Bir - Yeni Dünya İçin Çağrı

Transkript

Bir - Yeni Dünya İçin Çağrı
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
OCAK/ŞUBAT 2013/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X161
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
Ocak sayısı ile birlikte bir yılı daha geride bırakıp
yeni bir yılda yeni bir sayı ile tekrar birlikteyiz.
Bu sayımızın başyazısında 2012 dünyasındaki
barbarlığa, emperyalistlerin barış çağı dedikleri
fakat dünyanın bir çok yerinde yerli işbirlikçileri
ile birlikte halklara karşı yürüttükleri haksız
savaşlara yer ayırdık. İlgiyle okuyacağınızı
umuyoruz.
Halkların Kardeşliği sayfalarında Halkların
Demokratik Kongresi (HDK) üzerine kapsamlı
bir değerlendirme yazısını bulabilirsiniz. Yine
aynı sayfalarımızda Kürtçe dili üzerine ve
Kürtçenin uğradığı yasaklar üzerine “Yasaklı
bir dilin öyküsü” başlıklı bir araştırma yazısını
okuyabilirsiniz.
19 Ocak Hrant’ın ölüm yıldönümü. Hrant Dink’in
kalleşçe katledilişinin üzerinden 6 yıl geçti. Bu
sayımızda onun anısına 2006 yılının Aralık
ayında Agos Gazetesinde yayınlanan “Nora Nare
Hoy Nare” başlıklı makalesini siz okurlarımızla
paylaşıyoruz.
Kadın sayfalarımızda, 8 Mart’ta yasalaşan ve
Bakan Fatma Şahin’in “kadınlara 8 Mart hediyesi”
dediği “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı
Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un kadınlar
açısından gerçekten ne anlama geldiğini, yasada
nelerin yer alıp nelerin yer almadığını irdeleyen
bir yazı var.
Panorama sayfalarında Suriye’deki gelişmeleri,
Mısır’da referandumu ve ABD’de yapılan başkanlık
seçimlerini değerlendiren yazılara yer verdik.
Sayfalarımızın devamında yine bir okurumuzun
gönderdiği, hapishanelerdeki PKK ve PAJK’lı
tutsaklarının başlattığı açlık grevleri ve bizim
buna desteğimiz ile ilgili bir eleştiri yazısını
bulabilirsiniz.
Kavganın doğrusu doğrunun kavgası
sayfalarımızda ise “Arabız, isyancıyız, kavgada
kararlıyız” sloganı ile ilgili tartışma devam ediyor.
İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Son olarak Almanya’da yayınlanan ML
dergi “Trotz Alledem” (Her şeye Rağmen)’in
61. sayısından (Eylül 2012) çevrilen AEP ile
ilgili “Sosyalizme giden yol mu?” başlıklı
değerlendirmeyi okuyabilirsiniz.
Tüm okurlarımızın yeni yılını kutluyor, mücadele
dolu bir yıl diliyoruz.
YDİ Çağrı
Ocak 2013 ✓
İÇİNDEKİLER
2
GÜNDEM
İLLE DEVRİM!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Eskisi de yenisi de aynı: Obama Başkan seçildi!. . . . . . . . . . . . . . . . 36
Anayasa referandumu ve gelişmeler.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 39
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Halkların Demokratik Kongresi Üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
Yasaklı Bir Dilin Öyküsü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
“Nora Nare Hoy Nare”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25
OKUR MEKTUBU
Açlık grevleri ve tartışılması gereken bir konu!. . . . . . . . . . . . . . . . 42
YENİ KADIN DÜNYASI
“Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine
Dair Kanun” üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 27
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
Gecikmiş bir mektup.... mu acaba?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
“Gecikmiş bir mektup... mu acaba?” başlıklı eleştiriye yanıt…. . 47
Sosyalizme giden yol mu? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49
Bir panelin ardından. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64
PANORAMA
Suriye konusunda haklı bir eleştiri, uyarı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32
GÜNCEL
Nepal hakkında karar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 67
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 161 · Ocak/Şubat 2013 • ISSN 1301692X161 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11
12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected]
gündem
İLLE DEVRİM!
Barış içindeki dünyanın her yanından silah sesleri
yükseliyor. Afrika kıtası zaten herhalde rengi yanlış!
olduğu için, yok sayılıyor. Orada Ruanda’dan, Mali’den,
Somali’den, Kongo’dan, Mozambik’ten vs. gelen silah sesleri
için “beyaz dünya”nın kulakları sağır! Şimdilik Afrika bu
“beyaz” egemen dünyanın ilgi odağında bulunmuyor.
B
ir yıl daha tarihe karıştı. 2012 yılını geride bıraktık. Kıyamet tellallarının bu kez Maya takvimine
dayandırdığı kehanetleri tutmadı. Dünya batmadı.
Dünya batmadı batmaya ama işçiler, emekçiler, bu
dünyanın ezilenleri, “Gemide güverte yolcusu” “Büyük insanlık” için, 2013’e de “batsın bu dünya” dedirtecek bir dünya devroldu.
DİNAMİT= BARIŞ!
Yine kan revan içinde bir dünya. Bu dünyada emperyalistlerin kendi aralarında doğrudan karşı karşıya gelip savaşmadıkları bir hale barış diyorlar. Bu
dünyanın en prestijli barış ödülleri, yürüyen savaşların baş sorumlularına, en büyük savaş tüccarlarına veriliyor.2012’nin Nobel Barış ödülü Avrupa
Birliği’ne verildi. 4 yıl önce “değişim” “evet biz becerebiliriz” şiarlarıyla büyük umutlarla taze başkan
seçilen Obama’ya vermişlerdi bu ödülü! Dünyanın
dört bir yanında savaş yürüten ABD emperyalizminin ordusunun başkomutanı! Neden barış ödülü?
Çünkü barış lafı ediyor! Şimdi Avrupa Birliği! Neden
Barış ödülü? Ödülü veren Komite açıklıyor: Çünkü
efendim “Avrupa’da ikinci dünya savaşının bitiminden bu yana barış yaşanıyor“muş!!!. Ve bunda “Avrupa Birliği belirleyici rol oynamış”. Muş, mış,miş…
Dandini dandini dasdana… Böyle uyutuluyor işçiler,
emekçiler. Bu gerekçeleri yazanlar, örneğin bu “Avrupa Birliği” sayesinde Avrupa’nın göbeğinde savaş
yaşanmış olduğunu, eski Yugoslavya’nın savaşla pa-
ramparça edildiğini bilmiyorlar mı? Yoksa Yugoslavya Avrupa’dan çıkıp başka yerlere mi taşındı da bizim
mi haberimiz yok? Ya da, örneğin Libya’daki savaşta
bu şimdi Nobel barış ödüllü Avrupa Birliği üyelerinin
doğrudan yer aldığını bilmiyorlar mı? Ya da örneğin
Almanya’nın dünyanın en büyük üçüncü silah satıcısı olduğunu bilmiyorlar mı? Fransa’nın Afrika kıtasında yürüyen savaşların çoğunda doğrudan askerleri ve lejyonerleri ile doğrudan savaş tarafı olduğunu
bilmiyorlar mı? Vs. Bütün bunları ve daha fazlasını
biliyorlar. Buna rağmen Obama’ya, AB’ne barış ödülü
veriyorlarsa, bunun bir tek anlamı var: Bunların barıştan anladığı bu. Nobel ödüllerinin adı İsveçli bilim
adamı Alfred Nobel’den geliyor. Bu bilim adamının
bilime katkısı Dinamiti bulmak. Bu buluşu sayesinde milyonlar, milyarlar kazandı. Bugün savaşların
kullanılan en önemli patlayıcısı olan dinamitin kaşifi adına verilen bir barış ödülünden bundan fazla
bir şey beklemek de herhalde biraz fazla iyimserlik
olurdu!
DERİN BARIŞ HALLERİ…
Barış içindeki dünyanın her yanından silah sesleri
yükseliyor. Afrika kıtası zaten herhalde rengi yanlış! olduğu için, yok sayılıyor. Orada Ruanda’dan,
Mali’den, Somali’den, Kongo’dan, Mozambik’ten
vs. gelen silah sesleri için “beyaz dünya”nın kulakları sağır! Şimdilik Afrika bu “beyaz” egemen dünyanın ilgi odağında bulunmuyor. O kadar ki, örneğin
3
gündem
Sahra halkı 1961’de tanınan referandum hakkının
kullanılmasını, o zamandan bu yana referandum yapılması için alınmış 196 - yanlış okumadınız yazıyla
tam yüz doksan altı - BM kararı (!)nın uygulanmasını hala kamplarda ve Fas işgali altındaki bölgede
bekliyor! 42 yıldır! Sabırla! Fakat sabrın da bir sonu
var! Güney Afrika’da siyah işçilere, şimdi rengi siyah, özü beyaz sömürü rejiminin ateş açtığı silahlar
Avrupa’dan, Amerika’dan geliyor. Bu ve Afrika’nın
4
yeraltı, yerüstü zenginliklerinin en ucuz fiyatlarla kapatılması yetiyor şimdilik emperyalistlere. Bu arada
en büyük dertleri Çin’in bu alana giderek daha fazla
nüfuz etmesi. Bunu engellemenin hesapları içindeler.
Üst tarafı, Afrikalılar yesinler birbirlerini. Ne kadar
çok savaş, o kadar çok kar! Arada bir hatta “ insanlık dram”larını engellemek maskesi altında, BM kararları ile geçici müdahalelerde bulunup, üç beş yerel
despotu “insanlığa karşı işlenmiş suç”lardan dolayı
“Uluslararası Mahkeme” önüne bile çıkartırlar! Ne
kadar “demokrat”, ne kadar “insan hakkı savunucusu” olduklarını gösterirler böylece! O mahkeme önüne çıkardıklarının daha önceleri, çıkarlarını savunan
“dostları” olduklarını unutarak, unutturarak!
Revizyonist kamp çöktü. Çökenin sosyalizm/komünizm olduğunu anlattılar halklara. Daha önce
dünyadaki savaşların nedeninin hep dünyanın komünistler ile “demokrat, özgürlükçüler” arasında
bölünmüş olması olduğunu söylüyorlardı. ‘Pis komünistler!’ Komünizmi yaymak için savaş çıkartıyorlardı! Batının özgürlükçü demokrasileri de komünizmin
yayılmasını engellemek için savaş yürütmek zorunda
kalıyorlardı! Hiç istemedikleri halde savaşıyorlardı
zavallı demokratlar! Sonra komünizmin çöktüğünü
anlattılar. Artık savaşlar son bulacak, dünya sürekli
bir barış çağına girecekti!
Bunu anlattılar halklara. Öyle olmadı! Tersine savaşlar çoğaldı. Yeni
teoriler, yeni düşmanlar ürettiler!
“Kültürler arası savaş!” gündeme
getirildi. Son kullanma tarihi geçip,
yenisi üretilene kadar geçerli olmak
koşuluyla, “İslamcı Teröristler” yeni
baş düşman ilan edildiler. Modern
haçlı savaşları başlatıldı. Emperyalistlerin kontrolünde olmayan veya
kontrolden çıkanlar - birçok halde
önüne İslamcı sıfatı yapıştırılarak“terörist” ilan edildiler. Barış adı
verilen savaş durumları için gerekçe yoksa uydururuz! O çok yetkin
ve üretken ve konuşkan sosyologlarımız, politologlarımız ve bilumum bilim insanlarımız ne güne
duruyor? Boşuna mı yetiştiriyoruz
onları?
Filistin’de Siyonist İsrail işgali
ve Filistin halkına karşı yürütülen vahşi savaş, İslamcı teröristlere karşı meşru savunma hakkının kullanılması diye
yutturulmaya çalışılıyor. Derin barış içindeki dünyanın savaş yangınları içindeki alanlarından biri kan
içinde Filistin. 2012 yılının bu bağlamdaki belki en
olumlu gelişmesi, Filistin’in BM e “üye statüsünde
olmayan devlet!!!” olarak kabulü oylamasında, ABD
ve İsrail’in hayır oyları ile neredeyse yalnız kalmaları
idi. Toplam 9 oyda kaldı ’hayırcı’lar. Bu diplomatik
alanda büyük bir yenilgi ve sonun başlangıcı anlamına geliyor. Dünyanın büyük çoğunluğu (BM üyesi
138 devlet!) Gaza ve Batı Şeria’daki Filistin yönetimini Filistin devleti olarak tanıyor.
Irak’ta savaş şimdi biraz yerelleşerek sürüyor. Saddam sonrası kendi kafalarına göre bir Irak düzenlemesini beceremedi batılı emperyalistler. Pentagon’da
yapılan hesaplar Bağdat’tan döndü, dönüyor.
VE KANAYAN SURİYE...
Suriye güncel olarak emperyalistler arasında yürüyen
yeniden paylaşım dalaşında “temsilci savaşı”nın en
yoğun yaşandığı alan.
Anda yürüyen savaş, görünürde Esat rejimi ile
onun karşıtı güçler -muhalefet- arasında Suriye’deki
iktidar için yürüyen bir savaş.
Bir yanda Baasçı-faşist Esat rejimi var. 40 yılı aşkın,
babadan oğula devredilerek geçen, burjuva anlamda
bile demokrasiden nasibini almamış bir rejim. Görüntü modern! Türkiye’deki Kemalist laiklik gibi bir
“laik” Müslüman Arap devleti! Çok kısa süre önceye
kadar Arap olmayanlara vatandaşlık hakkı bile vermeyen Arap şovenisti bir rejim. İktidardaki Nusayri
ağırlıklı devlet burjuvazisinin “yok yok” bir zenginlik
içinde yaşadığı, Sünni Müslüman olan halk çoğunluğunun büyük bir yoksulluk içinde yaşadığı bir ülke.
Dışa karşı, Lübnan’da olduğu gibi emperyal emeller
peşinde koşan bir rejim. İçte yer yer sosyalist laflarla da süslenen faşist bir tek parti diktatoryası. Baas
dışındaki partiler gerçekte Baas iktidarının payandaları olmayı kabul etmediklerinde kaldırılıp atılan incir yaprakları. İnsan hakları, fikir özgürlüğü vs. yok!
Gerçek Baas karşıtlarının yolunu zindan, işkence vb.
bekliyor.
Bu rejime karşı isyan haklı bir isyan. Bu rejimin
devrilmesi talebi haklı bir talep.
Mart 2011 de “Arap baharı” denen ayaklanmaların
henüz soğumamış nefesi Suriye’ye de erişti. Toplumun yoksul Sünni kesimleri önce kırlık bölgelerde
başlayan silahsız gösterilerle yoksulluğa karşı protestolarını dile getirdiler. Gösteriler kısa zamanda
ülkenin büyük kentlerine de sıçradı ve demokrasi
talepleri, Esad rejiminin devrilmesi yönünde talepler
yükselmeye başladı. Bu dönemde AKP hükümeti, o
zamana kadar can ciğer kuzu sarması oldukları “Esad
kardeşleri”ne reformcuklar yapması yönünde telkinde bulundu. Daha önce Libya’da Kaddafi kardeşleri-
nin başına gelenleri hatırlattı. Fakat Esad bu uyarılara kulak asmadı. Güvendiği güçlü bir ordusu, hiç
de dar olmayan bir kitle tabanı, uluslararası alanda
Libya ördeğinden ders almış görünen Rusya, Çin gibi
“dost”ları vardı. Esad rejimi halkın önemli bir kesiminin haklı isyanını silahlı şiddetle, savaşla ezmeye
yöneldi... Yangına bu körükle gidiş, isyancıların da
silaha sarılması ile iç savaşı tetikledi. 2013’e Suriye’de
şimdi bir yılı aşkın süredir yürüyen iç savaşın giderek
yükseldiği bir ortamda giriyoruz.
Bu iç savaşın 2012 Aralık ayı itibarıyla bilançosu
40 bine yakın ölü, on binlerce yaralı. BM mülteciler
örgütü UNHCR in verileri 400.000’e yakın Suriye
vatandaşının Türkiye, Lübnan ve Ürdün’e sığındığı
bilgisini veriyor. Suriye Arap Kızılay’ının verdiği bilgilere göre Suriye’nin kendi içinde 2,5 milyon insan
yaşadıkları köyü, kasabayı, şehri terk etmiş, yollarda,
savaş göçmeni konumunda. Süren iç savaş gıda maddelerinde kıtlığa, yiyecek fiyatlarının 3 mislinden
fazla yükselmesine yol açtı. Açlık ölümleri giderek
artıyor. UNHCR verilerine göre 4 milyondan fazla
Suriyeli enternasyonal yardım olmaksızın yaşayamaz
durumda. İşte “Barış içinde” bir Noel ve yılbaşı kutlayan dünya halinin Suriye’den görünüşü böyle!
gündem
Afganistan’da da savaş sürüyor. Batılı emperyalistler –çıkarlarını garantiye alarak- askerlerini geri
çekme işini nasıl yapabileceklerinin kaygısı ve hesabı
içindeler.
Parçalanmış Kürdistan topraklarının her parçası,
yoğunluğu değişik olsa da, savaş içinde. Ve yürüyen
bütün savaşlarda emperyalist güçler, kimi zaman geri
planda, kimi zaman doğrudan savaşın içinde. Emperyalistler arası savaş şimdilik yerel-bölgesel savaşlarda, temsilciler savaşı olarak yürüyor.
SAVAŞAN GÜÇLER…
Esad rejiminin karşısında savaşan Suriyeli “muhalif
güçler” homojen bir yapıya, Esad sonrası için ortak
bir programa vs. sahip değil. Bütün muhalefeti birleştiren tek ortak nokta ‘Esat karşıtlığı’. Bu muhalefet
içinde çok çeşitli güçler var: Batılı emperyalistlerle
işbirliğine hazır, AKP benzeri, ılımlı Sünni İslamcılar; batıyla araları bozuk olan radikal şeriatçı Sünni
İslamcılar, liberal demokratlar, kendine sosyalist ve
komünist diyen bir dizi küçük gruplar vs. Görünen
o ki, hareket içinde bir bütün olarak Sünni İslamcılar
taban ve örgütlenme olarak en güçlü kesim. Suriyeli
Kürtler bütün muhalefet içinde çok özel bir konumda bulunuyor. PKK’nin “demokratik konfederalizm”,
“demokratik özerklik” programına sahip çıkan PYD
Batı Kürdistan’da kitle tabanı açısından en güçlü
Kürt örgütlenmesi olarak görünüyor. PYD iç savaşta,
çatışan iki taraftan birinin yanında açıkça yer almadı.
Özellikle Esat rejiminin hâkimiyeti dışına çıkan ve
Kürtlerin meskûn olduğu sınır bölgelerinde –Güneybatı Kürdistan’da - ortaya çıkan iktidar boşluğunu,
savaş yürütmeksizin, yerel iktidar kurarak doldurma
yolunu tuttu. Esat rejimi yeni bir cephe açmamak için
bu gelişmeye göz yummak zorunda kaldı.
5
gündem
6
Burada bir yanda batılı emperyalist büyük güçle ve
onlara birlikte hareket edenler, kabaca “emperyalistgerici batı dünyası” var. Bu “taraf” tabii homojen bir
güç değil. Bunların kendi aralarında da bir dizi çelişmeler var. Fakat bu onların Esad rejiminin devrilmesi
konusunda neredeyse bir blok halinde hareket etmesinin engeli değil. Bu tarafın hedefinde Ortadoğu’da
iflas etmiş, hakların ayaklanmasının hedefi haline
gelmiş rejimler yerine halk çoğunluğunun desteğine
sahip, batılı emperyalistlerle iyi geçinen ılımlı İslamcı
rejimler yerleştirmek var. Ortadoğu’da Müslüman çoğunluklu ülkelerin bu çerçevede yeniden düzenlenmesi var. Tabii bu düzenleme işinin birçok zorlukları var.
Evdeki hesapların çarşıya uymaması mümkün. Örneğin bu zorluklar Irak’ta yaşandı yaşanıyor. Libya’da
yaşanıyor. Mısır’da yaşanıyor. Fakat genel hedef belli.
Buna uygun işbirlikçiler aranıp bulunmaya çalışılıyor. Bunlar öncelikle destekleniyor. Suriye’de de olan
bu. Suriye’de Esad rejiminin yıkılması, aynı zamanda
hedefte bulunan İran’daki molla rejiminin yıkılması
veya “terbiye edilmesi kontrol altına alınması için de
önemli. Çünkü Ortadoğu’da İran rejiminin en yakın
müttefiki Esad rejimi. Batılı emperyalistler için Esad
her halükârda mutlaka devrilmesi gereken bir despot.
Bu taraf açısından bu temel hedeften geri adım atmak
bu saatten sonra beklenemez. Bu tabii Esad rejimi
içinde yer alan Baascıların bir bölümünün olası bir
Esad’sız geçiş hükümetinin içinde yer almasının engeli değildir. Batılı emperyalistler Ortadoğu’yu yeniden düzenleme işinde ne kadar ciddi olduklarını “Suriye” krizinde son olarak aldıkları NATO kararıyla
da gösterdiler. NATO Türkiye’ye üç ayrı NATO üyesi
devletin (Almanya-Hollanda-ABD) Patriot füzeleri konuşlandırması kararı aldı ve uygulamaya geçti.
Bu Suriye’deki iç savaşta, bunun daha da uzaması
halinde Suriye uçakları için uçuşa yasaklanmış bir
“koruma bölgesi” kurmanın, böylece “muhalefete” tabii insani yardım adı altında sunulacak olan- çok
daha açık askeri desteğin bir adımıdır. Bu Esad Suriye’sine karşı açık NATO müdahalesinin, Esad rejimini zayıflatma ve devirme için işgal hazırlığının bir
adımıdır. Bu aynı zamanda fakat hem alanda, hem
dünya çapında hegemonya dalaşında esas rakiplerden
biri olan Rusya’ya karşı da, onu askeri olarak abluka
altına almanın yeni bir adımıdır. Bu arada bu adım,
Türkiye’nin de Suriye’deki savaşa bugüne kadar olduğundan daha doğrudan katılmasının bir adımıdır.
Suriye’de Esad rejiminin uluslararası alandaki destekçileri, Ortadoğu’da faşist İran Molla rejimi, Latin
Amerika’daki Yankee emperyalizmine karşı ülkeler
ve büyük güçler içinde de Rusya ile Çin’dir. Rusya
ve Çin, BM Güvenlik Konseyinde şimdiye kadarki
bütün oylamalardaki veto tavırlarıyla Suriye’deki iç
savaşa BM kararıyla müdahaleyi engellediler. Bu Batılı emperyalistler açısından defteri dürülmüş olan
Esad rejiminin ömrünü uzatan temel etmenlerden
biri. Batılı emperyalistler ile Rusya ve Çin arasında,
bu ikincileri veto tavrından vaz geçirmek için diplomatik pazarlıklar yürüyor. Bunun için tabii Esad
sonrası Suriye’de Rusya’nın ve Çin’in çıkarlarının
ve paylarının garanti altına alınmasını gerekiyor.
Bu pazarlıklar her iki tarafın da kabullenebileceği
bir sonuca vardırıldığında, Rusya ve Çin’in oyunun
renginin veto’dan, çekimsere dönüşmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Onun sonrası BM Güvenlik konseyi
kararıyla “Suriye’deki insanlık dramına son vermek,
insani yardım” vs. gerekçeleriyle Suriye topraklarının
kuzey bölümünün işgali anlamına gelecek adımların
atılması olacaktır.
TEMSİLCİLER SAVAŞI VE TAVIR…
Yani görünürde Suriye’nin içinde Esad rejimi ile karşıtları arasında bir iç iktidar savaşı yürüyor, fakat bu
savaşın gerisinde çok daha büyük emperyalist çıkarlar ve aktörler var. Bu anlamda yürüyen savaş bir
temsilciler savaşı.
Fakat bu birincisi, bu savaşın çıkış noktasında halkın önemli bölümünün haklı bir ayaklanması olduğu
gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Eğer emperyalistlerin
de fazla beklemediği ve hazırlıklı olmadığı bu ayaklanma olmasa idi, aslında Esad rejimi Ortadoğu’daki
dengelerde batılı emperyalistlerin de istikrar açısından kabullendiği bir rejim idi.
İkincisi: Suriye’deki iç savaşın taraflarından faşist
Esad rejimi tarafının savaşında hiçbir haklı yan yoktur. Buna karşı Esad rejimine karşı mücadele cephesinde haklı, devrimci bir savaş yürütenler de vardır.
Bu güçler, muhalefet içinde egemen görünen İslamcı
güçlere göre zayıf da olsalar, varlar. Savaşıyorlar. Devrimciler, demokratlar, sosyalistler, komünistler bu
güçlere destek verme yükümlülüğüne sahiptir.
Üçüncüsü: Suriye’de bu savaş içinde şimdiye dek
açıkça iki tarafın birinin yanında yer almayan, iktidar boşluğundan yararlanarak kendi iktidar alanların yaratan Kürt hareketi haklı bir davanın savunucusudur. Onların bir çeşit devletleşme yönünde
attıkları adımların desteklenmesi görevdir.
Dördüncüsü: Esad rejimine “ülkelerin iç işlerine
di tecrübeleri ile öğrendiğini görmüyor. İleriye gitmenin tek yolu var... İsyan, ille isyan! Devrim, ille devrim...
Devrimler, bunlar ilk anda istenen sonuçları vermeseler, kesintiye uğrasalar, onları en ağır karşı devrim
dönemleri izlese bile, ezilen haklar, emekçiler, işçiler
açısından en büyük öğretmen, en büyük okuldur.
O okulda işçiler, emekçiler bir yandan ayaklanan
halk karşısında hiçbir despotun ayakta durmayacağını kendi pratiğinde, görür öğrenir! Kendi gücünün
farkına varır! Öz güveni gelişir!
O okulda işçiler emekçiler aynı zamanda eğer
emekçi sınıflar olarak bağımsız hareket etmezlerse,
eğer örgütlü ve silahlı olmazlarsa, devrimlerinin yarım kalacağını, giden bir sömürücü sistemin yerine,
bir başkasının geleceğini görür öğrenirler.
Bir dahaki sefere daha iyisini yapmak üzere!!!
gündem
karışmama” ilkesi vs. adına sahip çıkılması, ona adeta antiemperyalist bir direniş payesinin verilmesi bir
siyasi aymazlıktır.
Suriye’ye karşı “insanlık dramını engelleme” vs.
adına geliştirilecek bir emperyalist askeri müdahaleye kararlılıkla karşı çıkılması gereklidir. Bu yapılırken aynı zamanda Suriye halklarının faşist Esad rejimini devirme hakkına da sahip çıkılmalıdır.
Beşincisi ve en önemlisi: Şimdi “Arap Baharı”nın ,
“Arap Kışı”na döndüğünden yakınanlar var. Bin Ali,
Kaddafi, Mübarek gibi faşist despotların devrimci
halk ayaklanmaları ardından birer birer devrilmesi
ertesinde olanlara bakıp hayıflanıyor bunlar. Öyle
ya bu despotlar yıkıldı ama yerine gelenler halkların iktidarları değil. Ve bu despotların devrilme
sürecinde, başlangıçta halk ayaklanmalarında fazla
dahli olmayan emperyalistler bütün güçleri ile dev-
AKP hükümetinin yönetimindeki Türkiye, 2013‘e Suriye’deki iç
savaşta ‘taraf ‘olarak giriyor. Batılı Emperyalistlerle aynı safta, batılı
emperyalistlerin favorize ettiği muhalif güçlerin baş destekçilerinden
biri AKP Türkiye’si. Suriyeli batı yanlısı Sünni Müslüman muhalifler
için Türkiye, savaş eylemlerinden sonra geri çekildikleri cephe gerisi
konumunda. AKP hükümeti sözcüleri oldukça erken Esad’ın gitmesi/
götürülmesi yönünde tavır takındı.
reye girdiler. Despotların devrilmesinde Kaddafi’nin
devrilmesinde ve katlinde olduğu gibi doğrudan rol
oynadılar. Halkların gerçek devrimci önderliklerden
yoksun oluşları, burjuvazinin iktidarda olmayan, emperyalizmle iç içe olan başka kesimlerinin bu devrim
hareketlerinin başına geçmesini beraberinde getirdi.
Sonuç: Halklar ayaklandı, birçok ülkede eski yerleşik faşist iktidarların yerine, şimdi öncelikle batının
“ılımlı Müslüman” burjuva kesimleri iktidara yürüyor. İktidara yürüyenler, iktidara yerleşme yönünde
adımlar attıkça, onların da gerici, despot, faşist yüzleri açığa çıkıyor. Bu gelişmeleri görenlerin bir bölümü “ne oldu, keşke olmasaydı” tavrı içinde, aslında
ileriye doğru değil, geriye, şeriata doğru gidildiğini
söylüyorlar.
Bu görüşte olanlar, halkların bu gelişmelerden ken-
İşte Rusya’da 1905 ve 1917 Şubat devrimleri!
İşte Çin’deki 1927 ayaklanması!
İşte 21 yüzyılın Arap ayaklanmaları!
DERİN BARIŞIN BİR BAŞKA YÜZÜ…
Emperyalistler bir yandan temsilci savaşlarında, dünyanın yeniden paylaşılmasında paylarını korumaya
ve büyütmeye çalışıyor. Diğer yandan gelmesi eninde
sonunda kaçınılmaz yeni bir büyük “dünya” savaşı
için mevzileniyor. “Batı” şimdilik hâlâ ABD önderliğinde blok halinde Rusya ve Çin’e karşı mevzilerini
güçlendiriyor. Çin harıl harıl silahlanıyor. Eksikliklerini gideriyor. Rusya da çöküş ertesi gerilemenin
izlerini silmeye çalışıyor. Dışta saldırganlık artarken,
“iç cephe” ya da “cephe gerisi” tahkim ediliyor. Irkçılık, milliyetçilik hiçbir zaman olmadığı boyutlarda
7
gündem
8
körükleniyor. Faşist örgütler emperyalist “demokrat”
devletlerin göz yumması, bazen açığa çıkan doğrudan
destekleriyle güçleniyor, güçlendiriliyor. Bunlar dışta
yürütülen ve yürütülecek savaşlar için cephe gerisinin tahkimi işleri. Fakat cephe gerisinin tahkimini
zorlayan tek unsur, dıştaki savaşlar ve savaş hazırlıkları değil. Aynı zamanda içte gelişme olasılığı yüksek
olan sınıf savaşımına karşı da hazırlanıyor burjuvazi.
Bu hazırlık acilen gerekli. Çünkü 1970’li yılların
sonlarından itibaren batılı emperyalist ülkelerde izlenen neo liberal dedikleri ekonomi politikalarında
yolun sonuna gelindi. Emperyalist dünya 2008’de
ikinci dünya savaşı ertesinin en derin mali krizini yaşadı, mali kriz
devrevî ekonomik krizi de olağanüstü derinleştirdi. Dünya
ekonomisi ikinci dünya savaşından
sonra
ilk kez küçüldü.
Bu arada bir
dizi mali kurum ve tekel iflas etti, bir dizi
mali kurum ve
tekel iflas noktasına geldi ve
ancak devletlerin araya girip,
iflas noktasında
olanları devletleştirmesi veya
onlara sıfır faiz
ile borç vermesi ile “kurtarıldı”. Fakat bu “kurtarıcı” rolündeki devletlerin zaten
içinde bulundukları derin borç batağına daha fazla
batmaları sayesinde oldu. Bu kurtarılmaların iki üç
yıl sonrasında bizzat bir dizi devletin kendisi iflas
noktasına geldi. Bu kez de bunlar başka devletlerin
ve uluslararası mali kurumların devreye girmesi ile
“kurtarıldı.”
Sonu gelmez bu dipsiz kuyu “kurtarma” operasyonlarının işçiler ve emekçiler açısından anlamı,
artan işsizlik, artan vergiler, eksilen gerçek ücretler,
yoksulluğun artışıdır. Emperyalist metropollerde
ve bağımlı konumdaki kapitalist ülkelerde işçilerin
emekçilerin kazanılmış hakları birer birer ellerinden
alınmaktadır. Bu gelişmeler karşısında işçi sınıfındaki ve emekçilerdeki hoşnutsuzluk artmaktadır. Bu
hoşnutsuzluk kendini yer yer artan grev ve direniş hareketlerinde göstermektedir. Örneğin iflas durumuna
gelen Yunanistan’da birbiri ardına gelen günlük genel
grevler; bunları bastırmak için burjuvazinin bütün
gücüyle saldırıları, sokak çatışmaları gelişmenin olası yönünü göstermektedir. Bu gelişmeler burjuva iktidarları açısından, bugün gerçek ml önderliklerin güçsüzlüğü sonucu onların iktidarlarını gerçek anlamda
tehdit eden boyutlarda olmasa da, olumlu gelişmeler
değildir. Bu gelişmeler burjuvaziyi yeni tedbirler almaya
zorlamaktadır. Bu
bağlamda “İslami Terörizm”
öcüsü bugün
batılı ülkelerde
emperyalist ve
gerici burjuvazinin elindeki
en önemli ideolojik silahlardan biri.
“Olası terörist saldırılara
karşı” (Buradaki teröristler
tabii
andaki
durumda öncelikle İslamcı teröristler oluyor
genellikle! Öyle
olunca genelde Hıristiyan
nüfus ağırlıklı
Avrupa ve Amerika’daki emperyalist metropollerde
halkları bu “yabancı” düşmana karşı burjuvazinin
kuyruğunda sıraya dizmek daha kolay oluyor) “demokratik ve özgür düzeni” “batılı yaşam tarzını” savunma adına, demokratik haklar adım adım ortadan
kaldırılıyor. Haberleşmenin gizliliği, özel hayatın dokunulmazlığı vb. burjuva demokratik haklar çoğunluğun da kabulüyle yok ediliyor.
Ne yapacağız?
Burjuvazinin attığı her adımı sorgulayacağız! Onların yalanlarının arkasında gizlenmiş gerçeği görmeyi öğreneceğiz!
DIŞTA SAVAŞ…
AKP hükümetinin yönetimindeki Türkiye, 2013‘e
Suriye’deki iç savaşta ‘taraf ‘olarak giriyor. Batılı
Emperyalistlerle aynı safta, batılı emperyalistlerin
favorize ettiği muhalif güçlerin baş destekçilerinden
biri AKP Türkiye’si. Suriyeli batı yanlısı Sünni Müslüman muhalifler için Türkiye, savaş eylemlerinden
sonra geri çekildikleri cephe gerisi konumunda. AKP
hükümeti sözcüleri oldukça erken Esad’ın gitmesi/
götürülmesi yönünde tavır takındı. Esad rejimine
karşı BM kararı çıkarılmasını, muhalefetin meşru
güç olarak tanınıp, silahlandırılmasını (Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte) en yüksek sesle talep eden
güçlerden biri. Muhalefetin askeri eğitimi, bu arada
(resmi ve açık olmayan) silahlandırılması konusunda
da en önde gelen güçlerden biri. Fakat “Türkiye”nin
Suriye’deki savaşta “taraf” olması durumu bununla
sınırlı kalmayabilir.
Bu hükümet NATO’dan, güya “Suriye”nin füze
tehdidine karşı korunmak için” Patriot bataryaları
desteği talep etti. Ve bu talebi kabul edildi. 2013’ün
başlarında Türkiye’nin güney sınırı yakınlarında
Hollanda, Almanya, Amerikan askerlerini ve Patriot
bataryalarını göreceğiz. Aslında “barışın korunması” için getirildiği savunulan bu bataryaların gelişi,
Suriye’ye karşı açık bir NATO saldırı / işgal hareketinin habercisi. Tabii bunun için önce BM kararı zorlanacaktır. Olası bir BM kararı veya Rusya ve Çin’le
pazarlıkların sonuç vermediği ve BM kararı alınamadığı şartlarda, olası bir NATO harekâtı çerçevesinde
Türk ordusu da saldırı/işgal ordusu olarak Suriye’ye
girme hazırlıklarını yapmış durumdadır. AKP bu
bağlamda Türkiye’yi adım adım Ortadoğu’da yeni
bir sıcak savaş içine sokma yönünde adımlar atmak-
tadır. Kuşkusuz bu savaş, sınırlı ve geçici bir savaş
olarak, mümkün olduğunca BM kararı ile ve tek
başına yürütülmeyecek bir savaş olarak kurgulanmaktadır. Hesap kuzey Suriye’nin işgali şartlarında
oldukça kısa bir süre içinde Esad rejiminin devrileceği üzerine kuruludur. Fakat Irak’taki savaşın da nasıl
kurgulandığı ve geliştiği bilindiğinde, bu kurgunun
gerçekleşmesi çok kuşkuludur.
AKP’nin temsilciliğini yaptığı Türk burjuvazisinin
böyle bir savaş içinde yer almaktan beklentisi, Esad
rejimi devrildikten sonra “hesap dışı” kalmamaktır.
Onlar bu olası savaşta paylaşımda söz sahibi olmak,
her şeyden önce de öncelikle Güney Kürdistan’dan
sonra, Batı Kürdistan’da da bir Kürt devletinin kurulmasını engellemek, bunun engellenemediği şartlarda bu devlet / bölge içinde PKK yerine başka güçlerin egemenliğini sağlamak için yer alacaktır.
AKP hükümet sözcüleri Esad rejiminin mezalimi
konusunda laflar edip, Esad faşistinin katlettiği “Müslüman kardeşlerimiz” için sahte gözyaşı döküyor.
Onlar böylece bütün kamuoyu yoklamalarında savaş
tarafı olmayı reddettiği görülen halk çoğunluğunu,
vicdanlara seslenerek savaş yanlısı hale getirmeye
çalışıyor. Türkiye’deki burjuvazinin AKP tarafından
temsil edilen büyük kesimi aslında Saddam Irak’ına
karşı savaşta Kuzeyden Irak’a girilmemiş olmasını,
bir fırsatın kaçırılmış olması olarak değerlendiriyor.
Ve bu kez böyle bir hata yapmak istemiyorlar. Bu kez
eğer BM kararı çıkarsa, en önde yer almak istiyorlar.
Burjuvazinin savaştan yana olan kesiminin bundan
çıkarı var.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının, onları Suriye’deki hakların bir bölümü ile düşman konumuna sokan ve sokacak böyle bir savaştan
çıkarı yoktur. Burjuvazinin çıkarı, halkın çıkarı değildir. Bugün AKP hükümetinin bu savaş siyasetlerine karşı çıkmak; Türk hâkim sınıflarına “Suriye’den
elinizi çekin!” demek işçilerin ve emekçilerin acil
görevlerinden biridir. Olası bir BM kararı ertesinde
Suriye’ye karşı girişilecek bir harekât, adı ne olursa
olsun, emperyalist bir saldırı ve işgal hareketi olacaktır. İşçiler ve emekçiler böyle bir harekâtın karşısında
tavır almalı, buna bugünden hazırlanmalıdır.
İşçi sınıfı ve emekçiler bu bağlamda emperyalist ve
gerici savaşa karşı hareket içinde, dertleri yalnızca
AKP hükümetine karşı olmak olan, ulusalcı güçlerden de kendilerini ayırmayı bilmelidir. Suriye’deki
savaşta Türkiye’nin yer almasına, Esad rejiminden
yana oldukları için ve AKP hükümetine karşı olduk-
gündem
Onların “barış”tan söz ettiklerinde kasıtlarının işçilere, emekçilere, halklara karşı savaş olduğu gerçeğini kazıyacağız beyinlerimize !
Onlar “İslamcı terörizm”e karşı mücadele dediklerinde, onların kuyruğuna takılmak yerine, kastettiklerinin gerçekte sömürü düzenine karşı her başkaldırı
olduğunu kavrayacağız!
Onlar bizden “krizi aşmak için fedakârlık” talep
ettiğinde, kendi sömürdüklerinizi kullanın deyip,
gerçek ücret artışı talep edip, mücadeleyle söke söke
alacağız!
Ve ille isyan, ille devrim diyerek yürüyeceğiz haksızlıkların üzerine!
Başka çare, başka çözüm yok.
9
gündem
10
ları için karşı çıkanlarla, bizim ortak bir yanımız
yoktur olamaz.
İÇTE SAVAŞ…
Esad rejiminin katlettiği Suriyeli kardeşlerimiz için
timsah gözyaşları döken AKP hükümeti, ülke içinde
de savaşı tırmandırıyor. Şimdi kış şartları nedeniyle
çatışmalarda biraz gerileme olsa bile savaş her gün
her iki taraftan canlar alarak sürüyor. AKP hükümeti
bir yandan KCK operasyonları ile BDP‘ne yönelik dokunulmazlık kaldırma tehditleri ile Kürt kimliğiyle
yapılan siyasetin yasal yollarını tıkarken, diğer yandan PKK’nin silahlı güçlerine karşı savaşı yoğunlaştırıyor.
Türkiye’de burjuvazinin önemli bir bölümü gelinen
yerde, PKK’ne karşı yürütülen savaşın, Türk burjuvazisinin uzun vadeli çıkarları açısından yararlı olmaktan çok, zararlı hale geldiğini düşünüyor. Bu kesim
bu savaşın askeri çözümünün olmadığını, askeri olarak PKK’nin sıfırlanmasının mümkün olmadığını,
PKK’nin halkın önemli bir kesimini temsil ettiğini
görüyor. Bu savaşın bitirilmesini istiyor. Bu kesim
bu savaşın bitirilmesi için, PKK ile pazarlık da dâhil
her yolun kullanılmasından yana. AKP hükümeti
“Kürt sorununun çözümü” bağlamında burjuvazinin
bu kesiminin sözcülüğünü yapıyor. Bu savaş eninde
sonunda savaşı yürütenler arasında, Kürt halkının
önemli bir bölümünün temsilciliğini yapan PKK ile
TC devleti arasında bir anlaşma ile sonlandırılacaktır.
Savaşın bitmesinden yana olan burjuva kesimi ve o
kesimin siyasetini yapan AKP hükümeti açısından,
savaşın sonlandırılması talebiyle, anda savaşın sertleşmesi, sertleştirilmesi birbiri ile çelişen şeyler değil.
Savaşın sonlandırılması, PKK’nin silahlı mücadeleyi
bıraktığını açıklaması, silahları bırakması, TC’nin
şiddet tekelini de fakto kabul etmesiyle olacaktır.
PKK ise bugün silahları ön şartsız bırakmaya hazır
değildir. Yapılan ve yapılacak pazarlıklarda ciddiye
alınmak için, güçlü olmak, görünmek zorundadır.
