Bir Sonraki Durak: Boğaziçi Üniversitesi

Transkript

Bir Sonraki Durak: Boğaziçi Üniversitesi
Nisan 2013 Yıl: 24 Sayı: 70
Can Candan
Röportajı:
Benim Çocuğum
sayfa14’te
[email protected]
@DinamikGazete
gazete
Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü süreli yayınıdır. Ücretsizdir.
Bir Sonraki Durak:
Boğaziçi Üniversitesi
Hisarüstü’nde metro çalışmaları tüm hızıyla başladı.
Miray Palaz’ın haberi sayfa 8’de
“Does Mescit
Fit Our
University?”
Kampüste mescit
açılması talebi tekrar
gündemde.
Mehmet Gürsoy’un
haberi sayfa 20’de
ETKİNLİK REHBERİ
Amatör
Ruhlara
Pranga:
Telif Hakkı
Amatör tiyatrolar telifi
tartışıyor
Duygu Söyler’in haberi sayfa 18’de
14
KAHVALTI MEKANLARI
www.dinamikgazete.com açıldı!
16
BOĞAZİÇİ
ÜNİVERSİTESİ
İŞLETME VE
EKONOMİ KULÜBÜ
siyaset
Maymunlar Cehennemi
Genel Yayın
Yönetmeni
Akın Toksan
[email protected]
Evrim teorisini duyan herkes, ünlü
doğa bilimci Charles Darwin’in
yazdığı, modern biyolojinin temelini
oluşturan “Türlerin Kökeni”
kitabını biliyordur. Size kitabın
yayımlanmasından günümüze
kadar devam eden süreçte büyük
tartışmalara neden olan doğal
seleksiyon ve evrim kavramlarının
doğruluğundan ya da yanlışlığından
bahsedecek değilim. Konuya hayatını
adamış binlerce bilim insanı varken
böyle bir şeye kalkışmak zaten
haddim değil. Beni asıl düşündüren,
bilimsel bir olguya (çürütülememiş,
yanlışlığı ispat edilememiş ya da
daha mantıklısı bulunamamış bir şey
yani) inanmama lüksümüzün olması.
Bilim karşısındaki tutumumuz
oldukça ilginç. Oturduğumuz
yerden bilimi reddedebiliyoruz.
Konuyla alakalı aşırı sınırlı bir bilgi
birikimimiz varken üstelik.
Sen kime maymun diyorsun
arkadaşım!?
Din konusunda büyük bir
birikiminiz olabilir. Ama bu size
bilimsel bir veri hakkında ahkâm
kesecek yetkiyi vermiyor maalesef.
İkisi çok ayrı şeyler çünkü.
Neredeyse alakasız hatta. Şu noktada
kimse dalga kuramını, anti maddeyi
ya da belirsizlik ilkesini sorgulamıyor.
Adı üstünde belirsiz. Tahminî
olgular, gözlemleyemediğimiz, emin
olamadığımız bir şeyler var ortada.
Konu oraya gelince bir bildikleri
vardır diyoruz, inanıyoruz bilim
insanlarına. Aklımız almıyor çünkü.
Ama birisi “maymundan geldiğimizi”
söylüyorsa orada bir duruyoruz.
Maymun mu? Hah, onu biliyoruz
bak. (Evrim teorisi, maymundan
geliyoruz demiyor. Şempanzelerle
ortak bir atadan geliyoruz diyor.) Biz
hayvan değiliz ki. Akıllı tasarımız,
özeliz.
Kendi belirlediği kavramlar
üzerinden kendini tanımlayan bir
yaşam formunun ne kadar akıllı
olduğunu tartışabiliyorken elbette
bilime de karşı gelebiliriz. Bilim,
Tanrı’nın varlığını reddetmiyor, özel
olmadığımızı zaten iddia etmiyor,
açıkça gözlemleyemediği bir
konu hakkında kesin konuşmayı
reddediyor sadece. Kendine saklıyor
görüşünü. Peki din, bilimi reddediyor
mu? Hayır. Ama daha en başından
yola dinî dogmalarla çıkarsanız,
düşünmemek için kolaya kaçarsanız,
bilimle aynı çatı altında bir şey
tartışmanız bence pek mümkün
değil.
Atayizler bunu da açıklayın...
Her şeyi fanatizme evirebilme
yeteneğine sahibiz. Darwinistler,
dindarları cehaletle suçluyor.
Yaratılışçılar bilimsel bir teoriyi
kendilerine yapılmış bir hakaret
olarak algılıyor. Günümüz meşhur
“tanrıtanımaz”larından Richard
Dawkins, birçok dinî okulu
gezerek öğrencilere “Nasıl yani,
siz şimdi buna mı inanıyorsunuz?”
gibi sorular sorarak onları ikna
etmeye çalışıyor, önünü alamıyor
bunun bir de belgeselini yapıyor.
Evrim Teorisi ders kitaplarından
çıkartılıyor. Öğretmenler susuyor.
Din, devlet politikasının bir
parçası oluyor. Tinerciliğe savaş
açılıyor. Bilim, Sanayi ve Teknoloji
Bakanımız darwinizmi inanç haline
getirmememizi söylüyor, bilime
“körü körüne” bağlanmayın diyor.
Ateist olmak toplumun belli bir
kesiminde katil, sapık ya da “arsız”
olmakla özdeşleştirilebiliyor. Belki de
en acısı Harun Yahya bu işten kazanç
sağlıyor.
Herkes bizimle aynı şeyi
düşünsün, aynı hissiyatı paylaşsın
istiyoruz. Karşımızdakini ikna
ederek belki de kendi inancımızı
sağlamlaştırmaya çalışıyoruz. İş
maalesef bir noktada “sevmek
zorunda değilsin ama saygı duymak
zorundasın”a da geliyor. Yine de
Boğaziçi Üniversitesi’nde evrimden
bahsedilen bir derste bir öğrenci,
hocasını yok sayarak kürsüye
atlayabiliyor, “şimdi size bir şarkı
söyleyeceğim” diyebiliyor. Akıllı
dediğimiz insan, konu inanç olunca
kendini kaybediyor. Güzel ahlâk, ne
yazık ki, unutuluyor.
İşte tam o esnada aynaya bakacak
olsak göreceğimiz tek şey, toz
toprak içinde çaresizce debelenen
bir şempanze.
Elçiye
Zeval
Olmaz
Büyüyen ekonomilerin, gelişen ticaretin ve diplomasinin gereği
olarak en başından beri olduğu gibi devletlerin birbirlerinin
topraklarında açtıkları elçiliklere yapılan saldırılar, büyük
diplomatik krizlere sebep oluyor.
Alperen Eken
[email protected]
Elçilikler, devletin yasal
temsilcisi oldukları için
buralara yapılan saldırılar
devletin topraklarına
yapılmışçasına büyük yankı
uyandırıyor. Bunun yanında
saldırılar çoğunlukla büyük
can ve mal kayıplarına sebep
olmazken, devletlerarasında
tedavisi mümkün olmayan
yaralara sebebiyet
verebiliyor. Hem şeklen hem
de amaç olarak farklılıklar
içeren saldırıların kimisi
insanları kışkırtmak için
düzenlenirken, kimisinde
provoke olmuş insanları
saldırırken görebiliyoruz;
bir kısmı devletler eliyle
yapılırken, bir bölümü de
yasal olmayan silahlı örgütler
aracılığıyla devletlere mesaj
vermek ya da uygulamaları
konusunda onları uyarmak
için düzenleniyor. Bunun
yanında elçilik saldırılarının
bir kısmı isyanlar ve
devrimler gibi sancılı
dönemlere denk geliyor.
Tarihteki en kanlı saldırılar
da genellikle bu dönemlerde
yapılanlar. 1979 yılındaki İran
devriminin akabinde yaşanan
Tahran ABD Büyükelçiliği’nin
basılması ve ardından
vuku bulan rehine krizi,
devrim sırasında yapılan
bir saldırıya; ya da 2012
Özge Kaya
[email protected]
Sahibi
Sahibi: Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve
Ekonomi Kulübü adına
Tolgacan Ceylan
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Tolgacan Ceylan
Genel Yayın Yönetmeni
Akın Toksan
Editör
Cemre Akdemir
Yazı ve Reklam İşleri Sorumluları
Alper Sezer, Duygu Söyler, Kıvılcım
Değirmencioğlu, Serap Çelik
Yazı Kurulu
Alper Tarık Gürsoy, Alperen Eken,
Demircan Çelebi, Elif Turhan, Furkan
Ali Can Çelenlioğlu, Gözdenur Işıkçı,
Güner Durmaz, Hasan Aydın, Mehmet
Gürsoy, Melike Duygu, Miray Palaz, Naz
Vardar, Nazlı Azergün, Özge Kaya, Özge
Osmanoğlu, Rezan İbişhükçü, Tuğba
Aladağ, Tuğçe Şatır
Görsel Yönetmen
Bertuğ Yasavullar
www.buik.boun.edu.tr
02
Matbaa
Yılmazlar Basım Yayın Matbaacılık Pro.
Tic. Ltd. Şti. Tel: 0212 565 56 82 www.
yilmazlarbasim.com.tr
Yayın Kurulu
Ekin Akın, Kadir Aydın, Bilge Eralp, Akın
Toksan, Berkant Aşar, İlkgül Özçamur,
Mehmet Sarıgül
siyaset
yılında Kuzey Afrika ülkelerinde
ABD Büyükelçiliklerine yapılan
saldırılar, provoke olmuş
sivillerin yaptığı saldırıya
örnek teşkil ediyor. Ayrıca 2003
yılında Türkiye’de de peş peşe
bombalı saldırılar yaşanmış, bu
saldırılardan birisi de İngiltere
Büyükelçiliği’ne yönelik
yapılmıştı. Saldırı sonucunda
İngiltere Büyükelçisi Roger
Short’un da içinde bulunduğu
30 kişi hayatını kaybetmişti.
Daha sonra saldırıyı El-Kaideye
yakınlığıyla bilinen Şehit Ebu
Hafs El Mısri Tugayı üstlenmişti.
Yakın tarihte gerçekleşen,
Türkiye gündemine oturan bir
diğer saldırı, ABD Büyükelçiliği’ne
yapılan ve DHKP-C’nin üstlendiği
eylemdi. 1 Şubat 2013’te meydana
gelen canlı bomba olayında
saldırgan dışında bir güvenlik
görevlisi hayatını kaybetti
ve bir gazeteci yaralandı.
İçişleri Bakanlığı saldırganın
T.C. vatandaşı Ecevit Şanlı
olduğunu açıkladı. Ankara Valiliği
patlamanın ABD Büyükelçiliği’nin
kendi alanı içerisinde oluğunu
belirtti. Patlamanın ardından
kırmızı alarma geçildi ve elçilik
çalışanları sığınağa yerleştirildi.
Saldırının gerçekleşmesinden 24
saat sonra DHKP-C bir açıklama
yaparak olayı üstlendiğini
duyurdu. Gerekçe ABD’nin Suriye,
Libya, Mısır ve Irak politikaları
olarak gösterildi ve saldırgan
Ecevit Şanlı’nın terör örgütü
DHKP-C üyesi olduğu doğrulandı.
Saldırganın daha önce de çeşitli
eylemlere katıldığı ortaya çıktı.
Zanlı daha evvel çıkarıldığı
mahkemece tutuklansa da,
hastalığından ötürü ertelenen
cezası sonucunda tekrar ortadan
kaybolmuştu.
ASALA Gerçeği
Elçiliklere yapılan saldırılardan
bahsederken ASALA’yı es geçmek
mümkün değil. 1973-1985 yılları
arasında siyasi cinayetler işleyen
terör örgütü ASALA (Armenian
Secret Army for the Liberation of
Armenia) 3T’yi (tanınma, toprak,
tazminat) kendisine ülkü edinmiş
bir topluluk olarak biliniyor.
ABD, Birleşik Krallık, Avustralya,
Kanada, Avrupa Birliği ve Rusya
tarafından terör örgütü olarak
tanınan ASALA’nın lideri Agop
Agopyan, 1988 yılında Atina’da
ölü bulundu. ASALA’nın temel
yayın organı Hayastan olmakla
beraber, Hay-Baykar, Armenia
ve Londra merkezli Kaytzer adlı
dergiler de diğer aktif yayınları
olarak biliniyor.
ASALA; daha önce ABD,
Avusturya, Fransa, Lübnan,
İspanya, Yunanistan, Irak,
Avustralya, Kanada ve
Türkiye’de eylemlerde bulundu.
Bu saldırılarda diğer elçilik
çalışanları, diplomatların aile
bireyleri ve diğer sivillerden
03
de hayatını kaybedenler oldu.
ASALA’nın Türk temsilciliklerini
hedef aldığı saldırıları en fazla
Fransa’da görülürken, yaptığı
toplam 84 saldırıda 299 kişi
yaralandı ve 46 kişi hayatını
kaybetti. Ölenlerin 42’sini Türk
Diplomatlar oluşturdu. Bu
saldırılardan biri Paris Orly
Havalimanı’nda Türk Hava
Yolları bürosunda yaşanmıştı.
15 Temmuz 1983 tarihli saldırı
sonunda 8 kişi öldü, 55 kişi
yaralandı.
Elçiliklere veya diğer sivil
temsilciliklere yapılan bu
saldırılar sadece medyada
değil, sinema sektöründe
de ilgi odağı oldu. 1979 İran
Devrimi çerçevesinde ABD
Büyükelçiliği’ne yapılan saldırı
ve ardından yaşanan rehine
krizini konu alan “Operasyon:
Argo” filminin Oscar’ı alması ve
Türkiye’de yaşanan olaylar, elçilik
saldırılarını tekrar tartışmaya açtı.
04
ekonomi
YARINA “ENERJİMİZ” KALSIN
Son dönemlerde tasarruf önlemleri özellikle devlet tarafından
epeyce teşvik ediliyor ve beyaz eşyadan tutun da ekmeğe kadar,
neredeyse her gün bunlara bir yenisi ekleniyor. Peki, bu projeler
tam olarak neleri kapsıyor ve yeterli olabiliyor mu?
Termik Santrale Karşı Tasarruflu
Ampul Fabrikası
Enerji tasarrufu denildiğinde
aklımıza gelen ilk gelen şeylerden
birisi elektrik oluyor. Türkiye’de
tüketilen toplam elektrik enerjisi
içinde aydınlatmanın payının
%20’lerde olduğu göz önüne
alındığında, bu alandaki tasarruf
girişimleri oldukça önemli hale
geliyor. Klasik ampullerin kullandığı
enerjinin sadece %5’lik bölümünü
ışığa dönüştürdüğü, kalan büyük
bölümünü ise ısıya çevirdiği ortaya
çıkınca, Avrupa Birliği klasik
ampullerin üretimini ve ithalini
yasaklamıştı. Türkiye’de de bu
yalnız kamu binalarında uygulandı
ve 2 milyon ampul değiştirilerek
büyük bir tasarruf sağlandı Diğer
bir girişim, sokak lambalarıyla
ilgili. Sokak lambalarının LED
teknolojisine dönüştürülmesiyle
%75 tasarruf sağlanabileceğinden,
devlet lambaların yenilenmesi
için ilk adımı attı. Bu çabaların ne
derece önemli olduğu EUROSOLAR
Türkiye Başkanı Uyar’ın sözlerinde
gizli: “Devlet yaklaşık 7 milyon
liralık yatırımla tasarruflu ampul
fabrikası kurar ve üretilen ampuller
bedava dağıtılırsa 4,5 milyar lira
değerindeki bir termik santrale gerek
kalmaz.”
