KBY temiz siyaset sınavında Dr. Nick Brauns:

Transkript

KBY temiz siyaset sınavında Dr. Nick Brauns:
1
Çocuklar için
barış
SÖYLEŞİ
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:92
29 Şubat - 06 Mart 2016
S:16
bas-haber.com
KBY temiz siyaset sınavında
Dr. Nick Brauns:
Kürdler hiçbir
devlete
güvenmiyor
S:08 - 09
Yeni Anayasa tartışmaları:
Erken seçim yok
iki referandum
belki
S:04
Failler bulunursa
Diyarbakır,
cezaeviyle
yüzleşecek
IŞİD savaşı ve Bağdat’ın bütçeyi kesmesi nedeni ile
KBY’de başlayan ekonomik ve siyasi istikrarsızlık
ciddi boyutlara ulaşırken, Barzani’nin açıkladığı
ekonomik-sosyal reform ve yeniden yapılandırma
paketlerinin ekonomik krizin çözümüne ciddi
katkıda bulunması umuluyor.
PDK’nin üst düzey yetkilileri Barzani’ye tam destek
sözü verirken, parti yöneticilerinin mal varlıklarını
açıklamaları ve haksız kazanç edinen veya yolsuzluklara bulaşanların mal varlıklarına el konulması
ve cezalandırılması bekleniyor. Hükümet ve
devlette de küçülme planlanıyor.
S:02
Kürdler İran
seçimlerini
boykot ettiS:06
BİLAL SAMBUR
Hasankeyfliler
şehirlerini terk
etmeyecek S:07
Yeni müesses nizam
Kürdistan’ı inşa etmek
s03
MESUT YEĞEN
S:05
Bu yıl bahar gelmesin
s04
ÖZTEKİN ÇAÇAN
Suriye’de
ateşkes
mümkün mü?
S:03
Terörize olmak, terörize etmek
s12
FERHAT KENTEL
s09
02
MANŞET
BasHaber
2
29 SÖYLEŞİ
Şubat - 06 Mart 2016
KBY temiz siyaset sınavında
I
Sîwar Bedirxan
rak’tan barışçıl yöntemlerle ayrılmayı amaçlayan bağımsızlık takvimini
gündemine alırken, Temmuz 2014’te
IŞİD’in saldırılarına maruz kalan Kürdistan
Bölge Yönetimi (KBY) savaş, mülteci akının
yarattığı maddi sıkıntılar, Bağdat hükümetinin büdçe kesintisi ve petrol fiyatlarındaki
düşüş nedeni ile başlayan ekonomik kriz
ile mücadele ediyor. Memur maaşlarının
ödenememesi nedeni ile ciddi bir tepkiye
neden olan hükümetin uygulamak istediği
tedbirlerden sonuç alınamaması üzerine
devreye giren KBY Başkanı Mesud Barzani,
öncelikle KDP’yi hedefleyen bir yeniden
yapılanma paketi devreye soktu.
Peşmerge IŞİD’i Kürdistan’dan çıkarırken,
savaşın yarattığı ağır maliyet, savaştan kaçan
2 milyona yakın mültecinin KBY’ye sığınması ve Bağdat Hükümeti’nin Erbil bütçesini
kesmesi Kürdistan’da büyük ekonomik
krize neden oldu. Ekonomik krizi Goran
Hareketi’nin çıkardığı siyasi kriz izlerken
yaşanan kaosa müdahale eden KBY Başkanı
Mesud Barzani, “Adaletin güçlendirilmesi,
şeffaflık ve Kürdistan’da reformları gerçekleştirmek için KDP’nin örnek olması lazım,
bu amaçla öncelikle kendi evinin içinden
reformlara başlaması gerekir” diyerek
öncelikle yöneticisi olduğu KDP için reform
paketini açıkladı.
KBY Başkanı Barzani’in referandum
paketini açıklamasından sonra, gözler KDP
ve KBY Hükümeti’ne çevrildi. Bölgedeki kaynaklar reform paketi ile beraber ekonomiden bürokrasiye kadar her alanda değişim
hazırlığının yaşandığını açıklıyor. Hükümet
Sözcüsü Sefin Dizayi, “Bakanlar Kurulu’na
bağlı müdürlükler ile bazı kurumların
sayısının azaltılmasına karar verildi. Bunlar
uygulamaya geçecek. Bakanlık sayısının
düşürülmesi ise yasal düzenleme gerektiriyor” diyor. Alınan bilgilere göre, ekonomik
reform paketinin başında yer alan, “hükümetin mali yapısının gözden geçirilmesi
ve hükümete bağlı tüm kurumlarla maliye
bakanlığı muhasebesinin uygun bir zemin
üzerinde düzenlenmesi, hükümetin tüm
kadrolarının gözden geçirilmesi, kadro düzenlemesi için hizmet komisyonunun kurulması, Peşmerge güçleri kadrolarının gözden
geçirilmesi, Peşmerge kurum, birim ve
kadroları ile askeri yapısının düzenlenmesi
yanı sıra, turizm ve tarım alanlarının gözden
geçirilmesi, düzenlenmesi ve kamu mallarına yönelik ihlallerin bitirilmesi, yasadışı
kazanç elde eden şirket ve şahıslar hakkında
işlem yapılması ve adil bir mekanizmayla
elde ettikleri kazançların hazineye aktarılması” maddelerin kısa bir süre içinde hayata
geçirileceği ifade ediliyor. BasHaber’e değerlendirmelerde bulunan KBY’li siyasetçiler
reform ve yeniden yapılandırma paketinin
tek gündem olduğunu ve reformların kısa
bir sürede hayata geçirileceğini belirtiyor.
Elî Ewnî: Yolsuzluk yapanlar partiden
uzaklaştırılıp cezalandırılacak
Kürdistan Mesud Barzani’nin yeniden
yapılanma ve yolsuzlukla mücadele kapsamında PDK kadrolarına “ Mal varlığınızı
açıklayın” açıklamasına ilk destek PDK
Yönetim Kurulu Üyesi Elî Ewnî’den geldi.
Ewnî, “Sayın Barzani, yeniden yapılanmayı
benimle başlatın” diyerek, mal varlığını açıklayacağını belirtiyor. KBY’deki ekonomik
krize, PDK ve hükümetin gündemindeki
ekonomik reform paketine dikkat çeken Elî
Ewnî BasHaber’e değerlendirmelerde bulundu. PDK’nin rolüne dikkat çeken Ewnî,
PDK’nin bağımsız Kürdistan için mücadele
verdiğini ve PDK’nin Kürdistan’ın yaşadığı
krizi sonlandırabilecek güçte olduğunu belirttiyor. KBY Başkanı ve PDK Genel Sekreteri Mesud Barzani’nin bağımsızlık yolunda
yalnız bırakılmaması gerektiğini söyleyen
Ewnî, Barzani’nin bağımsızlığı hedeflediğini
ve açıkladığı reform paketinin bağımsızlığa
yaklaştıracağını savunuyor. PDK kadrolarının toplandıklarını ve kısa zamanda mal varlıklarını açıklayacaklarını vurgulayan Ewnî,
“Malımız, canımız ile Barzani’in kararlarına
bağlı olduğumuzu belirtiyoruz. Kendi
aramızda yaptığımız son toplantıda tüm
arkadaşlarımız mal varlıklarını açıklama
kararı aldılar. Ben mal varlığımı açıkladım
ve benim üzerimde herhangi bir şüphe yok,
arkadaşlarım da mal beyanında bulunacaklar” değerlendirmelerinde bulunuyor. PDK
ve hükümetin içerisinde yolsuzluk yapanların PDK’den ve hükümetten uzaklaşacağını
söyleyen Ewnî, Barzani’nin reform sürecini
yakında izlediğini, haksız kazanç elde
edenlerin mahkemelerde cezalandırılacağını
vurguluyor.
Gazeteci Salam Abdullah:
Reformlar sadece KDP’ye yönelik değil
KDP’nin yayın organı Xebat Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Salam Abdullah
da reform paketinin KBY Başkanı Mesud
Barzani’nin görevlendirdiği bir heyet ile kısa
bir süre içinde çalışmalarına başlayacağını
söylüyor. Reform ve yeniden yapılandırma
paketinin zorunlu bir ihtiyaç olduğunu
kaydeden Abdullah, PDK’nin üst düzey
yöneticilerinin yanı sıra tüm üyelerinin mal
varlıklarının beyanının reform ve yeniden
yapılandırma heyetine teslim edileceğini
ifade ediyor. Barzani’nin açıkladığı reform
paketinin sadece PDK’ye yapılan bir çağrı
olmadığını da sözlerine ekleyen Abdullah,
hükümetin de bakan sayılarını ve bakanlara
bağlı müdürlükleri azaltmaya hazırlandığını
ifade ediyor. Reform paketinin zamanlaması ile ilgili olarak da sürecin uzun soluklu
olacağını ifade etti: “Belirlenmiş bir tarih
yok ancak kısa bir süre içinde kimi yeni
gelişmeleri herkes bekliyor. Özellikle hükümetin işleyişine ve bakanlık sayılarında yeni
düzenlemeler yapılacak.” Abdullah, ekonomik krizin ve yolsuzluğun sürdürülebilir bir
durum olmadığını ve bunun KBY’yi sıkıntıya
sokacağını vurguluyor.
Mahmud Osman: Hükümet değişmeli
Revizyon ve reform çabalarına dikkat
çeken siyasetçi Mahmud Osman da, hükümetin ekonomik stratejik ve planlamaya
sahip olmadığı için krizin yaşandığına ve
krizin temel nedeninin hükümet olduğunu
söylüyor. Hükümet içindeki bir sürü ismin
yolsuzluk dosyalarının üstünü örttüğünü ve
yolsuzluk yaptıklarını belirtiyor. Hükümetin
memur maaşlarını yarı yarıya indirmesine anlam veremediğini belirten Osman,
Barzani’nin açıkladığı reform paketinin
bile istismar edildiğini savunuyor. Osman
resmi rakamlara göre kayıtlı 400 bin resmi
memurdan sadece 200 bininin çalıştığını ve
revizyonun kısa sürede yapılması gerektiğini
söylüyor. Mevcut hükümeti de eleştiren Osman, “Hükümet miadını doldurmuş ve krizi
yönetemiyor. Bu hükümetin yeni bir şey yapacağını beklemek doğru değil. Hükümetin
değişmesi belki daha iyi olacak” diyor.
Arzu Yılmaz: KBY gözden çıkarılmayacak
Akademisyen Dr. Arzu Yımaz da KBY’deki
krizin süregelen ve uluslararası güçlerin
dahil olduğu bir krizin parçasını olduğunu söyleyerek, krizin derinleşmesinin en
önemli nedenlerinden birinin Irak merkezi
hükümeti olmasına rağmen ABD’nin ‘Irak’ın
toprak bütünlüğünü sağlama’ gerekçesiy-
le KBY’yi İbadi ile anlaşmaya zorlaması
olduğunu vurguluyor. Yılmaz, Kürdistan’daki ekonomik krizin bölgesel sorunların
çözümüne bağlı olduğunu belirterek,
“KBY’de ne askeri ne de siyasi bir kurumsallaşma sağlanamadı. Bunun yerine klientalist
ilşkiler yürütüldü. Krizi önlemekte geç
kalındı. Kürdistan için bir bahar dönemi bir
bakıma heba edildi. Kürdistan’ı en radikal
bir şekilde bu sorunlardan kurtaracak olan
bağımsızlıktır” diyen Arzu Yılmaz Mesud
Barzani’nin Türkiye ve Suudi Arabistan ziyaretlerini hatırlatarak, bu aktörlerin herhangi
bir desteği, koz olarak kullanacaklarını
ifade etti. Yılmaz, bölgesel anlamda KBY’ne
ekonomik olarak destek olması ihtimali
olan iki aktörün Türkiye ve Suudi Arabistan
olarak göründüğünü söyleyerek, “Fakat bu
iki aktörün de hem ekonomik hem de siyasi
nedenlerden dolayı böyle bir destekte bulunacakları şüpheli” şeklinde konuşuyor.
Yılmaz, KBY’ye askeri yardım konusunda son derece gayretkeş görünen ABD ve
AB’nin, doğrudan yardım konusunda Bağdat
ile anlaşmaya zorlayan siyasi bir tercihin öne
çıktığını söylüyor. Batı’nın, KBY’ye yardım
konusunda son noktada acil yardım ihtimalinin olduğunu söyleyerek, “ABD ve Obama
Yönetimi KBY’yi gözden çıkarılamayacak
bir kazanım olduğunu dile getiriyor ve son
noktada krizin önüne geçebilmek için acil
yardım beklenebilir” diyor. Ancak öncelikle
krizi Bağdat üzerinden çözme tercihlerini
direteceklerini vurgulayan Yılmaz, “Bu
krizin patlak vermesinde bölgesel dinamiklerin yanında, iç dinamikler de etkili oldu”
ifadelerini kullanıyor.
ROJAVA
BasHaber
29 Şubat - 06 Mart 2016
3
SÖYLEŞİ
Suriye’de ateşkes mümkün mü?
Mehmet Salih Batırhan
S
uriye’de şimdi ateşkes kapsamına
dahil edilecek taraflar konuşuluyor. Riyad Konferansı sonrası
kurulan Yüksek Müzakere Konseyi
ABD ile Rusya arasında kararlaştırılan
anlaşmaya bağlı olarak ‘iki haftalık geçici ateşkesi’ kabul ettiklerini ifade etti.
YMK Genel Koordinatörü Riyad Hicab
“İki haftalık bir ateşkes, karşı tarafın
anlaşmaya bağlılığını test etmek için bir
fırsat olabilir ”ifadelerini kullandı. IŞİD
ve El Kaide’ye bağlı El Nusra’nın anlaşma kapsamı dışında tutulması kararlaştırılırken Türkiye YPG’nin de ateşkesin
kapsamı dışında kalması gerektiğini
belirtti. Başbakan Ahmet Davutoğlu da
Suriye’de 27 Şubat’ta yürürlüğe girmesi
planlanan ateşkes için, Türkiye’nin
güvenliği söz konusu olduğunda “bağlayıcı olmayacağını” söyledi. Davutoğlu,
YPG’ye saldırıların süreceği sinyalini
verirken, YPG Sözcüsü Redur Halil,
ateşkese meşru müdafaa çerçevesinde
saldırılara karşılık verme hakkını saklı
tutarak tamamen uyacaklarını söyledi.
Kerry: Suriye bölünebilir.
Lavrov: B Planı yok ve olmayacak
Geçtiğimiz hafta ABD Senatosu
Dışişleri Komitesi’nde konuşan ABD
Dışişleri Bakanı John Kerry, “Eğer daha
fazla beklersek Suriye’yi tek bir ülke
olarak tutmak için gecikebilir” diyerek
Suriye’deki bölünmeye dikkat çekmişti.
Suriye’nin bölünmesi ihtimalini dile
getiren Kerry, Senatörlerden gelen
ve bölünmenin nasıl olabileceğine
dair sorulara ise net bir yanıt vermedi. Suriye’nin bölünmesinden yana
olmadıklarını ifade eden Kerry, “Adım
atmazsak işler daha kötüye gidebilir.
Rusya da şu anda bu ihtimali değerlendiriyordur” ifadelerini kullanmıştı.
Kerry’nin “Suriye için B planı”
göndermesine atıfta bulunan Lavrov,
“Bir B planı yok ve de olmayacak” dedi.
Kerry, B Planı’nın ne olduğunu tanımlamaktan kaçınmıştı. Suriye rejimi,
Kerry’nin açıkladığı Suriye’ye ilişkin bir
B Planı’ndan haberdar olmadığını belirtti. Esad’ın danışmanı Buseyna Şaban
böyle bir planın Suriye halkına hizmet
etmeyeceğini açıkladı. Suriye’nin
bölünmesi halinde Lazkiye ve çevresini
oluşturan Nusayriler, Rojava’da Kürtler
ve ülkenin kalan kısmında ise Sünni
Araplar statüye kavuşacak.
Salih Müslim: Azez hedefimiz değil
Suriye Demokratik Güçleri’nin
(SDG) Azaz’a yönelik operasyonları
yankıları da devam ediyor. PYD Eş
başkanı Salih Müslim, Türkiye’nin
muhaliflerin elinde kalması konusunda
ısrarlı olduğu Azez’in şimdilik kendi-
03
Kürdistan’ı stratejik
beyinle inşa etmek
BİLAL SAMBUR
leri için bir hedef olmadığını söyledi.
Türkiye’yi “Kürdfobik” olmakla eleştiren Müslim, Ankara’nın haklarını alan
her Kürdü bir tehlike olarak gördüğünü
belirtti. Açıklamasının devamında
da Türkiye’nin Suriye’de bir “güvenli
bölge” oluşturma çabasını Suriye’nin iç
meselelerine açık bir müdahale olarak
değerlendiren Müslim, Arap, Kürd ve
Türkmenler dahil olmak üzere Suriye
toplumunun tüm bileşenlerinin bu
girişimi reddettiğini kaydetti. Müslim,
“Türkiye, birçok tarafı Suriye savaşına çekmeye çalışıyor. Ancak ben bu
konuda başarılı olamayacaklarını düşünüyorum. Suudi Arabistan, Türkiye
ile bir savaşa girmeyecek kadar akıllı”
değerlendirmelerinde bulundu.
Mistefa: Efrin’i çatışmalar bekliyor
Türkiye’nin Efrin ve bölgesine saldırıları da devam ediyor. 12 Şubat’an bu
yana SDG’nin Efrin bölgesindeki askeri
mevzilerini bombalayan Türk Silahlı
Kuvvetlerine bağlı topçu birliklerin saldırılarının devam ettiği öğrenildi. Efrin
Kantonu Yasama Meclisi Hêvî Mistefa,
Türkiye’nin Efrin’e saldırılarının devam
ettiğini, saldırılarda 8 sivilin de yaşamını yitirdiğini ve 10’dan fazla sivilin
de yaralandığını söyledi. Türkiye’nin
İdlib bölgesindeki selefi grupları Azez
ve Şehba bölgesine taşıdığını ve onlara
çok sayıda silah verdiğini iddia eden
Hêvî Mistefa, Efrin ve çevresini büyük
çatışmaların beklediğine inanıyor.
Mistefa, “Türkiye topçu saldırıları ile
IŞİD’e ve El Nusra’ya verdiği destek
ile Rojava ile zaten savaşıyor. Şimdi
de İdlib’deki gruplar Efrin’e taşınıyor.
Büyük çatışmalar başlayacak gibi bir
durum var” dedi. Efrin’deki sivil halkın
ilaç ve gıda sıkıntısı yaşadığını belirten
Mistefa, uluslararası yardım kuruluşlarına çağrıda bulunduklarını ve yaşanan
durumun daha fazla sürdürülebilir
olmadığını söyledi.
Kurdo, Efrin’de insanlık dramı var
Rojava ve Suriye’de kararlaştırılan
ateşkese dair BasHaber’e değerlendirmelerde bulunan Kobanê Kantonu
Dışişleri Bakanı İbrahim Kurdo, savaşın
en üst bir seviyeye ulaştığını söyleye-
Ocak 2016 yılı itibari ile gerçekleştirilmesi planlanan Suriye’deki “geçiş
süreci” bir türlü gerçekleşmiyor. Şubat
ayının sonuna ertelenen Cenevre görüşmelerinin yeniden erteleneceği iddia
ediliyor. Görüşmeler öncesi Kerry ve
Lavrov tarafların da mutabık kalacakları bir ateşkes planı açıkladı. Ateşkes
kararlarını tanımayacağı sinyalini veren
Türkiye’nin YPG’ye yönelik saldırılarını
sürdüreceği mesajı verirken YPG ise,
ateşkes kararlarına uyacaklarını ancak
kendilerine karşı yapılan saldırılara da
cevap vereceklerini söylüyor.
rek, Suriye krzinin devam edeceğini
ve kısa vadede bir ateşkes ve çözümün
mümkün olmadığını belirtti. Efrin’deki
ablukaya ve TSK’nin saldırılarına da
dikkat çeken Kurdo, “Efrin yıllardır
selefi grupların ablukası altında kaldı.
Türkiye sınıra duvarlar ördü. Şimdi de
top atışları yapıyor. Uluslararası örgütlere, insani yardım kuruluşlarına çağrı
yapıyoruz. Efrin’de bir insanlık dramı
var. Büyük ölçüde gıda ve ilaç sıkıntısı
var” ifadelerini kullandı.
Ehmed Hisso: Savaş devam edecek
Mennah, Meymuniye, El Malikiye
kasabalarına yapılan top atışlarının
sürdüğünü belirten Cey el Siwar (Devrimciler Ordusu) Basın Sözcüsü Ehmed
Hisso, Türk askerlerinin sınırı geçerek
kendilerine saldırdığını ve SDG’nin
cevap vermesinin Türkiye’nin saldırılarını meşru hale getireceğini inanıyor.
Rejim güçlerinin de Halep’in kuzeydoğusunda ilerlediğini söyleyen Hisso,
El Nusra ve Ahrar el Şam’ın Azez’den
çıkarılacağını ve Türkiye ile bu gruplar
arasındaki koridorun kesileceğini
savundu. Açıklamasının devamında da
Hisso, rejim güçlerinin İdlib’e yaklaştığını kaydederek şunları söyledi: “Suudi
Arabistan ve Türkiye, İslam Cephesi’ni
destekliyor, rejim de onlar ile savaşıyor.
Selefi gruplar Suriye’de kendilerinden
başka kimseyi kabul etmiyorlar. Bu çatışma ve savaş devam edecek. Suriyeliler
değil artık başka güçler savaşa ve barışa
karar veriyorlar.”
Kürdler, Ortadoğu’nun dördüncü
büyük halkı konumundadırlar. Irak,
İran, Suriye ve Türkiye sınırları içinde
yaşayan Kürdler, yirminci yüzyılı
kendi kendilerini yönetme tecrübesine
sahip olmadan geçirdiler. Kürdler,
dünyadaki en büyük devletsiz halk
olarak nitelendirilmektedir.
1991 Yılındaki Körfez
Savaşı’ndan sonra Irak’taki değişimle
beraber Kürdlerin durumu da değişmeye başlamıştır. Çekiç
Güç korumasında Irak’ta Kürdistan Bölgesi, de facto olarak
devletleşmiştir. Anayasal olarak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Bağdat merkezi yönetimine bağlı olmasına rağmen,
yirmi beş yıllık süreçte Kürdler, fiili devletleşme süreci
diyebileceğimiz bir tecrübeyi yaşamışlardır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Kürdlerin şimdiye kadar yaşadığı en önemli
yönetim tecrübesi pratiğini oluşturmaktadır.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani,
bağımsızlık referandumu için hazırlıklar yapılması konusunda çağrıda bulunmuştur. Başkan Barzani’nin gündeminde
bağımsızlık konusuyla beraber Kürdistan Bölgesel Yönetiminin reforme edilmesi de önemli bir konudur. Kürdistan
Bölgesel Yönetiminin reformu için önemli tartışmaların
yapıldığı günlerden geçiyoruz. Başkan Barzani, Kürdistan
Bölgesel Hükümetiyle beraber KDP’nin birlikte reforme
edilmesi gerektiğini şu şekilde ifade etmektedir: “Adaletin
güçlendirilmesi, şeffaflık, Kürdistan’da reformları gerçekleştirmek için Kürdistan Demokrat Partisi’nin örnek olması
lazım, bu amaçla öncelikle kendi evinin içinden reformlara
başlaması gerekir.”
Hükümetin yapısı, bürokratik kadrolar, Peşmerge sistemi, tarım ve turizm alanlarında yeniden bir yapılandırılmanın yapılacağı ilan edilmiş durumdadır. Yeni reform planına
göre KDP içindeki yolsuzluklar soruşturulacak, yolsuzluk
yapan yetkililerden hesap sorulacak, partiye ait ekonomik
kaynakların ve yapıların kötüye kullanılması önlenecek,
KDP’nin ekonomik ilişkileri yeniden düzenlenecektir.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin mevcut şartlar altında
en önemli sorunu güvenliktir. DAİŞ başta olmak üzere içte
ve dışta birçok yapı, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne varoluşsal tehdit oluşturmaktadır. DAİŞ tehdidi, Kürdistan’ın
güvenlik zaafiyetlerini ortaya çıkarmış, Peşmerge’nin ulusal
güvenliği sağlayan ordu konsepti içinde yeniden yapılandırılması artık kaçınılmaz ve ertelenmez bir ihtiyaç olduğu
gerçeği ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Kürdistan’da KDP ve KYB gibi siyasal partiler, Saddam