PKK için savaş, barış için pazarlıklarda pazarlık gücünü arttırmak için olmazsa olmaz bir şarttır. Türk
hakim sınıfları açısından ise PKK’nin pazarlık masasındaki gücünü azaltmak için onun askeri olarak
mümkün olduğunca zayıflatılması gereklidir. AKP
hükümeti tarafından savaşın yoğunlaştırılmasının
mantığı budur.
PKK’nin silahları bırakmasının ön şartları vardır.
Bunlar PKK tarafından deklare edilmiştir.
Bunların bir bölümü önümüzdeki kısa dönem içinde gerçekleşmesi mümkün olmayan taleplerdir. Bu
taleplerde esnemeler olabilir, olacaktır. Örneğin A.
Öcalan’ın “özgürleştirilmesi” talebi böyle bir taleptir.
Sonuçta olmaz ise olmaz olanlar geriye kalacaktır.
PKK ile savaşın sonlandırılmasının olmazsa olmazı
yeni bir anayasadır.
Türk milletinin, Türkiye’deki diğer millet ve milliyetlere üstünlüğünü ve onların üzerinde egemenliğini kayıt altına alan bir Anayasa ile bu olmaz.
Bugünkü Anayasa’da öngörülen katı merkeziyetçilikle de bu olmaz.
1982 Anayasasının “değişmez ve değişmesi önerilemez” ilk üç maddesini koruyan bir Anayasa ile sorunun “barışçı çözümü” yoktur.
AKP Anayasa komisyonuna verdiği değişiklik
önergelerinde, aslında PKK silahları bırakmak için
kabul edebileceği bir Anayasa doğrultusunda öneriler (BDP bunu zaten yaptı, fakat onun yaptırım gücü
yok) getirdi. Ancak bunlar Anayasa komisyonunda
kararlar oybirliği çıkması gerektiği için, ortak öneri
haline gelmedi ve gelmez.
Siyaseten AKP’nin BDP ile birlikte yeni bir Anayasa
yapması bugünkü şartlarda mümkün değildir.
CHP ile MHP’nin Anayasanın ilk üç maddesini değiştirmeye onay vermesi mümkün değildir.
AKP’nin bu Anayasayı tek başına değiştirip, referanduma götürecek gücü yoktur.
Bu, bu yasama döneminde savaşın sonlandırılması
için anayasal ön şartın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı anlamına gelir. Yani en erken 2015‘in
sonlarına kadar, belki daha uzun bir süre devlet/PKK
savaşı, belki belli sürelerde ateşkeslerle de olsa, sürecektir.
AKP ‘NİN HESAPLARI VE ÇARŞI…
AKP’nin planı, 2024 /2025’e kadar tek başına iktidarı
sürdürmektir.
2014’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde,
Erdoğan’ın “Halk tarafından seçilmiş ilk cumhurbaşkanı” olarak bu makama çıkması bu planın bir parçasıdır.
Aslında Erdoğan, bu cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yapılacak bir anayasa değişikliği ile başkanlık
sistemine geçip, halk tarafından seçilmiş ilk başkan
olmak istemektedir. Fakat AKP bugünkü şartlarda
bunu gerçekleştirecek gücü sahip değildir. Bu durumda Erdoğan’ın şimdilik “seçilmiş ilk cumhurbaşkanı” olarak köşke çıkması, başkanlık sistemine geçi-
ÇARŞI BİZİZ…
2013’e girerken ne dünya hallerinde, ne memleket
hallerinde belirleyici önemde bir değişiklik yok.
Kapitalist- emperyalist dünya, dün olduğu gibi bu-
gün de olabilecek en adaletsiz dünya.
Yalnızca şu olgu bile bu dünyanın adaletsizliğinin
boyutlarını göstermeye yeter:
Bugün dünya yüzündeki 7 milyar insanı doyurabilecek kapasitenin çok üzerinde gıda maddesi üretiliyor. Yani herkese yetecek yiyecek var.
Bugün dünya yüzünde üretilen gıda maddelerinin
üretiminin % 80’nini 10 büyük gıda tekeli elinde bulunduruyor. Ve bu tekeller dünya yüzünde en fazla
kar eden tekeller içinde en ön sıralarda yer alıyor.
Hal böyle iken dünyada her beş saniyede bir bir insan açlıktan ölüyor.
Bu dünya, batması gereken bir dünya. Açlık ölümlerinin ortadan kalkmış olduğu bir dünya gerek insanlığa. Eğer bu emperyalist kapitalist adaletsiz dünya,
bu adaletsizliğe rağmen ayakta kalıyorsa bu, bu dünyada ezici çoğunluğu oluşturan işçilerin, emekçilerin,
ezilenlerin buna göz yumması sayesindedir.
Egemenler planlarını yapıyor ve birçok halde bu
planlarını pratikte de uygulayabiliyor.
Eğer ezenler sömürenler sömürü, daha fazla sömürü üzerine hesaplarını yapıyor ve bu hesaplar çarşıya
uyuyorsa; bunun sorumlusu çarşının kendisidir, bizleriz. Bizim sabrımız, tevekkülümüz, bananeciliğimiz, “ben ne yapabilirim”kiciliğimiz, korkularımız,
özgüvensizliğimiz, bencilliğimizdir egemenleri bizim üzerimizde egemen yapan.
Ama Arap ayaklanmalarının gösterdiği bir şey var:
Bıçağın kemiğe dayandığı yerde ayaklanıyoruz.
Umut burada. Umut isyanda. İsyan daha fazla isyan…
Yine Arap baharının gösterdiği bir şey var: Biz
ayaklandığımızda bizi durduracak bir güç yok aslında. Bizi öldürebilirler. Ama durdurmazlar. Yeter ki
biz olalım. Düşen birimizin yerini on doldurur. Biz
ayaklandık mı, deviririz devrilmez görünen despotları.
Kurtuluş devrimde... Devrim... Daha fazla devrim
… ille devrim!
Arap ayaklanmalarının gösterdiği bir başka şey
daha var:
Eğer devrimde bu devrime yol gösteren, işçi sınıfının bilimi ile yolumuzu aydınlatan, işçiler ve emekçilerin burjuvaziden bağımsız hareketini yönlendiren
bir öncü örgütü yoksa devrimimiz yarım kalır… Bir
despot gider, bir başkası gelir…
Görev bütün bunları ve daha fazlasını bilmek, öğrenmek, örgütlenmek, örgütlenmek, örgütlenmektir!
21.12.2012 ✓
gündem
şin ertelenmesi büyük ihtimaldir.
Şimdiki şartlarda, Erdoğan’ın –eğer o bunu isterse- 2014’de cumhurbaşkanı olmasını engelleyecek bir
güç görünmüyor. O kadar ki, burjuva muhalefet bu
konuda umudunu AKP’nin cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda bölünmesine Gül ‘ün adaylığını koymasına bağlamış durumda!
AKP’nin planında öngörülen Erdoğan’ın iki dönem
üst üste, ikinci dönemde tercihen başkan olarak seçilmesi üzerine kurulu. O zaman, Erdoğan’ın bugün
yakındığı “kuvvetler ayrılığı”nın kontrolsüz iktidar
konusunda önüne çıkardığı engeller de kalkmış olacak! Erdoğan usulü, adeta padişah-başkan sistemi
bunu öngörüyor. Fakat AKP’nin bunu gerçekleştirmesi kolay değildir.
Planın içinde tabii bu arada 2015 genel seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidarı yeniden kazanması
yanında, en az 330 garanti oyluk bir çoğunlukla iktidar olması hesabı var. Bunun sağlanması şartlarında AKP bugün Anayasa Komisyonuna sunduğu
değişik önerilerini de kapsayan yeni bir Anayasa
taslağını meclisten geçirip, halkoyuna sunarak yeni
Anayasa’nın yapıcısı olmak planları içindedir. Bu
hesap çarşıya uyarsa, PKK ile savaşın sonlandırılmasının da ön şartları oluşturulmuş olur. Bu mümkün
müdür? Bugünkü şartlarda bu zordur; fakat imkânsız
değildir. 2015 genel seçimlerine dek AKP hükümetlerinin ekonomide bugüne kadarki performansı sürerse (Bu bağlamda önümüzdeki 20 ayda enternasyonal
alanda borç balonlarının patlaması, 2008’den daha
büyük bir mali kriz ve bunun devrevî krize yansıması
ihtimali vardır. Bu Türk ekonomisi açısından da büyük olumsuz gelişmeleri beraberinde getirir. Bu AKP
ye oy kaybettirir.) ve burjuva muhalefet bugünkü hiçbir şekilde alternatif olmayan tavırlarını sürdürürse,
AKP’nin bu hesapları çarşıya da uyabilir. Tabii bu
arada özellikle seçim dönemleri yaklaşırken, birkaç
aylık da olsa ateş kes sağlanması, AKP’nin barış açısından bir umut olduğunun gösterilmesi önemlidir.
Bu bağlamda, son süresiz Açlık Grevleri yoluyla PKK
içinde barış görüşmelerinin tam adresi olarak tescil
edilen A. Öcalan’ın bu yönde çağrı yapmaya ikna
edilmesi gereklidir. Ki gelişmelerin gösterdiği gibi o
buna zaten hazırdır.
11
Halkların Demokratik
Kongresi Üzerine
✌
halkların kardeşliği için
HDK adeta bir renk cümbüşüdür. Kendilerine komünist, Marksist,
devrimci etiketi yapıştıranlar da bu oluşum içerisinde yer almaktadır.
Hangi amaçlar uğruna birlik? Kiminle birlik sorularına doğru yanıt
verilmesi gerekir. HDK içinde kendilerine komünist, Marksist, devrimci
ismini veren grup ve parti bulunmaktadır. Bunların hepsinin aynı
zamanda komünist isme layık olmaları mümkün değildir. Gerçek
komünistlerin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bilimsel sosyalizmi taşıma
ve ML temelde eğitme görevi var.
HDK’nin Kurulmasına Giden Süreç
Ü
12
lkelerimizde 12 Haziran seçimleri arifesinde,
17 siyasi parti ve örgütün içerisinde yer aldığı
“Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oluşturuldu.
Bloğun deklarasyonunda, “Bizler, emek, demokrasi
ve özgürlük güçleri olarak bu gidişata dur demek için
enerjimizi birleştiriyoruz. Türkiye’nin tüm ezilen ve
sömürülen kesimlerinin, mağdur olan her yurttaşın
sesini ve talebini Meclis’e taşımakta kararlıyız. Bunun
için bağımsız adaylarla seçime giriyoruz” deniliyordu.
Faşist 12 Eylül cuntasının getirdiği %10 seçim barajı yüzünden, BDP’nin parti olarak seçimlere katılıp
barajı aşması zor görünüyordu. Bu yüzden seçimler
öncesi ittifak arayışlarına girildi ve BDP önderliğinde “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oluşturuldu. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu”n da yer
alan grup ve partiler şunlardı: BDP, EMEP, KADEP,
EDP, SDP, Yeşiller Partisi, EHP, DİP, DSİP, İKP, İSP,
Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, İşçi Cephesi, KÖZ,
Sosyalist Birlik Hareketi, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Sosyalist Dayanışma Platformu, Toplumsal
Özgürlük Platformu, Türkiye Gerçeği. Bu oluşum çerçevesinde 41 ilde 64 kişi bağımsız milletvekili adayı
oldu. İttifaka yön veren ve ittifakın görüşlerini şekil-
lendiren esas olarak BDP idi.
Seçimler öncesinde Türk devleti, Kürt halkının
temsilcilerinin meclise girmemesi için her yola başvuruyordu. Blok’un seçim yarışında, koşullar eşit
değildi. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok”unun
seçim başarısının engellenmesi için onun karşısına
engeller dikildi. Askeri operasyonlar ve BDP’li siyasetçilere yönelik KCK operasyonları seçim kampanyası döneminde de hız kesmeden sürdürüldü. YSK
(Yüksek Seçim Kurulu) aldığı bir kararla, bloğun
kimi bağımsız adaylarının adaylığını engellemeye
kalktı.12 Haziran 2011’de Türkiye’de genel seçimler yapıldı. Devletin bütün engellemelerine rağmen
“Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oylarını –
daha önceki seçimlerde BDP’nin onunla birlikte
hareket edenlerin oyuyla karşılaştırıldığında– oran
olarak az da olsa artırdı. Milletvekili sayısını 22 den
36’ya çıkararak bir başarıya imza attı. Bloğun seçim
başarısı, bağımsız milletvekili sayısını artırması ile
birlikte, seçim döneminde oluşturulan bloğun kalıcı
hale getirilmesi için tartışmalar başlattı. Seçimlerden
– milletvekili sayısı baz alındığında– önemli bir başarı kazanarak çıkan blok, seçimlerden sonra Kongre
Girişimi adı altında çalışmalarına devam etti. 20 ayrı
devam edecektir. Parti, kongre içinde düşünülen bir
yapıdır. Parti, kongre’nin bütün ilkelerini ve politik
yaklaşımlarını benimseyecektir. Parti, yerel seçimlere, genel seçimlere, Cumhurbaşkanlığı seçimine
katılma sürecinde etkin olacaktır. Parti ile kongrenin birbirinin alternatifi olmadığı, partinin kongre
içinde bir yapı olduğu ve işlevlerinin farklı olduğu
belirtiliyor. Kısaca parti, kongrenin seçimlerdeki siyasal koludur. Partiye katılan kongre bileşenlerinin
kendi özgün faaliyetlerini sürdürmekte özgür oldukları vurgusu yapılıyor. Parti de yer almayan kongre
bileşenlerinin HDK bünyesinde özgür oldukları söylenmektedir.
HDK’nın 1. Genel Kurulu 12-13 Mayıs 2012’de
Ankara’da toplandı. Sonuç bildirgesinde verilen bilgiye göre; “64 ilden
birey, kurum, örgüt
ve partilerden bileşenleri ve birlikte
mücadele yürüttüğü emek, barış ve
demokrasi güçlerinin de katılımıyla,
dünyanın dört bir
yanında ezilen ve
sömürülen
halkların, sömürüsüz,
baskısız ve eşitlikçi
bir düzen arayışını
sürdürdüğü koşullarda” toplanmıştır.
HDK 1. Genel
Kurulu, HDK’nin
uluslararası
ilişkileri;
Ortadoğu
politikaları, Filistin halkı ve tutsaklarıyla dayanışma; Kürt sorununda eşit haklara
dayalı demokratik çözüm ve barış meselesi; AKP
Hükümeti’nin siyasal, ekonomik ve sosyal alanlardaki baskı ve saldırılarına karşı mücadele; yerel seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve genel seçimler,
parti kuruluşu; ekolojik yıkıma karşı mücadele; artan nefret suçlarına ve cinayetlerine, kadına yönelik
şiddete ve kadın cinayetlerine; ulusal istihdam stratejisine, işçi cinayetlerine; eğitim, kültür ve sanatın
gericileştirilmesi, sağlığın piyasalaştırılması yönündeki saldırılara karşı ve “yeni anayasa” çalışmalarına
ilişkin kararlar aldı. 1. Genel Kurul, bir parti kurarak,
✌
halkların kardeşliği için
bölgede Kongre Girişimi hazırlık çalışmaları yürütüldü. Genel seçimler arifesinde oluşturulan „Emek,
Demokrasi ve Özgürlük Blok“un da yer almayan ESP
(Ezilenlerin Sosyalist Partisi), Kongre Girişimi hazırlık çalışmalarında yer aldı.
Kongre Girişimi, 15-16 Ekim 2011‘de 820 delegenin
katılımı ile Ankara‘da toplandı. İki gün süren ve Büyük Kongre olarak adlandırılan bu kongrede, Halkların Demokratik Kongresi’nin kuruluşu ilan edildi.
Büyük Kongre’de birçok kararlar alındı. Kongrenin
amaçları ve hedefleri maddeler halinde sıralandı.
HDK programı kabul edildi. Kongre’de partileşme
kararı alındı. Genel Kurul, içinden seçilen 121 kişilik
yürütme organı olarak Genel Meclis ve onun çalışmalarını koordine edecek olan 25 kişilik bir Yürütme
Kurulunu belirledi.
Coğrafi olarak yirmi bölgede oluşturulan Bölge Meclisleri, İl Meclisleri ve
İlçe Meclisleri var.
Bu meclislerin nasıl
çalışacağı ve hangi
aralıklarla toplanacağı tüzükte ayrıntılı olarak yazılmıştır.
12 Haziran 2011’de
seçilen partili ve
bağımsız milletvekilleri,
Kongre’yi
destekleyen
eski
milletvekilleri ve il
belediye başkanları
Genel Kurul’un doğal delegeleridir.
15-16
Ekim
2011’de Ankara’da
toplanan Kuruluş Genel Kurulunda “yerel yönetim ve
milletvekili genel seçimlerinde siyasal amaç ve çıkarlarının ifadesi olacak ve temsil gerekliliklerini karşılayacak bir parti oluşumunu başlıca örgütsel hedeflerinden
biri olarak” benimsenmişti.” Kongreye katılanların,
kurulacak partiye katılmaları zorunlu değildir. Partiye katılanlar ile katılmayanlar arasında bir ayrıcalık
gözetilmemektedir. Partinin kuruluş hazırlıklarını
genel meclis yürüttü. Kongre bileşenlerinin partiye
katılımı ve partinin işleyiş kurallarına ilişkin usul ve
esaslar Genel Meclis’in önerisi ve Kongre Genel Kurul
kararıyla belirlendi. Kongre ve meclislerin rolü aynen
13
✌
halkların kardeşliği için
14
yerel seçimlere, Cumhurbaşkanlığı seçimine ve genel
seçimlere etkin politik müdahale kararı aldı.
Kongre’de seçilen Genel Meclis, iki kongre arasında,
kongrenin aldığı kararların hayata geçirilmesi ve tespit edilen hedefler için çalışma yapar. Genel Meclis’in
45 günde bir ve salt çoğunlukla toplanması tüzük
hükmüdür. Genel Meclis’in çalışmalarını yürütmek
üzere, Genel Meclis içinden seçilen ve 19 kişiden
oluşan Yürütme Kurulu var. Genel Meclis Yürütme
Kurulu, 9 Ekim 2012’de yaptığı toplantıda partinin
isminin Halkların Demokratik Partisi olmasına karar verdi. Halkların Demokratik Partisi’nin kurucu eş başkanları olarak Fatma Gök ve Yavuz Önen
belirlendi. Genel Meclis toplantısı 13 Ekim 2012’de
Ankara’da yapıldı. Genel Meclis toplantısında 10-11
Kasım’da yapılacak 2. Genel Kurul hazırlıkları üzerine görüşüldü. Parti kuruluş başvurusu Ankara’da
12-15 Ekim 2012 tarihleri arasında gerçekleştirildi.
HDK, 10-11 Kasım 2012‘de Ankara Kocatepe Kültür
Merkezi’nde, Türkiye’nin 76 ilinden gelen delegelerin
toplandığı ve „Hemen Barış, Herkese İş ve Özgürlük“,
„Halkların Demokratik Partisi ile Seçimlere“ hedeflerinin vurgulandığı 2. Genel Kurulu’nu yaptı. Emek,
demokrasi, kadın, gençlik, halklar, inançlar, LGBT
bireylerin sorunları, doğa ve çevrenin tahribi, kentsel
dönüşüm gibi konuları ele alan, değerlendiren ve hedefler belirleyen HDK Genel Kurulu, yerel seçimlere
tüm halk güçlerinin birliğinin sağlandığı Halkların
Demokratik Partisi ile girmeyi hedeflediğini ilan etti.
Kongre, Kürt sorununda acil ve adil çözüm talep
etti. Acil çözüm için çatışmalı ortamın ve şiddetin
sona erdirilmesi, demokratik çözüm mekanizmalarının devreye girmesi, barış ve eşitliğin sağlanması için
her türlü dolaysız ve dolaylı müzakerenin başlatılması gerektiğine dikkat çekildi. Acil çözüm için anayasal ve yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi, güven
arttırıcı adımların atılması gerekliliğine işaret edildi.
AKP iktidarında işçi ve emekçilerin haklarını geriletmeye yönelik bir dizi girişime değinilen Genel
Kurul’da, işçi ve emekçiler üzerindeki sermaye egemenliğini ve devlet denetimini daha da artıracak,
esnek, kuralsız ve dolayısıyla güvencesiz çalışmayı
egemen kılacak adımlara karşı ortak mücadelenin
önemine ve gerekliliğine vurgu yapıldı. Kıdem tazminatının fona devri, taşeron işçiliğini sınırlayan
engellerin kaldırılması, kiralık işçi bürolarının devreye alınması, yeni esneklik biçimlerinin yasal hale
getirilmesi, part time ve geçici olarak çalıştırılanların
daha olumsuz koşullarda çalıştırılması, kadınlar için
esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması, kamu
personel rejiminde değişiklikle kamu emekçilerinin
güvencelerinin kaldırılması gibi düzenlemelere karşı
ortak mücadele çağrısı yapıldı. Metal işçilerinin mücadelesini selamlayan HDK Genel Kurulu, metal işkolundaki TİS görüşmeleri başta olmak üzere, insan
onuruna yakışır bir asgari ücret için işçi sınıfı ve tüm
emekçi kesimlerin mücadelesinin birleştirilmesinin
zorunluluğuna dikkat çekti. HDK’nin 2. Genel Kurulu 121 asil ve 30 yedek olmak üzere toplam 151 Genel Meclis üyesini seçerek çalışmalarını sonlandırdı.
HDK veya HDP nasıl bir oluşum olmalı?
Buraya kadar kısaca HDK’nın gelişim sürecini ve yaptıkları kongreler hakkında bilgi verdik. HDK’ya eleştirel notlar yöneltmeden önce, HDK’nin nasıl bir işleve sahip olması gerektiği hakkında ki düşüncemizi
anlatmak istiyoruz. Biz bir çatı partisi düşüncesini ve
bu yönde atılan adımları olumlu buluyoruz. Olumluluktan anladığımız, HDK’nın bir çatı partisi olması,
ülkelerimizdeki faşist sisteme karşı asgari müşterek
ilkelerde birleşilmesi ve ajitasyon propaganda serbestliğinin olmasıdır. Olumluluktan anladığımız, devrim
talepleri ile reform taleplerinin birbirinden ayrılması
ve reform taleplerinin devrimci taleplerle birleştirilmesidir. Olumluluktan anladığımız, çatı partisinin
işlevinin doğru anlatılması ve yığınlara yanlış bilinç
verilmemesidir.
HDK adeta bir renk cümbüşüdür. Kendilerine komünist, Marksist, devrimci etiketi yapıştıranlar da
bu oluşum içerisinde yer almaktadır. Hangi amaçlar
uğruna birlik? Kiminle birlik sorularına doğru yanıt
verilmesi gerekir. HDK içinde kendilerine komünist,
Marksist, devrimci ismini veren grup ve parti bulunmaktadır. Bunların hepsinin aynı zamanda komünist
isme layık olmaları mümkün değildir. Gerçek komünistlerin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bilimsel
sosyalizmi taşıma ve ML temelde eğitme görevi var.
Ajitasyon-propaganda özgürlüğünü savunmak komünistlerin görevidir. Komünistler, ML olmadığını
düşündüğü örgütlerin sahte komünistliğini teşhir
etme, devrimci kitlelerin eylem içinde de, gerçek komünistler ile sahteleri arasında bir seçim yapabilme
imkânını elde etmeleri için çalışma görevleri var.
Komünist olduğunu iddia eden her örgütün yapması
gereken işlerden biri budur. Devrimci örgütler arasındaki görüş ayrılıklarının üstünü örtmek; sanki
aralarında bir görüş birliği varmış bilincini vermek;
sağlam bir birlik varmış gibi göstermek bilinçlerin
HDK Tüzüğü Üzerine
12-13 Mayıs 2012’de yapılan HDK 1. Genel Kurulunda, yapılan kimi değişikliklerle HDK tüzüğü karara
bağlandı. Tüzük 18 madde ve 2 geçici maddeden oluşmaktadır. Tüzüğün 2. maddesinde, kongrenin tanımı
şöyle yapılmaktadır: “Kongre, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların
ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin,
engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans)
bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün
bu kesimlerle mücadele yürüten güçlerin her türden
baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya
geldiği ortak bir dayanışma ve mücadele zeminidir.”
Kongre tanımı böylece yapıldıktan sonra, 3. madde de kongrenin amacı açıklanmaktadır. Kongrenin
tanımında yapılan tespitlerde yanlışlık yoktur. Yanlış
olan amaç ve tanımların tüzüğe konulmasıdır. Tüzük, kongrenin işleyiş kurallarının tespit edildiği bir
belge olması gerekir. Tüzük, kongrenin amaçlarını ve
bu amaca varmak için ilkelerin ilan edildiği bir belge
değildir. Kongrenin amacı ve ileri sürülen taleplerin
yeri tüzük değil, programdır.
Tüzüğün 4. maddesinde kongrenin ilkeleri anlatılmaktadır. İlkelerin ç şıkkında; “bileşenlerin, ifade,
düşünce ve inanç özgürlüğünü”n tanınacağı söylenmektedir. Yani kongre bileşenlerinin düşüncelerini
ifade etme ve arzu edilen dine inanma özgürlüğü
vardır. Tabii ki burada söylenenler yanlış değil ama
eksiktir. Kongre bileşenleri, birbirlerini eleştirebilmeli ve kamuoyu önünde açık ilkeli ideolojik mücadele hakkına sahip olmalıdır. Kongre bileşenlerinin
arasındaki görüş ayrılıklarının üzerinin örtülmesi,
sanki aralarında bir görüş birliği varmış havasının
verilmesi, sağlam bir birlik varmış gibi gösterilmesi
bilinçlerin karartılması ve kitlelerin aldatılmasıdır.
HDK oluşumunda yer alanlar öncelikle ayrılık noktalarını yok saymamalı ve bu ayrılıkların neler olduğunu da açıklamalıdır.
Tüzüğün 15. maddesinde Genel Kurul delegelerinin nasıl seçileceği açıklandıktan sonra şöyle denilmektedir:
“a) Emek Demokrasi ve Özgürlük Blok’u çalışmaları
kapsamında, 12 Haziran 2011 itibariyle seçilen partili ve
bağımsız milletvekilleri Kongre’nin TBMM’deki temsilcileri olup, Kongre Genel Kurulu’nun doğal delegeleridir.
b) Kongre’yi destekleyen partilerin milletvekilleri ve bağımsız milletvekilleri Genel Kurul’un doğal delegeleridir.
c) Kongre’yi destekleyen eski milletvekilleri ve il belediye başkanları Genel Kurul’un doğal delegeleridir.”
Görüldüğü gibi milletvekilleri, bağımsız milletvekilleri, kongreyi destekleyen milletvekilleri, kongreyi
destekleyen eski milletvekilleri ve il belediye başkanları Genel Kurulun doğal delegeleridir. Bu uygulama
açıkça ayrımcılıktır. Delege seçiminin anahtarı ne ise,
milletvekilleri de bu uygulamaya tabi olmalıdır. Elit
bir kesime ayrıcalıklar tanınması, kongrenin diğer
delegelerine yapılan bir haksızlıktır. Eleştirdiğimiz
sistem ayrıcalıklar ve imtiyazlar üzerinden şekillenmiştir. Sisteme alternatif program ortaya koyanların,
ayrıcalıklı uygulamalardan vazgeçmesi gerekir. Uğruna mücadele ettiğimiz sosyalist bir toplumda ayrıcalıklara yer yoktur, olmamalıdır. Modern revizyonizmin sosyalizm adına uyguladığı ve çöküşüne yol
açan uygulamaların adıdır ayrımcılık. Kongre delegeleri, aynı hak ve yükümlülüklere sahip olmalıdır.
Ayrımcılık reddedilmelidir.
✌
halkların kardeşliği için
karartılmasıdır. Görüş ayrılıklarının üzerinin örtülmesi, gerçek komünistlerle, sahte komünistler arasındaki farklılığın görülmemesi anlamına gelmektedir.
İşte bu yüzden komünistler, asgari müşterek birliklerde ajitasyon-propaganda özgürlüğünün vazgeçilmez
savunucuları olmak zorundadır.
Konulan hedeflerin doğru belirlenmesi ve mevcut
sistemin yıkıntıları üzerinde gerçekleşmeyecek taleplerin öne sürülmemesi veya bu taleplerin mevcut
sistemin yıkılması ile olabileceği net olarak belirlenmelidir. Çatı partisinin temel özelliği devrimci bir
platforma sahip olma ve ajitasyon-propaganda özgürlüğünün olmasıdır. Düşündüğümüz çatı partisinin
yönelimi faşist sisteme karşı asgari ilkelerde birleşilmesi olmalıdır. Kuşkusuz çatı partisi örgütlenmesinde yer alan kimi gruplar reformist olabilir. Eğer platform devrimci ise, propaganda ve ajitasyon özgürlüğü
varsa, komünistler kimi reformistlerin varlığından
yola çıkarak, böylesi bir oluşumdan uzak duramaz,
durmamalıdır. Çatı partisinin nasıl olması gerektiği
konusundaki düşüncelerimiz kısaca böyledir.
HDK Programı Üzerine
HDK programında, Genel Kurul kararlarında ve sonuç bildirgelerinde ileri sürülen taleplerin büyük çoğunluğu doğru taleplerdir. Yanlış olan öne sürülen
kimi taleplerin mevcut sistem içerisinde gerçekleşmeyeceğidir. Mevcut sistem içerisinde gerçekleşme-
15
✌
halkların kardeşliği için
16
si mümkün olmayan taleplerin, program ve tüzüğe ana siyasal akım kim? Yeni bir toplum, köhnemiş bu
yazılması, diğer yandan bu gibi taleplerin devrim sistemin temelleri üzerinden mi yükselecek? Eğer
olmaksızın gerçekleşmeyeceğinin bilince çıkartıl- yeni bir toplumu yaratmak bir devrimi mümkün kımaması, devrim ve reform taleplerinin böyle iç içe lıyorsa, bu neden açık olarak yazılmıyor? Açık yazılgeçirilmesi, bilinçlerin karartılmasıdır. Sömürünün mıyor çünkü HDK yeni bir toplumun devrimle gerkaldırılması, insanın insana kulluğunun sona erdiri- çekleşebileceğini savunmuyor. HDK’nın bütün temel
leceği söylemleri de bunların ancak proleter devrimi metinlerinde, kelime düzleminde de olsa, devrim,
ile gerçekleşebileceği söylenmedikçe, bilinç karart- devrimci, sosyalizm vb. kavramlar yoktur.
maya hizmet eder. Sömürünün kaldırılması ancak
Sömürü nasıl ortadan kaldırılacak?
proletarya diktatörlüğü ile olur. Amaç
İnsanın insana kulluğuna nasıl
sömürünün kaldırılması ise, bunun
son verilecek?
“Şimdiye
hangi yolla olacağının da açık
İşçi sınıfı, sömürücü sınıfolarak yazılması gerekir.
kadarki toplumlalara karşı sömürülenleri
Devrimciler, komünistler
rın
tarihi,
sınıf
savaşımları
kendi etrafında birleşsistemin kötü yanlarıtirerek; sömürücülenı düzeltme, işçilerin
tarihidir.
rin iktidarını yıkar.
emekçilerin daha iyi
Özgür insan ile köle, patrisyen ile
Yıkılan
iktidarın
şartlarda yaşama
mücadelesini redpleb, feodal bey ile serf, lonca ustası ile yerine kimi ülkelerde önce halk
detmeden, bu mükalfa,
kısaca,
ezen
ile
ezilen
birbirleriyle
diktatörlüğü, soncadeleyi sistemi
yıkma mücadelesi
sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, ra sınıf mücadelesi yoluyla devrim
ile birleştirirler.
kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman
ilerletilerek proleBu açıdan bakılaçık bir mücadele, her defasında ya top- tarya diktatörlüğü
dığında; özgürlüiktidarı
kurulur.
ğün, bağımsızlığın,
lumun
tümüyle
devrimci
bir
yeniden
Proletarya diktatördemokrasinin devkuruluşuyla, ya da çatışan sınıflalüğünün kurulması
rimle kazanılacağıdemek, proletaryanın
nın yüksek sesle ifade
rın birlikte çöküşü ile sonuçsiyasi iktidarının kuruledilmesi gerekiyor.
lanan bir mücadele sürması demektir. Proletarya
Büyük Kongrenin sonuç
iktidarı
ele geçirdiği andan itibildirgesinde şöyle deniliyor:
dürmüşlerdir.”
baren üretim araçları üzerindeki
“Halktan, ezilenden, yok sayılanözel mülkiyeti adım adım kaldırır ve
dan, doğadan, emekten, özgürlükten,
yerine sosyalist mülkiyeti adım adım kurar. Yani
eşitlikten, barıştan, adaletten ve demokrasiden
yana olanları, egemenlerin dayattığı neo-liberal ve an- burjuvazinin mülkü elinden çeşitli yollarda alınır,
ti-demokratik düzenin bekası için yarışan iki ana siya- yerine kamu mülkiyeti kurulur. Burjuvazinin sınıf
sal akımın ufkunun ötesinde yeni bir toplum, insanın olarak tasfiyesi, sosyalizmin temel hedefidir. Sosyainsana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir düzen, list mülkiyetin hâkimiyetinin kurulduğu an, insanın
insanca bir yaşam için ortak mücadeleyi örgütlemeye insan tarafından sömürülmesinin imkânlarının orçağırıyoruz.” Programın 27. maddesinde ise söylenen tadan kaldırıldığı andır. Ülkelerimizde faşist devlet
şu: “Kongremiz, insanın insana kulluğunun son bula- yıkılmadan, burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyetinin yerine sosyalist mülkiyet kurulmacağı sömürüsüz bir düzeni amaçlar.”
Burada yazılanlarla ilgili olarak sorulacak sorular dan, sömürü ortadan kaldırılamaz. İnsanın insana
var. Faşist sistemin hüküm sürdüğü ülkelerimizde kulluğuna son verilemez. Sömürü ve insanın insana
“yeni bir toplum, insanın insana kulluğunun son bu- kulluğuna son vermenin yolu budur. HDK’nın “insalacağı sömürüsüz bir düzen” nasıl kurulacak? Bu yeni nın insana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir
topluma varmak için, legal kurulan HDK mi müca- düzen” söylemi boş bir söylemdir. Çünkü proletarya
deleyi örgütleyecek? Düzenin bekası için yarışan iki diktatörlüğü kurulmadan, sosyalist mülkiyet hâkim
dünyasında insanlık iki ana kampa bölünmüştür.
Sömürücüler ve sömürülenler. Sömürücü sınıflar ile
sömürülen sınıflar arasındaki çelişme uzlaşmazdır.
Sömürücü sınıflar ile sömürülen sınıflar arasındaki
çelişmeler ancak büyük altüst oluşlarla, devrim veya
karşı-devrim ile çözülebilir. Sınıf savaşımlarından
anlaşılması gereken kısaca budur.
✌
halkların kardeşliği için
kılınmadan sömürü ortadan kaldırılamaz, insanın
insana kulluğuna son verilemez. HDK’nın devrim
veya sosyalizm diye bir derdi yoktur. Sosyalizm diye
bir sorunu olmayanların, ”sömürüsüz bir düzen”
kurmaları da mümkün değildir.
Büyük Kongre sonuç bildirgesinde “İnsanlığın tarihi eşitlik, özgürlük ve adalet arayışı ve mücadelesi
tarihidir.” denilmektedir. Sınıf savaşımı tanımı başka kavramlarla açıklanabilinir. Önemli olan kavramların içeriğinin nasıl açıklandığıdır. HDK’nın
temel metinlerine bakıldığında, HDK’nin sorunlara
sınıfsal açıdan yaklaşmadığı görülmektedir. Sınıf savaşımı ile ilgili yazılanların içi doldurulmadığı sürece söylenenler boş laftır. HDK neden sınıf savaşımı
söylemini kullanmıyor? HDK’nın Marks ve Engels’in
Komünist Manifesto’da ortaya koyduğu ve tanımını
yaptıkları sınıf savaşımına bir eleştirileri var mı? Nasıl açıklıyorlar bu sorunu?
İnsanlık tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Marks
ve Engels, Komünist Partisi Manifestosu’nda insanlık
tarihini şöyle anlatıyorlar:
“Şimdiye kadarki toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.
Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, feodal bey ile
serf, lonca ustası ile kalfa, kısaca, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi
zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir mücadele, her
defasında ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden
kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte çöküşü ile
sonuçlanan bir mücadele sürdürmüşlerdir.” (Bkz. Komünist Partisi Manifestosu, İnter Yayınları, Aralık
1998 İstanbul, s. 38)
Komünist Manifesto’nun “tarih sınıf savaşımları
tarihidir” cümlesiyle başlaması, toplumsal gelişmenin diyalektik ilerleyişine yapılmış güçlü bir vurgudur. Tarih, eski toplumun bağrında bir ileri aşamanın ortaya çıkmasıyla, sınıfların birbirleriyle girdiği
çatışma ve bu çatışmada eskinin yıkılması, yeni ve
ileri olanın kurulmasıyla olanaklı olmuştur. Her toplumsal sistem ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel
olarak bir sınıf karakteri taşır. Gündelik yaşamın temel belirleyeni, hâkim sınıf ile bu sınıfın karşısında
yer alan sınıfın çatışmasının boyutlarıdır. Sınıfların
ortaya çıkışından itibaren tarihi, sınıf savaşımlarının
tarihi olarak anlamak gerekir. İlkel köleci toplumdan
feodalizme, feodalizmden kapitalizme geçişi sağlayan
itici güç, ekonomik yapıya bağlı olan sınıflar arasındaki savaşımdır. Özel mülkiyetin ortaya çıkışı ile gelişen süreç sınıf savaşımlarını doğurmuştur. Günümüz
Yeni bir toplum nasıl kurulacaktır?
Kürt ulusal sorunu yakıcı bir sorun karşımıza çıkmaktadır. Kürt ulusunun kendi kaderini belirleyeceği
özgür bir ortamın oluşturulması gerekir. Özgür bir
ortamın varlığı, ülkenin gerçek anlamda demokratikleşmesine bağlıdır. Özgür ortam, ulusal sorunda
hukuki eşitsizliğin ortadan kaldırılması, ulusların
ayrılma haklarını özgürce kullanacağı ortamdır. Ülkelerimizde hâkim sınıfların iktidarı yıkılmadan,
ülke çapında demokratik devrim zafer kazanmadan,
Kürt sorunun gerçek çözümü mümkün değildir. Bu
bağlamda Kürt sorunun kalıcı ve gerçek çözümünden
söz ediyoruz. Tabii ki mevcut sistemin koşulları içinde yürütülen mücadeleye bağlı olarak kimi kazanımların elde edilmesi mümkündür. Kimi kazanımların
elde edilmesi, Kürt sorunun gerçek çözümü değildir.
Kürt sorunun çözülmesinin ilk adımı proletarya önderliğinde yapılacak Demokratik Halk Devriminin
zaferine bağlıdır. HDK’nın söylemleri, bilinçlerin karartılması ve gerçeklerin çarpıtılmasıdır.
Her devrimin çözmesi gereken sorun siyasi iktidar
sorunudur. Türkiye, emperyalizme bağımlı geri kapitalist bir ülkedir. Demokratik devrim şimdiye kadar
tamamlanmamış, demokratik devrimin bir dizi temel görevi çözülmemiştir. Bu görevleri; emperyalizme bağımlılığa son vermek, ekonomide ve özellikle
üstyapıdaki feodalizmin kalıntılarını tasfiye etmek,
ulusal sorunu çözmek, faşist devlet iktidarını yıkarak
gerçek demokrasiyi sağlamak, kadınların kurtuluşunun yolunu açmak şeklinde özetleyebiliriz. Devrim
aşaması ülkemizde anti-emperyalist, demokratik
halk devrimi aşamasıdır. Demokratik devrim işçiköylü temel ittifakı temelinde, Komünist Parti’nin
önderliği ve proletaryanın hegemonyası altında, faşist
diktatörlüğü yıkacak, emperyalizmden bağımlılığı ve
feodalizmin kalıntılarının tasfiyesini gerçekleştirecek, ulusal baskıyı ortadan kaldıracak, ulusal sorunu,
en başta da Kürt sorununu çözecek, işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kuracaktır.
Sosyalizme giden yolu demokratik devrim açacaktır.
İşçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlü-
17
✌
halkların kardeşliği için
ğü şartlarında sürdürülecek sınıf savaşıyla, proletarya diktatörlüğü kurulacak, proletarya diktatörlüğü
altında sosyalizm inşa edilecek, bayrağında “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” yazılı
olan komünist topluma yürünecektir.
HDK programının 10. maddesinde şöyle deniliyor:
“Kongremiz, mevcut anti-demokratik siyasal sisteme/
düzene itirazı olanların
gücünü açığa çıkarmayı
ve bu gücü örgütleyerek, demokratik bir
toplum yaratmayı
amaçlar. Kongremiz, halkın yerelde
karar alma ve uygulama süreçlerine
en geniş katılımını
sağlamayı amaçlayan ve tüm farklılıkların kendini özgürce
ifade edebileceği siyasi
ve idari modelleri hedefler.”
Anti-demokratik olan bu
sistemde, sisteme muhalif olanlar açığa çıkarılacak, örgütlenecek
ve demokratik bir toplum yaratılacaktır! Yerel düzeyde, halkın karar alma süreçlerine katılımı
amaçlanacak ve farklılıkların kendini özgürce ifade
edebileceği bir model yaratılacaktır! Söylenenler kısaca böyle. Yukarda demokratik bir toplumun nasıl
yaratılması gerektiğini açıkladık. Faşist sisteme karşı
mücadele edilmesi, demokratik kimi hakların kazanılması mümkündür. Mümkündür ama kazanılan
demokratik hakların kalıcı hale getirilmesi ve gerçekten de demokratik bir toplumun kurulması sistem
sınırları içinde olacak şey değildir. Yerelde karar alma
mekanizmalarına halkın katılımının sağlanmasının
adı demokratik özerkliktir. Bu konu üzerinde ayrıca
duracağız.
