu bildiğimiz XI. yüzyıl Türkleri, deriyi
işledikleri gibi yünü de işleyip keçe hâline getiriyorlar; keçeyi de çizme yapıp giyiyorlardı. “Ol
mandga oyma basışdı /O, bana keçeden çizme yapmakta yardım etti” (II/100) sözünde geçen “oyma”,
özellikle Türkmenlerin keçeden yaptıkları çizmeye verilen isimdir. Erkeklerin giydikleri sarığa
“suwluk” (I/201), kadınların başörtüsüne de “bürünçük” (I/201) deniliyordu. Kadınlar takı ve süs
eşyası olarak o devirde “yinçü/inci” (I/273), misk
ile râmekten yapılan boncuk olan “bodh-monçuk”
(III/121), “bilezük” (II/82), saçlarına takma olarak
keçi kılından yaptıkları zülüf olan “öngik” (I/135),
kullanıyorlar, kemerlerine altın veya gümüşten yapılan “tuş/toka” (III/125) takıyorlar, yanaklarına
ise “englik/allık”(I/115) sürüyorlardı. Delikanlı
kız ve oğlanlar alınlarına “but/değerli firuze taşı”
(III/120) takıyorlardı.
XI. yüzyıldaki Türklerin hayat şeklini aksettiren
önemli bir unsur da onların beslenme kültürüdür[2].
Divân’da Türklerin mutfağa “aşlık” (I/114), aşlıkta
bulunan kap kacağa ise, “ayak” (I/84) adını verdikleri, ancak Oğuzların ayak kelimesini bilmedikleri
için onun yerine “çanak” (I/84) dedikleri bilgisi
verilmektedir. Aşlıkta bulunan başlıca kap kacaklar
olarak “aşıç/tencere” (I/52), “biçek/bıçak” (I/384),
2. Daha geniş bilgi için bkz. Reşat Genç, Kaşgarlı
Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, TKAE Yay.
Ank. 1997, s. 229-236.
“etlik/et asılan çengel” (I/101), “bart/bardak”
(I/341), “kumgan/ibrik, güğüm” (I/440), “örküç/sacayağı” (I/95), “sac/tava” (II/147), “sagrak/sürahi,
kâse” (I/471), “kendük/un, vb. şeyler konulan küp”
(I/480) “bukaç/su kabı” (I/357), “çançu/şehriye
hamuru açmakta kullanılan oklava” (I/417), “çömçe/kepçe” (I/417), “kaşujk/kaşık” (I/383), “körke/
ağaçtan yapılan tabak” (I/430), “kasuk/kımız tulumu” (I/479), “tagar/dağarcık, çuval” (I/411) vb.
mutfak aletlerinden bahsedilmektedir.
Mutfakta kullanılan kap kacaklardan da anlaşılacağı üzere Türklerin XI. yüzyılda hayvancılığa ve
tarıma dayalı bir beslenme kültürleri vardır. Hayvanlardan elde ettikleri besin maddelerinin başında et gelir. Diğer besin maddeleri ise, süt ve sütten
yapılan mahsullerdir. Bunların yanında yumurta ve
bal da hayvanlardan elde edilen besin maddeleridir.
Türklerin etinden faydalandıkları hayvanların başında koyun gelir. Diğer hayvanlar (at, keçi,
tavuk, kaz, balık, vd.) ikinci derecede hayvanlardır. Bu yüzyılda Türkler, mevsimlere bağlı olarak
yayla-kışla arasında göç ettikleri gibi yerleşik olarak da tarımla uğraşıyorlardı. Her iki durumda da
hayvan sürüleri mevcut olan Türkler, hayvanların
etinden, deri veya yününden, sütünden faydalanıyorlardı. Kesmek üzere özel olarak besledikleri
hayvanlara “etlik” (I/101) diyorlardı. Bu devirde
“etçi/kasap”ların (II/48) olduğu, “ekdi/mezbaha”da
(I/125) hayvanların kesildiği bilgisi mevcuttur.
Türkler eti pişirerek yedikleri gibi, sonra yemek
üzere tuzluyor veya kurutuyorlardı da. Kurutulan
ete “kak et” (II/282), güz mevsiminde birtakım baharatlarla terbiyeledikleri ve kuruttukları ete ise,
“yazok et/pastırma” (III/16) diyorlardı.
Divân’da verilen bilgilere göre o devir Türkleri
eti, karaciğeri ve baharatı karıştırıp bağırsağa doldurarak sucuk yapıyorlar, adına da “soktu” (I/416)
diyorlardı. Koyun, keçi gibi hayvanların başını
üterek (I/193) temizliyor, pişirerek yiyorlardı. Et
ve baharatı karıştırıp bağırsağa doldurarak günümüzde de bilinen bir yemek olan bumbar dolması
yapıyorlardı. İşkembe ve bağırsağı iyice kıyarak
bağırsağın içine dolduruyor kızartmak veya pişirmek suretiyle “yörgemeç” (III/55) adlı yemeği yapıyorlardı.
At sütünden kımız (I/365) yaparken diğer
hayvanların sütlerinden yoğurt, “suvuk/ayran”
(III/164), yağ, “kayak/kaymak” (III/167), “udhıtma/peynir” (I/143) yapıyorlardı. Ayrıca arıcılık yapıyor, bal üretiyorlardı. Suvarlar, Kıpçaklar, Oğuzlar “bal” derlerken diğer Türk boyları bala “arı
79
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
yağı” (III/156) diyorlardı. Bal, doğrudan yenildiği
gibi “buxsı” (I/423) denilen yemeğe da katılıyordu. Buxsı şöyle yapılırdı: Buğday pişirilip içerisine
badem taneleri atılır, üzerine bal ve süt ile pişmiş
bulamaç dökülür. Ekşitildikten sonra yemeğin
buğdayları yenir, suyu içilir. Bal, ayrıca “kumlak”
(I/475) adlı otla karıştırılarak şarap yapılır. Türkler baldan başka günlük beslenmelerinde “bekmes/
pekmez” (I/458) de tüketiyorlardı. “Talkan kiming
bolsa angar pekmes katar.” (I/440) sözü, pekmezin
buğday veya arpa unundan elde edilen ve adına
“talkan” (I/440) denilen kavuta katılması şeklinde
yenildiğini göstermektedir.
Türkler besledikleri kaz veya tavukların yumurtalarından da faydalanıyorlardı. Divân’da
“yumurtga”nın (III/4333), “türmeklendiği/dürüm
içine konulduğu” (II/276) vaya doğrudan “yutmak”
(II/313) şeklinde yenildiği bilgisi verilmektedir.
Kaşgarlı Mahmut, eserinde Türklerin tarım
yaptığına, buğday, arpa vb. tahılları yetiştirdiklerine ve bunlardan çeşitli usullerle faydalandıklarına
dair bilgiler verir. Buğdaydan en başta un, undan da
“etmek/ekmek” (III/57), “yuwka” (III/33), “tokuç/
çörek” (I/358), “yerküç/çörek” (I/452) yapıyorlardı.
Türkler, yağlı yemeklere düşkündüler. Çünkü
yağlı yemek onlara göre “özlüg aş” (I/45) idi.
Yağlı yemek, tok tutucu, besleyici yemek demekti.
Böylesi yemekler “çiwgin aş” (I/443), yağsız,
yalın, tok tutmayan yemek de “kewgin aş” (I/443)
olarak adlandırılıyordu. Buğday ve arpa ununun
karıştırılması suretiyle “awzurı” (I/145) adlı yemeği yapıyorlardı; ki bu yemek bir çeşit erişte idi.
Hamuru serçe dili gibi eğri keserek erişte yapıyorlar ve adına “kıyma ügre” (III/173) diyorlardı.
Hamurun nohut büyüklüğünde kesilmesi suretiyle
yapılan “sarmaçuk” (I/527) adlı şehriye çorbasının
hastalara verildiği bilgisi mevcuttur. Su, kar veya
buz ile soğutulup içine baharat konularak yenen bir
başka şehriye çorbası da “letü ?/litü ?”dür.
Kaşgarlı Mahmut’un Türklerin en ünlü yemeği
dediği “tutmaç” (I/452), bedeni güçlendiren, yüze
kırmızılık veren, kolaylıkla sindirilemediğinden kişiyi tok tutan bir yemektir; fakat nasıl yapıldığına
dair bir bilgi verilmemiştir. Bir çeşit helva olan “kagut” (I/406) darıdan yapılır ve yeni doğum yapmış
kadınlara verilir. Darıdan yapılan başka bir yemek
de “kürşek” (I/478) tir. Pirinç ile baharatın karıştırılıp bağırsağa doldurulması ve pişirilmesi şeklinde
hazırlanan “sogut” (I/356), bumbar dolmasıdır. Bir
tür sütlaç olan “uwa”(I/90), pirincin pişirilip soğuk
suya konması, sonra suyunun süzülüp içine şeker
katılmasıyla yapılan bir tatlıdır.
