Bir Sonraki Durak: Boğaziçi Üniversitesi
Transkript
Bir Sonraki Durak: Boğaziçi Üniversitesi
Nisan 2013 Yıl: 24 Sayı: 70 Can Candan Röportajı: Benim Çocuğum sayfa14’te [email protected] @DinamikGazete gazete Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü süreli yayınıdır. Ücretsizdir. Bir Sonraki Durak: Boğaziçi Üniversitesi Hisarüstü’nde metro çalışmaları tüm hızıyla başladı. Miray Palaz’ın haberi sayfa 8’de “Does Mescit Fit Our University?” Kampüste mescit açılması talebi tekrar gündemde. Mehmet Gürsoy’un haberi sayfa 20’de ETKİNLİK REHBERİ Amatör Ruhlara Pranga: Telif Hakkı Amatör tiyatrolar telifi tartışıyor Duygu Söyler’in haberi sayfa 18’de 14 KAHVALTI MEKANLARI www.dinamikgazete.com açıldı! 16 BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ İŞLETME VE EKONOMİ KULÜBÜ siyaset Maymunlar Cehennemi Genel Yayın Yönetmeni Akın Toksan [email protected] Evrim teorisini duyan herkes, ünlü doğa bilimci Charles Darwin’in yazdığı, modern biyolojinin temelini oluşturan “Türlerin Kökeni” kitabını biliyordur. Size kitabın yayımlanmasından günümüze kadar devam eden süreçte büyük tartışmalara neden olan doğal seleksiyon ve evrim kavramlarının doğruluğundan ya da yanlışlığından bahsedecek değilim. Konuya hayatını adamış binlerce bilim insanı varken böyle bir şeye kalkışmak zaten haddim değil. Beni asıl düşündüren, bilimsel bir olguya (çürütülememiş, yanlışlığı ispat edilememiş ya da daha mantıklısı bulunamamış bir şey yani) inanmama lüksümüzün olması. Bilim karşısındaki tutumumuz oldukça ilginç. Oturduğumuz yerden bilimi reddedebiliyoruz. Konuyla alakalı aşırı sınırlı bir bilgi birikimimiz varken üstelik. Sen kime maymun diyorsun arkadaşım!? Din konusunda büyük bir birikiminiz olabilir. Ama bu size bilimsel bir veri hakkında ahkâm kesecek yetkiyi vermiyor maalesef. İkisi çok ayrı şeyler çünkü. Neredeyse alakasız hatta. Şu noktada kimse dalga kuramını, anti maddeyi ya da belirsizlik ilkesini sorgulamıyor. Adı üstünde belirsiz. Tahminî olgular, gözlemleyemediğimiz, emin olamadığımız bir şeyler var ortada. Konu oraya gelince bir bildikleri vardır diyoruz, inanıyoruz bilim insanlarına. Aklımız almıyor çünkü. Ama birisi “maymundan geldiğimizi” söylüyorsa orada bir duruyoruz. Maymun mu? Hah, onu biliyoruz bak. (Evrim teorisi, maymundan geliyoruz demiyor. Şempanzelerle ortak bir atadan geliyoruz diyor.) Biz hayvan değiliz ki. Akıllı tasarımız, özeliz. Kendi belirlediği kavramlar üzerinden kendini tanımlayan bir yaşam formunun ne kadar akıllı olduğunu tartışabiliyorken elbette bilime de karşı gelebiliriz. Bilim, Tanrı’nın varlığını reddetmiyor, özel olmadığımızı zaten iddia etmiyor, açıkça gözlemleyemediği bir konu hakkında kesin konuşmayı reddediyor sadece. Kendine saklıyor görüşünü. Peki din, bilimi reddediyor mu? Hayır. Ama daha en başından yola dinî dogmalarla çıkarsanız, düşünmemek için kolaya kaçarsanız, bilimle aynı çatı altında bir şey tartışmanız bence pek mümkün değil. Atayizler bunu da açıklayın... Her şeyi fanatizme evirebilme yeteneğine sahibiz. Darwinistler, dindarları cehaletle suçluyor. Yaratılışçılar bilimsel bir teoriyi kendilerine yapılmış bir hakaret olarak algılıyor. Günümüz meşhur “tanrıtanımaz”larından Richard Dawkins, birçok dinî okulu gezerek öğrencilere “Nasıl yani, siz şimdi buna mı inanıyorsunuz?” gibi sorular sorarak onları ikna etmeye çalışıyor, önünü alamıyor bunun bir de belgeselini yapıyor. Evrim Teorisi ders kitaplarından çıkartılıyor. Öğretmenler susuyor. Din, devlet politikasının bir parçası oluyor. Tinerciliğe savaş açılıyor. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanımız darwinizmi inanç haline getirmememizi söylüyor, bilime “körü körüne” bağlanmayın diyor. Ateist olmak toplumun belli bir kesiminde katil, sapık ya da “arsız” olmakla özdeşleştirilebiliyor. Belki de en acısı Harun Yahya bu işten kazanç sağlıyor. Herkes bizimle aynı şeyi düşünsün, aynı hissiyatı paylaşsın istiyoruz. Karşımızdakini ikna ederek belki de kendi inancımızı sağlamlaştırmaya çalışıyoruz. İş maalesef bir noktada “sevmek zorunda değilsin ama saygı duymak zorundasın”a da geliyor. Yine de Boğaziçi Üniversitesi’nde evrimden bahsedilen bir derste bir öğrenci, hocasını yok sayarak kürsüye atlayabiliyor, “şimdi size bir şarkı söyleyeceğim” diyebiliyor. Akıllı dediğimiz insan, konu inanç olunca kendini kaybediyor. Güzel ahlâk, ne yazık ki, unutuluyor. İşte tam o esnada aynaya bakacak olsak göreceğimiz tek şey, toz toprak içinde çaresizce debelenen bir şempanze. Elçiye Zeval Olmaz Büyüyen ekonomilerin, gelişen ticaretin ve diplomasinin gereği olarak en başından beri olduğu gibi devletlerin birbirlerinin topraklarında açtıkları elçiliklere yapılan saldırılar, büyük diplomatik krizlere sebep oluyor. Alperen Eken [email protected] Elçilikler, devletin yasal temsilcisi oldukları için buralara yapılan saldırılar devletin topraklarına yapılmışçasına büyük yankı uyandırıyor. Bunun yanında saldırılar çoğunlukla büyük can ve mal kayıplarına sebep olmazken, devletlerarasında tedavisi mümkün olmayan yaralara sebebiyet verebiliyor. Hem şeklen hem de amaç olarak farklılıklar içeren saldırıların kimisi insanları kışkırtmak için düzenlenirken, kimisinde provoke olmuş insanları saldırırken görebiliyoruz; bir kısmı devletler eliyle yapılırken, bir bölümü de yasal olmayan silahlı örgütler aracılığıyla devletlere mesaj vermek ya da uygulamaları konusunda onları uyarmak için düzenleniyor. Bunun yanında elçilik saldırılarının bir kısmı isyanlar ve devrimler gibi sancılı dönemlere denk geliyor. Tarihteki en kanlı saldırılar da genellikle bu dönemlerde yapılanlar. 1979 yılındaki İran devriminin akabinde yaşanan Tahran ABD Büyükelçiliği’nin basılması ve ardından vuku bulan rehine krizi, devrim sırasında yapılan bir saldırıya; ya da 2012 Özge Kaya [email protected] Sahibi Sahibi: Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü adına Tolgacan Ceylan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Tolgacan Ceylan Genel Yayın Yönetmeni Akın Toksan Editör Cemre Akdemir Yazı ve Reklam İşleri Sorumluları Alper Sezer, Duygu Söyler, Kıvılcım Değirmencioğlu, Serap Çelik Yazı Kurulu Alper Tarık Gürsoy, Alperen Eken, Demircan Çelebi, Elif Turhan, Furkan Ali Can Çelenlioğlu, Gözdenur Işıkçı, Güner Durmaz, Hasan Aydın, Mehmet Gürsoy, Melike Duygu, Miray Palaz, Naz Vardar, Nazlı Azergün, Özge Kaya, Özge Osmanoğlu, Rezan İbişhükçü, Tuğba Aladağ, Tuğçe Şatır Görsel Yönetmen Bertuğ Yasavullar www.buik.boun.edu.tr 02 Matbaa Yılmazlar Basım Yayın Matbaacılık Pro. Tic. Ltd. Şti. Tel: 0212 565 56 82 www. yilmazlarbasim.com.tr Yayın Kurulu Ekin Akın, Kadir Aydın, Bilge Eralp, Akın Toksan, Berkant Aşar, İlkgül Özçamur, Mehmet Sarıgül siyaset yılında Kuzey Afrika ülkelerinde ABD Büyükelçiliklerine yapılan saldırılar, provoke olmuş sivillerin yaptığı saldırıya örnek teşkil ediyor. Ayrıca 2003 yılında Türkiye’de de peş peşe bombalı saldırılar yaşanmış, bu saldırılardan birisi de İngiltere Büyükelçiliği’ne yönelik yapılmıştı. Saldırı sonucunda İngiltere Büyükelçisi Roger Short’un da içinde bulunduğu 30 kişi hayatını kaybetmişti. Daha sonra saldırıyı El-Kaideye yakınlığıyla bilinen Şehit Ebu Hafs El Mısri Tugayı üstlenmişti. Yakın tarihte gerçekleşen, Türkiye gündemine oturan bir diğer saldırı, ABD Büyükelçiliği’ne yapılan ve DHKP-C’nin üstlendiği eylemdi. 1 Şubat 2013’te meydana gelen canlı bomba olayında saldırgan dışında bir güvenlik görevlisi hayatını kaybetti ve bir gazeteci yaralandı. İçişleri Bakanlığı saldırganın T.C. vatandaşı Ecevit Şanlı olduğunu açıkladı. Ankara Valiliği patlamanın ABD Büyükelçiliği’nin kendi alanı içerisinde oluğunu belirtti. Patlamanın ardından kırmızı alarma geçildi ve elçilik çalışanları sığınağa yerleştirildi. Saldırının gerçekleşmesinden 24 saat sonra DHKP-C bir açıklama yaparak olayı üstlendiğini duyurdu. Gerekçe ABD’nin Suriye, Libya, Mısır ve Irak politikaları olarak gösterildi ve saldırgan Ecevit Şanlı’nın terör örgütü DHKP-C üyesi olduğu doğrulandı. Saldırganın daha önce de çeşitli eylemlere katıldığı ortaya çıktı. Zanlı daha evvel çıkarıldığı mahkemece tutuklansa da, hastalığından ötürü ertelenen cezası sonucunda tekrar ortadan kaybolmuştu. ASALA Gerçeği Elçiliklere yapılan saldırılardan bahsederken ASALA’yı es geçmek mümkün değil. 1973-1985 yılları arasında siyasi cinayetler işleyen terör örgütü ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia) 3T’yi (tanınma, toprak, tazminat) kendisine ülkü edinmiş bir topluluk olarak biliniyor. ABD, Birleşik Krallık, Avustralya, Kanada, Avrupa Birliği ve Rusya tarafından terör örgütü olarak tanınan ASALA’nın lideri Agop Agopyan, 1988 yılında Atina’da ölü bulundu. ASALA’nın temel yayın organı Hayastan olmakla beraber, Hay-Baykar, Armenia ve Londra merkezli Kaytzer adlı dergiler de diğer aktif yayınları olarak biliniyor. ASALA; daha önce ABD, Avusturya, Fransa, Lübnan, İspanya, Yunanistan, Irak, Avustralya, Kanada ve Türkiye’de eylemlerde bulundu. Bu saldırılarda diğer elçilik çalışanları, diplomatların aile bireyleri ve diğer sivillerden 03 de hayatını kaybedenler oldu. ASALA’nın Türk temsilciliklerini hedef aldığı saldırıları en fazla Fransa’da görülürken, yaptığı toplam 84 saldırıda 299 kişi yaralandı ve 46 kişi hayatını kaybetti. Ölenlerin 42’sini Türk Diplomatlar oluşturdu. Bu saldırılardan biri Paris Orly Havalimanı’nda Türk Hava Yolları bürosunda yaşanmıştı. 15 Temmuz 1983 tarihli saldırı sonunda 8 kişi öldü, 55 kişi yaralandı. Elçiliklere veya diğer sivil temsilciliklere yapılan bu saldırılar sadece medyada değil, sinema sektöründe de ilgi odağı oldu. 1979 İran Devrimi çerçevesinde ABD Büyükelçiliği’ne yapılan saldırı ve ardından yaşanan rehine krizini konu alan “Operasyon: Argo” filminin Oscar’ı alması ve Türkiye’de yaşanan olaylar, elçilik saldırılarını tekrar tartışmaya açtı. 04 ekonomi YARINA “ENERJİMİZ” KALSIN Son dönemlerde tasarruf önlemleri özellikle devlet tarafından epeyce teşvik ediliyor ve beyaz eşyadan tutun da ekmeğe kadar, neredeyse her gün bunlara bir yenisi ekleniyor. Peki, bu projeler tam olarak neleri kapsıyor ve yeterli olabiliyor mu? Termik Santrale Karşı Tasarruflu Ampul Fabrikası Enerji tasarrufu denildiğinde aklımıza gelen ilk gelen şeylerden birisi elektrik oluyor. Türkiye’de tüketilen toplam elektrik enerjisi içinde aydınlatmanın payının %20’lerde olduğu göz önüne alındığında, bu alandaki tasarruf girişimleri oldukça önemli hale geliyor. Klasik ampullerin kullandığı enerjinin sadece %5’lik bölümünü ışığa dönüştürdüğü, kalan büyük bölümünü ise ısıya çevirdiği ortaya çıkınca, Avrupa Birliği klasik ampullerin üretimini ve ithalini yasaklamıştı. Türkiye’de de bu yalnız kamu binalarında uygulandı ve 2 milyon ampul değiştirilerek büyük bir tasarruf sağlandı Diğer bir girişim, sokak lambalarıyla ilgili. Sokak lambalarının LED teknolojisine dönüştürülmesiyle %75 tasarruf sağlanabileceğinden, devlet lambaların yenilenmesi için ilk adımı attı. Bu çabaların ne derece önemli olduğu EUROSOLAR Türkiye Başkanı Uyar’ın sözlerinde gizli: “Devlet yaklaşık 7 milyon liralık yatırımla tasarruflu ampul fabrikası kurar ve üretilen ampuller bedava dağıtılırsa 4,5 milyar lira değerindeki bir termik santrale gerek kalmaz.” Tasarrufta yapılan bir diğer girişim de enerji tüketiminde %37 paya sahip olan dayanıklı ev aletleriyle ilgili. Sadece buzdolaplarını A+ ürünlerle değiştirerek, 1 yılda Keban Barajı’nın ürettiği enerji miktarı kadar tasarruf edilebileceğinden, devlet “Eskiyi getirin, verimliyi götürün” gibi kampanyalar başlattı. 