HDK, “anayasa yapmayı anti-demokratik yasalarla oluşturulmuş, halk temsiliyetini sınırlayan parlamento bileşimine bırakma”yacağını anayasayı halkla
birlikte inşa edeceğini söylüyor. Mevcut sistem içerisinde hedef olarak konulan kimi taleplerin ancak bir
devrimle gerçekleşebileceğini, sistem koşulları içinde
gerçekleşmeyeceğinin bilinmesi gerekiyor. Bu sistem
içerisinde burjuva demokrasisine geçişle birlikte, demokratik bir anayasa yapmak mümkün olabilir. Andaki durumda hâkim sınıfların yönetim biçimi burjuva demokrasisi değil, faşizmdir. HDK’nın programı
devrimci değil, reformisttir. HDK açısından reformizm nihai amaçtır. Mücadele, burjuvazinin kabul sınırları içinde tutulmaya
özen gösterilmiştir. Reformizm,
işçi-emekçi kitlelerin mücadelesinin egemen sınıfın
dayanaklarını ortadan
kaldırmayan uzlaşmacı bir çizgiye çekilmesidir. Oluşturulacak toplumsal
muhalefet ile düzenin temellerine
yönelmeden, düzen sınırları içerisinde kimi demokratik taleplerle
yetinmeye çalışmanın adıdır HDK programı. HDK programı,
hâkim sınıflarla devrimci
tarzda hesaplaşma mücadelesinden vazgeçerek, yalnızca burjuvaziden bazı reformlar koparmak
için bir program ortaya koymuştur.
HDK programının 21. maddesi demokratik özerklik konusundaki tavrını açıklıyor ve şöyle diyor:
“Kongremiz, Kürt halkının Demokratik Özerklik
kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak değerlendirir. Demokratik Özerkliğin,
aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinde,
halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol
oynayacağını savunur.” 13-14 Mayıs 2012’de yapılan
birinci Genel Kurul’un aldığı kararlarda da aynı savunu tekrarlanmaktadır. Demokratik Özerkliğin
Kürt ulusunun gerçek kurtuluşu olarak sunulması,
Abdullah Öcalan, PKK ve BDP’nin savunduğu bir
modeldir. Bu modelin Kürt öncü güçlerinin savunduğunu ve reformist bir konumda olduklarını biliyoruz. Ama ilginç olan HDK içerisinde yer alan ve
komünist olduğunu iddia edenlerin, Kürt ulusunun
gerçek kurtuluşu olarak sunulan demokratik özerklik modeline tek eleştiri yöneltmemeleridir.
Demokratik özerklik aslında yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi ve kültürel kimi hakların elde edil-
Türkiye bir halklar hapishanesidir. Ulusal sorunun çözülmesi ancak
ülkelerimizin demokratik bir
ortama kavuşması ile çözülebilir.
Ulusların kendi özgür iradeleri ile
karar verebilecekleri şartların yaratılması gerekir. Ülkenin demokratikleştirilmesi, Demokrat Halk
Devriminin tam zaferine
bağlıdır.
18
kanının ülkemize yerleştirilmemesi için mücadele
ve Ortadoğu’daki gelişmelerde halkların taleplerinin
desteklenmesi. Altın aramada kullanılan teknolojik
yöntemlerin yarattığı tahribata karşı mücadele.12 Eylül darbesiyle hesaplaşma. 1915 Ermeni Soykırımının
tanınması. Kadına yönelik şiddete karşı aktif mücadele, cinsiyetçiliğe, homofobi ve transfobiye karşı mücadele, barış mücadelesini yürüten kadınların birlikte mücadelesini oluşturmak için çaba sarf edilmesi.
Esnafın sorunlarına ilişkin mücadele. Faili meçhuller
ve toplu mezarların açığa çıkarılması için mücadele.
Kadın örgütlerinin mücadelesinin ortaklaştırılması.
Yazımızın akışı içerisinde de belirttiğimiz gibi, reform talepleri ile devrim talepleri yan yana sıralanmıştır.
Devrimciler açısından çalışmanın merkezinde sınıf
mücadelesi, devrimci çalışma vardır. Reformistler açısından ise, çalışmanın merkezinde devrimci çalışma
değil, düzenin açıklarını yamama çalışması olan reformist çalışma vardır. Devrimci, reformlar için mücadeleyi reddetmez. Reformlar için mücadeleyi devrim için mücadeleye bağlı olarak ele alır ve yürütür.
Bu anlamda devrimci için reformlar için mücadele,
devrimci mücadelenin bir yan unsurudur. Reformist
için devrimci mücadele ara sıra sözü edilebilecek bir
çalışmadır. Bu açıdan soruna bakıldığında çalışmanın merkezinde neyin durduğu sorusu temel sorudur. Reformist ile devrimci arasındaki fark, birisinin
sürekli devrimden bahsetmesi, diğerinin bahsetmemesi şeklinde değildir. Reformistler de yer yer devrimden bahsedebilirler, kağıt üzerinde doğru şeyler
söyleyebilirler. Ama ne yazık ki, HDP’nin tüm temel
metinlerinde, devrim, devrimci ve sınıf mücadelesi
ile ilgili hiçbir söylem yoktur. Soruna sınıf perspektifi açısından yaklaşılmamaktadır. HDK Türkiye’nin
demokratikleştirilmesi ve demokrasinin yerleşmesi
için mücadele ettiğini öne sürmektedir. Ülkenin tam
demokratikleştirilmesi, reform talebi değil, devrim
talebidir. Ülkelerimizin tam demokratikleştirilmesi
ancak DHD ile gerçekleşecektir. Devrimden bağımsız olarak, ülkelerimizi tam demokratikleştireceklerini savunanlar, devrimci değil, reformisttirler.
Reformizm yenilgiye, ML zafere götürür.
✌
halkların kardeşliği için
mesidir. Demokratik Özerklik, sistem içerisinde getirilen ve zoraki birliğin temellerine yönelmeyen bir
modeldir. Talep edilen özerklik gerici burjuva demokratik ülkelerdeki eyalet sisteminin bir versiyonudur. Özerk bölgeler veya eyaletler kültürel işlerle
meşgul olurken, merkezi otorite tüm gücünü sermayenin emrine vermektedir. Türkiye’de Demokratik
Özerklik talebi demokratik bir taleptir. Demokratik
özerklik, düne göre ileri bir adım olmasına rağmen,
ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü değildir. Bu
talep zoraki birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir. Kürt halkı için tek çözümün demokratik özerklik
olduğunun söylenmesi, gerçek kurtuluşun reformizm
uğruna heba edilmesidir.
Türkiye bir halklar hapishanesidir. Ulusal sorunun
çözülmesi ancak ülkelerimizin demokratik bir ortama kavuşması ile çözülebilir. Ulusların kendi özgür
iradeleri ile karar verebilecekleri şartların yaratılması
gerekir. Ülkenin demokratikleştirilmesi, Demokrat
Halk Devriminin tam zaferine bağlıdır. DHD, ulusal
sorunda hukuki eşitsizliği ortadan kaldıracak, ulusların ayrılma haklarını özgürce kullanacakları ortamı yaratacaktır. Ülkelerimizde hâkim sınıfların iktidarı yıkılmadan, ülke çapında demokratik devrim
zafer kazanmadan, ulusal sorunun gerçek çözümü
mümkün değildir.
HDP’nin programı reformist bir programdır.
BDP’nin reformist çizgisi HDP’yi şekillendirmiştir.
HDP dışındaki grup ve partiler BDP’nin kuyruğu takılmıştır. Taleplerin bir bölümü şöyledir:
Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü
için mücadele. Demokrasiyi kazanmak için mücadele (siyasi partiler yasası, TCK, Anayasa, özel yetkili
mahkemelere ilişkin mücadele).
Vicdani ret ve anti militarizmin savunulması.
Gençliğin sınavlar, eğitimin içeriği, anadilde eğitim
gibi konulardaki temel taleplerinin ve mücadelelerin
sahiplenilmesi. Emek mücadelesinin son dönemde
yükselttiği taleplerin sahiplenilmesi. Sürmekte olan
HES, termik santral, nükleer santral karşıtı mücadelenin desteklenilmesi ve taleplerinin takipçisi olmak,
su sorunu, ekolojiyi ilgilendiren yasal çerçeveye ilişkin talepler, ekolojiye ilişkin anayasada yer alacak
maddelere ilişkin çalışmalar yapmak, bu konuda bir
merkezi miting düzenlemek. Halklar ve özgürlükler: anadilde eğitim meselesini bütün halklar için
tartışan, devlet arşivinin açılmasını içeren taleplerin desteklenmesi, bu konuda etkinlikler, atölyeler,
kurslarla bu konunun değerlendirilmesi. Füze kal-
Not: HDK belgelerinden yaptığımız tüm alıntılar
http://www.halklarindemokratikkongresi.net/temelmetinler.asp sitesinden alınmıştır.
Kasım 2012 ✓
19
Yasaklı Bir Dilin Öyküsü
✌
halkların kardeşliği için
Dil, dil birliği ulus/millet olmanın kıstaslarından bir tanesidir. Kürt
ulusunun dili Kürtçedir. Kürdistan ülkesi, 17 Mayıs 1639’da, Osmanlı
Devleti ile Safevi Devleti arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması ile
ikiye bölündü. Bu dönemde henüz uluslaşma bilinci yoktu. Kürt ulusu,
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslaşma sürecinin henüz başlarında
iken dört parçaya bölündü. Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesinin
aktörleri, Kemalist Türk burjuvazisi, İngiliz, Fransız emperyalistleri, İran
ve Arap gericileri idi. Uluslaşma süreci daha tamamlanmadan, Kürdistan
dört parçaya bölünüyordu.
Dil Nedir?
D
20
il, geniş anlamıyla, düşünce, duygu ve güdüleri,
doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak bildirmeye yarayan bir iletişim aracıdır. İnsanların aralarında anlaşmaya, kendilerini ifade etmelerine araç olan
dil, bir dilbilgisi sistemi içinde örgütlenmiş, düşünce ve duyguları
bildirmeye yarayan ses, işaret ya
da hareketlerin
bütünüdür. Dil,
toplumun bütün
bir tarihsel seyri
tarafından, yüzyıllar
boyunca
altyapıların tarihi
tarafından oluşturulmuştur. Dil,
sadece bir sınıf
tarafından değil,
bütün toplumun,
toplumun bütün
sınıflarının gerek sinim lerini
karşılamak için
oluşturulmuştur. Dil, insanlar arası ilişkinin bir aracı
olarak bütün topluma hizmet etmek için, toplumun
bütün üyeleri ve toplum için ortak bir dil, sınıf konumlarından bağımsız olarak toplumun bütün üye-
lerine hizmet etmek için oluşturulmuştur.
Kürtlerin Dili Kürtçedir
Kürtler, yerleşik olarak dört sömürgeci devletin (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) sınırları içinde yaşamaktadır. Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın adı Kürdistan’dır.
Söz konusu sömürgeci ülkelerin resmi dilleri
ise Türkçe, Farsça ve Arapçadır.
Bir milyon civarında
Kürt’ün
Kafkasya’da yaşadığı tahmin edilmektedir. Türkçe
Ural-Altay, Arapça Sami, Farsça
da Hint-Avrupa
dil grubu içerisinde yer almaktadır. Bu dillerden
yalnızca Farsça
Kürtçe ile aynı dil
grubundadır. 40
milyon insan Kürtçe konuşmaktadır. Kürtçe bağımsız bir dildir. Arapça ve Türkçe ile hiçbir bağı yoktur.
Kürtler ve Farslar Ari kökenlidir. Dilleri aynı grup
içinde yer alır, ama her biri bağımsız bir dildir. Kürt-
Kürdistan’ın Parçalanması
Dil, dil birliği ulus/millet olmanın kıstaslarından bir
tanesidir. Kürt ulusunun dili Kürtçedir. Kürdistan
ülkesi, 17 Mayıs 1639’da, Osmanlı Devleti ile Safevi
Devleti arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşması ile
ikiye bölündü. Bu dönemde henüz uluslaşma bilinci
yoktu. Kürt ulusu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, uluslaşma sürecinin henüz başlarında iken dört
parçaya bölündü. Kürdistan’ın dört parçaya bölün-
mesinin aktörleri, Kemalist Türk burjuvazisi, İngiliz,
Fransız emperyalistleri, İran ve Arap gericileri idi.
Uluslaşma süreci daha tamamlanmadan, Kürdistan
dört parçaya bölünüyordu.
T.C tarihi Kürtler üzerinde uygulanan ulusal baskı ve katliam tarihidir. 1927-1947 yılları arası Kuzey
Kürdistan Örfi İdare (Sıkıyönetim) biçimi Umumi
Müfettişlik adı altında yönetildi. Bu müfettişler, oranın tek hakimiydiler. Ölüm cezalarını onaylıyor, istediği kişileri yerlerinden başka illere sürebiliyorlardı.
Sonraları bu Umumi Müfettişliğin yerini Olağan Üstü
Hal Bölge Valiliği aldı. Son yıllarda ise, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında ve Özel Yetkilerle donatılmış mahkemeler aracılığıyla adı konulmamış Olağanüstü Hal uygulanıyor. 30 yıldan bu yana yürüyen
bir savaş var. Bu yazımızda, genel olarak dört parçada
Kürtler üzerinde uygulanan baskıları, katliamları değil, Kürt dili üzerinde uygulanan baskıları anlatmak
istiyoruz.
✌
halkların kardeşliği için
ler geçmiş dönemlerde kendi dilleriyle eğitim ve öğretim yapıyorlardı. Medreselerde matematik, mantık,
gramer, fıkıh vb konularda eğitim ve öğretim, Kürtçe ve Arapça yapılırdı. Ama öğretim birliği (Tevhidi
Tedrisat) kanunuyla bu medreseler kapatıldı. T.C’nin
kuruluşundan sonra, özellikle de 1924 Anayasası’nın
yürürlüğe girmesi ile birlikte Kürtlerin varlığı inkâr
edildi. Kürt dili, kimliği, kültürü yok sayıldı.
Kürtçede lehçe ve şivelerin varlığı bir gerçekliktir. Bu
gerçeklik yalnızca Kürtçeye ait bir özellik de değildir.
Tüm dillerde lehçe, şive ve ağızlar vardır. Kürtçenin
“karma ve derleme bir dil” olduğu söylenir! Tümüyle
arı ve öz bir dil yoktur. Her dilde yabancı sözcükler
vardır. Türkçede küçümsenmeyecek oranda yabancı
kelimeler vardır. Dilde yabancı kelimelerin varlığından yola çıkılarak, o dilin dil olmadığı söylemi yanlıştır. Kaldı ki Kürtçe üzerindeki baskılardan dolayı,
Kürt dili ve edebiyatı istenilen ölçüde gelişmemiştir.
Ama tüm baskılara rağmen Kürtçe varlığını korumuş,
Kürtçe kitaplar yazılmış ve Kürt dilinin gelişmesi için
çalışmalar yapılmıştır.
Türkler Anadolu’ya gelmeden önce, Kürtler
Mezopotamya’da yaşıyordu. Birçok dilbilimci ve kürdoloğun belirttiği gibi, Kürt dili Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer almaktadır. Bu ailede yer alan İran dil
grubu, Kürtçeyi de içermektedir. Kürtçe, bu grubun
kuzeybatı bölümünde yer almaktadır. Bu dil grubunda yer alan bazı dilleri şöyle sıralayabiliriz: Farsça,
Kürtçe, Belucice, Osetçe, Yexnubçe, Peştûca, Pamirce vb. Kürt dilinin yerinin iyice bilinmesi için dilleri
sınıflandırmakta yarar var. Dilbilimciler, genel olarak
dili iki yönden; biçimine (morfolojik) ve akrabalık
ilişkilerine (genetik) göre ayırırlar. Her dilin kendine
özgü kuralları, özellikleri ve kalıpları vardır. Diğer dillerden ayrılan farklılıklarının yanı sıra, ortak yanları
da vardır. Bu ortak kurallar, aynı dil ailesinden olan
dillerde çokça görülür. Bundan dolayı bazı dillerin ortak özelliklere ve benzer kurallara sahip olmaları son
derece normal ve doğal bir durumdur. Kürtçe, birçok
kural, kalıp ve özellikleriyle Farsça, Arapça ve Türkçeden ayrılmaktadır.
Bilinmeyen Dil!
14 Nisan 2009’da KCK (Kürdistan Topluluklar Birliği)
operasyonları başlatıldı. 14 Nisan 2009’da başlatılan
operasyonlarla ilgili iddianame 18 Haziran 2010’da
hazırlandı. İddianame, Diyarbakır 6. Ağır Ceza
Mahkemesi’nce kabul edildi. 7 bin 578 sayfalık iddianamede 103’ü tutuklu, 152 sanık hakkında, TCK’nın
‘’Devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmak’, ‘’Örgüt
üyesi ve yöneticisi olmak’’, ‘’Örgüte yardım etmek’’
suçlarını işledikleri iddia ediliyordu! 18 Ekim 2010‘da
“KCK-Davası”nın ilk duruşması Diyarbakır 6. Ağır
Ceza Mahkemesi’nde başladı. Türkiye’nin birçok ili
ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen siyasetçi, insan hakları savunucusu, aydın, yazar, akademisyen,
gazeteci ve sendikacının yanı sıra binlerce kişi de adliye önüne akın etti. Davaya basın da yoğun ilgi gösterdi. Davanın ilk duruşmasında, sanıkların Kürtçe
savunma talepleri ret edildi. Kürtçe savunma mahkeme tarafından “bilinmeyen dil” olarak tutanaklara
geçirildi. Devletin resmi televizyonu 24 saat Kürtçe
yayın yapıyordu, mahkeme salonlarında ise Kürtçe
tutanaklara „bilinmeyen dil“ olarak geçiyordu.
Kürtçe Üzerinde Tarihsel Yasaklar
Kemalistler daha kurtuluş savaşı sırasında 1921’de
Koçgiri’de katliama imza atmışlardı. Kemalistler, iktidarlarını sağlamlaştırdıktan sonra, Kürt
katliamları yapmakla yetinmediler. Kürtlerin dili
olan Kürtçeyi de yasakladılar. Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılmasının ardından, 8 Eylül 1925’te
21
✌
halkların kardeşliği için
da Kürtçenin konuşulmasının yasaklanması üzerine
“Şark Islahat Planı” devreye sokuldu. “Şark Isyapılmıştı. Bu öneri, 13 Ocak 1928 günü yapılan Dalahat Planı”nın 14. maddesinde şöyle deniliyor:
rülfünun Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin yıllık
“Aslen Türk olup Kürtlüğe yönelmeye başlayan Makongresinde ise bir talebe dönüştü. Cemiyet başkalatya, Elaziz, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Er- nının yaptığı konuşmada azınlıkların genel yerlerde
gani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Türkçeden başka bir dil kullanmalarının yasaklanmaÇemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Hekim- sını istemesi, Türk Ocakları’nda düzenlenen bir ikinci
han, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde, toplantıda karara dönüştürüldü. Bu toplantıda alınan
hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurum ve karar gereğince, genel yerlerde Türkçe konuşulmasını
kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda, Türk- özendiren tabela, duyuru, flamalar asılmaya, bu koçeden başka dil kullananlar, hükümet ve belediyenin nuda konferanslar verilmeye başlandı. Tiyatro, sineemirlerine muhalefet etmek ve direnmek suçundan ma, lokanta, otel ve gazino gibi yerlere Türkçe konuşmasını “tavsiye eden” afişler asıldı. Gazeteler bu
cezalandırılacaktır.” (Kürtlere Vurulan Kelepçe,
kampanyayı destekleyen ateşli yazılarla
Şark Islahat Planı, Mehmet Bayrak, Özdoldu, Türkçe konuşmayanlar
Ge Yayınları, s. 129) Burada ismi
açıkça taciz edildi. Uygulama
anılan şehirler aslen Türkmüş
ateşli ve gerilimli bir şekilKürt halkının dilinin yaama Kürtlüğe yönelmişde gerçekleşti. Yabancı
ler! Kürtleşmenin ennında, çocuklarına Kürtçe ad
dilde gazete okuyan
gellenmesi içinde acil
insanların ellerinden
verilmesi
de
yasaklandı
bu
ülkede.
tedbirler alınıyor ve
gazeteler alındı ve
12 Eylül darbecileri, Soyadı Kanunu’nda
Kürtçenin yaşamın
yırtıldı. Gençlerin
her alanında konuyaptıkları değişiklikle, “kişinin rızası olTürkçe konuşmaşulmasının cezayanlara müdahamadan mahkeme kararı ile isim ve soyadının
landırılacağı belesi sonucunda
değiştirilebileceği”ni kararlaştırdılar. 12 Eylül
lirtiliyor! Vilayet
kavgalar
oldu.
döneminde Adıyaman, Urfa, Antep, Mardin,
ve kaza merkezUmumi yerlere
lerinde, hükümet
Diyarbakır, Siirt gibi birçok kentte 3524 köyden asılan “Vatandaş
Türkçe Konuş!”
ve belediye dai2842’sinin adı değiştirildi. T.C‘nin kuruluflamalarını yırtan
relerinde ve diğer
şundan bu yana toplam 44 bin 609 köyün
azınlıklar gözaltına
kuruluşlarda, okulalındı.
larda, çarşı ve pazar12 bin 422’sinin adı yalnızca Kürtçe ve
1928’de üç ay gibi
larda Türkçeden başka
Kürtçeyi andıran ifadeler içerdiği
kısa
bir süre içinde
dil kullananlar cezalanOsmanlı
Alfabesi yerine
için değiştirildi.
dırılacaktır. Söylenen bu...
Latin Alfabesi kabul edildi.
1915 yılında Muş’u ErmeniTürk
kültürü dışındaki kültürlelerden arındıran genç İttihatçı Vali
rin
asimilasyonu
temelinde bir „resAbdülhalik Renda, kariyerini 1916’da
mi kültür seferberliği“ başlatıldı. Bunun
Halep Valisi olarak sürdürdü. Devlet görevlileiçin
yapılacak
ilk işlerden biri, „Resmi Tarih“ yazmakri, jandarma ve aşiret reisleri ile kıyımın “sivil” ayağını
tı.
Öncelikle
bir
Türk Tarih Encümeni oluşturuldu.
oluşturdu. Renda, daha sonra 20’li yıllarda Kürtlerin
Bu
girişim,
daha
sonra Türk Tarih Kurumu’na dönasıl tasfiye edileceğine ilişkin ünlü Şark Raporları’nı
hazırladı. Abdülhalik Renda 1925’te TBMM başkanı nüştürüldü. Bunu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti olarak
idi. Hazırladığı Doğu Raporu’nda, “Türkçeyi hakim başlayıp Türk Dil Kurumu’na dönüşen kurumlaşma
dil haline getirmek gerekir.” “... Fırat’ın batısındaki izledi. Bir yandan Türk dili ve edebiyatı geliştiriliyor,
vilayetlerin bir kısmında dağınık vaziyette yerleşmiş diğer yandan diğer kültürler ya görmezlikten geliniolan Kürtler Türk yapılmalı” diyordu. (Aktaran Ha- yor ya da onlara ipotek konuyordu.
1930’da İçişleri Bakanlığınca Valiliklere „çok gizli
san Cemal, Kürt Sorununda Yeni Bakış, Barışa Emanet Olun, Everest Yayınları, Ekim 2011, İstanbul, s. ve kişiye özel“ bir „Türkleştirme Genelgesi“ gönderildi. Bu „çok gizli“ genelgenin 12. maddesinde şöyle
251)
1926’da toplanan Türk Ocakları Kurultayı’nda en deniliyordu:
„12- Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve topbüyük tartışmalar Türkçeden başka dillerin en çok
22
lum gelenek ve göreneklerin de milliyet ve ırk hislerini
Resmi ideoloji tarafından Kürtçe sürekli reddedildi
ve böyle bir dilin olmadığı savunuldu. 12 Eylül 1980
darbesi ile birlikte Kürtçe yeniden yasaklandı. Darbeciler kendi elleriyle hazırladıkları 1982 Anayasası’ndaki “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında
kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” ifadesini, 1983’te çıkarılan Türkçeden Başka
Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun’la perçinlediler. Kanuna göre, Türk vatandaşlarının anadili
Türkçeydi ve Türkçeden başka dillerin anadil olarak
kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunmak yasaktı! Kanun 12 Nisan 1991’de
kaldırıldı. Kanun güya kaldırılmıştı ama uygulamada yasaklar devam ediyordu. 6 Kasım 1991’de, Kürt
milletvekillerinin TBMM’de Kürtçe yemin etmeleriyle yeni bir süreç başladı. Dört DEP milletvekili hapse
gönderildi. Yakın tarihe kadar hapishanelerde Kürtçe
konuşma yasağı sürdü. Türkçe bilmeyen Kürt anneler
hapishane ziyaretlerinde çocukları ile tek kelime konuşamadılar.
Kürt halkının dilinin yanında, çocuklarına Kürtçe
ad verilmesi de yasaklandı bu ülkede. 12 Eylül darbecileri, Soyadı Kanunu’nda yaptıkları değişiklikle, “kişinin rızası olmadan mahkeme kararı ile isim ve soyadının değiştirilebileceği”ni kararlaştırdılar. 12 Eylül
döneminde Adıyaman, Urfa, Antep, Mardin, Diyarbakır, Siirt gibi birçok kentte 3524 köyden 2842’sinin
adı değiştirildi. T.C‘nin kuruluşundan bu yana toplam 44 bin 609 köyün 12 bin 422’sinin adı yalnızca
Kürtçe ve Kürtçeyi andıran ifadeler içerdiği için değiştirildi. Kuzey Kürdistan‘da onlarca şehirde devlet
dairelerinin kapılarına “Türkçeden başka bir dil konuşmak kesinlikle yasaktır” yazılı duyurular asıldı. 12
Eylül öncesinde Adalet Partisi milletvekilli olan Şerafettin Elçi’nin TBMM’de ‘Kürt’ olduğunu söylediği
için 1981’de yargılanarak hapsedildi. Devlet İstatistik
Enstitüsü görevlilerinin 1980-85 nüfus sayımları için
kullanılan formlara konuşulan diller kısmına ‘Kürtçe’
şıkkına da yer verdikleri için “bölücülük” gerekçesiyle, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılandılar.
Seçim kampanyalarında yazılı Kürtçe propaganda
yapmak yasak. Seçimler döneminde YSK seçim yasaklarını açıklarken, Kürtçe seçim propagandasının
yasak olduğunu açıklama gereği duyuyor. Seçim yasaklarına uymayanlar hakkında, davalar açılıyor ve
cezalar veriliyor.
✌
halkların kardeşliği için
daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı; bundan dolayı
lehçeyle birlikte bu gibi aykırı gelenekleri de fena ve
zararlı görmek ve bilhassa kötü göstermek ve hiçbir suretle rağbet edilmeyerek ve cesaretlendirmeyerek adi ve
ilkel özellikleri her vesileyle sergilenerek kötülenmeli ve
ayıplanmalı, o lehçeyi konuşan zümrelere mensup kişilerin ve ailelerin isim ve lakaplarını Türkçeleştirmek,
nüfustaki kayıtlarını ve künyelerini fırsat düştükçe düzeltmek.“ (bkz. Mehmet Bayrak, Kürtler, Öz-Ge yayınları, sf. 508-509)
Bu genelge, 1925’te yürürlüğe konulan „Şark Islahat
Planı“nın uygulamalarından biriydi. Kürtlerin ulusal
bilince ulaşmalarını engellemek, geciktirmek için her
türlü yasak düşünülüp uygulanıyordu. Kürt diline,
Kürt tarihine, Kürt edebiyatına ilişkin bir iz bırakmamak için her şey yapılıyordu. Türkçenin Kürtçenin
yerini alabilmesi için yatılı okullara ve kız okullarına
ağırlık veriliyordu. Örf adetler, gelenek ve görenekler,
„ırk hislerini“ uyanık tuttuğu gerekçesi ile kötülenecek ve ayıplanacaktır! Kürtçe konuşanların isim ve
lakaplarının Türkçeleştirilmesi ve nüfustaki kayıtların
da düzeltilmesi gerektiği söyleniyor. Türkleştirme siyasetine uygun olarak adımlar atıldı, katliamlar yapıldı. Türkçe dışındaki dillerin, bırakın eğitim dili veya
resmi dil olmasını, günlük yaşamda dahi kullanılması
yasaklandı. Ama tüm çabalar ulusal bilincin gelişimini engelleyemedi, Kürtçeyi yok edemedi.
1935 yılında CHP’nin 4. Kongresinde, Başbakan
İsmet İnönü yaptığı konuşmada, herkesin Türkçe
konuşması gerektiğini söylüyordu.“Bundan sonra
susmayacağız. Bizimle beraber yaşayan bütün vatandaşlar artık Türkçe konuşacaklar” diyordu. Ayşe Hür,
21.10.2012’de Radikal’deki yazısında Kürtçe konuştuğu için ceza verilen bir olayı şöyle anlatıyor:
“Bu cezaların nasıl uygulandığına dair sözlü tarihten bir örnek verelim: “Kozluklu Mele (Hoca) Abdullah
anlatıyor. 1940’lı yıllar. Diyarbakır’a gitmiş. Çarşıda
Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşuyor. Biri çarşıda
kolunu tutuyor ve “Gel, belediyeden seni çağırıyorlar”
diyor. Hoca, “Tû kîyî?” (Sen kimsin?) diye soruyor.
Şahıs, “Ben belediye zabıtasıyım” diyor. Hoca, “Belediye reisi beni tanımaz ki beni çağırsın” dese de zorla
Reis’in huzuruna çıkarılıyor. Reis, “Çarşıda Kürtçe konuşmuşsun. Her kelime için 5 kuruş para cezası vereceksin” diyor. Hoca itiraz etmeden cebindeki paraları
masaya bırakarak, “Al sana para” diyor. Memur paranın üstünü vermeye çalışırken ekliyor: “Paralar sizde
kalsın. Ben Türkçe bilmiyorum. Akşama kadar çarşıda
Kürtçe konuşacağım. Senin zaptiye efendin de benimle gelsin. Akşam onunla sana geliriz. Ne kadar cezam
varsa alırsın ve üstünü verirsin, ben de evime giderim.”
(Bakış, 30 Haziran 1999)
Ana Dilde Eğitim En Temel İnsan Hakkıdır
Anadilini öğrenme ve toplumsal yaşamda onu kullanabilme, her insanın sahip olduğu temel bir haktır.
Anadilde eğitim hakkı, bir insan hakkıdır. Dil ve insan hakları ilişkisinde merkezi olgu anadildir. Ana-
23
✌
halkların kardeşliği için
dil, bireyin ilk öğrendiği, ağırlıklı ve kalıcı bir şekilde
hayatında kullandığı dildir. Anadilde eğitim hakkı,
her bireyin doğal insan hakkıdır. İnsanların vazgeçilemez ve inkar edilemez bazı temel hakları vardır.
Yaşam hakkı, inanma hakkı, düşünce ve ifade etme
hakkı, konut hakkı, evlenme hakkı, seyahat etme
hakkı vb gibi. Ana dil kişinin öğrendiği ilk dildir.
Ana dili öğrenme veya öğretme başkasının vermesi
gereken bir hak değil insanın en doğal hakkıdır. Ana
dilde eğitimin yasaklanması insanın temel haklarından birinden yoksun bırakılması anlamı taşır.
BM Genel Kurulu’nun 1993 tarihli, 47/135 sayılı
kararıyla ilan edilen „Ulusal veya etnik, Dinsel veya Dilsel Azınlıklara Mensup
Olan Kişilerin Haklarına Dair
Bildiri’nin 3. maddesinde şöyle deniliyor:
“Devletler mümkün olduğu kadar, azınlıklara
mensup kişilerin anadillerini öğrenmelerini veya anadillerinde
eğitim almaları için
yeterli
imkânlara
sahip
olabilecekleri gerekli tedbirleri alır” (bkz. http://
www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/
pdf01/209-213.pdf)
Ayrıca
Avrupa
Konseyi’nin 1995 tarihli
„Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi“nde
azınlıkların eğitim hakkıyla ilgili olarak
“Taraf devletler gerektiği takdirde kendi ülkelerindeki
ulusal azınlıkların ve çoğunluğun kültürü, tarihi, dili
ve dini hakkındaki bilgileri geliştirmek için eğitim ve
araştırma alanlarında tedbirler alır” der. (Bkz.http://
www.avrupakonseyi.org.tr/antlasma/aas_157.htm)
İnsan Hakları ve Çocuk Hakları Evrensel Bildirgelerinde, eğitim ve anadilde eğitim hakkına özel vurgu
yapılmaktadır. Eğitim hakkı, insani, temel bir haktır.
Anadilde eğitim ise çocuğun sağlıklı gelişimi açısından vazgeçilmez öneme sahiptir. Anadilde eğitimin
uluslararası sözleşmelerde kendine yer edinmesi de
bu yüzdendir. Uluslararası burjuva hukuk belgelerinde, ana dilde eğitim ve azınlıkların korunması ile ilgili
birçok madde vardır. Türkiye uluslararası sözleşmelere imza atmıştır. Kimi sözleşmelere ise çekince koyarak imzalamıştır. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin
17., 29. ve 30. maddelerine çekince koymuştur.
Sonuç Yerine
Avrupa Birliği yolunda çıkarılan uyum yasaları kapsamında, Kürtçe üzerindeki baskılar hafifletildi.
Devletin televizyonu 24 saat Kürtçe yayın yapıyor.
Ama ana dili Kürtçe olanlar üzerindeki baskılar sürüyor. Ana dilde eğitim talebi reddediliyor. Kuşkusuz
Kürtçe üzerindeki baskıların hafifletilmesi, Kürtçenin okullarda seçmeli ders olarak kabul edilmesi,
üniversitelerde yabancı diller bölümlerinin açılması,
tüm baskılara rağmen Kürtçe yayınların çıkmaya
başlaması, hapishanelerde mahkûmların
yakınları ile Kürtçe konuşması, Kürt
halkının öncü güçlerinin yürüttüğü mücadelenin sonucudur.
PKK ve PAJK’lı tutsaklar 12 Eylül 2012’de hapishanelerde açlık grevine başladılar. Öne
sürülen taleplerden
biri de, Kürt halkının
anadilde eğitim ve
savunma taleplerinin
karşılanmasıdır. Kürt
halkı ve tutsaklar tarafından dillendirilen
bu talep haklı bir taleptir.
Sonuç olarak, faşist sistemin koşulları içerisinde,
kimi kazanımlar elde edilmesine
rağmen, milliyetler arasındaki tam
hak eşitliği sağlanamaz. Tam hak eşitliğinin
sağlanmasının temel koşulu zoraki birliğin parçalanmasıdır. Ulusların birlikte yaşaması, eşitlerin özgür
birliği temelinde olacaktır. Hiçbir dile özel bir imtiyaz
tanınmayacaktır. Zorunlu devlet dilini istemiyoruz.
Her milliyet, kendi dilinde konuşma, eğitim yapma,
bütün ilişkilerinde dilini kullanma hakkına sahip
olmalıdır. Hiçbir dil başka bir dil üzerinde imtiyaz
kullanamaz, kullanmamalıdır. Burada açıklamaya çalıştığımız temel ilkelerin gerçekleşmesi ve pratiğe geçirilmesi ancak Demokratik Halk Devrimi ile olabilir.
O halde görev, Kürt halkını da özgürleştirecek DHD
için çalışmak ve örgütlenmektir.
PKK ve
PAJK’lı tutsaklar 12
Eylül 2012’de hapishanelerde açlık grevine başladılar.
Öne sürülen taleplerden biri de,
Kürt halkının anadilde eğitim ve
savunma taleplerinin karşılanmasıdır. Kürt halkı ve tutsaklar
tarafından dillendirilen bu
talep haklı bir taleptir.
24
Kasım 2012 ✓
“Nora Nare Hoy Nare”
19
Ocak 2007 tarihinde kalleşçe kurşunlayıp
katlederek aldılar Hrant’ı aramızdan, kaybettik O’nu.
Kaybımız büyüktü! Çünkü kaybettiğimiz insan, bu
coğrafyada soykırıma uğramış bir milletin evladı olarak, soykırımda yer alan millet ve milliyetlerden halklara karşı kin ve düşmanlık besleme, kışkırtma yerine;
en başta ırkçılığı, şovenizmi, milliyetçiliği reddediyor,
milliyetçiliğin her türüne karşı enternasyonalist tavır
sergiliyor, halkların kardeşliğinin sağlanması için mücadele veriyordu.
Hrant’a sıkılan kurşunlar, gerçekte halkların kardeşliğine sıkılmış; Türk, Kürt Ermeni halkları arasında
kardeşliği sağlayacak az sayıdaki sağlam köprülerden biri yıkılmıştı...
Katledilişinin 6. yıldönümünde Hrant’ın katillerini
lanetliyor ve O’nu unutmadığımızı, unutmayacağımızı; O’nu aramızdan alıp götüren katilleri ve cinayetini
✌
halkların kardeşliği için
Katledilişinin 6. Yıldönümünde Hrant’ı
unutmadık, unutturmayacağız!
unutturmayacağımızı; Hrant Dink’i halkların kardeşliği için, özgürlük için verdiğimiz mücadelemizde yaşatacağımızı bir kez daha haykırıyoruz!
Hepimiz Hrant Dink’iz! Hepimiz Ermeniyiz!
Hrant Dink’in Agos Gazetesi’nde, 29 Aralık 2006 tarihinde yayınlanan bir yazısını yayınlıyoruz.
YDİ ÇAĞRI
Nora Nare Hoy Nare
İşte yine yeni yıl heyecanının getirip dayattığı
“Zaman”, “Hız” ve “Değişim” denkleminin baskısı
altındayım. Hemen her yılbaşı olduğu gibi karmaşık
duygular içindeyim.
“Değişim”i “Zaman”a bölüyor “Hız”la çarpıyor, sonunda da “Elde var sıfır, elde var sıfır” diye hayıflanıyorum. Niye ki “Değişim”in “Hız”ına hiç ama hiç
yetişemiyorum.
Şunun şurasında daha 35 yıl önce tanışmamış mıy-
25
✌
halkların kardeşliği için
26
dım o dönemin en ilerlemiş teknolojik aleti olan si- isim.
yah beyaz televizyonla.
Zaten ilk mucidi de ben değilim... Ermenistan’da
Şimdi ise iletişim ve bilişim marketlerini dolduran çokca kullanılan bir isim.
bin bir çeşit yeni teknolojik ürün var adını, işlevini ve
Ama pes etmiş değilim... “Babiklik” (dedelik) haknasıl çalıştığını bilmediğim.
kım var ve “Nare” koydurmak için her türlü entrikaÖylesi bir çağda yaşıyorum ki o çağın getirdiği ya başvurup, elimden gelen tüm hinoğluhin baskıları
nimetleri ve değişimleri yakalamaktan acizim. Kul- uygulayacağım.
landığım aletlerin bir-iki fonksiyonunu anca becereÜstelik şimdiden kendime beste de hazırlamış
biliyorum, varolan diğer sayısız fonksiyonundan ise durumdayım. Nora’yı ve Nare’yi birlikte severken,
bihaberim.
“Nora Nare hoy Nare” diye halay da tutacağım.
Değişimi görebiliyorum... Değişimi fark edebiliyo“Zaman”, “Değişim” ve “Hız” denklemini torurum ama hepsi o kadar... Ona ulaşmak ne mümkün! num ve kendi üzerimden sorgulamam boşa değil elHa ki bir yerinden yakalıyorum, o zaten değişiyor.
bet. Ona baktığımda ancak, çok daha net anlıyorum
“Değişim” hangi “Zaman”da bu kadar
“Değişim”in ve “Zaman”ın “Hız”ını. Sa“Hız”la aktı yarabbim!
dece teknolojinin değil onun hıÇok şükür ama, imdadıma
zına da yetişemiyorum artık.
yetişen birbuçuk yaşındaÇok çabuk büyüyor, çok da
“... Sen Nare’yi nereden
ki torunum “Nora”m var.
çabuk öğreniyor.
uydurdun?” derseniz...
Kendisine
aldığımız
Bütün ayrıcalıklar ona.
onca öğretici, onca eğiO
artık bütün ilgimizin
Nareg’den... Kadim Ermeni istici hatta onca cicili
üstünde yoğunlaştığı
minden.
bicili çocuk kandıran
tek merkez.
oyuncaklara inat, o
Öncesinde oğluma
Nareg’in “g”sini kaldırın olsun size
kendi yarattığı teknomisafirliğe
giderdik
feminen
bir
isim.
lojik
oyuncaklarıyla
şimdi, “Nora’ya gidiyoZaten ilk mucidi de ben değiyakalıyor benden kaçan
ruz”. Ya da hanım müjhızı.
deyi verip eve erken gellim... Ermenistan’da çokca
Nora’yı
gözlediğimde
memi istediğinde oğlum ya
kullanılan bir isim.”
“Zaman”, “Hız” ve “Değişim”
da gelinim değil sanki gelen,
denilen denklemin cevabının sıfır
“Noralar geliyor”. Öylesine ayrıcaolmadığını görebiliyorum.
lıklı ki bugüne değin bir tek eşim bana
Denklemi ben çözemiyorum ama birbuçuk ya- “Çutak” (Keman) diye takma ismimle seslenirdi,
şındaki Nora çözüyor. Nerede varsa teknolojik bir şimdi o da başladı.
düğme, Nora’nın parmağı onda! Kâh buzdolabında,
Eşimle aramızdaki özel ilişkimize balıklama girdi.
kâh fırında... Kâh telefon tuşunda kâh televizyon kuE vallahi de hoşgeldi.
mandasında. Teknoloji ve onun değişim hızı belki
Gerçi tam “Çutak” diyemiyor “Tutak” diyor ama...
benim kuşağıma hatırı sayılır bir nanik yaptı, bizim Bana doğru koşup bir “Tutak Babig” deyişi var ki
kendisine ulaşmamıza zaman olarak fırsat tanımadı, değmeyin keyfime gitsin. O an işte intikamımı almış
diğer bir deyişle elimizden kaçtı ama görüyorum ki hissediyorum bana nanik yapan “Zaman”ın ve “DeNora’dan kurtuluşu yok.
ğişimin” “Hız”ından.
Üstelik torun “Nora” yalnız da değil, yakında ikinci
Hanenizden torunlar eksik olmasın dostlar.
torun “Nare” de geliyor. Gerçi ben “Nare” diye erken
Hadi bu yılın başında onların “Genatsı”na (Varötüyorum çünkü babası başka isimde ısrarlı. “Karu- lığına) içelim. İçelim ve çabalayalım ki onlar mutlu
na” diye bir isim uydurmuş... “Karun”un (Bahar) ar- olsunlar, acı çekmesinler. Ne demişti Ermeni ozan
dına bir “a” ekleyip feminen yapmış, kendince yeni Tumanyan
bir kız ismi üretmiş. “İlle de Karuna olacak” diyor.
“Abrek yereğek payts mez bes çabrek” “Yaşayın ço“Sen Nare’yi nereden uydurdun?” derseniz...
cuklar, ama bizim gibi yaşamayın.”
Nareg’den... Kadim Ermeni isminden.