Mahmut, eserinde XI. yüzyılda Türklerin yetiştirdiği sebzelerden söz etmiş, ancak “büstelli”
(I/493) ve “kabak” (I/382) yemeklerinden başka
yemeklerden bahsetmemiştir. Verilen bilgiye göre,
büstelli, kara pazıdan yapılan yemektir. Kabak ise,
yaş iken yemeği yapılan bir sebzedir. Ancak kara
pazının veya kabağın yemeğinin nasıl yapıldığına
dair bilgi yoktur.
XI. yüzyılda Türklerin içilen her şeye “içkü”
(I/128) dedikleri, ancak şarap türü içkilere “süçik”
(I/408) veya “bor” (III/121) adını kullandıkları
görülmektedir. Türklerin en çok tükettikleri içki,
şüphesiz kımızdı. Kısrak sütünün ekşitilmesi/mayalandırılması şeklinde yapılıyordu. “Ugut” (I/50),
buğday ile arpanın pişirilmesi ve hamurla mayalandırılması sonucu elde edilen bir içkidir. Buğdaydan yapılan “agartu” (III/442); buğday, darı,
arpa gibi tahıllardan yapılan “bengi” (I/434) de
Divân’da adı geçen içkilerdir. Bir içki olarak değil
de içecek olarak sözü edilen “bekni” (III/60), günümüzde de içilen bozadır. “Bekni yewüldi/bekni
olgunlaştı.”(III/81) sözünden bekninin de boza gibi
mayalandırılarak yapılan bir içecek olduğunu anlıyoruz.
Divânü Lügati’t-Türk, yazıldığı devirde diğer
milletlere göre oldukça ileri bir Türk kültür ve medeniyetinin varlığını göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Türk dili ve edebiyatından coğrafyaya, tarihten sosyolojiye, ilahiyattan halk kültürüne,
vd. bilim dallarına kaynaklık eden bir eserdir.■
KAYNAKLAR
AKALIN, Ş. Halûk 2011, “Kaşgarlı Mahmud ve
Divânü Lügati’t-Türk”,
CANPOLAT, Mustafa
1974, “Divânü Lügati’-Türk’te
Şamanizm İzleri”, Türk Folkloru Araştırmaları Yıllığı-Belleten,
Kültür Bak. Yay., Ank., s. 19-34.
ERCİLASUN, Ahmet B.
2004, Başlangıcından Yirminci
Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Akçağ Yay., Ank.
GENÇ, Reşat
1997, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI.
Yüzyılda Türk Dünyası, TKAE Yay., Ank.
http://tdkterim.gov.tr/dlt/?kategori=divan (27.6.20011).
KAYA, Muharrem
2002, “Divânü Lügâti’t-Türk’ün
Halkbilimi Açısından Önemi”, Folklor-Edebiyat Dergisi, c.VIII,
sayı 31, s. 39-49.
KURT, Şaban 2008, Kitâbu Divânı Lugâti’t-Türk (Tıpkıbasım), Kültür ve Turizm Bak. Yay., İst.
YILDIRIM, Dursun 2008, “Kaşgarlı Mahmud : İlk Türk Sözlü
Kültür Bilimcisi [=Folklorist], Kaşgarlı Mahmud Kitabı, (ed. Sema
Barutçu Özönder), Kültür Bak. Yay., Ank. s. 107-119.
80
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ÖZGE MEKÂN…
Aşkın derin deryâsını,
Yara yara geldim Sana!..
Ömrün ma’nâ dünyasını,
Kura kura geldim Sana!..
Kudretin var ten harcında;
Nefesin var can burcunda!..
Bir yüreği, nefs içinde;
Öre öre geldim Sana!..
Bahtım, eler eleğimi;
Edep yükler dileğimi!..
Umut kokan çiçeğimi;
Dere dere geldim Sana!..
Sözde ihlas, özde iman;
Kerem eyle Sen’in bu can!..
Öz içimde özge mekân,
Sora sora geldim Sana!..
Yolcu gerek yola uya;
Dört kapıya, bir can koya!..
Bu hikmeti, duya duya,
Göre göre geldim Sana!..
Yâ Rab, kulum Sen’de karar;
Her an artar bu intizâr!..
Tâ Elest’ten bir yaram var,
Sara sara geldim Sana!..
RIFAT ARAZ
81
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ŞEFKAT SİLLESİ
Yokladım kalbimi ne var kendimde?
Bu kez ayacığım taşa değdi de;
Gafletimden kurtulmaya uğraştım,
Bir tomurcuklanma oldu gönlümde.
Güçlü ve kuvvetli bildim ben beni,
Sandım ki demirden tül var tenimde.
Günaha, sevaba “hayal” mi derdim,
Cahillik isyanı varken dilimde.
"Bir damlasın" demek, her hal bu ikaz,
Okyanuslar dolu büyük evrende,
Kin, haset ve gurur kalmadı biraz,
Şefkat sillesini yiyen sinemde.
UYGUN AHMET EKER
82
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Karde��devletler���
d�l��roble��
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
E
lazığ’da 20.si düzenlenen “Hazar Şiir
Akşamları”nın davetlisiydim. Bu güzel
şehrimize, 10. Hazar Şiir Akşamları’nda da gitmiştim. O zaman da, buraya Kardeş devletlerden
şairler gelmişti, bu defa da… On yıl önceki, şairlerle, bu yıl gelenler arasında dillerinin anlaşılırlığı
bakımından hissedilir bir düzelme olduğunu sevinerek gördüm. Yine tercüme edilen şairler olsa da,
biraz daha anlaşılır Türkçe ile şiir okudular. Buna
rağmen, onlara dillerini Anadolu Türkçesi’ne yaklaştırmaları gerektiğini söylediğim zaman umulmadık bir tepki gördüm. Sanki böyle bir şey yapmakla, kendi kimliklerini kaybedeceklermiş gibi
bir psikolojik tedirginlik vardı. Enteresandır; bu
ifadelerimden sonra baktım bana karşı hep me-
safeli davrandılar. Dil, varlık sebebimiz ise, onun
müşterekliği gücümüzü arttırır. Çünkü dil aynı
zamanda sosyalleşmemizin tek hâkim unsurudur.
Aklın tek vasıtası dildir. Dilimizi tanzim, düzeltme kendimizi tanzim ve düzeltmedir. Onun sağlıklı bir dil etrafında yeniden örgünleşmesi, kimsenin
kimliğine müdahale olmaz, olmamalıdır. Bizim
yurdumuzda da mahalli dil kullananlar vardır. Biz
onları kültürel zenginlik olarak algılıyoruz, ama
hepimiz aynı dili kullanmak suretiyle daha etkili,
dolayısıyla kalıcı eserlere imza atıyoruz. Böyle bir
talep yalnızca aklın gereği değil, aynı zamanda var
olabilmemizin ve yarınlarımızı elimizde tutabilmemizin tek besleyici unsurudur. Benim temennime tavırları, kendilerini farklı bir yerde ve farklı
83
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Düşünebiliyor musunuz, 200 milyonu aşan nüfusu, 5 milyon
km²’ye yaklaşan alanıyla Türk dünyası ortak dil imtiyazına
kavuşursa neler olmaz ki? Bunun farkında olan dış güçler,
bu ülkeler üzerinde, “kültür emperyalizmi” dediğimiz
silahı çok ustalıklı bir şekilde kullanarak bunları yalnızca
Türkiye’ye karşı değil, birbirlerine karşı da mesafeli halde
tutabilmeyi başarmışlardır.
bir kimlikte gördüklerinden mi kaynaklanıyordu,
anlayamadım?
Aslında meselenin aslı öyle mi? Elbette ki değil. 80 yıl hâkimiyetleri altında kaldıkları Rus ideolojisi, onları, ayrı milletmiş gibi ayrı lehçelerde
tutmuş birini diğerine yaklaştırmamak için özen
göstermişti. Bunu, Rus ordusunda pilot albaylığa
kadar yükselmiş bir Azeri Türkü bana şöyle itiraf
etti: “Biz, Bakü’nün işgaline kadar kendimizi Türk
olarak görmüyorduk. O işgal bize Türklüğümüzü
hatırlattı ve bizim Ruslara karşı başkaldırı hareketimiz ondan sonra ciddi boyut kazanabildi.” O
güne kadar bu insanlara Rusların yaptığı telkin;
“Siz Türk değil, Azeri’siniz. Azeriler ayrı bir millettir ve ayrı bir dilleri olmalıdır.” Sömürge ideolojisi, bölüp parçalama stratejisi üzerine inşa edilir.