rejiminden özgürleşme mücadelesini veren büyük kurumlardır. Ancak KDP ve KYB, Kürdistan Bölgesel Yönetimi
kurulduktan sonra parti perspektifini aşıp ulusallaşma ve
devletleşmenin gerektirdiği kurumlar olma konusunda yeterli gelişmeyi gösteremediler. Günümüz şartlarında gündemde
olan konu KDP, KYB, Goran gibi ana aktörlerin şu konuda
bir tercihte bulunmaları gerekmektedir.
Kürdistan Bölgesinde sorun teknik anlamda bürokratik
ve ekonomik açmazlardan oluşmamaktadır. Kürdistan bölgesindeki çok başlılık ve partizanlık, Kürdistan’ın varlığını,
bağımsızlığını ve kazanımlarını tehdit etmektedir. Siyasal
partiler, kendilerini toplumun ve Kürdistan’ın üstünde gören
anlayışlarla hareket etmektedirler. Kürdistan’da olmayan
şey, bütün Kürdistan’ı kapsayan, bölgeyi ve dünyayı birlikte
okuyan, içte ve dışta nesne olan değil özne olmayı sağlayan
stratejik bir beynin ve aklın yokluğudur. Kürdistan’ın partizan bir akılla reforme edilmesi mümkün değildir. Başkan
Barzani’nin KDP ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti’ne yaptığı
reform çağrısı fırsat bilinerek Kürdistan’da stratejik bir akıl
ve beyin oluşturulmalıdır. Kürdistan’da reformu gerçekleştirecek, Kürdistan’ın varlığını ve güvenliğini sağlayacak ve
bağımsızlığı mümkün kılacak olan stratejik akıldır. Stratejik
aklın varlığı çözümdür, yokluğu ise sorundur. Kürdistan
Bölgesi’ndeki bütün aktörlerin ve yapıların bu gerçekliği fark
etmeleri ve bu gerçekliğin gereğini yapmalarına acil ihtiyaç
vardır.
04
ANAYASA
Yeni müesses nizam
MESUT YEĞEN
Geçen hafta yazacaktım, olmadı.
Bu haftaya kaldı: Deniz Baykal’ın
CNN Türk ekranında arzı endam
etmesinden bahsediyorum. Mühim
kelamlar edeceği, programın bir iki
gün öncesinden anons edilmesinden
belliydi. Nitekim etti de. 2007
Cumhuriyet mitinglerinin ateşli Ak
Parti ve Erdoğan muhalifi Baykal
Erdoğan’a, Erdoğan’ın Türkiye
vizyonuna hatırı sayılı bir destek verdi.
Şaşıranlar, hayretle karşılayanlar oldu elbette. Ama o
kadar da değil. Peki neden? Nasıl oldu da, laikliğin şaşmaz
bekçisi olarak bildiğimiz Baykal’ın Erdoğan’averdiği
bu desteğe o kadar da şaşırılmadı? Hem de, Erdoğan
memleketi, laiklerin o çok sevdiği deyimle, ‘Ortadoğu
bataklığında’ tutmakta bu kadar ısrar ederken. Şaşırmayanlardan biri olarak Baykal’ın bu ‘sürpriz’ çıkışına niye
o kadar şaşırılmadığına dair basit bir cevabım var: Baykal
yalnız değil. Bir dönem nefret ettikleri Erdoğan’ı şimdi
kendilerine yakın bulan laiklerin sayısı hiç az değil ve usul
usul Erdoğan’a yaklaşıyorlar. Haddizatında, Erdoğan’a
yaklaşanlar kervanına en son eklenenlerden Baykal. Ama
küçümsememek de lazım, eklenmesiyle kervana görünürlük, şahsiyet kazandıran biri oldu Baykal, eklenmek isteyen
başkalarına cesaret de vererek.
Peki, aslında ne oluyor? On sene önce hayal dahi
edilemeyecek bu yan yana gelmelerin sebebi ne? Yine
basit bir cevabım var: Türkiye’de müesses nizamın kimyası
yenileniyor, aslında yenilendi bile. Ne 28 Şubat’ın dindarları dışlayan müesses nizamı var artık, ne de laikleri,
Ergenekon’u filan dışlamaya koyulan son birkaç senenin
müesses nizamı. Dindarların ve laiklerin elitleri yeni bir
müesses nizamda anlaşmış görünüyorlar. Ergenekon’un,
Perinçek’in, Özkök’ün, baro başkanının, şunun bunun
Erdoğan’a yakınlaşmaları hiç boşa değil. Memlekette yeni
bir müesses nizam kuruluyor.
Peki sebep? Yüz, belki iki yüz senenin bu ayrı telden
çalanları, cenneti ötekinin kendisine itaat ettiği memleket
zannedenler, ne oldu da şimdi felahı bir araya gelmekte
buldular? Makro sebepleri konuşmak uzun iş: Ama uzun
süren mücadelenin getirdiği yorgunluk ve bir diğerini tanımayı kaydetmeden geçmek olmaz. Hem yoruldukları hem
de birbirlerini daha iyi tanıdıkları için şimdi birlikteler yeni
müesses nizamın kurucuları.
Ancak bu yeni bir araya gelişin ‘yakın’ sebepleri daha
önemli. O yakın sebepler de malum: Kürd meselesinin
Türkiye’de ve Suriye’de aldığı hal ve eskinin Batı müttefiki
olma halinin sağladığı konforun ve güvenin Kürd meselesinin bu yeni halinde çalışmıyor oluşu. Haddizatında, tam
da bu iki durum arasında, Kürd meselesinin aldığı yeni hal
ile Batı müttefiki olmanın eskisi kadar konfor sağlamaması
arasında olduğuna inanılan bağlantı yeni müesses nizamın
kuruluş motifini oluşturuyor. Yeni müesses nizamın yakın
sebebi tam da bu: Dindar ve laik elitlerimizin, memleketin
bekasını tehdit edenlerin dindarlar ya da laikler değil,
Kürdler ve onların arkasındaki Batı olduğunda uzlaşmış
olmaları. Yeni müesses nizamımızın arkasında, Baykal’ın
CNN Türk ekranlarında arzı endam etmesiyle iyice billurlaşan bu yeni dizilişin arkasında bu ortak kanaat var.
Yeni müesses nizamımızın billurlaşmasının işaret ettiği
enteresan bir vakaya değinerek bitireyim. Malum, dindarlar ve laiklerin Türkiye tahayyülleri arasındaki gerilimi
Sultan Abdülhamit ve Enver ya da Mustafa Kemal Paşa
figürleri üzerinden anlatmak hep çok sevildi. Tarafların bu
iki figür arasına koydukları mesafe son zamanlarda zaten
azalmıştı ama galiba artık şunu teslim etmenin zamanıdır:
Sultan Abdülhamit ve Enver ya da Mustafa Kemal Paşa
aynı devletin iki ayrı bağlamda sergilediği iki çehreydi.
Şimdi enteresan olan bu iki ayrı çehrenin yüz sene önce
olduğu gibi arka arkaya değil, aynı anda, birlikte, melezlenmiş bir biçimde sergileniyor oluşu.
Çok hayırlı olmayacağını, çok uzun da sürmeyeceğini
kestirmek zor değil; lakin, canı gönülden temenni edelim
ki bu melezlenmenin sonuçları büyük yıkımlar olmasın.
BasHaber
4
29 SÖYLEŞİ
Şubat - 06 Mart 2016
Yeni Anayasa tartışmaları
Erken seçim yok, iki referandum belki
Y
Rumet Serhat
eni bir anayasa yapılması ihtiyacına yönelik tartışmalar yeniden
güncelleniyor. Meclis Anayasa
Uzlaşma Komisyonu’nun dağılmasıyla bir kez daha sonuçsuz kalan Yeni
Anayasa çalışmaları TBMM Başkanı
İsmail Kahraman’ın dört siyasi partiye
gönderdiği davet mektubu ile yeni bir
aşama kaydederken, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Erken
seçim ihtimali yok ama Yeni Anayasa
ve Başkanlık için iki ayrı referandum
yapılabilir” açıklamasında bulundu.
Konuya ilişkin BasHaber’e değerlendirmelerde bulunan anayasa profesörleri, çoğulcu bir demokrasi ile Kürd
meselesinin çözümüne katkı sunacak
ve yerel yönetimlerin güçlenmesiyle
yazılacak bir anayasanın sorunların çözümüne katkı sağlayacağını savunuyor.
Erdem: Yeni Anayasa uzlaşma
temelli olmalıdır
Partilerin henüz sahaya inmediğini
bu nedenle Yeni Anayasa beklentilerine
dair açık bir tarifin yapılmadığını belirten Prof. Fazıl Hüsnü Erdem, “İktidarın
temel meselelere ilişkin yaklaşımları
nedir bilemiyoruz. Sadece hükümet
sistemine ilişkin bir tartışma yürütülüyor. Onun da içeriği belli değil.
2011’de Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na
sunulan AK Parti’nin bir metni var.
Ama o metin bugün itibariyle geçerli değil. Genel olarak bir Başkanlık
sisteminden söz ediliyor.” CHP veya bir
başka partinin anayasada olmayan bir
hususa ilişkin komisyondan çekilmesinin kabul edilemez olduğunu söyleyen
Erdem, referanduma gidilmesi için en
az 330 milletvekiline ihtiyaç olduğunu
hatırlatarak, bu boyutuyla meclis aritmetiği içerisinde bir metnin geçmesinin mümkün olmadığını söyledi.
Anayasanın olabildiğince ortak
yapılması gerektiğinin altını çizen
Erdem, “ama bu ortaklaşma hiçbir
zaman oy birliği temeline dayalı bir
ortaklaşma olamaz. Eşyanın tabiatı
gereği bu böyledir” dedi. Meşruiyet
konusuna da değinen Erdem, sözlerini
şöyle sürdürdü: “330 milletvekili bunu
Nuray Mert
referanduma getirirse hukuki ve demokratik meşruiyeti vardır. Ama eğer
Türkiye’nin temel meselelerine çözüm
üretmediyse ve mutabakatı gerektiren
hususlara ilişkin gerçekten toplumun
farklı kesimlerinin duyarlılıkları, hassasiyetleri dikkate alınmamışsa ve sadece
bir partinin öncelikleri dikkate alınarak
bir anayasa yapılıp topluma dayatılırsa
bunun hukuki ve anayasal meşruiyeti
olur, psikolojik meşruiyeti olur ama
buna Türkiye’nin anayasası demek
mümkün olmaz.”
Mert: Mesele yeni bir toplum
sözleşme kurmaktır
Siyaset Bilimci ve Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Nuray Mert, “Türkiye’nin
geleceği yeni ve demokratik bir anayasa
yazılmasına bağlı ama mevcut koşullar
altında bunun yapabilmesinin imkânı
yok. Mesele, Meclis veya referandum
aritmetiği değil, yeni bir ‘toplum sözleşmesini’ kurgulayabilmek. Dolayısıyla
toplumsal-siyasal gerilim hatlarını hiç
olmazsa esnetmeyecektir; bir uzlaşma
zemini hedeflemeyen çabalar, ulaşılan
sayı ne olursa olsun, Türkiye’yi yönetilebilir bir ülke olmaktan uzaklaştırır”
dedi. Öte yandan AKP ile MHP uzlaşmasından doğacak yeni bir anayasa’nın
mevcut durumu daha da çıkmaz hale
getireceğini ifade eden Nuray Mert,
“Böyle bir durum sadece ve sadece bu
ülkeyi daha da yönetilemez hale getirir.
Durum bu iken, iktidar maalesef yeni
bir ‘demokratik toplum sözleşmesi’
hedefleyen bir çaba içinde değil” ifadelerini kullandı.
“Çatışmalar sürerken yeni bir anayasa düşünülemez”
Kürdistan’daki çatışmalı sürece de
değinen Mert, bir yandan çatışmalı
süreç devam ederken, aynı zamanda
yeni bir sözleşmenin yapılamayacağını
söyledi. Kürd meselesindeki güvenlikçi politikaları ve Kürd hareketini de
eleştiren Mert, sözlerini şöyle sürdürdü: Önce müzakere masasına dönmek
icap eder. Ancak belli ki, Kürd siyasal
hareketi de, bu yönde bir çaba içinde
değil, en kötüsü bu hareketin demokratik zeminde mücadele vermesi bek-
Fazıl Hüsnü Erdem
Sevtap Yokuş
lenen siyasal parti HDP, demokratik
meşruiyetini giderek yitirip, iktidarın
kendisini sıkıştırmaya çalıştığı çıkmaz
sokağa koşar adım gidiyor.”
“Kürdlerin statü talepleri
dikkate alınmalıdır”
Kürdlerin kültürel hak ve özgürlükleri
ve onun ötesinde siyasal statü taleplerini
dikkate almayan bir anayasa çalışmasının yeni bir sözleşme ile olamayacağını
ifade eden Nuray Mert, “Kürdlerin her
türden taleplerini ‘genel demokratikleşme’ çerçevesine sıkıştırmak mümkün
ve gerçekçi değil, ama aynı şekilde ‘demokratik anayasayı Kürdlerin talepleri,
bu doğrultuda ‘ademi merkeziyetçilik’
ile sınırlamak da mümkün ve sağlıklı
değil, genel demokratikleşme, hak ve
özgürlükler çerçevesi çizmeyen ve bunu
garanti altına almayan bir anayasa soruna çözüm olmaz. Kürdlerin gelecekleri,
Türkiye’de yaşayan diğerlerinden ayırdığı noktada olabilir, böyle bir tercih zaten
anayasa değişikliğinin ötesinde bir statü
değişikliği gerektirir” şeklinde konuştu.
Yokuş: Yeni Anayasa demokratik
yollarla yapılmalıdır
Kocaeli Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Anayasa Hukuku Uzmanı Prof.
Sevtap Yokuş da Yeni Anayasa tartışmalarına ilişkin BasHaber’in sorularını yanıtladı. Anayasanın demokratik yollarla
yapılması gerektiğini belirten Yokuş,
2007 yılında AKP’nin talebi doğrultusunda, anayasa hukuku uzmanları tarafından hazırlanan bir taslağın bulunduğunu hatırlattı. Ancak bu taslağın daha
sonraları AKP tarafından hiçbir şekilde
dikkate alınmadığını söyleyen Yokuş,
sözkonusu taslağın, 1982 Anayasası’na
göre büyük oranda özgürlükçü liberal
bir içerik kazandırdığını belirtti.
“Çözüm Süreci’nden muaf bir Anayasa olmaz”
Çözüm Süreci’nden muaf tutulacak
bir Anayasa’nın başarısızlıkla sonuçlanacağını dile getiren Yokuş, “Mevcut
Anayasa, çatışmaları hazırlayan ve derinleştiren bir zemin yarattı yıllarca. Bu
zemin ortadan kalkmadıkça Anayasa,
‘yeni’ olma özelliğini kazanamayacaktır” dedi. Anadilde eğitim ve öğretim ile
ulusal düzeyde temsili ve yerel özerklikleri güçlendiren düzenlemelerin
önemine vurgu yapan Yokuş, AKP’nin
güçlü bir adem-i merkeziyetçilik
temelinde başkanlık rejimi önerisinin
bulunmadığını söyleyerek, “Başkanlık
rejiminin demokratik uygulaması için
neredeyse ön koşullardan biri güçlü yerel özerkliklerdir” ifadelerini kullandı.
YÜZLEŞME
BasHaber
29 Şubat - 06 Mart 2016
5
SÖYLEŞİ
05
Failler bulunursa
Diyarbakır, cezaeviyle yüzleşecek
Y
Reyhan Akgün
üzleşme Komisyonu’na ilişkin gazetemize değerlendirmelerde bulunan
Mesut Baştürk, Komisyon’un sadece
isminin ‘Yüzleşme Komisyonu’ olduğunu
ancak yüzleşecek kimsenin olmadığını
söyledi. Baştürk “Bize işkence uygulayanların
komisyona getirilmesi gerekiyor. İsteseler
hepsini getirirler. Oradaki bütün görevli
personel ve askerlerin bilgileri Milli Savunma
Bakanlığı’nda var. 80-84 yılları arasında görev
yapan kişileri getirin biz de gelelim, yüzleşelim” diye konuştu.
Komisyon Başkanı Orhan Miroğlu’nun failleri de getireceğini söyleyen Baştürk, bu komisyonla yapılanların sadece bir kandırmaca,
oyalama olduğunu aktararak şunları söyledi:
“AKP istese hemen yapabilecek güçtedir, ancak yapmıyorlar. Benim de bunlara inancım
kalmadı ve bunu onlara da söyledim. Daha
önce bizim yattığımız koğuşlarda, koridorlarda her yerde Türk bayrakları çizilir, “Ne mutlu
Türküm diyene” gibi yazılar yazılırdı şimdi de
JÖH ve PÖH benzeri şeyleri sokak duvarlarına yazıyorlar, aynı dönemi yaşıyorum sanki.
Eğer o dönemde yapılanlarla yüzleşilseydi
bunlar olmayacaktı” dedi. Yapılanların büyük
hukuksuzluk olduğuna dikkat çeken Baştürk,
eğer bir yüzleşme olacaksa Güney Afrika’da
ki gibi bir yüzleşmenin olması gerektiğini
vurguladı. Baştürk “Kim olursa olsun kaç
yaşında olursa olsun yargılanması ve cezalandırılmasını istiyoruz. Devlet özür dilemeli
ve mağdurların da mağduriyetleri gidermeli,
yüzleşme ancak böyle olur.”
“Devlet özür dilemeli”
Mağdurlardan Bayram Bozyel ise
Türkiye’de 12 Eylül ve Diyarbakır Cezaevi
ile yüzleşme olmadan kalıcı bir barış ve
kardeşliğin kurulamayacağını dile getirdi. Bu
durumun herkes tarafından desteklenmesi
gerektiğine dikkat çekti. Bozyel devletin
2009’dan beri gündeminde olan bu çalışmanın olumlu olduğunu belirterek, “Bizim
talebimiz cezaeviyle yüzleşmek 12 Eylül ile
yüzleşmek ve giderek devletin tekçi ve inkarcı
siyasetiyle yüzleşmektir. Diyarbakır Cezaevi
ile yüzleşmek, 12 Eylül ve devlet ile yüzleşmek
için bir fırsat niteliğindedir. Bizim amacımız
hakikatlerin ortaya çıkması, buranın müzeye
Mesut Baştürk
Meclis İnsan Hakları Komisyonu bünyesinde oluşturulan Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Komisyonu
tanık ve mağdurları dinlemeye devam ediyor. 12 Eylül döneminde yaşanan işkence ve kötü
muameleler TBMM’de kayıt altına alınıyor. Cezaevinin İlk tanık ve mağdurlarından olan ve
komisyona bilgi veren Bayram Bozyel ve Mesut Baştürk, “devlet bu olayları aydınlatmak istiyorsa
Diyarbakır Cezaevi ile mutlaka yüzleşmesi gerekir” diyor.
dönüştürülmesi ve faillerin yargılanmasıdır.
12 Eylül yargılamalarının bütün etkileriyle
ortadan kaldırılmasıdır. Öyle bir yüzleşme olmalı ki devlet olup bitenlerden özür dilemeli.
Bozyel, son dönemde yaşanan olayların kaynaklandığı yerin biraz da Diyarbakır Cezaevi
olduğunu savunarak şöyle dedi: “Bütün bu
kötülük tohumlarının atıldığı yer Diyarbakır
Cezaevi’dir. Belki Diyarbakır Cezaevi’ne bakılırsa doğru dürüst bir yüzleşme gerçekleşirse
bugün ki girdaptan çıkmak daha da kolay
olur.” Devlet gelişen süreçle birlikte kendisiyle
yüzleşebileceğini dile getiren Bozyel bunu
iyi niyetten değil, koşulların dayatmasından
olduğunu söyledi. Bozyel, yüzleşme için o
dönem ki subay ve gardiyanların çağrılacağını
ve kendileriyle tekrar bir görüşme yapılacağını aktardı.
“80’ler farklı bir şekilde uygulanmakta”
1980-82 yılları arasında Diyarbakır Askeri
Cezaevi’nde kaldığını söyleyen PAK Genel
Başkan Yardımcısı Nuri Sınır ise “Diyarbakır Cezaevi Kürdlük beyninin yok etmeye,
boşaltmaya, kişisizleştirme ve güvensizleştirmeye yönelik bir laboratuardı” dedi. Diyarbakır Cezaevi Komisyonu tarafından davet
edildiğini belirten Sınır, “Gitmeyi düşünüyo-
Bayram Bozyel
Nuri Sinir
rum ama Türkiye’deki siyasal iktidarlar Kürd
meselesi konusunda sahtekarca davrandılar
halen de davranmaya devam ediyorlar. 80’ler
de Kürdlere uygulanan uygulamaların farklı
versiyonu bugün uygulanmaktadır. Türk
hükümetinin davranışlarının samimi olmadığını söylemeye çalışıyorum” diye konuştu.
Geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması için yüzleşmenin yapıldığını ve bu tür
uygulamaların önüne geçmek için de yeni
yasaların çıkarılması gerektiğini vurgulayan
Sınır, “Yüzleşme konusunda samimilerse
öncelikle bu siyasetin değişmesi Kürdlere
karşı yürütülen bitirme politikalarının son
bulması ve çözüm politikalarının geliştirilmesi gerekiyor” dedi.
“Hükümete teklifte bulunacağız”
TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nda
kurulan Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Komisyon Başkanı AKP Milletvekili Orhan Miroğlu,
çalışmanın iki yıl süreceğini belirterek, “Siyasi
bir ayırım yapmadan tüm mağdurlar davet
edilecek ve dinlenecek. Kendimde aslında
bir mağdur ve tanık sayılırım. Tanık dinleme
alabildiğine net bir tablo ortaya çıkana dek
sürecek. Bu çalışmanın bilimsel bir süzgeçten
geçmesi için bu alanda çalışmış insanları
Orhan Miroğlu
bir araya getirerek bir bilim kurulu heyeti
oluşturacağız. Yine o dönemde mahkemelerin çeşitli Kürd ve Kürd siyasi grupların
yargılandığı davalarda istedikleri politikaları,
o politikaların ulusal hukukla bağdaşan ve
bağdaşmayan yanları tartışılarak bir hukuk
raporu da çıkarmayı hedefliyoruz. Ayrıca bunun ülkedeki siyasi sonuçları, Kürd siyasetine
etkileri de raporlaştırılacak” diye konuştu.
Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi ile ilgili yapılan
çalışmalarının neticesinin kamuoyuyla
paylaşılacağını söyleyen Miroğlu, “Diyarbakır
Cezaevi ile ilgili geniş bir külliyat oluşturmak
istiyoruz. Bu külliyatı isteyen senaryo yazarlarına, film ve belgesel yapıcılarına sunmak,
cezaevi eziyetini yaşamış insanların maddi
ve manevi tazminatının sağlanması için
hükümete teklifte bulunmak ve Diyarbakır
Cezaevi’nin müze olması için kamuoyu ve
hükümete sesleneceğiz” diye belirtti. Diyarbakır Cezaevi’nde işlenen cinayetler meydana
gelen ölümler, protesto etmek amacıyla kendi
canına kıyan insanların dosyalarını yine
gündeme getireceklerini aktaran Miroğlu,
öldürülen insanların yakınları da dinlenecek
o ve o dönemin asker ve sivil bürokrasisinin
dinlenmesi için de çaba ggöstereceklerini
belirterek, “Adalet, ve Sağlık Bakanlığı ile
Genel Kurmay Başkanlığı’na yazılar yazıldı.
Sağlık Bakanlığı’na yazı yazmamızın nedeni o
dönem askeri hastaneye kaldırılan açlık grevi,
ölüm oruçları ve işkence gören insanların
kayıtlarının tutulmasıydı, dolayısıyla bu
kayıtlar önemli. Yine devletin ilgili istihbarat
birimlerinden de talebimiz olacak ve cezaevi
arşivlerine de sahip olmak istiyoruz. Sözünü
