İlgili dosyayı indirmek için tıklayın - İletişim Fakültesi

Transkript

İlgili dosyayı indirmek için tıklayın - İletişim Fakültesi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008
G. Ü. İ. F. adına sahibi
Sorumlu yazı işleri müdürü
Editör
Prof. Dr. Kadri Yamaç
Prof. Dr. Korkmaz Alemdar
Prof. Dr. İrfan Erdoğan
Yardımcı editörler
Doç. Dr. M. Bilal Arık
Yrd Doç. Dr. Gökhan Atılgan
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Yayın kurulu
Prof. Dr. Levent Kılıç
Prof. Dr. Ümit Atabek
Prof. Dr. Konca Yumlu
Doç. Dr. Hamza Çakır
Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu
Prof. Dr. Yüksel Akkaya
Prof. Dr. Nazife Güngör
Prof. Dr. Hülya Yengin
Prof. Dr. Raşit Kaya
Doç. Dr. Ayhan Selçuk
Prof. Dr. Bayram Kaya
Prof. Dr. Dan Schiller
Prof. Dr. Vincent Mosco
Prof. Dr. Stuart Ewen
Prof. Dr. Douglas Kellner
Anadolu Üniversitesi
Akdeniz Üniversitesi
Ege üniversitesi
Erciyes Üniversitesi
Galatasaray Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Kocaeli üniversitesi
ODTÜ
Selçuk Üniversitesi
Manas Üniversitesi, Kırgızistan
University of Illinois, USA
Queen’s University, Canada
CUNY, USA
UCLA, USA
Kapak ve sayfa tasarımı
İrfan Erdoğan
ISSN: 1302-146x
Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır
Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli, yaygın, süreli bir dergidir.
Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara
Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832
e-mail: [email protected]
Yayın tarihi: 15 Mayıs 2008
Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara.
Dergi Politikası
1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim Dergisi iletişim
kuram ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi
farklı kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere
sahiptir; Türkiye ve dünyada iletişim konularının akademik tartışması için
bir forum oluşturur; iletişim alanında kuramsal ve yöntem bilimsel olarak
zengin bilgi kazanımı ve gelişmesine katkıda bulunarak toplumsal
bağlamda faydalı bilginin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı
amaçlamaktadır.
Journal’s Policy
The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983
and formerly published under the title Communication, is a social science
journal focusing on theory and research on communication. The journal is
dedicated to present competing theoretical approaches and study
orientations; to develop a forum for the scholarly discussion of
communication issues in Turkey and around the world in order to further
the field; to expand the frontiers of knowledge by contributing to the
literature on communication; to perform its role in the development of
theoretically and methodologically enriched multidisciplinary body of
knowledge on communication.
Makale Sunumu
Makale göndermek isteyenler kesinlikle web sayfasındaki makale ve
diğer yazıları sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası PC
word formatında hazırlanmalı ve “[email protected]” adresine
bir niyet mektubuna eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi
okuduktan sonra ya değerlendirmeleri için iki hakeme gönderir ya da
değişiklik önerileriyle yazara geri yollar. Yazar, isterse yaptığı
değişikliklerle makaleyi göndererek süreci yeniden başlatabilir.
Makalenin formatı kesinlikle Dergi’nin belirlediği kurallara uymalıdır.
Fazla bilgi için derginin web sayfasına ve son sayılarından birine bakınız.
Submissions
Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in
digital form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature
should be e-mailed (iletisimdergisi@ gazi.edu.tr). Please insure that the digital
version of the submission is virus-free and created in PC Word format, not
Macintosh. The digital copy should be double-spaced, and titles, text,
references and formatting should follow the style guidelines of the journal.
Editörün notu
Dergimizin bu sayısı, hemen her insanın ilgilendiği futbol konusunun
incelenmesine ayrıldı. Bu bağlamda on bir makaleye yer verildi.
Makalelerin sunum sırası rastlantılı olarak belirlendi. Herhangi bir
gruplandırma ölçütü kullanılmadı.
İlk makale futbol konusunu incelemede üzerinde durulması gereken
yanları sunan giriş yazısı olarak hazırlandı. Bu yazıda, kapitalizmin egemen
bilimsel girişimlerinde futbolun ele alınışı bir kenara bırakılarak, futbolun
materyal hayatı ve bu hayatın düşünselini (ideolojisini) üretmesiyle ilgili
araştırma gereksinimi üzerinde duruldu ve bu bağlamda ayrıntılı bir tartışma
sunuldu.
Futbol örgüt yapısı ve üretim ilişkileri ile egemenliğin bütünleşik bir
parçasıdır. Egemenliğin parçası olması, elbette futbolu toplumsal muhalefetin
ifadesinin olmadığı ve tarihsel olarak süregelen mücadelelerin dışında kaldığı
anlamına gelmez. Barış Çoban makalesinde futbolu toplumsal muhalefet içine
yerleştirmeye çalışmakta ve okuyucuyu muhalefet olasılıkları üzerinde
düşündürmektedir.
Futbolla ilgili önemli konulardan biri de futbolun örgüt yapısının ve
ilişkilerinin karakterinin incelenmesidir. Bu bağlamda Ahmet Talimciler
futbolun endüstriyel bir faaliyet olarak örgütlenmesi; Mustafa Şeker ve
Abdülkadir Gölcü futbolun televizyonda yeniden üretimi; M. Bilal Arık
Futbol ile televizyon arasındaki karşılıklı ilişki yapısını işlemektedir.
Futbolu anlama aynı zamanda seyirci/izleyici ve taraftarların
incelenmesini gerektirir. Bu bağlamda Berkay Aydın ve Duygu Hatipoğlu
taraftarlık konusunu ele alıp irdelemektedir.
Futbolu anlamlandırma girişiminin bir bölümü toplum politikaları, işlenen
bilişler ve ideoloji üzerine odaklanır. Bu konuda, Füsun Alver kapitalizmde
ırkçılık, futbol ve medya bağı üzerinde tartışma sunmakta; Mete Çamdereli ve
Mert Gürer futbolda görsel kimlik öğesi olarak kulüp armalarının sundukları
“derin anlamlar” üzerinde durmakta; Barış Kılınç futbolun büyüsü ve
kahramanlarını irdelemekte; Gülcan Seçkin 1994 Terör ortamında Vanspor’un
Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılmasını ele almaktadır.
Hemen her makale futbolla ilgili olarak tarihsel bir yan hakkında bilgiler
vermektedir. Hamza Çakır makalesinde tarihsel yanın özel bir kesitini bize
Türk basınında ilk spor gazetesini tanıtarak sunmaktadır.
Dergimizin Forum bölümü de futbolla ilgili olarak akademisyenlerden ve
sporla yakından uğraşan insanlardan gelen ve zengin bir içeriğe sahip olan
çeşitli yazılara ve söyleşilere ayrıldı. Okuyucularımız Forum’daki sunumlarda
oldukça ilginç ve değerli bilgiler bulacaklardır.
Bu sıralarda futbol maçlarında gol atıldığında ekranda “iyiler kazanır”
yazısı belirmektedir. Sen kazanıyor musun? Kazanıyorsan, iyisin. Kazanmıyor
musun? Demek ki iyi değilsin, yeteneksizsin, beceriksizsin, kötüsün.
Radyo spikerleri “iyi kazançlar, bol kazançlar” temennileriyle kapatıyor
programlarını. Acaba, bu temennileri sunan spikerler ücretli köleliklerinde
“iyi kazançlar veya bol kazançlar” sözünün ne anlama geldiğini biliyorlar mı?
“Kazanma” anlayışının dayandığı temel, insanlığın dayandığı temelin de
göstergesidir. Bu temele “insanca” diyebilmek için “ne olmak” gerekir?
Futbolcuların konuşmalarını dinliyoruz hep. Bu konuşmalarda siz şimdiye
kadar hiç “kendi tarihsel yerinin bilincinde olan” bir ifadeye rastladınız mı?
Neye/nelere rastlıyoruz? Hele, vücuduna dövmeler yaptıran ve vücudunu
“endüstrilerin iki ayaklı reklam ve promosyon tahtası” olarak kullanan
futbolcuları ve onların gençlere “model” olmasını düşünün? Kendi
varlığındaki değeri ancak dövmeden, küpeden, saç modasından, giydiğinden
ve yediğinden ve içtiğinden geçerek bulan bir insanlık durumu size ne
anlatıyor? Üzücü ve dehşet verici değil mi?
Atasözleri vardır, gerçeği gerçekten farklı bir şekilde inşa eden: Tüfek icat
oldu mertlik bozuldu. Tüfek icat olduğu için mertlik bozulmadı. Korkaklar,
namertler ve bozulan mertlik tüfeğe gereksinim duydu ve tüfek icat edildi.
Futbolun durumu futbolcular öyle istediğinden dolayı değildir, çünkü
futbolu şekillendirenler sahada yarışan “bol ücretli modern-gladyatörler”
değildir. Televizyonun durumu, izleyici “böyle istediği” için değil, “izleyici
böyle istiyor” diyenlerden dolayı olduğu gibi.
Üniversitelerin ve öğrencilerin durumu, futbolda da gördüğümüz insanlık
durumunu yeniden üreten üzücü ve tehlikeli bir durum değil mi?
Forum bölümünde tüm yukarıda yazdıklarımı ve daha fazlasını futbol
bağlamında anlatan sunumlar bulacaksınız. Katkıda bulunan herkese içten
teşekkür ederiz.
Sürekli düzeltme talebime rağmen, derginin yazım kurallarına bile uymak
için çaba göstermeyen “akademik karakterden yoksun bir çevrede” editörlük
yapmak ve akademik bir dergi oluşturmak olanakları yok denecek kadar az ve
çok yorucu. Tembelliğin ve vurdumduymazlığın egemenliği!
İrfan Erdoğan
Sayı 26 Kış-Bahar 2008
MAKALELER
İrfan Erdoğan
Futbol ve futbolu inceleme üzerine ............................................................ 1
Barış Çoban
Futbol ve toplumsal muhalefet................................................................. 59
Ahmet Talimciler
Futbol değil iş: endüstriyel futbol ............................................................ 89
Mustafa Şeker ve Abdülkadir Gölcü
Futbolun televizyonda yeniden üretimi.................................................. 115
Mete Çamdereli ve Mert Gürer
Futbolda görsel kimlik öğesi olarak kulüp armaları .............................. 135
Hamza Çakır
Türk basınında ilk spor gazetesi “Futbol” ............................................. 169
M. Bilal Arık
Futbol ve televizyon bağı: Simbiyoz beslenme .................................... 197
Füsun Alver
Kapitalist üretim sürecinde ırkçılık, futbol ve medya ............................ 223
Gülcan Seçkin
1994 Terör ortamında Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin
siyasallaştırılması ................................................................................... 249
Barış Kılınç
Kapitalist bir etkinlik olarak futbolun büyüsü ve kahramanları ............. 273
Berkay Aydın, Duygu Hatipoğlu ve Çağdaş Ceyhan
Endüstriyel futbol çağında taraftarlık .................................................... 289
FORUM
Forum hakkında ........................................................................................ 317
Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem, Erkan Goloğlu, Yüksel Akkaya
Açıkoturum: Futbol üzerine konuşmak .................................................. 321
Tuğrul Akşar
Taraftar mı, müşteri mi?......................................................................... 347
Tolga Tellan
Futbol üretiminin ideolojisi: Strateji, taktik, organizasyon .................... 353
Kaan Arslanoğlu
Kitlelerin afyonu futbol.......................................................................... 363
Sebahattin Devecioğlu
Türkiye’de futbolun kurumlaşması ........................................................ 373
Metin Kurt ve Veysel Atayman
Futbolda (sporda) küreselleşme söylemiyle birlikte
yeni bir örgütlenme arayışının düşündürdükleri .................................... 397
Hüseyin Özkök
Futbolda “ultra” taraftar hareketi .......................................................... 403
Kutlu Merih
Futbol sektöründe finansal polarizasyona karşı kurumsal yönetişim .... 411
Ruhdan Uzun
Mafya ligi: Türkiye’de futbol-mafya ilişkileri ...................................... 419
Barbaros Gürçay
Yeşil sahalardan Yeşilçam’a: Futbol ve sinema ................................... 435
Volkan İpek
Fenerbahçeli, Galatasaraylı ve Beşiktaşlı olmak: “Üç büyükler”
arasındaki kutuplaşma ........................................................................... 441
Gülcan Seçkin
Spor gazetelerinin daimi bir içeriği: Erotik ve pornografik reklamlar ... 449
Lale Orta
Futbol oyun kurallarının evrimi (1863 – 2008).................................... 461
Şule Y. Öztürk (söyleşi)
Fethi Heper ile futbol üzerine söyleşi .................................................... 477
Yavuz Yıldırım
Demirsporlar geleneğinin lokomotifi: Adana Demirspor ..................... 485
Lütfü Özel
Ah şu futbol! ......................................................................................... 495
Itır Ersoy
Bir tuhaf oyun ....................................................................................... 501
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.1-58
Giriş
Futbol ve futbolu inceleme üzerine
İrfan Erdoğan
Öz: Futbol her toplumda tarih boyu artan bir şekilde günlük yaşamın önemli parçası
haline getirilmiştir. Bu makale futbolu irdelemek ve futbolun incelenmesinde
üzerinde durulması gereken olası konuları sunmak ve alışılagelen algılar, tutumlar,
davranışlar, şiddet, holiganizm, görevler ve işlevler çerçevesi dışında futbolun ele
alınması gerektiğini vurgulamak için hazırlandı. Bu amaçla, önce futbolun tarihinin
neler üzerinde durması ve nasıl bir yaklaşımla incelenmesi ile ilgili açıklama sunuldu.
Ardından, birbirine bağlı iki ana tema üzerinde duruldu: (1) materyal hayatın üretimi
olarak futbolun örgütlenmesi ve faaliyeti ve (2) bilişlerin ve davranışların üretimi
olarak futbol. Her tema altında alt-temalar belirlenerek futbolun bu temalar ve alttemalar içinde incelenmesi konusu irdelendi. Ele alınan her tema ve alt tema içinde
gerekli eleştirel açıklamalar ve değerlendirmeler sunuldu.
Anahtar sözcükler: Futbol, futbolu inceleme, futbol tarihi, futbol pratiği, futbol
kulübü, futbol seyircisi, futbol oyuncusu
On studying football
Abstract: Football has became increasingly an important part of daily life in every
society throughout the history. This article was prepared to scrutinize and present the
issues that are essential in studying football and to emphasize that it is necessary to
study football outside the conventional frameworks of perceptions, attitudes,
behaviors, violence, hooliganism, roles and functions. With this objective, first,
explanations on the issues and ways of studying football history were presented. The
subsequent presentations were done according to two main themes: the organization
and practice of football (1) as the production of material life and (2) as the production
of consciousness and behaviors. Sub-themes were determined under the each main
theme and the study of football was dealt with under each theme and sub-themes.
Critical explanations and evaluations were provided under the each theme and subthemes.
Keywords: Football, studying football, football history, football practice, football
club, football spectators, football players.
2
İrfan Erdoğan
GİRİŞ
İnsan pratiği olarak futbol, tarihsel insan gerçeğini açıklamaya çalışan
bilimsel girişimlerin konusudur. Futbola dair spekülasyonun bittiği yerde,
futbol pratiğini anlamaya çalışan bilim başlar. Bilimsel girişimlerin, sistemli
ve tutarlı ifadesi kuramdır. Dolayısıyla, kuram ve pratikle ilgili olarak,
bilgiçlik taslayan cehaleti yaratan anlayışların bilimde yeri, ancak onları
anlamadır, onları gerçekmiş gibi yansıtma değil. “Futbolda/sporda siyaset
yoktur, futbolun/sporun ideolojisi yoktur, futbol/spor boş zaman faaliyetleri
içindeki oyundur” gibi anlatılar, bu işlenmiş-cehaletin bilgiçlik taslamasıdır
ve incelenmesi gerekir. Futbolla ilgili açıklamaları, “kağıt üzerindeki” teori
veya “laf ebeliği” gibi klişelerle değersizleştirmek, aynı işlevsel çerçeve içine
düşer. Kuram ve pratik, birbirinden bağımsız iki farklı şey değildir. Kuram
pratiğin açıklanmasıdır; düşündüğü ve yaptığı üzerinde düşüncesini
yansıtarak, yaptığını anlamlandıran, anlayan ve geliştirme ve dönüştürme
olanak ve olasılıkları yaratan insanın, mantıklı, sistemli ve tutarlı faaliyetidir.
Bunu yapmayan veya yapmayı boş iş veya gereksiz gören insan ve toplum
gelişemez ve bunu yapanların kulu, kölesi ve “ganimetini topladığı” bağımlı
pazarı olur. Bu pazarın ağzıyla konuşmaya başlayan aydın/akademisyen
serbest-köleler, kişisel çıkarları için veya farkında olmadan “futbol oynanır,
konuşulmaz, futbolun ideolojisi yoktur, herkesin oyunudur, futbola siyaset
sokmayın, futbolda ideoloji olmaz” gibi sözlerle, futbol pazarının ve genel
pazarın ideolojik propagandasını yaparlar. Bu propaganda içerikli açıklamalar
da pazar yapılarını destekleyen kuramsal açıklamalardan çıkartılarak yayılır.
Bu durum futbolu açıklamada kullanılan kuramsal yaklaşımların olduğunu ve
bu açıklamaların bazılarının, aslında açıklamak istediklerini, kasıtlı olarak
veya farkında olmadan, yanlış açıkladığını göstermektedir.
Kapitalizmin “kendisi için ürettiği bilgi ve bilim” ile “kitleler, ötekiler”
için ürettiği bilgi ve bilim ciddi farklılıklar taşır. Her ikisi de kapitalist
ekonomik ve siyasal pazarlar için işlevseldir. Birincisindeki işlevsellik bilimi
kullanarak gelişmeyi anlatır. İkincisindeki işlevsellik “enformasyon toplumu,
bilgi toplumu, serbest rekabet, katılımcı demokrasi, özgürlük, ideolojisiz
futbol, futbolda şiddet ve holiganizm” gibi “yaratılmış” ve “paketlenmiş”
gerçeklerle, kitleleri ve ötekileri yönetme (kullanma, savaştırma, birbirine
düşürme, çalıştırma) için ve akademisyenlerin ilgilerini yönlendirme için
işlevseldir.
Futbolu inceleme üzerine
3
Dolayısıyla, bilim, kuram ve insan pratiği olarak futbolu/sporu örgütlü
insan pratikleri içine yerleştirmeyle başlar. İnsan, maddi ve düşünsel hayatını
üretirken, doğal ve yaratılmış gereksinimlerini karşılamak için varolan
pratiklerini geliştirir ve yenilerini ekler. Futbol bu pratiklerden biridir.
Dolayısıyla, futbol, belli yer ve zamanda, belli koşullarda, belli tarihi geçmişi
olan insan etkinliğidir. Bu nedenle, futbolu anlamada, futbolu örgütlü insan
pratiğindeki konumunu belirleme futbolun insan yaşamında oluşumunun
anlaşılmasını, yani futbol tarihini gerektirir.
Bu tarih, okullardaki tarih kitaplarındaki tarih gibi, olaylar silsilesini
sunan kronoloji değil, futbol denenin üretim ve ilişki tarzının tarihsel
doğasının anlaşılmasıyla anlamlı bir tarih olabilir. Dolayısıyla, futbolu ve
tarihini anlama, onu oluşturan yapıyı, bu yapıyı oluşturan ve değiştiren
örgütlü bağlamda yaşamını üreten insanı “futboluyla” anlamadır.
Futbolu üretme ilişkileri örgütlü yerler ve zamanda olur. Bu ilişki ile insan
sürekli olarak kendini, ilişkilerini, ilişkileri, gerçekleri, yaşamı ve yaşamla
ilişkili birçok şeyi de yürütür ve sürdürür. Böylece hem yaşayan kendini hem
de içinde ve ilişkide bulunduğu egemenlik ve mücadele yapılarını yeniden
üretir. Futbolu oynarken, seyrederken ve konuşurken, sadece bir oyun veya
seyir sınırı içinde hapis kalmaz; aksine, oluşmuş olan ve oluşan kendini,
dışını, ilişkileri ve ilişkilerini kurar ve sürdürür; kendini ve dışını sürekli
yeniden üretir; kendini ve diğerlerini örgütlü yer ve zamanlarda bulduğu,
yerleştirildiği ve yerleştirdiği yerlerde tanımlayarak yeniden-tasdik eder;
tanımlanmış olanı inşa edilmiş “bizleri ve onları” yeniden-yerlerine yerleştirir.
Yukarıdaki sunumdan açıkça görülebileceği gibi, futbolu inceleme,
yaşamın yeniden üretimi içinde “futbol” denilen pratiği tarihsel yer ve zaman
içinde anlamaya çalışmadır. Bu makalede, bilimsel inceleme yapma
bağlamında futbolu anlamanın neleri içerdiği üzerinde durulacaktır. Bunu
yaparken benimsenen kuramsal yaklaşıma göre, futbol, yıldız gladyatörlerin
kiralandığı uluslararası alanda iş yapan dev sermayenin (büyük olasılıkla
bazıları, kara para aklayan ve diğer işler yapan mafyanın) egemenliğinde
yürütülen ticari bir faaliyettir. Diğer birçok insan pratiğinde olduğu gibi,
futbol da, hem önceki tarihsel yönetimsel faaliyetlerin hem de geleneksel
oyunun parçasıydı. Kapitalist güç (iktidar) futbolu hem yönetimsel faaliyet
olarak yeniden biçimlendirdi hem de, halkın ortak mülkiyetindeki konumunu
da, futbolu sokaktan alarak, kendi özel mülkiyetine geçirdi. Bunun yanında,
futbol, "iş dışı eğlence ve dinlenme" zamanının kapitalist sermaye tarafından
kolonileştirilmesine en somut bir örnektir. Bu kolonileştirme hem ekonomik
4
İrfan Erdoğan
çıkar hem de bilinç yönetimi ve ideolojik egemenlik bakımlarından kapitalist
sınıfa büyük faydalar sağlamaktadır. Futbol toplumda hem sınıf farkını hem
de sınıf içindeki cinsiyet farkını üretir; hem ekonomik hem de ideolojik bir
görev görür. İzleyen kitleler için sirkteki deşarj görevi gören futbol, “ekmek
ve sirk politikalarını” ve “böl, düşmanlık ve ırkçılık işle, birbirine düşür ve
yönet politikalarını” işler ve popülerleştirir.1 Topun arkasından koşuşturanlar
dahil, olası her şey araç olarak kullanılarak, rekabetçi bireycilik, birlik ve
beraberlik, milliyetçilik, cinsiyet farkını destekler; ideolojisizlik fikrini işler;
kendini güçlüyle özdeştirme ve vekaleten ezmeden zevk almayı yaygınlaştırır;
“iyileri kiralayan güçlüler kazanır” düşüncesi yerine, “iyiler kazanır” masalını
yayarak “kazanmayan kötüdür, beceriksizdir, yeteneksizdir ” gibi düşünceleri
popüler yapar. Futbol gösterisi, aynı zamanda, birçok şirketin reklam yapmak
için geniş kitlelere ulaştığı yoldur. Futbol yayını ile hem futbol kulüpleri hem
de televizyon şirketleri büyük gelirler elde ederler. Televizyon çıkıncaya
kadar profesyonel futbol gazete ve ardından da radyo tarafından canlı
tutuluyordu. Büyük ticari değere sahip değildi. Televizyonla birlikte, seyirfutbolu stadyumdan evlere, kahvelere, birahanelere ve birçok türdeki eğlence
yerine taşındı. Televizyonla ve kitle tüketimi için tüketim kültürünün
yaygınlaştırılması gereksiniminin artışıyla birlikte, futbolda sönük yıldız
sistemi milyarlık uluslararası yıldızlık sistemine dönüştürüldü. Profesyonel lig
futbolu kısa zamanda oyunculara milyonlarca dolar ödeyen ve milyarlarca
dolar para kazanan bir ticari alan oldu. Futbolun örgütlü yapısı ve futbolda
yapısal ilişkiler, profesyonelleşme ve uluslararasılaşma, kapitalist toplumun
sömürgen yapısına benzer. Seyretmenin ödülü, (kimin için nasıl bir ödül)
izleyicilerin tüketim mallarına ödediği yüksek fiyatlarda ve vergilerde yansır.
Aynı zamanda, her profesyonel spor gibi futbol da, futbolla ilişkili olmayan
oyuncak, giyecek, yiyecek, içecek ve eğlence endüstrilerinin palazlanmasına
yardım eder.
Makalede pozitivist gelenek dışında, futbol irdelendi ve futbolu inceleme
tasarımlarında içeriksel karakterin nasıl olması gerektiği üzerinde duruldu.
Makalenin temel amacı, futbolla ilgili incelemelerin üzerinde durması gereken
temel konuları ve öğeleri sunmak ve irdelemektir. Bu makalede, egemen
yaklaşımların sınırlı ve yetersiz açıklamalarının ötesine geçip, futbolu daha
1
Popülerin ve popüler kültürün alışagelmiş anlatılar ötesinde ele alınışı için bkz Erdoğan
(2004) ve Erdoğan ve Alemdar (2005).
Futbolu inceleme üzerine
5
anlamlı olarak açıklama yolları sunuldu, çünkü, makalenin temel varsayımına
göre, futbolu sadece eğlence, boş zamanı değerlendirme ve taraftar
davranışları içine sıkıştıran yaklaşımlar hem yetersiz hem de yanlış
yönlendiricidir. Futbol belli ekonomik ve onu destekleyen ve ondan beslenen
siyasal, kültürel ve ideolojik amaçları gerçekleştirmeye yönelik örgütlü
etkinlikler bütününü anlatır.
YÖNTEM
Futbolun anlamlı bir şekilde nasıl incelenmesi gerektiğini ve bu inceleme
tarzları üzerinde duran bu sunum, var olan metodolojik bilgi birikimine
dayanarak ve bu bilgi birikimini yaşanan örgütlü yaşamla mantıksal bağlarla
ilişkilendirerek inşa edilen niteliksel bir değerlendirmedir. İnşaya futbolun
tarihinin sunumu hakkındaki açıklama ile başlandı. Bu açıklamadan sonra,
futbol “maddi hayatı ve bu hayatın bilincini üretim faaliyeti” olarak ele alındı.
Her iki faaliyet bağlamında, inceleme teması ve alt-temalar içinde inceleme
gerekliliğini vurgulayan eleştirel sunumlar ve değerlendirmeler yapıldı. Sonuç
sunumunda, futbolu anlamlandırmayla ilgili önde gelen inceleme temaları
özlüce irdelendi.
Sosyal bilimlerdeki her araştırma gibi, sporla ilgili araştırmalar da
öncelikle, ya tarihsel ya da güncel bağlamda futbolun oluşum ve gelişim
koşulları, futbolda bilişler ve duygular dahil düşünsel ve materyal hayatın
üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin karakteri, ve tüm bunların toplum ve
insan için sonuçlarının doğasının sorgulanması gerekir. Dolayısıyla, futbolu
incelemek, holiganizmin, futbolda taraftar şiddetinin, “çekirdek çitleyen
aylakların” statlarda ve sokaklarda tezahürat yapmalarının çok ötesindedir.
Futbolu incelemeyi hayatın üretimi ölçütüne göre, iki ana grup içine
yerleştirebiliriz (ki bu gruplandırma, sosyal bilimin her alanı için geçerlidir):
Birincisi materyal hayatın üretiminde futbol ve ikincisi de materyal hayatın
üretiminin bütünleşik ve zorunlu bir koşulu olan düşünselin üretiminde spor.2
Materyal hayatın üretiminde futbol, futbolu tarihsel toplum içinde
konumlandırmayı ve futbolun üretim biçimi ve üretim ilişkilerini incelemeyi
gerektirir. Bu da, futbolun örgüt yapısı ve futbolda örgütsel ilişkilerin
karakterinin ya tarihsel gelişim içinde incelenmesini ya da belli bir zaman ve
2
Düşünselin üretimi, materyal olmayan her şeyin üretimini içerek anlamda kullanıldı.
6
İrfan Erdoğan
yerdeki koşununun (örgüt yapısı ve üretim ilişkilerinin) ele alınmasını
gerektirir. Bu bağlamda, önde gelen konular arasında futbolun tarihsel
gelişmesi; futbolun örgütlenme biçimleri ve bu biçimlerdeki değişim (örgüt
yapıları, gelişmesi, sermaye yapısı); Futbolda iş koşulları ve sendikalaşma;
futbolda zenginliğin üretimi ve bu üretimde, örgüt içinde zenginliğin
paylaşımının karakteri, futbolda sermaye ve futbolcu dahil takımda diğer
çalışanlar arası ilişki; ücret politikaları; futbolda yaratılan zenginliğin
bölüşümü; Türkiye’de futbolun örgütlenmesi; futbolun örgütlü büyük sermaye
oluşu; bu sermayenin karakteri; sonu çoğu kez sefalet olan futbolcu işçiden,
zengin-futbolcu işçiye ve birkaç zengin futbolcu-sermayedara doğru olan
gelişmesi; bu değişimin ve gelişmenin karakteri; sporcu-emtia pazarının
yerelliğini yitirip uluslararasılaşması; basit antrenörlükten, takımın yenilmesi
ve kazanmasından sorumlu tutulan “yıldız takım yöneticiliğine” doğru
değişim; sporun üretiminde “görünmeyen emek” ve bu emeğin karakteri gibi
konular vardır.
Materyal hayatın üretimi sırasında, futbol ile, aynı zamanda, “seyirci” (ve
taraftar) denen kitleler de üretilir. Seyircinin üretimi, materyal zenginliğin ve
materyal (ve bilişsel)3 yoksulluğun üretiminin zorunlu koşuludur. Bu
bağlamda, stattaki, evdeki, kahvedeki seyircilerin/taraftarların üretiminin
tarihsel yanı veya belli zaman ve yerdeki yanı ele alınıp incelenebilir. Her iki
durumda da, futbolda seyircinin materyal hayatın (ve bu hayatın düşünselinin)
üretiminde yerleştirilmesi ve açıklanması gerekir. Bu açıklamada, seyircinin/
taraftarın, futbolun (ve toplumun) materyal üretim tarzı ve ilişkiler yapısının
yeniden-üretilmesindeki yerinin ve sonuçlarının belirlenmesi ve irdelenmesi
gerekir. Bu da, aynı zamanda, seyirci/taraftar üretimi, bu üretimin materyal
(ve düşünsel) amaç ve sonuçları üzerinde durmayı gerektirir. Bu yapılırken,
seyirci/taraftar üretiminin yerel, ulusal ve uluslararası karakteri, bunun
materyalin (ve bilişin, özellikle ırkçılığın, milliyetçiliğin, güçlüyle kendini
özdeştirmenin, güce tapınmanın) üretimindeki anlamının incelenmesi gerekir.
Futbolun materyal üretimi örgütlü yaşamın materyal üretiminin bütünleşik
parçasıdır. Futbolla üretim asla futbolun örgütlü yapısı içinde sınırlı değildir
ve sınırlı kalmaz: Futbolla üretim, hayatın her tür üretimiyle değişen ölçüde
ilişkilidir. Örneğin futbolun televizyonda üretiminin birçok sonuçları arasında
3
Uyarı: Parantez içinde eklediklerim, materyal hayatın üretiminde zorunlu koşul olan
düşünselin (bilişin) üretiminin incelenmesiyle ilgilidir. Aynı şeyi, düşünselin üretimi ile ilgili
açıklamada tekrarlamamak için yaptım bunu.
Futbolu inceleme üzerine
7
kahvehanelerdeki üretim tarzı ve ilişkilerinin değişmesini getirmiştir; spor ve
taraftarlık üretimiyle birlikte, stadyum içinde, çevresinde ve sermayenin iş
gördüğü her yerde “yan ürünler” çıkmış ve var olan ürünler, yiyecekten
giyeceğe ve içeceğe kadar çeşitlendirilmiştir. Bu bağlamda ortaya çıkan
yapıların ve ilişkilerin incelenmesi gerekir. Bu incelemelerde ele alınabilecek
konular arasında şunlar vardır: Futbolu düzenleyen federasyon ve ligler gibi
yapılar; yasal düzenlemeler; hakemlik sistemi; amigoluk; stadyumlar ve
stadyum çevresinde oluşan geçici ve kalıcı yapılanmalar; futbolda yasal ve
yasa dışı bahis (futbol mafyası dahil) yapılarının oluşması ve bunların
karakterleri; Bir kahvede ve bardaki ilişkilerin futbol sırasında değişmesi;
seyir sırasında yapılan iddialar; medyada spor sayfalarının, spor eklerinin,
televizyon ve radyo spor programlarının oluşması ve bunların karakterleri;
promosyon ve reklamın spora girişi ve gelişmesi; futbolla türeyen yan
endüstriler; futbolla desteklenen giyecek, yiyecek, oyuncak, moda ve reklam
endüstrileri; futbol ve pazarlama.
Futbolda, kural dışı olan fakat egemenliğin bir parçası olan, mafyalaşma,
şantaj, futbolcu ve takım satın alarak maçta şike, hakem satın alma gibi kirli
ilişkiler de örgütlü hayatın önemli parçasıdır ve incelenmelidir.
Düşünsel hayatın üretimi hem egemenlikler hem de bu egemenliklerin
üzerinde inşa edilen ve mücadelelerle süregiden örgütlü yaşamın üretiminin
zorunlu koşuludur. Düşünselin üretimi, insan gerçeğinin ve gerçeklerle ilgili
gerçeği yansıtan veya gerçeğin yerini alan hayallerin, imajların, inançların,
düşlerin, her tür duyguların yeniden üretimiyle ilişkilidir. Bu bağlamda
incelemelerde üzerinde durulması gereken konuların bazıları materyalin
üretimini açıklarken parantezler içinde sunuldu, çünkü düşünselin üretimi
materyal yaşamın üretilmesini, bu üretimin anlam ve sonuçlarını, insan
ilişkilerini açıklamak için yapılır ve materyalin üretiminin her anını içerir.
Böylece insanlar materyal olarak inşa edilen dünya düşünsel olarak inşa edilir,
açıklanır, tutulur, sürdürülür ve değiştirmek için düşünceler faaliyetler ve
düşünceler üzerine yansıtılır. İnsan tarihini ancak bu yolla yapabilir. Futbolla
ilgili olarak üretilen bilişlerin yapısı ve sonuçlarının incelenmesinde, örneğin,
futbolla yaratılan bilişler, davranış kalıpları ve bunların sonuçları; şiddet ve
holiganlık içine sıkıştırılan ilgi ve promosyonun anlamı; futbol, siyaset ve
ideoloji bağı; futbol ve “ekmek ve sirk” ve “böl ve yönet” politikaları, futbol
ve toplum yönetimi ele alınabilir. Futbolcu üzerinden üretilen bilişler üzerinde
durulabilir: “Futbolcu olma” ile ilgili olarak işlenen umutlar, beklentiler; işçi
sınıfının kimilerinin az miktar kazandığı bir iş kolundan, işçi sınıfından birkaç
8
İrfan Erdoğan
kişinin trilyonlar kazandığı bir mesleğe dönüşümünün bilişlere nasıl işlendiği
ele alınabilir. Futbolun ve futbolcunun reklam ve propagandada kullanımı
incelenebilir. “İyiler kazanır” gibi sloganlarla gelen reklamlar dahil, futbolun
her tür anlatısında işlenen bilişler üzerinde durulabilir: Örneğin, ekonomik
fırsat eşitliğinin varlığı, çaba gösterenlerin, yeteneklilerin ve beceriklilerin
kazandığı, kazanamayanların da beceriksiz ve yeteneksiz olduğu üzerinde
durulabilir. Yasaların, egemen güçlerin kendi aralarındaki mücadelelerin bir
ifadesi değil de, herkesin isteğinin ifadesi olduğunu, normal, meşru ve
evrensel olduğunu vurgulayan oyunun kurallarıyla işlenen bilişler
(normalleştirme, anormalleştirme, egemenlik ve meşrulaştırma) incelenebilir.
Futbol, sadece sahadaki “canlı oyunla” değil, “canlı yayınla” ve yayın
sonrası iletişimlerle de üretilir: Bu bağlamda, futbol haberleri ve tartışma
programları ve gelişmesi, içerikleri, kullandıkları dil, işledikleri bilinç ve
bilişler inceleme için ele alınabilir. Yayından sonraki iletişimler nicel olarak
oldukça çoktur. Futbol, futbolcular, antrenörler, eşleri, sevgilileri, yaptıkları
ve yapmadıkları, futbol ve futbolcuların magazinleşen yaşamları özellikle
iletişim medyasında çok işlenir. Bu işleme tarzlarıyla yapılan biliş yönetimi,
bunun (materyal ilişkiler dahil) toplumsal anlam ve sonuçları incelenmesi
gereken önemli konular arasındadır.
Egemenliğin üretimi, materyal üretim tarzı ve ilişkileriyle oluşturulan
baskı ve “sıcak ve özellikle soğuk terör” koşullarının düşünsel ile (egemen
ideoloji ve egemen inanç ve duygularla) beslenmesi, desteklenmesi gerekir.
Özellikle, kitlelerin rızasına dayalı olduğunu iddia eden üretim tarzlarında,
üretim ilişkilerinin getirdiği insanlık dışı koşulların meşrulaştırılması teolojik
yapılarla karşılaştırılamayacak derecede zorlaşmaktadır. Bu zorluğun, işsizlik
ve aç kalma korkusu ve gerektiğinde polis baskısıyla giderilmesi yeterli
değildir, her tür baskıcı ve insanlık dışı koşulun meşrulaştırılması gerekir. Bu
gereklilik de bu tür üretim tarzlarında (toplum yapılarında) biliş yönetiminin
önemini zirveye çıkartmaktadır. Bu nedenle ki, örneğin 21 yüzyılda
enformasyon toplumu ve bilgi toplumu gibi “hurafeler” herkesin gerçeğiymiş
gibi sunulmaktadır. Bu sunumun futbolla ilgili yanında, sadece materyal ve
düşünsel egemenliğin materyal nasıl üretildiği değil, bu egemenliğin üretimi
için gerekli bilişsel/düşünsel (ve materyal) yoksunluğun da üretiminin
incelenmesi gerekir. Bu bağlamda, Roma arenalarından futbol stadyumlarına
eski kölelerin var oluş savaşından modern kölelerin rol modeli olmasına;
futbolun ekonomik veya siyasal pazar için bilinç ve biliş yönetiminde
kullanılmasına; materyal zenginliğe sahip olmayanlara, övünmeleri ve
Futbolu inceleme üzerine
9
korumaları için “taraftarlık ve diğer inançlar” gibi soyut değerlerin ve soyut
zenginliklerin verilmesine, yoksulluğun sürdürülebilir kalkınmasının
sağlanmasına; yoksulluğu paylaşanlar arasındaki düşmanlıkların yaratılmasına
kadar bilişsel ve davranışsal yoksulluğun/yoksunluğun yaradılışı, tutuluşu ve
sürdürülüşü araştırma konusu yapılabilir.
Özlüce, futbolun incelenmesi yaşanmış ve yaşanan hayatın örgütlü
materyalliğinin ve düşünselliğinin incelenmesidir. Sizin seçeneğiniz, tercihler,
algılar, tutumlar ve etkiler üzerinde durarak ve liberal çoğulcu, post-yapısalcı,
post-modernist, fenomonolojik, pazarlamacı, promosyoncu yaklaşımlarla
egemenliğin incelemeden geçerek meşrulaştırılması ve desteklenmesi
olabileceği gibi, üretim tarzı ve ilişkilerinin bilimsel soruşturması da olabilir.
Bence, en dürüst insan kendini ve çevresini soruşturan ve daha iyiyi arayan
insandır. Toplum değişimleri bu tür insanların varlığı nedeniyle olmuştur.
Konu bilim adamı/insanı olduğunda, belki de en iğrenç insan (egemen bir
sınıfa dahil olup da, bu egemenliği soruşturan insanlar hariç), kendi sınıfsal
konumunda kendine düşman olan ve kendi üzerindeki egemenliği savunan
insanımsı-insandır: Egemenliklerin ücretli ve ücretsiz bekçileri. 4
FUTBOLUN TARİHSEL BAĞLAMI
Futbol tarihi, insanın kendi tarihini yapışın bütünleşik bir parçasıdır.
Futbolun tarihsel bağlamda incelenmesi, “futbol” diye adlandırılan insan
faaliyetinin tüm öğelerini içerir. Tarihsel bağlam, futbol denen faaliyetin
oluşumunu, amaç ve sonuçlarını belirleme ve gelişimini açıklamayı gerektirir.
Bu açıklama girişimi tüm öğeleri içereceği gibi tek bir öğeyi de ayrıntılı
olarak incelemeyi içerebilir. Öğelerin tarihsel incelenmesi en az üç yapısal
özelliğin incelenmesini gerektirir:
(1) faaliyetin örgütlenmesinin ve yapılışının doğasını inceleme: Bu
bağlamda faaliyet olarak çıkışı, çıkış nedenleri, toplumda gerçekleştirdiği
amaçlar, giderdiği gereksinimler, oyuncular, oyunun kuralları ve yürütülüşü
açıklanır. Bu oluşumdaki tarih içindeki değişmeler ve bu değişmelerin
anlamları üzerinde durulur.
4
Bunun anlamı her egemenliğin “kötü” olduğu değildir. Sorun “kötülük veya iyilik” sorunu
değildir, sorun egemenliğin ilişkisel karakteri ve getirdiği sonuçlardır.
10
İrfan Erdoğan
(2) Faaliyetin yürütülmesinde kullanılan araç ve gereçlerle ilgili
gelişmeler ele alınıp gelişmesi, nedenleri ve sonuçlarının araştırılması: Bu
bağlamda öncelikle “top” denen şeyin neyle ve nasıl yapıldığı, oyuncuların
giysileri ve bu giysilerin işlevleri ele alınır.
(3) Oynanan yerle (sahayla) ilgili gelişmeler ve bu gelişmelerin oluşum,
amaç ve sonuçlarının incelenmesi.
Genel tarihsel gelişim
Futbol dahil herhangi bir insan faaliyetinin tarihinde, öncelikli olan, neyin
hangi tarihte çıktığını bulmak değildir; önemli olan, hangi insan
gereksiniminden kaynaklandığı, kimin gereksinimine yanıt verdiği, amacının
ve aranan sonuçlarının ne olduğudur. Futbol, bir yerlerde birilerinin günlük
yaşamlarını sürdürmeleri sırasında ortaya çıkan gereksinimi karşılamak için
çıkmıştır. Bu gereksinim, bir grubun kendini gerçekleştirmesiyle ilgili
olabileceği gibi gruplar ve geniş toplumsal yapılar arasındaki ilişkisel bir
gereksinim de olabilir. Bu gereksinim bir başarıyı kutlamayla ilgili olabileceği
gibi, bir ilişkiye başlangıç veya sonuçlandırma, bir egemenliği perçinleme, bir
yönetimsel yapıyı yeniden üretme, metafizik güçlerle ilişki kurma ve yürütme
ile ilgili bir gereksinim olabilir. Futbol gibi bir faaliyete gereksinim olarak
rekabet, savaş, mücadele, yarış, grup veya sınıf farklılığını yaratma ve tutma,
savaşa hazırlık, futbol faaliyeti yoluyla beceri geliştirmeyle başka
faaliyetlerde başarılı olma, sınıfsal farklılığı ve ilişkileri yeniden üretme,
ruhban/teolojik gücün kendini ve gücünü yeniden üretmesi, eğlence ve futbol
adı altında “sirk ve ekmek”, “böl, birbirine düşür ve yönet” politikalarını
gerçekleştirme, ticari çıkar sağlama, gibi birçok neden verilebilir.
Aynı zamanda, her insan faaliyetinde olduğu gibi, futbol için gereksinim
de ilişkiseldir. Bu ilişkisellik insanlar arası olabileceği gibi, insan ve doğa
veya doğaüstü güçler arasında da olabilir. Bu ilişkisellik sadece futbol denen
faaliyetle sınırlı değildir; örgütlü insan faaliyetinin hem materyal hem de
düşünsel tümüyle bağıntılıdır. Dolayısıyla, futbol denen şey, ilişkisel yapının
kurulması, kurulmuş olanın sürdürülmesi, geliştirilmesi, dönüştürülmesi,
egemenliklerin ve mücadelelerin sürdürülmesi faaliyetleri içinde yer alır.
Futbol tarihini yukarıda açıklanan şekilde ele alınca, bu tarihi anlamak ve
açıklamak için kaynak bulma, veri toplama ve değerlendirmede kaçınılmaz
olarak ciddi güçlükler çekilecektir. Yazılı kaynaklardaki anlatılar çoğunlukla
futbol denen faaliyetin mekaniksel yapılışı ve görünür örgütlenmesi üzerine
inşa edildiği ve kronolojik sıra katarak yapıldığı için, yukarıda belirtilen
Futbolu inceleme üzerine
11
bağlamda bilgi edinmeye ve açıklamaya yoruma ender olarak rastlanır. Bu da,
gerçeği yakalamada kaçınılmaz olarak ciddi sınırlar getirir. Bunu futbolla
ilgili kaynaklardaki açıklamalar örneği somut bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu açıklamaların çoğu ikincil ve üçüncül kaynaklar olduğu için ve çoğu
araştırmacılar çeşitli nedenlerle birincil kaynağa gitmedikleri/gidemedikleri,
dolayısıyla ikincil kaynaklardan faydalandığı için, belli çerçeveler ve belli
anlatı biçimleri egemenlik kazanmaktadır. Bunun anlamı yanlış olduğu
değildir, sadece öğelerle ilgili açıklamaların ciddi dengesizlikler taşıdığıdır.
Örneğin, açıklamalar, Çin, Mısır, Yunan, Roma, Aztek, Eskimo ve
Amerikan yerlileri gibi topluluklarla başlamaktadır ve oyunun çıkışını
anlatmaktadır. Ülkeler bazında bu anlatı elbette olabilir, yeter ki bu tarz anlatı
için gerekçe olsun. Anlatının nasıl olacağını belirleyen, araştırmada “ne
arandığıdır.” Aranan, futbolun çıkışını tarihsel sıralamaya göre ülke bazında
almayı gerektiriyorsa, böyle yapılır. Aranan, örneğin, topun yapılışındaki
gelişmeler ise, ilk şekillerinde başlayarak sunum yapılır ve bu sunumda, ülke
hareket noktası değildir.
Genel görüşe göre, tüm tarihte top oyunları birbirinden bağımsız olarak
oluşmuş ve yok olmuştur. Bu iddia ancak, bir şekilde bir ilişkinin olmadığı
durumda geçerlidir.
Futbolun ilk nerede başladığı sorusuyla başlayan araştırma kaçınılmaz
olarak kronolojik tarih temelinden hareket edecektir. Futbolla ilgili literatürde
futbol m.ö. 5000-2500 arasında Çin’de ve benzer tarihlerde Mısırda
başladığını belirtmektedir. Ayakla vurarak Çin’de oynanan bu oyuna Tsu Chu
denmektedir. Tsu “ayakla vurma” anlamınadır. Chu ise “içerisi (tüy veya
hayvan kılıyla) doldurulmuş deri top” demektir. Oyunda amaç ayakla topu 3040 cm çapındaki ağla örülü bir deliğe sokmaktır (Bu amaç oyunun oyunda
düzenlenmiş amacıdır. Aslında oyun birden çok amaçları gerçekleştirir ve
bunların da açıklanması gerekir). Futbol anlamına gelen Tsu Chu oyununu
için gereksinimin ne olduğu, nasıl ve neden ortaya çıktığı belli değildir.
Anlatılara göre, tipik olarak imparatorun doğum gününü kutlamada
oynanmaktaydı. Dolayısıyla, egemen güç için bir kutlama gereksinimini
gideren bir oyun karakterini taşımaktaydı.
Futbolun askeri amaçlarla kullanım tarihine ve biçimine eğilen bir
araştırma da kaçınılmaz olarak kronolojik sırayı takip edecektir. Fakat,
kronoloji belirleyici değil, sadece tarihsel yerleştirmedir. Bu nedenle,
kullanımın doğasının açıklanması gerekir. Örneğin, Milattan 2500 yıl önce
Çin'de imparator Huang-ti'nin, askerlerine, yere dikilmiş iki mızrak arasından,
12
İrfan Erdoğan
bir topu ayakla tekmelemek suretiyle geçirmeye çalışarak çeviklik talimleri
yaptırdığı eski Çin kaynaklarında belirtilmektedir. Çin askeri el-kitapları Tsu
Chu’nun askerlerin fiziki eğitiminde kullanıldığını anlatmaktadır. Qin (Tsin)
Hanedanlığı (m.ö. 221- m.s. 207) ve Han Hanedanlığı (m. ö. 206 – m.s. 220)
sırasında yoğun bir şekilde oynandığı rapor edilmektedir. Bu kayıtlar bize,
futbolun, aynı zamanda, askeri amaçlar için kullanıldığını göstermektedir:
Askerlerin fiziksel uygunluğunu sağlama gereksinimini gidermek için
kullanılmaktadır. Tsu Chu oyunun çeşitli biçimleri gelişmiştir. Bunların
bilinenleri arasında topu yere düşürmeden havada tutma (yukarıda tutma stili)
ve askeri eğitim sırasında bir oyuncu topu deliğe sokmaya çalışırken 3-4
oyuncunun ona hücum etmesi (gladyatör stili) vardır (Chinese, t.y.). Askeri
amaçlarla kullanım açıkça görünür olabileceği gibi, görünmez de olabilir.
Örneğin, günümüzde Amerikalıların beyzbol oyunu, sivil hayatta oyun olarak
yaygın olarak hemen herkesin yaptığı bu faaliyetle, örneğin, bir el bombasının
en isabetli bir şekilde istenen yere atılması becerisini kazandırır. Bilgisayar ve
atari oyunlarının hemen hepsi modern araçlarla savaş yapmaya ve modern
savaşları ekranda şahane görüntülerle zevkle izlemeye insanları alıştırır.
Futbol tarihiyle ilgili yapıtlara bakıldığında, sunumlarda Çin’den sonra
Japonya’ya ve ardından Mısır’a geçildiği görülür. Bunun en az üç nedeni
olabilir. Birincisi tarihsel olarak futbolun ikinci görüldüğü yer Japonya
olabilir. İkincisi, varolan bilginin sınırlılığı ve üçüncüsü de yanlılık olabilir.
Kayıtlara göre, Japonya’da futbolun ilk biçimine m.ö. 1004’de rastlanır.
Japonya’da m.s. 300-600 yıllarında çıkıp yaygınlaşan Kemari oyunu bilinir.
Bu oyun Tsu Chu’nun topu havada tutma biçimine benzemektedir. Ağaçlarla
sınırlanmış dikdörtgen sahada oynanan oyunda, talaşla doldurulmuş 20-25 cm
çapındaki topu yere düşürmeden havada 10-12 oyuncu paslaşmaktadırlar. Bir
yarış yok, paslaşma ve yetenek var. Tsu Chu oyununda olduğu gibi bu oyun
da aşağı tabakalara yayılmış ve 10 -16. yüzyılda Japonya’da en yaygın oyun
olmuştur. Günümüzde hala oynanmaktadır (Fareast, t.y.).
Yukarıdaki açıklama, bize, oynanan yer hakkında da bilgi vermektedir.
Mısırdaki kalıntılarda (Beni-Hasan mezarlığındaki boyama), futbolun
m.ö. 2500 yıllarında olduğuna işaret eden boyamalar, nesneler ve yazılar
bulmuşlardır. Top oyunlarının amacının firavunlar için yapılan dinsel eğlence
olduğu veya belli tanrılar için yapıldığı tahmin edilmektedir (Egyptians, t.y.)
Mısır'da Merruka mezarlarındaki duvar resimlerinde çeşitli futbolcu
figürlerinin yanı sıra ayakla top oynayan insan şekillerine de rastlanmaktadır.
Hatta, Mısır'ın kurak iklimi, bu toplardan bir kısmının günümüze kadar
Futbolu inceleme üzerine
13
ulaşmasını da sağlamıştır. Kahire, Berlin ve Londra müzelerinde örnekleri
bulunan bu topların 7.5 santim çapında, deriden veya sık dokunmuş ketenden
yapılmış ve zikzak dikişlerle dikilmiş, içleri kepek ve yosun kurusu gibi
maddelerle doldurulmuş olduğu görülmektedir. Bunlar, yaklaşık 2500 yıl
önceden kalmadır.
Amerika kıtasında Aztek medeniyetinde de futbol oyununa m.ö.
1500’lerde rastlanmaktadır. Azteklerden diğer oyunlar da diğer yerlere
yayılmıştır. Meksika’da futbol kutsal oyun olarak nitelenmektedir. Oyun hem
izleyici futbolu, hem astrolojik inceleme hem de siyasal girişim olarak
betimlenmektedir. Bu çağlarda soylular tarafından oynanan kralların yarış/
rekabet oyunuydu. Oynayanlar ve seyirciler için laik ve dinsel anlamı vardı.
Eskimolarda Aqsaqtuk (buzda futbol) adıyla gelen futbolun ne zaman
başladığı bilinmemektedir. Alaska’da ve Kanada’da oynanan “buzda futbol”
ile ilgili Inuit mitolojilerinde ve efsanelerinde belirtilen inanca göre ölülerin
ruhu, mors’un başının top olarak kullanıldığı bir ebedi oyunun oynandığı
kuzey ışıklarına doğru seyahat ederler. Oyunu değişen sayıda iki takım oynar.
Maçta şarkılar da söylenir. Maç sonrasında herkes cemaat igloosunda kutlama
yapar (Eskimos, t.y.).
Amerikan yerlilerinin de ne zaman futbol oynadıkları bilinmemektedir.
İngilizlerin Amerika’yı sömürgeleştirmesi ve Kızılderilileri köle alması ve
kültürlerini yok etmesi sonucunda, oynadıkları futbol da unutulmuştur
(Indians, t.y.).
Yunanlılardaki oyunda takımda 12 kişi bulunuyordu ve rugby gibi el de
kullanılıyordu. Romalılar Yunanlılardan bu oyunu aldılar ve değiştirdiler.
Harpastum adını verdikleri oyun günümüzün futbolunun öncüsü olarak
nitelenir. Modern futbolun ne zaman, nerede doğduğu hakkında da çeşitli
iddialar ileri sürülür. Milattan sonra Roma'da özellikle askerler arasında
oynanan Harpatsum’un bugünkü modern futbolun esasını teşkil ettiği ve
Romalıların bu oyunu Yunanlıların "Episkyres" adlı oyunlarından esinlenerek
ortaya çıkardıkları söylenir. Ancak Harpatsum’un eski Yunancada "el topu"
anlamına geldiği ve bundan da bu oyunun hem elle, hem de ayakla oynanan
bir oyun olabileceği düşünülür. Pilla, Follis veya Pagonica adı verilen, içi
hava veya kuştüyü ile doldurulmuş toplarla oynanan bu oyunun sayı
bakımından eşit iki takım arasında oynandığı; amacın bu topu, karşı takımın
oyuncuları tarafından savunulan sahaya geçirilmesi olduğu bilinmektedir. Bu
oyunda iki takımın da amacı, önce topu kapmak, sonra da el ve ayak
vuruşlarıyla bunu rakip takımın savunduğu alana sokmaktır. Bu amaca
14
İrfan Erdoğan
ulaşabilmek için iki tarafın da en sert hareketlerden dahi kaçınmadıkları
anlaşılmaktadır. Bu durumda Harpatsum’un futboldan çok rugbi (ya da
Amerikan futbolu) ile bir benzerliği olabileceği düşünülür (Greeks, t.y.)
Romalılar Harpastum’u Fransa’ya (m,ö. 50) ve Avrupa’nın diğer
kavimlerine yaydılar. Fransa’nın kuzeyinde yaşayan Celts’ler oyunu
kendilerine uyarladılar. Soylular oyuna La Soule ve halk da La Choule adını
verdi. Güneş anlamını ifade eden oyun Celts’lerin Romalılara karşı zaferinin
sembolik ifadesiydi. Bu oyunun 12. yüzyıldan beri oynandığı bilinmektedir.
Aynı yüzyılda, halkın ve soyluların sevmesiyle futbol İngiltere adalarında çok
hızlı bir yayılma göstermiştir. Futbol, bugünkü haline en yakın şeklini, 17.
yüzyılda İngiltere'de almıştı. Bunda, İtalyanlardan alınan Calcio'nun da
önemli etkisinin olduğu söylenebilir. 1857 yılında ilk futbol kulübü
kurulmuştur. 1888 yılında ilk profesyonel lig İngiltere’de kurulmuştur. 1861
yılında, Kral II. Charles'in uşaklarının oluşturdukları takımın, Albemarie
Kontu'nun uşaklarından kurulu takımı yenmesi üzerine, bu maçı büyük bir ilgi
ve heyecanla izleyen İngiltere Kralı, kendi armasını taşıyan formalarla
oynayan uşaklarının armağanlarını kendi eliyle vermişti.
Günümüz futbolu resmi olarak 19. yüzyılın sonunda, zaten yukarıda
belirtilen tarihsel gelişmelerin sonucunda, İngiltere’de çıkmıştır. 1863’de
Londra Futbol Federasyonu futbol oyununu elle oynanan futbol (rugby ve,
bundan sonradan gelişen Amerikan Futbolu) ve elin kullanılmasını yasaklayan
kurum/dernek futbolu olmak üzere iki gruba ayırdı. İşçi sınıfının çocuklarının
oynadığı ve seyrettiği amatör bir yapı olarak gelişti. 1888’de İngiltere’de 12
kulüp profesyonel futbol ligini kurdu (Historyfa, t.y.). Şirketleşen futbolda
(metalaşan değil, çünkü futbol meta değildir), Avrupalıların uluslararası
işbirliği ve rekabet yapılanmalarına uygun olarak 1904’de FİFA kuruldu ve
1906’da uluslararası müsabakalar yapılmasına karar verildi. Kapitalistlerin
Avrupa’da birbirine düşmesi, artan çekişmeler ve savaşlar nedeniyle, ilk
Dünya Futbol Şampiyonası maçı 1930’da Uruguay’da oldu (Fifa, t.y.).
Futbol Türk tarihinde “Tepük” ismiyle bilinmektedir. Osmanlı döneminde
Müslümanlara yasaklanmış ve sadece gayrimüslimlerce oynanmasına izin
verilen bir oyun olmuştur.
Türkiye’ye futbol, tütün ve pamuk ticaretiyle uğraşan ve 19.yy’ın ikinci
yarısında Osmanlı İmparatorluğu’na gelip, belli başlı ticaret limanlarındaki
kentlere yerleşen İngilizler tarafından getirilmiştir. Önce kendi aralarında
takım kurup futbol oynayan İngilizler, daha sonra bu ‘ayak oyununu’ Türk
komşularına da tanıtmışlardır (Altkat, t.y. ).
Futbolu inceleme üzerine
15
Televizyonun gelişi, reklamcılığın gelişmesi, ulaşımın kolaylaşması ve
kitlelerin rızasının ve tercihlerinin biçimlendirme gereksiniminin artmasıyla
birlikte, futbol, özellikle 1960’lardan beri, artan bir şekilde tekelci sermayenin
(ve yasadışı iş yapan sermayenin) ve biliş yönetimi yapan endüstrilerin ve
siyasal gücün gözde aracı oldu. Futbol takımları ve oyuncuları uluslararası
ticari yapının bir parçası oldular; hem ekonomik hem de oyun ve oyuncu
bazında yerel karakterlerini yitirdiler. Futbol, işçi sınıfının çocuklarının “kısa
yoldan zengin olma” düşlerini besleyen alana dönüştü. İdeolojik egemenlik
(düşünsel) bağlamında ise, ekonomik ve siyasal güç yapılarının sirk ve
ekmek, böl ve yönet politikalarının gerçekleştirildiği yerlerden biri oldu.
Futbolun üretiminde teknolojik araç: Futbol topu
Top doğadan elde edilerek, bir amacı gerçekleştirmek için işlenmiş
teknolojik bir araçtır. Topun fiziksel yapısını belirleyen üretimi, belli yer ve
tarihteki teknolojik yapının bir fonksiyonudur. Topla ilgili gelişme tarihinde
de yukarıda belirtilen yol izlenebilir. Topla ilgili gelişme araştırması, bir
aracın işlevi, yapılması ve bu işlev ve yapmada teknolojik gelişmenin
karakterini açıklamayı gerektirir. Futbolla ilgili araştırmalarda, arkeolojik
kalıntılardan ve sonraları yazılı kaynaklardan faydalanılarak elde edilen
bulgulara göre, her yerde top önce içi çeşitli hafif maddelerle doldurularak,
sarılarak ve dikilerek yapılıyordu. Gelişme hafiflik ve mükemmel yuvarlaklığı
elde etme ve standart bir büyüklüğü belirleme yönünde olmuştur. Topun
yapısal karakterini belirleyen de sokakta veya stadyumda top oynayanlar ve
seyirciler olmamıştır. Gelişme, günümüzde içi havayla dolu “meşin veya
sentetik maddeyle yapılan topa” doğru olmuştur. Top aynı zamanda,
kapitalizmle birlikte pazar için üretilen bir emtiaya dönüşmüştür. Örneğin,
Çin’de Tang Hanedanlığı (618-907) sırasında, içi tüylerle veya kıllarla
doldurulan meşin topun yerini havayla doldurulan top alır (Chinese, t.y.).
Aztekler’de top 2-3 kilo ağırlığında kauçuk/lastikten yapılmıştı. Yunanda, İlk
toplar bezden ve ip şeklinde dolandırılan kıldan dikilerek yapılıyordu.
Sonradan domuz mesanesi şişirilerek ve üstü domuz derisi veya geyik
derisiyle kaplanarak yapılmaya başlandı.
Kaşgarlı Mahmud'un 25 Ocak 1072 ila 10 Şubat 1074 tarihleri arasında
yazdığı "Divan-ı Lügat-it Türk"ün ilk cildinin 323'üncü sayfasında eski Türk
boylarının Orta Asya'da "Tepük" adıyla andıkları bir ayak topu oyunu
oynadıklarından bahseder. Türklerin "Tepük" oynarlarken kullandıkları toplar,
ilk dönemlerde oval kalıplara dökülen İğ arşağı biçimindeki kurşun kitlesinin
16
İrfan Erdoğan
üzerine keçi kılı veya keçe sarılmak suretiyle yapıldığı; zamanla bunların
değişime uğradığı ve daha yumuşak cisimlerden yapılmış topların tercih
edildiği, bunun için de içi hava ile doldurulmuş ve yuvarlanmış kuzu
tulumlarının kullanıldığı aynı eserde belirtilmektedir. (Detail, t.y.).
Avrupa’da orta çağlarda kullanılan top, üzeri yağlanmış domuz veya inek
mesanesinden yapılıyordu. Top ağırdı, çünkü içi deri, hasır, ağaç, saman,
köpük veya kuru otla dolu olan dikilmiş deriden yapılıyordu. Bazen bakır
çivilerle (kadaklarla) süsleniyor veya köyün veya bölgenin armasını taşıyan
deri bantlarla sarılıyordu.
Üretimin yeri: Oyunun oynandığı saha/alan
Dünyanın hemen her yerinde, muhtemelen ilk oyun sahaları açık sahalar
olmuştur ve gelişme “parayla giriş/kullanım gerektiren kapitalist çitlemeye”
doğru olmuştur. Fakat bazı eski imparatorluklarda sanat şaheseri futbol
alanları inşa edilmiştir. Aztekler’de, T veya H şeklindeki kutsal kabul edilen
çok güzel sahalarda oynanıyordu. Sahanın büyüklüğü iki kişiye yetecek
genişlikten günümüzdeki sahaya kadar değişen ölçüdeydi.
Meksika İspanyol sömürgesi olduğunda Katolik Kilisesi oyunu dinsiz
oyunu olarak yasaklamış ve sahalar yıkılmıştır. Böylece, oyun unutulmuştur.
16. yüzyılda (1528) Meksikalı oyuncular İspanya’ya köle olarak getirilmiş ve
oyunu sergilemişler, fakat “büyülü top” Kilise tarafından “barbar faaliyet”
olarak nitelenip ve tüm Avrupa’da yasaklanmıştır.
Oyun 17. yüzyılda, İngiltere’de, 120x80 metre boyutlarında bir alanda
oynanıyordu. El ve ayakla oynanan futbolda (aslında rugby) top olarak, üzeri
deriyle kaplanmış ve içi şişirilmiş hayvan mesanesi kullanılmıştır. Bu topun,
birer metre arayla dikilmiş iki sırık arasından geçirilmesiyle takımlar birer
sayı kazanıyordu. Bıçakla kale sırığı üzerine atılan çentikle sayı tutuluyordu.
"Tepük" oyunu, belirli aralıklarla karşılıklı dikilmiş mızrakların arasından
topu, ayakla vurmak suretiyle geçirerek sayı kazanma biçiminde oynanıyordu.
"Tepük"ün, Orta Asya'da yaşayan Türk boylarında yüzlerce yıl oynandığına
dair, "Hıtay-ı Name" ve "Baybars Tarihi" ile Ayasofya Kütüphanesi'nde 3029
numarada kayıtlı değişik kitaplarda da bahis vardır. (Kurallar, t.y.).
Ayasofya Kütüphanesi'nde 3029 numarada kayıtlı "Tarih-i Timur" adlı
eserde de Timur döneminde Türklerin, içi havayla doldurulmuş kuzu
postundan yapılma toplarla oynadıkları; bu oyunda topa elle dokunmanın ve
çizgiden dışarı çıkarmanın yasak olduğu; Timur'un bu oyunu askerlerine bir
çeviklik talimi için yaptırdığı kaydedilmektedir (Kurallar, t. y.).
Futbolu inceleme üzerine
17
Üreten aktörler: Oyuna katılma
Oyuna katılma birkaç türde olur. Örneğin, insanlar oyuna oyuncu olarak,
oyunu yönetici olarak, saha kenarındaki kadro olarak, seyirci olarak, güvenliği
sağlayıcı olarak ve satıcı olarak katılırlar. Bu katılma türleri ve koşullarının
oluşumu, gelişmesi ve belli bir zaman ve yerdeki durumunun incelenmesi
araştırılması gereken yanlardan biridir.
Oyuna katılma, katılmanın tarihsel koşulları ve sonuçlarıyla ilgili
araştırma da kaçınılmaz olarak oyunun toplumsal doğası bağlamında oyuncu
ve izleyici olmanın doğasını ve bundaki değişmeleri incelemeyi gerektirir.
Örneğin, Tsu Chu oyununu imparator dahil diğer ileri gelenler de seyretmekte
ve oynamaktadır. Bunu oynayan oyuncular yetişmektedir. Kadınlar arasında
da yaygınlaşmıştır. Genel halk da yaygın olarak oynamıştır. Bu nedenle, bir
seyirci futbolu karakterini de taşımaktadır ve bu bağlamda bilinmesi gereken
“seyirci için” bu oyunun, klasik bilinç yönetimi açıklaması olan “eğlence ve
boş zamanını geçirme” anlatısı ötesinde, anlamının ne olduğunun açıklanması
gerekir. Aynı açıklama gereksinimi “oyuncu” için de gereklidir: kimin neden
oyuncu olduğu veya olamadığı, oyuncu olmanın anlam ve sonuçlarının da
incelenmesi gerekir. Elbette, 5000 yıl öncesindeki bir oyunla ilgili olarak bu
sorulara yanıt oldukça zordur; fakat araştırmaların bu çerçeveden hareket
etmesi, bu zorunluluklara rağmen açıklanması gerekenlerin açıklanmasına
önemli katkıda bulunur. Çin’de, oyuncu ve seyircinin anlamı, aşağıdaki örnek
açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, oyunun toplumdaki egemen karakterine
göre, (örneğin, Mısır ve Meksika’da) ciddi şekilde farklı olacaktır.
Azteklerde, oyuncular, oyuncuya özgü giysiler, özellikle koruyucu
helmet, kemer, diz ve dirsek koruyucuları ve eldivenler giyiyorlardı, çünkü
ağır lastik top nedeniyle sakatlanıyordu. Ayrıca, maç sırasında kullanıp
kullanmadıkları bilinmeyen ağır taş ekipmanlar takıyorlardı. Meksika’da
(Aztekler’de), maçın sonunda, oyunu kaybeden takımın kaptanının başı
merasimle din adamı tarafından kesiliyordu. Kazanan bir savaş kazanmış gibi
onurlandırılıyordu. Yunanlılar da m.ö. 2000lerde Episkyros adını verdikleri
ayakla vurma ve elle atma oyununu geliştirdiler. Oyun öncelikle erkekler (ve
kadınlar) tarafından çıplak oynanıyordu. İtalya’da Calcio oyunu, başlangıçta
zengin aristokratların oynadığı üst sınıfa ait bir oyundu. Dolayısıyla, oyun
gücün kendini kendine anlatısının ifadelerinden biriydi (Italia Calcio, t.y.).
18
İrfan Erdoğan
17. yüzyılda İngiltere'de futbol tam anlamıyla "gözde" olmuş; kralların
dahi halkı ve soyluları bu oyunu oynamaya teşvik ettikleri görülmüştür. Bu
çığırı açan hükümdar ise Kral II. Charles olmuştu.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonra, özellikle İngiltere’den başlayarak,
dünyada önce amatör futbol işçi sınıfı gençleri arasında yaygınlaştı. Futbol
işci sınıfı gençlerinin oynadığı ve işçi sınıfının insanlarının seyrettiği ve bahis
oynadığı bir futbol dalı oldu.
Oyunun “oynamayla ilişkili” olan üretimi
Oyunun oynanışıyla ilgili araştırmalar kaçınılmaz olarak oyunun nasıl
yapıldığı/oynandığı ve kuralları üzerinde duracaktır. Bu tür inceleme, tarihsel
olarak ele alınacağı gibi, belli bir zaman kesiti ve yerdeki durumu (örneğin
şimdiyi) ele alabilir. Örneğin, Azteklerde oyun sadece vücudun belli yeriyle
oynanıyordu, fakat topa vurmak için, bazı oyunlarda raket, beyzbol sopası ve
sargıyla korunmuş el kullanılmaktaydı.
Aztekler’de, oyunu kaybedenler tanrılara adak edilmekteydi. Şimdi “adak
edilme” nasıl olmaktadır?
İtalya'ya sığınan II. Charles ile beraberindeki soylular, ülkelerine
döndüklerinde İtalya'da gördükleri "Giuocco del Calcio" oyununu İngiltere'de,
adalarında da oynatmak ve bunu ülke sathında yaymak için özel bir çaba
harcamışlardır. İki eşit parçaya ayrılmış geniş bir alanda ve 27'şer kişilik
takımlar arasında oynanan Calcio oyununda amaç, ayakla vurularak götürülen
topun, rakibin kalesine sokulmasıdır. Bu oyun, günümüzde de büyük şölenler
halinde ve o devrin giysilerine bürünmüş gençler arasında Siena'nın tarihi taş
meydanlarında yılda bir kez oynanmaktadır.
İngiltere’de (Normandy, Brittany, Picardy, Cornwall, Wales, Scotland and
Ireland dahil) m.s. 7-9. yüzyıl arasında, çete futbolu adıyla bir oyun çıktı.
Avrupa’da oyun çoğu kez iki köy arasında köyün tüm insanlarıyla
oynanıyordu. Oyunun amacı topu ya köyün merkezine ya da karşı takımın
kilisesinin önüne getirmekti. Oynanan saha doğal alandı ve bazen iki cadde
uzunluğunda bazen de iki köy arası uzaklıktaydı. Dolayısıyla, iki köy
arasındaki tüm engelleri aşmak gerekiyordu. Oyun bazen bekarlar ile evliler
arasında yapılıyordu. Oyuncu sayısı, oyunun kimler arasında oynandığına
göre 20 kişiden yüzlerce kişiye kadar değişiyordu. Oyun, oyuncular tümüyle
bitik düşünceye kadar oynanıyor ve günlerce sürebiliyordu. Oyunda itme,
vurma, ısırma serbestti. Oyunun bazı türlerinde, öldürme dışında her şey
yapılabiliyordu. Topa dokunmanın iyi şans getireceğine ve oyunun kazananın
Futbolu inceleme üzerine
19
verimli mahsul alacağına inanılıyordu. Oyunun bitişinde topu taşıyan ödül
olarak topu alıyordu (French, t.y.).
Futbolun şiddete dayanan karakteri nedeniyle, oyun 1314’de İngiliz kralı
II. Edward, 1319’da Fransız kralı V. Philip 1349’da III. Edward ve 1388’de
V. Charles tarafından yasaklanmıştır. 19. yüzyılda ise, “futeball” kuralsızlığı
ve Hıristiyan olmayan karakteri nedeniyle burjuvalar tarafından tümüyle
yasaklanmıştır (French, t.y.; Mob, t.y.).
Orta Asya Türkleri ile ilgili "La Tartarie" adlı Fransızca eserde, Tsang
kentinde, kız ve erkeklerden kurulu takımların ayak topu oynadıkları; bu
meraklı ve heyecanlı oyunu izleyen Hiuan adlı bir Çinlinin şunları anlattığı
yazılıdır: "... Büyük mabetlerde sık sık ayak topu müsabakaları yapılır. Bu
oyunda topa elle dokunulamaz. Ya ayakla, ya da başla vurulur ve böylece
topu hasım kaleden içeri sokmak için uğraş verilir...".
Seyyid Ali Ekber'in yazdığı "Hıtay-ı Name" de bahsedilen "ayak topu",
günümüzün futboluyla büyük benzerlik arz etmektedir. "... Ve top oyunu
Hıtay'da güzeller işidir. Ve dahi harabeti (düzensiz kalabalık) çok olan ve
sığır kursağından top yüzmüşler (yapmışlar) ve mahbub (erkek) ve
mahbubeleri (kadınları) durdurmuşlar. Ve topa ayaklar ile ururlar (vururlar).
Şöyle ki; elin ol topa değdirmeye ve ol topu yere düşürmeye ve nazik ayak ile
dürde (ite), saklara (baldırlara) ve usulsüz vurmak ve yere düşürmek ve
daireden taşra (dışarı) çıkmak vaki olmaz..." (Kurallar, t.y.).
Oyunun nedeni ve anlamı
Oyunun nedenleri ve anlamlarıyla ilgili olarak günümüzde araştırma
yapma olanakları oldukça kolaydır. Fakat geçmişle ilgili araştırmaya gelince
ciddi kaynak bulma ve kaynağı anlamlandırma sorunları olacaktır.
Çoğu kez neden hakkında yeterli bilgiye rastlanmamaktadır. Sunulan çoğu
nedenler tahminlerdir. Örneğin İngiltere’deki ve muhtemelen daha önce
Avrupa’da (Fransa’daki) oynanan çete/kitle/yığın futbolunun Romalılara karşı
kazanılan zaferi kutlama olarak ortaya çıktığı belirtilmektedir. Oyunun
original olarak öldürülen Danimarka Prensi’nin kesik kafası ile oynandığı
söylenir (Mob, t.y.). Benzer şekilde, Anadolu’da yirminci yüzyılın ortalarında
futbol oyununa karşı çıkanlar, oyunun “Hazreti Hasan ve Hüseyin’in
Kerbela’da kafası kesildikten sonra, “depik oyunu” oynandığını söylerlerdi.
Öne sürülen çoğu nedenlerin başında hasatta verimlilikle ilgili ayinler ve
merasimler gelmektedir. Bu ayinler oyun sonunda, Aztekler’de olduğu gibi,
yenilen takımın kaptanının adak olarak kurban edilmesiyle yapılmaktaydı.
20
İrfan Erdoğan
Rugby’nin ve futbolun, örneğin İngiltere’de (ve sömürgelerinde)
yaygınlaşmasının nedeni olarak endüstrileşmeyle gelen kent yaşam durumu
verilir: Kırsal hayattaki zamansal ve mekansal özgürlük, kentteki serbest
kölelik yaşamında ortadan kalkmıştı. Dolayısıyla, insanlar ibadet, eğlence ve
oyunu iş dışı zaman olan pazar gününde yapmak zorunda kalmışlardı. Futbol
İngiliz tüccarları, denizcileri ve işçileri oyunun sömürgelere yayılmasını
sağlamışlardır (Soccer, t.y.; Phillips ve Hutchins, 2003).
Aztekler’de, top ve topun alandaki hareketi, gökteki kutsal vücutların
hareketi olarak görülüyordu. Oyun güneş ve güneşin hayat veren ışığıyla
karanlığın prensibini temsil eden ay ve yıldızların savaşı olarak niteleniyordu.
Birbirine zıt gündüz ve gece, karanlık ve aydınlık, yaşam ve ölüm güçleri
alanda çarpışıyordu. Bu anlayış, güneşe ve ışıkla gelen “dünyanın
verimliliğine” gereksinimi olan tarımsal yaşam biçiminin bir ifadesiydi.
Muhtemelen kafası kesilenin akan kanı bu verimliliğin temsiliyle ilişkiliydi.
Maya medeniyetinde de top oyunu benzer şekilde niteleniyordu ve top
oyuncusunun top oyuncu giysisi vardı. Kazanan kaybedeni kurban ettiğinde,
aynı zamanda zafer kazanan güçlülerin/yöneticilerin gücü de herkesin
katıldığı merasimlerle yeniden-üretiliyordu. Aynı şey günümüzde, materyal
kazanç ve güç kaybıyla (gözden düşme, istifa, takımı bırakma) biçiminde
ifade edilmekte ve kapitalist pazar yapısı kutsanarak yeniden üretilmektedir.
Bu, “gladyatörlerin arenada kansız ölümle kurban edilmesi” olarak
nitelenebilir. Meksika’dan yayılan bu oyun dinsel merasim niteliği dışında,
günümüzde modernleştirilerek devam etmektedir (Aztecs, t.y.) Futbolun
tarihsel gelişimi toplumlardaki üretim biçimi ve ilişkilerindeki değişimin
özelliklerine göre olmuştur. Günümüzde futbol, kapitalist pazarın en faal
olduğu alanlardan biridir. Futbol halkın serbest kullanımındaki çevreden
(kamusal alandan) alınarak sermayenin mülkiyetindeki özel çevreye (özel
alana) taşındı. Kapitalizmle birlikte, futbol cemaatin kontrolü ve gündeminden
alınarak sermayenin yönetimi altına girdi. Futbolun yapıldığı dış çevre (sokak
ve meydanlar), farklı peyzaj düzenlemeleriyle kullanılmaz hale getirildi.
Sokak futbolu düzensiz sokaktan alınarak, parklarda düzenlenen alanlara ve
Türkiye gibi ülkelerde paralı "halı sahalara" taşındı. Böylece futbolun
ekonomisi (siyaseti ve kültürü) değişime uğratılarak yeniden biçimlendirildi.
Bu biçimlendirme eğlencenin ve boş zaman etkinliklerinin ekonomik, kültürel
ve siyasal anlamlarda kolonileştirilmesinin önemli bir parçasıdır.
Futbolu inceleme üzerine
21
FUTBOL VE MADDİ HAYATIN ÜRETİMİ
Örgütlü futbol faaliyetleriyle, aynı anda hem futbol denen örgütlü yapı
hem de bu yapıyı olası kılan (var eden) ve bu yapıyla var olan örgütlü yapılar
(ve bu yapıların kendi ve ilişkisel bilinci) yeniden üretilir.
Bu bağlamda, futbol sadece futbol ile doğrudan maddi hayatın üretimi ele
alınabilir. Futbol yoluyla doğrudan ve dolaylı olarak maddi hayatın üretimini
gerçekleştirme ve gerçekleştirmeye yardım etme “düşünsel hayatın üretim
aracı olarak futbol” başlığı altında sunulabilir ki bu makalede böyle yapıldı.
Futbol ile maddi hayatın üretimi ile ilgili incelemeler, futbolun doğrudan
maddi hayatı üreten bir araç olarak biçimlenmesini (örgütlenmesini), bu
biçimlenmenin tarihsel gelişimini, futbolu üretme biçimi ve üretim ilişkilerini,
ilişkilerdeki yapıyı açıklamaya çalışır.
Futbolun “örgütlü eğlence” diye nitelenerek çıkışı ve gelişmesi hem
siyasal yönetim hem de ekonomik amaçlara hizmet rolüyle ilişkilidir ve bunun
diğer nedenlerle ve nitelemelerle çıkması ve gelişmesi insanın toplu
yaşamasıyla birlikte başlamıştır. Günümüze gelindiğinde futbol siyasal ve
ekonomik örgütlenmede oldukça karmaşık bir yapıya ulaşmıştır. Bu yapının
anlaşılmasında ilk adımlardan biri resmi/formal özelliklerinin incelenmesidir.
Örgütlenme: Futbolda sahiplik/mülkiyet ve mülkiyet ilişkileri
Sahipliğin incelenmesi mülkiyetin kime ait olduğunun belirlenmesi
araştırmasıdır. Türkiye’deki futbol kulüpleri özel statüye sahip derneklerdir.
Dernekler Yasası gereğince kulübün üyeleri, temel organ olan Genel Kurul’a
katılma ve Yönetme Kurulu’nu seçme hakkına sahiptirler. Yasal anlamda her
üyenin iki yılda bir düzenlenen Genel Kurul’larda bir oy hakkı vardır. Ancak
gerçek durum, kulüplerin “sermaye gruplarınca” yönetildiğini gösterir.
Fenerbahçe Futbol Kulübü örneğinde olduğu gibi, kulübün geçmişten beri
süregelen sahipleri, Kulüp Genel Kongre’sinde oy kullanacak üyelerin üyelik
aidatlarını yatırmakta; böylece üyelerin oylarını kendi istekleri doğrultusunda
yönlendirme olasılığı elde etmektedir.
Sahiplik kulüpler arasında farklılık göstermektedir. Büyük kulüplerde,
birkaç sermaye grubunun yönetimi ele geçirmek için mücadele ve ittifakları
olurken; küçük kulüplerde bir sermayedarın veya sermaye grubunun dönemsel
egemenliği vardır. 1990’lı yıllar, futbolun idaresinde, özerk yönetime
geçildiği ve özerkliğe geçilir geçilmez büyük sermaye holdinglerinin,
mafyanın, tarikatların kulüplerde örgütlendiği yıllar olmuştur.
22
İrfan Erdoğan
Günümüzde, birçok büyük firma, medya kuruluşları, reklamcılar,
sponsorlar ve futbol pazarlayıcıları futbol kulüplerine sahiptir veya ortaktırlar.
Futbolcular, futbol kulübünün yer aldığı karşılaşmaları gerçekleştiren ve bu iş
için para alan elemanlardır ve kulübe sahip değildirler.
Futbolda mülkiyet öncelikle futbol takımının kendisidir. Bir futbol takımı,
günümüzde, sahiplerinin isteğine bağlı olarak (ulusal-uluslararası) piyasalarda
alınıp satılabilen ticari bir maldır (tekrarlıyorum, futbol bir birimdir,
meta/emtia değildir, futbol metalaşmaz; bir şeyin meta/emtia olabilmesi için
pazarda alışveriş için üretilmiş bir “ürün” olması gerekir). Bu takımın mal
varlığı örgütsel taşınabilir veya taşınamaz mülkleridir. Mülkler arasında,
değeri üretim performansına göre değişen futbolcular en görünenidir.
Futbolcu, futbolda mülk sahiplerinin alıp sattığı ve vergiden düştüğü bir
maldır (emtiadır). Bu emtia insandır; emek kiralanmasıyla yapılan ve özgür
olarak nitelenen fakat ücretli kölelik biçimini ifade eden kapitalist pazar
yapısında, futbolcu ücret köleliği yanında, mutlak köleliğin de ilginç bir
biçimi olarak ortaya çıkar. Bu biçimde transfer ve kontrat sistemiyle gelen
emeğin yanında, kişinin vücudunu kullanma (bedensel faaliyetler yapma)
hakkına sahip olma ve bunu pazardaki alışveriş mekanizmasının bir parçası
yapma şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Futbol pazar yapısındaki denge doğal bir değişmezliği ve düzenliliği
anlatmaz: Bu denge belli bir zaman ve yerdeki mülkiyet yapısı ve ilişkilerinin
egemenlik koşulunu anlatır. Pazardaki egemenlik yapıları değiştikçe, bu
yapıların yasal ve ilişkisel özelikleri de yeniden biçimlenir. İlişkiler arttıkça
ve karmaşıklaştıkça bu ilişkilerin yasal düzenlemesinde de sayısal ve
niteliksel farklılıklar oluşturulur. Bu oluşturma kendiliğinden olmaz; mülkiyet
hakları üzerine yapılan güç mücadelelerinin sonucudur.
Mülkiyet ilişkileri futbolun sadece kendi yapısı içinde değil, aynı zamanda
kapitalist mülkiyet yapıları ve ilişkileri içinde ele alınması gerekir. Ekonomik
anlamda pazarda kimin kime ne ödediği, neleri neden ve nasıl aldığı ve sattığı
ve bu ilişkideki siyasallık, yani futbolcuyu cezalandırma, ödüllendirme, futbol
takımı alıp satmaktan, kara para aklamaya, dış piyasadan kaliteli mal (yabancı
futbolcu) ithal etmeye kadar çeşitlenen pazar ve ücret politikaları futbolun
siyasal ekonomisinin önde gelen sorunsalını oluşturur.
Futbolu inceleme üzerine
23
Örgütlenme: Sahiplikte tekelleşme ve uluslararasılaşma
Profesyonel futbol kulüpleri diğer ticari endüstrilerde olduğu gibi benzer
nedenlerle tekelciliğe yönelirler: Ürün üretimini kontrol etmek, rekabeti
ortadan kaldırarak pazar egemenliği elde etme ve kendi ürününün fiyatını
artırmak, rekabeti azaltmak için pazara yeni kulüplerin girişini engellemek,
çalışma maliyetlerini kontrol etmek gibi nedenler en başta gelenlerdir.
Türkiye’de anti-tröst yasaları olmadığı için, tekelleşme, kartelleşme veya
birkaç firmanın oligopolist pazar durumu yaratması daha kolaydır. Örneğin
bütün lig maçlarının yayın hakkını tek bir televizyon şirketinin elde etmesi
kaçınılmaz olarak hem yayın politikasında hem de seyirciye alternatif
tanımayan fiyat ve kullanım koşullarını belirleme politikasında tekelciliği
getirmektedir. Futbol (Futbol, Basketbol, Hentbol vb.) Ligleri getirdiği
kısıtlamalarla yeni takımların kurulması ve gelişmesi ile ve mevcut takımların
bazılarının varlığını sürdürmesini engelleyerek (profesyonel lig takımlarının
amatör kümeye düştüğü bir sistem kurarak), güçlü takımlardan yana olan ve
başka liglerin kurulmasını engelleyen bir tekel olarak nitelenebilir. Ne
Dünyada ne de Türkiye’de hiçbir takım başarısız olup küme düşmekle amatör
olmaz; ya da karşılaşmaları kazanarak profesyonelliğe terfi etmez. Kulüpler,
federasyon ve tek lig sistemi bu bağlamda soruşturulmalı ve irdelenmelidir.
Futbolda uluslararası karakterin güçlenmesiyle birlikte, futboldaki
sermayenin uluslararası alana akımı da artmıştır. Bu sermayenin kullanımının
düzenlenmesi mülkiyet haklarına karışma olarak nitelenir. Fakat mülkiyetin
toplumsal ekonomik-siyasal birimde (ulusta) mutlaklığının toplumsal zarara
neden koşuluyla sınırlanabilir olması meşrulaşmıştır ve gereklidir.
Türkiye’nin sadece birkaç kentinde birden fazla futbol kulübü vardır ve
futbol gündeminde yer alan takımlar İstanbul takımlarıdır. Futbol Birinci
Ligi’ndeki 18 kulübün 4’ü İstanbul, 2’si Ankara ve 2’si İzmir; Basketbol
Birinci Ligi’ndeki 14 takımın ise 7’si İstanbul, 2’si Ankara ve 2’si İzmir
kulübüdür. Diğer kentlerden sadece 10’unda birinci ligde yer alan takım
vardır. 50 kulübün yer aldığı Futbol İkinci Ligi için de durum pek farklı
değildir: 8 İstanbul, 2 Ankara ve 2 İzmir futbol takımı ikinci ligde mücadele
etmekte; gruplarında şampiyonluk mücadelesi vermekte ve ulusal ve yerel
basının ilgi odağı metropollerdeki kulüplerin dışına nadiren çıkmaktadır.
Üç büyükler diye adlandırılan kulüpler (Fenerbahçe, Galatasaray ve
Beşiktaş), kongrede seçilen, medyanın desteğini sağlamış, kişi ya da grupların
(sermaye sahiplerinin) mülkiyetinde olurken; diğer kentlerde kulüpler yerel
24
İrfan Erdoğan
yönetimler (belediye, il özel idaresi vb.), kente yatırım yapmış sermayedarlar
ya da holdingler ile kimi kamu kuruluşlarının öznel bir bölümünün sahipliği
ve denetimi altındadır. Türkiye’de kulüplere sahiplik aynı zamanda yatırımda
bulunan kapitalist sermayedarın reklamını yapması; futbol kulübünü
kullanarak yatırım yaptığı diğer iş kollarında rakiplerine karşı avantaj
sağlaması ve sahibi olduğu diğer yatırımlarının tüketimini yönlendirmesi
açısından önem kazanmıştır. Özellikle büyük kulüplere sahipliğin ve
yönetimlerinde görev alınmasının nedeni bu noktalarda da aranmalıdır. Yerel
yönetimlerin ve politikacıların futbol kulübü sahipliği ise gerek siyasal
bağların güçlenmesinde gerekse başarının psikolojik doyum sağlaması ve
başarıdan yerel yöneticinin kendisine pay çıkarması açısından önemlidir.
Üretim: Müsabaka olarak futbolun incelenmesi
Futbol takımı denen temel birim kendi başına bir üretim yapamaz;
maç/karşılaşma yapamaz; turnuva düzenleyemez. Dolayısıyla, futbolda üretim
bir birimle yapılamaz, birden fazla birimin katıldığı müsabaka biçiminde
düzenlenen ilişkiyle yapılır. Dolayısıyla, varlıkları hiç değilse, bir futbol ligi
oluşturacak sayıda kulübün olmasına bağlı olan bu yapıda futbol olgusu, birim
içi ve birimler arasında rekabet şeklinde biçimlendirilmiş; örgütlü ortak
ilişkiyle yapılan üretimin sonucudur. Birimler arası rekabet müsabaka
şeklinde düzenlenmiştir. Ligler ve özel maçlarla gerçekleştirilen bu ortak
üretimle ticari bakımdan geçerli maç denen bir ürün üretilir. Bu üretimin
örgütlenmesi ve ilişkileri okul takımlarından, kümelere ve liglere, bireysel
performanslara, yerel, ulusal ve uluslararası turnuvalara kadar çeşitlenir.
Araştırılması da bu çeşitliliği içermelidir.
Oyunu sahada üreten emek: Futbolcu
Futbolda oyuncular örgütte zorunlu ve kritik bir yer alır; takım
oyunculardan oluşturulur; bireysel ya da takım futbolu yapılması futbolcunun
niteliğini önemli ölçüde değiştirmez. Futbolcu “sermayesi oyun becerisi olan”
bireydir. Bu beceri “oyuncu-emeğin” kiralanmasıyla (transfer süreçleriyle)
emtialaştırılır ve işe koşulmasıyla zenginlik yaratan ekonomik sermayeye
dönüştürülür. Bu emtianın değerini belirleyen ise futbol pazarının yapısıdır.
Bu yapı futbol becerisini (emeği) sömürürken, aynı zamanda, futbolu kitlelere
zenginlik ve ün kazanma yolu olarak sunar. Bu sunumla sistemin demokratik
ve rekabetçi karakteri, aşağı sınıflardaki bireylerin becerilerini kullanarak üst
Futbolu inceleme üzerine
25
sınıfa geçebilecekleri vurgulanır ve kapitalist sistem meşrulaştırılır. Bu
rekabete katılanlar arasında burjuva çocukları yoktur, çünkü onların
gelecekleri farklı biçimde ve farklı işler için şekillenmiştir.
Oyuncunun emtia olarak değeri becerisi ile ölçülürken, aynı zamanda, en
yeteneklinin (güçlünün) en çok ödülü hak ettiği görüşü (Darvinci görüş)
beslenir, yeni sağ ideoloji de destek bulur.
Dünyanın her takımı tarafından kiralanabilen futbolcu-emtia, küresel
pazarda kaliteli-ücretli-kölenin küreselleştirilmesine en tipik örneklerden
biridir. İsviçre – Türkiye maçında Türkiye’yi zorlayanlar Türk-asıllı
futbolculardı ve Türkiye’ye golü atan İsviçreli bir Türk genciydi.5
Üzerinde durulması gereken bir diğer önemli konu da oyuncuların
maaşları üzerindeki kontrol ve oyuncuların transferleri üzerine sınırlamalardır.
Gerek Türkiye’de gerekse FIFA/UEFA üyesi ülkelerin futbol liglerinde
oyuncu transferlerinin yılın belli zamanlarında gerçekleştirilmesine izin
verilmektedir. Son yıllarda yapılan ulusal ve uluslararası yönetmelik
değişiklikleri ile oyuncu transferi süresi esnekleştirilmiş ve futbol kulüplerinin
profesyonel futbolcularla uzun süreli ya da ileriye dönük anlaşmalar
yapabilmelerine olanak sağlanmıştır. Uluslararası oyuncu piyasası tümüyle
uluslararası kurumların (FIFA/UEFA) kontrolündedir. Bu kontrolün
karakterinin ve sonuçlarının incelenmesi gerekir.
Emeğin üretimi ve kullanımı: Futbolcu seçme ve yetiştirme
Mevcut oyuncu seçimi metotları verimlilikten ve etkinlikten yoksundur.
Her yıl transfer yoluyla genç oyuncular ve diğer takımlardan da yetenekli
oyuncular transfer edilir. Bunların özellikle büyük takımlarda becerilerini
sergileyemeyerek, harcanmaları olağandır. Çoğu genç, umutla, yedek olarak
sırasının gelmesini beklerken unutulup gider. Özellikle büyük takımların her
yıl yaptığı transferlerin sayısı ve transfere harcanan para ile bu oyuncuların
kaç tanesinin, kaç dakika oynadığının incelenmesi gerekir. Fenerbahçe Futbol
Kulübü her yıl şöhretli yıldızlar, genç yetenekler ve amatör altyapı
5
Farklı üretim ilişkilerinde kiralama ve hizmet örnekleri: 1453’de İstanbul’un fethinde,
İstanbul surlarını Osmanlılara karşı canla başla koruyanlar Bizanslılar tarafından kiralanan
şehzade Mustafa’nın askerleriydi. 2000’lerde Türkiye gibi ülkelerde küresel sermayeye ülke
zenginliklerini satmak için özelleştirmeyi yapanlar ise kiralanan emeği değil, satışta
işbirliğini anlatır ki bu işbirliği karşılıklı bağımlılık ve küreselleşme olarak nitelenmektedir.
Kim küreselleşiyor ve kim küreselleştiriliyor?
26
İrfan Erdoğan
oyuncularından bir iki düzinesi ile trilyonlarca liralık anlaşmalar yapmakta;
bu oyuncuların çoğu kariyerlerini yedek kulübesinde sürdürmektedirler.
Ulusal sermaye karakterini, sermayeyi kullanış biçimiyle yitirmiş olan
futbol sermayesi, dışarıdan yıldız futbolcular transfer ederek kazançlarını
maksimize etmektedirler. Sermayenin bu karakteri nedeniyle, Türkiye’de
futbolcu yetişmesi ve yetiştirilmesinin teşviki gereksinimi futbol yöneticileri
için ortadan kalkmaktadır. Futbolcu yetiştirme kaynağı olarak geliştirilmesi
gereken mahalle kulüplerine; ilköğretim, lise ve üniversite aşamalarındaki
okul futbol kulüplerine yatırım yapmak, onları teşvik etmek, bu kulüplerin
kaynak olarak kullanılması düşünülmediği için gerçekleşmemektedir. Futbol
kulüplerinin bu gereksinim olmasa bile (kendi altyapısının yeterliliği halinde),
isimlerini taşıdıkları yöreye yatırım yapma kültürü de gelişmemiştir. Ayrıca
Türkiye’de onları bu tarz yatırıma zorlayacak yasal kurallar da
geliştirilmemiştir. Dolayısıyla, sadece futbol sermayesi alanı değil aynı
zamanda yasal biçimlendirme alanı da bu anlamda duyarsızdır. Türkiye’de
futbol kulüplerinin altyapıya ve futbolcu yetiştirmek için gençlere yönelik
yatırımlarının, göstermelik, imaj geliştirici ya da vergilerde avantaj sağlayan
bir etkinlik olup olmadığının da incelenmesi gerekir.
Üretimde serbest-köle başları ve futbolcuyu temsil edenler
Futbolcuların pazarlanmasında yer alan menejerler gibi köle başlarının da
incelenmesi gerekir. Bu köle başları futbolcu-gladyatörden geçinen asalak bir
yapının asalak bir parçası olarak neyi nasıl temsil etmekte ve üretmektedir?
Tarih boyu köleler başkaldırdıklarında ilk öldürdükleri (şimdi azlettikleri ki
eğer azledebilirlerse) köle başları olmuştur: Nedenlerine bakmak gerekir.
Futbolcuyu temsil demek, futbolcunun çıkarlarını ve hakkını seçtiği
birilerinin gerçekleştirmesi demektir. İlk soru elbette, neden futbolcu kendini
temsil edemiyor ile başlar ve bunu temsil örgütlenmesinin nasıl oluştuğu,
geliştiği ve işlediği soruları takip eder. Temsil, burjuva demokrasilerinde
olduğu gibi, temsil edenler temsil edilenler olmadığı veya temsil eden kendi
çıkarını temsil etmeye başladığı andan itibaren farklı bir yapıya dönüşür.
Temsil sorunu sermaye ile emek arasındaki güç/iktidar dengesizliğiyle ve
egemenliğin ve mücadelenin doğasıyla ilgilidir. Bu mücadelede, kapitalizmin
kendi için kurduğu ve savunduğu “örgütlü yapılardan geçerek serbest rekabet
ilkesini kapitalist düzenin kendisi çiğner ve sosyal üretimle yaratılan artıdeğerden daha fazla pay alma mücadelesine giren emek engellenir.
Futbolu inceleme üzerine
27
Futbolda dağıtım, mübadele/alışveriş, dolaşım ve tüketim
Futbolda dağıtım yoluyla bireyin üründeki payı belirlenir. Mübadele
(örneğin seyir için para verip bilet alma veya 100 lira verip FB forması alma)
ile önceden bölüşülmüş payların bölüşümü daha da ayrıntılanır. Futbolda ve
futbolla ilgili tüketimle, örneğin maç seyretmeyle ve maçla ilgili bir şeyler
satın almayla, birey yaratılmış gereksinimini giderir. Futbolda dağıtım kişinin
bulunduğu konumda ona düşen ilişkiyi anlatır. Bu ilişkide kişinin konumu
alacağı payı gösterir. Futbolda normal görünen güdümlenmiş mübadele ile
kişi (örneğin seyirci, oyuncu, hakem) dağıtımla ona düşen payı alır. Dolaşım
mübadelenin süreçsel tümü olarak düşünülebilir. Alışverişi takip eden
kullanım/tüketim yaratılmış veya doğal bir gereksinimin faaliyetle (örneğin
seyrederek, giyerek, yiyerek, oynayarak, yöneterek) giderilmesidir.
Dolayısıyla, futbolda üretim, dağıtım, mübadele ve tüketim birbirinden
soyutlanmadan ele alınıp incelenmelidir. Elbette, bir araştırma, örneğin,
sadece futbolda tüketimi ele alabilir, fakat bunu incelerken, tüketimin
kendisini özgürce belirleyen bir karaktere sahip omadığını unutmamak ve
üretime kadar olan bütünlükle ilişkilendirmek gerekir. Ayrıca, şunu da
unutmamak gerekir: Üretim, dağıtım, mübadele/alışveriş, dolaşım ve tüketim
sanki birbirini takip eden, biri bittiğinde diğerinin başladığı bir şeymiş gibi
görünür. Aslında, örneğin üretim içinde diğerlerinin hepsi de vardır ve bunlar
üretimi oluşturan dağıtım, mübadele, dolaşım ve tüketimlerdir. Futbolla ilgili
dağıtımda, dağıtıcılar arası ilişkiler hem üretim tarafından belirlenmiştir hem
de aynı zamanda üretinden tüketime kadar tüm faaliyetleri içerir.
Örneğin, futbolda dağıtım konusu iki bağlamda ele alınabilir: Birincisi,
doğrudan futbolun üretiminden tüketimine kadar olan bir safha olarak,
yukarıda belirtilenler bir kenara itilmeden. incelenmesini içerir. Bu tür
incelemeler, futbolda turnuva türlerinin nicel artışı, futbolun oynanma yeri,
dönem ve zamanlarıyla ilgili önemli değişmeler ve bu değişmelerin nedenleri
ve sonuçları üzerinde durabilir. Örneğin sadece hafta sonunda belli saatlerde
oynanan birkaç lig ve turnuva türü içine sıkıştırılmış bir yapıdan günümüzdeki
yapıya dönüşümünün nedenleri ve bunun mikro seviyeden uluslar arası makro
seviyeye kadar getirdiği sonuçlar incelenebilir.
Futbolda “alışveriş” (mübadele) sadece futbolcuların transferi ve kulüp
atın alma gibi faaliyetlerle sınırlı değildir. Ürün olarak “futbolun doğrudan
üretiminde” alışverişin en somut biçimi “bilet satın” almadır ve dolaylı
üretiminde de ilgili nesneleri satın almadır. Bu alışverişe, paralı kanalda
28
İrfan Erdoğan
seyretmeyi de eklemek gerekir. Somut şekilde görünmeyen futbol alışveriş
“bedava seyir” olarak algılanan televizyon önündeki seyirdir ki bu alışverişte
çok yüksek seviyelere ulaşan değer seyircinin cebinden dolaylı olarak çıkar ve
futbol kulüplerinin (ve ilgili endüstrilerin) cebine dolaylı olarak girer.
Futbolda tüketim: Seyir ve seyirci
Bugünkü ticarileşmiş futbol, işçi sınıfı erkeğinin gençken kendi
arkadaşları arasında amatör olarak ve ligde seyirci olarak giriştiği bir sosyal,
kültürel, siyasal ve ekonomik faaliyettir.
Seyir tüketme faaliyetidir: Futbolun tüketimi seyir ile olur ve tüketen
seyirci seyirden geçerek üretimin koşulunu yeniden-üretir. Seyir yerinin
koşullarına bağlı olarak diğer tüketim faaliyetleri oluşur ve sonraki-tüketim
faaliyetlerinin koşulları da üretilir. Diğer tüketim faaliyetleri seyir sırasında
stadyumda, kahvede, evde (seyir edilen yerlerde) yapılan tüketimleri içerir.
Sonraki-tüketim faaliyetleri koşullarının üretimi, futbolla, promosyonla,
reklamla ve medya içi tartışmalar ve kişilerarası ilişkilerle bilişlerin işlenmesi
(işlenmiş olanların yeniden üretimi) faaliyetlerini kapsar.
Seyircilerin incelenmesi maddi yapının yeniden-üretimi bağlamında veya
düşünselin (ideolojilerin, beklentilerin, düşüncelerin, duyguların) yenidenüretimi bağlamında ele alınabilir. Futbolda insanlar (seyirci, müşteri, taraftar,
oy ve vergi veren olarak), sadece futbol kulübünün ve futbol etkinliklerinin
varoluş koşulu değil; aynı zamanda futboldan geçerek çıkar sağlayan bütün
örgütlü yapıların da yeniden-üreticisidir.
Seyirciler futbolun var oluşunun zorunlu koşulu olmalarına rağmen,
amigolar, çevresi ve örgütlü taraftar yapıları gibi sınırlı bir yapılanma dışında,
örgütlü olmadıkları için futbol ve kuruluşlarının ekonomik ve siyasal
politikalarında doğrudan bir etkiye sahip değildirler.
Futbol seyircisi denildiğinde, ister stadyumda seyretsin isterse stadyum
dışında bir yerde seyretsin, en az iki şey akla gelir: (1) Seyirden geçerek
materyal zenginliğin yaratılması ve (2) bilişsel ve davranışsal yoksulluğun
yaratılması.
Futbolda materyal zenginliğin yaratılışı
Futbolla ilgili en önemli araştırma konularından biri, zenginliğin
yaradılışının doğasının incelenmesidir. Çünkü futbolla aynı anda hem
materyal zenginlikler (dolayısıyla materyal yoksunluklar) hem de “bilişsel
yoksunluğun zenginleştirilmesi” yaratılır.
Futbolu inceleme üzerine
29
Futbol, “olay hazırlamadan” (maç düzenlemeden) geçerek materyal
zenginliklerin (ve bilişsel yoksunlukların) yaratıldığı gözde bir faaliyet
alanıdır. Olay hazırlama bir zamanlar sadece hafta sonuyla sınırlıyken,
özellikle küreselleşmeyle birlikte, futbol ulusal, bölgesel ve uluslararası olay
hazırlayan trilyon dolarlık profesyonel ekonomik faaliyete dönüştürüldü. Bu
faaliyette, güçlüler ile güçsüzler arasında hem zenginliğin (ve yoksunluğun)
yaratılmasında hem de paylaşılmasında farklılıklar derinleşti.6
Kulüpler yoluyla zenginliğin yaradılışı ve paylaşımı
Kulüplerin yaptığı iş diğer şirketler gibidir: Eğlence olarak adlandırılan
bir ürün satılır. Birim maliyetler, harcamalar, giderler ve gelirler, şirket
ekonomisinin bütün özelliklerine sahiptir: kar veya zarar edilir.
Futbol işinde kazanç birbirini destekleyen iki temel öğeye sahiptir: Maç
kazanma ve ekonomik kar. Futbol işinde, hemen hemen bütün dünyada
kazançlarla ilgili muhasebe hilelerinin/sahtekarlıklarının yapıldığı düşüncesi
hakimdir. Bu da temelsiz dedikoduların ötesindedir: Çünkü, örneğin, futbol
kulüpleri gelir ve harcamaları kulübün diğer yatırımları ile birleştirilerek,
muhasebede “kitabına uydurma” yöntemi gerçekleştirilebilmektedir. Eskime/
yıpranma gibi kalemler yoluyla amortisman giderlerini artırma ve vergiden
düşme; sahiplere ve yüksek yönetimde yer alan ortaklara yüksek maaşlar
ödeyerek masrafları (genel yönetim giderlerini) çoğaltma gibi…
Kulüplerin ekonomik gelirlerinin en önemli kalemini ürün satışından elde
edilen gelirler oluşturmaktadır:
Doğrudan gelirler: Bilet satışından elde edilen gelirlerden alınan pay.
Dolaylı gelirler: Forma üzeri reklamlar, stadyum reklamları, televizyon ve
radyo yayın hakları, kulüp arması/amblemi taşıyan malların pazarlamasından
elde edilenler, futbolcu-kulüp-şirket özel reklam anlaşmaları, stadyumlardaki
satış mağazalarından alınan gelirler.
Giderlerde ise, iş gücüne (futbolcu, kulüp çalışanı vb.) ödenen ücretler ve
futbolcu transferi adı altında gerçekleşen satın almalar en büyük harcama
kalemini oluşturmaktadır. Seyahat ve idman harcamaları da bazen oldukça
kabarık olabilmektedir. Yöneticilere ödenen ücretler, çoğunlukla haksız
kazancın bir örneği olarak, oldukça yüksek bir maliyet kalemi olabilir.
6
Küreselleşmede spor-medya-turizm ilişkisi yoluyla uluslararası eşitsizliklerin derinleşmesiyle
ilgili ayrıntılı değerlendirme için bkz: Nauright, 2004.
30
İrfan Erdoğan
Türkiye gibi ülkelerde para aklama amacıyla da bu kalemin ne ölçüde
kullanıldığı üzerinde düşünülmesi gereken bir sorunsaldır. Bunları donanım/
mekan giderleri takip eder: Futbol takımları için birincil sermaye maliyetleri
arasında yer alan futbol malzemeleri popüler futbol tüketimini de sağlayan bir
işkolu olmuştur. Kendi futbol tesisleri (stadyumları, futbol salonları ve idman
alanları) olmayanlar için kira harcamaları; tesisleri olanlar içinse bakım ve
onarım, vergi vb. masraflar ortaya çıkmaktadır.
Futbol liginde para kazanma ve kaybetmede koşullar çok dengesizdir.
Futbol takımları arasında (hem ligler içinde hem de ligler arasında) uçurum
olarak nitelenebilecek kar ve zarar farklılıkları vardır. İngiliz Süper Ligi
futbol takımlarından Manchester United’ın yıllık karı ile Avrupa Şampiyonlar
Liginde mücadele eden Galatasaray’ın yıllık karı (daha doğrusu mevcut
durumdaki zararı) arasındaki fark veyahut Trabzonspor Kulübünün yıllık
kazancı ile Altay Futbol Kulübünün yıllık kazancı arasındaki fark bu durumun
göstergeleridir. Büyük birkaç takım varlıkları ve ilgili pazarlarla (özellikle
medya ve reklam) ticari ilişkilerinin nicel ve nitel fazlalığı nedeniyle
diğerlerinden çok büyük avantaja sahiptirler.
Futbolun kent ve ulusal ekonomiye katkısı da incelenmelidir. Takımların,
stadyumların, karşılaşmaların kentsel ekonomik dinamizmin belirleyicisi
olduğu iddialarının ayrıntılı bir biçimde araştırılması gerekir.
Seyirden geçerek materyal zenginliğin yaratılması
Lig karşılaşmalarının özellikle büyük kentlerde başlaması ve oradan diğer
kentlere yayılması seyirci ve sermaye potansiyeliyle ilişkilidir. Kentleşme
sermayenin futbola yatırım yapmasını ve takımların kurulmasını da
beraberinde getirmiştir. Televizyonun günümüzdeki egemenliğine rağmen,
gene de büyük lig maçlarının nüfus bakımından çok olan metropollerde
yapılması arzusu egemendir ve böyle de olmaktadır.
Futbolda seyirci ilk bakışta giriş parasıyla maç süresince yer kullanımı ve
seyir hakkını alan müşteri olarak görünür. Stadyumda maç seyreden seyircinin
futbol endüstrisi ve stat içi ve dışında satış yapan hizmetler sektörü için
önemi, televizyonun ve reklamcılığın futbola yaygın bir şekilde girmesiyle
farklılaşmıştır. Seyirci olmak için stadyuma gitme gereği ortadan kalkmış ve
televizyon stadyumdaki maçı evde oturma odasına ve grup izlemesi için
kahvehaneye getirmiştir. Böylece seyir konumunun stadyumla sınırlanması
ortadan kalkmış ve geniş kitlelere Tv yoluyla ulaşılması gerçekleşmiştir.
Futbolu inceleme üzerine
31
Seyirdeki bu yer ve zaman çeşitlenmesi yanında bir diğer önemli değişim
daha olmuştur. Bu değişimle, seyirci müşterilik yanında, para getiren emtiaya
dönüşmüştür: Televizyon futbol yayınlarında seyirci televizyon firması için
paralı yayında müşteridir. Emtia olmasını açıklamak gerekir: Futbol yayını
yapan televizyon şirketi maç sırasında reklam veren firmalardan reklam
zamanı için para almaktadır. Televizyonun aslında reklamcıya sattığı zamanın
değeri hesaplanmış seyirci çokluğuna (rating) göre ayarlanmaktadır. Böylece
televizyon şirketi seyircilerin dikkatini (yayın zamanı süresinde televizyon
seyredenlerin nicel çokluğunu, yaş ve cinsiyet özelliklerini kullanarak)
reklamcıya satmaktadır. Televizyon şirketiyle reklam şirketi arasında el
değiştiren değer reklamcının televizyoncuya verdiği para ve televizyoncunun
reklamcıya sunduğu belli demografik özelliklere sahip seyircidir.
Futbol pazarı: Ekonomik güç, performans ve zenginliğin paylaşımı
Futbolda temel pazar yöreseldir. Liglerde ise bu pazar ülke çapındadır.
Ligde başarılı olan takımın pazarı sınırlı bir zaman ve dönem için uluslararası
(Avrupa) olmaktadır. Pazarın genişliği kazancın kapsamını belirlediğinden
takımın başarısı için vazgeçilemezdir. Yerellik içine sınırlanmış bir pazarda
finansal başarı kısıtlıdır. Geniş pazardaki takımlar hem karşılaşmalarda hem
de iş dünyası faaliyetlerinde çoğunlukla daha başarılıdır. Bunların yanında
pazarlama ve takımı yönetim becerileri malî başarıyı etkileyen diğer faktörler
arasında önde gelenlerdir. Bu pazarın incelenmesi önemlidir.
İncelenmesi gereken bir diğer konu da takım performansının ekonomik
güce bağlı olarak değiştiği varsayımının araştırılmasıdır. Futbol (özellikle
futbol takımları), güçlü İstanbul sermayesinin zengin üç kulübünün
egemenliğinde gelişmiştir. Sermayenin zenginliğiyle takım performansı
arasındaki pozitif ilişki bazen ortadan kalksa da, çoğu kez Türkiye
Profesyonel Futbol 1. Lig’inde 1959 yılından beri yalnızca 4 takım şampiyon
olmaktadır. Bunların üçü ulusal ve uluslararası burjuvazinin sermaye
birikimini sağladığı İstanbul takımıdır.
Futbolda büyük sermayenin egemenliğiyle birlikte, incelenmesi gereken,
oldukça ciddi değişmeler ortaya çıkmıştır:
1. Stadyumda ve stadyum dışında (kablolu, dekoderli, ödemeli Tv ile)
seyir için daha fazla harcama yapmaktadırlar.
2. Yerel takımlar geniş taraftardan yoksundur. Bu yoksunluğa sadece
seyirci tercihi değil, aynı zamanda seyirci tercihini etkileyen medyanın futbol
gündemindeki büyüğe ve büyüklere yönelik sunumu da sebep olmaktadır.
32
İrfan Erdoğan
Markaya, iyiye, güçlüye bağlanmayı ve yönelmeyi teşvik eden tüketim
kültürü, reklamcılık ve futbol eğitimi buna önemli katkıda bulunmaktadır.
3. Büyüme ve pazardaki tekelleşmenin bir sonucu olarak, stadyum
dışındaki yayın hakkını tek bir medya şirketi almaktadır. Böylece medya
sunumu bir şirketin imtiyazı olurken, Tv kanalları da parayı ödeyen sayılı
seyircilere 90 dakikalık seyir imtiyazı sağlamaktadır. Böylece futbolda iletme
ve tüketimde imtiyazlar ve ayrıcalıklar yaratılmaktadır.
4. Oyuncular takım bulmakta zorlanmakta ve bu zorluğu dış pazardan
satın almalar (ithaller, transferler) daha da artırmaktadır.
5. Bilet satışı ve stadyumda sağlanan tüketici artı-değerinin paylaşımının
büyük kısmını stadyum sahipleri, satıcı şirketler ve futbol takımı sahipleri
almaktadır. Stadyum dışı seyirle (Tv sunumları yoluyla) yaratılan değer (son
yıllarda dünya genelinde yaygınlaşan ve ülkemizde de tartışmalara yol açan
havuz sistemine rağmen) futbol kulüplerinden çok Tv şirketleri, reklamcılar
ve diğer aracılar tarafından paylaşılan kazançtır.
6. Kapitalizmde emek sömürüsü ve ücretli kölelik futbolda da kendini
gösterir. Futbolcuların emtia olarak alım satımında, satış konusu olan ücretliköleye bir gelir sağlanır. Futbolcuya belli bir değer (para) verilirken, en büyük
değer satışa taraf olan sahipler ve aracılar arasında el değiştirir.
7. Futbol tesisleri (stadyum, salon) içi reklamlarda ve satışlarda kazançlar
mülk (tesis) sahibinindir.
Futbol pazarıyla ilgili olarak araştırılması gereken konulardan biri de
pazara giriş sınırlamaları ve bunun sonuçlarıdır.
Türkiye’de futbol karşılaşmalarının ve özellikle futbol maçlarının hasılatı
kulüplerin temel gelir kalemini oluşturmaktadır. Son birkaç yılda ise futbol
karşılaşmalarından elde edilen gelirden çok daha büyük rakamlar,
karşılaşmaların Tv kanallarından yayınlanması için ödenen ücretlerden elde
edilmektedir. Futbolda yaratılan zenginliğin dağılımının karakteri, dengesizlik
ve sonuçlarının incelenmesi gerekir.
Zenginliğin üretimi ve paylaşımında diğer yapılanma ve firmalar
Futbolun örgütlenmesi sahadaki hakemden FİFA’ya kadar giden bir çıkar
yapısı oluşturmuştur. Futbolla yeni yapılanmalar üretilirken var olan
yapılanmaların da materyal kazanç sağlamaları olasılıkları artmıştır. Futbolla
oluşan ve/veya gelişen yapıların önde gelenleri:
• Stadyum ve çevresinde yiyecek, içecek, giyecek ve bayrak gibi mal
satış yapanlar ki bu satışlar son zamanlarda büyük süpermarketlere de taşındı.
Futbolu inceleme üzerine
33
• reklamcılar: futbolu kullanarak ürün tanıtma ve satmaya çalışanlar.
• Sponsorlar: Takım ve turnuvaları finansal bakımından destekleyenler.
• Takımla, ligle, olaylarla vb ilgili mal ve hizmet satan firmalar;
• Futbol faaliyetlerini destekleyici firmalar (futbol malzemeleri ve
egzersiz ürünleri satanlar).
• Menajerler\ajanlar ve temsilciler.
• Radyo ve Tv: Özel radyo ve Tv’lerin çıkmasıyla, bu ürün mal olarak
pazarlanmaya başladı ve ürünün parasal değerini veren kullanma hakkını aldı.
Böylece maç, yayınlama ve seyretme mülkiyet ilişkileri içinde trilyonlarca
lirayı bulan önemli bir emtia değeri kazandı. Televizyon, futbolu hem büyük
futbol kulüpleri hem de kendisi için altın yumurta yumurtlayan tavuk yaptı.
Takımlara, liglere, örgütlere ve futbolculara tahayyül edemeyecekleri
miktarda mali kaynaklar sundu. Yayın hakları üzerindeki çekişmelere
kaçınılmaz olarak taraf oldu. Yeni yasal düzenlemeler getirildi. Bunun sonucu
olarak, futbolda siyasalın önemi daha da arttı. Ayrıca televizyon yayınları
futbol kulüplerinin geleneksel gelir kaynaklarını kurutacağı korkusunu ve
olasılığı da arttı (bilet satışlarının azalması, reklam, hibe gibi).
• Basın: Günlük gazetelerle futbol endüstrisi arasında başından beri
daima birbirini besleyen karşılıklı bir ilişki olmuştur. Özel futbol gazeteleri ve
dergileri bu ilişkiden çıkıp büyümüştür.
• “Bahis” kurumları ve yasadışı bahis örgütlenmeleri.
• Seyahat ve tourism endüstrileri.
Oyunda bahis ve materyal zenginlik umudunun üretimi
Oyun sırasında oyun içi ilişkiler sahada olanların incelenmesini içerir. Bu
da oyuncular arası, oyuncularla hakemler arası, hakemlerle ve oyuncularla
saha kenarındaki yöneticiler arası ilişkiler, stadyumdaki seyirciler arası
ilişkiler, seyircilerle sahadaki oyuncular ve hakemler arası ilişkiler,
seyircilerle polis gibi görevliler arası ilişkiler, seyircilerle stadyumda satış
yapanlar arasındaki ilişkiler olarak ele alınıp incelenebilir.
Saha dışındaki seyirci kitlelerini inceleme seyircilerin hangi mekanda
seyrettiğine bağlı olarak çeşitlenir. Bu tür incelemeler oldukça yaygındır.
Futbolda seyircileri ve diğer insanları içeren bir konu da bahistir. Bahis
hem bahsi örgütleyenlerin maddi zenginliğinin hem de insanlar arasında
düşünsel yoksunluluğun üretilmesi yollarından biridir. Bahisle, oyuncu olarak
zengin olma umudu yanında, çeşitli bahis oyununa katılarak, kısa yoldan,
şansla, “köşeyi dönme” umudu da yaygınlaştırılır. Bu bağlamda, incelenmesi
34
İrfan Erdoğan
gereken iki temel yan vardır. Birincisi resmi olarak düzenlenen bahis ve diğeri
de resmi olanın dışındaki bahis türleridir.
Eski çağlardan beri, oyunlarda daima bahis çeşitli ölçü ve biçimlerde
olmuştur. Örneğin Aztekler’de, hem asiller hem de genel halk seyrederken
yoğun bir şekilde bahis oynamaktaydı. Oyuncular da bahse girmekteydi.
Topraklar, evler, zenginlikler, eşler ve çocuklar bahiste kullanılmaktaydı.
Sefil halk bahis sonunda özgürlüklerini yitirip köle bile olmaktaydı. Soylular
rekrasyon amacıyla bahse girmekte, oyunu oynamakta ve seyretmekteydi.
Fakat büyük bahislere girerek krallıklarını kaybedenler de olmaktaydı.
FUTBOLUN YASAL DÜZENLENMESİ
Örgütlü yaşam, egemenler arası yarışın ifade alanı olan meşrulaştırılmış
siyasal güç kullanımından geçerek kurallara bağlanmıştır. Örgütlü yaşamın
ticaret ve eğlenceyle ilgili bir parçası olarak futbol kulüpleri siyasal gücün
yasal düzenlemeleri ve kontrolü dışında değildir. Dolayısıyla futbol, örneğin,
ekonomi, sağlık ve kamu güvenliği, çevre, işçi ilişkileri, mekan kullanımı
yasaları ve düzenlemelerini belirleyen politikaların da konusu olur. Birçok
ülkede devlet kurumları futbol tesisleri için sermaye sağlayan birinci kaynak
durumundadır. Futbolun ulusal ve uluslararası politikalar, ekonomik kalkınma
ve bireysel çıkarlarının gerçekleşmesi için siyasal önemi nedeniyle birçok
ülkede futbolla ilgili bakanlıklar, futbol otoriteleri ve kuruluşları vardır.
Futbolun siyasal yanı, futbolun resmi örgütlenmesi ve ilişkilerinin yasal
düzenlenmesi ve futbol kuruluşlarının kendi içi ve dışıyla olan ilişkisindeki
politikaları içerir. Siyasal süreç futbolun örgütlenme şeklini ve ilişkilerinde
yasal çerçeve ötesinde, aynı zamanda biçimlenme ve uygulamalardaki siyasal
etki ve siyasal çatışma, dolayısıyla da futbolda kazananlar ve kaybedenler
konuları önem kazanır. Futbolun bu bağlamda incelenmesi, kaynak tayin ve
kullanımının karakteri üzerine eğilmeyi gerektirir.
Futbolda oyunun kuralları
Örgütlü oyun kavramı, ilişki ve iletişimin doğasında kaidelerin olduğunu
anlatır. Aksi taktirde, oyun inşa edilemez, olamaz. Oyunda kaidelerin olması
için bir kamu yasası veya örgütlü bir yapının bunu düzenlemesi gereksinimi
ancak oyunun siyasal veya ticari örgütlülüğün bir parçası olmasıyla birlikte
ortaya çıkar. Doğal olarak, oyunun kuralları oyun ilişkisi içinden çıkıp
yükselir ve kültürel olarak şekillenir: çelik çomak gibi oyunların kurallarını
Futbolu inceleme üzerine
35
dış bir güç belirlemez. Kurallar, oynayan bireylerin bir veya birkaçının
egemenliklerinin ifadesi de değildir; yaşamın biçimlendirilişinin ifadesidir.
Futbolda bu biçimlendiriliş, oyunun ticarileşmesi ve bilinç yönetimi aracı
olmasıyla birlikte, gücün de ifadesi olur. Kuralların oluşturulması, ceza ve
ödüllerin belirlenmesi, denetleme ve uygulama için resmi örgütlenmeler
geliştirilir. Bunlar kamu kurumu ve özel yapılar olarak biçimlenir.
Futbolda, kurallar uluslararası örgütler (FIFA/UEFA) tarafından konulur
ve bu futbolun gerçekleşmesi (pazarda emtia olarak kullanılması) konulan
kurallara uyulduğu sürece mümkündür. Kurallar kapitalist sermayenin etkin
olduğu kurum ve kurullarca konulmakta; malını pazara sunmak isteyen güçler
de bu kurallara uymaktadır. Türkiye’de futbol kurallarını (uluslararası
düzenlemelerin aktarımını ve ulusal düzenlemelerin yapılmasını) Federasyon
düzenlemekte ve cezai müeyyidelere Merkez Hakem Komitesi’nce karar
verilmektedir. Oyunun kurallarını belirlemede (her sezon kaç yabancı
oyuncunun takımda yer alacağı dahil) ve ceza koyma/kaldırmada (örneğin
yıldız oyuncuya ceza verilmemesini sağlayacak ya da verilen cezayı tahkim
kurulunda kaldırtacak kamuoyu oluşturmada) kulüplerin kısmen etkili olduğu
vurgulanabilir. Sahipliğin ulusal ve uluslararası egemenliğin karakterine bağlı
olarak kurallar üzerinde etkisi üzerinde durulabilir.
Kuralların oyun sırasında uygulanması hakemlerden oluşan bir kadroya
verilmiştir. Hakem, vereceği karar elektronik kayıtla anında yanlış olduğu
saptanabilse bile, sahadaki nihai karar vericidir. Hakem sistemi temsil eder ve
kararını sahada hiç kimse değiştiremez. Kararına karşı gelme, sisteme karşı
gelmede olduğu gibi, ihtardan başlayarak çeşitli derecede cezalandırma
yollarıyla çözümlenir. Sisteme karşı gelme risk almadır ve risk alan oyuncu
bu karşıtlığını sözlü veya diğer davranış biçimleriyle ifade eder ve sonucuna
da katlanır. Hakemlik ve hakeme verilen güç ile, sisteme, uygulamalarında
“bazen” yanlış olsa bile, uyulması gereken meşruluk verilir ve insanların
bilişlerine bu işlenir. “Yakalanmazsan ve riski alırsan her şeyi yapabilirsin”
bilişinin işlendiği bir pazar ortamında, oyuncuların maç sırasındaki
davranışlarıyla “dolandırıcılık” yapması, yalan beyanı, hakeme göstermeden
veya hakemi yanıltarak sistemin kuralını kendi çıkarına uygun bir şekilde
kırmaya çalışması normaldir ve bu “kandırma” ve “çıkarına uygun bir şekilde
kazanç sağlama çabası” bol bol kullanılır. Bu tür egemenliğin uygulanması ve
“kuralları yakalanmadan çiğneme ve kendi çıkarına göre bükme” çabalarının
futbolda kullanımı ve topluma işlenen bilişsel ve davranışsal sonuçları da
incelenmelidir. Bu ilişkisel ve kural uygulama yapısının, ticari kültür ve
36
İrfan Erdoğan
ilişkiler ile olan paralelliği, teşvik ve meşrulaştırma mekanizması olarak iş
görmesi de incelenmelidir. Örgütlü yapılarda oyunun kurallarının oluşması,
gelişmesi ve değişmesinde, güç ilişkilerinin ve bu ilişkilerin amaç ve
sonuçlarının da incelenmesi gerekir. Böylece, yasalar ve kurallarla ilgili
yaratılan mitler, uydurular ve işlenen sahte bilişler de ortaya çıkmış olur.
FUTBOL, SİYASET VE İDEOLOJİ BAĞI
Futbol kamu politikasında (bilinç yönetiminde) eski imparatorluklardan
beri yer almaktadır. Futbolun yaygın sunumları arasında şahsiyet/kişilik
kurma, kazanma arzusunu teşvik, gerçek lideri belirleme, haklı oyun vardır.
Bunların hepsinde ortak olan yan rekabet ve rekabetteki meşruluktur. Futbol,
siyaset ve ideoloji bağı bundan çok daha karmaşıktır. Girişte açıklandığı gibi
futbol ekonomiden ve siyasetten soyut etkinliktir değildir. Aksine ekonomi ve
siyasetin olmadığı futbol düşünülemez. Futbol ve siyaset oluşumlarından beri
birbiriyle iç içedir. Futbolun otorite, istisna, kaynak, kolaylık, kayırma ve
imtiyaz için siyasal desteğe ihtiyacı vardır. Bu nedenle, politikacılarla,
ekonomik ve diğer çıkar gruplarıyla daima ilişkidedirler.
Tartışmalarda futbola, özellikle futbola herkesin katıldığı, sağduyusu olan
herkesin futbol ve politika arasında ilişki olmadığı görüşü tekrarlanır durur:
Futbol futboldur, politika ise politika. Oysa bu sağduyu görüşü yanlıştır.
Sadece yanlış değil, tarafsız sandığımız sağduyu, çoğu kez, egemenliği
yeniden üretme aracıdır. Futbolu ideolojisiz bir toplumsal oluşum ve etkinlik
olarak açıklamak, gerçekte egemen olan güç ilişkisini ve bu egemen biçimin
egemen görüşünü yeniden üreterek sürdürmektir. Siyaseti sadece formal
siyasal etkinliklerle (seçimler, parti etkinlikleri, parlamento ve hükümet
etkinlikleri gibi) sınırlamak, bu biçimselliğin ötesinde toplumda egemenlik ve
boyunsunma, güç biçimi ve ilişkilerinin korunması ve sürdürülmesi ve buna
karşı mücadeleyi içeren geniş alanı saklama ve geri plana itmedir. Bu alan
ideolojilerin her gün toplumun bütünü içinde sürekli çatıştığı alandır.
“Ne solcuyum ne de sağcı, futbolcuyum, futbolcu” sözü belki de futbola
yüklenen siyasalsızlık (apolitiklik) karakterini özetlemektedir. Futbolun ve
siyasetin yan yana olmadığı, birbirine karışmadığı, futbolun siyasetsiz olduğu
iddiası, sadece ideolojik bir uyduru olmanın ötesinde, futbolun politikadan
korunması için özel futbol kuruluşları tarafından yürütülmesi gerekliliği
apolitikliğin garantisi olarak ileri sürülür, ki bu da bilinç yönetimi amaçlıdır.
Futbolu inceleme üzerine
37
“Futbol bir oyundur, bir iş/ticaret değildir; dolayısıyla devlet veya
hükümet yasa ve kurallarından, düzenlemelerinden uzak olmalıdır” görüşünün
geçersizliğini ispata gerek yok, çünkü profesyonel futbol trilyon liralık bir
ticari girişimidir. Öylesine ticari bir girişimdir ki, yeni futbol takımlarının aynı
bölgede çıkması veya kurulması olasılığı dahi ortadan kaldırılmıştır.
Örgütlü futbol oldukça özelleştirilmiş ve ticarileştirilmiştir. Milli maçlar,
uluslararası ve bölgesel turnuvalar, aynı zamanda, “işlenmiş siyasal bilişlerin”
yeniden üretildiği faaliyetlerdir. Ayrıca, stadyumların kurulması, işletilmesi
ve maçlar daima siyaset ve siyaset ilişkileri içinde olmuştur. Siyasetçiler
propaganda için maçları gerektiğinde kullanırlar. Maçlarda ve maç sonrasında
futbol siyasetçilerce kullanılarak ideolojik propaganda gerçekleştirilir.
Takımların cemaat hayatına pozitif etki ettiği ve birlik ve beraberliği
teşvik ettiği iddiasının da üzerinde önemle durulması gerekir. Özellikle
takımları maçı kaybettikten sonra taraftarların takıma ve etrafa karşı
saldırganlıkları; farklı takımı tutan seyircilerin birbirine karşı düşmanca
tutumları bunun böyle olmadığına işaret etmektedir.
Futbolun faydaları genelleştirilirken, maliyeti üzerinde durulmamaktadır.
Faydanın herkese mal edilmesi yanlış yönlendiricidir, çünkü faydanın önce ne
tür bir fayda olduğunun somut olarak tanımlanması ve açıklanması gerekir.
Örneğin, materyal fayda futbolun sahiplik ve yönetim kademesinde olanlar
için vardır. Giriş ücretleri, paralı seyir, futbolla ilgili karar verme süreçlerinde
genel halk siyasal karar vererek katılmanın dışında bırakılmıştır. Bunun
sonucu olarak futbol ve futbol politikalarında kamu güveni hem azalmış hem
de bazı takımların yönetimine karşı şiddet ve öfke duyguları ekilmiştir.
Futbolun temsilinin incelenmesi
Futbolun en yaygın temsili kitle iletişim araçlarında ve özellikle futbol
dergileri ve televizyonda olur. Televizyona taşınan modern ticari gladyatörlük
türlerinden biri olan futbolda, futbol bültenleri, karşılaşma yayınları, futbol
haber programları, futbol belgeselleri, futbol magazin programları ve futbol
eğitim programları türleriyle yapılan sunumlardan geçerek serbest köle
kitleler heyecanlandırılır, duygular okşanır, öfkelendirilir, kendinden olanları
sözle ve sözsüz hareket çekerek ezme fırsatı verilir, böylece deşarj edilerek
rahatlatılır. Dolayısıyla, futbolun medyada temsil biçimleri, bu temsilin
karakterleri, kime ne kazandırdığı ve kimlerden ne alıp götürdüğü de
incelenmelidir.
38
İrfan Erdoğan
FUTBOLLA BİLİŞ VE DAVRANIŞ YÖNETİMİ
Şunu lütfen çok iyi anlamaya çalışalım: Dünyayı yöneten ve egemenliği
tutan ve sürdüren asla ideolojiler, düşünceler, inançlar, tutumlar ve söylemler
değildir. Dünyayı ve derginin bu sayısında olduğu gibi futbolu anlamak
istiyorsak, hareket noktamız futbolun nasıl örgütlendiği ve yürütüldüğüne
(yani futbolda üretim tarzı ve ilişkilerine) bakmak olmalıdır. Eğer yasalara,
ideolojiye ve söyleme bakacaksak, yasaların, ideolojinin ve söylemin de
üretim tarzı ve ilişkilerine bakmamız ve ideolojinin ve söylemin içeriğini
örgütlü ilişkiler yapısı içinde anlamaya çalışmamız gerekir. İnsan gerçeğini,
bu gerçeğin örgütlenmiş ifadelerinden olan yasalar ve metin içine hapsetmek,
düşünsel olarak inşa edilmiş temsil ile bu temsilin açıkladığı ilişkisel olarak
inşa edilmiş gerçeği ya reddetmek ya da özdeş tutmak demektir ki her ikisi de
insan gerçeğini bilmede doğru yol değildir. Yasalar, ideoloji ve söylem
egemeliği yaratmaz; yasalar, ideoloji ve söylemle egemenlikler meşrulaştırılır,
sürdürülmesi desteklenir; Fabrikayı oluşturan ve yürüten düşünsel olan
(yasalar, ideoloji, söylem) değil, materyal ve ilişkisel olandır.7
Örgütlü futbol, geleneksel eğlencenin parçası olan futbol faaliyetlerini
kapitalist sermayenin kendi mülkiyetine geçirmesine bir örnektir. Aynı
zamanda, kapitalizmde futbol "iş dışı eğlence ve dinlenme" zamanının
kolonileştirilmesini anlatır. Bu kolonileştirme hem ekonomik çıkar hem de
bilinç yönetimi ve ideolojik egemenlik bakımlarından kapitalist sınıfa büyük
faydalar sağlamaktadır: Adının yarısı Türkçe olmayan TÜRKCELL “şimdi
tam zamanı birlikte olmanın” diyen görüntülü ve sözlü anlatıyla izleyicilere
birleştirici duygusallık işliyor. Bizi ve vatanı çok sevdiği için olmalı!
Futbol çoğu kez toplumsal yapı ve grup ilişkileri dışında dinlenme
kavramı içine hapsedilmiştir. Dinlenme kavramıyla birlikte yansız, toplumsal
sorunlar/sorular dışında tutulmuştur. Ayrıca, futbol kendi iç özelliği olan
gerginlik/heyecan ve zevk arama/bulmada ya ihmal edilmiş ya da basit kişisel
dürtüler olarak açıklanmıştır.
Futbol kapitalist toplumun ideolojisinin özünü taşır ve aşılar: Egoist ve
saldırgan bireyciliği teşvik eder. Futbol izleme saldırgan dürtüleri tahrik eder
ve aynı zamanda bu saldırgan dürtülerin boşalmasını sadistçe fiziksel etkinlik
7
Bu konuyu, “ekonomik indirgemecilik” uydurusu ötesinde ayrıntılı olarak incelemek için
dergimizin bir önceki sayısındaki Forum bölümüne bakmanızı öneririm.
Futbolu inceleme üzerine
39
gösterisine izin vererek bu saldırganlığı tasfiye eder. Serbest ve insafsız
rekabet hissini verir, fakat serbest rekabetin sadece serbest-köleler arasında
olduğunu gizler. Fırsat eşitliği masalını sunar, ama güçlü ile güçsüzleştirilmiş
arasında fırsat eşitliği olamayacağını anlatmaz. Otoriteryanizmi, şovenizmi,
seksizmi, militarizmi ve emperyalizmi destekler. Tüm bunların sefilleştirilmiş
kitlelerin sefaletinin garantilerinden biri olduğunu da anlatmaz.
Futbolla popülerleştirilenlerin önde gelen biliş yönetimi anlatılarından
bazıları, ki incelenmesi gerekir, aşağıda sunuldu.
Seyir ve seyirci: Bilişsel ve davranışsal yoksulluğun yaratılması
Takım tutan seyirciler, süregelen ve gereksinimlere göre eklemelerle
zenginleştirilen yerel, bölgesel ve ulusal ayırımlar, sloganlar, giysiler, renkler,
semboller, hırslar, duygular, düşmanlıklar, öfkeler, seviler, otoriteler,
boyunsunu ve direnişler dünyası içine doğmuştur ve içinde yetişirler. Bu
dünyayı belirleyenler, bireyin bireysel tutumları, eğitimi ve saldırganlık
duyguları değildir. Sorun, gerçekte, çağımızın insanlık durumu ve bu durumu
yaratan ve sürdüren güçlülerin “ekmek ve sirk politikasıyla” rahatlatma ve
“böl, birbirine düşür ve yönet” politikasıyla” delirtme ve kudurtma işiyle
bağıntılıdır. Bu durum, egemen uluslararası ilişkiler düzeninin beraberinde
getirdiği, incelikle işlediği ve beslediği bir durumdur. Dolayısıyla, seyircileri
aşağılama ve holiganizm ile suçlama gibi açıklamalar ötesine geçip, seyirci
davranışlarını bireysel tutumlar ve eğitim seviyesi içine sıkıştırmadan,
endüstriyel ve siyasal biliş yönetimi içine yerleştirerek incelemek gerekir.
Gençlerin futbol ilişkisindeki taşkınlıkları ev, çevre ve egemen kültürel
ilişkiler içinde duydukları ezilmişlik ve yenilmişliklerinde kendilerine
futbolda taraftarlık yoluyla psikolojik ezme fırsatı bulmaları ve düzeni
bilinçsizce desteklemeleri incelenmesi gereken en önemli konular arasındadır.
Gençlerin seyirci ve taraftar olarak taşkınlıkla elde ettikleri kazanç, belki de
ekonomik, siyasal ve seks sıkıntılarından kaynaklanan "psikolojik
boşalmadır." Bunun üzerinde durulmalıdır. Fakat asıl üzerinde durulması
gerekenlerden biri de şudur: Gençliğin siyasal ve ekonomik alandan
uzaklaşarak futbolda şiddete yönelmesi ve bazılarının suç işlemesi, özellikle,
meşruluk krizindeki bir siyasal ekonomik sistem için oldukça önemli bir
kazançtır. Öfkelerin ve tatminsizliklerin gerçek nedenlerine yönelme yerine,
futbol alanına yönelerek insanların deşarj olmasında egemen düzenin kazancı,
kendi varlığını koruma, sürdürme ve geliştirmedir. Taraftarların takımlarının
amblemi ile övünç duymaları ve sokaklara dökülüp yaptıkları eylemler, Roma
40
İrfan Erdoğan
arenalarında gruplaşmış kölelerin ve köle-köylü-seyircilerin zafer çığlıkları ve
övünç\gurur hisleriyle paralellik taşır: kölenin farklı üretim tarzı ve ilişkileri
içinde zincirine vuruluş örnekleridir bunlar. Bir futbol takımının taraftarına
“kazandırdığının” anlamı, İngiliz emperyalizminin Afrika’ya getirdiği ve
Afrika’dan götürdüğüne benzer: İngiliz emperyalizmi Afrika'ya tanrının
kitabını ve düzenini getirdi ve Afrikalılar tanrı aşkı, aile değerleri ve vatan
sevgisiyle dolup taştılar. Afrika'ya bu soyut hisleri getiren ve vatan için aynı
vatandaki vatandaşları birbirine düşman eden İngiltere (ve Afrikalı
işbirlikçileri) ise Afrika'nın altınına ve maddi zenginliklerine kondular.
Herkes memnun: Birileri düşlerle ve tarih boyu birbirini yeme işiyle. Birileri
de materyal zenginliklerin kontrolüyle. Birileri birilerine “Kral Harun da
mezara kefenle gitti”; “yukarıya bakma, aşağıya bak ve şükret”; “vatan benim
için ne yaptı” diye sorma “ben vatan için ne yaptım” diye sor; “ya sev, ya terk
et” dedirten gerizekalılığı işlemek zorunda, aksi taktirde, yönetme ve “serbest
köleliği sürdürme” işi ciddi ölçüde zorlaşabilir.
Sadece Türkiye’de değil, gelişmiş kapitalist ülkelerde de, örneğin kibar (!)
İngiliz medeniyetinin ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde de, insanlar neden maç
öncesi, maç sırasında ve sonrasında etrafına saldırıyor? Bunun önemli bir
nedeni insanın yaşadığı ve kontrol edemediği yenilgiler dünyasında, yenme
umuduyla geldiği maçtaki yenilgiyi kabul edememesi ve yendiğinde de
güçlülüğünü şiddete kadar varan coşkuyla ifade etmesi olabilir mi? Bunu
bilmek elbette gerekli; fakat bunu bilmek bizi, “bireyi eğitelim” sahtekarlığına
götürüyorsa, bu aslında utanç verici bir bilme ve çözüm olur. Maçla ilgili
taşkınlık, ücretli-köleliğin getirdiği iş dünyasındaki (fabrikadaki, iş yerindeki)
yenilgiye boyun sunma bağlamından farklıdır. İşten atılma ve işsiz kalma
korkusu yoktur. Takım tutma ile gelen davranış, yenilgide (kazandığında)
öfkeyi (sevinci) içine atmak zorunluluğunu doğurmaz. “Okulumuza öğretmen
istiyoruz” diye pankart açan küçük çocukları “terörist” diye mahkemeye veren
hasta bir egemen yapı için, taşkın taraftar ve ırkçılığı teşvik eden medya çok
işlevseldir. Seyirci, baskı altında engellenmişliklerinden deşarj olmanın
risksiz olasılığıyla şiddet kullanmaya ve “düzene tehlikeli olmayan” kamu
düzenini bozmaya yatkındır. Birey, benzer psikolojiyle dolu bu sürü içinde,
birikmiş öfkesini çıkartabilecek ve sıyrılıp gidecek güçte hisseder kendini. Bu
nedenle, sürü gibi gruplar halinde şehrin sokaklarına dökülür; "takımı"
yenildiği için küfürler yağdırarak dolaşır. Burada sürülüğün nedenini sürüde
bulan ve beslediği sürüden bile ödü kopan kapitalist sürü psikolojisi
anlayışından bahsetmiyorum. Faşist\kapitalist düzende ezilenlerin faşistçe
Futbolu inceleme üzerine
41
ezilmelerinin öfkesini faşistçe davranışla, yapabileceklerini anladıkları
durumlarda, ifade edip geçici rahatlık sağlamalarından bahsediyorum.
Ezilmişin öfke dolu psikolojisini ve bu öfkesinin egemen düzene tehlikeli
olmayacak bir şekilde (gerçekte faydalı bir şekilde) ifade alanını ve tarzını
açıklamaya çalışıyorum. Özlüce bir bilinç yönetiminin başarısını açıklıyorum.
Elbette, milli takımın başarılı olduğundaki sevinç ve mutluluklar da bu
durumun bütünleşik bir parçasıdır: Sevinecek, kutlayacak, mutlu olacak,
devletin polisi tarafından dayak yeme riski olmadan sokaklara dökülebilecek,
bol bayraklı şenlik yapabilecek. Bu, serbest köleye bahşedilen ender ifade
özgürlüklerinden biridir; hiçbir şeyi olamayanların ve sahip olamayanların
soyut sahipliklerle avunmasına ve avutulmasına bir örnektir.
Rekabetçi bireycilik
Futbol bireysel beceri, dayanma, çalışma, teknik, kıvraklık vs ister.
Başarılar ve başarısızlıklar bireyseldir. İnsanlar arası ilişkilerde doğal bir
biçim olarak görünür. Bu görünüm toplumda hayatın "bireysel rekabete"
dayandığına bağlanır. Böylece, rekabetçi bireycilik ideolojisi doğal insanlık
durumu olarak sunulur. Başarı ve başarısızlık bireyin kendi elinde olan bir
şeydir. Herkes aynı yeteneğe sahip değildir ve bu yeteneğini kullanabilme de
eşit değildir. Ayrıca daima kazananlar ve kaybedenler vardır. Bu anlayış
biçimi (rekabetçi bireycilik) futbol ve siyasal ideoloji arasında gidip gelir. Bir
yandan futbolda bu kavram doğallaştırılır; öte yandan birey olarak belli bir
siyası hüviyete sosyalizasyonla kendimizi futbolda tanırız. Böylece, futbol
bizim kimliğimizi, özdeşliğimizi rekabetçi birey olarak onaylar ve destekler.
İyiler kazanır
Bir takım gol atınca, Tv ekranında “iyiler kazanır” yazısı beliriyordu son
zamanlarda. Futbol yoluyla bilinçlerimize düzenli, disiplinli, gayretli, çok sıkı
çalışanların kazandığı kazılır. “Kazanmak için çok çalışma ve zorluk altında
çalışma gerektiği” sürekli sunularak, modern üretim sürecinin talep ettiği iş
disiplini meşrulaştırılır ve aşılanır. Hem örgütlenme ve iş yapış biçimiyle hem
de propagandacıların (reklamcıların, promosyoncuların, pazarlamacıların)
kullanımıyla, futbol kapitalizmin arzu ettiği “uysal işgücünün” eğitilmesinde
oldukça faydalı görev yapar. Futbolun örgütlenme ve fonksiyonlarında
modern rasyonelleştirilmiş endüstrisel üretimin bütün temel karakterlerinin
kopyasını görürüz: Yüksek derecede ihtisaslaşma ve standartlaşma,
42
İrfan Erdoğan
bürokratlaşmış ve tabakalaşmış idare, uzun dönemli planlama, bilim ve
teknolojiye artan şekilde bağımlılık, maksimum verim elde etmeye zorlama
(=birinci olma), yapılan işin sayıma/istatistiğe vurulması (=puanlar, her
oyuncunun attığı goller) ve hepsinin ötesinde üretici(=futbol işçileri) ve
tüketicinin (biz seyirci kalan seyircilerin) yabancılaşması. Tüm bunların
incelenmesi gerekmektedir.
Bireysel, yerel ve bölgesel kimlikler
Hala hemen herkes İstanbul'un üç büyük takımını tutar: FB, BJK, ve GS.
Örneğin neden Ankaralılar bu üç büyüğü tutarlar? Bunun anlamı ezen veya
ezebilme olanağı çok daha fazla olanla, kendini bağdaştırma mı? Yenilenle,
ezilenle ve kaybedenle kendini bir tutmama, yenenin, ezenin ve galip gelenin
yanında olma ve böylece soyut kazanmayla psikolojik doyum elde etme mi?
Taraftarlar bunun gerçek nedenini tam anlamıyla biliyorlar mı? Takım tutma
ve fanatiklik kazanma-kaybetme, yenme-yenilme, gurur duyma-üzülme, alayetme-alay edilme, kendi-sömürüsüne-kendinin psikolojik tatminler elde
etmesi için katılma ve bundan haz duyma, kendini eşleştirdiğin
(bağdaştırdığın) bir şeyin üstünlüğünden zevk alma gibi duygular ve
tutumlarla ilgilidir.
Futbolla yapılan bir diğer kimlik işleme, belli yerel özellikler ve
ayrılılıklar, farklılıklar, kısaca yerelcilik ve bölgecilik desteklenerek, yerel ve
bölgesel düzeyde "birlik, beraberlik" duygusu ön plana çıkartılır, yerel ve
bölgesel özdeşlikler vurgulanır ve yöreler ve bölgeler arası kıskançlıklar,
düşmanlıkları körüklenir. Bu işlemede kitle iletişiminin aktarıcı ve
vurgulayıcı bir rolü vardır. Bu bağlamda bu üç büyükleri tutma yanında yerel
takımları destekleme de yaygın hale gelmektedir.
Kafatascı/ırkçı milliyetçilik
Burjuva demokratik siyasal, toplumsal ve kültürel değişimin başlamasıyla,
milliyetçilik, hemen her burjuva devriminde olduğu gibi, önemli bir ideolojik
ve bilinç (ve davranış) yönetimi biçimi olarak yaygınlaşmaya başladı.
Milliyetçilik dünyadaki bugünkü biçimiyle, özellikle ABD’de yeniden
biçimlendirilmiş ve dünyaya İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yayılmış olan
neofaşist ve şimdide en aşağılık ve sahtekar şekliyle post-faşist bir karakter
taşır. Bu faşizm dünyada Amerikan politikalarının gerçekleştirilmesinde yüz
binlerce gencin işkence görmesinde ve öldürülmesinde kullanılmıştır. Bu tür
Futbolu inceleme üzerine
43
milliyetçilik kitleleri harekete geçirmede, birbirine kırdırmada, talanda, iç
savaşa, katliama ve dış savaşa göndermede, kısaca kapitalist sermayenin
politikasının başarılı olarak yürütülmesinde kullanılan en etken silahlardan
biridir. Futbol bu bağlamda önemli bir yer alır: Futbolcu ve takım "bizim”
olur. Milletlerarası futbol müsabakaları milletler hakkında olan önyargılar ve
tutumların belirlediği bir dille sunulur ki bu dil milli şovenizmi, dostluk ve
düşmanlıkları ve hayranlıkları ifade eder.
Kitle iletişim araçları futbolla milliyetçilik hissini veya en azından bir
millete aitlik hissinden gelen birlik duygusunu, özellikle milletlerarası futbol
etkinliklerinin yaygınlaşmasından beri, başarılı bir şekilde yaşatıp sürdürmede
rol oynamaktadır. Milli maçlar büyük olay olarak büyük tantanalarla sunulur.
Bu sunum sırasında, Türkcell’den Ülker’e ve İBM-TÜRK (isme dikkat) ve
CocaCola’ya kadar tüm dev şirketler “hararetli destekleyici” olarak boy
gösterirler: kitleleri asgari ücretlerle ve işsiz bırakarak yoksun ve yoksul
bırakanlar, kitlelerle BİZ olurlar. Bu tür biliş yönetiminin incelenmesi gerekir.
Düzen, karışıklık ve burjuva denetimi
Futbol, burjuvazinin kolonileştirmeye çalıştığı ve bunda önemli ölçüde
başarı sağladığı bir faaliyet alanıdır. Profesyonel futbolda kurallar ve
kuralsızlıklar, düzen ve düzensizlik birbirini istikrarsız ve tehlikeli bir şekilde
tartarlar. Futbolda olduğu gibi birçok sporda amaç, kazanmak için kuralları
son sınıra itmektir, gayrimeşruluk hududunda oynamaktır. Bu düzen ve
denetim güçleri ile düzene-karşılık ve düzeni bozma arasındaki emniyetsiz
denge sadece spor oyunlarının yapısına has değildir. Sporun toplumsal
fonksiyonu ve resmi örgütlenmesinde de vardır.
Futbolda cinsel ayrımcılık
Futbol örgütlenme ve oyun karakteriyle toplumdaki seksüel bölünmeyi de
yeniden üreterek destekler: Futbolun kendisi yaradılıştan ve doğal olarak
"erkeğin" oyunu gibi biçimlendirilmiştir. Egemen biçimiyle futbol erkeklik
mitini yeniden-üreten bir forumdur; futbol erkeğin aktif, saldırgan, rekabetçi,
kuvvetli, düellocu, cesaretli vs olduğunu yeniden kanıtlar. Kadın sadece aşağı
düzeydeki konumlara sokulur. Dikkat edilirse, bu erkek egemenliğinin
yeniden üretilmesi, burjuva ve radikal feministlerin iddialarının aksine, bir
sporun üretim tarzı ve ilişkilerinden doğmaktadır; erkeğin erkekliğinden,
cinsel bağnazlığından, değiştirilemez seksist tutumundan değil (bu son
44
İrfan Erdoğan
belirtilenler, üretim tarzı ve ilişkileri içinde oluşmuş sonuçlardır. Bu
sonuçların neden olarak sunulması, kurnazca kullanılan “böl, birbirine düşür
ve yönet politikalarını” işlevsel bir parçasıdır). Çözüm de, kadınların ücretli
kölelikteki dağılımda (iş yerinde, mecliste) eşit temsili değildir; doğal cinsel
farklılığı cinsel ayrımcılığa dönüştürerek kullananların sürdürdüğü üretim
tarzı ve ilişkilerinin değiştirilmesiyle gelir çözüm. Çözüm, sonuçla uğraşarak
arazı gidermeyle (örneğin su kirliliğini arıtma tesisleriyle, televizyonlarla
işlenen beyin ve davranış kirliliğini “akıllı işaretlerle”) gelmez; çözüm arazı
ortaya çıkartan nedenleri anlama ve dönüştürmeyle (örneğin, suyu kirleten
endüstriyel iş yapış biçimini “suyu kirletmeyecek biçimde” değiştirmeyle,
bilişleri ve insanca ilişkileri kirleten televizyondaki üretim tarzının
değiştirilmesiyle) gelir. Dolayısıyla, futbolda cinsel ayrımcılığa burjuva
feministlerin liberal çoğulcu hastaca yaklaşımıyla değil, örneğin, futbolla
üretilenin üretim faaliyetinin karakterini incelemeyle yaklaşmak gerekir.
Futbolcu yıldız: Fiziksel beceriyle kısa yoldan zengin olma
Futbol fiziki iş, dolayısıyla fiziksel uygunluk gerektirir. Bu nedenle,
örneğin kariyerler yaş ve sakatlık nedeniyle kolayca bitebilir. Futbolda, bazı
futbolculara büyük miktarda para verilir ve bu durum iletişim araçları
tarafından sürekli sanki futbolcuların hepsi trilyonlar kazanıyormuş gibi
sunulur. Böylece zengin olma yolunda önü tıkanmış olan işçi sınıfı çocukları
için futbolcu olmak bir umut kapısı olarak görünür. Bu da, toplumda fırsat
eşitliği propagandasını destekler. Futbolda çoğu ülkelerde işçi sınıfının
çocukları yer alır; diğer sınıfların çocukları daha çok kendi sınıflarının tercih
ettiği futbol etkinliklerine girerler. İşçi sınıfının çocukları, özellikle ligde
oynayanlar ve meşhur olanlar medya tarafından örgütlü dedikodu ve ideolojik
propaganda için kullanılırlar. Ayrıca, futbol yıldızlarının eğlence ve reklam
endüstrisinde belli pazar-değerleri vardır ve bu değerlerine göre reklam
endüstrisi tarafından "satıcı/tezgahtar" rolünü üstlenirler. Bu yıldızlar sadece
belli ürünleri ve kuruluşları örneğin Coca Cola değil, aynı zamanda belli
yaşam ve düşünü biçiminin da satışını yaparlar: Rekabetçi bireycilik, becerili
ol fırsatları değerlendir, var oluşun bireyselleşmesi gibi. İşçi sınıfıyla doğal
ilişkilerini kesmiş olan bu yıldızlar, işçi sınıfı kahramanları olarak, işçi sınıfı
gençlerine model olurlar.
Bu yıldızların ait oldukları kitlelerin gerçek sorunlarını dile getirmede
sessiz kalışı aslında çok şey söyler kendini bilenlere.
Futbolu inceleme üzerine
45
Aptalca tüketim kültürünün popülerleştirilmesi
Tüketici kültürü, insanların bilinç ve davranışlarının yaşam boyu
biçimlendirilmesiyle gelen, kitlelerin aktif katılmasıyla sürdürülen, ahmakça
alışverişe ve birkaç kullanımdan sonra atmaya dayanan yaşam ve ilişki
biçimidir. Futbol ve futbolcu tüketim kültürünün teşvikinde yoğun bir şekilde
kullanılır. Bu kullanımla satılan, futbolun kendisi dahil, gençlik, güzellik,
çekicilik, enerji, sağlamlık, sağlıklılık, hareket, heyecan, macera, özgürlük,
lüks, zevk alma, eğlence, kısaca "işte bu iyi ve arzulanan hayat" bilincidir. Bu
bilinçten geçerek satılan mallar ise, örneğin, temizlik tozları, sabun, araba,
dışarıda tatil, moda ve giyim, yeme, içme, kozmetik ve benzerleri ürünlerdir.
Tüketim kültüründe toplumsal ilgi toplumu kullanmadan geçerek materyal
ve bilişsel çıkar sağlama üzerine kurulmuştur. Toplumun çıkarına olan
toplumsal ilgi, sadece belli siyasal, ideolojik çıkarlara uygun olduğu zaman
ortaya atılır, diğer zamanlar yok sayılır.
İdeolojisizlik ve eğlence diye popülerleştirilenler
Günlük konuşmalarda, okullarda, bazı makalelerde ve kitle iletişim
araçlarında futbolun “herkesin sporu olduğu, herkesin oynadığı ve herkesin
seyrettiği, hiçbir sınıfa ait olmadığı”, dolayısıyla, futbolun “ideolojisiz” ve
“politikasız” olduğu, sanki apaçık bir gerçekmiş gibi ileri sürülür.
Futbolda ve güç ilişkisinde ortaya çıkan sonuçlar, özellikle, toplum içi
bölünmeler, gruplaşmalar ve egemenliğin sağlanması, karşıt çıkarların sürekli
olarak çatışmasıyla birlikte gelir. Burjuvazinin diğer sınıflar/gruplar
üzerindeki egemenliği hiçbir zaman ebediyen garantiye alınmış değildir; her
alanda olduğu gibi futbol ve futbol kültüründe de böyledir. Sınıf egemenliği
sürekli her gün her an yapısal, örgütsel ve ideolojik düzeylerdeki iş ve
etkinliklerle kazanılmak zorundadır. Futbol burjuva egemenliğine birbiriyle
sıkı sıkıya bağıntılı iki önemli şekilde yardım eder: Birincisinde, özellikle
taraftarlık (bireysel, futbol kulübü dernekleri, internet blogları) yoluyla
sınıfları ve alt grupları birbirine düşman olan parçalara ayırır. İkincisinde, bu
parçaları burjuva egemenliği altında, örneğin örgütlenme ve milli maçlar
yoluyla toplar. Futbol egemen grupları ve destekleyicilerini birleştirir; diğer
grup ve sınıfları böler, parçalar ve örgütsüz kalmalarına yardım eder. Futbol
alanında olan mücadele diğer alanlarda olan mücadeleyle bağıntılıdır. Eğer
siyasal alanda veya ekonomik alanda mücadele kızışırsa, benzer derecede
çekişmeyi futbol alanında da görürüz.
46
İrfan Erdoğan
Oyunda şiddetin ve “kuralları çıkar için kırmanın” üretimi
Şiddet sadece seyirciler tarafından maç öncesi, maç sırasında ve maç
sonrası çeşitli boyutlarda uygulanmakla kalmaz.
Oyuncular ayağını, kafasını ve vücudunu kullanma biçimleriyle
becerilerini/yeteneklerini sergilerler; topu kontrol ve karşı takımla ve kendi
takımı oyuncularıyla olan oyun ilişkisinde, seyircileri duygudan duyguya
sürüklerler. Hem oyuncuların sahadaki duygusallığında hem de seyircilerin
duygusallığında, diğer bazı eğlencelerden farklı olarak, şiddet ve kurallarla
hareket ederken kuralları zorlama ve kuralları “hakemi kandırarak” ve “yanlış
olduğunu bile bile kazanç sağlamaya çalışmaya çalışarak” kendi çıkarı için
kullanma sergilenir. Saha içindeki mücadelede oyuncular hakem tarafından
görülmediklerini tahmin ettiklerinde kuralları “kazanç” amaçlı olarak kırarlar.
