gidenler

Transkript

gidenler
 ODA
2 ODA
2015
Yayının Adı: Bosphorous Chronicle “ODA 2015” ekidir.
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu: Özel Amerikan Robert Lisesi / Güler Kamer – T.C.
Sorumlu Müdür ve Uyruğu: Güler Kamer – T.C.
Yayının Türü: Yerel – Sürekli
Yayının Süresi: Aylık
Yayının Dili: Türkçe – İngilizce
Yayının Konusu: Okul Gazetesi
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No: 87
Arnavutköy / İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Basım Yeri
Birmat Matbaacılık Ltd. Şti.
100. Yıl Mh. Matbaacılar Sitesi
4. Cd. No: 122 Bağcılar / İstanbul
Tel: (0212) 629 05 59 -60
Faks: (0212) 629 01 39
e-posta: [email protected]
Danışman Öğretmen Birol Özdemir Editör Yağmur Erhan Sayfa Düzeni Yağmur Erhan Kapak Resmi Aslı Doğa Munzur Yayın Grubu Yağmur Erhan Dolunay Kocabağ Rabia İdil Demirelli Fotoğraflar Tulya Elif Bekişoğlu 3 İÇİNDEKİLER
EDİTÖRDEN ..................................................................................................................................... 7 I / OZAN DİKEN ............................................................................................................................... 8 KELEBEK .......................................................................................................................................... 9 YARADILIŞ / YAĞIZ DAĞABAK ............................................................................................... 10 KIRIK / DAMLA ILICALI ............................................................................................................ 11 ÇİM ................................................................................................................................................... 11 ORMANIN İÇİNDE / RABİA İDİL DEMİRELLİ .................................................................... 13 ATEŞ / MİLHAN ŞENGÜN ......................................................................................................... 18 HAVADA UÇAN KARIŞAN BİR ŞEYLER / ALİ BEKTAŞ ............................................... 19 GÖNÜL İŞİ ……………………………………………………………………………………………………… 20 BİR ŞİİRDEN BİR ŞİİRE ............................................................................................................ 21 SAKLI LİDERLİK / RABİA İDİL DEMİRELLİ ...................................................................... 22 MİTİK BÖLÜNME / BAHA AYDIN ......................................................................................... 24 AŞK NEDİR? / MUSTAFA EMİR AKDERE ............................................................................ 25 DİLEK FENERİ ............................................................................................................................. 25 ŞİİRLER I / LAÇİN EDİS ........................................................................................................... 27 DÖNÜŞÜM / BERK TUNÇ ......................................................................................................... 29 TEK KİŞİLİK AŞK / YAĞMUR ERHAN .................................................................................. 31 BENİM BÜTÜN MESELEM KENDİM İLE .......................................................................... 32 6 EKİM 1939 ................................................................................................................................... 34 BU ŞİİR O’NA YAZILDI ............................................................................................................ 36 ÖRDEKLERİN TANRISI / DOLUNAY KOCABAĞ .............................................................. 39 KADINLAR EN GÜZEL ZİFİRDE İZLENİR / ZEYNEP KARABABA ........................... 41 DONDURMA .................................................................................................................................. 42 ÇOCUKTUM .................................................................................................................................. 43 ... / TULYA ELİF BEKİŞOĞLU .............................................................................................. 45 İZAFİYET / DOLUNAY KOCABAĞ ......................................................................................... 48 TRISTAN / CEM TÖRE GÖKÇAM ............................................................................................ 49 İKİ ŞİİRDEN İKİ ÖYKÜYE / MELİSSA AKKOÇ ................................................................. 50 GÜZELLEME / HALİT SUAT SARAÇ ..................................................................................... 55 HİÇ .................................................................................................................................................... 57 BEN ANLAMAM ........................................................................................................................... 57 4 KÂMİLİN IRMAKLARI ............................................................................................................. 58 NAZIM’A NAZİRE / YAĞIZ DAĞABAK ................................................................................. 60 PRUSYA MAVİSİ / VELİ BARIŞ HEYBELİ ............................................................................ 62 6-7 EYLÜL ...................................................................................................................................... 63 CEMAL SÜREYA’NIN BİR ŞİİRİ ÜZERİNE NAZİRE VE ÖYKÜ YAZMA
DENEMESİ / SELİN AYDAN MALKOÇ .................................................................................... 65 UUUUUMUUM / MİNA MERİÇ ................................................................................................. 67 GÜLÜMSERKEN FOTOĞRAFIMIZI ÇEK .......................................................................... 70 KOLON / ZEYNEP ÖZKAN ......................................................................................................... 72 ..................................................................... 73 PALYAÇO / RABİA İDİL DEMİRELLİ
30 / DOLUNAY KOCABAĞ .......................................................................................................... 77 HER VEDA CAN YAKAR / LAÇİN EDİS .......................................................................... 79 5 Sonuç dediğimiz şeyler, sadece birer başlangıçtır.
Ralph Waldo Emerson
6 EDİTÖRDEN
“Binlerce kilometrelik bir yolculuk, ilk adımın atılması ile başlar.”
Lao Tzu
Hayat, bir insanın karşısına çıkabilecek en uzun ve zorlu yoldur. Her
ne kadar sonu görünmezlik derecesinde uzun ve bitmeyecekmiş
yanılsamasıyla biz aciz insanları kandırsa da aslında göründüğünden oldukça
kısadır. Hayatı anlamlı kılan ve özgürleştiren şey ise, nasıl yaşandığından
ziyade ne için yaşandığıdır.
Bir amaç uğruna kendini adamış bir bireyin, ona bahşedilen yaşam
süresi boyunca köklü bir başkalaşım ve gelişim sürecine dahil olması
kaçınılmaz bir sonuçtur. Kişinin bu başkalaşımı geçirmesi ve sonucunda
benimsediği profil kadar bireyi o değişim sürecine iten nokta ve kaynaklar, bir
başka ifadeyle nirengi ya da çıkış noktaları da yaşamsal birer önem taşır.
Bu sayımızda çeşitli kalemlerden “nirengi noktalarımızın” ele
alınışını siz okurlarımıza sunduk ve sizlerin de bu edebi yolculuk sonucunda
kendi “nirengi noktalarınızı bulabilmenizi” umduk. Unutmayın ki bir yarışı
kazandırtan o yarışın nasıl bitirildiği değil, o yarışa nasıl başlandığıdır.
Bu basıma eserleri ile katkı vermiş herkese en içten minnet ve
teşekkürlerimi sunuyorum.
Güzel ve keyifli okumalar,
Yağmur Erhan.
7 OZAN DİKEN
I
Ara sokaklar seni anımsatıyor bana,
gülüşünü bazen,
Bazen de gözlerini kaçırışını
Kayboluyorum adeta karanlığında
bir çıkış yolu da aramıyorum.
Hoşuma gidiyor bazen.
Her yolun yine dönüp dolaşıp gelmesi göğüslerine
tam da kalbine yakın yere.
Ne de olsa orası en işlek cadde…
Tulya Elif Bekişoğlu
8 KELEBEK
Pişmanlıklarla dolu ömrünün
Yarısını hatalar yaparak
kalanını pişman olarak harcayıvermişti
Bir kanadı gökkuşağı, bir kanadı gece karası kelebek.
Son nefesinde hıçkırıyordu,
Burnunu çekemeden öldü.
gözlerini kapatan olmadı
Sen bir kırılgan, ahşap balıkçı teknesi,
Ben iskele üstünde bir garip usturmaça
Katlanırım azgın dalgalara
Birkaç dakika için yanaşıp ayrılan vapurlara.
Hepsi bir kırılgan, ahşap balıkçı teknesinin yanaşacağı günü beklemekten.
Sağnaklaşsa da yağmur
Otursam bir bankta
Ve sen aklımda
Ağlasam büsbütün yaşlarımı
Karışsa yağmurun ıslağına
Kimse bilmese, görmese, duymasa
Akıp gitse damlalar ellerimden
Dokunuşların gibi adeta
Ve sen aklımda
Derinden esse bir yel
İçimde bir ürperti
Düşünsem bir el, senin elin
Sıcacık, minnacık, kırılgan ve narin.
9 YAĞIZ DAĞABAK
YARADILIŞ
Tecavüze uğrayan bir köpek ağlar mı?
Üç yaşında bir kızım var, ellerinizden öper
Bir otoparkta taksiciyim ben, Gülhane’de
Gözlerim dondu, bu yağan kar mı?
Neslim tükendi, dağlar hep kelaynak mı?
Bizim amcaoğlu da girdi sınava, kazandı
Üzerinde yastığım, tüyü yolunmamış bir kazdı
Yanaklarım kandı, bu içtiğim konyak mı?
Gaz yağına bulandım, fitilim olsa yanar mı?
Dedem almış zamanında, üç dönüm arazi vardı
Gezen adamdı dedem, geçen sizlere ömür
Elim yarıldı, annem öpse yine kanar mı?
Tulya Elif Bekişoğlu 10 DAMLA ILICA
KIRIK
Kırık gözlerle izledim önce
Bacaklarını, kollarını, dirseklerini, parmaklarını
Tek tek yürüdüm üzerlerinde
Kırık bir masada yatarken
Gözyaşlarımı akıttım göbek deliğine
Mora yatan akşamında uyanır diye
Biriktirdim kestaneleri yeşil sepette
Üzülme dondurma ben sana
Nasıl olsa mor geceler devam edecekmiş
Kızılcıklar mevsimi üflerken üzerimize
Soğuk dumanları
Biz yeriz dondurmamızı, kestanemizi
Kırık masalarda
Üzülme
ÇİM
Yazın öksüz kıştan doğduğu gecelerde
Pancar kokusu yayılır dağlardan
O zaman kıyametsizlik gelir, uyandırır
Yapraklar örterken üstümü
Gıdıklar beni soğuk atlar
Karıncalar saçlarımı örer
Ağlak yeşillerin üstünde
Sarı saçlarım yıkanır bir kere daha
İtirafım var
Kırık camları ben yedim anne
Yerde duruyorlardı
Dayanamadım
Ne dersin
Birlikte uzanalım mı?
11 Tulya Elif Bekişoğlu
12 RABİA İDİL DEMİRELLİ
ORMANIN İÇİNDE
Tepenin arkasından bana ‘Fotoğrafımı çektin mi?’ diye bağırıyordu. Cevap
vermek yerine dilimi çıkarıp birkaç pozunu daha çekmeye başladım. Artık o da
inmeye başlayınca telefonumu arka cebime sokup tepeden aşağı inmesine yardım
ettim. Aşağı indiğinde ‘Hadi şimdi seni görelim’ dedi. Cevap vermek yerine
çantalarımızı topladığımız ve konakladığımız asıl düz ve alçak alana doğru yürümeye
başladım ve Bahattin’in elini sıkıca tuttum. Ormanlık alanda düşmesini istemiyordum
çünkü düşerse atacağı çığlıkların dışında ona sürekli yardım etmekten sıkılmıştım.
Engebeli yolda işçi çizmeleriyle zar zor yürüyorduk. Aslında ben de ona
tutunuyordum yoksa çok rahat düşebilirdim fakat bunu belli etmiyordum. Zaten
giydiğim şorttan dolayı bacaklarıma böğürtlen dikenleri batıyordu. Burası böğürtlen
zamanı da güzel oluyordu aslında. O sırada Bahattin’e dönüp “Geçen sefer buraya
geldiğimizde böğürtlen yiyeceğim diye tişörtünü mahvetmiştin, hatırlıyor musun?’
dedim gülerek. ‘Pişman değilim, yine olsa yine yapardım’ dedi sırıtarak. Karşılıklı
gülüşmeye başladık. Yol düzelmişti, elini sıkıca tutmama gerek yoktu.
Babam yere serdiğimiz gazetelerin üstüne getirdiğimiz yiyeceklerle pikniği
hazırlamaya başlamıştı. Burayı fazlasıyla seviyordum, orman ve doğa bana huzur
veriyordu. Aynı etkiyi babamda da Bahattin’de de hissedebiliyordum. Hava güzel
olduğunda ve tatilde deniz yerine ormana gitmek istediğimizde buraya gelirdik.
Demirköy’den birkaç kilometre içeri ormana doğru giriyorduk ve kocaman ormanın
bir parçası oluyorduk. Demirköy Kırklareli’nin köylerinden biriydi. Babam buralı
değildi, annem de. Yani bizi buraya bağlayan bir şey yoktu, sadece ormanda gezintiye
çıkmak istediğimizde buraya gelirdik. Babamın burayı nasıl bulduğunu bilmiyorum,
buranın güzelliklerine hayran olmaktan bunu sormayı unutmuştuk. Kardeşim,
Bahattin, buraya bayılıyordu. Evde yapamadığı bütün zıpırlıkları yapıyor, tepelere
çıkıyor, zafer fotoğrafları çektiriyor sonra da ‘Abla ben yoruldum’ deyip pansiyona
yetişemeden arabada uyuyakalıyordu.
Babamın hazırladığı salatayla öğle yemeğini de aradan çıkardık. O sırada
babam yandan akan ince derenin kaynağına gidip temiz su içmeyi teklif etti. Bahattin
ile ben aynı anda kabul ettik ve babamın gazeteleri toplamasına yardım ettik. Her şeyi
çantaya yerleştirdik ve elimize birkaç tane plastik şişe aldık. Aslında susamış falan
değildik asıl amaç yukarıya tırmanırken yaşayacaklarımızdı. Çantayı artık üssümüz
olmuş patikada gölge bir yere sakladık. Elimizde plastik şişelerle, daha böğürtlenlerini
vermemiş çalıların arasında yukarıya tırmanmaya başladık. Babam önde ben arkada
taşlara tırmana tırmana yukarıya doğru ilerliyorduk. ‘Tırmanma’ ile ‘yürüme’
arasında gidip geliyorduk çünkü gittiğimiz yol bazen dikleşiyor, bazen yürüme yoluna
doğru devam ediyorduk. Düşmeden ve bacaklarımızı çizmeden yürümeye
çalışıyorduk o nedenle fazla konuşmuyorduk. Babamdan sürekli ‘Sağdan gidin’,
13 ‘Sola basın’, ‘Beni takip edin’ sözlerini duyuyor, Bahattin de ben de sesimizi
çıkarmıyorduk. İkimizde konuşmak yerine etrafı izleyip, hayran kalıyorduk.
Babamın derenin kaynağı dediği yere ulaşınca ben etrafta gezmeye başladım.
Bahattin peşimden koşarak ‘Ablaaaaaa’ diye bağırmaya başladı. Ormanda sesinin
yankılanmasından zevk alıyordu. Onu taklit ederek ‘Efendimmm’ dedim arkamı
dönerek. Bana doğru koşuyordu, filmlerdeki ‘büyük buluşma’ sahnesini yapmaya
çalışıyordu. Bende ona doğru koşmaya başladım. Ona yaklaşınca onu kandırmak için
sağa çekildim, o da sırtımdan belime sarıldı. Belime kadar boyu vardı ama ağırlığı
yüzünden ikimiz de yere düştük. Gülmeye başladık karşılıklı, Bahattin ise beni
yenmenin mutluluğunu yaşıyordu. Yaşça büyük olduğum için beni farklı konularda
yenmeye çalışırdı, güçte, zekilikte ya da çabuklukta. Bense şu an kazanan olmanın
zevkini çıkarıyordum, o büyüyene kadar.
