YAKIN TARİHİMİZDE “İKİ SAİT OLAYI”

Transkript

YAKIN TARİHİMİZDE “İKİ SAİT OLAYI”
YAKIN TARİHİMİZDE “İKİ SAİT OLAYI”
Sait Aydoğmuş
2005 Yılının başında, Kurdinfo’da, ”Sait Elçi İle Sait Kırmızıtoprak (Dr.
Şıvan) öldürülmeselerdi...” başlıklı bir yazı yayınlamış ve Şerwan
Büyükkaya’nın redaktör olarak Stockholm’de yayınladığı ”İlk Anlatım” adlı
kitapta yayınlanan ve Dr. Şıvan’ın, Çeko (Hikmet Bulutekin) ile beraber
imzaladığı el yazması belgenin gerçek olup olmadığı ve ayrıca genel olarak da
olayla ilgili bildikleri konusunda açıklama yapması için, Ömer Çetin’e çağrıda
bulunmuştum. Bu çağrıyı Ömer Çetin’e yapmamın nedeni, anılan el yazması
belgede, ”Sait Elçi ile Mehemedê Begê’yi, Türkiye MİT’i ile beraber çalıştıkları
için, Parti yönetimimizin kanaatlerine uygun olarak, Politik Büro üyesi olan biz
ikimiz karar alarak infaz ettirdik” yolundaki iddiaya, bir ek belge ile
”muahalefet şerhi” koyan üç T-DKP’nin Merkez Komitesi üyesinden hayatta
kalan tek kişi olmasıydı. Abdülkerim Ceylan (Dılovan, Zendo), Ömer Çetin
(Kurdo, Dicle) ve Nazmi Balkaş (Rüstem, Soro), bu ”şerh”te, anılan Belge’de
belirtilen bu eylemin, ”Merkez komitesi kararıyla” yapıldığı iddiasını içeren
bölümüne karşı çıkıyor; ”Merkez Komitesi’nin böyle bir kararının olmadığını,
Dr. Şıvan ile Çeko’nun böylesi bir kararı kendi başlarına verdiklerini, bunun
dışında, belgede belirtilen diğer hususlara katıldıklarını...” belirtiyorlardı.
Ömer Çetin, bu çağrıma, bugüne dek olumlu bir cevap vermiş değil. Yalnız,
bu çağrıma ve yine bu konuya başka bir yazımda yaptığım bir değiniye karşılık,
Dr. Şıvan, Çeko ve Brusk’un ve davalarının savunucusu olduğunu,
Diyarbakır’da yaşadığını iddia eden ve ”Candost Dicle” adını kullanan birinden
çok ilginç bulduğum iki e-mail aldım. Bu e-maillerin kim veya kimlere ait
olabileceği ile ilgili birtakım tahminlerim ve yargılarım olmakla beraber, bu
konuda spekülasyon yapmak yerine, onları, yazıma eklemekle yetineceğim. (1)
***
Dr. Şıvan, “İlk Anlatım”da, 29 haziran 1970’te, T-KDP’yi kurarken,
Barzani Hareketi’ni özellikle bilgilendirdiğini yazar; daha doğrusu, Parti’sini
1
onların bilgisi dahilinde kurduğunu belirtir. Onlara, Partisinin temel belgelerini
teslim eder ve onları, faaliyetleri hakkında düzenli olarak bilgilendirme sözü
verir ve bildiğimiz, belgelerden gördüğümüz kadarıyla da bunu yapar. Dr.
Şıvan’ın ve T-KDP’sinin, tüm bunları, bir “resmi” ulusal görev gibi
algılamasının nedeni, Güney’deki Kürt ulusal hareketini, henüz devleti olmayan
Kürtlerin bir devleti gibi görmesi ve bu nedenle de kendi Partisinin çıkarlarını,
IKDP’nin çıkarlarına ve hareketin lideri olan Mela Mıstefa Barzani’nin
kararlarına tabi kılmayı benimsemesidir.
O sırada, Kuzey’de, aynı anlayış ve yönelim içinde olan başka bir parti,
yani TKDP de bulunmaktadır ve üstelik Dr. Şıvan, başlangıçta, TKDP’nin
yardımı ve işbirliği ile Güney’e gidip yerleşmiştir.
Benzer bir tutum, yani kendi politik koşullarının ve çıkarlarının, “resmi” bir
ulusal görev bilinerek Güney’deki Kürt Ulusal Hareketi’ne tabi kılınması,
başlangıçta, İran ve Suriye’nin işgalindeki Kürdistan parçalarında da
sözkonusudur. Dört yanı sömürgeci düşmanlarla çevrili Güney’deki Hareket,
hem kendi koşulları ve çıkarlarıyla diğer parçalardaki hareketlerin koşullarını ve
çıkarlarını hem de tüm bunları, genel olarak Kürt ulusal hareketinin koşulları ve
çıkarlarıyla uyumlulaştırma görevi ile karşı karşıya kalmıştır. Sadece, çevredeki
sömürgeci devletlerin değil, reel sosyalizmin ve emperyalizmin de kendi
ekonomik, politik ve ideolojik çıkarlarına göre, Kürt hareketine ve bunu kontrol
eden Güney’deki Kürt Ulusal Hareketi’ne yönelik politikaları, beklentileri ve
genellikle değişik biçimlere bürünen baskı uygulamaları sözkonusudur. Diğer
parçalardaki politik örgütlerin sayısı arttıkça, kendi aralarındaki rekabetleri, hem
politik sürece hem de Güney’deki Hareket’e yansımıştır. Tüm bunlar, hareketi
oldukça zora sokarken, ilişkilerini bu güçlere göre uyumlulaştırıp, dengeleyip
ilerleme sürecini böylece devam ettirmesini, adeta “sırat köprüsü”nde ilerlemeye
dönüştürmüştür. Türkiye, İran, Irak, Suriye ve bunların uluslararası
destekçilerinin talep ve baskıları ile, anılan devletlerin işgalinde olan
parçalardaki Kürt politik hareketlerinin mücadele koşulları ve çıkarlarının
uyumlulaştırılması, dengelenmesi, giderek daha bir karmaşıklaşarak
zorlaşmıştır. Bu zorluk, Güney’deki Kürt Ulusal Hareketi’ni oldukça etkilemeye
başlamış, hatta bazen bu uyumun şöyle veya böyle dengelenmesi, hareketin
kaderini belirleme noktasına varmıştır. Böylesi zor ve karmaşık bir süreçte,
Barzani liderliğindeki Güney Hareketi, Doğu Kürdistan’da, İKDP
yöneticilerinden Süleyman Muini ve arkadaşlarını İran’a teslim etme olayı ile
“İki Sait Olayı”nda olduğu gibi, kimi zaman, anılan baskılara boyun eğerek,
ciddi yanlışlar yapmıştır. Güney’deki o zamanki hareket, artık tarihte kalmış
olan bu trajik örneklerde olduğu gibi, her iki parçadaki tüm Kürt politik
hareketinin ve dolayısıyla sürecin bir bütün olarak çok olumsuz etkilenmesine
neden olmuştur. Görünürdeki nedenleri farklı olsalar da bu yazıdaki “Trajik
Olay”ımızın gerçek nedeni/nedenleri ancak bu çervede anlaşılabilir.
2
Bu yazıdan amacım, tarihsel yaraları kaşıyıp Güney’deki “devletleşme”nin
şahsında tarihsel ama aynı zamanda nazik bir dönemden geçen Kürt ulusal
hareketine zarar vermek, onu zora sokmak değil, tam aksine, artık tarihe
karışmış bu trajik olayı, gerçek boyutlarıyla ortaya çıkarmaya çalışıp Kürt ulusal
hareketinin bu olaydan/olaylardan bugünü ve geleceği için politik dersler
çıkarmasını, böylece daha sağlam ve emin adımlarla ilerleyebilmesini
sağlamaya katkı sunmaktır.
Açıklık Yıkıcı Değil, Yapıcıdır!
Aslında, yakın tarihimizdeki bu trajik olay, son belgeler sayesinde, ”teknik”
boyutları itibarıyla büyük çapta ortaya çıkmış durumdadır. Ancak kimin; neyi
neden, niçin ve nasıl yaptığı ile ilgili konular tam açığa çıkmış değildir. Bunları
açıklığa kavuşturarak olayı bu açıklıkla kavramak, hem Kürt siyasetinin tarihi,
hem de bugünü açısından çok önemlidir. Olayın şimdiki bilinen akışı içinde,
tarafların politik görüş, tutum ve ilişkileri, olanakları ve amaçları gözönünde
tutulduğunda, bazı soruların cevapları yerli yerine oturmamaktadır. Dahası, o
dönemin Türkiye ve Irak KDP yetkililerinin var olan açıklamalarındaki bazı
ifadeler ve tutarsızlıklar, cevaplanmayan bu soruları daha bir yakıcı kılmaktadır.
Tüm bunlara Dr. Şıvan’ın, o zamanki yakın arkadaşlarının tutumlarını da
eklemek gerekir. Bunların, özellikle 1970’li yıllardaki yeniden örgütlenme
sürecinde, başta kendilerininki olmak üzere, konuyla ilgili argüman ve iddiaları
kamuoyu önünde açıklıkla savunmamaları, bu olay söz konusu olduğunda ısrarla
susmaları, başkalarına da susmayı önermeleri, otuzbeş yıl sonra bile konu ile
ilgili çağrılara cevap vermemeleri, olayın siyasal boyutlarıyla ilgili karışıklıkları
daha da karmaşıklaştırdı. Ama bugün artık sadece bu gerçeği belirlemek yetmez.
İlaveten bizzat bu ısrarlı suskunluğun kendisini de sorgulamamız gerekmektedir.
En azından, bu suskunluğun olaylarla ilgili bazı hususlara işaret edip etmediğini
anlamak için gereklidir bu.
Nedeni ne olursa olsun bu suskunluk, zaten karanlık olan tarihimizin bu
kesitinin, bazı kişi ve kesimler tarafından kendi ideolojik, siyasal ve kişisel
çıkarları için daha da çarpıtılmasına yol açmıştır, açmaktadır. Şakir
Epözdemir’in Gelawéj Sitesi’ndeki son röportajında, eski yazısına kıyasla, hem
Sait Elçi’yi hem de Sait Kırmızıtoprak’ı daha bir olumsuzlaması ve genel olarak
da konuyla ilgili görüşlerini kısmen değiştirmesi; İbrahim Güçlü’nün, zaman
içinde bir ”senaryo” daha değiştirerek işi Dr. Şıvan’ın ”deliliği”ne hükmetmeye
kadar vardırması, yukarıdaki iddiamın somut örnekleridir. Ama suskunluğun
beslediği bu çarpılma, sadece öldürülenlerin kişisel hukuklarının yok edilmesi,
veya siyasal kişilikleriyle tarihsel rollerinin olumsuzlanması sonucunu
doğurmuyor; tarihimizin adım adım, bazı kesim ve kişiler lehine
3
”resmi”leştirilmesine ve güncel siyasetimizin de buna göre şekillendirilmesine
yol açıyor.
Başta Dr. Şıvan’ın kimi eski arkadaşları ve taraftarları olmak üzere, Kürt
hareketinin belli bir kesimi, zaman geçtikçe suskunluklarını değil,
suskunluklarının gerekçelerini değiştirmektedirler. Günümüzdeki gerekçe,
Güney Kürdistan’dır. Buradaki olumlu gelişmelere zararı dokunacağı kaygısıyla
“İki Saitler Olayı”yla ilgili ”eleştiri ve konuşma zamanı değil” demektedirler.
Bu gerekçeyi, ekte sunduğum ”Candost Dicle”nin e-maillerinde de göreceksiniz.
Bu tutum doğru değildir. Evrensel bir prensip olarak eleştiri, bir olayın, bir
konunun, bir yapıtın doğru ve yanlış taraflarıyla ilgili düşünce ve görüş
belirtmektir ki, bu doğrudan doğruya düşünce özgürlüğü ve demokrasi ile
ilgilidir. ”Faydalı-faydasız, zamanlı-zamansız, yapıcı-yıkıcı, sorumlu-sorumsuz”
gibi nitelemeler göreceli ve subjektiftirler. İnsanoğlu, kendisini, böyle subjektif
nitelemeler nedeniyle eleştiri prensibinin yararlı etkisinden mahrum
kılmamalıdır. Özellikle bir siyasal örgütte, bir kitle örgütünde, bir şirkette
yöneticilik yapanlar, belli eleştirilerin ertelenmesi için her zaman ”makul” bir
gerekçe bulunabileceğini çok iyi bilirler. Zira yaşamın canlılığı içinde, her
insanın, her kurumun, her toplumun sıkıntıları veya problemleri vardır ve
olacaktır. Eleştirel düşünceye ket vurmak veya eleştirel tutumların önünü
kesmek, bu sorunları hafifletmek yerine, daha da ağırlaştıracağı gibi, ilgili
insanın/örgütün/şirketin/toplumun problemlerini çoğaltıp süregen kılar, kılabilir.
Güney’dekiler de dahil, Kürt hareketi olarak dün de belli yanlışlar yaptık,
yarın da yapacağız. Bu yanlışları, kendimizi eleştiriden, eleştirel düşünceden
mahrum kılarak değil, her zaman ve her koşulda tam aksini yaparak azaltabiliriz.
Olay Neydi?
Çoğumuzun ”trajik” olarak nitelidiği olay, 1971’de, 12 Mart Askeri
Darbesi’nden yaklaşık ikibuçuk ay sonra, Mehemedê Begê adlı bir partili
arkadaşı ile önce Güney-Batı’ya (Suriye) oradan da Güney Kürdistan’a geçen
Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) Genel Sekreteri Sait Elçi’nin,
ortadan kaybolması ve araştırmalar/soruşturmalar sonucu anılan arkadaşı ile
beraber öldürüldüğünün ortaya çıkmasıyla başlar. Araştırma ve soruşturma
sonucunda, bunun sorumlusu olarak Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) Genel Sekreteri Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şıvan) ile Hikmet Bulutekin
(Çeko) ve Hasan Yıkmış (Brusk) yakalanmış ve 26 Kasım 1971’de ölümle
cezalandırılmışlardır. Sait Elçi olayı’nın soruşturması esnasında, Abdüllatif
Savaş isimli Bingöl’lü başka bir Kürd’ün daha öldürüldüğü ve bunun da TKDP’liler tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkmıştır.
4
Çok ayrıntılarıyla bilmesek de olayın akışı kabaca şöyledir: Sait Elçi ile
Mehemedê Begê ve Ahmedê Heso, 23 Mayıs 1971’de, Suriye’den Güney
Kürdistan’a geçiyorlar. Adı geçenler, Irak’ın kontrolündeki Musul kapısından
bir an önce Gılala’ya geçmek istiyorlar. Ancak pasaportsuz oldukları için, Sait
Elçi ile Mehemedê Begê geri çevriliyor ve aynı gün Zaxo’ya, kaymakam Osman
Qazî yönetimindeki Zaxo IKDP Bölge Komitesi’nin bürosuna gidiyorlar. İki
gün orada misafir olarak kalıyorlar. 25 Mayıs 1971’de Çeko ile Brusk
tarafından, anılan bürodan alınarak, Zaxo dışında kendilerini bekliyen Dr.
Şıvan’la beraber Dışeş’teki kampa doğru hareket ediyorlar. Ancak öyle
anlaşılıyor ki, adı geçenler, kamp yerine, kampın yakınında silah tamir atölyesi
olarak kullanılan bir yere götürülüp tutuklanıyorlar ve dört-beş günlük bir
sorgulamadan sonra, 1 Haziran 1971’de öldürülüyorlar.
Bundan bir buçuk ay sonra, bu olay ortaya çıkıyor. Önce Dr. Şıvan ile Çeko
tutuklanıyorlar; elli gün sonra da Brusk tutuklanıyor ve bu üç kişi de 26 Kasım
1971’de kurşuna dizilerek öldürülüyorlar. Bu arada T-DKP’nin kampı
kapatılıyor, Güney’de bulunan 25-30 kişilik partili grubun, belli aralıkla
Güney’i terketmelerine müsaade ediliyor. T-KDP’nin arşivine ve diğer
eşyalarına da el konuluyor.
Bu olay, Kuzey’in başlıca iki politik örgütü olan iki KDP’nin de fiilen
dağılmasına ve politik olarak da Kuzey Kürdistan’da, kısa bir müddet de olsa
örgütlü hareketin de sona ermesine neden oluyor.
Dr. Şıvan Olayı Anlatıyor
Dr. Şıvan, 18 Temmuz 1971’de, IKDP tarafından yakalandıktan sonra, Çeko
ile beraber imzaladığı belgede olayı ve nedenlerini şöyle açıklıyor:
”3-Sait Elçi ve arkadaşı Derwêşê Sado (Akgül), son bir yıldan beri,
siyasal çalışmamızı engellemek ve ortadan kaldırmak için çalışıyorlar.
Geçen sene buraya geldiklerinde, bizi, size nasıl şikayet ettiklerini
biliyorsunuz. Yine geçen kış aynı nedenle Ferzende adlı serseri bir kişiyi,
aynı nedenle İsa Sıwar’a göndermişlerdi. Daha sonra Ahmedê Hüseyn’i,
aynı nedenle Beyrut’a, Suriye’ye ve buraya gönderdiler. Ahmedê Hüseyn’in
Türk pasaportuyla dolaşan ve Türk Emniyeti’nde çalışan birisi olduğu
açık. Said Elçi’nin, Ahmedê Hüseyn’in ve Türklerin amacı, ya
öldürülmemiz ya da Irak Kürdistanı’ndan dışarı atılmamızdır. Bütün
bunların nedeni, bizim mücadeledeki ciddiyetimiz, fedakarlığımız ve
içtenliğimizdir. Türk Emniyeti, Sait ve Derwêş’i uşaklaştırarak, siyaset ve
para ile bizim ve partimizin peşine taktılar. Bu defa, Sait, Türk
5
Emniyeti’nin teşvik ve yardımıyla Suriye’ye geçti ve taktik olarak geçişten
sonra, arananlar listesinde adı radyolardan okunmaya başlandı. Said’i
Suriye’ye geçiren ve Irak’a getiren kişi Türk Emniyeti’nden olan
Mehemedê Begê’dir. Kendisi Nusaybinlidir ve bütün Nusaybinliler Onun
Türk Emniyeti’nden olduğunu biliyorlar. Mehemedê Begê, Partimizin
tüzüğü’nü ve bir raporunu, Türklere teslim ederek, Bizim Irak Kürdistanı
Devrim Hareketi içinde M. Mustafa Barzani’nin emrinde çalıştığımızı
belirterek, onları haberdar etti. Türkiye Adalet Bakanı, buna dayanarak,
Londra’dan yayın yapan bir İsrail Radyosu’na verdiği demeçte, M.
Mustafa Barzani’nin, Türkiye Kürdistanı için, devrimci bir partinin
teşkiline önayak olduğu ve orada da hareketi başlatmak istediğini
belirtmişti. Mehemedê Begê’yi sorguladığımızda suçunu kabullenerek bu
konuyu itiraf etti.
”Yaptığımız sorguda, Said Elçi de Askeri Cunta’nın sıkıyönetim ilan
etmesinden sonra, Türk İstihbaratı’ndan bir subayla İstanbul, Ankara ve
Diyarbakır’da dolaştığını; Nusaybin’de Soro’yu, Tatvan’da da Şıvan’ı
yakalatmak için uğraştığını itiraf etti.
”Gerçekten de eğer Soro, tespit edilenden bir gün önce Nusaybin’i terk
etmeseydi, Şıvan da yine tesbit edilen tarihten iki gün önce Tatvan’a
varmasaydı, ikisi de Irak Kürdistanı ve önderliğine de zarar verebilecek
birtakım belge ve delillerle Türklerin eline düşeceklerdi.
”4-Partimiz, demokratik merkeziyetçi prensibe göre yönetilen bir
partidir (T-KDP İç-Tüzüğü: Md. 4). Tüzüğün 14. Maddesi’nin (f) bendine
göre de, parti yönetimi, ihanet ettiğini karar altına aldığı kişileri ölümle
cezalandırabilir.
”Partimizin yöneticileri, Sait Elçi ile Mehemedê Begê’nin mahkeme
edilmesinden sonra, onların itiraflarını ve konuyla ilgili delilleri
değerlendirerek, onların Kürt Milleti’ne ve Kürdistan Devrimi’ne ihanet
ettiklerini, Türk Emniyeti ile beraber, bizi öldürerek hareketimizi ortadan
kaldırmak için birtakım görevler üstlendiklerini ve bunları yerine
getirmeye çalıştıklarına karar verdi.
”Yöneticilerimizin bu kanaat ve inancı üzerine, Genel Sekreterimiz
Feridun ve yardımcısı Gavan, birlikte, ihanet etme karşılığı olan ölüm
cezası kararını, üç parti üyesine görev vererek uygulatmışlardır.
”Parti yöneticileri ve organlarına göre, bu sorun Türkiye Kürdistanı ile
ilgili bir sorundur ve parti’miz, bu sorun konusunda kendi başına karar
6
verebilir. Bu nedenle de Partimiz Polit Büro’su adına bu karar alındı ve
yerine getirildi.
”Yalnız bu sorun konusunda, bizim, Güney Kürdistan yöneticilerini
haberdar etmemiz gerekiyordu. Bunu yapmayışımızı, bir eksiklik ve
yanlışlık olarak kabul ediyoruz. Ancak bu eksiklik ve yanlışlığa rağmen
tekrar ediyoruz ki, Biz, Irak Kürdistanı Devrimi ile beraberiz, Parti’ye ve
Serok’e sadıkız.
”Ancak Sait Elçi ve Türk Emniyeti, bizi helak etmek ve öldürmek
peşindeydiler. Her varlık ve devrimci parti kendisini savunmak zorundadır.
Hatta dinimiz İslam da der ki; ”Eğer birisi seni öldürmek istiyorsa, sen de
onu öldürebilirsin”.
”Bizim onlara karşı kişisel bir kastımız veya düşmanlığımız yoktur.
Tekrar ediyoruz, Sait ve Türk Emniyeti, bizi bu uygulamaya mecbur etti.
Çünkü onlar bizi ortadan kaldırmak istiyorlardı” (2)
Alıntının alındığı belge, Parti Sekreteri olarak Feridun (Dr. Şıvan) ve
Sekreter Yardımcısı olarak Gavan (Çeko) tarafından imzalanmış ve hemen
altına, aynı el yazısı ile ”Biz burada hazır olan T-KDP’nin Merkez Komitesi
üyeleri olarak iki sekreterimizin yukarıdaki açıklamalarını teyid ve kabul
ediyoruz” notu düşülerek, Dicle (Kurdo), Rüstem (Soro) ve Dılovan (Zendo),
yani gerçek isimleriyle ve sırayla Ömer Çetin, Nazmi Balkaş ve Abdülkerim
Ceylan’ın imzalarına açılmıştır. Ancak adı geçenler, Dr. Şıvan’ın kendi el yazısı
ile düştüğü bu notu imzalamak yerine, aynı bloknota ait veya aynı cins bir başka
kağıda, aşağıdaki ”şerh”i bir başka şahsın (büyük ihtimalle Soro’nun) elle
yazdığı açıklamayı düşerek, yine yukarıda belirtilen takma adlarla
imzalamışlardır. ”Şerh”, kelimesi kelimesine şöyledir:
”İmzalamakta olduğumuz bu raporun 4. maddesinin 3. paragrafında,
Genel Sekreter ile yardımcısı, kararın yerine getirilmesi için emir
vermişler. Halbuki, Polit Büro üyesi bu iki arkadaşımız, onların ölüm
kararının verilmesi ve bu kararın belirtilen şekilde yerine getirilmesi
konusunda da kendi başlarına karar almışlardır. Biz, aşağıda imzası olan
üç arkadaş, bu sorundan sorgulandığımız esnada haberdar olduk ve olayı
da öylece duyduk. Bu madde dışında diğer hususları kabul ediyoruz.” (3)
Bu iki belgede de tarih bulunmamaktadır.
Bu belge, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının olayla doğrudan ilgili görüş ve
düşüncelerinin elimizdeki tek belgesidir. IKDP, TKDP yöneticileri, olayla ilgili
bir yargılamadan bahsetseler de, buna ilişkin ortada ne herhangi bir belge ne de
7
şahit vardır. Tüm bu nedenlerle bu belge çok önemlidir. Bu belgenin
içeriğinden, onun Dr. Şıvan ile Çeko’nun tutukluluklarının ilk birkaç günü
içinde yazılıp verildiği anlaşılmaktadır. Zira ileride, bu belgenin, aynı günlerde
gözaltına alınan bazı kişilere gösterildiğini de göreceğiz.
Belgede, Dr. Şıvan ile Çeko, henüz “son söz”lerini söylemedikleri gibi,
umutsuz da görünmüyorlar. Şıvan ve Çeko, olaya neden olan gerekçeleri
kendilerince ortaya koyuyor ve bu gerekçelere dayanarak özellikle T-KDP
yönetimi olarak, tüzüklerine uygun bir biçimde karar verdiklerini belirtiyorlar.
Böylece, taktik olarak olaydan hem yönetimlerini sorumlu tutuyorlar, hem de
her ihtimale karşı, iki kişi olarak esas sorumluluğu üstleniyorlar.
Dikkat edilirse Dr. Şıvan ile Çeko’nun imzaladıkları belgede, Sait Elçi ve
arkadaşını yargılayan ”mahkeme” sonrasında, T-KDP yöneticilerinin, Sait Elçi
ile Mehemedê Begê’nın, ”Kürt milletine ve devrimine ihanet ettiklerinin ve
onları yoketmek için Türk Emniyeti ile işbirliği” yaptıklarının, kendi ”itrafları”
ile kanıtlandığından bahsedilirken, yargılayıcı olarak herhangi bir organ
(Merkez Komitesi veya Polit Büro anlamında) ismi verilmesi yerine, ”parti
yöneticilerimiz” gibi muğlak bir kavram kullanılmakta ve ”bu yöneticilerimizin
kanaati üzerine, birinci ve ikinci sekreter olan bizlerin ölüm kararını vererek üç
partili eliyle infazı gerçekleştirdikleri” belirtilmektedir. Anılan diğer üç
yöneticinin imzalaması için düşülen notta, bunların ”hazır olan MK üyeleri”
oldukları belirtilmektedir. Herşeyden önce, bu beş kişinin, olay süresince,
Güney’de olan MK üyeleri mi, yoksa Mekteb-i Siyasi (MS), yani Polit Büro
üyeleri mi olduğu tam anlaşılmıyor. Ancak Dr. Şıvan ile ile Çeko’nun
imzaladıkları belgeden anlaşılan husus, bu yöneticilerin, öldürülen kişilerin
”Kürt halkına ve devrimine karşı ihanet içinde oldukları” yolunda karar
aldıklarını (veya kanaat belirttiklerini) ve Dr. Şıvan ile Çeko’nun bu karar
uyarınca MS, yani Polit Büro adına, tüzüğün anılan maddesi gereğince karar
alıp infazı gerçekleştirdikleri; yolundadır. Bu açıklamada, iki kişi karar vermiş
olduğuna göre, MS’nin en çok üç kişiden oluşması lazım. Halbuki T-KDP
Tüzüğü’ne göre, Polit Büro, genel sekreter dışında, dört kişiden oluşuyor.
Neresinden bakarsak bakalım, ”karar” tüzüksel değil ve sanıyorum ki Dr. Şıvan
ile Çeko, anılan muğlak ifadeleri, arkadaşlarını olaya doğrudan bulaştırmamanın
yanısıra, biraz da bu nedenle kullanıyorlar.
Kurdo, Soro ve Zendo, anılan belgeyi Şıvan ve Çeko’nun yazıp
imzaladıkları biçimiyle imzalamak yerine, yazılarının karşılaştırılmaları
sonucunda varılan muhtemel sonuca göre Soro’nun kendi el yazısıyla ayrı bir
sayfaya yazdığı ve yukarıda belirtilen ”şerh”i imzalamayı tercih etmişlerdir. Bu
tercihin nedenini bilemiyoruz. Zira, bir önceki paragrafta belirtildiği gibi, Dr.
Şıvan ve Çeko’nun kullandığı ifadeler, imzaları açılan bu üç kişinin olaydaki
bilgi ve sorumlulukları konusunda oldukça muğlaktır. Bu muğlaklık birkaç
8
biçimde değerlendirilebilinir. Muğlaklık, bu üç kişinin olayla ilgili bilgi ve
sorumlulukları olduğu halde, cezalandırılmamaları için taktik olarak yapılmış
olabileceği gibi, bilgi ve sorumlulukları olmadığı halde, ”hedef” genişletilerek,
yargılanacakların cezalandırılmalarının zorlaştırılması için de yapılmış olabilir.
Ya da anılan muğlaklıkla, gelişmelere göre davranmanın kapıları açık tutulması
amaçlanmış olabilir.
Gerçek ile Dr. Şıvan ve Çeko’nun amacı ne olursa olsun, ”Şerh”çiler, olayın
kendilerinden tamamen habersiz olarak, Dr. Şıvan ve Çeko tarafından
kararlaştırılıp gerçekleştirildiğini ve kendilerinin, IKDP’nin soruşturmasıyla
birlikte olaydan haberdar olduklarını belirtmektedirler.
Dr. Şıvan Tutuklanıyor!
Dr. Şıvan, Eshed Xoşewî’nin gönderdiği mektup üzerine, 18 temmuz
1971’de, daha Eshed Xoşewî’nin karargahına varır varmaz tutuklanmıştır.
Soro’nun notlarına göre, Çeko da aynı gün Musul’dan getirilmiş ve tutuklanarak
Dr. Şıvan ile aynı odaya konmuştur. Bir gün sonra Brusk, Zendo ve Dıjwar da
Eshed Xoşewi’nin karargahı’na getirtilip başka bir odaya konmak suretiyle
tutuklu muamelesine tabi tutulmuşlardır. O sırada orada bulunan bazı
arkadaşların anlattığına göre, bir müddet sonra Dıjwar’ın tutukluluk hali sona
erdirilerek onun yerine, Kurdo aynı odaya konmuştur. Birkaç gün içinde, Dr.
Şıvan’ın, Güney’deki tüm arkadaşları, bu karargaha getirtilmiş ve bir nevi
gözetim altında ”misafir” edilmişlerdir.
Burada, aslen Tatvanlı bir Kürt olan ve Dr. Şıvan’ın çevresi tarafından da
“şaibeli” olarak nitelendirilen IKDP’nin İstihbarat Bölge Başkanı Mele Hemdî,
ekibi ile birlikte sorgulamaları yapmaktadır. Mele Hemdî, kendisi ile yapılan bir
ropörtajda bu sorgulamayı ve sonucunu şöyle anlatmaktadır:
“Ben izindeydim ve iznimi Sersîngê’de geçiriyordum. O arada bir gün
Eshed’ın (Xoşewî) arabası bizim evin önünde durdu. Benim peşime
gelmişlerdi. Serok’un bir telgrafını bana gösterdiler. Telgrafta, ‘Sait Elçi
Zaxo’ya gelmiş, Dr. Şıvan gidip onunla bir görüşme yapmış ve anılan
görüşmeden sonra kayıptır. Başına ne geldiğini bilmiyoruz. Olayı
soruşturmanız lazım.’ Ben arkadaşa dedim ki, Dr. Şıvan’a latin harfleriyle
bir not yollayıp diyelim ki, ‘Eshed Xoşevî’nin torunu, yani Selim’in oğlu
hastadır, eğer mümkünse sen ve Dr. Hişyar (Dr. Faik Savaş) birlikte bizim
Bamernî’deki karargaha gelin.’ Bu notumuz üzerine, ikisi birlikte geldiler.
Onların gelişinden sonra arkadaşları da geldi.
9
“Dr. Şıvan Bamernî’ye geldiği zaman, onu ben karşıladım. Başlangıçta
‘Doktor, Sait Elçi Zaxo’ya gelmiş, onunla görüşmüşsünüz, ondan sonra
kayıptır. Acaba nereye gittiğinden bir haberiniz var mı?’ diye sordum. Dr.
Şıvan dedi ki, ‘Ben onu görmemişim ve nereye gittiğini debilmiyorum.’
Bunun üzerine ben ona dedim ki, ‘Siz, Zaxo’nun parti misafirhanesinde,
Osman Qazi’nin (Zaxo komitesinin mesulü) yanında Çeko ile birlikte
onunla görüşmüşsünüz; bilmiyorum, nasıl görmedim diyorsun?’ Bunun
üzerine Dr. Şıvan bana dedi ki, ‘Doğrudur görüşmüşüz, ancak görüşmeden
sonra Sait gitti, biz de kampımıza döndük.’ Tartışma ve söyleşimiz uzun
uzadıya devam etti.
“Biz içerde konuşurken, Elî Teha Qumrî adlı bir peşmerge, kapıda
oturuyordu. Elî Teha, bizim eski bir peşmergemizdi ve bizim on kişiye
yakın peşmergemizle beraber, Dr. Şıvangil’i korumak amacıyla onların
yanındaydılar. Kapıda olduğu için, Dr. Şıvan ile konuştuklarımızı dinlemiş.
Dr. Şıvan ile görüşmemizden sonra, dışarı çıktığımızda, Elî Teha bana
sordu: ‘ Seyda o kadar sert, boğaz boğaza neyi tartışıyordunuz?’ Ben, ona
meseleyi anlattım. Bunun üzerine, Elî Teha bana dedi ki, ‘Biz, Dr. Şıvan’ın
emri üzerine, kamp yakınında iki kişi öldürdük, ancak bunlar kimdi,
nedeni neydi, bilmiyorum; Dr. Şıvan, bize ‘Mele Mıstefa ile Eshed
Xoşewi’nin telgrafı var, bunlar Türk ajanıdırlar, onları öldürün’ dendiğini
belirtti. Elî Teha’nın bu söyledikleri üzerine Dr. Şıvan kızarıp sarardı,
dondu ve dedi ki, ‘Evet onlar Sait ve arkadaşıydı, onları öldürdük çünkü
Türk devletinin ajanıydılar.’
”Bu bilgi üzerine soruşturmayı derinleştirdik, Dr. Şıvan ve arkadaşlarını
(Çeko, Brûsk, Dr. Hışyar, M. Evdılkerîm ve Soro) bir araya getirip
yüzleştirdik. Bu altı kişinin soruşturması sonucunda açığa çıktı ki, olay
öncesinde altı kişi olarak toplanıp Sait Elçi ve arkadaşının öldürülüp
öldürülmemesini tartışmışlar, Soro, Dr. Hişyar ve Mele Evdilkerîm öneriye
karşı çıkıp bunun yanlış olduğunu, yapmamak gerktiğini savunmuşlar. Dr.
Şıvan, Çeko ve Brûsk, arkadaşlarından gizli olarakZaxo’ya gidip Saitgil ile
görüşüp konuşmuşlar ve sonra da birlikte kampa doğru hareket etmişler.
Kampa yakın bir yerde Sait ile Mehemedê Begê, Dr. Şıvan, Çeko ve Brûsk
tarafından öldürülmüşlerdir.
“Bu soruştuma tamamlayınca, durumu Serok Barzani’ye rapor ettik.
Bize gönderilen cevapta, ‘onları, Gelala’ya (polit büronun karargahına)
gönderin.’ deniyordu. Biz de onları Gelala’ya yolladık. Orada mahkeme
kuruldu. Mahkemenin başkanı, binbaşı Ezîz Aqrewî’ydi. Mahkeme
neticesinde Dr. Şıvan ve iki arkadaşı (Çeko ve Brûsk) suçlarını itiraf ettiler.
Diğer üçü (Soro, Mele Evdılkerîm, Dr. Hışyar) serbest bırakıldılar. Kendi
istekleri üzerine Soro ve Mele Evdılkerîm Şam’a, Dr. Hışyar ise Baağdat’a
10
yollandı. Dr. Şıvangil’in yargılanmaları esnasında, TKDP’liler de gelip
müdahil olarak davaya katıldılar. Mahkeme neticesinde anılan üç kişinin
idaamına karar verildi. Dr. Şıvan ve iki arkadaşı 26.11.1971’de idam
edildiler.” (4)
Olayın taraflarını, varsa diğer şahitlerini dinledikten ve olduğu kadarıyla
belgelerini inceledikten sonra, Özellikle Dr. Şıvan’ın arkadaşlarınca olayın
önemli bir halkası olduğu iddia edilen Mele Hemdî’nin bu dediklerine
döneceğiz.
Bir müddet sonra, Dr. Şıvan ve Çeko dışındakiler, Bamerni’ye
yerleştirilirler. Bir nevi gözaltındadırlar ama bazılarının Güney’i terketmesine
müsaade edilmektedir. Soro, notlarında kimlerin hangi tarihte Güney’i
terkettiğini ve nereye gittiğini düzenli olarak belirttiği için olayın bu boyutunu
izleme imkanımız var.
”Abdüllatif Savaş Olayı” dedik; bu olayın da ne olduğunu açıklamamız
gerekiyor. Abdüllatif Şavaş, Dr. Faik Savaş’ın amcazadesidir. Dr. Faik Savaş,
yurtsever bir Kürttür. Soro’nun notlarına göre, Kasım 1969’da Güney’e geliyor
ve yine bu notlardan anlıyoruz ki, kısa bir müddet Dr. Şıvan’ın T-KDP’sinde
üye oluyor. Soro, notlarının birkaç yerinde, partide, onunla ilgili bir ihtilaftan ve
bunun çözülmeye çalışıldığından bahsediyor. Mele Hemdî’nin dediklerinin
aksine Dr. Faik Savaş, hem Dr. Şıvan’ın partisinin, anılan olay gibi bir konuyu
görüşüp kararlaştırabilecek bir yetkilisi değildir hem de zaten anılan olaydan
daha önce, T-KDP’den ayrılmış bulunmaktadır. Mele Hemdî, onu ya bilinçli ya
da bilinçiz, Ömer Çetin ile karıştıryor olabilir. Zira Ömer, hem MK üyesidir
hem de anılan süreçte bulunmuştur ve bu nedenle de zan altındadır; bilindiği
kadarıyla kovuşturmaya uğramıştır.