Nareg’in “g”sini kaldırın olsun size feminen bir
Hrant Dink Agos Gazetesi, 29 Aralık 2006 ✓
Kadına yönelik şiddete karşı yasal
mücadele
K
adına yönelik şiddete karşı yasal zemindeki mücadele aslında 1990’lı yılların 2. yarısından itibaren hız kazanmaya başladı. Türkiye’deki kadın hareketinin mücadeleleri sonucu 1998 yılında 4320 sayılı
“Aileyi Koruma Kanunu” yürürlüğe girdi. Yürütülen
mücadele için önemli bir kazanım olsa da yasanın
içeriği, eksiklikleri ve en önemlisi de pratiğe uygulanmaması nedeniyle oldukça yetersiz bir yasa idi. Zaten
yasanın iki tane maddesi vardı. Evli veya boşanmış
veya evli olup ta fiilen ayrı yaşayan kadınlar (yasa bireyler diyordu) için koruma tedbirlerini düzenliyor ve
nafakayı düzenliyordu.
2010 yılının Aralık ayında koruma talep etmesine
rağmen koruma verilmemesi ve ertesinde eski eşi İstikbal Yetkin tarafından boğazı kesilerek öldürülen
Ayşe Paşalı cinayetinin ardından kadın kurumlarının da bastırması sonucu hükümet yeni bir yasa tasarısı üzerinde çalışmak zorunda kaldı.
Mart 2011 yılında başlayan yasa çalışmaları 12
Haziran’da yapılan genel seçimler nedeniyle yarıda
kaldı.
Genel seçimlerin ardından Fatma Şahin “Kadından
ve Aileden Sorumlu Bakan” oldu. Daha sonra bakanlık isminden “kadın” kelimesini çıkardılar ve bakanlığın ismi “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” olarak
değiştirildi.
Bu değişiklik bile devletin kadından çok aileyi ön
plana çıkardığını, onu korumayı esas aldığını gösteriyordu.
Eylül 2011’de yasa ile ilgili çalışmalar tekrar başlatıldı. Bakanlık “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten
Korunmasına Dair Kanun Tasarısı” adı ile bir taslak
sundu. Taslağın görüşülmesi için kadın kurumlarına
çağrı yapıldı. Ve ilk toplantı 19 Eylül 2011’de gerçekleştirildi.
Diğer yandan 236 tane kadın kurumunu temsil
eden “Şiddete Son Kadın Platformu” da kendi taslağını hazırlayıp bakanlığa sundu. Bu taslak 44 maddeden oluşan geniş kapsamlı bir taslak idi. Platformun
yeni kadın dünyası
“Ailenin Korunması ve Kadına
Karşı Şiddetin Önlenmesine
Dair Kanun” üzerine...
27
yeni kadın dünyası
28
talebi ısrarla bu taslağın esas alınması ve bunun üzerinden gidilmesi idi. Fakat bu kabul edilmedi.
Bakanlık yasayı çok kısa bir süre içerisine sıkıştırıp
8 Mart’ta çıkarmayı planlıyordu. Kadın örgütleri ise
bu denli önemli bir yasa için daha fazla zaman ayrılmasını talep etmelerine rağmen Bakanlık sıkıştırmaya devam etti. Kadın kurumları ve Bakanlık arasında
çok yoğun ve yorucu bir trafik yaşandı.
Yasa taslağı yasalaşana kadar Bakanlık tam 5 tane
ayrı taslak gündeme getirdi! Daha kadın kurumları
bir taslak üzerine tartışıp sonuçlandırıp bakanlığa
sunmadan yeni bir taslakla karşı karşıya kaldılar. Bu
kez onunla uğraşmak zorunda kaldılar ve bu böyle 5
taslak boyunca devam etti.
Bütün o tartışmaların, kadın kurumlarının itirazlarının, yasal zemindeki bu çetin bir mücadelenin
ardından nihayet Bakan Şahin’in “Kadınlara 8 Mart
hediyesi” olarak sunduğu yasa 8 Mart 2012’de “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine
Dair Kanun” ismiyle yasalaşarak yürürlüğe girdi.
Kadın kurumlarının bütün itirazlarına rağmen
bakanlık isminden olduğu gibi yasanın isminden de
“kadın” çıkarılarak yerine “aile” geçirildi. Çünkü bu
erkek egemen devlet için aile kutsaldır, dokunulmazdır. Kadınlar ancak aile içerisinde var olabilirler. Ve
ne olursa olsun ailenin bütünlüğünün bozulmaması
kadın yaşamından çok daha önemlidir.
Şimdi 8 Mart’ta kabul edilen 24 maddelik “Ailenin
Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine
Dair Kanun”da neler var neler yok kısaca ona bakalım.
YASADA NELER VAR?
Evli olmayan kadınları da kapsıyor
Daha önceki ilk taslaklardan birinde kadın kurumlarının zorlamaları sonucu evli kadınların yanı sıra
“yakın ilişki içinde yaşayanlar”ı da kapsayan bir yasa
olacaktı. Fakat bu daha sonraki taslaklardan çıkarıldı.
Bunun üzerine kadın örgütleri tarafından 28 Aralık’ta
“devletin görevi bazı kadınları değil her kadını şiddetten korumaktır” adı altında
bir yürüyüş düzenlendi. Bu
olumsuz değişiklik kamuoyunun tepkisini çekti. Bunun
üzerine “yakın ilişki içinde
yaşayanlar” ibaresi girmese
de “kadınların, çocukların,
aile bireylerinin” şeklinde
bir sıralama yasaya konuldu.
Burada kadının medeni hali
ile ilgili herhangi bir atıf olmadığı için tüm kadınları
kapsadığını söyleyebiliriz.
Bu neden önemli? Çünkü
örneğin evli olmayıp ta birlikte yaşayan kadın ve erkekler var. Yada birlikte yaşamasalar da sevgili ilişkisi
içerisinde olan insanlar var. Ve bu ilişkilerde de kadına yönelik şiddet çok yaygındır. Yada örneğin aşkına
karşılık vermediği için öldürmeye kadar varan şiddet
olayları var vs.
Yasanın sadece evli kadınları kapsaması aslında bir
sürü kadının şiddet ile baş başa bırakılması demektir.
Kabul edilecek bir şey değildir.
Mülki Amir ve kolluk güçleri tarafından
verilecek koruyucu tedbir kararları
Yasaya göre bundan sonra mülki amirler (vali ve kaymakamlık) şiddete maruz kalan kadınlara koruyucu
yeni kadın dünyası
tedbir kararları almakla yetkili olacak.
- Şiddeti uygulayanın uzaklaştırılması ve kadına
Mülki amirliklerin alacağı tedbirler öncelikle şunlar yaklaşmasının yasaklanması,
olacak:
- Eve girmesinin yasaklanması, evin kadına tahsis
- Kadına ve gerekiyorsa çocuklara bulunduğu yerde edilmesi,
veya gerekiyorsa başka bir yerde uygun barınma yeri
- Şiddeti uygulayanın aynı şekilde çocuklardan da
sağlaması
uzak tutulması
- Geçici maddi yardım yapılması.
- Eve, okula yada işyerine yaklaşmaması
- Kadının hayati tehlikesi bulunması halinde, acil
- Kadının şahsi eşyalarına yada ev eşyalarına zarar
durumlarda geçici olarak koruma altına alınması.
vermemesi,
Yukarıdaki tedbir kararlarını artık polis ve jandar- Silah ruhsatı olsa bile silahını teslim etmesi.
ma gibi kolluk kuvvetleri de alabilecek. Artık yetki- Şiddet uygulayan kişinin mesleği gereği (polis, janmiz yok diyemeyecekler. Daha doğrusu dememeleri darma, güvelik vs.) silah taşıması zorunlu bile olsa
gerekiyor. Kadını korumak için tedbir almak zorun- bunu teslim etmesi. Vs.
dalar. Aksi taktirde örneğin polis yada jandarma
Bu önleyici tedbirleri yine acil durumlarda, hayati
suçlu duruma düşeccek. Fakat pratikte bir çok halde tehlikenin var olduğu durumlarda başvurulan polis
kadınların tekrar şiddet ortamına geri gönderildik- ve jandarma da alabiliyor. Ama bunları tatil günleri
lerini biliyoruz. Sadece son dönemde yaşanan kadın hariç 24 saat içinde aile hakiminin bilgisine sunması
cinayetlerine bakmak yeterli. Öldürülen
gerekiyor.
kadınların önemli bir kısmının daha
Kısacası artık yasaya göre kadınlaKişi tedbir
önce polise yada savcılığa başvurrın korunması ile ilgili acil teddukları fakat buna rağmen katbirleri en yakın mülki amirkararlarına uymadığı
ledildikleri ortaya çıkıyor.
ler, kolluk kuvvetleri ve aile
takdirde birinci ihlalde 3
mahkemeleri çıkarabileHakim tarafından
cek.
günden 10 güne kadar, ikinci
verilecek koruyucu
Eskiden
yürürlükte
ihlalde 15 günden 30 güne kadar
tedbir kararları
olan 4320 sayılı yasaya
Yukarıdakilere ek olarak hapis cezası ile cezalandırılabilecek.
göre tedbir kararları en
hakim tarafından verilefazla
6 ay verilebiliyordu.
İhlalin niteliğine göre bu ceza artıcek koruyucu tedbirlerin
6 ay sonunda tehdit vs.
yor ama toplamda 6 aydan fazla devam
kapsamı da yeni yasada
ettiği sürece tekolmamak
koşuluyla
şeklinde
genişletiliyor.
rardan başvuru yapmanız
Bunlar 5 madde halinde
gerekiyordu.
Yeni yasada bu
bir sınırlandırma getiridüzenlenmiş:
kaldırılıyor ve eğer gerekli göliyor.
- Kadının evli olması halinde birrülürse süresiz tedbir kararı alınalikte yaşadıkları yerin dışında bir yere
biliyor.
yerleştirilmesi
“Zorlama Hapsi”
- Kimlik bilgilerinin değiştirilmesi,
Yasada yer alan bir diğer madde adına “zorlama
- İşyerinin değiştirilmesi
- Tapu kütüğüne aile konutu şerhi konulması. Bu hapsi”denilen uygulama. Kişi tedbir kararlarına
önemli. Çünkü o zaman erkek istediğinde ev erkeğin uymadığı taktirde, örneğin kadına yada çocuklarına
yaklaşmaması gerektiği halde yaklaşıyorsa, bir türlü
üzerinde kayıtlı olsa bile evi satamıyor.
- Kadının çalışabilmesi için Çocuklara ücreti devlet taciz etmeye devam ediyorsa yani zorluyorsa o kişiye
alınan karara uymadığı için (bu durumda uzaklaştarafından karşılanan kreş olanağının sağlanması.
tırma kararına) adına “zorlama hapsi” denilen hapis
Hakim tarafından verilecek önleyici tedbir cezası veriliyor.
kararları
Kişi tedbir kararlarına uymadığı takdirde birinHakimin sadece koruyucu tedbirleri değil aynı za- ci ihlalde 3 günden 10 güne kadar, ikinci ihlalde 15
manda önleyici tedbirleri de alabilmesi öngörülüyor. günden 30 güne kadar hapis cezası ile cezalandırıÖnleyici tedbirler olarak şunlar sıralanıyor:
labilecek. İhlalin niteliğine göre bu ceza artıyor ama
29
yeni kadın dünyası
toplamda 6 aydan fazla olmamak koşuluyla şeklinde
bir sınırlandırma getiriliyor.
Şu anda bu şekilde yasaya konulan madde az kalsın
şu şekilde geçecekti:
10 Ocak tarihli taslakta eğer erkek bir daha tedbir
kararına uymamazlık etmeyeceğini taahhüt ederse
hapse atılmayacaktı. Bu madde büyük tepki topladı.
Kadın kurumları, platformlar “kadınların hayatları
üzerinden pazarlık yapılmasına izin vermeyiz” dediler
ve bu ibare baskılar sonucu yasa taslağından çıkarılmak zorunda kalındı.
Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri
Yasa yürürlüğe girdikten sonra ilk 2 yıl içinde (aslında önceki taslaklarda 1 yıl içinde deniyordu. İki yıla çıkarıldı) 14 ilde
“Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri” adı verilen merkezler açılacak.
Basına yansıyan haberlere göre 2012 Aralık
ayının başında bakanlık tarafından Türkiye genelinde 11 ilde
kurulan “Koza Şiddet
Önleme ve İzleme
Merkezleri”; Adana,
Antalya, Ankara, Bursa, Denizli, İstanbul,
İzmir, Mersin, Samsun,
Şanlıurfa, Trabzon’da aynı
zamanda açıldı.
Tüm koruma talepleri, kararlar,
zorlama hapsi kararları “Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri”ne bildirilecek ve
tek bir yerden bu kararların takibi ve koordinasyonu
yapılabilecek.
Kadın kurumlarının karşı çıkmış olmalarına rağmen “Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri” hem şiddet gören kadına hem de şiddet uygulayan erkeğe
hizmet veren merkezler olacak. Fakat karşı duruşlar
sonucu bu madde yasadan çıkarılmasa da “zorunlu
haller dışında farklı birimlerde sunulur” şeklinde bir
ibare yerleştirildi. Aslında bu merkezlerin sadece şiddete maruz kalanlara hizmet verecek yerler olması
gerekirdi.
kadına geçici olarak günlük net asgari ücretin 30’da
biri ödenecek ve bu gelir vergiden muaf olacak.
Korunan kişi 1’den fazla ise bu rakamın %20’si oranında ek ödeme yapılabilecek.
Sadece geçici maddi yardım değil aynı zamanda çucuklu kadınlar için kreş yardımı da öngörülüyor. Bu
yardım çalışmayan kadına 4 aya kadar, çalışan kadına ise 2 aya kadar asgari ücretin yarısını geçmeyecek
şekilde yapılacak.
Sağlık giderleri
Hiçbir sağlık güvencesi olmayan kadınların tüm sağlık harcamaları (diş dahil) Bakanlık tarafından karşılanacak.
Masraf alınmayacak
Bu merKanun kapsamındaki her türlü
kezler bakanlık
başvuru harç ve masraftan
muaf tutulacak. Noter gibünyesinde kurulacak
derleri, vergi, pul, posadli tıp raporu gibi
birimler olarak tarif ediliyor. ta,belgelerden
ücret talep
Kadın örgütleri ve diğer kitle edilemeyecek.
örgütleri ile birlikte çalışacak TASARIDA NELER
YOK?
ayrı bir kurum olarak değil. KaŞiddeti Önleme
dın sığınma evlerinin, kadın ve İzleme
örgütlerinin buralarla hiç- Merkezleri
Bu merkezler bakanlık
bir ilişkisi olmayabünyesinde kurulacak birimler olarak tarif ediliyor. Kadın
cak.
örgütleri ve diğer kitle örgütleri ile
Geçici maddi yardım
30
Bu yasa ile şiddete maruz kalan ve sığınma talep eden
birlikte çalışacak ayrı bir kurum olarak değil. Kadın sığınma evlerinin, kadın örgütlerinin buralarla hiçbir ilişkisi olmayacak.
Yukarıda da değindiğimiz gibi bu merkezlerin sadece 14 ilde kurulması öngörülüyor. Bu iller dışında yaşayan kadınların bu merkezlerden yararlanma
hakkıolmayacak.
Sağlık giderleri
Şiddete maruz kalan kadının sağlık giderlerinin Sağlık Bakanlığı tarafından karşılanması meselesinde
“hiçbir sosyal güvencesi olmayan kadınlara sağlanması” ibaresine yer veriliyor (diş ünitesi dahil). Bu madde, kocası üzerinden sosyal güvencesi olan kadınların
sağlık giderlerinin Sağlık bakanlığı tarafından karşı-
Bütçe
Bakanlık bütçesinden karşılanacağı söylenen harcamalar için yasada ayrı, ek bir bütçe oluşturulması ile
ilgili herhangi bir düzenleme yok. Ne kadar kaynak
ayrılacağı belli değil.
Sığınaklar
Metin boyunca kadın sığınaklarından neredeyse hiç
bahsedilmiyor. Daha çok “barınacak yer temini” ifadesi kullanılıyor.
Sığınma evi açılması konusunda mülki idareye herhangi bir sorumluluk verilmiyor.
Barınacak yer olmaması durumunda misafirhane,
yurt gibi seçenekler sayılıyor. Fakat eğer kadınların
çocukları da varsa burada ne şekilde ve ne kadar kalabilecekleri sorununa açıklık getirilmiyor.
Eğitim
Yasada polis ve jandarmanın eğitimine yer verilirken
yasanın asıl uygulayıcıları olan hakim ve savcıların
eğitimi ile ilgili herhangi bir düzenlemeye yer verilmiyor. Böyle bir düzenleme kadın örgütleri talep ettiği halde yasaya konulmadı.
Oysa yasanın pratikte temel uygulayıcıları olarak hakim ve savcılara da kadının insan hakları, kadın erkek
eşitliği, toplumsal cinsiyet vs. üzerine eğitim verilmesi önemliydi. Kadına yönelik şiddet ile ilgili alınan
mahkeme kararlarına baktığımızda bu konuda bir
bilincin yaratılması alınan kararların en azından bir
ölçüde kadına yönelik şiddet ile ilgili davalarda erkek
egemen kararlar alınmasının (Ceza indirimi, tahrik
indirimi, iyi hal uygulaması vs). önüne geçilebilirdi.
Müdahillik
Bağımsız kadın kurumlarının, örgütlerin kadına yönelik şiddet davalarında müdahil olması, taraf olması
ve duruşmalara katılması yönündeki talepleri yasa
metnine eklenmedi.Bu tür davalara katılma hakkı
sadece Bakanlığa veriliyor.
Tedbirlerin hepsi geçici nitelikte
Tedbirlerin hepsi geçici nitelikte. Kadınların bundan
sonra tek başına ayakta durabilmeleri, yeni bir hayat
kurabilmeleri için iş eğitim gibi olanaklara kavuşturulması gibi düzenlemeler yasada yer almıyor. Geçici
destekler bittikten sonra kadın kendi kaderiyle baş
başa bırakılıyor.
yeni kadın dünyası
lanmayacağı anlamına geliyor. .Kadın kocası üzerinden sigortalı olmaya devam edecek. Fakat bu kadının güvenliği açısından tehlikeli bir durum. Çünkü
bu durumda eğer koca isterse kadının nerede, hangi
hastanede, ne zaman vs. tedavi olduğunu takip edebilir. Böylelikle eğer kadın kocadan gizleniyorsa koca
kadını rahatlıkla bulabilir. Kadın örgütlerinin, koca
üzerinden sigortalı yada sigortasız tüm kadınların
sağlık giderlerinin bakanlık tarafından karşılanması
gerektiği talebine rağmen bu madde yasadan çıkarılmadı.
Sonuç olarak
Yasa tasarısının içeriği kabaca böyle.
Daha önceki 4320 sayılı “Aileyi Koruma Kanunu”
ile karşılaştırıldığında kuşkusuz daha ileri düzeyde
bir yasa. Bu yasanın yapım aşamasında kadın kurumların önemli taleplerine yer verilmemiş olsa da
yasanın bu duruma gelmesinde önemli payları var.
Bizim açımızdan bu yasanın önemi ilk defa yasal
düzeyde bu genişlikte kadına yönelik şiddete karşı bir
dizi olumlu tedbirin alınmış olmasıdır.
Yapmamız gereken bu yasanın biz kadınlar için ne
ifade ettiğini iyice öğrenip pratikte kullanmak olmalıdır. Çevremizde şiddet gören kadınlara bu çerçevede yardımcı olmaktır.
Fakat hayalci olmamak lazım. Yasa bir dizi olumlu
düzenleme getirmiş olabilir ama bunların pratiğe uygulanmasıdır önemli olan.
Yasa çıktıktan sonra da şiddet durmadan devam
etti, ediyor, mahkemeler erkek egemen kararlar almaya devam ediyor.
Geçen yıl Aralık ayında Sibel Yılmaz adlı bir genç
kadın Zonguldak’ta sevgilisi Anıl Tezcan tarafından
ruhsatsız silah ile adliye önünde vuruldu. Dava yeni
sonuçlandı. Kadını öldüren kişi adam öldürmekten
müebbet alması gerekirken 21 yıl ceza alıyor. Çünkü
mahkeme bu kişiye tahrik indirimi uygulanıyor.
Buna benzer bir sürü örnek var. Burjuva sistemde
kadına yönelik şiddet burjuvazinin kendisinin yaptığı yasalarla sona ermez. Çünkü kadına yönelik şiddet, yrımcılık bu kapitalist sistemin hergün yeniden
teşvik ettiği dolaylı yada dolaysız bir şekilde ürettiği
bir durumdur.
Bu nedenle kadına yönelik şiddete karşı mücadele
kapitalizme karşı mücadeleden bağımsız ele alınamaz. Yasal haklardan yararlanmak için sonuna kadar
mücadele, kapitalizme karşı mücadele ile birlikte ele
alınmak zorundadır.
Ocak 2013 ✓
31
panorama
PA NOR A M A
Suriye konusunda
haklı bir eleştiri,
uyarı!
- SURİYE -
S
32
uriye’deki gelişmelerle ilgili yazdığımız yazılara, kimi okurlarımız sözlü eleştiride bulundu ve
yanlış yaptığımız konusunda bizi uyardı. Sözkonusu eleştiri, yürüyen savaşta haklı bir yan olmadığı ve
buna bağlı olarak da desteklenecek bir yanın da olmadığı yönlü tespite yöneliktir. Eleştiri, bu tespitin Esad/
Baas faşist rejimine karşı mücadelenin haklı, meşru
yanını ve yürüyen savaşta Esad rejimine karşı haklı bir
yanın olduğunu dıştaladığı ve durumun böyle ortaya
konmasının yanlış olduğu biçiminde ifade edilebilir.
En başta söylenmesi gereken şey, okurlarımızın bu
eleştirisinin ve uyarısının doğru olduğudur. Dergimizdeki yazıları eleştirel bakışla okuyup yanlışımıza
dikkat çeken okurlarımıza da “iyi ki varsınız” diyoruz.
Bu arada tüm okurlarımızı, eleştirileriyle, uyarılarıyla ve de “kontrolleriyle” bizi desteklemeye –destek
verenleri de desteklerini sürdürmeye- çağırıyoruz.
Birlikten güç doğacağı gibi, yanlışlardan arınıp daha
iyisini yapabilmek de kollektif tartışmanın iyi yürüdüğü bir birlikteliği gerektirir. Okurlarımızın bilince
çıkarmasını istediğimiz bir nokta da, eleştirilerinizin
bizi geliştirdiği, gelişmemize hizmet ettiğidir. Bu nedenle de eleştirilerinizi geciktirmeden ve mümkünse
Suriye’deki gelişmelerle ilgili ilk
yazımız dergimizin 153. sayısında
yayınlandı. Sözkonusu yazımızda
“Baas rejimine karşı mücadele
meşrudur!” başlığı altında, Baas
rejiminin faşizm olduğunu, buna karşı
mücadelenin de, protestolarda ileri
sürülen talepler için de mücadelenin
haklı ve meşru olduğunu ortaya
koyduk. Yani en başa Esad/ Baas
rejimine karşı mücadeleyi koyduk.
yazılı olarak, bu mümkün değilse sözlü olarak da bize
ulaştırmanızı bekliyoruz.
Gelen eleştirinin haklı olduğunu söylemek ve böylece özeleştiri yapmak doğrudur ama yanlışın anlaşılması ve aşılması için yeterli değildir. Bu nedenle hem
Suriye konusundaki esas yaklaşımımızı ve hem de
yanlışımızı ortaya koymayı gerekli buluyoruz.
YAKLAŞIMIMIZ...
Suriye’deki gelişmelerle ilgili ilk yazımız dergimizin 153. sayısında yayınlandı. Sözkonusu yazımızda
“Baas rejimine karşı mücadele meşrudur!” başlığı
altında, Baas rejiminin faşizm olduğunu, buna karşı
mücadelenin de, protestolarda ileri sürülen talepler
için de mücadelenin haklı ve meşru olduğunu ortaya
koyduk. Yani en başa Esad/ Baas rejimine karşı mücadeleyi koyduk.
İkinci ve geniş biçimde tavır takındığımız yazımız
ise 158. sayıda yayınlandı. Sözkonusu yazının giriş bölümünde -ki bu bölüm genel olarak öne çıkan noktaları özetleyen bölümdür-, şunları savunduk:
“17 Ağustos 2011 tarihli yazımızda Baas rejiminin
faşist bir rejim olduğunu ortaya koyduk ve demokratik
YANLIŞIMIZ...
153. sayımızda bu yönlü bir tespit yoktur. Gelişmeler özetlenmekte ve ağırlık Baas rejiminin faşist olduğunun ortaya konmasına ve buna karşı mücadelenin
haklı ve meşru olduğuna verilmektedir. 158. sayımızda ise burjuvazinin çanak yalayıcısı kalemşorların
şiddete karşı sahtekarlıkları teşhir edilirken, “Ama
eğer bir silahlı çatışma varsa, bu karşılıklıdır. Sorun
kimin haklı olup olmadığıdır.” tespiti yapılmakta ve
bu bağıntıda “Somutta Batılı emperyalistler, TC, Katar ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgesel gerici güçlerin savaş kışkırtıcılığının aracı olan ‘Özgür
Suriye Ordusu’ ve bunlarla ortak hareket eden silahlı
muhalefet de Esad rejimi ve silahlı güçleri gibi haksız
gerici savaşın bir parçasıdır.” (Sayfa 27) değerlendirmesi yapılmaktadır. Burada somut kimlerin kastedildiği belli olduğundan, bu tespit, dikkatli formüle
edilmemiş denip düzeltilebilir bir tespit olarak kabul
edilebilir. Ama buradaki dikkatsizlik, iki tarafın da
karşı devrimci olduğu, bu bağlamda bu somut adı verilen iki tarafın da desteklenecek yanı olmadığı yaklaşımı yerine, genelde yürüyen savaşın “haksız gerici
savaş” olduğu anlayışına temel atmıştır. Yani yürüyen
savaşta desteklenecek ya da desteklenmeyecek güçler
meselesi ve bu güçlerin karakterleri ile genelde yürüyen savaşın karakterinin ne olduğu sorunu birbirine
karıştırılmıştır.
Temeli dikkatsiz bir ifadeyle burada atılan yanlış,
159. sayımızda şu biçime bürünmüştür:
“Her iki tarafında da karşıdevrimci, emperyalist, gerici, faşist ve İslamcı kesimin yer aldığı bu savaşın, ezilen sınıf ve tabakalar, halklar açısından savunulacak
hiçbir yanı yoktur. Faşist Baas rejimine karşı ‘Suriye
halkının çıkarlarını savunma’ adına emperyalist barbarlık kendisini taşeron güçlerin barbarlığı biçiminde
gösterirken, faşist Baas rejimi de kendisini koruma,
‘teröristlere karşı olma’ adına barbarlığı meşru göstermeye çalışmaktadır. Kısacası, savaşın hangi tarafına
bakarsanız bakın, barbarlıktan başka bir şey görünmüyor!” (Sayfa 5-6)
Yeni İşçi Dünyası Ekim 2012 sayısında da şöyle ifade edilmektedir:
“Suriye’de bir süreden beri, iki tarafı da karşı devrimci, emperyalist, gerici, faşist ve İslamcı kesimin yer
aldığı bir savaş yürüyor. Bu savaşın savunulacak, desteklenecek hiçbir haklı yanı yoktur.” (Sayfa 2)
Esad/ Baas rejimini ve emperyalistleri, yerel gerici devletleri karşıdevrimci olarak değerlendirmek ve
bunların desteklenecek haklı bir yanının olmadığını
savunmak yanlış değildir. Yanlış olan genel olarak
yürüyen savaşta haklı bir yanın olduğu gerçeğinin
dışlanmasıdır. Bu da savaşın –anda çatışan, savaşan
güçler olmalarına rağmen- sadece bu güçler arasında
yürüyen bir savaşa indirgenmesinden kaynaklanmaktadır. Evet, genel yaklaşımımız bu değil. Evet, bu sa-
panorama
haklar ve talepler için de Baas rejimine karşı mücadelenin meşru olduğunu savunduk, savunuyoruz. (...)
Bu talepler için Baas rejimine karşı mücadele meşru
olduğu gibi, demokrasi için de mücadeleydi, mücadeledir. Bu açıdan bakıldığında kuşkusuz ki mücadelenin hedefine konacak olan Baas faşist rejimiydi,
rejimidir.
Biz bu talepler uğruna verilen demokratik mücadelenin ötesinde, faşist Baas rejiminin Suriye’deki değişik milliyetlerden işçi ve emekçiler tarafından yıkılması, yerine işçi sınıfı önderliğinde demokratik (Halk
demokrasisi) bir iktidarın kurulmasından yanayız.
Böylesi bir mücadele Suriye halkları tarafından verildiğinde, kuşkusuz ki imkanlarımız dahilinde her tür
dayanışmada bulunacağız. Ama Baas rejimini yıkması gereken ve yıkacak olan Suriye’nin değişik milliyetlerden halklarıdır, işçileri ve emekçileridir. Bu açıdan
bakıldığında ‘demokrasi’ istemi sahtekarlığıyla Esad’ı
iktidardan alaşağı etmeye çalışan emperyalistlerin ve
bölgesel gerici güçlerin, Suriye somutunda da TC’nin
her türlü müdahalesine karşıyız.” (sayfa 24-25)
Aynı yazımızda gelişmeleri somut olarak da aktardıktan sonra, yazımızı bitirirken şunları savunduk:
“Faşist Baas rejimine karşı Suriye halklarının demokratik hakları ve özgürlükleri için mücadelesinin
yanındayız! Kahrolsun faşist Baas rejimi! Aynı biçimde başta faşist TC’nin olmak üzere tüm emperyalistlerin ve yerel gerici devletlerin Suriye’ye müdahalesine de
hayır!” (sayfa 33)
Bu alıntılarda da görüleceği gibi hem faşist Baas rejimine karşı mücadelenin haklı ve meşru olduğu, bu
rejimin yıkılması gerektiği ve bunun için mücadeleyi
sahiplendiğimiz; hem de emperyalistlerin, yerel gerici devletlerin müdahalesine karşı olduğumuz ortaya konmaktadır. Yazılmış yazılar içinde ve Yeni İşçi
Dünyası’nın Ekim 2012 sayısında da Suriye halklarının Esad rejimine karşı verdiği demokratik, bağımsız
mücadelesini desteklediğimiz dile getirilmektedir.
Yani bizim anlayışımız yürüyen savaşta, Esad rejimine karşı mücadelenin demokratik, haklı yanının olmadığı anlayışı değildir.
Peki yanlışımız nerededir? Nasıl oluştu?
33
panorama
vaşta haklı bir yanın olduğunu, desteğimizin bu haklı,
demokratik mücadeleye olduğunu savunduk, savunuyoruz. Buna rağmen ama, özellikle 159. sayımızda ve
Yeni İşçi Dünyası Ekim 2012 sayısında yaptığımız bu
tespitler yanlıştır. Doğru yaklaşımımızla çelişmekte ve
evet buna gölge düşürmektedir.
Andaki savaşı genelde, “iki tarafı da karşı devrimci,
emperyalist, gerici, faşist ve İslamcı kesimin yer aldığı
bir savaş” olarak değerlendirdiğimizde bu savaşın Esad
rejimine karşı olan demokratik haklı yanını dıştalamış
oluyoruz. Bu yüzden de “Bu savaşın savunulacak, desteklenecek hiçbir haklı yanı yoktur.” tespiti mümkün
olmuştur. Ama gerçeklik böyle değil. Esad/ Baas rejimine karşı mücadelenin kendisi haklıdır, bu savaşın
haklı yanıdır. Savaşta haklı bir yanın olup olmadığı
meselesiyle, savaşı yürüten güçlerin desteklenip desteklenmemesi meselesi birbirine karışmıştır. Bunu
bilince çıkararak önümüzdeki dönemde takınacağımız tavırlarda bu hatayı tekrarlamamak, bunu aşmak
görevimizdir. Bu açıklamalarımızın da buna hizmet
edeceği düşüncesiyle, yanlışımızı görüp, aşmamız için
eleştiren, uyaran okurlarımıza bir kez daha “iyi ki varsınız”, sağolun diyerek teşekkür ediyoruz.
KISACA SURİYE’DEKİ GELİŞMELER
HAKKINDA...
34
Dergimizin 159. sayısında, 23 Ağustos 2012 tarihine
kadarki gelişmeleri ortaya koymuştuk. Bu sayımızda
yaptığımız yanlışı bilince çıkarmayı daha önemli gördüğümüzden ve de aradan geçen dört aylık süreçte
yaşananların önemli bölümünün esasta gelişmeleri
özde değiştirmeyen ve günlük haber olma dışında de-
ğer taşımamasından dolayı; burada, gelişmeleri geniş
biçimde ortaya koyma yerine, bu dönemde öne çıkan
iki soruna dikkat çekmekle yetiniyoruz.
Birincisi Esad’a karşı oluşturulan muhalefetin yeniden biçimlendirilmesi, ikincisi ise altı Patriot füzesi
bataryasının Türkiye’de Suriye sınırına yakın yerlere
yerleştirilmesi meselesidir.
ABD emperyalizminin, AB ve içindeki emperyalistlerin, TC’nin, Arap Ligi’nin vd. oluşturup desteklediği
Suriye Ulusal Konseyi (SUK), işverenlerinin istediği
görevi yerine getirmediğinden, özellikle de Esad’a karşı muhalefeti birleştirme yeteneğine sahip olmadığından, buna bağlı
olarak da Esad’a
karşı mücadelede
verimli olamadığından; yeniden
dizayn edildi. Bu
adımın atılmasını talep eden güç,
öncelikle ABD
emperyalizmiydi.
2012 yılı Kasım
ayı
başlarında
Katar’ın
Doha
kentinde yapılan
toplantıda SUK
çatısı altında toplananlar dışındaki muhalefetin de birleştirilmesi için görüşmeler,
pazarlıklar sürdü.
Medyaya yansıdığı kadarıyla toplantının ilk günlerinde kapsamlı bir muhalefet gücü oluşturulamamış,
esasında SUK yönetimi yenilenmiş, reorganize edilmiştir. SUK başkanlığına Hristiyan inancından olan
ve Türkiye’de yaşayan George Sabra getirildi. Bu arada SUK’tan istifaların, ayrılmaların yaşandığı yönlü
haberler de basına yansıdı.Fakat daha sonradan basına yansıyan haberlere göre istenen yeni muhalefet yapılanması gerçekleştirilmişti. “Suriye Ulusal Konseyi”
de böylece lağvedilmiş ve yeni çatı altında çalışmalarını sürdürmeyi kabul etmiştir.
Muhalefetin yeni adı: “Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu”dur. Bu aynı zamanda
“Suriye Ulusal Koalisyonu” olarak da ifade edilmektedir. Kuşkusuz adının değiştirilmesi otomatik olarak
bu muhalefet çatısı altında birleşen güçleri değiştirmemiştir. Suriye’de Esad rejimine karşı olan muhalefetin parçalı durumu son bulmuş değildir.
panorama
Buna rağmen yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Yeni lerin başka hesapları da olduğunu, bu adımların çok
oluşturulan bu muhalefet (çatı örgüt) Suriye’lilerin yönlü hesaplar içinde sadece ikisi olduğunu ortadan
uluslararası alandaki meşru temsilcisi olarak günde- kaldırmıyor. Esad rejimine karşı tavır bağlamında
me getirilmiştir. Birçok devlet oluşur oluşmaz tanı- da uluslararası düzeyde var olan çelişkiler varlığını
ma adımını attı. Ama esas karar 12 Aralık’ta Fas’ın sürdürüyor. Diğer hesapları saymazsak Patriot’ların
Marakeş kentinde yapılan “Suriye Halkının Dostları” Türkiye’ye yerleştirilmesinin aynı zamanda Suriye’ye
toplantısında verildi. 114 devletin desteklediği söyle- yönelik havasahasında uçuş yasağının ilan edilmesine
nen karara göre, “Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri hazırlık hesabı da vardır. Bu da Esad karşıtı muhaleUlusal Koalisyonu” “Suriye halkının tek meşru temsil- fetin (SUK’nın) kimi temsilcilerinin taleplerini karcisi” olarak kabul edilmiştir.
şılama ve Esad’a karşı daha etkili savaşma olanağını
Böylece muhalefetin tüm bu devletler tarafından yaratma hesabıyla içiçedir.
açıkça desteklenmesinin yolu da açılmıştır. Bunun bir
Uluslarası diplomatik çabalar çelişmelerle uygun
başka hesabı da şimdilik yurtdışında Esad’a alternatif halde çıkmazdadır. BM Özel Temsilcisi Lakhdar
bir “Hükümetin” kurulmasıdır.
Brahimi’nin diplomatik çabaları da esasınPatriot füzelerinin Türkiye’ye yerleşda yine kendisine görev verenlerin
tirilmesine gelince, durum kısaca
engeliyle karşılaşıyor. Kofi Annan
Sonuçta
2013
şöyledir. Türkiye devlet olarak
bile muhalefet ve Patriot füzeNATO’nun kuruluş belgesileri konusundaki gelişmeleri,
yılında Esad rejimine
nin dördüncü maddesinin
30 Haziran 2012 tarihinde
karşı mücadelenin genişötesinde beşinci maddeyi
Cenevre’de yapılan toplande gündeme getirmeye çaleme olasılığı ve hatta eğer
tıda tarafların üzerinde uzlışmış ama şimdiye kadar
laştığı yaklaşımı ortadan
Esad
yeni
oluşturulan
muhabeşinci madde gündeme
kaldıran bir gelişme olarak
lefet tarafından koltuğundan değerlendirip eleştirmektealınmamıştır. Türk devletinin tampon bölge oluşturuledilmezse, dıştan doğrudan dir. Rusya, Çin vd. de buna
ması tavrı da şimdiye kadar
benzer tavır içindeler. BM
bir
müdahale
olasılığı
da
fazla taraftar bulmadı. Yapılan
Genel Kurulu’nda (20 Aralık
NATO toplantılarında ya da gö2012)
çoğunluk oyuyla –bağlavardır.
rüşmelerde “Türkiye’ye destek” veyıcı olmamasına rağmen- yine tek
rildiği yönlü açıklamalar yapıldı. Özelyanlı bir kınama tavrı, 135 devletin
likle Urfa’nın Akçakale ilçesine havan ve
evet, 12 hayır ve 36 çekimser oyuyla karar altop mermilerinin düşmesiyle beş kişinin ölmesi ve 13 tına alındı. Çelişkilerin Rusya, Çin, İran ve kimi Latin
kişinin yaralanması olayı ve devamındaki gelişmeler, Amerika devletleri ile ABD, AB ülkeleri başta olmak
Türk devletinin “kendisini koruması için” NATO’dan üzere Arap Ligi ülkelerinin çoğu vd. arasında olduğu
önlem alma talebinde bulunmak için görüşmeleri sür- gerçeği her seferinde kendisini göstermektedir.
dü.
Sonuçta 2013 yılında Esad rejimine karşı mücadeSonunda NATO, 6 Patriot füze bataryasıyla 1200 lenin genişleme olasılığı ve hatta eğer Esad yeni oluşkadar askeri Türkiye’de Suriye sınırına yakın yerlere turulan muhalefet tarafından koltuğundan edilmezse,
yerleştirme kararını verdi. NATO üyesi ülkeler içinde dıştan doğrudan bir müdahale olasılığı da vardır. Yani
Patriot’ların sadece ABD, Almanya ve Hollanda’nın Suriye’de her şey mümkündür! Şimdiye kadar SUK
elinde bulunmasına dayanılarak da bu ülkelerin par- içinde yer almayan ve dış müdahaleye de karşı çıkan
lamentoları, yetkili mercileri tartışıp verilen kararı Esad karşıtı muhalefet ve bu muhalefet içinde de önonayladılar. 2013 Ocak ayı ortalarında bu füze batar- celikle Kürtlerin tavırları da gelişmelerin hangi yönde
yalarının Malatya, Maraş ve Adana’ya yerleştirileceği olacağını belirleme konusunda önemlidir. Gelişmeleaçıklandı.
rin hangi yönde olacağını ise birlikte göreceğiz.
Esad rejimine karşı savaşın “yeni” araçlarla ve metodlarla sürdürüleceğinin önemli adımlarıdır bu iki
gelişme. Kuşkusuz “iki gelişme” dediğimizde bunların
23 Aralık 2012 ✓
hem uluslararası düzeyde hem de Türkiye’de egemen-
35
panorama
Eskisi de yenisi
de aynı: Obama
Başkan seçildi!
- ABD -
6
36
Kasım 2012 tarihinde ABD’de seçimler yapıldı.
Medyada öne çıkarılan başkanlık seçimiydi ama
seçimler bununla sınırlı değildi. Hem Temsilciler
Meclisi hem de Senato’nun üçte birinin yenilenmesinin yanısıra kimi eyaletlerde vali seçimleri de sözkonusuydu.
Cumhuriyetçilerin başkan adayının belirlenmesi
için yarış aylarca sürdü ve Obama’ya rakip olmayı
Mitt Romney kazandı. Ardından da Romney ile Obama arasında seçim yarışı başladı. Bu iki aday arasında göze batan esas farklılık Romney’in Obama’nın
tersine savaş yanlısı tavırlar takınmasıydı. İç siyaset
açısından ise, özellikle Obama tarafından kararlaştırılan ve yürürlüğe konan sağlık sigortasını ortadan
kaldıracağını, Obama’nın zenginlerden daha fazla
vergi alma düşüncesine karşı, Romney’in vergi sisteminde zenginlerin vergiden muaf tutulduğu ya da
az vergi ödediği bir tavrı savunması öne çıkan farklılıklardı. Buna rağmen ama seçim yarışı 2008’e göre
sönük geçti ve adaylar arasında köklü denecek bir
fark yoktu. Seçilmeleri durumunda tarzları dışında
ABD’nin siyasetinde, emperyalist çıkarların savunulmasında özde bir farklılık yoktu.
Obama’nın dört yıllık başkanlığı sürecindeki icraatlarının kitlelerin ondan beklentilerini boşa çıkardığı ve beklentilerin yüksek tutulmadığı da ayrı
bir olgudur. Ekonomik ve mali krizin esas yükünün
yine işçilere emekçilere yüklenmesi, devlet borçla-
rının 16 Billion Doları geçmesi ve bu borçlanmanın
sürdürülmesi vb. durumu kitlelerin Obama’dan beklentilerinin boşa çıkmasıyla birleştiğinde, Obama’nın
seçimleri kaybedebileceği yönlü tahminleri güçlendiriyordu.