Ayağa kalkıp babamın yanına gittik çünkü bize sesleniyordu. Suları
doldurmuş, aşağı doğru yol almak için bizi çağırıyordu. Yolda yarış halinde olan iki
kardeş olarak, dışardan 5 yaşında çocuklar gibi duruyorduk. Onun kazanmasına izin
verdim, babama koşarak ‘Biraz önce ablamı devirdim, uzun bir süre benle yarışamaz’
diyerek bana ‘yendim seni’ bakışını attı. ‘Öyle mi sandın?’ diyerek onu gıdıklamaya
başlayınca babam araya girdi ‘Anlaşıldı anlaşıldı, kimse kimseyi yenmiyor.
Susadıysanız suyunuzu şimdi için, doldurduğumuz suları aşağı ulaşmadan bitirmeye
niyetim yok’ diyerek bize suyun kaynağını gösterdi. Su buz gibiydi fakat insanın
dişlerini titretmiyordu.
Aşağı inerken Bahattin’i iki ya da üç kere düşmekten kurtarıp ona sırıtışımla
‘Ablan olduğum için şükretmelisin’ bakışı attım. Aşağı inmek her zaman daha
kolaydı, ben de yolu öğrenmiştim Bahattin de. Babamda bizi kendi halimize bırakmış,
önden gidiyordu. Yüksek bir yere geldiğimizde Bahattin’e dönüp ‘Elini ver’ deyip
elini tuttum ve aşağı inmesine yardım ettim. O da bir ara cesaretlenip ‘Beni takip et’
diye gülüp böğürtlenlerin arasından önden gitmeye başladı, aldığı tek sonuçsa
bacaklarında daha fazla böğürtlen çiziği oldu.
Çantalarımızı sakladığımız yerden çıkardık, arabayı bıraktığımız yöne doğru
inmeye başladık. Bahattin birkaç kere durup kaplumbağa yakalamaya çalıştı, bense
oturup Bahattin’in elini bile süremeyip dışardan izlediği kaplumbağalara baktım.
Arabaya varınca ayağımızdan plastik çizmeleri çıkardık, spor ayakkabılarımızı giydik.
Bahattin ile anlaşmamız vardı, gelişlerde ben öne otururdum, dönüşlerde ise o. Bu
yüzden arkaya geçtim. Babam arabayı çalıştırdı ormanın içinden geçen zikzaklı yolda
muhabbet ederek yolu bitirdik. Pansiyona geldiğimizde ben kendimi yatağımın
üzerine attım, yorulmuştum. Babam ‘Ben duşa giriyorum’ diye seslenince Bahattin
bana dönüp ‘İkinci sen gir abla lütfen lütfen lütfen’ demeye başladı. Lütfenlerin
bitmeyeceğini anlayınca ‘Olur ama sonra ödeşiriz’ deyip göz kırptım. Babamdan
sonra ben duşa girdim. Islak saçlarda pansiyonda gezinirken yandaki odayı tutan diğer
müşteriler geldi. Kaldığımız yer bir köylünün odaları kiraladığı bir evdi aslında.
Babam da gelen misafirleri rahatsız etmemek için akşam yemeğini hızlıca hazırladı.
Hem onlara selam verip hızlıca yemeği bitirmeye bakarken babam yeni gelen
müşterilerle muhabbete daldı. Biz Bahattin ile sofrayı toplayıp odamıza çekildik. Ben
kitabımı aldım okumaya başladım. Odada üç yatak vardı, benim, babamın ve
14 Bahattin’in. Babam odaya girdiğinde Bahattin çoktan uyumuştu, bense kitaba dalıp
gitmiştim. Babam gelince ‘Senin de uyuma vaktin geldi.’ deyip ışığı söndürdü. Bense
içimden ‘Baba ben Bahattin değilim.’ derken ağzımdan ‘İyi geceler’ sözü çıktı,
sonrasında da uyuyakaldım.
Sabah kalktığımda babam bugün yolda yanımıza alacağımız çantayı
hazırlıyordu. Bahattin kalkmış çoktan babama yardım ediyordu. Sonra yanıma gelip:
-Madem uyandın, su sesi seni uyandıracak diye merak etmeme gerek yok,
dedi.
-Dün akşam üşenmeseydin sabah sabah bizi bekletmeyecektin küçük bey.
-Neyse, uyandırmak dışında ben temiz tişört bulamadım da ondan duşa
giremedim. Sonra dedim ablacığım uyansın, ayarlar bana. Dimi?
-Ancak ablan yapsın zaten, diye gülmeye başladım. Kalktım, bavuldan yeni bir
tişört çıkarttım.
-Zaten bir tane bavul var, bir tişörtü nasıl bulamıyorsun?
-Bavul senin eşyalarınla doluydu da ondan, neyse ben duşa giriyorum dedi ve
tişörtünü çıkardı.
-Dur omzunda bir şey var.
-Ne?
-Dur, gel bakıyım buraya omzunda siyah bir şey var, deyip omzunu
incelemeye başladım. Siyah bir şey vardı, ufacıktı. Yarım dakikalık bir incelemeden
sonra bu siyah noktanın bir böcek olduğunu fark ettim. Böceğin dört ayağı vardı, ikisi
Bahattin’in omzuna geçmişti ikisi de dışarıda sallanıyordu. Elimi üzerinde gezdirdim,
böcek hala orda sıkıca tutunmuş bir şekilde duruyordu. Aklıma gelen şeyin doğru
olmaması için dua ediyordum. Babamın yanına gidip ‘Baba hastaneye gitmeliyiz,
sanırım Bahattin’i kene ısırmış.’ dedim ve dediğim anda Bahattin şaşkınlıktan hareket
edemedi. Babam da şaşırmıştı:
-Ne diyorsun, dedi bana yönelerek.
-Abla omzumda kene mi var? Nasıl? Bahattin sorularını yağdırmaya
başlamıştı.
-Baba, kene olabilir. Çıkartmaya çalışma, gidelim hastaneye onlar hallederler,
böyle kalması iyi olmaz.
-Nasıl iyi olmaz? Abla kene olamaz. Kene mi?!
-Neyse hazırlanın o zaman, ben arabayı hazırlıyorum.
Babam şaşırmıştı, sesinden belliydi. Fakat Bahattin’in alnından boncuk
boncuk terler akıyordu. Odada üzerime bir kot geçirip, tişört giydikten sonra
Bahattin’in yanına gidip ‘Ben buradayım, önemli bir şey yok, hastanede
çıkartabilirler’ gibi birkaç kelime zırvaladım. Bahattin’den daha kaygılıydım fakat
ona belli etmemeye çalışıyordum. Birkaç yıl önce hayatımıza giren kene kavramı
benim için sadece bir kavramdı, başıma gelmemişti ve gelmemesi gerekiyordu. Hele
‘Keneden ölen insanlar’ başlıklı haberleri aklıma getirmek istemiyordum.
“Abla ne olacak?” diye sordu Bahattin bana. Ağlamaya hazır bir haldeydi,
eğer olumsuz bir şey söylersem ağlayacağını biliyordum. Eğer olumlu bir şey
söylersem de kendini toparlayabilecek durumda olduğunun da farkındaydım.
15 “Hastaneye gideceğiz, çıkartacaklar ve bitecek. Rahatlasana biraz, bir sorun
yok.” deyip sesimi azarlama tonuna ayarlamaya çalıştım. Amacım ona kızmak değil
onun kendini toparlamasını sağlamaktı. Babam odaya gelip:
-Şimdi pansiyonun sahibiyle konuştum. Buranın keneleri zararlı değilmiş.
Hatta onu da dün kene ısırmış, o hastaneye gitmeden çıkartmış. Kafaya takılacak bir
şey yok yani.
Buna verecek cevabımız yoktu. Bu nedenle arabaya bindik. Bahattin korkudan
arkaya benim yanıma bindi. Ona çaktırmadan telefondan ‘Trakya’da kene ısırığı’ adlı
haberleri Google’da arayıp, herhangi ciddi bir şey var mı diye bakmaya çalışıyordum.
Bahattin’e göstermiyordum fakat o benden daha gergindi. Ben olabilecek bütün kötü
ihtimalleri beynimin boş yerlerine saklamaya çalışıyordum. Aklıma getirmek
istemeğim düşüncelerin gerçekleşmesi ihtimali bana zarar verirdi. Öyle bir ihtimal
olmayacaktı, olamazdı. Zaten Google’da da çok haber çıkmamıştı, zehirli kenelerin
daha çok Karadeniz bölgelerinde olduğu yazıyordu. Ama bizi burada kene bulduysa,
zehirlisi de bulmuş olabilirdi, şansımız pek yaver gittiği söylenemezdi.
Hastaneye vardığımızda Bahattin’in penyesi yıkanmış gibiydi. Her yerinden
ter akıyordu. Hastane boştu, hemşireye yaklaştığımız anda ‘Kene mi?’ diye sordu.
Galiba sıklıkta karşılaşıyorlardı bu durumlarla. Bahattin’i sedyeye oturttular, bense bir
tarafta elini tutuyordum. Bahattin gözlerini kapatmış, arada açıp doktor ne yapıyor
diye bakıyordu. Doktor birkaç tane sargı bezini üst üste koydu ve üzerine bol sarı bir
krem sıktı. Bahattin’e yaklaştı, omzunu oval hareketlerle ve kremle ovmaya başladı.
Sonra sargı bezini kaldırdı ve kene kaybolmuştu.
Kenenin çıkarılması bu kadardı.
Ya sonra ne oldu?
Apar topar İstanbul’a döndük, içimiz rahat değildi. Bahattin’e kan testi yapıldı.
Temiz çıktı. Buna rağmen keneden sonra 10 gün boyunca her yorulduğunda ‘Sanırım
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi geçiriyorum ben’ deyip ailenin yüreğine indirdi. Uzun
düşünmelerden sonra kenenin onu tepeye fotoğraf çektirmeye çıktığı zaman ısırdığına
karar verdik. Sonundaysa bir şey olmadı. Fakat bundan sonra bir konuda anlaşmıştık.
Aramızda yarışmayı bıraktık. Çünkü Bahattin artık büyümüştü.
16 Tulya Elif Bekişoğlu 17 MİLHAN ŞENGÜN
ATEŞ
Cebe giren paranın yüzde oluşturduğu hınzır ifade gibi
Bir sırıtış vardı yüzümde,
Anlamsızdı, bilemiyordum hayatın sillesini yemiş bir çocuk
Nasıl davranırdı ki?
Oysaki sanayide koşan bi çocuktum ben on üçünde,
Yorgun büyüdüm mavi tulumların içinde,
Her gün dost eliyle tekme tokat küfür,
Her geçen gün yerlere kan tükür.
Devam ettim, sefer tasım benim yüküm,
İnsanlar acıdı hep nedensizce hüküm,
Fark etmedi bütün gün zulüm gördüm
Mutluydum çünkü doğduğum yerde söndüm
Tulya Elif Bekişoğlu
18 ALİ BEKTAŞ
HAVADA UÇAN KARIŞAN BİR ŞEYLER
Kim sokağın rüzgârına kapılmaz
Artık bazı şeyler eski
Bazıları da yenidir elbet,
Rüzgâr dediğin gelip geçer
Bir o yana bir bu yana eser
Ama rüzgâr olmasaydı belki,
Belki belki küçük bir olasılık
Olmayacaktı ademoğlu.
Şimdi gel gelelim kum tanesisin
Havalanıp duruyorsun
Bir orada bir burada
İnsanın gözüne giriyorsun
Bak bu değişti işte
Artık sadece rahatsız etmek için
Gözüne giriyorsun
İşte bütün çaba bu yani
Anlamını bile veremeyeceğin
O ufak adam için
Aşk penceresinin pervazı
Gizli içilen sigara siyahı
Güneşe bakmayan saksılarında
Homojen dağılmış yaprakları solgun.
Nokta nokta adım adım
Çekiliyorsun hayat oyununundan
Şimdilerde kukuletalı saçlarından
Fındık parçaları damlıyor
Göz altlarında gençliğin boşluğu
Ama bilmiyorsun da bitecek bunlar
Mesela bu.
Mesela seni sevmem,
Tarih bizden büyük ademinkemiği.
Yoksa sorun değil ikimizde
Evet evet – Negatif.
19 GÖNÜL İŞİ
Şehir çocuğu kara tilki gibi
Dili varmıyor olur demeye
Adını zikre ne gerek
Toplarım hepsini bir kertede
Bağırmamla bir olur genç diye
Kaptan, bakar mısın
Hiç buldun mu söyle
Bendekinden bir yürek
Olmaz dedi kaptan
Ceplerine iyi bak dedi
Senin gibi bir adam
Zimmetlisini düşürmezdi
Bilirdim ağzının payını
Omzunda ağlamış
Şefim demiştim
Benden adam olmaz
Tahta kapının gözü
Kendini duvarda delik sanırmış
Birinde- hem de gün tepedeyken henüzİşin düşerse eşyanın gözüne
Bil ki inanmayasın sözüne
Zira, kapı misafire hırsız demez
Hırsıza misafir demediği gibi
Ve şimdi gelirsek gönül işine
Dalmadan iki sohbet arası
Sorarsın umarım bir dahaki sefere
Müsait misin , girebilir miyim diye
20 BİR ŞİİRDEN BİR ŞİİRE
Ego
Son kadeh içilmiş
Son söz edilmişti.
Bir düşünce sardı hepsini…
Bir hatıra,
Bir hırs,
Bir kıskançlık,
Bir yanıltı,
Bir kardeşlik,
Bir yanlışlık,
Bir kin,
Bir ümid,
Bir şey..
İnsana ait.
Özdemir Asaf (Toplu Şiirler, YKY )
Biri (s) i
Bir gariplik var
Bu olanlarda
Bir terslik
Bir yoksunluk
Bir boğulma
Bir hissizlik
Bak gözlerin
Fraktal lambaları gibi
Bir yanıp sönüveriyor.
Bir ben bakıyorum
Bir ağzın konuşuyor
Sen vakitsizce susuveriyorsun.
Artık gözlerinden
Esirge bu yarımadayı.
21 RABİA İDİL DEMİRELLİ
SAKLI LİDERLİK
Liderlik vasfı her insanda bulunmayan, başkaları tarafından aranan
özelliklerden biridir. Dünyanın gelmiş geçmiş liderlerine baktığımız zaman hepsinin
bazı ortak özellikleri vardır, insanları yönlendirebilmesi, çalışkan olması vb. Bu
özellikler çoğu zaman toplum tarafından “olumlu” olarak görülmektedir. Hiç kimse
bir liderin düzen delisi, kuralcı, dediği dedik biri olduğunu kabul etmek istemez çünkü
bu özelliklere sahip bir kişiye topluluklar lider demez, diktatör der. Fakat aslında
baktığımızda her lider aynı zamanda bir diktatör değil midir ya da gerektiğinde
diktatör olmak zorunda değil midir?