Abdüllatif Savaş’ın, Güney’de bulunması ile ilgili iddialar değişiktir. Bir
iddiaya göre, Abdüllatif, bir kan davası nedeniyle Türk devleti tarafından
aranmaktadır ve Güney Kürdistan’da barınmasına yardımcı olabileceğini
düşündüğü akrabası Dr. Faik Savaş’ı aramaktadır. Diğer bir iddiaya göre,
kendisi melle olduğu için, Güney’e, dini eğitimi almaya gitmiştir ve bu arada
Dr. Faik ile de buluşmak istemektedir. Son iddia ise, bir süreden beri
kendisinden haber alınmayan akrabası Dr. Faik Savaş’ın izini bulmak amacıyla
Zaxo’ya gittiği yolundadır.
Abdüllatif Savaş, Zaxo’da her gün, IKDP Bürosu’na uğramaktadır. Sait Elçi
ile de bu büroda karşılaşmışlardır. İkisi de Bingöllü oldukları için önceden
tanışırlar. Abdüllatif, geliş nedenini Sait Elçi’ye anlatır. Sait Elçi, Dr. Faik
Savaş’ın, Dr. Şıvan’ın partisinin üyesi olduğunu ve kampta kaldığını
bilmektedir. Brusk ile Çeko, Sait Elçi’yi almaya geldiklerinde, muhtemelen Elçi
11
büroda Abdüllatif’le beraberdir; giderken ona ”Kamp’a gideceğini, ve Dr. Faik’i
durumdan haberdar edeceğini” belirtmiştir. İkisi de öldürüldüğünden bu
diyalogun kaynağı belli değildir. Diyalog Çeko ile Brusk’un yanında
gerçekleştiği için onlar kanalıyla yayılmış olabileceği gibi, Şakir Epözdemir ve
Derwêşê Sado tarafından Sait Elçi ile arkadaşının izinin sürüldüğü esnada da
duyulmuş olabilir. Ama kaynağı ne olursa olsun, Abdüllatif, Sait Elçi ve
arkadaşının Brusk ve Çeko tarafından götürüldüğünü bilmektedir ve gizli
tutulmak istenen bir ”sır”rı bilen bir kişidir. Bu veya başka bir nedenle, belgelere
yansımadığı için ayrıntısı bizce bilinmeyen bir biçimde ortadan kaldırılır.
Bu arada, Dr. Şıvan ile Çeko’nun imzaladığı belgede belirtilen ve Said
Elçigil’in tutuklanıp sorgulandıkları yerde kalıp orayı koruyan ve infazı da
gerçekleştirdikleri ima edilen üç parti üyesinden de bahsetmemiz
gerekmektedir. Bu üç üye, Tilki Selim (kod adı M. Salih), Mehmudê Hesenka
(Kod adı Ahmed) ve Hesenê Seyro (Kod adı Yusuf) adlı eşkıyalıktan gelme
kişilerdir. Dikkat çekici olan şudur ki bunlardan ilk ikisi, Dervêşê Sado’nun
akrabalarıdırlar ve Güney’e de Derweşê Sado tarafından gönderilmişler ve Dr.
Şıvangil’in talebi üzerine IKDP’lilerce Dr. Şıvan’ların yanına
yerleştirilmişlerdir. T-KDP’liler, daha sonra onları anılan silah tamir atölyesinde
barındırıp görevlendirmişlerdir.
Kuzey’de KDP’lerin Kurulması ve Politik Yarışları
Konumuzla doğrudan doğruya ilgili olan ve birbirleriyle siyasi rakip
durumunda bulunan iki parti vardır. Bunlardan biri Sait Elçi’nin genel sekreteri
olduğu Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP), diğeri Sait
Kırmızıtoprak’ın genel sekreteri olduğu Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi.
İki partinin isimleri, bir - de takısı dışında aynıdır. Kısaltılırken, Dr. Şıvan’ın
partisinin adını tire “-“ işareti ile T-KDP biçiminde yazdım.
Bu partilerden TKDP, 11 Temmuz 1965’te, Sait Elçi, Şakir Epözdemir,
Şerafettin Elçi, Derviş Akgül ve Ömer Turhan tarafından kurulmuştur. 21
Ağustos 1965’te kuruculara Faik Bucak da katılmış ve katılımıyla birlikte
partinin başına getirilmiştir.
O sıralarda, Güney’de Barzani Hareketi’nin grafiği hızla yükselmektedir.
TKDP, kısa sürede, TİP içindeki sol yurtsever kesim hariç, Kuzeyde’ki birçok
yurtseverleri örgütleyen önemli bir güç haline gelmiştir. Bir süre sonra Faik
Bucak öldürülür ve TKDP, önemli bir darbe alır. Ardından, 20 Ocak 1968’de,
parti, tüm merkez komitesi (MK) üyelerini kapsayan bir polis operasyonuna
maruz kalır. MK üyelerinden başka bazı önemli kadroları da tutuklanırlar. Bu
operasyondan hemen önce MK’ne alınan Feqî Huseyin Sağnıç da gözaltına
alınanlar arasındadır, fakat bir müddet sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest
12
bırakılır. Yani Feqî Huseyin, o sıralar, parti’nin hapiste olmayan tek MK
üyesidir.
Partinin durumu iyi değildir. Polis operasyonuyla yenilen darbelere ilaveten
önder kadrolar arasında da ciddi problemler yaşanmaktadır. Antalya’da
yargılanan parti yöneticileri, partinin mahkemede savunulması konusunda bile
ortak bir tavır geliştirememektedirler. Şakir Epözdemir’in anlattıkları, yaşanan
durum ve parti üyelerinin içinde bulundukları atmosfer hakkında bir fikir
verebilir. Ferhat Sağnıç’ın Antalya savunmasıyla ilgili sorusuna Şakir
Epözdemir şu cevabı veriyor:
”Ben siyasi savunmayı kolektif yapmak istiyordum. Toplu savunma
yapmak için Sait Elçi’ye defalarca önerdim. Ömer ve Derwiş arkadaşlar
beni bu konuda desteklemediler. Rahmetli Sait teklifimi redetti ve ‘herkes
ne biliyorsa savunsun dedi’. ....... Bizim ağır cezaya çıktığımız ilk
duruşmada özelikle rica ettim ’biz acemiyiz nasıl bir savunma yapalım’
diye sordum ’herkes istediği gibi’ cevabını verip ’ben kimseyi
yönlendirmem’ diye cevapladı. Antalya savunmaları iki kategoride
yansımış. Birinci savunmalar mahkemenin ilk celsesindedir. İlk duruşmada
11 tutuklu ve 5 tutuksuz arkadaşın hazır bulunduğu bu ilk celsenin
savunmaları Antalya Ağır Ceza Mahkemesi’nin karar tutanağında mevcut
olup, kimin ne dediği ortadadır. Burada partiye üç kişi sahip çıkmıştır. Sait
Elçi, Ömer Turhan ve bendeniz Şakir Epözdemir. Her üçümüzün sözlü
savunmaları herkes tarafından görülebilir, üçümüzün dışındakilerin hepsi
parti ile bir alakalarının olmadığını söylediler ve ifadelerini bu şekilde
zabıtlara geçirdiler.
”İkinci savunmalar ise yazılı savunmalardır. Burada 3 kişi yazılı savunma
yapmıştır. Bu üç kişiden biri benim, diğer ikisi Sait ve Derviş tir.” (5)
T-KDP Niçin Kuruldu?
T-KDP’ye gelince, bu parti daha sol, sosyalizme daha açık bir partiydi. Partinin
lideri Dr. Şıvan’ın o sırada Türkiye’de solcuları ve sosyalistleri kucaklayan
Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP’e) üye olduğuna dair elimizde kesin bir bilgi yok.
Zaten bilindiği kadarıyla aldığı cezalardan dolayı Dr. Şıvan’ın yasal partilere
resmen üye olma hakkı elinden alınmıştır. Ancak TİP içinde, Dr. Şıvan’ın
etkilediği ve özellikle 1970’ten sonra oluşan bir Kürt grup olduğunu biliyoruz.
Bu grubun, o sıralar, içlerinde Dr. Tarık Ziya Ekinci, Mehmet Ali Aslan ve
Kemal Burkay gibi Kürt kökenli yöneticilerin de bulunduğu TİP yöneticileri ile
Kürt sorunu konusunda ciddi sayılabilecek görüş ayrılıkları içinde olduğu
anlaşılmaktadır. Kemal Burkay, anılarında bu konuya açıklık getirecek bazı
bilgiler verir. Burkay, 1970’te TİP’in 4. kongresine sunulan Kürt sorunu ile
13
ilgili karar tasarısı konsunda Kürt Delegasyonu’nun kendi arasında
bölündüğünü, kongreye, o zamanki yasalara göre biri daha ”ılımlı” diğeri de
daha ”sert” olan iki karar taslağının sunulmaya çalışıldığını ve bunları
uzlaştırmaya çalıştıklarını belirterek şöyle der:
”Söz konusu yan salonda ayak üstü bu konuyu konuştuk. Gerek Tarık
Ziya, gerek ben, Kürt arkadaşları daha yumuşak bir karar taslağı üzerinde
ikna etmeye çalıştık. Aslında aynı şeyi, özüne dokunmadan, daha değişik
sözlerle ve yıldırımları o denli çekmeyecek biçimde dile getirmenin
mümkün ve yararlı olduğunu, aksi halde, sert bir kararın partiyi kapatılma
riskiyle yüz yüze getirebileceğini, amacımızın ise elbet bu olmadığını
söyledik. Ben arkadaşları ikna etmenin zor olmayacağını sanmıştım Oysa
hiç de öyle olmadı. Çoğunluk öteki karar tasarısından yana tavır koydu ve
doğrusu bu beni şaşırttı. Bu sonucu beklemiyordum ve çok üzüldüm.
Birçok arkadaşın bu katı tavrına ise bir anlam veremedim. Ne var ki
politikada iyi niyetli, ama biraz da saf olduğumu o gün anladım. Meğer
bizim TİP’te yıllardır birlikte kavga verdiğimiz Kürt yoldaşların önemli
bir bölümü, Dr. Şıvan tarafından örgütlenmişti ve buraya bu konuda
hazırlıklı, örgüt içinde örgüt olarak gelmişlerdi. Silvanlı Mahmut Okutucu,
Muhterem Biçimli, Abdülkerim Ceylan bunlar arasındaydı. Kongrede
izlenecek tavır meğer önceden belirlenmişti. Partinin kapanması ise Şıvan’ı
ancak memnun ederdi.” (6)
Dr. Şıvan’ın arkadaşlarının bu karar tasarısıyla amaçları, Kemal Burkay’ın
iddia ettiği gibi TİP’in kapanmasına neden olmak yerine, TİP’i, Kürt sorunu
konusunda daha doğru ve radikal kararlar almaya zorlamaktır. Bu da hem
onların görevi hem de tabii haklarıdır. Aslında Dr. Şıvan’ın arkadaşlarının
anılan bu tutumu, partinin kapanmasına neden olmaktan çok onların daha o
zaman da belli oranda örgütlü davrandıklarını ve politik düşünceleri itibariyle de
artık TİP’in sınırlarını zorladıklarını ayrı, bağımsız, sol, Kürdistani bir
örgütlenmenin içinde olduklarını gösteriyor.
O sırada, Dr. Şıvan aldığı siyasal bir ceza nedeniyle Isparta’da sürgündedir.
Türk solu içinde, son olarak da TİP’teki Kürtler arasında yaşanan ideolojikpolitik tartışmalar ve evrim, Şıvan grubunu Türk solu içindeki kadrolarını da
çekerek Kürtler’in ayrı ve bağımsız örgütünü kurma noktasına getirmiştir.
Dr. Şıvan’ın, TKDP MK’nin dışarıdaki tek üyesi olan Feqi Huseyin Sağnıç
ile sıkı ilişkileri vardır. Şakir Epözdemir’in yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla
Doktor, Feqi vasıtasıyla Antalya’da hapiste bulunan Sait Elçi ile de yakın
ilişkiler kurmuştur. Zaten iki Sait, ”49’lar Olayı”ında da beraber hapis yatmış ve
yargılanmışlardır. Biribirlerini hem şahsi, hem de siyasi olarak iyi
tanımaktadırlar.
14
Aynı yazıdan, Feqi Huseyin ile Sait Elçi’nin, TDKP’nin diğer MK üyeleri ile
anlaşmazlık içinde oldukları da anlaşılmaktadır. Bu çelişki, muhtemelen
TKDP’ye karşı yapılan operasyon öncesinde ve esnasında ortaya çıkan
olumsuzluklarla ilgilidir. Sorgulamalardaki çözülmeler, bu çözülmelere
bağlanan ”ajanlık” türünden iddia ve spekülasyonlar ve son olarak mahkeme
boyunca takınılan tutumlar, yapılan savunmalarla ilgilidir. Şakir Epözdemir’in
yukarıya aktardığımız görüşleri de bu iddiayı doğruluyor.
TKDP böylesine bir karmaşa içindeyken, Sait Kırmızıtoprak, üniversiteli
gençler başta olmak üzere, aydınlardan ve yurtseverlerden oluşan dinamik bir
grup oluşturma çabasındadır. Sait Kırmızıtoprak ve çevresi, Devrimci Doğu
Kültür Ocakları’nın (DDKO’ların) kurulmalarında da önemli rol oynarlar. Bu
durum, o sıralarda varolan diğer Kuzeyli örgütleri ve kadrolarını da etkiler.
Bunlar, TDKP ve Koma Azdiya Kürdistan’dır (KAK). Daha sonra göreceğimiz
gibi KAK’ın öncü kadrolarından olan Reşo Zilan ve Çeko, Dr. Şıvan’ın, birlikte
bir parti oluşturma planını benimseyecek ve Doktor’la beraber Güney’e
geçeceklerdir.
Yukarda belirttiğimiz gibi Sait Kırmızıtoprak, Feqî Hüseyin vasıtasıyla
Antalya Cezaevi’ndeki Sait Elçi ile ilişkiye girer. Konuyla ilgili daha net bir
fikir edinebilmek için Şakir Epözdemir’i dinleyelim:
”Biz Antalya Cezaevi’nde tutuklu iken, Dr. Sait Kırmızıtoprak
(Dr.Şıvan), Isparta’da sürgünde idi. Diyaloğumuz burada başladı. Ancak
bu diyalog, sadece Dr. Şıvan, Sait Elçi ve Feqî Hüseyin Sağnıç arasındaydı.
Bu diyaloğumuzun, 6 aylık süresine cezaevi dönemi dersek, diğer 7-8 aylık
süre de, 1969’daki tahliye oluşumuzdan sonraki zaman diliminde devam
etti. Bu konuda Said Elçi’den hiçbir bilgi almadık. Ancak, arasıra Feqi
Hüseyin Sağnıç’tan aldığım bilgiye göre; Dr. Şıvan’la birlikte 20-30 kişi
Güney’e gönderilecek ve orada eğitilecekti. Bu grubun çoğunluğu partimiz
mensuplarından seçilerek yollanacaktı. Dr. Şıvan’da dahil, bütün bu kadro,
gelip bizim Partimizin bünyesinde yer alacaklardı...
”Hazırlıklar çok uzadı, gide gide bir kişi bizim Partiden, 6-7 kişi de
Şıvan’ın grubundan Güney’e geçtiler. Bu arkadaşların geçişlerinden
yaklaşık 6 ay sonra; Kürtler Irak’ta Otonomi’ye kavuştular. Savaşta
yararlı olan bu grup, IKDP Yöneticileri ve Askeri Yöneticiler tarafından
itibar kazanmışlardı. Dr. Şıvan, bu itibara bakarak bize rest çekti. Feqi
Hüseyin Sağnıç ve Said Elçi 1970’te Dr.Şıvan ile birkaç kez görüştüler,
konuştular, tartıştılar ancak bir neticeye varamadılar. 1971 yılı başında
bizler, (yani Parti’nin Kurucular Kurulu ve Koma Navkom üyeleri)
akıllarına geldik!
15
”Şark Matbaacılık ve Gazetecilik A.Ş.’nin, 1971 Diyarbakır toplantısı günü,
biz hepimiz, (Durnas da dahil olmak üzere) Diyarbakır’da toplandık.
Toplantı gecenin geç vakitlerine kadar devam etti. Faqi ve Sait Elçi,
gelişmeleri izah ettiler. Doktor onları yanıltmıştı. Bizim hesabımıza
Güney’e giden doktor, kendi parti’sini kurmuş ve bizi resmen aldatmış idi.
’Çözüm nedir, Ne yapılmalı?’ diye soruluyordu.” (7)
Derwêşê Sado da War’daki yazısında bu konuyu neredeyse Şakir
Epözdemir’le aynı kelimeleri kullanarak dile getirmekte ve Dr. Şıvan’ın Feqî
Huseyin ve Sait Elçi’yi kullanıp kendilerini parti olarak aldattığını ifade
etmektedir.
Şakir Epözdemir’in bu satırlarını yorumlamadan önce, onun, zaman içinde,
iki Sait ile de ilgili bu eleştirel tutumunu, Gelawêj’de yayınlanan bir röportajda,
nasıl sertleştirtdiğini okumamızda fayda vardır:
“Ferhat Sağnıç: Dr Şıwan-Sait Elçi olayını biraz açar mısınız?.
“Şakir Epözdemir: Ben War dergisinin beşinci, altıncı ve yedinci
sayılarında bu konuyu çok açık bir şekilde ve elimden geldiği kadar tarafsız
bir bakışla anlatmaya çalıştım. War dergisi, yedinci sayısında Dr. Şıwan
dosyası adı altında bu konuyu topladı. Benim yazımdan başka Şarefettin
Elçi, Derwiş Sado, İbrahim güçlü, Necmettin Büyükkaya ve bir çok
tanıkların da yazıları yer aldı.
”Bir daha bu uzun konuyu tekrarlamaya zamanım yok. Ancak Dr.
Şıwan’ ın bize ve siyasi hareketimize komplo yaptığından hiç şüphem
yoktur. Faqî Hüseyin Portreler adlı kitabında Dr. Şıwan ve Sait Elçiyi
kaleme alırken de bu konuyu açıyor. Dr. Şıwan, Feqî ve Sait müthiş bir
hazırlık içindeler, Sait Kırmızıtoprak ve 30 kişilik bir ekip Güney’e
gönderilecek ve her şey güllük gülistanlık olacak. Dr. Şıwan, bu nakaratları
Antalya Cezaevi’nde Sait Elçi’nin kulaklarına fısıldarken, bu sırrı sadece
üç kişi bilirdi. Biz cezaevinde bu konudan habersizken Sait Kırmızıtoprak
bütün Türkiye’de solcu arkadaşlarını ziyaret edip ve ’Sait Elçi’nin partisi
vasıtasıyla güneye gidip eğitim görecek kendi partimizi kuracak ve Said’ in
partisini fesih edeceğiz’ diyordu
”Kürtler böylesine bir komployu tespit etmekte zorlanırlarsa çok yazık
olur ve tekrar tekrar Stalinist komplolarla karşı karşıya kalırlar.
”F.S: Bu olayda Feqî Huseyn'in oynadığı rol nedir?
16
” Ş.E: Feqî’ nin Portreler’deki Sait Elçi, Dr. Şıvan ve Çeko’nun
portelerini okuyan herkes, Feqî'nin Doktor’a inandığını ve onu aradığını
anlar. Ben Doktor Şıwan'ı yazarken Feqî'nin de yazmasını istedim. Ama o
hiç yanaşmadı
”Sait’leri buluşturan, onları Antalya Cezaevi’nde bir araya getiren ve
olayları bizden saklayan, daha sonra da bu olayı hafifçe kulağımıza üfleyip
kahramanların güneye geçmesini, Şırnak üzeri ve Ömer Turhan kanalıyla
sağlayan Feqi dir.
”Daha sonra da bize rest çekip partisini kuran Şıwan'ı güya ikna etmeye
giden de odur, sonra iki defa Sait Elçi, Şıwan'la görüştü, sonra sıra bana
geldi ve sonralarını biliyoruz.
” Feqi bir yazısında Dr. Şıwan örgütsel çalışmalara inanmadığına işaret
eder. Peki, örgütsel çalışmaya inanmayan birinin başkanlığında 30 kişilik
bir ekibi Güney’e hangi gaye ile yoluyoruz.
”Sonuç olarak Feqî, Şıvan’la beraberdir ve o da örgütsel çalışmaya
inanmamaktadır. Bu konuda Sait Elçi resmen aldatılmış ve Sait bunlara o
kadar inanmıştır ki bizden umudunu kesmiş ve sadece Şıvan’a bel
bağlamıştı.
”Yoksa cezaevinde tam bir kadroyuz. Neden tek bir karar almıyor ve
yakalandığımız 19 Ocak 1968’den itibaren parti faaliyetini durduruyoruz.
”Ben bunları kaydederken 1970’lerde sağdan soldan Sait Elçi ile temas
kuran birkaç yurtsever arkadaşımız itiraz edebilirler. Ama Sait Elçi ne
zamanki Dr. Şıwan'dan umudunu kesti o zaman bazı kişilerle temas kurdu
ve bu hareketi tek başına göğüsledi. Ne beni ne Ömer’i ne de Derviş’i son
çalışmalara yaklaştırmadı.
”Eğer Sait Elçi cezaevinde bizimle birlikte hareket etseydi bütün bunlar
olmaz ve tabanımız Şıwan‘a teslim edilmezdi” (8)
Şakir’in birkaç yıllık aradan sonra konuyla ilgili görüşlerini hayli
sertleştirmiş olduğunu, ileriki bölümlerde, eski yazısını okudukça daha açık
göreceğiz.
Dr. Şıvan Komplocu muydu?
17
Gerçekte, iddia edildiği gibi Dr. Şıvan TKDP’lileri aldatıp kullanmış mıdır,
siyasal ve örgütsel olarak bir komploculuk sözkonusu mudur? Bunlar, trajik
olayın nedeni olabilecek, onu yorumlayıp açıklayabilmemize yardımcı
olabilecek kilit konular ve sorulardır.
Bunları anlayabilmek için, tekrar Dr. Şıvan’a dönelim.
Soro’nun, ”İlk Anlatım” kitabında yayınlanan notlarından anlaşıldığı
kadarıyla 1 Ekim 1969’da Dr. Şıvan, Çeko ve Reşo ile birlikte Güney
Kürdistan’a geçiyor. Yine, adı geçen notlardan ve kitabın diğer bölümlerindeki
belge ve yazılardan öğreniyoruz ki, Dr. Şıvan ve arkadaşları, Kuzey’e ve
Türkiye’ye dönerek 28 Haziran 1970’te Ankara’da gerçekleştirdikleri bir
Kuruluş Kongresi ile Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi’ni (T-DKP)
kuruyor ve partiyi Şeyh Sait ve arkadaşlarının idam edildikleri gün olan 29
Haziran’da ilan ediyorlar. T-KDP daha bir ayını doldurmadan, kurucular
arasındaki bazı problemlerden ötürü, 22 Ağustos’ta yine Ankara’da olağanüstü
kongresini gerçekleştiriyor. Dr. Şıvan’ın otuzbeş yıl önce bu Kongre’de yaptığı
konuşma, bir çok yönüyle bugün bile Kuzey’deki Kürt hareketinin programatik
persektifi olabilecek nitelikte politik tespitler ve öngörüler içeriyor. Ancak ben,
konuyu uzatmamak için, işin politik yanı üzerinde durmak yerine, olayı
yorumlamak konusunda bize yardımcı olabilecek, Dr. Şıvan’ın bazı örgütsel
uygulamaları, örgüt anlayışı ve dolayısıyla biraz da kişisel karakteri hakında
fikir vermeye çalışacağım.
Dr. Şıvan’ın kişisel olarak yaşadığı politik evrimi kısaca özetlersek; Dr.
Şıvan, Türkiye sol hareketinde herhangi bir örgüt içinde yer almamakla birlikte,
onlarla belli ilişkiler içinde olmuş, o atmosferi yaşamış, onlardan belli yanlarıyla
etkilenmiş, onları etkilemiş bir Kürt solcusudur. Önce Yön çevresi ile belli
ilşkileri olmuş, bu dergide yazılar yazmıştır. Bunun yanı sıra, kendisi üye
olmasa da, özellikle T-KDP’nin kuruluşundan sonra TİP’teki Kürtlere yönelik
faaliyet göstermiş; onları etkilemeye, örgütlemeye çalışmıştır. Dr. Şıvan, görüş
olarak Türk sol hareketindeki milli demokratik devrim (MDD) ve sosyalist
devrim saflaşması içinde, MDD’cilere yakın olmuş, politik fikirlerinin gelişme
evrimi içinde, Kürt ve Kürdistani bir siyasal ve örgütsel perspektifi
benimsemiştir. Böylesi bir evrim, sadece Dr. Şıvan’ı değil, birçok Kürt
solcusunu kapsamaktadır ve Dr. Şıvan, politik düşünce ve birikimi, kişisel
anlayış ve özellikleriyle bu hareketin lideri olarak ortaya çıkmıştır.
Yukardaki anlatılanlardan da anlaşıldığı gibi, bu gelişme, belli bir sürede
belli bir politik ve örgütsel evrimi ve nihayet bir kopuşu kapsamaktadır. O
dönemin politik koşulları ve Kürt politik hareketinin gelişme evrimi göz önünde
tutulduğunda, ortada özellikle politik bir ”aldatma” veya ”komplo” olması
gerekmiyor. Aksine, söz konusu olan, doğal bir gelişme sürecinin gerek politik
18
ve gerekse de örgütsel olarak mantıki sonucuna varmasıdır. Bu gelişme
boyunca sokaklarda, salonlarda, mitinglerde, yürüyüşlerde, derneklerde ve
partilerde konuşulmuş, tartışılmış ve böylece saflaşılmıştır. Ancak işin politik
boyutuna oranla örgütsel boyutu o günün koşulları içinde, zorunlu olarak
kendine özgü bir gizlilik ve illegalite içinde yürütülmektedir. Bir lider olarak Dr.
Şıvan’ın kişisel anlayışı ve özellikleri, gerek hareketini ve gerekse kendisinin
siyasal ve özellikle örgütsel anlayışını karakterize etmeye başlamıştır. Dr.
Şıvan’ın illegalite içinde gerçekleştirdiği örgütsel uygulamalar ve bu
uygulamalarla pekiştirdiği anlayış ve karakteri, onun kişisel ve siyasal
geleceğini önemli oranda etkilemiş, hatta belirlemiş; onun ”komplocu”luğuna
hükmedilmesine kaynaklık etmiştir.
Dr. Şıvan’ın gizliliğe çok önem verdiği biliniyor. Özellikle ilk zamanlar, bir
insanla örgütsel projesini konuşmayı, gizlilik bakımından çok ciddiye alıp sıkı
tuttuğu, bu konuda aşırı dikkatli davrandığı anlaşılıyor. Doktor, örgüte almayı
düşündüğü insanı özenle seçiyor, belli bir süre onunla politik sohbetlerde
bulunuyor, geçmişini araştırıp soruşturuyor ve öylece karar veriyor. Tüm bunları
dinlenebilir kuşkusuyla, kapalı yerlerde konuşma yerine, açık yerlerde, özellikle
arabayla şehir dışına çıkıp, kırda veya ormanda konuşmayı tercih ediyor.
Konuşulanların özellikle örgütsel boyutunun, kendi bilgisi olmadan bir
başkasıyla konuşulmamasını sıkı biçimde tembih ediyor. Konuştuğu insanları bu
anlamda kontrol ediyor, hatta başka arkadaşları kanalıyla deniyor, sınıyor;
”çürük” bulduklarını kendine özgü yöntemlerle ayıklıyor. Örneğin, bildiğim
kadarıyla partiye belli bir görevle alınan tanınmış bir araştırmacı ve yazar,
özellikle bazı ideolojik ve politik konularda ayrı düşündüğünü ifade edip bunu
parti dışına da yansıtınca ”Parti feshedildiği için göreviniz sona ermiştir” gibi
ilginç bir yöntemle tasfiye edilmiştir.
Doktor’un Mahmut Baksi, Musa Anter ve Ahmet Aras ile ilgili tutum ve
uygulamalarını Necmettin Büyükkaya’dan dinlemiştim ve Necmettin, son ikisi
ile ilgili konuyu kitabında da anlatır. (9) Dr. Şıvan’ın kendi bilgisi dışında,
partinin varlığından haberdar edilen Mahmut Baksi’yi bir başka üyesine adeta
sorgulattığı biliniyor. Gizlilik konusuna yeterince uymadığı iddia edilen Musa
Anter’in de önce üyeliğinin askıya alındığını, daha sonra da parti ile ilişkisinin
kesildiğini biliyoruz. Ahmet Aras da bu gizliliğe uymayanlardan birisidir ve
ciddi bir soruştuma ve kovuşturmaya muhatap olmuş ve partiyle ilişiği
kesilmiştir.
Anlatmak istediğim, düşüncelerini uygulamada tutarlı, cesaretli, inatçı ve
hatta ihtiraslı davranan Dr. Şıvan’ın, illegalitenin zorunlu ”darlığı” içinde
gerçekleştirdiği birtakım uygulamalar, onun ”aldatma ve komploculuk” olarak
nitelenen suçlamalara maruz kalmasına yol açmıştır.
19
TKDP operasyonu esnasında ortaya çıkan devlet güdümü ile ilgili bazı
gerçekler ve başta Derwêşê Sado olmak üzere bazı parti yöneticileri için
ortalıkta söylenenler, Dr. Şıvan’ın politik prensipleriyle, özellikle örgütsel
prensipleriyle, uygulamada adeta bir amaç haline gelen gizlilik ve illegalite
anlayışıyla asla uyuşmamaktadır. Bu nedenle Dr. Şıvan, belki de iddia edildiği
gibi, işin başında Feqî Hüseyin ve Sait Elçi ile planladığı çerçeveden giderek
uzaklaşmaktadır. Kanatimce, tarafların işin başında planladıkları çerçeve, iki
hareketin politik ve örgütsel olarak ilerici ve sağlam kesimlerini KAK’ı da
kapsayacak biçimde birleştirip tek harekete dönüştürmektir. Bunun için Sait
Elçi’nin TKDP’de kendi inançları doğrultusunda kontrolü sağlaması
gerekmektedir. Aslında o sırada, birçok nedenle bu mümkündür. Ancak o arada
Dr. Şıvan’ın attığı birtakım politik ve özellikle örgütsel adımlar, TKDP’de, Sait
Elçi’nin işini zorlaştırmakta, Sait Elçi’nin, anlaşmazlık içinde bulunduğu ve
başını Derwêşê Sado’nun çektiği kesimin elini güçlendirdiği anlaşılmaktadır.
Ortak planlamaya, karşılıklı olarak verilen sözlere rağmen, Sait’lerin
yollarını ayıran, önce karşılıklı olarak “komplo”, “kandırmak” gibi ağır
suçlamalara daha sonra da cinayetlere kadar varan nedenler nedir? Bunları, tam
anlamıyla bilmiyoruz; ancak Dr. Şıvan ve arkadaşlarının Güney’e geçtiklerinde
karşılaştıkları durumun, bu zıtlaşmanın başlangıcını oluşturduğu biliniyor.
Dr. Şıvan ve arkadaşları, TKDP ile işbirliği içinde ve TKDP yetkilisi Feqî
Hüseyin’in organizasyonunda Güney Kürdistan’a gidiyorlar. Bu işbirliği ve
organizasyona göre, Güneyli’lerin kendilerinden haberdar olmaları ve
dolayısıyla kendilerini beklemeleri gerekmektedir. Ancak Doktor ve arkadaşları
Güney’e geçtiklerinde böyle bir muamele ile karşılaşmamış ve bu nedenle bir
hafta veya ongün misafir olarak bekletilip belli bir araştırmaya konu
olmuşlarlardır. Kuzey’e haber yollanmış ve meşakatli bir süreçten sonra durum
açıklığa kavuşturulmuş ve “normal” muamele görmeye başlamışlardır. Doktor,
bu durumu problem etmiş ve Feqi, Güney’e giderek bu konudaki organizasyon
bozukluğunun sorumluluğunu şahsen üstlenmek zorunda kalmıştır.
Doktor ve arkadaşları, TKDP’nin IKDP ile ilişkilerinin söylendiği ve
sanıldığı gibi gelişkin olmadığını gözlemlemişlerdir ve bu durumu, biraz da
abartarak, bir nevi “kandırılıp kullanıldıkları” nitelemesiyle değerlendimişlerdir.
Kimi arkadaşlarının uyarısına rağmen, bu türden abartılı bir değerlendirmenin
başını Dr. Şıvan çekmiştir.
Nihayet, Sait Elçi hapisten çıktıktan sonra, Güney’e ilk ziyaretini yapmıştır.
Soro’nun, “İlk Anlatım” kitabındaki notlarına göre bu tarih 16 Mayıs 1970’tir.
Taraflar, Eshed Xoşewi’nin divanında bir toplantı yapmışlardır. O gün, divanda
Eshed Xoşewi yoktur; ancak Dr. Şıvan ve arkadaşları dışında bir sürü başka
misafirler ve peşmergeler de bulunmaktadır. Taraflar böylesi “uygunsuz” bir
20
ortamda görüşmeye başlarlar. Bu toplantıda, Dr. Şıvan, yukarıda belirtilen
durumu “kendileriyle oynanmak, kandırılmak” gibi ağır nitelemelerle ifade
etmiş ve bundan Sait Elçi’yi sorumlu tutmuştur. Münakaşa, özellikle Dr.
Şıvan’ın tutum ve nitelemeleriyle çok sertleşmiş, kırıcı noktalara varmıştır.
Bunun, tarafların ilişkisini bozup koparabileceğinden ürken, özellikle divandaki
misafir ve peşmergelerin de bu sert ve gergin tartışmayı izlemelerinden rahatsız
olan Dr. Şıvan’ın bazı arkadaşları, toplantıya ara verilmesini veya başka bir
mekanda devam edilmesini önermişlerse de Doktor bunu red etmiş; sert ve
kırıcı eleştirilerini sürdürmüştür. Toplantı iki tarafın ilişkilerini geliştirip
ilerletmek yerine, bozulmasına hatta bir nevi kopmasına neden olmuştur. Bu
tatsız toplantı sonrasında, Sait Elçi, IKDP yetkilileriyle görüşmek üzere
Gılala’ya gitmiştir.
Dr. Şıvan’ın bu toplantıda takındığı sert ve kırıcı tutum, kampta birlikte
olduğu bazı arkadaşlarıyla aralarının bozulmasına neden olmuş; örneğin, Dr.
Faik Savaş ve Reşo Zilan, artık Doktor ile birlikte çalışmamayı düşünmeye ve
dillendiremeye başlamışlardır. (Süre içinde Reşo Zilan’ın Dr. Şıvanlarla yolları
ayrılırken, Dr. Faik T-KDP’ye üye olmuş ve anılan partide bir müddet
çalışmıştır.)
Sait Elçi, Gılala dönüşü Zaxo’ya gelmiş ve tekrar Dr. Şıvangil’e bir mektup
göndererek, isterlerse durumu tekrar değerlendirmek üzere bir görüşme
yapabileceklerini belirtmiştir. Doktor, bu teklifi arkadaşlarına götürmüş, ancak
kendisinin böylesi bir görüşmeyi gereksiz bulduğunu belirtmiştir. Bir toplantıda
yapılan tartışmalar sonucunda, bu görüşmenin yapılmasına karar verilmiştir.
Bunun üzerine Doktor, görüşmeye bizzat kendisinin gitmesi konusunu diretmiş
ve bunun kararlaşmasını sağlamıştır. Dr. Şıvan, Zaxo’ya giderek görüşmeyi
gerçekleştirmiştir.Yine Soro’nun notlarına göre bu tarih, 23 Mayıs 1970’tir.
Doktor, dönüşte arkadaşlarını toplamış ve toplantıyla ilgili bilgi vermiştir.
Buna göre, Sait Elçi, özetle “TDKP ismi değiştirilmemek kaydıyla birleşmeye
hazır olduğunu, tüzük ve programın istendiği değiştirilebileceğini, örgütün de
tümden reorganize edilebileceğini, tüm bu konuların gerçekleştirilmesinin,
ağırlıkla, Doktor ve arkadaşlarının insiyatifine bırakılabileceğini” belirtmiştir.