ABD emperyalizminin içinde bulunulan durumdaki çıkarlarının savunulması bağlamında Romney’in
Obama’nın siyasetine alternatif olabilecek bir programı ise gerçekten yoktu. Emperyalist kesimlerin bir
bölümü Romney’i desteklese de, önemli bir kesimi
Obama’yı desteklemiştir. Obama’nın seçimlerde 852
milyon dolar ve Romney’in ise 752 milyon dolar harcadığı açıklandı. Gereksiz harcamalar arasında gösterilen televizyon reklamları giderleri ise 900 milyon
dolar olarak belirtildi. Seçimlere toplam 6 Milyar Dolar harcanarak yeni bir rekor kırıldı. Tabii ki bu giderler değişik ekonomik çıkarlara sahip olan kesimlerce karşılandı. Altı büyük bankanın ABD’nin Brüt
İç Ürün’deki payının 1995’te %20’nin altında olduğu
ve bunun 2009 yılında %65 civarına yükseldiği yönlü
verilere bakıldığında, yönetimin de egemen tekellerin çıkarlarının temsilcisi olduğu bilindiğinde, kimin
başkan seçileceği fazla önem arzetmiyordu.
Seçim propagandası içinde ilginç olan bir nokta “The Portsmouth Herald” adlı günlük gazetenin
yorumcularından Bill Case’nin, ABD Komünist
Partisi’nin Obama’yı destekleme tavrına dayanarak
“Önümüzdeki başkanlık seçimlerinde gerçek soru, bi-
cumhuriyetçiler Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu
kazandı. Senato’da ise az bir farkla demokratlar çoğunluğu elde etti. Bu durum da Obama’nın Başkan
olarak çıkarmak istediği kararların Meclis ve Senato
tarafından da onaylanması gerektiğinden işini zorlaştırmıştır.
6 Kasım 2012 seçimlerinin galibi yine Obama’ydı.
Seçimden önce Mitt Romney’in kazanma olasılığının
büyük olduğu yönlü tahminler medyada kol geziyordu. Hatta 2008 yılında Obama’nın seçilmesine katkıda bulunduğu söylenen “Katrina” kasırgası gibi bu
sefer de “Sandy” kasırgası sayesinde Obama’nın kazandığı yönlü açıklamalar da eksik olmadı...
Seçmen sayısı net olarak belli olmamasına rağmen
oran olarak kullanılan oyların %51’ini Obama’nın,
%48’ini ise Romney’in aldığı yönünde sonuçlar
açıklandı. %1 ve üstü ise bağımsız aday(lar)a verilmiştir. Oy sayısı olarak Obama’nın 65.464.068 oy ve
Romney’in ise 60.781.275 oy aldığı bilgisi medyada
yayınlandı. Bu sayıların kesin veriler olup olmadığı
ise belli değil. Bunun kesin veri olduğunu kabul ettiğimizde Obama’nın 2008’e göre (66.882.230 oy aldığı
belirtilmişti) yaklaşık 1,5 milyon oy kaybettiği ortaya
çıkmaktadır. Cumhuriyetçiler ise yaklaşık 2 milyon
oy çoğaltmıştır. Sonuçta Obama -2008’deki seçime
göre 33 delege kaybetse de-, “seçmen delegelerinin”
332’sini, Romney ise 206’sını kazandı. Böylece ABD
emperyalizminin eski başkanı, yeni başkanı oldu.
Seçimden sonra yaptığı konuşmada taraftarlarına teşekkür ederken Romney ve yardımcısını “zorlu
kampanya” için tebrik eden Obama, diğer şeylerin
yanısıra şunları da söyledi: “Biz çocuklarımızın borç
yükü olmayan, eşitsizliklerle zayıflamamış, küresel
ısınmanın tehdit etmediği bir Amerika’da yaşamasını istiyoruz. Yeryüzünün şimdiye kadar gördüğü
en güçlü ordunun koruduğu güvenli ve saygın bir
ülke olarak devretmek istiyoruz.” (Hürriyet, 8 Kasım
2012) Obama’nın bu konuları dile getirmede ciddi
olup olmadığını tespit etmek zor. Ama dediklerinde
ciddi de olsa, Obama’nın önümüzdeki dört senelik
Başkanlık döneminde “borç yükü olmayan, eşitsizliklerle zayıflamamış, küresel ısınmanın tehdit etmediği” bir Amerika hedefine varamayacağını tespit
etmek için kahin olmaya gerek yoktur. Burada esas
vurgu “en güçlü orduya” yapıldığı ve bunun için de silahlanmanın daha da ilerletileceği ve bunun esasında
silah üreticilerine, satıcılarına yarayacağını söylemek
için de kahin olmaya gerek yoktur.
Temsilciler Meclisi’nde ise cumhuriyetçiler, -2010
panorama
zim kapitalist mi ya da marksist sosyalist bir ülke mi
olacağımız sorusudur.” diyerek “Şimdiye kadar hiç bir
Başkan, andaki Başkanımız kadar Komünizme/ Sosyalizme yakın değildi.” yorumunu yapmasıydı. ABD/
KP’nin tavrının “sağcılar yönetime gelmesin” diye
Obama’ya destek vermesi ise ibret vericidir.
ABD’nin seçim sisteminde Başkan doğrudan halk
tarafından seçilmiyor. Seçmenler “ikinci seçmen”
ya da “seçmen delegesi” denen delegeleri seçiyor. Bu
delegeler de – toplam 538- “Seçiciler Kurulu” olarak
Başkanı seçiyor. Seçimlerde bu delegelerden 270’ini
kazanan Başkan oluyor. Ayrıca her eyalette çoğunluğu elde eden taraf, eyaletin tüm “seçmen delegeleri”ni
kazanıyor. Örneğin oy sayımı sonradan belli olan
Florida’da, verilen bilgilere göre Obama oyların
%50,01’ini almıştır. Romney %49,14 oranında oy aldığı halde Florida’nın 29 delegesini de Obama (demokratlar) kazandı. Bu yüzden de seçim dalaşının
esası “seçmen delegesi” çok olan eyaletlerdeki seçimleri kazanmaya yönelik yürütülmektedir. Bu durum
ülke çapında kullanılan oyların çoğunluğunu almayan birinin de başkanlık seçimlerini kazanabilmesini
mümkün kılmaktadır.
ABD seçimleri bağlamında ilginç bir nokta da seçmen sayısının net olarak belli olmamasıdır. Gerçi
nüfusun 18 yaş ve üzeri sayısına bakıp seçme hakkı
olanların sayısı ortaya çıkarılabilir. Ama seçmen sayısı her seçimde kendisini kaydettiren seçmenlerin
sayısına göre değişmektedir. Örneğin 2008 yılındaki seçimlerde Obama’ya bağlanan umutlar sayesinde
yüksek katılımlı bir seçim yaşanmıştı. Buna göre 130
milyondan fazla insan –seçmenlerin %61’inden fazlası- seçime gitmişti... Obama ve rakibinin aldığı oylar
toplandığında ise 125 milyonu geçmişti. Bu hesabı yapanlara göre toplam seçmen sayısı 213 milyon kadardır. Fakat bu seçimlerde kayıtlı olan seçmen sayısı 146
milyon olarak medyaya yansıdı. Hürriyet gazetesinin
7 Kasım tarihli haberine göre ise 180.345.625 seçmen
vardır. Kısacası seçmen sayısı konusunda güvenilir,
net bir sayı yoktur. Buna rağmen açık olan şey, seçime
katılmayan seçmenlerin sayısının yüksek olduğudur.
Ortalıkta dolaşan farklı rakamlara göre, 50 ile 90 milyon arası sayıda seçmen seçimlere katılmamıştır.
Temsilciler Meclisi ve Senato’da çoğunluk sağlamak, kendi programını uygulayabilmek açısından
her Başkan için önemlidir. Obama ve demokratlar
2008 yılında yapılan seçimlerde çoğunluğu kazanmışlardı. Fakat Temsilciler Meclisi için seçimler iki
yılda bir yapılmaktadır. 2010 yılındaki seçimlerde
37
panorama
38
seçimlerine göre 7 milletvekili azalsa da- çoğunluk- ler yasası” somutunda sayısı 12 milyon olarak verilarını korudu. Buna göre cunhuriyetçiler 233, de- len “kaçak” göçmenlere vatandaşlık hakkı sorunu
mokratlar ise -2010 seçimlerine göre 5 milletvekili da çözülmeyi bekleyen önemli sorunlardan biridir.
artırarak- 195 milletvekili kazandı. Boşta kalan 7 Obama’nın seçimi kazanmasında önemli rol oynayan
milletvekili koltuğunun durumu ise belli değil.
ve “hispanik” ya da “siyahlar” denen kesimlerin oySenato’da demokratlar 53, cumhuriyetçiler 45 ba- larını almadan seçimleri kazanmanın zor olduğunu
ğımsızlar da 2 koltuk sahibi. Bağımsızların demok- gören cumhuriyetçilerin, sözkonusu bu yasanın çıkratlara yakın olması ise, bunların da demokratlara masına destek vermelerinin olasılığı vardır.
sayılmasına yol açmıştır. Seçimlerde 33 senato koltuDış siyaset ya da ilişkiler meselesi de Obama’nın
ğu sahibi yenilendi ve demokratlar 23, cumhuriyet- eski döneminde olduğu gibi yeni döneminde de cidçiler 8, bağımsızlar da 2’sini kazandı. Bu durumda di sorunları içermektedir. Mali ve ekonomik krizin
Obama almak istediği kararlarda, çıkarmak istediği birlikte getirdiği sorunlar, Irak, Afganistan ve diğer
yasalarda Temsilciler Meclisi’nin (cumhuriyetçilerin) ülke ve bölgelerdeki savaşların beraberinde getirdiği
engeliyle karşı karşıyadır.
sorunlar, doların uluslararası düzeyde değerinin
Obama’nın ikinci başkanlık dönemindüşürülmesi bağlamında karşılaşılan
de karşı karşıya olacağı sorunlar,
sorunlar; Suriye’ye yönelik siyaset
hem ülke içinde hem de uluslave Ortadoğu’daki sorunlar, emABD seçimleri bağrarası arenada azalmamıştır.
peryalist büyük güçler içinde
lamında ilginç bir nokta da
Daha yeni dönem görevine
Çin ile yaşanmak zorunda
seçmen sayısının net olarak belli
başlamadan Obama ve yökalınan rekabet, Çin’in doolmamasıdır.
Gerçi
nüfusun
18
yaş
netimini uğraştıran sorunlar bazındaki döviz reservve üzeri sayısına bakıp seçme hakkı
ların başında 2013 yılının
lerinin yüksekliği ve istebütçesinin
belirlenmesi
se bununla ABD’yi iflasa
olanların sayısı ortaya çıkarılabilir.
meselesi gelmektedir. Vergötürebilme
olasılığı... ve
Ama seçmen sayısı her seçimde kengi ve mali konularda cumburada ifade etmediğimiz
disini kaydettiren seçmenlerin
huriyetçilerle anlaşamazsa,
daha bir çok sorun, Obama
sayısına göre değişmektedir.
devlet borçlarının üst sınırını/
yönetimini uğraştıracağa benlimitini daha fazla yükseltemezziyor.
se, ekonomik ve mali kriz kendisini
Sözün kısası, Obama geçen dört
daha da sert biçimde gösterebilir.
yıllık süreçte sistemin bir parçası olSeçim propagandasında ve vaatlerinde günduğunu icraatlarıyla isbatlamıştır, gelecek dört
deme gelmese de Obama’nın karşı karşıya kalacağı yıllık süreçte de aynısını yapacaktır. İnsanların tensorunlardan biri emeklilik sistemi sorunudur. Bunun lerinin renginin, onların sınıfsal karakterini belirleemekli olma yaş sınırının yükseltilmesi temelinde mediği bir kez daha açığa çıkmıştır. Rengi ne olursa
mi yoksa emeklilik aylıklarının düşürülmesiyle mi olsun burjuvazi ve temsilcilerinin, renkleri ne olursa
“çözüleceği” soru işaretidir. Açık olan şey bunlar- olsun tüm işçi ve emekçilere düşman olduğu da açıkdan hangi yol seçilirse seçilsin kaybeden milyonlarca tır. Mesele soruna işçi sınıfının sınıfsal temeldeki
emekli olacaktır.
yaklaşımını kendimize mal etmek ve sınıfsız, sömüObama’ya oy kazandıran sağlık sigortası sorunu rüsüz bir dünya için mücadeleyi körüklemek ve bu
ise yeni değişikliklerle yerine oturtulması, sağlam- uğurda elimizden geleni sonuna dek yapmaya çalışlaştırılması gerekiyor. Bu konuda da Obama istediği maktır.
gibi kararlar çıkaramadığından bu yolda kaplumbağa
ABD emperyalizmine karşı olduğu gibi tüm emhızıyla ilerleme durumunda. Önümüzdeki dört sene peryalist dünya sistemine karşı mücadele dünyanın
içinde, yani Obama’nın başkanlığı sürecinde daha ezilenlerinin, sömürülenlerinin devrim için, soskötü hale gelmeyecek alanların başında sağlık sigor- yalizm için mücadele birliğini gerektiriyor. Yaşasın
tası sorunu gelmektedir. Bir dahaki seçimlerde seçi- dünyanın tüm işçilerinin ve ezilen halklarının birliği
lebilecek cumhuriyetçi bir başkanın sağlık sigortasını ve ortak mücadelesi!
iptal etme ihtimali varlığını sürdürüyor.
Obama’nın 2008 seçimlerinde vaat ettiği “göçmen24 Aralık 2012 ✓
- MISIR -
M
ısır’daki gelişmeler “kontrollü geçiş”te iktidar
dalaşının değişik biçimlerde sürdüğünü ve bu
“geçiş”in engebeli olduğunu yeniden göstermektedir. Ezilenler açısından esas sorunların başında gelen
en önemli sorunlardan biri, gerçekten işçi sınıfının
ve emekçilerin öncü gücü olan bir komünist partinin yokluğu sorunudur. “Arap Baharı” bağlamında
Mısır’daki gelişmelere değindiğimiz yazılarımızda
özel olarak işçi sınıfının bu mücadeledeki yerini ve
rolünü ortaya koymadık. Bu olgu, esasında ülkedeki
genel gelişmelerin öne çıkmasına bağlı olarak oluşan
bir durumdur. Anlaşılır ama eksik olan bir şeydir bu.
Bunu kabul etmemize rağmen, dergimizin iki aylık
periyotlarla çıkması ve buna bağlı olarak uluslararası
alanda öne çıkan gelişmelerden sadece az sayıdaki gelişmeye değinebilmemiz, bizim önemli gördüğümüz
her konuda tavır takınmamıza olanak tanımamaktadır. Bunun okurlarımız tarafından anlayışla karşılanmasını arzu ediyoruz. Bu durumu aşabilmemizin
bir yolu okurlarımızın bize desteklerini sürekli hale
getirmesi ve güçlendirmesidir.
Mısır’da yaşanan mücadelelerde işçi sınıfının durumu ve rolünü ortaya koymada yaşanan bir sıkıntı
da, esasında bu konuda medyaya çok az haberin yansımasıdır. Arapça okuma imkanımızın olmaması ise
bir başka engeli teşkil ediyor. Kuşkusuz ki Arapça
bilen okurlarımızın bu konuda bizi desteklemesi çok
önemlidir. Eksikliğini sürekli hissediyoruz.
Bizim bu durumumuza rağmen Mısır’da işçi sınıfı kendi hakları için mücadele vermeyi sürdürüyor...
Evet Mısır’da işçi sınıfının mücadelesi hakkında
medyaya fazla haber yansımasa da, az sayıdaki haber-
ler bile işçi sınıfının giderek daha fazla kendi hakları
için mücadele ettiğini ortaya koymaktadır. Örneğin
ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, işten atılanların geri işe alınması, uzun
vadeli sözleşmeler vb. için verilen mücadelede 2012
yılında gerçekleşen eylem sayısı yüzlercedir. Sadece
Eylül ayının ilk yarısında gerçekleşen protesto eylemleri, grevler 300 kadardır. Bunların 131’i kamu hizmetlerinde, 61’i sanayide, 62’si üniversiteler de içinde
olduğu okullarda, 11’i transport işlerinde ve 10’u hastahanelerde ve diğerleri de başka alanlarda gerçekleşmiştir. Tüm bu grevlerin resmen kabul edilen sendikalara rağmen gerçekleşmesi ise bir başka olgudur
ve bu grevler devlet tarafından “illegal” ya da “korsan” grevler olarak kabul edilmektedir. İlginç olan
bir durum da bu mücadelelerde önemli rol oynayan
sendikaların, 1200 kadar işletme sendikası olmasıdır.
Yani her işletmede resmi sendika dışında örgütlenen
işletme sendikası vardır ve o işletmede mücadeleyi de
bunlar örgütlemektedir. Kuşkusuz ki bu mücadeleler
devletin saldırganlığına maruz kalmaktadır. Kimileri
grev örgütlemekten hapis cezasına çarptırılmaktadır.
Buna rağmen ama Mısır’da işçi sınıfının demokratik
hakları için mücadelesi giderek güçlenmektedir.
Son haftalarda Mısır’daki gelişmeler bağlamında
Türkiye ve batılı medyayı işgal eden gelişmeler esasında iki konuyla ilgilidir. Biri Başkan Mursi’nin 22
Kasım’da kendi yetkilerini genişleten kararname ve
buna karşı protestolar idi, diğeri de Anayasa’nın oluşturulması ve bunun için referandumdu.
Mursi’nin 22 Kasım’daki kararnamesinin özü, yeni
anayasanın yürürlüğe girmesine kadar, Mursi tara-
panorama
Anayasa
referandumu ve
gelişmeler...
Son haftalarda Mısır’daki gelişmeler
bağlamında Türkiye ve batılı
medyayı işgal eden gelişmeler
esasında iki konuyla ilgilidir. Biri
Başkan Mursi’nin 22 Kasım’da kendi
yetkilerini genişleten kararname ve
buna karşı protestolar idi, diğeri de
Anayasa’nın oluşturulması ve bunun
için referandumdu.
39
panorama
40
fından, Başkanlık koltuğuna oturduktan itibaren alınan kararların, kararnamelerin değiştirilemeyeceği
ve kurucu meclisin herhangi bir mahkeme kararıyla
dağıtılamayacağı vb. idi. Aslında bununla yetkilerini
genişletse de, Mursi referanduma sunulacak Anayasa taslağını garantiye alıyordu. Mursi aynı zamanda Başsavcı’nın görev süresini de dört yılla sınırlayarak, andaki Başsavcı görevinde olan ve Mübarek
tarafından 2006 yılında tayin edilen Abdülmecid
Mahmud’un görevine son verdi. Tüm bunların yanısıra “Başkan devrimi, ulusal birliği korumak ya da
ulusal güvenliği
sağlamak için gerekli gördüğü her
önlemi almaya
yetkili olacak.”
denilerek “ulusal birlik” adına
Mursi tek yetkili
ilan ediliyordu.
Sözkonusu
bu
kararnamede,
medyaya
yansıdığı kadarıyla
Mursi Anayasayı hazırlamakla
görevli olan 100
kişilik kurula 2
aylık ek süre tanıyordu.
Bu kararnameye karşı protestolar başladı ve bu protestolara kimi yerlerde yüzbinlerce ifade edilen katılım sağlandı. Bu protestolarda, Tahrir Meydanı’nın
yeniden işgali gibi Başkanlık binasının 100 bin kişi
tarafından kuşatılması gibi eylemlerin yanısıra, Başsavcı Abdülmecid Mahmut’un görevden alınmasını
“yargıya müdahale” olarak gören hakimler ve savcıların protestoları da gündemde yerini aldı. Binlerce
Avukat da bu protestolara destek verdi. Protestolarda
yine çatışmalar yaşandı ve en az 10 kişi yaşamını yitirirken yüzlercesi yaralandı. Müslüman Kardeşler’in
bürolarına saldırıldı, yakıldı.
Protestolarda dile getirilen esas talep Mursi’nin
sözkonusu kararnameyi geri alması, iptal etmesiydi.
Mursi’nin bu protestolara yanıtı ilk önce “Kararlarım
geçicidir” biçiminde oldu. Gerçekten de bu kararname yeni Anayasa’nın yürürlüğe girmesine kadardı ve
bu da “geçici” idi... Mursi’nin kararnamenin kapsa-
mını daraltacağını söylemesine rağmen protestolar
dinmedi. Protestocular tarafından kararname geri
alınana kadar eylemlerin sürdürüleceği açıklandı.
Tahrir Meydanı’nda 26 siyasi örgüt ve harekete mensup binlerce insan bir haftalık oturma grevi eylemi
gerçekleştirdi.
Bu arada Anayasa’yı hazırlamak için oluşturulan
100 kişilik kurulda Müslüman Kardeşler ve Selefiler’i
protesto eden laik kesimler bu çalışmayı terk ediyordu. 29 Kasım’a gelindiğinde, Mursi’nin 2 aylık ek zaman tanımasına rağmen acil
bir maratonla
Anayasa maddeleri onaylanmaya başlandı
ve 1 Aralık’ta
Anayasa taslağı
Başkan Mursi’ye
sunuldu. Anayasa
taslağı
daha Mursi’ye
teslim edilmeden, Anayasa
için
referandumun Aralık
ayı ortalarında
yapılacağı ilan
edildi. Böylece
pr ot e s t ol a rd a
hem kararnamenin hem de referandum tarihinin iptali yönünde talepler gündemi belirledi ve Anayasa
taslağının da yeniden hazırlanması istendi. Bu arada Anayasa Mahkemesi’nin (çalışanlarının tabii ki)
grevciler arasına katılması ve birçok gazetenin ortak
başlıkla “Diktatörlüğe hayır!” diye yayınlanması vb.
gelişmeler ortamı iyice gerdi.
Hakimlerin, savcıların ve de avukatların protestolara katılması, grev yapmasının perde arkasında
yatan gerçeklik, yargıya müdahaleyi protesto etme
adına Mursi’ye karşı, kendi çıkarlarını koruma çabası
vardır. Bu aslında Türkiye’de devletin Kemalist memurlarının AKP’ye karşı tavırlarına benzemektedir.
Mübarek döneminin bürokratları kendi konumlarının ve de çıkarlarının zedelenmesine karşıdırlar. Bu
bürokratlar protesto hareketini genelde belirleme
durumunda değil ama yine de önemli bir tabakayı
oluşturmaktadır. Mübarek’e karşı mücadelede mücadelenin hedefi durumunda olan bürokratların bir ke-
lığında ve de ordunun ekonomik işleri alanındaki
iktidarı ve egemenliği, verilen bilgilere göre bu Anayasa ile de varlığını sürdürmektedir. Burada şunu
da belirtmek gerekiyor ki, bizim bu değerlendirmemiz medyaya yansıyan bilgilere dayanmaktadır,
Anayasa’nın kendisini inceleme durumunda değiliz.
Yani sözkonusu edilen maddelerin gerçekte neyi içerdiği belli değil.
Anayasa taslağının içeriğine ve referanduma karşı
protestoların yaşandığı, ama Mursi’nin yetkilerini
genişleten kararnameye karşı protestolara göre daha
zayıf olan protestoların devam ettiği bir ortamda, ordunun da desteğiyle Anayasa taslağı için referandum
15 ve 22 Aralık tarihlerinde gerçekleşti. Referandumda 130 bin polis ve 120 bin asker görevlendirildi.
Yazımızı yazdığımızda referandumun resmi sonuçları henüz açıklanmamıştı. Fakat medyaya yansıyan
haberlere göre referanduma katılım %32 idi. Anayasa
taslağına evet diye onay verenlerin oranı da %64’tü.
Yani toplam seçmen sayısının üçte biri referanduma
katılmıştı ve bunun üçte ikisi de Anayasa taslağına
evet oyu vermişti...
Rakamlarla belirtirsek belki daha anlaşılır olur.
51 milyondan fazla olduğu söylenen seçmenden 16,5
milyonu referanduma katılmış ve yaklaşık 10,5 milyonu Anayasa taslağına evet oyu vermiştir. Yani 40
milyondan fazla insan bu Anayasa taslağına onay vermemiştir. Kaba bir hesapla yaklaşık olarak seçmenlerin %20’sinin oyuyla Anayasa onaylanmış oluyor!
Resmi sonuçların rakamları değiştirebileceği kabul
edilse de, sonucun, yani Anayasa taslağının onaylanması sonucunun değişmeyeceği kesin gibi görünmektedir. Muhalefetin bu sonucu kabul etmemesi
ve protestolarını sürdürmesi ve hatta çatışmaların
yoğunlaşması durumunda farklı bir durum ortaya
çıkabilir. Fakat andaki durumda Anayasa taslağının
onaylandığını ve iki ay içinde parlamento seçimlerinin gündeme alınacağını hesaba katabiliriz. Bu
hesabı altüst edecek esas şey, gerçekten de kitlelerin
militan mücadelesidir. Esas mesele de içinde bulunulan koşullarda böylesi bir mücadelenin olmasının
ihtimalinin ne kadar olduğudur. Kitlelerin militan
mücadelesi ile zorlanmadığı sürece ordu ile anlaşan
Mursi’nin bu konuda geri adım atacağının ihtimali
azdır.
Mısır’daki “kontrollü geçişin” daha nelere yol açacağını ve ne zaman son bulacağını göreceğiz.
24 Aralık 2012 ✓
panorama
simi, şimdi Mursi’ye karşı mücadelenin bir kesimini
oluşturmaktadır.
Gerek protestolara katılımların yükseldiği ve Aralık ayı başlarında 100 bin kişinin Başkanlık binasını
kuşattığı ve durumun hiç de öyle kolayca kontrol altına alınamayacağının görüldüğü, on kadar insanın
yaşamını yitirdiği şiddetli çatışmaların yaşandığı bir
ortamda, ABD emperyalizminin Dışişleri Bakanı ve
de Başkanı devreye girdi ve Mursi’nin acilen diyalog
için adımlar atması talep edildi. Bu arada Ordu da bir
yandan protestoculara karşı Mursi’yi korurken, tanklarla, uçaklarla kendisini gösterirken “karanlık bir
tünelden geçen Mısır’ın felakete doğru sürüklendiği,
ancak ordunun buna izin vermeyeceği” yönlü açıklama yapıyordu.
Bu talep ve açıklamanın ertesinde “ulusal diyalog” adı altında 54 kadar olduğu söylenen temsilci ile
Mursi 8 Aralık’ta bir araya geldi ve yaklaşık 11 saatlik görüşme sonrasında Mursi, protestolara yol açan
kararnameyi geri aldığını ilan etti. Fakat Anayasa
için referandumun 15 Aralık’ta yapılması kararından
vazgeçmedi. Mursi’nin sözcüsü Başkanın referandumu erteleme yetkisi yoktur diye durumu açıklamaya
çalıştı. Mursi’nin bu adımı protesto eylemlerinde bir
azalmayı beraberinde getirse de eylemler son bulmadı. Bu adımdan itibaren gündemde esasında Anayasa
taslağının eleştirisi ve referandumda takınılacak tavrın ne olacağı sorunu vardı.
Savcıların, hakimlerin ve de avukatların protestoları nedeniyle referandumu denetleyecek hakimlerin
azlığından dolayı, referandum tarihi 15 Aralık ve 22
Aralık olarak belirlendi. Birincisinde 10, ikincisinde
17 ilde referandum yapılacaktı. Buna göre 51 milyondan fazla olan seçmen sandık başına çağrılıyordu.
Anayasa taslağının 1 Aralık’ta Mursi’ye sunulduğu ve
içeriğinin kitleler tarafından gerçekte bilinmediği ve
üzerine tartışmadığı bir ortamda referanduma gidiliyordu.
Anayasa taslağı üzerine ordu ile Mursi/ Müslüman
Kardeşler ve Selefiler uzlaşmıştı. Arka plana geçse de
ordunun ülkenin en büyük patronu olarak çıkarları,
imtiyazları, medyaya yansıdığı kadarıyla Anayasa
taslağında korunuyordu. Bu konuda anda Mısır’da
egemen olan taraflar arasında bir uzlaşmanın olduğu
yeniden ortaya çıkmaktadır. Kendi aralarındaki çelişkilere rağmen işçilere, emekçilere karşı ve de ülkede bir “sola” kayışı engellemek için asgari müştereklerde buluşmuşlardır.
Ordunun bütçe ve dış siyasette, savunma bakan-
41
✒
Açlık grevleri ve tartışılması
gereken bir konu!
okur mektubu
Kaynağı ne olursa olsun YDİ Çağrı olarak eylem biçimine olan eleştirimizin eylem
sürecinde, destek ve dayanışma ile birlikte dile getirilmemiş olması, yapılmış bir
hatadır.
A
şağıda, Abdullah Öcalan’ın çağrısı ile 68. gününde sonlandırılan açlık grevi eylemi hakkında
takındığımız tavrı eleştiren bir okurumuzun yazısını
yayınlıyoruz. Okurumuzun getirdiği eleştirileri doğru
buluyoruz. Biz açlık grevi eyleminin taleplerini haklı,
meşru ve desteklenmesi gereken talepler olarak gördük, destekledik. Açlık grevi eylemine başından itibaren süresiz-dönüşümsüz –ölüm orucu- şeklinde başlanmasını taktik olarak doğru bulmamamıza rağmen,
bu eylemi gücümüz ölçüsünde destekledik. Örneğin: 5
gün süren dönüşümlü dayanışma açlık grevi yaptık.
Bir bölgede, açlık grevleri ile dayanışma platformunun
kurulması ve dayanışma eylemlerinin yapılması sürecinde aktif olarak yer aldık. Çeşitli bölgelerde yapılan
dayanışma eylemlerine katıldık.
Bunları yaparken, açlık grevcileri ile dayanışma gösterirken; düşünsel farklılığımızı, ölüm orucu noktasında farklı düşündüğümüzü ortaya koymadık. Süresiz-dönüşümsüz açlık grevi yerine, süresiz-dönüşümlü
açlık grevi eylemi yapılması gerektiğini, bu somutta
doğrusunun bu olduğunu dayanışma içinde ortaya
koymamız gerekiyordu. Okurumuzun da dikkat çektiği gibi “eylem biçimine olan eleştirimizin eylem sürecinde, destek ve dayanışma ile birlikte dile getirilmemiş
olması, yapılmış bir hatadır.” Bu hatamızı kabul ediyoruz. Bu hatamızın bilincimize çıkmasını sağlayan
okurumuza teşekkür ediyoruz. YDİ ÇAĞRI
Değerli YDİ Çağrı çalışanları, yoldaşlar!
42
Bu mektubumla hem sizinle hem de dergimizi okuyan tüm devrimcilerle bir konuyu tartışmak istiyorum. Daha doğrusu bu mektubumla tartışmayı başlatmak istiyorum.
Hepinizin de bildiği gibi 12 Eylül 2012 tarihinde
başlatılan ve 68. gününde Abdullah Öcalan’ın mesajıyla son verilen bir süresiz-dönüşümsüz, yani ölüm
orucu eylemi gerçekleşti. Tartışmak istediğim nokta,
bu eylemin talepleri, “taleplerimiz gerçekleşene kadar
eylemimiz sürecek” açıklamaları, ya da eyleme “eylem amacına ulaşmıştır” denerek son verilmesi vb.
sorunları değil. Bu konulardaki değerlendirmelerin
ayrıca yapılması gereklidir ama yine de ben başka bir
konuyu tartışmaya açmak istiyorum.
Açlık grevi eyleminin sonlandırılması bağlamında dergimizin sitesinde 18.11.2012 tarihinde yapılan
açıklamada, açıklamanın sonunda şunlar yazılıyor:
“YDİ ÇAĞRI olarak açlık grevi eyleminin 68. gününde sonlandırılmasını olumlu buluyoruz.
Açlık grevi eyleminin başından itibaren süresiz-dönüşümsüz başlatılmasını taktik olarak doğru bulmamamıza rağmen; (Süresiz-dönüşümsüz açlık grevinin
diğer adı ölüm orucudur. Ölüm orucunu ilke olarak
reddetmiyoruz. Tutsaklar için ölüm orucu ancak hiçbir çıkış yolu kalmadığında, başka mücadele biçiminin/ yönteminin olmadığı koşullarda başvurulabilecek
bir eylem biçimidir. Bu somutta en başından itibaren
ölüm orucu ile eyleme başlanılması yanlıştı. Yapılması
gerekli olan süreli-dönüşümlü açlık grevi eylemi yapmak idi. Bu düşüncede olmamıza rağmen, eylem kırıcısı olmamak için düşünsel ayrılığımızı dayanışmanın
önüne geçirmedik.) bu eylemi gücümüz ölçüsünde destekledik. Açlık grevi eyleminin talepleri haklı, meşru
ve desteklenmesi gereken taleplerdi. 5 gün süren dönüşümlü dayanışma açlık grevi eylemi yaptık. Açlık grevi
ile dayanışma eylemlerine katıldık.
Bedenlerini açlığa yatıran Kürt siyasi tutsakların
mücadelelerini selamlıyoruz.”
Bu açıklamayı okumadan önce, bu konuda takınılan tavırlarda neden açlık grevinin süresiz-dönüşümsüz olmasına hiç eleştiri getirilmiyor diye eleştiri
mektubu yazmayı düşünüyordum. Ama bu açıklama
sorunun bu yanını açıkladığından, bu konuyu tartışmaya gerek kalmadı.
Bir YDİ Çağrı okuru
23 Aralık 2012 ✓
okur mektubu
şünsel farklılığımızı dile getirmeyelim? Bunu dile
getirmemiz dayanışmanın önünde engel mi? Ya da
dayanışmanın önüne geçirmek midir? Bence hayır!
Hem dayanışma, hem eylem ve hem de açlık grevi eyleminin süresiz-dönüşümsüz biçimi yerine, süresizdönüşümlü biçime büründürülmesinin doğru olduğunu savunmak mümkündür ve de doğrudur. Bu yol
ile de doğrudan eylem ve dayanışma içinde ilişkide
bulunduğumuz insanlara doğrunun propagandasını
yapmış oluruz. İnsanları ikna etmenin en etkili yollarından biri budur.
Bizim gücümüze ve etkilediğimiz kitleye baktığımızda somut eylemi değiştirme ya da sonlandırma
imkanı zaten yoktu. Fakat varsayalım ki on binlerce
kitleyi harekete geçirecek, yönlendirecek durumdayız. Peki böylesi bir durumda var olan yanlışa karşı
doğruyu savunma ve eylemi bizim doğru bulduğumuz yöne çevirmek için kamuoyu önünde açık eleştiri ve tartışmadan kaçınmamız mı gerekir? Ya da
başkaları nasıl yorumlarsa yorumlasın, yanlış eylem
biçiminin “eylem kırıcısı’ olup, eylemi doğru raya
oturtmak için mi mücadele edeceğiz. Bence ikincisi
doğrudur. Bu durumda doğru olan galip gelmiş olacaktır.
Kaynağı ne olursa olsun YDİ Çağrı olarak eylem
biçimine olan eleştirimizin eylem sürecinde, destek
ve dayanışma ile birlikte dile getirilmemiş olması, yapılmış bir hatadır. Bunun açıklanması ise kendimizi
egemen olan yaklaşıma, -eleştiri saldırıdır, ya destek
ya eleştiri diye ikisini karşı karşıya koyan yaklaşımauydurmuş olduğumuzun itirafıdır.
Tüm devrimcilerin eleştirinin saldırı olmadığı,
eleştiri ile desteğin, dayanışmanın birbirini dıştalamadığı, tersine eğer devrimcilerin, komünistlerin
mücadelesinin güçlenmesi isteniyorsa, açık ideolojik
mücadele, eleştiri ve özeleştirinin, devrim için mücadelede olmazsa olmazların başında geldiği bilinçlere
kazınmak zorundadır. Kimi durumlarda, yapılmış
yanlışlara, hatalara getirilen eleştiriler, dayanışmanın en büyüğü olabilir. Bunun için de doğru yaklaşımın devrimci hareket içinde egemen olabilmesi için
kendimizin savunduğumuz ML siyasete uygun davranmamız, diğerlerini buna ikna etmemiz gerekiyor.
Bunun için mücadele etmeye değer!
Bu mektubumun buna hizmet etmesi arzusuyla çalışmalarınızda başarılar dilerim.
✒
Evet, süresiz-dönüşümsüz açlık grevi diğer tanımıyla ölüm orucudur. Söz konusu talepler haklı ve
meşru da olsa, bunlar için mücadele vermek gerekli
de olsa, bu somutta eylem biçimi olarak ölüm orucu
yanlıştı. Açıklamada: “Yapılması gerekli olan sürelidönüşümlü açlık grevi eylemi yapmak idi” deniyor,
buna süresiz-dönüşümlü açlık grevi eylemi düşüncesi, önerisi de eklenmelidir. Yani açlık grevinin kendisi
süresiz, ama grev yapanlar bunu dönüşümlü yapacak.
Somut eylemde bu taktiğin seçilmesinin daha doğru
olacağını düşünüyorum.
Esas meseleme gelince durum şöyledir.
Yaptığım alıntıdaki açıklamada, eleştirimizi neden
kendimize sakladığımız açıklanmaktadır ve “eylem
kırıcısı olmamak için düşünsel ayrılığımızı dayanışmanın önüne geçirmedik” deniyor. Benim buna
itirazım var! Bilindiği gibi Türkiye ve Kuzey Kürdistan “sol” ve devrimci hareketi içinde eleştiri ile dayanışma birbirine karşı konmakta ve eleştiri saldırı,
eleştirenler de saldırgan ve de düşman olarak gösterilmektedir. Bunun pratik örneklerini doğrudan YDİ
ÇAĞRI çalışanları da sık sık yaşamıştır. Ya toplantılarda eleştirilere verilen yanıtlarda, takınılan tavırlarda ya da herhangi bir yerde bildiri dağıtma, dergi satma esnasında bu anlayış kendisini açığa vurmaktadır.
Bu yanlış anlayışlara karşı olduğumuzdan devrimciler arası ilişkilerde, ideolojik mücadeleyi, açık eleştiri ve tartışma yaklaşımını yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Acı bir gerçek ki, bizim dışımızda bu yaklaşıma
uygun davranan kimse hemen hemen yok. Gücümüze baktığımızda dağı iğneyle kazıp devirmeye benzer
bir durum söz konusu. Yani işimizin bu konuda da
çok zor olduğu açıktır. Fakat bu zorluk, bizim de aynı
tavrı savunmamızı haklı çıkarmaz.
Yanıt olarak bizim zaten böyle bir tavır savunmadığımızı söylemek, yazmak mümkündür. Genelde
doğrudur da. Ama alıntı yaptığım açıklamada eleştiri ile destek karşı karşıya konmakta, eylem kırıcısı
olmamak için eleştirimizi eylem sürecinde dile getirmediğimiz teslim edilmektedir. Başka bir ifadeyle
eleştirmenin eylem kırıcısı olmakla eş anlamlı olduğunu kabul ettiğimizden dolayı düşünsel farklılığımızı ortaya koymadık. Bu da yanlıştır. Eleştiri, farklı
düşünceyi savunmak ve ifade etmek eylem kırıcılığı
değildir. Eylem kırıcısı olmama adına farklı olan düşüncemizi kendimize saklamak da kökten yanlıştır.
“Düşünsel ayrılığımızı dayanışmanın önüne geçirmedik” ne demektir? Dayanışmamızı yaparken,
haklı ve meşru taleplere sahip çıkarken neden dü-
43
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
44
Gecikmiş bir mektup...
mu acaba?
D
ergimizin 156. sayısında “İşçi sınıfı içindeki milliyetçi yaklaşımlar ve enternasyonallik ilkesi”
başlıklı bir yazı yayınlandı. Sözkonusu yazıda daha
önce 1 Mayıs’ta ve 8 Ekim 2011 tarihinde Ankara’da
yapılan “Demokratik Bir Türkiye” mitinginde atılan
“Arabız, isyancıyız, kavgada kararlıyız” sloganı eleştirilmektedir. Aynı sayıda bu eleştiriye YDİ Çağrı adına “Eleştiri üzerine” başlığıyla tavır takınıldı. Yazıları
okuduğumda bu tartışma hakkında tavır takınmak
istedim, ama ne yazık ki bugüne kadar mümkün olmadı. Bu bağlamda mektubum gecikmiş durumdadır. Tartışmanın son bulmadığını söyleyen YDİ Çağrı
çalışanları beni yazmaya teşvik etti.
Tartışmanın konusu olan slogan bana göre
sorunludur, ama esas sorunum YDİ Çağrı adına bu
sloganın doğru olduğunu açıklamak için verilen
yanıtladır. Sloganın kendisine yakından baktığımızda,
karşımıza üç nokta çıkmaktadır: Arab olmak, isyancı
olmak ve kavgada kararlı olmak! İsyancı ve kavgada
kararlı olmak militan bir yaklaşımı ifade etmektedir.
Ama içeriği bilinmediğinde, ya da içeriğinden
bağımsız olarak kendi başına ele alındığında ne isyancı
olmak ne de kavgada kararlı olmak fazla bir şey ifade
etmiyor. Çünkü belirleyici olan kimin ne için kime
karşı isyan ettiği ve sözkonusu kavganın neyin kavgası
olduğudur. Yani dinci gericiler ve faşistler de isyancı
ve kavgalarında kararlı olabilirler. Militan olmanın
kendisi tek başına devrimci, komünist olmanın ölçüsü
ve isbatı değildir.
Peki bu iki noktanın başında ne yer alıyor? Arab
olmak! Arab olmanın kendisi de ulusal kimliğini,
kökenini ifade etme dışında şu ya da bu sınıfsal tavrı
belirleyen bir nitelik değildir. Sloganın kendisi isyancı
ve kavgada kararlı olmayı “Arab” olmaya bağlı olarak
vurgulamaktadır. Bu da sorunludur. Çünkü sınıfsal
mücadele tavrı bu sloganda ifade edilmemekte, tersine
milliyetçiliğe ya da milliyetçi düşüncelere hizmet
etmeye açık bir slogandır bu. Slogan hakkındaki
görüşümü özetledikten sonra “Eleştiri üzerine”
başlıklı yazıda sorun olarak gördüğüm kimi noktalara
bakalım. Sırasıyla gidersek durum şöyledir.
