ÖN SÖZ - Gönül Sitesi

Transkript

ÖN SÖZ - Gönül Sitesi
Mehmet Çoban
KOREA
(G e z i
N o t l a r ı)
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Yönetim danışmanlığını yaptığım şirketin ön görüşmelerini
tamamlayarak imza aşamasına getirdiği iş sözleşmesinin son
görüşmesini yapmak, imzasını atmak için dört kişilik bir ekiple
Güney Kore’ye gidilecekti. Ekibe dahil edildiğimde sevinmiştim.
Bu seyahat ikinci yurt dışına çıkışım olacaktı. İlk kez yurt dışına
çıkışım 1976 yılında Batı Almanya’ya idi. 35 yıl sonra tekrar yurt
dışına çıkacaktım. Hem öyle yakın bir yer değildi. Her şeyi bizden
farklı uzak bir diyardı. Batı toplumları doğu toplumlarına göre
bize daha yakındı. Batılıların Hıristiyan oluşu nedeniyle, düşünce
ve yaşamlarında bizimle birlik oluşturduğu yerler vardı. Doğu ise
Budist’ti. Her şeyi ile Müslümanlardan farklı bir toplumdu. Daha
önce Çin’e giden bazılarından uzak doğuyu dinlemiştim. Dört
kişilik ekipteki şirket yetkililerinin Singapur’a gidişlerinin ardından
uzak doğu hakkında bilgiler edinmiştim. Özellikle Çin’e giden
arkadaş, anılarını şöyle özetliyordu. “Sanki farklı bir gezegen”
Kore anılarımda farklı bir yer tutuyor. Kore savaşına katılan
Halamın kocası vardı. Sıcak savaşa katılmamıştı. Eniştemin
katıldığı Türk Askeri birliği Kore’ye vardığında barış ilan edilmiş.
Onlar da savaşın ardından güvenliği sağlamak, toplumu derlemek
toparlamak için uğraşmışlar. Hüseyin Eniştemin Kore anılarını
dinlemiştim. Heyecanın sardığı her nokta da, Kore beni kendine
çekiyordu. Gideceğimiz Seul kentine google eartten giriyor.
Kalacağımız Olympic Park otel’in yerine bakıyordum. Şehrin her
yerini görmeye çalışıyordum. Bundan üç ay önceydi. Samanyolu
TV’deki ayna programında Güney Kore işlenmişti.
Pasaportumu çıkarttım. Google’deki çeviri programından,
Kore diliyle ilgili temel kelimeleri buldum. Onları bir kağıda
yazdım. Biraz İngilizcem vardı. Ama ben hangi topluma gidersem
gideyim, o toplumun dilinden bir şeyler öğrenerek sıcak temaslar
kurmak istiyordum. En azından, selamlaşmak, hal hatır sormak,
bir şey istemek gibi konularda dillerini kullanabilirdim. Koreli
firmanın bizimle görüşen temsilci Bayan Jenny, bir defasında
Korelilerin İngilizce okullarda okuduğunu söylemişti. Okulları
tamamen İngilizce diliyle eğitim veriyorlarmış. Halk Kore dilini
-2-
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
evinde öğreniyor. Okulda sadece gramer yapısı hakkında bilgiler
alıyormuş. Türkiye’deki Türkçe dersleri gibi Koreliler derslerde
Korece’yi gramer olarak öğreniyorlar. Korece’nin dışındaki bütün
dersler İngilizce veriliyormuş. O nedenle Koreliler su gibi İngilizce
konuşuyorlar. Benim çat pat İngilizcem bir Korelinin yanında asla
yetmezdi. Ama önemli değil ki, nasılsa iyi İngilizcesi olan OTTÜ
mezunu Selim kardeşimiz vardı.
Selim Rusya’da kendi işini kurmuş, İzmir’de
ikamet eden bir arkadaştı. Yurt dışına sürekli çıkan, işi gereği
fuarlara katılan biriydi. Dünyada ziyaret ettiği pek çok ülke vardı.
Yurt dışı tecrübesi çok iyiydi. Selim’den yurt dışı ilişkilerimizde
hem tercümanlık hizmeti alıyor. Aynı zamanda tecrübelerinden
yararlanıyorduk. Siyasi görüşlerimiz farklı olmasına karşın çok iyi
bir insandı. İnsanların toplumsal değerlerine, inançlarına önem
veriyordu. Şirketimizin sahipleri iki bayan yanında, ben ve Selim
iki bay olarak dört kişilik kafileydik.
Otel rezervasyonlarımız yapılmış, uçak biletlerimiz alınmıştı.
Programa göre Seul’da dört gündüz, üç gece geçirecektik. 09
Mart 2011 Çarşamba günü Türk Hava Yolları ile İzmir’den 21:00
de İstanbul’a, 23:40’ta da İstanbul’dan Seul’a uçacaktık.
Gün gelip çattı. Havanın harikaydı. Fırtına, yağmur yoktu.
Yollar açıktı. Uçmak tehlikeli değildi. Menderes hava limanında
biniş kartlarımızı alırken, yarım saat rötar olduğunu öğrendik.
Canımız sıkılmıştı. Görevliye rötar uzarsa ne olur dediğimizde,
-3-
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
“biletleriniz bağlantılı olduğu için sizi beklerler” dediler. Zira
Kore’ye uçacak bir uçağa yetişecektik. İzmir – İstanbul arası 45
dakika falan sürüyordu. 21:15’te uçağa binmemize rağmen,
21:30’da kalkacak uçak 21:55’te kalktı. Marmara’daki ters rüzgar
hava alanına inmemizi engellemeye başladı. Pilot birkaç kez
Marmara üzerinde dolaştı. Nihayet 23:10’da İstanbul’a inmiştik.
Uçağın kalkmasına yarım saat vardı. İstanbul Atatürk hava
limanında, yurt içi bölümünden yurt dışı bölümüne doğru
koşturmaya başladık. Kapıya geldiğimizde, uçak kapılarının
kapandığını gördük. Uçak önümüzdeydi ama bizi almıyorlardı.
Kapılar 23:25’te kapanmıştı. Biz ise 23:30 kapıya varmıştık.
Yetkililere, gecikmenin nedenlerini açıklayarak, kapıyı açın uçağa
binelim dedik. Yasak dediler. Kapılar kapandı mı artık bir daha
açılmaz dediler. Uçak gözümüzün önünde, biz yetkililerle
tartışırken Seul’a doğru uçmak için hareket ediyordu. Gözümüzün
önünde uçak bizi almadan uçmaya doğru gitti. Güya bağlantılı
seferlerde uçaklar yolcularını beklerlermiş. Hiçte öyle olmadı.
Türk Hava yolu yetkilileriyle konuşmalarımız, tartışmaya, sonra
da kavgaya dönüşmüştü. Nihayet bizim haklı olduğumuza
inandılar. Türk Hava Yollarının hatası nedeniyle geç kaldığımıza
ikna olduklarında, bizi Kore’ye uçurmak için sefer aramaya
başladılar. Ama bulamadılar. Bizi bir otelde misafir ederek,
İzmir’e geri gönderdiler. Tabi iptal olan biletlerimiz yerine
yeniden belirleyeceğimiz tarihler için gidiş dönüş biletleri
vereceklerdi.
Kore yolculuğumuz büyük bir hayal kırıklığı ile başlamıştı.
İşimizi gücümüzü bırakıp yola koyulmuştuk. Koşturmaktan
hepimiz kan ter içinde kalmıştık. Kore’deki firma yetkilileri bizi
bekliyorlardı. Olay nedeniyle ister istemez sinir harbi yaşamıştık.
Şimdi ise gerisin geriye dönüyorduk. Türk Hava yolları kendi
arasındaki iletişim eksikliğinden dolayı, bilet fiyatlarından daha
çok masraf ederek bizi ağırlamış, zarara girmiş, bize tekrar bilet
veriyordu. Ama bizim planlar altüst olmuştu.
-4-
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Türk Hava Yollarının her gün aynı saatte Seul’a seferi vardı.
Tehirli olarak altı gün sonra tekrar uçacaktık. Durumu Kore’deki
firmaya bildirdiğimizde adeta memnun olmuşlardı. Sanki biraz
gecikmemiz işlerine geldi. Belki de bizimle görüşmeye tam hazır
değillerdi.
Ancak yine de ben gecikmeden dolayı çok rahatsızdım.
Dünyada önemli sıraya girmiş Türk Hava yollarının organizasyon
eksikliği nedeniyle yolcularını mağdur etmesi hiç de hoş değildi.
Gecikme nedenlerimizi, gecikme nedeniyle Türk Hava Yollarının
yaptığı masrafları açıklayan bir mektubu Türk Hava Yollarına
gönderdim. Türk Hava Yollarının esikliklerine karşı önerilerimi
sundum.
-5-
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
12.03.2011 - Cumartesi
Zaman gelmişti. İçimizden bir daha aksilik olmaması için dua
ederek İzmir İstanbul uçağına bindik. Rötar yoktu. Hava çok
güzeldi. Uçmayı engelleyecek hiçbir şey yoktu. İstanbul’a Seul
uçağının kalkmasına 1,5 saat varken inmiştik. İlk tecrübeyi
dikkate alarak gecikmemek için yurt içi bölümünden yurt dışı
bölümüne hızlı yürüyerek gittik. Gümrük çıkış işlemlerimizi
yaparak çıkış kapımıza geldik. O kadar hızlı davranmıştık ki,
uçağın kalkmasına daha bir saat vardı. Yani artık bu sefer asla
uçağı kaçıramazdık. Gözümüz seferleri belirten panolarda, bir
Cafe’ye oturduk. Bir şeyler içmek, internetinden yararlanmak
istiyorduk. Seul yolcuları çağırılıncaya kadar vakit geçirdik. Kore
için hediyelerimizi daha önce aldığımız için, havaalanından hediye
almamıza gerek yoktu.
Artık Seul uçağına binmiştik. Pencere kenarlarını severim.
Yukarıdan aşağıları seyrederek gitmek hoşuma giderdi. Benim bu
hassasiyetimi bilen kafile arkadaşlarım banim pencere yanına
oturmama izin verdiler. Gerçi gece yolculuğu yapacaktık ama
olsun, ben yine de seyrederek gitmek istiyordum. Şehirlerin,
kasabaların ışıklarını gökyüzünden seyretmek güzeldi. Yolculuk
11 saat falan sürecekti. Türkiye saatiyle öğleyin 10:00 - 11:00
sularında Kore’de olacaktık ama, Kore bizden 6,5 saat önce güne
başladığı için akşam olmuş olacaktı. Kısacası gece 23:40’ta
başladığımız yolculuk Kore’de ertesi günü akşam üstü sona
erecekti. Yani zaman farkı ile 11 saat yolculuk, artı 6,5 saat
zaman farkı, toplam 17,5 saat yolculuk yapmış gibi olacaktık.
Tam bir günümüz kaybolacaktı.
Yurt dışı yolculuklarında Türkiye’de yaşayan yolcuların THY
ile uçmaları her zaman kendi avantajlarınaydı. Zira THY sunduğu
ikramlarda, Türkiye’de yaşayan insanların yiyebilecekleri şeyleri
ikram ediyordu. Yolcular en azından neyi yediklerini biliyorlardı.
Diğer taraftan çay neredeyse sadece THY’de vardı. Yurt dışında
-6-
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Kırmızı çay olarak bildiğimiz çay, Türk çayı olarak biliniyordu.
Ancak ne batılılar, ne de doğulular Türk çayını içmiyorlardı.
Özellikle batıda çay kültürü neredeyse hiç yoktu. Hatta İngilizler
Türk çayına süt katıp içiyor diye duymuştum. Bizde kazara çayın
içine süt girse o bardağı boşaltır yeniden doldururuz. Doğu
toplumlarında çay kültürü vardı. Ancak onların bildiği çay bizim
çaydan değildi. Hatta Kore dilinde çay = çay’dı. Söylenişi,
okuyuşu aynen çay olarak geçiyordu.
Uçağın gittiği güzergahı önümüzdeki ekranlarda görüyor,
nerede olduğumuzu biliyorduk. Ayrıca önümüzdeki ekranlarda
istediğimiz zaman film seyredebiliyor, müzik dinleyebiliyorduk.
Filimler çeşitli gruplara ayrılmıştı. Müziklerde öyle. İsteyen
istediği müziği dinleyebiliyordu. İçilecek ikramlarda çay, kahve,
meşrubat vardı. Tabi kahve bildiğimiz Türk kahvesi değil. Nescafe
veya Capocino türündendi. Hostesler, özellikle üzerine basarak
“çay” diyen yolcuların Türk olduklarını hemen anlıyorlardı. Batılı
ve doğulu olanlar genelde çay içmiyorlardı. Onlar daha çok kahve
içiyorlardı. Çay bolca demlendiği zaman, hostesler tespit ettikleri
Türk yolculara bolca çay ikram ediyorlar, böylece ülkemizden
ayrılışın getirdiği hüznü yaşatmıyorlardı. Uçak gece karanlığında
Karadeniz üzerinden doğuya doğru uçuyordu. Kısa bir süre sonra
Azerbaycan üzerinde uçmaya başladık. Bakü, hazar denizi
yukarıdan müthiş görünüyor. Azerbaycan’ı geçtikten sonra uzun
bir süre yeryüzünde ışık göremedim. Ekran üzerinde bir çok
yerlerden geçiyorduk ama, sanıyorum hava bulutlu olduğu için
aşağılar görünmüyordu. Pencereden etrafa baktığımda, koyu bir
karanlık vardı. Bende bir film seçerek izlemeye başladım. Arada
reklamlar olmadığı için film çabuk bitmişti. Bir film daha seçtim.
Benimle birlikte yolculuk edenler uyumaya başlamışlardı. Film
seyrederken arada bir pencereden dışarıya bakarak kontrol
ediyordum. Uzun bir süre sonra Çin üzerinden uçmaya başladık.
Çine girmeden önce hava aydınlanmıştı. Yeryüzü görünmüyordu.
Beyaz bulut içindeydik. Çin’e gelmek demek, Kore’ye gelmek gibi
bir şeydi. Pekin üzerinden uçarken artık gündüz olmuştu. Bulutlar
arasından evler, yollar görünüyordu. Ama çok uzaklardaydı. Tam
-7-
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
altımızda değillerdi. Sanıyorum üzerinden uçmuyorduk. Belki hiç
üzerinden uçmuyorduk. Ama yukarıdan bakınca, uzakta bile olsa
yerleşim alanları görünüyordu. Gece başlayan yolculuğumuz
sabaha erişmişti. Yol güzergahında Himalayalar vardı. Ama ben
Himalayaları görememiştim. Zira çok yüksekten bulutlar içinden
geçmiştik. Bense Himalayaları çok merak ediyordum. Keşke
gündüz veya berrak bir gece havasında Himalayalardan
geçseydik. Belgesellerde seyrettiğim Himalayalar garip bir şekilde
beni kendine çekiyordu.
Yolculuk esnasında, dikkatimi çeken şey, bir uçağın on bir
saatten fazla havada kalabilecek olmasıydı. Otobüsler bile
verilen molalarla dinlendiriliyorlarken, uçaklar hiç durmadan
gidiyorlardı. Halbuki ben Kore’ye varıncaya kadar en azından bir
kere olsa bile, yolda bir hava alanına inerek mola verir diye
düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Yarı yolda yerde mola vermesi
güzel olurdu. Böylece Asya’da bir başkent daha görmüş olurdum.
Uçakta plastik kalem kutularına benzer bir kutu verdiler.
İçini açtığımda, içinden çorap, diş macunu, iğne, iplik, mendil gibi
temel ihtiyaçları karşılayacak şeyler çıkmıştı. Yanımda oturan
arkadaşa, çorap niçin deyince, “çorap, yolculuk boyunca ayaklar
şişmesin diye, ayakkabılar çıkılır, verilen çoraplar koku yapmasın
diye giyilir” demişti. Ayaklarımda THY’nin verdiği çoraplar vardı.
Ayakkabılarımızı da çıkarmıştık. İnce yün battaniyelerimizde
vardı. Üzerimize örterek uyuyabilirdik. Ama bendeki heyecan
beni uyutmamıştı. Neredeyse bütün yolculuk boyunca uyumadım.
Gerçi arada bir geçtiğimi, hafif şekerleme yaptığımı hatırlıyorum.
Ancak uzun yolculuk yapan çoğu insan baya uyuyorlardı. Benim
uyumadığımı gören hostesler ekstradan bolca ikramlar yapmıştı.
Çay Cafe gibi.
Pekin üzerinden geçerken Kore yaklaştı diye düşünmeye
başladım. Uçak Çin Seddi’nin üzerinden uçsaydı ne güzel olurdu.
En azından gidememiş olsam da Çin Seddi’ni görmüş olurdum.
Çin Seddi’nin hem Türk, hem Çin tarihinde önemli yeri var.
-8-
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Söylendiğine Çin Seddi aydan bile seyredilecek tarzda büyüktü.
Çin’e böyle bir sur yaptıran, saldırılarıyla ünlü toplumdan olmakla
övünsek mi, yerinsek mi bilmiyordum.
Yolculuğu ekrandan her adımı sıkı sıkıya takip ediyordum.
Gözlerim bir türlü uykuyu görmüyordu. Seul’da yeni yapılan
havaalanına inecektik. Yeni havaalanı şehrin merkezine uzaktı.
Büyük ihtimalle firmanın temsilcisi Bayan Jenny bizi bekliyordu.
Bayan Jenny kırk yaşlarında esmer, çekik
gözlü güzel bir bayandı. Çok kibar, bizim ülkenin tabiriyle hanım
hanımcıktı. Konuşmaları, hareketleri ağır hanımefendilerin tavrına
benziyordu. Arada şakalaşmalar olsa bile, öyle kendini koymazdı.
Gülüşü, kendine göre bir ağırlık taşıyordu. Uzaktan görünüşü
otoriter despot imajı veriyordu. Ama yanına yaklaşınca, ne kadar
candan, içten, samimi olduğu hemen anlaşılıyordu. İzmir’e
geldiğinde iki gün boyunca iş görüşmeleri yapmıştık. Görüşmeler
sırasında gittiğimiz yemeklerde beraber olmuştuk. Beş altı kişilik
ekipler halinde gittiğimiz yemeklerde, genellikle, sakin, sessiz,
çekingen duruyordu. Yemek yiyiş tarzından, yemeklere karşı
ilgisizliğinden, ya fazla yemek yemiyor, ya da Türk yemeklerini
beğenmedi diyebilirdik. Ama ne olursa olsun, iyi birisiydi. Arada
bir şakalaşmak istediğimde, yüzüme “ne oluyor” dercesine dik,
dik bakıyordu. Özellikle onun şaşkınlık ifade eden “May Good”
deyişini taklit ederken, yapma der gibi bakıyordu. Sanıyorum
kendi özgüveninde, iş disiplini, kişilik statüleri vardı. Kendisiyle
-9-
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
ilgili ilk konuşmalarımızda, evli olduğunu, Budist olmadığını,
Tanrı’ya inanmadığını söylemişti. Ancak giyimi, oturuşu, kalkışı
muhafazakar insanların davranışlarıyla benzeşiyordu. Mesela,
görüşmelerde bayanlarla kucaklaşırken, erkeklerle sadece el
sıkışıyordu. Sarılıp kucaklaşmıyordu. Onun bu tavırları hoşuma
gidiyordu. Bende öyle vara yoğa gülen. Erkek bayan demeden
sarılıp kucaklaşarak şapır şupur öpüşenlerden hoşlanmıyordum.
Kaptanın Seul’a yaklaştığımıza ilişkin, Türkçe, İngilizce
konuşması artık yolculuğumuzun sonuna geldiğinin belirtisiydi.
Uçak alçalmaya başlayınca aşağıdaki Seul’u görmeye başladım.
Seul her şehir gibiydi. Büyük binalar, fabrikalar, evler, sokaklar,
caddeler. Denizden Seul’a doğru inerken beni şaşırtacak değişik
şeyler yoktu. Sanki her zaman bildiğim, gördüğüm bir şehre
gelmiş gibiydim. Hiçbir yabancılık hissetmedim. Hava bulutluydu.
Güneş görünmüyordu. Ama henüz batmamıştı. Ülkemizdeki ikindi
vaktini andırıyordu. Aşağıya bakarken mavi tonların hakimiyeti
dikkatimi çekti. Bir çok binanın üstü mavi kiremit veya
kaplamalarla örtülüydü.
Artık yolculuk bitmek üzere, uçak inişe geçti. Türk Hava
Yolları Seul’a her gün bir sefer yapıyor. Aynı uçak, İstanbul Seul
arasında gidiyor geliyor. Güney Kore ile iş yapanlar için bu çok
güzel bir şeydi. Uçağın yarısından fazlası zaten yabancıydı. Uçak
yere inerken ayakkabılarımı giymeye başladım. Hava yollarının
verdiği çorapları çıkarmadım. Ayaklarım ayakkabıyı giyemeyecek
derecede şişmemişti. Bu çok güzel bir şeydi. Değilse eski İstanbul
kabadayıları gibi ayakkabılarımın arkasına basmak zorunda
kalacaktım. Seul’daki giriş işlemleri için uçakta verilen evrakları
Selim’in yardımıyla doldurmuştum. Evraklar İngilizce yazılıyordu.
Bense evrakları yazacak İngilizce bilgiye sahip değildim. Evraklar
tam olmasına ve Kore’ye vizesiz girecek olmamıza rağmen bir
aksilik olursa Selim’in yardım etmesi için, beraber sıraya
girecektim. Bu konuda Selim’le baştan anlaştık.
- 10 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Uçak yere indi. Şükür sağ salim uzun yolculuğumuz bitti.
Otobüslerde bile on bir saatlik yolculuk olmuyor. Arada bir mola
veriliyor. İnsanlar yiyor, içiyor. Biraz geziniyor. Ayakları açılıyor.
Nefes alıyordu. Ama uçak öyle mi bir havalandı, pir havalandı.
Uç, uç, uç… Hiç durmadan on bir saat. Dile kolaydı. Aslında
böyle bir yolculuğu ilk duyduğumda korkmuştum. Ama benden
tecrübeliler vardı. Selim ve şirketin ortakları uzun yolculuğu daha
önce yapmışlardı. Onların verdiği cesaretle moral bulmuştum.