ettiğimiz cinayetlere ilişkin raporlar ve o
raporların doğruluğu yanlışlığına ilişkin çok
kapsamlı bir çalışma yürüteceğiz” dedi.
Komisyon sadece durum tespiti yapacak
Mağdurları dinleme toplantısının gerçek
manada bir yüzleşme toplantısı olduğunu
belirten Miroğlu, hukukla belirlenmiş bir
görev alanlarının olduğunu kaydetti. Yüzleşmenin yaşandığı bazı ülkelerde komisyonların maddi-manevi tazminat oluşturma,
davaları yargıya taşıma yetkilerinin olduğunu
vurgulayan Miroğlu, “Bizim komisyona
böyle yetkiler verilmedi. Komisyonumuz bir
durum tespiti yapacak kamuoyunu rahatlatmaya yönelik adımlar atacağız. Bu acıların
tanındığını bu acılarla yüzleşmesi gerektiğine
dair bir ortamın yaratılmasına vesile olacağız”
diye belirtti. Diyarbakır Cezaevi’nin müze
haline getirilmesi, maddi manevi tazminat
mümkünse verilmesinin hükümet politikası olduğunu dile getiren Miroğlu, “ Güney
Afrika’da olduğu gibi failleri ve mağdurları bir
araya getirebileceğimiz buluşmalar da olabilir. Komisyon olarak bunu arzu ederiz ama
bu Türkiye şartlarında ne kadar mümkündür
bilemeyiz… burada bir helalleşmede olabilir
bunu da düşünmek gerekir” dedi.
06
İRAN
Anayasaya Türklük engeli
HAKAN TAHMAZ
TBMM son on yıl içinde üçüncü
kez Yeni Anayasa yapmayı gündemine
aldı. İlki 2007 yılında türban tartışmasıyla ölü doğdu. İkincisi 25. dönemde dört
partili Anayasa Komisyonu sonucu belli
bir çalışma yürüttü. Meclis çalışmasının
26. döneminde anayasa komisyonunun
daha ismini ve çalışma düzenini belirlenme tartışmaları krize dönüştü.
Değişik dönemlerde yirmiden fazla
değişikliğe uğrayarak yamalı bohçaya dönüşen mevcut anayasanın 12 Eylül darbesinin ürünü olmasını ortadan kaldırmadı.
Ama büyük oranda değişti. Artık, “sivil anayasa ve 12 Eylül
askeri darbe anayasasından kurtulmak gerekiyor” söylemi,
Yeni Anayasa ihtiyacını açıklamaya yetmiyor. Bu söylem gerçek
ihtiyacı saklamaya yarayan ambalaj işlevi görmeye başladı.
Yeni Anayasanın toplumsal dinamiğini ve zeminini daha
fazla demokratikleşme ihtiyacı, Kürd uyanışını açığa çıkardığı
ihtiyaç ve siyasal İslamın (AK Parti çevresinin başkanlık, yarı
başkanlık sistemi tartışmasının çok ötesinde) istem ve yöneliminin dayattığı ihtiyaç oluşturuyor.
Özgürlükçü yaklaşımla, Kürdlerin anayasal statü talebine
cevaz veren, mevcut parlamenter sistemde değişikliğe gidilmesi
doğrultusunda yeni bir anayasa hazırlamanın önünde bir dizi
engel var. Bu engel ne yazık ki, Türk milliyetçilerinden ve
Kemalist-Cumhuriyetçi statükocularla sınırlı değil. AK Parti
kendisi ve ümmetçi-milliyetçi muhafazakârlar da en az onlar
kadar engelleyici bir yaklaşım ve tutuma sahipler.
AK Parti’nin demokratik olmayan, hukuksallıktan yoksun
keyfiyete dayalı yönetim anlayışı ve tarzı ile otoriter yönelimi ve
Kürd karşıtlığı boyutuna ulaşmış milliyetçi politikalarının yanı
sıra bugünkü savaş ortamı Yeni Anayasa konusunda fazlasıyla
caydırıcı bir işlev görüyor.
En son Anayasa Komisyonu kurulmadan önce AK Parti,
CHP ve MHP’nin anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen hükümleri Yeni Anayasa’nın hazırlanmasında kırmızıçizgileri olarak ilan etmeleri bu durumun işaretidir.
AK Parti’nin, gittikçe otoriter bir yapıya dönüşmesi
siyasal geçmişinde uyuyan hücreleri uyandırdığı gibi toplumun
seküler kesimlerinde de büyük kaygılara, kopuşlara yol açtı.
Bu ortamda mevcut anayasal parlamenter sistemin değişiminin
tartışılması zor olacağa benziyor.
Esasen anayasanın önündeki engel, izlenen Kürd politikasında gizli. Yarılmanın büyüğü buradan oluşacaktır. Kürd
uyanışı rejim değişikliğini dayatıyor. Bu istek ertelenebilir ama
geçmişte cumhuriyetin kuruluşunda olduğu gibi tümden bastırılamaz. Bu bölgesel, küresel gelişmelere dikkatlice bakıldığında
çok daha rahat görülebilir.
Mevcut parlamenter sistemden yapılacak değişikliğin
toplumsal zeminin güçlü ve kalıcı olabilmesinin biricik yolu
Kürdlerin rejim değişikliği isteğini başka bir ifadeyle egemenlik
paylaşım isteğini dikkate alan ve karşılayan bir zihniyetle yapılması bir gereklilik değil zorunluluktur. Kürd karşıtlığı ile oluşan
Türklük haliyle yapılacak anayasa, hiçbir derdimize deva olmaz.
Kalıcı ve sorunları çözmeye hizmet edecek demokratik bir
anayasa ancak bu iki toplumsal gücün uzlaşısıyla olabilir.
Kısa süre önce yayınlanan Görüşme Notları kitabında
Abdullah Öcalan’ın söylediklerinde anladığımız kadarıyla ana
akım Kürd hareketinin demokratik özerklik/özyönetim talebi
adem-i merkeziyetleşme perspektifiyle içerildiğinde parlamenter sistemde yapılmak istenen değişime kapalı değil.
Ancak bunun için AK Parti’nin “tek adamlaşma”, “otoriterleşme”, “denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan
kalkması”, “kurumların uyumu” gibi istem ve yaklaşımlarını
revize etmesi gerekiyor.
Bunun oldukça zor olduğu bir gerçek. Ancak imkânsız
değil. Radikal dönüş imkansızı imkanlı kılabilir. Buna dair bir
emare yok ama biz yine de temel noktaların altını çizelim. Kürd
düşmanlığından uzaklaşmak, Türklük haline teslim olmamak,
Ortadoğu’nun geleceğini Türk-Kürd ittifakıyla belirleme stratejini benimsemek bunun için yeterli olacaktı.
Bu siyasal uzlaşı, ideal bir tablo değil. Ortadoğu’daki
mevcut kaostan ve Kürd savaşının topyekûn yıkımdan önceki
bir çıkışa ve uzlaşıya neden olmaz. Bunun bir yolunu bulmak
zorundayız..
BasHaber
29 Şubat - 06 Mart 2016
Kürdler, İran seçimlerini boykot etti
D
Rêzan Karwan
oğu Kürdistanı’nın 5
vilayeti olan; Batı Azarbeycan (Urmiye), Kurdistan,
Kermanşa, İlam ve Loristan’ın İran
Parlamentosu’nda 38 kürsüsü bulunuyor. Ancak Doğu Kürdistan’daki
Kürd partileri seçimlerin şeffaf,
özgür ve demokratik bir biçimde yapılmadığını söyleyerek boykot kararı
aldılar. Doğu Kürdistanlı gazeteci ve
siyasetçiler ambargodan sonra yapılan ilk seçim olması hasebiyle önemli
görülen bu seçimleri, Reformistler ve
Muhafazakarlar arasındaki rekabeti,
Kürdlerin boykot kararını ve Doğu
Kürdistan’ın durumunu BasHaber’e
değerlendirdi.
İran Kürdistan Demokrat Partisi (PDKİ) Politbüro Üyesi Rostem
Cîhangîrî ve Gazeteci Selim Zenciri
İran genel seçimlerinin demokratik
yol ve yöntemlerden uzak bir şekilde
yapıldığını ve seçimlerin Kürdler ve
baskı altında tutulan diğer kesimler
için olumlu yansımasının olacağını
düşünmediklerini vurguladılar.
Rostem Cîhangîrî:
Seçim demokratik olmadığı için
boykot ettik
İran genel seçimlerini ve Doğu Kürdistanlı partilerin seçimleri boykot kararını BasHaber’e değerlendiren PDKİ
Politbüro Üyesi Rostem Cîhangîrî,
“Seçimler demokratik bir çerçeveden
uzak ve mevcut rejim kendi faaliyetlerine meşruiyet kazandırmak için
seçimler yapıyor yoksa halkın iradesine
ve demokrasiye inandığı için değil”
dedi. Cîhangîrî, İnsan haklarının, ifade
özgürlüğünün göz önünde bulundurulmadığını ve demokratik usullerden
uzak olduğu için seçimleri boykot
kararı aldıklarını belirtti. Boykot kararından sonraki süreçte 70 adayın istifa
edip çekildiğini belirten Cihangir, sözlerini şöyle sürdürdü: “İnsan hakları,
özgürlükler konusunda söz söylemek
dahi yasak. İfade özgürlüğü tümüyle
yasaklanmış durumda. Yasakçı bir
zihniyetin hüküm sürdüğü bir rejimin
demokratik bir seçim gerçekleştirmesi mümkün olmadığından, boykot
kararı aldık.” İran rejiminin halkı zorla
sandık başına götürmeye çalıştığını
vurgulayan Cîhangîrî, “Sandık başına
gitmeyenler devlet kurumlarından
faydalanamaz tehdidiyle karşılaşıyor”
ifadelerini kullandı.
“Seçimler İran’ın kendi
anayasası ve uluslararası
kurallara göre yapılmıyor”
Kürdlerin meşru mücadelesinden
uzak, hak ve talepler konusunda
en ufak bir çalışma ve beklentisi
olmayan bazı kişilerin seçimlerde
boy göstereceğini söyleyen Cîhangîrî,
“Kürdlerin hak, özgürlük ve hukuk
mücadelesi ile bir ilgisi ve çalışması
olmayan bazı insanlar seçimlere katılıyor. Bu tür kimseler için
demokrasi ve özgürlük kavramları
pek bir şey ifade etmiyor” dedi. İran
İslam Cumhuriyeti’nde sadece bir
seçime Kürdlerin katılım gösterdiğini
aktaran Cihangir şunları söyledi:
“1980’de yapılan 1. Meclis seçimlerinde Kürdler seçimlere katıldı, ancak
onda da Kürdlerin parlamentoya
girişleri engellendi ve savaş başladı.
Sonraki yıllarda Kürdler seçimlere
kendi iradeleri ile katılamadı, Kürdistani adayların Meclise girmeleri
engellendi. Bireysel haklar, etnik
kökenden gelen haklar hep baskı
altına alındı ve seçimler özgür bir ortamda gerçekleştirilemedi. Seçimler
İran’ın kendi anayasası ve uluslararası kurallara göre yapılmıyor. Kısacası
seçimler formalite icabı yapılıyor.”
İran rejiminin kendi dışındaki
herkesi baskı altında tuttuğunu vurgulayan Cîhangîrî, Dr. Abdurrahman
Qasimlo’nun Viyana’da katledilmesini de hatırlatarak, “Meselelerin savaş
ve çatışmayla çözülmeyeceğinin far-
kındayız, dolayısıyla diyalog yolu ile
sorunların çözüme kavuşturulması
için çabalıyoruz. Ancak maalesef diktatör İran rejimi bu çabalarımızı da
suistimal ediyor. Dr. Abdurrahman
Qasimlo’nun Viyana da nasıl katlediğini biliyoruz. Qasimlo’dan sonra da
siyasi yolları açık tuttuk, tutmaya çalışıyoruz. Kürdler hep siyasi çözüme
inandı” şeklinde konuştu.
Cîhangîrî, İran seçimlerinin Doğu
Kürdistan ve Kürdler için baskı ve
yasaklardan başka bir anlam ifade
etmediğini ve İran rejiminin hak ve
özgürlükler konusunda bir vaadinin
olmadığını belirtti: “Doğu Kürdistan’da
yaklaşık 20 yıl silahlı bir mücadele
yürütüldü, ancak Kürd halkının genel
çıkarlarını ve Güney Kürdistan’daki
durumu göz önünde tutarak silahlı
mücadeleyi durdurma kararı aldık. Geçen yıl bahar aylarında Doğu Kürdistan
sınırında Peşmergeler tekrar yerini aldı.
Her hangi bir saldırıya karşı kendimizi
savunma hakkımız var.” Cîhangîrî,
siyasi ve diplomatik faaliyetlerinin
devam ettiğini söyleyerek, Kürdlerin
köleliği mahkum ettiğini ve özgürlük
mücadelesinden vazgeçmeyeceklerini
vurguladı.
Selim Zenciri:
İran, seçimleri rejime meşruiyet
kazandırmak için yapıyor
Doğu Kürdistanlı Gazeteci Selim
Zenciri de seçimlerin demokratik bir
biçimde gerçekleştirilmediğine dikkat çekti. Zenciri, İran’daki seçimlere
sadece ismen seçim diyebileceklerini
söyleyerek, “Diktatoryal sistemlerde
seçimler bir anlam ifade etmiyor. Şu
anda İran’da ekonomik ve siyasi bir
kriz mevcut ve rejim bu tür seçimleri
kendi çıkarları için kullanıyor. Ve bu
şekilde de dünyaya farklı bir tablo
göstermeye çalışıyor. Kendi meşruiyeti için kullanıyor. Seçimler İran
rejimi için sadece krizlerin üzerini
örtmek için bir araç işlevi görüyor.”
İran rejiminin seçimleri kendi iktidarını sağlamlaştırmak ve dünyaya
halkın yanında olduğunu göstermek
dışında bir anlam yüklemediğini
söyleyen Zenciri, “Kürdlerin ve diğer
etnik kökenlerin hak ve özgürlükleri
konusunda bu seçimlerin bir şey
getirmeyeceğini düşünüyorum. Sandıklara atılacak her oy, İran rejiminin
ömrünü uzatmaktan başka bir işlev
görmez. İran’da yapılan seçimlerde
herkes aday olamaz. Aday olanlar
da rejimin çizdiği çerçevenin dışına
çıkamaz. Türkiye Meclisi’nde Kürd
milletvekilleri az da olsa seslerini
çıkarabiliyorlar. Ancak İran’da bu
hiç söz konusu değil” ifadelerini
kullandı.
BasHaber
HASANKEYF
29 Şubat - 06 Mart 2016
07
Hasankeyfliler şehri terk etmeyecek
H
Çimen Gümüş
asankeyf’te sona doğru gelindi,
ancak ilçede sıkıntılar devam
ediyor. Hasankeyflilerin ilçeyi boşaltmaları için bildirim gönderilmişse de,
Yeni Hasankeyf’te resmi kamu kurumları
dışında konutlar hala yapılmadı ve evlerini
boşaltacak olanlar nereye gideceklerini
bilmiyor. İstimlak edilen evler ve işyerleri için biçilen değer, yeni yerleşecekleri
yerlerin çok çok altında olmasından dolayı
ilçe halkı borçlanma ile karşı karşıya. 400
metrekare arsayı 35 bin TL’ye istimlak eden
hükümet bunun karşılığında TOKİ’nin
yapacağı çok daha küçük evleri en az 130
bin TL’ye başlayan fiyatlara Hasankeyflilere
satıyor. İlk genelgede arsa bedelinin alınmayacağını söyledikleri halde, son demlere
yaklaşıldığında vatandaşların karşısına asra
bedeli, avlu bedeli hatta duvar bedeli çıkarılmaya başlandı. Bu duruma öfkelenen ilçe
halkı kaymakamlığın yaptığı tüm çağrılara
rağmen yeni konutlara ilgi göstermiyor ve
devletin onları kandırdığına inanıyor.
İlçe sakinlerinin 15 gün içinde boşaltmaları bildirilen tebligatın üzerinden 1 ay geçtiği halde Hasankeyf’ten göç eden olmadı.
Hasankeyf halkı, kendisini bekleyen sonda
hem Hasankeyf gibi bir tarih cennetinden
olacak hem de istimlak nedeniyle mağdur
olmuş olacak.
“Çok uğraştık ama nafile“
Evlerin boşaltılmasıyla ilgili bildirimin
Meclis’ten geçen Torba Yasa’dan kısa bir
süre önce aldıklarını belirten Hasankeyf
Belediye Başkan Yardımcısı Abdullah
Tarhan, barajın Milli Güvenlik Konseyi kararıyla yapıldığının altını çizerek,
“kamulaştırma, yollar, köprüler her şeyin
planlaması yapmışlar. Barajı borç etseler
bile şöyle veya böyle yapacaklar. Bu konuda
çok sayıda dava açıldı. Yargıtay’da bozuldu.
Kimse dinlemiyor” diyor. AKP’li Hasankeyf
Belediyesi’nin ilçenin boşaltılmasına karşı
olduğunu aktaran Tarhan, 50-60 yıllık
ömrü olan bir baraj için çaresizce boşaltmak zorunda kalacaklarını ekliyor.
Kanunun iptali için Anayasa
Mahkemesi’ne başvuracaklar
Resmi kurumlara gelen bildirimin resmi
gazetede yayınlanmadan birkaç gün önce
gönderildiğine dikkat çeken bir diğer
isim de Hasankeyf sakini Av. Kemal Üner.
İlçenin yeni yerleşkesine taşınmasının son
2 yıldır gündemde olduğunu belirten Üner,
çıkan Torba Yasa ile 3-4 yıldır yapımı süren
Yeni Hasankeyf’in koordinatları ve sınırlarının yeni belirlendiği algısını yarattığını
belirtti: “Hükümet, yeni başlayacakmış
gibi yeni Hasankeyf’in sınırlarını belirledi.
Buna ilişkin kanun çıkardı” dedi. Kentin
boşaltılması için ve evlerin fiyatları ile ilgili
Ilısu Barajı’nın kapağının kapatılmasıyla birlikte 12 bin yıllık
Hasankeyf’in sular altında
kalmasının yanı sıra ilçe halkı
da mağdur olacak. Hasankeyfliler çok ucuza istimlak edilen
evlerinin yanı sıra şimdi de
arsa ücreti talebi ile karşı karşıya. Hasankeyf’in sular altında
kalmasının yarattığı üzüntü bir
yana, karşı karşıya kaldıkları
uygulamalar ilçe sakinlerini
kenti boşaltmamaya dönük bir
kararlılık göstermeye itiyor.
prosedürün düzenlenmesi için geçtiğimiz
yıl çıkardıkları genelgenin iptali için dava
açtıklarını ancak sonuçlanmadan kanun
çıkarıldığını aktaran Üner, “Baktılar genelgeyle olacak iş değili kanunu çıkardılar. Biz
bu kanunun iptali için önümüzdeki günlerde anayasa mahkemesine gideceğiz ve iptal
davası açacağız” dedi. Üner, Hasankeyf’in
sular altında kalmaması için mücadeleye
devam edeceklerini söyledi.
‘Fiili durum oluşturup ardından
kanun çıkarıldı’
Hasankeyflilerin özellikle çıkarılan genelgelerle hükümete tepkilenmeye başladıklarını belirten Üner, “Hasankeyfliler durumu
net olarak gördüler. Mesela mevcut evlerine
karşılık yeni Hasankeyf’teki evler 10 misli
pahalıya satılıyor. Arada bir uçurum var.
Onlarda mağdur olduklarını anladılar.
Bu gelişmeler bir tepki oluşturdu. Yeni
Hasankeyf’te umduğu işi yapamayacak ve
başka yerlere göç edecek insanlar var. Hem
maddi hem de manevi büyük bir mağduriyet yaşayacaklar” diye konuştu. Üner,
şunları söyledi: “Önce fiili bir durum oluyor. Sonra yasası çıkarılıyor” dedi. Mevcut
Hasankeyf’in başka bir yere taşınmasının
anayasada geçen mülkiyet hakkının ihlali
ve temel hak ve özgürlüklerin ihlali olduğunu belirten Üner, kanunda bunun açık açık
belirtilmesi gerektiğini söyledi.
Boş kağıtlar imzalatmaya
çalışıyorlar
Hasankeyf sakini Murat Tekin ise bildirim gönderilmesinin ardından kimsenin
evini terk etmediğini ve etmeyi de düşünmediğini söyledi. Yeni Hasankeyf’teki
konutlar yapılmadığı halde insanların
evlerini boşaltmalarını istemelerinin büyük
bir mağduriyete yol açtığını dile getiren
Tekin, “Yeni evlere arsa fiyatları dahil değil.
Ve önceden almayacaklarını söyledikleri
arsa fiyatları da belirtilmiyor. Ona göre boş
kağıtlara imza atmamızı istiyorlar. Bu bir
mağduriyettir. İlerde asra ücreti olarak önümüze kaç para koyacaklarını bilmiyoruz”
dedi.
Devlet halkın sosyal ve ekonomik
alanlarını daralttı
Yaşanan bu belirsizlikler ve mağduriyetlerden dolayı hiçbir Hasankeyfli’nin evinden çıkmayı düşünmediğini dile getiren
Tekin, 2-3 ay önce kaymakamlık tarafından
nasıl bir ev istediklerine dair yapılan duyuruya kimsenin gitmediğini belirterek, “Dolayısıyla ortada bir sivil itaatsizlik var. Halk
bu şekilde bu şartlar altında biz gitmeyiz
diyor” dedi: “Halkın çoğu baraja karşı ama
devlet de son 2-3 yıldır halkın sosyal ve
ekonomik alanlarını daralttı. Ekmek yediği
tarihi eserler, yabancı ve yerli turistlerin
uğrak merkezleri vardı. Onları kapattılar.
Suyun kenarındaki çadırlarımızı turizme
kapattılar. Bunun anlamı, ‘Biz Hasankeyf’in
gündemleşmesini istemiyoruz. Yerli yabancı turist gelmesin, unutulsun. Hem de
Hasankeyf halkı ekonomik olarak zayıflarsa
bu barajı rahat yaparız’dır. En azından
sistematik olarak böyle bir çalışma var” diye
konuştu.
Hasankeyf’i boşaltmıyoruz
Evlerini boşaltmamak için direndiklerini
belirten HDP Hasankeyf İlçe Başkanı Rıdvan
Ayhan ise, “şimdi onlarla karşı karşıyayız. Net
olan bir şey yok. Her şey çok muğlak” dedi.
Evlerini boşaltmaları istemeleri durumunda yeni evlerinin hazır olması gerektiğini
dile getiren Ayhan, “Evleri 80-90 bin liraya
saymışlar. Ama bize verdikleri evlerde net bir
şey olmamasına rağmen ilk genelgede en az
130 bin liraya veriyorlar. Yani bize evlerimizin
karşılığında 1,5 katı daha pahalı fiyata veriyorlar. Üstelik arazi, avlu, duvar parası almaya
çalışıyorlar. Bizde bu durumdan tiksindik. Ve
onlara ne oraya geliyoruz ne de yerleşiyoruz.
Biz evleri bedava verseler gideceğiz, yoksa
gitmeyeceğiz diyoruz” dedi. Bu şartlarda
Hasankeyflilerin ilçeyi boşaltmayacağını
kaydeden Ayhan, “Şu anda boşaltmıyoruz.
Müracaat etmemizi istediler kimse de müracaat etmedi” dedi.
AKP İlçe Başkanı Bıçakçı:
Mağduriyet yok
AKP Hasankeyf İlçe Başkanı Şirin Bıçakçı
ise, Yeni Hasankeyf’teki evlerin hemen hemen aynı fiyata geldiğini belirterek, “Devlet
iyi niyetinden dolayı bize ‘sizden arsa bedeli almayacağız’ demesine rağmen süreç öyle
bir noktaya geldi ki arsa bedelini almak
durumunda kaldılar” dedi. Yeni durumda
“Hasankeyfliler, mevcut evlerinden daha
güzelini ve büyüğünü 5 yıl ödemesiz ve 15
yıl taksitle alacaklar. Ama vatandaş bedava
verilsin istiyor. Ancak kanunlar ortada. Burada mağduriyet gibi bir durum söz konusu
değil” diye sözlerini bitirdi.
08
SÖYLEŞİ
BasHaber
8
29 SÖYLEŞİ
Şubat - 06 Mart 2016
SÖYLEŞİ
BasHaber
29 Şubat - 06 Mart 2016
9
SÖYLEŞİ
Kürdler hiç bir devlete güvenmiyor
Dr. Nick Brauns:
Kürdlerin hiç bir yabancı güce güvenmediğini belirten Gazeteci - Tarihçi