Mitlerin çoğu günümüzde hayatımıza girmiş ve biz farkında olmasak bile
yaşamın en beklenmedik anlarında sürekli karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki çizgi
filmlerde bile mitlerden alıntılar bulunmakta, mit fikri küçük yaşlardaki çocuklara bile
sunulmaktadır. Bu mitlerin çoğunun ortak özelliği her zaman, herkesten güçlü ve
otoriter bir ‘tanrıların tanrısına’ sahip olmalarıdır. Yunan mitolojisinde ise bu
özellikler ve vasıflar Zeus’a aktarılmış, Olimpos’un kontrolü ona verilmiştir.
Yunan mitolojisinde Zeus çok büyük bir yer kaplamaktadır, nerdeyse her
hikâyede Zeus ya kurtarıcı ya da ceza veren hakim konumunda bulunmaktadır. Bütün
tanrılar ondan korkmakta, onun sözüne kimse karşı çıkmamaktadır. Bakıldığı zaman
Zeus cesaretinden dolayı hiçbir zaman verdiği cezayı ya da yaptığı zalimliği
saklamamıştır, çünkü onu yargılayacak, eleştirebilecek kapasitede zaten birisi yoktur.
Ama her şeyin yanı sıra bazılarına göre Zeus Olimpos’u yönetmiş ve sorunları
çözmeyi başarmış başarılı bir liderdir. Fakat verdiği zalim cezalardan dolayı onu
diktatör olarak gören insan sayısı her zaman çoğunluktadır. Bence Zeus ne bir
liderdir, ne bir diktatör çünkü bu iki kavram ne kadar zıt görülse de iç içe geçmiş,
birbirinden kopamayacak iki kavramdır.
Toplumun lider ve diktatör anlayışı çok farklıdır. Bu nedenle her lider bir
diktatördür lafı kimseyi memnun etmez, hatta bazılarının canını sıkar. Herkes liderin
iyimser, barışçı ve herkesi mutlu eden biri olmasını ister. Fakat bu imkânsızdır.
Çünkü her lider elindeki otoriteyi kaybetmemek için diktatörlük yapar, insanlara
yaptığı suçtan daha ağır bir ceza verir ki otoritesi sarsılmasın. Bazı liderler de tam
tersi herkesi hoş tutarak lider olmaya çalışır ki çoğunlukla o saltanat çok uzun sürmez.
Her iki durumda da bir topluluğu, grubu yöneten kişiye iyi bir lider ya da diktatör
demek kişinin kendi iradesine düşer. Toplumlarda bazı diktatörler vardır ki herkesin
nefret kustuğu, kin püskürttüğü kişilerdir Kaddafi, Saddam Hüseyin gibi, ki
haklılardır da. Bu nefretle anılan liderler diktatörlüğünü açık bir şekilde sürdürmüş,
insanlara eziyet etmişlerdir. Fakat bence bu diktatörlerden daha tehlikeli olan kapalı
22 kapılar arkasında dönen, iyi bir lider denilen çoğu kişinin koltuk sevdasından dolayı
yaptığı diktatörlüklerin sessiz kalması, kimse tarafından bilinmemesidir. Çünkü her
lider, iyi ya da kötü, aksi ya da yumuşak otoritesini korumak için bazı şeylerden
vazgeçer, bazı şeyler için savaşır. Bazen bir vatanın kurtuluşu olabilir bu konu, bazen
ise bir başkanın seçilişi. Belki Zeus seçilmiş ya da sevilen bir lider değildir fakat onun
açıklığı onu koltuğundan edecek kimsenin bulunmamasıdır. Fakat günümüzde kimse
Zeus kadar güçlü olmadığı için onun yaptığı gibi zalimlikler açık değil, gizli kapılar
arkasından yürütülmektedir.
Liderleri suçlamak belki yanlış olabilir. Ama bir liderin diktatör olması ya da
olmaması bence asıl önemli şey değildir. Çünkü her lider içinde biraz diktatörlük
taşır, bazıları bunu açık bir sofra gibi ortaya sunar Zeus gibi, bazısı da sinsice içinde
saklar ve liderliğin hat safhasına erişince ortaya çıkarır. Önemli olan, insanların
kendisini yöneten kişi hakkında bilgili ve bilinçli olmasıdır. Çünkü her iyi lider içinde
her zaman ortaya çıkabilecek ve kendini korumak için her şeyi yapabilecek bir
diktatör taşır.
Tulya Elif Bekişoğlu
23 BAHA AYDIN
MİTİK BÖLÜNME
Kalkın sarhoş sabahların çocukları, kalkın
Akdeniz kızlarının gözlerinin
Kızılına ev sahibi geceler de kalksın
Biz Samael'e tapalım, biz gözlerimizi yumalım
Heykellerin altında fidanlar filizlenir mi
Çuval çuval çekirdeklerini gören Kenya'lı
Latte'sini yudumlarken ağlar mı
Hangimiz Cengiz Han'ın soyundanız
Hangimiz vaad edilmiş toprakların hacısı
İşte bunları merak edelim
Koyun gütmeyip domates ekmeyelim
Biz Samael'e tapalım, biz gözlerimizi yumalım
Yaşadığımız yere Khalkedon desinler
En büyük vurgunumuz da
Biranın haklı zammı olsun
Şarapçının parasını şarapçıya vermeden
Geçip giden dershanecilere selam edelim
Bir de asansörünü bozan tembel tershaneciye
Bizler işçiye dava açan tanrı'nın avukatı
Biz Samael'e tapalım, biz gözlerimizi yumalım
Ezberinde "insan insanın kurdudur" olanlar
Düşman denemeyecek kadar uzak
Siz insan sevin, evet evet
Çok sevin o insanları siz, para kazanın para harcayın
Umarım bir de buzdolabı alırsınız, lazım
Biz çamaşırı elde yıkayıp isyan ettiğimizi sanalım
Biz Samael'e tapalım, biz gözlerimizi yumalım.
Dualar halen mektuba yazılırken
İsyanlar hâlâ matbaada basılırken
Gözümüzün önünde yarasalar beklerken
Biz Samael'e tapalım, ama gözleri siz yumunuz.
24 EMİR AKDERE
AŞK NEDİR?
Aşk nedir dersen,
Bir de aşığına sor.
Önce elinin tersiyle çarp ağzının kenarına,
Yak onu, yık onun hayallerini
Sonra akşam senin dudaklarının sıcaklığını
Arzu ederek uyuyakalana sor,
Seni gördüğü her an
Havayı yaşam için fuzuli görene,
Dizleri tutmayıp da desteğe atılana sor
Ellerinin dokusunu ellerinde hissedince
Zamanı durduramayan aciz insana sor
Seni düşünmeden geçen hiçbir saniyesi
Yaşanmamış olana sor;
Nefesini teninde hissedince
O nefesi muhafaza edemeyene sor;
Seni düşünerek uyuyana,
Seni düşünmekten uyuyamayana sor.
DİLEK FENERİ
onlarca insan,
ellerinde çakmaklar,
yakarlar ama rüzgâr mani tabii.
belki ilk, belki beşinci denemende
yanar altı.
ama o zaman başlar
asıl iş.
bir kere yaktın mı
geri dönüşü yok;
bu iş sabır işi kardaşım
içi dolsun sıcak havayla.
25 sakın yanlış zamanda salma
sonra söner,
yazık olur parana, emeğine.
sabret.
bekle.
tamam! şimdi sal.
iki ihtimal var:
düşebilir,
uçabilir.
kimse senin fenerin için
dua etmeyecek,
uçsun diye.
yalnızsın bu feneri uçurmak için;
yalnız olduğunu bil.
havalandı ve gidiyor sanki!
hayır irtifa kaybediyor,
çok uzakta gözüküyor ama
elinden bir şey gelmez.
üfle istersen,
ancak kendini kandırırsın.
yine yükselmeye başladı, evet
herkes ona bakıyor, emin ol
bak etrafına,
herkes bakıyor.
şimdi yavaş yavaş sürüklenip
uzaklaşırken bak
demin seyredenlere,
şimdi yeni fenerler yanarken
seninki unutuldu gitti.
sen bile unuttun
hatta
sönüşü umrunda bile olmadı.
çünkü çok meşgûldün
öteki yükselen
dilek fenerlerini izlerken.
26 LAÇİN EDİS
Şiirler I
Kara gülün kanlı geçmişi
Mağusa yaralı,
Ölüm ağlamaklı
Yaşlarda gizli yangınlar
Vinçlerden sarkan yas tülleri
Asfaltta yapış yapış sözler
Umut?
Kurumuş bir bahar dalı
Kar çiçekleri hala üstünde
Mıhlanmış koyu kalpleri
Sinsi birer kıvılcım gibi beyaz gözlerinde kıyametin
Ejderhalar alev püskürüyor
Kurbanları kaderlerinde eriyor
Hale cisminde verildi ölüm fermanımız
Tabut yeşili, parmaklarda istifleniyor
Ziftten daimi medcezir
Dudaklar mühürlü, silahlar değil
Kanlı tüyleriyle beyaz güvercin
Çırpınıyor ayakucunda ihanetin
Aç kişi limon sıkıyordu onuruna en son
Ve fırından namusunu ancak çıkarmıştı
Taze taze, dumanı üstünde
Boyuna, canlara katık ederek, yiyordu
Bir kadeh alın teri aldı mahzeninden
Şerefe! diyordu
Tebaasında beklettiği revaniyi diliyordu
Kapı açıldı
Mum devrildi
Bir çınar gelmişti, gürledi:
"Vi Veri Veniversum Vivus Vici!"
27 GİDENLER
Gülmek benden gittiğinde,
Bir iki fotoğrafına kiralarım ceplerimi
Benim canımdan gülsünler diye
Solmaz günün ufuklarına bakar gibi mavi
Ve hazin ellerinde düğümler batar gibi
Gelmek benden gittiğinde,
Kesilemeyen müebbet cezası gibi güvercin sürülerinin
Kaderine alev alır sözleştiğim yarınlar
Kapanmayan nefes yaraları olur dehlizlerin
Bir dalgakıranın beylik direnişinde kar uykusu gibi vuslat ölüm
Yaşamak göğsümün ortasında gece tenli bir gündüğüm,
Sevmek benden gittiğinde...
28 BERK TUNÇ
DÖNÜŞÜM
Günlerden bir gün Hamit adında bir ressam, sabah uyandığında kendisini bir
gergedan olarak buldu. Bir önceki akşama dair hiçbir şey hatırlayamıyordu. Yataktan
zorlukla indikten sonra bir o kadar da zorlanarak kapıdan geçip, tuvaletin yolunu
tuttu. Aynaya baktığında bir gergedan görmek onu çok korkuttu. “Allahım bu ne?
Neden? Nasıl?” gibi sorular onun aklını bir hayli kurcalıyordu doğal olarak. Gergedan
olmanın verdiği ağırlıkla kendisini çok baygın, yorgun ve bir o kadar da bitkin
hisseden Hamit, yüzünü yıkamak için toynaklarını kullanmaya çalışmış, ama bu
deneme büyük bir hüsranla sonuçlanmıştı. Musluğu bir şekilde açmışsa da bir türlü
suyu yakalayıp yüzüne süremiyordu. Hamit o an bunu başaramayacağını anladı ve
“Ne yapsam, ne yapsam?” diye düşünmeye başladı. En sonunda küvete girip kafasını
suyun altına tutmaya karar verdi. Hamit bu sorunu da çözdüğü için kendisini çok zeki
hissetti ve vücudunun gergedan vücudu olmasının beyin fonksiyonlarını
etkilemediğine inanmaya başladı. Bu inanca teslis teteslis inancı denir. Çok fazla
tutunamadı çünkü canı bir şey çekiyordu ancak ne çektiğini anımsamakta güçlük
çekiyordu. “Mutfağa gideyim belki aklıma gelir.” dedi içinden Hamit, ancak istediği
şeyi düşünmeye üşenip bulduğu her şeyi yedi. Gergedan olmak onu iyice rahatsız
etmeye başlamıştı. Evin duvarları sanki üstüne üstüne geldiğinden kendisini evin
dışına attı.
Hamit’in aldığı eğitim, insanları oldukları gibi kabul etmeyi, onları dış
görünüşlerine göre yargılamamayı öğretmişti. Hamit de sokaktaki insanların kendisini
yadırgamayacağını düşünme gafletinde bulundu ve büyük bir özgüvenle adımlarını
atmaya devam etti. Sokaktaki insanlar önce bunun ne anlama geldiğini anlamadılar.
Hamit’in yürüdüğü kaldırımdaki insanlar Musa peygamberin suyu ortadan ayırdığı
gibi sağa sola açılıyor, çocuğu olan insanlar çocuklarını kucaklarına alıp kaçıyorlardı.
Bu manzara Hamit’in moralini iyice bozdu. İ nsanlara bir açıklama yapma ihtiyacı
doğdu kendisinde. Ağzını açtı ve zarar vermeyeceğini, bunun onun suçu olmadığını
anlatmaya çalıştı. Bu çaba her şeyi daha da kötüye götürdü. Ağzından çıkanları
kimsenin anlamadığını hissediyor, bu da onun daha da yalnız hissetmesine sebebiyet
veriyordu. Sokağa insanlardan tepki almayacağı düşüncesiyle çıkan Hamit, artık can
sağlığını düşünüyor, insanların ona zarar verebileceğini düşünüyordu.
29 Hamit evin yolunu hızlı adımlarla yürüyordu. Gün içinde eve yiyecek alma
planları olmasına karşın, insanların tutumu onu eve dönmeye zorlamış bu sebeple
hiçbir ihtiyacını karşılayamamıştı. Yürürken bir yandan saldırıya uğramaktan
korkuyor, bir yandan da eve gidip ne yiyeceğini düşünüyordu. Eve geldiğinde
problemi henüz sonlanmamıştı. Toynakları evinin anahtarlarını kavrayamadığından
kapıyı açamıyordu. Hamit bütün apartmanla iyi geçindiğinden, komşusunun zilini
çalıp kapıyı onun açmasını istemekte bir sorun görmedi. Komşunun kapıyı açmasıyla
çığlığı basması bir oldu. Apartman ahalisi Hamit’in oturduğu kata dolmaya başladı.
Sopalarla kovalanan Hamit tekrar sokağa çıkmaktan başka çıkar yol bulamadı.
Hamit kuytu bir sokak arasına girdi, çöpe atılmış bir yorganı üstüne çekti ve
saklanmaya başladı. Havanın kararmasıyla uykusu gelen Hamit, oracıkta uyudu.
Sabah uyandığında yaşadıkları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti. Ellerine
baktı. O artık bir gergedan değildi. Çok sevindi ve ressamlığı bıraktı.