Gerçekten insan dinlenme, uyuma, yeme içme derken yolun nasıl
bittiğini bilmiyordu. İşin garibi hiç tuvalete çıkmadım. Halbuki bu
kadar yemeye, içmeye evde olsaydım en az beş altı kez tuvalete
çıkardım.
Seul’a 13.03.2012 Pazar akşamı inmiştik. Koca pazarımız
yolda geçmiş oldu. Pazar olmasına rağmen Bayan Jenny bizi
karşılayıp otele yerleştirecekti. Halbuki tersi olsaydı ne güzel
olurdu. Yani 6,5 saat yolda kaybolacağına kazansaydık. Sabah
vakti Seul’a inseydik ne güzel olurdu. Pazar günü Kore’de de
tatildi. Bizde tatil gününü gezerek geçirirdik. Ama koca bir gün
sanki buhar olup uçup gitmişti.
Uçaktan inip hava alanına giriş yaparak bagajlarımızı
almak için yönlendik. Ben yolculuk için küçük bir valiz almıştım.
Valizimi bagaja vermedim. Uçak kabinindeki dolaplara koydum.
Zira dolaplara konacak boyda valizi özellikle almıştım. Mevsim kış
olduğu için fazla eşya almama gerek yoktu. Her gün için bir
kazak, o da ayıp olmasın diye. Değilse terleme olmadıktan sonra
iki kazak idare edebilirdi. Birini Kore’de gezerken giyer, diğerini
yolculuk sırasında giyerdim. Bir yedek pantolon, iki çift iç
çamaşırı. Beş çorap. Yeter. Bilgisayarımı yanıma almadım. Zira
bir bilgisayar yeterdi. Selim’de ve şirket sahiplerinde vardı. İş
gereği şirketin bilgisayarını kullanacaktık. Bana bilgisayar, evle
msn üzerinden haberleşmeye yarayacaktı. Bir de her iki güne bir
antoloji.com sitesindeki yetkili şair sayfama şiir ekliyordum.
Dolayısıyla yaklaşık iki şiir ekleyecektim.
- 11 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Havaalanından bagajlarımızı alarak gümrük işlemlerinin
yapılacağı bölüme doğru gitmek için Selim yönlendirici levhaları
kontrol etmeye başladı. Bir müddet yürüdükten sonra çıkışı
olmayan bir yere geldik. Oradaki görevliye sorduğumuzda on beş
dakika bir tren geldiğini öğrendik. Seul havaalanında yurt dışı
girişlerinden gümrük alanı arasında tren çalışıyormuş. Yani
havaalanı içinde tren çalışıyor. Halbuki biz İstanbul’da yurt içi
bölümünden yurt dışı bölümüne gitmek için neredeyse yarım saat
yürüyorduk. Bu yürüyüşte yürüyüş bantları sayesinde oluyordu.
Aslında düz gitsek çok kolaydı. Ama dolanarak, merdivenleri inip
çıkarak gittiğimiz için neredeyse yarım saati buluyordu. Kore’ye
gidemediğimiz ilk seferimizde geçen hafta koşturarak yurt içi
bölümünden yurt dışı bölümüne on beş dakikada gelebilmiştik.
Seul’da ise yürüme veya koşturma yerine trene biniyordunuz.
Tren arada hiçbir yerde durmuyor. Yurt dışından gelen yolcuları
direkt gümrük bölümüne ulaştırıyordu. Seul havaalanı bina yapısı
ile İstanbul’a benziyordu. Binanın yapılanması çok farklı değildi.
İçindeki tren hariç neredeyse her şey aynıydı. O nedenle çok
fazla yabancılık çekmedim. Zaten çat pat İngilizcem vardı.
Panolarda yönlendirmeler Korece ve İngilizceydi. Ama panolara
İngilizce hakimdi. Gümrük işlemlerimizi Selim’le anlaştığımız gibi,
ben önde o arkada sıraya girerek kolayca halletmiştim. Zaten pek
fazla bir şeyim yoktu. Valiz kontrolüm tertemizdi. Pasaportum
yeni alınmış gıcır gıcırdı. Koreli erkek memur 25 yaşlarında kibar
biriydi. Hareketlerine samimiyet, gülümserlik hakimdi. Girişimi
onaylayıp welcome dediğinde Thank you demeyi unutmadım.
Diğer sırada şirketin iki yetkilisi vardı. Biz Selim’le işlemlerimizi
önce yaparak onları bekledik. Geldiklerinde çıkış kapısına doğru
yürümeye başladık. Çıkışta bizi bekleyen Jenny el sallıyordu.
Yanında da genç bir bayan vardı. Jenny yanındaki bayanı bize
tanıştırdı, Ely. Hoş geldiniz töreninden sonra yürümeye başladık.
Birlikte geldiği bayan Jenny’e benziyordu. Jenny dönüp bayanı
işaret ederek, “Your sister” diye sordum. Yani kız kardeşin mi?
Jenny şaşırmış bir şekilde elleriyle de işaret ederek “no, no!”
dedi. Sonra bir şeyler söylemeye başladı. Tabi ben öyle uzun
İngilizce cümleleri anlamıyordum. Selim tercüme etmeye başladı.
- 12 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Bayan Ely bize şoför olarak görevlendirilmiş. Biz Kore’de iken,
bizi otelden işyerine getirip götürmek, Seul’da dolaştırmak için
ayrılan arabayı Bayan Ely kullanacaktı.
Bayan Ely, yirmi beş yaşlarında cana
yakın biriydi. Uzun boylu, esmer, güler yüzlüydü. Konuşmayı çok
seviyordu. Hani bir insanı ilk gördüğünüzde canınız kaynar. Onu
ilk gördüğümde içim kaynamıştı. Tavrı, ilgisi harikaydı. Uzun
boyu, zayıf görünüşü ile küçük kızıma çok benziyordu. Herhalde
onun için ona karşı sempati duymaya başladım. Herhalde o da
bana karşı aynı duygulardaydı ki, sürekli yanımda yürüyor,
benimle konuşuyordu. Ona “I am not English” dediğimde el
işareti ile tamam dedi. Ama biraz sonra unutarak bana dönüp
yine anlatmaya başladı. Gülerek yüzüne baktım. Elimi ağzıma
götürerek sus işareti yaptım. Sonra ellerimle, yüzümle
bilmiyorum işareti yaptım. İngilizce bilmediğim aklına gelince
utancından kızardı. Yine el işareti ile tamam dedi. Aile ortamında
yetiştiği belliydi. Zira üzerinde ailelerinin sıcak tavrı vardı. Jenny
öyle değildi. O daha çok kendi halinde, yalnız biriydi. Hareketleri
donuktu. Samimi cana yakındı ama, bunu Ely gibi aktif olarak
ortaya koymuyordu. Ely ise tam Anadolu insanı gibiydi. Onun
yanında insan kendini Anadolu’da dolaşıyor zannedebilirdi. Esmer
rengi, uzun boyu, atletik yapısı, çekik gözüyle ülkemizdeki tatar
kardeşlerimizden farklı değildi. Eğer aramızda Türkçe konuşuyor
olsaydık kendimi Eskişehir’de zannedebilirdim.
- 13 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Havaalanından KİA markalı bir Jepe binerek şehre doğru
hareket ettik.
Şoförümüz Bayan Ely, hem araba kullanıyor, hem bizimle
konuşmaya çan atıyordu. Arabada adres bulmaya yönelik
navigasyon vardı. Her binişimizde gideceğimiz adrese göre ayar
yapıyor. Böylece şaşırmadan hedefe ulaşıyordu. Bayan Jenny
yolda giderken Seul hakkında bilgi vermeye başladı. Aşağı yukarı
verdiği bilgiler sanki bütün dünyadaki şehirlerin aynısıydı. Yeni
Seul, eski Seul. Deniz kenarı eski Seul’du. Şehrin nüfusu arttıkça
denizden uzaklaşıyor. Oralara modern binalar yapılıyordu.
Otelimiz Seul olimpiyatlarının yapıldığı yerdeydi. Otelimizin adı
Olympic park oteldi. Olimpiyatlar sırasında sporcular bu otelde
kalmışlardı. Jenny direkt otele gideceğimizi söyledi. Ne kadar
süreceğini merak ettik. Yaklaşık 1,5 saat sürecekti. Havaalanı ile
otel ters bir yerdeymiş. Sanki bütün Seul’u baştan başa
- 14 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
geçecektik. Bu bizim için çok güzeldi. Daha Seul’a iner inmez
arabayla da olsa şehri yarıp geçecektik.
Güney Kore’ye gitmek Tsunami bölgesine gitmekti. Yakın
bir zamanda Japonya Tsunami ile büyük bir felaket yaşamıştı.
Kore yarım adası ile Japon adaları yan yanaydı. Onun için ilk
merakımızı gidermek istedik. Selim’e “Kore tsunamiden zarar
gördü mü?” diye sor dedik. Aldığımız ilginçti. Güney Kore
tsunamiden zarar görmemişti. Ancak Jenny, bütün hanımlığına,
bütün terbiyeli görünmesine, ağırlığına rağmen, “Tanrı Japonların
belasını verdi” demişti. Yani Japonların böyle bir felaketi hak
ettiklerini söylüyordu. Evimde de bu tür şeyleri yaşamıştım. Ben
pek haber seyretmiyordum. Benim evde olmadığım bir dönemde
çocuklar Japonların Yunus katliamını seyretmişler. Japonların
yunus balığı katliamı büyük bir olaydı. Dünya ayağa kalkmış.
Bütün dünyadan kınamalar gitmişti. Tam 13000 yunus balığı
katledilmişti. Japon balıkçılar Yunus sürülerine tuzaklar kuruyor.
Hepsini zıpkınlarla öldürüyorlardı. Yunus balığı Müslümanlar
arasında özel bir yere sahiptir. Yunus peygamberle olan hikayesi
balığa karşı büyük sempati doğurur. Diğer taraftan gerçekten
yunuslar duygusal, insana sevgi duyan özel balıklardır. Tsunami
haberlerini seyrederken, benim büyük oğlan Bilgehan “Oh oldu,
Allah belanızı verdi” diyordu. O zaman öğrenmiştim, Japonların
yunus katliamını yaptıklarını. Benim oğlanla Korelilerin duyguları
aynıydı. Selim’de Jenny’nin “Tanrı belalarını verdi” sözünden
etkilenmişti. Bizde şaşırmıştık. Nedenini sorduğumuzda, Japon
balıkçıların çok arsız olduklarını, sürekli Korelilere saldırdıklarını,
aynı şeyi askerlerinde yaptıklarını, bu yüzden bir çok Koreli
balıkçının, kıyı yerleşim alanlarının rahatsız olduğunu söylediler.
Tabi Kore’ye göre Japonya her bakımdan üstündü. 13000 yunus
sürünü hiç çekinmeden yok eden, doğaya karşı sevgisiz olan
Japon balıkçıların neler yapabileceği tahmin edilemezdi. Mağdur
olan insanların yüreği bir başka söylüyordu. Koreliler kendilerinin
daha yumuşak başlı, daha insancıl olduğuna inanıyorlardı. Japon
balıkçılar gibi sağa sola saldırmıyorlar. Komşularına zarar
vermiyorlardı. Güney Kore tsunamiden hiçbir zarar görmemişti.
- 15 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Japon adaları doğu yönünden büyük zarar görürken, Japon
adaları tsunaminin etkisini kaybettiriyordu. Dolayısıyla Güney
Kore yarım adası Japonya’nın batısında olduğu için, tsunami
Japonya’yı atlayıp Kore’ye zarar verememişti. Güney Kore ne
depremlerden, ne de tsunamiden hiç etkilememişti. Bütün dünya
tsunami nedeniyle Japonya’ya yardım edip, Japonlar için
üzülürken, komşusu Kore halkının, “belalarını buldular” demesi
bize çok ilginç gelmişti. Bunu söyleyen Tanrı tanımaz, çok kibar,
hanımefendi Jenny’nin olması daha çok ilginçti.
Hava kapalıydı. Biz gelmeden biraz yağmur yağdığı
belliydi. Güneş batmamasına rağmen, bulutlar arkasındaydı. O
nedenle Seul’un güneşini henüz görmemiştik. Otelle hava alanı
arasındaki mesafe uzundu. Bu süre içinde zaten güneş batacak,
hava kararacaktı. Yola çıkarken, tıraş bıçağı almamıştım.
“Herhangi bir markette durabilir miyiz?” Diye Selim’e sordurdum.
Herhalde yol üzerinde market yoktu ki, Jenny ne yapacağını
şaşırdı. Sonra otele telefon etti. Otelde tıraş bıçağı varmış. Selim
ile Jenny İngilizceyi iyi konuştukları için aralarında sohbet
ediyorlardı. Sorarsak bize konuştukları konuyu aktarıyorlardı.
Veya biz bir şey sorarsak cevap veriyorlardı. Aslında böyle bir
durum iyi bir şey değildi. Selim ile Jenny’nin hangi konularda
konuştuğunu bilmiyorduk. Belki havadan sudan konuşuyorlardı.
Ama biz bir şey anlamıyor, meraklanıyorduk. İnanıyordum ki
önemli bir şey olduğunda Selim bize konuşulanları anlatırdı. Onun
için ben daha çok şehri seyre daldım. Seul tipik deniz kenarı
şehriydi. Deniz kenarından dağlara doğru ilerleyen yapısı vardı.
Dağlardan inen çaylar, ırmaklar, su kanalları şehri değişik
yerlerinden bölüyordu. Şu an büyük bir köprünün üstünden
geçiyorduk. Altımızda neredeyse İstanbul boğazının dar yerleri
kadar genişlikte bir nehir vardı. Çanakkale boğazını görmüştüm.
Çanakkale boğazındaki su genişliğinden daha genişti. Artık akşam
ışıkları yanmaya başladı. Yollar geniş, çift şeritliydi. Ama trafik
sıkı değildi. İstanbul’un, İzmir’in trafiği yoktu. Şehrin içinden
geçmemize rağmen, halk otobüsleri yoktu. İstanbul’un, İzmir’in
trafiğine girdiğimizde yolları belediye otobüsleri işgal ederdi. Ama
- 16 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
burada neredeyse hiç görünmüyordu. Yaklaşık bir saat şehir
içinde gitmemize rağmen iki tane otobüs görmüştüm. Bunun
sebebini sorduğumda Seul’da dokuz metro hattından söz ettiler.
Şehir içi ulaşımın metro ile yapılıyormuş. Ara sıra tek tük görünen
otobüsler bazı metro durakları arasında ulaşım sağlıyormuş. Çoğu
metro duraklarının yerin altında birleştiğini söylediler. Seul’un
nüfusu 22 milyondu. 22 milyonluk bir şehrin dokuz metro hattıyla
yerin altında ulaşım sorunun çözülmesi büyük bir olaydı. Seul’un
havaalanı ile otel arasındaki mesafesindeki bir yolu İstanbul’da
gitmeye kalksaydık, herhalde 1,5 saat yerine 3-4 saat geçerdi.
Hele akşam vakti. Trafikte hiç sıkışmadan, sadece bazı kırmızı
trafik işaretlerde durarak otele geldik.
Olypic park otel
- 17 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Otel Olimpiyatlar için yapılmış çok modern bir oteldi.
Odalarımız 22. kattaydı. Odalar iki yataklıydı. Şirketin yetkilisi iki
bayan kardeşti. Onlar ikisi birlikte kalacaklar. Ben Selim ile aynı
odada kalacaktık.Otelin resepsiyonunda giriş işlemlerini yaptırdık.
Resepsiyonunun yanında döviz bozdurulan bir yer vardı. Orada
beş dolar bozdurdum. Güney Kore’nin parası (KRN) Won. Bir
dolar Bin yüz elli beş won tutuyordu. Beş bin küsür Won elime
tutuşturdular. Selim’e “Tayyip’e söylemeli, buraya da altı sıfır
nasıl atılır öğretsin” dediğimde, Selim baya gülmüştü. Güney
Kore Won’undan altı sıfır atmaya gerek yoktu. Üç sıfır atılırsa
yeterdi. Jenny ile Ely bizi otele yerleştirmeden gitmek
istemiyorlardı. Onlar son görüşmelerini yaparken, ben tıraş bıçağı
almak için otel içinde satış yapan bir yer aradım. Dolaşırken
koridorun sonunda bazı insanlar gördüm. Oraya doğru
yönlendim. Ortalıkta yiyecek içecekler vardı ama başka şeyler
görünmüyordu. Kasadaki kıza el işareti yaparak tıraş bıçağı
almak istediğimi anlatmaya çalıştım. Koreli kız saf saf bakmaya
başladı. Hiçbir şey anlamamıştı. Neyse deyip geri döndüm.
Bizimkiler internet konusunu otel yetkilileriyle görüşüyorlardı.
Bizim ülkemizin büyük şehirlerinde İnternet her otelde, her
Cafede, her lokantada vardı. Müşterilerine bedavaya hizmet
veriyorlardı. Güney Kore’de bir şokla karşılaştık. Olympic otelde
internet parayla idi. Saati on Amerikan doları. Selim ile, şirket
yetkilileri bilgisayarlarını ayarlattılar. Saatine onar dolar vererek
internete gireceklerdi. Güney Kore elektronik konusunda bizden
çok ileri olmasına rağmen, internet bizdeki kadar yaygın ve ucuz
değildi. Oteller, işyerleri, cafeler bedavaya internet hizmeti
vermiyor. Hemen her biri saatliğine satıyorlardı. Şirketin bir
yetkilisi bilgisayar mühendisi, tercümanımız Selim bilgisayar
konusunda uzmandı. Otelin bilgisayarlara interneti çalıştıracak
programı yerleştirecek kız ise acemiydi. Bir türlü beceremiyordu.
Ben bu ara tıraş bıçağı almak istedim. Selim’e sordurdum.
Meğerse Tıraş bıçakları resepsiyonun karşısında, para atılıp satın
almak istediğini veren makinelerdeymiş. Makinede, sigara, kağıt
mendil, tıraş bıçakları vardı. Ortalıkta dolaşan komi bana yardım
etti. Bir tane tıraş bıçağı alacaktık. Fiyatı 150 won. Tabi ucuz mu
- 18 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
pahalı mı bilmiyorum. Türk parasıyla 2,5 lira yapıyordu. Ama çok
basitti.
İşlemlerimizi bitirip odalara çıktık. Odamız gerçekten çok
güzel. Pencereden şehir görünüyordu. Ama şehirden çok arazi
görünüyordu. Sonradan öğrendiğime göre penceremizden
görünen yer, olimpiyatların yapıldığı alandı. Koşu yerleri, futbol
sahası, spor salonları, yürüyüş yerleri, tören meydanları vs.
Selim benim uykum yok dedi. Benim de yoktu. Dışarı çıkıp
gezmeyi teklif etti. Kabul ettim. Şirketin sahiplerine sorduk. Onlar
yorgun olduklarını dinleneceklerini söylediler. Selim ile ikimiz
dışarı çıktık. Rastgele yürüyüş yapacaktık. Saat akşam 18:00
gibiydi. Dışarıda puslu bir hava var. Gökyüzü kapalı. Yıldızlar
yoktu. Soğuk değil. Tipik bir kış havası. Şehirde değişik bir koku
var. Bizim yörelerde olmayan bir koku. Hani çamlık bir alanda
çam kokusu vardır. Veya meyve bahçelerinin meyvelerine ait
vardır. Öyle bir şey. Kokuyu tanımıyordum. Koku bana çok itici
geliyordu. Şehrin havasını içime çektikçe, havadaki koku midemi
bulandırıyordu. Alışmadığım, tanımadığım koku beni ürkütmüştü.
Kaloriferlerden çıkan dumanlar havayı biraz kirletmişti. Ama
kirlilik yoğun değildi. Yollar çok ıssız, boştu. Arada bir arabalar
geçiyor. İnsanlara arada bir rastlıyorduk. Selim’e havadaki
kokudan söz ettim. O da kokuyu fark etmişti. Ancak dünyanın
değişik ülkelerini gezdiği için, ona fazla garip gelmiyordu. Ben
ülkemin kokusuna alışıktım. Ülkemin dolaştığım şehirlerinde
neredeyse aynı kokular vardı. Şehrin kokusunu oluşturan, deniz,
bitki örtüsü, yaşam standartları, yiyecekler, içeceklerdi.
Ülkemizde doğuya gittikçe baharat kokularıyla, kebap kokuları
şehrin içini sarardı. Ama baharatın kebabın kokuları tanıdıktı. Ne
olduğunu bilirdik. Seul’daki kokuyu tanımıyordum. Tanısaydım
herhalde beni tedirgin etmezdi. Belki de Koreliler için şehrin
kokusu hissedilmiyordu. Onlar yaşadıkları şehrin kokusuna
alışmışlardı. Bize çok değişik geliyordu.
- 19 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Olimpiyat alanı şehrin dışında olduğu için geçtiğimiz yollar
çok tenhaydı. Uzaktan gördüğümüz şehrin ışıltısına doğru yavaş
adımlarla yürüdük. Geri dönüşü düşündüğümüz için geçtiğimiz
yolları hafızamıza kotluyorduk. Hiç bilmediğimiz bir şehirde
dolaşmak kolay değildi. Kaybolabilirdik. Aynı dili konuştuğumuz
bir ülke olsa kaybolmak önemli değildi. Herhangi birine sorup
gideceğimiz yeri bulabilirdik. Ama biz Kore dilini bilmiyorduk.
Selim ileri derecede İngilizce biliyordu. Ama gece vakti yolumuzu
şaşırsak soracağımız kişiler İngilizce bilmeyebilirdi. O nedenle her
ikimiz dikkatle geçtiğimiz yolları, binaları,levhaları akılda tutmaya
gayret ediyorduk. Yokuş yukarı çıktığımız ana caddenin sonuna
doğru ışıltılar fazlaydı. İnsanlar da kalabalıklaşıyorlardı. Binalar
ülkemizdeki bildik binalara benziyordu. Yollar ise normal, çift
yönlü yollardı. Şehrin içine doğru gitmemize rağmen hayret ki
trafik yoğun değildi. Sanki Seul’un ıssız bir köşesindeydik.