Sait Elçi, parti adı ile ilgili koşulunun gerekçesini de kendisine olan güveni
arttırıp kabulünü kolaylaştırır diye özellikle açıklamıştır. Bu gerekçe, Öldürülen
ilk genel sekreterleri olan Faik Bucak’ın mezarı başında, TKDP’nin yaşatılacağı
ile ilgili ettiği bir yemine dayanmaktadır. Doktor, arkadaşlarına, bütün bunları
anlattıktan sonra, herşeye rağmen, Sait Elçi’nin teklifini redettiğini, zira bu
yapısıyla TKDP’nin bir yük olduğunu, onlarla birleşmeden bir şey
çıkmayacağını belirtmiştir. (10)
21
İki tarafın zıtlaşmasında bir başlangıç teşkil eden bu önemli bilgilerden sonra,
Şakir Epözdemir ve Derwêşê Sado’nun yazdıklarına dönersek, konuyu daha iyi
anlarız. Şakir, yukarıda değinilen Diyarbakır’daki MK toplantısındaki, konuyla
ilgili değerlendirmeleri anlatmaya devam ediyor:
”Benim o geceki çözüm önerim şu idi: ‘Arkadaşlar, biz bu Parti’yi
kurduğumuzda, Dr.Şıvan’a güvenerek mi kurduk? Biz, bu Parti’yi,
halkımıza ve kendimize güvenerek kurduk. Biz, özellikle 1967’de çok iyi
neticeler aldık. 1968 yılına girdiğimizde de, Suriye’den gelen Reşidê
Hamo’nun tecrübelerinden yararlanarak, örgütümüzü güçlendirdik. Biz en
iyi süreçte iken yakalanarak tutuklandık. Cezaevinde ve Türk
Mahkemeleri önünde en iyi sınavı verdik. Tabanımıza karşı ayıp
sayılabilecek herhangi bir şey yapmadık. Tabanımız duruyor. Bu
potansiyel, daha da büyümüş. Ben, daha Antalya Cezaevindeyken
söylüyordum, yine aynen tekrar ediyorum: Lütfen biz işimizi yapalım!
Örgütümüzü belli bir noktaya getirirsek, Doktor da dünya da bizi kabul
eder, yok eğer zayıf bir noktada isek, zaten kimseye yaramayız. Doktor ve
onun örgütüyle kesinlikle sataşmaya girmeyelim, dost kalmaya özen
gösterelim ve işimize bakalım.’
”Benim bu teklifim kabul gördü. Özellikle, Durnas arkadaş beni
destekledi. Durnas arkadaşın söylediklerini aynen aktarıyorum: ‘Ben
Şakir’in dediklerine aynen katılıyorum. Gaye biraz demokrasi ve özgürlüğe
kavuşmamız ise, bunu ha biz gerçekleştirmişiz, ha Şıvan... Fark etmez,
yeter ki halkımız, bir an önce amacına ulaşsın! Sizin söylediklerinize göre,
Şoreş (Irak Kurdistan Devrimi) Doktor’u destekliyor veya bazı
yöneticilerden cesaret alıyor! Eğer, böyle bir olgu varsa, bizim Dr. Şıvan’la
sürtüşmemiz doğru olmaz. Zira, onları da karşımıza alırız ki, böylesine ağır
bir yükü taşıyamayız. Ben Doktoru, hepinizden daha iyi tanırım. Benim
haberim olsaydı, ta işin başında bu ilişkinize mani olurdum. Bir defa,
Doktor, çok kaprisli bir kişiliğe sahiptir. Kurdistan Devrimi’nin sempatisini
de almışsa, artık onu durdurabilecek hiç bir kuvvet yoktur. Boşuna onunla
uğraşmaktansa, kendi Parti faaliyetlerinize başlayın ve güçlenmeye bakın.
”Arkadaşlar, oybirliği ile bunu kabul ettiler. Said Elçi ve Derviş Akgül
bir teklif getirdiler. Nüfuzlu ve aynı zamanda tereddütle karşılanması
gereken bir kişi Hac’tan dönerek Güney’e uğramış ve üst düzeyde misafir
olmuştu. Bu kişi ile ilgili kuşkularımızı bildirmek için bir mektup yazılmış
idi. Bu mektubu, IKDP’ye ulaştırmak istiyorlardı. Biz, “gerek yok” dedik.
Özellikle Durnas arkadaş bu mektubu göndermenin taraftarı değildi. O,
“ne Zaxo’daki yöneticilerle ne de Şıvan’la muhatap olmamızın doğru
olmayacağını” düşünüyordu. Ama, Derviş ile Said arkadaşlar israr ettiler.
22
Zira mektubu götürecek kişi de mahkum imiş, oraya iltica etmek
istiyormuş. O kişinin kim olduğunu hatırlamıyorum.
”Adı geçen kişi mektubu götürdü, İsa Sıwar’a ulaştı. Ama kötü
haberlerle gerisin geriye dönmek zorunda kaldı. İsa Sıwar, mektubu
açmadan yırtmış ve çok sinirlenerek, şunları söylemiş: ’Git söyle, bir daha
Derviş ve Said’ten ne mektup gelsin, ne de adamlarını buraya yollasınlar.
Biz Dr. Şıvan ve Parti’sinden başkalarını tanımıyoruz’ demiş... Bu
sözlerden dolayıdır ki, bir paniktir başladı.
”Panik, Nisan 1971’de başlamıştı. Mayıs’ta beni, Dr. Şıvan’la görüşmeye
gönderdiler. Yine Şıvan’ın peşine düştük. Parti çalışmaları bir başka
bahara kaldı. Ben, Silopi’de Çeko ile buluşarak, Şıvan’ın karargahına
gittim. Biz oraya varmadan Doktor haber salmış, ’durmasınlar, Çeko ve
Şakir Türkiye’ye dönsünler, biz orada buluşuruz’ demiş.
”Bunun üzerine, biz de Hakkari üzerinden Türkiye’ye döndük.
”Döndükten 5-10 gün sonra, Doktor Tatvan’a geldi. Ben, Faqi ve
Doktor, bir gece sabaha kadar münakaşa ettik. O, bizim hiçbir önerimizi
kabul etmedi ve adeta bize dikte ettirircesine şunları söyledi: ’Çok fazla
deşifre oldukları için Derveş ve Said hariç, merkezdeki bütün
arkadaşlarınızın, bizim Parti Merkezi’nde görev almalarında sakınca
görmüyorum. Said Elçi bizim büyüğümüzdür. Gelsin Maqar’de otursun,
bizi yönlendirsin veya Avrupa’ya gitsin, bizi temsil etsin ya da Türkiye’de
evinde otursun. Derviş Akgül de, bir müddet evinde otursun veya Irak’a
geçsin. Orada çalışmalara devam etsin. Bunu yapmıyorsanız, sizin yolunuz
başka, bizim yolumuz başkadır’.
”Böylece görüşmemiz noktalandı.
”Dr. Şıvan’la görüştüğümüz günü, şimdi tamı tamına hatırlamıyorum.
Ancak, görüşmemizle 12 Mart 1971 Muhtıras’nı izleyen “Balyoz Harekati”
arasında 2-3 günlük bir zaman vardı. Biz Faqi ile bir sonraki gece oturup,
arkadaşlarımızla görüşmek ve Dr. Şıvan’la görüşmemizin sonuçlarını
kendilerine anlatarak, bir karara varma geregi üzerinde durduk. Faqi, Said
ve Derviş ile görüşecekti. Ben, Ömer ve Durnas’la temas kuracaktım.
Galiba, aradan 2 veya 3 gün geçmişti. Biz daha arkadaşlarımızla görüşmeye
gitmeden, 12 Mart Balyoz Harekatı ile tutuklamalar başladı. Bu sırada Feqi
de tutuklandı. Ben Erzurum yolu ile Adana’ya gittim. Adana’da Derviş
Akgül ile karşılaştım. Said Elçi’nin eşi Saime Hanım’ın Adana’da Bahattin
Seydaoğlu’nun evine misafir geldigini ögrenerek, Derviş’le gidip, kendisiyle
görüştük. Ben ve Derviş, Said Elçi’nin Suriye’ye geçtiği haberini de, ilk
23
olarak, Saime hanım’dan öğrenmiş olduk. Bu tarih, takriben 24-25 Mayıs
1971’dir. ” (11)
Bu arada ben de bizzat yaşadığım ve dinlediğim bir hususu açıklayıp
konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak istiyorum. 1971’in ilk aylarıydı.
İstanbul’dan Diyarbakır’a dönmüştüm. Bölgedeki Devrimci Doğu Kültür
Ocakları’nı güçlendirmek için İstanbuldan zaman zaman bölgeye gelen ekiplere
imkanlarım ölçüsünde yardımcı olmaya çalışıyordum. T-KDP’nin kuruluşundan
haberim yoktu, ancak Ömer Çetin ile yakın arkadaştık, Diyarbakır DDKO’nun
çalışmalarına birlikte katılıyorduk ve çoğunlukla birlikte dolaşıyorduk.
Muhtemelen Ömer beni partiye almaya hazırlıyordu. Böylesi bir süreç içinde,
Ömer, beni Sait Elçi ile tanıştırdı ve birlikte üç-dört defa onu çalıştığı işyerinde
ziyaret edip sohbet ettik. Ömer’in Said Elçi’yi TKDP içindeki ilerici kanadın
lideri olarak değerlendirdiğini, ondan, çok olumlu bahsettiğini, birlikte çalışmak
istediklerini söylediğini hatırlıyorum. Hemen sonra 12 Mart Darbesi olmuş ve
Said Elçi de Ömer Çetin de ortadan kaybolmuşlardı. Ömer Çetin’in, o trajik
olaydan sonraki dönüşünde, olayla ve Sait Elçi ile ilgili bana ve birlikte
oluşturduğumuz yeni partinin mensuplarına neler söylediğini sırası gelince
anlatacağım. Şimdi, tekrar Dr. Şıvan’a dönmek istiyorum.
Dr. Şıvan, T-KDP’yi Kuracağına Dair Barzani’ye ve IKDP’ye Bilgi veriyor ve
Onay alıyor.
Doktor, Çeko ile birlikte imzaladığı ”İlk Anlatım” belgesinin girişinde, TKDP’yi kurmadan önce, yani 11 Mart 1970’den sonra, parti kurmak üzere Mela
Mıstefa Barzani’ye ve aynı zamanda IKDP’nin Polit Bürosu’na konuyu açtığını
ve onlardan partiyi kurmak üzere onay aldığını belirtiyor. Bu “onay”, partiyi
kurma izninden çok, kurulmakta olan partinin ana karargahının Güney’de
olmasıyla ilgilidir. Zira bu durum, tarafları, özellikle IKDP ve ilşkileri için ciddi
riskler içermektedir. Doktor, devamla, partinin temel belgelerini IKDP Polit
Bürosu’na teslim ettiklerini belirttikten sonra, o güne dek, Eshed Xoşewî
kanalıyla Polit Büro’ya ve başkan Mela Mıstefa Barzani’ye partilerinin
çalışmalarıyla ilgili düzenli bilgi verdiklerini yazıyor ve ekliyor:
”Biz inanıyoruz ki, Kürdistan devriminin yöneticileri, bizim derin bir
hassasiyet, samimiyet ve fedakarlıkla Kürdistan devriminin, özellikle Irak
Kürdistanı devriminin çıkarlarını, Kuzey Kürdistan Devriminin üstünde
tuttuğumuzu biliyorlar. Çünkü Güney Kürdistan, Serok ve IKDP, bizim
için tarihsel bir realitedir. Onları, Kürdistan’ın diğer parçaları için
yolumuzu aydınlatan bir öncü gibi görüyoruz.” (12)
24
Anılan ”izin”, 1970’te, Barzani’nin Güney-Batı’daki (Suriye) partilerini,
çağırarak Dehamê Miro başkanlığında birleşmeye zorladığı ve bunu
gerçekleştirdiği bir dönemde verilmiştir. Zamanla Kuzey’de de TKDP ile TKDP’nin mücadelesi ile bunlar arasındaki yarış ve bunun Güney Kürdistan’daki
mücadelenin koşulları ve ”çıkarları” ile uyumlu kılınmaya çalışılması, Suriye
Kürdistanı benzeri bir müdahale ile çözülmeye çalışılacak ve Dr. Şıvan, kendi
yöntemiyle buna müdahalede bulunarak “Saitler Olayı”nın patlak vermesine
neden olacaktır.
TKDP yetkililerinin değerlendirmelerine ve yazdıklarına göre de, Dr.
Şıvan’ın kurduğu T-KDP, kısa sürede kendi tabanlarını büyük ölçüde kapmış,
kendileri dışındaki ilerici ve yurtsever Kürt kadroları da büyük oranda kendi
bünyesinde toplamıştı. Yani T-KDP oldukça aktif ve etkindi. En önemlisi,
TKDP’ye göre, Dr. Şıvan’ın T-KDP’si Barzani Hareketi nezdinde de Kuzey’i
temsil etme mertebesine yükselmiş, TKDP yöneticilerinin gönderdiği mektup
açılmadan yırtılıp atılacak kadar TKDP dışlanmıştı.
Bu değerlendirme, birinci yanıyla doğru, ama ikinci yanıyla değildi.
IKDP’nin, T-KDP’yi Kuzey’in temsilcisi kabul edip TKDP’yi dışladığı ve
gözden çıkardığı doğru değildi ve bu, Dr. Şıvan’ı kara kara düşündürüyor,
çalışma ve mücadele planlarını engelliyor; onun inat ve ihtirasını devreye
sokarak, kendisinin “komplocu” olarak değerlendirilmesine olanak yaratacak,
trajik sonunu hazırlayacak birtakım planlar yapmasına neden oluyordu. Bu
anlamda belgelere yansıyan iki olay, konuyu anlamamıza yardımcı olacaktır.
Sorun, IKDP’nin Kuzey’deki LIQ Örgütlenmesinin Kime
Bağlanacağıdır!
Dr. Şıvan’ın yetkili arkadaşlarından birisi olduğu anlaşılan bir kişi, partinin
kuruluşundan beş gün sonra, yani 2 Temmuz 1970’te, Derbend’de, IKDP
merkez komitesi üyesi ve Musul bölge başkanı olan Neoman ile görüşmeye
gitmiştir. Dr. Şıvan’ın bu yetkili arkadaşı, Neoman’a, IKDP’nin önemli
yöneticilerinden biri ve aynı zamanda IKDP-Türkiye ilişkilerinden de sorumlu
olan Eshed Xoşewî’den, içeriğini tam olarak bilmediğimiz fakat muhtemelen TKDP’lilere sözkonusu olan sorun konusunda yardım edilmesini öneren bir
tavsiye mektubu da götürmüştür. (Dr. Şıvan’ın yazdıklarından, IKDP adına
Eshed Xoşewî’nin, T-DKP’nin çalışmalarından sorumlu olduğu, Şıvan’ın, ona
bilgi vermekle yükümlü tutulduğu anlaşılıyor.) Bu görüşmeye giden yetkilinin
Neoman’la görüşeceği hususun, onun Esat Xoşewî’den özel tavsiye mektubu
götürmesini, aynı konuda Polit Büro’nun da Neoman’a özel talimat vermesini
gerektirecek kadar kilit önemde bir konu olduğu anlaşılıyor. (13)
25
Ancak, bu kişi ile Neoman’ın görüşmesine girmeden önce, büyük çoğunlukla
kapalı hatta şifreli sözlerle dile getirilen diyaloğlarını iyi anlayabilmek için
olayın ne olduğunu yani konunun arka planını bilmek gerekiyor.
Biraz sonra sunulacak diyaloğa konu olan olay, hem örgütsel hem de politiktir
ve taraflar açısından (IKDP, TKDP, T-KDP) iki konuda da hayati önemdedir.
Daha TKDP kurulmadan, IKDP, çoğu sınır yörelerinde olmak üzere Kuzey
Kürdistan’da örgütlenmiştir ve yine özellikle sınır yörelerinde bu örgütlenmeyi
yöneten bir “LIQ Komitesi” vardır. 11 Temmuz 1965’te kurulan TKDP, bu
olguyu değiştirmemiştir. TKDP’nin ilk başlarda bu olgudan haberli olup
olmadığını da bilemiyoruz.
Gerçek nedeni tam olarak bilinmese de bu “LIQ”ın faaliyetinin, 1969’da fiilen
durdurulduğu ve komite üyelerinin Güney’e çağırılarak orada uzun bir süre
“misafir” edildikleri anlaşılıyor. Bu gelişme, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının
Güney’de prestijlerinin zirvede olduğu bir döneme rastlamaktadır. Zorunlu
Misafirlikten bıkan “LIQ Komitesi” üyeleri, Dr. Şıvan ve arkadaşlarını bulurlar
ve onlara “dert”lerini anlatırlar. Dr. Şıvan ve arkadaşlarının, sorunu
çözebilecekleri konusunda onlara kısmi bir umut verdikleri anlaşılıyor. Dr.
Şıvan ve arkadaşları, LIQ Komitesi’nin de yardım ve aracılıkları ile sınır
boyundaki belli başlı kadrolarla ilişkiye geçerler ve onları, kurmayı planladıkları
partilerinin potansiyel üyeleri olarak örgütlemeye başlarlar. Bu sayededir ki, TKDP daha kurulur kurulmaz, TKDP’lilerin de teslim ettikleri gibi, kendi üyeleri
ile Irak-KDP’nin üyelerinin büyük çoğunluğunu kısa sürede kapıp kendi çatısı
altında örgütleyebilmiştir. Özellikle sınır yörelerinde, Irak-KDP’nin
örgütlenmesi ile T-KDP’nin örgütlenmesi adeta çakışmaktadır. Bu araştırmanın
diğer bölümlerinde görüldüğü gibi, Kuzey’in iki partisi de Güney’deki
hareketin çıkarlarına öncelik vermekte ve önderliğinin kararlarına uyacaklarını
her fırsatta vurgulamaktadırlar. Ancak, pratikte Dr.Şıvan’ın örgüt anlayışı ve
politikası, kısmen iyi niyetle kısmen de o dönemde zorunlu olarak belirlenmiş
bu çerçeveye sığmamakta, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının görece bağımsız örgütsel
bir irade ve politika ortaya koyma çabası “sorun”lara neden olmaktadır.
T-KDP, doğal olarak kendi üyelerini hem örgütsel hem de politik olarak
yönetmek, taraftarlarını da yönlendirmek istemektedir. Ancak özellikle sınır
yörelerinde kendi üyeleri ve tarftarları, aynı zamanda büyük çoğunlukla
IKDP’nin de üyeleri veya taraftarlarıdırlar. IKDP’nin bu bölgede komiteleri,
yöneticileri ve politikaları vardır. Bu parti örgütleri, IKDP için hayati
önemdedir de. Sömürgeciler tarafından “şeytan üçgeni” olarak adlandırılan bu
yörenin, Türk Devleti ile Güney’deki hareketin ilişkileri bakımından taşıdığı
önemi fazlaca da açıklamaya gerek yok. Biraz sonra anlatacağım ve buradaki
örgütlenmenin temelinin atılmasına neden olan “Metina Savaşı”, bu
26
örgütlenmenin askeri ve lojistik olarak da IKDP için önemini ortaya
koymaktadır.
Ama önce, “Şeytan üçgeni”ndeki bu karmaşık örgütlenmenme biçiminin neden
olduğu, karmaşık olduğu kadar ilginç de olan bir olay anlatayım: Dr. Şıvan,
anılan üçgene yaptığı sık ziyaretlerinin birisinde, yörenin yurtsever ve askeri
olarak en etkin aşireti olan Jırkî’lere misafirdir. Aşiret reisinin divanı tıklım
tıklımdır. Her zaman olduğu gibi “şoreşe” yani silahlı mücadeleye ne zaman
başlanacağı sorulur. Doktor, “önce ciddi hazırlık yapmak lazım, bunun
hazırlığına siz de başlayın” türünden çok ihtiyatlı bir cevap verir. Ardından
karmaşık örgütlenmenin esas ve zor sorusu gelir: “Serok ne der?”... Dr.
Şıvan’ın cevabı, daha bir ihtiyatlıdır ve “Serok’un da buna karşı olmadığı”
biçiminde anlaşılacak cinstendir. Ancak bu kadarı bile cemaatekilerin külah ve
şapkalarını tavana fırlatmaları için yetmiştir. Dr. Şıvan, Aşiret Reisi’nin, birkaç
gün içinde Serok’a bu “hayırlı kararı” için teşekür ziyaretinde bulunduğunu
öğrendiği zaman, işinin ne kadar zor olduğunu kara kara düşünmüş olmalıdır.
IKDP, ”Metina Savaşı” Sonrasında Kuzey’de “LIQ” Kuruyor
Irak Ordusu, ikibin kişiyi aşan bir cahş gücüyle birlikte, 1963”te, Bahdinan
bölgesinde ilerleyerek, Türkiye sınırının 20-25 km yakınına dayanmış, stratejik
olarak bölgenin anahtarı konumundaki Metina Dağı’nı işgal etmiştir. Bölgede
büyük bir panik yaşanmaktadır. Irak Ordusu’nun 10 km daha ilerlemesi,
hareketi boğacaktır. Barzani, bölgeyi yöneten Eshed Xoşewi’ye “ölüm kalım”
talimatı verir. Ancak, Güney’in kendi güçleriyle Metina Dağı’nı kurtarmak ve
saldırıyı püskürtmesi artık çok zordur. Eshed Xoşewi ve diğer komutanlar,
Kuzey’deki aşiretlerden takviye kuvvet istemeye karar verirler. Sınır
yöresindeki Goyî, Pinyanişî ve Jırkî aşiretlerine haber yollanır. Aşiretlerin
önderleri tarafından bir hafta, on gün içinde önemli sayılabilecek bir savaşçı
gurubu toplatılır ve savaşmak üzere Güney’e gönderilir. İsa Sıwar’ın
komutanlığında yürütülen karşı operasyonla Metina Dağı kurtarılır. Bu savaşta,
Kuzey’den gidenlerin önemli bir rolü olmuştur. Savaş sonrasında Kuzey’e
dönenlerin, bu tür durumlarda daha hazır olmak ve gerektiğinde yardıma
çağırılmak üzere örgütlülüklerinin, Güney’dekilere ek olarak, bir “Lıq” (Bölge
Komitesi) biçiminde korunup güçlendirilmesine karar verilir
M. Mıstefa Barzani, Dr. Şıvan ve Arkadaşlarına, “Kırmızı Çizgi”sini
Anlatıyor!
Dr. Şıvangil, Güney’e geçtikten bir müddet sonra, yetkililere M. Mıstefa
Barzani’yi ziyaret etmek istediklerini belirtirler. İlgili yetkililer, bu amaçla
27
onları Barzani’nin iki karargahından birisinin bulunduğu Dılman’a gönderirler.
M. Mıstefa Barzani durumdan haberdar edilir ve Barzani bir gece ansızın
Doktor ve arkadaşlarının misafir edildikleri eve gider; evin divanındaki diğer
misafirlerin ve peşmergelerin de huzurunda Dr. Şıvangillerle sohbet eder. M.
Mıstefa Barzani, bu sohbette onlara üstü kapalı da olsa, Türkiye ile ilişkilerinin
geçmişinin şahsında, yukarıda belirtilen süreci anlatır ve Türkiye’ye karşı
faaliyetlerde “kırmızı çizgilerini” nazikçe ve fakat açıkça ortaya koyup hatırlatır.
Şimdi o geceki görüşmeyi not alan ve “İki Saitler Olayı”nda kurşuna
dizilenlerden biri olan Çeko’yu dinleyelim:
M. Mıstefa Barzani, bir taraftan tütün torbasından sigara sararken diğer taraftan
da ev sahibi Şıx Mehemed’e “Arkadaşların benden istekleri nedir?” diye
sorar ve bunun üzerine Dr. Şıvan söz alır:
“Biz, devrime hizmet etmek için gelmişiz; ayrıca Türkiye ilgili sorularınız
varsa onlara da cevap vermeye hazırız.”
“M. Mıstefa, ‘Yok vallahi, benim herhangi bir sorum yok” ve sigaralarını
sarmaya devam ederek devam etti: Şêx Said Ayaklanması esnasında ve
öncesindeki birkaç yılda Türkiye’de iki milyon insan öldürüldü. Bunların
birbuçuk milyonu Kürd yarım milyonu ise Ermeniydi. Bu nedenle Kürd
Milleti çok acı çekti. Biz Kürt Milleti’nin yine acı çekmesini istemeyiz.”,
sonra sordu:
“Türk Hükümeti’nin gelişinizden haberi var mı?
Dr. Şıvan bu soruyu cevapladı:
“Devrimin aleyhinde bir durum yaratmaması için Türk makamlarının
gelişimizden haberi olsun istemedik.”
(M. Mıstefa)
“1962’de Behdinan’da idim. Türk Hükümeti bizim için çok iyi idi... Biz
sınırı (Türkiye) geçtik (ve onlardan -Türkiye üzerinden Irak makamlarına
sığınmak isteyen bir gurubu kastediyor-) 23 kişi öldürdük. Ben Hakkari
Kaymakamı’na haber yolladım ve dedim ki biz bu öldürdüğümüz insanlar
için geldik, başkaca da bir amacımız yok, fakat peşinde olduğumuz
insanların diğerlerini de istiyoruz. Vallahi Kaymakam ve Jandarma
Komutanı, bize yardımda bulundular ve o adamları bize teslim ettiler.
Yardım talebinde bulunduğumuzda, onlar bizden görüşmek üzere bir kişi
istediler. Biz adamımızı yolladık. Onlar o adamımızı Hakkari’den
Diyarbakır’a oradan da Ankara’ya hatta İstanbul’a götürdüler ve dediler
28
ki, “Şayet sınır boylarındaki aşiretler size yardıma gelirse buna birşey
demeyiz”. Vallahi (aşiretler) yardımıza geldiler, parasal olarak da bize bir
sürü yardımda bulundular. Fakat şimdi Eshed’in (Xoşewi) orada Türkler
ile ilşkileri nasıldır, bilmiyorum? Şimdi de Türk Hükümeti’nin rahatsız ve
aciz edilmemesi gerekir.”
“Sonra M. Mıstefa, ihanetle ilgili birkaç söz söyledi; demek istedi ki, insan
kendi milletine ihanet etmemeli. Bizi etkilemek için olacak, bunun üzerinde
çok durdu.” (13)
M. Mıstefa’nın oldukça kapalı olarak anlattığı söz konusu olay, yine
Çeko’nun notlarına göre, daha Güney’deki hareket başlamadan süregelen bir
kan davasının yansımasıdır. Bahdinan’da hareket başladıktan sonra, IKDP’nin
bölgede otoritesini kurmak için yaptığı bir girişimin yanlış anlaşılmasının
sonucu oluşan trajik bir olaydır ve olayda öldürülenlerin çoğu da Keldanidir.
Sanırım, M. Mıstefa Barzani’nin, olayı kapalı geçmesinin nedeni de olayın bu
“tatsız” niteliğidir.(14)
Ayrıca, Barzani’nin Diyrbakır’a, Ankara’ya ve İstanbul’a gidip Türk
istihbaratı ile görüşmeler yapan elemanının, Dr. Şıvan olayında soruşturmayı
yürüten Mele Hemdî olduğu anlaşılıyor.
Bu “arka plan”dan sonra şimdi “görüşme”nin kendisine geçebiliriz.
Neoman ile Dr. Şıvan’ın Arkadaşlarından Bir Yetkilinin Görüşmesi
Peki, yukarıda anlatılan bu ve benzeri önemli görevlere bakan Neoman
kimdir?
Yapılan araştırmalar, Neoman’ın bir Kürt yahudisi olduğunu, partide
sevilmemekle beraber, yükselişinin de engellenmediğini ortaya koyuyor.
Neoman’ın, Dr. Şıvan’ın arkadaşına soğuk davrandığını, bu kişinin
yazdıklarından açıkça anlıyoruz. Neoman’ı ”vatan kurtaran Şaban”a benzeten bu
kişinin Neoman’ı sevmediğini de… Neoman’ın bir sürü oyalamadan, küçük
düşürücü davranışlarından sonra, taraflar nihayet konuya girerler:
Dr. Şıvan’ın arkadaşı, IKDP”nin kendilerine gösterdiği misafirperlikten,
yardımlardan bahsettikten sonra asıl konuya girerek şöyle diyor: ”Ben ikinci
konuya geçtim Kek, biz, sizin bu konuda elinizden geleni yapmanızı
istiyoruz. Bu da şudur: Sınır boyundaki komitelerden gelenlere, eğer çok
güveniyorsanız, bizi onlara önerin ve deyin ki, gidin yerinizde oturun, eğer
herhangi bir şey olursa o ‘kişileri’ arayın, onlarla ilişkilerinizi düzeltin ya
29
da eğer siz söylemeyi gerekli görürseniz ‘falan’ yere git ve ‘falankes’ ile
görüş diyebilirsiniz. Ancak o şartla ki arkadaşlarımızı da, Kek Eshed’ın
size yazmış olduğu biçimde bilgilendirin. Aynı zamanda Başkan da bizim
Kürdistan’da kalmamıza onay vermiştir. Polit Büro’dan da Dr. Mahmut
bu konuyu bilmektedir. Biz bu bilginin sizler tarafından gizli kalmasını
istiyoruz.
”Neoman bir an sustu ve devam etti; ‘Zınar’ı tanıyor musun?’ Ben
dedim ki, ‘Bu kod adı olmalı, gerçek adı nedir?’ Dedi ki; ‘Said Elçi’dir,
tanıyor musun?’ Ben dedim ki; ‘Evet, evet, ben tanıyorum, aynı partili
değiliz, ancak düşünsel olarak dostumuzdur. Aramızda sadece bir dostluk
bağı var.’ Neoman dedi ki; ‘Benim onlarla bir ilişkim yok, ancak Polit
Büro’dan aldığım bir talimata göre, sınır boyundaki komiteler Said
Elçi’nin Parti’sine bağlanacak.’
”Bunun üzerine ben dedim ki; ‘Size göre bu uygulama yerinde midir?
Bize göre bu Kuzey Kürdistan için çok olumsuzdur. Çünkü biz, kaç defa
onların durumunu sizlere de anlattık. Bu uygulamanın zararı Kuzey
Kürdistan’dan çok Güney’deki Otonom Kürdistan’a dokunur.
”Neoman Sordu; ’Niçin bize zararı dokunur?’
”O partide, uzun boylu ve ayrıntılı konuşmamızı gerektirecek hiçbir
parti özelliği kalmamış ki. O parti, yarı-legal bir partidir. Bunun yanısıra,
Türk siyasileri için ve seçilmek isteyenler için bir oyuncak ve sıçrama
tahtasıdır. Herşeyden önemlisi, sınır yöresi ile ilgili alınan karar çok
olumsuzluklara neden olacak gibi. Türkler, birkaç gün içinde, bu
komitelerin bu yeni bağlarla düzenlenmesinin farkına varacak ve kısa
sürede kontrolleri altına alacaklardır. Bunun anlamı, siz Kuzey
Kürtleri’nin mücadelesi için yaşamsal olan bağları kesiyorsunuz. Bu
komiteleri Türk polisinin kontrolüne sokuyorsunuz. Sonra da bilmem şu,
bilmem bu!...
”Neoman son söylediklerimden sonra, biraz sustu ve tekrar başladı: ’Bu
karar benim değil, Polit Büro’nun. Ben Polit Büro’ya bağlıyım ve Polit
Büro’nun kararlarını yerine getirmek zorundayım. O arkadaşları
bilgilendireceğim, artık gerisi onların bileceği iş. Onlar için de çalışmayı
durdurmamalıyız. Mücadele içinde yakalanma da, hapis de ölüm de
olacaktır...’
“Uzatmamak gerekir diye düşündüm. Gerektiğinde gider “yukarıyla”
(IKDP’nin üst makamları anlamında- SA) görüşürüm. Her şey zamanla daha
iyi anlaşılır, ortaya çıkar.
30
“Neoman, aniden ayağa kalktı ve dedi ki, ’Görüşmemiz gereken başka
birşey var mı? Bir hususu bilmenizi istiyorum: Sait buraya geldiğinde
benim kendisiyle herhangi bir görüşmem olmadı. Zaten Dıhok’ta durmadı,
direk Musul’a geçti.’
“Ona dedim ki; ’Teşekkür, konuşacak başka bir şeyimiz kalmadı’
“Neoman’la Said’in (Elçi -SA) görüşmesini, yalnızca Kek Yasin
bilebilir.. Gerçeğin ortaya çıkması için, insan bunu araştırabilir..” (15)
Dr. Şıvanların temsilcisi ile Neoman’ın diyaloğunda sözkonusu olan “sınır
boyundaki komiteler”, IKDP’nin Kuzey’deki “LIQ Komitesi”dir ve bu komite,
birçok aşireti blok olarak örgütlemiştir. Gerçi yukarıda da bahsedildiği gibi, bu
yörelerdeki politik kadroların büyük çoğunluğu aynı zamanda Dr. Şıvan’ın
arkadaşlarıyla ilişki içindedirler. Dr. Şıvangil, henüz partilerini kurmamış olsalar
da gidiş gelişleriyle sınır yörelerindeki bu ilişkilerini oldukça canlı ve sıcak
tutmaya çalışmaktadırlar ve “LIQ Komitesi’nin kendisi de bu konuda
kendilerine yardımcı olmaktadır. Zaten yukarıda da belirtildiği gibi Dr.
Şıvangil’i arayıp bulan, onları bu durumdan haberdar eden, IKDP tarafından
faaliyetleri fiilen durdurulan “LIQ Komitesi”nin kendisidir. Neoman tarafından
dile getirilen IKDP’nin anılan kararı, Dr. Şıvangil’in bu ilişkilerine ve o
günlerde kurulmuş bulunan T-KDP’nin potansiyel üyelerine “el konularak”
TKDP’ye teslim edilmesidir. Bu karar, görüşmenin yapıldığı günlerde artık
kurulmuş bulunan T-KDP’nin sınır yörelerindeki potansiyel üyelerini, zor ve
fakat sonucu belli bir tercihle karşı karşıya bırakacaktır. T-KDP Üyeleri için
tercih, T-KDP ile TKDP arasında değil, T-KDP ile IKDP arasında bir tercih
anlamındadır; diğer bir ifade ile pratikte M. Mıstefa Barzani ile Dr. Şıvan
arasında bir tercihe dönüşecektir. O günün koşulları göz önünde tutulduğunda,
bu tercihin Dr. Şıvangil’in lehine sonuçlanması mümkün değildir. O koşullarda
Dr. Şıvan’ın kendisi bile böylesi bir tercihte, halkının genel çıkarını düşünerek
belki de kendisini tercih etmeyecektir. Ama gel gör ki, böylesi bir tercihle karşı
karşıya bırakılmasını politik olarak zorunlu görmediği için çok üzülecektir ve
fakat çaresizdir de...
Bu görüşme Dr. Şıvan’ın arkadaşının canını çok sıkmıştır. Muhtemelen,
Neoman için kendisine ”tavsiye mektubu” veren Eshed Xoşewî’nin Neoman’ın
bahsettiği can sıkıcı polit büro kararından haberdar olmaması veya öyle
görünmesi yetkilinin canının daha bir sıkılmasına neden olmuştur. Görüşme
sonrasında, anlattıklarından Kuzey Kürdü olduğu ve hatta belki anılan LIQ
Komitesi ile ilgisi olduğu anlaşılan ve içinde bulunduğu durumdan memnun
olmadığı belli olan Mela Behçet, kendisi gibi Dr. Şıvan’ın partisinin de elinin
kolunun bağlanarak, orada mahkum edilmek istendiğinin farkındadır ve
31
Neoman’la yapılan görüşmede bu durumun aşılıp aşılmadığını, görüşmeye
katılan Dr. Şıvangil’in yetkilisine heyecanla sorar ve aşılmışsa eğer, kendisine
de daha aktif bir görev verilmesini ister. Dr. Şıvan’ın arkadaşı, Mela Behçet’i,
kızgın, sıkkın, ama soğukkanlı ve kararlı bir biçimde cevaplar:
”Kek, sen benim samimi ve kahraman bir kardeşimsin. Biz, hiçbir
zaman senin gibi inançlı bir kardeşimizi unutmayız. Kendini sıkma, sabırlı
ol, elinden geldiğince bekle! ’Geçiş Yolu’nu paylaşma konusunda ben de
bilgi sahibi değilim. Çalışma asla durmaz, daima sürer, mücadelenin
durması, ne senin, ne benim ne kimsenin elindedir. Mücadele zaten vardır.
Senin burada beklemen de bir nevi mücedeledir!...” (16)
Bir gün sonra Neoman’la Dr. Şıvan’ın arkadaşı, Neoman’ın arabasıyla
Musul’a giderler. Dr. Şıvan’ın arkadaşı, arabada hiç konuşmadıklarını özellikle
belirtir. Musul’a vardıklarında, Neoman, Dr. Şıvan’ın arkadaşına, Hewlêr’e
gitmek üzere bir ”destlênedan” (dokunmama, engellememe, izin) kağıdı
düzenleyerek verir.
Sınır boyundaki bütün komitelerin, yani kendi partisinin üyelerinin de
elinden bu şekilde alınarak Sait Elçi’nin TKDP’sine bağlanması kararı ile
Güney’deki seyahatlerinde ”destlênedan” kağıdı arasında sıkışan Dr. Şıvan’ın
yetkili arkadaşı, kimbilir, belki de Neoman’dan ayrılırken, Mela Behçet’e
söylediği ”çalışma fiilen vardır ve devam edecektir” anlamındaki inançlı ve
kararlı sözlerini daha bir hırsla aklından geçirip tekrarlamış olabilir, ancak bu,
onların içinde bulunduğu zor durumu ve kıskacı nasıl etkileyecektir?
Göreceğiz!…
Dr. Şıvan’ın Karşı Hamlesi!