Selçuklu ve Osmanlı devletleri tecrübesi göstermiştir ki, Batı, bizim bütünlüğümüzden ciddi şekilde rahatsızlık duymaktadır. Rusya kendisini kuşatan böyle bir coğrafyanın bütünleşmesi halinde
yaşayacağı siyasi travmayı çok iyi bilmektedir.
“Türk Birliği”nin siyasi alanda gerçekleşmesi onlar için ciddi bir handikaptır. Bunu fark edebilsek,
mesele kendiliğinden çözülecektir. Bakınız biz,
merhum ve mağfur Kaşgarlı Mahmut’un, “Divan-ı
Lügatü’t Türk”ünde kullandığı dille yetinseydik
bugün 8-10 bin kelimeyle konuşabilen bir millet
halinde kalırdık. Hâlbuki bugün Türkçe sözlüklerimizde 150 binin üzerinde kelime vardır. Bizim
onları davetimiz bu zenginliği paylaşmak içindir.
Değilse kimsenin, yerel ağzına müdahale değildir.
Geçmişimizde
görmüşüzdür:
Malazgirt
Savaşı’nda bizi 50 bin kişilik askerimizle, 200 bin
kişilik Bizans gücüne karşı galip getiren silah üstünlüğümüz, ya da sadece olağanüstü kahramanlığımız değildi elbette. Bunların payı olsa da, esas
olan, onların, Balkanlardan topladığı, Uz, Peçenek, Avar gibi Türk topluluklarının çocuklarından
oluşan askerlerinin, karşılarında kendi dillerini
konuşan bir milletle savaşa sürüldüklerini anlayınca, saf değiştirmiş olmalarıdır. Bunun sonucundadır ki, Bizans ordusu yarım gün gibi bir zaman
içinde çözülerek çöküp dağılmış ve bize galibiyetin nimetini sunmuştur. Bu olay, dil denen silahın
her türlü gücün üstünde olduğunu göstermektedir.
Bunu elbette Ruslar da bilecektir ve ona göre tedbirler alacaklardır. 80 yıl boyunca uygulanan bu
dil politikası, bizim kardeşlerimizde öylesine bir
milli kimlik değeri haline gelmiş ki, Türkmen’le
Kazak’ı, Azeri ile Kırgız’ı bir arada tatlı bir sohbet içerisinde görmeniz mümkün değildir. Bunlar birbirlerine karşı bile mesafeli iken, bize karşı
mesafeli olmaları şaşırtıcı gelmedi bana. Ancak
bu insanlar, okumuş, aydın, toplumun meselesini
kendisine dert edinen kimselerdi. Bunlarda sağduyunun, ortak duyarlılık ve kabul anlayışının çok
daha önemli olması gerekmez miydi?
Düşünebiliyor musunuz, 200 milyonu aşan nüfusu, 5 milyon km²’ye yaklaşan alanıyla Türk dünyası ortak dil imtiyazına kavuşursa neler olmaz ki?
Bunun farkında olan dış güçler, bu ülkeler üzerinde, “kültür emperyalizmi” dediğimiz silahı çok
84
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ustalıklı bir şekilde kullanarak bunları yalnızca
Türkiye’ye karşı değil, birbirlerine karşı da mesafeli halde tutabilmeyi başarmışlardır. Bakınız, bana
göre sarsıcı bir itiraftır: Bakü Üniversitesi’nden bir
Bilim Adamı Türkiye’den tanıdığı şairlerin kimler
olduğu sorulunca sadece üç isim verebilmiştir. 4.
İsim yoktur, devamı yoktur. Kaldı ki, Azeri Türkleri bize en yakın dili kullanan bir topluluktur. Bu
kahredici sonucu doğuran sebep nedir? Onların
Kiril Alfabesini kullanmalarından doğan dar alan
mahkûmiyetidir; bizim edebiyatımızı okuyarak tanıma şansına ulaşamamış olmalarıdır. İngilizceyi
öğrendikleri için Batılı edebiyatçıları bizim edebiyatçılarımızdan çok iyi bilen bu insanlar, Türkçe
okuyup yazamadıkları için bizi tanımamaktadırlar.
Bundan yirmi yıl önce; 1992’de “I. Türk Dünyası Yazarlar Kurultayı” toplandı. Oraya kardeş
ülkelerden katılan şair ve yazarların hemen hepsine bu meseleler anlatıldı. İki yıl sonraki 1994
toplantısında da vardım. Orada bir konuşma da
yaptım ve ısrarla bu meseleleri dile getirmeye çalıştım. Rahmetli Cengiz Aytmatov o gün orada
şunları söyledi:
“Edebiyat zamanımızın aynasıdır, göstergesidir. Edebiyat zamanımızın büyük düşüncesi, felsefesi, tarihi ve bir büyük cereyandır. Kısaca söyleyecek olursak, edebiyat nasılsa biz de öyleyiz. Biz
Sovyet esaretinden yeni kurtulmuş bir edebiyatı
temsil ediyoruz. Türkiye’de, başkent Ankara’da bir
araya gelmemiz ise çok tabii bir şeydir. Çünkü dinimiz, dilimiz, tarihimiz, kültürel değerlerimiz bir
kaynaktandır. Düne kadar bizim edebiyatımız Rus
diline aktarılıp oradan dünyaya yayılıyordu, artık
bizim edebiyatımız bizim ortak dilimizle gelişecek ve dünyaya yayılacaktır. Bizim ana lehçemiz
Türkiye Türkçesi’dir. Bizim kitaplarımız Türkçeye
aktarılarak dünyaya yayılacaktır.”
O da rahmetli oldu, Bahtiyar Vahapzade ile konuştum. Hatta o bu toplantıda uzunca da bir konuşma yaptı ve ısrarla şunları söyledi:
“Bakın biz daha önce Moskova’da Kazak,
Türkmen, Özbek, Tatar kardeşlerimle Rusça ile
anlaşırdık. Şimdi Allah’a binlerce şükür burada
Türkçe ile anlaşmaktayız. Bu büyük bir ihtilaldir.
Biz artık bununla da yetinmeyecek ortak alfabeye
geçeceğiz. Bizim bundan başka kurtuluş yolumuz
yoktur. Bakın eskiden Arap Alfabesi Türk dilinde
konuşan bütün milletleri birleştiriyordu. Bu alfabeyi terk ettikten sonra birliğimiz yıkıldı. Yani
Türk dilli halklar birbirinden ayrıldı. Mademki,
Türkiye Latin alfabesini kullanıyor, biz de çok gecikmeden buna geçmek durumundayız. Azerbaycan önümüzdeki yıl buna geçecektir. Diğer Türk
Cumhuriyetleri’nin de vakit kaybetmeden geçmesini diliyorum. Rusya dilimizi elimizden alarak
yıllarca bizi mahvetti, perişan etti ve sömürdü.
Şimdi birleştik. Bu defa sizin bu yeni uydurma
diliniz çıktı ortaya. Hadi bizim aydınlar bunu anlasın, ama bizim köylümüz bunu nasıl anlayacak,
biz nasıl birleşeceğiz? Kendi zenginliğiniz varken
niçin yüzünüzü Batı’ya dönersiniz anlamak mümkün değil.”
Bu iki yaklaşımın önemli tarafı, bizimle paralellik ortaya koymasındadır. Çünkü bu bir temenni
değil, idealdir. Bir soyun var olma idealidir.
Bugün hala Azeri Türkçesinde Kiril alfabesinden harfler kullanılmaktadır. Anlayamadığım bir
şey, bizim dilimizde (x) diye bir harf yoktur, (w)
yoktur, (q) yoktur, ters (e) yoktur ama Azerbaycan aydını bunda ısrarlıdır.
Burada tamamıyla bu kardeş ülkelerimize
de haksızlık ettiğimiz sanılmasın. Onları çok
iyi anlıyorum: Biz, Latin alfabesine geçerken,
bin yıllık bir ihtişamlı geçmişin birikimini bir
elimizle kenara ittik ve seksen yıldır da bunun
sıkıntısını çekmekteyiz. Bizim devlet adamlarımız böyle bir girişimde bulunurken önümüzde
bize rehberlik edecek, yol açacak, bize öğretecek bir Türk Ülkesi yoktu. Biz kendi göbeğimizi
kendi ellerimizle kestik ve bu günlere geldik.
Bugün Kardeş devletlerimizin önünde bizim bir
asra yaklaşan bir tecrübe ve birikimimiz var.