Kurallara rağmen, gerekli gördüklerinde, şiddet kullanırlar (itmek,
çelmelemek, vurmak). Oyunda sadece kurallar içinde hareket ederek bir
kazanma elde etmek değil, aynı zamanda kuralları kırma ve bu kırmada
yakalanmama, ceza görmeme veya cezayı en aza indirme çabası ve stratejisi
uygulanır. Dolayısıyla futbolda şiddet hem futbolcular hem de seyircilerin
davranışlarında vardır. Futbolcular maç sırasında “şiddeti” bilinçli ve amaçlı
olarak kullanırlar. Bu kullanım biçiminde, firma dünyasının rekabet ve
müşteri ilişkilerinde yaptığı gibi, kuralları “kendi çıkarlarına uygun bir şekilde
kullanma ve gerektiğinde bükme ve hatta kırma vardır. Bu tür kullanım amaca
ulaşmak için şiddeti, sahtekarlığı, yalanı, dalavereyi, kandırmayı, doğru
olmayanı savunmayı meşrulaştırır, besler ve yaygınlaştırır. Dürüstlük, hak,
hukuk, doğruluk, anlamını yitirir. Bu durumun seyircilerin bilişlerinde ve
davranışlarında yansımalarının örnekleri sürekli olarak maç öncesinde, maç
sırasında ve maç sonrasında her yerde verilir.
Bizim takım, bizim şirket
Futbolun pazar tarafından kolonileştirilmesi gelişmiş kapitalist ülkelerde
tamamlanmış durumda ve bizim gibi ülkeler de aynı sonuca doğru gidiyor.
Futbol takımları sadece kendi takımlarını temsil etmez: Sokaktaki
taşıyıcılardan çok daha etkili bir şekilde giysileriyle belli firmaların veya
ürünlerin temsilciliğini yaparlar. Fenerbahçe’nin formasının önünde kocaman
"Emlak Bankası", G.S.'ninkinde "Emek Sigorta" Beşiktaş’ınkinde "Beko"
yazılı. Hemen her takımın bir şirketin promosyonunu yaptığı görülür.
Şimdilik, şirket bizliği henüz gelişmedi ve geliştirilmedi; fakat ileride şirket
Futbolu inceleme üzerine
47
bizliği birçok bizliklerin önüne geçirilecektir. Bunun için de, elbette,
öncelikle, futbol takımlarının kimlik (ve aitlik) yapılarının değiştirilmesi
gerekmektedir. Bu değiştirmede de ilk adım isim değişikliğiyle veya ismin bir
şirketi çağrıştıracak bir şekilde markalaştırılmasıyla gelir.
Bizlik, güçlüyle kendini özdeş tutma ve sadakat 8
Futbolun sunduğu eğlencede takım tutmadan geçerek gelen sadakat
vardır. Bu sadakat piknikte veya mahallede oynanan futbolda ki takıma
bağımlılıktan farklı olarak süreklilik taşır. Türkiye’de ilginç olan durum, ABD
gibi ülkelerden çok farklı bir yansımadır. Örneğin Amerika’da seyirciler kendi
yerel takımlarını tutarlar; fakat Türkiye’de metropol İstanbul’un üç takımı
Türkiye’nin hemen her yerinde taraftarların büyük çoğunluğu tarafından
desteklenmektedir. Yerel takımlar ikincil seviyede kalır. Seyirci bağımlılığı
önce bir İstanbul takımına (padişaha) ve sonra (eğer seçerse) kendi kentinin
takımınadır (derebeyine, ağaya, şeyhe). Bu sadakatte ırk, sınıf, din, yerel veya
ulusal öğeler rol oynamaz; Onun yerine egemenle, güçlüyle ve güçle kendini
özdeşleştirme ve kölenin kendini efendisiyle özdeşleştirerek köleliğine
katılma vardır. Anadolu’da insanların İstanbul kompradorlarının takımlarını
tutması Anadolu insanının cemaat bağlarının zayıf olduğuna da işaret eder.
Büyük kentin cazibesi, bu zayıflıkla gelen kendinden olmayan güçlüye
hayranlıkla birleşince; FB, GS veya BJK ana seçenek olur. Böylece, kimlik
arayışındaki kendini beğenmeyen BEN kendine kendinden olmayan bir kimlik
bulur.
Normal olarak, takım tutmayla birlikte cemaat kıvancı ve bağlığı gelir.
Fakat kendi cemaatinin takımını ikincil plana iten veya hiç önem vermeyen
bir yapıda, cemaatin bizlik duygusunu ve dayanışmasını sağlayacak ve
sürdürecek önemli bir unsur eksik demektir. Kayseri takımını tutmayan, onun
yerine İstanbul takımını tutan Kayserili için özlemler ve özlenen bağlar
İstanbul’dur. Takım tutmayla insanlar takımla kendilerini özdeşleştirmeden
geçerek kendilerini bir yere bağlarlar. Bu yer ya kendi kentleridir ya da
tuttukları takımın kentidir. Futbol takımı o takımın olduğu yere olan ilgiyi
artırmak için bir araç olarak kullanılmaktadır. İstanbul seyircisi belki de kendi
8
“Bizlik” kendini özdeştirmeyi ve aitliği, dolayısıyla bireyin “kimliklerini” oluşturur. Kimlik
kavramını kullanmadım, bizlik kavramını kullandım ki, bence, çok daha insancıl bir kavram
ve kimlikte olduğu gibi, açıkça ırkçılık çağrıştırmıyor.
48
İrfan Erdoğan
yaşadıkları bölgenin takımına sadakati olan tek seyircidir denebilir. Fakat
gerçek anlamıyla bunun doğru olabilmesi için Beşiktaş semti veya Beşiktaş
takımının bulunduğu bölgede Beşiktaşlıların büyük çoğunluğu oluşturması
gerekir. İstanbul dışında, belki de sadece Trabzon ve İzmir’de, yerel
takımların İstanbul takımları kadar tutulma/desteklenme olasılığı vardır.
Kendi bölgesinin takımını tutma veya tutmamak hem bireysel hem de
kolektif bir deneyim özelliğini anlatır. Bu özellikte iki tür bizlik vardır: yerel
güçsüz bizlik ve İstanbul takımlarından birini tutarak sağlanan güçlü bizlik.
Ulusal bizlik
Futbolda ulusal/milli sadakat milli maçlarda ve büyük takımlardan birinin
diğer ülke takımlarından biriyle yaptıkları maçlarda ortaya çıkar. Ulusal
bağlılıkta hareket noktası ulusal kimliktir ve bu kimlikte güçsüz olunduğu
bilindiği durumda bile güçlülük iddiası varır. Böylece, hiç değilse “biz
Avrupa’dan geri değiliz” düşüncesi genellikle futbol dünyasının günlük
bilincine yer etmiştir ve sürekli canlı tutulur. Günlük insanlar arası ilişkilerde
en çok iletişilen konulardan birinin futbol olduğu düşünülürse, bunun ekmek
ve sirk politikaları açısından ne denli önemli olduğu ortaya çıkar.
Siyaset, iş\ticaret ve günlük hayat futbol kavramlarıyla, metaforlarıyla ve
dersleriyle zenginleştirilir.
Dünyanın her yerinde insanlar her gün futbola önemli ölçüde zaman, para
ve duygusal yatırım yapmaktadırlar.
Her ülkede futbol kahramanları rol modeli, kültürel ikon ve ulusal sembol
olarak nitelenirler.
Sürekli olarak özellikle televizyonlarda şirketlerin romantikleştirilmiş
duygu sömürüsü bombardımanıyla körüklenen ulusal/milli bizlik ile, sınıfsal
farklılıklar ve sömürü ilişkileri yok edilir ve “70 milyon tek vücut ve tek kalp”
yapılır. Bu durumu “materyal ilişkiler dünyasında “kervanlarını rahatça
yürütmek” için “itlerini ulutma” olarak nitelemeye de hiç kimse cesaret
edemez, çünkü Fatih Terim’in modern gladyatörlerinin sahadaki kansız ölümü
(maçı kaybetmesi) veya kansız katliamı (maçı kazanması), gururu ve başarısı
para ile ölçülen bir küresel pazarın makro-siyasal birimlerinin işlediği bizlik
ve sadakat duygusuna ters düşer.
Milli maç, ırkçılıktan ve şiddetten nefret ettiğinin propagandasını yapan
ırkçı ve şiddet üzerine kurulu bir üretim tarzının işlediği bilişlerle ve
duygularla, insanları sistem içinde birleştirerek “kurtarıcı” rolü oynayan
önemli “örgütlü faaliyetlerden” biridir. Dolayısıyla, futbol, hem farklılıkların
Futbolu inceleme üzerine
49
yaratıldığı ve işlendiği hem de aynılıkların vurgulandığı (entegrasyonu
gerçekleştiren) bir karaktere sahiptir.
Diğer bir deyimle, futbol, aynı anda, toplumsal entegrasyon aracıdır. Bu
entegrasyon ulusal bizlik duygusunu ve aitliği yaratarak, tutarak ve teşvik
ederek sağlanır. Fakat siyasal, ekonomik ve kültürel meşruluk krizinde olan
ülkelerde, futbolun bağımlı kılıcılığı ve sosyal entegrasyon görevi “baştan
çıkarıcı” bir hal alır: Aynı ülke içinde hunhar sömürüye, her gün “iş
kazalarıyla” insanları sakat bırakılmasına ve öldürülmesine ve talanla
zenginliklerin ve yoksullukların yaratılmasına sessiz kalan kitleler (özellikle
gençler), taraftarı oldukları bir spor şirketi bir maçı kazandığında veya
kaybettiğinde taşkınlıklar, yağmacılık ve şiddet işine girerler. İşte buna, bilinç
ve davranış yönetiminin belli yönde geri-zekalılaştırma, hunharlaştırma,
duyarlılık ve duygusallık işlemedeki ve yönlendirmedeki başarısı denir. Bu
başarı mutlak mıdır? Hayır, fakat egemen olandır. Bu egemenlikte, bir ticari
şirketin taraftarlarının bazıları elbette “futbolun” ve futbolla sunulanların
farkındadır. Hatta bazıları şirket ile mücadeleyi özdeşleştirirler ki bu da
“yanlış konumlandırılarak” inşa edilen gerçekte oldukça doğru görünür,
çünkü devrimleri şirketler yapıyor artık ve hatta Radikal gazetesini bile
çıkararak radikal olanı yeniden tanımlıyor ve belirliyor:
Beşiktaş bir gerillanın hayata itirazıdır. Susarsa çatışma,
konuşursa savaş, yazarsa destan, severse devrim olur.
(Çarşı’nın sloganı; http://gencbesiktaslilar.blogspot.com/)
Ne yazık ki, Çarşı bitti, çünkü Beşiktaş veya herhangi bir şirket ve bu
şirketin çalışanı ve taraftarı “bir gerillanın hayata itirazını” ifade edemez
(ederse, Radikal gazetesi gibi eder ki bu çok gülünçtür); konuştuğunda savaş,
ancak aynı sınıfın birbirini yemesi biçiminde olur; Beşiktaşlılar (veya başka
futbol takımı taraftarları) yazarsa, ki tarihi yazma olanaklarına sahip
olmadıkları ve kendi tarihlerini yazacak bilişten çoğunlukla yoksun
bırakıldıkları için, sadece efendilerinin tarihini yazmak için gerekli faaliyetleri
yaparlar; yaptıklarıyla yazdıkları destanlar onlar için ve onlara ait destanlar
değildir (burjuva devrimleri yapmalarında olduğu gibi); Beşiktaşlılar severse
(veya başka futbol takımı taraftarları severse), ki seviyor, ama devrim
olmuyor, çünkü Beşiktaşı (veya herhangi bir takımı) sevmekle devrim
gelmez, aksine bağımlılık gelir. Çarşı (taraftar örgütlenmeleri) elbette
toplumsal sorunları dile getiren karaktere sahip olabilir. Eğer Çarşı, şirketlerin
çarşılarına giderken, toplumsal sorunları ırkçılığı, farklı kimlikleri birbirine
50
İrfan Erdoğan
düşüren bölücülüğü, bilişsel ve davranışsal ahmaklığı teşvik etmeyen
şekillerde “dil” kullanırsa, ya Çarşı’yı dönüştürürler ya da Çarşı’yı kapatırlar
sonunda. Yukarıdaki açıklamalar, futbolla ilgili olarak seyirci/taraftar
örgütlenmeleri, biçimleri, amaç ve sonuçları üzerinde araştırma yapmanın da
önemini ortaya çıkartmaktadır.
FUTBOL VE DİRENİŞ
Şimdiye kadar olan anlatılardan kolayca anlaşılacağı gibi, günümüzde
futbol kapitalist pazarın bütünleşik bir parçasıdır. Futbol denince, adil ve
hakkaniyet ölçülerine göre bir sosyal fayda yaratma ve bu faydayı bölüşme
için bir direniş akla gelmez. Onun yerine, kısa yoldan zengin olma, bu amaçla
bireysel rekabet, beceri, yetenek, eşitsizliğin doğal olduğu, zenginliğin ve
yoksulluğun evrenselliği, kazananın haklı olduğu ve kaybedenin “iyi
olmadığı,” çok çaba gösterilirse başarılı olunacağı gibi egemen bir materyal
ilişkiler yapısının düşünsel gerçekleri akla gelir. En kötüsü de faşistçe,
şovenistçe, insana ve kendine düşmanca bir karşıtlık akla gelir. Futbol belki
de insanca direnişin yoğun bir şekilde katledildiği bir faaliyet alanıdır. Futbol
günümüzdeki yapısıyla ve futbolu kullanarak bilişleri iğfal eden egemen
iletişim tarzıyla, insanlık için kaybedilmiş bir mücadele alanı karakterini
taşımaktadır: Ne gladyatörler ne de seyirciler asıl kimliklerinin farkında!
Diğer alanlarda olduğu gibi, futbol alanında da “direniş” veya “karşıtlık”
egemen pazar yapısının kontrollü alternatiflerine uygun bir şekilde yeniden
tanımlanmıştır. Buna en son örnek, ırkçılığa dayanan bir küresel pazarın insan
hakları şampiyonluğu iddiasını sahaya taşımasıdır: 2008 yılındaki Avrupa
şampiyonasında, ırkçı Avrupa seyircisi maç sırasında “Irkçılığa Hayır”
yazısıyla göz göze geldiler sık sık. Alman ve Türk takımlarının kaptanları
çeyrek final maçında ırkçılığa karşı önceden hazırlanmış bir bildiri okudular:
“Benim zenci arkadaşlarım var” diyerek ırkçı olmadığını kanıtlayamaya
çalışan beyaz Amerikalı gibi, Avrupa da kendisine, birbirine ve bize ırkçı
olmadığını kanıtlamaya çalıştı.
Maçlarda “karşıtlık” bir başka takıma ve taraftarlarına veya bir başka
ülkeye karşı inşa edilir ve işlenir. Bu karşıtlık insanca toplum ve ilişkiler için
bir direnişi/karşıtlığı anlatmaz; tam aksine, insanlıkdışılaşmayı, düşmalıkların
teşvikini ve kötü sonuçlar taşıyan ayrımcılığı anlatır.
Maçlarda, özellikle uluslar arası turnuvalarda yönetici sınıfların yaptığı
ülke ile ve ilişkiler ile ilgili propagandalar gerçeklerden ciddi şekilde
Futbolu inceleme üzerine
51
uzaklaşan karaktere sahiptir. Bu propagandalar çoğu kez derin sınıfsal
ayırımların, derin haksızlıkların ve adaletsizliklerin olduğu ülkelerde “birlik,
dirlik, anlayış, beraberlik, sevgi, çıkar” sloganlarıyla gelirler. Bu sloganlar
romantik bir şekilde bestelenmiş şarkılara dökülür. Herkes bir duygu seli içine
çekilir ve o sırada, örneğin, benzine ve yiyeceklere zam gelir: Vatan sağolsun!
Milli takımı veya tuttuğun takımı destekleyen IBM-TÜRK’e, bizi her
saniye telefon kullanımına teşvik yolları bularak soyan, ama takımımızı
destekleyen TURKCELL’e “direnmek” veya “karşıt olmak” vatan hainliği
gibi bir şey olmaz mı?
Futbolcu gladyatörler arasından Spartakus çıkabilir mi? Çıkma olasılığı
her zaman vardır, fakat bu olasılık giderek ortadan kalkmaktadır. En iyi
gladyatör (meşhur bir futbolcu) bir direnişi başlatabilir ve yönetebilir mi?
Saçlarını renklerle süsleyen, vücudu düğmelerle kaplı, kulağı küpeli veya
sahaya girerken ve gol attığında istavroz çıkaran, otel odasında İncil isteyen
ve bir tekkenin müridi olan bir futbol yıldızı, kurulu düzenin haksızlıklarına
ve adaletsizliğine karşı bir direnişin öncüsü olabilir mi? Olamaz, çünkü zaten
saçının rengi, kulağının küpesi, vücudundaki düğmesi ve tekke üyeliğiyle o,
kapitalist pazara en işlevsel olan temsili-karşıtlık biçimini seçmiş durumda.
Dikkat edilirse, bu durum bize, aynı zamanda, Marks’ın ve benzerlerinin “işçi
sınıfı ve sınıf mücadelesini” ve “devrimleri kimin nasıl yaptığı ve kimleri
nasıl kattığı” ile ilgili görüşlerini dikkatle gözden geçirmemiz gerektiğini
göstermektedir. “Kendi-başına bir sınıf” ve “kendi-için bir sınıf” ayırımını da
doğru anlamamız gerekmektedir. İşçi sınıfının bir bölümünü kiralayarak, işsiz
bıraktığı bir bölümünü kiralanma arzusuyla yanıp tutuşturarak, diğer
bölümlerini baskı ve terör altından tutan ve gerektiğinde öldürten bir sınıfa
karşı, “kendi sınıf bilincinde olan, ama “üretim gücü olma niteliğini yitirmiş
veya üretim gücüne sahip olmayan, üretim ilişkilerinde güçsüzleştirilmiş bir
konuma hapsedilmiş olan insanlar kitlesi, bu durumuyla direnecek veya
devrim yapacak bir yeni koşula ve konuma sahip değildir. Hele bu insanlar,
futbolcu örneğinde olduğu gibi, sömürü ve güç ilişkilerinde ayrıntılı bir
şekilde kademeleştirilmiş ve bu kademeleştirmede birbirine karşı caka satan
ve güç kullanan bir örgütlü ilişkiler yapısı içine yerleştirilmişse ve bu yapıyı
yeniden üretime her gün zevkle katılıyorlarsa, bu insanlardan, bu
futbolculardan karşı mücadele ve anlamlı direniş beklenemez. Aralarından
ender olarak çıkanlar ise, çok geçmeden ya yapıya yeniden-bütünleştirilirler
(1960ların devrimcilerinin bir kısmının 1980 ve sonrasının iş dünyasında bol
maaşlı özgür-köleler olarak yer alması gibi) veya marjinalleştirilerek sesinin
52
İrfan Erdoğan
boğulduğu etkisiz bir duruma düşürülürler, ya da bir şekilde hapse atılır veya
öldürülürler (ki artık öldürme yerine ilk seçenek olarak aç ve işsiz bırakma
taktiği kullanılmaktadır). Elbette, bu anlattığım durum da, direniş için bir
nedendir ve direnişin bir koşuludur.
Örgütlü futbol yapısında yer alan ve “görünmeyen” insanların mücadelesi
de özellikle yeni-liberal politikalarla getirilen sendikasızlaştırma, insan
haklarının ihlalini en yüksek seviyeye çıkartan esnek üretim ve taşeron şirket
kullanımı gibi sömürü, baskı ve terör mekanizmalarıyla çok daha zorlaşmıştır:
İnsan hakkı isteyenlere karşı insan hakkı ve demokrasi şampiyonluğu
sahipliği iddiasıyla tazyikli su sıkan bir dünya pazarında, sahtekarlığın ve
hipokrasinin en gelişmiş şekli içinde ödül ancak bu sahtekarlığa ve
hipokrasiye katılmayla gelir. Doğrunun yerini yanlışın, dürüstün yerini
sahtekarın, haklının yerini haksızın, iyinin yerini kötünün aldığı bir egemenlik
yapısında, doğru, dürüst ve iyi olmak çoğu kez kaybetmek demektir. İyinin ve
doğrunun, her yolu deneyerek “çok kazanma” ile tanımlandığı bir dünyada,
sadece egemenlik biçimi değil, mücadele biçimi de belirlenmiştir. Bu
oluşumlar ve biçimler egemenliğin çıkarını perçinlemek için giderek artan bir
şekilde incelenmektedir. Bu incelemelerin doğası da incelenmelidir.
Futbolda direniş olasılıkları ve karakterinin incelenmesi gerekir. Bu
inceleme, sadece seyircilere veya diğer insanlara sınırlanmamalıdır; futbol
denen örgütlü faaliyetin, bu makalede ve diğer makalelerde sunulan her anı ve
safhası içinde ele alınmalıdır. Bunun başında da, futbol kulüplerinin yapısı ve
bu yapıdaki mücadeleler gelir ve federasyonların ve uluslar arası futbol
kuruluşlarının yapısal ilişkilerine kadar çeşitlenir.
SONUÇ
Sosyal bilimlerde araştırma, futbolu ele aldığında, kendini algılar,
tutumlar, davranışlar, futbolda şiddet, holiganizm, futbolda kadın temsili,
futbolda alt-kimlikler gibi konular içine hapsederse, açıklama gücünü ve çoğu
kez dürüstlüğünü yitirir. Futbolun anlamlı incelenmesi, öncelikle tarihsel yapı,
örgütlü zaman ve yer bağlamında ele almayı gerektirir. Bunu yaparken temel
ilgi, futbolun maddi ve maddi olmayanları üretim biçimi, ilişkileri ve
sonuçları üzerine kurulmalıdır. Buna bağlı olarak makalede tartışılan ve
aşağıda özetlenen inceleme konuları ve soruları önem kazanır.
Futbolu inceleme üzerine
53
Materyalin ve düşünselin üretimi
Üretim tarzı ve ilişkilerinden geçerek insan maddi yaşamı üretir. Maddi
yaşamın üretimiyle birlikte, maddi yaşamın ve maddi yaşamla ilişkili üretim
biçimi ve ilişkilerinin de bilinci üretilir. Yani, insan, maddi yaşamını üretirken
aynı zamanda bu hayatın düşünselini de üretir. İnsan yaşam koşulları üzerinde
düşüncesini yansıtır, böylece aktif olarak yaşam koşullarını tutmaya,
sürdürmeye ve gerekiyorsa değiştirmeye çalışır. Düşünselin üretimi, aynı
zamanda hem materyal ve materyalin üretimi hem de üretilmiş düşünsel ve
düşünselin üretimi üzerine inşa edilir.
Futbolla ilgili olarak, materyalin ve düşünselin üretimi bağlamında
üzerinde durulacak en temel iki konu şudur: (1) Futbolun üretime
ürettikleriyle nasıl katkıda bulunduğunun incelenmesi ve açıklanmasıdır. Bu
soru bağlamında incelemeler futbolun örgüt yapısı, örgütsel ilişkiler ve
oyunun nasıl biçimlendirildiği ve yürütüldüğü, bunun sonuçlarının
karakterleri üzerinde durulabilir. (2) Futbolun ideolojik egemenliğin ve
mücadelenin düşünseline olan katkılarının karakterinin incelenmesi. Bu
bağlamda incelemeler futbolun yapısı ve oyunla gelen ideolojinin toplumsal
yapı içindeki anlamları; futbol, futbolculuk ve futbol oyunu denince işlenen
bilişler; oyundan çıkarılan ve oyuna atfedilen ideolojik değerlendirmeler;
futbolun egemen pazar ideolojisini desteklemesi; oyunun ve oyuncunun
ideolojik propaganda, reklam ve biliş yönetimi için kullanılmaları; futbolcu
olmayla ilgili üretilen mitler, düşler ve umutlar; uluslararası ideolojik
egemenliğin futboldan geçerek yansıtılması; direniş ve direnişin düşünsel
yapısıyla futbol ve oyun arasındaki bağ üzerinde durabilir.
İş dışı zamanın sömürgeleştirilmesi
Endüstrileşmeyle birlikte fabrika sistemi zamanı yeni bir biçimde
örgütlemeye başladı, iş yerinde harcanan zamanla iş dışında harcanan zaman
ayrılığını getirdi: İş yerinde harcanan zaman serbest kölenin hayatını devam
ettirebilmek için” para kazandığı” zaman oldu. Bu zaman artık ona ait
değildir. İş dışı zaman serbest kölenin kendini fiziksel olarak yenileme
(dinlenme) ve mümkünse eğlenme zamanıdır. Bu zaman kapitalizmin ilk
dönemlerinde sermaye tarafından gasp edilmemiş, kontrol edilmemiş,
düzenlenmemiş, kontrol edilmeyen zamandı. Yirminci yüzyılın başlarında iş
dışı zamanı dolduran yeni etkinlikler Amerika ve Avrupa’da hızla yayılmaya
başladı: Kapitalizm bu zamana da el atıp kendi çıkarları yönünde düzene
54
İrfan Erdoğan
koyma çabalarını arttırdı. Şehirler, salonlar, dans salonları, bilardo salonları,
roller-skating ringleri, sirkler, eğlence parkları, gösteriler, profesyonel
futbollar, konser salonları ve tiyatrolarda ucuz melodramlar 19'uncu yüzyılın
kapitalist ülkelerinin şehirlerinde hızla yaygınlaştı. Bu yeterli değildi: On
dokuzuncu yüzyılın kapitalistleri iş gücünü “üretim için” zorunlu gördüler.
Yirminci yüzyılın kapitalistleri işgücünü “tüketici olarak” denetlenmesi
gerekliliğini ve 21. yüzyıldakiler de zorunluluğunu duymaya başladı. Bu
süreçte, şirketler ürünleri, ve reklam, moda, medya ve profesyonel futbol
örgütleri de birlikte tüketicileri ürettiler.
Futbolda üretim ve tüketimin üretimi
Futbolda incelenmesi gereken en önemli konulardan biri de üretim ve
tüketimin karakterinin belirlenmesi ve toplumsal sonuçlarının irdelenmesidir.
Futbolda üretim, seyircinin seyretmesini (a) seyir için maç sunarak, (b)
seyrin tarzını belirleyerek (c) seyircide sadece maça gitme ve maç seyretme
değil aynı zamanda diğer ek, yan veya ilişkili ve ilişkisiz ürünler olarak
sunduğu maddeler için gereksinim yaratarak tüketimi üretir. Dolayısıyla
futbol oyunuyla tüketimin amacı, tarzı ve tüketmek için istek üretilir.
Futbolda oyunun üretimi sırasında da tüketim vardır. Bu tüketim üretim
araçlarının ve emeğin kullanımıyla olan tüketimdir. Bu tüketimle oyun
üretilirken, bu üretimi üreten araçların ve gereçlerin (örneğin futbolcunun
giydiklerinin, sahadaki çimlerin) ve futbolcunun ve takımdaki işleri gören
diğer emeğin de tüketimi, dolayısıyla dinlenmesi, yenilenmesi veya zamanla
tümüyle değişmesi gerekir.
Seyircinin futbolu yeniden-üretmesi
Futbolda seyirci, futbol denen yapıyı ve oyunu iki şekilde üretir: (a) oyun
denen seyir ürünü ancak seyirden/tüketimden geçerek gerçek ürün olur. (b)
Seyir yoksa, üretim için gereksinim de ortadan kalkar, dolayısıyla, seyir ürün
için gereksinim, dolayısıyla neden yaratır. Seyirciler maçı stadyumda veya tv
önünde izleyerek gerçekleştirdikleri tüketimleriyle, sadece futbolun
üretiminin koşullarını/doğasını yeniden-yaratmazlar, aynı zamanda, seyir
faaliyetiyle doğrudan veya dolaylı çıkar sağlayan bütün örgütlü yapıları ve
çıkarları da yeniden-üretirler. Bu nedenle, futbol izleyicileri izleme ve
taraftarlık faaliyetleriyle hem futbol şirketlerinin ekonomik varlığının
garantisi olurlar hem de özellikle televizyon ve reklam endüstrilerinin
Futbolu inceleme üzerine
55
amaçlarının gerçekleşmesi olasılığını artırırlar. Böylece futbol izleyicisi ve
taraftarlar izleme ve taraftarlık faaliyetleriyle kendileri için psikolojik doyum
sağlama, deşarj olma, rahatlama, dinlenme ve eğlenme sağlama işini
(üretimini) yaparken, aynı zamanda, futbol başta olmak üzere ekonomik ve
siyasal yapıların üretimden tüketime kadar olan bütün aşamalardaki
egemenlik ve mücadele koşullarını yeniden üretirler. İzleyiciler oyunu
seyretmenin doğasından gelen üretimin belirlenmiş koşulunu yeniden-üretme
ötesinde, üretimin ve dağıtımın ekonomik ve siyasal düzenlenmesi ve üretim
politikalarında kendi istemlerine bağlı planlı bir etkiye sahip değildirler.
Futbol ticarettir ve seyirci hem müşteri hem de para kazandıran değerli bir
emtiadır. Bu yapının işleyişi ve sonuçları incelenmelidir.
Oyunun sermaye için düzenlenmesi
Egemen yaklaşımlara göre, horoz dövüşü, İspanyolların boğa güreşi ve
öteki kırsal kan futbollarını yerini modern futbol alır: Hepsi de fonksiyon
bakımından aynı olarak nitelenir, çünkü hepsi de bir zamanlar o zamanın
popüler sınıflarıyla popülerdiler. Elbette geleneksel futbol 20'inci yüzyılın
turnuva ve lig futboluna benzer. Fakat tarihsel benzerlikler bize çok az şey
anlatır. Endüstri öncesi futbol, kapitalist kuralcılıkla karşılaştırıldığında, daha
düzensiz, biçimsellikten yoksun, standart kuralları olmayan bir yapı olarak
görünür. Bazen çizgisiz sahalarda ve kasaba sokaklarında yüzlerce kişinin
katılmasıyla oynanırdı. Aslında her oyunun yerel geleneklere göre belirlenmiş
kuralları vardır. Endüstri öncesi oyunların aksine, modern oyunlar standart
kurallarla düzenlenmiş ve sistematikleştirilmiştir. Ulusal ve uluslararası olarak
gözlemlenen ve hakemli-kurallara göre organize edilmiştir ve merkezi olarak
yürütülür. Gerçi yöreselciliğe bağı güçlü olmasına rağmen (örneğin Sivasspor
ve Trabzonspor gibi takımların yöre halkı tarafından desteklenmesi, tutulması
gibi), sadece turnuvalar, futbolcular bakımından değil, seyirci, organizasyon
ve yapı ve yürütülüş bakımlarından milli ve milletler arası niteliğe sahiptir.
Katılma yerine seyir futbolu olarak yeniden düzenlenmiştir.
Kültürün evrimini ve değişimini, örneğin 18'inci yüzyılda popüler olan
horoz dövüşünden yirminci yüzyılda popüler olan futbola kadar izlemek
yeterli değildir. İncelemenin anlam kazanması ancak değişimin popüler
etkinlikte olduğuna değil, aynı zamanda değişen toplumsal ilişkilere de
bakılmasıyla olur: Örneğin, horoz dövüşünden futbola değişim, köy
düğünlerinden salon düğünlerine, aristokrasiden burjuvaziye, kırsal işçilerden
endüstriyel işçilere, köyden şehre, cemaatlerden banliyölere, geleneklerden
56
İrfan Erdoğan
yasalara, genele ortak haklardan özel mal-mülk haklarına, yerel adetlerden
sermayenin kontrolündeki kamu düzenine değişimi ifade eder. Anlamlı bir
inceleme, bu tür konuları da ele alan incelemedir.
Futbolda zenginliğin yaratılması ve paylaşımı
Futboldaki kapitalist örgütlenme ve iş yapış biçiminde kazansa da
kaybetse de parayı sermaye kendine ayırır ve taraftarlara da soyut duygularla
bazen böbürlenmek bazen de saldırmak kalır. Ekmek, sirk ve umut konusunun
en açık örneklerinden biri bu: Paylaşılması gereken ekmeği biri alıyor ve
zimmetine geçiriyor; diğerlerine de, hizmet karşılığı olarak biraz kırıntı ve en
önemlisi umut veriliyor oyalanması için. Taraftar sirkte bazen gülerek, bazen
heyecanla soluğu kesilmiş vaziyette, bazen kızgın, bazen üzgün ve bazen
gözlerinde yaş kemirip duruyor umudu… Kendi yaşam koşullarının temel
gereksinimlerini bile etkileme olasılığından yoksun bırakılmış ve ücretli\
maaşlı köle durumuna düşürülmüş insanlığın bu durumu da incelenmelidir.
Toplumsal fayda
Futbol kulübü örgüt olarak sahiplik biçiminden başlayarak aşağı doğru
inen geniş bir yönetim ve günlük yürütme kadrosuna sahiptir: "Bu yönetim
kadrosunu oluşturanlar kimler? Bu futbol kuruluşları örgütsel ve ekonomik
çıkar yapısı bakımından bulundukları kenti veya semti mi temsil etmektedir?
Bulundukları kentin ekonomisine ve insanına ne gibi yararlar sağlıyorlar?
Futbol kulübü o kentteki gençlerin futbolculukta gelişmesine ve takımda yer
almasına ne ölçüde öncelik vermektedir? Futbol kulüpleri, futbolun teşviki ve
gençlerin gelişmesi için okullara, parklara ve kamu futbol alanlarının açılması
ve yürütülmesine ne kadar yardım ediyor?
Oyuncu ithali ve yerel değer
Küresel pazarda serbest köleleri en verimli ve en ucuz şekilde kullanmada
yabancı işçi ve kaçak işçi yolu artık eskidi. Bunların yerini “ucuz pazarlarda
üretim” yoluyla gelen yapı aldı. Fakat futbol gibi “yerel” olarak sunulan
yapılarda en verimli serbest-köle çalıştırma yarışı uluslararası köle pazarının
palazlanmasını beraberinde getirdi. Bu bağlamda araştırmacıların en başta
yabancı oyuncu transfer sisteminin anlamı (amacı ve sonuçları) ve futbol
politikalarında yerel futbolcu yetiştirmenin yeri (yerel değer yaratma ve
uluslararası pazar yapısı ilişkisi) üzerinde durması gerekir.
Futbolu inceleme üzerine
57
Futbolcuların pazarlamada kullanımı
Günümüz endüstrileri ve siyasal yapıları amaçlarını gerçekleştirmede
popüler futbolcuları da kullanırlar. Popüler sporcuları kullanarak yapılan biliş
ve davranış yönetiminde, insanlar paketlenmiş popüleri satın alırlar,
dudaklarına, saçlarına, yüzlerine, üstlerine, ayaklarına, midelerine ve
bilinçlerine “uygulayarak” pazarlama ve satış sürecini tamamlarlar.
Yukarıdaki inceleme konuları ve sorularına, futbol takımını ve oyunu
örgütleyen çeşitli çıkar yapılarını, futboldan materyal çıkar sağlayan şirketleri,
futbolu biliş ve davranış yönetimi aracı olarak kullanan siyasal ve ekonomik
güçleri de katmak gerekir.
Dikkat edilirse, futbolu inceleme sadece bir oyunun örgütlenmesini,
oyunu, oyuna katılanları incelemekle sınırlı değildir, aksine futbolu inceleme
toplumsal üretim, dağıtım, bölüşüm ve tüketim tarzlarını ve ilişkilerini anlama
ve anlatmadır. Elbette, futbolu inceleme, son kertede, toplumun geneli için
fayda getirecek karaktere sahip olmalıdır. Bu fayda, kaçınılmaz olarak daha
iyi için mücadeleyle ilgili olacaktır.
KAYNAKÇA 9
Altkat (t.y.). Http://www.millitakim.com/altkat.asp? (Erişim: 8 Mayıs 2008)
Aztecs (t.y.) Http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ09aztecs.html. (Erişim: 8
Mayıs 2008).
Italia Calcio (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/soccer_history_calcio.php.
(Erişim: 10 Mayıs 2008).
Chinese (t.y.). Http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ01chinese.html (Erişim: 8
Mayıs 2008).
Detail (t.y.). Http://mobil.milliyet.com.tr/mobil/Default.aspx?aType=ArticleDetail&
articleID =550. (Erişim: 8 Mayıs 2008).
Donnelly, P. (1996). The local and the global: globalization in the sociology of sport.
Journal of Sport and Social Issues, 23: 239-257.
Egyptians (t.y.). http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ03egyptians.html (Erişim:
2 mayıs 2008).
Erdoğan, İ. (2004). Popüler kültürün ne olduğu üzerine. Eğitim Dergisi, Özel Sayı:
Popüler Kültür ve Gençlik, 5 (57): 7-19).
Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005) Popüler kültür ve iletişim. Ankara: Erk.
9
İnternette “futbolun siyasal ekonomisi” ve “political economy of football” yazarsanız,
oldukça zengin kaynaklara ulaşabilirsiniz.
58
İrfan Erdoğan
Eskimos (t.y.). http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ11eskimos.html (Erişim: 4
Mayıs 2008).
Fareast (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/soccer_history_far_east.php.
(Erişim: 8 Mayıs 2008).
Fifa (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/fifa.php. (Erişim: 2 Mayıs 2008).
French (t.y.) Http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ06french.html. (Erişim: 10
Mayıs 2008).
Giulianotti, R. (1995). Football and the politics of carnival: an ethnographic study of
Scottish fans in Sweden. International Review for the Sociology of Sport, 30(2):
191-223.
Greeks (t.y.). http://users.skynet.be/pluto/texthistory/civ04greeks.html (erişim: 4
Mayıs 2008)
Historyfa (t.y.). http://www.expertfootball.com/history/fa.php (Erişim: 4 Mayıs 2008).
Hoch, P. (1971). Rip off the big game. London: Boyars.
Hoch, P. (1973). The exploitation of sport by the power elite. London: Boyars.
Indians (t.y.). Http://users.skynet.be/pluto/Texthistory/civ10indians.html (Erişim: 4
Mayıs 2008)
Jackson, S. J. (1993). Beauty and the beast: a critical look at sports violence. Journal
of Physical Education New Zealand, 26 (4): 9-13.
Jhally, S. (1989). Cultural studies and the sports/media complex. In L. Wenner (der.)
Media, sports and society. (s. 70-93). Newbury Park, CA: Sage.
Kurallar (t.y.). Http://www.frmtr.com/kurallara-uygun-olmayan-konular/1397272a.html. (Erişim: 10 Mayıs 2008).
McKay, J. (1995). Just do it: corporate sports slogans and the political economy of
'enlightened racism’. Discourse: Studies in the Cultural Politics of Education, 16
(2): 191-201.
Mob (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/soccer_history_mob_football.php.
(Erişim: 8 Mayıs 2008).
Nauright, J. (2004). Global games: culture, political economy and sport in the
globalised world of the 21st century. Third World Quarterly, 25(7): 1325–1336.
Phillips, M. G. ve Hutchins, B. (2003). Losing control of the ball. Journal of Sport &
Social Issues, 27(3): 215-232.
Rowe, D. (1996). The global love-match: sport and television. Media, Culture &
Society, 18 (4): 565-582.
Soccer (t.y.). Http://www.expertfootball.com/history/soccer.php. (Erişim: 2 Mayıs
2008).
The Political Economy of Football Website (2008). Club financial profiles and article
archives. http://www.footballeconomy.com/reports.htm
Türkiye Futbol Federasyonu (2008). 2007-2008 Futbol oyun kuralları. http://
www.tff.org.tr/Resources/TFF/Documents/Oyun%20Kurallar%202007_1.pdf.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.59-88
Makale
Futbol ve toplumsal muhalefet
Barış Çoban1
Öz: Futbol kapitalizm içersinde endüstriyel bir biçim alarak bir oyun olmaktan
çıkmıştır. Kitleleri etkileyen gücüyle futbol egemen ideolojiyi, tüketim kültürünü
yeniden üreten ideolojik bir aygıta dönüşmüştür. Futbol iktidar mücadelesi
bağlamında, egemen ideolojinin yeniden üretimi için kullanılabileceği gibi muhalif
anlamda toplumsal özgürleşme sürecinin bir öğesi haline de getirilebilir. Muhalifler,
futbolu örgütlenme ve kitleselleşme amacıyla bir iletişim biçimi olarak kullanabilirler.
Bu anlamda, toplumsal muhalefetin yeniden biçimlendirilmesi sürecinde kitleleri
etkileyecek yeni iletişimsel yönetemler bağlamında futbol önemli bir olanak olarak
tartışılmayı haketmektedir.
Anahtar sözcükler: futbol, ideoloji, kapitalizm, tüketim kültürü, yabancılaşma,
muhalefet.
Football and social opposition
Abstract: Football became a part of industrial system in capitalism. Football as an
ideological apparatus reproduces the hegemonic ideology and consumer culture in
society. Football has a global power and it manipulates masses ideologically by using
the new communication technologies. In addition to that, football, as an element in
power struggle, can also be used as a tool of opposition, it may also help opposers as a
communicational apparatus to propogandize and popularize their dissident ideology..
Keywords: Football, ideology, capitalism, consumer culture, alienation, opposition.
1 Yrd. Doç. Dr., İstanbul Aydın Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü
e-posta: [email protected]
60
Barış Çoban
GİRİŞ
Çalışmanın amacı boş zaman etkinliklerinden biri olan futbolun bir oyun
olarak kapitalizm içersinde geçirdiği dönüşümü ve endüstriyel hale gelişini
göstermek, futbolun iktidarın tüketim kültürünün bir ürünü olarak toplumsal
anlamda egemen ideolojinin üretimindeki rolünü eleştirel bir biçimde ele
alarak muhaliflerin futbolla ilişkisini, farklı ülkelerde yaşanan deneyimler
üzerinde durarak incelemektir. Çalışmada, asıl olarak, kitleler üzerinde büyük
bir etkileme gücüne sahip olan futbolun ülkemizde de toplumsal anlamda
dönüşüm gerçekleştirmeyi amaçlayan muhalifler için örgütlenme ve
propaganda alanı olarak kullanılabilmesinin olanakları tartışılacaktır.
Futbolun toplumdan kopuk durumdaki muhalif yapılar tarafından toplumla
yeniden iletişime geçmesini sağlayabilecek bir alan olarak yenidendeğerlendirilmesinin gerekliliği üzerinde durulacaktır.
İnsanı özgürleştiren bir toplumsal etkinlik olarak oyun, yaşamın varolan
gerçekliğini anlamlandırmasını ve bunun ötesinde ötesinde farklı bir dünyanın
kurgusuna da sahip olmasını sağlar. Oyun ütopyacı yönüyle insanı
toplumsallaştırır (Huizinga, 1995) ve geleceğe dair umut vaad eder, alternatif
eşitlikçi bir yapının mümkün olduğunu gösterir (Bloch, 1986). Kapitalizm, bu
gerçekliği tersine çevirir, oyunun olumsallıklarını ortadan kaldırarak, oyunu
endüstriyelleştirir ve iktidarın kurgusunun ürünü olan yabancılaşmış onu
kitleleri sisteme bağlayan tüketim kültürünü yeniden üreten gündelik
pratiklere dönüştürür. Emek zamanını denetim altında tutan sistem, boş zaman
üzerinde de hegemonya kurarak (Butsch, 1990), toplumsal öznelerin tüm
gündelik pratiklerini belirlemeye çalışır. Varolan sistemin, toplumsal özneleri
emeklerine ve sonrasında kendilerine yabancılaştırması sonucunda
yaşadıklarının (Marx, 1993: Meszaros, 1999), sistem karşıtı bir yönelim
kazanmasını önlemek için, emek zamanı dışında haz üreten boş zaman
etkinliklerini de denetim altına alarak tüm yaşam uzam ve zamanlarında
iktidarını yeniden üretir. Bu anlamda, tüm yaşam alanları kapitalizmin
egemenliği altına alınır, üretim sürecinin karşısında boş zaman bir tüketim
süreci olarak konumladırılır. Kapitalist mantık bağlamında, üretim sürecinde
tükenen özne, tüketim sürecinde kendisini üretmiş olurTüketim kültürü
kapitalist sistemde özneye haz alacağı bir yaşam vaat eder (Featherstone,
1996), tüketmek varoluşu hissedebilmenin tek yolu olarak sunulur. Buna bağlı
olarak, tüketim kültürü bağlamında tüm oyunlarda, yeni bir dünya kurgusunun
anlamsızlığını vurgulayarak, içersinde yaşanan sistemin varolan sistemler
Futbol ve toplumsal muhalefet
61
içersinde en iyisi olduğunu ve buna uygun yaşamanın tek doğru seçim
olduğunu kabul etmeye çağırır. Futbol tüketim kültürünün önemli öğelerinden
biri olarak, egemen sistemin kitlelerin denetimini sağlamasında etkin bir aygıt
haline gelmiştir. Bu süreçte, kapitalist sistemin yeniden biçimlendirdiği futbol
endüstriyelleşmiş (Sönmez, 2007) ve kendi egemen sistemi meşrulaştıran ve
yeniden-üreten bir aygıta dönüşmüştür (Hargreaves, 1982).
Günümüzde kitle kültürünün önemli bileşenlerinden biri olan futbol
eleştirel bir açıdan kitlelerinin boş zamanlarını denetim altına alarak, onları
sisteme bağlayan kültürel pratik olarak incelenmeyi hak etmektedir. Futbol
toplumsal anlamda, insanın insana yabancılaşmasına neden olan egemen
ideolojiyi doğallaştırır ve meşrulaştırır (Bambery, 1996). Futbol stadlar
bağlamında söylemsel ve eylemsel şiddetin ortaya çıkmasına olanak veren bir
alan yaratarak toplumsal tepkinin sisteme yönelmesini engelleyerek rasyonel
olmayan bir biçimde toplumsal boşalımın yaşanmasına olanak tanır. Kitlelerin
kendi yaşamlarına dair sistemden kaynaklanan sorunların çözümsüzlüğünün
nedeni olarak “öteki”leri hedef almalarını sağlayan popüler milliyetçiliği,
ırkçı şiddeti kitleselleştirerek ve meşrulaştırarak (van Dijk: 2003) toplumsal
parçalanma yaratır ve böylelikle sistem kileleri daha kolay denetim altına alır.
Buna karşın kitleleri etkileyen bir alan olarak futbol iktidarın tümel denetimi
altında değildir. Yereller bağlamı başta olmak üzere kitleleri bir araya getiren
her etkinliğin muhalif örgütlenmenin gerçekleştirilmesi için kullanılması
olasıdır. Bunun yanında büyük takımların taraftarlarına seslenmek için de
farklı yöntemler kullanılabilir, futbolun kitleleri etkileme gücünü kullanmak
zor olsa da imkânsız değildir. Bu anlamda, yeni iletişim teknolojileri
üzerinden muhalif taraftar grupları örgütlenerek muhalif düşüncenin
propaganda olanaklarının önü açılmaya çalışılabilir.
Tarihsel bağlamda futbol muhalif örgütlenmeler tarafından kitleleri yeni
bir dünyanın mümkün olduğuna inandırmak için kullanılmıştır. Yeni iletişim
teknolojilerin gelişmesiyle beraber, futbolun uluslararası etkisi daha da
artmıştır. Futbolun muhalif toplumsal hareketler tarafından propaganda ve
örgütlenme amacıyla kullanılmasını mümkün kılacak olanaklar da ortaya
çıkmıştır. Yerellerden başlayarak, küresel alanda, futbolun “yeni bir dünyanın
mümkün” olduğunu söyleyen muhalif yapılar tarafından kullanılması olasıdır.
Şimdiye dek kullanılmamış bu alanı bu muhalifler için kullanıma açmak,
toplumla yeni iletişim biçimleri geliştirerek yeniden buluşmanın olanakları
yaratmak, iktidar karşısında muhalif bir alternatif sunmanın ilksel çabalarını
oluşturacaktır. Muhalifler gündelik yaşamın birçok alanında kendilerini
62
Barış Çoban
yeniden var edebilmek için, kitlelerin söylemlerini ve düşünüş biçimlerini
iktidarın etkisinden kurtarmak, bu süreçte de futbol üzerinden kitlelerin
ırkçılaşmasına ve saldırganlaşmasına karşı, muhalif söylem ve eylemlerle
futbol örneği bağlamında daha barışçı ve dayanışmacı toplumsal pratiklerin
yaratılması gerekliliği gözden kaçırmamalıdır. Yeni iletişimsel teknoloji ve
ortamların sağladığı olanaklarla futbolu farklı bir biçimde yeniden ele alarak,
futbol bağlamında geliştirilebilecek muhalefet biçimleri ve kitlelerin muhalif
düşünce ile tanıştırılması girişimlerini yaşama geçirmek, iktidarın kültürüne
karşı muhalif bir kültürü yaratmanın ve kitleselleştirmenin önünü açacaktır.
YÖNTEM
Toplumsal anlamda iktidarın kitleleri ideolojik aygıtları aracılığıyla hem
düşünsel hem de bedensel olarak sistemi içselleştirmelerini sağlamak için
emek süreçleri başta olmak üzere insanların tüm toplumsal pratiklerini
belirlemesi, yabancılaşmanın tüm toplumsal ilişki ve pratiklerde yenidenüretilmesini beraberinde getirir. İnsanları özgürleştirebilecek toplumsal
pratikler bile yabancılaştırıcı etkinliklere dönüşür. Bu bağlamda tüm oyunlar,
sporlar ve özellikle de futbol kitleleri iktidarın belirlediği bir kurgusal
dünyanın sınırları içersinde tutar. Buna karşın muhaliflerin kitleler ile olan
ilişkisi iktidarın müdahalesi nedeniyle kesintiye uğramakta ve muhalifler
toplumsal iletişim alanlarının dışında tutulmaktadır. Bu durum muhalif
hareketlerin
toplumdan
uzaklaşmasını,
küçülmesini
beraberinde
getirmektedir. Bu nedenle, muhaliflerin yeni toplumsal ilişkiler ve iletişim
biçimlerine uygun iletişim ve örgütlenme biçimleri geliştirmeleri
gerekmektedir. Kitleleri etkileyen gücüyle futbolun kullanımı muhaliflerin
şimdiye dek kullanmadıkları bir alanı dönüştürerek, insanları iktidara karşı
dayanışma ve mücadelenin içersinde çekerek örgütleme ve propaganda yapma
olanağı verebilir. Futbol alanının muhalifler tarafından etkin bir şekilde
kullanımının örnekleri tarihsel olarak bulunmaktadır. Bu deneyimleri göz
önünde bulundurarak ülkemiz koşullarında futbol üzerinden siyasal
muhalefetin örgütlenmesi olanakları üzerinde durulmalı, futbol iktidar
mücadelesi içersinde toplumla olan iletişimsizliğin aşılmasının olanakları
sağlayan bir alan olarak eleştirel bir biçimde yeniden değerlendirilmelidir.
Bu çalışmada ana sorun, toplumsal muhalefetin yeni bir iletişim ve
örgütlenme alanı olarak futbolun sunduğu olanakları tartışmaktır. Futbolun
kapitalizm içersinde bir oyun olarak ne ifade ettiği, oyun, boş zaman ve
Futbol ve toplumsal muhalefet
63
yabancılaşma kavramları bağlamında ele alınmış ve futbol kitleleri egemen
ideolojiye eklemleyen bir pratik olarak değerlendirilmiştir. Kitle kültürünün
bir parçası olarak futbolun erkek egemen, ırkçı saldırgan mantığı
meşrulaştırması ve yeniden-üretmesi, “boş zaman” etkinliklerinin ideolojik
yüklemleniminin anlaşılması bakımından önemli görülerek sorgulanmıştır.
Futbolun kitleler üzerindeki etkisi egemen ideolojinin yeniden-üretiminde
kullanılmasının eleştirisi, temel olarak doğallaşmış bir biçimde ideolojik
yüklemlenime sahip olan futbolun muhalifler için ideolojik anlamda ne ifade
ettiği ele alınmıştır. Futbolun muhalifler tarafından ideolojik amaçlarla
kullanılmasına ilişkin yaşanmış ve yaşanılan deneyimlerin ele alınması ve
futbolun barındırdığı muhalefet olanaklarının incelendiği çalışma, ülkemizde
muhalif hareketler tarafından yeni yeni kullanılmaya başlayan bu alanı
olumsal bir biçimde yorumlayabilmenin mümkün olduğunu göstermeyi
amaçlamaktadır. Çalışma, sonuç olarak, futbolun toplumla yeniden iletişime
geçme bağlamında muhalifler için sunduğu olanakları irdeleyerek, muhalif
hareketin kitleselleşme konusunda yaşadığı sorunları aşması anlamında futbol
gibi toplumsal etkinliklerin yeniden değerlendirilerek kullanımının gerekliliği
üzerinde durarak, eşitlikçi bir sistem istemine dayanan muhalif kurgunun yeni
bir dünya mümkün çağrısının kitleselleşebilmesinin toplumu etkileyen tüm
kültürel alanları eleştirellik temelinde ele alıp kullanarak olası olduğunu
göstermeye çalışmaktadır.
ANALİZ
Oyun, boş zaman ve yabancılaşma
Futbolun evrim süreci sınıfsal yabancılaşmanın uğraklarından bir
tanesidir. Futbol, toplumsallaşmayı sağlayan yapısı ile işçi sınıfının çalışma
saatleri dışındaki zamanında kendisini yeniden-üretebilmek, rahatlamak ve
çalışma sürecine katılabilmek için kurguladığı oyundur. Futbolun geçirdiği
dönüşümün anlaşılabilmesi oyunun kapitalist yapı içersindeki endüstrileşmesi
süreci incelendiğinde anlamlandırılabilir.
Oyun, toplumsal iletişim bağlamında oldukça önemli bir işleve sahiptir.
Bu nedenle, oyunlar çocuklar için olduğu kadar yetişkinler için de büyük
önem taşır. Oyun toplumsallaşmanın, toplumsal anlamda iletişim kurmanın
olanaklarını yaratır ve özneyi yeniden üreten kültürel sürecin önemli
pratiklerinden bir tanesidir. İnsan, oyun ile kendine ait bir dünya yaratır ve
iktidar ilişkilerinden kendisini soyutlar: "...oyun başkalarına değil, bize aittir.
64
Barış Çoban
Diğerlerinin bizim çemberimiz dışında yaptıkları, bizi şu an için
ilgilendirmez. Gündelik hayatın kural ve örflerinin oyun alanı içinde bir
değeri yoktur. Biz başkayız ve 'başka bir şekilde' hareket ederiz" (Huizinga,
1995: 30). Oyun, aynı zamanda kurgusal yapısı bağlamında toplumsal
imgelemin geliştirilmesinde önemli bir işleve sahiptir. Oyun, kurgu ve gerçek
arasındaki çelişkinin üzerinden atlar, hem gerçekten kaçar hem de onu
kovalar. Oyun, içerisinde yaşanılan toplumsal koşullardan kısa bir zaman için
bile olsa uzaklaşabilmenin ve kendini gerçeklik dışında tutarak faklı bir kurgu
içersinde yeniden oluşturabilmenin olanaklarını sunar. Oyun iktidardan
kaçışın bir biçimidir; ancak oyun iktidarın denetimine geçtiği anda kişiyi
çalışma süreçlerine hazırlayan sahte bir boşalım biçimi halini alır. Oyunun
yabancılaşması süreci, aynı zamanda kitle kültürünün bir parçası haline
gelmesi ve endüstriyel bir ürüne dönüşmesi sürecine de gönderme yapar:
“Üretim ilişkilerinin değişimleri oyunların da yapısını belirler, ancak bazı
oyunlar neredeyse tüm üretim biçimleri içersinde kendini var eder. Haz üreten
bir öğe olarak oyun, kapitalizm ile birlikte tüketim kültürünün, haz
ekonomisinin bir parçası haline gelmiştir; artık çocukların imgelemi
fabrikalardan çıkan oyuncaklar tarafından belirlenir, oyun ve oyuncak
metalaşır, fetişleşir. Oyun toplumsal olmaktan çıkartılır, bireyselleştirilir”
(Çoban, 2004, 37). Oyunun bireyi toplumdan soyutlaması yeni iletişim
teknolojileri ile birlikte yalnız başına oynanan ve bedensel etkinliğe
dayanmayan oyunların ortaya çıkması ile beraber oyun yalnızlaştıran bir yapı
kazanmaya başlamıştır. Haz, paylaşım üzerine kurulu olmaktan çıkmış,
bencillikte sabitlenmiştir. Toplu oyunlar insanı üretken kılabilecek bir
yapılanıma sahipken, bireysel oyunlar tüketime yönlendirmektedir.
Oyun, içersinde yaşanan kapitalist yapının ötesine uzanan, emeğin
yabancılaşmasının aşılabileceğini anlatan ütopik bir içeriğe sahiptir. Ancak
kapitalizmin endüstriyel hale getirdiği oyunlar insanı hem düşünsel hem de
bedensel olarak sistemin sınırları içersine hapseder. İnsanlar gitgide
kendilerini tecrit eden bu oyunlardan haz almaya başlar. Haz ve “eğlence
modern anlamda boş zamanın ayrılmaz bir parçasıdır” (Dyer, 1992: 7). Boş
zamanı emek sürecinin karşısında konumlandıran kapitalist üretim ilişkileri,
emek sürecini yaşamdan çalınan bir süreç, insanın kurtulması gereken bir
kabus olarak sunar ve insanları “boş zaman”larında kaybettikleri bu zamanı
telafi etmeye, hazzı tüketim çılgınlığı ile yaşamaya çağırır. İnsanı emek
sürecine daha da yabancılaştıran bu yaklaşım, tüketimi tek yaşamsal amaca
dönüştürür, insanın varoluşunu hissedebilmesi için tüketmesi gerekir, insanı
Futbol ve toplumsal muhalefet
65
tüketenin ise emek olduğu yanılsaması yaratılmaya çalışılır, insan emek
süreçlerine yabancılaştırılır. Bu süreçte, “boş zaman ticarileştirilir... şirketler
için bir kâr kaynağı ve ekonominin bileşeni haline gelir” (Butsch, 1990: 3).
Oyun da bu sürece bağlı olarak ticari kültürün bir ürünü, bir tüketim biçimi
haline gelir, bu nedenle oyun artık özgürleştiren değil tutsaklaştıran bir biçim
alır. Muhalif yaklaşım bunun tersine insanın var olan üretim biçimi ve
ilişkilerini ortadan kaldırarak, toplumun özgürleşmesini sağlayacak üretim
ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan, tüm sistem mantığının tersine çevrildiği
bir yaşam anlayışını toplumsallaştırmaya çalışır, yani tepe taklak duran oyunu
tekrar ayaklarının üzerine çevirmeye çalışır.
İktidar tüm toplumsal alanlara sızarak kitlelerin bilincini kendi
doğrultusunda yeniden üretmenin yollarını arar. Oyun, gerçekte özgürleştirici
bir yapıya sahiptir, toplumsal anlamda karnavalesk bir biçim taşır ve kitlelerin
iktidarın karşısında kendilerini ifade edebilmelerine olanak verir. Oyun, yeni
bir dünyanın mümkün olduğunu, farklı dünyaların kurgulanabileceğini
gösterir. Var olan sistemin değiştirebilirliğini gösteren her kültürel yapılanım
gibi bu anlamda iktidarı tehdit eder; çünkü oyun ütopyacı bir yapılanıma
sahiptir ve ütopyalar her zaman için var olan toplumsal koşulların eleştirisi ve
bunu aşma eğilimine sahiptirler. Bu anlamda futbol ilk başlarda, olumsal
anlamda toplumsal dayanışmanın ve mücadelenin üretilebildiği bir toplumsal
kültür ürünü, “boş zaman etkinliği” olarak çalışma zamanı dışında toplumsal
biraradalık ve dayanışma duygusu yarattığı için olumsal bir kültürlenme
sürecine gönderme yapmaktadır; ancak kapitalizmin tüm toplumsal alanları
etkileyen yabancılaştırıcı gücü insanın kendi yaşamı üzerindeki denetimini de
ortadan kaldırmaktadır: “emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık
olarak, üreticiden bağımsız bir erk olarak, ona karşı koyar. Emek ürünü, bir
nesne içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlaşmış emektir, emeğin
nesneleşmesidir. Emeğin edimselleştirilmesi, onun nesnelleştirilmesidir.
İktisat aşamasında, emeğin bu edimselleşmesi, işçi için kendi gerçekliğinin
yitirilmesi olarak, nesnelleşme nesnenin yitirilmesi ya da nesneye kölelik
olarak, temellük yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görünür” (Marx, 1993:
62). Emeğin yabancılaşması sorunu, doğrudan insan etkinliklerinin de
yabancılaşması sorununu beraberinde getirir. İnsani bir etkinlik olarak oyun
da “etkinliğin yabancılaşması, yabancılaşmanın etkinliği” ile damgalanmıştır:
“İşçinin yabancılaşmasını, yoksunlaşmasını şimdiye kadar sadece tek bir
görünüm, onun kendi emek ürünü ile ilişkisi görünümü altında göz önünde
tuttuk. Nedir ki yabancılaşma sadece sonuç içinde değil, ama üretim eylemi
66
Barış Çoban
içinde, üretici etkinliğin kendi içinde de görünür. İşçi, eğer üretim eyleminin
ta içinde kendi kendine yabancılaşmasaydı, kendi etkinlik ürünü ile yabancı
olarak nasıl karşılaşabilirdi? Ürün, gerçekte, etkinliğin, üretimin özetinden
başka bir şey değildir. Öyleyse, eğer emek ürünü yabancılaşma ise, üretimin
kendisinin de, eylem durumundaki yabancılaşma, etkinliğin yabancılaşması,
yabancılaşmanın etkinliği olması gerekir. Emek nesnesinin yabancılaşması,
emeğin etkinliğinin kendi içinde, yabancılaşmanın, yoksunlaşmanın özetinden
başka bir şey değildir” (Marx, 1993: 65). Emek sürecinde insanın kendi
gerçekliği ile olan ilişkisinin kopuşuna gönderme yapan bu süreç, insanın hem
bedenini hem de düşüncesini etkiler: “İnsanın türsel varlığı, doğa kadar onun
türsel entelektüel yetileri de, ona yabancı bir varlık durumuna, onun bireysel
varoluş aracı durumuna dönüşürler. O, onun dışındaki doğayı olduğu gibi,
onun tinsel özünü, insanal özünü olduğu gibi, kendi öz bedenini de insana
yabancılaştırır” (Marx, 1993: 62).
Yabancılaşma insanın kendi yaşamı üzerindeki iktidarını yitirmesi
anlamına gelir: “Temel yabancılaşma düşüncesi kapitalist işleyiş altındaki
gücümüzün (yaratma gücü, hayatlarımızı kontrol etme gücü - tanrı ya da
başka dışsal bir güç olmadığından beri bu güç sadece insana aittir)
yabancılaştırıldığı, gücümüze başkaları tarafından el konulduğudur. Bizler
kendi hayatlarımız üzerindeki iktidarımızdan yoksun bırakılanlarız. Kişinin
kendi hayatı üzerindeki iktidarına yabancılaşması insanın kendisini
yitirmesidir” (Holloway, 2008: 1). İnsanın yabancılaşması öncelikle “insanın
insana yabancılaşması, emeğin yabancılaşmasının bir sonucudur”
(Jakubowski, 1990: 86), ancak yabancılaşma sadece emek sürecini değil tüm
yaşam alanlarına sirayet eder. İş yaşamındaki mekanikleşme, robotlaşma tüm
gündelik pratiklerde kendisini açığa vurur. Toplumsal tüm pratikler
yabancılaşmış insanı yeniden üreten bir yapılanıma sahiptir ve insanı
nesneleştirmenin yanında tüm toplumu tektipleştirerek iktidarın nesnelerine
dönüştürür: “Bugün ileri kapitalizmde, işin giderek yetkinleşen mekanikliği,
sömürüyü tümüyle destekleyerek, sömürülenin tutumunu ve statüsünü
değiştiriyor. Teknolojik bütünde zamanını büyük ölçüde (ya da tümüyle)
otomatik tepkilere harcayan mekanik iş, daima bütün hayata yayılan bir uğraş,
tüketici, sersemletici, insanlık dışı bir köleliktir. Öylesine tüketicidir ki,
uyarlıklar durmadan artar, makineleri çalıştıranlar katı denetim altındadırlar,
işçiler çevreden kopmuştur. Elbette bu kölelik biçimi, kısıtlı, parçalı bir
otomatikleşmenin sonucudur... Tekörnekleştirme (standartlaştırma), alışkı,
üretici meslekleri ve üretici olmayan meslekleri benzer kılar.” (Marcuse,
Futbol ve toplumsal muhalefet
67
1968: 42). Tektipleşme emek sürecinde insan bilincinin temel belirleyeni
haline gelir ve sonrasında tüm yaşam alanları egemen iktidar tarafından tekboyutluluğun denetimi altına alınır. Oyunların da insanın yabancılaşmasında
önemli bir etken haline gelmesi, oyunların insanı tektipleştiren endüstriyel
etkinliklerin uzantısı endüstriyel oyunlara dönüşmesinin bir sonucudur.
İnsan yabancılaşmanın parçalayıcı etkisi ile daha da fazla örselenir. Bu
anlamda insanın varoluşunu hissetmesi bağlamında toplumsal etkinlikler
olumsaldır, ancak buna karşın tüketim kültürü tarafından denetlendiği için
insanları egemen ideoloji bağlamında yeniden-biçimlendirdikleri için gerçekte
özgürleşme sağlamak yerine köleleşmeyi yeniden-üretirler. İşçi sınıfının
iktidarın denetimi dışında bir araya gelmesi ve eğlenmesi iktidar tarafından
kuşkuyla karşılanır, çünkü iktidar alanının dışındaki tüm toplumsallaşma
biçimleri muhaliflerin denetimine geçme riski taşır. Bu anlamda, ekonomik
iktidar “boş zaman”ın ele geçirilmesinin, daha doğrusu sömürgeleştirilmesinin
ve çalışan sınıfların boş zaman etkinliklerinin belirlenmesinin yollarını
bulmaya çalışır. Tüketime dayanan kitle kültürünün üretimi ve
yaygınlaştırılması sürecinde, tüm özgür/özerk toplumsal alanlara müdahale
eden iktidar, toplumsal kültürü iktidarın denetimindeki kitle kültürüne
dönüştürmek için çaba harcar: “İş dışındaki zamanın doldurulmasıda kent
yaşamının kısıtlı çevresine uygun ve kendisini yaşamın yerine ikame eden
edilgen eğlenceler ve seyirlikler üreten pazara bağlıdır. Sonrasında bu
eğlencelik ve seyirlikler tüm boş zamanı doldururlar ve her eğlence ve sporu
sermayenin yayılmasına hizmet eden bir üretim sürecine dönüştürürler”
(Braverman, 1974: 278). Gösteri toplumunu yaratan bu seyirlikler, gösteriler
“günümüzde üretilen nesnelerin kaçınılmaz süs, sistemin rasyonelliğinin genel
açıklaması olarak ve sayıları giderek artan imaj-nesneleri doğrudan doğruya
biçimlendiren ileri bir iktisadi sektör olarak güncel toplumun ‘esas
üretimi’dir” (Debord, 1996: 17) Bu anlamda tüm yaşam alanları kapitalistik
bir mantık bağlamında kurgulanır ve kitleler tarafından bu yabancılaştırıcı
mantık gönüllü bir biçimde içselleştirilir.
Kapitalizmin, ticarileştirmiş olduğu boş zaman üzerinde hegemonya
kurması süreci (Butsch, 1990: 19), kitlelerin iş yaşamı dışında da sistemin
yeniden üretilmesini sağlayacak toplumsal pratiklerin yeniden-üretimini
gerçekleştirmeyi, yani sistemin kitleler tarafından içselleştirmesini sağlamayı
amaçlar. Ayrıca toplumun muhalif düşüncelere eğilim göstermesinin
engellenmesi amacını taşır, çünkü “kültür endüstrisinin en önemli yasası,
insanların arzuladıkları şeylere kavuşmamalarını ve bu yoksunluk içinde
68
Barış Çoban
gülerek doyuma ulaşmalarını sağlamaktır” (Adorno, 2007: 74). Kitlelerin
kültür endüstrisinin tüketicileri kılınması süreci eğlencenin “şeyleşmesini”,
kitlelerin gerçek anlamda kendilerini yeniden üretecek ve farkındalık
yaratacak bir yaratıcılığa sahip olmasının engellenmesini beraberinde getirir.
Bu anlamda “eğlence, geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzantısıdır.
Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak
isteyen kimselerin aradığı bir şeydir” (Adorno, 2007: 68). Ancak bu kaçış,
gerçekte insanın kendisinden kaçışının gizlenmesidir. Kültür endüstrisi
kitlelerin üretim süreçlerine isyan etmeden devam edebilmeleri için sahte bir
eğlence dünyasında sahte bir rahatlama yaşamasına hizmet eder. Çalışma
zamanı ve boş zaman arasındaki kesinti aslında bir yanılsamadır, iki süreç de
insanı yabancılaştıran mekanikleşmenin yaşandığı süreçtir. Kitleler tüm
yaşam pratiklerinde iktidar tarafından yeniden-üretilirler ve her pratikleriyle
iktidarın ideolojisini daha da fazla içselleştirirler. “Meta-fetişizmi” tüm yaşam
alanlarında temel belirleyen haline gelir: “Mekanikleştirme, boş zamanı olan
kimseler ve onların mutluluğu üzerinde öyle bir güce sahiptir ki, eğlence
metalarının üretimini temelden belirleyerek bu kimselerin boş zamanlarında
emek süreçlerinin kopyasından başka bir şey yaşatmaz” (Adorno, 2007: 68).
Bu anlamda kitle kültürünün kullandığı tüm “oyun”lar “homo ludens”in
özgürleştirici oyunları değil, insanı iktidara bağlayan köleleştirici oyunlardır.
Oyunun haz üreten yapısının tüketim ekonomisinin bir parçası kılınması ile
yaratılan haz ekonomisi, toplumun boş zamanını bir tüketim alanına
dönüştürür. Üretim sürecine tüketim sürecinin eklemlenmesi, bu bağlamda
insanın kendisini var olan üretim ilişkilerine hapsettiği kesintisiz bir
ekonomik yapının içselleştirilmesini beraberinde getirir. Haz zamanı, yani boş
zaman sürecinde yapılan tüm etkinlikler insanı yeniden üretim sürecine
katmak için canlandırır, yeniler, üretim sürecine dayanması için güçlendirir.
“Adorno’ya göre, gelişmiş kapitalizmde eğlence çalışmanın bir uzantısıdır...
Spor ekonomik nedenlerle aşağılanmış bedenin özgürleşimini, endüstri
toplumu tarafından kendi işlevlerini gerçekleştirmekten mahrum bırakılan
bedene geri dönüşü vaat eder. Spor makinenin insanın elinden aldığı bazı
insani işlevleri yeniden kazanmasını sağlar, ama yalnızca onu yeniden
acımasızca makinenin hizmetine sokabilmek amacıyla” (Brohm, 1989: 56).
Bu anlamda, spor da dahil tüm oyunlar, eğlenceler bu süreçte, endüstriyel bir
biçim almaya başlar, ekonomik dönüşüm süreçleri ile birlikte dönüşüm
geçirerek, toplumsal anlamda önemli “ideolojik öğeler” olarak toplumsal
Futbol ve toplumsal muhalefet
69
bilincin yeniden üretilmesinde ve yeni ekonomik politikaların toplumsal
olarak daha kolay benimsenmesini de beraberinde getirir.
Futbol başta olmak üzere spor, kapitalizm tarafından iş sürecinin bir
uzanımı olarak kurgulanır. Futbol bir oyun olarak insanların rahatlamalarını
ve toplumsal birlikteliğini sağlamanın ötesinde, iş yaşamının belirleyenleri
olan zamansal ve mekânsal kısıtlamalar, kurallar, hiyerarşi ve iktidar
biçimlerini yeniden üreten bir yapıya da sahiptir (Bambery, 1996). Futbol
özneleri üretim süreci dışında insanları bedensel ve zihinsel olarak iktidara
uymaya, disipline olmaya yönlendirir. Kapitalizmin beden politikası çalışma
yaşamında insan bedenini en verimli şekilde kullanabilmek için insan
bedeninin üretim süreçlerine uygun bir biçime sahip olmasını sağlamaya
çalışır. Bu amaçla kitle iletişim araçları aracılığıyla ideal bedenler ortaya
konur ve kitlelerden bu ideale benzemeleri istenir. İktidarın etkisi ile çalışma
yaşamı dışında bedenlerini iktidarın belirlediği ideal beden ve güzellik
anlayışına göre biçimlendirmek için özneler “boş zaman” etkinliklerinde
bedenlerini iktidara uygun bir biçimde yapılandırmak için yeni tüketim
alanlarına yönelirler; spor salonları, güzellik salonları ve estetik ameliyat
yapan hastaneler. Toplumsal beden sınıfsal anlamda farklılaşmış bir şekilde
belirlenir ve her sınıf kendisinden beklenileni gerçekleştirmeye çalışır.
Bedenlerin, tüketim süreçleri bağlamında, iktidarın kurguladığı bir biçimde
yeniden üretimi, insanların ideolojik olarak yeniden üretimiyle koşut bir
biçimde gerçekleştirilir. Bu süreçte, bir spor olarak futbol, özgürleştiren
karnavalesk bir oyun değil, kitlelerin sistemi hem bedensel hem de düşünsel
anlamda içselleştirmesini sağlayan ideolojik aygıt olarak işgörür.
Futbol ve ideoloji
Egemen sınıf maddi üretim araçlarını denetlediği gibi düşünsel üretim
araçlarını, yani düşünce üreten tüm alanları ve araçları, kitle iletişim araçlarını
denetler, üzerlerinde kendi hegemonyasını kurar. Egemen sınıf diğer sınıfların
rızasını kazanmak için ideolojik aygıtlar üretir ve toplumsal pratiklerde
egemenliğini bu aygıtlar üzerinden yeniden üretir. Kapitalist üretim ilişkileri
bağlamında ideoloji altyapıdan soyutlanarak ele alınmaz, ideolojik sorunsalın
temellendiği yer altyapıda, üretim biçiminde ve üretim ilişkilerinde gizlidir.
İdeolojinin sorunsallaştırımı da bu nedenle üretim ve mülkiyet ilişkileri
bağlamından ayrı düşünülemez, kapitalist üretim biçiminin ürünü olan ve
kapitalizm temel belirleyenlerinden biri olan “meta fetişizmi” (Marx, 2000)
yüzünden, şeyler arasındaki gizemli ilişkiler gibi görünür. “Fetişistik”
70
Barış Çoban
karakteri nedeniyle ideoloji, toplum ve kendi “gerçek varoluş koşulları”
arasında bir yarılmaya neden olur, gerçeği yerinden çıkararak, yerine “üretim
ilişkilerinden türeyen” bir ilişkiyi geçirir. Toplumun kendi gerçek varoluş
koşullarının üzerini örter, kendi kurguladığı gerçekliği toplumsala yansıtır.
Toplum bu yansımada, bu aynada kendini görür, imgesini yakalar. Egemen
yapı maddi ideolojik aygıtlarını kullanarak yanılsamalı imgesel ilişkileri tüm
topluma dayatır (Althusser, 2003). İdeolojinin varlığı bu ilişkilerin her
toplumsal pratikte yeniden-üretilmesi sürecine bağlıdır, ideolojik aygıtlar da
toplumsal pratikler bağlamında iktidarı toplumsal özneler üzerinden yenidenüretirler, toplumsal yaşamın birçok alanı doğallaşmış bir biçimde ideolojik
yeniden-üretimin gerçekleştirilmesi için kullanılır.
Futbol ve ideoloji arasındaki ilişkiyi çözümlemek, toplumsal anlamda
iktidar ilişkilerini ve iktidarın kültürel bağlamda yeniden-üretiminin
anlaşılmasını olanaklı kılar. Çünkü “futbol asla sadece futbol değildir”
(Kulper, 2003). Kitlelerin sisteme eklemlenmeleri bağlamında futbol önemli
işleve sahip bir ideolojik aygıttır ve kitlelerin egemen ideolojiyi yenidenüretmelerini sağlayarak onların yabancılaşmış yaşamlarını haz aldıkları, tek
gerçek ve doğal dünya olarak kabul etmelerini sağlar: “Bütün ideolojilerde
olduğu gibi spor ideolojisi de kapitalist sistemdeki üretim ve toplumsal
ilişkilerin gerçek yapısını gizler, bunlar sanki ‘doğal’mış gibi değerlendirilir.
Spor kuruluşlarında yer alan bireylerin aralarındaki ilişki, şeyler arasındaki
maddesel ilişkiye dönüştürülür: Maç sonuçları, makineler ve rekorlar. Bu
süreçte insan bedenine bir meta gibi davranılır” (Bambery, 2002: 84).
İdeolojik aygıt olarak futbol tüm özgürleşim yaratan özelliklerinden
arındırılır, mekanikleştirilerek kültür endüstrisinin bir ürünü haline getirilir.
Futbol ideolojik işlevinin yanında ekonomik anlamda da önemli bir belirleyen
haline gelir, finansal piyasaları etkileyen bir güç kazanır: “Futbol, artık
kapitalistik bir eğlence sektörü ve milyarlarca dolarlık katma değer yaratılıp
paylaşılıyor. Ama, manüfaktür döneminde olduğu gibi hakim ideolojinin ve
politik yeniden-üretimin bugün de gerçekleştirildiği bir sektör aynı zamanda”
(Sönmez, 2007). Bu durum, boş zaman etkinliklerinin kapitalistik yapının
ideolojik bir yeniden-üretim alanı olduğunu ve eşitsizlik üreten üretim
ilişkilerinin meşrulaştırılarak yaşamın her alanında temel belirleyen haline
getirilmesi gerçeğini göstermektedir.
Boş zamanın futbol ile doldurulması, genellikle de erkekler için, içersinde
yaşanılan ve anlamlandırılamayan gerçekliğe tahammül edilebilmesinin
olanaklarını yaratır. Sınıfsal olarak, çalışan sınıfın erkekler üzerinden
Futbol ve toplumsal muhalefet
71
tanımlanması, buna bağlı olarak da boş zamanın erkek egemen mantık
bağlamında denetim altına alınmasını beraberinde getirir. Erkeğin sınıfsal
sömürüye karşın kendisini “kadınlaştıran” iktidar ilişkilerine karşı muhalefet
üretmek yerine, kendisini gerçekten erkek hissedebildiği alanların yaratılması
bir zorunluluk haline gelir: “Spor, açık seçik bir kültürel iktidar hiyerarşisi
sunacak şekilde erkekliğin kadınlığa karşı inşa edildiği belli başlı araçlardan
biri olmuştur” (Rowe, 1996: 229). Erkek egemen yapı, gerçek anlamda erkeği
kadınla eşit kılan ekonomik yapıyı ona dayatırken, kültürel olarak onu tekrar
erkek olarak tanımlamanın yollarını arar. Futbol, bu anlamda, erkek için
özellikle önemli bir alan olarak sunulur; hem bedensel gücün kullanıldığı bir
alan hem de ilkel dönemden beri yeniden-üretilen atarerkil yapının
temellerinden biri olan erkek dayanışmasının yeni bir biçimini sunan futbol
önemli bir kültürel yapılanım haline gelmiştir: “Spor, erkekliğin etkin,
saldırgan, rekabetçi, güçlü, meydan okuyucu, cesaretli vb. olduğunu yeniden
olumlayarak erkeklik mitlerini yeniden-üreten bir biçimdir. Sporda erkekler,
rekabet ederek çabalayarak ve başarılı olmaya çalışarak kendi erkeksi
kimliklerini onaylamaya çalışırlar. Spor alanı erkeksi göndermelerle
tanımlanan bir alandır” (Clarke & Clarke: 1982).
Futbol birçok bağlamda etkili bir toplumsallaşma biçimidir. Erkeklerin
kendilerini ifade edip anlamlandırabilecekleri bir topluluğun oluşturulmasında
futbol takımları önemli bir role sahiptir; “futbol grup özdeşliğinin iki
biçiminin katalizörü olmuştur: yerel grup özdeşliği (kulüp bağı) ile ulusal
grup özdeşliği (kulüp oyuncularından toplanan milli takım)” (Hobsbawm,
2008: 92). Futbol takımları içersinde hem kendilerine bir kimlik edinen
erkekler, rakipleri olan “öteki” takımlara karşı kendilerini tanımlamakta ve
düşman olarak kodlanan “öteki”ye karşı söylemsel ve eylemsel şiddete
başvurarak, ilkel bir biçimde de olsa, kendilerini ifade etmekte, kendi
gerçeklikleri karşısındaki yenilgilerinin öcünü bir kurgusal bağlamda almaya
çalışmaktadırlar. Futbol bu anlamda bir oyun olmanın ötesinde, erkeklerin
toplumsal yabancılaşma ve parçalanmaya rağmen toplumsallaşabildikleri,
kendilerini yeniden erkek kılabildikleri, sistemle olan sorunlarından kaçıp
sahte bir hazla rahatlayabildikleri olanakları yaratan tüketilebilir bir
endüstriyel üründür. Futbolun tüketim sürecinde insanlar aslında kendi
gerçekliklerine daha da yabancılaşırlar ve toplumsal sorunlardan uzaklaşarak
kendilerini ilgilendiren sınıfsal gündemlerini reddederek futbolun kapalı
dünyasını tercih ederler. Futbol erkek için tüm gerçekliklerden uzak bir dünya
yaratır, başka bir deyişle dünyayı katlanılabilir kılar. Bu nedenle futbol ulusal
72
Barış Çoban
anlamda hem toplumsal bütünlüğün sağlanmasında hem de iktidarın
denetiminin sağlanmasında önemli bir işleve sahip olur.
Kitlelerin boyun eğmesinin sağlanması için haz kültürünün kullanılması
yaygındır. Antik çağlardan başlayarak tüm gösteriler kitlelere iktidarın
gücünü göstermek ve iktidara bağlamak için kullanılmıştır. Toplumsal
anlamda körleşmenin sağlanması için “eğlence” en etkili araçtır. “Cesur yeni
dünya”ların yaratılabilmesi de haz ve eğlenceyle kendinden geçmiş, kendi
gerçekliğine yabancılaşmış kitlelerle mümkündür. Portekiz’in faşist diktatörü
Salazar’ın kitleleri “futbol, fiesta ve fado” ile denetim altında tutması, aynı
şekilde İspanya’nın faşist diktatörü Franco’nun Bernabeau Stadyumu’nu ‘150
bin kişilik uyku tulumu’ olarak adlandırması, baskıcı iktidarlar için futbolun
önemini göstermektedir. Gerçekte, tüm kitle kültürü öğeleri baskıcı
iktidarların ideolojisinin aktarımı sürecinde önemli bir işleve sahiptir ve bu
öğeler egemen yapıların toplum üzerindeki baskı ve şiddetini meşrulaştıran ve
toplumsal anlamda bütünlüğü sağlamak için onu tamamıyla parçalayan bir
mantığa sahiptir. Futbol da aynı biçimde insanları bütünleştirmekten çok
parçalamakta, sakinleştirmekten çok şiddete eğilimli kılmakta, toplumsal
anlamda ırkçılaşma ve çatışmanın hem yansıtıcısı hem de üreticisi olarak iş
görmektedir. Futbolda yaşanan şiddet kişinin sisteme karşı çaresizliğinin,
kendisi gibi olanlara yönelen şiddetle bastırılmasından kaynaklanır: “modern
toplumsal sistemlerde şiddetin rafine biçimlerinden biri de, modern kitle
toplumu insanının birey olmaktan alıkonup başat kültürün içindeki kişi
kimliği ile yaşarken duyduğu örselenmişliğini, öfkesini dışa vurması için ona
sistemin gözetimi altında sunulan yapay negativite ortamlarıdır” (Oskay,
1996: 195).
Futbol, popüler kültür denetiminde ırkçılığın yeniden-üretildiği bir
alandır: “Irkçılık söylemde dahil, ayrımcı toplumsal pratikler tarafından yerel
(mikro) düzeyde ve kurumlar, örgütler ve genel grup ilişkilerinde küresel
(makro) düzeyde üretilen ve ırkçı ideolojiler tarafından bilişsel olarak
desteklenen etnik bir eşitsizlik sistemidir” (van Dijk: 2003: 54). Futbol da
eşitsizlik üreten bu sistemin popülerleşmesi bağlamında önemli bir işleve
sahiptir. Toplumsal anlamda ulus-devlet kendi etnik sorunlarını çözümsüz
hale getiren toplumsal politikalar sonucunda toplumsal parçalanmayı olumsal
olmayan bir biçimde ırkçılığı popülerleştirerek aşmaya çalışır. Bu süreçte tüm
iletişim ve kültür alanlarında söylemsel şiddete dayalı bir biçimde “öteki”lere
yönelik saldırgan bir tutumun genel kabul görmesini beraberinde getirir.
Futbol bu süreçte iktidara kitleleri yönlendirme gücü bağlamında önemli bir
Futbol ve toplumsal muhalefet
73
güç olarak hizmet eder. Sınıfsal, düşünsel hiçbir farkındalığa sahip olmayan
kitleler medyanın kendilerine düşman olarak sunduğu “öteki”lere karşı şiddet
temelli bir saldırganlık geliştirirler ve bunu hem oyuncular hem de taraftarlar
bağlamında meşrulaştırırlar. Milliyetçiliğin yükselişi futbolda “yabancı
düşmanı ve ırkçı davranışların gittikçe daha fazla önplana” çıkmasına neden
olmaktadır (Hobsbawm, 2008: 95). Irkçı düşüncenin “bizi sürekli tehdit eden
bir yabancı fantazisine dayandığını vurgulamak gerekir. “Öteki ne yaparsa
yapsın varlığıyla bizi tehdit eder” (Salecl, 1995: 262), bu anlamda toplumsal
azınlıklar futbol sahalarında aşağılanırken, rakip takımlar da “öteki”leştiriler
ve düşmanla özdeşleştirilir. Futbol toplumsal anlamda travmatik bir durumu
süreğen olarak yeniden-üreten ırkçı bir toplumsal pratik haline gelmiş olur:
çünkü “ırkçılık, ırkçı kişilerin basit bir hezeyanı değil toplumsal bir ilişkidir”
(Balibar, 1993: 55) ve futbol bu tür ilişkileri yeniden üretir.
Futbol takımlarında ve taraftarlar bağlamında geliştirilen mikro-ırkçı
yaklaşımlar, toplumsal alanı ilgilendiren makro-ırkçılıkla ilintilidir. Taraftar
kendisine yabancı olan herşeyi korkutucu bulur, ötekileştirir, düşmanlaştırır.
Bu durum toplumsal anlamda parçalanmış bir bütünün daha kolay
denetlenmesini beraberinde getirir. Gündelik yaşam süreçlerinden başlayarak
söylemsel ve eylemsel şiddet futbol üzerinden toplumsal yaşamın ayrılmaz bir
parçasına dönüşür. Irkçı bir içerik taşıyan bu şiddet iktidarın hedef aldığı
azınlıklar üzerinde hem iktidarın baskısının yanında bir toplumsal baskının da
oluşmasını ve toplumsal anlamda tutuculaşma ve irrasyonelleşmenin
yaşanmasını beraberinde getirir.
Küreselleşme süreciyle birlikte toplumsal iletişim büyük bir dönüşüm
geçirmiştir. Ulus-devlet yapılarının yeniden biçimlendirilmesi ve iletişimsel
sürecin kitlelerin bu yeni dönüşüm bağlamında yeniden biçimlendirilmesi
sorununu da beraberinde getirmiştir. Yeni ekonomik dönüşümle birlikte yeni
tip öznelerin yaratılması da bir zorunluluk olarak kendisini dayatmıştır.
Küreselleşme süreciyle birlikte emperyal yapının tüm toplumsal alanlarda
homojen kitleler yaratmak için yeni iletişim teknolojileri etkin bir biçimde
kullanılmaktadır. Kitleler tüketim süreçlerine daha kolay dahil olabilecekleri
yeni iletişimsel sürecin tüketicisine dönüştürülmektedir. Yeni ekonomik yapı,
yeni iletişim ve kültür biçimlerini de beraberinde getirmiştir: “Küresel medya,
ve özelde küresel yayın (TV yayıncılığı) medyası biçim olarak olduğu kadar
içerik olarak da küreselleşir ve küresel pazarın genişlemesine hizmet eden
şirket çıkarlarınca kontrol edilirler” (Flew, Mcelhinney, 2001: 6). İletişim, bu
süreçte küresel pazarın belirleyici olduğu bir sürece dönüşür ve tüm
74
Barış Çoban
iletişimsel süreçler tüketime yönelik bir biçim almaya başlar. Yeni iletişim
biçimleri toplumsal kültürün temel belirleyenlerindendir. hem tüm kültürel
alanı endüstrileştirir hem de ideolojik olarak yüklemlendirir. Bu süreçte
iletişim araçları kullanılarak kitleler bu kültür endüstrisinin tüketicileri haline
getirilir ve ideolojik olarak da sisteme eklemlenirler.
Futbol, küreselleşme süreci ve küresel iletişim ile birlikte farklı ülkelerde
oldukça önemli bir yer kazanmış ve kültür endüstrisinin başlıca ürünlerinden
birine dönüşmüştür. Yeni ekonomik, kültürel ve iletişimsel politikalar
sonucunda “evrensel düzeyde popüler olan bu spor, artık küresel bir nitelik
taşıyan televizyon sayesinde dünya çapında bir sanayi kompleksine dönüşmüş
durumdadır” (Hobsbawm, 2008: 92). Bu durum futbolu küresel anlamda
tüketilebilir bir ürün haline getirmiştir. Ulus-devletlerin küresel ekonomik
yapının parçaları haline getirilmeleri süreci, hem iletişimsel hem de kültürel
olarak bu sürece dahil edilmeleri ile paralel bir biçimde gelişim
göstermektedir. Futbol da küreselleşmenin en iyi gözlemlenebildiği alanlardan
bir tanesidir: “Küresel nitelikli futbol sektöründe egemen olan, markaları
dünya çapında değere sahip birkaç kapitalist girişimin emperyalizmidir”
(Hobsbawm, 2008: 93). Futbolun küreselleşmesi, yeni emperyalistik yapının
kültürünün yaygınlaşması anlamına gelir. Futbol kitleleri küresel kültürün bir
parçası kılarken, tüketim sürecinin en etkili araçlarından bir tanesi haline
gelir. Futbol ticarileşirken hem izler kitlesini hem de kendisini kendisi
dolayımıyla çokuluslu şirketlerin ürünlerini tüketmeye çağırır. Futbolun
markalaşması ve tüketim süreci bağlamında, takımların renklerin ve
logolarının tüketim amaçlı kullanımı, taraftar kitlelerinin duygusal boyutunun
tüketim için kullanılmasını berberinde getirir. Futbol takımları reklamını
yaptıkları markalarla endüstriyel sistemin temsilcisi olduklarını gösterirler, bu
süreçte tüketim kültürünü meşrulaştırırlar. Futbol takımlarının formalarına
aldıkları reklamlar, maçlar sırasında sahada ya da iletişim araçları kanalıyla
yapılan reklamlar markaların küreselleşmesini, tüm toplumların markaların ve
tüketim kültürünün etkisi altına girmesine neden olur.
Futbol ve muhalefet olanakları
Toplumsal muhalefetin gelişim süreçleri, içersinde bulunduğu yapı
tarafından üst belirlenir. Bu anlamda yapının geçirdiği dönüşümleri
anlamlandıramayan muhalif hareketlerin, kendilerini yeni koşullara göre
uyarlamaları da olası değildir. Toplumsal değişim ve dönüşümlere göre
muhalefet biçimlerini dönüştüremeyen muhalif hareketlerin toplumdan
Futbol ve toplumsal muhalefet
75
uzaklaşarak marjinelleşmesi söz konusudur. Bu anlamda, yaşanan toplumsal
değişim ve dönüşümlere göre oluşan yeni muhalefet olanaklarını tartışmak ve
kullanmak, buna bağlı olarak da geçerliliğini yitirmiş muhalefet biçimlerini
terk etmek muhaliflerin yeni açılımlar yapabilmesine olanak sağlar. Bu
bağlamda, ülkemizde 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında yaşanan
toplumsal dönüşümü göz önüne almadan, darbe öncesi koşulların muhalefet
biçimlerini kullanmak, kitlelerle aynı dili konuşamamanın ve kitlelerden
uzaklaşmanın nedenini açıklayabilir. Muhaliflerin sürekli olarak düşünmeleri,
tartışmaları ve şartlara uygun mücadele biçimlerini geliştirmeleri varoluşlarını
sürdürebilmelerini sağlar. Yeni muhalefet olanaklarının kullanılması ise
önyargıların aşılması ile olasıdır, muhalifler yaşanan toplumsal dönüşümler
sonrasında, denetleyemedikleri bir toplumsal ortamda kendilerini var etmenin
yollarını bulma gereksinimindedirler. Kitle kültürüne karşı muhalif toplumsal
kültürün üretilebilmesi ve kitleselleştirilebilmesi de bu anlamda, toplumsal
pratikleri muhalif çizgi doğrultusunda yeniden biçimlendirebilecek
müdahaleleri olası kılan muhalefet olanaklarını yaratmayı gerektirir. Bu
süreçte, “futbol” vb. alanların sunduğu olanakların tartışılması muhalifler için
olumsal bir sürece gönderme yapmaktadır.
Futbolun ülkemizde muhalifler tarafından olumsal bir biçimde ele alınışı
ve muhalefet olanağı olarak görülmesi oldukça yenidir. Muhaliflerin eski
örgütlenme, iletişim ve propaganda yöntemlerinin, kapitalistik dönüşüm
süreci nedeniyle etkisizleşmesi ya da geçersizleşmesi toplumla iletişime
geçmek için yeni yöntemler bulmaları gerektiğini göstermektedir. Bu
bağlamda, kitleler üzerinde etkili bir gücü olan futbolun muhalifler tarafından
yeniden keşfedilmesi ve tartışılması, bugüne dek görmezden gelinmiş farklı
toplumsal iletişim yöntemlerinin yeniden değerlendirmesi sürecinin bir
başlangıcı olabilir.
Futbol iktidarın ideolojik aygıtı olarak kullanılabildiği gibi muhalif güçler
tarafından da örgütlenme ve propaganda amaçlı kullanılabilir. Her ideolojik
alanda olduğu gibi egemen ideolojinin tümel denetimi ve hegemonyasından
söz edilemez: “Spor yoluyla egemen ideolojilerin yeniden-üretimi çatışmadan
yoksun ve çelişkisiz değildir. İdeoloji yekpare bir tabaka değildir, bu imge ve
konuların içinde gerilimler vardır. Onlar, farklı ve bazen de zıt yönlere
savrulurlar” (Hargreaves, 1982). Futbolun muhalif amaçlarla kullanımı,
iktidarın muhalifleri farklı yöntemlerle kitlelerden uzaklaştırılması,
marjinalliklerini aşmalarının bir aracı haline getirilebilir. Ülkemizde sol
muhalif hareket futbolu “halkın afyonu” olarak kabul ettiği için uzak durmayı
76
Barış Çoban
ve eleştirmeyi seçmiştir: “Sol, şimdiye kadar sadece mahkum etti bu durumu.
Sorun da sadece mahkum etmemizden kaynaklanıyor sanırım. Yerine neyin
veya nelerin konulması gerektiği kısa sürede çözüme kavuşturulacak şeyler
değil... Özellikle futbol gibi büyük, bir o kadar da kirlenmiş, kirletilmiş bir
endüstri üzerinde ortaya atılacak her aklı başında fikir sol futbol ilişkisine
katkı sağlar” (Durgun, 2007).
Futbolun bir muhalefet olanağı olarak tartışılması, muhalifleri toplumdan
uzaklaştıran eski alışkanlıkların değiştirilmesi sürecinin bir başlangıcı olabilir.
Özellikle, Türkiye’de 1980 Askeri Darbesi sonrasında futbol kültürünün
yükseltilmesi ve kitlelerin futbolla “uyutulması”na karşı muhalif bir direniş
yaratma gücüne sahip olamayan muhalifler, farklı toplumsal alanlar gibi
futbol alanını da kullanarak iktidara karşı direniş örgütleme olanaklarını
kullanamamışlardır. Bunun yanında, futbolun iktidar tarafından belirlenen
iktidarı yeniden-üreten milliyetçi, ırkçı, erkek egemen yapısı baskıcı sistemin
ve faşizan hareketlerin geliştirilmesi için kullanılmıştır. Egemen sistem
tarafından üretilen kitle kültürünün ırkçı ve saldırgan içeriği, futbolun da
şiddet eğilimli faşizan bir biçim almasını beraberinde getirmiştir (Durgun,
2007a). Bu anlamda, toplumun kendi gerçekliğinden uzaklaşmasına,
içerisinde yaşanılan sorunların görünmez kılınmasına ve gündemin
değiştirilmesine hizmet eden futbolun muhalif bir biçimde kullanılması
oldukça zordur. Bu durum, toplumsal yapıda köklü bir dönüşüm sağlamayı
amaçlayan kitlesel bir hareketin yaratılması ile aşılabilir. Bu anlamda,
futbolun muhalif amaçlarla kullanımı üzerinde muhalif hareketin özenle
çalışması gereklidir. Bir propaganda ve faaliyet alanı olarak futbol, öncelikle
muhaliflerin birlikteliğini ve dayanışmasını sağlamak için kullanılabilir.
Muhalif güçlerin dağınıklığını ve dayanışma duygusunun yoksunluğunu
gidermek için farklı kentler, yerellerde örgütlenecek futbol takımlarının
katıldığı turnuvaların ile biraya getirilerek öncelikle muhaliflerin canlandırıp
biradalık duygusunu geliştirecek ve toplumsal muhalefete olan inançlarını
güçlendirecek bir alan olarak kullanılması da mümkündür. Yurt dışında
yaşamak zorunda kalan muhalifler farklı ülkelerde oluşturdukları amatör
takımlarla ve düzenledikleri turnuvalarla parçalanmışlığı, dağınıklığı ve
moralsizliği aşmaya çalışmışlar, bir ölçüde de başarılı olmuşlardır. Bu
bağlamda, sistem karşıtı sol muhalif hareketleri kapsayan, enternasyonalist,
erkek egemen olmayan takımların ve taraftar grupları yaratılarak önce
muhalifleri biraraya getirmeyi ve sonrasında toplumla buluşmalarını
sağlayacak bir yapının oluşturulması muhaliflere bir seçenek oluşturmaktadır.
Futbol ve toplumsal muhalefet
77
Bu durum şimdiye kadar muhaliflerin uzak kalmış olduğu birçok toplumsal
alanın yeniden-değerlendirilerek kullanımını mümkün kılmaktadır.
Büyük takımların (Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe) taraftarı olan
muhaliflerin girişimleri, futbolun endüstrileşmesine karşı yarattıkları direniş
yok olduğu söylenen muhalif hareketlerin her alanda kendisini yeniden var
edecek güce sahip olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bunun yanında
egemen iktidarın belirleyiciliğinde olan bir alanda politika yapmak da
risklidir, kitle kültürü alanında iktidarın gücü altında ezilip kullanılan bir
piyona dönüşme riski göz ardı edilmemesi gereken bir gerçekliktir. Futbolun,
bu anlamda, yerellerden başlayarak endüstriyelleştirilmesine karşı,
toplumsallaşmanın ve muhalefetin bir aracı olarak kullanılmasının olanakları
üzerinde durmak, büyük takımlar üzerinden politika üretmekten daha gerçekçi
bir sürece işaret edebilir. Mahalleler ya da ilçeler merkez alınarak futbol
takımlarının toplumsal dayanışma ve muhalefetin alanları haline getirilmesi,
toplumsal muhalefeti besleyen bir “oyun”a, karnavala dönüştürülmesi
gerçekten muhalif bir kültürün oluşturulması bakımından olumsal bir sürecin
yaşanmasını beraberinde getirebilir. Örneğin muhaliflerin güçlü olduğu
İstanbul Gazi, 1 Mayıs, Gülsuyu gibi mahallelerinin ve muhalif hareketin
etkili olduğu diğer kentlerde ve bölgelerde futbol takımı, muhalif kültürün
toplumsallaştırılması ve toplumsal dayanışmanın yaratılması bakımından
önemli bir olanağa gönderme yapar. Muhaliflerin söz konusu bölgelerde
futbol üzerinden örgütlenme pratikleri toplumla başarılı bir iletişim içersine
girebilmelerinin yollarını da açmıştır. Bu anlamdaki deneyimler futbolun
ezilen toplum kesimlerinin muhalif hareketle tanışması ve iletişim kurmasının
olanaklarını yarattığı için oldukça önemlidir. Toplumsal muhalefetin var olan
sisteme karşı gündelik yaşamı dönüştürme çabası geniş halk kitlelerini
etkileyen iletişim yöntemleri kullanmaları ile olasıdır. Futbol bu olanağı etkin
bir biçimde kullanıma sunmaktadır: “İstanbul Maltepe Gülsuyu'nda 5.
Geleneksel Sanat ve Hayat Bahar Futbol Turnuvası başladı. Turnuva 6 Mayıs
1972' de idam edilen Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının anısına saygı duruşuyla
başladı. 11 Mayıs’ta start alan turnuvaya katılan takımlar şunlar: 6 Mayıs,
Kızıl Gençlik, İmranlı 58, Akkuş, Doğu Gençlik, Efsane, Emek, Kardelen,
Forza, Gülensuspor, Ayaz, Kuzen 52 , Erzincan 24 , Göktepe, Seyranspor”
(Atılım, 2008): “Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi Güzelleştirme Derneği,
yozlaşma saldırısına karşı bir araya getirdiği gençlerle futbol turnuvası
düzenledi. Turnuvanın dün akşam düzenlenen finalinde ilk üç takıma ödülleri
verildi. Semtte yaşanan yozlaşma ve çeteleşme saldırısına karşı isçi ve işsiz
78
Barış Çoban
gençleri bir araya getiren güzelleştirme derneği, 1 Mayıs şehidi Hasan
Kızılkaya anısına futbol turnuvası düzenledi. Turnuvaya 16 takım ve 176
sporcu katıldı” (Atılım, 2007); “ESP ve SGD Gazi Mahallesi'nde 30 Ekim
günü düzenlenecek olan Lise Kurultayı öncesinde dün bir futbol turnuvası
düzenlendi... Mahalledeki gençler tarafından 8 futbol takımı oluşturuldu.
Sanat ve Hayat futbol takımı ile Polat Cafe'nin aralarında yaptığı maça
gençlerin ilgisi büyüktü. Sanat ve Hayat Takımı 22-7 sonucuyla maçtan
mağlup ayrıldı” (Atılım, 2005).
Toplumsal muhalefetin kitleselleştirilebilmesi sorunu, toplumsal alanda,
yeni muhalefet olanaklarını da içeren, etkin bir mücadelenin gerekli olduğunu
göstermektedir. Siyasal parti ve hareketler, sendikalar, gençlik örgütleri ve
yerel dernekler denetiminde futbol takımları yaratarak ezilenlerin kendilerini
ifade ettikleri bir alan olarak futbolun yeniden-biçimlendirilmesi önemli bir
muhalif toplumsal pratiğin iktidarın elinden alınmasını sağlayabilir.
Ezilenlerden oluşmuş ve amacı yaşamı tekrar “ütopyacı” yanını koruyan
oyunlarla güzelleştirmeyi ve toplumsal iletişim ve dayanışmayı sağlamayı
amaçlayan alternatif ligler ya da turnuva türü örgütlenmeler kitlelerin kendi
sınıfsal varoluşlarını yeniden anlamlandırabilecekleri bir araya gelişlerini ve
egemen kültürel yapıdan kopuşlarının önünü açabilir. Bu süreçte “büyük
takımlar”ın kitleler üzerindeki etkisi kırılarak, “tüketim toplumu”nu yeniden
üreten endüstriyel futbola karşı gerçek bir direniş hattı yaratılabilir. Ancak,
muhalif söylem bu süreçte kesinlikle popüler söylemden kendisini ayrık
kılmalı ve kitle kültürü öğelerini yeniden-üreten her toplumsal pratiğe
müdahale ederek toplumsal söylem ve pratiklerde dönüşüm yaratmalıdır.
Muhaliflerin toplumsal alanda etkili olabilmek için kültürel dönüşümü
sağlamak için kitlelerde farkındalık yaratacak müdahalesi, popüler kültürün
etkisini geriletebilecek bir etkiye sahip olabilir.
Tarihsel anlamda futbolun muhalif hareketlerin kitleselleşmesi
bağlamında kullanıldığı örnekler söz konusudur. Futbol kitleleri bir araya
getiren ve dayanışma duygusu yaratan yapısıyla, legal alanda baskılanan
siyasal hareketlerin kendilerini ifade etme ve örgütlenme alanı olarak da
işgörebilir. Bu anlamda, Kıbrıs örneği muhalif yapıların baskı altında
toplumla ilişkilenmek için her alanı kullanma becerisinin önemini
göstermektedir. Kitlelerle buluşmak için futbol tüm diğer toplumsal
pratiklerden daha etkili bir yapıya sahip olduğu için Kıbrıs’ta da futbol sistem
karşıtı hareketin kendisini yeniden-ürettiği bir alan olarak etkin bir biçimde
kullanılmıştır.
Futbol ve toplumsal muhalefet
79
“Güney Kıbrıs'ta futbol takımlarının neden siyasi hüviyetler
kazandığını anlamak için, 1940'ların sonuna geri dönmek gerekiyor.
Kıbrıs'ta İngiliz sömürge yönetiminin hâkim olduğu o yıllarda,
komünist faaliyetler yasaklanmış. Hatta 1911'de kurulmuş olan ve
'diriliş' ya da 'yeniden doğuş' anlamına gelen Anorthosis futbol
kulübü ile 1926'da kurulan APOEL gibi kulüpler oyuncularına
komünizm karşıtı bir deklarasyonu zorla imzalatmak istemiş. Ne var
ki, bu 'anti-komünist' girişim ters tepmiş ve adada giderek güçlenen
komünist hareket, futbolu kendini ifade etme kanallarından biri haline
getirmiş. Hatta futbol kulüplerine aidiyet hissetmek için Kapital
ciltlerini devirmek gerekmediği için, bir kere maça gidip taraftar olan
cinsten gençler doğrudan komünist harekete katılmaya başlamış...
AKEL (Kıbrıs Komünist Partisi) bu durumdan fayda sağladığını fark
edince, işi iyice abartıp, en ücra köylerde bile futbol takımları
kurmaya girişmiş. Köydeki futbol takımından ne olacak? Kulüp
binası köyün kahvehanesi tabii. Aynı kahvehane daha sonra ya
AKEL'in ya da onun gençlik kuruluşu olan İlerici Gençlik Birliği'nin
lokali haline gelivermiş” (Gülseven, 2002).
Baskı dönemlerinde futbol iktidarların kitleleri körleştirmesinin bir aracı
olabileceği gibi muhaliflerin yeraltından çıkıp toplumsallaşmalarının ve
propaganda yaparak muhalif hareketi toplumsallaştırabilmelerinin olanağını
da yaratır. Kıbrıs deneyimi bu anlamda olumsal bir sürece gönderme yapar.
Bu süreçlerde futbol yabancılaşmaya karşı koyan bir içeriğe sahiptir ve
toplumsal özgürlük istemlerinin ifade edildiği toplumsal pratiklerden bir
tanesidir. Bunun dışında İspanya’da Katalan bölgesini temsil eden
“Barcelona” takımı Franco faşizmi altında Katalan dilinin ve simgelerinin
yasaklanmasına karşın direnişin bir simgesi haline gelmiştir (Wilkes, 2008).
Kitlelerin sisteme karşı direnişi de “Barcelona” takımının maçlarını
kullanarak muhalif düşüncenin hâlâ yaşadığını göstermeleri ve statlarda kendi
dillerini kullanarak konulan yasakları, daha doğrusu korku kültürünü aşmaları
mümkün olmuştur. Formalarına reklam almayan ve etnik kültürlerinin ısrarlı
savunucusu olan takım, bu bağlamda futbol ve siyasal tavır arasındaki
ilişkinin öneminin başlıca göstergelerinden birisi haline gelmiştir.
Futbolun uluslararasılaşması bazı olumsal toplumsal iletişim ve
dayanışma olanaklarının yaratılmasının önünü açmıştır. Futbol üzerinden
enternasyonalist dayanışma olanaklı örgütlenebilmekte, ezilen halklarla
dayanışmalar örgütlenerek, ezilenlerin sesi futbol üzerinden kitlelere
aktarılabilmektedir. Bunun örneklerinden bir tanesi de İtalyan “Inter Milan”
takımının Meksika’da ezilen yerli halkların örgütü olan EZLN’yi (Zapatist
Ulusal Kurtuluş Ordusu) desteklediğini açıklaması ve dayanışma
örgütlemesidir. Sembolik bir parasal yardımla EZLN’ye desteğin
80
Barış Çoban
somutlaştırılması ve ezilenlerin küreselleşme karşısında başka bir dünyanın
mümkün olduğu görüşünün yeniden dillendirilmesi, muhalif düşüncelerin
toplumlar tarafından tanınması olanağını yaratmış, iletişim araçları küresel
düzeyde bu dayanışmayı haberleştirerek geniş kitlelerin konuyla ilgilenmesini
sağlamışlardır. “Inter’in Arjantinli kaptanı Javier Zanetti, kulübün resmi
yazışma kağıdında kaleme aldığı bir yazıyla, Zapatistaların özyönetim
kurumu olan Oventic’in iyi hükümet meclisine, kendisi ve takım arkadaşları
adına, ‘Zapatist düşünceye yansıyan aynı prensip ve idealleri sizlerle
paylaştığımızdan eminiz. Bizler iyi bir dünyaya, küreselleşmemiş bir
dünyaya, çeşitli kültürlerle zenginleştirilen bir dünyaya inanıyoruz. Sizlerin
bu mücadelesini destekleme kararımız, kendi kök ve ideallerimizi de içerdiği
içindir’ diye sesleniyor” (http://otonomlar.org/karsi-kultur/65). Bu durum yeni
bir muhalif söylem ve eylem yaratan EZLN tarafından uluslararası dayanışma
ve küresel iktidarı destekleyen güçlerin maskelerini düşürmek için
enternasyonalist dayanışmanın yaratılmasının zorunluluğu gösterme olanağını
sunmuştur. Zapatistlerin önderi Subcommandante Marcos’un Milan takımına
maç önerisi, kendine özgü esprili dili futbolun iktidar üreten, erkek egemen ve
yabancılaşmış yapısını eleştiren bir meydan okumadır. Marcos, Milan
takımına “sizin dezavantajlı durumuzu dengelemek için sizlere futbol
takımımızla ilgili bazı sırlarımızı vereceğim” der ve futbolun yapıbozuma
uğratan futbol olmayan bir futbol ve takım olmayan bir takımı anlatır:
“örneğin, Zapatist takım karmadır (kadın ve erkeklerden oluşur); (çelik
burunlukları olan) madenci botlarıyla maça çıkarız; bizim geleneklerimize
göre, maç iki takımın oyuncularından da ayakta kalan kimse kalmadığında
sona erer”. Bu yaklaşım futbolun esprili bir dille eleştirisidir. Marcos tüm bu
değişimler gerçekleştiğinde “belki de, futbolu devrimcileştirebiliriz, böylece
futbol bundan sonra bir iş olmaktan çıkar ve yeniden eğlenceli bir oyun haline
gelir. Gerçek duygulardan yapılmış bir oyun” (Marcos & Moratti, 2005).
Ütopyacı bir söylemle yaşamı karnavala dönüştürmeye çalışan EZLN futbolu
da bu karnavalesk düzenin gerçek bir oyununa dönüştürmenin mümkün
olduğunu göstermeye çalışır ve var olan sistem içersinde futbolun eleştirisini
yapmış olur.
Futbolda muhalif gücün uluslararası bağlamda tanınır hale gelmesi kitle
iletişim araçlarının geçirdiği dönüşümle olası hale gelmiştir. Yeni iletişim
teknolojileri, özellikle internet ve uydu yayınları ile birlikte tüm dünyada
muhalifler için de uluslararası ilişki ve iletişim olanaklarının önü açılmıştır.
Bu süreçte, birçok yerel muhalif hareketler ve bunların toplumsal başarıları
Futbol ve toplumsal muhalefet
81
uluslararası tanınmışlığa sahip olmuş ve uluslararası dayanışma duygusunun
yeniden yaratılması yönünde açılımlar sağlanmasına katkı sunmuştur. Kitle
kültürünün en önemli ürünlerinden biri haline gelmiş olan futbolda da muhalif
ideoloji ile hareket eden takımların tanınırlıkları ve yerellerde muhalif taraftar
gruplarının ortaya çıkması da internetin etkin kullanımı ile olası hale
gelmiştir. Muhalif taraftarlar internet üzerinden kendilerini tanıtmakta ve
kitleselleşmeye çalışmaktadır. Bu süreçte ise hem tribünleri kullanarak hem
de toplumsal sorunların dile getirilmesi için düzenlenen mitinglere katılarak
kendilerini göstermekte ve tanınır kılmaktadırlar.
Futbolun toplumsal muhalefet için kullanımının dünyada çeşitli örnekleri
bulunmaktadır. Bu anlamda dünyanın en tanınmış muhalif takımı İtalya’daki
“Livorno”dur. Muhalif bir işçi kentinin ideolojisini benimsemiş bir futbol
takımının, uluslararası endüstriyel futbol sistemi içersinde kendi ideolojisi ve
ilkeleri doğrultusunda hareket etmesi takımı ayrıksı kılmakta ve tüm dünya
muhalifleri için bilinir kılmaktadır. İtalyan Komünist Partisi’nin 1921 yılında
kurulduğu Livorno kenti muhalif sol hareket için merkezi bir öneme sahiptir.
Toplumsal mücadelenin merkezi olarak kent diğer tüm toplumsal
etkinliklerinde de bu özelliğini yansıtmaktadır. Kentin futbol takımının da
muhalif çizgiye sahip olması ve bunu halen sürdürmesi toplumsal muhalefetin
gelenekselleşmesinin örneğini oluşturmaktadır. Takım oyuncuları ve
taraftarları söylemleriyle olduğu kadar kullandıkları uluslararası muhalefetin
sembolleriyle de (orak-çekiçli bayraklar, Che posterleri) dikkat çekmektedir.
Livorno takımının dünyadaki muhalif hareketler tarafından empatiyle
karşılanması ve birçok ülkede muhalif taraftar gruplarının oluşmasının da
önünü açmıştır. Kitle iletişim araçları, özellikle de internet gibi yeni medyalar
ile birlikte tanınır hale gelen takım “endüstriyel futbol”a karşı bir hareketin
öncüsü olarak kabul edilmektedir. Türkiye’deki büyük takımların muhalif
taraftarları da geleneksel ve egemen iktidarı yeniden üreten taraftarlık
anlayışının karşısına muhalif bir söylem ve eylem biçimi geliştirmişir.
Beşiktaş ÇARŞI, FenerbahCHE, Galatasaray TEK YUMRUK ülkemizde
futbolun endüstriyelleşmesine karşı muhalif bir karşı çıkışı ortaya koyma
çabasıdır. Kitlelerin ırkçılaşması, saldırganlaşması ve bu anlamda futbolun
etkin bir biçimde kullanılmasına karşı yeni bir soluk olmayı hedeflemektedir.
Bu anlamda, futbolun endüstriyelleşmesine karşı anti-faşist, ırkçılık karşıtı bir
yaklaşımla hareket eden bu yapılanımlar, farklı takımlardan olsalar da ortak
bir söylem ve eylem çizgisine sahiptir. Futbolun parçalayan, ötekileştiren
yapısına karşı birlik ve dayanışma ruhunu güçlendirmeyi hedeflemektedirler.
82
Barış Çoban
Ancak, tüm çabalarına rağmen kitleselleşme sorunları söz konusudur ve
Beşiktaş Çarşı grubu dışında küçük ve belki de marjinal birer taraftar grubu
olmanın ötesine geçememişlerdir. Ancak, Çarşı grubu da, Livorno örneğinden
farklı olarak, tutarlı bir muhalif düşünsel altyapıya ve eylem çizgisine sahip
değildir. Siyasal bir çizgisi olmayan örgütlenmelerin popüler imgeler
üzerinden kitleselleşebilmesi olanaklıdır, ancak tutarlı bir muhalif yapı olarak
varlıklarını sürdürmeleri ve toplumsal muhalefetin etkin aktörlerinden biri
haline gelmeleri olası gözükmemektedir.
Tüm bu muhalif taraftar gruplarının birleşik anlamda muhalifliklerini
ifade etmeleri ise internet üzerinden “forzalivorno.com” ve fanzin olarak
yayınlanan Sol Açık adlı dergidir. Temel olarak kapitalizme, ırkçılığa ve
faşizme karşı olma çizgisi üzerinden hareket eden yapı, futbolun politik
yönünü vurgulayarak, bunu sol muhalif kesimler için kullanılabilir bir
ideolojik ve eylemsel alan olarak yeniden kurgulamaya çalışır: “Forza
Livorno, endüstriyel futbol’a (spor’a) karşı bilinç oluşturma kaygısı taşır...
“Endüstriyel Futbola Hayır” söylemi başlı başına kapitalizm karşıtı bir
söylemdir ve bu söylemin savunucuları tabiatıyla anti-kapitalist kişilerdir aynı
zamanda. Sporseverlerle en geniş paydalarda buluşmak adına, hayata dair
diğer söylemlerinde dışlayıcı olmaktan ziyade kapsayıcı olmayı hedefler.
Forzalivorno, ırkçılığa karşıdır; kapitalizmin girdiği her yeri kirlettiğini
bilerek, mafyanın ve büyük patronların spor faaliyetleri üzerindeki kirli
etkisine karşıdır; doğaya ve insanlığa zarar verecek her türlü kapitalist
işbirliğinin, savaşların, nükleer santrallerin ve zorbalığın karşısındadır. Her
alanda olduğu gibi sporda da renklerin kardeşliği temel ilkemizdir. Bunlar,
bizi biz yapan temel paydalarımızdır” (http://forzalivorno.org).
Futbol egemen üretim ilişkilerinin dışında değerlendirilemez; futbol
kapitalistik yapının yeniden-üretimi bağlamında önemli bir işleve sahiptir.
Kapitalizmin ve ırkçı-faşist düşüncelerin meşrulaştırılmasını sağlayan futbol
kültürünün, tersine çevrilmesi ezilen kitlelerde farkındalık yaratılması ve
muhalif bilincin oluşturularak tüm toplumsal pratiklerde özelliklede futbol
gibi kitleleri etkileyen alanlarda toplumsallaştırılması gerekliliğine gönderme
yapar. Forzalivorno girişiminin görüşleri temel olarak tüm muhalif taraftar
gruplarının görüşlerini yansıtmaktadır:
1. Forzalivorno, endüstriyel futbola karşı gelişen bir taraftar hareketidir.
Paranın egemenliğinin, sporun ruhunu zedelemesine karşı çıkar. Taraftarları
müşteri olarak gören yaklaşımların karşısındadır. Her alanda sporun
endüstirileşmesine karşı muhalefet ederek amatör ruhu ve yerelliği savunur!
Futbol ve toplumsal muhalefet
83
2. Forzalivorno sporda ve yaşamın her alanında ırkçılığa ve her türlü din, dil,
ırk, cinsiyet ayrımına karşıdır. Toplumdaki yaygın milliyetçi reflekse karşı
ödünsüz bir kardeşlik çizgisini savunur. “Öteki”leştirilerek dışlanan gruplara
yönelik, mikro düzeyde de olsa her türlü ayrımcılığa karşı durmayı, yaşamsal
bir önemde görür.
3. Forzalivorno, dili söylemi ve duruşuyla sporda şiddeti körükleyen egemen
anlayışı reddeder. Taraftarın her şeyden önce “güzel futbola” taraftar
olduğunu bilerek, futbol endüstrisinin suni bir şekilde körüklemeye çalıştığı
gerilimlere karşı, renklerin kardeşliğini savunur. Futbolu çirkinleştirmeyen
rakibini alkışlama erdemi gösterenlerin forumu olma iddiasındadır.
4. Forzalivorno, takım tutmayı mutluluk sayar; fakat tutulan takımın
kutsanmasını reddeder! Taraftarizmin körleştirdiği mevcut taraftar profiline
karşıdır. Taraftar gruplarının kendi forumlarına, kendi çevrelerine hapsolmuş
tek yanlı bakış açısına karşın, farklı takım taraftarlarının birbirlerini anlayıp
ortak hareket edebilecekleri zeminleri yaratma misyonunu üstlenmiştir. Tüm
üyelerinden de bu çabayı destekleyecek bir performans beklemektedir.
5. Forzalivorno, savunduğu amatör ruhla değer üretimini esas sayar. Bir arada
olmanın getirdiği güçle üretkenliği çoğaltmayı ve adilce paylaşmayı savunur!
6. Forzalivorno, futbolda ve tüm sporlarda bahis ve şikenin karşısındadır.
7. Forzalivorno spor yapma hakkını savunur. Bu amaçla spor salonlarının,
pistlerin ve sahaların halkın kullanımına açılmasını talep eder.
8. Forzalivorno, sporcuların haklarını bilmek ve savunabilmek için sporcu
sendikalarının kurulması düşüncesine destek verir” (http://forzalivorno.org).
Bu temel ilkeler tüm muhalif taraftar grupları tarafından paylaşılmaktadır.
Sanal ortamı kullanarak tüm muhalif taraftar gruplarının ortak hareket
etmesini sağlamaya çalışan bir anlayış yaratılmak istenmektedir. Bu anlamda
üç büyük takımın, FB, GS ve BJK, muhalif taraftarları benzer ideolojik
yaklaşımlar ve futbolun endüstrileşmesine ve futbol alanında ırkçılığın
yükselişine karşı muhalif bir hareket geliştirmeyi amaçlamaktadır. Muhalif
taraftar gruplarının görünür ortak simgesi, Livorno takımı tarafından da
kullanılan, tüm dünyada enternasyonalist mücadele ve dayanışmanın simgesi
haline gelmiş olan “Che” görselleri. Bunun dışında internet sitelerinde
kendilerini tanımlama biçimleri benzer olan gruplar, sistem eleştirisi
bağlamında alternatif bir futbol anlayışının ve taraftarlığın mümkün olduğunu
göstermeyi amaçlıyorlar. Muhalif taraftar grupları ülkemizde popülerleşen
ırkçı milliyetçi saldırganlığın futbol üzerinden kitleselleşmesi ve
meşrulaştırılmasına karşı koymayı amaçlayan bir çizgiye de sahip, ancak kitle
kültürünün bu tür etkilerinin önünün kesilmesi anaakım medya kadar kitleleri
etkileme gücüne sahip muhalif medyaların olmadığı bir süreçte çok da
olanaklı gözükmemekte.
84
Barış Çoban
Muhalif taraftarlar endüstriyel futbola ve futbol üzerinden yenidenüretilen ırkçılık, şiddete karşı duruş geliştirme çabası içersindedir. Muhalif
taraftarların söylemi incelendiğinde, futbol teması üzerinden var olan sistemin
eleştirisi ve yeni bir açılım yaratma istemi görülmektedir. “Fenerbahche”
grubu “Futbolu bir emekçi sporu olarak gördüğümüz için; Futbolun bir gönül
bağından çıkarılarak ticari kaygılarla ve para karşılığında yapılan bir
aktiviteye dönüştürülmeye çalışılmasına yani endüstriyelleşmesine karşı
olduğumuz için; Irkçılığa ve cinsel ayrımcılığa karşı olduğumuz için”
(http://www.fenerbahche.biz) bir araya geldik derken, “Galatasaray Tek
Yumruk”; “Endüstriyel futbola karşı amatör bir ruhu savunuyoruz. Paralı
başkan değil, centilmen başkan istiyoruz. Bir takımın müşterisi değil taraftarı
olmak istiyoruz. Para ve medya güçlerinin arkasına sığınmış dünyanın önde
gelen futbol takımlarına karşı kendi yağında kavrulan takımları
destekliyoruz... Çok olmadığımız kesin ama hayatta bir kere ezilenden taraf
olduğumuz gibi, Galatasaray taraftarlığı çatısı altında da hep ezilenden, az
olandan taraf olacağız... Şiddete ve kavgaya karşı olmak için yürüyoruz...
Futbolun bıçakla değil sahada oynanması gerekliliğini biliyoruz, bu nedenle
rakibime dokunma diyoruz” (http://www.facebook.com). Beşiktaş Çarşı ise
diğerlerinden farklı olarak daha kitlesel olduğu için homojen bir yapılanmaya
ve tutarlı bir muhalif çizgiye sahip değil, grup içersindeki daha radikal
grupçuklar bulunmakta ve bunlar “karşı” olmayı sistem karşıtlığı olarak
algılamakta. Popüler bir muhaliflik kültürü yaratan yaklaşımı ile Beşiktaş
Çarşı kitleler tarafından tanınan bir grup olmayı başarmıştır. “Irak işgalinden
önce Savaşa karşı duran yurtseverlerin yanındaki ruhtur. Mitinglerde
“Beşiktaşlıyız, Savaşa Karşıyız” tezahüratlarında, Tribün'de “Savaşa Hayır”,
“Amerikan Şahinlerine karşı Karakartallar” pankartlarıyla tepkisini
koyandır... Çarşı’nın “A”sını Anarşinin “A”sıyla yazan, güce tapmayan
isyankarlıktır” (http://www.forzabesiktas .com). Bunların yanında pankartları
ve sloganlarıyla da muhalif kimliğini ortaya koymaktadır: “Çarşı ırkçılığa
karşı”, “Çarşı Nükleer Santrallere Karşı”, “Kanserden Ölmesin Karadeniz”,
“Çarşı Tekelin Özelleştirilmesine Karşı”. Çarşı grubunun eski bir siyasal
propaganda biçimi olan “yazılama”yı kullanması geniş kitleler tarafından
bilinmesini ve sempati duyulmasını sağlamıştır. Muhalif taraftar gruplarının
katıldığı kitle gösterilerinde sayılarının az olmasına rağmen topladıkları
destek de kitle kültürünün, muhalifleri destekleyen kitleler üzerindeki etkisini
göstermektedir.
Futbol ve toplumsal muhalefet
85
SONUÇ
Varolan üretim biçiminin getirdiği eşitsizlik üreten, insanı kendisine ve
topluma yabancılaştıran, bu süreçte tüm yaşam alanlarını ticarileştiren,
endüstriyelleştiren sisteme karşı eşitlikçi bir yaşamın kurulması için mücadele
edenlerin, toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilmek için gündelik yaşam
alanından başlayarak her toplumsal pratiği muhalif bir tartışma ortamına
çevirmeleri, iktidarın etkisinin kırılması bağlamında önemli bir sürece
gönderme yapar. Bu anlamda, bir muhalefet alanı olarak futbolun tartışılması
ve değerlendirilmesi, toplumsal iletişim sürecine dahil olabilmenin yollarının
aranması açısından önemli olanaklar sunar. Etkin bir biçimde kullanılmayan
muhalefet olanakların tartışılması ve muhalif hareketin kitleselleştirilmesi
açısından önemli bir başlangıca da gönderme yapacaktır. Yeni iletişim
biçimleri ile kitlelerin muhalif düşünceler doğrultusunda biçimlendirilmesi ve
örgütlenmesi, öncelikle toplumsal pratiklerin iktidarın hegemonyasından
kurtarılması ve muhaliflerin kendilerini iktidar karşısında, iktidarı hedefleyen,
eşitliğe dayanan yeni üretim biçimi ve ilişkilerini yaratabilecek bir güç olarak
konumlandırması ile olasıdır.
Futbola muhalif bakış ülkemizde yeni başlayan bir süreçtir. Bu sürecin
gelişimi muhalif hareketlerin dergi, gazete ve internet sitelerinin alternatif
spor sayfaları oluşturmaları ve var olan anaakım medyanın spor yorumları
karşısında ezilenlerden yana bir bakışla futbolu ele almaları ile başlamıştır.
Sol muhalif gazete ve dergilerin var olan sistemin eleştirmesi, tüm oyunların,
sporların özellikle de futbolun kapitalistleşmesine karşı eleştirel bir yaklaşım
geliştirilmesi geniş kitlelere seslenen ve muhaliflerin şimdiye dek görmezden
geldiği bir alanı yeniden tartışılmasını da beraberinde getirmiştir.
Kapitalizmin toplumsal eşitsizlik üreten yapısının, toplumun bu
eşitsizliklerine karşı koymak yerine unutmayı tercih etmesi yönünde
güdülenmesi ve bu süreçte futbolun kullanılmasının eleştirisi önem taşıdığı,
futbolun endüstriyel yapısının da içersinde yaşanılan kapitalistik bir
sonucudur. Muhalif ideolojinin kitleselleşebilmesi, iktidarın yeniden-üretim
süreçlerinin kırılması ile olasıdır. Muhalif müdahaleler toplumsal pratiklerde,
özellikle de iletişim süreçlerinde etkili olarak egemen ideolojinin etkisini
zayıflatabilir. Bu anlamda, yeni iletişimsel olanaklarla birlikte sol da
toplumsal alanda etkili olan futbol konusuyla yeni de olsa ilgilenmeye
başlamıştır. Egemen ideolojinin denetimi altında olan bu alanda mücadele
vermenin güçlüklerine rağmen muhaliflerin temel olarak yereller üzerinden
86
Barış Çoban
başlayarak toplumun futbola yönelik ilgisinin toplumsal muhalefet tarafından
eleştirilerek suçlaması değil bir olanak olarak tartışması, muhaliflerin
geçirdiği dönüşümün bir örneğini oluşturmaktadır. Muhalif bir gençlik dergisi
olan Yolculuk’ta, muhaliflerin sporu, özellikle de futbolu yeniden
değerlendirmelerinin gerekliliği şöyle tartışılmaktadır: “Sanat, bilim, felsefe,
edebiyat, spor gibi değerlerin hepsi halkların emeğiyle, halkların ödediği
bedellerle üretilmiştir. Bugün emperyalizme karşı verilecek mücadelede bu
değerlerin hepsini hayat içerisinde devrimci bir anlayışla var edebildiğimiz
oranda emperyalist saldırıları boşa çıkarabilir ve insanlığın kültür bahçesini
daha da renklendirebiliriz. Böylelikle emperyalizmin elindeki araçları da birer
birer almış oluruz. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, futbol, basketbol ve
sporun birçok dalı kendi başlarına birer olumsuzluk öğesi, anti-emperyalist
mücadelede kullanılamayacak araçlar değillerdir. Bugün bu araçların
emperyalistler tarafından halkları sömürmenin bir aracı olarak kullanılmaları
da bu söylediğimizi çürütmez. Bundan dolayı devrimciler, yüreği halktan
yana atanlar olarak sporu da devrimci bir anlayışla, rekabet/bencillik öğelerini
dışlayarak, hayata geçirmeli ve ona halk kitleleriyle aramızdaki mesafeyi
küçültücü bir işlev yüklemeliyiz” (2006). Toplumla iletişim içersinde
olmayan muhaliflerin kitlesel hareketler haline gelip var olan üretim biçimini
dönüştürmesi olası değildir. Bu anlamda, muhaliflerin dönüşüm geçirmesi,
toplumla yeniden buluşabilmek için, şimdiye dek uzak kaldıkları alanları
değerlendirerek, yeni muhalefet olanaklarını tartışmaları önemlidir.
Muhalifler iktidar özneleri gündelik yaşam pratikleri bağlamında yenidenüretir: “Genel, soyut ve hatta şiddet içeren haliyle devlet yapısı, içimizden her
birini kuşatan yerel ve bireysel tüm küçük taktikleri bir tür büyük strateji
olarak kullanmazsa, burada kök salmazsa, tüm bireyleri sürekli olarak ve
tatlılıkla, bu şekilde tutmayı başaramazdı” (Foucault, 2003: 176). Bu süreçte,
futbolun etkin kullanımı sistemin yeniden-üretim sürecinde önemli bir yer
edinmiştir. Bu nedenle futbol alanında verilen muhalif mücadelenin toplumsal
alanda sınıf mücadelesi ile ilintilenmesi ve tutarlı bir ideolojik çizgi
bağlamında hareket ederek kitleselleşmesi iktidarın yeniden-üretimini
kesintiye uğratacağı için önemli bir muhalif pratiktir. Muhalif hareketlerin
futbol alanını kullanarak kitleselleşmeleri bir olanaktır, ancak popülerleşerek
içeriğini kaybetme ya da iktidarın koruduğu sınırlar içersinde hapsolma riski
de her zaman için bir tehdit olarak varlığını sürdürmektedir. Buna rağmen,
muhalif taraftar grupları, kitlelerin olduğu her alanda kendilerini göstererek
iktidarın yekparelik yanılsamasını bozguna uğratmaktadır. Futbol başta olmak
Futbol ve toplumsal muhalefet
87
üzere sporun her alanının “endüstriyel” hale getirilmesine karşı yerellerden
başlayarak kapitalizm karşıtı bir karşı koyuşun yeniden yaratılması
muhaliflere kitleselleşme olanakları sağlayabilir. Futbolu muhalefetin etkin
olduğu bir toplumsal alan haline dönüştürmek, başka bir deyişle muhaliflerle
toplum arasındaki iletişimi yeniden kurmanın yollarını bulmak çözülmesi
gereken önemli bir sorundur.
KAYNAKÇA
Adorno, T. (2007). Kültür endüstrisi: Kültür yönetimi. İstanbul: İletişim.
Althusser, L. (2003). İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları. İstanbul: İthaki.
Atılım.(2005).Gazi
gençliğinden
futbol
turnuvası.
23.10.2005.
http://www.atilim.org/atilim/modules.php?name=Guncel&file=article&sid=1225
7. (Erişim:1.04. 2008).
Atılım.(2007).Hasan
Kızılkaya
Futbol
Turnuvası.
http://www.atilim.org/
haberler/2007/06/27/Hasan_Kizilkaya_Futbol_Turnuvasi.html.(Erişim:1.4.2008)
Atılım.(2008).Turnuva,
denizler
anısına
saygı
duruşuyla
başladı.
http://www.atilim.org/haberler/2008/05/17/Turnuva__Denizler_anisina_saygi_d
urusuyla_basladi.html (Erişim: 29.04.2008)
Balibar, E. (1993). Irkçılık ve milliyetçilik. Içinde: E.Balibar, İ.Wallerstein (eds.). Irk,
ulus, sınıf: Belirsiz kimlikler. İstanbul: Metis.
Bambery, C. (1996) Marxism and sport. International socialism. Quarterly journal Of
The Socialist Workers Party (Britain). 73.
Bambrey, C. (2002). Marxism ve spor. Birikim, 158.
Biz kimiz? http://www.facebook.com/topic.php?uid=5694803&topic=3120. (Erişim:
1.04.2008).
Bloch, E. (1986). The Principle of hope. Cambridge: The MIT.
Braverman, H. (1974). Labour and monopoly capitalism. N. Y.: Monthly Review.
Brohm, J-M. (1989) Sport: A prison of measured time. London: Pluto.
Butsch, R. (1990). Leisure and hegemony in America. İçinde: R. Butsch (ed.). For fun
and profit: the transformation of leisure into consumption. Philadephia: Temple
University.
Clarke, A., Clarke, J. (1982) Highlights and action replays: Ideology, sport and media.
İçinde: J. Hargreaves (ed.). Sport, culture and ıdeology. London:
Routledge&Kegan Paul.
Çoban, B. (2004). Kişilerarası iletişim bağlamında söylem ve eylem bağıntısı.
Yayınlanmamış doktora tezi. İstanbul Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Debord, G. (1996). Gösteri toplumu. İstanbul: Ayrıntı.
Durgun, D. (2007, 14 Nisan). Endüstriyel futbola hayır!. Özgür Gündem.
Durgun, D. (2007a, 30 Ocak). Futbolda faşizme evet, barış ve kardeşliğe hayır. Özgür
Gündem.
88
Barış Çoban
Dyer, R. (1992) Only entertainment. London: Routledge.
Flew,T., Mcelhinney, S. (2001). Globalisation and the structure of new media
industries, London: Sage.
Forzalivorno manifestosu.http://forzalivorno.org/solacik/?page_id=39. (Erişim:1.04.
2008).
Forzalivorno renklerin kardeşliği projesi. http://forzalivorno.org/solacik/?page_id
=42. (Erişim: 15.04.2008)
Foucault, M. (2003). İktidarın gözü. İstanbul: Ayrıntı.
Futbol, 2006 Dünya Kupası ya da kupayı tekeller kazandı . Yolculuk Dergisi, 2. Eylül
- Ekim 2006.
Gülseven, H. (2002, 7 Haziran). Sınır ötesi: Güney Kıbrıs. Radikal.
Hobsbawm, E. (2008). Küreselleşme, demokrasi ve terörizm. İstanbul: Agora.
Holloway, J. (2008) Yabancılaşma üzerine bir not. Eleştirel Psikoloji Bülteni,1.
Http://forum.tekyumruk.com/.(Erişim: 15.04.2008).
Http://www.fenerbahche.biz. (Erişim: 15.04.2008).
Http://www.forzabesiktas.com. (Erişim: 15.04.2008).
Huizinga, J. (1995). Homo ludens. İstanbul: Ayrıntı.
Inter Milan ve Zapatistalar.( 2006, 10 March). http://otonomlar.org/karsi-kultur/65.
(Erişim: 18.04.2008).
Jakubowski, F. (1990). Ideology and superstructure in historical materialism. Pluto.
Kuper, S. (2003). Futbol asla sadece futbol değildir. İstanbul: İthaki.
Marcuse, H. (1975). Tek boyutlu insan, İstanbul: May.
Marx, K. (1993). 1844 elyazmaları. Ankara: Sol.
Marx, K. (2000). Kapital I. Ankara: Sol.
Meszaros, I. (1999, Ağustos). Marx’ın yabancılaşma teorisinin kavramsal yapısı.
Evrensel Kültür, 92.
Oskay, Ü. (1996). Efendi/köle ilişkisi açısından şiddet ve görünümleri üzerine.
Cogito: Şiddet, 6-7. İstanbul: YKY.
Rowe, D. (1996). Popüler kültürler: Rock ve sporda haz politikası (çev.:M.Küçük).
İstanbul: Ayrıntı.
Salecl, R. (1995). Kimlik krizi ve eski Yugoslavya’da yeni hegemonya mücadelesi.
Içinde: E. Laclau (ed.). Siyasal kimliklerin oluşumu. İstanbul: Sarmal.
Sönmez, M. (2007).Global, endüstriyel futbol ve sınıflar. http://www.bianet.org/
bianet/kategori/spor/1008/global-endustryl-futbol-ve-siniflar.(Erişim:2.04.2008).
Subcomandante, M. & Moratti, M. (2005). Zapatista Soccer. http://www.zmag.org
/content/print_article.cfm?itemID=7984&sectionID=1. (Erişim:1.04.2008)
Van Dijk, T. (2003). Söylem ve ideoloji. İçinde: B. Çoban, Z. Özarslan (der.). Söylem
ve ideoloji. İstanbul: Su.
Wilkes, W. (2008, 6 February). Soccer and the Spanish civil war. A tale of FC
Barcelona, a Dutchman and Franco's facists. http://spanish-history.suite101
.com/article.cfm/soccer_and_the_spanish_civil_war. (Erişim: 16.04.2008).
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.89-114
Makale
Futbol değil iş: endüstriyel futbol
Ahmet Talimciler 1
Öz: Halkın oyunu olarak ortaya çıkan futbol günümüzde endüstriyel futbol adı altında
bir iş örgütüne dönüşmüştür. Futbolun taşıdığı mitik, dinsel, sınıfsal özelliklerin yanı
sıra, sembolik değerlerle kurduğu bağ, oyunun önemini arttırmıştır. Profesyonelleşme
süreci, sportif etkinliklerin bir oyun olma özelliğinden çıkartıp, ekonomik düzeyde
işleyen bir alana dönüştürmüştür. Bunun sonucunda ise, kapitalist düzenin değerleri
spora egemen olmuştur. Kazanma kültürü ve başarı elde etme arzusu her türlü sportif
değerin önüne geçmiştir. Profesyonelliğin ve metalaşmanın en büyük etkisi taraftarlar
ve oyuncular üzerinde gerçekleşmiştir. Futboldan hızla endüstrileşen yeni futbol
anlayışına geçildikçe, futbolun sadece özü değil, hayatlarımız içerisindeki yeri de
değişmeye başlamıştır. Bir oyun olmanın ötesinde futbol, toplumsal yaşam içerisinde
bir ‘minyatür’ model olarak işlev görmekte ve onun üzerinden toplumsal yaşama bir
takım rol ve değer transferleri gerçekleştirilmektedir. İşte bu yüzden futbolun
‘endüstriyel futbol’ olarak adlandırılması sonrasında oynanan oyunun artık futbol
olmadığının net bir biçimde dile getirilmesi büyük önem arz etmektedir.
Anahtar kelimeler: Futbol, Endüstriyel Futbol, İş, Oyun
Not football but business: industrial football
Abstract: Football, a folk game, has changed in time and turned into a business
organization called industrial football. The ties it has established with symbolic values
has increased the significance of the game, in addition to its mythical, religious and
class features,. Professionalizing process has transformed this sports activity from a
game into a field that functions at economical level. Consequently, the values of the
capitalist order have dominated the field of sports and started to shape it. Competition
and the desire for success have averted all kind of sportive value. The most significant
impact of professionalizing and commodification has been on the supporters and
players. With a shift to the new understanding of industrialised football, not only the
core of football but also its place in our lives has started to change. Beyond being a
game, football functions as a ‘miniature’ model in social life through which some role
and value transfers take place. Therefore, it is vital to speak out that the game being
played is not football anymore after its designation as ‘industrial football’.
Keywords: Football, industrial football, business, game
1
Yrd. Doç .Dr, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
e-posta: [email protected]
90
Ahmet Talimciler
GİRİŞ
Her hakim düzen, hakimiyetini yerleştirebilmek, ayakta kalabilmek ve
iktidarını sürdürebilmek için astlarına, hayatlarını anlamlandıracak bir takım
şeyler sunmak zorundadır. Spor, bu eğlence/anlamlandırma türlerinden
birisidir. 19. yüzyılda spor çeşitli amaçlar doğrultusunda yaygınlaştırılmaya
başlanmıştır. Günümüzde ise tüm dünyada futbolun spor olgusunun önüne
geçtiğini görmekteyiz. Âdeta hayatın yoğunlaştırılmış bir hali gibi görünen bu
oyunda, insanlar yaşamları içinde adını koyamadıkları pek çok şeyin
yansımasını bulmaktadırlar. Biraz da bu nedenle futbol, artık sadece futbol
değildir. Futbol, oynanan oyunun ötesinde pek çok şeyle ilintilendirilen ve
anlamlandırılan bir oyun halini almıştır. Futbol, insanoğluna bir oyun olmanın
ötesinde eğlence, iktidar, güç, üzüntü, sevinç, ulusal onur ve hepsinden de öte
kendi kimliklerini, kendilerini bulabildikleri bir dünyanın anahtarını
sunmaktadır. Futbol sadece kimliklerin oluşmasına katkıda bulunmaz, aynı
zamanda farklı sosyal kimliklerin karşılaşmasına ve birbirlerinden
etkilenmesine de vesile olur. Bu açıdan farklı ülkelerin birbirleri ile
oynadıkları milli maçlar ve diğer kulüp takımlarının kupa mücadeleleri
küresel bir dünya kültürünün yaratılmasına ve yaşatılmasına da aracı olur.
Kimlik, günlük yaşamdaki kültürel aktiviteler içerisinde yeniden oluşturulur
ve kimliğin bu oluşum sürecinde spor/futbol gibi etkinliklerin büyük katkısı
olur. Futbolun yaşam ile kurmuş olduğu bağ öylesine güçlüdür ki, futboldan
uzaklaştığınızı zannettiğiniz bir ortamda aslında futbola daha da yakınlaşmış
olursunuz. Çünkü futbol, toplumsal yapı içerisinde her geçen gün daha fazla
yer işgal etmeye başlamıştır ve bu işgal sonrasında toplumsal ortak paydanın
yaratılmasında, güçlendirilmesinde de daha fazla rol oynamaktadır.
19. yüzyılın ortalarında başlayan modern futbolun serüveni modernleşme
ve sanayileşme süreçleri ile üretim ve organizasyon modelleri arasında bir
paralellik içermektedir. Futbolun metalaşma/endüstrileşme ya da iş haline
dönüşme süreci hızlandıkça, futbol ekonomisi büyümekte buna karşın ise
futboldan almakta olduğumuz haz ve heyecanın boyutları değişmektedir.
Acımasız bir rekabet ortamının varlığı futbol sahaları için de geçerlidir, artık
sadece oynamak ve haz almak değil, kazanmak ve başarmak ön plana
çıkmıştır. Endüstriyel futbolun oluşmasında tıpkı sermayenin rahat dolaşımı
sürecinde olduğu gibi, futbolcuların da serbest dolaşımının önemi ortaya
çıkmış ve bu konuda alınan Bosmann kararları sonrasında futboldaki
globalleşme hızlanmıştır.
Futbol değil iş
91
Futbol, içinde bulunduğumuz dönemin en etkili iktidar nesnelerinden bir
tanesine dönüşmüştür ve bu yüzden de futboldan söz ettiğimiz her an, aynı
zamanda ekonomiden-siyasetten-kimlikten-şiddetten-toplumsal yaşamdaki bir
takım değişmelerden ve sıkıntılardan da söz ediyor olmaktayız. Bir oyun
olmanın ötesinde futbol, toplumsal yaşam içerisinde bir ‘minyatür’ model
olarak işlev görmekte ve onun üzerinden toplumsal yaşama bir takım rol ve
değer transferleri gerçekleştirilmektedir. İşte bu yüzden futbolun ‘endüstriyel
futbol’ olarak adlandırılması sonrasında oynanan oyunun artık futbol
olmadığının net bir biçimde dile getirilmesi büyük önem arz etmektedir.
Çünkü hayatımızın her alanı ile ilintilendirilen oyun aracılığı ile, yeni
dönemde yaratılan sanal kimlikler (taraftarların aidiyet bilinçleri ve kimlik
oluşumları) ile ‘mış gibi’ olma hali sonrasında bu oyun üzerinden
gerçekleştirilen değerler transferleri arasında doğrudan bir bağlantı söz
konusudur. Futbol, günümüzde sadece varolan statükonun korunmasına katkı
sağlamamakta fakat aynı zamanda yeni dönemin ekonomik değerlerinin geniş
kitlelere ulaştırılması ve benimsetilmesinde de etkili bir ajan konumunda
bulunmaktadır. Günümüzde futbol bir iletişim sistemi ve dili oluşturmanın
yanı sıra beraberinde futbolla birlikte hareket eden bir takım mekanizma ve
kurumları da yaratmaktadır. Bu çerçevede futbol tartışılır iken neo-liberal
ekonomi anlayışının ve dünya görüşünün de meşrulaştırıldığı bir zeminden
söz etmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Yeni futbol anlayışı ve düzenine
getirilecek olan eleştiriler bir anlamda var olan ekonomik düzen ve
politikalara getirilecek eleştiriler olarak da okunabilir, futbol üzerinden
meşrulaştırılan değerlerle, sanayi-ekonomi üzerinden meşrulaştırılan
değerlerin paralel olduğunu görebiliriz.
Halkın oyunu olarak ortaya çıkan futbol, zaman içinde kabuk
değiştirmeye başlamış ve günümüzde endüstriyel futbol adı altında bir iş
organizasyonuna dönüşmüştür. Futbolun bünyesinde taşıdığı mitik, dinsel,
sınıfsal özelliklerin yanı sıra sembolik değerlerle kurmuş olduğu bağlantı bu
oyunun önemini daha da arttırmıştır. Futbolun 1980’li yıllarda ön plana
geçmesinde dünyada yaşanan ekonomik gelişmelerle, bu gelişmeleri sağlayan
ideolojik yapı ile futbol arasındaki birliktelik etkili olmuştur. 1980’lerde tüm
dünyada yaşanan liberal dalga, futbolu da etkilemiş ve futbolun metalaşma
sürecinin hızlanmasını sağlamıştır. Kültürel olanın ekonomik olandan ayrı
tutulamadığı bu yeni dönemde kültür sanayileri (kitle iletişim araçları, turizm,
boş zaman faaliyetleri, spor) ekonomi açısından vazgeçilmez faaliyetlere
dönüşmüşlerdir. Tüketim ideolojisi ve yaşam tarzının kitlelere
92
Ahmet Talimciler
benimsetilmesinde kitleleri etkileme gücü hayli yüksek olan futboldan
yararlanılmıştır. Bu yeni dönemde devletin piyasaya müdahalesini öngören
ulusal kalkınma planları-politikaları ile ulusal düzeydeki rekabetin yerini
serbest piyasa ekonomisi ve uluslararası rekabet almıştır. Neo Liberalizm ve
serbest pazar kriterlerinin (rekabet, üreticilik, serbest değişim, verimlilik)
geçerli olduğu bir ekonomi politikası anlayışı tüm dünyada uygulanmaya
başlanmıştır. Üretim anlayışındaki bu değişim toplumsal ve kültürel alanda da
kendisini gösterecektir. Kapitalizmin dönüşmesine ve dünyanın giderek tek
bir pazar haline getirilmesine yol açan bu yeni süreç Küreselleşme olarak
nitelendirilmektedir. Boniface’e göre futbol, küreselleşmenin son evresidir.
Futbol imparatorluğu tartışmasız en evrensel imparatorluktur. Otoritesi çok
daha eksiksiz ve sağlamdır, çünkü barışçıldır. “Futbol, küreselleşmenin
demokrasiden, piyasa ekonomisinden ya da internetten kesinlikle çok daha
fazla ilk örneğidir (Boniface, 2007:10-11).” Futbolun geniş kitleleri
etkileyebilme gücü tüketim ideolojisi ile birleştirildiğinde, içinde yaşadığımız
serbest piyasa ekonomisi için vazgeçilmez bir sektörün yaratılması sağlanmış
olmaktadır. Pazarlamayı marka yaratmak olarak düşünecek olursak,
markalama yolu ile ürün ya da hizmetinizin kullanıcıya daha basit ve etkili bir
biçimde satılmasını sağlayabilirsiniz. İşte ‘endüstriyel futbol’ olarak
adlandırılan dönemde kulüplerin yeni işlevi de tam budur. Kapitalizmin
varlığını devam ettirebilmesinde en hayati unsur verimlilik ve karlılığın
arttırılabilmesidir. Esnek üretim modeli sonrasında geliştirilen Toplam Kalite
Yönetimi Anlayışı futbol ve futbol kulüpleri içinde kullanılmakta ve futbol
kulüplerinin şirketleştirilmesi ve tıpkı birer ekonomik şirket gibi yönetilmesi
sonrasında gelişen durum ve koşullara ayak uydurabilecek yeni ve çağdaş
değerlere ‘vizyona’ sahip olabilmesi fikri, yine bu döneme özgüdür. Futbol
kulüpleri artık sadece birer sportif örgüt gibi hareket edemezler, onlar aynı
zamanda birer ekonomik örgüt haline de dönüşmek zorundadırlar. Bu zorunda
olmaları ise futbolu ve futbolun özünü yaralamaktadır. Çünkü futbol artık bir
meta haline dönüşmüştür ve bu haliyle futbol, yaşantımızı yönlendiren
tüketim kalıplarımızı şekillendirmek suretiyle oyun özelliğini yitirerek iş’e
dönüşmektedir. Futbolcuların kulüpleri ile kurmuş oldukları yeni etkileşim
tamamen paraya endeksli ve kısa süreli yeni bir anlayış üzerinde
yükselmektedir. Takımların kimliklerine etkisi bulunan sembol futbolcuların
nesli artık tükenmiştir. Futbol, bugün gelmiş olduğu nokta itibari ile taraftarın
kulüpleri ile kurmuş olduğu birlikteliğin uç noktasına gelmiştir. Bundan
sonraki aşamada futbolun, taraftarlar ile kurmuş olduğu birliktelik eskisi kadar
Futbol değil iş
93
güçlü ve candan olmayacaktır. Artık bu birlikteliği belirleyecek olan duygu,
hayatın diğer alanlarında olduğu gibi tüketim ve bu tüketimi sağlayacak para
olacaktır. Futbolun endüstrileştiği bu yeni dönemi ‘Futbol A.Ş’ kitabında ele
alan Authier’e göre; kulüplerin mülkiyetinin çok uluslu şirketlere, iletişim
şirketlerine, pazarlama gruplarına geçtiği bir sporda uygarlık değişimidir söz
konusu olan. Yeni yaklaşım, sportif sonuçların yapı taşlarından sadece birini
oluşturduğu bir küresel ekonomik stratejiyi gerektirir. Artık işin merkezinde
görüntülerin ve yan ürünlerin satılması yer almaktadır. “Küreselleşme
akıntısına katılan, bütün sınırları (fiziksel, zihinsel ve ahlaki) yıkan futbol,
evrenselliğini yitirip akılcılaştırılmış ve sıradanlaştırılmış basit bir eğlence
endüstrisine dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu endüstrinin tek amacı
azami mali verimliliktir. Bugün yeşil sahaların çimleri kaldırılırsa, altından
yeşil banknotlar çıkar, başka bir şey değil. Meşin yuvarlak, küreselleşmenin
lüks ve baştan çıkarıcı aynası olarak, halklara çağdaş liberal Mesihçiliğin yeni
değerlerini kabul ettirmede etkili bir araç olabilir. Küreselleşmiş futbol bir
emperyalizm biçimidir ve imparatorluklar er veya geç çökmeye mahkumdur
(Authier, 2002 : 88-98).”
Endüstriyel futbol ile bugün, dört farklı kesim ilgilenmektedir: Kulüpler,
futbol arzını piyasaya sunmakla görevlidirler. Buna karşın bu metalaşan arzı
pazarlayan federasyon ve dijital yayıncı kuruluşlar söz konusudur. Tabii son
olarak bu ürünü satın alacak/izleyecek tüketiciler/seyirciler/taraftarlar ya da
müşteriler söz konusu olacaktır. Stadyumların birer ticaret kompleksine
dönüştürüldüğü ve kulüplerin yan ürünlerinin satışının yapıldığı bu süreçte,
özellikle yeni iletişim olanakları üzerine büyük yatırımlarda bulunulmaktadır.
Kulüpler, internet ortamını ürün satışları için kullanmaktadırlar. “Bir sonraki
aşama ise web üzerinden ilk naklen maç yayınları olacaktır. Meşin yuvarlağın
yeni efendileri, işletim hakları ve CD-ROM, DVD, paralı erişim, reklam,
sponsorluk, e-ticaret gibi ek gelir kaynakları açısından, interneti geleceği
parlak bir alan olarak görüyorlar. Küresel piyasaya küresel arz (Authier, 2002:
35).” Futbolun, televizyon ile birlikteliği sonrasında ortaya çıkan yeni futbol
anlayışı, kendi seyircisini/tüketicisini de yaratmıştır. Tıpkı uluslararası
firmalar gibi çalışan Avrupa’nın önde gelen kulüpleri (Manchester UnitedReal Madrid-Barcelona-Chealsea-Juventus-Milan-İnter-Bayern Münich ve
diğerleri) küresel pazara hitap edebilecek yeni pazarlama stratejileri
geliştirmişlerdir. Bu takımlardaki transferlerde, özellikle uzak doğu ülkelerine
yönelik TV yayın haklarının ve yan ürünlerin satışını gerçekleştirebilecek
uygulamalar benimsenmektedir. Artık futbol, uluslararası bir üründür ve bu
94
Ahmet Talimciler
ürünün medyatikleştirilmesini sağlayacak ilahlara gereksinim duyulmaktadır.
Bu alanda yaratılan büyük pastadan pay kapmak isteyen büyük medya
organizasyonları ise,
dijital yayıncılığa milyonlarca dolarlar yatırmakla yetinmemekte, aynı
zamanda doğrudan kulüpleri ya da altın yumurtlayan tavukları satın almak
ya da hissedarları olma yoluna gitmektedirler… Futbolun kitlesel gücü, aynı
zamanda siyasi yönlendirmeye olanak sağlamaktadır. Bu gücü elinde
tutmak isteyen medya kuruluşlarının, futbola bu denli iştahla
yaklaşmalarının ardında yatan temel etmen de, bu karşılaşmaların yayın
hakkını elinde bulunduran TV şirketlerinin, aynı zamanda ideolojik olarak
da, kitleler nezdinde en etkin olabilme şansını eline geçirmeleridir (Arık,
2004: 288-292).
Endüstriyel futbolun dünyadaki en önemli temsilcisi ise hiç kuşkusuz
İngiliz futbol ekibi Manchester United’dir. Manchester United, 2002 yılında
Umbro yerine Nike firması ile 13 yıllığına 500 milyon$’lık merscandising ve
sponsorluk sözleşmesi imzalamıştır. Türkiye’deki üç büyük kulüp de
Avrupa’daki rakiplerinin izinden gitmektedirler. Bu kulüplerimiz, kendi
ürünlerinin satıldığı mağazalarında telefondan klimaya, kol saatinden
televizyona kadar pek çok farklı ürün yelpazesinde hizmet verebilmektedirler.
Futbolun artık futbol olmadığı bir dönemi yaşıyoruz, bu dönemde futbol bir
‘business’ olarak ülke içindeki paranın ve gücün tam orta yerinde yer alıyor.
Artık futbolu konuşmak aynı zamanda bu iktidar ilişkilerini ve paranın
egemen olduğu değerleri de konuşmak anlamına geliyor. Futbolun, özellikle
tüketim toplumunun oluşturulması sürecinde etkili olduğunu ortaya
koyabileceğimiz en güzel örnekleri; ulusal ligler içinde takımı şampiyon olan
taraftarlar için ‘kendi renklerini’ taşıyan ürünlere yönelmesi ve şampiyonluk
kutlamalarının aynı zamanda bir eğlence ve tüketime yönelmesi şeklinde
yaşanırken, özellikle şampiyonlar ligi finali ya da dünya kupası organizasyonu
döneminde futbola yatırım yapan şirketlerin pazar paylarının yükselmesi, ürün
satışlarının artması biçiminde gerçekleşmektedir.
Bu makalede, önce futbolun para ve iktidar ilişkileri içerisinde yeniden
biçimlendirilmesi sonrasında dönüşüme uğratılmak suretiyle ‘endüstriyel
futbol’ biçiminde adlandırılan yeni şeklinin yaratılmasında etkili olan öğelerin
neler olduğu üzerinde durulmaya çalışılacaktır. İkinci olarak, futbolun
toplumsal yaşantı içerisinde her geçen gün daha fazla yer alması sonucunda
‘endüstriyel futbolun’ bir pazarlama nesnesi olarak özellikle taraftarların
‘müşterileştirilmesi’ sürecindeki etkilerinin neler olduğu ve bu etkilerin
oluşumunda rolü bulunan aktörler üzerinde durulacaktır.
Futbol değil iş
95
YÖNTEM
Genel olarak toplumda eğer bir düşünce sistemi, bir teori, bir açıklama
tarzı, bir kavramlaştırma ya da tanımlama toplumdaki iktidar ilişkilerinin
üstünü örtüyor ya da bu iktidar ilişkilerinin yeniden üretimine farklı
seviyelerde katkıda bulunuyorsa o, bir tür meşrulaştırıcı ideolojidir. İktidarlar
sadece kendilerini kurumsal olarak var etmezler ve yeniden üretmezler aynı
zamanda kendilerini meşrulaştıracak bir bilgi sistemine de ihtiyaç duyarlar ve
bu bilgi sistemini üretirler. Spor, toplumsal yaşam içerisinde kök salan ve
kültürün üretilmesinde, dolaşıma sokulmasında katkıları bulunan bir alan
olarak, egemen ideolojilerin üretiminde ve toplumsal rızanın sağlanmasında
kullanılan bir simgeler sistemidir. Spor, üzerinde egemenlik mücadelelerinin
verildiği, toplumsal meşrulaştırma süreçlerinin gerçekleştirildiği bir inşadır.
Endüstriyel futbolun geçirdiği dönüşümü ortaya koyabilmek için öncelikle
eleştirel teorinin spor ile kültür ve toplum ilişkisi arasında kurmuş olduğu
bağlantı ve bu bağlantı sonrasında inşa edilen sporun; toplumu yansıtmanın
ötesinde, toplumu yeniden oluşturduğu düşüncesi çalışmamız için yol
gösterici olacaktır. Ayrıca ‘kültür endüstrisi’ kavramı ile birlikte metalaşma
sürecinin yaratmış olduğu etkilerin, futbol ve futbol üzerinden toplumsal
yaşam içerisinde nasıl bir ortamın doğmasına neden olduğunu da yine bu
yaklaşım ile irdeleyebiliriz. Eleştirel teorinin yanı sıra neo-marxist
yaklaşımların ‘bürokratikleşme-aşırı standardizasyon ve sınıf eşitsizlikleri’
içinde sporun nasıl bir yeri bulunduğuna ilişkin yaklaşımları ile küreselleşme
okulunun ortaya attığı çok uluslu şirketlerin sporun içerisindeki yerinin ve
küresel sporcu göçlerinin yarattığı yeni ilişki kalıplarının özellikle azgelişmiş
ve gelişmekte olan ülkeler aleyhine nasıl gelişmekte olduğu üzerinde
yoğunlaşan yaklaşımları birlikte eleştirel bir spor perspektifinin ve toplumsal
yaşama bu açıdan bakabilecek kuramsal çerçevenin oluşmasını sağlayabilir.
Marxist bakış açısına göre sporun kapitalist toplumda örgütlü bir ticari
faaliyet alanı olarak ele alınır. Ayrıca işçi sınıfına sömürüyü unutturmak ve
toplumdaki egemen olan değer yargılarını ve ideolojiyi kabullenmelerini
sağlamak da sporun bir diğer ideolojik etkisidir. Spor, emek gücünün
işyerinde verimli ve belirli bir iş disiplini içinde çalışabilmesi için
kullanılmaktadır.
