haberler... haberler... haberler... haberler

Transkript

haberler... haberler... haberler... haberler
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İÇİNDEKİLER
Eyüp Yılmaz
Prof. Dr. Kemal Kocabaş
Ali Kaya
Hüseyin Yaşar
T. Ayhan Çıkın
Arş. Gör. Sedat Karagül
Emin Ugunlu
Rıza Yetim
Prof. Dr. Osman Gökçe
E. Tahsin Yücel
Ahmet Cengiz
Tahsin Şimşek
Nurettin Özkan
Rahim Gür
Prof. Dr. Kemal Arı
Ahmet M. Egemen
Yeliz Güldal
Şadiye Dönümcü
M. Cevat Turan
Etem Oruç
Abdullah Taşcıoğlu
Av. Hüseyin Özbek
Faik Ay
Salih Gözek
Ahmet Nuri Doğan
Kadri Gülhan
Turgut Dereli
Metin Güven
Cuma Esentürk
Tamer Uysal
Abdulkadir Turhan
Mehmet Genç
Müjgan Tutan Katlan
Mehmet Karabacaklar
Zekeriya Yavuz
Ayla Kavrukkoca Tarhan
Bahtiyar Takkalı
Azmi Ermiş
Fuat Keyik
Hamdi Eray Tarhan
Haberler
Cumhuriyet’e Borçlu Değil miyiz ?.................................................................2
İyi Bir Haber ile Sabahı Karşılamak ...............................................................5
Okullar Açılmışken ........................................................................................7
Mankurt / Mankurtlaşma ..............................................................................9
Deve ...........................................................................................................10
Cahit Kavcar’ın Öğretmenlikte 50.Yıl Toplantısı ve Konuşması ....................11
Sen Gidince..................................................................................................13
O Adamı Rahatsız Ettim...............................................................................14
Aklından Çıkar ............................................................................................15
Kamu Hizmetleri Nasıl Yürütülüyor ? ..........................................................16
Oynak .........................................................................................................17
Sen Farklısın Halkım ..................................................................................18
Ben Kadınım ...............................................................................................19
Dil Bayramımızı Kutlarken...........................................................................20
Sultan II. Abdülhamit Bile Alfabe Değişikliğini Önermişti ...........................21
Dil’in Bayramı ..............................................................................................23
Dil Devriminden bu yana .............................................................................25
Annemin Topraklarında; Selanik, Atina, Kavala...........................................26
Peşinden ......................................................................................................29
Sevelim, Sevilelim........................................................................................30
Orta Gelir Tuzağı .........................................................................................32
Beni Buraya Gömün, Oğlum Üşür ...............................................................33
Sevgili Kardeşim Ali Yavuz...........................................................................35
Sis ve Kaybolma İsteği .................................................................................37
Orda Bir Köy Var Uzakta .............................................................................38
Oktay Akbal .................................................................................................41
Nuri Şungar Sokağı veya sen nereden dürüdün ? .......................................44
Rakı Balık ...................................................................................................45
Milletin Efendisi ..........................................................................................45
Bursa ve Zeytinime Dokunma ......................................................................46
Şair-Yazar Emekli İngilizce Öğretmeni Mehmet Genç ..................................52
Bir Boşluk Bırak ..........................................................................................53
Aşk...............................................................................................................53
Gözlerine Bakınca ........................................................................................53
Sülüklü Çeşme ............................................................................................54
Yine de Boş .................................................................................................56
Bakgör .........................................................................................................56
Dünden Bugüne Eskimeyen Kılavuz.............................................................57
Alaşehir’de Üzüm Kesmek ...........................................................................58
Barış mı?......................................................................................................59
....................................................................................................................61
Bu durumun değerlendirilmesini size bırakıyoruz.
-1-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun! -ADABELEN
CUMHURİYET'E BORÇLU
DEĞİL MİYİZ?
Eyüp YILMAZ*
9 Eylül 1922 İzmir'in Kurtuluşu… 24 Temmuz
1923 Lozan Barışı… 29 Ekim 1923 Cumhuriyet'in
İlanı…
Bu üç tarih çok önemli: İlki yurdun düşmandan
temizlenmesi… İkincisi “Kurtuluş Zaferi” nin Birinci
Dünya Savaşı galiplerince, daha önemlisi, dünyaca
onanması, uluslararası savaş başarımızın “barış”a
dönüştürülmesi… Üçüncü tarih, Osmanlı'nın bitimi,
yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti'nin doğumu tarihidir.
Bir bakıma,23 Nisan 1920 TBMM'nin açılışını yeni
devletin kuruluşu olarak da algılayabiliriz. Arada üç yıl,
altı ay, altı gün gibi uzun bir zaman ve birçok olaydan
ötürü bu doğumu kabul ettirip adını koyamamışız.
Bu tarihlerle zaferimiz, başarımız çok çok büyük
ama 1911'den(Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya,
Kurtuluş Savaşları)1922'ye değin geçen kesintisiz 11
yıllık savaşlar, Misak-ı Milli sınırlarımız içindeki her
şeyimizi, insan dahil, alıp götürmüş, bitirmişti.
“Cumhuriyet ilan edildiğinde kişi başına düşen
ulusal gelir 50 dolardı.(Ocak 2015 fiyatlarına
göre:2.30x50=115.ooTL, E.Y.) Ayrıca TC'ye Duyun-u
Umumiye'den (Osmanlı Borçları) 86 milyon altın lira (1
trilyon 32 milyar TL) borç yüklenmişti. Her yer haraptı.
Barınacak sığınak bile yoktu. Evler yıkılmış,(çoğu
toprak)yollar, köprüler geçilmez hale gelmişti. Halk en
basit araçlardan bile yoksundu. El sanatlarını
(Hıristiyan azınlıklarca yapıldığından) yapacak
kimseler de kalmamıştı. Yeni Türkiye'nin ekonomisi
ilkel bir teknoloji kullanan tarıma dayanmakta idi.
Sermaye birikimi, altyapı, yetişmiş iş gücü ve iş
tecrübesi olan girişimci bulunmadığı gibi, var olan
kaynakları kullanacak bürokrasi de yoktu. Halk her şeyi
devletten beklemek durumunda idi.”(Prof. Dr. Hamza
Eroğlu, Türk İnkılap Tarihi,1982, sf. 328)
Bu gerçekleri gören Atatürk, daha Lozan'a 5 ay
varken, İzmir İktisat Kongresi'ni toplamış ve “Siyasi ve
askeri zaferler, ne kadar büyük olurlarsa olsun,
ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak
başarılar yaşayamaz, az zamanda söner.” demiştir.
29 Ekim 1923 Cumhuriyet Türkiye'si, hastalıkların
kol gezdiği, tarımı, insanı bitmiş, karnını zor doyuran,
sanayisi olmayan, okuryazarı kıt bir ülkede “devlet”
olmuştur.
“Atatürk dönemi siyasal ve toplumsal alanda cesur,
reform ve atılımların gerçekleştirilmesi yanında
'ekonominin başlangıç dönemi' basit bir söyleyişle
ekonominin 'sıfırdan' başladığı bir dönemdir.” (Prof. Dr.
Mükerrem Hiç).
İlk 5 Yıllık Kalkınma Planı, l934 yılında
uygulanmaya başlanmış, çok başarılı olmuştur. İkinci
5Yıllık Kalkınma Planı 1939'da yürürlüğe girmesi
gerekirken, ayni yıl başlayan 2. Dünya Savaşı'na kurban
gitmiştir. Buna rağmen savaş sonunda ABD tarafından
yapılan Marshall Yardımı'nın şartlarından biri, 5 yıllık
kalkınma planlarına son verme idi.(Bir diğeri de köy
enstitülerinin kapatılmasıydı.)
Cumhuriyet dönemi kalkınmaları “ topyekûn
kalkınma” olarak adlandırılır. Çünkü bu kalkınmalar her
alanda birlikte götürülürdü.
Tarım ve hayvancılık alanı topyekûn kalkınmanın
tipik örneklerindendi: Devlet Üretme Çiftlikleri, Haralar,
Tohum Islah İstasyonları, Vilayet Fidanlıkları, Zirai
Donatım Kurumu, Toprak Mahsulleri Ofisi, Et ve Balık
Kurumu, Et Kombinaları, Süt Endüstrisi Kurumu, Un,
Şeker Fabrikaları, Ziraat Bankası, Tarım Kredi
Kooperatifleri, Trakya Birlik, Koza Birliği, Tariş, Ant
Birlik, Çukobirlik, Güney Doğu Bakliyat Birliği, Ülfet,
Fiskobirlik, Zeytincilik Araştırma Enstitüsü ve
Milletlerarası Zeytinyağı Laboratuvarı (Bornova-İzmir),
İncircilik Enstitüsü (Elbeyli Köyü-Aydın)… Bu arada
Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği'ni de unutmamak
gerek. Atatürk'ün traktör üzerindeki fotoğrafını hepimiz
biliriz. Bu çiftlikte çalışmak, üretmek O'nun en büyük
uğraşlarından biriydi. Yine bilinir ki Taşucu Balıkçılık
Kooperatifi'nin bir numaralı, simgesel değil, gerçek üyesi
idi… Teknik Ziraat Okulları, Ziraat Fakültesi… Tarıma
-2-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
dayalı sanayi, Sümerbank Basma Sanayileri, Hereke
Yünlü Kumaş Fabrikası, Beykoz Deri ve Kundura
Sanayi, Kayseri Bünyan Halı Sanayi… Cumhuriyet'in
ilanının hemen arkasından 1925'te Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu çıkarılarak üretim teşvik
ediliyordu. Köyümüzde bile, halkın “çalkar” dediği,
özellikle buğday tohumluklarını çerden çöpten ve ot
tohumlarından temizleyip iri-dolgun, orta-düzgün,
ince, tohumluğa yaramaz ama un olur, gibi ayıran elle
çalışan elek(selektör) vardı. Bu hizmetten ücretsiz
yararlanırdık.
Biz değil miydik Sovyetler Birliği'ne, Irak,
Suriye'ye, Yunanistan'a canlı hayvan satan? Biz değil
miydik Arap ülkelerine mercimek, İtalya'ya makarnalık
“durum” buğdayı satan? Kuru üzüm, incir, fındık satan
bizdik. Türk(Ege)tütünü olmadan, olmayan Amerikan,
İngiliz, Fransız tütünleri, sigaraları nerede kaldı? Şimdi,
gevreğimizin olmazsa olmazı, susamı Afrika
ülkelerinden almıyor muyuz?
“Cumhuriyet devletinin kurulması ile ekonomik
kalkınmayı sağlamada alt yapıya önem verilmiş, bu
amaçla demiryolu, karayolu, denizyoluna önem
verilmiştir. l938 yılı sonuna kadar oldukça kıt
kaynaklarla her yıl ortalama 200 Km, toplamda
3.360km. demiryolu yeniden yapılırken, yabancı
şirketlerin elinde bulunan 2.378 km. demiryolu da
devletleştirilip, satın alınmıştır.” (Prof. Dr. H. Eroğlu,
age sf. 340). Adapazarı Vagon Fabrikası, Eskişehir
Lokomotif Fabrikası, Sivas Cer Atölyesi sadece
TCDD'ye hizmet etmekle kalmamış, Üçüncü Dünya
Ülkelerine de ürün satmıştır. Biz ilkokul öğrencisi iken
okulumuzun bahçe duvarı dibinden geçen İzmirBandırma Demiryolu'nun değiştirilen ray demirleri
üzerinde Karabük Demir ve Çelik Fabrikalarında
üretilmiştir,1953 yazıyordu. TC, Osmanlı'dan çoğu
toprak ve bakımsız, savaştan çıkmış, patikadan az iyi,
l8.335 km. karayolu devralmıştır. l948'de
karayollarının uzunluğu 45 bin km'ye çıkarılmıştır.”
(age sf.341). Bu çıkarımda TCK'nın payı unutulamaz.
Anlatılır ki bu dönemde Dede Ford, Atatürk'e:
“Senin tüm il ve ilçelerini birbirine bağlayan
karayolları yapayım.” der. Atatürk: “Ne karşılığı?”
diye sorar. Dede Ford: “Tüm otobüs, kamyon, binek
arabalarını ve traktörleri benden alacaksın, başka
markalar girmeyecek.” deyince Atatürk: “Bende yeteri
kadar kömür var, demiryolu yaparım, senin markana ve
dışarının petrolüne bağımlı kalmam.” der. Bunun için
Cumhuriyet'in 10.Yılı'nda bestelenen “Demir ağlarla
ördük, ana yurdu dört baştan!” diyen marşlar bu
nedenle vardır.
“Lozan'da verilen Türk limanları arasında gemi
işletme hakkından(kabotaj), sonra( deniz
taşımacılığının sadece %10'u olan taşıma oranı)yolcu
ve yük taşımacılığında büyük oranlara yükselmiştir.
Devlet Denizyolları İşletmesi(1939), Deniz
Bank(1938), Denizcilik Bankası(1952)gibi kuruluşlar bu
alandaki gelişmeleri sağlamıştır.”(age sf.341)
Bilindiği gibi Türk Hava Kurumunun amblemi
üzerinde 1925 yazar…
“23 Nisan 1920'de kurulan TBMM Hükümeti'nde
sağlık işleri ayrı bir bakanlık olarak yer almıştır.
2Mayıs1920'de Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı
kurulmuştur. Bu bakanlık, çalışmaları ile Anadolu'da kol
gezen hastalıkların (sıtma, verem, trahom, tifo, kolera,
tifüs, frengi, kuduz, çiçek, veba vb.)zaman içerisinde
giderek kökü kazınmış, çocuk ölümleri en aza
indirilmiştir. 1923 yılında hastane sayısı 86, doktor sayısı
554,sağlık memuru sayısı560,ebe sayısı136,hemşire
olarak yetişmiş eleman ise yok.”(age sf.343). Bu günkü
sayıları vermeye gerek yok. Cumhuriyet Tıp'ı” dünya
tıbbı ile yarışır durumdadır. Kurulan Çocuk Esirgeme
Kurumu savaş sonrası şehit, yetim çocuklarına ve
kimsesiz çocuklara sahip çıkmıştır.
Anımsarsanız çocukluğumuzda, köy evlerinin ana
kapısının arkasına yapıştırılmış bir kâğıt vardı. Sıtma
savaş memurları gelir, ilaçlama yaptıktan sonra tarih ve
imza atar giderlerdi.
“1933-1938 arasındaki döneme, Türk sanayinin ilk
ve planlı kuruluş safhası olarak bakılabilir. Uygulama
çok başarılı olmuştur. Yapılacak işler ciddi incelemeye ve
planlamaya dayandırılmıştır.”(age sf:333). Dönemin
özelliği “ağırlıklı” olarak “devletçilik” tir. Başarılı
çalışmaların parasal karşılığı, yerliliktir. Sadece 2l
milyon dış borç alınmıştır.(İngiltere l3 milyon sterlin,
Rusya 8 milyon dolar). Bu sayılar çok mu önemli? Evet,
çok önemli. Çünkü Cumhuriyet, kuruluşunun ilk on beş
yılında iki büyük dünya ekonomik krizi görmüş,
geçirmiştir. Birinci kriz 1929 Dünya Buhranı… Hani
Amerikan filmlerinde görmüşsünüzdür. Newyork
Borsası'nda hisse senetleri havada uçuşur ya işte o kriz…
İkincisi ise 1939 Dünya Krizi… Anımsayalım, 1 Eylül
1939 2. Dünya Savaşı'nın başlama tarihidir. Bu on beş
yılda ve sonrasında Anadolu her yönden ayağa kalkmaya
başlamış, sanayi ve eğitim bu dönemde en önemli
atılımını yaptığı gibi Osmanlı borçlarını da aksatmadan
ödemiştir. Ayrıca 2. Dünya Savaşı belasının içinden
geçmiştir. Yukarıda anlattığımız tarıma dayalı sanayi
dışında sonradan “ağır sanayi” dediğimiz sivil ve resmi
s a v a ş s a n a y i k u r u l m u ş t u r. M a k i n a K i m y a
Endüstrisi(MKE) ve ona bağlı Barut, Fişek ve Mühimmat
ile Silah Fabrikaları…” Kurtuluş Savaşı'nda
dışarıdan(Özellikle Sovyetler Birliği'nden 39 275
tüfek,327 makineli tüfek, bunların 63 milyon mermisi,54
top, bunların 150 bin mermisi,1000 atımlık top
barutu,4000 el bombası,4000 şarapnel,1500 kılıç,20 bin
gaz maskesi,11 milyon altın ruble para… Efendi, Soner
Yalçın,sf.299) savaş araç ve gereci alan TBMM
Hükümeti, Cumhuriyetin ilanından l5-20 yıl sonra
2.Dünya Savaşı sırasında Almanlara yedek top namlusu,
makineli tüfek yedek namlusu, mermisi, halk arasında
-3-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“pırpır” denen keşif uçağı satar duruma gelmiştir. Hem
de sadece devlet değil, özel sektör bile… Bunlardan biri
de Şarkıcı Melike Demirağ'ın dedesi Nuri Demirağ'dır.
Demirağ,Almanlara üç pırpır satmıştır.
Bu arada Karabük Demir-Çelik, Ereğli DemirÇelik İşletmelerini, Seka Kâğıt Fabrikalarını, MTA'yı,
Etibank'ı, DHM ve Limanları İşletmesi, Türkiye Kömür
İşletmeleri, Garp Linyitleri, Orta Anadolu Linyitleri,
Şark Linyitleri İşletmeleri'ni de unutmamak gerekir.
Bu dönemlerde kurulan fabrika ve işletmeler
sadece bir sanayi kuruluşu değil, ayni zamanda bir
kültür öbeğidir. Yönetici, memur, işçi, bekâr lojmanları,
konuk evleri, aş evleri, sahneli toplantı ve konferans
salonları, tiyatro kolları, müzik toplulukları, Spor
kolları… Yerleşke içindeki okulları: Ör. Şeker İlkokulu,
Sümer Ortaokulu, Linyit Lisesi… vb.
Genç Cumhuriyet Yönetimi,1927 sayımına göre,
çoğu yaşlı, savaş sakatı, kadın, çocuk olmak üzere,13
milyon nüfusa sahipti.(7 milyon kadın,6 milyon
erkek)Bu nüfusun % 3'ü okur-yazar kabul edilmişti(390
bin kişi). Bu oran kadınlarda çok daha düşüktü. O
dönemde okur-yazarlık, halka herhangi bir çıkar, bir
ayrıcalık sağlamadığı için okula gitmek, kabul gören bir
eylem değildi. Tersine mahalle mekteplerinde kâğıtkalem bulundurmak “Kâtip mi olacaksın?”diye, bir
kınanma, bir cezalandırılma nedeniydi. Osmanlı bir din
devleti idi. Doğaldır ki eğitimi de dinsel eğitimdi.” Bu
eğitim, Tanrı ile kişi arasındaki ilişkilere hizmet
amacına yönelikti. Ulusal(milli) eğitim ise kişi ile bağlı
olduğu toplum arasındaki ilişkilere hizmet etme
amacına yöneliktir.” (H. Ziya Ülken). Okur-yazarlık
oranını artırma, insanın insan olmasını sağlamaya
yönelik adımları atma işi, ilkin Atatürk'ün l6 Temmuz
1921'de Maarif Şurası'nda(Sakarya Savaşı sırası)
“ulusal ve laik” eğitim vurgusu ile başlar. Sonra 3Mart
1924 Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi,1 Kasım
1928'de Latin asıllı Türk Abecesi'nin kabulü ile devam
eder.
Bu alt yapılar ve denemelerden sonra l7 Nisan
l940'ta Köy Enstitüleri'ni kuran 3803Sayılı Yasa
çıkarıldı.” Köy Enstitüleri, köylere öğretmen ve sağlık
personeli yetiştirmek için kurulan, sadece köylerden
öğrenci alan, iş eğitimi ilkelerine göre çalışan eğitim
kurumlarıydı(50.Yıl Ansiklopedisi,sf.962).Yedi coğrafi
bölgede kurulmuş 21 okuldu.Yurt yüzeyine dengeli bir
biçimde dağıtılmışlardı. İkisi dışındaki
okulların(Kızılçullu ve Çifteler) binaları öğrenci ve
öğretmenlerce yapılmıştı. Ne zaman mı? 1 Eylül 1939'da
başlayan ve 1945'te biten 2.Dünya Savaşı sırasında…
Ekmeğin karne ile verildiği zamanda… Her akşam
yatarken “Acaba bu gece ya da yarın Faşist Hitler'in
Almanya'sı bize saldıracak mı?”diye karabasanların
görüldüğü bir zamanda… Bu okullar içinde en son
yapılanAdabelen'dir(l944).
Köy Enstitüleri, ad olarak 13 yıl, eylemli olarak
(fiilen) 6 yıl açık kalmışlardır. Bu sürede (6 yıl)15.867
öğretmen yetişti. Köy okullarının sayısı 4.077'den
13.701'e çıktı.1927'de % 3 olan okur-yazar oranı, 1935'te
%20,4; Köy Enstitülerinin kapatıldığı 1950'li yıllarda ise
% 33,6'ya çıkmıştır.
Cumhuriyet, kırsal kesimin -köylerin ve o zamanki
kasabaların- kalkınmasına çok büyük önem vermiş ve
bunda da başarılı olmuştur. Köy Enstitüleri, Köy Ebe
Okulları, Teknik Ziraat Okulları(Köy Tarım
Okulları)Baytarlık Mektepleri, Köy Hizmetleri…
Sadece kırsal kesime mi? Tüm Türkiye'yi kalkındıran,
ortaçağ karanlığından çağdaş uygarlığa çıkaran
Cumhuriyet değil midir?
Yukarıdan beri sayılanlar maddi alanda
Cumhuriyet'in kazandırdıklarıdır. Devrim yasaları ise
insanımızı, insan yapan, onu kulluktan
“birey”liğe,”yurttaş” lığa yükselten değerlerdir. İkisi
birden “Türk Ulusu ”nu çağdaş uygarlık düzeyine
çıkarma amacındadır.
Bütün bunlardan sonra Cumhuriyet'e kendimizi
borçlu saymazsak, eskilerin deyimi ile gözümüze
dizimize durur.
_______________________
(*)l960 mezunu
Ağaç kesenlere, ormanları yok eden aç gözlülere karşı,
Atatürk ile ilgili bir anı:
‘'Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin !''
Bahçe mimarı Mevlüt Baysal anlatıyor:
Atatürk'ün Çankaya Köşkü'ndeki bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri
ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağacın Atatürk'ün geçeceği
yolu kapadığını gördük. Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir
havuzdu. Ata, havuz etrafındaki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım:
- ''Emrederseniz derhal keselim Paşam.'' Bir an yüzüme baktı, sonra:
- ''Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!''
-4-
ADABELEN
“Büyük başarı!”
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İYİ BİR HABER İLE
SABAHI KARŞILAMAK
Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ
[email protected]
Terör, cenazeler, ağlayan analar-aileler, yerlerde
süründürülen insan cesetleri, sokağa çıkma
yasakları, Türk ve Rus uçaklarının havadaki tehlikeli
dansları vb. tatsız haberler arasında Amerika'da
yaşayan Mardin-Savur doğumlu Prof. Dr. Aziz
Sancar'ın 2015 Nobel Kimya Ödülü alması tüm bu
olumsuzluklar arasında “umutlu, çiçekli, yıldızlı”
bir haber oldu. Sayın Sancar'ın yakın dostu Orhan
Bursalı sevincini, Cumhuriyet gazetesindeki 8 Ekim
2015 tarihli yazısında “Bir yıldız çaktı gökyüzünde,
teşekkürlerAziz Sancar!” diyerek selamlıyordu.
biyokimya alanında doktora yapar. Daha sonraki tüm
çalışmalarında “DNA onarım mekanizması, biyolojik
saat” öne çıkar. 1997 yılından beri North Carolina
Üniversitesinde üniversite yıllarında ilgi duyduğu
biyokimya-biyofizik alanında çalışmalar yapar. Aziz
Sancar, 35 yıllık çalışmalarının sonunda aldığı bu ödül
sonunda basına yaptığı ilk açıklamada “Çok
sevindim. Sonunda oldu, 35 yıldır yaptığım
çalışmaların Nobel Ödülü ile değerlendirilmesi
mutluluk verici… Ayrıca ülkem için çok sevindim.
Türkiye bana çok iyi bir tıp eğitimi vermişti. Bu
ödülün ülkemdeki araştırmacılara güç ve güven
vermesini beklerim, bu ödülü aldığım için ülkem
adına gurur duyuyorum.” sözleri özellikle genç
araştırmacıları yüreklendirmesi anlamında çok
değerli. Amerika'yı “Beni evlat edinen ülke”,
Türkiye'yi “doğal vatanım” olarak tanımlayan Aziz
Sancar; Vehbi Koç ödülü olarak aldığı 100 bin dolar
ile yaşadıkları kentte, memleketlerinden çok
uzaklarda yaşayan Türk araştırıcılar için hayalindeki
proje olan “Türk Evi”ni inşaa ederek unutmadığı
ülkesine duyduğu sevgiyi somutlaştırır. 415 bilimsel
makalesi olan Sancar bu makalelerden şimdiye değin
31.330 atıf almış ve evrensel bilim insanı
değerlendirme puanı olan h-endeksine göre h-99
puanın sahibidir.
Sancar, hücre bazında DNA onarımı üzerinde
çalışmalarıyla Nobel-2015 Kimya ödülüne layık
görüldü.
Sancar'ın bu çalışmasına,
kanser
hastalığının önlenmesinde ve tedavisinde yeni
ufuklar açabilecek önemli bir çalışma olarak
bakılıyor. Prof. Dr. Aziz Sancar, bu ödülünü DNA
üzerinde çalışan İsveçli Thomas Lindahl ve
Amerikalı Paul Modrich ile paylaşır. İsveç Kraliyet
Bilim Akademisi, bu üç bilim adamının ödülünü
Alfred Nobel'in ölüm yıldönümü olan 10 Aralık'ta
düzenlenecek törenle verecek.
Bir bilim insanı olarak Sayın Aziz Sancar'ın bu
başarısı nedeniyle onur duydum. Onu saygı ve
sevgiyle selamlıyorum. Bugün onunla ilgili
yazılanları okurken deneysel sosyal psikolojinin
kurucusu Ödemişli Prof. Dr. Muzaffer Şerif'i
anımsadım. 1940'lı yıllarda önce Gazi Eğitim
Enstitüsü ve sonra Ankara Üniversitesi DTCF
psikoloji bölümünde çalışırken Adımlar dergisini
çıkaran, artan ırkçılık akımlarına karşı “Irk Psikoloji”
kitabını yazarak ırkçılığı sorgulayan, 1944'te
tutuklanan ve sonra her şeyini bırakarak Amerika'ya
giden bir bilim adamının hazin öyküsü asla
unutulmamalıdır. Muzaffer Şerif; Behice Boran,
Pertev Nail Boratav, Niyazi Berkes'in yakın
arkadaşıdır. Amerika'ya gittikten sonra ülkesine hiç
dönmez, hiç Türkçe konuşmaz ve Türk pasaportu
dışında başka yeni bir pasaport almaz. Arkadaşı Ruhi
Aziz Sancar, 1946 Savur doğumlu. Okuma
yazma bilmeyen sekiz çocuklu bir ailenin yedinci
çocuğu. Liseyi Mardin'de okur ve sonra İstanbul Tıp
Fakültesini tamamlar. İki yıl Savur'da hekimlik
yaptıktan sonra 1974 yılında Amerika'ya gider. Önce
-5-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Su'ya saygısı nedeniyle Amerika'da
doğan kızının adını “Su” koyar.
Amerika'da sosyal psikoloji alanında
çok önemli çalışmalara imza atar ve
ülkesine dargın olarak vefat eder. Türk
bilim insanlarının Amerika öyküleri, bu
ülkenin çocuklarına gerekli olanaklar
sağlandığında ne denli yaratıcı
olabilecekleri anlamında önemlidir.
yaratıcılıkları öne çıkaran özgür düşünce,
özgür kafalarla olur. Her çocuk, doğuştan
getirdiği beyinsel yetenekleriyle bir
hazinedir. Okul öncesi eğitim ve
kesintisiz zorunlu ilköğretim, çocuğun
doğuştan getirdiği yetileri ortaya çıkaran,
onu toplumsallaştıran, insanlaştıran
süreçler üretir. Çocuk bu süreçler
sonunda kendini yeniden keşfeder,
nitelikli eğitimle nedenselliği yakalar,
çocuk evrilir, gelişir ve topluma keşfeden birey olarak
katkı vermeye başlar. Okullardaki din eğitimi ile
çocuğun evrensel biyolojik, psikolojik gelişimi hep
günah ve sevaplar arasında kalır, bastırılır. Pedagoji
ve psikoloji çocuk gelişimini ve eğitimini böyle
açıklıyor. .
Aziz Sancar ve Muzaffer Şerif, bilim
dünyasında, bilim tarihinde adlarını onurla yazdıran
insanlarımız. Gelelim 2015 Türkiye'sine… Eğitim
sistemimiz çocuklarımız için umut üretiyor mu? 28
Eylül'de Türkiye'de tüm okullar ve üniversiteler yeni
b i r ö ğ r e t i m y ı l ı n a “ m e r h a b a ” d e d i l e r.
Cumhurbaşkanı Erdoğan okulların açıldığı gün
İstanbul'da bir okulda yaptığı konuşmada “Herkes
ölü yıkamayı öğrenmeli, yoksa ölüler ortada kalır.”
şeklindeki ilginç ifadesi yeni eğitim öğretim
döneminden Cumhurbaşkanının en önemli
beklentisi olarak basına yansıdı. Sayın
Cumhurbaşkanı aynı konuşmasında İmam
Hatiplerin okul sayısını arttırarak burada okuyan
öğrenci sayısının 60 binden 1 milyon 200 bin kişiye
çıkartıldığını ve bu çalışmalara devam edileceğine
vurgu yapıyordu.
Sayın Aziz Sancar'ın hepimizi mutlu eden
başarısı, Muzaffer Şerif'in hazin öyküsü ve başarısı
dilerim ülkemizde akıl ve bilimden uzaklaşan
eğitimin sorgulanması anlamında yeni ufuk açıcı
tartışmalar üretir.
*Onurlandık, kıvanç duyduk. Ancak
gönlümüzden geçen, Aziz Sancar,
Amerika'da değil, ülkemizde çalışarak
Nobel'i kazansa ve buluşu Türkiye'nin
olsaydı ve gelirinden insanlarımız
yararlansaydı çok daha güzel olmaz
mıydı? Ne var ki bilime yatırım
yapılmadığı sürece bu beyin göçü
sürecektir.
(Adabelen)
Yıl 2015, Nobel ödülü ve Türkiye'de
dinselleştirilen, akıl ve bilimden uzaklaştırılan bir
eğitim sistemi. Sayın Cumhurbaşkanı ve “duygu
bağı !” taşıdığını ifade ettiği partisi eğitim denilince
“imam hatip ve din eğitimi” anlıyorlar. Okulda
verilen din eğitimi süreçlerinden asla Nobel, yani
yaratıcılık çıkmaz. Nobel ödülü, ancak
2015 yılı Nobel Edebiyat Ödülü
İsveç Akademisi 2015 Nobel Edebiyat Ödülü'nü, Belaruslu gazeteci yazar Svetlana
Alexievich'e verdi.
Akademi'nin Başkanı Sara Danius açıklamasında, "Alexievich'in çalışmaları, günümüz
dünyasında eziyet ve cesaretin anıtıdır." dedi.
Ukrayna'nın Stanislav kentinde 1948'de dünyaya gelen Aleksiyeviç, 1972 yılında Minsk
Üniversitesi Gazetecilik Bölümü'nden mezun oldu. Muhabirlik yaptı. Röportajları büyük
ilgi çekti. Sonraları edebiyata yöneldi. 1986'daki Çernobil faciasına tanıklık edenlerle ilgili
"Çernobil'den Sesler: Nükleer bir Felaketin Sözlü Tarihi" adlı kitabını 1997'de yayımlayan
Aleksiyeviç, 2000 yılında hükümeti eleştiren yazıları nedeniyle hakkında açılan
soruşturmanın ardından ülkesinden ayrıldı. On yıl boyunca Fransa, Almanya ve İsveç'te yaşadıktan sonra 2011'de
ülkesine döndü.
Aleksiyeviç'in eserleri, birçok dile çevrildi. Türkçe'ye çevrilen eserleri arasında "Nazi İşgalinde Sovyet Kadınlar"
ve "Çernobil'den Sesler: Nükleer bir Felaketin Sözlü Tarihi" bulunuyor.
Not: Nobel Ödülü, 27 Kasım 1895 tarihli ve 30 Aralık 1896 tarihinde Stockholm'de açıklanan vasiyetnamesiyle Nobel
tarafından kurulan derneğin verdiği, insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan prestijli bir ödüldür. İlk Nobel
Ödülleri 1901 yılında verilmeye başlanmıştır.
-6-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Yeni eğitim-öğretim yılı başlamışken…
OKULLAR AÇILMIŞKEN...
Ali KAYA*
[email protected]
Üstlerinde formaları, sırtlarında çantaları, koşar
adımlarla yürüdüler okul yollarından. Sevgiyle
sarıldılar birbirlerine… Öğretmenlerinin ellerinden
öpenler, yanaklarından öpüldüler. Annesinin eline
benzer bir elin parmakları dolaştı kısaltılmış saçlarının
arasında! Sevgiyle sarsıldı o güzel başı! Bir ürperti, bir
sıcaklık duydu bu okşayışta!
gerçekleşti hep. Oysa bu sessiz kitle; kendi geleceğiyle
ilgili böylesine önemli bir konuda; düşüncesi bile
alınmadan, nasıl bir eğitim istediği sorulmadan; istemleri
bilinmesine karşın hiç biri yerine getirilmeden, büyükleri
nasıl uygun görmüşlerse öylece yönlendirilmeye çalışıldı.
Üniversiteyle birlikte ömürlerinin üçte birini
verdikleri bu yerde, kendi dar dünyamızda neyi nasıl
istiyorsak, öyle bir zorlamayla yönlendirmeye çalıştık
çocuklarımızı... Özlemlerine ve yeteneklerine göre değil
de aldığı puana göre, belki hiç yeteneği olmayan bir
bölüme istem dışı da olsa yerleştirdik onları...
Kimileri sarışın, mavi gözleri boncuk boncuk...
Kimileri esmer, üzüm karası, kömür karası gözleri!
Geleceğe dönük umut dolu bakışları... Ana-babalarının
gözündeki ve gönlündeki kadar güzel çocuklar!
Kimileri mutlu, yüzleri güleç... Onların zeki
çocuklar olduğu gözlerindeki bakışlardan bellidir.
Kimileri sıkılgan, biraz da utangaç… Bir eziklik, bir
mutsuzluk var kuşkuyla bakan ürkek bakışlarında.
Kimileri kaygılardan uzak, yürekleri geniş çocuklar...
Düşünebilme ve her şeyi öğrenebilme açlığıyla
toplanmışlardı "OKUL" denilen bu çatının altında…
Gereği gibi yetiştiremedik, bilgilendiremedik onları.
Oysa ki ne büyük beklentileri vardı hayattan…
Yaşamdan kopuk, hepten ezbere dayalı kuru bilgilerle
doldurduk körpecik beyinlerini.
Sorunların ve zorlukların, kendilerine düşen
paylarını aşarak gelebilmişlerdi buralara. Büyük
kentlerde semtler geçerek, kırsal alanlarda dereler,
tepeler, bayırlar aşarak, taşımalı sisteme bile uyum
sağlayarak ulaşabilmişlerdi o kutsal bildikleri
okullarına...
Bir bölgenin yazlarının sıcak ve kurak, kışlarının ılık
ve yağışlı olduğunu sular seller gibi ezberlettik de "FAY
HATTI" ndan hiç söz etmedik onlara…Sineklerin trake
borularını, solucanların halkalarını, sindirim sistemlerini,
midyenin kan dolaşımını öğrettik de bir deprem ânında
bile nasıl davranmamız gerektiğini ne yazık ki
öğretemedik çocuklarımıza!..
Sayıları kadar çoktu zorlukları ve sorunlarıyla gelen
sorumlulukları... Şöyle ya da böyle hepsini aşarak
gelebilmişlerdi, 28 Eylül'ün son pazartesi günü,
gecikmeyle başlayan okullarına...
Hep toprağın üstünü çizdik haritalar üzerine.
Göllerimizin derinliklerini, akarsularımızın
uzunluklarını, dağlarımızın yüksekliğini, ovalarımızın
genişliğini, yaylalarımızın serinliğini anlattık da sanayi
artıklarıyla denizlerimizi kimlerin nasıl kirlettiğini,
yerüstü ve yeraltı zenginliklerimizin kimlere peşkeş
çekildiğini, kimlerin bu tür kirli pazarlıklardan çıkar
Cumhuriyetimizin 10. yılından beri söyleye
geldiğimiz ve yürekten duyarak okuduğumuz;
"ON YILDA 15 MİLYON GENÇ YARATTIK HER
YAŞTA" sözlerindekinden daha da çoktular. Yani bu yıl,
18 milyona ulaştı okullu çocuklarımızın sayısı.
Öğretmen sayısı da 900 bine… Hatta öğrencilerimiz,
Cumhuriyetimizin o ilk yıllarındaki savaşlardan arta
kalan nüfusumuzdan bile çoktular. Her yıl giderek artan
sayılarıyla da bugünkü ülke nüfusumuzun üçte birinden
daha da fazlaydılar.
Öğretmenleri ve diğer eğitim çalışanlarıyla birlikte
19 milyonu aşmış bu sessiz kitle birleşip de sendikal bir
güç oluşturabilse, ülkede yer yerinden oynardı.
Yarınların hak aramasını bilen toplumu -görmeliydiniznasıl yetişirdi o zaman…
Kendileriyle ilgili tüm yasa ve yönetmelikler, üst
yönetimin o akıl almaz istemleri doğrultusunda
Dün
-7-
1938 FOTO TEVFİK
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
sağladığını izin vermediler, anlatamadık, öğretemedik
çocuklarımıza...
Binlerce yıllık ormanlarımızın her yıl yüzlerce
hektarlık bölümünün yanıp kül olduğunu ve bu yangın
yerlerinden kimlerin rant (getiri) sağladığından hiç söz
etmedik. Kozak Yaylasının, Kaz Dağlarının nasıl ve
neden yağmalanıp talan edildiğini… Su
kaynaklarımızın giderek neden azaldığını, dünyamızın
ve mevsimlerin giderek nasıl değiştiğini, bunun
nedenlerini, niçinlerini de tartışamadık sınıflarda, izin
vermediler.
Henüz "Temel Eğitim” sorununu bile çözememiş
bir ülkede hep birlikte yaşıyoruz. İmamla türbana
takılmış eğitimimizin yıllardır patinaj yaptığını yedi
âlem herkes biliyor. İslam kökten dinciliğinin bayrağı
olan türbanın, siyasi iktidarların da desteğiyle üniversite
kapılarını ve devlet dairelerini nasıl zorladığını da
biliyor herkes.
Bugün
kitaplar dağıtırken çocuklara “Harçlıklarınızı bize
gönderin ki kurşun alabilelim” diyerek onların
harçlıklarına göz dikti. Bakanlık koltuğunu işgal eden
bu kişi ertesi gün gazetecilerin bir sorusu üzerine hiç
yüzü bile kızarmadan, “özür dilerim kitabı incelemeden
dağıtmışım“ diyeceği yerde “Ne varmış bunda”
diyebilme aymazlığını bile gösterdi.
