indirmek için tıklayınız

Transkript

indirmek için tıklayınız
Bilmek acı çekmektir.
Ve bildik;
Karanlıktan çıkıp gelen her haber
Gereken acıyı verdi bize:
Gerçeklere dönüştü bu dedikodu,
Karanlık kapıyı tuttu aydınlık,
Değişime uğradı acılar.
Gerçek bu ölümde yaşam oldu.
Ağırdı sessizliğin çuvalı.
-Pablo Neruda-
3 Paradigma, Güz 2015
BU SAYIDA
EDİTÖRDEN ...................................................................................................................... 7
Türk Dış Politikasında TİKA ve ‘İnsani Diplomasi’ Söylemi............................................ 9
Oryantalizm ve Doğulu Öteki ........................................................................................... 14
Diplomasi 3. 0: Dijital Diplomasi ..................................................................................... 16
Sosyal Medyanin Orta Doğu Üzerindeki Etkileri ............................................................. 18
47 Dizelik Şiirden Bir Dize............................................................................................... 29
BİZDEN HABERLER ...................................................................................................... 31
Basın Müsteşarı Ahi Evran Üniversitesi’nde .................................................................... 31
Sakarya Üniversitesi’nde 1. Uluslararasi Öğrenci Kongresi ........................................... 35
DÜNYADAN HABERLER ............................................................................................. 37
Yemen Krizi mi Yemen Savaşı mı?.................................................................................. 37
AB Yeterince AB Olmayı Hak Ediyor Mu? ..................................................................... 40
RÖPÖRTAJ ...................................................................................................................... 42
İçimizden Biri Abdurrahman Akyazan ............................................................................. 42
Srebrenitsa Katliamı'na Kadın ve Medya Bakışı .............................................................. 47
Sosyal Medya (Uyumluluk Modu) ................................................................................... 66
Ay Dost ............................................................................................................................. 71
SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ ........................................................................................ 79
Film Önerisi: Et maintenant on va ou? ............................................................................. 79
Film Önerisi: Top Gun (1986) .......................................................................................... 80
Film Önerisi: Fury (2014) ................................................................................................. 80
Makale Önerisi: Beyaz Savaş (Guerra Bianca) ................................................................ 81
Kitap Önerisi: Türkiye'nin Yakın Tarihi (İlber Ortaylı) ................................................... 81
5 Paradigma, Güz 2015
Paradigma
6 AYLIK ULUSLARARASI İLİŞKİLER DERGİSİ
SAYI 1 GÜZ 2015
Kapak: İsmail Erez
(Kaynak: http://www.mfa.gov.tr/)
Genel Yayın Yönetmeni: Zehra Eda Yakalı, Gökçen Ergüvenç
Editör: Esra Erkan
Yayın Yönetmeni: Esra Erkan
Yayın Kurulu: Gökçen Ergüvenç
Yayın Koordinatörü: Zehra Eda Yakalı
Kapak ve Sayfa Tasarımı:
Albeniz Ezme
Baskı Öncesi Hazırlık: Abdülkadir Demiral
Paradigma’da yayımlanan tüm yazıların sorumluluğu yazarına aittir.
Dergideki yazılar kaynak göstermek kaydıyla yayımlanabilir.
Yayın Kurulu, dergiye gönderilen yazıları yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir.
EDİTÖRDEN
Değerli Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma okurları, Çanakkale Deniz
Zaferi’nin yüzüncü yılında 18 Mart 2015 tarihinde kuruluşunu tamamlayan ancak
düşünce ve çalışmalar bakımından daha uzun bir geçmişe sahip olan dergimizi
saygıdeğer hocalarımızın katkılarıyla güz yarıyılına yetiştirme çabalarımızda başarılı
olduk.
Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma’yı kurarken adımladığımız yolda
ilkelerimizi, amaçlarımızı, danışma kurulumuzu ve şekil şartlarını belirlerken seçici bir
tutum sergileyerek akademik ortama güçlü, kaliteli yeni bir soluk getirebilmek için
çabaladık ve bu özverinin devamlılığını sağlayabilmek adına gereken özeni gösterdik.
Günlük yaşamda teknoloji ve dijital dünyanın birlikteliğinden doğan yeni dönüşüm ve
makro eğilimler, dergimizin e-dergi şeklinde yayımlanması kararımıza yön verdi.
Saatler alan toplantılarda dergimiz ile ilgili çalışmalar yaparken isminden,
logosuna, web sayfasından, organizasyonuna, analitik düşünme ve takım ruhuyla çalışma
deneyimine kadar tamamlanma sürecinde tatlı telaşlarımız oldu. Bizlere destek veren ve
daima güvenen başta Bölüm Başkanımız Doç. Dr. Ahmet Serhat ERKMEN’e; öneri,
katkı ve yardımlarını hiç esirgemeyen Yrd. Doç. Dr. Arif BAĞBAŞLIOĞLU hocamıza;
“Türk Dış Politikasında TİKA ve İnsani Diplomasi Söylemi’’ ile Yrd. Doç. Dr. Erman
AKILLI’ya; “Srebrenitsa Katliamı’na Kadın ve Medya Bakışı’’ ile Okt. Burçak Tuba
TAYHAN’a; “Diplomasi 3.0:Dijitaj Diplomasi’’ ile Arş. Gör. Bengü ÇELENK’e ve
“Oryantalizm ve Doğulu Öteki’’ ile Arş. Gör. Şermin PEHLİVANTÜRK’e;
adımladığımız yolda bizlere cesaret ve güç veren danışmanımız Arş. Gör. Burak GÜNEŞ
ile arkamızda daima gücünü hissettiğimiz gizli kahraman Arş. Gör. Albeniz EZME’ye
katkılarından dolayı teşekkür ederiz.
Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma ile beraber Uluslararası İlişkilerde
Akademik Bakış programımızla süreklilik kazandık. “Kolektif Siyasal Şiddet Nedir?’’
temasıyla programımızın ilk yayınını gerçekleştirdiğimiz Yrd. Doç. Dr. Öner AKGÜL’e
ve ikinci yayınımızı “Uluslararası Çevre Sorunları Nelerdir?’’ adlı söyleşiyi
gerçekleştirdiğimiz Doç. Dr. Azize Serap TUNÇER’e katkılarından dolayı teşekkür
ederiz.
7 Paradigma, Güz 2015
Ahi Evran Üniversitesi öğrencilerinin Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Topluluğu’nun düzenlemiş olduğu Birinci Uluslararası Öğrenci Kongresi’ne, Türkiye ve
Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) inceleme gezisine ve Dokuz Eylül
Üniversitesi’nin ev sahipliği yaptığı On İkinci Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğrenci
Kongresi’ne katılımında emeği geçen Uluslararası İlişkiler ve Aktif Fikir Topluluklarının
organizasyonuna teşekkür ederiz. İlk sayımızda hatamız olduysa hoşgörünüze sığınırken
belirtmeliyiz ki, bizim için eleştiriniz Ahmet Güner SAYAR’ın istiridye midyesinin
ağzına girdiği zaman su damlasına dönüşen incisidir.
Bir avuç hevesli okur-yazarın zihninden doğan, kaleminden dökülenlerle uzun ve
zorlu geçen hazırlık sürecinde her oturumda havada uçuşan birbirinden yaratıcı fikirlere
şekil verilmesiyle oluşturulan Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma’nın ilk sayısı
farkındalık yaratma hedefi, üretmenin verdiği keyif ve heyecanla dolu tecrübemizin
emeğidir. Bu emek ortaya koyulurken ardı arkası kesilmeyen kadın cinayetlerine yeni
kurbanlar eklendi. Özgecan, o kurbanlardan yalnızca bir tanesiydi. Bu emek ortaya
koyulurken iş cinayetlerinin sayısında artış gözlendi, Soma ve Ermenek maden
kazalarının yıldönümü yaşandı. Bu emek ortaya koyulurken Bozkırın Tezenesi’nin Yaşar
Kemal’i sonsuzluğa uğurlandı. Bu emek ortaya koyulurken Srebrenitsa Katliamı’nın
yirminci yılıydı. Bu emek ortaya koyulurken Uluslararası İlişkiler disiplinine “değerler
dizisi’’ kapsamında katkıda bulunmak hedeflendi ve Bir Hakeim Köprüsü’nde can veren
büyükelçimiz İsmail EREZ anımsandı ve biz Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma
ailesi, bu dergiyi İsmail EREZ’e adadık.
Uluslararası İlişkilerde Yeni Paradigma, yenilikçi çizgisiyle akademi ve
toplumdaki dönüşümü yakından izlemeye ve okuyucularına aktarmaya devam edecektir.
Keyifle okumanız dileğiyle. Sevgiyle…
Gökçen ERGÜVENÇ, Zehra Eda YAKALI
Türk Dış Politikasında TİKA ve ‘İnsani Diplomasi’ Söylemi1
Yrd. Doç. Dr. Erman AKILLI
İİBF Dekan Yardımcısı ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi
Ahi Evran Üniversitesi
Cumhuriyetin kurulduğu 29 Ekim 1923’ten, Soğuk Savaş’ın nihayetlendiği 31
Aralık 1991 tarihine kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikasındaki temel
yönelimin Batı odaklı olduğunu söylemek, kuşkusuz, yanlış olmayacaktır. Soğuk
Savaş’ın yani iki kutuplu dünya düzeninin nihayetlendiği, Francis Fukuyama’nın ünlü
eserinde2 de müjdelediği gibi “tarihin sonu”’nun vuku bulduğunu ve Amerikan liberal
demokrasinin uluslararası sistem içerisinde galip geldiğinin dünyaya “Yeni Dünya
Düzeni” şeklinde deklare edildiği günlerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Soğuk Savaş
yıllarının kendine sağladığı “Batı Bloku” üyeliğinin miladı artık dolmuş ve dış politikada
yeni destinasyonları belirlemesi elzem hale gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan Soğuk Savaş’ın nihayetlenmesine
kadar ki dönem içerisinde, Erel Tellal’ın da dile getirdiği üzere, bilinçli olarak Sovyetler
Birliği içerisindeki Türki Cumhuriyetler ile ilişki kurmaktan kaçınmıştır.3 Ancak
Sovyetlerin dağılmasından sonra yüzünü bu bölgeye çeviren Türkiye, söz konusu Türki
Cumhuriyetler ile ikili ilişkilerini güçlendirmek için radikal kararlar alarak önemli
adımlar atmıştır. İşte bu önemli adımların ilki ve belki de en önemlisi, Turgut Özal’ın
vizyonu ve Umut Arık’ın başkanlığında 1992 yılında kurulduğu adı ile Türk İşbirliği ve
Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) ile atılmıştır. Bakanlar Kurulu’nun 24 Ocak 1992
tarihli kararıyla, 21124 sayı ve 27 Ocak 1992 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak
yürürlüğe giren 480 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Dışişleri Bakanlığı'na bağlı
bir uluslararası teknik yardım teşkilatı olarak kurulan TİKA, 28 Mayıs 1999 tarihinde,
Başbakanlığa bağlanmıştır.4 Türkiye, eski Sovyet havzasında yeşeren yeni fırsatları
1
Bu makale yazarın Türkiye’de Devlet Kimliği ve Dış Politika (Nobel Yayınevi, 2013, Ankara) isimli
kitabının ilgili bölümlerinden faydalanılarak üretilmiştir.
2
Francis Fukuyama, “The End of History”, The National Interest, 1989, ss. 3-18.
3
Erel Tellal, “Türk Dış Politikası’nda Avrasya Seçeneği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 2, Sayı 5, 2005, s. 50.
4
TİKA’nın görev ve yetkilerine dair düzenleme 4668 sayılı "Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı
Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun" 12 Mayıs 2001 tarih ve 24400 Sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Detaylar için bkz: (Erişim),
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2001/05/20010512.htm#1, 29.03.2015.
9 Paradigma, Güz 2015
değerlendirmek ve yıllardır uzak kalmak durumunda olduğu akrabaları ile bütünleşmek
adına TİKA ile birlikte girişimlere başlamıştır; bu minvalde öz olarak TİKA, yapılacak
faaliyetleri ve dış politika önceliklerini uygulayacak ve koordine edecek bir organizasyon
görevi görecektir. Nitekim Türkiye’deki kurumlar ve kuruluşlarca yapılacak dış
yardımların düzenlenmesi hususunda kurumlar arası işbirliği yapılması ve yapılan
yardımların envanterinin tutulması sorumluluğu 4668 Sayılı kanunla TİKA’ya
verilmiştir.
Ayrıca TİKA’nın görevleri söz konusu kanunun birinci maddesinde şöyle
tanımlanmıştır: “Başta Türk dilinin konuşulduğu cumhuriyetler ve akraba toplulukları ile
Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere, kalkınma yolundaki ülkeler ve topluluklarla diğer
ülkelerin kalkınmalarına yardımcı olmak, bu ülke ve topluluklarla ekonomik, ticarî,
teknik, sosyal, kültürel ve eğitim alanlarındaki işbirliğini projeler ve programlar aracılığı
ile geliştirmek, yapılacak yardım ve işlemleri yürütmek üzere, Başbakanlığa bağlı ve
tüzel kişiliği haiz Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığının kurulması ile teşkilât
ve görevlerine ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.”5
Son dönem içerisinde Türkiye, ekonomik anlamda gelişmiş düzeyinin sayesinde
coğrafyasında ülkelere teknik destek ve dış yardım faaliyetleri konusunda önemli adımlar
atmaktadır. Teorisi Joseph Nye’ın yazımı ile başlayıp, Geun Lee ile taçlanan Yumuşak
Güç konseptinin pratiği şüphesiz dış yardımlardır; bu bağlamda dış yardımların,
uluslararası sistem içerisinde önemli bir dış politika aracı olarak kabul edildiği yapılan
çalışmalar minvalinde de görülmektedir. TİKA açısından bakıldığında ise Türkiye’nin
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile Türk Dış Politikasında oluşan yeni söylemin vücut
bulan yumuşak güç enstrümanları filosunun amiral gemisidir; zira yapılan dış politika
açılımları çeperinde TİKA aracılığıyla paralel biçimde yürütülen faaliyetler, Türkiye
kendisini Soğuk Savaş döneminin, Batı bloku içerisindeki çevre ülkesinden, Başbakan
Davutoğlu’nun vurguladığı “Sathı Diplomasi” şiarı edinmiş, küresel çapta merkez ülke
gayesine yakınlaştırmaktadır.
5
Söz konusu kanunun detayları için bkz: (Erişim), http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k4668.html,
29.03.2015; ayrıca TİKA’nın söz konusu görevleri hakkında Başbakanlık Genelgesi için bkz: (Erişim),
http://tika.gov.tr/depo/200511-sayili-basbakanlik-genelgesi.pdf, 29.03.2015.
TİKA 1992 yılında kurulduğu tarihten itibaren günümüze kadar olan dönem
içerisinde gerçekleştirdiği faaliyetler mercek altına alındığında 1992-2002, 2002-2013
şeklinde iki farklı dönemde ele almak mümkündür. TİKA’nın kurulduğu ve emekleme
dönemi olarak adlandırılabilecek olan 1992-2002 yılları arasında kurum, eski Sovyet
Coğrafyasında, yani Kafkaslar ve Orta Asya’da bağımsızlıklarını yeni kazanan devletlere
teknik yardım desteği sağlamayı amacıyla faaliyet göstermiş; söz konusu on yıllık dönem
içerisinde yani 1992-2002 yılları arasında 2241 proje gerçekleştirmiştir. TİKA’nın 20032013 yılları arasında ise neredeyse dört katı sayıya ulaşan projelere imza attığı
görülmektedir. 2013 yılı çalışmaları kapsamında en çok kaynak kullanılan ülkeler şu
şekildedir: (1) Afganistan- %20.61, (2) Bosna Hersek- %6.76, (3) Filistin- %5.47 ve (4)
Lübnan- %3.89.6 Bu bağlamda TİKA’ya atfedilen önem ve kurumun faaliyetleri dikkate
değerdir; nitekim Abdullah Gül’ün, Dışişleri Bakanı görevindeyken 13 Ocak 2007
tarihinde, Adalet ve Kalkınma Partisi İstanbul İl Teşkilatı’nın düzenlediği “Dış Politika,
AB ve Dış Türkler” konulu toplantıda yapmış olduğu konuşmada şu sözler ile TİKA’nın
önemini vurgulamaktadır: “…Afrika’daki aç, susuz insanların yardımına koşmak,
Endonezya’da tsunami felaktine koşmak, Pakistan’daki depremlerde kardeşlerimizin
acısını hissedip oralara gitmek. Bunlar çok kalıcı hizmetlerdir. Bunlar hiç unutulmayan,
parayla pulla alınmayan büyük itibarlardır… Bu konularda TİKA adeta ikinci bir
(Dışişleri)
Bakanlık
görevi
görmektedir.
Afrika’nın
birçok
ülkesinde,
Türkî
Cumhuriyetlerde, Kafkaslarda çok büyük hizmetler yapmaktadır… (Dışişleri) Bakanlık
olarak yapamadıklarımızı TİKA vasıtasıyla yapmaktayız.”7 Diğer taraftan TİKA’ya
1992-2002 arasındaki döneme oranla 2003-2013 yılları arasında ayrılan bütçe nerdeyse 5
katına ulaşmış, 2013 yılı itibariyle 1.273.000.000 USD yardım yüzden fazla ülkeye
ulaştırılmıştır. Bu bağlamda değerlendirildiğinde TİKA, Adalet ve Kalkınma Partisi
döneminde atfedilen önem ortaya çıkmaktadır; zira söz konusu hükümetin dış politika
anlayışının uygulayıcısı olarak TİKA’nın öneminin büyük olduğu aşikâr bir gerçektir.
Başbakan Davutoğlu, 6 Ocak 2013 tarihinde İzmir’de gerçekleştirilen 5.
Büyükelçiler Konferansı’nda yeni bir diplomasi çerçevesinden bahsetmiştir: “İnsani
6
Detaylar için bkz. TİKA 2013 Yılı Faaliyet Raporu, (Erişim), http://store.tika.gov.tr/yayinlar/faaliyetraporlari/faaliyet-raporu-2013.pdf, 29.03.2015.
7
Abdullah Gül, Adalet ve Kalkınma Partisi İl Teşkilatı’nın Düzenlediği “Dış Politika, AB ve Dış Türkler”
konulu toplantıda yaptığı konuşmadan, 13.01.2007, İstanbul.
11 Paradigma, Güz 2015
Diplomasi”. Söz konusu konferansında ana temasını oluşturan “İnsani Diplomasi” öz
olarak üç sacayağı üzerinde yükseldiğini vurgulayan Başbakan Davutoğlu 8, "İnsani
Diplomasi" anlayışının birinci sacayağının, bir devletin kendi insanı ile ilgili olduğunu
belirterek, İnsani Diplomasi’de birinci adımın devletin yapması gerekenin kendi insanının
hayatını kolaylaştırmak olduğunu vurgulamıştır. İnsani diplomasinin ikinci sacayağının
ise kriz bölgelerindeki tutum olduğunu belirten Başbakan Davutoğlu, Somali örneğini
vererek, Türkiye'nin bu ülkede büyükelçilik açan ilk ülke olduğunu, Büyükelçilik
çalışanlarının büyük fedakârlıkla çalıştığını, bugün Somali’nin her sokağında Türkiye
etkisinin
hissedildiğini
belirtmiştir.
Başbakan
Davutoğlu,
Türkiye’nin
mülteci
politikasında çok ciddi noktalara gelindiğini belirterek, Suriyelileri “İnsani Diplomasi”
anlayışının bir parçası olarak Türkiye’de ağırlandığını vurgulamıştır. Bununla birlikte
Başbakan Davutoğlu, Arakanlı Müslümanlara da değinerek, Myanmar'da 2012 yılında
Türk Büyükelçiliğinin açıldığını ve Myanmar'da Arakanlı Müslümanlarla ilgili olaylar
başladıktan sonra en aktif büyükelçiliğin Türk Büyükelçiliği olduğunu belirtmiştir. İnsani
diplomasinin üçüncü sacayağının "BM sistemi içinde insani sahiplenme" olduğuna işaret
eden Başbakan Davutoğlu, "BM sisteminin vicdandan yoksunlaştığını gösteren tablolar"
bulunduğunu, sistemin işlemesinde sıkıntılar olduğunu ifade etmiştir.
Eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, SES Türkiye’ye verdiği röportajda, "İnsani
Diplomasi anlayışında, dış politika hedeflerinin belirlenmesinde endişelerin merkezine
insan yerleştirilir. Türkiye'nin Suriyeli mültecilere yönelik politikası da bu yeni kavram
temelinde daha da meşru bir hal alıyor. Dolayısıyla, diplomasinin temel işlevinin dış
ülkelerde ulusal çıkarların korunması olduğu geleneksel Vestfalyan uluslararası ilişkiler
düzenine karşı bir sistem bu. Yani, insan, dış politikanın merkezine konuyor ve bu
insanların yaşamı, ulusal çıkarlarınızın ötesinde önceliklendiriliyor” demiştir.9 “İnsani
diplomasinin” geliştirilmesinde sivil toplum grupları ile Başbakanlık’a bağlı Türk
8
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 6 Ocak 2013 tarihinde gerçekleştirilen V. Büyükelçiler Konferansı’nda,
“İnsani Diplomasi” anlayışına dair yaptığı konuşmanın tam metni için bkz: “Başbakan Davutoğlu “2012,
tarihin hızlı aktığı bir yıldı. 2013 daha hızlı akacak ve biz daha çok çalışacağız.”, (Erişim),
http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-davutoglu-2012-tarihin-hizli-aktigi-bir-yildi.tr.mfa, 29.03.2015.
9
“Türkiye, İnsani Diplomasi Politikasını Açıklıyor!”, 10 Ocak 2013, Ses Türkiye, (Erişim),
http://turkey.setimes.com/tr/articles/ses/articles/features/departments/society/2013/01/10/feature-02,
29.03.2015.
İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı’nın (TİKA) rolüne vurgu yapan Yakış,
bunun geliştirilmesi gereken olumlu bir model olduğunu söylemiştir. Yakış, “İHH, Deniz
Feneri, Kimse Yok mu gibi dernekler ve TİKA, Yunus Emre enstitüleri, Türk okulları
gibi ajanslar da son derece önemli. Bu kurumların ücra ülkelerdeki halklar ve yerel
mercilerle işbirliği ve temas kurma anlamında geliştirdikleri yöntemler, birçok ülke
tarafından bir ilham kaynağı teşkil eden yenilikçi modeller olarak görülüyor,” demiştir.
Sonuç olarak TİKA, Türk Dış Politikasına hâkim paradigmaya paralel olarak, yürüttüğü
faaliyet ve projeleri arttırmış; oluşan söz konusu yeni Türk Dış Politikası anlayışının
uygulayıcısı olarak hem Türkiye’nin yer aldığı coğrafyada hem de küresel anlamda
Türkiye’nin yerini güçlendiren önemli bir aktör haline gelmiştir. Zira TİKA sayesinde
Türkiye; dost, kardeş ve akraba ülkelere yönelik olarak yaptığı çalışmaların nezdinde
“dost elini” uzatarak, Başbakan Davutoğlu’nun ön gördüğü ‘barış kuşağı oluşturma’
çabası yatmaktadır.
13 Paradigma, Güz 2015
Oryantalizm ve Doğulu Öteki
Arş.Gör. Şermin PEHLİVANTÜRK
Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Elemanı
Ahi Evran Üniversitesi
Oryantalizm, Fransızca kökenli bir kelime olan ve “doğu” anlamına gelen
“orient” sözcüğünden üretilmiştir. Kelime aslen “yükselen güneş” anlamını taşıyan
Latince aslı olan “oriens”tir. “Oryantalizmin Kısa Tarihi” isimli çalışmaya baktığımız
zaman da, 1683 yılında ise sözcüğün sahip olduğu bağlamsal anlamın “Doğu veya Yunan
Kilisesinin bir üyesi” olduğu görülmektedir (Bulut, 2004: 3). “Oryantalist” kelimesi ise
İngiltere’de 1779’da bir makalede Edward Pocock’u tanımlayan kelime olarak
kullanılmıştır (Endress, 2002: 11). Benzer şekilde, Fransız literatürüne 1791 yılında giren
“orientaliste”, 1838 yılında Dictionnaire de l’Académie Française’de yayımlanan bir
makalede “orientalisme” olarak yer almıştır (Endress, 2002: 11).
Oryantalizm kavramı, genel olarak Yakın ve Uzak Doğu’nun incelenmesi
manasına gelmektedir. Ancak sözcük, tanımlamasının ifade ettiği kadar masum değildir.
Oryantalizm’in ortaya çıkmasına zemin hazırlayan 18. ve 19. yüzyıl gelişmeleri dikkate
alınacak olursa, 1789’da Fransız Devrimi ile başlayıp, Avrupa’yı ve Avrupalı kimliğini
yeniden sorgulamaya iten pek çok gelişme görülecektir. Fransız Devrimi ile başlayan
milliyetçilik hareketleri ve bunların neticesinde beliren çıkar çatışmaları, kapitalist
rekabet ile değişen ekonomik yapılar ve nihayetinde 20. yüzyılın başında ortaya çıkan
Birinci Dünya Savaşı oryantalizmin içine doğduğu ve yeşerdiği genel durumu
yansıtmaktadır.
Doğu incelemeleri, yani oryantalist çalışmalar, salt bir akademik ihtiyaçtan ortaya
çıkmamıştır. Aksine, Doğu’nun keşfi, ya da oryantalist çalışmalar, bilhassa devlet
politikalarının uygulanmasına meşru bir zemin hazırlamak amacıyla devlet adamları
tarafından desteklenmiştir.
On dokuzuncu yüzyıl Avrupalılık düşüncesinin ise iki ana ekseni bulunmaktadır.
Birincisi Avrupa merkezli bir dünyada siyasal gelişmeler olarak ifade edilebilir. İkincisi
ise emperyalizm olgusudur. Avrupa’nın bu yüzyılda yeni kimlik algılayışında birbirini
besleyen bu iki olgu etkili olmuştur.
Sömürgecilik faaliyetleri, Rusya ile olan özellikle Osmanlı İmparatorluğu
ekseninde yaşanan rekabet bağlamında Avrupalı kimliği ön plana çıkarken özellikle on
dokuzuncu yüzyılın ortalarında belirginleşen milliyetçilik akımları ve ulus devletler
bağlamındaki güç dengesi sistemi Avrupa’nın en uzun yüzyılındaki kimlik algılayışında
etkili olmuştur. Bu gelişmeler Avrupalılığın reddi anlamına gelmemekle birlikte, onun
gerçekleşmesinin, dönemin koşulları itibariyle, muhtemel koşullarını ifade etmekteydi.
Milliyetçilik ve sömürgecilik rekabeti yüzünden büyük güçler (İngiltere, Fransa,
Almanya, İtalya vb) Avrupa’yı hem teoride hem de 1914’teki savaşta feda etmişlerdir
(Delanty, 1995). Sonuç olarak, bir taraftan Avrupa, kolonileri üzerinde etkinlik
kurabilmek için gerekli olan tezi oluşturmak gayesinde iken, öte yandan da Avrupalı
kimliği tanımlamasını gözden geçirme ihtiyacı da duyduğu bu dönemde, oryantalizm
ortaya çıkmıştır. Oryantalist yaklaşımlar neticesinde Batı, Doğu’dan üstün görülerek,
Doğu’ya yönelik oluşturulan politikalar ayrımcı ve hatta kimi zaman da ırkçı
olagelmiştir.
Bunlarla birlikte, oryantalizmin en büyük eleştirmenlerinden birisi olan Edward
Said Faucault’un analizinden etkilenerek oryantalizm kavramını söylem analizi bazında
ele almış ve, Batı ve Doğu’nun bizzat insan zihninde oluştuğunu ve sadece Batılı insanın
zihninde oluşan basit bir fikir/önyargı olmayıp kuşaklar boyunca bilinçli veya bilinçsizce
örnek verilerek yaratıldığını tartışmaktadır (Said, 1978). Oryantalizm, Batı’nın kendini
ötekine göre anlamlandırma çabalarının sistematik hale getirildiği bir kavramı ifade
etmektedir.
Kaynaklar:
Bulut, Yücel. 2004. Oryantalizmin Kısa Tarihi. Küre Yayınları, Istanbul.
Delanty, Gerard. 1995. Inventing Europe: Idea, Identity, Reality. St. Martin’s Press: New York.
Endress, Gerhard. 2002. Islam: An Historical Introduction. Edinburgh University Press.
Said, Edward. 1978. Orientalism. Barnes & Noble.
15 Paradigma, Güz 2015
Diplomasi 3. 0: Dijital Diplomasi
Arş.Gör. Bengü ÇELENK
Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Elemanı
Ahi Evran Üniversitesi
M.Ö. 13. yy’da yapılan Kadeş Antlaşması ile ortaya çıkan ve günümüze kadar
çeşitli formlarda literatüre giren diplomasi kavramı son zamanlarda dijital mecraların
hayatımıza girmesiyle farklı bir boyut kazanarak ‘dijital diplomasi’ adı altında diplomatik
platformda araştırma ve uygulama alanı oluşturmuştur.
Uluslararası ilişkiler içerisinde teknoloji her zaman önemli bir araç olarak
kullanılagelmiştir. Tarihsel konjonktüre baktığımızda teknolojinin gelişimine paralel
olarak; 16. ve18.yy’larda gemiler, 19.yy’da telgraf, 20.yy’da ise radyo, TV, internet ve
uçak gibi araçlar diplomatik ilişkilerin geliştirilmesinde önemli araçlar olmuşlardır
(Westcott, 2008). 21.yy’da ise bilgi ve iletişim teknolojileri devletler üzerinde ciddi
değişimler yaratmıştır. Dolayısıyla, diplomasinin ana enstrümanları da bu değişime ayak
uydurmuştur. Teknolojik ilerlemelerle kolayca harmanlanabilen diplomasiyi bu açıdan üç
döneme ayırabiliriz: Diplomasi 1.0, Diplomasi 2.0, Diplomasi 3.0 (Yücel, 2013). Reel
politika, sert güç, egemenlik ve jeopolitikadan beslenen diplomasi 1.0, devlet yönetimleri
arasındaki ikili ya da çok taraflı meselelerin devlet liderleri, diplomatlar ve politikacılar
tarafından düzenlenip yürütülmesini ifade ederken diplomasi 2.0 dijital diplomasinin
başlangıç dönemi olarak nitelendirilebilir. Bu noktada kamu diplomasisi başat rol oynar.
Gücünü yumuşak güçten alan diplomasi 2.0’de önemli olan kalpleri ve gönülleri kazanma
ilkesidir (Yücel, 2013). Diplomasi 3.0 ise “her yerde, her zaman, herkes için herkes
tarafından yapılan bir diplomasidir dolayısıyla devletin her zaman muhattap olması
gerekli değildir’’ (Yeni Diplomasi, 2015). Dijital diplomasiyi etkili olarak kullanan
ülkeler arasında A.B.D., Birleşik Krallık, Fransa, İsrail,
İtalya, İsveç Kanada ve
Kosova’yı gösterebiliriz. Özellikle A.B.D Dışişleri Bakanlığına gelen Hillary Clinton
başdanışmanı Alec Ross ile 21.yy Devlet İdaresi (21st Century Statecraft) başlığı altında
oldukça detaylı çalışma ve uygulamalara imza atmıştır. Bunun dışında Kosova dijital
diplomasiyi profesyonelce kullanabilmek adına ekip kurmuştur.
Kısacası; geleneksel anlamda devletlerarası (government to government)
etkileşim temelli olan diplomasi 20.yy’da uluslararası radyo ve televizyon gibi iletişim
araçlarının günlük hayata girmesi ile devlet ve halk (from government to people)
arasındaki ilişkilere yansımıştır. Sosyal medyanın ortaya çıkışı ve mobil cihazların
kullanımının büyük oranda artması diplomasideki iletişim döngüsünü ve aktörlerin
işlevini büyük oranda değiştirmiştir. Bu noktada devreye giren ve ‘e-diplomasi’ ya da
‘twiplomacy’ isimleri ile de anılan dijital diplomaside aktörler arasındaki iletişim halktan
devlete ve halktan halka (from people to government and from people to people.)
şeklinde değişime uğramıştır (Ross, 2011). Teknoloji ve dış politikanın kesiştiği noktada
uygulamaya geçirilmeye çalışılan dijital diplomasi çok genç bir kavram olmakla beraber
önümüzdeki yıllarda üzerinde önemle durulacak konulardan biri olacağı aşikârdır.
Kaynaklar:
Ross, A. (2011). Digital Diplomacy and US Foreign Policy. The Hague Journal of Diplomacy . 6
(1), 451-455.
Westcott, N. (2008). Digital Diplomacy: The Impact of the Internet on International
Relations. Oxford Internet Institute, 1-20.
Yeni Diplomasi, İnternet Çağında Kamu Diplomasisi | Public Diplomacy in the Internet
Age. Erişim: http://www.yenidiplomasi.com/2015/02/internet-cagnda-kamu-diplomasisipublic.html#more. Erişim 21 Mart 2015.
Yücel, G. (2015). 21st Century Schoolcraft. Available:
http://thepublicdiplomat.com/2013/11/12/21st-century-schoolcraft/. Erişim 21 Mart 2015
17 Paradigma, Güz 2015
Sosyal Medyanin Orta Doğu Üzerindeki Etkileri
Cihad SARIKAYA
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
Sosyal Medya
Sosyal medya araçları, günümüzde geleneksel medya araçları kadar etkili olmaya
başlamıştır. Hayatımızın bir parçası olan sosyal medya araçları insanların birbirleriyle
daha fazla ve daha hızlı iletişime geçmesini sağlar. Kontrol edilen geleneksel medya
araçlarının dışında bir haber kanalı ortaya çıkartır. İnsanlar, bu kanallar sayesinde kısa
sürede haberdar olma, tepki verme ve örgütlenme fırsatı yakalar. Olayların yaşandığı