2012′den itibaren de tüm beyaz eşyalara A+ sınıfı olma şartı getirildi; A, B ve C sınıfı ürünlerin üretilmesi ve ithali yasaklandı. Melike Duygu [email protected] Elif Turhan [email protected] Enerji Hanım Son günlerde kamu spotlarında karşımıza bir ev hanımı çıkıp nasıl tasarruf edilebileceğini anlatıyor. Küçük değişikliklerle yıllık enerji tüketiminin 4’te 1 oranında azaltılması hedeflenirken yapılabilecek tasarrufun büyüklüğü ise şöyle ifade ediliyor: “Aileniz için 1 çeyrek altın, Türkiye ekonomisi için 4 milyar lira kazanç demek.” Enerji ve su tüketiminde ailenin azımsanamayacak payını göz önüne alan bu kampanyanın hedef kitlesi genelde ailenin günlük işlerini üstlenen ev hanımları. Kampanyadaki rakamlara ulaşılabilmesi içinse 20 ilde on binlerce kadına ulaşılarak bilinçlendirmeler yapılıyor. “Bayat” Proje Ekmek israfını önlemek, bayat ekmeklerin nasıl tüketileceği konusunda tüketiciyi bilinçlendirmek ve fırından ekmek alınmasını özendirmek amacıyla başlatılan “Bayat ekmeği getir tazesini götür” projesi, kamuoyuyla paylaşıldığı ilk an itibaren halkın desteğini almasına karşın fırıncıların tepkisine yol açtı. Erdoğan, Türkiye’de günde bin 500 ton, yılda ise 550 bin ton ekmeğin israf edildiğini bu israfın ekonomik büyüklüğünün ise yıllık 1,5 milyar lira olduğunu belirterek projeye tam destek verdi. İstanbul Fırıncılar Odası Başkanı Fahri Özer ise kampanyanın tutarsız olduğunu israfı iki misli arttıracağını belirterek kampanyaya karşı çıktı. 20 Şubat’ta başlatılması planlanan proje yeterli desteği alamadığı için rafa kaldırıldı. Takas Edelim, Kazak Giyelim! Devletin yaptığı çalışmaların yanı sıra, bazı gönüllü kuruluşlar da tasarruf önlemleri üzerine projeler geliştiriyor. Yeryüzü Derneği ve Zumbara’nın ortak girişimiyle yapılan Takas Şenliği de bunlardan birisi. 10 Mart’ta 6.sı düzenlenen etkinliğin amacı, savurganlığı azaltmak. Sistem ise çok basit; kullanmadığınız eşyalarınızı götürüp, sayısınca kupon alıyorsunuz ve getirilen diğer eşyalarla takas ediyorsunuz. Etkinlik her sene Mart ayının 2. Pazar günü Maltepe Organik Pazarı’nda yapılıyor. Bir diğer ilginç girişim de 9 Şubatta gerçekleştirilen bir defileyle başlatıldı. “Kazak giyelim yüzde 20 tasarruf edelim!” sloganıyla yakıttan tasarruf etmeyi hedefleyen projeye İTHİB (İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri) başkanı İbrahim Gülle “Kış döneminde ince giysiler yerine kazak giyerek ülkemizi toplamda 2 milyar dolarlık bir harcama kaleminden kurtarabiliriz.’’ diyerek tam destek verdi. Tükettiklerimizi geri getiremeyeceğimiz ortada. Peki ya gereğinden fazla tüketmek yerine kaynaklarımızı bilinçli kullanabilirsek neleri değiştirebileceğimizin farkında mıyız? Tasarruf, yapılan kampanyaların da yardımıyla geleceğe taşıdığımız bir umut olabilir. ekonomi Özelleştirmeden Önce Prospektüsü Okuyun Son yıllarda devlet politikası haline gelen özelleştirme konusunda tartışmalar bitmek bilmiyor. Atılacak adımların ince elenip sık dokunulması, ülkenin geleceği açısından hayati önem taşıyor. Editör Cemre Akdemir [email protected] Barışmaya Alışmak Hasan Aydın [email protected] Kamu kaynaklarının belli bir yüzdesinin özel kuruluşlara bir süre zarfı için ya da süresiz devredilmesi şeklinde tanımladığımız özelleştirme, devletin ülke ekonomisinden elini çekerek piyasa dengesinin en faydalı şekilde sağlanmasını amaçlıyor. Yeteri kadar gelir elde edemeyen ya da zarar eden kamu kurumlarının; özel sektörün yaptığı girişimlerle hem alt yapısının geliştirilmesi, hem de yapılan yatırımlarla kurumun daha fazla gelir elde etmesi ülke ekonomisi açısından faydalı gözükmekle birlikte, hedeflenen bu ekonomik faydanın orta ve uzun vadeye yansımaları ülkenin geleceği açısından oldukça önemli. Türkiye’nin petrol devi Tüpraş’ın, sanayi dinamosu Petkim’in, demirçelikte lider konumunda bulunan Erdemir’in ve daha nicelerinin yüzde 50’den fazlasının en fazla 10-15 yıllık karları karşılığında özel sektöre satılması toplumun büyük bir kesimi tarafından tepkiyle karşılandı. 2005 yılında Türk Telekom’un yüzde 55’inin 5.65 milyar dolara Suudi Arabistanlı Oger Telecom’a devredilmesi, özelleştirmeye karşı yükselen sesleri bir kat daha arttırdı. Türkiye’nin en kapsamlı iletişim 05 ağını elinde bulunduran kurumun devlet kontrolünden çıkması, ülke güvenliği açısından ciddi bir tehdit olarak yorumlandı. Geçtiğimiz günlerde 8 otoyolun ve boğaz köprülerinin 25 yıllığına 5.72 milyar dolar karşılığında devredilmesi Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından yapılan teklifin yetersiz görülmesinden dolayı iptal edildi. Otoyollardan 20012012 yılları arasında yaklaşık 4.5 milyar dolar gelir elde edilmiş olması, ayrıca araç sayısının her yıl artmasıyla önümüzdeki dönemde otoyolların karının büyüyeceğine beklentiler, bu ihalenin de uzun süre tartışılmasına sebep oldu. Sonuç olarak, devletin aksadığı ve yetersiz kaldığı durumlarda özelleştirmeyi bir ilaç olarak kullandığını göz önünde bulundurursak; bu ilacın nasıl ve hangi dozda kullanıldığı oldukça önemli. Zira aşırı dozda veya bilinçsiz tüketimi sadece belirli bir devlet organında aksamaya neden olmayacağı gibi, tüm ülke ekonomisini temelden sarsacak ölümcül hastalıklara davetiye çıkartabiliyor ve ülkeyi ciddi kutuplaşmalara sürükleyebiliyor. Öyle bir sorun düşünün ki ülkenin neresinde yaşıyor ve gündemle ne kadar alakasız olursanız olun duyarsız kalamazsınız. Elbet bir yerinden, bir köşesinden dahil olursunuz. Belki bir taraf olmazsınız ama bir fikir oluşturursunuz mutlaka. Medyadan okursunuz, oradan buradan duyarsınız ya da içinde yaşarsınız bunun. Kimilerinin davasıdır, bunun için savaşır. Kimileriyse sadece dışarıdan bakar. Bu ülkede uzun yıllardır herkes “Kürt Sorunu”na bir ucundan müdahil. Yorum yapar, çözüm üretir ya da önceden yapılanı beğenmez. Yine de içinde bir şekilde yer alır. Gündemi hiçbir zaman sakin kalmayan bir ülke olduğumuzu kabulleneli uzun zaman oldu. Tarihinde o kadar çok badire atlatmış başka bir memleket zor bulunur zaten. Ama bu sorun, Kürt sorunu, sanki hiç bitmeyecek gibi geliyordu neredeyse herkese. “Ben görmem ama belki torunlarım görür barışı.” diyen o kadar çok insan vardı ki... İşte tüm bu umutsuzluğun ardından Türkiye yeni bir döneme girdi. 21 Mart 2013 Kürt sorunu için önemli bir dönemeç oldu. Barış, kardeşlik, huzur, Türk, Kürt… Hepsi aynı cümlenin içindeydi artık. Ama o kadar alışkın değildik ki barış söylemlerine, ne tepki vereceğimizi şaşırdık. Bir yanda “savaş”ın bitmesinden mutlu, meydanlara dökülen, kutlama yapan insanlar… Diğer yanda “barış”a ya da en azından bu kadar çabuk ve kolay olacağına inanmayan insanlar… Herkes haklı kendince. Herkes bambaşka bir tarafını görmüş bu savaşın. Kayıplar ne yazık ki her tarafın ortak paydası. Tepkimizdeki farklılıklar da buna dayanıyor aslında. Daha fazla kayıp olmasın diyip destekleyeni de yadırgayamıyorsun, kaybının acısıyla intikam isteyeni de. Şimdi esas soru işareti barışın nasıl uygulamaya geçeceği. Bürokratik açıklamalar bir yandan devam ederken halk yıllar sonra gelen bu barışı nasıl içine sindirecek? Eğer iki taraflı bir savaş olarak değerlendirirsek senelerdir yaşanan onca olayı, iki taraf da çok acı biriktirdi bu süreçte. Bu acı çoğunlukla da kine, nefrete dönüştü taraflar için. Kim tarafından yapıldığı ve şekli tartışıladursun; tabi ki ülkenin huzuru için barış ve kardeşlik çağrısı desteklenmeli. Ama aynı zamanda bu toplum için sağlıklı bir uzlaşma ve barış süreci olmalı. Yani bana sorarsanız, esas zor olan şimdi başlıyor. En az 30 yılda ülke insanının içine yerleşen savaş ve düşman algısını yerle bir etmek gerekiyor. Geçmişine bu kadar bağlı bir toplum için elbette ki sancılı zamanlar olacak. Yaşanan onca olay, verilen onca kayıp kolayca unutulmayacak. Ama en azından artık o hiç tükenmeyecekmiş gibi görünen karanlıkta bir ışık var. Tek yapmamız gereken ödenen bedelleri arkamızda bırakıp önümüzdeki güzel ve barış dolu günlere odaklanmak. 06 dünya Vatikan’da Neler Oluyor? Alper Tarık Gürsoy [email protected] Papa XVI. Benedikt’in haftalık ayinde 28 Şubat’ta görevi bırakacağını açıklaması tüm dünyada şok etkisi yarattı. 1415’te Papa XII. Gregory’nin istifasından beri benzer bir olayla karşılaşmayan Katolik Kilisesi için de büyük bir sürpriz oldu. 13 Şubat’ta bir başka ayin sonrası istifa kararını ilerleyen yaşının etkisiyle fiziki ve zihni melekelerindeki zayıflamaya dayandıran Papa, 2005 yılında seçildiğinde 78 yaşındaydı. Göreve seçilme yaşı göz önüne alındığında en yaşlı Papalardan biri olan Papa XVI. Benedictus aynı zamanda kilise tarihinin İtalyan kökenli olmayan 2. lideriydi. Vatikan sözcülerinin yaptığı açıklamalar da benzer şekilde Papanın görevi bırakmasını, ilerleyen yaşının yanı sıra ortaya çıkan sağlık sorunlarını da sebep göstererek açıkladı. Geçtiğimiz aylarda öğrenildiği kadarıyla kalbine ritim düzenleyici takılan Papa’nın denizaşırı uçuşlara çıkması tehlikeli görülmüştü, özellikle önemli bir kısmı Güney Amerika’da bulunan Katolikler arasında bu gelişme hayal kırıklığı yaratmıştı. Tarihin ilk Alman Papası, Joseph Alois Ratzinger adıyla Almanya’da Katolikliğin yaygın olduğu Bavyera eyaletinde 1927 yılında dünyaya geldi. Orta sınıf bir aileye mensup olan Ratzinger’in ilk gençlik döneminde Nazi Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri XVI. Benedikt sürpriz bir biçimde görevini bıraktı. Benzeri bir olayı en son 600 yıl önce yaşayan Katolik cemaati istifayı sağlık sorunlarına bağlasa da söylentiler kilisenin eşcinsellik ve çocuk tacizi gibi skandallar nedeniyle darboğazda olduğunu gösteriyor. gençlik örgütlerinde pasif de olsa yer alması seçildiğinde tartışmalara neden olmuştu. 1943 yılında orduya çocuk asker olarak dâhil olan Ratzinger 1945’teki kaçışına kadar uçaksavar kolordusunda görev yaptı. Ordudan ayrılmasına rağmen kısa bir süre esir kampında tutulan geleceğin Papası, normal yaşamına aynı yılın sonunda dönebildi . O yılın kasım ayında kardeşi Georg’la beraber teoloji eğitimine başlayan Joseph 70’li yıllara kadar üniversitede kaldı. 1977 yılında Papa tarafından Münih Kardinali atanana kadar Regensburg Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı ve dekanlık yaptı. Polonyalı Papa II. John Paul tarafından Roma’ya getirilen Ratzinger, kısa zamanda Papa’yla sıkı dost oldu. Ratzinger’in Papalığa seçilmesi bu yüzden o süreçte Vatikan’da statükocu eğilimin varlığına gayri resmi bir kanıt olmuştu. Papalığı öncesi Engizasyon Mahkemelerinin devamı niteliğinde olan Dinsel Öğretiler Kurumu’nun başkanlığını yapan Ratzinger, görevi itibariyle Katolik ilahiyatçıların ve din adamlarının sorgulanmasından sorumluydu. Kilisenin imajını korumakla yükümlü olduğunun farkında olan bu kurul, birçok din adamını kızağa çekti ya da görev yerini değiştirdi, ancak söylentilere bakılırsa Ratzinger kilisenin imajını zedeleyebilecek çocuk tacizi ve eşcinsellik davalarında tehdit ve rüşveti bir araç olarak kullanmış. 2005 yılına kadar bu görevi sürdüren Joseph Ratzinger ‘in diğer üst düzey kilise yetkililerine çocuk tacizi olaylarında ailelerin susması için para önerilmesini, olumsuz cevap alındığı takdirde, ailelerin aforozla tehdit edilmesini istediği söylentileri ortaya çıkmış durumda. Vatikan Bankası’nda ailelere sus payı olarak ödenecek meblağlar için fon oluşturulması ve ABD’de Portland Başpiskoposluğu’nun iflası bu söylentileri doğrular nitelikte. Katolik Kilisesi’nin bu tarz iddialarla çalkalandığı dönemde Papalığa seçilen Ratzinger’in görev süresi boyunca da bu iddialar gündemi meşgul etti. Her ne kadar bu söylentiler Katolik cemaati tarafından kiliseyi koruma amacından dolayı hoş görülse de yeni bir kriz geçtiğimiz yıl sonunda su yüzüne çıktı. İstifa kararı çok daha öncesine dayanan Ratzinger’in bu kararı 2012 Aralık’ında eline geçen bir rapor sonrası aldığı tahmin ediliyor. Raporun içeriğinin ise eşcinsel rahiplerin görüntülerini kullanarak kiliseye şantaj yapan bir örgüt hakkında olduğu söyleniliyor. 