Yarınların umudu çocuklarımız, deneme tahtası
olmaktan bıktılar artık. 6 yaş grubu dedik, olmadı…60
aylıkken ana kucağından koparıp aldık, gözleri yaşlı
okul yollarına saldık sabahın kör karanlığında. Henüz
oyun çağına bile gelmemiş yavrucaklarımıza yazık
ettik!..
Yüz binlerce üniversite mezunu öğretmen adayı
yıllardır atanmayı beklerken, eğitimci olmayan
imamları öğretmen diye sınıflara soktular.
Çocuklarımızın körpecik beyinlerini örümcek ağlarıyla
örmeyi sürdürürken, biz aydınlar; tüm bu olup bitenlere
göz yumduk, isyan etmedik bu keyfi uygulamaya.
Çok amaçlıyı denedik, tutmadı. Çok programlı lise
dedik, programı uygulayacak öğretmen bulamadık.
Beceremedik hiç birini, yüzümüze gözümüze
bulaştırdık her şeyi… Din derslerini önce isteğe bağlı
olsun dedik, kafalar karıştı. Sonra da zorunlu hale
getirdik. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine baş
vuranlar haklı çıktılar. AİHM kararını da hiçe saydık,
görmezden, bilmezden geldik. Kaç kuşak harcandı bu
“dindar ve kindar bir nesil yetiştirme” ihtirasları
yüzünden.
90 yıllık cumhuriyet tarihimizde eğitimimizi köklü
bir "devlet politikası" haline getirememenin acılarını
yaşıyor, sıkıntılarını çekiyoruz ulusça.
Her iktidar, kendi politikalarına ve kafalarına göre
yön verdi okullara. Tevhidi-i Tedrisat'a rağmen her
mahallede çığ gibi kuran kursları türedi. Bu da yetmedi
neredeyse tüm liseler İmam Hatip okulları olurken, bu
yollarla geleceğe kötü tohumlar ekildiğinin kimse
ayrımına varmadı. Cami sayısı okul sayısını geçti. İmam
Hatip kulları sanat okullarını katlarken, yozlaşma ivme
kazandı bu ülkede. Bakalım, daha nereye kadar gider bu
başıbozukluk, hep birlikte yaşayarak göreceğiz.
Taşımalı sistemde kazaların önüne geçemedik.
Okullarda yemek verelim denildi, kokuşmuş bayat,
hatta bozulmuş yiyeceklerden toplu zehirlenmeler oldu.
21. yüzyılda bile biz, bir eğitimin temellerindeki taşla
toprağı, harçla tuğlayı birbirine karıştırdık, oturtamadık
temeli.
Aslında, geçtiğimiz yılların flaş olayı şu Gezi Parkı
başkaldırısı, biraz geç kalmış isyanıdır halkımızın. Daha
eğitimimizdeki dört dörtlük eğitim rezaleti kararının
alındığı günlerde yapılmış olsaydı bu halk direnişi,
böyle bir rezalet yaşanmamış olacak ve geri adım atmak
zorunda kalacaklardı. Türk gençliği, Atasının “Gençliğe
Söylevi”nden , “Bursa Nutku”ndan ve “damarlarındaki
asil kandan” aldığı güçle kendiliğinden “Haziran
Hareketi”yle şahlanışa geçti yaşlısı, genci, kadını
erkeği… Yurdun her köşesinde “isyanları” oynadı
ülkesini sevenler.
Köylerdeki okulları kapatarak, öğretmenlerimizi
şehirlere çektik ve imamların insafına terk ettik
köylerimizi. Bile bile karanlıkta bıraktık onları.Anadolu
bozkırını aydınlatacak o bir tek mumu, meşaleyi göz
göre göre söndürdük, göz yumduk köylerimizin
karanlıkta kalmalarına.
Bu da yetmedi… Cumhuriyetle veAtatürk'le sorunu
olanlar bunu da yeterli bulmadılar. Gençliği harekete
geçiren “Hitabe”yi ve Atatürk'ün posterlerini
duvarlardan, TC'yi tabelalardan indirme cüretini bile
gösterdiler hiç utanıp sıkılmadan... “Andımızı”
yasakladılar. “Türk'üm, çalışkanım…” demek suç
sayıldı ülkemizde. Adının başında “Milli” yazan bir
bakan okulların açıldığı gün savaş çığırtkanlığı yapan
Uyuyan halkımız, üzerindeki ölü toprağını
silkeleyip bir atabilse, ah bi atabilse… Emin olun ondan
sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı da herkesçe
biline…
-8-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Güncellenen bir konu:
"Mankurt / Mankurtlaşma"
Hüseyin YAŞAR
[email protected]
diye sorgulamadan önce, okullarımız ne işe yarar,
sorusunun yanıtını aramamız gerekir.
Okullar açılacağı zaman hep bu sözcükler aklıma
gelir. Ne olduklarını anlatınca, neden hep eylüllerde
okullarımızı ve insanlarımızı anımsadığıma hak
verirsiniz, diye düşünüyorum.
Okullarımızda dersler derslik denilen kutularda
yapılır. Laboratuvara ve gerçek laboratuvar olan doğal
ortama gidilmez, ya da nadiren gidilir. Beyin,
derslikteki aynı uyarıcıları uzun süre algılamaktan
usandığı için, bir süre sonra hayal alemine dalar. Bu
durumda öğrenci, bedensel olarak sınıfta, fakat zihinsel
o l a r a k b a ş k a y e r l e r d e d i r. A n l a t ı l a n l a r ı
duyumsamaksızın deftere yazar, sonra bunları bir dua
gibi ezberler. Bilgiler, vücuda giren yabancı bir madde
gibidir. Çünkü merak edilip sorgulanmamış /
denenmemiş, yani işlenip kişiye mal olmamıştır.
Cengiz Ayıtmatov ,''Gün Uzar Yüzyıl Olur'' adlı
romanında, Avarların(M.S. ııı.-ıv.yy.) ele geçirdikleri
esirlere uyguladıkları işkenceleri anlatır:
Tutsaklardan sağlıklı olanların kafa derisi
yüzülür. Yüzülen kafaya taze deve derisi geçirilir.
Tutsak aç-susuz ıssız bir çöle atılır. Deri
kurudukça kafayı sıkar. Çıkan saçlar da deri
engellediği için, yukarıya doğru çıkamaz; aşağıya,
beyine doğru ilerler. Beyine batan saçlar, kuruyan
ve onun için kafayı sıkan derinin verdiği acı bilinç
kaybına yol açar. Bu noktadan sonra kendisine
kim su ve yiyecek verirse o kişiye itaat eden bir
''insan ''tipi ortaya çıkar. O kişi artık onun
efendisidir. Bu olaya mankurtlaşma, ortaya çıkan
canlı robota da mankurt denir.
İçeriği ve güncelliği tartışılmaya muhtaç olan
müfredat, öğretmenler aracılığı ile öğrencilere, mutlak
doğrularmış gibi bellettirilir. Öğrenci, büyüklerin her
dediği doğrudur, anlayışı ile verilen bilgileri
tartışmadan ve sorgulamadan kabul eder. Sınavlarda
dört veya beş seçenekle bukağılanmış test soruları ile
akademik(!) bilgileri ölçülür(!).4 veya 5 seçeneğin
dışında düşünmeye gerek yoktur ve bunların dışında
verilecek yanıt da geçersizdir. Bu yaklaşım, karşıdakini
zihinsel olarak tecavüz ederek,
efendi-mankurt
ikilisini ve ilişkisini yaratmayı amaçlamaktadır.
O zamanlar, mankurtlara en olumsuz koşullarda
deve güttürülürdü. Asya çöllerinin sıcağında ve
soğuğunda en ufak şikâyetleri olmazdı. Biraz yiyecek
ve sırtlarına giyecek bir hırkadan başka istekleri
olmazdı.
Mankurtlar düşünmez ve hissetmezler. Bilgileri
verilen talimatlardan ibaretti. Merak etmezler. Verilen
talimatlara itirazsız itaat ederler. Efendilerinin
dostlarına dost, düşmanlarına düşman olurlardı.
Efendisinin söylediklerine kalben inanırlar, kuşku
duymazlar. Efendileri adeta tanrı mertebesindedir.
Onun söylediklerinin dışında doğru yoktur,
tek/mutlak doğrularına karşı çıkanları affetmezler.
Avarlar'dan 1500 yıl sonra da, mankurtlaşma
modern okul binalarında halen sürüp gitmektedir.
Sokakları dolduran mankurtların adresi işte burasıdır.
Bu anlatılanlar size yabancı gelmemiştir, diye
düşünüyorum. Çünkü çevremizde, betimlenen bu
insan tipinden milyonlarcası bulunuyor.
Ortaya atılan bir söylentinin doğruluğunu
araştırmaya gerek görmezler, hemen inanıp saldırıya
geçerler. Bolu'da bir söylentiye uyarak, kalabalık bir
grubun G. Doğulu işçilerin kaldıkları binayı ateşe
vermeleri gibi. Provokasyona müsaittirler.
Mankurtlar, efendileri ülkeyi dini, etnik,
mezhepsel, biz/siz olarak parçalasa bile ondan
vazgeçmezler. Yanlışı sorgulamazlar, tersine ona sahip
çıkarak doğruya gideceklerine inanırlar. Çevreye
bakınız.
Böylesi bir toplumda demokrasi var mıdır?
Teknoloji gelişmiş midir? Gelişmemişse öncelikle
ekonomik ve buna bağlı olarak ulusal bağımsızlıktan
söz edilebilir mi? Seçimlerden çıkan sonuç sağlıklı
mıdır? Yoksa seçim sonuçları, çoğulcu görünüşlü
tekilci bir sonuç mudur?
Ülkemizde ''En büyük tehlike eyleme geçen
cehalettir' ve sokağı ele geçirmiştir ve sokak bütün
kurumları kuşatmış bulunaktadır. Ne dersiniz? Dostça
selam
Nereden yetişir bu insan tipleri, ocağı neresidir,
-9-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Geldiğimiz noktada,
E. Atabek'ten
“Yerli ve milli” ye
dair bir alıntı
DEVE
T. Ayhan ÇIKIN*
[email protected]
….
Bir okuldayız. Yerli Mallar Haftası işleniyor.
Öğrenciler evlerinden meyveler getirmişler. Baktım,
elmalar gelmiş, Şili'den; muz gelmiş, Çikita,
Brezilya'dan; Kivi gelmiş, Honduras'tan. Çocukların
giysileri L.C.Waikiki'den, Benetton'dan, Lacost'tan.
Ayaklarında Adidas'tan, Nike'dan. Cep telefonları
Samsung'dan. Gülmüştüm. Yanımdakilere “Tek yerli
mal çocukların kendileri” demiştim. Onlar da
gülmüşlerdi ya, yanlıştı yorumum. Çocukların
biyolojileri yerliydi, ama kültürleri ne yerliydi ne de
milli.
- Gülcan Eraktan'a teşekkürlerimleSakallı, şalvarlı
Mollanın biri
Duraktaki taksiden
Girer de içeri
Hareket eder taksi
Radyoda güzel bir melodi
Güneşle birlikte
Güzellikler sunmaktadır
Şehrin kirlenmiş iklimine
Yükselir mollanın sesi :
“Kapat radyoyu
Günahtır müzik
Yoktu peygamber efendimiz döneminde”
İzledikleri filmler Amerikan filmleriydi. Görmek
istedikleri yer Disneyland'dı. Aileleri çocuklarının
İngilizce bilmesiyle övünüyordu. Bu övünç
üniversite sonuna kadar devam edecekti.
Kibarca kapattı radyoyu sürücü
Çekip arabayı kenara
İnip açtı kapıyı
“Lütfen beyefendi ininiz
Peygamber efendimiz döneminde
Yoktu taksi, araba
Siz en iyisi
Karşı sokağın başında
Bir deve bekleyiniz”
Milli Eğitim'in adı milli idi, eğitimi ise milli
değildi. Yetkililer anaokulundan başlayarak din
eğitimi yapılmasını istiyorlardı. Osmanlıca
öğrenilmeliydi, Arapça bilinmeliydi, aslında
istedikleri Arap alfabesine dönmekti. Eğitim
Amerika ile Arap kökenli kültür arasına
yerleştirilmek isteniyordu. Aslında tek “milli eğitim”
hamlesi Köy Enstitüleri idi. O da “köylüler uyanır da
toprak sahibi olmak ister, hayatlarına, emeklerine
sahip çıkar” korkusu ile gerici iktidarlar eliyle
kapatılmıştı. Geri yanı yerli de olmayan, milli de
olmayan diploma fabrikaları idi.
E-POSTA
1.
Ne zaman ki unutulduğumu düşünsem
Bir sincap girer e-postama
Mazi kaybolup giderken
Anımsatır hala
- bir dostun varlığına2.
geldi hazan ayları soldurdu gülümü
güz rengi yapraklardan kovdum ölümü
görmedim, girmedim, gezmedim bahçende
ne zormuş sanal âlemde yaşamak zulmü
Neyiniz yerli, neyiniz milli? Diliniz Türkçe. Sizi
siz yapan dilinizdir. Türkçeye önem mi
veriyorsunuz? Geçmişinizde Arapça var, Farsça var,
ona sarılıyorsunuz. Geleceğinizi İngilizce'de
görüyorsunuz. Dahası Çinceyi öğreneceksiniz.
Türkçe'yi kuşa çevirdiniz. Twitter'in cıvıltıları ile
Facebook'un kısaltmaları arasında yeni bir dil oluştu.
Siyaset diliniz “yahu ile ulan arasında” yeni bir üslup
kazandı.
Kala kala, “milli marş” ile “milli takım” kaldı.
Geri yanı ortada.….
* Prof. Dr. - Emekli öğretim üyesi
28.09.2015-Cumhuriyet
-10-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
CAHİT KAVCAR'IN
ÖĞRETMENLİKTE 50. YIL
(1965-2015) TOPLANTISI
VE KONUŞMASI
Arş. Gör. Sedat KARAGÜL
[email protected]
Bu güzel tablo karşısında ağlar mıyım diye
korkuyorum. Eğer ağlarsam mutluluk ağlaması olur
bu. İnanın beni çok duygulandırdınız.
Sevgili sunucumuz öğrencim İlknur Türkkaan'a,
biraz önceki çok güzel müzik dinletisini sunan
müzisyen öğrencim Zeynep Ünver ve pırıl pırıl iki
öğrencisi Gökçe ve Görkem'e, slayt gösterisi için
Düzenleme Kurulumuza özel teşekkürlerim var.
Açılış konuşmaları için Armağan Kitap
Düzenleme Kurulu Başkanı Münevver Oğan'a ve
Sevgili Dekanımız, öğrencim Prof. Ayşe Çakır İlhan'a
çok güzel sözleri için teşekkürlerimi sunuyorum.
Sayın konuklar, gerçek anlamda bir
sanat olan öğretmenlik mesleğini 50 yıl
yaşamış ve yaşatmış olmak, binlerce on
binlerce öğrenci yetiştirmek bir kişi için
büyük bir onurdur. İşte sizin sayenizde
bu mutlu kişilerden biriyim ben.
İçinizde henüz emekli olmayanların
da sağlıkla ve yüz akıyla 50 yıl ve daha
fazla hizmet etmelerini, bu duyguları
yaşamalarını diliyorum.
50 yıl önce 22 yaşında genç, toy bir
lise öğretmeni meslek defterinin ilk
sayfasını Kars'ta, Alpaslan Lisesi'nde
açıyor. Saçı başı yerinde, bayağı
yakışıklı gencecik bir öğretmen. Bir ara
Kars Göle'de bir mandırada bir buzağı
ile fotoğraf çektiriyor. Çok samimi bir
poz bu. Armağan Kitap, sayfa 473'te bu
fotoğraf. Buzağı benden daha yakışıklı.
Göreceksiniz. Çok sevdiğim bir fotoğraf o. Şu an
aramızda o dönem Kars Alpaslan Lisesi'nden 7
öğrencim var. Biraz sonra tanışırsınız 50 yıl önceki
öğrencilerimle.
Ve 50 yıl defteri Ankara Üniversitesi Eğitim
Bilimleri Fakültesi'nde sona eriyor. Arada Bilkent
Üniversitesi, Malatya İnönü Üniversitesi, İzmir Dokuz
Eylül Üniversitesi'nde yıllar süren çalışmalar var. Ama
Ankara Üniversitesinden hiç kopmadan oldu bunlar.
Sağlıkla, yüz akıyla bitiyor defter. İşte bu büyük onur.
50 yıl ne götürdü? Gençliğimi. 22 yaşındaki genç
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cahit KAVCAR
öğretmenlikte 50 yılını doldurdu. 1965 yılında
Ankara Yüksek Öğretmen Okulu ile Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitiren Prof. Kavcar, aynı
yıl Kars Alpaslan Lisesi'nde edebiyat öğretmeni
olarak mesleğe başladı, 2010 yılında yaş sınırı
nedeniyle Ankara Üniversitesi'nden emekli oldu.
Ama yüksek lisans ve doktora dersleri ile tez
danışmanlığına devam etti, halen de ediyor.
Meslekte 50 yıl dolayısıyla Prof. Kavcar'ın
öğrencileri Öğretmenlikte 50 Yıl
(1965-2015) – Prof. Dr. Cahit
Kavcar'a Armağan adıyla bir kitap
çıkardılar (Ankara 2015, Anı Yayıncılık,
506 sayfa). Altı ana bölümden oluşan bu
kitap Mart 2015'te yayımlandı.
Kitabın ana bölümleri: 1. Cahit
Kavcar ve Başlıca Çalışmaları, 2. Anılar
Görüşler İzlenimler, 3. Cahit Kavcar'ın
Birkaç Makalesi, 4. Ekler, 5. Özgeçmişi,
6. Cahit Kavcar Albümünden. “Anılar
Görüşler İzlenimler” bölümünde 103
öğrencisi ve meslektaşının yazıları yer
almaktadır.
8 Mayıs 2015 günü saat 16.00'da
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Fakültesi Hasan Âli Yücel Salonu'nda
bir toplantı yapıldı, bu armağan kitap,
yazarlarına ve davetlilere sunuldu.
Toplantıya geniş bir katılım oldu. Bu arada çeşitli
konuşmalar yapıldı, müzik dinletisi sunuldu, Cahit
Kavcar teşekkür konuşması yaptı, şiirler okundu ve
akşam Çınar Restoran'da yemek yenildi.
Cahit Kavcar'ın Konuşması
“Sevgili Dekanım, Sayın Konuklar, Sevgili
Öğrencilerim,
Hoş geldiniz, onur verdiniz. Güzel ülkemizin
çeşitli yerlerinden, Kıbrıs'tan ve başkentimizden bu
toplantı için koşup geldiniz, beni çok mutlu ettiniz.
Hepinize ayrı ayrı, içten teşekkürlerimi sunuyorum.
-11-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
konuşurken, “Yaş 25'i geçince
sağlık sorunları, hastalıklar
normal” diyorum. Şu an
salonumuzda 25'ini geçen galiba 4
kişi varız. Biri ben, biri Milli Eğitim
Bakanlığı Emekli Müsteşar
Yardımcısı Mehmet Gündüz, biri
önceki dekanlarımızdan
Nizamettin Koç, biri de Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi Emekli
Öğretim Üyesi Hayrettin
Parlakyıldız. Kalan hepiniz 25'ten
küçüksünüz. Hoşunuza gitti mi?
Sevgili konuklar, bütün
gücümle bir Cumhuriyet öğretmeni
olarak görev yapmaya çalıştım.
Sizleri de Cumhuriyetin
temellerine, ilkelerine,
devrimlerine gönülden bağlı olarak
görüyor, bundan büyük mutluluk duyuyorum.
Cumhuriyeti kuranlara ve Büyük Önder'e olan gönül
borcumuzu ödemek kolay değil.
Armağan Kitabın çok değerli yazarları, bu kitap
sizin eserinizdir. İçindeki yazıların çok güzel ve çarpıcı
olduğunu göreceksiniz. Beni çok etkiledi, çok
duygulandırdı bu yazılar. Hepinize en içten
teşekkürlerimi sunuyorum. Yazılarınızla kitabımızı
renklendirip zenginleştirdiniz, değerini arttırdınız.
Kitabımızda 103 yazarımızın anıları, görüşleri ve
izlenimleri yer alıyor.
En içten teşekkürlerimden biri Düzenleme
Kurulumuza. Münevver Oğan, Dr. Saliha Karagöz
Güzel ve Arş. Gör. Sedat Karagül bir yılı aşkın bir
zamandan beri bu Armağan Kitap için canla başla
çalıştılar. Üçü de öğrencim olan bu üyelerimize en
derin teşekkürlerimi sunuyorum. En çok emek veren ve
en çok yorulan Sedat Karagül olduğunu da
belirtmeliyim.
Sayın konuklar, Düzenleme Kurulumuzu ve
yazarlarımızı hep birlikte bir alkışlayalım lütfen.
Bu güzel baskıyı gerçekleştiren Anı Yayıncılık'ın
sahibi Özer Daşcan ve çalışma arkadaşlarına, özellikle
teknik eleman Yeliz Güner'e çok teşekkür ederim.
Toplantımızın bundan sonraki kısmını yönetecek
olan, kendisiyle her zaman övündüğüm öğrencim Prof.
Sedat Sever'e candan bir teşekkürüm var.
Son olarak, hayal olan bir dileğimi ve önerimi
belirtecek, bir şiirle bitireceğim. Hayal dileğim ve
önerim, bundan sonraki 50. yılı da yani 100. yılı yine
hep birlikte bu salonda kutlamaktır. O zaman, yani
2065 yılında ben 122 yaşında, sizin pek çoğunuz da
100 yaşından fazla olacağız. Var mısınız sayın
konuklar?
öğretmenin yerinde şu an
karşınızda 72 yaşında, kel kafalı,
bembeyaz saçlı, yaşlı bir öğretmen
var. Ağlayayım mı şimdi? Hayır.
Nedenini az sonra belirteceğim.
Zaman zaman kendi kendime,
ünlü şairimiz Tarancı' nın şu
dizelerini okurum:
Şakaklarıma kar mı yağdı ne
var
Benim mi Allah'ım bu çizgili
yüz
Ya gözler altındaki mor
halkalar
Neden böyle düşman
görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar
Zamanla nasıl değişiyor insan
Hangi resmime baksam ben değilim
Nerde o günler o şevk o heyecan
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan
Peki üzgün müyüm? Hayır. Öyleyse 50 yıl ne
getirdi? Şu güzel tabloyu, sizleri getirdi. On binlerce
öğrencimi, bu Armağan Kitabı getirdi. 5 yıl önceki
Çalıştayı ve Çalıştay Kitabını getirdi.
Çocuklarımı, torunlarımı getirdi. Küçük torunum
3 yaşındaydı. Ben evde bir dostla konuşurken, “Cep
telefonuyla fotoğraf çekmeyi bilmiyorum” dedim.
Oyun oynarken bunu duyan torunum, “Dede ben sana
bunu öğretirim.” dedi.
Güzel değil mi? Şimdi 5 yaşında olan 3 yaşındaki
bir enik, 70 yaşındaki dedesine ders veriyor. 50 yıl bu
torunumu da getirdi.
22 yaşındayken bu saydıklarımın hiçbiri yoktu.
Çünkü o zaman 50 yıllık bir öğretmen değildim.
Bu nedenle hiç üzgün değilim dostlar. Çünkü
insan yaşamında her dönemin özellikleri, güzellikleri
var.
Yaşamda yaşlanmak var, yaş almak var. Tam yeri
gelmişken nefis bir kitabı anacağım. Mina Urgan'ın
“Bir Dinozorun Anıları” kitabını. Henüz
okumayanlara özellikle öneriyorum. Yaşlanmak, yaş
almak konusunda çok seveceksiniz.
Yaş almanın getirdiği önemli bir durum sağlık
sorunları, hastalıklar ve ilaç kullanmalar.Artık onlarla
birlikte yaşamayı da öğrendik, öğreniyoruz. Zaten
başka çare yok. Ne yapalım, hayat “goley” değil.
Birçoğunuz bilir, ben dostlarımla, sevdiklerimle
-12-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
SEN
GİDİNCE
Emin UGUNLU
[email protected]
Sen gidince
Suyun niçinliğine dönerdi
Kaygılarımın yaralı kuşkuları
Şimdi şiire geçiyoruz. Çok ünlü bir şairimizin çok
ünlü bir şiiri:
Anlatamıyorum
Ağlasam sesimi duyar mısınız
Mısralarımda?
Dokunabilir misiniz
Gözyaşlarıma ellerinizle?
Kendimden kalkar kendime gider
Hiçliğin hiçliğine uçardım
Kuş dallarına kuşlarının konamadığı zamanların
En uçlarına konardım
Oradan başlardı sana gitmemin yolu
Sensizliğinde
Uzun uzun kalırdı
Sancılanan zamanlarım
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Su, çiçeklerin köklerindeki senliğe inerdi
Ben, suyun en içindeki damarların doğumunda akardım
Sen gidince
Yıldızların ağrılarının arkasına
Sensizliği
Taşın sancılarının aynasında arardım
Bir yer var, biliyorum
Her şeyi söylemek mümkün
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum,
Anlatamıyorum.
Orhan Veli
Yağmur, gözyaşlarını içine atar
Sancılarının yankılarını saklayarak yağardı
Bunu sensizliğin kahrına yorardım
Sen gidince
Tekrar hoş geldiniz diyor, bana unutulmaz onur
verdiğiniz için teşekkürler, sevgiler ve saygılar
sunuyorum.”
Uçurum, en dipteki özleminin
En ağrılı yerine
Yüreğindeki yangından bakardı
Ben, iç denizlerimin bir solgun kıyısında
Ağlardım
Sen gidince
Adres: Sedat Karagül
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
3220 Numaralı Oda
Cebeci-ANKARA
Telefon: +90 312 363 33 50 / 3220
---------------------------------------Not: Öncelikle Cahit Kavcar'ı 50 yıllık hizmeti için
yürekten kutluyoruz. Yazı içinde fotoğrafını gördüğünüz
söz konusu kitaptan derneğimize ve bana da göndermiş.
Kitaptan bazı yazıları hemen okudum ki hepsini
okuyacağım. İlk izlenimim, yazıları olan öğrencileri
sanki Adabelen'den yetişmişlerdi. Yazılarda hep
Adabelen havası var. Bundan onurlandık, gururlandık.
Kendisine içten teşekkür ediyoruz. Saygı ve sevgilerimizi
yolluyoruz.
İsmail Tuna -Adabelen
-13-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
O ADAMI RAHATSIZ
ETTİM
Rıza YETİM
[email protected]
olmadı.Ayrılırken, “Amca, “ diye uyardım.
“ Senin için sen de ben de iyi yapmadık. Bu, kökten
bir çözüm değil.”
“ Değilse, kökten çözüm nedir bana söyleyebilir
misin? “
“ Onu ben değil, sen bulacaksın. “
Adam, allak bullak olmuştu, nereye gidecekse
benden ayrılırken bir hayli tedirgin ayrıldı. Belki de
insan olduğunun ayrımına varır, diye düşündüm;
ayrımına varır ve uykusu kaçar bir parça insanlık,
ufacık bir beyin varsa onda.
Onu sık sık görüyordum, çöp kutusundan yiyecek
bir şeyler topluyordu. Saçı sakalına karışmış, altmış
yetmiş yaşlarında, acınası bir kocaydı. O gün
sezdirmeden yanına yaklaşmıştım.
“ Ne yapıyorsun? “ diye sordum.
“ Kendime yiyecek bir şeyler topluyorum.”
“ Pis ve zararlı değil mi.?
“ Pis ve zararlı diye beğenmemezlik etsem, açlıktan
ölür giderim.”
“ Peki, neden bu duruma düştün hiç düşündün mü? “
“ Neye düşüneyim, alın yazım bu. Allah öyle
istemiş. “
“ Allah neye öyle istesin, seni de, varsılları da, işi
olanları da, işi olmayanları da o yaratmadı mı? Hem
Allah haksızlık eder mi kendi yarattığı kullara? Kendi
suçunu, düzenin suçunu neyeAllah'a yüklüyorsun? “
“ Haşa, etmez ama ben yazgıya inanırım. Benim
yazgım, ben doğmadan yetmiş bin sene önce
yazılmıştır.”
“ Demek ki, bu haksızlığı, bu acımasızlığı Allah
yapıyor sana? “
“Allah yapmıyorsa, kim yapıyor öyleyse? “
“ Neden başımızdakileri düşünmüyorsun? “
“ Hiç olur mu beyim, onlar bizi Allah adına
yönetiyorlar. Hem büyüklerimize karşı gelmek, onlara
kötü söz söylemek çok günahtır. “
“ Onlar, senin gibi aç değiller ama. Her biri, açgözlü
bir biçimde Karun gibi yaşıyor. “
“ Yaşamasınlar mı? “
“ Sen, ' yaşasınlar,' dersen yaşarlar elbet. Onların sen
ve senin gibilerden istediği de bu zaten. “
“ Peki, ne demeliyim? “
“ Ali' de Veli' de, Ahmet' de, Mehmet' de, Hasan' da,
Hüseyin' de var da, bende niye yok? “ demelisin.
“Suyun başını tutmuş olanlar, hem herkesi, hem de beni
düşünmek, hem herkese, hem de bana iş ve aş vermek
zorunda,” demelisin.
“ Dersem verirler mi? “
“ Demezsen hiç vermezler.”
Durup düşündü kaldı.Aklı karışmış, rahatı kaçmıştı.
Birlikte fırına gittik, ona beş tane ekmek aldım.
Bakkala uğradık, poşetine peynir zeytin, helva
koydurdum. Dünyalar kendinin olmuştu, ama benim
TEPKİSİZLİK, ÖLÜM DEMEKTİR!
“ Göz önünde olup bitenlere kim tepkisiz kalabilir?
Hiç kuşkusuz, yalnızca ölüler.”
“ Öyleyse neden tepki vermiyorsun, ölü müsün? “
“ Ölü değilim ama diri de sayılmam. Çünkü acımasız
vahşi anamalcılar ve onun ortakları, kendimizi bile
tanımayacak hale getirdiler bizi.”
“ Güç kullanarak zorla mı? “
“ Hayır, beynimizi yıkayarak, bir de dolarla.”
“ Sen razı olmasaydın hiçbir şey yapamazlardı.
Örneğin, bağlı olduğuna inandığın ya da öyle sandığın,
'seve seve canımı veririm dediğin Cumhuriyet ve
Atatürkçülük, özgürlük, egemenlik, ülke bütünlüğü
avuçlarının içinden kayıp giderken hiç tepki vermeden
kurbanlık koyun gibi boynunu büküp bakınmakla
yetindin. ' Bu eğitim nereye gidiyor, hani benim
okullarım, gül yüzlü, güneş gözlü yavrularımız ne
olacak,' diye kendine sormadın. Hep bakındın durdun
bakalım ne olacak diye. Ödün patladı “ bana dinsiz “
derler diye. Görüyordun oysa her şey inançlar
kullanılarak tanrı adına inanç adına yapılıyordu. Çalıp
çırpmaların, yakıp yıkmaların, ayırıp seçmelerin,
ötekikeşmelerin, can yakmaların kan dökmelerin,
horlamaların itip kakmaların, insanları kadın erkek diye
ayırıp kadınları aşağılamanın, kadınları hiç acıyıp canlı
canlı doğramanın, kızları on dört yaşında erkeklerin
kucağına itmenin gerekçesi hep din ve tanrıydı. Ne yazık,
sen bunları bilip gördüğün halde sesini çıkarmadın. “
“ Bir başıma ne yapabilirdim? “
“ Öyle söyleme! Her şey birle başlar, bir olmayınca
iki olmaz. Tıpkı damla olmayınca denizin olmayacağı
gibi. “
“ Şimdi algılıyorum bir ve birey olamadığımı. Keşke
-14-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“ İçten olursan inanırlar. Söylemesini bilirsen neden
şimdi olduğunu anlar. “
“ Öyleyse sorun yok? “
“ Çözmek isteyene sorun her zaman vardır, yeter ki
çözmek iste. “
“ İsterim elbette. Ölmedim ya. “
“ Sevindim böyle söylediğine. Çünkü bu bir tepkidir.
Yeterli de olmasa tepkiler, tepkileri doğurur. “
üzerime düşenleri yapsaydım. Keşke rahatıma
kıysaydım. Keşke tepkimi haykırarak, yazarak ortaya
koysaydım. Şimdi çok pişmanım ama iş işten geçti. “
“ Hiçbir zaman iş işten geçmez. Son anda bile
yapılacak bir şeyler vardır. “
“ Şimdi ne yapabilirim örneğin? “
“ En azından yakınlarını uyarıp uyandırabilirsin.
“ Bana inanırlar mı? ' Neden şimdi? ' demezler mi?
AKLINDAN ÇIKAR
Prof. Dr. Osman GÖKÇE
[email protected]
Şardağı'nın önünden kalkan
Atlas Dağı'nın eteğini dolanan
Bir kamyon gelir
Dağları ovaları inleterek
Toz toprak içinde
SuskunTülüce Dağı'nın dibinde
Kantarma'da durur
Harıl harıl nefes alır
Homurdanır
Binerim fasulye çuvalları yüklü sırtına
Yüküne yük eklenir
Muavin “Tamam abi” der
Yağcı bir sesle
Şoför basar gaza
Beyninin en uç köşesinde
Bir yer ayır bana
Bir odacık
Milyonlarca hücreden
Bir hücrecik
Kapat beni
Kilitle kapısını
At anahtarını karanlık kuyulara
Ne varsa geride kalan
Hepsini unut
Aklından çıkar
Kurşun yemiş gibi inler motor
Tekerler döner
Önüm gurbet
Arkam hasret
Ne varsa geride kalan
Hepsini unut
Aklından çıkar
Yeri gelirse
Bir düşün
Sığındığım yere
Sığınmak gereği çıkabilir bir gün
Esendere akmaz olur
Sesini kesebilir
Berit Dağı küser
Baytaran çiçeği
Sarısavruk çiçeği açmaz olur
Gökdam parçalanır
Parça parça düşer başına
O zaman
Kilitlediğin kapıyı çal
Ben açarım içerden
Ne varsa geride kalan
Hepsini unut
Aklından çıkar
Boşanır dizimin bağı
Gözlerim dolar
Yarı bulanık bakarım dağlara
Berit'ten aşağı yaslı bir duman yürür
Doldurur dereleri
Tepeleri örter
Tüm doğayı bürür
Gelir üstüme üstüme
O koca kayalar görünmez olur
Kayalar boyu kamalaklar
Ulu göknarlar
Asırlık ardıç ağaçları kaybolur sisler içinde
Görünmez olur
Ben görünmez olurum
Ne varsa geride kalan
Hepsini unut
Aklından çıkar
Osman Gökçe
Gerence Köyü, 21.07.2015
-15-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bugün git, yarın gel!
Kamu Hizmetleri Nasıl
Yürütülüyor ?
E. Tahsin YÜCEL
[email protected]
etmediler. Belgelerden biri 120 km uzaktaydı. Bunu
iki gün sonra getirebildik. Adı yok denilenler de
evlerine gidip, vergilerini ödediklerini gösteren
belgeleri getirdiler.
İş bununla da bitmedi. Daha önce söylenmeyen
bir çevre temizlik borcu daha çıkardılar.Az miktarda
olduğu için, uğraşmadan ödeyelim diye vezneye
gittik. “ Böyle bir borcunuz yok” karşılığını aldık.
Aynı salonda olan iki masa arasında bile kayıtların
eksik olduğu anlaşılıyordu. Sonunda temiz belgesini
ve buna göre numaralama belgesini alabildik.
Defterdarlıktan da temiz belgesi almak gerekiyordu.
Sabah saat 09.10'da ilgili birime gittik. Bir salonda
sekiz görevli vardı. Biri çalışıyor, diğerleri çay ve
çörekle kahvaltı yapıyordu. On dakika kadar
bekledikten sonra işimizi incelediler. Geçen yıl iki
daire sahibinin gelir vergisini ödemediğini
söylediler. Bunlar da zamanında ödenmişti.
Belgelerini getirmek için iki gün daha uğraştık.
Fakat iş yine bitmedi. Daha önceki yıllardan
birinde tahakkuk yanlış yapılmış. Bundan dolayı
600 000 TL (60 ykrş) borç varmış. Gecikme
cezasıyla birlikte borç 15 milyon TL (15 YTL)
olmuş. “Tahakkuku siz yaptınız. Yanlış yapılmışsa
bizim suçumuz yok. Biz tahakkukta yazılanı
ödedik” dedikse de kabul edilmedi. Temiz belgesini
bir an önce alabilmek için bunu ödedik.
Tapuda belgelerimiz incelendi. Bir dairenin
oturma ruhsatında daire numarası yazılmamış. Bunu
yazdırmamız gerektiği bildirildi. Yeniden
belediyeye gittik. İlgili görevli, konuyu
inceleyeceğini, birkaç gün sonra gelmemizi söyledi.
Bitmiş, on üç yıl önce son oturma ruhsatı alınmış
binanın görülüp incelenmesi anlamsızdı. Numarasız
dairenin hangisi olduğu projede belliydi. Görevliye,
“Sizi şimdi arabayla binaya götürelim” dedik. Şimdi
gidemem. Yarın da hastaneye gideceğim. Ben başka
bir gün görmeye gelirim” karşılığını verdi. Üç gün
sonra yeniden belediyeye gittiğimizde eksik
numaranın tamamlandığını öğrendik. Binayı
görmeye gelen de olmamıştı.
Tapu müdürlüğünde, belediyeden aldığımız
Kamuyla ilgili işler yavaş ve çoğu zaman hatalı
yapılıyor. Bunu gösteren bir anımın, siz Adabelen
Dergisi
okuyucularının ilgisini çekeceğini
umuyorum.
* Bir il merkezindeki arsamıza 1967 yılında
bina yapmaya giriştik. Ruhsatını aldık, kat irtifakı
kurduk. 1967 yılında başlayan yapım işi 1988
yılında bitti. Oturma ruhsatlarını daireler bittikçe
değişik zamanlarda aldık. Dairelerden birine
mahkemece önlem konduğu için 1988 yılında kat
mülkiyetine geçemedik. Mahkeme 13 yıl sonra,
2001 yılında bitti. Kat mülkiyeti için gerekli
işlemlere başladık.
Binanın iki yönden fotoğraflarını çektirdik.
Bunların onaylanması için belediyeye başvurduk.
Görevli kişi “Projesini inceleyeceğim. İki üç gün
sonra gelin” dedi. İki gün sonra gittiğimizde de
“Binanın kat projesinde arkada balkan yok, yan
görünüşlerde ise balkon var,” diye karşı geldi. Biz,
“Bina projesine göre yapıldı. Fotoğraflar projesine
uygun. Değişiklik yok,” deyince onayladı. Binaya
oturma ruhsatı veren aynı belediye idi. Hata varsa
ruhsat verirken söylenmesi gerekirdi. Gerçekte hata
yoktu.
Noterden kat sahipleri listesi yaptırdık. Noter,
tapudaki arsa paylarını gösteren sayıda bir rakamı
yanlış okumuş. Çünkü, tapuda bir rakam okunabilir
biçimde yazılmamış. Noter de toplama bakmamış.