Dr. Nick Brauns Suriye - Türkiye ilişkileri ile ilgili Esad sonrası olası
gelişmeler konusunda BasHaber’in sorularını yanıtladı. Alman gazeteci Brauns, Kürdlere 100 yıldan beridir büyük ve
bölgesel güçler tarafından satranç tahtasında piyon rolü
Reşad Ozkan
Yakından izlediğiniz
Suriye‘de gazetecilerin çalışma ve haber yapma koşulları
ne durumda?
Suriye’de tarafsız haber yapacak
gazeteci kalmadı. Kendini ‘muhaliflerin’ kontrolündeki bölgelerde
-bunların çoğunluğu Cihadist
terör gruplarından oluşuyor- gazeteciler için çalışma koşulları
tehlikeli hatta ölümcül. Rejimin
denetimindeki bölgelerde ise
güvenlik nedenlerinden dolayı
gazetecilerin çalımaları sınırlandırılmış durumda. Ayrıca çoğu
gazeteci rejimin kontrolündeki
bölgelerde akreditasyon yapmak
istemiyor, çünkü böyle birşeyi
rejimle işbirligi olarak görüyorlar.
Güvenlik önlemlerinden dolayı
engellemeleri bir tarafa bırakırsak, mevcut savaş koşullarında
gazetecilerin serbest çalışma
olanakları sadece Rojava’da var
diyebiliriz.
Ancak PDK’ye yakın birçok
medya çalışanlarına Rojava’da
çalışma ve giriş yasağı konumuş.
Rojava yönetimine göre bunlar
kasıtlı olarak yanlış haberlerle
bölgede istikrarsızlığın yayılmasına katkıda bulunuyor. Buna
karşılık olarak da KBY’de özellikle
Rojava‘ya gitmiş olup da KDP‘ye
uygun haber yapmamış gazetecilerin, Rojava‘ya girişlerini
engellemekte.
Alman medyası ve uluslararası
medya, bölgede muhabirlerinin
bulunmaması nedeniyle özellikle
Londra‘da bulunan Suriye İnsan
Hakları İzleme Bürosu‘na dayanan haberler yapıyorlar. İzleme
bürosu, Londra‘da Suriye muhalefetine dayalı geniş bir enformasyon ağına sahip Suriyelilerden
oluşuyor. Ancak bunların yaydıkları haberleri denetlemek imkansız olduğu gibi ayrıca çıkarlarına
uygun bir şekilde haber yayıyorlar.
Çok defa yaydıkları haberlerin
sonradan yanlış olduğu ortaya
çıkıyor. Savaştan dolayı bütün
tarafların başvurduğu propaganda
ve dezenformasyon ile karşı karşıyayız, bunun için neyin doğru
ve neyin yanlış olduğu anlaşılmıyor ve farkına varılmıyor. Ayrıca
sosyal ağlarda yayılan haberler de
şaşırtmalara katkı sağlıyor. Suriye
hükümetine, muhalefet çevrelerine yakın gruplar veya IŞİD sık sık
asılsız haberler yayıyor.
Suriye’de tarafsız ve objektif
haber yapma olanağı yoksa
gerçeği nasıl öğreneceğiz?
Her gazetecinin görevi tarafsız
ve ölçülü haber yapmaya gayret
etmektir. Ancak Suriye‘de çok az
sayıda medya çalışanı bulunduğunu hesaba katarsak objektif
bir haber akışı oldukça imkansız.
Suriye‘de kim objektif habercilik
yapmak istiyorsa: bir tarafın
açıklamasının doğru veya yanlışlığını denetlemek için karşı
tarafa da sorulması ve karşı tarafın da açıklamalarını yine diğer
tarafa sorması gerekiyor.
Bu durum daha çok Rojava‘da
mümkün, özerk yönetimle ve
onları eleştirenlerle örneğin ENSK
ile konuşulup görüş alınabilir. Ancak yaptıklarıyla ilgili IŞİD‘ten bir
açıklama almak imkansız olmalı.
Bunun dışında çok sayıda medya
organının farklı siyasi çizgisiden
dolayı, gazetecilerin en sonunda
bunların emrine girmek zorunda
kalmaları nedeni ile objektif habercilik hemen hemen imkansız.
Büyük Alman gazetelerinde bile,
bir gazeteci Esad‘ın kahredilmesine katılmak istemezse ve Suriye
hükümetinin eskiden olduğu gibi
geniş bir tabana sahip olduğunu yazarsa, buna izin verilmez.
Rusya medyasının da ayrıntılı
olarak Suriye muhalefetinin temel
noktalarına katılması da kesin
olarak mümkün olmaz. Ve bana
göre de eğer kim medya mensubu
olarak, IŞİD ve El Nusra gibi kafa
kesici çetelerine karşı tarafsız
kalmak isterse, gazetecilik etiğini
çiğniyordur. Bu durum tabi ki bir
gazetecinin haber yaparken IŞİD
hakkında doğrulara göre haraket
etmemesini mazur göstermez.
Suriye rejimi neden beklenenlerin aksine direnebildi,
beklenen çöküş gerçekleşmedi?
Tabi ki NATO güçlerinin cebinde Suriye‘de bir rejim değisikliği
için uzun vadeli planlar bulunuyor. “Büyük Ortadoğu Projesi“
kapsamında bütün bölgenin
boyun eğmesi ve yeniden paylaşılması için Suriye‘nin etnik ve
mezhepsel sınırlarla parçalanması
olasılığı üzerinde düşünülmüş.
Böylece İran‘dan merkezi Irak
hükümeti üzerinden, Suriye ve
Lübnan‘da Hizbullah’a kadar
uzanan Şii eksenin yok edilmesi
hedeflenmiştir. Bu şekilde İran bir
alt emperyalist güç olarak dıştalanmış olacak.
Batılı güçler, Türkiye ve Körfez
devletleri 2011 yılında Esad‘a karşı
baş gösteren meşru protestoları
büyük bir umutla rejimin düşmesi
için bir fırsat olarak kullanmak
istediler. Böylece hızla Suriye
direnişine yabancı devletler
tarafından el konulup, muhalefet
özellikle Türkiye ve Körfez devletleri tarafından silahlandırıldı
ve böylece gösteriler militaristleştirildi.
Belirgin bir senaryo üzerinden
konuşmak yanlış olur, çünkü
çoktan beridir durum tarafların
kontrolünden çıkmış durumda.
Böylece Baas Rejimi ve Devlet
Başkanı Beşar Esad‘ın umut edilen hızlı düşüşü boşa çıkmıştır. Bu
durumda rejime alternatif olarak
sunulan radikallerle kalan ve
başta Esad‘a karşı olan Suriyelilerin çoğu rejimi ’küçük bir kötülük’
olarak kabul etmek zorunda
kalmışlardır.
Savaşa taraf olanların beklentileri ve pozisyonları şu
anda nedir?
biçildiğine dikkat çekerek, Kürdler’in ancak kendi güçlerine güvenerek
ve büyük ve bölgesel güçler arasındaki çıkar çelişkilerini akıllı ve ustaca
kullanarak, faydalanarak bu akibetten kurtulabileceklerini vurguluyor.
Ortadoğu ve Kürdistan sorunu ile yakından ilgilenen Brauns, Almanya‘da
yayınlanan Junge Welt gazetesinde yazıyor.
Batı planlarının boşa çıkartılması için İran ve Hizbullah askeri
güçleri ile rejimin tarafında yerini
almışlardır. Bunlar gibi etkili
hava bombardımanlarıyla rejimin yardımına koşan Rusya da
statükonun korunmasını hedefliyor. Bunların amacı en azından
Sünni ağırlıklı bir hükümet veya
büyük bir olasılıkla radikallerin
bütün Suriye topraklarını ele
geçirmesini engelemektir.
Gerçek olan şey Suriye’nin şu
anda 4 parçaya bölündüğüdür:
Rejimin bölgeleri, kendilerini
muhalefet sananların bölgeleri,
Nusra Cephesi ve IŞİD‘in bölgeleri ile Kürdler/YPG’nin de içinde bulunduğu Suriye Demokratik Güçleri denetiminde Araplar,
Asuriler, Türkmenler tarafından
yönetilen bölgeler/özerk olarak
yönetilen ve kantonlar olarak
anılan Rojava. Hal böyle iken,
eğer biz kısmen savaş uçaklarıyla, kısmen askeri eğitimcileriyle
ve kara güçleriyle veya lojistik
yardımlarıyla Suriye‘de faal olan
destekçilere ve güçlerin arka planına baktığımızda durum daha
da karmaşıklaşıyor. Rejimin
tarafında belirttildiği gibi askeri
eğitimci ve özel askeri birlikleriyle İran ile Hizbullah, görünüşte hava operasyonlarına sayıları
bilinmeyen asker ve hava gücü
ile katılan Rusya bulunuyor.
YPG kısmen başı ABD tarafından çekilen IŞİD karşıtı koalisyon güçleri, özellikle ABD ve
Fransa tarafından destekleniyor.
Buna karşı resmi olarak IŞİD
karşıtı koalisyona ait olan ve
en azında geçmişte IŞİD‘e silah
veren, petrol satışlarıyla yardım eden ve sınırlarını
yabancı radikal savaşçılarına açık bırakan Türkiye var.
Ayrıca Türkiye Suriye‘nin kuzeyinde bulunan Türkmen
guruplarına silah yardımı yapıyor ve bu gurupların
saflarında savaşan özel askeri birlikleri de olduğu biliniyor. Bunlar yetmiyormuş gibi şimdi de Türkiye YPG
mevzilerini bombalıyor. Ayrıca IŞİD ile savaşmak için
Suudi uçakları Türkiye’ye konuşlandırıldı. Ancak bu
uçakların gerçekten kimi bombalayacağını beklemek
gerekiyor.
Ortadoğu insanları için, özellikle Suriyeliler için, 3.
Dünya Savaşı çoktan beri başlamış bulunuyor. Bununla beraber bir Rus savaş uçağının Türkiye tarafindan
düşürülmesi de gösterdi ki, savaşın daha da tırmanmasına yol açacak Türkiye‘nin artık sadece radikal paralı
askerlerin yardımıyla değil doğrudan kendi askeri
gücüyle Suriye’ye müdahalede bulunma tehlikesidir.
Batılı güçlerin ‘IŞİD’e karşı kahramanca savaşan
Kürdleri’ desteklemekten vazgeçtiği ve bölgesel
güçlerin insiyatifine bıraktığı iddia ediliyor?
Kürdlere 100 yıldan beridir büyük ve bölgesel güçler tarafından satranç tahtasında piyon rolü biçilmiş.
Kürdler ancak kendi güçlerine güvenerek ve büyük ve
bölgesel güçler arasındaki çıkar çelişkilerini akıllı ve ustaca kullanarak, faydalanarak bu akibetten kurtulabilirler.
Bu “3. yol politikası“ Suriye‘nin ve hatta muhalefetin ötesinde, kendi kendini yönetme ve savunma alt yapısıyla
destek ve başarı sağladığı yolunda başarılı bir örnektir.
Ancak, Kobanî savaşı ile birlikte bu proje sınırlarını
da bize gösterdi. YPG ve YPJ‘nin bunca kahramanca
savaşmalarına rağmen, Peşmerge‘nin ağır silahları ve
ABD hava kuvvetlerinin yardımı ve desteği olmadan,
Kobanî‘de IŞİD‘i yenemeyeceğini bize gösterdi. Bunun
dışında PYD bugün izlediği siyaet ile, ne ABD ve ne de
Rusya tarafında yer almadan, onlarla ortaklaşa çalışacağını biliyor.
Türkiye, YPG’ye karşı bir emrivaki ile Suriye’nin
Cerablus bölgesine girer ve Ruslar veya Suriye
Ordusu ile karşı karşıya gelirse Batı’nın tavrı ne
olur? Türkiye’nin YPG’ye yönelmesinin altında
yatan temel gerçek sizce ne?
Şu anda Washington ve Moskova da bu soruyu
kendilerine soruyordur. Zaten bunun içindir ki büyük
güçler yoğun görüşmeler yoluyla Suriye’de bir ateşkese
ulaşmak istiyor. İlk etapta Amerikalılar Esad’ı yıkma
planlarının başarısızlığa uğradığını görmek zorunda kaldı. Savaşı tırmandıracak ve NATO‘nun, NATO
stratejisinin Rusya’yı çembere alma ve ayrıca zaaflarını
yakalama üzerine kurulduğu bilinmesine rağmen,
Rusya ile bir savaş ABD tarafından arzu edilmiyor.
Rusya’nın da NATO ile bir savaşa girme hevesi yok.
Artık Rusya nüfuz alanlarını, Ukranya olsun Ortadoğu
olsun kaptırmak istemiyor. Bunun dışında da Türk
tarafından uçaklarının düşürülmesinden sonra açık bir
şekilde Türkiye’nin Suriye’ye karşı doğrudan saldırısına izin vermeyeceklerini dile getirdiler. Bundan olsa
gerek artık Türk Hava Kuvvetleri Kuzey Suriye sınırında sıkışan radikal ve Türkmen güçlerine yardıma
gidemiyor. Türkiye, bu sıkıntıdan dolayı gerek mülteci
kozunu bir baskı aracı olarak kullanarak, gerekse Suriye ve Rusya uçaklarına karşı korumak için IŞİD ve El
Nusra kontrolündeki Kuzey sınırındaki Fırat’ın batısını “uçuşa yasak bölge“ olarak ilan edilmesini dayatıyor.
Türkiye ve Suudi Arabistan NATO ve ABD’nin de
katılması şartı ile askeri bir harekat için hazır olduklarını defalarca dile getirdiler. Tabi ki bunun arkasında
Rusya’nın nasıl bir tepki göstereceği korkusu yatıyor.
Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ilk etapta Rus çıkarlarını korumak için olsa da bu Rojava Kürdlerinin de
faydasınadır. Rusya’nın müdahalesi böylece Rojava
Kürdlerini ABD’nin tek yanlı askeri yardımlarına
bağımlılığından kurtarıyor ve onların haraket alanını genişletiyor. Bunun dışında aynı zamanda Rojava
yönetimi ve PYD, Rusya’dan nispi bir siyasi destek görüyor. Ayrıca ABD ile kıyasla, Rusya PYD’nin Cenevre
görüşmelerine katılmasından yana. Bunun arkasında
Moskova’nın Kürdleri sevgisi değil, Rus hükümeti, nüfuz alanını genişletmek için, Suriye rejiminin yanında
ikinci bir demirin de ateşte olmasını istemesinden
kaynaklanıyor.
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Erdoğan’ın
baskısı sonucunda Suriye’de uçaklara bir “yasak bölge“
fikrine yanaşması uğursuz bir şey. Çünkü böyle bir şey
savaşın daha da tırmanması ve Rusya ile NATO’yu doğrudan karşı karşıya getirme tehlikesini barındırıyor.
ABD hükümeti bile akıllıca tepki gösterirken, mülteciler krizinden dolayı tamamıyla Erdoğan karşısında diz
çöken bir Merkel ile karşı karşıyayız.
Batı’nın Suriye’nin geleceğinde Kürdler için
düşündüğü bir rol var mı? Yoksa ‘önce IŞİD’i
temizleyelim, sonrasına sonra bakarız mı’ diyor?
Kürdler burada hiç kimseye güvenemiyor. Ne yıkılması söz konusu olan Esad rejimine, ne de şu anda
Suriye‘de nüfuz alanını genişletmek amacı ile Kürd
kartını, oynayan Moskava’ya. Kürdler şimdiye kadar
PKK’ye karşı askeri olarak Türkiye‘ye destek veren
Batı’ya da, AB, ABD ve NATO da güvenemiyor. Ayrıca
tüm bunlar PKK yasağına ve AB’nin Terör Listesi’nde
kalmasına destek veriyor. Tabi ki ABD ve müttefikleri YPG/YPJ‘yi IŞİD‘e karşı herhangi bir siyasi destek
vermeden kara gücü olarak kullanıyor. Bu durum açık
bir şekilde PYD’nin Cenevre görüşmelerine katılmasında çaba göstermeyen ABD’nin takındığı tutumda
görülüyor. Ayrıca buna ABD’nin Rojava‘da kurulan
kanton sistemine sıcak bakmadığını da ekleyebiliriz.
“Ilımlı direnişçiler“ bulamadığı veya onların eğitimi
başarısızlığa uğradığı için ABD’nin YPG’ye ihtiyacı
vardır. Buna bir de Suriye‘de bir Kürd otonomisini
tanımak istemeyen NATO üyesi Türkiye‘nin baskısını
da ekleyebiliriz. Ayrıca bundan yola çıkarsak hatta
Batı, eğer Esad yıkılırsa, Suriye‘nin parçalanması fikri
üzerinde duruyor. Böyle bir plana göre özerk bir Kürd
bölgesi gündemde bulunuyor. Bunun yanında ayrıca
Irak petrolünü KYB’den Akdeniz’e transport edecek bir
Kürd koridoru da tartışılıyor. AKP hükümeti şu anda Irak
ve Kürd petrolü ile iyi kazançlar elde ettiği için, Türkiye
böyle bir koridoru engellemeye çalışıyor.
09
Terörize olmak,
terörize etmek
FERHAT KENTEL
Ankara’da 28 kişiyi öldüren bombayı patlatan teröristin köyünde taziye
çadırı açılmış. Çocuklarını kaybeden
insanların acı çekmesi, dolayısıyla,
geleneklere göre, o insanların teselli
edilmesi gayet anlaşılabilir bir durum.
Ancak böyle korkunç bir terör eyleminin sorumlusu olan bir insanın anne ve
babası olmak da çok zor.
Benzer eylemleri PKK’li ya da
IŞİD’li elemanların yapması, bunların arkasında hangi derin
ve gizli odakların, devletlerin olması da hiç önemli değil. Her
halükarda, “ulvî bir dava uğruna” kendini havaya uçurmaya
adamış ve davada ne ulvîlik ne de insanlık bırakan insanların
yakınlarına yas için destek olanlar –zor da olsa- var.
Ancak böylesine acımasız bir şekilde gerçekleştirilen,
masum insanların hayatına mal olan ve sonuçlarının ne kadar
korkunç olacağını tahmin bile edemeyeceğimiz bir teröristin
cenazesini mütevazı bir yas olayının ötesine taşıyıp, bir davanın performansına dönüştürmek akla, mantığa ve de ahlâka
sığdırmak mümkün değil.
Yani mesele, Abdulbaki Sömer için Van’da kurulan
taziye evini ziyaret eden HDP milletvekiline atfedilen ‘terör
örgütünün propagandasını yapmak’tan daha ötede, vahim ve
korkunç... Çünkü her şeyden önce böyle bir toplu cinayet eylemini işleyen adamı sahiplenmek, hayata dair asgari saygıyı,
izanı, adalet duygusunu ve insanların asgari düzeyde de olsa
olabilecek kıymetlerini kaybetmek demek. Bu, zaten içine dalınmış bir kısır döngünün korkunç bir girdaba dönmesi demek.
Hintli yazar Arundhati Roy, ABD’nin,11 Eylül saldırılarında binlerce insanın hayatını kaybetmesini gerekçe göstererek, Afganistan’a başlattığı saldırı üzerine kaleme aldığı bir
yazıda şunları söylüyordu:
“İster köktendinciler, ister milisler veya direniş hareketleri tarafından gerçekleştirilsin, hiç bir şey bir terör eylemini
mazur gösteremez – hatta bu, yasal bir hükümetin intikam
savaşı görünümüne bürünse dahi. Afganistan’ın bombalanması New York ve Washington’ın intikamı degildir. Bu, sadece
dünyadaki insanlara karşı işlenmiş yeni bir terör eylemidir. Öldürülen her masum insanı, New York ve Washington’da ölen
sivillerin korkunç sayısına karşı hesaplamamalı, kurbanlardan
saymalıyız.” (“Savaş barıştır”, Der Spiegel, www.spiegel.de;
31.10.2001)
Roy’un sözlerinde çok temel bir ders var... Kim olursanız
olun; en haklı etnik, dini ya da sınıfsal “direniş” örgütü ya da
“milletin bütünlüğü için meşru savunma hakkını kullanan” en
haklı devlet; öldürülen insanlar kazanılan puanlar değil; hep
beraber kademe kademe öldürdüğümüz kendi insanlığımızdır.
Dolayısıyla onlarca kişiyi katletmiş birinin cenazesini
davaya hizmet edecek anlamlar inşa etmek üzere araçsallaştırmak, insanlığımızı yerin dibine bir kere daha ve daha da çok
sokmaktan başka bir şey değildir.
Ve öyle anlaşılıyor ki, eğer aksini sağlayacak bir insanlık
halini hatırlamayı başaramazsak, içine girdiğimiz girdap önüne gelen her ulusu, dini ya da etnik yapıyı içine katacak.
Mesela, Fransa’daki terör saldırılarından sonra polisin
“koyu renkli” göçmen kökenli çocuklara yönelik tacizkâr
davranışları adeta tüm Fransız toplumunu “terörize” edecek
yeni bir ruh halini hazırlıyor. Bazı insanlar, şüphe çekici hiçbir
eylem söz konusu olmadığı halde, günde üç kere aynı polisler
tarafından kimlik kontroluna maruz kalıyorlar. Araştırmalara
göre, kontrol edilen insanların yüzde 99’unun hiçbir “hatası”
bulunmuyor.
Bu “koyu renkli” göçmen kökenli, ama Fransız vatandaşı
çocuklar “terörize” olup, cumhuriyetin dışına atılırken, onlar
da kendilerini cumhuriyeti, birlik ve beraberliği“terörize
eden” başka bir kimliğin altında buluyorlar.
Bu döngüyü üretmek ve giderek ölümü kutsamak hislerimizi, insanlığımızı, aklımızı ve kalbimizi kaybetmekten başka
bir şey değildir ve bırakalım başkalarını; kendi üzerimize bile
düşünme kapasitemizi kaybetmek demektir.
Bu yüzden galiba, dünyanın doğusu ve batısıyla birlikte
düşünmemiz daha da acil hale geliyor.
10
HABER
BasHaber
Ankara’nın sınır hattı girişimleri
Rojava’da Güvenli
Bölge imkansız!
S
Rojava’nın Şehba bölgesi olarak bilinen Azez – Cerablus hattını IŞİD,
El Nusra ve Ahrar ül Şam kontrol ediyor. YPG güçlerinin bölgedeki
operasyonları, rejim güçlerinin bölgeye yaklaşması yeni bir mülteci
krizi dalgasına neden oldu. 2015 yılının başından bu yana Suriye
sınırları içerisinde “güvenli bölge” oluşturmaya çalışan Türkiye’nin
Azez’de “fiili güvenli bölge” oluşturduğu öğrenildi. ABD başta olmak
olmak üzere uluslararası güçlerden, Türkiye’nin bu planına vize
çıkmazken, bu fiili durumun çok tartışılacağı görünüyor.
Murat Özdemir
Orhan IŞİD’e karşı YPG’ye destek veren
ABD’nin, Türkiye’nin baskıları sonucu giderek bu desteğini azalttığını da savundu.
Mülteci akını ile ilgili de, “Mültecilerin son bir yıl içerisinde Avrupa’ya doğru
yönelmesi Türkiye’nin önemini arttırdı, bu
Türkiye’nin ortaya çıkardığı bir durum değil. Türkiye’nin Batı’ya karşı bir koz olarak
kullanmak için teşvik ettiği bir süreç olarak
değerlendirmek doğru değil” değil değerlendirmesini yaptı.
uriye’de 15 Mart 2011’de rejim karşıtı
gösteriler ile başlayan ve iç savaşa
evrilerek tüm ülke sathına yayılan,
yüz binlerce insanın ölmesine, milyonlarca insanın yerinden olmasına sebep olan
savaş, tüm şiddetiyle sürüyor. Suriye’de
başlayan iç savaşla birlikte Rojava’da
kanton yönetimleri kuran Kürdler, Efrin ile
Kobanî bölgelerini birleştirmek ve Selefi
grupların bölge üzerindeki saldırılarını