28 Şubat’ta Papalık makamının ‘Sede Vacante’ yani boş ilan edildiği günden yaklaşık 2 hafta sonra, konklav olarak adlandırılan oturumda kardinaller, Sistine Şapelinde bir araya geldiler. 12 Mart’taki oturumda sonuç alamayan kardinaller, dış dünyaya kapalı geçirdikleri iki gün sonrası 13 Mart’ta 266. Papa’nın seçildiğini beyaz dumanla haber verdiler. Arjantinli Jorge Mario Bergoglio, Francis adını alarak, Güney Amerikalı ilk Papa oldu. dünya 07 Venezuela Sonsuza Dek Değişti Latin Amerika’nın Bolivarcı lideri Hugo Chavez 5 Mart’ta hayatını kaybetti. Cenaze törenine İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’dan Nihat Doğan’a kadar geniş yelpazeli bir topluluğun katıldığı Chavez, siyasetiyle uzun zaman Latin Amerika solunda ve dünyada iz bırakacağa benziyor. Nazlı Azergün [email protected] 1954’te işçi sınıfı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hugo Chavez, Venezuela Askeri Bilimler Akademisinde öğrenim gördü. Resim yapmaya ve beyzbol oynamaya meraklı olan Venezuela liderinin ilgisini çeken bir başka konu da Latin Amerika tarihidir: Büyükbüyük dedesinin ordusunda görev aldığı Venezuelalı General Ezequiel Zamora ve Venezuelalı devrimci Simon Bolivar’ı kendine örnek alır. Henüz askeri okuldayken Venezuela liderlerini yetersiz ve dışa bağımlı bulmaktaydı, Venezuela siyasetini değiştirmeyi amaç edinmişti; bu amaca ulaşmak için de 1980’lerin başında gizli Devrimci Bolivarcı Hareket-200 örgütünü kurmuştur. Politik ideolojisini 21. yüzyıl için sosyalizm ve Bolivarcılık olarak tanımlayan Latin Solunun sivri dilli ismi 1992 yılında IMF yaptırımlarına karşı Operasyon Zamora adlı başarısız bir darbe girişimi gerçekleştirir. 2 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakılır, 1997 yılında varlığını on yıl devam ettirecek Beşinci Cumhuriyet Hareketi örgütünü kurar ve örgütün lağvedilmesine kadar başkan olarak görev yapar. 1998’de devlet başkanı seçilir, yaptığı ilk iş marjinal grupların haklarını iyileştiren bir anayasa oluşturarak tekrar seçime gitmek olur. Başkanlığının ikinci dönem vaatleri arasında toprak reformu gerçekleştirmek, işçi bazlı kooperatifler ve toplum meclisleri kurmak, Bolivarcı hedefleri takip etmek yer alan Hugo Chavez, 2002 yılında muhalif bir darbeyle görevinden alınır. Ancak, muhalifler 48 saat içinde inanılmaz boyutlara ulaşan, 1 milyondan fazla kişinin katıldığı ve özellikle Venezuela’nın “barriosta” adı verilen kırsal kesimlerinde yoğunlaşan karşı protestolara direnemez, Chavez görevine geri döner. Chavez, Ekim 2012’de yapılan seçimde yüzde elli dört oy alarak dördüncü kez devlet başkanı seçilmiştir. Hedefleri tüm Venezuela halkına hitap edecek bir anayasa oluşturmayı, katılımcı demokrasiyi yaygınlaştırmayı, petrol ve doğalgaz endüstrileri kamulaştırmayı, yoksulluğu azaltıp sağlık ve eğitim hizmetlerini iyileştirmeyi kapsayan Chavez yönetimi uluslararası alanda da radikal siyasi dönüşümlere işaret eden neo-liberalizme somut bir alternatif sunan bir yönetim biçimi olarak tanınır. Dünya siyasetinde Amerikan karşıtlığı ve dobralığı ile dikkat çeken Chavez, Washington’a karşı Küba, Kuzey Kore, İran, Belarus, Suriye gibi ülkelerle sıkı dostluklar kurmuştur. Chavez’in Amerikan karşıtlığına en açık haliyle 2006 tarihli İran gezisinde ve Amerikan eski başkanı George Bush’a “şeytan” dediği Birleşmiş Milletler konuşmasında şahit olunabilir. Simon Bolivar’ı izleyen bir devlet başkanı olarak Chavez’in en büyük hayallerinden biri de Latin Amerika Pembe Dalgası adı verilen emperyalistlere karşı birleşmiş bir Latin Amerika’dır. Bu hayali gerçekleştirmek adına Güney Amerika Milletler Birliği, Latin Amerika için Bolivarcı İttifak gibi oluşumları coşkuyla desteklemiş ve Küba, Bolivya, Ekvador ve Nikaragua ile çeşitli ittifaklar kurmuştur; buna karşılık Kolombiya ve Venezuela’nın arası git gide bozulmuş, Venezuela yönetimi Kolombiya hükümetine karşı milis kuvvetleri desteklemiştir. “Küba en iyi dostunu yitirdi.” Başkanlık yaptığı yıllar süresince Venezuela’nın babası konumuna gelen Chavez’e 2011 yılında pelvis kanseri tanısı konmuş, ameliyatları ve tedavisinin büyük kısmı Küba’da gerçekleşmişti. Katolikliğe mensup olan ve başkanlığı süresince inancını siyasetine karıştırmayan Chavez hastalığından sonra birkaç kez kendisi ve İsa arasında benzerlik kuran demeçler vermiş, İsa’nın öğretilerinin sosyalizmle örtüştüğünü söylemişti. 2012’de hastalığı nüksetmiş, durumu kötüleşmiş hatta ekim ayında düzenlenen başkanlık yemin törenine katılamıştı. 18 Şubat 2013’te tedavi gördüğü Küba’dan ülkesine dönen Hugo Chavez, 5 Mart 2013 günü hayatını kaybetti. Yapılan açıklamaya göre ölüm nedeni kalp kriziydi. Cenaze kortejine otuza yakın devlet başkanı ve 2 milyondan fazla Venezuelalı katıldı. Cenazeye, Fidel Castro’nun “Küba en iyi dostunu yitirdi.” açıklamasından çok İran cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın törene katılıp Chavez’in tabutunu öpmesi damga vurdu. Chavez’in yaşarken halefi olarak gösterdiği Nicolas Maduro, Venezuelalı liderin naaşının tıpkı Lenin ve Mao gibi mumyalanarak sergileneceğini açıklamıştı ancak mumyalanma işlemi için geç kalınması üzerine bundan vazgeçildi. Vasiyetinde büyükannesinin yanına gömülmek istediğini belirten Chavez’in destekçileri ünlü liderin Simon Bolivar’ın yanına gömülmesinden yana. Ancak Venezuela anayasasına göre liderin ölümünün üzerinden 25 yıl geçmesi gerek; Venezuela hükümetinin bu olay üzerine anayasa değişikliği yapıp yapmayacağı belirsizliğini koruyor. Venezuela’da anayasal zorunluluk nedeniyle 14 Nisan’da başkanlık seçimleri gerçekleşecek. Göze çarpan iki aday; halef Nicolas Maduro ve Chavez’in daha önce domuza benzettiği sağcı aday Henrique Capriles. Her ne kadar kamuoyu ibrenin Maduro’ya yakın olduğunu gösterse de kesin sonucu zaman belirleyecek. 08 yaşam Hisarüstü kazıl Hisarüstü’nde metro çalışmaları tüm hızıyla başladı. Konuyla ilgili detayları, üniversitemiz adına çalışmaları yakından takip eden hocamız Mehmet Nafi Artemel ile konuştuk. Hukuki yetkinliği ve Hisarüstü konusundaki bilgileri dolayısıyla bu görevi üstlenen hocamız, üniversitemizin arazi ve restorasyonla ilgili komitelerinde de görev alıyor. Miray Palaz [email protected] Metronun tam güzergahı nedir? Duraklar nerelerde olacak? Metro hattı Levent metro ile Hisarüstü arasında oluşturulacak. Önceden “Uygulama Oteli, Etiler-1 ve Etiler-2” şeklinde üç duraktan bahsediliyordu. Şimdilerde Etiler’de tek durak olacağı söyleniyor. Açıkçası neden bu durakların doğrudan bulunacakları yerlerle anılmadığını anlayamıyorum. İnşaat gereği birçok kazı noktası bulunduğundan nerelerin istasyon olacağını kestirmek de kolay olmuyor. Uçaksavar spor tesisinin oradaki şaft gibi, kimi kazılar yalnızca toprağın tahliyesi için geçici olarak yapılıyor, yani kazılan her nokta istasyon olmayacak. Benim kanaatim, Uygulama Oteli’nde birinci, Dünya Göz Hastanesi’nin karşısı ve Doğan Taksi bölgesinde ikinci ve Hisarüstü’nde Boğaziçi Taksi’nin olduğu yerde üçüncü durağın olacağı yönünde. Tam olarak kampüsün sınırları içinde durak olacak mı? Son duruma göre olmayacak. Ancak Etiler kapı girişinin yanındaki otopark alanında, Ulaştırma Bakanlığı’nın tahsis talebiyle şaft için kazı yapılacak ve inşaat tamamlanınca üstü yeniden kapatılacak. Bu proje ne zamandır vardı? Talep üniversiteden mi geldi yoksa belediyenin projesi mi? Uzun zamandır böyle bir düşünce olduğu söylense de, 2010 civarında somut bir girişim olmuş olabilir. “Olmuş olabilir” diyorum zira o tarihte konuyla doğrudan ilgili ve resmi taleplerden haberdar değildim. Böyle bir proje ancak kurumların ve tarafların birlikte hareketiyle mümkün olur. Bu hat, önceden planlanan İstanbul Metrosu 3. aşamasının 4. LeventAyazağa hattına eklenmesiyle ortaya çıktı. Bu çerçevede de bilgilerin çok açık paylaşılmadığı kanaatindeyim. Büyükşehir Belediyesi’nin, Ulaştırma Bakanlığı’nın sitelerinde herhangi bir resmi açıklama yok. Üstlenici girişim olan Alsim AlarkoMakyol’un sitelerinde ise ayrıntı içermeyen bilgilere rastlanıyor. Hisarüstü’ndeki arazilerin Boğaziçi Üniversitesi’ne ait olduğu doğru mu? Üniversitemize ait olan yerler bugün sınırlarımız içinde kalan alanlardan ibaret. Hisarüstü’nün genelinde Hazine’ye, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne ait alanlar ve özel mülkiyetler mevcut. Problem yaşandı mı ya da ileride yaşanır mı? Çalışmalarda, sanırım inşaatı geciktirmemesi amacıyla, büyük ihtilaflara konu olabilecek alanlardan sakınılarak ilerlenmekte. Daha çok Hazine’ye ve kamuya ait alanlar üzerinde duraklar planlanmakta. Üniversitemizin arazileri ancak geçici tahsis suretiyle isteniyor. Mülkiyet konusunda temkinli yaklaşıldığı için sorunlar yaşam zılırken: Metro yaşanmayacağını düşünüyorum. Sizce inşaat tam vaktinde tamamlanabilecek mi? Doğrusu tam tarihi kestiremiyorum. Başta sonbahar 2013 denirken şimdi 2015 tarihi telaffuz ediliyor. Ancak yüklenici şirket bu konuda çok hızlı ilerliyor gibi görünüyor. Süreç boyunca öğrencilere sıkıntı yaratabilecek bir durum olur mu? Güvenlik konusunda üniversite yönetimi ciddi önlemler alıyor. Ancak hafriyat kamyonları yüzünden trafik yoğunlaşabilir. Müteahhit firmanın da trafik akışını düzenlemek üzere yürüttüğü çalışmalar var. Ben Hisarüstü metro durağının, bugün son otobüs durağının bulunduğu noktada yapılması daha uygun olabilirdi diye düşünüyorum. Hem Hisar Kampüs’teki öğrencilerimiz daha rahat erişebilir, hem de çalışmalar daha az rahatsızlık yaratmış olurdu. Metro tamamlandığında daha ziyade üniversiteye mi hizmet eder, yoksa dışarıya mı? Bölgede trafiği ve yoğunluğu arttırır mı? Bunu zamanla göreceğiz. Bu aşamada özellikle üniversitenin yararına olacağı söylenmekte, Hisarüstü’nün kendi halkına da hizmet edecektir. Öte yandan, Nispetiye Caddesi’ni tercih edenlerin araçlarını yol ortasında valelerle bırakmaktan vazgeçeceklerini düşünmüyorum. Zannediyorum bu ritüel Nispetiye’ye gelmenin en önemli cazibelerinden birini oluşturuyor. Hisarüstü hattındaki otobüslerin ise kaldırılacağı ifade edilmekte. Çalışmalar gece gündüz devam ediyor Dolayısıyla ilk etapta trafikte azalma olabilir, ama ileriyi kestirmek güç. Hisarüstü çehre değiştirip öğrenci semtinden daha pahalı bir semte dönüşür mü? Belki metronun gelmesiyle semtin dışında oturacak öğrenciler artar ve kiralar düşer. Diğer taraftan bölgede ev kiralayıp metroyla işe gitmek mümkün olacağından fiyatlar artabilir de. Ben metro vesilesiyle, doğrudan bağlantılı olmasa bile, geniş çaplı değişikliklerin olabileceğini düşünüyorum. İleride tamamlayıcı nitelikte ya da yine Hisarüstü’nü ilgilendiren projeler olacak mı? Ben de tam olarak bunu düşünüyorum. Bu etapta dahi meydan ve çevresindeki yollar yeniden tasarlanacak zannedersem. Fırın Sokak olarak bilinen, Baltalimanı’na inen yokuşun genişletilmesi söz konusu olabilir. Hisarüstü Nispetiye Caddesi’nde de kaldırım genişletme projeleri devam ediyor. İleride Hisarüstü’nün kentsel dönüşüm çerçevesinde tekrar tasarlanması da söz konusu. Ancak tüm bu gelişmelerin nasıl sonuçlar doğuracağını şimdiden tahmin edebilmek pek kolay değil. 