Bu yüzden kat sahipleri listesi yanlış olmuş. Tapu
memuru listeyi kabul etmedi. Hatayı düzeltmek için
yeniden notere gitmek zorunda kaldık.
Belediyeden binadaki daireleri numaralama
belgisini istedik. Emlâk ve çevre temizlik borcumuz
olmadığını gösteren belge istediler. Emlak
Müdürlüğü belediyeye bağlı. Belediye kendisine
bağlı bir birimden belge istiyordu. Bunu kendisi
bilgisayarla öğrenebilirdi. Biz söylenene uyduk,
emlak müdürlüğüne gittik. “ İki yıllık borcu olan
daireler var. Kat maliklerinden ikisinin ise bizde adı
yok. Bize beyanname vermemişler” dediler.
“Bunları ödedik. Geçen yıl da böyle dediniz.
Belgelerini getirip gösterdik” dedikse de kabul
-16-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
daireleri numaralama belgesinde de karışıklık çıktı.
Bir katta iki daire var. İlk iki katta numaralar sağdan
sola doğru verilmiş. Bunlara oturma ruhsatı
alındıktan sonraki yıllarda numaralama sırası
değiştirilmiş, soldan sağa doğru verilmeye
başlanmış. Binamızın üst katlarındaki numaralar
son duruma göre verilmiş. Tapudaki görevli bunun
da düzeltilmesini istedi. Yeniden belediyenin yolunu
tuttuk. Bu düzeltmenin sonucunu dört gün sonra
alabildik. Bu sırada belediyedeki dosyamızı da
görme fırsatı oldu. Belgeler, yazılar dosyanın teline
takılmamıştı, hepsi karma karışıktı. Arananı bulmak
zor oluyordu.
hafta sonra kendisine gelmemizi söyledi.
Bir hafta sonra gittiğimizde tapu kayıtlarında
da hata çıktı. Tapunun yaptığı arsa hissesi
paylaşımında bir elde unutulmuş. Bunu düzeltmek
için bizden imza aldılar. Sonuçta o gün işimiz bitti ve
kat mülkiyeti tapularımızı alabildik.
Bu işlemlerde ortaya çıkan eksiklerde bizim hiç
hatamız, suçumuz yoktu. Belediye fen ve emlak
müdürlüklerinde, noterde, defterdarlık vergi
müdürlüğünde, tapu müdürlüğünde; kısacası
işlemlerin yapıldığı her birimde kayıtlar sağlam
değildi. Bunun nedeni, görevlilerin verimsiz
çalışmaları, dikkatsizlikleri ve baştan savma iş
yapmalarıdır. Bu da işe uygun eleman almamaktan
kaynaklanıyor. İkinci neden de denetimsizliktir.
Yapılan işleri amirler, denetçiler sık sık ve iyi
denetleseler işler bu kadar düzensiz olmaz.
Ülkemizde devlet görevlileri genellikle yetersiz.
Böyle kadro ile halkın işleri bu kadar yürür.
(03.08.2015)
oynak
Tapu kadastro müdürlüğünden de belge almak
gerekiyordu. Büroda belgenin harcını ve ayrıca
istenen 6 milyon (6 YTL) bağışı ödedik. Kadastro
görevlisi “Yarın saat dokuzda arabayla gelin, binayı
ölçmeye gidelim” dedi. Oysa balkonda
arkadaşlarıyla oturuyor ve çay içiyorlardı. Zaman
uygundu, hemen gidebilirdik. Çaresiz ertesi gün saat
dokuzda kendisini bulduk. Yine çay içiyordu.
Dışarıda beklememizi söyledi. Dokuz buçukta yola
çıktık. Binayı ve arsayı ölçtü. “Binanın boyu 20 m.
Projede ise 20,50 m” dedi. Daha önce ruhsat
verirken de ölçülmüştü ve yanlışlık yoktu. Biz
“Binanın küçük olmasının zararı yok, tecavüz yok”
karşılını verince biraz söylendi, gitti. Bir gün sonra
belgeyi verdi.
Ta p u m ü d ü r l ü ğ ü n e b e l g e l e r i v e r d i k .
“Memurlarımızın bir kısmı başka yere atandı. İşleri
yetiştiremiyoruz. Bir ay sonra gelin” dediler. Kat
mülkiyeti tapusu alabilmek için bazı belgelerin en
çok bir hafta önceki tarihli olması gerekiyordu.
Zaten epeyce zaman geçmişti. Bir ay sonraya kalırsa
belgeleri yenilemek gerekecekti. Kat sahipleri de
toplanmıştı. Dağılınca yeniden toplanmak da zordu.
Bunu belirtince, görevlilerden biri bize acıdı, bir
Ahmet CENGİZ
[email protected]
okyanus'ta oturuyorum geçen gün
iki satır okuyorum zeytinlerin altında
can yücel'den
önümüzden bir motorsiklet geçti
sanki bir pavyon
en gürültülüsünden
şaştım da kaldım
herkes göbek atmaya durdu
-acılı bir arabeskle bileben böyle bilmezdim
oynaklığını
muhterem halkımızın
kırık mor
ölü bebeler sahile vururken
keskin nişancılar damlarda baykuş
"çözd'al mustuf'ali çözd'al"
-17-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
SEN FARKLISIN
HALKIM
Tahsin ŞİMŞEK
[email protected]
Nâzım Usta
“dünyanın en tuhaf mahlukusun yani” demiş
duymuşsundur,
yani akrepten koyuna, koyundan midyeye
dönüşmeyi bilen,
Allah bilir şimdi bokböceğinin suçu ne dersin
hem de Kafka'yı hiç okumadan.
özçekimi, yârçekimden pek fazla önemsersin,
yerçekimi söz konusu edildiğinde ise
göğe attığın taşın altında dikilmeyi
pek seversin.
Merakların hep farklıdır
bilirim
dahası hep merak ederim ey halkım,
“uyur düzücü” başka bir sözlükte
var mıdır bilmem,
ve her başarılı insanı “bi b.k başı olmak”la yüceltmek
ama senin kuyruğunu kaldırıp ilk işinin bir tuhaf
oğluna pipisini göstermeyi,
kafesteki kuşuna küfretmeyi öğretmek
olduğunu iyi bilirim
ve ağlayan çocuğunu tokatla sevdiğini
selamlaşmayı toslaşmaya çevirdiğini
Önceliklerin hep farklıdır
bilirim
dişinle fındık, bi şeyinle ceviz kırarsın,
övgünü ya “kappecik”le
ya da o “kahpe(a)nalı”yla yaparsın,
“ana bir, bacı iki” diye başkasına akıl verirken
birileri için / anacığını da sıraya kattığını
hiç ama hiç akıl etmezsin,
sonra da “geçmişi kınalı”
o koyma aklınla
bütün oyma akıllılara
yön vermeye kalkarsın.
Senin kahramanların hep bir başkadır
bilirim
Tecavüzcü Coşkun'la Nuri Alço'ya bayılıp
çiftleşen köpeklere taş atarsın,
“Parçala Behçet” çığlıklarıyla
kendinden geçip
namus cinayeti işleyenlerin hemen hepsini
tevatürü bol bir halk kahramanı ilan edersin,
sonra da “ömür dediğin ne ki”
deyip tevekkülle bir tuhaf yani
“Dallas” ya da “Yalan Rüzgârı”yla bir ömrü
daha olmadı “Kurtlar Vadisi”yle tekmil edersin.
Peki, “Fatmagül'ün Suçu Ne?”
Senin ne kadar zeki olduğunu iyi
bilirim
yol üstündekilere “oturuyor musunuz” deyip
gördüğünün doğruluğuna mutlaka
evet istersin,
bir çay bahçesinin “ne var, ne yok”lu sohbetinde
“yok ya”yı her cümleye bağlaç yapıp
kuşu bol bir ağaç altına oturmayı
asla ihmal etmezsin
çünkü bilirsin ki kısmet hep gökten yağar,
ha şunun farkında mısın bilmem yani
senin her “inşallah”ın saksağana çene,
kargaya ömürdür maşallah.
Yaratıcılığın hep ama pek farklıdır
bilirim
eski klozetlere çiçek dikip
gaz kaçağını çakmak ile kontrol edersin
hem de kendi kaçağını öksürükle örterken,
bulmacayı birlikte çözüp nedense
devamı 19.sayfa’da
-18-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Senin ekonomik dehana akıl sır ermez
bilirim
paranın sıcak tuttuğuna inanıp
faturalarını ödemeyi
hep ertelersin,
bankaların bir yılda verdiğinden daha fazlasını
iki üç aylık kart taksitlerinle ödersin,
bu yüzden olmalı muhakkak
bilirim
tatlının şekerini ve mutlaka
yemeğin etini hep sona saklarsın.
BEN
KADINIM
Nurettin ÖZKAN
[email protected]
Karanlığın gözleri üzerimde
Bitkin ve kimsesizim,
Çoğu zaman sokaklara misafirim.
Yüreklerde bir bilmece
Beyinlerde bir soru işaretiyim hep.
Unuttum renkleri ve zevkleri,
Sarhoşluğum
Kadehime koyduğum hüzündendir
İçimdeki mevsim hep bahar
Ama dışım
Sararmış yaprakların rüzgârla döküldüğü
Bir hazandır
Gecenin karanlığında
Uzanırım gökyüzüne sevenlerim için
Yıldızlar toplarım.
Çözümsüz bir bilmece gibi görürler hep
Görmek istemiyorlar
İçimdeki güzel dünyayı.
Surlarla çevrilmiş bir sevgi şehrinin
Çizilmiş sınırları içinde,
Çırpınan bir güvercinim.
Şiddet kurşun gibi üzerime yağarken
Dağıtmak isterim tüm kötülükleri
Ama hep kendim dağılırım.
Öfkemi çorbama doğrar
Günün ilk ışığından bir parça koparır
Ekmeğime sürer,
Çirkinlikleri kapatsın diye
Bir kadeh gökkuşağı içerim üstüne.
Ve sen aptesini bozmamak için
büklüm büklüm kıvranan halkım,
komşunun tavuğu komşuya kazsa eğer deyip
denizin tadını ne yapıp edip
uzuneşek ya da devegüreşiyle çıkarırsın,
ve bilirsin ki suyun içindesin nasıl olsa
aptesi kolay tazelersin,
“var ise bir kusurum elimden, dilimden
ve cemi azalarımdan” zikriyle bir tuhaf
Allah affetsin dersin.
Evet, sen çok farklısın,
hem de çok çok farklısın civan halkım!...
halt etmiş Aziz Nesin,
paraları sıfırlarken bile
alnı secdeden kalkmayan
Ebul Fatık El Mışki'me
“Du Bakali N'olecak” deyip deyip
taş üstüne taş atmakla,
o da altmış yerinden çatlar inşallah!...
çünkü asla vazgeçmez
huylu huyundan
eşek şuyundan
yeter ki senin şu 140 vuruşuna
halel gelmesin.
23 Mart 2015
Tahsin ŞİMŞEK
-19 -
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Türkçemiz, ses bayrağımız
DİL BAYRAMIMIZI
KUTLARKEN
Rahim GÜR
[email protected]
Günümüzde de Osmanlı beyinli düşünenlerce
küçümsenen halk yazını…
Cumhuriyet sonrası TDK'nın kurulduğu günden
sonra da 'Türkçe'nin okunma yazılma biçimi İstanbul
ağzı mı, Ankara ağzı mı olmalıdır?' tartışmasıdır. İşin
altındaki gerçek düşünce, Osmanlının ortadan
kalkmasını, İstanbul'un başkent olmamasını, giderek
de Kurtuluş Savaşı ve Türk Devletinin yok sayılması,
yadsımasıdır bence.
Günümüzde açılım saçılım aldatmacalarında söz
açmamdan dolayı yanlış anlaşılmamın olası
olabileceğini de söyleyerek, dilin toplumsal
yapımızda başlayıcı öğe olduğunu anımsatmak
isterim. Bu yazının ve önemi daha önceden de
belirtilmiş olmasın karşın yeniden ilgimi çeken, içimi
kanatan saptamalardı.
“…Timur atalarının dili Çağatayca'yı terk etmiş
Farsça'ya yönelmiş, ardından da köksüz, asker dili
olan Urducayı konuşmaya başlamıştır..( y.47)”…Biz
Hindistan İmparatoru değil miyiz? Biz kendi batasıca
adımızı bile yazamıyoruz, bu ne iştir?(y.50), “…Biz
hakanlar hakanıyız, ama kendi kanunlarımızı dahi
okuyamıyoruz. Buna ne diyeceksiniz bakalım?.”,…
Bir hükümdar böyle mi yetiştirilmelidir? Kara cahil,
her an kıçını kollayan, vahşi bir şehzadeye yakışan
nitelikleri bunlar?(y.51-Floransa Büyücüsü: Salman
Rushdie.)
Timur ve Babür Devletinden günümüze, dilin
toplumsal yapımızdaki önemini anlamayan softaları
ve ÇUŞ uşaklarına bir kez daha anlatmak gereğini
duyduğumdan dil bayramı daha da önem kazandı
yaşamımda. Kuşkusuz Anadolu'da konuşulan her dile
saygımız sonsuzdur, unutulup gitmelerinden çok,
yaşatılmasından yana olmak biz kültür emekçilerinin
ortak dileğidir. Her dilin, her yazacın kültür
geçmişimize giden karanlık yolları aydınlatan imgeler
olduğunu da biliyoruz. Birlikte yaşatmayı deneyelim,
ama dilimizi ayrılıkçı düşüncelerin oyunlarına,
sömürgecilerin tasarılarına oyuncak etmeyelim.
Anadolu'da insanların konuştuğu ve yazdığı
dillerin de bayramı olarak benimsenmesi dileğimle
DİL BAYRAMINIZI KUTLUYORUM.
Güz ayları kurtuluşlar kadar kurtulamamışlıkların da ayıdır. Kurtuluşların özgürlüklerin-(3 ve 9
Eylül)- sevinçli günlerini kapsarken, 12 Eylül Kenan
Kırımlı günlerini de kapsamadan geri kalmaz.
Günlerin bir suçu yok aslında, “suçlu olan siyaset ve
parasal erktir” düşüncelerine alışırken bir yerde
soluklanmak ve düşünmek süremidir.
26 Eylül'e geldiğimde acılarımı bastırır,
sevincimi ve onurumu yüceltirim. DİL
BAYRAMIDIR. Hiçbir etkinliğim olmasa da o gün
anlamlı yaşamaya çalışırım.
1473 yılına dek bağımsız beylik olarak yaşamını
sürdüren, dilini, inançlarını, kültürünü, üretim
ilişkilerini koruyan Karaman oğulları Beyliği'ni ve
onun yıkılışını anımsarım. Yaşam içinde dergâhta,
devlette TÜRKÇE konuşulmasını emreden sesini
anımsarım. Yazar SelçukAltan bir Fuar söyleşisinde;
“ …Karaman'daki mezar taşlarında, taş
kalıntılarda, ayakta kalabilen her yazıda yaptığım
incelemelerde Türkçe'yi gördüm. İlginçtir ve üstü
Osmanlılar ve ulemaca örtülmeye çalışılsa da
Karaman Türkçesinin kendine özgü yazaçları
olduğunu, Arapça ve Grekçeden ayrı, dil özeline
uygun bir abece'sinin kullanıldığını ayrımladım.
Turist gezdiricilerine, gömü arayıcılarına 'Gavur
Yazısı' olarak benimsetilmiş, denetimsiz kazılarla
yok edilmeye çalışılmıştı. Oralardaki bekçilere para
vererek taşları korumasını sıkılayıp
fotoğraflamıştım. İnanıyorum ve biliyorum ki,
Karaman Türkçe' sinin, kökleri eski Türk yazaçlarına
dayanan bir abeceleri vardı. Sürem ve inançlı
araştırmalar bu yazaçları da gün ışığına
çıkaracaktır…”
Selçuk Altan'dan sonra Türkçe'ye, özelikle de
Karaman Türkçe'sine daha duyarlı oldum. Her ne
kadar Tarih öğrence kitapları 1473'ü Anadolu
birliğinin sağlanması olarak söylese de ben
'Türkçenin yeniliş günü 'olarak algıladım. Ondan
sonrasını anımsarsınız, din ve Arap etkisiyle giderek
anlaşılmazlaşan, Farsça ve Arapça karışımı
Osmanlıca ve halkın ulemayı devlet yetkililerini
anlayamadığı, halktan kopuk yaşam. En iyi ozanın,
yazarın Arapça, Farsça yazan olduğu düşüncesini
besleyen yıllar. Yeni bir alan, Halk Edebiyatı.
-20-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Asıl Gerçek Nedir ?
SULTAN II. ABDÜLHAMİT
BİLE ALFABE
DEĞİŞİKLİĞİNİ ÖNERMİŞTİ!
Prof. Dr. Kemal Arı*
Evet, her şey ters yüz ediliyor bu ülkede…
Yineleyelim:
-“Osmanlı bile Osmanlıca'ya karşıydı!” Hem de
belli bir kesimin çok değer verdiği Sultan II.
Abdülhamit bile Osmanlıca'nın yazı dilinden
yakınıyordu.
Bunlar dikkate alınmadan, öyle bir inandırıldı ki
toplum: Latin Harfleri'nin benimsenmesiyle, geçmişle
bütün bağlar koparılmış, okuyamayan, düşünemeyen
bir düzeye indirgenmiş… Toplum koskoca bir
karanlığın içine itilmiş…
Aman ne yaftalı sözler, ne şatafatlı düşünceler…
Acı gerçek şuydu: Osmanlı Devleti'nde kadınların
okuma yazma oranı hiçbir zaman yüzde birin üzerine
çıkmadı.
Ortalama okuyan yazan nüfus ise yüzde üçü hiçbir
zaman aşamadı. Kimse o dönemin koşulları öyleydi
demesin: Bu sıralarda İngiltere'de okuma yazma oranı
yüzde seksenin üzerindeydi.
Açık, seçik; net:
Osmanlı Devleti'nin kullandığı Arap harfleriyle
oluşturulmuş Osmanlının alfabesi, eğitim ve öğretimin
önündeki en büyük güçlüktü. Gelin, Osmanlı
Devleti'nde bu konuya aydınlar nasıl yaklaşmış;
birlikte görelim:
İlköğretim zorunluluğu II. Mahmut döneminde
getirildi. 1839 Tanzimat Fermanı, eğitimin
geliştirilmesi çabalarının en önemli adımı oldu. O
günlerden sonra pek çok sivil ve askeri eğitim kurumu
kuruldu.
Osmanlı Devleti'nin en üst düzeyde yöneticileri,
halkın yönetenleri anlamadığından; okuyup yazma
bilmediğinden yakınıyorlardı. Bu sorunu aşmak, bir
devlet politikası haline getirildi. 1845'te eğitim
işleriyle uğraşmak üzere Maarif Meclisi açıldı.
Bir akademik kurum niteliğinde Encümen-i Daniş,
1851'de kuruldu. Bu kurumların çalışmaları, eğitimin
önündeki en büyük etkenin açıkça alfabe sorunu
olduğunu ortaya koydu. Bu nedenle, Osmanlı
yıkılmadan üç çeyrek yüzyıl önce, yazıda bir reform
yapma düşüncesi oluşmuştu:
Örneğin Münip Mehmet Efendi açıkça Osmanlıca
alfabede düzenleme yapılması gerektiğini anlattı. Hem
de Cemiyet-i İlmiye adlı bir bilimsel kurulda. İyi
hazırlanmıştı:
Tuttu, Osmanlı Alfabesi'ni öteki ülke alfabeleriyle
karşılaştırdı. Ve ardından açıkça şunu dedi:
-“Okuma yazmanın önündeki en önemli engel,
alfabedir. Çünkü bu alfabede ünlü sesler yoktur. Ünlü
harfler olmadığı için, Türkçe sözcükleri yazma olanağı
yoktur. Bu nedenle yeni bir düzenleme gerekir…”
İş bununla mı kaldı?
Hayır…
Osmanlı aydını bu konuyla ilgili görüşlerini yazdı
çizdi.
Ve devreye,Ahmet Cevdet Paşa girdi.
Büyük Osmanlı Hukukçusu ve Tarihçisi olan bu
kişi, aynı yönde düşüncelerini ortaya koyarak, sorunu
devlet katlarına sundu. Bunun sonucunda, 1863 yılında
ilk ders kitaplarında, sesli harfleri göstermek için
işaretler kullanıldı. Ancak bu da sorunu çözmedi. Üç yıl
eğitim gördükten sonra çocukların pek çoğu, bir mektup
bile yazıp okuyamıyordu.O günkü koşullarda, sesli
harfler eklenirse sorun çözülebilir diye düşünülüyordu.
Ancak bu da çözüm olmamıştı.
Hatta Terakki gazetesi açıkça şunu yazdı:
“Kuran Arap harfleriyle yazıldığı için, Türkler bu
alfabeyi kutsal görüyorlar. Ancak bu harfler
değiştirilmedikçe ilerleme mümkün değildir”. Aynı
dönemde Azerbaycan ve Arnavutluk gibi yerlerde de
Osmanlı alfabesinin yetersizliği üzerine tartışmalar
yapılıyordu.
Namık Kemal bakın ne diyor, konuyla ilgili:
“Bizde çocuklar beş altı yaşında mahalle mekteplerine
verilir. İki üç senede bir hatim indirirler. Birkaç yıl tecvit
ve hatimler tekrar tekrar okunur. Beş altı yıl da sülüs ve
nesih karalarlar. Ancak ellerine bir gazete verilse
okuyamazlar. İki satır bir not tutamazlar. Yazılmış
tezkereyi bile okuyamazlar. Onları okutan hocaların
içinde de gazete ve tezkere okuyabilecek, birkaç satır
mektup ve tezkere yazabilecek olanlar yüzde beşi
geçmez!”
Görüldüğü gibi; harflerin yetersizliği açıkça
görülüyor ve dillendiriliyor; ancak halk, Osmanlı
Harflerini kuranda kullanılan harfler olarak görerek bir
kutsiyet yüklediği için, bu konuda tereddütlü
davranılıyordu. Bütün bu önerilere ve kimi
düzenlemelere karşın, Osmanlıca alfabe ihtiyaçlara
-21-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
cevap veremedi. Osmanlı Devleti'nin son evresini
aydınlar, Osmanlı dilini, yazısını ve alfabesini
tartışarak geçirdiler.
Başka adımlar da atıldı:
1911 yılında İstanbul'da bir “Harfleri Islah”
Komisyonu kuruldu.
Bir de kongre yapıldı. Kongre başkanı ünlü Ahmet
Muhtar Paşa'ydı. Kongrede dil konusunda uzman
olmuş kişiler görüşlerini dile getirdi. Bunların en
ünlülerinden biri, Ispartalı Hakkı Bey'di. Dil ve alfabe
konusundaki araştırmalarıyla biliniyordu.
Yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Kimse yazımızın kolay okunabildiğini iddia
edilemez… Hatta mümkün değildir. Çocuklarımıza
bakınız!. Çocuklar okula gidiyor, ama okul sözcüğünü
bile okuyamıyorlar. Başka ülkeler, çocuklarına
kolayca okuyup yazmayı öğretirlerken, biz bütün
gücümüzü ve ömrümüzü bu yazıyı öğreteceğiz diye
tüketiyoruz… Bizim çocuklar, bir yazıyı öğrenmek için
yıllarca uğraşıp dururken, nasıl olacak da öteki
ülkelerin çocuklarıyla yarışacak? Zavallı bizler!”
Sebilürreşad o dönemlerin dinci ve tutucu bir
dergisiydi.
O bile Osmanlıca harflerin eksikliğini görüyor ve
ıslahat öneriyordu.
Islahatın bile yeterli olamayacağı görüşü bir süre
sonra iyice yerleşti:
Celal Nuri, Abdullah Cevdet, Kılıçzade Hakkı ve
Hüseyin Cahit gibi önemli aydınlar açıkça Arap
harflerini ıslah etmenin mümkün olmadığını
savundular. Doktor Musullu Davut tarafından Osmanlı
Meclisi Meclis-i Mebusan'ına Latin Harflerinin kabul
edilmesine ilişkin bir tasarı bile verildi. Sonradan onu
Karayan ve Hidayet İsmail gibi başka vekiller de
izledi.Ancak sonuç alınamadı.
Ve dikkat:
II. Abdülhamit bugün belli çevreler tarafından
göklere çıkarılıyor.
O ne düşünüyor bu konuda dersiniz?
Abdülhamit, Arap harfleriyle yazı yazmanın ve
okumanın zorluğunu dile getirerek, Latin
Harflerini almanın artık şart olduğunu söyledi.
Osmanlı aydınları, bir kültür kopuşu yaşanacağını ileri
sürerek, yavaş yavaş Latin harflerine geçilmesini de
önerdiler. Birkaç kişi, Arap harfleri kalsın, diye
düşünce ortaya koydularsa da, baskın görüş, Arapça
harflerin atılmasında düğümlendi. Bu konuda ilk
radikal adım, Enver Paşa tarafından atıldı. Birinci
Dünya Savaşı'ndan hemen önceydi:
O, “Ordu Elifbası” adıyla bir alfabe hazırlatarak
uygulamaya koydu. Halk bu yazıya Enver Paşa'nın
adını verdi ve “Enveriye” dedi.
Enveriye, birleşik yazılan Arap harflerinin, tek tek
ve birleştirilmeden yazılmasını öngörüyor, harf
aralarına sesli harfler koyuyordu.
Ancak olmadı.
Büyük bir kargaşa ortaya çıktı ve yazılan emirleri
pek çok subay anlayamadı…
Savaşta en önemli konu olan muhabere işi, sanki
felce uğradı…
Bu sorun, ancak Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün
1928 yılında Sarayburnu'nda yaptığı bir konuşma
sonrasında atılan devrimci adımla aşılabildi.
Bu, kültürün, eğitim ve öğretimin gelişmesinde büyük
bir adım oldu. Öyle ki, Osmanlı'nın onca çabasına
karşın, okuma yazma oranı yüzde üçü aşamamışken;
genç Türkiye Cumhuriyeti yazı devriminin beşinci
yılında, bu oranı birkaç kat aşmış, yüzde yirmilere
yaklaşmıştı…
Osmanlıca takıntısı olan Osmanlıcıların
günümüzdeki tuhaf önerileri ve düşüncelerini, onların
en çok önem verdiği II. Abdülhamit görseydi, ne
düşünürdü acaba?
----------------* Kemal Arı, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri
ve İnkılapları Enstitüsü
https://www.facebook.com/kemal.ari
Dil Bayramımız:
'Dil, düşüncenin giysisidir' demişler. Nasıl düşünüyorsan; kadına, erkeğe nasıl bakıyorsan;
farklı ulusları nasıl görüyorsan öyle bir dille konuşursun. Thomas Jefferson'ın bir sözü geliyor
aklıma: 'İnsanı gösteren dildir; konuş ki seni görebileyim!'
(Celal Üster-Cumhuriyet)
Dilimize sahip çıkmak gerekiyor. Yabancı dilden gündelik konuşmalarımıza ve yazı dilimize aktarılan
o kadar sözcük var ki, çarşıya çıktığınızda sanki Türkiye'de değilmişsiniz duygusuna kapılıyorsunuz.
Artık Türkçe sözcükler bile bozulmaya başlandı. Ör. big mamma's,.dürüm's, etchi(etçi)… vb. Ne diyelim,
yapanların “dilini eşek arısı soksun!”…
Her şeye karşın dil bayramınız kutlu olsun!(İ. Tuna-Adabelen)
-22-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
DİL’İN BAYRAMI
Ahmet M. EGEMEN
[email protected]
Her dinsel ve ulusal bayramda bizim kuşağın
klasik bir söylemi vardır. Derin bir “ahh !..” çeker,
ardından da “Nerdeee, o eski bayramlar ?..” der
ve yakınmaya başlarız. Artık gerisini ne siz sorun,
ne de ben söyleyeyim. Ama inanın ki haksız da
değiliz. Ben de aynı kuşaktan olduğum için, öznel
davrandığımı sanmayın sakın. Tümüyle nesnel
bakıyorum olguya. Gerçekten de “ Nerede o eski
bayramlar?"
kökeni Türkçe olmayan birçok yabancı sözcük ve
deyim var sözlü, yazılı ve görsel iletişimde. Her
zaman sessiz kalmak “SUSKUNLUK”
sayılamayacağı gibi, her söylenen de “SÖZ”
değildir. Çocukluk ve gençliğimden çok iyi
anımsıyorum. Şimdilerde çok doğal olan "oha!..” ,
“çüş!..” benzeri sözcükler, argo sayılır ve hakaret
olarak kabul edilirdi. Söyleyenin bile yüzü
kızarırdı…
Ancak, bu bayram başka bir bayram. Her geçen
yıl daha buruk. Daha vefasızlığa uğramış.
Sitemkâr. Üzgün bir bayram (!)… Güzel
Türkçemiz' in bayramı bu…
Halbuki ulusal önderimiz, rol-modelimiz
Mustafa KemalATATÜRK diyor ki:
“…Ülkesini, yüksek bağımsızlığını
korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı
diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. Dilin
milli ve zengin olması, milli duygunun
gelişmesinde başlıca etkendir. Milli bilincin
ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil
ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz…
1932'de ilk Türk Dili Kurultayı'nın açılış
tarihi olan 26 Eylül günü, ülkemizde “DİL
BAYRAMI” olarak kabul edildi. Bu yıl, 83.
yıldönümünü kutladığımız DİL BAYRAMI'nda
da; dünyadaki en eski geçmişe dayanan, en zengin
ve en köklü dillerden biri olan güzel Türkçemiz'in
üzerine, haklı olarak övgüler düzüldü doğal
olarak…
Türk dilinin sadeleştirilmesi,
zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların
benimsetilmesi için her yayın vasıtasından
faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa
olsun yazarken buna dikkat edebilmeli, konuşma
dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz…
Günümüzde işin en en kötü yanı, dil
bayramımızı kutlarken, güncel yaşamda;“..oha
!..”,“…çüş !..”,“..orda bi hop de bakiim !..”,
“…öpüldünüz !..” "...oha oldum yani !..”,
"...dermişim !..”,”…yıkılıyo!..” gibi söyleyişlerin
özellikle gençlerce kullanılıyor olması, iletilerde
de; “…slm..”,” by by”,”..öptm..” sözcüklerinin
böyle yazılıyor olmasıdır.
… Türk dili, Türk milleti için kutsal bir
hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği sayısız
felaketler içinde ahlakının, geleneklerinin,
hatıralarının, çıkarlarının, kısaca bugün kendi
milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde
korunduğunu görüyor…”
Bu örnekleri daha da çoğaltmak olası… Bir de,
-23-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Tarihsel sürece göre; Türkçe'nin Anadolu'da
resmi dil olarak kabul edilmesinden bu yana, tam
738 yıl geçti. 13 Mayıs 1277'de Karamanoğlu
Mehmet Bey, bir fermanıyla, ilk kez Türkçe'yi
devlet dili olarak duyurdu.
Türkiye Selçukluları, Sultan Alaaddin
Keykubat döneminde, Anadolu'daki Türk Birliği'ni
sağlamış, ancak bu oluşum, daha sonra Kösedağ
y e n i l g i s i y l e d a ğ ı l m ı ş t ı r. B u s ı r a d a
Karamanoğulları, Mehmet Bey'in liderliğinde
Konya'yı ele geçirmiş ve Mehmet Bey, Sultan II.
Keykavus'un oğlu Siyavuş'u (Cimri'yi) tahta
çıkarmıştır.
Vezirlik görevini üstlenen Karamanoğlu
Mehmet Bey, 13 Mayıs 1277 tarihinde toplanan
divanda; “ŞİMDİDEN GERU; HİÇ KİMESNE,
KAPUDA VE DİVANDA VE MECALİS VE
SEYRANDA, TÜRKÎ DİLİ'NDEN GAYRİ
DİL SÖYLEMEYE”
diyerek Türkçe'den
başka dil konuşulmasını yasaklayan ünlü fermanını
yayımlamıştır.
Bu bilgiler doğrultusunda, bu kararın, Selçuklu
Divanı tarafından alındığı görüşü de
bulunmaktadır. Ancak asıl olan, fermanın
içeriğidir. Kararın önemidir. Çünkü,millet olmanın
en önemli temellerinden biri de DİL BİRLİĞİ'nin
sağlanmasıdır.
…Harf inkılâbıyla dilimiz, yeni kelimelerle
zenginleşirken artık aydınlarımızın bile ne
anlama geldiğini bilemediği doğu kökenli
kelimeler büyük ölçüde terk edilmeye başlanmıştı.
Ancak, bu sefer de batıdan gelen kelimeler
dilimize giriyor, yayılıyordu…
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra
da, dilimizin gelişmesine önem verilmiş ve en
önemli kültür kurumlarından biri olan Türk Dili
Tetkik Cemiyeti oluşturulmuştur. Yeni kurulan
dernek 26 Eylül 1932 tarihinde, Dolmabahçe
Sarayı'nda, Atatürk'ün huzurunda I. Türk Dili
Kurultayı'nı toplamıştır…
…Eğer Atatürk sağ olsaydı, bugün yeni bir
atılımı başlatır, batı kökenli kelimelerin önüne set
çekecek tedbirleri alırdı. Günümüzün gençleri
onun eserlerini, ancak iyi öğretilebilirse
kavrayacaktır. Dilimiz ve kültürümüz, zaten var
olan cevherine Atatürk'ün kazandırdığı yeni bir
ruh ve yeni bir ivme ile gelişmiş, bugün gurur
duyacağımız bir seviyeye gelmiştir. Ancak batıdan
alınan kelimelerle yabancı kültürlerin etkileri bizi
yeniden bir şeyler yapmaya yönlendirmelidir. Bu
k o n u d a , ATAT Ü R K ' Ü N D İ R E N C İ N İ
GÖSTERMEK ZORUNDAYIZ…”
Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU, dil bayramı ile
ilgili bir yazısında, özetle şu görüşlerini ifade
ediyor;
“… Dil ve tarih, Atatürk'ün de en çok değer
verdiği konulardan olmuştur. Atatürk, Türk
dilinin bugünkü gelişmiş ve zenginleşmiş şeklini
alabilmesi için çok uğraşmış, bir hayli çaba sarf
etmiştir. O'nun yazdığı “Geometri” kitabının
dilimize kazandırdığı kelimeleri, bugün hâlâ
kullanmaktayız…
-24-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Avustralya'dan Yeliz GÜLDAL yazıyor:
Dil Devriminden bu yana...
Yeliz GÜLDAL
[email protected]
yerindeki levhalar hep kendi dillerinde yazılmıştı.
Demek istediğim adamlar kendi milli değerlerine
önem vermiş ve kendi dillerinden başka dil
kullanmamışlardı. Bu durum benim hem çok
hoşuma gitti hem de onlara karsı bende hayranlık
uyandırdı. Ertesi günün, yani 19 Ağustos sabahı
uçağa bindim ve o gün akşamı İstanbul Atatürk Hava
Limanı'na indim. Uçaktan indikten sonra söyle
etrafıma bir göz gezdirdim, gördüğüm manzara beni
şaşkına çevirdi. Bütün levhalar neredeyse tamamen
İngilizce ve başka dillerde yazılmıştı. Inanın
gördüğüm manzaradan dolayı içim burkuldu. Benim
güzel ülkem ne hale gelmişti. Ben Türkiye'de değil
de sanki Avustralya'da gibiydim.
MERHABADOSTLAR,
Daha önce yazdığım bir yazıda Avustralya'da
doğup büyüdüğümü, burada okuyup burada iş güç
sahibi olduğumu ayrıntılı bir biçimde yazmıştım.
N. Kılınç, Mehmet
Erbil'le...
Bugün ise sizlerle bir anımı paylaşmak
istedim...
*
Eğer GURBETÇI iseniz, bulunduğunuz ülkede
ne kadar rahat ve huzurlu olursanız olun, illaki
kendi ülkenizi, ülkeniz insanlarını, akraba ve eski
dostlarınızı merak ediyor ve önüne geçilmez bir
arzu ile özlüyorsunuzdur!
Bizler her ne kadar gurbette yaşasak da
ailelerimizin bizlere anlattıkları memleket
anılarıyla büyüdük. Aile büyüklerimizin gerek
bizlere anlattıkları, gerekse bir araya geldiklerinde
birbirlerine anlattıkları anılar, biz yetişme
çağındayken, çok enteresan gelir, ülkemiz
hakkındaki merakımızı kat kat artırırdı.
Ben tam 5 ay kaldım ülkemde. Bu beş ay boyunca
ne zaman büyük şehre gitsem hep aynı manzara ile
karşılaştım. Lokantalardaki yemek adlarından,
dükkân ve alışveriş merkezlerinin adlarına kadar hep
yabancı dille yazılı idi her şey.
Gurbet ellerde memleket hasreti ile yanıp tutuşan
bizler, ülkemize geldiğimizde kendimizi yabancı gibi
hissetmekten üzülmekteyiz! Ben de bu 5 ay süresince
çok düşündüm:
Elim iş tutup gerekli maddi olanaklara
kavuştuktan sonra, bu merakımı gidermek ve
memleketimi yerinde görüp daha yakından tanımak
için bundan 16 sene önce ülkemi ziyaret etmeye
karar verdim. Bu kararımı gerçekleştirmek
amacıyla, 18 Ağustos'ta KORE üzerinden
Türkiye'ye gelmek üzere uçaktan yer ayırttım.
Bindiğim uçak bizi akşama doğru Kore'nin
başkentine indirdi. Türkiye'ye ertesi gün sabah
hareket edecekti uçak. Gece rahat edip dinlenmek
için güzel bir otele yerleşmek istedim. Bu isteğimi
hava alanındaki görevlilere anlatmak amacıyla
İngilizce bildiğini sandığım bir bayandan yardım
istedim. Ama o bayan ne İngilizce, ne de başka bir
yabancı dil biliyordu. Bir hayli uğraştıktan sonra 5
yıldızlı bir otele gittim. Gelin görün ki burada da
durum aynı idi. Burada da yabancı dil bilen yoktu. O
geceyi zar zor Kore'de geçirdim. Burada kaldığım
süre içinde etrafı da inceledim.
BİR TAKIM BOŞ HEVESLER UĞRUNA,
ÜLKEMDE HER ŞEY DEĞİŞİP ALT ÜST
OLMUŞTU... NEREDEYSE ÖZ BENLİĞİMİZİ
DAHİ
YİTİRMEK VE BUNCA GÜZEL
GELENEK GÖRENEKLERİMİZİ UNUTUR
OLMUŞTUK.
Tüm bu olumsuzluklara karşın, ülkesini ve öz
benliğini seven insanların çoğalacağına ve onlar
sayesinde ülkemiz, daha ileri derecede, onurlu bir
ülke olarak yasayacağına inanmaktayım. Umarım
yanılmamış olurum... BU ANIMI ÇOK İLGİNÇ
BULDUĞUM İÇİN SİZ DOSTLARIMLA
PAYLAŞMAK İSTEDİM.
H E P İ N İ Z E S E V G İ , S AY G I V E
SELAMLARIMLA GÜZEL GÜNLER
DİLİYORUM...
Gördüğüm manzara hem beni çok şaşırttı hem
de o ülkeye hayran olmama vesile oldu.