Doktor Şıvan’ın yetkili arkadaşının Neoman’la bu görüşmesi, Sait Elçi
Olayı’ndan yaklaşık bir yıl öncedir. Bizzat Ömer Çetin ve o sırada Güney’de
bulunan T-KDP’in diğer kimi üyelerinden dinlediğim kadarıyla, daha sonra bu
”kıskaç” gevşemek bir yana daha da daralmıştır. Dr. Şıvan ve Partisi’nin
üzerinde, müthiş bir kontrol süregelmiştir. Sadece, Osman Qazî’nin hem
kaymakam olarak hem de Parti Bölge Komitesi olarak başında bulunduğu Zaxo,
bu kıskacın ve sıkı kontrolün uygulanmadığı bir alandır. Partinin önemli askeri
komutanlarından biri olan İsa Sıwar’ın (TKDP’nin gönderdiği mektubu
açmadan yırtıp atan kişi) da desteği ve Osman Qazî’nin uygulamalarıyla Zaxo,
T-KDP’lilerin görece daha özgür davranabildikleri, rahat hareket edebildikleri,
giriş çıkışlarını rahatça yapabildikleri, olup bitenlerle ilgili istihbarat
alabildikleri stratejik bir üs haline gelmiştir. Durnas’ın (Şerafettin Elçi)
”Zaxo’dakilerle muhatap olunmamasını” savunurken bir bildiğinin olduğu
32
anlaşılıyor. Fakat ileride bu ”üs”te olup bitecekler Dr. Şıvangil’in kaderini
belirleyecek, trajik sonlarını da getirecektir.
Sınır boylarındaki komitelerin kontrolünün kendi partilerinden alınmasına
neden olmasının yanı sıra Dr. Şıvan’ın, Sait Elçi’yi öldürtmeye varan
planlarının, belgelere yansıyan ikinci nedeni, Dr.Şıvan’ın tutukluluğunun ilk
günlerinde, 19 Temmuz 1971 günü, Eshed Xoşewî’nin yüzbaşı olan oğlu Selim
Xoşewî’nin ve partisinin MK üyelerinin huzurunda, Şakir Epözdemir’e
anlattıklarıdır:
”Bak Şakir! Ben, doğru bir şey yapılmış olduğu iddiasında değilim ve bu
olayı tartışmıyacağım. Hatta, bu olayı, zaten şu anda doğru da
bulmuyorum. Ancak, bu olaya sebebiyet veren Said Elçi’nin tutumunu,
anlatmak zorundayım. Said’in Musul Kapısı’ndan Zaxo’ya dönmek
zorunda kaldığı gün, yanında sadece Mehmedê Begê yoktu; onlarla birlikte
bir de, Ahmedê Hıso vardı ve pasaportlu idi. Ahmet, Musul’dan girdi, Said
ve arkadaşı da, Zaxo’ya döndüler. Aynı gün ve saatte, Ziya Şerefhanoğlu
da, Beyrut’tan uçakla Bağdat’a indi ve Gılala’nın yolunu tuttu. Benim
yaptığım istihbarata göre; daha Türkiye’de bu komplo hazırlandı. Ahmedê
Hıso, Beyrut’a gönderildi; Ziya Şerefhanoğlu ile görüşüldü,
randavulaşılarak, hep birlikte Gılala’da Serok ile görüşüp, bizi buradan
söküp atma planı’nın peşine düştüler. Bu arada, ‘Said Elçi’nin Zaxo’da
olduğu’ haberi geldi. Ben Çeko ve Brusk arkadaşlar, O’nu getirmek, ikna
edip; bizim Meqer’imizde misafir etmek üzere gittik.
“Ben Zaxo Parti Binası’na gitmedim. Daha sonra, onlara kavuştum. Biz
çok yalvardık, ama Said’i bir türlü caydıramadık. Bunu başaramayınca;
ben ve Çeko, KARAR’ı verdik. Ben, Parti’nin Polit Büro Sekreteri’yim,
Çeko’da Polit Büro üyesi’dir. Biz ikimizin ‘KARAR verme yetkisi’ vardır.
Biz KARAR‘ı verdik ve bir hafta sonra da, yine Said’in geri adım
atmayacağını görünce, İNFAZ ettirdik’ dedi ve gözlerimin içine bakarak;
’Kusura bakma, eğer Said Elçi’nin arkasından benim babam da gelseydi,
babamı da, hiç gözümü kırpmadan öldürürdüm. Çünkü, artık, ok yaydan
çıkmıştı. Ve, yine biz inanıyorduk ki, biz burada bir tohum ekmişiz, bu
tohum yeşerecek ve halkımız özgürlüğe kavuşacak. Yanlış, düşünebiliriz,
ama buna inanıyorduk’ dedi.
”O, bana bu mesajı iletmek ve benden özür dilemek istemişti. Bir de, bu
tür bir diyalog ile durumu hafifletmek gibi bir sürü gayeler vardı. Şıvan’ın
kafasında bir çok tilki, bir arada dolaşıp, duruyordu.” (17)
Dr. Şıvan ile Çeko tarafından imzalanan yazıda da kendi tasfiyelerini
organize etmek için Sait Elçi ile Derwêşê Sado’nun ajan olan Ahmedê Hıso’yu
33
Beyrut’a, Ferzende adlı serseri bir kişiyi de bir mektupla İsa Sıwar’ın yanına
gönderdikleri belirtiliyor ve fakat konu yukarıdaki kadar detaylı açıklanmıyordu.
Yukarıda söylediklerinden anlıyoruz ki, Dr. Şıvan Beyrut’tan gelen Ziya
Şerefhanoğlu ile Sait Elçi’nin Barzani ile görüşerek kendilerini tasfiye
edebileceklerinden sadece kuşkulanmamakta, buna kesinlikle inanmaktadır.
Şakir ile Derwêş’in, Sait Elçi ile Ziya Şerefhanoğlu’nun ilişkilerinden
haberdar olup olmadıklarına ilişkin iddialar çelişkilidir. Zira ikisi de Said
Elçi’nin kendilerinden habersiz olarak Güney’e gittiğini ve acelesini bir türlü
anlıyamadıklarını belirtiyorlar. Eğer böyleyse, bunun nedeni, Sait Elçi’nin TKDP ile arasındaki meseleyi özellikle Derwêş’siz çözerek, kendi partisinde
insiyatifi ele geçirmeye çalışmak istemesi olabilir.
Aslında Sait Elçi, daha, Ziya Şerefhanoğlu gelmeden, Güney’de olmayı
kararlaştırmış ve bu nedenle TKDP’nin önemli kadrolarından olan bir mela ile
beraber diğer bir güzergahtan Güney’e geçmeyi planlamıştır. Ancak o günlerde
yağan aşırı yağışlar nedeniyle taşan Batman Çayı’nın geçit vermemesi,
güzergahını ve ekibini değiştirmesine neden olmuştur. (18) Mehemedê Begê,
yeni güzergah ve çevreyi iyi bilen birisi olarak bu aşamada ve çerçevede Sait
Elçi’nin ekibinde yer almıştır. Bu nedenle zaten geç kalmış bulunan Sait Elçi,
Gılala’ya en kısa yoldan gidebilmek için, Irak tarafından kontrol edilen Musul
kapısından geçmeyi denemiştir. Pasaportu olduğu için Ahmedê Hıso Musul
üzerinden Gılala’ya geçmiş, pasaportsuz olan Sait ile Mêhemed, kapıdan
geçemeyince Zaxo’ya dönmek zorunda kalmışlardır. Ancak Derwêş’in, Said
Elçi’nin gidişinin ve acelesinin nedeni ile ilgili bu iddiaya ek olarak, War’daki
yazısı ile de çelişen ve fakat Dr. Şıvan’ın ”İlk Anlatım” belgesinde Mehemedê
Begê’nin ajan olduğunu iddia ederken kullandığı argümanı doğrulayan başka bir
iddiası daha var. Derwêş, eldeki bir video kasetinde, siyasal yaşamını anlatırken,
bu konuya geliyor ve Dr. Şıvan’ın tutuklanmasından sadece iki gün önce,
Gılala’da Barzani’yle yaptığı görüşmede, Barzani’ye konu ile ilgili olarak
şunları söylediğini belirtiyor:
”Birçok kaynaktan aldığımız habere göre, Şıvan, Kuzey Kürdistan’da
devrim yapmak için bir hareket başlatmak istiyor. Türk Hükümeti sözcüsü
Adalet Bakanı İsmail Arar, geçenlerde verdiği bir demeçte dedi ki, ’Barzani
bazı insanları silahlandırmış, yakında Doğu ve Güneydoğu’da bir hareket
başlatacak’ Bunun üzerine endişelerimiz oluştu. Zira biliyoruz ki, Kuzey’de
böylesi bir hareketi başlatmak, şu anda genel olarak Kürtlerin çıkarına
değil. Amerika ve İran da böylesi bir hareketten rahatsız olacak ve
Güney’deki Kürt devrim hareketinden şüphelenecek, onu suçlayacaklardır.
Eğer Barzani’nin desteğiyle Kuzey Kürdistan’a müdahale edilirse, Güney
Kürdistan’da da olumsuz olaylar olabilir diye düşünüyoruz. Bu
34
değerlendirmemiz ne kadar doğrudur bilmiyoruz, ancak bu bizim siyasi
kanaatimizdir. Eğer bu, gerçekten sizin emrinizle oluyorsa, sizin bilginizin
dahilinde ise, yani Şıvan’ın bu yaptıklarından haberiniz varsa, siz Kürtlerin
koşullarını ve çıkarlarını bizden daha iyi biliyorsunuz. Bu taktirde biz,
oturup durumu tekrar değerlendirir, yukarıdaki kanaatlerimizi gözden
geçiririz. Yok eğer bu sizin bilginiz dahilinde değilse, durumu size ihbar
ediyoruz. Sait Elçi de bu gaye ile buraya gelmişti ve kayboldu. Bu olaya el
koyun, yoksa biz ile Şıvan’ı huzurunuza getirin, Kürtlerin menfaati ne ise
onu yapalım.” (19)
Derwêş’in kasetteki bu sözlerini izleyip dinledikten sonra, Türkiye Hükümet
sözcüsü İsmail Arar’ın demecinin, tarafların biribirlerini suçlamak için karşılıklı
olarak kullandıkları bir demeç olmanın ötesinde, bir operasyonun başlatılması
için bir araç işlevini gördüğü izlenimini edindim. Burada, Barzani Hareketi’nin
illaki Türkiye ile organik ilişkilerinin olması ve bunun sonucunda otomatik
olarak harekete geçmiş olması şart değil. Türkiye’nin tehdidinin dalgaları da
böyle bir rezonansı sağlayabilir; Türkler’in mesajları böylece yerine ulaşabilir.
Derwêş, aynı kasette, bu görüşmeden sonra, Barzani’nin, kendisine Eshed
Xoşewî’ye yazılmış bir mektup verdiğini ve ikinci gün kendisinin gidip bu
mektubu Eshed’e ilettiğini ve sonraki birkaç gün içinde de Doktor’un çağrılarak
tutuklandığını belirtir.
Bu noktada, Celal Talabani, Dr. Mahmut Osman, Sami Abdurrahman dahil,
Güney’in belli başlı liderleriyle, kadrolarıyla bu olayın konuşulduğu birtakım
toplantılarda, sohbetlerde şahsen bulunduğumu belirtmeliyim. Konuyla ilgili
sorulan sorulara ilişkin cevaplar ve yorumlar, genellikle, kişilerin veya
partilerinin IKDP ile ilişkilerinin o anki durumuna bağlı olarak değişiyordu.
Bunlara yeri geldikçe değineceğim.
Necmettin Büyükkaya’nın konunun aydınlanmasıyla ilgili dur durak
bilmeyen çabalarının da yazılıp aktarıldığı ”Kalemimden Sayfalar” adlı kitabı
dikkatle ve defalarca okudum. Yazım boyunca bunlardan bahsedeceğim, ama
yazının akışı gereği bir açıklamasından bu aşamada bahsetmem gerekiyor. Ali
Şıngali, Barzani Hareketi’nde önemli görevlerde bulunmuş birisidir. Derwêş’in
War’daki yazısında da adı, Güney’deki 1. Bölge’nin sorumlusu ve Musul Valisi
olarak geçer. Ali Şıngali, 1975 sonrası kurulan Yekîtîya Niştimanî Kürdistan’a
geçer ve onun Celal Talabani’ye bu olayla ilgili anlattıklarını, Celal Talabani de
Necmettin’e anlatır. Necmettin’e göre, Ali Şıngalî’nin anlattıkları aynen
şöyledir:
”Türkler, İran Kürdistan’ı yöneticileri gibi, Dr. Şıvan ve arkadaşlarını
da Barzani’den istediler. Fakat Barzani, buna razı olmadı. Bunun üzerine o
35
kirli oyun oynandı. Said’i Zaxo’ya getirdiler. Şıvan’a haber yollamışlar ve
demişler ki, elimizde Said’in hain olduğuna dair belgeler var. Dr. Şıvan’ın
götürüp sorgulaması isteniyor. İtiraf ederse eder, etmezse öldürülecek.
Sonuçta Said öldürülüyor. Ardından, Türklerin gözetiminde Dr. Şıvan ve
arkadaşları da öldürüldüler.” (20)
Ali Şıngalî, olayın aslını bu boyutta bilebilecek birisi midir? Başka bir
belgeyle hem bunu sınıyor hem de onun bu konuyla ilgili olarak özel bir görevi
olduğunu da öğreniyoruz:
“T-KDP İllegal Örgüt Davasının... dizi sırasında mevcut Ali Şingali’nin
sanığa yazdığı 3.9.1971 günlü ve Kürt Demokrat Partisi Cizre Komitesinin
sekreteri Sayın Seyit Şerafettin’e.. (Şerafettin Elçi-SA) mektupta ‘Siz Dr.
Şıvan (Sait Kırmızıtoprak’ın) öldürülmesini istiyorsunuz. O, yanındaki
arkadaşlarını söyleyinceye kadar öldürülmeyecektir. ..Bizden giderken Said
Elçi’nin yerine birini seçeceğini söylemiştiniz şimdiye kadar niye
seçmediniz?’ (...) ” (21)
Güney’dekilerin Sait Elçi’den de memnun olmadıklarını ve onu değiştirmek
istediklerini, 1976 yılında, Kuzey’de, Celal Talabani, Dr. Xalıt ve Ednan
Müftî’nin de hazır bulunduğu bir sohbette, bizzat Mahmud Osman’dan
dinlemiştim. Mahmut Osman’ın aynı düşünceleri, aynı yıl Necmettin’e de
anlattığını öğreniyoruz:
”Sait Elçi Irak’a geldiği zaman, Mela Mıstefa O’nun Dr. Şıvan’la
beraber Haciumran’a gönderilmesini istedi ki sorunlarını hal etsin. Dr.
Şıvan’ın kaldığı hapishane Mesud’a bağlıydı. Polit Büro müdahale
edemiyordu. Ben birkaç defa gidip Dr. Şıvan’ı görmek istedim,
bırakmadılar. Altı aylık hapislikten sonra öldürdüler. Bana göre, Mela
Mıstefa, iki Said’i de casus gibi görüyordu. Ona göre Türkiye’ye karşı
çalışmak isteyen herkes casustu. Mela Mıstefa ikisine de karşıydı. O
zamanlar İsa ve Eshed’in Türkiye ile ilişkileri vardı. Şıvan’ın
öldürülmesinde Barzani’nin emri vardı.” (22)
Sait Elçi’yi Tanıyan herkes, onun, Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları
için mücadeleye inan samimi ve kararlı bir insan olduğunu teslim eder. Türkiye
iyi ilişkiler içinde olmak isteyen hatta zaman zaman onlardan ”yardım ve
anlayış” gördüğünü belirten M. Mıstefa Barzani’nin, Türkiye’ye karşı mücadele
etmek isteyen Sait’leri, Dr. Mahmud Osman’ın da belirttiği gibi, ”casus” olarak
görmesi olasıdır. Ancak bu araştırma esnasında IKDP üst yönetiminin Sait
Elçi’ye olumsuz bakıp yaklaşmalarının başka bir nedeninin de olabileceği
kanaatine vardım. Bu neden, TKDP’nin, sonradan ”Celali” olanlar tarafından
36
IKDP ile ilşkiye geçirilmiş olması ve Sait Elçi’nin de bu ”Celali”lerle dostane
ilişkilerinin sürmesidir.
İşin hikayesi şöyle: Biz Kuzey Kürtleri’nin büyük çoğunluğu, TKDP’nin
daha başından yani kuruluşundan beri IKDP ile çok yakın ve sıkkı ilşkiler içinde
bulunduğunu biliriz. Halbuki yukarıda da belirtildiği gibi bu böyle değildir.
TKDP kurulurken IKDP ile sandığımız anlamda ”yakın ve sıkkı bir ilişki içinde
olmak” bir yana, örgütsel anlamda ilişki içinde bile değildir. TKDP’nin
kuruluşunda ve özellikle sonrasında yakın ilişki içinde olduğu ve kısmen politik
ve örgütsel deneyim anlamında yardım gördüğü Kürt Örgütü, daha 1952’de
kurulan Suriye KDP’sidir. Şakir Epözdemir, daha önce kendi yazısından
naklettiğimiz bir alıntıda ”1968 yılına girdiğimizde Suriye’den gelen Reşidê
Hamo’nun tecrübelerinden yararlanarak, örgütümüzü güçlendirdik.”
diyerek bu ilişki ve yardıma işaret etmektedir. 960’lı yıllarda Suriye
KDP’sinin en etkili ekibi, 1970’ten sonraki bölünmelerde ”yesar” yani ”sol”
diye anılan ve başını Hemidê Hecî Derwêş’in çektiği ekiptir. Şakir’in andığı ve
Suriye KDP’sinin TKDP ile ilşkilerinden sorumlu olan Reşidê Hamo da bu
ekibin liderlerindendir.
Günümüzde de Suriye’nin işgalinde bulunan Kürdistan parçasındaki Kürt
hareketinin etkili örgütlerinden birisi olan Partiya Pêşverû’yu yönetenler, bu
ekip kaynaklıdır. İlginç olan, bu ekibin, Suriye KDP’sinde 1965 yaşanan
”Yesari-Yemini” (sol-sağ) bölünmesinde ”yemini”lerin yani ”sağcı”ların başını
çekmiş olmaları ve dolayısıyla M. Mıstefa Barzani yanlısı olmalarıdır. Bu
bağlamda Sait Elçi liderliğindeki TKDP’nin kurulmasına yardımcı ve IKDP ile
ilişkiye geçmesinin ve onlarla ilişkilerini geliştirmesinin de aracısı olurlar.
Ancak ”gün gelir devran döner” misali Suriye KDP’sinde 1968 ve 1969
yıllarında tekrar boyveren ve 1970’te bölünme ile sonuçlanan sağ-sol
ayrışmasında ise Hemidê Heci derwêş ile Reşid Hamo ve arkadaşları, bu defa
”yesari”lerin yani ”solcu”ların başını çekmektedirler. Barzani’nin Dehamê Miro
başkanlığındaki zoraki ”birlik kongresi” öncesinde Suriye’den Güney’e
çağırılan partinin belli başlı kadroları arasında yukarıdaki ikili de bulunmaktadır.
IKDP ile yapılan görüşmelerden sonra anılan kişiler, birlikte gittikleri heyetle
dönmek yerine gizlice Bağdat’a gidip orada birkaç gün kalırlar. Bunların daha
sonraları izledikleri politika, Bağdat’ta kaldıkları kaç gün içinde Celal Talabani
ile görüşüp onunla bazı konularda anlaştıklarına yorulmakta, işaret etmektedir.
Bu nedenle IKDP’liler, sadece anılan kişilere ve ekiplerine değil, bunların
dostlarına, kendileriyle tanıştırdıklarına da ”Celali” diye şüpheyle ve kaygıyla
bakmaya başlamışlardır. Bu şüphe ve kaygının yersizliği, gerçekdışılığı, Sait
Elçi’nin bundan nasibini almasını engelleyememiş, IKDP’nin birçok yetkilisi,
onu, en azından ”Celali”lerin dostu olarak görmüştür. Bu, o sıralar Güney’de
büyük bir ”suç”tur. Diğer bazı nedenlerin de yanısıra bu gerçekdışı talihsiz
37
sanının, TKDP’de önünü açtığı/açacağı kişi de Derwêşê Sado’dan başkası
değildir.
Necmettin Büyükkaya, Güney’e geçmek üzereyken, Nusaybin’de, kaldığı bir
evde katıldığı bir sohbet esnasında söylenenleri, olayı duyduktan sonra
özellikle hatırlatıp, bunun, olay değerlendirilirken gözönünde bulundurulmasını
önerir:
”Ben Irak Kürdistanı’na gittiğimde Sait Elçi öldürülmüş bulunuyordu.
Daha ben Türkiye’de iken, Nusaybin’de, bir partilinin evinde konuşma
arasında Sait Elçi ismi geçtiğinde ev sahibi: ’Sait Elçi’nin Irak’a gitmesi iyi
olur. Oraya gider gitmez Şıvan onun icabına bakar’ demişti. Ben bayağı
tuhaf karşılamıştım. Fakat üstüne de düşmedim. Ev sahibinin birlikte
mevzuyu konuştuğu kimse Sait Elçi’nin partisinin eski bir mensubu idi.
Sonraları çok tutarsız ve karanlık bir kimse olduğu anlaşıldı.” (23)
Doktor’un, Sait Elçi ile ilgili bu tutum ve yargıların farkında olup olmadığını
bilemiyoruz. Ancak şöyle ya da böyle, kendisinin tasfiye edilmek istendiğinin
farkındadır ve kendince bunu engellemeye çalışmaktadır.
Dr. Şıvan’ın, Sait Elçi ve arkadaşlarıyla ilgili bilgiyi, İsa Sıwar veya Zaxo
kaymakamı ve aynı zamanda IKDP bölge komitesi başkanı olup bölgede bilgisi
dışında ”kuş uçmayan” Osman Qazî’den almış olması kuvvetle muhtemeldir.
İkinci ihtimal ise, Zaxo’ya döndükten sonra, bizzat Sait Elçi’nin görüşme için
Doktor’a, Zaxo’da olduklarına dair haber yollamış olmasıdır. Doktor’un, Çeko
ve Brusk ile beraber Parti Büro’suna gitmemesinin nedeni; Sait’i Kamp’a çekip
tuzağa düşürmek olabilir. Said Elçi’nin, kendi partili arkadaşları tarafından
Doktor konusunda sürekli uyarılmasına rağmen kampa gitmesi ise, herşeye
karşın, onun Doktor’a güvendiğini ve aynı zamanda hem tutarlı hem de
cesaretli davrandığını ortaya koyuyor.
Ancak güveni, tutarlılığı ve cesareti, o değerli, eşsiz yurtsever insan ile
arkadaşının hayatına mal olacaktı… Ve iş, bununla da kalmayacak, Çeko, Brüsk
ve Şıvan ile partilerinin de sonunu getirecekti…
Sait Elçi Ve Arkadaşı Öldürülüyor!
Dr. Şıvan’ın istihbaratının güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Kendisi ve partisi
ile ilgili planlara karşı planlar yapmakta, tedbirler almaktadır. Doktor’un,
TKDP’nin en etkili yöneticileri olduğuna inandığı Sait Elçi ve Derwêşê Sado ile
ilgili belli planları ve hazırlıklarının olduğu anlaşılıyor. Ancak bu planlar içinde
onları öldürmenin olup olmadığını bilemiyoruz. Olayın cereyan ediş biçimi,
38
öldürme kararının aceleyle alınıp çok acemice yerine getirildiğini
göstermektedir. Ya da Güney’den güçlü bir teşvik sözkonusu olduğu için, daha
profesyonelce bir yöntem uygulamak fazla önemsenmemiştir. Doktor’un,
kampta çok daha güvenilir parti üyeleri, elemanları varken, yargılamayı Derwêş
tarafından Güney’e gönderilen ve ikisi Derwêş’ın akrabası olan üç eşkıya
kökenli üyenin yaşadığı bir mekanda yapması ve büyük ihtimalle infazı onlara
yaptırması, ya aşırı acemilikle ya da kendine olan aşırı bir güvenle açıklanabilir.
Zira daha sonra göreceğimiz gibi, olayla ilgili Şıvan’ı ele verenler, başta Tilki
Selim olmak üzere bu üç kişidir.
Aslında, Dr. Şıvan’ın ”ajan” ilan ederek etkisizleştirmek veya öldürmek
istediği kişiler, Sait ve Derwêş’tir. Mehemedê Begê, TKDP’nin vasat bir
üyesidir ve yukarıda belirttiğim tesadüfi nedenle Said Elçi ile beraberdir.
Doktor’un kendi partisinde, Sait ile Derwêş’e ilşkin yıpratma veya yok etme
planı, 12 Mart sonrasında, mayıs ayının son yarısında, Dışêş’deki kampta,
önemli sayıdaki parti kadrosuna verilen ”Propaganda” konulu bir seminer
metninin, ”provakatör” alt başlıklı bölümünde, bizzat bu iki kişinin adları
belirtilmek suretiyle alenen ilan edilmiş ve parti, tabanıyla olaya hazırlanmıştır.
Beyaz pelür kağıda daktilo ile yazılan seminer metninin ilgili bölümünde, konu
1959’da ”49’lar” içindeki ajanlarla başlatılıp anlatıldıktan sonra, asıl soruna
gelinmekte ve şöyle denmektedir:
”Yine dikkati çekmeyen iki büyük provakatör Sait Elçi ve Derwêş
Akgül, halk arasında milliyetçi tanınmışlar, bu yüzden hapise girmişler,
gizli bir partinin merkez komitesinde çalışmışlar, Milli Emniyet, Parti’yi
kontrolü altına almak için, partinin sekreteri Faik Bucak’ı bir eşkiyaya
öldürtmüş ve bahsettiğimiz bu iki provakatörden birini sekreterliğe
getirmiştir.” (24)
Belgede Sait Elçi ve Derwêş Akgül’ün adlarının üzeri çizilmişti. Bu adlar,
muhtemelen olay sonrasında, mavi tükenmez bir kalemle mümkün olduğu kadar
koyu bir biçimde karalanmıştı. Fakat ışığa tutulduğunda, iki isim de rahatlıkla
okunabiliyordu. (25) Bu semineri izleyen ve adının açıklanmasını istemeyen bir
arkadaş, seminerin Ömer Çetin tarafından verildiğini belirmiştir. Seminer
metninin daktilo edildiği beyaz pellur kağıtların boş arka sayfalarında kurşun
kalemle tutulan notlardaki el yazısının da –Ömer’in yazısını tanıyan biri olarakÖmer Çetin’e ait olduğunu sanıyorum.
Aslında, Said ile Derwêş’in IKDP ile anlaşarak kendilerini tasfiye
edebileceklerine olan inancı nedeniyle yaptığı bu hazırlığa rağmen, Dr. Şıvan,
apansız yakalandığını, Şakir ile kendi partisinin MK üyelerinin huzurunda
yaptığı görüşmede, umutsuz ve çaresiz bir biçimde açıklamaktadır:
39
”Doktor, bu arada, bir-iki kez. ’İs (İsa Sıwar), ne yapıyor?’ diye,
Soro’dan İs’i sordu. Soro; ’Ne bileyim!’ dedi.
”Sonra da Doktor; ’Bu operasyon, çok erken başladı. Bu operasyon,
mutlaka olacaktı, ama bu kadar çabuk değil,’ dedi ve arkadaşlarına
dönerek; ’Bakın arkadaşlar, Şakir arkadaş haklıdır! Bizim siyasi
misyonumuz bitti. Bundan sonra atacağınız her adım, sizlere pahalıya
patlar. En az 4 yıl hiçbir faaliyette bulunmayınız ve Parti çalışmalarını
durdurun. Zira, Türkiye’deki Kürtlere de, bir ‘Dehamê Miro bulunur’
dedi.” (26)
Daha önce değindiğim gibi Dehamê Miro, Suriye Kürdistanı’ndaki Kürt
partileri arasındaki bölünmelere son vermek ve onları daha iyi kontrol
edebilmek amacıyla, 1970’te M. Mıstefa Barzani tarafından, “birlik” için, bir
nevi zoraki olarak Güney’de gerçekleştirilen ortak kongrede desteklenip atanan
parti başkanıdır. Aslında bu da Barzani’nin Suriye işgalinde bulunan parçadaki
Kürt politik hareketine yönelik yaptığı bir operasyondur.
Mesut Barzani, yakın zamanda yayınlanıp Türkçeye de çevrilen kitabında, diğer
parçadaki Kürtlerle ilişkiler bölümünde der ki: “11 Mart Antlaşması’ndan
sonra Kürt kurtuluş hareketi ile ulusal yurt-sever güçleri birleştirmek için
uygun bir zemin oluştu.” (27)
Aslında, diğer parçalardaki Kürtler de kastediliyorsa gerçek bunun tersidir.
11 Mart Antlaşması’nın, öncesinde ve sonrasında, Güney’de sırayla İran, Suriye
ve Türkiye’nin işgalinde bulunan parçalardaki Kürt hareketlerinin
etkisizleştirilmeleri için değişik yöntemli ve boyutlu operasyonlar
gerçekleştirilmiştir. 11 Mart Antlaşması sonrasında Güney’de bulunanlar, diğer
parçalardan Güney’e gelen Kürtlerin, daha sıkı kontrol edilmek üzere,
Gılala’nın belli bölgelerinde, adeta gözaltında yaşamak zorunda bırakıldıklarını
bilirler.
Dr. Şıvan ve Çeko, daha önce belirttiğimiz ifadelerinde de ”Parti
faaliyetlerini durdurma”yı öneriyorlardı. Doktor, Şakir’in yukarıda aktardığı
konuşmasında da arkadaşlarına, ”En az dört yıl hiçbir faaliyette bulunmayınız
ve parti çalışmalarını durdurun.” demektedir. Muhtemelen Doktor o sırada, dört
yıl sonra yürürlüğe girecek olan 11 Mart Otonomi Antlaşması’nın geleceği için,
Barzani Hareketi’nin diğer parçalardaki hareketlerle ve dolayısıyla ilgili
devletlerle ilişkileri konusunda aşırı derece hassaslaştığının ve bunun kendi
parti faaliyetlerini oldukça zorlaştırdığının ve giderek daha da zorlaştıracağının
farkındadır. ”Dört yıl” demesinin nedeni bu olabilir. İleride Doktor’un Eshed
40
Xoşewî’ye gönderdiği bir mektup metninde, bu konuyla ilgili sınırlamaların ne
dereceye vardığını göreceğiz.
Dr. Şıvan Tasfiye Edileceklerine İnanıyor!
Doktor, Suriye Kürdistanı türü bir operasyonla tasfiye edileceklerine kesinlikle
inanmakta, ancak bunun söz konusu olay nedeniyle beklendiğinden erken
geldiğini düşünmektedir. Hayal kırıklığı ve üzüntüsünün nedeni, tasfiyenin
böylesi trajik bir olayla sonuçlanmış olmasıdır. Umutsuz olmakla beraber, o ana
kadar Osman Qazî ile beraber kendilerine TKDP’yi etkisizleştirme konusunda
destek ve cesaret veren İsa Sıwar’dan yardım ve medet görüp göremeyeceklerini
anlamaya çalışmaktadır. Dikkatli bir biçimde bunu yoklamakta, fakat Soro
tarafından adeta terslenmektedir. O İsa Sıwar ki, TKDP’lilerin gönderdiği
mektubu açmaya bile gerek görmeden yırtıp atan ve TKDP’lileri şurada burada
ajanlıkla suçlayıp bir daha mektup göndermemelerini öfkeyle tembihleyen
IKDP’nin en önemli askeri komutanlarından biridir. O Osman Qazî ki, Dr. Şıvan
ve partisinin, sadece ona değil, emirlerindeki herkese güvendiklerini ve parti
bürolarında, iki gün misafir edilen Sait Elçi ile Mêhemedê Begê’yi alıp
götürdükleri konusunda ”ser verip sır vermeyeceklerine” inandıkları birisidir. O
Osman Qazî ki, bir yıl önce Sait Elçi’nin başkanlığında, Güney’e gelen bir
TKDP heyetinin, Dr. Şıvan ve partisine ilişkin, başta komünistlerin ajanlığı
olmak üzere ağır şikayet ve suçlamalar içeren ve IKDP Polit Büro’suna verilen
raporunun bir kopyasını, Doktor’a teslim etmiştir. Bu rapordan ötürü, Doktor
işin nereye götürülmek istendiğini çok iyi bilmektedir. Ve ilginçtir, Dr. Şıvan
daha önce aktardığımız alıntının ilk paragrafında, imalı bir ifade ile bu
’rapor’daki bilgileri hatırlatarak şöyle demektedir: “Bunların geçen yıl Güney’e
gelip bizleri, sizlere nasıl şikayet ettikleri, sizce de malumdur.”
Dr. Şıvan’ın sözkonusu IKDP yetkililerine olan güveninin nedenlerini ve
niçinlerini bilmesek de, varolan belgelerden hangisine bakarsak bakalım, böyle
bir güvenin varlığını saptayabiliyoruz. Ayrıca yararlandığımz tüm belgeler,
Güney’de iç seyahatlerin çok sıkı tutulduğunu, insanların özellikle bir bölgeden
başka bir bölgeye izinsiz gidebilmesinin, götürülebilmesinin çok zor olduğunu
gösteriyor. Gerek bu hususu ve gerekse Osman Qazî’nin tutumunu daha iyi
kavrayabilmemiz için Derwêş’ten birkaç gün sonra Güney-Batı Kürdistan’a
varıp Derwêş’le buluşan Şakir’i bir daha dinlememiz gerekiyor:
Derwêş İle Şakir, Said Elçi’yi Bulmak Üzere Güney’e
41
Gidiyorlar
”Ben daha oturmadan, Derviş Akgül kulağıma eğilerek; ’Said Elçi’nin
kayıplara karıştığını’ söyledi. Suriye’ye vardığımız ve Said’in kayıp
haberini aldığımız gün, tarih: 8 Haziran 1971’di.
”Biz, iki hafta Suriye’de kaldık. Said ile ilgili araştırmalar yaptık. Mela
Yunus’u Zaxo’ya gönderdik. Ahmede Hısso’yu görüp, geniş bilgi aldık ve
’Said Elçi’nin Zaxo’ya gittiğini, IKDP’nin Bölge binasında misafir kaldığını
ve oradan ayrılarak, Dr.Şıvan’ın kaldığı Dışêşê’ye doğru götürüldüğünü’
öğrendik.
”Bu bilgileri değerlendirdikten sonra, ’Said Elçi’nin izini takip etmeye,
arkasından gitmeye ve O’nu bulmak için, çareler aramaya’ karar verdik.
”Dehamé Miro’nun, Qiyadeya Muvaqat (Geçici Komite) Örgütü, bizi 23
Haziran 1971’de Musul’a götürdü. Musul’da Derviş’ten ayrıldık. Ben ve
Yunus Zaxo’ya hareket ettik. Derviş ise, Gılala’ya gitti. Derviş ile
vedalaşırken bana; ’Şıvan’ın yanına gitmenin yanlış olacağını, Dr.Şıvan’ın
beni de öldürebileceğini’ söyledi. O ana kadar, Said’in öldürülebileceği
ihtimali dahi, kimsenin aklından geçmemişti. Bu nedenle, bu sözlerine biraz
kızarak; ’Derviş ben seni akıllı biliyordum!’ dedim.
“Derviş: ’Şimdi, kimin akıllı, kimin deli olduğu belli olacak!’ diyerek
ayrıldı.
”Mela Yunus Kaya ile birlikte Zaxo’ya geldiğimizde, evvela, Mıhamed’ê
Palolu’ya uğradık. Mela Mıhamed, rahmetli Said’i Parti Merkez binasında
ziyaret etmiş; O’nun Çeko ve Brusk ile görüşmelerine şahit olmuştu. Ben,
Mela Mıhamed’e, Dr.Şıvan’ı sordum ve ’hemen O’na ulaşmak istediğimizi’
beyan ettim.
”Mela Mıhamed; ’Doktor’un Gılala’da olduğunu, O’nu hemen
görebilmek için de, Zaxo Bölgesi IKDP Başkanı Osman Qazi’den izin
kağıdı almam gerektiğıni’ söyledi.
”Bunun üzerine, ben hemen Parti Merkezi’ne koştum. Osman Qazi’nın,
evinde olduğunu öğrenince, evine gittim. Kendisiyle, bu konuyu görüştüm.
’Hemen Dr. Şıvan’a ulaşmak istediğimi, bunun da çok acil olduğunu, Said
Elçi’nin arkadaşı olduğumu; Doktor’la birleşebilmek için, Said’in
incitilmemesi gerektiğini’ anlatarak; ’edindiğimiz bilgilere göre, Said’in bir
aydan beridir kayıp olduğunu, Zaxo’ya geldikten sonra 3 gün Parti
Merkezi’nde misafir kaldığını...’ söyledim.
42
”Osman Qazi; yemin billah ederek; ’Said’i görmediğini, eğer Parti’de
misafır olmuş olsaydı, bundan mutlaka haberi olacağını, oysa böyle bir
şeyden haberdar olmadığını...’ belirttikten sonra; ’...bana da talep ettiğim
izin kağıdını veremiyeceği için üzgün olduğunu; benim yapabileceğim en iyi
şeyin de, Dışeş’e Şıvan’ın Meqarı’na gidip, Doktor’u orada beklemek
olduğunu...’ söyledi.
”Osman Qazi’nin bu sözleri, moralımı bozdu. İtiraf edeyim ki, birkaç
saat önce, Derviş’ten ayrıldığıma bin pişman olmuştum. Hemen, telefon ya
da telgrafla, Derveş’ê ulaşmak istiyordum.
”Osman Qazi’den ayrıldıktan sonra, doğruca, Mele Mıhamedê Palolu’ya
gittim. Hoca, (yol parası bana ait olmak üzere) Gılala’ya bir kurye
gönderdi.