Eleştiri getiren okur, eleştirisini Ankara’daki eylemden
sonra yazılı hale getirmiştir. Sloganın 1 Mayıs’ta bir
bölgede atıldığını da yazmaktadır. Eleştiriye tavır
takınılırken sözkonusu sloganın oluşma süreci
anlatılmakta ve “Ne bu slogan üretildiğinde, ne de 1
Mayıs ertesinde bu slogan ile ilgili herhangi bir eleştiri
getirilmemiştir. Böyle olduğundan 8 Ekim 2011’de
Ankara’da düzenlenen ‘Demokratik Bir Türkiye’
mitinginde de bu slogan sık sık atılmıştır.” (sayfa
66) İstek, durumu ortaya koymak olsa da, eleştiri
Ankara’daki eylemden sonra –ki eylem anında sözlü
eleştiri getirildiği ve kısa bir tartışma yürütüldüğü ve
sloganın atılmasında sakınca olmadığı kararı verildiği
yönlü bilgi, eleştiri yazısında verilmektedir- gelmiştir.
Öncesinde eleştiri getirilmemiş olması sloganın doğru
olduğunu isbatlamaz. Eleştiri getirene de “niye daha
önce eleştiri getirmedin” dercesine tavır takınmak da
tartışmayı ilerletmez, tersine boğar. Eleştiri ne zaman
gelirse gelsin belirleyici olan içerik tartışmasıdır.
Slogana daha önce eleştiri getirilmemiş olması, bu
sloganı üreten ve atan okurların hatasının zamanında
görülmediğini göstermektedir. İçerikte farklı
düşünülmese, eleştiri getirene “iyi ki bizi uyardın,
geç de olsa yanlışımızı gördük” vb. biçimde tavır
takınılabilirdi.
Asıl sorun sayfa 67’de sloganın anlatıldığı paragrafta
yer almaktadır. Bütünlük içinde okunması için
tamamını buraya aktarıyorum.
“ ‘Arabız, isyancıyız, kavgada kararlıyız!’ sloganı
Mısır’da, Tunus’ta ve daha birçok Arap ülkesinde
yaşanan isyanlara gönderme yapan bir slogandır.
Bu slogan ile bu ülkelerdeki Arap halklarının kendi
burjuva diktatörlüklerine başkaldırmış olmaları
selamlanmaktadır. İsyan edenlerin Arap halkları
olduğu bilindiğinden, sloganın içeriğinde ‘Arabız’
sözünün geçiyor olmasını bir sorun olarak görmüyoruz.
Bunun yanında slogan Arap halklarının isyanının
selamını Çukurova bölgesinde yaşayan Arap ulusuna
da taşımaktadır. Yaşanan isyanlar örnek gösterilerek
TC’deki Arap ulusuna da bir mesaj gönderilmektedir.
Çağrı kortejinde yer alanların önemli bir bölümünü
Arap ulusundan gelen komünistler oluşturmaktadır.
1 Mayıs mitingine katılanların azımsanmayacak bir
bölümünü de yine Arap ulusundan işçi ve emekçiler
oluşturmaktadır. Bu nedenle sloganın bulunduğu bölge
itibariyle de ‘Arabız’ sözünü içeriyor olması anlaşılır
bir durumdur.” (sayfa 67)
Burada sloganın doğruluğunu savunmak için sapla
saman birbirine karıştırılıyor ve sloganın kendisinden
çok daha fazla ve açık milliyetçiliğe paye veriliyor.
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Haydi isyanlara gönderme yapmayı kabul ettik. Peki Bu terslik ezen ve ezilen ulusların milliyetçiliği
sözkonusu Arap ülkelerinde isyan eden halklar “Arap” anlatılırken de sürdürülmektedir. Kuşkusuz ezen
olma düşüncesi temelinde mi isyan etti? Egemenler ulus milliyetçiliği ile ezilen, ezene karşı başkaldıran
“Arap” ulusundan değil mi? Bu noktada “Arap” ulusun milliyetçiliği farklıdır. Ezilen ulusun ezilmeye
ulusu bir bütün olarak isyancı ve kavgada kararlı karşı mücadelesinde olan demokratik yan da, ezilen
gösterile bilir mi? İsyancı “Arap”ların karşısında ulus milliyetçiliğine karşı mücadele etmemeyi, ya
diktatör, zalim “Arap”lar yok mu? Yoksul Araplar da komünistlerin ezilen milliyetçilikten yana olması
egemen Araplara karşı isyan ettiyse o zaman sloganda gerektiği anlamına gelmez. Tersine, komünistler
niye Arap halkının işçilerine, emekçilerine vurgu her türlü milliyetçiliğe karşı mücadele vermekle
yapılmıyor da “Arap” olmaya vurgu yapılıyor? Üstelik yükümlüdürler. Mesele ezen ulus milliyetçiliğine
sözkonusu isyanlarda Arap ulusuna mensup olmayan karşı mücadele yol ve yöntemiyle, ezilen ulusun
milliyetlerden de ezilenler yer aldı, onları yok saymak milliyetçiliğine karşı mücadele yol ve yöntemlerinin
farklı olması meselesidir. Ulusal sorunda ikili görev
ne kadar doğrudur?
Slogan kendi başına “Çukurova’da yaşayan Arap de bu farklılığa bağlı olarak gündeme gelmektedir.
ulusuna mesaj” vermemektedir. Yaşanan isyanlar Ulusal sorunun çözümünde ezilen ulusların
sloganla, örnek olarak gösterilmemektedir. Ya burjuvalarının da söz sahibi olduğu belirtilmekte
ve Sovyetler Birliği’nde referandumda bunun nasıl
da “Arap halklarının isyanının selamını”
olduğuna örnek verilmektedir. Eğer ulusal
taşımamaktadır.
Burada
sloganın
sorun burjuvazinin önderliğinde
kendisi değil, sloganı atanların
“çözülme” durumunda ise, ya
bu sloganla ne yapmak istediği
Eğer ulusal sorun
da ayrılma hakkının nasıl
anlatılmaktadır, ama bu istek
kullanılacağı
konusunda
sanki sloganın içeriğiymiş
sözkonusuysa, o zaman
referanduma
gidilirse,
gibi gösterilmektedir.
Arap kökenli komünistlerin
burjuvazi de sözsahibidir,
Siyasi olarak yapılan bir
olacaktır.
Bu
ama
ikili görev bağlamındaki esas
önemli hata ise, sloganın
komünistlerin
ulusal
doğruluğunu,
Çağrı
görevleri Arap milliyetçiliğne
sorunun gerçek çözümü
kortejinde ve bölgede
Kuşkusuz
karşı mücadele etmeleridir. Bölgede değildir.
Arap
ulusundan
komünistler
iktidara
insanların
olması
yaşayan Arap ulusundan işçi ve
gelince ezilen ulusların
gerekçe gösterilirken
emekçilere “Arabız” bilincini, yani ayrılma
haklarını
yapılmaktadır.
özgürce
kullanma
Eğer
ulusal
sorun
ulusal yanı propaganda ve ajite
ortamını
oluşturmaya
sözkonusuysa,
o
etme
yerine
sınıfsal
birliğin
çalışır.
Ama
komünistler
zaman Arap kökenli
her
somutta,
sınıf
komünistlerin
ikili
propagandasını, ajitasyonunu
mücadelesinin
ilerletilmesi
görev bağlamındaki esas
yapmaları gerekir.
için neyi doğru bulurlarsa, o
görevleri Arap milliyetçiliğne
konuda
propaganda ve ajitasyon
karşı mücadele etmeleridir.
yaparlar.
Burada
esas mesele ezilen
Bölgede yaşayan Arap ulusundan
ulusun
özgür
iradesiyle
verdiği kararın
işçi ve emekçilere “Arabız” bilincini,
kabul
edilmesi
ve
buna
karşı
her
türlü zor ve
yani ulusal yanı propaganda ve ajite etme
şiddetin
kullanılmasının
reddedilmesidir.
Bu ama
yerine sınıfsal birliğin propagandasını, ajitasyonunu
ezilen
ulusun
vermiş
olduğu
kararın
komünistler
yapmaları gerekir. Burada yapılan açıklama ve
mantıkla, hangi bölgede hangi ulusa mensup insanlar tarafından her zaman doğru görüleceği anlamına
yaşıyorsa, o ulusal kimliğin vurgulanması ve öne gelmez.
çıkarılması haklı gösterilebilir. Bu yüzden “sloganın Ezen ve ezilen ulusların milliyetçiliklerinin farklılığı
bulunduğu bölge itibariyle de ‘Arabız’ sözü içeriyor ve ezilen ulusların burjuvalarının da sorunun
olması anlaşılır bir durumdur.”(abç) tespiti, ezilen çözümünde sözsahibi olacağı düşüncesi üzerine
ulus milliyetçiliğine teslim olmaktır. Ayrıca slogan tartışma, sloganın doğruluğunu anlatma çabası içinde
sadece sözkonusu bölgede değil, Ankara’da da atılmış gündeme gelmektedir. Ve bu noktada takınılan tavır,
ve eleştiri de bu eylemden sonra gelmiştir. Bu yüzden sloganın, milliyetçi düşüncenin yaygınlaştırılmasına
bölgeye atıfta bulunarak slogan haklı çıkarılamaz. hizmet ettiğini göstermektedir.
Sorun anlaşılabilirlik sorunu değil, bunun doğru Bu tartışmada bizim Arapları (TC sınırları içindekileri)
olup olmadığıdır. Mesele eğer Marksizm-Leninizm’in bir ulus olarak görüp görmediğimiz tartışmasının yeri
ulusal soruna yaklaşımı temelinde ele alınacaksa, yoktur. Çünkü eleştiri getiren okur, yazısında Arapların
buradaki tavır ML’nin ulusal soruna yaklaşımına bir ulus olmadığı düşüncesini savunmamaktadır.
Araplar bir ulus değil de ulusal azınlık olsaydı da
terstir.
45
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
46
sloganın içeriği ve tartışmanın özü değişmezdi. Arap Arap milletine karşı milliyetçi, ırkçı tavırlar dünyanın
ulusundan işçi ve emekçileri komünizme kazanmak, her yerinde değil ama birçok ülkede ve başta da
örgütlemek görevi de değişmezdi. Bir etnik kökenden Türkiye’de vardır. TC sınırları içinde ezilen ulus olan
gelen işçi ve emekçileri kazanma görevi, o etniğin ulus Arap ulusu -Filistin de buna eklenebilir-, en azından
olup olmadığına bağlı değildir, onların işçi ve emekçi 22 devlette egemen ve ezen ulus olma konumundadır.
olmasına bağlıdır. Etnik kökenleri bu mücadelede Hrant Dink örneği ile bu sloganın karşılaştırılması
yol ve yöntemler bağlamında, onların sorunlarını aynı zamanda, Araplara karşı ırkçı tavırların varlığı ile
öğrenme ve hakları için mücadelede dile getirme Ermenilerin soykırıma uğratılmasının da aynı kefeye
bağlamında vb. gözönüne alınacak, alınması gereken konmasına yol açıyor ve bu yanlıştır.
bir farklılıktır, ama komünizme kazanma, örgütleme TC sınırları içindeki Arap ulusu sözkonusu edilirken
görevi buna bağlı değildir.
ezilen bir ulus vardır. Ama genel olarak Arap
Bu yüzden de: “Arapları bir ulus olarak kabul olmaktan bahsedilirse, hem değişik devlet sınırları
ettiğimize göre Arap ulusundan işçi ve emekçileri içinde olan Araplar sözkonusudur, hem ezilen ulus
örgütlemek ve bu ulusal sorunun çözümü bağlamında olarak Araplar hem egemen ulus olarak Araplar;
da onları komünizme kazanmak YDİ Çağrı’nın tüm bunlara taç olarak da Arap kökenli işçi, emekçi
görevidir.” (sayfa 67, abç.) tespiti yanlış anlayış ile burjuva Araplar vardır. “Arabız” derken hangi
temelinde yapılmaktadır. Esas mesele Arap
Arap kesimine ait olunduğu sloganda ifade
ulusundan işçi ve emekçilerin hangi
edilme durumu yoktur. Bu sloganı bir
siyaset temelinde kazanılmaya
de bölgedeki durum sonucu Arap
Bu tartışmada
çalışılacağıdır. Bu tartışma
kökenli komünistler atıyorsa
da, eleştiri getiren okurun
iş daha da kötüdür. TC
bizim Arapları (TC
tartışmadığı bir meseledir.
sınırları içinde yaşayan 60sınırları içindekileri) bir ulus
Sloganın doğruluğu ya da
70 bin Ermeninin hepsi de
olarak görüp görmediğimiz
yanlışlığını isbatlamak için
“Ermeniyiz, Hrant’ız” diye
de YDİ Çağrı’nın görevini
slogan atmasıyla, Ermeni
tartışmasının yeri yoktur.
yeniden keşfetmeye gerek
olmayanların bu sloganı
Çünkü eleştiri getiren okur,
yoktur.
atması arasında da önemli
yazısında Arapların bir ulus
Sloganın
doğruluğunu
bir farklılık vardır.
isbatlamak için ulusal sorun
Yanıtın
sonuna doğru yapılan:
olmadığı düşüncesini
tartışmasından sonra Hrant
“tek başına bir slogandan tüm
savunmamaktadır.
Dink örneği verilmektedir.
içerik açıklaması beklenmeyeceği
“Bizler nasıl ki Hrant Dink’in
gibi ‘milliyetçi yaklaşım’ eleştiride
katledilmesinden
sonra
‘Hepimiz
çıkarılamaz.” (sayfa 67) tespiti, ayakları
Ermeniyiz’ sloganını attıysak, ‘Arabız, isyancıyız, havada bir tespittir. Slogan şu ya da bu derginin, ya
kavgada kararlıyız’ sloganı da aynı temel düşüncededir. da grubun konu hakkındaki içeriğin tümünü tabii ki
Hepimiz Ermeni değiliz ama hepimiz Hrant Dink açıklayamaz. Zaten bunu slogandan bekleyen yanlış
şahsında Ermenilere yönelen bu saldırının karşısında yapıyordur. Fakat sloganın kendi içeriği vardır ve bu
Ermenilerin yanındayız. ‘Arabız, isyancıyız, kavgada içerik evet komünist içerik olabileceği gibi milliyetçi
kararlıyız’ sloganı ile de sadece TC’de değil, tüm içerik de olabilir. Örneğin “Türkiye Türklerindir!”
dünyada aşağı görülen, miskin, sessiz, tevekkül sloganı açık ırkçı bir içeriğe sahiptir. Eğer slogan
,çerisinde her şeye boyun eğen halklar olarak görülen milliyetçi içeriğe sahipse o zaman okurların,
Arap ulusuna aynı mesaj gönderilmektedir.” (sayfa 67) eleştirenlerin bu slogandan “milliyetçi yaklaşım”
Burada da yine sapla saman karıştırılmaktadır, çıkarması doğaldır. Tartışma, sloganın milliyetçi
benzemeyenler benzetilmeye çalışılmaktadır. Hrant olup olmadığı, milliyetçiliğin yaygınlaşmasına
Dink, bu coğrafyada soykırıma uğratılmış, neredeyse hizmet edip etmediği üzerinedir. Bundan dolayı da
kökü kurutulmuş bir ulusa mensuptur. Bu soykırımda, tartışmada buna odaklanmak gerekir. Bu sloganın
anda TC olarak varolan devlet sınırları içinde yaşayan yanısıra başka sloganların atılması da bu sloganın
hemen tüm ulus ve ulusal azınlıklardan insanlar içeriğini değiştirmez. Eleştiri getiren okur, YDİ
belli bir sorumluluk ve suçluluk taşımaktadırlar. Çağrı’nın genel yaklaşımının milliyetçi olduğunu
En azından soykırım döneminde yaşayan dedeleri, savunmamaktadır. Başka sloganlarla halkların
babaları vb. şahsında durum böyledir. Geçmişle kardeşliğinin savunulduğunu tespit etmek yanlış
kopuş sağlamadıkları ölçüde de kendileri sorumluluk polemik yürütmenin örneğidir.
taşır. Hrant Dink katledildiğinde sözkonusu olan Bu mektubumun tartışmaya katkıda bulunması
soykırımda sorumluluğu ve suçluluğu olan ulus ümidiyle hepinize çalışmalarda başarılar dilerim.
ve ulusal azınlıklardan insanların Hrant Dink’e
“Hepimiz Hrant Dink’iz, hepimiz Ermeniyiz!” diye
YDİ Çağrı okuru
sahip çıkmalarıdır ve bu olumlu, doğru bir tavırdır.
28 Ekim 2012 ✓
üzerinden bu kadar zorlama eleştiri getirmek doğru
değildir. Çünkü bu tür şeyler çoğaltılabilir de. Arap
ülkelerinde isyan edenler elbette Arap olma düşüncesi temelinde isyan etmediler. Ama bir gerçek açıktır,
isyan edenlerin çok büyük çoğunluğu Arap ulusundan işçi ve emekçilerdi. Egemen, baskıcı, zorba Arap
burjuvazisine, diktatörlerine karşı isyan ettiler. Bir
slogandan teorik açıklama beklemek doğru değildir.
Ama ekleyelim “Hepimiz Ermeniyiz” dediğimizde
Ermeni Burjuvalar mı oluyoruz? Ermeni burjuvalar
yok mu? Kaldı ki ulusal sorundan bahsedildiği yerde,
o ulusun tamamının baskı altında olduğunu, burjuvazisinin de egemen ulusun burjuvazisinin baskısı
altında olduğunu unutmamalıyız.
3- “Siyasi olarak yapılan bir önemli hata ise, sloganın doğruluğunu, Çağrı kortejinde ve bölgede Arap
ulusundan insanların olması gerekçe gösterilirken
yapılmaktadır. Eğer ulusal sorun söz konusuysa, o
zaman Arap kökenli komünistlerin ikili görev bağlamındaki esas görevleri Arap milliyetçiliğine karşı mücadele etmeleridir. Bölgede yaşayan Arap ulusundan
işçi ve emekçilere “Arabız” bilincini, yani ulusal yanı
propaganda ve ajite etme yerine sınıfsal birliğin propagandasını, ajitasyonunu yapmaları gerekir.” Bölgeyi, Arap ulusunun sınıfsal bileşimini, kültürünü
ve yaşayış tarzını bilmeden eleştiri getirmek mümkündür. Fakat bu eleştiri doğru değildir. Bu konuyu
biraz açıklayalım. Antakya (Arabistan’da) yaşayan
Araplar içerisinde Arapların ulus olduğu bilinci yoktur. Arap ulusunun ulusal hak talepleri ve bu yönlü
bir mücadelesi yoktur. Arap ulusu içinde, eğer bir
milliyetçilikten bahsedilecekse bu ne yazık ki Türk
milliyetçiliğidir. T.C devletinin yoğun asimilasyon
siyaseti sonucu, Antakya’da yaşayan Araplara, Türk
olmadıkları, Arap oldukları bilincini vermek yanlış
değildir. Bu bilinci vermek ulusal sorunda ikili görev
ile çelişmez.
4- Okurumuz eleştirisinde: “Bu tartışmada bizim
Arapları (TC sınırları içindekileri) bir ulus olarak
görüp görmediğimiz tartışmasının yeri yoktur. Çünkü eleştiri getiren okur, yazısında Arapların bir ulus
olmadığı düşüncesini savunmamaktadır. Araplar bir
ulus değil de ulusal azınlık olsaydı da sloganın içeriği
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Mayıs 2011 Adana ve 8 Ekim 2011 Ankara eylemlerinde YDİ ÇAĞRI kortejinde “Arabız isyancıyız, kavgada ısrarlıyız” sloganı atıldı. Bu slogan
nedeniyle bir tartışma yürütülmektedir.
Bu slogan üzerine gelen eleştiri ve eleştiriye yanıt
dergimizin 156. sayısında yayınlandı. Şimdi ise başka
bir okurumuz hem slogan üzerinden, hem de verdiğimiz yanıt üzerinden eleştiriler getirmektedir. Bu
eleştiriler içerisinde daha önce gelen eleştiriye yanıt
verdiğimiz konular üzerinde tekrar durmayacağız.
Okurumuzun yeni getirdiği eleştiriler üzerinde duracağız.
1- Okurumuz sloganın atılma süreci ile ilgili olarak,
“Öncesinde eleştiri getirilmemiş olması sloganın doğru
olduğunu ispatlamaz. Eleştiri getirene de “niye daha
önce eleştiri getirmedin” dercesine tavır takınmak da
tartışmayı ilerletmez, tersine boğar.” demektedir. 156.
sayımızda okurumuzun eleştirisine verdiğimiz yanıtta söylenen açıktır. Daha önce eleştiri gelmediği
için slogan Ankara’da da atılmıştır. Ankara mitinginde gelen eleştiri üzerine kortej sorumlusu bir sorun görmediğini belirtmiş ve slogan atılmaya devam
edilmiştir. Eğer Adana eylemi sonrasında eleştiri
gelmiş olsaydı, slogan tartışmalı olduğu için Ankara
mitinginde atılmazdı. Anlatılmak istenen budur. Bu
konuda tavrımızın tartışmayı ilerletmediği, boğduğu
eleştirisini haksız bir eleştiri olarak görüyoruz.
2- Okurumuz: “Burada sloganın doğruluğunu savunmak için sapla saman birbirine karıştırılıyor ve
sloganın kendisinden çok daha fazla ve açık milliyetçiliğe paye veriliyor. Haydi isyanlara gönderme yapmayı kabul ettik. Peki, söz konusu Arap ülkelerinde
isyan eden halklar “Arap” olma düşüncesi temelinde
mi isyan etti? Egemenler “Arap” ulusundan değil mi?
Bu noktada “Arap” ulusu bir bütün olarak isyancı ve
kavgada kararlı gösterile bilir mi? İsyancı “Arap”ların
karşısında diktatör, zalim “Arap”lar yok mu? Yoksul
Araplar egemen Araplara karşı isyan ettiyse o zaman
sloganda niye Arap halkının işçilerine, emekçilerine
vurgu yapılmıyor da “Arap” olmaya vurgu yapılıyor?
Üstelik söz konusu isyanlarda Arap ulusuna mensup
olmayan milliyetlerden de ezilenler yer aldı, onları yok
saymak ne kadar doğrudur?” demektedir. Bir slogan
✒
1
“Gecikmiş bir mektup... mu acaba?”
başlıklı eleştiriye yanıt…
47
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
48
ve tartışmanın özü değişmezdi. Arap ulusundan işçi ve
emekçileri komünizme kazanmak, örgütlemek görevi
de değişmezdi.” demektedir. Ancak bu doğru değil,
çalışmamız değişirdi. Eğer ezilen bir ulustan bahsediyorsak propagandamızda ve çalışmalarımızda
bu yanı kullanırız, kullanmalıyız. Bir ulusun kendi
kaderini tayin etme ve ayrılıp ayrı bir devlet kurma
hakkı vardır. Ulusal azınlıkların ise yoktur. Bu nedenle ulus ile ulusal azınlık arasında çalışmamızda
bir fark olur. Özelliklede ezilen ulus bir ulus olduğunun ve ezildiğinin bilincinde, ayırdında değilse.
5- Okurumuz: “Burada da yine sapla saman karıştırılmaktadır, benzemeyenler benzetilmeye çalışılmaktadır. Hrant Dink, bu coğrafyada soykırıma uğratılmış, neredeyse kökü kurutulmuş bir ulusa mensuptur.
Bu soykırımda, anda TC olarak varolan devlet sınırları içinde yaşayan hemen tüm ulus ve ulusal azınlıklardan insanlar belli bir sorumluluk ve suçluluk taşımaktadırlar.” diyor. O halde şunu sormak gerekir; Arabız
demek için illa soykırıma uğramak, kökü kurutulmuş
olmak mı gerekiyor. Kanıksanmış olanlar doğru,
yeni olanlar yanlış. Tam da yürüyen tartışma böyle
bir tartışma. Ermeniler yıllarca soykırıma karşı mücadele ettiler. Kürtler inkar ve asimilasyonlara karşı
mücadele ettiler. Ve mücadele ile kendilerini kabul
ettirdiler. O halde sorun yok. Ama Araplar mücadele
ile kendilerini kabul ettirmediler. O halde sorun var.
Marksizm-Leninizm soruna böyle yaklaşmaz. Var olmak için katliama, soykırıma uğramak şart değildir.
6- “Hrant Dink katledildiğinde söz konusu olan soykırımda sorumluluğu ve suçluluğu olan ulus ve ulusal
azınlıklardan insanların Hrant Dink’e “Hepimiz Hrant
Dink’iz, hepimiz Ermeniyiz!” diye sahip çıkmalarıdır
ve bu olumlu, doğru bir tavırdır.” Peki, Antakya ilhak
edildiğinde aynı ulus ve ulusal azınlıklardan insanların sorumluluğu ve suçluluğu yok muydu? Araplar
yıllardır aşağılanırken, Arap uşağı, fellah, yalancıysam Arap olayım, arapsaçı vb. denilerek küçümsenirken aynı ulus ve ulusal azınlıkların sorumluluğu yok
muydu?
7- Yazıda: “Arap milletine karşı milliyetçi, ırkçı tavırlar dünyanın her yerinde değil ama birçok ülkede ve
başta da Türkiye’de vardır. TC sınırları içinde ezilen
ulus olan Arap ulusu -Filistin de buna eklenebilir-, en
azından 22 devlette egemen ve ezen ulus olma konumundadır. Hrant Dink örneği ile bu sloganın karşılaştırılması aynı zamanda, Araplara karşı ırkçı tavırların varlığı ile Ermenilerin soykırıma uğratılmasının
da aynı kefeye konmasına yol açıyor ve bu yanlıştır.”
deniyor. Olmayanları eleştirmemek gerekir. Yazının
hiçbir yerinde bu yönlü bir eşitleme yoktur, varmış
gibi eleştirmek, kendi düşüncemizi yazıya atfetmek
doğru bir yöntem değildir.
8- “Yanıtın sonuna doğru yapılan: “tek başına bir
slogandan tüm içerik açıklaması beklenmeyeceği gibi
‘milliyetçi yaklaşım’ eleştiride çıkarılamaz.” (sayfa 67)
tespiti, ayakları havada bir tespittir. Slogan şu ya da
bu derginin, ya da grubun konu hakkındaki içeriğin
tümünü tabii ki açıklayamaz. Zaten bunu slogandan
bekleyen yanlış yapıyordur. Fakat sloganın kendi içeriği vardır ve bu içerik evet komünist içerik olabileceği gibi milliyetçi içerik de olabilir. Örneğin “Türkiye
Türklerindir!” sloganı açık ırkçı bir içeriğe sahiptir.
Eğer slogan milliyetçi içeriğe sahipse o zaman okurların, eleştirenlerin bu slogandan “milliyetçi yaklaşım” çıkarması doğaldır.” Bu eletiri ayakları havada
bir eleştiridir. Eğer birileri bir slogandan “milliyetçi
yaklaşım” düşüncesi çıkarıyorsa, bu o sloganın milliyetçi olduğunu göstermez. Bunu Marksist-Leninist
ilkelere göre ispatlamak gerekir. Burada tekrar şunu
sormamız gerekiyor: “Arabız” dendiği için sloganın
içeriği milliyetçi oluyor da “Ermeniyiz” dendiğinde
neden olmuyor?
TC’de Arap ulusu var. Arap ulusundan insanların,
kendilerine “Arabız” demesi, Kürtlerin kendilerine
Kürdüz demesi kadar, Ermenilerin “Ermeniyiz” demesi kadar doğaldır. Türk hakim sınıfları tarafından
ezilen uluslarla empati kurmak, baskılar karşısında
sessiz kalmamak için Türk ulusundan komünistlerin
kendilerini Arap, Kürt, Ermeni olarak ifade etmeleri,
bunu haykırmaları doğaldır.
Bizim açımızdan “Arabız isyancıyız, kavgada ısrarlıyız” sloganı bir ajitasyon sloganıdır. Bu slogan
Arap Baharına gönderme yapan, Arap Baharındaki
mücadeleci ruha atıfta bulunan, mücadeleye, isyana, mücadelede kararlığa çağıran bir slogandır.
Slogan içindeki “Arabız” sözcüğü birebir okunamaz. “Arabız” sözcüğü isyana atıftır. Slogan içindeki
“Arabız” kelimesi bir ulusa, ulusal azınlığa atıf değil,
bir devrimci kalkışmaya atıftır. Nasıl ki “Hepimiz
Ermeniyiz,hepimiz Hrantız” sloganındaki Ermeni ve
Hrant birebir okunamazsa, buradaki Arap sözcüğü
de birebir okunamaz. Bu nedenle de bu slogana yönelen, sloganın milliyetçi bir slogan olduğu eleştirisi
yanlıştır.
Aralık 2012
YDİ ÇAĞRI ✓
Arnavutluk’taki Devrim ve Arnavutluk Emek Partisi
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Almanya’da yayınlanan ML dergi “Trotz Alledem” (“Her Şeye Rağmen”)’in
61. sayısından (Eylül 2012) çevrilmiştir.
✒
Sosyalizme giden yol mu?
- Tezler Halinde Değerlendirme Ön Açıklama
Arnavutluk’taki devrim ve sosyalizm ve Arnavutluk
Emek Partisi’nin gelişmesi hakkındaki tezlerimizi neden 2012 yılında tartışmaya sunuyoruz? Arnavutluk
çoktan emperyalist dünya sistemi içinde yerini aldı.
Ama biz Marksist-Leninistler için sosyalist Sovyetler
Birliği’nin rolü
ve Kruşçof yönetiminde kapitalizmin restorasyonu, 1960’lı ve
1970’li yıllarda
sosyalist Çin ve
Arnav ut lu k ’un
mücadeleleri
ve onların sosyalizmin inşası
konsepti eskiden
olduğu bugün
de çok günceldir.
Neden? Çünkü
bizler
olumlu
deney imlerden
ve gelişmelerden
olduğu gibi, hatalar ve gerilemelerden öğrenmeye ve
devrim mücadelemiz ve teorimiz için özeleştirisel
dersler çıkarmaya çalışıyoruz. Bu önümüzde duran
uzun soluklu ve karmaşık bir taleptir. Ama komünist
dünya hareketi içinde ileriye doğru adımlar atmak
için biricik yoldur. Marksizm-Leninizm teorisinin
temelinde komünist dünya hareketini özeleştirisel
olarak sorgulamak, düzeltmek ve bugünkü görevlerimize uygulamak ve bununla dünya hareketinin yeni
bir programını yaratmak; bunlar hepimiz için devasa
bir meydan okuyuştur. Bizler buna bir katkı yapmak
istiyoruz.
I. Tarihsel olarak: 20. Yüzyılın Başından
1941’de AKP’nin Kuruluşuna Kadar
1.
Arnavutluk
Devrimi,
her
şeyden
önce
yabancı
faşist
işgalcilere
ve
onların
ülke
içindeki yardakçılarına yönelmiş bir ulusal
kurtuluş devrimiydi. Bu devrimde
halkın
esas motivasyonu yurtseverlik,
kendi kaderini
belirleme uğruna ulusal mücadele idi. “Varlığını ve geleceğini korumak için, halk ve ulus olarak
pek çok ve güçlü düşmanlara karşı mücadele etmesi gerekti. “ (Arnavutluk Emek Partisi Tarihi, sf: 6, Naim
Frasheri Yayınevi, Tiran 1971, Alm., Türkçesi: Arnavutluk Emek Partisi Tarihi, AEP Tarihi, Birinci Kitap, Ağustos 1974, sf:2, Internationaler Buch+Platten
Verlag+Vertrieb – Günter Uhl, 6 Frankfurt 1, Postfach
4502) [Alıntılanan / atıfta bulunulan tüm Almanca’dan
Türkçe’ye çeviriler tarafımızdan yeniden gözden geçirilerek
düzeltilmiştir - ÇN]
49
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
2.
Arnavutluk 1912’ye kadar – kanlı bir şekilde bastırılan birçok ayaklanmalara rağmen – Osmanlı hegemonyası altında idi. Arnavutluk Balkan savaşları
sürecinde 28 Kasım 1912’de bağımsızlığını ilan etti.
Bu Arnavut toprak sahipleri ve burjuvazisi tarafından girişilen “Bağımsızlık ilanı Arnavutluğu geri bir
tarım ülkesi olarak buldu. Kentlerde ve kısmen de
kırda kapitalist ilişkiler gelişmeye başlamasına karşın, bu ilişki henüz başlangıç evresinde bulunuyordu.
Dağ sakinlerinin, özellikle ülkenin kuzeyindekilerinin
toplumsal yaşamı hâlâ pederşahi kalıntılarını barındırırken düzlük bölgelerde ve kısmen de dağlık alanlarda latifundiyalar (büyük araziler) sistemi egemendi.”
(AEP Tarihi, Alm., sf: 14, altını çizen HR) „Bağımsız
Arnavutluk, kendisine karşı şovenist bir siyaset izleyen
burjuva devletleriyle kuşatılmıştı. Bu devletleri destekleyen, 1913’de Arnavutluk topraklarının yarısını alıp
ülkeyi parçalayan emperyalist güçler bununla da yetinmeyip, Arnavutluğu Balkan haritasından bütünüyle silmek ya da köleleştirmek emellerinden vazgeçmediler.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 14, Türkçesi, age., sf:7-8)
3.
Arnavutluk, birinci dünya savaşında “savaş halinde
bulunan devletlerin siyasi ve askeri çıkarlarının çarpıştığı bir savaş meydanına döndü. 1915 Nisan’ında
(Londra) gizli anlaşmasıyla Arnavutluğun bağımsızlığını emperyalist İtilaf Güçleri tasfiye etmeyi ve paylaşmayı kararlaştırdılar. Emperyalist güçlerin orduları savaşın sonuna kadar ülkenin tümünü işgal ettiler.”
(AEP Tarihi, Alm., sf: 17, Türkçesi, age., sf:10-11)
4.
Gizli anlaşmaların Rusya’daki muzaffer proleter devrim hükümeti tarafından yayınlanması Arnavutluk’ta
bir öfke dalgasını tetikledi. “Özgürlük, bağımsızlık ve
toprak bütünlüğünün sağlanması için antiemperyalist
hareket Londra anlaşmasına karşı büyük boyutlara ulaştı.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 19, Türkçesi, age.,
sf:12) İtalyan işgalciler 1920 Yazında Arnavutluk’u
terk etmek zorunda kaldılar.
50
5.
Emperyalist işgalci birliklerin Arnavutluk’tan defedilmelerinden sonra demokratik bir düzenin kurulması için mücadele odak noktası haline geldi. Sayısal
olarak çok zayıf olan işçi sınıfı “daha partisini değil,
sendikal örgütlerini bile kurabilecek kadar ideolojik
ve siyasi bakımdan olgunlaşmamıştı.” (AEP Tarihi,
Alm., sf: 20, Türkçesi, age., sf:13) İşçi hareketi, tüm
ülkeyi kapsayan geniş halk hareketiyle kaynaştı. (Halk
hareketinin) ana gücü köylülük ve yoksul kentsel kitlelerdi.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 21, Türkçesi, age., sf:14)
Tarım sorunu halk hareketi içinde baş rolü oynadı.
Anti-feodal mücadelenin yükselişinde bu sorunun
Sovyetler Birliği’ndeki örnek oluşturan çözümü de
katkı sağladı. Köylüler, toprak beylerinin tazminat
ödenmeksizin mülksüzleştirilmesini ve toprakların
köylülere dağıtılmasını talep ettiler. “Fakat köylülerin bu ana talepleri demokratik hareketin başını çeken
burjuvazinin siyasi grupları tarafından desteklenmedi.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 21, Türkçesi, age., sf:14)
6.
Büyük çoğunlukla küçük burjuva aydınların saflarından gelen devrimci demokratlar köylülerin taleplerini
desteklediler. Demokrasi uğruna mücadele, Haziran
1924’de devrimci güçlerin zaferiyle sonlanan bir ayaklanmaya yol açtı. Fan Noli başkanlığındaki ulusal-küçük burjuva bir hükümeti iktidara geldi. (AEP-Tarihi,
sf: 22)Fan Noli hükümetinin demokratik programı ülkenin feodal beyleri, emperyalistler ve onların çanak
yalayıcıları tarafından hiddetle ret edilirken, halkın
geniş kitleleri tarafından desteklendi. Gericilikle bir
uzlaşma arayan küçük burjuva devrimci hükümetin
tutarsız tavrı, kendisinin halk kitlelerinin güvenini yitirmesini beraberinde getirdi. 24 Aralık 1924 tarihinde, küçük-burjuva devrimin zaferinden yaklaşık altı
ay sonra “Ahmet Zogu’nun yönettiği” Arnavut toprak
ağaları ve burjuvazisinin gerici orduları “Yugoslavya
üzerinden gelerek, gerici Sırp ve Beyaz Rus birliklerinin desteğiyle Tiran’a girdiler. Fan Noli hükümetini
devirdiler.” (AEP Tarihi, Alm., sf: 24, Türkçesi, age.,
sf:17) “1925 Ocağında Zogo-kliği Arnavutluk’ta cumhuriyet ilan etti. Ahmet Zogo’yu cumhurbaşkanı yaptı.
1928 Eylül’ünde bu cumhuriyet bir krallığa dönüştü ve
Zogo kendini Arnavutların kralı ilan etti.” (AEP Tarihi,
Alm., sf: 25, Türkçesi, age., sf:17)
7.
Ahmet Zogo yönetimi emperyalist güçlere karşı bir
“açık kapı” siyaseti uyguladı (AEP Tarihi, Alm., Sf.
26, Türkçesi sf: 18) Faşist İtalya ile ekonomik ve siyasi bağlantılar giderek daha da sıkılaştı. “Arnavutluk,
giderek İtalyan emperyalizminin yarı-sömürgesi haline geldi.“ (AEP Tarihi, Alm., Sf. 27, Türkçesi sf: 19)
“Zogo rejimi altında da Arnavutluk Avrupa’nın en geri
9.
Arnavutluk’ta ilk işçi örgütlerinin kurulması Zogo-rejiminin ilk yılları
dönemine rastlamaktadır. Bu
örgütler kalifiye işçilerin
dayanışma dernekleri
biçiminde ortaya çıktılar ve işçi hareketinin
örgütlendirilmesinde önemli bir rol
oynamadılar. (AEP
Tarihi, Alm., Sf.
31, Türkçesi sf: 22)
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
8.
“Zogo reijiminin halk düşmanı anti ulusal siyaseti
halk kitleleri arasında genel bir hoşnutsuzluk yarattı.
Antiemperyalist (ulusal) demokratik görevlerin çözümü için mücadele yine gündeme geldi.” (AEP Tarihi,
Alm., Sf. 29, Türkçesi sf: 21)
Diktatörlüğünün kurulmasından sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalan Arnavut devrimci demokratların
örgütlenmesini destekledi. Mart 1925’te Viyana’da
genç Sovyetler Birliği hakkında “tüm ezilen halkların
doğal koruyucusu” değerlendirmesini yapan demokratik örgüt “Ulusal-Devrimci Komite” (KONARE)
kuruldu. Genç devrimcilerden oluşan bir grup sosyalist Rusya’da Komintern’in eğitimlerine katıldı. Bu
grup Ağustos 1928’de Moskova’da Arnavut komünist
grubunu kurdu. “Aynı yıl içinde toplanan 8. Komünist
Balkan Konferansı, Arnavutluk komünistlerine ilerde
Arnavutluk Komünist Partisini kurabilmelerini sağlamak amacıyla ‘işçi ve köylülerin saflarından en ileri
unsurları örgütlemek ve birleştirmek’ ve
bu yolda, uzun vadeli ve titiz bir
hazırlık çalışması yapmak talimatını verdi.” (AEP Tarihi,
Alm., Sf. 35, Türkçesi sf:
25)
( Adını Nisan
1927’den
sonra
“Ulusal Kurtuluş
İçin Komite” olarak
değiştiren)
KONARE
içindeki bu grup bir
komünist
fraksiyon
oluşturdu.
Arnavutluk’a
geri
dönen grubun üyeleri,
her şeyden önce Ali Kelmendi, çeşitli işçi örgütleri içinde yeni komünist hücreler ve fraksiyonlar kurdular.
Korça komünist grubu ile bağlantıya
geçtiler ve bu grubun kendisini komünist temelde sağlamlaştırmasına yardım ettiler.
✒
tarım ülkesi olarak kaldı. (…) Esas olarak ticaret alanını kapsayan kapitalist ekonomi biçimi Arnavutluk
ulusal ekonomisinin egemen biçimi haline gelemiyordu.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 29, Türkçesi sf: 20)
“...Emperyalist işgalci birliklerin
Arnavutluk’tan defedilmelerinden sonra demokratik bir düzenin kurulması için mücadele odak
noktası haline geldi. Sayısal olarak çok
zayıf olan işçi sınıfı “daha partisini de10.
ğil, sendikal örgütlerini bile kurabileA r n av u t lu k ’t a k i
cek kadar ideolojik ve siyasi bakımilk komünist hücre
1928’de Korça’da işçidan olgunlaşmamıştı.” (AEP
ler ve zanaatkârlar araTarihi, Alm., sf: 20, Türksındaki ilerici unsurlar tarafından kuruldu. Korça’da
çesi, age., sf:13)
kısa bir süre içinde başka hücreler ortaya çıktı. Haziran 1929’da
çeşitli komünist hücrelerin çalışmasını koordine etmek ve örgütlenmesini geliştirmek için bir danışma toplantısı düzenlendi. Legal işçi dernekleri vasıtasıyla işçi hareketi ile komünist hücrelerin bağlantı
kurmaları kararlaştırıldı. “Haziran 1929 Toplantısı”
Arnavutluk’ta “Korça Komünist Grubunun doğuşunu
ve örgütlü komünist hareketin başlangıcını belirledi.”
(AEP Tarihi, Alm., Sf. 32, Türkçesi sf: 23)
11.
Komünist hareketin gelişmesinde III. (Komünist) Enternasyonal (Komintern) de belirleyici bir rol oynadı.
Komintern kendi bünyesindeki ‘Balkan Federasyonu’
vasıtasıyla Haziran Devriminin bastırılması ve Zogo-
12.
Zogo-rejiminin İtalya karşısındaki bütünüyle teslimiyetçi ve işbirlikçi tavrı Arnavut burjuvazisinin
bir bölümünün çıkarlarıyla da çelişti. Eski subaylar
ve burjuva aydınlardan oluşan darbeci bir gizli örgüt
kuruldu. Bunun hedefi Zogo-monarşisini devirmek
ve Arnavutluk’taki İtalyan müdahalesini devreden
çıkarmak idi. Anti-Zogocu bir ayaklanmanın hazırlanmasına komünistler de kısmen katıldılar. 14
Ağustos’ta Fieri’de patlak veren ayaklanma Zogo-birlikleri tarafından çok hızlı ve kanlı bir şekilde bastı-
51
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
rıldı. Bu burjuva muhalefet tarafından Zogo-rejimine
karşı yapılan biricik ayaklanma-darbe girişimi, Anti-Zogocu burjuva hareketin geniş bir halk hareketini
örgütlemek ve yönetmek yeteneğine sahip olmadığını
açıkça gösterdi.