Sokaklarında ve caddelerinde ve önemli birçok
-25-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Gezi, amaçlı da olunca:
Annemin Topraklarında;
Selanik, Atina, Kavala
Şadiye DÖNÜMCÜ*
[email protected]
“Kızçem”ve ben kendi olanaklarımızla
Selanik-Drama-Halkidiki ile sınırlamayı
planladığımız tatil planını değiştirip SelanikAtina-Kavala'yı içeren bir tur satın aldık…
Annemi, doğduğu ve 3-4 yaşlarındayken zorla
terk ettirildiği topraklara götürmeyi, hayatın
taşkalası içinde, yalan yok, akıl edemedim hiç.
Düşünecek kadar büyüdüğümde, annem yıldızların
oralara gitmişti. Çağan Irmak'ın oraları ve
oradakileri anlatan “Dedemin İnsanları” filmini
gözyaşları içinde izlerken karar vermiştim; oralara
kızçelerimle gitmeye.
Oralar nere mi? Genelinde Yunanistan,
özelinde Batı Trakya, SelanikDrama tarafları.
Yıl 1925 olmalı. Annem
3-4 yaşlarında. İki kardeşi,
anne-babası ve diğer
yakınlarıyla birlikte, oraları
terk etmeye zorlanıyorlar.
Selanik Limanından
bindikleri Gülcemal vapuru,
onları Samsun Limanına
götürüyor. Samsun, ManisaAkhisar ve nihayetinde AydınS ö k e ' y e y e r l e ş i y o r l a r.
Mübadillere verilen
topraklarda tarım yapıyor
dedem. Nenem de süreç
içerisinde sayısı yediye çıkan çocuklarıyla birlikte
çoğu kez evde, bazen de tarlada.
Dedemi hiç görmedim. Nenem yaşarken
muhaceret olgusundan bihaberdim. Annemin
anlattığı sınırlı şeyler de büyüklerinden
duyduklarıydı ve mübadelenin dram, zorlanma ve
(u)mutsuzluk boyutuna dair fazla bir şey
içermiyordu, -sanki-.
Süreç içerisinde ana kültürün baskısı altında
yok olmamak için –yetersiz olsa da- direnen,
oralarda demlenip buralarda damıtılan ve
günümüze de kırıntıları kalan “maacır” -bizim
oralarda “muhacir”e “a” harfi uzatılarak böyle
denir- kültürünün etkisi bir “maacır kızı” olan
bende de var. Annemden genetik miras fiziki
özelliklerim, fazlasıyla konuşkan beden dilim,
beslenme alışkanlıklarım, sahip olduğum değerlerin
bazıları ve kullandığım sözcüklerde kısacası beni
ben yapan “şey”lerin çoğunda bu kültürün –mutlaketkisi var diye düşünürüm.
Telli telli telli şu telli turna/Sanma ki yaralı
uçmaz bir daha…
Sevgili okur; annemin sürüldüğü topraklara 90
yıl sonra kızçemle birlikte gidişime dair izdüşümleri
yazmak için başladığım yazının –daha- girişinde
dağılmış durumdayım.
Hemence kendimi ve yazıyı
toparlamalıyım. ( Kısa bir
ara…)
Gümülcine'den aldığım
yumuşak içimli ve bol köpük
yapan Türk kahvesinden
yaptım kendime. Kavala'dan
aldığım bol bademli kurabiye
eşliğinde kallavi fincanda
içtiğim kahvenin olumlu
etkisi olması kuvvetle
muhtemel.
Takılmış kanadı göçmen
buluta/Anlatır eski beni
şimdiki bana
“Kızçem”le kendi olanaklarımızla SelanikDrama-Halkidiki ile sınırlamayı planladığımız tatil
planını, Yunanistan'da yaşanan siyasi ve ekonomik
gelişmeler nedeniyle değiştirip, Selanik-AtinaKavala'yı içeren -ve Drama'yı(!) içermeyen- tur satın
aldık. “Bi daha gideriz, bu ön keşif olsun”, dedim
kızçeme.
Önceden tanımadığın 38 kişiyle, rehberin
sektirmeden uygulayacağı programa hem sınırlı hem
sorumlu ve –mutlaka- sorunsuz olarak uymak, keşif
yapabilmek ve daha önemlisi keyif almak, uzun
otobüs yolculuğuna katlanmak kolay olmayacaktı.
-26-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Korktuğum olmadı, üstelik her şey çok güzel
oldu. Kara Yunanistan'ında geçirdiğim bu beş
günlük sürede “sanki daha önceleri oralarda
yaşamışım” duygusu sardı beni. Tura katılanlar
arasındaki ikinci ve üçüncü kuşak mübadillerle
ortak duyguları paylaşmak da artı güzeldi.
Sakın çıkma patika yollara/O dağlara
kırlara o karlı ovaya
Gecenin saat 3'üydü, İpsala Sınır Kapısına
vardığımızda. Gümrük işlemleri esnasında
muhatap olduğumuz sivrisineklerin bedenime
attığı imzaları inatla anı olarak saklıyorum.
Makul süre uyuduğumuzu düşünen kaptanımız
Sedat Bey, bizi en sevdiğim Rumeli türküsü olan
Çalın Davulları ile uyandırdı. Sabahtı ama kanımı
kaynatmaya yetti peşinden gelen “Havada Uçan
Teyyare”,”Yaş Nane, Kuru Nane”, “Bahçelerde
Enginar”, “Ben Armudu Dişledim” türküleri ve
diğerleri.
Dedeağaç'ı uykudayken geçmişiz. “Binbir
rengin şehri” denilen ve Avrupa Birliği'nce
Yunanistan'ın en iyi korunmuş şehri unvanı verilen
İskeçe'ye dair rehberimizin anlattıkları ilginçti.
Uzun süre Osmanlı egemenliğinde olan kent,
1920'de referandumla Yunanistan'a bağlanmış.
Şehir düzlük alanda kurulu. Eski ve yeni İskeçe var.
Bazıları restore edilen Türk evlerinin bulunduğu
eski İskeçe, dağ yamacına kurulu. Sokaklar dar.
Camiler göreceğiz. Bizim Anadolu sokaklarına ve
evlerine benziyor. Evler balkonlu, balkonlar
çiçekli. Sokaklar tertemiz. Kent yangın ve iki
deprem geçirmiş. Lozan Barış Antlaşmasıyla
nüfusun çoğu mübadeleye tabi tutulmuş. Türk
nüfusu şimdi de yüksek. Tarım ve hayvancılık geçim
kaynağı. Halk eğlenceyi seviyor. Karnaval ve
festivalleri var. Meydan önemli Yunanistan'da.
Buranın meydanında saat kulesi var.
İskeçe'de panoramik şehir turu sonrası, saat 10
sularında pudra şekerli börek ve çorbayla
yaptığımız kahvaltı değişik ve keyifliydi.
Şöylesine gördüğümüz İskeçe'yi geride
bıraktığımızda gözümüz ve gönlümüz açıktı.
Kavala, İskeçe'ye çok yakın ama biz dönüşte
uğrayacağız, oraya.
Buradan sonraki yol bana Denizli-Aydın arası
gibi geldi. Rehberimiz, sağ tarafımız Drama Ovası,
dediğinde içim pırpır etti. “Bi daha ki sefere sadece
senin için geleceğim” , dedim Drama'ya ve annemi
düşündüm sonra yol boyu.
Yan koltuklarda oturan yaşları ileri-gönülleri
genç çiftin elindeki iki bine yakın sözcüğün yer
aldığı Türkçe-Yunanca ortak sözcük listesi tur
boyunca elimizde oldu:
'Ahtapot'un ahtapodi, 'aptal'ın abdalis,
'baba'nın babais, 'börek'in boureki (ben de tüm
maacırlar gibi 'böö(ğ)rek' derim ve kızçelerim güler
bana.) 'çiftetelli'nin tsiftetelli, 'defne'nin dafni,
'efendi'nin afendis, 'fukara'nın fukaras, 'gaf'ın gafi,
'harita'nın 'hartis, 'ibrik'in
'briki, 'ıspanak'ın
spanaki, 'kadayif'ın kadaifi, kalamar'ın
kalamari(yemek siparişi verirken bu sözcüğü sıkça
kullandık, ayıptır söylemesi.), 'kıyma'nın kimas,
'lokum'un lukumi, 'manyak'ın manyakos, 'nargile'nin
nargiles, 'pilav'ın pilafi, 'sardalya'nın sardela,
'şapşal'ın sapsalis, 'tarhana'nın trahanas,
'veresiye'nin verese, 'zeybek'in zeibekikos, 'zurna'nın
zurnas olduğunu vb. öğrenmek keyifliydi.
“Yenik düşüyor her şey zamana/ Biz büyüdük
ve kirlendi dünya”
Ve deniz ve Selanik ve fotoğraf çekimi molalı
panoromik şehir turu. Zaman kısa, eser sayısı çok ve
algı zorlayıcı.
Kordon, Beyaz Kule, Döner Kule, Fuar, Kale,
Ano Polis, Yedi Kule, Osmanlı ve Bizans eserleri,
Türk Mahallesi, Galeriyos'un Zafer Takı, Rotonda
(Eski Metropol Camii), Pazar Hamamı, Hamza Bey
Camii, Kazancılar Cami, Zincirli Kule, Roma
dönemi eseri Yunanistan'ın en büyük kilisesi olan
Aya Dimitros Kilisesi, Büyük İskender heykelini
–sadece- görüyoruz.
10 Kasım 1953 itibarıyla ziyarete açılan, 2012
yılında da restore edilip tefrişi yenilenen Türk
Başkonsolosluğunun yanındaki Atatürk Evi
Müzesi'ni kalabalıkla ve hızla gezdik. Zübeyde
Hanım ve Atatürk heykelleri çok gerçekçiydi.
Ziyaretçi Defterine yazmak isteyenler defterin
kaldırıldığını öğrenince tepki verdiler.
Selanik kordonu sanki İzmir-Alsancak
kordonu… Bindiğimiz cafe-bar tekneyle liman
çevresinde seyir halindeyken bir şeyler içip
serinleyince “keyifler kekâ” oluyor. Sahile paralel
bir balıkçıda yediğimiz yemeğe ödediğimiz para çok
makul. Servis güler yüzlü. Karnımız tok, sırtımız
pek, yorgunluk had safhada, algı çok zayıf.
Telli telli telli şu telli turna/ Sanma ki yaralı
uçmaz bir daha
-27-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Sabah Atina'ya doğru yola çıkıyoruz. Bu turda
“kızçem”le beni en çok heyecanlandıran alternatif
tur; Kalambaka Kasabasındaki Meteora. TrabzonSümela gibi bir yer hayal ediyorum ama alakası
yok; çok etkileyici burası. İllaki görülmeli.
Meteora, Unesco dünya mirasları listesinde.
Kayaların tepesinde kurulu birbirinden bağımsız
manastırları görünce doğanın ve insanın gücü
şaşırıyor insan. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde
Ortodoks keşişleri inzivaya çekilmek, Tanrı'ya
daha da yaklaşmak, dahası Ortodoksluğu Osmanlı
egemenliğinden korumak amacıyla bu manastırları
yapmış. Milyonlarca yıl önce denizin altındaymış
buralar. Sular çekilip de devasa kayalar ortaya
çıkınca, rahipler kaya tepelerine birebir
oturttukları bu manastırları yapmışlar. Şimdi
merdiven var ama eskiden ulaşım yokmuş. Bir
dönem ipten yapılmış file
asansörler kullanmışlar. Süreç
içerisinde manastırların çoğu
yıkılmış. Halen aktif olanların
sayısı altı.
“Takılmış kanadı göçmen
buluta/Döner gelir bir gün
konar yurduna”
Atina çok uzakta, hiç
varamayacağız gibi geliyordu
bana. Varınca otelde kısa süre
dinlenip Atina By Night Turu'na
çıkıyoruz. Akşamın alacasında
Atina sahilini,
Pire, Paşa
Limanı, Alimos, Faliro, Glyfada
semtlerini geziyoruz. Ardından
yediğimiz içtiğimiz bizde kalsın
diyerek geçiştireceğim yemek faslı. Denizden esen
yel, kulağımıza çok tanıdık gelen Yunan ezgileri
eşliğinde keyfimiz yine kekâ.
Kahvaltı sonrası çıktığımız Atina panaromik
şehir turunda Agora, Zeus Tapınağı, Parlamento
Binası, Syntagma ve Omonia Meydanları,
Cumhurbaşkanlığı Sarayı Başbakanlık Konutu,
Tarihi Olimpiyat Stadyumu, Panepistimiou
bulvarlarını, Ulusal Kütüphane ve Akademi
Üniversitesi görüyoruz.
“ Kızçem”le Atina'nın kalbi -İstanbul'un
Taksim'i?- olan, yeni yıl kutlamalarının ve
neredeyse her gün bir eylemin yapıldığı Syntagma
(Anayasa) Meydanını göreceğiz diye heyecanlıyız.
Bir gün önce bu meydanda büyük arbede
yaşandığını sosyal medyadan öğrenmiştik. Sabahın
erken saatleri olduğundan sakindi ortalık. Çipras'la
da karşılaşamadık yollarda.
Eskinin kraliyet sarayı şimdinin Parlamento
Binası'nı koruyan, kırmızı ponponlu ayakkabılı ve
tam dört yüz plili etekli evzonelerin (asker) her saat
başı yaptığı nöbet değişimine tanık olduk. Bu
geleneksel giysilerin kökeni bağımsızlık savaşına
(1821-1828) dayanıyormuş. Yerel rehberimiz
binanın renginin de taşlarından kaynaklı beyaz, sarı
ve leylak rengi aldığını söyledi. Meçhul Asker Anıtı
da bu meydanda. Uzaktan gördüğümüz Omonia
meydanına iseAkropolis turu sonrası gideceğiz.
“Telli telli telli şu telli turna/Ne kalmış buralı
göklerden başka”
Ve dünyanın en büyük, en ünlü sit alanı
Akropolis'teyiz. O kadar kalabalık ki… Dünyanın
her yerinden gelme her yaştan
insanla birlikte bekliyoruz, içeri
girmek için. Yerel rehberimizin
anlattıklarından tutabildiğim not
çok az. (Google arama
motoruna başvuruyorum.)
Parthenon; Eski Yunan'da
kentin koruyucusu Tanrıça
Athena'nın dev sütunlarla
çevrili, dikdörtgen şeklindeki
baş tapınağı. MÖ 5. YY.da
Tanrıça Athena ve Tanrı
Poseidon için yapılan Bizans
döneminde kilise, Osmanlı
döneminde konut olarak
kullanılan Erekktheion, AthenaNike Tapınağı ve diğerleri. Uzun
yıllardır süren restorasyon çalışmalarının on yıl
sonra bitmesi hedefleniyor.
Denizden 150 metre yükseklikte Akrapolis'te,
kum fırtınasına yakalanıyoruz. Tur otobüsünde,
ilkokul 4. Sınıf öğrencisi Yağız'ın Akropolis ve
Yunan tanrı ve tanrıçalarına ait bildikleri hepimizi
şaşırttı.
Korinth Kanalı turuna katılmayıp, Omonia
Meydanına çıkan bilumum ara sokaklarda
kaybolmayı tercih ediyoruz, kızçemle. Buralar
İstanbul Tahtakalesi, İzmir Kemeraltısı adeta. Her
şey çok tanıdık, çok bildik ve hiç yabancılık
çekmiyoruz ancak kalabalıktan bunalıyoruz biraz.
Yeme-içme yeri seçiminde zorlanıyoruz ve
tesadüfen Yunan buzlu kahvesi frappenin en iyisine
ve en ucuzuna ulaşıyoruz. Baharatçılar, mandıralar,
-28-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
ikinci el giysiler, uluslararası giyim markası
mağazaları, unlu mamuller, tuhafiyecilerin
önünden geçiyoruz, sokak aralarında gezinirken.
Bu bölgedeki esnaf siesta yapmıyor. Her şehrin
delisi vardır malum;Atina'nın delisiyle tanışmak da
–biraz korkuttu ama- nasip oluyor.
“Ne kalır yarına bizden sonraya/Her şey
binip gitmiş uçurtmalara”
Bu “Atina günü”nün tarihi 17 Temmuz.
Akşama –turistik olanına elbette- tavernaya
gideceğiz ve bizden birinin doğum gününü
kutlayacağız. Otelde biraz dinlendikten sonra, Eski
Atina'nın ara sokaklarındaki tavernaya gidiyoruz.
Yemek kötünün iyisi ama eğlence iyinin en iyisi.
Ezgilerin çoğu tanıdık. Solist Yunancasını, bizler
Türkçesini söylüyoruz şarkıların. Yunan folklorik
danslarını izliyoruz çoğu kez nefesimiz tutarak.
Mekan basık olunca sıkça dışarı çıkıp, kapı
önündeki Gümülcineli çiçekçi kız çocuklarıyla
sohbet ediyoruz. Saat ilerledikçe eğlence tavan
yapıyor, hatta otobüse ve otelin önüne de taşınıyor.
Yorgunluktan uyuyamıyorum o gece. Sabah
Kavala yollarına dökülüyoruz ama ilk saatler
kimsenin afyonu patlamıyor. Bu uzun yol turun
neşe kaynağı doktorun anlattığı fıkralarla kısalıyor
bir nebze.
Kavala'da kaleyi, Kavalalı Mehmet Ali
Paşa'nın evini, artık otel olan imareti, su kemerini
ve kale içindeki eski şehri görüyoruz ama
hepimizin aklı yörenin meşhur bol bademli, pudra
şekerli, gevrek ve ağızda dağılan kurabiyesinde.
Alıyoruz tıkınmalık ve hediyelik. Güzel bir gecede,
yakamozlar eşliğinde, salaş bir lokantada, bildik
ezgileri dinleyerek hatta bazen de katılarak şahane
deniz ürünleri yiyoruz.
Gümülcine'deki otele vardığımızda tek
istediğimiz şey uyumak. Ve yarın çok uzun bir
gün…
“Telli telli telli şu telli turna/Sanma ki yaralı
uçmaz bir daha”
Bayramın son günü sabah 8'de yola çıktı k.
Aslında çile olan yolculuğu eğlenceye çevirmekle
iyi ettik. Gecenin 11'inde vardık, İstanbul'a. Ve iki
saat sonra daAnkara'ya yola çıktım, bitap şekilde.
Sevgili okur; yaşadıkları süreden daha kısa süre
yaşayacağı, bu sürenin kalitesinin her geçen gün
daha da düşeceğinin bilincinde olan ve bazı şeyleri
–artık- ertelememek gerektiği amentüsüyle hareket
eden “En Güzel Yaştaki İnsanlar Kulübü”nün bir
üyesi olarak bu keşif ve keyif dolu tatil yorucu olsa
da bana ve “kızçem”e iyi geldi. En yakın zamanda
sadece Selanik ve Drama'yı içeren bir gezi daha
planlamaktayım; annemin ruhunu yad etmek,
kendimi şad etmek için.
* Bu yazının eksiği çok. Mesela; Yunanistan'ın
hali pür melaline ilişkin not düşmedim hiç! Haddime
düşmez diye düşündüğüm için. Ancak Yunanların en
dar –şimdiki- zamanının, bizim -nüfusun çok büyük
bir bölümünün elbette- en geniş zamanımızdan
–belki de???- çok daha iyi.
PEŞİNDEN
Cevat TURAN
[email protected]
Yürek yaylalarının tüm çobanlarına
Bereket tarlalarının yoncalarına
Gönüller gülistanının goncalarına
Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun
Bahar gecelerinin kelebeklerine
Anne kucağındaki tok bebeklerine
Doyuran fırınların bereketlerine
Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun
Çevrelerine can veren ırmaklarına
Selamlaşan komşuların sokaklarına
Genç kuşakların olacak umutlarına
Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun
Kin yangınını sevgiyle söndürenlere
Çalışanların yüzünü güldürenlere
Halkına tek gerçekleri bildirenlere
Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun
Ayırmadan insanları sevdirenlere
Geçim çarkını onurla döndürenlere
Ailesini doyurup, giydirenlere
Selamlar olsun, yürekten selamlar olsun
-29-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
SEVELİM, SEVİLELİM
Etem ORUÇ
[email protected]
askerleri, çekilirken, yaklaşık 150'yi aşkın insanı
İtalyanlardan kalma baraka sinema salonuna
doldurmuş ve içine yakıt döküp kapılarını dışarıdan
kilitlemiştir. Tam yakma aşamasında iken durumu
öğrenen bir Rum kızı sevdiği Türk gencinin de buraya
konulanlar arasında olmasından dolayı dayanamayıp
İtalyan zeytinyağı fabrikasının müdürüne gitmiştir.
Müdürün durumu öğrenip Yunan askerlerine
müdahale etmesi ve kapıları açması ile büyük bir
katliam son anda önlenmiştir.(Görüyorsunuz sevgi
bir faciayı önlemiş. E. O.)
Anadolu ermişi Koca Yunus Emre'nin iki
sözcüğü: “sevelim, sevilelim”. Bu iki sözcük,
anlayana onlarca ciltlik kitap yerinedir, anlamayana
söylenecek sözümüz yok. Önce seveceksin, her
şeyini seveceksin dünyanın dağını taşını, kurdunu
kuşunu… Yunus: “Yaradılanı severiz yaratandan
ötürü!” demiyor mu? Sevmek bedel ödemektir,
fedakârlık yapmaktır, zoru yenerken tehlikeyi göze
almaktır. Kuru sevda değil bizimkisi, sevmek ölümü
bile göze almaktır.
Sevmek yürek ister; cesaret, yiğitlik ister. Aşk bir
eşkıyanın hayata itirazıdır, kurulu düzene bir
başkaldırısıdır. Bu zorlukları göğüsleyemezsen
ereğine ulaşamazsın. Ulaşamayınca da sevilme
hakkın yoktur. Seveceksin ki sevileceksin. Öyle
yattığın yerden armut piş ağzıma düş, yok öyle şey.
Yüzyıllardır unutulmayan aşk hikâyelerine bir göz
gezdir; Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Yusuf ile
Züleyha ve daha niceleri… Ne büyük acılar
çekmişler sevdaları uğruna. Sonra aşkın dini, ırkı,
rengi de yoktur. Sevdin mi yürekten seveceksin…
Kuşadası Rumlarının büyük bir kısmı 1922 yılının
Eylül ayı başlarından itibaren durumun vahametini
kavramış Kuşadası'nı terk ederek teknelerle
Yunanistan'a kaçmıştır. Bu dönemde yaklaşık 8 bin
Rum'un Kuşadası'nı terk ettiği tahmin edilmektedir.
Türk Ordusunun Kuşadası'na girmesinden sonra da
bir kısmı Güzelçamlı'da, bir kısmı ise Kuşadası
merkezinde kalmış bulunan 1000 dolayındaki Rum ise
1925 yılındaki mübadele ile Yunanistan'a
gitmiştir.”
Buyurun, bir Mübadil Rum'un anı defterinden de
öğrenelim o günkü durumu: “Hepimiz bir arada çok
güzel dostluklar kurmuştuk. Sadece mahallede değil,
tarladaki damlara göçtüğümüzde de birbirimizi arar,
sorardık. Yaz gecelerinde, üzüm bağlarında
birbirimizi ziyarete gittiğimizde ateşin başında neşeli
kahkahalar atardık. Çoğu zaman Müslüman nedir,
Hıristiyan nedir bilmezdik. Bir Müslüman dostumuz
hasta olsa biz de üzülürdük, onların sevinçlerinde biz
de sevinirdik. Bazen Türkler bizim cenazelerimize,
bazen de biz Türklerin cenazelerine giderdik. Türk
dostumuz öldüğünde biz de ağlardık. Bizden biri
ölünce onlar da ağlardı. Biz onların cenazesinde
Rumca dualar okur, onlar da bizlerin cenazesinde
Arapça dualar okurdu. Türkler güzel Rum kızlarına
işaret edip buluşmak isterler, Rumlar Türk kızlarına
işaret ettiklerinde kavga çıkardı. Biz böyle bilirdik.
Türk kızlarıyla konuşan Rum delikanlılar da vardı.
Duyardık. Ama birbirimizle evlenmezdik. Aileler iyi
karşılamazdı. Her şeye rağmen iyi geçinirdik. Ne
zaman buraları da anavatana bağlamaya kalktılar,
Savaş, hangi nedenle olursa olsun bir cinayettir.
Hiç bir zafer ölen bebeleri, kıyılan canları geri
getiremez. Emperyalist emellerle çıkarılan
savaşların bedellerini hep çocuklar, kadınlar, hiçbir
suçu olmayan mazlumlar öder. Seven insan
öldürmez, yaşatır, cana can katar. Kurtuluş Savaşı
yıllarında da sevdalar can kurtarmıştır. Bir kaynaktan
aktaralım:
“Kuşadası insanları, Rumlar tarafından destekli
Yunan Ordusu tarafından vahşice şehit edilmiştir.
Bunun dışında 8 kızımıza Yunan askerlerince tecavüz
edilmiş, vatandaşın hayvanları, ellerindeki tahıl vb.
ürünler zorla toplanarak Yunan Ordusuna
verilmiştir. Yunan Ordusunun bu eylemlerinde
Kuşadası Rumları rehberlik etmiş, hatta Rumların
bir kısmı fırsattan istifade ederek Türklere ait evleri
yağmalamıştır.
Asıl felaket ise 6 Eylül1922 günü Yunan askerleri
çekilmeden önce yaşanmak üzereyken yine bir Yunan
kızının vicdanı sayesinde önlenmiştir. Yunan
-30
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Sömürgeciler suyu bulandırmadığı sürece
halkların birbiriyle düşmanlığı yok. Dini, ırkı, rengi
onları ilgilendirmiyor. Dünyaya gelirken ırkımızı,
dinimizi, rengimizi seçme hakkımız mı var. Bunlarla
övünüp ya da yerinelim. Kana doymaz sömürgeci
sülükler bizleri birbirimize düşman etmediği sürece
sorun yok. Gökyüzü, yağmur nasıl hepimizinse,
yeryüzünde de paylaşarak yaşamasını biliriz biz.
Dostoyevski: “ Cehennem, insanın yüreğinde,
sevginin bittiği yerdedir.” diyor. Sevelim, sevilelim…
Dünya kimseye kalmaz!…
her şey bozuldu. Kimseler birbirinin sokağından bile
geçmez oldu. Tarlalara bile gitmek için her millet
başka yolları kullanmaya başladı. Birbirimize
düşman olduk. Anavatana göçünce buradakiler de
bizi sevmedi. Türk tohumu, dediler. Kovmak istediler.
Artık güzel rüyalar bile görmez olduk. Ne güzeldin
benim memleketim. Ne güzeldin Yeni Efes'im,
Kuşadam. Ben seni unutmadım. Sen de beni
unutma…” Atina, Ekim 1923,Artemis Paraskevi
Yukardaki tırnak içindeki yazıların birincisi
İtalyan arşivlerinden. İkinci anı Artemis
Paraskevi'nin anı defterinden.
Sevelim, sevilelim… Dünya kimseye kalmaz!…
Ozan Tuğrul Keskin'den hemen okunması gereken şiirler:
ZİTO İ EPANASTASİS!YAŞASIN İSYAN!
ki bizler vatanınızın değil insanlığın gerçek
kahraman askerleriyiz…”2 diyorlardı aynı adı
taşıyan manifestolarında.
Kurulan mahkemeler 1920 yılının son günlerinde
karar verdiler, bu bildirideki görüşlerinden
vazgeçmeyerek
“düşman”la savaşmayanlar
ölecektiler. Bildiride imzası olan iki yüz
yiğit komünist insan görüşlerinden
vazgeçmedi, boyun eğmediler zalime ve
1921 yılı Ocak ayının ilk günü, işgal
kuvvetleri komutanlığının merkezi de
olan Balçıklıova (Balçova)'da, şu an
İnciraltı Sahili denilen bölgede kurşuna
dizildiler.
Tarih onları unutmak istedi,
unutturulmak istendiler.
… Savaş meydanlarında ve
işkencehanelerde ve sokaklarda ve
dünyanın her köşesinde, adlarını
bilmediğim, dillerini bilmediğim ancak,
tarihin tekerleğini durmaksızın ileriye
doğru iten ve bu uğurda canlarını veren
bütün yiğit insanlar için bir kez daha;
ZİTO İ EPANASTASİS! (Yaşasın isyan!)
Tuğrul Keskin'e teşekkür ediyoruz, onu
kutluyoruz böyle bir gerçeği güncelleştirdiği için.
Halkları kimlerin düşman ettiğini bir kez daha
görmek için de bu kitap okunmalıdır, diyoruz
okuyucularımıza...
Everest yayınları arasında çıkan bu kitabı için,
Tuğrul Keskin diyor ki:
…“Küçük Asya”nın işgaline karşı çıkan
komünistler, Yunanistan'da, Anadolu'yu işgal emrini
veren hükümetin efendilerince zulüm altında
tutuluyordu ve 117 Komünist, sırf işgale
karşı çıktıkları için kurşuna dizilmişti
Atina'da. Bu acıklı hikâye bile halkların
neden kardeş olması gerektiğinin en
açık kanıtıydı. Zalime karşı bütün
mazlumlar birleşirlerse ancak,
söyleyecek büyük sözleri olabilirdi…
Ortak bir cümle bulmak, ne eşsiz bir
söylemdi bu.
O ortak cümlenin peşine düşmek, ne
güzel eylemdi.
İşgal kuvvetlerinin askerleri olarak
A n a d o l u ' y a g ö n d e r i l e n Yu n a n
Komünist Partisi'nin 200'ü aşkın
üyesinin, “Küçük Asya”da o eşsiz ortak
cümleyi bulduklarını gördüm birden;
Barış!
Zalimin her tür çılgınlığına karşı çıkma cesareti
ve inancı.
Çünkü cephenin komünist askerleri;
“Anadolu'nun işgali emperyal bir oyundur ve
Britanya yeni sınırlar çiziyor, mazlumların
kanıyla ve biz, mazlum Anadolu halkını
öldüremeyiz, onlar kardeşlerimizdir.” diyorlardı.
… Büyük iktidar sahipleri! İşte bundan dolayıdır
-31-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Ekonomide Yeni Gündem:
Orta Gelir Tuzağı
Abdullah TAŞCIOĞLU
10.000 dolara denk olduğu düzeye verilen isimdir.
Ülkemizde son 5-6 yıldır yerini koruyan bu 10.000
dolar nedir? Neden 9.000 veya 11.000 dolar değil de
10.000 dolardır? İşbirlikçilerin amacını anlayabilmek
için 10.000 doların nedeni de bilinmelidir.
Ülkemizde yabancı sermaye girişlerine bağlı
olarak 2001 yılından itibaren kalkınma değil ama
ekonomik bir büyüme sağlanmıştır. Bu ekonomik
büyümeye karşın gelir dağılımı göz ardı edilmiş,
sadece bir bölme işlemine (toplam gelir / nüfus)
indirgenmiştir. 10.000 dolar seviyesine ulaştığı ifade
edilen kişi başına düşen gelir; son 5-6 yıldır bu
seviyelerdeki yerini korumaktadır.
Emperyalizm ve sözcüleri; ABD'de kişi başına
düşen gelirin yüzde 20'sini orta gelir düzeyi olarak
kabul etmektedirler. ABD'de kişi başına gelir 50.000
dolar düzeyinde olduğundan ve bunun yüzde 20'si de
10.000 dolara tekabül ettiğinden, orta gelir düzeyi
10.000 dolar olarak kabul edilmektedir. Bu rakam
esas alınınca Türkiye ile birlikte orta gelir tuzağına
düştüğü ifade edilen ülkelerin başında: Çin, Malezya,
Rusya, Brezilya, Arjantin, Meksika, Cezayir,
Polonya, Macaristan ve GüneyAfrika gelmektedir.
Servet dağılımını ve bölgesel dengesizlikleri,
diğer bir ifadeyle birden fazla Türkiye ekonomisi
olduğunu görmeyen, hatta görmek istemeyen
emperyalizm ve sözcüleri ekonominin son yıllardaki
görüntüsünün üstünü örtmek için değişik konuları
ülke gündemine getirmektedir. Son yıllarda
önümüze getirilen kavramlardan birisi de “Orta
Gelir Tuzağı”dır. Orta gelir tuzağı kavramı
geçtiğimiz birkaç yılda ülkemiz gündemini sıkça
işgal etmeye başlamıştır. Sözüm ona ekonomi
çevrelerinde de Türkiye'nin orta gelir tuzağına
düştüğünden söz edilmektedir. Önümüze getirilen
bu “Orta Gelir Tuzağı” kavramı nedir?
Bu ülkelerin ortak özellikleri; (1) Tasarruflar ve
dolayısıyla yatırımlar düşük düzeydedir. (2) İmalat
sanayi gelişmemiştir, gelişme de yavaş yürümektedir.
(3) Sanayi tekdüzedir, üretim düşük katma değerli
olup montaja sanayi gelişmiştir. (4) Tüketim
dışalıma, büyüme tüketime bağlıdır. (4) Emek
piyasasında koşullar zayıftır. (5) Yüksek teknoloji
alanında rekabet gücü yoktur. (6) Eğitimde kalite
artırılmamaktadır.
“Orta gelir tuzağı” bana, “benim memurum işini
bilir” diyen bir Cumhurbaşkanını, Turgut Özal'ı ve
Türkçeye kazandırdığı “orta direk” kavramını
anımsatmaktadır. Emperyalizm ve sözcülerinin
gündeme getirdikleri orta gelir tuzağı kavramını
anlayabilmek için hepimizin bildiği “tuzak”
sözcüğünün anlamını unutmamak gerekir. Türk Dil
Kurumu “Tuzak” sözcüğünü; “Kuş veya yaban
hayvanlarını yakalamaya yarayan araç veya
düzenek. Birini güç ve tehlikeli bir duruma
düşürmek için kurulan düzen, komplo” olarak
tanımlamaktadır. Ekonomiden anlamasak da
hepimizi ilgilendiren bu sözcüğün üzerinde durup
düşünmemiz gerekir.
Orta gelir tuzağı dedikleri
ekonomik
kalkınmanın, kültür duvarına çarpmasıdır.Beşeri
sermayenin iyileştirilmemesidir. İnsan gücünün
sanayinin ihtiyaçları doğrultusunda
p l a n l a n m a m a s ı d ı r. B i l g i d ü z e y i n i n
yükseltilmemesidir. Gençlerin mesleki eğitime
y ö n l e n d i r i l m e m e s i d i r. Ü l k e d e k i b ö l g e s e l
dengesizliklerin sürdürülmesidir. Kalıcı ve gelişmiş
bir demokratik ortam yaratılmamasıdır.
Harcanabilir gelirlerinin yarısından fazlası ile
borçlarını ödemek zorunda olan bir ülkede
yaşıyorsanız, diğer bir ifadeyle gelirler ile hayat
pahalılığı arasında ciddi bir uçurum varsa bu ülkede
sömürü vardır. Sömürünün sürdürülebilmesi de ancak
sömürülen ülkenin olduğu yerde bırakılmasıdır.
Orta gelir tuzağı dedikleri işte budur.
Emperyalizm ve sözcüleri “Orta gelir tuzağı”nı
bir ekonomide kişi başına gelir düzeyinin belirli bir
aşamadan öteye gidememesi hali ya da belirli bir
gelir düzeyine ulaştıktan sonra durgunluk içine
girmesi durumu şeklinde tanımlamaktadırlar. Bu
tanıma göre orta gelir düzeyi, kişi başına gelirin
-32-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“BENİ BURAYA GÖMÜN,
OĞLUM ÜŞÜR”
Av. Hüseyin ÖZBEK*
[email protected]
tarifsiz bir acı duydu. Çoluk çocuğa görünmeden
arada bir gardırobun dibindeki beylik elbiseye
dokunup okşaması, bu güne kadar oğul uşaktan
gizlediği tek sırrı oldu.
Toroslar kadimden beri Yörük yaylağıdır.
Baharda çıktıkları yaylalardan ilk kırağı düşüp kış
ayağını uzatırken Çukurova'ya inerler. Turanlılarınki
de Yörük işi gibi oldu. O il senin bu bel benim konup
göçmenin encamında son eğleğimiz burası deyip
Adana'yı seçtiler. Bundan sonra konup göçenin, il
gezenin dönüp geleceği yer burası olsun deyip
yurtluk edindiler. Kalan ömür huzur içinde geçsin
dileğiyle Çukurova İlçesi Huzur Mahallesi dediler.
Toroslarda, Çukurda atının ayağının değmediği
yer kalmayan Karacaoğlan; “Yiğit yiğide yad olmaz,
iyilerde ham süt olmaz” der. Biz ana sinesinde
bıraktığımız Mustafa'ya dönelim. Kısmet ananın
helal sütüyle serpilip levent endam bir yiğit olan
Mustafa da baba mesleği deyip polisliği seçti. Özel
harekâtçı oldu. Karakolun yüzü soğuk olur, denir.
Mustafa sıcak yüzünü gösterdi yolu düşenlere.
Kaderin sillesini yemişlere bir sille de bizden
olsun, demedi. Kiminin karnını doyurdu, kiminin
ardında durdu. Diyarbakırlı Müslim gibi kimilerine
de ayağından çıkarıp postalını verdi. Ele verileni el
bilir, başkasına söylenmez. Söylenirse tek anaya
söylenir. Kola kucağa sığmayan Mıstık'ını kundak
bebesi gibi sevip koklarken laf çalımında ağzından
aldı bir keresinde. Ver elli, bir evlat bağışlayan
Tanrıya el açıp şükretti Kısmet Turanlı.
Dünyada mekân ahirette iman, demişler. Polis
babanın emekli ikramiyesi yetmedi. Mustafa, siz güle
güle oturun bana yeter, deyip bankada bir tomar
kâğıdın altına bastı imzayı. Yıllarca maaşından
kesilecek borç yükünün altına girerken tek dileği
oldu bacısından. Anam atam otursun da varsın hiç
görmemiş olayım, dediği evin içinden dışından
resmini istedi.
Mustafa'nın baş göz olmasını tez geçelim. Erken
kalkan yol alır, erken evlenen döl alır, deyip
Mustafa'yı Ayşe Öğretmenle tez elden nikâhlayıp
yuvadan uçurdular. Birlikte yürüyecekleri uzun
g u r b e t y o l c u l u ğ u n a d u a y l a u ğ u r l a d ı l a r.
Diyarbakır'dan sonra kim bilir daha kaç il, kaç
Rahmine düşen evlatla birlikte 9 ay 10 gün tek
bedende iki can taşır ana. Gün güne ulandıkça
canından can, kanından kan verdiği büyür içerde.
Gelecek olanın muştusudur an be an büyüyen karın.
Kem azarın, kem nazarın uzanamadığı korunaklı
dünyadan fani dünyaya tek adımlık yolculuk az gittik
uz gittik misali aylar sürer. Konuğuyla hane sahibinin
başkasının anlamayacağı bir dille halleşmesiyle
geçer zaman. Her tekmesi, her dönüşü kalemsiz
kâğıtsız sevgi mektubu, ana ben buradayım,
çığlığıdır içeriden. Konuk gelen eve kut gelir demiş
atalar. Ocakta köz, söylenecek söz bitince başköşeden
doğrulan konuğu kapıya kadar uğurlar ev sahibi.
Ananın hane sahipliği dersen ömür boyudur.
İçerideki konuğu ilk haneden uğurlayıp ikincisine,
ömür boyu konaklayacağı başköşeye, sıcacık
sinesine buyur eder.