”Kurye ile Derviş’e gönderdiğim mektupta, özetle; şunları yazmıştım:
“Derviş! Dr.Şıvan, Gılala’dadır. Osman Qazi; Kurdıstan’ın başına
yemin ederek, Said Elçi’den haberdar olmadığını söylüyor. Ben, bilmecburi
Doktor’un Maqerı’na gidiyorum. Doktor’un aleyhinde konuşma ve kendine
iyi bak, dikkatli ol!’ ” (28)
Görüldüğü gibi Osman Qazî, haberdar olmaması imkansız olan Sait Elçi ile
Mehemedê Begê’nin Parti Bürosu’ndaki misafirliklerini ve oradan alınmalarını
inkar ettiği gibi, Şakir’e de izin kağıdı vermeyerek onu oyalamakta ve
dolayısıyla olayın aydınlanmasını o zaman istememektedir. Aynı Osman
Qazî’nin, Şakir’e böyle cevap verdiği gün, Derwêş’in girişimi üzerine, Mahmut
Osman’ın telgrafına verdiği, bunun tam tersi olan cevabı sonradan görececeğiz.
Şakir’e tekrar dönmek üzere bu konu ile ilgili bir de Necmettin
Büyükkaya’yı dinleyelim. Necmettin, Güney’e, Zaxo’ya geçmiştir. Sait Elçi ve
arkadaşı öldürülmüş, ancak olay henüz ortaya çıkmamıştır. Necmettin’in
cebinde, Melle Taha ve Osman Qazî’ye vermesi gereken iki mektup vardır.
Mektupları teslim etmeye gittiğinde, Melle Taha kendisinden parola sorar;
Necmettin, ”herşey mektupta yazılıdır” der ve Dr. Şıvan’ı sorar ancak
“tanımıyoruz” diye cevaplandırılır. Osman Qazi’yi, beklemesi gerekmektedir.
İki gün sonra Zaxo Parti Bürosu’nda iken bir peşmergenin diğerine, “Dr. Şıvan
ile İsa Sıwar geliyorlar!” demesi üzerine, Necmettin, gelenleri dikkatle izler:
”Merakla ikisinin arka arkaya Lıcne’ye gelişlerini ve doğruca Melle
Taha’nın odasına girişlerini seyrettim. Birkaç peşmerge de arkalarından
sandıklarla bazı şeyleri taşımıştı. Eşyanın Doktor’un eşyası olduğu belli idi.
Çünkü kendisi ilgileniyordu. Biraz sonra Melle Taha geldi, bir kağıt uzattı
43
ve hüviyetimi, ne iş yaptığımı vs. yazmamı söyledi. Kağıda istenenleri yazıp
verdikten sonra Şıvan geldi ve kendisini takdim ederek hasbihal etti. Sonra
götürüp İsa Sıwar’a takdim etti. Biz o gece Hacı Kado’nun evinde beraber
kalmıştık. Şıvan, Hacı Kado ile evin dışında epey uzun konuşmuştu. Sonra
Osman Qazi’nin evinde öğle yemeği yemeye gitmiştik.” (29)
İsa Sıwar, Osaman Qazî, Hêcı Kado ve Şıvan’ın birlikte oldukları o gün
25 Haziran 1971 tarihidir ve Osman Qazî’nin Şakir’e “Sait Elçi’den haberim
yoktur.” Demesinin üzerinden sadece birkaç gün geçmiştir.
Şakir, Osman Qazî’nin tutumundan, pirelenip kaygılanmıştır. Daha önceleri
alaya aldığı Derwêş’in ”Doktor’a karşı kendine dikkat et!” yolundaki
tavsiyelerinin benzerlerini, şimdi kendisi Derwêş’e yapmaktadır. Fakat ciddi
kaygıları olsa da Dr. Şıvan’ın kampına gitmekten başkaca da çaresi yoktur.
Şakir, hikayesini anlatmaya şöyle devam eder:
”Mektubu yazdıktan sonra aynı gün, Parti’nin tahsis ettiği bir pikapla
yola çıktık; belli bir yere vardıktan sonra, geri kalan mesafeyi de yayan
olarak yürüyerek Şıvan’ın Meqerı’ne vardık. Abdülkerim Ceylan başta
olmak üzere, orada birçok arkadaşla karşılaştık. Ben, sorunu
Abdülkerim’e açtım. Hoca, bana hiç inandırıcı gelmeyen, uyduruk şeyler
söyledi. Söylediklerine bakılacak olursa; Said’ten haberi yoktu. Belki de,
tekrar Türkiye’ye dönmüştü!... falan filan!...
”Meqer’de Doktor’u beklemeye başladık. Doktor fazla geçikmedi. İki
gün sonra geldi. Doktor’un sanki her tarafta kulakları vardı. Bizim,
Suriye’ye geçtiğimiz günden başlayarak, ’ne yaptığımızı, kimler ile temas
kurduğumuzu, neyin peşinde olduğumuzu’ biliyordu.
“ ‘Neyin peşindesiniz? Biriniz Gılala’da biriniz Zaxo’dasınız...
Suriye’deki Partiler ile toplantılar düzenliyorsunuz!...’ diyerek, daha ben
hiç bir şey söylemeden, O, beni sorgulamak istedi. Onu iyice dinledikten
sonra; ’Bak Doktor! Biz durup dururken, keyfimiz için tur düzenlemedik.
Seninle Tatvan’daki görüşmemizin hemen akabinde tutuklamalar oldu.
Said’in de, Suriye’ye geçtiği haberini alarak, arkasından Suriye’ye gittik.
Orada da, Said’in, Suriye’den Zaxo’ya geçtiğini ve kayıplara karıştığını
öğrenerek, bir araştırma yaptık. Bizim tesbitlerimize göre; Said Elçi’nin
pasaportu olmadığından dolayı, arkadaşı Mıhamedê Begê ile birlikte,
Zaxo’dan Irak Kurdistanı’na girmiş. 3 gün, Zaxo IKDP Bölge Binası’nda
misafir olarak kalmış. Misafir kaldığı Zaxo IKDP Bölge Binası’ndan, bir
pikaba binerek ayrılmışlar ve bu pikap, buraya doğru yol almış ve 3 saat
sonra, pikap geri dönmüş. Bu duruma göre, Said’in, büyük bir ihtimalle
44
senin buraya getirildigi imajı doğuyor ve bu ihtimal, güç kazanıyor”
dedikten sonra, arkasından şunları ekledim:
“Bak Doktor! Benim bu söylediklerim ve ifade ettiğim tesbitler; yalınız
ben ve Derwéş tarafından bilinen tesbitler değildir. Bu gerçekleri,
Suriye’deki bütün Kürt misyonları, siyasi örgütleri biliyor. İşte, bizi buraya
kadar getiren olay budur. ’
”Bu anlatımlarım üzerine, Doktor çok sinirlendi ve haykırarak şunları
söyledi: ’Yahu! Siz, neden bu adamın peşindesiniz? Bu adam, zaten hasta
bir adam. Büyüklük kompleksini taşıyan, magalomanyak’ın biri... Bununla,
ulusal mücadeleler verilmez; bu adam, yarım adamdır. Bir kere, bu
mücadeleyi sağlıklı götürmeye, tıbben müsait değildir. Nedir beklentiniz?
Bu adama, nasıl umut bağlıyorsunuz?’
”Doktor, bu sözleriyle, rahmetli Said’i adeta, çürüğe çıkarmış oluyordu.
Doktor’un bu söylediklerini dinledikten sonra güldüm ve; ’Bak Doktor’ siz
neden sinirleniyorsunuz? Biz, seninle Tatvan’da bir noktaya vardık. Bizim
bereberliğimiz veya dost kalmamız için, birbirimizi incitmememiz lazımdır.
Peki... Said Elçi, Türkiye’den kaçarak buraya sığınıyor ve kayıplara
karışıyor. Kayıp olan kişi, bizim Genel Sekreterimiz’dir. Biz bunun
peşinden gelmezsek, onun akibetini araştırmazsak, olur mu? Biz, gözümüze
bir şey olmasını istiyoruz, ama Said’in incinmesini istemiyoruz. Bunda
herhangi bir ayıp var mı?...’ dedim.
”Bu konuşmadan sonra, Doktor çok yumuşak bir ses tonuyla, şunları
söyledi:
“ ’Bak Şakir! Ben tek başıma karar veremem. Yetkili arkadaşlarım 15
gün sonra dönecekler. Oturur karar alır ve Said’i bulmaya çalışırız. Senin
okumayı ne kadar sevdiğini biliyorum. Sen de bu arada oturur birşeyler
okumuş olursun. Zaten, şu anda Türkiye’ye dönmenin imkansızlığı da
ortadadır.’
”Bu diyalog neticesinde, Doktor’un vaatlerine inandım. 15 günlük bir
süre çok uzun olmasına rağmen, Said’in hayatta olduğu umudu ile birlikte,
baskı altında olmadığı kanaati bende hasıl oldu.
”Hatırladığım kadarıyla, biz bu konuşmayı, 25 Haziran 1971
dolaylarında yapmıştık. Yine, hafızam beni yanıltmıyorsa, 13 Temmuz,a
kadar; Dr.Şıvan’ın bu sözüne güvenerek bekledim. Şıvan’ın tüm
arkadaşları döndü. Bir hafta boyu, seminerler, konferanslar verildi;
gelenler dağıldı ve 13 Temmuz gecesi saat: 23’te peşmerge Meqar’ın
nöbetini tutan bir nöbetçi, -kendisi Suriyeli idi- beni uykudan uyandırdı ve
45
’Doktor’un beni beklediğini’ söyledi. Ben ve rahmetli Mela Yunus, birlikte
aynı odada yatıyorduk. Kalktım, giyindim ve Dr.Şıvan’ın çalışma odasına
gittim. Şıvan, Soro, Kurdo, Çeko ve Zendo oturuyorlardı. Doktor söz aldı:
’Biz arkadaşlar kendi aramızda bir karar aldık. Biz, senin etkili olduğun
Bitlis, Siirt yörelerinde, örgütsel çalışmalarımıza katkıda bulunabileceğini
düşünerek, senin bu konudaki görüşünü almak istedik. Ne düşünüyorsun?
Bu konuda bize yardımcı olacak mısın?’ dedi.
”Bu sözler karşısınında, gerçekten şoke olmuştum. Biraz düşündükten
sonra, Doktor’a döndüm;
“ ’Bak Doktor! Benim büyük bir kariyerim yoktur. Ben, diplomat değilim.
Çok zengin bir iş adamı da değilim. Ben, aşiret ağası da değilim. Benim,
söylediğin bölgelerde, gerçekten bir rolüm varsa, çevrem beni seviyor ve
sayıyorsa, bunun tek sebebi vardır. O da; benim fedekarlığımdır; Benim
hiçbir kimsenin sırtından menfaatlerimi savunmadığımdır. Beni uykumdan
uyandırıp, buraya çağırdığınızda; bugün 20 gündür bana verdiğin sözün
beklentisi içinde sesiz sedasız beklediğim Said Elçi ile ilgili bir haber
alacağımı düşünmüştüm. Şimdi de, ben araştırıp, akibetini öğrenmek
istediğim Partimin Genel Sekreteri hakkında, verilen söze rağmen hiçbir
bilgi alamıyacağım, üstelik, bu konuda hiçbir şey söylenmeyecek ve Genel
Sekreter’im kayıplara karışacak, ben de gelip, senin partin ile birlikte
örgütlenme çalışmalarına girişeceğim!... Söyler misin bana, o dediğin
bölgelerde, böyle bir durumda benim rolüm, kıymetim ve itibarım kaç
paralık olur?’ dedim.
”Bunun üzerine Doktor, arkadaşlarına dönerek, ’Haa, arkadaşlar!
Gerçekten, Said Elçi hakkında bilginiz var mı?’ diye sordu.
”Arkadaşlarının maşallahları vardı. Bir konuşan Zendo (Abdulkerim
Ceylan) idi. O da, ’Vallah haberimiz yoktur’ dedi. Bunun üzerine Doktor’a
döndüm:
“Bak Doktor! Siz geçen gün bana dediniz ki, Derviş Akgül, Gılala’da
Serok ile sadece 4 dakika görüşebilmiş. Buradan Gılala’ya Derveşe
Sado’nun 4 dakikasını görebiliyorsun, ama Said Elçi’yi senin yakın
arkadaşların Zaxo’dan alıp, buraya getiriyorlar; Said Elçi kayıplara
karışıyor, senin haberin olmuyor ve 20 gündür ben bu sebepten dolayı
burada bekletiliyorum, hiç mi bu arkadaşlarına sormadın da şimdi, ‘haa
arkadaşlar! Gerçekten Said Elçi hakkında bilginiz varmı?’ diye
soruyorsun? Bak! Abdulkerim arkadaş buradadır. Geçen gün kendisiyle
birlikte Eshed Xoşawi’yi Bamerne’de ziyaret ettiğimizde, Eshed, kendisine
yine sordu ve şunları söyledi: ”Benim duyumlarıma göre, Said Elçi ve
arkadaşlarını, Çeko ile Brusk Zaxo’nun Parti Binası’ndan almışlar, sizin o
tarafa götürmüşler’ demişti’ dedim.
46
”Arkasından da Zendo’ya dönerek; ’Peki Zendo, bak! Çeko buradadır;
siz hiç Çeko’ya sormadınız mı? Hiç merak etmediniz mi? Said Elçi’nin hiç
değeri yok mu? dedim ve sonra da Doktor’a dönerek; ’Bak Doktor! Eğer
Said Elçi toprakta gömülü ise, nerede olduğunu biliyorsun’ dedim.
Doktor’a söylediklerimin Kürtçesi şöyledir: ’Eğer Said Elçi, dı bın erdêda
bi disa tu zani.’
”Bu konuşmalar sırasında, Zendo’ya Eshed ile neler konuştuğumuzu ve
Eshed’ın bizat Zendo’ya, ‘Benim duyumlarıma göre, Said Elçi ve
arkadaşını, Çeko ile Brusk Zaxo’nun Parti Binası’ndan almışlar, sizin o
tarafa götürmüşler’ dediğini hatırlattım. Zendo da, beni tastik etti;
’doğrudur, Eshed bunları söyledi’ dedi. O sırada Soro, Zendo’nun sözünü
keserek; ’Eğer Eshed bunları söylemişse, buraya bir nokta koymak lazım’
demişti.
”Bütün bu tartışmalar ve yapılan konuşmalar neticesinde, Şıvan biraz
daldı. O, benim sağımda, Çeko da solumda oturuyordu. Artık, benim
yüzüme bakmak istemedi veya bana öyle geldi. Çeko’ya bakarak beni
cevaplandırıyordu: ’Peki madem ki bu kadar ısrar ediyorsun, seni yanına
götürelim. Arkadaşlarımız yarın Musul’a gidip, zahire getirecekler. Gidip
geldikten sonra, seni Said ile buluşturalım’ dedi. Ben, bu konuşma
esnasında soluma dönüp, Çeko’ya baktığım da Çeko’nun da Doktoru
onaylamakta olduğunu gördüm. Tabii, bu onaya sevinmiştim. Çünkü Çeko,
Doktor’un hem ikinci adamı, hem de Kulp’lu Etmanki’lerden olduğu için,
benim dünürüm sayılırdı. Her nedense, onun onayı, bana rahatlık verdi.
Ben, kimlerin gideceğini sordum. Çeko ile Alişer’in gideceklerini söylediler.
Saatimi, tamir ettirmesi için Çeko’ya verdim ve uyumaya gittim. O gece
mutlu oldum ve gerçekten rahat uyudum.” (30)
Bu uzun alıntıyla biz de Dr. Şıvan’ın belli başlı arkadaşlarıyla muhatap
oluyoruz. O insanlar ki, kimileri yaşamları boyunca sustu, kimileri olayı siyasi
arkadaşlarına kapalı kapılar ardında, köşede bucakta başka türlü anlattı, ancak
kamuoyu önünde susmayı tercih etti ve hala ediyorlar. Bu tutum, ne siyasal yol
arkadaşlığına ve siyasal sorumluluğa ne de kişisel arkadaşlığa sığıyor. Peki, bu
”kör ve sağır” tutum neden takınıldı ve takınılmaya devam ediyor? Yoksa bir
anlaşma mı var, yani susularak bir ”bedel” mi ödeniyor?
47
Suskunluk Neden?
Bu sorulara cevap arayacağız, ama önce, şu ana kadar okuduklarımızdan
kalkarak, Dr. Şıvan’ın arkadaşlarının, yani Kurdo, Zendo ve Soro’nun olaydan
hangi aşamada haberdar olduklarını irdeleyelip öğrenmeye çalışalım. Bu
alıntının büyük bölümünü Dr. Şıvan’ın, yetkili arkadaşlarıyla bir arada, Şakir ile
yaptığı görüşme oluşturuyor. Gerek tek tek ve gerekse de bu toplu görüşmeye
ilişkin aktarımdan edilinen intiba, Şakir dışında bu kişilerin hepsinin olayı, en
azından bildiği yolundadır. Yine bu anlatım, Dr.Şıvan’ın gurubunun artık
hayati konularda bile bir orgüt gibi uyumlu davranmadığını gösteriyor. Melle
Abdülkerim’in (Zendo) Sait Elçi ve arkadaşının öldürülmesine karşı olduğu
hem bu alıntıdaki, tutumundan hem benim başka duyumlarımdan, hem de
daha sonraki siyasi yaşamı boyunca takındığı tutumdan anlaşılıyor. Soro’nun
olay süresince, tutumu oldukça çelişkili ve anlaşılmazdır. Kurdo ise çoğu zaman
olduğu gibi sessiz sedasız.
uzatmadan yukarıdaki alıntının konuyla ilgili püf noktasına gelmek
istiyorum. Eshed Xoşewî’nin Şakir’in yanında Zendo’ya ”Benim duyumlarıma
göre, Said Elçi ve arkadaşını, Çeko ile Brusk Zaxo’nun Parti Binası’ndan
almışlar, sizin o tarafa götürmüşler” dediğini, Zendo’nun arkadaşlarına veya
en azından bazılarına anlatmadığı ortaya çıkıyor. Bu nedenle Şakir’in bunu
açıklaması ortalığa bomba gibi düşüyor ve deneyimli Soro, hem yargısını
belirtiyor hem de kararını vererek şöyle diyor: ”Eğer Eshed bunları söylemişse
buraya bir nokta koymak lazım”. Ve gerçekten bu ”nokta”, bir gün sonra
konuyor. Eshed, torunu hasta diye Dr. Şıvan’ı acele Bamerni’ye çağırtıyor ve
tutukluyor. Bir gün sonra da hepsi çağırılıyor, yani kamp boşaltılıyor.
Faaliyetleri ve Temaslarıyla Olayın Gidişatını Belirleyen Adam: Derwêş
Bu ”nokta”ya nasıl gelindiğini iyi kavramamız için Derwêşê Sado’nun
yazdıklarını okumamız, onun temaslarını da izlememiz gerekiyor. Zira
”nokta”nın konmasında Derwêş’in belirleyici etkisi olmuştur. Derwêş, daha
Güney-Batı Kürdistan’da iken ve olay boyunca, Sait Elçi’nin Doktor tarafından
öldürüldüğüne inanmakta ve bu inancını çevresine, kesinlik derecesinde
yaymaktan çekinmemektedir. Derwêş’in bu ”keramet” benzeri sözleri, ilgili
kamuoyunda da kendi çevresinde de kendisi ile ilgili birtakım kuşkular
oluşmasına neden olmuştur. Bu konuya sırası geldikçe değineceğiz, ancak şimdi,
Musul’da Şakir’den ayrıldıktan sonra ne yaptığını kendisinden dinleyelim:
“Şakir, Mele Yunus ile birlikte Zaxo yolunu tuttu. Ben de, Gılala’ya
bağlı KDP'nin siyasi Polit Büro Merkezi Navpirdan’a gittim. O sırada Dr.
48
Mahmud Osman politbüro üyesi idi. Dr. Mahmud Osman'a gittim. Said
Elçi'nin Zaxo’da kayıplara karıştığını söyleyerek, araştırmasını talep ettim.
Dr. Mahmud, Zaxo’nun Bölge Komitesi Başkanı ve İlçe Kaymakamı olan
Osman Qazi’ye bir telgraf çekti. Ertesi, gün, telgrafa cevap geldi. Osman
Qazi. ‘Said Elçi‘nin, 23-24-25 Mayıs 1971 günlerinde Zaxo'da misafir
kaldığını ve 25 Mayıs'ta da Brusk ve Çeko tarafından Partinin Yerel
Merkezi'nden alınarak. Dr. Şıvan'ın Meqeri'ne (Kampına) götürülmüş
olduğunu’ beyan etmişti.” (31)
Mahmut Osman’ın telgrafını cevaplayan Osman Qazi’nin, ayni tarihte,
Şakir’e yemin billah ederek, Sait Elçigilden haberdar olmadığını söylediğini
daha önce belirtmiştik. Derwêş’i dinlemeye devam edelim:
“Bunun üzerine Behdinan Mıntıkası Başkomutanı Eshed Xoşewi’ye
telgraf çekilerek; Saîd Elçi'nin. Dr. Şıvan’ın kampı’nda olduğu ve Dr.Şıvan
ile Saîd Elçi'nin, derhal Mektebê Siyasi (Politbüro)’ya gönderilmesi talimatı
verildi. Birkaç gün sonra, Mam Eshed Xoşevi’den gelen cevabi telgrafta;
‘Said Elçi'nin, Dr. Şıvan’ın Kampı'nda olmadığı ve Dr. Şıvan'dan aldığı
bilgiye göre, Saîd ile aralanndaki anlaşmazlığı aşamadıklarını, bu yüzden
de Said Elçi'nin, Türkiye'ye döndüğü belirtilmekteydi.
“Gelen bu telgraf cevabı üzerine, Said Elçi'nin hayatta olamayacağı
endişesine kapıldım. Dr. Mahmud'a; Said’in Türkiye'ye dönmesinin
imkansızlığını, şayet Türkiye'ye dönmüş olsa idi, bundan bizim haberimizin
olacağını uzun uzun anlattım. Çünkü, biz Cizre’'ye uğramış ve 8
Haziran'da Suriye'ye geçmiştik. Said’in döneceği yol da, bu yol olduguna
göre, Said Elçi'nin de Türkiye'ye bu yoldan dönmesi gerekirdi. Böyle bir
durumdan da, herkesten önce Silopi ve Cizre'deki arkadaşlarımız haberdar
olacaklardı. Benim bu ifadelerimden Dr. Mahmud da telaşa kapıldı ve
ertesi gün, beni rahmetli İdris Barzani ile buluşturdu.” (32)
Derwêş’in İdris Barzani ile kararlaştırılan görüşmesine geçmeden önce, Dr.
Şıvan’ın, Eshed Xoşewî’nin konuyla ilgili mektubu üzerine, Eshed Xoşewî’ye
verdiği cevabı, bizzat kendi kaleminden izleyelim:
“Sayın Eshed Xoşewî’ye
“ Mektubunuz bize ulaştı. Bu mektuba göre, PDKnin M.S. (Politbürosu)
tarafından bir kişi ile ilgili olarak bize soru yöneltilmiştir. (Sözkonusu)
kişinin adı Sait Elçi’dir.
Evet, yaklaşık olarak 20-25 gün evvel, o kişi, Çeko ve Brûskla Zaxoda
görüşmüştü. Bu görüşme o kişinin talebi üzerine gerçekleşmişti. Bundan
49
dört-beş gün önce Osman Qazî ve Mela Taha tarafından da bu soru bana
yöneltildi. Ben, Saît Elçi adındaki kişiyle hiç bir ilişkimizin olmadığını
Osman Qazî ve Mela Taha’ya açıkladım. Bu kişinin talebi üzerine bir
müddet önce Zaxo’da Çeko ve Brûsk onunla (görüşüp) konuşmuşlar.
Konuşmalar esas olarak bazı özel meseleler ve Türkiye ile ilgili olarak
yapılmıştır. Çeko ve Brûsk da kendisine Türkiye ile herhangi bir ilgimizin
olmadığını söylemişler. Biz Devrimin emrinde hizmet veriyoruz; Devrimin
emirleri ne ise biz de o doğrultuda davranırız. Eğer siyasi konularda
çalışma yapmak istiyorsa ve devrimle kişisel ilişkiler kurmak istiyorsa bu
(konu) bizim işimiz değildir. Devrim ve onun yöneticileri vardır, buyrun
ilişkilerinizi devrimin yöneticileri ile kurun. Biz, Saîd’in istediği hizmet ve
aracılığı gerçekleştiremeyiz...
”Çeko ve Brûsk’in bu cevaplarından sonra Saîd Elçî kalkıp şöyle demiş:
“O zaman ben Türkiye’ye geri döneceğim.” Onun talebi üzerine bu iki
arkadaşımız kendisine refakat etmişler ve geçiş yolunu kendisine
gösterdikten sonra, ondan ayrılmışlardır.
“Birbirlerinden ayrıldıktan sonra aramızda herhangi bir bağlantı ve ilişki
olmamıştır. (Ondan sonra) onunla ilgili herhangi bir bilgimiz yoktur. Fakat
Türk Radyosuna göre, onun hakkında yakalama emri çıkartılmıştı. Bu
konuda, bundan başka bir bilgi ve malumatımız yoktur. (Zaxo’dakî)
görüşmeler ve geçiş esnasında, Saît Elçî’nin yanında bir başka kişi daha
varmış ve Saît ile bu adam beraberlermiş ve beraber gitmişler.
“Kardeşlik selam ve saygılarıyla. 28.6.1971” (33)
Dr. Şıvan’ın bu mektubu, Derwêş’in verdiği bilgileri doğrluyor
doğrulamasına ama ifadesi, o “nazik” koşullara uyarlama çabasıyla yazıldığı
gözönünde bulundurulsa bile Dr. Şıvan ve arkadaşlarının, siyasal olarak
Güney’deki hareketle resmiyette ne durumda olduklarını da ortaya koyuyor.
Mesut Barzani’nin yazdıklarının aksine, 11 Mart Antlaşması sonrasında,
siyasetin adeta kendilerine yasaklandığını, hareket kabiliyetlerinin oldukça
kısıtlandığını, Dr. Şıvan’ın diğer arkadaşlarından da dinlemiştim.
Şimdi, Derwêş ile İdris Barzani’nin görüşmesine geçebiliriz:
“İdris Barzani ile ilk görüşmem kısa sürdü ve ertesi gün görüşmek üzere
bana randevu verdi. Ertesi günkü gorüşmemizden sonra, onun da endişe ve
kuşkuları ciddi olacakti ki, 13 Temmuz 1971 günü beni, Serok Barzani ile
görüştürdü. Serok Barzani ile bu gürüşmemiz, akşam saat 20.00'de
Haciümran'daki mîsafirhanesinde gerçekleşti. Bu durumu kendilerine
detaylı olarak arz ettim. Beni çok iyi dinledi. Bana Behdinan mıntıkasının
50
başkomutanı Mam Eshed Xoşewi’ye iletilmek üzere bîr mektup verdi.
Mektupta; ‘Said Elçi, Dr. Şivan ve arkadaşlarının derhal Haciümran'a
gönderilmesi’ talimatı vardı. Mektuptaki bu talimatın yanı sıra, ‘Eğer, Dr.
Şıvan’ın söylediği gibi, Said Elçi Türkiye'ye dönmüş ise, Dervêşê Sado'nun
Türkiye'ye gidip Said Elçiyi getirmesine yardımcı olmaları, Said Elçi'nin
gelmesi durumunda Dr. Şivan ile birlikte hepsinin Haciümran'a
gönderilmesinin’ emri de yer almaktaydı.
“14 Temmuz 1971'de Partinin Genel Sekreteri Habib Mihemmed
Kerim’le birlikte Erbile kadar geldik. Erbil valisi Abduhvahhab Etruşi,
öğle yemeğini yedirdikten sonra, bize bir Land Rover tahsis ederek, 6
peşmerge muhafızlığında Musul’daki Leqê Yekê’ye gönderdi. Ali Sincari,
oranın sorumlusuydu. O sırada, Ali Sincari'nin Musul’un dışında olması
nedeni ile, O'nun yardımcısı Fadıl Mirani, beni Bamerni'ye kadar götürüp,
geri döndü. Orada, Serok Mela Mustafa Barzani’nin mektubunu Mam
Eshed Xoşewi'ye verdim. Mektubu okudu. Akşam saatlerinde oraya
vardığım için, o akşam yapılabilecek bir şey yoktu. Yemek yedikten sonra
satranç oynadık ve Mam Eshed Xoşewi beni erken yatırdı, istirahat etmemi
söyleyerek ayrıldı.
“Sabah kalktığımda, bölgedeki bütün komutanların ve Parti'nin yerel
sorumlularının Bamerni’ye getirilmiş olduğunu gördüm. Komutanlar
arasında İsa Sıwar ve Eli Xelil’in yanı sıra, Parti'nin Zaxo Bölge Komitesi
Başkanı Osman Qazi de vardı. Soruşturmayı rahmetli Mam Eshed Xoşewi’
yürütüyordu. Komutanlardan aldığı bilgi; sadece, Said Elçi'nin, Çeko ve
Brüsk tarafından Dr. Şıvan'ın Kampına götürüldüğü düzeyinde idi. Mam
Eshed Xoşewi bana bunları anlatarak, fikrimi aldı. Ben de; ‘Said Elçiyi Dr.
Şıvan’ın Kampına götüren Land Rover sürücüsünün getirilmesini’ talep
ettim.
“Land Rover sürücüsünü getirdiler. O da ifadesinde; Said Elçi ve
Dr,Şıvan’ın adamlarını, arabanın ulaşabildiği Hêzil Nehri'nin kenarına
kadar gütürdüğünü söyledi. O sırada, nehirin öbür tarafında benim
akrabalarım olan Dr. Şıvan’ın emrindeki Selim Tilki ile Mehmudê
Hesenka’nın Dr. Şıvan’ın Kampı’na yakın Kumri Kalesi’ndeki, silah
deposunda nöbetçi olduklarını bildiğimizden bunların olaydan haberdar
olabileceğini düşündüm. Mam Eshed'den, bu akrabalarınım da
çağırılmasını’ talep ettim. Mam Eshed, Dr, Şivan'a bir mektup yazarak, bu
adamları istedi. Mektubu götüren kişi, Bamerni den çıkar çıkmaz. Selim
Tîlki’ye rastlıyor ve Eshed’in kendisini çağırdığını bildiriyor.
“Bu nedenle. Selim Tilki çok kısa bir sürede geldi, önce Mam Eshed
görüştü. Sonra da benimle görüştürdü. Çünkü, Selim Tilki kendisine bilgi
vermemişti.
51
“Selim Tilki’ye durumu sordum. Ne var ki, Selim Tilki bana cevap
verecegine, akıl vermeye başladı. ‘Buralarda, adam vurma ile sinek
vurmanın farksız olmadığını, benim fazla ileri gitmemem gerektiğini,
buralarda ne aradığımı’ söyleyerek, bu işin pek fazla peşine düşmememin
benim için daha iyi olacağım adeta tehditvari bir havayla söylemişti.
“Ben de kendisine; Bak Selim! Biz akrabayız ama, benim için öncelikli
olan Kürtlüğümdür. Şayet, bu işten malumatın olduğu halde, bize bilgi
vermezsen ve daha sonra ortaya çıkarsa, emin ol ki, seni elimle öldürürüm
dedim. Selim Tilki, daha önceleri benim çabalarımla Güney'e geçmiş ve
barınma olanağı bulmuştu. Hem, kendisine olan bu yardımlarımdan dolayı
vefasızlığı içine sindiremedi, hem de Mam Eshed'in bana gösterdiği büyük
ilgiden korkarak, bana, Bildiğimi Eshed Xoşewi’ye izah edeceğim dedim.
“Durumu, Mam Eshed'e arz ettim. Selim Tilki’nin bir şeyler bildiğini,
O'nu sıkıştırdığı takdirde, bazı şeyleri öğrenebileceğini’ belirttim. Mam
Eshed, Selim Tilki’yi hemen çağırttı ve benim de hazır bulunduğum o anda
kendisine; ‘Eğer bu konuda bir şeyler bildiği halde bilgi vermiyorsa, ileride
bu olay ortaya çıktığında, kendisinin bu olay hakkında malumatı olduğunu
gösteren emareler bulunursa, kesin olarak ölümle cezalandırılacağını
söyledi.
“
Selim Tilki, Mam Eshed'e; Burada olan olayların, sizin bilginizin dışında
olmasına imkan var mı? diye sordu.
“Mam Eshed; ‘Nasıl olmaz! Elbette benden habersiz olaylar da olabilir’
dedi.
“Bu laf üzerine Selim Tilki, Dr. Şıvan'ın, Said Elçiyi nasıl tutuklattığını,
daha sonra alıp infaz ettirdiği yere götürüldüklerini, Said Elçi ve Mihemedê
Begê'nin öldürülüşlerini açık bir şekilde izah etti. Selim Tilki’nin ifadesi
aşağı-yukarı şöyle idi:
”Bir gün. Dr. Şivan, Çeko ve Brusk tanımadığım iki kişiyi (Said Elçi ve
Mihemedé Begé) getirip, nöbetçi olduğumuz cephanelikte hapsettiler. Bize,
bu adamların Türk Casusları olduklarını söylediler. Onlara dikkat
etmemizi ve tahkikatları bitinceye kadar, muhafaza etmemiz gerektiğini
emrettiler. Ayrıca Çeko’yu da bizim yanımızda bıraktılar. Ve Çeko infaz
gününe kadar buradan ayrılmadı. Bir hafta sonra (anlatılana göre 1
Haziran 1971 günü) Dr. Şıvan ve Brüsk tekrar geldiler. Bu adamları
çıkardılar ve götürüp infaz ettiler.
“Bu olaydan sonra, Mam Eshed Xoşewi, hemen Dr. Şıvan’ı ‘torununun
çok hasta olduğunu ve çok acele yetişmesi gerektiğini’ beyan eden bir
52
mektupla Bamerni’ye çağırdı. Dr. Şıvan, gün batımından sonra Bamerni’ye
ulaştı ve tutuklandı. Aynı gün, Çeko ve Brusk’ü de Mam Eshed Dıhok’ta
tutuklatarak getirtti. Ertesi gün de, Dr. Şıvan”ın diğer arkadaşlarıni
Bamerni’ye getirtti.
“Bu arada, Selim Tilki ile beraber kalan Mehmudê Hesanka’da geldi. Ve
Selim Tilki’nin ifadelerini aynen teyid etti.
“Mam Eshed Xoşewi’nın bana anlatığına göre, aynen ve harfiyen Dr.
Şıvan’ın ifadesi şöyleydi;
“Ben davaya ihanet ettim. Ben siyasi bir hareketi götürebilecek
kapasitede değilim. Parti’nin benim hakkımda vereceği kararı kabul
ediyorum.
“Bu sözler üzerine Dr. Şıvan, Çeko ve Brüsk ile birlikte tutuklandılar ve
ertesi gün Gılala’daki Rayet Hapishanesi’ne gönderildiler.
“Ben, Bamerni’den Dıhok’a kadar Mam Eshed ile birlikte gittim. Beni
başkasına emanet etmek istemedi. Dıhok’tan, Dıhok valisi Haşim Eqravi ile
birlikte makam arabasıyla Haciümran’a döndü.
“Daha sonra İdris Barzani, bana Serok Barzani’nin TKDP’nin yazılı
görüşünü istediğini söyledi. Ben de bunun üzerine Türkiye’ye geldim.
Türkiye’deki arkadaşlarla görüştük ve bir heyetle Haciümrana geldik.
Serok Mustafa Barzani’ye görüşümüzü yazılı olarak sunduk.
“Ben, Durnas, Ramazan Haşım, Tahir ve Mele Şehab bu heyette idik.
Ancak, Serok Barzani’ye sunduğumuz arzname, iki imza taşıyordu. Bu
imzalar benim ve Durnas’ın imzaları idi.
“Bu yazı özetle, Parti olarak intikam peşinde olmadığımızı, fakat böyle
bir olayın bir daha olmaması için suçluların cezasız kalmamaları
arzusunda olduğumuzu, ancak Kürt çıkarlarının neyi gerektirdiği
konusunda en doğru ve yerinde kararı verebilecek Serok Barzani’nin bu
yolda vereceği her türlü kararına hiçbir itirazımızın olmayacağı şeklinde
idi. Ancak, bu dönemde, TKDP’nin dışında Türkiye’deki pek çok kişi
tarafındanda suçluların cezalandırılması isteğini taşıyan mektuplar da
Serok Barzani’ye gönderilmiş idi.” (34 )
Derwêş’e Bazı Sorular
53
Bütün bunlardan Derwêş’in Güney’in o zamanki yöneticileri nezdinde saygın
ve güvenilir bir kişi olduğunu anlıyoruz. Yanlız, yazdıklarında, hem diğer
belgelerdeki bilgilerle ve duyduklarımızla hem de prensiplerle ve mantıkla
uyuşmayan bazı hususlar saptadığımız için kendisine bu aşamada bazı sorular
sormak zorundayız ki konuyu daha iyi kavrayabilelim.
Birincisi, Osman Qazî ile ilgili husustur. Osman Qazî’nin, Sait Elçi ve
arkadaşının nerede olduğu ile ilgili sorusuna, Şakir’in ve Dr. Mahmut Osman’ın
telgrafına aynı gün verdiği cevaplar, birbirinin tam tersidir. Tamamen çelişen bu
iki cevap da aynı gün Derwêş’e iletildiğine göre -Zira Şakir de kendisine verilen
cevabı Derwêş’e aynı gün mektupla bildirmişti-, konuyla ilgili bu çelişki
konusunda neden daha üst makamlar nezdinde bir girişimde bulunulmamış?