Tasarrufta yapılan bir diğer
girişim de enerji tüketiminde
%37 paya sahip olan dayanıklı
ev aletleriyle ilgili. Sadece
buzdolaplarını A+ ürünlerle
değiştirerek, 1 yılda Keban Barajı’nın
ürettiği enerji miktarı kadar tasarruf
edilebileceğinden, devlet “Eskiyi
getirin, verimliyi götürün” gibi
kampanyalar başlattı. 2012′den
itibaren de tüm beyaz eşyalara A+
sınıfı olma şartı getirildi; A, B ve C
sınıfı ürünlerin üretilmesi ve ithali
yasaklandı.
Melike Duygu
[email protected]
Elif Turhan
[email protected]
Enerji Hanım
Son günlerde kamu spotlarında
karşımıza bir ev hanımı çıkıp
nasıl tasarruf edilebileceğini
anlatıyor. Küçük değişikliklerle
yıllık enerji tüketiminin 4’te 1
oranında azaltılması hedeflenirken
yapılabilecek tasarrufun büyüklüğü
ise şöyle ifade ediliyor: “Aileniz için 1
çeyrek altın, Türkiye ekonomisi için
4 milyar lira kazanç demek.”
Enerji ve su tüketiminde ailenin
azımsanamayacak payını göz
önüne alan bu kampanyanın hedef
kitlesi genelde ailenin günlük
işlerini üstlenen ev hanımları.
Kampanyadaki rakamlara
ulaşılabilmesi içinse 20 ilde
on binlerce kadına ulaşılarak
bilinçlendirmeler yapılıyor.
“Bayat” Proje
Ekmek israfını önlemek,
bayat ekmeklerin nasıl
tüketileceği konusunda tüketiciyi
bilinçlendirmek ve fırından
ekmek alınmasını özendirmek
amacıyla başlatılan “Bayat ekmeği
getir tazesini götür” projesi,
kamuoyuyla paylaşıldığı ilk an
itibaren halkın desteğini almasına
karşın fırıncıların tepkisine yol
açtı. Erdoğan, Türkiye’de günde
bin 500 ton, yılda ise 550 bin ton
ekmeğin israf edildiğini bu israfın
ekonomik büyüklüğünün ise yıllık
1,5 milyar lira olduğunu belirterek
projeye tam destek verdi. İstanbul
Fırıncılar Odası Başkanı Fahri Özer
ise kampanyanın tutarsız olduğunu
israfı iki misli arttıracağını belirterek
kampanyaya karşı çıktı. 20 Şubat’ta
başlatılması planlanan proje yeterli
desteği alamadığı için rafa kaldırıldı.
Takas Edelim, Kazak Giyelim!
Devletin yaptığı çalışmaların yanı
sıra, bazı gönüllü kuruluşlar da
tasarruf önlemleri üzerine projeler
geliştiriyor. Yeryüzü Derneği ve
Zumbara’nın ortak girişimiyle
yapılan Takas Şenliği de bunlardan
birisi. 10 Mart’ta 6.sı düzenlenen
etkinliğin amacı, savurganlığı
azaltmak. Sistem ise çok basit;
kullanmadığınız eşyalarınızı götürüp,
sayısınca kupon alıyorsunuz ve
getirilen diğer eşyalarla takas
ediyorsunuz. Etkinlik her sene
Mart ayının 2. Pazar günü Maltepe
Organik Pazarı’nda yapılıyor.
Bir diğer ilginç girişim de 9
Şubatta gerçekleştirilen bir defileyle
başlatıldı. “Kazak giyelim yüzde
20 tasarruf edelim!” sloganıyla
yakıttan tasarruf etmeyi hedefleyen
projeye İTHİB (İstanbul Tekstil ve
Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri)
başkanı İbrahim Gülle “Kış
döneminde ince giysiler yerine kazak
giyerek ülkemizi toplamda 2 milyar
dolarlık bir harcama kaleminden
kurtarabiliriz.’’ diyerek tam destek
verdi.
Tükettiklerimizi geri
getiremeyeceğimiz ortada.
Peki ya gereğinden fazla
tüketmek yerine kaynaklarımızı
bilinçli kullanabilirsek neleri
değiştirebileceğimizin farkında
mıyız? Tasarruf, yapılan
kampanyaların da yardımıyla
geleceğe taşıdığımız bir umut
olabilir.
ekonomi
Özelleştirmeden
Önce Prospektüsü
Okuyun
Son yıllarda devlet politikası haline gelen özelleştirme konusunda
tartışmalar bitmek bilmiyor. Atılacak adımların ince elenip sık
dokunulması, ülkenin geleceği açısından hayati önem taşıyor.
Editör
Cemre Akdemir
[email protected]
Barışmaya Alışmak
Hasan Aydın
[email protected]
Kamu kaynaklarının belli bir
yüzdesinin özel kuruluşlara bir süre
zarfı için ya da süresiz devredilmesi
şeklinde tanımladığımız
özelleştirme, devletin ülke
ekonomisinden elini çekerek
piyasa dengesinin en faydalı şekilde
sağlanmasını amaçlıyor. Yeteri
kadar gelir elde edemeyen ya da
zarar eden kamu kurumlarının; özel
sektörün yaptığı girişimlerle hem
alt yapısının geliştirilmesi, hem
de yapılan yatırımlarla kurumun
daha fazla gelir elde etmesi ülke
ekonomisi açısından faydalı
gözükmekle birlikte, hedeflenen bu
ekonomik faydanın orta ve uzun
vadeye yansımaları ülkenin geleceği
açısından oldukça önemli.
Türkiye’nin petrol devi Tüpraş’ın,
sanayi dinamosu Petkim’in, demirçelikte lider konumunda bulunan
Erdemir’in ve daha nicelerinin yüzde
50’den fazlasının en fazla 10-15 yıllık
karları karşılığında özel sektöre
satılması toplumun büyük bir kesimi
tarafından tepkiyle karşılandı.
2005 yılında Türk Telekom’un
yüzde 55’inin 5.65 milyar dolara
Suudi Arabistanlı Oger Telecom’a
devredilmesi, özelleştirmeye karşı
yükselen sesleri bir kat daha arttırdı.
Türkiye’nin en kapsamlı iletişim
05
ağını elinde bulunduran kurumun
devlet kontrolünden çıkması, ülke
güvenliği açısından ciddi bir tehdit
olarak yorumlandı.
Geçtiğimiz günlerde 8 otoyolun
ve boğaz köprülerinin 25 yıllığına
5.72 milyar dolar karşılığında
devredilmesi Özelleştirme Yüksek
Kurulu tarafından yapılan teklifin
yetersiz görülmesinden dolayı
iptal edildi. Otoyollardan 20012012 yılları arasında yaklaşık 4.5
milyar dolar gelir elde edilmiş
olması, ayrıca araç sayısının
her yıl artmasıyla önümüzdeki
dönemde otoyolların karının
büyüyeceğine beklentiler,
bu ihalenin de uzun süre
tartışılmasına sebep oldu.
Sonuç olarak, devletin aksadığı
ve yetersiz kaldığı durumlarda
özelleştirmeyi bir ilaç olarak
kullandığını göz önünde
bulundurursak; bu ilacın nasıl ve
hangi dozda kullanıldığı oldukça
önemli. Zira aşırı dozda veya
bilinçsiz tüketimi sadece belirli
bir devlet organında aksamaya
neden olmayacağı gibi, tüm ülke
ekonomisini temelden sarsacak
ölümcül hastalıklara davetiye
çıkartabiliyor ve ülkeyi ciddi
kutuplaşmalara sürükleyebiliyor.
Öyle bir sorun düşünün ki
ülkenin neresinde yaşıyor ve
gündemle ne kadar alakasız
olursanız olun duyarsız
kalamazsınız. Elbet bir
yerinden, bir köşesinden
dahil olursunuz. Belki bir
taraf olmazsınız ama bir fikir
oluşturursunuz mutlaka.
Medyadan okursunuz, oradan
buradan duyarsınız ya da
içinde yaşarsınız bunun.
Kimilerinin davasıdır, bunun
için savaşır. Kimileriyse
sadece dışarıdan bakar. Bu
ülkede uzun yıllardır herkes
“Kürt Sorunu”na bir ucundan
müdahil. Yorum yapar, çözüm
üretir ya da önceden yapılanı
beğenmez. Yine de içinde bir
şekilde yer alır.
Gündemi hiçbir zaman
sakin kalmayan bir ülke
olduğumuzu kabulleneli
uzun zaman oldu. Tarihinde
o kadar çok badire atlatmış
başka bir memleket zor
bulunur zaten. Ama bu
sorun, Kürt sorunu, sanki hiç
bitmeyecek gibi geliyordu
neredeyse herkese. “Ben
görmem ama belki torunlarım
görür barışı.” diyen o kadar
çok insan vardı ki... İşte tüm
bu umutsuzluğun ardından
Türkiye yeni bir döneme girdi.
21 Mart 2013 Kürt sorunu için
önemli bir dönemeç oldu.
Barış, kardeşlik, huzur, Türk,
Kürt… Hepsi aynı cümlenin
içindeydi artık.
Ama o kadar alışkın
değildik ki barış söylemlerine,
ne tepki vereceğimizi
şaşırdık. Bir yanda “savaş”ın
bitmesinden mutlu,
meydanlara dökülen,
kutlama yapan insanlar…
Diğer yanda “barış”a ya da
en azından bu kadar çabuk ve
kolay olacağına inanmayan
insanlar… Herkes haklı
kendince. Herkes bambaşka
bir tarafını görmüş bu savaşın.
Kayıplar ne yazık ki her tarafın
ortak paydası. Tepkimizdeki
farklılıklar da buna dayanıyor
aslında. Daha fazla kayıp
olmasın diyip destekleyeni de
yadırgayamıyorsun, kaybının
acısıyla intikam isteyeni de.
Şimdi esas soru işareti
barışın nasıl uygulamaya
geçeceği. Bürokratik
açıklamalar bir yandan devam
ederken halk yıllar sonra
gelen bu barışı nasıl içine
sindirecek? Eğer iki taraflı bir
savaş olarak değerlendirirsek
senelerdir yaşanan onca
olayı, iki taraf da çok acı
biriktirdi bu süreçte. Bu acı
çoğunlukla da kine, nefrete
dönüştü taraflar için. Kim
tarafından yapıldığı ve şekli
tartışıladursun; tabi ki ülkenin
huzuru için barış ve kardeşlik
çağrısı desteklenmeli. Ama
aynı zamanda bu toplum
için sağlıklı bir uzlaşma ve
barış süreci olmalı. Yani bana
sorarsanız, esas zor olan
şimdi başlıyor. En az 30 yılda
ülke insanının içine yerleşen
savaş ve düşman algısını
yerle bir etmek gerekiyor.
Geçmişine bu kadar bağlı bir
toplum için elbette ki sancılı
zamanlar olacak. Yaşanan
onca olay, verilen onca kayıp
kolayca unutulmayacak.
Ama en azından artık o
hiç tükenmeyecekmiş gibi
görünen karanlıkta bir ışık var.
Tek yapmamız gereken ödenen
bedelleri arkamızda bırakıp
önümüzdeki güzel ve barış
dolu günlere odaklanmak.
06
dünya
Vatikan’da Neler Oluyor?
Alper Tarık Gürsoy
[email protected]
Papa XVI. Benedikt’in haftalık
ayinde 28 Şubat’ta görevi
bırakacağını açıklaması tüm
dünyada şok etkisi yarattı.
1415’te Papa XII. Gregory’nin
istifasından beri benzer bir
olayla karşılaşmayan Katolik
Kilisesi için de büyük bir sürpriz
oldu. 13 Şubat’ta bir başka ayin
sonrası istifa kararını ilerleyen
yaşının etkisiyle fiziki ve zihni
melekelerindeki zayıflamaya
dayandıran Papa, 2005 yılında
seçildiğinde 78 yaşındaydı. Göreve
seçilme yaşı göz önüne alındığında
en yaşlı Papalardan biri olan Papa
XVI. Benedictus aynı zamanda
kilise tarihinin İtalyan kökenli
olmayan 2. lideriydi. Vatikan
sözcülerinin yaptığı açıklamalar
da benzer şekilde Papanın görevi
bırakmasını, ilerleyen yaşının yanı
sıra ortaya çıkan sağlık sorunlarını
da sebep göstererek açıkladı.
Geçtiğimiz aylarda öğrenildiği
kadarıyla kalbine ritim düzenleyici
takılan Papa’nın denizaşırı
uçuşlara çıkması tehlikeli
görülmüştü, özellikle önemli bir
kısmı Güney Amerika’da bulunan
Katolikler arasında bu gelişme
hayal kırıklığı yaratmıştı.
Tarihin ilk Alman Papası,
Joseph Alois Ratzinger adıyla
Almanya’da Katolikliğin yaygın
olduğu Bavyera eyaletinde 1927
yılında dünyaya geldi. Orta
sınıf bir aileye mensup olan
Ratzinger’in ilk gençlik
döneminde Nazi
Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri XVI. Benedikt sürpriz bir biçimde görevini
bıraktı. Benzeri bir olayı en son 600 yıl önce yaşayan Katolik cemaati istifayı
sağlık sorunlarına bağlasa da söylentiler kilisenin eşcinsellik ve çocuk tacizi gibi
skandallar nedeniyle darboğazda olduğunu gösteriyor.
gençlik örgütlerinde pasif de olsa
yer alması seçildiğinde tartışmalara
neden olmuştu. 1943 yılında
orduya çocuk asker olarak dâhil
olan Ratzinger 1945’teki kaçışına
kadar uçaksavar kolordusunda
görev yaptı. Ordudan ayrılmasına
rağmen kısa bir süre esir kampında
tutulan geleceğin Papası, normal
yaşamına aynı yılın sonunda
dönebildi . O yılın kasım ayında
kardeşi Georg’la beraber teoloji
eğitimine başlayan Joseph 70’li
yıllara kadar üniversitede kaldı.
1977 yılında Papa tarafından Münih
Kardinali atanana kadar Regensburg
Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı
ve dekanlık yaptı. Polonyalı Papa
II. John Paul tarafından Roma’ya
getirilen Ratzinger, kısa zamanda
Papa’yla sıkı dost oldu. Ratzinger’in
Papalığa seçilmesi bu yüzden
o süreçte Vatikan’da statükocu
eğilimin varlığına gayri resmi bir
kanıt olmuştu.
Papalığı öncesi Engizasyon
Mahkemelerinin devamı niteliğinde
olan Dinsel Öğretiler Kurumu’nun
başkanlığını yapan Ratzinger, görevi
itibariyle Katolik ilahiyatçıların ve
din adamlarının sorgulanmasından
sorumluydu. Kilisenin imajını
korumakla yükümlü olduğunun
farkında olan bu kurul, birçok din
adamını kızağa çekti ya da görev
yerini değiştirdi, ancak söylentilere
bakılırsa Ratzinger kilisenin imajını
zedeleyebilecek çocuk tacizi ve
eşcinsellik davalarında tehdit ve
rüşveti bir araç olarak kullanmış.
2005 yılına kadar bu görevi
sürdüren Joseph Ratzinger ‘in
diğer üst düzey kilise yetkililerine
çocuk tacizi olaylarında ailelerin
susması için para önerilmesini,
olumsuz cevap alındığı takdirde,
ailelerin aforozla tehdit edilmesini
istediği söylentileri ortaya çıkmış
durumda. Vatikan Bankası’nda
ailelere sus payı olarak
ödenecek meblağlar için fon
oluşturulması ve ABD’de Portland
Başpiskoposluğu’nun iflası bu
söylentileri doğrular nitelikte.