Tulya Elif Bekişoğlu
30 YAĞMUR ERHAN
TEK KİŞİLİK AŞK
Bir adam, bir kadını sevdiğinde büyürmüş, derler hep,
Yaşamın belki de en can alıcı cilvesidir zaman,
İnsana nereden başladığını unutturup, nereye gittiğini hatırlatır hep.
Tek amacı kendini ona silahsız teslim eden ile alaydır, onun.
O kimsenin sevmediği, yalnızlığı belki de gerektiğinden de fazla seven adam bile,
Az da olsa değişmişti zamanla.
Bir ay öncesine kadar eline iğne batsa iğnelerin piyasadan toplanmasını isteyecek o
adam,
Üzmemek için şimdi kadının elinden tutamıyordu.
Duygularını saklamanın marifet olduğunu sanan acizlerdendi adam, eskiden.
Kadınları, rastgele seçtiğin yepyeni çamaşırlarını eskittiği gibi silip atardı hayatından.
Sevgi ve koşulsuz aşk zavallıların işiydi ona göre,
Hani o hep en derinden seven ancak hiçbir zaman sevilemeyen insanların işi...
Kadın ile bir Cuma akşamı karşılaşmıştı, adam.
Sinema çıkışındaki kalabalıkta gözleri, kadınınkiler ile sadece birkaç dakika
buluşabilmişti.
Önce inkâr etmişti hislerini şiddetle, kendini evde tutmak için bin bir yola
başvurmuştu.
Ancak o, her Cuma akşamı aynı salonda film izlemeye devam etmişti.
Belki de uzaktan sevmek, bu yüzden sevmelerin en güzeliydi.
Dokunamadığınız birini yerinizden incitemezdiniz,
Karşılık beklemeden sevdiğiniz birinin canını yakamazdınız,
Sadece oturup, kendi yok oluşunuzu izlerken çay içebilirdiniz.
Platonik aşkın en güzel yanı da buydu işte,
Sevmek ancak sizi incitiyor, sizi değiştiriyor, sizi büyütüp başkalaştırıyordu.
Sizse tüm bunlara rağmen karşınızdaki kişi, sizin acizliğinize üzülüp de
Canı yanmasın diye elinizden geleni yapıyordunuz.
31 BENİM BÜTÜN MESELEM KENDİM İLE
Bazen,
Tüm bazenlerini avuçları arasına alıp saklamak,
Ve yasak bir şey yapmanın verdiği tatlı suçlulukla kendine kuytu bir karanlık arar,
insan.
Bazen,
Herkesin üstüne basıp ezdiği, ancak kimsenin fark etmediği
Bir böcek olmayı yeğler, insan olmaktansa, insan.
Yorgun ve kırgın sesinin kırıklarını toplarken yarattığı kuytu deliğinde,
Keser ellerini sesleri nefretin,
Baba acısının,
Dost kazığının ve sahte kahkahaların.
Sonra yüzü buruşur burnuna gelen ekşi bir koku ile,
Yaşlar süzülmeye başlar gözlerinden istemsizce.
Zaten son kullanma tarihi geçmiş aşklar hep böyle gizli ve sinsice fark ettirmezler mi
kendilerini insana?
Kanını görmeye daha fazla dayanamaz insan sonra,
Ve sığınır tırnakları ile kazdığı derin kuyulara.
Gün ağarırken ölür insan kuyunun ıssız dibinde çömelip beklerken
Sonra karanlığın caddelere çöküşü ile yine aydınlanır ve hayat bulur yalnızlığında.
Sonra çıkar gizlendiği kuyusundan ve gider kuytu bir sahil köşesine.
Alır şarabın en kırmızısından ve yudumlarken kumsalda şehvetini,
Doldurur ceplerine “ İşte burası dünya, burası bu kadar” cümlelerini en derin
uykusundayken Tanrı.
Sonra gün ağarırken usulca döner kuyusuna ve bekleyişi başlar bir sonraki günahı
için.
Beklerken ise diline dolanmış tek bir cümle:
“Benim bütün meselem, kendim ile.”
32 Tulya Elif Bekişoğlu
33 6 EKİM 1939
“Nedendir bilinmez, bir işaret bekler gibi bir haliniz var, hanımefendi.” , dedi adam
usulca,
Ve kaybetti kendi bir süreliğine kadının gözlerinin maviliğinde.
“Oysa elleriniz şahidinizdir yalnızlığınızın zannımca” diye devam etti, daha sonra.
Kadın gülümsedi ve özenle masa üzerinde tuttuğu elleri ile adamın soğuk ellerini
kavrayarak sordu:
“Öyle mi dersiniz, mösyö?”
Adam heyecandan donakaldı, yüzü gittikçe kızardı ve gözlerini, kadınınkilerden
kaçırdı.
“Biraz küçük gibiler, sanki”., diyebildi ancak masanın tozlu yüzeyine bakarak.
Gözleri şefkatle doldu kadının ve güldü adamın sorusuna:
“Ne için küçükler peki sizce?”
Adam derin bir nefes aldı ve cesaretini topladı.
“Başka elleri kavrayabilmek için, hanımefendi. “, diyerek baktı kadına tekrardan.
“Aslında tüm bunlar, yani sizin bir işaret beklemeniz, narin ve küçük elleriniz,
Şu dışarıda yağan yağmur ve ellerim..”
“Elleriniz?”, diye tekrarladı kadın meraklı gözler ile adamın karşısında.
“Evet, ellerim.”, diye onayladı adam bir fısıltı gibi adeta.
“Hepsi bir yapbozun, bireysel birer parçası.”
Kadının tedirginliği her halinden belliydi.
Devam etmek yerine, kadını izlemeyi tercih etti adam.
Onun tedirgin olduğunda ellerini nasıl birbirine dolayıp, sıktığını
Gözlerini, onunkilerden kaçırmak adına rastgele etrafta gezindirişlerini izledi derin bir
keyif ve durgunlukla.
Cama baktıktan sonra kadın ayaklandı ve adama elini uzattı:
“Yağmur da iyice fenalaştı. Yasak geçmeden eve dönmeliyim.”
Kadının elini sıkarken adam, kadının ince kolu üzerindeki,
Davud’un Yıldızı basmalı beyaz bandı her zaman olduğu inceledi.
Koşar adımlarla uzaklaşırken kadın ondan, adam yavaşça yerine oturdu.
Kalbini aylardır saran keder daha da ağırlaştı birden.
“Yere son damla düşmeden geri gelin, hanımefendi.” , diye fısıldadı kadının
arkasından.
“Bakın diniyor, dinmez denen umut yağmurları tüfeklerin dumanında.”
34 Yutkundu ve radyoda Polonya’nın işgalinin resmileştiği haberi ile irkildi.
Gözlerinden yaşlar süzülürken, o yine derin bir nefes aldı.
Kadın, artık gözden kaybolmuştu.
“Siz son umuda tutunun da geri gelin, hanımefendi.”
Tulya Elif Bekişoğlu
35 BU ŞİİR O’NA YAZILDI
Sen gidip terk ettiğinden beri beni bu sokakların sonsuz yalnızlığında,
Buralar hep senin yokluğunun acısı ile boğulmakta.
Güneş’in batışı ve doğuşu bile her gün aynı adeta.
Her akşam haberlerde yine maden işçileri grevde,
Her yer Mursi’nin geçenlerde medyaya sızan savunması ile çalkalanıyor.
İdam kararını veren hakimler öldürüldü, şimdi aileleri sokaklarda çığlık çığlığa.
Hep canlar yanıyor bu dünyada.
Hele de Sen yokken yanımda, daha bir derinden hissediyorum bu gerçeği sanki.
Zulmedenler cezasız kalmaz derler hep, biliyorum, biliyorum da
Zulme uğrayanları, geride kalanları kim teselli edecek, söylesene bana.
Seçim arabalarının birbirlerine karışan o muntazam besteleri arasında,
Yüzü kömür karası olmuş babalarının mezarı başındaki ağıtlarını çocukların, kimler
duyacak?
Mitinglerde sonu gelmez vaatlerine devam edenler ve onları delicesine alkışa tutanlar
mı hep gösterilecek televizyonda
Bir kuruş ekmek için sigortasız çalıştırılıp ayağını kaybedenler yerine hep?
Bitmiyor cahillik, tükenmiyor ülkemde senden sonra Ata’m,
Öfkemiz, kavgamız bitmiyor, her gün onlarca candan yok yere vazgeçiliyor.
Söyle, nasıl bir cennet beklemektedir bizi bu sefil hayatlardan sonra?
Cebimde hiç param olmadığı için çıkarıp üç kuruş veremediğimiz o teyze ne yiyordur
şimdi sırtındaki çocuğuyla?
Bir lokmaya muhtaç insana cennetin hangi hurması helaldir, Ata’m?
Bir lokmaya muhtaç insan ne isteyebilir ki cennetin alsa bilemeyeceği varlığından?
Sen nerelerdesin şimdi ey canım Ata’m?
Bu kargaşada sesin çıkmaz mı senin yoksa?
Seni alıkoyarlar, düşüncelerini ders kitaplarının yüzeyselliğine, daracık kelime
hazneleri ile işlemeye çalışırlar, Ata’m.
Ama biz seni hep içimizde, dokunulamayacak kadar derinde, saklı tutarız.
36 İnsanlar ne zalimdir, en çok sen bilirsin.
Anlamaz, anlayamazlar senin düşünce ve hallerini.
Bilmez, bilemezler senin dilini ve felsefeni.
Ama biz senin için haykırırız Ata’m, sulara, biber gazlarına, coplara karşı.
“Dinsizdir, imansızdır bunlar!” diye böğürürler yüzümüze çoğu zaman Atam,
Ama bilmezler bizdeki yüreği ve yalanın altında yatan soğuk gerçeği.
Bizler yanına elbet geliriz bir gün Ata’m,
Bakarız o deniz mavisi gözlerinin içine ve,
Okuruz seni, yıllardır gerçeğe hasret gözlerimizle.
Ve bir gün gelir ki susturulanlar hakim sesler olur,
O zaman seni anlar bu millet Ata’m.
Senden tek arzu ve temellimiz ise,
O gün gelene kadar içini bize saklaman, Ata’m.
37 Tulya Elif Bekişoğlu
38 DOLUNAY KOCABAĞ
ÖRDEKLERİN TANRISI
Nasıl Allah insanları diğer canlılardan farklı yarattıysa Ördeklerin Tanrısı da
ördekleri sahip oldukları zeka ve iradeyle kaderini değiştirebilecek şekilde
yarattı. Biz de bu yüzden Ördeklerin Tanrısına dua ettik. Badi o kadar hastaydı ki dua
edemeyecek kadar yaralı ve bitkindi. Onun yerine dua etmenin iyi olacağını
düşündük. Ördeklerin tanrısı Badi’yi severdi. Badi henüz bir civciv kadar küçüktü
onun varlığına inandığında. Bir gece herkes uyurken Ördeklerin tanrısı Badi’yi
huzuruna kabul etti ve kutsadı. O geceden sonra Badi hızla büyüdü ve ona tanrısının
vadettiği zeka ile insanları sadece yemek ve temizlik ihtiyacı olduğunda dost bilmeye
karar verdi. Biz onu öyle de sevdik. Ne de olsa üstünde emeğimiz vardı.
Ördeklerin Tanrısı yaşlı ton ton bir Pekin ördeğiydi. Ördeğe kanat verip uçma
yetisinden yoksun bırakması onun da Penguenlerin tanrısı gibi biraz tembel
olduğunun göstergesidir. Ne yazık ki Ördeklerin tanrısı Gelinciklerin tanrısıyla iyi
anlaşamıyordu. Gelinciklerin tanrısı da diğer bütün tanrılar gibi yarattıklarına onların
en değerli ve en özel varlık olduklarını söylüyordu. Gelinciklerin inancına göre
ördekler günahtılar ve bir işe yaramayan kanatlarıyla dünyaya uğursuzluk saçarlar. Bu
yüzden Gelinciklerin Tanrısı ördekleri öldürmesi için onlara izin verdi. Gelincikler
zaten öldürmeye alışıktılar. Bu ilahi izin onları çok memnun etti.
Gelinciklerin bu memnuniyeti bizim Badi’nin hayatına mal olsa da onların
arkasından kötü konuşamazdık. Sonuçta Gelinciklerin Tanrısı bu koskoca evreni onlar
için yarattı. Biz ise sadece insanız.
Badi’nin cenazesini defnettiğimiz mübarek Çarşamba sabahında güneş adeta
ördek sarısıydı. Badi’nin ördeklerin tanrısının yanında olduğunu biliyorduk. Fakat
üzülmeden edemiyorduk. Gelinciklerin tanrısı hâlâ bizi tedirgin ediyordu. Sadece o
değil, kedilerin, vaşakların hatta dört yapraklı yoncaların tanrısı bile bizim için tehdit
oluşturuyordu. İ nekler o hafta sütten kesildiler. Gelinciklerin tanrısına sitem eder
gibiydiler. İ neklerin tanrısı yoktur onlar dört yapraklı yoncaların tanrısına inanırlar.
Sanırım dört yapraklı yoncaların tanrısı inekleri yoncalar bir işe yarasın diye yarattı.
Bir hafta sonra bütün bu tanrılar hakkında bilgi edinmek için camiye gittim.
Uzun beyaz sakallı, bol mavi pijamalı amcalar beni geri gönderdiler. Bakkalın
yanındaki evin avlusunu dönüştürdükleri, sadece Cuma günleri hizmet veren
kütüphaneye gittim. Şanslı günümde olduğumu umuyordum fakat Sineklerin Tanrısı
üzerine yazılmış bir kitaptan başka bir şey vermediler elime. Kitabı okumadım çünkü
39 henüz okuma yazma bilmediğimi fark ettim. Allah’ın insanları okuma yazma
öğretmeden yaratmış olmasından yakınarak eve döndüm.
Badi gittikten sonra eve yeni bir ördek alınmadı. Bana civcivlerle idare
etmemi söylediler. Ördeklerin tanrısı civcivleri yanlışlıkla yaratmıştı. İnsanlar yıllarca
boş yere düşünüp durdular tavuk mu yumurtadan çıktı yumurta mı tavuktan çıktı diye.
Ördeklerin tanrısı ikisini aynı anda yeryüzüne indirdi. Tavuğun görevi yumurtadan
çıkacak ördeği büyütmekti. Yumurtadan civciv çıkınca Ördeklerin tanrısı yanlışı
düzeltmeye üşendi. Malzemeden çalmayı tercih etti ve kırılan yumurtanın
kabuklarından ördeği yarattı.
Bir süre yaradan tarafından kaderine terk edilmiş tavuklara acıyarak vakit
geçirdim. Var oluşları o kadar anlamsız ve amaçsızdı ki ilgimi bile çekmediler.
Eskiden inekler için üzülürdüm. Oysa onların yaratanları onları terk etmemişti.