Soruşturma esnasında, Eshed Xoşewî’nin, İsa Sıwar ve Osman Qazî’nin de
içinde bulunduğu komutan ve yerel parti yöneticileriyle görüştüğü gün, Derwêş
de Bamerni’de idi. Eshed Xoşewî’ye bu çelişki konusunda bir müraacat veya
hatırlatması oldu mu? İsa Sıwar, osman Qazî’nin, bu çelişkili tutumu nedeniyle
bir kovuşturmaya tabi tutulmasını istedi mi? Derwêş, bu olayda bir komplo
olabileceğini hiç düşündü mü?
İkinci soru, Brusk ile ilgidir. Derwêş, Brusk’un Dr. Şıvan ve Çeko ile birlikte
aynı anda tutuklanıp ertesi gün Rayet Hapishanesi’ne gönderildiğini yazıyor.
Oysa gerek Soro’nun “İlk Anlatım” kitabı’ndaki notlarında gerekse Şakir’in
yazısının son dipnotunda Brusk’ün Şıvan ve Çeko’dan en az elli gün sonra
tutuklandığı belirtiliyor. Konuyla ilgili sorum şudur:
Brusk, süre içinde açılan kampanyalar ve yapılan pazarlıklar sonucu
anlaşmaya yanaşmadığı için bir başka “suçlu” ile mi değiştirildi, eğer böyleyse
bu kimdi? Yoksa, Brusk, imza kampanyalarıyla güçlendirip dayatılan “üçe üç”
prensibinin bir sonucu mu elli gün sonra tutuklanıp kurşuna dizildi?
Sait Elçi’nin, Dr. Şıvan’ın Kuzey Kürdistan’da hareket başlatacağı ile ilgili
ihbarı yapmak için Güney’e geçtiği ile ilgili iddia (video kasetindeki iddia)
doğru mu? Doğruysa, Derwêş neden bu konuya War’daki ilgili yazısında hiç
değinmemişti?
Gerek Dr. Şıvan ile Çeko ve diğer üç MK üyesinin yazdıkları, gerekse de tüm
duyumlar, Sait Elçi ile Mêhemedê Begê’nin, Derwêş’in kendisinin de Güney’e
gönderdiğini yazdığı ve ikisi akrabası olan Selim Tilki ile iki arkadaşı
tarafından infaz edildiklerine işaret ediyor. Bu doğru mu? Ayrıca, olaydan en
azından haberdar oldukları açık olduğuna göre, olaydan IKDP’yi haberdar
etmedikleri için bu akrabalarına neden herhangi bir ceza verilmedi?
54
“Kürt çıkarları”, yanlışa yanlışla cevap vermek için işi imza toplamaya kadar
vardırmakta mıydı? Özellikle Derwêş ve Durnas’ın bu “kısasa kısas” anlayışıyla
yürütülen kampanyadaki rolü neydi? Bununla neyi amaçlıyorlardı?
Bazı Kuşkuları Nedeniyle Şakir’in de Başı Belaya Giriyor
İsterseniz Derwêş’in dava arkadaşı olan fakat Güney’de Derwêş’in aksine
sıradan bir muamele gören, yanlış yönlendirilen, hatta bazen bir izin kağıdı bile
alamayıp sıkışan ve bu nedenle Derwêş’in şurada burada kullandığı niteleme ile
“canavar ruhlu olan” Dr. Şıvan’ın insafına terkedilen Şakir’e dönelim.
Şakir olayı araştırıp çözmeye çalışırken, onda, olayın “komplo” koktuğu
yolunda ciddi kuşkular yaratacak bazı izlenim ve yargılar oluşmaktadır.
Üzerinden yaklaşık olarak otuz yıl geçen olayın sükuna erdiği bir dönemde
yazdığı yazısında bile, bu durumu açık bir şekilde anlayıp görebiliyoruz.
Şakir, Dr. Şıvan’ın Eshed Xoşewî tarafından çağırılışının ve tutuklanışının
ikinci gününü şöyle anlatır:
“Sabahleyin, saat: 09.00 sularında, mele Mustafa Barzani’nin Özel
İstihbarat Bölge sorumlusu Mele Hemdi ve Doktor Şıvan’ın birkaç
arakadaşı birlikte, bizim bulunduğumuz eve geldiler. Hepimiz toplandık.
Mele Hemdi, çok rahat bir eda ile ve heyecanlı bir şekilde, bu çirkin ve
uğursuz olayı anlattı.
”Mela Hemdi’ye göre; suçlular, suçlarını itiraf etmişler; tanıkların
ifadeleri alınmış, maktullerin gömülü olduğu mezarlar tesbit edilip, açılmış
ve teşhis konularak, bu olay doğrulanmıştır.
”Bu açıklama, herkesin üzerinde şok etkisi yarattı. Manzara çok feci idi.
” (35)
Bu aşamada, Doktor’un Şakir’i çağırtıp Yüzbaşı Selim Xoşewî ile kendi MK
üyeleri huzurunda, olayı niçin, neden ve hangi koşullarda yaptığını nasıl
anlattığını, daha önce aktarmıştım.
Böylece, Kürt siyasal tarihinde, görece dingin bir dönemin mayalandırıp
büyüttüğü bir umut sönüyor ve bir dönemi sona erdirecek tarihi bir yolculuğa
çıkılıyor. Doktor ve Çeko’nun, öldürülecekleri hapishaneye nakledilmeleri için
Gılala’ya yapılacak olan bu seyahat, Doktor’un doya doya Kürdistan dağlarına
bakacağı ve bu dağların efsanevi hikayelerini hatırlayıp Şakir’e şevk ve
heyecanla anlatacağı son yolculuk olacaktır. Şakir, “ölüm yolculuğu”ndaki
55
Doktor’un, tarihi bilgisinin derinliği ile efsanevi hikayeler anlatan bu
“mihmandar”ının, bilgeliği, Kürdistan’a olan aşkı, sanatsal incelik ile derinliği
ve soğukkanlılığı karşısında, başlarken isteksiz davrandığı bu seyahatten, karışık
duygular içinde de olsa, büyülenmiştir adeta. Şakir, yolculuk boyunca Çeko’nun
üzgün ve suskun olduğunu ve yol boyunca hiç konuşmadığını belirttikten sonra
“mihmandar”ını şöyle övüyor:
“Bu yolculuk boyunca, Dr. Şıvan’ın bana anlattıkları hala
kulaklarımdadır. O söylüyor ben dinliyordum. Tüm derelerin, tepelerin ve
dağların bir olayı vardı. Kürdistan, tarih gibiydi. Dr.Şıvan, sanki turistik
bir seyahatte, mihmandarlık ediyordu. Dünyadaki en büyük merakımın;
doğa, coğrafya ve tarih olduğunu keşfetmişti.
“Selim Xoşewi, Şaqlawa’nın çok güzel ve türistik bir lokantasında,
bizlere Akşam yemeği yedirdi. Yatsı vakti, Hacıümran’da idik.
Heciumran’da, bir otelin önünde durduk ve otele çıktık. Dört yataklı bir
odada yerleşir yerleşmez, elbiselerimi hiç çıkarmadan yatağıma uzandım.
Zaten, hepimizin üzerinde, peşmergê kıyafeti vardı.
“Sabahleyin uyandığımda, güneş doğmuştu. Soro yatağında oturmuş
sigarasını tüttürüyordu. Kendisine Dr.Şıvan’ı ve Çeko’yu sordum. Bana,
‘Onları gece gelip, Mekteb-i Siyasi’den (Polit Büro) istiyorlar’ diyerek
götürdüler. Şıvan giderken, senin karyolanı salladı, ama sen uyanmadın;
selam bıraktı’ dedi.
“Bundan sonra (18 Temmuz 1971), zannedersem Ağustos sonuna kadar,
biz, Soro ile birlikte bu otelde kaldık. Otel sahibi, Soranlı Mam Ebdullah
isminde bir kişiydi. 15-20 günde bir, para istiyordu. Biz devlet misafiriydik,
ama devlet, bizim otel ve yemek paramızı doğrudan doğruya otele
ödemiyordu. Biz gidip, bir arzname sunuyorduk; arznamemiz, ilgili
makama intikal ettikten sonra, 15 -20 Dinar alıyor ve bu parayı da Mam
Ebdullah’a veriyorduk. Hatırlayabildiğim kadarıyla, bu para talebini, 2-3
kez yineledik.
”İlk gittiğimiz (Hacıümran’a) günün akşamına doğru Derveşê Sado ile
görüşmüştük. O, hemen Türkiye’ye dönüyordu ve benim İdris ile
görüşeceğimi biliyordu. Bu görüşmeyle ilgili olarak bana bazı tavsiyelerde
bulunmuştu. Ne var ki, malalesef ben, Musul’da O’nu dinlemediğim gibi,
Haciümran’da da dinlemedim.
”O zamanlar Kürdistan ‘OTONOM BÖLGESİ’nde, Irak’lı olmayanlar
için, bir nevi izin kağıdı düzenlenirdi. Arapça, ’Adem-i tearruz’ gibi
56
adlandırılan bu izin kağıdı olmadan, hiçbir yabancı dolaşamazdı. Irak
askerleri, Pêşmergelerle birlikte, belli noktalarda kontroller yaparlardı.
”Ben Hacıümran, Derbent, Navpırdan, Gılala ve Çoman gibi bir bölgeyi
çok rahat dolaşabiliyordum. Bu dolaşmalarım sırasında, hiç kimse bana
birşey sormadığı gibi, herhangi bir engellemeyle de karşılaşmıyordum. Ne
var ki, burada olduğum süre içinde, kendimi hep gözaltındaymış gibi
hissediyordum. Çünkü sürekli olarak gözetleniyorduk. Soro’nun bana bu
konuda çok yararı oldu. Çünkü Soro, Soran bölgesi’nde savaşa katılmış
olduğu için, çoğu komutanları ve isthibaratçıları tanıyordu. ’Mêzeke! Kek
Şorış, eva istıhbaratê Serok yê taybetiye, eva istihbaratê Partiyê ye’ diye,
beni sık sık ikaz ederdi. Ben de, ona göre, kendime çeki düzen verirdim.
Haciümran bana bir Üuniversite kadar ders verdi. Hayatta görmeyi
tasavvur ettiğim Kürt Devleti’ni, görmüş gibiydim. Daha önceleri ”Kürtler
Devlet olunca, sevk-i idareyi nasıl yaparlar” diye hep merak ederdim.
Şimdi, bu olguyu yaşıyarak görüyor ve öğreniyordum. Bununla birlikte,
’devletin de olsa, devletine doğruları söylemiyeceksin’ gerçeğini de
anlıyordum. Sözün kısası, siyaseti bırakacak kadar, bu Üniversite’de tahsil
yaptım. Birçok tarihi şahsiyetleri, burada gördüm; Hejar ve Hemin gibi
şairlerle taniştım. Cemil Mıho’yu tanıdım; arkadaş olduk ve ilginç
yanlarını kaleme aldım; inşallah bir gün bir kitapta yayınlanır.
”Okuyuculardan özür dilerim! Bir an kendimi Haciümran büyüsüne ve
Haciümran gerçeğine kaptırarak, belki de fazla ayrıntıya girdim. Şimdi,
asıl konuya geliyorum.
”Heciümran’daki ilk günümde, Selim Xoşawi geldi; beni otelden alarak,
”gel seninle Karargah’a gidelim, seni orada, bazı Serekhêz (Komutan)
arkadaşlarla tanıştırayım” dedi. O güzel insan Selim Xoşawi ile birlikte
Karargah’a gittik. Beni, Eli Xalil Binbaşı başta olmak üzere, 5 – 6
Komutan’la tanıştırdı. Komutanların çoğu, Soran Bölgesi’nden idi. Kavaltı
yaptıktan sonra, Eli Xalil’ın teklifiyle dışarı çıktık ve ’Serikani’yê’ denilen
kocaman bi pınarın başına gittik. Meyveler alındı; oturup, meyvelerimizi
yerken; Eli Xalil Xoşawi, benden bir kişiyi sordu. Sorulan kişi hakkındaki
olumsuz kanaatlerimi belirtince, benim ile oradaki komutanlar arasına,
adeta bir buz dağı girmiş gibi oldu. Bu konuşmalardan sonra, bir tek
kelime dahi sohbet etmeden ayrıldık ve bir daha görüşemedik.
”İlk defa Dr.Mahmud Osman’la, iki defa da, Berêz İdris Barzani ile
görüştüm. Dr.Mahmud Osman’ın hoşuna gittim; ama rahmetli İdris’i
üzdüm.
57
”Bunun için ben, hem İdris Barzani nezdinde, hem de kendi
arkadaşlarım tarafından yanlış anlaşıldım. Ne var ki, komutanların
sordukları kişi, daha sonra (1975’lerden sonra) MİT Ajanı çıktı. Ama, bu
ajan kişi, o günlerde herkesin gözbebeği idi ve yine o günlerde, bana
sorulan soru üzerine; ben, bu kişi ile ilgili olumsuz kanaat beyan etmiş ve o
kişiyi küçük düşürmüştüm.
“Bu olay da, şöyle ceryan etti: Komutanlar bana, ’Bu kişi Said Elçi ile
akraba olduğunu söylüyor’ diye sormuşlardı. Ben de, bu beyanda bulunan
kişiyi yalanlayarak; ’hayır, bu kişi ile Said Eliçi akraba değiller; biri
Kırmanc, diğeri ise Zaza’dır. Biri Bingöl’lü, diğeri Diyarbakır’lıdır. Biri
beg, diğeri de halktan’dır’ dedim ve ipler tam da burada koptu. Belki
merak edenler olur, ama ben, sözkonusu kişinin ismini, açıklamak
istemiyorum. Sözkonusu kişinin adını, bu kişiyi kayırdığım için değil, onun
amcalarının ve damadının hatırı için, şimdilik açıklamıyorum.
Haciümran’a gidişimizin üçüncü gününde, Dr.Mahmud beni kabul etti.
Her nedense, beni Soro ile birlikte kabul ediyorlardı; ben de buna bir mana
veremiyordum. Kek İdris de her iki kabulünde, ikimizi beraber
karşılamıştı.
”Mahmut Osman’la, bizim Parti’nin tarihçesini, Antalya
Mahkemeleri’n, konuştuk ve bu sohbetimiz esnasında kendisine; Dr. Şıvan
ile ilişkilerimizin başlamasını ve Parti’mizin kanalıyla 1969’da bir grup
arkadaşıyla birlikte Güney’e geçişlerini, Dr.Şıvan’ın kendi Partisi’ni kurup
bizi dışlamasını ve kendisiyle yaptığımız görüşmeleri anlattım ve sonuçta
gelinen nokta hakkında bilgi verdim.
“Gelinen bu noktadan sonra, yapılması gereken iki konuyu ısrarla
işledim. Bunlardan birisi; ’behemhal örgütsel çalışmalarımızın
desteklenmesi.’ İkincisi de, ’Dr. Şıvan ve Said Elçi olayının derin bir
araştırmaya tabi tutulması gerektiği’ idi. Bu araştırmanın da;
’Avrupa’dan, Beyrut’tan; Suriye, İran, Türkiye ve Irak Kürtleri’ndan
oluşturulacak bir uzman heyet tarafından yapılmasını’ önerdim.
Oluşturulacak heyyetin, yapacağı inceleme ve araştırmaların sonucunda
hazırlayacağı raporun, Serok Barzani’ye sunulmasını ve nihai kararın,
Mela Mustafa’nın takdirine bırakılmasını da, önerime ilaveten belirttim.
Bu önerimi desteklemek için de, eğer sizler, bu tür bir araştırma ve
inceleme yapmadan ve böyle bir yöntem izlemeden, bu insanları
cezalandırırsanız; yarın Kürtler, ’birini diğerine öldürttüler; sonra da
öldürteni, öldürdüler’ diyecekler. Bunu Kürtçe söylemiştim. Türkçeye
çeviri olarak naklederken, belki tam anlamını veremedim diye, Kürtçe
söylediklerimi de aynen buraya da naklediyorum:
58
“Wê sıba Kurd bêjın yek bı testê yeki dane kuştın, yê dın ji wan kuşt.”
tabir aynen budur.
“O gün, ben bunları söylerken ve söz konusu önerilerde bulunurken,
özellikle, Dr.Şıvan’ı savunma niyetinde değildim ve Şıvan’ı savunmadım,
zaten savunulabilecek yanı da yoktu. O gün, söz konusu önerilerde
bulunurken, açıkça şunları da söyledim:
“Bu önerilerimden, Dr. Şıvan’ı savunur durumda olduğum anlaşılmasın.
Ben Dr.Şıvan’ı savunmam, savunmaya hakkım da yok. Ancak, benim
Partim bir karar alırsa ve Said Elçi’nin ailesi de bu karara iştirak ederse,
bu konuda, belli bir irade ortaya çıkar; yoksa, benim şahsen böyle bir
hakkım ve haddim de yoktur.
”O sırada Dr. Mahmud bana; ’meseleye aynen senin gibi bakıyorum.
Sen, bu anlattıklarını yazarak, Kek İdris Barzani’ye verirsen, iyi olur’ dedi.
Bunun üzerine, ben de iki sayfalık YAZILI ARZNAME’mi Dr.Mahmud’a
uzattım. Dr.Mahmud, almadı. ’Bana randevu alacağını, söz konusu yazılı
Arzname’min, bizzat kendi tarafımdan , kek İdris’e verilmesinin daha
yararlı olacağını’ söyledi. Ertesi gün, rahmetli İdris, beni yine Soro ile
birlikte kabul etti. Yazılı arzname’mi kendisine verdim. Kısa bir görüşme
yaptık; bize ertesi gün görüşmek üzere randevu verdikten sonra, yanından
ayrıldık. O gece verdiğim arznameyi okumuş. Ertesi gün verdiği randevu
üzerine, tekrar yanına gittik. Oturur oturmaz, ’bu sorunun incelenmesine
gerek olmadığını, zaten meselenin açık ve bariz bir şekilde ortada
olduğunu’ söyleyerek, sebepleri saydı. Ben de iddialarını çürütmeye
çalıştım. Bunun üzerine benden bir süre Haciümran’da kalmamı istedi. Ben
de orada kala kaldım. Daha sonra arkadaşlarım geldiler. Durnas ve Dervêş,
beni ateşe tuttular. Benim, ’Dr.Şıvan’ı savunduğumu’ iddia ettiler. Durumu
gerçekten çok sevdiğim ve saydığım bu arkadaşlarıma, bir türlü
anlatamadım.
”Öylesine bir hava estirilmiş idi ki, arkadaşlarımın gözünde düşman
gibiydim. Önce olayları anlata anlata; arkadaşlarımın ilk duyduklarından
kapıldıkları gerilimi yumuşatmaya çalıştım; ’bir Donkişot gibi ortaya çıkıp,
Dr.Şıvan’ı savunmaya soyunmanın mümkün olmayacağını, benim böyle bir
şey yapabilecek kişilikte olmadığımı bildiklerini de’ kendilerine anlatarak,
onları yavaş yavaş ikna ettim. Bana, ’biz giderken, sana da izin isteyeceğiz’
dediler. Daha sonra gördüm ki, beni orada bırakarak, gitmişler. Doğrusu,
bu duruma çok kızdım. Bunun üzerine, hemen Navpırda’ya gittim;
doğrudan doğruya Dr.Mahmud’a çıktım. Doktor ile görüşmemizde,
’Kurmancı lehçesini bilip, bilmediğini sormuştum; bildiğini söyleyince,
Kurmanci şivesiyle konuşmuştum. Bu seferki gidişimde, konuşmama şöyle
başladım; Doktor, siz daha önceki görüşmemizde Kurmanci lehçesi’ni
59
bildiğinizi söylemiştiniz. Eğer, bilmiyor idiseniz, neden beni o gün
konuşturdunuz.’ Doktor da, o gün ‘Kurmanci lehçesi’ni bildiğini ve o
günkü konuşmayı çok iyi anladığını’ söyledi. Ben de ‘peki diyerek, ’Ben, ne
zaman, Dr. Şıvan’ı savundum ve Doktor’u öldürmeyin dedim’ diye soru
yönelttim.
”Dr. Mahmud çok inandırıcı bir şekilde; ’Arkadaş, sen mücrim değilsin.
Eğer mücrim olmuş olsaydın, sen de şimdi, Şıvan ve Çeko’nun yanında
olurdun. Senin arkadaşların rica ettiler, bu sorun çözülünceye kadar, senin
burada tutulmanı istediler’; biz de kabul ettik.” (36)
Şakir’i, yine uzunboylu dinledik… söylediklerini çok iyi düşünüp
değerlendirmemiz lazım. Zira Şakir, artık aktif siyaseti bırakmış olmasına ve
aradan otuz yıl gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen, hala açık konuşmuyor,
konuşamıyor. Ama yine de olaya taraf olan partilerden birinin yöneticisi ve bu
anlamda kendisi de taraf olduğu halde, konuya görece daha objektif bakabilen,
aklına yatmıyan konularda risk almak pahasına da olsa, kısmen sorgulayıcı
davranan, davranabilme cesaretini gösteren tek kişi. Bu nedenle biz,
söyledikleriyle tarihimizin bu karanlık trajik sayfasına kısmen de olsa ışık tutuğu
için ona teşekkür borçluyuz.
Şakir’in, Derwêş için ”Ne var ki, malesef ben, Musul’da onu
dinlemediğim gibi Haciümran’da da dinlemedim” demesini nasıl
değerlendirelim?
Derwêş Musul’da Şakir’e demişti ki; ”Şıvan’ın yanına gitme, seni de
öldürebilir…”
Daha önce de belirttik, Derwêş, olay boyunca ”bir şeyler” biliyormuş
şüphesini uyandıracak kadar Doktor’un Sait Elçi’yi öldürdüğünü iddia etmekte.
Şakir’in bu yargıda olmadığını hep görüyoruz. Osman Qazî’nin, aynı gün
kendisine başka, Dr. Mahmut’un çektiği telgrafa tam tersi cevaplar vermesi ve
belki bizim bilmediğimiz fakat kendisinin yaşayıp duyduğu (Zira Şakir’in
bildiği ve duyduğu herşeyi bize söylemediği muhakkak) bazı şeylerin, onun
kuşkularını arttırdığı anlaşılıyor. Bazı belgelerde bahsedilen Şakir ile Derwêş’in
mektuplaşmalarında, biribirlerine neler yazdıklarını tam anlamıyla bilmiyoruz.
Ama yukarıdaki alıntıdan dolaylı da olsa anlıyoruz ki, Şakir, gördükleri,
yaşadıkları ve duyduklarından ötürü, ortaya çıkan ”gerçeği” yüzeysel bulmakta
ve Avrupa ile Beyrut’u da dört parçaya ekleyerek, buralaradan gelecek bir
heyetin daha ”derin” bir araştırma yapmasını ve araştırmanın raporunun
Barzani’ye sunularak, öylece bir karar verilmesini istemektedir. Belki Eshed
Xoşewî’ye verdiği raporda da bu kuşku ve önerisini belirtmiştir. Şakir,
kafasından geçenleri, kendi düşünceleri olarak değil, üçüncü tarafın,”birini
60
diğerine öldürttüler; sonra da öldüreni öldürdüler” düşüncesi olarak sunar.
Belgelere yansımasa da Derwêş ve arkadaşlarının, Şakir’in bu yoldaki
düşüncelerini bildikleri ve bunları ”tehlikeli” addettikleri anlaşılıyor. Yalnız
Derwêş değil, muhtemelen başta olayla yakından ilgilenen Eshed Xoşewi, Dr.
Mahmut ve özellikle İdris Barzani de bu hususu biliyorlar. Yine muhtemelen,
Şakir’in açıklamadığı ”Derwêş’in tavsiyeleri” de bu konuyla ilgilidir. Ve Şakir
İdris’le değil, İdris Şakir’le görüşmek istiyor gibi…
Neresinden bakarsak bakalım, Doktor ile Çeko’ya hapis cezası verilmesinin
yeterli bulunmadığı anlaşılıyor; fiziki olarak da ortadan kaldırılmaları isteniyor.
Daha önemlisi olay, bir daha dirilmemek üzere politik olarak da bitirilmek
isteniyor. Öldürülmesi halinde kahramanlaşması muhtemel olan Doktor’un
anısını gelecekte sürdürebilecek arkadaşlarından da, Doktor ve iki arkadaşının
öldürülmesine onay vermelerinin, en azından buna açıkça karşı çıkmamalarının
istendiği, bunun için bazı zorlamalar yapıldığı anlaşılıyor.
Olaya ilişkin farklı düşünceleri nedeniyle Şakir’in de baskı altında olduğu,
O’ndan da ”onay” istendiği her cümlesinden anlamak mümkün. Ancak Şakir’in,
isetenenlere tam onay vermediği de anlaşılıyor. Komutanların, Said Elçi’nin
ailesinden olup olmadığını Şakir’e sordukları, ve Şakir’in de olumsuz cevap
verdiği için ortalığın ”buz kesilmesi”ne neden olan kişinin, kendisini
komutanlara neden Said Elçi’nin akrabası olarak tanıttığını bilemiyoruz. Ancak
komutanların, Şakir’in verdiği cevaba duydukları tepki ve Şakir’in bu olay ile
sözkonusu kişi üzerinde özellikle durması, o kişinin 1975 sonrasında ajan
çıktığını söylemesi, işin içinde bir “bit yeniği” olduğunu gösteriyor. Şakir,
sözkonusu kişinin adını vermese de araştırmalar, bu kişinin, Mêhemed Cemil
Paşa’nın oğlu Mustafa Nüzhet Jamil (Cemilpaşa) olduğunu ortaya koyuyor..
Şakir, belirttiğimiz bu düşünceleri ve yaptıklarıyla, neredeyse ”Şıvancı”
olarak nitelenmiş ve başta kendi arkadaşları tarafından olmak üzere, dışlanarak
Soro’nun kontrolüne bırakılmıştır.
Şakir’in konuyu araştırma önerisi, İdris Barzani tarafından ”Ne araştırması,
herşey açık!” tepkisiyle karşılanmış ve ona bir nevi ”kes sesini!” denilmiştir. Bu
nedenledir ki, Şakir, nazik ve fakat iğneleyici üslubu ile İdris’i ”üzdüm”
demektedir. Fakat ”hoşuna gittim” dediği Mahmut Osman da, ya gerçekten bu
olayda insiyatif sahibi değildir, ya da öyle görünmeyi tercih etmekte ve Soro ile
birlikte gidip kendisine açılan Şakir’i, yine hep Soro ile beraber İdris’e
göndermektedir. Benim kanaatim, Mahmut Osman’ın bu konuda insiyatif sahibi
olmadığı yolundadır.
61
Derwêş, Dr. Şıvan ve İki Arkadaşının Öldürülmeleri İçin
Toplamaya Gidiyor
İmza
Şakir’in söyleyeceği son sözler, yine nazik, iğneleyici fakat ürkütücü bir
gerçek niteliğindedir. Ama bu sözlerden önce, Kuzey’e dönmüş bulunan
Derwêş’e dönelim. O Kuzey ki, özellikle sınır yöreleri iki yıl içinde Doktor ve
arkadaşları tarafından gece gündüz denmeden büyük çapta taranmış ve
Derwêş’in partisinin kadroları dahil, büyük oranda T-KDP’de örgütlenmiştir. O
Kuzey ki, mevcut yurtseverlerin büyük çoğunluğu, Dr. Şıvan’ı, olağanüstü
aktivitesi nedeniyle bizzat tanımakta ve ona adeta tapmaktadır. Herşeye
rağmen, bu insanlardan, Doktor’un öldürülmesinin onayını almak, tepki
göstermemelerini beklemek zordur. Derwêş, başta Şerafettin Elçi (Durnas)
olmak üzere, TKDP yöneticilerinin en sağdaki kesimiyle birlikte Dr. Şıvan’ın
öldürülmesi için imza toplama, Mele Mıstefa Barzani’ye dilekçe yollama
kampanyası açarlar. Onlara Suriye Kürdistanı’ndan Dr. Hüsnü Haco da katılır.
Bir dönem Almanya’da yaşayan daha sonra harekete yardım amacıyla Güney’e
yerleşen Dr. Hüsnü Haco, Dr. Şıvan ve arkadaşlarının öldürülmeleri için anılan
ekiple birlikte en az Derwêş kadar olumsuz bir rol oynar. Derwêş, toplanan
dilekçelerin Mele Mıstefa Barzani’ye iletildiğini belirtir. İmza verenlerin sayısı
ve isimleri tam anlamıyla bilinmiyor; ancak bunların genellikle bazı melleler,
büyük toprak sahipleri ve aşiret reisleri olan TKDP’liler oldukları söyleniyor.
Ve ayrıca imzaların yarısından fazlasının sahte olduğu iddia ediliyor. Bu arada,
yurtsever büyük bir toprak sahibi olan Ömer Çetin’in babasının ve Ömer’in
bacanağı ve eski bir milletvekili olan İskan Azizoğlu’nun girişimiyle de
Güney’deki Kürt hareketi ve Barzani nezdinde etkinlikleri olan bazı kişilerden,
Ömer Çetin’in serbest bırakılması için toplanan imzalar, Ömer’in amcası
İzzeddin Ağa kanalıyla götürülüp IKDP Polit Büro’süna teslim ediliyor.
Pazarlıklar Sonuçlanıyor!
Pazarlıklar devam ediyor; siyasal inançları uğruna yaptıkları yanlışı telafi
etmelerine imkan bırakmayan ölüm cezası için üçüncü bir kişi aranıyor.
Necmettin Büyükkaya (Zerdeşt) ve Ömer Özsekmenler (Cudi) dışındaki Dr.
Şıvan’ın MK düzeyinde yönetici olmayan arkadaşları, gruplar halinde Güney’i
terketmiş, bazıları tekrar Kuzey’e bazıları da Avrupa’ya gitmişlerdir. TKDP’nin bellibaşlı üç yöneticisi, Soro, Zendo ve Kurdo ise yukarıda belirtilen
iki kişi ile beraber hala Güney’de tutulmaktadırlar. Olayın politik neden ve
boyutlarının açığa çıkmaması ve Dr. Şıvan liderliğindeki devrimci-yurtsever
politik mücadele geleneğinin gelecekte de ipotek altına alınması için, özellikle
yöneticilerin, yani Soro, Zendo ve Kurdo’nun verilecek olan kararı onamaları
istenmektedir. Son toplantıya, onlar adına Zendo katılır ve bildiğim kadarıyla
”Serok ne karar verirse kabulümüzdür” der. Zendo’nun bu sözü, onun 1974
Genel Af’fı sonrasında Dr. Şıvan geleneğinden gelenlerin öncülüğünde
62
oluşturulan KİP-DDKD hareketinde yer almamasına veya yer alamamasına
neden olur. Zira deniyordu ki, Soro, Kurdo ve Zendo’nun birlikte aldıkları karar,
anılan toplantıda Dr. Şıvan ve arkadaşlarına ölüm cezası verilmemesinin
savunulması yönündeydi.
Bu gerçekten böyle miydi?
Bize bu konuda yardımcı olabilecek tek kişi, Soro ve Zendo ile beraber TKDP adına bu pazarlıklar sürecini sürdürüp ve halen yaşayan biricik kişi olan
Ömer Çetin’dir. Ancak Ömer, bu konuda, soyadı gibi “çetin”dir ve diğerleri gibi
konuşmamakta ısrarlıdır. Bu kişiler tarafından ısrarla gizlenmek istenen,
“şerh”te açıklanan “suçsuzluk” mudur? İnsanın, suçsuzluğunu ısrarla
gizlemesinin bir mantığı var mıdır?
Bu mantığı ve muhtemel nedenlerini irdelemeden önce, acı ve vahşi sonuca
gelelim. Nihayet elli gün sonra, öldürülecek üçüncü kişi bulunuyor: Brusk da
tutuklanıyor. Ömer, kırmızı kaplı küçük cep takviminin 26 Kasım 1971 tarihli
sayfasına, başka hiçbir yerde rastlmadığımız bazı ayrıntılar da vererek şu notu
düşüyor: “Kesin bir tarih olmamakla beraber üç büyük kardeşimiz bu
uğursuz günde öldürülmüşlerdir. Hem de öyle bir ölümki kendi kardeşleri
zanetikleri kimseler tarafından şehit edilmişlerdir. Öldürülmeleri parti
merkez komitesi tarafından karara bağlanmış ve kendilerini pijamayla
hapishaneden çıkarıp öldürmüşlerdir. Kendilerinden arta kalan eşyalarını
Çeko’nun yazdığı (Kürdistan İhtilali) isimli kitabıyla birlikte partinin
merkez binasına getirmişlerdir.” (37)
Bazı ayrıntıları da verilen bu acı sonuçtan Soro’nun da haberi olduğunu
birazdan notlarından öğreneceğiz. Muhtemelen MK üyesi olduğu ve
pazarlıklarda yer aldığı için Zendo da bunu yani Doktor ve iki arkadaşının
kurşuna dizildiklerini bilmektedir. Ancak Necmettin ve Cudi’nin, olayı,
yaklaşık üç ay sonra Kamışlo’da öğrendiklerini biliyorum. Yani, Soro, Zendo
ve Ömer, Doktor ve arkadaşlarının kurşuna dizilmelerini, özenle birlikte
kalmakta oldukları diğer iki arkadaşlarından gizlemişlerdir.
“Acı Son”dan Sonra T-KDP Yetkililerinin Güney’i Terketmelerine Müsade
Ediliyor
Soro, 11.12.1971’de Zendo’yu, 22 Şubat 1972’de de Kurdo (Ömer Çetin),
Zerdeşt (Necmettin Büyükkaya) ve Cudi’yi (Ömer Özsekmenler) Suriye’ye
gönderir. Ömer ile Necmettin gidip İsveç’e iltica edecek, Zendo ile Ömer
Özsekmenler ise Suriye’de kalacaklardır.
63
Soro’nun kendisi ise, Brusk’ün eşi Esma ve oğlu Kawa ile henüz
Güney’dedir. Tuttuğu notlara göre, Soro 15.5.1972’de Dr. Mahmut Osman ile
görüşüyor. Konuyla ilgili notu aynen şöyle :
”Doktor’dan şunları istedim 1- Emanet (Dr.’gilin yazdıkları) 2Esma’nın gidişi 3- Benim gitmem. İdris ile görüşecek.” (38)
Bu nottaki ”Emanet (Dr.’gilin yazdıkları)”ından kasıt, muhtemelen, ”İlk
Anlatım” kitabında yayınlanan Dr. Şıvan ile Çeko’nun imzaladığı belgedir.
Yine Brusk’ün eşi Esma ile beraber gidip İdris Barzani ile görüşecekleri
anlaşılıyor. Soro’nun notlarından, İdris’le görüşmenin 16 ve 18 Mayıs’ta olmak
üzere iki defa yapıldığı anlaşılıyor. Ayın 18’indeki görüşmenin notu aynen
şöyle:
”İdris’le görüştüm yalnız yazıları okumama müsade verildi, mezarları
kabul etmedi. Barzani talebi red edildi” (39)
Soro, bu notunda ”yazı” yerine ”yazılar”dan bahsediyor. Yukarıda
bahsettiğimiz yazıyı kastetmiş olabileceği gibi, öldürülen Dr. Şıvan, Çeko ve
Brusk’ün, eğer gerçekten bir yargılama olmuşsa, yargılama boyunca verdikleri
diğer ifadeler/savunmalar, dilekçeler, vasiyetlerini veya son sözlerini içeren
yazılarını da kastetmiş olabilir.
Barzani ile görüşme talebi reddedilen Soro, 19.5.1972’de tekrar Mahmud
Osman ile, bir gün sonra da İdris Barzani ile görüşür ve Gılala’yı, bir daha
dönmemek üzere terk eder. (40)
Soro, akabindeki günlerde, biri Eshed Xoşewî diğeri de İsa Sıwar ile olmak
üzere iki görüşme yapar. Eshed ile görüşmesi hakkında ”konuşmalar çok sert ve
kesindi” diyor Soro.
Soro, Esma ve Kawa ile nihayet 30.5.1972’de Güney’i terkederek Suriye’ye
geçer.
Mele Hemdî, Yıllar sonra “Hikaye” Anlatmaktadır
Yıllar sonra, konuyla ilgili çok kısa da olsa konuşan Mele Hemdî, gerçekle
ilişkisi olmayan bazı şeyler söylerken, kimi somut konularda da oldukça çelişik
şeyler söylüyor. Olayla ilgili çoğu kişinin benzer şeyi yapması yani değişik
şeyler söylemesi, söylenenlerin, gerçek yerine, büyük çapta uydurma
olduklarını ortaya koyuyor. Daha önce de belirtilmişti: Mele Hemdî’nin Ömer
yerine, T-KDP’de yetkili olmayan ve olay esnasında partiden zaten ayrılmış
bulunan Dr. Faik Savaş’ı “ikame” etmesi çok enteresanttır. Mele Hemdî,
64
geçmişte de muhtemelen şimdi de istihbaratçıdır ve ta başından beri Türkiye
istihbaratı ile Güney’in ilişkilerini sürdürmüştür. Kimin ne yaptığını ve
yapmakta olduğunu bilmekte, bilmesi gerekmektedir. “İkame”yi çok enteresant
bulmamın nedeni budur. Bu enterasantlığa bağlı olarak Mele Hemdî de
birçokları gibi Brusk’u hem yetkili hem de başından beri tutuklu gibi
göstermektedir. Halbuki, Brusk, partide MK düzeyinde yetkili değildir ve
dolayısıyla olayda karar mekanizmasında bulunması mantıki değildir; tüm bu
nedenlerle Dr. Şıvangil’in tutuklanmasından elli gün sonra, yani pazarlıklar
sonuçlandıktan sonra tutuklanmıştır.