Gün tamam olup dünyaya göz açtığında verildiği
kucağın ten kokusunu, ter kokusunu bir daha
unutamaz bebe. Ana sütünün, ana teninin, ana terinin
doyumsuz kokusu yaşam boyu bir özlem iksiri gibi
burnunda tüter. Ömür boyu sürecek koklaşmada
ananın kısmetine düşense içerdeyken duyumsadığı
insanı hazdan mest eden evlat kokusudur.
*
Mustafa, Kısmet Ana'nın peş peşe gelen 6
kısmetinden ilki olarak dünyaya göz açtığında da
aynısı oldu. Yaradan'ın kısmetini kundaklayıp
verdiklerinde sinesine basıp bir iyice kokladı. Ömür
boyu unutamayacağı, milyonların içinde gözü kapalı
bulacağı oğul kokusunu hazla içine çekti.
At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur, demiş Korkut
Ata. Mustafa'yı ana sinesinde bırakıp biz haberi
babadan verelim:
Artvin'in el atsan bulutlara değecek Şavşat
yaylasının çocuğu Adnan Turanlı da ekmeğin
peşinden gurbeti mesken edenlerden oldu. Polisliği
seçti. Yüce Tanrının karşısına çıkardığı Kısmet' i
kısmet bilip nikâhı kıydı. İki canla başlayıp, yıl yıla
ulandıkça kervana katılan 6 evlatlık göç katarıyla
ilden ile konup göçerken yel gibi geçti zaman.
“Gençlik baharım, memuriyet yazım, emeklilik
sonbaharım.” deyip dilekçesini verdi. Sivilleri çekip
üniformayı naftalinlerken teni yüzülürmüşçesine
-33-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
helal ettiler kendilerinden yana ne varsa. Kısmet ana
seslendi tabuttaki oğulcuğuna; “ Mustafam evi
merak ediyordun, gelip göremedin. Yavrum şimdi
gel gör. Üç senedir seni hiç göremedim. Bir kere
göğsüme yataydın. Bir kerecik daha kokunu
duyaydım kuzum!”
Bacısı Gül Turanlı, ayrılmak istemedi bir türlü
tabutta yatandan. Kabullenmek istemedi,
konduramadı ağabeyine ölümü. Son bir umutla
teselli etmeye çalışan polislere yalvardı tabutun
başında; “Bakın, belki nefes alıyordur, belki o
değildir.”
Birlikte yaşanacak uzun yıllara dair karşılıklı
verilen sözlerin, kendilerinden başkasının
bilemeyeceği masum sırların ortağı Ayşe Turanlı son
yolculukta da yalnız bırakmadı eşini. Daha
doğmamış çocukların, yaşanmamış anıların,
görülmemiş, gidilmemiş yerlerin önüne kazılan
hendeğin birbirinden ayırdığı çiftin Buruk
mezarlığına kadar süren yolculuğun bitiminde
tutamadı kendini; “Mustafa'mı aldılar, sana nasıl
kıydılar, seni yerin orası mı? ” sözleriyle ağıta
başladı.
Evladı ilk gören de son gören de anadır. Ana
karnı, yana karnı, diye boşuna dememişler.
Türkiye'yi Kars'tan İskenderun Körfezi'ne uzanacak
kanlı hendekte boğmanın sinsi hesabını yapanların
kıydıkları oğulun acısı, gün be gün büyüyecek, daha
derine işleyecek. Yitirdikleri evladın teninin, terinin
kokusunu duyumsayacaklar her an. Gündüz
hayallerinde gece düşlerinde karnında, kucağında
gibi sıcaklığını hissedecekler yitip giden evlatların.
Kısmet Ana, Buruk Şehitliği'nde üzeri
topraklanıp al bayrakla örtülen oğul mezarının başına
usulca çömeldi. Mustafa'nın toprağını avuçlarına alıp
bir iyice kokladı. Aşağıdaki oğuldan bir ses, bir nefes,
bir koku bekledi besbelli. Mustafa'sını içine alıp
gizleyen, gittikçe soğuyan kara toprağı ısıtmak istedi
bir an. Küreklerindeki son toprakları sıyıran
mezarcılara, çevredekilere yalvardı kısık sesiyle;
“Beni buraya gömün, oğlum üşür. “
Beni burada bıraksalar oğlumla koyun koyuna,
diye geçirdi içinden. Sarıp sarmalasam eski
günlerdeki gibi. Ana oğul kıyamete kadar koyun
koyuna yatsak, Mustafa'm da hiç üşümese, mahşere
kadar oğul kokusuyla mest olsam, diye düşündü.
Olamayacağını bilse de yanına uzanıvereceği
oğulcuğuyla gece gökyüzünü, gündüz yeryüzünü
seyranla geçecek ikinci bir yaşam diledi Tanrı'dan.
-----------------------------------*İstanbul Barosu Genel Sekreteri
(9 Eylül 2015)
karakol gezecekti babası gibi üniformayı
naftalinleyip kaldırıncaya kadar.
Huzurevlerindeki huzurlu yuvadaki 3 yıldır
sarılıp sinesine yatamadığı anasının, elini öpemediği
babasının yan yana resimleri derelerden sel gibi,
tepelerden yel gibi aşıp Diyarbakır'ı buldu.
Başköşeden kendisine gel gelen eden Kısmet Ananın,
Adnan Babanın arasındaymış gibi bir duyguya
kapıldı bakarken. Dünya üstüne gelse kendisini
koruyacak ana kucağının, baba gölgesinin verdiği
güven duygusunun tarifsiz sarhoşluğu uzun süre
devam etti.
Huzurlu evdeki huzursuzluk PKK'nın son dönem
saldırılarıyla başladı. Bölücü örgütün saldırılarıyla
verilen her şehitte içine bir köz düştü Kısmet Ananın.
Oğul yitirmiş ana acısını duydu. Al bayraklı her
tabutla acı daha da büyüdü. İçinde Diyarbakır geçen
her kelimenin ardından Mustafa Turanlı adını
beklemeye başladı. İçini oyan, gece uykularına ket
vuran endişesini komşularıyla da paylaştı.
Mustafa'sının kara haberinden 2 gece önce rüyasında
evlerinin yıkılıp yere geçtiğini görünce; “gitti oğul,
gitti kuzum” diye dövünmeye başladı.
Kara haber tez ulaşır. Mustafa'nın ata yurdu
Şavşat'ın Yazı Köyü'nde verilen salasının ardından
amcalar, yeğenler durmak olmaz deyip ülkenin
kuzeyinden güneyine Anka kuşu misali uçtular.
Şehidin salından tutmaya yetiştiler. Dileyip
gidemeyen tekmil Yavuzköylüler de al bayraklar elde
Şavşat'a kadar yürüdüler.
Diyarbakır'ın Sur ilçesinde hendek kazıp yol
kesen katillerin 6 Eylül 2015 günü attıkları pusu,
Kısmet Ana'nın öpmeye koklamaya kıyamadığı ilk
kısmetinin yanında bir can daha aldı. Kayseri'li
Muzaffer Can Ersoy kalleş tuzağının ikinci şehidi
oldu. Sur'da, Cizre'de, Silvan'daki hendeklere
vurulan kazmaların saplarının Avrupa'ya, Atlantik
ötesine kadar uzandığını Kısmet Ana nereden bilsin?
Oğlunun canını aldıranların Türk milletinin toptan
gömüleceği derin hendeği kazmadan geri
durmamaya yeminli olduklarını kısmetsiz analara
kim söyleyecek? Mustafa'nın kanlılarının, geçen
yüzyılda Basra'da, Bağdat'ta, Musul'da, Sina'da,
Şam'da bıraktığımız Mustafaların da kanlıları
olduğunu kim deyiverecek? İslam Peygamberiyle
müşriklerin Hendek Savaşı'ndan daha zorlusunun
Mehmetlere kurulduğunu hangi babayiğit ortaya
döküverecek?
Hasılı kelam Mustafa'nın kaderinde sağlığında
göremediği baba ocağına al bayraklı tabutla helallik
almaya gelmek varmış. Turanlı ailesi salasını
duyanın uzaktan yakından akın ettiği hanelerinin
kapısında karşıladılar ilk göz ağrılarını. Kat be kat
-34-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Adabelen Masamız'dan eksilenler:
SEVGİLİ KARDEŞİM
ALİ YAVUZ*
Faik AY
[email protected]
Hayatımın en zor ve en kolay görevini yerine
Kendimize bir hava veriyorduk. Balıkesir'de de
getirmekle kendimi yükümlü kıldım. En zor görev;
Necati Eğitim Enstitülüler epeyce revaçta idi.
çünkü 60 yıldır hayatı paylaştığım canım, ciğerim
Tanınalım diye okul rozeti takıyor, koltuk altındaki
dostumu içim yanarak anlatmak zorunda kalıyorum,
kitaplarla görülebilecek yerlerde'' güya'' ders
kolay görev; o da sevgili dostumun eğrisi büğrüsü
çalışmaya gidiyorduk. Biz de Aliyle birlikte sık sık
olmadığı için, dosdoğru adam gibi adam olduğu için
Demiryolu parkına gidiyorduk. Ali öğretmen
kolay.
okulunda sigara içmiyordu. Benle Cevat içiyorduk.
O da bir iki otlandıktan sonra alıştı. Bu arada nargile
Kader bizi 60 yıl önce Ortaklar Öğretmen
modası çıktı. Hiç içmemiştik, ama iki nargile
okulunda aynı amaçta birleştirdi ve O'nun cismen
doldurttuk. Kitaplar önümüzde, nargile
ayrılışına kadar hiç ayırmadı. Okula girdiğimizde
önümüzde… Nasıl içileceğini bilmiyoruz. Ali
aynı sınıfta iki Ali vardı. Ali Yavuz ve Ali Ağaoğlu.
marpucu eline aldı, içine çekmek yerine var gücüyle
İkisi de bizlerden birkaç yaş büyüktü. Hafif hafif
marpuca üfledi. Tabi ki tütünü ve ateşi fırladı, etrafta
bıyıkları terlemeğe başlamış, haftada bir de olsa
gülüşmeler oldu. İlk ve son deneme oldu.
sakal tıraşı oluyorlardı. Köylerindeki okul, evlerine
uzak olduğundan rahatça gidip gelebilsinler diye iki
Eğitim enstitüsünde iken de özverili idi,
yaş geç gönderiyorlardı
merhametliydi. İkinci
okula.
sınıftaydık. Son dersin
bitiminde yine enayiler
Öğretmen okulunu
meydanına doğru
anlatmayacağım,
giderken, belediye
hepimizin ortak yaşantısı
hoparlöründen bir KAN
aynı gibi. Ali'nin 6 yıllık
anonsu duyduk. Balıkesir
öğretmen okulu boyunca
Devlet hastanesinde
dersleri çok iyiydi.
yatmakta olan bir hasta
Zülfikar Bey'in gözdesi,
için acil kana ihtiyaç
beden eğitiminin düşmanı
vardır, ilgilenenlerin
idi. Sene sonlarında Beden
dikkatine. Anonsu duyar
Eğitiminden kurul kararı
Ali
Yavuz
E
ğ
itim
Enst.
ö
ğ
renci
iken
F.
Ay'la
d u y m a z ,
h i ç
ile geçiyordu.
sorgulamadan '' Hadi
Son sınıfta Eğitim
Köylüm gidelim'' dedik.
Enstitüsü sınavlarına girdik. İkimiz de kazandık.
Gittik. Bizden birer ünite kan aldılar ve biz ayrıldık.
Eğitim enstitüsü, öğretmen okulu gibi değildi. Etüt
Aradan bir, bir buçuk ay geçtikten sonra bir karı
yok(veya var ama zorunlu değil), yoklama yok,
koca, yanlarında 11-12 yaşlarında bir kız çocuğuyla
geceleri geç gelmelere karışan yok. Bize bu
bizi okulda arıyorlar. Bizim kanımız çocuğun
özgürlük fazla geldi. Başladık dersleri boşlamaya;
hayatını kurtarmış, bu nedenle de teşekkürlerini
Balıkesir'de, ENAYİLER caddesinde volta atmaya;
sunup el öptürmeye gelmişler. O zaman bile kendi
(Enayiler Caddesi, okul kapısından Ali Hikmet Paşa
kanından başkasına CAN katmayı bilecek kadar
meydanına kadar uzanan cadde, kız tavlamaya
erdemli bir insandı.
gidilen yer.) Yeşil köşe kıraathanesinde pişti
Mezun olduk. Ben Iğdır Ortaokulu'na, Ali,
oynamaya. Arayan yok, soran yok. Okulun
Kayseri'deki
ortaokula kura çekti. Gitmeden önce
kapısında bekleyen gece bekçisi Arnavut Ali Dayı,
paçayı
düzeltmek
lazım. Ne de olsa ortaokulda
Birinci cigarasını gördüğü zaman kapılar ardına
öğretmen
olacaktık.
O zaman İzmir'de Fevzi Paşa
kadar açılıyordu.
Bulvarında Meşhur Şafak Mağazaları vardı.
Delikanlıydık, yüksek okulu kazanmıştık.
Peşinatsız 25 lira taksitle giyim eşyası satıyorlardı.
-35-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Birlikte gittik. O bana kefil oldu. Ben de ona kefil
ekmek, zeytin yediriyorsun!'' O'nu anlatırken
oldum. Senetler yapıldı. Senetlerde adres olarak
kendimde ortaya çıkıyorum, çünkü ben O'yum, O da
yeni görev yerlerimiz yazılı. Biz kendimizi donattık.
ben.
Pardösü, kaşkol, fötr şapka, gıcır ayakkabı vs…
Örgütçüydü. Birlikten güç doğacağına
Aynaya baktığımızda ikimiz de polis hafiyesi
inanıyordu. Aramızdan beden olarak ayrıldığı güne
Sherlok Holmes gibi olmuştuk. Görev yerlerimize
kadar TÖS, TÖBDER, parti üyelikleri gibi yerlerde
döndük. Aradan üç beş ay geçti. Ona ayrı, bana ayrı
hep görev aldı. Özellikle evladı gibi üzerine titrediği
protesto mektupları geldi. Güya Şafak mağazasının
ve kurucusu olduğu ADABELENLİLER Derneğini
taksitlerini ödemiyormuşuz. Karşılıklı birbirimize
ve dergisini çok önemsiyordu. ADABELENLİLER
kızıyoruz. Niye borcunu ödemiyorsun da kefil olan
de Ali Abi'lerini ne kadar önemsediklerini son
benden istiyorlar. Halbuki ikimiz de
görevlerinde gösterdiler. Derneği bir
normal ödemeleri yapıp makbuzları
arada tutmak için çok çabaladı.
saklıyoruz. Ancak bugünkü gibi
Toplantıları, genel kurulları hiç
haberleşme imkanı olmadığından
aksatmadı. Son genel kurul dahil.
doğruyu öğrenmek mümkün
Dürüst olmanın, eğilip
olmuyordu. Hem mal sahibi, hem kefil
bükülmemenin
bedelini sürgünlerle
olarak ödemeyi iki kez yaptık.
ödedi. Dik durdu, yüceldi. Danıştay
Kendisini aşmıştı. Benci değildi.
kararları ile döndü. Küsmedi. İncindi,
Ben kendimi kurtardım gerisi beni
incitmedi.
ilgilendirmez demedi. Mesleğe
Bir toplantıda
Mesleğimizin son yıllarında
başladığı ve evlendiği ilk günler dahil,
İzmir'e
geldik. Hayat şartları çetin. Ev
hiç yalnız kalmadı. Kendi çocuklarını
kira,
çocuklar
okuyor. Ben Özel Türk
büyütürken kardeşlerini yanında
Lisesi'nde, O Özel Fatih Koleji'nde
okuttu. Hepsinin elini ekmek tutacak
gece belletici öğretmen olarak
duruma getirdi. Öğretmen yaptı.
çalışmayı sürdürdük. Emeklilikten
Kayseri'de, Manisa'da,
Salihli'de
sonra ikimiz de kadrolu olarak Özel
öğretmenlikle birlikte ücretli dersler
Türk Lisesi'nde yöneticilik yaptık.
verdi. Yatılı okullarda gece nöbetlerine
kaldı, boynunu hiç bükmedi.
Ben bir kooperatif hissesi ile
Karaburun'da (İzmir) bir konut sahibi
İlişkimiz hiç kesilmedi. Ben Milli
olmuştum. O, emekli olur olmaz
Eğitim Müdürü olunca güvendiğim
''Köylüm bana da Karaburun'da bir yer
arkadaşlarla çalışmayı uygun buldum.
bakalım'' dedi. Baktık. Evlerimizin
Ayırdığım Milli Eğitim müdür
arası 50 metre. Her gün birkaç kez
yardımcıları yerine öncelikle onu
görüşmemize rağmen, haftada bir, en
düşündüm. O Salihli'de öğretmendi.
geç on beş günde bir, bir araya geliyor,
Hiç haberi yokken istek dilekçesini
iki tek parlatıyorduk. Sevgili eşi Behiye
kendim doldurdum, valilik onayını
Hanım'ın mangal için tavuk terbiyesi
aldıktan sonra Ankara'ya ataması için
pek meşhurdur. Benim eşim Türkan
giderken Salihli'deki evine uğradım ve
Hanım da börekçiydi.
dedim ki “Reis hazırlan, Ankara dönüşünde
Muğla'ya gidiyoruz.” Şaşırdı tabii. İstek
Gün geldi rahatsızlandı. Acılarını paylaşmaya
dilekçesinde de atama kararnamelerinde de kendi
çalıştık. Aile fertlerinin tamamı yapılması gereken
imzası yoktur.
her şeyi yaptılar. Ama ulu Tanrıya karşı güçleri
yetmedi ve Tanrının merhametli kollarına teslim
Ben Milli Eğitim müdürü olduktan sonra, il
ettiler.
içinde ağırlama, karşılama, ziyafeti bir genelge ile
yasaklamıştım. Hatta yemek zamanları çarşıda
Beklenen haber Türkiye'nin kurtuluşunun
lokantalarda yemek yemiyorduk, hani birileri görür
tapusu olan 9 Eylül günü geldi. Yine gününü seçti.
de yemek ısmarlamaya kalkar diye. Bu nedenle iş
Her an hatırlanacak bir gün.
ziyaretlerinde arabamızda peynir, zeytin, domates
10 Eylül günü ikindi namazından sonra, şanına
bulunur, uygun gördüğümüz bir yerde yerdik. Böyle
yakışır şekilde uğurlandı. Sevenleri, arkadaşları,
bir günde dedi ki: “Koca müdür oldun, bize peynir,
dostları, arkasında saf tuttular. ADABELENLİLER
-36-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
SİS VE
KAYBOLMA
İSTEĞİ
Salih GÖZEK
[email protected]
sakat bir saka gibi düşüyor yağmur
Ali Yavuz ölümünden kısa bir süre
önce bir dostuyla... Foto: İ. Tuna
yüreğimde, rüzgarın savurduğu sağır derinlik
ayrılık sensiz zamana yolcu
Derneği kurumsallaştığını ispat etti. İyi günde, kötü
günde olması gereken yerde oldu.
Kabristanda dönüşü olmayan bir yolculuk
başlamıştı. O'nu sesim çıkmadan göndermem
mümkün değildi. Din görevlisinin görevini
tamamlamasından sonra toplanan sevenlerine
cemaate birkaç söz söyledim. Özetle;
Saygıdeğer Cemaat,
Şu anda toprağa verdiğimiz ve hakkın
rahmetine kavuşan sevgili Ali Yavuz Kardeşim,
benim 60 yıllık dostum, arkadaşım, canım, ciğerim,
her şeyimdi. O'nu Allaha emanet ederken, benim
hayatımdan da parçalar koptu.
Hayatı boyunca ülkesinin huzuru, insanlığın
refahı için çalıştı. Binlerce öğrenci yetiştirdi.
Çocuklarının ve yakınlarının boğazından haram
lokma geçirmedi. Yetim hakkı, kul hakkı yemedi.
Sevgili dostum Ali, öbür alemde de mutlaka
rahat edecektir. Onun sevap defteri sonsuza kadar
kapanmayacaktır. Çünkü topluma yararlı, hayırlı
evlatlar yetiştirdi. Arkasından Fatiha'yı
esirgemeyecek yüzlerce eser bıraktı. Devlet malına
el uzatmadı.
Yüce Yaradan'ın sevgili Ali Yavuz'u bundan
sonraki sonsuz alemde rahat ettireceğine inancım
tamdır. Bu nedenle Alim için rabbimden sevgi
bolluğu diliyorum. Ruhu sonsuza kadar NUR içinde
kalsın.
---------------------------------*Adabelen'in notu: Ali Yavuz derneğimizin
eski başkanlarındandır. Ayrıca dergimizde
yazılarını da yayımladık. Işıklar içinde olsun…
yaşanmış yaşanacak bir nefestir
bu, benim yolculuğum
ve gittim
kanadından vurulmuş kuşun
düşmeden namludan kaçışı gibi
suskumu sıyırıp sabahın erguvanından
göç'e verdim çığlığımı
ne kadar ayrılsak birbirimizden
hangi eylül tenhasına bir ishak durur
inkar mıdır itirafım
kırılmış gibiyim firar göçlerin zulasında
kirli rüzgarın ağrısı dolaşır
/gittiğim sokaklarda/
gecenin en sessiz vaktidir
ışıklar söner
ahşap ses verir eşiklere;
“toprağın üstünde ayak sesleri!”
sokaklarda ev yorgunu hayatlar
ve kırlangıçların yarıp geçtiği bulvarlar
yeni bir sabah başlar; sis!.....
ve kaybolma isteği!..
-37-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Masamızdan eksilen bir başka Adabelenli: Hüseyin Uysal
"ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA,
O KÖY BİZİM KÖYÜMÜZDÜR"
Ahmet Nuri DOĞAN
[email protected]
Öykü çok bildik. Neredeyse tüm Adabelenlilerin
hatta tüm Köy Enstitülülerinin ve İlköğretmen
Okullularının öyküsü.
12 Ekim 1944'de –kiminin ayı günü de belli
değildir- İzmir'in Kiraz İlçesinin Karaman Köyü'nde
doğdu… İlkokul Öğretmeni Salim Sezer'in desteğiyle
-hani o köy çocuklarının okuması için canını dişine
takan Cumhuriyet öğretmenlerinden biri- 1956 yılında
Ortaklar İlköğretmen Okulu sınavlarına girdi ve
kazandı. Köy Enstitüleri kapatılalı iki yıl olmuştu.
Birileri “bu şer yuvalarını kapatıp yerine daha
mutedil(!) olacağını düşündükleri İlköğretmen
Okullarını” açmışlardı. Düşündükleri gibi olmadı.
Öyle bir Aydınlanma rüzgârıydı ki Köy
Enstitüleri rüzgârı, en harlı gerici ateşleri
söndürecek güçteydi. İlk günden
fısıldamışlardı kulağına “orda bir köy var
uzakta, o köy senin köyündür Hüseyin!”
diye. Yeni doğan bebeğin kulağına ismini
fısıldar gibi. O ses, yaşamı boyunca
çıkmadı kulağından Hüseyin Uysal'ın.
Çapsız, hadsiz bir Cumhuriyet Gazetesi
yazarının, Ahmet Kutsi Tecer'in bu şiiri
için, “Gitmesek de görmesek de uzaktaki
bütün köylerin bizim olacağını vaz eden bu
şarkının, devlete tapınma kültürünün
esaslı tuğlalarından biri olduğunu, henüz
bilmiyorduk” demesine inat, o şiirle o
şarkıyla hep devrimci kaldı Adabelenli
Hüseyin Uysal. Ölümüne kadar da değil,
ölümünden sonra da halkına eğitime
bağlılığını sürdüren “dinazor” olarak…
Nasıl mı?
Cenaze törenine katıldım. Kalabalık bir dost
grubu ve yakınları oradaydı. Cenazesi yoktu ortalarda.
Sordum. “Başkent Üniversitesinin” arabasını işaret
etti arkadaşlar. Özel bir taşıma aracıydı. Törenden
sonra Ankara'ya yola çıktı. Üniversiteye bağışlamıştı
ölümünden bir buçuk yıl önce bedenini. Ayrıntıyı
anlattı eşi Yıldız Uysal: “Bir yazı okumuş,
üniversitelerde tıp öğrencileri kadavra bulamıyormuş.
Ya maketler üzerinde kadavra çalışması yapıyor ya da
hatırı sayılır paralarla yurt dışından kadavra
getiriyorlarmış. 'Ben bedenimi bağışlayacağım,
öldükten sonra bedenim kadavra olarak kullanılsın'
dedi. Yadırgar gibi oldum. Ama o kararlıydı.
Prosedürü yerine getirmek oldukça zahmetliydi.
Uğraştı, didindi ve gerçekleştirdi. Doktorlar bile 'cesur
karar' demişlerdi. Hastalıkla ilgili hiçbir sorunu da
yoktu o tarihte.”
Ölmek yoktu aklında yani. Eşi Yıldız Hoca gibi,
görüştüğüm küçük oğlu Taylan da dile getiriyor
yaşama bağlılığını. “Hastalığı belirlendiğinde bile
ölmek yoktu aklında sanki. Şiirlerini kitaplaştırmayı
düşünüyordu. Bir de 'Kargalar' isimli bir kitap
yazacağını söylüyordu. Ayrıntıyı konuşmadık ama
'kargalar' ironik bir isimdi. Onu biliyorum.” Yine
onların söylemlerine göre dostlukları hep taze
kalmıştı. Eşinin deyişiyle, “Hüseyin
ölümünden sonra da beyniyle olmasa bile
bedeniyle eğitime katkısını
sürdürüyor”du.
Yani ey Cumhuriyet
yazarı! “O oradaki en uzak köyde”, “senin
aklının yetemeyeceği köyde” Ahmet Kutsi
Tecer'le birlikte senin cehaletine gülüyor
şimdi Hüseyin Uysal...
Öğretmen Okulu'ndaki abilerimden
olmadı Hüseyin Uysal. Onun mezun
olduğu 1962 yılında ben okula yeni giren
öğrencilerdendim. Yıllar sonra İstanbul'da
bir dershanede kesişti yolumuz. Sevdik
birbirimizi Adabelen'li olduğumuzu
bilmeden. Belki daha doğru bir deyişle; o
beni sevdi “abi” olarak. Yemeğe davet etti
bir gün. O zaman anlaşıldı ikimizin de
Adabelen'li olduğumuz. “Kan çekti demek
ki” demişti. Uzun uzun konuştuk. O gün ve
daha sonraki günler. Eşinin oğlunun ve arkadaşlarının
dediği gibi soyadına uygundu yapısı: Uysal… Ama
düşünsel ilkeler, idealler söz konusu olduğunda ödün
vermezdi. Saygılı, duygusal ama kararlı bir uysallıktı
ondaki.
Ulusal Kanal'da ve başka birkaç kanalda
programlara katılmıştı. “Köy Enstitüleri”, “Öğretmen
Sorunları”, “68'li olmak” konulu programlara. Her
programa hazırlanarak geldiğini gördüm. Ağzı olduğu
için konuşanlardan değildi. Eğitim Tarihine,
Aydınlanma sürecine, 68'liliğe … hakimdi. Hakim
olduğu için de bugünü de doğru yorumlamayı
-38-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Devrimci grupların kendi çelişkilerinin en hareketli
olduğu yıllarda. Kendisi bir grup temsilcisi olduğu
halde diğer gruplardan arkadaşlarına dostça
yaklaşmasını bildi. Uzlaşma yolları aradı, birleştirici
tutumuyla saygı kazandı. 1980 kıyımından sonra da
köşesine çekilmedi. Nazım Hikmet Vakfı'nda
yöneticilik yaptı. O yıllar Amerikan solculuğunun
geliştiği yıllardı. geziyordu.
Nazım Hikmet
Vakfı'ndan ayrıldı. Öldüğü gün “68'liler Vakfı'nın”
danışma kurulu üyesiydi. Devrimci mücadelesini 68'li
arkadaşlarıyla sürdürüyordu.
Avcılar semtinde öğretmenlerin kurduğu
“Eğitimciler Sitesi”nde yaşıyordu. Orada kendisi gibi
birçok “dinazor” vardı. Sistemin çarklarına teslim
olmayan iflah olmaz dinazorlar… Bu dinazorlar,
Sitenin lokalini önemli bir etkinlik alanına
dönüştürdüler. Önemli günlerde toplantılar
düzenleniyor, zaman zaman da sazlı sözlü
birliktelikler yaşanıyordu lokalde. Kah Köy
Enstitüleri – Öğretmen Okullarının kuruluş
yıldönümlerinde, kah Madımak yangınının
yıldönümünde ya da bir
sanatçıyı anma etkinliğinde…
Eğitimciler Lokali bir
aydınlanma penceresi olarak
hala varlığını sürdürüyor.
“Yıllardır bu sitedeyiz”
diyor Yıldız Hoca.
“ D o s t l a r ı m ı z l a ,
dostluklarımızla bir aradayız.
H ü s e y i n d o s t c a n l ı s ı d ı r.
Öğretmen arkadaşlarını ve
öğretmenliği hep sevdi. Öyle
severdi ki öğretmenliği zaman
zaman bana bile öğretmen gibi
davranırdı. 'Ben öğrenci değilim Hüseyin' derdim,
gülüşürdük. 43 yılı birlikte tamamladık. O hala
öğretmenliğe devam ediyor. Ankara Başkent
Hastahanesinde…”
Son yolculuğuna yaşadığı sitenin bahçesinden
uğurladık. Bu dünyadaki son etkinliği gibiydi
uğurlama töreni. Doğduğu İzmir Kiraz Karaman
Köyü'nden “dağlar aşrı” gelen saz sesleri eşliğinde
“orda olduğunu bildiği uzaktaki bir” köye
gidercesine…
biliyordu. Sığınmacılarla ilgili bir şiir yazmıştı 2014
Temmuzunda. Cennet vaadiyle Suriye'yi kan gölüne
çeviren emperyalistlerin iki yüzlülüklerini sergileyen.
Suriyeli bebeğin sahile vurmuş cansız bedenini bir yıl
önceden görüyordu o uzak köyün yolcusu.
“Yalnız bir avcıdır yürek
Anarşist bir sığınmacıydım/ gönlünüzde/ bir gül
mevsimi ikindisinde/ kovuldum cennetinizden/ şimdi/
vatansızın biriyim/ kapılarınızda”
Başkalarını anlamak bilgeliği yanında
kararlılığını da koyuyordu ödünsüz. Çünkü ayakları
Türkiye toprağına basan, laik, emekten yana bir
Cumhuriyet aydınıydı Hüseyin Abi. Kararlı bir anti
emperyalist olarak ırkçılığın ve mezhep temelli
ayrışmaların her türlüsüne karşıydı.
İşte o kararlılığın temelinde; 1956 – 1962
yıllarında okuduğu Ortaklar İlköğretmen Okulu'nun
mayası vardı. Bu maya 1962 – 1965 yıllarında
okuduğu Çapa Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünde
pekişmişti. Çapa'dan mezun olup Edirne Lisesi'ne
atandığı 1965 yılında ilk işi TÖS
üyesi olmaktı. Ve daha o yıl il
dışı olmasa bile il içinde okul
okul gezdirilmişti. “Biat”
ettiremeyen egemen güçlerce…
1967 – 1969 yıllarında
Burdur'da askerdi. Orada da
etkinliklerini sürdürdü.
Burdur'da tanıştığı Bahri
Belen'le ve başka arkadaşlarıyla
bağını koparmadı. 1969 yılında
Kars'a atandı. Tuzluca'da Taziye Defterinden
ö ğ r e t m e n l i k y a p t ı . Yi n e
durmadı…
Onlar da
durmadılar, Ardahan'a sürdüler. Ardahan Lisesi'nde
tanıştığı Yıldız Hanımla evlendi. Oralarda edindiği
dostlukları, arkadaşlıkları da sonuna dek devam etti.
1972'ye dek süren Kars Ardahan sürecinin ardından
atamasını isteyerek İstanbul'a geldi. Yine kendi
isteğiyle işçi semti olan Sefaköy Lisesi'ne atandı.
Devrim mücadelesinin sınıf mücadelesi olduğunu
bilerek. 1980 yılına dek Sefaköy Lisesi'nde çalıştı. 12
Eylül kovuştumaları – davaları başlayınca Milli
Eğitimden ayrılmak zorunda kaldı. Sonraki yaşamını
birçok öğretmen gibi dershanelerde çalışarak
sürdürdü.
Bu yazdıklarım biraz resmi biyografi gibi oldu
biliyorum. Resmi olmayan yanıyla bakıldığında ise
toplumsal duyarlılığını sonuna dek sürdüren bir
Hüseyin Uysal görüyoruz. Kars'ta ve Ardahan'daki
aktif mücadele süreci İstanbul'da da devam etti. TÖB –
DER üyesi olarak ve TÖB – DER dışında da. 1975
1976 yıllarında İstanbul TÖB – DER başkanlığı yaptı.
---------------------------------*Hüseyin Uysal, dergimizde şiirlerini yayımladığımız
sınıf arkadaşımız ve dostumuzdu. İstanbul'da yaşıyordu.
Dolayısıyla ölüm haberini aldığımızda İstanbul'da yaşayan
Yazarımız Ahmet Nuri Doğan'dan, Adabelenliler adına
cenazesine katılmasını ve onu yakından tanıyan biri olarak da
hakkında yazmasını istedik. O, bu görevi Adabelenlilik
sorumluluğu içinde içten yerine getirdi. Kendisine çok
teşekkür ediyoruz.
İsmail Tuna-Adabelen Dergisi
-39-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Sanat ve Edebiyat Dünyamızdan
Edebiyatımızın Çınarlarından
Oktay Akbal'ı Kaybettik
Türk edebiyatının usta kalemlerinden,
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oktay Akbal, 92 yaşında
yaşamını yitirdi.
Oktay Akbal, 12 Eylül'ün, 1982 Anayasası
oylaması sırasında “Hayır” oyu vereceğini yazdığı
için yargılandı, mahkûm oldu ve hapse girdi.
Bir süre tedavi gören Akbal, daha sonra
Muğla'nın Ula İlçesine bağlı Akyaka beldesindeki
evinde dinlenmeye çekilmişti. Akbal, geçtiğimiz
cuma günü hayata veda etti.
(Faşizm budur işte: Sizi kendi yasalarına göre
yargılar ve hapse atar; o dönemde de referandum
öncesi anayasa taslağı aleyhine propaganda yapmak
kanunla yasaklanmıştı!)
Bundan sonra da yapıtlarıyla hepimize ışık
olmayı sürdürecektir.
Anayasa taslağına niçin “Hayır” diyecekti
biliyor musunuz? Anayasa taslağında işçi hakları
yeterince güvence altına alınmadığı için.
Cumhuriyet Gazetesi yazarlarının
kaleminden OktayAkbal:
Ali Sirmen: ….Oktay Akbal su kadar berrak,
duru, içindeki çocuğu son anına kadar canlı tutmuş,
candan bir insandı.
Zeynep Oral: (30 Ağustos 2015 Pazar) Eylül
henüz gelmedi. Ama koca bir yıl yaprak dökümüyle
geçti... Art arda çekip gidiyor o güzel insanlar... Bizler
de demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.
İyi yazar olduğu ölçüde iyi insandı. Gıllı gışlı bir
yanı hiç olmadı. O yüzdendir ki, ne zaman bir meclise
gelse, hazır bulunanların içleri açılırdı. Tekerleme
haline gelmiş şöyle bir deyişim vardı:
-Marifet “Suçumuz İnsan Olmak”ın yazarı gibi iyi
bir insan olmaktır.
Sevgili Oktay Akbal da çekti gitti. Bir kez daha ne
söylesem, ne yazsam eksik kalacak:
Edebiyatımızın satır başlarından... Öykü, roman,
deneme... Gazetecilik... Ustalık... Yaşamı yazıyla
ifade eden... Yaşama ve yazıya zenginlik katan...
Yüreği toplumun nabzıyla birlikte atan...
Cumhuriyet'le özdeşlik... İnsan gibi insan... Yol
gösterici... Dost... Her daim genç ve güler yüzlü...
Sevgi insanı, saygı insanı... Türkçe tutkunu; Atatürk
ilkeleri tutkunu... Gençlere inancını hiç yitirmeyen...
Mustafa Balbay: … Oktay Akbal son yıllarını
yeryüzündeki cennet Akyaka'da geçirdi. Kendisi ile
burada zaman sınırı olmayan güzel sohbetlerimiz
oldu. O Azmakbaşı'nda Nail Çakırhan ile birlikte
otururken iki yanımızdan şırıl şırıl akan sulara, az
ötedeki sazlıklara bakıp seslenmeden edememiştim;
“Oktay Abi burası Azmakbaşı değil, yazmakbaşı...
İnsan burada neler yazar.” O güzel kahkahasını atıp
“O zaman sen de buralı ol” derdi.
Onu, dostluğunu çok özleyeceğim... Şimdi tüm
eserlerini yeniden okumak zamanıdır...
Emre Kongar: Akbal, “Atatürkçülük ile
Solculuğun, Hümanizmle harmanlanmış
sentezidir.”
… Cumhuriyet aydınlanmasının, Atatürk
devrimcilerinin, güzel Türkçemizin başı sağ olsun.
Orhan Bursalı: … Bir geçmiş, bir sevinç, bir
hüzün, 92 yıl bir insanla kopup gitti.
Cumhuriyet'in ilk çocukları bir bir elveda diyor.
Tanıdıklarımın hepsi pırıl pırıl beyinleriyle bu ülkeye
borçlarını hâlâ ödemeye, Cumhuriyeti savunmaya
devam ediyorlar. Onlara 92 yıl yetmez. Bir 92 yıl daha
gerekli.. İkinci 92'nin sonunda oturup hesap ederiz,
acaba kaç 92 yıl daha gerekli olduğunu...
Gidenlere çok teşekkür ederiz, varlıkları ve
eşzamanlı yaşam bizlere onur verdi.
Hâlâ aramızda olanlara, yaşamak dışında bir
seçenekleri olmadığını anımsatmalıyız.
O. Akbal, O. Bursalı ile
-40-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
İçimizden biri, Kadri Gülhan da yazdı O. Akbal'ı:
OKTAY AKBAL
Kadri GÜLHAN*
Muğla İlimizin Gökova Akyaka Beldesinde sevgili
O. Akbal'ı 30 Ağustos günü toprak ananın kucağına
verdik.
Cumhuriyet gazetemizin iki ana direğinden biri
sevgili İlhan SELÇUK'u 5 yıl önce yitirmiştik. Şimdi de
Akbal'ı yitirince yerleri doldurulamayacak kadar büyük
iki HalkAdamından yoksun kaldı gazete ve bizler…
İkisi de yıllarca Cumhuriyet Gazetesinde
köşelerinde tüm aykırılıkların karşısında olmuşlar,
insan olma-adam olma yolunun bayraktarlığını
yapmışlardı…
Bu yolda yürürken hapishane (Tutuk evi) yolunun
acısını tatmışlar, ama büyük yürekleriyle yılmadan,
usanmadan ödünsüz, onurlu yaşamlarını
sürdürmüşlerdi..
Atatürk yolunun yılmaz savunucusu ve bayraktarı
bu ikili ikiz kardeş gibi bahar ve yaz aylarında
memleketim Muğla'nın “Ula-Akyaka” semtinde,
dinlenceye geldiklerinde oturup yatmamışlar, enerji
toplayarak sağlıklı yaşam içinde de bayraktarlıklarını
sürdürmüşlerdir.