anda ve tüm çıplaklığıyla bu kanallar aracılığıyla aktarılması toplumun tepkisinin
ölçülmesini kolaylaştırır. Belirli basın yayın organları veya hükümetlerin aktardıklarını
yansıtan geleneksel medya, olaylar hakkında özgün fikir sahibi olmamızı engelleyen bir
yapıya sahiptir. Fakat; servis edilen verili bilgilerin dışında, sosyal medya bilgiye ulaşım
imkânını da sağlanmıştır.
Peki, geleneksel medya ve sosyal medya arasındaki farklar nelerdir? Bu
ayrımlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1.
Erişim - Hem geleneksel medya hem de sosyal medya teknolojileri
herkesin genel bir kitleye erişebilmesine olanak tanır.
2.
Erişilebilirlik - Geleneksel medya için üretim yapmak genellikle
özel şirketlerin ve hükümetlerin sahipliğindedir; sosyal medya araçları genel
olarak herkes tarafından az veya hiç maliyetle kullanılabilir.
3.
Kullanılırlık - Geleneksel medya üretimi çoğunlukla uzmanlaşılmış
yetenekler ve eğitim gerektirmektedir. Çoğu sosyal medya için bu durum geçerli
değildir veya bazı durumlarda yetenekler tamamen değişmiş ve yenidir, yani
herkes üretimde bulunabilir.
4.
Yenilik – Geleneksel medya iletişimlerinde meydana gelen zaman
farkı (günler, haftalar, hatta aylar) anında etki ve tepkisi olan sosyal medya ile
kıyaslandığında uzun olabilmektedir (Tepkilerin zaman aralığına katılımcılar
karar verir). Geleneksel medya da sosyal medya uygulamalarına adapte
olmaktadır, dolayısıyla yakın zamanda bu farklılık ortadan kalkacaktır.
5.
Kalıcılık - Geleneksel medya yaratıldıktan sonra değiştirilemez
(bir dergi makalesi basıldıktan ve dağıtıldıktan sonra aynı makale üzerinde
değişiklik yapılamaz), oysa sosyal medya yorumlar veya yeniden düzenlemeyle
anında değiştirilebilir.
6.
Özgürlük - Geleneksel medya ile sosyal medya arasındaki belki de
en önemli fark özgürlüktür. Geleneksel medya, hükümetlerin ve reklam verenlerin
baskısı altındadır ve özgürce yayın yapamaz. Sosyal medya ise kolay erişilebilir,
herkes tarafından eşit düzeyde müdahale edilebilir, küresel bir platform
olduğundan geleneksel medyaya göre çok daha özgürdür. [1]
Arap Devrimlerinde Sosyal Medyanın Yeri
Son dönemlerde sosyal medyanın etkisini ve gücünü gösterdiği olaylar Tunus’ta
Arap Baharı ile başlayıp, Suriye ve Irak’ta faaliyet gösteren IŞİD10’e kadar dayanır. Fakat
bu halk hareketlerinden önce de yaşanan değişimlerde sosyal medyanın etkisi görülür. Bu
değişmelerden bazıları 26 Kasım 2008’ deki Bombay11 olayları,13 Haziran 2009 İran12
başkanlık seçimlerinde görülen protesto gösterileri ve 12 Ocak 2010’da yaşanan Haiti
depremi13 gibi gelişmelerde de sosyal medyanın etkili bir rol aldığını görülür. Bunlar,
sosyal ağlar üzerinden insanların örgütlenmeye başladığı büyük çaplı ilk harekelerdir ve
daha sonra Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında meydana gelen devrimler ve isyan
hareketlerinde de sosyal medyanın önemli bir rolünün olduğu şüphesizdir, fakat sosyal
medyanın tek başına bu olayların başlamasında etkili olması mümkün değildir. Yıllardır
bu coğrafyalarda ülkeler diktatörlükle yönetilmekte ve insanlar büyük baskı altında
bulunmaktadır. Yoksulluk, işsizlik, ifade özgürlüğünün kısıtlanması, yolsuzluk ve
insanların demokrasi istemi isyanların başlamasındaki ilk faktörlerden bazılarıdır. Sosyal
medya, verilen tepkinin geniş kitlelere ulaşmasını ve insanların organize olmasını
kolaylaştırır. Bu coğrafyadaki halk ayaklanmaları ve devrimleri, sosyal medya devrimleri
olarak adlandıranlar da mevcuttur. Facebook, Twitter ve blog vb. üzerinden koordinasyon
sağlanmasıyla birlikte sosyal medya; insanların şiddete maruz kalmalarından, yönetim
baskılarından ve dahası can güvenliği açısından doğan sorunlara karşı tepkilerini
gösterecekleri bir alternatif alan haline gelmiştir. Üstelik sokaklara dökülen insanlar
10
IŞİD; Irak Şam İslam Devleti terör örgütü kısaltmasıdır. Burada Şam, Osmanlı döneminde Levant ve
çevresini içine alan toprakları ifade etmektedir.
11
Hindistan’da meydana gelen terör saldırıları.
12
İran’da 2009 yılında seçime hile karıştığını iddia eden Mir Hüseyin Musavi ve Mehdi Kerrubi
taraftarlarının yaptığı protesto gösterileri.
13
Karayip’te bulunan Haiti’de meydana gelen yüzbinlerce insanı etkileyen deprem.
19 Paradigma, Güz 2015
sosyal medya aracılığıyla yaşananların gerçekliğini tüm basın yayın organlarına olanca
açıklığıyla aktarırlar.
Tunus
Olaylarının başlamasında sosyal medyanın etkisinin minimum düzeyde olduğu
yer Tunus olarak görülür; fakat isyan hareketleri başladıktan sonra sosyal medya araçları
bu hareketlerin tüm ağlara yayılmasında kullanılmıştır. Tunus’ta eğitimli insan düzeyi
devrimin yaşandığı diğer ülkelere göre daha fazla olmasına rağmen sosyal medyanın
kullanım oranı bu ülkelere göre daha azdır.
Arap Baharı’nın fitilinin ateşlendiği Tunus, bölgede sosyal medyanın en az etkili
olduğu ülkelerden biridir. 10.732.900 kişilik nüfusunun 4.196.564’ünün, yani yaklaşık
%40’ının internet kullandığı Tunus’ta, devrimle sosyal medya kullanımı arasında
paralellik kurmak zordur. En azından Tunus’ta sosyal medya açısından Mısır benzeri bir
durumun yaşandığını söylemek mümkün değildir; çünkü Tunus’ta sosyal medya iktidara
karşı girişimlerin başında yer almamış, olaylar başladıktan sonra etkinlik kazanabilmiştir.
[2]
Sosyal medya, halk hareketleri başladıktan sonra gelişmelerini koordine etmekte
daha etkin olarak kullanılır. Ayrıca Tunus yönetiminin sosyal medyayı yasaklaması ve
kısmen kontrol edebilmesi de devrimin başlama etkisini azaltan faktörlerdendir.
Tunus’ta iktidara karşı başlayan başkaldırıdan sonra sosyal medyanın görevi,
insanların tepkilerini aktarma ve organize olma noktasında görülür. Tekek’in belirttiği
gibi Tunus’ta okuma-yazma oranı örneğin Mısır’a göre yüksek olmasına rağmen sosyal
medyaya getirilen yasaklar bu mecraların kullanımının düşük seviyelerde kalmasına
neden olmuştur. [3] Burada görüldüğü üzere, Tunus’ta sosyal medyanın etki ettiği alan,
devrimin halk arasında daha hızlı yayılmasıdır. Şüphesiz sosyal medya kullanılmamış
olsaydı da bu devrim gerçekleşebilirdi; fakat bu kadar kısa sürede topluma yayılması pek
mümkün olmazdı.
Mısır
Mısır, Arap Baharı’nda sosyal medyanın etkili olduğu en önemli devlettir
kuşkusuz. Mısır’daki sosyal medyanın bu denli etkin olmasının nedeni diğer Arap
ülkelerinden daha önce Mısır’ın sosyal ağlarla tanışmasıyla ilişkilidir ve orada sosyal
medya kullanma alışkanlığına daha önce ulaşılır. Bu birikimi devrim sırasında çok etkili
bir şekilde kullanır. Mısır’da muhalefet hareketlerinin önü siyasal açıdan kapanınca
insanlar internet aracılığıyla fikirlerini sunma fırsatı bulabilmişlerdir. Mısır medyasının
Hüsnü Mübarek ve çevresindekiler tarafından kontrol edilmesi muhalifleri sosyal alanlara
iter.
Mısır’da geniş taraftar kitlesine sahip olan Müslüman Kardeşler14’in siyasette
doğrudan yer alması 2011’deki devrime kadar rejim tarafından yasaklanır. Müslüman
Kardeşler, yeni sosyal hareketlerde olduğu gibi yeni üyeler kazanmak ve var olan üyeler
arasında haberleşmek amacıyla interneti yaygın bir iletişim aracı olarak kullanır. 2005’te
Müslüman Kardeşler hareketi, Kahire’de birçok internet kafe açarak internetin özellikle
gençler arasında yayılmasında öncülük eder. Ücretsiz düzenlenen bilgisayar kursları
aracılığıyla internet kullanımı lise ve üniversite öğrencileri arasında teşvik edilir. [4]
Mısır muhalefetinin devrim öncesinde de sosyal ağlarda etkili olduğunu görülür,
Müslüman Kardeşler Mısır devriminde öncü rol üstlenir. Müslüman Kardeşler’in Mısır’ın
internet teknolojisinin yayılmasında önemli katkıları vardır, propaganda aracı olarak
kullanırlar ve taraftar toplamak için bu alanda insanları teşvik ederler.
Mısırlı aktivistlerin 25 Ocak’ta sokaklara dökülmesi, ülkede sosyal medya
üzerinden planlanan ilk protesto eylemi değildir. Mısır’da ilk internet aktivizmi,
Filistin’de 2000 yılının sonbaharında başlayan “İkinci İntifada”
15
sırasında Filistinlilerle
dayanışma amacıyla oluşturulan e-posta listesi olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin
2003 yılında Irak’ı işgal etmesiyle birlikte internet aktivizminin popülerliği artarken,
internet forumları Mısır muhalefetinin yeni buluşma noktası haline gelir. 2005 yılının
sonuna gelindiğine internet aktivizmi Mısır’da muhalif hareketleri örgütlemede kullanılan
en popüler araç olur. Mısırlı gençler 2005 ve 2008 yılları arasında internet aktivizmi
14
15
Hasan El Benna tarafından 1928’de kurulan siyasi ve dini örgüttür.
2000’lerin sonunda başlayan ve 2005 yılına kadar devam eden İsrail’e karşı ikinci Filistin ayaklanmasıdır.
21 Paradigma, Güz 2015
konusunda kendilerini geliştirir. Gençlerin ilk kitlesel eylemi grevdeki tekstil işçilerine
destek vermek ve ekmek fiyatlarındaki artışı protesto etmek üzere Facebook üzerinden
duyurulan, iki hafta süren bir genel grev düzenlemek olur. [5] Görmekteyiz ki, Mısır daha
önceden sosyal medya araçlarını etkin bir şekilde kullanır ve diğer Arap ülkelerine
nazaran sosyal medyanın etkili olmasının nedeni açıklanır.
İnternet tabanlı bilişim ve iletişim araçları Mısır’da on yıldan uzun süredir
ulaşılabilir hale gelir. Mısır bilişim ve iletişim verilerine göre, ülkenin Aralık 2000’de
450.000 olan internet kullanıcısı sayısı, Şubat 2010 itibariyle 17 milyondan fazla olmuş
ve 4 milyon Facebook kullanıcısı tespit edilir. Bu oranın yüzde 30’unu siyasete
odaklanan blogları yazan 160.000’den fazla blogcu oluşturur. Aktif kullanıcıların
çoğunun profili genç, kentli ve görece eğitimlidir. İnternet kullanıcı sayısı 2000-2010
yılları arasında %1800’ün üzerinde artar. 2011 yılı itibariyle bölgedeki kullanıcı sayısı
toplam 65 milyondur. Bu oran nüfusun %30.8’ini oluşturur. Ağustos 2010 itibariyle
Facebook’ta konuşulan diller içinde en hızlı büyüme kaydeden dil Arapça olarak tespit
edilmiştir. [6]
Mısır’da gerçekleşen devrimden önce sosyal ağlardaki hızlı kullanıcı artışı
devrimin sosyal medyada yaygınlaşmasını kolaylaştıran bir unsur haline gelir. Sosyal
ağlardaki kullanıcı artışının bu denli yüksek olması Mısır yönetiminin kontrolü
dışındadır, üstelik yönetimin kontrol edebilecek alt yapısı olmadığı da bir gerçektir.
Ayrıca Mısırlı devrimciler, Tunuslu devrimcilerle iletişime geçerek yapılan bilgi
alışverişi sayesinde olaylardaki tecrübeler artmış ve bu deneyimler sayesinde daha etkili
olurlar. Sosyal medyanın bir başka faydası da protestolar gerçekleşirken polisin
müdahalesini gösteren fotoğraf, videoların anlık paylaşımlarla halkın ve Dünya
kamuoyunun haberdar olmasını sağlayarak devrim düşüncesini canlı tutarlar. Geleneksel
medya araçlarıyla sürekli olarak temasta kalınır ve bu sayede dünya kamuoyunun dikkati
devrimlere çekilir. Örneğin; El Cezire kanalı, bu süreçte sürekli yayında kalarak etkin bir
rol oynayıp halkın düşüncelerinin beslenmesini ve yayılmasını sağlar
Sosyal medyanın tek başına büyük çaplı bir devrimin aktörü olamayacağı
bilinmelidir. Sonuç olarak Mısır’da gerçekleşen devrimde sosyal medyanın büyük rolü
olduğu konusunda hiçbir tereddüt yoktur öyle ki Mısır, devrimin başlamasında ve
yayılmasında diğer Arap devletlerine göre çok daha fazla etki eder. Bunun en önemli
sebebi daha önce de değinildiği gibi, Mısır’ın internet teknolojisi ve sosyal medya
araçlarını devrimin gerçekleştiği diğer ülkelere göre daha önce ve daha etkin kullanmayı
başarmış olmasıdır. Bu unsur, Mısır’ı diğer Arap devletlerinden ayıran en önemli
husustur. Mısır devrimi Arap devrimlerinde sosyal medyanın en fazla etkisinin görüldüğü
devrimdir.
Libya
Libya’da sosyal medyanın etkisi çok sınırlıdır; çünkü Kaddafi16 yönetimi, uzun
yıllar boyunca insanların tüm özgürlük alanlarına müdahale eder, onları kısıtlar ve
özgürlüğü ortadan kaldırır dolayısıyla böyle bir atmosferde sosyal medyanın kullanımı
güçleşir. İsyan hareketleri genellikle silahlı olur ve sosyal medya araçlarının kullanımı
Kaddafi’nin devrilmesinden sonra artış gösterir. Devrim öncesindeki sosyal medya
kullanım oranına bakmak gerekirse bunun sınırlı bir düzeyde olduğu görülür; üstelik
internete bağlanmadaki zorluklar kullanımı güçleştiren unsurlardandır. Libya halkı sosyal
medya yasağını Hotspot Shield uygulaması ile belli bir süreliğine aşsalar da internetin
tamamen kesilmesi sonucunda sosyal medyanın etkinliğini ortadan kalkar.
Kendileri için ilginç olan kısmın hiçbir pazarlama tekniği veya pazarlama için
para harcamadan bunların yaşanması olduğunu belirten Sapçı, "Mısır’daki Tunus’taki
kullanıcılar kendi kendilerine keşfederler. Bu durum bizim için çok etkileyiciydi aynı
şeyi Libya’da da yaşadık. Libya’da daha ağırı da meydana geldi ve biz bunu trafiğimizde
ilginç bir şekilde görebiliyorduk. Birçok site yasakladı, bu dönemde. Milyonlarca kişi
Hotspot Shield'a bağlanıyordu; ama şöyle bir nokta vardı gece yarısından itibaren
Hotspot Shield trafiği tamamen sıfıra iniyordu. Anladık ki, Libya’da interneti tamamen
kapatıyorlarmış, o zaman Hotspot Shield’ın yapabileceği bir şey kalmadı.” bilgisini
paylaştı. [7] Görüldüğü üzere Libya yönetimi, devrimden önce internet ağını tamamen
kapatarak sosyal medyanın etkinliğini ortadan kaldırır.
Pek çok kimse ‘Facebook devrimi’ dedi; çünkü bu dezenformasyonun yanında
bilgiyi yaymak için de kullanılmış etkili bir araçtı. İnternet bağlantısındaki sorunlar
16
Muammer Kaddafi, Libya’yı 1969-2011 yılları arasında yönetmiş devlet adamıdır.
23 Paradigma, Güz 2015
sosyal medyanın devrim öncesinde popülerleşmesini zorlaştırdı; ancak Dünya ve Libya
sosyal medyanın Arap Baharı’ndaki etkisini görünce, popülerliği son üç yılda büyük bir
patlama yaptı. [8]
Facebook, Libya halkına ulaşmak için çok güçlü bir araçtır. İki ucu çok keskin bir
kılıç. Çünkü, herkes bir şey yazabiliyor ve haberleri ya da olayların doğruluğunu teyit
etmenin imkânı yoktur. Şimdiki sorun (Facebook’a) bir şeyler yazılıyor ve insanlar bunu
olduğu gibi alıyor. [9] Görüldüğü üzere Libya’daki devrime sosyal medyanın etkisi
sınırlıdır. Kaddafi sonrası oluşan siyasi atmosfer içerisinde sosyal medya kendi yerini
almaya çalışır. Ayrıca sosyal medyanın halk tarafından kullanılmasının yanında Libya’da
kurulmaya çalışan yeni siyasi düzenin yöneticileri tarafından kullanmaya çalışır.
Tunus’un komşusu olan Libya’da da sosyal medyanın sanılanın aksine çok etkili
olamadığı söylenebilir. 5.613.380 kişilik nüfusunun 954,275’inin, yani sadece %17’sinin
internet kullanıcısı olduğu ülkede, sosyal medya en etkili ve çarpıcı görevini devlet
başkanı Muammer Kaddafi’nin ölüm anını dünyaya ulaştırmakla gerçekleştirir. [10]
Libya’da sosyal medyanın etkisi, yukarıda da değinildiği üzere Kaddafi linç edilirken
çekilen görüntüler sosyal medya aracılığıyla tüm Dünya’ya yansımıştır.
Suriye
Suriye Arap Baharı devrim hareketlerinde diğer ülkelere göre farklı bir
konumdadır; çünkü diğer devletlerdeki çatışmalar ve isyan hareketleri genelde rejim ve
halk arasında geçmiştir, ancak Suriye’de bu durum zamanla farklılık gösterir. Sosyal
medya kullanımına gelince diğer ülkelerde özellikle Mısır’da olduğu gibi sosyal
medyanın etkinliğinden tam olarak bahsedilemez. Farklı grupların, örgütlerin ve yönetim
güçlerinin aralarında yaşanan çatışmaları kaydedip sosyal ağlardan paylaşması dışında
sosyal medya hareketleri yaygınlık kazanamaz. Genelde bir kısım muhalif unsurlar sosyal
ağlardan yararlanır.
22.530.746 kişilik nüfusunun 5.069.418’i internet kullanıcısı olan Suriye’de
sosyal medya, muhalifler tarafından aktif olarak kullanılır. Özellikle Beşar Esad’ın ve
Baas17 yönetiminin ülkeye yabancı gazetecilerin girişine müsaade etmeyişi, sosyal
medyayı muhalifler için önemli bir haber paylaşma mecrası, uluslararası medya
kuruluşları içinse haber kaynağı haline getirir. Facebook, Twitter ve Youtube’ta yoğun
haber yayınına başlayan muhalifler böylelikle seslerini tüm Dünya’ya duyurmayı
başarırlar. Facebook, Twitter ve Youtube’ta anlık haber paylaşımları yapan Ugarit,
NEWS gibi muhaliflerin yayın örgütlenmeleri haberlerin tek taraflı da olsa Dünya’ya
duyurulmasına neden olur.[11]
Suriye’de Beşar Esad yönetiminin basına karşı baskıcı tutumu ve uzun bir süre
yabancı basın mensuplarının ülkeye girişine izin vermemesi de sosyal medyayı ve
muhalifleri daha önemli bir haber kaynağı haline getirir. [11]
Genelde muhaliflerden bazıları, sosyal medya unsurlarını etkin olarak kullanırlar.
Dünya medyasına ve kamuoyuna bu şekilde seslerini duyurma imkânı yakalarlar ve
destek alabilirlerdir. Suriye toplumun geneline yayılmış bir sosyal medya kullanımı
yoktur. Suriye yönetiminin sosyal medya kullanımına örnek olarak Esad’ın sosyal
ağlardan vermiş olduğu demeçler gösterilebilir ve bu demeçler sayesinde insanlarda
istenilen algı yönetimi gerçekleştirilmekte ve toplumdaki desteğin artırılması amaçlanır.
Rejim karşıtları, Suriye ordusunun halka uyguladığı şiddeti cep telefonlarıyla
görüntüledikten sonra, bunu YouTube ve Facebook gibi sosyal paylaşım ağlarında
yayınlayarak Dünya’ya ulaştırır. Esad rejimi, muhaliflerin bu yöndeki eylemlerinin önüne
geçmek için başta iPhone olmak üzere Apple şirketinin tüm ürünlerine yasak getirdi.
Yasak çerçevesine diğer akıllı telefonların ise alınmadığı belirtilir. [12]
Esad, muhaliflerin sosyal medyayı kullanmasını engellemek için birçok yasak
getirir ve bu yolla muhalif güçlerinin bu alandan propaganda yapmasını ve destekçi
bulmasını engelleme yoluna girer. Sonuç olarak daha önce de değinildiği üzere,
Suriye’de sosyal medya kullanımı isyan hareketlerini yönlendirecek, organize edecek
kadar etkili bir yapıya sahip değildir.
17
Arap halklarını tek bir devlet altında toplayarak Sosyalizm’i kurmayı hedefleyen siyasi harekettir.
25 Paradigma, Güz 2015
IŞİD’in Sosyal Medya Üzerinde Kullanımı
Terör örgütleri, taraftarlarını bulundukları belli bir bölgede toplamaya çalışan
illegal yapılanmalardır. Tehdit, korkutma, zorlama, maddi olarak kazanım elde etmek,
dini inançları istismar etmek vb. şekillerde insanları saflarına çekmek için kullanılan bazı
yöntemlerdendir. Bu yöntemleri kullanırken örgüt üyeleri, kişilerle bizzat temas kurarlar
ve geleneksel medya ya da sosyal medya araçlarını kullanmayı pek tercih etmezler.
Günümüzde gelişen medya ve sosyal medyanın insanlara ulaşmak için daha hızlı ve çok
az maliyetli bir hal almasıyla özellikle Ortadoğu’nun birçok yerine yayılmış olan IŞİD’in
bu araçları etkin bir şekilde kullanmasına yol açar. IŞİD, geleneksel yöntemleri izleyen
terör örgütlerinin dışında bir strateji benimseyerek bu alanda boy göstermeye başlar.
Faaliyetlerini bölgesel alanda ve vur-kaç taktiğiyle değil, daha belirgin ve kalıcı bir yapı
üzerine oturtmaya çalışır, aynı zamanda uluslararası alanda kendi doğrularını yaymaya
çalışan bir çizgide ilerler, bu yayma ve tanıtma faaliyetlerini yaparken sosyal medyayı
çok verimli bir şekilde kullanır.
IŞİD sempatizanı bireylerin ve medya gruplarının Twitter hesapları düzenli olarak
kapatılır. Birçoğunun Twitter'da varlığını sürdürmek için izlediği bir dizi taktik vardır.
Örneğin; sürekli olarak isimlerini, fotoğraflarını değiştirirler ya da yedek hesaplar açarlar.
Tüm bu yoğun mücadele tedbirlerine rağmen, örgüt mesajını dışarı ulaştırmayı başarırlar.
Bunun nedeni IŞİD'in, sosyal medyadaki merkezi olmayan gücünün becerikliliği, kolay
uyum sağlayabilmesi ve esnekliğidir. ShamiWitness gibi birçok sempatizan, cepheden
uzakta olup, evlerinde veya ofislerinde koltuklarında rahatlıkla sosyal medya
operasyonlarına devam eder.[13]
IŞİD, sosyal medya kanallarını o kadar etkili kullanır ki tüm Dünya’dan destekçi
bulmayı başarır. Bu alanda etkinliğin kırılması için yapılan tüm çabalara rağmen IŞİD,
sürekli yeni hesaplar açarak propagandalarını Dünya’ya duyurmayı başarır, bunun kanıtı
olarak IŞİD içerisinde Dünya’nın her bölgesinden katılan yabancı savaşçılar
gösterilebilir. Bu alanda birçok dilde yayınladıkları yazılar, videolar ve fotoğraflarla tüm
Dünya’ya hitap etmeyi başarırlar.
Twitter ve Facebook’ta birçok sayfa ve hesapla oldukça aktif olan örgüt,
sanıldığının aksine yalnızca doğudan değil; İngiltere, Fransa ve hatta Kanada, Avustralya
gibi Dünya’nın dört bir yanından yeni militan adaylarını bu platformlardan toplar.
Örgütün Fransızca, İngilizce, Almanca gibi birçok farklı dilde konuşan üyeleri, kendi
sosyal medya hesaplarından yayınladıkları videolarla ‘‘Gelin, bize katılın!’’ çağrısı
yapar. Irak içinde ilerleyişlerini her gün Twitter’dan takipçileriyle paylaşan örgütün,
Musul’da ilerleyişi sırasında hakkında kırk bin tweet atılır. Örgütün Twitter’da
yayınladığı fotoğraf, video ve ‘hashtag’ler birkaç saat içinde yüzlerce kez paylaşılıp,
‘trend topic’ haline gelebilir.[14] Yabancı militanlar sayesinde birçok dilde ve birçok
ülkede etkili bir şekilde sempati toplamaya devam eden örgütün bu alandaki başarıları,
örgüt bünyesine artı olarak geri döner. Çaresiz insanları öldüren ve rakip cihatçıların bile
kafasını kesen sıradan cellatlar olarak Irak ve Suriye'de savaşan İslam Devleti'nin vahşi
imajının arkasında sosyal medyayı etkin kullanan ve ele geçirdikleri topraklarda karmaşık
finansal stratejiler ve yönetimler kurabilen disiplinli bir organizasyon vardır.[15]
IŞİD’in sosyal medyayı kullanma şekillerinden bir diğeri de insanlar üzerinde
korku psikolojisi yaratarak yenilmez oldukları propagandasını yapmasıdır. Bunun
sayesinde düşmanlarına karşı moral üstünlüğü elde ediyor.
IŞİD’in Twitter, YouTube, Instagram gibi sitelerdeki hesapları yoluyla örgüt
üyeleri “sahada” takip edilebilir, medya mensuplarının sorularına cevap verilir, gruba
katılmak isteyenlere bilgi verilir. Örgütün “resmi” haber hesapları, web sitesi, (artık
kaldırılmıştır) bir Android uygulaması ve dijital dergisine ek olarak yüzlerce “hayran”
hesabı da vardır. Bu hesapların Suriye ve Irak’ta savaşanlara mı, yoksa dışarıdaki
sempatizanlara mı ait olduğunu anlamak her zaman mümkün olmasa da, sosyal medyanın
takipçileri her halükarda grubun çevrimiçi varlığına katkıda bulunurlar.[16]
IŞİD, sosyal medya yoluyla hem taraftar topluyor hem de bu alanlar sayesinde
örgüte yönlendirilen sorulara cevap vererek farkı bir görüntü çizer. Profesyonel bir
şekilde çektikleri videolarla insanların kurtarıcısı rolünü üstlenirler. Sosyal medya ile
savaşların, propagandaların yöntemi değişir ve IŞİD de bunun son dönemdeki en göze
çarpan yansıması olarak akıllarda kalmayı başarır.
27 Paradigma, Güz 2015
Sonuç
Sosyal medya günümüzün en etkili araçlarında biri haline gelir ve bu alanda etkili
olmayı başaran yapılar etkin kullanmayanlara göre daima önde olacaklardır. Sosyal
medya kullanımının ve yaygınlaşmasının beraberinde getirdiği bazı durumlarsa onun
kontrol edilemez bir kanal olmasıdır; çünkü bir şekilde toplum bu araçlara ulaşabilmekte
ve dahası aktif olarak kullanabilmektedir. Sosyal medya araçları sayesinde toplumda
köklü bir değişim ve dönüşüm gerçekleşir. Devletler, şirketler, terör örgütleri, toplumlar
bu araçlara duyarsız kalmamakta ve uygulama alanlarında sosyal medyanın yerini önemle
ayırmaktadırlar. Herkes, bu araçları kendi lehine kullanmanın yollarını arar. Sonuç
olarak, sosyal medyanın Dünya üzerinde günümüzdeki etkisi devam eder ve gelecekte de
artarak devam edecektir ve kuşkusuz sosyal medya, gelecekteki birçok alanda en ön safta
olacaktır.
Kaynaklar:
[1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Sosyal_medya
[2] http://politikakademi.org/2013/07/arap-bahari-ve-sosyal-medya/
[3] http://politikakademi.org/2013/07/arap-bahari-ve-sosyal-medya/
[4] http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-142-2014040755bs2012-2-65-91.pdf
[5] http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-142-2014040755bs2012-2-65-91.pdf
[6] http://iibfdergisi.ksu.edu.tr/Imagesimages/files/9.pdf
[7] http://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/26061711.asp
[8] http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/libyali-gencler-hayal-kirikligi-yasiyor
[9] http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/libyali-gencler-hayal-kirikligi-yasiyor
[10] http://politikakademi.org/2013/07/arap-bahari-ve-sosyal-medya/#_ftn9
[11] http://politikakademi.org/2013/07/arap-bahari-ve-sosyal-medya/
[12] http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25302494/
[13] http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/12/141212_isid_sosyal_medya
[14] http://tr.euronews.com/2014/07/14/sosyal-medyanin-yeni-fenomeni-isid/
[15] http://www.surecanaliz.org/makale/isid-ekopolitigi
[16] http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/isid-sosyal-medyada-da-tehdit-mi
47 Dizelik Şiirden Bir Dize
Oğuzhan URAL
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
27 Ocak 1973, Ankara. Meslektaşları Mehmet Baydar ve Bahadır Demir’in vefat
haberini almıştı. Katil, “Türkiye’nin yurt dışındaki bütün temsilcileri yok edilmeli! Ben
yeni bir savaş tarzını tatbike koydum. Netice almanın tek yolu şiddetten geçiyor.”
diyordu. Suikastten geriye kalan iki eş ve iki yetim çocuk…
Genel sekreterlik görevinden sonra Paris’e atanmıştı. Takvimdeki sayılar 24’ü,
harflerle buluşan kelime ise Ekim’i gösteriyordu. Yıl 1975, günlerden Cuma idi. Henüz
bir sene olmuştu. Belki güneşliydi hava. Serinleyebilmek için açmıştı arabasının
penceresini. Gülümseyerek izliyordu Paris sokaklarının tatlı telaşını. Ya da arabasının
radyosundan yükselen müziği dinliyordu. Oğlu bildiği şoförü ile sohbet ediyordu.
Gazetesini okuyordu. Belki de gülümsüyordu göz bebekleri. Fakat o gün yağmurlu da
olabilirdi. Güneşli olsa da kasvetli bir gün değil miydi?
Her şey olabilirdi o an. Ama asıl önemli olan nefes alıyordu. Yaşıyordu. Kalbinin
atışını, kanının damarlarındaki ahengi devam ediyordu. Saniyeler sonra vefat edeceğini
aklına bile getirmemişti. Belki elleri üşüyordu o an ya da karnı acıkmıştı. Birdenbire
aklına düşen ailesine ulaşmak istiyor da olabilirdi. Belki o mermiler üzerine yağmadan
önce, eşinin ve çocuklarının sesini duymuş olabilirdi, kalbi atmayı bırakmadan. Belki
planları vardı, o gün yapması gereken yığınca işler. Kravatı vardı boynunda. Üzerine
kanının bulaşacağı bembeyaz ütülü gömleği… Belki, belki, belki… Nereden bilebilirdi ki
zihnini bir anda yitireceğini? Her gün geçip gittiği yollarda kanının birikebileceğini? En
önemlisi şehitlik mertebesine yükselebileceğini, nereden bilebilirdi ki?
O, İsmail Erez. 24 Ekim 1975’te bir cuma günü aracının yavaşladığı bir esnada
şoförü Talip Yener ile beraber şehit edildi. Bütün hayatı, hayalleri, geleceği, çocukları,
eşi o kurşunlarla bitirildi. Söyleyin, bir insanın hayatı nasıl küçücük mermilere
sığdırılabilir? Hangi vicdan bu yükü kaldırabilir? Ya geride kalanlar? O yetim çocuklar…
29 Paradigma, Güz 2015
O kurşunların sahibi ASALA terörüydü. Türkiye’yi uluslararası camiada zor
duruma düşürmek için yapılan bu suikastten sonra İsmail Erez ismi okullara, caddelere
verildi. Sahi kimdi bu İsmail Erez? Alelade bir isim değildir. 1943’te derece ile Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olmuştu. ‘’Mülkiyeli’’ idi o. Gittiği
ülkelerde görevini hakkı ile yapan bir diplomatımızdı. Temsil ettiği Türk Devletinden
çok, Türk milleti idi. Neden unuttuk? Okullara, caddelere ‘’İsmail Erez’’ diyerek mi
ödemiş olduk vefa borcumuzu? Acaba hakkını bize helal etmiş midir hiç düşündük mü?
Unutulmaya yüz tutmuş nice İsmail Erez’leri unutmamak bizim vefa
borcumuzdur. Yapılan şiddeti, katliamları unutursak, isimlerini bilip kendilerini
bilmezsek, yaptıkları işlerden bihaber yaşarsak bizim katillerden ne farkımız kalır?
İçimizdeki Erezleri yaşatmak dileği ile sağlıcakla…
BİZDEN HABERLER
Basın Müsteşarı Ahi Evran Üniversitesi’nde
Esra ERKAN
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
Alman
Müsteşarı
Büyükelçiliği
Peter
Kettner,
Basın
siyaset
alanında Türk-Alman işbirliği hakkında
bilgiler verip öğrenci arkadaşlarımızın
sorularını yanıtladı.
7 Nisan 2015 tarihinde, Uluslararası
İlişkiler
Topluluğu’nun
okulumuzu
ziyaret
daveti
eden
ile
Alman
Büyükelçiliği Basın Müsteşarı Peter
Kettner, bilim ve siyaset alanında TürkAlman işbirliği hakkında bilgiler verip
öğrenci
arkadaşlarımızın
sorularını
yanıtladı.
Türkiye-Almanya
oluşturan birçok öğenin (bilgisayar, telefon, araba vs.)
bağını
gündelik yaşamımızda yer
bulduğuna, kullanılan araç gereçlerin bu bağın devam etmesinde önemli bir rol
bulduğuna dikkat çekti.
Almanya’daki yüksek öğrenim olanaklarından bahseden Kettner, öğrenci değişim
programlarının artması için büyükelçiliğin çaba gösterdiğini söyledi. Almanya’ya gitmek
için başvurulan sürecin kolaylaştırılması adına ellerinden gelenin yapıldığını belirtti.
Kısa konuşmasının ardından Kettner şu sorulara cevap verdi:
31 Paradigma, Güz 2015