09 10 yaşam Alper Sezer [email protected] Bozdur Bozdur Harca: 800 Lira Geçtiğimiz günlerde Çalışma Bakanı Faruk Çelik fantastik bir açıklama yaptı. “Asgari ücretle 4 kişilik bir aile geçinebilir mi?” sorusuna “Geçinemez diye bir şey yok, geçinirsiniz. Niye geçinemeyeceksiniz? Eğer ona mahkumsanız 800 lira da büyük paradır. Netice itibariyle peynirin, ekmeğin, zeytinin fiyatı bellidir.” dedi, diyebildi; yüreği, dili buna elverdi. Türk-İş’in raporlarına göre, sadece sağlıklı beslenebilmek, yani açlık sınırının üzerinde olmak için 1007 TL’ye ihtiyacınız var. Ulaşım, konut, giyim gibi tüm giderleri eklediğimizde yoksulluk sınırı 3280 TL. Bakanın, 800 TL’ye geçinirler dediği 4 kişilik bir aile için geçerli bu rakamlar da. Demek ki bakanımız da işçi ailelerini açlık sınırı altında kalmaya ve peynir-ekmek yemeye mahkum bıraktıklarının farkında ve rahatça “Niye geçinemeyeceksiniz?” diye yorum yapabiliyor. Sahi, İstanbul’da kiralar ne kadardı? Bir diğer bakanımız, hem de maliyeden sorumlu, Mehmet Şimşek ise mecliste şu zihin açıcı gelişmeyi aktarmıştı: “OECD ülkeleri arasında çalıştığı dönemdeki maaşa oranla emekli maaşı en yüksek olan ülkeyiz. İngiltere de çalışırken alınanın 4’te 1 oranında emekli maaşı veriliyor.” Bizim ürettiğimiz bir rekor türü olsa gerek. Bakan, yaratıcı bir bakış açısıyla asgari ücretin ¼’ü olan 190 TL’yi emekliye müstahak görmedikleri için övünüyor ve emekli maaşlarını İngiltere ile kıyaslayıveriyor. Şimşek; sayılarla değil, oranlarla arasının iyi olduğunu “Ben 770.000 dolar maaş alıyordum, özel sektörde %5-6 zam oluyordu, bizse memura ise %7,6 veriyoruz” diyerek zaten daha önce de göstermişti. Yıllardır Türkiye en hızlı büyüyen ekonomilerden olduğu, devlerle yarıştığı söyleniyor. 10 yıl kadar önce milyarder sayısı bir elin parmağını geçmezken, bugün 40’lı sayıları aştı. Ekonominin hacminin arttığı rakamlarla sabit. Fakat bu büyüme, beraberinde gelişmeyi getiriyor, halkın refahını yükseltiyor mu? Ya da başka bir deyişle; alt ve orta kesimin alım gücü büyüme oranında etkilenmediği sürece, üst kesimin daha da zenginleşmesiyle niye bu kadar övünüyoruz? Türkiye; ekonomi, eğitim, siyaset gibi birçok alanda gelişmeyi ölçen İnsani Gelişmişlik Endeksi 2003 raporunda yaklaşık 180 ülke arasında 96. sıradayken, 2013 raporunda 90. sıraya yükselmiş. Pek de çok hızlı büyüyen ekonomimize yakışır bir gelişim sıçraması yapamamışız gibi. Devletin resmi kurumu TÜİK’in 2010’daki araştırmasına göre, nüfusun %16,9’u yoksulluk sınırının altında, sürekli yoksulluk riski altındakilerin oranı ise %18. Her ne kadar bu rakam resmi kaynaklara göre düşüşte olsa da; ne ortada bu kadar övünülecek bir büyüme görebiliyoruz, ne de birçok sendikanın itiraz ettiği bu rakamlara güvenebiliyoruz. Bir ülke ki ekonomisi çok hızlı büyüyor, başbakanı 3 de yetmez 4-5 çocuk diyor; ama 2 çocuklu bir aile asgari ücretle aç-evsiz kalıyor, hiçbir ihtiyacını karşılayamıyor ve bu durumda pek de bir gelişme yaşanmıyor. Daha çok konuşulması gereken, daha gerçek olan hangisi? yaşam 11 İş İçin mi Geldiniz, Eğlence İçin mi? "Neden İstanbul’a geliyorsun, İstanbul’da işin var mı, evin var mı denseydi biz şimdi bu sıkıntıları yaşamayacaktık." Rezan İbişhükçü [email protected] İstanbul, uzun yıllardır gerek sunduğu iş olanakları gerekse yatırım çokluğu nedeniyle ülkenin merkezi konumunda. Ne yazık ki, bu merkez her yıl artan göç talebiyle daha da kalabalıklaşırken bir arada yaşamayı da oldukça zorlaştırıyor. Göç sorununa çözüm olarak Başbakan Erdoğan geçtiğimiz günlerde kentsel dönüşümle yapılan evlerin anahtar teslim töreninde İstanbul’a vize uygulamasının sinyallerini verdi. Belediye başkanlığı dönemindeki konuşmasına işaret ederek, o dönem vize uygulamasına geçilmesinin önemini “İstanbul’a başkan olduğumda İstanbul’un nüfusu 8 milyondu, şimdi ise 14,5 milyon. Dönemin hükümetleri bu göçün önüne geçecek tedbirleri almadılar, çarpık kentleşmeye müsamaha gösterdiler. Ben vize uygulaması, nakil ilmühaberi dediğimde belediye başkanlığımda ‘Siz bu ülkede seyahat özgürlüğünü mü engelliyorsunuz?’ dediler dönem hükümetleri. O gün neden İstanbul’a geliyorsun, İstanbul’da işin var mı, evin var mı denseydi biz şimdi bu sıkıntıları yaşamayacaktık.” sözleriyle vurguladı. Başbakanın gündeme getirdiklerini uygulamadaki kararlılığı göz önünde bulundurulduğunda, bu fikrin de yakın zamanda bir projeye dönüştürülmesine mümkün gözüyle bakılıyor. İstanbul’a vize uygulaması halihazırda kuralları belli bir proje olarak gündeme gelmediğinden, içeriğini kestirmek ancak kabataslak mümkün. Fakat gerçekleşmesi halinde İstanbul’a göçü engelleyeceği; bunun beraberinde, trafikten tutun tarihi dokunun zarar görmesine dek pek çok sıkıntıya çare olacağı iddia ediliyor. Bunlara ek olarak, çarpık kentleşmenin önüne geçileceği ve tahribata maruz kalan yeşil alanların azalacağı da muhtemel bir vize uygulamasının faydaları arasında gösteriliyor. Vize uygulamasının gündeme gelmesi, tabi ki beraberinde yoğun eleştirileri de getirdi. Vize uygulaması; bir çözüm değil, “elitist bir tutum” olmakla suçlanıyor. Demokrasiye, insan haklarına ve özgürlüklerine aykırı olduğu ileri sürülen bu tutumun, insanlara adil davranmamakla kalmadığı, aynı zamanda iş imkanları için İstanbul’a gelmek isteyen vatandaşların önünü keserek onları kaderlerine mahkum bıraktığı savunuluyor. Ülkenin kalanına yeni yatırımlar yapılmadığı sürece de, yeni fırsatlara göçmeleri askıya alınan bu insanlar yine işsiz kalacağı için, projenin işsizliği azaltmayacağı tahmin ediliyor. İstanbul’un bu şekilde özerk hale getirilmesi; yalnızca diğer illerde yaşayanları değil, İstanbulluları da gayrimenkulden meyve-sebzeye kadar geniş bir yelpazedeki olası fiyat artışları nedeniyle ekonomik açıdan pek memnun etmeyeceğe benziyor. İstanbul’un günbegün artan nüfusuyla 3. köprü yapımı gibi projelerle baş edilmeye çalışıldığı söylense de hala yeni çözümler arandığı biliniyor. Bu nedenle vize uygulaması bir süre daha gündemde kalmaya devam edecek gibi gözüküyor. İstanbul’a vize uygulanması göç sorunu için sizce doğru bir çözüm yolu mu? Ekin Çat - Endüstri Mühendisliği - Hazırlık Her ne kadar İstanbul’a olan göçün yavaşlatılması gerektiğini düşünsem de İstanbul’a vize ile giriş fikrini mantıklı bulmuyorum. İstanbul dışından gelen bir öğrenci olarak, diğer hiç bir şehirde bulamayacağım sosyal, kültürel ve akademik fırsatları İstanbul’da buldum. Eğer İstanbul’a vize ile girilseydi, belki de ben ve benim gibi çoğu öğrenci bu imkanları bulamayacaktı. Sinem Büyükkeçeci - Mimar Vizeyi mantıklı bulmuyorum, çünkü ben ailem beni başka bir şehirde yetiştirdi diye İstanbul’un sektörde sağladığı iş olanaklarından mahrum kalmak istemiyorum. Artık yurtdışı vizeleri bile tartışılırken ülke içinde böyle bir ayrım yapılmasına kalabalık ne kadar zorlayıcı olsa da sıcak bakmıyorum. 12 kültür-sanat Soykırımın Gölgesİnde Edebiyat: ELIE WIESEL Güner Durmaz [email protected] 20.Yüzyıl, şüphesiz ki 50 bin yaşındaki insanoğlunun en acılı ve en zor dönemlerine tanıklık etti. Zamanın sonuna dek ekonomik krizler, savaşlar ve günümüze kadar uzanan amansız politik çatışmalar, kutuplaşmalar ile anılacak 20. yüzyıl. Bunlardan da önemlisi insanoğlu, muhtevasında oluşan yeni (bir o kadar da eski) bir düşmanla karşılaştı bu dönemde: “Soykırım”. Yeryüzü, soykırım trajedisine 15. yüzyıldan beri sahne oluyor aslında; Kuzey ve Güney Amerika’da yerli halka, Güney Afrika’da Boerlere ve 20. yüzyılda, Anadolu’da Ermenilere, Orta ve Doğu Avrupa’da Yahudilere, Cezayir’de Araplara, Orta Afrika’da Tutsilere ve Doğu Avrupa’da Bosnalılara... Soykırım 20. yüzyılda yeryüzündeki tüm halklara karşı ciddi bir tehditti artık. Ve bu durumun doğal bir sonucu olarak, edebiyat da “soykırım”la tanıştı. Elie Wiesel, Yahudi bir anne ve babanın tek erkek çocuğu olarak, 1928 senesinde, Romanya’nın Sighet kasabasında dünyaya geldi. Zaman ve mekânın göreceliliğinde, bir gün kendisini ve ailesini tarih boyunca soykırım trajedisinin en yoğun ve dehşet verici şekilde yaşandığı Auschwitz Toplama Kampı’nda buldu. Üstelik çalışmanın, günden güne erimenin, yok olmanın özgürlük addedildiği bu kampta, o sadece 14 yaşındaydı. Bu tek taraflı şiddet gösterisinde, ebeveynlerini ve iki kardeşini kaybetti. 1958 yılında anılarını kitap haline getirdi. Night (Gece ) 1958 yılında Fransa’da basıldı. Daha sonra üçlemenin iki kitabı Dawn (şafak vakti) ve Day (Gün) ikişer sene arayla yayımlandı. Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen yazarın bu üçlemesi, yayımlandıkları günden bugüne, soykırımın en büyük ve en güçlü edebi eserleri olarak tarihe tanıklık ediyorlar. Night (Gece) Gece, 1958’te yayımlandığından bu yana, insanlığın soykırım acısıyla yüzleşmesinin ve bu tür acıların bir daha yaşanmamasına olan inancın sembolü olmuştur. Yazar Elie Wiesel, milyonlarca kişiye yaşatılan kıyımı hiçbir oyuna başvurmadan tüm çıplaklığıyla ve gerçekliğiyle okuyuculara sunuyor. 14 yaşındaki Eliezer, onun yeni yeni terleyen bıyıkları ve düşünceleriyle beraber ilerliyoruz bu trajik anlatının sayfalarında. Sıradan hayatının apansız tecavüze uğramasını, hayat ışıklarının gün geçtikçe soluklaştığını ve her şeyin “gece”ye evrilmesini gerçeklik sınırlarının doruğunda yaşatıyor okuyuculara Wiesel. Çalışma kamplarındaki acıları, ölümleri ustalıkla aksettiriyor. Türkçe çevirisi ne yazık ki ancak 1999’da yapılan Gece, yeryüzündeki tüm insanlar tarafından okunulması gereken bir eser. Dawn (Şafak Vakti ) Elie Wiesel, bu anlatısında soykırımın dramatik sonuçlarını; Auschwitz çalışma kampından kurtulan, yaşadığı acılar nedeniyle hayatı sonsuza dek değişen 18 yaşındaki Elisha’yı okuyucularla buluşturuyor. Yaşamının en verimli döneminde öldürmeyi bir amaç ve araç haline getiren Elisha, Filistin’de Yahudi bir terör örgütünde bulur kendisini. Öldürülmenin, acı çekmenin nasıl bir his olduğunu bir insanın tecrübe edebileceği en kötü biçimde eden Elisha’ya bir gün “öldür” emri verilir. Şafak Vakti, yaşam ve ölüm arasındaki çizginin kaybolduğu, etkileyici bir eser. Day (Gün) Gün, soykırım sonrası Araf’ta kalanların hikayesidir. Auschwitz çalışma kampından sonra New York’ta yaşamını sürdüren Elie Wiesel geçmişinden kurtulamaz. Öyle ki geçmişi onu yaşayan bir ölüye dönüştürür. Aşklarında ve savaşlarında bir gölge gibi takip etmektedir Wiesel’i ölüm; ta ki her şeyi değiştiren bir “kaza”ya dek. Gün, içerik ve üslup olarak okuyucuyu ilk sayfasından itibaren içine çekiyor. Elie Wiesel’in kendi yaşamına ışık tuttuğu bu otobiyografik anlatı, her okuyucunun kütüphanesinde olası cinsten. Soykırım Kitapları 1. Sizi Bilgilendirmek İsteriz ki Gelecekte Ailelerimizle Öldürüleceğiz: Rwanda’dan Hikayeler Philip Gourevitch 2.Şeytan’la Anlaşmak: Rwanda’da İnsanlığın Başarısızlığı Roméo Dallaire 3.Cehennemden gelen sorun: Amerika ve Soykırım Çağı Samantha Power 4.İlk Önce Babamı Öldürdüler: Kamboçya’nın Çocuğu Hatırlıyor Loung Ung 5.Sparta’dan Darfur’a Soykırım ve Yok Etmenin Tarihi Ben Kiernan kültür-sanat Benim Çocuğum 13 Eğitimini Amerika’da çeşitli üniversitelerde sinema-televizyon ve medya alanlarında tamamlayan Can Candan, Bilgi Üniversitesi ve Sabancı Üniversitesi’nde film ve medya sanatları konularında dersler verdi. 