Artık iyice şehrin içine girmiştik. Sokaklarda tek tük insan
vardı. Sokaklardakiler genelde gençlerdi. Kızlı erkekli dolaşmaya
çıkmışlardı. Bir cafenin önünden geçerken, Selim gel bir şeyler
içelim dedi. İçeriye girdik. Ülkemizdeki pastanelere benziyordu.
Vitrinin üzerinde sıradan içeceklere ait çay kahve makinesi vardı.
Birer tane nescafe söyledik. Vitrinden bir tane de pasta dilimi
seçtik. Nescafe bildiğimiz nescafeydi ama pastanın tadı değişik
gelmişti. Yağı, şekeri ülkemizden farklı olacak ki, pastanın
görüntüsü bildiğimiz yaş pastalara benzese de, tadı benzemiyor.
Damağımıza yabancı bir tat değiyordu. Kültürleri birbirinden
tamamen farklı ülkelerin yiyecek ve içeceklerdeki farklılıkları
gerçekten insanı tedirgin ediyordu. İlk defa böyle uzak bir ülkeye
gitmenin getirdiği acemilikle, damağım yediğim şeylerin tadına
varamamıştı. Doğrusu çok fazla isteyerek yemedim. Selim bunu
fark etmiş olacak ki, “tıpkı bende ilk zamanlar senin gibiydim”
dedi. Sonradan alıştığını söyledi. Cafenin içi sakindi. Düzeni çok
iyiydi. Küçücük bir yerdi. Refah döşenmiş. Sehpaların etrafına
konulan sandalyeler vardı. Ülkemizdeki gibi yüksek masalar
yoktu. Fazla kalabalık değildi. Önümüzde üç kişi. Karşı köşede
- 20 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
dört kişi vardı. Kızlı erkekli karışıklardı. Mart ayı olmasına rağmen
kızların giyimleri baya açıktı. Demek ki onlar soğuğa alışkınlar.
Kahvemizi içtikten sonra gece gezintimize devam ettik.
Uykumuzun gelmesi imkansızdı. Zira saat Kore için akşamın ileri
saatleri olmasına rağmen, bizim için henüz gündüz ikindi vakti.
Bizim biyolojik saatimizde henüz akşam bile olmamıştı. Uçakta da
biraz kestirince sanki uykumuzu almış gibiydik. Yolda lüks
mağaza gördük. Alışveriş marketi zannettik. İçeriye girdik. İçerisi
hiç markete benzemiyordu. Anladık ki içeriye girdiğimiz yer
Kore’nin otantik (yerel) yemeklerini yapan bir lokanta. Yemek
ihtiyacımız yoktu. Türk hava yolları bizi gerçekten iyi ağırlamıştı.
Bir şey yiyecek halimiz yoktu. Lokantanın girişinde bir dana resmi
vardı. Dananın üzeri değişik yerlerinden çizilmişti. Sonradan
öğrendiğimize göre, et yemeği yemek için bu lokantaya gelenler
resim üzerinden dananın neresinden et yemek isterlerse siparişi
peşinen veriyorlarmış. Hazırlanan etler müşterilerin isteklerine
göre geliyor. Ayrıca kasaplardaki gibi kesilmiş etlerin sergilendiği
yatay soğutucudaki etler vardı. Oradan da seçebiliyordunuz.
Gördüğüm etler çok yağlıydı. Öyle ki, kırmızı etle yağ karışmış
gibiydi. Etler kakaolu kekler gibi düzgün kesilmişti. Tıpkı kakaolu
keklerin kakaolu kısmı damar halinde görüldüğü gibi, etlerde de
yağların beyazlığı ve etlerin kırmızılığı damar damardı. Selim
“bunlara mermer et deniliyor” dedi. Asya kıtasına ait bir dananın
etleriymiş bunlar. Çok kıymetliymiş. Yağlar etin içinde damarlar
halinde oluşuyormuş. “Peki bu yağlı etler yemek zor değil mi?”
diye Selim’e sorduğumda, etlerin çok güzel olduğunu söylemişti.
Selim Rusya’da iş sahibi olduğu için mermer etlerden yemişti.
Ama benim için tamamen farklıydı.
Oradan çıkarak tekrar dolaşmaya başladık. Biraz ileride
binaların eski olduğu bir bölge vardı. Oraya doğru yürüdük. Bizim
şehirlerimizdeki eski çarşılara benziyordu. Dükkanların çoğu
kapanmaya başlamış, sadece lokantalar açıktı. Yollar tenhaydı.
Lokantaların pencerelerinden içeride yemek yiyen insanlar
görünüyordu. İnsanlar yerde bağdaş kurup oturarak yemek
- 21 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
yiyorlardı. Önlerinde bizim mangal veya barbekü dediğimiz şeye
benzer ocaklar vardı. Üzerlerinde et pişiriyorlar yiyorlardı. Sanki
kendin pişir kendin ye tarzıydı. Oturan insanların altında küçük
minderler vardı. Dört köşe veya dikdörtgen şeklindeki oturak
sofralarında yemek yiyen insanlar koyu sohbet içindeydiler. Deniz
ürünleri yemekleri yapan bir lokantanın önünden geçtik. Önünde
üstleri açık geniş köşeli su tankları vardı. Tankların içlerine deniz
ürünleri koydukları belliydi. Ama vakit hayli geç olduğu için
tanklar boş görünüyordu. Sadece bazılarında çok az miktarda
balıklar, yengeçler görünüyordu. Sokaklar arka mahalle sokakları
gibi pislik içindeydi. Kalabalık değildi. Binalar üç dört katlı
binalardı. Ülkemizdeki gibi, her taraf levha doluydu. Eğer
üzerlerinde Korece olmasaydı, ülkemizdeki herhangi bir yer
sanabilirdiniz. Eski Adana’nın şehir merkezindeki sokaklara
benzettim. Bunu Selim’e söylediğimde gülerek doğruluğunu
tasdik etmiş oldu.
Selim’e “buralarda kaybolmayalım, haydi ana caddeye
çıkalım” dedim. O da “zaten hayli geç oldu daha otele gideceğiz.
Dönelim artık” dedi. Yönümüzü dönüşe doğru çevirdik. Geldiğimiz
yoldan geri dönme yerine tahmin ettiğimiz yönden dönüş için
ileriye doğru yürüdük. On dakika falan yürümüştük ki, önümüze
gelen kavşakta biraz şaşırır gibi olduk. Şuradan mı buradan mı
geldik kararında fikir ayrılığına düştük. Selim’e “Ya yolumuzu
bulamazsak” dedim. “Kolay taksi tutar otele gideriz” dedi. Benim
aksime bir yolu göstererek “Eminim buradan geldik” diye ısrar
edince, o tarafa doğru yürüdük. Nasılsa Selim yurt dışında farklı
şehirlerde dolaşma açısından benden daha tecrübeliydi. Üstelik
benden gençti. Tecrübe ile gençlik birleşince yarışamazdık. İyi ki
ısrarcı olmamışım. Çünkü Selim haklı çıkmıştı. Onun belirlediği
yol bizi otelle buluşturdu. Yaklaşık üç saat şehirde dolaşmıştık.
Dolaşırken ülkemizden farklı şeyler görmedik. Tek farklılık
levhalardaki Kore yazılarıydı. Şehrin dolaştığımız bölümü yeni
oluşan bir yer olmalı ki, levhaların çoğunluğu İngilizceydi. Belli ki
olimpiyat alanı etrafında oluşturulan yerleşim alanı, yerliden çok
yabancıya hitap ediyordu. Levhaların İngilizce olması işimize
- 22 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
yarıyordu. Zira Kore yazılarından hiçbir şey anlamıyorduk. Hiç
olmazsa İngilizce yazılan işyeri isimleri bize kılavuz oluyordu.
Dikkatimi çeken en önemli şey, yolların ıssızlığıydı. Herhalde
insanlar dışarıya çıkmıyorlardı. Dışarıdaki tek tük insan grupları,
öylesine çıkmış gibiydiler. Bizim şehirlerimizdeki gibi canlılık
yoktu. Belki biz şehrin işlek bir yerinde değildik.
Otele gelip odamıza çıktığımızda baya yorulduğumuzu
hissettik. Artık sıcak bir duş alıp yatağa girmekten başka işimiz
kalmamıştı. Otelin banyosu bildiğimiz otel banyoları gibiydi.
Ancak ülkemizde görmediğimiz tuvaletleri var. Ülkemizde modern
denilen tuvalet tarzları çok güzeldi. Klozetlerinin ülkemizdeki gibi
iki musluğu vardı. Duyduğuma göre Avrupa’da tuvaletlerde iki
musluk olmazmış. İnsanlar pisliklerini tuvalet kağıdıyla silermiş.
Silmeden önce suyla yıkamak gibi bir adetleri olmadığı için,
yıkama (taharet) musluğu koymazlarmış. Kore’dekiler ise yıkama
musluğu koymuşlardı. Tuvalet kağıdını kullanmaya bile gerek
olmayacak nitelikte klozetleri vardı. Böyle bir klozeti ilk defa
görmüştüm. Klozetin sağ tarafında kumanda ayarı var. Tuvalet
işin bittikten sonra, istediğin kadar sıcak suyla yıkayabiliyorsun.
Çünkü pano üzerinde sıcak, soğuk su işareti vardı. Sıcağa
bastığında sıcak su geliyordu. Böylece temizliği sıcak suyla
yapabiliyordun. Sonra kurutma tuşları vardı. Kurutma tuşlarına
basınca sıcak hava suyla yıkadığın alanları kurutuyor, tuvalet
kağıdı kullanmana gerek kalmıyordu. Selim bu tür tuvaletleri
görmüştü. Selim’e “ülkemize bu tuvaletlerden götürüp satmak
lazım” dedim. Hani iyi satılırdı. Mesela ben evime bir tane
alabilirdim. Özellikle kış günleri çok işe yarardı.
Bugün antolojiye şiir kaydetme günümdü. Bundan üç yıl
önce almış olduğum bir kararla, iki günde bir antoloji sitesindeki
sayfama şiir kaydediyordum. Böylece yılda 183 şiir yazmayı
hedeflemiştim. Üç yıldır kararımı titizlikle uyguluyorum. Nerede
olursam olayım mutlaka kaydediyorum. Yola çıkacağım zaman,
yollarda günü gelince kaydetmek üzere, yetecek kadar şiir yazıp
kendi e-posta adresime postalıyor. Günü, saati gelince siteye
- 23 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
kaydediyordum. Selim’den izin alarak bilgisayarını şiir kaydetmek
için kullandım. Zaten uzun süren bir şey değildi. Selim iki güne
bir şiir kaydetme kararımı hayretle karşılamıştı. Öyle ya insan her
iki güne bir şiir nasıl yazardı. Ama bildiğim bir şey var. İnsan
kararlı olduğu zaman yazılıyordu. Kaydetme konusunda ise bu
güne kadar hiçbir sıkıntı çekmedim. Belki saatler uymadı ama,
mutlaka aynı gün içinde kaydımı yaptım. Zira ben genelde gece
24:00’ten sonra, yeni gün girince kaydımı yaparım. Bazen bu
süre gündüze ertelenebiliyordu.
Aileme MSN veya Skype’yi açık tutmalarını söylemiştim.
Zira internetin olduğu her yerden onlara ulaşabilirdim. MSN’sini
açıp beni bekleyen ailemle kısa bir görüşme yaparak, bilgisayarını
Selim’e teslim ettim. Zira onun da görüşeceği çok yer vardı. İşi
gücü, ailesi. Şu an Kore’de biz yatmaya hazırlanırken, Türkiye
henüz akşam vaktine girmişti. Doğuya doğru uzun yolculuk bize
günlük 24 saatin 6,5 saatini kaybettirmişti. Böylece, 12.03.2011
saat 21:00’de İzmir’den başlayan Kore yolculuğumuz, saat farkını
da dikkate alırsak, 18:00 saat sürmüştü. Biz 13.03.2011 Pazar
akşamı Kore’ye gelmiştik. Tabi bizim için iyiydi. En azından iş
görüşmeleri için çalışılan günleri kaybetmeyecektik. Cumartesi ve
Pazar günümüz yolda gitmişti. 14.03.2011 Pazartesi günü
Kore’deki ilk tam günümüz olacaktı.
- 24 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
14.03.2011 – Pazartesi
Akşamki dolaşmamız nedeniyle yorulmuş, deliksiz bir uyku
çekmiştim. Sabahları erken kalkma alışkanlığım vardı. Seul’daki
ilk günümüzde de alışkanlık bozulmadı. Erkenden kalktım. Banyo
tıkırtılarıma Selim uyanmıştı. “Günaydın”, “Günaydın” “Kusura
bakma sabahları biraz erken kalkarım. Seni uyandırdım” “Yo
bende erken kalkarım” “Sen istersen uyu, ancak ben bilgisayarını
kullanabilir miyim? Kullanmama izin verirsen açabilir misin?”
“Tabi ne demek?” Bilgisayarını açtı.
Ben
bilgisayarda
dolaşırken
Selim’de
kalkarak
hazırlanmaya başladı. Zaten Saat 07:00’de ben kalkmıştım.
Selim’de 7:30 gibi kalktı. Saat 9:00’da bayan Jenny ve Ely bizi
almaya geleceklerdi. Hani çokta erken kalkmış değildik. Hava çok
güzeldi. Bulutlar seyrek ve etkisizdi. Güneş doğmuş, havayı
ısıtmaya başlamıştı. Sabahın ilk ışıkları olimpiyat sahasını ortaya
çıkarmıştı. Ama güneşin kendisi görünmüyordu. Zira arka tarafta
kalmıştı.
Bilgisayarda biraz dolaştım. Yazı yazdığım sitelere baktım.
MSN’DE açık olanlara selam vermek istiyordum. Ama henüz
kimse yoktu. Zira burada sabah ama, Türkiye’de gecenin yarısı
idi. Hemen herkes ortalıktan kaybolmuştu.
- 25 -
 Mehmet ÇOBAN /
- 26 -
Korea Gezi Notları 
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Oteldeki odamızın penceresinden çektiğim bu iki farklı yön
manzarası, olimpiyat bölgesi hakkında fikir veriyordur. İlk resim
akşamki dolaştığımız bölümün ters yöndeki alt kısmıydı. Akşam
gezisi yaptığımız yerler pencereden görünmüyordu.
Şirketin sahipleri daha önce uzak doğu seferi yaptıkları
için, yanlarına kahvaltılık için değişik şeyler almışlardı. Zira uzak
doğuda peynir, zeytin yoktu. Türk toplumu olarak bize peynirsiz,
zeytinsiz kahvaltı ters geliyordu. Alışkanlıklarımız öyleydi. Diğer
taraftan kahvaltılık için börekler yapılmıştı. Ayrıca poşet Türk çayı
almıştık. Zira uzak doğuda Türk çayı da yoktu. Su ısıtmak için
odalara ketil (su ısıtıcı) konmuştu. Su bardakları da vardı. Ketilde
suyumuzu ısıtıp bardaklarında çayımızı içebilirdik. Telefonla
uyanıp uyanmadıklarını kontrol ettim. Uyanmışlardı. Odalarına
giderek biraz kahvaltılık ve çay aldım. Uzak doğuda Türk çayı
olmadığı için, çay poşetlerinden de bir avuç alarak cebime
koydum. Uzak doğuya gidecek Türkler için söylüyorum. Eğer
çaya düşkünlüğünüz varsa, yanınıza mutlaka Türk çayı alın.
Değilse çok pişman olursunuz. Günlük içeceğiniz çay miktarınca,
küçük ve büyük poşetlerden alarak çay demleyebilirsiniz. Her
yerde sıcak su var. Hatta çay demlikleri de var. Şeker de var.
Ama Türk çayı yok. Doğrusu ben küçük çay poşetlerini cebime
doldurarak çok rahat ettim. Nescafe her yerde var. Orada sorun
yok. Çay içmek istediğim zaman sıcak su istiyordum. Aldığım
kahvaltılıklarla odamıza geldim. Selim yabancı ülkelere alışık
olduğu için otelde kahvaltı yapmak istiyordu. Şirket sahiplerinin
börektir, çörektir, zeytindir, peynirdir alıp gelmelerine şaşırmıştı.
Selim her ülkenin lezzetlerini tatmak istiyordu. Bizse ilk defa
dışarıya çıkan insanlar olarak, damak zevklerimize aykırı şeyleri
pek fazla yiyemiyorduk. Midemizi de bozmanın alemi yoktu. Öyle
düşünüyorduk. Zaten öğle ve akşam yemeklerini mecburen Koreli
şirketin yetkilileriyle yiyecektik. En azından kahvaltıyı kurtarmak
gerekiyordu. Selim hazırlandıktan sonra otelin kahvaltı salonuna
indi. Ben aldığım böreği ve çayı odada yedim. Hazırlanarak otel
lobisine indim.
- 27 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Otel lobisi klasik barok deri koltuklarla döşenmişti. Henüz
benden başka kimse inmemişti. Lobide Kore’nin eski tarihine
dair, köy yaşamıyla ilgili bir resim vardı. Ülkemizdeki, köylülerin
buğday tarlalarındaki sarı resimlerine benziyordu. Sanıyorum
Korelilerde nostalji resimlerini çok seviyorlardı. Lobinin penceresi
önünde dere olan, bol ağaçlıklı alana bakıyordu. Eminim bahar
günü olsaydı, yeşillik içinde manzara harika olacaktı. Ancak
mevsim kıştı. Otel sakin ve sessizdi. Resepsiyon çalışanlarının
tamamı henüz gelmemişlerdi. Henüz gece nöbetinden kalanlar
vardı. Resepsiyonun gündüz personeli gelmeye başladı. Yenileri
geldikçe eskileri gidiyordu. Lobinin tam ortasından camlı geniş bir
merdiven hem aşağıya, hem yukarıya doğru çıkıyordu.
Otelin giriş kapısının karşısından ileriye doğru geniş bir hol
vardı. Holün duvarları resimlerle donatılmış, duvar renkleriyle
resimlerin rengi uyum sağlıyordu. Holde gezerken büyük bir
kapıdan bir adam çıktı. Kapıdan içeriyi gördüm. Geniş bir toplantı
salonuydu. Herhalde şirketler için toplantı hazırlığı vardı.
Biraz sonra Selim kahvaltısını yaparak geldi. Ona resmimi
çektirdim. Göründüğü gibi rahatım yerindeydi.
- 28 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Programa göre birinci gün şirketi tanıyacak, yeni yapılmakta
olan fabrikasını görecek. İkinci gün iş görüşmeleri yapacaktık.
Eğer ikinci gün görüşmeler için yetmezse üçüncü gün devam
edecektik. Eğer ikinci gün yeterse üçüncü gün Seul’u gezecektik.
Saat 9:00’da Jenny ve Ely söz verdikleri gibi geldiler. Bizim
ekipte lobiye inmişti. Selamlaşıp, hal hatır sorduktan sonra hep
birlikte şirket merkezine doğru gitmek için yola çıktık. Havadaki
güneş solgundu. Bulut yoktu ama, sanki nemli bir hava havayı
puslandırmıştı. Otelimizin bulunduğu yer baya şehirden uzakmış.
Bu nedenle şehrin bir köşesinden diğer köşesine gidiyorduk.
Şirketin merkezi eski Seul’da imiş. Bizse yeni Seul’daydık.
Aslında bu iyi bir şeydi. Zira gidiş gelişlerle şehri baya gezmiş
oluyorduk. Fotoğraf çekme merakımdan dolayı öne oturttular.
- 29 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Yolda yürürken seçtiğim manzaraları çekecektim. Seul’un puslu
havasında ilerliyorduk.
Yolda dikkatimi çeken ilk şey, trafiğin yine sakin oluşuydu. Ne
İstanbul’un, ne de İzmir’in trafiğine benziyordu. Ülkemizin büyük
şehirlerinde bu saatlerde yollar kapanırdı. Seul’da ise trafik çok
rahattı. Metronun Seul’a çok faydası olmuş. Dokuz hat ne demek.
Bütün trafik metrolarla yer altına indirilmiş. Çok nadir yer üstü
metro hattı var. Yeni Seul’la eski Seul arasında uzun bir köprü
var. Dün akşamda üzerinden geçmiştik. Köprü demirden yapılmış
genişliği çok güzeldi. Üzerinde trafik fazla yoktu. Nokia N73 cep
telefonum çok güzel resimler çekiyordu. Profesyonel fotoğraf
makinelerine benzemiyordu ama, pratik oluşu, çektiği resimlerin
net oluşu, idare ediyordu. Otomatik ayarları ile, her ortamda
resim çekebiliyordum. Sadece gece resimleri iyi olmuyordu.
Karanlık farklı bir desenle çıkıyordu. Ama gündüz resimleri çok
güzeldi. Gördüğünüz her resim cep telefonuyla çekilmiştir.
Eminim hava puslu olmasaydı çok güzel resimler çekecektim. Ne
yazık ki havada klasik kış görüntüsü vardı. Ortalıkta kar olmasa
da, kapalı bir hava, ıslaklık, nem havaya hakimdi. Henüz sabahın
ilk saatleriydi. Belki öğleye doğru hava güneşlenecekti. O zaman
görüntüler çok değişirdi. Ne olursa olsun, farklı bir ülkede,
şehirde olmanın heyecanıyla, havanın puslu olmasını düşünmüyor
merakla etrafı izliyordum. Görüntüler ne olursa olsun, ilgimi
çeken yerlerin resmini çekmeyi hedefliyordum.
- 30 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Gördüğünüz resim, Seul’u ikiye bölen büyük bir nehir. Her
seferinde üzerinden geçtik. Belki aynı noktadan değil. Dikkat
ederseniz, hemen ilerimizde bir köprü daha var Nehrin genişliği
Çanakkale boğazı kadar var. Ama buna rağmen üzerinde ulaşımı
sağlayacak bir çok köprü yapılmış. 1950 yılında savaşa giren,
1953’te savaştan çıkan Güney Kore’nin bu kadar büyümesi, Seul
gibi 22 milyonluk bir başkente sahip olması düşündürücü. Hele
şehir içi ulaşımını çözmüş olması dikkat çekiciydi. İstanbul’daki,
İzmir’deki ulaşımı düşünürsek, Seul ile asla kıyaslanamazdı.