Bundan faydalanıp soydaş devletler olarak geleceğimizi birlikte inşa edelim. Hissi yaklaşımlar
bu milli ideali budanmamalıdır. Çünkü kaybeden şahıs değil millet olacaktır… Bunu anlamamak milletimize kıymak olmaz mı?■
85
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
ÇOLPON CAPAROVA
ile Kırgız müziği üzerine
1996 yılında Amerika’ya gittim ve orda bir buçuk yıl
yaşadım. Orada folklara ilgi duymaya başladım.
Kırgızistan’daki yakınlarımdan Kırgızca
müziklerin olduğu DVD, CD istedim. Bana
hiçbir şey gönderemediler; çünkü bu tür şeyler
o zamanlar yoktu bizde. Ondan sonra neden
Kırgızların müzik CD’leri yok diye düşünmeye
başladım.
ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU
Kırgızların Yüzyıllar Öncesine Ait Müziğini, Destanlarını Dünyaya Tanıtan Ordo Sahna Grubunun Şefi Çolpon Caparova:
“Kırgızlarda ‘At adamın kanadı,’ atasözü var. Bu konuyla ilgili beş yıl çalıştık. Büyük İskender, Cengiz Han,
Manas gibi kahramanların atlarına ithaf ettiğimiz parçalardan bir albüm oluştu.”
Çolpon Hanım Türkiye’ye hoş geldiniz.
Kırgızistan Dostluk ve Kültür Derneğinin
düzenlediği Nevruz etkinliklerine katılmak için
İstanbul’dasınız. Kısaca kendinizden bahseder
misiniz? Sizi tanıyalım.
Müzik sanatıyla uğraşıyorum. Kırgızistan’da
konservatuar bitirdim. Piyanistim. Konservatuarı
bitirdikten sonra Abdıray Müzik Okulu’nda öğretmenlik yaptım, ders verdim. Öğrencileri konserlere hazırlıyordum. Klasik müzik eğitimi aldım. Aslında hiçbir zaman folklor enstrümanları
ilgimi çekmedi. Klasik müziği çok seviyordum.
Sizin yönettiğiniz Ordo Sahna grubu çok güzel bir müzik resitali verdi İstanbul’a. Grubun
kurulması ve tarihinden bahsetseniz.
Kırgızların çok zengin bir müziği var. Ancak
bu zenginliği uluslararası platformda tanıtmak
için çok düşündüm. 1996 yılında Amerika’ya gittim ve orda bir buçuk yıl yaşadım. Orada folklara
ilgi duymaya başladım. Kırgızistan’daki yakınlarımdan Kırgızca müziklerin olduğu DVD, CD istedim. Bana hiçbir şey gönderemediler; çünkü bu
tür şeyler o zamanlar yoktu bizde. Ondan sonra
neden Kırgızların müzik CD’leri yok diye düşünmeye başladım. Folklor müzik grubu kurma fikri
hâsıl oldu. Kırgızların folklor enstrümanlarını
toplayıp bir tiyatro açmayı düşündük. Bu fikrimi ağabeyim Şamil Caparov da destekledi. Onun
desteklemesiyle sanatçıları toplayıp 1998 yılında
Ordo Sahna grubunu kurduk.
86
Ne gibi güçlüklerle karşılaştınız?
Birçok engel çıktı karşımıza. Bunların içinde
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
üfleme çalgıları çalan müzisyenlerin yetersizliği,
kaliteli enstrümanları bulmak oldukça zor oldu.
Bu meseleleri hallettikten sonra iki yıl boyunca
haftanın beş günü prova yaptık. Bazı sanatçılar
çopo çoor, ağız komuz gibi enstrümanları üflemeyi orkestranın şefi Nurlan Nışanov’dan öğrendi.
Ordo Sahna grubu kurulduktan sonra dünyanın birçok ülkesinde konserler verdi. Hangi
ülkelerde konserler verdiniz?
Bizim ilk konserimiz komşu Kazakistan’da
oldu. 2002 yılında Amerika’da Dağlık Ülkeler
Festivali oldu. Biz de bu festivale katılıp ülkemizi tanıttık. 2004 yılında Fransa’da, 2005 yılında
Güney Kore’de, 2005 yılında tekrar Fransa’da
Paris’te, aynı yıl Japonya’da konserler verdik. İsviçre, Almanya, Çin, Rusya’da değişik şehirlerde
konserler verdik. 2010 yılında Amerika’nın 12
eyaletinde konserler verdik. Konserlerimiz büyük
memnuniyetle karşılandı ve katılımlar oldukça
yoğundu.
Sanatçıların giysileri de Kırgız kültürüne ait
oldukça iyi tasarlanmış. Özel tasarımcılarla mı
çalıştınız?
1990’lı yıllarda millî giysilerimizi tasarlayacak profesyonel tasarımcılar yoktu. Bu yüzden
tarih kitaplarına bakıp, Kırgız nakışlarını, sem-
bollerini kullanarak giysileri tasarladık. Bu giysileri gümüşlerle bezedik, seçkin güzel bir tasarım
ortaya çıktı. Bizim millî giysilerimiz başka ülkelerdeki insanların her zaman ilgisini çekmektedir; çünkü doğal malzemeler kullanılarak dikildi,
nakışları orijinal.
Kırgız müzik dünyasına büyük katkılar yaptınız. Dört tane albüm çıkardınız. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
İlk albümümüz “Ulamış Külörü” (Efsane
Melodileri) 2000 yılında piyasaya çıktı.
Kırgızların ruh zenginliği, efsaneleri, musikisi
halk şarkıları olarak bestelendi. Bu eserlere
yeniden hayat verdik desem yanılmış olmam.
İkinci albümümüz “Köçmöndör ırı” (Göçebeler
Şarkısı) adıyla çıktı. Kırgızların göçebe hayatını
anlatıyor. Ondan sonra “Toguz ak” (Dokuz Ak)
projemizin temelinde dağlık bölgelerde yaşayan
halkın hayatını, sosyal düzenini anlatan kliplerden
seçmelerin yer aldığı albüm dinleyicilerle
buluştu. Kırgızlarda “At adamın kanadı,” atasözü
var. Bu konuyla ilgili beş yıl çalıştık. Büyük
İskender, Cengiz Han, Manas gibi kahramanların
atlarına ithaf ettiğimiz parçalardan bir albüm
oluştu. Şimdi “Kayberen” adlı projemizin
üstünde çalışıyoruz. Repertuar seçiminde birçok
güçlükle karşılaşıyoruz. Günümüzde yetenekli,
işinin ehli kompozitörler az. Bu yüzden eserlerin
87
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
uzunluğuna, nasıl seslendirildiğine çok dikkat
ediyoruz.
“Calınduu at” (Yeleli At) adlı albümünüzdeki parçaların muhtevası nasıl? Atların dörtnala
koşturulmaları mı, kişnemeleri mi yoksa onların
dünyası mı yansıtılmaya çalışılıyor. Bestelerin
melodileri hakkında neler söylemek istersiniz?
Mesela biz Amerikan atına ait parçayı seslendirdiğimizde mutlaka Amerikan folklorik müziğinden istifade ediyoruz. Rusların atına ait parçayı icra ettiğimizde Rusların millî kaşıklarıyla
parçaya renk katıyoruz. Napolyon’un atına ithaf
ettiğimiz parçada Fransız müziğinden esintiler
duyuyorsunuz. Bu eserleri dinleyen insan melodiden de hemen anlayabiliyor parçanın kime ithaf
edildiğini. Tabi bu melodileri Kırgız folkloruna
ait enstrümanlarla ifa ediyoruz. Temel amacımız
folklor enstrümanlarımızı dünyaya tanıtmak. Bizim enstrümanlarımızdan dünya müziğinin seslerinin çoğu çıkıyor. Kendimizi ispat ettik. Bu
projeyi gerçekleştirdiğimiz için memnunuz. Şimdi yeni bir fikir hâsıl oldu. Bizde dünyaca meşhur
yönetmenler var. Şimdi atlar üzerine büyük bir
proje üzerine çalışıyoruz.
İstanbul hakkında neleri söylemek istersiniz?
İstanbul’u beğendiniz mi?
İstanbul’da birçok defa bulunduk. Ancak
en güzel seyahatimiz bu seferki diyebilirim.
Bu seyahatimizde buradan büyük başarılar
ve unutamayacağımız hatıralarla ayrılıyoruz.
Kırgızistan Dostluk ve Kültür Derneği Yönetim
Kurulu Başkanı Aybek Sarıgulov’un liderliğinde
gerçekleşen Nevruz etkinlikleri üst düzey
programlarla geçiyor. Bu bayrama Van’da yaşayan
Kırgız kardeşlerimiz de katıldılar. Onların sosyal
hayatları, yaşayışları hakkında bilgi sahibi olduk.
Birçok tarihî mekânı ziyaret edip Türkiye’nin
kültürel zenginliklerine şahit olduk. Ankara,
Kocaeli ve Hendek’te de konserler vereceğiz.