Spor bütünüyle devletlerarası rekabet, kapitalist üretim ve sınıf
ilişkileri çerçevesine oturur. Medyanın büyük ölçüde şişirdiği bir
ideoloji olarak iktidardaki burjuva ideolojisinin önemli bir parçasıdır.
96
Ahmet Talimciler
Spordaki hiyerarşik yapı, kapitalizmin sosyal yapısını ve onun
rekabetçi eleme, terfi, hiyerarşi ve sosyal ilerleme sistemini yansıtır.
Sporun itici güçleri olan performans, rekabet ve rekor, kapitalist
üretim tarzının itici güçlerinin aynasıdır (Bambery, 2002:90).
Spor, kapitalizmin yarattığı yoğun temponun içerisinde sıkışan insanlara
bir kaçış olanağı yaratırken, onların farkında olmadan yanlış bilincin esiri
olmalarını da sağlamaktadır. Ayrıca spor, kapitalist sistemin devamı için son
derece etkili ve önemli bir alan olarak işlev görmektedir. Yapısalcı Marxizm’e
göre, spor modern toplumun tüm özelliklerini bünyesinde taşıdığı için,
kapitalist sistemle sıkı bir bağlantı içerisindedir. Bu bağlantı ile sportif alan,
teknik bir standardizasyon ve bürokratikleşme içerisinde bulunmaktadır. Aşırı
bürokratikleşme ve standardizasyon sürecinin spor sahalarına yansıması ise,
bireyin her alanda gerçekleşen kontrolünün yaygınlaşmasına yaptığı katkı
şeklinde gerçekleşecektir. Bu anlamda popüler sporlar, sınıf egemenliğine ve
sömürüye dayalı bir sistemin bütünleyici parçasıdırlar. Hargreaves’e göre
(1985); modern rasyonelleştirilmiş endüstriyel üretimin temel özelliklerinin
hepsi çeşitli sporlarda tekrarlanmaktadır: Yüksek derecede uzmanlaşma ve
standardizasyon, bürokratik ve hiyerarşik yönetim anlayışı, uzun vadeli
planlama düşüncesi, bilim ve teknolojiye artan düzeyde bağlılık, maksimum
verimlilik güdüsü, performansın nicelikleştirilmesi ve bunun sağlanabilmesi
için zaman zaman yasadışı birtakım yollara başvurulması (doping-şike vb.)
bütün bunların sonunda ise hem üreticiden hem de tüketiciden yabancılaşma.
Toplumsal yaşam içerisinde üretilen her türlü kültür ürünü üzerinde
yapmış oldukları saptamalar ile önemli katkılar sağlayan Frankfurt Okulu
temsilcilerine göre spor, var olan ideolojinin sürmesine katkıda bulunan
mekanizmalardan birisidir. Adorno ve Horkheimer’a göre spor, “sanayi
toplumu için tipik bir uyum sağlatma (ayak uydurtma) işlevini yüklenmiştir.
Habermas ise sporun çoktan çalışma rasyonalizasyonunun bir sektörüne
dönüştüğünü söylemektedir. Çalışma dünyasının ‘ikileştirilmesi’ anlamına
gelen modern antreman yöntemlerini bu tezin desteği olarak gösterebiliriz.
Çünkü Habermas’a göre, ‘her antreman döngüsü (programı) tıpkı bir üretim
süreci gibi başlamaktadır’. Başka aynı doğrultuda düşünen birçok kişi için de
örneğin çalışmanın mekanikleştirilmesi ‘sporu da biçim ve yapı değişikliğine
uğratmış ve onu mekanik koşullara boyun eğdirmiştir” (Kurt-Atayman ve
Kurultay, 1997: 85). Bu yaklaşıma göre, sporun metalaştırılması, spor-insan
etkileşiminde, insanın yapmış olduğu sportif etkinliklere yabancılaşması
sonucunu doğurmuştur.
Futbol değil iş
97
Eleştirel kuramın çalışmamız açısından önemli taşıyan yanı ise, ilk olarak
kültürün üretimi ve yeniden üretim süreci içerisinde sporun nasıl bir yeri
olduğunu ve bu yer ile güç ilişkilerinin kültürün üretim sürecinde nasıl
işlediği üzerinde durmasıdır. İkinci olarak ise, bu bakış açısına göre; spor
toplumu yansıtmaktan daha fazla bir şeydir. Spor, toplumsal bir alandır ve bu
alan içerisinde kültür-toplum üretilmekte ve yeniden üretilmek suretiyle
dolaşıma sokulmaktadır. Spor bu haliyle toplumu yansıtmaktan çok daha fazla
bir şeydir.
Sporun endüstrileşme süreci içerisinde yeniden ve daha farklı bir biçimde
incelenmesi gerekliliğini ortaya koyan spor-küreselleşme okulu yaklaşımına
göre ise spor, küresel bir etkinlik ve yerine getirdiği ekonomik işlevler
açısından irdelenmelidir. Sporun tüketim kalıplarının yerleştirilmesi sürecinde
yaratmış olduğu etki ile birlikte spor-eğlence endüstrisi arasında, medyanın da
yardımı ile ayrılmaz bir ortaklık meydana gelmiştir. Özellikle erkek dünyasına
yönelik
tüketim
malzemelerinin
pazarlanabilmesi
için
spordan
yararlanılmıştır. Sporun, bu yeni süreçte üzerinde durulması gereken bir diğer
önemli yönü ise, sporcuların küresel dolaşıma tabi kılınması ve sporcu
göçlerinin bir tür ‘sömürü düzeni’ yaratmasıdır. Bu konuda bazı
araştırmacılara göre; “Avrupa futbol takımlarının küresel dünyada ana
stratejilerinden birisi, tüm dünya coğrafyasının insan kaynaklarını uluslararası
simsarlar ve gelişmekte olan ülkelerde sahip oldukları kulüp ortaklıkları
sayesinde sömürmeye dayanıyor. Bu yaklaşımın uzun vadeli bir sonucu
gelişmekte olan ülkelerde insan sermayesinin kaçışı olurken, diğer yandan
merkez ülkelerde uluslararası atletlere bağımlı bir spor büyüme modeli ortaya
çıkıyor” (Emrence, 2005:100). Hatta küresel ölçekte yaşanan sporcu göçünü
‘yeni emperyalist’ sömürü biçimi olarak niteleyen P.Darby gibi, düşünürlerde
bulunmaktadır.
ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
Bir Meta Üretim Süreci Olarak Spor/Futbol-İdeoloji İlişkisi
Kapitalist üretim biçimi ve spor/futbol örgütlenmesi arasında yakın bir
ilişki vardır. Popüler spor uygulamaları aracılığı ile toplumsal yaşam
biçimlendirilir. Başarı kavramına yapılan abartılı vurgu, spor-kapitalizm
ilişkisini ortaya koyması açısından bir hayli anlamlıdır. Hız kültürümodernite-ölçülebilirlik ve başarı kavramları arasında yakın bir ilişki
bulunmaktadır. Modern sporun kentsel ortamın bir parçası olduğunu, caz ve
98
Ahmet Talimciler
ritimler ile birlikte 1933’e kadarki popüler kültürün üç ayağından birisini
oluşturduğunu ileri süren Hoberman’a göre; “oyun ve spor arasındaki kopma,
oyunun eski sporun ise yeni olması dolayısıyla ortaya çıkar. Sporun kitlelerle,
kitle iletişim araçlarıyla, makinelerle ve dinamizmle kurduğu bu yakın ilişki
onu kentin stilistik bir ifadesi haline getirmiştir. Spor, aynı zamanda hız
süreçleri üzerine odaklanmış metropolisin kalabalıklarıyla ve başarı kültüyle
de ilişki halindedir (Hoberman,1984:11).” Sporun başarı, rekabet ve
toplumsal yaşam içinde nasıl bir yer ihtiva ettiği üzerinde duran bir başka
bakış açısı ise; sporun genellikle ‘rekabete kilitlenmiş bireyleri ihtiva ettiğini’
içeren genel ön kabul üzerinde durmak suretiyle, sporun bir ideolojik değer ve
aktarım aracı olarak nasıl bir işlev gördüğünü ortaya koymaktadır.
Spor oyunları/sporu icra etmek, bireysel yetenek ve güç kullanımı
gerektirmektedir; başarı ve başarısızlıklar bireysel başarımlardır. Spor,
bireylere başkalarına karşı kendilerini sınama ve onların rekabetçi
performanslarıyla kendilerini ölçme imkânını yaratmaktadır ve bu insanlar
arasındaki en eski ve en doğal etkileşim formudur. Clarke’a göre, bu durum
‘kendiliğinden apaçık’ gibi görünür fakat bu toplumun doğal durumu gibi bu
konuyla ilgili olan öncüllerle ilintilidir. Sosyal yaşam ‘rekabete dayalı
bireyciliktir’, bu bakış açısından hareketle spor ve sosyal imajlar arasında
kurulan çapraz/karşılıklı bağlantıları görmek olanaklıdır. “Böylece siyasal bir
ideoloji olarak rekabete dayalı bireycilik doğal bir insani durum olarak
sunulur. Bu sunumda, ‘bu doğallığı inşa etmek için sporla ilgili imaj ve
analojilerden yararlanılır’. Böylece toplumsal olarak bireyler, başarının ‘en
üstte’ yer almaya olanak sağladığı yarış ve çekişmeye angaje kimseler olarak
sunulur. Diğer yandan da bireyler olarak siyasal bir kimliğe ilişkin
sosyalizasyonumuz yoluyla biz kendimizi sporda tanıyabiliriz. Zira spor
‘rekabet eden bireyler’ olarak bizim kimliklerimizi tasdik eder ve
güçlendirir/pekiştirir… Takım oyunlarında da toplumsal yaşamın diğer
alanlarından alınan ideolojik tema ve pratiklere referanslar bulunmaktadır…
Bu oyunlarda örgütlü ve sistematik bir iş bölümü önemli hale gelmekte,
‘iş miktarı’ ve 'prodüktivite/verimlilik’ gibi temalar öne çıkmaktadır.
Bunlar sanayileşmiş bir ekonomiden alınan uygulama ve imajlardır.
Sporun dışında yer alan yöneten ve yönetilen, egemen ve tabi olan
sosyal gruplar arasındaki farklılıklar ve çatışmalar da spora ait metafor
ve imgelerin kullanılması ile maskelenir. Fabrikadan ulusa, bize bir
takımın üyeleri olarak kendimize ilişkin imajlar sunulur. Bize kazanç
yarışında diğer fabrika ve diğer ulusal topluluklara karşı rekabet içinde
olmamız gerektiği öğütlenir (Clarke&Clarke,1985: 63-64).
Futbol değil iş
99
Spor, 1920’lerden itibaren, Frankfurt Okulu’nun tanımladığı şekliyle,
tüketim fetişizminin karakteristiklerinden önemli birçoğunu içeren alan halini
almıştır ve spor özellikle de futbol, işçi sınıfının kitle toplumuna dahil olma
sürecinde önemli bir rol oynamıştır. “Futbol bugünkü örgütlenmesi içinde
sanayi toplumunun belirgin özelliklerini simgeler: İşbölümü ve ekip
çalışması, şansların eşit olması, rekabet, performans, ödül, kov(ul)ma,
bireylerin statülerinin belirsizliği (yerlerinin doldurulabilmesi) (Boniface,
2007:134).” Kapitalist üretim biçimi ve onun yaşama yansımaları, meta
üretimi üzerine kurulmuştur. Bu yüzden de sadece üretim sürecinin yapıldığı
alanları yani iş’i değil, iş dışında kalan alanları da kontrol altına alacak
stratejileri ve düzenlemeleri içerir. Frankfurt okulunun ‘kültür endüstrisi’
kavramı ile vurgu yaptığı bu süreçte, hayatın her alanı metalaştırılmakta ve
böylece hakim ideoloji kitlelerin bilincinde yeniden üretilebilmektedir. Ortak
duyunun yaratılması için iş dışında kalan ‘serbest zamanların’ planlanması ve
örgütlenerek sisteme uygun alanlar oluşturulması gerekir. Serbest zaman diye
adlandırılan ve öznelerin kendi istek ve arzularını yerine getirdiklerini
zannettikleri süreler bile, önceden planlanmış-düzenlenmiş eğlence/oyun adı
altındaki işe dönüşmüş etkinliklerin yerine getirildikleri zaman dilimleri
haline dönüştürülmüşlerdir.
Eğlence, geç kapitalizm döneminde işin bir uzantısıdır. İşin daha iyi bir
şekilde gerçekleşebilmesi için verilen bir aradan ibarettir… Modern
özne, sadece çalışırken değil ama daha çok eğlenirken teslim
olmaktadır. Kültür endüstrisi, kendi tüketicisi olan modern bireyi
kendisi üretmektedir (Dellaloğlu, 2003: 102-103).
Hargreaves’a göre (1985) futbol geleneksel katılımcı eğlence ve
kutlamaların karakteristiğini en yoğun biçimde taşıyan modern popüler kültür
pratiklerinden biridir. Meta alışverişini temel alan kapitalist üretim süreci
yalnızca iş hayatını değil, ondan arta kalan boş zaman diye nitelendirilen
süreyi de kendi kontrolü altında tutmaktadır. Adorno bu konuda şunları ileri
sürmektedir: “İleri kapitalizmde eğlence işin bir uzantısıdır. Makineleşmiş iş
sürecinden kaçmayı arzulayanlar, iş hayatına yeniden tahammül edebilmek
için eğlence arayışındadır... Spor, makinelerin kendisinden alıp götürdüğü
fonksiyonları insanoğluna iade eder ama ne yazık ki onu yeniden aynı
makinenin hizmetine sokup insafsızca disipline etmek için... Bütün
ideolojilerde olduğu gibi spor ideolojisi de kapitalist sistemdeki üretim ve
toplumsal ilişkilerin gerçek yapısını gizler. Bunlar sanki ‘doğalmış gibi
değerlendirilir. Spor kuruluşlarında yer alan bireylerin aralarındaki ilişki,
100
Ahmet Talimciler
şeyler arasındaki maddesel ilişkiye dönüştürülür: Maç sonuçları, makineler ve
rekorlar. Bu süreçte insan bedenine bir meta gibi davranılır (Bambery, 2002:
84).
Sanayi sonrası dönemde ekonominin büyük bir kısmı bizzat kültürel mal
ve hizmetlerin üretiminden oluşmaktadır. Kapitalizmin mal ve hizmeti
tüketecek kitleyi ürettiği bu yeni dönemde; turizm, boş zaman faaliyetleri ve
sportif etkinlikler son derece önemli hale gelmişlerdir. Çünkü bu etkinlikler,
kapitalist ekonominin arzuladığı birey tipinin üretilmesi için elverişli
ortamları sunmaktadır. Artık, uluslar arası futbol karşılaşmaları, olimpiyat
oyunları gibi devasa organizasyonlar oyunun ötesinde iş haline dönüşmüş
etkinliklerdir ve bu etkinliklere katılacak olan bireylerin neyi-nasıl ve ne
şekilde tüketecekleri çok önceden planlanmıştır. Bu planlamada yıldız
sporculardan yararlanılmaktadır. Yıldız sporcular, medyanın da etkisi ile
toplumsal yaşam içerisinde hayatlarımıza ortak olmakta ve bizlere bir takım
rol modelleri olarak yol göstermektedirler. “Şöhret kültürü bireyselliğin ve
kişiliğin değerini arttıran çeşitli öznellik biçimlerini dile getirir ve
meşrulaştırır. Düzen ve itaat bu araçlar yoluyla üretilir. Örn. Pete Sampras,
Magic Johnson, Martina Hingis, David Beckham gibi spor şöhretlerinin sahip
oldukları üstünlükler ‘hepimize örnek olsun’ diye öz-disiplin, eğitim ve maddi
başarı arasındaki bağın altını çizer. Bu spor şöhretleri, tipik olarak
bireycilikten ve toplumdaki kişisel rekabetten oluşan iki yönlü etiğin
üstünlüğüne katkıda bulunan, en üst düzeyde yetenekli ve çalışkan bireyler
olarak tasvir edilirler. Aynı zamanda şöhretin spordaki başarıda şansın
vurgulanması, kitleleri, yaşamın olanaklarını bu kadar eşitsiz dağıtan bir
sistemin dağıtım mantığını sorgulamak yerine; yaşama karşı kaderci bir tutum
benimsemeye teşvik eder. Bu bağlamda sporun açık işlevi kitleleri
eğlendirmek ise, gizli işlevi de toplumsallaştırmak için taklit etmemizi
sağlayacak rol modeller sunarak, modern dünyaya bireylerin uyum
sağlamasına yardımcı olmaktır (Arık, 2004: 174-175).” Futbolun önde gelen
yıldızlarından olan David Beckham, hiç kuşkusuz, futbol endüstrisi için vitrini
süsleyen en önemli değerdir. Türkiye’de 2002 Dünya Kupası döneminde milli
takım kalecisi Rüştü Rençber’in maçlarda gözlerinin altını kömürle
boyamasının ve Ümit Davala’nın saçlarını Kızılderililer gibi kestirmesinin
ardından, ülkenin her yerinde benzer eğilimler ortaya çıkmış ve çocuklar bu
futbolcuları taklit etmişlerdir. David Beckham’ın yarattığı etkinin çok
gerisinde olmakla birlikte aynı dönemde İlhan Mansız da özellikle genç kız
dergilerinin kapaklarını süslemiş, posterleri odalara asılmıştır.
Futbol değil iş
101
Bu yeni dönemde ‘mış gibi olabilmenin’ koşulu tüketmekten, daha fazla
tüketmekten geçmektedir. İşte bunun için de artan boş zaman süreçleri
‘tüketim toplumu’ haline gelen kapitalizmin vazgeçemeyeceği zaman dilimi
olmaktadır. Çünkü ekonominin daha fazla tüketime ihtiyacı vardır, bu yüzden
de “yaratılan her toplumsal serbest zaman, ekonominin özellikle hizmet ve
eğlence sektörüne yeni bir kazanç alanı açar, ideolojik açıdan ise, boş zaman
süreçleri kitleleri her türlü toplumsal sorun karşısında kayıtsızlaştırmanın,
apolitikleştirmenin bir yolu olarak görülür” (Argın, 1992: 36).
Her şeyin paraya endekslendiği, kazanılan kupaların bile getirdiği
paraların gerisinde kaldığı bir dönemde kulüpler, tüketim toplumunun istediği
gibi birer marka ve ürün haline gelmeye başlamışlardır. Bu konuda dünyanın
en başarılı kulübü Manchester United’dır. Manchester kulübü pazarlama
stratejisiyle âdeta para basan bir kulüp konumundadır. 1 milyar 180 milyon
dolarlık değeri ile dünyanın en zengin futbol kulübü olan Manchester United
geçen yıl 289 milyon paund kazanç elde etmiştir. Dünya genelinde 75 milyon
taraftarını müşteri haline getirmeye çalıştıklarını belirten Manchester Ürün ve
Pazarlama Müdürü Mark Goodfellow’a göre;
mesele, taraftarlarla nasıl bir ilişki kuracağımız ve onları kulübün
‘ömür boyu müşterisi’ haline nasıl getirebileceğimiz… Bizi
destekleyenlerin çok azı Old Trafford’a geliyor, bu yüzden biz
onların ayağına gitmek zorundayız. Kulüp ManUt.com, MU.TV
online ve Çince hazırlanan bir web sitesi, MUTV televizyonu ve MU
cep telefonları aracılığıyla ‘ayağa gitme’ projesini gerçekleştirmeye
çalışıyor. Taraftara ulaşma yollarımız MU kafeleri, MU kredi kartları
ile lisanslı ürün satışlarıdır (Milliyet Business, sayı 64, 12).
Futbolun renginin parayla karıştığı ölçüde formaların renkleri de yeni
döneme özgü olarak değiştirilir hale gelmiştir. Manchester United bu konuda
da liderliği kimselere bırakmayacak gibi gözükmektedir.
Futbol endüstrisi içinde bulunduğu yeni döneme özgü taraftar tipini
yaratmakta gecikmeyecektir. Taraftarların/müşterilerin özeneceği yıldız
futbolcuların formalarının pazarlanması ve maçlara bu formalar ile gidilmesi
yeni bir süreci başlatmıştır. Bu gelişmenin farkında olan kulüpler de
formalarını sürekli olarak değiştirmekte ve müşterilerini bu ürünlerden
almaları için yeni yolları/transferleri kullanmaktadırlar. Artık yeni transferler
soluğu kulüplerin resmi satış mağazalarında almakta ve kendi adlarını taşıyan
‘yeni’ formaları müşterilere imzalamak suretiyle tanıtımını yapmış
olmaktadırlar. Muteber olan taraftar tipi, kulübünün markalı ürünlerini satın
alıp, hayatının her alanında kullanabilen, takımının devamlı bir müşterisi
102
Ahmet Talimciler
konumunda olan bireylerden oluşmaktadır. (Formaların renklerinin
değiştirilmesi Türkiye için de alışılmadık tepkilere neden olabilmektedir.
2003-2004 sezonunda Trabzonsporun turuncu forma ile sahaya çıkması
taraftarlarının büyük tepkisine neden olurken, dönemin kulüp başkanı Özkan
Sümer ise böyle bir gidişatın kaçınılmaz olduğunun altını çizmişti. Bu konuda
verilecek bir diğer örnek ise Turkuaz renkli milli takım forması konusunda
yaşananlardır. Klasik bant çizgili kırmızı-beyaz milli takım forması yerine
Nike firmasının tasarımı olan ve milli takımı geleceğe taşıyacağı öngörülen
(!!!) Turkuaz renkli forma, bu sürecin hangi aşamalara kadar gidebileceğini
net bir biçimde ortaya koyması bakımından bir hayli anlamlıdır.)
Trilyonların dönmekte olduğu futbol artık basit bir oyun olmaktan
çık(arıl)mış dünya ekonomisi içinde 56 katrilyonluk bir gelir kaynağı haline
gelmiştir. “Hiçbir program türü futbol yayınlarının kısa sürede topladığı
izleyici ve parayı yapamaz. Futbol, kapitalist düzende tüketim endüstrisinin
reklamını yaparak geniş kitlelere ulaştığı bir alandır (Erdoğan, 1995: 196).”
Yaklaşık 500 milyar dolar gibi bir cironun döndüğü futbol endüstrisinden
daha çok pay kapmanın yolu marka olmaktan geçmektedir. Bunu başarabilen
kulüpler daha çok tanınma ve küresel ticaret mekanizmalarını kullanabilme
gücünü de ellerine geçiriyorlar. Futbol-marka ilişkisinde Türkiye kulüpleri
açısından gelişmenin Avrupa’daki kulüpler kadar olmasa bile benzer bir
yönde olduğu görülmektedir.
“İngiltere, İtalya, İspanya, Fransa ve Almanya’nın dünya futbol pastasından
aldığı pay %65’lere ulaşıyor. Maç hasılatı ortalama gelirin sadece %21’i,
geri kalan %79 ise medya gelirleri, sponsorluk ve merchandising
gelirlerinden oluşmakta. Futbolumuzun en köklü üç kulübünün durumuna
bakacak olursak; Galatasaray’ın 34.3 milyon dolarlık gelirinin %27si maç
hasılatı, %50’si medya gelirleri, %23’ünün ise sponsorluk, reklam ve ticari
gelirlerden oluştuğunu, aynı şekilde toplam 42.9 milyon dolar geliri olan
Beşiktaş kulübünün gelirinin %25’inin maç hasılatı; %40’nın medya
gelirleri ve kalan %35’inin de sponsorluk, reklam ve merchandising
gelirlerinden meydana geldiğini; toplam 39.8 milyon dolarlık bir gelire
sahip olan Fenerbahçe’nin ise bu gelirlerinin %24’ünün maç hasılatından,
%41’inin medya gelirlerinden, kalan %35’inin ise sponsorluk, reklam ve
merchandising gelirlerden oluştuğu görülmektedir. Üç büyük kulübümüzün
toplam gelirleri Manchester United kulübünün gelirlerinin yaklaşık dörtte
biri kadardır (Akşar, 2005: 164-165).”
Futbolun geniş kitleleri etkileyebilme gücü tüketim ideolojisi ile
birleştirildiğinde, serbest piyasa ekonomisi için olmazsa olmaz denli önemli
bir sektörün yaratılmasını sağlamaktadır. Pazarlamayı marka yaratma olarak
Futbol değil iş
103
düşünecek olursak, markalama yolu ile ürün ya da hizmetinizin kullanıcıya
daha basit ve etkili bir biçimde satılmasını sağlayabilirsiniz. Üç büyükler
örneğinden gidecek olursak hitap edilebilecek 40-50 milyon kişinin uzun
yıllardır tanıdığı, bildiği ve sevdiği güçlü bir kulüp imajı bulunmaktadır. Bunu
bir marka haline getirebilirseniz, bu iş’ten büyük paralar kazanılabilir
(Avrupa’daki kulüplerin yaptığı gibi) düşüncesi kulüplerin çıkış noktası
olmuştur ve buradan hareket etmek suretiyle stadyumlarının yeni dönemin
koşullarına uygun olacak biçimde inşa edilmesinden, kendi renklerini taşıyan
sakız-kredi kartı-telefon-prezervatif-havlu-anahtarlık-kol saati-bardak- hatta
televizyon kanalı açmaya kadar gidebilecek kadar geniş bir yelpaze içerisinde
ekonominin her türlü açılımından yararlanabilecek bir biçimde piyasada yer
almaya ve kendi lisanslı ürünlerini tüm ülkede satışa sunacak mağazalar
açmaya başlamışlardır. (Türkiye genelinde Galatasaray’ın 16 mağazası ve
300’e yakın satış noktası, Fenerbahçe’nin ise 600 satış noktası
bulunmaktadır.) Bu durum aslında Can’ın da yerinde saptamasında ortaya
koyduğu liberal ekonominin spordan çok tüketiciye karşı nezaketi ile ilgilidir.
Sporun kendi izleyicisine göstermediği hizmet çeşitliliğini ve özeni,
tüketim ekonomisi tüketici için göstermektedir ve çoğul taraftar ve kulüp
kimliği yerine, bireyci bir tüketici kimliğine vurgu yapılmaktadır…
Futbolda duygudan başka şey üretilmez. Bütün yatırımlar ve harcanan
paralar o duyguyu üretmek içindir (Can, 2007:7).
Futbolun bir ‘meta’ haline gelmesi, bir marka ve ürün olarak alınıp
satılmasına ve büyük paraların bu sektörde dolaşmasına neden olmakla
kalmayıp futbol ve futbol sahalarının her türlü müdahaleye daha fazla açık
hale gelmesine de neden olmaktadır. Futbolun bu yapısı; zengin ve başarılı
kulüpleri daha yukarılara tırmandırırken, geri kalan kulüplerin borç batağına
saplanmasına ve büyük kulüplerle baş edebilme olanaklarının ortadan
kalkmasına yol açmaktadır. Futbol oyununa güzellik ve heyecan katan en
önemli özellik, oyunun sonucunun önceden kestirilemez oluşudur. Oysa
şampiyonlar ligi organizasyonlarında çeyrek final sonrası hemen her yıl
benzeri takımların mücadelesi ile sonuçlanmaktadır.
Profesyonelleşme; oyunun iş’e dönüşümünde medyanın rolü
Televizyon ile futbol ya da spor arasında birlikteliğin kurulmasında ve
geliştirilmesinde ‘profesyonellik’ anlayışının büyük etkisi olmuştur.
Profesyonel spor özünde kapitalist toplumsal yapının bütün özelliklerini
taşımaktadır. “Profesyonellik, kitleleri Pazar ideolojisine ve alışkanlıklarına
104
Ahmet Talimciler
hazırlamak ve biçimlendirmek ve bu biçimde tutup tüketime sevk etmek için
geliştirilmiş paketleme, sunma, kısaca satıcılıkta tecrübe kazanmadır.
Profesyonelleşme egemen global medya amaç ve pratikleri kültürüne
entegrasyon sürecidir (Erdoğan, 1995: 228-229).” Profesyonelleşme sürecinde
oyuncular, takımlar, oyunun oynandığı alanlar, takımların yönetim biçimleri
ve yöneticileri de değişmiştir. Paranın ön plana çıktığı bu yeni süreçte, hayatın
her alanında yaşanan metalaşma, spora ait bütün değer ve yargıların yeniden
yapılanmasına neden olmuştur. Kulüpler artık birer anonim şirket gibi
yönetilen, borsada işlem gören işletmeler haline dönüşmüşlerdir. Dünyanın
büyük şirketlerinde olduğu gibi, büyük kulüplerinde de ‘CEO’ları
bulunmaktadır. Bu kulüpler adına geleceği planlayan, yatırımları yönlendiren,
transferleri gerçekleştirenler hep bu kişiler olmaktadır. Henüz Türkiye’deki
kulüplerde bu uygulama başlamamış olsa da, yakın bir gelecekte benzer
uygulamaların öncelikle ülke futboluna yön veren üç büyük kulüpte başlaması
da kaçınılmazdır. Profesyonelleşme süreci, sportif etkinliklerin bir oyun olma
özelliğinden çıkartıp, ekonomik düzeyde işleyen bir alana dönüştürmüştür.
Bunun sonucunda ise, kapitalist düzenin değerleri spor alanında egemen
olmuş ve sporu biçimlendirmeye başlamıştır. Kazanma kültürü ve başarı elde
etme arzusu her türlü sportif değerin önüne geçmiştir. Artık, şerefli
mağlubiyetlerin ya da ikinciliklerin bir önemi yoktur. Ne pahasına olursa
olsun kazananın ve kazanmanın öne çıkartıldığı değer kalıpları spor
ortamından, toplumsal yaşamın içerisine yollanmaktadır. Fair-play, dostluk,
rakibine saygı, centilmenlik, oyuna ve oyunun değerlerine sahip çıkma
davranışları yerini kazanmak için her türlü ortamın zorlandığı, rakibin küçük
düşürüldüğü, şiddet ve baskının spor alanlarında uygulanır kılındığı bir
ortama bırakmıştır.
Profesyonelliğin ve metalaşmanın en büyük etkisi taraftarlar ve oyuncular
üzerinde gerçekleşmiştir. “Girişimci yapıların oluşması ve kapitalist
eylemlerin meydana getirilmesi sporu dönüştürmeye başladı; bu yapılarla
birlikte oyuncu ve spor takımları arasındaki ilişkiler değişti. Sporun
profesyonelleşmesi ile beraber ise, öncelikle takım sahiplikleri el değiştirdi.
Futbolcuların transfer olanakları ve maaşları da artış göstererek, spor,
endüstriye tamamen eklemlendi ve böylelikle önemli bir ekonomik değer
yaratılmış oldu (Whitson’dan aktaran Arık, 2004:209).” Oyuncular, alınıp
satılan ve üzerlerinde taşıdıkları formalar aracılığı ile aynı zamanda birer
reklam panosudurlar. Formanın rengi ve kutsallığı, paranın dolaşıma
girmesinin ardından yerine getirdiği işlevi değiştirmiştir. Artık forma rengi,
Futbol değil iş
105
daha fazla satılabilmesi için sürekli olarak değiştirilmekte ve formanın
üzerindeki reklamlar, kulüplerin önüne geçmektedir. Bunun en güzel örneği
100. yıl için yaptırılan Galatasaray formalarında ana sponsor olan Avea’nın,
formanın önüne geçen logosudur. Bir başka önemli örnek de Katalan halkının
bayrağının sembolü konumunda olan Barcelona formasına reklam alınmasıdır.
Barcelona kulübünün bu alanda önemli bir örnek teşkil ediyor olmasının
nedeni; yıllarca her türlü siyasal ve toplumsal baskıya direnen kulübün,
ekonomik gücün baskılarına daha fazla dayanamaması ve sonucunda da
formasına reklam almasıdır. Bu örnek egemen iktidarların, ekonomik, siyasi,
medyatik etkinlikleri kullanarak muhalefetin gücünü, etkinliğini ve dilini nasıl
bozabildiğini ortaya koymaktadır.
Kapitalizm tüketim ve boş zaman arasındaki ilişkide televizyon aracılığı
ile kitlelere ‘carpe diem’ (günü yakalayın) mesajını aktarır. Şimdiki zamanın
yaşanması ön plana geçirildiğinde yani geçmiş ve gelecek yerini bugün
yaşanmakta olan şimdiki zaman aldığında spor ve televizyon arasındaki
birliktelikte güçlenmektedir. Spor olayının şimdiki zamanda yaşanmasında
“spor ve oyun sahasının sınırlarının belirlenmesi, saha içi sınırlamalar, spor
yapma süresinin sınırlanması, bir tecrit etme , zaman ve mekan sınırları belirli
yeni bir ‘dünya’ yaratma anlamıdır... Öyleyse spor ve oyun özleri gereği hep
‘şimdi’de olan bir şeydirler (Kurt, Atayman ve Kurultay, 1997: 73).”
Sporun sürekli olarak şimdi’de gerçekleşiyor olması ve onu takip
edenlere, her müsabaka için bir ‘yeni’ (yeni bir oyun-yeni bir heyecan hatta
yeni bir hayat) sunuyor olması, bu alana yönelik müdahalelerin ve aşırı ilginin
nedenlerinden sadece birisidir. Yeni dönemin en büyük özelliği, hayatın her
alanını kâr amaçlı bir biçimde yeniden düzenlemesi ve medya dolayımıyla
onu metalaştırmasıdır. Bu süreçte özellikle görsellik son derece önemlidir.
Televizyon, gündelik yaşama ait değer ve rol kalıplarının oluşturulmasında,
geniş kitlelere aktarılmasında ve korunmasında etkili olmaktadır. Statükoyu
koruyan, geleneksel değerleri öne çıkartan, eşitsizlikleri meşrulaştıran yapısı
ile televizyon, hegemonyanın üretim araçlarından birisidir. ‘Yapılandırılmış
bir gerçeklik alanı’ olan spor, medyanın haber oluşturma süreçleri içerisinden
geçerken, yeniden düzenlenmekte ve ‘neyi izleyip-izlemeyeceğimiz’, hangi
programların ya da hangi spor dallarının öne çıkartılacağına yine bu şekilde
karar verilmektedir. Medya, spor olaylarını seçer ve bu seçiş işleminin kendisi
nötr değildir. Medyanın belli ön kabullerine ve belirli kriterlere göre bağlı
olarak oluşan bir durumdur. Medya, olayları sadece seçmekle kalmaz aynı
zamanda bize anlam çerçeveleri de sunar, bizim tercihlerimizi de şekillendirir-
106
Ahmet Talimciler
geliştirerek, spor ile ilgili bir takım ideolojik değerlerin güçlenmesini de
sağlar. Clarke’a göre; medyadaki spor sunumu sınırları belirlenmiş bölümler
şeklinde karşımıza çıkar. Bu bölümlerin adları bazen spor dünyası olur bazen
de başka bir şeyler olur.
Bu bölümler gazetelerin arka sayfalarında yer alır. Bu durum fiziksel ve
görsel olarak sporu medyanın geriye kalan kısmından koparır. Onu farklı
ve ayrı bir yerde izole eder/tutar. Bu durum sporun özel bir alan olduğu
inancını yeniden üretir. Bu sınırlandırma medyada sıklıkla karşımıza
çıkar. O, medya dünyasının düzenli ve öngörülebilir bir yapısını
oluşturur. Bizi sporun medyadaki yeri ve içeriği konusunda beklentiye
yöneltir. Mesela Cumartesi saat 12’de neler olacağını öğreniriz. Bu
rutinleştirme spor dünyasının sürekliliği ve öngörülebilirliği konusunda
bize bir duyarlılık kazandırır. Sporun medya vasıtası ile yapılan bu
sunumu aktif bir yeniden sunum sürecini de içerir. Gördüğümüz şey
olayın kendisi değildir. Bu dönüştürülmüş olay başka bir şeydir. Bu
dönüştürme keyfi değildir, izleyicinin dikkatine konsantre olan bir
ayıklama kriteri ile gerçekleştirilir (Clarke ve Clarke, 1985: 70-71).
Spor müsabakalarının bu şekilde düzenlenmesi, yoğunlaştırılmış ilişkiler
toplamına ve sporda sonucun kısa bir süre içerisinde alınmasına yol açacaktır.
Bunun en önemli sonucu ise sporun spor yapanlar kadar bir diğer önemli
boyutu olan izleyiciler açısından yaşanabilecek heyecan ve gerilim
duygusudur. Spor ve sportif etkinlikler artık ‘katılımdan çok izleme’ üzerine
kuruludur ve katılım boyutu yerini izleme/seyretme boyutuna bıraktıkça, spor
üzerinden toplumsal yaşama yapılan değer transferleri ve ideolojik aktarım
hem daha hızlı gerçekleşmekte, hem de kitlenin benimseme düzeyi daha kolay
gerçekleştirilmiş olmaktadır. Televizyon ve bir televizyon prodüksiyonuna
dönüştürülen spor/futbol, bu izlemeye/seyretmeye dayalı davranış kalıplarının
bireylerin zihinlerine yerleştirilmesini sağlamaktadır. Bunu yapmak için de,
‘yaşanan an’ın ‘canlı’ yayınla aktarılmasını kullanır, bu şekilde bireyler
yaşanan olaya katılırlar ya da katılmaya zorlanırlar.
Modern toplumlarda televizyon, serbest zaman etkinliklerini de,
neredeyse bütünüyle, tekeline almış ve bu ‘değerli’ zaman dilimi üzerine
damgasını vurmuştur. Toplum, televizyonlarda yer alan ‘estetize edilmiş’
eğlenme biçimleri, haber, drama, mizah, müzik, spor vs. yolu ile kendini
rahatlatırken, farkında olmadan iktidar değerlerini yeniden üretmektedir.
Kapitalist toplumlarda hegemonyayı sağlayan esas gücün kitle iletişim
araçları olduğu ve bu araçların ‘ideolojik’ işledikleri gözden
kaçırılmamalıdır. Bir bütünsellik içinde televizyon, günümüz
toplumlarında iktidar yapılanmasının en önemli aracı görünümündedir ve
toplumsal iktidar seçkinlerinin sahip olduğu muazzam gücü temsil eder
(Arık, 2004: 61-63).
Futbol değil iş
107
Televizyonun etkinliğinin artması futbolun metalaşma sürecinin hızlanması
ve oyunun kendi gerçekliğinden koparılarak yeni bir yapıya bürünmesine
neden olmuştur: Televizyon futbolu. “Televizyon futbolu, seyircinin dikkatini
her türlü teferruattan arındırılmış futbol maçına odaklaştırıyor, yönlendiriyor.
Hedefi ise televizyonun ayrılmaz ilkeleri olan eğlence, gerilim ve
dramatikliğin mükemmel bir uyarlaması, böylelikle medyatik işlem futbol
sporunun algılanışını değiştiriyor (Klose,1993:374).” Televizyon vasıtası ile
oturma odalarımız birer minik stadyuma dönüşürken, futbol stadyumlardan
ziyade ekran başında oturan topluluğa hitap eder bir hale bürünmüştür. Bugün
pek çok futbolsever için televizyonları başında maç izlemek, stadyumda maç
izlemekten çok daha keyif ve heyecan vericidir. Televizyonun yarattığı
kurmaca gerçekliğe alışan bu izleyiciler, stadyumlara gittiklerinde
televizyonların onlara sunduğu imkânları aramaktalar ve bu yüzden de
yenilenen futbol arenalarının büyük bir çoğunda pozisyonların tekrarını bu
izleyicilere yeniden gösterebilmek amacıyla dev ekranlar bulunmaktadır. Tüm
yeni düzenlemelere rağmen stadyumda maç izleyen seyircilerin en önemli
avantajı ‘oyunun her yerini aynı anda görmek değil, maçı bağımsız bir şekilde
izleyebilmek, oyunun kulaklarında dırdır eden kimse olmaksızın gönlünce
seyredip, gönlünce hissedip, gönlünce yorumlayabilmektir. Endüstrinin
futbolu, doğallığı içinde oynanan bir oyun değil, seçilmiş, gerçeğe yakın
kurgulanmış görüntülerdir (Can, 2008:7).
Televizyon artık her şeye hükmetmektedir ve sadece futbol/basketbol ya da
ön planda yer alan spor dallarında değil profesyonel boks müsabakalarında
dahi bu reklam süreci, boksörlerin vücutlarına reklam yansıtılmaktadır. Yakın
bir gelecekte sadece kulüp takımlarının formalarına değil, ulusal takımların
formalarına da reklam almaları süreci başlayacaktır. Bu süreç sponsor olan
firmaların amblemlerinin formalarda yer alması ile aslında fiilen de
başlamıştır. Oyuncuların âdeta bir reklam panosu haline geldiği bu süreçte
özellikle yıldız sporcular, kitlenin yönlendirilmesi için büyük bir misyon
yüklenmiştir. Popüler kültür içinde önemli bir yer işgal eden futbolun
yaratmış olduğu kültürel metanın televizyona göre paketlenerek ticari
yenilikler çerçevesinde kitlelere sunulmasının önemli ideolojik sonuçları da
bulunmaktadır. Sportif olayın medya tarafından kitlelere aktarımı sırasında
başka bir dünyadan haber veriliyormuşçasına bir yaklaşım söz konusudur.
Spor ve politika arasında hiçbir ilişki yoktur anlayışının altının çizilmesi
aslında kitle iletişim araçlarının vasıtasıyla sporun ne denli önemli bir
ideolojik işlevi yerine getirdiğinin göstergesidir. “Televizyondan yayınlanan
108
Ahmet Talimciler
spor, depolitize edici bir eğlence mantığı uyarınca iktidarın asimetrilerini
silme eğilimindedir. Bu üretim süreci içerisinde gösterinin tüketilmesinin
yarattığı etkiye (ve duyguya) başka her şeyi dışlayacak şekilde ağırlık verilir
(Rowe, 1996:247).” Spor, ekranlarda tıpkı zihinlerde olduğu gibi, toplumsalın
dışında olan, nötr bir alan şeklinde yansıtılmakta ve spor haberlerinin gerek
gazetelerde gerekse de televizyonlardaki sunum sırası da bu anlayışı
perçinlemiş olmaktadır. Spor sayfaları, gazetelerin en arkasında yer alan
sayfalardır, spor haberleri de televizyonlarda haberlerin arkasından sunulan
programlardır.
Arık’a göre, televizyon futbolu kendi rasyonalitesi bağlamında yeniden
yapılandırmakta ve oyunun daha iyi bir televizyon ürünü haline
dönüşebilmesi adına oyunun tüm aktörlerini kendi gerçekliğine
uyumlandırmaktadır. Televizyon aracılığı ile algıladığımız şey, özünde bir
spor karşılaşması değil, bir ‘gösteri’dir.
“Bütün medya metinlerinde olduğu gibi burada da, üreticilerin ideolojileri,
televizyonun ekonomi-politiği, kullanılan araç ve gereçler, medyadaki farklı
birimler tarafından şekillendirilmekte ve ekrana yansıyacak görüntünün
niteliği belirlenmektedir. Bu bağlamda, televizyonun futbolu ‘dönüştürme’
işlevi asla ‘ekonomi politik’ten bağımsız, rastlantısal ve tümüyle teknik bir
süreçten ibaret değildir… Sporu TV’den seyrederken çoğu zaman ‘adımıza
düzenlenmiş’ bu eğlenceli ve dramatik düzeneğin farkına varamayız; oysa
tüm ‘organizasyon’ seyircileri daha çok ekran karşısında tutabilmek ve bu
sayede reklam verenlere seyircileri pazarlayabilmek adına kurgulanmıştır
(Arık, 2004: 319-336).”
Televizyonun futbolu kendi gerçekliğine göre uyarlaması sonucunda Arık’a
göre (2004); izleyicilerine bir spor karşılaşması değil, âdeta bir drama vaat
etmektedir. 2003 yılında FA CUP maçlarının naklen yayın hakkına sahip olan
BBC, bilbordlara BBC’den büyük drama: FA CUP adı ile reklamlar vermiştir.
Televizyon futbolu, maç öncesi, maç esnasında ve maç sonrasında çeşitli
kameralar ve görüntü akışları ile oluşturmakta ve maçlar artık 90 dakikanın
sonunda sona ermemektedir. Bunun en güzel örneği Şampiyonlar Ligi
maçlarıdır. Bu maçların başlama saati 21.45’tir, maçlar başlamadan önce bu
organizasyonun sponsorlarını gösteren reklamlar yayınlanır, saha kenarında
yine bu sponsorların reklamları yer alır. Müsabaka bitiminde futbolcular ve
teknik adamlar sponsor logoları önünde demeçler verirler. Bu arada
televizyon ekranları başındaki bizlere maçın önemli ve tartışmaya açık
pozisyonları defalarca tekrar izlettirilir. Artık izlediğimiz bir oyun olmanın
ötesinde bir gösteridir. Futbolun bir gerçeklik olarak televizyonlarda yeniden
Futbol değil iş
109
kurulmasının ardından oluşan yeni futbol anlayışı, futbol seyircisinin
yapısının da değişmesine yol açmıştır. Futbol, bu yeni dönemde bir orta sınıf
sporu haline gelmiştir. Oyunun yeni tüm düzenlemelerinde hakim olan anlayış
profesyonelleşme ve daha çok kazanç elde etmektir. Spor-TV arasındaki
ilişkide baş rolde yer alan futbol, televizyonun sunduğu yüksek yayın
ücretlerinin büyüklüğü nedeniyle sahalardan çok televizyonlara hitap etmeye
yönelik yeni bir yapılanmaya doğru gitmekte ve futbolun televizyonla olan
birlikteliği, futbolun geleceğini de şekillendirmektedir.
Teknoloji--- Reklam----Medya=Yeni Futbol anlayışını yaratırken,
Futbol=Taraftar birlikteliği yerini
Futbol=Medya+Reklam+Teknoloji+Müşteri/Taraftar’a bırakmıştır.
Başlangıçta amatör olarak zevk için oynanan ve seyircileri sahanın hemen
yanı başında yer alan futbol oyunu, zaman içinde önce yarı profesyonel
aşamaya geçmiş; futbolcular bu süreçte hem zevk hem de para için
oynamaktadırlar, seyirciler ise ucuz biletle basit tribünlerde ve daha sonraları
televizyonları başında takımlarını izlemektedirler. Futbolun son aşaması
profesyonelleşmenin naklen yayın anlayışı ile birlikte egemen olduğu yeni
futbol anlayışını ortaya çıkardığı süreçtir. Burada futbolcu bol miktarda para
ve şöhrete kavuşmuştur, seyirci ise yüksek ücretle lüks ve konforlu
tribünlerde takımını desteklemekte ya da izle-öde sistemi ile naklen yayınları
evlerinde takip etmektedir. Parası olmayan taraftarlar ise toplu izleme
mekanlarında takımlarını seyretmek için her türlü olumsuz koşulları
göğüslemek durumunda kalmaktadırlar. Futbolun amatör ve yarı profesyonel
olarak oynandığı dönemlerde şiddetin dozajı ve boyutları alt düzeyde
kendisini hissettirmekte iken yeni futbol anlayışının egemen haline geldiği
küreselleşme sürecinde futbol sahaları paranın daha fazla etkisi altında, daha
çok şiddet ve olumsuzluklarla iç içe geçen bir yer halini almıştır.
SONUÇ
Futbol, giderek televizyon-sponsorluk ve reklamın oluşturduğu bir üçgen
içerisinde oynanmaya başlayan bir oyun halini almıştır. Futbolun bu üç farklı
kesime göre belirlenmesi ise, onun özellikle televizyona olan bağımlılığını
arttırmıştır. Bunun sonucunda ise daha çok gelir yaratacak organizasyonların
düzenlenebilmesi için, sporcular daha fazla efor sarf etmekte, daha çok sayıda
maç oynamaktadırlar. Medyanın, futbol oyunu üzerindeki belirleyiciliğinin
110
Ahmet Talimciler
artması sonrasında futbol, halka ait bir oyun olma özelliğini yitirmiş ve üst
sınıfların çıkarları ve eğlencesi için kullanılan bir oyun halini almıştır.
Fox medya kuruluşları başkanı Peter Chernin’in belirttiği gibi; ‘spor;
filmler, haberler, kitaplar gibi, TV eğlencesinin pek çok global dilinden
sadece biridir’… Maçların naklen yayını ve ardından da spor
programlarında tekrar gösterilerek en küçük ayrıntılarına kadar masaya
yatırılması, medyanın oyun üzerindeki tahakkümünün maçın ardından
da devam etmesine olanak sağlamaktadır (Arık, 2004: 303-309).
Futboldaki metalaşma sürecinin hızlanması sonrasında oluşan ‘yeni
futbol’ kalıpları ile birlikte futbol, tüketim kalıplarımızı biçimlendiren bir alan
haline dönüşmüştür. Bu süreçte seyirci profili-gelir kaynakları ve futbola
yüklenilen anlam/değer kalıpları değişmiştir. “Küreselleşmenin avantajlarını
paraya çevirme bakımından, yeni futbol ekonomisinin en önemli aracı bugün
televizyonlardır. Sosyal anlamda, futbolun bir tüketim kalıbı oluşturmasında,
temel araç televizyon olmuştur. Ekonomik anlamda ise televizyon, yeni futbol
ekonomisinin kendisini yeniden üretiminde en önemli üretim faktörüdür”
(Akşar, 2005: 7-22). Futbolun televizyon ile kurduğu birliktelik, ekonomik
alanda yeni tüketim kalıplarının futbol üzerinden hayata transferi biçiminde
gerçekleşirken; toplumsal alanda ise yeni değer yargılarının, rol ve statü
modellerinin transferine olanak sağlamıştır. Ayrıca bu birliktelik toplumsal
yaşam içerisinde kimliklerin üretilmesine ve yaratılan bu kimliklerin birbirleri
ile yeni ilişki kalıplarını geliştirmeleri üzerinde de etkisi olmuştur.
Futbolun/sporun metalaşması ve televizyona özgü bir etkinlik türü haline
dönüştürülmesinin ardından stadyumlar büyük bir yapısal dönüşüm
geçirmişlerdir. Futbolun milyonları peşinden sürükleyen dev bir sanayi haline
gelmesi, kulüp yöneticilerini-medya patronlarını daha fazla seyirciyi ekrana
çekebilmek, onlara daha mükemmel koşullarda hizmet vermek ve hepsinden
önemlisi onların tüketimlerini artırmak için çeşitli projeler üretmelerine yol
açmıştır. Bunun futbol sahalarındaki yansımalarının başında stadyumların
yeni dönemin anlayışına uygun olarak inşa edilmeleri gelmektedir.
Stadyumlar fordist dönemdeki standart işlevlerini terk ederek, yeni dönemde
fonksiyonel bir niteliğe bürünmüşlerdir. İçerisinde restaurantlardan
kafeteryalara, sinema ve oyun salonlarına kadar değişik aktivitelerin yerine
getirilebileceği mekanlar olarak stadyumlar kabuk değiştirmişlerdir.
Stadyumun içinde koltuklandırılma ve loca sistemi ile konfor arttırılmıştır.
Geliştirilen süper tribün koltukları projesine göre, futbolsever evindeki
koltuğundan daha rahat bir biçimde maçını izleyecek ve koluna
Futbol değil iş
111
bağlanabilecek mini ekran ile önemli pozisyonların tekrarını görebilecek ve
saha içindeki konuşmaları da dinleyebilecektir.
Önceleri sadece sportif etkinlikler için kullanılan bu mekanlar, yeni
dönemin esnek üretim koşullarında olduğu gibi farklı amaçlar için de
kullanılabilecek şekilde yeniden dizayn edilmişler ve âdeta birer televizyon
stüdyosuna döndürülmüşlerdir.
Futboldan hızla endüstrileşen yeni futbol anlayışına geçildikçe, futbolun
sadece özü değil, hayatlarımız içerisindeki yeri de değişmeye başlamıştır.
Taraftarlar, oyunun özünden kopartılarak tüketim boyutuna indirgenmişler ve
birer müşteriye dönüşmeye başlamışlardır. Taraftarların izleyicilikten oyuna
katılmaya doğru geçebildikleri alanlar dahi paraya tahvil edilmişlerdir: Halı
sahalar, orijinal takım formaları, fever nova gibi pahalı futbol topları ya da
yüksek rakamlara satılan spor malzemelerinde olduğu gibi. Taraftarların
müşteri haline getirildiği bu süreçte her türlü ürün satışa sunulmaktadır.
Kulüplerin resmi ürün satış mağazalarında; battaniye, çocuk giyim ürünleri,
çanta, kravat, çorap, terlik, çocuk ayakkabısı, iç çamaşırı, pijama, bilgisayarda
futbol oyunları, balon, halı, kilim, küllük, seramik tabak, masa lambası, diş
fırçası, genç yatak odası, sakız, taraftar albümü, cep telefonu, kulüp tarihini
içeren kitap-VCD ve DVD’ler ve benzeri pek çok ürün satılmaktadır.
Taraftarlar sadece takımlarının ürünlerini satın alan müşteriler olarak
tanımlanmamakta aynı zamanda takımlarına hissedar olan ortaklar konumuna
da getirilmektedirler. Takımların borsaya kote olması sonrasında, futbol bir
‘yatırım aracı’ haline dönüşmüştür.
Serbest piyasa ekonomisinin oluşturmuş olduğu tüketim modelinde
tüketici merkezli bir yapı söz konusudur ve bunun için de her alanda
tüketiciye yönelik yenilikler yaşanmaktadır. Futbol, tüketicilere/ müşterilere
yönelik bu uygulamaların yaşandığı alanların başında gelmektedir. Yeni
dönemde müşteri odaklı bir yaklaşım içerisine giren kulüpler için
müşteri/taraftar memnuniyeti ön planda yer almaktadır ve bunun için de
stadyumlarda sunulan hizmet ve hizmetin kalitesi de yeniden düzenlenmiştir.
Fenerbahçe kulübünün Avrupa’daki benzerleri gibi yeniden inşa ettiği Şükrü
Saraçoğlu Stadyumu’nda 2008-2009 sezonu kombine bilet fiyatları, ‘Maraton
Alt Tribünü 2550 ila 5700 YTL, Fenerium Alt Tribünü 2550-6500 YTL,
Maraton Üst Tribünü 600-1500 YTL ve Fenerium Üst Tribünü 600-1300 YTL
arasında değişmekte ve kredi kartına 7 taksit uygulaması yapılmaktadır
(http://www.fenerbahce.org/icerik/ haber/11528) .’ Kale arkasındaki Telsim
tribününden takımını seyretmek isteyenlerin ödeyeceği yıllık ücret ise 600
112
Ahmet Talimciler
YTL’dir. Ayrıca taraftarlar internet üzerinden www.fenerbahçe.org/stadgezi
adresinden istedikleri yeri de seçebilmektedirler. (Kulübün resmi internet
sitesi girişinde dört ülke bayrağı bulunuyor ve bu ülkelerin resmi dilleri ile
Fenerbahçe kulübünden haberler veriliyor: Türkiye-Birleşik Krallık-Almanya
ve Brezilya (Türkçe-İngilizce-Almanca ve Portekizce). Galatasaray ve
Beşiktaş kulüplerinde bulunmayan bu yaklaşımın Avrupa’daki örneklerinden
alındığını Manchester United sitesini incelediğinizde görebilirsiniz.
Manchester United’ın sitesinde de dört ülke bayrağı ve onların dilleri ile yayın
anlayışı bulunuyor: Birleşik Krallık-G.Kore-Japonya ve Çin. Avrupa’nın bir
diğer önemli kulübü olan Milan’da ise bu sayının altıya çıktığını görmekteyiz:
İtalyanca-İngilizce-İspanyolca-Portekizce-Çince ve Japonca.)
Futbol, artık mahalle aralarında oynanan ve buralardan yetişen çocukların
oynadığı bir alan olmaktan çıktığından beri, yetenekli çocukların daha küçük
yaşlardan itibaren transfer edilmeleri ile âdeta yeni bir sömürge dönemi/köle
ticareti dönemi yaşanmaya başlanmıştır. Avrupa’nın zengin kulüpleri Afrika
ve Güney Amerika’da gelecek vaat eden çocukları çok küçük yaşlardan
itibaren ailelerinden kopartarak getirmekte ve bu çocuklardan büyük paralar
kazanmaktadırlar. Dünya futboluna yön veren kulüplerin, uluslararası pazar
açılımı sağlamak amacıyla uyguladıkları bir diğer yöntem de, özellikle nüfusu
kalabalık olan ülkelere yönelik turnuvalara katılmak, o ülkenin takımları ile
maçlar düzenlemek ve ayrıca yetenekli futbolcularını transfer etmek suretiyle
ilgiyi ve tabii ki parayı çekebilmektir. Avrupa’nın önde gelen kulüplerinden
Barcelona-Real Madrid-Manchester United ve Porto gibi takımlar maç
yapmak üzere Çin’e gitmeye başlamışlardır. Ayrıca resmi internet sitelerinde
Çinceye yer vermek suretiyle 1.3 milyarlık bir pazara hitap etmeye
başlamışlardır. Futbol-televizyon birlikteliği, bu yeni oluşumların hayata
geçirilmesinde etkili olmakla kalmamakta aynı zamanda bu sayede bir takım
ideolojik aktarımlarında gerçekleştirilmesine olanak sağlamış olmaktadır.
Televizyon neo-liberal söylemin üreticisi ve dolaşıma sokucusu
konumundadır. Arık’a göre futbol, televizyon şirketlerinin, seyirci toplamaları
ve bu seyirciyi de reklam endüstrisine ‘pazarlayarak’, paraya ‘tahvil etmeleri’
ni sağlayan, ‘eşsiz’ bir ‘araç’ görünümündedir. “Futbol, televizyon
şirketlerine ‘karın maksimizasyonu’ ve ‘sınırları olmayan televizyon projesi’
bağlamında eşsiz bir potansiyel sunmaktadır. Özellikle de sisteme dahil
olmamış, Pazar değeri olan 3. Dünya ülkeleri, spor yolu ile ‘ayartılıp’, bu
sirkülasyona dahil edilebilir. Spor karşılaşmaları sadece ulusal Pazar değil,
doğru yatırım stratejileriyle uluslar arası pazara da servis edilebilir… Premier
Futbol değil iş
113
lig karşılaşmaları 48 farklı ülkeye ihraç edilmektedir (Arık, 2004: 279-280).”
Futbolun endüstrileştiği bu yeni dönemde, televizyon-reklam-yeni stadyumlar
aracılığıyla yeni bir taraftar kitlesi oluşturulmuştur. Küreselleşme sürecinin
etkilerinin net bir biçimde görülebildiği alanların önde gelenlerinden birisi
olarak futbol ve onun yarattığı müşteri odaklı taraftar tiplemesi,
küreselleşmenin istediği insan tiplemesinin futbol sahalarındaki
yansımasından başka bir şey değildir.
Eleştirel kuramın sporun oyundan iş’e dönüştüğü şeklindeki görüşlerinin,
içinde bulunduğumuz dönemde özellikle ‘endüstriyel futbolun’ yerine
getirdiği işlevler ve yapısı açısından irdelendiğinde, önemli ipuçları
sunduğunu görmekteyiz. Endüstriyel futbolun Şampiyonlar Ligi, Dünya
Kupası, Avrupa Şampiyonası gibi organizasyonlarla, özellikle İngiliz Premier
Ligi-İtalya Seri A-Almanya Bundesliga ve İspanya La Liga’da oynanan
karşılaşmalar televizyona dayalı bir gösterinin ortaya çıkarılmasıdır. Bu
organizasyonlar içerisinde dönen para miktarı, sponsorluk, televizyon naklen
gelir anlaşmaları ve bilet gelirleri ile birlikte taraftarlık şeklinden müşteri
odaklı anlayışa geçilmesi; oyunun iş’e dönüştüğü noktaları ortaya
koymaktadır. Bunun yanı sıra bu organizasyonlar içerisinde dünyanın her
yerinden gelen oyuncuların oynanması spor-küreselleşme yaklaşımının ‘yeni
emperyalist sömürü’ biçimi kavramsallaştırması üzerinde daha fazla
durulması gerektiğini göstermektedir.
İnsani bütün çelişkiler tüm çıplaklığıyla futbola yansımalıdır. Gerçek
futbol bir mozaik olarak bu çelişkileri net bir biçimde bize sunma başarısı
gösterir. Çünkü oyun halkın kendi içinden, gereksinmelerinden ve
kimliğinden üretilmiştir. Buna karşın endüstriyel futbol da, her şey bir
örnekleştirilmiş bir tasarım harikası biçiminde kendisini göstermektedir.
Taraftarların aidiyet duygularının oluşumunda ‘mış gibi’ olma anlayışı
egemen hale getirilmiş ve tıpkı bir gösteriye dönüştürülen oyunun galasını
izlemeye giden izleyiciler gibi olmaları için ne gerekiyorsa yapılmıştır ve
yapılmaktadır. Endüstriyel futbol içinde futbol lafı geçen bambaşka bir şeydir.
Taraftar algısının varsayımsal hale dönüşümü, oyunun futbol manager
bilgisayar oyunlarında olduğu gibi futbola dönüşümüne olanak verecek olan
yeni bir sürecin açılmasını da sağlamıştır. Mahalle futbolunun gönüllü bağlılık
kavramı yerini profesyonel sözleşme anlayışına terk etmiştir. Mahalle
futbolunda herkes söz sahibidir yani oyunun gerçek sahibidir, endüstriyel
futbolda ise bu anlayış varsayımsal olarak paket turlarda olduğu gibi bizlere
sunulmaktadır. Ancak ince bir ayrıntı ile, tüketime katıldığınız oranda yani
114
Ahmet Talimciler
takımınızı bu anlamda desteklediğiniz oranda taraftar (müşteri ya da izleyici)
olursunuz ve oyun üzerinde söz sahibi haline gelirsiniz. Onikinci adam
kavramsallaştırması dahi bu yeni anlayışın sonucudur. Siz de bu gösterinin bir
parçası olun ve oyuna bu şekilde aktif bir biçimde katılın mesajı taraftarlara
aktarılmaktadır. Takımına ve onu oluşturan oyuncularına dokunamayan
Onikinci adamlar sonrasında oyunun yerini iş ve tüketim almıştır. Endüstriyel
futbol, televizyon aracılığıyla paketlenip satışa sunulan bir iş alanından başka
bir şey değildir.
KAYNAKÇA
Akşar, T.(2005). Endüstriyel futbol. İstanbul:Literatür.
Argın, Ş.(1992). Boş zamanın toplumsal anlamı üzerine notlar, Birikim, 43, 29-41.
Arık, B.(2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz.
Authier, C.(2002). Futbol A.Ş. (çev.: Ali Berktay). İstanbul : Kitap.
Bambery, C.(2002). Marxizm ve spor. Birikim, 158:82-93.
Boniface, P.(2007). Futbol ve küreselleşme (çev.:İsmail Yerguz). İstanbul: NTV.
Can, C. (2007, 27 Ekim). Şehirden uzaklaştırılan spor. Fanatik.
Can, C. (2008, 18 Nisan). Futbolda pozisyon dedektifliği. Fanatik.
Clarke, A.& Clarke, J. (1985). Hıghlights and action replays: Ideology, sport and
media. İçinde: J.Hargreaves (der.) Sport, Culture and Ideology. (s.62-87).
London: Routledge&Kegan Paul.
Dellaloğlu, B.(2003). Frankfurt okulunda sanat ve toplum. İstanbul: Bağlam.
Erdoğan, İ.(1995). Dünyanın çarpık düzeni: Uluslararası iletişim. İstanbul: Kaynak.
Emrence,C.(2005). Marxizmden küreselleşme okuluna spor sosyolojisi. Toplum ve
Bilim, 103:93-106.
Hargreaves,J(1985). Sport, culture and ideology. İçinde: J.Hargreaves (der.). Sport,
culture and ideology. (s. 30-61). London: Routledge&Kegan Paul.
Hoberman, J.(1984). Sport and political ideology. London: Heinemann Educational.
Klose, A.(1993). Televizyon futbolu. İçinde:Bora,T.,Horak,R.,Rester,W.(der.). Futbol
ve kültürü. (s.373-383). İstanbul: İletişim.
Kurt, M. & Atayman,V. & Kurultay,T.(1997). Modern sporun dünü ve bugünü,
İstanbul:Sorun.
Rowe, D.(1996). Popüler kültürler: Rock ve sporda haz politikası (çev.:M. Küçük).
İstanbul: Ayrıntı.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.115-134
Makale
Futbolun televizyonda yeniden
üretimi
Mustafa Şeker 1
Abdülkadir Gölcü 2
Öz: Bu makale televizyonun futbolu kendi anlatı tekniklerine göre nasıl yeniden
üreterek bir televizyon ürününe dönüştürdüğünü açıklamayı amaçlamaktadır. Bugün
futbol modern toplum üzerinde birçok sosyal ve politik etkiye sahip bir güç olarak
algılanmaktadır. Bu güç futbol ve televizyon arasındaki karşılıklı ilişkiden
kaynaklanmaktadır. Futbol güçlü bir organizasyon yapısına sahip olmasına rağmen,
oyun kendi yapısal özelliklerine göre televizyonda sunulmamaktadır. Gelişen
teknolojiyle birlikte televizyon futbolun sunumunu değiştirmeye başlamış ve
televizyon anlatı tekniklerinin gerekliliklerine uyan bir içeriğe dönüştürmüştür. Bugün
futbol kendi kökeninden soyutlanmış ve televizyon programı formatında televizyon
tarafından yeniden üretilen bir ürüne dönüştürülmüştür.
Anahtar sözcükler: Televizyon futbolu, televizyon anlatısı, futbolun yeniden
üretimi.
Reproduction of football in television
Abstract: This article aims to explain how television converts football into a
television product and reproduce the play according to its narrative techniques.
Today football is perceived as a power which has a lot of different social and political
effects on modern society. That power results from mutual relationship between
football and television. Having been added as television content, football has gained
on a popularity not only social life but also political life all over the world. Although
it has a powerful organizational structure, play cannot be presented on television
according to its structural features. Television with improving technology has started
to change presentation of football and it also modified football content to suit
requirements of television narrative techniques. Now football is abstracted its origins
and converted into a TV product reproduced by television itself as a TV program
form.
Keywords: Television football, television narrative, reproduction of football
1
Yrd. Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: [email protected]
2
Arş. Gör., Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: [email protected]
116
M. Şeker – A. Gölcü
GİRİŞ
Tarihi oldukça eskilere uzanan futbol, özellikle 20. yüzyılda tüm dünyayı
etkisi altına alan bir spora dönüşmüştür. Bu oyunun böyle büyük bir
yaygınlığa sahip olmasında, kendi içinde taşıdığı değerlerle birlikte, özellikle
1950’li yıllardan sonra televizyon üzerinden kitlelere ulaşması da etkili
olmuştur. Televizyon yayıncılığının kâr eksenine oturduğu 1980’li yıllardan
sonraki dönüşüm sürecinde, futbolun televizyon açısından önemi artmıştır.
Zira futbol geniş kitleler tarafından talep edilen, izleyicisi garanti ve
dolayısıyla büyük gelir getiren bir program türüdür. Televizyonlarda bilinen
en yüksek izlenme oranları futbol yayınları ile elde edilmiştir. Futbol öylesine
yüksek talep gören bir içeriktir ki paralı kanalların temel dayanağıdır. Authier
(2002: 26) paralı yayıncılığın futbol, sinema veya porno üçlüsünden en az
ikisine dayanmasının zorunlu olduğunu belirtmektedir. Türkiye’de de paralı
kanallar futbol yayınlarıyla doğmuş, bu yayınları elinden kaçırdıklarında ise
kapanmaya ya da önemsiz yayın kuruluşlarına dönüşmeye mahkûm
olmuşlardır (Arık, 2004: 288).
Diğer yandan futbol da televizyonla birlikte ekonomik açıdan daha güçlü
hale gelmiş, elde edilen reklam gelirinin bir bölümü, maçı yayınlanan
kulüplere aktarılmıştır. Temel mantığı karşılıklı gelir elde etmeye dayanan bu
ilişki, futbol organizasyonlarının, maçların zamanlarının ve hatta kimi
kuralların televizyona uygun hale getirilmesi uygulamaları ve talepleriyle
tartışma konusu olmaktadır. Whannel’in (1992: 36) belirttiği gibi basit
kuralları, geniş ilgi görmesi, yaratıcılığa izin vermesi gibi nedenlerle futbol
esasen televizyonun genel anlatısına uygun bir içeriktir. Önemli olmayan
ancak şiddetli tartışmalar yaşatabilen, gerilim, heyecan, yarış, üzüntü, öfke
gibi duyguları doğası gereği üreten ve bu duyguların televizyonda
abartılmasına uygun olan bu oyun, giderek daha fazla televizyon ürününe
dönüşmektedir. Maçların canlı yayını, maçlar üzerine tartışmalar, magazin
yönü, bahis oyunlarına ilişkin programlar, futbol belgeselleri ve hepsinin
ötesinde ana haber bültenlerinin önemli bir parçası olarak futbol pek çok
program formatında yeniden üretilmektedir. Futbol, bir televizyon programı
olarak şekillendirilmekte ve dolayısıyla bütün maçlar birbirine benzemektedir
(Kıvanç, 2001b). Bu benzerlik televizyona özgü anlatısal özelliklerin tüm
içeriklere olduğu gibi futbola da uygulanmasıyla elde edilmektedir.
Bourdieu’nun (2000: 26) ifadesiyse gerçekliği yaratma aygıtı olan televizyon,
futbolu kendi ekonomik çıkarlarına ve rekabet ilkelerine göre yeniden
Futbolun televizyonda yeniden üretimi
117
üretmekte (Kurultay ve Aytayman, 1997: 129), bu oyunu diğer program
türleri gibi işlemektedir. Televizyon için futbolun yayınlandığı program
formatları ve sunum yöntemleri televizyon merkezli futbol algısının oluşumu
için bir zorunluluk olmuştur. Televizyon futbolu aktarmakla yetinmemekte,
aynı zamanda yönlendirmekte, müdahale etmekte, her yönüyle yayına uygun
bir program hammaddesi olmasını dayatmaktadır. Hammaddeyi işlerken de
kendi anlatısal özellikleri doğrultusunda futbolu asıl gerçekliğinden
uzaklaştıran, gösteri haline getiren televizyon, futbolcuları mitleştirip
kullanmakta, oyunu bir dramatik bir televizüel öyküye dönüştürmekte ve
diğer içeriklere uyguladığı anlatısal özellikleri futbola da uygulamaktadır.
Bütün bu süreç, futbolun bir spordan çok “show business” işi olmasına yol
açmaktadır. Televizyon, futbolu kendi gerçekliğinden koparmakta; eğlenceli,
dramatik ve gerilimli bir televizyon gerçekliği olarak yeniden üretmektedir
(Klose, 2001: 215). Televizyonun etkisiyle futbol endüstrisinin içindekiler de,
izleyiciler de oyunu bu şekilde değerlendirmeyi kanıksamaktadırlar.
YÖNTEM
Çalışma, futbolun televizyonda yeniden üretimini, televizüel anlatı
özellikleri bağlamında tartışmayı amaçlayan niteliksel bir incelemedir. Amaç,
futbolun bir televizyon program türü olarak, televizyona özgü anlatısal
özelliklerin etkisiyle şekillendiğini, futbola dair içeriğin farklı televizyon
program formları şeklinde yeniden üretildiğini, Türkiye’deki futbol
programları üzerinden ortaya koymaktır. Çalışmada, futbolun endüstriyel
boyutu kapsam dışında bırakılmıştır. Ele alınan ana konu futbolun bir
televizyon anlatısı olarak nasıl yapılandırıldığı ve bu yapının doğurduğu
etkilerdir. Dolayısıyla futbolun bir televizyon program türü olarak nasıl ele
alındığı, yeniden üretildiği araştırılmış, televizyona özgü anlatı yapılarının
futbolun sunumundaki etkisi ortaya konmaya çalışılmıştır. Çalışmanın ilk
kısmında futbolun küresel önemde bir oyuna dönüşüm süreci özetlendikten
sonra, ikinci başlık altında televizyonun anlatısal özellikleri üzerinde
durulmuştur. Üçüncü başlık altında ise futbolun televizyonda sunumuna
ilişkin kuramsal perspektifler ortaya konmuştur. Çalışmanın son kısmı Türk
televizyonlarında yayınlanan futbol programlarındaki anlatısal özelliklere
ilişkin örneklerden oluşmaktadır.
Çalışmanın tarihsel gelişim yönü ve teorik boyutu için kullanılan
kaynaklar futbol ve televizyon literatüründe belirli bir öneme sahip akademik
118
M. Şeker – A. Gölcü
çalışmalardan yararlanılarak oluşturulmuştur. Bir televizyon programı türünde
formatlanan futbol gerçekliğinin topluma sunulmasında kullanılan program
türleri hakkında genel bilgi verilmesinin yanı sıra, bu program türlerinin hangi
farklılıklardan dolayı birbirlerinden ayrıştığı gösterilmeye çalışılmıştır.
Televizyondaki futbol programlarının sınıflanması ve anlatısal özelliklerinin
ortaya konması için karasal yayın yapan kamusal ve özel televizyon
kanallarının yanı sıra, uydu ve kablo üzerinden yayın yapan kanallar ve dijital
ortamda şifreli yayın yapan televizyon kanallarının da yayın akışları izlenmiş,
elde edilen bulgular araştırmanın amacı doğrultusunda tartışılmıştır.
Başlangıçta ortaya konan tarihsel ve teorik çerçeve göz önünde
bulundurularak, televizyon yayınlarından sağlanan bulguların teorik bilgilerle
uyumluluğu araştırılmıştır.
KURAMSAL ÇERÇEVE
Futbolun gelişimi ve televizyonun etkisi
Her ne kadar İngiliz kültürüyle özdeşleştirilse de futbolun Çinlilerle kadar
uzanan eski bir tarihi bulunmaktadır (Horak, Reiter ve Bora, 2001: 27).
Başlangıçta askerlerin savunma becerilerini geliştirmek gibi bir amaçla
oynanan ayak topunun (Stemmler, 2000: 13) Uzakdoğu’da farklı kurallar ve
teknikler altında birçok değişik biçimde oynandığı bilinmektedir.
Avrupa’da ise futbolun ortaya çıkış tarihi net olarak bilinemese de bazı
tarihçiler futbolun Eski Yunan döneminde gerçekleştirilen spor
organizasyonlarında oynandığını öne sürmüşlerdir. Stemmler, futbolun
Yunanlılar tarafından çok sevildiğini, sıklıkla oynandığını ve Yunan
toplumunda yaygın bir spor aktivitesi olduğunu dile getirmiştir (2000: 19-32).
Fakat futbolun Yunan toplumundaki bu sürekliliği ve bir anlamda popülerliği
uzun soluklu olamamıştır.
Rönesans ve Reform hareketlerinin ortaçağ boyunca skolâstik düşüncenin
oluşturduğu katı ve değişime kapalı sosyal ve siyasal koşullarda meydana
getirdiği görece yumuşama, futbolun da sosyal hayattaki yerini iyileştirmesine
ciddi katkılar sağlamıştır. Futbolun toplumun alt sınıflarına ait bir oyun
olmadığı sosyal ve siyasal koşullardaki bu iyileşme sonrasında
gözlemlenmiştir. Aristokrat sınıflar bile futbola karşı kayıtsız
kalamamışlardır. Bu dönemde 16. yüzyıl İtalyası’nda ortaya çıkan ancak daha
sonra rugby’ye dönüşen “calcio” adlı oyun futbolun soylular tarafından
oynanan şekli olarak bilinmektedir (Stemmler, 2000: 47-49).
Futbolun televizyonda yeniden üretimi
119
Modern futbola geçiş ise 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra
gerçekleşebilmiştir. Bu dönemde futbol İngiltere’de zenginlerin,
aristokratların oynadığı, kolejlerde yayılan bir oyun haline gelmiştir. Böylece
yüzlerce yıl avama özgü bir oyun olan futbol seçkinlerin benimsediği bir spor
haline gelmiş ve İngiltere dışına da hızla yayılmıştır (Arık, 2004:135) .
Futbolu İngilizler icat etmese de, bir futbol misyoneri gibi bu oyunun
dünya çapında yaygınlaşmasına büyük katkılar sağlamışlardır. Bugün modern
olarak adlandırılan ve dünyanın her tarafında genel geçer kurallara göre
oynanmakta olan futbolun temelleri 1863 yılında İngiltere’nin başkenti
Londra’da Football Association’un (Futbol Federasyonu) kurulması ile
atılmıştır. Osmanlı toplumu ile futbolu ilk tanıştıranlar da İngilizler olmuştur.
Futbol 19. yüzyılın sonlarında, İzmir ve İstanbul’a yerleşmiş bulunan ve
ticaretle uğraşan İngiliz aileler tarafından Osmanlı topraklarında oynanmış,
Türkiye’de ilk futbol takımları İngilizler tarafından kurulmuş, daha sonra
Rum ve Ermeni gençler tarafından kurulan futbol takımları da İngilizlerin
arasına katılmışlardır (Belge,1983: 2198). Osmanlı toplumundaki azınlıkların
futbolu bu kadar kısa bir sürede benimserken, muhafazakâr yapısı ve dönemin
baskıcı siyasal atmosferi Osmanlı toplumunun futbolla tanışmasını
geciktirmiştir. Fakat bu siyasal baskılar da futbolun Osmanlı tebaası arasında
yayılmasını tamamen durduramamıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra
toplumdaki serbestlik daha da artmış ve bu da futbolun çok kısa sürede
popülerleşmesini sağlamıştır (Kozanoğlu,1990: 14). Osmanlı toplumunda
futbolun popülaritesi birinci dünya savaşının patlak vermesi ile biraz azalsa da
mütareke dönemi ve İstanbul’un işgali süresince sanılanın aksine daha fazla
atmıştır. “Türk takımları işgal kuvvetlerinin takımlarıyla karşılaşmalar
yaptığı, alınan galibiyetlerin dönemin şartları gereği büyük önem taşıdığı
bilinmektedir (Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 1983: 2200).
Cumhuriyetle birlikte Batılılaşma ve modernleşme eğilimi futbolun
yerleşmesine zemin hazırlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndaki zorunlu araya
kadar pek çok il ve bölge ligi kurulmuş, milli takım yabancı takımlarla
karşılaşmalar yapmıştır. 1963 yılında bütün yerel ligleri birleştirecek olan
Futbol Federasyonu kurulmuş, profesyonel birinci lig oluşturulmuştur
(Kozanoğlu,1990: 146). Ekonomideki temel yaklaşım değişikliğine paralel
olarak 1980’li yıllardan sonra büyük miktarda paralarla yapılan transferler
dönemi başlamış ve artık “profesyonel futbolcu” kavramı Türk futbol
literatürüne dâhil olmuştur.
120
M. Şeker – A. Gölcü
Bugün yılda üç milyardan fazla insanın ilgilendiği ve takip ettiği bir
eylem olarak futbol sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal süreçlerin
merkezinde yer almaktadır. Yardım kampanyaları için futbol maçları
düzenlenmekte, futbolculardan barış elçileri seçilmekte, ülkeler arasındaki
sorunlar futbolla çözülmeye çalışılmaktadır.
Bu kesintisiz ve gittikçe kapsamlı bir hal alan etkileşimi sağlayan en
önemli araç tabii ki televizyondur. Televizyon teknolojisindeki gelişmeler
sonrasında zaman ve mekân sorunsalından kurtulan futbol modern insanın
günlük hayatının her anında varlığını kabul ettirmiştir. Televizyonun
yaygınlaşmasıyla birlikte futbol herkesin ulaşabildiği, izlenebilir bir oyuna
dönüşürken, ilgi çekiciliği ve gelir getiren bir içerik olması dolayısıyla bu araç
için önemli bir malzeme oluşturmuştur (Hamil, 1999:23; Tomlison, 1999:192;
Holland, 1997; 45).
Televizyon içeriğinin futbolla tanışması ve futbolu konu edinmeye
başlaması 1950’li yıllarda başlamıştır. Başlangıçta televizyon futbolu bir
amaç olarak algılamış, futboldan bilgilendirme ve haber verme bağlamında
mikro düzeyde faydalanmıştır. Zamanla futbolun ve televizyonun eşzamanlı
olarak yaygınlaşması ya da kitleselleşmeye başlaması, televizyon ve futbol
arasında karşılıklı çıkar ekseninde olumlanan bir işbirliğinin oluşmasına sebep
olmuştur. Bu işbirliği sonucunda futbol televizyona ciddi oranda bir açılım
olanağı sağlamıştır. Örneğin Almanya’nın kazandığı 1954 Dünya Kupası’nın
televizyondan naklen yayınlanmasıyla birlikte bu ülkedeki televizyon aygıtı
sayısı bir anda 11 binden 85 binin üzerine çıktığı bilinmektedir (Klose, 2001:
375).
Televizyonun futbola katkısı ise daha sonraki süreçlerde ekonomik
boyutuyla ön plana çıkacaktır. Futbolun kitleselleşmesi televizyonu toplumsal
hayatta yaygınlaştırırken, televizyon içeriğinin de futboldan etkilenmesine
sebep olmuştur. Çünkü futbol belirli zaman aralıklarında büyük kalabalıkları
bir araya getirebilen çok güçlü bir kitleselleştirme aracıdır. Bu doğrultuda
kitleler tarafından süreklilik gösterilerek takip edilen bir organizasyonun,
reklam üretebilme potansiyeli televizyon için makro düzeyde fayda
sağlayabilecek bir unsurdur. Televizyon yayıncıları bu denli cazip bir gelir
kaynağına kayıtsız kalmamışlar ve futbol giderek en önemli televizyon
içeriklerinden biri haline gelmiştir. Futbol televizyon ilişkisinin tam anlamıyla
gerçekleştiği günümüz yayıncılık ortamında, televizyonun futbola etkisi, bu
oyunu oyun olmaktan çıkaran yapısal müdahaleleri tartışılmaktadır.
Televizyonun futbolu bir program türüne dönüştürmesi, oyunun zamanının,
Futbolun televizyonda yeniden üretimi
121
organizasyonların yapısının ve hatta kurallarının bile televizyonun etkisiyle
değişiyor oluşu, bu etkiyi tartışmaya değer kılmaktadır. Televizyonun futbola
ilişkin etkisinin önemli bir boyutunu da anlatısal özellikler ve gerekliliklerin
futbolun aktarılış ve algılanışında yarattığı değişimler oluşturmaktadır.
Televizyonun anlatısı ve futbol
Televizyon, Fiske ve Hartley’in (1992) bilinen ve yaygın kabul görmüş
nitelemelerine göre, bir öykü anlatma aracıdır. Modern toplumlarda
televizyon, yazılı kültürden önceki çağlarda, sözlü kültürü aktarmak üzere
şarkılar şiirler okuyan ozanların işlevini üstlenmiştir. Dolayısıyla televizyon
anlatısının temelini sözlü anlatıma ilişkin özellikler oluşturur. Dahası
televizyon eski çağlardaki öykücü ozanlardan çok daha gelişmiş ve yaygın bir
öykü anlatma aracıdır ve bu özelliği nedeniyle sözlü kültüre yeniden dönüşü
özendirir (Kaplan, 1993; Mutlu, 1999).
Elbette televizyon anlatısı sözün yanında görüntüye de dayanır. Bu
anlamda televizüel anlatıya en yakın anlatı türünün sinemanınki olduğu
düşünülebilir. Ancak sinema ile televizyon anlatısı arasında önemli farklılıklar
bulunmaktadır. Sinemada görüntü temel, ses yardımcı bir unsurdur.
Televizyonda ise esas olarak bilgi ses ile aktarılır. Sinema kendi içinde
bütünlüğü olan bir anlatıya sahipken televizyon parçalı bir akıştan oluşur.
Anlatı farkını oluşturan etkenlerden biri, sinemanın yüksek bir dikkatle, özel
zaman ayrılarak ve algılamaya uygun bir ortamda izlenmesi, televizyonun ise
genellikle dinlenme zamanında, başka etkinliklerin yanı sıra yürütülen, sık sık
reklamlarla kesilen ve düşük dikkatle izlenen bir araç olmasıdır. Televizyon
için bir öykü anlatıldığında, izleyicinin dikkatini kolayca toplayabilmek
birincil amaçtır. Bu nedenle televizyon ürünlerinin sinemaya oranla çok daha
tempolu, basit, kolay anlaşılır, yüzeysel olması ve mutlaka sözle
desteklenmesi gerekir.
Sinemanın, anlatısını kurarken teknik üstünlüklerinden güç aldığını da
belirtmek gerekir. Bugünün ilerlemiş televizyon teknolojileri dahi sinema
kalitesinde görüntü ve ses üretememektedir. Sinema filmleri karanlık bir
salonda ve büyük bir perdede, gelişmiş ses düzenekleriyle sunulurken,
günümüzde oldukça büyümüş olan televizyon ekranlarının ve ses
sistemlerinin yine de sinemanın kalitesine yetiştiği söylenemez. Diğer yandan
sinemadaki öykü, bir dengesizliğin aktarılması, bu durumun aşama aşama
çözümüyle sonlanır. Televizyonda bu tür bir bütünlüğe çok rastlanmaz
(Mutlu, 1999: 138). Sinema anlatısının sonlanma özelliğine karşılık
122
M. Şeker – A. Gölcü
televizyon anlatısı süren bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla ilk bakışta benzediği
düşünülen sinema ve televizyon anlatısı arasında derin farklar bulunmaktadır.
İnal (2001: 258), televizyon anlatısının en çok sinemadan etkilendiğini ancak
diğer geleneksel anlatılar olan masal, roman, mit gibi anlatı türlerinin
özelliklerini de kullanarak yeni bir anlatı oluşturduğunu belirtmektedir.
Televizyonun içeriğini oluşturan ürünlerin bir bölümünün kurmaca
(fiction) bir bölümünün ise gerçeğe dayalı (factual) ürünler oluşu, iki farklı
televizüel anlatı bulunması gerektiğini düşündürebilir. Hatta belki de ticari
televizyonculuk öncesinde bu tür iki farklı anlatının bulunduğu söylenebilir.
Ancak Amerikan televizyonları için 1970’lerden itibaren, diğer ülkelerde ise
özel televizyonculuğun yaygınlaştığı 1990’lardan bu yana gerçeğe dayalı
program türleri ile kurmaca türler arasındaki farkın aşındığı, kurmaca anlatıya
ait özelliklerin egemen olduğu görülmektedir. Ellis (1999: 145-158),
televizyonun kurmaca ürünlerinin en yaygınlarından olan dizilerle, gerçeğe
dayalı türün en önemlisi olan haberlerin anlatı özelliklerini karşılaştırdığı
çalışmasında, temel anlatı özelliklerinin farklı olmadığı sonucuna ulaşmıştır.
Dizilerde de haberlerde de açık uçlu, kapanmanın olmadığı bir anlatı
egemendir. Kurmaca ve gerçeğe dayalı televizyon programlarının tümünde
bitimsiz bir güncelleştirme anlatının ana özelliğidir. Diziler belli bir sorunu
ele alıp her bölümde tekrar tekrar kurarken, gerçeğe dayalı programlarda da
güncel olaylar tıpkı dizilerdeki gibi yenilenir. Dolayısıyla kurmaca olan ve
olmayan televizyon türleri, ortak bir anlatıya sahiptir. Eğlence, sansasyon,
merak uyandırma, duygusallaştırma, hızlı tempo, soyutlamadan kaçınma,
insani ilgi konularına yönelme gibi kurmacaya özgü yaklaşım ve yöntemler
1980’lerde ABD televizyonculuğunda yaygınlaşmıştır (Adaklı, 2001: 241246). Türkiye’de de ilk önce reality show türü gerçeğe dayalı programlarda
denenen bu anlatı özellikleri daha sonra magazin ve futbol magazini
programlarına, oradan da haber bültenlerine geçmiştir (İnal, 2001: 281).
Televizyonun anlatısının oluşumunda izleyicinin medyadan yararlanma
biçiminin de etkisi bulunduğuna kuşku yoktur. Televizyon boş zamanları
doldurmak, vakit geçirmek, oyalanmak, eğlenmek, dinlenmek için kullanılan
bir araçtır ve bu haliyle günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Televizyon bu isteğin farkında olarak ve özellikle eğlence isteğini kışkırtarak,
her türlü içeriği eğlence formunda sunmaya yönelmiştir (Postman, 1994).
İzleyiciler televizyonu ayrıca dünyada olan bitenden haberdar olmak için
kullanırlar. Televizyon modern dünyadaki yalnızlık karşısında bir sığınaktır.
İzleyiciler inançlarını ve değerlerini televizyonun içeriğiyle pekiştirirler.
Futbolun televizyonda yeniden üretimi
123
Kendileriyle aynı programı izlediğini bildikleri diğer insanlarla sanal bir
cemaat oluşturmanın hazzını duyarlar. Televizyon izleyerek toplumsal
yoksunluklarını bastırırlar (Mutlu, 1999: 79-85).
Bu beklentileri gidermek için televizyonun içeriği basit, duygusal etkisi
yüksek, abartılı, merak uyandırıcı, popüler konulara dayandırılmaktadır. Bir
dinlenme ve eğlenme aracından beklenen içerik Bourdieu’nun (1997: 22-56)
belirttiği gibi problem yaratmayacak ya da yalnızca önemsiz problemler
yaratacak türde, herkesi ilgilendiren, hiçbir şeye dokunmayan, uzlaşı içeren,
bölmeyen, sansasyonel, gösteri ağırlıklı, olağandışı gelgeç olaylardan
oluşmalıdır. Dolayısıyla televizyondan beklenen gerçekliği yeniden kurarken
eğlenceli, dramatik, magazinel, aksiyon içeren ortalama beğeni düzeyine hitap
etmektir (Arık, 2004: 314-316).
Futbol, televizyonun bu anlatısal özelliklerine ve içerik tercihlerine son
derece uygun bir konudur. Her şeyden önce futbol tam da Bourdieu’nun
tanımladığı gelgeç olaylardan biridir. Herkesin konuştuğu, herkesi
ilgilendiren, yalnızca önemsiz problemler üreten bir içeriktir. Pek çok tartışma
yaşansa da sonuçta bu problemlerin önemsiz ve nihayet bir oyuna ait olduğu
bilinir. Bu anlamda futbola ilişkin tartışmaların -örneğin siyasi konulardaki
kadar- önemli sonuçlara yol açmayacağı kesindir ve dolayısıyla tartışmalar
önemli sorunlar çıkmayacağından emin olunarak, rahatça yapılır. Futbol
sansasyona çok uygun bir içeriğe sahiptir. Esasen izleyenler futbolun
kendisinden ve futbolla ilgili televizyon programlarından olabildiğince coşku
beklerler. Ve televizyon bu beklentiyi sansasyona olan eğilimi ve anlatısal
özellikleriyle rahatça karşılar. Futbol dramatize etmeye son derece uygundur.
Doğası gereği zaten duygulara hitap eden bir oyundur ve bu yönüyle de
televizyonun anlatısına denk düşer. İzleyiciler kendileriyle aynı içeriği
seyredenlerle bir sanal cemaat oluşturduklarını en çok futbol yayınları
sırasında hissederler. Milyonlarca kişinin aynı maçı izlemek için hazırlık
yapması, aynı anda aynı maçı izliyor oluşu, maçtan sonra hep birlikte
sokaklara dökülme ihtimali, izleyicilere ayrıca kendi değerlerini ve inançlarını
pekiştirme olanağı verir. Tüm oyunlarda olduğu gibi futbolda da topluluklar
hayatı ve dünyayı yaşama biçimini ifade ederler (Huizinga, 1995: 67).
Futbolun televizüel anlatıya uygunluğunun bir başka yönü,
durmamacasına akışıdır. Televizyonun parçalı ama kesintisiz akışı, tıpkı
futbola benzer. Futbol da her hafta başka maçların ve bunlara ilişkin
tartışmaların yaşandığı ancak anlatının sonlanmadığı bir içeriğe sahiptir. Bir
haftanın konuları sona erdiğinde sonraki haftalarla ilgili konular ele alınmaya
124
M. Şeker – A. Gölcü
başlanır. Sezon bittiğinde yeni sezona ilişkin konular beklemektedir.
Dolayısıyla futbol kesintisiz, sonlanmayan bir konudur ve televizyonun en
temel anlatısal özelliği ile uygunluk taşır.
Bütün bu özellikleriyle –ve elbette yüksek rating sağlayan, izleyicisi
garanti, gelir kaynağı bir televizyon programı olarak- futbol televizyonda
yayın süresinin önemli bir bölümünü kaplamakta, pek çok türde programın
konusunu oluşturmaktadır. Futbol her şeyden önce soft news türüne giren bir
haberdir. İlginçlik özelliği önemlilik özelliğinin önüne geçen, insanların ilginç
bulduğu türden konular soft news kapsamına girer. Bu tür haberlerin
televizyonun anlatısına ne denli uygun olduğu ise açıktır. Dolayısıyla futbol
bir haber formu olarak televizyon haberciliğinde yer işgal eder. Bu yer,
önemli gelişmeler yaşandığında ana haber bültenlerinde ön sıralar olabileceği
gibi, herhangi bir günde de haber bültenlerinin bir bölümüdür. Bir soft news
türü olarak futbol haberleri televizyonun eğlenceli, sansasyonel, merak
uyandırıcı, duygusal etki yaratan, dramatize edilmiş anlatısal özelliklerini
taşıyarak sunulur. Futbola ilişkin haberler özellikle maç öncesinde ve maç
bitiminde canlı haber yayınlarıyla, röportajlarla sürdürülür. Televizyon
haberciliğinin canlı yayını kullanma eğilimi en çok futbol haberlerinde
görülür. İzleyici, bu yayınlarla antrenmanda, soyunma odasında, stat
çevresinde vs. yaşanan gelişmelere tanıklık etme heyecanını yaşar. Maçı
yayınlayamayan hatta stada giremeyen haber kameralarının oralarda bir
yerlerde bulunması bile izlenmeyi sağlayan bir tanıklık duygusu yaratır.
Diğer yandan televizyonun en değerli futbol programı elbette canlı maç
yayınlarıdır. Her şeyden önce mekânsal uzaklık nedeniyle maçı statta
izleyemeyen başka şehirdeki, ülkedeki milyonlarca insan futbolu
televizyondan takip eder. Canlı yayınların hem futbol hem de televizyon için
önemli bir ekonomik etkinlik olması bir yana, bu yayınların anlatısal
özelliklerinin futbolun sahadaki gerçekliğinden farklı yeni bir futbol tarzı
doğurduğu belirtilmektedir. Canlı yayınlar televizyonun tempo, heyecan ve
coşku gereksiniminin sonucunda gerçekte olduğundan farklı bir şekilde
yeniden üretilmektedir. Maç yayınlarının stattaki gerçeklikten farklı olmasını
sağlayan pek çok televizüel etki bulunmaktadır. İlkin, çok sayıda kameranın,
farklı kamera açılarından maçı takip etmesi bu farklılığı doğurur. Stattaki bir
izleyici maçı yalnızca kendi oturduğu açıdan izleyebilirken, ekran başında 20–
30 kameranın duruma göre kaydettiği görüntüyü izlemek mümkündür. Bu
kameralar ayrıca insan gözünün yapamayacağı farklı kamera hareketlerini de
yapabilirler. Stattaki izleyici bakışını kaydırarak en fazla sahayı sağdan sola,
Futbolun televizyonda yeniden üretimi
125
soldan sağa takip edebilir. Bir başka ifadeyle televizyon dilinde “pan” olarak
adlandırılan yatay kaydırma hareketini yapabilir. Yine yukarı aşağı bakarak
“tilt” olarak adlandırılan kamera hareketinin bir benzerini gerçekleştirebilir.
Ancak örneğin insan gözü optik kaydırma yapamaz. Maçın önemi
pozisyonlarını daha ayrıntılı görmek için “zoom in” yaparak görüntüyü
yakınlaştıramaz. Bir oyuncunun yüzündeki ifadeyi sahaya en yakın
konumdaki seyirci dahi göremez. Kameralar ise tekniğin verdiği güçle oyunun
herhangi bir bölümüne, özellikle de topun oynandığı alanlara odaklanabilir.
Stattaki izleyici pozisyonları bir kez ve doğal hızında izleyebilirken
televizyonda aynı pozisyonun gerektiği kadar tekrarlanması, yavaşlatılarak
izlenmesi mümkündür. Statta oyunun durduğu pek çok ölü zaman yaşanırken,
televizyon bu anları başka görüntülerle, tekrarlarla, istatistiksel bilgilerle
doldurur ve tempoyu düşürmez. Bilgisayar destekli teknolojiden
yararlanılarak maçtaki pozisyonlara ilişkin statta görülemeyecek pek çok
ayrıntı ekrana getirilir. Örneğin futbolcunun ofsaytta olup olmadığı, topun gol
çizgisini geçip geçmediği, yapılan hareketin penaltı olup olmadığı, atılan
şutun hızının kaç kilometre olduğu gibi pek çok konu teknik sayesinde ekrana
taşınır. Maç esnasında ve sonunda oyuna ilişkin ayrıntılı istatistikler
yayınlanır. Duygusal etkiyi artırmak için oyuncuların, teknik direktörlerin,
maçı izleyen kulüp yöneticilerinin tepkileri yakın çekimlerle ekrana getirilir.
Spikerler ve yorumcular heyecan duygusunu artırmak için sözlü katkıda
bulunur. Stattaki gösteriler ve seyircinin coşkusu hem ölü zamanları
doldurmak için hem de coşkuyu artırmak için kullanılır.
Bütün bu süreç, futbol maçının sahadaki gerçekliğinden koparılması, bir
televizyon ürününe dönüştürülmesi anlamına gelir. Televizyonda izlenen
futbolun, stattakinden farklı bir anlamı olduğu açıktır. Hatta televizyon
futbolunu daha gelişmiş televizüel standartlarda sunmak için yeni çözümler
üretilmektedir. Yapay ışığın sağlayacağı kaliteli, gölgesiz görüntü için maçlar
gece oynanır. Kamera sayısı, açısı ve kameraların hareketleri, çekim ölçekleri
bu anlatıyı kurmak için önceden planlanmıştır. Belli organizasyonlarda,
örneğin Şampiyonlar Ligi’nde, Dünya Kupası’nda yayına ilişkin belli
standartlar getirilmektedir. Bu televizüel anlatının maç yayınına katkısı, eski
yıllara ait maç görüntüleri izlendiğinde ya da televizyonculuğu gelişmemiş
ülkelerle yapılan maçların yayını sırasında çarpıcı bir şekilde
görülebilmektedir. Sonuç olarak televizyon, futbolu yayınlarken gerçekliği
bozmakta, gösteri bir televizyon prodüksiyonuna dönüştürmektedir (Arık,
2004: 317; Kıvanç, 2001a:390).
126
M. Şeker – A. Gölcü
Futbolla üretilen televizyon programları elbette maç yayınıyla sınırlı
değildir. Maçı takip eden zamanlarda, sonuçlara, oyuna, tartışmalı kararla
ilişkin değerlendirmeler yapıldığı analiz programları yayınlanır. Konunun
uzmanlarınca yapılan bu değerlendirmeler, birkaç dakikalık özet görüntü
üzerinde saatlerce konuşulması, canlı bağlantılarla çeşitli tartışmaların ekrana
getirilmesi, iddiaların ortaya atılması gibi yönleriyle oldukça izlenen
televizyon programlarıdır. Bu programlar, farklı türsel özellikleri içinde
barındırmaktadır. Televizyonun başka konular için kullandığı açık oturum,
tartışma programı hatta talk show tarzına ait anlatısal özellikler futbol analiz
programlarına taşınmıştır. Konuşmacıların futbolla ilgili bilgileri ve
uzmanlıkları yanında, ekrana uygun olmaları gerekir. Heyecanlı tartışmalar
yapabilen, eğlenceli konuşabilen, hızlı düşünüp anında yorum yapabilen, argo
hatta zaman zaman küfürlü ifadeler kullanan, tanınmış futbol yorumcularının
ratingleri yükselttiği bilinmektedir. Bu televizyon yıldızlarının, yarışmalar,
reklamlar gibi futbol dışındaki televizyon formlarında da sıklıkla kullanıldığı
görülmektedir.
Futbolun televizyondaki sunumu
Enformasyon çağında televizyonla futbol arasında var olan kurgusal
ilişkisinin gözlemlenebileceği mecra kuşkusuz televizyondaki futbol
programlarıdır. Futbolun belirli bir oranda kuralsızlığı içeriğinde
barındırması, televizyonun futbolu kendi gerçekliğine göre yeniden
şekillendirip, kurgulamasını zorunlu kılmaktadır. Bir gerçeklik olan ve anında
kendi gerçekliğini üretebilme yetisine sahip olan sahadaki futbolun televizyon
için yeniden kurgulanarak üretilmesi gerekmektedir. Futbol stadyumdaki
seyircilere özgü bir aktivite olarak bırakılamaz. Kıvanç’a göre (2001a:32)
televizyon sahadaki zenginliği hiçbir zaman yansıtamayacağı için,
yansıtabileceği kısmı kayırmaktadır. Televizyonda futbol yayını insanlara gol
göstermek üzere kurulmuş bir mekanizmadır. Golün de ötesinde izleyiciyi
ekrana bağlayacak gerilim, heyecan gibi unsurlar öne çıkarılmaktadır.
TV programları aracılığıyla formatlanan futbolun televizyondaki sunumu
da programların yapısına, yayın saatine, katılımcılarına göre değişiklikler
göstermektedir. Sıradan bir futbol yorum programında futbolun ekonomipolitiğinden futbolcunun eğitim seviyesine, taraftarların sosyo-kültürel
yapısına kadar birçok farklı konu üzerinde yorumlar yapılabilmekte ve
futbolla ilgili sorunlara çözümler aranabilmektedir. Hatta kendisi de bir futbol
yorumcusu olan Haşmet Babaoğlu’na göre (2002), günümüz medyasında
Futbolun televizyonda yeniden üretimi
127
izleyici için maçın bitiş düdüğü yorumcuların okunmasından veya
dinlenmesinden sonra çalmaktadır. Konu ve yorum bağlamında böylesine
zengin bir içeriğe sahip olan bir futbol programının katılımcıları da
toplumdaki sosyal ve kültürel çeşitliliği yansıtacak kadar renkli ve farklı
kişilikler olmak mecburiyetindedir. Programların sunum ve içeriklerinde
yapılan bu düzenlemeler ile yetinilmemiştir. Dekor tercihinden kıyafet
seçimine kadar program içerisinde var olan her öğe televizyon sunum
tekniklerine göre yeniden tasarlanmıştır. Bu düzenlemelerin yapılmasındaki
temel gerekçe futbolun televizyon gerçekliğine göre yeniden üretimini sürekli
kılmaktır. Programın her tekrarında televizyon futbolu kendi gerçekliğini
yenilemiş olacaktır.
“Televizyon, her şeyin süratle ve mümkün olan en göz alıcı, çarpıcı
görüntülerle geçip gittiği, gördüklerimizin değil gözümüze çarpanların
hesabının tutulduğu bir sonsuz şerittir (Kıvanç, 2001a: 37).” 1985 yılında
Brüksel’deki Heysel Stadının tribünlerinde 39 İtalyan seyircinin ölümüne
sebep olan Juventus-Liverpool Avrupa Kupası finali televizyon futbolunun
ifşa edildiği örnek olaylardan biridir. Televizyonlar birbirlerini ezen insanların
görüntülerini yayınlarken aynı zamanda maçın canlı yayınını da
sürdürmüşlerdir (Galeano, 1998: 201). Artık stadyum bir seyir yeri olmaktan
çıkmış ve içinde barındırdığı bütün unsurlarla birlikte bir sahneye
dönüşmüştür. Çupi’ye (2002) göre, futbol teknolojinin baskısıyla, insanla
topun kendi uyum ve ritimlerini kullanarak oynadığı bir oyun olmaktan
çıkmıştır. Stadyumdaki her şey televizyon ve televizyon futbolu için
yayınlanacak bir meta olmuştur. Seyirci özet görüntülerde yer alabilmek için
kameralara yapmacık pozlar verirken, oyuncu tartışmalı pozisyonu “akşam
daha net göreceğiz” diyerek kendi ürettiği gerçekliğe yabancılaşmıştır.
Televizyonun teknolojik imkânları aracılığıyla futbolcu ve taraftar kendi
oyununu daha açık bir şekilde ekrandan görebilmektedir.
Bugün futbol televizyonda oynanmakta olan bir oyun söylemi içerisine
oturtularak aktarılmaktadır. Bu bir değişim sürecidir ve değişimin sürekliliği
için televizyon futbolu olarak adlandırılan futbol söylemi toplum genelinde
yaygınlaştırılmalı ve toplumsal kabul üretilmelidir. Medya, futbol ağırlıklı
spor programlarını kullanarak, sistemi ekonomik, sosyal ve siyasi olarak
beslemekte, kitleleri edilginleştirmekte, apolitikleştirmektedir (Şahin, 1998:
17). Vassaf’a (1996) göre, egemen düzen, kitleleri edilginleştirmek için
sürekli izlenebilecek bir şeyler düzenlemiştir ve seyirci tarih boyunca daima
seyirci kalmıştır. Televizyonun toplumsal rıza üretiminde yaygın bir araç
128
M. Şeker – A. Gölcü
olarak kullanılması, futbolun içerik olarak daha fazla televizyon ekranına
taşınarak televizyon gerçekliğinde tekrar üretilmesini kolaylaştırmıştır. Bu
hegemonik süreçte en çok öne çıkartılan aktör kuşkusuz futbol programları
olmuştur. Bu programlar futbol için değil ama televizyon futbolunun yeniden
üretilebilmesi için temel zorunluluktur.
Türk televizyonlarında futbol programları
Farklı formatlarda yayınlanan futbol programları, kanalın ideolojik
tercihlerine, sahiplik ilişkilerine ve yayın politikalarına göre değişiklikler
göstermektedir. Yayın akışı içerisinde önemli bir yere sahip bu programlar
farklı formatlara dönüştürülse de, içerik her zaman televizyon futbolu olup
tekrar tekrar sunulmaktadır. Haber saatleri futbol söyleminin yeniden
üretilmesi için uygun koşulları oluşturan program türlerinin en başında
gelmektedir. Televizyon için seyirci kitleselleşmenin gerçekleştiği anlardan
birisi olan haber saatlerinde futbol merkezli spor bültenlerine de yer
ayrılmıştır. Futbol bu sayede günün her saatinde gündemdeki konumunu
yeniden üretebilmektedir. Fakat bu programların dezavantajı yayın sürelerinin
kısa ve gözden kaçırılabilir olmasıdır. Sürekli tekrar edilme gerekliliği ortaya
çıkmakta ve bu gerekçeden dolayı futbol haberleri haber bülteninin bir parçası
olarak gün boyunca birçok kez tekrar edilmektedir. Örneğin haber kanalı
formatında yayın yapan NTV ve CNN’de gün içerisinde toplam sekiz kez
futbol merkezli spor bütenleri yayınlanmaktadır. Fox TV her haber bülteninin
arkasından yine futbol merkezli spor bültenlerini gün boyunca tekrar
etmektedir. Kanal A 20.30 ana haber bülteni öncesinde 20 dakikalık bir spor
bülteni yayınlamaktadır. Ayrıca gündemde önemli bir futbol aktivitesi varsa
spor bültenlerindeki standart yerinden kurtularak, birçok televizyon kanalının
ana
haber
bültenlerinde
günün
önemli
olayı
kategorisinde
haberleştirilmektedir. Klasikleşen bu yayın akışının ötesinde; milli birlik ve
bütünlük havasında oynanacak olan milli maç ya da “temsilcilerimizin”
Avrupa kupası maçlarında ana haber bültenleri stadyumlardan ya da stadyum
önlerinden sunulmaktadır. Böyle dönemlerde futbol, televizyonun merkez
üssü haline gelmektedir. Anchorman’ler taraftarlıklarını kanıtlayan renklerde
kravat ve benzeri göstergeler taşımayı kendileri için milli bir görev olarak
kabul etmişlerdir. Haber bülteni aktarılırken ekranın bir köşesinden
“Galatasaray korner kullanıyor”, “Fenerbahçe’nin topu direkten döndü”,
“Sivasspor atakta” gibi maç esnasında olan biten aktarılmaya çalışılır ve gol
Futbolun televizyonda yeniden üretimi
129
anlarında haber akışı kesilir, stadyumlardaki muhabirlere canlı bağlantılar
yapılarak kamuoyunu bilgilendirme görevi eksiksiz yerine getirilmektedir.
Futbol merkezli spor programlarından en önemlisi genellikle canlı maç
yayınlarının sonrasında yapılan yorum programlarıdır. Bu programlar içerik
bağlamında yoğunluğunu oynanan oyundaki taktik ve teknik eksiklikler,
kazananın neden kazandığı ya da kaybedenin hangi gerekçelerden dolayı
kaybettiğini ortaya koymaya çalışan bir sunum tekniğine dayandırmaktadır.
Takımlardaki eksiklikler, saha koşulları, takımların fizik ve kondisyon
durumları gibi unsurlar istatistiksel verilerle desteklenerek analiz
edilmektedir. Bu program türünün katılımcı sayısı genelde iki ya da üç olarak
belirlenir. Fakat katılımcı profili oldukça zengindir. Çok farklı alanlardan
kişilerin futbol yorumları programa farklılık ve zenginlik kazandırmaktadır.
Katılımcıların genel çizgiler çerçevesinde futbol konuşmaya çalıştıkları bu
programlarda; maçlardan önemli anlar, maç öncesi ve sonrası renkli
görüntüler yükselen bir tempo ile yayınlanarak futbolun “show business”
yönü öne çıkarılmaktadır. Kanal 24’te Takım Oyunu’nda Bilgin Gökberk hiç
futbol oynamamasına rağmen ilginç yorumlar yapabildiği için yorumcu
olabilmektedir. “Stadyum” programında Erdoğan Arıkan maç öncesinde
takımların stada nasıl geldiklerini, maç sonrasında hangi futbolcunun ne
dediğini ve taraftarlardan gelen e-postaları “tarafsızca” aktarmaktadır.
Mehmet Demirkol maçı statta izledikten sonra yapacağı yorumlarını
televizyonda tekrar tekrar izleyerek düzeltebililmektedir. Ömer Üründül’ün,
Hıncal Uluç’un ve Rıdvan Dilmen’in televizyondan maç izleyerek oyun
hakkında yorum yapmaları, futbolun kendi gerçekliğine yabancılaşmış bir
topluluğun televizyon aracılığıyla mekanik bir futbol söylemini toplumsal
arenada yeniden üretip, dolaşıma sokmalarını göstermektedir. Tartışmalı bir
pozisyon sonrasında yapılan “çok net gözükmüyor başka açı var mı?”
isteklerine “kameranın görmediği bir açı hep vardır” diyerek yaptığı
yorumuyla Mehmet Demirkol televizyon futbolunun yumuşak karnının her
zaman bulunacağını belirtmektedir.
Futbol programları arasında en ilginç olanı magazinsel futbol yorum
programlarıdır. Magazinsel yorum programı genelinde dört ya da dörtten fazla
katılımcıyla gerçekleştirilen, benzerlerine göre izleyiciyi futbolun gerçek
mekânlarından daha fazla uzaklaştırarak kendi kurgusal mekânına hapseden
ve uzun süreli bir program türüdür. Kısmen de olsa belirli maçlardan çok kısa
özet görüntüler verilebilir fakat programın ana konusu katılımcılar arasında
tartışma üretebilecek her şeydir. Şike, teşvik primleri, hakem hataları,
130
M. Şeker – A. Gölcü
futbolcular ve kulüp başkanları arasındaki tartışmalar en popüler konular
arasında yer alır. Her hafta bu ya da buna benzer konular masaya yatırılır ve
program sonrasında hiçbir çözüm bulunamadan bir başka hafta tekrar ele
alınmak üzere masadan kaldırılır. Abartı ve çatışma iyi bir magazinsel futbol
yorum program formatının zorunluluğudur. Nasıl olursa olsun birileri canlı
yayında tartışmalı, hatta kavga çıkarmalıdır. Katılımcılar çoğunlukla taraftar
kimliğiyle ön plana çıkmış ve çatışma üretebilecek yetenekteki eski
futbolcular, eski hakemler ya da eski yöneticiler arasından seçilir.
Katılımcıların kullandığı dil argo olmalıdır. Ara sıra yanlışlıkla da olsa küfür
etmek, programın popülaritesi açısından oldukça faydalıdır. Program
formatına uygun olarak, Turgay Şeren’in “Telegol”de canlı yayında “yok
anasının ...” diye küfretmesi kahkahalarla geçiştirilecek basit bir sinirlilik
anıdır. Eski hakem Ahmet Çakar eğer Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’nde
çeyrek finale çıkarsa bikini giyeceğini vaat etmekten çekinmez. Ömer
Çavuşoğlu ve Aziz Üstel canlı yayında “ebedi dostluk” samimiyetinde
birbirleriyle alay ederler. Fenerbahçeli eski futbolcu Ziya Şengül,
Galatasaraylı Adnan Aybaba’ya bağırıp, hakaret etmeyi takımının şerefini
kurtarmak için görev saymaktadır. Bir başka programda Beşiktaşlı Kazım
Kanat “G.Saray, Ze Roberto ile anlaştı ancak Fenerbahçeli Alex devreye
girip, ‘Gitme, paranı alamazsın’ dedi ve vazgeçirdi. Şimdi Beşiktaş için aynısı
söz konusu" diyerek futbolcuyu Türk futboluna ihanetle suçlamaktadır.
Televizyon yayın akışı içerisinde sıkça karşılaşılan bir diğer futbol
program türü ise canlı maç yayınlarıdır. Canlı maç yayınlarının TV programı
kategorisine alınmasının gerekçesi; televizyonun sahada var edilen futbolu,
özgün yapısından kopararak kendi gerçekliğine göre yeniden üreterek
program formatında yayınlamasıdır. Canlı olarak yayınlanan maç televizyon
gerçekliğine dönüşmekten kurtulamaz. Tarihsel çerçevede düşünüldüğünde
canlı maç yayınları televizyon futbolunun oluşumunun en önemli aşamasıdır.
Zamanla futbola endeksli bir televizyon teknolojisinin gelişmesi ile bu tip
programların da formatlarında değişiklikler yapılmış ve teknolojik
gelişmelerle futbol daha teknik bir olguya dönüşmüştür. Futbol sahada belirli
kurallara bağlı olarak oynanan bir oyun olmaktan çıkmış, stadyumdan futbol
dışı birçok ilginç görüntünün maç esnasında aktarıldığı bir karnavala
dönüşmüştür. Gol attıktan sonra tribünlere koşan Hakan Şükür’ün sevinen kızı
ve eşi, aile saadetleri unutulmadan ekranlara taşınmaktadır. Trabzonsporlu
İbrahima Yattara maç esnasında yaptığı sıradan faullerin tekrar tekrar
gösterilmesi ve siyahî futbolcu olmanın verdiği olumsuzlukla yılın en hırçın
Futbolun televizyonda yeniden üretimi
131
futbolcusu seçilebilmektedir. Maçı izleyici için canlı yorumlayan İlker Yasin,
görüntüsüyle olmasa da sesiyle bu eğlenceye eşlik etmektedir. Penaltı olarak
yorumladığı pozisyonun görüntü tekrarı sonrasında gönül rahatlığıyla “hiç de
bir şey yokmuş canım” diyebilmektedir. Takım elbiseleriyle şeref tribününü
dolduran devlet erkânını kameralar selamlamalı ve stadyumdaki taraftara
“sayın bakanımız ……. stadyumu teşrif etiler” anonsu televizyon izleyicisine
eksiksiz olarak aktarılmalıdır.
Maç yayınlarının büyük kazançlar sağlanan bir organizasyona dönüşmesi
ile canlı maç yayınları büyük miktarda paralarla ücretli kanallara transfer
edilmiştir. Bu süreç sonrasında ulusal lig yayınlarını şifreli kanallara kaptıran
televizyon kanalları içeriklerini Avrupa liglerinden maç yayınları ile
doldurmayı tercih etmişlerdir. Bugün birçok TV kanalının prime-time yayın
saatlerinde; Almanya, İngiltere, İspanya, İtalya, Fransa liglerinden naklen maç
yayınları yapılmaktadır. İngiltere ulusal ligi Premier Lige’nin şampiyonunun
belirleneceği son haftasında, şampiyon adayları Chealsea ve Manchester
United’ın maçları eş zamanlı olarak Fox TV sayesinde futbol severlerle
buluşturmuştur. NTV bu atağa İspanya ligi La Liga’dan Real MadridBarcelona maçının yayını ile cevap vermiştir. Kanal 24, İtalya ligi Seri A’yı
İtalyan müzikleri eşliğinde verirken, Fransa ligi bir başka kanalda
yayınlanmaktadır. İzler kitlenin yoğun ilgisi sonrasında yabancı liglerden maç
yayınlarını elde edebilmek için çetin bir mücadele başlamıştır. Bugün
televizyon kanalları yabancı liglerden maç yayınlarını alabilmek için ciddi
miktarlarda paralar ödemektedirler. Bir yabancı ligin yayın hakkı gelecek
sezonda başka bir TV kanalına transfer edilebilmektedir. Bu yayın haklarıyla
ilgili transferler haftalar öncesinden futbolseverlerle paylaşılmakta ve
futbolseverler bu görsel şova davet edilmektedir. Maç yayınlarının yanı sıra
genellikle hafta sonlarında Avrupa liglerindeki puan durumu ve o hafta
oynanan bütün maçlardan özet görüntülerin verildiği küçük çaplı programlar
da maç yayınlarını desteklemek için yayınlanmaktadır.
Yakın dönemde televizyon kanallarında yer almaya başlanan futbol
programlarından birisi de, futbol bahis oyunları için yayınlanan “iddaa”
programlarıdır. Genel olarak bahis oynanacak olan maçlar hakkında
istatistiksel bilgiler ve bahis oranları hakkında bilgiler programın içeriğini
belirlemektedir. Bu tarz programların temel işlevi futbolu ekonomik bir getiri
unsuru olarak izleyiciye kabullendirtmektir. Programın formatı tamamen bu
amaç doğrultusunda kurgulanır. Show TV’de yayınlanan “İddialı Yorum”
programını istatistik dünyasının önde gelen ismi olarak sunulan Dr. Gürkan
132
M. Şeker – A. Gölcü
Kubilay sunmaktadır. Futbolun ekonomik yönü program formatının
merkezinde olduğu için ekonomist ve futbol yorumcu kimliğiyle bilinen
Deniz Gökçe ve Avrupa liglerinin uzman ismi olarak tanımlanan Ogan Tarhan
da program katılımcıları olmayı hak etmektedirler. İddia programına bir başka
örnek program ise TV8’de yayınlanan “Bay Tahmin”dir. Program içerik,
yöntem ve format açısından “İddialı Yorum”un birebir aynısıdır. İddia
programları ayrıca yerli ya da yabancı maç yayın haklarını elinde bulunduran
şifreli yayın kuruluşlarının da yayın akışlarında yerlerini almışlardır. Özellikle
Lig TV’de dünya liglerindeki bütün takımların bahis oranları aktarılmakta ve
bu takımların son durumları iddia programlarında mercek altına alınmaktadır.
Bu programlar ekseninde oluşturulan futbol söyleminde futboldaki şans
faktörü tamamen yok sayılarak rasyonel bir futbol gerçekliği üretilmektedir.
İstatistik bilimi futbolun merkezinde yer almakla yetinmez, sahada oynanan
futbolun iç dinamiklerini dahi etkileyen ve şekillendiren bir güce
dönüşmüştür. Varoluşunu insan merkezli bir örgütlenmeden alan futboldan
insan öğesi soyutlanmıştır. Herhangi bir futbolcunun yüzde kaç oranında
isabetli pas verdiği, hangi kanatta geometrik olarak daha düzgün orta
yapabildiği, kaç tane isabetli pas verdiği, hangi hücum organizasyonunda
daha verimli olabileceği bilgisayar destekli teknik bir formatta yeniden
üretilerek izleyiciye aktarılır. Futbolu böylesine rasyonel bir zemine
oturtmaya çalışılan program, futbolu metalaştırarak tamamen ihtimallere bağlı
olan bir şans oyununun takipçilerine veri sağlamak için kurgulanmıştır.
SONUÇ
Günümüz koşullarında futbol, televizyonun sağlamış olduğu teknik
koşullar ve onun dramatize ederek uygun bir söylem çerçevesine oturtması ile
aktarılmaktadır. Kuşkusuz futbolu bu dönüşüm sürecine zorlayan etmen,
televizyonun kullanabileceği bütün içerikleri televizüel biçimlere
dönüştürerek kendi gerçekliği olarak sunmasıdır. Televizyon futbol
gerçekliğini kırarak kendi bünyesinde yeniden üretir. Futbol televizüel
dönüşüm aşamalarından geçirildikten sonra kendi özgün koşullarından
kopartılarak, televizyon içeriğinin bir parçası olmuştur.
Bir eğlence aracı olarak televizyon ele aldığı her türlü içerik gibi, futbolu
da kendi anlatısına uydurmaktadır. Kaldı ki futbol içerik olarak, televizyonun
anlatısına uygundur. Yapay ve önemsiz tartışmaların yaşanabileceği konular
sunan futbol, tam da televizyonun bu özelliğine uygun düşmektedir. Bir
Futbolun televizyonda yeniden üretimi
133
eğlence, dinlenme ve vakit geçirme aracı olarak kullanılan televizyon ve
benzer amaçlar için bağlanılan bir oyun olan futbol, birbirlerini karşılıklı
olarak geliştirmektedir.
Türk televizyonlarında da futbol, yüksek raiting sağlayan ve izleyicisi
garanti bir program türü olarak oldukça yaygın şekilde işlenmektedir. Futbola
ilişkin içeriğin yeniden üretiminde, Batı ülkelerindeki benzerleri gibi, Türk
televizyonlarında da futbol, daha sansasyonel, daha tempolu, çatışma, yarış ve
rekabet duygusunun öne çıkarıldığı bir tarzda yeniden üretilmektedir.
Televizyona özgü durmamacasına akış özelliğine uygun olan futbol, sürekli
haber ve program malzemesi sağlayan bir oyundur. Lig dönemlerinde olduğu
kadar, futbolun tatilde olduğu dönemlerde de bu oyuna ve oyunun aktörlerine
ilişkin zengin malzeme bulmak olanaklıdır. Futbol Türk televizyonlarında;
canlı yayın, spor haberi, magazinsel yorum programları, analiz programları,
bahis programları gibi farklı türlerde, çok sayıda programın içeriğini
oluşturmaktadır. Farklı anlatısal özellikleri bulunan bütün bu programlara
bakıldığında, televizyon anlatısının ana özelliklerini taşıdığı görülmektedir.
Dolayısıyla televizyondaki futbol, sahadakinden farklı, gerçekliğinden
koparılmış, mekanik bir şekilde yeniden üretilen bir televizyon gerçekliğine
dönüşmektedir.
KAYNAKÇA
Adaklı, G. (2001). Televizyon türlerinde dönüşüm. A.Ü. İletişim Fakültesi yıllık 1999,
Ankara: A.Ü. İletişim Fakültesi.
Arık, B. M. (2004). Medya çağında futbol ve televizyon arasındaki kaçınılmaz ilişki,
top ekranda. İstanbul: Salyangoz.
Authier C. (2002). Futbol A.Ş. (çev: Ali Berktay). İstanbul: Kitap.
Babaoğlu H. (2002). Maç 90 dakikadan sonra başlar. İçinde: B.Tut (der.). Top bir
dünyadır. İstanbul: Yapı Kredi.
Bourdieu, P. (1997). Televizyon üzerine (çev:T. Ilgaz). İstanbul: Yapı Kredi.
Çupi, İ. (2002). Futbolun ölümü. İstanbul: İletişim.
Ellis, J. (1999). Televizyonun anlatısı (çev: A. İnal). A.Ü. İletişim Fakültesi yıllık
1997-1998. Ankara: A.Ü. İletişim Fakültesi.
Fiske, J. ve Hartley, J. (1992). Reading television. London: Roudledge.
Galeano, E. (1998).Gölgede ve güneşte futbol (çev: E. Önalp &M. N. Kutlu). İstanbul:
Can.
Hamil, S. (1999). A whole new ball game? İçinde: S. Hamil,& J. Michie, & C.
Oughton (eds.). Business of football. Edinburg and London: Mainstream.
Holland P. (1997). The television handbook. London – New York: Routledge.
134
M. Şeker – A. Gölcü
Huizinga, J. (1995). Homo ludens (çev: M. A. Kılıçbay). İstanbul: Ayrıntı.
İnal, A. (2001). Televizyon, tür ve temsil, A.Ü. İletişim Fakültesi yıllık 1999, Ankara:
A.Ü. İletişim Fakültesi.
Kaplan, Y. (1993). Televizyon. İstanbul: Ağaç.
Kıvanç, Ü. (2001a). Kesin ofsayt: Televizyon futbolu ve futbol medyası. İstanbul:
İletişim.
Kıvanç, Ü. (2001b, 18 Şubat). Aydınlar futbolu anlamak zorunda. Hürriyet
Cumartesi.
Klose, A. (2001). Televizyon futbolu. Futbol ve kültürü. İçinde:R. Horak & W. Reıter
& T. Bora (eds.). İstanbul: İletişim.
Kozanoğlu C. (1990). Türkiye’de futbol: Bu maçı alıcaz. İstanbul: Kıyı.
Kurultay & Aytayman (1997). Futbol kültürü tartışmaları. İçinde: M. Kurt & V.
Aytayman & T. Kurultay (der.). Arena’da show: modern sporun dünü ve
bugünü. İstanbul: Sorun.
Mutlu, E. (1999). Televizyon ve toplum. Ankara: TRT.
Postman, N. (1994). Televizyon öldüren eğlence (çev: O. Akınhay). İstanbul: Ayrıntı.
Stemmler T. (2000). Futbolun kısa tarihi (çev: N. Aça). İstanbul: Dost.
Şahin, M. (1998). Spor ve ahlâkı. İstanbul: Evrensel.
Tomlison A. (1999). The games up: Essay in the cultural analysisi of sport. Leisure
and popular culture. Aldershot: Ashgate Arena.
Vassaf, G. (1996). Cennetin dibi. İstanbul: Ayrıntı.
Whannel, G (1992). Fields in vision. London and New York: Routledge.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.135-168
Makale
Futbolda görsel kimlik öğesi
olarak kulüp armaları
Mete Çamdereli1
Mert Gürer2
Öz: Futbolda görsel anlatımın öne çıkaran en temel öğe, kuşkusuz, yoğun bir
simgesel değere sahip olan kulüp armalarıdır. Armalar da, doğal olarak, çeşitli özgün
çizim, betim ve renksel bezemelerden oluşmuş estetik biçemleriyle, kurumsal
öyküleri de özümsemiş olarak bakış öznesine sunulur. Derin yapıya yöneltilmiş
derinliğine bir bakış işlemi için, armaları öncel ve sıradan bir bakış taramasından
uzaklaştırıp, özgül ve etkin bir bakış odaklanması altına doğru seçilip derlendikten
sonra Türkiye Süper Ligi’nde yer alan 18 futbol kuruluşunun arması, görsel gösterge
olarak incelendi. Çıkış-metin işlevi gören armaların okumasında, bütünü oluşturan
tasarımların yapıbirimlerinin biçimsel özellikleri ve içerik düzlemi açklandı.
Çözümlemeler, en sık kullanılan renkbirimlerin beyaz ve kırmızı olduğunu, ulusal ve
kent görselleriyle kentlerin ve/ya da kentsel değerlerin vurgunlandığını gösterdi.
Anahtar sözcükler: Futbol, arma, logo, görüntü gösterge.
Emblems of soccer clubs as visual identity component
Abstract: The most essential component which highlights the visual narrative in
soccer are, without a doubt, emblems of soccer clubs which have intense symbolic
value. Emblems with their aesthetic style, which is formed by their authentic design,
description and color ornaments, are also presented to the subject of view that
assimilates the corporate stories. 18 Turkish Super League clubs’ emblems were
studied. The structural units of formal qualities and the content level were analyzed.
The findings showed that white and red were the mostly used color units and national
city values and city landmark visuals were reflected in the designs of the emblems.
Keywords: Soccer, emblems, logo/type, visual sign.
1
2
Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: [email protected]
Arş. Gör., Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: [email protected]
136
M. Çamderelei – Mert Gürer
GİRİŞ
Futbol kulüpleri, varoluş alanlarında diğer kurumsal yapılar gibi,
kendilerini türdeşlerinden farklılaştıran ve kendilerine kolay tanınırlık/
bilinirlik sağlayan kurumsal kimlik tasarımlarını önemserler. Ayırıcı işlev
olgusunu üstü kapalı biçimde üstlenen kimlik tasarımları, değişik görsel
araçlarca -kartvizitler, zarflar, çıkartmalar, levhalar, alınlıklar gibi- yaygın
kitlelere ulaşır ve alımlayıcılarına kulübün bütüncül bilgisini iletirler.
Futbolda görsel kimliği öne çıkaran en başat öğe, kuşkusuz, yoğun bir
simgesel değer içeren kulüp armalarıdır. Kulüpler, ölçülü ve ölçünlü olarak
kurgulanmış armalarda boy verir, kendilerini armalarıyla ifade ederler.
Armalar da, doğal olarak, çeşitli özgün çizim, beti, betim ve renksel
bezemelerden oluşmuş estetik biçemleriyle, kurumsal öyküleri de
içkinleştirmiş olarak bakış öznesinin görsel belleğine sunulur.
Her biri âdeta bir görsel şölen ve imge dağarı olan kulüp armaları, görsel
belleğe kaydedilmeye ve gerektiğinde sahibi için belleğin dolambaçlı
yollarından geri çağrılmaya elverişli donanımlarıyla armalar dünyasında
ayrıcalıklı yer edinirler. Kendi dizisel bağlamında bile karşıtlık ilişkileri
kurabileceği öteki kulüp armaları arasından seçilebilirlik yetenekleri
yüksektir; ve her düzeyden görsel uyarı ve kışkırtıyla alımlayıcı belleğini
güncellemeye yatkındırlar. Değişik toplumsal yaşam alanlarında
yandaşlarınca baş tacı edilebilecek denli öncelenen kulüp armaları, neredeyse
bayraklaştırılan, hatta daha ileri giderek, deyim yerindeyse kutsallaştırılan
görüntübirimlerdir; ilk bakışta yalın bir yapıda oldukları düşünülse bile, bakış
derinleştikçe girişik ve karmaşık bir bütünlük sundukları öngörülebilirdir.
Derin yapıya yöneltilmiş derinliğine bir bakış işlemi için, armaları öncel
ve sıradan bir bakış taramasından uzaklaştırıp, özgül ve etkin bir bakış
odaklanması altına doğru itmek gerekir. Seçilerek derlenmiş bir bütüncenin
çözümleyici bir okuma edimine tabi tutulması amaca uygun sonul bulgular
elde etmek için kaçınılmazdır. İnceleme, Türkiye Süper Ligi’ndeki kulüp
armalarıyla sınırlandı. Süper Lig’de yer alan futbol kuruluşlarının kimliğini
gündelik iletişim ortamına taşıyan, kimliğin öyküsünü alımlayıcıyla
buluşturan ve öykülerin anlatı evrenini diri tutan 18 arma, okuma edimi için
birer görsel gösterge olarak incelemede kullanıldı. İncelemede, önce futbol ve
marka olgusuyla ilgili genel bir gerşplan ve kuramsal tartışma sunuldu ve
ardından kulüp armalarının söylemi açıklandı.
Takım armaları
137
TARİHSEL GERİPLAN VE KURAMSAL ÇERÇEVE
Futbol olgusu: Eğlensel oyundan tecimsel söyleme
Gündelik yaşamın vazgeçilmezleri arasında yerini alan ve kitleleri
derinden etkileyen futbolun nerede ve ne zaman başladığı konusunda, yazık
ki, elde kesin veriler yok. Günümüze ulaşabilen tarihi buluntulardan, top
oyununun Sümerlere dek uzandığı anlaşılıyor. İ.Ö. 2500’lerde ise Çin’de,
İmparator Huang - Ti’nin askerlerinin, toprağa dikilen iki direk arasından bir
topu geçirerek yarıştıkları kayıtlara geçiyor3. Öte yandan, eski Türklerin de
futbola çok benzeyen ve adına “tepük” dedikleri bir top oyunu oynadıkları
konusunda sağlıklı bilgi ve verilere (Arıpınar, 1992) ulaşmak mümkün.
Yönümüzü Akdeniz ile Avrupa’ya doğru çevirecek olursak, çeşitli duvar
resimlerindeki ‘top oynayan insan’ figürlerinden, futbolun Mısır
Uygarlığı’nda da oynandığı anlaşılıyor. Ayrıca, Sezar döneminde Romalıların,
Harun Reşit döneminde de Arapların topla oynadıkları, Yunanlı şair
Homeros’un Odissea’sında, ifade ediliyor (Arıpınar, 1992).
Futbolun belirli kurallar eşliğinde oynanması, ilk kez İ.Ö. 100’de
Sparta’da görülüyor. Günümüzdeki kuralların temeli ise ‘harpastum’ ile
atılıyor. Ayakla olduğu gibi elle de oynanabilen bir futbol olarak Harpastum,
önce topu kapmak, sonra da el ve ayak vuruşları ile rakip savunma alanına
taşımaktan ibaretmiş; sert kurallarıyla Romalı askerlere savaş taktiklerini ve
manevra yeteneklerini geliştirme imkânı sağlayan bir oyun olarak biliniyor.
Ortaçağda Romalı askerler ve Fransızlar tarafından oynanan ‘La Soule’ de,
ayrıca, futbola son derece yakın bir oyun olarak görülüyor (Arık, 2004).
Bütün bunlarla birlikte, futbol, bugünkü kurallara en yakın durumuna 17.
yüzyıl İngiltere’sinde kavuşuyor. Kuralların şekillenmesinde İtalya’dan gelen
‘Calcio’nun da önemli etkisi bulunmaktadır. II. Charles ile İngiliz soylularının
İtalya’da görüp beğendikleri ve kendi ülkelerine götürdükleri Calcio, belirli
kurallarıyla günümüz futboluna çok benzeyen bir oyun; iki eşit parçaya
ayrılmış geniş bir alanda ve 27’şer kişilik takımlar arasında oynanır ve kural
3
Çin kaynaklarına göre, futbol İ.Ö. 2697 civarında, efsanevi ‘beş imparator’dan biri olan
Huang-ti zamanında oynamaya başlamıştır. Çinliler bu oyunun adını ts’u kü demekte
haklıydılar: ‘top(kü), ayakla oynamak(ts’u)’. Yaklaşık onar kişiden oluşan iki takım dört
köşeli bir oyun sahasında başlangıçta içi tüy dolu masif bir topu, bambu direklerinden
yapılmış ve fileyle örülmüş olan yaklaşık beş metre yüksekliğindeki bir kaleye sokmaya
çalışırdı. Bkz: Stemmer (2000: 13).
138
M. Çamderelei – Mert Gürer
olarak ayakla vurularak götürülen topun rakip kaleye sokulabilmesine dayanır
(Arıpınar, 1992). Modern futbol İngiltere'den dünyaya yayılırken, ülkemize,
belli başlı liman kentlerine yerleşen İngilizler tarafından getirilmiştir. Osmanlı
topraklarında ilk futbol maçının 1875'te Selanik'te oynandığı ve daha sonra
1877’de İzmir'in Bornova düzlüklerinde futbol maçları yapıldığı da biliniyor.4
Tarihçesinden daha çok eğlensel bir işlev okunan futbol olgusu, bugün
tecimselleşmiş bir serbest zaman etkinliği olarak dünyaya yayılmış FIFA gibi
uluslararası bir federasyon çatısı altında örgütlenmiştir. Ulusal federasyonlar,
konfederasyonlar ve kulüpler hep FIFA’nın denetim ve yönetimi altındadır.
Günümüzde ulusal federasyonlar, kendi maçlarını düzenlerler. Uluslararası
müsabakalardan Olimpiyat Oyunlarındaki Futbol Turnuvası’na ve Dünya
Kupası’na dek tüm resmi karşılaşmalar FIFA’nın bilgisi altında gerçekleşir.
Her geçen gün kendini fiziki ve kültürel olarak yenileyen ve seyircitüketicinin ihtiyaçlarını önceleyen modern futbol, artık, oldukça devingen bir
oyun olarak izleme hazzını diri tutan bir sektör durumuna gelmiştir. 19.
yüzyıldan sonra on birer kişilik iki takım ve dört hakem ile 90m x 45m
boyutundaki iki yarı alanlı bir çim sahada oynanır olmuş; uluslararası
organizasyonlar, farklı statülerde gerçekleştirilen turnuvalar ve her ülkenin
oluşturduğu ligler ile kolaylıkla geniş kitlelere yayılabilmiştir.5
Bugün, hemen hiçbir spor dalı futbolla boy ölçüşebilecek durumda
değildir. Özellikle gelir getirmeyen spor dalları serbest zamanların
değerlendirilmesinde popülerliği olmayan etkinlikler konumundadır. Futbolun
beşiği olarak nitelendirilen İngiltere ile başlayan uzmanlaşma süreci, sanayi
devrimi ile beraber kurumsallaşmış ve kendi işleyişini sağlamlaştıracak bir
organizasyon şemasına ulaşmıştır. Kitlelerin eğlenmeye ve yarışmaya olan
açlığını araçsallaşarak doyurmaya girişen futbol da böylece bir serbest zaman
hobisi olarak giderek profesyonelleşmiş, kültür endüstrisinin de yardımıyla
artı kazanç sağlamaya yönelik bir spora dönüşmüştür. Bu dönüşüm
4
5
Doğrudan futbol ile ilişkili olmasa da, maç, karşılaşma ve ezeli rekabet denince spor
tarihimizde önemli yer tutan Bamyacılar ile Lahanacıları burada anmamak olmaz.
Bamyacılar ile Lahanacılar, Osmanlı devrinin en büyük ve köklü iki kulübüydü. Saray
merkezli spor-savaş oyunu karşılaşmaları çoğu kez günümüzün kulüp maçlarını andırırcasına
bu ikili arasında yapılırdı Bkz: Sakaoğlu (2002: 48–51).
Ülkemizde de farklı statülerde kademeli olarak mücadele veren birçok futbol kulübü
bulunmaktadır. Kulüpler, 7 farklı lig -Turkcell Süper Lig, Bank Asya 1. ligi, TFF 2. ligi, TFF
3. ligi, Amatör Ligler, PAF ligi, Bayanlar Ligi- çatısı altında bulunmaktadır. Bkz:
http://www.tff.org/Default.aspx?pageID=119. 20.03.2008.
Takım armaları
139
sonucunda, tarihsel serüveni eğlensel bir stratejik oyun olarak başlayan ve
bireyin kendisiyle birlikte rakibinin de zihinsel ve fiziksel gelişimine katkı
sağlayan futbol, doğal olarak, kapitalist süreçte tecimselleşerek metalaştı;
değişim ile kendine bir pazar ortamı oluşturdu. Yaşanan değişim, öncelikle
futbolcu transferlerinde kendini gösterdi. Piyasa kurallarıyla oyun olgusundan
koparak birer tecimsel meta haline gelen oyuncular, ekonomik değere
indirgenmiş oyunlarda kendileriyle birlikte kulüplerin de tecimsel çıkarlarını
gözeten tüketim nesnelerine dönüştüler; zevk ve hazzı kara dönüştüren
aktörler olmak rolünü üstlendiler. Değişim rüzgarı, kuşkusuz, kulüpleri de
önüne kattı; yeni tecimsel açılımlara (borsa, sportif ürün üretimi, transfer gibi)
zorladı. Kulüpler de, doğal olarak, futbolcular gibi sıkı ekonomik rekabet
koşulları altında kaldılar. Herkesin kolaylıkla anlayabileceği türden tecimsel
kurallar manzumesiyle beslenen bu yeni ya da yeniden üretilmiş futbol
anlayışı, ürünlerin (forma, şapka, rozet, atkı vb.) satılabilmesi için futbol
tüketicisinin hizmetine yeni rol modeller üretti. Futbol için kurgulanan
tüketim çevrimi, kitle iletişim araçlarının yoğun desteğini yanına alarak ve
gündem belirleme gücünü kuşanarak, ünlendirdiği oyuncuları takımların
tecimsel kaygılarına karşılık gelebilecek kıvamda durmaksızın güncelledi.
Futbol, böylece, kitlelerin ve gelecek nesillerin yönlendirilmesinde araçsal bir
işlev yüklenerek toplumsal, siyasal, ekonomik bunalımları perdeleme ya da
küresel insanlık sorunlarını gündem dışı tutabilme gibi görevleri ustalıkla
yürütür duruma geldi.
Tarihsel birikiminden koparak küresel sermaye içerisinde kendini
ideolojik ve ekonomik söylem alanında sürekli yeniden üreten futbolun, tam
da bu noktada, kitlelere yepyeni bir yaşam kültürü aşıladığı ve değişik bir
inanç ortamı oluşturduğu kolaylıkla söylenebilir; hatta kendi tasarladığı çeşitli
ritüelleri -uygun giyinme, uyumlu söz üretimi, bağımlı cemaat davranışı gibitüketici kitlesine dayattığı da. Dahası, bir endüstri kolu olarak, artık neredeyse
dinsel bir işlev yerine getirdiği ve dinsel bir dil kullandığı da saklı değildir.6
Futbol, icat ettiği, ardından hızla dolaşıma, tüketime ve kullanıma soktuğu
ikonlar, idoller, yıldızlar, deyim yerindeyse, yeni tanrılar aracılığıyla din dışı
kutsallar üretmekten geri durmaz (Arık, 2004:185).
Sonuçta, sıradan futbol olgusu, kapitalizmin kültürel, siyasal ve ekonomik
değer üretim sürecinde kendini birden sıra dışı bir konumda bulur ve
6
Sahanın kiliseye, taraftarın cemaate benzetildiği çalışmalar için bkz: Berger (1996).
140
M. Çamderelei – Mert Gürer
üzerinden umut tacirliği yapılan bahisler ile reklam paylarının oyuncağı
durumundaki bir söylem alanını belirler. İşlevleri söylemleri korumak ya da
üretmek olan bir söylem cemaatinin (Foucault, 2003) istençli ya da istençdışı
isterleri doğrultusunda, doğal olarak, markalaşmanın çileli yollarını kat eder
ve marka imparatorluğunun dehlizlerinde yönünü ve konumunu yitirmemek
için yoğun çaba harcar.
Futbolda markalaşma ve görsel kimlik
Markalaşma ve marka iletişimi için gerekli konumlandırma, tutundurma
ve sadakat oluşturma çabasında görsel kimlik çalışmaları vazgeçilmezdir.
Görsel kimliğin vazgeçilmezi ise kurumsal algı ve kültürü her yönüyle
betimleyen logo tasarımlarıdır. Kurumsal hedefler açısından yeterince zengin
ve yetkin bir imge yüküyle donatılan logolar kurumsal kimliğin dışa açık yüzü
ya da kuruluşların muhataplarına gösterdikleri kartvizitleridir.
Yukarıda gelişimini izlediğimiz futbol kulüpleri de, markalar deryasına
yelken açarken genelde görsel kimliğin özelde logonun güncel öneminin ve
ekonomik değerinin farkına vardılar. Bu anlayış değişikliği, iletişim
etkinliklerinin markalaşmanın isterleri doğrultusunda harekete geçirilmesine
yol açtı. Futbolun oyun ve eğlenceden sektörel söyleme doğru kayması,
beraberinde armaların da yalın biçimde yürüttükleri temsili işlev ve
yeteneklerinin yitmesini getirdi. Takım armaları, bu durumda, yerlerini kar
maksimizasyonu ve tecimsel kimlik inşası gibi amaçları meşru kılan bir dizi
ekonomik değere evrildi ve eğlensel hazzın peşinde gözü dönmüş bir tutum
geliştiren yeni tüketici kültüründe tıpkı diğer armalar gibi buharlaşarak
logolaştı. Artık sıradan bir takım işareti ya da öbürünü berikinden ayıran
simgesel düzeyli yalın bir araç değil, bir kuruluşun marka serüveninde öne
çıkan tecimsel iletişim öğeleriydiler.
İnceleme ve çözümleme süresince “logo” terimi yerine “arma” kavramını,
tekil ve içkin bir okuma işlemi gerçekleştirme kaygısıyla kullanıldı. Çünkü
içkin bir incelemede ön koşul, inceleme nesnesinin olabildiğince artıkbilgi
yükünden arındırılmış olarak kendi içinde ve kendisi için incelenme olanağı
bulmasıyla yerine gelir. Armalar marka kimliğinin vazgeçilmezi olarak değil
de takım ya da kulüplerin yalın ve hesapsız bir göstergesi, görsel temsilcisi
olarak ele alındı, ama öte yandan, amblematik bezemelerle dolu takım
armalarının, tecimsel karakterli karşılığı kuşkusuz göz ardı edilmedi.
Arma ile logonun terimsel kaygılarını bir yana bırakacak ve yöntemsel
tutumu da izleyen başlıklara öteleyecek olursak, iyi tasarlanmış logoların,
Takım armaları
141
aşağıdaki çizimde de görselleştirilmeye çalışıldığı üzere, ayırt edici birer
işaret ya da alamet olmanın ötesine geçmiş, daha çok ekonomik değer
çerçevesinde kaliteyi, güvenirliliği ve özgünlüğü açık ya da gizli biçimde
imgeleyen bir sürü bilginin onaylayıcıları haline gelmiş olduklarını (Knapp,
2003: 90) söyleyebiliriz, hatta sadece görüneni değil görünmeyeni
anlattıklarını da. Öyle ki, logolar barındırdıkları amblematik simgeler,
şekiller, beti, betim ve çizimler ile çağrışımlar yaratarak kurumsal kültüre
karşılık gelen kavramsal bir bütüne ulaşılmasına yardımcı olur ve
arkalarındaki kurumlar ile o kurumların sahip olduğu imajı betimler;
kuruluşların yokluğunda, varolan değerinin zihinlerde görselleşmesini
sağlarlar (Çamdereli ve diğerleri, 2006).
Kulüp logoları kentsel uzamlar ile kitle iletişim araçlarında sıkça
görünürlük sağlamak ve görünürlüğünü artırmak amacıyla çeşitli uzamlara
konumlanırlar. Geniş bir yayılım alanına sahip bu konumlandırma konusunda
bir fikir edinebilmek ve iletişimsel etkisini alımlayabilmek için
konumlandırılma uzamlarını kısaca göz atmakta yarar var:
• ana uzam olarak takım ya da oyuncu formalarında,
• genel uzam olarak stadlarda, otobüslerde, çıkartmalarda, basın
toplantıları yapılan yerlerde,
• ardıl uzamlar olarak basketbol, voleybol, izcilik gibi takımlarda ve bu
takımların yayılım yerlerinde,
• bir endüstri uzamı olarak bizzat kulüp ürünlerinde -kaşkol, şapka,
çorap, t-shirt vd.,
• ekonomik değer üretmede paslaşma uzamı olarak başkaca kuruluşların
ürünlerinde -banka kartları, telefon kartları vb. gibi hizmetler ile yalama
şekerler gibi kimi gıda ürünleri ya da promosyon ürünler.
• kurumsal (görsel) kimlik uzamlarında -kartvizitler, antetli kağıtlar,
internet ortamları gibi araçlar.
Logoları konumlandırılma uzamlarında bulundurmak, kulüpleri kolaylıkla
anlatan temel aracın alıcının her an yanında ve yakınında tutmak demektir.
Sıradan bir iletişimsel durum ya da olay logoların konumlanması ve
alımlanmasıyla kolaylıkla eğretilenir. Örneğin, karşılaşmalar tamamlandıktan
sonra medyaya görsel haber olarak geçilen takımlar, çoğu kez logolarıyla
birlikte verilir. Böylelikle, oyun içinde takımlar arasında tamamlanmış rekabet
medya uzamında sanki logoların mücadelesi olarak sürmektedir. Rekabet,
karşılaşma ya da oyunun, öncesinde ve sonrasında ya da saatler önce ve sonra,
logolarda ve logolarla soyutlanarak eğretilendiği pekâlâ ileri sürülebilir.
142
M. Çamderelei – Mert Gürer
YÖNTEM
Çözümleme modeli kurgulama arayışında örneksediğimiz Hjelmslev,
bize, Saussure’ün gösterge kuramındaki iki düzlemin (gösteren ve gösterilen)
dönüşümlü ve eşbiçimli açılımını sunar. Hjelmslev, ayrıca, daha sonra Barthes
başta olmak üzere, birçok göstergebilimcinin de kullandığı yananlam ve
düzanlam olgu ve kavramlarını, göstergenin iki değişik değeri olarak ortaya
atar. Bilgin’e göre, herhangi bir sözce ilk anlamının dışında (düzanlam), daha
başka anlamlar da taşıyabilir. Sözgelimi, bir konuşucunun sözleri, belli bir
anlam taşırken (düzanlam), konuşma biçimi de hangi yöreden olduğunu
gösterebilir (yan anlam) (Rifat, 1998:123). İçeriğin biçiminde böyle
güncellenen anlamlama kodu, aynı zamanda, bağlamsal olarak üretilmiş
gösterge dizgesidir. (Çamdereli v.d., 2006).
Kulüp armalarına nüfuz etmeye girişirken, futbolda arma ve logo
söyleminin, kulüplerin ürettikleri söz ya da sözlerin göndergeleriyle
biçimlendiğini öngörmek gerekir. Arma temelindeki bireysel düzeyli sözün,
kendinden çok daha geniş bir kültürel anlamlama dizgesine gönderme
yaptığını da. Çünkü, sözün üretken ve çoğul niteliği, aynı zamanda, armanın
ya da herhangi bir göstergenin söylem alanının oylumlu kaplamını
betimleyicidir. Arma gibi çok üretken bir sözün söylem alanını bulgulama
girişimi, çözümlemeci için kuşkusuz tümleşik ve durağan bir alanın kimi
zaman kımıltı ve salınımlarına tanıklık etmek demektir. Söylemin çalkantılı
belirsizliklerinde yitip kaybolmadan, her düzey ve düzlemde önceden
sözcelenmiş bütüncül bir yapıyı, yani söylemi bulgulamak yöntemsel
tutamaklara sıkıca yapışmakla mümkündür.
Kulüp armalarının sözünü okumaya ve irdelemeye girişince, bütünceyi
oluşturan tasarımların belirgin, ayırıcı birimlerine, bir başka deyişle bakışı
nesneleştiren kurucu yapıbirimlerine odaklanmak gerekeceği açıktır. Bu
yapılırken, bir yandan biçimsel özellikler betimlenmeli diğer yandan yüzeyde
öne çıkan yapısal birimlerin içerik düzlemine nüfuz edilmelidir. Öyleyse,
anlatımın biçiminde tanıklık edilen üst düzeyli görüntüsel birimlerin
anlamlama yapısı, içeriğin biçimindeki alt düzeyli konumları hesaba katılarak
ayrı ayrı incelenmeli ve sonul bir bireşime ulaşma çabası gösterilmelidir.
Ancak, okuma ve çözümleme işlemlerinin bütüncedeki inceleme nesnelerinin
niceliği ile doğrudan ilişkili olduğu ve azlık ya da çokluk olgusunun
çözümlemecinin ayrıntılandırma konusundaki yöntemsel tutumunu doğrudan
etkileyici olduğu da gözden ırak tutulmamalıdır.
Takım armaları
143
Ayrıca burada önerilen yöntemsel kesit, Hjemslev’in dil cebirini
(glosematik) (Hjelmslev, 1971) kurgularken kuramsallaştırdığı eşbiçimli
göstergesel düzenektir. Eşbiçimli düzende çözümlemeci, birinci eklemleme
düzeyindeki anlamlı birimlerin sesbirimleri oluşturması (Martinet, 1970) gibi,
çift eklemli bir yapı karşısında anlam evrenini öncelikle bütüncül biçimde
algılar, ardından bir töz ve biçimden oluşan iki düzlemli -anlatım ve içerik- ve
eşbiçimli -anlatımın biçimi ve tözü ile içeriğin biçimi ve tözü- yapıdaki
iletinin söylemini biçimler -anlatımın ve içeriğin biçimi- üzerinden
bulgulamaya çabalar. Biz de, bu tutumdan yola çıkarak, iki düzlemli yapıdaki
göstergesel birimlerden oluşan inceleme nesnemizi yalın ve ayrıntısız bir
çözümleme işleminden geçirmeyi uygun gördük ve anlamsal yapıyı, anlatımın
biçiminden okunan ‘içeriğin biçimi’nde aradık; bunu yapabilmek için,
çözümleme işlemi sırasında atılacak adımları, dildışı gerçeklik dizgesinde
kalan tözsel düzeyleri -anlatımın tözü ile içeriğin tözünü- öteleyerek yalnızca
‘biçim’ düzlemlerini üç düzeyde belirledik:
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: anlatımın tözünden biçimlendirilmiş ve kurgu-içlemi tekil bir
yapısal değer olarak öne çıkarabilen tasarımsal çerçeve.
Yüzey: anlatım tözünden biçimlendirilmiş ve tasarımın anlamlama
düzeyine gönderme yapan biçimsel göndergeler bütünü ya da anlatımın
indirgenmiş biçim düzeyi, sınırlanmış görünürlük içlemi.
Renksel örüntü: renk tözünden biçimlendirilmiş ve türlü dönüşüm ve
değişkelerle (içlemsel) bağlama uygunlaştırılmış renksel anlatı birimleri.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: anlatımın biçiminden alımlanmış ve içeriğin tözünden
biçimlenmiş değerler bütünü ya da kavramsal alanı çevreleyen işlevsel
içerikbirimler.
Yüzey: anlatımın biçiminden alımlanmış ve içeriğin tözünden seçilerek
biçimlenmiş değerler bütünü ya da görünürlükten yoksun kurgu-içleme özgü
tekil anlamsal yapı.
Renksel örüntü: anlatımın biçiminden alımlanmış ve renksel içeriğin
tözünden seçilerek biçimlenmiş yüzeye katışmış kavramsal göndergeler
bütünü ya da renksel içerikbirimler.
144
M. Çamderelei – Mert Gürer
ANALİZ
Çözümleme işlemini yöntemsel tutuma koşut biçimde gerçekleştirirken,
bir karışıklığa meydan vermemek ve izlenme kolaylığı sağlayabilmek için
rastlantısal seçim ölçütü bir yana bırakılarak yeterince yalın bir abecesel
sıralama yeğlenmiş; bütünceyi oluşturan armalar yalın biçimde
çözümlenirken, doğal olarak, yeterince kısa bir okuma ve açımlama
süzgecinden geçirilmiştir.
MKE Ankaragücü
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: ince sarı bir çizgiyle sınırlandırılmış ve alttan sivrilerek
yuvarlanmış taçlı bir kalkan görünümündedir.
Yüzey: sınırların tasarım ritmine tümüyle uyumlu on bir ayrı dikey satır,
yazıbirimler, sayıbirimler ve bir arma bezemesiyle bezenmiştir.
Renksel örüntü: ayrıksı ve geçişimli bir görünüm arz eden renkbirim
konumlanması, karmaşık bir yapı çizmemek kaydıyla birbirine bağımlı ve
koşut olarak düzenlenmiş dikey kalın çizgisel biçimdedir. Renksel örüntüye
sarı ve lacivert renkbirimler egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: Tasarımda belirlenen sınırlar, yumuşak hatlarıyla imge derleyici
bir görünüm sunmakla birlikte sözcelem düzeyindeki çizimsel birimleri de
toparlayıcı bir anlamlama düzlemi ortaya çıkarmaktadır. Çerçeveyi belirleyen
taçlı kalkan görünümü ise bir korunma silahı olması bakımından uç
çağrışımlara kapı aralamaktadır. Bu soydan tasarımların, -rastlantısallık
olasılığı göz önünde bulundurulmak koşuluyla- daha çok Avrupa savunma
silahı olan kalkanı anıştırma yetenekleri bulunmaktadır.7
Yüzey: Bir iç-logoyu amblemli bir alınlık gibi öne çıkaran üst-yüzeydeki
taçlandırma kurgusu, ikincil düzeyden göndergeleri içkinleştiren bir erk ve
önem imgesini üstü kapalı biçimde içselleştirir. Üst-yüzeyde tacı
biçimlendiren yazısal ve çizimsel birimler, yüzeye yukarıdan bir egemenlik
kurarak alıcıdaki görsel dikkati kendileri lehine uyarırlar. ‘Gücü’
yazıbirimlerinin tasarım sınırlarına koşut biçimde daraltılarak dikey satırlara
7
Taçlı kalkanı anıştıran haçlı bir kalkan ile zambak çiçeğiyle temsil edilen Fransa krallık
arması bu biçimsel durumun çoklu yapısına örneklik edebilir.
Takım armaları
145
yedirilmesi ve görsel bir dalgalanmaya neden olacak biçimde orta-yüzeye
yerleştirilmesi, dilsel okuma edimindeki ‘MKE Ankara’ ile birleştirme
işlevini örselememekte, tam tersine kimliğin açınımı işlevini üstlenmektedir.
Renksel örüntü: lacivert ile birlikte kolay seçilebilir bir renkbirim olarak
sarı sıcaklık ve yakınlık duygusunu tasarımda ayrıcalıklı duruma getirirken
belirgin ikinci renkbirim olarak lacivertin olgunluk ve ciddiyet göndergelerini
de içselleştirdiğini göz ardı etmemekle birlikte, arma bağlamında daha çok
güç ve büyüklük imgesine gönderme yaptıklarını ileri sürmek mümkündür.
Ankaraspor
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: ince mavi çizgi ile sınırlandırılmış, alttan yuvarlanmış üstü düz
bir rozet görünümündedir.
Yüzey: sınırların tasarım ritmine tikel olarak uyumlu yazıbirimler, leopar
illüstrasyonu ve sayıbirimlerle bezenmiştir.
Renksel örüntü: yüzeye yayılan leopar görünümü tekil bir renksel
karşıtlıkla belirginleştirilmiştir. Renksel örüntüye mavi ve beyaz renkbirimler
egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: ince bir çizgiyle anlamlama alanını belirleyen sınır tasarımı,
tekdüze bir sıradanlık ve abartısız bir söz ediminin duyurucusu niteliği
taşıyor. Yüzey birimleriyle bütünleşik ya da ayrık yapısı sözcelemin
sınırlarına
esneklik
kazandırıyor;
anlamlama
düzeyinin
daralıp
genişleyebileceğini sezdiriyor.
Yüzey: görüntüsel gösterge yüzeyindeki yazısal, sayısal birimler tanımsal
bir sözceyi üretme ve kurumsal kimliği betimleme olanağı verir. Tasarımda
üst ve alt yüzeye yayılmalarına karşın kolaylıkla bütünleşebilen ve bütüncül
bir okumayı kolaylaştıran adlandırma ve tarihlendirme iletileri kuruma aidiyet
geliştirme, geçerlilik ve bilinirlik gibi değerler katma çabasını durmaksızın
güncelleme işlevi üstlenirler. Ayrıca, ‘ankara’ ile ‘spor’ yazıbirimlerinin ayrı
satırlara yerleştirilmesi kulübün kentsel aidiyeti ile etkinlik alanını da
betimlemektedir. Öte yandan, soyu tükenmekte olan ‘Anadolu panteri’
illüstrasyonu kentsel ve kurumsal kimliğin ilişkilendirme edimi üzerinden
anlatımıdır. Panter’in derisindeki bezemelerin futbol topunu doğrudan
çağrışıtırıcı niteliği ardıl bir ayrıntı olarak dikkati çekmektedir.
Renksel örüntü: yüzeyi büyük oranda kaplayan ‘mavi’, genel anlamda,
sakinlik, edilginlik, erkeksilik gibi imgeleri içselleştirirken ‘beyaz’ da doğal
146
M. Çamderelei – Mert Gürer
olarak temizlik, erdem, seçkinlik, yenilik gibi bir kavram alanına gönderme
yapmaktadır. Renksel tasarımdaki yalın örüntü, kullanılan renkbirimlerin
bütün bildik göndergelerini içlemine alır; ama bilen bakış için daha çok
alışıldığın dışında yeni bir kulüp imgesi çağrıştırır. Tarihsellik ve
geleneksellik kimliğini üzerinde taşıyan rakipler karşısında verilen bilinirlik
mücadelesi, seyrek karşılaşılan bir hayvan illüstrasyonuyla betimlenmektedir.
Yoğun beyaz bir alana yayılarak olarak yüzeye sokulan illüstrasyon, temsil
edilen hayvanın seyrekliği sayesinde ortaya çıkan değerlilik imgesini kulübe
giydirir. Mavi renkbirim ise, emin adımlarla ilerleyen ‘Anadolu panteri’nin
yırtıcılığını edilgenleştirerek durağan ve dingin bir iklim yaratır.
Beşiktaş
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: ince siyah bir çizgiyle sınırlandırılmış, üstten kavisli ya da beli
daraltılmış aralıklar ve alttan sivriliği yeterince belirgin bir yuvarlaklık ile bir
dizi nesneyi anıştırmaya yeteneklidir.