Badi’nin mezarının başına gidip toprağa bağdaş kurdum. Ördeğin ölüsünü
gömme fikrinin ne kadar mantıksız olduğunu parmaklarımla ıslak, kumlu toprağı
avuçlayıp bırakırken fark ettim. Ölüyü gömmek insan inancının bir parçasıydı.
Elimde Badi’nin tüyleri yolunmuş vücuduyla arka sokağa doğru yürürken
yalnızca kimsenin beni görmemesini umut ediyordum. Kafasız, sol bacaksız ve tüysüz
bedeni, zar zor kaldırdığım kapağın arasından çöp konteynırının içine attım. Düşme
sesini bile duymadım. Sanki ceset o anda yok oldu.
Tulya Elif Bekişoğlu
40 ZEYNEP KARABABA
KADINLAR EN GÜZEL ZİFİRDE İZLENİR
Üstümde yırtık bir bir kazak, ter kokan
Altımda gıcır, gıcır ve gıcır beyaz bir plastik sandalye
Buram buram bok kokuyor, güvercin boku
Karaköy’ün en yüksek çatısı
Yanımda bağımlılığım, az tuzlu çekirdek
En büyük boy, tekelden aldığım
Önümde eski çekirdek çöplerine boğulmuş
Mor menekşe saksısı, zavallı mahlûkat
Çiçek ölmüş, çekirdek bitmiş, ben ayı bekliyorum
Randevumuz var ayla, kovboylarınki gibi
Çıkıyor bir süre sonra çirkin parlak ay
Dakikmiş
Hazırlıklıyım, ağaç dalım (silahım) yanımda
Gafil avlıyorum onu, beklemediği yerden vuruyorum
Piçuv, piçuv ve piçuv
Toza dumana karışıyor ay, dağılıyor sim gibi ıslak sokaklara
Kusura bakma kutup yıldızı
Ben en çok zifiriyi severim
Tulya Elif Bekişoğlu
41 DONDURMA
Seni anlayabilir miyim bilmiyorum sevgilim
Filmlerde yakışıklı adamın ağzından eksik olmayan
Ne olduğu belirsiz yeşil çiçek gibisin
Akıl sağlımı bozarsın diye korkuyorum
Sana bağlanabilir miyim bilmiyorum sevgilim
Eskidikçe güzelleşip tadına varan değil de
Ekşiyip, ağzımı yamultan şarap gibisin
Metabolizmamı bozarsın diye korkuyorum
Seni sevebilir miyim bilmiyorum sevgilim
En karanlık, en rahat odada uyurken
Işığı birden yakan yavşak gibisin
Sinir sistemimi bozarsın diye korkuyorum
Bir şey bildiğim yok be, sevgilim
Aslında bir şeyden eminim
Dondurmamı paylaşacağım on kişiden
Biri bile değilsin sevgilim.
42 ÇOCUKTUM
Çocuktum. Mutluydum.
Rüya sanırdım içinden oyuncak çıkan
Sütlü çikolatalı yumurtaları
Kırmızı ambalajlı
Ne çıkacağı belli olmayan
Bir küçük defineydi benim için
Çikolatayı yemeden kırardım
Gizli hediyeme varma arzusuyla
Bazen küçük bir adam, bazen bir yapboz parçası
Her ne olursa olsun, beni mutlu ederdi
Çiçek desenli halımın üstünde saatlerce onunla oynardım
Takii, o da yatak altında kaybolan oyuncaklar listeme girene kadar
Çocuktum. İnanırdım.
Babamı hep kahraman sandım
Peleriniydi üstüne büyük gelen
Lacivert kareli ceketi
Dar omuzlarının üstüne oturturdu beni
İkimiz birleşince en güçlü, en süper
Dev oluyoruz derdi şarkı söylermiş gibi mırıldanarak
Aynı çizgi filmlerdeki gibi, güçlü ama iyi kalpli bir dev
İşten eve döndüğünde hep çikolata getirirdi, çilekli olandan
Hem güçlü hem çikolata alan bir kahramandı
Ta ki, işten atıldığı gün, çikolata alamamanın omuzlarına verdiği yükle
Beni omzunda taşıyamayana kadar
Çocuktum. Her şeydim.
Dünyanın merkeziydim
Güzel kadın gibiydim
Film afişlerinde ortada duran
Ailenin tek çocuğu, ilk göz nuru olan
Elinden bebeği, sırtından marka kıyafeti eksik olmayan
Önüne gelen kız çocuğuna dil çıkaran bir şımarıktım
Herkes benim etrafımda pervane olurdu
En güzel, en önemli, en şeker prensestim kendi krallığımda
Hiç ağlamayan, yanakları sıkılası bir küçük hanımdım komşulukta
Ta ki, mavi battaniyemin altında ağlarken önemsiz olduğumu anladığım güne kadar
43 Çocuktum, ta kilerle büyüdüm
Büyüyorum
Büyüyeceğim
Ta ki vücudumun toprakla buluştuğu güne kadar
Tulya Elif Bekişoğlu
44 TULYA ELİF BEKİŞOĞLU
...
Bir yay gibi
Tellerin üstüne bastırarak
Bir sağa bir sola
Bazen uzun
Bazen kısa, kesik
Uzun, bir konçerto bu
Sürüklenip
Bir iterek
Bir çekerek
savrulsam da
Bir bütün içerisinde devam ediyorum
Bağlı notalara geldiğim zaman
Şaşırmış bakıyorlar,
yayların tele değdiği yere
nasıl vazgeçilmez ve sonsuz olduğuna
ölçüler ilerledikçe
Kaldırmak istemiyorum her este
İnce yaylar ve tel arasına giren boşluk
Fırtına
Kopan kıllar
Artık savrulmuyorsun bile
Alkışlar da kesildi
Kutusuna kaldırdım
Ayrı
Ayrı
Ve bu veda konçertosu
45 DOLUNAY KOCABAĞ
SEVDALI KOYUN
Bir varmış bir yokmuş. Kurbanlık koyun üç katlı apartmanın üç kapılı
bahçesinde ağaca bağlanmış beklermiş. Sevdiğini beklermiş. Sevdiği de minicik bir
kızmış. Koskocaman gözleri, yumuk yumuk elleri ve kapkara kıvır kıvır saçlarıyla
koyunu andırırmış.
Kurbanlık koyun, koyuna benzeyen kızın koyun gibi bakan kardeşi için
kesilecekmiş. Kesildikten sonra onu sırat köprüsünden cennete taşıyacakmış. Aksi
takdirde Koyun Kızın Koyun Gibi Bakan Kardeşi cehennem kazanlarında
kavrulacakmış çünkü koyun bakışlı kız kara kedileri severmiş.
Koyun Kız kardeşini sevdiği kadar Kurbanlık Koyun’u da sevmiş. Gündüz
kimseler görmeden Koyun ile birlikte şehrin sokaklarında uzun uzun yürüyüşler
yaparlarmış. Göl kenarında piknik yaparlarmış, Boğaz turuna çıkarlarmış. Güneş
batmadan önce yine kimselere görünmeden üç katlı apartmana geri dönerlermiş.
Geceleri ise Koyun Kız üçüncü kattaki penceresinden bahçeye atlar Kurbanlık
Koyun’u severmiş. Kulaklarını öper, yünlerini parmaklarıyla usulca tararmış. Koyun
da karşılığında bahçeye mis gibi kokular yayarmış.
Bir gün geçmiş, iki gün geçmiş, üç gün geçmiş. Gelmez ayın 14’ü olmuş,
Kurbanlık Koyun 15’inde kesilecekmiş.
O gece güneş battığında ve Ela Lem uykuya daldığında, Koyun Kız yine
bahçeye inmiş. Kurbanlık Koyun yerinde duramıyor, bağlı olduğu ağacın etrafında fır
dönüyormuş.
Koyun Kız: Neyin, var güzel koyun, ne diye deli danalar gibi döner durursun?” diye
sormuş.
Kurbanlık Koyun: Koyun Kız, beni yarın kesecekler, cesedimi yiyecekler, ahirette
üzerime Koyun Bakışlı Kız’ı bindirecekler. Oysa ben o Sırat köprüsünden yalnızca
seni cennete taşımak isterim. Kurban olayım bir kara kedi sev de beni senin için
kurban etsinler.
Koyun Kız, Kurbanlık Koyun’un bu son dileğini yerine getirmek için kara
kedi aramaya başlamış, bütün mahalleyi dolaşmış girmediği avlu, bakmadığı çöplük
kalmamış. Ne var ki kara benekli kediyi bile bulamamış. Gün doğana kadar
sokaklarda dolanmış.
Kurbanlık Koyun beklemiş, Koyun Kız’ın kucağında kara kediyle çıkıp
gelmesi için sabaha kadar melemiş, eşinmiş, ağaçları kemirmiş, En sonunda Koyun
46 Kız için kurban edilmeyecekse hiç edilmemeyi tercih etmiş, kafasını bahçe
duvarına vurup nalları dikmiş.
Koyun Kız sabah bahçe kapısından girdiğinde Kurbanlık Koyun’un üzerinde
meyva sinekleri uçuşan cesedini bulmuş. Basmış yaygarayı, Ela Lem’i ayağa
kaldırmış, koyunun soğumuş bedenine yapışmış, giderek kaybolan mis gibi koyun
kokusunu içine çekip tüketmiş. Koku kaybolunca yerden kalkmış, Sevdalı Koyunlar,
kara kedileri sevmiş kızlar uğruna kurban edilmesin diye gitmiş bütün kara kedileri
boğmuş.
Tulya Elif Bekişoğlu
47 DOLUNAY KOCABAĞ
İZAFİYET
O benim sevdiğimden biraz az,
Öbürü ise biraz çok sevebilir
Diğerleri benim sevdiğim kadar sevseler
Sevgileri tükenir
Şunun sevgisi güneş kadar güçlü
Bununki ay kadar yakın
Onlarınki bi’kilo demirden
Şunların ki bi’kilo pamuktan ağır
Ötekininki bizim bakkal kadar uzak
Dur da etrafına bir bak
Kimsin, nerdesin, nedensin...
Zaman seni aşıp da gelsin
En uzun yoldur
Senden başlayıp sana varan
En kısa yoldur benden başlayıp sana varan
Senden başlayıp da bana varan yoktur
48 CEM TÖRE GÖKÇAM
TRISTAN
“Bir mantardan daha hafif, on gece hora teptim.”*
Bu geminin yanaştığı adadan nefret ediyorum
Kalıcı çaresizlikten ve ensest ürünü balıkçılardan da.
Bir kargo gemisinde yedi gün kısılı kalarak geldim buraya,
Hayatta bir daha asla görmek istemediğim tanıdık yüzlerin adasına.
Ahşap teknelerin yanında ıstakoz avcıları konuşuyor,
Yıllar önce geride bıraktığım bir muhabbete kaldığı yerden devam ediyorlar.
Hiçbir yüzün değişmediği bu adadan nefret ediyorum,
Kimsenin günün sonunda kaçamadığı bu adadan.
Bir çocuk gelip bana koyunlarını anlatıyor.
Koyunların nasıl konuştuğundan bahsediyor ve koyunların ne yediğinden okyanus
pusu sahili kaplarken.
Uyuyan bir yanardağın altında ve okyanus pusu ile kaplıyken konu asla değişmiyor.
Burada herkes bir gün burayı terk ettiğini hayal ediyor
Ama o kadar uzaklar ki her şeyden ve herkesten, terk edecekleri yönü bilmiyorlar.
Gemilere el sallıyorlar gemiler yanaşırken,
Gemilere el sallıyorlar gemiler geri dönerken medeniyete.
Gerçekten yalnız olanlar asla bahsetmez yalnızlıktan.
Ve burada, “başkası”ndan iki bin beş yüz ve belki biraz daha kilometre uzakta,
Pus ve güneş batar ufuk çizgisinde Tristan’ın.
*Arthur Rimbaud’nun Le Bateau Ivre’inden.
49 MELİSSA AKKOÇ
İKİ ŞİİRDEN İKİ ÖYKÜYE
Kaynak Meseli
Ağacı derisinden sıyırıyorum.
Bir iklim gelgiti içinde gelişiyor
günün çıbanı: Kor siyahın bünyesinde
çoğalıyor meşin derin deri izi.
Bu neşeyle kanı denetleyen
yaşlı çocuk umutsuzluğa çiziyor
etin eksenini.
Coşuyor, ürküyor belki, usulca
yayılıyor ateşin, yalımın katsayısında.
Soruyor:
Güneşin sızdığı çatlakta mı ışık?
Başka bir kaynak mı
yarımadadan suya doğru
başınabuyruk?
Bilinmeyen onuruyla karşılaşıyorum
keskin anların. Tenha gün
gecenin girdabından
açılan pencerede patlıyor.
Ağrı taşıyorum uslu ve usta,
büyüyor, taşıyorum
göksel iliğinden kırmızının.
Enis BATUR (Seçme Şiirler, YKY )
50 AĞACIM
Ağacı derisinden sıyırıyorum. Dizilerde gördüğüm gibi bıçakla yapmalıyım,
bıçaksız çok zor. Ama buraya bıçak sokmak yasak. Ben hiç o dizilerdeki bıçaklardan
da görmedim aslında, kullanmayı da bilmem. Annem geliyor, yine bağıracak sanırım.
Yaklaşıyor. Kaçsam mı? Kaçacak yerim yok, bekliyorum. Ağaçla uğraşıyorum hâlâ
avludaki. Annem geldi yanıma “Yapma” dedi. Sanki başka eğlencem vardı.
Sıkılmıştım kadınların arasında. Devam ettim ağacı yolmaya. Sonunda bir parça
kabuğunu çıkarabilmiştim. Parmaklarımın sızladığını hissediyorum. Annem elime
vurdu. Sustum, içeri girdim, onlarca kadının arasına. Eminim gidebileceğim başka bir
yer olsa giderdim. Bıktım bu kadınlığını kaybetmiş kadınlardan. Kadınlık dediğim şey
o dizilerde gördüğüm zerafet ise eğer, evet bu kadınlar kadınlığını kaybetmiş olmalı.
Burası insanı cinsiyetsizleştiriyor galiba.
Aklım ağaçta kaldı, kabuklarını ayırarak resimler yapacaktım o ağacın
üzerine. Hepsini planlamıştım, artık o ağacın üzerinde benim yaptığım resim olacak,
altında benim adım yazacaktı. Ressamlar görmedikleri şeyleri çizince çok ünlü
oluyorlarmış, öyle konuşuyorlardı burada, çok da para kazanıyorlarmış. Ben de denizi
çizeceğim o ağaca, bir de kumdan kale yapan çocukları. Çok eğlenceli olduğunu
söylüyorlar, bilemiyorum. Babamı da çizmeliyim. Onu da görmedim hiç. Onu
çizersem daha da ünlü olurum hem belki. Ama yapamam ki. Annem parmaklarımı
koparır o zaman, bir daha hiç çizemem. Aslında eğer bu kadar kolay ise meşhur
olmak, ben çok kolay meşhur olabilirim. Görmediğim her şeyi çizeceğim ağacıma. O
ağaç artık benim adımla anılacak!