13.
1929’da patlak veren ve tüm kapitalist dünyayı kapsayan ekonomik kriz bu dünyayı temellerinden sarstı. Bunun karşısında Sovyetler Birliği’nde kriz yaşamaksızın gelişmekte olan sosyalist inşanın başarıları
duruyordu ve dünyanın her yerinde emekçi kitleler
arasında sosyalizmin / komünizmin prestiji artıyordu. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Arnavutluk’ta
da sosyalizm / komünizm düşünceleri halk kitleleri
arasında şimdiye kadarkinden çok daha büyük bir
çekim gücüne sahipti. Komünist örgütler büyüdüler.
Diğer tarafta ise “sosyal, antikapitalist“, ırkçı demagojiyi kullanmakta olan faşist hareket ve onun örgütleri de güçlendi. Onlar İtalya, Almanya ve Japonya’da
iktidara geldiler. Faşizm tehlikesi ve her şeyden önce
faşist güçlerden kaynaklanmakta olan dünya savaşı
tehlikesi giderek büyüdü. 1935’te Moskova’da toplanan KE’nin VII. Dünya Kongresi bu koşullar altında
faşizme karşı mücadelenin taktik çizgisini geliştirdi:
Anti-faşist Halk Cephesi.
14.
Bu koşullar altında Arnavutluk’ta da faşist köleleştirmeye karşı mücadele gittikçe daha büyük bir önem
kazandı. Arnavut burjuvazisi en büyük oranda Zogorejimi ile bütünleşmişti. Burjuvazinin İtalyan tekelci
sermayesi ile ve onun ülke içindeki yardakçıları ile
çelişkileri bulunan kesimleri anti-Zogocu, antiemperyalist, antifaşist hareketi yönetme yeteneğinde
ve durumunda değildi. “Artık komünistler, halk kitlelerinin demokratik haklarını elde etmek ve ülkenin
bağımsızlığını ve özgürlüğünü savunmak için mücadelenin başına geçebilecek tek devrimci güçtü.” (AEP
Tarihi, Alm., Sf. 46, Türkçesi sf: 35)
52
15.
Zogo tarafından 1935’te atanan yeni “liberal” hükümet, demagojik bir manevradan başka bir şey olmayan çok gürültülü reform vaatlerinde bulundu. Şimdi
artık komünistlerin önderliğinde bulunan demokratik hareket frenlenmeliydi. Ama bu çabalar başarısız
kaldı. Komünist gruplar, legal dernekler biçiminde
volan kayışlarını yaratmak ve böylece komünistlerin
işçi ve halk hareketi ile birleşmesini ileriye götürmek
için legal olanakları iyi kullandılar.
16.
Bu döneme kadar var olan ve yeni oluşan Arnavutluk’taki komünist gruplar her ne kadar güçlenseler
de, gruplar arasındaki eşgüdüm zayıf idi. Dahası örgütler siyasi berraklığa ve sağlamlığa sahip değillerdi.
“Komünist hareket, gelişmesi sırasında Troçkistlerin
çıkardığı ciddi engellerle karşı karşıya kaldı.” (AEP
Tarihi, Alm., Sf. 53, Türkçesi sf: 41) 1937 yılı başında Atina’da kurulan Troçkist bir grup “Arnavutluk
Komünist Partisi” olarak ortaya çıktı. Arnavutluk
komünist hareketi içinde bu Troçkist grup ile birlikte KP kurmaya hazır olan çeşitli güçler vardı. Daha
henüz birleşik olmayan komünist hareket troçkizme
karşı mücadele içinde zaman zaman hâlâ çok bölünmüş ve zayıf idi.
17.
Uluslar arası durum günbegün kötüleşti. Faşist devletler savaş hazırlıklarını ve faaliyetlerini güçlendirdiler. Nazi-Almanyası 1938’de Avusturya’yı ve 1939’da
Çekoslovakya’yı işgal etti. Bu arada İspanya’daki faşist askeri birlikler, saflarında tüm dünyadan enternasyonalistlerin de savaştığı Cumhuriyetçi ordu güçlerini Alman ve İtalyan faşistlerinin desteklemesiyle
yenilgiye uğrattılar. Faşist İtalya 23 Mart 1939 tarihinde Arnavutluk’u askeri olarak işgal etmeyi kararlaştırdı. Zogo-rejimi bu olgunun üstünü örtmeye ve
gizli tutmaya çalıştı, ama bunu başaramadı.
Komünistlerin önderliğinde ülkenin her yerinde
güçlü antifaşist-antiemperyalist yürüyüşler örgütlendi. Buna rağmen kısmen birbirleriyle ihtilaf içinde
bulunan komünist örgütler yekpare bir önderliği yaratmayı ve halkı ülkeyi tehdit etmekte olan işgale karşı silahlı eylemler içinde örgütlemeyi başaramadılar.
“07 Nisan 1939’da, faşist İtalya Arnavutluğa saldırdı.
Zogo ve kliği ülkeyi kendi kaderine terk ederek kaçtı.”
(AEP Tarihi, Alm., Sf. 70, Türkçesi sf: 55) Arnavutluk, “yurtsever gruplar”ın (AEP) tek tek mücadelelerine rağmen faşist İtalya tarafından işgal edildi.
18.
İtalya işgal edilmiş Arnavutluk’ta faşist bir işgal-rejimi yerleştirdi. İtalya’nın lütfu ile kurulan, Arnavut büyük toprak ağalarının ağırlıkta olduğu “kurucu meclis” Arnavut tacını İtalyan krala sundu…
Böylece III. Viktor Emanuel hem İtalya’nın hem de
20.
“Yukardan” görüşmelerle denenen bir birleşme yürümedi. Bu “birlik” komünistlerin ana gruplarının
bir örgüt içinde kaynaşmasını öngörmüyordu. Gruplar eskiden olduğu gibi ayrı ayrı kaldılar, görüşlerini savunmayı sürdürdüler ve kendi saflarındaki
anti-Marksist unsurlardan kendilerini ayırmadılar.
Grupların tabanlarındaki üyeleri, birliğe önderler
arasındaki müzakerelerle değil, bilakis sadece faşist
işgalcilere karşı ortak bir mücadele ile ulaşılabileceğini gittikçe daha fazla kavradılar.
28 Kasım 1939’da ulusal tatil günü münasebetiyle
ülkenin en önemli kentlerinde kadın ve erkek komünistlerin önderliğinde antifaşist kitlesel yürüyüşler
gerçekleşti. Çeşitli komünist grupların tabanındaki
samimi komünistler mücadele içinde birliği yarattılar ve şimdi tek bir parti içinde bir araya gelmeyi talep
ettiler.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
19.
“Özgürlük ve ulusal bağımsızlığın yitirilmesi Arnavutluk halkını sarstı; onun ateşli yurtseverlik ve ulusal
gurur geleneksel duygularını zedeledi. İşgalcilere karşı nefreti giderek büyüdü.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 76,
Türkçesi sf: 60) Bu öfke kendisini çeşitli eylemlerde
ifade etti. Faşist işgal koşulları altında “İtalyanlaştırma ve ülkenin yağma edilmesi faşist planına karşı
mücadele için ve Arnavutluk’un kurtarılması ve ulusal bağımsızlığa ulaşılması için bütün halkın harekete
geçirilmesi ana görev haline geldi.” (AEP Tarihi, Alm.,
Sf. 77, Türkçesi sf: 61)
Bu görev birleşmiş bir devrimci önderliği gerekli
kıldı. Komünist gruplar, işgalci rejime karşı en baştan
itibaren sağlam, reddedici bir tutum alan biricik siyasi güç idiler. Ne var ki onlar bölük-pörçük idiler ve bu
bölünmüşlük onları kurtuluş mücadelesi için ortak
bir çizgi hazırlamaktan ve kendilerini halk hareketinin başına geçmekten alıkoydu. Zaman ve görevler
komünist hareketi birleşmeye zorladı.
21.
Arnavut devriminin daha sonraki önderi Enver Hoca
öğrenim gördüğü Fransa’dan 1936’da komünist devrimci olarak Arnavutluk’a döndü. Önce Tiran’da
sonra da orada faaliyet gösteren komünist gruba katıldığı ve onun en aktif üyelerinden bir haline geldiği Korça’da lise öğretmeni olarak çalıştı. O, faşist
işgal arifesinde bu grup tarafından Tiran’a yollandı.
Tiran’daki Korça grup seksiyonu, başlarında Enver
Hoca ile kısa bir süre içinde başkentteki antifaşist ve
komünist hareketin önemli bir merkezi haline geldi.
✒
Arnavutluk’un kralı oldu. Arnavutluk pratikte faşist diktatörlük altında İtalyan İmparatorluğunun
Arnavut valilerle yönetilen bir vilayeti haline geldi.
Faşist Mussolini Hükümeti tarafından uygulanan
Arnavutluk’un işgali ve bir İtalyan iline dönüştürülmesi siyaseti Arnavutluk’un geri egemen sınıfları, feodaller, gerici burjuvazi ve ruhani takım tarafından
tüm güçleriyle desteklendi.
22.
İtalya, Haziran 1940’da Hitler Almanya’sının yanında resmen savaşa girdi. İtalyan askeri birlikleri 28
Ekim 1940 tarihinde Arnavutluk’tan Yunanistan’a
saldırdılar. Ne var ki başlangıçtaki başarılardan sonra Yunan Ordusunun darbeleri altında geri çekilmek
zorunda kaldılar. Kasım ayında Korça’yı ve Aralık
başında Gjirokastra’yı boşalttılar. Arnavut kadın-erkek komünistleri bu savaşta, kardeş Yunan halkına
onun kurtuluş savaşında omuz veren bir çizgiyi izlediler. Zorla askere alınan, Arnavut asker ve milislerine askerden kaçmaya yönelik çağrılar yayınladılar.
İtalyan işgalcilerin, Arnavutları kendilerinin emperyalist savaş arabalarına koşturmak planı böyle
başarısızlığa uğradı. Ne var ki Yunan burjuvazisinin
Arnavut kardeş halkıyla birlikle İtalyan faşistlerine
karşı mücadele etmekten başka planları vardı. Onlar
kendi paylarına bir Büyük Yunanistan için planlarını
izlediler ve bu kez onlar Korça ve Gjirokastra’yı işgal
ettiler. Ne var ki bu işgal, Nazi-Almanya’sının Nisan
1941’de Yunanistan’a da saldırdığında, savaş gidişatı
vasıtasıyla revizyona uğradı.
Yunanistan’ın Alman Nazi-askeri birlikleri tarafından işgal edilmesiyle, faşist İtalya’ya Güney
Arnavutluk’u yeniden işgal etmek imkânı doğdu.
İtalya, bir “Büyük Arnavutluk” yaratarak kendisinin
işgal bölgesini büyüttü. Bu bölge aynı zamanda kısmen emperyalist güçlerin Londra Büyükelçiler Konferans’ında 1913 yılında Sırbistan’a verilen bölgeleri
de kapsadı. Böylece faşistler, kendilerinin konumlarını güçlendirmek için eski milliyetçi ihtilafları ve Balkan ülkelerindeki geri güçlerin şovenizmini körüklediler ve kullandılar.
23.
İtalya ile Yunanistan arasındaki kısa savaş Arnavut
kitlelerine işgalci rejimin çürüklüğünü berrak bir şe-
53
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
kilde gösterdi. Antifaşist halk hareketi gittikçe daha
da güçlendi. Rejimin bu hareketi bastırmaktaki acizliği giderek daha apaçık hale geldi.
1941’de – önce yurtsever Müslim Peza tarafından –
işgalci rejime karşı yürütülen silahlı gerilla eylemleri
başladı. İşgalciler gerilla çetelere karşı cezalandırma
seferlerini başladıklarında, buna yanıt, Arnavut ordu
birlikleri saflarından kitlesel kaçışlardı.“Enver Hoca
ve yoldaşları Peza’nın yurtsever gerillalarının önemini
takdir ederek onları örgütlemek ve savaşçılarının siyasi bilinçlerini yükseltmeleri gereken birkaç komünisti
onlara göndermeyi kararlaştırdı. (…) Ulusal kurtuluş
hareketini örgütlemek ve genişletmek için komünistlerin dağlarda bulunmaları onların faaliyetlerinin yeni
bir aşamasının başlangıcı oldu.” (AEP Tarihi, Alm.,
Sf. 89, Türkçesi sf: 71)
II. 1941 – 1944
Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Tek
Örgütleyicisi Olarak AKP
54
24.
Hitler Almanya’sının 22 Haziran 1941 tarihinde Sovyetler Birliği’ne saldırması dünyanın tüm kadın-erkek komünistleri ve samimi antifaşistleri için yeni
bir durum yarattı. Şimdi apaçık bir şekilde şimdiye
kadar dünyanın biricik proleter iktidarının varlığını
sürdürmesi veya yok edilmesi, Nazilerin dünya egemenliği veya Nazi-faşizminin ortadan kaldırılması
söz konusuydu.
Tek tek halkların faşist işgale karşı mücadelesi, şimdi apaçık bir şekilde faşist despotluğa karşı sosyalizm
ve demokrasinin küresel mücadelesinin bir parçasıydı. Tek tek ülkelerdeki komünist hareketlerin birleştirilmesi ve antifaşist halk cephelerinin yaratılması
artık her zamankinden daha acildi.
25.
Nazi-Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırısından
sonra Arnavutluk’ta faşist işgalcilere karşı direniş eylemleri muazzam derecede güçlendi.
Grup çıkarları ve ikincil sıradaki görüş farklılıkları
bu ortak mücadelelerde samimi komünistlerin nezdinde geri plana atıldı. “İşgalcilere ve vatan hainlerine
karşı mücadeleler tüm grup üyelerinin en iyi kesimini
birbirine bağlayan bağ oldu.” (AEP Tarihi, Alm., Sf.
94, Türkçesi sf: 75) Komünistler tarafından yönetilen
büyük kitle yürüyüşleri ve onların yiğitçe, sarsılmaz,
militan mücadelesi “’Komünist’ adlandırma şimdi
halk nezdinde gittikçe daha iyi bir izlenim” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 95, Türkçesi sf: 76) kazanmasını beraberinde getirdi. Bununla birleşik komünist partisinin
kurulması için uygun koşullar da yaratıldı.
Ağustos 1941’de Arnavutluk’un en önemli komünist grupları arasında AKP’nin kurulması için bir
görüşmenin örgütlenmesi üzerine anlaşma sağlandı.
26.
Arnavutluk Komünist Partisini (AKP) kurmak amacıyla bir araya gelen komünist grupların görüşmeleri
8. Kasım’dan 14 Kasım 1941’e kadar faşistlerce işgal
altındaki Tiran’da düzenlendi. Birinci günde grupların kaynaşması ve AKP’nin kuruluşu tarihsel kararı
ele alındı.
Yedi kişilik bir geçici MK seçildi. Yapılan bir anlaşma gereğince eski en önemli grup önderlerinden
(başkan ve yardımcısı) hiçbiri yönetimde yer almadı. Bu parti açıkça Marksizm-Leninizmin ideolojik
temeli üzerinde kuruldu ve örgütsel temeller olarak
Leninist parti ilkelerini kabul etti. Ve “Ülkenin içinde bulunduğu tarihsel durumda partinin stratejik
hedefi olarak şu tespit edildi: Arnavutluk halkının
ulusal bağımsızlığı ve faşizmsiz bir Arnavutluk’ta
demokratik bir halk hükümeti için mücadele.” (AEP
Tarihi, Alm., Sf. 104, Türkçesi sf: 84)
AKP’nin kuruluşunda “stratejik hedef” olarak sadece ulusal-demokratik devrimin ilk hedefleri belirtilmektedir; ama devrimin sürdürülmesine ve devrimin sonal hedefine değinilmemektedir. Arnavutluk
28.
AKP, kuruluşunda bazı programatik eksiklikleriyle
29.
AKP, ajitasyon ve propaganda faaliyetinde kendisini ulusal-demokratik-antifaşist hedeflerle sınırladı.
Uzak hedef olarak sosyalizm-komünizmin propagandasından uzak durdu. O propaganda ve
ajitasyonunda “tüm dürüst Arnavutlara” yöneldi ve “herkesi
ULUSAL KURTULUŞ için,
FAŞİST İŞGALCİLERE
KARŞI mücadeleye”
çağırdı. (AEP Tarihi, Alm., Sf. 115,
Türkçesi sf: 93)
Bu mücadeleden ortaya çıkması gereken
“ d e mok rat i k
halk hükümeti”, somut sosyo - e konom i k
durumda doğal
olarak çoğunluğunu
köylülerin
oluşturacağı işçi –
köylü ittifakına ve “dürüst milliyetçilerle” ittifaka
dayanıyordu. Ajitasyon ve propagandada “proletarya diktatörlüğü”,
“sosyalist görevler” ve “sosyalizm” vs. gibi siyasi hedefler görülmüyordu.
30.
AKP, kurtuluş için silahlı mücadelenin öneminin altını doğru bir tarzda çizdi ve Ulusal Kurtuluş Ordusunun çekirdeği olarak gerilla grupları kurulmasını
ve gerilla faaliyetini ağırlık noktası olarak koydu.
Bir diğer ağırlık noktası Ulusal Kurtuluş Cephesi
idi. Şubat 1942’de MK Ulusal Kurtuluş Şuralarının
kurulması talimatını verdi. “Bu şuralar antifaşist mücadele için halkın örgütlenmesi ve harekete geçirilmesi için manivela olarak ve aynı zamanda ‘gelecekteki
hükümetimizin nüveleri olarak hizmet etmelidirler.’
“(AEP Tarihi, Alm., Sf. 119, Türkçesi sf: 97)
Bu şuralar geniş halk kitleleriyle bağlantı örgütü ve
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
27.
Bir ulusal kurtuluş cephesi düşüncesi de kuruluş sırasında ifade edildi: “… Özgür Arnavutluğu isteyen
bütün milliyetçilerle, (bir dipnotta onlar daha sonra
“dürüst milliyetçi” veya “yurtsever milliyetçi” olarak
tanımlanmaktadırlar) faşizme karşı mücadele etmeye hazır olan bütün samimi Arnavutlarla birleşmeliyiz.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 106, Türkçesi sf: 85)
Arnavutluk gibi bir ülkede ulusal kurtuluş cephesinin yaratılması ne kadar önemli ve doğruysa, milliyetçilerin burjuva niteliklerinin altını çizmekten vazgeçmek bir o kadar eksiktir.
Marksist-Leninist bir partidir. O, Arnavut halkının
antifaşist, antiemperyalist mücadelesinin açıkça önderidir. O dünya çapında, proleter dünya devriminin
bilinçli örgütlü öncüsünün bir parçasıdır.
✒
için sosyalizm ve komünizmin doğrudan propaganda
edilmesinden uzak durulmaktadır.
Sosyalizmden yana propagandaya sadece Sovyetler Birliği ile bağlantı içinde değinilmekte ve şöyle
sınırlandırılmaktadır: “AKP, Sovyetler Birliği’ni Arnavutluk halkının sadık ve samimi bir dostu, onun
Arnavutluk’ta halk iktidarını kurmasında ve sağlamlaştırmasında ona destekleyecek olan bir müttefiki olarak görüyordu. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri
ise, faşist devletlere karşı mücadelede sadece
geçici müttefiklerdi. Bu nedenle partiyi kurması gereken komünist
grupların toplantısında şu
görev konuldu: ‘Onun
faşizme karşı mücadeledeki öncü rolü
ve sosyalizmin inşasındaki büyük
başarıları popularize edilmelidir.” (AEP
Tarihi, Alm.,
Sf. 109, Türkçesi sf: 87-88)
Önde duran
hedef olarak antifaşist
devrimi
ve demokratik halk
hükümetini tespit etmek ne kadar doğruysa,
AKP’nin kuruluşunda nihai hedefin adlandırılmasından
uzak durmak o kadar yanlıştır.
55
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
56
Ulusal Kurtuluş Cephesinin organları olarak planlanmıştı. “Yurtsever milliyetçiler”in kazanılması, yani
sınıfsal olarak konuşulursa burjuvazi ve toprak sahiplerinin yurtsever, İtalyan işgalcilere karşı mücadele etmeye hazır kesimlerinin kazanılması, ulusal kurtuluş
şuraları ve AKP için çok önemliydi. “AKP’nin yurtsever milliyetçiler karşısında aldığı doğru tutum parti
ile halk arasındaki bağın kurulmasında özel bir öneme
sahipti. (…) MK ve partinin bölge komiteleri milliyetçilerle yaptıkları çalışmalarında büyük titizlik, sabır ve
ustalık gösterdiler. Bu faaliyetlerini özel bir özen gerektiren çalışmalarının en önemli alanlarından biri olarak değerlendirdiler.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 119 - 120,
Türkçesi sf: 97-98) “Yurtsever milliyetçiler”, kurtuluştan sonra “demokratik halk hükümeti”nin temelini
oluşturacak olan Ulusal Kurtuluş Cephesi’nde örgütlü ve önemli bir unsur idiler.
31.
1941 Kasım-Görüşmelerinden sonra, pratikte Arnavutluk KP’nin Kuruluş Kongresi’nden sonra
AKP’nin adının Kasım 1948’de Arnavutluk Emek
Partisi olarak değiştirilmesine kadar toplam olarak
11 MK plenumu, birkaç danışma toplantısı ve bir
olağanüstü ve bir de olağan parti konferansı yapılır.
Olağan hiçbir parti kongresi yoktur. AKP, Arnavutluk Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin (DHC) ilanından sonra da açıktan AKP olarak ortaya çıkmaz.
Bu parti iktidarın devralınmasından dört yıl sonra
hâlâ “yeraltında veya arka planda” idi. Parti programı Demokratik Cephe (eski Ulusal Kurtuluş Cephesi)
programının arkasına saklanmıştı.
Enver Hoca’nın Hatıralarına göre, Bir AKPdelegasyonunun Temmuz 1947’de Sovyetler Birliği’ne
yaptığı ziyaret sırasında Stalin, hem AKP’nin adının AEP olarak değiştirilmesini, hem de partinin
legalleştirilmesini önerir. (Enver Hoca, Stalin ile
Karşılaşmalar, Hatıralar, sf: 69-70, Alm. Tiran 1984
– Karşılaşmalar) Söz konusu ziyaretten sonra gerçekleşen AKP’nin son, 11. MK-Plenumunda şu özeleştiri
yapıldı: “Plenum partinin devletin yönetimini kendi
eline almasından sonra da yarı-legal konumunu sürdürmesini yanlış olarak adlandırdı. Parti programının
Demokratik Cephe programının arkasına saklanması,
parti üyelerinin parti mensubiyetliklerini gizlemeleri
ve AKP’nin talimatlarını cephe kararları olarak yayınlamaları olgusunun ağır bir hata olduğu açıklandı.”
Ne var ki bu hataların sorumluluğu aşağıda görüleceği üzere Yugoslavya KP’nin ve onların AKP içinde-
ki ajanlarının üstüne atıldı. “YKP’den devralınan bu
biçimler partinin tüm ülke yaşamında oynadığı önder
rolünü zayıflattı ve onun varlığını tehlikeye soktu. Anti-Marksist ve Yugoslavya önderliğinin yöntemlerinin
içeri girmesini mümkün kılan bir tüzüğün bulunmayışı zararlı olarak adlandırıldı ve tüzüğün hazırlanması
ele alındı. Plenum Koçi Çoçe’yi Titocuları sınırsız bir
şekilde desteklemesi ve partinin örgütsel çizgisini çarpıtmasından sorumlu kıldı.” (AEP Tarihi, Alm., Sf.
345, Türkçesi AEP Tarihi - 2, Yurt Kitap-Yayın, İkinci
Basım, Mart 1990, sf: 83)
Komünistleri kendi hataları için her türlü sorumluluktan aklayan özeleştirinin bu yöntemi MarksistLeninist değildir.
32.
AKP’nin kurulmasından hemen sonra parti içinde
Temmuz 1942’deki olağanüstü bir parti konferansında
partiden ihraç edilen tasfiyeci bir fraksiyon çıktı. AKP
‘nin kuruluşundan, AEP’nin birinci kongresine kadar,
sonunda Enver Hoca etrafındaki grubun kendisini kabul ettirdiği birçok parti içi mücadele yaşandı.
33.
AKP’nin parti gazetesi Zeri i Populit’in ilk sayısı
Ağustos 1942’de çıktı. O “bütün Arnavutluk halkına” yöneldi ve halkı “dürüst ve anti-faşist olan herkesi dini, siyasi aidiyeti ve eğilimi… fark etmeksizin
bağımsız, özgür ve demokratik bir Arnavutluk için
mücadele etmeye bu organ etrafında birleşmeye” (AEP
Tarihi, Alm., Sf. 134, Türkçesi sf: 111) çağırdı. Zeri i
Populit’in siyasi yönelimi, parti çizgisiyle uyum içindeydi. O bir KP nin merkez yayın organı olmaktan
çok bir kurtuluş cephesi gazetesi idi.
34.
AKP 16 Eylül 1942 tarihinde Peza’da bir Arnavut
Ulusal Kurtuluş Konferansı örgütledi. Bu konferans
Ulusal Kurtuluşun geçici genel şurasını seçti ve KP
tarafından hazırlanan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Platformunu oy birliğiyle onayladı. Bu konferansta resmen kurulan Ulusal Kurtuluş Cephesi çeşitli
siyasi partilerin bir koalisyonu değildi. Bu konferans
işgalcilere karşı mücadele içinde geniş halk kitlelerinin gönüllü birliğini legalize etti. KP, bu cephenin
biricik ve doğrudan önderiydi.
Bu cephenin temelinde işçi sınıfının köylülük ile ittifakı yatıyordu. “Yurtsever milliyetçiler” gruplar halinde veya tek tek cepheye girdiler. Bölgelerde somut
36.
İtalya 8 Eylül 1943’de kapitülasyonunu açıkladı. Bu
teslimiyet Alman-İtalyan ordularının Sovyet-Alman
cephesinde, Kuzey Afrika’da ve müttefik askeri birliklerin Güney İtalya’da karaya çıktıklarından sonra maruz kaldıkları büyük yenilgilerin sonucuydu.
Bu aynı zamanda İtalyan halkının hızlı bir şekilde
büyüyen antifaşist direnişinin sonucuydu. Arnavut
halkının İtalyan işgalci ordusuna karşı direnişi de bu
bağlamda bir rol oynadı.
Şimdi Arnavutluk’ta İtalyan işgalcilerin yerini Alman saldırganlar aldı. Alman saldırganlar
Arnavutluk’a yaklaşık 75.000 Nazi-askeri konuşlandırdılar. Alman işgaline karşı mücadeleyi bölmek için
“Dost olarak ‘Arnavutluk’u İtalyan boyunduruğundan
kurtarmak amacıyla geldiklerini’,onu komünizme
karşı mücadelede desteklerse, Alman Ordusunun ‘Arnavutluk halkına bağımsızlığı garanti edeceğini” (AEP
Tarihi, Alm., Sf. 191, Türkçesi sf: 160) bu işgalci güç
açıkladı.
KP tarafından yönetilen Arnavut halkı Nazilerin
bu demagojisine kanmadı, bilakis yeni işgalcilere
karşı özgürlük ve bağımsızlık için mücadeleyi daha
büyük şiddetle sürdürdü. “Ulusal Cephe” içinde örgütlü iç gericiliğin bir kısmı yeni işgalci güç etrafında
toplandı ve Alman emperyalizminin çanak yalayıcıları olarak çalıştılar. İç gericiliğin diğer bir kısmı, Zogocular, İngiliz emperyalizminin yardakçıları olarak
hizmet ettiler. Komünistlerin önderliğindeki Ulusal
Kurtuluş Cephesi iç gericiliğin örgütlerini silah zo-
37.
1943 Sonbaharında önce bir İngiliz, daha sonra bir
Amerikan askeri misyonu, sözüm ona ulusal kurtuluş hareketini desteklemek için davet edilmeksizin
Arnavutluk’a geldi. Onlar Ulusal Kurtuluş Ordusunun genel kurmayının emrine verildiler. Birkaç
partizan birliğinde de İngiliz subaylar vardı. Bunlar
devrimci güçlerin iç gericiliğe karşı mücadelesinde
‘hakem’ olarak hareket ettiler.
Bu askeri misyonların esas derdi kurtuluş mücadelesini kendi denetimleri altına almak ve komünistlerin etkisini geriletmek idi. AKP, bu İngiliz, Amerikan
müdahalesini devrimin zaferi için bir tehlike olarak
adlandırdı ve bunlar karşısında derhal kararlı bir tutum aldı. Ulusal Kurtuluş Cephesi askeri misyonların
iç işlerine her türlü müdahalesini yasakladı. Bir açıklamada şöyle deniyordu: “Müttefiklerin askeri heyetleri… Bizim ile gericilik arasına hiçbir şekilde hakem
olarak girmemelidir. Bizim gericiliğe karşı mücadelemiz onlara uygunsa, o zaman iyi, yoksa onlara kapıyı
göstereceğiz.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 200, Türkçesi sf:
167)
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
35.
Sovyetler Birliği Kızıl Ordusu’nun 2 Şubat 1943’de
İkinci Dünya Savaşında Stalingrad uğruna muharebedeki zaferiyle yeni bir evre başlamaktadır. Stalingrad Nazi-İmparatorluğu’nun çöküşünün ve faşizmin
yenilmesinin başlangıcıdır. Bu olayın Arnavutluk’taki ulusal kurtuluş hareketi üzerinde de büyük etkileri
vardı. Silahlı mücadele daha yüksek bir aşamaya geçti. Üç ay içerisinde kurtarılmış bölgelerin toprakları
ikiye katlandı. AKP’nin Mart 1943’deki ilk ülke konferansı rotasını halkın genel ayaklanmaya hazırlanmasına yöneltti. Bu konferans, silahlı ayaklanma için
zincirin en önemli halkası olarak Ulusal Kurtuluş
Ordusu’nun örgütlenmesi kararını aldı.
ruyla yok etmeyi kararlaştırdı.
✒
cephe çalışmasını yöneten Ulusal Kurtuluş Şuraları
halk iktidarı organlarının görevlerini yerine getirdiler.
38.
1943/1944 Kışında Arnavut hainler tarafından desteklenen Alman işgalciler Arnavut kurtuluş güçlerine karşı en büyük askeri saldırıya giriştiler. Bu saldırı
kurtuluş güçlerinin kahramanca mücadelesiyle korkunç kayıplar verdirerek başarısızlığa uğratıldı. Mart
1944’den itibaren inisiyatif Ulusal Kurtuluş Ordusunun elinde bulunuyordu. Genel Kurmayın emriyle 5
Nisan’da Alman faşistlerine karşı genel saldırı başladı. Gericilerin ve bunların yanında İngiliz ve Amerikan emperyalistlerinin çeşitli manevraları boşa
çıkarıldı. Neredeyse ülkenin yarısı işgalcilerden kurtarıldı. Kurtarılan bölgelerde halk şuraları biçiminde
halk iktidarı egemen oldu.
39.
24’den 28 Mayıs 1944’e kadar kurtarılmış kent
Permeti’de “Ulusal Kurtuluşun I. Antifaşist Kongresi”
toplandı. Bu kongre Ulusal Kurtuluşun Antifaşist Şurasını seçti. Bu artık yasama ve yürütme erkine sahip
en yüksek kurum ve Arnavut devletinin halk egemenliğinin temsilcisiydi. Bu kongre Arnavutluk ilk halk
meclisiydi. Kongre, Antifaşist Şurayı, Ulusal Kurtuluşun Antifaşist Komitesini (AK) seçip, geçici halk de-
57
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
mokratik hükümetini kurmakla görevlendirdi.
Kongrenin onayladığı AK Arnavutluk’un ilk halk
demokratik hükümeti idi. Başkanlığa Enver Hoca
seçildi. 28 Mayıs 1944’de Ulusal Kurtuluş Ordusunun Başkomutanı Enver Hoca, Arnavutluğu Alman
işgalcilerden tamamen kurtarmak ve iç gericiliği bütünüyle imha etmek için genel saldırıyı emretti. “Anavatanın bütünüyle kurtarılması ve halk devriminin
zaferiyle 29 Kasım 1944’de Arnavutluk’taki faşist egemenlik son buldu ve aynı zamanda emperyalist güçlere her türlü bağımlılık, bunlarla her türlü bağlantı ve
köleleştirici her türlü anlaşma da tasfiye edildi.” (AEP
Tarihi, Alm., Sf. 252, Türkçesi sf: 214)
40.
Ulusal, antifaşist kurtuluş devriminin zaferi aynı zamanda, bunlar faşist işgalcilerle işbirliği yaptıklarından, yerli büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve
gerici ruhban takımının iktidardan alaşağı edilmesi
anlamına geldi. “KP, ülkede sınıf mücadelesinin keskinleştirilmesine çağrı yapmadı; feodal ağalara, klik
başlarına ve burjuvaziye karşı mücadele şiarları atmadı; çünkü o (KP – ÇN) esas saldırısını sonuna kadar
faşist işgalcilere yöneltti. Sınıf mücadelesi sömürücü
sınıfların açıktan ihanetini keskinleştirdi. Bu sınıfların
çıkarlarını temsil eden siyasi örgütler “Ulusal Cephe”
ve “Legaliteti”, sadece faşist işgalcilere hizmet ettiklerinden dolayı Ulusal Kurtuluş Ordusu tarafından
imha edildiler. Bu açıktan açığa anti-ulusal ve halk
düşmanı tutumları nedeniyle eskiden egemen sınıflar
siyasi iktidara katılımın her hakkını kaybettiler.” (AEP
Tarihi, Alm., Sf. 253, Türkçesi sf: 215)
Ulusal kurtuluş mücadelesinin ana itici güçleri işçi
sınıfı ve yoksul ile orta köylülük idiler. Kentlerin küçük ve orta burjuvazisi de mücadeleye katıldılar. Onların da halk şuralarında sağlam yerleri vardı. “İşçi
sınıfı ulusal kurtuluş mücadelesinde önder rol oynadı.
Bu rol Arnavutluk KP aracılığıyla gerçekleşti.” (AEP
Tarihi, Alm., Sf. 253, Türkçesi sf: 215)
III. 1944 – 1948
Kurtuluştan Sonra Devrimin
Sürdürülmesi Sırasında AKP
58
41.
KP önderliğindeki antiemperyalist-antifaşist-demokratik halk iktidarının kurulmasıyla birlikte –
aynı zamanda uygun enternasyonal çerçeve koşulları
altında – antiemperyalist, demokratik devrimi kesin-
tiye uğramaksızın sürdürmenin ve proletaryanın bilinç ve örgütlenme seviyesi izin verdiği ölçüde sosyalist devrime geçmenin bütün siyasi ön koşulları vardı.
Burada AKP’nin şimdiye kadarki siyasi çalışmasında sosyalizme geçiş sorunlarını hemen hiç tartışmadığının, proletarya ve emekçi kitleleri bu konuda
ideolojik olarak eğitmediğinin bilinçte tutulması gereklidir. Yani AKP’nin önünde bir yandan ekonomik
olarak Avrupa’nın en geri ve savaş hasarlarıyla yerle
bir olmuş ülkesinde ekonomik inşayı ilerletmek ve
aynı zamanda, her ne kadar yurtseverlik konusunda
mücadele içinde çelikleşmiş, ama demokratizm ve
sosyalizm bakımından deneyimsiz işçi emekçi kitleleri bu konuda politize etmek büyük görevi bulunuyordu.
Özellikle bu ikinci yaşamsal görevde hatalar yapıldı. Arnavut devrimine daha iktidarı devralındığında,
onun sahip olmadığı ve sahip olamayacağı sosyalist
özellikler bahşedildi. Çünkü proletaryanın bilinçli
edimi olmaksızın ve proletarya diktatörlüğü olmaksızın sosyalizm yoktur.
AEP-tarihinde şu değerlendirmeler bulunuyor:
“Ulusal kurtuluş mücadelesi sonuna kadar antiemperyalist, demokratik bir devrim idi. Ama bu devrimin
içinde, burjuvazinin siyasi iktidardan alaşağı edilmesi,
yeni devletteki yönetici rolün yalnızca KP tarafından
devralınması vs. gibi sosyalist devrimin talepleri de
gerçekleştirildi.” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 252, Türkçesi
sf: 214) Bu olgu olarak doğru değildi.
Arnavut ulusal devriminde burjuvazinin tümü iktidardan indirilmedi, bilakis işgalcilerle işbirliği yapan büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve ruhban takımı indirildi. Antiemperyalist ulusal devrime
katılan küçük ve orta burjuvazi halk iktidarında yer
aldı. Önder rolü üstlenen KP kitlelerin gözünde onun
ajitasyon ve propagandasıyla her şeyden önce yurtsever bir partiydi. Bunun ise sosyalist devriminin talepleriyle pek bir ilgisi yoktur.
42.
Marksist teoriye göre, sosyalizm için, “ekonomideki
sosyalist sektör” vs. için siyasi temel ön koşulun proletarya diktatörlüğü olduğunu berrak idi. Bu teorik
zorluğun altından, 2. Dünya Savaşı sürecinde ve ondan sonra ortaya çıkan halk demokrasileri somutunda bu iktidarlar sonradan “proletarya diktatörlüğünün bir biçimi”ne dönüştürülerek kalkıldı.
Kurucu meclis 11 Ocak 1946’da Arnavutluk’u Halk
Cumhuriyeti ilan etti ve başında Enver Hoca’nın bu-
44.
DC ve AKP içindeki en önemli siyasi mücadele 1948’e
kadar “Balkan Federasyonu” sorununda yürüdü. Komünist dünya hareketinin Balkanlar’daki komünist
partileri ve halk demokratik devletleri bir Balkan Federasyonu içinde birleştirmek enternasyonalist planlarını Yugoslavya Komünist Partisi (YKP), kendisinin
milliyetçi, hegemonyacı emellerini gerçekleştirmek
ve proleter enternasyonalizmi maskesi altında emperyalizm karşısındaki işbirlikçi yanlış siyasi çizgisini kabul ettirmek için kullanmaya çalıştı. AKP’nin
kurtuluş mücadelesinden çelikleşmiş olarak çıkan
komünist kadroları AKP ve Arnavutluk HC’nin bağımsızlığını tehdit eden bu tehlikenin farkına vardılar, YKP ve AKP içindeki YKP-taraftarlarının bu
çizgisine karşı ofansif bir ideolojik-siyasi mücadele
yürüttüler. Bu mücadele Stalin önderliğindeki SBKP
tarafından da desteklendi.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
43.
Devrimin sürdürülmesinde AEP ve halk iktidarı
doğru bir tarzla ekonomik yeniden inşaya yoğunlaştı
ve büyük başarılar elde etti. Balkanlara yayılan İngiliz ve ABD-emperyalistlerinin çeşitli manevralarını
geri püskürtebildiler. Demokratik Cephe (DC), Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin dolaysız halefi, kurtuluştan
sonra tüm devrimde aktif güçlerin içinde çalıştığı
biricik legal siyasi örgüt idi. Siyasi çizgi uğruna mücadele DC ve onun arkasında duran AKP içinde yürütüldü.
AKP-MK’nin 11. Plenumu Yugoslav müdahalesinin
ve AKP içindeki YKP-yanlısı fraksiyonun düşmanca
faaliyetinin sona erdirilmesini perçinledi. Bu on birinci Plenum “genel olarak doğru olmayan bir çizgi”
olarak değerlendirdiği “savaş sonrası dönemdeki partinin örgütsel çizgisi” (AEP Tarihi, Alm., Sf. 345), ile
ilgili olarak özeleştiri yaptı. Oysa bu gerekli özeleştiride hataların tüm sorumluluğu “parti düşmanlarının” üzerine yıkıldı. 11. Plenum AKP’nin yarı-legal
durumunu kaldırmayı ve partinin adını AEP olarak
değiştirmeyi kararlaştırdı.
✒
lunduğu yeni hükümeti seçti. Hükümet tarafından
hazırlanan anayasa taslağı kamuoyu önünde tartışmaya sunuldu. İki aylık açık tartışmadan sonra kurucu meclis anayasayı kabul etti. Arnavutluk HC’nin bu
ilk anayasasında ne proletarya diktatörlüğünden, ne
de sosyalizmden vs. söz edilmektedir.
Oysa tarihte şunlar tespit edilmektedir: “Anayasanın kabul edilmesiyle birlikte demokratik halk düzeninin proletarya diktatörlüğünün devleti olarak siyasi
örgütlenme süreci tamamlandı.” (AEP Tarihi, Alm.,
Sf. 296, Türkçesi AEP Tarihi -2, Yurt Kitap-Yayın,
İkinci Basım, Mart 1990, sf: 39) Yani emekçi nüfusun
daha baştan bunun proletarya diktatörlüğü olduğunu
bile bilmediği bir proletarya diktatörlüğü!
Ne var ki bu teorik koltuk değneği tek başına
AEP’nin eseri değildir, bilakis önce Dimitrof tarafından formüle edilmiş ve tüm komünist dünya hareketi
tarafından devralınmıştır.
IV. AEP’nin Kuruluşu – Devrimin
Sürdürülmesi
45.
AEP’nin I. Kongresi 8 Kasım’dan 22. Kasım 1948’e
kadar Tiran’da toplandı. Merkezi ekonomik görev
“üretici güçlerin hızlı bir gelişmesiyle ülkeyi büyük geri
kalmışlığından çıkarmak” olarak tespit edildi. Partinin ismi Arnavutluk Emek Partisi olarak değiştirildi.
Bu değişiklik “ülke ve partinin sosyal bileşimi” (AEP
Tarihi, Alm., Sf. 360, Türkçesi: AEP Tarihi -2, Yurt
Kitap-Yayın, İkinci Basım, Mart 1990, sf: 98) ile gerekçelendirildi. Halkın yaklaşık % 80’ini köylülük
oluşturuyordu. Bu gerekçelendirme yanlıştı ve yanlıştır!
KP bir halk partisi değil, bilakis toplumun komünist öncüsünün bir partisi, işçi sınıfının temsilcisi,
onun öncü partisidir. AKP’nin adının AKP önderliğinde iktidar ele geçirildikten sonra AEP’ne çevrilmesi AKP’nin özel gelişmesine, parti ile ulusal
cephenin iç içe geçmesine, yani öncü örgüt ile kitle
örgütünün iç içe geçmesine bağlıdır. Bunun aynı zamanda AKP’nin kendisini uzun süre cephenin arkasında gizlemesi yanlışı ile de bağı vardır.