Yüzey: sınırların tasarım ritmine tümüyle uyumlu beş ayrı dikey satır,
yazıbirimler, sayıbirimler ve sınırlara özdeş biçimde ortaya yerleştirilen Türk
Bayrağı biçemlemesiyle bezenmiştir.
Renksel örüntü: odakta faklılaşan değişik renkbirimler geçişli bir yapıya
uygun olarak sırasıyla yinelenerek konumlanmaktadır. Renksel örüntüye
siyah, beyaz ve kırmızı renkbirimler egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi
:
Sınırlar: ince bir çizgiyle sınırlanan ve çoklu sivriliklere doğru esnetilen
sınırlar, yüzeyde yinelenerek bir iç-sınır izdüşümü oluştururken sıra dışı bir
çağrışım zenginliğine de kapı aralar; bir boğanın yüzü ya da lale kıvamında
bir çiçek bile bu çağrışımın halkaları arasındadır.
Yüzey: üst ve alt yüzeye ‘BJK’ ve ‘1903’ biçiminde yerleştirilen sayı ve
yazı birimler kulübün kimliğini görsel düzeye yayar ve ‘Beşiktaş Jimnastik
Kulübü’ ile kuruluş yılının açıkça okunmasını sağlar. Tarihin eskiliği kulübün
tarihselliğini üstü kapalı biçimde vurgularken kulüp adını niteleyen kısaltma
da kendini kolaylıkla ifade edebilen bir anlatımsallık, kolay ve yaygın bir
bilinirlik içerir. Yüzeyi ortalayan Türk bayrağı betisi kulübe diğerlerinden ayrı
bir özellik katar; ilk tescil edilen kulüp imgesini günceller.8
8
Bkz: http://www.bjk.com.tr/tr/haberler.php?xl=yazi&h_no=2913
Takım armaları
147
Renksel örüntü: yüzeyde kullanılan siyah ve beyaz renkbirimler kulübü
bütüncül olarak anıştırma yeteneğine sahiptir. Tüm ürün ve etkinliklerde
kulübü eğretileyen siyah-beyaz, kulübü arması gibi her durumda ifade eden eş
düzeyli bir söz edimi olarak işlev görür.9 Beyaza göre daha yoğun biçimde
kullanılan siyah renkbirim ‘güç’, ‘yetke, ‘soyluluk’ gibi imgeleri öne
çıkarmaktadır. Kulübün mevcut itibarı ile köklü geçmişi ve bu geçmişin
yüklenmiş olduğu ayrıcalıklı geleneksellik imge yelpazesinin basamaklarını
sağlamlaştırır. Beyaz ise, bildik imgelere gönderme yapar; temizlik,
erdemlilik ve seçkinlik kavram alanını siyahın yanına katar. Öte yandan, siyah
ile beyaz’ın dikey yollarda kesişmesi görüntüsel bir karşıtsallık ortaya
çıkarırken görsel algıya belirgin bir farkındalık sağlar. Bunu yaparken, Türk
Bayrağını simgeleyen kırmızı ve beyazı da bütünüyle kucaklamayı ihmal
etmez; onun gizlediği ulusal değerleri kulübün imge evrenine eklemler.
Bursaspor 10
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: ince yeşil bir çizgiyle sınırlandırılmış, altta ve üstte bırakılan
sivrilikler, üstten basılı derin kavisli bir kenar ve yanlarda iki eğimli uzun
kenar ile üçgenimsi bir kalkanı anıştırmaktadır.
Yüzey: sağ üst yandan sol orta kısma kadar verev biçimde yayılan
yazıbirimler üstten Türk bayrağı betimi, alttan yıldız çizimleri ve içine
sayıbirimler gizlenmiş dikey satırlarla çevrelenmiştir.
Renksel örüntü: birbirine koşut biçimde sıralanan yeşil ve beyaz
renkbirimler ile birlikte sol üstteki kırmızı ve yıldız çizimlerini dolduran beş
değişik renkbirim renksel örüntüyü belirlemektedir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: Kurumsal kimliğin öyküsünü yüzeyde tutma işlevi gören sınırlar
önceki yöndeş tasarımlara göre daha üçgen boyutlu bir görünüm taşısa da,
korunma ve direnme imgesini dışlaştırmaz; tasarımsal bağlamda sıra dışılık
içermez ve çetrefil olmayan bir sözcelemin kavram alanına gönderme yapar.
9
Armadaki siyahın savaşın acılarını yansıtmak bakımından kırmızının yerine kullanıldığını,
Beşiktaş renklerinin kökensel olarak kırmızı ve beyaz olduğunu ardıl bir bilgi olarak
dağarımıza aktarmakta yarar var. Bkz: http://www.bjk.com.tr/tr/haberler.php?xl=tarihce
&l=h&h_no=3275, 25.02.2008
10
Bkz: http://www.bursaspor.org.tr/kurulus.asp.
148
M. Çamderelei – Mert Gürer
Yüzey: Yüzeye yeterince yayılan ‘bursaspor’ biçimindeki büyük
yazıbirimler ile ‘1963’ sayıbirimleri kulübün adını ve kuruluş tarihini
betimleyen başat anlamlama birimleridir. Ama aynı zamanda tasarım içerisine
verev biçimdeki dağılımları görsel tekdüzeliği bozundurarak ritmik dikey
kalın çizgilere eğimli bir devingenlik katar ve bu sayede farkındalığı artırma
işlevi görürler. ‘Bursaspor’un soldan sağa doğru yükselen yolunda sıralanan
beş yıldız tasarımı, doğuş sürecinde kulübü oluşturan beş yerel takımı
eğretilemekte, tarihsel bir gerçekliği ickinleştirmektedir. Sol üste
konumlandırılan Türk Bayrağı betimi de ulusal aidiyet göndergesidir.
Renksel örüntü: renksel örüntü çeşitlilik içerse de kentsel aidiyete
gönderme yapan renkbirimlerin tasarıma baskın geldiği açıktır. Kenti temsil
eden topografik ve coğrafi nitelikler kulübü temsil eden renk niteliği
kazanmış; böylece, yeşil (ova) ve beyaz (kar) kulübü kent ile özdeş duruma
getirmiştir. Küçük yıldızların siyah, kırımızı, sarı, yeşil ve lacivert
biçimimdeki renk dolguları kulübü oluşturan beş ortağın renklerini ayrı ayrı
simgesel gönderge alanına alır ve bu durum, yeşilin umuda, doğaya gönderme
yapmasını engellemez; özellikle temsil edilen kent göz önüne alındığında,
ferahlık, dinginlik, güven, çalışkanlık gibi imgelemden ırak değildir.
Çaykur Rizespor
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: yeterince belirgin turkuaz bir çizgi ile sınırlandırılmış bir daire
görünümündedir.
Yüzey: yazı ve sayıbirimlerin sınırlara koşut biçimde sarmaladığı bir iç
daire ve odak dairenin içine yerleştirilmiş bir yaprak betisi ile bezenmiştir.
Renksel örüntü: tramdaki beyazlık yoksanırsa, çizgisel görünüm itibariyle
birbirine yöndeş konumlandırılmış üç renkbirim yüzeyi betimlemektedir.
Renksel örüntüye yeşil, kırmızı ve turkuvaz renkbirimleri egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: görsel alanı yeterince odaklayıcı bir işlevi üstlenen dairesel
yuvarlaklık içlemine aldığı beti, bezek, betim gibi tüm görüntü birimleri
bağlamsal bir kurguda belirginleştirir, tasarımı çevreden merkeze merkezden
çevreye doğru daralıp genişleyen bir noktasal algı ortamına sunar ve başı ve
sonu olmayan her çembersel etkide olduğu gibi burada da, betimlediği
kavramsal imgelemin doğrudan belirleyicisi olur.
Yüzey: sınırlar ile odak daire arasında yüzeyi bir çember gibi çevreleyen
‘çaykur rizespor kulübü’ yazıbirimleri ile ‘1953’ sayıbirimleri kulübün
Takım armaları
149
kendiliğini ve tarihselliğini betimler. Orta yüzeye konumlandırılan ikincil ama
görsel dikkati yoğunlaştırması bakımından başat nitelikli odak yüzey bir ‘çay
yaprağı’ betisi kulübün kentsel aidiyetine gönderme yapmaktadır. Yalın
çizgilerle görselleştirilmiş odak-beti, kulübün bulunduğu kentin temsil ve
bilinirlik yetisini güçlendirmekle birlikte, toplumsal sorumluluğunun
bilincinde bir kuruluş imgesini üzerinde toplayan ve kentin tanınmış ünlü
bitkisini işleyen ‘çaykur’ ile de doğal bir bağlılaşım kurmaktadır –tasarım
biçemi Çaykur’un logosuna özdeştir!. Tasarımda çoklu bir gönderge dağarını
belirleyen ‘çay’ imgesi, doğrudan, destekleyici kuruluşu, kulübü ve kenti
temsil yeteneğine içkin bir anlamlamayı betimlemektedir.
Renksel örüntü: yazısal ve sayısal birimler kırmızı renk kesitlenerek
kurgulanmıştır. Kırmızı, kulübün heyecanı, gücü, enerjisini temsil etmektedir.
Kulübü tanımlayan bir öğe olarak sunulan ‘çay yaprağı’ ise, kendi doğal
rengini içkinleştiren yeşil ile bezenmiştir. Yeşil, içerdiği verimlilik, doğa ve
tazelik imgesi ile hem kulübün hem de kulübün destekleyici kuruluşun görece
yeniliğine gönderme yapmaktadır. Sınırları belirleyen turkuvaz, dinlendirici
ve sakinleştirici bir renkbirim olmakla birlikte firüze soyundan bir değerlilik
imgesini de içselleştirmektedir.
Denizlispor
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: ince kırmızı bir çizgi sınırlandırılmış, üstten aşağı doğru
derinleşen iki kavis ve yanlarda iki eğimli uzun kenar ile üçgenimsi bir
kalkanı anıştırmaktadır.
Yüzey: sınırların dikey biçimde ortadan böldüğü iki geniş düzlemden
oluşan yüzey tasarımı, yazıbirimler, sayıbirimler ve orta yüzeyde ‘horoz’u
andıran bir betim ile bezenmiştir.
Renksel örüntü: yazısal ve sayısal birimler kırmızı dolguludur, tram ise
yüzeyi tam ortadan ikiye ayıran yeşil ile siyahın buluşmasıyla
tasarımlanmıştır. Renksel örüntüye kırmızı, siyah ve yeşil olmak üzere üç
başat renkbirim egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: önceki tasarımlara yöndeş olarak sunduğu üçgenimsi görünüm
korunma ve direnme imgesini ikincilleştirmemekle birlikte üstten eşdüzeyli
iki kavis yüzeye iki kanat çağrışımıyla eklemlenmektedir.
Yüzey: yüzeyin alt ve üst bölümlerini çizgisel biçimde kaplayan sayısıl ve
yazısal birimler kulübün kendiliği ile tarihsel kimliğini yeterince betimler.
150
M. Çamderelei – Mert Gürer
‘denizlispor’ ile ‘1966’ birimleriyle betimlenen yüzey anlatımı, yaklaşık
yarım yüzyıllık bir öyküyü ve öykünün kentsel düzeye aidiyetini kesinler.
Yüzeyin tam da ortasına konumlandırılan “horoz” dolgusu, kentin bilinirlik ve
tanınırlık öğesi olarak temsil göstergesine yalın biçimde görselleştirir. Kentsel
aidiyet ve kentsel anılma bağlılaşımında öne çıkan ‘horoz’ imgesi canlılığın,
diriliğin, gururun ve uzun solukluluğun imgesi olarak katılır yüzey kurgusuna.
Renksel örüntü: yüzeyi kaplayan üç başat renkbirim kulübün kendini başat
ifade aracı: yeşil, siyah ve kırmızı. Yazısal, sayısal ve görüntüsel birimler
kırmızı dolguları ile enerji, dinamiklik, heyecan iletileri aktarırken kazanma
olgusunu güçlü biçimde çevreler ve, kuşkusuz, kulüp ile ilişkilendirilirler.
Yüzeyin tramını oluşturan yeşil ve siyah, başkaca göndergeleri11 bilen
bakıştan sakınmaksızın, kentin doğasal topografyası ile verimliliğine
gönderme yapar. Siyah renk, tasarım bağlamında gücü ve kararlığı simgeler.
‘horoz’ görüngüsü ile bütünleşince, renk kurgusunun örtük önceli kazanma
coşkusu olarak görünür.
Fenerbahçe
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: yeterince belirgin siyah bir çizgi ile sınırlandırılmış kapsayıcı bir
daire görünümündedir.
Yüzey: yazısal ve sayısal birimlerin sınırlara koşut biçimde sarmaladığı bir
iç daire ve odak dairenin içine yerleştirilmiş kalkanımsı bir çizim ile bezelidir.
Odaksal çizim alttan yükselen bir yapraklı dal betisini kucaklar.
Renksel örüntü: çizgisel seyir bakımından birbirine yöndeş
konumlandırılmış iki dairenin sınırları ile yazısal-sayısal birimler siyah, dış
dairenin tramı beyaz, iç daireninki kırmızı, odak-yüzeyinki ise sarı ve lacivert,
yapraklı-dal betisi yeşildir. Renksel örüntüyü beyaz, siyah, kırmızı, lacivert,
sarı ve yeşil olmak üzere çeşitli renkbirimlerce kuşatılmıştır.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: Çevresi siyah bir çizgi ile belirlenmiş yüzey, geniş sınır-halkaya
koşut biçimde konumlanmış ikincil bir daireyi de kapsayıcıdır. Odak-yüzeyi
belirleyen ikincil daire görsel alanı da yeterince odaklayıcıdır. dairesel
yuvarlaklık içlemine aldığı anlamlı birimleri tasarımsal bir kurguda
belirginleştirir.
11
Armadaki renklerin, kulübün kurucu üyelerinden birinin okuduğu lisenin renklerinden
geldiği bilgisine sahibiz. Bkz: http://www.denizlispor.org.tr/tr/detail_content.asp?sec=1
Takım armaları
151
Yüzey: sınırlar ile odak daire arasında yüzeyi bir çember gibi çevreleyen
ve yıldız bezekleriyle ayrımlanan ‘fenerbahçe spor kulübü’ yazıbirimleri ile
‘1907’ sayıbirimleri kulübün kendiliğini ve yüzyıllık imgesiyle bütünleşen
tarihselliğini yeterince betimler. Görsel akışın dayatmasıyla iç içe geçmiş iki
dairenin odağına doğru süzülürken, orta yüzeye konumlandırılan bir ‘dalyaprak’ betisi ‘palamut’un görkemini anıştırarak doğrudan ‘güç’ ve ‘kudret’e
gönderme yapmaktadır.12 Palamut dal-yaprağının ‘1907’nin üzerinden
yükselmesi kulübün köklü geçmişini anımsatmakta; ağaç gibi köklü bir kulüp
imgesini güçlendirmektedir. Yoğun renk ve çizimle sarmalanmış odak-beti,
kulübün toplumsal bilinme ve anılma dizimi niteliğindeki sarı ve lacivert
renkbirimlere yaslanır; iç yüzey kurgusuna güvenilirlik ve koruyuculuk
imgesi eklemleyen kalkanımsı sınırlara tutunur.
Renksel örüntü: kulübün kendiliğini niteleyen sarı ve lacivert de dahil
olmak üzere altı değişik renkbirim sınırlar ile kaplamındaki yüzeyi kurgular.
Temizlik, berraklık ve açık yürekliliği ifade eden beyaz üzerine dairesel
olarak yayılan yazısal ve sayısal birimler ciddiyet ve resmiyet gösteren siyah
ile tasarımlanmıştır. İç yüzeydeki kırmızı tram, kulüp ile taraftar arasındaki
bağlılık nedenini de betimleyen Türk Bayrağı göndergesini içkinleştirir. Odak
yüzeyi belirleyen sarı, neşe ve umut iletileri aktarırken, lacivert renkbirim
soyluluğa gönderme yapmaktadır. Kulübün köklerine dönük bir kavram alanı
oluşturan palamut dalının yeşili ise doğallık, büyüklük ve verimlilik
imgeleriyle kulübün imgelem dağarını genişletmektedir.
Galatasaray
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: yeterince kalın bir sarı ve kırmızı çizgi ile sınırlandırılmış, üstten
yılankavi bir geliş ve altta yuvarlak bir toplanmayla değişik bir imgelemi
anıştırmaya yeteneklidir.
Yüzey: yazısal birimlerden oluşan sınırları dairesel olarak kaplamına alır.
İç yüzey tasarımı, yalnızca sayıbirimler ile bezenmiştir. Öte yandan, sınırları
oluşturan ‘g’ ve ‘s’ yazıbirimleri yüzeyde ‘1905’ ile girişiktir.
Renksel örüntü: yazısal ve sayısal birimler sarı, kırmızı ve siyah
dolguludur; yüzey tramı beyaz bırakılmıştır. Renksel örüntüye sarı ve kırmızı
egemendir.
12
Bkz: http://www.fenerbahce.org/kurumsaldetay.asp?ContentID=7, 25.02.2008
152
M. Çamderelei – Mert Gürer
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: abartısız yüzeyi yalın ve kalın çizgilerle çevreleyen sınırlar
kesinlik ve kararlılık imgesini içselleştirmekle birlikte sınır tasarımının
sıradanlığı sıra dışı ve çoğul çağrışım halkalarını azaltmaz -bir askı ya da bir
armut görünümü bu çağrışımın halkaları arasındadır.
Yüzey: biniştirilmiş sınırları açımlayıcı bir işlev üstlenen odak yüzeydeki
sayıbirimler kulübün tarihsellik bağlamında değerlilik göndergesini pekiştirir.
Sınırlarla birlikte yüzeyi de belirleyen çizimsel tasarımın serüveni13 en az
kulüp kadar eskillik vurgusu yapar. Eski yazıdaki ‘gayin’ ve ‘sin’in yeni
yazıya uyarlanmasıyla biçemselleşen arma tarihsellik göndergesinin
kaplamına Galatasaray Lisesi’ni de alır. Armayı yapılandıran ‘G’ galata’yı ‘S’
ise saray’ı temsil etmektedir. Yüzeye tekil biçimde konumlandırılan ‘1905’ de
kulübün eskilliğinin olumlanması ve kesinlenmesidir.
Renksel örüntü: tasarımın serüveninde yüzey ve sınırlarla birlikte renksel
yapı da başkalaşmıştır. Kırmızı ve beyaz olan ilk renkler sarı ve kırmızıya
dönüşmüştür. Tasarıma egemen renkbirim olarak ‘sarı’ canlılığı, parlaklılığı
ve dikkat çekiciliği duyumsatırken, kırmızı da enerji, sıcaklık ve heyecan gibi
sarıyı tamamlayıcı bir imge dağarı sunmaktadır.14 Alev göndergesiyle
bütünleşik bir bağlılaşım kuran sarı ve kırmızı kulübün başarıya ve hedeflere
ulaşma kararlılığının göstergesi niteliğindedir. Ardıl önem düzeyindeki
beyazlık doğal bir zemin imgesiyle karşımıza çıkarken, siyahlık da sıradan bir
noktasal belirleyicilik işlevi görür.
Gaziantepspor
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: kalın kırmızı bir çizgi ile sınırlandırılmış; üstte iki girintinin
oluşturduğu sivrilikler, ince siyah çizgiyle belirlenmiş yatay kurdele uçları ve
altta sivriliği belirgin bir yuvarlarlık dikdörtgenimsi bir görünüm sunmaktadır.
13
Cumhuriyetin ilk yıllarında Galatasaray Liseli gençlerin çıkardıkları bir dergide kullandıkları
ve daha sonra da kulübün kendini ifade ettiği bir simgeye dönüşen kulüp arması “gayin-sin”
harflerinden oluşmaktadır. 1930’lı yıllardan sonra “gayin-sin” yerini “GS” ye bırakmıştır.
Bkz: http://www.galatasaray.org/kurumsal/tarihce/ amblem.asp, 25.02.2008
14
Kulüp kuruluşundaki kırmızı –beyaz olarak belirlenmiş simge renkler, dönemin siyasal ve
sosyal yapısının getirdikleri, kulübün bayrağının ülke bayrağına benzemesi renklerde
değişime gidilmesine yol açmış ve kırmızı-beyaz olan renkler sarı-kırmızı olarak değişerek
günümüze dek gelmiştir. Bkz: http://www. galatasaray.org/kurumsal/tarihce/kurulus.asp,
Takım armaları
153
Yüzey: ‘gaziantepspor’ yazıbirimleri ile ‘1969’ sayıbirimleri arasına bir
kartal betisi ve baklava desenli bir bezeme yerleştirilmiş, üst yüzeye renksel
çizgilerle tasarlanmış kentsel bir simge konumlandırılmıştır.
Renksel örüntü: çizgisel seyir bakımından birbirine yöndeş
konumlandırılmış çerçevelerin sınırları ile yazısal-sayısal birimler kırmızı,
siyah ve beyaz dolguludur; iç yüzey tramı da aynı renkbirimlerle bezenmiştir.
Renksel örüntüye, doğal olarak, beyaz, siyah, kırmızı egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: önceki türdeş tasarımlardaki çizimsel çağrışımların tersine olarak
dikdörtgenimsi görünüm üstteki iki girintiye kale ya da sur burçları imgesi
giydirirken, tasarımın alınlığında ek sınırlar oluşturan kurdelemsi şerit,
ayrıcalıklı bir övgüyü hak eden bir başarıyı dışa vuracak yetenektedir.
Yüzey: üst yüzeyde kale burçlarına çağrışım yaratan girintiler, sivriltilmiş
alt yüzeye doğru uzanarak kalkanımsı görünümü güçlendirirler; savunma ve
koruyuculuk imgesini içselleştirirler. Sınırlardan üst yüzeye yayılan
kurdelemsi şerit ise, üzerine konumlandırılan ‘gaziantep’ yazıbirimleri
sayesinde kurumsal aidiyeti açığa çıkarma işini üstlenir, ama aynı zamanda
bulunduğu kentin kahramanlığına ardıl bir gönderme yapar. Alınlık ile
tarihselliği imleyen kale burçları arasında yukarıya doğru sivrilerek yükselen
belirsiz illüstrasyon olası bir kentsel simge göndergesini içleminde saklar. Bir
başka kentsel simge de iç yüzeyin tabanına döşenmiş ‘baklava’ betisidir. Bu
tasarımsal tercih, baklavanın sunduğu kentsel tanınırlık imgesinin kentten
kulübe doğru yönelmesini sağlamıştır. Kulübün kente aidiyetini güçlendiren
simgesel göndermelerin odağına ‘uçan kartal’ illüstrasyonunun yerleştirilmesi
ise yüzey tasarımına güçlülük ve ululuk gibi imgeler eklemlemektedir.
Renksel örüntü: kulübün kurumsal kimlik renklerini oluşturan kırmızı ve
siyahın yanısıra yeğlenen ve belirgin bir görsel seçicilik olanağı veren beyaz
renkbirim hem ötekilerle renksel bir karşıtlık oluşturmakta hem de kentsel
göstergeleri betimlemekte; kulübün bilinirliğini destekleyen simgesel
göndergeleri de görselleştirmektedir. Kulübün gücü ve büyüklüğü siyah
renkbirim ile belirlenirken sporun verdiği sıcaklık, heyecan ve dinamizm
kırmızı ile imlenmektedir. Beyazın erdem ve seçkinlik gibi imgeleri de ardıl
imgeler olarak ayrıca eklemlenir renksel örüntüye.
154
M. Çamderelei – Mert Gürer
Gençlerbirliği
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: yeterince belirgin siyah bir çizgi ile sınırlandırılmış kuşatıcı bir
daire görünümündedir.
Yüzey: İç içe geçmiş üç daireden kurulu yüzey tasarımında, her daire,
değişik görsel bileşenlerle bezeli olan bir diğerine basamak oluşturur. İç
yüzeye yayılan yıldız ve futbol topu çizimleri ile birlikte iki dairenin yukarı
bir noktada buluşması sonucu ortaya çıkmış ‘hilal’ biçimi yüzeyi
betimlemektedir. ‘gençlerbirliği spor kulübü’, ‘Ankara’ yazıbirimleri ile
‘1923’ sayıbirimleri ise üst sınırlara dayanışık biçimde dizilmiştir.
Renksel örüntü: çizgisel özdeşlik taşıyan dairesel çizimler ile odak yüzey
ve yazısal-sayısal birimler siyah, dış dairenin tramı beyaz, odak yüzeyi
sarmalayan ‘hilal’ betimi kırmızıdır. Renksel örüntüyü beyaz, siyah, kırmızı
egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: çevreden iç yüzeye doğru daralıp değişik biçemsel kurgulara
uğratılan dairesel yuvarlaklık, önceki amblematik türdeşlerinde olduğu gibi,
içlemine aldığı anlamlı birimleri birbirine dayanışık bir tasarımda
bütünleştirir; çembersel kuşatıcılığa bırakılmış görüntübirimlere odaklanan
noktasal bir bakış üretir.
Yüzey: iç yüzeydeki dairelerin belirgin biçimde görselleştirdiği ‘hilal’
betisi, üst bölüme doğru konumlanan ‘yıldız’ simgesi ile bütünlenerek
doğrudan dikey tasarımlanmış ay yıldızlı bir ‘Türk Bayrağı’na gönderme
yapmaktadır. Hilal simgesinden bağımsız olarak ‘yıldız’ görüntübirimi,
çevreye yaydığı çizgilerle güneşin ışıklarını anıştırmakta ve gerek futbolun
gerekse bizzat kulübün parlayan yıldızı olarak Gençlerbirliği Spor
Kulübü’nün büyüklük ve görkemlilik imgesini ortaya çıkarmaktadır. Ulusallık
değerleriyle tarihsellik göndergelerini de içkinleştiren yüzey tasarımı kulübün
alansal kimliğini, odağa aldığı eskil görünümlü bir top çizimiyle
belirginleştirmektedir. Kurumsal aidiyet iç yüzeyi sarmalayan yazısal birimler
ile betimlenirken hilalin alt bölümüne yerleşen ‘1923’ sayıbirimi de Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarıyla özdeş bir dönemselliği imlemektedir.
Ayrıca, iki yıldızcık noktalamasıyla ayrıcalıklaştırılmış ‘ankara’ ile
taçlandırılan dış halka kulübün kentsel aidiyetini dışa vurur ve bu aidiyetin başkent, cumhuriyet, ulus, bayrak gibi- ardıl açılımları, kentin göndergeleriyle
Takım armaları
155
kulübün temsil ettiği tasarımsal yeğlemelerin örtüşme eğiliminde olduklarını
gösterir.
Renksel örüntü: Kulübün renksel örüntüsü ekonomik koşulların
çetinliğiyle ilişkilendirildiğinden bilinçli bir tercihten çok kuruluş yıllarındaki
meşakkati simgeler.15 Siyah ve beyaz renkbirimler, kulübün kendiliğini
betimleyen yazıbirimlere kolay alımlanabilinirlik olanağı sağlar. İç yüzeyde
belirgin biçimde kullanılan kırmızı renkbirim ise ‘hilal’ ve ‘yıldız’ simgeleri
ile betimlenmeye çalışılan Türk Bayrağı’nı eğretilemektedir. Siyah, ayrıca,
tarihsel süreçte kararlılıkla edinilen yetke ve gücü, beyaz renk ise seçkinliği
ve erdemliliği ifade etmektedir. Kırmızı ise, Türk Bayrağı ile birlikte
futboldaki zorlu mücadeleye de anıştırma yapmaktadır.
Gençlerbirliği Oftaş
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: ince siyah bir çizgi sınırlandırılmış, üstten alta doğru giderek
yuvarlaklaşan ve üstte yukarı doğru bir kavisle birlikte tikel olarak sivrilen
üçgenimsi bir kalkan görünümü sunmaktadır.
Yüzey: sınırların üçgenimsi görünümüne karşıtlık oluşturan karelerle
bezeli tabana sayısal ve yazısal birimler enlemesine yerleşmekte ve yüzeyin
üst bölümündeki dikey kalın çizgiler arasında bir top betisi yer almaktadır.
Renksel örüntü: siyah ve kırmızı renkbirimlerin girişik yapısı, odaktaki ve
üstteki beyaz karşıtlığıyla desteklenmektedir. Renksel örüntüye siyah, kırmızı
ve beyaz renkbirimler egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: önceki yöndeş tasarımlara göre yeterince üçgen boyutlu bir
görünüm taşısa da, korunma ve direnme imgesini üstü kapalı biçimde saklar;
değişik bir biçemsellemeye uğratılmış tasarımsal görünümü yalın bir söylem
alanına gönderme yapar.
Yüzey: yüzeyin alt bölümüne konumlanmış sayısal birimler kulübün
yenilik imgesiyle içkin bir kuruluş geçmişine gönderme yapar. Üst bölümdeki
güncel top betisi, çeşitli dallarda etkinlik gösteren diğer kulüplerden ayrı
olarak alansal göndergeyi belirginleştirme ve kurumsal kimlikle bağlılaşım
15
Gençlerbirliği renklerini, kıtlığa, darlığa, müşkülâta borçludur buna göre; Halin yanında yer
alan Karaoğlan Çarşısındaki o dükkânda, kırmızı-siyahtan başka forma (veya başka
anlatımlara göre öğrencilerin evde diktirecekleri kırmızı-siyah basmadan başka uygun
malzeme) bulunmamasına. Bkz: http://www.genclerbirligi. org.tr/kurulus.asp, 25.02.2008.
156
M. Çamderelei – Mert Gürer
kurma işlevi görür. Top betisinin görünürlük yeteneği yüksek olan ‘GB’ ile
bütünleşik (renksel) yapısı ve yüzeyde diğer tasarım birimlerine oranla
birlikte kapladıkları alan, yine birlikte hatırlanırlık niteliğini güçlendirici
türdendir. Hem tabandaki girişiklik hem de ‘GB’deki binişme kulübün
kenetlenmiş bir bütünlük kimliği oluşturduğunu sezdirir. Kulübün
tanımlamasını üstlenen alınlık ‘gençlerbirliği’ yazıbirimlerinden kuruludur.
Resmi adlandırmada yer alan ‘oftaş’ın tasarıma çıkarılmaması ise ‘tecimsel
kazanımları ötelemiş’ bir kurum imgesini ortaya çıkarma çabası olarak
değerlendirilebilir.
Renksel örüntü: destek etkinlikleri sonucu değişime uğrayan kulüp
renkleri kırmızı-siyah olarak belirlenmiş16 ve yeğlenen renksel örüntüyle,
birbirleriyle aynı renk ve adlandırmaya sahip iki rakip kulüp ortaya çıkmıştır.
Özdeş renksel seçim, aynı kentsel göndergeleri paylaşma ve kenti temsil
yeteneğini elde bulundurma bağlamında bir rekabet ya da mücadele imgesinin
ipuçlarını taşımaktadır. Tasarımda yeğlenen beyaz renkbirimler, imgesel
düzlemde saflık ve temizliği içkinleştirirken tabandaki yazısal ve sayısal
birimlerin ayrımsanarak okunabilirliğini artırmaktan da geri kalmaz ve
yapılandırılacak olası bir algıda, bilinirliğin desteklenmesi işini üstlenir. Öte
yandan, siyah, genel anlamda güç ve yetkeyi imlerken, kırmızı da yeni oluşan
kulübün heyecanını, tazelik ve dinamizmini betimlemektedir.
İstanbul Büyükşehir Belediyespor
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: yeterince belirgin kalın bir çizgi ile sınırlandırılmış tam bir daire
görünümündedir. Yüzey: ‘İstanbul Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü’ ile
‘1990’ biçimindeki yazısal ve sayısal birimlerden oluşan çevresel yüzey,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin logosu olarak bilinen tasarımı sınırlayıcı
bir işlevle odak-yüzeyde kuşatır.
Renksel örüntü: tasarımın iç yüzeyine İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin
bildik logosu mavi ve beyaz olarak yerleştirilmiştir. Odak yüzeydeki logo
yine mavi yazıbirimlerce çevrelenmektedir. Yazı ve sayı birimlerin
konumlandığı taban halka ise yoğun biçimde turuncu renkbirimiyle
tasarımlanmıştır. Renksel örüntüye mavi ve turuncu egemendir.
16
Gençlerbirliği gibi kırmızı-siyah renklere sahiptir. Gençlerbirliği, kulübü satın almadan önce
Mavi-Beyaz renklere sahipti. Bkz: http://www.gboftas.org.tr/kulup_ hakkinda.asp
Takım armaları
157
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi
:
Sınırlar: Çevresi turuncu kalın bir çizgi ve büyük oranda yazıbirimler ile
belirlenmiş yüzey görselliği, yeterince belirgin bu bütünleşik sınır-halkanın
odaklayıcı işleviyle daha da değerlilik kazanmıştır. Çünkü, kalın çember
bezemi, içlemine aldığı tüm görsel öğeleri öne çıkaracak yetenektedir.
Yüzey: yüzeyi belirleyen kentsel simge kulübün kurumsal aidiyetini
açıklıkla betimlemekte ve tarihlendirme işlevi gören sayısal birimlerle
desteklenmiş çevresel yazıbirimler de aidiyet kimliğini olumlamaktadır. Bu
yapılırken, kulüp ile birlikte aidiyet göndergesini elinde bulunduran kurum İstanbul Büyükşehir Belediyesi- da doğrudan ve kendiliğinden güncellenerek
betimlenme olanağı bulur. Kulübün amblematik göstergesiyle kentsel
yönetimin logosunun özdeş ya da türdeş bir tasarıma sahip olması, yüzey
tasarımını doğal olarak ikili bir gönderge düzenine sürüklüyor. Bir yanda
İstanbul Büyükşehir Belediyesi betimlenir öbür yandan kulüp tanımlanır, ama
kentsel logonun İstanbul’u temsil yeteneği gelişkinken kulüp için de
yeğlenmesi yalnızca kulüp ve kurumsal aidiyeti temsil etmekle sınırlanmış
oluyor. Böylelikle, yüzey tasarımı doğrudan eski kale-kentin topografik
yapısını betimleyen yedi tepeyi yedi üçgen eğretilemesiyle içselleştirir;
minareler, kubbeler doğrudan tarihselliğe gönderme yapar; ayrıca, tarihi
yarımadayı koruyan eski surları ve/ya da kentin sur içi bölümü betimler.17
Renksel örüntü: kulüp kendini mavi, beyaz ve turuncu ile ifade
etmektedir. Mavi ve beyaz renkbirimler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin
kurumsal renkleri ile örtüşmektedir. Mavi ile beyazın temizlik, dinginlik ve
seçkinlik gibi göndermeler gerek kulübün gerekse kentsel yönetimin kurumsal
kimliğini betimler. İstanbul kentinin doğal ve doğasal kazanımlarından deniz
de mavi renk ile betimlenince tasarımı renksel düzeyde kentsel yönetimden
ayrı ve ayrıcalıklı kılan biricik renkbirim turuncudur. Turuncu, kulübün
heyecanını, sıcaklığını ve aktifliğini imleyen göndergeler içermektedir.
Kasımpaşa
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: yeterince belirgin siyah bir çizgi ile sınırlandırılmış, üstte bir
yükseklikle, kalın mavi bir bandın iki yanlı çıkıntısını birleştiren bir daire
görünümündedir.
17
İlgili çözümlemeler için Bkz: Çamdereli, M. (2006) ve Çamdereli, M. vd. (2006).
158
M. Çamderelei – Mert Gürer
Yüzey: ‘kasımpaşa’ yazıbirimi, ‘1921’ sayıbirimi, Türk Bayrağı’ndan
kalkanımsı bir kesit ve iç yüzeyi ikiye bölen bir iç daire ile bezenmiştir.
Renksel örüntü: yüzeyin üst kısmını sınırları aşan yoğun bir kırmızı
doldurmaktadır. İç yüzey ve sınırlardaki iç içe geçmiş görünümlü daireler ile
tasarımı ortadan ayıran kalın bant dişil beyazlar dışında mavi ile
biçimlenmiştir. Renksel örüntüye mavi ve kırmızı egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: mavi bir çizgi ile belirlenen sınırlar, biri üstten diğeri de ortadan
olmak üzere iç yüzeyden başlayan tasarım ritmine uygun aralıklar bırakmıştır.
Yüzey, geniş sınır-halkaya koşut biçimde konumlanmış ikincil ama tikel
olarak odaklayıcı işlev gören bir daireyi de kapsayıcıdır.
Yüzey: yüzeyin alınlığına karşılık gelen bölüme konumlandırılan
kalkanımsı ay yıldızlı Türk bayrağı brövesi, kulübün ait olduğu yerleşim
alanında simgesel önemi bulunan bir uzama gönderme yapabilecek yetenekte
olmakla birlikte, kulüp lehine ulusal değerlerle bütünleşmiş bir kurum
kimliğini de dışa vurmaktadır. Sınırlar ile iç yüzeyin buluşmasıyla ortaya
çıkmış iç içe geçmiş iki daire görünümü, duyusal olarak kurtarıcı imgesini
içkinleştiren can simidi eğretilemesine neden olmaktadır. Kulübün bulunduğu
semtin deniz kenarı olması bu eğretilemeyi olumlar niteliktedir. Tanımsal
işleviyle öne çıkan ve iç yüzeyi tam ortadan bölen ‘Kasımpaşa’nın kazındığı
kalın bant alınlıktaki bayraktan sonra tasarımda dikkat çekici olan ikincil
alandır. ‘1921’ ise kulübün tarihselliğini belirgin biçimde betimlemektedir.
Renksel örüntü: beyaz taban üzerine mavinin tek renk olarak öne çıktığı
tasarımda tamamlayıcı olmakla birlikte dikkat çekiciliği yüzünden başatlık
niteliği kazanan kırmızı renksel örüntüyü oluşturmakta. Mavi ferahlık,
berraklık, güven ve temizlik gibi gönderme yaparken, kırmızı, kulübe ulusal
bir kimlik katan bayrak imgesinin dışında yalnızca seçiciliği belirleme işlevi
görür; ayrıca, kulübün sahip olduğu cesaret, tutku, heyecan ve kuvvet hislerini
ifade eder.
Konyaspor
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: yeterince belirgin yeşil bir çizgi ile sınırlandırılmış sarmalayıcı
bir daire görünümündedir.
Yüzey: yüzeyin üst bölümünü yay biçiminde taçlandıran ‘konyaspor”
yazıbirimi ile alt yüzeyi kucaklayan başak betimi odak-yüzeyde
Takım armaları
159
konumlandırılmış çift başlı kartal betisini çevreliyor. Ayrıca, ‘1981’
sayıbirimi de çift başlı kartal bezemesinin altına konumlandırılmış.
Renksel örüntü: ince bir çizgiyle belirlenen sınırlar ile iç çemberi
oluşturan alt ve üst yüzey yeşil dolu bir renk seçimini yansıtırken, odak
yüzeydeki kartal betisi siyah renkbirim ile bezenmiştir. Renksel örüntüye yeşil
ve siyah egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: Çevresi yeşil bir çizgi ile sınırlanmış yüzey, iç yüzeydeki
görüntübirimlerle desteklenerek daha kapsayıcı bir görünün kazanmaktadır.
Bütünleşik sınırların böylelikle oluşan kalın görünümü, odak-yüzeydeki başat
görüntübirimi tek ve tekil bir görsel değer olarak öne çıkarma eğilimindedir.
Yüzey: kentsel kimliğin öğeleri arasında yer alan odak-yüzeydeki çift başlı
kartal betisi, kentin kimliğini ve kulübün kentsel aidiyetini betimlemekle
birlikte, kentin uzamsal ve zamansal olarak Anadolu Selçuklu Devleti’iyle
bağlılaşım kuran tarihsellik imgesini de ortaya çıkarır. Çevresel ve örtücü
nitelikli ‘konyaspor’ yazıbirimleri odak görüntübirimi kentsel aidiyetten
uzaklaştırıp kulüp kimliği düzlemine çekiyor.18 Kartalın kuyruğuna yakın bir
bölümde konumlanmış 1981 sayıbirimi kulübün yeniliğine gönderme
yaparken çift başlı kartal betisinin tarihsellik göndergesiyle çelişik bir
imgelem düzeni oluşturmaktadır. Yüzeyin alt bölümünde tasarımlanmış
buğday başağı illüstrasyonu ise bir diğer kentsel simge işleviyle Konya
uzamının bitki örtüsünü ve ardıl olarak da bereket imgesini anıştırmaktadır.
Renksel örüntü: odak görüntübirim dışında tasarımı genel olarak kaplayan
yeşil renkbirim, bereketi, doğayı, verimliliği ve tazeliği imlemektedir. Çift
başlı kartal betisinin siyah olması ise tasarımsal kurgunun bütünleşik yapısı
içerisinde karşıtsallık oluşturması ve doğal olarak da bakışı üzerine
yöneltebilecek gücü elinde bulundurmasıdır. Siyahın ayrıca, kendi özgül
değer evreninden getirdiği ciddiyet, vakar ve resmilik gibi imgeler de odak
yüzeye içkindir.
18
Konyaspor, 1981 yılında şehrin diğer köklü kulübü İdmanyurdu ile birleşerek ‘yeşil beyaz’
renkleri ve ‘çift başlı kartal’ amblemini kullanmaya başlamıştır. Bkz:
http://www.konyaspor.org.tr/menu.php?id=12, 25.02.2008.
160
M. Çamderelei – Mert Gürer
Sivasspor
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: ince kırmızı bir çizgi ile sınırlandırılmış, altta sivriliği yeterince
belirgin ve köşeleri yuvarlanmış bir yapı, üstte iki kavisin oluşturduğu
sivrilikler ile dikdörtgenimsi bir görünüm sunmaktadır.
Yüzey: yüzey ‘sivasspor’, ‘SS’ ve ‘1967’ gibi sayısal ve yazısal birimlerle
kaplı olmakla birlikte üç adet yıldız illüstrasyonu ile bezeli görünmektedir.
Renksel örüntü: tasarımın sınırları ile yüzeydeki sayısal ve yazısal
birimler karşıt iki renkbirimden oluşuyor. Renksel örüntüye, doğal olarak,
beyaz ve kırmızı egemendir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: türdeş tasarımlardaki çizimsel düzenekten ayrı olarak üstten iki
kavisli dikdörtgenimsi görünüm kalkandan rozete dek çeşitli göstergesel
biçimlere gönderme yaparken sınırları belirleyen ince çizgi de, yalınlık,
sıradanlık, abartısızlık gibi imgeleri içkinleştiriyor; yüzeye yayılan anlamlama
düzeyinin daha da esnetilebileceğini sezdiriyor.
Yüzey: yüzeyin üst sınırlarını oluşturan yan yana iki kavis dişil ‘yıldız’
görüntübirimlerini bütünlemekte ve üst bölümde bir taç algısının ortaya
çıkmasına yol açmaktadır. Üç yıldız imgesi kurumsal oluşum ve gelişim
serüvenini19 dillendirirken, kulübün kendiliğini ifade eden ve bilinirliliğini
sağlayan sayısal ve yazısal birimler odak yüzeyde sarmalanmış tamamlayıcı
bir resimyazı olarak yeniden biçemlenmiş; kent ile kulübün birbirine
kenetlenmiş, ayrılmaz bir bütün olduğu göndergesini bunu yapmakla
içselleştirmiştir.
Renksel örüntü: Kırmızı ile beyazın bütünselleştiği belirgin bir imgelem
renksel örüntüyü belirlemektedir. Kulübün bilinirliğini ve okunabilirliğini
sağlamak amacıyla iki rengin karşıtlık olanaklarından yararlanılmış ve Türk
bayrağı ile özdeş bir gönderge alanı kurgulanmıştır. Ulusallık ile kentsel
kimlik aynı renkbirimler üzerinden betimlenirken, kırmızının spor ile uyumlu
heyecan, dinamizm, devingenlik gibi göndergeleri ve beyazınsa kulübün
yeniliğine ilişkin temizlik, saflık imgesi de dışa vurulmaktadır.
19
Üç yıldız, kulübün temellerindeki Sivas Gençlik Kulübü, Yolspor gençlik Kulübü ve
Kızılırmak Gençlik Kulüpleri’ne gönderme yapmaktadır. Bkz: http://www.
sivasspor.org.tr/kulup.asp, 25.02.2008
Takım armaları
161
Vestel Manisaspor
Anatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: yeterince belirgin ince siyah bir çizgi ile sınırlandırılmış, sağ ve
sol üstte bakışımlı kavislerden aşağı süzülen eğimli kenarlar ile üçgenimsi bir
kalkan görünümündedir.
Yüzey: oldukça zengin bir görsel içerik ile donatılmış yüzey ‘Vestel’,
‘Manisaspor’ yazıbirimleriyle birlikte bir resimyazı, iki ‘üzüm’ betisi, bir top
ve ayyıldız illüstrasyonu kaplamına almıştır.
Renksel örüntü: sınırlar, resimyazı ve alınlıktaki bant ile siyahın yeterince
gelişkin bir kullanım alanı bulduğu renksel kurgu sarı, kırmızı, yeşil ve
beyazın da katılımıyla biçimleniyor.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: Kurumsal kimliğin kentsel kimlikle bütünleşik yapısını yüzeye
sığdırma işlevi gören sınırlar, üçgen boyutlu görünümüyle korunma, direnme
ve karşı koyuş imgesini içkinleştirirler. Ayrıca, çerçeveyi alınlığın üstünde
değişik bir biçemlemeyle belirginleştiren iki kavis siperlikteki değerlilik
imgesini öne çıkarır.
Yüzey: kulübün temsilini üstlenen yüzeydeki görüntübirimler, kurumsal
aidiyet ve iyeliği de betimlemektedir. Destekleyici kuruluş nitelemesinin
siperlikteki Türk bayrağı illüstrayonuyla bütünleşik biçimde ve açımlayıcı
işlevle sunulması, hem kentsel hem de ulusal değerleri olumlayan ve
perçinleyen, bu nedenle de ‘toplumsal sorumluluğunu yerine getiren kurum’
kimliğini besleyen bir imge dağarına katkı sağlamaktadır. Aynı zamanda
kentsel aidiyetin ürettiği uzamsal bilinirlik öğelerinden üzüm, salkım
biçemlemesiyle, betimleyici bir bezek olarak yazısal birimleri yineleyen odak
yüzeydeki resimyazının iki yanına tutturulur. Kuruluşun alansal edimini
belirginleştirme işini ise top illüstrasyonu üstlenir.
Renksel örüntü: tasarımsal kurgu, yeğlenen beş değişik renkbirim
karmasıyla görselleşmektedir. Türk Bayrağı ile destekleyici kuruluşu
belirleyen kırmızı ve beyaz hem ulusal değerlere hem de destekleyicinin
kurumsal kimlik renklerine bütünleşik bir gönderme yapmaktadır. Öte
yandan, renkbirimlerin birbirleri ile karşıtlık oluşturacak biçimde
konumlandırılması yazısal birimleri farkındalık olgusuyla öne çıkarmıştır.
Ayrıca, kulübün kentsel aidiyeti, önemli bir kentsel ürün olarak üzümün
renklerinin tasarıma yansıması sonucunu doğurmuş; doğallık, dinginlik gibi
imgelere gönderme yapan yeşil ve sarı, yalnızca kentsel bir simgeyi
162
M. Çamderelei – Mert Gürer
betimleyici bir işlevle tasarımlanmıştır. Alansal edim göndergesi top ile kulüp
tanımlamasının bulunduğu alınlık yeterince seçilebilir bir siyahlıkla
bezenirken odak yüzeydeki resimyazıya da doğrudan siyah ile belirginlik
kazandırılmıştır. Durum bu olunca, kırmızı, siyah ve beyaz renkbirimler
kurumsal kendilik ve iyelik belirtkesi olarak yeğlenirken, sarı ve yeşil
yalnızca kentsel simgeleri öne çıkarma işlevi görür.
Kayserispor
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: yeterince belirgin kalınlıkta gri tonlu bir çizgiyle sınırlandırılmış,
aşağıda birleşen iki eğimli kenar ile doğrudan üçgenimsi bir kalkanı
anıştırmaktadır.
Yüzey: görsel bir çeşitlilik içeren yüzey kurgusu alınlıktaki ve alt
yüzeyden odak yüzeye doğru yayılan yazısal birimler ya da resimyazılardan
oluşmaktadır. Odak yüzeyin üst bölümüne bir dağ betisi yerleştirilmiştir.
Renksel örüntü: yüzeyde öncelikle görülen sarı ve kırmızı renkbirimler
üzerinde dişil beyazın bulunduğu bir taban döşemesini belirlemektedir. İç
yüzeyin üst bölümü birbirine karşıtlık oluşturan siyah, beyaz, mavi ve grinin
tonlarıyla biçimlenmiştir. oluşturacak şekilde mavi, beyaz ve gri tonlarından
oluşmaktadır. Renksel örüntüye sarı ile kırmızı egemen görünmektedir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi
:
Sınırlar: Kurumsal kimliğin değerlerinden bir kesiti sunma çabasını
yüzeye yansıtan sınırlar kalkanımsı görünümün içkinleştirdiği korunma,
direnme, karşı koyma ve/ya da mücadele imgesini yumuşak çizgileri arasına
yerleştirir.
Yüzey: yüzeyin üst bölümünü belirleyen yazısal birimler ile karlı bir yüce
dağ illüstrasyonu kulübün doğrudan kentsel aidiyetini ve topografik niteliğini
betimliyor. Kalkanımsı sınırlar dağ imgesiyle bütünlenince kulübün
tasarımladığı kentsel kimlik ‘geçilmezlik’, ‘savaşçılık’, ‘yenilmezlik’,
‘yıkılmazlık’, ‘ataklık gibi imgeleri de içlemine alıyor. Yazısal birimleri
eğretileyen resimyazı ise odak-yüzeyi belirginleştirici işleviyle renksel
örüntünün uzantılarıbiçiminde beliriyor.
Renksel örüntü: yüzeyin üst ve alt bölümünde yeğlenen renkbirimler
renksel örüntünün de iki renk kümesini içselleştiriyor. ‘dağ’ illüstrasyonuyla
‘kayserispor’ yazıbiriminin konumlandığı üst
bölüm, mavi, gri ve beyaz gibi soğuk renkler bölgenin topografik ve
iklimsel özelliğini güçlendirme ve kesinleme işlevi görürken, büyük ölçüde
Takım armaları
163
odaksallaştırılmış alt bölümde yeğlenen kırmızı ve sarı renkkbirimleri
tasarımda algısal seçiciliği sağlayan sıcak renkler olarak öne çıkarlar. Hiç
kuşkusuz, sarı, parlaklık, aydınlık ve canlılığı imlerken, kırmızı, kuvvet,
cesaret, savaş ve tutku duyularını devindirir.
Trabzonspor
Anlatımın biçimi ya da sözcelem düzeyi:
Sınırlar: altta dolgun bir yuvarlık, üstte dalgalı bir kıvrım ile
sınırlandırılmış, aşağı dikey olarak inen iki kenara takılmış tikel renk
kesişmeleri ile yalın bir rozet görünümündedir.
Yüzey: ‘T’ ile ‘S’ yazıbirimlerinin resimsel biçemlemesiyle tasarımlanmış
iç yüzey kurgusu bir eskil bir top illüstrasyonuyla bütünlenmiştir.
Renksel örüntü: taban renkbirimi olarak yeğlenen bordo ile birlikte mavi
renkbirim tasarımın renksel örüntüsünü betimlemektedir.
İçeriğin biçimi ya da anlamlama düzeyi:
Sınırlar: önceki tasarımlardan ayrı olarak herhangi bir çizgiyle yüzeyi
sınırlandırılmamış tasarım, çerçevesizliğin sunduğu sınırsızlık, sonsuzluk,
enginlik gibi bir imgelemi anlamlama alanına getirir; yüzeydeki anlamsal
alanı esnetir, genişletir, yayar ve öbürleriyle karşıtlık kuran bu özeliğiyle
sıradışılık imgesini de içlemine alır. Sınırların yokluğu, aynı zamanda,
yüzeyle özdeş bir (görsel) dildışı gerçeklik düzleminin gönderge sınırsızlığını
betimler.
Yüzey: kuruluşun alansal etkinliğini belirleyecek biçimde bezenen yüzey
tasarımı, devingen resimyazının üst bölümüne koşut biçimde dalgalanan bir
alınlıkla belirlenmektedir. Futbol için erken dönem oyun aracı olarak
kullanılan top betimi kulübün tikel tarihselliğini ve alansal etkinliğini
kolaylıkla betimlemektedir. Sınırların yokluğuyla diğerlerinden ayrılan
tasarımsal kurgu yüzeye yansıtılmayan yazıbirlerle de kendini göstermekte;
yalnızca ‘T’ ve ‘S’nin resimyazısal eğretilemesiyle yetinilmektedir. Akarsu
gibi kıvrılarak yayılan amblematik seçim kulüp tanımlamasını içselleştirmiş,
ama öte yandan, kulübün bilinirliğini sağlama işleminde artıkbilginin
üretilmesini engellemiştir. Kurgusal enginlikte söz uzatımından kaçınma
kulübü -ve kentsel aidiyetini- tanınırlık konusunda eksiltisizliği, bir başka
deyişle kendine güven ve büyüklük imgesini tanıtlayıcıdır.
Renksel örüntü: bordo ve maviden oluşan iki renkbirim tasarımın renksel
örüntüsünü belirlemektedir. Yeğlenen renkbirimler kulübün kuruluş öyküsüne
gönderme yapmakta ve kurucu kimliği betimlemektedir. Kurucu iki takımın
164
M. Çamderelei – Mert Gürer
renkleri güncel kulübün renksel değerlerini belirler.20 Kentsel aidiyet ve
kentin topografik göndergeleri dinginlik, sonsuzluk gibi imgeleri içkinleştiren
‘mavi’nin, doğrudan ‘deniz’ imgesine gönderme yaptığını üstü örtük biçimde
duyumsatmaktadır. Mavinin yaslandığı bordo ise, saldırı, rekabet, mücadele,
kararlılık soyundan bir imgelemi anıştırmaktadır.
SONUÇ VE TARTIŞMA
Bütünce kapsamına alarak yüzeysel ve olabildiğince ayrıntısız bir okuma
işleminden geçirdiğimiz kulüp armaları futbol uzamında görsel kimliği
belirleyen ve betimleyen başlıca öğeler olarak öne çıkarlar. Çözümleme
boyunca inceleme nesnesini oluşturan Turkcell Super Lig’deki onsekiz kulüp
arması, çevreledikleri söylemsel ve anlamsal alan bulgulanmak amacıyla ve
kurumsal kimliğin alımlanmasını sağlayan öncel veriler ötelenmeksizin
mercek altına alındı; birer görsel kimlik öğesi olarak temsil ettikleri kurumsal
kültürlerin çeşitli biçim ve biçemlerdeki tasarımlarla desteklendiği görgül
içerikten kolaylıkla anlaşıldı.
Muhatabının bakışını yeterince yakalama ve kurumsal göndergeleri
anımsanabilir düzeyde tutma becerisini elinde bulunduran kulüp armalarının
gönderge evrenini tikel de olsa açımlama çabamız, inceleme nesnesinin
kavramsal yapısını ortaya koyacak yetkinlikte olmakla birlikte, elde ettiğimiz
nitel bulguların da armaların kimlik tasarımında vazgeçilmez bir görsel
iletişim aracı olduklarını ve marka değeri yaratmada başat işlev üstlendiklerini
tanıtlamaya yeter. Bununla birlikte, futbol kulüplerini simgeleyen,
öykülendirilmiş marka değerlerini giyinen ve kurumsal kimlik
göndergelerinin alımlanmasını sağlayan armaların anlamlama evrenini
betimleyebilmek ve gönderge sınırlarını belirgin biçimde çizebilmek için üç
alt basamaklı -sınırlar, yüzey ve renksel örüntü- çözümleme işlemi süresince
içeriğin biçiminden edinilen bulgusal çıkarımların derlenmesi -ve gerekirse,
sayısal verilerle desteklenmesi- kuşkusuz gereklidir:
20
İdmanocağı ve İdmangücü kulüpleri bu kurucu kimliğin başat aktörleridir. Bkz:
http://www.trabzonspor.org.tr/bolum.asp?MainID=448&PID=481&HaberID=27645,
25.02.2008; ama, öte yandan, renklerin oluşması konusunda başkaca deyişler de vardır:
Trabzonspor (Bordo-Mavi), renklerini Karadeniz'in simgesi olan hamsiden almıştır.
Hamsinin gümüş mavi pulları ile bordo rengi gözleri, kulübün renkleri olarak belirlenmiştir.
Bkz: http://www.futbol.gen.tr/haber/haber.php?id=90, 4.4.2008.
Takım armaları
165
Armalar, öncelikle, kulüplerde içkinleşen tarihsel, söylensel ve/ya da
öyküsel anlatımı alımlayıcısına doğru dışlaştırma becerisini gösterebilecek bir
marka kurgusu ile tasarlanmaktadırlar. Doğrudan kulübe ilişkin olarak
biçimlenen kurgu-anlamlama alanları, yeğlenen kurumsal kimlik öğeleriyle
belirlenmekte ve marka değeri böylelikle yeterli ve anlaşılır düzeyde
betimlenmektedir. Neredeyse sıradanlaşmış ve kanıksanmış biçimde bütün
armalara işlenen yazısal ve sayısal birimler de, bu noktada, derin yapıda
kurgulanmış marka kimliğinin iyelik belirtkeleriyle yüzeyde görselleştirilmesi
ya da yüzeyde olumlanması işlevi görürler.
Kulüp armaları kulüplerin -varsa- tarihsel ve geleneksel değerlerini öne
çıkarmakla birlikte daha çok bulundukları kenti görselleştirme ve kentsel
değerleri vurgulama eğilimi göstermektedirler. Kenti temsil etme
sorumluluğunu futbol yoluyla üstlenme işlevi, armalara kentsel simgelerle
bütünleşme gereğini dayatmış ve neredeyse her arma, kenti bilinir kılan tüm
simgesel öğelere -Ankara için ‘leopar’ ya da Kayseri için ‘Erciyes dağı’ gibi
ilişkilendirici görsellere- tasarımlarında yer vermiştir. Armalar, temsil ettikleri
kente özgü göndergeleri tanıtımsal ve açıklayıcı bir işlevle yerine
getirdiklerinden, kentler de kulüpleri yoluyla anılırlık ve bilinirliklerini
güncellemişler ve güçlendirmişlerdir; ama aynı zamanda, kentine ve/ya da
kulübüne sahip çıkarak toplumsal sorumluluklarını yerine getirmiş kimi
kuruluşların da kentsel değerlerle -çay (Rize), üzüm (Manisa)bütünleşmelerini sağlamış ve kenti temsilde pay sahipliklerini vurgulamıştır.
Kentsel temsilde ayrışma ve yarış görünümlerini dışlaştıran kimi kulüpler
-Gençlerbirliği ve Gençlerbirliği Oftaş-, görsellik kurguları neredeyse özdeş
seçimlerle kurulu tasarımlarıyla seyrek de olsa özgül iletişim durumları ortaya
çıkarabilmektedir. Ortaklaşa yeğledikleri kentsel ya da kurumsal renkler,
kulüplerin aynı kenti temsil yetileriyle kimlik benzerliklerini dışlaştırırken,
rekabetin tersine dayanışma ya da güçbirliği iletisini içkinleştirmektedir.
Biçimsel düzlemde yalnızca armaları sınırlayan çerçeveleme edimi göz
önüne alınacak olursa, üç logonun yalnızca tam yuvarlak tasarlandığı,
tasarımların daha çok alttan yuvarlanan ve kimi kez sivriltilen ya da
çekiştirilen dikdörtgen konumunda olduğu kolaylıkla görülebilir. Yuvarlak
logoların odaklanmayı kolaylaştırdığı bilinmekle birlikte çözümleme
süresince kalkana nispet edilen dikey oranların ısrarla yeğlendiğini
gözlemlemek ilginçtir. Ayrıca, alttan sivrilerek yuvarlanan armaların başkaca
bir kült ve/ya da kültürün verilerini içselleştirebildiğini de ardıl bir çıkarsama
olarak belirtmek gerekir.
166
M. Çamderelei – Mert Gürer
Aidiyet sürecinde varoluşsal bir kimlik tasarımı olarak öne çıkan yerel
değerlerle birlikte biricik olma niteliğini içkinleştiren ulusal değerlerin de
arma tasarımlarına simgesel çağrışımlar yoluyla baskın çıkma yarışına
kolaylıkla tanıklık edilir. Manisaspor, Kasımpaşaspor, Beşiktaş ve Bursaspor
da olduğu gibi, ay yıldızlı bayrak görüntübirimlerini arma tasarımlarının
başlıca öğesi yapma edimi bu eğilime örneklik oluşturur. Markasal rekabet ve
ayrılıklar, ulusal değerler söz konusu olunca başkalaşır ve ayrışıklığı öteleyen
özdeş bir değerin iyeliğini elde etme ve ululaştırma yarışına dönüşür.
Armaların renksel örüntülerinde kulüpler arasında çeşitli düzey ve
oranlarda ayrılıklar olsa da, kullanım sıklığı en yüksek olan renkbirimlerin
beyaz ve kırmızı olduğu görülür.
Kırmızı ile beyazın birlikte bulunduğu tasarımlardan, kuşkusuz, Türk
Bayrağı’nın armalarda yalın biçimde eğretilendiği ve, doğal olarak, ulusallık
imgesine son derece önem ve değer verildiği kolaylıkla okunabilir. Kırmızının
tek başına yaygın biçimde yeğlenmesi ise tasarımların görsel yakalayıcılık ve
belirgin görünürlük sağlama işlevini öne çıkarırken, diğer renk
düzenlemelerinin de etkin tasarım düzenekleriyle en az kırmızı kadar işlevsel
nitelik taşıdıkları göz ardı edilmemelidir. Ama öte yandan, renkler
hatırlanabilirlik düzeyinde öylesine etkilidir ki, deneyimlenmiş gözlemler
doğrultusunda armalarla özdeş işlev gördükleri ve armaların bulunmadığı
durumlarda armalar gibi kulübü ya da takımı hatırlatıcı işlevi tek başlarına
üstlendikleri görülür: ‘siyah beyaz’ denilince ya da sarı kırmızı’ dizimi
işitilince her hangi bir yardımcı öğeye gereksinim duyulmaksızın belleklerde
saklı duran Beşiktaş ya da Galatasaray’ın birden gün yüzüne çıktığına çoğu
kez tanık olunmuştur. Hatta öylesine ki bir köpeğin renklerinin siyahlı ve
beyazlı olması bile onun Beşiktaşlı diye ünlenmesi için yeterli görüleceğinden
armaların kulüplerin renkleriyle bezenmesine özen gösterilmiştir.
Simgesel düzeydeki yeğlemelerin imge düzlemine genellikle ‘canlılık’,
‘güçlülük’, ‘büyüklük’, ‘tarihsellik’, ‘geleneksellik’, ‘değerlilik’, ‘kentsel
aidiyet’, ‘erk’, ‘ulusallık’, ‘geleneksellik’, ‘devingenlik’, ‘başarı’, ‘soyluluk’,
‘kararlılık’, ‘kahramanlık’, ‘kendine güven’, ‘yıkılmazlık’, ‘toplumsal
sorumluluk’ gibi göndergeleri sızdırması, armaların oluşturduğu ve genel bir
birlikteliği gösteren imge haritasının, -ayırıcı bir imgelemin yine de
bulunduğunu sezdirmekle birlikte- markalaşma ve rekabet olgusunu
içselleştirdiğini tanıtlar.
Armaları kurgulayan kurucu görüntübirimler bütüncül bir bakışla
derlendiğinde, yukarıdaki bulgular kolaylıkla olumlanır ve kulüplerin,
Takım armaları
167
tasarımlarında bilinirliklerini sağlamak niyetiyle kendiliklerini ve kuruluş
zamanlarını içeren yazısal ve sayısal birimlere ağırlık verdikleri tüm
açıklığıyla görülür. Kulüplerin tanınırlıklarını pekiştiren bu tutumun,
bozundurulmuş ya da biçemlemeye uğratılmış kimi yazısal birimler Trabzonspor da dahil olmak üzere, Galatasaray ya da Beşiktaş gibi- göz önüne
alınırsa bütüncül ve tümükapsayıcı nitelikli olduğu da ortaya çıkar. Ayrıca,
armaların kentsel aidiyetlerini yerellerindeki değişik değerlere -bitki,
havyan,…- yaslanarak görselleştirdikleri ve onları tasarımlarında destekleyici
kuruluşlarla -MKE, Çaykur, Vestel gibi- özdeşleştirmeye özen gösterdikleri
göze çarpar; bunlar yapılmakla, doğal olarak, kent, kulüp ve destekleyici
kuruluş birlikteliği tanıtlanmış ve dayanışmanın gücüne yapılan vurgu, marka
kimliğinin öyküsü bağlamında burada, bir kez daha kanıtlanmış olur.
Çözümlemeler sonucunda elde edilen bulgusal veriler doğrultusunda,
burada, sonul bir değerlendirme işleminden geçirdiğimiz armalardan söz
etmek kulüplerden ya da kulüp kimliklerinden de söz etmekle eşdüzeyli kabul
edilebileceğinden, armaların bir araya gelmesi demenin de, kuşkusuz
kulüplerin bir araya gelmesi demek olacağı açıktır. Armaların takımlara ya da
takım formalarına konumlandırıldığı anımsanacak olursa, karşılaşmalar da
görsellik ortamlarında doğal olarak takımlar arasında değil de onu eğretileyen
armalar arasında gerçekleşiyormuşçasına verilebilecektir. Takımlar ya da
kulüpler değil armalar yarışır ya da rekabetin şiddetini muhatabına yansıtır karşılaşmaların öncesinde ya da sonrasında ya da oyun esnasında her görsel
anıştırma ilgili kulüplerin armalarından bağımsız yapılmamaktadır.
Böylelikle, çözümlemeye geçmeden önce yukarıda belirtildiği üzere,
karşılaşmalar, özellikle medya uzamında takımların mücadelesinden çok
armaların mücadelesine dönüşmekte; olası rekabet, karşılaşma ya da oyun
doğrudan armalar ile eğretilenmektedir.Son çözümlemede, birer kurumsal ve
kentsel kimlik görseli olarak öne çıkan kulüp armalarının temsil ettikleri
kulübün eskilliği oranında geleneksellik, tarihsellik ve kültürellik imgelerini
içselleştirdikleri ve kulüplerle birlikte temsil ettikleri kentleri, ayrıcı özgül
kentsel simge tasarımlarıyla bezenerek diğerlerinden ayrıştırdıkları
söylenebilir. Kulüp armalarının kulüpler için kurumsal marka kimliği
oluşturmada diğer görsel marka kimliği öğelerinin yanında, hiç kuşkusuz,
öncül yer tuttukları ve yüksek ölçekte bir marka değerini içkinleştirerek
logolaştıkları,
yapılan
çözümleme
ve
çıkarımlardan
kolaylıkla
anlaşılmaktadır.
168
M. Çamderelei – Mert Gürer
KAYNAKÇA
Arık, B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz.
Arık, B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz.
Arıpinar, E. (Ed.) (1992). Türk futbol tarihi. (Cilt 1). İstanbul: TFF.
Barthes, R. (1993). Göstergebilimsel serüven (çev. M. Rifat, S. Rifat). İstanbul: Yapı
Kredi.
Berger A. A. (1996). Kitle iletişiminde çözümleme yöntemleri (ed: N. Ulutak & A.
Tunç). (2. baskı). Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.
Çamdereli, M. (2006). İBB logosu nasıl okunmalı? Reklam arası. Konya: Tablet.
Çamdereli, M. ve diğerleri. (2006). Kentsel kimlik göstergeleri olarak kent logoları.
II. Ulusal halkla ilişkiler sempozyumu. Kocaeli. (Basımda).
Foucault, M. (2003). Ders özetleri (çev. S. Hilav). İstanbul: Yapı Kredi.
Hjelmslev, L. (1971). Prolégomènes a une théorie du langage. Paris: les editions de
minuit.
Http://tr.wikipedia.org/wiki/Horoz. (Erişim : 25.3.2008).
Http://www.bjk.com.tr/tr/haberler.php?xl=tarihce&l=h&hno=3275.(Erişim:25.2.2008
Http://www.bursaspor.org.tr/kurulus.asp. Erişim Tarihi: (Erişim : 25.2.2008)
Http://www.caykur.gov.tr. Erişim Tarihi: (Erişim : 25.2.2008)
Http://www.denizlispor.org.tr/tr/detail_content.asp?sec=1. (Erişim : 25.2.2008)
Http://www.fenerbahce.org/kurumsaldetay.asp?ContentID=7. (Erişim: 25.2.2008)
Http://www.futbol.gen.tr/haber/haber.php?id=90. (Erişim : 4.4.2008).
Http://www.galatasaray.org/kurumsal/tarihce/amblem.asp. (Erişim: 25.2.2008).
Http://www.galatasaray.org/kurumsal/tarihce/kurulus.asp. (Erişim: 25.2.2008).
Http://www.gboftas.org.tr/kulup_hakkinda.asp. (Erişim: 25.2.2008).
Http://www.genclerbirligi.org.tr/kurulus.asp. (Erişim: 25.2.2008).
Http://www.konyaspor.org.tr/menu.php?id=12. (Erişim: 25.2.2008).
Http://www.sivasspor.org.tr/kulup.asp. (Erişim: 25.2.2008).
Http://www.tff.org/Default.aspx?pageID=119. (Erişim : 20.3.2008).
Http://www.trabzonspor.org.tr/bolum.asp?MainID=448&PID=481&HaberID=2764.
(Erişim: 25.2.2008).
Knapp, D. E. (2003). Marka aklı (çev. A. Akartuna). İstanbul: MediaCat.
Martinet, A. (1970). Eléments de linguistique générale. Paris: Armand Colin.
Rifat, M. (1998). XX. yüzyılda dilbilim ve göstergebilim kuramları. Cilt 1. İstanbul:
Yapı Kredi.
Sakaoğlu, N. (2002). Osmanlı sarayında spor müsabakaları: Lahanacılar-bamyacılar.
Toplumsal tarih, 102. İstanbul: Tarih Vakfı.
Stemmer, T. (2000). Futbolun kısa tarihi (çev. N. Aça). Ankara: Dost.
Uçar, T. F. (2004). Görsel iletişim ve grafik tasarım. İstanbul: İnkılap.
Http://www.bjk.com.tr/tr/haberler.php?xl=yazi&h_no=2913. (Erişim: 25.2.2008)
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.169-196
Makale
Türk basınında ilk spor gazetesi
“Futbol”
Hamza Çakır 1
Öz: Tanzimat’la birlikte Avrupalı yaşam biçimini benimsemeye başlayan Osmanlı
toplumu, bu ülkelerde yapılmakta olan sporlardan da haberdar olur. Azınlıkların da
katkısıyla futbol, jimnastik, voleybol gibi spor dalları, birbirlerine yakın tarihlerde
İzmir ve İstanbul yaşamında bir yer edinirler. Böylece Osmanlı, Batı dünyasından söz
konusu spor dallarıyla birlikte “spor basını” kavramını da hayatına sokmuş ve ardı
ardına pek çok gazete ve dergi yayın hayatına başlamıştır. Futbol, bunların ilkidir. 11
Ekim 1910 tarihinde yayın hayatına başlayan, ancak yedi sayı yayımlanabilen Futbol
Gazetesi, spor basın tarihi açısından bir mihenk taşıdır. İlk sayısından kapanışına
kadar futbolun yaygınlaşmasına ve gelişmesine hizmet etmek için geleneksel ve
tutucu kesimle bir mücadeleye girişen gazete, bu bağlamda sporun özellikle de
futbolun sağlık, ahlak ve beden gelişimi açısından önemini vurgulayan yazılar
yayımlamıştır. Çalışmamızda bu ilk spor gazetesinin içeriğini tanıtma amacı
güdülmüştür.
Anahtar sözcükler: Futbol Gazetesi, Mustafa Ziya, Burhan Felek
The first sports newspaper in turkish press “futbol”
Abstract: The Ottoman society, which adopted European way of living with
Reorganization, comes to know the sports done in these countries. By the help of the
minorities, sports like football, gymnastics, and volleyball earn their places in
everyday lives of Izmir, and Istanbul at the same periods. Therefore, The Ottomans
led the mentioned sports branches as well as the concept of “sports press” present in
the West to its life and consequently a lot of newspapers and magazines start to be
published. Football is the first of them. “Futbol Gazetesi”, which started to be
published on 11th October, 1910 and was only able to publish seven issues, is the
touchstone of the history of sports press. The newspaper, struggling to serve the
development and widespread of football right from the first issue to the end against
the traditional and conservative people, published articles about the importance of
sports’, especially football’s, on health, moral and body development. This study has
aimed to present the content of this first sports newspaper.
Keywords: Football Newspaper, Mustafa Ziya, Burhan Felek
1
Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: [email protected]
170
İlk spor gazetesi
GİRİŞ
Bazı kaynaklara göre (Somalı,1989:7) futbol tarihimiz Sümer Türklerine
dayanmaktaysa da, özellikle Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk adlı
eseri Türklerin futbolun atası sayılabilecek oyunlarla tanışması ile ilgili
önemli bilgiler içermektedir: “Ünlü Türk düşünürü Kaşgarlı Mahmut’un 25
Ocak 1072 ile 10 Şubat 1074 tarihleri arasında yazdığı ünlü eseri ‘Divan-ı
Lügat-it Türk’ün ilk cildinin 323. sayfasında, eski Türk boylarının Orta
Asya’da ‘Tepük’ adıyla andıkları bir ayak topu oyunu oynadıklarından
bahsedilmektedir Türklerin ‘Tepük’ oynarlarken kullandıkları toplar, ilk
dönemlerde oval kalıplara dökülen kurşun kitlesinin üzerine keçi kılı veya
keçe sarılmak suretiyle yapıldığı; zamanla bunların değişime uğradığı ve daha
yumuşak cisimlerden yapılmış topların tercih edildiği, bunun için de içi hava
ile doldurulmuş ve yuvarlanmış kuzu tulumlarının kullanıldığı yine aynı
eserden öğrenilmektedir. Eski Türklerin ‘Tepük’ oyununu, belirli aralıklarla
karşılıklı dikilmiş mızrakların arasından topu, ayakla vurmak suretiyle
geçirerek sayı kazanmak esasına göre oynadıkları bilinmektedir (Arıpınar,
1992: 8).” Türklerin Orta Asya’dan göçleriyle birlikte, tepük oyunu
unutulmuş; tepük’ün günümüzdeki görünümü olan batı kökenli futbolla
tanışma da ise 1869 yılında basılan bir kitap önemli dönüm noktası olmuştur.
Sultan Abdülaziz zamanında Paris’e gönderilen gençler 1869 yılında orjinali
Fransızca olan “Ordu ve Mekteblerde Futbol” isimli kitabı basarak
(Kahraman, 1995:670) yıllar sonra ülkenin en önemli ortak paylaşım
zeminlerinden biri olacak futbolla Osmanlı Devleti’ni tanıştırmışlardır.
Futbolun bir oyun olarak yaygınlaşması ise Abdülhamid döneminde
gerçekleşmiştir. II. Abdülhamit döneminde tüm dernek faaliyetleri padişahın
baskısı altındaydı. Özellikle gençlerin bir araya gelerek dernek faaliyetlerinde
bulunmaları yasaktı. Buna spor etkinlikleri adı altında kurulan dernekler de
dahildi. Bu türden dernek faaliyetleri yalnız yabancı uyruklular için serbestti.
Dolayısıyla Türkiye tarihinde futbolu ilk oynayanlar İngilizler, Rumlar,
Ermenler ve İtalyanlar olmuştur. İzmir’de ticaretle uğraşan İngiliz Giraud,
Whittall ve Charnaud aileleri, boş zamanlarında oynadıkları futbolun,
Türkiye’de ilk uygulayıcıları sayılırlar. İlk futbol maçının azınlıklar arasında
1875'te Selanik'te oynandığı, ilk futbol kulübünün de İzmir'de 1894 yılında
İngilizler tarafından kurulduğu ve adının "Football Club Smyrna" (Durak,
2008) olduğu bilinmektedir. İstanbul'da futbol oynanmaya başlanması ise
İzmir'den İstanbul'a göçen İngilizler tarafından 1895 yılında Kadıköy ve
Hamza Çakır
171
Moda'da olmuştur. Buradaki Rumlar da futbola merak salmışlar ve futbol
İstanbul'da çok büyük bir hızla yayılmıştır.
Türkiye’de ilk resmi futbol kulübü ise 1902 yılında Lafontaine ve Mr.
Horace Armitage’in önderliğiyle Kadıköy’deki İngiliz ve Rumlar tarafından
kurulan Cadikeuy Football Club (Kadıköy Futbol Kulübü)’dır. Türkiye’de ilk
defa İstanbul’da dört takım tarafından James Lafontaine’nin başkanlığında
1904 yılında resmi olarak “İstanbul Futbol Ligi” adı ile bir lig kurulmuştur
(Pala, 2002: 47). Bu ilk lig maçlarının seyircileri daha çok İngilizler, Rumlar
ve nadiren de olsa Türk gençleri olmuştur.
Bu arada Türk gençlerinin de ilgisini çeken, ancak yasaklamalar sebebiyle
adını bile söylemeye çekindikleri futbol, bir hayal olmaktan ileriye
gidememişti. İstanbul'da futbolu İngilizlerden görerek merak salan Deniz
Subayı Fuat Hüsnü (Kayacan), Reşat (Danyal) ve Selim Sırrı (Tarcan)
sonunda yabancılarla beraber futbol oynamaya başladılar. Daha sonra Fuat
Hüsnü Kayacan ve Reşat Danyal büyük bir gizlilik içinde sürdürdükleri
faaliyetlerin sonunda ilk Türk takımı “Black Stacking Kulübü”nü kurdular,
fakat ilk futbol kulübü istibdat devrinde gelişemeden kapatıldı. Hatta Fuat
Hüsnü Bey daha sonra İngilizlerin kurduğu Kadıköy takımında "Bobby"
takma adıyla futbol oynamaya devam etti (Sarısoy, 2008). 1905 yılında
Galatasaray Sultanisi’nin öğrencilerinden Ali Sami (Yen), ilk resmi anlamda
takım kurma girişiminde bulundu. Türkiye'de ilk futbol ligi 1903 yılında
İmojen, Moda, Kadıköy ve Elpis takımlarının iştirak etmesiyle Fenerbahçe
stadının bulunduğu Papazın Çayırı’nda yapılmıştır. Tamamen Türklerden
kurulu ilk futbol takımı olan Galatasaray 1905, Fenerbahçe 1907, Vefa 1908
yıllarında ve 1903 yılında Beşiktaş Jimnastik Kulübü kurulmuş fakat futbol
branşının açılması 1911 yılında gerçekleştirilebilmiştir.
Aynı gazetenin 16 Aralık 1895 tarihli nüshasında ise Atina’da yapılacak
olan ilk Modern Olimpiyat Oyunları ile ilgili ayrıntılı bir haber çıkmıştır. Bu
ilk yazıların ardından 1897'de İzmir'de çıkan “Hizmet” adlı gazetede Selim
Sırrı Tarcan'ın sporla ilgili yazıları yayınlanmaya başlamıştır (Atabeyoğlu,
1991: 6-8). “1911 yılında Galatasaray Kulübü’nün ilk üyelerinden olan
Abidin Daver’in ‘Tasvir-i Efkar’da Galatasaray-Tamşuar (Macar) maçını
yayınlatması ile birlikte bir futbol maçı, ilk defa gündelik bir gazetede yer
almıştır (Eroğlu, 1987:71).”
Futbol, sadece İstanbul gazetelerinde kendine yer bulmakla kalmaz,
İzmir’de yayınlanan “Ahenk”, “Anadolu” ve “Köylü” gazetelerinde 1913
yılında futbol yazıları çıkar (Hiçyılmaz, 1985: 12). Yine 1914’te ‘Tasvir-i
Efkar’ Gazetesi Romanya karması ile Galatasaray maçını yayınlamış ve
okuyucularına Galatasaray’ın 4-2 galip geldiğini bildirmiştir (Perin, 1985: 8).
İlk spor gazetesi ise “Futbol” adıyla 11 Ekim 1910’da çıkmıştır. Mustafa
Ziya tarafından çıkarılan bu ilk spor gazetesi, yedi sayı sonra ilgisizlik
nedeniyle kapanmışsa da II. Meşrutiyet’in sağlamış olduğu özgürlük havası
içerisinde ülkemizde futbolun her geçen gün yaygınlaşması ve gelişmene
paralel olarak spor ve özellikle de futbola yönelik gazete ve dergilerin
çıkmasına da yol açmıştır. Terbiye ve Oyun, İdman, Sipahi Mecmuası, Spor
Alemi, ve Şa Şa Şa dergileri ilk dergilerdendir ve yayım tarihleri 1911
yıllarına denk düşer (Sönmez, 2008).
YÖNTEM
Bu çalışmamızın iki temel amacı bulunmaktadır. Birincisi, spor tarihimiz
üzerine çalışan/çalışacak olanlara ilk spor gazetesinin içeriği hakkında bilgi
vermektir. İkinci amaç ise spor tarihi üzerine çalışan meslektaşlarımızdan bir
kısmının çalışmalarında bu gazeteye hiç değinmemeleri, diğer bir kısmının ise
gazetenin orijinalini görmemiş olacaklar ki hem çıkış tarihi, hem kimliği, hem
de içeriği hakkında doğru bilgi vermemeleri ile ilgilidir. Örneğin spor
tarihimiz konusunda ciddi çalışmalarıyla tanınan Cem Atabeyoğlu, Türk Spor
Tarihi Ansiklopedisi’nde Futbol Gazetesi ile ilgili bilgi verirken hem
gazetenin çıkış tarihini, hem de gazetenin sahibini yanlış vermiştir. Gazetenin
içeriği ile ilgili ise bugüne kadar ciddi bir inceleme yapılmamıştır. Verilen
bilgiler yetersiz olduğu gibi tamamı da birbirinden aktarma şeklinde olmuştur.
Spor tarihimiz açısından bir mihenk taşı olan ve Osmanlıca-Fransızca olarak
toplam yedi sayı çıkabilen Futbol Gazetesi’nin bu bağlamda ciddi bir
incelemeye tabi tutulması düşünülerek bu çalışma yapılmıştır.
Bu çalışmamızda Türk basın tarihinin ilk spor gazetesi olan “Futbol”,
içerik incelemesine tabi tutulmuştur. Giriş kısmında, modern futbolun
Osmanlı topraklarına gelişi, ilk uygulayıcıları, ilk spor kulüplerinin
kuruluşları, Türk basınına ilk spor haberlerinin ve yazılarının hangi konularda
ve kimler tarafından yazıldığı aktarıldıktan sonra spor dallarına özellikle de
futbola yönelik Futbol Gazetesi ele alınmıştır. 1910 yılında toplam yedi sayı
olarak çıkan bu gazetenin arşivi sadece İstanbul Millet Kütüphanesi’nde
Hamza Çakır
173
bulunmaktadır. Fotokopi yoluyla elde edilen sayılar incelenmiş ve Batı tarzı
sporların ülkemize yeni yeni girmeye başladığı dönemlerde bu tür spor
dallarına özellikle de futbola yönetimin ve kamuoyunun bakış açısı
irdelenmeye çalışılmıştır.
ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
Gazetenin kimlik bilgileri
Gazetenin Adı:
Futbol
Alt Başlık:
Şimdilik haftada bir intişar eder spor gazetesidir
İmtiyaz Sahibi:
Mustafa Ziya
Mesul Müdür:
Mustafa Ziya
Sermuharriri:
Ali Macit
Yayın Tarihi:
28 Eylül 1326 (11 Ekim 1910)
Adres:
Bâbıâli Caddesinde 77 numaralı İktisat Kütüphanesi
Baskı Yeri: Bekir Efendi-Karagöz Matbaası, Dersaadet, Vezirhan
Fiyatı:
20 para
Abone bedeli: İstanbul’da altı aylığı 10 kuruş,
taşra için yalnız posta ücreti ilave olunur.
Yayın aralığı:
Haftada bir, 6. sayıdan sonra 15 günde bir
Yayın Yeri:
İstanbul
Bulunduğu Kütüp.: Milli Kütüphane
Sayı:
1-7
Sayfa Sayısı:
Her sayı 4 sahife
Özellikleri:
Tabldot, ilk sayfalar resimli, her sahifesi 3 sütun, (2,
3, 5, 6 ve 7. sayıların 4. sahifeleri Fransızca).
Gazete içeriğinin değerlendirilmesi
İlk sayısı 28 Eylül 1326 (11 Ekim 1910) tarihinde 4 sahife ve her sahifesi
üç sütuna ayrılmış olarak çıkan “Futbol” gazetesi, logonun üst kısmında
(sürmanşet olarak tanımladığımız yere) ağlarla buluşan top ve bu topa hamle
yapmakta olan kalecinin bir enstantane görüntüsüne yer vermiş ve bu
fotoğrafın sağ ve soluna ise gazete ile ilgili kimlik bilgilerini yazmıştır.
İlk sayfanın ikinci fotoğrafı ise üç sütundan oluşan gazetenin iki sütununu
kaplayacak şekilde çerçeve içerisine alınmış Galatasaraylı bir defans
oyuncusuna ait resimdir. Fotoğraf altı yazıda: “Galatasaray kulübünün
enmuzeç (örnek) müdafii” ifadesine yer verilmiş olmakla birlikte futbolcunun
adı ve hakkında hiçbir bilgiye yer verilmemiştir. Gazetenin birinci sütununda
ilk haber olarak “Beyan-ı İtiraz” başlığı altında bir özür yazısı yer almıştır. Bu
174
İlk spor gazetesi
yazıda, gazetenin Türkçe ve Fransızca çıkacağı ilan edilmiş olmasına rağmen
önemli bir sebepten dolayı Fransızca sahifesinin bu sayı için iptal edildiği
yazılmış, ancak gerekçe açıklanmamıştır. Devam eden özür yazısında bir
sonraki sayıda Kadıköy İttihad Kulübü’nün müsabakaları ile beraber
gazetenin bir sahifesinin Fransızca’ya ayrılacağı haberi verilmiştir.
Sürmanşetin dışında bir fotoğraf ve iki haberden oluşan birinci sahifenin
ikinci haberinde ise “Takdim-i Meslek” başlığı altında sporla ilgili görüşler ve
gazetenin çıkış amacı ele alınmıştır. İkinci sahifenin birinci sütununu da
kapsayan bu yazıda, Futbol Gazetesi’nin çıktığı ana kadar ülkemizde ne spora
ne de futbola ait bir gazetenin hatta layıkıyla bir risalenin bile çıkmadığı ifade
edilmiştir. Yazıda, Futbol Gazetesi’ne halkın göstereceği ilgiden endişeler dile
getirilmekte ve bu endişeleri gidermek için de şekilsel ve içeriksel olarak
okuyucuya taahhütlerde bulunulmaktadır. Buna göre gazete mizanpajı
titizlikle hazırlanacak, içerik ise hem tarafsız olacak hem de bilgi içerecektir.
Bu bağlamda futbol amatörlerinin futbol kuralları noktasındaki tereddütlerini
gidermek için İngilizce’den çevrilmekte olan bir eserin tefrikasına başlanacağı
haberi verilmektedir.
Gazetenin ikinci sahifesinin ikinci sütunu ise futbol karşıtlarına yönelik
ele alınmış bir yazıdır. Daha sonraları Burhan Felek ismiyle tanınacak olan
Üsküdarlı Mehmet Burhaneddin Bey imzasıyla kaleme alınan yazıda:
“…Memleketimizde bu oyunun daha doğrusu bu fennin karşıtları nedendir
bilinmez, oldukça çoktur. Futbolu kaba-saba bir oyun olarak görenler az
değildir. Biz futbolcular, bunu elbette hoş görmeyiz, görmemeliyiz” sözlerine
yer verilmiş, futbola karşı olanlar içerisinde kendilerinin ummanda bir katre
kadar az oldukları, hatta İstanbul’da bini bulan oyuncuların dışındaki herkesin
bu spora karşı olduğu, bunun da kendilerini cesaretlendirmesi gerektiği dile
getirilmiştir. Burhaneddin, her yeni şeyin karşıtlarının bulunmasının doğal
olduğunu belirttikten sonra: “İngiltere’de şimendöfer, Almanya’da matbaa
ortaya çıktığında karşı olanlar çoğunluktaydı, ama zaman, o taassupları
bertaraf etti. Futbol da böyle olacaktır ve futbol artık yolunu almıştır”
sözleriyle futbol karşıtlarına cevap vermeye çalışmıştır. Yazının devamında
her geçen gün futbol taraftarlarının sayısının arttığını söyleyen Burhaneddin,
kısa süre içerisinde hükümetin bile futbolun okullarda ve kışlalarda
oynanmasını kabul edeceğini, bunun futbol taraftarları için bir zafer olacağını
ve kendilerinin de amaçlarının bu olduğunu açıklamıştır.
Gazetenin ikinci sayfa üçüncü sütunu ile üçüncü sayfa birinci sütununun
yarıdan fazlası ise “Sporun Muhassenât-ı İctimâiyesi” başlığı altında futbolun
Hamza Çakır
175
sosyal yaşamdaki yerine değinilmek üzere ayrılmış, ancak bu ilişki bir sonraki
sayıya bırakılarak yazıya mikropların insan vücuduna zararları ile milletleri
sefalete sürükleyen içki gibi kötü alışkanlıklar örneklendirilmiş ve Batı’nın
medeniyetini alırken kötü alışkanlıklarının alınmaması noktasında uyarılarda
bulunularak sporun sağlık açısından önemine bir giriş oluşturulmaya
çalışılmıştır.
Üçüncü sayfanın yaklaşık iki buçuk sütunu ile dördüncü sahifenin bir
buçuk sütunu “Pazar Günkü Müsabakalar” başlığı altında spor etkinliklerine
ayrılmıştır. İlk haber atletizmle ilgi olarak verilmiştir. Kısa mesafe koşunun
zamanında başlamadığı, çıkış düdüğünün düzenli verilememesinden koşunun
birkaç defa tekrarlandığı, koşuya katılan beş sporcunun da kısa mesafeyi
bitirdiği, birinciliği Celal Bey’in, ikinciliği ise iki kişinin aynı anda yarışı
bitirmesi nedeniyle yapılan itirazlar üzerine tekrarlanan yarışta kazanan Rum
cemaatine mensup sabık Elpis Kulübü’nden Mösyö Aleko’nun kazandığı,
kaybedenin ise Galatasaray Kulübü’nün kalecisi olduğu yazılmaktadır.
İkinci spor haberi olarak “Çit Yarışı” (Engelli Koşu) ele alınmıştır. Bu
yarışın başlangıcında da çıkış hatalarının yaşanmış olmasına rağmen sonuçta
Aleko çit yarışının birincisi olmuştur. Üçüncü haber olarak “Av Müsabakası”
haberi yer almıştır. Üç kişinin katıldığı av müsabakası (atış müsabakası)’nın
galibi Mösyö Alberto olmuştur. Dördüncü haber, bisiklet yarışı ile ilgili olup
bu yarışın galibi Metin Hafiz olmuş, ikinciliği de Fener Kulübü’nden Niyazi
Efendi kazanmıştır. Beşinci haber ise motosiklet yarışıyla ilgili haberdir. Bu
yarışın birincisi de Fethi Efendi olmuştur.
Son spor haberi olarak futbola yer verilmiştir. Ancak atletizm, çit, atış,
bisiklet ve motosiklet yarışlarına kısa kısa değinilmişken Galatasaray ile
Strugglers arasındaki futbol müsabakası haberine iki buçuk sütun ayrılmıştır.
Bunda bir futbol gazetesi olmanın yanı sıra futbola karşı kamuoyunda bir ilgi
uyandırma ve antipatiyi sempatiye çevirme amacı yatmaktadır. Bunu
gerçekleştirme adına da maç, akıcı bir üslupla ele alındığı gibi yazıya yer yer
yorumlar da eklenerek haber ilgi çekici kılınmaya çalışılmıştır. Bu haberi, ilk
futbol haberi olmanın ötesinde aynı zamanda ilk futbol haber ve yorum dilinin
örneği olması açısından da önemsiyor ve aynen aktarıyorum:
Şimdi futbol meraklıların kulaklarında topun sadâ-yı âhenkdârı çınlıyor.
Bu rüyâ-yı nâzeninden tahassül eden zevk-i mesti onların vücud-ı merâk-ı
âverlerini garip bir hiss-i harir-i meserretle uyuşturuyordu. Artık sıranın
“futbol”a gelişi onlar için büyük bir saadet vâsi bir sevinç teşkil ediyordu.
176
İlk spor gazetesi
Vaziyetler o kadar tuhaftı ki güya her tarafları dinliyor, güya her biri reg-i
asabiyetleri taassub-ı intizar altında eziliyordu. (Galatasaray)- “Strugglers”
oynayacak, acaba hangi taraf ihrâz-ı gâlibiyet edecek. Herkeste bu merak
âhengli bir tantana ile ağızdan ağıza gidiyordu. Bu hisli âvânde oyuncular
meydan-ı temâşâya çıkmışlar, fotoğraflarını çektiriyorlardı. Bunun bittabii
herkes çabuk bitmesini arzu ediyordu. Resim alındı. Nihayet saha-i cenge
atıldılar. Oyuna da besmelekeş oldular. İlk önceleri “Galatasaray” lâkayd bir
betâetle harakete başladı. Sonra bir parça canlanır gibi oldu. Fakat
“Strugglers” arka hattının vuruşları “Galatasaray” ileri hattının da paslarının
birbirine adem-i tatâbuku bu faaliyet-i hayatiyyeyi öldürüyordu. Hele o bir
hata. Bütün oyunun intizâm-ı şekva şevkini bozdu. Onu kırarcasına mahvetti.
Zannedersin geçen sene bir müsabakada idi. Yine böyle bir yanlışlık, yine
böyle bir –ileri- nin “arkaya” konulması şiddet-i müsâbakayı rahdâr etmişti.
Fuat Bey nasıl arka hattına geçebilirdi. Biz bunu gördüğümüz vakit hayretler
ettik. Yine bir eser-i zuhul olduğunu heman anladık. Çünkü Fuat Bey
mütemâdiyen geçiyor, gol tehlikelerini sıklaştırıyordu. “Dış sağ”, “dış sol”
cidden çok fedakarlıklar yaptılar. Fakat bunların o medhul paslarını hiss-i
istimâl edecek “ileri” bir “iç” maateassüf yoktu. Bunun için de muvaffakiyet
olanca şevksizliğiyle söndü, gitti. Sonra iş başka zemine döküldü.
“Strugglers” ileri hattı “Galatasaray” arka hattının zafiyetinden istifâde etmek
istediler. Hücumlarını az daha sıklaştırdılar. Pek mukâvemet edemiyor idiyse
de her halde Galatasaray Heyet-i Umumiyesi’nden hemen hemen farklı
değildiler. Esâsen Galatasaray Kulübü’nün bu seneki teşkilatı gâyet zayıftır.
Eğer bu teşkilat ibka edilecek olursa Galatasaray’ın âti-i gâlibiyeti için söz
söylemekte herkes tereddüt eder zannederiz. Bu ânât müşkkilde idi. Bizim
Fuat Bey’in bir hatâ-yı sarihi Galatasarayı mağlup etti. Herkes “Strugglers”i
alkışladı. Sâhib-i hata artık “arka”yı terk etti. “İleri “hattına, eski oynadığı
mevkiye geçti. “Strugglers” sevincinden gayret-i muhâcemâtını artırdı.
Ötekilerde de müteessirâne savletler baş gösterdi. Ortaya sağdan, soldan o
kadar paslar geldi ki idare edilemedi. Nihayet şöyle böyle istirahat düdüğü
çaldı. Teneffüsler edildi. İkinci mübâreze ön aldı. Galatasaray bu sefer iyiden
iyiye canlandı. Dâima kale önünde dolaşmaya fakat maataassüf bir çok
fırsatlar kaçırmaya başladı. “Orta” o vaziyet-i malûmesiyle karşısındakileri
aldatıyordu. Bir çok defalar sıkı, metin (şut)lar çekti. Muvaffak olamadı.
(Strugglers) hiç umurunda değilmiş gibi hareket ediyor, “arka” hattı kavi
olduğu için korkmuyor, bilakis muvaffakiyetinden ümitvar bulunuyordu.
Arada bir ilerilediler fakat Galatasaraylılar da onları fevkalade dûçâr-ı tensîk
177
Hamza Çakır
ettiler. Bu hal epey bir müddet geçirdi. Her iki tarafın da bir alay hatalar sâdır
oldu. Derken (Strugglers)’dan sağ (arka)nın sıkı bir darbesi topu ileriye
yolladı. Bu anda (arka)lar da ileri hattına kadar gelmiş bulunuyordu. Az bir
vakit içinde (iç sağ) topu kaptı. Hatta iki kişiyi geçtikten sonra nâil-i maksat
oldu. Buna tarafdârânı (hurra)larla mukâbele ettiler, alkışladılar. Bittabi
kendileri de sevindiler. Halbuki Galatasaray tarafgîrânı me’yûsiyet-i
sâbıkalarına bir daha zamme ediyorlardı. Bundan sonra Galatasaray
oyuncularını teşcî’a çalıştılar fakat onlarda zevk-i gâlibiyet çoktan kırılmıştı.
Mütebâkî on dakika daha devam etti. Ne bir eser-i tafavvuk…hiçbir şey
görülmedi. Bunun üzerine herkesin heyecanı da bütün bütün fazlalaştı idi ki
düdük hıtâm-ı müsâbakayı ilan eden sadası bu heyecân-ı umûmiyi teskîne
çalışıyordu.
Bu spor haberi, bizlere ilk haber-yorum dili olmanın ötesinde 1910’larda
İngilizce’den alınan futbol terminolojisinin Türkçe karşılıklarının bulunarak
kullanılmaya çalışılması açısından da oldukça önemlidir. Haber içerisinde
kullanılan, ileri hat, arka hat, dış sağ, dış sol, ileri iç, iç sağ kelimeleri buna
örnek gösterilebilir. Hatta gazetenin bu konuda bir yarışma başlattığını da
üçüncü sayfanın son sütununda görüyoruz. Konuyla ilgili olarak şöyle
denilmektedir:
“Futbol” oyunu İngiliz İhtirâ’ı olduğu için bittabi oyuncuların isimleri
İngilizcedir. Biz de diyoruz ki: Mâdem ki beğendik ve kabul ettik bu “futbol”
oyununu oynuyoruz. O halde bu isimler Türkçe olmalı ve beynimizde böyle
isti’mâl edilmelidir. Çünkü Fransızlar da bizim gibi “futbol”u oynadıkları
zaman o andan itibâren o isimlerin hemen kâffesini değiştirmişlerdir. Bizim
bir noksanımız yok. Aaa… Niçin biz bu salâhiyetten mahrum kalalım. ..Biz
mukâbillerini şöyle bulabildik:
Kaleci
Sağ orta
Dış sağ
İç sol
Sağ arka
Sol orta
İç sağ
Dış sol
Sol arka
Orta
İleri
Bütün oyunun kâffe-i esâmisini bundan daha sehîlül-isti’mâl olarak
bulana tarafımızdan gazetemizin altı aylık abonesi hediye edilecektir.
11 Ekim 1910 tarihinde okuyucusu ile buluşan Futbol Gazetesi’nin bu ilk
sayısının son yazısı “Futbol Müntesiplerinden Bir Rica” başlığını
taşımaktadır. Geleneksel spor dallarının dışında sosyal aktivitelerimiz
içerisinde yeni yeni yer almaya başlayan futbol, mutaassıp kesimler tarafından
178
İlk spor gazetesi
“gavur icadı” olarak algılanmakta, ilgilenenler ve hatta ilgi duyanlar bile
yadırganmaktadır. Futbola karşı yönetimsel ve buna bağlı olarak toplumsal
zihniyet değişiminin henüz oluşmadığı bir dönemde futbolla ilgili bir
gazetenin yayın hayatına başlaması da ister istemez tiraj sorununu beraberinde
getirmiştir. Yaklaşık iki sütuna yakın “Futbol Müntesiplerinden Bir Rica”
başlığıyla kaleme alınan yazıda bu endişeler dile getirilerek şöyle
denilmektedir:
… İşte bugün bizim de elimizde bir işimiz, muhtâc-ı mu’âvenet bir
teşebbüsümüz var. Biz de “Futbol” gazetesini çıkarmakla sizin
mu’âvenetinizi diliyoruz ve onun muvaffakiyet-i mustakbelesini temin
içün sizleri tevkil ediyoruz. Bittabi gazetemizi bir havâdis meraklısı
okuyamadığı gibi bir heveskâr-ı edep de gözden geçiremez. Binâenaleyh
(Futbol) sizlerin himâye-i şahıslarına sığınmış demektir. Biz futbolcular
da bir nokta da ittihad edüp de biri birimize mu’âvenet edemezsek cihân-ı
za’fa karşı ayıptır. Mu’âvenetinizin sizce hiç fakat bizce kıymetdâr olan
ciheti birer abone olmak ve himmet-i kalemiyede bulunmaktır. (Futbol)
ancak bu suretle çıkabilecektir. Yoksa sizden rû- yı iltifat görmedikten
sonra insaf edin bir başkasından mı görecek!..
Biz, sizi ittihâda mu’âvenete davet etmekle vazife-i teşebbüsiyemizi îfâ
ettik demektir. Eğer (Futbol) mu’âvenet-i himmetinizden bir şey görmez de
sekte-i ta’tile uğrayacak olursa teveccüh edecek bütün sadâ-yı ta’yîb doğrudan
doğruya size aittir. Çünkü siz ittihad etmediniz. Siz, mu’âvenetde
bulunmadınız.”
Gazeteyi satın alarak, abone olarak futbol severlerin gazeteye sahip
çıkmasını isteyen gazete yönetimi, yazıda okuyucuyu töhmet altında bırakan
sert bir üslup da kullanmış ve “gazete kapanırsa tek sorumlu siz
okuyucularsınız” demiştir.
Son sütunun son satırlarında gazete satış yerlerini de okuyucularına
duyuran gazete, bu yerleri; Üsküdar’da Çarşı boyunda Yeni Çeşme
yakınlarında Kitapçı Muhtar Efendi, Kadıköy’de İskele önünde Tütüncü
Dükkanı, İstanbul’da Bâbıâli yokuşunda Kitapçı Kasım Efendi, Beyoğlu’nda
Çarşı-yı Kebir’de Haszzopulos Pasajı’nın yanında ecnebi gazetelerinin deposu
olarak vermiştir.
Gazetenin 2. sayısı 5 Teşrin-i Evvel 1326 (18 Ekim 1910) Salı günü
çıkmıştır. Yine dört sahife olarak çıkan Futbol Gazetesi’nin birinci sayıda da
belirtildiği üzere son sahifesi Fransızca olarak çıkmıştır. Bu sayıda da ilk
sayıda olduğu gibi iki kare resim kullanılmış ve bu resimler ilk sahifede yer
almıştır. Resimlerin ilki “Futbol” logosunun üstünde ilk sayıdaki resmin
Hamza Çakır
179
aynısı olmakla birlikte logonun altındaki resim bu kez değiştirilmiş ve
Galatasaraylı futbolcu Emin’in vesikalık bir fotoğrafı konmuştur. Fotoğrafın
altına ise: “Şutlarından emin! Bir oyuncu Emin Bey” yazılmıştır. İkinci
sayının ilk haberi “Futbolun Mümtâziyeti” başlığını taşımaktadır. Yazıda,
sporun sağlıklı yaşamla ilgilisi, insanlığın ilerlemesindeki önemli katkıları,
etkisinin siyasetin üstünde olduğu, Avrupalıların futbola verdiği değeri hiçbir
spor dalına vermedikleri dile getirildikten sonra futbolun İngilizler tarafından
bir kış sporu olarak icat edildiği, bunun gerekçesi olarak da kışın insanları
ataletten kurtarmak olduğu anlatılmıştır. Bundan dolayı kış aylarının çok uzun
geçtiği ve kış hayatının “ev hayatı” olarak algılandığı ülkemizde futbolun tam
şark hayatına uygun bir spor dalı olduğu ve gençlerin bu spora
yönlendirilmesine çalışılması gerektiği vurgulanmış, futbolun mücadele yönü
de ele alınarak gençlerin askere gitmeden önce bu mücadele ruhunu
edinmelerine fayda sağlayacağı kaleme alınmıştır.
İkinci yazı, Kadıköy İttihâd-ı Osmânî Mektebi Terbiye-i Bedeniye
Muallimi (spor öğretmeni) İhsan Ziya tarafından gazeteye gönderilen “Futbol
Gazetesinin İntişarı Münâsebetiyle Birkaç Söz” başlığını taşıyan yazısıdır.
Yazısında, sporun en önemli dalı olan futbol üzerine çıkan bu gazeteyi
gördüğünü ve çok sevindiğini, ayrıca bunun bir ihtiyaç olduğunu söyleyen
İhsan Ziya, ülkemizde sporun faydaları üzerine tam bir fikir birliğinin
oluşmadığını, hatta jimnastik gibi sporların hokkabazlık ve sokak cambazlığı
şeklinde algılandığını ve yerildiğini vurgulayarak eleştiride bulunmaktadır.
Artık Meşrutiyet döneminin yaşandığını, her türlü gazetenin çıkabileceğini, bu
bağlamda spor gazetelerinin de çoğalması gerektiğini savunan İhsan Ziya;
“Sağlam bir vücutta sağlam bir fikrin bulunacağı” darb-ı meselinden hareketle
gençlerin hem zihnen hem de bedenen gelişmeleri için spora
yönlendirilmelerinin zorunlu olduğunu söyleyip İngiliz milletini örnek
göstererek: “ Bugün İngiliz kavmini göz önüne getirelim. Ne görürüz? Göğüs
ileride, vücut dümdüz, arkada kambur yok, çehre kıpkırmızı, aslan gibi bir
vücut değil mi?... İşte bizim eski Türklerimiz de böyleydi. Fakat bugün
gördüğümüz o İngiliz, Alman kavmi gibi o zamana mahsus idmanlarla meşgul
olurlar ve sefahattan kaçarlar, namaz kılarlardı…” dedikten sonra yazısının
devamında: “ Bizde cılız, çelimsiz, hastalıklı, durmadan öksüren, fazla yol
yürüse yetmişlik ihtiyar gibi bayılan gençlerimizde sıhhatin ötesinde sağlam
fikir üreten beyinler bulabilir misiniz?” şeklinde düşüncelerini dile getirerek
bu durumu, spora önem vermediğimize bağlamaktadır.
180
İlk spor gazetesi
İkinci sayfadaki diğer bir yazı “Sporun Muhassenât-ı İctimâiyesi”
başlığını taşımaktadır. Birinci sayıda aynı başlıkla ele alınan yazı bu sayıda
devam ettirilmiştir. Yazıda, gençlerin kötü alışkanlıklardan uzak tutulması
için güzel bir meşguliyet alanı olan spora yönlendirilmeleri önerilmektedir.
Ayrıca birinci sayıda sporla ilgili İngilizce’den bir kitabın çevirisinin
yapılarak gazetede tefrika edileceği haberi verilmişti. Bu tefrika, ikinci
sayının 2. ve 3. sahifelerinin alttan 12 satırı ve üçer sütunları da ayrılarak
yayımlanmaya başlanmıştır. Çevirmeni M. Nasuhi imzasını taşıyan bu ilk
bölüm tefrika metninde, saha içerisindeki kaleci, sağ arka, sol arka gibi mevki
isimleri, futbol sahası ve kale ölçüleri, ceza sahası, çizgiler ve topun
büyüklüğü ve ağırlığı ile oynanacak süre hakkında bilgiler verilmektedir.
Verilen bilgilere göre 1910 yıllarında futbol sahası ve topla ilgili ölçütler şu
şekildedir:
Saha uzunluğu:
Saha genişliği:
Maksimum 120 m.
Maksimum 80 m.
Minimum 100 m.
Minimum 50 m.
Topun ağırlığı
370 ile 465 gr.
Çevresi
68 - 70 cm. olmalıdır.
Çeviri kitaptan aktarılan bilgiye göre maçla ilgili süre 90 dakika olmakla
birlikte takımların anlaşmaları halinde bu sürenin uzatılabileceği de
yazılmaktadır.
Üçüncü sayfanın diğer bir haberi de “Arz-ı Teşekkürât” başlığını
taşımaktadır. Gazete yönetimi tarafından kaleme alınan yazıda, “Futbol”
gazetesinin yayın hayatına başlaması dolayısıyla Tanin, İkdam ve Jön Türk
gazetelerinin tebrik yazılarına karşılık bir teşekkür yazısı ele alınmış ve daha
sonra birinci sayıda başlatılan futbol terimleriyle ilgili bir açıklamaya yer
verilmiştir. “Havâdislerimiz” başlığı altında ise kısa kısa üç habere yer
verilmiştir. Bu haberlerden ilki Üsküdar Mutasarrıfı Faik Bey’in
organizasyonunu üstlendiği spor müsabakaları ve bunlar arasında Galatasaray
ile Strugglers arasında oynanacak maçla ilgili haber, ikincisi Anadolu Kulübü
ile Fener Kulübü arasında bir müsabaka düzenlenmesi girişimleri ve son haber
de gazetenin İstanbul’daki satış yerleriyle ilgilidir.
Gazetenin ikinci sayısının son sahifesi Fransızca olarak çıkmıştır. Dört
haberin yer aldığı bu Fransızca sahifedeki haberler, çok az farklılıklar olmakla
birlikte Osmanlıca kısımdaki haberlerin bir derlemesinden oluşmaktadır.
Hamza Çakır
181
Fransızca olarak kaleme alınan ilk haber “Birkaç kelime” başlığını
taşımaktadır. Yazı işleri tarafından kaleme alınan yazıda, genç Türkiye’nin
yeni döneminde sporun, halkın fiziki ve ahlaki gelişiminde önemli bir rol
oynayacağı vurgulandıktan sonra 1910’lar itibariyle İstanbul’da 10’a yakın
spor kulübünün bulunduğu, bu kulüplerin gözde spor dalının da futbol olduğu
dile getirilmiştir. İkinci haberde ise birinci sayıda “Pazar Günkü
Müsabakalar” başlığı altında Osmanlıca olarak yayımlanan spor
müsabakaları biraz daha kısaltılarak verilmiştir. Üçüncü kısa haber, Futbol
Gazetesi’nin satış yerleri, dördüncü kısa haber de Kadıköy İttihat Kulübü’nce
gerçekleştirilecek spor karşılaşmalarıyla ilgilidir. Bu haberler de birinci
sayıdaki Osmanlıca haberlerin Fransızca çevirileridir.
Futbol Gazetesi’nin 3. sayısı 12 Teşrin-i Evvel 1326 (25 Ekim 1910)
tarihinde çıkmıştır. Bu sayıda da ilk iki sayıda olduğu gibi sadece ilk sayfada
iki fotoğraf kullanılmıştır. “Futbol” logosu üzerindeki resim, önceki
sayılardaki resimle aynı olup, logo altında kullanılan resim ise güreşçimiz
Kurtdereli Mehmet Pehlivan’a aittir. Ancak Kurtdereli Mehmet Pehlivan’la
ilgili yazı, gazetenin ikinci sahifesinde yer almış, ilk sahifede “Bir Hasbihal”
başlığı altında futbol tutkusu anlatılmıştır. 2. sayfanın 4/3 ve 3. sayfanın ilk
sütununun büyük bir kısmı “Kurtdereli Mehmet Pehlivan” başlığı altında bu
ünlü güreşçimize ayrılmıştır. Yazıda, Taksim’de düzenlenen milletlerarası
güreş müsabakasında Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın Hint Kaplanı diye anılan
Gulam Rüstem, Dobroviç, Hackenschmit, Kazaklı Baradonof ve Chalve ile
yaptığı ve kazandığı güreş müsabakalarının öyküsü ile hakem heyetinin
Kurtdereli’yi “Türkiye Başpehlivanı” ilan etmesi yer almıştır.
Üçüncü sayfadaki diğer bir yazı ise Burhaneddin imzasını taşıyan ve
“Tecâribim” (Tecrübelerim) başlığı altında futbola karşı çıkanlara yönelik
kaleme alınmış bir yazıdır. Yazıda, futbola karşı çıkanları cehaletlikle
suçlayan Burhaneddin, iddia edildiği gibi futbolun insanları sakat bırakacak
derecede sertlik içermediğini savunmuştur. “Pazar Günü” başlığı altında ise
geliri Osmanlı Donanması’na verilmek üzere Kadıköy Onion Kulübü’nün
organize ettiği Galatasaray-Strugglers maçına, Strugglers’in çıkmaması
üzerine hükmen mağlup sayıldığı ve Galatasaray ile Fener Kulübü’nün bir
antrenman maçı yaptığı haberi verilmiştir.
İkinci sayıda başlayan futbolla ilgili tefrika yazısına bu sayıda da devam
edilmiştir. Bu sayıdaki yazıda, para atışıyla hangi kalenin seçileceği, maça
kimin başlayacağı, rakip takım oyuncularının başlama düdüğünden önce
nerede durmaları gerektiği, 45 dakika sonunda 5 dakikalık devre arası
182
İlk spor gazetesi
verilmesi gerektiği, taca çıkan topun nasıl kullanılacağı, tacın yanlış
kullanılması durumunda taç atışının karşı rakibe geçeceği, topun üst veya yan
direklerden geri dönmesi halinde oyunun devam edeceği kuralları
anlatılmıştır.
Fransızca olarak çıkan dördüncü sahifenin ilk yazısı “Futbolun
Ayrıcalığı” başlığını taşımaktadır. Bu yazı, ikinci sayıda Osmanlıca olarak
çıkan “Futbolun Mümtâziyeti” başlıklı yazının Fransızca çevirisidir.
Fransızca sayfada yer alan kısa üç haberden ilki Üsküdar Mutasarrıfı Faik
Bey’in organizasyonunu üstlendiği spor müsabakaları ve bunlar arasında
Galatasaray ile Strugglers arasında oynanacak maçla ilgili haber, ikincisi
Anadolu Kulübü ile Fener Kulübü arasında bir müsabaka düzenlenmesi
girişimleri ve son haber de gazetenin İstanbul’daki satış yerleriyle ilgili
haberden oluşmaktadır. Bu haberler de ikinci sayıda Osmanlıca olarak
yayımlanmış haberlerin çevirisidir.
20 Teşrin-i Evvel 1326 (2 Kasım 1910) tarihinde 4. sayısı çıkan Futbol
Gazetesi’nin ilk sahifesinde önceki sayılarda olduğu gibi biri logonun üstünde
diğeri de logonun altında olmak üzere iki kare fotoğraf kullanılmıştır. Logo
üstü fotoğraf ilk sayıdan itibaren hiç değişmez iken logo altındaki fotoğraf
karesi her sayıda farklı kullanılmıştır. Bu sayıda logo altı fotoğraf olarak
Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın Kırkpınar Ağası tarzında çekilmiş boydan bir
resmi kullanılmış, ancak bu kare fotoğrafla hiçbir ilgisi olmayan bir habere
yer verilmiştir. Fotoğraf ve haber uyumu gazetenin ilk sayısından başlayarak
dikkatsizce kullanılmıştır.
“Tereddütlerimiz” başlığını taşıyan ilk sayfa haberi, futbolun kurallarına
uymanın önemini ele almıştır. Özellikle hentbol, ofsayt ve penaltı kurallarını
uygulamada titiz davranılmadığı, bunda bilgi yetersizliği kadar futbolu
ciddiye almamanın da etkisi olduğu dile getirilmiş ve bunun da futbolun
güzelliğini olumsuz etkilediği vurgulanmıştır. Futbol kurallarının iyi bilinmesi
için her sayıda İngilizce’den çevrilerek yayınlanan “Tefrikamız” başlıklı
yazının iyi okunması istenmiştir.
Birinci sahifede fotoğrafı yayınlanan Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ın
haberi ancak ikinci sahifenin ikinci sütununda yer alabilmiştir. Bu haber de bir
önceki sayıdaki haberin devamı olup Kurtdereli’nin rakipleriyle yapmış
olduğu güreş müsabakalarını kazanış öyküsü ele alınmış ve Kurtdereli’nin
bundan sonra güreş için Amerika’ya gideceği haberi verilmiştir. Gazetedeki
diğer bir haber, üçüncü sahifede yer alan “Pazar günkü müsabakalar”
başlığını taşımaktadır. Bu başlık altında kısa kısa bisiklet yarışları, hızlı
Hamza Çakır
183
yürüme yarışı, halat çekme, yumurta yarışı, çit ve koşu yarışları hakkında
haberler verildikten sonra bir sahife yani üç sütun Galatasaray ile Strugglers
arasında oynanan maçın haberine ayrılmıştır. Haberde, maçın başlangıç
düdüğünden bitiş düdüğüne kadarki her pozisyonu yoruma dayalı olarak
aktarılmıştır. Ancak takımların kadroları verilmemiştir. Maçı, bu kez
Galatasaray kazanmıştır.
Diğer bir spor haberi de “Mekteplerimizde Jimnastik” başlığı altında ele
alınmıştır. Bu haberde, okullardaki jimnastik dersinin zorunlu olmaması, okul
yöneticileri ile din adamlarının bu tarz sporlara iyi gözle bakmamaları,
velilerin ise tehlikeli hareketler sonucunda çocuklarının sakat kalacaklarını
bahane ederek jimnastik sporundan çocuklarını uzak tutmaya çalışmaları
eleştirilmiştir. “Tefrikamız” başlığı altında ise futbol kurallarıyla ilgili üçüncü
bölüm yayınlanmıştır. Bu bölümde de yan hakemlerden, faullu hareketlerden,
kaleci değişikliğinden, penaltı atış kurallarından, topun dışarıda sayılması için
çizgiyi geçme şartından, dizlik ve kramponların olması gereken
standartlarından bahsedilmiştir. Bu konularla ilgili verilen bilgiler bugünkü
futbol kurallarından çok farklı olmadığı için yazının ayrıntılarına girmeye
gerek görmedik.
Bu sayının son haberi ise gazete yönetiminin bu sayıda 4. sahifeyi
Fransızca olarak çıkaramama gerekçesi üzerinedir. Gerekçe olarak da pazar
günkü spor olaylarını tercüme ederek matbaaya yetiştirememeleri
gösterilmiştir. Bundan sonraki sayılarda bu hatayı yapmamaya gayret
edeceklerini ifade ederek okuyucudan özür dilenmiştir.
Futbol Gazetesi’nin 5. sayısı 27 Teşrin-i Evvel 1326 (9 Kasım 1910)
tarihinde yayınlanmıştır. Yine ilk resim değişmezken logo altı resimde
Galatasaray- Strugglers kulüplerinin karma bir fotoğrafına yer verilmiştir.
Manşet altı sahifenin 4/3’ünü kaplayan resmin altına Osmanlıca ve
Fransızca olarak “Galatasaray-Strugglers kulüpleri/Les Clubs de GalataSarai et les Strugglers” yazılmış, ancak kulüplerle ilgili bu ilk sahifede hiçbir
bilgi verilmemiştir. İlk sahifenin tek haberi “Bir sem’-i teessür” başlığını
taşımaktadır. Yazıda, Osmanlı topraklarında çıkan ilk spor gazetesi olarak
büyük ilgi göreceklerini, heyecanla karşılanacaklarını beklerken geçen dört
sayı süresince tam aksine hem eleştirilere maruz kaldıklarını, hem de ilgisiz
bırakıldıklarını dile getiren gazete yönetimi:
Biz şu teşebbüsümüzle spor hayatına atıldığımız vakit o arsa-i
faaliyet ıssız, kimsesizdi. Söyledik, rica ederek dedik ki koca Mülk-i
Osmânî’nin yegâne spor gazetesi olan”Futbol” yaşamak içün sizin
184
İlk spor gazetesi
sahâbet-i maddi ve maneviyenize sığınmıştır. O, hastalanır,
yaşamayacak olursa ayıp bize değil sizedir. Fakat heyhat... Bu
sözlerimizi, bu ricalarımızı dinleyen, işiten kimse olmadı…Evet
…biz neler, ne büyük mikyâsda mu’âvenetler bekliyorduk…Spor
sahasına atıldığımız vakit orayı nasıl ıssız, kimsesiz bulduksa şimdi
de aynı öyleyiz. Kimsesiz, yalnızız. Bidâyet-i intişârımızda ittihâdın
azametini söyleyerek vifâk vifâk (hemfikir) …diye bağırdıktı,
infâksız, vifâksız. Hiçbir şeyin mevki-i husûle gelmeyeceğini
söyledikdi. Ne bir eser-i ittihad, ne bir alâmet-i mu’âvenet göremedik,
şeklinde devam eden yazıda okuyucu tarafından gazeteye gösterilen ilgisizlik
ağır bir dille eleştirmiş, gazetenin yaşaması için son bir iyi niyet göstergesi
olarak gazetenin ebatlarının büyütüleceği, sahife sayılarının artırılacağı ve
spor alanında uzman kişilerin yazılarına yer verileceği dile getirilmiştir. Bu
fedakarlıklarının neticesini alamadıkları takdirde ilk spor gazetesinin yayınına
son verileceği de şu kelimelerle ifade edilmiştir: “ …Eğer evvelki gibi buna
da, bu da’vet-i mükerrereye icâbet edilmezse o zaman “futbol” saha-i
matbû’âtından kendinde büyük bir hakk-ı salâhiyet ve mu’âfiyet görür,
görebilir. Bu da onun içün çok görülmemelidir. Sözlerimiz takdir edilemiyor
diyemeyiz. Çünkü ondan külliyen teeddüp ederiz” .
Bu sayının ikinci yazısı ise bir önceki sayıda kaleme alınan
“Mekteplerimizde Jimnastik” yazısının devamıdır. Bu yazıda, okullarda
futbol ve jimnastiğe önem verilmesi, “Futbol” gazetesinin öğrencilere
aldırılarak sporun sevdirilmesi önerilmektedir.
Beşinci sayının üçüncü sahifesinde Y.R. rumuzuyla bir makale ele
alınmıştır. “Almanya’da Futbolun Terakkisi” başlığını taşıyan yazıda,
Avrupa’da spor ve futbolla ilgili gazeteleri büyük-küçük herkesin okuduğu,
spor gazetelerinin tirajlarının yüz binlere ulaştığı bilgisi verilmiştir. Ayrıca
sporun Almanya ve Avrupa’da son on yılda başlamış olmasına rağmen büyük
önem verdiklerinden hızla gelişip yaygınlaştığı, hatta İstanbul’daki Alman ve
Fransız okulları arasında her hafta çarşamba ve pazar günleri futbol
turnuvaları düzenlendiği halde bizim okullarımız arasında bu tür spor
etkinliklerinin olmamasının çok üzücü olduğunu söyleyen yazar, bedenen ve
fikren ilerlememiz için spora yatırımlar yapmamızın kaçınılmaz olduğunu
vurgulamıştır. Selim Sırrı Bey’in Fincancılar yokuşunda “Terbiye-i Bedeniye
Mektebi” adı altında bir jimnastik okulu açmasına rağmen ilgi görmemesine
de üzüldüğünü söyleyen yazar, spora meraklı gençler yetiştirebilmemiz için
önce tüm okullarda sporu zorunlu hale getirmemiz gerektiğini, ayrıca spor
Hamza Çakır
185
kulüplerinin oluşturulmasının sporun yaygınlaştırılması açısından çok önemli
olduğunu da yazısında dile getirmiştir.
Bu sayının “Havâdislerimiz” başlığı altında, Galatasaray-Kadıköy veya
Kadıköy-Strugglers arasında bir futbol karşılaşmasının olabileceği haberi
verilmiştir. “Tefrikamız” başlığı altında ise “hakem”in tarafsızlığı, hakemin
faullu oynayan oyuncuları önce uyarı, daha sonra oyundan atabileceği, topun
oyun dışında kaldığı süreleri göz önüne alarak süreyi uzatabileceği, hava
şartları ve seyircilerin taşkınlıkları sonucu oyunu tamamen veya geçici olarak
iptal edebileceği ile yan hakemlerin görevleri anlatılmıştır.
Fransızca olarak çıkan son sahifede 4. sayının ilk sahifesinde yayımlanan
“Tereddütlerimiz” başlıklı yazı Fransızca’ya tercüme edilerek aktarıldıktan
sonra Strugglers Futbol Kulübü adına A. Depont tarafından gönderilen bir
düzeltme yazısına yer verilmiştir. Gazetenin üçüncü sayısında çıkan
Galatasaray-Strugglers maçına, Strugglers’in çıkmaması üzerine hükmen
mağlup sayıldığı haberinin tekzibi ile ilgili düzeltme metni aynen şu
şekildedir:
İstanbul 31 Ekim 1910
Sayın Futbol Gazetesi Ser-Muharriri
Saygıdeğer gazetenizin okuyucularını gayet doğru bir şekilde
bilgilendirmeye özen gösteriyor oluşuna güvenerek, üçüncü sayınızda
yer alan iki küçük hatanın düzeltilmesi için sütunlarınızın
müsafirperverliğine başvuruyoruz.
Galatasaray ve Strugglers arasındaki futbol maçından bahsederken
diyorsunuz ki: “Pazar günki (23 Ekim) karşılaşması yapılamadı” ve
ardından şunu ilave ediyorsunuz: “Strugglers takımı karşılaşmaya
davet edilmiş olduğundan kurallara göre mağlup sayılmıştır.”
Gerçekten Kulüpler Birliği Komitesi, basına karşılaşmanın 23
Ekim’de olacağına dair bir bilgi gönderdi. Fakat bunu tamamen kendi
insiyatifiyle ve ilgili kulüpleri önceden bilgilendirmeyi ihmal ederek
yaptı.
Bizim kulüp, Kulüpler Birliği’nden davet alır almaz belirtilen tarihte
oynamanın mümkün olamayacağını bildirdi. Böylece Kulüpler Birliği
Komitesi’nden basına gönderdiği bu bilgiyi tekzip etmesi ve
kamuoyunun yanlış bilgilendirilmemesi istendi.
Diğer yandan Galatasaray Kaptanı Sayın Ahmet Robinson, bizzat
şifahi olarak uyarılmıştı. Eğer bu kulübün üyeleri Kulüpler Birliği’nin
çayırına varmışlarsa, bu durum şüphesiz orada rastlantı sonucu
bulunanlarla bir idman yapma niyetiyle olmuştur.
186
İlk spor gazetesi
Bu detayları müsaadenizle size ulaştırıyoruz ki bizi çok ilgilendiren
gazeteniz doğru haberleri kabul etsin, spor konusundaki özellikle
futbol ile ilgili haberleri düzeltsin ve böylece okuyucuları doğru
bilgilendirsin.
İçten teşekkürlerimizle..
Strugglers Futbol Kulübü adına
Dapont
Sekreter
Bu düzeltme yazısının hemen altına gazete yönetimi tarafından “Futbol”
başlığı altında bir cevap verilerek şöyle denilmiştir:
Bu olayda hiçbir çıkarımız bulunmamaktadır. Fakat, bu yanlışı
Kulüpler Birliği’ne izafe etmek doğru değildir. Bunu irade dışı olmuş
bir unutkanlık olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü Kulüpler Birliği
bugün ülkemizde büyük bir hizmet gerçekleştirmektedir. Sizi
eleştirmek istemiyoruz. Siz gerçeği dile getirerek bir yanlışı
düzeltiyorsunuz. Bizim niyetimiz bu yanlışın irade dışı ve daha çok
bir unutma eseri olduğunu belirtmektir.
Fransızca sayfada yer alan bu tekzip metni ve gazetenin açıklama yazısı,
Fransızca bilmeyen okurlar düşünülerek gazetenin Osmanlıca kısmına
Türkçe’ye çevrilerek konmamıştır.
Fransızca sayfada yer alan diğer iki haberden biri “Özel Bir Cevap”
başlığı altında Futbol Gazetesi’nin düzenli yayımlanmadığı yolundaki
haberlerin asılsız olduğu ve ülkenin tek spor gazetesi olan “Futbol”u tanıtmak
amacıyla özel bir cemiyetin kurulduğu haberi ile Galatasaray ve Strugglers
arasında oynanan maçın 2-2 bittiği haberi yer almıştır.
3 Teşrîn-i Sâni 1326 (16 Kasım 1910) tarihinde çıkan Futbol Gazetesi’nin
6. sayısının ilk sayfa fotoğrafı, sportmen Ali Faik Bey’e aittir. Jimnastikçi Ali
Faik Bey’in güçlü fiziğini yansıtan bu bir kare fotoğrafın sol tarafındaki
sütunda da “Hayat-ı mübâreze” başlığı altında Faik Bey’in kaleme aldığı
yazısı yayımlanmıştır. Ali Faik Bey kaleme aldığı yazısında, sporun özellikle
de futbolun vücut sağlığına katkıları ve ahlaki boyutuna vurgu yaparak
sağlıklı ve aynı zamanda ahlaklı ve erdemli gençler yetiştirmek için spora
önem verilmesi, aileler tarafından özendirilmesi ve devlet tarafından da
okullarda zorunlu hale getirilerek yatırımlar yapılması ve teşvik edilmesi
üzerinde durmuştur. Ali Faik Bey, spora teşvik amacıyla sporla askerlik
arasında da ilişki kurarak şöyle demektedir:
Hamza Çakır
187
Toprakları kan ile yoğrulan hudutları mızrak ve kılıçla çizilen vatan-ı
mukaddesimizi düşmanların tecâvüzâtından muhafaza için
vücudumuzu zahmete alıştıralım da ileride müşkilâta düşmeyerek
vatanımıza hakkıyla, layıkıyla acz-ı beyân eylemeyerek hüsn-i hizmet
edebilelim.
Meydân-ı muharebede futbolcular ehemmiyetli bir taraflarından
vurulmadıkça yere düşmeyeceklerdir. Fakat onların gayrisi
olanlardan acaba yüzde kaçı daha muharebe meydanına varmadan
yolda kalacaklardır. Bunu isbat içün bir defa bir futbol maçı görmek
kâfi gelecektir. Futbol, sporların ser-efrâzıdır (en önde gelenidir).
Futbolcular
yalnız
meydân-ı
muhârebede
değil,
hayat
mübârezelerinde (kavgalarında) dahi akran ve emsallerine takaddüm
ederler. 1
İlk sayfanın diğer bir haberi, 1910’larda Türk insanının futbola bakışını
yansıtması açısından önem taşımaktadır. Bu habere göre futbola olumlu
bakmayanların futbolla ilgili genel kanıları şöyle aktarılmıştır:
“Böyle çırılçıplak yağmur ve kar altında bazen de kızgın güneşin tesiri
altında divane gibi hava ile dolmuş bir meşin topun arkasından tulumbacı,
beygir ve deve yavrusu gibi koşup, birbirini dürtmek, kakmak, itmek,
çamurlara bulanmak ne oluyor? Bunun mazarratından başka ne faydası
olabilir.”
Y.R. rumuzuyla 5. sayıda başlayan “Almanya’da Futbolun Terakkisi”
başlıklı yazıya 6. sayıda da devam edilmiştir. “Devam Etmezden Evvel”
başlığı altında Futbol Gazetesi’ne gösterilen ilgisizlikten yakınan yazar
Almanya, İngiltere ve Japonya’yı örnek göstererek:
1 1859 yılında doğan Ali Faik (Üstün) Bey, Galatasaray Sultanisi'ne ilk kez bir Türk
Beden Eğitimi öğretmeni olarak atandı. Türkiye'nin ilk idmancısı kabul edilir. 1879
yılından sonra çok sayıda sporcu yetiştiren Faik Bey, bu görevde tam 42 yıl kaldı.
Olağanüstü yetenekli, kuvvetli ve komple bir sporcu olan Faik Bey, jimnastikte de
"Faik Bey Ekolü" denilen bir akım yaratmıştır. Bu arada 1899 yılında "Jimnastik"
yahut "Riyazat-ı Bedenniyye" adıyla bir kitap yayınladı. Bu kitap, modern Türk
sporuna geçişte yazılan ilk kitap olması nedeniyle çok büyük önem taşır. Faik Bey,
okullardaki çalışmalarının yanısıra Beyoğlu'nda özel olarak açtığı salonda Türk
gençlerinin bu spor dalında yetişmesine yardımcı oldu. Bu yıllarda kendisi gibi
jimnastik tutkunu olan Mazhar Bey, sivil okullarda çalışırken, Faik Bey de askeri
okullarda su sporunun gelişmesine çaba gösterdi. Faik Bey’in Galatasaray Mekteb-i
Sultanisi'nde öğrencileri; Selim Sırrı, Rıza Tevfik, Dr. Hikmet Ali Rana, Şevki
Kamil ve Mehmet Ali Beyler, Erdekli Miltiyadi ve Aleko Milas Efendilerdi
(http://celebispor.com, 19 Mart 2008).
188
İlk spor gazetesi
Almanlar futbola bidâyet-i mübâşeretlerinde bilhassa bu sâyede,
İngiliz spor gazetelerini kendi lisanlarına tercüme etmekle, spor
âleminde dördüncülüğü, futbol beynelmilel müsâbakalarında
ikinciliği ihrâz etmişlerdir. Halbuki o saadetin bizde henüz tecelli
ettiği görülmemiştir. Almanya’da, İngiltere’de bir spor gazetesini
okumamak değil, bütün herkes seyyanen cerâid-i spora perestiş eder.
Sonra her kulüp nev’ nev’ (çeşit çeşit) spor gazetelerine abonemandır.
Düşünün… o diyarlarda yüzlerce, binlerce spor gazeteleri geçinir.
Halbuki bizim muhit-i Osmani’de bir tek spor gazetesi var, bunu
geçindirmeyelim mi?.. Bunu yaşatmayalım da âleme kendimizi
güldürelim?.. Hepimizin hisse-i şahsına düşen bir abone olmak, yahut
her hafta almaktır,
değerlendirmesini yaptıktan sonra yazısının devamında sporla ilgilenmeyen
bir milletin sefih olacağını, Almanya, İngiltere ve Japonya’nın devlet olarak
varlık sebeplerini ve güçlerini sporda göstermeye çalıştıklarını, gazetesiz bir
milletin cehaleti yenemeyeceği gibi spor alanında gazetesi olmayan bir
milletin de medeniyetten uzak kalacağını söyleyerek Futbol Gazetesi’nin
yaşatılmasını istemiştir.
Gazetenin bu sayısında “Dâimi teselliyetler” başlığı altında içeriği
zenginleştirmek açısından futbolla ilgili espirilere de yer vermeye
başlanmıştır. İki tanesini örnek olması açısından aktaralım:
Monsieur, geçen hafta çektiğim şut nasıldı?
Güzeldi ama! Biraz yüksek gitti.
Evet, âh bu potinler, bir yenisini alacağız, bunların burnu çok kalkık.
***
Olur şey değil. Hiç o pas kurtulur mu idi?
Ah bu melun ağrı en fena zamanda bacağıma giriyor…Yoksa onu ben
bırakır mı idim?..
Bu sayıdaki bir başka yenilik ise ilk defa Futbol Gazetesi’nde bir reklam
metninin yer almasıdır. Üçüncü sahifenin son sütunun en altına konan reklam,
Mithat Cemal (Kuntay)’ın kaleme aldığı ve yurt sevgisini işlediği “Kemal”
isimli tiyatro eserinin reklam metnidir.
Sporla ilgili kısa haberlerden ilki Abdullah Robenson Bey2’in Üsküdar
Mekteb-i İdadisi (Üsküdar Lisesi)’ne jimnastik öğretmeni olarak atanması,
2 1890'larda Hindistan'da yaşamakta olan İngiliz asilzadelerinden Spencer ve Sarah
Robenson müslümanlığı seçince İngiliz çevrelerinde yadırganıp tepki görürler.
Bunun üzerine Robenson ailesi İstanbul’a taşınır. Çift, isimlerini Fatma ve
Abdullah Robenson olarak değiştirirler.
Hamza Çakır
189
ikinci haber ise olumsuz hava koşulları dolayısıyla Kadıköy ve Strugglers
takımları arasındaki maçın ertelendiği haberidir.
Bu sayıda da futbol kurallarıyla ilgili “Tefrikamız” başlıklı İngilizce
kitaptan çeviri bölümlerin yayımlanmasına devam edilmiştir. Bu bölümde
“Baş Ceza” olarak Türkçe’ye çevrilen “Penaltı” kuralları anlatılmıştır.
Futbol Gazetesi ilk sayıdan başlayarak Osmanlı ülkesindeki ilk spor
gazetesi olması dolayısıyla kamuoyundan ilgi beklediğini, aksi takdirde yayın
hayatını sürdüremeyeceğini sık sık dile getirmiş, ancak bu uyarılar beklenen
ilgiyi artırmamış olacak ki gazete yönetimi bu sayıda bir duyuru yayınlayarak
haftada bir çıkmakta olan gazetenin bundan böyle 15 günde bir çıkacağı
haberini verilmiştir.
Fransızca olarak çıkan son sayfanın ilk yazısı, bir önceki sayıda
yayınlanan “Tereddütlerimiz” başlıklı yazının devamıdır. Diğer bir yazı ise
“Futbolun Faydaları” başlığıyla ele alınmış kısa bir yazıdır. Bu yazıda
futbolun sadece hoş zaman geçirme işi olmadığı, açık hava oyunu hatta bir
jimnastik olduğu üzerinde durulmuştur. Fransızca sayfanın son haberi ise
gazetenin satış yerleri ile ilgili bir duyurudur.
Futbol Gazetesi’nin 7. ve aynı zamanda son sayısının ilk sayfa fotoğrafı
Selim Sırrı (Tercan)’a aittir. Fotoğraf alt yazısı olarak ta “Muallim-i
Muhterem Selim Sırrı Bey” ifadesine yer verilmiştir. 17 Teşrin-i Sâni 1326
(30 Kasım 1910)’da çıkan gazetenin ilk sahifesinde Ali Macit Bey tarafından
kaleme alınan “Mekteplerimizde…” başlıklı yazı yer almıştır. İkinci sayfada
da devam eden bu yazıda Ali Macit Bey, Maarif Nezareti (Milli Eğitim
Bakanlığı)’ne okullarda spor dersine verdiği önemden dolayı teşekkür
etmektedir. Erdemli ve ahlaklı insanın yetişmesinde sporun rolüne değinen
Macit Bey, bir okulun eğitim kurumu olabilmesi için önce terbiyeye önem
vermesi gerektiği, bunun da spordan geçtiğini dile getirmektedir.
Gazetenin ikinci sahifesinde başlayıp üçüncü sahifesinde de devam eden
uzunca bir yazıda, futbola karşı gelenlere yöneltilen eleştirilere cevap
verilmiştir. M. Sami rumuzuyla kaleme alınan bu yazıda, futbolun sağlık
açısından önemi vurgulanırken tıp ilminin bilimsellik dışında eleştirilmesine
şiddetle karşı çıkıldıktan sonra, futbolun sorunlar doğurmadığı yolundaki
iddialar da eleştirilmiştir. M. Sami, futbolun sakatlık başta olmak üzere soğuk
algınlığı gibi hastalıklara da sebebiyet verebileceğini dile getirmiş, ayrıca
futbol oynamayanların futbol karşıtıymış gibi gösterilmelerinin de yanlış
olduğunu söylemiştir.
190
İlk spor gazetesi
Bir futbol gazetesinde futbol aleyhinde yazılmış bir yazıya yer
verdiklerinden eleştirilebileceklerini söyleyen gazete yönetimi, bunun
cevabının ancak bir sonraki sayıda verilebileceğini gazete adına taraftarlarına
da duyurmayı ihmal etmemiştir. Futbol Gazetesi’nin ebediyen devam
edeceğini söyleyen yönetim, ellerine çok sayıda yayınlanmak amacıyla yazı
ulaştığını, ancak sayfalarının yetersiz olmasından bu yazılara yer
veremediklerini söyleyerek özür dilemiştir.
Bu sayıda da devam eden “Tefrikamız” başlıklı yazıda futbol kurallarının
tanıtımına devam edilmiştir. “Büyük ceza” diye tanımlanan “penaltı”
oluşumunu gerektiren durumlar aşağıdaki gibi sıralanmıştır:
Karşısındaki oyuncuya ayakkabı ile vurmak
Keza mukabil oyuncuya vurmak
Hasmının üzerine sıçramak
Topa kasten el ile dokunmak
Hasmı tutmak
Hasmı itmek
Hasmına arkadan yüklenmek
Ayrıca futbolla ilgili terimlerin açıklamaları da yapılmıştır. Buna göre:
Şut: Darbe, topu havaya yükseltmeyecek derecede vurmak
Firikik: Hafif ceza… Hata yapılan noktadan vurulması
Gol: Büyük darbe… Topun gol sahasından vurulması
Korner: Köşe… Topun köşeden vurulması
Penaltı: Baş ceza… Topun penaltı sınırından vurulması
Bu sayıda sporla ilgili bir roman tefrikasına da başlanmıştır. İngiliz
sporcularından Mıster Rabin tarafından yazılmış olan ve Y.R. rumuzuyla
Türkçe’ye “Spor Hayât-ı Neşedârımdan” başlığıyla çevrilen eserden bir
bölüm aktarılmıştır.
Futbol Gazetesi’nin son sayısının son sahifesi de Fransızca olarak
çıkmıştır. İlk yazı, bir önceki sayıda kaleme alınan ve futbolun faydalarını
anlatan yazının devamıdır. Futbolun sağlık açısından yararlı olduğu
vurgulandıktan sonra şöyle denilmektedir:
Korkakları cesur yapsın diye futbola bel bağlamıyoruz. Futbol,
cesaret yaratmaz. Dünyada hiçbir mektep bu insani temel erdemi
öğretmenin merkezi olamaz. Fakat futbol, araştırma ve gelişim
cesareti vermenin bir aracıdır. Şüphesiz her spor zahmetli bir
acemilik dönemi geçirmeyi ve yorulmayı göze almayı gerektirir. Her
kültür-fizik hareketi bir sabır çilesidir, fakat diğer vücut
egzersizlerine nazaran futbol, kendine gönül verenleri daha iyisini
yapmaya, başkasını hep geçmeye teşvik eder. Futbol, adam adama
mücadeleyi gerektiren bir oyundur…Şüphesiz futbol ne silah
kullanmayı ne de arkadaş grubunda hizmet etmeyi öğretir. Fakat uzun
Hamza Çakır
191
süre bir eşya, bir çanta taşımak zorunda olacak bedenleri de mi
güçlendirmez? Futbol vücuda çekicilik kazandırmak üzere ona
esneklik veren en iyi bir jimnastik değil mi?.. Nihayet arzu edilen şu
ki bu spor Osmanlı gençliğinin enerjisini canlandırsın ki memurlar ve
Cuma tatilinin işsizliğinden kaynaklanan boşluktaki insanları çekip
alsın. Pazar öğlen sonları kahvehanelerin ve müzikallerin sıkıntılı
zamanlarından kurtarsın.
Fransızca sahifenin diğer iki haberinden ilki Galatasaray Futbol Kulübü
ile Kadıköy Futbol Kulübü arasında oynanan maçın sonucu ile ilgilidir.
Galatasaray’ın ikinci kez Kadıköy Futbol Kulübü tarafından mağlup edildiği
haberde verilmektedir. İkincisi ise Futbol Gazetesi’nin satış noktalarıyla ilgili
bir duyuru haberidir.
SONUÇ
II. Abdülhamit döneminde özellikle gençlerin bir araya gelmeleri ve bir
çatı altında faaliyette bulunmaları rejime muhalefet hareketi olarak
algılandığından kesinlikle yasaklanmıştı. Bu durum, ülkede batı tarzı sporların
yaygınlaşmasını ve gelişmesini engellediği gibi kurumsallaşmasının da önünü
kesti. II. Meşrutiyet’in ilanı geçici de olsa ülkede bir özgürlük havası yarattı.
Bu atmosferden basın da yararlandı. Uzun zaman çatışan birçok fikir
birdenbire basın aracılığı ile gün yüzüne çıktı. Herkes her şeyden ve her
tarzdan söz etmeye başladı. Sporla ilgili yayın hareketlerinin başlaması da bu
özgürlük içerisinde ortaya çıktı. Ancak siyasal, sosyal, ekonomik ve eğitimle
ilgili sorunların Osmanlı aydınları ve bürokrasisi nezdinde son 200 yıldır ciddi
bir şekilde tartışılması, bu tartışmaların farklı boyutlarda ve düşünce
tarzlarında toplumsal zeminde yer edinmeleri, ister istemez Meşrutiyet sonrası
yayınların daha çok bu alanlarda çıkmasını sağlamıştır. Geleneksel
sporlarımız olarak isimlendirdiğimiz güreş, cirit ve at yarışları gibi
sporlarımız dışında Tanzimat sonrası batılılaşma hareketlerinin bir sonucu
olarak Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıklar aracılığı ile Türk gençleri
arasında kabul görmeye başlayan jimnastik, voleybol ve futbol gibi batı tarzı
sporlar, tutucu bürokrasinin değişime özde karşı oluşları nedeniyle arzu edilen
gelişmeyi gösteremedi. Türkiye’de spor kulüplerinin kuruluş tarihlerine
bakıldığında bu tür girişimlerin Meşrutiyet’ten kısa bir süre öncesine
dayanması da bu tutuculuğun ve karşıtlığın bir sonucudur.
Batı tarzı spor dallarının gençler arasında ilgi görmesine rağmen
yönetimin okullara bu spor dallarını koymaması ve bu tür etkinliklere karşı
192
İlk spor gazetesi
duruşu, tutucu çevrelerin dinsel ve geleneksel iç güdüleriyle de birleşince
özellikle futbola karşı olumsuz yargılar toplumun büyük bir kesiminde
hissedilmeye başlandı. Burhaneddin imzasıyla daha ilk sayıda (11 Ekim
1910’da) Burhan Felek tarafından kaleme alınan bir yazıda:
“…Memleketimizde bu oyunun daha doğrusu bu fennin karşıtları nedendir
bilinmez, oldukça çoktur. Futbolu kaba-saba bir oyun olarak görenler az
değildir. Biz futbolcular, bunu elbette hoş görmeyiz, görmemeliyiz” sözleriyle
o günkü atmosferi özetlemiş ve devam eden yazısında futbola karşı olanlar
içerisinde kendilerinin ummanda bir katre kadar az oldukları, hatta İstanbul’da
bini bulan oyuncuların dışındaki herkesin bu spora karşı olduğunu, bunun da
kendilerini cesaretlendirmesi gerektiğini dile getirir. Burhan Felek, bunun
kendilerini yıldırmayacağını, her yeni şeyin karşıtlarının olacağının doğal
olduğunu belirterek, İngiltere’de şimendöfer, Almanya’da matbaa ortaya
çıktığında karşı olanların çoğunlukta olduğunu ama zamanın o taassupları
bertaraf ettiğini, futbolun da böyle olacağını söylemiştir. Her geçen gün futbol
taraftarlarının sayısının arttığını, kısa süre içerisinde hükümetin bile futbolu
okullara ve kışlalara kabul edeceğini ve bunun futbol taraftarları için bir zafer
olacağını ve kendilerinin de amaçlarının bu olduğunu dile getirirken o günün
futbola bakış açısını özetlemiş oluyordu. 16 Kasım 1910 tarihinde çıkan
Futbol Gazetesi’nin 6. sayısında ise futbola olumlu bakmayanların futbolla
ilgili genel kanıları şöyle aktarılmıştır: “Böyle çırılçıplak yağmur ve kar
altında bazen de kızgın güneşin tesiri altında divane gibi hava ile dolmuş bir
meşin topun arkasından tulumbacı, beygir ve deve yavrusu gibi koşup,
birbirini dürtmek, kakmak, itmek, çamurlara bulanmak ne oluyor? Bunun
mazarratından başka ne faydası olabilir?”
Futbol Gazetesi işte böyle bir ortamda çıktı. Yayın hayatını sürdürdüğü
yedi sayı boyunca da bu bağnazlıkla mücadele etti. Onun içindir ki ilk spor
gazetesi olarak “Futbol”, ağırlıklı olarak futbol ve diğer spor dallarıyla ilgili
etkinlikleri aktaran bir haber gazetesi olmaktan ziyade bir zihniyetle savaşan
gazete özelliğini taşımıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde futbol, jimnastik,
voleybol ve benzeri sporların benimsenmesinde, yaygınlaşmasında,
gelişmesinde, organize olmasında büyük katkıları olduğu gibi kendinden
sonra yayın hayatına başlayan spor gazetelerine ve dergilerine de öncülük
etmiştir.
Futbol Gazetesi ilk sayısından başlayarak bir spor dalı olarak futbolu
sevdirmeyi ilke edinmiştir. Bunun için de futbol oyununa yönelik ileri sürülen
olumsuz argümanlara karşı cevaplar vermeye çalışmıştır. Diğer taraftan
Hamza Çakır
193
sporun özellikle de futbolun sağlık, ahlak ve beden gelişimi açısından önemini
vurgulayan yazılar yayımlayarak toplumun futbola bakış açısını değiştirmeye
çalışmıştır. Burhan Felek, 25 Ekim 1910 tarihli Futbol Gazetesi’nde
“Tecâribim” (Tecrübelerim) başlığı altında kaleme almış olduğu yazısında
futbola karşı çıkanları cehaletlikle suçlamış ve futbolun insanları sakat
bırakacak derecede sertlik içermediğini savunmuştur. Galatasaray Lisesi’nin
ilk Türk beden eğitimi öğretmeni Ali Faik Bey’in 16 Kasım 1910 tarihli
Futbol Gazetesi’nde kaleme aldığı yazısında ise sporun özellikle de futbolun
vücut sağlığına katkıları ve ahlaki boyutuna vurgu yapılarak sağlıklı ve aynı
zamanda ahlaklı ve erdemli gençler yetiştirmek için spora önem verilmesi,
aileler tarafından özendirilmesi ve devlet tarafından da okullarda zorunlu hale
getirilerek yatırımlar yapılması ve teşvik edilmesi istenmiştir.
Gazetenin tüm sayılarındaki yazılarda gençlerin kötü alışkanlıklardan uzak
tutulması için güzel bir meşguliyet alanı olan spora yönlendirilmeleri
önerilmiş, sporla uğraşan İngiliz ve Alman gençlerinin fiziki yapıları örnek
gösterilmiştir.
Spora ve özellikle de futbola karşı cahilce ve bağnazlıkla karşı çıkanlarla
mücadele etmeyi kendine şiar edinen Futbol Gazetesi, ülkemizde henüz yeni
kurulan kulüpler arasındaki müsabakaları ve diğer spor alanlarındaki haberleri
vermeyi de ihmal etmemiştir. Özellikle Galatasaray ile Strugglers arasında
oynanan maçlarla ilgili haberlere ve yorumlara oldukça geniş yer ayırmıştır.
Futbolun yeni kurulan takımlar arasında centilmence geçmesi için futbol
kurallarına uyulması noktasında uyarılarda bulunan gazete, bu spor dalının
ülkemizde yeni olması dolayısıyla futbol kurallarını anlatan İngilizce’den
çevirilere yer vermiştir. Gazetenin belki de en önemli hizmetlerinden birisi de
Türk diline yapmış olduğu katkılardır. Futbolla ilgili İngilizce terimlerin
Türkçe karşılıklarını bulmaya çalışması ve bu kapsamda bir yarışma
başlatarak Türkçe karşıtlarını bulan okuyuculara 6 aylık gazetenin ücretsiz
verileceğini duyurması da anlamlıdır. Bugün kullanılan kaleci, sağ arka, sol
arka, sağ orta, sol orta, iç sağ, iç sol, dış sol, ileri gibi Türkçe terimleri
1910’da Türk spor literatürüne Futbol Gazetesi kazandırmıştır.
Spor tarihimiz açısından çok önemli olan Futbol Gazetesi maalesef bu
kadar önemli hizmetlerinin karşılığını okuyucudan alamamıştır. Gazete
yönetimi daha ilk sayısında, Futbol Gazetesi’nin çıktığı ana kadar ülkemizde
ne spora ne de futbola ait bir gazetenin hatta layıkıyla bir risalenin bile
çıkmadığını vurguladıktan sonra ülkemizde batı tarzı sporlara yönelik
olumsuz havadan yola çıkarak gazeteye gösterilecek ilgiden duyulan
194
İlk spor gazetesi
endişeleri dile getirmiştir. İlerleyen zaman dilimlerinde gazete yönetiminin bu
endişelerinde haklı olduğunu görüyoruz. Dört sayı sonra gazetenin 5.
sayısında yönetim tarafından kaleme alınan bir yazıda, Osmanlı topraklarında
çıkan ilk spor gazetesi olarak büyük ilgi görecekleri, heyecanla
karşılanacakları beklenirken geçen dört sayı süresince tam aksine hem
eleştirilere maruz kaldıkları, hem de ilgisiz bırakıldıkları dile getirilerek şöyle
denilmiştir:
...Biz şu teşebbüsümüzle spor hayatına atıldığımız vakit o arsa-i
faaliyet ıssız, kimsesizdi. Söyledik, rica ederek dedik ki koca Mülk-i
Osmânî’nin yegâne spor gazetesi olan “Futbol” yaşamak içün sizin
sahâbet-i maddi ve maneviyenize sığınmıştır. O, hastalanır,
yaşamayacak olursa ayıp bize değil sizedir. Fakat heyhat… Bu
sözlerimizi, bu ricalarımızı dinleyen, işiten kimse olmadı… Evet...
biz neler, ne büyük mikyâsda mu’âvenetler bekliyorduk…Spor
sahasına atıldığımız vakit orayı nasıl ıssız, kimsesiz bulduksa şimdi
de aynı öyleyiz. Kimsesiz, yalnızız. Bidâyet-i intişârımızda ittihâdın
azametini söyleyerek vifâk vifâk (hemfikir) …diye bağırdıktı,
infâksız, vifâksız. Hiçbir şeyin mevki-i husûle gelmeyeceğini
söyledikdi. Ne bir eser-i ittihad, ne bir alâmet-i mu’âvenet
göremedik..
Yazının devamında, okuyucu tarafından gazeteye gösterilen ilgisizlik ağır bir
dille eleştirilmiş, gazetenin yaşaması için son bir iyi niyet göstergesi olarak
gazetenin ebatlarının büyütüleceği, sahife sayılarının artırılacağı ve spor
alanında uzman kişilerin yazılarına yer verileceği dile getirilmiştir. Bu
fedakarlıkların neticesini alamadıkları takdirde ilk spor gazetesinin yayınına
son verileceği de şu kelimelerle ifade edilmiştir: “ …Eğer evvelki gibi buna
da, bu da’vet-i mükerrereye icâbet edilmezse o zaman “futbol” saha-i
matbû’âtından kendinde büyük bir hakk-ı salâhiyet ve mu’âfiyet görür,
görebilir. Bu da onun içün çok görülmemelidir. Sözlerimiz takdir edilemiyor
diyemeyiz. Çünkü ondan külliyen teeddüp ederiz”. Aynı sayıda Y.R.
rumuzuyla kaleme alınan “Almanya’da Futbolun Terakkisi” başlıklı başka bir
yazıda ise Avrupa’da spor ve futbolla ilgili gazeteleri büyük-küçük herkesin
okuduğu, spor gazetelerinin tirajlarının yüz binlere ulaştığı, özellikle Almanya
ve İngiltere’de spor kulüplerinin her çeşit spor gazetesine abone oldukları
anlatıldıktan sonra ülkemizdeki tek spor gazetesini spor severlerin ve spor
kulüplerini yaşatmak adına abone olmaları, aksi takdirde dünyanın bize
güleceği uyarıları yapılmıştır.
Hamza Çakır
195
Yapılan tüm bu uyarılar maalesef bir netice vermemiş, bugünkü Türkiye
coğrafyasında çıkan ilk spor gazetesi “Futbol”, 7. sayıdan sonra yayın
hayatına son vermek zorunda kalmıştır.
Sonuç olarak, Türk spor tarihinin ilk gazetesi olan “Futbol”, dönemin
koşulları içerisinde değerlendirildiğinde özellikle futbolun ülkemizde
toplumsal kabul görmesi ve gelişip yaygınlaşması adına büyük katkı sağlamış
bir gazetedir. Türk sporunun tarihini yeniden yazacakların, bu gazetenin
futbol bağnazlığına karşı vermiş olduğu mücadele ruhunu ve spor diline
katkılarını, bundan böyle görmezden gelemeyecekleri kanısındayım.
KAYNAKÇA
Arıpınar, E. (1992). Türk futbol tarihi. Cilt:1. İstanbul: Türkiye Futbol Federasyonu.
Arısoy, S. N. Futbolun tarihsel gelişimi. http://www.sonbaski.com/futbol.htm,
(Erişim: 18 Mart 2008).
Atabeyoğlu, C. (1991). (1453-1991) Türk spor tarihi ansiklopedisi. İstanbul:
Fotospor.
Durak, A. Futbolun tarihçesi. http://www.turkfutbolu.net/tarihce.htm (Erişim: 18 Mart
2008).
Eroğlu, S. (1987) . Türk spor basını. A.Ü. Basın Yayın Yüksekokulu yıllığı. Ankara: A.
Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Basın Yayın Yüksekokulu. Sayı:IX.
Futbol , Sayı: 1, 28 Eylül 1326 / 11 Ekim 1910.
Futbol , Sayı: 2, 5 Teşrin-i Evvel 1326 / 18 Ekim 1910.
Futbol , Sayı: 3, 12 Teşrin-i Evvel 1326 / 25 Ekim 1910.
Futbol , Sayı: 4, 20 Teşrin-i Evvel 1326 / 2 Kasım 1910.
Futbol , Sayı: 5, 27 Teşrin-i Evvel 1326 / 9 Kasım 1910.
Futbol , Sayı: 6, 3 Teşrîn-i Sâni 1326 / 16 Kasım 1910.
Futbol , Sayı: 7, 17 Teşrin-i Sâni 1326 / 30 Kasım 1910.
Hiçyılmaz, E. (1985). Türkiye’de spor gazeteciliği ve haberciliğinin tarihi. Spor
basını ve basında spor 1985 Yılı 7. seminer tutanakları. İstanbul: Hürriyet.
Kahraman, A (1995). Osmanlı devleti’nde spor. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı.
Pala, İ (2002). Orta Asya’dan Japon adalarına. Karizma dergisi.11.
Perin, M. (1985).Türkiye’de spor gazeteciliği ve haberciliğinin tarihi. Spor basını ve
basında spor 1985 Yılı 7. seminer tutanakları.İstanbul: Hürriyet Ofset.
Somalı, V. (1989). Teknik-taktik yönleriyle futbol ve tarihi (1848-1989). İstanbul:
İnkılap.
Sönmez, S. Eski harfli spor dergileri. http://www.hafif.org/yazi/eski-harfli-spordergileri (Erişim: 18 Mart 2008).
196
İlk spor gazetesi
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.197-222
Makale
Futbol ve televizyon bağı:
Simbiyoz beslenme
M. Bilal Arık 1
Öz: Niteliksel tarihsel tasarım olarak hazırlanan bu makale 50’li yıllarda tohumları
atılan, 90’lı yıllarla birlikte futbolun endüstrileşmesine ve futbol ile televizyon
izlemenin yaygınlaşmasına yol açan televizyon ile futbol arasındaki ilişkiyi ve bu
ilişkinin doğasını sorgulamak amacıyla yazıldı. Bu amaçla öncelikle endüstriyel
futbolun oluşumunda televizyonun rolü ele alındı. Futbolun televizyona olan etkileri
ve ardından esas sorunsalımız olan, televizyon futbolu nasıl etkiliyor sorusunun yanıtı
arandı. Çalışmanın temel argümanına göre, futbol endüstrisi medyayı besleyen ve
medyadan beslenen bir karaktere sahiptir, ve televizyon oyunun daha iyi bir
televizyon ürünü haline dönüşebilmesi için futbolu ve futbolun aktörlerini kendi
gerçekliğine uyumlandırmıştır.
Anahtar Kelimeler: Futbol, televizyon ürünü, medya, futbol endüstrisi
Football and television connection: Symbiotic nourishment
Abstract: This article was designed as a qualitative research in order to question the
relationship between football, and television that started expanding slowly in the ‘50s
and helped football to become an industry in the ‘90s and caused spread of television
exposure. In the article, firstly, the role of television in the formation of “industrial
football” was presented. Secondly, the effect of football on television was presented,
followed by, the discussion on the nature of television’s effect on football. It was
argued that football industry has a character that feeds the media and is feeded by the
media, and with the aim of making more profit by the game, the television industry
reconstructs football according to its own rationality, and also in order to make
football a better television product, the television industry harmonizes football and all
the actors of football to its own reality.