2007’den beri Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Candan, şu an ‘Documentary in Turkey’ isimli bir ders vermekte. Candan’ı, Benim Çocuğum’dan önce çektiği, DuvarlarMauernWalls (2000) ve 3 Saat (2008) adlı belgeselleriyle de tanıyoruz. “Yazının tam metni için: www.dinamikgazete.com” Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi ve sinemacı Can Candan’ın yönetmenliğini üstlendiği, çocukları LGBT olan 7 ebeveynin hikâyesini anlatan Benim Çocuğum belgeselinin yapımı 2013’te tamamlanıp seyirci karşısına çıktı. Belgesel, ailelerin birer LGBT ebeveyni ve aktivisti olarak varolma ve seslerini duyurma mücadelelerine değinen etkileyici bir çalışma. Belgesele dair ayrıntıları ve merak edeceğinizi düşündüklerimizi Can Candan’ın ağzından dinledik: Naz Vardar [email protected] İlk kez ne zaman böyle bir belgesel çekme fikri kafanızda oluştu? Sizi harekete geçiren herhangi bir olay oldu mu? Bu belgeselin ortaya çıkması tamamen bir tesadüf sonucu oldu. Ekim 2010’da Boğaziçi’nde düzenlenen ‘Türkiye’de Trans Kimlikler ve Queer’ başlıklı bir konferansta filmde hikayelerini bizimle paylaşan LİSTAG (LGBT Aileleri İstanbul Grubu) gönüllüsü ebeveynlerin katıldığı bir panel vardı. Oradaki ebeveynlerin hikayeleri ve yaptıkları beni çok derinden etkilemişti. Bu hikayeleri çok daha geniş kitlelerin duyması gerektiğini düşündüm. ‘Benim Çocuğum’ fikri işte o gün o panel sırasında ortaya çıktı ve yaklaşık iki buçuk yıldır LİSTAG’la birlikte çalışıyoruz. Benim Çocuğum ilk kez !f’te gösterildi, vizyona ne zaman girecek ve hangi illerde gösterimi olacak? Evet, ‘Benim Çocuğum’ !f Festivali ve bizim düzenlediğimiz İstanbul, Ankara ve İzmir galalarımız dışında henüz gösterilmedi. Vizyona girebilmesi için çalışmalarımız devam ediyor ama Türkiye’de bağımsız bir belgeselin ve aynı zamanda dijital bağımsız bir filmin vizyona girebilmesi çok zor. Ama biz ümidimizi koruyoruz. İnsanlar bu filmi talep ederlerse dağıtımcıların ve sinema salonu sahiplerinin bu talebi duyacaklarına inanıyoruz. Toplumun genel tutumuyla karşılaştırınca Boğaziçi Üniversitesi’ndeki homofobinin ve LGBT öğrencilerin görünürlüğünün ne derece benzer/farklı olduğunu düşünüyorsunuz? Toplumda LGBT bireyler ayrımcılık, homofobi ve transfobi ile karşılaştıkları gibi, Boğaziçi’nde ve diğer üniversitelerde de karşılaşabiliyorlar. Aynı zamanda Türkiye’de hâlâ bazı üniversiteler çeşitli özgürlüklere görece daha fazla saygı duyulan, bireylerin kendilerini daha rahatça ifade edebildikleri ve üniversite camiasından destek bulabildikleri yerler. Boğaziçi de benim kanımca böyle bir yer. Belgeselinizin büyük bir kolektif çalışmanın ürünü olması umut vericiyken Kültür Bakanlığı’ndan destek alamaması sizce devletin homofobik politikalarının bir göstergesi midir? Bu filmin neredeyse beş yüze yakın bireysel destekçisi var. Bu bizim için müthiş bir gurur ve mutluluk kaynağı. Kültür Bakanlığı’ndan destek alamamamızın nedenini bilmek zor çünkü karar veren kurul neden destek vermediklerini başvuru sahibine açıklamıyor. Sadece bu durumun bizde hayal kırıklığına yol açtığını söyleyebilirim ama sonuçta Kültür Bakanlığı’nın desteğine ihtiyacımız olmadı. Konuyu ailelerin bakış açısından ele almanızda özel bir neden var mı, bu bakış açısının filmin etkileyiciliği üzerinde önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Ben, beni doğrudan ve derinden etkileyen konularda ancak film yapabilirim. LİSTAG ebeveynlerinin hikayelerinin insanları derinden etkileyebileceğini ben kendim yaşayarak gördüm ve filmde bu deneyimi seyirciye de yaşatmaya çalıştım. Filmde de ifade edildiği gibi LİSTAG ebeveynleri bir buzkıran etkisi yaratıyorlar. Homofobiye ve transfobiye toplumun merkezinde yer alan aile kurumunun içinden müdahale ederek, aileyi ve toplumu dönüştürüyorlar diye düşünüyorum. Belgeselin çekimi boyunca kendinizi ailelerin yerine koyduğunuz ve onlar kadar güçlü olup olamayacağınızı düşündüğünüz oldu mu? Tabii ki. Bu hikâyeleri ilk duyduğum andan başlayarak bir tür yüzleşme ve sorgulama yaşıyorum. Ben kendi çocuğumu bu ebeveynler kadar olduğu gibi kabul edebiliyor muyum ve onu koşulsuz sevebiliyor muyum? Ayrıca bu hikâyeler bize kendi ebeveynlerimizle olan ilişkimizi de sorgulatıyor. Yani kısacası bu hikayelerden etkilenmek için ebeveyn olmak gerekmiyor bence. CHP’li birkaç milletvekilli belgeselinizin mecliste gösterimini talep etmiş. Buna benzer başka sevindirici gelişmeler yaşanıyor mu? Bazı CHP ve BDP milletvekillerinden şimdiye kadar hep destek aldık. Bu iki parti LGBT hakları mücadelesine bir süredir destek veriyorlar. Yakında Ankara’da milletvekilleri için özel bir “meclis gösterimi” düzenlemeye çalışıyoruz. Aynı zamanda Strasbourg ve Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi’nde de gösterimler düzenlemeye çalışıyoruz. Ayrıca önümüzdeki aylarda Eskişehir Film Festivali’nde, Ege Belgesel Film Günleri’nde, Varşova Türk Filmleri Haftası’nda da gösterimlerimiz olacak. Gelişmeleri www.benimcocugumbelgeseli.com adresinden takip edebilirsiniz. 14 kültür-sanat Etkinlik Rehberi İstanbul bu yıl da baharı birbirinden güzel konser, sergi ve festivallerle karşılıyor. Türkiye’nin en büyük film festivali olarak kabul edilen İstanbul Film Festivali, 30 Mart’ta seyircisiyle buluşacak.14 Nisan’a kadar sürecek festival, 200’ü aşkın film gösteriminin yanında, söyleşiler ve atölye çalışmalarıyla da sinemaseverlerin beklentilerini karşılayacağa benziyor. Piri Reis’in 1513 tarihli Dünya Haritası’nın 500.Yılı dolayısıyla düzenlenen, “Piri Reis ve 1513 Dünya Haritası: 500 Yılın Gizemi” sergisi 31 Mayıs 2013 tarihine kadar Tophane-i Amire de görülebilir. Haluk Bilginer ve Zerrin Tekindor’un başrolde olduğu Shakespeare’in ünlü oyunu Antonius ile Kleopatra, 18-21 Nisan tarihleri arasında Oyun Atölyesi’nde izlenebilir. Bu sıralar, yerli ve yabancı pek çok sanatçının konserini de programınıza dahil etmenizde fayda var. Tuğrul Acar [email protected] Konser Sergi 1.Sezen Aksu, Fahir Atakoğlu ve Ara Dinkjian, 26 Nisan Cuma 21:00, TİM Maslak Show Center, 80 TL 2.Şevval Sam: Kartpostallardaki İstanbul’un Musikisi, 25 Nisan Perşembe 20.00, İş Sanat, Levent, Öğrenci:20TL. 3.A Capella Boğaziçi: Fazıl Say’ın A Capella Eserleri, 16 Nisan Salı 20.00, Akbank Sanat, Beyoğlu, Öğrenci:10 TL 4.Mehmet Erdem: 8 Nisan Pazartesi - Saat: 21:00- Beşiktaş Kültür Merkezi Öğrenci:56 TL 1.Gerçek Mekân ve Kavramsal Mekân: Fotoğraf sergisi, 6 Nisan’a kadar, Milli Reasürans Sanat Galerisi, Maçka. 2.Duvar Resminden Korkuyorlar: 21 Nisan’a kadar, Salt Beyoğlu. 3.Prix Pictet: Fotoğraf Sergisi, 28 Nisan’a kadar, İstanbul Modern, Karaköy. 4.Piri Reis ve Dünya Haritası: 500 Yıllık Gizemi: 31 Mayıs’a kadar, Tophane-i Amire, Fındıklı. Opera&Bale: Tiyatro: 1.Toros Canavarı: 10, 11, 13 Nisan 20.00, Şehir Tiyatroları, Fatih Reşat Nuri Sahnesi. 2.Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım: 10,12,13 Nisan 20:00, Şehir Tiyatroları Ümraniye Sahnesi. Öğrenci: 7,5 TL 3.Antonius ile Kleopatra : 18-21 Nisan 20:30, Oyun Atolyesi, Öğrenci:40 TL 4.Ah Smyrna’m Güzel İzmiri’m: 20 Nisan 20:30, Caddebostan Kültür Merkezi, Öğrenci:30 TL 1.Kötülüğün Döngüsü: 6 Nisan Cumartesi 16.00, Süreyya Operası Kadıköy. 2.Othello-Bale: 3, 5, 8, 10, 16, 23 Nisan 20.00, Fulya Sanat, Dikilitaş. İstanbul Film Festivali’nde Görmeniz Gereken 5 Film: 1.Kapital-Yön: Costa Gavras (Fransa), 6 Nisan 21.30-Nişantaşı City’s, 7 Nisan 13.30 Atlas Beyoğlu, 8 Nisan-21.30 Rexx Kadıköy. 2.Geceyarısından Önce-Yön: Richard Linklater (ABD), 6 Nisan 21.30 Atlas Beyoğlu, 7 Nisan 19.00 Rexx Kadıköy, 12 Nisan 24.00 Atlas Beyoğlu. 3.Çocuk Pozu-Yön: Calin Peter Netzer (Romanya), 7 Nisan 19.00 Atlas Beyoğlu, 9 Nisan 19.00 Rexx Kadıköy, 10 Nisan 13.30 Nişantaşı City’s. 4.Kuru Gürültü-Yön: Joss Whedon (ABD), 7 Nisan 11:00 City’s, 8 Nisan Feriye Sineması, 11 Nisan Rexx Sineması 11:00 5.Camille Claudel-Yön: Bruno Dumont (Fransa) , 10 Nisan 16.00, Feriye Sineması, 11 Nisan 19:00 Rexx Sineması kampüsten Türkiye’nin ilk üniversite radyosu olan radyo boğaziçi, bu dönem de oldukça profesyonel işlere imza atmaya devam ediyor. Yayın formatını geçmişin ve günümüzün liste başı yabancı şarkıları olarak tanımlasa da her müzik türünü barındıran yayın kuşağı ve özel programlarıyla başta üniversite gençliği olmak üzere herkesin kendinden bir parça bulabileceği bir platforma dönüşüyor. Kurulduğu günden beri kendini sürekli yenileyen radyo boğaziçi her hafta müzik ve güncel konular üzerine söyleşiler düzenliyor ve alanında yetkin isimleri ağırlıyor. 2013 Bahar Dönemi - Özel Yayın Programımız: Pazartesi 20:00-21:00 “Trance Sessions” Ege Geçyatan 23:00-00:00 “BÜ’de Caz” Emir Koru Salı 19:00-21:00 “Meşin Mikrofon” Esat Erdem Eygi & Güney Demir 23:00-00:00 “Hit Lounge” Nur Keskinsoy Çarşamba 19:00-20:00 “Pop-ü List” Umut Bayrak & Berkay Apak 20:00- 21:00 “Antibiyotik” Anıl Demirezen&Musa Tecirli Perşembe 20:00-21:00 “Zamantika” Buket Semercioğlu 21:00-22:00 “Shotsanat” Sevde Öztürk Cuma 21:00-22:00 “Sektör 6’da Yangın Var” Batıhan Tuna Tosun & Ilgaz Çakın http://www.radyo.boun.edu.tr/ adresinden bizi kesintisiz 7/24 dinleyebilirsiniz. facebook.com/radyoboun twitter.com/radyobogazici BÜO'dan Yeni Oyun Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (BÜO), 2012-2013 eğitim prodüksiyonu olarak Çingene’nin Şarkısı adlı oyunuyla seyirci karşısına çıkıyor. Oyun 1999 yılında BÜO tarafından; Federico Garcia Lorca’nın “Eskicinin Tazesi”, “Don Cristobita ile Dona Rosita’nın Acıklı Güldürüsü”, “Kanlı Düğün” ve “Bernarda Alba’nın Evi” oyunlarından yararlanılarak oluşturulan bir kolaj çalışmasıdır. 1999 yılında BÜO tarafından sahneye taşınan metin, bu sene de Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nden (BÜFK) müzisyenlerin kadroya katılması ile yeniden ele alındı. Çingene’nin Şarkısı; Lorca’nın şiirlerinden esinlenilerek yazılmış bir dış öykü ile oyunlarından seçilen çeşitli tema ve bölümlerden oluşan bir iç hikayeden oluşmaktadır. 15 Kıvılcım Değirmencioğlu [email protected] Obua Çalarak Koşmak Daha iyi bir liseyi, üniversiteyi istediğimiz acımasız bir yarışın içinde büyürken, hep sistemin kurbanı olduğumuzu düşünmüştük. Zor olan da adaletsiz olan da sınavdı, puanlarıyla bize değer biçiyordu. Herkesin ilgisine, yeteneğine, becerisine göre istediği eğitimi alma hakkı olmalıydı ama sınav, bunların hiçbirini ölçmüyor, olacağımız yeri belirlerken nerede olmak istediğimizi sormuyordu. Ailelerimizin, eğitimci amcalarımızın da dediği gibi suç bizi yarış atına dönüştüren bu sistemindi, sorunun tek çözümü de sınavsız bir sistem olabilirdi. Sınavsız bir üniversite hayali, zamanla seçim vaatlerinin arasına dahi girse, değişen ya sınavların adı ya da sayısı oldu. Hepimiz bir şekilde bu yarışın içinde, birilerine geçilip, birilerini geçip Boğaziçi’ne geldik. Uzun bir süre önümüzde böyle büyük bir sınav olmayacağını düşünerek, haklı galibiyetimizin tadını çıkardık. En büyük maç kazanılmıştı, büyük bir belirsizlik sona ermişti. Boğaziçi’ne gelmiştik ya en azından dört-beş yıl rahattık, sonrasının da bir şekilde hallolacağına inancımız tamdı. Çoğu Boğaziçili gibi benim için de ilk yıl bu düşüncelerle geçti. Sonra elde ettiğimiz çoğu şey gibi, bu galibiyetin de parlaklığı silinmeye başladı. O zaman şunu fark ettim ki, acımasız diye nitelediğimiz yarış bir sınavdan çok daha fazlası aslında. Hayatın kendisi hep daha iyi yerde, daha iyi olma yarışı. Şimdiye kadar sınavları böylesine canavarlaştırmamız, bu gerçeğin yüzüne taktığımız bir maske. Sınavlar olsa da olmasa da, her şeyin dahası mümkün oldukça rekabet ve yarış var. Sorun sınav sisteminde değil, dünyanın düzeni bu. Doğa güçsüzlerin elendiği, ancak daha iyi, daha güçlü olanın yoluna devam edebildiğini öğretiyor hepimize. Av ya da avcı olmak bizim elimizde. Afrika atasözünde de dediği gibi “Aslan ya da ceylan olmanızın bir önemi yok. Yeter ki güneş doğduğunda koşmak zorunda olduğunuzu bilin.” Evet, koşmak zorunda olduğumuzu biliyoruz çünkü yarış her geçen gün daha da büyüyor. İşin kötüsü tam olarak nereye koşmamız gerektiğini de bilmiyoruz. Atılabilecek yüzlerce adım, gidilecek yüzlerce farklı yol var. Hangi yoldan gitmenin daha iyi olacağını bilmek, bir sınavda çıkabilecek soruları tahmin etmekten çok daha zor. Artık yarışın kuralları da o kadar net değil, hayat her şeyden sorumlu tutuyor bizi. İki karpuz bir koltuğa sığmaz diyen atalarımıza karşın koltuklarımıza mümkün olduğunca çok karpuz sığdırabilme peşindeyiz şimdilerde. Gezelim eğlenelim, üniversitenin tadını çıkaralım; ama ortalama da önemliymiş ders de çalışalım. Bir dil bilmekle olmazmış, ikinciyi de öğrenmek lazımmış. Hobiler edinmek sanata, spora vakit ayırmak lazımmış, konferansa gitmek lazımmış, sertifika lazımmış, iyi bir staj lazımmış. Lazımmış da lazımmış. Hayatı sürekli bir şeyler elde etmek zorunda olduğumuzu düşünerek yaşamak çok acımasız, belki de fazla kötümser biliyorum. Ama rekabet dünyası, hep daha iyinin varlığına, her şeyi bir arada yapabilmenin mümkünlüğüne işaret ediyor. Reklamı hatırlayanlarınız vardır, artık koşmak da yetmiyor, “obua çalarak koşmak” gerekiyor. 