Onların kısa zamanda böyle başarılara imza atmaları, ülkemizin
Avrupa’nın girişinde olmasına rağmen, Seul’a göre İstanbul’un
geri kalması gerçekten üzücüydü. 1922 yılında savaştan çıkmış,
Cumhuriyeti kurmuş bir ülke olarak, niçin bu kadar geri kaldık?
- 31 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Onca yıl neler yaptık? Neler yapmadık? Ciddi bir şekilde analizinin
yapılması şarttı. Öyle kuru gürültüyle övünmenin bir anlamı
yoktu. İstanbul binlerce yıllık tarihiyle, iki kıtanın birleştiği,
müthiş bir manzaraya sahip olmasına rağmen, kentleşmesiyle,
trafiğiyle büyük sorun yaşıyordu. Seul’un dokuz metrosu varken,
İstanbul’un kaç tane metrosu vardı? Körfez üzerinde iki köprüsü
vardı. Daha yeni, yeni, ulaşım için ciddi bir şeyler yapmaya
çalışılıyordu. Seul’u gördükten sonra şunu anladım ki, ülkemiz
sadece övünmekle vakit geçirmiş. Bu durum çok üzücüydü.
Köprülerden bir resim daha…
Köprüden geçtikten sonra şehrin içinde seyretmeye başladık.
Etrafıma bakıyordum. Hayret ettiğim ikinci şey, hiç şişman insan
yoktu. Hangi yaşta olursa olsun, kadın erkek hemen herkes filinta
- 32 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
gibiydi. Sanıyorum 80 kiloyu geçen yok gibiydi. Onlarda uzun
boylu olanlardı. Hani belki vardır. Ama ben görmemiştim. Benim
gördüğüm bütün Koreliler filinta gibi, dinç, sağlıklı görünüyordu.
Hele obez türü şişman hiç görmemiştim. Seul’un bulutu olmayan
ama güneşi de pustan görülmeyen havasında şehrin içinden
geçiyorduk. Etraftaki binalar çok yüksek değildi. Öyle çok fazla
gökdelen görmüyordum. Dikkatimi çeken bir şey oldu. Çok sık bir
şekilde binaların üzerinde kilise işareti vardı. Henüz hiç tapınak
görmemiştim ama bolca kilise görmüştüm. Merak ederek Jenny’e
sordurdum. Aldığımız cevap ilginçti. Seul nüfusunun %80’i Budist
olmasına rağmen, kilise çoktu. Bunun nedenini onlarda bilmiyor.
Neden Seul’da kilise çok, neden Budist tapınağı az. Daha önce
ayna programında görmüştüm. Seul’da cami de vardı. Fırsatımız
olursa gidebilirdik. Ancak benim merak ettiğim şey tanıpaklardı.
En karışık trafiği olan bir bölgeden geçiyoruz.
- 33 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Eski Seul’dan bir görüntü.
Ülkemizde gördüğümüz manzaralara benzer Eski Seul’dan bir
görüntü. Bizin halk pazarı kenarlarında görülen çarşı esnaflarına
benziyorlardı. Dükkanların önüne konmuş her türlü eşya satılıyor.
Manavlar, temizlik eşyası satanlar, aktarlar, hırdavatçılar, bakkal
türü işyerleri sıralanıyordu. Eğer levhaları Türkçeye çevirirseniz,
Türk kentlerinden birinde gezdiğinizi zannedebilirsiniz. Yollardaki
trafik fazla yoğun değildi ama karışıktı. Dışarıdan gelen insanların
sesi dili unutursanız ülkemizdeki gibiydi. Yani şimdi arabadan
insek şehirde dolaşmaya başlasak, herhangi bir şehrimizde
dolaşıyor gibi olurduk.
- 34 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tabelalar hariç, manzara hiç yabancı değil, değil mi?
Karışık yerlerden düz ana caddelere çıkıyorduk. Seul’un
ortasından pis bir dere geçiyormuş. Eski yöneticilerden birisi
bunu büyük bir kanala çevirmiş. Artık şehrin ortasından kocaman
bir nehir geçiyordu. Etrafında işyerleri sıralanıyor. Şehri ikiye
bölüyordu. Kanalın üzerinde çok sık köprüler vardı. Köprülerden
karşıya geçebiliyordunuz. Kanal etrafındaki esnaf tıpkı bizdendi.
İnsanları seyrettikçe simalarına alışmıştım. Artık çekik gözlü
Koreliler bana yabancı değillerdi. Sanki yıllarca birlikte yaşadığım
insanlara benziyordu. Eskişehir’de akademiyi okuduğum için
sıkça tatarlarla karşılaşmıştım. Sanki ülkemizdeki tatar bölgesini
dolaşıyor gibiydim.
- 35 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Trafiği görüyorsunuz. Bu cadde şehrin ana arterlerinden
birisi olmasına rağmen trafik çok rahat. Ülkemizin caddelerinde
böyle rahat trafik sabahın iş saatlerinde görmemiz mümkün mü?
Otelden çıktık işyerine gidiyoruz.
Sağ taraftaki binaların tepelerine dikkatle bakınız. Kırmızı
ışıkların yanındaki binanın tepesinde kilise işareti var. Hemen üç
bina ötesindeki apartmanın tepesinde de kilise işareti var. Öyle
inanıyorum ki, Avrupa’nın en büyük şehirlerinde bile bu kadar
kilise yoktur.
- 36 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Avrupalılar ülkeyi sömürürken, misyonerlik faaliyetlerini
hiç aksatmamışlar. Kore’yi Hıristiyan yapmak için organize
olmuşlar.
Seul’un sessiz sakin caddelerinde ilerliyoruz. Yolların
tenhalığını görüyorsunuz. İnsanlar metrolarla yerin altından
ulaşım sağladığı için yerin üstü böyle sessiz ve sakin. Resimde
gördüğünüz küçük kız ve annesi çok ilgimi çekmişti. Kim bilir
belki kızı annesi elinden tutmuş yakın bir yerdeki kreşe
götürüyor.
Kış günü olmasına rağmen cafenin önüne masalar atılmış.
Hatta yazlık kırmızı şemsiyeler bile var. Önündeki beyaz panelde
fiyat listesi var. Kış havasında dışarıda oturmak isteyen insanlar
oturacak. Herhalde yağmur gelirse hemen içeri girecekler.
- 37 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Oda ne demeyin. Türkün birisi gelmiş İklim bar diye bir
yer açmış. Yanından geçerken acele çektim. Zira trafik yürüyor.
Burası eski Seul’da bir yer. Binalar fazla yüksek değil.
Yurt dışına çıkanlardan edindiğim intiba, Türkler dünyanın
bir çok yerine yerleşip işyeri kurmuşlar. Bir çoğumuz yerinden
kıpırdamazken, bazı insanlarımızın cesurca dünyada kendine yer
araması çok güzeldi. Zorunlu şartlar olmasa hiçbir zaman yurt
dışına çıkmayacak yapıya sahibiyiz. Ülkemizdeki işsizlikten dolayı,
Avrupa’ya işçiler göndermesek, halkımızın gözü açılmayacaktı.
Gönül isterdi ki, Avrupa savaşırken ülkemiz atılımlar yapsın,
ekonomik açıdan güçlensin, dünyanın bir numarası olsun. Ne
gezer, tam aksine ikinci dünya savaşı sanki ülkemize zarar
vermiş gibiydi. Avrupa yıllarca savaştıktan, birbirini yıktıktan,
ekonomik açıdan büyük darbeler gördükten sonra, yaptığı
atılımlarla, savaşlarda ölen insanları yerine, dünyanın değişik
yerlerinden işçi aldılar. Peki bu dönemlerde ülkemiz ne yapmıştı?
- 38 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Bu soruya ülkemizin eğitim görmüş insanları, basma kalıp
düşüncelere, yorumlara bakmadan cevap bulmalılar. Değilse,
övünmek hiçbir işe yaramıyor.
Öyle görülüyor ki, ülkemiz, çağdaşlık, gelişmişlik sözleriyle
insanlarını uyuturken, dünyanın en geri ülkesi haline gelmişti.
Savaştan çıkan ülkeler bile, savaşa girmeyen ülkemizden daha
iyiydiler. Bu gerçeğin altında mutlaka bir şeyler yatıyordu. Ya
ülkemizi yönetenler gerçekten çok beceriksizdiler. Ya da özgürlük
söylemlerinde bulunan liderlerimiz, kapılar ardında ülkeyi geri
bıraktıracak her türlü ilişkiyi kurmuşlardı. İnsanlarımız zengnlikle
yurt dışına çıksalardı ne güzel olurdu. Ama ne yazık ki, fakirlikten
dolayı çalışmak için yurt dışına çıktılar. Bu durum tam bir
rezillikti. Sağ olsunlar, Cumhuriyet dönemi yöneticileri, Avrupa
gelişirken bizi yerinde saydırmışlar. Ve hala gerideyiz.
Değişik bir mimari yapı. İlginçti.
- 39 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Şirketin merkezi eski Seul’da idi. Merkezindeki üretim
bölümünü dolaştıktan sonra, yapılmakta olan fabrikasını görmek
için tekrar yola çıktık. Aşağı yukarı iki saatlik yolumuz varmış.
Tekrar yollara düştük. Yine Seul’u baştan sona geçecektik. Ancak
otel yönünden değildi. Otel işyeri, işyeri fabrika derken arabayla
Seul’u baya dolaşıyorduk.Yine bir köprünün üstünden geçiyorduk.
Etrafımızda dağlar, dağların arasında geniş bir nehir vardı.
Dağların her tarafı ağaçlık. Ağaçların yaprak rengi sarımtıraktı.
Şirkette içtiğim Kore çayı bana akşamki kokuyu hatırlattı. Çayın
kokusu herhalde çay fidelerinden veya ağaçlarından geliyordu.
Seul’u çay kokusu sarmış gibiydi. Koku çok değişikti. Bizim çay
kokusuna hiç benzemiyordu. Bitki çaylarının kendine göre kokusu
var. Ama Kore çayının kokusu çok enteresandı. İlk içtiğimde
midemin döndüğünü hissettim. Kendimi sıkarak içmeye devam
- 40 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
ettim. Ama bir daha hiç içmedim. Benim hoşlanmadığımı gören
Jenny dik dik bakmaya başlayınca, ona Türk çayı olsa içerdim
dedim. Hemen “var” dedi. Kendisi mutfağa giderek Türk çayı diye
bir çay getirdi. Çayı görünce bitki çayı olduğunu gördüm. Jenny
Türk çayı deyince bildiğimiz kırmızı çay yerine, Türkiye’de ona
hediye ettiğimiz “Melisa” bitki çayından getirmişti. Yani Jenny
bitki çayını Türk çayı diye getirmişti. Herhalde kendisine
Türkiye’den verildiği için ona Türk çayı diyordu. Herhalde Melisa
çayı onların damak tatlarına değişik geldiği için beğenmemişlerdi.
Aradan beş ay geçmesine rağmen henüz bitirmemişlerdi. Seul’da
onlara hediye ettiğimiz bitki çayını Türk çayı diye ikram etmeleri
günün esprisi olmuştu.
Koreli şirketin yapılmakta olan fabrikasını gezdik. Büyük
bir şirketin yan koluydu. Şirkete ait personel diğer şirketlerin bir
bölümünde ofis açmışlardı. Bizi büyük bir coşkuyla karşıladılar.
Hepsi cana yakın insanlardı. Kılıkları, kıyafetleri sıradan insanlara
benziyordu. Yani öyle Avrupalılar gibi gösterişli giyimleri yoktu.
Ülkemizdeki halk türü insan davranışlarına sahiptiler. Hareketleri
hızlı, candan, samimiydi. Bakışları insana güven veriyordu. Tabi
dikkatimi çeken şey hepsinin filinta gibi oluşuydu. Kadın erkek
hepsi, kilosuz insanlardı. Sağlıklı oldukları her hallerinden belli
oluyordu. Onlar gibi olmayı çok isterdim.
Çok kısa bir görüşmemiz oldu. Bizi karşılayan ekip başı
orta yaşlı bir insandı. Esmer rengiyle, kılığıyla, kıyafetiyle
ülkemizdeki esnaflara benziyordu. Bize “Türklerin domuz etini
yemediklerini biliyoruz. Bu nedenle, ülkemize ait dana etinden
tattırmak için, Kore yemekleri ikram etmek istiyoruz” dedi. Ne
diyebilirdik ki, bizde onlar geldiğinde ülkemizin yemeklerini
tattırmak istiyorduk. Her türlü yerel yemeklerimizi onların
denemesini istiyorduk. Lokanta seçerken bizde aynı şeyi
yapıyorduk. Korelilerde bize yerel yemeklerini ikram edeceklerdi.
Memnuniyetle “evet” dedik. Sonra dışarıya çıktık. Yeni
yapılmakta olan firmanın fabrika inşaat alanına doğru yürümeye
başladık. Yapılmakta olan bina hakkında ekip başı bilgiler
- 41 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
veriyordu. Proje resmini görmüştüm. Gerçekten güzel bir bina
olacaktı. Bizi otantik Kore yemekleri ikram etmek için yine eski
Seul’a getirdiler.
Kapıdan iki kolunu açmış zafer işareti yapan Rain şirketin
Asya sorumlusu idi. Hemen arkasında Selim var. Korean
Restaurant çok büyük bir yerdi. Modern bir yapı olmasına
rağmen, Kore’nin geleneklerini titizlikle yürütüyordu. Gruplar
halinde gelenleri odalara yerleştiriyorlardı. Dört, altı, sekiz, on iki
kişilik mütevazi odalar vardı.
- 42 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Dört kişilik bir yemek odası görüyorsunuz. Yerde
sandalyeler var ama ayakları yok. Direkt yere bağdaş kurarak
oturuyorsunuz. Odaya ayakkabıları çıkararak girmeniz gerekiyor.
Ayakkabıyla odaya giremiyorsunuz. Yemek masası bir sehpa.
Ortasında ocak var. Şuan ocağın üstü kapalı. Gördüğünüz ızgara
ocağının kapağı. Etler pişirilirken kapak çıkarılıyor. Etlerin piştiği
bölüm biraz daha derinde. Ocak gazla çalışıyor.
Biz yedi kişiydik. Sekiz kişilik bir odaya girdik. Odaya
girerken Jenny, ayakkabılarını çıkarmaya başladı. Bana da işaret
etti. Şaşırmıştım. Bizim odanın masası, sandalyeleri bildiğimiz
masa ve sandalyelerdendi. Yani masa ve sandalyeler ayaklıydı.
Gelen yabancılar yere oturamayabilir diye bazı odalara, ayaklı
- 43 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
masa ve sandalye koymuşlar. Ama ben madem otantik Kore
yemeği bağdaş kurarak oturulup yeniyor diye, sandalyenin
üzerine bağdaş kurup oturdum. Çokta iyi olmuştu. Özellikle
Koreliler benim oturuşuma gülmüştü. Rain bana hitaben “Tam bir
Koreli” diyordu. Tabi Korece. “Korean, Korean” derken çok mutlu
oluyordu.
Masada iki ocak var. Ocakların etrafına değişi salata,
turşu, sos ve yeşillik koymuşlardı.
- 44 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Görevli kız, masayı donatmıştı. Etler Selim’in söylediği
mermer et cinsindendi. Odada dikkatimi çeken üç şey vardı.
Masada ekmek yoktu. Et ve ot masaya hakimdi. Etler
pişiyorken, sofra her türlü bitkiden yapılmış, soslar, salatalar,
turşular ve otlarla donatılmıştı. Kore’nin meşhur turşusu “kirşi”yi
çok merak ediyordum. Zira Kore’ye hareket etmeden önce ön
bilgiler edinmiştim. Turşuları çok keskindi. Korelilerde ekmek
yeme alışkanlığı yoktu. Et ve ot yiyorlardı. Onların niye sağlıklı
olduğu belli oldu. İnsan hem et obur, hem ot obur varlıktı. Bizler
ekmek yemeden karnımızı doyuramıyorduk. Koreliler ise hiç
ekmek yemiyorlardı.
- 45 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Ocaklar gazla çalışmasına rağmen hiçbir koku yoktu.
Odanın içi ferahtı. Bizim masada iki ocak vardı. İkisi de harika
yanıyor, etler pişiyordu. Koreliler, yapraklardan oluşan turşular
ile pişen etleri sarıp yiyorlardı. Hem de etleri turşularla sarma
işini çubuklarla yapıyorlardı. Denedim beceremedim. En iyisi çatal
bıçak dedim. A o da ne? Masada çatal bıçak yoktu. Hemen çatal
bıçak istedim. Koreli görevli kız muzip bakışlarla gülerek getirdi.
Çok sempatik biriydi. On yedi yaşlarında normal boylu, biraz
topluydu. Babacan tavrımdan etkilenmiş olacaktı ki, sanki bana
daha çok hizmet ediyor gibiydi. Üstelik ben hemen kapının
girişindeydim. Hizmet için her gelişinde ilk benimle karşı karşıya
geliyordu.
Etler mermer etti. Izgara üzerinde yağları eriyerek eti
pişiriyordu. Ama ortalıkta hiçbir duman, koku yoktu. Hafiften
kızaran etin kokusu vardı. Bizim mangallarda veya barbekülerde
et kızartırsak ortalığı keskin bir koku kaplardı. Evin bahçesinde
mangal yapsak, bütün mahalleyi et kokusu kaplardı. Hatta
kokudan komşular rahatsız olurdu. Bizim mangallarda et
pişerken, eriyen yağların ağır kokusu, cızırtısı, ocakların dumanı
insanı mahvederdi. Ama burada saydıklarımdan hiçbiri yoktu.
Yağlar kendi halinde hafiften cızırdayarak eriyor. Etler pişiyor.
Ortalıkta ne koku, ne duman var. İçeriye girdiğimizde hava ne
kadar temiz ise aynı şekilde duruyordu.
Etler özel sosla marina edilmiş. Değişik, hoş bir tadı vardı.
İlk defa mermer et yiyordum. Kore turşularıyla, salatalarıyla çok
lezzetliydi. Doğrusu Koreliler ağızlarının tadını biliyorlardı. Ortaya
konulan salata deniz ürünleriyle karıştırılmıştı. Salatanın içinde,
küçük ahtapotlar, deniz anaları, midyeler ve daha değişik şeyler
vardı. Hemen her birinden tattım. Nasılsa maliki mezhebi imamı,
İmam Malik “Denizden babam çıksa yerim” demiş. Yani deniz
ürünlerinin tamamının Müslümanlara helal olduğunu söylemişti.
İnancım açısından yememde bir sakınca yoktu. Ama alışkanlıklar
öndeydi. Alışmayan insanlar bu tür şeyleri zor yerdi. Nitekim
- 46 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
şirket yetkilileri yiyemediler. Bense Koreliler gibi hiç çekinmeden
yiyordum. Rain yediğimi görünce yine beni işaret ederek,
“Korean, Korean, Korean” diyordu. Onun bu candan davranışı
beni duygulandırmıştı. Onlara “Halamın kocası eniştemin 1950’li
yıllarda Kore’ye, Kore halkını korumak için savaşmaya geldiğini
söyledim. Eniştemin adı Hüseyin’di. Rahmetli vefat edeli çok oldu.
Hüseyin eniştem Kore’ye geldiğinde barış ilan edilmişti. O da
savaşmadan geri dönmüştü. Savaşmasa da artık Kore gazisi
sayılıyordu. Koreliler eniştemin hikayesini duyunca büyük bir
coşkuyla, samimiyetle “teşekkür” ettiler. Bu diyalog benimle Rain
arasındaki canlı ilişkiyi daha kuvvetlendirdi. Artık ona göre ben
yüzde yüz Koreliydim. Zaten oldum olası, her gittiğim şehrin,
ülkenin adetlerine, tavırlarına adaptasyon sağlamak gibi bir
özelliğim vardı. Ülkemizde de bir şehre gidersem, birkaç saatlik
konuşma sonunda onların şivesini kullanmaya başlardım. Böyle
yapmam, daha sıcak ilişkiler kurmama neden oluyordu. Kore’nin
sosları çok güzeldi. Hele değişik otların kaynatılarak yapılan
şerbet şeklindeki sosu çok beğenmiştim. Yalnız turşuları çok
keskin. Yerken insanın boğazını yakıyordu. Bizim ki gibi sirkeden
yapılmamıştı. Değişik bir sosla yapılmış olduğu belliydi. Kokusu
ise çok keskindi. İnsanın burnunun deliklerini yakıyordu. Ama
yerken tadı iyi geliyor. İnsanın iştahını açıyordu.
Şirket yetkilileri daha önce Singapur’a gitmişlerdi. Oradaki
izlenimlerini anlatırken yemeklerin bol soslar içinde geldiğini,
sosları yüzünden doğru dürüst bir şey yiyemediklerini, sofradan
aç kalktıklarını söylemişlerdi. Korelilerin adeti iyiydi. Sosların
hepsi ayrı geliyordu. Yemek ayrı, sos ayrı. O nedenle istediğin
beğendiğin sosu yerken kullanıyordun. Her yiyecek kendi çapında
sadeydi. Sanıyorum en iyisi de bu değil mi? Her şeyi birbirine
karıştırıp curcuna ederek yemek hiç iyi olmaz ki? Yemeğin içine
girmiş herhangi bir şey seni bütün yemekten soğutabilirdi. Bu
nedenle Kore’nin yemek sunma adetini çok beğendim.
- 47 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Kore’de yemek yerken gördüğün ilgin şeylerden birisi,
bizim cennet elması dediğimiz meyvenin, dipfrizde dondurulmuş
olarak sofraya getirilmesiydi.
Gördüğünüz gibi meyvelerin üzerinde beyazlıklar var.