Önünüzde daha başka nasıl hedefleriniz var?
“Calınduu Attar” (Yeleli Atlar) projemizin devamı olarak bizdeki asil atları içine alan büyük
bir kutlama düşünüyoruz. Elbette büyük amaçlarımız var. Hedeflerimizin gerçekleşmesi ümidindeyiz. ■
88
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Türk şiirinde
Hazreti Peygamber
1860-2011
AHMET FARUK GÜLER
Prof. Dr. İsmail Çetişli, gerek akademik hayatta ortaya koyduğu çalışmalarıyla gerekse kişiliği
ile edebiyat dünyası içerisinde çok önemli bir yere
sahiptir. Memduh Şevket Esendal –İnsan ve Eser-,
Batı Edebiyatında Edebî Akımlar, Cahit Külebi ve
Şiiri, Metin Tahlillerine Giriş1-2 gibi eserlere imza
atmış olan Prof. Dr. İsmail Çetişli, oldukça hacimli
bir çalışma ile yine okurlarının huzurunda.
Türk milletinin İslamiyet’i seçmesiyle birlikte
başlayan edebî süreçteki değişim, dinî metinlerde ön plana çıkarken, bu metinlerde özellikle Hz.
Peygamber’e yazılmış şiirler önem kazanmıştır. 11.
yüzyıldaki ilk İslamî eserlerden bugüne Hz. Peygamber merkezli yazılmış metinleri ele alan müstakil çalışmalar çok azdır. Prof. Dr. İsmail Çetişli bu
noktadan hareketle Tanzimat Edebiyatının başlangıcından bugüne, yani 1860-2011 tarihleri arasındaki
Türk şiirinde Hz. Peygamber çalışmasına imza atarak oldukça hacimli bir eserle karşımıza çıkmaktadır.
Nitekim yazar, eserin oluşturulma amacından bahsederken “Amacımız; Tanzimat sonrası Türk şiirinde
Hz. Peygamber konusunu kronolojik bir bütünlük,
ihtiva ettiği unsurları ayrıntılı biçimde ortaya koyacak bir derinlik ve genişlik, sahip olduğu sevgi ve
estetik kıymetleri okuyucuya taşıyacak bir duyarlılık
içinde ortaya koyabilme”nin yükünü omuzlayarak
743 sayfalık bir çalışma ortaya koymuştur.
Yüzlerce şairin Hz. Peygamber’e dair eserlerini edebiyat sanatı içerisinde değerlendiren ve dinî,
biyografik bir eser olmadığı özellikle vurgulanan
eserde 500 şairin 1600 manzumesi incelenmiştir.
150 yıllık dönem içerisinde sayıca daha fazla eserin olduğu muhakkaktır, ancak eksiksiz bir şekilde
derlenmesi çok zor alan bu süreç içerisinde böyle bir
sınırlandırmanın mecburiyetini yazar, eserin ön sözünde ifade etmektedir.
Eser, “Giriş” dışında: “Hz. Peygamber’e Dair
Şiirlerde Muhteva”, “Hz. Peygamber’e Dair Şiirlerde Yapı” ve “Hz. Peygamber’e Dair Şiirlerde Dil ve
Üslûp” olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır.
“Hz. Peygamber’e Dair Şiirlerde Muhteva” adlı ilk
bölümde şairlerin Hz. Peygamber algısı bütün detaylarıyla ortaya konulmuştur. “Hz. Peygamber’e Dair
Şiirlerde Yapı” başlıklı ikinci bölümde 1600 manzumenin yapısal özellikleri; nazım şekilleri, mısra
ve beyit yapıları, kafiye ve redifleri, türleri, nazım
birimleri üzerinde durulmuş ve muhtevanın bu yapısal özellikler içerisinde nasıl ele alındığı incelenmiştir. “Hz. Peygamber’e Dair Şiirlerde Dil ve Üslûp”
başlıklı üçüncü bölümde ise manzumelerdeki dilin
kullanımı ve şairlerin ortak üslûp özellikleri izah
edilmiştir. Kitap; “Sonuç”, “Genel Kaynakça”, “Şair
ve Şiir Kaynakçası” bölümleriyle son bulmaktadır.
Dergimiz şairlerinin de bulunduğu 500 şair içerisinde Namık Kemal’den, Necip Fazıl Kısakürek’e;
Harputlu Rahmi’den, Nurullah Genç’e birçok şairin
manzumeleri yer almakta. Dergimizde şiirleri yayınlanan şairlerden Nazım Payam, A. Vahap Akbaş,
Yahya Akengin, Rıfat Araz, Bahtiyar Aslan, Faik
Güngör, R. Mithat Yılmaz, A. Tevfik Ozan, Mahmut
Bahar’a ait Hz. Peygamber’e yazılmış şiirleri de
görmek mümkün. ■
89
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Kurşunlanan Türkoloji
BERNA YÜKSEL
“Millete hizmet etmek istiyorsan
elinden gelen işle başla…”
Gaspıralı İsmail
T
ürk milletinin ve
aydınlarının uğradığı katliam, sürgün
ve baskıları anlatan Kurşunlanan Türkoloji adlı
eserin ilk baskısı hakkında çeşitli dergi, gazete
ve internet sayfalarında
değişik kişiler tarafından
çok güzel yazılar yazıldı.
Şimdi eserin üçüncü baskısı
çıktı. Akçağ yayınevi tarafından basılan eserin üçüncü baskısı, gözden
geçirilmiş ve genişletilmiş baskıdır. Birinci
baskıda 396 sayfa olan eser, üçüncü baskıda
560 sayfaya çıkmış. Bu durum, kitabın birinci baskıya göre 164 sayfa arttığını, neredeyse
yeni bir kitap olacak kadar eklemeler yapıldığını göstermektedir. Üçte bir oranında ekleme
yapılan eserin bu haliyle okuyucuya yeniden
tanıtılması gerektiği de açıktır. Dolayısıyla biz
bu eklemeleri dikkate alarak eseri yeniden tanıtmak istedik.
Bu yazıda eserin yazılış amacına değin-
mekle birlikte asıl olarak ikinci baskıya yapılan
eklemelerden bahsedeceğiz. Kurşunlanan Türkoloji, Türk milletinin yaklaşık yüz yıllık sancılı
dönemini anlatan, tarihi gerçeklere; belgelere ve
yaşanan olaylara dayanan bir araştırma kitabıdır.
Şiirler, mektuplar, hatıralar ve günlüklerle desteklenen tespitler, yaşanan olayları okuyucuya yaşatarak anlatmaktadır. Türk dünyasında yaşanmış
kanlı tarihi, belgelerle sunan eserin amacını ve
bu ismi almasını yazar ön sözde şu şekilde açıklamaktadır:
“Türkler söz konusu olunca Uluslararası hukukun, adalet ve insan haklarının işe yaramadığını
biliyordum. Bu durumda beynimde Gaspıralı’nın
sözleri yankılandı: “Millete hizmet etmek istiyorsan, elinden gelen işle başla…” Evet, bunları
yazmak elimden gelebilirdi ve ben çeşitli kaynaklarda yer alan, ancak kamuoyu tarafından çok
ayrıntılı olarak bilinmeyen
bu olayları yazmaya başladım.
Bu çalışma vesilesi ile öğrencilik yıllarımdan
beri adlarını ya da bir kısım eserini bildiğim Samayloviç, Polivanov, Hocayev, Çobanzade, Cumabayev, Baytursunov, Tınıstanov, Atnagulov,
90
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Gubeydullin, Şabdanov, Jubanov, Şonanov, Aliyev, Asan, Kurmanov, Simumyagi, İpçi, Zebirov,
Şeref, Hasanov, Arabayev, Azizoğlu... gibi birçok dilbilimci-Türkoloğun cezalandırıldığını ve
genellikle de kurşuna dizilerek öldürüldüklerini
öğrenince gerçekten çok üzüldüm. Elbette öldürülenler burada sayılanlarla sınırlı değildi ve daha
birçok şair, yazar, devlet adamı öldürülmüştü. Öldürülen bu şair yazar fikir ve devlet adamları, Türk
topluluklarının fikir ve kanaat önderleriydi. Onlar
Türk toplumuna yol gösterecek, Türk dilini işleyecek ve Türk aydınlanmasını gerçekleştirecekti.
Onları yok etmek, Türk milletinin yolunu aydınlatacak ışıktan yoksun bırakmak demekti. Onlar
sadece bir can değil, bir millet demekti... Onun
için bu kitabın adına “Kurşunlanan Türkoloji”
İkinci bölümün alt başlığına da –Dilimizin ve Bilimimizin Soykırımı- dedim.