Keywords: Football, television product, media, industry of football
1
Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: [email protected]
198
Futbol ve televizyon bağı
GİRİŞ
Amerikalı toplumbilimci Wright Mills Toplumbilimsel Düşün isimli,
sosyal bilim felsefesinin en önemli eserlerinden biri olan kitabında tarih
bilincinin sosyal bilimdeki önemine vurgu yapar ve şöyle bir saptamada
bulunur (2000:235): “Günümüzün sorunları toplumsal incelemelerin
belkemiğinin tarih olduğunu kavramadan ve böyle bir kavrayışa denk düşecek
bir uygulama çizgisi izlemeden ifade bile olunamazlar. Sosyal bilimciler,
günümüzde temel bakış açılarını oluşturması gereken sorunların hangileri
olduğunu ifade etmek için tarihten mutlaka yararlanmak zorundadır.” Tarihi
bilmek bugünü doğru yorumlayabilme adına araştırmacılara son derece
önemli katkı sağlar. Bu bağlamda, medya ve spor arasındaki ilişkiye tarihsel
açıdan baktığımızda, futbolda doğal olarak algıladığımız, üzerine detaylı bir
şekilde düşünmediğimiz ve koşulsuzca kabullendiğimiz pek çok olgunun,
tarihin bir noktasında televizyonla girdiği ortaklık ilişkisinin ardından birileri
tarafından, birileri lehine organize edildiğini görmekteyiz. Futbol ve
televizyonun yolarının kesişmesiyle birlikte oyun, ekonomik anlamda, ciddi
oranda zenginleşmiştir; fakat derinlikli bir bakış, medyanın ardındaki
endüstrinin bu birliktelikten, gerekirse oyunu manipüle etme pahasına çok
daha önemli kazanımlara ulaştığını göstermektedir. Medya, endüstriyel
yapının örgütlü endüstriyel bir parçasıdır; bu nedenle diğer yapılarla çıkar
ilişkisi içindedir. Bu yüzden futbolla medya arasında kurulabilecek bir ilişkide
kullanma ve kullanılmanın güç ilişkisinin doğasına göre şekillenen dinamik
bir süreç olması kaçınılmazdır.
Futbol ve televizyon ilişkisi, başta İngiltere’de olmak üzere spor
sosyologlarının, işletmecilerin, ekonomistlerin ve iletişimcilerin özellikle 90’lı
yıllardan itibaren önem verdiği konulardan biridir. Burada iki türlü yönelim
söz konusudur. Birinci yönelim, bu birlikteliğin ekonomik getirilerine
odaklanan yönetimsel bir bakıştır. Bu açıdan bu birliktelik son derece
rasyonel, olumlu bir ilişkidir ve işbirliğinin gelişmesi adına eş deyişle,
endüstrinin daha fazla kazanması adına neler yapılabilir sorusunun yanıt
bulması bu yönelimin temel argümanıdır (Dobson, 2001; Schaaf, 1995;
Gratton, 2005; Kern, 2000). İkinci yönelim ise konuya sadece ekonomik
kazanımlar penceresinden değil, geçmişte halkın ortak bir paylaşım zemini
olan futbolun, endüstrileşmeyle birlikte, özünden yitirdikleri ekseninden
M. Bilal Arık
199
bakmakta ve bu açıdan futbol-televizyon ilişkisini temelde “olumsuz” olarak
tanımlamaktadır (Arık, 2004; Kıvanç, 2001; Zeytinoğlu, 2002; Klose, 2001;
Talimciler, 2005; Talimciler, 2003; Gökalp, 2005; Boniface, 2007). Bu bakış
açısını taşıyan akademisyenler, futbola endüstriyel gücünü veren televizyon
ile futbol arasında neredeyse bir “işçi-işveren” ilişkisi kurulduğunun ve
futbolun hareket sınırlarının artık televizyon tarafından belirlediğinin
kaygısını taşımaktadır. Bu makale, ikinci tür yönelimin bakış açısına göre
şekillenmiştir; bu amaçla futbolun televizyonla girdiği ortaklık ilişkisinde
kazandıklarından çok kaybettiklerine odaklanmakta ve endüstrinin oyunu
ticari bir etkinlik haline dönüştürmesinin sonuçlarıyla ilgilenmektedir.
Televizyonun futbolu, “televizyon futbolu”na dönüştürerek âdeta kendisi
ile varolabilir bir gerçekliğe büründürmesi, televizyonun modern dünyadaki
işlevini ve endüstriyel yapılardaki güç ilişkilerini göz önünde
bulundurduğumuzda son derece anlaşılırdır. Özellikle de 80’li yıllardan
itibaren televizyon kuruluşları, gerek ulusal gerekse de uluslararası düzeyde
“holdingleşmişler” ve kamusal “görevlerini” geri plana atarak, temel
önceliklerini “her ne pahasına olursa olsun, kârı maksimize etmek” olarak
belirlemişlerdir. Sistem içinde futbola düşen “görev” de, televizyon
kuruluşlarına reklam verenlere “sunulmak” üzere “izleyici” sağlamak ve
oyundan mümkün olduğunca faydalanmalarına izin vermektir. Futbolun
televizyona taşınmasıyla birlikte kendini medyadan geçerek bir “yeniden
üretim” sürecinin nesnesi olarak bulması ve geleneksel yapısının “karı
maksimize” etmeyi amaçlamış televizyon şirketleri tarafından tehdit edilmesi,
endüstrinin doğası ve medya yöneticilerinin maddi çıkarı bağlamında
düşünüldüğünde kaçınılmaz bir sonuçtur. Endüstri medya aracılığıyla oyunu
beslemekte, yayın hakları adı altında önemli paraların futbola yönelmesini
sağlamakta ve kulüplerin en önemli gelir kalemleri artık naklen yayın gelirleri
haline gelmektedir. Diğer taraftan futbol, izlenme oranları açısından çoğu kez
medya kuruluşlarını memnun eden bir “cazibeye” sahiptir. Bu basit oyun,
televizyon şirketlerinin seyirci toplamaları ve bu seyirciyi de reklam
endüstrisine “pazarlayarak”, paraya “tahvil etmeleri”ni sağlayan “eşsiz” bir
“araç” görünümündedir. Dolayısıyla, futbolun evrensel dili ve halkla
arasındaki kopmaz bağ, kitlenin sempatisini kazanmayı hedefleyen firmalara
eşsiz bir reklam fırsatı sunmaktadır. Spor karşılaşmalarına ya da sporculara
sponsor olan firmalar, hem maçların oynanmakta olduğu stadlardaki, hem
televizyon karşısındaki seyircileri etkileyebilecek önemli bir reklam ve halkla
ilişkiler fırsatına sahip olmaktadır. Maçların televizyondan yayınlanıyor
200
Futbol ve televizyon bağı
olması reklam endüstrisinin de futbola yatırım yapmasını beraberinde
getirmekte ve futbolun ikinci büyük gelir kalemini oluşturan sponsor gelirleri
televizyonun hızlandırıcı etkisiyle oyuna dahil olmaktadır. Futbol, medyanın
etkisiyle zenginleşmekte, buna karşılık medyaya bağımlılığı pekişmekte ve
endüstrinin hegemonyası oyunun tüm hücrelerinde kendini hissettirmektedir.
Bu makale, televizyonla futbol arasındaki ilişkinin doğasını ve bu
birlikteliğin ardındaki görünmeyen ve pek tartışılmayan detaylarını
sorgulamayı amaç edinmiştir. Çalışmanın futbol ve televizyon ilişkisini
kapsamlı ve çok boyutlu bir şekilde ele almak gibi bir iddiası bulunmakta ve
bu özelliğiyle birikmiş bilgi birikimine katkı sağlayacağına inanılmaktadır. Bu
yüzden öncelikle günümüzde sonuçları çeşitli sosyal bilimciler tarafından
tartışılan endüstriyel futbolun oluşumunda televizyonun rolü tartışılacaktır.
Ardından futbolun televizyonu nasıl etkilediğini ve televizyonun bu ilişkiden
ne kazandığının açımlanmasının, tartışmanın nesnel bir bağlama oturması
açısından faydalı olacağı öngörülmüştür. Bu öngörüyle, birinci olarak
futbolun televizyona olan etkileri ele alınacaktır. Futbol, televizyon
kuruluşlarına, onlar için en değerli malzemeyi, yani izler kitleyi vaad
etmektedir. Bu bölümde, özellikle ulaşılan ampirik veriler doğrultusunda
futbol ile televizyon arasındaki “çıkar birlikteliği” ve televizyonun
kazanımları konusu incelenecektir. Çoğu futbol tartışmasında görmezden
gelinen, “futbolun televizyona olan etkileri” ana hatları ile tartışıldıktan sonra
“televizyon futbolu nasıl etkiliyor” sorusunun yanıtı aranacaktır. Futbolun en
önemli gelir kaynağı olan televizyon, futbolla kurduğu ortaklık ilişkisinde
“parayı veren taraf” olarak, oyunu kendi öncelikleri doğrultusunda yeniden
yapılandırmanın çabası içindedir. “Kâr mantığı”yla yönetilen televizyon
şirketleri, aynı mantığı futbolla kurduğu ortaklık ilişkisine de yansıtmakta ve
kendi kurallarını pasif konumdaki futbola dayatmaktadırlar. Televizyonun
futbola olan etkisinin çeşitli örnekler üzerinden tartışılması ve futbolun bu
işbirliğinden neler kazandığının, neler kaybettiğinin ayrıntılarıyla ele alınması
çalışmamızın sınırlılıklarını belirlemektedir.
YÖNTEM
Futbol ve televizyon arasındaki ilişki ve bu ilişkinin doğası üzerinde duran
bu makale, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinden faydalanarak oluşturulmuş,
disiplinler arası niteliksel bir incelemedir. Futbolu toplumsal yaşamda
“doğru” yerde konumlandırmak, ancak onun hangi sosyal pratikleri harekete
M. Bilal Arık
201
geçirdiğini, hangi sosyal gereksinimlerden kaynaklandığını ve hangi
ekonomik ilişkilerin merkezinde yer aldığını anlayabilmekle mümkündür. Bu
amaçla tartışılması ve irdelenmesi gerektiğine inanılan “tüm” olgulara,
çalışmanın izin verdiği ölçüler doğrultusunda değinilecek ve bütüncül bir
bakışın oluşmasında elde edilen “ampirik” ve “teorik” verilerden
faydalanılacaktır.
ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
Endüstriyel futbolun oluşumunda televizyonun katkısı
Futbol endüstrisi, yıllar boyunca bazı stratejik ve sistemli adımların
atılması sonucunda meydana gelmiştir. Bu bağlamda, profesyonelliğin kabul
edilmesi, büyük stadyumların inşa edilmesi, iktidarların oyuna yönelik ilgisi,
futbolun ulus devletlerin simgelerinden birine dönüşmesi, futbolla bağlantılı
olan yeni endüstrilerin gelişmesi (bahis, spor malzemelerinin popülerleşmesi,
gazetelerin ve radyoların tirajlarının artması, vs.) gibi birçok faktör oyunun
ekonomik değerinin yükselmesinin nedenleri arasında sayılabilir. Fakat,
oyuna esas endüstriyel gücünü veren gelişme 50’li yıllarda tohumları atılan
televizyonla girdiği “ortaklık ilişkisidir.” Ellias Cashmore’un (1994:131)
“eğer cennetten çıkma bir evlilik varsa, bu hiç kuşkusuz televizyon ve spor
arasında olurdu. Her birinin ticari başarısı bir diğerinin de doğrudan başarısına
yol açmıştır” tanımlamasıyla ifade ettiği gibi, televizyonun devreye
girmesiyle futbolun endüstriyel değeri olağanüstü yükselmiş, aynı zamanda
oyuna eklemlenen diğer ticari aktivitelerin sayıları artış göstererek, global
ölçekte, değeri milyarlarca dolarla ifade edilen “güçlü” bir endüstri haline
gelmesine neden olmuştur. Yiğiter Uluğ’un da işaret ettiği gibi,
“futbol en büyük mabetlerine, koltuk sayısı yüzbinleri bulan stadlara
50’lilerde kavuştu, ama o dönemde ‘endüstriyel’ bir işkolundan söz
etmek, böyle bir tanıma uygun koşulların hazır olduğunu öne sürmek
mümkün değildi. Bugün ağızlara pelesenk olan ‘endüstriyel futbol’,
aslında varlığını çok büyük ölçüde televizyona borçludur (Yolaç,
2002: 101).”
Bugün oyunun “şahdamarı” konumundaki reklam verenlerin ve sponsor
firmaların oyuna yönelik ilgisinin en önemli nedeni, oyunun televizyon
aracılığıyla stadyumların çok ötesinde milyonlarca evde aynı anda
seyredilmesi ve oyunun tüm aktörlerinin televizyonlarda sürekli olarak yer
almasıdır. “Bir çok reklamveren firma için eğer spor karşılaşması
202
Futbol ve televizyon bağı
televizyondan yayınlanmıyorsa, sponsor olmak için de herhangi bir neden
bulunmamaktadır” (Barnett, 1990: 181) . Televizyon ve futbol ilişkisi, artık
önü alınamaz ve vazgeçilemez bir kapitalist birlikteliktir; bu birliktelik
öylesine birbirini bütünlemektedir ki, modern dünyada televizyonsuz bir
futbolun “olabilirliliği” artık neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Joan
Coakley’in ifadesiyle (2001:357),
“Futbol medyadan önce de toplumsal yaşamda yeri olan, sosyal bir
olguydu; insanların spor yapmaları ve karşılaşmalar için medyaya
doğrudan ihtiyaçları bulunmamaktaydı. Ancak sporun ticari boyutunu
ve endüstriyel değerini düşündüğümüz zaman kabul etmek
durumundayız ki; televizyon olmadan endüstriyel futbol olmaz.”
Özellikle 1980 sonrasında yaşanan bazı köklü değişimler, futbol ile
televizyonu birbirine daha da yaklaştırmıştır. 70’lerin sonunda tüm dünyada
yaşanan ve “post-fordizm” olarak adlandırılan köklü değişimin ardından,
global pazarlama stratejilerinin yörüngesinde yapılanan medya kuruluşları
uluslararası etkinliklerini ve hareket kabiliyetlerini son derece arttırmıştır.
Neo-liberal politikaların yerleşmesinde yaşamsal bir rol oynayan ve tüm
yapılanmasını da kârın maksimize edilmesi yönünde yeniden tanımlayan
medya kuruluşları, bu dönemde ellerindeki her malzemeyi kazançlarını
çoğaltacak bir meta olarak ele almışlar ve bu amaç doğrultusunda bir aktarım
sürecine tabi tutmuşlardır. Futbol da, bir anda kendini bu “gösteri düzeninin”
önemli ve kâr getirebilir “araçlarından” biri olarak bulmuştur. Başlangıçta,
halkın “haber alma hakkı” doğrultusunda, “beyaz cam”a taşınan futbol
karşılaşmalarının naklen yayınının, süreç içerisinde medya şirketlerine ciddi
açılımlar sağlayacak bir meta olduğu farkedilmiş ve ilişkinin boyutlarında
ciddi bir değişim gözlemlenmiştir. Emre Zeytinoğlu bu süreci şöyle
tanımlamaktadır (2002: 10): “50’li yıllarda futbol, televizyonun yayılmasına
yardımcı olmuş ve televizyona para kazandırmıştır. 60’lı ve 70’li yıllarda ise
futbol ve televizyon birbirinden kâr ettikleri yıllar olmuştur. 70’li yıllardan
günümüze değin gerçekleşen üçüncü aşama ise yeni ‘medyatik futbol
dünyası’ yaratma sürecini kapsamaktadır.” Bu yeni, medyatik futbol dünyası,
tamamen oyun üzerinde egemenlik kuran piyasa güçlerinin ticari çıkarları
doğrultusunda yapılandırılmakta; izleyici oranını ve halkın futbola harcadığı
paranın miktarını yükseltmek “esas” amaç haline gelmektedir. Post-fordist
dönemin “ideolojik” giysisi, futbola da giydirilmiş ve futbol kısa sürede
özellikle oyuna para yatırmak isteyen kitleler için farklı alternatifler sunan bir
“yatırım aracı”na dönüşmüştür. Fordist dönemin katı ve geleneksel
M. Bilal Arık
203
taraftarının yerini, lüks localarda ikamet eden ve sahip oldukları zenginliği
gösterişli bir şekilde “gösteren” elitler, klasik stadyum yapılanmalarının
yerlerini “hipermarket stadyumlar”, “mahallenin şık ağabeyleri” (Dilek, 2001)
olan futbolcuların yerlerini, televizyon yıldızları ve nihayet evinde ailesi ile
televizyondan canlı futbol karşılaşmasını izleyen televizyon seyircisinin yerini
de oyunu seyretmek için “ayrıca” para ödeyen görece varlıklı ekranbaşı
izleyicileri almıştır. Amerikan merkezli, yeni “yaşam kültürü” kısa sürede
futbolu ve futbolun tüm aktörlerini ciddi oranda değişime uğratmış, hatta bu
değişimden “televizyon futbolu” da nasibini almış ve eldeki “canlı
karşılaşma” malzemesinin mümkün olduğunca kapitalize edilmesi
öncelenmiştir. Futbol, özellikle 90’lı yılların başından itibaren ‘sınır
tanımayan televizyon’ projesinin en işlevsel araçlarından biri olarak
görülmüş, bu sayede oyuna yapılan maddi yatırım olağanüstü artış göstermiş,
buna karşılık futbolun medyaya bağımlılığı geri dönüş yolları tıkanırcasına
pekişmiştir.
Televizyonun futboldan kazanımları
Futbol öncelikle televizyon için en önemli hedef olan izlenme oranları
bakımından neredeyse rakipsiz bir “televizyon programı” görünümündedir.
Günümüzde televizyonculuk, diğer kitle iletişim araçlarına kıyasla, paraya ve
reklama son derece bağımlı bir endüstridir. Bu yüzden mümkün olduğunca
çok izleyiciye ulaşmak ve kitlesel beğeniye sahip programları şirket
bünyesinde istihdam edebilmek ve bu sayede reklam veren firmalar için doğru
bir yatırım aracı olmak televizyon işletmeciliğin vazgeçilmez
prensiplerindendir. Futbol, televizyon şirketlerinin, seyirci toplamalarını ve bu
seyirciyi de reklam endüstrisine “pazarlayarak”, paraya “tahvil etmeleri”ni
sağlayan “eşsiz” bir “araç” görünümündedir. Spor olayları çoğu zaman
yüksek izlenme oranlarına ulaşmakta, bu yüksek izlenirlilik medya
organizasyonlarının işletme rasyonalitesi adına da son derece olumlu bir
“yatırımı” işaret etmekteir. Micheal Real’e göre, “insanlık tarihinde aynı anda
tek bir faaliyetle uğraşmak üzere bir araya gelen ve en fazla sayıda insan
kalabalığı, olimpiyat oyunlarını ve Dünya Kupası’nı izleyen televizyon
izleyicileridir” (Rowe, 1996: 253). Bu bağlamda televizyonların en değerli
reklam kuşakları Dünya Kupaları ve Olimpiyatlar esnasında oluşmaktadır.
Özellikle Dünya Kupaları’nda seyirci oranı çok yüksek düzeylere ulaşabilir;
sözgelimi “1998 Dünya Kupası Arjantin-İngiltere maçı 23.8 milyon kişiyle,
204
Futbol ve televizyon bağı
İngiltere tarihinin en yüksek seyirci oranını yayıncı kuruluşa pazarlama
olanağı sunmuştur” (Boyle ve Haynes, 2000: 69).
Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA)’nın resmi verilerine
göre (2004), 2002 Dünya Kupası, toplam 213 ülkeye ulaşmış ve turnuva
boyunca yaklaşık 41 bin 100 saatlik yayın gerçekleştirilmiştir. Bu rakam 1990
yılında sadece 87 ülke ile sınırlıydı. En son 1998 Dünya Kupası’ndaki,
rakamlarla karşılaştırıldığında bu durum yaklaşık yüzde 38’lik bir yükselişe
tekabül etmektedir. Bu dönemde Dünya Kupası’nı seyreden toplam izleyici
sayısı 49.2 milyar kişiye ulaştı. Aynı şekilde turnuva boyunca birçok maç,
özellikle de Brezilya-İngiltere maçı ve Brezilya-Almanya finali tüm dünya
genelinde en çok seyredilen karşılaşmalar oldu. Yayın saatlerinin özellikle
Avrupa ülkelerinin prime-time’ına göre ayarlanmamasına rağmen, her
karşılaşmayı ortalama 352.6 milyon kişi televizyon karşısından seyretti.
Futbolun kitlesel gücü, bu gücü elinde bulunduran yayıncı kuruluşlara
eşsiz bir reklam ve pazarlama fırsatı sunmaktadır. Türkiye’deki “futbol ilgisi”
de dünyadaki örneklerinden pek farklı değildir. 2002 Dünya Kupası’nda,
Türkiye ile Brezilya’nın oynadığı yarı final maçı, karşılaşmayı naklen
yayınlayan TRT’ye “Türk televizyon tarihinin en yüksek izlenme oranını
getirmiştir” (Radikal, 2002). Maç sırasında izleyicilerin yüzde 82.2’si
vakitlerini TRT ekranının karşısına geçmişlerdir. Dünya Kupası’ndaki bütün
Türkiye maçlarının yüzde 70’in hayli üzerinde seyredildiğini gözönünde
bulundurursak, futbol ile kitle arasındaki ilişki biçimi, bu rakamlarla daha da
anlaşılır olmaktadır. “2002 Dünya Kupası’nın yayın hakkını 10 milyon dolara
satın alan TRT, Kupa sonunda 15 milyon gelir elde ettiğini açıklamıştır. Aynı
şekilde 2002 Dünya Kupası sırasında Türkiye’de TV alıcısı ve uydu anteni
gibi elektronik ekipman satışları patlamış ve yaklaşık 75 milyon dolarlık bir
satış rakamına ulaşmıştır. 2008 Dünya Kupası için beklenen satış hacmi ise
100 milyon dolardır”(Akşar, 2008). Televizyon futbolun endüstriyel değerine
“olağanüstü” bir katma değer eklemiştir; fakat gözden kaçırılmaması gereken
önemli bir nokta da, futbolun televizyonlar için en değerli malzemeyi, yani
“izlenme oranını” medya kuruluşlarına, hem de büyük bir başarıyla
sağladığıdır.
Futbolun televizyona yönelik ikinci etkisi, program çeşitliliği
sağlamasıdır. Futbolun demografik açıdan rakipsiz olması ve varlığının hem
izleyiciler için hem de medyanın ardındaki en önemli güç olan reklam
endüstrisi için kaçırılmaz bir fırsat olarak görülmesi; süreç içerisinde futbolun
ekranlarda kapladığı yerin çoğalmasına ve hatta futbol konulu pek çok uzman
M. Bilal Arık
205
televizyonun kurulmasına neden olmuştur. Futbol programlarının çok
seyredilmesi bu alana dönük yatırımların çoğalmasına yol açmıştır; bu
birliktelik herkes için kârlı bir yatırım aracı olarak görülmektedir. Havas
Advertising Sports’un Başkanı Laurent Thıelue’ya göre “spora harcanan para,
asla fazla sayılmaz” (Authier, 2002: 13). Televizyon ve reklamverenler
arasındaki bu “mutlu” birlikteliğin “sağlayıcısı” durumundaki futbolun,
televizyonlarda kapladığı yer bu yüzden gitgide genişleme eğilimindedir.
Spor programcılığının yaygınlaşması ve bu programların televizyonlarda
yer bulabilmeleri, aynı zamanda kendi dışındaki birçok sektörü de destekleyen
bir ekonomik oluşumu işaret eder. McLun De Fleur ve Everette E. Dennis’e
göre (2002:280),
Spor medyayı tamamen kaplar; gazetelerde, pay TV’lerde, ulusal ve
uluslar arası açık kanallarda vb., hakim program türü -hem zaman
hem de çeşitlilik olarak- spordur; ama spora esas gücünü veren
televizyon şirketlerinin reklam gelirlerine olan katkısıdır. Bu yüzden
gazetelerin genelde yüzde 20’si ve hafta sonu TV programlarının
yüzde 25’i spora ayrılmaktadır.
Bu konuda İngiltere’de yapılmış olan bir araştırmanın sonuçları son
derece ilgi çekicidir. Leicester Üniversitesi, Spor Sosyolojisi bölümü
tarafından yaptırılan “İngiltere’deki Futbol Televizyonculuğu” (2002) isimli
çalışmaya göre, İngiltere’de sadece hafta sonları futbol programlarına ayrılan
toplam süre 4 bin 275 dakikadır; eş deyişle cumartesi ve pazar günleri
televizyonlarda yaklaşık 71 saat futbol yayını yapılmaktadır. Tecimsel
televizyonların artmasıyla birlikte, futbol programlarının sayısında ve
televizyonda kapladıkları yer oranında ciddi bir artış meydana gelmiştir.
Günümüzde, hemen hemen her ülkede, neredeyse her televizyon kanalı
futbola geniş yer ayırmakta, futbol sadece maç günleri ya da ertesinde değil,
neredeyse haftanın 7 günü kendine ekranlarda boy gösterebilmektedir. 2008
yılında Türkiye’de Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş kanallarının yanı sıra
sadece spor konulu Lig TV, NTV Spor, Süper Sport, D-Spor, vb. pek çok spor
konulu uzman televizyon bulunmaktadır. Tüm bu kanallarda 24 saat boyunca
başta futbol olmak üzere spor yayını yapılmaktadır. Ayrıca özellikle haber
kanallarında da (NTV; CNN Türk, Sky Türk, Kanal 24 ve HaberTürk, vb)
futbola bilhassa haftasonları geniş yer ayrılmakta, gerek naklen maç yayınları
ve gerekse de spor-tartışma programları aracılığıyla futbol ekranlarda sıklıkla
kendine yer bulabilmektedir.
206
Futbol ve televizyon bağı
Futbolun televizyona olan etkisinin en somut olarak görülebildiği
alanlardan bir diğeri de, ancak futbol karşılaşmalarının, naklen yayınlarıyla
çıkış olanağı bulabilen, başlangıçta kablolu olarak başlayan, ardından şifreli
ve nihayet de dijital olarak adlandırılan “paralı” televizyonculuğa olan
etkisidir. Digital/şifreli yayıncılığın temeli, seyredilen her kanal ya da
program için, izleyenlerin ayrı bir ödeme yapması prensibine dayanır. Paralı
yayıncılıkta izleyici sadece reklamcılara pazarlanan pasif bir kütle değil,
“gereksinimlerini” karşılayan televizyon şirketlerine doğrudan ve açıktan
ayrıca ödeme yapmayı göze alan aktif ve bilinçli tüketici konumundadır.
Dijital veya şifreli yayıncılığa, izleyicinin doğrudan ödeme yapabilmesi, bu
kanalların ancak kendilerinde bulunabilen ve izleyiciyi ücret ödemeye ikna
edecek “özel” programları istihdam edebilme koşuluna bağlıdır. Bu mübadele
ilişkisi aynı zamanda pahalı bir medya organizasyonunu ve yatırımını da
gerekli kılmaktadır; çünkü izleyici televizyona para vermeden de bir dolu
program seyredebilme olanağına sahiptir. İşte tam bu noktada spor
karşılaşmalarının, özellikle de naklen yayınlanacak spor karşılaşmalarının
önemi daha da belirginleşmektedir. Kitlelerin açıktan “para ödemeye değer”
buldukları spor karşılaşmaları, bütün dünyada digital veya şifreli yayıncılığın
çıkış nedenlerinin başında gelmektedir. İlk paralı televizyon (pay per view)
yayıncılığının 1980 yılında bir spor karşılaşması ile başlaması da bu açıdan
şaşırtıcı değildir. “Sugar Roy Leonard ile Robert Dion arasındaki profesyonel
boks karşılaşmasını 170 bin Amerikalı, 15 dolar vererek televizyonlarından
seyretmişlerdir” (Cashmore, 1994: 185). Olimpique Marsilya’nın başkanı
Robert Louis-Dreyfus’a göre, dijital yayıncılık yapan büyük iletişim
gruplarının futbola yönelik ilgisinin temel gerekçesi şudur: “Ödemeli
televizyon kanallarına abone çeken üç şey var sadece: Futbol, sinema ve
porno. Eğer bu mesleğin içindeyseniz, bu üç taraktan en azından ikisinde
beziniz olması gerek ” (Authier, 2002: 26).
Dijital/şifreli yayıncılık ile birlikte geçmişte ulusal açık kanallardan
bedava seyredilen bazı maçlar, bu programlar sayesinde bu kez para ödenerek
seyredilmek zorunda kalınmıştır. Böylelikle 80’li yıllarla birlikte sürece
damgasını vuran, televizyonculuğu “karın maksimizasyonu” için bir araç
olarak gören çok uluslu endüstriyel oluşumlar için futbol, ilgili holdinglerin
hedeflerine ulaşmada stratejik öneme sahip, işlevsel bir “ürün” haline
gelmiştir. Bu süreç aynı zamanda futbolun daha da popülerleşmesine ve
zenginleşmesine
olanak
sağlamıştır.
Futbol
kulüplerinin
paralı
televizyonlardan sağladıkları gelir, açık kanalların teklif edebildiği rakamların
M. Bilal Arık
207
çok üzerinde seyretmektedir. Aynı şekilde yayın hakkına sahip olan
televizyon şirketlerinden sağlanan gelirler de futbol kulüplerinin oyuncu
kalitelerinin ve kitleler nezdindeki çekiciliklerin artmasına doğrudan katkıda
bulunmaktadır. Futbolsuz paralı yayıncılığın başarıya ulaşması neredeyse
olanaklı değildir; Rupert Murdoch’un da dediği gibi “futbol yayın haklarını
eline geçiren, şifreli televizyon savaşını kazanır ” (Authier, 2002: 29).
Christian Authier de, Fransa bağlamında futbolun paralı yayıncılık yapan
medya kurumlarına olan katkısını şu sözlerle dile getirmektedir:
Canal Plus’ın elinde çekici futbol ürünü bulunmasa, televizyon
kanallarını neredeyse bedava bir kamu hizmeti olarak görmeye
alışmış milyonlarca Fransızı paralı televizyon devrine nasıl ikna
edebilirdi? Şifreli kanalın başarısı, Avrupa’daki diğer tüm televizyon
kanalları gibi, meşin yuvarlağa dayanmaktadır. Seyretmek için para
ödemek gerektiği düşüncesi ve görüntülerin özelleştirilmesine
yönelik genel kabul, neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan, hızla
ve kitlesel bir biçimde ağır bastı. Futbolcuların kramponlu öncü
güçleri olmasa ne kablolu yayına, ne de uydu yayınına geçilirdi
(Authier, 2002: 98).
Türkiye’deki durum da dünyadaki genel manzaradan çok farklı değildir.
1994 yılında yapılan ilk “havuz ihalesi” ile, Türkiye’de maçlar parasız
kanallardan, şifreli kanallara taşınmıştır. O tarihten günümüze, bütün ihaleleri
şifreli veya dijital kanallar (Cine 5, TeleOn, Digitürk) kazanmış; futbol adı
geçen medya kuruluşlarının kurumsallaşmalarında ve kurulmalarında -elbette
sinema ve porno ile birlikte- son derece belirleyici bir rol oynamıştır. Türkiye
1. Futbol Ligi’nin naklen yayın ihalelerini kazanmadan paralı yayıncılık
yapan kurumların ne kurulabilmeleri ne de abonelerini çoğaltabilmeleri
olanaklıdır. Nitekim, maçların yayın hakkının yitirilmesinin ardından Cine 5
ciddi bir darboğaza girmiş, TeleOn ise kapanmak zorunda kalmıştır. Digitürk
yoğun rekabet ortamına Lig TV ile direnebilmekte, ama naklen yayın ihalesini
kaybedilirse çok büyük olasılıkla “Türkiye’nin digital platformu” olma
özelliğini yitirecek gibi görülmektedir. Zaten bu yüzden D-Smart kulüplerle
gizli-açık anlaşmalar yaparak naklen yayın hakkına sahip olmak istemektedir.
Futbolu ele geçiremediği sürece de bu projenin yaşayamayacağının
farkındadır ve elindeki medya gücünü kullanarak naklen yayın ihalesini alma
yolunda ciddi çaba sarf etmektedir. Özetle futbol, tüm dünyada ve Türkiye’de
dijital televizyonculuk gibi ciddi bir oluşumun merkezinde yer almakta ve
televizyon kuruluşları ile paralı izleyiciler arasındaki “esas” bağı oluşturarak
medya kuruluşları için yaşamsal bir fonksiyonu yerine getirmektedir.
208
Futbol ve televizyon bağı
Futbol, aynı zamanda medya kuruluşlarına güç ve prestij vaat eden bir
etmen görünümündedir. Günümüzde televizyon ve spor arasındaki ilişkinin
boyutları geliştikçe, bu birlikteliğe, daha önce düşünülemeyen bazı yeni
halkalar eklendiği görülmektedir. Artık büyük medya organizasyonları, dijital
yayıncılığa milyonlarca dolarlar yatırmakla yetinmemekte, aynı zamanda
doğrudan kulüpleri -ya da altın yumurtlayan tavukları- satın almak ya da
hissedarları olma yoluna gitmektedirler. Bütün dünyada yaygın bir şekilde
gözlemlenen bu oluşum, televizyon ile futbol arasındaki ilişkinin sadece “kitle
iletişimi” ile açıklanamayacak olan boyutlarının varlığını işaret etmektedir.
Televizyon şirketleri kendileri için son derece değerli olan futbol “madeninin”
sınırlarına daha fazla hakim olabilme adına, kulüplerle sahiplik ilişkisine
girmekte, böylelikle de ilgili kulüplerin atacakları stratejik adımlarında daha
fazla söz sahibi olmayı amaçlamaktadırlar.
Leicester Üniversitesi’ne bağlı bulunan Sir Norman Chester Futbol
Araştırma Merkezi’nin 2002 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, Fransız
Kanal Plus, Paris Saint German ve İsviçre’nin Servette kulübünün sahibidir.
İtalyan, Mediaset Grubu, Milan ve Monza futbol kulüplerinin ve İnternational
Management Grubu da, Racing Club Strasbourg’un sahipliğini yapmaktadır.
Amerika’da da News Cooparation Grubu, LA Dodgers beyzbol, New York
Knicks basketbol ve New York Rangers buz hokeyi takımlarının, Time
Warner Grubu da, Atlanta Braves beyzbol, Atlanta Hawks basketbol ve
Thrashers buz hokeyi takımlarının sahibidir. Aynı şekilde Disney Grubu da,
Anaheim Angels ve Chicago Cubs beyzbol ve Mighty Ducks buz hokeyi
takımlarına ve Cablevision Grubu da New York Yankees beyzbol takımlarına
sahiplik yapmaktadır. Türkiye’de de Uzan, Bilgin ve Doğan grupları zaman
zaman bazı futbol kulüpleriyle sahiplik ilişkisine girmişler, ancak ülkenin
içinde bulunduğu ekonomik kriz ortamından dolayı, tüm projeler başarısızlığa
uğramıştır. Futbolun televizyona olan etkisi sadece sahiplik düzeyiyle sınırlı
kalmamaktadır. Bazı Medya yöneticileri, futbol takımlarının yönetim
kurullarında görev yaparak, kulüp ile televizyon şirketi arasında aracı rolü
üstlenmektedir. Böylelikle medya gruplarıyla, kulüpler arasında farklı
stratejik ortaklıklar gündeme gelmektedir. Bu bağlamda Uğur Dündar’ın
Fenerbahçe’de, Fatih Altaylı’nın Galatasaray’da, Reha Muhtar ve Birol
Güven’in Beşiktaş’ta yöneticilik yapmış olmaları, ilgili şahısların mesleki
formasyonlarını göz önünde bulundurulduğunda daha da anlamlı olmaktadır.
Spor kulüpleri ile medya arasındaki, bu “sağlıklı olmayan” yakınlaşma, hem
kamu hizmeti yapan spor gazetecilerinin, hem medya kuruluşlarının, hem de
M. Bilal Arık
209
toplumsal misyonları sadece kulüp yöneticilerine para ve güç kazandırmak
olmayan spor kulüplerinin asli fonksiyonlarının arızaya uğramasına neden
olmaktadır.
Futbolun kitlesel gücü, aynı zamanda siyasi yönlendirmeye olanak
sağlamaktadır. Bu gücü elinde tutmak isteyen medya kuruluşlarının, futbola
bu denli iştahla yaklaşmalarının ardında yatan bir diğer önemli etmen de, bu
karşılaşmalarının yayın hakkını elinde bulunduran televizyon şirketlerinin
aynı zamanda siyasi olarak da, kitleler nezdinde etkin olabilme şansını eline
geçirmeleridir. Sylvio Berlusconi ve Cem Uzan’nın ardındaki iki büyük güç,
medya ve futbol olmuştur. Berlusconi, Fininvest Medya Grubu’nu kendi
siyasal emelleri adına kullanırken, futboldan da etkin bir şekilde yararlanmayı
bilmiştir. Yine 2001 yılında Genç Parti’yi kurarak, siyasete atılan Cem Uzan
da, en büyük propagandayı, kendi kanalının (Star TV) çok yüksek izlenme
oranına sahip Şampiyonlar Ligi maçlarının devre aralarında gerçekleştirmiş ve
global ölçekte siyasi bir tanınırlılığa ulaşmıştır.
Futbolun televizyondan kazanımları
Daha öncede belirttiğimiz gibi, bugün hacmi milyar dolarlarla ifade edilen
bir futbol endüstrisinden bahsedebiliyorsak eğer, bunu oyuna ciddi oranda
yatırım yapan medyaya ve ardındaki endüstriye borçluyuz. Futbolun,
televizyon ekranlarına taşınmasıyla birlikte gitgide “özne” olma özelliğini
yitirip, bu ortaklığın “nesne”si haline gelmesi ise kapitalizmin doğası içinde
son derece anlaşılır bir sonuçtur. John Underwood’un fevkalade betimlediği
gibi, “komik olan şudur: Sporun içindekiler, aslında satın alındıkları halde,
televizyondan para kazandıklarını düşünürler” (Gümüş, 2004). Fakat bu “satın
alma” durumu, medyanın güdülediği kamuoyu gündeminde, anlaşılır
nedenlerle pek de tartışılma olanağı bulmamaktadır. Günümüzde futbol ile
televizyon arasında neredeyse bir “işçi-işveren” ilişkisi kurulmuş ve futbolun
hareket sınırları artık televizyon tarafından belirlenir olmuştur.
Andreas Klose’a göre (2001, 376), “profesyonelleşme ve kitlesel
medyatik pazarlama süreçlerine bağlı olarak, futbol ‘proleter sporu’ olmaktan
çıkmış ve bir serbest zaman eğlencesi haline getirilmiştir. Futbol bu süreçte,
toplumsal köklerinden kopmuş, ama geniş toplumsal tabakalar nezdindeki
çekiciliğini devam ettirmiştir. Futbol günümüzde, televizyon, sponsorluk ve
reklamın oluşturduğu ilişki örgüsüne yakalanmış durumdadır. Sponsorluk ve
reklam paraları olmaksızın, profesyonel sporun finansmanı artık olanaklı
değildir. Özellikle zirvedeki takımlar için seyirci gelirleri gitgide varoluşsal
210
Futbol ve televizyon bağı
anlamını yitirmektedir. Şüphesiz ki, bu gelişmeyi mümkün kılan, futbolu
reklam için ilginç hale getiren televizyonun etkisidir. Kapalı bir kamuoyu
olarak stadyumdaki topluluk açısından reklamın ilginçliği pek azdır; reklamın
asıl hedefi, ekran başındaki seyircilerdir.” Modern toplumlarda gündelik
hayatı dolayımlayan televizyon, futbolu da etkisi altına almakta ve
tahakkümünü oyunun tüm hücrelerinde hissettirmektedir. Artan rekabet
koşulları ve yükselen maliyet, oyunun paraya olan bağımlılığını arttırırken,
televizyondan kaynaklanan gelir kalemleri olmaksızın spor kulüplerinin
yaşama şansı ise son derece azalmaktadır.
Yayın gelirlerinin futbolun maddi boyutuna etkisinin “baskınlığı” bilinen
bir ekonomi gerçekliğidir. Sadece ulusal ligler düzeyinde değil, FIFA’nın
gelir kalemlerinde de yayın gelirleri en büyük dilimi oluşturmaktadır. FIFA
tarafından 6 Haziran 2004 tarihinde Zürich’te düzenlenen ve Sepp Blatter’in
de katıldığı “Medya Konferansı”nda açıklanan sayısal verilere göre, FIFA
gelirlerinin yüzde 60’ı televizyondan gelmektedir. Sponsorluk ve pazarlama
gelirlerinin yüzde 36’lık bir oranı kapsadığı belirtilen raporda, yüzde 4’lük
dilimin de diğer finansal gelir kaynaklarından geldiği bildirilmektedir.
Sponsorluk ve pazarlama gelirlerinin oluşumunda da, yine en belirleyici güç
televizyondur. Sponsorlar açısından da televizyon; spora yatırım yapılmasının
temel nedenidir. Dolayısıyla FIFA’nın gelirlerinin yüzde 96’sı medya
kaynaklıdır türünde bir çıkarımda bulunmak, son derece olanaklıdır. Bu
rakamlar göstermektedir ki, televizyon kuruluşları ile futbol arasındaki ilişki
en yukarıdan başlamakta ve kademe kademe ulusal liglere, hatta ikinci ve
üçüncü liglere değin, benzer şekilde uzanmaktadır. Durum böyle olunca
futbol ile televizyon ilişkisi, oyunun tüm aktörlerinin gönüllü olduğu bir
kapitalist gerçekliği işaret eder. Futbolu bir ürün olarak algılayan FIFA,
medya yoluyla sponsor firmalarla arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırmakta ve
televizyon kuruluşları da bu sayede oyun üzerindeki etkinliklerini
artırmaktadırlar. Nitekim UEFA Genel Sekreteri Geehald Aigner ‘her şeyi
televizyon yönetiyor” (Authier, 2002: 22) derken televizyonun oyun
üzerindeki etkisini net bir şekilde dile getirmektedir. Hemen hemen bütün
profesyonel sporlar bir şekilde medyaya bağımlıyken, futbol gibi rekabet
ortamının çok sert ve organizasyonun da son derece pahalı olan bir spor dalı
için bu durum daha da kaçınılmaz bir gereklilik halini almaktadır.
Futbol endüstrisi hakkında 16 yıldır kapsamlı ve veriye dayalı uluslararası
çalışmaları gerçekleştiren danışmanlık şirketi Deloitte’un, İngiltere’deki Spor
İş Grubu’nun hazırladığı Mayıs 2007 tarihli “Annual Review of Football
M. Bilal Arık
211
Finance” raporuna göre, 2005-06 sezonu itibariyle Avrupa futbol piyasası
büyüklüğü 12,6 milyar Euro’ya ulaşmıştır. Avrupa liglerinin gelirlerinin
dağılımına bakıldığında, sponsorluk, yayın ve reklam gelirlerinin toplam
gelirlerin %80’ine ulaştığı, geriye kalan %20’lik kısmın ise stad gelirleri
olduğu görülmektedir. Avrupa genelinde gelirlerin dağılımında son 20 yıllık
dönemde stad gelirlerinin, toplam gelirler içerisindeki %80’ler civarındaki
ağırlığının, %20’ler seviyesine gerilemesi, futbolun geleneksel gelirlerinin
yanında giderek artan bir oranda yeni gelir kaynakları yaratarak bir endüstri
halini almasının açık bir kanıtıdır (İkiz, 2007).
Ekonomik büyüklük açısından, İngiltere dünyanın en büyük futbol pazarı
görünümündedir. 1992 yılında BSkyB medya kuruluşunun İngiltere Futbol
Federasyonu ile imzaladığı sözleşmenin ardından, İngilterenin en üst düzey
ligi olan Premier Lig’in tüm takımları değerlerini artırma fırsatı bulmuşlardır.
Sky TV’den ve diğer sponsorlardan sağlanan “sıcak para” bir anda ligin
kalitesini yükseltmiş ve dünyanın en başarılı futbolcularının İngiliz Ligi’ni
tercih etmelerine neden olmuştur. Futbolun yükselen kalitesi, tribün gelirlerini
de canlandırmış ve zenginleşen kulüpler adım adım stadyumlarını daha
işlevsel hale getirmenin yollarını araştırmışlardır (Lee, 1998: 36). Bu başarı
öyküsünün esas aktörü ve sürecin hızlandırıcısı şüphesiz ki Murdoch’un Sky
televizyonu olmuştur. Premier lige 4 buçuk yıllığına 674 milyon paund
yatıran Murdoch, bu hamlesiyle Sky’ın “İngiliz liginin gelmiş geçmiş en
önemli oyuncusu olmasını sağlamıştır” (Edge, 1997: 229).
Türkiye’de de kulüplerin en büyük gelir kaynağı yayıncı kuruluştan
sağlanan naklen yayın gelirleridir. Hatta Türk kulüplerin, diğer gelir
kalemlerinin
yeteri
kadar
tatminkar
olmadıkları
göz
önünde
bulundurulduğunda, “havuz ihalesinin” gelen yayın gelirlerinin önemi daha da
belirginleşmektedir. “Eşitsiz” dağılıma rağmen, özellikle de 3 büyük kulüp
dışındaki takımlar açısından, “havuz ihalesi” yoluyla Futbol
Federasyonu’ndan gelen sıcak para, bu kulüpler adına yaşamsal öneme
sahiptir. Alanın en önemli ekonomistlerinden Tuğrul Akşar’ın yaptığı bir
araştırmaya göre (2007); “2006-2007 sezonunda Türkiyedeki kulüplerin
toplam geliri, 472 milyon dolardır. Bu paranın yüzde 30’luk bölümü (139
milyon dolar) yayın haklarından gelmektedir. Tirübün gelirlerinin yüzde
13’lük yer tutabildiği bu tabloda, daha önce de tartıştığımız gibi televizyon
kaynaklı diğer gelirler (sponsorluk, saha içi reklam, isim hakkı satışı ve diğer
gelirler) toplam gelir portföyünü tamamlayan diğer unsurlar olarak göze
çarpmaktadır.”
212
Futbol ve televizyon bağı
Diğer gelir kalemlerinin oluşumunda televizyonun hızlandırıcı gücü
gözden kaçmamalıdır. Nasıl İngiltere’de SKY Premier Lig’in esas oyuncusu
ise, Türkiye’de de parayı veren “Digütürk” futbolun “esas” patronudur.
Televizyon reklamlarında kulüplere yaptığı ödemeler ile ilgili olarak, âdeta
“ligi ihya ettiği” ve “kulüplere yaşam suyu verdiği” gibi bir “dil”i tercih eden
Digütürk, bu yorumunda, serbest piyasa koşullarında çok da haksız
sayılmamalıdır. Bu bağlamda 2004 yılında yapılan ve yine Digitürk’ün
kazandığı ihaleye mağdur oldukları nedeniyle itiraz edip, ortak bir basın
açıklaması hazırlayan Kulüpler Birliği’ne Digitürk’ün yanıtı hayli manidar
olmuştur:
Digitürk olarak, liglerin başlamasına çok kısa süre kalmasına ve
dekoder ile üyelik satışlarının sağlıklı yapılamayacağı bilinmesine
karşın futbolun kaosa sürüklenmemesi ve 3,5 yıldır yaptığımız
hizmetin bir devamı olarak, büyük bir fedakarlık göstererek 2 taksit
tutarını, sözleşme tarihinden itibaren 1 ay içinde ödüyoruz. Türk
futbolu için yaptığımız bu yatırımlar karşısında, böyle bir basın
açıklamasıyla karşı karşıya kalmak bizleri şaşırtmış ve üzmüştür
(Akşam, 2004).
Görüldüğü gibi Digitürk futbola yaptığı yatırımı fedakârlık ve hizmet
olarak nitelendirmekte ve bu basit mübadele sürecinde varlığının daha çok
takdir edilmesini beklemektedir. Gerçekten de Digitürk bir bakıma haklıdır,
havuz ihalesinin başladığı 1995 yılından itibaren Birinci Lig’deki tüm
kulüpler havuzdan pay almaya başlamışlar ve bu sayede hem altyapı
yatırımlarına, hem de uluslararası düzeyde önemli transferlere kaynak
aktarabilmişlerdir. Ligin kalitesinin de yıldan yıla artış gösteren naklen yayın
gelirleriyle, önemli ölçüde yükseldiği bilinmektedir; ama tabii tüm bunları
Digitürk’ün “fedâkarlık” amacıyla yapmadığı da açıktır.
Televizyonun, futbola ikinci önemli etkisi, oyunun hareket sınırlarının
artık medya tarafından belirlenmesidir. Kulüplerin en büyük gelir kaynağı
televizyon gelirleri olunca, futbol üzerinde en büyük söz hakkına televizyon
şirketlerinin sahip olması ve bu haklarını diledikleri gibi kullanmaları
kapitalist piyasa koşullarında beklenen bir sonuçtur. Medya profesyonelleri
gitgide oyunun üzerindeki yönlendiriciliklerini artırmakta ve sistemin
işleyişindeki “öncelikli” söz hakkı kulüplerden, televizyon şirketlerine
geçmektedir. Günümüz koşullarında televizyon, oyunun bir aktarıcısı olma
rolünün çok ötesinde âdeta oyunun yönlendiricisi haline gelmiştir. Televizyon
kuruluşları için futbol, bir “spor” değil, değerlendirilmesi gereken bir araçtır.
Bu yüzden bu malzemenin olabildiğince “verimli” bir şekilde paketlenerek
M. Bilal Arık
213
sunulması, futbolun özgül değerinin hak ettiği saygıdan çok daha önceliklidir.
“Son zamanlarda medya endüstrisi, sporu yeniden tanımlama veya
şekillendirme adına kulüplerle karşılaştırıldığında çok daha etkin bir güce
sahiptir. Yayını gerçekleştiren profesyonellerin oyun içerisindeki
belirleyicilikleri sporun doğasını tehdit edecek düzeye gelmiştir” (Kinkema ve
Haris, 1998: 16). Öyle ki, naklen yayın anlaşmalarında sorun çıktığı zaman İtalya’da olduğu gibi- ligler ertelenmekte ya da yayıncı kuruluştan kendi
üzerlerine düşen yüzde 5’lik hakkı istedikleri için, İngiltere’deki Profesyonel
Futbolcular Birliği üyeleri, televizyon yöneticileri tarafından değil, kulüp
başkanları (Leeds United’ın başkanı Peter Ridsdale) tarafından
azarlanmaktadır: “Futbolcular asıl gelirlerini nereden kazandıklarını çok iyi
düşünmeliler. Gelirlerin çoğu televizyondan geliyor; eğer futbolcular Ligi
boykot etmeye kalkarlarsa, biz de onlara yaptığımız ödemeleri durdururuz
(Gümüş, 2001).” Görüldüğü gibi, bu “kaçınılmaz işbirliği”nin, “esas oğlanı”
televizyondur; futbol bu süreçte anlam ve misyonunu, televizyon şirketlerinin
çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlamak zorunda kalmakta ve oyun
neredeyse televizyon için varolan bir yapıya doğru hızla evrilmektedir.
Eduardo Galeono futbolseverler tarafından epik bir şahaser olarak tanınan
Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında televizyonun futbola müdahalesini şöyle
betimlemektedir (1998: 208):
1986 Meksika ve 1994 ABD ve 2002 Japonya-Kore Dünya Kupası
turnuvalarında maçlar futbolcuları perişan eden öğle sıcağında
oynanmıştır. Çünkü maçlar ancak o saatte oynanabilirse, en büyük
para kaynağı olan Avrupa’nın “prime time”ında seyredilebilme
olanağına kavuşabilecektir. 1986 Dünya Kupası’nda Alman Kaleci
Harald Schumacher sıcaktan ne hale geldiğini şu sözlerle
açıklamaktadır: ‘Devamlı terliyorum, boğazım kuruyor. Çimenler de
kuru bir tezeğe benziyor: sert, tuhaf ve düşmanca. Güneş ışınları
stada dik olarak düşüyor ve kafamızda parçalanıyor. Gölge bile
vermiyoruz. Televizyon için bunun daha iyi olduğunu söylüyorlar.’
Yayın hakkının satışı, oyunun kalitesinden ve sporcu sağlığından
daha mı önemliydi? Futbolcuların görevi koşmaktı, konuşmak değil
ve Havalenge devreye girerek tartışmaya şu sözüyle son vermiştir:
‘Çenelerini kapatıp oynamaya baksınlar!’.
Görüldüğü gibi, futbolun tüm aktörleri, oyunun kurallarının, maç
saatlerinin ve günlerinin medyanın takvimine göre düzenlenmesini
kabullenmekte, hatta çoğu zaman “kraldan daha kralcı” davranmaktadırlar.
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur: Medya kâr etmek için
vardır; spor da bu bağlamda eğlence endüstrisinin en değerli ticari
214
Futbol ve televizyon bağı
ürünlerinden biridir. Bu yüzden spor programları izleyiciler ve sponsorların
ilgisini çekebilmek için mümkün olan en verimli şekilde paketlenerek
sunulmaktadır. FIFA’nın da futbola bir “ürün” olarak ele alması ve paranın
sıcak yüzünün sahaya dahil olması, oyunu televizyon dünyasının herhangi bir
ürününe dönüştürmüştür. Hatta Fox Medya Kuruluşları Başkanı Peter
Chernin’in kelimelere döktüğü gibi, “Spor, filmler, haberler, kitaplar gibi
televizyon eğlencesinin pek çok global dilinden sadece biridir ” (Aktaran:
Kıvanç, 2001:63). Görüldüğü üzere futbol, bu ilişki sürecinde, televizyonun
gerektiği gibi “eğip bükebildiği” ve “özsel” varlığına saygı göstermediği bir
“nesne” konumuna indirgenmiştir.
Medyanın oyun üzerindeki belirleyiciliğinin artmasıyla birlikte futbol,
halka ait bir sosyal olgu olma misyonunu terk ederek, âdeta medyadaki iktidar
seçkinlerinin üzerinden para kazandığı bir “araç” haline getirilmiştir.
İngiltere’de maçların hangi gün ve hangi saatte oynanacağına yayıncı
kuruluşlar karar vermektedir. Hatta bu yüzden zaman zaman kulüplerle Futbol
Federasyonu arasında çatışma çıkmakta, bazı kulüpler Avrupa Kupası
maçlarının hemen 2 gün ardından, yayıncı kuruluş öyle istediği için bir başka
deplasmanda oynamak zorunda kalmaktadır. Aynı şekilde maçların klasik
cumartesi-pazar mesailerinin dışında cuma ve pazartesiye sarkmalarının
ardında da yayıncı kuruluşların “gösteri”nin süresini daha geniş zamana
yaymak istemeleri yatmaktadır. Bu yoğun mesai bazı futbolcuların
bünyelerinin zarar görmesine ve sakatlanmalarına neden olmaktadır. 2008
yılında Liverpol Kaptanı Steve Gerard 18 günde 6 maç oynayarak aslında
endüstriyel futbolda oyuncuların ne kadar zorlu bir görev yüklendiğini
göstermiştir. 6 defa üst üste 3 günde 1 maç oynamak zorunda kalan oyuncular
“şovun devam etmesi” gerçeğine çoğu zaman itaat etmek zorunda
kalmaktadır. Futbolcular her ne kadar, zaman zaman “biz köle değiliz” deseler
de, endüstri için daha fazla maç, daha çok kazanç anlamına geldiği için maç
sayısının azaltılması gündeme pek gelmemekte, aksine yeni turnuvalar ve yeni
düzenlemelerle hem ligler hem de uluslararası kupalar daha çok karşılaşmaya
sahne olmaktadır. Nitekim geçmişte de tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde
SKY TV’nin Spor Direktörü John Bromley, kendilerine yöneltilen eleştirileri
şöyle cevaplamıştır: “Biz İngiliz Futboluyla tarihinin en yüksek rakamlı
kontratını imzaladık. Bu yüzden oyuna bazı ‘yeni’ kuralların dahil edilmesi
son derece normaldir ” (Barnett, 1990: 138).
Türkiye’de de durum İngiltere’den pek farklı değildir. Avrupa
Kupaları’na katılan kulüpler zaman zaman İngiltere’deki gibi fikstür
M. Bilal Arık
215
düzenlemelerine itiraz etmekte, ama genelde son sözü hep yayıncı kuruluş
söylemektedir. Geçmişte Birinci Lig karşılaşmaları sadece cumartesi ve
bilhassa pazar günleri oynanırken, artık cuma günleri de, hatta nadiren
pazartesi günleri de takvime dahil edilmiştir. Türkiye Kupası formatı değişmiş
ve büyük kulüplerin ilk turlarda elenmelerinin önüne geçilerek, gösterinin
süresi uzatılmıştır. Artık Pendikspor’un Fenerbahçe’yi, İnegölspor’un
Beşiktaş’ı, Vanspor’un da Galatasaray’ı Türkiye Kupası’nın dışına itebilmesi
pek olanak dahilinde değildir. Hatta söylenti düzeyinde de olsa, ligdeki
rekabetsizliğin dekoder satışlarını düşürdüğü gerekçesiyle, yayıncı
kuruluşların daha rekabetçi bir lig istedikleri ve zaman zaman maç
sonuçlarına etki yapabildikleri bile kamuoyu gündeminde tartışılmıştır.
Televizyonun futbola yönelik etkisinin en görünür olduğu yerlerden biri,
maçların ve turnuvaların endüstri ve medya adına en verimli şekilde organize
edilmesidir. Bu bağlamda özellikle uluslararası büyük turnuvalar (Dünya
Kupası, Avrupa Şampiyonası, Şampiyonlar Ligi, UEFA Kupası, vs.) âdeta bir
televizyon prodüksiyonu olarak ele alınmakta ve televizyonların
rasyonalitesine en uygun kurallar katılımcılara (takımlar, oyuncular,
seyirciler, hakemler, vs.) dayatılmaktadır. Bu bağlamda özellikle Şampiyonlar
Ligi, futbol-televizyon ilişkisinde gerçek bir dönüm noktasıdır. Şampiyonlar
Ligi’nin kuruluş felsefesi son derece basittir; rekabeti daha geniş bir zaman
dilimine yayarak televizyon ve reklam gelirlerini artırmak. Başlangıçta sadece
4 takımlı, iki gruptan oluşan Şampiyonlar Ligi’nde ibre gitgide güçlü
ekonomileri olan ülkelerin lehine işlemiş, katılımcı sayısı yıldan yıla artış
göstererek 2002-2003 sezonunda -ön elemeler hariç- 32’ye dek ulaşmıştır.
Galatasaray, Şampiyon Kulüpler Kupası’nda 1989 yılında sadece 3 ülkenin,
“şampiyonlarını” eleyerek yarı finale kadar ulaşmıştı. Oysa ki günümüz
Şampiyonlar Ligi’nde bu “performans” –katılınabilirse- sadece birinci gruptan
çıkma anlamına gelmektedir. Her ülkenin sadece bir temsilciyle katıldığı ve
iki maçlı eleme turlarına dayalı eski formül, endüstri açısından belli
“kayıpları” içerdiğinden tarihin tozlu raflarına terk edilmiştir. Bu arada spor
etiğine uygun olmayan gelişmeler de ekonomik rasyonalite bağlamında sürece
eklenmiştir. Adı “Şampiyonlar Ligi” olan bu kupaya, Avrupa’nın
şampiyonları değil, ülke puanı yüksek liglerin (İtalya, İngiltere, İspanya,
Almanya, vs.) ikincileri, üçüncüler hatta dördüncüleri bile katılabilir hale
gelmiştir. Bu durum, çeşitli absürdlüklere de yol açmıyor değildir; sözgelimi
2003-2004 Şampiyonlar Ligi’nin yarı finalinde oynayan 4 takımdan (Porto,
Monaco, Deportivo, Chelsea) sadece Porto, kendi liginde bir önceki sezon
216
Futbol ve televizyon bağı
şampiyonluğu kazanmıştır. 2008 yılında ise daha önce İspanyolların yaptığını
bu kez İngilizler yapmışlar ve yarı finalde oynayan 4 takımın 3’ü İngiliz
takımlarından oluşmuştur. Sistemin güçlüden yana işlemesine bariz bir örnek
olan bu sonuç, aynı zamanda Avrupa’nın “Şampiyonlar Ligi”nin nasıl bir
yerel turnuvaya dönüştüğünü göstermesi açısından da son derece önemlidir.
Televizyon ve reklam endüstrisi, bu organizasyonun gerçek hakimidir.
Her şey âdeta bir televizyon şovu formatında hazırlanır. Maçlar, Avrupa için
“prime time” olan Türkiye saatiyle 21.45’te başlar. Şampiyonlar Ligi’nin tüm
ülkelerdeki yayıncı kuruluşlara dayatılan çekim kalitesi, dünyanın en estetize
edilmiş maç görüntüsü anlamına gelmektedir. Gerçekten de sıradan bir
Şampiyonlar Ligi maçı, Dünya ve Avrupa Kupası maçlarından bile daha
“estetiktir”; çünkü ekrana gelecek tüm görüntüler, UEFA’nın pazarlama
kuruluşu TEAM tarafından belli bir biçimlendirme sürecine tabi kılınmıştır.
Kamera sayıları, kamera açıları, tekrar gösterimlerde logolu top ile geçiş
yapılması, zoom yapılan oyuncunun ekranda kalış süresi, ekrana yanısıyan
istatistiklerin görünümü, seyircilerin tribünde oturma yerleri, seyircinin hangi
açılardan çekileceği ve ekranda kaç saniye kalacağı ve yayına giriş ve çıkış
saatleri bile belli standartlara bağlanmıştır. Tüm bu karışık sistemde hiçbir
arıza olmaması, ekrana yansıyan “gösteri” kalitesinin artmasına neden
olmaktadır. Ligin resmi logosu, tüm çekimlerde, yorumcu ve spikerlerde ve
hatta stadyumun çimlerinde bile yer almaktadır. Teknik adamlar ve
futbolcular mutlaka maçtan bir gün önce ve hemen ardından, sponsor
logolarının bulunduğu basın odasında demeç vermek “zorundadır.” Tüm bu
teknik özellikleriyle Şampiyonlar Ligi, televizyon ve futbol birlikteliği adına
dünyanın en etkili organizasyonudur. Hollandalı Gazeteci Ted Van Leeuven’e
göre UEFA ve TEAM maçların TV’den nasıl görüneceği konusuyla son
derece ilgilidirler ve maçları tamamen bir televizyon prodüksiyonu gibi ele
alırlar. Stadyumların yayın için uygun olup olmadığı, seyircilerin nerelere
oturacakları, kameraların nasıl yerleşeceği, bilet satış standartları ve hangi
ülkede maçları hangi kanalın vereceği kararını bu kurum verir. Bu yayınlarda
herkes şampiyonlar liginin logosunu taşımak zorundadır; bu logo toplardan,
sahanın köşelerine kadar her yerde kendini gösterir. Kısacası Şampiyonlar
Ligi’yle birlikte özel bir dünya yaratılır. Bu dünya sponsor ve TV’nin
oluşturduğu bir işbirliğinin en ileri noktasını işaret eder (Sudgen ve Tomlison,
1998: 98).
Televizyonun oyuna yönelik bir diğer etkisi de, futbolun aktörlerini kendi
gerçekliğine uyumlandırmasıdır. Futbolun, bir televizyon ürününe
M. Bilal Arık
217
dönüşmesiyle birlikte, oyunun aktörleri kendi varoluşlarını televizyonun
çizdiği sınırlar yörüngesinde yeniden tanımlamak durumunda kalmışlardır.
Kulüpler artık şov dünyasına üretim yapan prodüksiyon şirketleri, uluslararası
karşılaşmalar da global medya kuruluşlarının ticari stratejilerinin bir parçası
haline gelmişlerdir. Oyuncular da bu süreçte -Beckham örneğinde görüldüğü
gibi- birer televizyon yıldızı haline dönüşmüşler, hatta televizyon için uygun
figürler olmayan teknik adamlar bile -Şenol Güneş gibi, Emile Jacquet gibi;
iyi giyinemedikleri, iyi demeç veremedikleri, taşra kökenli olmaları, kısacası
iyi malzeme olmadıkları için- ağır bir şekilde eleştirilerek televizyona
“uygun” hale gelmeye zorlanmışlardır. Hatta hakemlerin bile, bu “show
business”a karşı sorumlu oldukları zaman zaman kulüp yöneticileri tarafından
dile getirilmiştir. Emre Zeytinoğlu (2003), bu vahim anı şöyle dile
getirmektedir:
25 Şubat 2003 tarihinde ATV’de yayınlanan Bizim Stadyum
programında, Fenerbahçe Asbaşkanı Murat Özaydınlı; kulüp
sponsorlarının, maçlara girmek için bilet parası veren taraftarların,
kongre üyelerinin vs. bir iş ortağı sayıldığını ve bunların kulüpten
mutlak başarı beklediğini söylüyor. Ardından da ekliyor: ‘Bir yan
hakem ya da orta hakem, eğer yanlış bir karar ile benim başarımı
engelliyorsa, bunu kabul edemeyiz. Çünkü artık futbol bir ‘showbusiness’ hâline gelmiştir.’ Futbolun ‘show’ olduğu zaten yinelenip
duran bir şeydi ama; ‘show’ alanı içinde yer alan hakemin -hakem
‘show’ yapmaz ama, yine de o alanın içindedir-, ‘business’
yöneticilerine karşı sorumluluğu hiç dile getirilmemişti doğrusu.
Maçların naklen yayını ve ardından da spor programlarında tekrar
gösterilerek en küçük ayrıntılarına kadar masaya yatırılması, medyanın oyun
üzerindeki tahakkümünün maçın ardından da devam etmesine olanak
sağlamaktadır. Asli görevleri, hakemi değerlendirmek olan Erman Toroğlu ve
Ahmet Çakar gibi hakem yorumcularının gölgeleri âdeta sahada dolaşmakta
ve hakem kararlarından rahatsız olan futbolcular, zaman zaman bu iktidar
makamlarına sığınarak, hakem yorumcularından “adalet” beklemektedirler.
Oynanan oyunun televizyon ekranlarında yeniden oynanması, atılan golün
ofsayt olup olmadığının, faulün aslında öbür oyuncu tarafından mı
yapıldığının ve kırmızı kartın haklılığının hesabı, akşam ekranda yeniden
sorulur. Maçlar aslında çoğu zaman 90. dakikada bitmez, hakem yorumcuların
maçın ardından verdikleri “fetvalarının” ardından sonuçlanır. Sahada adalet
sağlaması gereken hakemler, sadece federasyon ve gözlemcilerinin denetimi
altında değillerdir, televizyoncuların da düpedüz yoğun baskısı altında işlerini
218
Futbol ve televizyon bağı
yapmaya gayret ederler. Oyunun doğallığı ve bütünlüğü medya tarafından
tehdit edilir ve futbolun tüm aktörleri ciddi bir parçalanma yaşar:
“Futbol, futbolcunun oynadığı değil, kendisini oynarken seyrettiği bir
“şey” olmuştur. Gerçeklik yer değiştirmeğe yüz tutar. Sahadaki ve
televizyondaki futbolun, birbirlerinden sürekli etkilendiğini ve
birbirlerini değiştirdiklerini düşündüğümüzde, sahadaki ve
televizyondaki futbolcunun da bu karşılıklı etkileşimi yaşadığı ortaya
çıkar ” (Zeytinoğlu, 2002).
Günümüz televizyon ortamında futbolcu sadece, futbolcu değildir; aynı
zamanda her hareketi ve her mimiği defalarca izlenebilecek, hatta
irdelenebilecek bir televizyon aktörüdür. Bu yüzden bir televizyon yıldızı
gibi, her hareketini kontrol altında tutmalı ve kameraya “frikik” vermeme
konusunda dikkatli olmalıdır. Futbol sahası, tiyatro bile değil, neredeyse her
saniyesi tasarlanmış bir televizyon stüdyosuna dönüştürülmüştür. Maçlar 90
dakika sonunda bitmemekte, televizyon ilgiyi toplayabilmek için karşılaşmayı
kitleleri en çok cezbedebilecek bir formatta yeniden, yeniden üretmektedir.
Oyunun içinde olan birçok durum, futbolcuları “televizyon kameraları
tarafından yakalanabilirim” korkusuyla tedirgin etmekte, hatta artık
futbolcular ve hakemler kameralara yakalanmamak için ağızlarını elleriyle
kapatarak birbirleriyle diyalog kurmaya çalışmaktadır. Televizyondan
sağlanan popülerliğin bedelini futbolcular televizyonun, istediği yerde ve
biçimde konumlanarak ödemektedirler. Karşılaşmalar hangi ruh hali içinde
biterse bitsin, ya da oyuncular o an ne hissederse hissetsin, televizyon
kameralarına itaat etmeye mecburdurlar. Oyuncuların, “oyunun gerçek sahibi
olan” kameraları reddetme gibi bir lüksleri bulunmamaktadır. Futbol artık
show bussiness’tır ve bu şovun gerçek hakimi de televizyondur. Televizyon,
futbolu kitlelere yansıtan bir araç olmanın çok ötesinde, mevcudiyetini bütün
olabilirlikleriyle hissettiren ve verdiğinin karşılığını oyundan sonuna kadar
isteyen, oyunun sahipliğine talip bir “iktidar mercii” görünümündedir.
Sadece kulüp yöneticileri, futbolcular, taraftarlar ve hakemler değildir,
televizyonun rasyonalitesine uymak zorunda olan; futbol stadyumları da,
televizyonların öncelikleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmaktadırlar. Bu
amaçla stadyumların ışıklandırılması, öncelikle televizyon şirketlerinin
çıkarları doğrultusunda yaşama geçirilmiş bir uygulamadır. Böylelikle elde
edilen ürünün kalitesi yükselerek televizyon için daha uygun hale
getirilmektedir. Stadyumların ışıklandırılmasının ardından maçlar gündüz
M. Bilal Arık
219
saatlerinden gece saatlerine alınmış ve televizyonların en önemli zaman dilimi
olan prime-time’da yayınlanma olanağına kavuşarak, sadece yayın saati
değiştirilerek “aynı” üründen elde edilen karın arttırılması sağlanmıştır. Gece
maçları ayrıca, ekrana gelen görüntünün kalitesini de önemli oranda
yükseltmektedir.
Televizyon futbolu sadece yönlendirmekle kalmaz; onu ekrana taşırken
“medya profesyonellerinin” elinde, sahadaki oyundan bambaşka bir kimliğe
dönüştürür. Futbol da televizyondaki her program türü gibi -haberler,
reklamlar, hatta hava durumu vs.- eğlenceli ve dramatik öğeleri baskın olacak
şekilde yeniden üretilmektedir. Andreas Klose’un da belirttiği gibi,
“televizyon futbolu aktarırken onun varolan gerçekliğini ‘televizyon futbolu’
haline dönüştürmüştür. Hedef, televizyonun ayrılmaz ilkeleri olan eğlence,
gerilim ve dramatikliğin mükemmel uyumlanmasıdır ” (Klose, 2001: 215)
Televizyon, sahada oynanan oyunu, televizyon prodüksiyonuna
dönüştürürken, oyunun “aslı”nda olmayan pek çok öğeyi, bu prodüksiyona
ekleyerek, eldeki ürünün cazibesini artırma çabası içindedir. Heyecanlı
spikerler, usta yorumcular, istatiksel veriler, zamanın ve görüntünün ustalıkla
manipülasyonu, dramatik, eğlenceli ve aksiyonel parçaların da bütüne
eklenmesiyle birlikte maçlar sahadaki görüntüsünün çok ötesinde, bir
televizyon prodüksiyonu haline getirilir. Bu bağlamda televizyon futbolunun
medyanın manüpile ettiği değil, neredeyse imal ettiği bir televizyon gerçekliği
olduğunu ileri sürmek pek yanlış olmayacaktır.
Televizyon evreninin egemen söylemi, televizyon futbolunda da varlığını
hissettirmekte, gerçek, medya profosyonellerinin elinde, ustalıkla “televizyon
gerçekliğine” dönüştürülmektedir. Naklen yayınlanan futbol karşılaşmalarında
“gerçek” temsil sürecinin sadece parçalarından bir tanesi olarak bu “iletim
sürecinde” yer almakta ve televizyon yaşamı nasıl dolayımlamaktaysa, bu
basit oyunu da kendi gerçekliği doğrultusunda yeniden üretmekte ve futbolun
algısını da ciddi oranda bozuma uğratmaktadır. Andreas Klose’nin (1998:379)
“kitlesel medyatik algılamaya alışmak sahadaki futbolun eksikli görünmesine
yol açar” tespiti, modern insanın oyundan beklentisini net bir şekilde ifade
etmektedir. Televizyon futbolu, gerçek dışı bir algılama ve bilinç düzeyi
dayatmakta ve seyirci gerçekle dolaysız ilişki kurduğu zaman karşılaştığı
“dolayımsız” futbolu kitlesel algılamaya alıştığı için sıkıcı bulabilmektedir.
Televizyon karşısında “şımartılan” seyirci, artık gerçek maçlara tahammülsüz
hale gelmekte ve stadlarda dahi televizyonun konforunu aramaktadır. Nitekim
birçok stadyumda elektronik skorbord’lardan goller ve gol anonsları dahili
220
Futbol ve televizyon bağı
ses’ten tekrarlanarak, “televizyon kültürüne” alışmış olan seyircinin “oyunun
gerçek mekânında” da beklentilerinin, bir nebze olsun karşılanmasına gayret
edilmektedir. Aynı zamanda stadyumları birer eğlence merkezi haline getirme
çabaları da -maçlardan önce konserler verilmesi, çeşitli gösterilerin tertip
edilmesi, vs.- hep oyunu daha medyatik hale getirme, ya da “gösteri”ye
alıştırılan seyirciyi, tatmin edebilmenin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
SONUÇ
Son yıllarda akademik ve entelektüel çevrenin, üzerinden toplumsal
yapının okunabileceği bir “ayna” işlevi yükledikleri futbol, bu çalışma
ekseninde sadece kuramsal açıdan değil, aynı zamanda “pratik gerçekliği”
üzerinden çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda sadece “ne?” sorusunun
yanıtı değil, aynı zamanda “nasıl?” da sorgulanarak, konunun daha sağlam
temellere oturtulması ve olaylar arasındaki nedensellik bağının, “net bir
şekilde” kurulması amaçlanmıştır. Çalışma boyunca vurgulandığı gibi,
televizyonla girdiği ortaklık ilişkisinin sonunda futbol, âdeta televizyonun
yörüngesinde işlemeye mecbur edilmiş ve oyunun tüm aktörleri televizyon
evreninin bir parçasına dönüşmüştür. Şüphesiz ki, televizyonun futbolla olan
ilişkisi basit bir aktarım sürecinden ibaret değildir. Televizyon, futbolun
sınırlarına tamamıyla hakim olmak ve onun “özsel değerini” yok sayarak,
dilediğince yönlendirmenin çabası içindedir.
Medyanın oyun üzerindeki belirleyiciliğinin artmasıyla birlikte
profesyonel futbol, halka ait bir sosyal paylaşım zemini olma misyonunu
neredeyse terk ederek, âdeta medyadaki iktidar seçkinlerinin üzerinden para
kazandığı bir “araç” haline getirilmiştir. Başta FIFA olma üzere, ulusal
federasyonların ve futbol kulüplerinin en büyük gelir kaynağı yayın gelirleri
olmuş ve parayı veren süreci belirlemiştir. Tüm bunların sonunda futbol ve
futbolun aktörleri önemli bir değişime uğramıştır; kulüpler, futbolcular,
antrenörler, yöneticiler, taraftarlar ve hatta oyuna ev sahipliği yapan
stadyumlar 20 yıl öncesine göre ciddi bir değişim yaşamışlardır:
Televizyonun “aktif” bir şekilde oyuna müdahil olmasıyla birlikte; bu basit
oyun endüstrinin önemli “araçlarından” biri haline gelmiştir. Dolayısıyla;
futbolcular ve teknik direktörler yılda milyon dolarlar kazanır hale gelmiş,
2008 yılında bir futbol karşılaşmasının resmi bilet fiyatı 600 YTL’den alıcı
bulmuş, stadyumlar, numaralı, kapalı ve açık sisteminden, loca sistemime
geçmiş, naklen yayınlanan lig karşılaşmalarını seyretmek üzere seyirciden
M. Bilal Arık
221
ayrıca para alınmaya başlanmış, tek, ya da en çok üç kameralı çekimden 40
kameralı çekimlere geçilmiş, taraftar müşteri olarak algılanmış, kulüp
armalarının imgesel gücü pek çok sektörü hareketlendirmiş, bazı takımlar
kendilerini taraftarlarından çok sponsorlara karşı sorumlu hissetmiş ve taraftar
yöneticilerin yerini “profesyonel” işletmeciler alır hale gelmiştir. Tüm bu
değişimin ardındaki esas belirleyici güç ise televizyon ve ardındaki endüstri
olmuştur. Televizyon, futbolu kendi rasyonalitesi bağlamında yeniden
yapılandırmakta ve oyunun daha iyi bir televizyon ürünü haline
dönüşebilmesi adına oyunun tüm aktörlerini kendi gerçekliğine
uyumlandırmaktadır. Dolayısıyla futbol televizyon ilişkisi çok daha detaylı bir
bakışı hak etmektedir ve ilişkinin boyutlarının doğru analiz edilmesi
zorunludur.
KAYNAKÇA
Akşar, T. (2003). Süper Lig’de rekabetçi denge ne durumda? Verkaç yayın portalı (11
Ekim 2007). http://www.verkac.org/?p=2306. (Erişim: 25 Nisan 2008).
Akşar, T. (2008). Türkiye Euro 2008’den 300 milyon dolar kazanacak. FESAM yayın
portalı. http://www.fesam.org/sur_makale.php?kod=2&url=sur_makale.
Arık, B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz.
Authier, C. (2002). Futbol A.Ş. (çev: A. Berktay). İstanbul: Kitap.
Barnett, S. (1990). Games and sets. London: British Film İnstitute.
Boniface, P. (2007). Futbol ve küreselleşme (çev: İ.Yerguz). İstanbul: NTV.
Boyle, R. ve Haynes, R. (2000). Power play. Essex: Longman.
British football on television. http://www.le.ac.uk /sociology/css/resources/factsheets/
fs8.html. (Erişim: 25 Nisan 2004).
Cashmore, E. (1994). And there was television. London - New York: Routledge
Coakley, J. (2001). Sport in Britain. London - New York: Mcgraw Hill
Çupi, İ., (1994, 1 Şubat). Fenerbahçe bu canın arkasındadır. Milliyet.
De Fleur, M. & Dennis, E. E.(2002). Understanding mass communication (A liberal
art perspective). Boston - New York: Houghton Miffin.
Dilek, H. (2001). Mahallenin şık abileri. İstanbul: Babil.
Dobson, S. & Goddard, J. (2001). The Economics of football. Cambridge:
Cambridge.
Dünya kupası rekor kırdırdı. ( 2002, 3 Temmuz). Radikal.
Edge, A. (1997). Faith of our fathers. London: Two Heads.
FIFA's offical partners since 1982. FIFA resmi internet sitesi:
http://www.fifa.com/en/marketing/partners/index/0,1355,8,00.html. (Erişim: 2
Nisan 2004).
222
Futbol ve televizyon bağı
Galeano, E. (1998). Gölgede ve güneşte futbol (çev: E. Önalp & M. N. Kutlu).
İstanbul: Can.
Gökalp, E. (2005). Medya ve spor ya da spor/futbol medyası. Toplum ve Bilim, 103:
121-138.
Gratton, C. (2005). Economics of sport and recreation. London - New York: E & FN
Spon.
Gümüş, S. (2001, 27 Temmuz). Futbolcular greve çıkıyor. Radikal futbol dergisi.
Gümüş, S. (2004, 10 Şubat). Medya ve spor. Radikal futbol.
İkiz, M. (2007, 20 Aralık). Bir endüstri olarak futbol. Referans.
İşte yayın gerçeği.(20004,28 Temmuz).Akşam.http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/
2004/07/28/spor/spor4.html. (Erişim:1 Temmuz 2004).
Kern, W. S. (2000). The Economics of sports. Michington: W.E. Upjohn Institute.
Kinkema, K & Haris, J. C. (1998). Mediasport studies: Key research and emerging
issues. İçinde: L. A. Wenner, MediaSport (ed.). New York: Routledge.
Kıvanç, Ü. (2001). Kesin ofsayt. İstanbul: İletişim.
Klose, A. (2001). Televizyon futbolu. İçinde: R.Horak, & W. Reıter, & T. Bora (eds.).
Futbol ve kültürü. İstanbul: İletişim.
Lee, S. (1998). Grey shirts to grey suits. İçinde: A. Brown (ed.). Fanatics, power,
identity& fandom in football. London – New York: Routledge.
Mills, W. (2000). Toplumbilimsel düşün (der.& çev.Ü. Oskay). İstanbul: Der.
Rowe, D. (1996). Popüler kültürler. (çev: M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı.
Schaaf,P. (1995). Sports marketing. New York: Promethus.
Sugden, J., & Tomlison, A. (1998). FIFA and the contest for world football.
Cambridge: Polity.
Talimciler, A. (2003). Türkiye’de futbol fanatizmi ve medya ilişkisi. İstanbul: Bağlam.
Talimciler, A. (2005). Bir meşrulaştırma aracı olarak Türkiye’de futbol. Toplum ve
Bilim, 103: 147-162.
TV figures 2002 FIFA World Cup. FIFA resmi internet sitesi: http://www.fifa.com/
en/marketing/newmedia/index/0,1347,10,00.html. (Erişim: 1 Temmuz 2004).
Yolaç, M. (2002). Yiğiter Uluğ:Toplumun sahalara yansıyan yüzü: Futbol. Toplumsal
Tarih, 102: 64-67.
Zeytinoğlu, E. (2002). Futbol endüstrisi. Karizma Dergisi, 64: 4-12.
Zeytinoğlu, E. (2002, 30 Haziran). Televizyon futbolunda önemli bir figür: Erman
Toroğlu. Gazetem.net: http://www.gazetem.net/ezeytinogluyazi.asp?yaziid=6.
(Erişim: 25 Nisan 2004).
Zeytinoğlu, E. (2003, 27 Şubat). Hakemler kulüp sponsorlarına karşı sorumlu mu?
Gazetem.net: http://www.gazetem.net/ezeytinogluyazi.asp?yaziid=111. (Erişim
tarihi: 25 Nisan 2004).
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 223-248
Makale
Kapitalist üretim sürecinde
ırkçılık, futbol ve medya
Füsun Alver 1
Öz: Avrupa ülkelerinde farklı toplumsal alanlarda gözlenilen yabancı düşmanı ve
ırkçı eylemler, stadyumlada da kendisini göstermektedir. Yabancı futbolculara ve
taraftarlara yönelik yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, yalnızca yerleşik taraftarlar değil,
genç futbolcular arasında da gözlenmektedir. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık,
toplumsal huzur, demokrasi ve futbol kültürü için bir tehlike oluşturmaktadır. Sorun
neo-liberal ekonomik politikalarla güçsüz bırakılan geniş kitleler için tarihten gelen
ve ekonomik kaygılarla biçimlendirilen önyargıların yeniden üretilmesi, endüstrileşen
kitle kültürü içinde önemli bir yere sahip olan futbol oyunlarının giderek
ticarileşmesi, politikleşmesi ve bu süreçte tarihsel olarak kapitalizmin, ırkçılığın
önemli bir üretim mekanizması olarak belirleyiciliğini sürdürmesidir. Bu çalışmanın
amacı kapitalizmde ırkçılığın futbola yansımalarının irdelenmesi ve medyanın
rolünün belirlenmesi, ve stadyumdaki yabancı düşmanlığı ve ırkçı eylemlere karşı
stratejilerin geliştirilmesi için çözüm yollarının üretilmesidir.
Anahtar sözcükler: Kapitalizm, ırkçılık, futbol, medya.
Racism, football and media ın the process of capitalist production
Abstract: Xenophobia and racist activities that had been observed in different social
fields in European countries are featured in the soccer stadiums as well. Xenophobia
and racism against foreign soccer players and supporters had been observed not only
between established supporters but also between young football players. Xenophobia
and racism create danger for social peace, democracy and soccer culture. The problem
is the reproduction of prejudices that came from the history for large crowds, that are
weakened by neo-liberal economical policies, and are formed with the economic
anxieties through politicians and media; the gradual commercialization and
politicization of soccer games which have an important place in the industrialized
mass culture and the continuation of the decisiveness of capitalism as the most
important production mechanism for racism.The aim of this study is to examine
racism and its reflections on soccer and to determine the role of media. This study
aims at finding solutions for developing counter-strategies against xenophobia and
racist activities in the stadium during soccer matches.
Keywords: Capitalism, racism, football, media.
1
Prof. Dr., Kocaeli Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: [email protected]
224
Irkçılık, futbol ve medya
GİRİŞ
Futbol, bir yandan bir eğlence oyunu olarak anlaşılmakta diğer yandan ise,
yirmi iki oyuncunun top elde etme mücadelesi, izleyici kitlelerin davranışları
ve futbol endüstrisi çerçevesinde farklı bilimsel perspektiflerden analiz
edilmektedir. Futbol özellikle spor bilimi, sosyoloji, ekonomi, psikoloji,
hukuk, dil bilim, teoloji, felsefe, matematik ve iletişim bilimi kapsamında
incelenmektedir. İletişim bilimi perspektifinden yapılan futbol çalışmaları
kültür endüstrisi, kültürlerarası iletişim, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık
konularını da kapsamaktadır. Futbolun kitle kültürünün bir ürünü olması ve
kitle kültürünün üretiminde ve tüketiminde ve insanların serbest zamanın
kullanımının belirlenmesinde, kültür endüstrisi olarak medyanın sahip olduğu
önemli rol, futbol ile medya arasındaki yakın bağı göstermektedir. Futbol,
grup aidiyetliklerinin tanımlandığı ve kimliğin edinildiği, davranış esaslarının
şekillendirildiği, politik ve sosyal temsilin gerçekleştirildiği bir toplumsal
alandır. Futbol, bir yönüyle aynı kurallara göre ancak farklı dilden, kültürden
ya da sosyal kökenden gelen insanlar arasında kökenlerden bağımsız olarak
oynanmakta ve toplumun entegrasyon işlevine sahip bulunmaktadır. Bu
perspektiften bakılınca, futbol karşılaşmaları sırasında sosyal farklılıkların
anlamsız olarak deneyimlendiği düşünülebilir. Ancak futbol oyunlarının
toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik bağlamları göz önünde
bulundurulduğunda, sosyal mücadelenin ve şiddetin taşınabildiği bir alan
olduğu, cinsiyetçiliği, yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı kışkırtabileceği
görülmektedir.
Göç ve göçmenlerin yerleşik topluma entegrasyon sorunları ile karşı
karşıya kalan Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri toplumlarında,
yabancılara karşı hoşgörüsüzlük ve şiddet gözlenmektedir. Yabancı
düşmanlığı ve ırkçılık Almanya, Avusturya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi
göçmenlerin yoğun olarak yaşadıkları ülkelerde daha çok ortaya çıkmakla
birlikte Polonya ve İspanya gibi ülkelerde de yabancı düşmanı ve ırkçı
eylemler görülmektedir. Çeşitli alanlarda yerleşikler ve yabancılar arasında
var olan rekabet, toplumsal yaşamı zorlaştırmaktadır. Yabancılar, kültürel bir
zenginlik olarak görülmemekte, ekonomik ve sosyal alanlarda rakip olarak
düşünülmektedir. Göç sürecinde farklı kültürlerin insanları, farklı değerleri ve
normları beraberlerinde getirmekte ve yerleşik toplum tarafından kabul
edilmeyebilmektedirler. Sosyal haklardan yeterince yararlanamayan
Füsun Alver
225
göçmenler, yerleşiklerle rekabete zorlayıcı politikalar nedeniyle güvensizlik
ve şiddetle karşılaşabilmektedirler.
Kendilerini en fazla tehdit altında hissedenler saldırganlaşmaktadır.
Kitlesel yabancı korkusu ve histeri, rasyonel olmayan korkulara
dayanmaktadır. Bunlar; yabancıya, yabancı güce, yabancı kültürel etkilere ve
genel olarak göçe karşı gösterilen reaksiyonlardır. Sağ partiler ya da aşırı
sağcı gruplar tarafından başlatılan nativist (doğuştancı) hareketler, korkular
sayesinde yaşamakta, kendi değerlerinin vurgulanmasını ve yabancılara karşı
şiddet kullanılmasını beraberinde getirmektedir (Luger, 1994:27).
Batı ülkelerinde farklı toplumsal alanlarda gözlenilen yabancı düşmanı
ve ırkçı eylemler, futbol stadyumlarında da kendisini göstermektedir
(Fanizadeh, 2000; Pilz, 2000; Wolf, 2007; www.sportbild.de). Yabancı
futbolculara ve taraftarlara yönelik yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, yalnızca
yerleşik taraftarlar arasında değil, aynı zamanda genç futbolcular arasında da
gözlenmektedir. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık, toplumsal huzur, demokrasi
ve futbol kültürü için bir tehlike oluşturmaktadır. Sorun neo-liberal ekonomik
politikalarla güçsüz bırakılan geniş kitleler için tarihten gelen ve ekonomik
kaygılarla biçimlendirilen önyargıların eğitim sistemi, politik sistem ve medya
aracılığıyla yeniden üretilmesi, endüstrileşen kitle kültürü içinde önemli bir
yere sahip olan futbolun giderek ticarileşmesi, politikleşmesi ve bu süreçte
tarihsel olarak kapitalizmin, ırkçılığın önemli bir üretim mekanizması olarak
belirleyiciliğini sürdürmesidir.
Eleştirel Kuram temelli İktidar Çatışması ve Emperyalizm Eleştirisi
Yaklaşımı (Carmichael ve Hamilton, 1967; Bailey ve Flores, 1973; Cox,
1978) perspektifinden, kapitalizmin gelişimi ile ırkçılığın ortaya çıkış süreci
arasındaki ilişkinin belirlenerek, kapitalist toplum yapısında gözlenen
ırkçılığın kitle kültürü ürünü olan futbola yansımalarının irdelenmesi ve bu
bağlamda kültür endüstrisinin önemli bir kolu olan medyanın rolünün
gösterilmesi önemlidir. Bu nedenle bu çalışmada tarihsel süreçte kapitalizm,
göç ve modern ırkçılığın birbirine paralel gelişim gösterdiği Batı ülkelerinde
özellikle de Avrupa ülkelerinde kapitalist ideolojinin yansıma alanı olarak
stadyumlarda ırkçılık incelenerek; kapitalist üretim sürecinde futbol
kulüplerinin ekonomik yönelimi, medyanın yasalarına uygun olarak
sunulmaya başlanan futbolun medyatikleşmesi ve bunun dolaylı ve dolaysız
bir sonucu olarak futbolda etik değerlerin gerileyişi ortaya konulmaya
çalışılacaktır.
226
Irkçılık, futbol ve medya
YÖNTEM
Bu çalışmada temelleri 16. yüzyılda atılan kapitalizmin, göç ve
ırkçılıkla ilişkisinin kuramsal çerçevesinin belirlenerek, ırkçılığın
endüstrileşen futbola yansımalarının ortaya konulması amaçlanmaktadır.
Eleştirel Kuram temelli İktidar Çatışması ve Emperyalizm Eleştirisi
perspektifinden yapılacak olan bu çalışma için Eleştirel Kuram temelli İktidar
Çatışması ve Emperyalizm Eleştirisi Yaklaşımı temsilcileri (Carmichael ve
Hamilton, 1967; Bailey ve Flores, 1973; Cox, 1978) tarafından
gerçekleştirilen kapitalizm, göç ve ırkçılık araştırmaları, temel kaynağı ve
dayanağı oluşturmaktadır. İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi
Yaklaşımı temsilcileri, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde yaptıkları
araştırmalarda, göç süreçlerini kapitalizmin ve emperyalizmin genel
bağlantılarından ayrı olarak ele almamaktadırlar. Göçmenlerin sınıf durumu
ve özellikle de toplumsal üretim sürecindeki konumlarını açıklamaya
çalışmakta; iş ilişkilerinin ve yaşam biçiminin göçmen işçilerin alt kültürünü,
sosyal davranışlarını ve kişiliklerini biçimlendirdiğini öngörmekte ve bununla
yerleşik toplumla ilişki süreçlerini bağlantılandırmaktadırlar. Kapitalizm
“serbest pazar”ı ve “uluslararası işbölümü”nü gerçekleştirme sürecinde
teknolojik devrimlerle birlikte köklü yapısal değişimlere yol açmış ve bunun
ideolojik yansıması ırkçılık boyutuyla kendisini göstermiştir.
Günümüzle kıyaslandığında 80’li yılların ikinci yarısına kadar ortak
ilginin daha çok futbol oyunu üzerinde odaklandığı, özel televizyonların
kurulmasıyla birlikte, futbolun amaçlarının, kriterlerinin ve değerlerinin
büyük ölçüde pazarlama yöntemleri ve televizyon ekonomisi mantığı
tarafından belirlendiği görülmektedir. Bununla birlikte futbol, ortaya çıkış
sürecinden itibaren şiddet gibi olumsuzlukları içinde barındırmış ve egemen
yönetici sınıf tarafından pek çok dönemde çıkarlara erişebilmek için
araçsallaştırılmaya
çalışılmıştır.
Bu
çalışmada
futbolun
henüz
endüstrileşmediği dönem yüceltilmeye çalışılmamaktadır. Makale yazarının
futbola ya da futbolun belirli bir dönemine sempatisi ya da antipatisi yoktur.
Bu çalışmanın amacı kapitalist üretim sürecinde kitle kültürünün
endüstrileşmesinde medyanın oynadığı rolü ve bunun futbola yansımasını
göstermektir. Bu çalışmada, sömürgeciliğin ve emperyalizmin dolaysız bir
sonucu olarak ortaya çıkan ırkçılığın eğitim sistemi, politik sistem ve medya
aracılığıyla yeniden üretilmesi ve endüstrileşen futbolun oynandığı
stadyumlarda kendisini göstermesi ekonomik, siyasal ve toplumsal
Füsun Alver
227
boyutlarıyla irdelenmeye çalışılacaktır. 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren
Avrupa ülkelerinden Avusturya’da, Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da ve
özellikle de Almanya’da futbol karşılaşmalarında stadyumlarda gözlenen
yabancı düşmanlığı ve ırkçı eylemlere karşı, karşı stratejilerin geliştirilmesi
için çözüm yolları da üretilmeye çalışılacaktır.
ANALİZ VE TARTIŞMA
Feodalizmde bir ırk kuramı ya da yapay bilimsel ölçütlere göre insanların
ayrımı olmamış; halkın köleleştirilmesi için yöneticilerin, Tanrıdan gücünü
aldığının kabul edilmesi, düzenin yeterince haklılaştırılmasını sağlamıştır.
Kapitalist dünya düzeninin temelleri 16. yüzyılda oluşmaya başlamıştır; bu
süreç 19. yüzyılda hızlanarak gelişmiştir. Kapitalist dünya ekonomisi,
Avrupa’da ortaya çıkmış ve dünyanın dört bir yanına yayılmıştır; yeni dünya
düzenine giderek daha fazla devlet dahil olmuştur. Kapitalist üretim biçiminin
yerleştirilmesi ve doğa bilimlerinin olağanüstü gelişimi, kapalı bir dünya
resmi olarak ırkçılığın oluşumuna yol açmıştır. “Irk sözcüğü 16. yüzyıldan,
18. yüzyıla kadar genellikle ‘akraba’, ‘sülale’, ‘yuva’ ve ‘aile’ gibi çeşitli
toplumsal kolektivite biçimleriyle yakın anlamlı görülmüş, daha sonraki
dönemlerde ise, ‘ırk’ ve ‘kast’ birbirlerinin yerine konulabilir terimler olarak
kullanılmıştır. Böylelikle ırk, bir ‘hayali cemaat’in işareti haline gelmiş, hem
uluslar hem de ırklar, birlikte yaşayan insanları birbirlerine bağlayan ve onları
başkalarından ayıran cemaatler olarak hayal edilmiştir” (Loomba, 1998:143).
17. yüzyılda tüm insanların Adem soyundan geldiği tezi tartışılmaya
başlanmış, Kızılderililerin ve Afrikalıların da insan oldukları ama farklı bir
insan ırkından geldikleri ileri sürülmüştür. 18. yüzyılda, Aydınlanma
Çağı’nda, Fransız ve Amerikan Devrimleri sırasında ırklar arasındaki
farklılıklar ve hiyerarşiler yapay bilimsel teorilerle desteklenmeye
çalışılmıştır. Doğa bilimleri elementleri, bitkileri, hayvanları ve insanları
sistematize etmiş ve kategorilere ayırmıştır. Bilim Ortaçağ’da kiliseyi ve
feodal beylerin çıkarlarını temsil ettiği gibi bu dönemde kapitalistlerin
çıkarlarını temsil etmiş; sosyal farklılık yapay bilimsel analizlere
dayandırılarak, haklılaştırılmaya çalışılmıştır. Bununla aynı zamanda işçi
sınıfının durumu, sömürgecilik ve Asya, Afrika ve Güney Amerika’ya yönelik
emperyalizm de haklılaştırılmak istenmiştir. Hindistan’ın zenginlikleri, Inka
altınları ve köle ticaretinden elde edilen büyük kazançlar, Avrupa’da
fabrikaların kurulması için gerekli kaynakları oluşturmuştur. Irkçılık,
228
Irkçılık, futbol ve medya
dinamizmine Avrupa sınırlarının ve belirli ulusal sınırların dışında oluşan
ulusal topluluğun ötekini belirlemesi ile kavuşmuştur.
Etnik bir grubu doğal nedenlerle kalıtsal olarak az değerli görerek
lanetleyen, başka bir etnik grubu ise, üstün tutan bir dogma olarak tanımlanan
ırkçılık (Benedict, 1983:24) ve uygulamalarının iki temel özelliği vardır.
Birincisi; ırkçılık, dogmatiktir ve entegral biyolojiye dayandırılmaktadır;
sosyal ve kültürel (ya da genetik) olanın biyolojik determinizmi, sosyal
kategorilerin, insan gruplarının, kimliklerin ve kolektif etkileşimlerin
biyolojikleştirilmesidir. İkincisi ise, insan gruplarının eşitsizliğinin kabul
edilmesidir. Ortaya konulan farklar “ırk” olarak nitelendirilmekte ve insan
grupları hiyerarşik sınıflandırmaya tabi tutulmaktadır.
Kendi ile yabancı arasında ayrım yapan ve ortak noktalara ilişkin zorunlu
bir olumsuzlamayı meşrulaştıran bir ideoloji olan ırkçılığın geniş kapsamlı
tanımında, ırkçı tasarım deri rengi gibi bedensel özellikler ya da dinsel,
tarihsel ve kültürel özellikler ile zihinsel ve moral özelliklere vurgu
yapılmaktadır. Irkçı tasarımda yabancı gruplar genellikle negatif, değersiz ya
da radikal öteki olarak resmedilmekte, seyrek olarak pozitif idealleştirme
görülmekle birlikte bu karşıt yönde kolaylıkla sapma gösterebilmektedir.
Ötekinin negatif değerlendirilmesi ile yapılan ayrımcılıktan çıkar sağlanmaya,
iktidar ele geçirilmeye ya da korunmaya çalışılmaktadır (Nestvogel,1994: 40).
Irkçı ideolojinin işlevi sosyal karşıtlıkların gizlenmesi ve egemenlik
ilişkilerinin kurulması ve sağlamlaştırılmasıdır. Kapitalizmde oluşan sosyal
farklılıklar, bireylerin performanslarına, yetenek ve becerilerine
dayandırılmaktadır. Başarım ilkesine dayanan ve kendisini evrensel olarak
kuran bir toplum, sosyal tasarımlarını dinden ya da gelenekler üreten ve
bunlara inanılmasını güvenceye alan feodal toplum biçimlerinden daha az
sağlamdır. Bir başarım toplumunda din, sağlam kurulacak bir düzen ve
inançlar üretememektedir. Bu noktada ırkçılık, eşitsizliğin ideolojisi olarak
ortaya çıkmaktadır.
Hannah Arendt’in (1986:24) de belirttiği gibi ırkçılığı, 19. yüzyılda
hemen hemen Avrupa’nın tüm ulus devlet biçiminde örgütlenmiş ülkelerinde
gözlemlemek mümkündür. Irkçılık, bu yüzyılın sonunda ırk düşüncesinin
tarihsel süreçte tüm eski elementlerine içinde rastlanılabilen emperyalist
politikaların esas ideolojisi haline gelmiştir. Kapitalizmin gelişmesinin bir
koşulu ulus devletlerin kurulması olmuştur. Ulus devlet, kapitalist ekonominin
gelişimi için önemli bir işleve sahiptir; çünkü ulus devlet, ekonomiyi politik
amaçlarla şekillendirirken, sermaye için farklı yapılanmış pazar, mal ve
Füsun Alver
229
hizmet alanları oluşturmaktadır. Ulus devletler, en fazla yatırım oranlarına
erişmek için birbirleriyle rekabet etmektedirler. İkinci Dünya Savaşından
sonra sermayenin uluslararası hareket kabiliyeti, politik ve teknik açıdan
sınırlılık gösterirken, 1960’lı yıllardan itibaren bu alan genişleme sürecine
girmiştir. Aynı dönemde Avrupa ülkelerine, sömürgeleştirilmiş Afrika, Güney
Amerika ve Asya ülkelerinden ekonomik amaçlı göçler hızlanmıştır.
İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımı temsilcilerinden
Stokely Carmichael ve Charles Hamilton (1967:14), iş göçü, ırkçılık ve
emperyalizm arasında sıkı bir ilişkinin var olduğunu düşünmektedirler.
Carmichael ve Hamilton, çalışmalarında beyaz toplumun zencilere karşı
tavrını incelemişler ve onların dışlanmasını kurumsal ırkçılık olarak
nitelendirmişlerdir. Sömürgecilikte tarihsel analizin önemini vurgulayan
Carmichael ve Hamilton, Amerika’da iç sömürgeciliğin tarihsel kaynaklarını
ve ilk stabilizasyonu Amerikan özgürlük savaşına kadar dayandırmakta ve
eğitim sisteminin, ekonomik sistemin ve politik sistemin, zencilerin beyaz
Amerikalılar tarafından sömürülmelerine neden olduğunu ve ırkçı ayrımcılık
ve ırkçı sınıflandırma düzeninin uzun bir süre hiç değişmeden varlığını
sürdürecek şekilde özenle kurumsallaştırıldığını vurgulamaktadırlar. Bu
süreçte göç, emperyalizmin genel bağlantılarından ayrı ele alınabilecek
rastlantısal bir olay değildir. Kapitalizmin emperyalist sömürü olmadan var
olamadığı gibi kapitalist Avrupa toplumları da yabancı iş gücü olmadan
işlevlerini yerine getirememektedirler. Göç politikasının sorgulanması,
kapitalist üretim biçiminin de sorgulanmasını gerektirmektedir.
ABD’li araştırmacılar Bailey ve Flores (1973:27 v.d) ise, İktidar
Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımı çerçevesinde, ABD’deki ırk
uyumu ve sınıflandırma modelini ortaya koymak için “içeride sömürgecilik”
kavramını kullanmışlardır. Bailey ve Flores’in üzerinde çalıştıkları bu
kavramın odak noktasında, beyaz olanlarla beyaz olmayanların, iktidar ve
araçlara sahip olmada karşılaştıkları fırsat eşitsizliği yer almaktadır. Klasik
Avrupa sömürgeciliği ve emperyalizminden oluşan içeride sömürgecilik,
kendi dinamizmine sahiptir. İçeride sömürgecilikte kapitalizm himayesinde
beyaz ve beyaz olmayan iş güçleri arasında kesin bir ayrımın ve ekonomik
sömürünün yapıldığı bir sistem söz konusudur. Beyaz olmayan Amerikalılar,
kurulan ekonomik ve siyasal sisteme zorla entegre edilmek istenmiş, daha
sonra da uyum yine haksızca sağlanmaya çalışılmış, zorlamayla birlikte
sistemli baskı yapılmıştır. Bunun yanında “içeride sömürgecilik” tasarısının
ortaya çıkışı, sömürgelerde artan ayaklanmalar ve Üçüncü Dünya uluslarının
230
Irkçılık, futbol ve medya
anti- sömürgeci analizleri ile yakın zamana denk gelmektedir. Çeşitli
açılardan bağımsız olamayan sömürge toplumlarının kontrolü ve sömürülmesi
beyaz egemen gruplara geçtiğinde beyaz sömürgeciler, dış sömürgeciliği,
içeride sömürgeciliğe dönüştürmektedirler. Bu perspektifte sömürgelerdeki
beyaz olmayan egemen gruplar da içeride sömürgeciliğe katkıda
bulunmaktadırlar.
Bailey ve Flores (1973:18 v.d.), ABD’nin geniş toprakları ilhak ederek
sömürgeci amaçlarla genişletmesinin, beyaz olmayan iş gücünü ele
geçirmesine yol açtığını düşünmektedirler. Beyaz olmayan insanların
köleleştirilerek ya da çok ucuz ücretler karşılığında çalıştırılması ile tarım
ekonomisi ve endüstri kapitalistleri, büyük karlar elde etmeyi amaçlamıştır.
Kapital birikimi, kapitalist ekonominin büyümesini sağlamıştır. İçeriden
sömürgeciliğe bu perspektiften bakıldığında sınıflandırmanın maddi bir
temeli, ekonomik bir alt yapısı olduğu gözlenmektedir. Tabi kılma, ekonomik
ilhak ile bağlantılıdır. Beyaz ve Avrupalı olmayan gruplar, Amerikalıların ve
Avrupalıların ekonomik gereksinimlerini karşılamak ve çıkarlarını korumak
için iş gücü olarak kullanılmışlardır. Bailey ve Flores araştırmalarında,
egemen ve tabi grupların temsilinde ideolojinin rolüne odaklanmışlar ve
kültürel stereotiplerin oluşturulmasını incelemişlerdir. İnsan ve insan
gruplarının tipleştirilmesi ve kategorileştirilmesi, ön yargı ya da stereotip
oluşumuna etki etmektedir ve ideolojinin içine eklemlenen stereotipler, uzun
bir süre sömürüyü rasyonelleştirmek için kullanılmıştır. Sömürgeleştirilen
toplumlar, ırk ideologları tarafından insanlık dışı olarak gösterilmiş, eşitsizlik
ve sömürgecilere sağlanan ekonomik ayrıcalıklar böylece haklılaştırılmaya
çalışılmıştır. Eşitsizlik, ekonomik iktidarla ilgili olarak ele alındığında genel
olarak ekonomik, politik ve kültürel alanların sömürü sistemine bağlı olduğu
görülmektedir.
Göç süreçleri sonunda farklı etnik kökenden insanlar arasında gözlenen
çatışmalar, İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımının
temsilcilerinden Oliver Cox tarafından da analiz edilmiştir. Cox (1978:11
v.d.), göç sürecinde kapitalist sınıfın, ırk ve farklı etnik kökenden gelenler
arasındaki ilişkideki rolüne dikkat çekerek, iktidar çatışması perspektifini
gözler önüne koymuştur. Cox ekonomik konum, iktidar ve sahip olunan
araçlarla bağlantılı olarak ırkçı ve etnik eşitsizliği, kapitalist sistemin
ekonomik kurumlarındaki hiyerarşik yapının ve ırkçı eşitsizliklerin
nedenlerini, kapitalizmde sınıf yapısı ve ırk ilişkilerine etkisini ve tarihsel
perspektifte grup ilişkilerini ve çatışmalarını incelemiştir. 1950 ve 1960’lı
Füsun Alver
231
yıllarda sivil haklar elde etmek için başlayan eylemlerden kısa bir süre önce
zenci köle göçünü istisna durum olarak görmüş ve zencilere uyum sağlamaları
için yapılan baskıları araştırmıştır. Alanında ilk sistematik araştırma olan bu
çalışmasında Cox, ırkçılık ve sömürü sorununu sınıf sömürüsü sorunlarıyla
ilişkili olarak ele almış ve “ırkçı” (siyah / beyaz) sınıflandırmanın Avrupa
kapitalist ekonomik sisteminin büyümesi ve genişlemesi nedeniyle oluştuğunu
düşünmüştür. İspanya ve Portekiz’den başlayan Afrikalı köle ticareti, iş gücü
toplama aracı olmuştur ve böylece Amerika’nın doğal kaynakları
sömürülebilmiştir. Cox, Afrikalıların derilerinin renginin bir önemi
olmadığını söylemektedir; çünkü, onlar maden ocağı ve plantasyon illeri için
aranan işçilerdir. Modern ırk ilişkileri, Avrupa’nın önyargısı nedeniyle
oluşmamıştır. Irk sınıflandırması sistemine yol açan, daha çok kar yönelimli
kapitalist sınıfın ucuz iş gücü sağlama isteğidir. ABD’deki siyah / beyaz ırk
sınıflandırmasından ve bunun stabilize edilmesinden büyük ölçüde kapitalist
genişleme sorumludur.
İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi Yaklaşımı temsilcilerinin
(Carmichael ve Hamilton, 1967; Bailey ve Flores, 1973; Cox, 1978)
araştırmalarıyla ortaya koydukları gibi kapitalizm, göç ve ırkçılık arasında
yakın ilişkiler bulunmaktadır. Sınıflı toplumlarda var olan hiyerarşik yapı
doğal olarak sunularak, haklılaştırılmak istenmekte ve ırkçılığın sosyal
işaretlerinin kabulü sağlanmaya çalışılmaktadır.
Irkçılığın sosyal işaretlerinin kabulü sağlanmaya çalışılırken; kapitalizm,
eğitim sistemi aracılığıyla eşitsizliğin ideolojisi olarak ırkçılığı
doğallaştırmakta ve düzenli olarak yeniden üretmektedir. Irkçılık ise,
kapitalizme içkin olan çelişkileri gizlemektedir. Hollanda’da Teun A.Van
Dijk (1993), Almanya’da ise, Detlef Franz (1993) eğitim sisteminin, ırkçı
ideolojinin yeniden üretimindeki rolünü belirlemek için okul kitaplarını
inceleyerek, ırkçı tasarımları belirlemişlerdir. Van Dijk (1993:80 v.d.), eğitim
alanında yaptığı araştırmanın sonucunda şunu söylemektedir: “Geçmişte
olduğu gibi günümüzde de okul kitaplarında Batılı olmayan insanlar,
toplumlar
ve
kültürler
marjinalleştirilmekte,
aşağılanmakta
ve
sorunsallaştırılmaktadır”. Franz’ın (1993: 45 v.d.), okullarda okutulan kitaplar
üzerine yaptığı incelemeler ise, ırkçı yaklaşımın uzun bir geleneğe sahip
olduğunu ve günümüzde de sürdüğünü göstermektedir. Franz, biyoloji
kitapları başta olmak üzere matematik kitaplarına kadar pek çok branşın okul
kitabında kültürel ve biyolojik ırkçı yaklaşımın varolduğunu ortaya
koymaktadır.
232
Irkçılık, futbol ve medya
Irkçı tasarımlar, eğitim sisteminin yanında politik sistemin aktörleri
tarafından da yapılmaktadır. Avusturyalı bilim kadını Ruth Wodak (1994:276
v.d.) Avusturya, İtalya, Fransa, İngiltere, İspanya ve Hollanda
parlamenterlerinin söyleminde yabancı düşmanı ve ırkçı ifadeleri belirlemeyi
amaçlayan bir araştırma yapmıştır. Wodak, politikacıların söyleminde açık ve
gizli pek çok ırkçı ileti belirlemiştir. Göçmenlere karşı stereotiplerin, önyargılı
ve hoşgörüsüzlük içeren ifadelerin kullanıldığını ortaya koymuştur. Politik
söylem analizleri, politikacıların ifadelerinin çok dikkatli bir şekilde yapılan
formülasyonları içerdiğini ve bürokratik dilin ardına gizlenmiş olsa bile ırkçı
ideoloji tarafından biçimlendirildiğini göstermektedir. Araştırma sonucuna
göre; özellikle İspanya ve Hollanda’da politikacıların söyleminde ırkçı
unsurlar gizli ve örtük bir şekilde yer alırken, Avusturya ve İngiltere’de daha
belirgindir. Buna karşılık Fransız politikacıların söylemi açıkça ırkçı unsurları
içermektedir. Politik söylemin ana konuları, devam eden sosyal eşitsizlik,
işsizlik, sosyal programlar, eğitim alanında yerleşiklerin karşısına çıkan
dezavantajlar, göçmenlerin ret edilmesinin yaygınlaşması ve yeni göçmen
dalgalarının gelişiyle ilgilidir. Günümüzde Batı’ya bir yandan “ağır” ancak
“basit” işleri yapmak için niteliksiz iş gücü göç ederken, diğer yandan da
“beyin göçü” olmakta veya futbol gibi spor alanlarında yetenekli ve başarılı
oyuncular, yüksek transfer ücretleri ile gelişmiş ülkelerin futbol takımlarına
alınmaktadırlar. Ancak diğer alanlarda olduğu gibi spor alanında da iş pazarı,
ırkçı hiyerarşik yapılanma içine girmekte, kapitalist ekonomi biçimi
genişlemekte,
etkinleştirilmekte
ve
muhafazakar
hegemonya
sürdürülmektedir. Kapitalizm için üretim ve tüketim sürecinde farklı ırktan
olmak aslında önem taşımamakla birlikte farklı alanlarda ırk tasarımı
yapılarak, ekonomik ve politik yarar sağlanmaya çalışılmaktadır. Avrupa’da
politikacıların ekonomik ve sosyal alanlarda yaşanılan sorunlara çözüm
getirememeleri ve var olan olumsuz koşullardan yabancıları sorumlu tutarak,
onları hedef göstermeleri nedeniyle yabancı düşmanı ve ırkçı iletiler
stadyumlarda da yükselmektedir.Politikacılar, politik amaçlarına varmak için
göç sürecini araçsallaştırmakta, farklı toplumsal alanlarda olduğu gibi
futbolda da yabancı düşmanı ve ırkçı dil ve sembollerden yararlanmaktadırlar.
Sembolik-politik alanda ırkçı tasarımlar, futbol aracılığıyla da yapılmakta ve
politika aktörleri ile futbol kulüpleri arasında kısa, uzun ve hatalı paslaşmalar
yaşanmaktadır. Futbolda, “ırk” tasarımı politikacılar ve egemen sınıf
tarafından araçsallaştırılmakta ve ticarileştirilmektedir.
Füsun Alver
233
Kapitalist ideolojinin yansıması olarak stadyumlarda ırkçılık
Futbol karşılaşmalarında ırkçı semboller ve sloganlar kullanılmakta,
futbol ve şiddet stadyumlarda iç içe yaşanmaktadır. “Avusturya’da 1996/97 ve
1997/98 yıllarında Rapid Wien futbol takımında oynayan yabancı oyuncu
Samuel Ipoua’ya pek çok kez sözlü ırkçı saldırılarda bulunulmuştur”
(Fanizadeh,2000:16). Kasım 2004 yılında, İspanya’da Madrid’de, Kasım
2006’da Fransa’da Paris’te, Kasım 2006’da Almanya’da Leipzig’de ve yine
Şubat 2007’de Leipzig’de ve İtalya’da Sicilya’da gerçekleştirilen futbol
karşılaşmalarında yabancı futbolculara yönelik ırkçı saldırılar yapılmıştır
(www.sportbild.de). Madrid’de, İspanya ile İngiltere ulusal takımları arasında
gerçekleştirilen futbol karşılaşmasında, İngiliz futbol takımında bulunan zenci
oyunculara yönelik ırkçı saldırılarda bulunulmuş, aynı yılın Kasım ayının
sonunda yine Madrid’de gerçekleştirilen Real Madrid ile Bayern Leverkusen
futbol takımları arasındaki karşılaşmada Brezilyalı futbolcu Roque Junior’a
hakarette bulunularak, “maymun sesleri” çıkarılmış ve Nazi selamı
verilmiştir. Leipzig futbol takımında oynayan zenci futbolcu Adebowale
Ogungbure, “B.. Zenci” ve “Maymun Kendini Isır” gibi sözlerle taciz
edilmiştir. Yahudi bir taraftar ve Kuzey Afrika kökenli bir sivil polis de “Pis
Yahudi” ve “Pis Zenci” ifadelerine maruz kalmışlardır. Kuzey Afrika kökenli
sivil polis, ırkçılardan birini tabancayla öldürmüş, birini de ağır yaralamıştır.
Benzer şekilde Siciliya’da yaşanan ırkçı şiddet içerikli futbol olayları
sırasında bir polis öldürülmüş ve yetmişten fazla kişi yaralanmıştır (Wolf,
2007). Yaşanılan bu olaylar futbol, ırkçılık ve şiddet arasındaki ilişkiyi ortaya
koymaktadır.
Almanya’da futbol karşılaşmaları sırasında III.Rayh dönemine ait savaş
bayrakları açılmakta, yabancı düşmanı ve ırkçı sloganlar atılmakta ve şarkılar
söylenmektedir (Pilz, 2000:22). “Almanya Almanlara”, “Alman Kadını,
Alman Birası”, “Almanya Uyan”, “İş Olanakları Önce Almanlara Verilsin”,
“Almanya, Şeref, Kan, Baba Vatan”, “Alman Olmaktan Gurur Duyuyorum;
Alman Rayhı, Almanya Benim Baba Vatanım”, “Staufenberg Ve Tüm Solcu
Domuzlar Auschwitz’e” gibi sloganlar kullanılmaktadır. Türkler için yapılan
Jingle Bells melodili bir tekerlemede ise şöyle denilmektedir:
“Ankara, İstanbul, Galatasaray,
Döner, kebap hiç (b..) fark etmez
Türkiye’ye geri dönün”
234
Irkçılık, futbol ve medya
Yabancı düşmanı olanlar ve ırkçılar, Nazi sloganları gibi ırkçı ileti içeren
ve açıkça söylenmeleri yasalar nedeniyle mümkün olmayan ifadeleri kapalı
kodlarla ifade etmektedirler. Kapalı kodlarla ve sembollerle iletişim kurma
yolunu seçmekte ve ırkçı mekanizmalardan beceriklilikle yararlanmaktadırlar.
“Stadyumlarda ırkçı iletilerin yazılı olduğu Tişört ya da Sweat-shirts giyen
gençlerin sayısı artmaktadır. Bu tişörtlerde, sayı oyunlarından yararlanılarak,
ırkçı eğilimler yansıtılmaktadır. Örneğin Alman alfabesine göre, 18 sayısının
1 rakamı, ilk harf olan A’yı, 8 rakamı ise, sekizinci harf olan H’yi temsil
etmekte ve AH= Adolf Hitler olarak okunmaktadır. Ya da sekizinci harf olan
H, 88 sayısı ile HH= Heil Hitler (Yaşasın Hitler) anlamına gelmektedir” (Pilz,
2000:23).
Stadyumlarda yaşanılan yabancı düşmanı ve ırkçı şiddet nedeniyle Avrupa
ülkelerinde önlemler alınmaya çalışılmaktadır. “İtalya, İspanya, Fransa,
Polonya ve Almanya’dan farklı olarak İngiltere’de stadyumlarda ortaya çıkan
ırkçı eylemlere karşı sert yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Futbol
karşılaşmalarında ayrımcı ifadelerde bulunan ve ırkçı eylem yapanlara üç yıla
kadar hapis cezası veya 1.300 EURO para ve beş yıl stadyumlara girmeme
cezası verilmektedir” (Wolf, 2007).
Futbol stadyumlarında yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla mücadele
kapsamında Avrupa Birliği, 1997 yılını, Anti-rasizm yılı olarak ilan etmiş ve
Avusturya’da Viyana Üniversitesi Gelişme Sorunları ve İşbirliği Enstitüsü,
spor alanında ilk anti-rasist kampanyayı başlatmıştır (Fanizadeh, 2000:19).
Kampanya kapsamında “futbolda farklı renkler”in ve “centilmenlik”in önemi
vurgulanmıştır. Bu çerçevede kamuoyu üzerinde etki yaratabilecek anti-rasist
ve gelişim politikası iletileri spor alanına iletilmiş ve Afrikalı futbolculara
yönelik ayrımcılığın ortadan kaldırılması amaçlanmıştır. Ayrıca anti-rasist
çalıştaylar düzenlenerek, futbolda varolan ırkçı eğilimlere karşı toplumda
duyarlılık yaratılmak istenmiştir. Avrupa çapında futbolda ırkçılık sorunları
yaşayan ülkeler arasında işbirliği yapılması ve ortak deneyimlerden
yararlanılması amaçlanmıştır. Futbol alanında anti-rasizm için lobi oluşturma
etkinlikleri yapılması öngörülmüştür.
Futbolda yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı yürütülen mücadeleler
kapsamında Football Against Racism in Europe’in (FARE) çalışmaları da
belirtilebilir. 1999 yılında Avusturya Kampagne FairPlay insiyatifi ile kurulan
FARE, anti-rasist kampanyalar kapsamında futbol kulüpleri, oyuncu
sendikaları ve göçmen derneklerinin katkılarıyla Avrupa futbolunda yabancı
düşmanlığına ve ırkçılığa karşı ortak stratejiler geliştirme çabalarına girmiştir
Füsun Alver
235
(Wolf, 2007). FARE, yerel ve ulusal çalışmaları ağlaştırmak, ortak
deneyimlerin paylaşılmasını sağlamak ve Avrupa çapında futbolda ırkçılıkla
mücadele etmek çabalarını sürdürmektedir. Bu çerçevede FIFA Temmuz
2001’de bir karar alarak, FARE ile ırkçılığa karşı işbirliği yapılmasını
amaçlamıştır. Anlaşma kapsamında FARE’nin, Avrupa Komisyonundan
finansiyel destek alması da kararlaştırılmıştır. 2006 yılında FARE Aksiyon
Haftası kapsamında otuz yedi Avrupa ülkesinde yabancı düşmanlığı ve
ırkçılık ile ilgili toplam bin etkinlik düzenlenmiştir. Aralarında Almanya,
Avusturya, İngiltere, Belçika, Slovenya gibi ülkelerin de bulunduğu ondört
ülkede, Top-Liglerde bir oyun günü elde edilen hasılat ırkçılıkla mücadeleye
ayrılmıştır.
Kulüplerinin ekonomik yönelimi ve futbolda etik değerlerin düşüşü
Dünya ekonomisinin yeniden düzenlenmesi, bilgi iletişim ağlarının
yaygınlaşması, zaman ve mekanın sıkışması küreselleşme sürecini
hızlandırmıştır. Küresel kapitalizm küresel üretim süreçlerinin hızlanması,
uluslararası işbölümüne gidilmesi, uluslararası pazarlama stratejilerinin
uygulanması ve finans ekonomisinin ekonomik egemenliği ile karakterize
edilmektedir. Bu gelişmeler politika, hukuk, eğitim ve spor gibi farklı
toplumsal sistemler üzerinde etki yaratmıştır. Bu etkiler sporun bir alt dalı
olarak futbol üzerinde de gözlenmektedir. Futbol, çok yönlü olarak
küreselleşme süreciyle ilişki içinde bulunmaktadır. Ekonomi faktörü, tüketim
nesnesi ve kültürel bir fenomen olarak bunu belirlemek olasıdır.
Salt bir oyun olarak düşünüldüğünde ve ilk ortaya çıkış süreci
incelendiğinde futbolun, kapitalizmle ilgisi olduğu söylenememektedir.
Modern futbolun anavatanı olarak kabul elden İngiltere’de, futbol oyunun
geçmişi 12. yüzyıla kadar uzanmaktadır. “Ortaya çıkış süreci incelendiğinde
futbolun uzun yıllar yerel düzlemde, savaşa benzeyen ve kuralı olmayan bir
halk oyunu olarak oynandığı görülmektedir. Futbol karşılaşmaları, genellikle
farklı köylerin oyuncu takımları arasında gerçekleştirilmiş, oyuncu sayısı ve
süresi konusunda kesin kurallar bulunmamıştır” (Wegner, 2006). Futbol
ortaya çıkış sürecinde yoksulların oyunu olmuştur. Tek top, sınırlı oynama
alanı ve çok oyuncu, modern öncesi futbolun özelliklerini ifade etmektedir.
Bu dönemde futbolda beceriden çok kuvvet ve şiddet geçerli olmuş; yönetici
sınıf tarafından “vahşi oyun” olarak nitelendirilen futbol, kamusal düzen için
bir tehdit olarak görülmüş ve bastırılmaya çalışılmıştır.
236
Irkçılık, futbol ve medya
İngiltere’de modern futbolun ortaya çıkışı ise, endüstriyel kapitalizmin
geliştiği döneme rastlamaktadır. Futbol oyununa kurallar konulması,
kapitalizmin gelişim sürecine paralel olarak gerçekleşmiştir. 1845 yılında
futbol kuralları, ilk kez İngiliz Rugby Okulu tarafından yazılı olarak
belirlenmiştir (“The Laws of Football as played in Rugby School”). Böylece
futbol oyun alanlarına iğne ya da demir parçalarının atılmasının önüne
geçilmesi amaçlanmıştır. Rugby Okulu’nun futbola koyduğu kuralların
benzerleri, 1849 yılında bu okulun en büyük rakibi olan Eton Okulu
tarafından belirlenmiştir. Eton Okulu, futbolda “elle müdahale”yi
yasaklamıştır. Böylece futbol alanında sportif davranma, rasyonellik, kurallara
bağlılık
ve
niteliklilik
konularında
önemli
adımlar
atılmıştır
(www.wienerzeitung.at).
1860’lı yıllarda işçilerin serbest zaman elde etme mücadeleleri sonucunda
fabrikada çalışma saatleri arasına futbol oyunları yerleştirilmiş ve aslında bu,
günlük çalışma saatlerinin uzamasından başka bir anlam içermemiştir. 1863
yılında ise, futbolun belirli ölçüye sahip bir alanda oynanması kararlaştırılmış,
oyuncu sayısı ve oyun süresi belirlenmiştir. Böylece modern futbol, kapitalist
ilişkilerin varoluşunu belirgin bir biçimde yansıtmıştır.
Futbolun ekonomik kazancın önemli rol oynadığı bir toplumda oynanması
ve çok önemli bir endüstri olan ve giderek büyüyen serbest zaman kültürünün
bir parçası olması onu kapitalizme içselleştirmekte ve değerlerin değişimini
göstermektedir. “Ortaya çıkış sürecinde halk arasında oynanan ve halka ait bir
oyun olan futbolun değerleri arasında bulunan adalet, saygı ve neşe aynı
zamanda halkın değerlerini yansıtmaktadır. Ancak futbolun endüstrileşme
süreciyle birlikte kapitalist ekonomi sistemi için alınıp, satılabilen bir tüketim
metasına dönüştüğü ve değerlerinin değiştiği gözlenmektedir” (Azzellini ve
Thimmel, 2006:16). Daha büyük cirolar elde etme kaygıları futbolun yapısını
da değiştirmiş; futbol, kapitalist ilişkilere içkin olmuş ve futbola özgü olduğu
düşünülen bazı idealler göz ardı edilmeye başlanmıştır. “Futbolun temsil ettiği
değerler dayanışma, centilmenlik (adalet) ve fırsat eşitliğidir. Bu değerlerin
yerine kazanç yöneliminin gelmesi futbol kapitalizmine işaret etmektedir”
(Herrhausen, 1999: 224).
90’lı yılların başından itibaren küresel kültür endüstrisine dönüşen futbol
endüstrisinde astronomik paralar dolaşmakta ve dünya çapında taraftar ve
tüketici bu endüstriye çekilmektedir. Futbol, bu nedenle kapitalist ekonomik
sistemin bir yansımasıdır ve kapitalizm hakkında pek çok şey söylemektedir.
Her futbol kulübü, kapitalist bir fabrikanın bir kopyasıdır. Futbolda varolan
Füsun Alver
237
işbirliği ve işbölümü, kapitalizmde bir fabrikada varolan işbölümü modeline
uygundur. “Oyun alanında oyuncuların farklı görevleri bulunmaktadır.
Takımın kaptanı, oyunun kurucusudur. Antrenör, oyuncuların ustasıdır;
disiplini sağlamak ve oyuncuların performansını yüksek tutmaya
çalışmaktadır. Kulüp yönetimi, antrenör ve oyuncular için hedefleri
belirlemektedir. Oyun süresinin belirlenmesi, gollerin sayılması ve alınan
puanlar, kapitalizmde çalışma süreleriyle uyuşmaktadır” (Buchenberg, 2006).
Günümüzde futbol kültüründen ziyade futbol endüstrisinden söz edilebilir.
Profesyonel futbolda ekonomik başarı yönelimi ağırlığını göstermektedir.
Bunu oyuncuların, antrenörlerin,sporcuların ve kulüp yöneticilerinin
davranışlarında gözlemlemek olasıdır. Profesyonel futbolda futbol dernekleri
ve kulüpleri, oyuncular, oyun danışmanları, antrenörler, sponsorlar ve
pazarlamacılar için ekonomik kazanç her zaman önemlidir. Futbol amaca
(para kazanma amacı) varmak için kullanılan bir araçtır. Profesyonel futbolcu,
kapitalist sistemde bireyin isteklerini ortaya koyan kişi olmaktadır. Parasını
sadece çalışarak değil aynı zamanda oyun oynayarak kazanmaktadır. Oyun
oynayarak para kazanmak, pek çok kişi için cazip olmaktadır. Pazar ve
kapitalizm koşullarının geçerli olduğu her yerde görüldüğü gibi futbol
pazarında da ciroların çok büyük artışı gözlenmektedir. İngiliz futbolcu David
Beckham, yılda 50 milyon Euro kazanmaktadır (Quitzau, 2007a). Sadece
Şampiyonlar Ligi, 2005 / 2006 yılında UEFA’ya yaklaşık 600 Milyon Euro
gelir sağlamıştır (Quitzau, 2007b). Futbol kulüpleri, futbol normlarına göre
değil de orta ölçekli girişimler gibi hareket etmektedir. “Futbol klüpleri artık
ekonomi amaçlı sermaye şirketleri gibi işletme kriterlerine göre
yönetilmektedir. Borussia Dortmund Futbol Kulübü, komandit şirket olarak
borsada oynamakta ve sermaye pazarının oyun kurallarına göre hareket
etmektedir. Borussia Dortmund, hisse senetlerini ve hatta borsayı etkilemiştir.
Futbol kulüplerinin borsa oyunları ile kapitalizmin Alman liglerine girdiği
tescillenmiştir” (Quitzau, 2007c ).
Futbolda para sarmalı spor pazarlama ajanslarından, danışmanlardan,
sponsorlardan, uluslar arası kulüplere ve kurumlara kadar geniş bir yelpazeyi
kapsamaktadır. Para kazanmak ile kulüplerin başarısı arasındaki ilişki, sportif
rekabette ekonomik temellerin güçlü olmasının önemli koşullardan biri
olduğunu ortaya koymaktadır. Futbol sporundan, futbol kapitalizmine giden
süreçte futbol klüplerinin daha fazla kar elde etme çabaları artmaktadır.
Ulusal futbol kulüplerinin ülkedeki diğer kulüplerle ve yabancı kulüplerle
rekabetleri şiddetlenmektedir. Futbolda ticari yöntemlerin uygulanması,
238
Irkçılık, futbol ve medya
büyük futbol kulüplerine diğer ulusal kulüpler ve yabancı liglerdeki kulüpler
arasındaki rekabet sürecinde avantaj sağlamaktadır.
Futbolun medyatikleşmesi ya da futbol şov
Futbol kulüpleri, medya, ekonomik amaçlı firmalar ve politikacılar, futbol
pazarının çerçeve koşullarını kendi yararları için etkilemeye çalışmaktadırlar.
Futbolun kitleleri büyülemesi medya, futbol klüpleri ve ekonomik amacı olan
firmaların sembiyotik (karşılıklı çıkara dayanan ortaklık ilişkisi) bir ilişki
içine girmelerini beraberinde getirmiştir. Bu ilişkide tüm taraflar karşılıklı
kabul esasında birbirine bağımlıdır. Medya yalnızca futbolu satmamakta, aynı
zamanda futbol ile birlikte kendi satışını da yapmaktadır. Futbol
karşılaşmalarının yayını sırasında medyada çok fazla reklama yer
verilmektedir. Bu çerçevede medya pazarları ile ekonomik amaçlı firmalar
birbirine bağımlı hale gelmektedir. Futbol kulüpleri ise, izleyici kitleye
erişmeyi hedeflemektedirler. Ekonomi amaçlı firmalar, spor kulüplerine
sponsor olup, iletişimsel amaçlarına erişerek, cirolarını artırmayı
amaçlamaktadırlar. Futbol klüpleri, reklam alımı nedeniyle firmalarla ilişki
içine girmekte, satılmaya çalışılan ürüne futbol takımının ya da futbolcuların
sportif, dinamik ve genç imajı eklemlenmektedir. Ekonomi amaçlı
kuruluşların geniş iletişim alanları ve reklam adacıkları vardır; böylece
televizyon reklamları aracılığıyla satış gelirlerini artırmaya çalışmaktadırlar.
Medya, futbolu güçlendirmekte; futbol ise, medyadan yararlanma yollarını
geliştirmeyi hedeflemektedir. Özellikle televizyonun kullanımının
yaygınlaşması ile birlikte futbol, medyanın yasalarına uygun ve pazar
ekonomisi kurallarına göre çok karlı program türleri içinde sunulmaya
başlanmıştır. Kulüpler, futbol sunumların erişim alanlarını genişletmeye
çalışmakta, medya kuruluşları ise, aktif olaylarla pazar paylarını ve
dolayısıyla da reklam paylarını artırmayı istemektedirler. Futbol medyaya
para, reklam ve spor türünün popülerliği; medya ise futbola etkinliği, çok
geniş izleyici kitlesi ve yayın önemi nedeniyle gereksinim duymaktadır.
Futbolun medyaya, reklam verenlere ve sponsorlara gereksinimi vardır. Ne
kadar fazla televizyon sunumu yapılırsa, popülarite o kadar artmaktadır.
Popülarite ne kadar fazlaysa o kadar çok reklam alınmaktadır. Ne kadar çok
reklam alınırsa o kadar çok Top-organizasyonlar gerçekleştirilmektedir. Ne
kadar çok Top-organizasyon yapılırsa, televizyonda o kadar çok sunum yer
almaktadır. Reklam pastasından büyük pay elde etme çabaları, futbolun artık
reklamsız olamaması gibi bir durum yaratmaktadır. Program sponsorluğu,
Füsun Alver
239
özel bir reklam türüne işaret etmektedir. Böylece sınırlı olan reklam süresi
istenildiği gibi aşılabilmektedir. Reklamlar stadyumda tabelalarda, radyoda,
İnternet’te ya da televizyonda yer almaktadır. İzleyici ise, hiç futbol
izlememektense reklamlı futbol izlemeye razı olmaktadır.
Futbolda profesyonelleşme ve ticarileşme Avrupa ülkelerinde ve
Türkiye’de de özel televizyon kanallarının yayına geçtikleri 90’lı yılların
başlarından itibaren giderek hızlanmıştır. Futbolun, medyanın, pazarlama ve
ulus ötesi tüketim odaklı şirketlerin büyümeleri birlikte gerçekleşmiştir.
Futbol profesyonelleşmekte; geleneksel futbol kulüpleri ticari amaçlara
yönelmekte, yüksek profesyonel kriterlere erişmeye amaçlamaktadır; böylece
rekabetin sistematik biçimde ve hedefe uygun olarak pazarlanması olası
olmaktadır. Sporun özellikle de futbolun, güncel toplumsal değerini ve
küresel popülaritesini medyanın etkisi olmadan düşünmek pek olası değildir.
Futbol, medyanın etkisi ile günlük yaşamın bir parçası olmuş ve özellikle de
televizyon futbol, yaşam tazı ve tüketim arasındaki ilişkinin kurulmasında
yönlendirici olmuştur.
Futbol birinci liglerinde kar oranları, televizyon yayın haklarının satışı ile
önemli bir artış kaydetmiştir. Futbol takımlarına yönelik kitlesel ilgi futbol
klüplerine, ekonomik amaçlı firmalara ve medyaya geniş ekonomik olanaklar
sağlamaktadır. Medya, sağladığı büyük ekonomik kazanç nedeniyle
girişimcilerden yoğun ilgi görmektedir. Televizyon yayınlarının dünya
çapında yeniden düzenlenmesi, televizyon kanalı sayısının on yıl içinde büyük
ölçüde artmasını beraberinde getirmiştir. Yayın saatlerinin artması ve spor /
futbol televizyon kanallarının kurulması futbol için ayrılan program süresinin
artışına olanak sağlamaktadır. ABD’de 80’li yılların başında kurulan Kablolu
Kanal ESPN, geçen zaman içinde ABD hanelerinin üçte ikisine ulaşmıştır ve
yılda 200 milyon Dolar’dan fazla ciro elde etmektedir (Friedrichsen,
2006:41). Medyaya sağladığı büyük ekonomik kazanç nedeniyle ulusal ligler
ve Avrupa Kupası ve Dünya Kupası futbol karşılaşmaları, en fazla izlenen
programlar arasında yer almaktadır. Ulusal ligde yapılan futbol
karşılaşmalarının yanında diğer ulusların ligleri de ilgi çekmekte özellikle de
uluslararası karşılaşmalarda izleyici oranı artmaktadır. Futbol, izlenme
oranlarının yükselmesine hizmet etmektedir. Bu nedenle televizyon kanalları
futbol
karşılaşmalarını
yayınlayabilmek
için
yüksek
meblağlar
ödemektedirler. “1996 yılında Atlanta’daki Olimpiyat oyunlarını televizyon
ve radyo aracılığıyla izleyenlerin sayısı 3 milyar dolayındadır. Bu sayı dünya
nüfusunun yarısına yakındır” (Fanizadeh, 2000:17). Olimpiyat oyunları,
240
Irkçılık, futbol ve medya
Dünya ve Avrupa Futbol Şampiyonaları, küresel bir olaya dönüşmektedir.
“FİFA’nın verilerine göre, 2002 yılında Japonya ve Kore’de gerçekleştirilen
ve yirmi üç gün süren Dünya Futbol Şampiyonası, 213 ülkede 41 bin saat
yayın süresini kapsamıştır” (Quitzau, 2007b ).
Dünya Kupaları artık sadece bir futbol şöleninin ötesinde, ciddi bir
ekonomi potansiyelini harekete geçirebilen, hatta ülkelerin büyüme hızlarına
etki yapabilen büyük küresel bir pazarlama faaliyetine dönüşmüştür. Seyircisi,
konaklaması, naklen yayını, reklamı, promosyonu, gıda sektörü, hediyelik
eşyası, eğlencesi, içkisi, içeceği giyeceği v.b ile Dünya Kupaları çokuluslu
şirketlerin önemsediği ve büyük atılımlar umut ettiği organizasyonların
başında gelmektedir (Arık, 2004: 211 v.d.).
Pazar amaçlarının ve kapitalizmin girdiği her yerde olduğu gibi futbol
pazarında da ciroların önemli oranda yükseldiği görülmektedir. Bunu birinci
ligde oynayan takımların yıllık ciroları da ortaya koymaktadır. Birinci lig
takımlarının gelir kaynakları izleyici ücretleri, sponsorluk ve yayın haklarının
satışından sağlanmaktadır. “Almanya’da 1988/89 sezonunda futbol
klüplerinin gelirleri yaklaşık 20 milyon Euro dolayındayken, televizyon yayın
hakkının satışları ile 2000/01 sezonunda 355 milyon Euro gelir elde
edilmiştir. Pay-TV’nin yayına başlaması ise, ek gelir faktörü oluşturmuştur.
Günümüzde Almanya gibi Avrupa ülkelerinde birinci ve ikinci lig futbol
kulüpleri, her oyun döneminde 400 Milyon Euro civarında ciro yapmaktadır”
(Quitzau, 2007a ).
Medyada özellikle de televizyonda futbol haberleri ve programları,
eğlence endüstrisinin bir kolu olarak gelişme göstermektedir. Futbol
karşılaşmalarının sunum biçimi, enformasyon iletiminin ötesine geçmekte ve
futbol eğlence formatında kurgulanmaktadır. Futbol yalnızca canlı olarak
yayınlanmamaktadır; bunun yanında yorumcular oynanan oyunu
yorumlamakta ve futbol uzmanları ile söyleşi ve oyun analizleri yapılmakta,
arka plana ilişkin enformasyon da sunulmaktadır. Spor programları ve
haberler aracılığıyla futbol, giderek daha fazla kurgulanmaktadır; duygu yüklü
görüntü ve iletiler giderek artmakta ve yeni futbolcu kahramanlar
yaratılmaktadır. Futbol anlayışı öncelikle başarı / başarısızlık ikili kodu
etrafında odaklanmakta ve futbol-medya kompleksi, ekonomik kar yönelimli
pazarlama stratejisine göre kurulmaktadır. Yüksek kar yönelimi, spor alanında
yapısal değişikliklere yol açmıştır. Ticarileşme sürecinde futbolda “kendine
özgü” olan bir yana bırakılmakta; kitle kültürü pazarı futbolu, oyun olarak
düzenleyerek vurgulamakta; kapitalist yapı ise, oyunun ardında görünmez
Füsun Alver
241
olmaktadır. Oynanan profesyonel futbolun yanında ek başarım olarak
televizyon aracılığıyla istenilen şovun yapılmasına da olanak sağlamaktadır.
Futbol, eski formundan ayrılmakta, bir spor olma özelliği yok olmakta ve
medya aracılığıyla bir şova dönüşmektedir. Medya yasalarına tabi olması ve
sunum formatı nedeniyle “futbol”un yerini, “futbol şov” almaktadır.
Medyada realite tasarımının bir aracı olarak dil önemli bir göreve sahiptir.
Dil, iktidarın bir aracıdır; iktidarın bu aracının nasıl kullanıldığı ise, medyaya
göre değişmektedir. Futbol dilinde metaforlar yapılandırılmakta ve futbol
haberleri aracılığıyla geniş toplumsal kesimlere iletilmektedir. Futbol
kültüründe futbolcuların eğitiminin ve disiplinin askeri eğitim ve disiplin
kadar önemli olduğu düşünülmekte ve neredeyse savaş gibi algılanan futbol
karşılaşmalarının medya tarafından yapılan sunumunda askeri alanda
kullanılan kavramlardan yararlanılmaktadır. “Saldırı”, “savunma”, “akın” ve
“püskürtme” gibi sözcükler ve karmaşık oyun durumunda “ikili mücadele”
gibi kavramlar, futbol oyun alanında ortaya çıkan olayları anlatmak için sık
sık kullanılmaktadır. Medyada yabancı futbolculara ve izleyicilere ilişkin
haberlerde kullanılan sözcükler, ekonomi, politik ya da savaş göçmenlerine
ilişkin haberlerle benzerlik göstermektedir (Alver, 2001; 2003). Medya, haber
üretim sürecinde ticari kaygılarla sansasyonel ve negatif içerikli haber
faktörlerine yönelmekte, yabancı futbol takımlarıyla yapılacak karşılaşmalar
için aşırı ulusçu hatta yabancı düşmanı ve ırkçı iletilere yer vererek, gerginlik
yaratmaktadır; futbol karşılaşmaları sonrasında ise, stadyumlardaki şiddeti
sansasyonel sunum biçimi ile yeniden üretmektedir. Medyada yabancı
düşmanlığı ve ayrımcılık, yabancı futbolculara yöneltilen sürekli eleştirilerle
morallerinin bozulması ve yerleşik oyunculara göre daha fazla güç sarf
ederek, oynamaları gereğinin vurgulanmasıyla da ortaya çıkmaktadır.
Özellikle zencilere ve diğer Avrupalı olmayan oyunculara Batı Avrupalı
oyunculardan daha sıkı oynamaları için baskı yapılmaktadır. Köşe yazarları
yabancı futbolcuları, eleştirileri ile zorlamakta, oyun sırasında yaptıkları
hataları ve kaçırdıkları fırsatları, “affedilemez” olarak sunmaktadırlar.
Yabancı futbolcularla ilgili haberlerde “deri rengi”ni ya da futbolcunun
geldiği ülkeye vurgu yapılarak, biyolojik ve kültürel ırkçılık içeren ayrımcı
işaretlere yer vermektedirler. Futbol dilindeki metaforlar, spor gazetecileri
tarafından dramatürjik stil aracı olarak kullanılmaktadır. Bu çerçevede
futbolun tasarlandığı araçlar ve olayların dramatürjik bağlamının sunumu,
realitenin tasarlanmasında ve anlam iletiminde önem kazanmaktadır.
242
Irkçılık, futbol ve medya
SONUÇ
Küreselleşme sürecinde gelişmiş Batı ya da Kuzey ile yoksul Doğu ya da
Güney arasında ekonomik refah ve üretim oranları uçurumu giderek
artmaktadır. Avrupa ülkeleri tarafından sömürülerek, yoksullaştırılan insanlar,
Avrupa’nın refah düzeyinden pay alabilmek için Avrupa topraklarına
yönelmektedirler. Bu nedenle gelişmekte olan ülkelerin yurttaşları olarak
göçmenler, tehlikeli olma potansiyeline sahip görülmekte, sınırlandırılmakta
diğer yandan ise metropollerin iş pazarına entegre edilmektedirler. 60’lı
yıllardan itibaren göç, kapitalizm ve emperyalizm arasındaki ilişkileri ortaya
koymayı amaçlayan İktidar Çatışması ve Emperyalizmin Eleştirisi
Yaklaşımının temsilcileri (Carmichael ve Hamilton, 1967; Bailey ve Flores,
1973; Cox, 1978), ırkçılığın nedenlerine ilişkin sınırlı tartışmaları
genişletilerek, ampirik araştırmalara yol açmış ve işçi göçmenlerin kültürel
oluşumunu sınıfsal bağımlılıkları kapsamında araştırırken, iç ve dış ilişkilerin
de göz önüne alınmasının gerekliliğini vurgulamışlardır. İktidar Çatışması ve
Emperyalizm Eleştirisi Yaklaşımının temsilcileri, metropoldeki ve merkez
dışındaki sınıf mücadeleleri üzerinde durmuş, tarihsel-fonksiyonel kuram
oluşumunu seçmiş, politik ekonomi eleştirisine dayanmış; “sınıf”, “sömürü”
ve “bağımlı gelişme” kavramlarını kullanmışlar, sömürü, sosyal kontrol, ırkçı
ve etnik aşağılamayla bağlantılı çatışmaları incelemişlerdir. Carmichael ve
Hamilton (1967), Bailey ve Flores, (1973) ve Cox (1978) tarafından
gerçekleştirilen çalışmalar kapitalizm, göç ve ırkçılık arasındaki yakın ilişkiyi
ortaya koymaktadır.
Irkçılık, kapitalist üretim biçiminde fonksiyonel bir değere sahip, tarihsel
kapitalizm ya da kapitalist dünya ekonomisi ile donatılmış, sömürünün bir
mekanizmasını yansıtan ve haklılaştıran, sosyal olanı doğallaştıran ve böylece
toplumsal ilişkilere ilişkin yanlış bilinç veren bir ideolojidir. Modern
kapitalizmin ideolojisi olarak ırkçılık, uluslararasılaşmakta ve ekonomik
sömürü, politik baskı, sosyal ayrımcılık ve insanların yabancılaşmasını
haklılaştırmaya çalışmaktadır. Modern biçimiyle ırkçılık, kapitalist
toplumların gelişimine paralel olarak ortaya çıkmış ve yabancılara karşı
duyulan nefret için gerekli örnek ve stereotipleri oluşturmuş ve kapitalist
toplumun bir parçası olmuştur. Kapitalizm olmadan ırkçılığı, ırkçılık olmadan
ise kapitalizmi düşünmek pek olası değildir. Uluslararası iş pazarında
eşitsizlik ve hiyerarşik yapılanma içinde kendisini gösteren ırkçı ideoloji,
Füsun Alver
243
futbol stadyumlarında yabancılara yönelik ayrımcılık ve şiddet eylemleri ile
gözlenmektedir.
Futbolda ırkçılığın ve şiddetin yeniden üretilmesi sürecinde ve futbolun
ticarileşmesinde medyanın küçümsenmeyecek bir rolü bulunmaktadır.
Futbolun ticarileşmesi, kapitalist ilişkilerin bir ifadesi olmaktadır. Futbol
ticarileşmekte, sömürülmekte ve değerinden yitirmektedir. Film ve müzik gibi
kapitalist toplumda üretilen kitle kültürünün bir parçası olan ve kapitalizm
tarafından şekillendirilen futbol, küresel öyküler anlatmakta ve tüm televizyon
kanallarında, bir medya olayı olarak kurulmaktadır. Televizyon ve futbol,
büyüme süreçlerini geliştirmişler ve özel ekonomi açılarına yönelmişlerdir.
Reklam ekonomisinin ve sponsorların futbol kulüpleri ve televizyon
üzerindeki baskıları artmaktadır.
ÖNERİLER
Modern futbol kapitalizmin, endüstriyelleşmenin ve rasyonelleşmenin bir
sonucudur ve pek çok yaşam alanının ticarileşmesinin bir göstergesidir.
Irkçılık ile kapitalizm arasındaki ilişkinin görülüp, futbolun ticarileşmesinin
ve ırkçılığın politikacıların ve futbol kulüplerinin çıkarları için
kullanılmasının önüne geçilmesi gerekmektedir. Irkçılıkla mücadele etmek
öncelikle ırkçılığa temel oluşturan ve beslenmesine olanak sağlayan
emperyalist politikaların ve uluslararası ekonomik sistemin sorgulanmasını ve
yeniden yapılandırılmasını gerektirmektedir. Ancak var olan uluslar arası
ekonomik ve politik gelişmeler, Kuzey ile Güney arasındaki ekonomik refah
düzeyi farklılıklarını azaltmaktan ziyade tersi yönde eğilim gösterdiği ve
geniş halk kitlelerinin, dünya ekonomik ve politik sistemini değiştirebilecek
bir güce erişmesine izin verilmediği için kapitalizm, emperyalizm ve ırkçılık
arasındaki bağlantının, nedenlerin ve sonuçların ortaya konulmaya çalışılarak,
küçük çaplı da olsa direnç odaklarının oluşturulması için insanları
bilinçlendirme yönünde çalışmalar yapılması uzun vadede yarar
sağlayabilecektir.
Politikacıların göç ve yabancı sorunlarını politik amaçları için
araçsallaştırmaları ve geniş kitleleri yönlendirmeleri nedeniyle stadyumlarda
ortaya çıkan yabancı düşmanı ve ırkçı eylemlere karşı kampanyalar
düzenlenerek, stadyumlarda yabancılara karşı uygulanan şiddetin önüne
geçilmeye çalışılabilir. Politikacıların ülkede yaşanılan sorunları ve çözüm
önerileri üretememelerinin sonuçlarını yabancılara yükleyerek, onları günah
244
Irkçılık, futbol ve medya
keçisine dönüştürme ve bunu stadyumlara yansıtma çabalarına karşı
bilinçlendirme programları yapılabilir. Irkçı ve yabancı düşmanı
politikacıların yaklaşımlarının, stadyumlardan uzak tutulması çabaları anlamlı
olmakla birlikte diğer toplumsal alanlarda olduğu gibi stadyumlarda da
yabancı düşmanı ve ırkçı eylemlerin önüne geçilmesi büyük ölçüde politik
kararların alınması ve yeni yasal düzenlemelerin yapılması ile
gerçekleşebilecektir. Avrupa ülkelerinde yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa
çözüm bulunması politik kararlardan bağımsız olamayacaktır. Bu nedenle
sivil toplum örgütleri, ırkçılığa karşı düzenleyebilecekleri programlar ve yasal
düzenlemeler yapılması için yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa karşı
olduklarını vurgulayan sosyal demokrat partilerden ve Yeşillerden destek
sağlamaya çalışılabilirler.
Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık yalnızca futbol oynanan alanlarda ortaya
çıkmadığı ve yabancılara yerleşik toplumun bakış açısını yansıttığı için
ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı geliştirilen karşı stratejiler, tüm
toplumsal gruplara ve alanlara yönelmelidir. Futbol dünyanın en popüler spor
türlerinden biridir ve herkesin korkmadan futbol oynama, izleme ve futbolun
üzerinde konuşma hakkı vardır. Futbolun ırkçı ayrımcılıktan uzak yaşanılması
gerekmektedir. Futbol alanında olduğu gibi toplumsal yaşamın diğer
alanlarında da ırkçı iletilerin üretilmesinde ve yeniden üretilmesinde eğitim
sistemi önemli bir rol oynamaktadır. Teun A.Van Dijk (1993) ve Detlef Franz
(1993) tarafından eğitim sisteminde ırkçılığın yeniden üretilmesine ilişkin
yapılan araştırmaların sonuçlarının da ortaya koyduğu gibi tarih bilimine
ilişkin okul kitaplarından, biyoloji ve matematik bilimine kadar pek çok
branşın okul kitabında, ırkçı iletiler yer almaktadır. Irkçılıkla mücadele
edebilmek için öncelikle eğitim sisteminin yeniden düzenlenerek, okul
kitaplarının ırkçı iletilerden arındırılması ve farklı uluslar ve kültürler arasında
karşılıklı anlayışı geliştirecek iletilere yer verilmesi gerekmektedir. Yabancı
düşmanı ve ırkçı eylemlerin engellenmesi için devletler arasında eğitim
sisteminde ırkçı iletilerin ortadan kaldırılmasına yönelik işbirliği yapılması
önem kazanmaktadır. Bu kapsamda kültürlerarası iletişim ve kültürlerarası
eğitimin geliştirilmesi için çaba gösterilmelidir.
Yabancı kültürlerle ilişkilerde dogmatik, önyargılı düşüncelerden
uzaklaşarak benzerliklerin ve farklılıkların kavranması kültürlerarası eğitim
programlarıyla gerçekleştirilebilir. Günümüzde bazı Batı Avrupa ülkelerinde
geliştirilmeye çalışılan kültürlerarası eğitimin amacı, kültürel göreceliğin ve
çoğulculuğun benimsenmesi, farklı kültürlere mensup insanların düşünce ve
Füsun Alver
245
davranışlarındaki farklılıkların doğal kabul edilmesidir. Kültürlerarası eğitim
aracılığıyla yabancıyla ilişkilerde korkuların giderilmesi, yabancılarla
yerleşikler arasında barışçı ve işbirliğine dayanan ortak bir yaşamın
desteklenmesinin gerekliliği anlatılabilir (Alver, 2003:332 ).
Irkçılıkla mücadele çerçevesinde taraftarları bilinçlendirme programları
düzenlenebilir. Bu kapsamda futbol karşılaşmalarında yabancı düşmanı ve
ırkçı eylemlere karşı geliştirilen karşı stratejiler ve projeler önem
kazanmaktadır. Bunlar, futbol kulüplerinin uygulaması gereken projeler ve
stratejiler, taraftarlara yönelik projeler ve stratejiler, güvenlik görevlilerinin
uygulaması gereken projeler ve stratejiler ve medyanın haber üretim sürecinin
önyargılardan arındırılması için kültürlerarası medya pedagojisi çalışmalarının
yapılması olarak belirtilebilir. Futbol kulüplerinin yabancı düşmanlığı ve
ırkçılığa karşı davranış geliştirmeleri açıkça ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına
karşı olduklarını ifade etmeleri ve kendi taraftarlarına demokratik ve saygılı
davranış kurallarına uymaları gerektiğini telkin etmelerini gerektirmektedir.
Ancak bunun yalnızca problemlerin ortaya çıktığı zamanlarda değil, sistemli
olarak yapılması yararlı olacaktır. Futbol kulüplerinin yabancı düşmanlığı ve
ırkçılığa karşı aldıkları önlemler taraftarlar ile birlikte uygulandığı zaman
anlam kazanacaktır. Irkçı ve yabancı düşmanı gruplarla iletişim kurulması
sorunun çözümüne katkıda bulunabilir. Bunun için uzmanlardan yardım
alınabilir. Yabancı futbolcularla, yabancı düşmanı ve ırkçı taraftarlar bir araya
getirilerek, demokratik tartışma ortamı oluşturulmaya çalışılabilir. Yabancı
nüfusunun yoğun olduğu mahalleler ve sığınmacı kampları ve göçmenlerin
yaşam alanları futbol klüplerinin yöneticileri, antrenörler, futbolcular ve
taraftarlar ile birlikte ziyaret edilerek, yerleşiğin işini elinden alabilecek
potansiyel bir tehdit olarak tasarlanan yabancının pek de kolay olmayan
yaşam koşullarının yakından görülmesi sağlanabilir.
Birinci ve ikinci lig futbol takımlarının maçlarının yapılacağı
stadyumlarda güvenlik görevlileriyle ortak çalışılarak, bir “stadyum düzeni”
oluşturulabilir. Stadyumda ırkçı materyallerin dağıtımı engellenerek, ırkçı
eylemleri önleyecek anonslar yapılabilir. Stadyumlarda dağıtılan stadyum
gazetelerinde ırkçılığa karşı iletiler içeren metinlere yer verilebilir.
Stadyumun tabelalarında ilgili futbol klüplerinin ayrımcılığa ve ırkçılığa karşı
olduklarını belirten yazılara yer verilebilir. Sürekli futbol izleme kartına sahip
olmak isteyenlere ırkçı tacizlere katılmamaları ve bunu yapanları uyarmaları
koşulu getirilebilir. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa karşı ligdeki tüm
karşılaşmaları kapsayan aksiyon günlerinin düzenlenmesi, kadınların futbola
246
Irkçılık, futbol ve medya
ilgisinin arttırılarak, kadın taraftarların stadyumlarda yer almasının teşvik
edilmesi, karşılıklı saygı ve hoşgörünün sağlanması için bir fonun
oluşturulması bu kapsamda önerilebilir.
Yabancı düşmanı ve ırkçı eylemlere karşı toplumun bilinçlendirilmesi
çalışmaları kapsamında medyaya da önemli görevler düşmektedir. Medyanın
stadyumlarda meydana gelen yabancı düşmanı ve ırkçı eylemleri, sansasyon
yaratmak amacıyla sık sık göstermesi, şiddetin ve öfkenin yeniden
üretilmesine katkıda bulunmaktadır. Yabancı düşmanı ve ırkçılığın yeniden
üretilmesinde medyanın önemli bir rol oynadığı göz önünde bulundurularak,
olabildiğince objektif habercilik anlayışının egemen olması için çaba sarf
edilebilir; futbol karşılaşmalarında gerginliği ve şiddeti arttıracak iletilere ve
tasarımlara yer verilmemesi ve “yabancı”nın, “düşman”a dönüştürülmemesi
için futbolun “dost”luk anlayışı çerçevesinde oynanması teşvik edilebilir.
Avrupa medyasının ekonomik, politik ve savaş göçmenlerine ilişkin haber
yaparken, göçün yerleşikler arasında yol açtığı işsizlik, kültürel uyumsuzluk
gibi sonuçlarını vurgulayıp, nedenlerini ve göç süreçlerine yol açan
emperyalist ve kapitalist politikaları ve göçün ekonomik ve politik boyutunu
göz ardı etmemesi için medya mensuplarına yönelik kültürlerarası medya
pedagojisi seminerlerinin düzenlenerek, meslek içi eğitime ve
bilinçlendirmeye katkıda bulunulabilir.
KAYNAKÇA
Alver, F. (2001). Alman basınında Türkler ve Türkiye. Kurgu Dergisi. Anadolu
Üniversitesi İletişim Fakültesi. No:18: 135-155. Eskişehir.
Alver, F.(2003). Basında yabancı tasarımı ve yabancı düşmanlığı. İstanbul: Der.
Arendt, H. (1986). Elemente und ursprünge Totalitaerer Herrschaft. München: Piper
Verlag.
Arık, M. B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz.
Azzellini, D. & Thimmel, S. (2006). Futbolistas. Fußball und Lateinamerika:
Hoffnungen, Helden, Politik und Kommerz. Berlin: Verlag Assoziation A.
Bailey, R.; Flores, G. (1973). Internal colonialism and racial minorities in the U.S: An
overwiew. İçinde F. Bonilla, & R.Girling (der.). Structures of dependency.
Stanford: Stanford University.
Benedict, R. (1983). Die rassenfrage in wissenschaft und politik. Frankfurt am Main:
Suhrkamp Taschenbuch Verlag.
Buchenberg, W. (2006). Trend onlinezeitung. www.trend.infopartisan.net adresinden
18 Mart 2008’de indirildi.
Carmichael, S.; Hamilton, C. (1967). Black power. New York: Routladge.
Füsun Alver
247
Cox, O. C. (1978). Caste, class and race: A Study in social dynamics. New York:
Routladge.
Fanizadeh, M. (2000). Kulturalismus und die globalisierung im fußball.
Antirassistische interventionen in der popkultur. Kurswechsel heft. No:1:14-22.
Wien.
Franz, D. (1993). Rassismus in schulbüchern. Beispiel biologie. Duisburg: Duisburger
Institut für Sprach-und Sozialforschung (DISS).
Friedrichsen, M. (2006). Fußball und fernsehwerbung. İçinde C.Holtz-Bacha (der.).
Fußball - fernsehen – politik. (36-49). Wiesbaden: VS Verlag für
Sozialwissenschaften.
Herrhausen, A. (1999). Der Kapitalismus im 21. Jahrhundert. München: Piper
Verlag.
Http://www.sportbild.de adresinden 4 Mart 2008’de indirildi.
Http://www.wienerzeitung.at/Desktopdefault.aspx?TabID=3946&Alias=wzo&lexiko
n=Sport&letter=S&cob=7485 adresinden 4 Mart 2008’de indirildi.