Almanya’nın, Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan bir kapı ve önemli bir
müttefik olduğunu belirtmesine rağmen AB katılım sürecinde gereken desteği
vermemesinin sebebi nedir ?

AB sürecine Avrupa ülkelerinden çok farklı yaklaşanlar var. Türkiye’nin
üyeliğini destekleyen ve karşı çıkan ülkeler var. Biz Almanya olarak, bu sürecin
hızlanması için elimizden geleni yapıyoruz. AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı var evet, ama
aynı şekilde Türkiye’nin de AB’ye ihtiyacı var; fakat bu süreci ilerletmek sadece
Almanya‘nın elinde olan bir şey değil. Almanya’dan bu konuya eleştirel olarak
yaklaşanlar var. Aynı şekilde Türkiye’de de AB sürecine şüpheli bakan tarafların
olduğunu görmekteyiz.

Türkiye’nin Ortadoğu ve Avrupa arasında bir köprü rolü olduğunu
söylediniz. Türkiye’nin köprü konumunda olması, Almanya’nın Ortadoğu’daki
politikaları için bir araç rolünde mi?

Almanya hükümeti herhangi bir ülkeyi araç olarak görmemektedir.
Türkiye sadece kültürler arasında köprü veya siyasetleri mümkün kılan bir araç olarak
görülebilir. Eğer Alman tarihine ve politikasına bakacak olursanız Türkiye’nin, Almanya
tarafından hiçbir zaman kullanılmadığını görürsünüz. Bizim hepimizin Ortadoğu’da
güçlü bir rol oynayacak Türkiye’ye ihtiyacımız var. İki tarafta da yapıcı roller
oynayabilen Türkiye isteğimiz var. Almanya için Türkiye’nin sıfır problem politikası,
bölgede rol oynayan her ülke ile barışık bir Türkiye’nin önemli olduğunu ifade ediyor.
Bu hedefin hala geçerli olması bizim için araçtan çok aktif bir rol oynayan Türkiye
demektir.

Bazı Balkan ve Doğu Avrupa ülkeleri bizden daha sonra AB’ye
başvurmalarına rağmen bizden daha önce AB’ye girmişlerdir. Türkiye olarak
şartlarımızın daha iyi olmasına karşın hala bu sürece kabul edilmememizin sebebi
nedir?