Onlar buz. Buzları biraz eridikten sonra yeniliyor. Yediğim zaman
gördüm ki, tadı müthiş oluyordu. Bizim ülkemizde böyle
yenmiyordu. Meyve zaten koparıldıktan sonra önce eriyor, sonra
çürüyordu. Koreli buna çare bulmuş. Atıyor dipfrize her mevsim
çıkarıp yiyor. Dönüşte bende yapacağım dedim. Yapıyorum da,
çok güzel oluyor, tavsiye ederim. Söylemesi ayıp, otantik Korean
yemekleriyle karnımı tıka basa doyurdum. Otantik Kore yemeğini
çok beğenmiştim. Özellikle mermer etin lezzeti harikaydı. Benim
sürekli yediğimi gören görevli kız önümdeki ocağı hiç boş
- 48 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
bırakmıyordu. Ocak üzerinde et pişiyor. Kenar boşluklarında da
mantarlar pişiyordu. Etin kokusunu alan mantarların ocak
üzerinde yavaş yavaş pişmesi onlara farklı bir tat veriyordu.
Etin kenarındaki mantarları görüyor musunuz? Etle
birlikte, et kokusunu içine sindirerek harika pişiyorlar. Ocağın
etrafındaki soslara bakın. Kaç çeşit? İnsan hangisinden yiyeceğini
şaşırıyor. Her birinin kendine göre özelliği, güzelliği var. Bazı
ülkelerin başka ülkelerde niye kendi geleneksel lokantalarını
- 49 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
açtıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanlara değişik, farklı tatlar
sunuyorlardı.
Geç vakit yediğimiz yemekler baya ağır gelmişti. Korean
yemekleri lokantasından çıkarken akşam olmasına ramak
kalmıştı. Bugün şoförümüz Ely değildi. Bugün arabayı Rain
kullanıyordu. Otelimize gitmek için bir saatten fazla yolumuz
vardı. Jenny ve Rain haricindeki şirket yetkilileri bizden ayrıldılar.
Rain ile
Jenni’ye bizi otele bırakmak kalmıştı. Hep birlikte
arabaya bindik. Otel yolunda akşam olmuştu. Güneş iyice batmış
zaman geceye doğru süratle akıyordu. Otele yaklaşırken bir
metro istasyonu yanında Jenny bizden ayrıldı. Artık sadece Rain
kalmıştı. O da arabayı kullanıyordu.
Şirketin Asya sorumlusu Rain yaklaşık 26
yaşlarında genç bir delikanlıydı. İngilizceyi ve Çinceyi mükemmel
biliyor. Yeni evlenmiş ve bir bebeği olmuştu. Onun heyecanını
yaşıyordu. Şirketteki herkes onun bebeği olduğunu biliyordu.
Onunla birlikte herkes heyecanlaydı. Heyecanını sempatik
tavırlarıyla iyice ateşliyordu. Rain otele bizi bırakıp gitti.
Odalarımıza çıktık. Selim’e bu kadar yemeğin ardından
biraz dolaşmamız lazım dedim. Bu konuda Selim iyiydi. Yürüyüş
yapmayı seviyordu. “Bugün olimpiyat sahasını gezelim” dedim.
Cevap “tamam”dı. Şirketin bayan sahipleri yine bizimle dolaşmak
istemediler. İkimiz otelden dışarıya çıktık. Hava biraz serinceydi.
Otelin önünden olimpiyat sahasına girdik. Rastgele yürümeye
- 50 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
başladık. Otel civardaki yüksek binalardan biri olduğu için her
yerden görünüyordu. Kaybetmek imkansızdı. Beş on dakika
yürüdükten sonra kırmızı kurdeleler ile çevrilmiş, üzerinde ileriye
geçilmez yazılı bantları gördük. Oradan dönerek başka yöne
doğru hareket ettik. Yürüyüş meydanlarında dolaşırken, bölgenin
bekçisi arkamızdan geldi. Ona “turist, olympic park otel” deyince
“okey” diyerek uzaklaştı. Zaten yabancı olduğumuzu görünce işi
fark etmişti. Herhalde uzaktan bizi görüncei, bölgede dolaşmasını
istemedikleri tiplerden zannetmişti. Olimpiyat sahasına bekçi
görevlendirdiklerine göre istenmeyen olaylar oluyordu.
Selim’in İngilizcesi sayesinde bazı yazıların ne demek
istediğini anlıyorduk. Otel binası kadar büyük binanın üzerindeki
yazıyı okuyunca oranın, olimpiyata gelen takım yöneticilerinin
kaldığı yer olduğunu anladık. Bir bakıma önünde durduğumuz
bina olimpiyatların yönetim binasıydı.
Bugün dolaşırken Jenny’den ilginç bir şey duymuştuk.
Jenny’e Seul’daki kiraları sorduğumuzda, Seul’da kira ücreti
olmadığını söyledi. Kore’deki uygulama çok farklıymış. İster işyeri
ister ev olsun, kiracılar ev veya işyerlerinin bedelini mülk
sahibine ödüyorlarmış. Ama satış olmuyormuş. Kiracı beş kuruş
para ödemeden oturmaya devam ediyormuş. Çıkmak istediği
zaman verdiği parayı eksiksiz geri alıyormuş. Evler öyle ucuz da
değil. 200 – 300 bin Amerikan doları. Yani kiracılar 200-300 bin
dolar ödüyor evi kiralıyor. Bu konuda bankalar kiracılara kredi
vererek yardım ediyorlarmış. Dolayısıyla kiracılar faiz karşılığında
kirada oturuyorlar. Eğer kiracılar gelirleriyle borç taksitlerini de
ödeyebilirler ise para biriktirmiş oluyorlar. Aslında çok iyi bir şey.
Dolaylı para biriktirme veya ev sahibi olmanın yolu. Düşünsenize
ülkemizde 3.000 lira geliri olan biri ayda 1.500 lira taksitle
200.000 lira kredi alsa, borcunu da yılı kaç olursa olsun ödese, ev
parası biriktirmiş olur. Zira herhangi bir şekilde, kiracı çıkarılmış
olsa, ev sahibi aldığı parayı geri vermek zorunda. Bizim ülkede ev
sahipleri parayı geri vermemek için hiçbir zaman kiracılarını
çıkarmaz. Ev parasını da ya faize yatırır, ya da sermaye yaparlar.
- 51 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Artık iyice gece olmuştu. Dolaşsak da yediğimiz yemeğin
ağırlığı gitmemişti. Üstelik yorulmuştuk. Odaya döndük. Sıcak bir
banyo alıp derin bir uyku çekmem gerekiyordu.
MSN’ye girmek için Selim’den izin isteyerek bizimkiler var
mı yok mu diye baktım. MSN’leri açıktı. Biraz selam, biraz kelam.
Sonra kapattım. Yatağa uzandım. Selim’in açtığı televizyonda
haberler vardı. Ben bir şey anlamıyordum ama Selim anlıyordu.
Ona “önemli bir şey varsa bana da söyle” dedim. “Tamam”
cevabını aldıktan sonra başımı yastığa gömdüm. Selim bilgisayar
başında, televizyon seyrediyorken, skype’den ailesi, arkadaşları
ile görüşüyordu.
- 52 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
15.03.2011 – Salı
Seul’da ikinci gün, programımızda yoğun iş görüşmeleri
vardı. Saat 09:00 gibi bizi Jenny ve Ely otelden alıp şirket ofisine
götürecekler. Sabah kalktığımızda Selim “otelin kahvaltı salonu
çok iyi, güzel yiyecekler var” demişti. Çünkü birinci gün Selim
otelin kahvaltı salonuna inmiş, orada kahvaltısını yapmıştı. Bense
idare etmiştim. Bugün otelde kahvaltı etmek istiyordum. Otel
fiyatlarına kahvaltı dahil değildi. Parasıyla yapacaktık. Selim önce
hazırlanıp aşağıya indi. Ben hazırlanıp inecektim. Pencereden
dışarısı çok güzel görünüyordu. Havada hafif güneş vardı. Gece
inen nem yeryüzünü ıslatmıştı. Güneşin ışıkları nemin ıslattığı
bölgelere vurdukça yansımalar meydana getiriyordu.
Hazırlanıp kahvaltı salonuna indim. Self servis sisteminde
herkes tabaklarına bir şeyler alıyordu. Bende sıraya girerek bazı
şeyler aldım. Selim nerdeyse kahvaltısını bitirmişti. Aynı masaya
oturdum. Sohbet ederek kahvaltıyı yaptık. Kore kahvaltı menüsü
çaysızdı. İster istemez, önce meyve suyu, sonra kahve içtim.
Gerçi her zaman ki gibi yanımda çay vardı ama onu başka yerde
içerdim. Her toplumun yemek kültürleri, damak tatları farklı.
İnsan ilk anda garip karşılıyor. İlk lokmalarımı yerken, yediklerim
ağzımda ben geveledikçe büyüyordu. Biraz sonra alıştım. Yağı,
kokusu çok farklı şeylerdi. Tabi bizim bildiğimiz zeytin, peynir,
reçel gibi şeyler onların kahvaltılarında yoktu. Ama yumurta,
meyveler, bazı soslar, salamlar, yağda kızartılmış yiyecekler
vardı. Yumurtayı istediğiniz gibi pişiren aşçılar vardı. Tavada,
omlet gibi şeyleri yaptırabiliyordunuz. Bunlar bildiğimiz yiyecekler
ama, yağın tadı, ülkemizdeki tadı vermiyordu.
Sözleştiğimiz saatte Jenny ve Ely geldiler. Bize yine uzun
bir yolculuk görünüyordu. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolculukla
şehri tekrar baştan sona geçtik. Yeni Seul’u eski Seul’a bağlayan
köprüyü geçince, her şey tanıdık gibiydi. Yani ülkemizdeki normal
şehirlere benziyordu. Yol kenarları bizim mağazalara, çarşılara
benziyor. Yollar üzerinde açılan tezgahlarda insanlar ürün satıyor.
- 53 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Mağaza sahibi esnaflar gelen geçenlere bizim ülkemizdeki gibi
davranıyordu. Ülkemizden tek farkı vardı. Seul’da trafik yoğun
değildi. Ülkemizdeki gibi, yol kenarlarında park etmiş araçlar
bulunmuyordu. Giderken başkanlık sarayının önünden geçtik.
Yolda giderken, yemek konusu açıldı. Şirketin sahipleri yemekleri
fazla yiyemediklerini söyledi. Selim durumu Jenny’e anlatınca,
Jenny bugün sizin yiyebileceğiniz yere götürelim dedi. Doğrusu
merak etmiştik. Ama söylemedi sürpriz yapacakmış derken, bir
lokantanın önünden geçiyoruz. İstanbul Restaurant yazıyor.
Selim’e işaret ettim. Trafik içinde hareket ediyor olmasaydık
hemen resmini çekerdim. Yollar boş olunca Ely arabayı hızlı
kullanıyordu.İstanbul Restaurantının resmini çekemeden önünden
geçip gittik. Belki yanına yaklaşmadan görseydim cep telefonumu
hazırlar fotoğrafı çekerdim. Gördükten sonra ise cep telefonunu
fotoğraf çekmeye hazırlayamazdım.
Aradan çok geçmeden şirketin merkez ofisine geldik.
İstanbul lokantasının yakınlarındaydı. Uzun görüşmelerden sonra
iş tatlıya bağlandı. Şirketin yetkilileri bizi İstanbul restauranta
götüreceklerini söylediklerinde, birlikte gittiğimiz şirketin sahipleri
sevindi. Doğrusu ben Kore yemeklerini tatmak istiyordum. Selim
ise benim gibi düşünüyordu. Madem buraya kadar gelmişiz bolca
Kore yemeği yemek gerekmez miydi? Şirketin yetkilileri istediği
için gittik. Gerçi bizim içinde Seul’da İstanbul restaurantı görmek
iyi olacaktı. Dünyanın öbür ucunda bir Türkü görmek çok güzel
olurdu. Selim Seul’da bir Türk’ün lokantacılık yaptığını öğrenmiş,
onun arkadaşından ismini almıştı.İlk zannımız İstanbul restaurant
sahibinin aradığımız kişi olabileceğiydi.
Hep birlikte ofisten
çıkarak İstanbul restaurantın yoluna düştük. Dışarıya çıktığımızda
güneş batmak üzereydi. Yani akşam olmuştu. Öğle yemeği
yememiştik. Öğleyin bizi misafir edenler, görüşmeler arası ekmek
arası bir şeyler ısmarladılar. Kırmızı et konusunda hassas
olduğumuz için bize ekmek arası tavuk türü bir şey yaptırmışlar.
İstanbul restauranta geldiğimizde ışıklı levhasının ışıkları
yanmıştı. Bu nedenle fotoğrafını ne kadar çekmek istediysem bir
- 54 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
türlü parlaklıktan dolayı ismi okunmadı. Bende kapı girişlerini
fotoğrafladım. Selim, garsonlara arkadaşından ismini aldığı kişiyi
sordu. Ancak kimse tanımıyordu. Demek ki, İstanbul lokantasının
sahibi değilmiş.
Hoş bulduk. İstanbul restaurantın kapısı. Ay içinde yıldız
yerine hoş geldiniz yazısı. Üstte tuğra, altta dikkat yazısı.
Dışarıdan bakılınca içerisi gayet hoş görünüyordu. Halıların
deseni Türkiye’yi hatırlatıyordu. İçeride İstanbul’a ait resimler
vardı. Lokantanın döşenişi tamamıyla Türkiye’ye özgüydü. Bayan
ve erkek garsonların davranışları bile Türkiye’dekiler gibiydi.
Ülkemizdeki restaurantlardaki gibi salondan yüksek yerler
vardı. Oralara gruplar için masa atılmıştı. Bizde grup olarak
- 55 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
yüksek yere oturduk. Etrafımız resimler, hat sanatı tablolarla
doluydu. Desenlerin hepsi İstanbul’u hatırlatıyordu. Gerçekten
harika düzenlemişlerdi. Üstelik lokantanın düzenlemesini yapan
kişi gerçekten çok zevkli biriymiş. Belli ki Türkiye’den bir çok
eşyayı getirmişti. Tam arkamızda Osmanlılara ait eski bir tuğra
tabağa işlenerek duvara asılmıştı. Masanın duvar kısmındaki
bölümde sandalyeler yok. Orası ülkemizdeki sedir türü oturmalık.
Resmi çeken Rain. Resim çekerken bizi güldürmek için
bolca şaklabanlık yapmıştı. İnsan bu kadar pozitif, neşeli birini
zor bulur. Tavırları, davranışları o kadar güzeldi ki, sanki yıllarca
arkadaşlık etmişliğin güvenini, dostluğunu veriyordu. Halbuki
daha yeni tanımış, iki gün bile olmamıştı.
- 56 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Oturduğumuz yüksek bölümden önümüzdeki salon harika
görünüyordu.
Restaurantın içten görünüşü. İstanbul usulü döşeme var.
Biraz da Kore’den eklentiler yapılmış. Ama içeri girince, Türk
restaurantına girildiği belli oluyor. Tavandaki bezler Kore’den
yansımalar olarak dizayn edilmiş. Işıklandırma çok güzel. Burası
gündüz harika olurdu. Zira her tarafı pencerelerle güneş alırken,
manzarası insanın içini ısıtıyordu. İçerisi tertemiz, pırıl pırıldı.
Jenny, ara sıra buraya gelip yemek yediklerini söylüyordu.
Özellikle Türkiye’yle ilişki kurmaya başladıklarında İstanbul
lokantasına daha çok gelip gider olmuşlar.
- 57 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Arkadaşlarımız otururken, ben merakla içeriden ve
dışarıdan İstanbul restaurantın resmini çekmek için dolaşmaya
başladım.
Vitrin camında, İstanbul’a özgün resimler. Resimler beyaz
çıkmaz kalemle yapılmış. Büyük ihtimalle sahibi yapmıştı. Zira
özene bezene yapıldığı belliydi.
- 58 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Kenar vitrini boydan boya devam ediyor. Döner kebap
yazısını okuyorsunuz. Cemi desenleri de vitrini süsleyen resimler
olarak göze çarpıyordu.
Pencere kenarlarına çiçekler düşenmiş. Bol manzaralı,
yeşillik içinde harika görünüyorlardı.
- 59 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Ve menü tabelası. Üstte sol şiş kebap, sağ İstanbul kebap.
Ortada Adana kebap, Güveç, altta İskender kebap, dürüm kebap.
Menünde fiyatlar da var. Fiyatlar uygun. Resim biraz bulanık
olduğu için okunmuyor. Tabi bunlar menünün hepsi değil.
Masalardaki menü listesinde daha fazla Türk yemeği var. Türk
yemeklerinden başka yemek yok.
- 60 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Kapının sağ tarafında karagöz Hacivat ve cami resimleri.
Burası küçük bir yere, bütün İstanbul’u tarihiyle birlikte
sığdırmak için çalışılmış sanki.
Ülkemizde değişik yerler dolaşmıştım. Her şehrin yöresel
yemekleri vardır. Aynı tür yemekleri, farklı şehirlerde yediğiniz
zaman aynı tadı, lezzeti alamazsınız. Mesela; Urfa kebabı Urfa’da
yenir. Bir Urfalı başka şehirde Urfa kebabı yapsa, Urfa’daki tadı,
lezzeti vermez. Adana kebabı da öyledir. Bursa’nın İskender
kebabı da öyledir. Aydın Ortakların çöp şişinin tadı, başka yerdeki
çöp şişlere benzemez. Bizim memleketin, yani Isparta’nın kepekli
taş fırın ekmeği asla başka yerde olmaz. Isparta Denizli arasında
yolculuk yaparken, Isparta’dan Denizli’ye gelip yerleşmiş bir
- 61 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
fırıncıyla tanıştım. Ona niçin “Denizli’de Isparta ekmeği
yapmıyorsun” dediğimde, “o kadar çok uğraştım ki olmadı” Dedi.
Nedenini çok merak etmiştim. Un aynı un, fırın aynı türde fırın.
Ama olmamıştı. Dediğine göre suyundan kaynaklanıyormuş.
Doğru yalan bilmiyorum artık. Ama Denizli’de yaşarken,
Isparta’ya her gittiğimde bolca kepekli ekmek getirir, komşulara
dağıtırdım. Herkes çok beğenir. Biz Isparta’ya giderken özellikle
sipariş verirlerdi.
Bütün bunlar benim hafızamda yer etmişti. Yörelerin
etlerinden, sularından, soslarından yemekler etkilenir. Hatta öyle
ki, koyunların otlandığı bölgeler, danaların otlandığı bölgeler,
koyunlara, danalara ayrı bir tat verir. Hani Karadeniz hamsisi ile
Marmara hamsisi aynı mıdır? Akdeniz levreği ile, Ege levreği aynı
mıdır? Ta ki biz ülkemizde değiliz. Dünyanın öbür ucu Seul’dayız.
Kore’nin eti nedir? Yağı nedir? Bilmiyorum. Onun için menüde
Türk yemekleri var ama, gerçekten Türk yemekleri olur mu? İşte
sorduğum bu sorular çerçevesinde şüphelerim vardı. Şiş kebap,
döner kebap, Adana kebap, dürüm kebap, İskender aynı olabilir
mi? Bilmiyorum. Bu nedenle hiç birini yemek istemedim. Menüde
Çoban kavurma vardı. Bak işte bu belli. Et kavruluyordu. İçine,
soğan atılıyordu. Sadeydi, içine farklı içine katılmıyordu. Soy
adım Çoban’ı da alet ederek, ben kendi kavurmamı yemek
istiyorum dedim. İyi de etmiştim. Bildiğim kavurmanın tadı etin
yağın tadından dolayı biraz farklıydı. Ama iyiydi. Severek yedim.
Diğerleri İskender, döner, Adana falan söylediler. Yemek sonu
dışarıya çıktığımızda, “yediklerimiz hiç bizim ülkedekilere
benzemiyor” dediler. Elbette benzemeyecekti. Ne bekliyorduk ki?
Ben Urfa’da yediğim kebabı, adı, yapılışı Urfa kebabı olduğu halde
İzmir’de yiyemiyordum ki! Seul’da yiyeyim.
Bizi yemeğe götüren Koreliler yemekleri zevkle yediler.
Zira kendi etleri, kendi yağlarıydı. Kendi memleketlerinde Türk
usulü yapılmış yemek yiyorlardı. Onlar için fark etmiyordu.
Şirketin üst kademesiyle vedalaştık. Bizi yine Rain ve Jenny otele
bırakacaktı. Eski Seul’dan, yeni Seul’a doğru yola çıktık. Vakit
- 62 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Türkiye saati ile 21:00 civarındaydı. İstanbul restaurantta bir
hayli zaman geçirmiştik. Akşam vakti Seul caddeleri ışıl ışıldı.
Yollardaki serbestliği görüyor musunuz? Hem geniş hem
boş. İnsanın burada neyi canı çekiyor biliyor musunuz? Arabaya
atlayacaksın, serbest, serbest bütün şehri gezeceksin. Eminim hiç
strese girmezsiniz. Sinir küpü olmazsınız. Doyasıya belki de bir
iki saat içinde bütün şehri dolaşırsınız. Yer altından çalışan metro
sanki bütün şehri yerin altına taşımış gibiydi. Hani bazı caddeler
sanki hayalet şehri algılatıyordu. Halbuki 22 milyonluk nüfustan
söz ediyoruz.
- 63 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Seul’un işlek caddelerinden birisi, şehrin merkezi, ama yol
geniş ve boş.
Seul yönetimi trafik konusunu çözmüş. Dokuz hat metro
yapılanması yeryüzündeki trafiği yer altına indirmiş. Halk bizim
ülkedeki gibi lüks arabalar içinde tek kişi oraya buraya gitmiyor.