Katolik Kilisesi’nin bu tarz
iddialarla çalkalandığı dönemde
Papalığa seçilen Ratzinger’in görev
süresi boyunca da bu iddialar
gündemi meşgul etti.
Her ne kadar bu söylentiler
Katolik cemaati tarafından kiliseyi
koruma amacından dolayı hoş
görülse de yeni bir kriz geçtiğimiz
yıl sonunda su yüzüne çıktı. İstifa
kararı çok daha öncesine dayanan
Ratzinger’in bu kararı 2012
Aralık’ında eline geçen bir rapor
sonrası aldığı tahmin ediliyor.
Raporun içeriğinin ise eşcinsel
rahiplerin görüntülerini kullanarak
kiliseye şantaj yapan bir örgüt
hakkında olduğu söyleniliyor.
28 Şubat’ta Papalık makamının
‘Sede Vacante’ yani boş ilan
edildiği günden yaklaşık 2 hafta
sonra, konklav olarak adlandırılan
oturumda kardinaller, Sistine
Şapelinde bir araya geldiler.
12 Mart’taki oturumda sonuç
alamayan kardinaller, dış dünyaya
kapalı geçirdikleri iki gün sonrası
13 Mart’ta 266. Papa’nın seçildiğini
beyaz dumanla haber verdiler.
Arjantinli Jorge Mario Bergoglio,
Francis adını alarak, Güney
Amerikalı ilk Papa oldu.
dünya
07
Venezuela Sonsuza Dek Değişti
Latin Amerika’nın Bolivarcı
lideri Hugo Chavez 5 Mart’ta
hayatını kaybetti. Cenaze
törenine İran Cumhurbaşkanı
Ahmedinejad’dan Nihat
Doğan’a kadar geniş yelpazeli
bir topluluğun katıldığı Chavez,
siyasetiyle uzun zaman Latin
Amerika solunda ve dünyada iz
bırakacağa benziyor.
Nazlı Azergün
[email protected]
1954’te işçi sınıfı bir ailenin çocuğu
olarak dünyaya gelen Hugo Chavez,
Venezuela Askeri Bilimler Akademisinde öğrenim gördü. Resim
yapmaya ve beyzbol oynamaya
meraklı olan Venezuela liderinin
ilgisini çeken bir başka konu da
Latin Amerika tarihidir: Büyükbüyük dedesinin ordusunda görev
aldığı Venezuelalı General Ezequiel
Zamora ve Venezuelalı devrimci
Simon Bolivar’ı kendine örnek alır.
Henüz askeri okuldayken Venezuela
liderlerini yetersiz ve dışa bağımlı
bulmaktaydı, Venezuela siyasetini
değiştirmeyi amaç edinmişti; bu
amaca ulaşmak için de 1980’lerin
başında gizli Devrimci Bolivarcı
Hareket-200 örgütünü kurmuştur.
Politik ideolojisini 21. yüzyıl
için sosyalizm ve Bolivarcılık
olarak tanımlayan Latin Solunun
sivri dilli ismi 1992 yılında IMF
yaptırımlarına karşı Operasyon
Zamora adlı başarısız bir darbe
girişimi gerçekleştirir. 2 yıl hapis
yattıktan sonra serbest bırakılır,
1997 yılında varlığını on yıl devam ettirecek Beşinci Cumhuriyet
Hareketi örgütünü kurar ve örgütün
lağvedilmesine kadar başkan
olarak görev yapar. 1998’de devlet
başkanı seçilir, yaptığı ilk iş marjinal
grupların haklarını iyileştiren bir
anayasa oluşturarak tekrar seçime
gitmek olur. Başkanlığının ikinci
dönem vaatleri arasında toprak
reformu gerçekleştirmek, işçi bazlı
kooperatifler ve toplum meclisleri
kurmak, Bolivarcı hedefleri takip
etmek yer alan Hugo Chavez, 2002
yılında muhalif bir darbeyle görevinden alınır. Ancak, muhalifler 48
saat içinde inanılmaz boyutlara
ulaşan, 1 milyondan fazla kişinin
katıldığı ve özellikle Venezuela’nın
“barriosta” adı verilen kırsal kesimlerinde yoğunlaşan karşı protestolara direnemez, Chavez görevine
geri döner. Chavez, Ekim 2012’de
yapılan seçimde yüzde elli dört oy
alarak dördüncü kez devlet başkanı
seçilmiştir.
Hedefleri tüm Venezuela halkına
hitap edecek bir anayasa
oluşturmayı, katılımcı demokrasiyi
yaygınlaştırmayı, petrol ve doğalgaz
endüstrileri kamulaştırmayı,
yoksulluğu azaltıp sağlık ve eğitim
hizmetlerini iyileştirmeyi kapsayan
Chavez yönetimi uluslararası alanda
da radikal siyasi dönüşümlere işaret
eden neo-liberalizme somut bir
alternatif sunan bir yönetim biçimi
olarak tanınır. Dünya siyasetinde
Amerikan karşıtlığı ve dobralığı ile
dikkat çeken Chavez, Washington’a
karşı Küba, Kuzey Kore, İran, Belarus, Suriye gibi ülkelerle sıkı
dostluklar kurmuştur. Chavez’in
Amerikan karşıtlığına en açık haliyle 2006 tarihli İran gezisinde ve
Amerikan eski başkanı George
Bush’a “şeytan” dediği Birleşmiş
Milletler konuşmasında şahit olunabilir. Simon Bolivar’ı izleyen bir
devlet başkanı olarak Chavez’in en
büyük hayallerinden biri de Latin
Amerika Pembe Dalgası adı verilen emperyalistlere karşı birleşmiş
bir Latin Amerika’dır. Bu hayali
gerçekleştirmek adına Güney Amerika Milletler Birliği, Latin Amerika
için Bolivarcı İttifak gibi oluşumları
coşkuyla desteklemiş ve Küba,
Bolivya, Ekvador ve Nikaragua ile
çeşitli ittifaklar kurmuştur; buna
karşılık Kolombiya ve Venezuela’nın
arası git gide bozulmuş, Venezuela
yönetimi Kolombiya hükümetine
karşı milis kuvvetleri desteklemiştir.
“Küba en iyi dostunu yitirdi.”
Başkanlık yaptığı yıllar süresince
Venezuela’nın babası konumuna
gelen Chavez’e 2011 yılında pelvis
kanseri tanısı konmuş, ameliyatları
ve tedavisinin büyük kısmı Küba’da
gerçekleşmişti. Katolikliğe mensup olan ve başkanlığı süresince
inancını siyasetine karıştırmayan
Chavez hastalığından sonra birkaç
kez kendisi ve İsa arasında benzerlik kuran demeçler vermiş,
İsa’nın öğretilerinin sosyalizmle
örtüştüğünü söylemişti. 2012’de
hastalığı nüksetmiş, durumu
kötüleşmiş hatta ekim ayında
düzenlenen başkanlık yemin törenine katılamıştı. 18 Şubat 2013’te
tedavi gördüğü Küba’dan ülkesine
dönen Hugo Chavez, 5 Mart 2013
günü hayatını kaybetti. Yapılan
açıklamaya göre ölüm nedeni kalp
kriziydi.
Cenaze kortejine otuza yakın devlet başkanı ve 2 milyondan fazla
Venezuelalı katıldı. Cenazeye, Fidel
Castro’nun “Küba en iyi dostunu
yitirdi.” açıklamasından çok İran
cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın
törene katılıp Chavez’in tabutunu
öpmesi damga vurdu. Chavez’in
yaşarken halefi olarak gösterdiği
Nicolas Maduro, Venezuelalı liderin
naaşının tıpkı Lenin ve Mao gibi
mumyalanarak sergileneceğini
açıklamıştı ancak mumyalanma
işlemi için geç kalınması üzerine
bundan vazgeçildi. Vasiyetinde
büyükannesinin yanına gömülmek
istediğini belirten Chavez’in
destekçileri ünlü liderin Simon
Bolivar’ın yanına gömülmesinden
yana. Ancak Venezuela anayasasına
göre liderin ölümünün üzerinden
25 yıl geçmesi gerek; Venezuela
hükümetinin bu olay üzerine anayasa değişikliği yapıp yapmayacağı
belirsizliğini koruyor.
Venezuela’da anayasal zorunluluk
nedeniyle 14 Nisan’da başkanlık
seçimleri gerçekleşecek. Göze çarpan iki aday; halef Nicolas Maduro
ve Chavez’in daha önce domuza
benzettiği sağcı aday Henrique
Capriles. Her ne kadar kamuoyu
ibrenin Maduro’ya yakın olduğunu
gösterse de kesin sonucu zaman
belirleyecek.
08
yaşam
Hisarüstü kazıl
Hisarüstü’nde metro çalışmaları tüm hızıyla başladı. Konuyla ilgili detayları, üniversitemiz
adına çalışmaları yakından takip eden hocamız Mehmet Nafi Artemel ile konuştuk. Hukuki
yetkinliği ve Hisarüstü konusundaki bilgileri dolayısıyla bu görevi üstlenen hocamız,
üniversitemizin arazi ve restorasyonla ilgili komitelerinde de görev alıyor.
Miray Palaz
[email protected]
Metronun tam güzergahı nedir?
Duraklar nerelerde olacak?
Metro hattı Levent metro ile
Hisarüstü arasında oluşturulacak.
Önceden “Uygulama Oteli,
Etiler-1 ve Etiler-2” şeklinde
üç duraktan bahsediliyordu.
Şimdilerde Etiler’de tek durak
olacağı söyleniyor. Açıkçası
neden bu durakların doğrudan
bulunacakları yerlerle
anılmadığını anlayamıyorum.
İnşaat gereği birçok kazı noktası
bulunduğundan nerelerin
istasyon olacağını kestirmek
de kolay olmuyor. Uçaksavar
spor tesisinin oradaki şaft gibi,
kimi kazılar yalnızca toprağın
tahliyesi için geçici olarak
yapılıyor, yani kazılan her nokta
istasyon olmayacak. Benim
kanaatim, Uygulama Oteli’nde
birinci, Dünya Göz Hastanesi’nin
karşısı ve Doğan Taksi bölgesinde
ikinci ve Hisarüstü’nde Boğaziçi
Taksi’nin olduğu yerde üçüncü
durağın olacağı yönünde.
Tam olarak kampüsün sınırları
içinde durak olacak mı?
Son duruma göre olmayacak.
Ancak Etiler kapı girişinin
yanındaki otopark alanında,
Ulaştırma Bakanlığı’nın tahsis
talebiyle şaft için kazı yapılacak
ve inşaat tamamlanınca üstü
yeniden kapatılacak.
Bu proje ne zamandır vardı?
Talep üniversiteden mi geldi
yoksa belediyenin projesi mi?
Uzun zamandır böyle bir
düşünce olduğu söylense
de, 2010 civarında somut bir
girişim olmuş olabilir. “Olmuş
olabilir” diyorum zira o tarihte
konuyla doğrudan ilgili ve
resmi taleplerden haberdar
değildim. Böyle bir proje ancak
kurumların ve tarafların birlikte
hareketiyle mümkün olur. Bu
hat, önceden planlanan İstanbul
Metrosu 3. aşamasının 4. LeventAyazağa hattına eklenmesiyle
ortaya çıktı. Bu çerçevede de
bilgilerin çok açık paylaşılmadığı
kanaatindeyim. Büyükşehir
Belediyesi’nin, Ulaştırma
Bakanlığı’nın sitelerinde herhangi
bir resmi açıklama yok. Üstlenici
girişim olan Alsim AlarkoMakyol’un sitelerinde ise ayrıntı
içermeyen bilgilere rastlanıyor.
Hisarüstü’ndeki arazilerin
Boğaziçi Üniversitesi’ne ait
olduğu doğru mu?
Üniversitemize ait olan yerler
bugün sınırlarımız içinde kalan
alanlardan ibaret. Hisarüstü’nün
genelinde Hazine’ye, İstanbul
Teknik Üniversitesi’ne ait alanlar
ve özel mülkiyetler mevcut.
Problem yaşandı mı ya da ileride
yaşanır mı?
Çalışmalarda, sanırım inşaatı
geciktirmemesi amacıyla, büyük
ihtilaflara konu olabilecek
alanlardan sakınılarak
ilerlenmekte. Daha çok Hazine’ye
ve kamuya ait alanlar üzerinde
duraklar planlanmakta.
Üniversitemizin arazileri ancak
geçici tahsis suretiyle isteniyor.
Mülkiyet konusunda temkinli
yaklaşıldığı için sorunlar
yaşam
zılırken: Metro
yaşanmayacağını düşünüyorum.
Sizce inşaat tam vaktinde
tamamlanabilecek mi?
Doğrusu tam tarihi
kestiremiyorum. Başta sonbahar
2013 denirken şimdi 2015 tarihi
telaffuz ediliyor. Ancak yüklenici
şirket bu konuda çok hızlı
ilerliyor gibi görünüyor.
Süreç boyunca öğrencilere
sıkıntı yaratabilecek bir durum
olur mu?
Güvenlik konusunda üniversite
yönetimi ciddi önlemler alıyor.
Ancak hafriyat kamyonları
yüzünden trafik yoğunlaşabilir.
Müteahhit firmanın da trafik
akışını düzenlemek üzere
yürüttüğü çalışmalar var. Ben
Hisarüstü metro durağının, bugün
son otobüs durağının bulunduğu
noktada yapılması daha uygun
olabilirdi diye düşünüyorum.
Hem Hisar Kampüs’teki
öğrencilerimiz daha rahat
erişebilir, hem de çalışmalar daha
az rahatsızlık yaratmış olurdu.
Metro tamamlandığında daha
ziyade üniversiteye mi hizmet
eder, yoksa dışarıya mı? Bölgede
trafiği ve yoğunluğu arttırır mı?
Bunu zamanla göreceğiz. Bu
aşamada özellikle üniversitenin
yararına olacağı söylenmekte,
Hisarüstü’nün kendi halkına
da hizmet edecektir. Öte
yandan, Nispetiye Caddesi’ni
tercih edenlerin araçlarını yol
ortasında valelerle bırakmaktan
vazgeçeceklerini düşünmüyorum.
Zannediyorum bu ritüel
Nispetiye’ye gelmenin en önemli
cazibelerinden birini oluşturuyor.
Hisarüstü hattındaki otobüslerin
ise kaldırılacağı ifade edilmekte.
Çalışmalar gece gündüz devam ediyor
Dolayısıyla ilk etapta trafikte
azalma olabilir, ama ileriyi
kestirmek güç.
Hisarüstü çehre değiştirip
öğrenci semtinden daha pahalı
bir semte dönüşür mü?
Belki metronun gelmesiyle
semtin dışında oturacak
öğrenciler artar ve kiralar
düşer. Diğer taraftan bölgede ev
kiralayıp metroyla işe gitmek
mümkün olacağından fiyatlar
artabilir de. Ben metro vesilesiyle,
doğrudan bağlantılı olmasa
bile, geniş çaplı değişikliklerin
olabileceğini düşünüyorum.
İleride tamamlayıcı nitelikte ya
da yine Hisarüstü’nü ilgilendiren
projeler olacak mı?
Ben de tam olarak bunu
düşünüyorum. Bu etapta
dahi meydan ve çevresindeki
yollar yeniden tasarlanacak
zannedersem. Fırın Sokak
olarak bilinen, Baltalimanı’na
inen yokuşun genişletilmesi
söz konusu olabilir. Hisarüstü
Nispetiye Caddesi’nde de
kaldırım genişletme projeleri
devam ediyor. İleride
Hisarüstü’nün kentsel dönüşüm
çerçevesinde tekrar tasarlanması
da söz konusu. Ancak tüm bu
gelişmelerin nasıl sonuçlar
doğuracağını şimdiden tahmin
edebilmek pek kolay değil.