Soro’nun, tutuklanmak bir yana sorguya da alınmadığını, aksine
sorgulamalarda kendisiyle bir yardımcısı gibi beraber olduğunu Mele Hemdî’nin
herkesten daha iyi bilmesi gerekmektedir. Mele Hemdî’nin, Dr. Şıvan’ı
karargaha çağırma ile ilgili söyledikleri ile Dr. Şıvan’la karşılaştıklarında,
Doktor’un ilk anda “Sait Elçi’yi görmedim, konuşmadım.” türünden şeyler
söylediği ile ilgili sözlerinin gerçek olması da mümkün değildir. “Doktor’un
emri üzerine Sait Elçigil’i biz öldürdük” diyen Peşmere Elî Teha Qumrî’nin
söylediğini iddia ettiği sözler de öyle... Herşeyden önce, biliyoruz ki, Osman
Qazi’nin Dr. Mahmud Osman’a “Sait Elçigil Dr. Şıvanlar’ın oraya
götürüldüler” içerikli telgrafından sonra, Mahmud Osman da, durumu Eshed
Xoşewi’ye bildirmiş ve araştırılmasını istemişti. Bunun üzerine Eshed Xoşewi,
Dr. Şıvan’dan bir yazıyla durumu sormuş, Doktor da öldürme dışında, durumu
doğrulayan 28.6.1971 tarihli bir yazıyı Eshed xoşewî’ye göndermişti. Bu resmi
yazışmaya rağmen, Mele Hemdî’nin anlattıkları uyduruk bir hikayedir. Dervêş’e
göre, Doktor, Eshed’in torununun hastalığı nedeniyle çağırıldığı zaman
(18.7.1971), özellikle Selim Tilki ve diğer iki arkadaşının anlatımları nedeniyle
artık olay, bütün ayrıntılarıyla bilnimektedir. Selim ve arkadaşlarının T-KDP
üyeleri olmaları ve Sait Elçigil’in tutulup sorgulandıkları yerde kalmaları
nedeniyle Derwêş’in anlatımı daha mantıklıdır.
Kısacası, Mele Hemdî adeta hikaye anlatmaktadır.
Soro’nun Bıraktığı Belgeler, Necmettin’in Eline Geçiyor!
Soro’yu, yararlandığımız belgelerde görüyoruz: Olay sonrasında serbest ve
üstelik oldukça ”güvenilir”. Diğerlerine, Soro’nun notlarında rastlıyoruz. Soro,
onları, teker teker veya grup grup Güney’den gönderiyor. Kimileri, Kuzey’e
dönüyor, kimileri de Suriye üzerinden Avrupa’ya. En son kendisi çıkıyor.
Soro’nun, Suriye’de, emaneten bıraktığı ve sonra bir biçimde Necmettin
Büyükkaya’nın ele geçirdiği bir çantada bulunduğu iddia edilen belgeler yıllar
sonra ”Dr. Şıvan Olayı”nı bazı yönleriyle aydınlatıyor. Ancak, KİP’in
1977’deki Merkez Komitesi üyeleri dışında kimsenin bilmediği, 1974
65
dönüşünde Ömer Çetin tarafından Kamışlo’da emanet bırakılan başka bir çanta
daha var. Olayımızı aydınlatan sözkonusu belgeler, zayıf bir ihtimal de olsa bu
çantadan da çıkmış olabilir. Bu nedenle ”çantalar” meselesini biraz daha
açıklamak gerekiyor.
Soro’nun yanında, hep özenle saklayıp korumaya çalıştığı bavulumsu bir
çantası var. Necmettin, Ömer ve Soro, Suriye’de bulundukları süre içinde, Kürt
tarihi ile ilgili epey belge ve kitap da topluyorlar. Tüm bunlar da muahafaza
etmesi için, Soro’ya teslim ediliyor. Yeni partinin kuruluş çalışmalarına da
katıldığı için, yeni partinin çoğaltılan tüzük ve programları da toplanan bu
eşyaların yanında muhafaza ediliyor. Soro 1974’te Kuzey’e döndüğünde, bu
eşyalar ve anılan çantayı, belirlediği parola verilmedikçe kendisi dışında
açılmamak ve kimseye verilmemek kaydıyla, birkaç parça (sandık, çanta vs.)
halinde Kamışlo’daki akrabalarına bırakıyor. Ancak Necmettin Büyükkaya
Soro’nun akrabalarından bu emanetleri nasıl aldığını anlatır. Bu anlatımda
Soro’nun çantasından özel olarak bahsedilmemiştir. Ancak bu çantanın da
içindekilerle veya içindekilerden bir kısmıyla birlikte, bir biçimde Necmettin’in
eline geçtiği anlaşılıyor. (41)
Bundan başka yine Soro’nun Kamışlo’daki başka bir akrabasına Ömer Çetin
tarafından bırakılan ve sonra Necmettin’in eline geçen bir çanta daha var.
Araştırmalarımız, “İlk Anlatım”da yayınlanan belgelerin, Soro’nun
çantasından çıktığını ve bizzat çantayı muhafaza eden Soro’nun akrabası
tarafından, 1977 veya 1978’de Necmettin’e verildiğini ortaya koyuyor.
Necmettin’in şehit edilmesinden sonra, Şervan Büyükkaya’ya teslim edilen
eşyalar arasında bulunan ve olayımızı ilgilendiren başlıca belgeler şunlardır:
Soro’nun ve Doktor’un bazı kişisel eşyaları. Doktor’un Çeko ile birlikte Sait
Elçi’yi kendilerinin öldürdüğüne dair Çeko ile birlikte imzaladığı bir belge ile
bu belge ekinde Soro’nun, Kurdo’nun ve Zendo’nun imzaladığı ”şerh”. TKDP’nin Sait Elçi ile Derwêşê Sado’yu ajan ilan ettikleri ”propaganda” konulu
seminerin teksti. Dr.Şıvan’ı Polit Büro’ya ihbar eden ve Cizre şivesiyle yazılmış
”anonim” bir şahsın yazdığı mektup ile Dr. Şıvan, Çeko, Soro ve Kurdo’nun
kimi notları.
İbrahim Güçlü Konuyla İlgili Yazdığı Yanlışları Düzeltmelidir!
Yeri gelmişken, zaten çok kimsenin konuşmak veya yazmak istemediği bu
”belalı” konuda konuşup yazan birkaç kişiden biri olan İbrahim Güçlü’nün
cesaretini ve şevkini kırmak yerine, söz konusu belgelerle ilgili yaptığı birkaç
fahiş yanlışı hatırlatmak istiyorum. ”Fahiş” sözcüğünü kullanmamın nedeni
66
hiçbir belgede suçlanmayan, uzun süre tutuklu muamelesi görmeyen Şıvan ve
Çeko’nun tutuklanmasından elli gün sonra, yani ”kısasa kısas” kampanyasının
sonuçlanmasından sonra, sorgusuz sualsiz götürülüp öldürüldüğü kanısında
olduğum Brusk’un adının, İbrahim tarafından içerikleri açıklanan iki belgeye
fazladan eklenmiş olmasıdır. İbrahim, değişik dergi ve sitelere yazdığı yazılarda,
Dr. Şıvan ile Çeko’unun imzaladıkları ve İlk Anlatım’da yayınlanan belgede, TKDP Polit Bürosu’nun Sait Elçi ve arkadaşını öldürme kararı aldığını ve
gerekse de “İlk Anlatım”daki elyazmalı belgede Brusk’un da imzasının
bulunduğunu iddia etmekte, ayrıca “Propaganda” ana başlıklı seminer metninin
de Brusk’e ait olduğunu belirtmektedir. İbrahim Güçlü’nün, açıklama
gerektirecek kadar önemli olan bu fahiş yanlışı bilinçli olarak yapmadığına
inanmak istiyorum. (42)
Öncelikle, İbrahim’in T-KDP arşivi ile ilgili söylediği hususu
önemsiyorum. T-KDP arşivi, Soro ve Ömer’in Güney’den Kamışlo’ya
getirdikleri/getirebildikleri birkaç belge ile sınırlı değildir. Bu arşiv, gören bir
arkadaşın ifadesiyle belirtirsek, ”bir tır” kadardır ve bu arşive IKDP tarafından
el konulmuştur! Umarım bu arşiv, hala muhafaza ediliyordur ve en kısa sürede
mirasçılarına veya bir Kürt kurumuna devredilir.
İbrahim Güçlü, kimi belgeleri ve içeriklerini de yanlış yorumluyor ve
aktarıyor. Ben bunu onun kötü niyetine değil, anılan belgeleri Necmettin’in
yanında bir defa görüp okuduktan sonra, aklında kaldığı kadarıyla
hatırladıklarıyla açıklamasına bağlıyordum. Bu anlamda, birtakım şeyleri yanlış
hatırlaması normal sayılabilirdi. Ancak, anılan belgeleri içeren ”İlk Anlatım”
kitabını okuduktan sonra da aynı yanlışları tekrar etmesini anlamakta zorluk
çekiyorum. (43)
Birincisi, İbrahim’in yazılarında bahsettiği birinci belgede, Brusk’ün imzası
yoktur. Bu el yazması belgeyi sadece Dr. Şıvan ve Çeko imzalamışlardır. Yine
bu belgede, İbrahim’in iddiasının aksine, T-KDP’nin herhangi bir organının
öldürmelerle ilgili bir kararı da yoktur. Muhalefet şerhinde ise, İbrahim’in iddia
ettiği gibi Mele Mahmut Okutucu’nun imzası yoktur. Zaten Mele Mahmut,
partide, bu karar sürecinde yer alabilecek bir konumda değildir.
İkincisi, Barzani’ye anonim bir şahıs tarafından yazılan mektuba ilişkindir.
İbrahim’e göre, bu mektup Dr. Şıvan’ın MK üyelerinden Soro’ya aittir. Bu
mektubun aslını bir heyet olarak inceleyip Soro’nun yazısıyla karşılaştırdık.
Elyazısı Soro’ya ait olmadığı gibi, şive olarak Kürtçesi de Soro’ya ait olamaz.
Zira anılan mektup Cizre şivesi ile yazılmıştır.
Üçüncüsü, Sait Elçi ile Derwêşê Sado’nun ajan oldukları iddiasını içeren
belgenin (“Propaganda” ana başlığıyla seminer konusu yapılan metin)
67
İbrahim’in iddia ettiği gibi Hasan Yıkılmış (Brusk) tarafından yazıldığına dair
bir bilgi ve kanıt yoktur. Belge imzasızdır ve yukarıda da belirtildiği gibi
seminer Ömer Çetin tarafından verilmiştir.
Dördüncüsü, Necmettin’i belgeleri açıklamamakla eleştirebilmek için,
belgelerin onun eline hangi tarihte geçtiğini onun bunları ne zaman okuduğunu
bilmek lazım.
Umarım ki İbrahim belirttiğim bu konularda açıklamada bulunarak,
yanlışlarını düzeltir ve böylece bu tartışmaya daha çok katkıda bulunur.
Yargı Dosyasında Veya IKDP’de Bulunması Gereken Bu Belgeler Niye
Soro’da?
Üzerinde durduğumuz olayın, kendi çantasından çıkan bu belgelerin yansıttığı
biçimiyle algılanıp kavranmasının kimlerin işine yaradığı/yarayacağı konusu, bu
yazı boyunca izleyegeldiğimiz Soro’yu çok daha enteresan kılıyor. Bu belgeler
tarih nezdinde, özellikle Şıvan ve iki arkadaşını mahkum ederken, Barzani
Hareketinin, TKDP’nin, özellikle olay boyunca TKDP adına hem bu partiyi hem
de başta Mela Mıstefa Barzani, İdris Barzani, Dr. Mahmut Osman ve Eshed
Xoşewî gibi belli başlı IKDP yöneticilerini etkileyen Derwêşê Sado ve
Şerafettin Elçi’nin olaydaki rol ve sorumluluklarının es geçilmesini sağlıyor;
bunu sağlamaya yaramakla kalmıyor, bunların, kimi yönleriyle kısmen çakışan
tezlerini de haklı çıkarıyor. Yanısıra, bu belgeler, Kurdo, Soro ve Zendo’nun da
olayda herhangi bir sorumluluklarının bulunmadığını ve bu nedenle olayı
”kazasız-belasız” atlatmış olmalarının ”kanıtını ve gerekçesini” oluşturuyor.
Çok enteresandır, IKDP-Geçici Komite’nin, “Sait’ler Olayı” ile ilgili olarak
1977’de yayınladığı bir bildiride Zendo ile Kurdo’nun ( bildiride Kurdo X
adıyla anılıyor), soruşturma sonucunda suçsuz olduklarının anlaşılmasından
bahsedilirken, T-KDP’nin yetkililerinden birisi olmasına rağmen Soro’dan hiç
bahsedilmiyor. Aslında, araştırmamız boyunca, Soro’nun, soruşturmaya
muhatap olmak yerine soruşturmayı yapanların güvenine layık birisi olarak
onlara yardımcı bir pozisyonda olduğunu görüyoruz. (44)
Peki, nasıl oluyor da öldürülen Dr. Şıvan ve iki arkadaşı aleyhine böylesine
belli başlı kanıtlar içeren bu belgeler, öldürülenlerin “yargı dosyası”nda değil de,
belirtildiği gibi elden ele dolaşıyor? Eğer bir biçimde dosyalardan çalındıysa,
niye hep Dr. Şıvan ve arkadaşlarının aleyhinde olanlar çalındı? Dr. Şıvan’ın
başka ifadeleri yok mu? Varsa, neden ısrarlı taleplere rağmen, Dr. Şıvan ve iki
arkadaşının daha sonraki ifade ve savunmaları açıklanmıyor? Yoksa bilinçli
68
olarak sızdırılan bazı belgelerle Kürt kamuoyu yanıltarak belli bir yöne doğru
güdülmek mi isteniyor?
Bunları anlayabilmek için eldeki belgelerin izlerini sürmemiz gerekiyor. Bu
belgeler ”piyasaya” nasıl ve kimler kanalıyla sürüldü? Her şeyden önce yukarıda
anılan ve şu anda Şerwan Büyükkaya’nın elinde bulunan belgelerin tümünün,
fotokopi veya kopya değil, asıl (orijinal) suret olduklarını belirtelim. Belgelerin
Soro’nun Çantası’ndan çıktığını kabul ederek, bunların Soro’nun eline nasıl ve
ne maksatla geçtiğinin izini sürmemiz ve irdelememiz lazım. Dr. Şıvan ile
Çeko’nun tutuklanmasından sonraki ilk günlerde yazıldığı anlaşılan Dr. Şıvan ve
Çeko imzalı belgenin, sorgular esnasında en azından Dr. Şıvan’ın bazı
arkadaşlarına, onları olayın oluş biçimi konusunda ikna etmek veya dirençlerini
kırmak için gösterildiği anlaşılıyor. ”Bazı arkadaşları” dedim, zira Necmettin
Büyükkaya, belge yerine kendilerine cinayetin Dr. Şıvan ve Çeko tarafından
itiraf edildiğinin sözlü olarak kendilerine söylendiğini belirtiyordu. Oysa Cudi
(Ömer Özsekmenler) şöyle der:
”33 kişiydik. O günlerde Irak-KDP’de iki numara olan Hoşevi’nin
kampında bizi Türkiye Kürdü olan bir istihbarat yüzbaşısı karşıladı. (Mela
Hemdi kastediliyor -SA) Böyle böyle dedi. ‘Şıvan Elçiyi öldürttü.’ Bir
kısmımız inanmadı. Şıvan’ın el yazısı ifadesini gösterdiler. Gerçekten Elçiyi
öldürdüğünü kabul ediyordu. Olayı I-KDP’ye Tilki Selim haber veriyor.”
(45)
Demek ki belge, bazılarına da ikna olmaları için gösterilmiş.
Soro’nun Güney’den ayrılmadan hemen önce Mahmud Osman ve İdris
Barzani ile peş peşe yaptığı görüşmelerde talep ettiği ve okuduğu belgeler
arasında bu belgeler olabilir. Fakat Soro’nun notlarından, talebine rağmen
kendisine belge verilip verilmediğini anlıyamıyoruz.
Necmettin Büyükkaya Olayın Ve Belgelerinin İzini Sürüyor
Ancak bu belgelerden en önemlisinin izine, siyasi yaşamı boyunca Dr.
Şıvan’ı ve hareketini açıkça savunan, dur durak bilmeden anılan olaya ilgili bilgi
ve belgeleri toplayan, belegelerin izini süren Necmettin Büyükkaya’nın
“Kalemimden Sayfalar” adlı kitabında da rastlıyoruz.
Necmettin ve Ömer Çetin, Güney’den Suriye’ye geçip orada yedi ay
kaldıktan sonra, İsveç’e giderek iltica ederler. O sıralar, İsveç’te topu-topu yedisekiz kişidirler. Aynı yıllarda, İsveç’te, IKDP ve TKDP üye ve taraftarları olarak
69
birlikte davranan çok daha kalabalık bir gurup bulunmaktadır ve bunların Dr.
Şıvan’ın arkadaş ve taraftarlarıyla bazı sürtüşmeleri de olmuştur.
Necmettin ve Ömer 1974’te, artık ülkeye dönüş hazırlıklarını
yapmaktadırlar. Birlikte Almanya’daki eski arkadaşlarına, yani Cıwan’a (Melle
Mahmut Okutucu), Çıya’ya (Muhterem Biçimli), T-KDP MK üyesi olan
Welat’a (Hıdır Kurun) ve diğerlerine uğrarlar. Almanya’yı ”karmakarışık”
bulurlar. Muhterem ile Welat dışında, belli başlı kadrolar arasında kendileriyle
davranan yoktur. Bir durum değerlendirmesi yaparlar; bu durumun birçok
nedeninin olduğu, ancak en önemlisi ve etkilisinin, o sırada Berlin’de yaşayan
ve olaydan önce kendilerinden ayrılan eski arkadaşları Dr. Faik Savaş’ın (Dr.
Hışyar veya Hekim) elinde birtakım belgelerle aleyhte propaganda yapması
olduğu sonucuna varırlar. Sözkonusu belgelerden bir tanesinin, Dr. Şıvan ile
Çeko’nun imzaladığı ”cinayeti itiraf” belgesi olduğundan bahsedilmektektedir.
Belgeye ”şerh” koyduğu için, Ömer’in bu belgeden haberdar olması
gerekmektedir. Ama yazdıkları ve söyledikleriyle Necmettin’in böylesi bir
belgeden haberdar olmadığı veya duymuşsa da buna inanmadığı anlaşılıyor.
Ancak Reşo Zilan, “şerh” dahil anılan belgenin Almanya’da bir başkası
tarafından kendisine ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı, daha sonra İsveç’e
geldiğinde, Necmettin’in de Ömer’le birlikte hazır bulunduğu bir üçlü
görüşmede, olayla ilgili olarak yaptıkları münakaşa esnasında “şerh” ile beraber
belgenin içeriğini onlara anlattığını belirtti.
Nihayet Ömer ve Necmettin birlikte Berlin’e giderler. Bu seyahat
Necmettin’in, 22.3.1974 tarihli notunda şöyle geçer:
”Bu arada, Ali A…’yi gördük Uso ve Ali, Hışyar’dan bahsettiler. Onun
entellektüellik hastalığından, becereksizliğinden büyüklük tasladığından
yakındılar.
”Hışyar’ın aleyhimizde gerçeğe uymayan bir sürü propaganda yaptığını
bunlardan duyduk. Hücumları, fikri bir eleştiriye dayanmayıp sadece
şahıslarımızı hedef alan nitelikli idi. Kanaatimizce gerek bizim şahsımızda,
gerekse yine şahıs olarak iftirada bulunduğu diğer şehit arkadaşlarımızın
şahsında aslında stratejimize (fikrimize, görüşümüze) saldırıyordu.
”Hıdır Murad’ın (Kemal Burkay- SA), Berlin’de birkaç gece kalıp
toplantılar, sohbetler düzenlediğini duyduk. Kendisi Hışyar’da
kalıyormuş.” (46)
Necmettin’in notlarından anlıyoruz ki, bu seyahatte eski arkadaşları olan
Hışyar ile görüşememişler. Ancak Necmettin inatçıdır. 2.7.1974’te, Suriye’den
tekrar Berlin’e döner ve Hışyar’ı arar.
70
”2.7.1774. Hekim’e (Hışyar) telefonla görüşme teklif ettim. Tereddüt
gösterdi. Fakat sonra kabul etti. Bahnof Zoo tarafında görüştük.
Kendisindeki Şıvan’ın mektuplarını görmek istediğimi söyledim.
Aleyhimizde propaganda ediyormuş, bunun için de konuşmak istiyordum.
”3.7.1974. Akşam 18’e kadar bekledim Ömer gelmedi. Akşam Hekim’in
(Hışyar) yanına gittim. Şıvan’ın el yazısı ile yazılmış ifadesi ile İdris
vasıtasıyla Barzani’ye yazılan bir mektubun fotokopisini okudum.
”Doktor, ifadesinde, Parti’nin kurulmasından kısaca bahsediyor. Sonra
Said’in partisinin, Parti’yi ve kendilerini çürütmek istediklerini misallerle
açıklıyor. Polit Büro ve Parti sekreterliği emri ile muhakemeden sonra üç
partili tarafından hükmün yerine getirildiğini söylüyor.
”Yazıda, büyük bir sinirlilik seziliyor. İfadede Mehemedê Begê’nin,
Ahmedê Husso’nun ve Derwêşê Sado’nun ve bir tanesinin daha polis
olduğu belirtiliyor. Said’in de bunlar tarafından kandırılmış olduğuna
dikkat çekiliyor. Bu meselede haklı olduklarını ancak Barzani’ye
danışmadıkları için hatalı olduklarını kabul ediyor. Fakat samimi
Kürdperverler olarak şimdiye kadar yaptıkları hizmetlerin gözönünde
bulundurularak affedilmelerini istiyor.
”Mektupta ise, aylardan beri bir beton mezarda zincirlere vurulu olarak
ölümle pençeleştiklerini söylüyor. Türk polisleri için böyle bir muameleye
maruz bırakılmalarına akıl erdirmediklerini söylüyor. Halbuki Partinin
kuruluşunda Barzani’nin kendilerine verilmiş bir sözü olduğunu
hatırlatıyor. Hiç olmazsa muhakeme edilmelerini talep ediyor. Haklarında
gerçeğe dayanmayan dedidokuduları duymuş olduklarına dikkatleri
çekiyor. Fakat fırsat verirlerse bu iddiaların yalan fakat öldürülenlerin
Türk polisleri olduklarının ise gerçek olduğunu her an ispata hazır
olduğunu belirtiyor. Barzani ailesinin tarihinde düşmanlarına dahi böyle
muamele yapılmadığını söylüyor. İnançları, Kürt milleti ve şoreş uğruna
yaptıkları hizmetleri anlatıyor. Bu mezardan çıkarılmalarını, çoluk
çocuğunu buraya getirmelerine izin vermelerini, bu olanlardan sonra artık
siyaseti bırakacaklarını, isterlerse buralardan uzaklara gideceğini söylüyor.
”Mektupta, bütün yaptıklarından Barzani’ye ve Mekteb Siyasi’ye (polit
büro) raporlar verdiğini de söylüyordu. Son sözde ise gerçekte Barzani’nin
isteği dışında hiçbir harekette bulunmadıklarını söyleyerek buna rağmen
suçsuz olduklarına inanmıyor ve kendilerini serbest bırakmıyacaklarsa,
kanlarının kendilerine helal olduğunu, kendilerini öldürebileceklerini
söylüyor.
”Ben Hekim’e bu mektubun baskı altında yazıldığını, gerçekleri
yansıtmadığını ve hep şayet Irak’tan kimseler karıştırılırsa
öldürülebileceklerinin havasının hakim olduğunu söyledim. Ayrıca gerek
bu ölen arkadaşlarımızın ve gerekse bizim aleyhimizde gerçeğe uymayan
71
propaganda yaptıklarını söyledim. Bunun bu propagandayı yapanlara dahi
herhangi bir fayda getirmediğini söyledim. Kendisi, konuşmuş olabileceğini
ve özür dilediğini söyledi.” (47)
Asıl konumuzu daha iyi kavramamız için, bazı hususlara dikkat çekmek ve
açıklık getirmek gerekiyor. Necmettin, anılan belgenin ekindeki ”şerh”ten
bahsetmediğine göre, ”şerh” ya Hışyar’da yoktur ya da bilinçli olarak
Necmettin’e gösterilmemiştir. Necmettin, şu ana kadar yayınlanan hiçbir
yazısında bahsetmese de bu belgeleri, onların gerçek olup olmadıklarını,
içeriklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığını, belgelerin birisinde imzası da
bulunan Ömer ile tartıştığı muhakkaktır. Öyle anlaşılıyorki Ömer, Necmettin’e
bu belgelerin sahte belgeler olduklarını söylemiştir. Zira Ömer, otuzdört yıl
sonra “İlk Anlatım” kitabının yayınlanması üzerine, anılan belgelerle ilgili
olarak, yakın bazı arkadaşlarım tarafından kendisine telefonla yöneltilen
sorulara, “Olayla ilgili sözlü ifade verdim, ancak hiçbir belgeye imza atmadım”
deyip dolaylı olarak belgelerin sahteliğine işaret ediyordu. Necmettin ile beraber
Hışyar’la görüşmeye gitmemekle, Ömer Çetin’in, belgeler meselesinin
kurcalanmasını istemediği anlaşılıyor. Fakat bu konuda Necmettin’i
engellememiş, hatta belki de ilgisini arttırabilir diye engellemek istememiştir.
Şöyle veya böyle; mutemelen Ömer’in belgelerle ilgili “sahtelik” iddiası,
Necmettin’in siyasal inanç ve yaşamının mantıki sonucuna daha uygun düştüğü
için, onu da buna inandırmakta zorluk çekmemiştir. Eğer Necmettin bu belgelere
ve içeriklerine inansaydı, Ömer ile Necmettin’in arasında muhtemelen daha o
zaman güvensizlik doğacak; Soro ve Zendo’yla beraber bu üçlünün konumu da
daha o zaman, o canlı, cesur, sadık ve inatçı tanık olan Necmettin tarafından
anlaşılacak ve büyük ihtimalle 35 yıl sonra, öğrenebildiklerimizi daha o zaman
öğrenecektik.
Bugüne dek, başkaca da hiç kimse, Doktor’un hapisten Barzani’ye yazdığı
mektuptan bir daha bahsetmedi ve Soro’nun (veya Ömer’in) çantasından da
böyle bir belgenin çıkmadığı anlaşılıyor.
Dr. Hışyar, bugüne dek konuyla ilgili olarak kamuoyuna yönelik hiç
yazmadı. Bir zamanlar kendisinde olan bu belgenin orjinali Soro’nun (veya
Ömer’in) eşyaları arasında çıktığına göre, ya kendisindeki belge fotokopi idi ya
da orjnali de kendisindeydi. Eğer Dr. Hışyar’daki anılan belge orjinal idiyse,
daha sonra ya doğrudan kendisi ya da üçüncü şahıs veya şahıslar tarafından bir
biçimde Soro’ya veya Ömer’e intikal etti. Zira, teorik olarak bu belge, bir
noktadan sonra, iki Sait ve arkadaşlarının da öldürülmelerinde sorumluluklarının
olmadığının ve suçsuz oldukları için kendilerine karışılmadığının bir kanıtı
olarak Soro’ya, Zendo’ya ve Kurdo’ya lazımdır.
72
Eğer, Hışyar ve Soro’dakini aynı nüsha olarak kabul edersek, belgeyi illaki
Hışyar’ın Soro’ya vermesi/göndermesi şart değil tabii. Belgeyi Hışyar’a veren,
ondan alıp Soro’ya nakledebilir de. Ancak, Bu ikilinin, olay sonrasında da
doğrudan bir ilişki içinde olduklarını gösteren kanıtlar da bulunuyor. Dr.
Hışyar’ın, Soro Suriye’de iken ona gönderdiği iki mektup gördüm ve okudum.
Bu mektuplar, anılan belgelerden bahsetmese de onların birlikte bir parti
kurmayı tartışacak kadar “samimi” bir ilişki içinde olduklarını gösteriyor.
Bundan daha önemlisi, Hışyar’ın, 1972’inin sonbaharında, Almanya’dan
Suriye’ye uçtuğu anlaşılıyor. Bu nedenle Hışyar, anılan belgeleri, bu seyahat
esnasında doğrudan veya bir başkası aracılığıyla iade etmek üzere Soro’dan da
almış olabilir. Ancak Soro’nun notlarında bu konu ile ilgili bir kayıt veya açıklık
bulunmuyor. (48)
Berlin’e yapılan bu önemli seyahatten sonra, Ömer ile Necmettin’in
Hışyar’daki bu belgeleri, daha önce de belirtildiği gibi birlikte nasıl
değerlendirdiklerini bilmiyoruz. Bu ikili, İsveç’e dönüp oradan da bir müddet
sonra Suriye’ye geçerler. 1974 Genel Af’fının hemen öncesidir. Suriye’de, eski
arkadaş olarak dört kişidirler. Soro, Ömer, Necmettin ve Cudi. Birlikte tartışıp
üzerinde anlaşarak bastırdıkları bir program ve tüzük vardır. Ancak buna
rağmen Cudi, Türk soluyla birlikte örgütlenmeyi savunduğu için, Soro da
siyaseti sürdürmek istemediği için yeni bir ayrışma geçirirler. Ömer Çetin ve
Necmettin Büyükkaya, dağılmış bulunan T-KDP’nin tüzük ve programından
yararlanılarak hazırlanan ve fakat aynı ad verilen yeni partilerinin tüzük ve
programı ile eski siyasal geleneklerini sürdürmek için Kuzey’e geçerler. Tüzük
hemen hemen eski tüzüktür. Program ise giriş bölümü dahil, kısmen
değiştirilmiştir. Yeni programda Kürt ve Kürdistan tarihi uzun uzadıya
anlatılırken, Barzani Hareketi’nin zaman içinde gericileşerek ABD, İsrail ve
İran’ın piyonu haline geldiği iddia edilmektedir. Ayrıca program, Dr.Şıvan’ın
hazırladığı programa göre politik olarak daha sol içerikli bir program haline
getirilmiş, özellikle birçok maddesine, anti-emperyalizm ve anti-siyonizm
ilkeleri eklenmiştir. Bu, programda, Dr. Şıvan’ın T-KDP’sinden birkaç cümle ile
bahsedilmekte ve şöyle denilmektedir: ”Zaten Parti’nin ömrü uzun sürmedi.
l2 Mart'tan sonra yöneticilerinin bir bölümünün Irak Kürdistanı’na
gitmeleri ve daha sonra bazılarının Barzani önderliği tarafından
öldürülmeleri üzerine parti fiilen çalışamaz hâle geldi.”
Soro, Ömer ve Mela Abdülkerim Niye Israrla Susuyorlar?
Artık Ömer (Kurdo), Soro ve Zendo’nun (Mela Abdülkerim’in) konumunu
irdeleyip değerlendirmenin zamanıdır. En iyimser bir değerlendirme ile anılan
bu üç kişinin, Dr. Şıvan ve Çeko’nun yazıp imzaladıkları “İlk Anlatım”
73
belgesinin ekindeki “şerh”te belirtildiği gibi olayla hiçbir ilişkilerinin
olamdığını, orada belirttikleri gibi, olayın tamamen kendilerinden habersiz
geliştiğini kabul edelim. Olayın böyle olmadığına, yani bu kişilerin cinayete
doğrudan karıştıklarına veya önceden haberdar olduklarına dair elde bir kanıt da
bulunmuyor hani. Ancak, biri aynı zamanda polit büro üyesi olan (Soro) bu üç
MK üyesinin, bu olayda siyasal sorumlulukları var. Bu sorumluluk, en azından,
olay öncesindeki son birkaç hafta içinde verilen ve metninde Sait Elçi’nin
Derwêşê Sado ile birlikte ajan ilan edildiği “Propaganda” ana başlıklı
seminerden kaynaklanmaktadır. Zira, kendilerinin de katıldığı ve hatta Ömer
tarafından Mayıs 1971’de verilen bu seminer, teorik olarak, anılan kişilerin veya
bunlardan bazılarının karar ve onayı olmadan verilemez. Oysa biliyoruz ki,
olayda ne hukuki ne de siyasi bir sorumluluğunu saptayamadığımız Brusk, ölüm
cezasına çaptırılırken, bu üç kişi, belli bir süre sonra, muhtemelen daha o
günlerde, muhtemelen çantalarında “suçsuz” olduklarını kanıtlamaya yarayan
bazı belgelerle Güney’i terkediyorlar. Bu kişiler, kamuoyunun siyasetle
ilgilenen bir kesiminin yoğun talebine rağmen, bu “suçsuzluklarını” ve buna
ilişkin belgeleri yaşam boyu ısrarla gizlemeye çalıştılar, çalışıyorlar. Bu garip
ve çelişik durumun bir nedeninin ve dolayısıyla mantığının olması gerekir.
Şüphesiz, bu duruma ilişkin değişik yorumlar, değerlendirmeler yapılabilinir.
Ancak olayı kısmen araştıran birisi olarak benim kendi temel değerlendirmem,
bu üç kişi ile IKDP arasında, pazarlıklar sonucu ulaşılan yazılı veya sözlü bir
anlaşmanın olduğu yolundadır. Araştırmalar, Dr. Şıvan ve partisinin, Sait Elçi
ve arkadaşını öldürmesi için, başta İsa Sıwar ve Osman Qazî olmak üzere bazı
IKDP’lilerce teşvik edildiğine işaret etmektedir. Anılan üç yönetici, bu
teşvikle ilgili bilgilere şu veya bu oranda sahip olmalılar. Kurdo, Soro ve
Zendo’nun pazarlıktaki başlıca kozlarının bu teşviğe ilişkin bilgi veya belgeler
olması gerekir. Kanaatime göre, Dr. Şıvan’ın yargılanmamasının, varsa bu
yargılanmanın ve belgelerinin gizli tutulmasının esas nedeni de budur. Bu üç
kişi veya bunlardan bazıları, cinayet teşviğine ilişkin bu bilgileri hatta belki de
belgeleri kullanarak canlarını kurtardılar. Suskunluklarının nedeni, bu pazarlık
sonucu varılan yazılı veya sözlü anlaşma olmalıdır. Yalnız bu değil, konuşmak
olaydaki garipliği ve mantıksızlığı daha bir mantıklı hale getiricek, olumsuz ve
talihsiz konumlarını daha bir açığa çıkaracak, ele verecektir. Benim kanaatim,
Brusk’un, ilk tutuklamalardan elli gün sonra, yakalanıp ölüme gönderilmesinin
nedeni, “üçe üç”ün gerekçesinin yanısıra, bu sürece ilişkin bilgilere sahip olması
ve bunları deşifre edebileceği kuşkusudur da.
Evet, Ömer’in, Soro’nun ve Mela Ebdülkerim’in özellikle olay sonrasındaki
tutumları olumsuzdur ve talihsizdir.
74
Ömer Çetin İle Necmettin Büyükkaya T-KDP Adlı Yeni Bir Parti Tüzüğü ve
Programı İle Ülkeye Dönüyorlar
Nihayet, Ömer ve Necmettin birkaç aylık arayla ülkeye geri döndüler.
Onların bize, bizim de başkalarına söylediğimiz, ama hiç yazmamamızın
sebebini, şimdilerde daha iyi anlayıp kavradığım resmi görüşümüz şuydu: ”Sait
Elçi, Zaxo’ya geldiğinde bize haber verdiler. Dr. Şıvan, onu almaya
gittiğinde, kendi kaldığı odada Sait Elçi için bir ekstra yatak hazırlamamızı
istedi. Geldiler, birkaç gün kampta kalıp geri döndüler. Aradan bir müddet
geçtikten sonra, IKDP’liler gelip onları, bizim öldürdüğümüzü iddia ederek
bizi yakaladılar. Bu, Türkiye’nin istemi üzerine, Barzani Hareketi’nin
TKDP’nin bazı yöneticilerinin birlikte, iki partinin de TC’ye karşı
mücadeleden yana olan yöneticilerini ortadan kaldırarak, Kuzey’deki Kürt
ulusal hareketine darbe vurmayı amaçlayan bir komploydu.” Bu, Sait
Elçi’yi de olumlayan bir belirleme idi ve hep öyle devam edecekti. politik
hayatım boyunca, hiçbir arkadaşımdan, Sait Elçi’nin ajan olduğu iddiasını
duymadım. Ancak konu ile ilgili sınırlı bilgilere sahip bazı yetkili
arkadaşlarımıza, Ömer tarafından başka türlü söylendiğini de 1980’li yıllarda
öğrenecektim. Onlara şöyle denmiş: ”Dr. Şıvan, Çeko ve Brusk, Şait Elçigili
geri götürdüler. Yolda onları öldürüp gömdükleri söylendi. Eğer bu
doğruysa, elbette ki fahiş bir yanlış yapmışlardır.”
Ömer ve Necmettin’in Ülkeye döndükleri sıralar, dünya çapında, ulusal ve
anti-emperyalist, sol bir dalga yükseliyordu. Bu dalga, Türkiye’de ve Kuzey
Kürdistan’da da yankısını bulmuştu. Amerika’nın ve bölge gericiliğinin ihaneti
sonucu Barzani Hareketi’nin 1975’teki trajik yenilgisi, Kuzey’deki bu sol
dalgayı daha bir yükseltmekle kalmamış, Barzani Hareketi’nin siyasal ve
örgütsel durumunu ve prestijini tamamen sarsmıştı. Bu durum, benim de Merkez
Komitesi,’nde yer aldığım yeni T-KDP’nin işini öyle kolaylaştırmıştı ki, Dr.