önlemek amacıyla Azez–Cerablus hattındaki harekatinı sürdürüyor. Türkiye ise ABD,
Rusya ve AB ülkelerinin uyarılarına rağmen
YPG’nin de içinde yer aldığı Ceyş el Siwar
(Devrimciler Ordusu) yönelik saldırılarına
devam ediyor.
Türkiye’nin uçuşa yasak bölge oluşturma
girişimi, fiili anlamda bunu gerçekleştirme
çabalarını, bu tür bölgelerin iç savaşların
çözümündeki etkisini, Irak/Kürdistan ve
Balkanlardaki örneklerini, Türkiye’nin
Rojava karşısındaki tutumunu ve ‘Türkiye,
AB ülkelerine yönelik göç dalgasını koz
olarak kullanıyor’ yorumlarını, Orsam
Uzmanı Oytun Orhan ve Yazar Semih İdiz
BasHaber’e değerlendirdi.
Oytun Orhan: Türkiye, ancak ABD
destek verirse bu bölgeyi kurabilir
Orsam Ortadoğu Uzmanı Oytun Orhan,
Türkiye’nin planladığı şekilde bir ‘güvenli bölge’ oluşturamadığını söyleyerek,
“Türkiye’nin tercih ettiğinin kendi desteklediği muhalif unsurları o bölgeye yerleştirmektir. Türkiye hem DAIŞ’ten hem de
YPG’den arındırılmış bir bölge istiyor” dedi.
Orhan, bu tür ‘güvenli bölgelerin’ zaman
içerisinde fiili anlamda bölgelerin sınırlarına dönüşebildiğini ancak Türkiye’nin
önerdiği bölgenin çok dar bir hat olduğunu
vurguladı: “Bu kadar ince bir hatta kurulacak bir bölgenin Kuzey Irak veya Balkanlardan yola çıkarak uzun vadede Suriye’de
otonom bölgenin sınırlarına dönüşmesi çok
mümkün gözükmüyor. Çok sınırlı ve küçük
bir bölgedir. Genel anlamda Suriye’deki iç
savaşın sonlanmasına nasıl bir katkı sunabilir bakımından, Türkiye burada kendi
güvenlik kaygılarından yola çıkarak böyle
bir talep gündeme getiriyor. Hem mülteci
akınını Suriye’de karşılamak hem de YPG
ve IŞİD’i sınırlarından uzak tutmak için bu
hedefi dile getiriyor” dedi.
PKK’nin Suriye’de elde edeceği bir bölgeyle
bunu Türkiye içerisindeki mücadelesini
güçlendirmesinin bir aracı olarak kullanacağı
kaygısının hakim olduğunu söyleyen Orhan,
29 Şubat - 06 Mart 2016
“PKK’nin kontrolünde bir bölgenin ortaya
çıkması Türkiye açısından bir güvenlik riskidir. Suriyeli muhaliflerin bir şekilde hem hava
saldırılarından, hem de IŞİD ve rejim saldırılarına maruz kalmadan örgütlenebilmelerini,
rejime karşı mücadelelerini yürütülebilmeleri açısından böyle bir bölgenin kurulmasını
bir araç olarak görüyor” dedi.
“Rusya için Türkiye’nin Suriye’ye girmesi
bir intikam fırsatı”
Türkiye ile Rusya arasında yaşanan krizle
ilgili de, “Rusya, Türkiye’nin Suriye toprak
sahasına girmesini bir intikam için fırsat
olarak görebilir ve Türk hedeflerine yönelik
saldırı yapma ihtimali çok yüksek” şeklinde
konuşan Orhan, Türkiye’nin en azından
desteği olmadan tek taraflı harekete geçme
konusunda çok istekli olmadığını söyledi. Orhan sözlerinin devamında: “Bunu
kaçınılmaz görüyor, ama Rusya faktörü
nedeniyle bunu tek başına yapamıyor.
Almanya’nın verdiği siyasi destek bu
açıdan yeterli değildir; Almanya bunu daha
çok kendisine yönelik mülteci akınının
önlenmesi konusunda destekliyor. Türk
güvenlik güçlerinin Suriye’de böyle bir
bölge kurulmaya yönelik çabası karşısında
olası bir Rus saldırısının NATO’ya yapılmış
bir saldırı olacağını açıklaması Rusya’ya
karşı caydırıcı olacaktır” dedi. Türkiye’nin
ancak ABD tarafından destek verilirse bu
bölgeyi kurabileceğini vurgulayan Orhan,
“Ankara’da yapılan terör saldırısının ardından YPG’ye müdahale karşısında giderek
artan bir olasılık olduğunu” savundu.
Türkiye’nin YPG’nin birçok noktayı
IŞİD’den alması ile birlikte YPG ve bağlaşıklarına karşı saldırıya geçmesini de değerlendiren Ortadoğu Uzmanı Orhan, topçu
atışlarının çok kritik bir etki yaratacağını
düşünmediğini belirtti.
“YPG, Fırat’ın doğusunda ABD, batısında
Rusya’dan hava desteğini alıyor”
“Hava operasyonları yapılmadan YPG’nin
ilerlemesinin durdurulması çok mümkün
değil” diyen Orhan, “YPG, Fırat’ın doğu
tarafında ABD, batı tarafında ise Rusya’nın
hava desteğini almış durumda” dedi. Oytun
Semih İdiz: Türkiye böyle bir bölgeyi
tek başına oluşturamaz
CNN Türk Eski Dış Politika ve Diplomasi
Editörü ve Cumhuriyet Gazetesi Yazarı
Semih İdiz, Türkiye’nin ancak uluslararası
güçlerin desteği ile böyle bir bölge kurabileceğini ve Rojava sınırında yaşanan durumun geçici olduğunu belirtti. Türkiye’nin
‘güvenli bölge’ planına hiçbir ülkeden
somut destek olmadığını vurgulayan İdiz,
“Rusya ve İran da karşı onun için BM’den
bu yönde bir karar çıkması mümkün
değil. Türkiye böyle bir bölgeyi tek başına
oluşturamaz” dedi. Almanya’nın ‘olabilir’
açıklamasına da değinen İdiz, Almanya’nın
Türkiye’ye ihtiyacı var ve bunun sadece
Türkiye’yi hoş tutmak için yapılan bir açıklama olduğunu söyledi.
Bu tür bölgelerin iç savaşların çözümündeki etkisine dair de İdiz, bu bölgelerin iç
savaşları çözmekten çok mültecileri ve iki
ateş arasında kalan insanları korumaya
yönelik olduğunu söyledi. İdiz, “Ancak BM
kararıyla kurulan Srebrenitsa’daki sözde
güvenli bölgenin de gösterdiği gibi, bunlar
her zaman işe yaramıyor” dedi.
“Türkiye, Suriye konusunda
marjinalize olmuş durumda”
Türkiye’nin asıl amacının kendisine yönelik gelen mülteci akınını durdurmak ve
gelenleri de geri gönderebilmek olduğunu
savunan İdiz, “Bu konuda iktidarda başka
hesapları olanlarda olabilir, ancak asıl amaç
mülteci akınını durdurmak, çünkü; bu Türkiye için büyük sorun olşturuyor” şeklinde
konuştu.
Semih İdiz, Türkiye’nin Rojava’da
YPG’ye karşı saldırılarıyla ilgili olarak da,
Ankara’nın Suriye konusunda marjinalize
olduğunu ve ‘bu yolda ben de varım’ demek
anlamında bu hamleyi yaptığını söyledi:
“Marjinalize olmasına rağmen Türkiye’nin
bu hamlesinin oyuna, tüm tarafların dikkate almaları gereken bir boyut kattığı da bir
gerçek”
BasHaber
SİYASET
29 Şubat - 06 Mart 2016
PAK Başkanı Mustafa Özçelik:
Çözümde arabulucu değil, tarafız!
K
Adem Özgür
ürd siyasetinin aktif partilerinden biri olan Partiya Azadiya
Kurdistan (PAK), çalışmalarına
ara vermeden devam ediyor. KBY,
Rojava, Avrupa ülkeleri ile Türkiye’de
çeşitli temaslarda bulunan ve buralarda konferanslar, seminerler, paneller
düzenleyen PAK’ın çalışmalarını Genel Başkan Mustafa Özçelik’e sorduk.
Özçelik, “PAK, savaşın sonlandırılması ve tüm Kürd partilerinin muhatap
alınacakları yeni bir çözüm sürecinin
başlatılması için etkin bir çalışma
içinde olacak” dedi.
“PAK, çözümde aktördür”
PAK’ın Kürdistan’ın özgürlüğünü
amaçlayan bir parti olduğunu dile
getiren Mustafa Özçelik, PAK’ın
kuruluşundan bu yana geçen biri yılı
aşkın sürede güçleri oranında etkili bir
çalışma yürüttüğünü ifade etti. PAK’ın
halkın gönlünde önemli bir yer edindiğini söyleyen Özçelik, sözlerini şöyle
sürdürdü: “PAK bir yandan örgütlenme
çalışmalarını sürdürürken, bir yandan
da gençlik, kadın ve en geniş toplum
kesimlerini kucaklamada özgün ve
etkin programlar yürütecektir. Ulusal
eksende işbirliği çalışmalarının daha da
güçlenmesi için aktif tutumunu sürdürecektir. Savaşın sonlandırılması ve tüm
Kürd partilerinin muhatap alınacakları
yeni bir çözüm sürecinin başlatılması
için etkin bir çalışma içinde olacaktır.
Uluslararası ilişkilerini pekiştirecektir. Değişik devletlerle, parti ve sivil
kuruluşlarla ilişkilerini geliştirecektir.
Ülkenin her parçasındaki kazanımları
kendi kazanımı olarak görerek, özgün
kampanyalar yürütecektir. Sorunun
çözümünde ana aktörlerden biri olarak
kendisi gibi düşünen en geniş özgürlükçü, demokrat Kürdistani potansiyelle bütünleşmek için yoğun ve etkili bir
çalışma yürütecektir.”
“Avrupa’da bağımsızlığı anlattık”
Uluslararası diplomasinin öneminden söz eden Özçelik, bu nedenle daha
önceleri Almanya, Fransa, Hollanda
ve İsveç’e gittiklerini hatırlatarak,
ardından Norveç ve Danimarka’da
temaslarda bulunduklarını söyledi. Bu
ülkelerde güncel gelişmeler konusunda
konferanslar verdiklerini de dile getiren
Özçelik, “KBY’nin bağımsızlığının desteklenmesi, Kuzey’de süregelen savaşın
sonlandırılması ve Rojava’daki kazanımların korunması için destek istedik.
Görüşmelerimiz PAK’ın diplomatik
ilişkilerinin geliştirilmesi ve halkımızın
özgürlük mücadelesine daha güçlü ve
kalıcı desteğin sağlanması açısından
çok verimli geçti” şeklinde konuştu.
“Arabulucu değil, tarafız”
Yaşanan çatışmaların ardından çeşitli
partilerle bir araya gelerek görüşmeler
başlattıklarını, böyle bir ortamda ABD
konsolosluğu, AB Türkiye Büyükelçiliği, Kanada Büyükelçiliği ile diplomatik ziyaretlerde bulunduklarını da
söyleyen Özçelik, 6-7 Şubat tarihinde
Diyarbakır’da yapılan konferansın
ayrıntılarını da anlattı. Özçelik,
konferansla ilgili şunları dile getirdi:
“Bu konferans farklı partilerin hem
savaşa karşı ortak tutum geliştirmeleri,
devlete ve PKK’ye savaşın sonlandırılması çağrısında bulunmaları; hem
de Kürdistan sorununun çözümünde
temel bir yaklaşımı sunması anlamında
önem taşıyordu. Bundan sonra, daha
geniş Kürd partileri ve siyasi çevreleriyle
bu işbirliğinin geliştirilmesi çabaları
yoğunlaştırılacak. Olabilecek en geniş
ulusal işbirliğinin sağlanması ve bunun
giderek kalıcı bir ittifaka dönüşmesinin
mücadelemiz açısından yaşamsal önem
taşıdığı inancındayız. PAK sorunun
çözümünde bir taraftır; Kürdistan tarafıdır. Bir arabulucu parti değiliz.”
“Bağımsızlıkçılara ihtiyacımız var”
Kuzey Kürdistan siyasi tablosunun
son 30 yılda tek renkli bir hal aldığını
ve bunun birçok nedeninin olduğunun
altını çizen PAK Genel Başkanı Mustafa Özçelik, “Sebebi ne olursa olsun,
halkımızın çok renkli, çok sesli bir siyasal
kültüre ihtiyacı vardır. Tek partili siyaset
totaliter yönetim ve uygulamalara yol
açar. Bu da ülkedeki çok renkli etnik,
dinsel, mezhepsel, sosyal dokuya terstir”
ifadelerini kullandı. Siyasal çoğulculuğun
gelişmenin dinamiği olduğunu belirten
Özçelik, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kürd
seçmeninin yüzde 65’inin ‘tek devlet, tek
millet, tek vatan ve tek bayrak’ diyen AKP,
CHP, MHP’ye; yüzde 35’inin de ‘demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, ortak
yaşam ve ortak bayrak’ diyen HDP’ye oy
verdiği bir ortamda elbette ki ‘Kürdlerin
kendi geleceklerini belirleme hakkını’,
Kürdistan’ın, Kürd milletinin varlığını,
çok sesli, çok renkli bir siyasal yaşamı
savunan partilere ihtiyaç vardır.”
“Sivil çalışmalar ve diplomasiyle
büyük kazanımlar”
Türk devletinin Kürdistan sorununu
çözmemekteki ısrarından dolayı bugün
acıların ve çatışmaların yaşandığını, silahlı mücadele, başkaldırı ve direnişlerin olduğunu ifade eden Mustafa Özçelik, “Devlet öldürme, yıkım ve çatışma
ile bu sorunun çözülemeyeceğini anlamalıdır. PKK’nin de, HDP’nin de hendeklerle, çatışmaları şehir merkezlerine
taşımakla aslında halkımıza, ülkemize
zarar veren bir ortam yaratıldığını
görmesi lazım” şeklinde konuştu. Gelinen aşamada, Kürdlerin siyasal, sivil,
demokratik ve diplomatik mücadele ile
büyük kazanımlar elde edebileceklerini
dile getiren Özçelik, Kuzey’in koşullarının Güney ve Rojava’ya benzemediğini
söyledi. Kürdlerin şiddete ve çatışmaya
ihtiyacı olmadığını da söyleyen Özçelik,
“Şiddete zorlansa bile Kürdlerin bu yolu
seçmemeleri halkımızın çıkarınadır. Bir
an evvel iki taraflı çatışmalara son verilmelidir. Çatışma halkımızın, özgürlük
mücadelemizin çıkarına değildir;
halkımızın diğer parçalardaki özgürlük
mücadelesine de zarar vermektedir”
dedi.
11
Güven bunalımının
yarattığı tahribatlar
AHMET ÖZER
İki arkadaş arasında, karı koca
arasında, müşteri ile satıcı arasında,
hoca ile öğrenci arasında ve yönetenle
yönetilen arasında ilişkinin düzeyini
belirleyen güvendir. Güvensizliğin
başladığı yerde her şey biter, güven
bunalımı başlar.
Bugün Türkiye’de vatandaşla
iktidar arasında bir güven bunalımı
yaşanıyor. Çünkü söylenenlerle olup
bitenler çoğu zaman birbirini tutmuyor. Hal böyle olunca
vatandaş yukarıda yer tutmuş yönetenlerin söylediklerine
inanamıyor.
Yönetenler bu bunalımı düzeltmek için kendilerine çeki
düzen vermezlerse buna devam ederlerse hem kendilerini
hem de toplumu uçuruma sürüklerler. Çünkü toplum
yönetenlerin söylediklerinin doğru olduğu kanaati ile idareye
rıza gösterir, eğer bir şüpheye düşerse bu onaylama ve
benimseme kaybolur, yerini kuşku alır. Kuşkunun hakim
olduğu bir iklimde ise düzgün işleyen bir yönetim söz konusu
olamaz. Giderek hem içerde hem dışarıda itibar kaybeder,
bunu örtmek için felaketler bataklığına sürüklenir. Gün gelir
kendi söylediği yalanlara inanır, herşey tahrip olduğunda iş
işten geçmiş olur. Son günlerde yaşanan bir kaç örnekle ifade
etmeye çalışayım.
Ankara patlamasının hemen ardından başbakan başta
olmak üzere hükümet yetkilileri ortaya çıkıp, “intihar bombacısını kesin biçimde tespit ettik, adı M. Nacar, Suriye uyruklu,
YPG üyesi, bu eylem YPG ve PYD tarafından gerçekleştirdi”
dediler.
Peki, daha ölen ve yaralananların bile kimliği tesbpit edilmeden, parmaparça olmuş bir cesetten failin kimliği nasıl bir
çırpıda tespit edildi? Daha bu soruya cevap verilmeden PYD
lideri Salih Müslim,“bu eylemle bizim uzaktan yakından bir
ilişkimiz yok, söylenen kişiyi de tanımıyoruz, bugüne kadar
Türkiyeye de tek bir kurşun atmış değiliz” diye açıklama yaptı. Hemen ardından, bombacının hükümetin ısrarla açıladığı
Nacar olmadığı ortaya çıktı, failin Abdülbaki Sömer isminde
biri olduğu belirtildi, eylemi de TAK üstlendi.
Bu gelişmenin ardından yanlış beyanda bulunduk, halkımızdan özür dileriz demek yerine, hükümet sözcüsü çıkıp
pişkince, “ismin, failin, örgütün değişmiş olması hiçbirşeyi
değiştirmez” dedi. Nasıl değiştirmez? O zaman sizin Suriye
bataklığına girmek için bahane aradığınız seneryosu ortaya
çıkmaz mı? Bu durumda vatandaş size nasıl inanancak? Bu
güven bunalımı nasıl aşılacak?
Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD Başkanı Obama ile
telefonla görüştükten sonra kamuoyuna bir açıklama yapıldı.
Bu açıklamada ez cümle dendi ki, “PYD dizginlenecek,
Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı var, gerektiğinde bu kullanılacak.” Yani ABD’nin PYD ve Suriye konusunda Türkiye
tezlerini kabul ettiği ima ediliyordu.
Ne var ki hemen ardından ABD’den konuşmanın içeriği
ile ilgili bunları yalanlayan bir açıklama geldi. Yapılan resmi
açıklamada bunların hiç birinin ABD tarafından söylenmediği anlatılıyordu. Üstelik Beyaz Saray yetkilisi ve Dışişleri
Bakanlığı sözcüsü “PYD terör örgütü değil” diyor; yanı sıra
meşru müdafadan bahsedilmiyordu, yani böyle bir şeyin
Obama tarafından dile getirilmediği söyleniyordu. Üçüncü
olarak da bu konuşmada Türkiye’nin top atışlarına son
verilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Şimdi biz hangi metne
ve kime inanacağız. Ortada bir güven bunalımı olduğu için
bu konuşma sorgulanıyor; o zaman doğrunun ortaya çıkması
için konuşmanın tutanaklarının yayınlanması isteniyor haklı
olarak. Bakalım yayınlanacak mı?
Dolayısıyla Türkiye sürdürdüğü yanlış Suriye politikası
sadece onu yalnızlaştırmıyor aynı zamanda müttefikleriyle
karşı karşıya getiriyor, yalancı durumuna düşürüyor ve
itibarını zedeliyor. Şimdi söyleyin bakalım bu mu büyük ülke
dış politikası bu mu itibar? İçi boş büyük hayaller peşinde koşacağınıza, Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılma hayallerini
kuracağınıza ülkemizde doksan bin cami var, sorunlarını çözüp buralarda namaz kılmak neyinize yetmez söyler misiniz?
12
HABER
Bu yıl bahar gelmesin,
istemiyorum!
BasHaber
29 SÖYLEŞİ
Şubat - 06 Mart 12
2016
Kırşehir Madımak’ı
Sanıklar serbest bırakılıyor
ÖZTEKİN ÇAÇAN
lardan ürküyorum.
İlk defa bu bahardan ve bu
yazdan korkuyorum. Ve belki de ilk
defa bu korkumun nedenini net bir
şekilde biliyorum: Ülkedeki şiddet
ve çatışma ortamının tırmanma
tehlikesi. Çatışmaların öncesinde
ve sonrasında yapılan açıklamaları
hep birlikte takip ediyoruz. İnanın
bazen olan bitenden çok, olacak
bitecekler ile ilgili yapılan açıklama-
“Hesabı sorulacaktır, intikam alınacaktır” söylemi…
Örnek ortada; 28 kişinin yaşamını yitirdiği Ankara
saldırısını çözümlerken Duran Kalkan,“Şimdi öyle bir
noktaya geldi ki, artık biz de dizginleyemiyoruz. Bunu
yapan örgüt geçtiğimiz aylarda bir açıklama yaptı ve
PKK’yi ‘pasifizm’le suçladılar. Kürd gençleri yeni örgütler kuruyorlar. Daha da radikal olacağa benziyorlar”
diyor ve Cizre’de, Sur’da yaşananları gerekçe göstererek
“intikam” gerekliliğine vurgu yapıyor. Bugüne kadar geliştirilmiş olan “hesabı sorulacaktır” söyleminin yanında
ürkütücü bir “intikam” söylemi ekleniyor.
Demek ki elinde her türlü silahı, bombası bulunan
kişilerin, kendini savunmak adına hiç bir şeyi bulunmayan sivil insanlara “intikam” amacıyla saldıracağı
bir döneme girebileceğiz. Bu durumun ayak sesleri ise
Cizre’deki “bodrum” ve Ankara katliamları oldu. Söylemi inşa edenlerin maalesef ciddi bir “intikam” gücü de
var. İlk defa insanların sinir uçlarına bu söylemle net bir
şekilde dokunuyorlar.
Bütün “şer” saatleri bahara ve
yaza ayarlanmış durumda
Bu ülkede savaşın en sıcak ortamlarında yaşamış,
ölümün bin bir çeşidini görmüş, tanık olmuş insanlarız.
Yukarıda birinci ağızdan alıntıladığımız bu söylemin
ne anlama geldiğini çok iyi bilecek durumdayız. Ufukta
bombalı saldırılar, karşı saldırılar, insansızlaştırmalar,
masum ölümleri beliriyor. Hatip Dicle’nin bir röportajında sözünü ettiği gibi “karlar eridiğinde” şiddet
ülkenin tamamına yayılacak gibi. Birileri durumun
ciddiyetinin farkında olmayabilir ama PKK’nin savaşı
tırmandıracak insan ve diğer kapasitelerinin olduğu
biliniyor.
Uluslararası sistemin de artan bu şiddet dalgasına
tepkisiz kalacağı, uzunca bir süre izlemeye devam edeceği ise ortada.
Çatışmanın karşı tarafının, AKP ve devlet söyleminin de bundan aşağı kalır yanı yok. Sur’da, Cizre’de
duvarlara Özel Timlerin, Jandarma Özel harekâtçıların
yazdığı yazılara bakın. Duvarlardan ciddi bir “hastalıklı
milliyetçilik” ve kan kokusu akıyor.
“28 Şubat Dolmabahçe Mutabakatı’nın yıldönümü”
İnanın takvimlerin geçen yıl ‘Dolmabahçe
Mutabakatı’nın’ açıklandığı güne dönmesini istiyorum.
O gün ülkeye aşılanan umudun tutmasını, bu bahar
dallarda umudun çiçeklerinin açmasını istiyorum. Belki
de hayal kuruyorum. Ama olsun. Üniversite yıllarımda
(90’lı yıllar) her bahar “dağa çıkışlar” olurdu. Ve her
güz - bahar döneminde ya da okul sonu yaz döneminde
sayımız eksilirdi. Sessiz ve mahçup bir şekilde “kırsala
gitmiş” oğullarını, kızlarını çaresizce arayan geride
kalanlara sorular soran, ana - babalara verecek cevap
bulamazdık. Ne diyebilirdik ki, arkadaşlarımızın ölüme
gittiğini hepimiz bilirdik. Ve maalesef eğer ‘Dolmabahçe
Mutabakatı’ gününe dönemezsek durum yine aynı
olacak. Bu yüzden bahar gelsin istemiyorum. Bahar,
eğer olması gereken şekliyle çiçekleriyle gelmeyecekse
olmasın istemiyorum. Bahar, bahar gibi gelmezse yine