Bu eserde biz, Türk dünyasında meydana gelen sürgün, baskı, soykırım ve insan hakları ihlalleri ile birlikte, “Türkoloji”nin siyasal ve sosyal
tarihine dikkat çekmeyi amaçladık. Siyasal ve
sosyal tarih, bu bilim alanında çalışan insanların
yaşama biçimlerini, ilişkilerini, değer yargılarını, çektikleri sıkıntıları ve zorlukları tanımamızı
sağlayacak; hangi fedakârlıklarla, hangi imkân ya
da imkânsızlıklarla, nereden nereye geldiğimizi
bize gösterecektir. Siyasal ve sosyal tarih, bu bilim alanının geleneklerinin oluşup oluşmadığını
ortaya koyacak; eski bilgi-yeni bilgi ilgisini ne
kadar kurduğumuzu ve neleri nasıl anladığımızı,
nasıl ifade ettiğimizi ve ne kadar değiştirdiğimizi
ortaya çıkaracaktır. Ayrıca, Türklük biliminin siyasal ve sosyal tarihi hangi ideoloji, yönetim ve
toplumların, hangi dilden dinden ve soydan insanların bu bilim alanına nasıl yaklaştıklarını da
ortaya koyacaktır. Oryantalist, emperyalist, ideolojik ve siyasal yaklaşımlarla bilimsel yaklaşımlar
arasındaki zihniyet farklarını gösterecek ve bazı
konuları daha doğru anlamamızı sağlayacaktır.
Bu eserde biz, dünyada hiçbir bilim kolu mensubunun yaşamadığı dramatik ve trajik olayları
yaşayan ve canları pahasına Türkolojiye hizmet
eden insanlara karşı vicdani görev ve sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalıştık. Özellikle
Türkiye Türklerinin bugüne kadar Türklük
biliminin siyasal ve sosyal tarihine ışık tutacak
eserler yazmamış olmalarını büyük bir eksiklik
olarak gördüğümüzü belirtmek istiyoruz. İşte bu
çalışmayla biz karınca kararınca bu sorumluluğumuzu yerine getirmeyi ve onların hatırasını ölümsüzleştirmeyi amaçladık. Onun için eserin adı:
“Kurşunlanan Türkoloji” dir. ” (s. 15-16)
Manas Yayıncılık tarafından Elazığ’ da 2007
yılında basılmış olan eserin ilk baskısı 396 sayfa idi. Yazarın daha sonraki eklemeleri ile eserin
hacmi neredeyse bir kitap kadar daha artmıştır.
İkinci baskısı 551(2010), üçüncü baskısı ise 560
sayfa olarak, 2011) yılında Ankara’ da faaliyet
gösteren Akçağ Yayınevi tarafından basılmıştır.
Eser; Ön Söz, Kısaltmalar, Korku Tüneli ( birinci
bölüm), Kurşunlanan Türkoloji ( ikinci bölüm) ve
Kaynaklar ana bölümlerinden oluşmaktadır.
Eserin “Korku Tüneli” ( 23-259 s.) adlı ilk bölümünde “20. Yüzyılda Türklerin Uğradığı Sürgün, Baskı ve Soykırımın Genel ve Kısa Tarihçesi” ana başlığı altında Türk dünyası coğrafyasında, özellikle sivil insanlara dönük sürgün, kıyım
ve katliamlar anlatılmaktadır.
“Balkanlarda” adını taşıyan başlıkta, 93 Harbi
ve Balkan savaşı sonrasında çekilmenin yaşandığı
Balkanlarda, Bulgar, Sırp çeteleri ile Yunanlıların
yaptığı kıyımlardan bahsedilmekte ve bu süreçte
Osmanlının Avrupa’daki topraklarının % 83’ünü,
nüfusunun da % 69 ‘unu kaybettiği belirtilmektedir.
“Adalarda” adını taşıyan başlıkta ise yine Rum
ve Yunan çetelerinin Kıbrıs ve Girit’te yaptığı zulümler anlatılmakta, bu adaların nasıl kaybedildiği açıklanmaktadır.
“Sovyetler Birliği’nde” başlığı altında verilenler, ilk baskıya göre oldukça artmıştır. Bu
bölümde Sovyetler Birliği coğrafyasında yaşayan Türk halkına yapılan sürgün ve katliamlardan bahsedilmektedir. Eserin ikinci baskısına
“ 1937-1938 Yılları Arasında NKVD organları
Tarafından Mahkum Edilenlerin Sayısı, Çalışma
Kampları ve Bulundukları Yerler, 1 Ekim 1937’
de İTL NKVD SSCB Kamplarındaki Tutukluların Milliyetlere Göre Dağılımı, 1 Ekim 1938’ de
91
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
İTL NKVD Kamplarındaki Tutuklu Sayısı, GULAG Kamplarındaki Mahkum sayısı ve İktisadi
Faaliyetleri, Yıllara Göre GULAG Kamplarındaki
Mahkumların Aldığı Cezalar, İdam Mahkumlarının Veda Mektupları” adlı altı başlık altında çeşitli tablolar ve açıklamalar eklenmiştir. Kırım’
da, İdil-Ural’da, Kafkaslar’da, Batı Türkistan’da
yaşanan olayları da bu başlık altında tek tek
açıklayan yazar, ikinci baskıda Batı Türkistan
başlığı altında anlatılan Kırgızistan alt başlığına
“Roza Aytmatova’nın Günlüğünden ve Törekul
Aytmatov’un Son Mektubu” adlı iki başlık altında
eklemeler yapmıştır. Bu bölümdeki ekleme sadece bu başlıklarla sınırlı değildir, birinci baskıda
var olan bölümlere de eklemeler yapılmış; Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan
başlıkları altındaki bölümler de artmıştır.
“Doğu Türkistan’da” Çin baskısı altında olan
halkın sıkıntılarının anlatıldığı bölümdür. Bu bölüme 2009 yılında Urumçi’de meydana gelen
olaylar hakkında kısa bir bilgi eklenmiştir.
“Irak ve İran’da” adlı başlıkta ise 1959 Kerkük
katliamı ve bu coğrafyadaki Türklerin uğradığı kıyımlar belgeler ve fotoğraflarla anlatılmıştır.
“Türkiye’de” adlı başlıkta Ermeni ve Rumların yapmış olduğu katliamlar ile 1944 yılında
Türkçü aydınların uğradığı baskı ve yargılamalar
anlatılarak H. Nihal Atsız ve O. Şaik Gökyay’ın
Savunmaları tam metin halinde verilmiştir.
Eserin “Kurşunlanan Türkoloji –Dilimizin ve
Bilimimizin Soykırımı-” isimli ikinci bölümünde
ise Doğubilimi ve Türkolojinin Doğuşu, Cezalandırılan Şair, Yazar ve Türkologlar isimli iki ana
başlık bulunmaktadır.
“Doğubilimi ve Türkolojinin Doğuşu” adlı
başlıkta ilk baskıda Doğu bilimi ve Türklük Bilimini anlatan yazan ikinci baskıya bunlara ek
olarak, Sovyet Türkolojisi ve Birinci Uluslararası Türkoloji Kurultayı, Sovyet Türkolojisi, 1926
Bakü Türkoloji Kurultayı, Kurultayın Etkisi ve
Sonuçları başlıklarını eklemiştir.
“Cezalandırılan Şair, Yazar ve Türkologlar”
bölümünde ise Sovyetler Birliği’nde başlığına
Çarlık dönemi, Sovyet Dönemi ve Repressiya, Le-
nin Dönemi, Stalin Dönemi ve Kruşçev Dönemi”
alt başlıkları eklenmiştir. Sovyetler Birliği’nde
Rus, Ukrayna, Estonyalı Türkologların, Özbek,
Türkmen, Azerbaycanlı, Kırgız, Kazak, Tatar-Başkurt, Kırımlı, Nogay, Kumuk ve Karaçay-Balkar
şair, yazar ve Türkologların yaşadıkları sürgün ve
katliamlardan bahsedilmiştir. İkinci baskıda hem
bu bölümlerde daha önce bulunan kişiler ile ilgili bilgiler arttırılmış hem de yeni isimler eklenmiştir. Özellikle Azerbaycanlı Şair, Yazar ve Türkologlar başlığına birçok Türkolog eklenmiştir.
İkinci baskıya eklenen ilginç konulardan biri de
edebi mahkemelerdir. Azerbaycan’daki bazı edebi
eserlerdeki tiplerin nasıl yargılandıkları hakkındaki açıklamalar da Azerbaycan başlığı altında
verilmiştir. Üçüncü baskıda ayrıca Türkmen Türkologları bölümünde beş yeni isimin yürek burkan
hikâyeleri de yer almaktadır.