16 mekan KAHVALTI MEKANLARI Tuğçe Şatır [email protected] Demircan Çelebi [email protected] Reçel Türevleri Kahvaltıda olmazsa olmaz reçellerin krallık sürdüğü, samimi ve mutlaka gitmeniz gereken bir mekan. Beşiktaş’ta Şair Veysel Sokağı’nda bulunan Reçel Türevleri; uygun fiyatları, zengin menüsü ve güler yüzlü çalışanlarıyla gönlünüzü fethetmeyi başarıyor. Hem göz hem de karın doyurucu cinsten olan serpme kahvaltısı 10 TL. Reçellere gelince cevizden, patlıcana 40’a yakın birbirinden lezzetli reçeli bulmak mümkün. Üstelik anne yapımı reçeller Adana’dan özel olarak İstanbul’a getiriliyor. Her gün saat 8’de açılan mekan kaliteli ve hızlı hizmetiyle ziyaretinizi bekliyor. Fakat yine de sıra beklemek istemiyorsanız erkenden gitmenizde fayda var. Café Fessa Garipçe Asmaaltı Restaurant İstanbul sınırında bir balıkçı köyü olan Garipçe’deki Asmaaltı şehrin gürültüsünden sıkılanları huzurlu bir köy kahvaltısının keyfini sürmeye bekliyor. Kahvaltı Karadeniz usulü yöresel tatları içeren açık büfeden oluşuyor. Masaya oturduğunuz anda önce demlikle çay, daha sonra da isteğinize bağlı olarak sahanda yumurta veya menemen geliyor. Mutlaka tatmanız gerekenler arasında mısır ekmeği ve bal kaymak var. Giriş kısmı tarihi bir fırından arta kalmış. Oturmak için bu kısmı tercih etmeniz tavsiyemiz. Mekan sunduğu hizmetin yanında küçük bir balıkçı köyünde olduğu için kahvaltıdan sonra köyü gezip, denizin keyfini çıkarabilirsiniz. Beşiktaş’ta Ihlamurdere Caddesi Çelebi Oğlu Sokak’ta bulunan Café Fessa’da masaların birbirine çok yakın olması mekânın hafta sonu kalabalığıyla birleşince bir yabancıyla yan yana kahvaltı yapmanız olası hâle geliyor. Hareketli cumartesi-pazar sabahlarında bile Fessa’nın servisi oldukça hızlı. Serpme kahvaltısında klasik kahvaltı malzemelerine ek olarak bal, kaymak, paçanga böreği gibi lezzetler bulunduran bu mekânda 10-15 TL’ye hafta sonuna keyifli bir başlangıç yapabilirsiniz. mekan Aşşk Kahve Güneşli bir sabahta deniz kenarında manzara eşliğinde kahvaltı yapmak, güne güzel başlamak isteyenler için en uygun mekanlardan biri Aşşk Kahve. Kuruçeşme’de şahane manzaranın yanında dekorasyonu ve samimi çalışanlarıyla misafirlerini etkilemeyi başarıyor. Serpme kahvaltısı, bitki çayları, omletleri ve tostlarıyla öne çıkıyor. Bizden size tavsiye; deniz kenarında oturup, aşşk çayı ve meşşk tostu denemeniz . Pazartesi günleri hariç her sabah saat 9’da açılan Aşşk Kahve’nin fiyatları öğrenci bütçesine göre biraz yüksek olsa da manzara ve hizmete değecektir. Dodo Café Moda Caddesi üzerinde Ferit Tek Sokak’ta bulunan bu salaş mekânda işleyiş diğer kahvaltı yerlerinden biraz farklı: Menüde kahvaltılık malzemelerin her biri fiyatlarıyla yer alıyor ve siz bunlar arasından seçim yaparak kendi tabağınızı oluşturuyorsunuz. Size evdeymişsiniz hissi yaşatan samimi atmosferi de cabası. 10-20 TL arası bir fiyatla buradan mutlu ayrılmak mümkün. Hafta sonu yoğunluk durumu kestirilemese de hafta içi kalabalık olmamasıyla Moda’da sevilen mekanların başında geliyor. Galata Muhallebicisi Teşvikiye Caddesi üzerinde City’s Alışveriş Merkezi’nin karşısında bulunan mekanda 10 TL’ye klasik bir kahvaltı yapmak mümkün. Çay, börek, yumurta gibi ekstralarla kahvaltınız size yaklaşık 20 TL’yi bulabiliyor. Öğrenci bütçesine çok uygun olmasa da bahçesinde hoş vakit geçirebileceğiniz şık bir mekan. Kahvaltısının yanı sıra tatlılarıyla da ön plana çıkan mekanda daha önce denemediyseniz menengiç kahvesini de deneyebilirsiniz. 17 18 kampüsten Sezuan’ın İyi İnsanının Başı Dertte mi? Bertolt Brecht’in telif haklarını koruyan Suhrkamp Verlag isimli firmanın Türkiye temsilcisi Onk Ajans, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (BÜO) tarafından geçtiğimiz yıl sergilenmeye başlanan Sezuan’ın İyi İnsanı isimli eser için telif ücreti talep edince, yalnız taraflar arasında değil tüm amatör tiyatro dünyasında bir tartışma başladı. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 33. Maddesi’nde yer alan “Yayımlanmış bir eserin tüm eğitim ve öğretim kurumlarında yüz yüze eğitim ve öğretim maksadıyla doğrudan veya dolaylı kar amacı gütmeksizin temsili, eser sahibinin ve eserin adının mutat şekilde açıklanması şartıyla serbesttir.” ifadesine dayanarak talebin haksızlığını vurgulayan BÜO, aralık ayında çeşitli amatör tiyatro topluluklarının da desteğini alarak bir bildiri yayınladı. Doğası gereği kâr amacı gütmesi mümkün olmayan amatör tiyatrolardan telif ücreti talep edilmesinin özgürlükçü tiyatro faaliyetleri için ciddi bir tehlike oluşturduğu dile getirilen bildiride, Onk Ajans’ın tavrının bildiriyi imzalayan kuruluşlarca kınandığı ifade edildi. Duygu Söyler [email protected] Yalnız BÜO için değil amatör tiyatroların gelecekteki konumu için de büyük bir önem arz eden bu süreci, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’ndan Bilal Akar ile konuştuk. “Amatör Tiyatrolar Telifi Tartışıyor” isimli blogla zaten tartışmanın ayrıntılarını, tarafların görüşlerini ve basındaki yansımalarını kamuoyuyla paylaşmaktasınız, ancak takip edememiş olan arkadaşlarımız için sürecin nasıl geliştiğinden bahsedebilir misiniz? BÜO olarak festivaldeki oyunumuza hazırlandığımız kasım ayında, oyuna çok kısa bir zaman kalmışken kulüp üyelerimizden birine ONK Ajans’tan gelen bir telefon ile bu talepten haberdar olduk. Yapılan telefon görüşmesinde amatör tiyatroların telif ödememesi gerektiği görüşümüzü kendilerine ilettik fakat bunu kaale almayan ONK Ajans “müdürümüzle” iletişime geçeceğini belirtti. Ancak üniversiteler müdürle değil rektörle yönetildiği için BÜ Rektörlüğü’ne bir yazı göndermek durumunda kaldılar. ONK Ajans Ltd. Şti. adına Sahne Sanatları Sorumlusu Aslıhan Gülay imzasıyla yazılan yazıda, Bertolt Brecht’in telif haklarını koruyan Almanya’daki “Suhrkamp Verlag” firmasının Türkiye temsilcisi olduklarını belirtip oyunun tarafımızca izinsiz sahnelendiği ve FSEK’e uymayan bu temsillerin durdurulmadığı takdirde yasal yollara başvuracakları ifadeleri yer almaktaydı. Konuyla ilgilenen okulun avukatı bilet satışı yapıldığı için ONK Ajans’ın haklı çıkabileceğini iddia etti. Okul yönetimi ise, mahkemelik olmak istemediğinden; TAKSAV festivalinde oyunumuzu sergileyebilmemiz için telif ücretini ödedi. ONK Ajans’ın sitesinde yayınlanan açıklamasında bizimle yaptıklarını iddia ettikleri sözleşme aslında okul yönetimi ile gerçekleşmiştir. Yeri gelmişken bu konuda bir düzeltme yapmak isteriz. Bütün bu süreç boyunca amatör tiyatrolardan telif ücreti talep edilmesinin nasıl gündemleştirileceği kulüpte bir tartışma konusuydu. Oyun sergilendikten sonra kulüp olarak bir değerlendirme yaptık. Festival öncesi sürecin okul yönetimi tarafından telif ücreti ödenerek kotarmacı bir şekilde işletildiği, kulübün de bu konuda uyarıcı olmak konusunda atıl kaldığı sonucuna vardık. Bu noktadan sonra amatör tiyatrolardan telif talep edilmesinin hem hukuki hem teatral etik bağlamında hiçbir meşru yanı olmadığını gerek kamuoyuna gerekse ONK Ajans’a çeşitli yollarla iletme sorumluluğunu taşıdığımızı düşünüyoruz. -Süreç gelişirken ne tür tepkiler aldınız? Örneğin danıştığınız hukukçular, okul yönetimi, tiyatro toplulukları durumu nasıl değerlendirdiler? Öncelikle bu talep geldiğinde festivale çok az zaman kalmıştı ve oyunu geri çekmeyi düşünmedik. Okul da dava açılma ihtimali olduğunu ve telif ödemeden festivale katılamayacağımız belirtti. Yönetim tek oyun için ödemeyi yaptı ki bu festivalden biz hiçbir ücret almıyoruz. Festivalin ardından grup içerisinde bu konu daha ayrıntılı olarak ele alındı. Bu durumun sadece bu sene ve sadece BÜO ile sınırlı kalmayacağı ve amatör tiyatroların tasfiyesi anlamına geldiği görüşü çıktı. İlk kampüsten elden ulaşabildiğimiz üniversite gruplarıyla iletişime geçtik. Hepsinin büyük desteği oldu. Daha sonra iki sefer bir araya geldik ve kampanyayı beraber yürütme iradesi ortaya kondu. Şu anda kampanyanın aktivistleri arasında farklı üniversite tiyatrolarından ve amatör tiyatrolardan insanlar da bulunuyor. Çeşitli gazetelerde konuyla ilgili açıklamalar yayınlandı. Özellikle hukukçu Savaş Bozbel, Cahit Suluk ve Fırat Kuyurtar’ın görüşleri konuyu açıklamada yardımcı oldu. Ajans bizden böyle bir şey talep ederken başına böyle bir kampanya çıkacağını tahmin etmiyordu. Sadece üniversiteli tiyatroculardan değil; aralarında Yücel Erten, Ayşe Selen, Metin Boran, Metin Deniz ve Brecht çevirmenleri arasında üstat kabul edilen Yılmaz Onay’ın da olduğu bir grup tiyatrocu konuyla ilgili bizi destekler açıklamalar yaptılar. Çeşitli tiyatrocular yazılarıyla tartışmayı derinleştirip, desteklediler. Yayınlanan bildiriler İngilizceye çevrilip uluslararası amatör tiyatro federasyonları ile de paylaşıldı. -Tartışmada gelinen son durum nedir, BÜO’yu neler bekliyor? Bildiğiniz üzere konuyla ilgili ajansın bir suskunluğu ve unutturma çabası mevcut. Tartışmaya hem hukuki hem de teatral alanda devam ediyoruz. Kâr amacı gütmeyen amatör, üniversite tiyatrolarından telif talep edilmesi sadece hukuka uygun olmadığı için değil; teatral, etik ve politik olarak da yanlış olduğunu düşündüğümüz için bu kampanya devam ediyor. Yazarların emeğinin haklarını almalarına asla karşı değiliz ancak sorun sistem içerisinde artı değer üretmediğiniz, bu tür ajanslara nemalanacak alan yaratmadığınız sürece sizin yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalmanız. Bu 150. Yıl Coşkusu 1863 yılında kurulan üniversitemiz, bu yıl 150. yılını kutluyor! 19 talebin meşruluğunu asla kabul etmiyoruz. Bu sene BÜO, İTÜ Taşkışla Sahnesi, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Tiyatro Kulübü, Deneysel Sahne ve Tiyatro Boğaziçi olarak 21. sini düzenlediğimiz İATG (İstanbul Amatör Tiyatro Günleri)’nin de teması “amatör tiyatrolar ve telif” olacak. Katılımcı grupların tartışmalara katılacağı ve süreci birlikte örgütlemeyi öngördüğümüz bir sürece giriyoruz. Şenlik 27 Mart- 25 Mayıs arasında olacak. 5 Mayıs’ta da hukukçu Savaş Bozbel, Çev-Der yönetim kurulu üyesi Başak Ergil, yazar Kerem Kurdoğlu, yayıncı Yılmaz Öğüt ve üniversite tiyatrolarından bir arkadaşın katılacağı “Tiyatroda Telif” isimli bir panel organize ediliyor. Kampanya, hukuki ayağı, sivil itaatsizlik eylemlilikler ve yazılı tartışmalarla sorun çözülene kadar devam edecek. Haberin tam metni için: www.dinamikgazete.com Üniversitemizin 150. yıl kutlamaları için rektörlüğe bağlı bir 150. Yıl Komitesi oluşturuldu. 