Loomba, A. (1998). Kolonyalizm postkolonyalizm (çev.M. Küçük). İstanbul: Ayrıntı.
Luger, K. (1994). Offene grenzen in der kommunikationswissenschaft. Über die
notwendigkeit eines interkulturellen forschungsansatzes. İçinde K.Luger;
R.Renger (der.). Dialog der kulturen. die multikulturelle gesellschaft und die
medien. (s. 22-38).Wien: Österreichischer Kunst-und Kulturverlag.
Nestvogel, R. (1994). Fremdes oder eigenes? Freiraeume zwischen ausgrenzung und
vereinnahmung. İçinde R. Nestvogel (der.). Fremdes und eigenes. (s.35-52).
Frankfurt am Main: IKO Verlag für Interkulturelle Kommunikation.
Pilz, A. G. (2000). Deutschland den Deutschen - Gedanken und Fakten zu
fremdenfeindlichkeit und rassismus in der fußballfanszene. İçinde U.Arnswald;
H. Geisler; W. Thierse, (der.), Sind die Deutschen ausländerfeindlich? (s. 2226). München, Zürich: Pento-Verlag.
Quitzau, J. (2007a). Profis mit gehalt. ZEIT online adresinden 11 Mart 2008’de
indirildi.
Quitzau, J. (2007b). “Angefochtener Monopolist”. ZEIT online adresinden 11 Mart
2008’de indirildi.
Quitzau, J. (2007c). Fußball als Markt. ZEIT online 11 Mart 2008’de indirildi.
Wegner, E. (2006). Sachsen, sachsen-anhalt, thüringen: Termine von left-action.
http://www.left-action.de adresinden 4 Mart 2008’de indirildi.
Wodak, R. (1994). Formen rassistischen diskurses über fremde. İçinde G.Brünner, &
G. Graefen (der.). Texte und diskurse. Opladen: Westdeutscher Verlag GmbH.
Wolf, J. (2007). Fussball und rechtsextremismus in Europa. http://www.bpb.de/
themen adresinden 4 Mart 2008’de indirildi.
248
Irkçılık, futbol ve medya
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.249-272
Makale
1994 Terör ortamında
Vanspor’un Fenerbahçe
yengisinin siyasallaştırılması
Gülcan Seçkin 1
Öz: 1980’lerde ortaya çıkan ve ülkenin Doğu ve Güneydoğusu’nda tırmanan PKK
terörü ağır, sürekli bir travma hali doğurmuştur. Bölücülük, ayrımcılık, kimlik, siyasi
çözüm tartışmaları sertleşmiştir. İç istikrarın, milli birliğin, bütünlüğün, milli kimliğin
yara aldığı bu süreçte devlet farklı mücadele staratejileri araştırmıştır. Devlet futbol
sevgisini, futbol ekonomisini PKK’ya karşı bölgede bir mücadele yordamı olarak
kullanmış, Doğu ve Güneydoğu’daki futbol takımlarına destek vermiş, Van’da
Vanspor’u 1. Lig’e çıkarmıştır. Takım üç büyüklerden Fenerbahçe’yi yenmekle ülke
medyasının gündemine otur(tul)muştur: “Teröre karşı mucize” yaratmış, “milli birlik
hissedilmiş”, medyanın söylemiyle, “kansız ve barışçıl bir mücadele yolu“
gösterilmiştir. Medya, egemen politik, ideolojik söylemi abartıyla yeniden üretmiş ve
saçmıştır.
Anahtar kelimeler: Terör, devlet, futbol, medya, Fenerbahçe, Vanspor, milli birlik.
In 1994, in atmosphere of terror; the politicization of Vanspor football team’s
beating Fenerbahçe
Abstract: In 1980s, in Turkey, the PKK terrorist organization which appeared and
increased in the East and South Eastern part of the country caused a continuous
trauma. In this process of instability, both The Turkish State and the government at
the time sought different types of strategies to deal with the situation. The Turkish
state used the love for football as a way against PKK in the region, and it supported
the football teams in the east and south east of Turkey. Vanspor was promoted to
Turkish Super League. The team was popularised in the Turkish media by having
defeated Fenerbahçe football team. As a result of this, “national unity was strongly
felt” and according to the discourse of the main media, “a non-violent and peaceful
way of struggle was shown”. The media strengthened the dominant, political and
ideological discourse.
Key Words: Terror, national state, football, media, national solidarity
1
Araş. Gör. Dr. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: [email protected]
250
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
GİRİŞ
17 Eylül 1994’de Olağanüstü Hal Bölgesi kapsamındaki illerden biri olan
Van’da, Vanspor kendi sahasında İstanbul’un/Türkiye’nin üç büyük
takımından biri olan Fenerbahçeyi 1-0 mağlup etmiştir. Gazeteler ve genç
özel televizyon kanalları bu sonucu iki şekilde haber yapmıştır: Bir bölümü
Fenerbahçe’nin Avrupa’da Fransa’nın Cannes’a takımına yenilmesinden
hemen sonra, 1. Lig’in en yeni, tecrübesiz, toy takımı Vanspor’a yenilmesini
ağır ve alaycı bir üslupla eleştirmiş, F.Bahçe’ye odaklandırdıkları maçın
teknik ve taktik çözümlemelerine, spor sayfalarında geniş yer vermiştir.
Televizyonların spor programlarında spor yorumcuları Fenerbahçe’nin aldığı
sonuçlara odaklanmıştır. Medyanın bir bölümü ise Vanspor’un yengisine
odaklanmış, maçın sonucunun Van’da yarattığı sevinci ve bu sonucu elde
eden Vanspor’u büyük bir “olay” haline getirmişlerdir. Televizyonların ana
haber bültenlerinde, haber programlarında, gazetelerin spor sayfaları dışında
“insan-yaşam”, “ekonomi”, “spor araştırma” sayfalarında günlerce
büyütülmüş, haber ve yazı konusu edilmiştir. Bu metinlerde “Doğu takımı”
Vanspor’un başarısı üzerinden pek çok toplumsal, siyasal, ideolojik vb.
anlamın (yeniden) üretildiği izlenmiştir. O esnada Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’nun, “bölücü PKK terörü”nün ve az gelişmişliğin mekanı olarak
indirgendiği ve bu anlam yükleriyle, genel söylemsel düzlemde yaygın
biçimde “Doğu, Güneydoğu/Öteki” olarak konumlandırıldığı izlenmiştir. Bu
bölgelerde terör ve terörle mücadele şiddetlenirken, beraberinde bölücülük,
ayrımcılık, kimlik, milli birlik, bütünlük, siyasal çözüm vb. başlıklı politik
tartışmalar sertleşme seyrindedir. Bu söylemler gündelik yaşamın ayrılmaz
popüler kültürel pratiklerinden futbol metinlerine de hızla ve sert biçimde
yansımıştır. Hükümet (askeri önlemlerin yan etkileriyle birlikte yetmeyeceği,
hükümete oy kaybettireceği süreçte) Doğu ve Güneydoğu’ya ekonomik ve
sosyal yatırımlar, spor yatırımları planını acil olarak hayata geçirmeyi
vaadetmiştir. Bu bölgelerde devlet çok sevilen futbolu, futbol takımlarını
terörün antidotu olarak desteklemeyi bir strateji olarak benimsemiş ve
uygulamıştır. Askeri, mülki erkan futbol takımlarını kalkındırma seferberliği
içindedir. Tüm bu makro koşullar ve bunlara ilişkin toplumsal, söylemsel
biçimlenmeler içerisinde medyanın Vanspor’un, F.Bahçe yengisini
“olağanüstü”, “mucize” düzeyinde ekonomik, sosyal, politik bir başarım ve
konumlanmanın vesilesi olarak sunması çözümlenmesi gereken bir olgudur.
Sıralanan makro bunalım koşullarının sarmalı içerisinde ilgili dönemde futbol
Gülcan Seçkin
251
metinlerine yansıyan toplumsal, siyasal anlamların neler olduğu, ülkede
futbola duyulan ilgi patlamasının ne anlama geldiğini, devletin, hükümetin
hangi özgül koşullar nedeniyle futbolu politik bir mecra olarak bizzat (her
daim) yokladığını, desteklediğini bağlam alarak Vanspor yengisi üzerinden
üretilen medya metinleri çözümlenmeye, anlamlandırılmaya çalışılmıştır.
Esasen hem “kitlelerin siyasal mekanizmalardan ve devlet aygıtından
dışlanması”, öte yandan “ulusal birlik, bütünlük, ulus-devlete aidiyet”
(Özkazanç, 1998:30, 39) konusunda yolaçılan sorunların çözümlenmesinde,
spora/futbola siyaset bulaştırma/bulaştırmama (Gökalp, 2005) söylemini
gülünçleştiren bir biçimde, devletin “milli birliğin sembolü olarak” ( Yarar,
1999: 59) gördüğü futbola bu çerçevede ne tür anlam ve işlevler yüklediğinin,
devletle organik bağlara eğilimli medyanın (ötekileştirme’lerinin sorunları
pahasına) futbolu milli birliği sağlayıcı, sağaltıcı bir politik, ideolojik araç
olarak söylenceleştiriminin somut bir örneği konuşulmaya ve düşünülmeye
sunulmuştur.
YÖNTEM
Bu araştırmada konu edilen çözümleme materyali İnterstar, Show TV,
Cumhuriyet, Sabah, Hürriyet ve Milliyet’te Vanspor’un 1. Lig’in üç
büyüklerinden F.Bahçeyi 1-0 yenmesini konu alan haberler ve yorumlardır.
Bu metinlerin temsil ettiği söylemin varolan egemen söylemlerin bir ürünü
olduğu ve haber metni içerisinde yeniden kurulduğu, genişletildiği,
güçlendirildiği, dolaşıma sokulduğu düşünülürse, içinde konumlanılan bu
söylemlerin kaynağı olan güç/iktidar sahibi mevki/mevzilerin rengi veren
toplumsal, siyasal özellikleri konjonktürel düzeyde örüntülenmeye
çalışılmıştır. Popüler kültürel bir pratik olarak futbola duyulan ilginin ilgili
dönemde daha da yoğunlaşmasının özellikleri çok kısa anlatılmıştır.
Ekonomik, siyasal konjonktürün makro gündemi terörün yarattığı sert
söylemler, bunların futbol metinlerine yansıması, televizyonlarda yapılan
futbol tartışmalarında öne çıkan toplumsal, siyasal anlamların, kimliklerin
neler olduğu, hangi düzlemlere bağlandığı kısa örneklerle sunulmuştur.
Hükümetin Doğu ve Güneydoğu’ya (askeri yaptırımlar ve) ekonomik
yatırımların ötesinde yaklaşma çabaları ve bu stratejilerin en başında futbola
duyulan ilgiye duyduğu ilgi üzerinde yine somut örneklerle durulmuştur. Ve
tüm bu bağlamsal durumların üzerine Vanspor yengisine ilişkin haberleriyle
medyanın olayı (egemen söylemlerin kendisini daha güçlü, daha yaygın
252
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
yeniden kurma çabasının temsili olarak) nasıl çerçevelediği, kavranmaya ve
çözümlenmeye çalışılmıştır. Araştırma materyali, gazetelerin 1-30 Eylül 1994
tarihleri arasındaki haberlerinin incelenmesine ve televizyonların ilgili
dönemdeki izlenme kayıtlarına dayandırıldı.
ANALİZ VE TARTIŞMA
Futbola ilginin konjonktürel boyutu
Türkiye’de futbolun 1980’lerle birlikte daha çok konuşulur olması,
herkesin hayatına girmesi, gündelik yaşantısının ayrıcalıklı, saygın, alkışlanası
bir parçası haline gelmesi, toplumun hayatından çıkıp giden bir başka şeye
çok tekabül eder: Siyaset. Kitlelerin talepleri için, tüm toplum için örgütlü
siyaset yapması dünyadaki çizgi ile de örtüştürülerek, zorlanarak
anlamsızlaştırılmıştır. Bu koşullar içerisinde, kendine dönüklüğe (güya) yol
veren yeni heyecanlı arayışlar içerisinde “futbol hem toplumsal, hem de
bireysel planda bünyemize yayılmış ve derinlemesine nüfuz etmiştir.
1990’ların hemen başlarında akademisyeni, aydını dahil, toplumun neredeyse
tamamı tarafından içselleştirilmesi, en muteber bir tutkuya dönüşerek herkesin
kimliğinin bir parçası haline geliş süreci, bir başka deyişle daimi biçimde
tahtına oturması, öncelikle çok boyutlu bir 12 Eylül sendromunun sonucudur”
(Kıvanç, 1993:19). Genellikle örgütlenme, kendisi için toplu halde hak arama,
taleplerde bulunma geleneği bulunmayan toplumun bu alanlarda mesafe
katetmesi, çatıştırılan karşıt siyasi düşüncelerin ifade ediliş tarzıyla ve
ardından en kesin biçimde 12 Eylül’le birlikte sonuçsuz bırakılmıştır.
Dayanışma, toplu edimde bulunma eğilimleri, iktidar örüntülerine karşı siyasi
kalkışmalar, şu ya da bu düzeyde var olan, olabilecek toplu muhalefet kültürü
v.b. itirazlar öylece kavram ve kurumlarıyla birlikte (dünyanın gidişi de
saygın bir referans gösterilerek) anlamsızlaştırılmış ve ondan da önce tümden
unutulana dek korkutucu sonuçları daima hatırlatılan geçmiş, kötücül bir
ergenlik fırtınası olarak, yeri işaretlenmeden, gömülmüştür. Hobsbawm’ın
bugün için gözlemlediği şey, insanların artık siyaseti kendi yaşamlarıyla çok
bir ilgisi olmayan bir olgu olarak algılama eğilimleri (Hobsbawm, 2007: 131)
o dönemde, ‘bir an’a sığdırılacak biçimde tüm topluma ivedilikle
buyurulmuştur. Serbest piyasa ekonomisi ve tüketim toplumu dinamikleri tüm
dünyada olduğu gibi, Türkiye için de yeni ufuklar vaadeden bireysel ve
toplumsal özgürlüklerin teminatı (Mert, 2001:14) olarak toplumu doğal
mecraında uçuracak tek gerçek olarak sunulmuştur. Siyaset de mevcut
Gülcan Seçkin
253
olacaksa ( bir zaman sonra spin doctoring, vb. uzmanlıklar eşliğinde) ancak
buna hizmet edecektir.
12 Eylül sonrası “bu yeni iklimde insanın hayatta kalabilmesinin,
sorunsuz yaşabilmesinin en güvenli yolu ölüymüş gibi, hiç kimse değilmiş
gibi davranmasıdır. O artık yapan bir özne değil, yapılmışlığından ibaret bir
nesnedir. Nitekim bu suretle yürürlüğe konulan tarihsizleştirme projesi iç, dış
faktörlerin genel dünya konjontürü içerisinde, yanyana gelişi ile birlikte çeşitli
zamanlar içerisinde oluşmuştur. Öncelikle bütün vatandaşlık hakları askıya
alınmış, sonrasında anayasal düzeyde büyük ölçüde ortadan kaldırılmakla
terörize edilen insanlar, temelde çoğu kendi öznelliğine dayanmayan, içine
çekildiği, yöneltildiği cinsiyet, din, etnik köken, aşiret, cemaat, kimi zaman
tuttuğu takım, tükettiği ya da imrendiği marka v.b. şeklindeki kabuklarına
çekilmiştir” (Cangızbay,1996:55-56). Hal böyleyken, öte yandan “80’lerde iki
strateji, iki iktidar olma biçimi ya da iki farklı söylem: Devletin yasaklayıcı
söylemiyle daha modern, özgürleştirici vaadlerle dolu, daha sivil bir söylemin
adeta çakıştığı da gözlenmiştir. Kitlelerin taleplerini dile getirebilecekleri
kurumların yok edilmesi ile neredeyse ilk kez kitle kültürünün ortaya çıkması
da aynı dönemin farklı yüzeyleridir ve bu süreçte kitlelerin umut ve özlemleri
de en yoğun bir biçimde kültür endüstrisinin ilgi ve nüfuz alanına girmiştir.
Kültür daha önce görülmedik boyutlarda piyasaya tâbi olmuştur. Türkiye’de
neredeyse baskı döneminden çıkıldığı yanılsamasını doğuracak yaygınlıkta bir
söz, imge ve görüntü patlaması yaşanmıştır” (Gürbilek, 1992:8,16). İnsanların
dünyayı değiştirmek, mevcut iktidar örüntülerini eleştirmek uğraşlarının boyu
aşan bir girdap olduğu acı biçimde anlaşılmış, kendi için kaygılanma, kendi
için haz aramanın şahsi sorumluluğu merkezli arayışlara yol verilmiştir.
Mevcut ya da yeni, yenilenmiş, görece sorumluluksuz aidiyet ve haz biçimleri
tecrübe edilmiştir. Bu süreçte, belirtildiği gibi en zengin bir anlam,
anlamlandırma alanı olan popüler bir takım ve seyir oyunu futbolun (sosyal,
siyasi bakımdan görece) tehlikesiz, sorumluluksuz, sınırlı duygudaşlık,
ortaklaşma, dayanışma içerimli bir aidiyet, vb., anlamlarıyla yüklenme ve
konforlu izlenim olanakları herkesi kendisine daha da fazla çekmiştir.
1980’lerin bu karmaşık, yalnızlaştırıcı ve güvencesiz, aynı zamanda, seyre
çağırılan heyecanları, yeni açılımları bol bol tüketmeyi vaadeden ortamında
herkes basının/medyanın alkışladığı üzere kardeşlik içerisinde eğlenmeye,
konserlerde pop müzikle kendinden geçmeye, şifreli kanallara küfür edilse de
kahvehanelerde izlenen, naklenin ardından, banttan verilen futbola yönelmiş
(meclisde milletvekilleri taraftar adına şifreli yayına çözüm aramış), aydınlar
254
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
hiç olmadığı kadar futbolu, konuşmuş, yazmıştır. Siyaset ve medya figürleri
“konuşan Türkiye”den dem vurmuştur. Bastırdığı şeylerini, cinselliğini
konuşan, talk show programlarına açılıp şahsen kendinden sözeden, deli gibi
futbol konuşan Türkiye’dir artık izlenesi olan. Bu çerçeve içerisinde, 90’lı
yılların başında futbola olan (hemen bir on yılı aşkın süredir tırmanan) ilgi ,
tv’lerin de yardımıyla patlamış, ve yanı sıra sayısız “popüler kültür ve futbol”,
“futbol ve milliyetçilik”, “futbol ve kültürü” başlıklı genellikle ‘’YAŞASIN
FUTBOL!” diyen, daha çok sol gelenekten isimlerin kaleminden çıkan yazılar
birbirini izlemiştir. Günlük gazetelerin yanında, (geçen üç on yıl boyunca
denemeleri yapılmış) futbol yoğunluklu günlük spor gazeteleri, dergiler, özel
televizyon kanallarında gece yarılarına uzayan, sayısız futbol programı, özel
kanallardan, şifreli ya da banttan sayısız lig maçı yayınlanır olmuştur.
“Televizyonların maç yayınları furyası, merak uyandırıcı mevzu edişi ile de
seyircide alışkanlık ve bağımlılık yaratılmıştır”(Bora, 1993:11). Televizyonlar
maç yayın hakları için birbirleriyle, büyük kulüplerle, seyricilerle bitip
tükenmeyen gerilimlere izma atmış, hızla ticarileşmiş futbol endüstrisinin
büyük ortaklarından biri olmuştur. “Kitleyi elinde tutmak isteyen kitle iletişim
araçları futbolun kitlesel gücünün önemini, çok önemli bir gelir kaynağı
olduğunu kavramışlar ve bu yüzden bu “büyülü” oyuna ciddi oranda yatırım
yapmayı göze almışlardır” (Arık, 2004: 272, 293).
Futbol, gündelik yaşantıların neredeyse doğumdan ölüme kadar konuşulan
zengin, vaatkâr, çok zaman konumlanımları içinde kopup gelen söz’ün ipini
kopardığı sürekli bir kollektif adiyet alanı olarak yaşanır (olmuştur).
İnsanların ruh halini değiştiren, geren, gevşeten, haz veren, ortaklaştıran,
odaklanılan bu popüler pratiğin toplumsal öneminin, mertebesinin farkında
olan siyasetçiler, olanak buldukça siyaset yapmanın ve destek bulmanın
enstrümanı yapmaya çalışmışlardır. Seçim turlarına çıkan liderler gittikleri
illerin, il yapma sözü verdikleri yerlerin futbol takımlarının beklentileriyle
yakından ilgilenmeyi alışkanlık edinmişlerdir. 1990’ların başlarında da
siyasetçiler için ilkin verimkar bir siyasi rüşvet olmuştur. Bu dönemde
1980’lerin tüm tortularını taşıyarak ağırlaşa gelen ciddi toplumsal, ekonomik,
siyasi kriz ve demokratikleşme adımlarının atılamaması, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’da şiddetlenen terör gibi pek çok makro ve mikro bunalım zeminleri
ağır bir kıskaç yaratmıştır. Dahası dünyanın gündemine oturmuş olan kimlik
tartışmaları teröre bakış üzerinden dağılmış din, dil, kültür, etnik köken
farklılıklarını temsil eden kimlikler, kimliklenmeler, siyaset alanındaki katı
kimliklenmeler gerilimli tartışmalara konu olmuştur. Kimliklerin
Gülcan Seçkin
255
farklılıklarından sözederken cepheleşme, cemaatleşme, içe dönme ortamını
besleyen çizgiler belirginleşmiştir. Ulusal kimlik, etnik kimlik tartışmaları,
(yayılan teröre de işaretle) bölücülük, ayrımcılık yapıldığı yolunda eleştirileri
de beraberinde getirmiştir. “Birlik ve beraberliğe olan ihtiyaç” söylemi (12
Eylül sendromundan çok, artık “bölücü PKK terörü”ne işaretle) popüler
politik söylemden, futbol metinlerine kolayca taşınırak milliyetçi söylemin bir
parçası olarak yeniden üretilir, en şiddetli biçimlerine ulaşır, bölünmeci pratik
ve söylemlere/ötekilere (ve yakın duruşlar içinde sayılana) en sert bir biçimde
tepki gösterilir. Bu konjonktürde, “popüler futbol kültürünün (popüler kültürel
bir form olarak çokanlamlılığı ve üstbelirlenimi unutulmamalı) milliyetçi
söylemin (yeniden) üretildiği ve milli kimliğin söylemsel olarak yeniden
kurulduğu hegemonik-toplumsal pratiklerin bir alanını oluşturduğu”
(Erdoğan, 1993:32) en açık ve en endişe verici biçimde örneklenir. Yukardaki
dönemden bahisle ve devamla örnek verilirse, 1991-92 sezonundan
başlayarak tribün edebiyatında kendisini gösteren başlıca milliyetçi moment,
anti-PKK hissiyat olmuştur (Bora ve Erdoğan, 1993:239). Olağanüstü Hal
Bölgesi’nde süren terörün (asker ve sivil ölümlerinin) ve askeri uygulamalarla
bastırma politikalarının tribünlerdeki yansıması ”bölücülük” ya da
“ayrımcılığa” taraf olarak işaret edilenleri hedef alan milliyetçi söylemin
kabaran tezahürleri olurken, maçlarda taraftarların (yer yer oyuncuların)
mutlak katılması gereken bir tescilleyici girizgahı oluşturmuştur. Zaman
zaman bu söylem lig maçlarındaki sürtüşmelerde de belirmiş, hemen yüzeyde
bekleyen vurucu bir ayrıştırma aracına dönüşmüştür. Bunun örneklerine
geçmeden önce sıradan futbol taraftarının bu kültürel pratik içerisinde (hiç
tükenmeyen) hangi anlamları paylaşabileceğine, bulabileceğine, gündelik
yaşamda kimliğinin ayrılmaz bir parçası oluşuna işaret eden şu sözler, o
dönemden, not düşülesidir. Tuttuğu takımın yengi ve yenilgisini içinde duyan
taraftar için dışına itildiği siyasi ve ekonomik alanlardan, görece çok daha
fazla söz sahibi olduğu (ya da içine çekildiği) alan futboldur, takımıdır. 17
yaşında, kendisini “fanatik Beşiktaşlı“ diye tanımlayan bir genç Kanal D'nin
(6.9.1994) bir sabah programında futbolu tartışırken, kendisine yöneltilen
mikrofona şunları söylüyor:
“Biz ezgin insanlarız, sosyal hayatımız ölü, hareketsiz, kültür, gelir seviyesi
düşük, evinde ekmeği yok, işini bırakıyor, oraya geliyor, seviyor. Kendinden
fedakarlık yapıp gidiyor ve futbolcu yenilince üzülüyor. Futbolcu kazanınca,
dünyanın parasını kazanıyor. Biz fedakarlık yapıp gidiyoruz. Taraftar olarak
bizi tribünde de, dışarda da desteklesinler. Arkadaşımın ağabeyi, Beşiktaş için
kendisini jiletledi. Polis değil devlet gelse, yapamaz, tribünde bir taraftarın
256
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
tırnağını bile kesemez." Bir diger taraftar ise: " İnsanları hümanist yapan
müzik, dans okulları Batıda sokak aralarında bile varken bizde bunların
hiçbirisi yok. Geriye kalıyor futbol seyirciliği..”.
“Türkiye’de popüler futbol kültürü, özellikle 1980’li yıllarla birlikte,
popüler bilinçteki anlam, tema, kod, mit ve söylemlerin etrafında örgütlendiği
anlamlandırma sisteminin yoğunlaştığı bir temel “metin” haline gelmiştir.
Toplumsal anlamlarla eklemlenmesi ve toplumsal ve siyasal kimliklerin
söylemsel yeniden kuruluşunda oynadığı rolle düşünülmeye değer bir
konumdadır”(Erdoğan, 1993:26). Toplumsal ve siyasal kimliklerin yeni
vurgulayıcı, zenginleştirici motifleri yaratıcı biçimde içine örüntüleyerek,
yenilenimlerle (yeniden) kurulmasında uygun bir mecra ve etkili bir zemindir.
En sıklıkla da milliyetçi söylemlerin içlemlendiği, çatışan politik söylemlerin
karşılaşma alanlarından biri olmanın yanında futbol kimliğine en uzak
mesafede görünenleri dahi içine çeken cezbedici olanakları ile çok geniş
toplumsal anlamlandırmaların ve yarar arayışlarının taşındığı bir düzlem
olarak işlemeye devam eder. 7 Eylül 1995 akşamı oynanan A Milli Takımı Macaristan maçı öncesi Sabah’ın manşetinde "60 milyonu aşkın Türk olarak
bu gece 21:00'da Budapeşte'nin Nep stadının çimlerine çıkacak olan
millilerimiz için dua edelim ve onlardan bir galibiyet bekleyelim”, yazar.
TRT1’de İzlanda Milli Takımı ve A Millilerin karşılaşması naklen verilirken
de belediye bandosu Dağ başını duman almış marşını çalar. Stadyuma banttan
İstiklal Marşı yayılır. Tribünlerde:"Avrupa Avrupa duy sesimizi/ İşte bu
Türklerin ayak sesleri/ Türklere kimse karşı duramaz/ İzlanda İzlanda kolla
kendini", şeklindeki meydan okuma duyulur. Başbakan Çiller, 5-0'lık
galibiyetin akabinde, “Türk milletinin gurur kaynağı olan ve göğsünü
kabartan milli takım”ı ve “taraftarlarını” kutlar. Sokaklarda coşku içinde
İstiklal Marşı okunur, kurt işaretleri, “ne mutlu Türküm diyene” haykırışları,
bayraklarla süslenmiş arabalar, akar. Tüm kanallar maç esnasında yaralanan
Trabzonsporlu Büyük Orhan'ı hastaneden (tıpkı bir savaş gazisi gibi) verir.
Çenesi yarılan Hakan kameralara "burada insanlar canının veriyorlar Türkiye
için, burası milli takım, çenem yarılmış ne olacak "der. Tüm bu sözler, gol
anları, hastanede yatan Orhan, fonda Türk bayrağı ve hemen TGRT'de
Mustafa Yıldızdoğan'ın bağlama eşliğinde (sözleri Dilaver Cebeci’ye ait)
“Türkiyem” türküsü tüm bu medyatik kurgulamaya ekleniyor ve duyguları
tırmandırmak üzere sesleniyor.
İzlanda zaferi sonrası milli takımı ve teknik direktör Fatih Terim'i
eleştirdiği iddia edilen ve herkesten tepki alan Fenerbahçe divan kurulu üyesi
Gülcan Seçkin
257
Turgut Sevenler, Kanal 6’daki Stadyum programında: "En milliyetçiniz
hangisi ise ondan daha milliyetçiyim beyler, canımı cigerimi veririm Türkiye
için", diyor (15.10.1994). Öte yandan eski Fenerbahçe yöneticilerinden Ömer
Çavuşoğlu'nun UEFA Kupası’nda Galatasaray'ın rakipleri İspanyol ve İngiliz
takımlarını desteklemesi belki de ilk kez milliyetçi söylemi kıran, uygunsuz
bir tavır olarak değerlendiriliyor. Bir programda spor yazarı Engin Verel
tepkisini şöyle dile getiriyor "Kişiler camialararası ilişkileri bozmamalı.
Van'da bile İstiklal Marşı okunuyor. Türkiye kara günler yaşıyor. Galata,
Fener camiasını birbirine düşürmemek gerek, ayrımcılık ve vahşeti davet
ederse kötü olur..” Bir diğer kanal, İnterstar’da Açık Tribün programında
Ersan Çelik aynı konuya değiniyor:
Şov ve kendi çıkarları için kin ve nefret tohumları atan Fener yöneticilerinin
Türk'ü düşman gibi gören İngiliz'i desteklemesini yakıştıramıyorum. Biz
Türküz, birlik ve beraberlik içinde olmalıyız. Dışarıya karşı birleşmeliyiz.
Galata ile Neşetel'de birlik olundu ve kazanıldı... Elbette Galatalı Feneri ya da
Fenerli Galatayı desteklemek zorunda değil ama burada İngiliz'i, İspanyol'u
desteklemek olmaz... (İnterstar, 28.9.1994).
Futbol karşılaşmalarında yoğunlaşan milliyetçi tezahüratlar, tv
programlarında sertleşen futbol tartışmaları, bazı spor gazetelerinin yaptığı
kışkırtıcı yayınlar rahatsızlık yaratır. Ana medyada, bazı yazarlarca bu
olayların esasen futbolun kendisinden kaynaklanmadığı yorumları yapılırken,
futbolun yan sanayi dalları olan bir şov/gösteri niteliğiyle yaratıcı, estetik
arındırıcı olduğu kadar ülkenin mevcut koşullarında insanları birleştirici
etkilerinin daha önemli hale geldiği hatırlatılır. Futbol ve futbolun üç
büyüklerinin büyük şehirlerde artan mezhep, etnik köken, hemşehrilik ve
aşiret bağlarına dayalı kümeleşmeler içinde yaşayan, ilişkileri sınırlı,
birbirlerine çeşitli mesafelerdeki insanları “birleştirici”, “bütünleştirici”
etkilerinin önemi üzerinde durulur. “Yetersiz olan ortak amaçlarda birlikte
hareket etme pratiğinin” futbolun buluşturduğu anlarda canlandığı vurgulanır
(Sirmen, Milliyet, 4.9.1994). Türkiye’nin çeşitli düzeylerde gerilimler
yaşadığı süreçte bu sevilen popüler kültürel pratiğin imkanlarından
yararlanmak bir politik strateji olarak görülür.
Birlik, bütünlük, beraberlik, bir potada erime olanaklı futbolun bu üst
belirler niteliğinin geniş olanaklarına vurgu yapılırken aynı günlerde büyük
takımları çatışmamaya, birlik ve beraberliğe önem vermeye çağıran spor
yazarlarından bir başkasının, özel bir tv kanalında “Van da bile milli marş
okunuyor!” örneğini vermesine vesile olan maç oynanmıştır. Olağanüstü Hal
258
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
Bölgesi’nde terörün odağı olmuş illerden biri durumundaki Van’ın 1. Lig’de
oynayan/oynatılan (valiliğin finans ve idari desteğinde ilerleyen) futbol
takımının üç büyüklerden birini yenmesi (17 Eylül 1994) büyük yankı
uyandırmıştır. Medyanın bir bölümünde mevcut gerilimli koşullara ilişkin
bakış açıları, kaygılar ve yargıların deşifre edildiği, ötekileştirmeye dayalı
kimlik politikalarının dilinin yeniden üretildiği, temsil edildiği (“Öteki”nin,
ülke-si ile barışması, “oynayarak” mutlu biçimde hizaya gelmesi adına) daha
çok politik bir olaya dönüştürülmüştür. Bu yengi Türkiye’nin ilgili dönemine,
gerilimli, çelişkili makro koşullarına ilişkin toplumsal, siyasal, ideolojik
anlamlandırımların taşındığı, (yeniden) üretildiği, sergilendiği bir metin
olarak örüntülenmiştir. Yerleşik bakış açılarını, kendini ve ötekini
konumlandırmaları, niyetleri, hissiyatları söze döküş patlaması yaşanmıştır.
Bu olaylaştırmayı ve çarpıcı haber(leştirme)leri çözümlemeye geçmeden önce
dönemin ağır ekonomik, siyasi koşulları içerisinde hükümetin Doğu ve
Güneydoğu’ya yaklaşımlarını yeni çabalarla ortaya koyma girişimlerine ait
hemen bir kaç örnek verilecektir.
“Olağanüstü Hal Bölgesi”ne yönelik ekonomik ve sosyal stratejiler
20 Ekim 1991 genel seçimlerinin ardından (ANAP başarısız olmuştur) 20
Kasım 1991’de iktidara gelen DYP-SHP koalisyonu hükümet programında
demokratikleşmeye, sivilleşmeye öncelik verileceği sözü verilmiştir:
demokratik değerlere göre yeni bir anayasa oluşturma anlayışı ile 12 Eylül
rejiminin yasaları gözden geçirilip, değiştirilecek, işkence önlenecek, yargı
güvencesi, olaganüstü hal mevzuatı ve uygulaması düzeltilecek, üniversite
özerkliği, sendikal haklar konusu ele alınacaktır. Ancak programın
gerçekleştirilmesi çok sınırlı atılan adımlardan ibaret kalmıştır (Tanör,
2002:89). Diğer yandan terörü bitirme sözü veren hükümet Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da PKK ile mücadelede askeri karşılık vermenin yanı
sıra bu bölgelere yönelik çeşitli yatırımlar yapma, terörü besleyebilecek
koşulları ortadan kaldırma stratejilerinin arayışına da girmiştir (o esnada
“bölücülük”, “ayrımcılık” eleştirileri sertleşmekte, futbol tartışmalarında test
edici bir söylem olarak her an belirmekte ve kimlik tartışmaları sıkıntılı bir
zeminde sürmektedir). Başbakanlık Toplu Konut İdaresi 1992’de PKK
baskını yaşayan Şırnak’ta, ayrıca Diyarbakır ve Hakkari’de evler yapmak
üzere ihale açar, “üç inek peşinle ev” sloganıyla satışı başlatılır. Turizm
Bakanı akan kanın durması ve barış ortamının sağlanması için turizme de
görev düştüğünü belirterek, Güneydoğu’da yaşayan vatandaşlara Güney
Gülcan Seçkin
259
sahillerinde devlet kampları ve özel turistik tesislerde tatil yaptırma planını
“Türkiye’yi, kaynaştıracak” bir proje olarak sunar (Hürriyet, 1.9.1994).
Kültür Bakanı Güneydoğu ve Doğu bölgelerini kapsayan bir sanat şöleni
düzenleneceğini açıklar. Sanat barış güvercini olacak, sanatın
kaynaştırıcılığını bölgeye taşıyarak toplumda bir yumuşama yaratılmakla
sorunların uzlaşmayla çözülebileceği gösterilecektir. Kültür zenginliği ve
çeşitliliği, etnik, mezhepsel zenginlikler, ulusal birlik ve bütünlüğü
kaynaştıracak bir harç olarak yerleştirilecektir (Cumhuriyet, 3.9.1994). Aynı
günlerde TRT1 “Kokteyl” programını Doğu’da terörün yoğunlaştığı illerden
birinde Van’da yapar: “Sevgi, dostluk mesajı vermek, Doğu’ya çekilen
köprünün bir ayağını oluşturmak” amaçlanmıştır (Cumhuriyet, 1.9.1994).
Kamu televizyonu TRT’nin yayınlarında özenle çeşitliliklerin zenginlik olarak
kabul edildiği bir Türkiye vurgulanır. 1995 yayın dönemi için TRT tüm
kanallarında uygulanacak yayın politikasını temsil eden ‘Genel Yayın Planı’
taslağında Güneydoğu ve Doğu bölgelerine yönelik yayınlar üzerinde ayrıntılı
biçimde ve titizlikle durulur. Bölgeye yönelik porgramlarda insanlar arasında
ırk, dil, din, mezhep ayrımcılığı yapılmadığı işlenecektir. Devletin milli
dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, demokatik, laik
ve sosyal hukuk devleti imajı vurgulanacaktır (Cumhuriyet, 19. 9. 1994). Aynı
günlerde RTÜK başkanı da sayılarında patlama yaşanan radyoları, televizyon
kanallarını ülke bütünlüğü ilkesine uymaları konusunda uyarır.
Tüm bu gerilimli koşulların içerisinde gündelik yaşamın rahatlama,
eğlenme, (siyaseten) siyasetten uzak yeni hazlar vaadeden piyasalara açılımı
yaşantılanırken özel televizyon kanalları bu gereksinimi konu edinme,
belirleme rekabetindedir. Arabesk-fantazi müzik sanatçılarının programları,
eğlence programları, talk şovlar, reality şovlar, yarışmalar yayınlanır. Özel
televizyonlarda arabeskten çok pop müzik patlaması, yanı sıra bir başka
büyük keyif daha futbol yayınları, futbol programları patlaması yaşanır. TV
kanallarında saatler süren futbol programları, futbol haberleri gece yarılarına
uzar. Futbolla yatıp futbolla kalkılan bir dönem olarak da eleştirilir (Özdemir,
Cumhuriyet, 8.9.1994). Bu döneme ilişkin olarak Hürriyet köşe yazarı Rauf
Tamer Türkiye’nin yarısının Türk popuyla oynadığını, liderlerin gezilerinde,
mitinglerde, konserlerde, televizyon şovlarında ülkenin insanının herşeye
rağmen fıkır fıkır olduğunu memnuniyetle yazar. Burak Kut konseri için
Hürriyet büyük fotoğraflarla “Gençler barıştı” manşetini atar:
260
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
Yıllarca değişik kamplara itilerek kavga etmeye zorlanan gençlerimiz
artık, türbanlısıyla mini eteklisiyle aynı şeylere seviniyor, aynı
şeylere üzülüyor. Genç şarkıcıların konserleri binlerce kişiyi çekiyor,
Kulüplerimizdeki genç futbolcular da başarılı maçlarında binlerce
gencin alkışlarıyla coşuyor, gençler parti kongrelerinde konser varmış
gibi eğlenerek izliyor (Hürriyet, 8.9.1994).
Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni E.Özkök 1980’li yıllarda siyasi yasaklara
karşı S. Demirel’in “Konuşan Türkiye” sloganına gönderme ile tv’lerde gece
yarısı muhabbetlerini ve telefonla katılımları göstererek “Türkiye asıl şimdi
konuşmaya başlıyor” yorumunu yapar (Özkök, Hürriyet, 11.9.1994). Ancak
bu (oldukça ironili) konuşma koşullarına katılma konusunda ülkenin Doğu ve
Güneydoğu’sunda kalıcı bir istikrar, sükunet düzeyi henüz kurulamamıştır.
Terör ve OHAL devam etmektedir. Erken seçim beklentilerinin konuşulduğu
da bir atmosferde, Başbakan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi için “Acil
yardım genelgesi” yayımlar. Öncelikle 20 il için ödenek ayrılması
kararlaştrılmıştır: “Karayolları, sağlık, eğitim, köy hizmetleri, Tarım, Gençlik
ve Spor, Gap için köy toplulaştırmaları için, atıl tesislerin kazanılması,
besicilik, dokuma için de ödenek planlaması”nı içerir (Hürriyet, 20.9.1994).
Ancak derinleşmekte olan 5 Nisan ekonomik krizi askeri harcamlara ve
Güneydoğu’ya yapılması planlanan yatırımlar için ödenek bulma zorluğu
çıkaracaktır. Bu stratejilerin ana hedefi bölgenin daha çok ekonomik, sosyal
sorunlarından beslendiği düşünülen terörü desteksiz bırakma, ilgi odağı
olmaktan çıkarmak ve ayrıca seçmen desteği sağlamaktadır. Başbakan bu
planlamaların yanı sıra gezilerinde il vaatlerinde bulunurken ayrıca futbol
takımlarını da 1.Lig’e çıkarma yolunda destekleme sözleri de vermektedir. Bu
boşuna değildir. Esasen yatırım planları yanında devlet bir süredir hemen en
pratik bir stratejiyi uygulamaya koymuş kitleleri cezbeden, ateşini düşüren,
boşalım sağlayan, aidiyet, dayanışma, birliktelik duygusu yaşatan ve ülkenin
her yerinde çok sevilen futbolun herkesi kuşatabilen, zevkinde birleşilen
çekiciliğinden istifade edebilmek için harekete geçilmiştir. Başbakan’ın futbol
takımlarını destekleme sözü Doğu ve Güneydoğu illerinde bir strateji olarak
hayata geçirilmiş, belli süre uygulanmıştır. Amaç öncelikle terörün ve
karşılığında olağanüstü hal uygulamalarının bölge insanının yaşantısı
üzerindeki sert kuşatmasını dağıtmak, gündelik hayatına futbolun kapıp
götüren seyir zevkini, toplumsal hissiyatların ifadelerine mevki/mevzi sunan
çekiciliğini katarak canlılık kazandırmak, terör örgütünün söylem ve
pratiklerinden uzaklaştırmaktır. Ekonomik ve sosyal hayatın canlanmasına
görece katkılar sağlayabilecektir. Popüler kültürel bir pratik olarak futbol
Gülcan Seçkin
261
gençleri terör olaylarından uzak tutabilecek, sertleşen ötekileştirme
söylemlerini kırabilecek, devletin hegemonya mücadelesinde farklı, nisbeten
yumuşak bir kanal aralayabilecektir. Bütün bu konjonktürel zorunlulukların
ivedileştirmesiyle de “devlet baba Doğu takımlarını finanse ederek halkın bu
takımlar etrafında birleşmesini sağlamaya çalışmıştır. Bu takımlardan biri de
Vanspor’dur”(www.medyavan.com/haber). Devlet, “Doğu takımlarını finanse
ederek bölge halkının spora yönelmesini ve meşin yuvarlak etrafında
bütünleşmesini istemiştir. Bu anlamda Doğu’nun sembol takımı Vanspor’du.
Devlet, OHAL bölgesindeki tüm takımları desteklemiştir, ancak Vanspor’a
verilen destek daha fazla olmuştur”(Kola, 2003, 2002). Bu bölgelerde valiler,
garnizon komutanları, belediye başkanları, emniyet genel müdürleri
tarafından futbol takımlarına kaynak, teknik, organizasyon, yönetim
anlamında düzenli destek sağlanmış, bizzat takım yöneticisi, başkanı vb.
olarak da görev yapmış, bu sürecin hedeflendiği gibi yürütülmesini
sağlamışlardır. Milletvekilliği ve belediye başkanlığı beklentisi olanlar için oy
sağlayıcı bir uğraşa da dönüşmüştür. Bu politikanın en başarılı, en çok ses
getiren, Doğu, Güneydoğu takımları arasında medyanın günler süren ilgisine
en fazla mazhar olan örneği ‘Vanspor mucizesi’dir.
Teröre karşı devlet destekli futbol: Vanspor’un F.B. yengisine bakış
Kitlelere futbol tutkusu üzerinden, içinden seslenmeyi arzu eden siyaset
bu çok olanaklı popüler pratiğe yer yer hep ihtiyaç duymuştur. Devlet bir
strateji olarak, 90’ların başlarından itibaren Doğu ve Güneydoğu’da da çok
sevilen, ilgi gören futbolun, seyircinin (bölge halkının/ ötekileştirilenin/
ayrılıkçılığa meyil ortamındaki Kürtlerin) arzu edilen yüksek kollektif
aidiyete (Devlet, ulusal bütünlük, milli birliğe) eklemlenmesinin mecraı, aracı
olarak işlev görmesine çok özel bir önem verilmiştir. Milli kimlik her anlamda
yara almış, “belirli ortak anlam, kod, simge ritüel, mit vb. temelinde kurulan
bir (eşitlik)biz ve (farklılık) ötekiler ilişkisinin ürünü” (Erdoğan, 1993:28)
iken içinden sarsılmış, ya da ortaya çıkan ayrışmalar kolayca aşılabilecek gibi
görünmemiştir. Milli kimliğin kurucu unsurlarını gözden geçirme ve
inceltmeler, üst ulusal kimlik/Türklük’ün keskin kuşatmasını öne çıkarmadan
hemen bir milli kimlikten değil, milli birlikten sözedilmesi kendisini devlet
destekli futbolun hassas başarısını takdirde, yer yer belirgin, göstermiştir.
“Genelde popüler spor kültürü ve özelde de popüler futbol kültürü, milli
kimliklerin (yeniden) kuruluşuna çeşitli biçimlerde katkıda bulunur.
“Varolabilecek ‘küçük’ iç bölünmeleri aşarak ve yerinden ederek, milletin
262
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
‘biz’ olarak kurulmasını sağlayan bir alandır” (akt. Erdoğan, Clarke ve
Clarke, 1982: 65-6). Bu kültürel pratik zemininde “biz”in söylemsel
kurulması ve yeniden üretilmesi her zaman kolay ya da çelişkisiz ya da her
zaman aynı yordamlarla varılan sıkıntısız bir süreç değildir. Toplumsal
anlamların yeniden üretilmesinde, çeşitli gerilimlerin form arayışında, boyun
eğme/karşı koyma mücadelesinde cezbedici bir zemin olarak işlev görürken
bizzat belirli popüler politikaların uygun bir stratejik mecraına da
dönüştürülür.
Bu mecranın/futbolun Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da PKK’nın
“devlete”, “milli birliğe”, “toplumsal yaşama” yönelik ağırlaşan tehditlerine
karşılık bölge insanlarının yaşantısındaki daralmaları, artan gerilimleri kıracak
bir dünya sunması umulmuş, özellikle gençlerin ülkenin batısındakiler gibi
futbol taraftarlığında, izleyiciliğinde kollektif bir aidiyet aramaları arzu
edilmiştir. Futbol eğlencenin, hazzın olduğu kadar barışçıl mücadelenin de tek
zemini olacak, siyasi, toplumsal kutuplaşmaların yumuşadığı, yer yer aşıldığı,
milli birlik ve bütünlüğün yeniden kurulduğu bir ortaklaşma alanı olacaktır.
Bu ve buna benzer beklentilerle Doğu ve Güneydoğu’da OHAL illerinde
futbol takımları devletin ilgi odağı olmuştur. Askeri ve siyasi stratejinin
gereği olarak takımları liglerde yükselterek, küme düşmesini engelleyerek,
yöneticilik ve finansörlüğünü üstlenerek çalışılmıştır. Pek çok ilde görece
başarılı olunup, verilen destekler ölçüsünde ve süresinde takımlar
bölgelerinde nisbeten görünür olmuştur. Futbol gibi “kollektif sporlar,
özellikle de kitlesel seyirci desteğiyle ulusal kimliğin ön plana çıkmasını
sağlayabilmekte, hatta siyasal gösterilere müsait zemin hazırlayabilmektedir”.
Buna göre, Rağıp Duran ilgili dönemlerde de “stadyumlarda, spor
salonlarında biraraya gelen kitlenin polis ve askerlere karşı kendilerini daha
güçlü, daha birlikte hissettiğini“ söyler (Duran, 1993: 259). Ancak devlet
yönetim ve desteğindeki futbol takımı ve seyirciliğinde bunun çok açık
tezahürleri ne denli yoğun olabilmiştir, burada bilinmemektedir.
İlgili dönemde terörle birlikte Doğu, Ğüneydoğu denildiğinde "terör",
"PKK", "bölücülük" “ PKK destekçisi Kürtler”, bu sözcükler kulanıldığında
da Doğu, Güneydoğu ile ana anlam, ana yan anlam düzeyinde
eşanlamlandırılmıştır. İnsanların terörle ve buna karşılık veren devleti,
hükümeti temsil eden askerle, silahla, olağanüstü hal yönetiminin beraberinde
taşıdığı sert ya da temkinli bakış açısı ve uygulamaları ile içiçe olduğu
tehlikeli, ulusal bütünlüğe yönelik tehditlerin yer yer kaynağı ya da üssü
durumuna gelmiş, geniş bir coğrafya olarak konumlanmıştır. Bu bölgelerde en
Gülcan Seçkin
263
üst düzey mülki idare amirleri devletin desteği ve sağladığı olanaklarla futbol
takımlarının alt yapısını desteklemiş, yöneticiliğini, finansörlüğünü üstlenmiş,
reklamını yapmış, illerin ileri gelenlerinden, işadamlarından yardım toplamış,
futbol üzerinden (kendilerine ilerde oy da getirebilecek) bir halkla ilişkiler
faaliyeti sürdürmüşlerdir. Bu takımlar arasında en büyük başarıyı (en son
3.Lig’deki son maçına kadar) “Doğu’nun Fenerbahçesi” olarak adlandırılan
Vanspor yakalamıştır. Devlet desteği ile 1994’de 1.Lig’e yükseltilen Vanspor
15 bin kişilik, gece maçlarına, naklen yayın imkanlarına sahip modern bir
stadyuma kavuşturulmuştur. 1993’de Van valisi olan Mahmut Yılbaş,
Vanspor kulüp ve şirketinin (o dönem Malatyaspor’un ardından şirket kuran
ikinci kulüptür) yönetimini de eline almış, şirkete ait bir tekstil fabrikası
açmıştır. Ayrıca İran’la yapılan ticaretin yüzde 1’lik geliri kulübe düzenli
gelir olarak aktarılmıştır (Kola, 2003). Uzun zamandır atıl haldeki KİT’ler
Van Et, Van Yün İplik, Van Süt ve Van Bes’in yeniden üretime
geçirilmesinden sonra Van Et’in yüzde 51’i özel idare tarafından satın
alınmış, Valilik tarafından işletilen Van Et, bir yandan da takımın
sponsorluğunu üstlenmiştir (Milliyet, 21.9.194). Sezona girerken bir Anadolu
takımı için oldukça yüklü bir meblağ olan 80 milyarlık transfer harcaması
yapan takıma destek, çok önemli ölçüde devletten gelmektedir. Takım
transferlerle güçlendirilmektedir. Bu arada “Van Şehir Stadyumu”na adı 28
Ocak 1994 tarihinde ilgili devlet bakanlığının kararı ile valinin adı verilmiş,
“Mahmut Yılbaş Stadyumu” olarak değiştirilmiştir. 1993-94 sezonunda 2.
Lig"de şampiyon olan Vanspor, 1. Lig’deki ilk sezonunda oldukça başarılı
maçlar çıkartır. Önceki dönemlerde asker ve polislerden ibaret olan seyirciden
hariç, takıma destek vermek, futbol izlemek üzere seyirci, taraftar kitlesi
stadyuma akın eder. Üç sezon 1. Lig"de başarıyla mücadele eden Vanspor o
dönemler pahalı transferler yapan ve 350 kişiye iş imkanı sağlayan bir kulüp
durumuna getirilmiştir. Kentin reklamı Vanspor’la yapılır olmuştur. Lig’lerde
kaldığı sürece, gazetelerin spor sayfalarında takımın küçük haberleri yer
almıştır. Devlet desteğinde güçlenen, diğer takımlardan transferlerle adımları
hızlandırılan Vanspor 1.Lig’de kendinde bekleneni yapmış, üç büyüklerin en
gözdesi Fenerbahçe’yi yenerek bir bakıma devlete bunun karşılığını vermiş,
Van’da/Doğu’da arzulanan zevkli atmosferden sözedebilme olanağı bir
düzeyde, bir süre sağlanmıştır.
17 Eylül 1994’de Vanspor kendi sahasında konuk rakip takım
Fenerbahçe’yi 1-0 yenmiş ve şehir merkezi (terörün olmadığı kısım) medya
kuruluşlarının akınına uğramış, spor sayfalarının, spor programlarının dışında
264
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
özel yazı ve yorumlara, programlara, ana haber bültenlerine bütün hafta konu
edilmiş, bu zaferin üzerine adeta takım ve kent üzerine bir söylence (efsâne)
yazılmıştır. Devletin futbol yatırımlarını dönemsel de olsa stratejik olarak
desteklemesinin abartılı yansımalarını izlemek olanağı verdiği gibi, esasen
ülkenin batısında yerleşik, zengin, devletçi İstanbul medyasının bu yengiyi
metne dönüştürürken hangi politik, popüler, ideolojik vb..anlamları taşıyarak,
eklemleyerek, yeniden üreterek nerelere vardığını görmek son derece çarpıcı
sonuçlar vermektedir. Tüm kanalların yoğun ilgi gösterdiği olayı atlayan, tek
kanal henüz birinci yılını kutlamaya hazırlanan atv olmuştur. Show TV
yengiyi “büyük olay” haline getirmiş, haber dizisi olarak sunmuştur. Show TV
muhabiri ve sunucusu Pınar Türenç “uzayan kol(umuz) bizden yana”
anlamına yaslanarak Vanspor’un başarısını şu sözlerle yorumlar: "Van, Doğu
takımı, Feneri 1-0 yendi. Doğu illerinde pek çok insan Van'a yığıldı. İkinci
kurtuluş bayramı gibi” (Pınar Türenç, Show TV, 17.9.1994). Ertesi gün de
aynı kanalda yine Pınar Türenç Van’ı, el birliği ile yaratılan Vanspor
efsanesini, çok zengin bir zihinsel dışa vurumla karışık ötekileştirdiğini,
bağrına basarak kurmaya devam eder:
Doğu'da futbol ve Vanspor'un başarısı konuşuluyor. Bölgede kalpler
Vanspor için atıyor. Doğu insanı birinci sınıf olmanın keyfini yaşadı. Doğu
terör ve PKK ile anılırken Vanspor bunu kırdı.Vanspor sadece futbol değil,
Doğu'nun kabuk değişimi ve Batı'ya meydan okuması. Doğu insanı Doğulu
olmak istemiyor artık. Vanspor Van 'ın sesini Türkiye'ye duyurdu. Vanlı
İstiklal Marşı’nı okudu. Doğunun gururu Van. Adeta Van'ın ikinci
kurtuluşu, Doğu'nun Batı'ya isyanıydı (Show TV, 18.9.94).
Kanal D’de "Mavi Gözlük" adlı proğramda Van ordu evinden "Vanlıyam
şanlıyam" türküleri eşliğinde yapılan kutlamalar verilir. Abartılı
içeriklendirmelere de bayılan özel televizyon kanalları takımın başarısı
üzerinden bir birlik, bütünlük, dirlik, devletle barışma, Doğulunun, ötekinin
(Kürtlerin) silkinip kendine gelme, terörü unutup hayatın hazlarına ülkenin
görece zengin batısına imrenme yolculuğu şeklinde çok geniş ve konjonktürel
açıdan yerine oturan bildik, egemen bir söylemi iştahla genişletirler.
Yazılı basın olaya spor sayfaları yerine ön sayfalardan yer verir: "VAN'’DA
BAYRAM", "VAN ESNAFINDAN F.BAHÇE UCUZLUĞU".”Vanspor'un Feneri
yenmesi kentte onbinleri bütünleştirerek, kardeşlik ve iç barışı gündeme
getirdi, terörü unutturdu “(Milliyet, 19,9,1994). "TERÖR YOK VANSPOR VAR"
(Milliyet, 21.9.1994). "TÜRKİYE' VAN'I KEŞFETİ", " 7'DEN 70'E VAN" (Milliyet,
22.9.1994). İlerleyen zamanda Milliyet'te “Ekonomi” köşesinde Meral Tamer,
Gülcan Seçkin
265
İstanbul'a kentin ürünleri ile gelen Vanspor'u kazanmış/kazanılmış bir barış
mecraı/mevzii olarak yazar:
Futbol çimento olmuş, spor faaliyeti olmanın ötesine geçerek
kutuplaşmış insanları birbiriyle kaynaştırmış, Vanlılar arası iletişimi
ve dayanışmayı güçlendirmiş.. Daha önemlisi devletle halk arasındaki
soğukluğun giderilmesini sağlamıştır (Milliyet,19.2.1995).
Daha önce lig haftasında Beşiktaş-Van maçı için Van’a giden Hürriyet
yazarı Vedat Okyar Vanlıların sıcaklığını, takımlarına olan sevgilerini,
kendilerine gösterilen “hürmetkârlığı” yazarken, futbolun sevgi, hoşgörü barış
taşıdığına vurgu yapar (Hürriyet, 3.9.1994). Vanspor-Fenerbahçe maçının
sonucu medyada da iki şekilde konu edilir: Büyük gazetelerin bir bölümü spor
sayfalarının manşetlerinden Fenerbahçe’yi hedef alır ve Avrupa’da Cannes’e
yenildikten hemen sonra cılız, amatör küme devşirmeliğinden yeni sıyrılmış
bir Doğu takımına da yenilmiş olması ile alay eder, şiddetle eleştirir.
Vanspor’un yengisine özel bir anlam yüklenmez, en çok kent halkının bundan
büyük sevinç duyduğu haber detaylarında kısa ve yüzeysel geçer. Cumhuriyet,
Sabah ve Hürriyet Vanspor yengisinin taraftarlara tarihi bir gün yaşattığını,
çok geniş anlamlandırmalara girişmeden kısa bir kaç haberle konu etmişlerdir.
Cumhuriyet sonucun sevindirici ama maç hasılatının düşük kaldığını, esnafın
Cumartesi işyerlerini kapatamadığından, memur kesiminin de bilet pahalı diye
gelmediğini yazar. Güvenlik için sahaya gelen jandarmanın seyirciden büyük
alkış aldığını not düşer. Golün yarattığı sevinci bir kaç cümle ile özetlerken
daha çok maçın teknik tartışımına yer ayrılır. İzleyen günlerde Cumhuriyet’in
bir başka haberinde “Terör nedeniyle turistin uğramadığı belirtilerek tarihi,
turistik zenginliğine işaret edilen Van’a ve çevresine Vanspor’un farklı bir
hava getirdiğinden bir kaç cümle ile sözedilerek tekrar maçın geniş analizine
geçilir (20.9.1994). Hürriyet Vanspor’un galibiyetini birinci sayfasının altında
küçük bir başlık olarak verir: “Fener zaferi, Van’da büyük sevinç yarattı”.
Devamı spor sayfasında gelir: “F.Bahçe Van’da maskara oldu. Fener Kan
Revan. Van’da zafer gecesi. Kırmızı siyahlı taraftarlar, Fenerbahçe
galibiyetini çılgınca kutladı”(18.9.1994). Takım bayrakları ellerinde halkın
tüm gece kutlama yapması, “Doğu’nun Türkiye 1.Ligi’ndeki tek takımı”nın
galibiyetinin yarattığı bayram havası özetlenir ve vali’nin takımı kutlayan
sözlerine bir kaç cümle ile yer verilir. Sabah iki gün, iki kısa haberle
F.Bahçe’nin Cannes yenilgisinin hemen ardından Van’a yenilmesini eleştiren
bir başlıkla haber yapar. Vanspor’un galibiyetini “Van’da hayat durdu, Van’ın
kurtuluş yıldönümü gibi, geç saatlere dek eğlendiler” şeklinde özetlerken
266
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
maçın teknik analizine ağırlık verir. Ertesi gün de çok kısa bir haberle takımın
Fener galibiyeti bayramını kutlamayı sürdürdüğünü ve oyuncuların alacakları
primleri haber verir (Sabah, 18-19,9,1994).
Gazeteler arasında Milliyet özel kanallar gibi yengiyi büyük bir olaya
dönüştürerek, uzun süre gündeminde tutar. Show TV’nin çizgisinden giden
Milliyet Van’a, Vanspor’un başarısının yorumlanmasına özel yer ayırmış,
alınan sonuç abartılı bir heyecan ve kurulu üslupla “devlet, futbol, Doğu
insanının futbolla ulaştığı, hatırladığı, bulduğu aidiyet duygusu ve esas
PKK’ya atılan gol” olarak, “ milli birlik ve bütünlüğün yeniden sağlanması”
olarak söylenceleştiren bir dille sunmuştur. “Yaşam ve İnsan’” sayfasında
“Van Esnafından Fenerbahçe Ucuzluğu” başlığı ile verilen haberde
“Vanspor’un başarısının terörü unutturduğu” ve “insanları bütünleştirdiği,
kardeşlik ve iç barışı gündeme getirdiği” yorumları yapılırken, takım
taraftarlarının sevincine ve OHAL bölge valisi Ü.Erkan’ın sözlerine yer
verilir. OHAL valisi yörede spora yoğun ilgi ve sevgi duyulduğunu, spor
tesisi yapımı için çaba harcandığını, gençlerin futbol tutkusunu, Vanspor’un iç
turizmi canlandırdığını, esnafa kazanç sağladığını, üç büyüklerin gelmesinin
yarattığı havayı anlatırken Güneydoğu’da gençliğin spora yönlendirilmesinin
gerekliliğine vurgu yapar (19.91994). İzleyen günlerde Milliyet’in ‘ekonomianaliz’ sayfasınde devletin Vanspor’a destek oluşunun finansman ve idari
boyutları, “Devlet, Vanspor’un Arkasında” başlığı ile hemen tam sayfa haber
yapılır (21.9.1994). “KİT’ler Vanspor’a çalışıyor”, “Vali takıma yardım
topluyor” başlıkları altında takımın finansman koşullarının nasıl sağlandığı
geniş biçimde anlatılır. Takımın asbaşkanlığını vali yardımcısının yürütmesi
ilgi ve desteğin ifadesi olarak yorulurken, yönetim kurulunda partilerden,
esnaf-ticaret odalarından, sanayi sitelerinden temsilcilerin olması Van’ın
birlik ve bütünlüğünün Vanspor çatısı altında sağlanması, hiçbir kesimin
küstürülmemesi olarak değerlendirilir. Takım yöneticilerinin sözleriyle şehir
merkezinde terörün olmaması futbola ve Vanspor’a bağlanır: “Her yerde en
çok futbol konuşulmaktadır.” Gazete, Van’ı devletin terörü önlemede Doğu
Anadolu’da pilot bölgesi olarak tanımlar. Doğu’nun futbol piyasasının son iki
yılda Van’da oluştuğu, çevre illerden gençlerin futbol takım seçmelerine akın
ettiği belirtilir. Maç 17 Eylül’de yapılmıştır, Milliyet Vanspor’un futbolunun
sihirli değneğe dönüş(türül)mesine tüm katkısıyla, aşırı heyecan ve abartılı
üslübuyla devam eder. Spor yazarlarından Ercan Güven’in kaleminden hikâye
yeni detaylarla yeniden kurulur. Milliyet Spor sayfası tümüyle bu “olay”a
ayırılır, büyük puntolarla “Tükiye Van’ı Keşfetti” başlığı atılır. Tüm sayfa Van
Gülcan Seçkin
267
valisi, golü atan Fenerbahçe hayranı genç futbolcu, takımın teknik direktörü,
resmi amigoları, kutlamalara katıldıkları belirtilenlerden yaşlı köylü, ticari
taksi sürücüsü, davul zurna ekibi ve takımın fotoğrafları ile
hareketlendirilmiş, röportajlardan alıntılar bunların arasına serpiştirilerek
heyecan yeniden kurulmak istenmiştir. Şehire medyanın akın ettiğini
“Vanspor mucizesinin halka etkilerinin tüm boyutlarıyla çözümlenmeye
çalışıldığı” abartılı, olağanüstüleştiren, patlatan bir üslupla vurgulanır
durmadan. “Vanlı, Vanlı olmaktan gururludur, türküsünü daha içten ve daha
güvenle ama dikkatli söyler.." Yazarın izlenimlerine göre ”Yürekler deden
toruna futbolla atmakta, Van’da herkes futbolla yatıp futbolla kalkmaktadır.”
“Maç’a ilgi öyle yoğun olmuştur ki, ayakta izlenmiştir, zira Vanlıya uzun
yıllardan sonra belki ilk kez ait olma duygusunun hazzını” takım ve futbol
tattırmıştır yorumuyla, okuru özdeşleşmeye çağırırken, daha farklı ilgili
anlamlara bağlanmaya da açılınır. “Resmi amigolar” Vanspor’la özdeşleşmeyi
temsil eden figürler olarak sunulurken Vanspor’un başarısı, futbolda 1.Lig’de
olmak, birinci sınıf vatandaş olmakla eşdeğer sunulur. Resmi amigoların bu
hissiyatı ve ayrıca üç büyükler medyasının Vanspor’u küçümsemesi de
kırgınlıkla, sitemle yansıtılır.
“Teröre karşı Vanspor mucizesi” olarak değerlendirilen yengiyi Hürriyet
köşe yazarlarından E. Çölaşan çok boyutlu, çok büyük bir olay olarak,
olağanüstü heyecanlı karşılamıştır. Show TV’den Pınar Türenç’in Vanspor’un
başarısını Güneydoğu’nun ekonomik, sosyal hayatı, gündelik yaşamı, terörle
mesafesi, milli birlik, bütünlüğe katkıları açısından değerlendirmesini
hükümete ve medyaya ders çıkarılacak bir yaklaşım olarak sunar. Üzerinden
pek çok anlam üretilmeye devam edilen Vanspor’un bölgeye katkılarının
takdir edilmesi gerektiğini, diğer şehirlerin stadlarda seyircinin yaptığı gibi
burada da futbol seyircisinin “İstiklal Marşı” ile açılış yaptığını, askerlerin
takıma verdikleri açık desteği (“21’nci J. Sınır Tug. K.lığı Vanspor’a 1’nci
Ligde Başarılar Diler”), valinin takıma sahip çıktığını, halkın destekleyici
tavrını, takımın bölgeye canlılık getirdiğini, futbol keyfinin yanında
ekonomisine, küçük esnafa da büyük katkılarının olduğunu, Güneydoğu
insanının PKK’nın yarattığı terörden bıktığını huzur, haz duyarak yaşamak
istediğini, Van’ın terörü yendiğini, futbolun hazzıyla dolu olduğunu öne sürer.
Vanspor’un en büyük rakibinin PKK olduğunu belirterek, takımın
Güneydoğu’da yarattığı havanın bunu bastırdığını iddia eder. Hemen kısa süre
önce Güneydoğu’ya yatırım yapma sözü veren ve kitapçık halinde yayınlayan
DYP-SHP hükümeti gençlere yönelik spor yatırımlarını, “sahalar, stadyumlar,
268
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
kapalı spor salonları” gibi çok sayıda spor yatırımı yapma sözü vermiştir.
Bunların çok önemli olduğunu vurgulayarak hükümeti ivedilikle bu türlü
sosyal projelere ağırlık vermeye çağırır (Çölaşan, Hürriyet, 25.9.1994).
Futbol ve devlet desteğinde yükselen takımın zaferine dair kurulan ortak
metinde, medyanın söyleminde karşıtların buluşması, ötekinin/Vanlının
kazanarak içe gerektiği gibi dahil olması, zevke tâbî olurken hayatı, normali,
normal koşulları, hazları arzulaması, bunları temsil eden güçlere ilişkin
egemen anlam ve söylemlerle kesişme, bütünleşme, boyun eğmesi ve de
futbolun tattırdığı aidiyet duygusuna gark olmuş bunun etrafında, buna uzanan
yaşam tarzlarına yüzünü dönmesi gibi anlamlar (esas anlamlara bağlanmak
üzere) üretilmiştir. Medya, siyasetçilerin ağzındaki popüler politik söylemin
yeniden üretimine (ötekileştirmeye dayanan çelişkileri de açık ederek) katkıda
bulunmuştur. Devletin desteklediği Vanspor’a, Vanlıya, imrenilen ve
üzerinden pek çok anlam üretilen Fenerbahçe’yi (bir yerde serzenişlerin odağı
baba devleti) yenme olanağı sağlanmıştır. Futbolun hazzında, cezbediciliğinde
ve tüm diğer maddi, söylemsel yararlarında buluşan Van halkı milli marşımız
“İstiklal Marşını okumuştur”. İletişim/iktidar sağlanmış/sağlamlaştırılmış,
birlik, bütünlük yolunda pürüzler azaltılmıştır. Stadyuma gelen jandarmayı
alkışlamıştır, asker saha kenarlarına, tribünlere destek yazıları asmıştır.
Devletin başaramadığı bütünleşmeyi devletin desteğiyle de olsa futbol
başarmış, ”ait olma duygusunun hazzı”nı tattırmış, daha önemlisi “çağdaş,
kansız bir mücadele” yolu göstermiştir. “Vanspor PKK terör örgütünün en
büyük rakibi “ olmuştur. “Terör yok, Vanspor var”dır. Vanspor/futbol herkesi
buluşmaya çağırmıştır. Çok açımlanmadan zikredilip geçildiği gibi
“kutuplaşmış insanları kaynaştırmış”, dahası “devlet-halk soğukluğuna son
vermiştir”. Futbol kimliğinin, “futbolun zenginliğinin, açılımlarının Vanlıların
kendi içlerinde iletişim ve dayanışmalarını da güçlendiren” esasen bir aidiyet
duygusu ile buluşturduğu da satır arasında eklenir. Gerilimleri çözümleme
düzeylerinden biri somutlaştırılmıştır. Mücadele futbolda olmalı, risksiz,
tehlikesiz futbol taraftarlığının zevk ve kederiyle sınırlı kalmalıdır. Haber
metinlerinde “Kürt” kimliğine ancak örtülü bir gönderme vardır, açık biçimde
(Kürt, Kürtler, Kürtlük) hiç ifade edilmemiştir. “Ulusal kimlik”, “Türklük”,
“Kürtlük” gibi çatışmalı düzeyler yaratan yüklü söylemlerden kaçınılmış
görünmektedir. Egemen milliyetçi söylem “birlik, “bütünlük, milli marşımız”
gibi kavramların içerisinde örtülü olarak yeniden üretilmiştir. Medyanın
millici söylemi olayı başından beri olması hedeflenen yere oturtmuştur.
Gülcan Seçkin
269
SONUÇ
Vanspor efsanesinin koşullarını hazırlayan egemen gücün, figürlerinin,
onu en güzel biçimde vitrine taşıyan ana medyanın ürettikleri egemen
ilişkilere, anlamlara dair son değerlendirmelere geçmeden önce vurgulanması
gereken şudur: “Örgütlü popüler sporu (burada futbolu) ideolojisiz bir
toplumsal oluşum ve etkinlik olarak açıklayanlara, siyasetle ilgisi olmadığı”
(Erdoğan ve Alemdar, 2005: 178-9) izlenimini içinde olanlara çarpıcı bir olgu
örneği sunulmuştur. Bu olguya rağmen aksini düşünmeye çabalamak
“gerçekte egemen olan güç ilişkilerini ve bu egemen biçimin egemen
görüşlerini yeniden üreterek sürdürmektir”. Ayrıca siyaseti biçimsellikleriyle
sınırlamak da aynı şekilde “bu biçimselliğin ötesinde toplumda egemenlik ve
boyunsama, güç biçimi ve ilişkilerinin korunması ve sürdürülmesi ve buna
karşı mücadeleyi içeren geniş alanı saklama ve geri plana itmedir. Bu alan
ideolojilerin her gün toplumun bütünü içinde sürekli çatıştığı alandır. Bu
alanlardan biri de kendi başına birşeymiş gibi sunulan spordur“ (Erdoğan ve
Alemdar, 2005:178-9). Sporun, burada futbolun hiçte öyle zevk
almaklığımızla tümden saflaşan bir alan olmadığını yukarda sunulmaya
çalışılmış örnek, açıklıkla anlatmaktadır/temsil etmektedir.
Devlet, 1987’de başlatılan olağanüstü hal uygulamasının ciddi sıkıntıları
da beraberinde getirerek sürdüğü o yıllarda, en gözde popüler kültürel
pratiğin, en başta gençleri çekebilecek özelliklerini keşfetmiş ve ayrıca onun
üzerinden de bir süre bir istikrarı sağlama politikası aranmıştır. Başbakan
Çiller Kasım 1994’de ‘Ulusa Sesleniş’ konuşmasında üzerinde durur:"Doğu
ve Güneydoğu Anadolu'da yarım kalan yatırımlar devam etmektedir, spor
stadyumları gençlerle dolmaktadır”. Devlet bunun için hem futbol
takım(lar)ını gerekli ve olanaklı bulunduğu sürece güçlendirmiş, maç
koşullarını oluşturmuş, gol atılmasının zeminini hazırlamış, takım(lar) gol
atmış ve medya en güzel golü görmüş, “Vanspor mucizesini” farketmiş,
mutluluğa hasret Van’ı, Vanlıları (bizdensin bizden, onlar da zaten bizden
alkışlarıyla) kucaklamıştır. F.Bahçe’ye golü atan genç oyuncu Kurthan o
sezon Mersin’den transfer edilmiştir. Genç golcü doğma büyüme Fener
hayranıdır, transfer mevsiminde her ne kadar önce Van dese de hayranı
olduğu takıma/camiaya gol atmaktan hüzünlü ve gururlu Fenerbahçe’de
olmayı dilemektedir. Futbol hazzının ve davet ettiği tüm diğer hazların
hazırlayıcısı görünümündeki asker yüzlü devlet, gücünün başka olanaklarını
cömertlikle göstermiştir. Hikâyeyi yazan medyanın kurgusu kaydırılarak
270
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
söylenirse, babanın iktidarına karşı gelen ve bunu, ağır bir şiddeti doğuran
şiddete dönüştürerek yol almaya çalışan tekinsiz küçük oğul ve tutulmuş
çetesi, ailenin geri kalanı gibi kurallara uyumluluk içinde yol almayı, böylece
daha çok sevilmeyi ve hayatın zevklerinden pay almayı öğrenme sürecinden
geçmektedir. Tüm sorunlar aşılmamıştır, ancak ortak ve zevkli paylaşımların
önemi hatırlanmıştır. Birlikte paylaşılmış ve paylaşılan ortak şey fazlasıyla
mevcuttur ve eser miktardaki ayrılıklardan daha güçlüdür. Nitekim
ayrımlanmalara şu ya da bu biçimde yakın duran, kayabilecek olanların
sonunda kötülerle arasına mesafe koymaya başlaması da görece sağlanmıştır.
Tekinsizlik sürse de futbol gibi barışçıl hesaplaşma kanalları üzerinde
hemfikir olunabileceği gösterilmiştir. Şiddeti benimsemiş bir (Doğulu, Kürt)
öteki yoktur bu kurgulu süreçte. Olanlar terörist örgütün mensubudurlar. Bu
söylenceleştirme içerisinde Vanspor olgusunu çevreleyen koşullar konu
edilmemiş, medya konumlandığı egemen söylemler içerisinden en abartılı ve
en yüzeysel düzeyde futbolun, Vanspor’un mucize yarattığından sözetmiştir.
Söylendiği an “mucize” de yaratılmış gibi olmuştur. Ancak takımın kısa bir
istikrar sürecinden sonra dağılıp gitmesi, bu mucizeye ve gerçekleştirdiği
söylenen şeylere ne olduğu sorusunu yanıtsız bırakmıştır. Bu soru zaten hiç
sorulmamıştır. Öte yandan belirtmek gerekir ki, bu çözümlemede İnal’ın
hatırlattığı gibi çözümlemecinin “kendisi de toplumsal ve söylemsel
formasyon içinde konumlanmıştır”. Dolayısıyla (bu üstbelirlenim içindeki
çözümlemecinin) metin çözümlemelerinin bu söylemsel formasyon içine
eklemlenmesi sürecine” de (İnal, 1996:96) tanıklık edilmektedir.
Vanspor olay(laştırım)ının ardından başka bağlantılı yaklaşımların
yansımaları da devamla gelmiştir. Vanspor’un başarısının yankılandırıldığı
günlerde Milli Güvenlik Kurulu (MGK) daha önceki toplantılarında da konu
edilmiş Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde terörle mücadele ve güvenlik
önlemleri dışında bölgeye dönük yeni stratejiler ve politikaların belirlenmesi
için çalışmaların başlatılmasını kararlaştırmıştır: “Askeri ve sivil yöneticiler
yanında özellikle üniversitelerle, bilim adamlarıyla, yerel yönetimler
yetkilileri, iş adamı ve yöresel ekonomik örgütlenmeleri de içerecek geniş
tabanlı bir “çalışma grubunun” oluşturulması” benimsenir. Bu grubun
“güvenlik önlemleri dışında, yöreye yönelik insani, yerleşim, ekonomik
örgütlenmesi, yöre insanının yakıcı sorunlarına çözüm önerileri, bölge
insanının kavranması ve benzeri alanlarda strateji ve politikalar
üretmesi”öngörülür (Milliyet, 25.9.1994). Bu projenin hayata geçirilip
geçirilemediği bilinmemektedir. Öte yandan bir süre çok üretken, büyük bir
Gülcan Seçkin
271
olay haline getirilmiş Vanspor 1.Lig’de ancak dört sezon mücadele
edebilmiştir. “Asansör takım olmayacağız” iddiasında olsalarda sonra 2.Lig’e
düşmüş, yeni atanan Van valisinin desteği ile yeniden toparlandırılan,
güçlendirilen takım bir süre yeniden 1.Lig’e yüksel(til)miştir. Ancak futbolun
şirkete gelir getiren yanları (naklen yayın havuzu, vs. gibi) bir süre sonra
çeşitli gerilimler yaratmıştır. Bu süreçte şirketin özelleştirilmesi ile birlikte
ciddi finans sorunları yaşamaya başlayan ve borçlanan takım, eski
görünmezlik günlerine geri dönmüştür. Ard arda alınan kötü sonuçların
ardından seyirci desteğini de kaybetmiş, en son amatör kümeye kadar
düşmüştür. Hakkarispor, Ağrıspor gibi tüm diğer Doğu takımları devletin,
ilgili askeri ve mülki erkanının maddi destek sağlayıcı girişimlerini bırakması
ile birlikte aynı akıbeti paylaşmıştır. Hakkarispor’un eski bir yöneticisinin
sözleri manidardır:“Valinin olmadığı hiçbir yemeğe Hakkariliyi toplayamadık.
Vali gelecek ki, zengin gelsin. Vali bey olunca farklı oluyordu” (Doğan,
2005). Bu sözlerin yaşandığı bölgeleri medya daha sonra yeniden izlemeye
almamıştır. “Doğu’nun gülü, incisi Van”ı, Vanspor’u mevzu etmemiştir.
Ancak haber dergilerinde az sayıdaki yazıda Doğu’da devletin sosyal canlılık
için ve politik, ideolojik bir araç olarak ilgi duyduğu futbolun akıbeti konu
edilmiş, Doğu, Güneydoğu futbolunun yeniden ilgi ve yardım beklediği
hatırlatılmıştır.
KAYNAKÇA
Arık, M. B. (2004). Medya çağında futbol ve televizyon arasındaki kaçınılmaz ilişki:
Top ekranda. İstanbul:Salyangoz.
Boratav, K. (2005). Türkiye iktisat tarihi, 1908-2002. Ankara: İmge.
Bora, T, & Erdoğan, N. ( 1993). Dur tarih, vur Türkiye. Türk milletinin milli sporu
olarak futbol. İçinde: R. Horak, & W. Reiter, & T. Bora (der.) Futbol ve kültürü.
(s. 221-240). İstanbul: İletişim.
Bora, T. ( 1993). Sunuş. İçinde: R. Horak, & W. Reiter, & T. Bora (der.) Futbol ve
kültürü. (s. 11-18). İstanbul: İletişim.
Cangızbay, K. (1996). Hiç kimseleşen Türk insanı. Birikim Aylık Sosyalist Kültür
Dergisi, 83: 55-68. Mart 1996. İstanbul:Birikim.
Çölaşan, E. (1994, 25 Eylül). Doğu’da spor. Hürriyet.
Devlet, Vanspor’un arkasında. ( 1994, 21 Eylül). Milliyet.
Doğan, İ. (2005, 14 Mayıs). Terör gitti, maç bitti. Aksiyon, 523.
Doğu takımları golleri yine devletin atmasını bekliyor.(2002, 5 Kasım) Zaman spor
servisi.
Duran, R. (1993). Futbolukürdî, Kürtler ve futbol. İçinde: R. Horak, & W. Reiter, &
T. Bora (der.) Futbol ve kültürü. (s. 251-260). İstanbul: İletişim.
Erdoğan, İ., & Alemdar, K. (2005). Popüler kültür ve iletişim. Ankara:Erk.
272
Vanspor’un Fenerbahçe yengisinin siyasallaştırılması
Erdoğan, N. (1993). Popüler futbol kültürü ve milliyetçilik. Birikim Aylık Sosyalist
Kültür Dergisi, 49: 26-33. Mayıs 1993. İstanbul:Birikim.
Erdoğan, N. (1994). Popüler kültür ve futbol, kültürel popülizm (mi?). Bir eleştirinin
düşündürdükleri. Birikim Aylık Sosyalist Kültür Dergisi, 57-58:148-154. OcakŞubat 1994. İstanbul: Birikim.
Gökalp, E. (2005), Medya ve spor ya da spor/futbol medyası. Toplum ve Bilim, 103:
121-137. İstanbul.
Güneydoğu için çalışma grubu. ( 1994, 25 Eylül). Milliyet.
Hobsbawm, E. (2007). Yeni yüzyılın eşiğinde. Söyleşi: Antonio Politi (çev: İ.Yıldız).
İstanbul:Yordam.
İnal, M. A. (1996). Haberi okumak. İstanbul:Temuçin.
Kıvanç, Ü. (1993). Futbolun yeniden anlamlandırılması çağrıları üzerine, aşka bahane
aramasak..? Birikim Aylık Sosyalist kültür dergisi, 56: 19-32. İstanbul: Birikim.
Kıvanç, Ü. (1993). Halı saha: seyircinin sahaya inişi. İçinde: R. Horak, & W. Reiter,
& T. Bora (der.) Futbol ve kültürü. (s. 385-400). İstanbul:İletişim.
Kola, N. (1995, 20 Mayıs). Anadolu’nun umuda yolculuğu. Aksiyon Haftalık Haber
Dergisi, 24.
Kola, N. (1997, 29 Kasım). Belediyeler futbol ligi. Aksiyon, 156.
Kola, N. (1997, 22 Mart). Sporu siyasete alet etmeyin. Aksiyon, 120.
Kola, N. (2002, 4 Kasım). Doğu golü yine devletten bekliyor. Aksiyon, 413.
Kola, N.(2003, 12 Mayıs). Bir zamanlar Doğu futbolunun number Van’ıydı. Aksiyon,
440.
Mert, N. (2001). Hep muhalif olmak. İstanbul: İletişim.
Medyavan.com/haber_yorumla.php?haber_no=458&kat=8.
Okyar, V. Hem Van, hem OHAL. ( 1994, 3 Eylül). Hürriyet.
Özdemir, C. Futbola övgü. ( 1994, 8 Eylül). Cumhuriyet.
Önce Cannes, sonra Van. ( 1994, 18 Eylül). Cumhuriyet.
Özkazanç, A. (1998). Türkiye’de siyasi iktidar tarzının dönüşümü. Mürekkep, 10/11:
14-48. Ankara.
Salı günü Kan sillesi 0-1, ve dün de Van tokadı. Fenerde çöküş devri. ( 1994, 19
Eylül). Sabah.
Sirmen, A. Futbol üzerine. (1994, 4 Eylül). Milliyet.
Talimciler, A. (2005). Bir meşrulaştırma aracı olarak futbolun Türkiye’de son yirmi
beş yılı. Toplum ve Bilim,103: 147-162. İstanbul.
Tamer, R. Görüntüler. ( 1994, 5 Eylül). Hürriyet.
Tanör, B, & Boratav, K, & Akşin, S. (2002). Türkiye tarihi 5, bugünkü Türkiye 19801995. İstanbul:Cem.
Tekser’in Şırnak cesareti. ( 1994, 1 Eylül). Hürriyet.
Turizm Bakanı’ndan Kürtlere sahil turu. (1994, 1 Eylül). Hürriyet.
Türkiye Van’ı keşfetti. (1994, 22 Eylül). Milliyet.
TRT 1995’de planlı yayın yapacak.(1994, 19 Eylül). Cumhuriyet.
Van’a yeni hava geldi. (1994, 20 Eylül). Cumhuriyet.
Van’da zafer gecesi. (1994, 18 Eylül). Hürriyet.
Van esnafından Fenerbahçe ucuzluğu. (1994, 19 Eylül). Milliyet.
Yarar, B. (1999). Popüler kültür ve siyaset: Türkiye’de 1980’lerde yeni sağ ve futbol.
Mürekkep, 13: 40-62. Ankara.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 273-289
Makale
Kapitalist bir etkinlik olarak
futbolun büyüsü ve kahramanları
Barış Kılınç 1
Öz: Bu makale, seyredilen bir etkinlik olarak futbol ile kapitalizm ve medya
arasındaki ilişkiyi eleştirel bir bakış açısıyla, analitik açılımlar yaparak açıklamayı
amaçlayan betimleyici bir çalışmadır.Günümüzde futbol oynanmak için düzenlenen
bir oyun olmaktan çok seyredilmek için düzenlenen akılcılaştırılmış kapitalist bir
etkinliktir. Futbolun büyülü çehresi modern hayatın yalnızlaştırdığı ve
yabancılaştırdığı bireylerle futbol ortamı ve mitik kahramanlar gibi algılanan futbol
yıldızları arasında kurulabilecek iki tür özdeşlik ilişkisi sunar. Futbolun sahip olduğu
büyülü çehreyi de tanımlayan bu ilişki biçimleri, kapitalizm ile futbol arasında
ideolojik bir ilişkinin kurulmasını da sağlar. Medya ile futbol arasındaki bağ da bu
ilişki yardımıyla okunabilir.
Anahtar sözcükler: Futbol, kapitalizm, medya, büyü, futbolun kahramanları.
Football’s magic and heroes as a capitalist activity
Abstract: This descriptive article was designed to discern analytically the relation
among football as a spectator activity, capitalism and mass media, using a critical
perspective. Football is a rationalized capitalist activity that is organized for watching
rather than playing. The magical aspect of football presents two kinds of identity
relations that can be established between the football atmosphere and football stars
perceived as mythical heroes with the individuals who are isolated and become
estranged by the modern life. The relation styles that also define the magical aspect of
football provide establishing an ideological relationship between capitalism and
football too. The connection between media and football can also be read by the help
of this relation.
Keywords: Football, capitalism, media, magic, football heroes.
1
Arş. Gör., Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi; e-posta: [email protected]
274
Futbolun büyüsü ve kahramanları
GİRİŞ
Kapitalizm işlerliği adına içinde belirsizliği barındıran her türlü unsuru –
sanat, din ve büyü gibi- hayatın dışına iterken; kendi yararına2 olduğuna
inandığı noktada, bu belirsizlik içeren unsurları akılcılaştırarak3 tekrar sisteme
dâhil etmektedir. Futbolun kapitalizm ile ilişkisi işte bu bağlamda
değerlendirilmesi gereken bir ilişkidir. Daha net bir ifade ile söylemek
gerekirse, günümüzde futbol, kitleler üzerindeki etkisi göz ardı edilemeyecek
kadar büyük olan önemli bir serbest zaman etkinliğidir ve bu etkinlik,
kapitalizmin çıkarı doğrultusunda organize edilmektedir. Bahsi geçen
organize etme biçiminde ısrarla üzerinde durulması gereken nokta ise, futbola
bireylerin katılımının oyunu oynayan birer oyuncu olarak değil; oyunu
seyreden birer seyirci olarak gerçekleşmesidir. Futbol, artık oynanan bir oyun
olmaktan çok seyredilir ya da izlenir bir kapitalist etkinlik olarak
düşünülmekte ve bu çerçevede, kapitalizmin işlerliğine hizmet etmektedir.
Ancak burada kitlelerin ‘düşünmeksizin’ seyirci ya da izleyici olarak katılımı
ile gerçekleşen bu etkinliğin bu katılıma olanak sağlayan ve bireylerin
arkaiklerine seslenen kendine has özelliğine de değinmek gerekir. Futbolun
kapitalizmin çıkarı doğrultusunda kullanılmasına olanak sağlayan bu özelliği,
sahip olduğu büyülü çehredir ve bu çehre iki şekilde açıklanabilir: Bunlardan
birincisi, futbol sahalarının seyirlik ortamı ile Nietzsche’nin överek bahsettiği
Dionysosca4 ortam arasındaki çok yakın benzerliktir. Bu benzerlik, modern
hayatın yalnızlaştırdığı ve yabancılaştırdığı bireyleri, büyülü bir çağrışım
yoluyla doğal olanın taklidi ile bir özdeşlik ilişkisi kurmaya itmektedir.
2 Yararlılık’, “ekonomik biçimde davranan bir ya da birçok bireyin tasarlayıp şimdi ya da
gelecek için özel olarak elde etmeği istediği belirli ve somut, gerçek ya da tasarımsal
olanaklar(Weber,1995:106)” olarak tanımlanırken; “her türlü yararlara kaynak olabilecek
insan dışı nesneler (1995:106)”e, ‘mal’ denilmektedir.
3 Benjamin, pasajlar sayesinden sanatın sermayenin hizmetine girdiğinden (Benjamin,1995:78)
bahsetmektedir ki bu akılcılaştırma ile yarar sağlanmasına bir örnektir.
4 Antik Yunan’da şarap ve bereket Tanrısı. Baharın gelişini ve doğanın uyanışını simgeleyen
bir çeşit festival olarak kutlanır. Nietzsche, bireyselliğin ortaya çıkışını ve bireyin doğadan
kendini üstün bir varlık olarak ayrılışını Sokrates’in düşünce biçimine bağlar. Düşünen
varlığın kendini her şeyden soyutlayarak vardığı nokta, yabancılaşma ve yalnızlıktır ve
kapitalizmin öngördüğü vahşi rekabet ortamı, Sokratesçi düşünce biçimi ile başlayan bireysel
parçalanmışlığı en üst seviyeye çıkarır. İşte Nietzsche, makale içinde ayrıntısı ile
betimlendiği üzere Dionysosca ortam sayesinde, Yunanlıların bu parçalanmışlığa daha antik
dönemde bir çare ürettiğini söyleyerek, antik dönem tragedyasının en azından bu ortamın
akıllıca bir temsili olduğunu vurgular (Nietzsche, 2005:20).
Barış Kılınç
275
Böylece, bu büyülü ortam içinde bireyler, varolan sömürü ilişkilerini olduğu
gibi kabullenmekte ve sınıfsal farklılıkları içselleştirmektedir. İkincisi ise,
Dionysosca olanın dönüştürülmesi ile elde edilen ve modern hayatın
yalnızlaştırdığı bireyler ile mitik kahramanları andıran futbol yıldızlarının
özdeşleşmesini sağlayan bir başka ilişki biçimidir. Kurulan bu ilişki sonunda,
tek tek bireylerin bileşimiyle kitlelerin sisteme gönüllü bir şekilde itaat
edeceği öngörülmektedir. Bu, Homeros ve Hesiedos gibi tarihçilerin ‘edebi’
metinlerindeki insanlaştırılmış tanrıların (anthropomorphism) tersine,
tanrılaştırılmış insanların yaratılmak istenmesi ile ilgili bir süreçtir ve
yakından bakıldığında ilki gibi ikincisi de bir ‘edebilik (kurgu)’ içerir. Çünkü
ilkinde, insanlara özgü tüm ahlaksızlıklar tanrılara yüklenirken(hırsızlık,
sapkınlık, yalancılık vb…); ikincisinde insanlar tanrılaştırılarak ‘tanrılar’ gibi
ahlaksız kılınmak istenmektedir. Ancak kapitalizm bu kurgu içinde sıradan
insanlara yarı-tanrı mitik kahramanları andıran futbol yıldızları yoluyla ‘siz de
yapabilirsiniz’ mesajı yollarken, ‘nasıl’ yapacakları konusunda onlara
görünürde hiçbir ipucu vermemektedir. Oysa rekabetin ve dolayısıyla
acımasızlığın pratik ‘yarar’ uğruna öncelendiği bu kurguda, birileri
tanrılaşırken diğerleri köleleşmekte; birileri zenginleşirken diğerleri
fakirleşmektedir. Futbolun kapitalizm ile bahsi geçen bütünleşik ilişkisi içinde
medyanın yeri ise artık seyredilen ya da izlenen bir etkinlik haline getirilen
futbola, stadyumlar dışında gerçekleşmesi istenen katılım ile ilgilidir. Burada
hedef, teknolojisi sayesinde artık tüm sınırları aşarak dünyanın en ücra
köşelerine dahi ulaşan medya aracılığıyla, kapitalistleştirilemeyen ve
sömürülme adına hala bakir olan herkese ve her yere ulaşabilmektir. Kısaca,
kapitalizm futbolu, futbola ait büyüyü kullanarak akılcılaştırmakta; onu
bürokratikleştirerek kapitalist bir etkinlik haline getirmektedir. Medya ise,
tüm dünyaca bilinir olan bu etkinliği yeni haliyle kitlelere sunarak,
kapitalizmin evrenselleşme ilkesine hizmet etmektedir. Ancak, tüm bunların
aksine, futbol hala masum bir etkinlik ya da daha da ötesi masum bir
‘oyunmuş’ gibi gösterilmektedir.
YÖNTEM
Tüm bu açıklamalardan hareketle bu makale ilk olarak futbolun
akılcılaştırılarak seyredilir (stadyumlarda ve genelde medyada, özelde
televizyonda) bir kapitalist etkinlik haline getirildiğini varsayar. İkinci olarak,
bu makale seyredilir bir kapitalist etkinlik olarak organize edilen futbolun,
276
Futbolun büyüsü ve kahramanları
varolan sömürü ilişkilerini yeniden üreterek ve yarı-tanrı mitik kahramanları
andıran ‘yıldızları’ sayesinde sıradan insanlara ‘siz de yapabilirsiniz’ mesajı
yollayarak, kapitalizmin işlerliğine ideolojik bağlamda hizmet ettiğini
varsayar. Üçüncü olarak bu makale, kapitalizmin futbolu kendine hizmet eden
bir organizasyon haline getirirken onun büyülü niteliğini kullandığını varsayar
ve bu durum aynı zamanda kapitalizmin büyülü olanı akılcılaştırarak sistem
dışına atmak yerine, sistem çıkarına kullanmasına bir örnektir. Son olarak da
bu makale, medyanın futbolu izlenilir bir etkinlik haline getirerek, teknolojisi
sayesinde dünyanın en ücra köşelerine futbolun mesajlarını ilettiğini ve bu
yolla kapitalizmin evrenselleşme ilkesine hizmet ettiğini varsayar. İşte bu
makale, bu varsayımları kanıtlamayı amaçlar ve bu amaç çerçevesinde,
öncellikle futbolun büyüsü ve özdeşleşme üzerinde durur. Çünkü bu büyü ve
özdeşlik ilişkisi ile futbol bir kapitalist etkinlik haline getirilmiştir. İkinci
olarak, kapitalizm ve futbol arasındaki ilişki ve medyanın bu ilişkideki yeri
incelenir. Burada dikkat çekilmek istenen nokta, futbolun ideolojik işlevleri
ve medyanın bu işlevlerin gerçekleştirilmesindeki yeridir. Ayrıca futbol
yıldızlarının kapitalizm açısından işlevleri de vurgulanır. Bu vurguda en
önemli nokta ise futbol yıldızlarının mitik özelliklerinin, kapitalist ideolojinin
evrenselleşebilmesi adına kullanılmasıdır. Tüm bu birbiri ile ilişkili konuların
istenilen amaç çerçevesinde işlenebilmesi için yazılı ve görsel bilgi birikimine
başvurularak eleştirel kuram çerçevesinde betimleyici bir analiz yapılır.
KURAMSAL TARTIŞMA
Futbolun akılcılaştırılan özellikleri: futbolun büyüsü ve özdeşleşme
üzerine
Futbol, iki tür büyüsel özelliğe sahiptir ve bu özellikleri kullanılarak
(akılcılaştırılarak) kapitalist bir işletme haline getirilmiştir. Kısaca, futbolu
masumca oynanan bir oyun olmaktan çok seyredilen ya da izlenen bir
kapitalist etkinlik haline getiren şey, modern bireyin özlemlerine ve pek tabii
ki arkaiklerine seslenen büyülü atmosferidir. Bu bağlamda öncelikle futbolun
bu büyülü atmosferine ayrıntısıyla değinmek gerekir.
Kentlerin, kapitalist ekonominin şekillendirdiği modern hayatın
görünürdeki en önemli yaratımları olduğu bilinmektedir. Eric J. Hobsbawn,
kentleşmenin hızının 1850’den sonra giderek arttığını ve kentlerin endüstri
dünyasının en göze çarpan dış simgeleri olduğunu söylemektedir (Hobsbawn,
1998:229). Şüphesiz, kentler endüstriyel birer merkezdir ve bu merkezler,
Barış Kılınç
277
geleneksel yaşam koşullarının giderek daha da zorlaşması ve eski üretim
biçimlerinin yetersizliği sonucu, daha zengin ve saygın bir hayat yaşama
hevesiyle dolu topraklarından kopmuş, yoksul köylü göçmenler için
(1998:220), iş ve zenginlik anlamına gelmektedir. Tüm bu beklentilerin
yanında kentlerin bu göçmenler için, yeni bir yaşama biçimini de beraberinde
getirdiği bir gerçekliktir. Karakteristik yapısı ve düzenlenişi açısından kentler,
bu yeni yaşama biçimin en önemli temsilcileridir (1998:229) ve bu yeni
düzen, üretim ilişkileri açısından kapitalist ekonominin akılcılaştırma
etkinliğinden nasibini alan ve gelenekselin karşısında konumlanan bir
düzendir. Max Weber, belirli ahlaki kurallara bağlı yaşama biçimi şeklinde
ortaya çıkan kapitalist ruhun, mücadele etmek zorunda kaldığı ilk düşmanın
içinde gelenekselliği barındıran her çeşit duygu ve davranış (Weber, 1999:50)
olduğunu söylemektedir. Dolayısıyla kentlerde, geleneksel olan hiçbir şeye
izin verilmemektedir ve aslında, kapitalist düzenin yürüyebilmesi için gerekli
olan rekabet ortamına uyum açısından, geleneksel olan, bireyin de çıkarına
değildir.
Geleneksel olandan kopup, kapitalist düzenin öngördüğü modern ilişkiler
içine giren göçebeler- yeni adı ile işçiler için, bu düzen tüm vaatlerine rağmen
alışılması zor bir yaşam anlamına gelmektedir. Çünkü Georg Simmel’e göre,
taşra hayatında alışkanlıklara ve çok az yaşanan değişimlere odaklanmış olan
ruh, kent hayatında yaşanan hızlı değişime ayak uyduramamakta, derin ve
onarılmaz sarsıntılar yaşamaktadır (Simmel, 2003:86). Modern bireyin
yaşadığı varoluşsal problemlerin kaynağı da bu kent yaşamı ve kapitalist
düzenin ahlaki standartlarının çevrelediği yaşamdır. Kapitalist düzenin
vaatleri uğruna geleneksel olandan kopan birey, yaşadığı rekabet ortamının ve
akılcılaştırılmış ilişkilerin içindeki yalnızlığı nedeniyle giderek, kendine,
etrafına ve dünyaya yabancılaşmaktadır (Fromm, 1996:117). Eric Fromm’a
göre, kendini düşünen farklı bir varlık olarak tanımlayan ‘ben’ modern
hayatın yaşattıkları doğrultusunda artık, “kendisini, dünyasının merkezi,
edimlerinin yaratıcısı olarak görmez… Nesneleri algıladığı gibi beş duyusu ve
sağduyusuyla algılar; ama bunu yaparken kendisiyle ve dış dünya ile üretici
bir ilişki içinde değildir(1996:117).” İşte, bu hastalıklı halden kurtuluş,
geleneksel olana ve doğal olana gönderme yapan, gizemi ve büyüyü içinde
barındıran ve Dionysos şenliklerini andıran festivalvari etkinlikler ile
mümkün hale gelmektedir. Kapitalist ruhuna aykırı geleneksel olan her şeyi
sınır dışı eden kentler, yine bu düzenin işlerliği ve devamlılığı adına,
Dionysosca olanı akılcılaştırarak sistemine dâhil etmekte, bahsi geçen
278
Futbolun büyüsü ve kahramanları
festivalvari etkinliklere izin vermektedir. Sinemalar, tiyatrolar, ibadethaneler
ve futbol sahaları, bu festivalvari etkinliklerin gerçekleştirildiği bazı önemli
kentsel mekânlar olarak bireye sunulabilmektedir. Birey bu alanlarda,
rekabetin dayattığı yalnızlığın, çaresizliğin ve yabancılaşmanın etkisinden,
doğal olan ile özdeşleşerek, kendisini doğal olanın bir parçası gibi ve
üretkenliğini yeniden hissederek kısa süre de olsa kurtulabilmektedir.
Nietzsche bu kurtuluş anını, Dionysosca olana gönderme yaparak şöyle tarif
etmektedir:
Dionysosca olanın büyüsü altında, yalnızca kişi, kişiyle yeniden
bağlantı kurmaz, doğanın coşkunluğu içinde sevince kapılarak,
birbirine diş bileyenler, yabancılaşanlar, yitirdiği oğlu ile buluşunca
sarmaş dolaş olan bir insan gibi, birbiriyle kaynaşır… Her tutsak bir
özgür kişidir şimdi, değişmez sanılan bütün düşmanca sınırlamalar
kalkar ortadan, insanlar arasında ‘kötü alışkanlık’, sıkıntı kalmaz
artık, istekler aydınlığa kavuşur… Artık Maja’nın örtüsü yırtılıp
atılmış, yırtıklar içinde gizler dolu temel Bir’in önünde çepeçevre
uçuşur gibi sezer özünü kişi. İnsan kendini yüksek bir topluluğun
üyesi olarak koyar ortaya, türkü söyler, oynar. Unutur artık yürümeyi
de, konuşmayı da, düşer yollara oynayarak yükselmek için göklere
doğru (Nietzsche,2005:21).
Kapitalist düzenin şekillendirdiği toplumsal yapının en büyük simgesi
kentlerde, bu düzenin ahlaki kurallarının çepeçevre sardığı yaşamı ile birey,
bir türlü gerçekleşmeyen vaatlere ulaşabilmek adına çizgisel zamanın tutsağı
haline gelirken, ölümlülüğün açmazı karşısında duyduğu çaresizlik yüzünden
kendini, ötekini ve dünyayı bir yabancı gibi algılamaktadır (Camus,2006:2426). Bu yabancılaşmanın etkisiyle geleneksele duyulan özlemin yaratacağı bir
taşkınlığın ya da başkaldırının kendine vereceği zararı gören kapitalist düzen,
önlemini almakta, futbol sahalarında (vb. yerlerde) yeniden canlandırılan
Dionysosca olanı kullanmaktadır. Bu bir tür akılcılaştırmadır ve kapitalist
düzen, işlerliği ve devamlılığı adına, oluşabilecek bir taşkınlığı öncesinde
kontrol etmek istemekte, bu amaçla Dionysosca olana gönderme yapan her
unsura ihtiyaç duymaktadır. Tek tek bireylerin toplamında kitleler,
Nietzsche’nin bahsettiği kurtuluş anını canlandıran futbol gibi etkinliklere
katılım yoluyla, bu etkinliklerin yaratıldığı ortam ve kitleler ile özdeşleşerek
bir arınma yaşamaktadır ve maç sonrası kaldığı yerden hayatına devam
etmektedir. Stadyumlarda, maçlar sırasında bayraklar, flamalar ve pankartlar
yoluyla yaratılan rengârenk ortam ve çeşitli müzik enstrümanları aracılığıyla
ortaya konan ‘taşkınlık’, Dionysosca olanın iyi bir örneğidir. Bu ortamlar
sayesinde bireyler, yabancılaştığı üretkenliklerine yeniden kavuşmakta,
Barış Kılınç
279
takımlarını desteklerken duydukları özgüven sayesinde kendilerini ‘doğa’ gibi
yaratıcı bulmaktadır. Futbolun Dionysosca büyüsüne dair özdeşleşme
biçiminin ilki budur; buradaki özdeşleşme, bireylerin takım ile değil, tuttuğu
takım sayesinde ortam ile girdiği bütünleşik ilişkiyi açıklamaktadır.
Futbolun büyüsüne dair ikinci tür özdeşleşme ise, Akhilleus, Herakles ve
Gılgamış gibi yarı-Tanrı mitik kahramanları hatırlatan futbol yıldızları ile
özdeşleşmedir ki bu özdeşleşme, Dionysosca olanın yıkımı sayesinde
gerçekleşmektedir. Nietzsche’ye göre bu yıkımın suçlusu, Sokrates ve onun
sahnedeki temsilcisi Euripides’dir. Doğayla bir olamamanın eksikliği içinde
yaşamanın acısı duyulduğu ilk andan itibaren, sanat, kurtarıcı bir temsil olarak
görülmekte ve Grekler elinde tragedya, bir sanat eseri olarak, Dionysosca
olanı sahnede yeniden şekillendirmektedir. Bu şekillendirme, akıl-ışık ve
görsel sanatlar tanrısı olarak bilinen Apollo’nun ışığı altında gerçekleşmekte,
doğayla bir olamamanın eksikliği, onun sahne tasarımı ile giderilmektedir
(Nietzsche, 2005:19). Dionysosca olan sahnede koro ile temsil edilmekte, bu
taklit sayesinde insanlık Dioysosca olana özlemini gidermektedir. Ancak yine
Nietzsche’ye göre, Sokrates ve onun sahnedeki temsilcisi oyuncu ve oyun
yazarı Euripides, Sokrates’in “yalnızca bilen kişi erdemlidir” cümlesine
uygun bireysel olanı sahneye taşıyarak, koro yerine tanrısallaşmış ya da
tanrısallaşmaya çalışan karakteri yaratmaktadır. Yaratılan dramatik öykü
içinde eyleyen karakterin ne anlam taşıdığı üzerine düşünen dinleyici ya da
izleyici(2005: 80-81), dramatik öykü sonunda oluşan başkahramanın acılarına
ya da mutluluklarına odaklanarak, tümün acısını ya da mutluluğunu
unutmakta, Dionysosca olan yerine bireysel olan ile (Fuchs, 2003:48)
özdeşleşerek rahatlamaktadır. Böylece, Aristoteles’in Poetika adlı eserinde
belirttiği tanımlar ortaya çıkmaktadır: “Tragedya, ahlaksal bakımdan ağır
başlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu olan belli bir eylemin taklididir;
sanatça güzelleştirilmiş bir dili vardır; içine aldığı her bölüm için özel
araçlar kullanılır; eylemde bulunan kişilerce temsil edilir (Aristoteles,
2006:22)” ve karakter denince, bu eylemde bulunan kişiler(2006:23) akla
gelmektedir. Yine Aristoteles’e göre, gerçek hayatta insanlar nasıl ahlaksal
bakımdan iyi ya da kötü diye adlandırılmaktaysa, tragedya içinde de eyleyen
karakterler iyi ya da kötü olarak ikiye ayrılmaktadır(2006:13) ve iyiler
dramatik kurulum içinde yarı-tanrı kahraman olarak kendini göstermektedir.
Taklit, tüm sanat eserlerinde olduğu gibi tragedya içinde hayatidir ve
taklit eden (sanatçı), insandaki taklit etme iç tepisinin bir örneğini
göstermektedir. Dolayısıyla, bu taklidi seyreden bir seyirci, insan için
280
Futbolun büyüsü ve kahramanları
karakteristik bir öğe olan hoşlanma duygusu ile tepki vermektedir (2006:1316). Bu tepki, hayatın taklidi olan eylemi gerçekleştiren dramatik karakter ve
kahraman ile kendisinin kurduğu özdeşlik ilişkisi için vazgeçilmezdir.
Karakterler, ahlaken iyi, temsil ettiği koşullara uygun, izleyicilere benzeyen
ve tutarlılık içeren özellikleri (2006:42-43) ile dramatik kurulumun sonunda,
yani taklit edilen eylem sonunda seyirci için özdeşleşecek bir kahraman haline
gelmektedir. Bu sahneleniş tarzının ve dramatik kurulumun en güncel örneği
ise, ‘popüler tür filmleri’dir. İdeolojik işlevleri ile ilgili yapılan eleştirilerden
de bilindiği gibi bu filmlerin “seyirciyi, toplumsal düzenin temel önermelerini
kabule ve bunların usdışılığını ve adaletsizliğini yok saymaya alıştırdığı
(Abisel, 1999:37)” iddia edilmektedir. Bunda, sıradan insanın kapitalizmin
ideolojisine uygun bir biçimde kahramanlaştırılarak sunulması ve bu sunu ile
kitlelerin sıradanlıklarını, kahraman ile kahramanlaşarak unutması etkilidir.
Romantikler tüm çelişkisine rağmen sıradan insana yüklenen bu tanrısallığı
kutsallaştırır. Ancak çelişki, kapitalizmin tanrısallaşan ya da tanrısallaşmaya
çalışan insana muhtaç olmasındadır. Kitleler tek tek bireyler halinde,
kendilerine anlatılan öykünün toplumsal koşulları içerisinde tarihsel bir
eleştiri yaparak gezinmek yerine, kendisi gibi tanımladığı kahraman ile
özdeşleştiği için, o ideolojinin düşünce sistemini istemese de
içselleştirmektedir. Futboldaki yıldızlık olgusu da, bu bilgiler ışığında
değerlendirilirse daha iyi anlaşılabilmektedir. Futbol yıldızları, saha içinde,
medya aracılığıyla öncesi ve sonrası da (magazinsel haberleri de içerin değişik
TV programları ve gazete haberleri ile) kurgulanarak sahnelenen futbol
maçının trajik kahramanları olarak izleyicinin karşısına çıkarılmaktadır.
Futbol seyircisi de, ahlaken iyi, kendi yaşadığı toplumsal koşullar içinden
çıkmış, dolayısıyla kendine benzeyen ve kendisine yazılmış roller içersinde
gayet tutarlı davranan bu ‘başarılı’ karakterler ile özdeşleşerek,
rahatlamaktadır, ki bu tür özdeşleşme, futbolun büyüsü içerisinde
değerlendirilmesi gereken ikinci tür bir özdeşleşmedir ve beraberinde
kapitalizm statü endişelerini de getirmektedir.
Futbolun kapitalizm ve medya ile ilişkisi: Futbolun ideolojik işlevleri
ve futbol yıldızları
Futbolun kapitalizm adına akılcılaştırılarak tekrar modern kent hayatı
içinde konumlandırılmasının, analitik bir biçimde açıklanması gereken birçok
nedeni vardır. Bu nedenler, futbolun kapitalizm ile bütünleşik bir ilişki içinde
olduğunu göstermeyi ve dolayısıyla futbolun bu ilişki içindeki ideolojik
Barış Kılınç
281
işlevlerini anlamayı kolaylaştırdığı için de oldukça önemlidir. Ancak tüm bu
nedenlerin doğru bir şekilde ortaya konabilmesi için öncelikle futbolun
kapitalizm adına, oynanan bir oyun olmaktan çok seyredilen ya da izlenen bir
etkinlik olarak (Zeytinlioğlu,2002:8) organize edildiği (akılcılaştırılarak
bürokratikleştirilmesi) ön kabulünden hareket etmek gerekmektedir. Kısaca,
futbolun ideolojik işlevleri üzerine yapılan eleştirilerin daha çok onun
seyredilen ya da izlenen bir etkinlik haline getirilmesi ile ilgili olduğu
bilinmelidir. Bu bağlamda, futbolun ‘seyredilen’ bir etkinlik haline
getirilmesi, stadyumlardaki Dionysosca ortamı hatırlatırken, ‘izlenilen’ bir
etkinliğe dönüştürülmesi de, genelde medya özelde ise televizyon aracılığıyla
sahnelenen ve yıldız oyuncuları da kapsayan dramatik ortamı hatırlamaktadır
ki bu ortam, kapitalizmin bireyi yalnızlaştırıcı etkinliklerini desteklemektedir.
Çünkü televizyon sayesinde birey futbol etkinliği ile her türlü dış etkiden uzak
birebir bir ilişki içindedir. Dolayısıyla birincide, tek tek bireyler
stadyumlardaki büyülü ortam ile özdeşleşirken; ikincide, birey, kendine
sunulan dramatik etkinlik ile özdeşleşmektedir. Ancak her iki durumda da,
futbol etkinliği kapitalizmin çıkarına hizmet etmektedir.
Dionysosca olana gönderme yapan birinci tür özdeşlik ilişkisi, her türlü
sınıfsal farklılığın es geçildiği bir ortamı kısa süre de olsa yaratarak, sistemin
adaletsizlikleri karşısında yabancılaşan bireylerin, tekrar sisteme kanalize
edilmesine imkân vermektedir. Futbol stadyumlarının büyüleyen ortamı,
tribünlerde oturan birbirinden farklı sınıfsal aidiyetleri ile binlerce kişiyi tek
bir amaç uğruna, takımlarını desteklemek amacıyla bir araya
getirebilmektedir. Aslında, bu etkinliğin sınıfsal ya da diğer her türlü farklılığı
Dionysosca olanın içinde bir araya getirmesi, sadece modern dönem ile ilgili
yeni bir durum değildir. Mikhail Bakhtin’nin zaman zaman kontrol dışına
çıksa da kilise tarafından organize edilen ve gülmece türünün tarihsel
gelişiminde oldukça önemli yer edinen, Deliler Bayramı, Eşek Bayramı,
Paskalya Gülmesi, Noel Gülmesi ve Krallar Bayramı gibi ortaçağın folklorik
festivalleri hakkında söyledikleri incelendiğinde, futbol gibi modern
etkinliklerin, öncüllerinin ideolojik kullanım biçimlerine benzerliği
görülmektedir. Bakhtin’e göre, bu folklorik festivaller iki zıt yönelime
sahiptir. Resmi yani dinsel yönelimi, geçmişi de içeren mevcut düzeni
onaylarken, halka dönük yönelimi geçmişi ve şimdiyi eleştirmektedir
(Bakhtin,2001:101). Bu bağlamda, futbol etkinliği öncüllerininkine oldukça
benzemektedir; ancak, kapitalizm, mevcut üretim ilişkilerini onaylayan tek bir
yönelime izin vermektedir. Futbol etkinliğine katılan bireylerin de, mevcut
282
Futbolun büyüsü ve kahramanları
düzenin dışında herhangi bir eğilimi savunmak için maça geldiklerini
söylemek neredeyse mümkün değildir. Tam aksine bu etkinlik, gerçek hayatta
var olabilecek başkaldırıları, Dionysosca ortam içinde gidermeyi
hedeflemektedir. Bu anlamda da, Louis Althusser’in, Karl Marx’ın altyapıüstyapı benzetmesini temel alarak yaptığı ‘Devleti İdeolojik Aygıtları’ adı
altındaki tanımlamalara değinmek gerekmektedir. Althusser’e göre,
DİA’ların: din (farklı kiliselerin oluşturduğu sistem), öğrenim (farklı, gerek
özel gerekse devlet okullarının oluşturduğu sistem), aile, hukuk, siyasal,
sendika, haberleşme (basın, radyo-televizyon), kültür (edebiyat, güzel
sanatlar, spor vb.) gibi üst yapı kurumlarının temel rolü, sömürü ilişkileri de
olan üretim ilişkilerinin sürdürülmesi ya da başka bir deyişle yeniden
üretimidir (Althusser, 2003:120-169). Stadyumların düzenleniş biçimlerine
yakından bakıldığında, Althusser’in bahsettiği gibi futbolun da bir üst yapı
kurumu olarak sömürüyü içeren üretim ilişkilerini yeniden ürettiği
görülmektedir. Birey bu büyülü ortamların yanılsaması ile hem kendinin hem
de ötekinin sınıfsal aidiyetini içselleştirmekte ve düzenin işleyişini aynen
kabul etmektedir. Bu düzenin stadyumdaki temsili ise şu şekilde
betimlenmektedir:
Tribünlerde her koltuğun fiyatı, görüş açısı ve konforuyla doğru
orantılı olarak belirlenir. Numaralı, kapalı, maraton, açık ve kale
arkası gibi gruplara ayrılı tribünlerdeki seyircileri oturdukları bölüme
göre kabaca farklı ekonomik sınıflara ayırmak mümkündür.
Stadyumdaki yer alış ile gündelik hayatta yer alış neredeyse tamamen
örtüşür. Burada anlatılmak istenen çok popüler bir deyişle insanların,
oynayanlar ve seyredenler olarak ikiye ayrıldıkları değil; sadece
maçın ilk yarısında takımlarının attığı, ikinci yarısında ise yediği
(veya tam tersi) golleri net olarak görebilen ve hava koşullarına göre
yağmur, kar ya da kızgın güneşe maruz kalan kale arkası seyircileri
ile sahanın tümüne hakim bir görüş açısına sahip ve birkaç saat
önceden giderek yer kapma gibi bir endişesi olmayan, üzeri kapalı,
numaralı tribün izleyicileri arasındaki keskin ayrımı ve bu iki uç
arasındaki çeşitliliği ortaya koymaktadır (Yılmaz,1998:17).
Birinci tür özdeşleşmenin kapitalizm açısından getirisi, bireylerin sistemin
işleyişine gönüllü bir şekilde itaat etmesi ve sisteme yabancılaşmanın
giderilmesidir. İkinci tür özdeşleşmenin getirisi ise, futbolun tüketim endeksli
yaşam biçimine katkı yapabilmesidir. Bu katkıda medyanın etkisi, göz ardı
edilemeyecek kadar önemlidir. Çünkü medya, futbolu, maç öncesi ve maç
sonrası yaptığı yayın ya da yayımlarla tiyatral bir gösteri haline
getirebilmekte, teknolojisi sayesinde de bu gösteriyi dünyanın en ücra
Barış Kılınç
283
köşelerine kadar götürebilmektedir. Özellikle 1970 sonrası, post-fordizm
olarak kavramlaştırılan tüketime dayalı ekonomik düzenin (Arık,2004:50)
ulus devlet sınırlarının ötesindeki pazar arayışı, futbolu önemli bir küresel
pazarlama etkinliği olarak öne çıkarabilmektedir. Çünkü futbolun sahip
olduğu evrensel dil, dünyanın her yerinde kolaylıkla anlaşılabilmektedir.
Kısaca oyun, sportif bir müsabaka olmaktan çok, bir pazarlama etkinliği
olarak görülmekte, yıldız oyuncuların özelinde takımsal simgeler fetişist bir
meta haline gelmekte (Doğan,2002:91) ve tüm bunlar bahsi geçen ikinci tür
özdeşlik ilişkisi sayesinde yapılabilmektedir. FIFA (Federation of
International Football Associations) ve UEFA (Union of European Football
Association) aracılığıyla düzenlenen uluslararası futbol organizasyonlarının
nedenleri de, tüketim endeksli ekonomik düzenin futbol endüstrisi ile ilişkisi
bağlamında açıklanabilir. Sponsorluk ve reklam gelirleri ile takıma ait
simgelerin meta haline getirilerek satılabilmesi, şirket mantığı ile çalışan ve
hatta şirketleşen futbol kulüpleri açısından hayatidir; ancak bu gerçeklik,
futbol severleri bir tüketici, futbolu da bir pazarlama etkinliği haline
getirmektedir. Bu duruma başka bir örnek, önemli futbol kulüplerinin gelişen
ekonomilerine paralel tüketime yönelen Uzakdoğu ülkelerine yaptıkları ve
gösteri maçlarını da içeren geziler verilebilir. Bu gezilerdeki amacın, futbola
ait, yıldız oyuncular sayesinde fetişist bir meta haline gelen simgelerin
pazarlanması ile sponsorluk ve reklâm anlaşmalarının gerekliliklerinin yerine
getirilmesi olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, futbola ait her ne varsa özellikle
yıldız futbolcular ve onlar sayesinde değerlenen diğer simgeler, alınıp
satılabilen bir meta olarak görülmekte (Yılmaz,2002:21), futbol severler de
kurdurulan özdeşlik ilişkisi ile etkilenen bir tüketici haline getirilmektedir.
Futbolun, iki tür özdeşlik ilişkisini de içinde barındıran ve kapitalizm
açısından, tüm bu anlatılanların dışında daha hayati başka bir ideolojik işlevi
ise kendine ait nesnelerin, seyirlik ya da değil, düzenleniş biçimi ile
kapitalizmin toplumsal yapıyı düzenleyiş biçimi arasındaki benzerliktir.
Kapitalizm, işlerliğini ve devamlılığını sağlamak amacıyla, akılcılaştırma
temelinde birçok unsuru kullanabilmektedir. Tek tek bireyler toplamında
kitlelerin sisteme gönüllü biçimde bağlanabilmesi kapitalizm için oldukça
önemlidir. Ancak, DİA’ların sisteme gönüllü bağlanmayı sağlayan ve sömürü
ilişkilerini içeren üretim ilişkilerini yeniden düzenleyen yapısının işleyiş
açısından kapitalist düzenin tüm özelliklerini taşıdığı da bilinmektedir.
Dolayısıyla futbol da bu özelliklere sahiptir ve seyirci ya da izleyici futbol
(vb. etkinlikler) aracılığıyla bu özellikleri içselleştirebilmektedir. Fromm’a
284
Futbolun büyüsü ve kahramanları
göre, kapitalizm temelde şu ortak özellikleri ile işlerliğini devam
ettirmektedir:
Siyasal ve yasal açıdan özgür insanların varoluşu;
Özgür insanların (işçilerin ya da çalışanların) emeklerini sözleşmeyle
emek pazarında anamal sahibine satmaları;
Ücretleri belirleyen ve toplumsal ürün alışverişini düzenleyen bir
mekanizma olarak bir mal pazarının bulunması;
Her bireyin kendine kazanç sağlamak amacıyla davranması; gene de
pek çok insanın yarışmacı tutumunun sonucunda herkes için en
büyük karın sağlanması ilkesi (Fromm, 1996:85).
‘Özgür insanlar’ nitelemesi (kapitalist düzenin çepeçevre sardığı
toplumsal yaşantı içinde zaten aksi düşünülemez!) bir kenara bırakılarak
analitik bir gözlem yapıldığında futbol etkinliğinin de kapitalist bir etkinlik
olduğu anlaşılmaktadır. Futbolcular-işçiler, futbol kulübü sahibine-anamal
sahibi, yetenekleri oranında (bu oran ile emeklerinin pazar değeri arasında
doğrudan bir ilişki vardır) bir emek vermekte, emeklerine parasal açıdan
iktisadi her türlü unsuru içinde barındıran futbol pazarı içinde karşılık
verilmekte ve tüm bu bileşenler temelinde bir işletme haline gelen futbol
kulüpleri, takımlarının ligdeki galibiyetlerine paralel değer kazanmaktadır.
Böylece, hem mal sahibi-futbol kulübü sahibi hem de futbolcu-işçi açısından,
yani herkes açısından bir kazanç –kârlılık söz konusu olmaktadır. Bu
bağlamda, kapitalist düzenin işleyişi, büyüleyici bir etkinlik yoluyla,
bireylerin yaşantısına başka bir biçimle yeniden dâhil edilmekte, kitleler bu
etkinliğin niteliği dolayısıyla sistemi içselleştirmektedir. Futbol ile hayat
arasında kurulacak bu ilişkinin ortaya çıkardığı başka bir gerçeklik ise,
kapitalizmin rekabete dayalı sisteminin kutsanıyor olması ile beraber,
bireylerin rekabet sonunda kazanacakları üzerinden sistemin işlerliğinin
devam ettirilmesidir. Kapitalist toplumsal yapı için bireyin sistemi
içselleştirmesi önemli bir gerekliliktir ama bu gereklilik için sistem, bireyleri
motive etmektedir. İşte kapitalist düzenin vaatleri; iş, sağlık, refah ve
mutluluk, futbol gibi etkinlikler yoluyla elde edilebilir birer gerçeklik gibi
sunulabilmektedir. Maradona ve Pele ya da yeni adlarıyla Metzi ve
Ronaldinho gibi futbol yıldızlarının, üçüncü dünya ülkelerinin banliyölerinde
yaşayan çocuklar ve ebeveynleri için önemi, taşıdıkları simgesel değer ile
ölçülebilir. Bu simgesel değerin niteliği, üçüncü dünya ülkelerinin
banliyölerinden çıkmış ve kazandıkları milyonlarca dolar ile sürdükleri
yaşamın niteliği açısından yıldız futbolcuların, yine üçüncü dünya üzerinde ya
Barış Kılınç
285
da düzeninde yaşayan çocuklara ve ebeveynlerine söylediklerine bakıldığında
daha iyi anlaşılabilir: ‘Siz de yapabilirsiniz’ cümlesi, kapitalist düzenin
işlerliğini garanti eden bir motivdir. Bu bağlamda, kapitalist hiyerarşinin
üstlerine doğru hareket eden ve tam da bu nedenle üçüncü dünyanın sıradan
insanlarınca mitik bir kahraman gibi algılanan (çünkü onlar kendilerinin
aksine refaha, zenginliğe ve mutluluğa tüm zorluklara rağmen
kavuşabilmiştir) futbol yıldızları da eski ya da yeni teker teker incelendiğinde
birer üçüncü dünyalıdır ya da birinci sınıf ülkelerin üçüncü dünyayı andıran
banliyölerinde yaşayan sıradan kimselerdir. Örneğin, eski yıldız Pele
Brezilya’nın Minas Gerais eyaletine bağlı Trés Coraçoes köyünde; dünyanın
gelmiş geçmiş en iyi iki oyuncusundan biri olarak gösterilen Maradona
Arjantin’de; 17 Temmuz 2003 tarihinde, 27 milyon avro bonservis ücreti
karşılığında FC Barcelona’ya transfer olan Ronaldinho futbola bel bağlamış
fakir bir ailenin çocuğu olarak Brezilya’nın Porto Alegre şehrinde; CSKA’dan
1990 yılında 4,5 milyon dolarlık tranfer ücreti ile FC Barcelona’ya geçen ve
ardından 1994 yılında 15 milyon dolarlık bir ücret karşılığında İtalya’nın
Parma takımına transfer olan solak golcü Hristo Stoitchkov bir eski Doğu
Bloku ülkesi olan ve komünizm ile yönetilen fakat şimdilerde Avrupa Birliği
ülkesi olan Bulgaristan’da; tüm zamanların en yüksek tranfer ücreti ile yani
yaklaşık 68,6 milyon dolar karşılığında Real Madrid’e transfer olan Zidane,
1960’lı yıllarda Cezayir kolonisinden ‘merkeze’ yani Fransa’ya göç eden fakir
ve Müslüman bir ailenin çocuğu olarak Marsilya’da; Beckham ise
kapitalizmin merkezindeki bir banliyöde, Kuzey Londra’nın fakir
semtlerinden biri olan Leyton’da dünyaya gelmiştir. Dolayısıyla tüm bu
isimler, kapitalist hiyerarşinin tüm kurallarına gönüllü boyun eğme niyeti ile
dolan diğerleri için iyi birer örnektir ve sistem bu örnekleri dünyanın artık en
ücra köşesine dahi ulaşan yayın ve yayımları ile medyayı kullanarak
sergilemekte ve bu sayede kendine, kendi çıkarına çalışacak gönüllü
memurlar ya da başka bir deyişle görevliler edinmektedir. Öyle ki bu
memurlar ya da görevlileri kendi çıkarına çalıştığı ölçüde ödüllendirmekte,
aksi halde sistem dışına itmektedir. Örneğin, 1998 Fransa Dünya Kupası
finalinde Ronaldo yaşadığı sara krizine rağmen Nike ile yaptığı 400 milyon
avroluk sponsorluk anlaşması gereği zorla maça çıkarılabilmekte; Maradona
sistemin işleyişi işe ilgili belirttiği muhalif görüşleri nedeniyle, aforoz
edilebilmekte; Zidane artık dayanamadığı ırkçı saldırılar karşısında gösterdiği
bir ani hareket nedeniyle uzun süre eleştirilebilmektedir.
286
Futbolun büyüsü ve kahramanları
Immanuel Wallerstein’nın tümelin mutluluğunu önemsemeyen ama
önemser gibi gözükerek bunun gerçekleştirilebilir olduğunu söyleyen ve
sürekli yanılsamalar yaratan bu sistem üzerine söyledikleri, futbolun büyülü
içeriği nedeniyle kapitalizm tarafından akılcılaştırılarak, bir yanılsama aracı
olarak kullanılmak üzere nasıl ideolojikleştirildiğini kanıtlar niteliktedir.
Çünkü Wallerstein’a göre, kapitalizmin en önemli itilimi sınırsız sermaye
birikimidir. Sınırsız sermeye birikimi ise, birilerinin başkalarının artık
değerini kendine mal etmesi ile gerçekleşebilir. Dolayısıyla, toplumsal
dünyanın ekonomik açıdan herkes için iyileştirilebilir olduğunu söyleyen
materyalist görüşün ve herkesin yeterli imkânlardan yararlanacağı ve hiç
kimsenin başkalarının sahip olmadığı imtiyazlara sahip olmayacağı üzerine
kurulacak bir toplumsal düzenin olabilirliğini savunan kolektivist görüşün
gerçekleşebilmesi mümkün değildir (Wallerstein,2003:154-155). Yani birileri
zenginleşirken diğerlerinin daha da fakirleşmesi üzerine kurulu bu sistemde
herkesin zenginlik ve refah içinde yaşaması mümkün değildir. Bu nokta da,
Karl Marx’ın, bireylerin gerçekçi olmasa da, kapitalizmin vaatlerine
kapılmalarının nedenini açıklayan düşüncelerine değinmek gerekir. Marx’a
göre, “maddi yaşamın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve
entelektüel yaşam sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey,
bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilinçlerini belirleyen toplumsal
varlıklarıdır (Marx, 1993:1993).” Dolayısıyla, bu varlıklarının oluşumunda
bireylerin bilinçlerini özdeşlik yoluyla etkileyebilen ya da yönlendirebilen
futbol gibi etkinliklerin payı büyüktür. Bu bağlamda, futbola ait nesnelerin
düzenleniş biçimi ile toplumsal yapı arasındaki benzerlik, kapitalizm
açısından değerlendirilmelidir. Medyanın bu anlatılanlar ışığında futbol ile
ilişkisi, evrenselleştirilmeye çalışılan kapitalizmin çıkarları açısından
incelenmelidir. Wallerstein’a göre, kapitalizmin önceliklerinden biri de
evrenselleşmedir (Wallerstein, 2006:73). Bu öncelik, dünyanın en ücra
köşelerine kadar kapitalizmin kendi ideolojisinin taşınması anlamına
gelmektedir. Küreselleşen medyanın, ulus devletlerin sınırlarını ortadan
kaldırarak yeniden şekillendirdiği 1970 sonrası süreç yakından
incelendiğinde, kapitalizmin evrenselleşme hedefi ile ne kadar örtüştüğü
görülmektedir. Kendi örgütleniş biçimi açısından futbol, kapitalizm çıkarına
kullanılabilir bir niteliktedir. Medya ise, bu örgütleniş biçimlerinin her birini
kapitalizm ile ilişkisi oranında kitlelere taşıma işini görmektedir. Bu
örgütleniş biçimlerinin her biri de tıpkı futbol gibi bireylere, ‘siz de
yapabilirsiniz’ demektedir.
Barış Kılınç
287
SONUÇ
Futbol önemli bir serbest zaman etkinliğidir; ancak, futbol günümüzde
kapitalist bir aktivite haline getirilmiş bir serbest zaman etkinliğidir.
Dolayısıyla, futbolun oynanan bir oyundan çok seyredilen ve izlenen bir
aktivite haline getirilmesi de bir akılcılaştırma örneği olarak
değerlendirilmelidir. Bu aktivite, sahip olduğu büyülü çehre sayesinde,
modern hayatın yalnızlaşmış ve yabancılaşmış bireylerini sistem adına
uyumlulaştırmakta ve sağladığı iki tür özdeşlik ilişkisi yoluyla sistemin
devamlılığını garanti altına alan bazı önlemleri hayata geçirmektedir. Bu
ilişkilerden birincisi, futbol, Dionysosca olanı çağrıştıran sahalarının ortamı
ile kitleleri buluşturarak, doğal olana özlem duyan bireylerin komün ile
özdeşleşmesini sağlamaktadır. Böylece, üretim ilişkilerinin yenine üretimine
katkı sağlayarak sınıfsal farklılıkların içselleştirilmesini ve bu farklılıklara
dayanan kapitalist düzenin devamlılığını garanti altına almaktadır. İkinci tür
özdeşleşme biçimi ise, Dionysosca olanın yıkımı ile ortaya çıkan ve
bireyselliğe vurgu yapan yarı-tanrı kahramanları andıran futbol yıldızları ile
bireylerin özdeşleşmesidir. Bu özdeşleşme yoluyla, tüketim endüstrisinin
ihtiyaçları karşılanmakta, futbol izleyicisi metalaştırılan ve fetişist bir unsur
haline getirilen futbol yıldızları aracılığıyla takımlarının sembollerini satın
alan birer tüketici haline getirilmekte, dolayısıyla da futbol etkinliği de bir
pazarlama süreci olarak değerlendirilmektedir. Medyanın bu süreçte etkisi,
maç öncesi ve maç sonrası yaptığı yayımlarla ve yayınlarla, futbol takımlarına
ait unsurların ve tabii ki futbol yıldızlarının fetişist birer meta haline
getirilmesinde oynadığı rol ile orantılıdır. Futbol, kapitalizm ve medya
arasındaki ilişkinin esas önemli noktası ise, futbola ait nesnelerin düzenleniş
biçimi ile kapitalizmin toplumsal yapıyı düzenleyiş biçimi arasındaki
benzerliktir. Bu benzerlik temelinde rekabete dayalı toplumsal düzende, galip
gelenlerin yükselişine futbolun yapısı itibariyle örnek olabilmesi ile
açıklanabilir. Futbol yıldızları, genelde üçüncü dünya ülkelerinin
banliyölerinde yaşayan fakir aile çocukları olmalarına rağmen, ‘meritokratik’
düzenin gerekliliklerini yerine getirerek yükselmiş kişilerdir. Bu bağlamda
yine aynı ülkelerin banliyölerinde yaşayan çocuklar ve ebeveynlerine ‘siz de
yapabilirsiniz’ mesajını göndermekte ve bu açıdan kapitalist düzenin ideolojik
bir örneği haline gelmektedir. Medya ise ulus devletlerin sınırlarını aşan
teknolojisi yardımıyla, futbola ait uluslararası organizasyonların dünyanın en
ücra köşelerinde dahi izlenmesine imkân vererek, kapitalizmin ‘evrensellik’
288
Futbolun büyüsü ve kahramanları
ilkesine hizmet etmektedir.5 İşte futbol niteliksel özellikleri ile düzenin bu üç
noktasında hizmetine giren akılcılaştırılmış bir aktivite olarak
değerlendirildiğinde anlaşılabilir bir serbest zaman etkinliği haline gelir.
KAYNAKÇA
Abisel, N. (1999). Popüler sinema ve türler. İstanbul: Alan.
Althusser, L.(2003). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (çev: A Tümertekin).
İstanbul: İthaki.
Arık, M.B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz.
Arık, M. B. (2006). Alain De Botton statü endişesi. Antre parantez. 2: 78-86.
Aristoteles (2006). Poetika (çev: İ. Tunalı). İstanbul: Remzi.
Bakhtin, M. (2001). Karnavaldan Romana (çev: S. Irzık), İstanbul: Ayrıntı.
Benjamin, W. (1995). Pasajlar (çev:A. Cemal). İstanbul: Yapı Kredi.
Camus, S. (2006). Sisifos söyleni (çev. T. Yücel). İstanbul: Can.
Doğan, G. (2002). Dünya futbolu. Karizma Dergisi, 11:90-94.
Fromm, E. (1996). Sağlıklı toplum (çev: Y. Salman, & Z. Tanrısever), İstanbul: Payel.
Fuchs, E. (2003). Karakterin ölümü (çev: B. Güçbilmez). Ankara: Dost.
Hobsbawn, E. (1998). Sermaye çağı. 1848-1875 (çev: B. S. Şener). Ankara: Dost.
Marx, K. (2005). Ekonomi politiğin eleştirisine katkı (çev: S. Belli). Ankara: Sol.
Nietzsche, WF. (2005). Müziğin ruhundan tragedyanın doğuşu (çev: İ. Z. Eyupoğlu).
İstanbul: Say.
Simmel, G. (2003). Modern kültürde çatışma (çev.T. Bora, & N. Kalaycı, & E. Gen).
İstanbul: İletişim.
Wallerstein, I. (2003). Bildiğimiz dünyanın sonu (çev: T. Birkan). İstanbul: Metis.
Wallerstein, I. (2006). Tarihsel kapitalizm (çev: N. Alpay). İstanbul: Metis.
Weber, M. (?). Toplumsal ve ekonomik örgütlenme kuramı (çev: Ö. Özenkaya).
İstanbul: İmge.
Weber, M. (1999). Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu (çev: Z. Gürata). Ankara:
Ayraç.
Yılmaz, E. (2002). Futbol ve yaşam. Toplum Bilim Dergisi, 16: 15-22.
Zeytinoğlu, E. (2002). Boş zaman oyunu ve televizyon. Karizma Dergisi, 11:7-12.
5 Meritokrasi ‘eşit!’ rekabet koşulları içerisinde bireylerin kendi yetenekleri ölçüsünde
toplumsal yaşama katkısı anlamına gelmektedir (Arık,2006:84). Ancak, Alain De Botton’a
göre, “Ekonomik meritokrasinin yükselişiyle birlikte fakir insanlar, zenginlerin yardımına
muhtaç ‘talihsiz’ kişiler olarak tanımlanamaz oldular; kendi çabalarıyla zengin olmuş, hali
vakti yerinde insanların umarsızca aşağılayabildikleri başarısız insanlara dönüştüler
(Akt.Arık, 2006:84).” Öyle ya! ‘Siz de yapabilirsiniz’ önerisine karşılık vermemek bir
aşağılanma olarak algılanabilir.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.289-316
Makale
Endüstriyel futbol çağında
“taraftarlık”
M. Berkay Aydın 1
Duygu Hatipoğlu 2
Çağdaş Ceyhan 3
Öz: Bu makale, futbol alanında özellikle piyasalaşma temelinde belirlenen değişim
süreçlerini genel olarak değerlendirme ve bu süreçlerle birlikte tartışılabileceği
düşünülen ‘taraftarlık’ kavramının incelenmesi üzerine kurulmuştur. Makalede
‘taraftarlık’ kavramının görece daha pasif bir anlam içeren ‘seyircilikten’ ayrışması ve
bu durumun ‘endüstriyel futbol’ çağında yarattığı düşünülebilecek gerilim üzerinde
durulmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede uluslararası ve ulusal düzeylerde kimi örnekler
verilmeye çalışılmış ve bu örnekler özellikle eleştirel sosyal bilim geleneği
çerçevesinde tartışılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Taraftarlık, seyircilik, endüstriyel futbol, gösteri toplumu.
‘To Be Supporter’ İn The Industrial Football Age
Abstract: This article is based on a general consideration of football, particularly the
processes of change determined on the ground of marketization, and the analysis of
the concept “supporter”, which can be thought as a discussion topic accompanying
these processes. In this study, considerable effort is put into the distinction between
the “supporter” and the “audience/onlooker”, which has a relatively passive meaning
and the tension that can be seen as stemming from this distinction in the age of
“industrial football”. In this perspective, the main effort is to give examples in both
national and international levels and to discuss these examples from the perspective of
critical social sciences literature.
Keywords: Supporter (fan), onlooker/audience (fan), industrial football, the society
of the spectacle.
1
Arş. Gör., ODTÜ Sosyoloji Bölümü; e-posta: [email protected]
Avukat, e-posta: [email protected]
3
Arş. Gör., Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi;
e-posta: [email protected]
2
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
290
GİRİŞ
Avrupa tribünlerinde yaygın kullanılan terimle ‘modern futbol’,
Türkiye’de yaygınlaşan kullanım ifadesiyle ‘endüstriyel futbol’ ve hakkındaki
tartışmalar son yıllarda artarak sürmektedir. Endüstriyel futbol, ekonomik,
sportif, sosyolojik açıdan pek çok tartışma başlığı barındıran bir başlık olarak
öne çıkmaktadır. Futbolun modern bir oyun olarak ortaya çıkmasından bu
yana oldukça değiştiği ve bu değişim sürecinin farklı aktörleri ortaya çıkardığı
söylenebilir. Bu nedenle tek başına 'endüstriyel futbol' başlığı, barındırdığı
konular açısından yeterli bir kapsama sahip değildir. Özellikle 90'lı yıllarla
birlikte bir ekonomik sektör olarak öne çıkan futbol, şirket kulüpler, hisse
senetleri, güvenlik yasaları, bilet fiyatları, şiddet ve benzeri bağlamlarda
tartışma konusu edilebilir.
Futbolun değişimi ve taraftarlık konusunda Batı Avrupa merkezli birçok
çalışma olduğu bilinmektedir. Buna karşın Türkiye’de de futbol, seyircilik ve
taraftarlık üzerine son yıllarda dikkat çekici bir literatürün hem özgün ülke
futbol hayatıyla ilgili yapıtlarla, hem de çevirilerle oluşmakta olduğu
söylenilebilir. Her şeyden önce futbol konusunda son yıllarda yapılan
çalışmaların bir bölümü oyunda artan orandaki piyasa hakimiyetini ve
şekillenen ilişkileri içeren çalışmalardır (Boniface, 2007; Authier, 2002;
Akşar, 2005). Bu konuda birçok çalışma örnek verilebilir, genel olarak
değişim süreçlerine eleştirel yaklaşıp yaklaşmadıklarına göre tasnif
edilebilecek daha çok futbolun ekonomisi merkezli bu çalışmalar genel olarak
yaşanan büyük değişim süreci üzerinde uzlaşmaktadırlar. Türkiye’de
taraftarları veya seyircileri konu edinen çalışmalarda ise kulüp
futbolseverlerinin anıları gibi çalışmalar dışarıda bırakılacak olursa, genel
olarak bu makalede ‘taraftar grupları’ olarak tanımlanan grupların
kriminolojik terimlerle ‘etiketlenerek’ ele alındığı çalışmalar dikkat
çekmektedir (Talimciler, 2003; Şahin, 2003). Bunun yanında bu alanda Batı
Avrupa’daki tartışmaların görece daha zengin olduğunu belirtmek
mümkündür. Sadece ‘şiddet’ sorunsalının ele alındığı çalışmalar daha çok
taraftar kimliğinin oluşumuna daha mesafeli kalırken; özellikle Ian
Taylor(1975)’ın ‘holiganlık’ üzerine tarihsel ve sosyal koşulları daha fazla
öne çıkaran çalışması gibi çalışmalar bu alandaki çalışmalar için yeni
olanaklar yaratmıştır. Bu çalışmaya, Elias ve Dunning’in başını çektiği
Leicester Okulu’nun ‘uygarlaşma süreci’ tezlerine dayanarak ‘holiganizm’
sorunsalını açıklamada sosyal sınıfları aşan şekilde ‘alt-kültür’ü temele almak
Taraftarlık
291
gerektiği merkezli eleştirileri literatür açısından önemli bir tartışmadır (Elias
ve Dunning, 1986). Daha sonraki dönemlerde ise bu konuda hayli gelişkin bir
literatürün ve farklı eğilimlerin ortaya çıktığından bahsetmek mümkündür.
Teorik hareket noktalarında ve yaklaşımlarında çeşitli farklılıklar bulunsa da
taraftarın kimliğinin anlaşılması üzerine yoğunlaşan, hakim paradigmaya
görece eleştirel bakarak taraftarlığın tarihsel ve sosyal bağlarını tanımlamaya
çalışan çeşitli çalışmalar dikkat çeker ( Dal Lago ve Moscati, 1992; King,
1998; Marchi, 1994; McGill, 2006). Bunun yanında Türkiye’deki ‘taraftarlık’
tartışmaları, genel olarak, yukarıda da belirtildiği gibi görece etiketlenen
‘şiddet’, ‘holiganlık’ gibi terimlerle ele alınmıştır. Buna karşın özellikle
‘taraftarlığın’ tanımlanmasına yönelik olarak Kozanoğlu’nun (2002)
çalışması, Türkiye’de bu konuda önemli bir öncü referans kaynak olarak
tanımlanabilir. Bu makale, bir açıdan ‘taraftarlığın’ anlaşılması ve
tartışılabilmesi amacını gütmektedir. Bu konu, futbol tartışmalarında aslında
kulüp, futbolcu, yönetici isimlerinin, oyun sistemi tartışmalarının, forma
reklamlarının gölgesinde kalan fakat hemen her kentte duvar yazılarında, kimi
olaylarda gazetelerde manşet olarak ortaya çıkan bir kesimin ‘anlaşılmaya’
çalışılması açısından önemli gözükmektedir. Hakkında onlarca söz söylenen,
etkinlik alanları oldukça geniş bir kesim hakkındaki tartışmaların sınırlılığına
karşın, bu alanı en azından tartışmaya açmak bir katkı olarak
değerlendirilebilecektir.
Bu makalede, endüstriyel futbol ve taraftarlık ilişkisinin bir boyutu ele
alınmaya çalışılmıştır; çalışmada genel olarak futbol ve ‘taraftarlık’ üzerinden
‘popüler kültürdeki’ mücadele ve gerilimlere odaklanmaya çalışmıştır.
Taraftarlık ve futbol tarihsel süreç içinde ele alındığında etkileşimli bir ilişki
içinde olmuştur. Bu ilişki ekonomik, politik, psikolojik ve sosyolojik
kavramlarla ele alınabilir.
Bu makalede, öncelikle futbol oyununun tarihsel süreç içinde
endüstriyelleşmesi ve bugün geldiği nokta çeşitli örneklerle açıklanmaya
çalışılmıştır. Bunun yanında futbolun yaşadığı ekonomik dönüşümün bir
sonucu olarak görülebilecek taraftarlık kurumu da yine ortaya çıkışı ve
gelişimi bakımından değerlendirilmiştir. Nihayet, endüstriyel futbolun ve
taraftarlık kurumunun ilişkisi, nedenleri ve sonuçları, farklı ülkelerdeki, sınırlı
da olsa, kimi tribün pratikleriyle ve kimi somut örneklerle değerlendirilmeye
çalışılmıştır.
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
292
YÖNTEM
Bu makalede, veri toplama ve değerlendirme yöntemi olarak katılımcı
gözlem ve niteliksel içerik çözümlemesi kullanılmaya çalışılmıştır. İçerik
çözümlemesi ve literatür taraması sırasında, alanla ilgili teorik kitaplar, farklı
özellikler sergileyen taraftar grupları hakkında yapılan araştırmalar ve
makaleler ‘taraftarlık’ ve ‘endüstriyel futbol’ ilişkisi çerçevesinde
incelenmiştir. Ayrıca Türkiye ve Avrupa’daki kimi kulüp taraftarlarının veya
doğrudan bir kulüp aidiyeti üzerinden gelişmeyen genel olarak
futbolseverlerin oluşturduğu internet forumları taranmaya çalışılmıştır. Bunun
yanında çalışmada, 2007-2008 futbol sezonu boyunca kimi Türkiye Süper
Ligi kulüpleri tribünlerindeki ilişkiler ve ağırlıklı olarak Ankaragücü
tribünlerinden katılımcı gözlem yoluyla edinilen bulgular, ‘taraftarlığın’ ele
alınması noktasında, değerlendirme sürecine katılmaya çalışılmıştır.
Araştırmanın çerçevesini endüstriyel futbol ve taraftar ilişkisi
oluşturmaktadır. Endüstriyel futbolun tarihsel süreç içinde değerlendirilmesi
sürecinde, esas olarak olgunun İngiltere'deki gelişimine odaklanılmıştır.
Taraftarlık hakkındaki tartışmalarla ilgili olarak ise, özellikle Batı Avrupa'da
farklı ülkelerdeki futbol ve tribün kültürlerinin gelişkinliği, alana ilişkin
literatürün geniş olması sebebiyle tercih edilmiş ve incelenmeye çalışılmıştır.
Bu çalışmalar, genel olarak alan araştırmalarına dayanmaktadır. Araştırmada
literatür taramasıyla ve katılımcı gözlemle elde edilen bulgular, özellikle
‘eleştirel sosyoloji’ içerisinde değerlendirilebilecek kimi düşünürlerin
çalışmalarındaki kimi temel tartışmalarla beraber incelenmeye çalışılmıştır.
ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
Araştırmada öncelikle kullanılan kavramlara ilişkin genel bilgiler
sunulmuş, kavramların ortaya çıkışı ve tarihsel süreç içinde gelişimleri ve
kavramlara ilişkin yorumlar ele alınmıştır. Çalışmanın ana ekseni
çerçevesinde bu bölüm çeşitli alt başlıklara ayrılmıştır. Öncelikli olarak
futbolun piyasalaşma sürecinin yaygınlaşma ve derinleşmesini anlatan
‘endüstriyel futbol’, özellikle 1970’lerle birlikte Avrupa’da ve 1980’lerin başı
itibariyle de Türkiye’de geliştiği bu çalışma çerçevesinde iddia edilen
‘taraftarlık’ kavramları alt başlıkların ilk ikisini oluşturmaktadır. Analiz ve
değerlendirme için üç alt başlık oluşturulmuştur: Endüstriyel futbol,
Taraftarlık, Endüstriyel futbolun gerilimi: Taraftar mı? '12. Adam' mı?
Taraftarlık
293
Endüstriyel futbol
Futbol, oyun olarak doğduğundan beri, hep geniş kitlelerin ilgisiyle
karşılaşmıştır. Oyunun ‘modern’ biçiminin doğuşu 19. yüzyıl ortalarında
İngiltere'de gerçekleşmiştir. Önceleri, yüzlerce kişinin birlikte oynayabildiği,
kuralları olmayan, yaralanmalar ve sakatlıklarla sonuçlanan, tarihsel süreç
içinde defalarca yasaklamalara maruz kalmış bir oyun olan futbol (bkz.
Stemmler, 2000), çok kabaca söylenirse kapitalizmin doğuşu ile birlikte
kurallara daha bir sıkı şekilde bağlanmaya başlamıştır. Endüstriyel futbolun
ve taraftarlığın kökenleri, bir açıdan o dönemde, o kurallarda aranabilir.
Kapitalist üretim biçiminin, insan hayatını, zamanı ve mekanları yeniden
örgütlemesiyle birlikte bir ‘oyun’ olarak futbol da değişmek zorunda
kalmıştır. Gerçekten, daha önceleri, yani köylülerin özgür topraklarında ve
boş zamanlarında oynanagelen futbol, toprakların özel mülkiyet konusu haline
gelmesi (çit çevirme) ile bir açıdan ‘mekansız’ kalmıştır. Köylülerin, yeni
oluşan kentlere işgücü olarak sürülmesi ise oyunu ‘oyuncusuz’ bırakmıştır.
Günde ortalama 18 saat çalışan işçilerin, artık bu enerji isteyen oyunu
oynayacak halleri kalmaz. Kapitalizmin zaman ve mekân üzerinde bu şekilde
tahakküm kurmasıyla futbol da artık popüler, gevşek kurallı, kimi zaman 300
kişinin bir arada oynayabildiği bir oyun olmaktan çıkar.
Bu gelişmelerle futbol, okullarda, öğrencilerin beden ve ruh sağlıklarını
korumaya ve bazı ahlaki değerlere teşvik etmeye yönelik bir faaliyet olarak
benimsenir ve oynanır (Conn, 1999). Futbol oyununun modern kuralları bu
nedenle kolejlerde oluşturulur. 1848 tarihli Cambridge yasaları ile futbol,
11'er kişilik iki takımın karşılıklı oynadığı, kurallara bağlanan bir oyun olur.
Futbol, kendisine ikinci bir canlanma şansı veren kolejlerde çok durmaz,
kitleselleşir, kolejlerden tekrar sokaklara akar. Stemmler, özellikle İngiltere
Kupası (1871) ve dünyanın ilk Futbol Ligi'nin (1888) kurulmasından sonra
oyuncuların, çalışma saatleri 18’den 12’ye inen işçiler olduğunu, seyircilerin
de oyuncularla aynı sınıfta yer aldığını belirtir. Bu seyirciler daha o zamandan
deplasmanlara giderler, takımın renklerine bürünürler, kavga ve alkole
düşkündürler (Stemmler, 2000:99). Artık işçi sınıfı kentlere iyice yerleşmiş,
bu kent, içinde yaşayanların kültürü ile biçimlenmeye başlamıştır.
Futbol oyununun işçi sınıfında çok popülerleştiği 1800’lerin sonlarında,
pek çok kişi futbolu oynamak kadar izlemek de ister. Yerel kulüpler oyunu
seyreden işçiler için eğlence ve sosyalleşme kaynağı haline gelir (Williams ve
Netrour, 2002: 7). Tam bu noktada, yani futbolun kitleler arasında yeniden
294
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
popülerleştiği dönemde, endüstriyel futbol ve taraftarlık, iki farklı damar
olarak uç vermeye başlar. Tarihsel sürece bakıldığında bu iki kurumun
birbirinden bağımsız gelişmediği ve aynı zamanda birbirlerine bir karşıtlık
barındırdığı görülecektir. Daha doğrusu, özellikle ‘taraftarlık’ kimliğinin öne
çıkan unsurları ile endüstriyel futbolun ‘para merkezci’ algısı arasında zaman
zaman daha net gözükebilecek bir çatışma zemini dikkat çekecektir.
Bugün anladığımız anlamda endüstriyel futbolun gündelik hayattaki
yansımaları, pahalı biletler, sponsorluklar, reklam, yıldız oyuncular,
profesyonelleşme ve iştah kabartan bir yatırım alanı olmasıdır. Arık,
takımların şirketler ya da zengin işadamları tarafından ele geçirildiği ve başka
türlü bir biçimin de imkânsızlaştığı günümüzde futbolun ‘masumiyet’ çağının
bittiğine işaret eder (Arık, 2004: 220). Arık’ın bu vurgusu, endüstrileşme
süreci ile beraber aslında kapitalizmin derinleşme ve yaygınlaşmasının
getirdiği bir sonuç olarak bir ‘oyunun’, ‘bir ‘gösteriye’ dönüşmesi sürecine
işaret eder.
Futbolda profesyonelleşmenin kökenleri ile seyirciliğin oluşumu arasında
ciddi bir ilişki bulunmaktadır. Kitleler artık, oyunun modern biçiminde sahada
değil, saha kenarındaki tribünlerde yerlerini alırlar. Tribünler ve saha arasında
zaman zaman “şiddet”lenen, gerilimli bir ilişki gelişmiştir. Sahada oyuncu
olarak, oyunun öznesi olma ihtimali kalmamıştır. Sahadaki oyuncular artık
dudak uçuklatan paralar karşılığı yeteneğini satan “özel” kişilerdir. Sahada
oynanan oyun ise, TV yayınlarının gözdesidir, pazarlanmaya hazır bir maldır.
Bu, endüstriyel futbolun öyküsüdür, endüstriyel futbol ile futbol oyununun
kendisi, kapitalist dünyanın nesnesi haline gelmiştir. Bunun yanında süreç
içerinde profesyonelleşme ve ticarileşmenin yoğunlaşması ile beraber,
‘seyircilik’ konumunun kendisinde kulüple kurulan kimi ‘özel’ bağlar da para
merkezli anlayışın değerleri karşısında silinmeye yüz tutar. Bu konuda Ian
Taylor, kulüplerin temsili, kulüplerin kontrolünün değişimi üzerinde durarak
‘oyunun’ ortadan kalkmasının ötesinde bir diğer aşama olan kulüp
değerlerinin ‘ticaret mantığı’ ile girdiği çelişik duruma dikkat çeker.
Profesyonelleşme sürecinin asıl hızlandırıcı unsuru, özellikle İngiltere
özelinde, yerel burjuvazinin ‘ticari mantığının’ hakim olmaya başlaması ve
finansal kontrolün kurumsallaştırılmasıyla oluşmuştur (1975: 144). Bu
kurumsallaşma bir yandan ‘oyun’ ve özellikle yerel kulüp üzerinden sıkı kural
süreci sonrası oluşmuş uzlaşmayı aşındıracak bunun yanında ‘seyircileri’ bir
başka çelişik durumun içine sokacaktır. Çünkü, artık ‘rasyonelleşen’ ve piyasa
mantığına daha fazla bürünen bu sürecin içerisindeki değerler geleneksel
Taraftarlık
295
aidiyet değerlerinden farklı özellikler taşıyacaktır. Tribünlere ‘sürülen’
kalabalığın oyunda yer alabilmesi ise başka türlü bir varlık geliştirmesine
bağlıdır, oyunda ‘yeniden’ özne olabilmek başka bir kimlikle oyuna dahil
olabilmeyi gerektirir. Futbol oyununda yeniden özne olabilmenin ‘çabası’ da
belki bir açıdan ‘taraftar’lığı anlatmaktadır.
Endüstriyel futbolun günümüzdeki dönüşümünün önemli göstergeleri
olarak gösterileşme ve profesyonelleşme dikkat çekmektedir. İki ana damar
halinde, profesyonellik ve gösteri eğilimleri olarak gelişen değişimin toplamı
bugün endüstriyel futbol olarak adlandırabilinir. Profesyonellik ve
gösterileşme tarihi de ‘modern futbolun’ tarihiyle neredeyse paraleldir.
‘Oyundan anlayan ama oyun oynayamayan’ kalabalığın artması, bu
makalede tartışılmaya çalışılacak olan ‘taraftarlığın’ ortaya çıkışı sürecinde
bir başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Williams ve Neatrour'a göre yerel
kulüpler, oyunu izleyen işçi sınıfından seyirciler için kültürel anlamların ve
eğlencenin kaynağı haline gelir. Seyircilerin artmasının birkaç önemli sonucu
vardır. Kulüpler, esnek ve düzensiz karşılaşmalar yerine programlı bir fikstüre
sahip olmaya, seyircilerin rahatını sağlamak için yenilikler düşünmeye
başlarlar, bu da ‘ilkel’ stadyumların doğuşudur. Seyircilerin sayısı arttıkça
etkinliğe girmek için küçük ücretler istenmeye başlar, bu da oyuna çok daha
fazla ekonomik anlamlar katmaya başlar; son olarak kitle arttıkça ve fikstürler
oluşturulmaya başladıkça, oyuncular maçlara hazırlanmak ve yolculuk etmek
için daha çok zaman ihtiyaç duyarlar (2002:3).
Stemmler, oyuna giriş için ödenen ‘küçük ücretler’ hakkında şunları
belirtir (2000: 100):
“1870'li yıllardan sonra maç biletlerinin satılmaya başlaması eskiden
hayal bile edilemeyecek bir yenilikti. Kupa maçlarında elde edilen
gelirin büyük bir kısmı federasyonun o sırada tamtakır olan kasasına
akardı. Federasyonun kurulduğu 1863 yılında kasada yalnızca 5
sterlin vardı, bu rakam 1904 yılında 17.000 sterline çıkmıştır”
Önceleri oyunculara oynadıkları için para ödemek ‘ayıp’ sayılırken, futbol
oyuncusunun, oyun oynayıp çalışmadığı zamanlardaki kayıplarını telafi etmek
için küçük ücretler ödenmesiyle başlayan süreç, profesyonelleşmeyi de
beraberinde getirir. Britanya’da profesyonel futbolculara yapılan ilk ödeme
1876 tarihinde gerçekleşmiş ve profesyonel oyuncular futbol otoritelerince
kısa bir süre sonra, 1885’te resmen tanınmıştır (Williams ve Netrour, 2002:
3).
296
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
Futbol, kitleselleştikçe, futbol kulüplerinin yapısı değişmeye başlar.
Dernek örgütlenmeleri, kulüplerin işveren hale gelmesiyle, yerini ticari
örgütlenmelere, ilerleyen dönemin profesyonel şirket kulüplerine bırakır.
Tischler, İngiltere'de 1888–1914 yılları arasında kulüp yöneticilerinin
%38'inin ‘sanayici-tüccar’, %13'ünün alkol veya tütün taciri, %30'unun
profesyonellerden oluştuğunu, sadece %4'ünün ‘centilmen/ beyefendi’
olduğunu belirtmektedir (Williams ve Netrour, 2002). Elbette bu dönemdeki
ticarileşmenin, doğrudan kar amacı taşımadığını, temel olarak, şirket
yöneticisi kulüp başkanları açısından yerel statülerini kuvvetlendirmek, futbol
alanları çevresindeki küçük iş fırsatlarından yararlanmak amacıyla hareket
edildiğini de belirtmek gerekir. Ama yıllar içinde kulüpler, amaç açısından
ciddi bir dönüşüme uğramıştır. Bunun yanında günümüzde Türkiye’de futbol
dünyasında özellikle 20. yüzyılın başlangıç yıllarına benzer kulüp yöneticisi
profilinin rahatlıkla bulunabildiğinden de bahsetmek gerekebilir. Bu hem
sınıfların farklı coğrafyalardaki gelişmişlik, durum ve özelliklerine; hem de
Türkiye’deki siyaset yapısıyla ilgili bir durum olarak dikkat çeker.