Gardiyan geldi, bağırdı: “İçeri girin! Hızlı hızlı! hadi!” Demek avluya çıkma
süresi bitmişti, ben zaten içerideydim. Ya ağacım, o bu gece dışarıda mı kalacaktı?
Aklımdakileri çizmeliyim, yoksa unuturum. Aslında hiç de güzel resim çizemem.
Sabahı beklemeliyim, dışarı çıkmak için diretirsem eğer, beni döverler, yine. Yatağa
yattım, uykuya dalıyorum. Elim hâlâ sızlıyor. Kendime moral veriyorum, bu benim
ağacıma çizeceğim resme engel olmamalı. Heyecandan uyuyamıyorum, bir yandan da
ürküyorum, resmimi çizmeme izin vermezler diye. Işıkları kapadılar, artık uyku saati
geldi. Kapının çatlağından karanlık koğuşa giren ışık, yalnızca benim gözümü alıyor.
Sanırım birileri benim uyumamı istemiyor. Kim yolluyor peki bu ışığı gözlerime.
Işıklar nereden gelir bilmiyorum. Güneş diyorlar, güneşi kim koymuş ki oraya? Ya da
su? Su nereden geliyor? Denizden diyorlar yine aynı kişiler. Deniz nereden geliyor
peki? Bilmiyorum, hiç görmedim hâlâ. Işık yavaş yavaş azalıyor. Ya da gözüm ışığa
alışıyor. Sanırım yine hiçbir sorumun cevabını bulamadan uyuyacağım. Hep böyle
oluyor zaten.
Gardiyanın bağırtılarıyla uyandım yine. Reklamlar hep yalan mı diye
düşünmüyor değilim. Orada bütün çocuklar gülerek kalkıyorlar yataklarından. Neyse,
51 bugün gardiyan bile keyfimi kaçıramaz. Bugün büyük gün. Bugün ünlü olacağım!
Avlunun kapısına doğru koşuyorum. Tam çok yaklaşmışken annem bağırıyor yine
“Oğlum gel buraya midenden biraz yemek geçsin, sen gelene kadar bu domuzlar
hepsini bitirecek!” Yemek istemesem de anneme karşı çıkamıyorum, onun yanına
gidiyorum. Ağzıma bir şeyler tıkıyor. Dışarıdan da pat küt sesler çıkıyor. Avluya
gitmek istediğimi söylüyorum anneme. Gardiyan duymuş olmalı, bağırıyor yine
dışarıdan “Bugün avluya çıkmak yasak!” Dışarıdan gelen sesler beni çok korkutuyor.
Şüpheleniyorum. Ya yarın gittiğimde ağacım orada olmazsa?
52 DÜELLO
Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?
Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.
Ülkü TAMER (Toplu Şiirler, YKY )
Tulya Elif Bekişoğlu
53 BİTTİ
Kırıkkale’de 19 yaşındaki E.T dere kenarında ölü bulundu. Göğsünden yedi
mermi çıkarıldı. Faili meçhul bu cinayet de kanıt yetersizliğinden rafa kaldırıldı.
Kafa derisinde çürükler tespit edildi. Beyinde hasar görülmedi. Beyincik
sağlam. Organlar kafatasının içine yerleştirildi kafa derisi dikildi. Göğüs kafesinde
yedi kurşun yarası tespit edildi. Göğüs kafesi açıldı. Midede bir adet kurşun tespit
edildi. Mideden kurşun çıkarıldı. Akciğerin sağ lobunda üç kurşun tespit edildi.
Akciğerdeki kurşunlar çıkarıldı. Dalak’da iki kurşun tespit edildi. Dalak’daki
kurşunlar çıkarıldı. Kalp’de bir kurşun tespit edildi. Kalp’deki kurşun çıkarıldı.
İncebağırsakta hasar tespit edilmedi. Göğüs kafesi kapandı. Göğüs dikildi.
Bitti.
Gözlerimin yavaşça kapandığını hissediyorum. Kalbime de kurşunun girdiğini
hissettim. Bir silah sesi daha geldi. Sarsıldım, yere düştüm, öleceğimi düşündüm. Tam
göğsüme üç kere daha sıktı. Her şey çok hızlı oluyor. Karnıma bir kurşun daha yedim.
Karnımın ortasına sıktı. Aşağılık adam tüfeğini doğrulttu. Artık kaçacak bir yerim
yok. Bir dere kenarına geldim. Ben koşmaya devam ettim. Namusumu beş paralık
ettin diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Bağırmaya başladı. Yusuf peşimden koşuyordu.
Koşabildiğim kadar hızlı koşuyorum. Evden çıktım, terliklerimi giydim. Bu fırsattan
yararlanıp kapıya yöneldim. Uyandığımda yanımda yoktu. Uyandım. Bunu
beklemiyordum. Yusuf kafama vurdu elindeki sürahiyle. Ondan uzak durmaya
çalıştım. Korkuyla yatağın ucuna oturdum. Hemen kalkıp giyindim. Üstümden kalktı.
Çarşafta kan olmadığını gördü.
54 HALİT SUAT SARAÇ
GÜZELLEME
Hepiniz,
O kadar güzelsiniz ki…
Bir daha dünyaya gelsem
Sizi severdim herhalde
Daha önce gelmiş olsam da
Sizi severdim muhtemelen.
Konuşmak
Hiç yakışmıyor ama size
Gülümseyin, çekiyorum.
Sizi sevmek diyorum,
Zarif Bir gülü
Sevmek gibidir
Gülü seven
Dikenine katlanmalıdır elbet.
E ama size,
O kadar masraf yapıyorum
Şu dikenleri de
Aldırın artık.
İnsanlar,
Estetik oluyorlar artık
O güzel insanlar
O güzel arabalarına binip
Daha da güzel oluyorlar.
Teknoloji
Çok gelişti çağımızda
Çayımız da soğumuş,
Şunları tazeleyiver delikanlı.
Sizi seviyorum.
Biliyorsunuz değil mi?
Sizi sevmez
Olmaz olur muyum canım?
Yemek yaparım, şiir yaparım
Mutluluk yaparım size
Sizi sevmesem
Size kıyafet alır mıyım hiç?
55 Size çay koyar mıyım hiç?
Sizinle sinemaya gider miyim hiç?
Hiç canım.
Bunlar hep medyanın uydurması
Bugün maç vardı sahi,
N’oldu onun sonucu?
Ne diyordum?
Sizden bahsediyordum
Değil mi?
Siz bilmezsiniz kim olduğunuzu
Etrafa sorun, onlar anlatır
Ya da…
Boş verin
Hiç kimseye hiçbir şey
Sormayın en iyisi.
Konuşmak
Hiç yakışmıyor zira size.
Moda insanın
Kendine yakışanı giymesidir
Köfteciye söyleyin ha,
Benim köftem duble olacak.
Efendime söyleyim,
Şiir yazmak güzeldir.
“Güzel” yazmak şiirdir.
Güzel
Dermişim
Ben güzele güzel demezmişim
Güzel benim olmadıkça
Hepiniz,
O kadar güzelsiniz ki…
56 HİÇ
Bir süre etrafa bakındım.
Selam verdim birine
Selam vermedim birine
Çıkmaz sokağı gördüm
Çıkmaz sokağa girdim
Çıkmayan sokağın içindeydim
Çıktım çıkmaz sokaktan
Sağa baktım
Sola baktım
Dostlar vardı
Fayansların üzerindeki
Renkli desenlerdi dostluk.
Üzerine bastım geçtim
Önüme baktım
Kırık kalplerle ve
Siyah dalaklarla
Dolu yolda yürüdüm
Yürüdüm yürüdüm
Siktir et dedim
Siktir et.
BEN ANLAMAM
Şimdi şiir defteri dedim ya
Anlamı oldu defterin
Halbuki şiir de benim
Defter de benim
57 KÂMİLİN IRMAKLARI
Salyalarından akan
Kitaplar var
Burun deliklerinde
Sayfalarca ağıtlar
Bir açarsın ki ağzını
Yumdun bi de gözünü
Irmaklardan Baudelaire akar
İmgesel imgesel
Dil bilimciler şifanı
Bulamaz Kamil
Bana doktor deme ordan
Doktor bir dilbilimci
Komşu kızı Ayşe
Seni anlamaz Kâmil
Göz göze geldiğinizde
Konuşmaya başlasan
Hemen çıkar aradan
Mecazi bir ayak
Sonra biliyorsun n’olduğunu
Kızın gözlerinin maviliğinde
Irmaklardan Haşim akar
İmgesel imgesel
Devrik devrik konuşur
Yamuk yumuk yürürsün
Topallığının sebebi
Bellidir Kamil.
Sokakta Ayşe görüp
Kanepene oturup
Beklersin
Irmaklar dersin
Ey yüce sizler ki
Irmaklar doldurmuş
Topallığımın sebebi
Varlığımın umudu
Ey yüce sizler ki
İmgesel imgesel
58 Mecazi bir çift bacağın var
Kamil
Bir çift mecazi bacak
Gerisi laf-ı güzaf.
Tulya Elif Bekişoğlu
59 YAĞIZ DAĞABAK
NAZIM’A NAZİRE
öyle anlar, öyle zamanlar var ki şu hayatta
yalnız bize mahsus.
üzülmek yalnız bize mahsus mesela,
sevmek de öyle.
yalnız bize var şu hayatta kaybetmek,
ekmek parası için sürünmek de öyle.
aşık olmak da hiç olmamış olmayı dilemek de bize mahsus,
yalnız bize.
peki, biz kimiz?
biz herkesiz, herkes onlar
biz kimseyiz ne sen anlarsın ne o anlar
dünya dönüyor, dönecek kimbilir daha kaç zamanlar
ve yaşananlar bir hiç olarak kalmaya devam edecek
çünkü unutmak da bize mahsus,
hatırlayıp gülümsemek de öyle
çünkü biz hiç öğrenmemişiz nasıl doğru dürüst ölüneceğini
nasıl yaşamalı, nasıl yaşamamalı hiç öğrenmemişiz
ve hiç öğrenemeyeceğiz belki de
çünkü delirmek de yalnız bize mahsus
uslanmak da öyle
herkese ve hiç kimseye
yalnız, bize.
60 Tulya Elif Bekişoğlu
61 Barış Heybeli
Prusya Mavisi
Neden Nijerya? Kazları beslemedik mi yani
Otomobil tozları içbükey aynalarımla oynarken
Bir adam nasıl tamamen mavi olur
Sonsuz yolculukta nefretle dolar
Neden yaşarız, neden bir sinek dolanır
Başımı sulu şampuanla yıkarken neden ağlarım
Neden umursarım, neden severim
Saçma. Ben bir tekstil makinesiyim
Bayat ekmek, kırık kalem, kaybolan silgim
Dolansınlar Yeni Kaledonya’da
Endülüs’de ud çalarken terlesinler
Ne var yani? Ne var o olduysa?
Harflerini yutarken adını unuttum
Bugün ben de mutlak değerimdeydim
Negatif sayıydım, dışarıdan pozitif görünen
Şükür bugün de ufkumuz genişledi
Kalplerimiz bir nebze daha ruhsuz
Bir tutam daha fazla hırslıyız
Biz dünyayı yöneteceğiz
Kendimizi yönetemezken
İkinci adaya yüzdüm sonra
Sen de bir silgi olamazdın
İkinci tahtında bir hayalet
Sen kendini onun gibi hayal et
Onlarca beyin ve gözler
Beni izlediler ve unuttular
Umrumda değildi.
Kantin bir hayvanat bahçesiydi
Gereğinden çok papağan
Çakallar ve kurtlar giymiş kostümleri
Böyle komedyen görülmemiş
Kalbi atıyor maskeyi atacağı gün için
Ben yerde unutuldum
Üzerinde kirli bir ayakkabı izi olan
İlgi çekmemiş bir şiir
Geri dönüşümüne hazırlanıyor
Masada bir tabak üzerinde
Aç gözler üzerinde
62 Kıpırdanan eller
Sulanan ağızlar
Dayanamadım, özür dilerim
Çürümüş anılarımın taksidini ödedim
Üstü kalsın
6-7 Eylül
Eylül başları insan sokakta
Eylül başları İsa çarmıhta
Taşlar ve toz yağmurum, kan ve kir
Ahşap evimdeyim, sokakta bir fakir
Durgun güneşin altında mayışırken
Ateş kaplıyor tinerli kalpleri
Kırık Camlar Sokağı’nda kopan yakarış
Susuyorum, ama içimde o Songüneş’in bıkkınlığı
Neydi suçum hakim bey, suç muydu kendim olmam
Söyleyin bana, siz de mi artık sokaklardasınız
Bir sopa daha atayım, bir cam daha kırayım derken
Gözünüz bağlı, olanı dürbünlerden izlerken
Karşı kıyıdaki düşmanına öz toprakta kıyarken
Bir fidan daha solarken, kendi çocuğunu düşünebildin mi
Yumruklar artık kapıma dayandı, dua ediyorum
Kelimelerim var cebimde, İsa kitabımda
Çiçek desenlerim kanla süslenirken
Dayanacağım kör kaderime
Eylül başları hayatımın sonu
Eylül başları İsa çarmıhta
63 Tulya Elif Bekişoğlu
64 SELİN AYDAN MALKOÇ
Cemal Süreya’nın Bir Şiiri Üzerine Nazire ve Öykü Yazma Denemesi
ADAM
Adam şapkasına rastladı sokakta
Kimbilir kimin şapkası
Adam ne yapıp yapıp hatırladı
Bir kadın hatırladı sonuna kadar beyaz
Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar
Bir kadın kimbilir kimin karısı
Adam ne yapıp yapıp hatırladı.
Yıldızlar kıyamet gibiydi kaldırımlarda
Çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı
Adam bulut gibiydi, hatırladı
Adamın ayaklarının altında
Yıldızların yıldız olduğu vardı
Adam yıldızlara basa basa yürüdü
Çünkü biraz önce yağmur yağmıştı.
Cemal Süreya (Toplu Şiirler, YKY )
KADIN (İkinci Kıtaya Nazire)
Bulutlar huzur getirdi, asıldılar topraklara
Beyaz örtü havayı kapladı
Kadın sis gibiydi, hatırladı
Beyaz, ve boğucu
Kadının ellerinin arasında
Bir evren vardı
Gezegenler inci tanesi gibi dizilmişti
Beyaz, ve çekici
65 ÇÜNKÜ BİRAZ ÖNCE YAĞMUR YAĞMIŞTI
Yağmur çiselemeye başladı, gri betonların rengi koyulaştı. Gökyüzüne hâkim
olan grilik insanın içini boğuyordu. Ciğerlerine sis dolmuşçasına havaya ihtiyaçtaydı.
Halindeki bu durgunluk bir sonuç muydu yoksa havanın suçu muydu? Daha çok
deneseydi, daha erken harekete geçseydi acaba neler değişirdi? Normalde tek
dayanağı olan ailesinin önünde bile ağlamazken şimdi gözleri yanmaya başlamıştı.