kana bulanacak biliyorum. Aramızdan binlerce kişi bu
baharda yok olacak görüyorum.
Wernicke Korsakoff
mağdurları için
Sürdürülebilir
bir yaşam
H
H
Azad Celikanî
aziran seçimlerinin ardından
başlayan şiddet, çatışma ve
sokağa çıkma yasaklarıyla
birlikte Türkiye’nin batısında ‘teröre
lanet’ adı altında yapılan protestolarda birçok Kürdlere ait işyeri, parti
binaları ve dernekler ateşe verilerek
tahrip edilmişti. HDP Genel Merkezi
de başta olmak üzere çok sayıda bina
ateşe verilerek yakılmıştı.
8 Eylül’de MHP Kırşehir İl
Teşkilatı’nın düzenlediği “Teröre
Lanet Yürüyüşü’ne” katılan bir grup
ülkücü, lise caddesinde HDP Kırşehir
il binasındaki parti levhasını indirip,
Türkiye bayrağı astmıştı. Yaklaşık 150
kişi olduğu bildirilen grup ardından
HDP Kırşehir Belediye Başkan Adayı
Eşref Odabaşı’nın sahibi olduğu Gül
Kitabevi’ni yakmıştı. Saldırganlar
aynı yerde bir çiğköfteci ile konfeksiyon mağazasını da ateşe vermişti. Gül
Kitabevi’nin yakılması görüntüleri, 2
Temmuz 1993 tarihinde Sivas Madımak Oteli’ndeki yangınla benzerlik
gösteriyordu.
Sanıklar hangi suçlardan
yargılanıyor?
15 Aralık’ta başlayan davada sanıklar “Halkı kin ve düşmanlığa alenen
tahrik etme, mala zarar verme, iş
yeri ve mülk dokunulmazlığını ihlal
etme, siyasi parti binasına zarar verme, kanuna aykırı gösteri ve yürüyüş
düzenleme” suçlamalarıyla, 2 sanık
da “öldürmeye teşebbüs” suçlamasıyla yargılandı. Öte yandan yargılanan
5 kişiye bir üst kattaki dairenin de
yanarak zarar görmesine yol açtıkları
için “olası kastla mala zarar verme”
suçundan dört aydan üç yıla kadar
hapis cezası istemiyle bir dava daha
açıldı ve bu iddianame de Gül Kita-
bevi Davası ile birleştirilmişti.
Hazırlanan iki iddianamede; Gül
Kitabevi’nin; Sanıklar Ramazan
Doğan, Yunus Sağır, Mustafa Tekten,
Ramazan Akçakaya ve Fadime Maraş
tarafından yakıldığı ifade edildi. Bu
yangın sırasında aynı binadaki 11
numaralı dairenin de zarar gördüğü
ifade edildi. Ev sahibi İhsan Fatih
Kaymaz’ın şikâyetine göre evde 7 bin
TL’lik zarar meydana geldiği belirtildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 2010
tarihli bir kararında, köfte arabasını
yakan bir kişiye, arabanın önünde
park edildiği kahvehanenin de yanması nedeniyle “olası kast ile yakarak
mala zarar verme” suçundan ceza
verildiği kaydedildi. 16 sanığın yargılandığı davada 6 kişi tutuklu iken
ilk duruşmadan sonra tutuklulardan
3’ü, duruşmanın ertesi günü, sanık
avukatların itirazları sonucu tahliye
edildi. İkinci duruşmada 3’ü tutuklu
olmak üzere 16 sanık yargılanıyordu
ve 6 Şubat tarihinde görülen son davada da 1 tutuklu sanık tahliye edildi.
Şuan 2 tutuklu sanık var ve bu iki
sanık Türk Ceza Kanunu’nun (TCK)
81/1. Maddesi’nden, yani “Adam
öldürmeye teşebbüs” suçlamasıyla
yargılanıyor.
Avukat Kanat: Muhalif kişiliğinden
dolayı saldırıya uğradı
Davanın son duruşmasını izleyen ve davaya müdahil olan Avukat
Levent Kanat, Komkurd-an ekibiyle
birlikte Gül Kitabevi’nin işletmecisi
Eşref Odabaşı’yla dayanışmak için
Kırşehir’e gitti. Eşref Odabaşı’yı 25
yıldır tanıdığını ifade eden Levent
Kanat, Gül Kitabevi’nin çevre illerdeki en kaliteli kitabevi olduğunu belirterek, bu nedenle saldırının hedefi
haline geldiğini dile getirdi. Kanat,
“Eşref Odabaşı demokrat ve Türkiye
muhalefetinden siyaseti algılayan bir
insandır. Kürdlerin hak mücadelesini
beyninde ve yüreğinde hissediyor.
HEP’ten bu yana kurulmuş Kürd partileriyle hep ilişkisi vardır. Kürdlerin
yaşadıkları acıları iyi bilir, onlar bir
sıkıntı yaşandığında yanlarına koşar.
Bu nedenledir ki saldırganların hedefi oldu” diyor.
“Mahkeme, yaşananlardan sonra
saldırıları doğal buldu”
Yapılan ilk duruşmanın ertesi gününde sanık avukatları tutukluluğa
itiraz edince, 6 tutuklunun 3’ü ‘mevcut delil’ denilerek serbest bırakıldı.
Bu durumun mahkemenin tarafsızlığına gölge düşürdüğünü belirten Levent Kanat, “biz, bir gün sonra fikrini
değiştiren kadın hâkimin reddini
istedik, aynı zamanda onların tahliyesini isteyen mahkeme başkanının
reddini de istedik. Taraflı davrandıklarını düşünüyoruz. Tarafsızlıklarını
yitirmişlerdir; çünkü TCK’nin ‘adam
öldürmeye teşebbüs’ suçlamasıyla
dava açıp, daha sonra bu sanıkların
tahliye edilmelerini doğru bulmuyoruz. Ortada çok detaylı kamera
görüntüleri ile tanık beyanları var. Bu
kamera görüntülerinde çok ciddi bir
biçimde insan öldürmeye dönük bir
güruhun hareket halinde olduğunu
görüyoruz. Amaçları saldırarak o
kitapları yakmak, insan öldürmek
olduğunu düşünüyoruz” dedi. Bu
suçun çok ağır olduğunu ifade eden
Kanat, mahkeme üyelerinin dosyada
hiçbir değişiklik olmadan tahliye
istemesini o gün yaşanan olayların etkisinin olduğunun altını çizdi. Kanat,
mahkeme üyelerinin bir kısmının
yaşanan olaylardan sonra halkın
öfkeye kapıldığını ve doğal olarak bu
saldırıyı doğru bulduklarını düşündüğünü söylüyor.
YAŞAM
BasHaber
29 Şubat - 06 Mart 2016
13
SÖYLEŞİ
Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür derler
ya bazı konularda bizim yapmamız gereken
tam tersidir aslında. İnsanın bazı konuları
unutmaması gerekiyor. Çünkü bazı süreçler
bitmiyor devam ediyor maalesef. Daha
kötülerinin yaşanmaması için gösterilecek
gayret, yaşanmış olan kötülüklerin ise arızi
sonuçlarının giderilmesi bir avuç insana
düşüyor genelde. Nisyan eylediğimiz hafızayı
beşerimiz hatırlarsa; devlet güçleri 19 Aralık
2000 tarihinde cezaevlerinde yaptığı Hayata
Dönüş Operasyonu’nda 30’u tutuklu 2’si
asker olmak üzere 32 kişinin hayatını aldı.
Çaçan Amedi
ayata Dönüş Operasyonu’nu
hatırlıyor musunuz? Çoğumuzun
artık hatırlamadığı, bilmediği o
günleri tekrar anımsamakta fayda var. Olay
şu; 1999 - 2000’li yıllarda bulundukları koğuş
tipi cezaevlerinden, yeni yapılan F tipi hücre
tipi cezaevlerine sevk edilmeyi reddeden,
sevk kararına ölüm oruçları, açlık grevleriyle
karşılık veren tutukluların eylemine hükümet
müdahale kararı alır. Ve bu karar 19-22 Aralık
2004 tarihinde başlatılan “Hayata Dönüş
Operasyonu” ile uygulamaya konulur. Ecevit
başkanlığında kurulan 57. Hükümet içinde
ANAP ile MHP nin de yer aldığı kabinenin
aldığı bu karar bugün bile kanamaya devam
eden bir yaranın kaynağını oluşturur. Toplumsal bellek ne kadar unutmaya meyilli olsa
da “ateş düştüğü yeri yakar” misali toplum
olarak o dönemde oluşan sonuçlarla bu gün
bile uğraşmak, yüzleşmek durumundayız.
Devletin Hayata Dönüş Operasyonu 30’u
tutuklu 2’si asker olmak üzere 32 kişinin
hayatına mal olur. Sonrasında ise bazı verilere
göre yaşamını yitirenlerin sayısı 100’e çıkar.
Çünkü direniş eylemleri hem içeride hem de
dışarıda sürdürülüyor. Dışarıda da sürdürülen
ölüm oruçlarının etkisini ile zamanla ölümler
yaşanır.
Bu konuyu ele alırken, genelde “hayata
dönüş” adıyla yürütülen operasyonların tüm
mağdurlarıyla, özelde de Wernicke - Korsakoff Sendromu (WK) hastalarıyla kurulan
dayanışmadan söz etmeden olmaz. Operasyonlar sırasında yaşananlar ne olursa olsun
sonrasında hayatta kalmak ve yaşamaya
devam edebilmek tek başına direnişçilerin
başarısı değildir çünkü, dayanışma gerektirir.
WK’lular ve Eski Mahpuslarla
Dayanışma Girişimi
Girişim, 2004 Ağustos ayında bir gurup eski
mahpus, avukat ve duyarlı insan tarafından kuruluyor. Gurup amaçlarını “Eşitlik,
özgürlük mücadelemizin ve umutlarımızın
gerçekleşmesi uğruna payına mahpusluk
düşmüş, açlık grevleri-ölüm oruçları nedeniyle hastalanmış kardeşlerimiz için bir araya
gelmek…” diye açıklıyor. Girişim WK hastası
olan 520 mağdur ile ilişki kuruyor. Zaman
içerisinde bu miktar azalsa bile dayanışma
açısından büyük bir sayı. Özellikle bir şekilde
aile desteği alamayan mağdurla yoğun temas
halindeler. Ege ve Çukurova’da çeşitli faaliyetlerle WKEMDG ağı genişletilmeye çalışılıyor.
2013 yılında ise Avrupa’da girişimin bir devamı
olarak WEMDA kuruluyor.
Belgesel film, kamp vb…
Girişimin, 2014- 2016 yılları arasında Türkiye
ve Avrupa’da hayata geçmiş yüzlerce etkinliği, eylemi var. Grup öncelikle bir ‘yaşam ve
dayanışma evi’ satın alarak İstanbul Sütlüce’de
hayata geçirilmiş. WK hastası olan ve olmayan
4 mağdur bu eve yerleşmiş durumda. Evin bütün ihtiyaçları girişim tarafından karşılanıyor.
Girişim yüzlerce kişinin katıldığı yaz kapları
düzenliyor. En son beşincisi düzenlenen bu
kaplarda mağdurlar, eski direnişçiler, aileler
ve dayanışmacılar bir araya gelerek ciddi
etkinliklerde bulunuyor. Forumlar, seminerler
düzenleniyor.
Girişimin üzerinde durulması gereken ön
önemli faaliyeti ise tedavi amaçlı çabalardan
oluşuyor. Hastaların bireysel kayıt sistemi geliştirilmiş ve özellikle tedavi sürecine müdahil
olan direnişçiler için yoğun çaba harcanıyor.
Girişiminin yeni hedefleri
Dayanışma girişiminin süregelen gelenekselleşmiş faaliyetlerinin yanında uzun vadeli
hedefleri bulunmakta. Bu projelerden en
ilgi çekeni ise kendi kendine yeterli “Kırda
13
Çiftlik Evi Projesi.” İlk bakışta sıradan gibi
görünen projenin ayrıntılarına bakıldığında
ise öyle olmadığı göze çarpıyor. Ön projeler,
ön fizibiliteler, birçok şey hazır. Projenin
temel hedefi iç finansman döngüsünü de
sağlayarak “sürdürülebilir” ve “geliştirilebilir” doğaya uyumlu inovatif yaşam alanı
yaratmak olarak özetlenebilir. Kapitalizmin,
tüketim kültürünün, eğemen olmadığı,
emek- üretim dengesinin yeniden kurulabildiği bir yaşam modeli tasarlanıyor. Girişim
yakında kamuoyuyla paylaşacağı bu hedefini gerçekleştirme işine şimdiden başlamış
bile. Sürekli toplantılarla her gün olayın yeni
boyutları düşünülüp tasarlanıyor.
Demokratik ve yatay örgütlü grup
Dayanışma girişiminden kimse isim
olarak ön plana çıkmak istemiyor. Girişim
gurubundaki dayanışmacılar İstanbul
Üniversitesi’ndeki tedavi amaçlı çabalardan
söz edilmesini istiyor. Çapa Tıp Fakültesi’nin
Nöroloji Bölümü’nün tamamından ciddi
destek aldıklarını söyleyen aktivistler
özellikle Prof.Dr İ. Hakan Gürvit ve Uz. Dr
Pınar İşçen’e teşekkürlerini ifade ediyorlar.
Operasyon sonrasında ve şimdi Çapa Tıp
Fakültesi’nin doğru tıbbi müdahalelerinin
sağlık sorunlarının büyümesinde engel
olduğunu belirtiyorlar.
Dayanışma girişimindekiler çalışmalarının her aşamasında özellikle; TİHV (Türkiye
İnsan Hakları Vakfı), İHD (İnsan Hakları
Derneği) gibi kuruluşlardan ciddi destek aldıklarını anlatıyor. Fizyoterapist Dr. Hamiyet
Yüce’nin ciddi çabalarının olduğunu, “beden
farkındalığı” konusunda yaptığı terapilerin
özellikle WK’lu mağdurlar açısından çok
olumlu sonuçlar doğurduğunu belirtiyorlar.
Mağdurlar için, onların hayata tutunmaları
çabasını destekleyen herkese teşekkür edip
yeni destekçiler bekliyorlar. Yani ‘safları
sıklaştıralım’ diyorlar.
WK hastası Savaş Kör, çocukluk hafızasına döndü
Kör 5 Mart 1999’da, Çankırı Valisi Ayhan
Çevik’e yapılan bombalı suikastin sorumlularından olduğu gerekçesiyle tutuklanıyor.
Uzun yargılama süreçlerinde bulunduğu
cezaevlerinde girdiği ölüm oruçları ve açlık
grevlerinde WK hastası olur. Ankara Numune
Hastanesi’nden 11 uzman, Kör için verdiği
raporda “belleği ileri derecede yıkılmıştır,
düşünce içeriği sığlaşmış, spontan konuşması
kaybolmuştur. Başkasının yardımı olmadan
yürüyememekte ve gündelik hayatını sürdürememektedir. Metabolik nedenli Korsakof
olup, ceza infazının tehiri uygundur” diye
rapor verir. Nöbetçi İstanbul Devlet Güvenlik
Mahkemesi, Kör’ün hayati tehlikesini göze
alarak tahliyesine kararı verir. Ancak Kör
tahliye olduktan sonra Yargıtay
9. Ceza Dairesi, hakkında
verilen 15 yıl ağır
hapis cezası
onaylanır.
Kalan cezasını çekmek üzere yeniden cezaevine gönderilme kararı verilir. Bunun üzerine
11 Ocak 2004 tarihinde ailesiyle birlikte kaldığı evden alınarak yeniden cezaevine konulan
Kör’ün bilinci bir süre sonra tamamen kaybolur. Çocukluğuna dönen Kör, o dönemde aldığı
dini eğitimin etkisiyle sürekli namaz kılmaya
başlar. Avukatları dahil kimseyle iletişim
kurmaz. Durum böyle olmakla
birlikte Kör halen cezaevinde tutulmaktadır.
WKEMDG İletişim Bilgileri:
[email protected]
celigesuverenlerleelele.blogpost.com.tr
www.facebook.com/groups/celigesuverenlerleelele
14
YAŞAM
BasHaber
Bir şeyler
yapabiliriz
C
Ercan Ekinci
insel şiddet suçları veya mağdurlarıyla ilgili Türkiye’de yapılan ciddi bir
çalışma olmadığı gibi aynı zamanda
bu alanla ilgili ‘tabular’ hala sürmekte. Cinsel
Şiddetle Mücadele Derneği (CŞMD), cinsel
şiddetin Türkiye’de konuşulmadığını belirterek “Cinsel şiddeti önlemek için her birimizin
yapabileceği şeyler var” dedi ve “Bunu yapabiliriz” isimli bir kampanya düzen-ledi. 1 yıl
sürecek kampanya kapsamında dileyen herkes, Twitter ve Facebook’ta #BunuYapabiliriz
hashtag’i ve www.bunuyapabiliriz.tumblr.com
aracılığıyla cinsel şiddetin nasıl önleneceğine
ilişkin önerilerini paylaşıp hayata geçirerek,
cinsel şiddetin önlenmesine katkıda bulunabilecek. Kampanya için hazırlanan kartpostalları
okulda ya da arkadaşlara dağıtmak, cinsiyetçi
küfürleri hiç kullanmamak ya da daha az
kullanmak, cinsel şiddet üzerine konuşmak,
kampanyaya destek olmak isteyenlerin yapılabilecekleri arasında yer alıyor. Mart ayında
yayınlanacak “Kavramlar Sözlüğü” aracılığıyla
da cinsel şiddetle ilgili farkındalık yaratılması
amaçlanıyor. Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği Üyesi Hilal Esmer, cinsel şiddetin tanımı,
türleri ve hangi sosyal, kültürel ve psikolojik
kodlardan beslendiğini ve bu alanla başlattıkları kampanyayı BasHaber’e değerlendirdi.
“Tecavüz kültürel olarak da öğrenilen
aktarılan bir şey”
Tecavüz, taciz ve fiziki güç kullanımı cinsel
isteğin tezahürü olmadığını, sadece toplumda
yaygın bir mit olduğunu belirten Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği (CŞMD) Üyesi Hilal
Esmer, tecavüz ve diğer bütün cinsel şiddet
biçimlerinin güç kullanımının bir tezahürü
olduğunu söyledi. Cinsel şiddetin silahla
tehdit ederek, ilaçla direnci kırarak, rıza inşası
ile, mesleki uzmanlık, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, hiyerarşik konum ve benzeri durumları
baskı unsuru olarak kullanarak gerçekleştirdiğini kaydeden Esmer, “Tecavüz ve fiziksel güç
kullanımı, kültürel olarak da öğrenilen, aktarılan bir şey. Kullanılan cinsiyetçi dil; tecavüze
teşvik eden, onu meşru kılan şaka ve mitlerin
okullarda, stadyumda, arkadaş ve aile içinde,
sokakta, televizyonda üretilmesi; bu şiddet
Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Faysal Dağlı
Yayın Koordinatörü: Yeter Polat
Haber Merkezi: Mustafa Turan, Mehmet Emin
Kan, Mehmet Salih Batırhan, Çimen Gümüş,
Adem Özgür
biçimlerinin sistematik olarak tolere edilmesi, yaygınlaştırılması, cezasızlık ve benzeri
faktörler; cinsel ve fiziksel şiddet biçimlerinin
kişilere yönelik uygulanmasını etkiliyor ve
arttırıyor” dedi.
“Cinsel şiddet mağdurlar ve tanıklarda
travma yaratıyor”
Cinsel şiddet kavramının birçok tanımı da
içeren bir şemsiye kavram olduğunu aktaran
Esmer, daha tabu ve insanlar arasında konuşulmayan, algılanması, üzerinde farkındalık
geliştirilmesi zor olan bir şiddet biçimi olarak
değerlendirdi. Bedenin kutsallaştırılması, cinsel davranışların bastırılması, cinsiyet eşitsizliği, ataerkillik ve militarizm gibi güç mekanizmalarından beslendiğini söyleyen CŞMD üyesi
Esmer, “Yaygın olarak yok sayılıp tolere edilen,
failler yerine mağdur edilenlerin yargılanıp
damgalandığı; maruz kalan veya tanık olanlar
üzerinde güçlü travmatik etkiler yaratabilen
bir şiddet biçimi” şeklinde ifade etti.
“Cinsel şiddetin birçok türü var”
Cinsel şiddeti, bir kişinin rızası olmadan
veya rıza göstermeyeceği durumlarda katıldığı
her türlü cinsel eylem olarak tanımlayan
Esmer, cinsel şiddeti besleyen bazı türleri şu
şekilde sıraladı: “Tecavüz, eş/sevgili tecavüzü,
istenmeyen cinsel dokunma (dokunma veya
elle tutma), başkasının bedenini istenmeyen
teşhiri, teşhircilik veya röntgencilik, çocukların cinsel istismarı, cinsel taciz, aile içi cinsel
İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına
Faysal Dağlı
Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
şiddet ve cinsel istismar, meslek uzmanları
(psikolog, psikiyatr, doktor, diş hekimi, kamu
görevlisi, polis veya diğer meslek uzmanları)
tarafından cinsel istismara uğramak.”
“Hukuksuzluk cinsel şiddeti
meşrulaştırıyor”
Katı cinsiyet rolleri, kadın ve erkek kutuplaştırılmasının yaratıldığı bir kültürel yapı,
cezasızlık, hukuksuzluk gibi faktörlerin cinsel
şiddete yol açtığını ve şiddeti meşrulaştırdığını belirten Hilal Esmer şöyle devam etti:
“Psikolojik etkenleri konuşurken dikkatli
olmak gerek. Şiddet faillerinin ruhsal sağlık
problemleri, kontrol kaybı ya da sapkınlık gibi
nedenlerle bu eylemleri gerçekleştirdiği miti
toplumda çok yaygın. Oysa düşünülenin aksine failler sağlıklı bir hayat süren, statü sahibi,
evli, çocuklu, toplumun her alanında var olan
bireyler. Şiddet kişinin gücünü uygulama istenci, cinsel şiddeti bir cezalandırma yöntemi
olarak kullanması, kendine güvensizlik ve yetersizlik gibi faktörlerden besleniyor olabilir.”
Bu şiddet türünün sosyal ve kültürel norm
ve kodların yarattığı; toplumsal ve cinsiyet
eşitsizliğinden, ırkçılıktan, faşizmden, militarizmden, toplumsal normlardan ve her türlü
ayrımcılıktan beslendiğini vurgulayan Esmer,
“Savaş suçları ve toplu tecavüzlerden kız ve
oğlan çocuklarına uygulanan sünnete, sokak
tacizinden ev içi şiddete, çocuk istismarından
zorunlu erken evliliklere, interseks ameliyatlarından lezbiyenlere yönelik düzeltme teca-
Tel: +90 212 243 27 60
Fax: +90 212 243 27 79
E-mail: [email protected]
www.bas-haber.com
Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
29 SÖYLEŞİ
Şubat - 06 Mart 14
2016
EDEBİYAT
BasHaber
29 Şubat - 06 Mart 2016
15
SÖYLEŞİ
Kemal Varol’un romanı: Haw
Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği,
“Bunu Yapabiliriz” kampanyasıyla,
cinsel şiddetin önlenmesini ve tüm
biçimlerinin, aralarında hiyerarşi
olmadan konuşulmasını, kampanya
sayesinde harekete geçilmesini ve
toplumsal dönüşümü hedefliyor.
vüzlerine, trans cinayetlerine, engelli, göçmen
bireylere, hayvanlara yönelik biçimleri, alıkoyma ve işkenceyi de içeren birçok türü var. Rıza
olmaksızın, beden bütünlüğü ve iradeye karşı
yapılan davranışları telkin ve teşvik eden tüm
etkenler bu şiddetin uygulanmasında tetikleyici olabilir” diye konuştu.
“Cinsel şiddete toplumun her
kesiminden insanlar maruz kalıyor”
Cinsel şiddete toplumun her kesiminden
insanların maruz kaldığını ve bunun da
iktidar ve güç kullanımıyla ilişkili olduğunu
dile getiren CŞMD Üyesi Hilal Esmer, farklı
mekanlarda; sokakta, okulda camide, barda,
bakkalda, köyde, şehirde, hapishane ve birçok