09
10
yaşam
Alper Sezer
[email protected]
Bozdur Bozdur
Harca: 800 Lira
Geçtiğimiz günlerde Çalışma
Bakanı Faruk Çelik fantastik bir
açıklama yaptı. “Asgari ücretle
4 kişilik bir aile geçinebilir mi?”
sorusuna “Geçinemez diye
bir şey yok, geçinirsiniz. Niye
geçinemeyeceksiniz? Eğer ona
mahkumsanız 800 lira da büyük
paradır. Netice itibariyle peynirin,
ekmeğin, zeytinin fiyatı bellidir.”
dedi, diyebildi; yüreği, dili buna
elverdi.
Türk-İş’in raporlarına göre,
sadece sağlıklı beslenebilmek,
yani açlık sınırının üzerinde olmak
için 1007 TL’ye ihtiyacınız var.
Ulaşım, konut, giyim gibi tüm
giderleri eklediğimizde yoksulluk
sınırı 3280 TL. Bakanın, 800 TL’ye
geçinirler dediği 4 kişilik bir aile
için geçerli bu rakamlar da. Demek
ki bakanımız da işçi ailelerini
açlık sınırı altında kalmaya ve
peynir-ekmek yemeye mahkum
bıraktıklarının farkında ve rahatça
“Niye geçinemeyeceksiniz?”
diye yorum yapabiliyor. Sahi,
İstanbul’da kiralar ne kadardı?
Bir diğer bakanımız, hem de
maliyeden sorumlu, Mehmet
Şimşek ise mecliste şu zihin
açıcı gelişmeyi aktarmıştı:
“OECD ülkeleri arasında çalıştığı
dönemdeki maaşa oranla emekli
maaşı en yüksek olan ülkeyiz.
İngiltere de çalışırken alınanın 4’te
1 oranında emekli maaşı veriliyor.”
Bizim ürettiğimiz bir rekor türü
olsa gerek. Bakan, yaratıcı bir
bakış açısıyla asgari ücretin ¼’ü
olan 190 TL’yi emekliye müstahak
görmedikleri için övünüyor ve
emekli maaşlarını İngiltere ile
kıyaslayıveriyor. Şimşek; sayılarla
değil, oranlarla arasının iyi
olduğunu “Ben 770.000 dolar
maaş alıyordum, özel sektörde
%5-6 zam oluyordu, bizse memura
ise %7,6 veriyoruz” diyerek zaten
daha önce de göstermişti.
Yıllardır Türkiye en hızlı büyüyen
ekonomilerden olduğu, devlerle
yarıştığı söyleniyor. 10 yıl kadar
önce milyarder sayısı bir elin
parmağını geçmezken, bugün
40’lı sayıları aştı. Ekonominin
hacminin arttığı rakamlarla
sabit. Fakat bu büyüme,
beraberinde gelişmeyi getiriyor,
halkın refahını yükseltiyor
mu? Ya da başka bir deyişle;
alt ve orta kesimin alım gücü
büyüme oranında etkilenmediği
sürece, üst kesimin daha da
zenginleşmesiyle niye bu kadar
övünüyoruz?
Türkiye; ekonomi, eğitim, siyaset
gibi birçok alanda gelişmeyi ölçen
İnsani Gelişmişlik Endeksi 2003
raporunda yaklaşık 180 ülke
arasında 96. sıradayken, 2013
raporunda 90. sıraya yükselmiş.
Pek de çok hızlı büyüyen
ekonomimize yakışır bir gelişim
sıçraması yapamamışız gibi.
Devletin resmi kurumu TÜİK’in
2010’daki araştırmasına göre,
nüfusun %16,9’u yoksulluk
sınırının altında, sürekli yoksulluk
riski altındakilerin oranı ise %18.
Her ne kadar bu rakam resmi
kaynaklara göre düşüşte olsa da;
ne ortada bu kadar övünülecek
bir büyüme görebiliyoruz, ne de
birçok sendikanın itiraz ettiği bu
rakamlara güvenebiliyoruz.
Bir ülke ki ekonomisi çok
hızlı büyüyor, başbakanı 3 de
yetmez 4-5 çocuk diyor; ama 2
çocuklu bir aile asgari ücretle
aç-evsiz kalıyor, hiçbir ihtiyacını
karşılayamıyor ve bu durumda
pek de bir gelişme yaşanmıyor.
Daha çok konuşulması gereken,
daha gerçek olan hangisi?
yaşam
11
İş İçin mi Geldiniz,
Eğlence İçin mi?
"Neden İstanbul’a geliyorsun, İstanbul’da işin var mı, evin var mı
denseydi biz şimdi bu sıkıntıları yaşamayacaktık."
Rezan İbişhükçü
[email protected]
İstanbul, uzun yıllardır gerek
sunduğu iş olanakları gerekse
yatırım çokluğu nedeniyle ülkenin
merkezi konumunda. Ne yazık ki,
bu merkez her yıl artan göç talebiyle
daha da kalabalıklaşırken bir arada
yaşamayı da oldukça zorlaştırıyor.
Göç sorununa çözüm olarak
Başbakan Erdoğan geçtiğimiz
günlerde kentsel dönüşümle yapılan
evlerin anahtar teslim töreninde
İstanbul’a vize uygulamasının
sinyallerini verdi. Belediye başkanlığı
dönemindeki konuşmasına işaret
ederek, o dönem vize uygulamasına
geçilmesinin önemini “İstanbul’a
başkan olduğumda İstanbul’un
nüfusu 8 milyondu, şimdi ise 14,5
milyon. Dönemin hükümetleri bu
göçün önüne geçecek tedbirleri
almadılar, çarpık kentleşmeye
müsamaha gösterdiler. Ben vize
uygulaması, nakil ilmühaberi
dediğimde belediye başkanlığımda
‘Siz bu ülkede seyahat özgürlüğünü
mü engelliyorsunuz?’ dediler dönem
hükümetleri. O gün neden İstanbul’a
geliyorsun, İstanbul’da işin var
mı, evin var mı denseydi biz şimdi
bu sıkıntıları yaşamayacaktık.”
sözleriyle vurguladı. Başbakanın
gündeme getirdiklerini
uygulamadaki kararlılığı göz
önünde bulundurulduğunda, bu
fikrin de yakın zamanda bir projeye
dönüştürülmesine mümkün gözüyle
bakılıyor.
İstanbul’a vize uygulaması
halihazırda kuralları belli bir proje
olarak gündeme gelmediğinden,
içeriğini kestirmek ancak kabataslak
mümkün. Fakat gerçekleşmesi
halinde İstanbul’a göçü
engelleyeceği; bunun beraberinde,
trafikten tutun tarihi dokunun zarar
görmesine dek pek çok sıkıntıya
çare olacağı iddia ediliyor. Bunlara
ek olarak, çarpık kentleşmenin
önüne geçileceği ve tahribata maruz
kalan yeşil alanların azalacağı da
muhtemel bir vize uygulamasının
faydaları arasında gösteriliyor.
Vize uygulamasının gündeme
gelmesi, tabi ki beraberinde
yoğun eleştirileri de getirdi. Vize
uygulaması; bir çözüm değil, “elitist
bir tutum” olmakla suçlanıyor.
Demokrasiye, insan haklarına ve
özgürlüklerine aykırı olduğu ileri
sürülen bu tutumun, insanlara adil
davranmamakla kalmadığı, aynı
zamanda iş imkanları için İstanbul’a
gelmek isteyen vatandaşların önünü
keserek onları kaderlerine mahkum
bıraktığı savunuluyor. Ülkenin
kalanına yeni yatırımlar yapılmadığı
sürece de, yeni fırsatlara göçmeleri
askıya alınan bu insanlar yine işsiz
kalacağı için, projenin işsizliği
azaltmayacağı tahmin ediliyor.
İstanbul’un bu şekilde özerk hale
getirilmesi; yalnızca diğer illerde
yaşayanları değil, İstanbulluları da
gayrimenkulden meyve-sebzeye
kadar geniş bir yelpazedeki olası
fiyat artışları nedeniyle ekonomik
açıdan pek memnun etmeyeceğe
benziyor.
İstanbul’un günbegün artan
nüfusuyla 3. köprü yapımı gibi
projelerle baş edilmeye çalışıldığı
söylense de hala yeni çözümler
arandığı biliniyor. Bu nedenle vize
uygulaması bir süre daha gündemde
kalmaya devam edecek gibi
gözüküyor.
İstanbul’a vize uygulanması
göç sorunu için sizce doğru bir
çözüm yolu mu?
Ekin Çat - Endüstri Mühendisliği
- Hazırlık
Her ne kadar İstanbul’a olan
göçün yavaşlatılması gerektiğini
düşünsem de İstanbul’a vize ile
giriş fikrini mantıklı bulmuyorum.
İstanbul dışından gelen bir öğrenci
olarak, diğer hiç bir şehirde
bulamayacağım sosyal, kültürel
ve akademik fırsatları İstanbul’da
buldum. Eğer İstanbul’a vize ile
girilseydi, belki de ben ve benim
gibi çoğu öğrenci bu imkanları
bulamayacaktı.
Sinem Büyükkeçeci - Mimar
Vizeyi mantıklı bulmuyorum,
çünkü ben ailem beni başka
bir şehirde yetiştirdi diye
İstanbul’un sektörde sağladığı iş
olanaklarından mahrum kalmak istemiyorum. Artık yurtdışı
vizeleri bile tartışılırken ülke
içinde böyle bir ayrım yapılmasına
kalabalık ne kadar zorlayıcı olsa
da sıcak bakmıyorum.
12
kültür-sanat
Soykırımın Gölgesİnde Edebiyat:
ELIE WIESEL
Güner Durmaz
[email protected]
20.Yüzyıl, şüphesiz ki 50 bin
yaşındaki insanoğlunun en acılı ve
en zor dönemlerine tanıklık etti.
Zamanın sonuna dek ekonomik
krizler, savaşlar ve günümüze
kadar uzanan amansız politik
çatışmalar, kutuplaşmalar ile
anılacak 20. yüzyıl. Bunlardan da
önemlisi insanoğlu, muhtevasında
oluşan yeni (bir o kadar da eski) bir
düşmanla karşılaştı bu dönemde:
“Soykırım”. Yeryüzü, soykırım
trajedisine 15. yüzyıldan beri sahne
oluyor aslında; Kuzey ve Güney
Amerika’da yerli halka, Güney
Afrika’da Boerlere ve 20. yüzyılda,
Anadolu’da Ermenilere, Orta
ve Doğu Avrupa’da Yahudilere,
Cezayir’de Araplara, Orta Afrika’da
Tutsilere ve Doğu Avrupa’da
Bosnalılara... Soykırım 20. yüzyılda
yeryüzündeki tüm halklara karşı
ciddi bir tehditti artık. Ve bu
durumun doğal bir sonucu olarak,
edebiyat da “soykırım”la tanıştı.
Elie Wiesel, Yahudi bir anne ve
babanın tek erkek çocuğu olarak,
1928 senesinde, Romanya’nın
Sighet kasabasında dünyaya
geldi. Zaman ve mekânın
göreceliliğinde, bir gün kendisini
ve ailesini tarih boyunca soykırım
trajedisinin en yoğun ve dehşet
verici şekilde yaşandığı Auschwitz
Toplama Kampı’nda buldu.
Üstelik çalışmanın, günden güne
erimenin, yok olmanın özgürlük
addedildiği bu kampta, o sadece
14 yaşındaydı. Bu tek taraflı şiddet
gösterisinde, ebeveynlerini ve iki
kardeşini kaybetti. 1958 yılında
anılarını kitap haline getirdi. Night
(Gece ) 1958 yılında Fransa’da
basıldı. Daha sonra üçlemenin
iki kitabı Dawn (şafak vakti) ve
Day (Gün) ikişer sene arayla
yayımlandı. Nobel Barış Ödülü’ne
layık görülen yazarın bu üçlemesi,
yayımlandıkları günden bugüne,
soykırımın en büyük ve en güçlü
edebi eserleri olarak tarihe tanıklık
ediyorlar.
Night (Gece)
Gece, 1958’te yayımlandığından bu yana, insanlığın soykırım acısıyla
yüzleşmesinin ve bu tür acıların bir daha yaşanmamasına olan inancın
sembolü olmuştur. Yazar Elie Wiesel, milyonlarca kişiye yaşatılan
kıyımı hiçbir oyuna başvurmadan tüm çıplaklığıyla ve gerçekliğiyle
okuyuculara sunuyor. 14 yaşındaki Eliezer, onun yeni yeni terleyen
bıyıkları ve düşünceleriyle beraber ilerliyoruz
bu trajik anlatının sayfalarında. Sıradan
hayatının apansız tecavüze uğramasını,
hayat ışıklarının gün geçtikçe soluklaştığını
ve her şeyin “gece”ye evrilmesini gerçeklik
sınırlarının doruğunda yaşatıyor okuyuculara
Wiesel. Çalışma kamplarındaki acıları,
ölümleri ustalıkla aksettiriyor. Türkçe çevirisi
ne yazık ki ancak 1999’da yapılan Gece,
yeryüzündeki tüm insanlar tarafından okunulması gereken bir eser.
Dawn (Şafak Vakti )
Elie Wiesel, bu anlatısında soykırımın dramatik sonuçlarını; Auschwitz
çalışma kampından kurtulan, yaşadığı acılar nedeniyle hayatı sonsuza
dek değişen 18 yaşındaki Elisha’yı okuyucularla buluşturuyor. Yaşamının
en verimli döneminde öldürmeyi bir amaç
ve araç haline getiren Elisha, Filistin’de
Yahudi bir terör örgütünde bulur kendisini.
Öldürülmenin, acı çekmenin nasıl bir his
olduğunu bir insanın tecrübe edebileceği en
kötü biçimde eden Elisha’ya bir gün “öldür”
emri verilir. Şafak Vakti, yaşam ve ölüm
arasındaki çizginin kaybolduğu, etkileyici bir
eser.
Day (Gün)
Gün, soykırım sonrası Araf’ta kalanların hikayesidir. Auschwitz
çalışma kampından sonra New York’ta yaşamını sürdüren Elie Wiesel
geçmişinden kurtulamaz. Öyle ki geçmişi onu yaşayan bir ölüye
dönüştürür. Aşklarında ve savaşlarında bir
gölge gibi takip etmektedir Wiesel’i ölüm;
ta ki her şeyi değiştiren bir “kaza”ya dek.
Gün, içerik ve üslup olarak okuyucuyu
ilk sayfasından itibaren içine çekiyor. Elie
Wiesel’in kendi yaşamına ışık tuttuğu
bu otobiyografik anlatı, her okuyucunun
kütüphanesinde olası cinsten.
Soykırım Kitapları
1. Sizi Bilgilendirmek İsteriz ki Gelecekte Ailelerimizle
Öldürüleceğiz: Rwanda’dan Hikayeler
Philip Gourevitch
2.Şeytan’la Anlaşmak: Rwanda’da İnsanlığın Başarısızlığı Roméo Dallaire
3.Cehennemden gelen sorun: Amerika ve Soykırım Çağı
Samantha Power
4.İlk Önce Babamı Öldürdüler: Kamboçya’nın Çocuğu
Hatırlıyor
Loung Ung
5.Sparta’dan Darfur’a Soykırım ve Yok Etmenin Tarihi Ben Kiernan
kültür-sanat
Benim
Çocuğum
13
Eğitimini Amerika’da çeşitli
üniversitelerde sinema-televizyon ve
medya alanlarında tamamlayan Can
Candan, Bilgi Üniversitesi ve Sabancı
Üniversitesi’nde film ve medya sanatları
konularında dersler verdi. 2007’den beri
Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği
yapan Candan, şu an ‘Documentary
in Turkey’ isimli bir ders vermekte.