AB’nin
doğuya
doğru
genişlemesine
baktığımızda
–Bulgaristan,
Yunanistan, Romanya’nın alınmasına göz attığımızda- Avrupa’da ki pek çok ülke, bu
ülkelerin AB’ye alınmasının aslında çok hızlı gerçekleşmiş olduğunu ve bazı hatalar
33 Paradigma, Güz 2015
yapılmış olduğunu düşünüyor. Türkiye açısından bu olaya baktığımızda ve özellikle
Kıbrıs’ı düşündüğümüzde ‘’Onlar alındı ise biz neden alınmadık?’’ gibi bir çıkarımda
bulunuluyor doğal olarak. Bu şekilde düşünülmesi doğru fakat; AB olanlardan bir şeyler
öğreniyor ve ders çıkarıyor, ona göre çıtasını belirliyor. Diğer yandan Türkiye çok büyük
bir ülke. Hem siyasi hem de ekonomik açıdan bakıldığında AB’de çok büyük
değişiklikler yaratabilir. Herhangi küçük bir ülkenin alınması gibi olmayacaktır ve
Türkiye AB’yi bütününden değiştirebilecek konumdadır. En büyük nüfusa ve ikinci en
büyük ekonomiye sahiptir. Bu durum dengeleri baştan sona değiştirebilir. Aynı zamanda
AB’nin de Türkiye’nin de buna hazır olması gerekir. AB’ye üye olmak demek, gücün
transferi demektir. Gücün transferi, siyasi gücünüzün transferi ve bütün yasakların
%70’inin AB Komisyonu Parlamentosu tarafından yapılacak olması demektir. Yasalar
AB tarafından yapılacak ve hükümetin söz hakkı azalacaktır. Buna hazır olunup
olunmadığına bakmak ve uzlaşıya açık olmak gerekmektedir.
Son olarak Almanya ile ilgili bu konularda daha iyi bilgi almak için
büyükelçiliğin web sitesinden faydalanabilineceğini söyleyen Peter Kettner, Türkiye’nin
Almanya için önemli olduğunu belirterek konuşmasını sonlandırdı.
Sakarya Üniversitesi’nde 1. Uluslararasi Öğrenci Kongresi
Esra ERKAN
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Topluluğu ve Aktif Fikir Topluluğu’nun organizasyonu ile
Ahi Evran Üniversitesi öğrencileri Sakarya Üniversitesi tarafından 20-22 Nisan tarihleri
arasında düzenlenen ‘Uluslararası Öğrenci Kongresi’ne katıldı. Altı farklı oturumda
çeşitli üniversitelerden yirmi dokuz öğrenci arkadaşımızın bildirilerini sunduğu kongrede
‘Türk Dış Politikasında Ermeni Meselesi’ konusu masaya yatırıldı.
Oturum Başkanlığını Prof. Dr. Haluk Selvi'nin yaptığı kongrenin ilk oturumunda
"Türk Dış Politikasında Ermeni Meselesi" konusundaki bildiriler sunuldu. Oturumda,
Kırıkkale Üniversitesi öğrencisi Ahmet Ataş "Ermeni Sorunu',
Karadeniz Teknik
Üniversitesi öğrencisi Bahar Kara "Ermeni İddiaları" ve Osmaniye Korkut Ata
Üniversitesi öğrencileri Rukiye Seven ile Nursema Karabulut "Türkiye-Ermenistan
İlişkileri" konuları hakkındaki bildirilerini sundu.
35 Paradigma, Güz 2015
Kongre'nin diğer oturumlarında ise Doç. Dr. Sibel Akgün'ün oturum
başkanlığında "Uluslararası Alanda Ermeni Meselesi", Doç. Dr. Haşim Şahin'in oturum
başkanlığında "Ermeni Terör ve Kimlik Yaklaşımı", Yrd. Doç. Dr. Zeynep İskifiyeli'nin
oturum başkanlığında "Azerbaycan İlişkisi ve Karabağ Sorunu", Yrd. Doç. Dr. Fikrettin
Yavuz'un oturum başkanlığı'nda "Olayların Perde Arkası" ve Yrd. Doç. Dr. Mustafa
Sarı'nın oturum başkanlığı'nda "Psiko-Politik Açıdan Ermeni Meselesi ve Bölge
Ülkelerinin Olaylara Bakışı" ana başlıklarında bildiriler sunuldu. Kongre sonrasında
Sakarya ili Mümkünlü Kasabası’nda kültür ve doğa gezisi yapıldı.
DÜNYADAN HABERLER
Yemen Krizi mi Yemen Savaşı mı?
Abdurrahman TEKİNSOY
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
Yemen olayları ile biraz biraz herkesin haberi ve bilgisi mevcut peki Yemen'de
neler oluyor, neden oluyor? Bunu bariz bir şekilde aktarmak ve anlatmak bayağı zor bir
durum; ama ben bildiklerimi şu şekilde aksettireyim ve güncel gelişmeleri sizlere
sunayım.
Öncelikle biraz Yemen’den ve Yemen yönetiminden bahsedelim. Yemen'e
yapılan müdahale Yemen'in kuruluşunu ertelediği gibi en az yarım asır sürecek yeni
bölgesel kaoslara da neden olması, şiddet olaylarının Yemen’den eksik olmamasını
beraberinde getirmekle birlikte, Ortadoğu'da 1. Dünya Savaşı'ndan sonra çizilen suni
sınırlar bölgeyi sürekli bir keşmekeşin içinde bıraktı. Yüzyıl geçmesine rağmen bu
coğrafyada istikrar neredeyse hiç sağlanmadı. İstikrar sağlansa bile adaletli yönetimler
çok az görüldü. Sınırları çizmeye çalışan ya da kendi ekonomik çıkarlarını hep göz
önünde tutan devletler tabiri caiz ise burada istedikleri atı oynatmaya çalıştılar. Arap
Baharı’ndan bu yana da çeşitli halk hareketleri oldu ama istenilen sonuçlar bir türlü
alınamadı. Son olarak Yemen'de seçilmiş hükümete karşı Husiler'in
18
yaptığı darbe
ardından Suudi Arabistan önderliğinde Körfez ülkelerinin operasyonuyla bölge bir kez
daha karıştı. Husiler, 2004-2009 yıllarında aralarındaki ihtilaflardan dolayı birbirleri ile
de savaşmış ancak Arap Baharı denilen sürecin başında, şimdi müttefik oldukları Ali
Abdullah Salih'e de karşı gelerek, Yemenlilerin isteklerine tabi olmuşlardı. Aslında biri
Katar diğeri de Körfez işbirliği teşkilatının girişimi ile Merkez-Husi gerginliklerine iki
kere aracılık yapılmış ama başarılı olunamamıştır. Zira onların amaçları hareketlerini
18
Husiler: Şiiliğin bir kolu olan Zeyyidiye’ye mensup aynı zamanda Ensar Allah olarak da bilinen isyancı
bir gruba destek vermeleriyle bilinir. Zeyyidiler, Husi nüfusunun yalnızca üçte birini oluşturur. Husiler,
1962 yılına kadar bin yıl boyunca Yemen’in kuzeyini yönettiler. Husilerin ismi ise Hüseyin Bedir el Din el
Husi'den gelir.
37 Paradigma, Güz 2015
Saada'nın 19dışına taşımaktı. Nitekim Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan otorite boşluğu
imkânı ile 2012 yılından itibaren kurdukları bazı ittifaklar sayesinde Sana'ya 20 kadar
gelip, oradan nüfuzlarını Bab’ül Mendep'e 21 doğru uzatmak istediler.
Bab’ül Mendep’e yaklaşımları, en büyük hataları olmuştur. Zira dünya petrol
taşımacılığının neredeyse yarısından fazlasının geçtiği bir alana bu gurubun yaklaşması
kabul edilemez bir hareket olarak değerlendirilecekti. Eğer Bab’ül Mendep'e doğru
yönelmemiş olsalardı, bir iç siyasi muhalefet hareketi olarak çeşitli tarafların, hatta
Yemen'in Sünni bölgelerinde yerleşmiş olan El Kaide'ye karşı ABD'nin de desteğini
alabilirlerdi. Fakat onlar Sana'ya girerken, yönlerini belli ettikleri gibi "Kahrolsun ABD,
kahrolsun İsrail!" sloganları kullanarak bu şanslarını yitirdiler.
Peki bütün bu yaşanmışlıkların ardından "Şu anda Yemen'de yaşanan kriz veya
savaş kimin krizidir veya kimin savaşıdır?" diye soracak olursak Prof. Dr. Zekeriya
Kurşun ABD'nin İran hamlesi olarak nitelendirmiş ve "Yıllardır Körfez ülkeleri İran'a
karşı duydukları kuşku ve hatta korkularını hep aleni bir şekilde söylemişler ve hatta bu
doğrultuda da olabildiğince silahlanmışlardır. Ancak buna rağmen ABD bunları
duymazlıktan gelerek, İran ile diyalog kapılarını araladı. Suudi Arabistan başta olmak
üzere diğer Körfez ülkelerini endişeye sevk etti. Bugün gelinen nokta ise, Yemen'de iç
savaş veya siyasi istikrarsızlığın bitirilmesi değil "İran'ın durdurulması" olarak sunuldu.
Bu durumda Yemen'de kim savaşıyor sorusunun bir kere daha sorulması bir zaruret değil
midir?" cevabını vermiştir.
Müslüman dünyasında da ayrılıklara yol açan Yemen krizi hükümetle muhalefet
arasında bir iç çekişme olarak başlamasına rağmen Mısır, Libya ve Suriye'deki
ayaklanmaların bir benzeri olarak görülüyordu; ancak İran'ın Husi isyancılarını
desteklediğinin ortaya çıkmasıyla çatışmalar Yemen sınırının dışına taşmaya başladı.
19
Saada ili :Yemen'in 21 ilinden birisidir. Saada ili ülkenin kuzeybatısında yer alır.
Sana: Yemenin batısında bulunan, Kızıldeniz’in doğusunda Bab’ül Mendep boğazına yakınlığı ile
bilinen bir yemen kentidir
20
21
Bab’ül Mendep Boğazı: Kızıldeniz’i Aden Körfezine bağlayan boğazdır.
Afrika ile Arap Yarımadasını birbirinden ayırır.
Konu, şimdi de Ortadoğu'nun iki ağır topu olan Suudi Arabistan ve İran arasında
doğrudan bir kriz, bölgesel savaşa dönüşmekle beraber Suudi Arabistan ve İran
arasındaki tansiyon giderek yükselmeye başladı. Riyad’ın22 Husilere silah yardımı
yapmakla suçladığı İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Basra Körfezi’nden Aden
Körfezi’ne Umman Denizi’nden Akdeniz’e kadar her yerde olacaklarını ileri sürerek
meydan okudu.
Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkeleriyle İran arasında bilek güreşine
dönüşen olaylar, Riyad'ın Tahran'ı23 suçlayan açıklamalarına sert yanıt veren Lübnan
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'a, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile
Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Hasan Firuzabadi de katıldı. Ruhani 18 Nisan 2015’te
Ordu Günü kutlamalarında yaptığı konuşmasında, Suudi Arabistan öncülüğünde kurulan
koalisyonu sert bir dille eleştirerek, “Mazlum halklara saldırmak, saldırganlara her iki
dünyada utanç getirecektir.” ifadesini kullandı.
Tüm bu yaşanan ayrılıklar ve krizlerden önce BM Güvenlik Konseyinde Yemen
hakkında bir karar aldı. Yemen hakkında alınan bu karar Yemen'de Husiler'e karşı silah
ambargosu uygulanması yönündeydi. Rusya çekimser kaldı. Yemen'de Husilere karşı
hava harekatını yürüten koalisyon ülkelerince hazırlanan ve Ürdün tarafından BM
Güvenlik Konseyi'ne sunulan karar tasarısı 14 Nisan 2015 tarihinde kabul edildi.
BM Şartı'nın güç kullanmayı düzenleyen 7. bölümü altında kaleme alınan tasarı,
14 ülkenin desteği ve Rusya'nın çekimser kalmasıyla konseyden geçti.
Tüm bunlar olurken Yemen Krizi veyahut da bazı profesör ve köşe yazarlarınca
adlandırılan Yemen Bölgesel Savaşı’nın sonunun nereye varacağı merak konusudur.
22
23
Riyad: Suudi Arabistan’ın başkentidir Arap Yarımadasının ortasında yer alır.
Tahran: İran’ın başkentidir. Coğrafi açısıyla İran’ın kuzeyinde Elburz Dağı’nın eteğinde yer alır.
39 Paradigma, Güz 2015
AB Yeterince AB Olmayı Hak Ediyor Mu?
Abdurrahman TEKİNSOY
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
Başta İngiltere olmak üzere, Rusya da büyük bir çalkantılı seçim dönemi
geçiriyor. İngiltere’yi tekrar Dünya’nın gözbebeği konumuna getirmek isteyen çok uluslu
partiler bir yana, Rusya’da Putin’i devirmek için birleşen muhalif partiler… Bunların
yanı sıra eski İMF başkanı için İspanya’da yolsuzluk suçlamaları… Hepsi bir yana
Avrupa’nın büyük ayıbı ise Akdeniz’de, hayatlarını kurtarmak veya daha iyi bir sosyal
yaşamı ellerine almaya çalışırken ölen mülteciler. AB “Neden bu ölümleri
engelleyemiyor ve bu ölümlerin neden önüne geçemiyor?” bu da büyük bir merak
konusu.
Libya'dan yola çıkan bir göçmen gemisi, daha doğrusu balıkçı teknesi İtalya'nın
Lampedusa Adası24 açıklarında batarken teknedeki yüzlerce kişiden, kurtarılan bir
göçmene göre 950 kişiden 28’i kurtarılabilirken geriye kalanlar hayatını kaybetti.
Yaşamını yitiren yüzlerce kişinin, geminin yük bölümünde kilitli kaldığı söyleniyor.
Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları 20 Nisan’da Lüksemburg'da bir araya gelip, Kuzey
Afrika'dan Avrupa'ya göçmen akını konusunda bundan sonra ne yapılabileceğini konuşup
buna yetkin kararlar alınacağını belirtti.
İtalya, göçmenleri bu tehlikeli yolculuğa özendirdiği gerekçesiyle, Akdeniz'deki
arama kurtarma operasyonlarına geçen yıl son vermişti. Oysa Mare Nostrum adı verilen
bu operasyonlar, İtalyan yetkililerin kendi açıklamalarına göre Ekim 2013 - Ekim 2014
döneminde 140 bin kişinin hayatını kurtardı. Mare Nostrum'un yerini alan AB'nin sınır
koruma örgütü Frontex'in25 Triton operasyonu ise üçte biri kadar bir bütçe, sınırlı yetki ve
insan kaynakları ile çalışıyor. Örneğin Frontex'in kendi gemileri yok, Frontex’e üye
ülkelerin ödünç verdiği gemilerle yapıyor operasyonları. Kasım 2014'te bayrağı devralan
Triton'un faaliyete geçtiği ilk dört ayda Akdeniz'de 22.300 kişiyi kurtardığı bildiriliyor;
ancak havaların ısınmasıyla birlikte İtalya kıyılarına ulaşmaya çalışan kaçakların sayısı,
24
25
Lampedusa Adası: Akdeniz’de İtalya’ya bağlı Palagie Adalarını oluşturan üç adadan biridir.
Frontex: AB üye ülkelerinin dış sınırlarının yönetimi için operasyonlar iş birliği ajansıdır.
dolayısıyla da Triton operasyonunu bekleyen görevler de arttı. Ölümlerin durup
durmayacağı ise tamamı ile merak konusu.
İtalyan başbakanı ise olayların ardından, bu yolla yapılan insan kaçakçılığını "21.
yüzyıl köleliği" olarak nitelendirdi ve "Böyle bir trajedi karşısında Avrupa'nın başka
konularda gösterdiği dayanışmayı sergileyememesi düşünülemeyecek bir şey." diye ifade
etti.
BM Mülteci Örgütü'nün verilerine göre, sadece 10-17 Nisan tarihleri arasında
Akdeniz'de 13.500 göçmen kurtarılmış. Bu yıl şimdiye kadar ölenlerin sayısı en az 1600
kişi. Kuzey Afrika'dan 2015'te 35 bin, geçen yıl da 218 bin göçmenin Avrupa'ya geçtiği
kayıtlar arasında. Malta ve İtalya gibi Güney Avrupa ülkeleri, göçmenlerin yükünü tek
başlarına kaldıramayacaklarını söylüyor. Avrupa Komisyonu ise Nisan ayının ikinci
haftasında üye ülkelerin Frontex operasyonlarını güçlendirmek için ne para ne de siyasi
destek verdiklerinden yakındı.
Birçok liberal kurum ve kuruluşun bulunduğu Avrupa ve Avrupa Birliği, bunca
ölüme ve insanlık dramına sahne olurken; adaletten yoksun ve insanlık dramlarının
merkezi haline gelmişken, “sözde” katliam ve soykırımları yargılamayı hak ediyor mu?
Kaynaklar:
BBC News, EURO News, Zaman Gazetesi, Sabah Gazetesi, TRT Haber, Yeni Şafak gazetesi.
41 Paradigma, Güz 2015
RÖPÖRTAJ
İçimizden Biri Abdurrahman Akyazan
Gökçen ERGÜVENÇ
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
Abdurrahman Akyazan, 1991 yılında Kayseri’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini
Kayseri’de tamamladıktan sonra, kariyerine Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
bölümünde lisans eğitimi alarak başladı. Akyazan Macaristan’da, “etnik kimlik ve azınlık
kavramı” üzerine yüksek lisans yaparak kariyerine devam ediyor.

Öncelikle biraz sizden bahsedelim. Neden uluslararası ilişkiler bölümünü
tercih ettiniz? Uluslararası ilişkiler bölümünü seçerken etkilendiğiniz kişi/kişiler var
mıdır?

Tarih, coğrafya ve politikaya olan ilgim beni bu bölüme itti daha çok; ama şöyle
bir şey var ki Türkiye’de birçok genç ilgi alanına yönlendirilmiyor maalesef. Aile baskısı,
toplum baskısı insanlarımızı istemedikleri alanlarda çalışmaya zorluyor. Daha da kötüsü
gençlerimiz ilgi alanlarını bilmiyor. Bunun tespiti çocuk çok daha küçükken belirlenip
yönlendirilmesi gerekir. Ben küçüklüğümden beri ilgi alanımın farkındaydım ve bu
yüzden de bu bölümü tercih ettim. İyi ki kimseden etkilenmedim bu bölümü seçerken
yoksa seçmezdim sanırım.

Kariyerinize Gazi Üniversitesi'nde başladınız, sizi okulu erken bitirme
konusunda azimlendiren şey nedir?

Dediğim gibi ilgi alanı çok önemli. Sevdiğiniz şeyi yaptığınız zaman azim denen
şey ister istemez geliyor zaten. Çevresel faktörlerden dolayı bu bölümde okusaydım
sanmıyorum ki yüksek bir not ortalaması ile ve erkenden bitirebilirdim.

Kendinizi ileride nerede görüyorsunuz?

Uluslararası bir NGO’da çalışmak güzel olurdu.

Öğrenci
değişim
programı
ile
Estonya'ya
gittiğinizi
biliyorum.
Peki Erasmus yapmanın uluslararası ilişkiler bölümünde okuyan öğrencilere katkısı
var mıdır?

Kesinlikle. Erasmus’un en önemli katkısı da dildir bence. Avrupa’nın dört bir
yanından gelen öğrencilerle bir veya iki dönem geçirmenin katkısı çok büyük. Sadece dil
de değil kişisel gelişiminiz, dünya görüşürüz ve hayata bakış açınızı tamamen
değiştirecek bir program Erasmus. Kabuğunuzdan çıkmak istiyorsanız Erasmus büyük
fırsat.

Yüksek lisansınızı Macaristan'da yaptığınızdan bahsettiniz. Macaristan ile
Türkiye arasındaki ilişkilerden bahsedecek olursak neler söyleyebilirsiniz?

İki millet de kendisini Atilla’nın torunu olarak görüyor. 150 yıllık bir Osmanlı
geçmişi var Macaristan’ın, ama şöyle bir şey var ki Balkanlar’da Osmanlı’dan dolayı bize
karşı bir nefret varken, buradaki insanlarda öyle bir şey yok kesinlikle. Hatta Türk olmak
artı bir özellik bile getirebiliyor. Hocalı Katliamı’nı tanımaları önemli mesela.

Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı Ahmet Davutoğlu Şubat ayında yaptığı
Macaristan ziyaretinde "Macarlar için Türkiye ikinci evleridir" ifadesini
kullanmıştı. Macaristan halkının bu konuya yaklaşımı nedir?

Dediğim gibi Türkiye ve Türkler gerçekten çok seviliyor burada. Diğer Batı
Avrupa ülkelerinde aşırı milliyetçi / Irkçı partiler Müslümanları hedef alırken buranın
ırkçı partisi -Jobbik- Turancı diyor kendilerine. Hatta partinin lideri Türkiye’de
seminerlere geliyor. Her ne kadar böyle olsa da bu parti gerçekten ırkçı bir parti. Roman
vatandaşlara karşı olan düşünceleri insanlığa sığmayacak cinsten.

Başbakan Ahmet Davutoğlu aynı ziyaretinde Macaristan ile ortak
kültürümüz olduğundan bahsetmişti. Günümüz Macaristan'ında bunun etkileri
sürüyor mu?

Tabi ki. Birçok ortak kelime var. Poğaçaları var börekleri var. Türbeler camiler
cabası.
43 Paradigma, Güz 2015

Birazda yüksek lisans konunuzdan bahsetsek etnik gruplar ve azınlıklar
olduğundan ve daha çok Almanya'da yaşamını sürdüren Türkler üzerine
çalıştığınızdan bahsetmiştiniz. Etnisite ve ırk arasındaki en temel fark nedir? Biraz
bahsedebilir misiniz?

Kabaca etnisiteyi kendilerini diğerlerinden bazı özelliklerinden dolayı farklı gören
insan topluluğu denebilir. Dil, tarih, kültür, din, mitler gibi ortak özellikler bu insanları
diğerlerinden farklı kılar. Irk kavramı ise bilimsel, ya da sosyolojik bir kavram değildir.
Farklı bir anlamda biyolojik bir kavram olarak kullanılabiliyor. Mesela Orta Asya’dan
gelmiş olsak bile fiziksel olarak, DNA olarak oradaki insanlardan çok farklıyız.
Avrupa’ya daha yakın olduğumuz söylenebilir. Bu durumda ırktan bahsetmek gerçekten
normal değil. Aynı etnik değerleri paylaşıyoruz, ama ırk kavramı sosyolojik, bilimsel
gerçekleri açıklamaktan çok uzak. Bu yüzden de bilimsel bir kavram değil.

Etnik kimlik bireylerin oy kullanma şeklini ne kadar ve nasıl etkiliyor?

Bu konu da çok uzman sayılmam ama duruma göre değişir. Mesela Orta-Doğu
Avrupa’da Roman vatandaşlar Roman partilerine çok ilgi göstermezlerken, başka
yerlerde bu ilgi daha fazla olabilir. Ama benim istatistik derslerinde gördüğüm kadarıyla
eğitim seviyesi, ekonomik durum, topluma uyum seviyesi en büyük etken bu konuda.

Atatürk
Üniversitesi
öğretim
üyesi
Doç.
Dr.
Şükrü
Nişancı
"Etnisite Algısının Siyasal Tercihler Üzerine Etkisi: Kars İli Kağızman İlçesi
Üzerine Bir Çalışma" adlı çalışmasında bireylerin yaşları ilerledikçe etnik kimliğe
vurgunun azaldığını ifade etmiştir. Sizce genç nüfus için etnik kimlik neden bu
kadar önem taşımaktadır? Bu bağlamda değerlendirecek olursak; Almanya'da
yaşayan Türkler çoğunluk olarak Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller Partisi'ne oy
vermiştir. Bunun nedenini etnik kimlik ile açıklayabilir miyiz?

Gençler toplumla daha çok iletişime geçtiği için sahip olamadıkları şeyleri fark
etmede daha becerikli olabiliyorlar. Bu durumda kendilerine “evet biz onlardan değiliz”
diyebiliyorlar. Bu da etnik bilinçlerini arttırıyor haliyle. Almanya’daki ikinci ve üçüncü
kuşak arasındaki yüksek milliyetçik ve dindarlık oranları ancak bu şekilde açıklanabilir.
Kim kendi haklarını daha fazla savunacaksa ona verirler illa ki. Toplumla bütünleşmiş
olsalar, ayrımcılık olmasa, bir Türk ve Alman eşit olsa Hristiyan demokratlara bile
verirler.

Türkiye’de
sığınmacı
olarak
yaşayan
Suriyeliler
ile
ilgili
ne
düşünüyorsunuz?

Zor bir durum tabi. En kısa sürede topluma uyumları sağlanmalı.

Türkiye’de
yaşayan
Suriyeliler
ile,
Almanya’daki
Türkleri
karşılaştırdığımızda ne gibi bir sonuca ulaşabiliriz?

Öyle görülüyor ki bu savaş kolay kolay bitmeyecek ve biz Suriyeliler ile beraber
uzun süre yaşayacağız. Türkçe konuşan, Türk okullarında okuyan ikinci bir kuşak ortaya
çıkacak. Umarım Almanya’daki gibi uyum sorunlarımız büyük olmaz. Yoksa ikinci
kuşaktan itibaren büyük sorunlar yaşayabiliriz Almanya’daki ikinci kuşak Türklerin
yaşadığı gibi.

Almanya'da Türkleri ilk
olarak
"misafir
işçi" olarak
adlandırdılar.
Günümüzde Almanya'da yaşayan Türklerin karşılaştığı tepkilerden, etiketlerden
bahsedebilir misiniz?

Misafir işçi kavramı kalmadı tabi. Yabancı, yabancı vatandaş, Alman Türkü gibi
kavramlar mevcut. Ama en kötüsü bizim taktığımız “Almancı” etiketi.

Almanya'da doğan Türk çocukları kimlik arayışı sorunuyla karşılaşıyor mu?

Tabiki. Ailesi çocuğu ana sınıfına göndermiyor. Çocuk okula gidiyor Almanca
bilmiyor. Almancayı öğrenene kadar derslerinden geri kalıyor. Akranlarından bir adım
geride hep. Daha sonra büyüyor bakıyor Alman değerlerine ve Türk değerlerine, ama
seçemiyor çünkü gerçekten çok farkı değer yargıları var. Daha sonra görüyor ki Alman
topluma kabul edilemeyecek. Son sığınağı Türk kimliği oluyor ve bu kimliği gerçekten
güçlü tutuyor. Dediğim gibi bu yüzden ikinci, üçüncü kuşakta yüksek milliyetçi
değerlerin görülme sebebi budur. Türk toplumunun Alman toplumundan izole olmasının
sebebi
budur.
Bazıları
oluyor gördüğü Alman değerlerini
bağdaştıramıyor ve kendini izole ediyor. Asimilasyonu seçiyor.
45 Paradigma, Güz 2015
Türk değerleriyle

Göçten sonra entegrasyon süreci nasıl gelişiyor? İşçi göçü ile giden insanlar
için o ülkenin parçası olmak ne kadar zaman alıyor?

Eğitim seviyesi, dil önemli bir faktör. Genel olarak şu kadar zaman alıyor
denemez. Azınlık ve çoğunluk arasında ne kadar eşitlik varsa, azınlığın eğitim seviyesi ne
kadar yüksekse, dil problemi ne kadar hızlı çözülürse o kadar hızlı olur. Aksi takdirde
tam tersi olur. Gettolar kurulur toplum kendini izole eder.