yerde insanların cinsel şiddete maruz kaldığını
söyledi. Toplumun tüm kesimlerinden gözle
görülebilen bir şiddet biçiminin olduğunu;
maruz bırakılanlar toplumun her kes-iminden
canlılar olsa da, faillerin ezici çoğunluğunun
erkek olduğunu kaydeden Esmer, asıl cinsel
şiddete maruz bırakanlar değil failler üzerin
den konuşulmasına dikkat çekti.
“Cinsel şiddeti önlemek için
ben de birşeyler yapabilirim”
Cinsel şiddetin toplumun bütün kesimlerini ilgilendirdiği ve toplumsal cinsiyet rolleri
ve normlarından beslenen, kültürel yollarla
öğrenilen bu şiddet biçimine karşı, toplumun
tüm bireylerine yönelik “Bunu Yapabiliriz”
kampanyasını başlatıklarını ifade eden Esmer,
“Cinsel şiddeti önlemek için ben de bunu
yapabilirim” demeye davet ettiklerini söyledi.
Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin cinsel
şiddet konusunda farkındalık yaratmak için
beli yerlerde etkinlik ve atölye çalışmaları yaptıklarını söyleyen Esmer, konuşmasını şöyle
sonlandırdı: “Koruyucu önleyici materyaller,
farkındalık ve bilgilendirme içeren materyaller, öz-yardım materyalleri üretiyoruz. Tecavüz
Kriz Merkezleri’ni tanıtıcı ve savunucu çalışmalar üretiyoruz. Türkiye’deki toplumsal algının kırılmasına yönelik çalışmalar üretmeye
çalışıyoruz. Cinsel şiddetten hayatta kalanların
kurban algısının kırılmasını, mağdurlaştırıcı
bir dil yerine güçlendirici bir dilin oluşmasını,
tecavüzcülere yönelik idam talepleri yerine
cezasızlığı azaltacak toplumsal-sosyal değişim
programlarının, Tecavüz Kriz Merkezleri’nin,
cinsel şiddet danışma merkezlerinin talep
edilmesini istiyoruz. Toplum tabanından yaygınlaşacak topyekün bir mücadelenin, cinsel
şiddetin varlığını, meşrui-yetini ve 7’den 70’e
üzerimizde yarattığı hasarları azaltmada etkili
olacağına inanıyoruz.”
Edebiyat zamanın tanığıdır
E
Salih Gündoğan
ski bir söz vardır: Yazarlar
yasadıkları çağın tanığıdırlar!
Kuşkusuz bu alelade bir tanıklık
değil, sanatsal yanı ağır basan bir
tanıklık etme biçimidir. Onun içindir
ki, sanatçılar diğer insanlardan farklıdır. Edebiyatçılar; duyuş, düşünüş ve
hissediş olarak çok başkadırlar ve daha
önemli olan tarafı ise bunu yeniden bir
yaratım gücüne kavuşturmalarıdır
Haw, Kemal Varol’un sondan bir
önceki romanı. İletişim Yayınları’ndan
çıkıp, 4. baskıya ulaştı. Aslında belkide
son romanı hakkında (Ucunda Ölüm
Var) yazmak gerekirdi. Ancak özellikle
kahraman köpek Mikasa’ın gözünden
yaptığı tanıklıklar ve bölgemizde kitabın diliyle söylersek Güneyliler ile Kuzeyliler arasında tekrar alevlenen savaş
bunu zorunlu kıldı. Bakalım torunu
dedesi Mikasa’ın hikâyesini nasıl anlatacak: “Babam dışarının yorgunluğuyla
gelir ve bizi dizlerine oturturdu bazen.
Boğazını temizler, tüylerine yapışan
dünyanın tüm kirini üzerinden silkeler
ve dalgın dalgın uzaklara bakardı.”
Annesinin bu hikâyeyi savaştan ve insanlardan uzak durmaları, kendilerini
mışıl mışıl bir uykuya teslim etmeleri
ve gökten üç elma düşmesi, tatlı tatlı
rüyalar görmeleri uyuyup büyümeleri
için anlattığını söylerdi.”
Öyle değilmiş tabi. Dedem
Mikasa’ın hikâyesi, annesinin uyarılarını dikkate almadan evden ayrılmasıyla başlamış kısa süre sonra kendini
alevli kalpler çetesinin küçük üyesi
olarak görmesiyle devam etmiş. Barut,
Lafo dede, Mikrop la bir süre makam
dağının eteklerindeki mezarlıkta yaşayan çete en sonunda şehrin kenarındaki çöp dağını ele geçirmesiyle güzel
günleri başlar artık yiyecek sıkıntıları
olmayacaktır.
Çöp dağının tepesindeki yaşamları devam ederken Mikasa şehre
dolaşmaya çıkacaktır. Bu
gezintilerden birinde
Melsa’yla karşılaşacak
ve âşık olacaktır. Melsa partinin köpeğidir.
Mikasa ise sokak
köpeği ama bu
aşka engel
olmaya-
cak ve Mikasa gönlünü Melsa’ya kaptıracaktır. Beraber partinin kapısında bekleyecek sokaklarda gezecekler ve aşklarını
taçlandırabilecekleri günü bekleyeceklerdir. Ama beklenen olmayacak birden
Kuzeyliler tarafından Mikasa askere
alınınca aşkları yarım kalacaktır. Mikasa
bu aşkı şöyle anlatacaktır: ”Yemeden,
içmeden kesilmiştim. Arkadaşlarım
çer çöpün altında bulduklarını sevinçle
havaya kaldırırken benim bir damla su
içmeye takatim kalmamıştı. Sıkıntıyla
çöp dağındaki bir çukura uzanıyor,
kimse bu halimi görsün istemiyordum.
Ama çöpün o ekşimsi kokusuna benden
sızan keder de karışıyordu o günlerde
yerimde duramıyordum. Ayaklarımın
sahibi ben değilmişim gibi her gün ona
gidiyordum artık, ona, sokağın başına,
parti bayrağının altında gurur ve asaletle
duran Melsa’ ın gözünün içine bakıyordum.”
Alevli kalpler çetesinin haylaz üyesi
Mika aşkıyla vuslata eremeyecektir:
”Neye elverişliydim, bilmiyordum…
diye soruyordum kendi kendime.
Sokak köpeğiydim, işte bütün işim
gücüm gezip tozmak ve pineklemekten ibaretti. Anlamıyorlardı. Gri bir
binada, adımın olduğu sapsarı bir
kâğıda ‘elverişli’ damgasını basıyorlardı ha bire. Artık eğitim merkezindeki
köpeklerden biriydim ve düpedüz
askere yazılmıştım.”
Askere alınan Mikasa’ın hikâyesi
başkalaştırmanın hikayesi olacaktır.
Türkuaz’ın emriyle başlayan eğitim
sürecine uzun süre direnecek ama
sonunda canlı bir detektör olarak
karakoldaki yerini alacaktır.
Kuzeylilerle Güneylilerin savaşı
devam etmektedir. Savaş insanlardan
neler götürür ya da diğer canlılardan.
Savaş sadece insanlara zarar vermez
yaşandığı bölgede bütün canlılara
zarar verecektir. Ama insanın gözü
sadece insanı gördüğü için diğer
canlıların yaşadığı telefatı görmeyecektir. Çünkü insana göre dünyanın
en önemli varlıkları insandır diğer
canlılar insanların sayesinde anlam kazanırlar. Oysa gerçekte doğada yaşayan her canlı özgündür
ve doğanın önemli bir varlığıdır.
Fakat insanlar diğer canlıları
laboratuar malzemesi olarak
görürler. Yıllarca doğayla savaş adı
altında birçok türün sonunu öyle gelmiştir. Mikasa da özünden koparılacak
ve bir savaşın ortasına atılacaktır.
Kuzeylilerle Güneylilerin savaşında
kollar bacaklar uçacak, köyler yok olacak, bazı Güneyliler taraf değiştirecektir. Bu savaşta çok büyük kötülükler
yapılacaktır. Bazı çocukların babaları
evlerinden alınacak ve bilinmeyen
çukurlara gömülecek bir daha evlerine
dönemeyeceklerdir. Kadınlar dul,
çocuklar babasız kalacaktır.
Canlı bir detektör olan Mikasa
yaşanan bir arama tarama faaliyeti
sonrasında kedini şehrin barınağında
bulacaktır. Barınağa getirildiğinde
artık uzuvları kopmuş bir köpektir. Ve
barınaktaki hayatı böylece başlayacaktır. Patlayan mayının uzuvlarını kopardığı Mikasa barınağa getirildiğinde
çok uzun süre kendine gelememiştir.
Barınaktaki herkes Mikasa’ın öleceğini
sanmaktadır ama Mikasa ölmeyecektir. Aşkı Melsa’ya kavuşamaması
ve yaşadıkları onu içine kapatacak ve
uzun süre barınaktaki diğer köpeklerle
konuşmayacaktır. Ama barınaktaki
diğer köpekler Mikasa’ın ayrı bir köpek
olduğun fark edeceklerdir. Ve diğer
köpekler çok uzun süre Mikasa’ın
kitapta anlatılan hikâyesini merak
edecektir. Adı güzel de geldiği günden
beri Mikasa’yı takip edenlerdendir.
Mikasa’nın Melsa ile olan hikâyesini
dinleyen Adıgüzel Mikasa’nın aşkına
saygı duyacak ve ona rağmen Mikasa’yı
kabul edecek ve çok güç olmasına rağmen Mikasa ile çiftleşecektir. Çünkü
eğer çiftleşmese Adıgüzel’in barınağı
terk etiği hafta kısırlaştırılacaktır.
Mikasa’yı bütün ısrarlarına rağmen
ikna edemeyen Adıgüzel yakından
geçen bir tren vagonuna atlayacak
uzaklaşacaktır. Fakat Mikasa barınakta
kalmaya devam edecektir.
Haw, belki de hepimizin anlatmaya
çalıştığı şeylerin güzel bir ifadesidir.
Savaş zamanlarında söz hükmünü
yitirir. Yine sözün hükmünü yitirdiği zamanlardan geçiyoruz. Kentler
muhasara altına alınıyor, kentlerdeki
bütün canlılar açlık susuzluk ve hayati
tehlike altında yaşamaya çalışıyorlar.
Soğukkanlı politik hesapların yarattığı
bir tedhiş ortamında yaşamak nasılsa
onların hepsine katlanmak zorunda
kalıyoruz. Kuzeylilerle Güneylilerin
savaşı tüm hızıyla ve yıkımda derinleşerek devam ediyor. Bu savaş bitmeyecek mi? Belki bir gün bitecek. Bittiği
zaman geriye ne kalacak bilmiyoruz.
Ama umarımız bu göğün altında
savaşların ve kötülüklerin birer masal
olarak kalacağı zamanların gelmesidir.
15
Mahlemiz
SENNUR BAYBUĞA
Diğer yandan duygusal toplumuz
biz. Davranışlarımızı, bilgiler ve
deneyimlerimiz değil, her nedense ve
nasıl oluyorsa, o an içinde bulunulan
mahallemiz yönlendirir. O mahallenin
bir parçası olmamak, o mahallenin
ev kapılarında çekirdek çitlemeye,
çay içmeye davet edilmemek bizim
için dünyanın sonudur, o nedenle hiç
çıkmayız dışına, kahvedeki delikanlı
abilerin çizdiği etek boyu alanlarının. O sokağın dışındaki
hayatın ne tehlikeli olduğu komşu teyzeler tarafından anlatıla
anlatıla gelmişizdir o yaşa.
Edinimlerimiz de böyle, siyasetimiz de böyle günlük hayatımız da böyle. Kimse kendini kandırmasın, isterse de kandırsın, ödümüz kopuyor büyüdüğümüz sokakta, artık geçerken
biz, kimse ayağa kalkmayacak diye o nedenle orada çizilmiş
çizginin orada oluşturulan lügatı konuşmanın ve oradaki etek
boyu kadar bacak açmanın önemi çok bizim için.
Bizim dışımızda herkesi dedikodu yapmakla suçladığımız
o mahallede, elalemin baskı ile büyüyen kadınımız erkeğimiz
o sokağın dışına çıkmayı bir gün bir nedenle ve mutlaka onay
ile başarmış olsa da girdiği yeni muhitlerde Ayşe teyzelere
Ahmet amcaları bitmez. Bundan ki işte birileri ile aynı şeyleri
savunuyor olmak durumu anlık ve o şeye bağlı değil, sonsuza
kadar savunanlara bağılılıkla eş değerdedir.
Hükümetlerimiz de öyledir, bakanlarımız da başbakanlarımız da. Büyüdükleri mahallede kendilerinden uzun boylu
abilerinden aldıkları dersle, iki gün sonra onların tespihini ele
geçirir geçirmez eziklendikleri abilerinden daha delikanlı olup
bu kez onlar başlar horozlanmaya önüne gelene. İktidarsa en
ağırı, baskı ise en bir baskın olanı. Büyüme döneminde her
ne kadar kahvehanede yancı bile olamadıkları abilerinin masalarında bir gün okeye dördüncü girdiklerinde, yancılara da
kola ısmarlamayı hayal etseler de, oturdukları anda o masanın
örtüsüne sinmiş bencillikten muzdarip taş çalmaya başlarlar
hemen. Ve birlikte hayal kurdukları masada yancı bile olamayan diğer gençler de kanıksamaya müsaittir yeni oyuncuyu.
Zira o masanın, kahvenin ve mahallenin kuralı budur, itiraz
eden atılır yaka paça.
Keza ve zaten muhalefetimiz de öyledir. İktidar küfür mü
etti yere mi tükürdü, aynısı yapılacak aksi halde gücü, inancı ve
doğrusunun arkasında duruş biçimi sorgulanacak Allah muhafaza mahallesinde bir sürü şeyle suçlanacaktır, o topluluğun dışına
düşmemek için karşısındakinin sesi ne kadar çıkıyorsa ondan bir
oktav daha fazla bağırmak için çabalar durur, sesi kısılsın farketmez. Nasılsa arkasında dağ gibi arkadaşları, doğrusu kalabalıkları
vardır, kendisi kadar aslında korkak ve kendisi kadar kendisi
olmayan. Ortada bir kavga başlamışsa yan mahallenin gençleriyle
diyelim ki, işten gelirken, daha ne olduğunu bile öğrenmeden
dalar kavganın orta yerine. Maksat mahallesinden ayrı düşmemek, belki komşu kızına korkak görünmemektir. Kimi bıçakların
da karıştığı bu kavgada, kazara faili belli olmayacak şekilde
üst mahalleden birisi ağır yara almış ya da ölmüşse, o zaman
sadece işte, çoğunlukla, failinin belli olmamasının sebebi aslında
kimsenin delikanlılığın sonucuna katlanıp suçu üstlenmemesidir,
o da üstlenmeyecektir. Belki de ortada bir kişi heba olduktan
sonra kavganın aslında kendi mahallesinden birisinin üst mahalledekine yaptığı ağır bir hareket olduğunu öğrendiği zaman bile
arkasında duracaktır yanlışının. Özür dilemek, yahu biz yanlış
yaptık demek yoktur bu kültürde, derse dışlanacaktır, dışlanırsa
başka mahalle tahayyülü olmadığı için yalnız kalacaktır ki en
çok korktuğu şey budur. Neden zira sürüden ayrılanı kurt kapar
düsturu ile büyümüştür, kendine koyun dendiğini farketmemiş,
sormamıştır bile aynadaki suretine.
Ama ve bir gün, o sokaktan dışarı bakmayı başaran bir
göz, doğruluğun yanlışlığın orada örülen ve hayatı boyunca
sormazsa kendine öğretilmiş olandan başka bir şey olduğunu
da gördüğü zaman, belki dönüp arkasına bakmadan taşınacaktır oradan ve belki de zor olanı seçip o mahallede yaşamakta
ısrar ederek, her kör döğüşünde ve her kavgada, bir yerde
yanlış yapıyoruz arkadaşlar deme cesaretini gösterecektir. Ve
dedikodu yapanın sadece komşu teyzeler değil kimi annesi
olduğunu da anlayan her genç kız gibi mesela. Diğer arkadaşlarını annesinden de korumaya başlayacaktır
16
ÇOCUK
BasHaber
29 SÖYLEŞİ
Şubat - 06 Mart 16
2016
Çocuklar için barış!
Adem Özgür
G
ündem Çocuk Derneği, kurulduğu ilk günden bu yana “Çocuklar
için daha iyi bir dünya mümkün”
diyor. 10 yıldır çocuklara yönelik hak
ihlallerini araştıran, raporlar hazırlayan,
paneller düzenleyen ve çocuklarla birlikte
çeşitli etkinlikler yapan Gündem Çocuk
Derneği, 10 yıla pek çok şey kattı. Savaş,
intikam, şiddet ve yasakların hüküm sürdüğü bir coğrafyada acı, gözyaşı ve nefret
hiç dinmiyor. Böyle bir coğrafyada kötü
muameleye maruz bırakılan, horlanan,
katledilen ve/veya iş cinayetine kurban
giden, düşük ücretli işlerde çalıştırılan,
cinsel istismara maruz kalan, sokaklarda
özgürce oynamasına izin verilmeyen,
evine ekmek götürmesi yasaklanan hep
çocuklar oluyor. Sokağa çıkma yasağıyla
evde tutsak kalan, elinde taş izi olduğu
için gözaltına alınarak tutuklanan, bir
ekmek uğruna dövülen, gaz fişeğiyle
vurulan çocuklar… Böyle bir coğrafyada
Gündem Çocuk, çok önemli işlere imza
atıyor.
Ezgi Koman:
Daha iyi bir dünya mümkün!
10 yıldır yılmadan mücadele eden Gündem Çocuk Derneği adına sorularımızı
yanıtlayan Ezgi Koman, “Gündem Çocuk
Derneği’nin kuruluş amacı ve bizleri bir
araya getiren, temel motivasyon çocuklar için daha iyi bir dünyanın mümkün
olduğuna olan inancımızdı. Amacımız
da aslında daha iyi bir dünya yolunda çocukların yaşamına, hak ve özgürlük sahibi
bireyler olarak algılanmalarına, mutlu
olmalarına, özgürleşmelerine katkıda
bulunmaktı” diyor.
“Çocuk hakları meselesi
politiktir”
Kuruluşlarının ardından
geçen 10 yılda yaptıklarını
özetleyen Ezgi Koman,
şunları anlatıyor: “10 yılı
yaptıklarımızla değil
de belki tanıklıklarımızla, öğrendiklerimizle anlatsak
daha iyi olabilir.
Öncelikle 10 yıl
bize bir kere
daha çocuk
hakları meselesinin
‘politik’
10 yıldır çocuk hak ihlalleriyle ilgili çalışmalar yürüten ve bu konuda kısmi de olsa bir
farkındalık yaratan Gündem Çocuk Derneği’den Ezgi Koman, “Gündem Çocuk Derneği’nin
kuruluş amacı ve bizleri bir araya getiren temel motivasyon, çocuklar için
daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna olan inancımızdı” diyor.
kurumun şiddet ürettiğini kabul etmediği için çocuklar cezaevlerinde şiddete
maruz kaldı, intihar etti. Devlet Suriyeli
mültecilere misafir değinde ‘misafirinden
sıkılanlar’ çocuklara köle muamelesi yaptı,
patronları onları döverek öldürdü…”
“10 yıl içerisinde çocuk
hakları bilinir oldu”
10 yıl içerisinde önemli gelişmelerin
de olduğunu ifade eden Koman, çocuk
haklarının bilinir hale geldiğini söylüyor.
Berkin Elvan’ın ardından devletin çocuklara kıydığının daha görünür hale geldiğini
ifade eden Koman, “Çocuklar zaman zaman, her nasıl hayat yaşarlarsa yaşasınlar,
bulundukları yerden seslerini duyurmaya
devam ettiler. Bir kısmı örgütlendi, bir
kısmı Gezi’de ve Kürd illerinde olduğu gibi
iktidara karşı, özgürlükleri için sokağa
çıktı. Yetişkinlerin tam vakıf olamadığı
yöntemlerle direnmeye devam etti. Belki
de son dönemde devletin, iktidarın çocukları doğruda hedef almasının sebebi de
budur” diyor.
bir mesele olduğunu gösterdi. Bu sürede
dünyada ve Türkiye’de olan her gelişme
çocukların yaşamını, hak ve özgürlüklerini
doğrudan etkiledi. Çatışmaların yükseldiği zamanlarda çocuklar öldürüldü,
tutuklandı, işkenceye maruz kaldı. Devlet,
sermayenin ucuz işgücü ihtiyacını karşılamaya karar verdiğinde çocuk işçiliğinin
önünü daha da açan yönetmelikler yapıldı.
İşyerlerine yönelik sistematik denetimsizlikten vazgeçmediğinde çocuklar da iş
cinayetlerinde yaşamını kaybetti.”
“Devletin yaptıklarından dolayı
çocuklar mağdur oluyor”
Çocukların açlıktan yaşamını yitirdiğini, sağlık sis-
teminin piyasalaştığını ve eğitim sisteminin amacından uzaklaştığını belirten Ezgi
Koman, şunları dile getiriyor: “Sağlık sistemi piyasalaştıkça Muhammed’e ambulans
yetişemedi, ölüsünü babası sırtını taşımak
zorunda kaldı. Muhafazakârlaşmayla
birlikte çocuklar eğitim sistemi insan
haklarına dayalı bir amaçtan uzaklaştı,
çocukların gelişimleri engellendi. Devlet
çocuk evlilik meselesini sadece kültürel
bir mesele olarak değerlendirdiğinde ve
buna derinden bir hoşgörü gösterdiğinde Kader gibi çocuk gelinler ne yazık ki
yaşamını kaybetti. Devletin toplumsal
cinsiyet algısı hep erkek ahlakından yana
olduğundan, mahkemeler cinsel şiddete
uğrayan çocukların rızasını aradı. Kapalı
“Çocuklar hayatın bir döneminde
özgürleşecek”
10 yıl içerisinde çocukların hayatın bir
döneminde özgürleşeceklerine inandıklarını söylediklerini ifade eden Koman,
sözlerini şöyle sürdürüyor: “Biz 10 yıl
boyunca çocukların bu hayatın bir döneminde özgürleşeceklerine inandığımız
söyledik. Kendimize de onların özgürleşme yollarına katkı verme rolünü biçtik.
Yaşanan onca can yakıcı olaylara rağmen
çocukların özgürleşmeye -en azından
bizim çocukluklarımızdan daha fazla- başladıklarını söyleyebiliriz sanki. Gündem
Çocuk Derneği de tüm bunlar olurken hep
çocukların yanında yaşamı dönüştürmeye
çalışan bir aktör olmaya çabaladı.”
Çalışmalarımız medyada çok sık yer almıyor
Derneğin çalışma koşullarından da bahseden
Koman, en büyük sıkıntılarının ise çalışmalarını
kamuoyuna duyurmak olduğunu belirterek, her
yıl düzenli olarak ‘Çocuğun Yaşam Hakkı Raporu’
hazırladıklarını söylüyor. Bu çalışmalarının bir
şekilde ana akım medyada da yer bulduğunu dile
getiren Koman, “Onun dışında -ki biz medyayı iyi
kullanabilen örgütler arasında sayılabiliriz sanırım- çok fazla yer bulmuyor. Bu da ulaştığınız,
temas kurduğunuz insanları sınırlıyor” ifadelerini kullandı. Bir başka sorunlarının da kaynak
meselesi olduğunu söyleyen Ezgi Koman, Türkiye gündeminin
hızlı ve sıcak olması, gündemin de doğrudan çocukları etkilemesinin sorun teşkil ettiğinin altını çiziyor.
Gündem Çocuk Derneği’nin kurulduğundan beri hak temelli
bir çocuk politikasının gerekliliğinden bahsettiğini söyleyen
Ezgi Koman, “Buna ilişkin öneriler geliştirdik. Acilen, çocukları
hak ve özgürlük sahibi birey olarak gören bir çocuk politikasının oluşturulması ve uygulanması gerekiyor. Bunun da şu
günlerde herhalde ilk şartı bir an evvel yeniden çatışmasızlık
ve barış ortamının sağlanmasıyla mümkün” diye konuşuyor.