Candan’ı, Benim Çocuğum’dan önce
çektiği, DuvarlarMauernWalls (2000)
ve 3 Saat (2008) adlı belgeselleriyle de
tanıyoruz.
“Yazının tam metni için:
www.dinamikgazete.com”
Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve sinemacı Can Candan’ın
yönetmenliğini üstlendiği, çocukları LGBT olan 7 ebeveynin hikâyesini
anlatan Benim Çocuğum belgeselinin yapımı 2013’te tamamlanıp
seyirci karşısına çıktı. Belgesel, ailelerin birer LGBT ebeveyni ve
aktivisti olarak varolma ve seslerini duyurma mücadelelerine değinen
etkileyici bir çalışma. Belgesele dair ayrıntıları ve merak edeceğinizi
düşündüklerimizi Can Candan’ın ağzından dinledik:
Naz Vardar
[email protected]
İlk kez ne zaman böyle bir belgesel
çekme fikri kafanızda oluştu? Sizi
harekete geçiren herhangi bir olay
oldu mu?
Bu belgeselin ortaya çıkması
tamamen bir tesadüf sonucu
oldu. Ekim 2010’da Boğaziçi’nde
düzenlenen ‘Türkiye’de Trans
Kimlikler ve Queer’ başlıklı bir
konferansta filmde hikayelerini
bizimle paylaşan LİSTAG (LGBT
Aileleri İstanbul Grubu) gönüllüsü
ebeveynlerin katıldığı bir panel
vardı. Oradaki ebeveynlerin
hikayeleri ve yaptıkları beni çok
derinden etkilemişti. Bu hikayeleri
çok daha geniş kitlelerin duyması
gerektiğini düşündüm. ‘Benim
Çocuğum’ fikri işte o gün o panel
sırasında ortaya çıktı ve yaklaşık
iki buçuk yıldır LİSTAG’la birlikte
çalışıyoruz.
Benim Çocuğum ilk kez !f’te
gösterildi, vizyona ne zaman
girecek ve hangi illerde gösterimi
olacak?
Evet, ‘Benim Çocuğum’ !f Festivali
ve bizim düzenlediğimiz İstanbul,
Ankara ve İzmir galalarımız dışında
henüz gösterilmedi. Vizyona
girebilmesi için çalışmalarımız
devam ediyor ama Türkiye’de
bağımsız bir belgeselin ve aynı
zamanda dijital bağımsız bir filmin
vizyona girebilmesi çok zor. Ama biz
ümidimizi koruyoruz. İnsanlar bu
filmi talep ederlerse dağıtımcıların
ve sinema salonu sahiplerinin bu
talebi duyacaklarına inanıyoruz.
Toplumun genel tutumuyla
karşılaştırınca Boğaziçi
Üniversitesi’ndeki homofobinin
ve LGBT öğrencilerin
görünürlüğünün ne derece
benzer/farklı olduğunu
düşünüyorsunuz?
Toplumda LGBT bireyler
ayrımcılık, homofobi ve transfobi
ile karşılaştıkları gibi, Boğaziçi’nde
ve diğer üniversitelerde de
karşılaşabiliyorlar. Aynı zamanda
Türkiye’de hâlâ bazı üniversiteler
çeşitli özgürlüklere görece daha fazla
saygı duyulan, bireylerin kendilerini
daha rahatça ifade edebildikleri
ve üniversite camiasından destek
bulabildikleri yerler. Boğaziçi de
benim kanımca böyle bir yer.
Belgeselinizin büyük bir kolektif
çalışmanın ürünü olması umut
vericiyken Kültür Bakanlığı’ndan
destek alamaması sizce devletin
homofobik politikalarının bir
göstergesi midir?
Bu filmin neredeyse beş yüze yakın
bireysel destekçisi var. Bu bizim
için müthiş bir gurur ve mutluluk
kaynağı. Kültür Bakanlığı’ndan
destek alamamamızın nedenini
bilmek zor çünkü karar veren
kurul neden destek vermediklerini
başvuru sahibine açıklamıyor.
Sadece bu durumun bizde
hayal kırıklığına yol açtığını
söyleyebilirim ama sonuçta Kültür
Bakanlığı’nın desteğine ihtiyacımız
olmadı.
Konuyu ailelerin bakış açısından
ele almanızda özel bir neden
var mı, bu bakış açısının filmin
etkileyiciliği üzerinde önemli bir
yere sahip olduğunu düşünüyor
musunuz?
Ben, beni doğrudan ve derinden
etkileyen konularda ancak film
yapabilirim. LİSTAG ebeveynlerinin
hikayelerinin insanları derinden
etkileyebileceğini ben kendim
yaşayarak gördüm ve filmde bu
deneyimi seyirciye de yaşatmaya
çalıştım. Filmde de ifade edildiği gibi
LİSTAG ebeveynleri bir buzkıran
etkisi yaratıyorlar. Homofobiye ve
transfobiye toplumun merkezinde
yer alan aile kurumunun içinden
müdahale ederek, aileyi ve
toplumu dönüştürüyorlar diye
düşünüyorum.
Belgeselin çekimi boyunca
kendinizi ailelerin yerine
koyduğunuz ve onlar kadar
güçlü olup olamayacağınızı
düşündüğünüz oldu mu?
Tabii ki. Bu hikâyeleri ilk
duyduğum andan başlayarak
bir tür yüzleşme ve sorgulama
yaşıyorum. Ben kendi çocuğumu
bu ebeveynler kadar olduğu gibi
kabul edebiliyor muyum ve onu
koşulsuz sevebiliyor muyum?
Ayrıca bu hikâyeler bize kendi
ebeveynlerimizle olan ilişkimizi
de sorgulatıyor. Yani kısacası bu
hikayelerden etkilenmek için
ebeveyn olmak gerekmiyor bence.
CHP’li birkaç milletvekilli
belgeselinizin mecliste gösterimini
talep etmiş. Buna benzer başka
sevindirici gelişmeler yaşanıyor
mu?
Bazı CHP ve BDP milletvekillerinden
şimdiye kadar hep destek aldık. Bu
iki parti LGBT hakları mücadelesine
bir süredir destek veriyorlar.
Yakında Ankara’da milletvekilleri
için özel bir “meclis gösterimi”
düzenlemeye çalışıyoruz. Aynı
zamanda Strasbourg ve Brüksel’de,
Avrupa Parlamentosu ve Avrupa
Konseyi’nde de gösterimler
düzenlemeye çalışıyoruz. Ayrıca
önümüzdeki aylarda Eskişehir Film
Festivali’nde, Ege Belgesel Film
Günleri’nde, Varşova Türk Filmleri
Haftası’nda da gösterimlerimiz
olacak. Gelişmeleri
www.benimcocugumbelgeseli.com
adresinden takip edebilirsiniz.
14
kültür-sanat
Etkinlik Rehberi
İstanbul bu yıl da baharı birbirinden güzel konser, sergi ve festivallerle karşılıyor. Türkiye’nin en büyük film
festivali olarak kabul edilen İstanbul Film Festivali, 30 Mart’ta seyircisiyle buluşacak.14 Nisan’a kadar
sürecek festival, 200’ü aşkın film gösteriminin yanında, söyleşiler ve atölye çalışmalarıyla da sinemaseverlerin
beklentilerini karşılayacağa benziyor. Piri Reis’in 1513 tarihli Dünya Haritası’nın 500.Yılı dolayısıyla
düzenlenen, “Piri Reis ve 1513 Dünya Haritası: 500 Yılın Gizemi” sergisi 31 Mayıs 2013 tarihine kadar
Tophane-i Amire de görülebilir. Haluk Bilginer ve Zerrin Tekindor’un başrolde olduğu Shakespeare’in ünlü
oyunu Antonius ile Kleopatra, 18-21 Nisan tarihleri arasında Oyun Atölyesi’nde izlenebilir. Bu sıralar, yerli ve
yabancı pek çok sanatçının konserini de programınıza dahil etmenizde fayda var.
Tuğrul Acar
[email protected]
Konser
Sergi
1.Sezen Aksu, Fahir Atakoğlu ve Ara Dinkjian, 26 Nisan Cuma
21:00, TİM Maslak Show Center, 80 TL
2.Şevval Sam: Kartpostallardaki İstanbul’un Musikisi, 25 Nisan
Perşembe 20.00, İş Sanat, Levent, Öğrenci:20TL.
3.A Capella Boğaziçi: Fazıl Say’ın A Capella Eserleri, 16 Nisan Salı
20.00, Akbank Sanat, Beyoğlu, Öğrenci:10 TL
4.Mehmet Erdem: 8 Nisan Pazartesi - Saat: 21:00- Beşiktaş Kültür
Merkezi Öğrenci:56 TL
1.Gerçek Mekân ve Kavramsal
Mekân: Fotoğraf sergisi, 6
Nisan’a kadar, Milli Reasürans
Sanat Galerisi, Maçka.
2.Duvar Resminden Korkuyorlar:
21 Nisan’a kadar, Salt Beyoğlu.
3.Prix Pictet: Fotoğraf Sergisi, 28
Nisan’a kadar, İstanbul Modern,
Karaköy.
4.Piri Reis ve Dünya Haritası: 500
Yıllık Gizemi: 31 Mayıs’a kadar,
Tophane-i Amire, Fındıklı.
Opera&Bale:
Tiyatro:
1.Toros Canavarı: 10, 11, 13 Nisan
20.00, Şehir Tiyatroları, Fatih
Reşat Nuri Sahnesi.
2.Gözlerimi Kaparım, Vazifemi
Yaparım: 10,12,13 Nisan 20:00,
Şehir Tiyatroları Ümraniye
Sahnesi. Öğrenci: 7,5 TL
3.Antonius ile Kleopatra : 18-21
Nisan 20:30, Oyun Atolyesi,
Öğrenci:40 TL
4.Ah Smyrna’m Güzel İzmiri’m: 20
Nisan 20:30, Caddebostan Kültür
Merkezi, Öğrenci:30 TL
1.Kötülüğün Döngüsü: 6 Nisan
Cumartesi 16.00, Süreyya
Operası Kadıköy.
2.Othello-Bale: 3, 5, 8, 10, 16,
23 Nisan 20.00, Fulya Sanat,
Dikilitaş.
İstanbul Film Festivali’nde Görmeniz Gereken 5 Film:
1.Kapital-Yön: Costa Gavras (Fransa), 6 Nisan 21.30-Nişantaşı City’s,
7 Nisan 13.30 Atlas Beyoğlu, 8 Nisan-21.30 Rexx Kadıköy.
2.Geceyarısından Önce-Yön: Richard Linklater (ABD), 6 Nisan 21.30
Atlas Beyoğlu, 7 Nisan 19.00 Rexx Kadıköy, 12 Nisan 24.00 Atlas
Beyoğlu.
3.Çocuk Pozu-Yön: Calin Peter Netzer (Romanya), 7 Nisan 19.00
Atlas Beyoğlu, 9 Nisan 19.00 Rexx Kadıköy, 10 Nisan 13.30
Nişantaşı City’s.
4.Kuru Gürültü-Yön: Joss Whedon (ABD), 7 Nisan 11:00 City’s, 8
Nisan Feriye Sineması, 11 Nisan Rexx Sineması 11:00
5.Camille Claudel-Yön: Bruno Dumont (Fransa) , 10 Nisan 16.00,
Feriye Sineması, 11 Nisan 19:00 Rexx Sineması
kampüsten
Türkiye’nin ilk üniversite radyosu olan radyo boğaziçi, bu dönem de
oldukça profesyonel işlere imza atmaya devam ediyor. Yayın formatını
geçmişin ve günümüzün liste başı yabancı şarkıları olarak tanımlasa
da her müzik türünü barındıran yayın kuşağı ve özel programlarıyla
başta üniversite gençliği olmak üzere herkesin kendinden bir parça
bulabileceği bir platforma dönüşüyor. Kurulduğu günden beri kendini
sürekli yenileyen radyo boğaziçi her hafta müzik ve güncel konular
üzerine söyleşiler düzenliyor ve alanında yetkin isimleri ağırlıyor.
2013 Bahar Dönemi - Özel Yayın Programımız:
Pazartesi
20:00-21:00 “Trance Sessions” Ege Geçyatan
23:00-00:00 “BÜ’de Caz” Emir Koru
Salı
19:00-21:00 “Meşin Mikrofon” Esat Erdem Eygi & Güney Demir
23:00-00:00 “Hit Lounge” Nur Keskinsoy
Çarşamba
19:00-20:00 “Pop-ü List” Umut Bayrak & Berkay Apak
20:00- 21:00 “Antibiyotik” Anıl Demirezen&Musa Tecirli
Perşembe
20:00-21:00 “Zamantika” Buket Semercioğlu
21:00-22:00 “Shotsanat” Sevde Öztürk
Cuma
21:00-22:00 “Sektör 6’da Yangın Var” Batıhan Tuna Tosun & Ilgaz Çakın
http://www.radyo.boun.edu.tr/ adresinden bizi kesintisiz 7/24
dinleyebilirsiniz.
facebook.com/radyoboun
twitter.com/radyobogazici
BÜO'dan Yeni Oyun
Boğaziçi Üniversitesi
Oyuncuları (BÜO), 2012-2013
eğitim prodüksiyonu olarak
Çingene’nin Şarkısı adlı
oyunuyla seyirci karşısına
çıkıyor. Oyun 1999 yılında BÜO
tarafından; Federico Garcia
Lorca’nın “Eskicinin Tazesi”,
“Don Cristobita ile Dona
Rosita’nın Acıklı Güldürüsü”,
“Kanlı Düğün” ve “Bernarda
Alba’nın Evi” oyunlarından
yararlanılarak oluşturulan bir
kolaj çalışmasıdır. 1999 yılında
BÜO tarafından sahneye taşınan
metin, bu sene de Boğaziçi
Üniversitesi Folklor Kulübü’nden
(BÜFK) müzisyenlerin kadroya
katılması ile yeniden ele alındı.
Çingene’nin Şarkısı; Lorca’nın
şiirlerinden esinlenilerek
yazılmış bir dış öykü ile
oyunlarından seçilen çeşitli tema
ve bölümlerden oluşan bir iç
hikayeden oluşmaktadır.
15
Kıvılcım Değirmencioğlu
[email protected]
Obua Çalarak Koşmak
Daha iyi bir liseyi, üniversiteyi
istediğimiz acımasız bir
yarışın içinde büyürken, hep
sistemin kurbanı olduğumuzu
düşünmüştük. Zor olan da adaletsiz
olan da sınavdı, puanlarıyla bize
değer biçiyordu. Herkesin ilgisine,
yeteneğine, becerisine göre istediği
eğitimi alma hakkı olmalıydı ama
sınav, bunların hiçbirini ölçmüyor,
olacağımız yeri belirlerken
nerede olmak istediğimizi
sormuyordu. Ailelerimizin, eğitimci
amcalarımızın da dediği gibi suç
bizi yarış atına dönüştüren bu
sistemindi, sorunun tek çözümü de
sınavsız bir sistem olabilirdi.
Sınavsız bir üniversite hayali,
zamanla seçim vaatlerinin arasına
dahi girse, değişen ya sınavların
adı ya da sayısı oldu. Hepimiz
bir şekilde bu yarışın içinde,
birilerine geçilip, birilerini geçip
Boğaziçi’ne geldik. Uzun bir süre
önümüzde böyle büyük bir sınav
olmayacağını düşünerek, haklı
galibiyetimizin tadını çıkardık. En
büyük maç kazanılmıştı, büyük bir
belirsizlik sona ermişti. Boğaziçi’ne
gelmiştik ya en azından dört-beş
yıl rahattık, sonrasının da bir
şekilde hallolacağına inancımız
tamdı.