Halikarnas balıkçısı Cevat Şakir KABAAĞAÇLI'nın aşık olduğu Gökova ve sahillerinin
toprağında yatmak varken ne işi vardı İlhan
SELÇUK'un “Hacı Bektaşlar”da, diyesim geliyor…
Öyle olsaydı şimdi ikisi de denizin maviliklerinin
sonsuz hazzı içinde ruhları şen olurdu sanırım…
*
Sayın Oktay AKBAL'la son olarak İzmir-Asansör
Mahallesinde yıllarca önce yaşamış olan DARİO
MORENO'nun adının verileceği ve o yerin açılışını
yapacak olan o zamanın belediye başkanı Sayın Yüksel
ÇAKMUR'u beklerken karşılaştık. Sayın Oktay
AKBAL, yoldaşı, eğitimci Ayla Hanımefendiye
dönerek: “İki dövüşçünün arasında koruma
altındayız!” sözüne İzmir'de simge olan Sayın Şeref
BAKŞIK da meşhur kahkahasını atmış ve “Sayın
AKBAL bizi Denizli horozuna benzettin galiba!” demiş
ve buna bol bol gülmüştük…
Yıllar önce bir yazımı köşesinde konuk yapmıştı.
Sonraki yıllarda (1986-1987) Muğla SHP İl Başkanı
Sayın Tufan DOĞU'nun düzenlediği 27 Mayıs Ak
Devrimini anma toplantısına İzmir SHP İl yönetimi
adına katılmıştım.
Anma toplantısı salonuna girdiğimde oturum
yönetme başkanı Sayın İlhan SELÇUK: “Muğla'nın
evladı İzmir SHP il yönetim kurulu üyesi, Köy Enstitülü
yazar Sayın Kadri GÜLHAN toplantımıza katıldı.”
anonsu yaptı.İki yıl boyunca SHP İl yönetimi adına 27
Mayıs anma toplantısına katıldım.
Anma toplantısına İlhan SELÇUK, Oktay AKBAL
ve 27 Mayısın sembol ismi emekli General Cemal
MADNAOĞLU da katılır, anma toplantısı çok renkli ve
heyecanlı geçerdi.
Çağrılı olarak ikinci gidişimde toplantı ve oturum
başkanı Denizli SHP il başkanı Sayın Adnan
KESKİN'di. Kürsüde Sayın Oktay AKBAL
konuşmasını bitirip kürsüden inerken KESKİN: “SHP
İzmir il yönetim kurulu üyesi Muğla'nın evladı Sayın
Kadri GÜLHAN sizlere hitap edecektir!” demez mi?
Beklemediğim bu davetle kendimi kürsüde buldum.
Boğazım kurumuştu. İzleyicilere saygılarımı sunduktan
sonra, “Sayın KESKİN bu tuzağı bana yapmamalıydın.
Beni kesime giden kuzu gibi kesmeyecektin. Büyük
yürek, büyük kalem Sayın Akbal'dan sonra ben ne
konuşabilirdim ki?..” diye sitem ettim…
Konuşmam bitti. Oturduğum yere giderken Sayın
AKBAL kolumdan tutarak yanaklarımdan öpüp, “Ben
yazarım. Sizler gibi konuşma yeteneğim yoktur. Sen öyle
bir konuşma yaptın ki hepimiz ayağa kalkıp seni coşku
içinde alkışladık. Köy enstitülerinde yetişenler böyle
olurmuş. Muğlalılar seninle övünecektir.” diye beni
onurlandırıp mutlu etmişti.
Akşam, kaldığımız otelin lokantasında rakılarımızı
yudumlarken eşi Ayla hanımefendi yoldaşı koruyucu
meleği olarak yanında bir anne gibiydi. Zaten Sayın
Ayla hanımefendi okullarımızda okurken ders
aralarında aramızda güler yüzlü anamız öğretmenimiz
gibiydi. Sevgili eşi Oktay AKBAL'ı hiç yalnız
bırakmadı. Ayağı, kolu kırıldı, hastalandı, hastanelerde
hep yanında oldu. Son nefesini verirken de yanında
olmuş.
Oktay AKBAL'ı rahmetle anarken sayın eşi
Ayla hanıma da sabırlar diliyor, acısını paylaşıyor,
saygıyla selamlıyorum.
Onu, toprak ananın koynunda üzerine nurlar
doğsun, dileklerimle anıyorum… (01.09.2015)
--------------------------------------*O, 90 yaşında bir köy enstitülüdür…
-41-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Tarık Dursun K.
Eserleriyle Yaşıyor…
Haber: Osman Gazi OKTAY
Yaşamının son yıllarını Karşıyaka ve Foça'da
geçiren Tarık Dursun K., yıllardır parkinson tedavisi
görmekteydi. Rahatsızlığı nedeniyle Alsancak
Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. 11.08.2015 tarihinde,
akciğer yetmezliğinden yaşama gözlerini
yumdu.
hastanede söz vermişti'' diyerek acısını dile getirdi.
Eğitimci Yazar-Şair Zeki Büyüktanır,
kendisinden genç Kakınç'ı yitirmiş olmanın
üzüntüsüyle kendisini iyi hissetmeyince; cenaze
törenini erken terk etmek zorunda kaldı.
Araştırmacı Yazar Tufan Atakişi,
çıkarttıkları Karşıyaka Karşıyaka
Dergisi'nin merkezini, sahip çıkılmaması
nedeniyle ortaya çıkan ekonomik
sıkıntılardan; Altındağ'a taşıdığı bilgisini
Şair-Yazar Selçuk Oğuz'a iletti.
Eserlerinin sayısı yüzü aşan,
edebiyat ve sinemanın çınarı Tarık
Dursun K., 12.08.2015 tarihinde Bostanlı
Beşikçioğlu Camii'nde, ikindi sonrası
kılınan cenaze namazı ardından Çiğli
Mezarlığı'nda toprağa verildi.
İzmir Büyükşehir, Konak ve
Karşıyaka Belediye Başkanlarının,
yazar, şair, sanatçı, yayıncı, belediye
kültür müdürlerinin ve demokratik kitle
örgütü temsilcisinin hazır bulunduğu
törende; B Yayınları Sahibi Hayri Bildik, Tarık
Dursun'un eserlerini yayınlamaktan milyonlar
kazanan yayıncıların, cenazesinde bulunmamasından
duyduğu üzüntüyü dile getirdi.
''Güzel Avrat Otu'' adlı eseriyle,
''TDK Hikaye Ödülü'', ''Yabanın
Adamları'' adlı eseriyle, ''Sait Faik
Hikaye Armağanı'', Kurşun Ata Ata Biter
adlı eseriyle, ''Orhan Kemal Roman
Armağanı'', ''Ona Sevdiğimi Söyle'' isimli eseriyle,
''Sait Faik Hikaye Armağanı''.''Ömrüm Ömrüm'' ile,
''Türkiye İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü'',
''Ağaçlar Gibi Ayakta'' ile, ''Yunus Nadi Roman
Armağanı'', ''Hepsi Hikaye'' ile ''Sedat Simavi
Edebiyat Ödülü'', Altın Portakal Yaşam Boyu Onur
Ödülü sahibi Tarık Dursun K., 2014 yılında İzmir
Gazeteciler Cemiyeti Onur Üyeliği'ne alınmıştı.
Oğlu ve kız kardeşinin taziyeleri kabul ettikleri
törende, Tarık Dursun K.'nın dostları, ''O ölmedi.
Eserleriyle yaşıyor, yaşayacak'' dediler.
“İzmir'de yayımlanan Kıyı Ege Gazetesi Genel
Yayın Yönetmenliği'ni yürütmekte olan Tarık
Dursun, gazetenin sahipleri olan Aslı Kurt ve Çağdaş
Can'ın 29 Ağustos 2015 tarihindeki düğününde
''Nikâh Şahidi'' olma sözünü vermişti.Dergimiz yayın
sorumlusu İsmail Tuna, Tarık Dursun K. ve yazarımız
Ali Kaya birliktelerÖlüm duyurusunu face sayfasında
''Kitapların toprağına verilecek. Gözümüzdeydi,
gönlümüze düştü. İzmir Öksüz kaldı'' olarak veren
Yazar Aydoğan Yavaşlı, cenaze töreninde; ''Ben
onun soyadındaki K' yı, ''Kalleş'' olarak
algılıyorum. Çünkü; Ben ölmeyeceğim diye bana
Dergimiz yayın yönetmeni İsmail Tuna ve
Yazarımız Ali Kaya Tarık Dursun K. ile
Tarık Dursun K.'dan bir saptama:
“Biz Türklere “Uzun lafın kısası” sözü uygun değildir;
“kısa lafın uzunu” uygundur”
-42-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Cumhuriyet yazarı Zeynep Oral diyor ki:
Tarık Dursun K. ya da Ona Sevdiğimi Söyle!
korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.
O şimdi kitaplarda/ Bir çizgilik yerde hapis,/ Hâlâ mı
yaşıyor, korunamaz ki,/
Öldürebilirsiniz.”
Sevgili Tarık Dursun K, parantezin içindeki o
çizgide sayısız öykü, roman ve çocuk edebiyatı
kitapları var. Tekerlemeler, bilmeceler, Pıtır'ın
masalları var. Sayısız senaryo var... Yüzlerce eleştiri
yazısı var... Rejisörlük var... Yayıncılık var, dergicilik
var... İzmir sevdası, İzmirlilik var... Ama benim için
en çok, en çok dostluğun var...
(13 Ağustos 2015 Perşembe)
Ne uğursuz bir ay oldu şu ağustos ayı... Birbiri
peşinden ayrılıyorlar. Tam bir yaprak dökümü. Önce
Fikret Otyam sonra Tarık Dursun K. Behçet
Necatigil söylemişti “Kitaplarda Ölmek” adlı
şiirinde:
“Adı, soyadı/ Açılır parantez/ Doğduğu yıl,
çizgi, öldüğü yıl, bitti/
Kapanır, parantez.
O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı/ Bir parantez
içinde doğum, ölüm yılları.
Ya sayfa altında ya da az ilerde/ Eserleri, ne zaman
basıldıkları/ Kısa, uzun bir liste.
Kitap adları/ Can çekişen kuşlar gibi elinizde.
Parantezin içindeki çizgi/ Ne varsa orda/ Ümidi,
Yazar ve Ressam Fikret Otyam'ı da kaybettik!
Geçen 19 Aralık 2014'te 89'uncu
yaşını kutlayan Fikret Otyam, yakın
dostlarına bunun son doğum günü
olabileceğini söylemişti. Ölümünden
önce Aşık Mahzuni Şerif'in mezarının da
bulunduğu Nevşehir'deki Hacı Bektaş-ı
Veli Külliyesi yanında Çilehane'deki “İz
Bırakan Aydınlar Mezarlığı” na
defnedilmeyi vasiyet eden Fikret
Otyam'ın bu isteği yerine getirildi.
FİKRET OTYAM KİMDİR?
Aksaray'da 19 Aralık 1926'da dünyaya gelen
Fikret Otyam, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi
Resim Bölümü'nden 1953'te mezun oldu. Ressam
Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan resim dersleri alan
Otyam, 1950 yılında Son Saat Gazetesi'nde
gazeteciliğe başladı. Cumhuriyet Gazetesi'nde
çalışan, köşe yazarlığı yapan Fikret Otyam'ın
Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili
röportajları büyük ses getirdi. Otyam, yaptığı
röportajlarını kitaplaştırdı. Aydınlık Gazetesi'nde
uzun süre haftalık yazıları yayımlanan Fikret Otyam,
yaşamının son döneminde Antalya'ya 26 kilometre
uzaklıkta olan Geyikbayırı Köyü'nde resme ağırlık
verdi ve sergiler açtı.
Bir yıldız daha kaydı. Onun ışığı yolumuzu
aydınlatmayı sürdürecektir. Işıklar içinde olsun.
Işıl Özgentürk-(Yazar) diyor ki:
Fikret Abi, ağabeylerin abisi yakışır mıydı sana
bizleri yalnız bırakıp gitmek? Şimdi bu sözlerimi
duysan, “Hayat böyle Işıl” der, bir
kahkaha basardın. Şimdi sen ışıklı bir
yoldasın ve ben seninle konuşur gibi
bu satırları yazıyorum. İnsanların
yazmaya çizmeye, tiyatroya, resme,
müziğe vurgun olmalarının en büyük
nedeni bana göre, başka insanların
hayatlarına değme ve onları
değiştirme isteğidir. Sen bu işin
piriydin. Gencecik bir üniversite öğrencisiyken,
Güneydoğu röportajlarını okumuş, Zap'ın azgın
sularında cengâverce ilerlediğine tanık olmuş ve her
zamanki inadınla karaya ayak bastığını görmüştüm.
Öyle mi, hemen Cumhuriyet gazetesine gidip, “Ben
Güneydoğu'ya gidip röportaj yapmak istiyorum” diye
açıkça gönül koymuştum. Gazete yöneticileri
“Madem bu kadar ısrarlısın git bakalım” demişlerdi.
...Bu yolculukta bana hep senin o muhteşem inadın ve
cesaretin eşlik etmişti.
-43-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
“Nuri Şungar Sokağı” veya
“…sen nereden dürüdün?”
Turgut DERELİ
[email protected]
Geçenlerde internette gezinirken rastlantısal
olarak öğrendim Muğla-Emirbayezit
Mahallesi'nde bir sokağa “Nuri Şungar” adının
verildiğini… Sokağa adını veren belediye
yetkililerine teşekkür ederken, o anda gözlerimin
nemlendiğini, yoğun bir duygusallık yaşadığımı
belirtmeliyim.
Dönemin Muğlalılarının çok yakından bildiği
bir addır “Nuri Şungar”. O, Yatağan- Bozarmut
Köyü'ndendir ve İstanbul Halkalı Ziraat
mezunudur. Taa Rüştiye döneminden beri Muğla
Ortaokulu'nda öğretmenlik yapan saygıdeğer bir
öğretmendir.
Her şeyden önce o bizim “Nuri Dayı”mızdı.
Çünkü biz öğrencileri ona, ortaokul yıllarımızın
söylemiyle “Muallim Bey” demez, “Nuri Dayı”
diye seslenirdik.
Nuri Dayı'yı, Eski Muğlalılar; “Tabiiye
Hocası” ya da “Hayvanat Muallimi Nuri Bey”
olarak tanırlardı. O zamanlar ortaokullarda
bağımsız okutulan tabiat bilgisi, tarım, fizik ve
kimya derslerinde öğretmenlik yapıyordu.
Çocukları gibi severdi hepimizi. Mühendis olan
oğlunu, genç yaşında Aydın- Germencik arasında
Alangüllü demiryolu köprüsünün selden
yıkılmasıyla oluşan büyük kazada kaybettiğinde,
ağır bir bunalım yaşamıştı Nuri Dayı. Zaman
zaman sinirlenince eline geleni fırlatıp atabileceği
için çekinir tedbirli olurduk.
Tipik bir Muğlalıydı O. Muğla şivesi açık ve
net hissedilirdi anlattığı derslerde.
O, derslerini sınıfları dolaşarak vermez, biz
onun sürekli olarak ders verdiği amfiye giderdik.
Fizik ve kimya derslerinde deney yapılması
gerekiyorsa deney setlerini büyük bir özenle
hazırlardı önceden. Öğrencinin ilgisini çekmede
deney yapmanın daha etkili olduğunu, deneye
dayalı, görerek ve yaşayarak öğrenmenin
öğrencinin belleğinde yıllarca yer edeceğini
biliyordu kuşkusuz.
Diğer fen bilimleri öğretmenleri de onun
deneylerini merak ederler, bilgi almak için sorular
sorarlardı. Sorularını biz öğrencilerin önünde
sormaktan çekinmezlerdi de. Nuri Dayı, biraz da
gurur duyarak, gövdesini arkaya yaslayarak anlatırdı
onlara.
Bir gün, ölçekli cam kap, erlanmayer ve cam
tüplerden oluşan bir kimya deneyi hazırlamıştı. Bir
bayan öğretmen biraz da alay edercesine, deney
gereçlerine dokunarak bir soru sordu. Nuri Dayı:
“Fazlı gurculama onları” diye uyardı, ama o
dinlemedi. Tam o sırada deney seti devrildi ve cam
araçlardan biri kırıldı. Nuri Dayı öyle bir sinirlendi
ki: “Ben sene gurculama demedim mi, gördün mü
şimdi …” diye başlayıp ve devam eden bir sözü,
istemezdi sanırım ama ağzından kaçırdı. Biz, şaşırıp
kalmıştık. Bayan öğretmen kıpkırmızı oldu ve
amfiyi hızla, adeta kaçarak terk etti. Bir daha da soru
sorduklarını, hele konuya alaycı yaklaştıklarını
görmedik.
Tarım derslerini de koşulların elverdiğince
uygulamalı yapmaya çalışırdı. Gene bir gün ağaçlar
üzerinde uygulamalı aşı dersi vermek için kırsal
alana götürmüştü. O dersini anlatırken bir kısım
öğrenci yavaşça çevresindeki çemberden
uzaklaşarak çağlaların yeni olgunlaştığı badem
ağaçlarına tırmanmaz mı? Dersi dinleyenlerden
bazıları: “Muallim bey bakın -falanca falancabadem ağacına çıktı!” diye ispiyonladılar.
Nuri Dayı, kocaman bir taşı kaptığı gibi “Ulen
ben sizi haram yidirmeye mi getirdim? İnin bakem
ağaçtan, yoksa sizi şimdi armut gibi aşağıya
indiririm!..” diye bağırmaya başladı. Taşı atıyor
gibi yapınca ağaçtakiler “Vallahi ineceğiz hemen, ne
olur taşı atmayın!” diye yalvarmaya başladılar.
Anında da indiler. Nuri Dayı bu, şakası olmazdı, taşı
atıverirdi de…
O birçoğumuzun babasının da hocasıydı. En çok
kızdığı zaman “ Ulen deyusun oğlu, buban iyi
adamdı, sen nerden dürüdün?” diye bağırırdı. Bu
söz kimseyi kızdırmaz, hatta o sözü söyletince
-44-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
sınıfça güler, söze muhatap olan arkadaşımıza da
takılırdık. Onu kızdırdığımızı eve gidip anlatsak
azarlanacağımız, hatta dayak yiyeceğimiz
neredeyse kesindi.
Nuri Dayı, o yıllarda Karabağlar Yaylası'nda
düzenlenen yağlı güreşlerin de değişmez
başhakemiydi aynı zamanda… Hakemlerin karar
vermekte zorlandığı, anlaşmazlığa düştüğü
durumlarda birden ortaya fırlar; uzun ve gür
saçlarını bir aslan yelesi gibi savurtarak, davudi
sesiyle halkı da yanına alan bir konuşma yapar;
ortalığı yatıştırır; anlaşmazlığı bir sonuca
bağlardı…
Nuri Dayı, 1956 yılında biz ortaokul ikinci sınıfı
bitirdiğimiz yıl, 65 yaşında, yaş haddinden emekli
oldu. Bir süre daha yaşadı, ama onu hangi yıl
kaybettik bilemiyorum. Aydın'a yaptığım
yolculuklar sırasında mezarının eski Muğla-Aydın
karayolu üzerinde, Bozarmut Köyü'ndeki kendi
tarlasının kıyısında yer aldığını görmüştüm. Nuri
Dayımıza Tanrıdan gani gani rahmet diler, anısı
önünde saygı ile eğilirim…
“MİLLETİN
EFENDİSİ”
Cuma ESENTÜRK
[email protected]
Ben köylüyüm
köyümün köylüsü
şehirlimin, ülkemin köylüsü;
milletin efendisi,
zenginin ekmeği,
ölünün umudu,
arabanın mazotu,
sığırımın otuyum.
tanrı bizim için yaratmış doğayı
taşında bile can vardır dağımın
mor, pembe çiçekler açar bahar olunca
kar, yağmur bizim için yağar
kuşlar türküsünü bizim için söyler
kuzular meleşir, buzağılar böğürür bizleyin.
çobanımın yanık kavalına ağlarım
ağlarım da duyan olmaz ooofff!
RAKI
BALIK
-şu gelen otomobil mi?
dört yılda bir gelir bizim için
her şey bizim için bu hayatta,
AMA BİZ OT YERİZ.
Metin GÜVEN
[email protected]
Ortaköy'de balık yedim, pişti pişmedi
Rakı da içtim boğaza karşı
Gözüme bir çocuk ilişti
Elindeki simitti ekmeği aşı
Bir çocuğa baktım, bir de simite
Çocuk balığa baktı, çekip gitti
İki damla oluştu gözlerimde
Boğazdan geçtim, boğazımdan geçmedi
Eloğlu böyle işte, ya bizde…
-45-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
BURSA ve ZEYTİNİME
DOKUNMA
Tamer UYSAL
[email protected]
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
(Nazım Hikmet)
Bursa coğrafi konumu dolayısıyla doğal ve tarihsel
kaynakları oldukça zengin bir kent. Bunu son yıllarda
kent kozmopolit bir yapı kazandıkça daha iyi idrak
edebiliyorum. Ancak birçok kentte varsıl olmamanın
sonucu olarak insanımız bilhassa yoksul insanlarımız
farkına varmıyor varamıyor. Nasıl varsın ki ülkede 1012 yıldır egemen olan zihniyet, insanların bilhassa
mütedeyyin insanların alışılmış araçlarla dikkatini celp
etmeyi ya da başka yerlere çekmeyi, dağıtmayı çok iyi
beceriyordu. Zaten okumayan, tek tipliliği yadsımayan
bir toplumda farklı bir sonuç da beklemek abesle
iştigaldir. Şundan varıyorum bu sonuca Bursa'da
yaşayıp da Yeşil Türbe'de gömülü Osmanlı padişahının
kim olduğunu bilmeyen yarıdan çok fazla insan var.
Ayrıca Uludağ'ı da görmeyen o kadar çok insan var ki...
Tıpkı İstanbul'da dizi dibindeki boğazı görmeyen
İnsanların var olması gibi. Bunu uydurmuyorum.
Bunlar yakın tarihte yapılan anketlerden çıkan
sonuçlardır. İsterseniz deneyiniz, daha zor bir sual
olacak belki ama her gün binlerce insanın geçtiği
Timurtaş Paşa Türbesi önünde yapın bu testi. Kaç kişi
şehrin en canlı bu muhitinde yatan zatın adını bile
kesinlikle zikredemez. Bundan adım gibi eminim.
Peki, bu bir eksiklik mi, elbette değil. Her mezarın
başında bir yazıt var ve oradan bilgi edinebiliyorsunuz.
Eksiklik olarak görülen ne olabilir peki. Elbette tarih
yazımı konusundaki eksiklik… Ne diyordu Mehmet
Akif “Kıssadan Hisse” şiirinde:
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Bursa'nın simgelerini içeren çok yerinde bir yazı
kaleme almıştı Ramis Dara. "Türkiye ve Dünya
Ormanında Bursa'nın Simgesi Nedir? " diye
soruyordu. Yıllar önceki bir yazı. Sanırım Bursa
Defteri adlı bir dergide yayımlandı. Şunları sıralamış:
Uludağ, teleferik, Prusuias-Osman Gazi-Orhan Gazi
ve türbeleri, Erguvan, Çınar, Yeşil Türbe, Ulucami,
Karagöz, Cumalıkızık Evleri, Hanlar, İznik çinileri
ve Kılıç Kalkan.
Yazarın seçtiklerine katılmamam mümkün değil.
Hele surları dahil etmemesiyle ilgili yorumuna
katılmamak hiç mümkün değil... Bugün kaybettiğimiz
bir çok değer var. Bunlardan hiç birisini haklı olarak
adaylar arasına koymamış. Koyamamış. Çünkü yitip
giden kaybolan değerler bunlar. Saydıkları hakkında ise
hemfikirim.
Geçtiğimiz yıllarda bir anıt-mezar bulunmuştu
Bursa'da 2 bin yıl öncesine tarihlenen. Sonra o mezarın
talan edildiği yazıldı. Anıt mezarda ilk bilimsel
araştırmaya girişen Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Mustafa Şahin. Belediyenin kendi bastırdığı
dergideki yazısında “ arkeolojik park ” olarak
değerlendirilmesini salık vermesine rağmen O'nu
dinleyen olmadı. Bu bölgede hiçbir ciddi çalışma
yapmadılar. Çevresini tel örgüyle çevirip toprakla
örtmekle yetinildi. Mezarda rastlanan bronz bir obol
(sikke) den yola çıkıp hakkında bilgiler net olmamasına
karşın kral mezarı deyip çıktılar. Velakin Bitinya kralı
kimin umurunda. Bu binlerce yıllık buluntu, üstü
kapatılıp unutuldu gitti. Yani Bursa'yı kuran ya da ünlü
komutan Hannibal'a kurdurduğu rivayet edilen Prusia ve
anıtı hakkında bir şey bilen var mı? Doğma büyüme bu
kentteyim bu konu hakkında yazıp çizen bilmem.
Simgelerden biri de Karagözmüş. Hacivat ve
Karagöz de Bursa denilince akla gelen isimlerden.
Onlardan geriye kalan geleneksel bir sanata dönüşen
“gölge oyunu” Günümüzde pek yer bulamasa da hala
bayram ve ramazanın yegâne eğlencelerinden birisi.
Onlarla da ilgili kesin bir bilgi yok elimizde. Güya Orhan
ya da Yıldırım zamanında yaşamışlar ve cami yapım
esnasında çalışanları nüktedanlıklarıyla oyalandıkları
için ölümle cezalandırılmışlar. Ezel Akay ile Levent
Kazak bu konuya farklı yorum getirmişlerdi Hacivat ve
Karagöz Neden Öldürüldü filmiyle. Senaristlere göre
öldürülmeleri o kadar basit nedenden değildi. Devlet
yönetiminde bazı isimleri rahatsız etmişlerdi. Bunlardan
birisi olan Vezir Pervane (Güven Kıraç) kolay kolay
unutulmayacak bir söz etmişti, “ Mizah bir yumruktur,
kime vuracağı belli olmaz!” diye…
"Bu, dünyaya örnektir. Bu, ruhun ışığıdur. Bu da,
-46-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
kaybolup gitmiş. Dokuma evlerinden de öyle pek eser
kalmış sayılmaz. Bunda kuşkusuz Halil İnalcık'a göre
Osmanlı'nın güttüğü ticari politikayı da göz ardı
edemeyiz. İpek de dokuma endüstrisine feda edilmiş
olarak tabii vasfını kaybedip başka ellere teslim edilmiş.
Erguvan ve Çınar adından ne kadar söz edildiyse
bence Zeytinden de o kadar söz edilmesi gerekti. Bunu
bir eksiklik olarak mı görüyorum. Tabii ki evet. Yazar
bildiğim kadarıyla bu şehrin nebatatına benim kadar
düşkün birisidir. Zeytinin aklına gelemeyeceğini
düşünmüyorum. Ama Bursa'da en az çınarlar ve
erguvanlar kadar büyük bir simge de zeytin olmalıydı.
Zeytin Akdenize (bilhassa Ege kıyılarına) özgü bir
bitkidir. Maki denen bitki örtüsünün içinde erguvanlar
kadar zeytin de sayılmalıdır. Çınardan daha uzun
ömürlüdür. Ne soğuktan hazzeder ne de fazla sıcağı
sever. Bilhassa önem bakımından çok eski zamanlardan
beri İznik (Nikea) ve Gemlik (Cius) Bursa'dan çok çok
ileride gelirler. İznik bir devlet komuta üssü iken Bursa
sönük bir tekfurluktur ve doğrudan İznik'e bağlıdır. Ve
bugün zeytin her iki ilçenin logosunu süslemektedir.
Yazar deniz hinterlandına yani dar arkada kalan
bölgesinde olmasını seçimlerini yaparken göz önünde
bulundurmuş da olabilir...
Bursa Senfoni orkestrası Uludağ Üniversitesi'nin
önayak olmasıyla oda orkestrası olarak kurulmuş.
Belediye desteğiyle çalıştıktan bir süre sonra ilk bölge
senfoni orkestrası olarak Kültür Bakanlığı'na
bağlanmıştı.
Ya Bursa türkülerinin hikâyesi... Ben de Halil Bedii
Yönetken - Mustafa Sarısözen tarafından derlenmiş,
"Ben yemenimi al isterim” türküsünün yeri başka. Al ve
yeşili sevdiğimden midir mi bilmem bu türküyü
seviyorum...Ama zeytinden söz açılmışken “Zeytinyağlı
Yiyemem” türküsünün hakkında son yıllarda tekrar
gündeme gelen rivayetlerden de bahsetmeden
geçemem.Bu türküyü Yunanlıların ünlü laiko şarkıcısı
Glykeria Kotsula ve bizden de Zara icra etmişlerdi. Hatta
popüler hale sokulan bu türküyü Candan Erçetin de
repertuvarına almıştı. İlginç olan Bursa Güvende yani
Bursa yöresine özgü halk oyunlarında seslendirilen
türkülerden biri olarak Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin
Orhan Şallıel şefliğinde Orkestra tarafından icra edilen
Bursa Köy Güvendeleri adıyla yayınladığı albümde de
yer almıştır...
Bilhassa zeytine ve zeytin ağacına nereden mi
geldim. Zeytin ağaçlarının her geçen gün Bursa'nın var
olan simgelerini bir bir kaybetmesi, kısa bir süre önce
Manisa'nın Soma ilçesi, Yırcalı Mahallesi'nde termik
santral yapılacak bölgedeki zeytin ağaçlarının kesilmesi
ve köylülerin dövülmesi olayının bana
anımsattıklarından elbette. Bu türkünün hikâyesi de bu
ve benzer olayların kökenine ışık tutuyordu. Her ne
kadar iddia olduğu ileri sürülse de adından dinsel
kitaplarda ve efsanelerde de bolluk ve ölümsüzlük
simgesi olarak söz edilmesi ve bu ağacın tanrısallık ifade
ete kemiğe bürünmüşlüğün, ademin vücudun halidir.
Bu ruh ışığu artlarından aydunlattıkça cisimler ve
vücutlar bu dünyada görünür olurlar. Işık sönünce
vücut kaybolur gider, geriye bomboş bir dünya
kalır..." Filmde bahsi geçen bu sözlerin Hacivat ve
Karagöz oyununun yaratıcısı olduğu rivayet edilen
Şeyh Küşteri'ye ait olduğu iddia ediliyor. Şeyh
Küşteri, padişahın Hacivat ve Karagöz'ü
canlandırmasını buyurduğu kişi olarak bilinir, mezarı
kayıptır. Bir zamanlar Tayyare Kültür Merkezi'nin
oralarda olduğu söylenirdi. Mezarın buradan kaldırılıp
anıt mezara taşındığı söylenir.
Hacivat'ın evi
Köşede ufaraktan
Bir tüfek atımı duraktan
Kapı pencere elekten
Döşemeler zemberekten
Dökülmekten
Sökülmekten
İncelmiş süpürülmekten
Turgut Uyar böyle diyor Hacivat'ın Evi adlı
şiirinde. Edip Cansever'in en sevdiği on şiir diye not
almışım. Oyunun aslı kökeni hakkında çeşitli iddialar
ileri sürülse de Bugün Karagöz ve Hacivat adına 1982
yılında yapılmış bir anıt mezar bulunuyor Çekirge
(Plai) olarak anlan semtte. Arkasında Karagöz'ün
mezarı varmış. Gönül Akıncı isimli seramik sanatçısı
tarafından yaratılan tasvirler de anıtı süslüyor. Çekirge
deyince meşhur Bursa kaplıcalarından söz edilmemesi
herhalde günümüzde tıbbi ticari alana peşkeş
çekilmesinden dolayı olsa gerek.
Dara, surların ise orijinale uygun olarak restore
edilemeyeceği için -ki öyledir birkaç Osmanlı
tarihçisinin yazdıklarından ya da temel buluntularından
yola çıkarak- önerilenler arasına sokulamayacağını
belirtmektedir.
Bugün Bursa'da var olan surların hali perişandır.
Restorasyon uygulananların neticesi ise daha daha
büyük felakettir. Ancak onların şu an ortaya çıktığı
şekilde yıkılıp dekor yani canlandırmaktan öte
gitmemiştir. Bey Sarayı hakkında yazılanlar da
rivayetten öte değildir Ya sarayın içine bile girmemiş
batılı gezginler ya da Osmanlı devlet ulemasının
(Aşıkpaşazade, Lami Çelebi vs.) yazdıkları teferruattır.
Bugün İznik çinileri mass production yani seri
üretime yenik düşmüştür. Tek tük atölyelerde seramik
sanatçıları İznik çiniciliğini yaşatmaya çalışıyorlar.
Çini tıpkı Bursa'nın nebatatları gibi yokolup gitmiş.
Kestane, şeftali hatta dut diye bir şeyden söz etmek
mümkün mü? İpek böceği de onla beraber uçup
gitmiş... Bursa'nın, padişah saraylarını süsleyen, atlas,
seraser, çuha, diba, hatayi, kemha, çatma, kadife,
canfes, sereng, gezi, zerbaft, kutnu, aba, sof,
Selimiye'si... Bu kumaşları üreten ipekhaneler
-47-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
etmesi yanında faydalarının ise binlerce yıldır bilinip
de insan istifadesine sunulmasına rağmen nedense bu
sözü edilen türküde gözden düşürülmeye çalışılması
yani bir anlamda kötülenmesiydi.
Zeytin neden simge olmalıdır. Anımsadıklarımdan
birisi de Türk-Yunan dostluk nişanesi olarak Karagöz
Parkına zeytin fidanı dikim töreni'dir. 17 Aralık 1999
diye not düşmüşüm. Büyük depremin acılı günleri...
Acımızı paylaşan Yunan halkı adına bu günlerde fidanı
Helsinki Zirvesinde Başbakan K. Simitis, Ecevit'e
armağan etmişti. Karagöz Parkı'ndaki dikim töreninde
Başkonsolos Fitsos Hidas da bulunmuştu. Her şeyden
önemlisi barışın ve Ege'nin iki yakasındaki halklarının
kardeşliğine simge olan bu ağaç Bursa'da Çekirge
semtinde Karagöz parkına da dikilerek tarihi bir olayın
da başkahramanı iken, büyüklerimin hatta
anneannemden anımsadığım kadar sık sık şifa niyetine
içerek vücuduna da sürdüğü ve “faidesinden” hiçbir
zaman imtina etmediği zeytinyağı hakkındaki bu
iddialar neden kaynaklanıyordu. Kaz Dağlarının altını
üstünü oyan siyanürlü altıncılar için ne demişti Ahmet
Uysal:
siyanür buğusu üflendi
zeytinime pamuğuma
gümüşle kör edildim
el oğluna taşınmasından ibarettir. Süttozuna razı edip
Kore'ye itelendiğimiz günlerin hikayesi… Bir Akdeniz
ağacı olan zeytinin yağından mevcut bakımdan hallice
olmayan ABD Mısır yağını dolara dönüştürmek için ya
kendi kullanacak ya da sana satacaktı İkincisini tercih
etti. Bugün ABD tohumculuk ve tahıl tekelleri NBŞ
(Nişasta bazlı şeker) üretimi yaparak da petroldeki
siyaseti tarıma da bulaştırmış görünüyorlar. En açık
örneği Ukrayna olaylarıdır. Buradaki hadiselerin de bu
ülkedeki hükümetin tahıl üretimine koyduğu kotadan
kaynaklandığı sanılmaktadır.
Daha dün Yırcalı'da yaşananların arkasında yatan
görüntü bana devrim arabaları hadisesini de çok
yakından anımsatıyor. Hani şu benzin yüzünden yolda
kalan 4 arabanın hikâyesi. O da bir yutturmacaydı.
Elbette adı devrim olan bir arabanın sokaklarda
dolaşmasına zaten izin vermezlerdi, vermeyeceklerdi.
Yoksa bugün memleketin müsrifliğinin bir nolu dış
masraf kaleminin otomobil ve yakıtı olmaması işten bile
değildi….
Bir yazar zeytin için, "tarihin tanığıdır, bir
hikayedir, şiirdir, ağıttır, acıdır, hüzündür ve
mutluluktur." demişti. Tıpkı Roni Marguiles şiirinde
olduğu gibi:
Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının
sormak gelir içimden: Anlatsana ihtiyar,
küçükken daha sen nasıldı bu topraklar,
kimler geçer yanından, kimler giderdi?
Fenikeliler getirmiş diyorlar buralara seni.
Tuzlu muydu Akdeniz'in suları o zaman da?
Yakıcı mıydı böyle yine öğle güneşi?
Neye benzer, neler düşünürdü Fenikeliler?
Uzun yaşamak kolay. Ya hatırlamak her şeyi?
Sallayıp gövdeni zeytin toplayan insanların
değiştiğini görmek yaklaşık otuz yılda bir,
babadan oğula, izledikçe nesiller birbirini?
Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının,
düşünmeden edemem: yaslanıp yaşlı gövdesine
kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba
ılık bir yel eserken yapraklarının altında?
Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar,
neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında?
Nasıl insanlardı Haçlılar? Eski Yunanlılar?
Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar?
Evet, diye fısıldar yemyeşil yapraklar adeta:
“Koca koca ordularıyla geçtiler önümden hepsi,
gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla.
Geçtiler… ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri.
Buradayım ben hâlâ…”
Ve tıpkı devrim arabaları aslında unutulan devrim
gibi zeytinin şanlı hikâyesi de dışa hibe edildi…
Zeytinler türküdeki gibi derdest edilirken Bursa'nın,
Türkiye'nin hatta Dünya'nın en insancıl, en dostane
duygusu olarak barış ve simgesi de çıkarlara feda
edildi…
Aslında o günlerden bugünler arasında pek fark
yok. Canlı için adeta yaşam iksiri yerine geçen usaresi
ile ilgili dönen dolaplar bana Ortadoğu'da dönen
dolapları akla getiriyor. Ortadoğu petrolü için niye
bunca kavga veriliyor. Çünkü buradaki petrol dünyanın
en nitelikli maliyeti en düşük petrolü. Tıpkı Z. Yağı da
öyle. Dünyanın en yararlı bitkilerinden. Hatta belki de
en iyisi. Yüzyıllardır. Kaynaklara göre on binlerce
senedir. Antik kalıtlarda bilhassa anforalarla taşınan
yegane metanın yani ticaret malının altın sıvı,
zeytinyağı olması bunu göstermiyor muydu? Kısaca
özetleyecek olursak sen şişirme mısırı kullan diye sana
reva görülen mısır yağı margarin in tıpkı petrolde
olduğu gibi bazı çuşlar kanalıyla (çok uluslu şirketler)
-48-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Siyasi arenada uzun süredir çok tartışılan bir konu nedeniyle
aklımıza efsane olmuş bu ünlü geldi:
*Sülün Osman Kimdir?
Dolandırıcılar kralı "Sülün Osman" olarak tarihe
geçen bu kişinin asıl adı, Osman Ziya Sülün'dür.
(d.1923- ö.1984).
Osman Ziya Sülün, 1923'te İstanbul'da doğdu. Adını
duyurduğu ilk "işini" 1948 yılında Fatih'te yeni tuttuğu
evin sahibini dolandırarak yaptı. 1950 ve 60'lı yıllardaki
"işleriyle" ün kazanan "Sülün Osman", Beyoğlu'nda
sokakta yürüyen tramvayı, Galata Kulesi'ni, Eminönü
meydanındaki saati, şehir hatları vapurları gibi kamu
mallarını saf vatandaşlara 'satarak' ya da 'kiraya vererek'
efsane haline geldi.