Türkiye'den
göç
eden insanlar ne
tür
işlerde çalışıyorlar? Türkler için
Almanya'da yaşam nasıl seyrediyor?

Birinci kuşak en ağır işlerde çalıştırıldı ve çoğunluğu emekli şimdi. İkinci ve
üçüncü kuşak arasında işsizlik çok yüksek. Çok kalifiye işlerde çalıştıkları söylenemez.
Döner-kebap önemli bir alan Türkler arasında . Çok az bir kısım üniversitelerde
okuyabiliyor.

Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın bir söyleşisinde "İstanbul Hatırası"
filminden sonra Dünya'nın birçok yerinden 'Türkiye'yi böyle bilmiyorduk' diye
mektuplar aldığını ifade etmişti. Türkiye Almanya'da nasıl biliniyor?

Türkler ve Almanlar arasında fazla kontak olmadığı için basmakalıp düşünceler,
ön yargılar gerçekten çok fazla. Almanya’daki Türklerin de bazı durumlarda güzel
örnekler gösterdiği söylenemez.

Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerden biri olan Frankfurt'ta,
geçtiğimiz günlerde Avrupa Merkez Bankası açılışında yaşanan olaylar Frankfurt
halkını ve Frankfurt'ta yaşayan Türkleri nasıl etkiledi?

Pek etkilediğini sanmıyorum.

Son olarak Türkiye Almanya ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Almanya en çok ihracat yaptığımız ülke olmasından ve 3.000.000 insanımızdan
dolayı bizim için çok önemli. Politik alanda bazı sıkıntılarımız olsa da ekonomik olarak
Almanya Türkiye için çok önemli. Almanya için de Türkiye çok önemli.
Srebrenitsa Katliamı'na Kadın ve Medya Bakışı
Zehra Eda YAKALI
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
“Büyümek istiyorum anne,
Hedef seçmektense, hedef olmayı kurşunlara,
Vurmaktansa, vurulmayı seçiyorum
Doğdum ve irkildim büyüklüğünün karşısında dünyanın,
Gördüm ve şaşırdım açgözlülüğüne insanların
İnsan insanın düşmanı mıdır?
Kim kırar gönülleri,
Korkmaz mı ve bilmez mi insan?
Bir gönül kıran, onaramayacaktır.
Ve vurduğu silah er geç dönecektir kendine.
Ve insan vurduğu kadar vurulur, bilmez mi?
Nedameti olmayana merhamet değil,
Lanet edilir ancak,
Çocukları anne, küçük kurşunlarla mı vururlar?
Oysa, çocuk merhamet demektir biraz,
İnanmaktır, bir uçurtmanın değerli olduğuna bir füzeden
Bütün bilyelerimi versem, resimlerimi, topacımı
Yetmez mi anne, yok etmeye yeryüzünden bütün silahları?
Bütün oyunlarda ebe olmaya razıyım,
Yeter ki bölmesin bir bomba rüyalarımı..
Madem savaş, en çok bir çocuğun annesiz ya da babasız olması demektir,
Ebelenmek ve daha oyuna girmemektir madem
Yakıyorum tahta atımı ve tabancamı.
Oyunlarda ne askerim bundan sonra, ne de pilot.
Söz, kullanmayacağım bundan sonra sapanımı
Oynamak istemiyorum, sonunda ‘’elma dersem çık’’ olmayan hiç bir saklambacı.
Çocukları küçük kurşunlarla mı vururlar anne?
Akar mı onların da kanları?”
Yukarıdaki dizeler, yirmi birinci yüzyılın hemen eşiğinde, medeniyetin temsilcisi
sayılan Avrupa’da tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşen Srebrenitsa Katliamı’nı
yaşamak mecburiyetinde kalmış bir çocuğun, ölürken söylediği son sözün şiire
dönüştürülmüş halidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan en büyük toplu katliamın
kurbanı olanlardan bir çocuk, umutla bir soru sordu, dedi ki: ‘’Çocukları küçük
kurşunlarla mı vururlar Anne?’’ Bundan yirmi yıl önce bir soru daha sordu çocuk ‘’Akar
47 Paradigma, Güz 2015
mı onların da kanları?’’ dedi. Akar, dün aktı bugün de dünyada kanlar akmaya devam
ediyor, tıpkı Bosna’daki gibi.
Soykırımı anımsamak felaketlerle dolu bir dönemi yeniden yaşamak, soykırımı
unutmak onu hiç yaşamamış olmayı varsaymak mıdır? Bu bağlamda ‘’Affet, ama asla
unutma!’’ söylemi nasıl yorumlanır? Sloganı ‘’Özgürlük ve Ölüm’’ olanlar mı, yoksa
tecavüze maruz kalmamak için ölmeyi seçenler mi daha özgürdür? Soykırımın
hatırlanması, tüm çıplaklığıyla bilinmesi, okullarda öğretilmesi için Boşnak olmaya
ihtiyaç var mıdır? Soykırım yaşama ihtimali olan dünyanın geri kalanının başını öne eğip
düşünmesi gerekmez midir? Tüm bu soruların yanıtları, savaş sonrasında küllerinden
doğan Saraybosna’dan, adanmış bir ömür Hasan Nuhanoviç’e, Saraybosna güllerinden,
Sevdalinka’dan, Blasted’e kadar Srebrenitsa Katliamı ile ilgili bilgiler ve daha fazlası
Ahi Evran Üniversitesi Öğretim Görevlisi Burçak Tuba Tayhan ile gerçekleştirilen
röportajda saklı.
Söz konusu röportaj, Srebrenitsa Katliamı’nın yirminci yılında soykırımın
kurbanlarını anmak ve affetmiş ama asla unutmayacak olanları toplumsal hafızaya kayıt
düşmek adına gerçekleştirilmiştir. Burçak Hoca’yı tanıyanlar bilir, onda yarası açılmış,
kapanmayacak bir Srebrenitsa vardır. Kendisi, Bosna Hersek’te saha çalışması yapabilme
fırsatını bulmuş, konuya fazlasıyla hakim bir öğretim görevlisi olmanın öncesinde
katliam kelimesini duyduğu an dahi irkilen ve konuşurken duygularını karşısındakine
yaşatan Srebrenitsa denilince insanlık adına utanan duyarlı bir kadındır. Ve yine Burçak
Hoca’yı tanıyanlar fark edecektir ki, bazı cümleleri okurken onun sesi kulaklarınıza
gelecek. Mesela, “Bayım burada bir katliam gerçekleşti, hala mı görmemekte
direneceksiniz?’’ cümlesinde olduğu gibi.
Dünyanın gözü önünde yirmi birinci yüzyılın hemen eşiğinde yaşanmış olan ve
acılarının tazeliğini günümüzde de koruyan Srebrenitsa Katliamı’nı; Tuna’nın, Drina’nın,
Kızılırmak’ın, Sakarya Nehri’nin ortak tarihi adına ve dahası insanlık adına
unutmamalıyız. Burçak Hoca’nın da söylediği gibi röportajı okurken “Bosna majko,
Srebrenice Sestro’’ dinlemeniz, naçizane tavsiyemdir. Röportaj sonunda okuyucu
akıllarında kalan sorulardan belki de en can alıcı olacak soru: “Yüreğindeki bunca acıdan
sonra “insanlığı” gerçekten affedebilir misin, Hasan?’’ olacaktır.
Srebrenitsa gerçeklerine…

Bosna İç Savaşı’nın çıkma nedeni sizce nedir? Kadınlar, erkekler ve
çocukların bu savaştaki rolünü nasıl tanımlarsınız?

En basit ve anlaşılır haliyle Yaşar Kemal’in de dediği gibi “dünyada her milletin
vatanı, diğer bir milletin mirasıdır” ve bunu kabul etmediğimiz sürece milliyetçilik çok
etnikli devletlerde her zaman muhtemel bir iç savaşın nedeni olacaktır. Bosna Savaşı’nın
çıkmasındaki temel neden de milliyetçiliğin uçlarda bir fanatizmle Sırp halkına
aşılanması ve etnik temizlik ilkesiyle yola çıkan Sırpların Boşnaklara uyguladığı
sistematik vahşetin hayal sınırlarını aşmasıdır. Dini ve etnik her imge yok edilmiş ve
kadın, erkek, çocuk ayırt edilmeksizin etnik temizlik Bosna’nın her bir köşesine sirayet
etmiş durumdadır ne yazık ki. Bu savaşta Sırpların kullandığı en büyük silahın insan
olması ve bu süreçte barış güçleri dâhil tüm insanlığın bu vahşete kulak tıkaması
maalesef bu acıyı yaşayan her bir kadın, erkek ve çocuğu bu dramın başrolüne koyuyor.

“Soykırım” yerine “büyük felaket” söyleminin kullanımındaki kavram
kaydırmanın en önemli tehlikesi revizyonizm ve inkar yolunun açılması mıdır?
49 Paradigma, Güz 2015
Büyük felaketin soykırım yerine kullanımı sizce de “sorumlu olma” kavramının
içini boşaltıyor mu?

Durum ve eylem arasında büyük bir fark var. Felaket bir durum soykırımsa bir
eylemdir. Bosna’da önceden planlanan, sonrasında uygulanan ve görmezden gelinen
soykırımın işbirlikçilerini bu süreci hala “büyük felaket” olarak adlandıranların arasından
seçmek zor olmayacaktır bu yüzden. On binlerce kanıt, yüz binlerce tanık, sayfalarca
rapora rağmen bu katliamın “felaket” olarak adlandırılması kesinlikle sorumluluğu
görmezden gelmekten başka bir şey değildir. Ne yazık ki tarihin gözleri önünde hem de
Avrupa’da yaşanan bu soykırımı, basit bir “felaket” durumuyla geçiştirmek ve inkâr
etmek için çok geç kalındı. Bosna Hersek’in sarılmayan yaraları maalesef yaşanan
soykırımı unutturmamaya yetecek miktarda.

Mihailoviç emrindeki Çetnikler’in, Boşnaklar’ın gırtlağını keserken fotoğraf
çektirmeyi kahramanlık göstergesi saymalarını, nasıl yorumluyorsunuz?

Birçok erkeğin gözü önünde çocuklarına ve eşlerine tecavüz edilmiş, yine birçok
kadının önünde eşlerine tecavüz edilmiş, eşlerinin derileri soyulmuş, intihar edemesinler
diye elleri kesilmiş ve bunlar ölüme terkedilmiştir. Fotoğrafsa sadece görsel bir izden
öteye geçememiştir. Toplumun belleği belki de en acı fotoğraf karesinden daha canlı ve
iç yakan bir etkiyle varlığını sürdürmektedir Boşnaklar adına. Ancak Çetnikler ya da
hangi saldırgan etnik olursa olsun fotoğraflar onlar için birer “kanıt” niteliğindeydi.
Gerçekleştirdikleri “etnik temizliğin” birer kanıtıydı. Susan Sontag “Fotoğraf Üzerine”
adlı kitabında şöyle der: “Bir şeyin fotoğrafını çekmek, fotoğraflanmış olan o şeyi ele
geçirmektir.” Yani o güne kadar Boşnaklara silah doğrultarak onları esir eden ve
temizleyenler şimdi üzerlerine kameraları doğrultarak hem kendilerini kanıtlama yoluna
gitmiş hem de gerçekleştirdikleri kıyımı hevesle üstlenmişlerdir. Sontag yine kitabında
“fotoğraflar kendi başlarına ahlaki bir konu yaratamazlar, ancak mevcut tutumlardan
birini güçlendirebilir ve yeni şekillenmeye başlayan başka bir tutumun oluşmasına da
katkıda bulunabilirler” der. Aynı durum bugün IŞİD’in gerçekleştirdiği katliamlarda da
ortaya çıkmadı mı? Birçok vahşet fotoğrafı ve videosunu medyaya sirküle ettiler ya da
sosyal medya yoluyla elden ele yaydılar. Kendilerini var etme, iz bırakma, kanıt
oluşturma ve yaşattığı vahşeti normalleştirme yoluyla izledikleri tutumun güçlenmesini
sağladılar aynen Bosna Savaşı’nda yaşandığı gibi.

“Kim yalan söylüyor? Kim ağlıyor? Sırbistan küçük diye. Bugün ne kadar
Müslüman’ı hamile bırakırsak o kadar ala. Şimdi Büyük Sırbistan’ı kuralım.
Türkler’i kucağımıza oturtup hamile bırakalım.” Dizelerinde dahi eril zihniyetin avı
seçilen Bosna kadınını nasıl tasvir edersiniz?

Buna benzer bir Çetnik şarkısı vardır. Sırp askerlerinin kadınları toplamadan önce
sokaklarda bu şarkıyı hep bir ağızdan söylediği anlatılır. “Yoldaş Krajisnici. Söyle
kıyıma nereye gidiyoruz? Sıradaki Hırvatlar mı yoksa Müslümanlar mı? Şüphesiz kıyım
olacak. Şüphesiz tecavüz olacak.” Bu eril dilde kelimeler değişse de anlam değişmiyor
aslında. Sırp askerlerine önce amaçları hatırlatılıyor (Sırbistan-yoldaş). Sonrasında etnik
hedef belirleniyor (Müslüman) ve bu hedefe ulaşmadaki araçları birer emir edasıyla Sırp
askerlerinin beynine kazınıyor (kadın-tecavüz). Karadziç bir açıklamasında Boşnaklara
“eninde sonunda soyunuz tükenecek” demişti. Peki, tüm dünyanın gözü önünde böyle bir
etnik temizliği nasıl yaparsınız? Önünüze çıkan her Boşnak’ı öldürmek mümkün mü? Bu
noktada doğurgan yapısının esiri olmuş kadın, etnik temizliğin en iyi aracı haline geliyor.
Ve sonuçları Boşnak kadınlar için tam bir kâbusa dönüşüyor. Binlerce kadın Sırp
askerlerinden hamile kalıyor. Hatta çoğu tecavüz kampında bu durum şansa bırakılmıyor
ve doğum sonuçlanana kadar sistematik bir şekilde tecavüze uğruyorlar kadınlar.
Tecavüz kurbanlarına yardım amaçlı yürütülen bir örgütün açıklamasına göre bu
kadınların ne bir doktor görme şansları oluyor ne de kürtaj olma. Hamilelik ve doğum
sürecinde fiziksel ve ruhsal olarak yaralanan kadın doğum sonrasında çocuğu görmek
dahi istemiyor. Yine bu örgüte “hamilelik- doğum- doğum sonrası” süreçle açıklamada
bulunan bir kadının anlattıkları Boşnak kadının en canlı tasviri… Yirmi yaşında ilk
tecavüzüne uğrayan kurban iki buçuk yıl boyunca kaç defa ve kaç erkek tarafından
tecavüze uğradığını sayamamış. Sonunda hamile kaldığında doğum çıldırmasına neden
olmuş ancak kendinde bebeğe bakma cesaretini bulduğunda ondan vazgeçemeyeceğini
anlamış. Savaş sonrasında bir Müslüman ile evlenen ve ondan da bir çocuk sahibi olan
kadının başına ne gelmiş dersiniz? Evde babasının kim olduğu bilinmeyen bir tecavüz
51 Paradigma, Güz 2015
“meyvesinin” varlığına dayanamayan koca karısını boşamış. Boşnak kadını için bu eril
dünyadaki savaş farklı boyutlara ve söylemlere bürünüp devam etmiyor mu sizce de?

Boşnak kadınları insanlık dışı muamelelere maruz kalarak gözü dönmüş
canavarların avı olmuş, Boşnak erkekleri ise kadınlarına tecavüz edilmesine seyirci
kalarak vahşi bir savaşın ortasında erkek olmanın mücadelesinde çaresizliği
görmüşlerdir.
Bu
savaşta
kadınlığın
utancını,
erkekliğin
acziyetini
nasıl
yorumlarsınız? Tüm bunları her iki cins açısından nasıl değerlendirirsiniz?

Bosna Savaşı sırasında “kadınlık ve erkeklik” kavramlarının anlamını yitirdiği
bunun yerine insanın bir savaş aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Kadın ve erkek
ortak amaca, etnik temizliğe, hizmet eden birer araç haline geliyor. Her iki cinsin utancı
ve acizliği söz konusu. Genel anlamıyla savaşanlar, mücadele edenler ve bu uğurda
ellerindeki silahlarla çatışanlar erkekler, aciz kalanlarsa “women and children” dediğimiz
“kadınlar ve çocuklar”dır. Ancak silahsızlandırılan Boşnakların düşmanına karşı
mücadele etme hakkı elinden alınmış böylece kadın, erkek ve çocuk bütün halk cinsiyet
kimliklerinden arınmış böylece hem utancın hem de acizliğin birer nesnesi haline
gelmiştir. Bu bağlamda kocası önünde tecavüze uğrayan kadın resmiyle, karısının önünde
cinsel istismara zorlanan erkek arasında sonuç olarak hiçbir fark bulunmamaktadır.

Bütün Kayıp Kişileri Araştırma Komisyonu Başkanı Amor Maşoviç’in
verdiği bilgilere göre Srebrenitsa ‘da bulunan toplu mezarların %99’u Boşnaklar ‘a
ait. En yaşlı kurban 101 yaşındaki kör nine. En genç kurbansa 29 günlük bir bebek.
Soykırımı salt tarihsel geçmişe dayandırarak açıklayanlar düşünülürse 29 günlük
bebek bu intikamın neresinde?

2012’de Saraybosna’nın en işlek caddelerinden birine, burada verilen kayıplar
anısına 11,541 kırmızı boş sandalye dizildi. Bu sandalyelerin 643 tanesi küçük
sandalyelerdi ve ölen çocukları simgeliyordu. Yol boyunca yürüyen insanlar bu küçük
sandalyelerin üstüne ayıcıklar, şekerlemeler, çeşitli oyuncaklar bırakmışlardı. Savaş ve
çocuk tezatlığını anlatan daha iyi bir sahne olamazdı. Dünya medyası ve siyasilerinin
gözünde, Bosna’da yaşanan kıyım, ölen insanlar ve yaşları hepsi sadece sayılardan ibaret.
Srebrenitsa dâhil tüm Bosna’da 200 binden fazla insan öldü. Ölenlerin %83’ü Boşnak
sivillerdi ve bunların %30’unu da çocuk ve kadınlar oluşturuyordu. Bosna topraklarında
yaşayan çocuk nüfusunun yarısı ölmüş, yaralanmış, istismara uğramış, evinden sürülmüş
ya da sakat kalmış! 7 bin çocuk öldürüldü, 35 bini yaralandı ve 1800 çocuk sakat kaldı.
Bütün bu veriler, Bosna Savaşı’nın “çocuk” tarafını anlatmanın belki de en kolay tarafı.
En zor kısmıysa yaşananlardan konuşmak… 4 yaşında bir kız çocuğu, annesi onlarca Sırp
askeri tarafından tecavüze uğramış, yürüyemez halde sürünerek onu arıyor. Mutfak
masasının altında hareketsiz yatıyor; bacaklarının arasından kan sızıyor ve sadece 4
yaşında. Hastaneye kaldırıldığında vajinasının yırtıldığı ve idrar torbasının hasar gördüğü
anlaşılıyor. Fiziksel ve ruhsal anlamda yara almış on binlerce çocuk var. Hangi hırs, hata,
intikam ya da hangi din, ırk, dil böyle bir vahşetin nedeni olabilir? Hangi çocuk bir savaş
aracı olarak kullanılmayı hak eder?

Srebrenitsa Katliamı’nın en derin, en acı ve etkisini hala sürdüren unutması,
kapanması mümkün olmayan yaralardan bir tanesi kadınlara planlanarak ve
sistematik olarak yapılan tecavüzleri bir kadın olarak nasıl yorumlarsınız?

Bir kadın olarak “sistematik uygulanan tecavüzü” yorumlamak bir yana anlatılan
hikâyeleri dinlemek ve sindirebilmek bile çok zor. Aynı sırada oturduğunuz, aynı
şakalara güldüğünüz, her gün alışveriş yaptığınız ya da evinizde misafir edip lokmanızı
bölüştüğünüz, dün kardeşim dediğiniz bugünse üniformalı yabancılara dönen dostlarınız
bir gün sizi şehrin meydanında topluyor. “Sen, Sen Sen, Sen” diyerek genç, güzel ve
sağlıklı olanlarınızı bir kamyona bindirip her gün önünden geçtiğiniz ancak şimdi birer
tecavüz kampına dönen binalara hapsediyor. Bazılarınız tekli odalara hapsediliyor
bazılarınız ranzalı odalara. Bir dakika önce yanınızda olan kadın bir bakıyorsunuz bir
dakika sonra yok. Sonra bir bakmışsınız sıra size gelmiş. Günlerce, haftalarca, aylarca ve
yıllarca sistematik olarak cinsel istismar görüyorsunuz. Size devamlı çocuğunuzu, eşinizi
ya da annenizi nasıl öldürdüklerini anlatıyorlar. Sizi başka askerlere satıyorlar ve bir daha
geri dönmüyorsunuz. Bu sahneleri daha da uzatabilir, insanlıktan daha da çıkarabilir ve
iğrençleştirebiliriz. Ve ne yazık ki hiç biri hayal ürünü değil. Bahsettiğimiz bu olaylar
sadece Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde tanık kadınlar tarafından
anlatılanlar. Bir insan olarak bu duruma tek yorumum bu savaşta tecavüzün bir savaş
aracı olarak Boşnak kadınların onurunu ve etnik kimliklerini yeryüzünden temizlemek
53 Paradigma, Güz 2015
için yıllarca kullandığı ve on binlerce kadın üzerinde fiziksel ve ruhsal izler bırakarak bu
konuda kesinlikle başarılı olduğu olacaktır.

Tecavüz, savaşlarda insanlık dışı olup ancak insanlığı en çok yaralayan silah
konumunda. Erkekler de kadınlar da fizyolojik olarak tecavüze maruz kalıyor.
Ancak bu silah savaş zamanında yalnızca kadınlar üzerinde kullanılıyor. Sizce
bunun sebebi kadın bedenini kullanmanın dışında erkek zihnine zarar vermeyi
hedeflemek mi, kadından haz almak mı yoksa geleceği hedeflemek mi?

En azından Bosna Savaşı açısından konuşursak amacın kesinlikle geleceği
hedeflemek olduğunu söyleyebiliriz. Bir eylemi sistematik hale dönüştürdüğünüzde
“an”dan çıkarsınız ve uzun vadeli bir amacınızın olduğunu gösterirsiniz. Savaş sırasında
yaşı ne olursa olsun birçok Boşnak erkeğine tecavüz edilmiş, cinsel istismara zorlanmış
ya da ailesindeki kadınlara zorla tecavüz edilmeleri yine zorla Boşnak erkeklerine
izletilmiştir. Ancak erkeğin kültürel anlamda rolüne baktığımızda tecavüzün erkek
kimliğine ve zihnine verilen kasıtlı bir zarar olduğunu görüyoruz. Eve ekmek getiren,
evin reisi olan erkek öncelikli olarak cinsel saldırıya uğradığında “sahip olma”
(possession) gücünden oluyor. Sonrasındaysa gözleri önünde ailesindeki kadınlara cinsel
saldırıda bulunması ataerkil bir toplumda kendini var eden erkeğin kültürel kodlarının
elinden alınmasına ve hiçleştirilmesine neden oluyor. Kadına uygulanan sistematik
tecavüz ise kadının kimliğine, zihnine ve reprodüktif yeterliliğinden kaynaklı biyolojisine
verilen zararlarla sonuçlanıyor. Kadınların tecavüz kamplarına götürülmesi, kendi
isimleri yerine bu kadınlara Sırp isimlerinin verilmesi, kızlarına zarar vermekle tehdit
edilerek tecavüze zorlanması, onlarca erkek tarafından “doğum yapana kadar” tecavüze
uğraması kadını temel cinsiyet rolleri “anne ve eş” olma durumundan çıkarıp dişi bir
üretim makinasına dönüşmesine neden oluyor. Sonuçta kadın ve erkek kimlik
bağlamında uzun vadeli olarak sıfırlanıyor ve etnik temizlik amacının temel bir aracı
olarak işlevini sürdürüyor.

Pek çok Boşnak kadını yaşadıkları tecavüzleri anlatmaktan tanıklık
etmekten çekiniyor. Sizce bunun sebebi nedir? Siz yaşasaydınız, anlatır mıydınız?