Günümüzün reklam ve sponsorluk ilişkilerinin ilkel biçimleri, futbolun
kitleselleştiği 1900’lerin başında ortaya çıkmıştır. Walvin, bir dönemin ünlü
futbol sigara kartlarının, sigara içmenin özellikle işçiler arasında popüler bir
sosyal alışkanlık olduğu 1920'lerde futbola girdiğini ve bilinçli bir şekilde
geleceğin tütün pazarını oluşturmak için bir adım olduğunu belirtir (Walvin,
1994). Yine 1930'larda, bazı futbolcular sigara ve erkek kozmetiği de içeren
ürünlerin reklâmını yaparlar. 1930'ların sonuna doğru ise FA (Football
Association), yeni organizasyonlar düzenlemek için sponsor almaya başlar
(Howard ve Sayce, 2002). Yine de tüm bunlar günümüzdeki anlamıyla
endüstriyelleşmenin sadece belirtileri olabilir.
1960'larla birlikte, Avrupa ülkelerinde profesyonel kulüpler arasındaki
eşitsizliğin daha net görülmeye başlandığı söylenebilir. 1961 yılında
oyunculara tavan ücret uygulamasının kaldırılması, özellikle belli başlı
liglerde oynayan futbol oyuncularının yeni bir yaşam tarzı kimliğin başlangıç
sinyalleri olur. 1970'lerin sonunda ticarî sponsorluk futbola çok daha net
olarak girmeye başlar, kulüpler artık formalarında bir sponsorun ismini
taşıyabilirler. 1980'lerin başında ilk kez kulüplerin sahalarında oynadıkları
maçların gelirlerinin tümünü almasına izin verilir; ki bu durum ‘büyük’
kulüpler lehine ciddî bir avantaj sağlar. 1980’lerdeki bu eğilimlerin
İngiltere’de ‘big five’ (beş büyükler) olarak tanımlanan Manchester United,
Arsenal, Everton, Liverpool ve Tottenham Hotspur kulüplerinin başarılar
Taraftarlık
297
konusundaki ‘tekellerinin’ daha net görülmeye başlandığı yıllar olduğunu
belirten King, bu süreçte özellikle televizyonların bu kulüplere odaklanan
yayın eğilimlerinin de etkili olduğunu, dolayısıyla buna dayalı olarak
geleneksel kulüp takipçilerinden farklı şekilde oluşan yeni bir ‘televizyon
takipçisi’ bir kitleden de bahseder (King, 1998: 55-57). İşte tam da bu
zamanlarda, televizyon kendini futbol alanında gerçek anlamda belli etmeye
başlamış ve çok belirleyici bir rol üstlenmiştir (Williams, Netrour, 2002: 4).
Gösteri haline getirilen bu popüler ‘oyunun’ en kitlesel şekilde insanlara
ulaştırılabildiği yegane araç televizyon olacaktır. Televizyon en başından beri
oyunun küreselleşmesinde ve aynı zamanda bir pazar olarak örgütlenip
dönüşmesinde çok kritik bir role sahip olmuştur. Televizyonun, futbolu
‘televizyon futbolu’na dönüştürmesi sürecinden bahseden Arık, televizyonun
karakteristik yapısında bulunan gerçeği yeniden üretme, ticari olma, mit
üretme vb. özellikleriyle ‘medya profesyonellerinin elinde futbolun sahadaki
oyundan çok farklı bir kimliğe dönüştürüldüğünü’ belirtir (2004: 315-317).
Özünde artık ‘bir televizyon prodüksiyonuna’ dönüşmüş olan oyun bu şekilde
‘gösteri’ haline gelir. Debord’a göre (1996: 27) ‘gösteri’, metanın toplumsal
yaşamı tümüyle işgal etmeye başardığı andır. Bu açıdan kendisinin gösteri
toplumu kavramsallaştırması metalaşma sürecinin dışında ele alınamaz.
Futbolun televizyon futbolu haline getirilip ‘gösterileşmesi’nde bu süreci
hatırlamak önemlidir. Nihayet belirtmek gerekir ki, “futbolda televizyon ve
sponsorların hâkim olmaya başladığı 90'lara gelene kadar ticarîleşmenin
ancak nüveleri görünür. İki dönemi birbirinden şu şekilde ayırabiliriz:
Futbolun ilk dönemlerinden 90'lara gelene kadar, futbolda ekonomik ögeler
zaman zaman, ilkel ya da gelişmiş biçimleriyle yer bulmuştur; ancak 90'larla
birlikte futbolun kendisi bir ekonomik sektör haline gelmiş ve ilk önce
kârlılığı hedefleyen kendi kurallarıyla oynanmaya başlamıştır”(Hatıpoğlu ve
Aydın, 2007: 123). İngiltere’de ‘tribünlerin bitirilişini’ 1990’lı yıllarda İngiliz
futbolunun ekonomik dönüşümünde arayan King de özellikle 1990’larla
beraber gelişen ‘televizyon futbolunun’ ortaya çıkardığı sonuçların en önemli
olanlarından birisinin ‘taraftarların’ ve ‘tribünlerin’ bitirilmesi olduğunu
vurgular (King, 1998). Burada aslında ‘gösteri toplumunun’ gücü artmış,
sistem kendi çerçevesine uymayan unsurların bu ‘gösteri’nin dışına
çıkartılması artık bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu noktadan itibaren ise,
aslında kapitalizmin gelişiminden bu yana insanların türlü şekillerde
karşılaştıkları ‘meta merkezli yeniden düzenleme’ süreçlerinin bir başka
örneği futbol alanında daha net olarak görülecektir.
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
298
Taraftarlık
Futbolun çok geniş ve güçlü bir ekonomik sektör haline gelmesi, doğal
olarak üreticilerini ve tüketicilerini belirlemiştir. Futbol ekonomisinin
üreticileri televizyonlar, şirketler, medya, sponsorlar, oyuncular ise
tüketicileri/ alıcıları da, zamanında tribünlere sürülen kitledir. Tartışmanın
kendisi de buradan çıkmaktadır. Tribünlere sürülen kitle nedir, nasıl
tanımlanacaktır? Başından beri tüketici olarak hedeflenen ‘seyirci’ ile futbola
özne olarak yeniden dahil olma amacıyla varolduğu söylenebilecek ‘taraftar’
arasında bir farklılık olduğunu belirtmek gerekir. Aynı sebepten dolayı
taraftarlık ile endüstriyel futbol arasında da gerilimli bir ilişki olduğundan
bahsedilebilir.
Öncelikle kavramsal olarak, bu çalışmada, taraftar ve seyirciyi birbirinden
farklı, hatta zıt anlamlarda kullanılmaktadır. Endüstriyel futbol ve taraftarlık
tartışmalarında, taraftarlığa, para, medya, profesyonellik gibi kapitalizme
özgü bir kurum olarak bakmamakla başlamak gerekir. Her ne kadar taraftarlık
bu ticarileşmenin içinde kendi özgün varoluşu, dili, kültürü ile
endüstriyelleşen futbolun içinden doğmuşsa da, onun yaratmaya çalıştığı
formdan farklı bir biçimde gelişerek, oyundaki birliktelik ve isyan
potansiyelini ‘kısmen taşıyan’ bir biçimi olmuştur.
Futbol kolektif bir oyundur. Kurallara bağlanmadan, kalabalıklarca
oynandığı dönemlerde pek çok yasakla karşılaşmıştır. Bu yasakların en
önemli sebeplerinden biri oyunun büyük kalabalıkları harekete geçiren bir
özelliğinin olmasıdır. Stemmler, futbol oyununun ‘kamu huzur ve asayişini
bozma’ potansiyelinin bu yasakların başta gelen sebeplerinden biri olduğunu
belirtir (2000:29). Siyasi amaçlarla ya da çitle çevirmeyi protesto için bir
araya gelinen futbol maçlarından (2000:75), büyük kalabalıkları cezbeden ilk
futbol kulüplerine kadar futbol oyununda kolektivite potansiyeli varolmuştur.
Dünden bugüne bu potansiyel için Stuart Hall şunları belirtir (1999:100):
Endüstri öncesi futbol büyük ölçüde düzensizdi, şekillendirilmişti ve
standart kaynakları yoktu (top tekmeleneceği gibi, taşınabilir, atılabilir,
kapılabilirdi). Bazen yüzlerce kişi katılırdı, işaretlenmemiş alanlarda veya
kasaba caddelerinde yapılırdı. Bütün oyunlar yöresel geleneklere göre
oynanırdı ve sıklıkla… İsyan Yasa’sının okunmasıyla son bulurdu.
Bunun aksine modern oyun ileri derecede düzene sokulmuş ve
sistemleştirilmiştir. Evrensel olarak uyulan ve hakemleştirilmiş kurallara
göre bir merkezden yönetilir. Doruk noktası cemaat düzeyinde değil yerel
bağlar çok güçlü olmakla birlikte ulusal ve uluslararası düzeydedir.
Katılım için değil, seyirlik olması için yeniden düzenlenirler. ‘İsyan’
oyun alanında değil tribünlerde gerçekleşir.
Taraftarlık
299
Futbolun endüstriyelleşmesi süreci, futbol oyununun peşinden koşan
kitlelerin yeniden düzenlenmesini de beraberinde getirir. Artık istenen tuttuğu
kulüp için daha fazla para verebilecek, müşteri tipinde seyircidir.
Tribünlerdeki kitlenin nasıl oturacağına/nasıl ayakta durmayacağına, nasıl
davranacağına, neler söyleyeceğine dair formlar, diğer yandan ‘fair play’ ruhu
bir bakıma kitlelere dayatılır. Önceden kralların sevmediği futbol kitleleri,
bugün futbol piyasasının patronlarınca eleştirilir. Eleştirilen ve istenmeyen,
değiştirilmeye çalışılan bahsettiğimiz ‘isyan potansiyeli’dir. Elbette, yapılan
isyanın hedefi ve kendisini nasıl tanımladığından çok ortada duran
‘potansiyel’ hali buradaki tartışmanın merkezindedir. Bunun yanında burada
tanımlandığı anlamda ‘taraftarlık’ bugün futbolu takip eden kitleler arasında
nicel olarak azınlıkta fakat etki alanı açısından güçlü bir konuma sahip asgari
kolektiviteden oluşan beraber ‘hareket etme’ temelli sosyallikleri içerir. Bu
tanım için, somut olarak, ‘tribün gruplarının’ içerisinde veya ilişki ağlarında
yer almak önemlidir.
‘Seyirci’ seyretmek fiili üzerinden pasif bir kabullenmeyi içerir. Kolektif
harekete görece kapalı olduğundan, bir kolektif tanım içinde
konumlandırılmaz. ‘Taraftar’ ise taraf olmak fiilinden türer ve ‘gösteri
toplumunda’ pasif izleyicilikle kavgalı bir varoluş sergilemesi üzerinde
durulabilir (Hatıpoğlu ve Aydın, 2007: 150):
“Seyirci yalnızca ‘sunulan gösteriyi takip eden’ iken, ‘taraftar’ taraf
olan ve onun ötesinde kendi ‘kolektif’ kimliğini oluşturandır. Sosyal
ilişki ağları içerisinde yer alma durumu, taraftar olmanın olmazsa
olmazıdır. ‘Taraf olmayı’ yalnızca bir spor takımının destekleyicisi
olma anlamında kullanmaktan ziyade, ‘aktif’ olarak sosyal ilişki
zemininde yer alanlar üzerinden kurmak daha etkili olacaktır.
Taraftarlık bir anlamda, gösteri toplumunun sunduğu ‘pasif izleyici
olma’ durumuna inat bir aktiflik çabasıdır. Bunu sadece ‘futbola’
ilişkin veya doksan dakikalık bir duruş olarak almak da yetersiz
kalabilmektedir. Burada mevzu olan konu, aslında sınırlı bir parçası
da alınsa bir ‘yaşam kurgusunun’ bilinçli veya bilinçsiz bir eleştirisini
anlatır. Aslında ‘tribüncüler’ arasında yaygın olan bir ifade bu
durumu çok güzel özetlemektedir: “Tribün hayata gider yapmaktır...”
Ian Taylor, daha önce de üzerinde durulduğu gibi, taraftarlığın
oluşumunun yabancılaşmadan bağımsız olmadığını vurgular (1975).
Profesyonelleşme nedeniyle tribünlere sürülen seyirci ile futbol arasında,
seyircilerin oyuna yabancılaştırılması nedeniyle her zaman gerilimli bir ilişki
olmuştur. Bu gerilimin düzeyi döneme göre farklılıklar göstermiştir. Bu
gerilimin
bazı
unsurları,
nereden
bakıldığına
bağlı
olarak
300
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
‘müşterileştirilmeye/pasifleşmeye bir direniş’ olarak da, ‘holiganizm’ olarak
da okunabilir, Taylor’un temel vurgularından bu sonucu çıkarmak
mümkündür (1975: 162-163). Kimi zaman elbette, nasıl tanımlandığına bağlı
olarak her ikisini de barındıracaktır.
Marxist bir bakış açısından Taylor, futbol holiganizminin doğuşunda
sporun değişen doğasının, özellikle de işçi sınıfının dayanışma kurumu olarak
yerel kulüplerin değişen rolünün etkili olduğunu belirtir. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra profesyonel futbolun gelişmesiyle, futbolda yerel
kulüplerin toplumdaki rolünün azalması ve izleyicilerin daha fazla para
ödemesine gayret edilen ticarileşmiş bir faaliyet haline gelmesi oyunun
takipçilerinin konumunu da oyunun ve kulüplerinin temsilini de etkileyecektir
(Taylor, 1975: 146). Futboldaki bu yabancılaşma süreci, işçi sınıfının
geleneksel hafta sonu faaliyetlerinin çöküşünün bir parçasıydı. Bunlar sadece
futbolu değil, aynı zamanda köpek yarışlarını, bando takımlarını, okçuluğu da
içeriyordu. Bu yabancılaşma nedeniyle tribünlerdeki şiddet, yabancılaşmış
işçi sınıfı gençlerinin, geleneksel hafta sonlarını yeniden oluşturma
denemeleri olarak görülebilirdi (Marsh, Fox vd., 1996). Taraftarlık bu
anlamda, futbol oyununda yeniden varlık kazanma biçimi olarak da
okunabilir. Pasif, tüketime yönlendirilmiş seyirci, futbolun şov olarak
örgütlendiği çağımızda elbette sistem tarafından tercih edilen bir durumdur.
Bu aynı zamanda bir başka açıdan oyuna yabancılaşma anlamına da gelebilir.
Taraftar kavramı beraberinde kolektiviteyi getirir. Bu kolektivite, yalnızca
maç günleri aynı stadı doldurmak, aynı maçı izlemek gibi pasif bir durum
değildir. Taraftarlık bunlara ek olarak ilişki ağları içinde olmayı gerektirir.
İlişki ağı, ortak hafıza, ortak dil, ortak tutum alış, diğer taraftarlarla
oluşturulan ‘kamusal alan’dır. İlişki ağlarına dahil olma gerekliliği, artık ortak
futbol kulübünü tutanların birlikteliğini aşarak, kendi özgün varlığının
oluşması demektir. İlişki ağlarının oluşmasını sağlayan çatı, futbol kulübüne
olan aidiyettir ama salt takım tutmayı aşan başka bir ortak kültür de
oluşacaktır. Düzenli futbol takipçisi olmak da ‘taraftar’ olmak için yeterli
değildir. İçinde şenliğin, hüznün, dayanışmanın beraberce yaşandığı bir
sosyallik ve ‘sahada olanlar dışında’ bir kollektif hafıza taraftarlığın en önemli
koşullarından birisidir.
Endüstriyel futbol piyasası tarafından yaratılmaya çalışan futbol kültürü
ise, yalnızlığı, bireyselleşmiş hayranlığı ve tüketimi özendirir. Televizyon
futbolu, statlardaki kolektivite potansiyelinin yerine evde tek başına
yaşanacak sevinç veya üzüntüyü pazarlar. Oyunu doğrudan etkileme
Taraftarlık
301
ihtimalini ortadan kaldırır. Kulüp ürünlerinin ya da futbolcu formalarının
tüketimine indirgenen ‘sevgi’ ise çoktan karın parçası haline gelmiştir.
King’in deyimiyle yeni-tüketici seyirciler4 futbol endüstrisinin sürmesi ve
gelişmesi için temel önemdedir (King, 1998). Tüketimle kulüp sevgisi
arasında bir doğru orantı yaratılır. Bu tip seyirciliğin taraftarlıkla5 ilgisi
yoktur:
“Futbolda yaşanan ticarîleşme kasten yeni tip bir taraftar profilini
tercih etmektedir; daha zengin ama, daha az ‘sadık” seyirciler.
Maçlarda hazır bulunan bu yeni seyirciler, gittikçe ‘taraftarlar’ yerine
‘tüketicileri’, güçlü bireysel kimliği veya bir sadakati ifade etmek
yerine eğlence arzusunu sürdürmeyi resmediyorlardı (King, 1997:
235)”.
Sistem, ‘seyirci’ kalıbına sokamadığı tipleri, genel olarak ‘suç bilimi’
terminolojileriyle yargılar, ‘holiganizm’ gibi çeşitli etiketleme formülleriyle
marjinalize etmeye çalışır. Bu bilindik ve Türkiye’de akademide ve medyada
da oldukça yaygın olarak kullanılan kriminolojik genellemelerin yanı sıra,
özellikle Avrupa’da 1960’lardan sonundan itibaren gelişen süreçte futbol
takipçileri çeşitli kategoriler çerçevesinde ele alınır. Oldukça geniş bir
literatürün bulunduğu alanda futbolu takip eden kesimler içerisinde farklı
kategoriler oluşturulmuştur. Hemen her kategorileştirmede olduğu gibi bu
alanda
yapılacak
kategorileştirmelerin
de
sınırlılıklar
içerdiği
unutulmamalıdır. Bunun yanında elbette oluşturulan kategoriler birbirleriyle
ilişkisiz ve geçişsiz değildir. Bu ayrımlaştırmada birbirine geçişler ve ilişkiler
elbette önemli bir yere sahiptir, bunun yanında bu tip kategorileştirmeler
anlamanın kolaylaştırılmasına hizmet etmektedir. Bu kategoriler genel olarak
futbol takipçilerini ‘şov endüstrisi merkezli’, ‘oyun (futbol) merkezli’ ve
‘heyecan merkezli’ sınıflamalara tabi tutabildiği gibi (Crabbe, Brown v.d.
2006), bunun yanında tribünlerdeki insanların el çırpmaya, ortak hareket
etmeye ve bağırmaya yatkınlıkları vb. özellikleri üzerinden kolektif
davranışları temelinde futbol takipçisi kitleler olarak değerlendirmeye
tutulabilmektedir (McPhail, 1991). Bu gelişkin literatürün içerinde farklı
4 (new consumer fans; ‘fan’ veya ‘supporter’ kavramları anlam itibariyle birbirlerine
yakındır; fakat kavramlarının kullanılışı çeşitli metinlerde farklı anlamlara
gelebilmektedir. Bu çalışmada kullanılan ‘taraftar’ kavramına ‘fan’ kavramı da
karşılık gelebilmesine karşın ‘supporter’ kavramı daha yakın gözükmektedir.),
5 (yazarın ve literatürde kimi düşünürlerin zaman zaman kullandığı anlamda
‘supporter’ )
302
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
kulüp taraftar ve seyircilerini çeşitli kriterler temelinde ayrımlaştıran birçok
çalışmanın yapıldığı enstitülerin bulunduğunu da belirtmek gerekmektedir.
Elbette konuya ilişkin olarak farklı yaklaşımların bulunduğunu belirtilebilir.
Bunun yanında Türkiye’deki futbol takipçilerinin sınıflandırılmasına ilişkin
olarak medya seyirciliği, seyircilik, tüketim dünyasının etkisiyle ortaya görece
son dönemlerde çıkan yeni-seyircilik ve ‘taraftarlık’ ayrıştırmalarının kimi
açılardan kullanışlı olduğu düşünülebilir (Hatıpoğlu ve Aydın: 2007).
Saaijs’in Avrupa’da çeşitli kulüp ‘holiganları’ üzerine yaptığı çalışmada,
‘holiganlık olgusunun daha fazla araştırmaya gerek duyduğunun
vurgulanmasına karşın, evrensel bir fenomen olarak öne çıkabilecek çeşitli
unsurlarını vurgular. Bunlar, Saaijs’e göre, heyecan ve zevk almayı
canlandırması, katı erkeklik kimliği inşası, bireysel ve kolektif ‘itibar’ sahibi
olmak, yerel mekana ait kimliklenme, dayanışma ve ait olma hissi olarak
tanımlanabilir (2006:17-29). Saaijs’in çalışmasında kullanılan ‘holiganlık’
teriminin bu çalışmada ‘taraftar’ olarak vurgulandığını belirtmekte fayda var.
Gerçekten de farklı ülkelerde taraftarlar üzerine yapılan kimi çalışmalarda bu
belirtilen unsurların kimilerinin vurgulandığı dikkat çekmektedir (Guilianotti,
2005; Hatıpoğlu ve Aydın, 2007; Ünsal, 2005; Dal Lago, De Biasi, 1994; van
der Brug, 1994). Taraftar gruplarında bulunan bu ortak unsurların sistemin
genel ‘edilgenleştirici’ etkisine karşı bilinçli veya bilinçsiz bir karşıtlık
taşıdığını belirtmek mümkündür. Bu noktada ‘erkeklik kimliğinin katı inşası’
olgusu özel bir durum olarak ele alındığı ve daha özel bir çalışmayı haketmesi
bağlamında dışarıda bırakıldığında, bu ortak ‘kimliklenme’ durumunun
özellikle son yıllarda çok daha net olarak kurumsallaştığı gözüken taraftar
oluşumlarının ortaya çıkmasında genel olarak etkin olduğu söylenilebilir.
‘Taraftar’ kimliğinin ortaya çıkışında belki de en önemli duraklardan
birisi, kulüp takipçilerinin belli bir zaman diliminde ‘kulübün kimliğinin’
yanına kendilerini ortaya koydukları ‘grup’ isimlerinin alınması ve
örgütlülüğün bir anlamda deklarasyonudur. Örneğin İtalya’da ‘ultras’,
İngiltere’de ‘holigan’ grupları, Latin Amerika’da ‘barras bravas’ olarak anılan
taraftar gruplarının kimliklerinin net olarak ortaya çıkışı farklı coğrafyalarda
farklı tarihlere işaret etmektedir. İtalya’da 1960’ların sonunda Milan
tribünlerinde oluşan Fossa De Leoni taraftar grubu, yaygın olarak tanınan ilk
kurumsallaşmış taraftar gruplarından biri olarak ortaya çıkar. Türkiye’de
hemen 1980’lerin başlarında, Beşiktaş’ın Çarşı ve Ankaragücü’nün Güçlüler
adlı grupları bu örgütlenme ve ‘kimliklenme’ sürecinin Türkiye’deki en
önemli ilk örnekleri olarak sayılabilirler. Bunun yanında elbette bugün alt
Taraftarlık
303
liglerde yer alan kulüpleri de kapsayacak şekilde hemen hemen tüm futbol
kulüplerinin destekleyicisi ‘taraftar grupları’ bulunmaktadır. Özellikle
ülkemizde bu oluşumlar 1990’lar boyunca artan bir gelişim süreci yaşamıştır.
Genel olarak 2000’li yıllarla beraber kurumsallaşmaları ve etki alanlarının
artması oldukça hızlanmıştır. Burada farklı bir ‘isim’ alma durumu, grup
adının ve sembollerinin zaman içerinde taraftarlar nezdinde kulüp adının dahi
önüne geçmesi süreci basit bir süreç değildir. Bu süreç aynı zamanda
‘taraftar’ın varolması anlamına gelecek ve ‘seyirci/destekçi’ kimliklerinin
ötesinde farklı bir ilişkiler ağına ve farklı bir ‘oluşuma’ gönderme yapacaktır.
Kimi ‘taraftar’lar üzerine yapılan görüşme ve gözlemlere dayalı çalışmalarda,
‘grup kimliğinin dayandığı çok farklı noktalar ve ‘seyircilik’ konumundan çok
farklı gündemleri dikkat çeker (Kozanoğlu, 2002; Girtler, 2006; Toklucu,
2001; Çevik, 2004). Bu gündemler genel olarak oynanan ‘oyun’ ve ‘sahadaki
süreçlerle’ ilgili değildir. Taraftarın saha dışındaki ilişkileri, kavgaları ve
anıları futbolculardan veya teknik heyetin takımı sahaya sürüş biçiminden çok
daha öncelikli ve asli bir konumdadır. Buradaki konum aslında ‘sahadaki
futboldan’ çok daha farklı bir gündeme işaret eder ki, bu durum ‘taraftar’
gruplarının ve ‘taraftar’ olarak tanımlanmanın en önemli ayırıcı
özelliklerinden birisidir. Hatta, kimi kulüp taraftarlarında, genel olarak
stadyumda maç esnasındaki tezahüratların vurgusu bile ‘desteklenmesi’
gereken takıma yönelik değil, çoğunlukla ‘taraftarın kendi dünyasına ait’
söylemleri, üstelik çok baskın şekilde içerebilmektedir (bkz. Hatıpoğlu ve
Aydın, 2007). Örneğin, takıma veya futbolculara yönelik cesaretlendirici ve
teşvik edici ifadeler yerine, stadyumlarda ‘taraftar’ grubunun kendisini öne
çıkardığı ifadelerle karşılaşmak hiç de zor değildir. Hatta ‘taraftar’
oluşumlarının stadın geneline hakim olabildiği çoğu stadyumda bu durum
tezahüratların ana eksenini oluşturabilmektedir.
Endüstriyel futbolun gerilimi: taraftar mı, ‘12. adam’ mı ?
Her şeyden önce özellikle futbol kulübü yöneticileri ve medya tarafından
sıklıkla kullanılan “12. adam” vurgusuna dikkat etmek gerekir.
Profesyonelleşmiş ve şov endüstrisi olarak takdim edilen çağımızın
futbolunda sahadaki oyuncuların ve ‘oyunun’ kendisinin hatta kulübün
temsillerinin piyasa malzemesi haline getirilip metalaştırıldığı bir dönemde,
bu ifade aslında bu yeni dönemin ihtiyacı olan tip ‘izleyiciyi’ de dile
getirmektedir. Debord’un betimlediği ‘edilgenlik imparatorluğunun’
batmayan güneşi olan gösteri toplumunda (1996:16), bu gösterinin “ilan ettiği
304
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
gerçek-dışı birlik, kapitalist üretim tarzının gerçek birliğinin dayandığı sınıf
ayrımını gizler... Toplumun soyut iktidarını yaratan şey onun somut
özgürlüksüzlüğünü de yaratır” (1996:40) diyerek gösteri toplumu çağında
kabul ettirilmek istenen ‘birlik’ söylemine ilginç bir örnek verir. Gerçekten de
‘12. adam’ vurgusu üzerinden sözde yaratılan birlik, sistemin sahadaki
sporcuya bakışına benzer bir ilişkiyi izleyicilerle kurmasını istemesinin somut
bir örneğidir. Meta dünyasının hareketleri ve kabulleri üzerinden yürüyen bir
süreçte, insanların tanımlanması da elbette bunun üzerinden olacaktır.
En azından asgari düzeyde de olsa ‘örgütlü’ olmayı gerektiren taraftarlık,
medya seyirciliğinden de seyircilikten de farklı özellikler arzeder. Her şeyden
önce bu konu üzerine yapılmış hemen tüm çalışmalardan da anlaşılabileceği
gibi ‘kolektif’ hareket etmeyi zorunlu hissetme ve kolektif harekete yönelme
davranışı futbol seyircisi olarak tariflenecek kesimden çok daha net olarak
gerçekleşir. Hırvatistan’da stadyumdaki izleyiciler arasında ‘örgütlü olma’ ve
‘örgütlü olmama’ özelliği üzerinden bir ayrıştırma yapan Bjelajac (2005:3)
örgütlü grupların yani ‘taraftarların’ dayanışma duyguları, maceracı eğilimleri
ve ortak ‘biz’ kimliğinin gelişkinliği yanında, örgütsüz seyirci yığınına karşı,
yaş, cinsiyet, sınıfsal özellikler gibi kimi karakteristik farklılıklar da
gösterdiğini belirtir. Buna göre örgütlü taraftarlar, örgütsüz seyircilere göre
daha işçi sınıfı ağırlıklı, daha az eğitimli ve daha genç olmak gibi özellikler
arzederler (2005:7). Bunun yanında Bjelajac’ın bir başka vurgusu, kolektif
ritüellerin ve ortak tepkilerin diğer ülkelerdeki taraftar gruplarınınkilere olan
benzerlikleridir. Buna göre tribünde meşale yakmaktan, binlerce insanın
katılımıyla yapılan tribün kareografilerine, bedensel hareketleri kolektif olarak
koordine etmekten tribünde daha az boşluk bırakacak şekilde oturmaya kadar
birçok ritüelin evrenselliğinden bahsetmek mümkündür. Aslında tüm bu
‘kolektif’ davranışların etkili bir anlamı olduğundan bahsedilebilir. Beraber
hareket etmeksizin taraftarlığın kendisini var etmesi ve ortaya koyabilmesi
mümkün değildir. Bunun yanında ‘gösteri toplumunda’ varlığını ispat edip
gösteriyi bir açıdan kesmek veya merkezini değiştirmek olarak da
okunabilecek meşale yakmak ve tribünde kartonlardan koreografiler
gerçekleştirmek çok farklı şekillerde de okunabilir. Ayrıca tribünlerin
mekansal olarak taraftarlar tarafından ‘amaçlanandan’ farklı şekilde
değerlendirilmeleri de söz konusudur. De Certau’nun özellikle kent
mekanının algılanma ve kullanımındaki ‘alternatif haritaları’na veya
hikayelerine benzer şekilde (1988:115-131), taraftarların tribünleri, koltukları
ve tribünlerdeki çeşitli yükseltileri algılama ve kullanımları ‘planlanandan’
Taraftarlık
305
farklıdır. Örneğin, hemen her taraftar grubunun ortak özelliği olan ‘ayakta
durarak maç izleme’ durumu oturmak için planlanan koltuklara, hem de
çoğunlukla daha sıkı bir arada durmak için birden fazla kişinin, basılmasıyla
oluşur. Tribünlerin giriş yapılan yerlerinin üzeri tribünde liderlik
konumundaki insanların makamı olabilir. Beden ve mekan arasında kurulan
bu ilişki kimi zaman çeşitli gerilimleri de ortaya çıkarır. Örneğin, ilk örneği
1990’ların hemen başında Hollanda’da yaşanan bugün hemen her yerde
varolan, stadyumların birçok alanının ‘reklam panosu’ olarak metalaştırılması
süreciyle taraftarların ‘kimliklerinde’ önemli bir yere sahip olan pankartlarını
asabilecek alanların yok edilmesi üzerinden ortaya çıkan gerilimler kimi
zaman ciddi çatışmaların sebebi olabilmektedir. Buradaki açık örneğinde
sistemin ‘metalaştırdığı’ veya metalaştırmaya çalıştığı alana karşı mekan
üzerinden bir gerilim oluşmaktadır. Bugün uluslararası düzeyde futbolu
yönlendiren kurumlar statların ‘tamamının koltuklu hale gelmesini’ talep
ederlerken aslında istenilen izleyici tipini de tarif ederler. Bunun yanında
İngiltere’de şu an da yasak olan ayakta maç izleyebilme durumuna karşı
Football Supporters Fedaration adındaki, neredeyse tüm liglerin kulüplerinin
taraftar gruplarından üyeleri olan taraftarlar federasyonu yıllardır bu yasağa
karşı ‘statlarda ayakta durulabilecek yerler’ için mücadele etmektedirler. Son
yıllarda ‘stand up sit down’ (kalk-otur) adında yeni bir kampanya daha güçlü
bir şekilde ‘futbol maçlarında ayakta durabilmeyi’ savunmaktadır (bkz. http://
standupsitdown.co.uk/). Aslında burada sadece metalaşma ve piyasalaşma
mantığının mekan üzerinde bir direnişle karşılaşmasından öte, ‘bedenin’
hareketleri üzerinde kurulan egemenlik de dikkat çeker. Bu noktada
bedenlerin kontrolü ve hatta bedenin hareket ve kullanımı endüstriyel futbol
isteklerine göre şekillendirilmesi söz konusudur. İngiltere’de zaten alt
sınıfların ekonomik imkân anlamında fiilen dışlandıkları tribünlerden, sistem
bir açıdan onların miraslarını da temizlemektedir. Buna benzer tartışmalar
dünya çapında yaygınlaşmaktadır. Bununla beraber ülkemizde birçok ‘futbol
yorumcusu’ sıklıkla ‘ayakta duran’ taraftarların gereksizliğine, bunun
olumsuzluklarına ve bu durumun engellenmesi gerektiğine dikkat çekerek
zaman zaman konuyu kamuoyu gündemine getirmektedirler.
Profesyonel futbol dünyası ve dünyadaki genel ekonomik (neo-liberal)
dönüşümün kulüp ve futbol algısına etkilerini Hollanda’daki çeşitli izleyici
grupları üzerinden değerlendirmeye çalışan Oppenhuisen ve Van Zoonen
çalışmalarında, profesyonel futbolda ticari söylemin tüketicisi ile sportif
söylemin taraftarı arasında bir gerilimden bahsetmektedirler (2006:63).
306
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
Hollanda’da 7 takımın takipçilerini ise kendilerinin geliştirdiği bir ölçek
aracılığıyla değerlendirmeye tabi tutan yazarlar, birçok konuda endüstriyel
futbolun taraftarlar arasında ‘söylemsel olarak’ kimi önemli başarılar elde
ettiklerini de saptarlar (2006:69). Bunun yanında çalışmalarındaki verilere
dayanarak, daha başarılı kulüplerin takipçilerinin endüstriyel futbolun
söylemlerine ve değerlerine görece daha yatkın olduklarını söylemek
mümkündür.
Şiddet ve taraftarlar üzerinden sorgulama ve eleştirel değerlendirme yönü
az gelişmiş olan birçok değerlendirme hem akademide, hem medyada sıklıkla
karşılaşılan bir durumdur. Genellikle şiddete bulaşanlar kriminolojik
terimlerle değerlendirilirler, ‘sapma’ olarak görülen bu tavırların etiketlenerek
aslında ‘fair’ (adil) olmayan bir dünyada, altı tam doldurulmaksızın ‘adil
oyun’ (fair play)dan bahsedilir.
Şiddet ve holiganizm kavramlarını bir arada ele alan birçok çalışma
mevcuttur. Genelde her iki kavram da birbirini çağrıştırır. Konu ile ilgili
ilginç saptamalardan birisini yapan King , şiddetin aslında taraftarların
gereksindiği ‘kolektif hafıza’ için oldukça önemli yeri olduğunu, bunun
taraftar grupları içerisinde dayanışmalarını ve sosyal ilişkilerini oluşturmada
ilginç bir işlev edindiğini belirtir (2001: 582). Bir açıdan kurgulanan ve
aslında çok da yüksek şiddet içermeyen kimi olaylar, taraftar grupları için
kolektif hafızanın önemli bir unsuru olur. Taraftar grupları üzerine etkili
betimlemeler yapan Avusturyalı sosyolog Girtler, birçok açıdan ‘kabile
savaşçıları’na benzettiği taraftar örgütlülüklerinde cesaret ve ‘yiğitlik’
gösterilerinin ciddi bir önem arz ettiğini vurgular. Bu nokta kendisine göre
kabile kültürüyle ciddi paralellikler içerir (2005:115). Yiğitliğin ve cesaretin
gösterilebilmesi için ise ‘şiddet’ gerektiren gerilimler ön plana çıkacaktır.
Taraftarların kendi sosyal ortamları içindeki statülerini belirleyecek bu
durumlara örnek olarak polise karşı direniş göstermek ve çatışmaya girmenin
önemli ritüeller arasında olduğunu belirten Girtler (2005:116), taraftar
topluluklarını genel olarak ‘savaşçı’ bir topluluk olarak tanımlar. Girtler,
taraftar gruplarının tribünlerde sayılarının görece azlığına karşı çok baskın bir
hegemonyaya da sahip olabildiklerini belirtir. ‘Modern sanayi toplumlarının’
güven duygusu tam oluşmamış gençlere kendilerini özdeşleştirebilecekleri
meşru imkân ve seçenek yoksunluğundan dolayı da birçok gencin taraftar
gruplarında edindikleri kimlikle bu sorunun üstesinden gelmeye çalıştıklarını
belirtmektedir (Girtler, 2005: 114). Futboldaki ve taraftardaki rituelleri ‘kabile
topluluklarına’ benzeten bir diğer önemli isim olan Morris, kitabı ‘The Soccer
Taraftarlık
307
Tribe’ da taraftarların savaş metaforu üzerinden şekillendiğini, bunun çoğu
zaman çok yüksek seviyede şiddet oluşturmamasına karşı ‘kabile
topluluklarına’ yapılacak çeşitli benzetmelerle ciddi paralellikler
bulunabileceğini belirtir (Morris, 1981). Bunun yanında ‘taraftar’lar
arasındaki rituellerin ‘dışarıdan’ anlaşılması, hele endüstriyel futbol
değerleriyle değerlendirilmesi hayli zordur. Ayrıca, ‘söylemsel olarak’
endüstriyel futbola eleştirel bir çerçeveden bakarak paranın ve yeni dünyanın
kurallarının daha fazla hakim olmasına karşın ‘romantik bir futbol sevgisi’ ve
‘oyunun estetiğini’ ön plana çıkarmak da özellikle ‘taraftarlık’ kimliğini
anlamada ciddi sıkıntılar ortaya koyacaktır. Eleştirel olduğu iddia edilebilecek
olan kimi yaklaşımlarda da ‘şiddet’ konusu söz konusu olduğunda mevzunun
incelenmesi ve algılanmasından çok doğrudan yargılayıcı tavırlar ülkemizde
de dikkat çekmektedir. Buna karşı ‘şiddet’ olgusunun tanımlanması ve gerçek
anlamda tartışılması aslında konu için önemlidir. Bu konuda Fiske’nin
televizyon ve şiddet üzerine yapmış olduğu vurgular, futbol alanında egemen
söylemin ve kimi ‘eleştirel’ iddiasındaki yaklaşımların zafiyeti açısından
önemli gözükmektedir (1999: 166- 167) :
“Şiddet (örneğin fiziksel çatışma) sınıf ya da toplumsal çatışmayla
arasındaki eğretilemeli ilişkiden dolayı popülerdir (…) ekranlardan
şiddetin kökünü kazıma hareketini başlatanların orta sınıftan
ahlakçılar olması hiç de beklenmedik bir durum değildir. Orta sınıftan
ahlakçılar, televizyondaki toplumsal şiddeti ‘kınayarak’, en şiddete
dayalı ve en çok suç unsuru taşıyan eylemleri gerçekte tahrik eden
şeyin kendi ayrıcalıklı toplumsal konumları olabileceği şeklindeki
rahatsız edici düşünceyi ele almaktan kaçınırlar”
Taraftarlık açısından dünyada önemli bir merkez olarak genelde İtalyan
tribünleri kabul edilir. Gerek büyük şovlarıyla gerek geniş ve etkili
örgütlülükleriyle İtalyan tribünlerindeki ‘ultras’ grupları(taraftar grupları) tüm
dünyada bu konuyla ilgili olarak önemli etkiye sahiptir. İtalya’da 1960’ların
sonundan itibaren 1970’lerle daha da egemen olan ‘ultras’ grupları, elbette
İtalya’nın yaşadığı sosyo-kültürel ve ekonomik değişim süreçlerinden
bağımsız oluşmamıştır. Genel olarak ‘alt-sınıf’ ağırlıklı oldukları bilinen
(Marchi, 1994) bu grupların oluştuğu 1960 sonları İtalya’sı birçok anlamda
sosyal çalkantıların olduğu da bir dönemdi. Hemen tüm kulüplerin ‘ultras’
grupları oluşmaya başlamış, zaman içerisinde bu gruplar arasındaki ilişkiler
de gelişerek ortak bir ‘ultras’ kavrayışı gelişmeye başlamıştır. Özellikle
1990’lı yıllar, ki ülkemizde birçok irili ufaklı kentte-semtte taraftar
gruplarının kendilerini en yoğun oluşturdukları dönemdir, kendisini
308
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
oluşturmuş ‘ultras’ gruplarının kendi deyimleriyle ‘modern futbola hayır’
sloganını öne çıkarmaya başladıkları yıllar olacaktır. Burada ‘modern futbol’
olarak anılan biçim, futbolu sadece ticari bir meta; taraftarı ise tüketici
konumuna indirgemeye çalışan bir anlayıştır (Hatıpoğlu ve Aydın, 2007). Bu
ortak duruşun yanında, özellikle statlarda güvenlik görevlisi sayısının
artırılması, tribünlerin önde gelenlerinin fişlenmesi, taraftara yönelik şiddetin
artması gibi polisiye girişimlerin yaygınlaşması ‘ultras’ grupları arasındaki
dayanışma ve diyalogları daha da geliştirici olmuştur. Özgürlüklerin
kısıtlandığını belirten ‘ultras’lar bu konularda tüm dünyanın haberi olduğu
birçok kampanya ve tepkinin de örgütleyici olmuşlardır. Örneğin, en son
2007-2008 sezonunun ikinci yarısında, çıkan bir arbedede polis tarafından
öldürülen bir Lazio taraftarı için, koordine olan tüm kulüplerin ultras grupları
o hafta İtalya’da oynanacak birçok maçı ‘fiili müdahalelerde’ bulunarak
oynatmamışlar; hemen tüm maçlarda ise olayı protesto etmişlerdir. Kimi
yerlerde olay doğrudan güvenlik güçleri ve taraftarlar arasında şiddetli
çatışmalara dönüşmüştür. Özellikle 2002 sonrası Ultras Hareketi adında
hemen hemen tüm İtalya’da kurumsallaşan bir güç yaratan gruplar, Brescia,
Roma, Milano kentlerinde geniş katılımlı ortak gösteriler yapmışlardır.
Gösterilerin ana teması Ultras Hareketi’nin manifestosunda yer alan çeşitli
talepleri içermektedir. İtalya çapında organize olan ultras gruplarının, tüm
dünyadaki taraftar gruplarına da esin kaynağı olan manifestolarında ‘tüketici
temelli stat yerine taraftar temelli stat’, ‘yüksek bilet fiyatlarına karşı olmak’,
‘maçların aynı gün ve saatte oynanması’, ‘sis bombası, meşalelerin,
koreografilerin engellenmesinin durdurulması’, ‘kulüplerin borsada piyasa
değeri olmaması’, ‘güvenlik güçlerinin baskıcı uygulamalarına son verilmesi’
gibi noktaları da içeren birçok talep bulunmaktadır (Il Movimento del Ultras,
www.movimentoultras.it/doc/manifesto_ultras.pdf; www.asromaultras.it/mani
festo.html).
Türkiye’de burada tanımlandığı anlamıyla taraftar gruplarının oluşumu
1980’lerin başına denk gelmektedir. Bu açıdan özellikle İngiltere ve İtalya
gibi ülkelere göre görece geç bir zaman diliminden bahsetmek mümkündür.
Bunun yanında 1990’larda yaygınlaşan taraftar örgütlenmeleri, 2000’lerin ilk
on yılının sonlarına gelinen bu dönemde fazlasıyla yaygınlaşmış, irili ufaklı
tüm futbol kulüplerinin taraftar grupları oluşabilmiştir. Taraftar gruplarının
ortak noktalarının yanında, özellikle oluştukları mekanın (kentin, semtin vs.)
sosyal ve kültürel özelliklerini yansıtan bir yapıya sahip oldukları söylenebilir.
Bunun yanında özellikle 2000’li yıllarla beraber yaygınlaşan internet
Taraftarlık
309
kullanımının da etkisiyle hem uluslararası gelişmelerden haberdar olma, hem
de ülke içindeki taraftar gruplarının ve gruplara üye taraftarların ilişkileri
bakımından
ciddi
bir
gelişmeden
bahsetmek
mümkündür
(http://tribundergi.com, http://forzalivorno.org). Ayrıca özellikle 2000’lerle
beraber taraftar gruplarının dernekleşme eğilimleri hayli yükselmiş, birçok
grup kendi dernekleri aracılığıyla balolar, paneller, piknikler, yemekler,
yürüyüşler hatta ufak çaplı festivaller gibibirçok etkinlik yapmanın yanı sıra,
atkıdan çakıya, dergiden çakmağa, araba kokularından eşofmanlara kadar
farklı şekillerde kendilerine ait ‘ürünler’ de çıkartmaya başlamışlardır.
Gruplar arasında oluşturulan çeşitli ‘sınırlı’ dayanışma tavırlarından
bahsetmek mümkün olsa da, bu tip eğilimler İtalya’da hemen tüm ‘ultras’
gruplarını kapsayan görece kurumsal bir birliktelikten çok uzak, daha çok en
fazla dört vaya beş taraftar grubunu bir araya getirebilen kurumsallaşmamış
ilişkiler söz konusudur. Fakat, son yıllardaki özellikle internetin sağladığı
kimi gelişmeler, yaşanan sıkıntılar ve sahip olunan koşullarda oluşan
ortaklaşmanın daha görünür olması ve taraftar grupları içerisinde uluslararası
gelişmelere daha ilgili olan genç bir kuşağın etkinliğinin artması ile ilerleyen
yıllarda İngiltere veya İtalya gibi ülkelerde görüldüğü şekilde daha
kurumsallaşmış ortak platformalar sağlanması mümkün gözükmektedir.
Piyasa merkezli toplumsal projenin etki alanı ve derinliği geliştikçe ve
aynı zamanda bu proje ‘kültürel alanı’ da daha fazla etkilemeye başladıkça
buna karşı verilebilecek çeşitli tepkiler tarih boyunca görülmüştür. Elbette,
futbol taraftarları da birçok açıdan bu sistemin kuralları çerçevesinde
konumlanabilmektedir. Hakim sistemin ‘para merkezli’ düzenlemeleri elbette
birçok durumda taraftar gruplarını da bu düzenlemelerin bizzat içerisinde
olmasını sağlayabilmektedir. Tribünlerde son yıllarda daha görünür şekilde
tartışılan ranttan pay alınması ve paylaşımı hakkındaki gerginlikler, taraftar
gruplarının kulüp içerisindeki iktidar mücadelelerinde araç olarak
kullanılmaya çalışılması belki de bu konuda akla gelebilecek ilk örnekler
olacaktır. Fakat bunun yanında ‘taraftarlık’/‘ultras’/‘barra bravas’ vs.
kavramlarının ortaya çıkışında da toplumsal alanda çeşitli çatışma ve
gerilimlerin rol oynamış olabileceği unutulmamalıdır. Tarihçi E. P.
Thompson, kapitalizm sürecini bir açıdan geleneksel/alternatif değer, kabuller
ve pratikler ile ‘piyasa toplumunun’ kuruluşu arasındaki çatışma süreci olarak
da ele alır. Buna göre, Thompson özellikle 18. Y.Y.İngiltere’sindeki ilk işçi
görece düzenli işçi örgütlenmeleri ve çeşitli ayaklanmalardan bahsederken,
“ihtiyaçların karşılanmasındaki piyasaya dayalı pratikler” ile “piyasa-dışı
310
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
pratiklerin” karşı karşıya gelmesinin gerçek gerilimin kaynağı olduğunu
belirterek, ‘kitlelerin/halkın ahlaki ekonomisi’ (the moral economy of English
crowd) kavramını geliştirir (1991: 184-189). Bu kavramı yoğun tarihsel
materyalle de destekleyen Thompson aslında bu kavramı sadece ‘geriye
dönük’ olarak tanımlamamıştır. Kavram ‘piyasa toplumu’ normlarının ve
değerlerinin yaygınlaştırıldığı hemen her alanda ve zeminde belki de akılda
tutulması gereken bir kavramdır. Thompson, ortaya attığı kavramı daha
sonraki yıllarda incelediği bir makalesinde, ‘ahlaki ekonomi’nin ‘serbest
pazarın’ ekonomisine direnişe çağrı olduğunu belirterek (1991: 340),
kavramın daha geniş olan kapsayıcılığına da vurgu yapar. Aslında futbol
dünyasında yaşanan piyasa kurallarının ve değerlerinin geçmişin
‘değerleriyle’
çatışmasını
ve
burada
bir
gerilim
oluşmasının
değerlendirilmesinde esinlenilecek bir yaklaşım olan Thompson’un bu
yaklaşımı konu için tam olarak da yeterli olamaz. Çünkü, birincisi
Thompson’un kavramı ortaya atarken yaptığı öncelikli vurgu ‘temel
ihtiyaçlar’dır ve ikincisi üzerine yoğunlaştığı temel dönem 18 Y.Y.
İngiltere’sinde sınıf hareketinin ortaya çıkış dinamikleridir. Taraftarların
bilinçli veya bilinçsizce ortaya koymuş oldukları varoluş ve yaratılan gerilim
açısından çok önemli bir araç sağlasa da Thompson’ın yoğunlukla incelediği
dönem sonrasına ilişkin değerlendirmelerin de konunun tartışılmasına ciddi
katkısı olacaktır.
Birçok düşünürün kapitalizmin ‘mantığının’ yaygınlaşması ve
derinleşmesi anlamında kültürel ve sosyal alanların etkilenmesi üzerine
çalışmaları vardır. Özellikle 20. Y.Y.’daki hızlı gelişmeler bu tartışmaları
beslemiştir. Örneğin, Marcuse gibi kimi 68 kuşağı düşünürleri kapitalizmin
‘rasyonalitesinin’ yaratmış olduğu ‘tek-boyutlu insana’, Ritzer gibi tüketim
kültürü ve kapitalizmin görece gelişmiş koşullarında yaratılan tek düzeleşmiş
fakat bir yandan renkli gözüken dünyaya dikkat çekerler. ‘Yaşam dünyasının
sömürgeleştirilmesi’ kavramıyla Habermas, benzer tartışmaların en dikkat
çekici olanlarından birisine imza atmıştır. Buna göre sistem kültür, toplum ve
bireyden oluşan yaşam dünyasına karşı kendi kurallarını dayatarak ‘ideal
olanı’ engeller. Bu aynı zamanda sistem ve yaşam dünyasının kopması
anlamına da gelir (Habermas, 1987: 283). Bu diyalektik ilişki sistemin kendi
değer dünyasını, ki ister istemez piyasacı bir temeli olan ekonomik sistemin,
para merkezli değerini dayatması anlamına da gelir. Bu dayatmanın yarattığı
gerilim, aslında Thompson’un daha ekonomi temelli kavramsallaştırmasıyla
beraber ele alındığında ‘taraftarlığın’ ortaya çıkışı ve sistem içerisindeki
Taraftarlık
311
konumu daha ilginç bir hale gelir. Bir yandan piyasacı değerlerle yaşanan bir
gerilim, diğer yandan özellikle kültürel ve sosyal alanın yine bu değerler
merkezinde
değişime
uğratılmasına
karşı
‘yaşam
alanlarının
sömürgeleştirilmesine’ karşı bir kendiliğinden karşı koyuş acaba düşünülebilir
mi? Burada özellikle işçi sınıfı bilinci ve kültürünün ortaya çıkma sürecine
vurgu yapan Thompson’un yanında, 1968 olaylarıyla sembolleşen, aslında
gelişen kapitalizme daha farklı tepkileri içerek şekilde bir ‘isyanı’ temsil eden
dönemlerinin birlikte alınması belki de tartışma açısından yararlıdır.
Ekonomik alandaki ‘yeni-liberal’ uygulamaların hızlandırılması ve toplumsal
etkilerinin daha görünür hale gelmesiyle, taraftar gruplarının ortaya çıkış ve
canlanması arasında ciddi paralellikler bulmak mümkündür. Özellikle
1970’lerde Avrupa’da taraftar gruplarının gelişimi ve 1980’lerle beraber
Türkiye’de gerçek anlamda ortaya çıkmaya başlayan öncü örgütlülükler böyle
bir duruma işaret eder. Fakat, bunun yanında kültürel ve sosyal alanlardaki
değişim ve dönüşümün daha ‘özgürlükçü’ bir şekilde eleştirildiği 68
döneminin de hemen taraftar gruplarının oluşum yıllarına gelmesi acaba bir
tesadüf müdür? Habermas’ın (1987:310-311) önem verdiği sistem tarafından
domine edilen yaşam dünyasında iletişim durumunun engellenmesi bir açıdan
Debord’un ‘şenliksiz çağ’ dediği gösteri toplumunun (1996:87) insanlar
üzerinde yaratmış olduğu hegemonyaya da işarettir. Tribün dilinde
‘tribüncülüğün’, hayata ‘gider yapmak’, isyan etmek anlamına gelmesi
(Hatıpoğlu ve Aydın, 2007: 150) aslında bir açıdan bu sömürgeleştirilen
alanda, bu duruma duyulan rahatsızlığın isyan olarak ortaya konulmasının
önemli göstergelerinden birisidir. Futbol taraftarları üzerine yapılan birçok
çalışmada içki içmek, deplasman seyahatlerindeki yüksek dozlu eğlence,
taraftar grubu etkinliklerinde bulunabilmek için iş veya okul
yükümlülüklerinde yapılan ‘devamsızlıkların’ gururla oldukça sık
vurgulanması gibi durumlar dikkat çekerken, aslında burada bir açıdan
yaşamın tekdüzeliğine ve sistemin ‘kurallarına’ karşı sahte de olsa, sürekli
olamasa da yaratılan şenlik durumu üzerinden bir karşı koyma durumunun söz
konusu olduğundan söz edilebilir. Ayrıca Thompson’un piyasa kurallarına
karşı gelmeye ‘çağrı’ olarak tanımladığı konum üzerinden taraftarların,
endüstriyel futbol dünyasında kendilerine daha çok ‘dayanışma’ içeren bir
alan yaratmaları ve ister istemez bunun üzerinden ortaya çıkan gerilim de söz
konusu edilebilir.
Özellikle futbol taraftarlığının görünür hale gelip, ilk örgütlenmelerinin
ortaya çıktığı 1960’ların sonları hatırlandığında, bu yıllarla ilgili olarak
312
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
Lefebvre’ın gündelik hayatın artık geçmiş dönemlere nazaran yüzüstü
bırakılmış bir alan, uzmanlaşmış faaliyetlerin ortak mekanı, nötr bir alan
olmadığını belirtmesi önemlidir (1998:63). Buna göre Lefebvre’in
kavramsallaştırmasıyla ‘bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu’
1960’lardan itibaren daha baskın hale gelerek birçok farklılaşmayı özellikle
‘gündelik hayat’ üzerinden ortaya koyar. Metropolun bu tip bir tüketim
toplumu tarafından sömürgeleştirilmesi (1998:64), modern dünyada gündelik
hayatın nesneleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkması söz konusudur.
Lefebvre, özellikle işçi sınıfı ve ‘gençlerin’ bu dönemde farklı biçimlerde
gündelik hayatı ‘reddetmeleri’ üzerinde de durmaktadır. Gençler ve topluma
karşı ‘reddediş’ tavırları hakkında Lefebvre şunları belirtmektedir (1998:9596):
“....En belirgin olanı, azınlıkta olan fakat sürekli yenilenen ‘gençler’
grubunun, bu topluma karşı yönelttiği reddediştir. Toptan, bütünsel,
umutsuz, evrimsiz, mutlak, sürekli yeniden başlanan bir reddediştir
bu. Reddeden gruplar, bilindiği gibi, şiddet yanlısı ve şiddete karşı
olarak ikiye ayrılır. Reddediş, gündelik hayattan çıkmak ve yapıt
üretmenin, uyarlamanın egemen olduğu bir başka hayatı kurmak için
harekete geçmeyi gerekli kılar. Bu ‘başka hayat’, farklı araçlarla
sınanır: serserilik, uyuşturucular, kendine ait bir dil ve suç ortaklığı
vs....”
Aslında tribün gruplarının da oluştuğu bu dönem için ve gündelik hayata
ilişkin sistemin etkisinin artması durumuna karşı ‘taraftar’ gruplarının da bir
tür sunulan nesneleştirilmiş gündelik hayat biçimine bir ‘reddediş’ olarak
görülebilmesi olasıdır. Lefebvre’nin üzerinde durduğu dönemden bu yana
kendisinin tanımladığı çerçeveden çok daha etkili bir tüketim toplumu
gücüyle toplumun karşı karşıya olduğunu ve gündelik hayat üzerindeki sistem
etkisinin arttığını belirtmek gerekmektedir. Lefebvre’nin vurguları
‘taraftarlık’ kimliğinin anlaşılması için önemli gözükmektedir. Gündelik
hayatın yanında, ‘kamusal alan’ tartışması da özellikle Negt ve Kluge’un
‘proleter kamusal alanı’ ve ‘burjuva kamusallığı’ tartışmalarının da ortaya
çıktığı tarih 1970’lerdir. Yazarlar, genel olarak özellikle ‘yeni
kamusallıkların’ ortaya çıkışı ve burjuva kamusallığı yanında ondan farklı
fakat bağlamla ilişkili olarak gelişen proleter kamusallığına dikkat çekerler
(Negt, Kluge: 1993). Bu tartışmaya burada fazla girilemese de, ağırlıklı kısmı
işçi sınıfının çeşitli tabakalarından oluşan ‘taraftar’ gruplarının sosyalliğini bu
tartışmayla beraber düşünmek de mümkündür.
Taraftarlık
313
SONUÇ
İzlenmesi ve oynanmasıyla milyonları cezbeden futbolun dünyasında
egemen sistem söyleminin dışında farklı konumlar ve farklı durumların
olabileceği gözden kaçırılmamalıdır. Ekonomik ve sosyal dünyadaki
değişimlerin tek yönlü ve doğrudan belirlenmiş sonuçları olması mümkün
değildir. Futbol dünyasında daha fazla hissedilen piyasa kurallarının daha
hakim duruma gelmesi ister istemez yanıtsız ve tepkisiz olmayacaktır. Bu
yanıtın nasıl ‘olması gerektiği’nden önce, ortadaki gerilimlerin çıkışları
üzerine odaklanmak tartışma açısından daha yararlı gözükmektedir.
Bugün diliyle, kültürüyle ve temsiliyle endüstriyel-para merkezli futbol
dünyasının değerlerinden birçok noktada farklılaşan ‘taraftarlık’tan bahsetmek
mümkündür. Bugün özellikle televizyon üzerinden bir şov endüstrisi olarak
tanımlanan futbolu, sistemin bu ana söyleminden farklı şekilde anlayan bir
olgu olarak taraftarlığın birçok ayrıştırıcı özelliğini bulmak mümkündür.
Herşeyden önce günümüzün ‘endüstriyel futbol’ anlayışının paraya ve metaya
odaklı yaklaşımına karşın, taraftarın dünyasında para ve meta merkezli anlayış
merkezi değil, aksine taraftarların anlam dünyasında bu anlayışa karşı bilinçli
ya da bilinçsiz bir karşı koyuş potansiyeli bulunmaktadır. Taraftar grupları bu
süreci aynı zamanda ‘izleyicileştirme’ süreçlerine karşı ister istemez
yaşadıkları gerilimle somutta yaşamaktadırlar. Şov endüstrisinin değerleri ile
taraftarın değerleri arasında farklılıklar bulunmaktadır. Şov endüstrisi hayran
olunacak ‘futbol yıldızlarını’ öne çıkarırken; taraftar grupları kendi
‘yıldızlarını’ kendi grup ilişkileri içerisinden çıkarmaya eğilimlidirler.
Taraftar gruplarının gündemleri ise yine endüstriyel futbolun sunduğu
gündemlerden farklı olabilmektedir. Medyada bir maç hakkında yer alan
‘futbol-merkezli’ değerlendirmelerden çok, o maç öncesi, sırası veya
sonrasında taraftar gruplarının ilişkileri, deplasman yolculuğu anıları gibi
aslında endüstriyel futbolun gündemleri açısından pek değeri olmayan konular
taraftarlar açısından çok daha önemli olabilir. Bu ayrı anlam dünyaları aslında
bir açıdan hakim medyaya alternatif olarak da değerlendirilebilecek taraftar
forumlarının işlevine ilişkin de önemli veri sunmaktadır. İletişim
teknolojisindeki gelişmelerle sistemin belirlenim şansı artarken, bir yandan da
alternatif duruşların kendisini besleme kanalları da genişlemektedir. Örneğin,
egemen medya tarafından milyonlara sunulan hayran olunacak ‘futbolcu’
veya ‘takım’ tanıtımlarına karşın; bugün dünyada binlerce ‘taraftar’ internet
üzerinden farklı ülkelerdeki taraftar gruplarının ‘icraatlarıyla’, ‘yeni
314
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
besteleriyle’ tartışmasız çok daha fazla ilgilenmektedirler. Bunun yanında
‘taraftar’ kimliğinin en önemli temsillerinden birisi olan ‘grup ismi’ almanın
ve bir açıdan belli bir zaman sonra bunun kulüp temsili yerine geçmesini,
kitlelerin elinden, yüzyıllar süren süreç boyunca her geçen gün daha fazla,
alınan oyuna karşı bir tepki olarak algılamak mümkündür.
Taraftar gruplarının oluşum süreçlerine odaklanıldığında bunların çok
temel ekonomik ve sosyal kırılma anlarına denk geldiği görülecektir.
Özellikle bu noktada, 1960’li yılların sonu ve1970’li yılların kapitalizmin
önemli bir evresine denk geldiğini belirtmek gerekmektedir. Kimi yazarlarca
örgütlü kapitalizmden örgütsüz kapitalizme geçiş, kimi yazarlarca dünyanın
gördüğü en önemli piyasalaşma süreçlerinden birinin başladığı dönem olarak
tarif edilecek bu yılların, birçok düşünürce önemli değişimleri beraberinde
getirdiği vurgulanmaktadır. Son dönem sosyal bilimler literatüründeki ana
tartışmaların merkezinde de aslında özellikle 1970’li yılları merkeze alan
kapitalizmin yeni evresi vurgularının çok önemli yeri vardır.
Bir diğer üzerinde düşünülmesi gereken nokta, taraftar grupları içerisinde
yer alan bireylerin bu gruplar içerisindeki etkileşimle bir anlamda sosyal
olarak ‘güçlenmeleri’ ve aynı zamanda yalnızca futbol alanında değil hayatın
başka alanlarında da kendilerine olan güven ve öz-güçlerinin gelişimine de
katkı sunabilmesidir. Yani, yalnızca bir taraftar olarak futbol alanında taraftar
grubunun kollektivetesiyle yaratılan bir gücün yanı sıra bu grubun üyesi birey
hayatın farklı alanlarındaki edilgenleştirilme süreçlerine ve yabancılaşmaya
da kısmi de olsa karşı koyuş gerçekleştirebilecek bir olanağın sahibi olabilir.
Bu ve benzer konularda son yıllarda sınırlı da olsa tartışmalar
yürütülmektedir. Bu duruma ilişkin en önemli anlatımlardan birisini Lexi
Aleksander’ın yönettiği 2005 yapımı Green Street Hooligans adlı filmde
bulmak mümkündür. Eliah Wood’un canlandırdığı Matt Buckner karakteri
orta sınıf, eğitimli ve toplumdaki hakim iktidar ilişkilerinin de kısmi mağduru
bir karakterdir. Hayatında hiç karşılaşmadığı ‘holigan’ grubuyla tanışması
hayatında ciddi etkilere sahip olacaktır. Filmin sonunda Buckner, büyük
oranda bu holigan grubu içerisinde elde ettiği ‘özgüveni’ ile kendisini güçsüz
hissettiği iktidar ve güç sembolüne karşı sembolik de olsa zafer kazanacak ve
film Buckner’ın tek başına sokakta yaptığı ‘tezahurat’la bitecektir. Film,
‘taraftarlığın’ özellikle bireye etkilerini yalnız tribünde de değil hayatın birçok
alanına işaret edecek şekilde çok geniş bir düzeyde ele alması ve isyan
temasını işlemesi bakımından hayli özgün bir yapımdır. Bu açıdan bu
makaledeki tartışma için çok önemli bir yeri vardır.
Taraftarlık
315
Kitlelerin elinden alınan oyunun daha da belirgin hale gelmesi belki
kitlelerin bu ‘oyunu’ başka türlü formlarda sahiplenme arayışlarını
tetiklemiştir. Ayrıca burada unutulmamalıdır ki, konu üzerine tüm dünya
çapında yapılan araştırmalarda da ortaya konulduğu gibi, bu farklı formda
sahiplenmeyi yaratanların çok ağırlıklı kısmı toplumun alt katmanlarından
gelmektedir. Bunun yanında ‘gündelik’ hayatın tekdüzeliğini eleştiren orta
sınıf unsurlar için de, buraya eklemlenmek ciddi bir alternatif yaratabilmiştir.
Birçok çalışmada görüldüğü gibi, taraftarlığın dayanışma gözeten ve ‘şenlikli’
havası dikkat çeker. Aynı zamanda en önemli özelliği olan ‘kolektif davranma
zorunluluğu’, taraftarların bu dünyada hakim olan birçok değerin tersi
değerleri yaşamlarına sokmalarına yardımcı olmaktadır. Elbette, sistemden
veya hakim düşünceden ‘bağımsız’ bir taraftarlık kurumundan da bahsetmek
mümkün değildir. Birçok zaman birçok taraftar grubu sistemin değerlerine
çok farklı şekillerde eklemlenebilmektedir veya uygulanan yatay şiddet
sonucu farklı sonuçlar ve sahte durumların hakim paradigmanın işine
gelebilecek sonuçları da ortaya çıkabilmektedir. Fakat bu çalışmada temel
olarak ‘taraftarlığın’ nasıl ve hangi şartlarda ortaya çıktığı ve endüstriyel
futbolun içerisindeki gerilimli durumu üzerinde durulmaya çalışılmıştır.
KAYNAKÇA
A.S. Roma Ultras manifesto : http://www.asromaultras.it/manifesto.html. (Erişim: 18
Nisan 2008)
Akşar, T. (2005). Endüstriyel futbol. İstanbul: Literatür.
Arık, M.B. (2004). Top ekranda. İstanbul: Salyangoz.
Authier, C. ( 2002). Futbol A.Ş. İstanbul: Kitap.
Bjelajac, S. (2005, 11-15 Jul). The social structure of football fans in the city of split.
Presentation at the 8th international seminar democracy and human rights in
multiethnic societies. Konjic-Bosna-Herzegovina.
Boniface, P. (2007). Futbol ve küreselleşme. İstanbul : NTV.
Conn, D. (1999). The new commercialism. İçinde: S. Hamil, J. Michie , C. Oughton
(der.). A game of two halves? The business of football. London: Mainstream.
Çevik, E. (2004). Ankaragücü taraftarından bir kesit. İçinde: Bora, T. (der.).
Takımdan ayrı düz koşu. İstanbul: İletişim.
Debord, G. (1996). Gösteri toplumu ve yorumlar. İstanbul: Ayrıntı.
De Certau (1988). The practice of everyday life. London: University of California.
Elias, N. & Dunning E. (1986). Quest for excitement: Sport and leisure in the
civilising process. London : Blackwell.
Fiske, John (1999). Popüler kültürü anlamak. Ankara: Ark.
FSI (2008). Congress invitation. http://footballsupportersinternational.com/en/
(Erişim: 8 Mayıs 2008).
316
B. Aydın - D. Hatipoğlu - Ç. Ceyhan
Girtler, R. (2005).Terbiyesizliğin teorisi, İstanbul :Kale.
Guilianotti, R. (2005). Towards a critical antropology of voice: the politics and poets
of popular culture, scotland and football. Crituque of Antropology, 25 (4):339359.
Habermas, J. (1987). The theory of communicative action. Vol 2, Lifeworld and
system: a critiqe of functionalist theory. Boston-New York: Beacon.
Hall, S. (1999). Popüler kültür ve devlet. İçinde: N. Güngör (der.). Popüler kültür ve
iktidar. Ankara: Vadi.
Hatıpoğlu D. & Aydın, B. (2007). Bastır Ankaragücü: Kent, kimlik, endüstriyel futbol
ve taraftarlık. Ankara: Epos.
Howard, S. & Sayce, R. (2002). Branding, sponsorship and commerce in football,
Fact Sheet 11, University of Leicister. http:// standupsitdown.co.uk. (Erişim: 18
Nisan 2008).
Il Movimento del Ultras (2007). Manifesto Ultras, www.movimentoultras.it/doc/
manifesto_ultras.pdf , (Erişim: 18 Nisan 2008).
King, A. (1997). New directors, customers and fans: The transformation of english
football in 1990’s. Sociology of Sport. 14(3): 226-244.
King, A. (1998). The end of the terraces: the transformation of english football in
1990’s. London: Leicister University.
King, A. (2001). Violent pasts: collective memory and football hooliganism. The
Sociological Review, 49 (4): 568-585.
Kozanoğlu, C. (2002). Bu maçı alıcaz!, İstanbul: İletişim.
Lefebvre, H. (1998). Modern dünyada gündelik hayat. İstanbul: Metis.
Marchi, V. (1994). Ultra: Le sottoculture giovanili negli stadi d’europa. Roma:
Koine.
Marsh P., & Fox K., & Carnibella G., & Mc Cann J., & Marsh J. (1996). Football
violence and hooliganism in europe. The Amsterdam Group www.sirc.org/
publik/ footballl_violence.ht ml.(Erişim: 1 Mart 2007).
McGill, C. (2006) Futbolun kârhanesi. İstanbul: İthaki.
Morris, D. (1981) The soccer tribe. London: J. Cape.
Negt, O. & Kluge, A. (1993). Public sphere and experience: Toward an analysis of
the bourgeois and proletarian public sphere. London: University of Minnesota.
Oppenhuisen, J. & Zoonen, L.V.(2006).Supporters or consumers? Fandom, marketing
and the political economy of Dutch football. Soccer and Society. 7 (1): 62–75.
Stemmler, Theo (2000). Futbolun kısa tarihi. Ankara: Dost.
Şahin, M. (2003). Sporda şiddet ve saldırganlık. Ankara: Nobel.
Talimciler, A. (2003). Türkiye’de futbol fanatizmi ve medya ilişkisi. İstanbul:Bağlam.
Taylor, I. (1975). Soccer consciosness and soccer hooliganism. İçinde: Cohen
S.(der.). Images of deviance. Middlesex: Penguin.
Thompson, E.P. (1991). Customs In common. London: Penguin.
Toklucu, M. (2001). Taraftarın senle. İstanbul: İletişim.
Ünsal, Artun (2005). Tribün cemaatinin öfkesi: Ticarileşen Türkiye futbolunda şiddet.
İstanbul: İletişim.
Walvin, J. (1994). The people’s game the history of football revisited. London: Mains.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.317-320
Forum
Forum hakkında
Forum bu sayısında akademisyenlerin, yazarların, gazetecilerin ve diğer
ilgililerin futbol hakkında yazılarından oluşan zengin bir içeriğe sahip. Yazılar
futbolun önde gelen önemli yanlarını ele alıp irdelemektedir.
Forum “Forum olalı hep acı çekmişti,” çünkü derginin “Editörden” ve
“Forum hakkında” başlıklı bölümlerinde sürekli yaptığım kışkırtmalara
rağmen, hiç kimse Forum’u Forum yapacak yazılar göndermedi. Yazı
gönderme ve akademik tartışma açma yerine, kullandığım kavramlar veya
iletişim alanında Türkiye’deki gelişmeler ve durumla ilgili olarak sunduğum
“birilerinin hoşuna gitmeyen” eleştirilerim hakkında, örneğin 50 yıla yakın
iletişim eğitiminde iletişim alanında hala iletişime hor bakan, iletişimi
öğrenmeye çalışmayan, iletişimin ne olduğunu bilmeyen ve bilme zahmetine
de katlanmayan, ama (ne yazık ki) iletişim fakültelerini dolduranların
yarattıkları “iletişim eğitimi ortamı” ile ilgili eleştirilerim hakkında,
dedikodular üretilmekte, “gene hakaret ediyor” gibi laflarla sunduğum içerik
“hasır altı” edilmektedir. Aslında, benim beklediğim ve normal bir akademik
ortamda beklenen şudur: Kötüyü durdurma ve iyiyi kurma yönünde tartışma
ortamını geliştirme. Bunun yerine, tam tersine, dedikoduculukla ve baskıyla
desteklenen susturma ve daha kötüsü okutmama ortamı sürdürülmektedir.
Aslında durum daha da feci bir karaktere sahip: Örgütlü üretim yapılarının
“akıllı işaretler” diye sunduğunun “akılsızlığı” işleme ve “yanlış
yönlendirme” olduğunu söylüyorsunuz veya “halka istediğini verme”
iddiasının geçersizliğini açıklıyorsunuz veya kurumlarda yapılan (örneğin
TRT ve RTÜK’de) araştırmaların hem bilimsel inşa bakımından
yanlışlıklarını hem de kuruma faydasızlığını inceliyor ve sunuyorsunuz,
sonuçta kimsenin umurunda olmadığını ve, daha kötüsü, çıkarcı düşmanlıkları
tetiklediğinizi görüyor ve üzülüyorsunuz: Böyle bir akademik ortam
olmamalı, ama ne yazık ki egemen olan bu. İletişim alanındaki üretimin
doğasını incelemek gerek ve üretimin doğasını “para kazandırmayan bilginin
ve akademik girişimin hiçbir anlamı yoktur” üzerine inşa ettirmeye başlayan
bir endüstriyel yapının toplumun şimdisi ve geleceği için getirdikleri ve
318
Forum hakkında
götürdüklerinin araştırılması ve bu tür egemenliğe karşı mücadelenin başarısı
için bir şeylerin yapılması gerekmektedir. Altı ay içinde bir tersane’de birçok
insan “iş kazası” diye nitelenen “cinayetle” öldürülmesine ve bu cinayeti “işin
doğasının bir parçası olarak sunan canilere karşı sessiz kalan bir toplum ve
akademik dünyanın bu karakterinin incelenmesi ve çözüm yollarının
araştırılması ve bunlar üzerinde tartışılması gerekir. Mekaniksel materyalist
egemenliğin, “iş kazası” dediği cinayete “beş gün kapatma” cezası vermesinin
anlamını (televizyonda örneğin şiddet vb nedenlerle, televizyon yayınlarının
bir veya birkaç gün durdurulmasında olduğu gibi), çok iyi anlamak ve bu tür
biliş ve çözüm yollarının egemenliğine karşı mücadele etmek gerekir. Sorun
tersanede mi veya televizyonda mı, yoksa iş yapış biçimini örgütleyenlerde
mi? Sürekli olarak “çevre kirletiliyor” deniyor; kitle iletişim araçlarının içeriği
eleştiriliyor. Sorunlara çözüm olarak da daima “halk eğitilmeli” ve “medya
okuryazarlığı” yaygınlaştırılmalı deniyor. Asla medya yazarı olamayacaklara
“medya okurluğu” öğretilerek, aptalca satın alıcılar ve bilgiçlik taslayan cahil
tüketiciler yetiştiriliyor: Pazarın yaygınlaşma politikasının bilişlere işlenerek
geliştirilmesi. Bu, aşağılık ve her türlü hakareti hak eden “eğitimle çözüm”
üzerine, ender de olsa ciddi eleştiriler sunulur. Çoğu kez, bu tür “kurnazca,
alçakça, adi ve ahmakça çözüm önerileri” üzerinde en küçük tartışma bile
yapılmaz: Gerçek ortaya çıkar korkusu mu acaba? Çevreyi kirleten, medyayı
“işlevsel pisliklerle dolduran” ve yoksulluğu yaratanlar neden halka halkın
istediği “maddi zenginliği” vermiyor da “manevi/bilişsel zenginlik” diye
bilişleri işlevsel uydurularla dolduruyor? Aslında, çevreyi kirletenler, işlevsel
pislikleri üretenler, yoksulluğu ve yoksunluğu yaratanlar “yüksek eğitim
görmüşler” değil mi? Tersanelerde ve iş yerlerinde “iş kazası cinayetlerinin
nedeni” işin doğası veya işçinin cehaleti değildir, azami çıkar elde etmeye
çalışan şirketlerin “yüksek eğitimli yöneticilerinin” oluşturduğu korku ve terör
koşuludur. Bu koşul “ekmeğini kazanma” koşuluyla birleşince, insanlık dışı
bir durum ortaya çıkar. Ekmeğini kazanmazsa aç kalacak insan, bu koşulların
sorumlusu değildir. Öte yandan, demokratik bir hak olan sendikalaşmayı
destekleme yerine, “bir eli patronun bir eli de işçinin (aslında iki eli de
işçinin) cebinde olan sendikalardaki ilişki tarzını değiştirme yerine, “ekmeğini
kazanma” adına kötüleyen her insan bu koşulların sorumlusudur. Bu konular,
ne yazık ki, benim anlattığım biçimde gündeme getirilmemektedir. Gündeme
getirenler de, efendiler tarafından değil (onların umurunda bile değildir,
muhatab bile olmazlar), efendilerin ücretli/maaşlı veya “umutlu” köleleri
tarafından aforoz edilir, suçlanır ve gerektiğinde de, tarihte örnekleri bol,
İrfan Erdoğan
319
hapsedilir veya öldürülür. “Eğitimsizliği” neden olarak sunarak, materyal ve
bilişsel olarak yoksullaştırılmışlara bir kez daha yüklenen ve onların
yoksullaştırılmışlıkları ve eğitimsizleştirilişlikleri üzerinden de para kazanan
ve çıkar sağlayan alçalmışlar için, en verimli ve en pragmatik seçenek budur;
çünkü zenginin sofrasındaki kırıntılardan ve artıklardan ancak bu şekilde pay
alınabilirler. Elbette, alçalmış pratikleri yapanların hepsi de bu alçalmışlığın
farkında değildir; iyi niyetle “medya okuryazarlığı” denen pazarlama işini
yaparak “çözüm” getirdiklerini sanırlar. Evet, çözüm getirmektedirler, fakat
bu çözümler, çözmek istedikleri sorunlara çözümden çok, endüstriyel
pazarlama ve biliş yönetimi sorunlarına çözüm olmaktadır. Her çözüm, yeni iş
alanı ve yeni ürünler kullanma ve böylece para kazanma, hırsızlık ve
dolandırıcılık yapma olanaklarını getirmektedir: Suyu temizlemek için arıtma
tesislerinin kurulması gibi. Kirletme nedenlerini ortadan kaldır!
Forum, bu sayıda birçok kişinin katkıda bulunduğu bir forum oldu. Forum
yaratma, yukarıdaki anlatılara bakıldığında, hangi koşulda anlamlı olur?
Futbolu bir zamanlar oynuyorduk, belki bazılarımız hala oynuyor; hemen
hepimiz seyrediyoruz. Dolayısıyla, futbolun bir şekilde parçasıyız, onun
dışında olduğumuzu sanmak veya “akademisyen incelemeci” olarak futbola
“nesnel bir şekilde dışarıdan bakmak” gibi bir iddiada bulunmak geçersizdir.
Forum bu sayıda “futbola bakışların” forumu oldu. Forumdaki yazılar futbolla
ilgili olarak akla gelebilecek önemli konuları ele alıp sunmaktadır. Bu yazıları
yazan insanlarla aynı fikirde olabilir veya olmayabiliriz, fakat önemli olan
dürüstçe ve iyi niyetle bir amaca (futbolu anlamaya) katkıda bulunmaktır. Bu
nedenle, yazarak veya yazılması için arabuluculuk yaparak katkıda bulunan
herkese teşekkür ederim.
Elbette. En önemli bir diğer sorun, “dergi okuma” (veya kitap okuma)
sorunudur. Bu tür bir derginin tüm iletişim fakülteleri akademisyenleri ve
öğrencileri tarafından okunması gerekir. Okunuyor mu? İşte araştırma
yapmaya teşvik için bir diğer “hakaret,” ki çalışacağını hiç sanmıyorum:
Hocaları okumuyor ki, öğrencileri okusun! 143 iletişim fakültesi öğrencisine
üç soru sordum: (1). Son bir yıl içinde, akademik bir dergide okudukları
makaleleri sordum. Sonuç: Sadece 7 kişi okumuş (onlar da ben zorunlu
tuttuğum için olmalı). (2). Son bir yıl içinde, derste hocaların verdiği kitap
dışında iletişimle ilgili okudukları kitapları sordum. Sonuç: Yüzde sekseni hiç
okumamış. (3). İletişim dışında, kendi istekleriyle, bir yıl içinde, okudukları
kitapları sordum. Öğrencilerin dörtte birinden fazlası hiç kitap okumuyor.
Okuyanlar ne okuyor? Bir üniversite öğrencisinin “severek okuyorum”
320
Forum hakkında
demekten utanç duyması gereken “şeyleri” ve “yazarları” okuyor: Kişisel
gelişim kitapları, Harry Porter, Yüzüklerin Efendisi, Don Johnson gibi “best
seller” denen şeyler. Siz kaç tane okudunuz? Okuduklarınız “eğitmek gerek”
ve “Yüzüklerin Efendisi” gibi mi? Tanıdıklarınızdan kaç tanesi okuyor? Aynı
soruları yüksek lisanstaki veya doktora yeterlilik sınavına giren öğrencilere
sorun. Hemen hepsinin iletişim alanında yabancı ve yerli akademik dergilerin
isimlerini bile bildiklerini sanmıyorum. Okumak mı? Seyretmek gerek;
seyredilmek için giyinmek, yemek, içmek ve konuşmak gerek. Düşünmek mi?
Görünen gerçeği düşünmeye gerek yok; hele para kazandırmayan düşünceyi
düşünmeyi bile düşünmek anlamsız: Gerçek yaşanıyor; Magnum gibi şeyleri
yiyerek seksüel tatmin alır ve “Cola” ile “anı yaşarken”, iyilerin kazandığını
görmek için Maç seyredersin. Gerçek gözünün önünde: Kazanan iyidir. Sen?
Lütfen, okutun da. “Demokrasi” ve insan hakları” diyen “demokrasi ve
insan hakları düşmanlarının demokrasi ve insan hakları şampiyonluğu yaptığı
bir dünyada yaşıyoruz. Bir neo-faşist veya şeriatçı veya Bush’cu nasıl insan,
demokrat ve insan haklarına saygılı olabilir? Ancak, “kardeşçe/arkadaşça
faşist” pazarlama işine girdiğinde. Bize işlenen yanlış duyarlılıkların farkında
olalım ve okumayan (ve akademide okuyan ve üretene düşman) bir ortamda,
“okutmak isterseniz, en azından sevilmezsiniz” gerçeğine rağmen, insanca
duyarlılıkların oluşması ve yayılması için okutalım: “Senin özgürlüğünün
başladığı yerde, benimki biter” diyerek, karışmamayı ve ilgisizliği yerleştiren
ve insanca dayanışmayı ortadan kaldıran işlevsel-saçmalıkların egemenliğini
yıkmak, ancak doğru olanı (örneğin, özgürlüğün ilişkisel olduğunu,
paylaşmadan başlayarak mutlak köleliğe kadar değişen bir karaktere sahip
olduğunu, birinin özgürlüğünün artışının bir diğerinin özgürlüğünün azaldığı
anlamına geldiğini) açıklayarak olur. Acaba? Düşüncenin doğasını belirleyen
akıl mı ki? Bilmek, bilinen yönde davranmak için yeterli bir koşul mu?
Bilmek ile materyal çıkar yapısı ve ilişkileri arasındaki belirleyici bağın
karakteri ne? Bilmek ile güç arasındaki bağ ne: bilmek hangi koşulda güç
olur? AKP ile şeriat mı geldi? AKP’nin şeriatı getirmesinin koşulu ne ve
bunda biliş (birilerinin istemesi) istenen değişimi getirebilir mi? Nasıl?
“Halkın iradesi” tarih boyu neden sadece işlevsel bir uyduru olarak
süregelmektedir? Elbette, “bilmenin” karakteri önemli; fakat bilme ancak
örgütlü güç ve çıkar yapıları içindeki sonuçlarıyla anlam kazanır.
Futbolu konuştuk yukarıda (konuşmadık mı yoksa?): futbolu konuşuyoruz
hergün hep. Bu sayıda konuştuğumuz futbolu yazarak anlamaya devam ettik.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s.321-346
Forum
Futbol üzerine konuşmak…
Yüksel Akkaya, Ahmet Çiğdem, Tanıl Bora, Erkan
Goloğlu
Futbol, sadece futbol mu? “Güncel futbol” üzerine “teorik” yazılar yazan
Ahmet Çiğdem, Erkan Goloğlu ve Tanıl Bora’nın görüşlerinin bu sorunun
yanıtına önemli katkı sağlayacağını düşündük. Bu nedenle bir söyleşi ile
düşüncelerini bizimle paylaşmalarını talep ettik. Lütfedip, kabul ettiler. Futbol
ile hiç ilgisi olmayacağı düşünülebilecek olan bu üç “ahbap”, “marjinal tip”,
ciddi meselelerin, neşeli bir söyleşi ile de tartışılabileceğini, konuşabileceğini;
futbol’un sadece futbol olmadığını gösterdiler. Okuyun, siz de göreceksiniz.1
Tanıl Bora: Başlık ne olsun?
Yüksel Akkaya: Başlık düşünmedim!.. Ama, Ahmet Çiğdem’den
esinlenerek, “futbol üzerine konuşmak” olabilir!..
Ahmet Çiğdem: Dersine çalışmışsın!
Yüksel Akkaya: Bu talebimizi kabul ettiğiniz, kıymetli vaktinizi bize
ayırdığınız için çok çok teşekkür ediyoruz. İzninizle, soruya bir polemikle
başlayalım. Soruyu ilkin Tanıl’a yönelteyim. Bu kitapta diyorsunuz ki “şuurlu
1
Bu söyleşi, eskiden 1., 2. ve de 3. lig gibi kategorilere denk düşen, günümüzde futbol
endüstrisine uygun bir şekilde yapılandırılan ve “sponsorlukları” içeren futbolun “Bank Asya
Ligine” yükselecek son takımının belirlendiği “play-off” maçı olan ve de kökü epeyce
geçmişe uzanan Devlet zoru ile kurdurulmuş bir “Kamu İktisadi Teşekkülü” olan
demiryolunun bir takımı olan Adana Demirspor ile son zamanların yükselen takımları olan
belediye sporlardan biri olan Güngören Belediye Spor arasında oynanan maçın “saatlerinde”
yapılmıştır. Söyleşiyi yapan Yüksel Akkaya, Adana’nın “namlı” okullarından ve de “fakirfukara-gurabe” taifesinin çocuklarının devam ettiği, lakin “aptallar koleji” olarak bilinen
Karşıyaka Lisesi’nde okurken sıkı bir Adana Demirsporlu olmuştur. Ol sebeple, bu maçı
başka bir odada söyleşi sırasında kaçamak olarak “gözetleyen” zat-ı muhteremler
duygularını, o gün üzerinde Adana Demirspor renklerini çağrıştıran “esbaplar” ile bir
söyleşiyi yapan Yüksel Akkaya ile paylaşmışlardır. Söyleşi içinde anlamlı karşılığı olmayan
“cümleler” bu “play off” maçına aittir!...
322
Futbol üzerine konuşmak
futbolseverlerin çoğalması için çaba sarf ediyoruz” bu işe girdiğimizde.2 Fakat
Hasan Bülent Kahraman da diyor ki, işte “bir gerçek var ki futbol kitleleri
uyuşturan onları kendi gerçekliklerinden uzaklaştıran bir oyundur, futbol bir
topluluğun lumpenleştirilmesinde önemli rol oynar. Türkiye’nin bütün namlı
yazarları, üniversite hocaları, burnundan kıl aldırmayan akademisyenleri,
Marxistleri futbol yazıyor ve bu işi meşrulaştırıyor”.3 Şimdi, bir taraftan
şuurlu futbolseverleri çoğaltmaya çalıştığınızı düşünüyorsunuz, bir taraftan da
böyle bir ithamla karşı karşıya kalıyorsunuz. Ne dersiniz?
Tanıl Bora: Hasan Bülent Kahraman 6-7 sene önce bir yazısında aşağı
yukarı aynı fikirleri savunmuştu.
Yüksel Akkaya: “Kitle Kültürü Kitlelerin Afyonu” adlı kitabında galiba..
Tanıl Bora: Doğru. Daha sonra da o kitabına almıştır. Hatta, Ahmet
Çiğdem de müstear isimle, bir internet sitesinde, kendisine soğukkanlı, güzel
bir cevap yazmıştı. Bu sefer de Taraf gazetesinde Fikret Doğan, yine çok
soğukkanlı, nazik ve güzel bir cevap yazdı Hasan Bülent Kahraman’ın bu
söylediklerine. Bir kere bu söylediğinde isabetsiz olan şöyle bir şey var.
Bütün Türkiye’deki entelektüeller ya da bunların solcu kısmı işi gücü
bırakmış, münhasıran bu işle uğraşıyor gibi bir resim çiziyor. Bu yanlış bir
resim. Bu konuyla ilgilenen, yazan çizen solcu ya da Marksist, sosyalist
insanlar var, ama, onlar zaten kendi dertlerini anlatabilecekleri mecralarda
yazıp söylüyorlar. Televizyonlarda kanal kanal gezerek, başka her işi bırakmış
olarak bu işle uğraşıyor değiller. Yani hakikaten Fransızca tabiri ile
“egzajere” ediyor, çok abartılı, yanlış bir resim çiziyor. Ayrıca bence
söylediği de yanlış. Sonuçta popüler kültür alanından söz ediyoruz. Popüler
kültür alanı bir ideolojik mücadele alanıdır aynı zamanda. Bir takım semboller
var orda, bir takım mitoslar var, bir takım anlamlar var ve bunlar etrafında bir
mücadele hüküm sürüyor. Burada tabi ki milliyetçi faşizan cephe daha
güçlüdür, bunları anlamlandırma ve bunları belirleme konusunda ama bu
sahayı onlara terk etmek çok daha vahim sonuçlar doğurur. Nasıl ki popüler
kültürün bütün branşları müzik, sinema gibi alanlarda da böyle bir ‘itiş kakış’
söz konusuysa, anlamlandırma mücadelesi söz konusuysa burada da söz
konusudur, niçin terk edilsin burası? Politik olarak yanlış bence. Ayrıca yine
Fikret Doğan’ın o yazısında gayet isabetle belirttiği gibi; kendisinin referans
2 Tanıl Bora (Der.), Takımdan Ayrı Düz Koşu, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2004.
3 H. B. Kahraman, “Medya Katili Aydınlar”, Sabah , 17.05.2008
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
323
gösterdiği kaynaklar, örneğin Eleştirel Teori vs. de popüler kültür alanını terk
etmek ve bunu bir vandalizm, lumpenleşme ve faşizm alanı olarak topyekun
karalamak yolunda bir rota çizmez. Tam tersine, bu alanda cebelleşmek
gerektiği derdi vardır orada. Bu tabii ki zor bir uğraştır. İki yazıyla buradaki
anlam dünyasına nizam verilemeyeceği ortada. Zaten bu işle uğraşan
insanlarda da böyle safdil bir beklenti yok. “Ben yazdım ve alana müdahale
ettim” demiyorlar, bu mümkün değil. Usul usul, sebatla, laf anlatmaya
çalışmaktır yapılan. Tabii her şey kolayca değişmiyor ama ufak tefek olumlu
şeyler de oluyor ve bence biraz da bu çabalarla oluyor, ben böyle
düşünüyorum.
Ahmet Çiğdem: Doğrusu ben o zaman ne yazdım çok hatırlamıyorum!...
Şimdi şöyle genel olarak fado, fiesta ve futbol…
Tanıl Bora: Hocam, aslı fatima, fado ve futboldur.
Ahmet Çiğdem: Şöyle bakalım, burada herhangi bir diktatörlüğün,
otoritenin, rejimin ya da faşizmin vs. bütün bu baskıcı rejimlerin futbolla
özdeşleştirilmesi futbol üzerinden haklılaştırılması, meşrulaştırılması,
banalleştirilmesi, vs. Böyle eleştirilerin çok tadı kaçtı. Bir kere olgunun hem
tarihsel, toplumsal dinamiğini açıklamamızda yarar var. Çünkü herkes biliyor
ki, otoritelerin de, faşizmin de, totaliterlerin de, diktatörlüğün de vs.nin de
kendini yeniden ürettiği daha başka temeller var; daha siyasi temeller var ve
burada aslında fadonun da, fiestanın da, fatimanın da çok etkisi yok! Esas,
onların böylesine tarihsel okuma yanlışı üzerine düşünmemiz gerekiyor.
Şimdi de, mesela, biz Türkiye’de diyelim ki bahse konu yazıda olduğu gibi
lümpenleşme, bayağılaşma, sıradanlaşma filan gibi başlıklara baktığımız
zaman bunu futbol üzerinden anlamlandırmak, temellendirmek sosyolojik
olarak bir kere çok doğru değil. Çünkü herkes biliyor ki sözünü ettiğimiz
şeylerin Türkiye’de başka çok nesnel temelleri var ve futbol o temellerin
arasında belki sonuncu olmasa bile daha sonra zikredilmesi gereken şeylerden
bir tanesi. Dolayısıyla bence böyle bir sosyolojik tarihsel çarpıtma ile karşı
karşıyayız. Ben futbola yönelik eleştirilerin hepsinde de böylesine bir
perspektif kaydırması olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ben böyle
bakıyorum. Bugün de Türkiye’nin kültürel ortamlarının, siyasal ortamlarının
eleştirilerinin kendisi üzerinden konuşulması gereken alan futbol değil. Futbol
hakikaten çok ilgisiz bir şey, ama, özellikle 80’lerde Galatasaray’ın
Avrupa’daki başarılarıyla sözü edilen türden bir ilginin oluştuğunu filan; ama,
bu ilgi çok ayrıştırılabilir bir ilgi zaten. Bize şöyle bir özdeşleştirme imkânı da
veriyor. Bugün futbolla ilgilenmesinden çok hoşlanmadığım insanların büyük
324
Futbol üzerine konuşmak
bir kısmının futbol dışındaki ilgileri de bence çok eleştirilebilir bir şey.
Onların futbolla ilgilenmesi aslında bize bir temyiz imkânı da veriyor; onların
futbol dışındaki, siyasal ilgileri, kültürel ilgileri, toplumsal ilgileri konusunda
da baştan bize eleştirel bir imkân veriyor.
Bir de şöyle bir şey söylemek istiyorum ben. Mesela geçenlerde 39
yaşında bir adamın attığı golle Hull City’nin Premiership’e yükselmesi, 104
yıl sonra filan… Yani, bir de futbolun böyle bir tarafı da var. Başka hangi alan
bize böyle destansı bir hikaye sunabilir ki?.. Bu, sadece futbolda mümkün
neredeyse. Yani dolayısıyla bu şöyle bir şey belki aslında: İncil’i okuyanlar,
Tevrat’ı okuyanların hepsi başka amaçla okuyorlar. O zaman suç İncil’de
değil ya da Tevrat’ta değil. Ona göre bunu çok genelleyici bir şey sayıyorum
ve aslında zaman zaman bu tür algılara yönelik, entelektüel akademisyenlere
yönelik saldırı da bu tür hakikaten “Filistin tutumunun” zaman zaman
kendisini ortaya sürmesi olarak algılıyorum. Yani tam da Filistinizm karşıtı
bir tutum olarak kendisini ortaya koymasına rağmen, zaman zaman popülist
tutumun bir yansıması olarak algılıyorum. Tanıl Bora’nın biraz önce de
söylediği gibi, yani, tamam futbol bu, popüler kültür filan buradaki
eğilimlerin bir sürüsü, yani milliyetçiliği düzelttiğini, erkekliğin genlerini
filan bunların hepsini tartışırız; ama, bütün bunlara şöyle bakmalıyız: Hangi
alan bunlardan bağımsız? Yani erkekliğin yeniden üretilmesi olsun,
maçismonun yeniden üretilmesi olsun, milliyetçiliğin yeniden üretilmesi
olsun, Allah aşkına söyler misiniz toplumsal hayat mı, siyasal hayat mı,
kültürel hayat mı, hangi boyutu bunlardan arınmış ki, hangi boyutu bunlara
kapalı ki futbolun bunlara kapalı olmasını bekliyoruz? Bu, hakikaten futbola
kaldırabileceğinden çok daha büyük anlamlar yüklemek gibi duruyor; futbol
bunların hepsine cevap verebilecek gibi duruyor sanki. Böyle gibi anlaşılıyor
orası; ama öyle değil, teşekkür ederim.
Erkan Goloğlu: Bu tartışma bana bir parça abesle iştigal gibi geldi. Biz
70’li yıllarda amatör kümede top oynuyorduk, dış sahada -bizim takım solcu
bir takımdı-. Mesela, Cem Karaca’nın bir kasetini dinleyerek idman yapardık.
Yan sahada da faşoların ağırlıklı olduğu bir takım Estergon kalesiyle, Barış
Manço’ya haksızlık etmek pahasına, aslında Barış Manço’nun kasediyle
yapıyordu, dalaşıyorduk, ediyorduk falan filan. Yani Hasan Bülent isminden
söz ettiniz de, Hasan Bülent Bey bundan niye rahatsız oluyor ki, yani kimse
Ahmet Çiğdem veya Tanıl Bora yazdı diye “Hadi biz gidelim futbolu
sevelim” demiyor. İnsanların futbolu bir sevme biçimi var zaten. Başka bir
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
325
biçim de var. Aslında bir çok sevme biçimi var yani. Ama işte Türkiye’de
solcu olmak futboldan bihaber olmak anlamına geliyor.
Yüksel Akkaya: Yıllar önce öyleydi…
Erkan Goloğlu: Şimdi ben şahsen futbolun da içinden gelen bir adamım.
Futbolu bu türlü insanlar yazdığı için ben artık çok seviniyorum yani. Öbür
türlü bizim çocuk başka türlü bakıyor. 70’li yıllarda böyle yazan yoktu ki
zaten, bu türlü yazanlar yoktu ki. Bundan rahatsız olmasın Hasan Bülent
Kahraman, yazan yazıyor ne olacak. Kimse de onun gırtlağını sıkmıyor sen de
yaz diye bu konuda diye. O da o konuda eksik kalsın onun da futbol üzerine
yazıları olmasın! O da bu memleketin değerli bir evladıdır!... Ben yazılarını
çok fazla iyi bilmiyorum. Futbolun da içinde olduğum için ben arkadaşların
önce yazılarını okudum, okuduktan sonra diğer çalışmalarına da bu arada
vasıl oldum, vakıf oldum, kendileri ile tanıştım. Bugün benim burada Erkan
Goloğlu olarak bulunmam… Aslında, ben sadece size teşekkür ederiz. Biz
Ankara’dayız yıllardır. Üçümüzü bir araya kimse getirmedi. Ahmet Bey sağ
olsun yıllarca birlikte Radikal’de yazdık, ayrıldı şimdi Radikal’den. Aslında
ayrılmasa iyi olurdu. Murat Belge ayrıldıktan sonra daha bir itibarı artardı.
Çünkü orta sahada sola yatkın bir çalışandı. Orta saha Radikal’de yoktu, sol
kulvarı sol kanadı iyi kullanan bir arkadaşımız. Gerçi sağ ayağı da iyi, her iki
ayağını da iyi kullanan…..
Yüksel Akkaya: Kafası da…
Erkan Goloğlu: Ya kimse rahatsız olmasın bundan. Bakın bu iki güzel
insan ve daha bu ikisi gibi başka güzel insanlar yazıyorlar. Ahmet Hoca’nın
dediği de . Bu ülkede insanlar tribünü kötü gösteriyor: tribün lumpen falan…
Futbol mu bu ülkeyi lumpenleştiriyor? Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde
yıllardır vekiller ana avrat birbirine sövüyor. Yani bu toplumda futbolun steril
olmasını kim bekleyecek? Halk çıkacak, tribünde sövecek tabi… Böyle bir
şey yok. Siz laboratuarda bir futbolsever yetiştiremezsiniz, yani hayatla hiçbir
ilgisi yok söylediğinin, hiçbir ilgisi yok.
Yüksel Akkaya: Belki de yıllar önce 2001’de Tanıl’ın yazdığı gibi bir
şuurlu futbolseverin oluşturulmasında aslında bu Hasan Bülent Kahraman’ın
eleştirdiği kesimin ciddi bir katkısı var.
Erkan Goloğlu: Bence de, “şuurlu futbolsever” güzel bir kinaye aslında.
Futbolu ben farklı türlü seviyorum diyor Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem ben
böyle seviyorum diyor. Yani burada bir şuur var tabi. Şuurlu bir futbolsever
yetiştirmeye makus yazılar değil aslında bunlar. Bunlar futbola bir başka şuur
üzerine…
326
Futbol üzerine konuşmak
Ahmet Çiğdem: İnsanların düşünmesine yönelik bir şey o… Futbol
izleyicilerini aydınlatmaya yönelik. Temiz, kabul edilebilir insanlar haline
getirmek değil Tanıl’ın bahsettiği..
Erkan Goloğlu: Evet, böyle bir şey olur mu hakikaten? Kompleks yani
işte…
Ahmet Çiğdem: Ya ilgiyi sahici kılmak, daha sürekli kılmak belki Tanıl
Bey’in söylediği.
Yüksel Akkaya: Bir de, eskiden keyifle okunan bir İslam Çupi vardı.
Futbol yazardı ama futbolun içinde her şeyi yazardı. Ama şimdi işte bu yeni
akademisyen, Marxist ya da akil yeni yazar kalitesi ciddi ölçüde hakikaten
futbolun keyfini almada katkısı olmuştur. Ben kendi payıma mesela her Salı
Radikal’i şöyle bir beklerim ve okurum. Hani neler var, neler yok diye; bir de
keyifle okurum. Sizin yazılarınızda Erkan Bey oldukça mizah filan koktuğu
çok daha güzel oluyor. İslam Çupi’den kalan…..…
Ahmet Çiğdem: Goloğlu’nun yazılarını mizah kategorisine koymayın
lütfen!..
Yüksel Akkaya: O anlamda söylemedim. Ama mizahi bir dille
yazılmasının güzelliğine dikkat çekmek istedim.
Ahmet Çiğdem: Haa… Mizahi dil…
Yüksel Akkaya: Mizahi bir dilde söylüyorum tabi canım. Öbür anlam da
değil…
Ahmet Çiğdem: Çok iyi.
Yüksel Akkaya: İsterseniz biraz spor kitapları üzerine konuşalım. Son
yıllarda spor üzerine epeyce kitap yayınlandı. Daha analitik düşünen, daha iyi
yazan bir yazar kuşağı da oluşmaya başladı. Gerçi Bağış Erten ve Mustafa
Görkem bu işten rahatsız olmuş durumdalar. Bu alanın fazlası ile “in” olduğu
için ahkam kesenlerin de arttığını değerlendirip şöyle demişler:4 “Hatta iş öyle
bir hale gelmiş durumda ki Türkiye’nin felsefecisi, tarihçisi, gazetecisi,
sosyoloğu içindeki gizli fanatiği keşfediyor/icat ediyor”.
Ahmet Çiğdem: Öyle mi yazmışlar?
Yüksel Akkaya: Fakat tabii şey, bu kitabı adadığınız Can Kozanoğlu’nun
“Bu Maçı Alıcaz” kitabından sonra bir tür “buz kırıldı ve yol açıldı”
diyorsunuz. Biraz alandaki kitaplar ve yazarlar üzerine konuşalım. Ne
dersiniz?
4 Tanıl Bora, (Der.), Takımdan Ayrı Düz Koşu, İletişim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2004.
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
327
Tanıl Bora: O zamana kadar futbola olan ilgisini, sevgisini saklamış olan
bir çok insan…
Yüksel Akkaya: Gizlemiş olan…
Tanıl Bora: Gizlemiş olan, evet, futbola alakasını utana sıkıla sürdüren
bir çok insan, artı aslında futbolla çok da yakından ilgilenmemiş bir çok insan
futbol popüler hale gelince, genel olarak popüler kültür üzerine konuşmak
revaç gören bir söylem alanı kurunca, kimileri mıknatıs gibi oraya çekildiler.
Ve hayatında maça falan da gitmeyen bir çok insan kendini futbol tutkunu
olarak göstermeye başladı. Bunu estetize etmeye, bunun üzerine bir söylem
kurmaya başladı, bu da, bazı ‘harbi’ futbolseverlerde bir antipati doğurdu.
Kim oluyor bu, nereden çıktı filan gibi.. Hatta, başka alandaki ilgilerini, bu
arada tatmin edemediği politik ilgilerini, futbola yansıtan, futbola transfer
edenler oldu. Bir ara Beşiktaşlılar üzerinden çok tartışıldı bu: politik alanda
umutlarını yitirmiş bir çok insan, -birçok solcu-, dünya görüşünü
yansıtabileceği ve kendisini güçlü hissedebileceği, kalabalık içinde
hissedebileceği bir tek yer olarak Çarşı’nın kaldığını düşündü. Böylece
Beşiktaşlı kimliği bir çok başka kimliği de ikame edecek şekilde
pompalanabildi. Bu gibi abartılı, yerine oturmayan yan tesirler de oldu ama
her şey bundan ibaret değil. Bunun yanısıra hakikaten hem düşüncelere hem
de duygulara uzanan bir refleksiyonu teşvik etti. Futbolu sevme ve bilme
biçimi üzerine düşünme, motivasyonunu da verdi. Böylece hem okuması
zevkli, -futbolla alakası olmayanlar için bile zevkli-, hem de futbola başka bir
bakış getiren birçok metin üretildi.
Bir futbol edebiyatından söz edeceksek, –futbol edebiyatı ile illa “edebiyat
olsun” diye yazılmış metinleri kastetmiyorum genel olarak futbol üzerine
‘özenle’ yazılmış yazıları kastediyorum.- bu ‘literatür’ sadece oyunu anlamak,
bizi bilgilendirmek için değil bizzat okumanın kendisi de bir zevk, bir temaşa
olarak da, olduğu ölçüde de anlamlıdır. Yani illa futbolun gerçekliğini
yansıtmakla ilgili bir şeyden söz etmiyoruz sadece. Bu bakımdan epey bir
zenginleşme var. Bunun ne kadar karşılık bulduğuna dair çok fazla iyimser
olamayız. Yayıncılık açısından bakıldığında bu kitaplar öyle çok büyük
rakamlarla satmıyorlar. Daha çok taraftarların heyecanlarına hitap eden
kitaplar satıyor, kulüp kitapları daha çok satıyor. Diğer kitaplar çok büyük de
bir karşılık bulmuyor. Ama futbol üzerine yazmak, söylemek, düşünmek
futbolun kendisinden özerkleşen bir anlama ve değere de sahip, bu kendini
göstermeye başladı biraz. Bu da sonuçta hakikaten bizi zenginleştirecek.
328
Futbol üzerine konuşmak
Yüksel Akkaya: Yani biraz daha akademik, düşünsel açıdan biraz daha
derinliği olan yazılar, kitaplar oluşuyor.
Tanıl Bora: Kah akademik açıdan, kah edebi açıdan böyle bir şey var ve
bu, yeni boyutlar açılmasını sağlıyor.
Yüksel Akkaya: Siz ne dersiniz Erkan Bey?
Tanıl Bora: Pardon, bir şey daha diyecektim..
Erkan Goloğlu: Evet söyleyin..
Tanıl Bora: Unuttum ama! Şimdi gelir!..
Erkan Goloğlu: Ben okuma yazmayı söktüğümden beri gazetelere hep
arkadan başlıyordum, yani spor sayfasından..
Yüksel Akkaya: Ben de öyle yapardım çocukluk yıllarımda. Milliyet
okurduk, ama biz Milliyet’in spor sayfasını okurduk.
Erkan Goloğlu: Evet. Hala da öyle. Mesela Tercüman.
Ahmet Çiğdem: Tercüman! Benim gazetem Tercüman’dı.
Erkan Goloğlu: Bu işin piri Tercüman’dı. Ama orada futbol hakkında
yazılanların hepsi ne kadarsa, öyle bir şeydi futbol. Futbol hani seyredilen bir
şey değil ki, tribüne gidersin senin seyretmediğin maç hakkında ne
yazılacaksa, yani yazılan çizilen ne varsa onları oradan okuyacaksın. Futbol
orada anlatılan bir şeydi, futbol şimdi artık yorumlanan bir şey. Öyle olunca
tabii sen sadece şunla bakamıyorsun ki; kalkıyor gazetecinin bir tanesi
Hollanda milli takımını seçti diye vatan haini yapıyor, 17 yaşında ki bir
bebeyi, 60-70 yaşındaki bir kaşar, vatan haini yapınca sen bu meseleye
kayıtsız kalamazsın. Çünkü futbol artık böyle yapılıyor yaşanıyor. Ne bileyim
ben hani, şimdi ben kendi bu meseleye müdahale tarzım yönünden belki bu
işe bakıyorum da, ne bileyim kalkıyor Eskişehirspor’la ilgili olarak bu
Unakıtan denilen beyefendi kendi reklamını yapıyor. Ya da Sergen, Metin
Diyadin’i yakıyor, filan... Ben Eskişehirspor’un ilk 1. lige çıktığı günü
hatırlıyorum, Ankara’da çocukken gittiğim maçları hatırlıyorum..
Ahmet Çiğdem: Bu durumda Unakıtan’a tam olarak, nasıl hitab
edeceğiz?
Erkan Goloğlu: Uygun bir şekilde hitap etmiş oluruz!...
Ahmet Çiğdem: Sayın Akkaya, Erkan Goloğlu anılarını anlatarak beni
eziyor. Böyle olmaz! Kendisinden rica ediyorum. Lütfen…
Erkan Goloğlu: İhtiyarlar öyledir. Dün yediği yemeği bile hatırlamaz!
Ahmet Çiğdem: Hayatımızı anlatmayalım lütfen. Bizim öyle bir sportif
geçmişimiz yok.!..
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
329
Erkan Goloğlu: Eee… Şimdi buna kayıtsız kalamıyorsun. Ortadaki
futbol yirmi iki kişinin, dört tane de hakemin, hadi otuz bin de seyircinin
izlediği bir işten ibaret değil ki, onun için bu türlü yazılarda, birilerinin bu
konuda yazmasına gerek var tabi. Ama artık kayıtsız kalamayacağın bir
noktaya geliyor sorun. Sen de oturuyorsun futbolun içinde bunları da yazar bir
hale geliyorsun. Ben unutmuşum, Bağış’ın böyle bir laf ettiğini bilmiyordum!
Ahmet Çiğdem: Sormak lazım!...
Erkan Goloğlu: Kesinlikle!
Yüksel Akkaya: Giriş paragrafında var.
Erkan Goloğlu: Şimdi, böyle bir şey oluyor yani, bak bu bir tür okumuş
adam tavrı, bunlar filan yazılınca biz de bir cevap buluyoruz ve tavır
geliştiriyoruz ve birilerini beğenmemeye, birilerini dışlamaya çalışıyoruz.
Hocam ‘öteki’ filan diyor buna da..
Ahmet Çiğdem: Estağfurullah.
(Gülüşmeler)
Erkan Goloğlu: Burada da iyi olmayan aslında bu; bırakın herkes istediği
gibi yazsın, istediği gibi konuşsun..
Tanıl Bora: Bir de -büyük politik tabirler kullanarak abartmak etmek
istemiyorum ama- bir tür demokratikleştirici bir etki var bunda.Yani hep
vardır ya, futbol yazanlara “bengay kokusu bilir misin, ayağını topa değdin
mi?” diye çıkışırlar. Bu söylem karşısında herkes kendi durduğu yerden, kendi
güzellediği yerden bir şey söyleyebilir; herkesin sözü bir şekilde muhteremdir
yani.
Ahmet Çiğdem: Genellikle vardır bir bengay kokusu, aslında herkes
ilgilenmiş aslında.
Tanıl Bora: Tabii herkes tahattür ediyor, kendine bir geçmiş icat ediyor
ama bir geçmiş şart da değil, hakikaten. Yazıdan söz ediyoruz, üzerine
düşünmekten söz ediyoruz, anlamlandırmaktan söz ediyoruz. Bu kendi
nesnesinden özerk bir faaliyet olarak da değerlidir. Biraz da bunu sezdiren
yanı var futbol literatürünün, bu da çok olumlu bir şeydir bence.
Yüksel Akkaya: İki dakikada toparlıyorsunuz!.. Zira, yeni konulara
geçeceğiz! Tabii, espiri anlamında söylüyorum.!...
Ahmet Çiğdem: Şöyle bakmak lazım. Benden önceki değerli
konuşmacılar Erkan Goloğlu ve Tanıl Bora son derece isabetli bir konuya
değindiler. 80’lerden sonra aslında böyle bir sözde öznelliğin yükselişi gibi
bir şey görüyoruz. Özellikle köşe yazarlığı bağlamında, köşe yazarının
kendisinin anlattığı şeyler olarak. Böyle bir sahte öznelliğin yükselişine tanık
330
Futbol üzerine konuşmak
oluyoruz ve aslında bu sizin sözünü ettiğiniz ilginin bir boyutu da bu sahte
öznelliğin yükselişine denk düşüyor. Futbol da bu sahte öznelliğin dile
getirilmesinin bir yan anlamı olarak ortaya çıktı ve sizin de belirttiğiniz gibi
aslında eleştirilecek bir şey. Ama onun dışında mesela bir taraftan futbol
üzerine düşünen futbol üzerine konuşan metinlerin -ister akademik olsun ister
akademi dışından olsun- bunların sayısının arttığı filan, söylenildiği gibi…
Evet öyle ama bir taraftan da şöyle bakın giderek spor basınında aslında başka
türlü yavanlaşma, sıradanlaşma, lümpenleşme falan diyebileceğimiz başka
eğilimler son derece baskın. Yani işte çoğunlukla futbola yer veren spor
gazeteleri çok satıyor filan ve bunların arasında kastettiğimiz anlamda yazı
yazan çok az yazar var. Ben şunu önemsiyorum, bu sahte öznellik sözde
öznelliğin yükselişinin kendisini temellendirme biçimlerinden birisi olarak
futbolun kullanıldığını düşünüyorum. Çünkü bu öznelliğin kendisini ifade
etme alanları sadece futbol değil, yemek konusu olduğu zaman da, giyim
kuşam söz konusu olduğunda, şarap kültürü söz konusu olduğunda kendisini
ön plana çıkartabiliyor. Sizin sözünü ettiğiniz daha doğrusu kimin sözünü
ettiği şimdi hatırlamıyorum, herkesin kendi içerisindeki futbol sevgisi, o topa
90 dakikada voleyi çakıp doksana atan adamı aynı algılamıyor; sözde
öznelliğin yükselişi ile ilgili bir şey o da tek başına futbol bilgisi değil aslında.
Dolayısıyla ona da başka türlü bakmak gerekiyor.
Yüksel Akkaya: Craig McGill, “Futbolun Kârhanesi” kitabında5 diyor ki
“Spor ve siyaset potasyum ve su gibidir bir araya geldiklerinde sadece sorun
doğurur”. Unakıtan ile Eskişehirspor arasındaki bir şeyden başladık… Bir
başka durum bu. Ama belki biraz da Malatyaspor’un bir maçında ‘Hepimiz
Ogün Samastız’ diyenler ile bir de Adana Demirspor’un Hrant Dink’i anma
isteği taşıyanlar vardı…
Erkan Goloğlu: Anacaktı, anamadı…
Yüksel Akkaya: Biraz da futbol ve siyaset ilişkisi üzerinden konuşabilir
miyiz? Çok yakın dönemde artık cemaatlerin futbol kulüplerine el attığı filan
söyleniyor, hatta kimi cemaatlerin, futbolcuların bazı futbol takımlarını
yapılandırdığı gibi filan bir takım şeyler söyleniyor. Bu futbolun başka
mecraya yönlendirildiğini gösteren bir durum, biraz bunun üzerine konuşabilir
miyiz?
5 C. McGill, Futbolun Kârhanesi, İthaki Yayınları, İstanbul, 2006.
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
331
Erkan Goloğlu: Bu aslında yeni bir şey değil, mesela çocukluğumun
Fenerbahçe’sinin başkanı Faruk Ilgaz’dı. Faruk Ilgaz Adalet Partisi’nin,
“mümtaz şahsiyetlerinden” biriydi.
Yüksel Akkaya: Eski Galatasaray başkanlarından biri de etkili ANAP
milletvekili idi...
Erkan Goloğlu: Ama ben şöyle diyorum: 70’li yılların başından söz
ediyorum. Hatta yani bu siyaset kitlelerle yapılan bir şey. Futbol da, bu ülkede
etrafına en çok karıncanın toplandığı bir şeker, çok değerli bir şeker.
Dolayısıyla insanlar bir şekilde bunu kullanacaklar. Ama bunun kullanılması
ile istismar edilmesi arasındaki ilişki hiçbir zaman net olmamıştır. Bunun
değerlendirilmesi, bunun çok iyi şekilde kullanılmasıyla istismar edilmesi..
Şimdi mesela futbolun bir aktörü olarak seyirci, Çarşı seyircisi -benim çok
hoşuma gidiyor- Çarşı seyircisi ne yapıyor, tepki koyuyor bir şeyler oluyor.
Ne bileyim ben, yıllar önce Ankara’da Gençler tribününde ‘Savaşa Hayır’
sloganı atıldı. Şimdi bunlar tribünün spontan tepkisi veya tribün içindeki bazı
kanaat önderlerinin bu işi örgütlemesi. Bunlar işin aslında çok güzel ve
eğlenceli yanı ama futbol gibi bir mesele eğer hayatın bu kadar çok içindeyse
kirlenecektir de, birileri bunun üzerine çullanacaktır da.
Yüksel Akkaya: Yararlanmak isteyeceklerdir.
Erkan Goloğlu: Evet, evet.. Önemli olan buna karşı direniş. Yani şimdi
“bize ne, biz bunları niye yazacağız ve niye bir şeyleri göstereceğiz”
diyemeyiz. Biz gidelim başka şeyler yapalım. Ne bileyim işte sınıfın içinde
örgütlenelim. İşçi sınıfında, sendikada bilmem ne falan filan diye öyle büyük
laflar edince ne oluyor?
Yüksel Akkaya: İşçinin olduğu yerde siz yoksanız nasıl
örgütleyeceksiniz…
Erkan Goloğlu: Doğru, futbolla siyaset arasında bir ilişki kurulmasından
rahatsız değilim, bu ilişki olacaktır. Bu ilişkiye senin nasıl baktığın, ne kadar
direndiğin ve nasıl bir tarzın olduğu önemli. Yani biz orada beş bin kişiysek,
on bin kişiysek, benim orada bir lafımla eğer bütün tribün ayaklanacaksa eğer,
ben orada çıkarım ve şunu yaparım; ‘Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeni’yiz’
diye bağırırım. Orada on bin kişi bağıracaksa, bu tepkiye katılacaksa ya ben
linç edilirim, ya bağırmaya çalışırım arkadaş. Buna böyle bakacağız. Unakıtan
ve Eskişehirspor meselesini söylediğim zaman, Unakıtan’ın zaten Eskişehir
ile kurduğu ilişkiye münhasıran Eskişehirspor ile kurduğu ilişkiye karşı
değilim. Bu adamın benim okuduğum kadarıyla yumurtacı olduğundan
bilmem kime kadar, bu kapkaççı hikayenin kendisine karşıyım. Bu adam
332
Futbol üzerine konuşmak
burada sürpriz bir şey yapmıyor. Türkiye’de bunun örnekleri çok. Tanıl
Bora’nın yazdığı gibi Saint Pauli gibi yönetilen bir kulüp yok. İdealim de o
yani, öyle bir şey olsun bende orada yönetici olayım.
Tanıl Bora: Tamamen aynı fikirdeyim. Futbol ortamıyla siyaset arasında
bir ilişki hem zaten var, hem de bunu önlemenin bir manası yok. Burada
bence düşünülmesi gereken bunun şeffaf ve doğru düzgün bir ilişki olması.
Kışlaya, okula, camiye siyaseti sokmamak gibi bir resmi şiar vardır ya, spor
alanları da bununla beraber anılır. Sözümona tribünlere siyaset girmemelidir
gibi bir kabul var futbol ortamımızda. Ama resmi ideolojik kampanyalar
doğrultusunda, özellikle de işte son 15-20 yıldır malum düşük yoğunluklu,
gayri nizami harp ortamında belirli vesilelerle birtakım sloganlar sistemli
olarak bağırttırılıyor yıllardır ve bu siyasetten sayılmıyor örneğin. Ya da
yabancı takımlarla Türkiye takımları maç yaptığında ırkçı, şoven sloganlar
atıldığında bu siyasetten sayılmıyor ya da ırkçılıktan sayılmıyor. Sonra işte
Diyarbakırsporlular sahaya çıktığında; ‘Kahrolsun PKK, PKK dışarı’ diye
bağırılınca bu siyasi slogan sayılmıyor. Ama bu resmi kampanyalar dışında
bir slogan atılacak olduğunda bu siyasetten sayılıyor ve “tribüne siyaset
sokuldu” oluyor. Bu çifte standartlı, riyakar tutum çok büyük bir kirlilik. Keza
örneğin Kemal Unakıtan’ın Eskişehirspor için kulis yapması, adam transfer
etmesi, ağırlığını koyması, para aktarması, vs. her ne yapıyorsa, bu siyaset
değil de hobi gibi düşünülebiliyor. İnsanlığa karşı suç, ırkçılık, faşizm niteliği
taşımadığı ölçüde tribünde siyasal çıkışlar meşrudur bence. Bence en önemlisi
tribünlerde ve futbol ortamı üzerinde bu faşizan basıncın kalkması. Tekrar
edersem... Irkçı, şovenist, gayri medeni bir kampanya basbayağı teşvik
ediliyor bir taraftan; diğer taraftan sadece onun dışındaki çıkışlar, eğilimler
“siyasi” olarak damgalanıyor. Öncelikle bu çifte standart teşhir edilmeli,
bunun farkında olunmalı. Bence en önemli mesele bu..
Ahmet Çiğdem: Büyük oranda konuşulanlara katılıyorum ama değerli
konuşmacıların ifade ettiği boyutlara ek olarak burada bir şeyin altını çizmek
gerekiyor. Esas olarak kamusal kaynakların kullanımı konusunda çok titiz
olunması gerekiyor. Bu açıdan Kemal Unakıtan ya da (ben adını
kullanmayacağım) Maliye Bakanı ve Eskişehirspor hakkında esas olarak
itirazım bu. Diğer kulüplere baktığımız zaman -onların mali yapısına- yıllarca
üç büyükler olarak tabir edilen kulüplerin hep kamu bankalarından alınan
reklamlarla finanse edilmesi, vergi borçlarının affedilmesi daha büyük ayıplar
var. Siyaset bölümünde de Türkiye’nin benzer eğilimleri görebilmek
mümkün. Ben dolayısıyla Türkiye’de siyaset alanında hangi direniş, hangi
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
333
kendini ifade etme mekanizmalarının hayata geçirilmesini talep ediyorsak
bunun futbol sahalarında da, stadta da mücadelesi verilmeli. O açıdan,
“Aaaa!” denilebilecek bir şey değil. Ama şöyle bakılabilir belki, biraz pozitif
bir tarafı da var; yani aslında bu stadyumlarda atılan her türlü slogan vs çok
kristalize oluyor. Yani biz Türkiye’deki faşist söylemi, dışlayıcı söylemi,
Erkan Goloğlu’nun öteki dediği -ben kullandım o kelimeyi- ötekileştirici
eğilimleri mesela bunlar çok kristalize oluyor futbol sahalarında,
stadyumlarda bir de öyle bir şey var.
Tanıl Bora: Kimileri sübap işlevi gördüğünü söylüyor ki, o da boş bir sav
değil.
Ahmet Çiğdem: O da hoş bir şey değil ama kristalize oluyor ve bizim
bugün ki tutumu özdeşleştirmemize önayak oluyor. Bunu istemeyiz ama öyle
oluyor, tanımlanabilir bir şey oluyor o artık. Yoksa o duracak bir yerde yani
linç olarak kendisini ifade ediyor bir taraftan, bir taraftan da kristalize oluyor.
Ama şunu da söyleyeyim hakikaten egemen söylem açısından hem de futbolu,
futbol sahalarını temizleyici, stabilize edici eğilimlerini futbol ve siyaset
üzerine kurdurursa o düşünce biçimi işimize yaramaz bizim, onu terk etmek
gerekir diye düşünüyorum. Teşekkür ediyorum ben size Yüksel Bey.
Yüksel Akkaya: Tanıl Bey’e bir şey sormak istiyorum, kendisinin
uzmanlık alanı..
Tanıl Bora: Estağfurullah, uzmanlık yok, hep bir arada konuşuyoruz
burada..
Yüksel Akkaya: Dersimi çalıştım ya! O açıdan söylüyorum.
Tanıl Bora: Uzmanlık sorusu yani?
Yüksel Akkaya: Evet. Tribünlerde son yıllarda özellikle artan bir ırkçılık
ve milliyetçilikten söz edebilir miyiz? Biraz bunun üzerine konuşmak iyi olur.
Ne dersiniz?
Erkan Goloğlu: Toplumda artıyorsa, tribünde de artıyordur.
Tanıl Bora: Doğru, pratik ifadesi budur…
Ahmet Çiğdem: Bak, adama uzman dedin, bu pat diye cevabını verdi, o
kadar işte. Sen niye küçümsüyorsun bu adamları kardeşim.
Yüksel Akkaya: Bunu not ettik hocam.!..
(Gülüşmeler)
Erkan Goloğlu: Bir de çalışmış, o yüzden söylemiş, Çalışmasa kim bilir
ne laflar edecek…
Tanıl Bora: Hakikaten öyle, toplumun her yerinde su seviyesi
yükseliyorsa orada da yükselir. Dünyanın her yerinde çok uzun yıllardır,
334
Futbol üzerine konuşmak
sadece son 10-15 yıldır değil, yıllardır tribünlerde organize milliyetçi, faşizan,
ırkçı gruplar var. Ama bir çok ülkede bunlara karşı organize olan gruplar da
var. Mesela bugün Avrupa’da, hem UEFA’nın, futbol federasyonlarının,
kimisi yarım ağız da olsa yürüttüğü ırkçılık karşıtı ya da anti faşist
kampanyalar var; hem de bunu öyle yarım ağız ya da usulen filan değil canı
gönülde yürüten taraftar grupları var. Hatta onlar daha baskın…
Ahmet Çiğdem: Daha baskınlar, doğru…
Tanıl Bora: İtalya’yı örnek verelim. İtalya bu faşizan grupların en güçlü
olduğu yerlerdendir. İtalya’da bunun karşısında anti faşist tribün grupları da
yeterince güçlü ve onların etkinliği meşru sayılıyor. Türkiye’de hiç
görmediğimiz şey bu. Lağım gibi ırkçı sloganların bağırılmasından
edilmesinden rahatsız olan, illa buna politik bir nedenle karşı çıkması
gerekmez, buna gıcık olan bir çok futbolsever var. Ama o futbolseverlerin
inisiyatifini destekleyen, onların bu ‘sivil, medeni’ rahatsızlığına bir kapı
açan, hiçbir şey yok, tersine, böylesi girişimlerin ‘siyaset karıştırıyorlar’ diye
damgalanması riski var. Dolayısıyla, evet, ırkçı faşizan yapılanmalar,
eğilimler var ama bunlara karşı tepki de yeterince güçlü dünya futbol
ortamında.
Ahmet Çiğdem: Benim bu konuda sayın Bora’ya ekleyecek bir sözüm
yok. Erkan bey’i dinleyelim…
Erkan Goloğlu: Yani şimdi şöyle milliyetçilik, ırkçılık tribünde en kolay
patlayabilecek şey. Çünkü milliyetçilik, ırkçılık kalabalıkları sever, yani
kitleleri sever, o temaşayı, o bağırıp çağırmayı sever. Buna tribünler bir
mekan olarak esas itibariyle daha yatkındır yani. Ama bundan dolayı kalkıp
tribünü suçlamanın, futbolu suçlamanın bir manası yok, ben bunu
söylüyorum.
Tanıl Bora: Elverişli bir araç yani…
Erkan Goloğlu: Şimdi en baştaki soruya dönüyorum. Be kardeşim
Marxist aydınlar iyi ki yazıyor. Bu ülkede bir aydın olarak sen bir aydını niye
aşağılıyorsun, bu ülkeyi Kenan Evren yıllardır aşağıladı, yani o aşağılar aydını
da sen niye aşağılıyorsun. Bir kere Marxist aydınlar bu işi yazdığı için bazı
insanlar da buna başka türlü bakabilelim diyorlar. Güzel Kardeşim şimdi ben
yıllar önce daha İstiklal Marşı resmen başlamamış bir halde, ben bir maçta
ayağa kalkmadım, ben kalkmayınca 4-5 kişi daha kalkmadı, emekli albay
görünümüm var baktılar bu abi bu işi yapıyorsa bir bildiği vardır diye. Polis
geldi beni götürmeye kalktı, götüremezsin dedim, bilmem kanun manun bir
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
335
şeylerden bahsettim –bildiğimden de değil de- nerden çıkıyor esas bu İstaklal
Marşı’na saygısızlık dedim, beni götüremediler…..
Yüksel Akkaya: Madem siyasetten bahsettik, biraz da bu artan
belediyesporlardan konuşalım o zaman. Turkcell Süper Ligi’nde Bank Asya
Ligi’nde ve alt kümelerde çok sayıda belediyespor var…
Tanıl Bora: Sizi de Aytaç Durak destekliyor (Adana Demirspor’u
kastediyor).
Yüksel Akkaya: Evet. Bizim ikinci başkan olarak. Şimdi araştırmalara
göre, sanırım 2000 – 2001 yılı verileri bunlar, toplam 203 futbol takımının
45’i belediye başkanları tarafından, ikinci başkan olarak yönetiliyor; tabii,
Belediyespor olarak!... Anadolu kaplanları, filan… Böyle harmanlarsak ne
söyleyebiliriz Ahmet hocam?
Ahmet Çiğdem: Son söylediğiz yerden başlayalım. Mesela bu Anadolu
kaplanları filan dediniz ya, bu aslında çok aydınlatıcı bir şey. Sağ ve solun ya
da yerel burjuvazi ile daha muhafazakar burjuvazinin toplumla ve siyasetle
ilişki kurma biçimi ile diğerlerinin ilişki kurma biçimi arasındaki farklılığı da
yansıtan bir şey. Mesela Kayseri’de sizin sözünü ettiğiniz, oradaki sermaye
birikimi popüler bir şeyi kullanmaya, toplumsal talebi karşılamayı da içeren
bir şey aynı zamanda. Buna karşılık daha, tırnak içerisinde, sosyal demokrat –
nasıl oluyorsa- diyebileceğimiz bir burjuvazinin toplumsal talebi karşılamaya
dönük bir projesi yok…
Yüksel Akkaya: İzmir de belki bu açıdan oldukça anlamlı…
Erkan Goloğlu: Çok lazımdı
Tanıl Bora: Lazım diye değil ama Ahmet hocam şimdi söylüyor ya
sonuçta popülizm bu.
Erkan Goloğlu: Popüler bir talebe cevap..
Ahmet Çiğdem: Ya bu Belediye takımlarına filan girince, eskiden şöyle
düşünüyordum ben “küçük ölçekli ya da büyük ölçekli desteklemeler.” Ama ,
bugün bu tablo artık hakikaten içinden çıkılamaz bir hale geldi. Kamusal
kaynakların kötüye kullanıldığı filan, artık bunun lamı cimi yok, bunun
engellenmesi lazım bu bitti artık savunulacak hiç bir tarafı yok, çok şiddetli
tepkilerle engellenmesi…
Yüksel Akkaya: Eskiden kamu kuruluşlarının takımları olurdu.
Neredeyse her KİT’e bir takım düşerdi. Yasa gereği olsa gerek, 1940’lı
yıllarda…
Ahmet Çiğdem: Belediyeler filan çok göz önünde olduğu için biz çok
kolay hayır diyebileceğimiz bir şey ama hakikaten ben şeyi çok düşünüyorum;
336
Futbol üzerine konuşmak
özelikle bu üç büyükler diye tabir ettiğimiz takımların 1980 ve 2000 yılları
arasında -2001 belki- kullandığı kamusal kaynaklar, vergi borçlarının
affedilmesi filan gibi hakikaten çok daha gözden kaçırdığımız başka şeyler de
var, vergi borçları, vs. Bunlara hakikaten bir dur demek lazım. Bu futbol
sermayesini çok denetlenebilir, şeffaf bir hale getirmek lazım. Futbolun
bundan sonraki örgütlenmesinde sizin bahsettiğiniz uygunsuz hallerin tekrar
edilmemesinin çok etkili olacağını düşünüyorum. Bu nedenle mesela
Belediyelerin fiilen futbola kaynak ayırması gibi çok şey bir yerden gitmenin
yanı sıra, hakikaten ülke olarak futbol sermayesinin çok denetlenebilir, şeffaf
hale getirilebilmesi gerekiyor. Diğer taraftan şöyle düşünebiliriz aslında,
Türkiye’nin başta da sözünü ettiğimiz gibi bir aydın tepkisi, falan diyoruz ama
öyle değil işte yani, öyle değil. Toplum cebinden futbola para vermek
istemiyor bir taraftan, bu takımların büyük bir kısmı kendi kendisine ayakta
duracak durumda değil. Hani toplum, futbol filan diyorum ya, öyle değil işte.
Belki 25 kuruşa bir gazete alıyor ama 5 lira verip kulübün maçına gitmek
istemiyor. Bu hakikaten kabul edilebilecek gibi bir şey değil. Bu açıdan daha
sıkı, daha kesin kurallar koyulmalı diye düşünüyorum. Bu da çok etkili bir
siyaset biçimi, kamusal kaynakların bu tür faaliyet alanlarına ayrılmamasını
savunmak da bence çok önemli bir siyaset biçimi. Çünkü bu tür kamusal
kaynakların kullanılması, kamusal kaynakları kullanan insanların sadece
kamunun parasını çar çur etmesi değil kamu dediğimiz şeyden gayet
irrasyonel ve denetlenebilir bir birikimle elde ettiği bir kaynaktır aynı
zamanda.
Tanıl Bora: Ahmet Hocam özellikle gariban yerleri ima etti ya, hakikaten
taşrada kalmış, iktisadiyatı olmayan, Türkiye sahnesinde yeri olmayan bir çok
küçük yer var. İkinci liglerin kurulmasıyla birlikte boy gösteren il takımlarının
hepsi aslında 1960’ların başında oluşmuş yapay kulüpler. Köklü geleneklere
sahip yerel amatör kulüpler birleştirilerek oluşturulmuş il takımları... Bunlar
illerin milli takımları gibiydiler hakikaten. Sivas’ın adını duyuracak,
Türkiye’nin her yerindeki Sivaslıları temsil edecek, Sivaslılık bağını
güçlendireceklerdi, bu bekleniyordu. Bunların arkasında o zaman da
belediyeler vardı. Ama Ahmet Hocam’ın dediği gibi o zamanlar futbol
ekonomisi çok daha cılız bir ekonomiydi. Kamu kaynaklarının çar çur
edilmesi gibi bir şeyden söz etmek mümkün değildi o zaman için. Bugün
hakikaten başka bir ekonomik gerçeklik var. Fakirliğin bu kadar diz boyu
olduğu bir memlekette şimdi bu destekler meşru değil. Özellikle İstanbul ve
Ankara Büyükşehir belediyelerine bence özel bir yer ayırmak gerekir. İstanbul
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
337
ve Ankara’da hepsi de köklü geleneklere sahip sebil gibi futbol takımı var.
Böyle bir yerde Büyükşehir belediyelerinin futbol takımı kurup dünyanın
parasını pompalaması gerçekten başlı başına ele alınması gereken bir skandal.
Bunun içinde özellikle Ankara Büyükşehir Belediyesi ayrıca ele alınması
gereken bir skandal. Çünkü orada şeffaflığa karşı ikinci bir cinayet var.
Sözümona bu kulüp özerkleşti şimdi. Yani inanılmaz paralar pompalanarak
belirli bir düzeye getirildi, sonra kağıt üzerindeki bir takım düzenlemelerle
artık kendi yağıyla kavrulan bir kulüp makyajı yapılarak bize sunulmaya
çalışılıyor. Büyükşehir kulüpleri vahim, özellikle İstanbul, Ankara vahim;
özellikle Ankara vahim kere vahim.
Erkan Goloğlu: Tabii canım, belediyenin, bir ilin, ilçenin takımının
arkasında olma meselesi son derece şefkat, himaye, koruma, sevgi üzerine
kurulmuş bir bağdır. Otobüsünüz yoktur, deplasmana belediyenin otobüsüyle
gidip gelirsiniz, ama bu öyle bir şey değil. Çünkü aşağı yukarı biz aynı şeyleri
düşünüyoruz. Ben bu konudaki her türden yasakçılığa karşıyım, yasaklamakla
bir ilgisi yok benim söylediğimin, algıyla ilgisi var. Radikal her sene sorar,
sezon başlarken: “Kim düşsün filan” diye. Ben Ankara’da yaşayan bir adam
olarak Ankaraspor’un düşmesini istiyorum. Belediyeler aslında alt yapıyla
ilgilensin, bir altyapı takımı kursun, daha mütevazı ölçülerde bir şey olsun..
Yani bu Ankaraspor’un durumu inanılmaz bir olay, bir de leopar koymuşlar,
leoparı nereden buldunuz hay allahım ya rabbim, Ankara’da bu leoparı
nereden buldunuz? Gidin Atatürk Orman Çiftliği’nde hayvanat bahçesi var,
orada dahi yoktur bu leopar..
Ahmet Çiğdem: Bir konu daha ekleyebilir miyim? Aslında burada
söylendi, belediyelerin kaynaklarını daha amatör sporlara kullanması gerekir
diye. Bu tür Belediye hizmetlerinden faydalanmak genellikle daha çok orta ve
üst sınıfın işi oluyor. Belediyenin bir futbolcuya çok para vermesi, alt
sınıflarının işine gelen, kullanabileceği bir durum olmasından çıktığı anlamına
geliyor.
Yüksel Akkaya: Daha da zorlaşıyor.
Ahmet Çiğdem: Orada da aslında bu tip yatırımlara bakıldığında, aslında
bu tip hizmetleri başka türlü de satın alabilecek insanlara dönük yapıldığını
görüyoruz.. Satın almadan mahrum olmayan insanlar için yapılıyor bu
yatırım.
Erkan Goloğlu: Bırakın bu eski Sosyalist ayakları!.. Bu ayaklardan
konuşuyorsunuz, hayat öyle değil. Bırakın hocam!..
338
Futbol üzerine konuşmak
Yüksel Akkaya: Futbol artık eski, amatör naif görüntüsünden çıktı,
profesyonelleşerek bir endüstriye dönüştü. Endüstrinin futbola yansımasını bir
parça değerlendirmek gerekirse, bunun faydalı yanları da oldu, güzel bir alt
yapı oluştu ama öte taraftan futbolun seyrini, vesairesini örseleyen yanlar da
oluştu.. Taraftarı müşteriye indirgeyen… Bu konuyla ilgili neler söylemek
istersiniz.
Ahmet Çiğdem: Ben başlayabilir miyim?
Tanıl Bora: Buyurun hocam, bu konuda siz güzel şeyler söylüyorsunuz.
Ahmet Çiğdem: Estağfurullah,
Yüksel Akkaya: Hocam siz buzu kırın yolu açın, biz devam edelim.
Ahmet Çiğdem: Endüstriyel futbol, futbolla ilgili insanların şikayet
ettikleri bir durum, hakikatten hepimiz şikayetçiyiz falan. Ama diğer taraftan
bu çok engellenebilir bir şey değil. Sermaye yatırım yapmıştır ve karşılığını
istemektedir. Bunu engelleyemeyiz. Bunun hakikaten, futbolseverler
açısından çok olumsuz sonuçlar doğurduğunu, kulüpler arası dengeleri
bozduğunu falan söyleyebiliriz. Ama diğer taraftan bu aslında bir meydan
okumadır. Dünyadaki örneklerine baktığımızda, mesela Chelsea için söz
konusu. Tamam belki olumlanacak bir durum değil ama, iyi müşterilerin, yani
futbola gelen sermaye aracılığıyla taraftar olmaktan iyi müşteriliğe
dönüştürülmeye çalışılan insanların aynı zamanda taraftarlık algılarını da
değiştiriyorlar. Bu hepsinin olumlayarak kabul ettikleri bir şey değil ama
bunun üzerine düşünüp kulüple ilişkilerini daha rasyonel bir şekilde inşa
etmeye çalışıyorlar. Böyle bir süreci de yaşıyoruz diğer taraftan. Bayern
Münih, Chelsea, Manchester United, Liverpool olsun. Sözgelimi Manchester
United, Chelsea gibi gözle görülür bir patron tarafından yönetilmiyor ama
diğer taraftan bu sözünü ettiğimiz sürecin en çok somutlaştığı bir yer.
Hakikatten bir açıdan bakıldığında çok tiksindirici bir şey. Ama oraya
baktığımızda da, taraftar algısının, takımı sevme biçimlerinin başka türlü
geliştiğini gözlemleyebiliyoruz. Bir taraftan bilet fiyatları artıyor ama seyirci
sayısı da artıyor. Sadece dünyada değil, İngiltere içinde, hatta Manchester
içinde de taraftar sayısı artıyor United’ın. Söylediğim başka bir şey var
aslında, bir taraftan United taraftarları böyle davranırken, diğer taratan City
taraftarları da başka türlü bağlılık geliştirmeye başladılar. United’ın yaşadığı
değişim, City taraftarını da etkiledi, onlar da başka türlü bir bağlılık içine
girdiler. Dolayısıyla ben şöyle bakıyorum Yüksel, değerli arkadaşım, sözünü
ettiğin bütün çekincelere, bütün bu çekincelerin ima ettiği, açıkça söylediği
kötülüklere, olumsuzluklara, çirkefliklere rağmen bunun da kendi içinde bazı
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
339
pozitif dönüşümlere yol açtığını görüyoruz, ama bu çok belirgin değil. Sürecin
temel belirleyicisi bu değil. Sonuçta daha önce değindiğimiz gibi kulüplerin
sermaye yapısının şeffaflaşmasının, denetlenebilir olmasının vesairenin
altında da bunun bir şekilde geriye alınmasının yattığını düşünüyorum. Yoksa
nostaljik bir ağız tüm bu söylenenleri içinden çıkılmaz bir hale getirecektir.
Elbette geleneksel futbol kültürünün içinde bunu değerli buluyorum ama
dediğim gibi, bunu bir hayıflanma vesilesi olarak değil de, belki rasyonel
müşteriler, tüketiciler olarak, kulüplerin örgütlenme yapısına, bilet fiyatlarına,
kulüplerin kuracakları iktisadi ilişkilere müdahale yetkisinin artması olarak
da, başka müdahale imkânlarının hazırlanması bakımından değerlendirilmesi
gereğini düşünüyorum. Onun dışında, geleneksel nostaljiye yenik düşmemek
gerektiğini düşünüyorum.
Tanıl Bora: Ben iki kısa şey söyleyeceğim. Ahmet Hoca’nın dediği gibi,
Foucault’cu bir perspektifle söylersek: “Tahakkümün olduğu yerde direniş de
vardır.” Evet, kapitalizm genişliyor, bir müşterileşme süreci söz konusu ama
taraftarlar ve futbolu bu saf haliyle sevenler de bir şeyler yapmaya çalışıyorlar
ve kendilerine bir takım patikalar buluyorlar. Bu gerçekten önemli. Buna ek
olarak Türkiye’de bizim şöyle bir feci durumumuz var. Andre Gunder
Frank’ın kadim kavramını kullanırsak; lumpen burjuvazi, lumpen kapitalizm,
lumpen gelişme. Türkiye’de bir yandan endüstrileşme, kapitalistleşme süreci
yürüyor fakat eksik kurumlaşma ve sıfır şeffaflık olduğu için lumpen
burjuvazi, lumpen kapitalizm çerçevesinde yürüyor. Örneğin futbol
endüstrisinin gelişmesine bağlı olarak güvenlik paranoyası gelişiyor diyoruz,
evet, fakat bir yandan da Türkiye’de statlar zinhar güvenli falan değil. Konfor,
müşterileşme falan diyoruz, doğru, böyle bir ideoloji var fakat stadlar zinhar
konforlu değil. Müşteri memnuniyeti ilkesi zinhar gözetilmiyor; yani hem
pahalanıyor, endüstrileşiyor sözümona ama seyircileri asla memnuniyeti
gözetilmesi gereken reşit müşteriler olarak görmeyen, çakalca bir yapı söz
konusu.
Yüksel Akkaya: Nispeten Fenerbahçe…
Tanıl Bora: Evet, orada nispeten böyle bir şeyin varlığından söz ediliyor.
Görmedik, bilmiyoruz, bahsediyorlar. Türkiye’de berbat bir sentez söz
konusu.
Futbolseverleri
kapitalistleşmenin
‘nimetlerinden’
bile
yararlandırmayan lumpen bir yapı söz konusu.
Erkan Goloğlu: Taraftarın kulüp idaresinde sözü olabileceğine dair bir
talebi yok.
340
Futbol üzerine konuşmak
Tanıl Bora: Güngören atmış, çok üzgünüm, Demirspor gol yemiş.
Uzatma oynanıyor… (Ki bu bir kara haber olmanın ötesinde başka bir şeydir!
Söyleşi mecburen bundan sonra daha mutsuz sürecektir, etmesin çabalarına
rağmen!..)
Yüksel Akkaya: Gol ofsayt mı hocam? Son bir çare! Futbolda çamura
yatmak vardır hani. Bir fani taraftar olarak, hani uzatmadaki gol ofsayttı filan
diyip bir sezon daha oyalanabilirdik. Lakin, bu lig Demirspor’suz olmayacak.
Öyleyse orada kalalım (mı). Sorunun cevabını böyle iç dünyamızda arayalım..
Tanıl Bora: Golü görmedim, sonucu gördüm, uzatmalar oynanıyor,
üzgünüm, söylemek zorundaydım…
Erkan Goloğlu: Taraftar, “ben bu işin bir parçasıyım, tamam sen benim
etimden, sütümden faydalan ama ben de bu işin bir parçasıyım” diye topa
girmiyor. Örgütlü taraftar gruplarının istediği tek şey var, onlar da kendi
içinde iktidar ilişkisini bilet, deplasmana götürme üzerinden kurmuş. Taraftar,
hakikatten adı üstünde futbolla kurduğu ilişkiyi seyirlik bir ilişki olarak
görüyor. Yani bu denklemi önemli ölçüde çözecek olan aslında yine taraftarın
kendisi. Bu tür faaliyetler, kapitalizmin, pazar endüstrisinin olduğu her yerde
olacaktır. Daha doğmamış çocuğuna Fenerium’lardan tulum alan anne-babalar
olacaktır, her zaman var olmuştur da.. Hangisi, hangisini üretiyor, bu çok
manalı bir tartışma değil.
Yüksel Akkaya: Madem taraftarlığa geldi konu, taraftarlık üzerinden
devam edelim: Futbol’un Karhanesi’nden bir paragraf okuyayım: “Ne olursa
olsun taraftarın çilesi artarak devam edecek gibi görünüyor. Ekonomik
ilerleme açısından futbolcular daha çok kazanmaya devam edecekler.
Reklamcılık şirketleri gelirlerini artırmaya devam edecek. Ama birileri buna
çok fazla güvenmesin. Şirketler para yatırmaya devam ettiği sürece taraftar
da buna para yatırmaya devam edecek”…
Tanıl Bora: Burada ‘reşit olma’ ve ‘özne olma’ meselesi var.
Taraftarların aktör ve özne olması gerekiyor. Son zamanlarda “taraftarlar
kulüplerin önüne geçmesin” uyarısına çok başvuruluyor ya... Taraftarlar
elbette her yerde kurum kimliğinin çok önemli bir parçasıdır. Bugün futbol
endüstrisi kendi mantıki uç noktasına vardıkça, bir bakıma taraftarı
gereksizleştiriyor. Ama bir taraftan da onsuz olamaz, çünkü temaşada rolü çok
belirgin. Televizyonda maç seyreden adamın tribünleri dolu ve şenlikli
görmesi lazım. Şenlik duygusunu yaratacak adamlar da, kendilerini aktör
konumunda görürlerse o temaşayı yaratabilirler, coşarlar, bir gösteri sunarlar.
Bu, işin o mantıki uç noktasına varmasını engelleyen hayırlı bir paradoks.
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
341
Erkan Goloğlu’nun vurguladığı ve Ahmet Çiğdem’in de ima ettiği gibi,
taraftar gruplarının bilinçli bir insiyatif geliştirmesi bu işin tek çaresi. Onların
ufak tefek lokmalara razı olmaması; kendisine saygısı olan bir tutumla,
futbola olan sevgilerine sahip çıkan bir aktör bilinci geliştirmeleri bence işin
anahtarı. Yoksa, diğer bütün önlemler ve yakınmalar bir şey getirmez…
Tutunacak tek halka orası bence.
Ahmet Çiğdem: Şöyle bakmak lazım, bu sözünü ettiğimiz süreçlerde,
taraftar olmaktan çok takım ve spor sevgisini daha çok önemsiyorum.
Futbolun daha çok kendisini sevmeye yönelik falan. Diğer taraftan şöyle
bakalım işte futbola paranın girmesi, şirketleşme falanla beraber futboldaki
başarı algısının da değişmesi gerekecek.. Çünkü her yede bir tane şampiyon
çıkıyor, iki tane şampiyon çıkmıyor. Alın işte Chelsea bile şampiyon olamıyor
o kadar paraya; şampiyonlar liginde de şampiyon olamıyor; taman
Manchester da ondan aşağı değil ama , olamıyor işte. Ama hakikatten en son
şu Hull City’nin Premier Lige yükselmesi, hem de 39 yaşındaki bir adamın
golüyle yükselmesi, inanılmaz bir şey. Tarihte pek çok direniş, başarı öyküsü
var, Zapatistler falan ama 103 yıl sonra, Birinci lige yükselmesi… Onun için
taraftarın kendi bağlılıklarını yeniden üretebilmesi, hikayelerini kurabilmesi,
kendi aidiyetlerini öne çıkarması gerekiyor. Zaman zaman taraftarın da
endüstriye uyum sağladığı, müşteriye dönüştüğü yazılıp çiziliyor ama bu
eninde sonunda bir temaşa sporu. Futbol olduğu sürece, taraftar dediğimiz şey
de, biçim değiştirse de var olmak zorunda. Ön sıraları çok pahalı satarsınız
ama arkalarda mutlaka birileri olacaktır ve siz de o insanlara muhtaçsınız. Ben
ayrıca, sayın Goloğlu da belirtti, yeni doğmuş çocuklara takım forması almayı
önemsiyorum.
Erkan Goloğlu: Bırak kendi seçsin abi ya. Kendi istesin, kendi seçimini
kendisini yapsın.
Yüksel Akkaya: Ama bir ata sözü var: “Kızı kendi haline bırakırsan ya
davulcuya gider, ya da zurnacıya”… Tanıl da oğluna alıyor…
Erkan Goloğlu: Ama herkes Tanıl gibi değil. Taraftarlık mezar teslimi
alınır. Adam Galatasaraylıydı, Gençlerbirliği’li oldu. Ama herkes öyle
olamaz, bırakın çocuklar kendi seçsin. Çünkü seçtiği zaman bir daha
dönemiyor.
Ahmet Çiğdem: Aslında esas tehlike çocukların hepsinin, Spiderman,
Actionman, Süpermen sevmek yerine anneleri, babaları almış olsa da forma
giymelerinin daha değerli bir şey olduğuna inanıyorum. Ben bu konuda sayın
Goloğlu gibi düşünmüyorum.
342
Futbol üzerine konuşmak
Yüksel Akkaya: Ahmet Hocam 2000 yılındaki karamsarlığınızı devam
ettiriyor musunuz? Şöyle demişsiniz: “Türkiye’de taraftar denilen kitle ne
yazık ki hep kendine taraftar olan, takım sevgisini, ancak takım kendisini
tatmin ettirdikçe sürdüren bir günahtan ibaret”.6
Ahmet Çiğdem: Bütün bunlar bir yana, biz futbolseverler olarak kendi
aramızda kaldığımızda bir futbosever olarak tartışacağımız çok şey var. Tanıl
Bey’in dediği gibi stadyumların maddi olarak düzenlenmesinden tutun da,
rakip takımı yok sayma, takımı futboldan daha çok sevme, şampiyonluk,
vesaire gibi başarı ölçütlerinin sorgulanması, artık bir sürü insanın futbolu
sevmesi veya nefret etmesi, ben kendi adıma bu kadar çok insanın futbol
sevmesini istemem genel olarak. Ortam pek ümitkar değil ama genel olarak
karalar bağlamanın aracı olarak futbolu koymamak gerektiğini düşünüyorum.
Karalar bağlamak için elimizde çok başka şeyler var ama futbol da bu karalar
bağlamamız gereken evrenin bir parçası. O yüzden bu karamsar tutumumu
devam ettiriyorum.
Erkan Goloğlu: Genel olarak çok farklı düşünmüyorum, başka bir bahis
varsa geçelim.
Yüksel Akkaya: O zaman başka bir bahse geçelim. Futbolcu kimdir,
modern bir köle midir, yoksa bu temaşa oyunun modern gladyötörü müdür?
Ne dersiniz?
Erkan Goloğlu: Bu sizin nasıl baktığınıza, futbolu nasıl algıladığınıza
bağlı. Topçuların aldığı paralar hep konuşulur. 40’lı yıllarda da iyi topçular bu
ülkede iyi kazanırlardı. Hayat standartlarına falan baktığımız zaman yüzüne
gözüne bakılacak paralar alıyorlardı. Şimdi de iyi paralar alıyorlar. Bunlar
öyle çok tartışılacak şeyler değil. “Zenginin malı, züğürdün çenesi” misali. Bu
çok para kazanıyor dediğimiz topçular bu paralarını zaten Türkiye’de iyi
yönetemiyorlar. Bu onların sorunu diyeceksiniz ama, bunların etrafında
babaları var, sakalcısı var, yani onların kazandığı para üzerinden topçulara
husumet üretmemek lazım. Onlar daha çok kazansınlar, yani onlar daha fazla
kazandığı için ben daha az kazanıyor değilim. Onlar daha az kazansa, bu
ülkede yoksulların dertleri hallolur gibi bir şey de yok. Bu bileşik kap hadisesi
bu kadar basit değil. Bu futbolcular futbolu bıraktıktan sonra ailelerine
bakmak durumunda. Bunlar doğum kontrolünden de pek anlamazlar;
6
Tanıl Bora (Der.) (2004) Takımdan Ayrı Düz Koşu, 3. Baskı, İstanbul: İletişim.
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
343
topçuların alayının Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi en az üç çocuğu var.
Hakikatten hayatları iyi yürümüyor bu arkadaşların.
Yüksel Akkaya: Çok yoruluyorlar, çok yıpranıyorlar…
Erkan Goloğlu: Tabii, bunlar yapacak iş de bulamıyorlar, 35 yaşında
bitiyor bunların hayatları. 35 yaşından sonra gidip bir benzinci açamıyorlar,
hepsi de Tanju Çolak değil ki..
Ahmet Çiğdem: O da batırdı galiba…
Erkan Goloğlu: O bile olamadı. Antrenörlük yapmaya başlıyorlar. Ya da
bu sektörün içinde kalıp antrenör oluyorlar. Ama baktığın zaman haklısın, bu
bir tür endüstriyse, bunlar da bu endüstrinin çalışanlarıdır ve çalışma
kurallarına uymak zorundadırlar. Ama bu bir kölelik midir, bence burada bir
kölelik yok.
Yüksel Akkaya: Sözleşmesi bitmeden başka kulübe gidemez, vesaire o
anlamda söyledim ben…
Erkan Goloğlu: O işler çok kırılmaya başladı, iyi ki de kırıldı. Ben
yıllardır şunu söylerim: Bunların kazandığı parada kimsenin gözü olmasın
kardeşim. Biz orda oynayan 22 topçu var diye bugün konuşuyoruz.
Tanıl Bora: Beyaz yakalılar, mavi yakalılar ve bir de altın yakalılardan
söz edilir ya. Çok üst düzeyde kazanan, özel yetenekli, özel liyakatlı, kalifiye
çalışanlar zümresi... Altın yakalılar büyük çoğunlukla örgütsüzdür. Ve altın
yakalıların örgütlendiği, hak talebinde bulunduğu durumlar rejimin en fazla
tedirgin olacağı durumlardır. Bu genellikle bilgisayarcılar, vs. için söylenmiş
bir sözdür ama bunun futbolculara da isabet eden bir tarafı var. Bir tür altın
yakalı proletarya gibi bunlar. Buradaki kilit kavram bence yine reşit olmak.
Bu insanların, profesyonel futbolcuların soyadlarıyla anılmaya yeni
başladığını biliyoruz. Yakın zamana kadar sırf ön adlarıyla anılıyorlardı. Bu
alanda işçi haklarından söz edilebilir mi, bir sendika gündeme gelebilir mi
konusunu, tıpkı işçiler için de söz konusu olduğu gibi insan ve reşit
olmalarıyla beraber düşünmeliyiz.
Yüksel Akkaya: Bir Metin Kurt deneyimi yaşadık biliyorsunuz..
Tanıl Bora: Çok doğru. Bu meslek erbabı, altyapılardan itibaren
örselenerek, paternalist ilişkiler içerisinde kişilikleri rendelenerek büyüyor.
Dolayısıyla bu insanlara reşit insan muamelesi yapan bir yapı bence çığır açıcı
olur.
Ahmet Çiğdem: Ben şunu söylemek istiyorum. Futbol Federasyonu da
onaylasın. Onların da kabul ettiği bir dernekleşmeye ihtiyaç var bence. En
azından sözleşme hükümlerinin yerine getirilip getirilmediği falan
344
Futbol üzerine konuşmak
sorgulanabilir böylesine bir kaotik durumda, çünkü pek çok sözleşmeye
kulüplerin riayet etmediğini görüyoruz. Bu alanda, yetkileri olacak bir kuruluş
pek çok şeyi değiştirebilir. Ücretlere bir standart getirilebilir. Diğer taraftan
şöyle bakalım, dünyanın en çok para kazanan oyuncusu olabilirsin ama diğer
taraftan maçın 89. dakikasında Gentile senin futbol hayatını bitirebilir.
Kazanılan para çok tabii ama diğer taraftan risk de çok büyük. Bu çocukların
parasına da çok göz koymamak lazım. Biliyoruz, kapitalist sistem içinde
popüler ikonlar hep çok para kazanır
Yüksel Akkaya: Kazandırttıklarını düşündüğümüzde, kazanılan para çok
değil hakikatten.
Ahmet Çiğdem: Profosyonel futbolculuk hakikatten ağır işçiliktir. Bugün
Avrupa’daki liglere bakalım, buralarda oynayabilmek kolay değildir.
Yüksel Akkaya: Her an şiddete maruz kalabilirler.
Ahmet Çiğdem: Şöyle de bakalım, bugün şampiyonlar liginde oynayan
bir oyuncunun yoksul olmasını bekleyebilir miyiz? Ama şu da var, zorlayıcı
bir eşit ücret politikası uygulatmak yerine, kulüplerin genel olarak gelir-gider
dengelerinin şeffaflaştırılması ve denetim altına alınması daha doğru bence.
Ayrıca şunu söyleyeyim, futbolcuların informal de olsa örgütlenmelerini çok
önemli buluyorum.
Tanıl Bora: Bence, sırf akçalı konularda değil, örneğin futbolcuların
haysiyetlerini ayaklar altına alan yorumların hedefi olabiliyorlar. Bunlarla
ilgili gerçekten etkili, söylediğini, söyleyene pişman edecek bir takım
önlemler, protestolar gerçekleştirilebilir. Bu alanda güçlü bir örgütlerinin
olmasının çok medenileştirici olacağını düşünüyorum ben.
Yüksel Akkaya: Son olarak hakemler konusuna değinelim. Erkan
Goloğlu’nun uzmanlık alanı olarak… Bu temaşanın olmazsa olmazlarından
biri olan hakemler hakkında neler söylemek istersiniz? Kimseye
yaranamayan, kellesi hep tehdit altında olan; aslında hep muzaffer olması
gereken…
Ahmet Çiğdem: Erkan bey, hakemler konusuna geldik, siz bu konuda
“i… hakem” tezahüratının kaldırılmasını protesto eden yazarlardan birisiniz.
Erkan Goloğlu: Hakikatten çok üzülüyorum o söylemin
kaldırılmasından!... Çocukluğumdan bir parça gitti sanki. Çok geleneksel bir
yeri vardı o tezahüratın. Şu Ordulu hakem kim, Ali Aydın, “zenci
kardeşlerimiz” dedi, orada da bir ayrımcılık vardı.
Tanıl Bora: Kötü bir şey kastetmedi.