Hazret, Taksim Meydanı'nın girişine paspas koyup,
gelenden geçenden para toplamayı akıl etmiş, tarihin
gelmiş geçmiş en şirin ve komik dolandırıcısıdır.
Söylentiye göre mesleğin inceliklerini Kumkapılı
bir Rum'dan öğrenmiş. Kendisi sıradan bir
üç kâğıtçı değil. Bu işin kitabını yazıp,
felsefesini yapmış bir düşünür: 20 Nisan
1962'de hapisteyken 'Alınteri ile
Yaşamak' konulu konferans vermiş bir
kişidir. Demiş ki:
"Benim dolandırdığım insanlar
dolandırıcıydı aslında. Yani bana
yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı.
On tane bilezikle geliyorum adamın önüne
akşam vakti. Kuyumcunun kapısındayız.
Ve dükkân kapalı. Karımın hastalığını
anlatıyorum, acilen bilezikleri
bozdurmam gerektiğini, o an nöbetçi
eczaneye gidip hastaneden istedikleri
ilaçları almamın şart olduğunu
söylüyorum falan. Hakiki olsalar
bileziklerin fiyatı bin lira. Diyorum ki 300
liraya ihtiyacım var. Paranın gerisi
umurumda değil, yeter ki karım ameliyat
masasında kalmasın... Adam sabah kuyumcuya gidip
bilezikleri bin liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat
içinde havadan 700 lira kazanacağını düşünüyor. O
arada benim ayakçım da ortaya çıkıyor ve o almak
istiyor bilezikleri. Telaşlanıyor adam kazanç imkânı
kaybolacak diye. 300 lirayı verip alıyor bilezikleri, ben
de kayboluyorum ortalıktan. Adam ertesi sabah
kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu
öğrenince, dolandırıldım, diye karakola gidiyor. Ben
aranıyorum. Demiyorlar ki ona, be adam 1000 liralık
bileziği 300 liraya almayı düşünürken aklında ne vardı,
diye. Gayet açık ki, beni dolandırmayı planlamıştı. Ben
hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek
bir kişiyi dolandırmadım."
Galata Köprüsü'nü satmak üzereyken tesadüfen
yakalandığı biliniyor ama iddiaya göre İstanbul Boğaz
Köprüsü'nü satmayı başarmış.
Anlatıldığına göre, Sülün Osman adamlarıyla birlikte
Dolmabahçe sarayındaki saatin önüne gider, gözüne saf
ama cebinde para olan bir vatandaşı kestirir, onun
göreceği bir yerde dururmuş. Kendi adamları planlanmış
bir şekilde gelirler ve Dolmabahçe Saati'ne bakarak
saatlerini ayarlarlar, sonra da Osman'a da yönelir ve saat
ayarlama parasını ödeyip giderlermiş. Bu kârlı iş, kendini
uyanık zanneden ve kısa yoldan zengin olmanın sihrini
bulduğunu sanan vatandaşın dikkatini çeker, kısa bir hoşbeşten sonra Sülün Osman Dolmabahçe Meydanı'ndaki
saati bu vatandaşa, satarmış.
Mekânı cennet olsun bu esnafın piri sayılan Sülün
Osman, dolandırıcılık şekillerini dört başlık altında
inceliyor:
1- Zarfçılık: Salağın birine, havadan
bir çıkar önerip kısa yoldan zengin olma
vaadi ile elindeki avucundakini
götürüyorsun.
2- Definecilik: Salağa, definenin
yerini bildiğini, ama paran olmadığını
söylüyorsun. Keriz, defineyi çıkarmayı
finanse etmeye kalkıyor, hesabını
görüyorsun.
3- Papelcilik (Meseleyi aktaran
kaynak bunu yazmamış)
4- Çesitli satışlar. Bakınız Sülün
Osman'ın satışları…
Bir başka söylentiye göre, bir
zamanlar Fransızlar, sahtekârlığın
bilimini yapmaya karar verip Sülün
Osman'ı Paris'te bir konferans vermeye
davet etmişler. Ne var ki Sülün Fransızca
bilmiyor. Söylenti bu ya! Fransız
Büyükelçiliği, buna bir de tercüman tahsis etmiş…
Rahmetli bunu her anlattığında, “e neden gitmedin
birader” diyenlere, “Tercümana güvenemedim, sahtekâr
birine benziyordu!” demekteymiş… Dedim ya… Adam
sahtekârlığın, şerefsizliğin, filozofu adeta…
Ben İstanbul'da hastane koridorlarında canımla
uğraşırken, burada olanların suçu bana atılınca, bu alanın
doruğu aklıma geldi, Sülün Osman'ın aziz ruhuna bir
Fatiha okudum…
Büyüksün sen, Sülün Osman!.. Yalanın bile endazesi
olur…
---------------------------------*İnternetten
-49-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bilimsel Araştırmalardan,
Derleyen: İsmail TUNA
1-420 ağacınız var, biliyor
musunuz?
Öyleyse Mars'a mı gidelim?
2-Amerikan Havacılık ve Uzay
Dairesi (NASA) tüm dünyanın nefesini
tutarak beklediği açıklamayı yaptı:
Yeni tahminlere göre dünyadaki ağaç sayısı üç
trilyonu biraz geçiyor. Yale
Üniversitesinden
Thomas Crowther ve ekibinin araştırmasına göre,
dünyada kişi başına düşen ağaç sayısı 420.
Crowther, ağaç sayısına ilişkin yeni bilginin dünya
açısından iyi ya da kötü gelişmeye işaret etmediğini,
sadece insanların çevreyi daha iyi anlamasını
sağlayacağını ifade etti. 3 trilyon ağacın 1.39 trilyonu
tropik ve tropik altı bölgede bulunuyor. İnsanların
yılda 15 milyar ağacı yok ettiği, onların yerine sadece
5 milyar kadar ağaç dikildiği tahmin ediliyor. BBC
Türkçe'nin haberine göre uzmanlar bu şekilde ağaç
kaybının eko sistem açısından kaygı verici olduğunu
belirtiyor. Ağaç kesmenin temel nedenlerini kereste
elde etmek ve ekilebilir alan açmak şeklinde ifade
eden uzmanlar, nüfus artışının daha fazla ağaç
kaybına neden olması sorununa dikkat çekiyor.
Buna bir fıkra ekleyelim:
Mavi Bilye'nin(dünyanın)hastalığı
İki gezegen evrende karşılaşırlar:
İlki: “Neyin var kardeş, çok kötü görünüyorsun,
hasta mısın yoksa?” diye sormuş.
“Sorma” demiş diğeri, “Homo sapiensim* var.”
" A m a a a n !
Üzülme!" diye teselli
etmiş ilki: “ Bende de
vardı. Merak etme çabuk
geçiyor.”
***
Yorum:
Çabuk geçer mi?
Alman Ekolog
Ve t t e r s , k e n d i s i y l e
yapılan bir söyleşide, insanoğluna ilişkin şöyle bir
benzetme yapıyordu:
"Bir kanser hücresine, gerçekleştirdiği eylemin
aslında kendi sonunu hazırladığını
anlatamazsınız."
----------------*İnsan
Cumhuriyet – 4 Eylül 2015
Mars yüzeyinde sıvı halde su gözlendi. Sıra yaşam
bulmakta. Tarihi keşfi basın toplantısıyla dünyaya
duyuran NASA'nın gezegen bilimi direktörü Jim
Green: “Mars eskiden zannettiğimiz gibi kuru, çorak
bir gezegen değil.” dedi. Bilim adamları Kızıl
Gezegen'in yüzeyindeki vadileri ve kanyonları bir
zamanlar serbestçe akan suyun oluşturduğunu, 3
milyar yıl önce yaşanan iklim değişikliğinin bu durumu
değiştirdiğini düşünüyordu. Mars'ın yüzeyinde ilk
olarak 4 yıl önce gözlemlenen siyah izler bu tezin
sorgulanmasına yol açtı. Mars mevsimlerine göre
baharda belirip yazın büyüyen ve sonbaharda kaybolan
bu izlerin akarsu olduğu tezleri nihayet doğrulandı.
Mars Keşif Uydusunun geçtiği görüntüleri inceleyen
araştırmacılar, periyodik olarak beliren izlerin tuzlu su
olduğunu tespit etti. “Bugün Mars hakkındaki
düşüncelerimizde devrim yapıyoruz” diyen Green,
atmosferin de tahminlerden daha nemli olduğunu
belirtti. Bundan sonra araştırmalar suda mikrobik
yaşam bulunma ihtimaline odaklanacak. İnsanoğlunun
Mars'a ayak basması için yürütülen çalışmalar da
gezegende su bulunduğu gerçeği göz önüne alınarak
yapılacak.
Geçmişte NASA'nın Mars programının
başında bulunan Doug Mc Cuistion, “Bu, insanların
Mars'a gitme sürecini hızlandırması açısından oyunun
kurallarını değiştirecek nitelikte bir gelişme olabilir.”
diyor. Mars yüzeyinde donmuş halde su bulunduğu
uzun süredir biliniyordu. NASA'nın Mars yüzeyini
inceleyen Curiosity aracı, yılın ilk aylarında pek çok
noktada tuz molekülleri buldu. Bunun üzerine
araştırmacılar, tuzun donma ve buharlaşma
derecelerini değiştirmesi sayesinde Mars'ın seyrek ve
soğuk atmosferinde sıvı halde su bulunabileceği tezini
geliştirdi.
-50-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Depresyona ilaçsız tedavi
İnternetin ilk halini Arpanet adıyla geliştiren kurum
olan DARPA'nın (ABD Savunma Bakanlığı'na bağlı
Defansif İleri Araştırma Projeleri Ajansı) yeni projeleri
de tüyleri diken diken edecek nitelikte. Geçtiğimiz yıl
başlayan ElectRx, sinir sistemine doğrudan yerleştirilen
implantlarla kireçlenme, travma sonrası stres bozukluğu,
Crohn hastalığı ve depresyonun ilaçsız tedavisini
amaçlıyor. Şu an bir iskambil destesi büyüklüğünde olan
implantlar, 1santimetre kareden küçük boyutlara düşecek.
Böylece doğrudan sinire eklenerek düzenli olarak sinir
iletilerini dinleyebilecek. Diyabet, kalp rahatsızlıkları,
sinirsel hastalıklar akıllı bir çip ile yönetilebilir hale
gelebilecek. Bu çiplerle duyma ve görme engelleri de
ortadan kaldırılabilecek. Ayrıca bu çiplerin internete
bağlanabilmesi, vücut işlevlerimizin tek bir noktada
toplanarak yeni hastalıkların anbean izlenerek
tanınabilmesini ve tedavi edilmesini kolaştıracak. Hatta
bunları yapay zekâya bırakarak tedavi simülasyonlarını
yapmak ve doğru tedavinin, insan denek olmadan
bulunmasını sağlamak da mümkün.
Matrix'teki gibi öğrenebileceğiz
DARPA'nın RAM adlı programı hafıza kayıplarını da
beyne yerleştirilen bir çipte saklanan anılar sayesinde
önleyecek. Bu çip doğru sinirleri uyararak öğrenmeyi
kolaylaştıracak ve insanın tepki sürelerini düşürecek. Bu
teknoloji mükemmel askeri yaratmak gibi bir hedef
taşıması açısından korkutucu olabilse de Matrix filminde
Neo'nun kung-fu öğrendiği sahneyi de çağrıştırıyor.
Kurzweil'in tahminlerinden birisi de beynimizin
bilgisayar gibi harici bir cihaz olmadan internete
bağlanabilmesi. Ancak bu gerçekleşirse, beynimizi de
hack'leyecek birileri çıkabilir ve anılarımızı bizden
çalabilir. Diğer yandan şu sıralar popüler olan Sense8 adlı
dizideki gibi, uzaktakilerle anılarımızı, hislerimizi
kolayca paylaşabilmek de mümkün olabilir.
3-“Olmaz, olmaz” demeyin!..
Hedefte Mars olduğuna göre…
1000 yaşını görecek yeni insanla
tanışınız…
Nanateknoloji, biyoteknoloji ve bilişimin tüm
imkânlarından faydalanan yeni akımlar sayesinde
yapay zekâyla desteklenmiş, vücutları hastalık nedir
bilmeyen, uzun hem de çok uzun yaşayacak insanlar
yolda. Hem de sadece 20 yıl içinde…
Kısa bir süre önce doğal olanlarla iletişime
geçebilen yapay sinir hücreleri üretildi. Yapay zekâ ve
robotlar ise günden güne ilerliyor. Vücuda takılabilen
çipler, basit fonksiyonları kontrol etmekten öteye
geçerek ciddi hastalıkları önlemeye doğru adım adım
ilerliyor. Bazı akımlar ise tüm bu çalışmaları
birleştirmeyi hedefliyor. Kaliforniya'da 60'lı yıllarda
ortaya çıkan Transhümanizm, gelişen teknolojilerle
insanın doğasını, hatta ölümlü olma durumunu
d e ğ i ş t i r m e k i s t i y o r. Tr a n s h ü m a n i z m e g ö r e
nanateknoloji, biyoteknoloji, bilişim teknolojisi ve
bilişsel bilim bir arada ilerleyecek. Bunun sonucunda da
gerçeklik simülasyonu yaratma, yapay zekayla insan
zekasını birleştiren süper zekayı gerçekleştirme ve insan
vücudunu dondurarak gelecekte çözebilme gibi
teknolojilerin önünü açacak.
Yapay zekâ ile beyin birleşiyor:
Bir başka akım olan Singularitry ise fütürist Ray
Kurzweil 90'larda kitaplarında yer verdiği gelecek
tahminlerinin büyük bölümünün gerçekleşmesiyle gurur
duyuyor. Yüzde 86'sı gerçeğe dönüşen 147 tahminden
bazıları şöyle: 2009 yılında insanların büyük bölümünün
taşınabilir bilgisayar kullanması, kabloların ortadan
kalkması ve bilgisayar ekranlarının gözlüklere
taşınabilmesi...
Google'ın, mühendislik bölümünün başına getirdiği
Kurzweil'in gelecek tahminlerinin başında yapay zeka
geliyor. Kurzweil 2030 yılında insan beyninin bir
kısmının yapay zekayla birleşeceğini, 2040'ta ise büyük
bölümünün yapay zekadan ibaret olacağını iddia ediyor.
Bu işin peşinde sadece fütüristler yok. Rusya'nın
genç milyarderlerinden Dimitry Iytskov'un başlattığı
Avatar 2045 projesinin hedefleri şöyle: 1) 2020 yılına
kadar insan vücudu, eş bir robot kopyası üretilerek
uzaktan yönetilebilecek, 2)2025'e kadar beyin ve anılar
bu avatara aktarılabilecek, 3) 2035'te insan kişiliği
tamamen aktarılacak, 4) 2045'te ise fiziksel formdan
uzak bir hologramda tüm insan kopyalanacak.
Beyin kopyalama işiyle büyük devletler de
ilgileniyor. ABD, Japonya ve Çin'de yıllardır benzer
çalışmalar var. Avrupa Birliği de yapay bir beyin
yaratmayı hedefleyen Human Brain Project'e 1 milyar
euro yatırım yaptı. İlk sonuçların 2023'te alınması
hedefleniyor.
İşin felsefi boyutuna bakınca, bu gelişmeleri
değerlendirmek son derece zor. Stephen Hawking
yapay zeka konusunda endişeli. Kendini
kopyalayabilen bir yapay zekanın, homo sapiens'in son
buluşu olacağını her fırsatta dile getiriyor, İnsan ve
robot birleşimi sayborg konusuyla ilgilenen İsveçli
antropolog Danielle Cerqul ise bu gelişmeler
sonrasında insandan değil, "insan sonrası”ından
bunun (post human) bahsedebileceğimizi, bunun ise
tüm değer yargılarımızı değiştireceği görüşünde.
Fransız felsefeci Dominique Borg bu gelişmelerin
sadece zenginlerin erişiminde olacağından
endişeleniyor. Borg'a göre demokrasi bireyciliğe yenik
düşecek. En çarpıcı yorum ise yaşlanmanın genetik
kökenlerini araştıran bir bilim dalı olan gerentoloji
uzmanı İngiliz Aubrey De BURN'den geliyor: 1000 yıl
yaşayacak insan çoktan doğdu bile!..
(Aytun Çelebi'den, 5 Temmuz 2015- Cumhuriyet
Sokak eki'nden)
-51-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
KADİM ŞEHİR AYDIN'A İZ BIRAKANLAR:
Şair-Yazar Emekli
İngilizce Öğretmeni
Mehmet GENÇ*
Abdulkadir TURHAN
Aydına ilk geldiğim yıllarda 1994 yılının Nisan
ayında Eski Yeni Caminin karşı tarafında bulunan Ali
Bey'in (ONGAN) restorantında Ali Bey, "Şair Mistir
Genç" diye tanıştırdı ve ondan sonraki her konuşmamız
şiir üzerine ve şiir tadında oldu. Dostluğumuz halen
devam ediyor. O Aydın'ın güzide ve ödüllü şairi Aydın
Lisesi Emekli İngilizce Öğretmeni Mehmet GENÇ'tir.
Size birazcık ondan söz etmek istiyorum bu yazımda.
M. Genç, 1955 Koçarlı-Kızılkaya Köyü'nde üç
çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya
geldi. İlkokulun son iki yılını Aydın'da yaşayan dört
çocuklu amcasının yanına beşinci çocuk olarak yerleşti.
Güzelhisar İlkokulu'nda vurdun en çok kitap yazan
Sayın Muzaffer İzgü'nün öğrencisi olma onurunu
taşıyor Yazma ve okuma alışkanlığını Tahrir (yazma)
derslerinde bu dönemde kazandı.
Ortaokul ve Lise eğitimini Aydın Lisesinde
tamamladı Lise ikinci sınıftayken Milli Eğitim
Bakanlığının açtığı Liseler Arası Kompozisyon
Yarışmasına edebiyat öğretmenlerinin önerisi üzere
katıldı ve Türkiye üçüncüsü oldu.
Arkadaşlarıyla birlikte duvar gazetesi çıkardı, okul
radyo kurulunda çalıştı. Edebiyat dünyasına "1976'dan
Esintiler” adlı şiir antolojisinde ilk şiiri yayımlandı
İzmir Buca eğitim Enstitüsü İngilizce Öğretmenliği
bölümünü Haziran döneminde(1979) ilk on arasında
bitirdiğinden, nokta tayin olarak Aydın Lisesi'ne
İngilizce öğretmeni olarak atandı. Öğrencileriyle
birlikte sahneye koyduğu üç İngilizce oyunu beğeni
kazandı Yakın çevresindeki şair, Ahmet Zeki Muslu,
yazar Filiz Gülmez ve Zehra Ünüvar ile yakın temas
içinde bulundu.
1998 yılında İzmir'e taşındı, 2015 yılı itibariyle
Karşıyaka'da yaşıyor. Değişik edebiyat grupları içinde
aktif görevler üstlendi, üstleniyor. Pek çok edebiyat
etkinliğine davet edildi; panellerde konuşmacı oldu;
radyo ve televizyon programlarına katıldı.
Aydın'da yaşadığı günlerde kısa süreli "Aydın Avdın
kültür sanat dergisinin yazı işleri sorumluluğunu
üstlendi. Beşparmak Kültür Edebiyat Dergisi. İzmir
temsilciliğini yürütmekte Uzun süreAydın Yerel Gazetesi
nde köşe yazarlığı yaptı. Milliyet Blog'da araştırma ve
deneme yazıları yayımlanıyor.
“Yüreğimin Kanat Sesi, Yüreğim Elinde Kalır, Şiir
TanıktırAşka ve Ninti” adlı şiir kitapları yayımlandı.
Köken ve Söylenceleriyle Devimlerimiz adlı
kapsamlı çalışmasıyla, Dil Fırçası ve "Şiirlerle Çocuk
Bilmeceleri adlı eserleri yayınevleri tarafından
incelenme aşamasındadır.
Afrodisias Sanat, Adabelen, Agora, Aykırı Sanat,
Berrin Bahar, Bilim ve Aklın Eşiğinde Eğitim, Batı Söz,
Çağdaş Yaşam, Beşparmak, Çalı, Kasaba Sanat, Kıyı,
İzmir İzmir, Patika. Öğretmen Dünyası, Sincan
istasyonu. Tay, Tersakan Toros, Tmolos Edebiyat,
Ünlem, Cumhuriyet (Genç Kalemler Köşesi),Yaşam
Sanat gibi saygın kültür ve edebiyat dergilerinde şiir
araştırma ve deneme yazıları yayımlandı, yayımlanıyor.
Yukarıdaki Resim 2001 yılında Aydın Şair ve
Yazarlar derneği tarafından Rahmetli Büyüğümüz
M.Kemal Yılmaz Beyefendinin yaş günü kutlamasından
bir anı. Sağ Başta Dernek Başkanı merhum Turgay
Aydın,Ahmet Zeki Muslu, ben (Abdulkadir Turhan),
Merhum M.Kemal Yılmaz ve Mehmet Genç görülmekte.
Aydın Gazeteciler Derneğince iki ayrı dönemde İl
Ödül komisyonu Özel, Beşparmak Dergisi (2008) Halil
Kocagöz Özel aynı derginin 2010 şiir yarışmasında
ikincilik. Mersin-Barış Kültür Festivali komitesince
düzenlenen şiir yarışmasında (2011) ikincilik, İstanbul
Şiir Atölyesince Uluslararası Cengiz Aytmatov Şiir
Yarışmasında özendirme, Çalı dergisi (2012) şiir
yarışmasında birincilik, 2013 yılındaki Mevlüt Kaplan
Edebiyat ödülleri. Çocuk Şiirleri yarışmasında
özendirme ödülleri sahibidir.
Sevgili dostum arkadaşım Mehmet Genç'e
yaşamında mutluluk Sağlık ve Bol ödüllü şiirlere devam
etmesi temennisiyle Çalı Dergisinin 2013 yılında
birincilik ödülü alan şiirini sizlerle paylaşırken
Saygılarımı sunarım.
Şiir 53.sayfa sütundadır.
-52-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Bir Boşluk
Bırak...
AŞK
Müjgan Tutan KATLAN
[email protected]
Mehmet GENÇ
[email protected]
bir dalgayım sahilinde
kıyı kenar çizgine vurdum
kale'mde dikili o bayrak
devrik krallığımdan kalma
“hükümsüzdür “ yazarak
bir boşluk bırak...
Yüreğinden kovsan da gitmez
Gitsin istersin terk etsin seni
Aşkın ortası yoktur
Ya cehennemde yanmaktır
Ya cennette huzur bulmaktır
Ya doyasıya gülmektir her şeye
Ya da ağlamaktır acından ölesiye
vuruldum alnacımdan
yıkıldım taş köprüler gibi
iki yakada kaldı ayak izim
söze dönüşmeyen dize yerine
bir boşluk bırak...
Aşkın ortası yoktur
Aşkın bir inişi vardır yürek sızlatan
Bir de zirvesi vardır yürek hoplatan
fethettiğim ülkenin
yenik düştüm kültürüne
sırtım yere değdi nasılsa
yok hükmünde madalyalarım
bir ömürlük aşk yazarak
bir boşluk bırak…
Aşk
Aynı yıldızları seyrederken
Dilek kutusuna yıldız biriktirmektir
Güneşin tenini yaktığı gibi
Bir bakışına yanarak kül olmaktır
ömür devletin verdiği maaşa benzer
nedense şehvetin ortasında biter
ilkel tanrılar ve onların artçıları
adsız kadın yalvaçların yüzü hürmetine
sana sınırsız kaldım yazarak
bir boşluk bırak…
Aşkın ortası yoktur
Ya sığ sularda batarsın
Ya da derinlerde boğulursun
puslu yüz, taşlı tarla
düş yakamdan,düş
bozkır bozması Ankara
“açıl aydın yolları “ “ yazarak
bir boşluk bırak...
Varlığında da yokluğunda da
Sensizlikten ölmektedir aşk...
Gözlerime bakınca bir başka oluyorum
Acılardan arınıp sevgiyle doluyorum
Yalnız ikimiz için cennet diliyorum
Mahşerde de sürecek bir sevgi istiyorum
Gözlerine
Bakınca
Çatlak toprak yağmura ne kadar susamışsa
Susayan dudağıma bir buse istiyorum
Karanlık gecelerde yalnız kalan ruhumun
Özlemini dindiren bir vuslat diliyorum
Mehmet KARABACAKLAR
-53-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Öykü
SÜLÜKLÜ ÇEŞME
Zekeriya YAVUZ
[email protected]
Ekim ayıydı. Güneşin ısıtma gücünün azaldığı
günlerdi. Hava serinlemeye başlamıştı. Mehmet,
dağdaki zeytinliğinden, evine yürüyerek gelmişti. Gün
boyunca zeytin aralamıştı, çok yorgundu. Eşi Şöhret'e
çeşmeden taze su getirmesini ve bir de çay demlemesini
söyledi. O da testisini alıp yürüdü.
Köydeki yeni evi, okulun dibindeydi. Çocuklarının
okula gidip gelmeleri artık çok kolaylaşmıştı . Tüm
mahalleli gibi onlar da suyu okuldaki musluklardan
doldurup evlerine taşıyorlardı. Her şey yolundaydı.
Şöhret çemeye vardı ve musluğu açtı, ancak su
akmıyordu. Susuz musluğun sevimsizliğine şaşkınlıkla
bakakaldı. Köyün öğretmeni, o gün su almaya gelen
kadınların, çeşme başında konuşup gürültü etmelerine
çok sinirlenmişti. Öfkesi onu zehirlemişti. Aklı,
mantığı, bilinci, vicdanı işlemez olmuş, göz
bebeklerinde öfke kıvılcımları çakarken, vanayı
kapatarak, okuldaki suyu kesmişti. Bundan sonra bir
daha, hiç kimsenin okuldan su almasına izin
vermeyeceğini de üstüne basa basa haykırmıştı.
Çevredeki onlarca ev bir anda susuz kalmıştı.
Okulun çevresinde oturan beş erkek, Mehmet'in
peşine düşerek, öğretmenle görüşmeye gittiler.
Mehmet, çok sert ve sinirli konuşmuştu:
-“Bu suyu getirebilmek için, biz, bütün köylü,
aylarca elimizde kazmalarla, küreklerle çalıştık. Sen o
zaman buralarda yoktun. Nasıl olur da mahalleliye su
vermezsin? Buna hiç hakkın yok!
Susuz musluk yüzünden öğretmenle kavga
etmelerine ramak kalmıştı. Araya girenler önlediler,
uzaklaştırdılar Mehmet'i. Mahkemelik olmuşlardı.
Öğretmenle, Mehmet küstüler birbirlerine, yıllarca hiç
konuşmadılar.
Mehmet'in ikinci oğlu Ahmet, o yıl dördüncü sınıfa
devam ediyordu. O yıla kadar iyi bir öğrenci
sayılıyordu. Hep başarılı olmuş, sınıflarını geçmişti.
Yıl sonunda karnesini alınca hepsi de şaşıp kaldılar.
Ahmet sınıfta kalmıştı. Kendisine kızan öğretmenin,
oğlunu kasıtlı olarak sınıfta bıraktığından emindi
Mehmet. Ama olsundu bakalım. Sineye çekti, ses
çıkarmadı. Dördüncü sınıfa ertesi yıl bir kez daha
devam etti Ahmet. Şubat tatiline girerken karnesini
aldığında, bir de ne görsünler? Tamı tamına beş zayıf!
Mehmet bu kez iyice çıldırmıştı. Öğretmenin, oğlu
Ahmet'e haksızlık yaptığına kesinlikle inanmıştı.
Okulu bitirip, diploma almasına fırsat vermeyecekti bu
adam. Mutlaka bir şeyler yapmalı, bir çözüm yolu
bulmalıydı.Ama nasıl?
Eşi Şöhret umutla konuştu:
-“Ağabeyimin oğlu Zeki ile görüşelim. Ahmet'i onun
öğretmenlik yaptığı köye götürelim. Yeğenim zaten yeni
evli. Çocuğu da yok. Herhalde Ahmet'i hem bakar, hem
de okuturlar.”
Mehmet'in de aklı yattı bu işe. Denemeye değerdi.
Mart ayının ortalarıydı. Kış bitiyordu. Ahmet'in
çamaşırlarını ve okul eşyalarını alıp yeğenleri Zeki'nin
öğretmenlik yaptığı dağ köyünde aldılar soluğu.
Ahmet'in durumunu, çaresizliklerini anlattılar. Yardım
etmesini istediler. Zeki kabul etti tabii ki. Eşiyle birlikte
Ahmet'i yanlarına aldılar, kendi evlatları gibi hem
baktılar, hem de okuttular. Ahmet hem yeni evine, hem
okuluna, hem de arkadaşlarına çok çabuk uyum sağladı.
Akıllı bir çocuktu. Pratik zekâsıyla sorunlara çok kolay
çözümler üretebiliyordu. Öğretmeni ona güvendi, onu
okul başkanı yaptı.
Milli Eğitim'in okula gönderdiği süt tozundan
yoğurt yapabilmek için su gerekiyordu. Okulda su yoktu.
Her gün son dersten sonra büyük öğrenciler, sırayla su
getirmeye giderlerdi. Çeşme, okuldan oldukça uzakta,
köyün alt başındaydı. Suyu taşımak zahmetliydi, zordu.
Ahmet, su taşımaya giden öğrencilerin başında gider
gelirdi. Arkadaşlarına kıyamamış, kolay bir yol
bulmuştu. Çok daha yakındaki “sülüklü çeşme”ye
yönlendirdi arkadaşlarını. Hiç kimsenin suyunu
içmediği, kullanmadığı bir çeşmeydi bu. Arkadaşları
Ahmet'i uyardılar. Ama o, inandırdı onları. “Bu su
okulda kaynatılacak. Tüm zararlılar, kaynar suda ölür.
Değil mi? Ne gerek var uzaklara gitmeye?” Günlerce
“Sülüklü Çeşme”nin suyu taşındı okula. Öğretmen çok
sonra haberdar oldu durumdan.
Nisanın yirmi ikisi, ilkbaharın en güzel günlerinden
biriydi. Doğa yemyeşil bakıyor ve gülümsüyordu. Diğer
taraftan Ağaçlarda kuşlar, okul bahçesinde çocuklar
cıvıldaşıyorlardı. Pırıl pırıl, masmavi gökyüzünde tek
tük, benek benek, kar beyazı bulutlar bir görünüp bir
kayboluyorlardı. Ulusal Egemenlik ve Çocuk
Bayramı'nda çelenk yapmak ve diğer süslemelerde
kullanmak için, ağaç dalları, ağaç yaprakları ve kır
çiçekleri gerekiyordu. En büyük erkek öğrencilerden
dört kişi, Ahmet'in başkanlığında yola çıktılar. Köyün üç
kilometre kuzeydoğusunda mersin ağaçları vardı. Oraya
gidilecek, mersin dalları kesilecek, kır çiçekleri toplanıp
getirilecekti. Gidiş için bir saat, gerekenleri toplamak
için bir saat ve geri dönüş için de bir saat olmak üzere,
-54-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
toplam üç saat süre vermişti öğretmen. Saat dokuzdu. On
ikide okula dönmüş olacaklardı.
Yarım saatlik hızlı bir yürüyüş sonrası Ahmet'in
isteğiyle bir mola verdiler. Pırıl pırıl, aydınlık güneş bu
gün çok cömertti. İyice ısınmış, terlemişlerdi. Açık bir
alanda, yemyeşil çimenlerin üzerine oturdular. Ahmet
çevresini dikkatle inceledi. Doğa tamamen canlanmıştı.
Yeşilin her tonunu görmek mümkündü. Kırlarda çiçek
azdı ama tarlalarda çiçek açan meyve ağaçları göz
kamaştırıyordu. Güney tarafta, her yan çam ormanıydı.
Kuzeydoğuda kıvrıla, kıvrıla akan bir dere, biraz
aşağısında da bir değirmen göze çarpıyordu. Kendi
köyünü anımsadı özlemle. En çok da uçsuz, bucaksız
masmavi denizi özlediğini duyumsadı. Şimdi orada
olsaydı, ne de güzel olurdu. Hazır böyle terleyip,
ısınmışken önce soyunur güneşlenirdi. Sonra da hop,
denize… Yüzerdi dilediğince, serinlerdi. Deniz yoktu,
ama işte gözünün önünde, ormanın biraz ötesinde
sevimli ve ıssız bir dere göz kamaştırıcı bir parıltı ile
ışıldıyor, davetkâr albenisi onu çıldırtıyordu. Derenin
ışıltılı sularına hayranlıkla bakarken, birden ayağa
fırladı. Dereye doğru koşarcasına yürüdü.Arkadaşları da
peşinden! Dere kıyısına varmaları uzun sürmedi. Ahmet
kısa bir inceleme yaptı. Değirmene giden dere, bir
dönemeçte iyice daralıyordu. Oraya bir set yapabilirlerse
güzel bir gölet oluşurdu. Arkadaşlarıyla işe giriştiler.
Taşlarla, ağaç dallarıyla, toprakla bir set oluşturup,
değirmene giden suyu kestiler. Kısa zamanda, gölette
yeterli su birikti. Yine önce Ahmet soyundu ve kendini
suya attı. Ardından da arkadaşları... Su henüz
ısınmamıştı. Kısa sürede üşüdüklerini duyumsadılar.
Sudan çıkıp, bir süre güneşlendiler. Giyindikleri gibi de
kaçarcasına uzaklaştılar oradan. Hiç birinde saat yoktu.
Gökyüzüne baktılar. Güneş oldukça yükselmişti. Geç
kalma korkusu sardı yüreklerini. Öğretmene ne derlerdi?
Hepsi Ahmet'in yüzüne bakıyorlardı. Çare bulmasını
bekliyorlardı. Ahmet çevresine bakınarak konuştu: “Geç
oldu, mersin ağaçları çok uzakta, yetişemeyiz. Gelin
peşimden!” Ormana girip körpecik çam dalları kestiler.
Sonra da tarlalara girip meyve ağaçlarının çiçekli
dallarını kestiler. Toparlanıp, yola koyuldular. Tam
vaktinde okula dönmüşlerdi.
Ahmet, başka ağaç bulamadıklarını, ormandan çam
dalları ile yabani ağaçlardan çiçekli dallar kesip
getirdiklerini söyledi. Zamanında dönmelerine, bir
terslik olmamasına sevinmişti öğretmen. Çelenk yapıldı.
Okul binasının kapısı, bayrak direği, tören alanına
kurulan kürsü; çam dalları ve çiçekli dallarla süslendi.
Böylece bayram hazırlıkları tamamdı. Öğrenciler şen
şakrak, cıvıldaşarak evlerine dağıldıktan sonra Zeki de
evine rahat ve huzurlu girdi. Akşam yemeğinden sonra
erkenden yattı. Sabaha dek kesintisiz, deliksiz uyudu.
Sabah erkenden kalkıp kahvaltısını yaptı, hazırlanıp
giyindi. Bayram coşkusu ile lojmandan çıkıp okula
doğru yürümüştü ki “Günaydın hocam!” diye kendisini
karşılayan üç dört köylü ile burun buruna geldi.
“Günaydın! Hayırdır, beni böyle erkenden
beklediğinize göre önemli bir sorun olmalı!” diye
konuştu, soran bakışlarla bakarak. Değirmenci,
öğrencilerin değirmeninin suyunu kestiğini, işlerini
aksattığını, derede yüzdüklerini anlattı. Diğeri
buğdaylarını öğütemediğini, sırası gelmediği için bir
gününün boşa gittiğini söyledi. Öteki köylüler de
tarlalarındaki meyve fidanlarının kesildiğini, zarar
gördüklerini öfkeyle anlattılar.
Zeki, duyduklarına inanamadı, donakaldı.
Öğrencileri tarafından kandırılmıştı. Köylülerin
karşısında çok güç durumda olduğunu duyumsadı. Çok
üzgün olduğunu, olanları soruşturacağını söyledi.
Öğrencileri adına özür diledi. Bir daha böyle bir şeyin
olmayacağına dair de söz verdi.
Kendisini toparladı. Hiçbir şey olmamış gibi
bayram kutlama programını uyguladı. Öğrenciler
şiirleri, monologları, marşları çok güzel okudular,
rontları çok iyi oynadılar. Köylülerin hepsi bayramı çok
beğendiklerini belirtip öğretmeni kutlayarak evlerine
dağıldılar. Ahmet'i ve diğer dört erkek öğrenciyi müdür
odasına gönderen öğretmen, diğer öğrencileri evlerine
yolladı. Çok sinirli olduğu her halinden belli olan
öğretmenin karşısında, beş öğrenci de korku ile
titreşiyorlardı. Her birinin sırayla olanları anlatmasını
ve doğruyu söylemelerini istedi. Ahmet de diğerleri de
her şeyi, olduğu gibi dosdoğru anlattılar. Bağırdı,
çağırdı, alabildiğine azarladı onları. Öfkesini
dizginleyemedi, getirdikleri çam dallarından birini sopa
olarak kullanıp, ellerine ikişer kez vurdu. Bu cezadan
sonra bir daha hiç kimseye zarar vermeyecekleri
konusunda her biri söz verdiler, evlerine dağıldılar.
Mayıs ayı geldi, hıdrellez de geçip gitti. Sonunda
okulların kapanacağı gün gelip çattı. Ahmet'i alıp
götürmek üzere babası da o gün gelecekti. Ailesine,
evine, köyüne, arkadaşlarına kavuşacaktı. Çok mutlu ve
heyecanlıydı, sevinci sonsuzdu. Diğer yandan da
karnesini alacağı için ayrıca heyecanlanıyordu. Acaba
bunca yaptıklarından ötürü öğretmeni onu sınıfta bırakır
mıydı? Kimsenin yüzüne bakamazdı o zaman!
Adı okunduğunda bacakları titreyerek, kalbi
sıkışarak yürüdü. Öğretmeni başını okşayarak,
karnesini uzattı. “Kutlarım seni Ahmet, sınıfını geçtin!”
dedi. Sevinçten çıldırmış bir halde, karnesi elinde,
uçarcasına dışarı koştu. Babası da gelmiş okul
bahçesinde onu bekliyordu. “Baba başardım, sınıfımı
geçtim.” diyerek babasının kollarına atıldı. Oğlunu
sımsıkı sarıp, göğsüne bastıran Mehmet'in da gözyaşları
yanaklarından aşağı süzüldü. Çok sevinçli ve
mutluydular baba ile oğul.
Öğle yemeğini birlikte yediler. Okul çantasını eline
alan Ahmet, öğretmeninin ve yengesinin ellerini öptü,
vedalaştı. Mehmet de oğlunun eşyalarını eline aldı. Her
şey için teşekkür edip ayrıldılar. Baba, oğul
kilometrelerce aşağıdaki asfalt yola doğru yürüdüler.
-55-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Zeki arkalarından uzun süre onları izledi. Hem de
düşündü. Ahmet akıllı çocuktu, liderlik özelliği çok
belirgindi. Karşılaştığı her sorunu çözmek için çok çabuk
ve kolay bir yol buluyordu. Gerçi bulduğu bazı
çözümlerin onaylanabilir yanı yoktu. Ama zekâsını
doğru yönde kullanırsa başaramayacağı iş yoktu.
Büyüdüğünde de çok iyi bir yönetici olacağı
kuşkusuzdu.