Çoğu Boğaziçili gibi benim için de
ilk yıl bu düşüncelerle geçti. Sonra
elde ettiğimiz çoğu şey gibi, bu
galibiyetin de parlaklığı silinmeye
başladı. O zaman şunu fark ettim
ki, acımasız diye nitelediğimiz
yarış bir sınavdan çok daha fazlası
aslında. Hayatın kendisi hep daha
iyi yerde, daha iyi olma yarışı.
Şimdiye kadar sınavları böylesine
canavarlaştırmamız, bu gerçeğin
yüzüne taktığımız bir maske.
Sınavlar olsa da olmasa da, her
şeyin dahası mümkün oldukça
rekabet ve yarış var. Sorun sınav
sisteminde değil, dünyanın düzeni
bu.
Doğa güçsüzlerin elendiği, ancak
daha iyi, daha güçlü olanın
yoluna devam edebildiğini
öğretiyor hepimize. Av ya da avcı
olmak bizim elimizde. Afrika
atasözünde de dediği gibi “Aslan
ya da ceylan olmanızın bir önemi
yok. Yeter ki güneş doğduğunda
koşmak zorunda olduğunuzu
bilin.” Evet, koşmak zorunda
olduğumuzu biliyoruz çünkü
yarış her geçen gün daha da
büyüyor. İşin kötüsü tam olarak
nereye koşmamız gerektiğini de
bilmiyoruz. Atılabilecek yüzlerce
adım, gidilecek yüzlerce farklı yol
var. Hangi yoldan gitmenin daha
iyi olacağını bilmek, bir sınavda
çıkabilecek soruları tahmin
etmekten çok daha zor. Artık
yarışın kuralları da o kadar net
değil, hayat her şeyden sorumlu
tutuyor bizi.
İki karpuz bir koltuğa sığmaz
diyen atalarımıza karşın
koltuklarımıza mümkün
olduğunca çok karpuz
sığdırabilme peşindeyiz
şimdilerde. Gezelim eğlenelim,
üniversitenin tadını çıkaralım;
ama ortalama da önemliymiş
ders de çalışalım. Bir dil bilmekle
olmazmış, ikinciyi de öğrenmek
lazımmış. Hobiler edinmek
sanata, spora vakit ayırmak
lazımmış, konferansa gitmek
lazımmış, sertifika lazımmış, iyi
bir staj lazımmış. Lazımmış da
lazımmış.
Hayatı sürekli bir şeyler elde
etmek zorunda olduğumuzu
düşünerek yaşamak çok
acımasız, belki de fazla kötümser
biliyorum. Ama rekabet dünyası,
hep daha iyinin varlığına, her
şeyi bir arada yapabilmenin
mümkünlüğüne işaret ediyor.
Reklamı hatırlayanlarınız vardır,
artık koşmak da yetmiyor, “obua
çalarak koşmak” gerekiyor.
16
mekan
KAHVALTI MEKANLARI
Tuğçe Şatır
[email protected]
Demircan Çelebi
[email protected]
Reçel
Türevleri
Kahvaltıda olmazsa olmaz
reçellerin krallık sürdüğü, samimi
ve mutlaka gitmeniz gereken bir mekan.
Beşiktaş’ta Şair Veysel Sokağı’nda bulunan
Reçel Türevleri; uygun fiyatları, zengin menüsü
ve güler yüzlü çalışanlarıyla gönlünüzü fethetmeyi başarıyor. Hem göz hem de karın doyurucu
cinsten olan serpme kahvaltısı 10 TL. Reçellere
gelince cevizden, patlıcana 40’a yakın birbirinden lezzetli reçeli bulmak mümkün. Üstelik
anne yapımı reçeller Adana’dan özel olarak
İstanbul’a getiriliyor. Her gün saat 8’de açılan
mekan kaliteli ve hızlı hizmetiyle ziyaretinizi bekliyor. Fakat yine de sıra beklemek istemiyorsanız erkenden
gitmenizde fayda var.
Café
Fessa
Garipçe
Asmaaltı
Restaurant
İstanbul sınırında bir balıkçı köyü
olan Garipçe’deki Asmaaltı şehrin
gürültüsünden sıkılanları huzurlu bir köy
kahvaltısının keyfini sürmeye bekliyor. Kahvaltı
Karadeniz usulü yöresel tatları içeren açık büfeden
oluşuyor. Masaya oturduğunuz anda önce demlikle
çay, daha sonra da isteğinize bağlı olarak sahanda
yumurta veya menemen geliyor. Mutlaka tatmanız
gerekenler arasında mısır ekmeği ve bal kaymak
var. Giriş kısmı tarihi bir fırından arta kalmış.
Oturmak için bu kısmı tercih etmeniz tavsiyemiz. Mekan sunduğu hizmetin yanında
küçük bir balıkçı köyünde olduğu için
kahvaltıdan sonra köyü gezip, denizin keyfini çıkarabilirsiniz.
Beşiktaş’ta Ihlamurdere
Caddesi Çelebi Oğlu Sokak’ta bulunan Café Fessa’da masaların birbirine çok yakın olması mekânın hafta
sonu kalabalığıyla birleşince bir yabancıyla
yan yana kahvaltı yapmanız olası hâle geliyor. Hareketli cumartesi-pazar sabahlarında
bile Fessa’nın servisi oldukça hızlı. Serpme
kahvaltısında klasik kahvaltı malzemelerine
ek olarak bal, kaymak, paçanga böreği
gibi lezzetler bulunduran bu mekânda
10-15 TL’ye hafta sonuna keyifli bir
başlangıç yapabilirsiniz.
mekan
Aşşk
Kahve
Güneşli bir sabahta deniz kenarında manzara eşliğinde kahvaltı yapmak, güne güzel başlamak isteyenler için en uygun mekanlardan biri Aşşk Kahve. Kuruçeşme’de şahane manzaranın yanında dekorasyonu ve
samimi çalışanlarıyla misafirlerini etkilemeyi başarıyor. Serpme kahvaltısı, bitki çayları, omletleri ve tostlarıyla öne çıkıyor. Bizden
size tavsiye; deniz kenarında oturup, aşşk
çayı ve meşşk tostu denemeniz . Pazartesi
günleri hariç her sabah saat 9’da açılan
Aşşk Kahve’nin fiyatları öğrenci bütçesine göre biraz yüksek olsa da
manzara ve hizmete değecektir.
Dodo
Café
Moda Caddesi üzerinde Ferit Tek Sokak’ta bulunan bu salaş
mekânda işleyiş diğer kahvaltı yerlerinden biraz farklı: Menüde kahvaltılık
malzemelerin her biri fiyatlarıyla yer
alıyor ve siz bunlar arasından seçim yaparak kendi tabağınızı oluşturuyorsunuz.
Size evdeymişsiniz hissi yaşatan samimi atmosferi de cabası. 10-20 TL arası bir fiyatla
buradan mutlu ayrılmak mümkün. Hafta
sonu yoğunluk durumu kestirilemese
de hafta içi kalabalık olmamasıyla
Moda’da sevilen mekanların
başında geliyor.
Galata
Muhallebicisi
Teşvikiye Caddesi üzerinde
City’s Alışveriş Merkezi’nin
karşısında bulunan mekanda 10
TL’ye klasik bir kahvaltı yapmak mümkün. Çay, börek, yumurta gibi ekstralarla
kahvaltınız size yaklaşık 20 TL’yi bulabiliyor. Öğrenci bütçesine çok uygun olmasa
da bahçesinde hoş vakit geçirebileceğiniz
şık bir mekan. Kahvaltısının yanı sıra
tatlılarıyla da ön plana çıkan mekanda
daha önce denemediyseniz menengiç
kahvesini de deneyebilirsiniz.
17
18
kampüsten
Sezuan’ın İyi İnsanının
Başı Dertte mi?
Bertolt Brecht’in telif haklarını koruyan Suhrkamp Verlag isimli firmanın Türkiye temsilcisi Onk Ajans, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (BÜO)
tarafından geçtiğimiz yıl sergilenmeye başlanan Sezuan’ın İyi İnsanı isimli eser için telif ücreti talep edince, yalnız taraflar arasında değil tüm
amatör tiyatro dünyasında bir tartışma başladı. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 33. Maddesi’nde yer alan “Yayımlanmış bir eserin tüm eğitim
ve öğretim kurumlarında yüz yüze eğitim ve öğretim maksadıyla doğrudan veya dolaylı kar amacı gütmeksizin temsili, eser sahibinin ve eserin
adının mutat şekilde açıklanması şartıyla serbesttir.” ifadesine dayanarak talebin haksızlığını vurgulayan BÜO, aralık ayında çeşitli amatör
tiyatro topluluklarının da desteğini alarak bir bildiri yayınladı. Doğası gereği kâr amacı gütmesi mümkün olmayan amatör tiyatrolardan telif
ücreti talep edilmesinin özgürlükçü tiyatro faaliyetleri için ciddi bir tehlike oluşturduğu dile getirilen bildiride, Onk Ajans’ın tavrının bildiriyi
imzalayan kuruluşlarca kınandığı ifade edildi.
Duygu Söyler
[email protected]
Yalnız BÜO için değil amatör
tiyatroların gelecekteki konumu
için de büyük bir önem arz eden
bu süreci, Boğaziçi Üniversitesi
Oyuncuları’ndan Bilal Akar ile
konuştuk.
“Amatör Tiyatrolar Telifi
Tartışıyor” isimli blogla zaten
tartışmanın ayrıntılarını,
tarafların görüşlerini ve
basındaki yansımalarını
kamuoyuyla paylaşmaktasınız,
ancak takip edememiş olan
arkadaşlarımız için sürecin
nasıl geliştiğinden bahsedebilir
misiniz?
BÜO olarak festivaldeki
oyunumuza hazırlandığımız
kasım ayında, oyuna çok kısa
bir zaman kalmışken kulüp
üyelerimizden birine ONK
Ajans’tan gelen bir telefon ile bu
talepten haberdar olduk. Yapılan
telefon görüşmesinde amatör
tiyatroların telif ödememesi
gerektiği görüşümüzü kendilerine
ilettik fakat bunu kaale almayan
ONK Ajans “müdürümüzle”
iletişime geçeceğini belirtti.
Ancak üniversiteler müdürle
değil rektörle yönetildiği için BÜ
Rektörlüğü’ne bir yazı göndermek
durumunda kaldılar. ONK Ajans
Ltd. Şti. adına Sahne Sanatları
Sorumlusu Aslıhan Gülay
imzasıyla yazılan yazıda, Bertolt
Brecht’in telif haklarını koruyan
Almanya’daki “Suhrkamp Verlag”
firmasının Türkiye temsilcisi
olduklarını belirtip oyunun
tarafımızca izinsiz sahnelendiği
ve FSEK’e uymayan bu temsillerin
durdurulmadığı takdirde yasal
yollara başvuracakları ifadeleri
yer almaktaydı. Konuyla ilgilenen
okulun avukatı bilet satışı
yapıldığı için ONK Ajans’ın
haklı çıkabileceğini iddia etti.
Okul yönetimi ise, mahkemelik
olmak istemediğinden; TAKSAV
festivalinde oyunumuzu
sergileyebilmemiz için
telif ücretini ödedi. ONK
Ajans’ın sitesinde yayınlanan
açıklamasında bizimle yaptıklarını
iddia ettikleri sözleşme aslında
okul yönetimi ile gerçekleşmiştir.
Yeri gelmişken bu konuda
bir düzeltme yapmak isteriz.
Bütün bu süreç boyunca
amatör tiyatrolardan telif
ücreti talep edilmesinin nasıl
gündemleştirileceği kulüpte
bir tartışma konusuydu. Oyun
sergilendikten sonra kulüp olarak
bir değerlendirme yaptık. Festival
öncesi sürecin okul yönetimi
tarafından telif ücreti ödenerek
kotarmacı bir şekilde işletildiği,
kulübün de bu konuda uyarıcı
olmak konusunda atıl kaldığı
sonucuna vardık. Bu noktadan
sonra amatör tiyatrolardan telif
talep edilmesinin hem hukuki
hem teatral etik bağlamında
hiçbir meşru yanı olmadığını
gerek kamuoyuna gerekse ONK
Ajans’a çeşitli yollarla iletme
sorumluluğunu taşıdığımızı
düşünüyoruz.
-Süreç gelişirken ne tür tepkiler
aldınız? Örneğin danıştığınız
hukukçular, okul yönetimi,
tiyatro toplulukları durumu nasıl
değerlendirdiler?
Öncelikle bu talep geldiğinde
festivale çok az zaman kalmıştı ve
oyunu geri çekmeyi düşünmedik.
Okul da dava açılma ihtimali
olduğunu ve telif ödemeden
festivale katılamayacağımız
belirtti. Yönetim tek oyun için
ödemeyi yaptı ki bu festivalden biz
hiçbir ücret almıyoruz. Festivalin
ardından grup içerisinde bu konu
daha ayrıntılı olarak ele alındı.
Bu durumun sadece bu sene ve
sadece BÜO ile sınırlı kalmayacağı
ve amatör tiyatroların tasfiyesi
anlamına geldiği görüşü çıktı. İlk
kampüsten
elden ulaşabildiğimiz üniversite
gruplarıyla iletişime geçtik.
Hepsinin büyük desteği oldu. Daha
sonra iki sefer bir araya geldik
ve kampanyayı beraber yürütme
iradesi ortaya kondu. Şu anda
kampanyanın aktivistleri arasında
farklı üniversite tiyatrolarından ve
amatör tiyatrolardan insanlar da
bulunuyor.
Çeşitli gazetelerde konuyla
ilgili açıklamalar yayınlandı.
Özellikle hukukçu Savaş Bozbel,
Cahit Suluk ve Fırat Kuyurtar’ın
görüşleri konuyu açıklamada
yardımcı oldu. Ajans bizden böyle
bir şey talep ederken başına böyle
bir kampanya çıkacağını tahmin
etmiyordu. Sadece üniversiteli
tiyatroculardan değil; aralarında
Yücel Erten, Ayşe Selen, Metin
Boran, Metin Deniz ve Brecht
çevirmenleri arasında üstat
kabul edilen Yılmaz Onay’ın da
olduğu bir grup tiyatrocu konuyla
ilgili bizi destekler açıklamalar
yaptılar. Çeşitli tiyatrocular
yazılarıyla tartışmayı derinleştirip,
desteklediler. Yayınlanan bildiriler
İngilizceye çevrilip uluslararası
amatör tiyatro federasyonları ile
de paylaşıldı.
-Tartışmada gelinen son durum
nedir, BÜO’yu neler bekliyor?
Bildiğiniz üzere konuyla ilgili
ajansın bir suskunluğu ve
unutturma çabası mevcut.
Tartışmaya hem hukuki hem de
teatral alanda devam ediyoruz.
Kâr amacı gütmeyen amatör,
üniversite tiyatrolarından telif
talep edilmesi sadece hukuka
uygun olmadığı için değil; teatral,
etik ve politik olarak da yanlış
olduğunu düşündüğümüz için
bu kampanya devam ediyor.
Yazarların emeğinin haklarını
almalarına asla karşı değiliz ancak
sorun sistem içerisinde artı değer
üretmediğiniz, bu tür ajanslara
nemalanacak alan yaratmadığınız
sürece sizin yok olma tehdidiyle
karşı karşıya kalmanız. Bu
150. Yıl
Coşkusu
1863 yılında kurulan
üniversitemiz, bu yıl 150. yılını
kutluyor!