Benzer belgeler

04.04.2016

04.04.2016 ÖZTEKİN ÇAÇAN

Detaylı

27.03.2016

27.03.2016 geçirilmesi, düzenlenmesi ve kamu mallarına yönelik ihlallerin bitirilmesi, yasadışı kazanç elde eden şirket ve şahıslar hakkında işlem yapılması ve adil bir mekanizmayla elde ettikleri kazançların...

Detaylı

13.09.2014

13.09.2014 bağımsızlığını ve kazanımlarını tehdit etmektedir. Siyasal partiler, kendilerini toplumun ve Kürdistan’ın üstünde gören anlayışlarla hareket etmektedirler. Kürdistan’da olmayan şey, bütün Kürdistan...

Detaylı

01.02.2016

01.02.2016 Yılmaz, KBY’ye askeri yardım konusunda son derece gayretkeş görünen ABD ve AB’nin, doğrudan yardım konusunda Bağdat ile anlaşmaya zorlayan siyasi bir tercihin öne çıktığını söylüyor. Batı’nın, KBY’...

Detaylı

30.05.2016

30.05.2016 yardım beklenebilir” diyor. Ancak öncelikle krizi Bağdat üzerinden çözme tercihlerini direteceklerini vurgulayan Yılmaz, “Bu krizin patlak vermesinde bölgesel dinamiklerin yanında, iç dinamikler de...

Detaylı