Isıtan, pırıl pırıl güneş, apak bir bulutun ardına
gizlendi, aydınlık hava gölgelendi. Aylardır kendi
evlatları gibi baktıkları, her şeylerini paylaştıkları,
varlığına iyice alıştıkları Ahmet de çekip gitmişti işte!
Gözden kaybolan baba ile oğulun ardından, Zeki ile
eşinin içi sıkıntı ile doldu. Yalnızlık ve gurbet acısı çöktü
yüreklerine. İkisi birlikte üzgün, başları önlerinde,
isteksizce lojmana girdiler…
Şiir Bahçemizden
BAKGÖR
Bahtiyar TAKKALI
bahtiyartakkalı@hotmail.com
Ölü uykusundan uyan kardeşim
Hırsızlar evini soyuyor bak gör
Çakallar, tilkiler girdi kümese
Horozu tavuğu boğuyor bak gör
Cilalı sözlere aldanma boşa
Gözleri doymuyor toprağa taşa
Sen razı olurken küçük maaşa
Hesabın kitaba uymuyor bak gör,
YİNE DE BOŞ
Ayla Kavrukkoca
TARHAN*
Kasam yok doları kutuya koydum
Rüyamda milyonca yuroyu saydım
Kızma be Hâkim Bey şeytana uydum
Tövbeye yemine değmiyor bak gör
[email protected]
“Anlatamadıktan sonra, sevsen de boş, sevilsen yine boş”
Ya ben anlatamıyorum derdimi
Ya anlamak istemiyorlar beni…
Bir an geliyor ki,
Lanetler yağdırıyorum sağa sola.
Ve diyorum ki…
Yağmurlar yağsın;
Hem de deli deli yağsın, kaldırımlara
Yerlere
Küçük, büyük bütün kentlere
Ve tüm günahları yıkasın
Rüzgarlar essin,
Deli deli essin ağaçlara
Yollara…
Ve tüm kötülükleri götürsün uzaklara
Çok uzaklara.
Radyolarda hep söylensin şarkılar
Ve tüm dertleri unuttursun
Kimse tedirgin olmasın
Ve bir sisli sonbahar sabahı
Köhne bir gemi getirsin
Bütün istediklerimi
O güzel, o mutlu deniz kıyılarına
Ve yine ben alaca karanlıkta
Bütün gücümle haykırarak,
İstediklerimi anlatabilmeliyim.
Ama neye yarar
Gene de anlaşılmadıktan sonra
Sevsen boş, sevilsen yine boş
Onlar vekil sen asılsın asilsin
Gayrı bilmelisin neyin nesisin
Köylü efendisi temiz nesilsin
Seni adama saymıyor bak gör
Boyun eğme sakın bozuk düzene
Alfabeyi ters okuyup yazana
Zulm edip de mazlumları ezene
İnsafa vicdana değmiyor bak gör
İnsan olan insan kıyar mı cana
Kin ile nefretle doymuyor kana
Eğer yolun düşer ise bu yana
BAHTİYAR ayakta uyumuyor bak gör
-56-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Yeni Kitap diyoruz!
DÜNDEN BUGÜNE
ESKİMEYEN KILAVUZ
Azmi ERMİŞ
azmiermiş@hotmail.com
Bir dostumu anlatmak istiyorum sizlere. Beni
ısıtan ve aydınlatan dostumu. Güneş değil bu.
Yüreğimi meltem rüzgârları gibi serinleten bir
dostumu. Ana kucağı gibi sıcak, anamın memeleri
gibi besleyici ve doyuran. Sanırım siz de anladınız
bu dostumun “ kitap” olduğunu. Baharda kabaran
toprak gibi hep veren, rengârenk bilgileri sunan,
kimi zaman lale, kimi zaman sümbül, dağ yellerinin
getirdiği kekik kokuları gibi ferahlatan… Bu dost
ki kandırmaz, bu dost ki saldırmaz, çıkarcı
olmamıştır hiç, hep verir, verir, verir…
Hep bilgilerini sundu bize demet, demet… Bin
bir çeşit meyvenin tadını buldum kitapta, bazen
şeftali, bazen armut, bazen üzüm, bazen de çilek…
Yüreğime dalga dalga sevgiyi yerleştiren, bana
savaşımı öğreten dost, bana bilgi denizinden
-
yudum yudum içiren.
Afrika'daki çocuğun açlığını
dünyaya haykıran, Amerika'daki Kızılderililerin yok
oluş çığlıklarını ileten; kimi zaman tarih, kimi zaman
öykü, kimi zaman uzay, kimi zaman roman.
Toprağın altında ararız defineleri. Oysa yanı
başımızda el fenerleri gibidir onlar. Yan yana dizilen
yıldızlar kadar sık. Bizi ışıtmaya çalışan kitapları
görmeyiz çoğu kez. Kitap değişimin simgesi
olmuştur hep yüzyıllar boyu. Aydınlık ile karanlığın
savaşında insanlığa umut, coşku ve yol gösterici
olmuştur hep mutluluktan yana. Aydınlıktan
korkanların korkulu düşleri olmuştur kitaplar.
Sömürüye istismara karşı direncin öğretisi olmuştur
kitaplar. Kitap düşmanı karanlığı İskenderiye'de
gördük. Yakıldı kitaplar cayır cayır. Dikta
özlemcilerinin becerdikleri ilk iştir kitapları yok
etmek. Barışı istiyorsak dünyada, kucaklarımızda
kitaplarımızla çıkalım silahların karşısına.
İyi bir toplum istiyorsak araştıran, düşünen,
konuşan, coşan, türküler söyleyen, halay çeken
omuz omuza…
“Okumak; okumak” diyorum geleceğe umutla,
inançla bakabilmek için, yönelebilmek için aydınlık
yarınlara…
Siz ne dersiniz? (Yani 'Ne olacak bu memleketin hali?')
Prof. Dr. Doğan KUBAN diyor ki:
'BİZDE OKUMAMAK GELENEK GİBİ'
okuyan yok. Türkiye'de o zamandan bu zamana hâlâ
kimse kitap okumuyor, gazete de okumuyor. Gelenek
gibi olmuş, okumuyoruz. Gazete satılıyor ama şu
şunu kesti, biçti, taciz etti falan, çıplak kadın
resimlerine falan bakılıyor işte. Okunmuyor...
Uluslararası gözlemlere göre Türk halkı
Japonların 250'de biri, Avrupalıların 180'de biri,
Amerika'nın 120'de biri kadar kitap okuyor. Bu
değişir mi? Umarım!
(Cumhuriyet Kitap eki)
….. Kitap okumuyoruz, ama bunun kökenine
bakıp yorumlamalıyız. Erken Rönesans'ta 1450'de
matbaa bulunduktan sonra, 1500 yılına kadar
Avrupa'da 300 matbaa kurulmuş ve yirmi milyon
kitap basılmış. Fakat biz on sekizinci yüzyılda işe
başladığımız zaman Müteferrika'nın kurduğu kitap
basan yayınevinin bütün üretimi çeşitli nedenlerle
80 tane kitap basılabilmiş. Avrupa o sırada 300
milyon kitap basmıştı. Şimdi 30 bin çeşit kitap
basılıyormuş Türkiye'de. Müthiş bir şey fakat
-57-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Çocukluktan
ALAŞEHİR'DE
ÜZÜM KESMEK
Fuat KEYİK
[email protected]
Siz hiç Aydın'ın Söke Ovası'na pamuk çapalamak
veya pamuk toplamak için gittiniz mi?.. Ben gitmedim.
Peki ya siz hiç Alaşehir'e sergi zamanı üzüm kesmeye
gittiniz mi? Ben gittim, hem de üç kez. İlk ikisinde
babam dayıbaşı ( amele başı-iş bulan ) idi.
Sonuncusunda teyze oğlum Hasan Okursoy bizlerin
sorumlusu olmuştu. Küçük yaşta -sanıyorum ya ilkokul
5., ya da ortaokul 1. sınıfta iken- yevmiyeli üzüm
kesme amelesi olmam beni çok heyecanlandırmıştı.
Bir önceki gidişlerinde amele dolu kamyonla
uzaklaşan babamların arkasından:
‘'Bubaaa ben de gitceeem, beni de götürüünn!''
diye çok ağlamıştım. Rahmetli Abıla Halam teselli
etmişti beni: “Gel gözel oğlum, biz evimize gidelim. Sen
daha güççüksün. Az daha büyü, o zaman buban gil seni
de götürürle.'' demişti.
İşte beklenen zaman geldi. Bu yıl
Anam, babam (rahmetliler), Sadi, Fevzi
Abi'mler ve de ben, ailecek gideceğiz
üzüm kesmeye. Komşular çoktan
ayarlanmış. Herkes hazırlığını bitirmiş
bile. Muska biçiminde dürülmüş
yufkalar çuvallara yerleştirilmiş.
Alüminyum tencere, çanaklar, kaşıklar;
tarhana, bulgur, makarna; Vita yağı, salça
v.b. gibi ihtiyaçlar da çuvallanmış.
Yatmak için şilteler, yastık ve yorganlar
sıkıca bağlanarak balya haline
getirilmiş… Herkes babamdan haber
bekliyor… En sonunda bir akşam üzeri
bizi Alaşehir'e götürecek olan Kel Üsyün
oğlu Hacı'nın (Hüseyin Alpaslan), açık
mavi Thames marka yarım burunlu
kamyonu, Kocaoğlan Mustafa'nın evinin önündeki
meydanlığa geldi. Pür telaş kamyonun kasasının arka
tarafına ekmek, yiyecek çuvalları ve yatak balyaları
ustaca istif edildi. Ön tarafına ise biz ameleler doluştuk.
Babam ve yardımcısı Cafa Galip (Vurdaal) Dayı şoför
yanına bindiler. Ben ise kamyonun ön tarafındaki
branda konan kasanın çıkıntısından önümü görebilecek
bir yer kaptım. Olsun o kadarlık, ne de olsa dayıbaşının
oğluydum. Kalanlarla vedalaşarak düştük yola.
Kaklık kasabasına kadar şose olan yolda toz duman
gidiyoruz. Ben ilk kez dışarıya çıkıyorum. Gözüm hep
yolda, gördüğüm hiç bir şeyi kaçırmak istemiyorum.
Zıpır yokuşundaki insana heyecan veren keskin
dönemeçlerden sonra, kamyon Kaklık'ta asfalt yola
girince içim bir hoş oldu. Yağ gibi yolda sanki
uçuyoruz. Ne arkamızda toz bulutu var ne de takırtı
tukurtu. Sıcak rüzgâr yüzüme tatlı tatlı vuruyor. Ohhh,
neşem yerinde, keyfim denk… Ama az sonra hava
kararınca iş değişti, önümü göremez oldum. Mecburen
kasa içine dönüş yaptım. Gece karanlığında vardık
Alaşehir Piyadeler Köyü'ne. Köy içinden geçip yarı
çim yarı toprak olan bir yere indik. Hemen şilteler
yazılıp yatıldı. Çünkü sabah erkenden iş başı
yapacağımızı söylemişti dayıbaşı babam. Fevzi Abim
yatmadan önce:
-“Fuat bak şimdi yolun bu tarafında yatıyoruz.
Sabah olunca öbür tarafta olacağız.'' demişti de ben
inanmamıştım. Gerçekten sabahleyin
kendimizi yolun diğer tarafına geçmiş
gördüm. Ağabeyime göre bu bir göz
aldanması imiş.
Herkes etrafında toplandığında
babam; kimlerin hangi bağda
çalışacağını, kimlerin üzüm kesmede,
sermede veya “keleter” taşımada görev
alacağını saptadı. Bizim ailede Fevzi
Abim ve ben üzüm kesmede
görevlendirildik. Sadi Abi'm aile
bütçesine fazla katkı yapayım
düşüncesiyle yevmiyesi daha fazla olan
keleter taşımacılığına, anamın: “Oğlum
sen yapamazsın !'' demesine karşın
gönüllü olarak ayrıldı. Anam da potasalı
suyla bandırılan çekirdeksiz üzümleri
sermeyi yeğledi. Babam zaten dayıbaşı. O, Galip Dayı
ile birlikte ellerindeki sopalarıyla (köpeklerden
korunmak için) bağ bağ gezerek ameleleri
denetleyeceklerdi.
“Haydi bağlara marş marş!'' denildi. Guruplar
önceden tespit edilmiş bağlara doğru yola düştüler.
Büyük omçalardan oluşan bağ sıralarındaki
üzümleri kesmede ikişer kişi görev yapıyordu. Anam
kurnaz, diğerlerinden geri kalmayalım diye beni
Hamza Hasan'ın çalışkan karısı “Hatma”nın (Fatma)
yanına verdi. Birlikte salkımları kesip keleterlere
-58-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Piyadeler Köy'ü çevresindeki, bazen yaya bazen
traktörlerle gittiğimiz pek çok bağın üzümlerini biz
kestik. Sanıyorum 15-20 gün kadar çalıştık. Son gün
akşamı babam, yarın sabahleyin herkesin parasını
dağıttıktan sonra kamyonla Bekilli'ye gideceğimizi
müjdeledi.
Ortalık bayram yerine döndü. Ateşlere konan son
tarhana çorbası veya bulgur aşı kokuları birbirine
karıştı. Çocuklar oyunlarını daha neşe içinde oynadılar.
100 kg.lık kuru üzüm çuvallarını sergi yerinden
kamyonlara sırtında taşıyan Hulu Memet oğlu Hulu
Memet sevincinden:
''Nasıl olsa yarın gideceğiz, buna ihtiyaç kalmadı!''
diyerek su testisini havaya atarak kırmıştı. Karısının
kendisine çekişmesi herkesi güldürmüştü. Babam da
durumdan memnundu. Ailecek epey gelirimiz
olacağını söylüyordu.
O zamanlar her yoksul Bekillili aile, böyle üzüm
kesme, pamuk çapalama veya toplama işine giderdi.
Geçim kolay değil. Zamanla bu zorluğu gören gençler
okumaya daha çok önem verir oldular.
koyuyoruz. Maşallah Fatma yenge hızlı kesiyor. Ama
olan bana oluyor. Yere düşen üzüm tanelerini nedense
hep ben toplamak durumunda kalıyorum. Taneler
toplanmazsa bağ sahibinin şişman gelini Cennet
arkamızdan basıyor yaygarayı:''Huuu bu ne bu?
Günah, günah. Bağda hiç tene bırakmayın, toplayın!''
Çaresiz topluyorum. Yoksa anama söylerse rezil
olurum. Ne yalan söyleyeyim bazen de Fatma Yenge'ye
yetişebilmek için taneleri toprakla örtüp geçtiğim de
oldu.
Günler birbirini kovalıyordu. Acemilikten olacak
herhalde bir gün kolumu kestim. Yapraklar arasındaki
salkımın sert sapına bağ testeresini hızlıca sürerken
birden kolumda dayanılmaz bir acı hissettim. Saptan
kayan testere ile kolumun iç tarafındaki dirsek altı
damarımı kesmişim. Oluk gibi kan fışkırıyor. Hemen
çevredekiler yaraya tütün basıp sıkıca yağlıkla
(mendil) sardılar. Mecburen yevmiyeden kalmamak
için acılar içinde çalışmaya devam ettim. Hala kolumda
o testerenin izini taşırım.
Gündüzleri üzüm keserken bazı salkımlardaki
güzel tanelerini tozlu mozlu da olsa yemek hoşuma
gidiyordu. En sonunda bir akşam üzeri, yıkanmadan
yenilen o üzüm taneleri çürük azı dişimde dayanılmaz
bir ağrı yaptı. Ne yapacağımızı bilemedik. Hani bir
çekiç vurup dişimi çıkarsalar, ona razı olacağım.
Herkes yardım etme çabasında ama boşuna. Bir türlü
ağrı önlenemiyor. Konaklama yerimize yakın bağ
evinde oturan Alaşehir'li filanca beyin kızı duymuş
feryadımı, Hızır gibi yetişti. Ucuna pamuk sarılmış bir
kibrit çubuğunu uzatarak:
''Aç ağzını. Bunu çürük dişine koyacağım sıkıca
bastır. Ama dikkat et diline filan değirme, yakarsın.''
dedi. Çaresiz yaptım dediğini. Kibrit çubuğundaki
pamuk kekik yağına batırılmış. Biraz sonra benim ağrı
kesildi. Sonradan öğrendiğime göre kekik yağı diş
sinirlerini öldürüyormuş. O çürük dişimde uzun yıllar
hiç ağrı duymadım.
Çok yoruluyoruz. Ama ben aileme katkım olduğu
için mutluydum. Fevzi Abimin de morali yerinde.
Sabahleyin çorbamızı içerken tek elini kullanan Sadi
Abimdeki durgunluğu ise anam fark ediyor. Sıkıştırıp
arkasına sakladığı eline baktığımızda üzücü durumu
öğreniyoruz. Keleter taşımacılığına gönüllü geçen
abim daha ilk günden beri zorlanmış. Üzüm dolu iki
keleteri omuzuna almak, saplarına bağladığı ipi bir
çubuğa geçirip parmak arasında kıstırarak sergi yerine
dek taşımak kolay değil. Zamanla ip iki parmak arasını
sürtünme nedeniyle yıpratmış. Neredeyse kemikler
görünecek biçimde yara oluşmuş. Ama abim gurur
meselesi yaparak babamlara haber vermemiş. Üzüldük.
Hatta babamla anam daha önce haber etmediği için
abime kızdılar. Sonuçta yaralar sarıldı, abim de bizim
gibi üzüm kesme işine geçti.
BARIŞ MI?
Hamdi Eray
TARHAN*
[email protected]
Niye bülbül şakıyınca
Kulağı okşar da
Bir martının çığlığı tırmalar.
Yağmuru seyretmek güzeldir de
Islanmak istenmez, neden?
Neden barış hep dillerdedir de
Savaştan kaçınılmaz.
Barışı bilmeden
Barışın simgesi oldu.
Barışı görmeden
Adını barış koyduk.
Tutturduk zeytin dalını
Garip gagasına
Kanlı ellerimize aldık.
Sözde barış oldu,
Biz de barış sever...
-59-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
Okulumuzla ilgili bir girişimimiz:
AYDIN BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE
BAŞKANLIĞINA
AYDIN
Ortaklar Köy Enstitüsü; 1944 Ağustos ayında
Kızılçullu Köy Enstitüsü öğrenci ve öğretmenlerinin
emekleriyle temeli atılmış aydınlık bir Cumhuriyet
projesidir. 1944-1954 Ortaklar Köy Enstitüsü, 19541974 Ortaklar İlköğretmen Okulu, 1974-2014
yıllarında Anadolu Öğretmen Lisesi olarak binlerce
“Egeli” halk çocuğunun eğitim hakkını kazandığı bu
güzide eğitim kurumu maalesef kültürel kodlarından
koparılarak 2014 yılında Fen Lisesine
dönüştürülmüştür.
2)Merkez buluşma noktasının yeniden bin kişinin
ortak duyarlılıklarını paylaşacağı, etkinliklerini
gerçekleştireceği bir alana dönüştürülmesi.
Bu konuda Aydın Büyükşehir Belediyesinin
katkısının değerli ve önemli olacağını düşünüyoruz.
Büyükşehir belediyemizin bu konuda gerekli tespitleri
yaparak derneklerimizin talebini yerine getireceklerini
umuyor ve bekliyoruz.
Saygılarımızla…
Mustafa ÖZMEN
Başkanlığını yaptığımız “Ortaklar Öğretmen
Okullular (Adabelenliler) Derneği” ve “Yeni
Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel Merkezi”
Ortaklar Köy Enstitüsü Cumhuriyet projesinin
günümüzdeki takipçileridir. Öğrenci emekleriyle
üretilen bu mekânlar, öğretmen yetiştirme
geleneğimizin özgün yapılarıdır.
Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler)
Derneği Başkanı
Adres: 273/3 Sokak, No: 6/G, Mansuroğlu
Mahallesi, Bayraklı-İZMİR
E-Posta: [email protected]
Her yıl 16 Mart Öğretmen Okullarının kuruluş
yıldönümünde Ortaklar Köy Enstitüsü, Ortaklar
İlköğretmen Okulu, Ortaklar Anadolu Öğretmen
Lisesinin binlerce mezunu bu mekanlarda toplanarak
parasız-yatılı, laik-demokratik karma eğitimin
verdiği zenginlikle birbirleriyle kucaklaşır ve
okullarına duydukları özlemi, aidiyeti coşkuyla
paylaşırlar. O nedenle Ortaklar Köy Enstitüsü
mekânları onlar için çok değerli, önemli bir buluşma
noktasıdır.
Telefon: 0.535.985.69.99
Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ
Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Genel
Başkanı
Tel: 0.232.256.52.62
E-Posta: [email protected]
Her Adabelen buluşmasında buraya katılan
emekli öğretmenler mekânlarının giderek yıkılmakta,
harap olduğunu gördüklerinde büyük üzüntüyle
okullarından ayrılırlar. Ne yapmalıyı konuşurlar,
tartışırlar. Okulun merkez noktasındaki toplanma yeri
gittikçe harap olmuş vaziyette olup katılımcıların
tuvalet gereksinmelerini karşılayacak olanaklar
(WC'ler) kullanılamaz haldedir.
Aydın Büyükşehir Belediyemizin kültürel miras
duyarlılığına ve Cumhuriyetçi çizgisine ve Ortaklar
çıkışlı Aydınlı öğretmenlerin aziz hatıraları adına
örgütlerimizin belediyemizden ortak talebi vardır.
Talebimiz:
1) Okulumuzun merkez buluşma noktasındaki
tuvaletlerden birinin bay ve bayan olacak şekilde
yeniden düzenlenmesi ve onarılması,
-60-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
HABERLER...
Lozan'ı Anlamak ve Yaşatmak
Cumhuriyet Nereye Götürülmek İsteniyor
68 Kuşağı'ndan Bir Anı
Deniz'deki Mustafa Kemal
“Hürriyet” Coğrafyasında Manastır'da Mustafa Kemal
ve Eleni Karinte'yle
N U R AY D I N K U RT U L K İ Ş İ S E L
SERAMİK SERGİSİ
Okulumuz mezunlarından Nuraydın KURTUL ilk
kişisel seramik sergisini 27 Temmuz – 2 Ağustos
tarihleri arasında Foça'da açtı.Yaklaşık 150 çeşit
seramik çalışmanın bulunduğu sergi Foça'da büyük bir
ilgi gördü. Öğretmen sanatçımız Nuraydın KURTUL bir
sonraki kişisel segisini Kuşası'nda açmayı düşünüyor.
A L İ Y AV U Z B A Ş K A N I M I Z I
KAYBETTİK
YAZARIMIZ TAHSİN ŞİMŞEK İLE
SÖYLEŞİ
Derneğimizin onursal başkanlarından Ali YAVUZ,
yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamadı. Uzun zaman
tedavi gören başkanımızı 9 Eylül 2015 günü yitirdik.
Yüzlerce Adabelenli'nin ve dostlarının katıldığı cenaze
töreni sonrası, başkanımızı Doğançay Mezarlığı'nda
toprağa verdik. Can dostu FaikAy mezarı başında:
-“Ali Yavuz benim 60 yıllık bir dostum, canım,
ciğerimdi. Yüreğimden kopmuş bir parçaydı. Hayatında
incitmedi, incindi. Binlerce öğrenciye yol gösterdi.
Umuyorum kabri ışıklar içinde olacaktır. Allah rahmet
eylesin.” dedi.
19 Ağustos2015 günü
Kuşadası İbrahimaki Sanat
Galerisi'nde yapılan söyleşi –
şiir buluşmasının konuğu
Dergimiz Adabelen
y a z a r l a r ı n d a n Ta h s i n
şimşek'ti. Aşağıdaki program
gereğince yapılan söyleşi çok
yararlı geçti. Böylesi
söyleşilerle Adabelenlilerin
öne çıkmaları ve toplumu aydınlatmaları bizleri
gururlandırıyor. Tahsin ŞİMŞEK'i yürekten
kutluyoruz.
BUGÜN, O GÜNDÜR,"MUSTAFA KEMAL
SINAVI" GÜNLERİ
Tehlikenin farkında olup, laikliğe yapılan
saldırıların boyutlarını iyi görme; bu konudaki her
türlü ikiyüzlülüğü sergileme,
"Taksim Gezi Direnişi"indeki devingen ruhu tazeleme
günleri...
"Mustafa Kemal Sınavı"nı başarma, ne yapacağını
bilenlerin, yaşam ilkesi ve özetidir kuşkusuz.
Söyleşi:
“MUSTAFA KEMAL SINAVI” (Söyleşi – Şiir)
Bazı konu başlıkları:
Bir Devrim Öyküsü: Nutuk
Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar
Kurtuluş Savaşı Romanları
Cumhuriyet Aydınlanmasında Edebiyat
Laikliğe Layık Olmak
1965 MEZUNLARIMIZIN 50.YIL
BULUŞMASI KUŞADASI'NDAYDI
1965 mezunu Adabelenliler 19 Eylül'de Kuşadası'nda
sevgiyle kucaklaştılar. Anılar özlemle dile getirildi,
yüzlerdeki içten gülüşler mutluluğa dönüştü. 50. yılını
dolduran Adabelenlilere derneğimizin düzenlediği
Adabelenlilik Onur Belgeleri Öğretmenimiz Ali OĞUZ
-61-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
tarafından verildi.
Bu güzel buluşmayı düzenleyen Ayşen KESKİN,
Hüseyin ÖZMEN ve Köksal ŞİMŞEK arkadaşlarımıza
yürekten teşekkürler.
HABERLER...
alabilmeleri için yüksek derecede profesyonelce çalışmayı
taahhüt ederiz.”
1961-1962 MEZUNLARIMIZ DA
DALYAN'DABULUŞTULAR
“ÖĞRETMENLERİMİZE VEFA”
BULUŞMASI
1961 ve 1962 mezunlarımız 16-18 Ekim günlerinde
Muğla'nın Dalyan İlçesi'nde buluştular.125 Adabelenli'nin
katıldığı toplantının düzenleyicisi Adabelenli ALİ
ÇAKIR'dı.
Ortaklar Öğretmen Okullular (Adabelenliler)
Dernek yönetiminin çağrısıyla 20 Eylül Pazar günü
Kuşadası'nda öğretmenlerimizin yaşadığı Gurup
Sitesi'nde sohbet için toplandık. Parasız –Yatılı, Laik –
Demokratik ve karma eğitimin savaşçıları değerli
öğretmenlerimizin bir bölümü ile kucaklaştık.
Okulumuzun o günlerimize duyduğumuz özlemi,
anılarımızla paylaştık.
Önemli zamanlarını ayırarak bu buluşmaya katılan
Adabelenliler, bu buluşmanın bir başlangıç olmasını ve
her yıl yinelenmesini istediler. Dernek başkanımız
Mustafa Özmen'in de katıldığı çay sohbetinde,
derneğimizin yönlendirme yetkisinde olan burs
sistemimize bir öğrencilik bağış katkısı sağlandı.
Adabelen dergimiz yönetmeni İSMAİL TUNA ve
İzmir temsilcilerimizden FAİK AY derneğimizi temsil
ettiler. Geceye katılan Adabelenlilerin ülkemiz
okullarından kaldırılan andımızı birlikte okumaları çok
anlamlı oldu. Geceye katılanlardan derneğimizin
düzenlediği 50. Yıl Adabelenlilik Onur Belgesini
almayanlara, belgeleri sunuldu.
Programları gereğince gurubumuz Cumartesi günü ilk
olarak Kocagöl ve Sarıgerme'yi gezdi. Burada Sarıgerme
Çevre Eğitim Derneği (SARÇED) Başkanı CENGİZ
İLHAN ve görevlileri karanfillerle karşıladılar ve
karşılıksız ikramlarda bulundular. Dernekleri ve
çalışmaları hakkında bilgiler verdiler. Sarıgerme'nin
SARÇED sayesinde nasıl korunduğu bilgisi
Adabelenlileri çok mutlu etti. Bu konuda gelecek sayımız
için Başkan C. İlhan'dan yazı sözü alındı. Daha sonra
Dalaman Belediyesi Parkı ve Dalaman Belediyesi'nin
işlettiği Sarsala Koyu gezildi. Dalaman Belediye Başkanı
MUHAMMET ŞAŞMAZ Adabelenli konuklarını çiçekle
karşıladı ve ikramlarda bulundu. Gerek Sarıgerme,
gerekse Sarsala Koyu 1961 ve 1962'lileri büyüledi.
Dalaman Bel. Başkanı Muhammet Şaşmaz ve Sarçed
Başkanı Cengiz İlhan'a gösterdikleri konukseverlikleri
için yürekten teşekkür ediyoruz.
Pazar günü de Dalyan'dan hareketle Caretta Caretta
kaplumbağalarının üreme yeri olan İztuzu gezisi yapıldı.
Gidiş ve dönüşte teknelerin sazlıkların arasından bir
labirentten geçer gibi yolculuk yapmaları grubumuzu çok
eğlendirdi ve mutlu etti. Dönüşte gelecek yıl Kuşadası'nda
buluşmak üzere vedalaşıldı.
5 EKİM DÜNYA ÖĞRETMENLER
GÜNÜ'NÜ KUTLADIK
Günün bildirgesi:
“BİZ, DÜNYAÖĞRETMENLERİ,
Her çocuğun serbest, kaliteli, devletçe finanse
edilen eğitim hakkını tüm dünyada garanti edilmesini
talep etmekteyiz.
Bilgi ve teknoloji ne denli gelişirse gelişsin
öğretmenin yeri doldurulamaz. Bir kişi, eğitiminin
herhangi bir aşamasında iyi bir öğretmene rastlamışsa,
aradan yıllar geçse de onu unutamaz. Onun kazandırdığı
ilk alışkanlıklar yaşam boyu sürer.
Kaliteli eğitimin yüksek nitelikli eğitim almış,
meslek içi eğitimden geçen, pedagojik yolları kullanan
kaliteli öğretmenler tarafından verileceğine
inanmaktayız.
Dünyadaki tüm çocukların daha iyi kaliteli eğitim
-62-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
Bu gezi sonucu derneğimizin burs sistemine 6
öğrencilik burs katkısı sağlanmıştır.1961-1962
mezunlarımız adına iki öğrenci, Sarıgerme Çevre Eğitim
Derneği adına bir öğrenci, Dalaman Belediyesi adına bir
öğrenci, Prof. Dr. Özer ERGENÇ adına bir öğrenci ve İ.
Engin SALMAN adına da bir öğrencilik burs
katkılarının olması Adabelenlileri ayrıca çok
onurlandırmıştır. Kendilerine içten teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
Bu buluşmayı düzenleyen ve hiç aksama olmadan
başarıyla sona ermesini sağlayan Adabelenli Ali
ÇAKIR'a ve emeği geçen tüm dostlara dernek olarak da
yürekten teşekkür ediyoruz.
HABERLER...
1 9 6 8 M E Z U N L A R I M I Z AY D I N SULTANHİSARDABULUŞTULAR
Ortaklar Öğretmen Okulu 1968 mezunlarının
geleneksel buluşması bu yıl Aydın Sultanhisar Nysa
Otel'de oldu. Bu yılki buluşmanın düzenleyicileri Ahmet
İmaj ve Kemal Elçin'di. Yaklaşık 70 Adabelenli,
Adabelen'de edindikleri kardeşlik, arkadaşlık ve
dostluklarını bir kez daha gösterdiler. Anılar yeniden
canlandı ve yaşandı. Dernek yönetiminden Mustafa
Özmen ve Ahmet Özden'in de katıldığı gecede
derneğimize yönlendirme yetkisi verilen burs sistemimize
1968 mezunu İbrahim Çakır tarafından bir öğrencilik katkı
sağlandı.
1964 MEZUNLARIMIZ SIĞACIK'TA
BULUŞTU
1968'liler, gelecek yıl Manisa-Salihli'de buluşma
kararı aldılar. Bu konuda Arkadaşları Süleyman Selçuk'a
görev verdiler. Bu güzel birlikteliklerinin oluşumuna
emek verenlere dernek olarak yürekten teşekkür ediyoruz.
Selam olsun yüreğinin yerini bilenAdabelenlilere!..
1964 mezunlarımız 8. geleneksel buluşmalarını bu
yıl Sığacık'ta gerçekleştirdiler.. Buluşmaya 75 kişi
katıldı. Öğretmenimiz Ali Oğuz ve Dernek Başkanımız
Mustafa Özmen de oradaydı.
“Bizler bu toplantılarla dünün hesabını yapıyoruz.
Çünkü bizler günü birlik yaşayan insanlar olmadık.
“Sürüler içinde sürmeli koyun” derdinde olmadık.
Bizler cumhuriyetin bizlere sunduğu laik –demokratik,
parasız yatılı, karma eğitimden faydalandık. Mustafa
Kemal Atatürk'ün ilkelerinden ayrılmadık,
ayrılmayacağız.” diyen 1964 mezunlarımız toplantı
süresince dostluk, kardeşlik, arkadaşlık duygularını
doyasıya pekiştirdiler. Derneğimizin 50. yıl
Adabelenlilik Onur Belgeleri, öğretmenimiz Ali Oğuz
tarafından geceye katılanlara verildi.Bu güzel gecede
derneğimizin yönlendirme yetkisi aldığı burs sistemine
iki öğrencilik katkı payı toplayan 1964 mezunlarımızla
gurur duyuyoruz..
Bu birlikteliğin oluşumunda emek veren Ali Çetin,
Mustafa Oran ve Hasan Şengül ağabeylerimize yürekten
teşekkürler.
1982-1983 MEZUNU
ADABELENLİLER AKYAKA'DA
BULUŞTU
2015 yılı devre yemeği olarak da bilinen 1982-1983
mezunlarının geleneksel buluşması bu yıl Akyaka'da
oldu. Yaklaşık 60 kişinin katıldığı yemek güzel ve
eğlenceliydi..
Bu buluşmada en büyük uğraşı veren Oktay Okçu
arkadaşımız oldu. Ayrıca sürekli desteklerini esirgemeyen
Tülay Bozkaya Ölçek ve Ismet Enginsu'yu da unutmamak
gerek..
Daha başka birlikteliklerde olmaları dileği ile …
YKKED 5. AKDENİZ BULUŞMASI
ISPARTA'DAYAPILDI
YKKED şubeleri, son beş yıldan beri her sonbaharda
“eğitim-kültür okulu” işlevi gören “Akdeniz Buluşmaları”
-63-
ADABELEN
EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE
HABERLER...
HABERLER... HABERLER...
HABERLER...
FEVZİ GENCER KUŞADASINDA
ANILDI
Adabelenli Şair, ressam ve emekli öğretmen Feyzi
Gencer için Kuşadası Belediyesi İbramaki Sanat
Galerisi'nde anma günü düzenlendi.
Konuşmacı Nail Topal, Ortaklar Öğretmen
Okulu'ndan dostları ile eşi Güngör Gencer ve çocukları ile
torunlarının hazır bulunduğu toplantıda arkadaşı Feyzi
Gencer'in yaşam öyküsünü anlattı. Feyzi Gencer'in
eğitimci olarak hizmetleri yanı sıra, edebiyat incelemeleri,
şiirleri, resimleri ile yetiştirdiği öğrencilerinin anıları
katılımcıları hüzünlendirdi. Zekiye Altıntaş ise arkadaşı
Gencer'in sevdiği türküleri seslendirdi.
düzenliyor. 16-18 Ekim 2015 tarihlerinde YKKEDIsparta Şubesinin düzenlediği “5. Akdeniz Buluşması”
büyük bir coşku ve katılımla gerçekleşti. Ortaklar
öğretmen okullular(Adabelenliler) dernek başkanı
Mustafa Özmen'inde katıldığı buluşmaya İzmir grubu
olarak
otobüsle 16 Ekim Cuma akşamı keyifli bir
yolculuk sonunda Isparta'ya ulaşıldı.. CHP önceki
dönem Denizli Milletvekili
Mustafa Gazalcı ve
Cumhuriyet gazetesi yazarı Orhan Bursalı da gelmişti.
Buluşmada iki panel vardı. Panelin biri “Türkiye'nin
güncel eğitim-kültür sorunları ve ne yapmalı?” diğeri
ise “Gönen Köy Enstitüsü ve yarattığı toplumsal
etkiler” başlığını taşıyordu.
“Türkiye'nin Geçmişindeki Yarın: Köy Enstitüleri
fotoğraf sergisi” tüm çarpıcılığıyla laik, demokratik
Cumhuriyet vurgusunu öne çıkarıyordu.
Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca son
yıllarda Türkiye'de yaşanan eğitimin dinselleştirilmesi
çabalarına işaret ederek CHP'nin seçimlerde
dillendirdiği eğitim vizyonunu salona aktardı. EğitimSen eski başkanı Kemal Bal ise konuşmasında enstitülü
öğretmenlerin demokratik öğretmen hareketindeki
yerini
Fakir Baykurt üzerinden aktararak
dayanışmanın, örgütlenmenin altını çizdi.
Panel ve konser sonrası Isparta Gölcük Krater Gölü
gezisi muhteşemdi. . 18 Ekim Pazar günü buluşma
programı çerçevesinde çevre gezileri vardı. Önce
Gönen Köy Enstitüsü yerleşkesi ziyaret edildi. Enstitülü
öğrencilerin emekleri ve kurucu müdür Ömer Uzgil,
Gönen çıkışlı TÖS Başkanı Fakir Baykurt ve Gönen
İlköğretmen Okulu Müdürü Mehmet Kahvecioğlu
saygıyla selamlandı ve anıldı. Müze dolaşıldı. Daha
sonra İslamköy'de “Süleyman Demirel Demokrasi
Müzesi” gezildi. Son olarak da Eğridir gezisi vardı.
Eğridir Gölü'nün doğaya kattığı zenginlik tepedeki
yörük çadırından bir başka güzeldi.
Feyzi Gencer'in, “Sevgili gençler bu topraklar
üzerinde yaşıyor olmanın değerini bilin. Önce Anadolu
kültürünü, içinize sindirin ve yayın. Bu kültür sevgi
üstüne kurulmuştur.” düşüncesi vurgulandı. Güngör
Gencer, hayatı ve eserlerini derlediği, “Ben de bu evrenin
bir parçasıyım” kitabını dostlarına armağan etti.
OKULUMUZUN RESTORASYON
PROJESİ SONUÇ VERMEYE BAŞLADI
OKUL KAMPUSU İÇİN FAALİYET
PLÂNIMIZIN ÖZETİ
Okulumuz yerleşkesi içerisinde bulunan 47 adet
tescilli binadan 4 adet lojman binasının restore edilerek
okul idare binamız içerisinde bulunan Eğitim
Müzemizdeki Köy Enstitüsü döneminin anısı
niteliğindeki fotoğraf, resmi evrak ve eğitim materyali gibi
birçok değerin sergilenmesi amacıyla; müdürlüğümüzün
girişimi ve Aydın Milli Eğitim Müdürümüzün
destekleriyle Aydın Ar-Ge birimi tarafından GEKA'ya
proje başvurusu yapılmıştır. Proje başvurumuz ön
elemeyi geçmiş; saha incelemesi yapılmış, onay alınmıştır.
Okul yerleşkemizin yol ve diğer arazilerle sınırını
belli edecek ihata duvarının olmaması, zaman zaman yatılı
kalmakta olan öğrencilerimizin güvenlikleriyle ilgili
olumsuz sonuçlar doğuracak riskler barındırdığından;
yerleşkemizi sınırlandıracak bir ihata duvarı yapmak üzere
-64-