Bosna Savaşı sırasında resmi kayıtlara göre yirmi bin, resmi olmayan kayıtlara
göre elli bin civarında kadın ve çocuğun tecavüze uğradığını düşünürsek, bu savaş
kurbanlarının yaşananları kendilerine bile anlatmaları ve kabul ettirmelerinin çok zor
olduğunu görürüz. Hele ki bir mahkeme salonunda karşısında bu suçun failleri kayıtsız
bir şekilde otururken… Kadınlar tanıklık etmekten korkuyorlar çünkü failler hala daha
sokaklarda ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar ve bir gün intikam almak için
kapılarını tekrar çalmalarından çekiniyorlar. Sonrasında eşlerinden ve ailelerinden
çekiniyorlar. Toplum içinde tekrar “kurban” olarak anılmaktansa sessiz kalmayı tercih
ediyorlar. Cinsel saldırıya maruz kalan ve susmayı tercih eden kadın sayısı çok olsa da
özellikle Lahey’deki Savaş Suçları Mahkemesi’nde ifade veren savaş kurbanları, tüm
Boşnak kadınlarının sesinin duyurulmasını ve tecavüzün insanlığa karşı işlenmiş bir suç
olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Yine bu mahkemede ifade veren kadınların yüzleri
mahkeme salonu dışındaki izleyicilerin görmeyecekleri şekilde buzlanmış, isimleri yerine
her birine verilen numaralar kullanılmış ve sesleri çevirmenlerin sesleriyle değiştirilmişse
de verdikleri ifade hiçbir gerçeğin üzerini kapayamamıştır. Tanıklardan birinin söylediği
sözler işin özeti gibi aslında: “Benim kim olduğumu bilmelerindense hikâyemi
dinlemelerini tercih ederim”. Ben yaşasam anlatır mıydım sorusuna gelince cevaplaması
oldukça zor bir soru. Yaşamak ve varsaymak arasındaki derin uçurumun farkındayım.
Ancak şunu biliyorum ki o kadınlar o gün o mahkeme salonunda olmasaydı yaşanan
hiçbir vahşet kayıtlara net bir şekilde geçmeyecek ve Kumarac Davası “savaş köleliği”
tanımını değiştirmeyecekti.

Subasic, şunları aktardı: “Hedefimiz bütün kadınlara cesaret vermektir.
Yapılan soykırımı anlatsınlar. Şimdi Sırplar bize “Bosna'da yine savaş olsa artık
erkekleri değil kadınları öldüreceğiz” diyorlar.” Sıplar’ın ölüm tehdidinden
yaptığınız çıkarım, Boşnak kadınlarının soykırımı anlatma ve asla unutmama
mücadelesini kazandığı olabilir mi?

Boşnak kadınlarının özellikle “asla unutmama” konusunda dirençli olacakları
aşikâr. Yaşanan fiziksel ve ruhsal acıların yüz binlerce insanı etkilemiş olması zaten
unutma eylemini imkânsız kılıyor. Ancak “anlatma” eylemi maalesef çok daha sancılı
geçiyor Boşnak kadınlar için. Ülke çapında kurulan rehabilitasyon merkezlerine başvuran
55 Paradigma, Güz 2015
ve tedavi görmek isteyen kadın sayısıyla bu acılara tanıklık eden kadın sayısı arasında
maalesef ki bir uçurum var. Kadın yıllar süren büyük bir savaştan sağ çıksa da savaş
sonrasında kültürel tanımlamalarla kodlanmış eril dünya savaşından galip çıkamıyor.
Yeniden kurmaya çalıştığı hayatlarda eşinden, çocuklarından, ailesinden, hala hayatta
olan faillerden kısacası eril bir dille tekrar “kurban” olarak tanımlanmaktan ve
yargılanmaktan korkuyor. Bir belgeselde Boşnak bir kadın, Facebook üzerinden ona
tecavüz eden ve şiddet uygulayan kişiyi bulduğunu söylemişti. “Onun toplum içinde
normal bir insan olarak var olduğunu görmek beni bir kez daha yaraladı. Neler
hissettiğimi anlayabiliyor musunuz?” diyordu. Maalesef faillerinin sosyal hayattaki
varlığını bilen ya da varsayan kadınlar bırakın yaşadıklarını yüksek sesle anlatmayı bu
gerçeği kendilerine bile hatırlatmaya korkuyorlar.

Savaş sonrasında kullanılan “Bosna annem, Srebrenitsa ablam’’ söylemini
nasıl yorumlarsınız?

Boşnakça bilin bilmeyin bu sözleri bir kez dinleyin derim. Sözlerine ya da
anlamına bakmadan önce sizde uyandıracağı duygu neyse aslında onu anlatmaya
çalışıyor bu dizeler. Her yıl Srebrenitsa Katliamı’nı anma törenlerinde Boşnak, Hırvat ve
Sırp çocuklar bir koro halinde bu dizeleri söylüyorlar: “Anne, anne seni hala rüyamda
görüyorum. Abla, ağabey her gece rüyamda sizi görüyorum. Ancak yoksunuz, yoksunuz,
yoksunuz. Her hareket ettiğimde görüyorum sizi. Anne, baba neden yoksunuz? Bosna,
sen benim annemsin. Bosna benim, seni annem diye çağırırım. Bosna annem, Srebrenitsa
ablam. Yalnız olmayacağım. Lanet olsun, lanet olsun, lanet olsun.” Katledilen, izleri
kaybedilen yüzbinlerce anne, baba ve çocuk var Bosna Hersek topraklarında. Srebrenitsa
topraklarının altında üstünde yaşayandan daha çok insan yatıyor maalesef. Bu yüzden
geride kalanların ellerinde aileleriyle artık tek bağları olan vatan toprakları var. Aynı
acılarla yoğrulmuş bir halk olarak Bosna Hersek vatandaşları için artık her bir toprak
parçası anne ya da kız kardeş bundan sonra.

Paskalya Günü’nde yumurta tokuşturduğu Paula Teyze ile düşman olan
Fadile Hanım imgesini nasıl yorumlarsınız?

Aynı kültürü paylaşan Paula Teyze ve Fadile Hanım Noelleri, Ramazan
Bayramlarını birlikte kutlamış, birbirlerine kutsal günlerde hediyeler vermiş, acılarını
aynı ağıtlarla paylaşmış, birbirlerinin dertlerine ortak olmuş, “Sevdalinka”ları beraber
söylemiş, Gjurgjuvden- Jurjevo- Durdevdan ismi ne olursa olsun Hıdrellezi beraber
kutlamak için evlerini güllerle donatmışlardır yüzyıllarca. “Öteki” veya “düşman”
kavramlarıysa milliyetçiliğin hortlatılmasıyla Paskalya Günü yumurta tokuşturan
kadınları eski bir anı olarak geride bıraktı. Bir yanda onlarca kişinin tecavüzüne ve
işkencesine uğrayan, vajinası paramparça olan, bebeği gözünün önünde nehre savrulan,
sevdikleri paramparça edilen Boşnak kadınlarla, bu katliam tarafına katılan askerlere
alkış tutan, onlara sigara ve yiyecek uzatan Sırp kadınlarının kırmızı çizgilerle ayrılmış
iki portresi elimizde kaldı. Kadın-erkek, Hırvat-Boşnak-Sırp, Katolik-MüslümanOrtodoks gibi ayrımların yıkamadığı “Paula Teyze ve Fadile Hanım” imgesini
milliyetçilik bin bir parçaya bölmeyi başardı.

Medya, Srebrenitsa Katliamı’nı dünya kamuoyuna nasıl yansıttı, bu
konudaki etkisi ve işlevi neydi?

Aslında medyayı, savaşı körükleyen baş aktörlerden biri olarak görürsek
Srebrenitsa Katliamının medyada yansıtılan ya da yansıtılmayan yönlerini daha iyi
anlayabiliriz. Miloşeviç bu anlamda Büyük Sırbistan hayaline ulaşmak ve milliyetçiliği
körüklemek için medyayı en etkin şekliyle kullanmış ve ideallerini beklediğinden daha
hızlı yaymayı başarmıştır. Miteviç’in yardımı olmasaydı Arnavutluk’taki Sırp azınlığını
bu kadar hızlı galeyana getiremezdi. Sırpların ezildiğini, katledildiğini ve onlara
Arnavutlar tarafından tecavüz edildiğini başta dedikoduyla sonra da medya aracılığıyla
yayarak binlerce Sırp’ı sokaklara dökmeyi başardı. Basın resmen ateşe kürekle gidiyor,
“sözde” şiddet gören Sırp halkıyla röportajlar yapıp halka bu durumu kanıksatılıyordu.
Bütün bu kayıtlar hala internette mevcut ve medyanın savaştaki rolünü daha iyi
anlamanız için bunları izlemenizi tavsiye ederim. Bu yüzden vahşet dünyanın gözü
önünde süregiderken medyanın üç maymunu oynaması bu anlamda bizi şaşırtmayacaktır.
Örneğin Srebrenitsa Katliamı sırasında çocuk hafızamdan kalan tek görüntü “UN”
yazısıdır. Türk televizyonlarının gösterdiği Birleşmiş Milletler kamyonları, yiyecek
yardımı yapan askerler, neşeli çocuklar… Peki, hangi uluslararası televizyon
57 Paradigma, Güz 2015
Srebrenitsa’da otuz Hollandalı askerin yirmiş beş binin üzerinde insanı Sırpların ellerine
bıraktıktan sonra içki, dans ve müzik eşliğinde eve dönmelerini ve özgürlüklerini
kutlamalarını verdi? Maalesef hiçbiri. Ölüm ve tecavüz kamplarındaki görüntüleri ve
yaşananları aktaran sayılı gazeteci olmasa bunlar hala tam anlamıyla bir bilinmez olarak
kalacaktı. Onca haykırışa ve delile kulak tıkayan dünya, bu görüntülerin medyada ses
bulmasından sonradır ki üç maymunu oynamayı bırakmıştır.

Bosna Hersek’e ilk adım attığınız an ve şehri terk ettiğiniz an ne hissettiniz?
Şehir ve halk hakkında izlenimleriniz nelerdir?

Saraybosna’ya geçen yıl Mayıs ayında uluslararası bir edebiyat konferansı için
gittim. Uzun zamandır gitmek istediğim kentlerden birisiydi Saraybosna. Bosna
Savaşı’yla alakalı birçok metin, roman, belgesel ve film izlemiş biri olarak her daim
farklı bir gönül bağıyla bağlı olmuşumdur Bosna’ya. Ancak adım attığım ilk andan
itibaren Saraybosna beni sanki her bir yarasını görebileyim diye elimden sıkı sıkı tuttu ve
sarstı. Havaalanından kaldığım otele kadar yaptığım taksi yolculuğu benim için
şaşkınlığa ve kendi içimde yaptığım bir sorgulamaya dönüştü. Okuduğum hiçbir kelime,
izlediğim hiçbir film karesi o yirmi dakika boyunca tanık olduğum binlerce kurşun
izinden birine bile karşılık gelemezdi. Tek bir kurşun izinin bile kapatılmadığı bir
Saraybosna vardı karşımda. Orada kaldığım hafta boyunca sabah yaptığım ilk şey
Başçarşı’da kaldığım otelin penceresinden karşımda duran kurşun izlerini bir süre
izlemek oldu. Bir ritüel, bir arınma ya da insanlıktan af dilemekti benim için. Camilerin,
kiliselerin, medreselerin sadece yüzer metre aralıkla konumlandığı bu kentin böylesine
bir vahşeti yaşaması hiçbir gerekçeyle açıklanamaz. Buna rağmen Boşnaklar, Sırplar ve
Hırvatlar bugün yine birbirlerine komşuluk ediyor, çocukları aynı sıralarda oturuyor ve
yine birbirlerine âşık oluyorlar. Yirmi yılın ardından canla başla çalışan, aynı sokaklarda
tereddütsüz beraberce yürüyen Bosna halkı gidip görülmeye değer özellikle bütün
kudretleriyle ayakta kalmayı başaran Bosnalı kadınlardan ders almak için.

Günümüzde müze olarak kullanılan Ümit Tüneli‘ni Butmir‘de yaşayan
Bojna Kolar ailesi ve iki yüz bin Boşnak askeri Saraybosna için zor şartlarda
çalışarak kazdı. Bu azim ve başarı karşısında neler söyleyebilirsiniz? Bosna Hersek
ziyaretinizde müzeyi görme fırsatınız oldu mu?

Maalesef Ümit Tüneli’ne gittiğimde kapanmıştı ve görme şansım olmadı. Ancak
şunun farkındayız ki Bosna Savaşı’nda ne kadar insan öldüyse belki de bir o kadarı şu an
bu tünel sayesinde hayatta kaldı. Kolar ailesinin fedakârlığı, bu tüneli açmak için canla
başla çalışan siviller ve askerler ellerindeki belki de tek silah olan kazma küreklerle
büyük bir mücadele sonuncunda yiyecek ve yardım sevkiyatının sağlanmasını
kolaylaştırdı. Şu an müzeye dönüştürülen tünelde savaş sürecini anlatan videoları izleyip
o dönemde kullanılan araç gereç ve kıyafetleri inceleme şansı bulabilirsiniz.

Boşnaklar’ın “Affet ama asla unutma’’ söylemine karşılık camiileri yakıp
yıkanların “Bizi unutmayın, biz buradayız!’’ dercesine camiiler üzerinde haç
işaretleri yerleştirmeleri hakkında neler söylersiniz?

Bence Boşnaklar tezatlıkları çok derin yaşayan bir halk oldukları için bu kadar
güçlüler. Mermi izlerini kapatmayıp her gün o izlere bakan, havan toplarının izlerine gül
adı veren bir halk için devasa haç heykellerine verilen en net cevap belki de “affet ama
asla unutma” olacaktır. Mostar nüfus olarak Müslüman ağırlıklı bir kent ancak
dağlarındaki o devasa Hırvat hacını da yüklenmiş durumda. İşte bu yüzden Mostar’ın bir
köşesindeki taşın üzerindeki “affet ama asla unutma” yazısı yaratılan bütün güç
imgelerine daha ağır basıyor.

Boşnak olduğu söylenen Ayşe Kulin’in yazdığı Sevdalinka romanındaki
Saraybosna’yı nasıl yorumlarsınız?

Ayşe Kulin bizlere beş yüz yıldır aynı topraklarda iç içe yaşayan bir Bosna
mozaiği sunuyor. Kulin, bu romanında süregiden iki savaşı anlatıyor: Birincisi tüm
vahşetiyle süren Bosna Savaşı; ikincisi ise ana karakterlerden Nimeta’nın, Bosna
Savaşı’nın bir mikro biçimi olan kendi içinde verdiği savaş. Bir Sırp’a duyduğu yasak aşk
sonrasında yaşadığı ikilemler onu seçim yapmaya zorluyor, bunun sonucunda çocuklarını
ve eşini seçiyor. İki savaşın galibi de mikro milliyetçilik oluyor bir anlamda. Kulin’in
Bosna’sı 1100’lerin sonundan 1990’ların sonuna kadar hep yara alan, dışlanan, arzulanan
59 Paradigma, Güz 2015
ve parçalanan bir Bosna portresi çiziyor. Kulin Ban’dan Bilge Kral İzzetbegoviç’e kadar
geçen sürede Bosna’nın harita üzerinde komşularının iştahlarını kabartması ve
Bosnalıların buna karşı verdiği özgürlük mücadelesi anlatılıyor. Titiz bir tarihsel
çalışmayla yazılmış olan bu roman, Bosna’da yaşanan vahşeti sebep ve sonuçlarıyla
çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Ayşe Kulin’in resmettiği ölüm ve tecavüz
kamplarının acı gerçekleri hiçbir belgeselde bulamayacağınız türden maalesef.

İngiliz tiyatro yazarı Sarah Kane’in 1995’te sergilenen “Blasted’’ adlı
oyunundaki Ian ve Cate karakterlerinden yola çıkarak kadın, erkek ve savaş
imgeleriyle beraber savaş ve cinsel şiddeti nasıl yorumlarsınız?

“Blasted”, Suratına tiyatro (In-yer-face) türünün en çarpıcı örneklerinden bir
tanesi. En genel tanımıyla “suratına tiyatro” seyirciyi ensesinin kökünden tutarak verilen
mesajı alıncaya kadar silkeleyen oyunların tümüdür. İzleyiciyi birer suç tanığına
çevirerek önce izleyicinin kendisini sonrasındaysa çevresini sorgulamaya zorlar. Ünlü
İngiliz oyun yazarı Sarah Kane bu oyununda, Bosna’da yaşanan soykırımla İngiltere’de
bir otel odasında yaşanan “basit” bir tecavüz olayı arasında bağlantılar kurarak şiddete,
eril güce, etnik temizliğe aslında çok da uzak olmayan bir Batı resmi çiziyor. “Leeds’te
bir otel odasında gerçekleşen tecavüzle Bosna’da bir savaş aracı olarak kullanılan toplu
tecavüzün ortak noktası nedir?” sorusu bu oyunun başlangıç noktası. Oyun Eski
Yugoslavya’da yaşanan Bosna Savaşı’nın fiziksel, duygusal ve cinsel boyutlarına batılı
bir cevap niteliğinde. Leeds’te bir otel odasıyla Bosna iç savaşı arasındaki paralelliği
sahnede “tecavüzü” açık bir şekilde sergileyerek gösterir ve Avrupa’nın merkezinde
senelerce varlığını sürdüren tecavüz kamplarına açık göndermelerde bulunur. Oyunun üç
karakteri vardır; Ian, Cate ve Asker. Ian 45 yaşında oldukça cinsiyetçi, ırkçı ve
homofobik bir gazetecidir. Cate ise 21 yaşında orta sınıftan gelen genç bir kadın aynı
zamanda Ian’ın eski sevgilisidir. Asker ise oyuna sonradan dâhil olan ve savaşı temsil
eden bir karakterdir. Eski dostluklarının hatırına Ian ve Cate, Leeds’te lüks bir otel
odasında buluşurlar. İlk perdenin sonunda Cate ve Ian arasında geçen güç ve cinsiyet
savaşlarına tanık oluruz. İkinci perdeyse Ian’ın Cate’e tecavüzüyle açılır. Bir zamanlar
onunla birlikte olması bu durumu kendinde hak görmesine neden olur. Nasılsa daha önce
Ian’la birlikte olmuş; şimdi neden olmasın? Kane, otel odasındaki tecavüz sahnesi ve
Ian’ın kendince uydurduğu mazeretleri
“etnik temizlik” adı altında kadınlara ve
çocuklara tecavüz edilen Bosna Savaşı’yla bağlamıştır. Bizi coğrafya ötesinde
düşündürür Kane. Bir otel odasının dört duvarı dünyanın herhangi bir yerindeki dört
duvar olabilir. Bu dört duvarın içindeki “tohum” dışarda süregiden savaşın ilk adımları
değil de nedir? Bu tohum bir ağaca, bir savaşa dönecek ve bu dört duvar yıkılarak Ian ve
Kane yani Batı da bu savaşa dâhil olacaktır. “Personal is political” yani kişisel (otel
odası) olan politiktir (Bosna Savaşı) söylemiyle kadın ve erkek arasındaki “özel” bir
mesele genel anlamda şiddete, isyana hatta savaşa kadar uzanacak bir döngüye neden
olabilir. Tecavüz sahnesinden sonra otel odası bir an savaş bölgesine dönüşür. Üçüncü
karakter olan Asker elinde tüfeğiyle o sırada sürmekte olan savaşın bir göstergesi olarak
otel odasına girer. Kane bu sahneyle seyirciye hiçbir zaman tam anlamıyla güvende
olamayacaklarını ve Bosna örneğinde olduğu gibi kendilerini bir savaşın içinde
bulabileceklerini gözler önüne serer. Kane, bu güç savaşıyla ve sınırları kaldırmasıyla
İngiltere’de 90’larda yaşanan ırkçılık söylemlerinin aynı şekilde bir gün kendi başlarına
da bela olabileceğini gösterir. Bu dönemde Batı için “şiddet” çok uzaklarda kendini
gösteriyordu. Eski Yugoslavya’da yaşanan savaş, Eski Sovyetler Birliği’ndeki etnikler
arası çatışmalar, Ruanda katliamı gibi insanlık dışı şiddet eylemleri hep Hristiyan
Batı’nın dışında vuku buluyordu. Onlar için bir otel odasında geçen “kadın-erkek” savaşı,
kendilerinin de güvende olduğunun göstergesiydi. Son perdede Asker’in otel odasına
gelmesiyle Cate’in tehlikeyi sezip kaçması bir olur. Ian şimdi odada bu sefer Asker ile
beraberdir. Aradaki tek fark ise fallik bir sembol olarak tüfek Asker’in elindedir ve güçler
dengesi Ian’ın aleyhine bozulmuştur. Bu dengenin Asker’in eline geçmesi sonucunda bu
sefer Ian tecavüze uğrar. Sessiz kalır ve tepki veremez, Batı’nın Bosna’ya sessiz ve kör
kalması gibi. Oyun boyunca dört tecavüz vakası işlenir, her biri cinsler ve güçler
arasındaki dengenin birer sonucudur. Otel odasında kadın ve erkek bağlamında güçlü
olan erkek “haklı olarak” kadına tecavüz eder. Odadan kaçan kadın savaş sırasında
güçsüz (silahsız) kaldığı için askerlerin tecavüzüne uğrar. Sonrasında odada iki erkek baş
başa kaldıklarında silah eril güce güç kattığı için asker erkeğe tecavüz eder. Askerin
anlattıklarından yola çıkarak sevgilisinin diğer askerler tarafından tecavüze uğradığı
ortaya çıkar böylece erilin erille savaşı boy gösterir. Kane adeta cebindeki bombaları
seyircinin üzerine atmaktadır bu oyunda.
61 Paradigma, Güz 2015

Bosna Hersek’in en zengin koleksiyonunu barındıran milli kütüphanesinde
Osmanlıca, Farsça ve Boşnakça el yazması kitaplarla birlikte 1,5 milyon kitabın
imha edildiği kültürel katliamı nasıl yorumluyorsunuz?

Saraybosna’da bulunduğum hafta milli kütüphanenin restorasyonu sonrası açılış
törenine katılma şansım oldu. Görülmeye değer bir açılış töreniydi. Bosna halkının yoğun
katılımı, filarmoni orkestrası, klasik müzik dinletisi, çok değerli sanatçılar ve devlet
adamlarının varlığı, biz Bosnalılar olarak buradayız ve güçlüyüz mesajını veriyordu. Sırp
komutanların JNA birliklerinden yapmalarını istedikleri şeylerin başında gelen kentleri
ele geçirmeden taş üstünde taş bırakmamalarıydı. Öldürülen ve ya sürülen insanlardan
arda kalan kentlerden de geride bıraktıkları kültür mirası açısından korkuyorlardı. Bir
kenti bütün kültürel imgeleriyle harabeye çevirmeden o kenti teslim almıyorlardı. Ancak
bu durum Saraybosna gibi büyük ve çok nüfuslu kentlerde zordu. Bu yüzden kültürel
mirası tek bir hamleyle yok edebilecek noktalara yoğunlaşmışlardı. Milli kütüphane bu
yerlerin başında geliyordu. Çünkü Büyük Sırbistan hayalini gerçekleştirmek kesin ve net
bir “etnik temizlikten” geçmekteydi. Ray Bradbury bile, 1953’te yazdığı “Fahrenheit
451”
distopyasının
Batı’nın
gözleri
önünde
gerçekleşebileceğini
düşünmezdi
muhtemelen. Fahreinheit 451, kitap kâğıtlarının yanıp tutuştuğu sıcaklık derecesidir ve bu
distopyada Bradbury, bütün kitapların yakıldığı ve bu yolla insanların tarihsel
kimliklerinin unutturulduğu bir dünya resmeder. Bosna Savaşı’nda yaşanan bu etnik
temizlik adeta bu kitabın bir uyarlamasına benzemektedir. Milyonlarca kitap, elyazması
ve belge o yangında kaybedildi, Boşnak kimliği küllerle birlikte savrulup yok olmaya
zorlandı. Can havliyle kitapları kurtarmaya çalışan halkın üzerine ateş açıldı ama hiçbir
şey Bosna halkının 2014 Mayıs’ında o kütüphaneyi tekrardan açmasına engel olmadı.

Bosna Hersek ziyaretiniz hakkında neler söylemek istersiniz, orada
yaşadığınız ilginç bir olay ya da hafızanıza kazınan bir görüntü var mı?

İlk aklıma gelen görüntü kesinlikle “Saraybosna gülleri”. Aklınıza hoş kokan ve
rengârenk bahçelerde açan güller gelmesin tabi. Unutmayın burası Bosna Hersek, “bal”
ve “kan”dan var olan topraklar. Kuşatma sırasında patlayan havan toplarının sokaklarda
bıraktığı izleri kapatmak şöyle dursun bu izleri kırmızı reçineyle kaplayıp bir güle
benzetmişler. Bir an üzerine basıyorsunuz ancak bu izin ne olduğunu anladığınızda
kolayca geçmek mümkün olmuyor. O an, oradan siz ya da bir sevdiğinizin geçiyor
olabileceği ihtimali Bosna Hersek ziyaretini hiç olamayacağı kadar anlamlı kılıyor.

Boşnak kadınlar: “Bugün bizim hayatımız devam ediyor; ama onların hayatı
devam etmiyor” diyorlar ve sizce adalet gelecek mi?