İnsanlar sürekli metro hattını kullanarak ulaşımı sağladığından
trafik rahatlıyor. Ben öyle inanıyorum ki, bizim şehirlerimizde de
dokuz hat metro olsa, insanlarımız yine arabalarına tek başına
kurulur, trafiği perişan eder. Yaşayan insanların yaşadıkları yerde
başkalarının da yaşadıklarını düşünerek hareket etmesi önemli
iken, ne yazık ki sadece kendimizi düşünerek hareket etmeyi öne
çıkarıyoruz. Kullandığımız alanların, araçların, gereçlerin başkaları
tarafından kullanılacağını hesap etmiyoruz. Ne yöneticilerimiz ne
- 64 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
de halkımız önemli zamanlarda gerekli olacak şeyleri düşünerek
hareket etmiyor. Mesela daracık sokaklarımız var. Haydi eski
sokaklar eskiden oluşmuş, bugün bir şey yapmak zor. Ama yeni
oluşan sokaklarımız, caddelerimiz ileri zamanlar, ihtiyaçlar hesap
edilerek yapılmıyor. Belediyelerimiz daracık sokaklar, caddeler
yapıyor. Halkımız sağlı sollu araba park ederek daraltıyor. Peki ne
oluyor? Mesela; yangın çıkıyor, itfaiye araçları yangın yerine
ulaşamıyor. Niçin? Sokaklar dar. Dar olduğu halde sağlı sollu
parklarla işgal edilmiş. Ambulanslar giremiyor. İtfaiye araçları
giremiyor. Yolları işgal eden insanlar bağırıp çağırıyor. İtfaiyeye
haber verileli bir saat oldu hala gelmedi diyorlar. Peki soruyorlar
mı, niçin gelemiyor? Böyle bağıranların kendileri de arabaları bir
yere park ederek sokakları geçilmez hale getirmiş. Halbuki
herkes görevini yapsa. İnsanlar duyarlı olsa. Ucuza kaçmasa. Her
binanın altına mutlaka, zorunlu olarak binaya yetecek kadar
otopark şartı getirilse. O zaman sorun kalır mı? Ben bunları
düşünüyorum.
Bugün Kore’deki işimizi bitirmiş, sonuca ulaşmıştık. Yarın
Seul’u gezecektik. Jenny ve Ely bizi 11:00 gibi otelden alacaktı.
Akşama kadar bizimle ilgileneceklerdi. İstanbul uçağımız 22:45’te
kalkacaktı. Bizim 21:00’e kadar vaktimiz vardı. Jenny bizi otele
bırakırken neşeliydi.
Odalarımıza çıktık. Selim’e “bugün dışarıda dolaşalım mı?”
deyince gülerek “yarın bolca gezeceğiz nasılsa, bugün dinlensek
iyi olur” dedi. Doğru söylüyordu. Zaten zaman çok geç olmuştu.
Bu saatte şehrin içine de gidemezdik.
Ben yine Selim’den izin alarak biraz antoloji.com’daki
sayfamda, biraz MSN’ de açık olan ailemle, arkadaşlarımla sohbet
ettim. Selim’e bilgisayarını teslim ederek yatağa uzandım.
- 65 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
16.03.2011 – Çarşamba
Bugün Seul’daki son günümüz. Erken yattığımız için sabah
erkenden kalktık. Sabah erken katlık ama, duş alalım, tıraş olalım
derken saat 9:00’u geçmişti. Selim’le kahvaltı etmek için otelin
kahvaltı salonuna gittik. Servis bitmişti. Sorduğumuzda yemek
salonunda olur dediler. Otelin en üst katındaki lokantasına çıktık.
Hiçbir şey yoktu. Lokanta akşamları açılıyormuş. Orada tekrar
sorduk. En aşağıda lokanta var dediler. Bu sefer otelin en altına
indik. Lokantada çalışan personel yemek yiyordu. Onlara sorduk,
biz servis vermiyoruz dediler. Selim’le ikimiz birbirimize bakmaya
başladık. Bugün aç mı kalacağız der gibiydik. En iyisi dışarıya
çıkıp yemekti. Geldiğimiz gün akşam dolaştığımız yere doğru
yürümeye başladık. Fazla ileriye gitmeden pastane gibi bir yer
bulduk. İçeriye girdiğimizde, pasta türü şeyler vardı. Değişik
şeylerdi. Nasıl tatları olduğunu bilmiyorduk. Hani tadına bakalım
da öyle alalım desek, tadına bakamazdık. İşyerindeki personel iyi
İngilizce bilmiyordu. Selim’in sorularına cevap veremiyorlardı. Biz
kendimiz öylesine seçerek bir şeyler aldık. Nasılsa bende çaylar
vardı. Otele geri döndük. Odamızdaki ketilde su ısıtarak çayımızı
demledik. Kahvaltımızı yaptık. Kahvaltımızı 9:45’te bitirmiştik.
Jenny 11:00’de gelecekti. Bir saatten fazla zamanımız vardı.
Selim’e gel gündüz gözüyle olimpiyat sahasını gezelim dedim.
Otelden çıkarak olimpiyat sahasını gezmeye başladık.
Hava çok güzeldi. Güneş ortalığı iyice aydınlatmış. Havanın ısısı
dolaşmak için çok güzeldi. Olimpiyat sahasının yürüyüş yollarında
Koreliler dolaşıyordu. Bizde onlara katıldık. Köprüler, dağ yolları,
ağaçlar arasından geçilen yerler çok güzeldi. Dolaştığımız alanın
fotoğrafını oteldeki odamızın penceresinden çekmiştim.
- 66 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Olimpiyat sahasının doğal park alanı bölümü. Gördüğünüz gibi
alan harika. Tek tük dolaşan insanlar var. Böyle bir doğal alanda
sabahları dolaşarak spor yapmak çok güzel olurdu.
- 67 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Doğal park bölümünün hemen yanında futbol sahası ve
olimpiyat tesisleri. Dikkatle bakarsanız tesislerin park yerinde
arabalar var. Demek ki insanlar arabalarıyla gelip burada spor
yapabiliyorlar. Ama alan o kadar boş ki. İnsan niye böyle güzel
yerlere gelip spor yapmaz ki? Yoksa daha güzel yerler mi var?
İleride şehir görünüyor. Şehrin yaşamından sıkılan herkes
yürüyerek buraya gelebilir. İstediği kadar kır havasını içine
çekebilir.
- 68 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Doğal dere, havuz oluşturulmuş. Kenarlardaki taşlıklar,
suyun oralara kadar çıkabildiğinin işaretiydi. Gördüğünüz gibi
şuan boş. Sanki kışın buralara yağmur yağmıyor. Halbuki yağan
yağmur ve kar sularından bu havuzun dolması gerekiyordu. Ya
gerçekten bol yağmur yok. Ya da, buranın suyu başka yerlere
akıtılıyor.
- 69 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Doğal park alanının üstünden üst resimdeki sahanın
görünüşü.
Yürüyüş yollarından parkın üst bölümlerine doğru çıkmaya
başladık. Hava tertemizdi. Yürüdükçe ciğerlerimiz bayram ediyor.
Etraftaki ağaçlardan, topraktan çok güzel kokular geliyordu.
Ortalık sessiz, sakin. Kafa dinlemeye birebir yerler. Gerçekten
şehrin hemen yanı başında böyle güzel bir yerin olması harikaydı.
İzmir’in kültür parkı da İzmirliler için bir şans. Kültür parkın
kapılarından içeri girdiğinizde, bir anda dışarının gürültüsünden
kurtuluyordunuz. Büyük ağaçların arasında, müthiş bir ortamla
karşı karşıya kalıyordunuz. Büyük şehirlerin en büyük sorunu bu
- 70 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
olsa gerek. Gürültüden, sıkıntılarından hemen kaçabilecek doğal
yerler.
Geçtiğimiz köprüden Koreliler karşıladı bizi. Sıkıca giyinmiş
spor yapıyorlardı. Halbuki hava soğuk değildi. Böyle güzel bir
havada sıkıca giyinip spor yapmak… Kanımca hiç akıllıca değildi.
Belki terleyip kilo vermek için yapıyorlar. Ama bakın hale, şişman
da değiller ki!
- 71 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Sabahın oksijenini alırken, doğal manzaraların güzelliği
etkiliydi. Arkamda şehir ve sonradan yapılmış olduğu hissini
uyandıran su havuzu “küçük göl” görünüyor. Resmin hemen sağ
tarafında otel var. Karşıdaki bayraklar, olimpiyatlara gelen
ülkelerin bayrakları. Seremonilerin yapıldığı alan, bayrakların
bulunduğu alan.
- 72 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Yer yer yol bağlantılarını yapan ahşap merdivenler,
dinlenme yerleri vardı. Parkın hemen her yerini dolaşan yürüyüş
yolları üzerindeki bu yapılanmalar çok güzeldi. Aşağı yukarı,
istediğiniz kadar dolaşabiliyordunuz. Yoruldunuz mu? Dinlenmek
için hemen oturulacak yerler var. Bahar günü olsa, ahşap yerlere
oturmaya gerek yok. Çimenlerin üzerine kendini attın mı hiçbir
sorun kalmaz.
- 73 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
En sağdaki bina kaldığımız olympic park otel. Diğerleri
şehre ait. Gördüğünüz gibi şehre ait binalar kibrit kutusu gibi
katlardan oluşuyor. Her binada kim bilir kaç aile oturuyor. Orada
oturanlar için, park alanı büyük bir nimet.
- 74 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Yürüyüş alanı keyfimizi yerine getirmişti. Sabah dolaşması
bizi acıktırsa da, nasılsa öğleyin şehir içinde yemek yiyecektik.
Bizim için önemli olan, Seul olimpiyatlarının yapıldığı, bütün
dünyanın bildiği yeri gezebilmekti. Koreli arkadaşlarımız
gelinceye
kadar
değerlendirmek
istiyorduk.
Resepsiyona
eşyalarımızı vererek odamızı teslim etmiştik. Yürüyüş yollarını
ileriye doğru uzuyordu. Saha çok genişti. Hepsini dolaşmaya
kalksak herhalde iki üç saat sürecekti. Aslında tam da dolaşılacak
bir hava vardı. Buraya bir daha gelmemiz zaten mümkün değildi.
Ama bizim zamanımız daralıyordu. Aşağıya indik. Oradan
olimpiyat binalarının yapıldığı alana yürümeye başladık.
- 75 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Ortadaki dereyi geçerek olimpiyat alanına şehirden giriş
ve törenlerin yapıldığı bölüme geldik. Ortalık tertemizdi. Güneşte
bir hayli yükselmişti. Bizden başka dolaşan neredeyse kimse
yoktu. Yürüyüş bölümlerinde yürüyüş sporu yapanlar vardı ama,
binaların olduğu yerde neredeyse kimse yoktu. Selim’le ikimiz
kocaman sahada yalnızları oynuyorduk. Belki böylesi daha iyiydi.
Arkada olimpiyat sahasına giriş kapısı var. Burası geniş bir
alan. Olimpiyat tören alanı.
- 76 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tören meydanı. Olimpiyata katılan bütün ülkelerin
bayrakları dalgalanıyor. Naim Süleymanoğlu’nun halterde dünya
olimpiyat şampiyonu olduğu yıldan kalma bayraklar bunlar. Türk
bayrağı da yerini bulmuş.
- 77 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tören meydanının anıt bölümü.. Figürler gerçekten çok
güzel yapılmış. Olimpiyat anında elbette bu alan bu kadar yalnız
ve hüzünlü değildi. Eminim o zaman sporcuların, halkın
coşkularıyla dolup taşıyordu. Ama bu gün sanki terk edilmişliği
bütün boyutlarıyla yaşıyordu.
- 78 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tören alanının diğer tarafındaki görünen bina, olimpiyata
gelen ülkelere ait takımların yöneticilerinin kaldığı bina. Bu
binadan olimpiyatlar yönetilmiş.
Yönetim binasının az ilerisinde otelimiz var. Saate baktım
10:45 Selim’e “vakit kalmadı, otele gidelim” diyerek, otele doğru
yürümeye başladık. Geçtiğimiz yollar olimpiyat sahasının yönetim
binası ile otel arasındaki park alanıydı. Çimenlikler arasında
yapılar, yürüyüş yolları vardı.
- 79 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Yürürken, park alanı içinde, bizim şadırvanlara benzeyen
Kore şadırvanıyla karşılaştık. Üzerinde çeşmeleri vardı. Yapısı
doğuya özgü, farklıydı. Bizim ülkenin şadırvanlarından farkı,
abdest almak için oturulacak yerlerinin olmamasıydı. Ülkemizin
şadırvanlarında
abdest
alacaklar
için
çeşme
önlerinde
oturmalıklar oluyordu. Ülkemizdeki, sadece su temini için yapılan
şadırvanlar da, tıpkı Korelilerin yaptığı şadırvanlara benziyordu.
Sonradan Kore’nin yerel çayının kokusuna benzettiğim
kokuyu artık duymuyordum. Hani ilk gün şehri dolaşmaya çıkınca
duyduğumuz kokudan söz ediyorum. Demek ki burnumuz şehrin
kokusuna alışmıştı. Ne dün şehirde, ne de bugün olimpiyat
sahasını dolaşırken, kokuyu hiç hissetmedim.
- 80 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Otele geldiğimizde şirketin yetkilileri lobideydiler. Bize
meraklı gözlerle bakarak “nerelerdeydiniz” der gibiydiler. Onlar
sormadan dolaşıyorduk dedik. Anlamışlardı. Zaten saat 11:00’e
gelmişti. Biraz sonra Jenny ve Ely kapıda göründüler. İkisi de çok
neşeli görünüyordu. Bizler dolaşırken onlar şirkete uğrayıp sabah
işlerini yapmışlardı. Artık akşama kadar bizimleydiler. Arabaya
binip yola çıktığımızda, nereye gidelim tartışması başladı. Ben
hemen atıldım. “Budist tapınağına gidelim çok merak ediyorum”
dedim. Selim Jenny’e söylediğinde önde oturan Jenny bize dönüp
“Temple, temple” dedi. Öyle söyleyişi vardı ki, gülümsemesi,
söyleyişi hoşuma gitmişti. Onun şivesiyle “tempıl, tempıl” derken
kore lisanı da işin içine giriyordu. Tanrı tanımaz biri olarak bizim
tapınağa gitmemize şaşırmışlığın muzipliği mimiklerine yansımıştı
Benim için cadde, mağaza, park, yapılar, sokaklar önemli değildi.
Bunlar her yerde vardı. Doğal güzelliklerde her yerde vardı. Ama
kültürel özellikler her ülkede farklıydı. Mesela; her toplumun
dinsel özellikleri, yemek kültürleri, oyunları farklıydı. Benim için
bunlar önemliydi. Ülkeleri, ülkelerin şehirlerini sinemalardan
seyrediyoruz. Bütün dünyadaki ülkelerin, sokakları, binaları,
caddeleri, parkları farklı mı? Elbette değil. Öyleyse biz sokakları,
binaları, caddeleri mi gezeceğiz? Hayır! Önemli olan bizden farklı
olanları görmekti. Tapınak bizden farklıydı. İlk gün gittiğimiz
otantik Korean yemekleri yapan lokanta farklıydı.
Ely navigasyon aracını temple / tapınağa göre ayarladı.
Her yerde kilise olmasına karşın biz Seul caddelerinde yarım
saate yakın giderek tapınağa geldik. Tapınak alanı yolun
kenarında, bir yönü dağlara doğru uzanıyordu. Tapınak alanında
birden çok bina vardı. Yapıları birbirine benziyordu. Hangi binanın
asıl tapınak olduğunu tespit etmek zordu. Ely beni çok sevmişti.
Tapınak alanında dolaşırken yanımdan ayrılmadı. Benim İngilizce
bilmediğimi unutuyor, benimle sürekli İngilizce konuşmaya
çalışıyordu. Dolaşırken ona Türkçe “Ben Müslüman’ım” dedim.
Sonra İngilizce, “I am Muslim” dedim. Ely’de “I am Budist” dedi.
Ely Jenny gibi Tanrı tanımaz / ateist değildi. Benim gibi dinine
- 81 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
bağlı biriydi. Şirketin yetkilileri solcu olmasına rağmen, dine
inanan insanlardı. Selim’de solcuydu ama dine karşı değildi. Dini
konularda, aklıyla hüküm veren yapıya sahipti. Söyleştiğimiz
birkaç konuda, bazı solcular gibi din düşmanlığı yapmıyordu.
Tersine, bazı muhafazakarların din anlayışlarından örnek vererek,
öyle olmaması lazım diyerek doğrusunu söylüyordu. Söyledikleri,
toplumdaki bir çok dine inananınkinden daha doğruydu. Dini
konular olduğu zaman bir çok konuda anlaşıyorduk. Ama işin
içine siyaset girdiğinde, katı CHP’liliği öne çıkıyordu. Ben CHP
aleyhine bir şey söylediğimde, hemen CHP’lilerin AKP aleyhine
yorumlarını dile getiriyordu. Halbuki ben AKP’li olmadığım gibi,
hiçbir parti yanlısı da değildim. Yeri ve zamanında partilerin
hepsine taraf, hepsine karşıydım. Yani benim için doğruları varsa
taraftım. Yanlışlarında ise karşıydım. Partileri tutmadığım için çok
rahattım. Ama, şöyle bir şey oluyordu. Bir CHP’li ile karşılaşırsam
ister istemez CHP’nin yanlışlarından söz ediyorduk. O zaman
hemen karşısı AKP’li olarak damgalanıyordum. Tabi bir AKP’li ile
karşılaştığımda da tersi oluyordu. AKP’li olan da, eleştirilerim
nedeniyle beni CHP’li sanıyordu. Eleştirilere tahammül edemeyen
yapıya sahip olan, kişi ve kurumlar böyle yaparak savunmaya
geçiyorlardı. Ne kötü değil mi? Savunma yerine düşünmeyi, aklı
kullanıp eleştirilerden olumlu olmaya dair değerler çıkarmayı öne
çıkarsalardı daha güzel olacaktı.
Hem tapınağı gezerek merakımı gidecektim. Hem de öğle
namazımı tapınakta kılacaktım. Seul’a gelmeden önce Kore’yle
ilgili Samanyolu televizyonundaki ayna programını seyretmiştim.
Belgeselde tapınaktaki ibadetleri gösteriyordu. Korelilerin
ibadetleri dikkatimi çekmişti. Onun için bizzat gözlerimle görmek
istiyordum. Ely yanımdan hiç ayrılmıyor, sürekli benim yanımda
dolaşıyordu. Ona “my girl” –benim kız- diyordum. Ely buna çok
seviniyordu. İkimizin dine düşkünlüğü bizi iyice birbirimize
yakınlaştırmıştı. Jenny Selim’le birlikteydi. Şirketin iki sahibi ise
birlikte dolaşıyor, arada bir Jenny’le birlikte oluyorlardı.
- 82 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Girişte karşılaştığımız tapınak yapılarının önünde bir çok
araba vardı. Bizim arabayı da aralarına park ettik. Yukarıya doğru
bir çok bina sıralanmıştı. Tapınak bölgesi şehrin ortasında kalmış
park alanı gibiydi. Doğal yapısı şehrin ortasında küçük bir tepe
şeklindeydi. Yukarıya çıktıkça ağaçlık alanları artıyor. Sanki
orman içinde yapılmış piknik alanlarına benziyordu. Uzaktan
seyretseydik, ormanlık içine yapılmış dinlenme köyleri gibiydi.
Tabi tapınak şeklindeki binaları düşünmezsek. Onları küçük evler
veya turistik otellere dahil, ormanlık içindeki iki üç yataklı küçük
yapılar olarak kabul edersek.
- 83 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Yürüyüş yolunda kocaman bir yapıyla karşılaştık. Bu bir
tapınak. Tapınağın yapısında çatı, çatı üzerindeki bizdeki kiremit
yerine yapılan kaplama çok ilginçti. Herhalde böyle bir çatı örtüsü
yağan yağmur sularını hızlı bir şekilde, dağılmadan yere indirmek
için yapılmıştı. Binanın dışı neredeyse tamamı ağaç işlemeliydi.
Bol desenli, resimli yapılar tapınakların temel karakteri olarak
öne çıkıyordu.
- 84 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Üst resimdeki binayı geçince bir meydan. Meydanda
güneşten korunmak için üzeri renkli şeylerle örtülmüş açık dua
alanı. Aslında gölge sağlamak için ilgin bir düzenleme. İlk görüşte
bizim sünnet düğünlerinin yapıldığı süsleme alanlarına benziyor.
Sanıyorum havalar iyice ısındığı zaman, gölgelik altına masa ve
sandalyeler atıyorlar.
- 85 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Jenny bizim fotoğrafımızı çekmeye çalışırken objektife
yakalandı. Jenny’nin çantasını görüyor musunuz? Neredeyse
kendisi kadar var. Herhalde büyük çanta modası bütün dünyayı
sarmış. Böyle büyük çantaları ülkemizde de görüyoruz. Bu da
demektir ki, modacılar iş başında. Dünyayı kasıp kavuran moda o
dar güçlü ki, bu gücü nereden sağlıyor belli değil. Sanki gizli bir
el, insanların beynine, cebine ustalıkla el atıyor. Moda adıyla
çıkarılan her şey, büyük bir hızla dünyaya yayılıyor. İnsanların
yaşamına giriyor. İnsanların ceplerinden paralarını çalıyor.
İnsanların moda kanalıyla bu kadar tutuklu haline getirilmesi,
çağın irdelenmesi gereken başka bir yanını ortaya çıkarıyor.
- 86 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Bir Koreli Budist tapınağa giriyor. Dikkat ettiniz mi? Bizim
camilerimizin kenarında bulunan ayakkabılıklardan var. Kapıları
da benziyor. Üstelik tapınağın süslemeleri, oymaları birçok eski
camilere benziyor. Hepimiz tapınağa girdik. Girerken Ely’e
sordum. İçeride fotoğraf çekebilir miyim? Yasakmış. Ne yapalım?
Zaten benim asıl hedefim tapınakta öğle namazımı kılmaktı.
Budizm’in dindarı şoförümüz Ely ile birlikte tapınağa
girdik. Diğerleri ayrıca girdiler. Tapınakta bizim seccadelere
benzeyen minderler vardı. Tapınak yaklaşık 60 m2 genişliğinde.
İçeride yaklaşık 15 kişi var. Biz altı kişi girince yirmiyi geçtik.
İçerideki Budistlerin kimi dua, kimi ibadet ediyordu.