AEP her şeyden önce acil ekonomik görevlere yoğunlaştı. Arnavutluk HC, AEP-önderliğinde büyük
başarılara ulaştı. Stalin önderliğindeki Sovyetler
Birliği’nin desteği de ekonominin hızlı bir şekilde gelişmesine yardım etti.
46.
31 Mart’tan 07 Nisan 1952’ye kadar süren AEP’nin II.
Parti Kongresi 1. Beş Yıllık Planı kararlaştırdı. Onun
önemli ve gerçekçi ana hedefleri şunlardı: “Birinci
beş yıllık plan döneminin sonunda Arnavutluğun
geri bir tarım ülkesi durumundan bir tarım-sanayi
ülkesi dönüştürülmesi için, sosyalizmin ekonomik
temelinin inşasının ve üretici güçlerin gelişme hı-
59
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
425, Türkçesi: AEP Tarihi -2, age, sf: 152)
Kruşçof bu seyahatten iki gün önce “kardeş partileri” SBKP-MK’nin Kominform
kararının revize edilmesi hakkındaki kararı üzerine bilgilendirdi ve onların bu tavrı onaylamasını talep etti! AEP, 25 Mayıs
1955 tarihli bir iç yazıda her şeyden önce
Kruşçof’un diğer partilere danışmadan
eski ortak kararları revize etmeye girişmesine, yöntem açısından karşı çıkarak, alçak
sesle eleştirisini ifade etti.
Bu iç yazı AEP’nin modern revizyonizme
karşı mücadelesinin başlangıcıdır. Bu eleştiri çok çekingendir. Ve bu, Arnavutluğun
ulusal çıkarlarını geçmişte güçlü bir şekilde
ilgilendiren bir siyasi sorundadır.
zının arttırılması; işçi sınıfının emekçi köylülükle
ittifakının sağlamlaştırılması ve kitlelerin maddi
ve kültürel düzeyinin yükseltilmesi.” (AEP Tarihi,
Alm., Sf. 296, Türkçesi: AEP Tarihi -2, age, sf: 130)
V. AEP ve Kruşçof Revizyonizmine karşı
Mücadele
60
47.
YKP (Daha sonra Yugoslavya Komünist Birliği, YKB)
emperyalizm karşısındaki uzlaşmacı ve içte revizyonist çizgisi nedeniyle Kasım 1949’da Kominform’un
bir kararıyla dünya komünist hareketinden ihraç edildi. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde
iktidara gelen Kruşçof-Kliği SBKP içindeki konumlarını güvence altına aldıkça revizyonist çizgilerini
daha açıkça savunmaya başladılar. Açık revizyonist
çizgilerini DKH içinde de hâkim kılmaya yöneldiler. Enternasyonal olarak komünist dünya hareketinin Marksist-Leninist hattının revize edilmesini
ilk açıktan açığa deneme “Yugoslavya Sorunu” nda
geldi. “Revizyonist Yugoslav yöneticilerinin itibarının
iade edilmesinin mutlaka gerekli olduğunu ispatlamak
için (Kruşçof revizyonistleri tarafından) ne mümkünse yapılıyordu. 1955 Mayıs’ında (daha SBKP 20. Parti
Kongresi’nden önce) Kruşçof, diğer partilerin onayını
almaksızın, Enformasyon Bürosu’nun Tito Kliğinin
ihaneti hakkındaki kararlarını ve bütün komünist ve
işçi partilerinin bu ihanet hakkındaki doğru değerlendirmelerini reddetmeye bir Sovyet parti ve hükümet
heyeti başında Belgrad’a gitti.” (AEP Tarihi, Alm., Sf.
48.
Şubat 1956’da gerçekleşen SBKP’nin XX.
Parti Kongresi’nde Kruşçof grubu şimdi üç yıllık hazırlıktan sonra Marksizm-Leninizmin özsel temel ilkelerine şiddetli bir saldırıyı açıkça başlattı.
SBKP için baştanbaşa revizyonist bir genel hat tespit edildi. Marksist-Leninist genel çizgiye saldırılar,
bir gizli raporda kişiye tapmaya karşı mücadele adına, Stalin’in şahsına yönelik yersiz saldırılarla birleştirilerek yapıldı. Bu kudurgan kışkırtmalara karşı
SBKP’nin parti kongresinde AEP tarafından en cılız
sesle bile olsa hiç bir eleştiri yoktur.
Enver Hoca selamlama konuşmasında XX. Parti Kongresi’ni “bizim için büyük bir okul” olarak
övmektedir. (SB basını, 1956, cilt I, sf: 732) Mayıs
1956’da gerçekleşen AEP’nin 3. Parti Kongresi’nde de
20. Parti Kongresi’nin çizgisine hiçbir eleştiri yoktur.
Tersine, bu parti kongresine MK-raporunda “ Marksist-Leninist bilime 20. Parti Kongresi’nin katkıları”
methedilmektedir. Ancak bazı açıktan revizyonistlerin AEP’nin şimdiye kadarki genel çizgisini SBKP 20.
Parti Kongresi hattı doğrultusunda revize etme çabası geri çevrilir. Şimdiye kadarki genel çizgi onaylanır.
49.
Kasım 1957’de Moskova’da komünist ve işçi partilerinin uluslararası görüşmesi gerçekleşti. Bu görüşme ertesinde bir ortak açıklama yayınlanır. Bu 1957
ortak açıklaması kimi Marksist-Leninist tezlerin yanında, SBKP 20. Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisinin tüm özsel “yeniliklerinin” yan yana/ veya arka
arkaya bulunduğu eklektik bir uzlaşma belgesiydi.
51.
Kasım 1960’daki 2. Moskova Danışma Toplantısı’na
Enver Hoca başkanlığındaki AEP-Delegasyonu ile
birlikte toplam 81 parti katıldı. Enver Hoca konuşmasında 20. Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisini doğrudan ve ismini vererek eleştirmeksizin birçok noktada bu çizgiyle çelişen Marksist-Leninist pozisyonları
öne sürdü. İçeriksel olarak şu sorunlar söz konusuydu
(AEP-Tarihi, Alm., Sf: 494-503; Türkçesi: AEP Tarihi
-2, age, sf: 207-216)):
Savaş ve barış; barış içinde bir arada yaşama, sosyalizme giden yol, Stalin, Yugoslavya revizyonizmi, komünist partiler arasındaki ilişkiler. Bu gayet
usturuplu bir dille ve pozitif olarak getirilen, 20.
Parti Kongresi’nin revizyonist çizgisini hiçbir şekilde açıkça karşısına almayan eleştiriler bile SBKPrevizyonistlerinin şimdi Çin KP’nin yanında AEP’ni
de bölücüler listesine koymasına ve ona kudurmuşçasına saldırmasına yetti.
Aslında birincinin tekrarı olan 2. Moskova Danışma Toplantısı’nın ortak açıklaması AEP tarafından
birincisi gibi “genelde doğru” olarak değerlendirildi
ve “bazı doğru olmayan değerlendirmeler”e rağmen
diğer partilerle birlikte imzalandı. Şimdiye kadar
AEP’in SBKP’ne getirdiği eleştiriler çoğu kez dolaylı
ve ad vermeksizin “içte” getirilen eleştirilerdi; kamuoyu önünde açık eleştiri yoktu. Bu tavır komünistler
arasındaki kamuoyu önündeki eleştirinin “sadece komünizmin karşıtlarının işine yarayacağı” (AEP Tarihi,
Alm., Sf. 444, Türkçesi: AEP Tarihi -2, age, sf: 169)
şeklindeki yanlış, anti-Marksist anlayışa dayanmaktadır. (1) [Söz konusu belgeler hakkındaki değerlendirmemiz için TA sayı 16’ da “ Genel Çizgi hakkında
Polemik” yazısına bakın. Agd, s 37-38 ]
52.
Tam da AEP IV. Parti Kongresi’nde kararlaştırılan
‘Üçüncü Beş Yıllık Plan’ın görevlerini gerçekleştirme
çalışmasına girişeceği sırada revizyonist Sovyet önderliği AEP ve Arnavutluk HC’ne karşı siyasi ve iktisadi alanda genel bir saldırıyı başlattı. Revizyonist
yönetim ideolojik görüş ayrılıklarını devletlerarası
ilişkiler alanına taşıdı.
Revizyonist Sovyet yönetimi her iki devlet arasında
yapılmış tüm anlaşmaları tek taraflı olarak fesih etti,
sözleşmeler temelindeki 1961-1965 yılları arasındaki
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
50.
Çin KP Nisan 1960’da Lenin’in doğum günü münasebetiyle “yaşasın Leninizm” başlığıyla Lenin’in bazı
önemli alıntılarını derleyerek yayınladı. Bu broşür
dünyanın birçok dillerinde milyonlarca nüsha basıldı
ve bu arada Moskova’da da dağıtıldı. Kruşçof-revizyonistleri için bu “Sovyetler Birliği’ne karşı yönelen
düşmanca bir hareket” idi. Bu revizyonistler Romanya İşçi Partisi’nin Parti Kongresi’ni, buraya katılan
partilerle birlikte, Çin KP’nin mahkûm edilip komünist dünya hareketinden ihraç edileceği uluslararası
bir danışma toplantısı sahnelemek için kullandılar.
Hüsnü Kapo’nun başında bulunduğu AEP-Delegasyonu SBKP tarafından sunulan malzeme üzerine yürütülecek bir tartışmaya karşı çıktı. Bu delegasyon şu
görüşü savundu: Görüş ayrılıkları önce her iki ilgili
parti arasında tek başlarına tartışılmalıdır. Ama eğer
görüş ayrılıkları ikili görüşmelerde giderilemiyorsa,
o zaman sosyalist ülkelerin komünist ve işçi partileri
bunun üzerine düzenlenecek bir danışma toplantısında tartışmalıdır.
Bu tavır bütünüyle beklenmedik bir durumla karşılaşan birçok delegasyon tarafından paylaşıldı. Kruşçof, bu tavrı AEP’nin bir “başkaldırışı” diye adlandırdı ve AEP’ne en şiddetli bir şekilde saldırdı. Yoğun
baskı uygulamasına rağmen SBKP hedefine ulaşamadı. Kasım 1960 için tüm komünist ve işçi partilerinin
uluslar arası bir danışma toplantısı kararlaştırıldı.
Kruşçof-revizyonistleri, Kasım-Toplantısına kadar,
bu toplantıya SBKP ile “görüş birliği”ne sahip bir delegasyon yollanması için AEP’ne baskı uygulamayı
sürdürdüler. Aksi takdirde Bükreş’te “ortaya çıkan
yanlış anlama kıvılcımı alev alacaktır” (AEP Tarihi,
Alm., Sf. 492, Türkçesi: AEP Tarihi -2, age, sf: 206)
tehdidi savruldu. AEP, Sovyet maddi yardımına çok
gereksinim duymasına rağmen onun baskısına boyun eğmedi.
✒
Girişte 20. PK mihenk taşı olarak ve onun siyasi ifadeleri “Marksizm-Leninizmi ileriye geliştiren katkılar” olarak değerlendirilir. Bu deklarasyonun nesnel
işlevi, 20. Parti Kongresi’nin çizgisinin ML’in ilerletilmesi olduğu değerlendirmesini uluslar arası alanda
onaylatmak idi. Daha sonraları hem revizyonistlerin
hem de Marksist-Leninistlerin komünistlerin “programatik belgesi” ve “ortak programı” olarak atıfta
bulundukları bu çürük uzlaşma belgesini AEP fesih
edilmesine kadar “Programatik Belge” ve “ortak program” “Marksist-Leninist güçlerin bir zaferi olarak”
ve “emperyalizme ve revizyonizme karşı mücadelede
komünist ve işçi partilerinin militan” bir “programı”
(AEP Tarihi, Alm., Sf. 464) olarak savundu.
61
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
62
tüm kredileri durdurdu ve bütün ticaret ilişkileri ile
her türlü bilimsel-teknik ve kültürel işbirliğini kesti.
Bu yönetim Arnavutluk’tan tüm Sovyet uzmanlarını
meydan okurcasına çekti. “AHC buna rağmen Kruşçof-Kliğinin bu düşmanca eylemlerini kamuoyu önünde mahkûm etmedi.” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 531)
AEP iç mektuplarla böylesi bir yanlış uygulamadan
vazgeçmesi konusunda revizyonist önderliği ikna
etmeye çalıştı. Ekim 1961’de, SBKP’nin 22. PK’inde
Kruşçof, “kendilerini 30 paraya satmış olan emperyalizmin ajanları” olarak iftira ettiği AEP’nin önderlerinin devrilmesi için çağrı yaptı. Çin KP-Delegasyonu
buna açıkça karşı çıktı. Ancak bu olaylardan sonradır
ki, AEP SBKP’ne karşı eleştirisini kamuoyu önünde
yapmaya başladı. “Bu koşullar altında AEP de susamazdı” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 533) AEP MK şunu
açıkladı: “ N. Kruşçof AEP’ni kamuoyu önünde eleştirerek enternasyonal komünist ve işçi hareketi ve sosyalist kampın birliğine saldırıyı başlattı. N. Kruşçof bu
anti-Marksist işlem ve onun tüm sonuçlarının bütün
sorumluluğunu taşımaktadır.” (AEP-Tarihi, Alm., Sf:
534)
53.
AEP bu kopmaya “emperyalist-revizyonist blokaja
karşı sosyalist toplumun tam inşası”na ilişkin kampanya ile karşılık verdi. Enver Hoca, Arnavutların
yurtseverliğine çağrı yaparak onların “rezilce ve köle
olarak yaşamaktansa, ot yiyip onurlu bir şekilde ölmeyi” tercih edeceklerini açıkladı. “Tasarrufluluk rejimi”
uygulamaya kondu. Bütün olumsuz şartlara rağmen
halk kitlelerinin yaşam seviyesinin düşmemesi sağlanabildi. AEP içinde revizyonizm ile araya kesin bir
ayrım çizgisi çekildi, bu dışa karşı da propaganda
edildi. Ülkede kitle çizgisinin derinleştirilmesi için
ve bürokratizme karşı kampanya başlatıldı. İdeolojiksiyasi mücadele “bütünün çıkarını kişisel çıkarların
üstüne koyalım” şiarı altında yürütüldü. [2] [Bkz. :TA,
S. 17-18 “ Enternasyonal KH Genel Çizgisi hakkında
öneri” hakkında değerlendirmemiz]
AEP enternasyonal olarak 1960 Moskova Danışma
Toplantısının Deklarasyonu’na olumlu atıfta bulunarak SBKP 22. PK’nin revizyonist “komünizmin
Dünya Manifestosu”na karşı çıktı. AEP’nin eleştirisi
diğerlerinin yanında,
*Tito’nun itibarının geri verilmesine,
*ABD-emperyalizmine teslimiyete,
*BM’de Sovyetler Birliği’nin kapitülasyonuna
(Kongo),
*Almanya için barış sözleşmesinden ve Alman sorununun çözümünden vazgeçilmesine,
*ABD ve SB’nin atom silahları tekeline ve atom silahlarını kilitleme sözleşmesine (1963),
* Varşova Paktı –devletleri için Moskova sözleşmesine karşı (burada sosyal-emperyalist hegemonya
kayıt altına alınmaktadır), Sovyetler Birliği’nin Çin’e
karşı ABD ile eşgüdümüne (“en büyük düşman”,
Çin’e karşı Hindistan’ın desteklenmesi vs.),
*ABD’nin Güneydoğu Asya’ya askeri birlikler kaydırmasını kolaylaştıran silahsızlanma anlaşmalarına,
* Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma için Şura
(RGW-”COMECON”) deki yeni düzenlemelere
(Doğu Avrupa’da SB’nin ekonomik hegemonyası için)
*sosyal demokrasiye ideolojik ve örgütsel yakınlaşmaya karşı yöneldi.
1962’de Zeri i Populit’te artık doğrudan ve Kruşçof
revizyonizmine isim vererek saldıran bir dizi makale
çıktı. Buna paralel olarak AEP bir dizi ülkede Marksist-Leninist partilerin inşa edilmesini destekledi:
Avustralya, Seylan, Şili, Kolombiya, Peru, Avusturya,
İngiltere, Hollanda, İspanya, İtalya, Fransa vs.
VI. Dünya Komünist Hareketinin Genel
Çizgisi Hakkında Polemik ve AEP
54.
Çin KP’nin MK, Haziran 1963’de “Komünist Dünya
Hareketinin Genel Çizgisi Üzerine Öneri”yi ve her ay
bu genel çizginin temel pozisyonları ve Sovyet revizyonizmi ile görüş ayrılıkları üzerine bir yorumu
yayınladı. Bu öneri ve “Büyük Polemiğin Belgeleri”
başlığında bunu izleyen dokuz yorum, Çin KP ve
AEP etrafında kümelenen, yeni ortaya çıkmakta olan
Marksist-Leninist partiler ve grupların yeni, enternasyonal, anti-revizyonist genel çizgisidir. Bu belgeler
genel olarak bakıldığında anti-revizyonist mücadele
belgeleridirler; ama kısmen de Marksist-Leninistlerin
revizyonizme karşı mücadeledeki yarım yamalıkları
[Bu
yansıtan önemli hataları da içermektedir. (2)
konuda Bkz.; TA sayı 17/18’de yayınlanmış olan
“DKH’nin Genel çizgisi hakkında öneri” hakkında
değerlendirmemiz]
55.
“Polemik”-belgeleri yayınlandıktan sonra revizyonistler, Çin KP ve AEP’ni mahkûm etmek amacıyla
Moskova’da yeni bir enternasyonal danışma toplantısına çağrı yaptılar. AEP, bunun üzerine “diğer
partilerle konuşmaksızın keyfi tarzda” planlanan bu
konferansı bir bölücüler konferansı adlandırdı ve ka-
56.
Ekim 1966’da, kısmen Çin’deki kültür devrimi olaylarının da etkisiyle AEP – MK’nin “kitle çizgisinin
geliştirilmesi”ne ilişkin çağrısı yayınlandı. 4. Beş Yıllık Planın ortaya çıkarılması için bir kitle tartışma
kampanyasına girişildi.
Bürokratizme karşı mücadelede şu sorunlar ele
alındı:
İdaredeki burjuva yöntemlerin kalıntıları, bilinçte
burjuva ve küçük-burjuva kalıntılar, Diğer ülkelerde
yapılan deneyimlerin Arnavutluk’un somut durumuna eleştirisel uyarlama olmaksızın uygulanması;
devlet ve parti içindeki bürokrasi tehlikesinin küçümsenmesi; sınıf düşmanının ve onun ideolojisinin
baskısı. Esas görüş şu idi: Bürokratik tavır ve davranışlar imtiyazlı bir hizmetliler ve kafa işçileri tabakasının oluşması için temel oluşturuyordu; bu, kapitalizmin restorasyonuna götürürdü...
Şu anti-bürokratik önlemler alındı:
Tüm kararları vs. kitleler arasındaki canlı çalışmaya yöneltelim; üst organların alt organlara yönelttiği
bürokratik talimatlara karşı; halk şuraları ve yerel
parti komitelerinin öneminin arttırılması; her kadro
kendisine verilen görevlerden bizzat kendisi sorumludur; yukardan denetim aşağıdan kontrole dayanmalıdır; kadroların doğrudan üretime katılması; tüm
yasa ve kararnamelerin gözden geçirilmesi; maaşların (yüksek ve orta düzeyde olanların düşürülmesiyle) emekçilerin yaşam seviyesine (yaklaşık 1:2,5, bir
branşta 1:1,7) yakınlaştırılması; orduda siyasi komiserler ve parti komitelerinin yeniden uygulamaya
57.
V. Parti Kongresi Kasım 1966’da gerçekleşti. Bu parti
kongresi partinin özellikle son yıllardaki deneyimlerini genelleştirdi. “Sosyalist devrimi tüm alanlarda
kesintisiz geliştirmek ve derinleştirmek” “(AEP-Tarihi,
Alm., Sf: 617) parti kongresinin temel şiarıydı. Teorik olarak esas sorun, halk demokrasisi ile proletarya
diktatörlüğü arasında berrak olmayan ayrımın görülmemesi, bunun sorun yapılmaması ve bu sorundaki
hataların aşılmaması idi. “Sınıf mücadelesinin sömürücü sınıfların üstesinden gelindikten sonra da toplumun ana itici gücü kalacağı” (AEP-Tarihi, Alm., Sf:
618), Arnavutluk’taki sınıf mücadelesinin o zamanlar
d(iğerlerinin) y(anında) “ideolojik alanda gerçekleştiği” (age) ve bunun “insanların beyin ve yürekleri uğruna, bir mücadele, burjuva ve revizyonist yozlaşmaya
karşı bir mücadele” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 619) olduğu, “ideolojik mücadelenin dolaysız bir şekilde kültür
devrimine hizmet ettiği” (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 626)
doğru bir şekilde saptandı.
Ekonomik gelişme ile ilgili olarak şu önlemler
doğru bir şekilde konu edildi ve ele alındı: Tarımsanayi ülkesinden aynı zamanda kent ile kır arasındaki farkları küçülterek bir sanayi-tarım ülkesine
geçişin gerekliliği. Adem-i merkeziyetçilik kapitalist
ekonomiye götürür (Örnek: Yugoslavya). Tarımsal
Üretim Kooperatiflerinde (Kolhozlar - ÇN) özel kullanımına izin verilen çiftlik toprağının küçültülmesi.
Kafa işçileri çalışma zamanlarının üçte birini doğrudan üretime katılarak kullanmalıdır. Demiryolu
inşası için gönüllü gençlik tugayları kurulmalıdır.
Birikim fonları tüketim fonlarından muhakkak daha
hızlı gelişmelidir; toplumsal çıkarlar kişisel çıkarların üstüne konmalıdır; anın çıkarı gelecek çıkarına
tabi kılınmalıdır (AEP-Tarihi, Alm., Sf: 632). 5. Parti
Kongresi’nden sonraki dönemde iki önemli kitlesel
kampanya vardır: “Dine, dini önyargılara ve gerici
gelenek ve göreneklere karşı hareket” ve “Kadının bütünlüklü kurtuluşu için hareket”. Her iki harekette de
devrimci başarılar elde edildi.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
VII. AEP ve Kültür Devrimi
konması. Tüm rütbelerin (1944’de Ulusal Kurtuluş
Ordusu için uygulanmaya konmuştu) kaldırılması; eş
zamanlı olarak sosyalist inşanın bu aşamasında mutlak eşitlikçilik konusunda uyarma.
✒
tılmayı reddetti. Bu, komünist dünya hareketinin resmen de bölünmesi anlamına geliyordu.
Kruşçof’un Ekim 1964’de Sovyetler Birliği’nde devrilmesi, kısa bir süre için dünya hareketini şaşkınlık
yarattı. AEP şu doğru pozisyonu savundu: Kruşçof’un
devrilmesi büyük bir başarıdır, ama bu devriliş modern revizyonizmin sonu anlamına gelmez. “Revizyonizmin ne rotası, ne siyaseti ne de sosyal-ekonomik kökleri ortadan kalkmıştır.” (AEP-Tarihi, Alm.,
Sf: 591) Brejnef önderliğindeki SBKP tüm komünist
partileri ve halk demokrasilerine müdahale etmeyi
güçlendirdi ve bunu güya “dünya Komünist hareketinin birliğini” sağlama lafları ile cilaladı. “Yeni”
Sovyet yönetiminin bu manevrası da AEP tarafından
komünist dünya hareketini “bölme çabaları” olarak
geri çevrildi.
(Devam edecek) ✓
63
✒
Bir panelin ardından
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
K
64
ÖZ 10 Kasım 2012’de konusu “Ekim Devrimi ve
Troçkizm” olan bir panel gerçekleştirdi. Beyoğlu
Bağlam Yayınları salonunda yapılan panelin konuşmacıları; İşçi Kardeşliği Partisi’nden Şadi Ozansu,
Komünist Zemin dergisinden Zafer Dize, Köz gazetesinden Orhan Dilber’di. Bizler de yarı ve tam
Troçkistlerin; Ekim devrimini, Ekim devriminde
Troçki’nin rolünü nasıl değerlendirdiklerini dinlemek, konu hakkında görüşlerimizi ifade etmek için
panele katıldık.
Panelin açılış konuşmasında: “Bu panelin iki konuşmacısı daha olacaktı. Kendilerini de bu panele davet
ettik, onlar da çağrımızı kabul etmişlerdi. Bunlardan
biri DİP, diğeri ise Marksist Bakış idi. YDİ Çağrı ile
Esenyurt’ta yaptığımız Troçkizm paneli sonrası kendi
işlerinin yoğunluğundan dolayı ve Troçkizm konulu
panelden dolayı bize tepkilerinden dolayı bu panele
katılmayacaklarını söylediler.” Bilgisi verildi.
II. Bölümden oluşan panelin I.bölümünde konuşmacılar 20’şer dakika konuştu. Sorulara 20 dakika zaman ayrılmıştı. 8 kişi soru sordu. Görüşlerimizi ifade
etmek özel olarak söz istedik. Zamanın az olduğu
gerekçesi ile 3 dakika süre verildi. Bu süre içinde ne
kadar görüş ifade edilebilinirse, kısaca konuşmacıların konuşmaları hakkında üç noktada görüşlerimizi
ifade ettik.
II. bölümde konuşmacılar kendilerine sorulan sorulara 20’şer dakika konuşarak cevap verdi.
Kendisi de yarı Troçkist olan, Troçkizmin kimi
önemli görüşlerini savunan KÖZ; açık Troçkist iki
grup ile “Ekim Devrimi ve Troçkizm” konulu panel
yaptı. Panelde kimin ne söylediğini aktarmaktan ziyade, panelde yaptığımız konuşmada da değindiğimiz kimi noktalarda tavır takınmak istiyoruz.
Lenin’in İki Taktik eserindeki devrim
anlayışı nedir?
Orhan Dilber konuşmasında: 1917’de devrim konusunda Lenin’in İki Taktik’teki görüşlerinden vaz geçtiği, Troçki’nin görüşlerine yaklaştığı Troçkist efsanesinin palavradan ibaret olduğunu söylerken haklı
pozisyondaydı. Panelin konuşmacılarının hiçbiri de
bu görüşü savunmadı. Ancak Orhan Dilber Lenin’in
İki Taktik’teki devrim anlayışını özetlerken başka bir
yanlışa düştü: “Lenin İki Taktik’te tek devrimden bahseder. Sınıfsız toplumun yolunu açacak sosyal devrim.
Şubat devrimi İki Taktik’te öngörülen devrim değildir.
Şubat devrimine demokratik devrim demek Menşevizmdir. Ekim devriminden sonra sosyal devrim olmadı.”
Sosyo-ekonomik yapıya göre değil, özneye göre
devrim aşamasını savunan Orhan Dilber Lenin’in
Orhan Dilber’in Şubat devriminin demokratik devrim olarak adlandırılmasına itirazı var. O’na göre:
“Şubat devrimi demokratik devrim değildir. Şubat
devrimine demokratik devrim demek Menşevizmdir.
Şubat devrimi İki Taktik’te ön görülen devrim değildir.”
İki Taktik’te ön görülen devrim ne idi? İşçi sınıfı
önderliğinde, işçi köylü ittifakı temelinde, iktidar
hedefi İKDDD olan, Çarlık rejimi yıkacak olan demokratik devrim. 1917 yılında Şubat ayında Rusya’da
demokratik devrim Bolşeviklerin ön gördükleri biçimde gerçekleşmedi. Orhan Dilber’in “Şubat devrimi İki Taktik’te ön görülen devrim değildir” itirazını;
Rusya’da kendilerine “eski Bolşevikler” diyenler Nisan 1917 yılında Lenin’e karşı getiriyorlardı. Bu itiraza Lenin şu cevabı vermişti: “Bolşevik şiar ve düşünceler tarih tarafından genelde tamamen onaylanmıştır,
fakat somut olarak olaylar, benim ( ya da başka birinin) bekleyebileceğinden başka biçimde şekillenmiştir,
daha orijinal, daha kendine özgü, daha renkli.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, İnter yayınları,
sayfa 23)
Çarlık iktidarını yıkan Şubat devriminden sonra,
Rusya’da ikili bir iktidar ortaya çıktı. Bir yanda emperyalist burjuvazinin önderliğinde Geçici Hükümet;
diğer yanda ise işçilerin, köylülerin, askerlerin iktidar
organı olan İşçi-Köylü-Asker Sovyetleri.
“1917 Şubat-Mart Devrimi’ne kadar Rusya’da devlet
erki eski bir sınıfın, başta Nikola Romanov olmak üzere derebeyi soylu büyük toprak sahiplerinin elindeydi.
Bu devrimden sonra devlet erki başka, yeni bir sınıfın, yani burjuvazinin elinde bulunmaktadır.
Devlet erkinin bir sınıfın elinden başka bir sınıfın
eline geçişi, bu kavramın gerek tam bilimsel gerekse de
pratik-politik anlamında, devrimin en önemli, temel
birinci özelliğidir.
Bu ölçüde Rusya’da burjuva ya da burjuva-demokratik devrim sona ermiştir.” (a.g.k. syfa 22)
Lenin’e göre Şubat devrimi burjuva demokratik
devrimdir. Bu devrim çarlık iktidarını yıkmış, iktidar yeni bir sınıfın burjuvazinin eline geçmiş, bu anlamda burjuva devrim Rusya’da sona ermiştir.
Şubat devrimine demokratik devrim denilmesini
Menşevizm olarak adlandıran Orhan Dilber’in yanlış
tespiti hakkında Lenin’den bir alıntı daha yapalım:
“Rusya’da Şubat Devrimi ile devlet iktidarı yeni bir
sınıfın, burjuvazinin ve burjuvalaşmış toprak ağaları-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Şubat devrimi burjuva-demokratik
devrimdir!
✒
devrim anlayışını tahrif etmektedir. Nedir Lenin İki
Taktik’te ortaya koyduğu devrim anlayışı?
Lenin İki Taktik adlı eserinde: Burjuva demokratik
devrimin önderi olarak görülen burjuvazinin gericileştiğini, burjuvazinin demokratik devrimi sonuna
dek ilerletmek diye bir sorunu ve programı olmadığını; demokratik devrimi sonuna kadar ilerletmenin
proletaryanın çıkarına olduğunu; Rusya’da demokratik devrimin işçi sınıfı önderliğinde, işçi köylü temel
ittifakına dayanılarak, işçilerin köylülerin devrimci
demokratik diktatörlüğü şiarı ile gerçekleştirilebileceğini; demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında Çin seddi olmadığını ortaya koyar. Demokratik
devrimden sosyalist devrime durmaksızın geçmek
için tek kıstasın “işçi sınıfının bilinci ve örgütlenme
ve işçi sınıfı ile yoksul köylülüğün ittifak derecesi”
olduğunu ortaya koyar. Lenin aşamalı kesintisiz devrim anlayışını savunur.
“Proletarya, otokrasinin direnişini şiddet yoluyla
kırmak ve burjuvazinin yalpalayan tavrını etkisizleştirmek için, köylülüğün büyük kütlesini yanına çekerek
demokratik devrimi sonuna kadar götürmelidir. Proletarya, burjuvazinin direnişini şiddet yoluyla kırmak
ve köylülük ve küçük burjuvazinin yalpalayan tavrını
etkisizleştirmek için halkın yarı proleter unsurlarını
yanına çekerek sosyalist devrimi gerçekleştirmelidir.”
(Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin
İki Taktiği, İnter yayınları, sayfa 116)
Lenin İki Taktik eserinde, demokratik devrim ve
sosyalist devrim kavramlarını kullanır. Bu kavramları kullanırken, kavramların içeriğinden ne anladığını
da ortaya koyar. Lenin’e göre işçi sınıfı önderliğindeki
demokratik devrimin iktidar hedefi, işçilerin köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğüdür. İKDDD
şartlarında sınıf mücadelesi kesintisiz sürdürülecek,
yarı yolda durulmayacak, işçi sınıfı yoksul köylülük
ile birlikte sosyalist devrime yürüyecek; proletarya
diktatörlüğü şartlarında sosyalizmi inşa edecektir.
“Tüm halkın ve özellikle de köylülüğün başında –
tam özgürlük için, tutarlı demokratik devrim için,
cumhuriyet için! Tüm emekçilerin ve sömürülenlerin
başında- sosyalizm için! Devrimci proletaryanın politikası gerçekte bu olmalıdır, devrim zamanında her
taktik sorunun çözümünü ve işçi partisinin atacağı
her pratik adımı belirleyecek ve ona baştan sona nüfuz
edecek sınıf şiarı bu olmalıdır.” (a.g.k. sayfa 130)
Aktardığımız iki alıntıdan da görüleceği üzere
Lenin’in devrim anlayışı açık ve nettir.
65
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
66
nın eline geçmiştir. Bu anlamda Rusya’da Burjuva-De- devrim olduğu” düşüncesini savundu.
mokratik Devrimi tamamlanmıştır. İçinde bulunduğuKöylülük diye bir sınıf tanımayan, sınıf denilince
muz dönemin özelliği, devrimin birinci aşamasından aklına sadece işçi sınıfı gelen, saf işçi devrimini sa–ki bu aşamada proletarya bilinçlenme ve örgütlenme vunan Ozansu’nun tüm devrimleri proleter devrim
düzeyi geri olduğundan iktidarı burjuvaziye kaptır- görmesi bir anlamda anlaşılırdır. O tüm devrimlere
mıştır- ikinci aşamasına geçiş içinde bulunmamız- baktığı zaman sadece işçi sınıfını görmektedir. Şedır. Bu ikinci aşamada iktidar burjuvazinin elinden masında, kafasında saf işçi devrimi vardır. Objektif
alınmalı ve proletaryanın ve köylülüğün en yoksul gerçeklik farklı, Ozansu’nun kafasındaki gerçeklik
kesiminin eline geçmelidir.” (Lenin, Taktik Hakkında farklıdır. Objektif gerçeklik şudur: Nüfusun önemMektuplar, Nisan Tezleri ve Ekim devrimi, aktaran li bir bölümünü köylülüğün oluşturduğu ülkelerde,
Ekim Devrimi Üzerine, H. Yeşil, Dönüşüm
devrimlerde işçi sınıfı önder güç olmasıYayınları, sayfa 16)
na rağmen, işçi sınıfının müttefiki
Lenin’e göre Şubat devrimi
köylülük ile ittifak olmadan
burjuva demokratik devdevrimin başarıya ulaşması
Bürokratik
komprador
rimdir. Rusya’da Mart
mümkün değildi. Hele
sermaye ve emperyalist serma1917’de Çarlığın yıkılhele nüfusunun yüzde
ması anlamında de80’nin köylü olduğu
ye kamu mülkiyetine dönüştürüldü.
mokratik devrim
Rusya’da, Çin’de
Demokratik
devrimden
sosyalist
devtamamlanmıştı.
köylülük ile ittifak
Fakat
demokrime geçiş sürecinde hatalar yapıldı. Mao kurmadan devratik devrimin
rim
mümkün
Zedung 1957 yılında “burjuvazi ile birlikte değildi.
daha çözülmesi
gereken bir dizi
Çin’de 1949
sosyalizmin inşası” yanlış görüşünü savungörevi vardı. Bu
yılında ÇKP’nin
du. Geçiş sürecinde yapılan hatalar sonu- önderlik ettiği,
görevler
Ekim
sosyalist devrimi
işçi sınıfı öndercu, Çin’de gerçek anlamda sosyalizm
tarafından çözülliğinde, işçi-köylü
inşa edilemedi. Burjuvazi Rusya’da
dü.
temel ittifakına dayalı demokratik halk
olduğu gibi bir bütün olarak tasÇin’de burjuva
devrimi başarıya ulaştı.
fiye edilemedi.
mülkiyet ilişkileri
Feodalizmin ve komprador
tasfiye edildi mi?
bürokrat kapitalizmin iktidarı
İKP’den (İşçi Kardeşliği Partisi)
yıkıldı. Yerine işçi-köylü-şehir küTroçkist Şadi Ozansu konuşmasında işçiçük burjuvazisi- milli burjuvazinin ortak
lerin köylülerin demokratik diktatörlüğü (İKDD) ile iktidarı kuruldu.
Troçkist sürekli devrim tartışmalarının aşıldığını, bu
Bürokratik komprador sermaye ve emperyalist sertartışmaların geçmişte kaldığını, Ekim devriminden maye kamu mülkiyetine dönüştürüldü. Demokratik
sonra tüm devrimlerin Troçkist sürekli devrim tezini devrimden sosyalist devrime geçiş sürecinde hatadoğruladığını söyledi.
lar yapıldı. Mao Zedung 1957 yılında “burjuvazi ile
Tüm devrimlerin, Troçkist sürekli devrim tezini birlikte sosyalizmin inşası” yanlış görüşünü savundoğruladığı iddiası palavradan ibarettir. Demokratik du. Geçiş sürecinde yapılan hatalar sonucu, Çin’de
devrimde köylülüğün oynadığı devrimci rolü inkar gerçek anlamda sosyalizm inşa edilemedi. Burjuvazi
eden, köylülüğün önemini yadsıyan, saf işçi devrimi- Rusya’da olduğu gibi bir bütün olarak tasfiye edileni savunan Troçkistlerin sürekli devrim tezini hiçbir medi.
devrim doğrulamamıştır.
Burjuvazinin bir bölümünün iktidarda olduğu, işPalavra atmada sınır tanımayan Ozansu konuşma- letmelere sahip olduğu, kardan pay aldığı bir yerde;
sında; Çin’de devrimden sonra “burjuva mülkiyet Ozansu’nun iddia ettiği gibi “burjuva mülkiyet ilişilişkilerinin tasfiye edildiğini, Çin devriminin pro- kilerinin tasfiye” edilmesi mümkün değildir.
leter devrim olduğunu, bütün devrimlerin proleter
Kasım 2012 ✓
güncel
Nepal hakkında karar
ICOR
’un ICC (Uluslararası Eşgüdüm Komitesi - ÇN) Nepal’deki şu andaki durum
üzerine ayrıntılı tartışmadan sonra şu sonuçları çıkardı:
1. Anayasa yapıcı Meclis’in (CA) bir anayasa hazırlamaksızın 27 Mayıs 2012 gece yarısı dağıtılması
Nepal’in demokratik sürecinde geriletici bir darbe
anlamına geldi ve orada çok kritik ve karmaşık bir
siyasi durum yarattı.
2. ICOR bununla ilgili olarak Cumhuriyeti veya bir
bütün olarak demokratik sistemi güvence altına almak için zamanında önlemlerin alınmasının zorunluluğunu vurgular.
Mevcut siyasi durumun kötüleşmesi devam ederse, bu halde birincisi; 2006 Nisan-Hareketi’nin ve
cumhuriyetçi ve demokratik sistemin tarihsel kazanımlarının bir bütün olarak ortadan kalkması ve
diktatörlüğün bu veya şu türüne geri dönüş yoluna
girilmesi; ikincisi Nepal’in ulusallığının, egemenliğinin, bütünlüğünün ve bağımsızlığının tehdit edilmesi ve iflas etmiş bir ulus olarak ilan edilmesi çok
muhtemeldir.
3. Nisan-Hareketi, tüm sol, demokratik siyasi partiler, örgütler ve güçlerin birliği sonucu geriye dönüşe
karşı koymayı başardı. Nisan-Hareketini destekleyen
siyasi parti ve örgütlerin bu birliğinin sürdürülmesi,
Nisan-Hareketinin kazanımlarını ve Cumhuriyeti
korumak veya demokratik bir anayasa çıkarmak için
bugün de hâlâ ulusal bir gerekliliktir.
4. Şuandaki kritik ve zor durumdan çıkış, Anayasa yapıcı Meclisin dağıtılmasıyla henüz bitmemiş bir
görev olan demokratik bir anayasa ile mümkündür.
Ve bu görev Anayasa yapıcı bir Meclisin yeniden seçilmesiyle tamamlanabilir ve tamamlanmalıdır. Bu
ise, Nisan-Hareketini destekleyen parti ve örgütlerin
seçimleri gerçekleştirmek amacı için uzlaşan bir hükümet kurmak konusunda anlaşmak zorunluluğunu
gerekli kılar.
5. Ülkenin gerici güçleri mevcut bu siyasi durumu
kullanmakta ve Cumhuriyet ile demokratik sistemi
başarısızlığa uğratmak ve monarşiyi yeniden getirmek için her şeyi harekete geçirmektedirler. Buna
benzer tarzda Amerikan emperyalizmi ile Hindistan yayılmacılığı ülkenin ulusallığını, egemenliğini
ve bütünlüğünü zaafa uğratmaya veya engellemeye
planlı bir şekilde çalışmaktadırlar. Bu nedenle sol,
demokratik ve yurtsever güçler, ülkenin gerici güçler
vasıtasıyla gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında karşı
karşıya bulunduğu tehlikelerden kurtarılması için bir
araya gelmelidirler. Nepal’in geleceği bunun ne kadar
başarılı olacağına bağlıdır.
6. Nepal halkının başlıca sorunlarının çözümünün, siyasi, ekonomik ve sosyal sistemin radikal bir
değişikliği ile gerçekleşeceği ve bunun ancak başarılı demokratik /ya da yeni demokratik bir devrim ile
mümkün olduğu konusunda sağlam kanıya sahibiz.
Siyasetimizi, programımızı ve ajitatif eylemlerimizi
sürdürerek devrim için zemini hazırlıyoruz ve bunun
uğruna mücadele etme hakkını kendimizde buluyoruz. Şu andaki durumda esas çabalarımızı demokratik sistemi sağlamlaştırmak ve ulusallığı savunmak
için bunun üzerine yoğunlaştırmalıyız. Bu görevlerin yerine getirilmesi radikal değişiklikler veya daha
yüksekçe öze sahip bir devrim için subjektif ve objektif koşulları yaratacaktır.
7. İCOR, kendisinin Nepal halkının haklı mücadelesinin, bugün demokrasi davası ve milliyet için ve
uzun vadeli olarak devrim davası için daima yanında
bulunacağının güvencesini verir.
(İCOR’un bu kararı Almanca’dan Türkçeye çevrilmiştir.) ✓
67

Benzer belgeler

mart/nisan 2013/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302-692x162

mart/nisan 2013/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302-692x162 Demokratik Kongresi (HDK) üzerine kapsamlı bir değerlendirme yazısını bulabilirsiniz. Yine aynı sayfalarımızda Kürtçe dili üzerine ve Kürtçenin uğradığı yasaklar üzerine “Yasaklı bir dilin öyküsü” ...

Detaylı