Bugün bu acılara tanık olmuş hangi Boşnak kadınını bir mahkeme sonucuyla
mutlu edebilirsiniz ya da onlara adaletin sonunda tecelli ettiğini inandırabilirsiniz
tartışılır. Srebrenitsa katliamı ile ilgili bir belgeselde izlediğim ve BM askerlerinin
çevirmenliğini yapan ancak şans eseri kurtulan Hasan Nuhanoniç’ın söyledikleri hala
kulaklarımda. Hasan’ın ilk sorusu “aileme ne oldu?” idi. “Eğer onu öldürdülerse
bedenleri nerede?” ve “ailemi kim neden öldürdü?” Bu soruların cevabını istiyorum ki
suçlular yakalanıp cezalandırılsın diyordu. Boşnaklar için adalet kavramı oldukça yavaş
işliyor bu bağlamda. Hala daha çoğu toplu mezarın açılmadığını ve geride kalan ailelerin
kayıplarını bulamadığını düşünürsek suçluların bulunması ve yargılanması kat edilecek
yolun çok uzun olduğunu gösteriyor. Yüzlerce tanık, on binlerce sayfalık tutanak ve
delilden sonra Sırp lider Karaciç hakkındaki kararın savaş bitiminden neredeyse 20 yıl
sonra verilmesi umutları her geçen gün azaltıyor. Tanıklar ya korkuyor ya kaçak
durumunda ya da ölmüş. Geride kalanlarsa yorgun ya da kendi ölülerinden farksız
durumdalar. Siz bu insanlara güvenli bölgede olduklarına inandırıyorsunuz ve geceleri
rahat uyuyabilecekleri yönünde teminat veriyorsunuz ve sadece birkaç gün geçtikten
sonra bu insanlardan 7500’e yakın erkeğin ölü ve kayıp olduğu ortaya çıkıyor. Artık
hangi söz, hangi teminat ya da sonuç geride kalan kadın ve çocukları mutlu eder?
Katliamdan dört yıl sonra yaşadığı topraklara dönen, bir oğlunu kendi elleriyle gömdüğü
mezarın başında “dört koca seneden” sonra ilk defa dua eden, eşi ve diğer oğlu için
gıyabında kılınan cenaze namazına “dört sene” sonra katılan ve onların bedenlerini “yine
dört koca seneden” sonra bulmak için bir tünelde bekletilen içi kemik dolu yüzlerce
çuvala bakmak zorunda bırakılan Srebrenitsalı kadına hangi cevap bir adalet göstergesi
olabilir?
63 Paradigma, Güz 2015

Srebrenitsa Katliamı’nda ailesini kaybettikten sonra hayatını Srebrenitsa
yaşanmışlıklarını ve gerçeklerini dünyaya duyurmaya adayan Hasan Nuhanoniç ile
karşılaşmış olsaydınız ona neler sormak isterdiniz?

Hasan Nuhanoniç olmasaydı, Srebrenitsa ile alakalı birçok gerçek gün yüzüne
çıkmadan kaybolup gidecekti kuşkusuz. Birleşmiş Milletler askerlerinin tercümanlığını
yapan Hasan’ı bir BBC belgeselinde izlemiştim. Bu katliamdan “her anlamda” sağ
çıkabilen nadir sivillerden. Ne yazık ki ailesiyle birlikte binlerce kaybın arkasından
sadece bakakalmış ve kendini bu vahşetin dünyaya duyurulmasına ant içmiş biri. Babası
toplu mezarlardan birinden çıktığında anca kemiklerinin yarısından azını Hasan’a teslim
edebiliyorlar. Kardeşinin cesedini 2010’da ona aldığı tenis ayakkabılarından teşhis
ediyor. Ondan arda kalanlar bir kutu içinde eline tutuşturuluyor. Annesi yine aynı yıl
Sırpların çöplük olarak kullandığı bir arazide bulunuyor. Yüreğindeki bunca acıdan sonra
“insanlığı” gerçekten affedebilir misin, Hasan?

Bosna Hersek iş gücü anlamında kadınların da işgücüne dahil olması
gerektiğini anlayınca nasıl bir ülke yarattı? Bu bağlamda kadınların kamusal
alanda çalışma şartları ve kadın emeği hakkındaki görüşlerinizi paylaşır mısınız?
Savaş sonrasında kadınların iş gücüne katkıları göze alındığı zaman toplumsal
cinsiyet rollerinin kalmadığını hatta kadın ve erkek kimliğinin ortadan kalkıp
insanlığın öne sürüldüğünü söyleyebilir misiniz?

Bir yabancı olarak Bosna Hersek’e baktığımda kadınların aktif olarak çalıştığını
görmek beni gerçekten şaşırtmıştı. Hatta içten içe “acaba bir şeyler değişiyor mu?” diye
heveslendiğim anlar çok oldu. Mesela ünlü bir pastaneyi çalıştıran anne ve kızları, Gazi
Hüsrev Bey Camii bahçesine çay servisi yapan kadın işletmeci, Bosna sokaklarındaki
sayısız dükkân hep kadınlar tarafından işletiliyordu. Tabii ki bunların hepsi bir turistin(!)
gözlemleri ve objektif bir bakış açısı sağlamak için oldukça yanıltıcı olabilmekte.
Kamusal alanda kadının rolüne sayısal açılardan baktığımızda, dünyanın geri kalanıyla
karşılaştırıldığında kadın istihdamı açısından yüzdelik dilimlerin hiç de şaşırtıcı
olmadığını görüyoruz. Bosna Hersek’te üç kadından sadece biri aktif iş hayatında
maalesef. Çalışan kadınların karar verme mekanizmalarında rolünün olmaması kökleşmiş
cinsiyetçi yaklaşımların bir kanıtı. Kadın istihdamının yiyecek ve içecek hizmetleri,
tarım, el işleri, sağlık, eğitim, kültür ve sporla sınırlandırılması ataerkil cinsiyet rollerinin
yerini sağlamlaştırarak devam ettirdiğini görüyoruz. Barış sonrasında ülkenin ekonomik,
sosyal ve kültürel iyileşmesi “kadın ve istihdam” sorununu geri planlara atmış durumda.
Özellikle eğitim seviyesindeki eşitsizlik kadının sosyal hayatta var olabilme savaşına
yenik başlamasına neden oluyor. Çoğu Bosnalı kadın, temel eğitim seviyesinin ötesine
geçemiyor. Kadın istihdamındaki bir diğer “engel” çocuk bakım olanaklarının yetersizliği
olarak karşımıza çıkıyor. Yapılan bir araştırmada 20 ve 30’larındaki kadınlara iş
mülakatlarında sorulan en yaygın sorunun “evli misiniz, çocuk planınız var mı, bu size
engel teşkil eder mi?” olduğu ortaya çıkmıştır. Kadının biyolojik varlığı kültürel
tanımlamalarıyla birleşince “kadın-eş-anne” üçgenine hapsedilmeye devam ediyor.
İstihdam bağlamında yasalarla oldukça yol katetseler de, kamusal ve özel alanda kolay
vazgeçilen taraf her zaman kadın oluyor. Ülkede cinsiyet bağlamında var olan gelir
eşitsizliği de istihdamda var olmaya çalışan kadınların belini bükmeye yetiyor.
Kadınların %10’u para ödenmeyen aile üyeleri; yani bahsettiğimiz o ünlü pastaneyi
işleten anne ve kızlarını düşündüğümüzde bu kızların %10luk dilimde olma ihtimalleri, o
turistin gözündeki güçlü kadın imgesini yerle bir edebiliyor.

Yazmayı; unutmamanın, tanıklık etmenin, dünyaya müdahale etmenin,
gündelik hayatın konformizmine taş fırlatmanın yolu olarak görüyor musunuz?
Öyleyse, elinizde bir yazma aracı olsaydı Saraybosna sokaklarında ne yazmak
isterdiniz?

Kesinlikle! Bir mağara duvarına çizilen resim, bir taş üzerine kazınan yazıt ya da
kâğıt üzerine yazılmış birkaç satır… Yüzyıllarca öncesinde yaşansa da kaybolmuş bir
dilin kelimeleriyle anlatılsa da kaybolmuyor ve tarihe tanıklık etme zevkini ve acısını size
yaşatıyor. Elimde bir yazma aracı olsa Bosna Savaşı sırasında fiziksel ya da ruhsal olarak
katledilen insanların her birinin isimlerini kazımak isterdim Saraybosna sokaklarına.
İnsanlığa karşı işlenmiş bu ayıbı gerek belgelerle gerek katliamlarla gizlemek isteyen her
bir güce karşı dağına ve taşına bu isimleri kazımak isterdim; bayım burada bir katliam
gerçekleşti hala mı görmemekte direneceksiniz?
65 Paradigma, Güz 2015
Sosyal Medya (Uyumluluk Modu)
Şeyma ERDOĞAN
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
Cihat Kaya 1988 yılında Bursa’nın İnegöl ilçesinde doğdu. İlköğretimini burada
tamamladı. İnegöl Turgutalp Anadolu Lisesi’nden mezun olduktan sonra 2009 yılında
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümüne girdi. Buradan
ise 2013 yılında mezun oldu. Şu anda TRT Haber’de Sosyal Medya Sorumlusu olarak
görev yapmakta olan Kaya, Sosyal Medya alanında çalışmalar yapmaktadır.

Öncelikle Sosyal medya hakkında bize kısaca bilgi verir misiniz?

Sosyal medyayı, dijital özgürlük platformu olarak tanımlayabiliriz. Her kullanıcı,
içeriğinin kendisidir. Dolayısıyla düşüncelerin yazı, fotoğraf, video gibi kalıplarda vücut
bulması dersek doğru teşbih olur. Zaman, mekan ve fikir sınırlaması olmaması sebebiyle
bireylerin sesleri, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar güçlü ve etkili çıkmaktadır.
Aristo’nun eleştirdiği demokrasi, sosyal medya ile yeni bir kimliğe bürünmüştür.

Sosyal medyanın politik eylemlerde kullanımı gerekli midir? Neden?

Modern Siyaset Bilimi, yönetimi etkileyen dört güçten bahseder. Yürütme, yargı,
yasama ve medya. Sosyal medya günümüzde “Medya”nın bir kolu olmaktan çıkmış ve
başlı başına ele alınan önem haline gelmiştir. Yönetimi etkileyen beşinci güç “sosyal
medya”dır. Politik alan, beşinci gücün varlığını kabul etmiş, hatta ona birçok alanda
teslim olmuş haldedir. Geleneksel medya gücünü haber şirketlerinden alıyorken, sosyal
medyanın gücü vatandaşların her gün erişebildikleri internet gibi araçlar aracılığıyla ulusdevletlerin kontrol sahası dışında kalan alanlarda hareket ediyor olmalarından
gelmektedir. Bu nedenle sosyal medya, politik eylemlerde vatandaşlara ilk müdahaleyi
yapabilme gücü tanır.

Sosyal ağların Türkiye’de gerçekleşen yerel ve genel seçimlere etkisi nedir?

İsterseniz önce dünyadaki örneklerine bakalım. Sosyal medyanın seçimlerde iyi
kullanılırsa nasıl fayda sağladığıyla ilgili olarak 2008 ABD Başkanlık seçimlerini
incelediğimizde Başkan Obama’nın seçim kampanyası sürecinde mail listesinde 13
milyon kişiye, sosyal ağlar aracılığıyla da 5 milyon takipçiye ulaştığını ve 3 milyon
çevrimiçi bağışçı bulduğunu görüyoruz. Obama, başarılı sosyal medya stratejisi
sayesinde internet üzerinde 500 milyon dolar bağış topladı. ABD seçimlerinde sosyal
medyanın Obama’nın oylarına 2008 yılında %8, 2012 yılında ise %10 etki ettiği belirtildi
ki Obama’da 2012 seçim startını sosyal medya üzerinden Youtube videosu ile verdi.
Obama, 2008 yılı seçimleri için sosyal medyaya 16 milyon dolar bütçe ayırdı. ABD’de
seçim günü Twitter üzerinden 32 milyon mesaj gönderilerek rekor kırıldı. Obama’nın
“Four more years” (Dört yıl daha) dediği tweet’i 1 milyon kere paylaşıldı ve paylaşım
rekoru kırdı. Çin’de Twitter benzeri Weibo sitesinde ABD seçimleri ile ilgili 25
milyondan fazla mesaj yayımlandı.
Rusya ve Çin gibi medyanın tamamen iktidar kontrolünde olduğu ve muhalif seslerin
duyulmadığı ülkelerde de sosyal medya kilit rol oynuyor. Rusya’da halkın %60’ı sosyal
medya araçlarından en az birini aktif kullanıyor. 2007’de oy oranı %64 olan Birleşik
Rusya Partisi oyları 2011’de %49.5’e geriledi. 15 puanlık bu düşüşün sebebi muhalif
Komünist Parti’nin sosyal medya etkinliği.
Sosyal medya en güzel viral reklam örneğidir. Seçim stratejisi olarak ulaşılamayacak en
ücra noktayı dahi ulaşılabilir kılması, gönüllü kullanıcılar yolu ile yapılması, yüksek
bütçe gerektirmemesi gibi nedenler Sosyal medyayı yerel ve genel seçimlerin olmazsa
olmazı haline getirmiştir. Birçok lider, sosyal medya verileri ve analiz rakamları ile seçim
stratejisini belirlemektedir.
Sosyal medya, Türkiye’de ilk defa 12 Haziran 2011’de TBMM 24. Dönem üyelerinin
seçilmesi için aktif olarak kullanılmıştır. Yaklaşan seçimlerin yine en önemli aracı sosyal
medya olacaktır.

Türkiye’de sosyal ağların kullanımı ve bu ağlara olan genel bakış sizce nasıl
bir konumdadır?

Türkiye, sosyal medya kullanımı konusunda dünyada ilk sırada yer alıyor.
İnternet kullanıcılarının sosyal medya kullanım oranı dünya genelinde %40 iken,
Türkiye’de bu rakam %92. Türkiye’de sosyal medya kullanıcıları her gün çevrimiçi
67 Paradigma, Güz 2015
oluyor. En yüksek oran ise %84 ile 16-24 yaş arasına ait. İstatistiklerin bize gösterdiği
gerçek şu ki, genç kesim arasında sosyal medya hayatın bir parçası. Birçoğu reel dünyada
dile getiremediği ne varsa bunu sosyal medya aracılığıyla dile getiriyor. “Dijital Özgürlük
Platformu” Türkiye’de sosyal medya kullanıcıları için “Ben de varım” demek.

Türkiye’de
özellikle
2008’den
itibaren
kullanıcı
sayılarının
artış
göstermesiyle dikkatleri çeken sosyal medyanın bu denli yaygınlaşmasını siz hangi
nedenlere bağlıyorsunuz?

Türkiye’de kitlesel iletişim araçları artık herkes tarafından aktif bir şekilde
kullanılıyor. İnsanlar video izlemek istediğinde YouTube’a, fotoğraf paylaşmak için
İnstagram’a, iş başvurularında Linkedin’e, düşüncelerini yazmak için Facebook, Twitter
ya da blog sayfalarına ihtiyaç duyuyor. Sosyal medyanın hayatımızın odak noktası haline
geldiği düşünüldüğünde bu platforma karşı olmaya çalışan “Geleneksel Medya”
anlayışındaki kesimin de yıllar geçtikçe direnci kırılıyor. Dünya’da gelişen son dakika
olaylarının ilk olarak sosyal ağlarda paylaşıldığı, sosyal ya da siyasal hayatın simge isim
ya da markalarının son gelişmelerini sosyal ağlardan duyurduğu, insanların birbirleri
hakkında fikir sahibi olmak için “Dijital Özgürlük Platformu”na gereksinim duyduğu bir
çağda, sosyal medyaya seyirci kalmak toplumsal nezdinde bireysel geri kalmışlık
göstergesi olarak kabul edilmektedir. İnsanlar kendilerine toplum tarafından böyle bir
etiket kondurulmaması için sosyal medya araçlarında aktifliğini her gün artırma
gayesindeler.

Sosyal medya Türkiye gençleri üzerinde bir kimlik krizi yaratıyor mu?
Neden?

Kısmen evet. Teknoloji toplumların elindeki en güçlü silahtır. Bilinçsiz ve yanlış
kullanılması bireysel düzeyde psikolojik travmalara neden olabilir. Özellikle Facebook,
Twitter ve İnstagram üzerinde takip ettikleri kişilerin hayatları ile kıyaslama yapılması
durumunda kimlik krizi sorunu ortaya çıkıyor. Sosyal medya kullanım yaşının beşe kadar
düştüğü göz önüne alınırsa kullanıcıların hayata bakış ve karakter oturtma dönemlerini
kıyas yaptıkları hayatlarla eşdeğer tutacak olmaları, oluşacak bireysel ve toplumsal
kimlik krizinin habercisi oluyor. Madalyonun diğer tarafında ise sosyal medyayı kişisel
gelişimleri için temel gören Türkiye gençleri var. Kendilerine örnek aldıkları insanların
hayat tarzları yerine çizdikleri pencereden bakmayı tercih eden bu kesim, kimliklerinde
eksik noktaları bu sayede dolduruyor.

Türkiye’nin sanal dünya denen bu küreselleşmeye ayak uydurabilirliği sizce
önemli midir?

Sosyal medya ve sanal dünya bambaşka iki tabir. Sanal dünya denen yapay
platformda gerçeklikten bahsedilemez, her şey hayal ürünüdür. Sosyal medyayı ise siber
dünya olarak tanımlayabiliriz. Sosyal medyada olan ve gelişen her şey gerçektir. İngiltere
G-20 Zirvesi krizi, Arap Baharı, Tahrir Meydanı olayları, ABD’de ki “Occupy Wall
Street” hareketi, ülkemizdeki Gezi Parkı olayı, İspanya’daki “Şimdi Gerçek Demokrasi”
(Democracia Real Ya-DRY), Almanya’da yaşanan Hamburg ve Frankfurt olayları ve
niceleri… Hepsi sosyal medya ile başlayan ve büyük krizlere yol açan olaylar. Sosyal
medya gerçek dünyanın ta kendisidir. Türkiye, sosyal medyaya entegre olma sürecini
bence yıllar önce gerçekleştirdi. Küresel dünyada beşinci güç kabul edilen “Sosyal
medya” Türkiye’de kendi zeminini her geçen gün sağlam temellere oturtmakta.
İngilizce’de “mediator” (ara bulucu) kelimesinin anlamı Türkiye’de politik yapı –
toplumsal yapı – sosyal hayat üçgeninde görevini en iyi şekilde yerine getiriyor.

Cumhurbaşkanı, başbakan ve muhalefet parti liderlerinin de yaygınlaşan bu
sanal kimlikleşmeye ihtiyaç duymalarının nedeni nedir?

Siyasal öğeler, çoğu zaman kendilerini ifade edecek platform bulmakta zorluk
çekerler. Bulunan platformlar ise toplumun her kesimine hitap edemeyen kısmi mecralar
olur. Sosyal medya ise zaman mekan sınırlaması barındırmayan ve her kitleye ulaşılma
imkanı tanıyan tek ortamdır. Cumhurbaşkanı, başbakan, siyasi parti liderleri ya da
milletvekilleri için sosyal medya en önemli araçların başında geliyor. Geleneksel
medyada kısmilik filtresi olduğu için düşüncelerini sempatizan kesimden başka kimseye
duyurma imkanı olmayan siyasal öğeler, sosyal medya yolu ile yazınsal, görsel ve viral
yollarla tahmin edilemeyecek kadar büyük topluluklara ulaşırlar. 30 Mart 2014 yerel
seçimlerinde seçim hakkında 10,6 milyon tweet atılmış olması Türkiye’de sosyal
medyanın seçimler üzerinde ne denli etkili olduğunu gösteriyor.
69 Paradigma, Güz 2015

Sosyal medya Türkiye’de bir kimlik erozyonu mu oluşturuyor? Ya da aksine
kültürel bir devrime öncülük mü ediyor?

Türkiye’nin üzerinde bir görünmez gerçeklik geziniyor, “sosyal medya”. Bu
görünmez gerçeklik alışılmışın dışında farklı ve yeni bir dünyanın dilini konuşuyor ve
sanal dünyanın yapay ortamına inat sunduğu her şey gerçek. Görünmez gerçekliğin
dokunduğu, etkisini hissettirdiği, buradayım dediği alanlarda yaşanan değişim sonrası
geriye dönüşü çok zor olan bir süreç başlıyor. Türkiye’de bu görünmez gerçekliğin
nerelere dokunduğu ve nasıl etki bıraktığı çok önemli. Sosyal medya ile fikirler
gerçeklerden daha önemli olmaya başladı. Üstelik iletişim jargonu da bu değişime
direnemedi, dilimize “Like, ReTweet, Share” gibi kavramlar eklendi. İnsanlarda yeni ve
farklı olmak düşüncesi önem kazandı. Düşüncelerini yüz kırık karaktere sığdırıp en etkili
mesajı vermek olgusu insanları sosyal medya temelli düşünmeye itti. Bunların yanında
“Dijital Özgürlük Platformu”nda fikirlerini özgürce aktarabilen kesimler arasında kültürel
etkileşim yaşandığı gerçeği de yadsınamaz. Fikirlerini özgürce aktaran bu grup, yenilikçi
olmak ve yeniliklerde başı çekmek için adeta yarışır haldeler. Oluşan bu döneme
“Katılım Çağı” diyebiliriz.
Ay Dost
Zehra Eda YAKALI
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
‘İnsanoğlunun iki ruhu vardır. Birinci ruh sabittir, ikinci ruh gezgindir. İnsan
düşünür, hayale dalar, rüya görür; döner dolaşır yerine gelir, o zaman uyanır ve kendine
gelir. İşte bu gezgin ruhtur. Sabit olan ilk ruh ise bir kez insandan çıktığı zaman bir daha
geri gelmez, o ruh Azrail tarafından alınmıştır.’’ İnsanoğlu aklını gözüne indirirken, yani
insanları yalnızca beden olarak görürken, ruhları tanımaktan uzak kalırken işittiğimiz bu
sözler Kırşehir’in yetim mahallesi Bağbaşı’nı mavi süveteriyle, 80’lerin bol paça
pantolonuyla adımlarken gördüğümüz an, bizlere nostaljik dakikalar yaşatmaya başlamış
olan misafirperver adam, Garip’in kardeşi Ali Ertaş’a ait.
Türkmen-Abdal Geleneği’nden Türk Halk Müziği’ne unutulmaz eserler
kazandırmış sanatçılardan Muharrem Ertaş ve Neşet Ertaş’ın mezarını ziyaret ettikten
sonra her gün içinden geçtiğimiz Bağbaşı Mahallesi’nde Ali Ertaş ile konuşurken,
Bozkırın Tezenesi’ni anmak, anlamaya çalışmakla ruhumuzun konuştuğunu ve
dinlendiğini hissettik.
71 Paradigma, Güz 2015
Muharrem Ertaş’ın evinin arkasındaki bahçede semaverde demlenmiş çayı
yudumlayan kadınlarla, sokakta oynayan çocuklarla cıvıl cıvıl olan Bağbaşı
Mahallesi’nde unutulmaz bir misafirperverlikle karşılandık. Mahalle sakinlerinin çay
ikramı sohbetimize eşlik etti ve öylesine içten davrandılar ki bir süreliğine röportajı
unuttuğumuzu ifade etmeliyim ta ki mavi süveterli adamı görene kadar. Başı önüne
eğilmiş, dalgın ve toprağı incitmekten çekinir gibi yürüyen Ali Ertaş’ı görür görmez
sanki aramızda anlaşmışız gibi sustuk. Neşet Ertaş’ı hayattayken hiç görememiş
olmamıza rağmen Garip’i, Ali Ertaş’ta hissettik. Yanımıza yaklaşıp içtenlikle ‘’hoş
geldiniz’’ dediği an suskunluğumuz bozuldu. Konuşmasında ve davranışlarında farklı
gelen ilgimizi çeken bir şey vardı. Dinledikçe anladık ki alçakgönüllülük Ertaşlar’ın
ruhuna işlemişti.
Muharrem Ertaş’ın evi önünde gerçekleşen röportaj esnasında üzüldük, hüzünlendik,
utandık, öfkelendik ve tek bir kelimeye sığdıramayacağımız kadar “Garip” hissettik.
Üzüldük, Muharrem Usta’nın beş evlat yetiştirmiş iki göz evinin kimsesizliğini haykıran
bakımsızlığına… Hüzünlendik, konuşurken bir kez olsun babam demeyip her defasında
“babamız” diyen, ağabeyim demeyip “o bir gönül adamıydı” diyen Ali Ertaş anlattıkça…
Utandık, üniversitenin üç yılını geçirmiş olduğumuz şehrin en büyük zenginliğini
bu zamana kadar anlamamış olmamıza… Öfkelendik, Ali Ertaş’ın babasına ait olan mülk
hakkında karar verici ol(a)mamasına, ziyarete gelenlerin “koskoca Neşet Ertaş’ın kardeşi
bu şartlarda mı yaşayacaktı?” diye söylenip yardım talebinde bulunmayan insanlara
yardım
sözü
verip
bir
daha
kapılarını
çalmamalarına...
Ve
tek
kelimeye
sığdıramayacağımız kadar “Garip” hissettik.
Schiller’e göre “Büyük ruhlar, ıstıraplara sessizce katlanırlar.” Neşet Ertaş;
ayrılığı, yoksulluğu, ölümü derinlerde yaşayan ve hayatı boyunca ıstırap çeken ancak
hiçbir zaman halinden şikayetçi olmayan büyük ruhlardan. Henüz çocukken söylediği
dizelerden “Bir ruh iken girdim bir can içine, karıştım o an her can içine…” Stefan
Zweig’e göre “Ruhunu geniş tutmayı erken öğrenebilmiş kişi sonraları dünyayı içine
sığdırabilir.” Dünyayı içine sığdırabilen adam Neşet baba, Neşet dayı, Neşet emmi
olmuş; Neşet Bey olmamış. İşte tam da bu sebepten değil midir, 2000 yılında Harbiye
Açıkhava Konseri’nde “Bizimkiler dışarıda mı?” diye kasdettiği Kırşehirli’leri, abdalları
sorması? “Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk, varlığı görmedik ki, yoksulluktan şikayet
edelim…” Bu sözlerin sahibinin konseri garibanların biletlerinin Neşet Ertaş tarafından
karşılanmasıyla başladı. Yoksulu gözeten Neşet baba, Neşet dayı, Neşet emmi
denmesinin sizce de bir anlamı yok mu? 2000’de yoksul olan abdallar 2015’te de yoksul.
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölümle sonlanmıyor. Neşet Ertaş aramızdan ayrıldığında
kimsesiz kalan abdallar, bizler Bağbaşı Mahallesi’ni ziyaret etmedikçe hala kimsesizlerse
Neşet Ertaş için yoksulluk farklı boyutlara bürünüp devam etmiyor mu sizce de?
“Ay Dost” diyince yeri göğü inleten Muharrem Usta’nın evi önünde yalan
dünyaya ah etmenin tam zamanı dedik ve Türkmen-Abdal Geleneği’nin devamını
sağlayacak olan Bağbaşı Mahallesi sakinlerinin havalandırdığı Neşet Ertaş türkülerine
kulak verdik. Düşündük ki yalnızca bizim değil doğmamış çocuklarımızın bile başı
sağolsun. Öyle bir can kaybettik ki tüm cananlar, tüm sazlar “Garip” kaldı.
73 Paradigma, Güz 2015
Neşet Ertaş hakkında burada aktarılacaklar sınırlı olacak ve yetersiz kalacaktır.
Bu nedenle kapıları herkese açık olan Bağbaşı Mahallesi sakinlerinin eşiğini aşındırınız,
hoş sohbetlerinin sıcak çaylarının hazır olacağını göreceksiniz. Biliniz ki, adı Neşet olan
bir çocuğa rastlama ihtimaliniz yüksek ve şunun garantisini verebilirim Muharrem
Ertaş’ın evi önünde Neşet Ertaş türkülerini çalıp söylemeye hevesli birçok veliaht orada
sizinle birlikte olacak. Bağbaşı Mahallesi’nde her gün nefes tazeleyen Türkmen-Abdal
Geleneği’ne gözlerinizi açınız. O an, orada dinlediğiniz bir Neşet Ertaş türküsü belki de
hiç düşünmediğiniz kadar anlamlı ve unutulmaz olacak. Ve son olarak Neşet Ertaş’ı
duyunca ruhunuza, dimağınıza yeni bir anlam kazandırmak istiyorsanız “Garip”
yaşanmışlıklarıyla birlikte Bektaşi öğretilerine bir göz atın derim.
Gelelim, mavi süveterli adamın gezgin ruhunun aktardıklarına.