Kitabın ikinci bölümünün sonlarında Çin’deki
uygulamalardan ve baskılardan söz edilmiş ve
Türkiye’de tutuklanıp yargılanan, işkenceye maruz kalan Türkologlardan bahsedilmiştir.
Kitapta tutuklanan, cezalandırılan çok sayıda
aydının adı geçmektedir. Ancak özellikle adlarına
bir başlık açılarak hayatları hakkında bilgi verilen
kişi sayısı 52’dir. Bunların önemli bir kısmı Türkologlardır. Birkaç isim de özellikleri ve önemleri
dolayısıyla kitapta yer almıştır.
Prof. Dr. Ahmet BURAN bu eseri hazırlayarak
önemli bir aydın sorumluluğunu yerine getirmiştir. Türk milletinin çektiği acıları ve uğradığı sürgün, kırım ve kıyımları, ölüm ve zulümleri genç
nesillere duyurarak onların tarihten ders almalarına yardımcı olmuştur. Aynı zamanda bu eserle,
Türkolojiye hizmet eden meslektaşlarının hatıralarını da ölümsüzleştirmiştir. Böylesine acı bir tarihi, akıcı ve sade bir üslupla ele aldığı Kurşunlanan Türkoloji adlı eserinde herkese ibret olması
gereken olayları belgeler, fotoğraflar, mektup ve
anılarla sunmuştur.
Her Türk evladının okuması gereken bu kitabı
yazdığı için öğrencisi olmaktan gurur duyduğum
değerli hocam Prof. Dr. Ahmet BURAN’ a bu vesileyle bir kez daha saygılarımı sunar, hizmetlerinin devam etmesini dilerim.■
92
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Rus
edebiyatından
beslenen,
Gogol’u,
Tolstoy’u,
Puşkin’i ve
Gorki’yi
özümseyen
Elebayev’in
Zor Zamanlar
adlı hikâye
kitabı, Charles
Dickens’in
Zor Zamanlar
romanıyla
aynı adı taşır.
Elebayev’in
kitabının
adı her ne
kadar Seçme
hikâyelerden
oluşuyormuş
hissi verse de,
ilk bölümde
Elebayev’in
hayatı ve
edebi kişiliği
hakkında
önemli
malumatlar
verilir.
SAMET AZAP
Zor Zamanlar, Ünlü Kırgız şair ve yazar Mukay
Elebayev’in seçme hikâyelerinden ve makale ile fikir yazılarından oluşan bir eserdir. Eser üç ana bölümden oluşur.
Birinci bölümde, Elebayev’in hayatı yer alırken ikinci bölüm Zor Zamanlar, Son Bir Gün, Fırtınalı Gün, Karşılaşma, Zarlık, Uşak Arteli, Dört Yolcu adlı yedi hikâyeden
oluşur. Eserin üçüncü bölümünde ise, Elebayev’in Makale ve fikir Yazılarından örnekler yer alır. Eserin çevirisini, Prof. Dr. Orhan Söylemez ile Halit Aşlar yapmıştır.
Kardeş Kalemler dergisinin Mukay Elebayev’in doğumunun 105. Yılı münasebetiyle ünlü yazara ayrılan sayısında Söylemez ve Aşlar söz konusu kitabın bölümlerindeki
Elebayev’in hayatının olduğu kısmı, Fırtınalı Gün, Karşılaşma hikâyeleri ile Genç Yazarlar İçin Bir İki söz adlı
fikir yazısının çevirisini yayınlamışlardı. Kitap, yayınla-
93
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
nan kısımlara ek olarak alınan hikâyelerle daha
derli toplu olarak okurla buluşmuştur.
20. yüzyılın başında diğer Türk milletleri gibi, birçok Kırgız’ın da yakından hissettiği
baskıyı, zulmü ve sürülmeyi yaşayan Elebayev
hikâyelerinde bu zulmü anlatmış, yarattığı kahramanlarıyla yaşamış, yaşatmıştır. Nitekim kitaba adını da veren Zor Zamanlar hikâyesi de,
1916 ayaklamasında Çin’e göç eden, bir süre
sonra da memleketine geri dönen Kabıl adlı Kırgız gencinin yaşadığı çileli hayatı anlatır. Tıpkı Çin’e sürülen Elebayev gibi. Karşılaşma adlı
hikâyesinde yıllar sonra karşılaşan iki eski arkadaşın sıradan hayatlarını ilgi çekici bir üslupla
aktarılır. Son Bir gün adlı hikâyesi ise, Cengiz
Aytmatov’un Aşk masalını andıran Cemile’siyle
kıyaslanacak kadar ilgi çekici bir aşk hikâyesini
konu edilir. Uşak Arteli hikâyesi, Sovyet hükümetinin baskıları neticesinde yıllarca çalışarak
biriktirdikleri mallarını kaybetme korkusunu
yaşayan Kırgızların hissiyatlarını gözler önüne
serer. Baysal adlı hikâyesi, bir genç ile uşaklık
yaparak yaşam mücadelesi veren insanların öyküsü üzerine kurgulanmıştır. Yolda hikâyesinde
ise, bir gezi yazısını andıran söyleyişle tren
yolculuğu esnasında bir gencin gördükleri,
yaşadıkları anlatılır. Elebayev, en ilgi çekici
hikâyelerinden biri olan Fırtınalı Gün’de, Kırgız
Sosyal yaşantısını ve bir gün içinde gelişen olayları usta bir titizlikle anlatır. Yazarın kitapta yer
alan bir diğer hikâyesi Zarlık’ta, okuma aşkıyla
yanıp tutuşan bir gencin çırpınışları anlatılır.
Yine yolculuk hikâyelerinden biri olan Dört Yolcu hikâyesinde ise, dört yol arkadaşının yaşadığı ilginç olaylar anlatılır. Söylemez ve Aşlar’ın
da belirttiği gibi Yazarın hemen hemen bütün
hikâyelerinde kahramanlarıyla bütünleştiğini ve
hikâyelerde kendi hayatından kesitler sunduğu
gözlemlenir.
Rus edebiyatından beslenen, Gogol’u,
Tolstoy’u, Puşkin’i ve Gorki’yi özümseyen
Elebayev’in Zor Zamanlar adlı hikâye kitabı,
Charles Dickens’in Zor Zamanlar romanıyla aynı
adı taşır. Elebayev’in kitabının adı her ne kadar
Seçme hikâyelerden oluşuyormuş hissi verse de,
ilk bölümde Elebayev’in hayatı ve edebi kişiliği hakkında önemli malumatlar verilir. Kitabın
son bölümünde yer alan, Elebayev’in makale ve
fikir yazılarından seçilen örneklerde ise, Yazarlığı özümsemiş ve yaşam şekline dönüştürmüş
bir yazarın özellikle genç yazarlar için verdiği
nasihatler önemli yer tutar. “Genç Yazarlar İçin
Bir İki Söz” adlı fikir yazısında Elebayev, iyi
yazar olmanın çalışmakla eşdeğer olduğunu belirterek, gençleri sahiplenmenin ve kalemlerini
sağlam tutmaları için cesaret aşılamanın gerekliliği üzerinde durur. “Edebiyatımızdaki Hatalara Dair” yazısı ise, yazarın edebiyat dünyasında
kendini rahatsız eden adam kayırma ve dalkavukluk meseleri üzerinde eleştiri oklarını açıkça
isim vererek yönelttiği bir eleştiri yazısı hüviyeti taşır. “Genç Yazarlar Üzerine” adlı yazısında,
genç yazarlara yol gösteren, iyi bir yazar olmanın sabır ve çalışmakla eş değer olduğunun altını çizen Elebayev, “Folklor Üzerine” yazısında
Kırgız sözlü kültür ürünlerinden destanlar üzerinde kısa; ama önemli malumatlar verir.
Yazarın yazılarında kullandığı üsluba bakılırsa, karşısındakiyle konuşuyormuş gibi kendini rahatça hissederek yazdığı görülür. Akıcı
bir kaleme sahip olan Elebayev, Yazmanın çok
çalışmayı gerektiren bir uğraş olduğunu belirtirken, iyi bir yazar olmanın emek, sabır ve erliğin
ürünü olduğunu fikir yazılarında belirtir. Edebi duyarlığı yürekten hisseden yazar, “Yazarın
Günlüklerinden Notlar” adlı yazısında, bu duyarlılığı şu şekilde belirtir: “Yazar arkadaşlar,
edebiyatın değerini bir anlasınız! Ah, sizlere
yalvarıyorum!”