Genzinde bir şey takılı kalmış, nefes almasını zorlaştırıyordu. Yaşlar gözlerine
doldukça etrafı görememeye başladı. Herkesten hızlı yürüyen, her zaman bir acelesi
olan kişiyle, adım atacak nedeni bulamayan sendelemeye başlayan insan aynı mıydı?
Yavaşlayıp kendini kıyamet gibi kaldırımların kenarına attı. Duvara dayandı soluk
almaya çalıştı. Her zaman olurdu bu kalp ağırları, düzgün nefes alınca geçerdi. Bu
sefer geçmedi. Derdi başkaydı.
Fani heveslerle arası hiçbir zaman yoktu. Ne en iyiydi ne en kötüydü, arada
kalarak hayatını geçirmekten memnundu. Okulu dert etmez, bir çıkar yol bulurdu.
Dertlendi, dibe vurdu; ölene kadar kurtulamayacağını sandığı çukurdan bile kurtuldu.
İnsanlığın en büyük derdi aşka inanmıyordu, oradan da bir vurgun yedi. Tokat
suratına indi, aşktan nefes alamaz oldu. Tamam, dedi bundan sonra daha darbe
yemem. Ne kaldı ki altından kalkamayacağım. Her zamanki gibi büyük konuşmuştu.
Hayaller en büyük illetmiş, bilemedi. Bu tek isteğinin peşinde koşarken
olabilecekleri tahmin edemedi. Hedefe adım adım yaklaştığını sanırken yokuş aşağı
yuvarlanmaya başladı. Yine mi mağdurdu, yine mi ezik? Kendisine hiç acımazdı ama
bir yanlışlık olmalıydı. Herkes derbederdi de fark ettirmiyor muydu? Yoksa herkese
dağıttığı merhameti biraz da kendine mi ayırmalıydı?
Duvar kenarını takip ederek, kafasının kaldırmadan yürüdü. Önüne gelen ıslak
saçları yüzüne yapıştı. Kendi sesi içinde kaybolmuşken mesaj bildirimi ortamı bozdu.
Kulaklılarından gelen neşeli müziği yeni yeni duymaya başladı. Telefonu mont
cebinden sertçe çekti. Gelen haberle hızlanmaya başladı. Elini cebine bir attı, tam
tahmin ettiği gibiydi. Durdu, ve geriye beş adım attı, kafasını azıcık çevirdi. Kendi
pasosuna rastladı sokakta, orada su birikintisinin içinde yüzüyordu. Sevinme üzülme
arasında kalmıştı yine.
Kafasında buluşmayı farklı planlamıştı. İ nsanlar bir kere olsun ilgi gösterir
sanıyordu. Onun da canının yanabileceğinin farkına varacaklarını umuyordu. İstediği
destek orada değildi, her şey normalmişçesine bir kadın kapıyı açtı. Selamlamaya
çalıştı ama sesi kısılmıştı. Aradığı insana rastlayamadı. Sıcak hava çarptığında
üşüdüğünü yeni fark etmişti. Aynaya baktığında ıslak alnına yapışmış saçlarıyla,
kirpiklerindeki minik damlacıklarla, kızarmış akan burnuyla yine bir sanat eseriydi.
Beklediği insan geldi, gözlerini dikti. Havaya açılmış kolların içine attı kendini, işte
orada ‘tık’ etti.
Ne oldu diye soranlara, sahte bir gülüşle cevap verdi. Yüzü ıslaktı, çünkü biraz
önce yağmur yağmıştı.
66 MİNA MERİÇ
UuuUumuUM
Zaman, durum, oluş ve nesnelerdeki farklılaşma anlamlıdır. Dengeye oturtulmuş
varlıkların koyuldukları kutulardan çıkmaları tek bir A’ya bakar. A güçsüz bir harf
olmasına karşın boşlukları
doldurur.AZaaamaanaazaaamanaoanauaaanalaaamaaakazaoaradauar. (Efendi’nin
kulakları çınlasın. -Beni 27 yaşıma kadar tutsak tutan bir Efendi tanıdım. Serbest
kalınca; korkulukların arkasında yatacağımı, yanına al beni diye sayıklayacağımı
bilmezdim.-)
Harfler herkesin ben olmasını engeller. Başka sesler kullanınca anlamları değişir.
AAAAAAAAAAaaaaaaaaaaaaa. Filozofların dilleri götlerine değince anlarlar, güzel
görünenin cazibesi yanıltıcıdır:
zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzZZZZZZZZZZZZZZZZZZZZZZz.z.z.z……
Bu genç bir ırmağın dökülme sesidir. Bu ırmak zamandan hızlı ve senden yavaş akar.
Bu kadar geç bulmuşken seni, mutsuzum dememi nasıl beklersin? Yatağım rahat
değil. Uykum hafif.
Duyduğum sesleri duymuyolar. F F F F F F F F F AAAAAAAAAA
aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa aaa aaaaaaa aaaaaa a. Sesi kaybettim. Karşıda kendimi
görüyorum. Takip ediyorum. Harfleri yan yana getirip anlamlandıramıyorum.
Cümlelerimin kısa olması gerekiyor. Her tarafımı fareler sarıyor, devam ediyorum. Su
bulanıyor. İniyorum. Gördüğümü sandığım şeyler gerçek mi?
mmMmasdlsMMSdmDRREGMSDĞĞĞPFFF. Korkuyorum. Kör karanlık oldu, su
kafamdan aşağı akıyor, su hızlandıkça zaman yavaşlıyor. Saniyeler saatler oluyor ve
suyun içinde nefes alamıyorum. Bırakıyorum.
Dalların oynamasına uyanıyorum fakat onları duyamıyorum. Bir çam ağacı var
karşımda, yemyeşil kaplı kahverengi gövdesinin uzağında buluyorum kafamı.
Düşünce de anlam da belirgin değildir. Bilinçsiz bir biçimde gizlenmişlerdir. Bilinçli
bir biçimde gizlenmişlerdir. Gökyüzündeki gibi. Satürn harflerin manifestosudur.
Gökyüzüne aşağıdan bakanların hayatı cehennemdir. İki farklı deneyimin tek deneyim
yaşanmasını iyi bilen aklımız bizi O ile tanıştırır. Köle yaşantısı Efendi’nin kedilerini
rahatsız etse de beni etmez.
Sessiz otları gören ve günden düşen eksen etrafında döner. 666 kez tıklar efendi bu
şiiri.
67 Tulya Elif Bekişoğlu
68 BİR ŞİİRDEN BİR ÖYKÜYE
XVIII –
En acısını sevgilim en acısını
Tadayım istedin;
En acısı buydu.
Birhan Keskin
Soğuk
Çoruh Nehri’nin soğuk sularında bıraktım kirimi. Arıların peteklerinde fark
edemediğim fırsatlar kaldı. Bir ayının yuvasında ise patikada verilen sözler. Bin yüz
milyon parlak obje. Uyuduğum gündüzler ve geceler, yardım etmediğim
arkadaşlarım. Soğuğun ortasında bir avuç böcekle (İki taraf ta korku dolu, çıt çıksa
kaçacaklar ya da birbirlerine saldıracaklar) baş başa kalmış.
Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, giderken uzaklara, beni unutma
demiş. “Ne unutması, bir haftaya dönüyorsun zaten.” Korktuğumuz şeyler başımıza
gelir hep derler ya büyüklerimiz, açma o şom ağzını derler. Yanlış onların o dedikleri.
Başkası tarafından incitilmeye o kadar endekslersin ki bazen beynini, sen unutursun
sonra fark etmezsin. O şom ağzının yakacağı tek bir baş vardır, o da düşünülmeyen
tarafın başıdır. Bencillerin şom ağzı olmaz.
Gizem her zaman çekici midir? Bilmemek her zaman iyi mi? Bitmek bilmeyen
bu genelleme ihtiyacı niye toplumdaki? İlk defa ile başlayan sorulara duyulan takıntı
hakkında ne düşünüyorsun? Ahlâk din ile mi başladı? Polislik yapmak niye
mahalledeki teyzelerin en sevdiği uğraş? Mutlu olmak nedir bilmezken neden bu
kadar çok isteriz?
Çoruh’un tepesine yakın, tarlaların az ötesinde bir dilek ağacı vardır. Dilek
ağacına (üzerinden koparttığın) kumaşı bağladığın hâlükârda dileğin gerçek olur diye
bir söylenti vardır. Üzerindekini koparmak istemezsen, ama yine de dilek dilemekte
ısrarcıysan biraz başkasının dileklerinden koparır ve ağacın herhangi bir yerine
bağlarsın. Böylece herkesin birbirinin üzerine basa basa, hiçe sayarak nasıl hayatını
devam ettirdiği ve birtakım kuvvetlere, enerjiye isteklerde bulunduğunu görürüz. Bu
inançlı insanların, düşünmeden başkalarına yaptıkları bu kötülük dünyayı çürüten
nedenlerden biridir. Başkasının adağını kopartıp hiçbir şey olmamışçasına almak ve
de o adağın üzerine kendi dileğini yüklemek pistir.
Bir sabah, uyanmışız toprak ananın eşsiz manzaraya. Açık havada uyuyup
uyandığımız sabahlardan biri bu sabah. Akşamın muazzam sessizliğini güneşin
bunaltıcı ışığı almış. Konuşmaya başlamışız her sabah gibi o sabahta, aynı yerde, aynı
şekilde. Bu sefer kahvaltıya biraz geç kalmışız, bir sigara fazladan içmek istemişiz.
Sigarayı yaktıktan sonra gözlerimi çevirmişim ondan. Duvarda avuç içinden biraz
küçük, uzun bacaklı bir örümcek. O örümcek çok kötü bir ölüm tattı. Ellerimizden.
İyiydik hani biz? Zararsızdık hani?
Sen bir bilsen ki ah, aslında hiçbir şey olmadı, ama bir bilsen. Beni “Git, güzel
olacak yolculuk iyi gelir.” Diye yolladığın o yolculukta biriyle tanıştım, sen de
tanısan. Seni sevdiğim kadar sevmedim onu fakat seni saatlerce unutabildim sen beni
saniyelerce unutamazken. Önümde örümceğin ölüsü, nice ölü böcekler görmüşümdür
ben oysaki beni en derinden acıtan bu. Unuttuktan seni, tam altı gün sonra geldin
aklıma.
69 70 71 ZEYNEP ÖZKAN
KOLON
Küçük Prens’i okuduktan sonra onun hakkında Boğaz’ın (ve tabii şu kolonun)
karşısında oturup yazı yazacağım hiç aklıma gelmezdi. Herkesin yaklaştığı önyargıyla
yaklaşmıştım Küçük Prens’e. “Çocuk kitabı bu” önyargısıyla. Ama öyle değildi.
Değilmiş. Bu fotoğrafı çektim ve bu resim kitaptaki “Yıldızlar gözlerden uzak bir
çiçek sayesinde güzeller...” cümlesini anımsattı bana. Küçük prensi güzel bir gecede
yıldızlara bakarken düşledim. O kafasını yukarı kaldırıp ısrarla bakar yıldızlara,
yorulduktan sonra yere uzanmak ister belki. Yanındakinin dikkatini çeker sorar ikinci
şahıs “Neden bakıyorsun ısrarla yukarıya” diye. Küçük prens dudağındaki minik
kıvrımlı bir gülümseyle şöyle söyler belki “Yukarıda beni mutlu eden şeyler var
çünkü”. Oysa Küçük Prens’in bu değerli yıldızları çoğumuz için gökyüzündeki
taşlardan başka bir şey değil midir? Şu fotoğrafı çekmeden bir dakika önce geçen yük
gemisine ne demeli? Başkası için de bir yük gemisi miydi? Yoksa ayrılan bir sevgili
mi, bir iş adamının değerli malları mı taşınıyordu? Şu silik gözüken her ev, ne kadar
da anlamsızlar. Oysa kaç aile vardı orda ya da kaç ailesiz yaşamıştı orada. O evlerden
kendisininkine bakıp mutlu olanlar var mıdır? Benim için bu taştan başka bir şey ifade
etmeyen şu kolona 150 yıl önce kim bakmıştı? Bu sınıfta aşkına veya dostuna sıkıca
sarıldığında bu kolonla karşı karşıya gelen kaç kişi vardır? Eğer dostuma sarıldığımda
bu kolonla karşılaşmış olsaydım bu sınıfa geldiğimde o kolona bakıp tebessüm
ederdim. Küçük Prens’e sordukları gibi sorarlar mıydılar acaba neden bakıyorsun
diye? Ben de derdim kolonu seviyorum çünkü. O kolon bizden yaşlı bir kere hatta
herkesden yaşlı. Bir öğretmenin ilk sınıf tecrübesine de şahit olmuştur, bir öğrencinin
ilk kırık notuna da. Kolona bakmak için çok sebebimiz olabilir aslında. Onun cilası da
taşı da anılardır, anılarımızdır. Velhasılıkelâm şu pencereden baktığınızda direkt
Boğaz’ın keyfini çıkardınız. Bir kerecik de olsa şu koloncağıza bakmadınız. Kim bilir
ona kötü sözler söylemişlerdir manzarayı kesiyor diye. Zavallı kolon. Oysa onlar
bilmiyorlardı ki asıl manzara deniz değil o kolondu!
Zeynep Özkan
72 RABİA İDİL DEMİRELLİ
PALYAÇO
Elinde penası, oturmuştu durağa. Beş dakika önce gelmesi gereken tramvayı
bekliyordu. Geç kalan tramvaylara alışmıştı, keşke hayatındaki tek sorun geç kalan şu
tramvaylar olsaydı. Tramvay geldiğinde bilet parasını ödeyip cam kenarına oturdu.
Genelde toplu taşımada kitap okurdu, vakit kaybetmeyi sevmezdi ama İ stiklâl
Caddesi’nin tramvayında hiçbir zaman kitap okumamıştı. Tünelden her tramvaya
bindiğinde dışarıyı seyrederdi. Cadde hep aynı kalırdı, satıcılar aynı kalırdı, satılan
eşyalar bile aynı kalırdı. Değişen tek şey insanlar olurdu. Tramvaya bindiğinde saat
altıydı, tam işten çıkış saati. Bazı insanlar işten çıkmış hızlı bir şekilde evlerine
gitmeye çalışırlardı, bazıları ise tam tersi işten çıkıp eğlenmek için buraya gelirdi.
…
Eve vardığında ev arkadaşı evde değildi. Evde kahve bitmişti, yapması
gereken ödevleri kahvenin yardımı olmadan yapacaktı. Kahvenin asıl değerini
üniversiteye geldiğinde anlamıştı, ilk senesinde uykuya karşı tek silahı kahveydi.
İkinci senesinde kahveyi azaltarak uykuyu arttırmıştı. Bu sene ise kahveyi sadece ders
çalışırken içiyordu. Zaten yarın çalışması lazımdı, çok fazla parası kalmamıştı.