Şıvan’ın partisine kimi TKDP’liler de katılıyordu. Halktan gelen bu kitle,
soldan gelen ve çoğu genç olan kesimler için çok cazipti. Bu da bizi, kısa zaman
içinde dev gibi büyütmüştü. Ancak soldan gelenler, Ömer ile Necmettin’in
getirdiği programı yeterli bulmuyorlardı. Büyüme, ilkin Dr. Şıvan döneminden
gelen kadrolar ve kitle nedeniyle belli bir düzeye gelmiş, bu da kısa sürede
soldan gelen ve çoğunluğu genç olan yeni katılımlarla Parti’ye, kitlesi ve
politikası ile yeni bir nitelik kazandırmıştı. Tabanda açılan bir tartışmanın
sonuçları, bir Merkez Komitesi toplantısında tartışılıp karara bağlanarak parti
programı ve adı değiştirildi. Parti, artık “Marksizm ve Leninizmi benimseyen bir
sınıf partisi”ydi ve adı da buna uygun olarak “Kürdistan İşçi Partisi” (KİP)
75
olmuştu. Artık ”Şıvancılık” nitelemesi, çoğu partili tarafından daha yüksek sesle
reddediliyordu. İlk zamanlar, Necmettin tarafından da desteklenen ve pratikte
Muhterem Biçimli tarafından kullanılan “Çeko, Brusk Şıvan- Bıjı Kürd-u
Kurdistan”, ”Dr. Şıvan rêç dani-Karker çek hılani” gibi Dr. Şıvan’ın adını
içeren sloganlar etkili olmadı, olamadı. Necmettin, bir müddet sonra, kendisi ile
ilgili olarak alınan bir karara uymayı red ederek partiden ayrılacaktı. Hemen
sonra da Muhterem elim bir trafik kazasında ölecekti. Zaman içinde, partide Dr.
Şıvan’ın politik ve manevi etkisi çok zayıflıyacaktı. Güçlü bir sol dalganın
yükseldiği o günün koşullarında, nedenleri farklı olsa da, başta Ömer olmak
üzere kimse bu etkinin zayıflamasına karşı durmamış, duramamıştı. Bu günden
bakarak konuyu değerlendirdiğim zaman, Dr. Şıvan’ı ve çizgisini unutmayı,
unutturmayı, bazılarımız politik olarak deneyimsiz veya ”süper” solcu
olduğumuz için, bazılarımız da o trajik olay boyunca takındığımız tutum veya
verdiğimiz bazı sözler veya girdiğimiz bazı teahütler gereği yaptık diye
düşünüyorum. Bununla öncelikle Ömer Çetin’i kastettiğimi belirtmeliyim.
Otuzbeş yıllık suskunluğunun altında bunun yattığını düşünüyorum.
Ama bir şeyi birlikte doğru yaptık. Resmi söylemimizin sertliğinin aksine,
IKDP ve TKDP ile düşmanlık ve çatışmayı körüklemedik. Bunda, amacı ne
olursa olsun Ömer’in rolünün önemli olduğunu söyleyebilirim.
Şakir de Kuzey’e Dönüyor
“Resmi” tutuma aykırı düşünce, tutum ve davranışları nedeniyle dışlanmakla
kalmayıp yaşamını da kısmen riske ettiği anlaşılan Şakir’e, konuyla ilgili son
sözlerini söyletmenin zamanıdır:
”En nihayet, çok sevdiğim ve saydığım arkadaşlarım bana kıymadılar;
yanlışlarını anladılar veya yanlışımı hoş gördüler, gelip beni aldılar ve
Türkiye’ye getirdiler.” (49)
Umarım ki, Şakir ”bana kıymadılar” derken, ölümü değil karşılaştığı
muamelenin, pazarlıkların cenderesinin ”kıyım”ını kastediyordur ki bu bile
korkunçtur. Şakir, ”yanlışlarını anladılar veya yanlışımı hoş gördüler, gelip beni
aldılar ve Türkiye’ye getirdiler” derken ”cendere”den kurtuluşunu sağlayan bir
uzlaşmayı ifade ediyor gibi, ama teslim olmuyor. Kim ne derse desin, bana göre,
sızlayaduran vicdanıyla yaklaşık olarak otuz yıl sonra, konuyla ilgili
söyledikleriyle olayın karanlığını aralamış, vicdanları kısmen rahatlatmıştır.
Gelawêj’de son söylediklerine rağmen, Şakir’ler çoğaldıkça tarihimiz,
düşüncelerimiz, özgürlüğümüz ve vicdanımız ”resmiyet”e direnecek ve
ulusumuz daha da özgürleşecektir.
76
İnfaz Öncesinde Bir Yargılama Oldu Mu?
Daha önce, özellikle Derwêş ve Şerafettin Elçi’nin (Durnas) ve Dr. Hüsnü
Haco’nun başını çektiği kampanyalarla teşvik edilen TKDP’nin talebi de
gerekçe gösterilerek öldürülecek üçüncü kişinin, T-KDP’nin Merkez
Komitesi’nde bir görevi olmamakla beraber, partinin askeri faaliyetlerinden
sorumlu ve geleceğin askeri komutanı olmaya aday Brusk olduğunu belirtmiştik.
Derwêş’in belirttiğine göre: ”Dr. Şıvan, Çeko ve Brusk, soruşturmanın
başladığı 15 Temmuz 1971’den itibaren mahkeme boyunca tutuklu
kaldılar. Sonuçta mahkeme onları suçlu bularak, idamlarına karar verdi.
Verilen bu karar, Serok Barzani’nin başkanlığında toplanan IKDP Merkez
Komitesi’nce de onaylandıktan sonra 26 Kasım 1971 tarihinde infaz
ettirildi.” (50)
Ne var ki Derwêş’in burada bahsettiği mahkemenin ve mahkemenin verdiği
kararın IKDP Merkez Komitesi’nce onaylandığının belgesi ve şahidi yok.
Örneğin Polit Büro üyesi Mahmut Osman, bu konuda hiçbir şeyden haberdar
olmadığını, kararı bizzat Barzani’nin verdiğini açıklıkla söylüyor. Zaten
Derwêş bu konuyu, daha önce andığım ve siyasi yaşamını özetlediği video
kasetinde doğruluyor. Derwêş bu kasette, imza kampanyasından sonra, yukarıda
anılan beş kişilik heyetle birlikte Ağustos 1971’de Güneye döndüklerini, Ali
Dinler’in de kendileriyle beraber olduğunu, taleplerini ve gerekçelerini içeren
bir dilekçe konusunda anlaştıklarını ve bu dilekçeyi Şerafettin Elçi ile birlikte
kaleme alıp yalnız kendi imzalarıyla, 10 ve 15 Ağustos 1971 tarihleri
arasındaki bir günde gidip Mela Mıstefa Barzani’ye bizzat teslim ettiklerini
belirtiyor. Derwêş bu dilekçede, Dr. Şıvan, Çeko ve Brusk’un işledikleri suçun
aynısıyla yani ölümle cezalandırılmalarını talep ettiklerini, bunun böyle
olmaması halinde Kürt kamuoyunda “Dr. Şıvan IKDP’nin yardımıyla Sait
Elçi’yi öldürdü” yolundaki söylenti ve kanaatin pekişeceğini ve bunun Kürt
hareketine ve özellikle Güney’deki harekete zarar vereceğini ifade ettiklerini
fakat herşeye rağmen, Mela Mıstefa Barzani’nin vereceği karara itiraz
etmeyeceklerini, ona güvenlerinin tam olduğunu belirttiklerini söylüyor. Yine
Derwêş, bu dilekçelerinden sonra Barzani’nin, Dr. Şıvan’ın Sait Elçi’yi
öldürtmekte gerekçe olarak kullandığı “ajanlık” iddiasını ispatlaması için üçdört ay daha Dr. Şıvan ve arkadaşlarını hapiste tuttuğunu, fakat bunu
ispatlamasının zaten mümkün olmadığının bilindiğini, nihayet 26 Kasım
1971’de, Mela Mıstefa Barzani’nin başkanlığında Polit Büro üyelerinin de
bulunduğu MK toplantısında alınan ölüm kararının aynı gün uygulandığını
belirtiyor. Dikkat çekici olan, Derwêş’in, bu kaset boyunca “yargılama” veya
“mahkeme” sözcüklerini hiçbir biçimde telaffuz etmemesidir. (51) Zaten
77
Necmettin Büyükkaya’nın Dr. Faik Savaş’ın yanında okuduğu ve yargılamayı
talep eden Dr. Şıvan’a ait dilekçede Dr. Şıvan’ın ısrarla yargılamayı talep
etmesi, konuyla ilgili gerçeğin ne olduğuna yeterince işaret etmektedir.
Ancak, anlaşıldığı kadarıyla önce kararı verilip sonra düzmece bir
“mahkeme”si kurulan veya kurgulanan bu prosedürle ilgili iddialar, kişilere,
kurumlara ve dönemlere göre farklılaşmaktadır.
IKDP, 1975 sonrası “Geçici Komite” olarak tekrar özellikle sınır bölgelerini
kontrol etmenin mücadelesini verdiğinde, KUK yetkililerinin de istem ve
tavsiyesi üzerine, olay ile ilgili bir bildiri yayınlar. Geçici Komite, 1977’de
yayınladığı bir bildiride olayı kendince özetledikten sonra, şöyle demişti:
”O zaman Elçi grubu, Dr. Şıvan, Çeko ve Brusk’un kendilerine teslim
edilmesini istediler. Onlara göre işlenen cinayetin hedefi kendi partileriydi,
bu nedenle suçluları yargılamak da kendi haklarıydı.
“Dr. Şıvan grubu da, olayı soruşturup yargılamayı kendileri yapmak
istiyor ve bu nedenle de Doktor ve arkadaşlarının kendilerine verilmesini
istiyorlardı.
“Devrim önderliği her iki tarafın da taleplerini reddetti. Zira önderlik,
bu olayda herhangi bir taraftan yana olmak istemiyordu. Aynı zamanda
kendileri en büyük Kürt partisi idi ve en doğrusu kendisinin birtakım
güvenilir ve saygın kişilerden oluşan bir komite oluşturmasıydı. Bu yapıldı
ve bunlar araştırma yaptılar ve Dr. Şıvan ve arkadaşlarını yargıladılar. Bu
araştırma ve mahkeme süresince ortaya çıktı ki, anılan üç kişi Sait Elçi,
Mêhemedê Begê ve Abdüllatif Savaş’ı öldürmüşler.
“Önderlik, olayın kendi topraklarında cereyan ettiği için, onları
taraflardan birine teslim etmenin sorunu çözmek yerine daha
karmaşıklaştırıp zorlaştıracağını düşünüyordu. Bu nedenle onları, biz
yargıladık. Dr. Şıvan, Çeko ve Brusk’un ölüm kararları, 1971 Sonbaharının
başında verildi. Onların işledikleri suçlarına uygun olan karar, Kuzey’deki
Kürt kardeşlerimize göre de adil ve yerindeydi.
Daha sonradan anlaşıldı ki, Dr. Şıvan ile Sait Elçi arasındaki derin
siyasal görüş farklılıkları daha 1960’lı yıllara dayanıyormuş” (52)
IKDP-Geçici Komite’nin yayınladığı bildiri böyle sonuçlanıyordu. Son
cümle, bildiride adeta bir yama gibiydi ama her ne hikmetse bu “yama” gerekli
görülerek sanki birşeylere gerekçe hazırlanmıştı. Bildirinin esas kurgusunun
“Dr. Şıvan ve arkadaşlarını TKDP’liler değil biz yargılayıp cezalandırdık.”
78
üzerine kuruludur. Bu kurgudan, “Yargılama ve cezalandırmanın TKDP’lilerce
yapıldığı” ile ilgili iddia ve söylentinin IKDP’yi ve o sıralarda onunla iyi
ilişkileri bulunan, Kuzey’de IKDP’ye yardım eden KUK’u zora soktuğu
anlaşılıyor.
Oysa, Kürdistan Press Gazetesi muhabirinin Ekim 1987’de, kendisiyle yaptığı
bir röportajda, Dr. Şıvan Olayı ile ilgili bir soru üzerine hayli hiddetlendiği
anlaşılan Mesut Barzani ise, yargılama ve infaz konusunda, “Geçici Komite”
bildirisindeki iddianın ve Derwéşé Sado’nun söylediklerinin aksine şöyle
diyordu:
“Dr. Şıvan olayına gelince... Anlayamıyorum; neden bu konuda biz
sürekli ve kasıtlı olarak tarafmışız gibi gösterilmekteyiz. Şu bir gerçektir;
Biz bu konuya kesinlikle taraf değildik ve taraf olmadık. Olayı yakinen
biliyorum. Dr. Şıvan Irak Kürdistanı’na 1969’da gelmişti. O’nu, Türkiye
KDP’nin onayı ile yanımıza gelen bir misafir olarak ağırlamıştık. Bir parti
sorumlusu ve yurtsever olarak kendisine her türlü ilgiyi, yardım ve saygıyı
göstermiştik. 11 Mart 1970 otonomi antlaşması sonrası, TKDP bizden Irak
Kürdistanı’nda bir kongre yapmak için yardım isteminde bulundu. Biz de
bunu kabul ettik. Kongre delegeleri süreç içinde yanımıza geldiler. Lakin,
uzun bir süre geçtiği halde Said Elçi görünürde yoktu. Said Elçi, sınırı
geçtikten sonra, Dr. Şıvan’ın yanına geliyor. Dr. Şıvan da, onu, Çeko ve
Brusk’la birlikte “gerici” olduğu iddiasıyla öldürüyor –Said’i ve yanındaki
bir arkadaşını-.
“Bir ay sonra partimiz bu olaylardan haberdar oldu. Haberi veren
TKDP’li bir arkadaştı. Daha sonra TKDP, bizden resmi olarak Polit Büro
ve Merkez Komitesi üyeleri nezdinde Dr. Şıvan’ın yargılanıp ondan hesap
sorulmasını, aksi taktirde IKDP’ni sorumlu tutacaklarını bildirdiler.
Bundan sonra da Dr. Şıvan’ı biz değil, TKDP yargılayıp ölüm cezasına
çarptırdı. Dr. Şıvan da yargılamada, Said Elçi’yi öldürdüğünü kabul etti.
Kanımca Said Elçi uzun yıllar mücadele etmiş büyük bir yurtseverdi. Bu
fedakar insanı Dr. Şıvan’ın katletmesi affedilmez bir hata idi. Olayın
gerçeği kısaca budur.” (53)
Mesut Barzani’nin “Geçici Komite”nin açıklamasından habersiz olduğunu
veya sorumlu olmadığını düşünmek çok zordur.
Mesut Barzani, yakın zamanda Türkçe de yayınlanan ”Barzani ve Kürt
Özgürlük Hareketi” adlı kitabında aynı konuyu daha değişik anlatır:
“11 Mart Anlaşmasından sonra Kürt kurtuluş hareketi ile ulusal yurtsever
güçleri birleştirmek için uygun bir zemin oluştu. Ardından Türkiye'deki
79
KDP kurtarılmış Kürdistan'da kongresini toplama kararı aldı. Devrim
liderliği bu talebi olumlu karşıladı. Kongrenin yapılması için gerekli
kolaylıkların sağlanması talimatını verdi. Parti Sekreteri şehit Sait Elçi
Zaho'ya geldiğinde Şıvan onu karşıladı ve karargahına götürdü. Ama ne
olduysa bir daha ondan haber alınamadı. Kongre üyeleri gruplar halinde
Gelale'ye geldiler ve sekreterlerini beklemeye koyuldular. Sekreterden ne
bir haber vardı ne bir iz. Doktor Şıvan'dan Sait Elçi'nin akıbeti
sorulduğunda, yanında iki gün kaldığını, sonra Gelale'ye gittiğini söyledi.
Yapılan araştırmalardan sonra anlaşıldı ki, Şıvan, Brusk ve Çeko, meydan
Şıvan'a kalsın, dolayısıyla o parti genel sekreteri olsun diye Said Elçi'ye ateş
edip öldürmüşler. Bu gerçek, plana dahil olup da suca doğrudan iştirak
etmeyenlerden birinin bütün bilgileri vermesinden sonra anlaşıldı. Türkiye
KDP Merkez Komitesinin talebi üzerine failler devrim mahkemesine sevk
edildi ve sanıklar Şıvan, Çeko ve Brusk hakkında idam kararı verildi.
Sonra bu hüküm infaz edildi. Olayı bizzat görenlerden biri mahkemede
şunları söyledi: ’Kendisine ateş edilmeden önce Sait Elçi, Şivan'a bu suçu
işlememesi için yal-vardı ve şöyle dedi: Şıvan! Kanımı kendi ellerinle
dökme. Bırak kanımı milletimizin düşmanları doksun. Eğer beni
öldürürsen Kürt yurtseverhareketine büyük bir zarar vermiş olursun.’ işte
gerçek bundan ibarettir. Ama Eylül Devrimine ve liderliğine kin
besleyenler olayı devrim hareketini suçlu gösterecek şekilde tasvir etmekten
geri durmadılar.” (54)
Öncelikle iki yanlışı düzeltmek istiyorum. Birincisi, bu olaya Mesut Barzani
gibi bakmamakla beraber, “Eylül Devrimine kin beslemek” yerine, ona sempati
duyanlar olabilir. Ben de onlardan biriyim. İkincisi, yukarıdaki iki alıntıda da
belirtilen ve o sıralarda TKDP’nin kongre kararı olduğu yolundaki bilgi doğru
değildir. Nitekim anılan kitabın editörü de düştüğü bir dip notla bu hususu
hatırlatmakta ve düzeltmektedir.
Mahkeme konusuna gelince...Bu durumda, bir birini yalanlayan, adları gizlenen
şahitlerle beslenip doğrulanmak istenen bu açıklamalardan hangisinin gerçeğe
daha uygun olduğu sorusu akla geliyor. Bizim araştırmalarımız sonunda
vardığımız sonuç, Mesut Barzani’nin Kürdistan Press’teki açıklamasının
doğruyu yansıttığıdır.
Zira, TKDP’liler bilir ki, infazdan önce, Sait Elçi’nin gencecik oğlu da
Güney’e götürüldü. Bildiğim kadarıyla Derwêş’in yazısında bahsettiği ve
Derwêş, Durnas (Şerafettin Elçi), Tahir, Ramazan Haşim ile Melle Şehap’tan
oluşan ve muhtemelen aynı zamanda “mahkeme” heyeti sayılan TKDP’liler de
o sırada Güney’de idi.
80
Mela Mıstefa Barzani, kararını vermişti. İstim arkadan gelecek, Derwêş ile
Şerafettin Elçi’nin “mahkeme”si, topladıkları imzaları da “gözönünde
bulundurarak” ölüm kararını verecek ve bu kararı, bu iki kişinin imzası ile
kararın asıl sahibi olan Barzani’ye ileteceklerdi. Herşey “uygun” ve tamamdı.
İmzaları toplanan “halk” istemiş, onlar da “adalet”e göre karar vermişlerdi. Sıra
“cellatlar”daydı ve “cellatlar” da zaten ordaydı.
Derwêş, “mahkeme” savcısı gibi, vahşet’in sadece tarihini değil, saatini de
verir: 26 Kasım 1971, saat 20.00. Günlerden cumadır; Müslümanlar için kutsal
olan, günah işlemekten özellikle kaçınılan gün... Müslümanlar, cumaları
bırakalım öldürmeyi; geç olmayacaksa eğer, hayır duaları çok ve yerine ulaşsın
diye ölülerini cuma günleri defnetmeyi tercih ederler. Tarih ve saat doğruysa
eğer, bunların hiçbirine riayet edilmemiştir. Sanki çok aceleleri varmış gibi.
Ve “cellatlar” tam bir vahşet örneğiyle “işlerini” görürler...
Heyet, Kuzey’e Dönerek İnfaz’ı Nasıl Gerçekleştirdiklerini Anlatıyor!
Yukarıda adları belirtilen düzmece mahkeme üyelerinin, “infaz” sonrasında
ulaşabildikleri tüm TKDP’lilere, birçok nedenle burada yazmayı uygun
görmediğim, bu vahşetin ayrıntılarını, tam bir “zafer” edasıyla zevk ve gururla
anlattıkları biliniyor.
Peki, ya Dr. Şıvan ile Çeko’nun ve varsa diğer birkaç kişinin, Sait Elçi’yi,
Mêhemedê Begê’yi ve Abdüllatif Savaş’ı kurşuna dizmeleri vahşet değil midir?
Elbette, nedeni ne olursa olsun ve bu neden, hangi durumda oluşmuşsa oluşsun,
bu da asla cezasız kalmaması gereken bir vahşetti. Bir farkla ki, birinin suçlusu
birkaç kişiydi, diğerininkisi ise, altı-yedi ay içinde planlı bir çabayla
oluşturulmuş koca bir “topluluk”tur. Adalet, kişisel olarak işlenen suça,
planlanan başka bir suçla -üstelik “topluluk”laştırarak- karşılık vermek
değildir...
Ve ne yazık ki, vahşi sömürgecilerin Koçgiri’de, Piran’da, Dêrsım’de ve
Ağrı’da gömmek istediği Kürt ulusunun ve davasının otuz-kırk yılda yeniden
dirilmek, ayağa kalkmak üzere yetiştirdiği, ortaya çıkardığı bu bilinçli, cesaretli,
yiğit önderleri (iki Sait ve arkadaşları) trajik bir biçimde, bu defa Kürtlerin kendi
elleriyle ortadan kaldırılıyor ve özellikle Kuzey’de, hareketin gelecekteki bir
otuz-kırk yılı daha böylece riske ediliyordu.
81
Olay Kime Yarıyorsa Arkasında da O Vardır!
Daha önce yazdıklarımı tekrarlayıp konuyu uzatmak istemiyorum. Sonucun
Türkiye’ye yaradığı, TC’nin ömrünü ve dolayısıyla bizim de esaretimizi daha
bir uzattığı kesin. Tarafların biribirlerini suçlarken kullandıkları senaryolar,
argümanlar, TC yetkililerinin olayı ateşleyen tehdit ve argümanlarıyla aynı
zamana ve aynı içeriğe tekabül etmektedir. Tüm bunlar tesadüfi olamaz,
değildir. Yani “senaryo”nun asıl sahibi bellidir. Bu trajik olayın, Barzani
Hareketi’ne dayatıldığı dönem, 11 Mart 1970 Otonomi Antlaşması nedeniyle
“ölüm-kalım” dönemidir. Mesut Barzani, Kürdistan Press’teki demecinde o
dönemi ve sonrasını şöyle tanımlar: “O günkü uluslarası güçler dengesinde,
hareketimiz, bir ateş çemberi ile kuşatılmıştı. Bir varolma veya yokolma
sorunu ile karşı karşıya kalmıştık. Askeri olmasa da siyasal-diplomatik
açıdan bu böyleydi.”
Türkiye, tehdidinin ve dayatmasının zamanını iyi seçmişti. Fakat Mesud
Barzani’nin tespitleri doğru olsa bile, Türkiye’nin veya diğer sömürgecilerin
böylesi tehdit ve dayatmalarına, olayda uygulanan yöntemle boyun eğmenin
makul sayılabilecek hiçbir gerekçesi olamaz, yoktur.
Cinayete teşviğin güçlü işaretleri olmakla beraber, Sait, Sait’i öldürmeseydi
de, büyük ihtimalle Saitler ve partileri, davetli oldukları Haciumran
görüşmesinde tasfiye edilecek ve yine büyük ihtimalle Derwêş gibi, Derwêş’in
kendi ifadesiyle “Amerika’nın, Türkiye’nin ve İran’ın hassasiyetlerini göz
önünde bulunduran” birisinin başkanlığında yeni bir parti oluşturulacaktı. “APlanı” olduğu anlaşılan Said Elçi Cinayeti, tasfiyeyi sadece daha kolaylaştırdı
ve derinleştirdi.
Son Sözler
Son sözleri söylerken, yine Şakir’e döneceğim.
Şakir kişisel olarak “kıyım”dan kurtulduğu için sevinse de, bu “kıyım”ın
politik alandaki ulusal bedelinin farkındadır. Bu nedenle de yazısını, politik
bakımdan içeriği yoğun olan şu kısa paragrafla sonuçlandırır:
“Yine bana göre; söz konusu olay sadece Said’leri ve Said’lerin
partilerini boğmadı; aynı zamanda halkımızın geleneksel ve demokratik
mücadele tarzını da şaşırttı. Meydanlar ortaokul ve lise talebelerine kaldı.”
82
Saitler öldürülmeseydi, politik yarışta biribirini öldürmek
gelenekselleşmeseydi, “meydanlar ortaokul ve lise talebelerine” kalmasaydı;
önderlerimizi, kadrolarımızı ve dolayısıyla tecrübelerimizi dönemden döneme
aktarabilseydik, acaba 70, 80 ve 90’lı yılları yaşadığımız gibi yaşayıp
onbinlerce şehitten, acımasız zulümden, yüzbinlerce sürgünden, bu kadar
köyün, yerin, yurdun viran edilmesinden, talanından sonra, yine 34 yıl
öncesine, yani başa döner miydik?
Umarım bu sorunun karşılığı olarak, Kuzey Kürdistan’da ortada duran ağır
bedeli, bu yazımla aydınlatmaya çalıştığım, tarihte kalmış bu trajik olaydan
çıkaracağımız derslerle bir daha ödememek üzere, Güney’i, Kuzey’i, Doğu’su
ve Batı’sıyla hep beraber elele vererek telafi ederiz.
Ocak/ 2006 Stockholm
DİPNOTLAR:
1) Candost Dicle’nin gönderdiği e-mail 1:
“Iflas eden tuccar hicbir zaman eski borc harc defterlerini atmaz, herzaman belki
bu defterlerin icinde borcunu odememis birini bulur hayaliylen habire kariştirir.
Ama nafile! borcunu odemeyen biri olsaydi belki iflas etmez ama surunurdu.
Sen simdi kalkmis utanmadan sikilmadan piskin piskin Siwan ve Ceko lardan
bahsediyorsun. Onlara en buyuk ihaneti yapanlardan biri degilmisin? Seni, o
satavata donemde en iyi taniyan biriyim. O donemi yasayan ve halen Dr Siwan
Ve Ceko lara hayran olanrin sen ve senin gibilerden ne kadar nefret ettiklerini
birgun Diyarbakir a adim attiginda gorursun. Sen asagi yukari 1970 lerde
piyasaya ciktin 35 yilda on tana devrim yapilir be adam! sen ne yaptin ve hangi
misyonla cikip arsivlerden aldigin bilgileri satiyorsun. (23.1.2005)”
e-mail 2:
”Merhaba Sait bey,
”Hani sen bana yurekliysen acik isminle yaz demistin. Bir zamanlar ve halen
sergiledigin yureksizligini benimde sergiledigimi saniyorsun. Benim adım
gercekten Candost tur. Senin bilmen veya taniyip tanimaman okadar onemli
degildir. Onemli olan birilerinin sen ve senin gibilerinin samimi-halkina bagli ve
gercekten Ulusal Mucadelede kararli (gerci kararliligin olcusu bana ve sana gore
degisirde)olmadiklarini cok iyi bilmeleridir. Sen bunu cok iyi bil. Artik
83
Diyarbakir senin biraktigin Diyarbakir degildir. Siyaset adina baykus gibi oten
insanlara artik itibari yoktur.
”Simdi gelelim benim neden sana cevap verme mecburiyetinde olduguma;
Gecen bir yazindada Sait lerin ve Ceko nun adini anmistin ve simdide, anlasilan
Sivan, Ceko ve Brusk gibi kahramanlarin adini daha cok agzinda pelesenk
yapacaksin. Bunu ozellikle Guneyin neredeyse bagimsizliga gidecegi bir
dunemde yapman bence duyarliyim diyen her insanin dikatini cekmistir. Yani
agzinda bir bakla var ama yureklilik yapip disari cikaramiyorsun.
”Yaniliyormuyum! Yigitce cik ortaya haykir soyleki: Ey Guneyli Gucler;
oncelikle sizin vereceginiz bir hesabiniz vardir. Onu verin de ondan sonra
kurtulus halaylarinizi cekin. Iste, iki yazindada satir aralarindada olsa O
kahramanlarin adini anman, insanin kafasinda bu kuskuyu (aslinda bir gercektir)
yaratiyor. Kaldiki O kahramanlara sahip cikanlar vardir, sayet bir hesap
sorulacaksa onlar tarafindan sorulur.
”Bildigim kadariyla simdilik hic gundemdede degildir. Gundemde olan tek
sey kardeslerimizlen bir yurek olup halaylarina istirak etmektir.
”Sana bir kardes tavsiyesi; sen O kahramanlarin adini anmayi birak. Zira
onlarin mirasini yiyenlerdensin pardon bitirenlerdensin! Kalan kirintilarin
uzerinde, onlarin sanina denk dusen mirasi olusturmak bizim boynumuzun
borcudur. Sen orada en iyisi keyfine bak. Yinede, yahu benim yazimla ne
alakasi var diyecegin kesin!
”Hosca kal.. (15.2.2005)”
2) İlk Anlatım, s. 11, 12, 13
3) Age. s.15
4)Seîd Veroj, Yakın Tarihimzde Önemli Bir Olay: Said Elçi ve Dr. Şıvan’ın
Öldürülmeleri, s. 86-87-88, BÎR, Diyarbakır.
5) http://www.gelawej.org/modules.php?name=News&file=article&sid=554
6) Burkay Kemal, Anılar Belgeler, Cilt 1, s. 279
7) Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”,
War, sayı: 7, s.
49-50 (Zıwıstan 1999)
8)Epözdemir Şakir,
http://www.gelawej.org/modules.php?name=News&file=article&sid=554
9) Büyükkaya Necmettin, Kalemimden Sayfalar, s. 160
10) Bu bilgi sürece katılan ve yine anılan toplantıya katılanlardan biri olan
Reşo
Zilan tarafından bana verilmiştir.
84
11) Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”,
War, sayı: 7, s.
50-51
12) Büyükkaya Şerwan, İlk Anlatım, s. 10-11
13) Age. s. 29-30
14) Age. s. 52
15) Age. s. 74-75, (Şerwan Büyükkaya, redaktör olarak yayınladığı ”İlk
Anlatım” kitabının 70. sayfasına aldığı ”Dr. Şıvan’ın Güncesinden Bir Yazı”
adlı bölüm için yazdığı ön açıklamada, anılan bölüm için ”Dr. Şıvan’a ait
olduğunu tahmin ettiğimiz not defterine yazılmış bir yazı” ifadesini kullanarak,
kitap boyunca takındığı ihtiyat ve titizliği elden bırakmamış ve iyi de etmiştir.
Zira, 2 Temmuz 1970’te bu görüşmeyi yapıp 8 haziran 1970’te ”Rewşname”
adı altında el yazısıyla temize çekip düzenleyen kişinin Dr. Şıvan’ın kendisi
olmadığı, Dr. Şıvan’a veya partisine sunulmak üzere bu raporu kaleme aldığı
anlaşılıyor. Bu konuda beni ilk uyaran, araştırmamda adı geçtiği için,
yayınlamadan önce okuyup görüşlerini iletmesi için araştırmayı gönderdiğim
Reşo Zilan oldu. O günleri, yaşayan biri olarak Reşo Zilan, Dr. Şıvan’ın Kongre
için gittiği Türkiye’den, bu görüşmenin tarihi olan kongreden beş gün sonra
değil, aylar sonra döndüğünü çok iyi bildiğini söyledi. ”İki Sait Olayı” ilgili
kimi konularda görüşlerimiz farklı olmakla birlikte Reşo Zilan, bu hususta
olduğu gibi, diğer bazı husularda da araştırmamı kimi yanlış anlaşılmalardan,
abartılardan ve yanlış bilgilerden arındırmama dostane ve yapıcı bir tavırla
yardımcı oldu. Reşo Zilan, bu tutumuyla tarihe karşı oldukça sorumlu
davrandığını ve davranılmasını istediğini ortaya koydu.
Reşo Zilan’ın bu uyarısından sonra anılan yazıyı daha bir dikkatle
okuduğumda, Mela Behçet’in söylediklerinin, görüşmeyi yapan ve dolayısıyla
”Rewşname” isimli bu raporu yazan kişinin Dr. Şıvan olmadığını açıklıkla
ortaya koyduğunu anladım. Zira Mela Behçet’in, görüşmeyi yapan kişiye ”Ben
burada perişan ve pişman oldum. Mücadele etmek, çalışmak istiyorum. Bunun
için size müraacatım var, fakat aylardır bana bir cevap göndermediniz. Bunun
gibi Kek Şıvan da bana demişti ki, ’Çalışma için yukarıdan yol(izin)alacağız’,
hani ne oldu? İzin vermediler mi? Eğer izin verdilerse, Allahın hatırı için beni de
bu dertten kurtarın (…)” demesi, karşısındaki kişinin Dr. Şıvan değil, başka biri
olduğunu ortaya koyuyor.
Zaten konumuz açısından da, görüşmenin kimin tarafından yapıldığından çok,
görüşmenin içeriği önem taşıyor.)
16) Age. s. 76
17) Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”,
War, sayı: 7, s.
58-59
18) Bu bilgi,sözkonusu melanın, güvenilir siyasi bir arkadaşım olan
85
kardeşi tarafından bana verilmiştir.
19) Sado Derwêş, Kendi yaşamını anlattığı video kaseti
20) Büyükkaya Necmettin, Kalemimden Sayfalar, s. 180
21) Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi İllegal Örgüt Dava Dosyası’nın 210.
sayfasından aktaran Hüseyin Akar
22) Büyükkaya Necmettin, Kalemimden Sayfalar, s. 283
23) Age. s. 272
24) Büyükkaya Şerwan, İlk Anlatım, s. 24
25) Halen Şerwan Büyükkaya’da bulunan bu belgenin orijinali, içinde
benimde
bulunduğum bir heyete (Murat Ciwan, Vildan Tanrıkulu, Lütfü Baksi,
Mahmut Kiper) gösterildi
26) Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”,
War, sayı: 7,
s. 59 (Zıwıstan 1999)
27) Mesut Barzani, Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi, Cilt: II, s.
352, Doz
Yayınları, İstanbul
28) Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”,
War, sayı: 7, s.
52-53
29) Büyükkaya Necmettin, Kalemimden Sayfalar, s. 272
30) Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”,
War, sayı: 7, s.
53, 54, 55, 56 (Zıwıstan 1999)
31) Sado Derwêş, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”, s. 6768 (Zıvistan
1999)
32) Sado Derwêş,”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”, s.
68,(Zivistan,
1999)
33) Bu belge, Soro veya Ömer tarafından Kamışlo’da bırakılan çantalardan
KİP’li
arkadaşlara teslim edilen çantalardan birisinden çıkmıştır ve halen Dr.
Şıvan’ın
akrabası olan Süleyman Ateş’in arşivindedir.
34) Sado Derwêş,”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”, s.
68,69,70,71
(Zıvistan 1999)
35) Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizden Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”,
War, sayı: 7,
s. 57 (Zıwıstan 1999)
86
36) Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”,
War, sayı: 7, s.
60, 61, 62, 63, 64, (Zıwıstan 1999)
37) Büyükkaya Şerwan, İlk Anlatım, s. 155. (Şerwan Büyükkaya, bu notun
sahibini
belirtmez. Anılan takvimdeki diğer notlar, bu takvimin ve dolayısıyla
notun
Ömer’e ait olduğunu ortaya koyuyor. Bu
takvimdeki notlarlarla Soro’nun Ömer’in geliş ve gidişlerine ilişkin notları
hemen hemen örtüşüyor. Ayrıca ben, Ömer’in yazısını da
tanıyorum)
38) Büyükkaya Şerwan, İlk Anlatım, s. 83
39) Age. s.84
40) Age. s.84
41) Büyükkaya Necmettin, Kalemimden Sayfalar, s. 124, 181, 184
42) Güçlü İbrahim, Yekitiya Sosyalist, Sayı:24, Haziran 1990, Stockholm,
War, sayı: 7,
http://www.gelawej.org/modules.php?name=Sections&op=viewarticle&artid=2
30
43) 25-27 Şubat 2005 tarihleri arasında Hollanda’da yapılan Kuzey Kürdistan
Ulusal
Konferansı esnasında, İbrahim’e “İlk Anlatım” kitabından bir tanne
vermek
istedim, kitabı daha önce aldığını ve okuduğunu belirtti. Anılan yanlışları
içeren
Gelawej’deki yazısı Konferans sonrasında yayınlandı.
44) Qıyada Mûweqet, War, sayı: 8, s. 128,129, 130, (Bihar-Havin 1999)
45) Özsekmenler Ömer, “Sait Elçi’nin Öldürülme Olayı”, War, sayı:7, s. 98
46) Büyükkaya Necmettin, Kalemimden Sayfalar, s. 163
47) Age. s. 174, 175
48) Soro’nun yayınlanmamış notları
49) Epözdemir Şakir, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”,
War, sayı: 7, s.
64 (Zıwıstan 1999)
50) Sado Derwêş, ”Yakın Tarihimizde Dr. Şıvan ve Sait Elçi Olayı”, s. 71
(Zıvistan
1999)
51) Sado Derwêş, Kendi yaşamını anlattığı video kaseti
52) PDK- Qiyada Mûweqet, “Ronîkîrîna Li Ser Mesela Şehidkirina
Rehmeti Seid Elçi u
Kûştina Rehmeti Dr. Şıvan”, War, sayı: 8, s. 129, 130 (Bıhar-Havin
1999)
87
53) Mesut Barzani ile Ropörtaj, Kurdistan Press, sayı: 24(16), 16.10.1987,
s. 8
54) Mesut Barzani, Barzani ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi, Cilt: II, s.
352, 353, Doz
Yayınları, İstanbul
88

Benzer belgeler