150. Yıl logosunu duyurulması ve resmi sosyal medya hesaplarında kullanılmak üzere yapılan slogan yarışması ile başlayan 150. yıl heyecanı; 14 Mart’ta Ayşe Tütüncü Dörtlüsü Konseri, 20 Mart’ta “Yazı ve Muhalefet” ve 27 Mart’ta “Festivallerin Sineması” panelleri ile devam etti. 9 Nisan’da Orhan Pamuk ve Umberto Eco’yu okulumuzda buluşturacak olan 150. Yıl Etkinlikleri, 12 Nisan’da da ünlü yönetmen Peter Weir’i konuk edecek. 17 Nisan’da ise Four Seasons Hotel’de “Dünden Bugüne Boğaziçi Üniversitesi: 1863-2013” kitabının tanıtım yemeği olarak lanse edilen görkemli bir gece planlanıyor. Edebiyat, sanat, müzik, sinema ve akademik alanlarda bir kısmı duyurulan, bir kısmı henüz açıklanmayan birçok etkinlik daha 2014 yılına kadar bizleri bekliyor. Gerçekleştirilecek etkinliklerde başarılı mezunların okula dönmesi planlanıyor. Geçtiğimiz günlerde Rektörümüz Prof. Dr. Gülay Barbarasoğlu’nun, üniversitemizden mezun Cem Yılmaz’la bir yemekte buluştuğu ve 150. Yıl Etkinlikleri ile ilgili bir görüşme yaptığı basına yansımıştı. Tüm 150. yıl etkinliklerini 150. boun.edu.tr adresinden takip edebilirsiniz. 20 kampüsten Onun Kazağı Bana Extra Large: Boğaziçi’ne Mescit 2009 yılında bine yakın imza toplanarak dile getirilen Boğaziçi Üniversitesi’ne mescit açılması talebi, bu yıl tekrar gündeme geldi. Sosyal medyadan yapılan yoğun baskı şimdilik durulmuş gibi görünse de konu henüz kapanmış değil. teren yönetime karşılık öğrenciler, ayrı bir bina istemediklerini ve kampüs içinde tahsis edilecek bir odanın kendilerine yetebileceğini belirtmişti. Üniversitede mescit olarak kullanım için boş yer olmaması ve kontenjanların artmasıyla kendini daha da gösteren kapasite sorunu ise yönetimin sıkça dile getirdiği bir başka sebep. Mehmet Gürsoy [email protected] 2009 yılında toplanan bine yakın imza ile Öğrenci Temsilciliği’ne giden bir grup öğrenci, ÖTK başkanı vasıtasıyla dönemin rektörü Kadri Özçaldıran’a kampüste mescit açılması isteklerini dile getirmişti. Çabaları sonuç vermeyen, hatta iddialarına göre istekleri rektörlük tarafından “5 dakikada” reddedilen öğrenciler, sonraki senelerde bireysel taleplerde bulunmaktan ileri gitmediler. Bu bireysel talepler de çeşitli sebeplerle geri çevrilse de sene başında rektör değişimini de göz önünde bulundurarak öğrenciler isteklerini yineledi. Yine sonuç alamayınca, 2012 yılının Aralık ayında bu kez internet üzerinden seslerini duyurmayı hedeflediler. Sosyal Medyadaki Hareketlenme Videoyu hazırlayan öğrenciler, kampüste yaptıkları röportajlarla öncelikle Güney Kampüs’te mescit olmamasının yarattığı sıkıntılara dikkat çekiyor. Güney Kampüs’ten Kuzey Kampüs’ün yanındaki Nafi Baba Camii’ne ulaşmanın 10 dakika sürdüğünü ve 10 dakikalık ders aralarının namaz kılmak için yeterli olmadığını söyleyen öğrencilerin öncelikli isteği Güney Kampüs’e mescit açılması. Fakat yayınladıkları bildirideki “Boğaziçi Üniversitesi’nde Güney Kampüs başta olmak üzere her kampüse bir an önce mescit yapılmalıdır.” cümlesi, bu isteğin tüm kampüsler için geçerli olduğunu gösteriyor. Bildirideki bir başka önemli nokta ise, Türkiye ve yurtdışında birçok üniversitede mescit olduğuna dair yapılan vurgu. Türkiye’de Bilkent, ODTÜ gibi birkaç üniversitede örneği bulunan durum yurtdışında Tel Aviv Üniversitesi’nde de oldukça ilginç tepkiler almıştı. Başka üniversitelerde örnekler böylesine yaygınken neden Boğaziçi’nde bu talepler geri çevrildi? 2009 yılında kampüsün sit alanı olmasını gerekçe olarak gös- Çözüm Önerileri Konuya yönelik alternatif çözümler de üretilmeye devam ediyor. Bunlardan biri, Güney Kampüs’ten Kuzey Kampüs’e öğrenci taşıyan servislerin sıklaştırılması. Geçtiğimiz sene sonunda Boğaziçi Üniversitesi’nde buna benzer bir uygulamaya gidilse de bu öğrenciler tarafından yeterli bulunmuyor. Getirilen bir diğer öneri olan namazların kazasının kılınmasını ise, bu öğrencilere göre, tartışılmamalı bile. Genel kanı, bunun sadece çok özel durumlarda yapılabileceği yönünde. Mescit talebinde bulunan öğrencilere göre konunun mescit ihtiyacının ötesinde başka bir boyutu da var.. Şu anda kampüste ibadet ihtiyaçlarını bir şekilde yerine getirdiklerini, “Yeryüzü mescittir.” fikrini benimsediklerini söyleyen öğrencilere göre asıl sorun, bu tür taleplere karşı okul yönetiminin gösterdiği genel tutum. Öğrenciler bu tutumun Kilyos’taki Sarıtepe Kampüsü’ne de yansıdığını, dini hassasiyetleri olan insanların orada yaşamasının zor olduğunu ifade ediyor. Okul yönetimidışında, üniversitedeki öğretim görevlilerinin büyük çoğunluğunun da bu harekete destek vermediği görülüyor. Twitter’da #bogazicinemescid Öğrenci Görüşleri Ali İhsan Selimoglu - Siyaset Bilimi ve Uluslararasi İlişkiler Mescit açılması için imza kampanyasını kim başlattı bilmiyorum ancak bu çalışmanın provokatif amaçlar taşımadığına inanıyorum. Kısa sürede bini aşkın imzanın toplanması bunu kanıtlıyor ve bu eksikliğin pek çok kişiyi mağdur ettiğini açıkça gösteriyor. Birilerinin ders aralarında camiye yetişilebileceğini söylemesi sorunu çözemiyor. Namaz kılan kimseler için mescit en az yemekhane kadar gereklidir. Ayrıca mescit konusunda olduğu gibi cuma günlerinde de bazı sıkıntılar yaşanıyor. Bana göre Güney Kampüs’e mescit açılmalı, cuma namazı saatine ders ve sınav konulmamalıdır. Bunlar lûtfedilecek şeyler değil; inanç ve ibadet hakkının gereğidir. İsmini vermek istemeyen öğrenci - Türk Dili Edebiyatı Boğaziçi’nde sadece bir mescit açılmasına değil, başka dinlere mensup kişilerin ibadethanelerinin açılmasına da karşıyım. Çünkü kişinin dinini yaşama hakkı, bir üniversite tarafından sağlanmak zorunda değildir. Hele de üniversite gibi seküler tutulması gereken bir kurumun böyle bir sorumluluğu hiç yoktur. Kimse kimsenin ihtiyaçlarının önceliklerini belirleyemez; ancak bir grubun, ihtiyacının karşılanmadığı gerekçesiyle gönüllü olarak bulunduğu ortamı sadece kendisi için değiştirmeye çalışması yanlıştır. Bir mescidin olması ve namaz kılmak isteyenlerin namaz kılması, bana zarar vermez. Ancak en başından dogmaya karşı olan akademi kültürü, bir dine ev sahipliği yapamaz, yapmamalıdır. hashtagi ile iki gün “Trending Topics” listesine giren, kurdukları seyyar mescitlerde namaz kılan, tam 1355 kişiden imza toplayıp bunları okul idaresine sunan öğrenciler, şu anda suskun olsalar da bu, taleplerden vazgeçildiği anlamına gelmiyor. Okul idaresinden gelecek cevabı bekleyen öğrenciler, şimdilik Güney YADYOK binasının arkasında kurulan bir çadırda ibadetlerini yerine getiriyorlar. Önümüzdeki günlerde okul yönetiminin tutumunun değişip değişmeyeceği ise hala bir soru işareti. kampüsten 21 Erasmus Bir Yıla Mı Çıkarılıyor? Uluslararası İlişkiler Ofisi bu yıl değişim programları konusunda bazı değişiklikler yapma kararı aldı. Bir yandan ilk kez bu programlar için 2. başvuru dönemi başlatılırken, diğer yandan geçen dönem Erasmus programından yararlanmış ve bu dönem de programa devam etmek isteyenlere olumlu yanıt veriliyor. Peki, bu değişikliklerin sebebi ne? Tuğba Aladağ [email protected] Gözdenur Işıkçı [email protected] Bu yıla kadar, kasım ayı içerisinde değişim programına başvuran öğrencilerden asil ve yedek listesi oluşturuluyor, asil listede olup da katılmayan öğrencilerin yerlerine ise ocak ayında yedek listedeki öğrencilerden yerleştirme yapılıyordu. Yerleştirilen öğrenciler de, bir dönem boyunca kabul edildikleri üniversitede eğitimlerine devam ediyordu. Bu yıl ise, Uluslararası İlişkiler Ofisi başvuru süreci ve değişim programı ile ilgili iki değişiklik yaptı. Bunlardan ilki, geçtiğimiz günlerde biten ikinci başvuru dönemi. Bu seneye kadar, öğrencilerin değişim programlarına yıl içinde bir kez başvurma hakkı varken, bu yıl istediği yere yerleşemeyen öğrenciler ikinci kez başvuru hakkı elde etmiş oldu. Bu da, bu yıl daha fazla öğrencinin değişim programından yararlanma hakkı elde ettiği anlamına geliyor. Değişikliğin Sebepleri Ulusal Ajans, her yıl üniversitelere, üniversitelerin talep ettikleri öğrenci sayısını karşılayacak kadar hibe veriyor. Uluslararası İlişkiler Ofisi’nden aldığımız bilgiye göre, Boğaziçi Üniversitesi’nde 20122013 akademik yılı içinde değişim programlarına başvurusu kabul edilen 637 öğrencinin sadece 483’ü programdan yararlandı. Başvuru yaptıktan sonra çeşitli nedenlerle programa katılmaktan vazgeçen öğrencilerin hibeleri de Uluslararası İlişkiler Ofisi’nin elinde kalmış oldu. Bu da, Ulusal Ajans tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne ayrılan fonun tamamen kullanılmadığı anlamına geldiğinden fonun iade edilmesi söz konusu oldu. Fakat fonu Ulusal Ajans’a iade etmek, gelecek dönemlerde alınacak fon miktarının düşürülmesine yol açacağından, bu yıl ilk dönem değişim programına katılan öğrencilerden bahar döneminde de hareketliliği sürdürmek isteyenlere olumlu yanıt verildi. Böylece, Uluslararası İlişkiler Ofisi’nin elinde kalan fonun daha etkili bir biçimde kullanımı sağlanmış oldu. Bu durum yerleşen öğrencilerin katılıp katılmama durumuna yani Uluslararası İlişkiler Ofisi’nin elinde kalan fon miktarına bağlı olduğu için, aynı hakkın seneye tanınıp tanınamayacağı şimdilik belli değil. Öğrenci Görüşleri Bu yıl öğrencilere Erasmus sürelerini 1 yıla çıkarma hakkı verilmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Betül İşcan - İngilizce Öğretmenliği 2. Sınıf Yurtdışında 2 dönem kalmak öğrenciler için faydalı olacaktır. Çünkü bu fırsatın bir daha karşımıza çıkma olasılığının düşük olduğunu düşünüyorum. Bulabilsek bile, Erasmus ortamı kadar sıcak ve eğlenceli olacağını düşünmüyorum. Buse Buz - Bilgisayar Mühendisliği 2. Sınıf Erasmus programında alınan derslerin çoğu okulumuz tarafından sayılmıyor. Eğer bu durum biraz da olsa düzeltilebilirse ve öğrenciler bir yıl kaybı göze alabiliyorsa, güzel olabileceğini düşünüyorum. Duygu Söyler [email protected] Dikkat Polis Çıkabilir Geçtiğimiz Şubat ayında Bulgaristan Başbakanı Boyko Barisov, istifasını “Polisin vatandaşı dövdüğü bir hükümette yer almayacağım.” sözleriyle duyurmuştu. Hükümet başkanını istifaya sürükleyen olaylar zincirini ve işin aslını bir kenara bırakacak olursak Barisov, önemi azımsanamayacak bir soruya dikkat çekiyor: şiddet devlet eliyle gerçekleştirilince kabul edilebilir şey mi? İstifanın siyasi kültürümüzün bir parçası olmadığı aşikar ancak işin asıl korkunç yanı gazetelerde “Emniyet ‘işkence ve tecavüzle’ suçlanan polise sahip çıktı” şeklinde bir başlık görünce, olması gerektiği gibi kıyamet kopmuyor bu ülkede. Çünkü işkencecilerin de, tecavüzlerin de hoş görülebildiği, hele hele devlet görevlisiyse “sahip çıkıldığı” topraklardayız. Faili devlet görevlisi olunca davaların akıl almaz sürelere yayıldığını ve zaman aşımına uğradığını görebiliyoruz. Ceza almadığı gibi şiddetin öznesi birçok kez uluorta ödüllendiriliyor. Geçtiğimiz aylarda Ö.Ç’ye (14) tecavüz davasında yargılanan sanıklarından E.T’nin terfi ettirildiği basına yansımıştı mesela. Şiddet devlet görevlisi tarafından “devlet adına” olunca ise failler çok daha açık bir koruma altına alınıyor. Skandal olarak addedilebilecek olayların altında imzası olanların yükselişine şahit olabiliyoruz ve bu hikayeler öyle sık tekrarlanıyor ki tepkiler azalıyor, kayboluyor. Biber gazından ölen, panzerle ezilen, yerlerde sürüklenip dövülenlerin hakkını kim savunabiliyor? Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi bir grup avukat polis şiddetine karşı “İmdat Polis” hattı kurmuştu geçtiğimiz aylarda gerçi, sevinip umutlanmıştık ancak birkaç ay içerisinde hepsi bir şekilde tutuklandılar. İzlerken kanımızı donduran görüntüler son yılların trendi değil üstelik. Türkiye Cumhuriyeti tarihi hesabı sorulmamış dehşet verici hikayelerle dolu. İnsan haklarının gerçek anlamda gözetildiği bir ülkede bu meselelerin üstü, sanıyorum, öyle kolay kapatılamazdı. Polisin hamile bir genç kadını yerlerde sürüklediği görüntüler üzerine ülkenin yöneticileri çıkıp “Polisimin arkasındayım.” diyemezdi mesela. Elbette ki dünyanın hiçbir yerinde meydanlara dökülen, öfkesini haykıran insanlara şefkatle kucak açmıyor devlet; ancak polisine, şiddeti vatandaşın en temel ve her şeyden üstün olan o hakkına -yaşama hakkına- kast edecek boyuta ulaştığında dahi ses çıkarmaması kabul edilebilir şey değil. “Polisin vatandaşı dövdüğü bir hükümetin parçası olmayı reddetmek” şöyle dursun, şiddetin öznesini her fırsatta savunan yöneticilere emanet canlanırımız. 22 sosyal VE SİBER SUÇLAR SORUNU Modern çağ korsanları, nam-ı diğer Kızıl Hacker'lar haklarında birçok asıllı veya asılsız iddiayla birlikte eylemlerine devam ediyor. Bir tarafta devlet yöneticileri tarafından şiddetle kınanarak terör örgütü ilan edilirken, diğer tarafta geniş bir kitlenin gönlünü kazanan Redhack, derin çelişkilere de zemin oluşturuyor. Furkan Ali Can Çelenlioğlu [email protected] Redhack, kendilerini sosyalist ve marksist olarak adlandıran bir grup hacker tarafından 1997 senesinde kuruldu. Uluslararası üne sahip Anonymous grubunun da desteğiyle çeşitli siber saldırılar gerçekleştiren Redhack, devlet kurumlarının web sitelerini hack’lemesi ve ulaştığı gizli belgeleri paylaşmasıyla gündeme geliyor. Türk Wikileaks’i olarak da adlandırılan bu grubun, Yüksek Öğretim Kurumu’nu hack’leyerek elde ettiği ve “Yolsuzluk Belgeleri” ismini verdiği belgeleri basına ve internete yayması hakkındaki tartışmalar hala devam ediyor. Redhack, eylemleriyle büyük bir yankı uyandırmayı başarırken; çeşitli tartışmalara ve çelişkilere de beraberinde getirdi. Bir yandan “devlet sırrı” kavramını yeniden tartışmaya açarken, bir yandan da devlet nazarında suç teşkil eden eylemleriyle halkın beğenisini kazandı ve tüm bu özellikleriyle merak uyandırmayı başardı. Redhack olgusunu incelemeye, meşru otoritesini bizzat yönetilenlerden alan devlet kurumunun; yönetilenlerden, yani halktan bazı gerçekleri veya bilgileri gizleme hakkı olup olmadığı sorusuna cevap arayarak başlamak gerekiyor. Günümüz hukuku, devlet sırrının kapsamını ve hangi erkin devlet sırlarını belirleme yetkisi olduğunu tartışırken siyaset kapsamında da yöneticiler ve halk tarafından iki zıt görüş benimseniyor. Birçok yönetici, bu konuda milli güvenliğe tehdit oluşturabilecek bilgilerin halktan saklanması gerektiğini savunuyor, hatta gazetecilerden bile etik bir tutum olarak milli menfaati göz önünde bulundurup otosansür mekanizması kullanmasını talep ediyor. Fakat halk içerisinde geniş bir kesime göre, yöneticiler, “milli güvenliğe tehdit” ve “devlet sırrı” ibarelerini eleştiriye maruz kalmaktan korunmak ve kendi çıkarlarını korumak için kullanıyor. Bu görüşe göre, vatandaşın devletin kendi adına ne gibi faaliyetler yürüttüğünü ve kendi verdiği yetkiyi nasıl kullandığını bilmeye hakkı var. Bu nedenle Redhack’in YÖK belgeleri gibi eline geçirdiği belgeleri, açıklamasını yasalar önünde suç sayılsa da ahlaken doğru bir davranış olduğu savunuluyor. İnsanlar tarafından etik dışı sayılan her eylem yasalar nazarında suç kabul edilmediği gibi, yasalara göre suç olarak tanımlanan her eylem de insanlar tarafından etik dışı görülmeyebiliyor. Geniş bir kitle, muhalefet açığını karşıladığını düşündüğü Redhack örgütünün suç teşkil eden eylemlerine kahramanlık payesi veriyor. Somut bir suç olarak hırsızlık gayri ahlaki görülürken, mevzubahis devlet tarafından sanal kasalarda vatandaştan saklanan bilgilerin açığa çıkarılması olunca yine Wikileaks sızıntıları sürecinde olduğu gibi bu eylemler de insanların gözünde fazlasıyla anlam kazanıyor. Bu olumlu tavır da bu gibi eylemlerde bulunan örgütleri teşvik edebiliyor. Bu noktada Wikileaks sitesinin kurucusu Julian Assange’ın da alakasız suçlamalarla yargılandığı düşünülürse, günümüzün internet ile daha da iç içe geçen dünyasında, internetin gücünün yeniden değerlendirilerek sanal suçların kapsamının tekrar çizilmesi gerekiyor. Her ne kadar radikal bir düşünce olsa da bazı kişiler, Redhack tarafından açığa çıkartılan gizli belgeleri kendi sosyal ağlarında paylaşan kişilerin de suça ortak olduklarını savunuyor. Böyle bir düşüncenin savunulduğu bir ortamda bu konuların tartışmaya açılması kaçınılmaz bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bu tartışmalar arasında da ister istemez “Redhack, güçlüden çaldığı bilgiyi güçsüze veren bir modern çağ Robin Hood’u mu, yoksa terör örgütlerinin iletişim çağında evrilerek ulaştığı son nokta mı?” sorusu da öne çıkıyor ve cevaplanmayı bekliyor. Redhack hakkında daha ayrıntılı bilgiyi www.dinamikgazete.com adresinde bulabilirsiniz! sosyal 23 HERKESİN BİR CEREN’İ YOKMUŞ Sosyal medyanın hayatımızdaki vazgeçilemezliği inkar edilemez. Peki biz onu hayatımızın merkezine almışken, sosyal medya çevresinde dönen dünyayı nasıl yorumluyor? Özge Osmanoğlu [email protected] Sosyal medya kullanımının her gün artıyor olması yeni tartışmalara da zemin hazırlıyor. En yeni olaylardan birisi Togan Gökbakar’ın yönetip Şahan Gökbakar ve Ezgi Mola’nın başrolleri paylaştığı “Celal ile Ceren” hakkında sosyal medyada ortaya atılan eleştiriler. Başlarda IMDb puanı 2.9 olan film; İnci Sözlük yazarlarının tepkisi ve topluca oy kullanmasıyla 1,7 puana düşerken, “dünyanın en kötü filmleri” listesinde de birinci sıraya yükseldi. Şahan Gökbakar, kişisel Twitter hesabından bunları önemsemediğini belirtse de, “ziyaret” adını verdikleri toplu eylemleri ile öne çıkan İnci Sözlük’e “planlı ve örgütlü şekilde kamuoyunu yanıltmaya teşebbüs”ten dava açmayı da ihmal etmedi. TV8’deki “Erken Baskı” programına Can Yücel şiiri diye yolladıkları şiirle oldukça ünlenen İnci Sözlük; Tarihin Arka Odası’na, Adnan Oktar’ın programına ve Disko Kralı’na da çeşitli ziyaretler Serap Çelik [email protected] ANNENLERE SELAM SÖYLE CANIM ÇOK ÖPÜYORUM gerçekleştirmişti. Eylemleri ulusal düzeyi de aşan sözlük, Facebook ve Twitter’a da el atarak ününü tüm dünyaya duyurdu. İnci Sözlük, gençler tarafından sevilse de toplumdan yoğun eleştiriler aldı ve aleyhine birçok dava açıldı. Sadece ziyaretleriyle ün salan İnci değil, sözlük kültürünün ve tüm klon sözlüklerin babası Ekşi Sözlük de benzer sorunların mağduru oldu. Birçok davayla karşı karşıya kalan Ekşi Sözlük’ten Fatih Altaylı 1 Şubat 2010 tarihli yazısında “ekşimiş ruhların” ve “ruhunu şeytana satmışların buluşma yeri” olarak bahsederken; Acun Ilıcalı da Ekşi Sözlük’ü sevimli bulmadığını, yazarların arasında “ruh hastaları” ve “sapıklar”ın bulunduğunu belirtmiş ve “(…) ama iyi niyetli olanları, düzgün olanları da var.” diyerek genelleme yapmaktan çekinmişti. Ekşi Sözlük ve Altaylı’nın aralarındaki sorun ise 2012’de çözülmüş, Ekşi Sözlük 9500 TL tazminat alıp bunu sokak hayvanları için kullanmıştı. Nickname’in Arkası Gerçekten Özgür mü? İnteraktif sözlükler yaygınlaştığından beri süregelen bu tartışma nickname kavramının etik olup olmadığı üzerinde düşünmeye itiyor insanları. Nickname, yazmak için özgür bir ortam mı kuruyor yoksa arkasına saklanılarak “kabadayılık” yapmayı mı kolaylaştırıyor? Sözlüklerde kimlik saklama imkanının tanınması kullanıcılara sınırsız bir özgürlük tanıyabiliyor ve bu durum bazen kontrolden çıkabiliyor. Kendilerine ulaşılamayacağını isimlerini gizleyerek garantiye alanlar, ya da aldığını sananlar, gerçek hayatta söyleyemeyecekleri sözleri internet üzerinde söylemekten çekinmiyor, özellikle popüler isimlere korkusuzca meydan okuyorlar. İsimsiz bir şekilde eleştirme ve yorum yapma özgürlüğünü istismar eden bu insanlar kadar diğer insanların kişisel alanlarına girmeden ve eleştirmeyi saygı sınırları içinde yapan internet kullanıcıları da var. Ancak bazen bu kullanıcıların sınırlarını bilmeleri de sorgulanmalarına engel olamıyor. Buna en belirgin örnek ise Ekşi Sözlük’e açılan davalar. Bu davalarda sözlük yazarları IP adreslerinden, ADSL kayıtlarından takip edilerek ifadeye çağrılıp yazdıkları düşünceler hakkında sorgulandılar. Nickname kullanımının ortaya çıkardığı “klavye delikanlılığı” tartışıladursun; asıl üzerinde düşünülmesi gereken konu, hakarete karşı çıkmanın suistimal edilip eleştiriye tahammül edememeye dönüşmesi. Benzer sorun twitter gibi sosyal mecralarda da kendini gösteriyor. Özellikle son günlerde Melih Gökçek’in bazı twitter kullanıcılarına yazdıkları sebebiyle açtığı davalar, ifade özgürlüğü tartışmasını tekrar gündeme getiriyor. Her şey önce internetin hemen hemen her eve girmesi sonra Mark Zuckerberg’in Facebook’a Türkçe dil desteği vermesiyle başladı. ELİT çevremizle ELİT ELİT paylaşımlar yaparken halk arasında yayılmaya başlayan Facebook, sosyal medyada en çok korkulan kişinin eline geçti: 40 yaş üstü insanı. Kendi içinde çeşitleri olan 40 yaş üstü insanının en tehlikelisini bir bakışta tespit edebilirsiniz. Facebook’u oldukça ciddiye alan bu grup, profillerine koydukları vesikalık fotoğraflarından hemen tanınabilir. Bu tip 40 yaş üstü insanı olaya hepimizden farklı yaklaşıp herhangi bir maceraya girmeden halihazırda bulunan en ciddi fotoğrafını büyük bir gururla sergiler. Tam olarak yaşını kestiremediğiniz akrabanızın, komşunuzun Facebook’taki bu tehlikeli gruba dahil olup olmadığını “vesikalık fotoğrafı var mı testi”yle kolayca anlayabilirsiniz. Bu sayede arkadaşlık isteğini yok say ve engelle opsiyonuyla yaşayacağınız olası aşırı 40 yaş üstü insanı paylaşımına maruz kalmaktan kendinizi kurtarabilirsiniz. Arkadaşlık isteğini kabul etmek zorunda kaldığınız halalarınız, amcalarınız ve diğer akrabalarınızın fotoğraflarınıza yapacağı yorumlar için ise kendinizi hazırlamaktan başka çareniz yok. Onlara sosyal medyaya girerken annenize selam söyleme özelliği default olarak eklenmiştir. Yani bu yadırgamamız gereken en son davranışları olmalı. Her hareketi ayrı ayrı incelenmesi gereken bu 40 yaş üstü insanının neden bütün yorumlarını caps lock açık yazdığı ise hala kocaman bir muamma. Zamanla bu hareketine alışsak da acaba Faruk amca sinirli mi yoksa farklı bir şeyler mi ima etmeye çalışıyor diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Aslında herkes kendi annesini babasını Facebook’tan uzak tutsa, ne bileyim onların değişik hobiler edinmesini sağlasa, internet ortamında bu kadar çok 40 yaş üstü insanını görmemiş oluruz. Bu da şey gibi oldu: “herkes rahat olsa kimse kasmasa o “curve”ler kol gibi gelmez”. SELAAM ÖNCEKİ YAZIMI DA OKUYANLAR ;) Bu arada şu an kendi köşe yazısından alıntı yapan ilk columnist Serapolis Chelikilos oldum. Bak yine yaptım. TEKRAR SELAAM ;) Alıntıception oldu durduramıyorum kendimi. Çevir çevir sayfayı çevir.
Benzer belgeler
Dinamik gazete 71. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
Sahibi Sahibi: Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü adına Tolgacan Ceylan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Tolgacan Ceylan Genel Yayın Yönetmeni Akın Toksan Editör Cemre Akdemir Yazı ve Reklam...
DetaylıDinamik gazete 75. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
Nisan 2013 Yıl: 24 Sayı: 70
DetaylıDinamik gazete 74. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
Nisan 2013 Yıl: 24 Sayı: 70
Detaylı