19
talebin meşruluğunu asla kabul
etmiyoruz.
Bu sene BÜO, İTÜ Taşkışla
Sahnesi, İstanbul Üniversitesi Fen
Fakültesi Tiyatro Kulübü, Deneysel
Sahne ve Tiyatro Boğaziçi
olarak 21. sini düzenlediğimiz
İATG (İstanbul Amatör Tiyatro
Günleri)’nin de teması “amatör
tiyatrolar ve telif” olacak.
Katılımcı grupların tartışmalara
katılacağı ve süreci birlikte
örgütlemeyi öngördüğümüz
bir sürece giriyoruz. Şenlik 27
Mart- 25 Mayıs arasında olacak.
5 Mayıs’ta da hukukçu Savaş
Bozbel, Çev-Der yönetim kurulu
üyesi Başak Ergil, yazar Kerem
Kurdoğlu, yayıncı Yılmaz Öğüt
ve üniversite tiyatrolarından bir
arkadaşın katılacağı “Tiyatroda
Telif” isimli bir panel organize
ediliyor. Kampanya, hukuki ayağı,
sivil itaatsizlik eylemlilikler ve
yazılı tartışmalarla sorun çözülene
kadar devam edecek.
Haberin tam metni için:
www.dinamikgazete.com
Üniversitemizin 150. yıl
kutlamaları için rektörlüğe bağlı
bir 150. Yıl Komitesi oluşturuldu.
150. Yıl logosunu duyurulması ve
resmi sosyal medya hesaplarında
kullanılmak üzere yapılan slogan
yarışması ile başlayan 150. yıl
heyecanı; 14 Mart’ta Ayşe Tütüncü
Dörtlüsü Konseri, 20 Mart’ta
“Yazı ve Muhalefet” ve 27 Mart’ta
“Festivallerin Sineması” panelleri
ile devam etti. 9 Nisan’da Orhan
Pamuk ve Umberto Eco’yu
okulumuzda buluşturacak olan
150. Yıl Etkinlikleri, 12 Nisan’da
da ünlü yönetmen Peter Weir’i
konuk edecek. 17 Nisan’da ise Four
Seasons Hotel’de “Dünden Bugüne
Boğaziçi Üniversitesi: 1863-2013”
kitabının tanıtım yemeği olarak
lanse edilen görkemli bir gece
planlanıyor.
Edebiyat, sanat, müzik, sinema
ve akademik alanlarda bir kısmı
duyurulan, bir kısmı henüz
açıklanmayan birçok etkinlik
daha 2014 yılına kadar bizleri
bekliyor. Gerçekleştirilecek
etkinliklerde başarılı mezunların
okula dönmesi planlanıyor.
Geçtiğimiz günlerde Rektörümüz
Prof. Dr. Gülay Barbarasoğlu’nun,
üniversitemizden mezun Cem
Yılmaz’la bir yemekte buluştuğu
ve 150. Yıl Etkinlikleri ile ilgili
bir görüşme yaptığı basına
yansımıştı.
Tüm 150. yıl etkinliklerini 150.
boun.edu.tr adresinden takip
edebilirsiniz.
20
kampüsten
Onun Kazağı Bana Extra Large:
Boğaziçi’ne
Mescit
2009 yılında bine yakın imza toplanarak dile getirilen Boğaziçi Üniversitesi’ne mescit açılması
talebi, bu yıl tekrar gündeme geldi. Sosyal medyadan yapılan yoğun baskı şimdilik durulmuş gibi
görünse de konu henüz kapanmış değil.
teren yönetime karşılık öğrenciler, ayrı bir bina istemediklerini ve
kampüs içinde tahsis edilecek bir
odanın kendilerine yetebileceğini belirtmişti. Üniversitede mescit
olarak kullanım için boş yer olmaması ve kontenjanların artmasıyla
kendini daha da gösteren kapasite sorunu ise yönetimin sıkça dile
getirdiği bir başka sebep.
Mehmet Gürsoy
[email protected]
2009 yılında toplanan bine yakın
imza ile Öğrenci Temsilciliği’ne
giden bir grup öğrenci, ÖTK başkanı vasıtasıyla dönemin rektörü Kadri Özçaldıran’a kampüste mescit açılması isteklerini dile
getirmişti. Çabaları sonuç vermeyen, hatta iddialarına göre istekleri rektörlük tarafından “5 dakikada” reddedilen öğrenciler, sonraki senelerde bireysel taleplerde
bulunmaktan ileri gitmediler. Bu
bireysel talepler de çeşitli sebeplerle geri çevrilse de sene başında rektör değişimini de göz önünde bulundurarak öğrenciler isteklerini yineledi. Yine sonuç alamayınca, 2012 yılının Aralık ayında
bu kez internet üzerinden seslerini duyurmayı hedeflediler.
Sosyal Medyadaki Hareketlenme
Videoyu hazırlayan öğrenciler,
kampüste yaptıkları röportajlarla öncelikle Güney Kampüs’te
mescit olmamasının yarattığı sıkıntılara dikkat çekiyor. Güney
Kampüs’ten Kuzey Kampüs’ün
yanındaki Nafi Baba Camii’ne
ulaşmanın 10 dakika sürdüğünü
ve 10 dakikalık ders aralarının namaz kılmak için yeterli olmadığını söyleyen öğrencilerin öncelikli isteği Güney Kampüs’e mescit
açılması. Fakat yayınladıkları bildirideki “Boğaziçi Üniversitesi’nde
Güney Kampüs başta olmak üzere her kampüse bir an önce mescit yapılmalıdır.” cümlesi, bu isteğin tüm kampüsler için geçerli olduğunu gösteriyor. Bildirideki
bir başka önemli nokta ise, Türkiye ve yurtdışında birçok üniversitede mescit olduğuna dair yapılan
vurgu. Türkiye’de Bilkent, ODTÜ
gibi birkaç üniversitede örneği bulunan durum yurtdışında Tel Aviv
Üniversitesi’nde de oldukça ilginç
tepkiler almıştı.
Başka üniversitelerde örnekler böylesine yaygınken neden
Boğaziçi’nde bu talepler geri çevrildi? 2009 yılında kampüsün sit
alanı olmasını gerekçe olarak gös-
Çözüm Önerileri
Konuya yönelik alternatif çözümler de üretilmeye devam ediyor.
Bunlardan biri, Güney Kampüs’ten
Kuzey Kampüs’e öğrenci taşıyan
servislerin sıklaştırılması. Geçtiğimiz sene sonunda Boğaziçi
Üniversitesi’nde buna benzer bir
uygulamaya gidilse de bu öğrenciler tarafından yeterli bulunmuyor.
Getirilen bir diğer öneri olan namazların kazasının kılınmasını ise,
bu öğrencilere göre, tartışılmamalı
bile. Genel kanı, bunun sadece çok
özel durumlarda yapılabileceği yönünde.
Mescit talebinde bulunan öğrencilere göre konunun mescit ihtiyacının ötesinde başka bir boyutu da var.. Şu anda kampüste ibadet ihtiyaçlarını bir şekilde yerine getirdiklerini, “Yeryüzü mescittir.” fikrini benimsediklerini söyleyen öğrencilere göre asıl sorun, bu
tür taleplere karşı okul yönetiminin gösterdiği genel tutum. Öğrenciler bu tutumun Kilyos’taki Sarıtepe Kampüsü’ne de yansıdığını, dini
hassasiyetleri olan insanların orada yaşamasının zor olduğunu ifade
ediyor. Okul yönetimidışında, üniversitedeki öğretim görevlilerinin
büyük çoğunluğunun da bu harekete destek vermediği görülüyor.
Twitter’da #bogazicinemescid
Öğrenci Görüşleri
Ali İhsan Selimoglu - Siyaset
Bilimi ve Uluslararasi İlişkiler
Mescit açılması için imza
kampanyasını kim başlattı
bilmiyorum ancak bu
çalışmanın provokatif amaçlar
taşımadığına inanıyorum.
Kısa sürede bini aşkın imzanın
toplanması bunu kanıtlıyor
ve bu eksikliğin pek çok kişiyi
mağdur ettiğini açıkça gösteriyor. Birilerinin ders aralarında
camiye yetişilebileceğini
söylemesi sorunu çözemiyor.
Namaz kılan kimseler için
mescit en az yemekhane
kadar gereklidir. Ayrıca mescit
konusunda olduğu gibi cuma
günlerinde de bazı sıkıntılar
yaşanıyor. Bana göre Güney
Kampüs’e mescit açılmalı,
cuma namazı saatine ders ve
sınav konulmamalıdır. Bunlar
lûtfedilecek şeyler değil; inanç
ve ibadet hakkının gereğidir.
İsmini vermek istemeyen
öğrenci - Türk Dili Edebiyatı
Boğaziçi’nde sadece bir
mescit açılmasına değil, başka
dinlere mensup kişilerin
ibadethanelerinin açılmasına da
karşıyım. Çünkü kişinin dinini
yaşama hakkı, bir üniversite
tarafından sağlanmak zorunda
değildir. Hele de üniversite
gibi seküler tutulması
gereken bir kurumun böyle
bir sorumluluğu hiç yoktur.
Kimse kimsenin ihtiyaçlarının
önceliklerini belirleyemez;
ancak bir grubun, ihtiyacının
karşılanmadığı gerekçesiyle
gönüllü olarak bulunduğu
ortamı sadece kendisi için
değiştirmeye çalışması yanlıştır.
Bir mescidin olması ve namaz
kılmak isteyenlerin namaz
kılması, bana zarar vermez.
Ancak en başından dogmaya
karşı olan akademi kültürü,
bir dine ev sahipliği yapamaz,
yapmamalıdır.
hashtagi ile iki gün “Trending Topics” listesine giren, kurdukları seyyar mescitlerde namaz kılan, tam 1355 kişiden imza toplayıp bunları okul idaresine sunan
öğrenciler, şu anda suskun olsalar da bu, taleplerden vazgeçildiği anlamına gelmiyor. Okul idaresinden gelecek cevabı bekleyen
öğrenciler, şimdilik Güney YADYOK binasının arkasında kurulan
bir çadırda ibadetlerini yerine getiriyorlar. Önümüzdeki günlerde
okul yönetiminin tutumunun değişip değişmeyeceği ise hala bir
soru işareti.
kampüsten
21
Erasmus
Bir Yıla Mı
Çıkarılıyor?
Uluslararası İlişkiler Ofisi bu yıl değişim programları konusunda
bazı değişiklikler yapma kararı aldı. Bir yandan ilk kez bu
programlar için 2. başvuru dönemi başlatılırken, diğer yandan
geçen dönem Erasmus programından yararlanmış ve bu dönem de
programa devam etmek isteyenlere olumlu yanıt veriliyor. Peki, bu
değişikliklerin sebebi ne?
Tuğba Aladağ
[email protected]
Gözdenur Işıkçı
[email protected]
Bu yıla kadar, kasım ayı içerisinde
değişim programına başvuran
öğrencilerden asil ve yedek
listesi oluşturuluyor, asil listede
olup da katılmayan öğrencilerin
yerlerine ise ocak ayında yedek
listedeki öğrencilerden yerleştirme
yapılıyordu. Yerleştirilen öğrenciler
de, bir dönem boyunca kabul
edildikleri üniversitede eğitimlerine
devam ediyordu. Bu yıl ise,
Uluslararası İlişkiler Ofisi başvuru
süreci ve değişim programı ile ilgili
iki değişiklik yaptı. Bunlardan ilki,
geçtiğimiz günlerde biten ikinci
başvuru dönemi. Bu seneye kadar,
öğrencilerin değişim programlarına
yıl içinde bir kez başvurma
hakkı varken, bu yıl istediği yere
yerleşemeyen öğrenciler ikinci kez
başvuru hakkı elde etmiş oldu. Bu
da, bu yıl daha fazla öğrencinin
değişim programından yararlanma
hakkı elde ettiği anlamına geliyor.
Değişikliğin Sebepleri
Ulusal Ajans, her yıl üniversitelere,
üniversitelerin talep ettikleri
öğrenci sayısını karşılayacak kadar
hibe veriyor. Uluslararası İlişkiler
Ofisi’nden aldığımız bilgiye göre,
Boğaziçi Üniversitesi’nde 20122013 akademik yılı içinde değişim
programlarına başvurusu kabul
edilen 637 öğrencinin sadece
483’ü programdan yararlandı.
Başvuru yaptıktan sonra çeşitli
nedenlerle programa katılmaktan
vazgeçen öğrencilerin hibeleri
de Uluslararası İlişkiler
Ofisi’nin elinde kalmış oldu.
Bu da, Ulusal Ajans tarafından
Boğaziçi Üniversitesi’ne ayrılan
fonun tamamen kullanılmadığı
anlamına geldiğinden fonun iade
edilmesi söz konusu oldu. Fakat
fonu Ulusal Ajans’a iade etmek,
gelecek dönemlerde alınacak
fon miktarının düşürülmesine
yol açacağından, bu yıl ilk
dönem değişim programına
katılan öğrencilerden bahar
döneminde de hareketliliği
sürdürmek isteyenlere olumlu
yanıt verildi. Böylece, Uluslararası
İlişkiler Ofisi’nin elinde kalan
fonun daha etkili bir biçimde
kullanımı sağlanmış oldu. Bu
durum yerleşen öğrencilerin
katılıp katılmama durumuna yani
Uluslararası İlişkiler Ofisi’nin
elinde kalan fon miktarına bağlı
olduğu için, aynı hakkın seneye
tanınıp tanınamayacağı şimdilik
belli değil.
Öğrenci Görüşleri
Bu yıl öğrencilere Erasmus sürelerini 1 yıla çıkarma hakkı verilmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Betül İşcan - İngilizce Öğretmenliği 2. Sınıf
Yurtdışında 2 dönem kalmak öğrenciler için faydalı olacaktır. Çünkü
bu fırsatın bir daha karşımıza çıkma olasılığının düşük olduğunu
düşünüyorum. Bulabilsek bile, Erasmus ortamı kadar sıcak ve eğlenceli
olacağını düşünmüyorum.
Buse Buz - Bilgisayar Mühendisliği 2. Sınıf
Erasmus programında alınan derslerin çoğu okulumuz tarafından
sayılmıyor. Eğer bu durum biraz da olsa düzeltilebilirse ve öğrenciler bir
yıl kaybı göze alabiliyorsa, güzel olabileceğini düşünüyorum.
Duygu Söyler
[email protected]
Dikkat Polis Çıkabilir
Geçtiğimiz Şubat ayında Bulgaristan Başbakanı Boyko Barisov,
istifasını “Polisin vatandaşı dövdüğü bir hükümette yer almayacağım.”
sözleriyle duyurmuştu. Hükümet başkanını istifaya sürükleyen olaylar
zincirini ve işin aslını bir kenara bırakacak olursak Barisov, önemi
azımsanamayacak bir soruya dikkat çekiyor: şiddet devlet eliyle
gerçekleştirilince kabul edilebilir şey mi?
İstifanın siyasi kültürümüzün bir parçası olmadığı aşikar ancak işin
asıl korkunç yanı gazetelerde “Emniyet ‘işkence ve tecavüzle’ suçlanan
polise sahip çıktı” şeklinde bir başlık görünce, olması gerektiği gibi
kıyamet kopmuyor bu ülkede. Çünkü işkencecilerin de, tecavüzlerin
de hoş görülebildiği, hele hele devlet görevlisiyse “sahip çıkıldığı”
topraklardayız. Faili devlet görevlisi olunca davaların akıl almaz sürelere
yayıldığını ve zaman aşımına uğradığını görebiliyoruz. Ceza almadığı
gibi şiddetin öznesi birçok kez uluorta ödüllendiriliyor. Geçtiğimiz
aylarda Ö.Ç’ye (14) tecavüz davasında yargılanan sanıklarından E.T’nin
terfi ettirildiği basına yansımıştı mesela.