Neşet Ertaş’ın kardeşi olmak nasıl bir duygu?

Neşet Ertaş’ın kardeşi Muharrem Ertaş’ın oğlu olmak benim için gurur
kaynağıdır. Kimi kasetten dinliyor, kimi kendisini gördü ama dışarıdan görenler, kasetini
dinleyenler onun nasıl biri olduğunu anlayamaz. Onu dinleyip, anlayıp, bilmek için
birebir yaşamak gerekiyor ben onunla beraber on üç yıl İzmir’de aynı çatı altında
yaşadım. Evinin bahçesi vardı, orada bahçe işleriyle uğraşmayı çok severdi. Hatta bir evi
yıktırdı orayı bahçe yaptırdı. Meyve ağaçları dikerdik, çim ekerdik. Kamelyada vakit
geçirirdik. Orada türkü söyler miydi dersen söylemezdi. Televizyonda, radyoda çıktığı
zaman kendini dinlemezdi. Türk Sanat Müziği dinler, haberleri izlerdi. Mütevazi bir
yaşantısı vardı. Sanatçıydı bu ayrı bir konuydu ama onun insanlığı tartışmazdı. 80’li,
90’lı yıllarda Türkiye konserlerine, davetlere beraber giderdik. Gezmeyi severdi. İzmir’i
severdi. Aşiretler orada olduğu için orayı ayrı severdi.

Kardeşlik ilişkiniz nasıldı? Babanızla muhabbeti nasıldı? Babasından
çekindiği söylenmekteydi, doğru muydu?

Babamızdan saygıdan, sevgiden çekinirdi. Kardeşlik değil de samimi bir
arkadaşlıktı bizim aramızdaki. Rahatça konuşabilirdik, birbirimizden hiçbir şeyi
saklamazdık. Küçükle küçük olur, büyükle büyük olurdu. Fazla konuşmayan, utanan
kişiden pek hoşlanmazdı. İsterdi ki “herkeş” açık olsun rahatça konuşabilsin.

Neşet Ertaş’tan bahseder misiniz?

Günde bir kez yemek yerdi. Sabah kahvaltısı yapmazdı, bunun yerine kahve ve
sigara içerdi. Hiçbir şeyden şikayetçi olmazdı. Birine bir şey verdiyse asla bahsetmezdi.
Eli açıktı. Çok misafir gelirdi, ikimizin anlaşması vardı ben onlara çay demlerdim, hizmet
ederdim o da gelenlere saz çalar türkü söylerdi. Evi dört katlıydı, her katı misafirle dolu
olurdu. Bana işaret ederdi on on beş dakikalığına aşağı iner dinlenirdi sonra sabahlara
kadar çalardı. Televizyondan, radyodan geldiği zaman bir şey anlatmazdı. Şakacıydı.
Devlet sana koruma verelim dedi, istemedi. “Herkeş” beni televizyonda görüyor,
kasetimi dinliyor, “herkeşin” beni şahsi olarak görmeye hakkı var dedi.

Neşet Ertaş’a verilmek istenen devlet sanatçısı unvanını ayrımcılık olur diye
kabul etmeyişini nasıl yorumlarsınız?

“Ben halkın sanatçısıyım, devlet sanatçısı unvanını alırsam ne halkımın ne de
aşiretimin yüzüne bakabilirim, aşiretler var, onca fakir fukara var onlara iş verin” dedi. T.
C. Kültür Bakanlığı ile irtibata geçti. Anlaşmak için masaya oturdular, bazılarında şahit
oldum. “Türkiye genelinde hiçbir ayrım yapılmadan her evden birer kişiye iş verin” dedi.
İlk etapta her şehirden on beş kişiyi işe alalım dediler, ağabeyim on beş kişi yetmez ilk
etapta otuz otuz beş kişiyle başlansın dedi ve devletle pazarlığa oturdu yirmi beş kişide
anlaştılar. Daha sonra sayı arttı. İşte bu yüzden devlet sanatçısı unvanını almadı.

Parmaklarındaki uyuşukluk nedeniyle kendi deyimiyle havayı çalıp
bitiremez olmuştu, çocukluğundan beri zille, kemanla, bağlama ile iç içe yaşayan
biri için sizce nasıl bir durum?

Yıllar önce gazinoda çalarken parmakları alkolün etkisiyle uyuştu, rahatsızlanınca
programı yarıda bıraktı. En büyüğümüz Necati ağabeyimiz Almanya’daydı o, Neşet
ağabeyimi doktora götürdü. Almanya’ya gitme sebebi buydu. Tedavi oldu ve sağlığına
kavuştu. Önceleri içen insanların karşısında içmeden saz çalıp türkü söylemenin sert
geldiğini düşünürdü ama rahatsızlandıktan sonra bu fikri değişti. “Alkol almadan da hava
çalınır” dedi. Bana kalırsa sakin kafayla daha güzel söylüyordu. Evde yalnızken saz
çalma huyu yoktu. Benim kızıma saz çaldı o zaman dinledim, ağabeyim başka bir sesti.

Siz de saz çalıp türkü söyler misiniz?

Saz çalıyordum ama hayat şartları bıraktırdı, yaklaşık on beş senedir çalmıyorum.
Belediyede çalışıyorum şehrin park, bahçe işlerini yapıyorum.
75 Paradigma, Güz 2015

Yeğeniniz Hüseyin Ertaş’ı dinleme fırsatınız oldu mu?

O da güzel çalar, söyler. Orkestra ekibiyle Almanya’da düğünlere gider. Bir
yandan da müteahhitlik yapıyor. Ağabeyim ona “Ben stüdyoya giriyorum ben çıktıktan
sonra sen gireceksin” dedi ama Hüseyin istemedi ve babasına “Ben senin üzerine türkü
söyleyip kaset dolduramam” dedi, çıkmadı. Çıksaydı o da babası gibi dedesi gibi
tutulurdu.

Hüseyin Ertaş’ı dinlerken Neşet Ertaş aklınıza geliyor mu?

Yeğenim başka söylüyor, ağabeyim başka söylerdi. Ağabeyimi unutmak mümkün
değil. Biz onun öldüğüne inanamıyoruz.

Neşet Ertaş, dinleyicilerinden ve Kırşehirli’lerden hak ettiği değeri gördü
mü?

Tüm dünya ağabeyime gereken değeri veriyor. Aslında bir insanın değeri
sağlığında anlaşılmıyor ama ağabeyimin değeri o hayattayken anlaşıldı ve kıymeti
öldükten sonra da bilindi. Her sene dokuzuncu ayın, yirmi beşinde burada anma töreni
oluyor. Siz öğrenciler, sanatçılar, siyasetçiler ve halk burada oluyor. Kırşehir’de eski
sanayinin oradaki çarşıya heykelini yaptılar. Bu evi (Muharrem Ertaş’ın evi) müze
yapacaklar daha doğrusu biz müze istemiyoruz ev istiyoruz, devlet müze yapacağız
karşılığını alacaksınız dedi ama zaman vermediler bekliyoruz.

Neşet Ertaş türkülerinde hep aşk var, sizce nedendir?

Aşk onda hep vardı. Aşk onun içinden geliyor. İçinden geldiği gibi söylerdi hep
sadece türküleri değil her şeyi. İçinden geldiği gibi yaşardı. Mesela birini görsün o kişiye
anında türkü yazardı.

Neşet Ertaş “Çalgıcı olduğumuz için bize kız vermezlerdi” demiş. Bu konu
hakkında ne söylersiniz?

Doğrudur, bu durum ağabeyimin Kırşehir’den gitme sebebi oldu.

Eşi Leyla ile nasıl tanıştı?

Leyla ile tanışmaları çok eskiye dayanır. Aslında onun ismi Leyla değil, soyadı da
Ertaş değil. O, Bolulu. Ağabeyim Ankara Samanpazarı’nda saz dükkanı açtı. Leyla
arkadaşıyla oraya gelip giderken muhabbet kurmuşlar. Ağabeyim onu görüyor, göze
düşüyor, ona gönlü kayıyor. Aslında önceleri ağabeyim onu istemiyor, daha sonra Leyla
zorla kendini beğendiriyor vazgeçmeyince ağabeyim de istiyor ve evleniyorlar.
Geçinemediler, 1975 yılında da ayrıldılar zaten.

Zorla evlenselerdi, o kadar türkü nasıl yazılırdı Leyla’ya?

Ağabeyim ilk başta istemedi ama sonra sevdi, çok sevdi. Ta ki Leyla kendisine
hata yapana kadar.

En sevdiğiniz türküsü nedir?

Hepsi ayrı güzellikte, ayıramam.

Neşet Ertaş’ın gönül dağı sizce nasıldı?

Gönülden gelirdi, samimiyetle yaklaşırdı. Herkesle rahatça diyalog kurardı, gönle
dokunurdu. Küçükle küçük olan büyükle büyük olandı. Bir kimseyi incitmezdi,
incitemezdi. Gönlü açıktı, gönlü toktu. Gönlünde herkesin bir yeri vardı. Anamın, bir de
sevdiğinin sızısı vardı.

Akrabalarıyla ilişkisi nasıldı?

Yakınlık gösterirdi. Dargın, küs olduğu kimse yoktu. Aşirete saygısından İzmir’e
gitti orada yaşadı istese İstanbul’da da yaşayabilirdi ama aşiretler orada olduğu için
İzmir’i seçti.

Bozlak geleneği için neler söylemek istersiniz?

Herkes bozlak okuyamaz. Bozlağı söyleyip o yüksek perdelere çıkmak herkese
nasip olmaz. Kolay kolay kimse beceremez bunu. Bir babam, bir ağabeyim, bir de Çekiç
Ali vardı onlar yapardı. Şimdi yapanlar hem bozlağı, hem uzun havayı, hem türküyü
bozdular. O perdeye çıkmak için gırtak lazım.

Babanızın ve ağabeyinizin atışmalarına şahit oldunuz mu?

Babam rahmetli olmadan önce bu evde (Muharrem Ertaş’ın evi) ağabeyim
babamın, babam da ağabeyimin sazını eline aldı ama düzenleri değişikti birbirleriniz
sazını çalamadılar. Babam kara düzen, ağabeyim re düzeninden çaldığı için birbirlerine
uyamazlardı.

“Kendim ettim kendim buldum. Gül gibi sararıp soldum. Eyvah.” Dizelerini
Leyla’dan sonra mı yazmıştır?

Leyla ile evlendiğine pişman oldu. Leyla’nın akrabaları ile ağabeyim arasında
sorunlar yaşandı olaylar oldu. Ağabeyimi öldürmeye çalıştılar. Babamızın sözünü
dinlemedi. O zaman cahildi, dünyanın rengine kandı. O yüzden yazdı bu türküyü.
77 Paradigma, Güz 2015

Neşet Ertaş: “Babamla aynı ruhun adamıyız” demiştir. Siz de Muharrem
Ertaş’ın oğlu olarak böyle düşünüyor musunuz?

Ruhlar aynadır, izdir. Ağabeyim o mesleği yürütebiliyorsa ruhu benzerdir. Ben
öyle düşünmedim.

Muharrem Ertaş’ta, Neşet Ertaş’ta, Ali Ertaş’ta olan güçlü hitabetin sebebi
nedir? Bu hitabetin kaynağı yaşadıklarınızdan mı gönlünüzden geçenlerden mi?

Bir söz vardır: Kul atadan gördüğünü işler, diye. Rahmetli babamızın sesi
gençken daha gürmüş. Hatta jandarmalar babamızı dağa çıkartıp türkü söyletirmiş.
Türküyü duyan eşkıyalar babamızın yanına gelince jandarmalar tarafından yakalanırmış.
Kendisi öyle aktardı bize. Sizin sorduğunuz soruyu Kanada’dan gelen bir müzik
öğretmeni de sordu. Araştırmış öyle gelmiş buraya. İçten gelen bir şey bu, benimseyerek
söylediğimiz için.

Muharrem Ertaş’tan bahseder misiniz?

Babamız rahmetliyle ölene kadar beraber yaşadık sonra İzmir’e gittim. Pek
konuşkan biri değildi. Düğünlere beraber gider gelirdik. Düğün sazı ayrıydı, şu an
İzmir’de o saz. Misafiri severdi, ama gezmeyi sevmezdi evde oturmayı isterdi. Keklik
avını severdi bir de. Hayatı pek ahım şahım olmadı.

Peki ya, anneniz?

Annemize sonradan bir hastalık oldu, Parkinson. Felç oldu kaybettik. Hayattayken
hanım hanımcıktı. Çocuklarına bağlı, komşularına saygılı, gelen misafiri ağırlamasını
bilen biriydi. Elinden geleni yapardı. Her zorluğa katlandı.

Neşet Ertaş adına insanlardan beklentileriniz nelerdir?

Beklentilerimin çoğu gerçekleşiyor. Herkes ağabeyime de bize de saygı
gösteriyor. Törenler yapılıyor, müze açılacak.

Muharrem Ertaş’ın evi ile ilgili bir beklentiniz var mı?

Evin müzeye çevrilmesini istemiyorum; çünkü ben kiradayım ve eve ihtiyacım
var. Ablalarımın evleri var, benim yok. Rahmetli babamız evin tapusunu kimseye
vermemişti. Biz istyoruz ki devlet bu evi bize versin ya da müzeye dönüştürülecekse
başka bir ev versin. Buraya geliyorlar benim yaşantımı, hayat şartlarımı görüyorlar
yardım etmek istiyorlar. Söz veriyorlar ama bir daha gelmiyorlar. İki çocuğum Epilepsi
hastası ve ilaçlarını karşılamakta zorlanıyorum.
SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ
Film Önerisi: Et maintenant on va ou?
Gökçen Ergüvenç
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
"Çocuklarını korumak için silah ve fişek yerine dua ve çiçeklerle savaşan siyahlı
kadınlar"ın hikayesi diye başlar film. 2011 yapımı, Lübnanlı kadın yönetmen Nadine
Labaki’nin filmidir “Peki şimdi nereye gidiyoruz?” Labaki hem yazmış, hem yönetmiş
hem de oynamıştır bu filmde. Bir kadın olarak savaşı kadınların gözünden,
hissettikleriyle ve yaşadıklarıyla apaçık ortaya koymuştur yönetmen olarak.
Hikaye anlatıcısının kadını farklı oluru ispatlamıştır Labaki bu filmde. Hikaye bir
de savaşı anlatıyorsa, analık vasfı doğuştan gelen kadının, çocuklarını korkutmak
istemeyen ananın; savaşın kötülüğünü, kan, silah, patlama, bomba… kısacası madden
savaş yerine o’nun ruhen açtığı yaraları ortaya koyarak nasıl gösterebileceğinin en güzel
örneklerindendir bu film. İşte bu yüzden de yüzlerce ve hatta binlerce savaş filminin
dışında tutmuştur kendisini ve hafızalara kazınan bir “peki şimdi nasıl barışacağız?”ın
filmini çekmeyi başarmıştır.
Kısacası, “erkekler silahların kadınlar duaların ardına saklanır savaslarda;
erkekler öldükçe/öldürdükçe nefreti, kadınlar gördükçe/kaybettikçe/hissettikçe vicdanı
kırbaçlar” der bu film özetle. Savaşlarda çocukları ölen, kocaları ölen, kardeşleri ölen,
babaları ölen kadınların, ya öksüz, ya dul ya da yavrusuz kalışlarını anlatır. Sonunda
onlar yaşayan ölülerdir artık der...
Cesare Pavese’nin dediği gibi ''Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız:
Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler? İnsanları öldüren kader, onları
görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz için bizi de sorumlu kılıyor.
Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç bir fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir
başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş bir iç savaştır. Her şehit,
yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümün hesabını sorar."
79 Paradigma, Güz 2015
Film Önerisi: Top Gun (1986)
Abdurrahman Tekinsoy
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
1986 yapımı film olan Top Gun, bir onur ödülüdür. Bunu elde etmek için bu
alanda mücadele veren herkes heyecan içindedir. Pete Mitchell, yüksek düzeyde eğitim
görmek üzere Miramar Donanma Hava Üssü’nde bulunmaktadır ve bu ödülün peşindedir.
Aynı zamanda kıdemli pilot Tom Kasansky de bu yola baş koymuştur. İkisi arasında bir
rekabet söz konusudur. Mitchell, diğer pilotlar tarafından çok sıcak karşılanan biri
değildir; çünkü vaktiyle babası, bir kazaya neden olur. O kazada da hem kendi ölür hem
de birçok asker şehit olur. Mitchell bir süre sonra Charlotte Blackwood ile tanışır ve
onunla aşk yaşamaya başlar. Arkadaşın ölüm haberinin etkisi ile Mitchell, Top Gun
ödülünü kaybeder. Ruhsal sorunlar yaşamaya başlar. Gerçek ve kalıcı bir başarı için bir
şansı vardır. Yeni görevinin üstesinden gelmek zorundadır. Filmin yönetmenliğini
Amerikan aksiyon sinemasının başarılı ismi Tony Scott üstlenirken, film başrol oyuncusu
Tom Cruise için de kariyerinin dönüm noktası olmuştur. Editörlerimizin yine özen ve
nizamla seçmiş olduğu film ise bizlerden 8.1 IMDB puanı almış olup uçak ve Kara Şahin
severlere şiddetle önerilir.
Film Önerisi: Fury (2014)
Abdurrahman Tekinsoy
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
2014 yapımı olan Fury, 1945 yılının Nisan ayında, İkinci Dünya Savaşı'nın son
günlerinde geçiyor ve Komutan Wardaddy, topçu Boyd Swan, yükleyici Grady Travis,
şoför Trini Garcia ve yardımcı şoför Norman'dan oluşan müfrezenin, 300 düşman
askeriyle karşılaştığı ve tüm imkansızlıklarla savaşmak zorunda kaldığı 24 saati konu
alıyor. Beş askerden oluşan küçük ekip, zırhlı tanklarıyla, Almanya'da savaşın ortasında
kalır ve bu ekip bölgede kalan son Amerikan ordusu askerlerinden oluşur. Birlik az
sayıda askerden oluşmasının yanı sıra cephane anlamında da bir hayli zor durumdadır.
Grubu komuta eden Çavuş Wardaddy'nin Avrupa'nın tamamını yıkıma uğratan bu
savaştaki son görevi, askerlerini Nazi birliklerinin kuşatması altında olan bu bölgeden sağ
salim çıkarabilmektir. 20. yüzyılın en kanlı senelerinden biri olan 1945 yılında geçen ve
müfrezenin geçirdiği bir günü ele alan savaş dramının yönetmeni ve senaristi David
Ayer. Filmin başrollerini ise Brad Pitt, Shia LaBeouf ve Logan Lerman paylaşıyor.
Editörlerimizin özenle seçmiş olduğu film bizlerden 8.2 IMDB puanı aldı. 2. Dünya
Savaşı meraklılarının beğenisine sunuluyor.
Makale Önerisi: Beyaz Savaş (Guerra Bianca)
Gökçen Ergüvenç
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
Birinci Dünya Savaşı sırasında 3600m yükseklikte, dondurucu soğukta -30
derecede yaşam savaşı veren askerleri anlatan bu makalede, okuyucular kendilerini
dramın içinde buluyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
ve milliyetçilik duygusu kabarmış İtalya’nın Alpler’de verdiği mücadeleyi konu alıyor.
Savaşın iç yüzü maalesef yüz elli bin insanın kaybedildiğini gösteriyor. Askerler sadece
düşman orduyla savaşmıyor, zorlu doğa koşullarıyla da mücadele ediyor. Öyle ki, Beyaz
Savaş Tarihi Topluluğu kurucusu ve başkanı Marco Balbi ölen askerlerin sadece üçte
birinin savaşarak öldüğünü ifade ediyor. Savaşın zorluklarını bizlere gösteren bu makale,
okuyucularını bekliyor.
Kitap Önerisi: Türkiye'nin Yakın Tarihi (İlber Ortaylı)
Gökçen Ergüvenç
Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Öğrencisi
Ahi Evran Üniversitesi
Türkiye’nin değerli tarihçilerinden İlber Ortaylı, bu kitabında Türkiye’nin yakın
geçmişini, Türkiye’nin yaşadığı değişimleri ele alıyor. İşte kitabın tanıtım kısmından
birkaç cümle…
"Osmanlı
İmparatorluğu
gürültüyle
ve
aniden
ortadan
imparatorluklar artlarında üç-beş yıllık değil, yüz yıllık sancılar bırakır."
81 Paradigma, Güz 2015
kalktı.
Büyük
"İttihatçılar vatanseverdi, bu onların hem gücüydü, hem de hatalarının bir
nedeni..." "Türk toplumu yeryüzü tarihinin en büyük devrimini yaşayan yerkürenin
devlerine karşı varlık mücadelesi vermiştir."
Kitapta, anayasa tarihimiz, dış politikamız, eğitim sistemimiz gibi birçok konuya
değinen İlber Ortaylı akıcı lisanıyla “Türkiye’nin Yakın Tarihi”ni sizlere sunuyor.

Benzer belgeler