- 87 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
İbadetlerini bir müddet seyrettim. Kıble yönleri kuzeye
bakıyordu. Kıble tarafında Buda’nın heykeli var. Heykelin önünde
ibadet ediyorlar. Tapınağın güney kısmı pencere. Pencere
kenarında minderler yığılmış. Gelenler minder alarak tapınak
içinde bir yer beğeniyor, oraya minderini seriyor, sonra bireysel
ibadetini yapıyor. İbadetlerinde bizim oturduğumuz gibi
oturuyorlar. Yani Korelilerin ibadeti ile bizim namazımız arasında
çok fark yok. Hatta Korelilerin ibadeti, bizim Kuran’da tarif edilen
namaza daha uygun. Kıyam, rüku, sücut. Bizde eklemeler daha
bol. Korelilerin okudukları duaları bilmiyorum. İngilizce veya
Korece yeterli dilimiz olmadığı için öğrenemiyorum. Ely yanımda
durarak ibadetine
başladı. Bizim ekibin dindarı Ely benim
yanında, ateisti Jenny diğer arkadaşların yanındaydı. Onlar
sadece minderlere oturup etrafı izlemeye başladılar. Ely namaza
durunca bende yanında kıbleyi kestirdim. Zaten içeriye girmeden
güneşe bakarak yön tayini yapmıştım. Kabe, Seul’un batısında
biraz güneye eğiliyordu. Yani tam batı değil, tam güneybatı değil.
Korelilerin kıblesi kuzeyden batıya doğru yan çizerek biraz güney
eğildim. Sanki Ely ile ikimizin duruşu üçgen şeklinde açılmış bir
yay gibiydik. Ben iki vakti cem ederek, öğleyi ve ikindiyi kıldım.
Herkes bana bakıyordu. Ama hiç kimse bir şey demedi. Zaten
Koreli olmadığım belliydi. İçimde öyle bir duygu vardı ki, sanki
Koreli Budistler bana Hıristiyanlardan daha sempatik geliyorlardı.
Hele ibadetlerinin namaza benzerliliği beni derinden etkilemişti.
Zaten namaz; Türkçeye pek çok dini kavramda olduğu gibi
Selçuklular zamanında Hintçeden Farsçaya geçmiş bir kelimedir.
Kuran’da namaz kelimesi yoktur. Kuran’da geçen kelime salat,
dua anlamına gelir. Namaz ise, Fars kültüründe İran’daki ateşe
tapanların "ateş önünde eğilmesi" anlamına gelir. Arapçada dua
etmek. Farsçada eğilmek anlamında namaz denmiştir. Türkler
kanalıyla namaz kelimesi Hanefi Türklerin dillerine, fıkıhlarına
girmiştir. Aslında Arapların Hanefileri namaz olarak kullanmaz
salat derler.
- 88 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Bazı kaynaklara göre, namaz sözcüğü İran’a, Hintlilerden
gelmiştir. Hint dilinde “nameste”, tanrıya gönülden bağlanma
anlamındadır. Dünyadan soyutlanarak, Tanrı’ya bütün benliğimiz
ile Tanrı’ya bağlanmak nameste kelimesiyle ifade edilirken,
namaz sözcüğüyle de benzeri şeyi kastettiğimizi unutmayalım.
Aslında Arapçadaki salat “dua” kelimesi içinde aynı yorumu
yapabiliriz. Çünkü duada da, insanın dünyadan soyutlanarak,
Allah’ın huzuruna durarak, bütün benliğiyle Rabbine kendini
teslim etmesi değil midir? Kısaca dünyanın neresinde olursa olsun
Tanrı’ya inananların temel ibadetlerden birisi, belli vakitlerde,
insanın bütün benliğiyle Tanrısıyla buluşması değil mi?
Benim dikkatimi çeken şey, Hindistan, Çin Budistlerinden
farklı olarak, Koreli Budistlerin ibadet biçiminin bizim namazımızla
benzerlik taşımasıdır. Çinliler, Hindistanlılar daha farklı ibadet
ediyorlardı. Şekilsel bile olsa, Korelilerle Müslümanların ibadetinin
benzeşmesi çok farklı bir kültürün kalıntısı olarak karşımıza
çıkıyor. Hele Allah’ın “biz geçmiş kavimlere, kıyam, Rüku, sücut
emrettiğimiz gibi, size de kıyam, rüku, sücut” demesi anlamlı.
Tapınakta namaz kılarken, Korelileri seyrederken derin
düşüncelere dalıyordum. Korelilerin ibadetini fotoğraflayıp buraya
koymak isterdim. Ama yasaktı. Ely ile ikimiz ibadetimizi
yapmanın mutluluğuyla tapınaktan dışarıya çıktık. Biz çıkarken
tapınağa girenler vardı. Tapınaktaki kişiler artmaya başlamıştı.
Dışarıya çıktığımızda tapınaklardan birinin üzerinde gamalı
haç gördük. Aynı Hitler’in gamalı haçına benziyordu. Selim sol
görüşlü olduğundan, hemen ilgisini çekti. Gamalı haçın burada ne
işi vardı? Budizm’le gamalı haçın ilgisi neydi? Gamalı haccı
göstererek sorduk. Meğerse gamalı haç, uzak doğuda Budizm’in
sembolüymüş.
- 89 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Gamalı haccı görüyor musunuz?
Bir bölümde Budist misyonerlerin faaliyeti vardı. Gelene
gidene kitap, broşür, yazılı belgeler veriyorlardı. Budizm’i anlatan
kitap istedim. Ama İngilizce olmalıydı. Ely benim kitaplarını
istediğim anladığında müthiş heyecanlanmıştı. Hemen büyük bir
istekle gidip sordu. Onlar yok deyip tapınağın birini gösterdiler.
Orada kitaplar varmış. Birlikte gittik. Kütüphaneye benziyordu.
Onlara da sordu. Orada da yoktu. Halbuki otelde vardı.
Almadığıma bin pişman oldum. İbadetleri, namazımıza benzeyen
Budizm’i merak etmiştim.
Gamalı haccın bulunduğu tapınağın yanında bir Budist’le
karşılaştık. Bizim gamalı haccı merak ettiğimizi anlamış olacak ki,
bir şeyler anlatmaya çalıştı. Çok samimi görünüşlü, anlatımı
istekliydi. Ona hiçbir şey anlamadığımızı işaret diliyle söyledik.
- 90 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Ely durumu görünce yanımıza gelerek, ona dil bilmediğimizi
söyledi. Bizim dil bilmediğimizi öğrenince adam garip garip
bakarak yanımızdan uzaklaştı. Adamın tavrını, bizim köylerdeki
samimi cami hocalarına benzetmiştim. Onlarda, gördüklerine,
candan, istekli, samimi, inandıklarını anlatmaya çalışıyordu.
Budist misyonerler faaliyette.
Ely ilk önce, istediğim kitabı buradakilere sormuştu. Ne
yazık ki ellerinde kitap yoktu. Ama bir sürü broşür vardı. Bense
broşür istemiyordum.
- 91 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tapınağa yoldan girişin içten görünüşü. Giriş görkemden
uzak, yalındı. Abartılı hiçbir şey yoktu.
Girişten tapınağa kadar uzun bir yürüyüş yolu vardı. Yolun
kenarlarında büyük taşlar. Taşların etrafı ise çitlerle koruma
altına alınmıştı. Kore’ye özgü ağaçlar etrafı süslüyordu. Öyle
yüksek ağaçlar yoktu. Mart ayında yeşilliği olan ağaçlar belli ki,
yapraklarını dökmüyordu.
Tapınak girişinin sol tarafında yukarıya doğru çıkılan yollar
var. Yollar bildiğimiz dağ patika yolları gibi. Doğallığından hiçbir
şey kaybetmemişler. Şehrin ortasında dağ gezisi yapmak isteyen
insanlar için harika bir yer. Yukarılarda tapınağa ait müstakil
yapılar var.
- 92 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tapınak sütunlarında, çatısında müthiş bir işçilik var.
Görsel olarak değişik renklerle desenler yapılmış. Çarşıcı,
harika görünüyorlar. Tabi her resmin kendine göre Budizm’de
anlamı vardır.
- 93 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Çatından tavan kolonlarına uzanan oymalı, desenli müthiş
el sanatı işlemeler vardı. Kapı, kapı etrafındaki sütunlar, sütunlar
arası boşluklar desenlerle örülmüştür. Desenlerdeki hakim olan
mavi, kırmızı ve sarı renkler dikkat çekiyor. Sütunlar arasında
değişik, Budizm’e ait resimler var. Batıdaki kiliselerin ikonları gibi
doğuda da tapınaklar resimlerle süslenmişti.
- 94 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Resimlerin sanat değerleri harikaydı. Renkler kültür
öğelerini taşıyor. İnsanlarla doğa arasındaki ilişkiler resmediliyor.
- 95 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Binalar sanki çatılarıyla taçlandırılıp, kutsanmış gibi. Çatı
bütün görkemiyle insanı cezp ediyor. Çatının altındaki balkon, din
bilginlerinin buradan halka hitap ettiğinin varsayımını yaptırıyor.
Yapıların en ilginç tarafı el işlemelerinin yanında, renk cümbüşü
içinde olmalarıydı. Gördüğünüz binada ise, binan üst bölümü renk
içinde iken, alt kısmı sanki sadeliğinin simgesi gibi bembeyazdı.
Bu kadar renk curcunasının içinde, binanın alt bölümünün beyaza
bürünmüş olması ilk anda estetik gelmiyor. Zira renkli binalara
alışkın göz, birdenbire, yalın, sade binayla karşılaşınca şaşırıyor.
- 96 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tapınak ve gamalı haç müthiş görünüyor. Adolf Hitler’in
gamalı hacıyla büyüyen bizim neslimiz için, gamalı haçın olumlu
yanı yoktur. Ne var ki, Kore Budizm’inin dinsel simgesi gamalı
haç, tıpkı Hıristiyanların haçı, Müslümanların hilali gibi kutsallık
kazanmıştı.
- 97 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tapınak ve Budistler. Gördüğünüz Budistler kadın erkek
karışık. Hepsi baştan sona kapalılar. Budizm kadın erkek arasında
giyim eşitliği sağlamış. Görünen o ki, kadının kıyafeti, erkeğin
kıyafetinden ayrı değil. Müslüman olarak, Müslümanlar arasında,
Hıristiyan ve Yahudiler arasında, kadın erkek giyim farkları
varken, Budistlerde olmaması dikkatimi çekti. Erkek egemen din
anlayışının Budizm’de en azından kıyafet açısından olmadığı
izlenimi veriyor. Halbuki, batıda Yahudiler, Hıristiyanlar dinsel
olarak kadınlarını kapatırken kendileri alabildiğine açılıyorlardı.
Müslümanlar da Yahudilerden, Hıristiyanlardan farklı değildi. Tabi
konuyu dinsel kıyafet açısından değerlendiriyorum. Değilse bugün
batı kadınını açabildiği kadar açan, erkeğini kapatan anlayışa
- 98 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
sahip. Müslüman ülkelerde batıya bu konuda uyum sağlarken,
elbette doğunun dinsel yaşamından uzak olanlar da aynı şekilde
kadınını açabildiği kadar açan, erkeğini kapatan anlayışa sahipler.
Budistlerin dindarları, tesettüre girmişler. Gördükleriniz
kadın ve erkek karışık. Aynı kıyafeti giyiyorlar. Uzaktan asla
kadın mı erkek mi belli olmuyorlar.
- 99 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Budistlerden bir başka görüntü.
Gördüğünüz tapınakların büyüğü. İnsanlar ayakkabılarını çıkarıp
giriyorlar. Bende burada namaz kıldım. Bizim camilere benziyor.
- 100 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tapınak bölümü, bizim camilerin etrafında kurulmuş
külliyeler gibi külliyelerine sahip. Bazı binaların içinde insanlar
dua ediyor, ilahi söylüyorlardı. Bazılarında ibadet ediyorlardı.
Kütüphane, yönetim, propaganda binaları vardı. Bilgi verme,
seminer, salonlarının olduğu binalar da göze çarpıyor. Her
binanın içinde fotoğraf çekmek yasaktı. Tapınak alanı geniş,
ağaçlar, çiçekliklerle yeşillendirilmişti. İsteyen piknik yapmak için
gelebilirdi. Yukarı bölümlere gitmedik. Yukarı bölümlerde de
bizim ormanlık alanındaki kulübeler gibi binalar vardı. Sanıyorum
oralarda Budist rahipler, öğrenciler kalıyorlardı. Tapınak alanını
gezmek bizim için iyi olmuştu. Ekipte bulunan arkadaşların
görüşleri sol olmasına karşın, tapınağı gezmemizin iyi olduğunu
söylediler. Zira farklı bir kültürdü. Toplumların farklı kültürlerini
görmeden gitmek hiç iyi olmazdı. Bugün nasılsa gezecektik.
Çarşıyı, pazarı, parkları, caddeleri dolaşmak elbette iyiydi. Ama
çarşı, Pazar, park cadde her yerde vardı. Bizim ülkemizde de
bunlar çoktu. Tapınak bunlardan çok farklıydı. Yaklaşık iki saat
tapınak alanındaydık. Havanın güzelliği yanında, tapınak alanının
temiz havası da bizi etkilemişti. Tapınak etrafında yüksek binalar
olmasına rağmen, alanın geniş, doğal, tepecik oluşu, hava
akımını sağlıyor. Havayı duru, parlak, temiz kılıyordu. Güneş
öğleni çoktan geçmişti. Arabaya binerek eski Seul’a doğru
harekete geçtik. Aşinası olduğumuz caddelerden geçiyorduk. Eski
Seul’a girerken büyük bir meydanla karşılaştık. Orada başkanlık
sarayı vardı. Çin filmlerinde gördüğümüz kralların sarayına
benziyordu. Etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş alanın ortasında
saray heybetli bir şekilde duruyordu. Bazen içeriyi dolaşmaya izin
veriyorlarmış. Ama bizim vaktimiz yoktu. Zaman öğle vaktini
geçtiği için acıkmıştık. Yemek konusunda Selim ve ben Korean
yemeklerini tercih ederken, şirketin sahipleri bildik yemekler
istiyorlardı. Jenny, pizza yemeyi teklif etti. Pizza deyince akan
sular durdu. Zira yerel yemekleri yemeyenler pizzayı yiyebilirdi.
Pizzada karar kılınca, İtalyan lokantasına gitmek gerekiyordu.
Eski Seul’a girdik. Jenny ve Ely bizi bildikleri İtalyan lokantasına
götürmek için arabayı bir yere park ettiler. Yürümeye başladık.
- 101 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Eski Seul’un caddeleri, sokakları aynı bizim ülkedeki gibiydi. Ana
caddelerden, aralara dar sokaklar giriyordu. Dar sokaklarda iki
katlı binalar çoğunluktaydı. Küçük, küçük dükkanlar, lokantalar
bulunuyordu. Lokantaların vitrinlerinde yemek tanıtımları vardı.
Bazı resimlerin üzerinde ise ülkemizdeki gibi yemeklerin fiyatları
bulunuyordu.
Bir lokantanın önünden geçiyoruz. Görüyorsunuz sokak ne
kadar tenha. Halbuki ana caddenin hemen girişinde. Bizim
caddelerin arkasındaki sokaklara benziyor. Lokantanın vitrininde
yemek resimleri, önünde ise, menülerin fiyatları var. Dikkatimi
çeken şey sokakların boşluğu. Halbuki çok işlek bir caddenin
hemen arkasında bu sokak. İnsan bu kadar ıssız bir yeri, 22
milyonluk şehrin göbeğinde bulacağını düşünemez. Herhalde bizi
- 102 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
şehrin en varoş bölgesine getirmişlerdi. Yemeklerin türleri yerel,
daha çok basit yemeklerden oluşuyordu. Yeşillik, su ürünleri,
fesfut tipi şeylerdi. Et türü şeyler genelde haşlanmış veya çiğ
görünüyordu. Bol sebze, yeşillik Korelilerin ana yemekleriydi.
Korelilerin niye filinta gibi zayıf, enerjik oldukları anlaşılıyordu.
Dolaşırken hiç şişman Koreliye rastlamadım. Hele obez dediğimiz
türden şişman hiç mi hiç yok gibiydi. Kadın, erkek hemen herkes,
normaldi.
Bu tabeladaki bütün yemekler 5,000 (KRN) Wondu. Bu
lokantalar ülkemizdeki gibi, işçi, memur, öğrencileri hitap ediyor.
Set menü ucuz fiyatlar. Fiyat Türkiye fiyatı ile 7,50 lira falan.
Seul fiyatına göre ucuz.
- 103 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Lokantalar ne kadar otantik. Seul’un arka sokakları. Sanki
yol kenarında derme çatma baraka gibi görünüyor. Halbuki
şehrin ortasında bir yer. Tek katlı çardak türü, ağaçtan yapılmış
bu binalar, Kore’nin eski yapılarından kalma. Burası bir lokanta.
Müşterilerine sunduğu yemeklerin fotoğrafları var. Böyle yerlere
girebilmek için Kore’nin yemek kültürüne alışmak gerekir. Zira
içeride ne tür şeyleri yiyeceğinizi bilmeden girdiğinizde, mideniz
alt üst olabilir. Ülkemizdeki, hatta batılı insanların bile yemek
kültürlerinden farklı yemek kültürleri var. Doğunun yediği içtiği
şeyleri dile getirmek, batıdan gidenler için çok zor. Doğuda en
bildik yemek otlar. Her türlü yeşillik. Yendiğine göre zehirli değil.
Belki tatları farklı. Ama et deyince işte orası tartışmalı.
- 104 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Nihayet İtalyan lokantasındayız. Küçük bir lokantaydı.
Hizmet edenleri, şirin, samimi idiler. Ben akıllık edip mantar sote
yedim. Yanına harika yeşillik getirmişlerdi. Kore’de yeşilliklerin
içine deniz ürünleri koyuyorlardı. Ülkemizde, peynir koydukları
gibi. Zira biliyordum ki, ne pizza, ne de spagetti bildiklerimize
benzemeyecekti. Yağından, tuzundan, sosundan fark edecekti.
Nitekim yemekten çıktıktan sonra, pizza, spagetti söyleyenler
yemekleri hiç beğenmediler.
Yemekten sonra caddeye çıkıp dolaşmaya başladık. Benim
kızım Ely, artık bana iyice alışmıştı. Konuşmasak da işaret diliyle
birbirimizi anlar hale gelmiştik. Genelde yan yana yürüyorduk.
Etrafımızda ülkemizde gördüğümüz dükkanlara benzer dükkanlar
vardı. Sanki kendi şehirlerimizden birini geziyorduk. Bir farkla, bu
- 105 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
caddede insanlar çekik gözlüydüler. Sokakların sağında solunda
kaldırımlarda insanların karışık şekilde yürüyorlardı. Fazla trafik
yoktu. Rahatça karşıya geçebiliyorduk. Şehrin trafiği çok sakindi.
Ülkemizdeki gibi sokaklar Arapsaçına dönüşen trafiğe sahip
değildi. Hele yol kenarlarına park edilmiş arabalar yoktu. Kaldı ki,
ana caddelerin, sokakların hemen arkaları geniş boşluklara
sahipti. İsteyen oralara arabalarını park edebilirlerdi. Nitekim
bizde böyle bir yere park etmiştik. Dolaşırken tam köşeyi döndük
ki, “ne görelim?” Maraş dondurmacısı, Türkish dondurma diyor.
Şaşırıp kaldık.
Hava soğuk, onun için bizim dondurmacı giyimli. Ne de
olsa Mart ayı.
- 106 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Yazıları görüyorsunuz Türkçe dondurma yazıyor.
Dondurmacı şakacı biriydi. Ona Türk, Türk dedim. Yes
dedi. Bende, “Türk benim, sen sahtesin” dedim. Tabi Türkçe
olarak. Ben Türkçe konuşunca şaşkın, şaşkın bakmaya başladı.
Selim araya girdi dondurmacılığa nasıl başladığını öğrendi. Koreli
Alanya’ya tatile gelmiş. Orada bir müddet kalmış. Birazda
dondurmacı da çalışmış. Mesleği çok beğenmiş. Dondurma
takımlarını alıp, Seul’a gelmiş ve dondurmacılık yapıyor. Ama
nasıl? Eğer Seul’da olduğunuzu unutursanız, kendinizi Türkiye’de
zannedebilirsiniz. Dondurmacı satış yerinin dizaynı, dondurma,
külahlar, dondurmayı külahlara koyma aleti hep aynıydı. Ayrıca
dondurmacı çekik gözlü Koreli olmasına rağmen, Maraşlı
- 107 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
dondurmacılar gibi, dondurmayı verirken şakalaşıyor. Külahı
vermek için uzatıyor. Tam alacakken hemen geri çekiyordu.
Soğukta dondurma yemek istemedim. Diğer arkadaşlar
hepsi dondurmadan afiyetle yediler. Dünyanın uzak ucunda
Maraş dondurmacısını bulmak. Dondurmacının Maraş ustaları gibi
müşterileriyle şakalaşması hoşumuza gitmişti. Sanki tanıdık bir
yüzle karşılaşmış gibiydik.
Seul gezisinde İstanbul lokantası, Maraş dondurmacısı
anılarımız içinde yerini koruyacaktı. Her ikisi de, ülkemizin bir
parçası olarak bizi güler yüzle karşılamıştı.
- 108 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Jenny biraz işleri olduğunu, bizi tiyatroya götüreceğini
söyledi. Tiyatro Kore tarihinin geleneksel oyunlarından biriydi.
Sözsüz müzik yapıyorlarmış. Müzik aleti yerine mutfak araç ve
gerekleri kullanıyorlarmış. Devlet desteğiyle dünyanın bir çok
ülkesinde gösteride bulunmuşlar. Bizim için değişiklik olacaktı.
Eski Seul’un dışına çıkmadan binaları biraz daha yeni bir
bölüme geldik. Tiyatro salonu beş katlı bir binanın altındaydı.
Jenny bizim için dört bilet alarak bizden ayrıldı. Salon kapısının
açılışını bekledik. Yaklaşık on dakika sonra kapılar açıldı. Salon
ülkemizdeki eski sinema salonlarına benziyordu. Yukarıdan
aşağıya doğru meyil verilmiş, sandalyeler birbirine bağlı, sıra ve
koltuklar numaralıydı. Önlerden yer alınmıştı. Oturduğumuz sıra,
orta bölümde sahneye yakındı. Sıramız önden ya dördüncü, ya
da beşinciydi.