Şiddet devlet görevlisi tarafından “devlet adına” olunca ise failler çok
daha açık bir koruma altına alınıyor. Skandal olarak addedilebilecek
olayların altında imzası olanların yükselişine şahit olabiliyoruz ve bu
hikayeler öyle sık tekrarlanıyor ki tepkiler azalıyor, kayboluyor. Biber
gazından ölen, panzerle ezilen, yerlerde sürüklenip dövülenlerin hakkını
kim savunabiliyor? Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi bir grup avukat
polis şiddetine karşı “İmdat Polis” hattı kurmuştu geçtiğimiz aylarda
gerçi, sevinip umutlanmıştık ancak birkaç ay içerisinde hepsi bir şekilde
tutuklandılar. İzlerken kanımızı donduran görüntüler son yılların trendi
değil üstelik. Türkiye Cumhuriyeti tarihi hesabı sorulmamış dehşet verici
hikayelerle dolu. İnsan haklarının gerçek anlamda gözetildiği bir ülkede
bu meselelerin üstü, sanıyorum, öyle kolay kapatılamazdı. Polisin hamile
bir genç kadını yerlerde sürüklediği görüntüler üzerine ülkenin yöneticileri
çıkıp “Polisimin arkasındayım.” diyemezdi mesela.
Elbette ki dünyanın hiçbir yerinde meydanlara dökülen, öfkesini haykıran
insanlara şefkatle kucak açmıyor devlet; ancak polisine, şiddeti vatandaşın
en temel ve her şeyden üstün olan o hakkına -yaşama hakkına- kast edecek
boyuta ulaştığında dahi ses çıkarmaması kabul edilebilir şey değil. “Polisin
vatandaşı dövdüğü bir hükümetin parçası olmayı reddetmek” şöyle dursun,
şiddetin öznesini her fırsatta savunan yöneticilere emanet canlanırımız.
22
sosyal
VE SİBER SUÇLAR SORUNU
Modern çağ korsanları, nam-ı diğer Kızıl Hacker'lar haklarında
birçok asıllı veya asılsız iddiayla birlikte eylemlerine devam ediyor.
Bir tarafta devlet yöneticileri tarafından şiddetle kınanarak terör
örgütü ilan edilirken, diğer tarafta geniş bir kitlenin gönlünü kazanan
Redhack, derin çelişkilere de zemin oluşturuyor.
Furkan Ali Can Çelenlioğlu
[email protected]
Redhack, kendilerini sosyalist
ve marksist olarak adlandıran
bir grup hacker tarafından 1997
senesinde kuruldu. Uluslararası
üne sahip Anonymous grubunun
da desteğiyle çeşitli siber saldırılar
gerçekleştiren Redhack, devlet
kurumlarının web sitelerini
hack’lemesi ve ulaştığı gizli
belgeleri paylaşmasıyla gündeme
geliyor. Türk Wikileaks’i olarak da
adlandırılan bu grubun, Yüksek
Öğretim Kurumu’nu hack’leyerek
elde ettiği ve “Yolsuzluk Belgeleri”
ismini verdiği belgeleri basına
ve internete yayması hakkındaki
tartışmalar hala devam ediyor.
Redhack, eylemleriyle büyük bir
yankı uyandırmayı başarırken;
çeşitli tartışmalara ve çelişkilere
de beraberinde getirdi. Bir yandan
“devlet sırrı” kavramını yeniden
tartışmaya açarken, bir yandan da
devlet nazarında suç teşkil eden
eylemleriyle halkın beğenisini
kazandı ve tüm bu özellikleriyle
merak uyandırmayı başardı.
Redhack olgusunu incelemeye,
meşru otoritesini bizzat
yönetilenlerden alan devlet
kurumunun; yönetilenlerden,
yani halktan bazı gerçekleri
veya bilgileri gizleme hakkı
olup olmadığı sorusuna cevap
arayarak başlamak gerekiyor.
Günümüz hukuku, devlet
sırrının kapsamını ve hangi erkin
devlet sırlarını belirleme yetkisi
olduğunu tartışırken siyaset
kapsamında da yöneticiler ve
halk tarafından iki zıt görüş
benimseniyor. Birçok yönetici,
bu konuda milli güvenliğe tehdit
oluşturabilecek bilgilerin halktan
saklanması gerektiğini savunuyor,
hatta gazetecilerden bile etik bir
tutum olarak milli menfaati göz
önünde bulundurup otosansür
mekanizması kullanmasını talep
ediyor. Fakat halk içerisinde
geniş bir kesime göre, yöneticiler,
“milli güvenliğe tehdit” ve
“devlet sırrı” ibarelerini eleştiriye
maruz kalmaktan korunmak
ve kendi çıkarlarını korumak
için kullanıyor. Bu görüşe göre,
vatandaşın devletin kendi adına
ne gibi faaliyetler yürüttüğünü
ve kendi verdiği yetkiyi nasıl
kullandığını bilmeye hakkı var. Bu
nedenle Redhack’in YÖK belgeleri
gibi eline geçirdiği belgeleri,
açıklamasını yasalar önünde
suç sayılsa da ahlaken doğru bir
davranış olduğu savunuluyor.
İnsanlar tarafından etik dışı
sayılan her eylem yasalar
nazarında suç kabul edilmediği
gibi, yasalara göre suç olarak
tanımlanan her eylem de
insanlar tarafından etik dışı
görülmeyebiliyor. Geniş bir kitle,
muhalefet açığını karşıladığını
düşündüğü Redhack örgütünün
suç teşkil eden eylemlerine
kahramanlık payesi veriyor.
Somut bir suç olarak hırsızlık
gayri ahlaki görülürken,
mevzubahis devlet tarafından
sanal kasalarda vatandaştan
saklanan bilgilerin açığa
çıkarılması olunca yine Wikileaks
sızıntıları sürecinde olduğu gibi
bu eylemler de insanların gözünde
fazlasıyla anlam kazanıyor. Bu
olumlu tavır da bu gibi eylemlerde
bulunan örgütleri teşvik
edebiliyor.
Bu noktada Wikileaks sitesinin
kurucusu Julian Assange’ın da
alakasız suçlamalarla yargılandığı
düşünülürse, günümüzün
internet ile daha da iç içe geçen
dünyasında, internetin gücünün
yeniden değerlendirilerek sanal
suçların kapsamının tekrar
çizilmesi gerekiyor. Her ne
kadar radikal bir düşünce
olsa da bazı kişiler, Redhack
tarafından açığa çıkartılan gizli
belgeleri kendi sosyal ağlarında
paylaşan kişilerin de suça ortak
olduklarını savunuyor. Böyle
bir düşüncenin savunulduğu
bir ortamda bu konuların
tartışmaya açılması kaçınılmaz
bir gereklilik olarak karşımıza
çıkıyor.
Tüm bu tartışmalar arasında da
ister istemez “Redhack, güçlüden
çaldığı bilgiyi güçsüze veren bir
modern çağ Robin Hood’u mu,
yoksa terör örgütlerinin iletişim
çağında evrilerek ulaştığı son
nokta mı?” sorusu da öne çıkıyor
ve cevaplanmayı bekliyor.
Redhack hakkında daha ayrıntılı
bilgiyi www.dinamikgazete.com
adresinde bulabilirsiniz!
sosyal
23
HERKESİN BİR
CEREN’İ YOKMUŞ
Sosyal medyanın hayatımızdaki vazgeçilemezliği inkar edilemez.
Peki biz onu hayatımızın merkezine almışken, sosyal medya
çevresinde dönen dünyayı nasıl yorumluyor?
Özge Osmanoğlu
[email protected]
Sosyal medya kullanımının
her gün artıyor olması yeni
tartışmalara da zemin hazırlıyor.
En yeni olaylardan birisi Togan
Gökbakar’ın yönetip Şahan
Gökbakar ve Ezgi Mola’nın
başrolleri paylaştığı “Celal ile
Ceren” hakkında sosyal medyada
ortaya atılan eleştiriler. Başlarda
IMDb puanı 2.9 olan film; İnci
Sözlük yazarlarının tepkisi ve
topluca oy kullanmasıyla 1,7
puana düşerken, “dünyanın en
kötü filmleri” listesinde de birinci
sıraya yükseldi. Şahan Gökbakar,
kişisel Twitter hesabından
bunları önemsemediğini belirtse
de, “ziyaret” adını verdikleri
toplu eylemleri ile öne çıkan
İnci Sözlük’e “planlı ve örgütlü
şekilde kamuoyunu yanıltmaya
teşebbüs”ten dava açmayı da ihmal
etmedi. TV8’deki “Erken Baskı”
programına Can Yücel şiiri diye
yolladıkları şiirle oldukça ünlenen
İnci Sözlük; Tarihin Arka Odası’na,
Adnan Oktar’ın programına ve
Disko Kralı’na da çeşitli ziyaretler
Serap Çelik
[email protected]
ANNENLERE
SELAM SÖYLE
CANIM ÇOK
ÖPÜYORUM
gerçekleştirmişti. Eylemleri ulusal
düzeyi de aşan sözlük, Facebook
ve Twitter’a da el atarak ününü
tüm dünyaya duyurdu. İnci Sözlük,
gençler tarafından sevilse de
toplumdan yoğun eleştiriler aldı
ve aleyhine birçok dava açıldı.
Sadece ziyaretleriyle ün salan İnci
değil, sözlük kültürünün ve tüm
klon sözlüklerin babası Ekşi Sözlük
de benzer sorunların mağduru
oldu. Birçok davayla karşı karşıya
kalan Ekşi Sözlük’ten Fatih Altaylı
1 Şubat 2010 tarihli yazısında
“ekşimiş ruhların” ve “ruhunu
şeytana satmışların buluşma
yeri” olarak bahsederken; Acun
Ilıcalı da Ekşi Sözlük’ü sevimli
bulmadığını, yazarların arasında
“ruh hastaları” ve “sapıklar”ın
bulunduğunu belirtmiş ve “(…)
ama iyi niyetli olanları, düzgün
olanları da var.” diyerek genelleme
yapmaktan çekinmişti. Ekşi Sözlük
ve Altaylı’nın aralarındaki sorun
ise 2012’de çözülmüş, Ekşi Sözlük
9500 TL tazminat alıp bunu sokak
hayvanları için kullanmıştı.
Nickname’in Arkası Gerçekten
Özgür mü?
İnteraktif sözlükler
yaygınlaştığından beri süregelen
bu tartışma nickname kavramının
etik olup olmadığı üzerinde
düşünmeye itiyor insanları.
Nickname, yazmak için özgür bir
ortam mı kuruyor yoksa arkasına
saklanılarak “kabadayılık” yapmayı
mı kolaylaştırıyor? Sözlüklerde
kimlik saklama imkanının tanınması
kullanıcılara sınırsız bir özgürlük
tanıyabiliyor ve bu durum bazen
kontrolden çıkabiliyor. Kendilerine
ulaşılamayacağını isimlerini
gizleyerek garantiye alanlar, ya da
aldığını sananlar, gerçek hayatta
söyleyemeyecekleri sözleri
internet üzerinde söylemekten
çekinmiyor, özellikle popüler
isimlere korkusuzca meydan
okuyorlar. İsimsiz bir şekilde
eleştirme ve yorum yapma
özgürlüğünü istismar eden bu
insanlar kadar diğer insanların kişisel
alanlarına girmeden ve eleştirmeyi
saygı sınırları içinde yapan internet
kullanıcıları da var. Ancak bazen
bu kullanıcıların sınırlarını
bilmeleri de sorgulanmalarına
engel olamıyor. Buna en belirgin
örnek ise Ekşi Sözlük’e açılan
davalar. Bu davalarda sözlük
yazarları IP adreslerinden, ADSL
kayıtlarından takip edilerek ifadeye
çağrılıp yazdıkları düşünceler
hakkında sorgulandılar. Nickname
kullanımının ortaya çıkardığı
“klavye delikanlılığı” tartışıladursun;
asıl üzerinde düşünülmesi gereken
konu, hakarete karşı çıkmanın
suistimal edilip eleştiriye tahammül
edememeye dönüşmesi. Benzer
sorun twitter gibi sosyal mecralarda
da kendini gösteriyor. Özellikle son
günlerde Melih Gökçek’in bazı twitter
kullanıcılarına yazdıkları sebebiyle
açtığı davalar, ifade özgürlüğü
tartışmasını tekrar gündeme getiriyor.
Her şey önce internetin hemen
hemen her eve girmesi sonra Mark
Zuckerberg’in Facebook’a Türkçe
dil desteği vermesiyle başladı. ELİT
çevremizle ELİT ELİT paylaşımlar
yaparken halk arasında yayılmaya
başlayan Facebook, sosyal medyada
en çok korkulan kişinin eline geçti:
40 yaş üstü insanı.
Kendi içinde çeşitleri olan 40 yaş
üstü insanının en tehlikelisini
bir bakışta tespit edebilirsiniz.
Facebook’u oldukça ciddiye alan
bu grup, profillerine koydukları
vesikalık fotoğraflarından hemen
tanınabilir. Bu tip 40 yaş üstü insanı
olaya hepimizden farklı yaklaşıp
herhangi bir maceraya girmeden
halihazırda bulunan en ciddi
fotoğrafını büyük bir gururla sergiler.
Tam olarak yaşını kestiremediğiniz
akrabanızın, komşunuzun
Facebook’taki bu tehlikeli gruba dahil
olup olmadığını “vesikalık fotoğrafı
var mı testi”yle kolayca anlayabilirsiniz. Bu sayede arkadaşlık isteğini
yok say ve engelle opsiyonuyla
yaşayacağınız olası aşırı 40 yaş üstü
insanı paylaşımına maruz kalmaktan
kendinizi kurtarabilirsiniz.
Arkadaşlık isteğini kabul etmek
zorunda kaldığınız halalarınız,
amcalarınız ve diğer akrabalarınızın
fotoğraflarınıza yapacağı yorumlar
için ise kendinizi hazırlamaktan
başka çareniz yok. Onlara sosyal
medyaya girerken annenize selam
söyleme özelliği default olarak
eklenmiştir. Yani bu yadırgamamız
gereken en son davranışları olmalı.
Her hareketi ayrı ayrı incelenmesi
gereken bu 40 yaş üstü insanının
neden bütün yorumlarını caps lock
açık yazdığı ise hala kocaman bir
muamma. Zamanla bu hareketine
alışsak da acaba Faruk amca sinirli
mi yoksa farklı bir şeyler mi ima
etmeye çalışıyor diye düşünmekten
kendini alamıyor insan.
Aslında herkes kendi annesini
babasını Facebook’tan uzak tutsa, ne
bileyim onların değişik hobiler edinmesini sağlasa, internet ortamında
bu kadar çok 40 yaş üstü insanını
görmemiş oluruz. Bu da şey gibi
oldu: “herkes rahat olsa kimse kasmasa o “curve”ler kol gibi gelmez”.
SELAAM ÖNCEKİ YAZIMI DA
OKUYANLAR ;)
Bu arada şu an kendi köşe yazısından
alıntı yapan ilk columnist Serapolis
Chelikilos oldum. Bak yine yaptım.
TEKRAR SELAAM ;) Alıntıception
oldu durduramıyorum kendimi. Çevir çevir sayfayı çevir.