Ailesinden para istemeyi sevmiyordu zaten ailesi onunla fazlasıyla ilgileniyordu.
Akşamı normal geçti, ödevlerini yaptı. Ev arkadaşı geldiğinde o çoktan uyumuştu.
Sabah çalar saatin sesiyle uyanmaya alışmıştı. Bazen kâbuslarına bile o saatin
melodisi giriyordu. Telefonunu kurmayı denemişti ama o da her 5 dakikada bir
ötüyordu, bu da onu rahatsız ediyordu.
Öğrenciyken yapabilecek fazla iş yoktu. Yarım günlük işlerde çalışmak hem
zordu hem de yorucu. O işini bulmuştu, doğum günü partilerinde palyaçoluk
yapıyordu. Yaptığı belli başlı animasyonlar ve espriler vardı. Hiç değişmezlerdi ve
her zaman çocukları eğlendirmeye yeterdi.
Çocukları eğlendirmek en kolay işti onun için. Çocukların hayal güçleri vardı,
onları mutlu etmek için çocukluk hayallerini anlatması bile bazen yetiyordu.
Palyaçolukla arasındaki tek sorun yüze sürülen saçma boyalardı. Onları çocukken bile
sevmemişti, her zaman kuru boyalardan yana olmuştu. Onun yerine maske
kullanıyordu, maske de çok rahat değildi ama boyalardan iyiydi. Boyaları yüzüne
sürdüğü zaman yüzünden silse bile onlardan bir daha asla kurtulamayacak gibi
hissediyordu. Maske iyiydi, maskeyi seviyordu. En azından istediği zaman yüzünden
rahatça çıkartıp atabiliyordu.
…
Yine maskesini takmış, kıyafetlerini giymişti. Elinde pastayla çocukların
arasına girdiğinde çocukların yüzünde oluşan ifadeyi seviyordu. Pastayı ortadaki
73 büyük masanın tam ortasına bıraktı, doğum günü çocuğunu da pastayı üflemesi için
kucağına aldı. Çocuk sevinçle pastayı üfledi, diğer çocuklar da alkışlamaya başladılar.
Sonra doğum günü çocuğunun annesi pastayı aldı, çocukları palyaçonun yanında
bırakıp pastayı götürdü.
Çocukları etrafına topladı. Her zaman yaptığı esprilerden başladı, kulaklarından
bozuk para çıkardı. Çocuklar zevkten dört köşe durumuna gelince balonlarını çıkartıp
onlara garip şekiller yapmaya çalıştı. Çocukların eğlenmesi için ilk başta beceriksiz
numarası yaptı. O sırada aralarından çok fazla zevk almamış gözüken bir çocuk sordu:
- Sen büyük değil misin?
- Eveett, ben büyüğüm ama merak etme bu balona şekil verip sana hediye
edeceğim.
- Büyükler beceriksiz olmaz ki, dedi çocuk.
Çocuk haklı değildi ama herkes küçükken öyle zannederdi. Şu anda yapabileceği
en iyi şey konuyu değiştirmekti.
- Bak şimdi balonunu yapacağım, dedi.
Hızlı bir şekilde balona kılıç şekli verdi ve çocuğa hediye etti. Çocuk hiçbir
tepki vermeden aldı kılıcı. Sırayla herkese balon yaptı. Kimisine taç, kimisine
köpek, kimisine kılıç… Sona geldiğinde çocuklarla tren oynamaya başlayacak
sonra onları tren şeklinde yemek bölümüne götürecekti. Yemek bölümünden sonra
da fotoğraf çekimi olduğu için onun işi bitmiş olacaktı.
- Hadi çocuklar, şimdi sizle bir oyun oynayacağız. Ben dizlerimin üzerine
duracağım ve siz de bileklerimden tutacaksınız. Hadi başlayalım, dedi.
Tam eğilmişken kılıç yaptığı huysuz çocuk sırtına atladı. Çocuğun ne yapmaya
çalıştığını anlamadı. O sırada maskenin suratından düştüğünü hissetti. Bu iyi
değildi. Bu çocuklar onun yüzünü görmemeliydi.
Yine o huysuz çocuk. Her zaman arada birkaç tane yaramaz, birkaç tane de
şımarık olur. Ama bunun gibi bir çocuğa şu ana kadar hiç rastlamamıştı. Çocukların
onun yüzünü görmesi iyi olmazdı, hiçbir zaman bir palyaço yüzünü göstermezdi. O
sevmediği boyaları yüzüne sürseydi belki şimdi bu duruma düşmeyecekti. Alıp
maskeyi geri taksa ne olurdu ki? Çocuklar artık onun yüzünü görmüştü. Şu an yapmak
istediği tek şey bir an önce kahve alıp eve gitmekti.
Yine o huysuz çocuk konuşmaya başladı:
- Sen palyaço falan değilsin. Sen de normal insansın. Madem insansın niye
böyle bir iş yapıyorsun? Benim bir abim var aynı sana benziyor ama o palyaço
değil. Sen niye palyaçosun? Benim abim okuyor bi kere. Senin gibi çalışamaz
o, daha önemli dersleri var onun. Hem ben ve arkadaşlarım onu senden fazla
seviyoruz.
74 Çocuğa hiçbir cevap vermedi, belki de haklıydı çocuk. Hem ister haklı olsun ister
olmasın onunla uğraşmak zorunda değildi. Sadece maskeyi eline aldı ve yüzüne geri
taktı. Bundan sonra maskesinin olması bir şeyi değiştirmezdi çünkü çocuklar zaten
yüzünü görmüşlerdi…
Yeniden taktığı maskesiyle çocukları yeniden tren yapmaya başladı. Biraz önce
neşeyle cıvıldayan, güller açan yüzleri solmuştu. Aslında değişen bir şey yoktu ki,
palyaço aynı palyaçoydu. Sadece çocuklar artık onun yüzünü biliyorlardı. Bu muydu
onları rahatsız eden? Çocukları eğlendirmek için daha uğraşmadı. Onları tren yapıp
yemeğe götürdü. Onlar masaya oturdular. Sanki aralarında sözleşmiş gibi hiç
konuşmadılar. Konuşsalardı ne olurdu ki? Şu an tek düşündüğü şey buradan alacağı
paraydı.
Çocuklar oturmuştu, o da arka odaya gidip üzerini değiştirdi. Kostümü iade etti,
parasını aldı. Eve dönerken de en yakın markete uğrayıp bir kutu kahve aldı.
75 Tulya Elif Bekişoğlu
76 DOLUNAY KOCABAĞ
30
Fransa’nın siz turistlerin bilmediği mütevazi sokaklarından birinde bir kadın
uyandı. Yatak odasının penceresi Eiffel Kulesi’ne değil, karşı apartmanın yatak
odasına bakıyordu. Salon penceresi başka bir apartmanın salonuna, mutfak penceresi
ise apartman boşluğuna bakıyordu. Kadın kocasını rahatsız etmemek için yatağından
sessizce kalktı ve robdöşambrını giydi. Gürültü de yapsaydı kocası o akşamdan kalma
kafayla uyanmazdı ama kadın kocasına şefkat göstermeyi severdi. Çıplak ayaklarına
tabanları parçalanmış ev terliklerini giyerken bacak kıllarını tıraş etmesi gerektiğini
bir kez daha kendine hatırlattı ve mutfağa doğru süzüldü.
Apartman boşluğunda uyuklayan hamile kediler onun ayak seslerini duyar
duymaz miyavlamaya başladılar. Kadın bu kedileri severdi ve onları kıskanırdı da.
Sekiz senedir evliydi ve hâlâ bir çocukları yoktu, olamıyordu. Kocasının umurunda
değil gibiydi ama kadın onun çocuk isteğini bastırmak için bu konuda düşünmediğini,
konuşmadığını biliyordu. Bu düşüncelerle tavaya iki yumurta kırdı biraz da margarin
ekledi. Güzel bir şeyler düşünmek istiyordu. Apartman boşluğuna baktı. Çocukluğunu
geçirdiği evin de apartman boşluğuna bakan bir odası vardı. O evin olduğu mahalle de
aynı bu mahalle gibi üzeri çatısız dört duvardı. Kadın çocukluğunu özledi bir an. Her
şey ne kadar da siyah beyazdı. Üvey anne kötüydü, Kül kedisi iyiydi. Çocukluğu,
aslında çocuklar için yazılmamış olan bu masalları dinlemekle geçmişti.
Dört kız kardeşin en küçüğüydü ve eli sıcak sudan soğuk suya girmemişti.
Evlenene kadar bir yumurta bile kırmamıştı. Yumurtadan iğrenirdi. Kocası yumurtayı
severdi. Bunu öğrendiğinde kadın ona milyonuncu defa hayran olmuştu. Bugün kadın
onun için milyonuncu kez yağda yumurta pişirmek istemişti fakat görünüşe göre
yumurtada yağ pişiriyordu.
Yemek yapmayı asla beceremeyeceğini yıllar önce kabullenmiş olsa da,
kocasını lezzetli bir lokma yemekten mahrum bıraktığını düşünüp kendine kızıyordu.
Apartman boşluğundaki kediler huzursuz huzursuz dolanıyorlardı. Midelerine taş
konmuş gibi yürüyorlardı. Kadın onlara acıdı bir an. Zavallı yavrular soğuktan ve
açlıktan öleceklerdi muhtemelen. Kadın bir anlığına sırtında bir sıcak bir esinti
hissetti. Saçları yanıyordu.
Saçları kalçalarına kadar iniyordu kadının, boyu uzundu ve zayıflıktan
kemikleri sayılıyordu. Burnunu kenarları güneş lekeleriyle kaplıydı. Gözleri cezayir
menekşesiydi ve kaşları öyle inceydi ki kahverengi olmalarına rağmen yok gibiydiler.
Saçlarını yangından kurtarma çabasıyla musluğun altına tutup çekti Ve kendine şaştı
ateşten çok korkardı. Saniyeler önce uçları ateş püsküren upuzun saçlarına
dokunmuştu. Çığlık atmamıştı Şans eseri başka hiçbir yerine zarar gelmemişti. Bir
kaç saniye sonra havada tüy gibi süzülen kül yumaklarına baktı ardından da tavadaki
yumurtaya baktı. Yanık kokusu eve yayılmasın diye mutfak kapısını kapadı.
Kocası uyanmıştı. Bira fabrikasında sabah vardiyasının başlamasına bir saat kadar
vardı. Kafasının sağ tarafı bariz bir şekilde saçtan yoksundu. Saçlarının ne kadar
yıprandığını fark etti kadın. Eskiden kendine ne kadar özenirdi. Saçlarını bukle bukle
kıvırırdı. Belki de bir zamanlar bu kadar özendiği için bugün uçları bu kadar kırılmış
ve yıpranmıştı.
Kocası bira fabrikasında vardiya ustasıydı. Kendisi de bir ilkokulda beden
77 eğitimi öğretmeniydi.. Bugün salıydı, bütün derslerinin dolu olduğu gündü. O gün
hava yağmurlu olacaktı ve okulda kapalı spor sahası yoktu.
Kocası, uykulu bakışlarla mutfağa girdi. Kadın o an kendini çok yalnız
hissetti. Sanki ne kedileri vardı ne de kocası vardı mekânda ve zamanda... Pencerenin
pervazındaki çiçekleri yeni açan kaktüs bile yok gibiydi. Kocası tek kelime etmedi.
Sarıldılar. Kadın kocasının saçlarını okşamasını da bekledi. Hep öyle yapardı.
Saçlarından bir tutam alıp parmaklarına sarardı.
Adam yanmış yumurtayı tavadan alıp çöpe döktü, buz dolabını açıp iki dilim
ekmek ve bira çıkardı. Birayı bardağa dökmeden içti. Bira fabrikasından arakladığı
biralardı bunlar. Son sekiz yıldır o kadar çok bira içiyordu ki artık bira onu sarhoş
etmiyordu. Dirsekleri diz yapmış lacivert ceketini giydi ve evden çıktı. Kadın bugün
doğum günü olduğunu hatırladı. Otuz yaşına girmişti bugün. Ama sanki hiç yirmi
dokuz olmamıştı. Otuz bir ise gerçek olamayacak kadar uzaktı. Bu sabah başına
gelenleri kimsenin bilmediğini düşünüce, mutfak penceresinin apartman boşluğuna
bakmasına sevindi.
Tulya Elif Bekişoğlu
78 LAÇİN EDİS
HER VEDA CAN YAKAR
Çampürü sökülüyor çardaktan ufak ufak, teker teker; gün gölgesinde
Toros sisinin, belli etmiyor henüz sıcaklığını. Cibinlikler güneşe bakir ve
gecenin anısıyla ıslak. Acı çay yaprakları kavanoz uykusundan sıkılmış. Bir
sonraki kurbanı hazır kibrit kutusunun, mutfağın şafağı olmaya.
Her veda can yakar ama kalan bir şey kaybetmez güzelliğinden.
Bir zaman burada kozalaklardan gayrı ev yoktu kimse için. Tepenin
eteğindeki derenin genç sularına tahta bir köprünün gölgesi değmemişti,
gülmekten gözleri çekilmiş bir çocuk tahta köprüden düşüp dizini köşedeki
kocaman taşa çarpmamıştı ve ağlamamıştı gün ışığını koparmışlar gibi
saçlarından. Bir zaman alevi dinmiş bir ihtiyarın delikanlı dumanıyla nefes
almamıştı puslu geceler. Böğürtlen dikenlerine kan, ceviz yapraklarına çırpan
gelmemişti. Belki de Yılanlıkaya’nın yılanı daha kesmemişti efsaneye.
Kızıl taşlı topraklarda ayak izleri eve dönüyor. Dut ağacının tepesinde
bir çocuk, altında bir piknik örtüsüyle annesi; dutlar silkeleniyor. Az ötede
gördüğü kırık yılan yumurtalarının taze korkusuyla dört titrek el fındık topluyor
ve çekirgelerin çığlıkları sıcaktan çıldırmışçasına. Bense derenin görmüş
geçirmişliğinde elmalarını yıkıyorum ağacımın, ilk reçelimi yapmak için. Üst
katın gıcırdayan lambrileri üzerinde mahzun bir bavul kesiliyor dağ
havasından.
Her veda can yakar ama hepsi değil çocukluğuna vedanın yaktığı
kadar.
Bir zaman Toros’un çamları yeni tanışıyordu yabancı ağaçlarla, ölü
yahut diri. Bir hayatın inşasında veya bir anaokulu avlusunda. Bir zaman
içinden kirpi çıkmış bir kilim üzerinde emekleyerek karpuz yiyordu dünyanın
en mutlu çocuğu. Yıldızlar hiç olmadıkları kadar gaz lambalarıyla dışlanmış,
hiç olmadıkları kadar parlak ve ailedendiler. Tahta bir sandalyede çiçekli
basma elbisesiyle bir kadın hiç olmadığı kadar anneydi.
Her veda can yakar ama kimse üzülmez ters çevrilip kışa kapatılan
tahta divan kadar.
79 80 

Benzer belgeler