Ana
hatlarıyla
vermeye
çalıştığımız
Elebayev’in sağlam kalemini okurla buluşturan
bu eserin, okundukça ve üzerine çalışıldıkça
nice zengin bilgiyi içinde barındırdığı görülecektir. ■
94
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Soldan sağa: İl Kültür Müd. Tahsin Öztürk, Elazığ TSO Bşk. Ali Şekerdağ,
Elazğ Belediye Bşk. Süleyman Selmanoğlu, Elazığ Valisi Muammer Erol
M. HALİSTİN KUKUL
B
u yıl, 21-24 Haziran 2012 tarihleri arasında yirmincisi düzenlenen “ Uluslararası Hazar Şiir Akşamları”na ben de davetli olarak katıldım. Tertip heyetini; başta, Elâzığ Valisi
Muammer Erol olmak üzere, Elâzığ Belediye
Başkanı Süleyman Selmanoğlu, Fırat Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Feyzi Bingöl Elâzığ TSO
Yönetim Kurulu Başkanı Ali Şekerdağ ile İl Kültür Ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk’ü tebrik
ederim.
Elâzığ şehrinin güzide insanlarıyla beraber olmanın bahtiyarlığını yaşarken; bir şehrin
topyekûn, şiire olan hasretinin de şahidi oldum.
Ayrıca; bu vesileyle, senelerdir görüşemediğimiz
gönül dostlarımızla kucaklaşmamız da mümkün
oldu. Sebep olanlara binlerce teşekkür gönderiyorum.
Bu gönül dostlarımız kimler mi? Mesela;
Elâzığ’da, Bizim Külliye adlı sanat ve edebi-
yat dergisini çıkararak, sadece Elâzığ’ın sesini Türkiye’ye değil; Türkiye’nin sesini de bütün Türk dünyasına ulaştıran Nazım Payam’la
Bedrettin Keleştimur’la,; Kayseri’den, Erciyes
Dergisi’ni otuz beş senedir büyük bir azimle neşreden Nevzat Türkten’le, Âlim Gerçel ve
Muhsin İlyas Subaşı’yla; Eskişehir’den Mehmet
Ali Kalkan, İsmail Sağır ve İsa Kahraman’la;
Salihli’den Bizim Ece’nin senelerdir yükünü
çeken Ahmet Otman’la ; Balıkesir’den Akhasanoğlu Yusuf Akgül’le; Gümüşhane’den Herfene
Dergisi yayıncısı Talât Ülker’le; Çanakkale’den
Mustafa Berçin’le, İstanbul’dan M. Uluğtekin
Yılmaz ve daha niceleriyle buluşmamızı sağlayanlara teşekkürlerimi sunuyorum.
Sadece bu kadar değil elbette!
Bu şölende, Türkiye’nin ve Türk dünyasının
da birçok şair ve şairleriyle buluşmanın, konuşmanın, muhabbetin hazzını yaşadım.
95
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2
Türkiye’den; Muhsin İlyas Subaşı’dan, Ali
Akbaş’tan, Âdem Yeşil’e, İsmet Binatlı’dan,
Dursun Elmas’tan, Mehmet Ali Kalkan’dan,
Tuncer Sönmez’e, Cemal Safi’ye, İsmail Yakıt’a,
Fadıl Karadağ’a, Nevin Kurular’a, Okan Alay’a,
Talât Ülker’e, Mehmet Nuri Parmaksız’a, Halil Gökkaya’ya, Suat Yığmatepe’ye, İshak
Tanoğlu’na kadar kimler yoktu ki!
Bu şiir akşamında; Türk dünyası âdeta
Elâzığ’da şahlandı: Aysel Elizade (Azerbaycan),
Dauletbek Baytursınulı (Kazakistan), Elmara
Mustafayeva (Kırım), Toktarali Tanjarık ( Kazakistan), Altynbek İsmailov (Kızgızistan), Besti
Elibeyli (Azerbaycan), Nurala Göktürk (Doğu
Türkistan), Qismet Rustemov (Azerbaycan), Hasiyet Rustamova ( Özbekistan) ve Osman Ahmetoğlu (Gürcistan), bu gecenin ihtişamına ihtişam
katanlardandı.
TRT AVAZ vasıtasıyla bütün dünyaya duyurulan bu güzel şölenin daha mükemmele ulaşması bakımından, gözden kaçmış olabilecek bazı
hususları ifade etmekle kendimi vazifeli addediyorum.
Bütün samimiyetimle söylüyorum ki, bütün
millî oyunlarımıza olduğu gibi, “Çaydaçıra”ya
hayran değil, müptelâyım dersem hiçbir mübalâğa
yapmış olmam. Millî Kültür Dergisi’nin Aralık
1981 tarihli sayısında yayınlanan “ Titrer Asırlar
Boyu” başlıklı şiirimin ilk dört mısraı şöyledir:
“ Çaydaçıra ışıtır geceyi dolunayla;
Titrer asırlar boyu bu ezgiyle bu yayla!
Bu, klarnet sesidir, Harput Kalesi’nden oyy!
Doğmuşuz at üstünde, büyüdük okla yayla!”
O gece (23 Haziran), -dikkat ettim, dolunay
yoktu, hilâl vardı. Amma; yine de, şölenden önce,
kimseye bir şey diyemeden “Çaydaçıra”yı bekledim. Diyeceğim o ki; Elâzığ’da, “çaydaçıra” seyredemeden Karadeniz sahillerine döndüm!
Maksadımız, güzelin daha güzellerini hedef
almak ve onlara ulaşmak olduğuna göre, naçizane, birkaç hususa daha temas edelim istiyorum:
* “Hazar Şiir Akşamları”nın başında bulunan” uluslararası” ifadesi bana hiç cazip gelmedi/gelmiyor. Bunun birinci sebebi, “ millet” gibi
harika bir kelimenin Moğolca olan iğreti bir kelimeye tercih edilmesi ve onunla yer değiştiril-
mesidir. Kaldı ki; yirminci Hazar Şiir Şöleni, tamamen “ Türk Dünyası Şiir Şöleni’dir. (Küçük)
Hazar’dan (büyük) Hazar’a akan bir gönül seli
ve Türk dünyasını kucaklayan bir gönül sesidir,
bir gönül meşalesidir. Ve bu şölen, sadece, Türk
dünyasının şair ve şairleriyle icra edilmiştir.
* Yunus Emre’ye ithaf edilen bu üstün seviyedeki bir şölende okunan şiirlerin hepsinin, “
Yunus Emre” ile ilgili olmasını arzu ederdim.
Sonunda (veya başında), bu şiirler, bir “Yunus
Emre Güldestesi” olarak değerlendirilirdi. Yani,
bir kitap hâline de getirilirdi. Kaldı ki; Yunus
Emre ile ilgili çok az şiir okunduğu gibi; bazıları da, onun fikrî ve bediî anlayışıyla hiç irtibatlı
değildi.
* Şölenden önce bastırılıp dağıtılan ve şair/
şairlerin fotoğraflarının, hayat hikâyelerinin ve
şiirlerinin bulunduğu kitapçığın 6. ve 7. sayfalarındaki ( Öğüt Kitapçığı) kaynak gösterilen yazıların dil ve fikir yapısı külliyen yanlıştır. Bizim,
böyle bir lisanımız/Türkçemiz yoktur. Kaldı ki,
bu yazının kim tarafından kaleme alındığı da belirtilmemiştir. Niçin?
Mesela; tasavvuf, İslami bir mefhumdur.
Onun Yeni- Platonculuk ile alâkası nedir? Yunus Emre’yi, Kur’an Kerim’in ve hadis-i şeriflerin dışına atmak veya itmek isteyen bu anlayış
nereden türemiştir ve burada niçin yer almıştır,
bilmek isteriz.
*Az da olsa, bazı kişilerin, mikrofonu, kendi arzu ve emelleri istikametinde kullanmaları,
hem şairlere hem konuklara ve hem de canlı
yayında televizyon seyircilerine karşı yapılmış,
umumi birlik havasını ve ruhunu zedeleyen yanlış bir tavır olmuştur. Bu tavır içeresinde bulunması muhtemel her şairin, kendisini, murakabe
altına alması cihetinde ikaz edilmesinin gereğine
inanıyorum.
Ve inanıyorum ki; Elâzığ’ın, bu üstün millî
şuurlu ve şiir sevdalısı insanları ve öncüleri, daima en yüksek mevkide mertebe bulacaklardır.
Harput Kalesi’nden Fırat’ın çağıltılarıyla
kucaklaşan “ Çaydaçıra” coşkusuyla ve Yunus
Emre’nin deyişiyle, bütün “ Dost bahçesi bülbüllerini selâmlıyorum!
Elâzığ, çok daha güzel şeylere lâyıktır; müşahede ettiğim bu gönül birliğini, bunun, en bariz
işareti olarak görüyorum.■
96
eyl ül-ekim-ka sım
2 0 1 2

Benzer belgeler