Sahnenin duvarlarında tencere, tabak, çatal, bıçak gibi
mutfak aletleri asılıydı. Sahnede ise, ocak, mutfak çalışma
masaları, fırın, kasalar, çöp kutuları gibi şeyler vardı.
Sahne hafif loş kırmızı tonlar hakimiyetinde
karanlıktı. Sahnenin görüntüsü bana ilginç gelmişti.
biraz
NANTA – Oyunun adı. Sözsüz müzik. Sahneye NANTA
yazısı ışıkla yansıtılmış. Işık yansımalarında değişik renk
kombinasyonları yapılmıştı. Hafif slov bir müzik, oyun
başlangıcından önce gelen seyircilerin hoş vakit geçirmesini
sağlıyordu. Belli ki müzik eski Korean müziğiydi.
Seyircilerin çoğu çocuklardan oluşuyordu. Ülkemizdeki gibi
bayanlar çocuklarını oyun seyretmeye getirmişlerdi. Anneler ve
çocukların hakimiyetinde, bizler ve bazı erkekler de vardı. Bazı
genç kızlar gruplar halinde gelmişlerdi. Seul’da gördüğüm
özelliklerden birisi, halkın giyinişi, tavırları abartıdan uzak,
ülkemizdeki sosyal statü olarak orta sınıf tarzındaydı. Tamamıyla
- 109 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
halk tipi bir toplum içindeydik. Her birinin yüzü, eski insanların
yüzü gibi, yalın, içten, neşeli ve samimiydi.
Sessizce oyun saatini bekliyorduk. Cep telefonumla
çektiğim bu resim, her ne kadar net olmasa da sahneyi olduğu
gibi gösteriyor.
Sahne ne çok büyük, ne çok küçüktü. Orta büyüklükte
mütevazi bir sahne olarak karşımızda duruyordu. Sahnenin
yanında bir heykel vardı. Heykel öğrendiğimize göre, Kore’nin
eski tarihinde tiyatro kurucusuna aitti. Yani tiyatrocuların pirine
- 110 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
ait bir heykeldi. Karanlıkta tam olarak seçilemiyordu. Duruşu çok
heybetliydi.
Kore’de tiyatronun kurucunun heykeli
Oyun başlarken sahneye bir beyefendi çıktı. Hepimizi
selamladı. Tabi Kore diliyle bir şeyler anlattı biz anlamadık.
- 111 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Sempatik, neşeli, biraz kilolu olan kişi oyuna start verdi. Meğer
sahneye ilk çıkan mutfağın şefiymiş.
Oyunun konusunu oyun bittikten sonra şöyle anladık.
Kralın sarayındaki yemek mutfağı, kral ve kraliçenin düğünü için
pasta yapmakla görevlendirilirler. Mutfak çalışanları, zamanında,
en iyi pastayı yapmaya çalışacaklardır.
Oyunda söz yoktu. Tamamıyla müzik, danslardan,
sempatik hareketlerden ibaretti. Hareketler, oyunlar, tavırlar
mimikler olayları anlatıyordu. Hemen her oyuncu mutfak
araçlarını kullanarak harika müzik üretiyorlardı. Kore’nin
tarihinden gelen geleneksel müziklerinden mükemmel örnekler
verdiler.
Pasta yapma çalışmaları anında, telaş, yanlışlıklar,
kavgalar, gürültüler oyuna baştan sona hakimdi. Sanki pastayı
yetiştiremeyeceklermiş gibi telaşlanıyorlar. Şef tarafından
fırçalanıyorlar, uyarılıyorlar. Pastayı zamanında yapamazlar ise
başlarına çok kötü şeylerin geleceğini yansıtıyorlardı.
Oyunun sonuna doğru, seyircilerden bir bayan bir bay
seçtiler. Önce çıtı pıtı bir Koreli kız sahneye alındı. Sonra erkek
olarak bizim Selim alındı. O kadar seyirci içinden yabancı, Koreli
olmayan birini seçmeleri de gerçekten ilginçti. Tabi seçilenler
neyin ne olduğunu anlayamadılar.
Sahneye çıkan kıza ve erkeğe oyuncular ilginç şakalar
yapıyordu. Tabi şakalar yine sözsüzdü. Sonunda onlara bir
kıyafet giydirildi. A o da ne, erkek kral, kız kraliçe oldu. Önlerine
büyük bir pasta gelerek düğün merasimi başladı. Bu nedenle
Selim’le epey şakalaşmıştım. “Yenge bunu duymasın” diye.
Düğün sırasında seyirciye balon niyetine, bir sürü küçük toplar
attılar. Onlardan birkaç tane hatıra getirdim.
- 112 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Oyun sonunda, kral ve kraliçenin resimleri
yansıtıldı. Oyundan örnek resimler;
- 113 -
sahneye
 Mehmet ÇOBAN /
- 114 -
Korea Gezi Notları 
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Tiyatro salonundan çıktığımızda, Jenny bizi bekliyordu.
Tabi Şoförümüz Ely arabadaydı. Jenny beğendiniz mi diyerek
bakıyor, hafiften gülümsüyordu. Ona çok beğendiğimizi ifade
edince memnun oldu. Tiyatrodan sonra eski Seul’da dolaşmaya
başladık.
Değişik hediyelik eşya satan bir mağazaya girdik. Artık
yavaş, yavaş hava alanına gitmemiz gerekiyordu. Onun için
Türkiye’ye götüreceğimiz hediyeleri alma vakti gelmişti.
Girdiğimiz dükkan sanki bin bir çeşitti. Altın, gümüş eşyalar.
Şekerlemeler. Kumaş üzerine yapılmış işlemeli hediyelikler.
Küçük bir dükkan olmasına rağmen hemen her şeyi
sığdırmışlardı. Çalışanlar büyük bir saygı ile bizi karşıladılar.
İlgileri mükemmeldi. İlk karşılaştığım satıcı bayan benimle
konuşmak istedi, ona Türkçe cevap verdim. İngilizce no dedim.
Bunu duyan tecrübelisi koşarak geldi. Bana İngilizce bir şeyler
söylemeye başladı. Ona İngilizce, İngilizce bilmediğimi söyledim.
- 115 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
O zaman eşyaları göstermeye başladı. Elinde bir kağıt fiyatlarını
yazıyordu. Kore parasının aşağı yukarı TL. karşılığını biliyordum.
Kıyaslamalar yaparak hediyeliklerimi aldım. Hepsini worldkart
kredi kartımdan geçtim. Ben elimdeki worldkart kredi kartının
dünyanın her tarafından bu kadar geçerli olduğunu bilmiyordum.
Boşuna dolar alıp gitmişim. Alımlarımın ekstrası geldiğinde,
Kore’de gördüğüm kur fiyatlarından daha uygun olarak hesabıma
TL olarak geçildiğini görünce sevindim. Vakit bir hayli ilerlemişti.
Hediyelik dükkandan çıkarken akşam güneşi batmak üzereydi.
Jenny havaalanı uzak, artık gidelim deyince, yola düştük.
Uçağımız 22 den sonra kalkacaktı. Bir saat önceden orada
olmamız gerekiyordu. Eski Seul’dan yeni Seul’a doğru hareket
ettik. Zira havaalanı tam tersimizdeydi. Yaklaşık iki saatlik
yolumuz vardı. Karınlarımız tok, sırtımız pek arabayla
havaalanına gidiyorduk.
Yolda iyice hava kararmaya başladı. Artık gece olmuştu.
Seul’da harika bir hava vardı. Yıldızlar çıkmıştı ama gökyüzü
bulutluydu. Yıldızlar fazla görünmüyordu. Uzaktan havaalanı
görününce ayrılık vaktinin geldiğinin farkındaydık. Ely arabayı
otoparka koyduktan sonra, giriş kapısına kadar Jenny ve Ely
bizimleydiler.
Yolcuların
geçeceği,
artık
uğurlayıcıların
gelmeyeceği bölüme kadar birlikte yürüdük. Ayrılma noktasında
vedalaştık.
Jeyy ve Ely arkamızdan el sallıyorlardı. Üç gün bizimle
olmanın yorgunluğu üzerlerinde yoktu. Kızım gibi sevdiğim Ely,
bütün içtenliğiyle, sıcak bakışlarla tanışmamızın gururunu
taşıyordu. Hayat çok garip. Dünyanın öbür ucunda, dostça,
samimi duygular içinde geçirilen üç gün, insanın hayatını
dolduracak anılar taşıyordu. Anılar hayatımızın en güzel köşesine
oturdu. İleride belki bir daha görüşüp görüşmeyeceğimiz belli
olmayan, uzak diyarlarda bizi düşünen, bizi seven, bize saygı
gösteren birilerinin bulunduğunu bilmek çok güzeldi. Doğrusu
ben böyle düşünüyordum. Acaba Jenny, Ely benim düşündüğüm
- 116 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
gibi düşünüyorlar mıydı? Bunu bilemem. Zaman
gerçekleşecek görüşmelerle bunu bilecek, hissedecektim.
içinde
Jenny ve Ely bize el sallıyorlar.
Selim koltuk rezervasyonlarımızı internet üzerinden
yapmıştı. Türk hava yolları bölümünden biniş kartlarımızı alacak,
gümrük geçişimizi yapacaktık.
Dış ülkeler bölümüne gitmek için, yine trene bindik. Dış
yolcular bölümüne gelince, bir kanepeye oturduk.
- 117 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Ben gündüz öğle ve ikindi namazımı tapınakta kılmıştım.
Akşam ve yatsı namazını kılmam gerekiyordu. Selim’e durumu
anlattım. O da “bir mescit vardır” dedi. Yönlendirmeleri okumaya
başladık. Dua eden bir adam ve yanında Prayer yazıyordu. Okla
yön işareti vardı. İşaretlerin peşine düştük. Aşağı yukarı derken
zemin katta sessiz sakin bir bölüme geldik. Çok uzun geniş bir
salondu. Sessiz sakindi. Ortalıkta kimse görünmüyordu. Selim
solcu olmasına rağmen, ibadet etmeme hiç karışmıyor. Üstelik
saygı gösterdiğini belirten tavırlar sergiliyordu. Yolculuk boyunca
ara sıra bazı konularda din adına düşündüklerini söylüyor.
Söyledikleri benim bildiklerimle uyuşuyordu. Tabi halkın
bildiklerine ikimiz birlikte ters düşüyorduk. On, on beş dakika
havaalanının bir ucundan diğer ucuna gittik.
İnsanların havaalanında dua edeceği bölümünde, iki kilise
odası. Bir tapınak vardı. Ama cami yoktu. Kilisenin biri Protestan,
diğeri Katolik kilisesiydi. Doğrusu kiliseler bana sıcak gelmedi.
Ama tapınak, Korelilere karşı duyduğum sıcaklık nedeniyle sıcak
gelmişti. Tapınağın kıblesine göre, kendi kıblemizi biliyordum.
İçeriye girip akşam ve yatsı namazını kıldım. İçerisinin resmini
çekmediğime şimdi çok pişmanım. Tapınağa gittiğimizde içeride
resim çekmek yasak demişlerdi. Sanki içimdeki bir his, yasağa
uymamı sağladı. Halbuki kimse yoktu. Ben de istediğim resmi
çekebilirdim. İbadetimi yaparken Selim dışarıda beni bekliyordu.
Halbuki ona “sen git, ben geriye dönerim, orayı bulurum” dedim.
Fakat Selim benim başıma herhangi bir şey gelmemesi için
beklemeyi daha doğru buldu. Ona candan teşekkür ediyorum.
Evet belki bulabilirdim. Ama diyelim ki yolumu kaybettim. Dilim
yoktu. Meramımı zor anlatırdım. Selim’in ise İngilizcesi çok iyiydi.
Ayrıca yurt dışı tecrübeleri çok fazlaydı. Havaalanlarının yapısını
biliyordu.
Geri döndüğümüzde süre azalmıştı. Aramalardan geçtik.
Gümrük işlemlerimizi yaptırdık. Ve uçağa bineceğimiz kapı
önündeydik. Türk Hava Yollarının uçağı pencereden görünüyordu.
Türk Hava Yolları Seul’a her gün sefer yapıyor. İstanbul 22:25
- 118 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Seul uçağı ertesi günü 22:25’de İstanbul’a geri dönüyordu. Yani
her gün Seul’dan bir uçak İstanbul’a, İstanbul’dan bir uçak Seul’a
uçuyor. Uçaklar geniş. 300’ün üzerinde yolcu alıyorlar. Cam
kenarlarında ikili, ortalarda dörtlü koltuklar var. Yani her sırada
sekiz kişi var. Uçak ön ve arka bölümlerden oluşuyor.
Seul’dan İstanbul’a döneceğimiz uçak.
Seul’a giderken hiç uyumamıştım. Seul’dan dönerken de
beni uyku tutmadı. Hava müsait oldukça yeryüzünü seyrederek
uçmak istiyordum. Onun için hep cam kenarına oturdum.
Türk hava yolları Türkiye’den uçtuğunda, yemeklerini
Türkiye’de yaptırıyordu. Onun için Türkler yurt dışına Türk Hava
- 119 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Yollarıyla gittiklerinde, ikram edilen şeyleri yemekte güçlük
çekmiyorlardı.
Ancak dönüş seferlerinde yemekler, hangi ülkeden
dönüyorsa
oraya
yaptırıyordu.
Hostesler
bize
ikramda
bulunurken, Türk yolcuları düşünerek, yiyebilecekleri şeyleri
yaptırıyoruz diye bizi endişeden kurtardılar. Özellikle uzak
doğudan gelirken bindiğiniz uçak Türk Hava Yolları değilse ne
yediğiniz belli olmaz. Avrupa uçağına binerseniz domuz eti yeme
riskiniz var. Ama uzak doğu sadece domuz etiyle kalmıyor. Her
şeyi yedirebiliyor. Uzak doğu insanları yeme içme konusunda çok
rahatlar. Hemen her şeyi yiyorlar, içiyorlar. Sanıyorum bu
konuda Müslümanlar, özellikle Türkiye’de yaşayanlar çok seçici.
Önce helal haram noktası. Sonra yeme içme kültürü devreye
giriyor. Düşünün bir kere, bir Çin uçağına bindiniz. Onların
yemediği neredeyse yok ki, kurt, solucan, böcek, yılan, köpek,
kedi ne varsa. Batı dünyası ile birkaç konuda ayrılıyoruz. Ama
uzak doğuyla neredeyse bütün bir yeme içme konusunda
ayrılıyoruz.
Hostes, diğer yolculardan farklı olarak, biz Türk
yolcularına bir büyük bardak fazla koydu. Sebebini sorduğumda,
onlarla size çay vereceğim dedi. Doğrusu hiçbir uçak
yolculuğunda bu kadar çok çay içmedim. Yabancılar çay içmesini
bilmez, siz özlemişsinizdir diyerek, Türk Hava Yolları hostesleri
kanasıya Türk yolcularına çay ikram ediyor. Gerçekten buna çok
sevinmiştim. Hiç bıkmadan defalarca çay getirdiler. Gidiş
yolumuzun üzerinden dönüşümüz başladı.
Giderken zaman konusunda 6:30 saat kaybetmiştik. Gece
22:25 İstanbul, Seul hareketimizdi. Ama biz yaklaşık 12 saatlik
yolu, 18 saatte kat etmiştik. Yani Seul’a akşam üstü varmıştık.
Şimdi ise tersi olacaktı. 12 saatlik yolu 6 saatte kat edecektik.
Tabi gerçeği böyle değildi. Biz yine 12 saat yol yapacaktık ama,
Türkiye’ye sabah vakitlerinde gelecektik. Böylece Kore ile Türkiye
arasındaki 6 saatlik saat farkı kendini gösterecekti.
- 120 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
Bazen uçağın penceresinden dışarıyı, bazen de film
seyrederek yolculuğu çok rahat geçirdim. Uçak Türkiye’ye
girince, artık yolun bittiğini anlamıştım. Heyecanla uçağın seyir
haritasından yolu kontrol etmeye başladım. Uçak İstanbul’a
yaklaşırken, Marmara üzerine doğru geldi. Marmara’nın
güneyinden havaalanına iniş yapacaktı. Uzaktan bir ışıklarla
donatılmış haç işareti gördüm. Bu işaretin İstanbul’daki kiliselere
ait olduğunu zannettim. Seul aklıma geldi. Seul’da tapınaktan çok
kilise vardı. Bizse İstanbul’a inerken, camilerin ışıklarını
göreceğimize, müthiş büyüklükte, ta uzaklardan görülen bir haçla
karşılaşıyorduk. Hayretler içinde düşüncelere daldım. Batılılar her
yere haçlarını yerleştirmişlerdi. Hayret, eski adı Yeşilköy, yeni adı
Atatürk hava alanı olan İstanbul havaalanının yanında haçın ne
işi vardı? Burası kimin ülkesiydi? Yoksa pilot yanlış başka bir
ülkeye mi iniyordu?
Ne yazık ki hayır. Uçak İstanbul’a iniyordu. Ve ışıklar iniş
pistinin işaretleriydi. Havaalanını yapanlar öyle bir ışıklandırma
yapmışlar ki, uçakla İstanbul’a inerken haçla karşılanıyordunuz.
Herhalde bu ışıklandırma bir tesadüf değildi. Bilerek yapılmış,
tasarlanmış, uygulanmıştı. Müslüman bir ülkeye yakışmayacak bu
görüntüden dolayı çok üzüldüm. Uçak ışıkların üzerinden inişe
geçerken, haç işaretinin ışıkları altta görünüyordu. Ülkenin devlet
erkanından tutunda, bir çok yetkilisi, halkı, bu resmi görmüşlerdi.
Acaba hiç biri, burası Müslüman ülke demedi mi? Yoksa Hıristiyan
bir memlekete giriyormuş gibi, haçla karşılanmak hoşlarına mı
gitmişti. Milliyetçi biri değildim. Buna rağmen gördüğüm manzara
beni rahatsız etmişti. Batı dünyasının Müslüman ülkelere, doğuya
baskısını aklıma getiriyordu. Batılılar kendi lehlerine elbette bu
tür girişimleri yapabilirlerdi. Peki onların bu tür girişimlerine izin
veren insanlar hangi amaçlarla veriyorlardı. Hangi amaçla haç
işareti havaalanı pistine yerleştirilmişti. Türk Hava meydanları
devletin hava meydanlarıydı. Özel kurum ve kuruluşlara ait olsa
neyse. O zaman özel kurum ve kuruluşların Hıristiyanlarla bir
- 121 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
ilgisi olabilir diyebilirdiniz. Ancak havaalanı devlete aitti. Devletin
böyle bir şeye izin vermesine bir türlü anlam veremedim.
İstanbul hava alanına indik. Saat 8:00 ‘de İzmir’e
uçacaktık. O kadar uzun yolculuktan sonra İzmir’e uçmak zor
değildi.
Kore gezisi iş gezisiydi ama, benim için iş gezisinden daha
çok farklı anlamlıydı. Zira Seul’u gezerken, izlenimlerim farklıydı.
Seul’da beni hayrete düşürenlerin başında Kore halkının, kilosuz,
mütevazi, sıcak insanlardan oluşmasıydı. Seul’da üç şeyi hemen
hiç görmedim. Ekmek, şişman insan, yoğun trafik.
Yemeklerde ekmek yoktu. Ortalıkta şişman insan yoktu.
Yoğun trafik hiç yoktu. Asıl trafik konusu beni çok etkiledi. 22
milyonluk şehirde arabayla, şehrin bir ucundan diğer ucuna
gidiyorsunuz. Hem de trafiğin yoğun olması gereken, sabah ve
akşam saatinde, ama ortada ne halk otobüsü, ne de trafik
yoğunluğu var. Yollar bomboş. Trafik tıkanmıyor. Yeşil dalgayı
ayarlamadığınız zaman ışıklarda durmanın dışında hiçbir şekilde
durmuyorsunuz. İzmir’i, İstanbul’u, Ankara’yı düşündüğümde,
Seul nüfusu 22 milyon iken, trafik yoktu, trafik tıkanıklığı yoktu.
Ama bizim şehirlerimiz Seul’da trafik içinde olduğumuz saatlerde,
yollar tıkanır. Gideceğiniz yerlere zor gidilirdi. Türkiye kendini
gelişmiş olarak düşüne dursun. İstanbul 16 milyon nüfusuyla
övüne dursun. Seul 22 milyon nüfusu ile, trafiğini çözmüş,
insanlarına rahat bir yaşam vermişti. Yıllar öncesinden başlayan
metro çalışmalarının neticesini Koreliler almıştı. Ülkenin yer
altında dokuz metro hattı çalışıyordu. Yer üstünde ise, ne
belediye otobüsleri, ne halk otobüsleri, ne de dolmuşlar vardı.
Metrolar işi çözmüştü. Halkının giyimi kuşamı, abartılardan uzak
sadelik taşıyordu.
Seul’da gördüğüm en ilginç şeylerden biri de, Koreli
Budistlerin ibadetiydi. Onlarında temel ibadetleri, Müslümanlar
nazındaki gibi, kıyam, rüku, sücuttan ibaretti. Yani; ayakta
- 122 -
 Mehmet ÇOBAN /
Korea Gezi Notları 
durma, eğilme, secdeye varma. Tıpkı Kuran’da geçtiği gibi. Onlar
kıyam ederler. Rüku ederler. Secde ederler. Böyle bir ibadeti
Kore’de görmek benim için çok önemliydi. Eğer Kore dilini veya
İngilizceyi çok iyi bilseydim. Tapınakta onların hocalarıyla
konuşmak isterdim. İngilizce diyorum, zira onlar İngilizceyi çok
iyi biliyorlar. Çünkü bütün okullarında eğitim İngilizce yapılıyor.
Kendi dillerini okullarda yan ders olarak görüyorlar. O nedenle
Koreliler İngilizceyi konuşarak, dünyanın her yerinde rahat ediyor
Ülkelerine gelen yabancılarla herkes diyalog kurabiliyor.
Benim gönlümde Kore ayrı bir yer tutuyor. Bu gezimden
sonra, Allah kısmet ederse tekrar gidip, Kore halkıyla konuşmak
istediklerimi konuşmak isterim.
Kore gezisi boyunca bize gösterdikleri misafirperverlik için,
Jenny ve Ely’e teşekkürler…
- 123 -

Benzer belgeler