Y. Akkaya, A. Çiğdem, T. Bora, E. Goloğlu
345
Erkan Goloğlu: Bu anlamda, bu ülkedeki eşcinsellere yapılan ayrım
bağlamında, “i… hakem” bağlamından kopmuş durumdadır. Orada
homofobik bir bakış yok aslında. İçerik sözü aşmış durumda. Ben bunun
örneklerini eşcinsel arkadaşlarımla da konuştum
Tanıl Bora: Hakemlerle mi?
Erkan Goloğlu: Yani bundan hakemler niye alınsın ki. Bu ülkede hakem
olmak hakikatten çok önemli bir şey. Zaten bu oyunda hakem olmak o kadar
olağanüstü bir şey ki, hakem bir şey üzerine karar veriyor ve o karar
üzerinden devam ediyor her şey. Doğru ya da yanlış.
Yüksel Akkaya: Ben yine burada bir şey eklemek istiyorum: “Şimdiye
kadar 3 puanı kimsenin hakemlere armağan edildiği ne görülmüştür, ne de
duyulmuştur” deniyor. Gerçekten de 90 dakika koşuyor, mücadele ediyor ,
doğmamış çocuğa, taraftara armağan ediliyor, ama hakeme hiç armağan
edilmiyor.
Tanıl Bora: Bence Erkan Goloğlu hakemlerle ilgili geçenlerdeki
yazısında muhteşem bir katkıda bulundu: Önemli bir maçı yönetmeye bir yere
geldiklerinde, “şehrin kaderiyle oynamaya geldik” gibisinden demeçler
verseler, tartışmalı bir golü verdiklerinde coşkuyla santraya doğru koşup
yüzüklerini öpseler... diyordu!
Erkan Goloğlu: Doğru
(Gülüşmeler)
Tanıl Bora: “Biz buraya puan veya puanları gasp etmeye geldik” deseler
mesela!... Şaka bir yana, unutmamalı, hakem temaşanın da bir parçasıdır.
Jestleriyle, hal ve tavırlarıyla, kararlarıyla…
Ahmet Çiğdem: Schmittci bir bakışla karar veriyor ve o karar üzerinde
devam ediyor, burası çok önemli..
Tanıl Bora: Bu kadar belirgin.
Erkan Goloğlu: Olağanüstü hale karar verebiliyor.
Tanıl Bora: Türk hakemlerinde endişe verici husus şudur ki, istisna
yaratma erkini çok istismar ediyorlar. Bu kadar çok istisna olmaz yani..
Ahmet Çiğdem: Hakemlerin futbolculara karşı biraz daha hoşgörülü
olmaları, biraz daha insancıl olmaları gerekiyor. Esas önemli olan şudur:
Bizim tüm konuşma boyunca vurguladığımız gibi, biz futbolun daha eşitlikçi,
daha adilâne olmasını istiyoruz. Hakemlerin de bu futbol ortamına katkıda
bulunmalarını istiyoruz.
Tanıl Bora: Daha eşitlikçi kesinlikle ve daha neşeli. Tabii yine reşitlik
meselesine geliyoruz. Sporcularla münasebetlerinde onlara reşit insan
346
Futbol üzerine konuşmak
muamelesi eden bir hakem sahici anlamda otoriterliğinden bir şey kaybetmez,
tersine saygın bir otorite olur.
Yüksel Akkaya: Taraf değil ama bağımsız olsun.
Erkan Goloğlu: Zaten bağımsız olmak tarafsızlığı da içerir.
Tanıl Bora: Bir hakem arkadaşım hem sempati uyandırmak, hem de iyi
ilişki kurabilmek için ertesi gün yöneteceği maçtan önce, takımlarda yer alan
yabancı oyuncuların ana dilinde birkaç kelime öğreniyormuş, “yapma”,
“sakin” gibi. Böylelikle onların sempatisini, güvenini kazandığını söylemişti.
Erkan Goloğlu: Kodum mu oturturum!
(Gülüşmeler)
Erkan Goloğlu: Bir de şöyle derler ya en sonunda, “sizi bilmiyorum ama
benim için çok lezzetli bir söyleşi oldu…”
Yüksel Akkaya: Tadından yenmez…
Tanıl Bora: Şu Güngören maçı kötü oldu ama. Hakikaten kötü oldu, bak
bir belediye daha geldi!
Yüksel Akkaya: Makus talihimiz, ne yapalım?!.. Çok teşekkür ederiz,
değerli vaktinizi ve fikriyatınızı bizimle paylaştığınız için.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 347-352
Forum
Taraftar mı, müşteri mi?
Tuğrul Akşar 1
Seyirci, taraftar günümüz futbolunun vazgeçilmez aktörlerinden. Daha
doğrusu parasallaşan futbolun altın yumurtlayan tavuğu. Her ne kadar son
zamanlarda parasına göre muamele görüyorsa da, o bir taraftar. Yağmurda,
çamurda beraber yürür takımıyla kolkola. Bazen destek, bazen istemese de
köstek olur, gönül verdiği takımına. Bir cefekar, bir vefakardır o. Tribünde de
olsa, televizyon başında da değişmez bu. Zengini, fakiri farketmez. Sınıf farkı
ve sosyal statü farkı gözetmez. Aynı tepkiyi, aynı etkiyi birlikte yaşar.
Beraber hüzünlenir, beraber sevinir. Doksan dakikayı izlerken, aklını ve
beynini dışarıda tutacak kadar “mani’’ seviyesinde bir bağlılık ve tutkuyla
takımına yoldaşlık yapar. Yeri gelir teknik direktör olur takım yapar, yeri gelir
başkan olur milyonlar akıtır, transfer yapar.
Endüstrileşmeyle değişen futbol
Taraftarın müşteriye doğru evrilmesi son zamanlarda çok tartışılan bir
konu haline geldi. Taraftar bugün desteklediği takımına ayırdığı ciddi büt
çelerle, bir tüketici de aynı zamanda. İşte taraftarın müşteri taraftara değişimi
ve dönüşümüne neden olan koşullara kısaca değinmemiz gerekiyor.
Endüstriyel futbolun temel genel geçer özelliklerine dikkat ettiğimizde,
endüstriyelleşme süreci; 1) Seyirci profilinin, 2) Gelir kaynaklarının yapısının,
3) Taraftarın davranış kalıplarının değişmesi sürecidir. Bu süreç içinde
yetmişli ve seksenli yılların ortalama seyirci profili yerini artık, yıllık gelirinin
belirli bir kısmını ‘’taraftar tüketici’’ olarak, ‘’bağlılık körlüğü’’ temelinde,
kulübüne harcayan, gelir düzeyi daha yüksek, konforlu localarında ve yıllık
ciddi tutarda harcamayla kombine kart alan, orta ve üst gelir grubu seyirci
1 Ekonomist, araştırmacı
e-posta: [email protected]
348
Taraftar mı, müşteri mi?
almıştır. Bu bağlamda, seyirci müşteriye dönüşürken; kulübün arz ettiği her
türlü mal ve/veya hizmete yönelik talepte de, karakteristik bir değişiklik
yaşanılarak, klasik tüketici profilinin yerini ’’taraftar tüketici’’ almıştır.
Taraftardan müşteriye
Endüstriyel anlamda ifade edersek, taraftar: kulübünün logolu ürünlerini
satın alan, maçlara giderek önemli tutarda kulübüne maç günü geliri bırakan,
evlerine aldığı decoderlarla takımına naklen yayın geliri yaratan, ilgisi ve
heyacanı kulüpçe paraya tahvil olunan bir gelir kaynağıdır o.
Gerçekten de yaşantısınımıza yön veren, tüketim kalıplarımızı belirleyen
özelliğiyle, diğer endüstriyel iş kollarından farklı bir mecrada yoluna devam
ediyor endüstriyel futbol. Bu değişim ve gelişim çizgisinde aslında taraftarın
da sosyolojik ve iktisadi anlamda farklılaşmaya başladığını gözlemliyoruz.
Taraftarı, artık kulüpler birer müşteri olarak görüyor ve buna göre taraftarını
konumlandıyor. Ve trend de bu yönde devam ediyor.
Kısacası futbolun giderek parasallaşması, taraftarın da yapısını değiştirdi.
Taraftar bugün artık gerçek anlamda bir müşteri olarak algılanmaya başlandı.
Taraftardan müşteriye doğru evrilen bu dönüşüm sürecinde taraftar kulüpler
için bir “velinimet” oldu. Şimdi tüm kulüpler bu velinimeti memnun
edebilmenin yolunu arıyorlar. Yaptığımız araştırmalar orta üstü gelir
grubunda yer alan taraftarın takımına yıllık 1.500 dolar civarında bütçe
ayırdığını ortaya koyuyor. Bu konuya birazdan daha detaylıca değineceğiz.
Yani taraftar müşteriye evrilirken, ortaya çıkan yeni gereksinimler, taraftarın
tüketim kalıplarını da değiştiriyor, yeni gereksinimler doğuruyor. En
basitinden evde maç izleyebilme ihtiyacını karşılamanın yolu bir decodera
sahip olmaktan geçiyor. Şifreli bir yayının taraftar tüketiciye maliyeti ise
minumum 300 dolar civarında. Daha bunun gibi onlarca ürünü futbol
aracılığıyla tüketmeye başlıyoruz. Çünkü artık futbol zaten bu ürünleri
pazarlayan en önemli araçlardan birisi olarak karşımıza çıkyor. İşte farkında
olmadan endüstriyelleşen futbol, taraftarın tüketim kalıplarını değiştirmeye
devam ediyor. Artık taraftar, “müşteri taraftar”a dönüşmüş oluyor.
Kulüplerin değişen yönetsel ve endüstriyel anlayışları
Taraftarın yapısı değişir ve yeni tüketim kalıpları oluşurken, diğer yandan
da kulüplerin organizasyonel yapıları değişime uğruyor. Bu değişimin
dinamiğini değişen ve çeşitlenen gelir kaynakları oluşturuyor. Endüstrileşme
Tuğrul Akşar
349
beraberinde “sponsorluk gelirleri”, “naklen yayın gelirleri”, “merchandising
gelirleri” gibi gelir kalemlerini de beraberinde getirdi. Deloitte’un 2006
raporuna göre en zengin 20 kulübün toplam gelirleri içinde bu kalemlerin payı
%75 civarında. Bu anlamda Avrupa futbolunun yıllık yarattığı pasta 13 milyar
dolara ulaşmış durumda. İşte bu parasal büyüklük ve ortadaki pasta kulüplerin
yönetsel anlayış ve yapılanışlarını değiştiriyor. İşte bu gelişime bağlı olarak
pastadan en fazla payı alabilmek için kulüplerin taraftar müşteriye daha kolay
ve daha çok ulaşmalarını zorunlu kılıyor.
Daha doğrusu taraftarı bir müşteri olarak görme alışkanlığı kendiliğinden
filizleniyor. Bu durumda da futbol pastasından daha fazla pay alabilmenin
yolu müşteri odaklı olmaktan ve ona daha çok ürün satmaktan geçiyor. İşte bu
endüstriyel ve yönetsel dönüşüm, kulüpleri yüz milyon dolarlık gelirlere
taşıyor ve onları salt sportif organizasyonlar olmaktan çıkartıp, birer
ekonomik organizasyonlara dönüştürüyor. Bugün Avrupalı zengin kulüplere
bakıldığında yıllık ticari gelirleri yüzmilyon dolarlara ulaşan devasa bütçelere
sahip kulüpleri görüyoruz.
Ticarileşen ve giderek endüstriyelleşen Avrupa’nın önde gelen kulüpleri,
bu değişimi önceden farkederek, rakiplerine ekonomik anlamda da fark atacak
yapılanmaya gidiyor. Gelirlerini daha da büyütebilmenin yolunu arıyorlar. İşte
bu bağlamda bugün çoğu zengin Avrupalı kulüp taraftarını bir müşteri olarak
algılayıp , ona göre aksiyom alıyor. Müşteri İlişkileri Yönetimini (Customer
Relationship Management-CRM) bünyelerinde kurarak, taraftar müşterilere
daha fazla satış yapabilmenin yolunu arıyor. Bu amaçla Çağrı Merkezleri
(Call Centre) aracılığıyla yoğun bir satış ve pazarlama faaliyetlerine de
başlamış durumdalar. Kolay değil Avrupa’nın en üst düzey kulüplerinin yıllık
ticari gelirleri daha şimdiden yüz milyon dolarlara ulaşmış durumda. Bugün
ne yazık ki bizim kulüplerimiz bu yapılanmayı hala gerçekleştirebilmiş
değiller.
Seyirci tribünden kaçıyor mu?
Futbol pastasından pay alabilmenin bir başka önemli ve klasik yolu da
tribüne daha fazla taraftar müşteriyi çekmekten geçiyor. Oysa son zamanlarda
başta Premiership olmak üzere, Serie-A’da da önemli sayılabilecek oranlarda
seyirci kaybı var. Bu oran geçen yıl itibariyle Premiership’te yüzde beş
civarındayken; SerieA’da yüzde sekize kadar yükselmiş. Bu nedenle kulüpler
taraftarını bir şekilde tribünde de tutmayı önlerine temel amaç olarak koymuş
durumdalar.
350
Taraftar mı, müşteri mi?
Avrupa’nın beş büyük ligindeki seyirci sayısının gelişimi üzerine yapılan
bir araştırmaya göre 35.000 seyirci ortalamasıyla Premiership’in seyirci
gelişim eğrisinin 2003-4 sezonundan itibaren hafif te olsa bir düşüş trendine
girdiği görülüyor.
Bu düşüş özellikle 2005’te biraz daha hızlanmış ve 2005’te bir önceki yıla
göre yüzde beş civarında bir düşüş yaşanmıştır. İtalyan serie-A ise 1999-2000
sezonundan bu yana kan kaybetmeye devam ediyor. Bir ara 40.000
ortalamasını yakalamasına karşın, Serie-A’nın seyirci ortalaması 2005
itibariyle 23.000 düzeyine kadar gerilemiştir. Bu dönemde seyirci
ortalamasını yükselten iki lig karşımıza çıkıyor. Onlar da Alman Bundesliga
ve İspanyol La Liga.
Avrupa’nın üst düzey kulüplerindeki seyirci gelişimini de aşağıdaki tablo
göstermektedir. Ortalama seyirci sayısı en yüksek kulüplerin aynı zamanda en
geniş müşteri taraftar tabanına da sahip kulüpler olduğunu biliyoruz. Bu
kulüpler içinde Barcelona yıllık 73.225 ortalama seyirciye maçlarını
oynarken; bu tablo içinde en düşük seyirci ortalamasına sahip kulüp olarak
43.055 ortalama ile Benfica’yı görüyoruz.
Taraftar müşteriyi tribüne çekmede en başarılı lig olarak Alman
Bundesliga’yı görüyoruz. Bu durumu tablodaki 7 Alman kulübü de
destekliyor zaten.
Ülkemizde bu konuda ne yazık ki sağlıklı bir veriye ulaşabilme şansımız
olmuyor. Ama yine de derleyebildiğimiz aşağıdaki verileri sizlerle paylaşmak
istiyorum.
Ülkemizde Taraftar Kulübüne Ne Kadar Bütçe Ayırıyor?
2004 yılında taraftarın kulübüne ayırdığı bütçenin belirlenebilmesine
yönelik yaptığımız bir araştırmaya e-maille katılan toplam 1025 kişinin
verdiği yanıtları değerlendirdiğimizde;
• Taraftarın gerçek anlamda kulübüne önemli ölçüde finansal ve
ekonomik katkı sağladığını,
• Ülkemizde bu anlamda kulüplerine en büyük desteği Fenerbahçeli
taraftarın verdiğini,
• Ülkemiz koşullarında ortalama kişi başına düşen gelirin 4000-4500
dolar olduğu düşünüldüğünde, taraftarın gelirinin önemli bir kısmını kulübüne
ayırarak, büyük bir özveride bulunduğunu,
• Özetle, kulübüne yıllık ortalama en yüksek harcamayı 1.738 dolarla
Fenerbahçeli taraftarın yaptığını; bunu 1070 dolar ile Galatasaraylı taraftarın
izlediğini; Galatasaraylı taraftarın hemen arkasından da 875 dolarla Beşiktaşlı
Tuğrul Akşar
351
taraftarın geldiğini görüyoruz. Kulübüne kendi olanakları içerisinde en az
katkıyı ise yıllık 556 dolarlık harcamayla Trabzonspor’un sağladığını
görmekteyiz.
Şampiyon olmuş ve önemli taraftar potansiyeline sahip dört büyük
kulübümüzün taraftarlarından (diğer kulüplere ilişkin veriler, çok yeterli
olmadığından dikkate alınmamıştır);
• 1000 ile 1500 dolar arasında geliri olan bir taraftarın kulübüne yıllık
ayırdığı ortalama bütçe Fenerbahçe’de 450 dolar iken, bu rakam
Galatasaray’da 330; Beşiktaş’ta 325; Trabzonspor da ise 175 dolar
civarındadır.
• 1500 ile 3000 dolar arasında gelir sahibi taraftar ise Fenerbahçe’ye
750 dolar fon ayırırken; bu tutar Galatasaray için 450 dolar; Beşiktaş ve
Trabzospor için sırayla 375 ve 250 dolar düzeyindedir.
• 3.000 ile 10.000 dolar arasında gelir sahibi taraftarın kulübüne
ayırdığı bütçe Fenerbahçe’de 2150; sırasıyla Galatasaray’da 2250; Beşiktaş’ta
1750 ve Trabzonspor’da 1050 dolar düzeyindedir.
• 10.000 dolar üzerinde gelir sahibi taraftarın kulübüne ayırdığı bütçe
Fenerbahçe’de 3600 dolar civarındayken, Galatasaray’da bu tutar 2250 dolara
yükselmektedir. Beşiktaş’ta ise 1.750 dolar olan bu tutar Trabzonspor’da 1050
dolar düzeyindedir.
Dört büyük kulübün değişik gelir gruplarından oluşan bu taraftar kitlesi,
yıllık gelirlerinin önemli bir bölümünü kulüplerine ayırarak, gerçek anlamda
kulüpler için müşteri konumuna yükselmiş durumda. Aslında taraftar sadece
desteklediği takımına gönül bağı ile bağlıyken, müşteri taraftar takımına
önemli ölçüde finansal destek de sağlamaktadır.
Yine Avrupa’nın en zengin kulüplerinden Chelsea’nin orta üstü gelir
grubunda yer alan taraftarları, kulüpleri için yıllık gelirlerinin 25.000 dolarlık
kısmını kulüplerinin emrine veriyor.
Sonuçta bugün taraftar, desteklediği takımına yıllık ayırdığı ciddi bütçe ile
“taraftar tüketici” konumuna yükselmiş durumda. Olaya kulüp açısından
bakıldığında da taraftar, kulübün yıllık gelirine önemli katkıda bulunan
“taraftar müşteri”ye evrilmiş vaziyette. Hal böyle olunca, bu dönüşümü daha
önceden gören ve kavrayan kulüpler, “velinimetini” mutlu ederek, daha fazla
ürün satıp, daha çok para kazanmanın yolunu bulmuşlar ve rakiplerine çok
önemli iktisadi ve mali farklar atmışlar. Buradan gelen rekabet üstünlüğünü
de yeşil sahalara taşıyabilmiş; kalıcı sportif performans üstünlüğüne
352
Taraftar mı, müşteri mi?
ulaşmışlar. Henüz bu gelişimin ve dönüşümün farkına varamayan kulüpler ise
daha şimdiden rekabette geri kalmamanın yolunun arayışı içindeler.
Kulüplerin En önemli Aktifi olarak Taraftar-Müşteri Oluşumları
Bugün kulüplerin en önemli varlıklarının başında taraftar geliyor. Daha
doğrusu futbolun endüstriyel dinamikleri içinde konuyu ele alırsak, bugünün
devasa bütçeli kulüplerinin aktiflerinde yer alan en önemli aktif varlığı olarak
karşımıza taraftar-müşteri çıkıyor.
Kulüp açısından gerçek anlamda bir müşteri konumunda bulunan
taraftarın, destekledikleri kulüplerine yıllık ayırmış olduğu bütçeyi yukarıda
detaylıca ele aldık. Bu bağlamda taraftar kendi açısından bir tüketici
konumundayken, kulüp bazında milyon dolar gelirlerin elde olunduğu müşteri
olarak algılanmakta ve buna göre kulüp satış ve pazarlama politikaları
oluşturulmaktadır.
Özellikle futboldaki ticarileşmenin giderek, endüstriyel bir mutasyona
uğraması kulüp ve taraftar arasında farklı ve parasal bir ilişkinin de gelişimine
neden olmuştur. Kulüp taraftarını açıkça ifade etmese de gerçek anlamda bir
müşteri olarak görmekte ve buna göre kendisini konumlandırmaktadır. Başta
statların reorganizasyonundan tutun da forma dizaynlarına varıncaya kadar
yapılan her türlü etkinliğin altında, taraftarın gereksinimlerinin ticari boyuta
taşınması amacaı yatar. Bu kendi dinamiklerinde yatsınacak ve ayıplanack bir
konu değildir. Gelişim böylesi bir değişimi zorunlu hale getirmiştir. Bu
değişimi gerçekleştiremeyen kulüpler, finansal rekabette zorlanmakta ve
geride kalmaktadırlar.
Ancak olayın bir diğer boyutu da kulüp taraftarını müşteri olarak görüp
değerlendirip, buna göre aksiyom alırken, taraftar cephesinde de farklı
oluşumlar gündeme gelmektedir. Taraftar tüm saf ve içten duygularıyla
tuttuğu takımına gönülden destek vermeye devam ederken, diğer taraftan da
kulüp yönetiminde etkin olmak, gidişata yön vermek istemektedir. Bu amaçla
özellikle İngiltere’de Supporters’ Trusts diye bilinen taraftar dernekleri
oluşturuluyor. “Supporters’ Trusts’ların hareketlerinin ardındaki ana felsefe
kulüplerin birkaç kişi değil, tüm camia tarafından yönetilmesidir. Supporters’
Trusts’ların sıradan taraftar oluşumlarından en önemli farkı, toplu halde
organize olmuş olmaları, kuruluş amaçları, organizasyonel yapıları ve
dayanışmalarıdır.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 353-362
Forum
Futbol üretiminin ideolojisi:
strateji, taktik, organizasyon
Tolga Tellan 1
İlk satırdan ifade etmek lazım ki, okuyanlar şaşırmasın! Materyal ve
mental bakımdan üretilmiş olan tüm değerler bir ideoloji barındırdığı gibi,
üretim biçimleri de ürettikleri ideolojilerden asla soyutlanamazlar. Bu
bağlamda, futbol müsabakaları ve bu müsabakaların neden olduğu bütün
ekonomik, siyasi, kültürel, sosyolojik ve psikolojik sonuçların bir ideolojiklik
taşıdığını ifade etmenin ötesine geçerek; futbol üretiminin kendisinin
(profesyonel sporcuların sahaya çıkıp belirlenmiş kurallar çerçevesinde yerel,
ulusal hatta uluslararası düzeyde müsabakalar gerçekleştirmelerinden amatör
düzeyde futbol icra edenlerin mahalle arasındaki arsalarda ya da sokaklarda
maç yapmalarına dek uzanan bütün bir yelpazede, pas alışverişinden korner
atışına, serbest vuruşlardan penaltıya, çalımlayarak adam eksiltmeden taç
atışına, kalecinin kurtarışından yedek kulübesindeki oyuncuların davranışına
kısacası santra vuruşundan hakemin bitiş düdüğüne –yer yer bu zaman
kesitinin öncesine ve sonrasına– değin gerçekleşen tüm eylemlerin) bir
ideoloji barındırdığı iddiasını açıkça tartışmamız gerekiyor. İdeolojiyi, bir
yanılgılar bütünü ya da belirli çıkar, tarih ve ittifak kümelerine sabitlenmiş
gerçeklikler şeklinde görmenin ötesine geçerek, ‘bireyin yaşam biçimini kendi
çıkarları doğrultusunda sistemli biçimde anlamlandırma çabası’ şeklinde
tanımladığımızda; sporun (özelde de futbolun) gerek sporcuların
(futbolcuların) gerek sporseverlerin (futbol izleyicileri, taraftarlar, holiganlar
vd.) gerekse de spor işi ile uğraşanların (futbol malzemesi üreticilerinin,
1 Doktora öğrencisi, Atatürk Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Tarım Ekonomisi ve İşletmeciliği ABD.
e-posta: [email protected]
354
Futbol üretiminin ideolojisi
futbol kulübü yöneticilerinin, ulusal-uluslararası futbol kurumlarının
idarecilerinin, futbolcu menajerlerinin, futbol müsabakalarını yayımlayan
radyo ve televizyon kanallarının sahiplerinin, finansal piyasalarda ve menkul
kıymet borsalarında futbol şirketlerine yatırım yapmış spekülatörlerin,
futbolcular ve kulüpler ile reklam anlaşmaları yapmış çokuluslu şirketlerin,
futbol kulüpleri ya da futbol organizasyonları ile sponsorluk anlaşması yapmış
ulusal-uluslararası şirket topluluklarının, futbol müsabakalarının sonuçlarına
odaklanmış ve üretim ilişkilerindeki konumunun dışında ‘bilişsel kaçışlar’
yaşayan bir toplumu yönetmek isteyen siyasi aktörlerin vd.) yaşamlarını
anlamlandırmada önemli bir yer tuttuğu görülmektedir.
Örgütlenmenin Anlamı
Futbol üretiminde ideoloji üç olgu üzerinden işlemektedir: Strateji, taktik
ve organizasyon. Oyunun organizasyonu, farklılaşma ve yakınlaşma
ikileminin dengede tutulduğu tarihsel bir geçmişe sahiptir. Futbol (soccer),
American futbolu ya da rugby olarak da adlandıran oyundan 1800’lerin ikinci
çeyreğinde hızla kendini ayrıştırmış ve oyun sürecinde belli koşullar ve
kısıtlılıklar dışında elin kullanımını yasaklamıştır. 1863’de İngiltere Futbol
Federasyonu’nun oluşması ve ardından oyunun kurallarının ilan edilmesini
takiben kulüpleşme hızla artmış, sanayileşmede Kıta Avrupası’na kıyasla çok
hızlı bir yol almış olan İngiltere’de 1871’de Federasyon Kupası
düzenlenmeye başlamış, 1872’de de ilk uluslararası karşılaşma (30 Kasım
1872’de İskoçya-İngiltere milli maçı) gerçekleştirilmiştir. Dünyanın diğer
bölgelerinden hızla farklılaşan “Adalılar”, 1882’de Manchester’da toplanarak,
futbol müsabakalarının kural, kaide ve yorumlama tarzı üzerinde tahakküm
kuracak olan “International Board” organizasyonuna biçim vermişlerdir.
İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda futbol federasyonlarının bir araya
gelmelerinden oluşan bu organizasyon, kuralların belirlenmesi ve
yorumlanması konusunda halen 1904’de Paris’te kurulan FIFA (Uluslararası
Futbol Federasyonları Birliği) ve 1954’de Bern’de kurulan UEFA (Avrupa
Futbol Federasyonları Birliği)’dan daha etkili konumdadır. FIFA ve
UEFA’nın ulusal liglerin tescilinden uluslararası müsabakalar organize
etmeye, sponsorluk sözleşmeleri imzalamaktan sporcu sağlığı ve sosyal
hakları ile ilgili çok sayıda karar verme ve denetim mekanizması bulunmasına
karşın, kurallar ve kuralların hakemler tarafından nasıl yorumlanacağı
konusunda halen en yetkili merci International Board’dır. Dönemin
sanayileşmiş ve sömürge imparatorluğu kurmuş ekonomik güçlerinin
Tolga Tellan
355
yakınsaması, günümüze değin süren örgütsel güç birliğinin anlamına dikkat
çekmektedir (ABD’nin bütün ekonomik, siyasi ve kültürel baskılarına ve
FIFA, CONCACAF üzerindeki etkisine rağmen futbol sporunda halen
‘oyunun kurallarını koyan’ ya da ‘oyun üzerinde etkili olan’ bir güç
olamaması ile örgütsel yapının temelleri arasında bir bağ olduğu açıkça
görülmektedir. Futbol, ABD’de uzun yıllar Avrupa’dan ya da Latin
Amerika’dan gelen göçmenlerin oynadığı bir spor ve ‘melting pot’un
önündeki bir engel olarak görülmüş ve kitleler ‘basketbol’, ‘beyzbol’, ‘rugby’
gibi ‘ulusal’ (?!) branşlara yöneltilmişlerdir). En önemli kural değişiklikleri
olarak görülen, hakemlerin yetki ve sorumluluklarının belirlenmesi (1890),
ceza sahası içinde gerçekleşen 9 kusurlu hareketin penaltı olarak
yorumlanması (1891), takımların 11 oyuncu ile müsabakalarını
gerçekleştirmeleri ve resmi müsabakaların gerçekleştirileceği sahaların
ölçülerinin tespit edilmesi (1899), futbol topunun ağırlığı (1900) ve ofsayt
kuralının değiştirilmesi (1925), International Board’ın oyun stratejisi
üzerindeki rolüne dikkat çekmektedir. Sanayileşmenin buhar gücünden
elektrifikasyona dayalı bir yapıya doğru dönüşüm geçirdiği yarım yüzyıllık
dönemde (1875-1925), Board, insan gücünün teknoloji parkı ile ikame
edildiği fordist üretim/taylorist yönetim sürecinin etkilerini doğru okuyarak;
futbolu, rekabeti profesyonelleştiren ve bedenleri antrenman bilgisi, fizik
kondisyon çalışmaları ve mental propaganda süreçleriyle emtiaya dönüştüren
bir içeriğe kavuşturmuştur.
Board’ın futbol kurallarını belirleme ve yorumlama gücünü, FIFA’nın
belirlenmiş kurallar ve kaideler dahilinde müsabakalar gerçekleştirme ve bu
müsabakaları tescil etme gücü takip etmektedir. 1904’de Paris’te kurulan
FIFA, Kurthan Fişek’in yönetim bilimsel açıdan ‘ters düşer görünen’
organizasyonlar olarak tanımladığı (1980:149-153) yapılanmaların örneğidir.
Her ülkede sadece bir ulusal federasyonu resmen tanıyan, tanıdığı ulusal
federasyonun ülke içindeki müsabakalarını tescil eden (onaylayan) ve bu
federasyonlar arasında kulüpler-milletler arası düzeyde müsabakaların nerede,
ne zaman ve hangi koşullarda gerçekleştirileceğine karar veren FIFA, işleyiş
mekanizmasıyla hükümetler üstü ve yukarıdan aşağıya doğru yapılanmış bir
örgütsel karaktere sahiptir. FIFA, üyesi olan federasyonların bazılarından
daha eski ve hatta ulusal federasyonların kurulmalarının destekleyicisi bir
konuma ve sivil toplum kuruluşlarının taşıdığı hukuki normlara sahiptir.
Merkezi İsviçre’nin Zürih kentinde olan FIFA, amacını “futbolun gelişmesini
sağlamak ve işleyişin, kuruluş tüzüğü ve mevzuatlara uygun olup olmadığını
356
Futbol üretiminin ideolojisi
denetlemek” şeklinde ifade etmiştir. Hukuken kâr amacı gütmeyen 207 ulusal
organizasyonun katılımındaki uluslararası bir organizasyon olarak,
düzenlediği organizasyonların yayın hakkı ve reklam gelirlerinden yüksek
meblağlarda
kazanç
elde
eden
ve
organizasyonların
nerede
düzenleneceğinden, hangi şirketlerin sponsorluğunda gerçekleşeceğine,
güvenliğinden logolu ürün satışına değin çok geniş bir alanda kararlar veren
ekonomik çıkar temelli bir yapılanmadır. FIFA, salt futbol sektöründe
faaliyetler gerçekleştiren sivil toplum kuruluşları, sportif malzeme üreticisi
uluslararası şirketler, bahis şirketleri, tarih ve istatistik dernekleri gibi
yapılanmaları da destekleyerek/kurdurarak, futbol stratejisi üzerindeki
örgütsel tahakkümün sonuçlarını açıkça göstermektedir. Futbol stratejisinin
ideolojisini Pascal Boniface şu sözlerle özetlemektedir (2007:47):
1959-1974 yılları arasında Liverpool’un teknik direktörlüğünü yapan
Bill Shankly şöyle demiştir: ‘Futbol bir ölüm kalım meselesi değildir.
Daha da önemlidir!’ Liverpool teknik direktörü, bu keskin ifadesiyle
futbolun, sportif amaçların, taraftarların coşku ve heyecanlarının,
hatta ekonomik çıkarlarının ötesinde stratejik bir amaç olabileceğini
mi belirtmiştir; bu net değildir. Bununla birlikte durum tam da budur.
Futbol –artık– hem kitlelerle hem de yüksek çevrelerle ilgisi olan bir
spor olarak kalmamakta, ‘küresel bir tutku’ olmaktadır.
Futbol stratejisinin bütünüyle ekonomik çıkar temelli bir organizasyon
doğurması Aralık 1995’de Avrupa Adalet Divanı’nın aldığı ‘Bosman
Kararları’ sonrasına dayanmaktadır. Futbolcuların Avrupa Birliği sınırları
içerisinde serbest dolaşım hakkı kazanmaları, hızla herhangi bir kulübün AB
üyesi ülkelerin vatandaşı olan sınırsız sayıda futbolcuyla sözleşme yapma
hakkına dönüşmüştür. Avrupa kulüplerinin çokuluslu hale gelen oyuncu
kadroları, naklen yayın haklarındaki artışa paralel yüksek transfer ücretleriyle
bir araya gelmiş ‘paralı ordulara’ dönüşmüş; yıldız oyuncuların kişisel reklam
sözleşmeleri ile kulüplerin reklam gelirleri ve sponsorluk sözleşmeleri ise
sektörün finansal yatırımcıların spekülasyon sahasına dönüşmesine neden
olmuştur. Küreselleşen ve sembolik anlatılarla sanallaşan futbol, forma
aşkıyla oynayan oyunculardan, farklı kültürlere ve psikolojik özelliklere sahip
genç insanlardan karakter ve kişilik sahibi birer futbolcu biçimlendirmeye
çalışan antrenörlerden, sloganları ve taşkınlıklarıyla tarihsel bir birikimin
gerçek anlatıcıları olan seyircilerden ve bir kulüple ortak yazgıya, paylaşılmış
bir geçmişe sahip amatör yöneticilerden arındırılmaya çalışılmaktadır.
Tolga Tellan
357
Taktik okumanın çözümlenmesi
Futbol üretim sürecinin örgütlenme tarzına bağlı olarak açığa çıkan
ideolojiklik, üretimin taktik bileşenleri içerisinde kendini gizlemeye çalışan
önemli bir unsur olarak anlam kazanmaktadır. Futbolun karakteristik yapısı,
müsabakaların hem amatör hem de profesyonel düzeyde gerçekleştirildiği
koşullarda (mahalle maçından Dünya Kupası’na değin her türden karşılaşmayı
düşünebiliriz), katılımcıların (futbolcuların) bir sonuca ulaşmak (galip gelmek
ya da daha fazla fayda sağlayacağı düşünüldüğü durumlarda berabere kalmak
veya mağlup olmak) için belli bir taktik plan ve yapı doğrultusunda saha
içerisinde örgütlenmelerine dayanmaktadır. Futbolda, kurumsallaşma ve bir
organizasyon stratejisi belirleme gibi saha dışı örgütlenmelerin nihai amacı,
saha içi örgütlenmenin (takımın) istenilen başarıya (şampiyonluk, kupa, TV
gelirleri ve reklam paylarında artış, siyasal propaganda vb.) ulaşmasını
sağlamaktır. Saha içi örgütlenmede, sporcular belli pozisyonlarla (kaleci,
defans, orta saha, hücum) eşleştirilerek, teknik yönetimin denetiminde ve saha
dışı organizasyonun yönlendiriciliğinde fiziksel aktiviteler icra etmekte;
kendilerine biçilen görev doğrultusunda bedensel emeklerini sağlık sınırlarını
zorlayacak biçimde kullanırlarken zihinsel (düşünsel) emeklerini de bu sürece
ekleyebildikleri ölçüde yıldızlaştırılmakta ve kurallar dizisine (taktiğe)
uydukları için başarılı oldukları medya tarafından ifade edilmektedir.
Futbol oyununda top sürme, paslaşma, çalım, şut gibi temel vücut
becerilerinin zamanla geliştirilebilir ve sistemleştirilebilir olmasına karşın,
oyuncuların sadece teknik özellikleriyle sürdürülebilir bir başarıya ulaşmaları
(bir tek maçta galip gelmek yerine bir sezonu ya da bir organizasyonu
şampiyonlukla tamamlamaları) mümkün değildir. “Bu nedenle oyuncular
giderek çeşitli taktik manevralar geliştirmeye başladılar. Hücum oyuncuları
taktik hareket varyasyonlarıyla (yatay ve dikey olarak yer değiştirerek, boş
saha yaratarak vs.) savunma oyuncularını pasif konumlara çekmeye çalıştılar.
Doğal olarak bu hücum eylemleri savunma oyuncularını da taktik
manevralara itti (değişik markaj biçimleri, adam ‘tutmak’, kademe vs.)
(Elsner, 2001:29-30). 1800’lerin başında 1 kaleci ve 10 hücumcu’dan oluşan
saha içi organizasyon, müsabaka sürecinde saha dışı organizasyonun saha
içine yeterince müdahale edememesi, buna karşın sahanın içini kontrol
ihtiyacının belirginleşmesi nedeniyle 1 kaleci, 2 savunmacı (bek) ve 8
hücumcu (forvet)’dan oluşan bir yapıya dönüşmüştür. Kulüpleşme ve lig tarzı
organizasyonların inşa edilmesi süreciyle (kaybedilecek şeylerin çok fazla
358
Futbol üretiminin ideolojisi
olmaya başlamasıyla) birlikte, oyuncuların fiziksel sınırlılıklarını
dengeleyecek ve hem savunmaya hem de hücuma yardımcı olarak saha içini
örgütleyecek orta saha poziyonları geliştirilmiş ve ‘2-3-5’ olarak özetlenen
klasik taktik diziliş açığa çıkmıştır. Son olarak 1930 yılında Dünya Kupası’nı
kazanan Uruguay tarafından kullanılan bu saha içi dağılış, 1925 yılında ofsayt
kuralında değişiklik yapılmasının ardından yerini Arsenal takımının menajeri
Herbert Chapman tarafından geliştirilen ‘WM’ dizilişi ile Avusturyalı teknik
adam Karl Rappan tarafından icat edilen ‘Sürgü’ sistemine bırakmıştır.
Defans organizasyonunun güçlendirildiği bu yeni dizilişlerde günümüze değin
varlığını koruyacak olan pozisyonlar belirginlik kazanmış ve takımların
sahaya çıkardıkları 11’lerinde ‘Kaleci-Sağbek-Stoper-Solbek-Sağhaf-SağiçSoliç-Solhaf-Sağaçık-Santrafor-Solaçık’ pozisyonlarında görev yapabilecek
özelliklerde oyuncular aranmaya başlamıştır.
1930’ların ilk yarısında Arsenal’a üst üste dört şampiyonluk getiren ve
Avusturya’nın 1934 Dünya Kupası’nda dördüncü, 1936 Berlin
Olimpiyatları’nda ikinci olmasını sağlayan ‘WM’ ile ‘WM’nin Kıta Avrupası
versiyonu ‘Sürgü’ tarzı taktik dizilişler (örneğin Diyagonal, Mezzo,
Catenaccio gibi dizilişler de WM’nin farklı varyantlarıdır), II. Dünya Savaşı
sonrasına değin geçerliliğini korumuştur. Ancak 1953 yılında İngiltere’nin
Wembley’de Macaristan’a 6-3 gibi net bir skorla mağlup olmasının ardından
taktik dizilişler yeniden gözden geçirilmiştir. Sanayileşme ve kalkınma
dinamiklerinin dünya genelinde hakimiyet kurduğu bu dönemde, gerek
Avrupa (Batı’sı ve Doğu’suyla) gerekse Güney Amerika, oyunu ‘yıldız
futbolcular aracılığıyla makineleştiren’ bir yapıda kurgulamışlardır. Bu
dönemde Macaristan ‘3-3-4’ dizilişiyle dört yıl boyunca yenilmemiş ve bir
Olimpiyat Şampiyonluğu (1952) ile bir Dünya İkinciliği (1954) dereceleri
elde etmiş; Brezilya ise ‘4-2-4’ dizilişi ile 1952 ve 1956 yıllarında iki
Panamerican Oyunları Şampiyonluğu, Pele’li forvet hattıyla da 1958-19621970 yıllarında üç Dünya Şampiyonluğu kazanmıştır. İngiltere menajeri Alf
Ramsey’in 1966’da kurguladığı ‘4-3-3’ dizilişi İngiltere’ye tek dünya
şampiyonluğunu kazandırmasına karşın, bu dizilişin savunma yönü
kuvvetlendirilmiş olan ‘4-4-2’ versiyonu 1980’lerin başına değin geçerliliğini
korumuş ve İngiliz takımlarının 1965-1985 döneminde 8 kez Avrupa
Şampiyon Kulüpler Kupası’nı, 4 kez Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı ve 9
kez de UEFA Kupası’nı kazanmasını sağlamıştır (Bu dönem 1985 ‘Heysel
Faciası’ nedeniyle İngiliz futbol takımlarının uluslararası müsabakalardan
men edildiği ve yabancı kısıtlamasının kaldırıldığı sürecin öncesidir).
Tolga Tellan
359
İngiliz futbolunun ‘kontrollü savunma-dengeli hücum’ taktiğine dayanan
altın çağına, Kıta Avrupası 1970’lerde teorik bir hamleyle yanıt vermeye
çalışmıştır. Bu hamle, 1970’lerde Ajax (Hollanda) takımının antrenörlüğünü
yapan Rumen Stefan Kovacs tarafından geliştirilen ve Hollanda Milli Takımı
Teknik Direktörü Rinus Michels tarafından sistemleştirilen ‘Total Futbol’
taktiğidir. ‘Total Futbol’da kaleci hariç tüm futbolcuların belli bir pozisyona
bağlı kalmaksızın, karşılaşmanın gidişatına göre, sahanın her yerinde her
pozisyonda oynayabilecek vasıflara sahip olmaları gerektiği savunulmaktadır.
‘Herkes, her zaman, her yerde’ ilkesi ile özetlenen ‘Total Futbol’a,
Hollanda’nın dışında Almanya ve Doğu Blok’u ülkeleri sahip çıkmış; 19701980 döneminde Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı Hollanda kulüpleri
dört kez Alman kulüpleri üç kez, Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nı Batı
Alman kulüpleri bir kez Doğu Blok’u takımları iki kez ve UEFA Kupası’nı da
Hollanda kulüpleri 2 kez Batı Alman kulüpleri üç kez kazanmışlardır. Yine bu
dönemde Batı Almanya bir Dünya Kupası Şampiyonluğu (1974), bir Dünya
Kupası İkinciliği (1982), iki Avrupa Şampiyonluğu (1972-1980); Hollanda iki
Dünya Kupası İkinciliği (1974-1978); Doğu Blok’u ülkeleri de üç Olimpiyat
Şampiyonluğu (Polonya-1972, D. Almanya-1976, Çekoslovakya-1980) ile bir
Avrupa Şampiyonluğu (Çekoslovakya-1976) kazanmışlardır. ‘Total Futbol’
teorisini (ve bu teorinin 1980’lerde Valeri Lobanovski tarafından Dinamo
Kiev ve SSCB Milli Takımı üzerinde güncelleştirilen varyantını) yakından
incelediğimizde, dünya ekonomisinde 1970’lerde yaşanan üretim maliyetleri
artışı ile enerji krizlerine çözüm olarak geliştirilmeye çalışan ‘post-fordist’
üretim tarzının etkileri açıkça görülmektedir. Sanayileşmenin ve fordist
üretim tarzının getirdiği insan emeğini üretim mekanı ile ilişkilendirme
(futbolcuyu pozisyonun gerektirdiği özelliklerle bağlantılandırma) yaklaşımı,
post-fordist üretim tarzı ile birlikte yerini emeğin mekandan koparılarak
zaman ve esneklik unsurları ile ilişkilendirilmesine (futbolcunun her yerde her
zaman oynayabilir hale getirilmesine) bırakmıştır. ‘Total Futbol’ sanılanın
aksine ilerici bir taktik yorum olmayıp, kazanmak için futbolcuların
performansının azamileştirilmesine (sporcunun fiziksel ve zihinsel emeğinin
aşırı sömürülmesine) dayanan bir yaklaşımdır. Futbolcuların müsabaka
boyunca farklı pozisyonlar arasında sürekli yer değiştirerek görev yapmaları
ve kendi beden kompozisyonları (boy, kilo, yaş, antropometrik özellikler,
bilişsel kapasite) ile gerçekleştirebilecekleri sınırlı sportif etkinliklerin ötesine
geçerek bir makinenin zaman içerisinde yer değiştiren farklı dişlileri
olmalarının beklendiği ‘Total Futbol’un en başarılı uygulayıcısı olan
360
Futbol üretiminin ideolojisi
Hollanda’nın, 1974 Dünya Kupası’nda ‘Mekanik Portakallar’ olarak
adlandırılması durumun bir diğer açık göstergesidir. Fordist üretim tarzının
insan yaşamını kısıtlayan, sınırlandıran ve kalıplaştıran özellikleri, postfordizmle birlikte esnemiş ve farklılaşmış; ancak futbolcular açısından saha
içi ve dışı sömürü derinleşmiştir. Futbolun pozisyonlara dayalı ideolojisi, son
çeyrek yüzyılda yerini bir bütün olarak kapitalist spor ideolojisine bırakmış
durumdadır.
‘Total Futbol’un gereksinim duyduğu özelliklere sahip futbolcu sayısının
azlığı 1980’lerde saha içi taktik örgütlenmede yeni bir yapılanmaya neden
olmuştur. ‘4-4-2’nin getirdiği savunma üstünlüklerini ‘Total Futbol’ ile
harmanlayan teknik yönetimler, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ‘3-5-2’
dizilişi ile sahaya çıkmaya başlamışlar ve ‘rakip orta sahadan bir fazla orta
saha’ ve ‘rakip forvetten bir fazla defans’ formülünün getirdiği taktik
avantajları kullanmaya çalışmışlardır. Müsabakaların gerçekleştirildiği saha
ölçülerinin (uzunluk 100-110 m ve genişlik de 64-75 m arasında) orta
beşlideki kanat oyuncularına 90 dakikada yaklaşık 9000-12.000 metre
koşmayı, defans üçlüsünün orta sahaya yaklaştırılarak rakip üzerinde baskı
kurulmasının ‘1 libero ve 2 Stoper’den oluşan savunma oyuncularının
yaklaşık 1600 m2’lik bir bölgeyi kontrol etmelerini (hatta bu kontrolün
yetersiz kaldığı durumlarda kalecilerin hızlı çıkışlarla ceza sahası dışındaki
tehlikelere müdahale etmesini) ve forvet oyuncularından birisi kanatlara
deplase olduğundan santraforların da rakip ceza sahası içerinde üç defans
oyuncusuyla mücadele edebilecek fizik kondisyonda olmalarını gerektirdiği
‘3-5-2’ , 1990’ların sonuna değin geçerliliğini korumuştur. Bedensel
performans esaslı bu taktik dizilişin aynı saha içi kurguya sahip iki takım
arasındaki karşılaşmalarda işlevsiz hale geldiğini gören saha dışı yönetimler,
1998 yılında Fransa’nın Dünya Şampiyonu, 2000 yılında da Avrupa
Şampiyonu olmasını sağlayan ‘3-4-1-2’ dizilişini geliştirmişlerdir. Benzer
biçimde 2002 Dünya Şampiyonu Brezilya ile 2006 Dünya Şampiyonu İtalya
da ‘4-1-3-2’ ve ‘3-2-4-2’ tarzı yeni saha içi diziliş versiyonları geliştirerek
milli takımlar ve kulüpler bazında başarıya ulaşmışlardır. Orta sahanın kilit
bölge olarak tanımlandığı ve orta saha ile defans ve forvet hatları arasına ara
kademeler oluşturarak saha içi iletişimin kuvvetlendirilmeye ve yüksek
tempolu prese dayalı savunma anlayışları karşısında hazırlık paslarını
çoğaltarak rakibin konsantrasyonunun kırılmaya çalışıldığı bu yeni taktik
dizilişler bireysel yeteneklerin saha içinde kontrolüne dayalı stratejilerdir.
Futbol müsabakalarında gözlemlenen yeni stratejinin açık bir ifadesi İngiltere
Tolga Tellan
361
Milli takımının ve Liverpool’un kaptanı Steven Gerrard tarafından şu sözlerle
reklam sloganı haline getirilmiştir: “Don’t Visualise Beating the Keeper,
Visualise Destroying the Keeper!’ (Şutunla sadece kaleciyi geçmeyi değil,
onu yok etmeyi düşün!). Günümüzde kapitalizmin spor içerisinde yapılanmış
ideolojisi, organizasyonel ve taktik amaçların ötesinde, insan özgürlüğünü yok
edici bir stratejiye sahip çıkmakta, stratejiyi korumakta ve geliştirmektedir.
Şaşırtıcı olan ise –ki asıl üzücü olan bu duruma artık pek de
şaşırmamamızdır– bu yok edici stratejinin, özgürlüğe en çok ihtiyaç duyan
bedenler üzerinden kurgulanmasıdır.
KAYNAKÇA
Alpman, C. (2002). 1-10’dan 3-5-2’ye. İçinde: B. Erten (ed.). Dünya Kupası. (s. 7080). İstanbul: İletişim.
Authier, C. (2002). Futbol A.Ş. (çev: A. Berktay). İstanbul: Kitap.
Belgin, K. (1999). Tarih Öldü, Yaşasın Yeni Sistem. Düşünen Siyaset. Yıl: 1 Sayı: 2.
(s. 157-161).
Boniface, P. (2007). Futbol ve Küreselleşme (çev: İ. Yerguz). İstanbul: NTV
Elsner, B. (2001). Teknik, taktik, sistem: Futbol oyununun karakteristiği üzerine.
İçinde: R. Horak, W. Reiter, & T. Bora (der.). Futbol ve Kültürü. ( s. 27-37).
İstanbul: İletişim.
Fişek, K. (1980). Devlet Politikası ve Toplumsal Yapıyla İlişkileri Açısından Spor
Yönetimi. Ankara: A.Ü. SBF Yayınları.
Kılıç, G., Aykaç. E. ve Özarı, C. (1962). Futbol Bizim Dünyamız. İstanbul: Doğan
Kardeş.
362
Futbol üretiminin ideolojisi
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 363-372
Forum
Kitlelerin afyonu futbol
Kaan Arslanoğlu 1
Okuduğunuz bu makaleyi yazdığım sıralarda futbola duyduğum ilgi altı
yaş altı dönemimdekine yakın düzeye inmişti. Avrupa Şampiyonası başlamış,
Türkiye ilk yenilgisini almış, bense tek maçı canlı yayından izlememiştim.
Futbola yönelik söz konusu güdü kaybımın nedenlerini tek tek sıralayıp sizi
sıkacak değilim. Yeri geldikçe bazılarına aşağıda değineceğim. Şu yaşımda
hala düzenli futbol oynuyorum, o hevesim pek azalmadı, azalan şevkim
seyirciliğe. Nedenlerini sıralamayacağımı belirttim ya, birini hemen ima
edebilirim. Beşiktaş taraftarıyım desem… Son yıllardaki durumumuz
itibariyle benim gibilere sık rastlıyorsunuzdur. Öte yandan milli takım
taraftarlığım da genellikle içindeki Beşiktaşlı oranına göre artar azalır. Devam
eden turnuvada mavimsi formalıları, pek de canı gönülden alkışlamayacağımı
tahmin edersiniz.
İnsanı bir takımla, kulüple bu derece özdeşleştiren şey nedir? Tüm
ülkelerde durum aynıdır: Genellikle çocuk yaşta bir takım seçilir. Seçimde en
yaygın rol oynayanlar, sırasıyla babalar, aileden başka birileri, yaşanılan
kentler, seçimin yapıldığı dönemde büyük başarılar elde eden takımlar veya o
dönemin parlak futbolcuları gibi etmenlerdir. Taraftarı olunacak bir takım
seçilir ve ömür boyu ona bağlı kalınır. Artık o kulüp kişinin kimliğinin önemli
bir parçası haline gelmiştir. Takım değiştirmeye neredeyse din değiştirmek
kadar seyrek rastlanır.
1
Yazar
e-posta: [email protected]
364
Kitlelerin afyonu
Din dedik ya. Ateistler ve deistleri bir yana bırakırsak, dini algılayış
insanların kişilik özelliklerine göre ne kadar farklılıklar, ne kadar benzerlikler
gösteriyorsa taraftarlık deneyimleri de o kadar benzerlikler, farklılıklar
gösterir. Bazısı tribünlerde daima yerini alır, bazısı ara sıra maçları
televizyondan izler, bazısı sonuçları gazetelerden takip eder.
Özdeşleşme düzeyleriyse çoğun bu fanatiklik düzeyine koşuttur, bazen de
hiç koşut değildir. Karşılaşma sonuçlarını kulağına çalındıkça öğrenen biri,
yeri gelir bir şampiyonluğun kaçmasına, bir derbinin kaybedilmesine
ötekilerden fazla üzülebilir. İnsan garip bir mahluktur.
FUTBOL YENİ BİR DİN Mİ?
Bazı düşünürler futbolun dinin yerine geçtiğini ileri sürerler modern
toplumda. Dindarlarla takım taraftarları arasındaki davranış benzerliklerini
sıralarlar. Kuşkusuz benzer yön çoktur, ne ki, futbol dinin yerine geçmiş olsa
dinin etkisi toplumlarda zayıflardı. Evet, biraz zayıflamıştır, ama sadece biraz.
Boşluğu gerçekten futbol mu doldurmuştur? Başka bir açıdan şunu sorabiliriz:
Futbol olmasaydı bu denli geniş yığınları oyalayacak ne uyduracaktı birileri?
Bir şeyler uyduracaklardı elbet, insanlık binlerce yıl, asla hayati önemde
bulunmasa da kendilerini oyalayacak, eğlendirecek, etrafında birleşecekleri,
durmadan sözünü edecekleri çeşitli meşguliyetler bulabilmişler. Ne ki, tüm
dünyada bu denli yaygın ve eş zamanlı yaşanan bir oyalanma konusu,
geçtiğimiz çağlarda ne yaşanmış, ne duyulmuştu.
İzleyicilikle taraftarlık olgunun iki ayrı yönü. Taraftar olmayan izleyiciler
bulunsa da, taraftarlık olmasa izleyicilik kesinlikle bu denli yaygınlaşamazdı.
Peki nedir bu çağdaş tutkumuzun içimizdeki gerçek kaynağı? Belki de yüz
binlerce yıl sürmüş sürü yaşamımızın, kabile yaşamımızın genlerimize dek
işlemiş izleridir neden. İlla bir kabileye ait olmak istiyoruzdur. Bir kabileye
aidiz ve başka kabile üyeleriyle birlikte yaşıyoruz. Bu da gerilimimizi
artırıyor. Yenildiğimizde öbür kabileye esir düşmüş hissediyoruz kendimizi.
Yengimizin bize verdiği en büyük tatmin de kendi kabile üyelerimizle zaferi
kutlamanın ötesinde ve üstünde başka bir gerçek: Ötekileri bozguna uğratmış
oluyoruz, onları öldürmüş, esir almış oluyoruz. Zaferimiz, başkalarının
yenilgisiyle daha da anlam kazanıyor. Beyin kabuğumuzun bir fiskeyle
soyulan en üst tabakasının emirleriyle bazen takımımızı yenenleri kutluyoruz.
Onlar da karşılık olarak “Bu sefer biz iyiydik, bir dahakine şansınızı tekrar
365
Kaan Arslanoğlu
denersiniz” diyorlar, sevecenlik
göbeklerinden taşmış gururlarıyla.
maskesiyle
örtmeye
çalıştıkları,
YANIP SÖNEN YILDIZLAR
Futbolun hoş bir özelliği mi, yoksa nankörlüğü mü? Değerlendirme
kişiden kişiye değişiyor. Sözü futbol yıldızlarının giderek artan bir hızda
birbirlerinin yerini alması olgusuna getireceğim. Futbolu bırakma yaşı aslında
yükseliyor, ne ki tepedeki yıldızların parlayıp sönme döngüsü de ivme
kazanıyor. Geçmişin en büyük yıldızlarından bazılarının isimlerini
günümüzün gençleri, çocukları da az çok duymuşlardır. Pele’yi,
Maradona’yı… Fakat Neeskens’i, Overhath’ı, Butragueno’yu anımsatmaya
çalıştığınızda yenilerin aval aval suratınıza bakması insanı garipsetiyor. Bu
aynı zamanda yaşlandığımızı da gösteriyor. Mamafih, fazla ötelere
gitmeyelim, beş-on yıl öncenin büyük yıldızları nerede? Hele bizim
kulüplerimizde kadrolar fanatiklerin bile aklını karıştıracak kadar çabuk
yenileniyor. Daha iki yıl önce takımınızdaki en güvendiğiniz adamlar başka
başka takımlarda oynuyorlar, sizin sahanıza geldiklerinde yuhalanıyorlar. Üç
yıl önceki kadronuzu düşünüp birinden söz ettiğinizde, en koyu taraftar
arkadaşınız dahi “Öyle biri mi vardı bizde?” diye soruyor, oyuncunun bir
özelliğini söylediğinizde, “Ha, evet, tamam tamam, hatırladım” diye
kahkahayı basabiliyor. Evet, aktörlerin bu denli sık yenilenmesi bazılarına
göre sektörü renklendiriyor, heyecanı artırıyor; ama belli ki tutucu bir yanımız
var, o derece nankörlük benim gibileri rahatsız ediyor. Yıllar içinde kimi
izleyicinin futboldan soğumasına endüstrinin bu nankör yönü de sebep oluyor.
Taraftar ve izleyici olarak yıldızların durmadan yanıp sönmesi
bazılarımızın keyfini kaçırmaya yetiyor da, o yıldızlar ne yapsın! Uluslararası
veya ulusal futbol piyasasının en üstünde yer alan binlerce, evet binlerce
seçkin sporcunun kaliteleri birbirine o kadar yakın ki artık, herhangi bir
“süperstar” yüz üzerinden birkaç puanlık bir form düşüklüğü yaşadığında
hemen sıradanlaşıyor, bu sıradanlığını üç dört ay sürdürürse, hiç gözünün
yaşına bakılmıyor, seçilmiyor milli takıma, hatta bir süre sonra alt kademe
takımlardan birine postalanıveriyor. Fevkalade teknik özellikleri yoksa eğer,
bir futbolcu artık en üstün fiziksel güçte bulunduğu iki üç yıl zirvede kalıyor,
ardından inmeye başlıyor. Modern zamanın gladyatörleri işte böyle canlıyken,
oynarken öldürülüyor. Ne büyük bir ruhsal yıkımdır, gelin siz hesap edin.
Futbol oynama yaşı her ne kadar artmış olsa da sayılı yıllar çarçabuk geçiyor.
366
Kitlelerin afyonu
Gerçi emekli futbolcu daha sonra futbol adamı olabilir. Galiba en çok tatmin
edeni teknik direktörlük. O bile oynamanın yanında ne kadar sıkıcı. Neden
futbolcu olamadım diye içinde ukte kalmış futbolseverler hiç boşuna
hayıflanmasınlar. Bir şeyi bulup da yitirmek bir bakıma daha zordur. Tabii,
ben şuralarda oynadım, şöyle başarıların içinde bulundum, demek de bir
keyif, lakin pür sevinçli bir keyif değil.
İşin sakatlığı da var. Kendini en güçlü hissettiğin bir an, tek saniye içinde
iki ay, üç ay ya da tüm sezon sahadan uzak kalabilirsin. Sakatlandıktan sonra
bir daha eski günlerine dönemeyen binlerce sporcunun acıklı hikayeleri
duyulmuştur, okunmuştur. Duyulmuştur, okunmuştur da, keyif kaçırdığı için
çoğu unutulmuştur. Sıradan izleyicinin bilinç altında tatsız bir pürüz olarak
durur, çoğu kez de süpürülüp atılır. Öte yandan, her sakatlık başka bir
oyuncunun önünü açar, o yüzden gizli bir neşe doğurur. Yine de aynı akıbete
uğrama korkusu tüm oyuncuların tepesinde yıldırımlar sallayan kara bir bulut
gibi dolaşır durur.
SİYASİ GERİCİLİK BESİYERİ OLARAK FUTBOL
Yine taraftarlığa ve toplumlardaki genel etkilerine dönelim. Futbolun
topluma daha çok olumlu katkılarının dokunduğunu söyleyemeyiz, bunun tam
tersini ise rahatlıkla ileri sürebiliriz. Kabahat burada futbolda mıdır, yoksa
futbolun temiz özünü bozan yine toplumun kendisinde mi? Düşünen birçok
insana göre futbol savaşın devamıdır ya da barışçıl yürümesi öngörülen bir
savaştır. Milliyetçilik içinde eriyor, ıslah mı oluyor; yoksa azdırılıyor mu? Her
ikisini de söyleyebiliriz. Ne ki yine düşünen kafalar için ikincisi ağır basıyor.
Düşünmeyen ezici çoğunluğun kafaları içinse zaten hiçbir şey sorun değil.
Milliyetçilik toplumda nasıl yaşanıyorsa futbolda da öyle yaşanıyor. Abartılı,
gösterişe, öz tatmine dönük, tuhaf. Ulusal çıkarlarla hiç mi hiç ilgilenmeyen,
ülkenin ilerlemesine, doğru ve onurlu bir toplumsal yaşama hiç mi hiç katkı
sunmayan, çoğu kez bunun tam tersini yapan geniş yığınlar pek çok kolay
alanda görüldüğü üzere milli onur, vatan, millet aşığı kesiliyorlar maçlar
vesilesiyle. Çoğu kez kuralları hiçe sayan saldırgan duygu ve davranışlara,
kışkırtılmış düşmanlıklara yarıyor spordaki milli çekişmeler. Tuhaf
milliyetçilik dedik. Birçok ülkenin kulüp takımları geniş bir ulusal destek
topluyorlar arkalarında, fakat bazen tamamı yabancılardan oluşan bir kadroyla
sahaya çıkabiliyorlar. Ulusal takımlar ise, devşirme futbolcularla dolu. Bir
Kaan Arslanoğlu
367
zaman gelir Türkiye Milli Takımı içindeki Türklerin daha fazla sayıda olduğu
yabancı takımlarla karşılaşırsa hiç şaşmayın.
Bunun
da
milliyetçiliği
törpülediği
iddia
ediliyor
kimi
entelektüellerimizce. Acaba? Yoksa ulusları yok ettiği iddiasında bulunan,
fakat bazı ulusları aksine iyice güçlendirip despotlaştıran kapitalizm,
yabancılardan oluşan paralı askerleri çarpıştıran ortaçağ beylerinin dönemine
mi geriletiyor Avrupa’yı. Karamsar bakış diyeceksiniz. Biraz öyle, yine de
yabana atmayın. Futbolun eşliğinde, Avrupa’da yalnızca milliyetçi söylem
değil, ırkçılık da yaygınlaşıyor. Şimdi bir de siyasal dincilik çıktı. Takımlarda
çete oluşturan tarikat bağlantılı futbolcular, teknik adamlar… İnsanı futboldan
soğutan gelişmeler.
Başka bir olumsuz gelişme de, futbolun lümpenlik kültürüne her geçen
gün daha da büyük katkı sağlaması. Delikanlılık, mertlik gibi her kesime hitap
etmesi gereken alt değerleri bile yere, kenara koymuş, ağızlarına küfür,
yüreklerine sevgisizlik doldurmuş milyonlarca insan nefretlerini, tüm kötücül
duygularını futbolun pek müsait ortamında rahat rahat besliyorlar. Biraz
dolaşın internetin futbol forum sayfalarını, kuburu bile pisletecek ne kadar
çok yaratık bulunduğunu görürsünüz. O güruhla aynı zevkleri paylaşıyoruz ne
yazık ki, aynı takımları tutuyoruz. Çarşı gibi bir efsaneyi bile yedi bitirdi
lümpenlik. Televizyonlardaki spor yorumcularının önemli bir bölümü de aynı
kültürden geliyor ve o yüzden tutuluyorlar. O kadar çok “geyik muhabbeti”
yapılıyor ki ekranlarda, ister istemez bolca teknik hatalar da sergileniyor.
Mikrofonun kapalı olduğunu sanıp gerçek konuşma adaplarının sansürsüz
yansıtılması gibi. Biz futbol yorumcularının beyni sulanmışını, hantalını, aynı
zamanda ahlakın kenarından köşesinden geçmemişini severiz!
Yorumculara geçtik, birazcık daha onlardan devam edelim. Medyada
taraftar sayısıyla asla açıklanamaz bir Fenerbahçeli müdür, yazar, yorumcu
baskınlığı görülüyor. Galatasaylıların oranı taraftar sayısıyla uyum içinde.
Beşiktaşlılar yüzde on barajının altında kalıyor. Veya şöyle diyebiliriz.
Galatasaray’a yüzde otuzluk bir kontenjan ayrılmış, geri kalanı Fenerbahçe
camiasınca belirleniyor, yani hangi Beşiktaşlı yazar öne çıkarılacak, onu bile
Fenerbahçeliler saptıyor. İroni yaptığımı, abarttığımı düşünmeyin, gerçek
aynen böyle. Futbolseverlerin yüzde doksanı ise muhakkak üç büyüklerden
birinin taraftarı. Böyle bir garabet dünyanın başka bir ülkesinde yoktur.
Garabet mi güzellik mi? 1980 öncesinde belki güzellik yanı ağır basıyordu,
ama darbeden sonra iyice değişen ahlak yapımızla, toplumsal
değersizliklerimizle üç büyükçülük tam bir yozlaşmaya dönüştü. Beşiktaş da
368
Kitlelerin afyonu
yavaş yavaş büyüklerin içinden siliniyor. Silinmeyi çokça hak ettiğini bir
Beşiktaşlı olarak sakınmasızca söyleyebilirim. Bizim kulüpte bu denli kendini
küçük düşüren bir yönetim anlayışı tarihi boyunca görülmemişti.
Geriye iki takım kalıyor. Fener ve Cimbom. Aslında ikili rekabete ne
gerek, birleşseler ve Türkiye halkı tek yürek tek nefes tek takımı tutsa. Bütün
galibiyet sevinçleri bu büyük çoğunluğun dışında kalan küçük azınlık
karşısında, onlardan yakalananlar meydanlarda kurşuna dizilerek kutlansa!
Hep sormuşumdur Fenerbahçelilere, Galatasaraylılara, on milyonlarcasınız,
nasıl bir keyif vermektedir bu kadar kalabalık yığınların tuttuğu bir takımı
tutmak. Nasıl bir özgünlüktür bu, yoksa kendini denizde damla gibi
hissetmenin, özgünsüzlüğün zevki mi? Yoksa tam tersi, kendini yirmi
milyonluk bir dev gibi görmenin, ayaklarının altında kendinden olmayanları
ezmenin hazzı mı? Anadolu şehirlerinden birinden olup kent takımını
tutmanın da toplumbilimde bir özgünlüğü bulunmuyor. Lakin devamlı
kaybeden zayıf bir takımı inatla tutmayı sürdürmenin hem şerefi, hem de
bilimsel anlamda incelenmeye değer bir yanı var. Başka ülkelerde böyle bir
haslet gösteren (yoksa bir tür mazoşizm mi?) çok sayıda insan bulmak
mümkün. Türkiye’de öyleleri parmakla gösterilecek kadar az. Bizde emek
vermeden, sıkıntıya girmeden kolay başarılar arzulanıyor. Saygı duyulacak bir
karakter özelliği diyemeyiz buna.
BAŞARILI FUTBOLCU KİŞİLİĞİ
Yine futbolcuya dönelim. Teknik adamlara da şöyle bir değinelim.
Yüklemleme diye bir şey duydunuz mu? Bu kavram psikolojide bir kişinin
başarısının veya başarısızlığının başka deyişle sonucun hangi etmenlere bağlı
olarak gerçekleştiğinin o kişi tarafından yorumlanmasıdır. Nasıl bir
yüklemleme alışkanlığınız olduğu ve bu yüklemlemenin ne gibi sonuçlara yol
açtığı sporda önemlidir. Bizim aklı keskin yorumcularımız tıpkı sıradan
taraftarlar gibi isterler ki, yenilmiş bir takımın başarısız oyuncusu mikrofon
kendine uzatılınca şunu itiraf etsin: “Aslında kazmanın tekiyim. Bu takımda
ne işim var. Çıktım, ama hiçbir şey beceremedim. Beni bu takıma koyan
hocanın ….” Teknik direktörden de şöyle bir dürüstlük umarlar: “Takımı ben
kurdum, ama size bir şey söyleyeyim mi, bu kadro beş para etmez. Bir taktik
tutturmaya çalıştım, onu da beceremedim. Gerçeği bilmek istiyor musun
dostum, ben bu işten hiç anlamıyorum…” Gerçi oyuncularını suçlayan
antrenörlere sık rastlanır, ama kendileriyle ilgili itirafları hiçbir zaman
Kaan Arslanoğlu
369
onlardan duyamazsınız. Zaten duymamanız gerekir, çünkü bu, o sporcunun, o
spor adamının bitişi anlamına gelir. Yüklemlemede püf noktası hiçbir
sporcunun kendi yeteneksizliğine, kendi temel niteliklerine toz
kondurmamasıdır. Öyle düşünmeleri doğrudur.
Yüklemleme alışkanlıklarına göre sporcuları ikiye ayırabiliriz. İç denetim
odaklı yüklemleme yapan tipler, başarı veya başarısızlıktan ağırlıklı olarak
kendini sorumlu tutar. Dış denetim odaklı sporcu ise genelde başarıyı ya da
başarısızlığı dış etkenlere bağlı olarak düşünür. Yenildiği zaman saha
şartlarını veya hakemi suçlayan futbolcu dış denetim odaklı bir yüklemleme
yapıyor demektir. Bu tutum pek makbul sayılmaz. Ancak yenilgiden kendi
yeteneksizliğini sorumlu tutan sporcunun yaptığından çok daha iyidir, çünkü
öylesi tam bir yıkım anlamına gelir. En iyisi iç denetim odaklı olmak ve
kendine güvenini, yeteneklerine olan inancını kaybetmeden başarısızlıktan
kendini sorumlu tutmaktır. Başka deyişle yenilgiden sonra şöyle konuşan bir
futbolcu veya teknik adam doğrusunu yapıyor demektir: “Biz rakipten kötü
değiliz, hatta artılarımız daha çok. Ama yeteri kadar yoğunlaşamadık maça.
Hazırlanamadık. Şimdi daha çok çalışıp, daha çok yoğunlaşıp kaybımızı telafi
edeceğiz…” Birçok yorumcuya göre böyle bir yaklaşım samimiyetsizliktir,
oysa sporcu samimi bir şekilde aynen böyle düşünüyorsa ilerde başarı şansı
bulunur, yoksa bulunmaz.
“Futbolun Psikiyatrisi” adlı bir kitap yazdım, birçok insan kitabın sadece
futbolla, sporla ilişkili olduğunu sandı ve yalnızca bu alanlara ilgi duyanlar
okudu. Oysa sporcu başarısının veya başarısızlığının, sporcu ruh halinin,
sporcu kişiliğinin incelenmesi spor dışındaki tüm alanlarla ilgili önemli
ipuçları verir. Hayatın tüm alanlarında benzer bir mücadele yaşanmaktadır
çünkü. Sporda başarının, sporda ilerlemenin ruhsal yolarını öğrenmek, iş
ortamında, ailede, sosyal yaşamda başarı ve ilerlemenin yollarını öğrenmektir
aynı zamanda.
Örneğin başarılı sporcunun kişiliği nasıl bir kişiliktir? Her şeyden önce
büyük sporcular motivasyonlarını hiçbir zaman kaybetmeyen insanlardır.
Kişiler motivasyon yönelimlerine göre ikiye ayrılırlar. Görev yönelimliler,
benlik yönelimliler. Görev yönelimliler öncelikle yaptıkları işten zevk alırlar,
en iyisini yapma isteği dış koşullar bunu desteklese de desteklemese de baskın
ve güçlü bir istektir. Benlik yönelimliler ise ancak takdir edildikleri zaman,
sevildikleri, desteklendikleri zaman güdülenirler. Futbolcu için dış destek
demek hakkında iyi yorumlar duymak, ün ve para kazanmaktır. Büyük
sporcularda büyük bir genellikle birinci tür motivasyon bulunur. Onlar
370
Kitlelerin afyonu
pohpohlanmadıklarında da azimle çalışmayı sürdürürler. Evet, söyledik,
büyük sporcular iradeli, çalışkan insanlardır. Çalışma olmadan, irade olmadan
en büyük yetenekler bile kısa zamanda ötekiler arasında silinir gider. Büyük
sporcular heyecanlarını, duygularını iyi denetim altında bulundururlar. Büyük
bir genellikle iddiacı yapıdadırlar, mücadelecidirler, hatta belli ölçüler içinde
saldırgan... Ama bu saldırganlıklarını iyi denetlerler, sözlü veya fiili
saldırılara başvurmak yerine o duyguyu mücadele azmini artırmakta
kullanırlar. Hem antrenman sırasında, hem de maçta.
Sergen Yalçın’ı ele alalım misal. Konunun hem olumlu hem olumsuz
örneğidir aynı anda. Biraz ilgisiz bir kişilik taşımasa, özel yaşamına,
dinlenmesine, yediğine içtiğine dikkat etse dünyanın parmakla gösterilen
futbolcularından biri olurdu, Türkiye’nin büyük yıldızı olarak kaldı. Ama
bunu büsbütün yatarak mı sağladı? Yaptığı antrenmanları tribünde onu
eleştirenlerin yüzde doksan dokuzu göze bile alamaz. Sporculuk çok ağır bir
iştir. Tüm sakin görünümüne karşın Sergen Yalçın’ın maçlardaki hırsı pek
çok maçı koparıp almıştır. Sergen saldırganlığını topa yöneltmeyi bilen
futbolculardan biridir. Her neyse Sergen Yalçın belki güzel bir örnek olmadı,
ama bir noktayı daha belirterek konuyu kapatabiliriz. Başarılı sporcu hata
yaptığı zaman oyundan düşmez, ne kendinin ayıplamasından, ne tribünün
ıslığından etkilenir. Üst üste hata yapsa da karşılaşma boyunca birçok telafisi
imkânı çıkabileceği bilinciyle hareket eder ve karşılaşma bitene dek
yoğunlaşmasını, kendine güvenini korur. Hayat ve hayattaki her sınav bir çeşit
karşılaşmadır aslında ve hepimizin böyle yapması gerekir.
HAYRANLIK UYANDIRAN GEREKSİZLİKLER
Padişahın huzuruna büyük hüner sahibi olduğu söylenen birini
çıkarmışlar. Adam yere bir dikiş iğnesi saplamış, on bir adım uzaklaşmış,
elindeki ipliği fırlatmış, iğnenin deliğinden geçirmiş. Padişah buyurmuş: Şuna
kırk altın verin hemen ve kırk sopa vurun. Altınlar bu müthiş ustalık için,
sopalar da ustalığını böyle lüzumsuz bir işte geliştirdiği için. Futbol da böyle
bir şey aslında. Asla küçümsemiyorum, insanın bazı eğlencelere, rekabetli
seyirlere de ihtiyacı var. Ama itiraf da etmeliyiz, bazen düşündüğümüzde (ne
kadar seyrek başvurduğumuz bir şey şu düşünme işi) futbol büyük bir
gereksizlik duygusu veriyor. Adamlar kırk altın değil dudak uçuklatan paralar
kazanıyorlar. Televizyonlarda o abuk sabuk yorumları yapan şahsiyetler bile o
kadar çok kazanıyor ki insanın aklı şaşıyor. Onca açlık, onca yoksulluk içinde
Kaan Arslanoğlu
371
ve dünyanın hızla küresel felakete gittiği gerçeği ortada dururken. Evet, futbol
kitlelerin afyonu. Keyif verdiğini, insanı geçici olarak hoşnut ettiğini kimse
inkar etmiyor. Ama asıl gerçeği değiştirmek şöyle dursun problemler üstüne
kafa yormamızı da engelliyor. Keyif verirken uğrattığı zararlar cabası.
Futbol gerçeğini yadsıyalım ve veya ondan uzaklaşalım demiyorum. Ama
en azından bu haliyle onun ağır bir alkollü içki, bir afyon, hatta eroin işlevi
gördüğünü kabul edelim. Bunu yinelemekten, zaman zaman tartışmaktan
kaçınmayalım. Bugün çoğu entelektüel futbola kendilerini fena kaptırmış
görünüyorlar. Ama futbol içi çirkinlikleri bile pek azı gündeme getiriyor.
İnsan böyle zayıf bir yaratık. Entelektüel bir yeteneği, birikimi varsa, adalet
duygusu, bilimsel düşünme alışkanlığı varsa onu bile idareli harcıyor, tek bir
alana hapsediyor, gelişmiş bilincini (Hüsnü kuruntum mu yoksa?) o alan
dışında kullanmaktan kaçınıyor.
Başka bir sorunsa futbolda tutuculuk. Futbolun tekdüzeliği açıkçası
birçok insanı sıkmaya başladı. Tüm başka spor dallarında kurallar radikal
ölçülerde değiştiriliyor, futbolda neden değiştirilmiyor? Örneğin ofsayt kuralı.
Bir insan olarak hakem gözünün ofsayt durumlarının hızla değişen ince
ayrımlarını saptayamayacağı bilimsel olarak defalarca kanıtlandı. Hakemlere
çok fazla yorum hakkı veriliyor ve artık tuvaletlerde bile kullanılan ileri
teknoloji olanaklarından, milyar dolarlarla oynanan futbol sektöründe
yararlanılmıyor. Kesin durum saptamalarının hakemlerin kaypak yorum
hakkını sınırlamasından korkuluyor. Bir nedeni, hakemler üstünden büyük
sermaye güçlerinin futbolu daha sıkı denetlemesini sağlamak. Ama sanırım
tek neden bu değil. Tam tersine bazen de güçlü takımın galibiyetinin
kolaylaşmamasına çalışılıyor. Örneğin hücum eden takımı kollayıcı önlemler
almıyor oyun kuralları, futbolu çirkinleştiren zayıf takımı kollayıcı yönde
işliyor. Belki de futbolu yönetenler futbolun sürprizli özelliğinin kaybolmasını
istemiyorlar. Ama o da oyun içi hakkaniyet duygusunu zedelemekle kalmıyor,
seyir zevkini azaltıyor. Kadın erkek karışık futbol hala uçuk sayılan bir
ütopyam örneğin. Neden hiç destek bulmuyor? Belki tepede futbolu
yönetenler tüm kural ve düzen değişikliklerinin getireceklerinin
götüreceklerinin hesabını yapmışlardır. Ama yöneten kafaların her zaman en
iyisini düşündükleri de safça bir yanılsama.
Futbol gerçek hayatın dar bir alanda tekrarı, onun bir kopyası mı? Hem
evet, hem hayır diyebiliriz. Yaşamda ne güzellik varsa futbolda
yoğunlaştırılmış biçimde var. Mücadele, takım ruhu, yenginin sarhoşluğu,
yenilgiyi kabullenmenin büyüklüğü, estetik, sağlık, düzen, kural bilinci,
372
Kitlelerin afyonu
uygarlık, hoşgörü, sevgi, sevecenlik vs. vs. Yaşamda ne kötülük varsa
futbolda da var. Acımasızlık, başkasının üzüntüsünden zevk alma, haksızlık,
adaletsizlik, şanssızlık, düşmanlık, hatta cinayet. Özellikle bizimki gibi
ülkelerde kirlilik, şike, hakem oyunları saklanamaz boyutta. Fakat futboldaki
adaletsizliğin yaşamdaki düzeyde bulunduğunu söylersek hem haksızlık
yapmış, hem de gerçeğe saygısız yaklaşmış oluruz. Sporda her türlü kirlilik
mevcut, saha dışı oyunlar, bin bir türlü çirkinlik… Ne ki yine de kurallar
içinde. Sporun çalışan ve yetenekli sporcuyu her zaman değil, ama çoğunlukla
taçlandırma gibi bir özelliği yitirilmemiş hiç değilse. İnanın sporun bu eksik
adaleti ne sanatta, edebiyatta, ne bilimde, ne de tabii ki siyasette geçerli.
Futbola da tüm olumsuzlukları ve olumluluklarıyla hakkaniyetli yaklaşmalı.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 373-396
Forum
Türkiye’de futbolun
kurumsallaşması
Sebahattin Devecioğlu 1
Milattan önce ayakla ve/veya topla oynanan oyunlar için
belgelendirilebilen çeşitli efsane, mit ve rivayetler arasında, bugünkü futbol
kökeni olarak Eski Yunan’da “Episkyros, eski Roma’da Harpastum ve Pila
paganika ya da eski Çin’de Tsuh-küh gibi oyunlar gösterilmekte, Türk
boylarının da bu oyunlarda maharetli olduğu zikredilmekte, Kaşgarlı
Mahmud’un XI. Yüzyıla ait Divanü Lûgat-it Türk adlı eserinde Tepük,
Çögen, Top yuvarlaşmak gibi oyun ve oyun kavramlarından bahsedilmektedir
(Yıldıran,1997:54- 62 ).
Ortaçağ'da Romalı askerler ve Fransızlar tarafından oynanan Le Souie
olarak adlandırılan bir oyunun da bugünkü futbolla büyük benzerlikleri
bulunmaktadır (T.F.F, 1992: 7-18). İngiltere’de de bilinip, XII. yüzyıldan beri
oynanan futbol, Kral II. Edward tarafından 1314 yılında tamamen yasaklanıp,
unutulan bu oyunu XVII’nci yüzyılda, Kral II. Charles ile beraberindekiler
‘Giuocco del Calcio’ adıyla İtalya’da görmüş ve Britanya adalarında da
oynatmak ve yaymak için özel bir çaba harcamışlardır(T.F.F, 1992: 7-18).
Tarihsel süreç içerisinde oldukça önemli aşamalar kaydeden futbol,
tüm dünyada güncelliğini koruduğu gibi gündem de tayin edebilmektedir.
Küreselleşmiş yapısı itibariyle siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmeleri
etkileyip yönlendirebilen futbol, Türk spor örgütlenmesinin başlangıcından
itibaren birçok yapısal değişime öncülük etmesi bakımından da Türkiye’de
futbol önemli bir yere sahiptir. bilimsel araştırmalara konu olmaktadır.
1 Yrd.Doç.Dr., Fırat Üniversitesi, Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu
e-posta: [email protected]
374
Futbolun kurumsallaşması
Bu çalışma; futbolun Türkiye’deki kurumlaşma sürecine ışık tutması
amacıyla planlanmış olup, konuyla ilgili birincil ve ikincil kaynaklar
“dokümantasyon metodu” kullanılarak incelenmiş; gelişim aşamaları,
dönemleri ve yapısal özellikleri, tarihi araştırmalarda kullanılan “retrospektif
yöntem” ile değerlendirilmiştir.
FUTBOLUN KURUMLAŞMASI
İngiltere’de XVII. yüzyılda gerek halk, gerekse soylular arasında ilgi
gören futbol, Britanya adalarında hızla yayılırken, XIX. yüzyıla kadar çeşitli
olgunlaşma aşamalarından geçerek bugünkü halini almıştır. Örneğin:
İngiltere'de 1848 yılına kadar uygulanan değişik futbol kurallarını standart
futbol oynanmasını sağlamak amacıyla “Cambridge Kuralları” adı altında
birleştirilmesi, Cambridge Üniversitesi öğrencileri arasında yapılan maç, 1857
yılında İngiltere'de resmi ilk futbol örgütü “Sheffield Club” ün açılması,
modern futbolun doğuş tarihi olarak kabul edilen 26 Ekim 1863 tarihinde
futbolun İngiltere'de uyandırdığı büyük ilgi karşısında 11 kulüp temsilcisinin
Londra'da toplanarak futbol dünyasının ilk federasyonu olan “İngiltere Futbol
Birliği”ni kurmaları, 1879 yılında para ve parlak iş teklifleriyle futbolcu
getirtilmesiyle profesyonellik yolunda ilk adımın atılması ile 1885 yılında
bunun resmileştirilmesi, İngiliz kurallarıyla uygulanan futbolun 1889 yılından
itibaren Danimarka ve Hollanda'da futbol federasyonları kurulması karşısında
1893 yılında Amerika kıtasında ilk futbol federasyonunun Arjantin'de
kurulması, İngiltere’nin şampiyon olduğu 1908 Londra Olimpiyat Oyunlarına
futbolun dahil edilmesi, spor tarihinin gelişim aşamaları olarak ifade
edilebilir. Dünya futbolunun üst yönetimi olan, “Federation Internationale de
Football Association” (F.İ.F.A.), 21 Mayıs 1904 yılında ulusal federasyon
kuruluşlarını gerçekleştiren Avrupa ülkelerinden Fransa, Belçika, Danimarka,
Hollanda, İsveç ve İsviçre’nin katılımıyla, o güne kadar sadece Britanya
adalarında düzenlenen İngiltere, K. İrlanda, Galler ve İskoçya’nın katıldığı
uluslararası futbol turnuvasını genişleterek bir dünya turnuvası haline
getirmek için Paris’te kurulmuştur (Tercüman Gazetesi,1981: 65-67).
F.İ.F.A. hareketinin öncülüğünü, organizasyonun bir süre başkanlığını
yapan Fransız futbolcu Rober Guerin ve Hollandalı Hirchman yapmıştır.
Kurulduğunda F.I.F.A.da yer almayan Britanya Futbol Federasyonları 1906
yılında bu birliğe katılmışlardır (Durmuş, 1999: 83-84 ).
Sebahattin Devecioğlu
375
Dünya Futbolunun yöneticiler kuruluşu olan F.I.F.A. Futbolda kuralların
uygulanması, değiştirilmesi, uluslararası maçların ve turnuvaların
düzenlenmesi konusunda en yetkili organ olan FIFA’nın merkezi Zürich’te
olup, 2002 yılı itibariyle 202 üyesi bulunmakta ve kendisine bağlı 6
konfederasyondan teşekkül etmektedir (Orta, 2000 : 227-239).
F.I.F.A. üyesi olarak faaliyetlerini sürdüren bazı Avrupa ülkelerinin
Futbol Federasyonlarında görev yapan kişilerden bir kısmı, 1950'li yıllarda,
Avrupa Futbol Birliğini (U.E.F.A) kurmayı düşünmüşlerdir. Düşünceyi ortaya
atan kişilerin başında, İtalya Futbol Federasyonu eski genel sekreteri ve
başkanı Ottorino Barassi ile Fransa Futbol Federasyonu genel sekreteri Henry
Delaunay ve Belçika Futbol Federasyonu başkanı Jose Crahay gelmektedir.
Bu kişiler daha sonra İngiltere Futbol Federasyonu başkanı Ernst Thommen,
genel sekreteri Sir Stanley Rous ve Alman Futbol Federasyonu başkanı Dr.
Peco Bauvvens'in de desteğini sağlayarak, U.E.F.A.'nın kuruluşu ile ilgili
olarak ilk toplantı Zürich'te, aynı yıl ikincisi Helsinki'de, üçüncüsü 1953
yılında Paris'te yapılmıştır. Bu toplantılar sonunda, Güney Amerika
ülkelerinin konfederasyon halinde birleşmeleri örnek alınarak en kısa
zamanda U.E.F.A.'nın resmen kurulması için diğer Avrupa ülkeleri ile temasa
geçmişlerdir. Merkezi İsviçre'nin Bern şehrinde olan U.E.F.A.’nın ilk
kongresi 2 Mart 1955 tarihinde 29 üye ülkenin katılımıyla Viyana'da
yapılmıştır. Yönetim kurulu Danimarkalı Ebbe Schwartz başkanlığında
belirlenmiştir (Tercüman Gazetesi,1981: 65-67).
Türkiye de; Cumhuriyet döneminde kurulan Türkiye Futbol Federasyonu
(T.F.F.)’nin tarihi gelişimi içerisinde, hukuki ve idari yapılanması incelenecek
olursa, federasyonun oluşumunda dünyanın her yerinde olduğu gibi sporun
çekirdek teşkilatı olan spor kulüplerinin önemli bir rol oynadığı görülmektedir
( Fişek, 1985: 52 ).
Türk sporunun teşkilatlanma biçimi de birçok Avrupa ülkesinde olduğu
gibi futbol kulüplerinin birlikler kurmalarıyla başlamıştır. Türk futbolunun
kurumlaşmasına yön veren önemli olay ve dönemleri kronolojik sıraya tabi
tutmak mümkündür. Bunları; Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı (T.İ.C.İ)
Öncesi Dönem, T.İ.C.İ. Dönemi, Türk Spor Kurumu (T.S.K.) Dönemi, 3530
Sayılı Yasa, 3289 Sayılı Yasa Dönemleri ve Özerk Türkiye Futbol
Federasyonu dönemleri olarak sınıflandırabiliriz.
376
Futbolun kurumsallaşması
TÜRKİYE İDMAN CEMİYETİ İTTİFAKI (T.İ.C.İ.) ÖNCESİ
(1903-1922)
Futbol Kulüpleri Birlikleri (1903-1920)
Ticaret amacıyla İzmir ve İstanbul'a yerleşen İngiliz askerleri XIX.
yüzyılın sonlarında Osmanlı Türk coğrafyasında modern sporların tanınıp
yayılmasında önemli rol oynamışlardır. İlk modern spor merakını yayanlar
“Kandilli Kriket Kulübü”nü tesis etmiş olan bankacı “Ftansos” ailesidir.
Osmanlı Devleti'nin son devrinde ilk modern futbol 1895'de İzmir’in Bornova
semtinde ticaretle uğraşan İngiliz gençleri tarafından oynanmıştır. La Fontaine
Giraud, Whittall, Charnand, aileleri ilk futbol oynayanlardır. Aynı kişiler
Bornova'da olan “Football and Rugby Club” adı altında bir de spor kulübü
kurmuşlardır.1899 yılında çoğunluğu Galatasaraylı gençlerden oluşan futbol
kulübü “Siyah Çoraplılar” ismiyle kurulmuştur. Kırmızı, Beyaz forma seçen
kulüp devlet yönetiminin katı tutumu nedeniyle bir varlık gösteremeden
dağılmıştır. 1900 yılında İzmir'de Rumlar “Panaonios” ve “Apollon”,
Ermeniler de, “Dork” Kulübünü kurmuşlardır (Somali,1989:48).
İstanbul'da 1900 yılında İngilizler tarafından İngiliz elçilik mensuplarına
tahsis edilen Imogene asıllı bir yatın mürettebatından kurulu bir takım olan
“İmogene”, Rumlar tarafından da “Elpis” kulüpleri kurulmuştur. Daha sonra
1901 yılında “Kadıköy Futbol Kulübü” adıyla Fuat Hüsnü Bey’in
önderliğinde kurulan kulübün yaşamı iki ay sürmüştür. Bir yıl sonra aynı ad
altında İngiliz ve Rumların kurdukları kulübün çalışmalarına ise izin
verilmiştir. Böylece ilk Türk spor örgütü olan “Beşiktaş Basiret Osmanlı
Jimnastik Kulübü”nün 1903 yılında doğmasına imkân vermiştir. 1903 yılında
Beşiktaş futbol kulübünün kurulmasından sonra aynı yıl İngiliz Kadıköy
kulübünden ayrılan bazı İngilizler “Moda Futbol Kulübü”nü hayata
geçirmişlerdir. 1905 yılında “Galatasaray” 1907 “Fenerbahçe” Spor kulüpleri
kurulmuş, 1908 yılında ülkede meşrutiyetin ilanıyla gelen özgürlük spor
alanında da kendini göstermiştir. Bu dönemlerde, gayri resmi olarak
faaliyetlerini sürdüren futbol kulüpleri, Meşrutiyet'in ilanı sonunda,
“Cemiyetler Kanununun” “Kanûn-ı mahsusuna tebaiyet şartı ile Osmanlılar
hakk-ı içtimaa mâliktir. Devlet-i Osmaniyenin temamiyet-i mülkiyesini ihlâl ve
şekl-i meşrutiyet ve hükûmeti tağyir ve Kanûn-ı Esâsî ahkâmı hilâfında
hareket ve anâsır-ı Osmaniyeyi siyaseten tefrik etmek maksatlarından birine
hâdim veya ahlâk ve âdâb-ı umûmiyeye mugayir cemiyetler teşkili memnu’
olduğu gibi alel ıtlat hafî cemiyetler teşkili de memnu’dur”, “Spor kulüplerine
Sebahattin Devecioğlu
377
"önceden izin gerektirmeyen özel hukuk, tüzel kişiliği" kazandırmıştır.
Cemiyetler Kanunu ile dernek kurulmasına izin verilmesi Beşiktaş,
Galatasaray ve Fenerbahçe gibi eski kulüplerin resmen tesciline yol açmıştır.
Ayrıca yeni bir çok kulüp de bu kanun hükümlerine göre resmen kurulup tescil
edilmiştir. Kanunun çıkmasıyla ilk ruhsat alan Beşiktaş kulübü olmuştur.
Bununla beraber hemen aynı aylarda onayını yaptıranlar arasında Altınordu,
Galatasaray, Fenerbahçe, Süleymaniye, Vefa, Beykoz, Nişantaşı, Türkgücü,
Anadoluhisarı gibi Türk kulüplerinin adı geçmektedir. İlk futbol maçını aileler
kendi aralarında iki takım oluşturarak yapmışlardır” (7 Zilhicce Tarihli
Kanûn-ı Esâsî’nin Bazı Mevadd-ı Muaddelesine Dair Kanun, 1909: Madde
120, Fişek, 52 : 1985), çıkmasıyla tüzel kişiliğe kavuşmuşlardır (Somali,
1989:49 ).
1910 yılını takip eden senelerde başta İstanbul olmak üzere Anadolu'nun
çeşitli kentlerinde Türk sporu, kulüpler bazında belli bir örgüt düzeni içine
girmiştir. Hem spor faaliyeti hem de ileride Türk ocaklarının çekirdeğini
oluşturmak ve milli mücadeleye çok sayıda vatanperver sağlamak amacıyla
“Türk Gücü” spor kulübü kurulmuştur. 14 Mart 1913'de kurulan Türk Gücü
Spor Kulübünün özelliği hem kurucusunun, hem de sporcularının Türk
olmasıydı. Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe, Vefa, Moda spor gibi
kuruluşlarını İttihatçılara kabul ettiren kulüplerin kurucuları Türk olmakla
birlikte çoğunun sporcuları azınlıklardan oluşmaktaydı. İstanbul, İzmir ve
Selanik'te kurulan kulüpleri, Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar 1914 yılında
“Altay İdman Yurdu”, 1917 yılında “Eyüp”, 1921 yılında “Kasımpaşa”, aynı
yılda “Topkapı”, 1923 yılında “Şişli” ve İzmir “Altınordu”, Ankara
“Gençlerbirliği” kulüpleri izlemiştir (Özmaden, 24:1999 ) .
Yabancılarla birlikte XIX. Yüzyılın başlarında başlayan kulüpleşme
hareketleri sonucu, ikili olarak yapılan futbol maçları, futbola gönül verenleri
tatmin etmemeye başlamış ve bir teşkilatlanmaya ihtiyaç duyulması
nedeniyle, İstanbul’da kurulmuş olan Moda ve Kadıköy kulüpleri adına,
James La Fontaine ve Henry Pears, Elpis kulübü adına Aleko ve İmojen
elçilik gemisi takımı adına, Horace Armitage bir araya gelerek, İngiltere'de
tatbik edilmekte olan futbol kaideleri ve lig statülerini getirterek bir
yönetmelik hazırlamışlar ve 17-Mayıs-1903 tarihinde “İstanbul Futbol
Birliği”ni (İ.F.B) kurmuşlardır. Kulüplerin, kendi aralarında bir araya gelerek
imzaladıkları bu sözleşme ile kurulan birliğin taşra örgütü olmaması yanında,
yasal olarak da bir dayanağı yoktu, birlik 1910 yılında dağılmıştır. İ.F.B.'nin
dağılmasından hemen sonra, 1908 tarih 1680 sayılı Cemiyetler Kanununa
378
Futbolun kurumsallaşması
göre tescillerini yaptırarak, hukuki statüye kavuşan birçok kulüp faaliyetlerini
sürdürerek, organizasyonlarını düzenleyebilecek bir üst kuruluşa ihtiyaç
duymuşlardır. Galatasaray, Kadıköy, Fenerbahçe, Progres ve Stugglers
kulüpleri bir araya gelerek, 1910 yılında “İstanbul Futbol Kulüpleri Ligi” ni
(İ.F.K.L.) kurmuşlardır (Sümer, 1990: 20-27).
İ.F.K.L. dışında kalan Anadolu Spor, İstanbul Jimnastik Kulübü, Dar’ülfünun Terbiye-i Bedeniyye Kulübü, Şehremini Mümaresat-ı Bedeniyye
Kulübü, Sanayi Mektebi Futbol Kulübü ve Fenerbahçe Spor Kulübü bir araya
gelerek “Cuma Ligi”ni kurmuşlardır. “Cuma Birliği” teşkilatının kurulması ve
“Türk Fan Birliği”, 1915-1916 futbol sezonunda, “Yeni Pazar Ligi” 1920
yılında teşkil edilmiştir. Cuma Birliği lig çalışmalarına devam ederken, Cuma
Birliğine karşı, Altınörs, Beşiktaş, Beylerbeyi, Darüşşafaka, Haliç, Fener,
Hilal, Kumkapı, Türk Gücü ve Üsküdar, Vefa kulüpleri bir araya gelerek 1919
yılında “Türk İdman Birliği”ni kurmuşlardır. II. Meşrutiyetle birlikte
faaliyetlerine son veren etnik kökenli kulüpler, 1920 yılında faaliyete geçen
Rum Elpis, Strugglers, Pera, Ermeni Birlik, Ermeni Dork, Musevi Experance,
Musevi Maccabi, İtalyan Stello ile Türk İdman Birliğinden ayrılan Beşiktaş,
Üsküdar kulüpleri birlikte 1920'de yeni bir “Pazar Ligi” teşkil etmişlerdir
(Tayga, 1990:124.162).
İdman İttifakı Heyet-i Muvakkatesi (1920-1922)
Her geçen gün artan futbol kulübü sayısı ve aynı anda birden fazla lig
bulunması sebebiyle çıkan karışıklıklar bu liglerin birleşmesine rağmen
giderememiştir. Bu sebeple kulüpler bir araya gelerek aralarında yeni bir
birlik oluşturmanın yollarını aramışlardır. 26 Haziran 1920 tarihinde,
demokratik spor örgütlenmesi alanında uzun yıllar etkisini sürdürecek olan
“Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı”na (T.İ.C.İ) kök olacak geçici bir örgüt
olarak ortaya “İdman İttifakı Heyet-i Muvakkatesi” çıkmıştır (Sümer, 1990:
20-105). Altınordu, Beylerbeyi, Darüşşafaka, Anadolu, Bakırköy, Fenerbahçe,
Hilal İdmanyurdu, Nişantaşı, Süleymaniye, Türkgücü, Vefa ve Galatasaray
spor kulüpleri bu birliğin özünü oluşturmuşlardır (Terekli, 1999: 30). Diğer
bütün lig ve birlikler gibi “İdman İttifakı Heyet-i Muvakkatesi” de 22 Mayıs
1922'de, Türkiye'nin ilk ulusal spor kuruluşu olan T.İ.C.İ’nin kurulmasıyla
noktalanmıştır(Özmaden, 25:1999 ).
Böylece, tüzel kişiliğe kavuşan ve resmileşen spor kulüpleri bir araya
gelerek, hem futbol hem de diğer spor branşlarının federasyonlarını kapsayan
ilk üst örgütü meydana getirmişlerdir.
Sebahattin Devecioğlu
379
Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı (T.İ.C.İ.) Dönemi (1922–1936)
Türkiye'de sporun, dolayısıyla futbolun istenilen seviyede gelişerek
örgütlenmesi, Cumhuriyetin ilanı sonrası dönemine rastlamaktadır.
Türkiye’de sporun sevk ve idaresi, 1922 yılında 16 spor kulübünün birleşerek
oluşturdukları bağımsız, özerk ve yerinden yönetim anlayışına sahip T.İ.C.İ.
ile başlar(Morpa,1997:7). 1924 Anayasası’nda sporun yönetimine dair
herhangi bir hüküm bulunmamasına rağmen 1922-36 yılları arası devlet,
sporu T.İ.C.İ. vasıtasıyla sevk ve idare etmeye çalışmış, bu amaçla kamu
yararı gözeten dernek statüsü edindiğini ve ülkeyi yurt dışında temsil etmeye
yetkili tek spor örgütü olduğunu kabul etmiştir (Tayga, 1990: 162-164). Bu
yıllarda, spor kulüplerinin sayıca artmaları ve çeşitli isimler altında futbol
ligleri oluşturmaları, farklı spor dallarında faaliyet göstermeleri, büyük
kargaşalıkları da beraberinde getirmiştir. Türk sporunun bu içinde bulunduğu
kargaşadan bir an önce kurtarılması fikrinin ağırlık kazanması, günün spor
adamlarının en büyük gayesi haline gelmişti (San,1981: 93). T.İ.C.İ’nin
kurulmasıyla birçoğu futbol faaliyeti gösteren spor kulüpleri spor alanında
kulüpler üstü ilk teşkilatlanmayı gerçekleştirmişlerdir. T.İ.C.İ. tüzüğü içinde
yer alan “Federasyon Nizamnamesi”de; “Federasyonların kurulmaları ya da
kaldırılmaları, Genel Merkezin teklifi ve Genel kongrenin kararına bağlıdır”
(Sümer,1990: 13-25-126).
İlk kurulan federasyonlar, atletizm, güreş ve futboldur (Aydın, 1989: 5457). Bu federasyonlar içinde yer alan futbol federasyonu, 31 Temmuz 1922
günü “Futbol Encümeni“ adıyla kurulan ve T.İ.C.İ.'nin 13 Nisan1923
tarihinde İstanbul'da yapmış olduğu olağanüstü toplantısı sonunda, ilk
başkanlığına Yusuf Ziya Öniş Bey seçilerek “Futbol Heyet-i Müttehidesi“
olarak adını alan T.F.F, Dünya futbolunun resmi örgütü olan F.İ.F.A’ya üyelik
için başvurmuş ve bu başvurusu T.İ.C.İ.'nin kuruluş yıllarında (Keten, 1993:
67). 21 Mayıs 1923 günü İsviçre'nin Cenevre kentinde yapılan genel kurul
toplantısında kabul edilmiş, T.F.F. Futbolun Uluslararası örgütü olan
F.İ.F.A.'nın 26. üyesi olmuştur (T.F.F, 1992: 3-11).
T.İ.C.İ. VIII. Umumi Kongresinde üyeler, ittifak ile fesih kararı almış ve
aynı toplantıda Türk Spor Kurumu (T.S.K.) kurularak, bu kurum tek parti
teşkilatına bağlanmıştır (Atabeyoğlu, 1991: 29).
380
Futbolun kurumsallaşması
Türk Spor Kurumu (T.S.K.) Dönemi (1936–1938)
Gazi Eğitim Enstitüsünün, Beden Terbiyesini 1932 yılında Türkiye'ye
gelerek kurmuş olan Alman Beden Eğitimi ve Spor profesörü, Dr.Karl Diem,
Atatürk'ün isteği üzerine, tekrar gelerek, T.S.K.'nın kuruluş çalışmalarını
yapmıştır.T.S.K.'nın kuruluş tüzüğünün birinci maddesine göre amacı
“Türkiye'de sporun milli ve fenni esaslara göre yayılmasına ve yükselmesine
çalışır, Türk sporculuğunu yurt içinde ve dışında temsil eder.” şeklinde yer
almıştır. T.S.K.'nın merkez yapılanması belirli sporlarla ilgili organları olarak
kurulan federasyonların görevleri, Ana Tüzüğün 18 ve 20. maddeleri, Vazife
ve Salahiyet Nizamnamesinin 10. ve 15. maddelerine göre:
…Alakadar olduğu sporun teknik işlerini görmek, gerekirse yardımcı
komiteler kurarak hakem ve lisans işlerini yürütmek, ceza ve mükâfat
vererek bölgeler arasında çıkan ihtilafları halletmek, uluslararası
federasyonlarla
münasebete
girerek,
yabancı
temasları
programlamak, takımları seçmek, bütçeleri tanzim etmek, yarışmalar
için şartlar ve yarışma takvimini belirlemek ( Akdenk, 1980: 17),
şeklinde tanımlanmaktadır. Türk sporu 1936-38 yılları arası, bir miktar
merkeziyetçi anlayışın hakim olduğu, geçiş dönemi olarak kabul edilebilecek
T.S.K. tarafından sevk ve idare edilmiştir (Ekenci, 1997: 72-80)
Bu teşkilatlanma içerisinde faaliyetlerini sürdüren T.F.F. spor ve siyaset
ilişkilerinin iç içe bulunduğu ilk örnek olma özelliği taşıması yanında, sporda
kulüplerin federatif yönetiminden, Devlet yönetimine geçişinin “Ara Rejimi”
olarak tanımlanmaktadır (Gençlik Spor, 2001:25). Bu dönemde futbol diğer
federasyonlar gibi işlem görmüş ve futboldaki saha, tribün ve toplum
olaylarının, iktidarda bulunan Cumhuriyet Halk Partisi (C.H.P.)’ye mal
edilmesi ve partinin suçlanması nedeniyle, sporda devletçi bir yönetim şekli
düşünülmeye başlanmıştır” (Sümer,1990: 13-25-126).
Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü (BTGM) Dönemi (1938–1986)
T.İ.C.İ. ve T.S.K. örneklerinden sonraki dönemde Sporu devlete
yönettirmekten başka bir yolun olmadığı düşüncesi ile doğrudan hükümete
bağlı bir spor teşkilatı kurmak amacıyla, 3530 sayılı Beden Terbiyesi Kanunu
(B.T.K.) çıkarılarak kamu otoritesinden sorumlu, tüzel kişiliğe haiz, katma
bütçeli Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü (B.T.G.M.) teşkilatı kurulmuştur.
Merkeziyetçi idare anlayışının hakim olduğu bu teşkilat Türk sporunu 1986
yılına kadar sevk ve idare etmiştir (Bayansalduz, 2003: 51-59 ).
Sebahattin Devecioğlu
381
Bu kanun çerçevesinde Futbol yönetimi ile ilgili bazı uygulamalar
bulunmaktadır. Merkez Danışma Kurulunun 31–5–1939 tarihli toplantısında
B.T.K.'nın 7. maddesi hükmüne istinaden futbol federasyonu başta olmak
üzere atletizm, güreş, su sporları, bisiklet, atıcılık, dağcılık ve kış sporları,
eskrim ve jimnastik ile spor oyunları federasyonları merkezi nitelik taşıyan
B.T.G.M.’ye bağlanmıştır. Sözü edilen yasa çerçevesinde, futbolla ilgili
taşradaki faaliyetleri yürütmek üzere, her vilayette ajanlıklar kurulmuş; her
bölgenin amatör futbol faaliyetlerinin organizesi için “Lig Tertip Heyetleri”
ve “Hakem Komiteleri” kurulmuştur ( R.G.,1938: 3961) .
B.T.G.M. bünyesindeki federasyonların ana hedefi amatör spor
faaliyetleri ile ilgili olmuş; bu nedenle etkinlikler hep amatörlük prensipleri
dikkate alınmıştır. Ancak, 1930’lu yılların sonlarında Türk futbolunda
başlayan gizli profesyonelliğin, amatör olarak faaliyetlerini sürdüren kulüpler
üzerindeki baskısı üzerine, İstanbul 1. lig futbol kulüp (FB, GS, BJK, Beykoz,
Vefa, İstanbul spor, Kasımpaşa, Emniyet.) temsilcileri futbol
orgizasyonlarının profesyonel bir forma kavuşturulması talebiyle federasyona
resmi başvuruda bulunmuşlardır (Morpa,1981: 65–67). Bu girişim sonrasında
“Beden Terbiyesi Umum Müdürlüğü”nden Saim Seymener, Fenerbahçe
Kulübü yöneticisi, Dr. Rüştü Dağlaroğlu ve Beşiktaş Jimnastik Kulübü
yöneticisi Sadun Usoğlu;“Futbol Profesyonellik Talimatnamesi”ni
hazırlamışlardır. Hazırlanan bu talimatnamenin B.T.G.M. Merkez Danışma
Kurulunca 10 Eylül 1951 tarihinde kabul edilip 24 Eylül 1951 tarihinde
yürürlüğe girmesiyle futbolda profesyonellik kabul edilmiş; T.F.F. ligleri 61
maddelik bu talimatname çerçevesinde düzenlenmiş ve 1958–1959 sezonunda
Türkiye Profesyone Futbol Ligi oluşturulmuştur. “Profesyonel Futbol
Yönetmeliği” nin hukuki statüye kavuşması 29.8.1962 Tarih, 1193 sayılı
Resmi Gazetede yayınlanması ile gerçekleşmiştir (Aydın, 1989 : 54-57)
Ancak, işlerin nasıl yürütüleceğine dair “Profesyonel Futbol Hizmetleri
Yönetmeliği”nin, 11.Mayıs.1966 tarih, 12296 Sayılı Resmi Gazetede
yayınlanarak uygulamaya sokulması sonrasında gerçek anlamda işlerlik
kazana bilmiştir, Böylece, Türk sporunda ilk profesyonelleşme hareketinin,
B.T.G.M. bünyesinde yer alan Futbol Federasyonu tarafından
gerçekleştirildiği görülmektedir. Spor kulüplerinin profesyonel futbol
faaliyetlerinde gerekli kanun, tüzük ve yönetmeliklerin zamanında
çıkartılamaması, çıkartılan kanun tüzük ve yönetmeliklerin ise tam anlamıyla
ihtiyaca cevap verememesi nedeniyle, büyük kitlelerin ilgi odağı olan futbol
sporunda, politikacılar gerçekleştirebilmek amacıyla futbolun içine girmişler
382
Futbolun kurumsallaşması
ve futbol sporunda birçok karışıklıkların doğmasına yol açmışlardır. Ulvi
Yenal Beyin, 27.2.1978 tarihli Tercüman gazetesinde de yazdığı gibi “Türk
futbolunda, profesyonel kulüp enflasyonu ortaya çıkmıştır.” Siyasilerin kadro
düzenlemelerinden en çok etkilenen kurumlardan birisi olan T.F.F.,1976-1981
tarihleri arasında on kez federasyon başkanı değişikliğine maruz kalmıştır”
(Sümer,1990: 13-25-126).
Türkiye Futbol Federasyonunun U.E.F.A.'ya girişi bu döneme
rastlamaktadır. 1954 yılında İsviçre'de yapılan F.İ.F.A. kongresi ve dünya
kupası maçlarından hemen sonra, 22 Haziran 1954 günü Bern'de bazı Avrupa
federasyonlarının temsilcileri bir araya gelerek bu birliği kurmuşlardır. O
tarihte Hasan Polat başkanlığında yeni heyetini oluşturan T.F.F.’nu davete
olumlu cevap vererek U.E.F.A.’ya kaydımızın yapılmasını istemiştir. Ancak
henüz kuruluş halindeki kıta federasyonlarının bünyesinde tescilini yapma
yetkisine sahip bulunan F.İ.F.A, 1954 yılında U.E.F.A.'nın kuruluşundan kısa
bir süre önce, yapılan kongresinde F.İ.F.A.'nın Asya Grubu'na ait bir icra
komitesi üyeliği için Ulvi Yenal'ın adaylığını koyduğunu ileri sürerek,
Türkiye'nin Asya Konfederasyonu içinde olduğu görüşüyle itirazda
bulunmuştur. Bu engellemeye karşın T.F.F., U.E.F.A.'ya üye olabilmek için
çalışmalarını ısrarlı bir şekilde sürdürmüş ve 1955 yılında Viyana'da yapılan
ilk genel kurul toplantısında Futbol Federasyonumuzun temsilcisi Eşfak
Aykaç, Türk tezini U.E.F.A.'ya sunmuştur.T.F.F.’nun görüşleri genel kurulda
büyük anlayışla kabul edilmiş ve F.İ.F.A.'nın tescil edeceği tarihe kadar
Türkiye'nin doğal üye olması ve U.E.F.A. tarafından düzenlenecek tüm resmi
şampiyonalara katılması kabul edilmiştir. Bu tarihten itibaren T.F.F.,
U.E.F.A.nın tüm toplantılarına ve şampiyonalarına davet edilmiş ve
katılmıştır. Bu arada uzun bir süre direnmesine rağmen F.İ.F.A. İcra Komitesi
1962 yılının Şubat ayında yaptığı toplantıda, T.F.F.’nın Avrupa
Konfederasyonu U.E.F.A.'nın tam üyesi olduğunu kabul etmiştir.Bu karardan
sonradır ki U.E.F.A., 16 Nisan 1962 tarihinde T.F.F.' ''U.E.F.A.'nın tüm hak
ve vecibelerine sahip tam üyesi" olduğunu resmen bildirmiştir.Bu
açıklamalardan sonra U.E.F.A.'nın Nisan ayında yaptığı 6. Genel Kurul
toplantısına T.F.F.’ yi temsilen Dr. Tarık Özerengin ile Adnan Süvari delege
olarak katılmışlar ve ilk kez seçimlerde oy kullanmışlardır, U.E.F.A.'ya yeni
seçilen başkan G. Wiederkehr’ de genel kuralda yaptığı konuşmada T.F.F.'nun
tam üyeliğini açıklamıştır (T.F.F, 1992: 3-11).
Bu yıllar arasında göreve gelen federasyonlar tarafından hazırlanan plan
ve programlar kağıt üzerinde kalmış yönetimler süreklilik arz etmediği için,
Sebahattin Devecioğlu
383
planlanan programlar ve faaliyetler uygulanamamış kurumlaşma sürecinde
önemli mesafeler kat edilememiştir . Bu dönemde Federasyonlarla ilgili
çıkarılan kanunlarla birlikte 1982 yılında T.F.F. tarafından çıkartılan yedi ayrı
talimatlarla, futbolun yönetimine ve kurumlaşmasına tam anlamıyla işlerlik
kazandırılamadığı görülmektedir.
Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü (GSGM) Dönemi (1986-…. )
Günün ihtiyaçlarına İhtiyaçlara cevap veremez hale gelerek yetersizliği
anlaşılan 3530 sayılı B.T. Kanunu, bazı değişikliklerle yürürlükten
kaldırılması ile 1986 yılında 3289 sayılı BTGM’nin teşkilat ve görevleri
hakkındaki yeni kanun kabul edilmiştir. Amacı, merkezde katma bütçeli ve
tüzel kişiliğe sahip B.T.G.M.’nin, taşrada ise özel bütçeli il ve ilçe
müdürlüklerinin kurulmasını, teşkilat görev ve yetkilerine ait esas ve usulleri
düzenlemek olan bu kanun,1989 yılında ise 356 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname ile “Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü” (G.S.G.M) adını alarak
Başbakanlığa bağlanmıştır. 3289 sayılı Kanuna ait tasarının genel
gerekçesinde belirtildiği üzere, bu kanun, teşkilatı, sporcusu, kulüpleri, özel
ve kamu tüzel kişileri ile spor ve spor faaliyetlerini bir bütün olarak
düzenlemiş spor kanunu niteliğindedir (Üçışık, 1999: 40 ).
3289 Sayılı Kanunun 24. Maddesi ; Profesyonel dallar, B.T.S.G.M.'nün
yapacağı teklif üzerine, Merkez Danışma Kurulunun görüşünün de alınması
sonunda, M.E.G.S.B. tarafından tespit olunur şeklinde düzenlenirken,
Kanunun 2.bölüm 3.kısmında yer alan "Çeşitli Hükümler" başlığı altında, bir
veya daha fazla spor dalının teknik ve idari bakımdan bir federasyona
bağlanması, amatör federasyonların adedi ile profesyonel dallar, Merkez
Danışma Kurulunun görüşü alınarak, B.T.S.G.M. teklifi üzerine, M.E.G.S.B.
tarafından tespit olunarak, amatör ve profesyonel futbolun iki ayrı kurul il
tarafından yönetilmesine yer verilmiştir.
3289 Sayılı Kanun dönemine kadar, hukuki açıdan hiç bir dayanağı
olmayan profesyonel futbolun, 3289 Sayılı Kanunun 24. Maddesi 1.2.3.
bentleri ile hukuki bir zemine oturtularak, yasal desteğe kavuştuğu
görülmektedir (R.G.,1986: 19120 ).
Bu yapılanmaya kavuşan federasyonunun ayrı ve kendine has bir kanuna
göre yönetilmesi gerektiği görüşü ağırlık kazanmaya başlamış ve bu yönde
çalışmalara başlanılmıştır.
384
Futbolun kurumsallaşması
TÜRK FUTBOLUNDA ÖZERK YÖNETİM UYGULAMALARI
(1988-2005)
3461 Sayılı Yasa Dönemi (1988-1989)
Daha önceki yıllarda olduğu gibi futboldaki başarısızlığın nedeni,
teşkilatlanmadaki aksaklıklara bağlanmış ve bunun sonucu olarak da, futbol
federasyonunun özerk olarak yönetilmesi düşüncesi, spor kamuoyunun
gündemini teşkil eder olmuştur. 18 0cak 1985 tarihinde, devrin Başbakanı,
Turgut Özal, kendi başkanlığında “Spor Danışma Toplantısı” adı altında bir
toplantı yapmıştır.
Toplantıya katılan Tamer Güney, “Profesyonel Futbolun, İngiltere
örneğinde olduğu gibi, Lig Komitesi tarzında bir kurul tarafından yönetilmeli
ve federasyonun ekonomik ve idari özerkliği olması gerekir” şeklinde görüş
belirtmiş, Ulvi Yenal ise “Futbolun, amatör ve profesyonel olarak ikiye
ayrılamayacağını” ifade etmiştir. Sonra, “B.T.G.M. Federasyonlarının
Kuruluş Görev, Yetki ve Sorumluluk Yönetmeliği”nin 7.Maddesi
değiştirilerek, sadece T.F.F. için geçerli olmak koşulu ile, “Profesyonel Futbol
Genel Kurulu” oluşturulmuştur (Sümer, 1990: 20-27).
Ancak, başkanın değişmesi ile bu kurulunda görevi sona ermiştir.
Profesyonel futbolun idaresinin bu teşkilatlanma içerisinde sürdürülemeyeceği
gerekçesi ile, 28.Mayıs.1985 tarihinde Gaziantep Milletvekili Ata Aksu,
profesyonel futbolun mali ve idari açıdan özerk hale gelmesi ve amatör
futbolun da çağdaş seviyeye yükseltilmesi amacıyla, hazırlamış olduğu
“T.F.F. kuruluş Kanunu” tasarısını Türkiye Büyük Millet Meclisi (T.B.M.M.)
ne teklif etmiştir. T.B.M.M. sunulan, ancak yürürlüğe girme imkanı bulmadan
spor tarihine bir belgesel çaba olarak geçen önerilerden birisi olarak
hazırlanan tasarıda profesyonel futbola yasal dayanak hazırlanması yanında,
futbol işlerinin yönetimine yeni bir şekil verilmek istenerek yeni bir
yapılanma içerisinde T.F.F. kurulması planlanmıştır. Aksu’nun 28 Mayıs
1985 tarihinde T.B.M.M. başkanlığına sunduğu “Türkiye Futbol Federasyonu
Kuruluş Yasa Önerisinde” genel gerekçede;
1951-52 senelerinde Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, Merkez
Danışma Kurulu tarafından benimsenerek uygulamaya konulan ve
Danıştayın (Fiilen tatbik edildiği için hukuki fiili durum doğmuştur)
şeklindeki içtihat kararıyla hukuki temele oturtulmaya çalışılan
profesyonellik bazı küçük değişikliklerle günümüze kadar
gelmiştir.Bu itibarla profesyonel futbolun mali ve idari açıdan özerk
hale gelmesine imkan tanıyacak, profesyonelliği, dünyadaki
Sebahattin Devecioğlu
385
benzerlerine ve milli bünyemize uygun bir yapıya kavuşturacak,
böylelikle yalnız profesyonelliğin değil, aynı zamanda amatör
futbolunda çağdaş düzeye yükselmesine devletin daha fazla kaynak
ve imkan ayırmasını sağlayacak bir yasaya ihtiyaç duyulduğu
anlaşılmaktadır (Sümer,1990: 13-25-126), ifadeleri yer almaktadır.
“Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı” (M.E.G.S.B.) T.F.F’nun
özerkliğine dair bir kanun hazırlamaya başlamış ve sonuçta da hükümet,
profesyonel futbolun profesyonelce yönetilmesi ve futbolumuzun daha ileri
seviyeye götürülebilmesi maksadıyla 27-05-1988 tarihinde, 3461 Sayılı
“Türkiye Futbol Federasyonu Teşkilat ve Görevleri hakkındaki Kanun” kabul
edilmiştir. 7-6-1988 gün ve 19835 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak
yürürlüğe giren bu kanunla, T.F.F., B.T.S.G.M'den ayrılarak, tüzel kişiliğe
sahip, özel hukuk hükümlerine ve Başbakanlığın gözetim ve denetimine tabi
olmasını öngörmüştür. (3461 Sayılı Kanun,m.1,m.27). Amatör futbolu da, bu
kanun içinde ancak B.T.S.G.M'ye bağlı bir kurulun yönetimine bırakmıştır
(Sümer,1990: 13-25-126).
Anılan kanunda T.F.F.'nin görevleri, Türkiye'de profesyonel futbol
faaliyetlerini milli ve milletlerarası kaidelere göre yürütmek,
teşkilatlandırmak, geliştirmek ve Türk futbolunu yurt içinde ve yurt dışında
temsil etmek (m.2) olarak belirlenmiştir (R.G.,1988:19835).
3524 Sayılı Yasa Dönemi (1989-1992)
Futbol Federasyonu Başkanı ve diğer kurulların Başbakan tarafından
atanacağı hakkında 3524 Sayılı kanun teklifi T.B.M.M. Genel kurulunda
görüşüldükten sonra 02.03.1989 tarihinde kabul edilmiş, 18.3.1989 tarih
20112 sayılı Resmi Gazete de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir, Bu kanun
gereği T.F.F. başkanlarının, Başbakan tarafından dört yıl süreyle atanmaya
başladıkları dönem olarak değerlendirilmiştir.
3461 Sayılı Kanunun 26. maddesinde yer alan "Teşkilatın Çalışma Usul
ve Esasları ile ilgili Kanun"un uygulanmasına dair diğer hususlar, Yönetim
Kurulunca hazırlanacak ve Bakanlar Kurulu tarafından yürürlüğe konulacak
Ana Statü ile belirlenir." hükmü doğrultusunda, Ana Statü üzerinde yapılan
çalışmalar sonunda, 16.06.1989 tarih, 20197 sayılı Resmi Gazetede
yayınlanmış olan “Ana Statü” yürürlüğe girmiş, böylece T.F.F.’nun çalışma
usul ve esasları belirlenmiştir .
İlgili 3524 Sayılı Kanunun 1.maddesi ile, 27.05.1988 tarihli 3461 Sayılı
kanunun 29. Maddesi değiştirilmiş;“5.7.9.11. ve 13. maddelerin seçimle ilgili
386
Futbolun kurumsallaşması
hükümleri bu kanununun yayımından dört yıl sonra ,diğer hükümleri yayımı
tarihinde yürürlüğe girer.” şeklinde belirtilmiştir. 3461 sayılı kanunun
5.7.9.11. ve 13. Maddelerinin seçimle ilgili hükümleri yürürlüğe girinceye
kadar a)Federasyon başkanının Başbakan tarafından seçilir, b) Başkan
vekillerini Yönetin Kurulunun, Genel Sekreter ile Federasyon Yan
Kurullarını, federasyon Başkanının seçer, c) Denetleme Kurulunun asil ve
yedek üyelerini, Genel müdürün teklifi üzerine başbakan seçer d) Tahkim
Kurulunun asil ve yedek üyelerini ise, T.F.F. Başkanının teklifi üzerine
Başbakanın seçmesi ve seçilenlerin görev sürelerinin dört yıl olması ve bu
kanun hükümlerini başbakan yürütür şeklinde değişiklikler 3524 Sayılı
kanunun yürürlüğe girmesiyle kabul edilmiştir (R.G. 1989: 20112 ).
3813 Sayılı Yasa Dönemi (1992 -2000)
Türkiye Futbol Federasyonunun, tam anlamıyla demokratik ve özerk bir
yapıya kavuşturulması, amatör futbolun da T.F.F. yönetimine devredilerek
Türk futbolunun iki başlılıktan kurtarılması, Merkez Hakem Kurulu ile ilgili
bir teşkilatlanmaya yer verilmesi, kulüplerin futbol ile ilgili televizyon radyo,
basılı yayın ve reklam konularında, ticari ve mali haklarının düzenlenmesi ve
eksikliklerin giderilmesi amacıyla hazırlanan, 3813 Sayılı “Türkiye Futbol
Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun” 17.06.1992 tarihinde
kabul edilerek 3.7.1992 gün ve 21273 sayılı Resmi gazetede yayınlanarak
yürürlüğe giren bu kanunla, T.F.F'nin özerkliği tam anlamıyla ve açık olarak
tanımlanmıştır (Güney, 1991: 8-33).
Yapılanma biçimiyle 3461 sayılı kanuna göre kurulan Türkiye Futbol
Federasyonu ile farklılık arz etmeyen teşkilat, organlarının teşekkülü ve
yetkileri açısından tam özerkleşmeye yönelik önemli farklılıklar
göstermektedir. Bunlar, aslında çoğu eksik ve hatalı hükümlerin giderilmesini
amaçlayan ve Türk sporu adına çağdaş bir gelişme olarak kabul edilmesi
gereken yeniliklerdir (Üçışık, 1999: 72-89).
T.F.F. özerk bir teşkilat olduğu İdare anlayışı, hizmet bakımından
yerinden yönetim esası üzerine kurulduğu ancak bu günkü idari konumu ile
ilgili problemlerinin de olduğu bir çok çalışmada vurgulanmaktadır. Türkiye
Futbol Federasyonu Başkanlığının, Başbakanlığın “İlgili Kurulu” olarak
görünmesi ve Devlet Bakanları arasında görev bölüşümüne ilişkin
Başbakanlık genelgelerinde Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ile beraber bir
Devlet Bakanının sorumluluğuna verilmesi de 9-10- 1984 tarih ve 18540
sayılı Resmi gazetede yayınlanan 3046 sayılı Yasanın “ilgili kuruluş”
Sebahattin Devecioğlu
387
tanımına göre bir hukuki, idari ve mali statüye sahip hizmet yerinden yönetim
kuruluşu kabul edildiğinin bir göstergesidir. Ayrıca; T.F.F. organlarının
seçiminde spordan sorumlu Devlet Bakanının gönderdiği “Talimat” ile başkan
adaylarının birlikte çalışmak istedikleri Tahkim Kurulu, Denetleme Kurulu ve
Merkez Hakem Kurulu listelerini de sunmak zorunda bırakılması bağımsız
çalışması gereken kurulları bağımlı hale getirmesi açısından eleştirilmiştir
(Gözübüyük, 1998: 137-156).
3461 sayılı Yasadan sonra T.F.F.nin "genel idare dışında yer alan bir özel
hukuk tüzelkişiliğine dönüştüğü"nü kabul eden Danıştay'a göre, "özel hukuk
hükümlerine tabi olduğunun karara bağlanmasının salt bu nedenle
Federasyonca veya Federasyon bünyesinde yer alan kurullarca tesis edilen
işlemlerin idari işlem olması niteliğini ortadan kaldırmayacağı ve bazı
kurumlar özel hukuk hükümlerine tabi olsalar dahi Anayasa Mahkemesi
Kararına göre de “....bu hal onların hukuk rejimi olan idare hukuku ve kamu
kanunlarına bağlılık ilkesini ortadan kaldırmaz” ifadelerinden anlaşıldığına
göre T.F.F nın bir kamu tüzel kişi olduğu kanun koyucunun taktiriyle özel
hukuk alanına tabi olması öngörülmüştür ( Gözübüyük, 1998: 137-156).
T.F.F. kamu hizmetine bir tüzel kişilik verilmesi suretiyle bir hizmet yerinden
yönetim kuruluşu oluşturulduğu ve her ne kadar özel hukuka tabi olsa da
sonuçta bir kamu tüzel kişisi olduğu, personelin ve mali statüsünün diğer
kamu tüzel kişilerinden biraz farklı olması sonucu değiştirmediği, bir hizmet
yerinden yönetim kuruluşu olarak idari bir kurum olduğu ve idari bir kurum
özel hukuk hükümlerine tabi olsa dahi esas bağlı olduğu hukuk düzeni idare
hukuku kurallarıdır. T.F.F nın bir organı olarak kurulan, verdiği kararların
fedrasyonun bir işlemi sayılan Tahkim Kurulu kararlarına karşı yargı yolunun
açılması gerekmektedir. İdari kararlara karşı yargı yolunu kapatmak Anayasa
ve hukuk devleti ilkesine ayrılık teşkil etmektedir. Fakat Anayasa mahkemesi
ve Yargıtayda Tahkim yolunu kabul ederek bu aykırılığı tanıyarak T.F.F nın
klasik bir hizmet yerinden yönetim kuruluşu olmasına rağmen bağımsızlığı
güçlendirilmek istenmiştir (Çakmak, 1999: 52 ).
4563 Sayılı Yasa Dönemi (2000-2004)
17-6-1992 tarihli ve 3813 sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve
Görevleri hakkındaki Kanun” nun bazı madeleri 14-04-2000 tarihinde kabul
edilerek 20-4-2000 gün ve 24026 sayılı Resmi gazetede yayınlanarak
yürürlüğe giren 4563 sayılı kanunla değiştirilmiştir.
388
Futbolun kurumsallaşması
Bu kanuna göre 3813 sayılı kanunun; 5.6.(b),7.,9.,10.(f),15.,20.,29.
maddeleri değiştirilmiş 8.(h),(ı),18.,23.,31.maddelerine fıkralar eklenmiştir.
Bu düzenlemelerde de öncekine benzer spordan sorumlu Devlet bakanlığının
denetimi ve gözetimi ilkesine sadık kalındığı, (m.1,3,9,12,) yurt dışında yeteri
kadar personelden oluşan temsilciliklerin açılması ve kapatılması Dişişler
bakanlığının görüşü alınarak spordan sorumlu devlet bakanın kararına tabi
olması (m.9) federasyonun henüz özerkliğin bir ilkesi olan kesin karar alma
yetkisine sahip olmadığının birer göstergeleridir (R.G.,2000:24026). 4563
sayılı yasayla yapılan değişiklikler daha önceki ihtilafları nispeten giderici
özellikler taşımaktadır.
5175 Sayılı Yasa Dönemi (2004-2007)
3813 sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri
hakkındaki Kanun” 4563 sayılı kanunla değiştirilmiştir. Aynı kanun tekrar
5175 Sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş Ve Görevleri Hakkında
Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” la birlikte değişime uğramıştır.
25.05.2004 Tarihinde kabul edilerek, 10.06.2004 Tarih ve 25488 sayılı Resmi
Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5175 sayılı kanunla birlikte daha önce
değişikliğe uğrayan maddeler tekrar değiştirilmiş,yürürlükten kaldırılmış, yeni
maddeler eklenmiştir.
Bu Kanunda 3813 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve
Görevleri Hakkında Kanunun 1 inci maddesinin ikinci fıkrasının sonuna
“İdarî birimlerin görev yerleri Yönetim Kurulunca belirlenir”. cümle
eklenmiştir.
3813 sayılı Kanunun 5. 6.(b) 22.maddesinin (e) , 10 uncu maddesinin (a)
ve (f) bentleri değiştirilmiş, aynı maddeye (o) bendinden sonra gelmek bentler
eklenmiş ve maddenin (ö) bendi (u) olarak teselsül ettirilmiştir. 7 ve 9.
maddesinin birinci fıkraları, 25 inci maddesinin üçüncü fıkrası değiştirilmiş,.
8.maddesinin (h) ve (ı) bentleri yürürlükten kaldırılmıştır. 21 ve 23. maddeleri ile
birlikte 28 inci maddesine “Millî müsabakalarda protokol tribünü Federasyon
tarafından düzenlenir” şeklinde fıkralar eklenmiştir. 3813 sayılı Kanunun 12
nci maddesi başlığı ile birlikte Denetleme Kurulunun görev, yetki ve
sorumluluklarını belirleyecek şekilde değiştirilmiş ayrıca 13. 15 ve 29 uncu
maddeleri değiştirilmiştir (R.G. 2004: 25488).
3813 sayılı yasaya eklenecek ek madde, federasyon başkanı ve yönetim
kurulu üyelerinde aranacak şartları düzenleyecek.. Halen 114 olan genel kurul
delege sayısı yeni düzenleme ile 225’e çıkacak, kulüp delegelerinin sayısı 154
Sebahattin Devecioğlu
389
olacak, ligde şampiyonluk kazanmış kulüplere ekstradan 2’şer delege
verilecek olması demokratik atılımlar olarak nitelendirilebilir. 5175 sayılı
yasadaki en önemli değişikliğin halen genel kurulca seçilecek 5 üyeden oluşan
kurul, bundan böyle Yargıtay’ın vereceği 2, Danıştay’ın önereceği 1 ve genel
kurulun seçeceği 2 üyeden teşkil edilerek, Tahkim Kurulu’nda olması.
Tahkimle ilgili tartışmaları azaltacak niteliktedir. Federasyonun denetimi de
yeni değişiklik ile sıkı bir şekilde yapılacak olması ile birlikte harcamaların
sportif faaliyetler için yapılıp yapılmadığı, verimli kullanımı, bilançolar, mali
tablolar, denetim kurulu tarafından rapor edilecek ve bu rapor genel kuruldan
asgari 1 ay önce delegelere gönderilecek olması olumlu gelişmeler olarak
nitelendirilebilir.
Türk Futbolu’nun geleceğine yön verecek, 3813 sayılı “Türkiye Futbol
Federasyonu’nun Kuruluş ve Görevleri” hakkındaki yasada yapılacak
değişikleri içeren yasa futbolun tüm unsurlarını yakından ilgilendirecek çok
önemli değişiklikler getirmiştir. “Merkez Hakem Komitesi” (M.H.K.) ve
Tahkim Kurulları’nın oluşumu, genel kurul delege yapısı, başkan ve yönetim
kurulu üyelerinde aranacak şartlar, paralı başkan vekilliklerinin kaldırılması,
cezaların üst sınırının 500 milyar liraya çıkarılması, federasyon bütçesinin
yüzde 2’sinin M.H.K. bütçesine tahsis edilmesi gibi değişiklikler spor
kamuoyunda “devrim” niteliğinde reformlar olarak nitelendirilmiştir.
Spor Yüksek Kurumu Kanun Tasarısının 31. maddesinde, “Spordan
Sorumlu Devlet Bakanı” ibaresi çıkarılarak, “Federasyonun sportif faaliyetler
hariç tüm iş ve işlemleri Spor Yüksek Kurumu’nun gözetim ve denetimine
tabidir” biçiminde değiştirilmesi öngörülmektedir (Spor Yüksek Kurumu
Kanun Tasarısı: 2004). Anayasa Mahkemesi Başkanlığının 05.01.2006 tarihi
2005/5 Esas 2006/3 karar, sayılı yürürlüğü durdurma kararında olduğu gibi
tartışmaların ve doğabilecek ihtilafların halen bulunduğu göz önünde
tutularak; 28.4.2005 günlü, 5340 sayılı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un;3. maddesiyle 21.5.1986 günlü, 3289 sayılı
Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilât ve Görevleri Hakkında
Kanun’a eklenen Ek Madde 10’un “... bu Kanunda öngörülen veya özerk
federasyonlar bünyesinde bulunan kurullarda ...” bölümü, 18. maddesiyle
değiştirilen 17.6.1992 günlü, 3813 sayılı Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş
ve Görevleri Hakkında Kanun’un ek 1. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendi,5.1.2006 günlü, E. 2005/55, K, 2006/4 sayılı kararla iptal edildiğinden,
bu kuralların uygulanmasından doğacak sonradan giderilmesi güç veya
olanaksız durum ve zararların önlenmesi ve iptal kararının sonuçsuz
390
Futbolun kurumsallaşması
kalmaması için kararın resmî gazete’de yayımlanacağı güne kadar
yürürlüklerinin durdurulmasına, 5.1.2006 gününde oybirliğiyle karar
verilmiştir (Anayasa Mahkemesi,2006).
T.F.F ilgili yasasında bulunan bazı maddelerin “Spor Yüksek Kurumu
Yasasına” göre yeniden uyarlanması gerekmektedir.
5719 Sayılı Yasa Dönemi (2007…..)
Türkiye Futbol Federasyonunun yapısı ile denetimini, uluslararası
federasyonların kurallarına uygun olarak yeniden düzenleyen 5719 sayılı
"Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun", 29/11/2007 tarihinde kabul edilerek 4
Aralık 2007 Tarihli ve 26720 Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir.
17/6/1992 tarihli ve 3813 sayılı “Türkiye Futbol Federasyonu Kuruluş ve
Görevleri Hakkında Kanunun” 1 inci maddesinin sonuna “Türkiye Futbol
Federasyonu, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA) ve Avrupa
Futbol Federasyonları Birliğinin (UEFA) üyesidir.” Şeklinde fıkra
eklenmiştir. ( R.G., 2007: 26720 ).
2007 yılında Deloitte Touche “ AB Sürecinde Türk Futbolu” isimli
raporunda ; Denetim, Vergi, Kurumsal Finansman Başlıklarında bir rapor
hazırlayarak ; Spor, özellikle de futbol, Avrupa kültürünün ayrılmaz bir
parçasıdır ve tabanında amatör, tepesinde profesyonel kulüpler olan piramit
yapısı içindeki açık sportif rekabetin şekillendirdiği Avrupa Futbol
Profesyonel futbolun ekonomik boyutu Topluluk hukukuna tabidir, Artan
profesyonelleşme ve ticarileşme, Topluluk hukukunun etkisinin giderek
artmasına ve bu da yasal belirsizliğe yol açmıştır ve UEFA ve ulusal
federasyonlar gibi düzenleyici kurumların ne kadar özerk olduğu ve öz
düzenleme haklarını kullanırken Topluluk hukukunun prensiplerine nereye
kadar bağlı oldukları açık değildir, Bu yasal belirsizlik sadece ekonomik
koşullarda değil, özellikle futbolun sosyal, kültürel ve eğitsel işlevinde de
sorunlara yol açmaktadır. Profesyonel futbol kulüpleri, takımlar arasında
dengeli bir sportif rekabet içinde olmak suretiyle ayakta kalabilecekleri için
diğer ekonomik sektörlerle aynı piyasa koşullarında faaliyet
gösterememektedir, Diğer nedenlerin yanında ulusal yayıncılık pazarlarının
büyüklüklerine bağlı olan yayın haklarının giderek artan önemi ve bazı
liglerde yayın haklarının bireysel olarak satılması ile Avrupa'da profesyonel
futbolun geleceği ekonomik zenginlik ve sportif gücün giderek yoğunlaşması
Sebahattin Devecioğlu
391
yüzünden tehdit altına girmiştir, Avrupa sathında farklılıklar gösteren ulusal
kurallar, ekonomik ve yasal olarak haksız bir yarışma ortamına yol açmakta
ve bu durum ulusal ve Avrupa liglerinde ve bundan dolayı ulusal takımlar
arasında da serbest ve adil rekabete ciddi olarak engel olmaktadır. Pek çok
istihdam kaynaklı ve sosyal sorun henüz çözüm beklese de, 1995'te çıkarılan
Bosman kuralının Avrupa kulüplerinin oyuncularla yaptıkları sözleşmelere
yaklaşımında olumlu etkileri olduğu gerçeğine rağmen yan etkileri göz ardı
edilemez . Çok sayıda suç faaliyeti (şike, yolsuzluk), harcama ve maaş
enflasyonu sarmalı ve bunu takip eden, pek çok kulübün karşılaştığı mali
krizin sonucudur; Komisyon resmi kararlarında, yayın haklarının ortak
satılmasının, AB rekabet hukuku ile uyumunu sağlamıştır Şeklindeki ilkeleri
dikkate alınmadan değerlendirilen yasalar Avrupa Futbol Modeline özgün
uyarlanmalıdır(Deloitte: 2007). Şeklinde öneriler geliştirmiştir.
Ayrıca Avrupa Birliği Suç faaliyetleri ile mücadele, Futbolun sosyal,
kültürel ve eğitsel rolü, İstihdam ve sosyal konular, Rekabet hukuku ve iç
Pazar,Yayın haklarının satılması ve rekabet hukuku, Doping vbg. gibi
konularda ciddi anlamda teklifleri bulunmaktadır. Avrupa Futbol Modeli;
..Amatör ve profesyonel futbol arasındaki ortak yaşam ilişkisi ile
Avrupa Futbol Modeli'ne olan bağlılığını vurgulamaktadır; Heyecanlı
yarışmalar, taraftarların kulüpleriyle yüksek düzeyde özdeşleşmeleri
ve yarışmalara yaygın kamuoyu erişimi ile profesyonel futbolun
geleceğinin olumlu olmasını sağlamak için belli olumsuz gelişmelere
karşı AB düzeyinde düzeltici önlem alınması gereğini kabul
etmektedir; Profesyonel futbolun Avrupa'daki geleceğinin mahkeme
kararları tarafından belirlenmesini önlemek ve daha fazla yasal
kesinlik yaratılması için...
isteğini dile getirmektedir; Salt spor kurallarının Anlaşmaların kapsamına
girmediği temel prensibini kabul etmekte; bununla beraber, Nice
Deklarasyon'unda belirlendiği şekliyle sporun özgüllüğünü göz önüne alarak,
profesyonel sporun ekonomik hususlarının Anlaşmaların kapsamına girdiğine
dikkat çekmektedir; Yasal açıklığın ve profesyonel futbolda eşit şartlarda
rekabetin sağlanması için Komisyon'un ilgilenmesi gereken hususları ve
kullanılacak enstrümanları belirleyen bir “Avrupa futbolu eylem planı”
oluşturmasını istemektedir. (Belet: 2007 ).
3813 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasına bentler eklenmiştir. 4 üncü maddesinin birinci fıkrasına (f) bendinden sonra gelmek üzere
aşağıdaki bentler eklenmiş, mevcut (g) ve (h) bentleri (ı) ve (i) bentleri olarak
teselsül ettirilmiş ve fıkranın sonuna cümleler eklenmiştir. 3813 sayılı Kanu-
392
Futbolun kurumsallaşması
nun 5 inci maddesi, 6 ncı maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi, 8 inci
maddesinin birinci fıkrası, 9 uncu maddesinin sonu, 10 uncu maddesinin
birinci fıkrasının (l) bendi değiştirilmiş , 12 nci maddesinden sonraya ekleme
yapılmıştır. 13 üncü maddesi , 14 üncü maddesi 15 inci maddesi değiştirilmiştir. 16 ncı maddesinden sonra gelmek üzere madde eklenmiştir. 17 nci maddesinin ikinci fıkrasına (j ) bendinden sonra gelmek üzere aşağıdaki (k) bendi
eklenmiş ve mevcut ( k) bendi (l) bendi olarak teselsül ettirilmiştir. Önemli
değişiklik 31 inci maddesi başlığı ile birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir
( R.G., 2007: 26720 ).
Denetim; Federasyonun hesapları ve malî durumu, uluslararası spor
sektöründe denetim tecrübesi bulunan bağımsız denetim kuruluşlarına
denetletilir. Denetim raporları kamuoyuna duyurulur. Rapor, Genel Kurul
tarihinden en az bir ay önce Genel Kurul üyelerine gönderilir ve ayrıca
Genel Kurula sunulur. Aynı şirket aralıksız olarak beş yıldan fazla
denetim görevi yapamaz,
şeklindeki değişiklikler, “Avrupa Futbol Modeli” ile uyum sağlamaktadır.
Ayrıca Türk Spor Yönetiminde çok tartışılan Federasyonların Özerkliği
konusu; 14.07.2004. Tarih ve 25522 Sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak
yürürlüğe giren;
GSGM Özerk Spor Federasyonları Çerçeve Statüsü”nde; “Federasyonlara
idari ve mali özerklik, talepte bulunmaları durumunda GSGM Merkez
Danışma Kurulu’nun uygun görüşü, GSGM’nin bağlı olduğu Devlet
Bakanı’nın teklifi ve Başbakan’ın onayı ile verilmektedir. Özerklik
statüsü verilen federasyonlar; “organları genel kurul tarafından seçimle
göreve gelen, her türlü kararlarını kendi organları nezdinde alan, bütçesi
genel kurul tarafından onaylanan ve ibra edilen federasyonlar”dır. Özerk
federasyonlar, uluslararası federasyonların öngördüğü kurulları
oluşturmak zorundadır. Özerk federasyonların; genel kurulların
toplanması ve çalışmalarına ilişkin usul ve esaslar ile kimlerin oy
kullanabileceği ve GSGM Tahkim Kurulu ile ilişkileri “GSGM Özerk
Spor Federasyonları Çerçeve Statüsü ile belirlenmiştir. Özerk
federasyonlarca hazırlanacak ana statü, söz konusu Çerçeve Statü’ye
aykırı olamaz (R.G. 2004:25522)
şeklinde ifadelere yer verilmiştir.
3813 sayılı Kanunun 7 nci maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi ile 17
nci maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendi yürürlükten kaldırılmıştır (R.G.,
2007: 26720 ). Türkiye Futbol Federasyonunun yapısı ile denetimini,
uluslararası federasyonların kurallarına uygun olarak yeniden düzenleyen
5719 sayılı kanunda yapılan değişiklikler ile kısmen de olsa giderilmeye
çalışılmıştır.
Sebahattin Devecioğlu
393
SONUÇ
Dünyada ve Türkiye’de futbolun toplumla iç içe olan yapısı özelliği ile
siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerle uyum içerisinde hareket
ettiği çok yakından incelendiği zaman görülmektedir, futbol yönetimi ve
kurumları her alandaki gelişmeleri izlemek ve onlara uyum sağlamak kendini
bu gelişmeler karşısında yenilemek ve geliştirmek mecburiyetindedir.
T.F.F.’nin kurumlaşma süreci, Türk futbolu yönetiminde bir çok problemi
beraberinde getirmiştir. Bu problemleri kronolojik olarak incelediğimizde her
dönem kendi içerisinde, siyasi, idari, hukuki ve ekonomik anlamda bir sonraki
dönemin veya çıkarılacak olan yasaların zeminini oluşturacak özellikler
taşımaktadır. İdari ve hukuki anlamında yasal düzenlemeler çerçevesinde, bir
çok düzenlemeye gidilmesine rağmen, Türk futbolu yönetiminde, çözüm
bekleyen bir çok problemler bulunmaktadır.
Türk futbolunun kurumlaşma sürecinde, yasal düzenlemeler çerçevesinde,
T.F.F.’nin Seçim Sistemi, Tahkim Kurulu, Merkez Hakem Kurulu, Amatör ve
Profesyonel futbol organizasyonları ve uygulamaları, Yayın Hakları, Bütçe
uygulamaları, Reklam, Sponsorluk, Görev, Yetki, Sorumluluk, gibi
uygulamalarında henüz arzu edilen aşamaya ulaşılamamıştır.
G.S.G.M. tarafından hazırlanan “Spor Yüksek Kurumu” isimli yeni yasa
tasarısı Türk sporunda köklü değişiklikleri içermektedir. Türk spor
politikalarına, G.S.G.M’nin yerine Başbakanlığa bağlı olarak kurulacak olan
“Spor Yüksek Kurumu”nun bir çok uygulaması, spor kurumları ve
organizasyonlarını etkilediği gibi T.F.F’nin kurumsal yapısını, organlarını,
sportif organizasyon ve uygulamalarını da etkileyerek, yeni tartışmaları da
beraberinde getirecektir.
Türkiye Futbol Federasyonunun yeniden yapılanması sürecinde
Türkiye’deki “Sponsorluk, Şiddet , Türkiye Spor Yüksek Kurulu, Spor
Kulüpleri Yasa Tasarısı” gibi yasal düzenlemeler göz ardı edilerek ve aceleye
getirilerek çıkarılan “Yeni Futbol Yasası” Modern Futbol Yönetimi anlayışı
ile çelişeceği ve önümüzdeki günlerde de, yüzyıldır süren futbola dair
tartışmalar, Türkiye gündeminde hiçbir zaman düşmeyecektir.
Oysaki; Futbola dair yasaların, Bilimsel Metodlar ışığında, futbol
yönetimi uzmanları ve kuruluşları ile birlikte, günümüz şartlarına uygun geniş
katılımlı ve paylaşımcı platformlarda ele alınarak “Modern Futbol
Yönetimine” uygun planlanıp değerlendirilmesi….Özlenen Türk Futbolunu
uluslararası arenada, rekabet şansını artırarak, verimlilik esasına dayalı,
394
Futbolun kurumsallaşması
istihdam ve katma değer yaratarak, kitlelere ulaştırılması, Türk Futbolunun
Markalaşma şansını artıracaktır.
Türk Spor yönetiminde demokratikleşme çabalarında bir adım önde olan
futbolun, kurumsal yapısındaki iyileştirme çabalarının, Türk futbolu
yönetimindeki idari ve mali problemlerin çözülerek, uygulamaların çağdaş
yönetim anlayışı çerçevesinde gerçekleştirilmesi; Türk futbolunun sportif ve
organizasyon yapısının gelişmesine önemli ölçüde katkıda bulunacaktır.
KAYNAKÇA
Akdenk, M. (1980 ), Türkiye’de spor elemanlarının yetiştirilmesi politikası. Türk spor
şurası tebliği. Ankara.
Atabeyoğlu, C. (1991). Türk spor tarihi ansiklopedisi. İstanbul: An Grafik.
Aydın, N. (1989). Futbol 1. Ankara: Başkent.
Bayansalduz.M. (2003).Türk spor yönetiminde finansal kaynak sağlama
çabalarının değerlendirilmesi. Milli Eğitim Dergisi. 160 (3): 51-59.
Belet.I. Avrupa'da profesyonel futbolun geleceği hakkında taslak rapor (çev: K.
Merih). http://www.fesam.org, adresinden 2 Nisan 2007’de indirildi.
Çakmak, N.M. (1999). Türkiye Futbol Federasyonu’nun hukuki statüsü.Y.Lisans
Tezi. Ankara Üniversitesi, Sos.Bil.Enst. Kamu Hukuku A.B.D.
Doğan, İ. (1999). Türk futbolunda potansiyel istanbul ruhu ve şiddet, düşünen siyaset.
Aylık Düşünce Dergisi, 1 (2): 73-85.
Ekenci.G. (1997).Gelişim aşamaları bakımından Türk Spor Teşkilatı değerlendirmesi.
Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Bilimleri Dergisi, (2): 72-80.
Avrupa da sporun finansmanı. (2001, 23 Haziran). Fanatik.
Fişek, K. (1985). 100 Soruda Türkiye spor tarihi, İstanbul : Gerçek.
Genç,D.A. (1999). Futbol kulüplerinin stratejik yönetimi, Beşiktaş örneği. Ankara:
Bağırgan.
Gençlik Spor (2001). Geçmişten günümüze Spor Toto, 1 (2): 25.
Gözübüyük,A.Ş.,Tan,T.(1998). İdare hukuku, genel esaslar,(1). Ankara: Turhan.
Güney,T.(1991). Profesyonel futbolda yönetim uygulamaları. İstanbul:Futbol
Federasyonu.
Keten, M. (1993), Türkiye’de spor , 2. ( s. 67). İstanbul: Polat.
Orta, L.(2000). F.İ.F.A. Dünya Kupası finallerinin analitik olarak incelenmesi. 1.Gazi
beden eğitimi ve spor bilimleri kongresi, (2): 227-239.
Morpa (1997). Spor ansiklopedisi, 3. İstanbul: Kültür.
Özmaden, H. (1999). Cumhurriyet dönemi ilk spor teşkilatı Türkiye İdman
Cemiyetleri İttifakı (1922-1936)’nın yapılanma sürecinde beden eğitimi ve
sporun fonksiyonları, fonksiyonlardaki değişmeler ve toplumsal hayata etkileri.
Yayınlanmamış Doktora Tezi, M.Ü.Sağ.Bil.Enst, İstanbul. Beden Eğitimi Ve
Spor A.B.D.
Sebahattin Devecioğlu
395
San, H.(1981). Belgeleri ile Türk spor tarihinde Atatürk. Ankara: TSV.
Somali,V. (1989). Teknik ve taktik yönleriyle futbol tarihi. İstanbul: İnkılap.
Sümer, R. (1990). Sporda demokrasi. 2. (s. 20-27). Ankara: Şafak.
Sümer,R. (1989). Sporda demokrasi. (2.bas.). (s. 13- 25-269). Ankara: Şafak.
Tayga,Y. (1990).Türk spor tarihine genel bakış,87.(s.124,162-164)Ankara : G.S.G.M.
Tercüman (1981) Spor ansiklopedisi:Futbol. İstanbul:Tercüman.
Türk futbol tarihi (1904-1991),1 (1992). Türkiye Futbol Federasyonu.
Türk Futbol Tarihi (1991-1996), 2 (1992). Türkiye Futbol Federasyonu.
Üçışık,H.F. (1999). Sporda sorunlar ve çözüm önerileri. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Yıldıran,İ. (1997). Tepük futbol mudur?: XI. Yüzyıl Türk spor faaliyetlerinden
“tepük” oyununun mahiyeti üzerine bir araştırma. Beden Eğitimi ve Spor Bil.
Dergisi 2 (1): 54-62.
-Deloitte Touche .AB sürecinde Türk futbolu. http://www.deloitte.com adresinden
erişim tarihi 29 Mart 2007’de indirildi.
-3530 Sayılı Beden terbiyesi kanunu 16.07.1938 Tarih 3961sayılı Resmi Gazete
-3289 Sayılı, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün teşkilat ve görevleri hakkında
kanun. 28.5.1986 Tarih 19120 Sayılı Resmi Gazete.
-7 Zilhicce Tarihli Kanûn-I Esâsî’nin bazı mevadd-I muaddelesine dair kanun,
(Cemiyetler Kanunu) 5 Şaban 1327.
8 Ağustos 1325 (1909).
-Profesyonel futbol yönetmeliği, 29.8.1962 Tarih, 1193 Sayılı R.G.
-Profesyonel futbol hizmetleri yönetmeliği, 11.Mayıs.1966 Tarih, 12296 Sayılı R.G.
-Spor yüksek kurumu kanun tasarısı. (19.03.2004).
-G.S.G.M. Özerk spor federasyonları çerçeve statüsü, 14.07.2004. Tarih Ve 25522
Sayılı R.G.
-Türkiye Futbol Federasyonu çalışma usul ve esaslarına ilişkin ana statü. 16.06.1989
Tarih, 20197 Sayılı R.G.
-3461 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu teşkilat ve görevleri hakkındaki kanun”
7.6.1988 Tarih,19835 Sayılı R.G.
-3524 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkındaki kanunun
bazı hükümlerinin değiştirilmesine dair kanun. 18.3.1989 Tarih, 20112 Sayılı
R.G.
-3813 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkındaki kanun.
3.7.1992 Tarih, 21273 Sayılı R.G.
-4563 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkında kanunda
değişiklik yapılmasına dair kanun. 20.4.2000 Tarih 24026 Sayılı R.G.
-5175 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkında kanunda
değişiklik yapılmasına dair kanun. L10.06.2004 Tarih Ve 25488 Sayılı R.G.
-5719 Sayılı, Türkiye Futbol Federasyonu kuruluş ve görevleri hakkında kanunda
değişiklik yapılmasına dair kanun. 4 Aralık 2007 Tarihli Ve 26720 R.G.
396
Futbolun kurumsallaşması
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 397-402
Forum
Futbolda (sporda) küreselleşme
söylemiyle birlikte yeni bir
örgütlenme arayışının
düşündürdükleri
Metin Kurt
Veysel Atayman
Yıllarca “spor” söyleminin ideolojikleştirilmiş, siyasallaştırılmış haline
vurgu yapıp durduk. “Sporu” Althuser’in popüler tanımıyla “devletin
ideolojik aygıtları” arasında işlevselleştiren iktidarların bu çabasını deşifre
edebilmek için, hem teorik hem de pratik birçok yazı yazıldı; doğrudan sözlü
tartışmalar yapıldı. “Sporu” ideolojik aygıt olarak kullanan aklın yöntemi
özetle şuydu: Sporun bir oyun olduğuna hem toplumu hem de sporcuyu
inandırmak; sterilleştirmek, ve manipülasyonlarda kullanmak.
Çünkü “oyun” sadece oyun olarak anlaşıldığında, kendi amacından başka
amacı olmayan tarihsel çizgide, çok çeşitli biçimlere bürünmüş bir “insan
faaliyetiydi”. (Elbette oyun sadece bu değildi, ama “sporu” “oyuna” tahvil
etmek isteyen yaklaşım, “oyunu” böyle kurguluyordu kendi söyleminde.)
Kurallarının hiçbir anlam taşımadığı, uyulması gereken, hatta gerçek hayattaki
şiddet mücadelesinin yerini alabilen bir insan buluşu, tarihsel bir kültürel
faaliyet, elbette temel insan davranışları gibi, doğal ve amacı kendinde
olmalıydı.
Dolayısıyla “oyun” fairplay’di; boş zaman değerlendirmesiydi. Dostluğu
bozmayan rekabet gösterisiydi vb.
Oysa daha Nazi dönemi olimpiyatlarından başlayarak, başta doğrudan
yarışma sporları, bireysel müsabakalar olmak üzere, “sporun” nasıl
ideolojikleştirilmek ve siyasallaştırılmak istendiğine çarpıcı örnekler
verilmişti.
398
Futbolun kurumsallaşması
Futbolun burada yaygınlaştırılması
60’lı yıllarda ülkemiz sporu güreş ağırlıklı “iftihar” gösterilerinden
futbola doğru kaymaya başladı. Futbol ligleri Anadolu’ya yayılmaya yöneldi.
Futbol, iyi kötü bilinçli bir siyasallaştırılmanın, ideolojikleştirilmenin sürecine
girdi.
90’lı yıllarda hâlâ “futbol” burada ilk belirleyici sırayı tutan (sözde)
“spordu”.
Siyaset 1980 darbesiyle tatil edilmiş; özellikle aydın kesimi,
göstergebilimin o yıllardaki yaygınlığına bağlı olarak seyircinin, oyunun,
bütün bir tribün davranışının “yapısal” analizlerine yönelmişti. Tribündeki
seyirci, epey öne çıkmış, göstergeler, semboller, tribünlerde nasıl bir siyasal
dil oluşturuyor, bunlar analiz edilmiş durmuştu (Bkz.Birikim tartışmaları,
Ümit Kıvanç, Tanıl Bora vb.)
Ama 90’lardan itibaren “futbol” Batı’da, küreselleşme adı verilen
sermaye hareketleriyle birlikte (aradaki bağ çok dolaylı da olsa) artık öteki
“spor” gösterileri arasında belirleyici olma rolünün gelecekte
gerileyebileceğinin işaretlerini vermeye başladı.
Tarihsel dönüşüm şuydu: Devletlerin ideolojik, siyasal aygıtlarından biri
olan “spor”, (başta da futbol) finans kapitalin, piyasa sektörünün en sevilen
medyatik-reklam araçları arasına hızla ve daha çok girmeye başladı. Ülkelerin
eğilim ve tercihine göre, futbol, basketbol vb. artık çok daha belirgin biçimde
pazar mantığının “araçları” olmaya doğru evrilmeye başladılar. Ne “oyun”
vurgusu ne de “spor” vurgusu gerekli manipülasyonların gerçekleştirilmesine
yetememeye başladı (özellikle son birkaç yılda).
Bu dönüşüm, önceki siyasallık-ideolojiklik işlevini de zaten dolaylı
içeriyordu; ama “piyasa”, sporu dönüşümsüz bir evrime yönlendirmişti.
Sermayenin küresel dolaşımı, yatırım alanlarının dünya çevresine
dağılması yönündeki kolaylaştırmalar, spora, en başta futbola da
gösterilmeliydi. Ligler (futbol, basketbol) ulusal kimliğini zorlayıcı bir sürece
doğru evriliyorlar. Resmen belli bir ulusal alana ait takımlar (ülke takımları),
karışımca “küresel” olmaya yöneldiler. Bu dönüşüm süreçleriyle birlikte:
• Ülkelerin özel-kültürel yapılarına bağlı olarak futbol dışındaki
müsabakalar da hem doğrudan hem medya üzerinden seyircilerin
ilgi alanına sokulmaya çalışıldı.
Sebahattin Devecioğlu
399
• Futbol, oyun kuralları ile oynanarak, oyuncu sağlığını hiçe sayan
mücadelelerin zemini haline getirildi (Ayağa yerden müdahale vb
gibi).
• Futbol ile gündelik hayatın ekonomisi, özellikle orta-alt sınıflar
üzerinden sıkılaştırılmaya çalışıldı: İDDAA, spor toto, vb. Üst gelir
grupları ile de BORSA üzerinden kurulan bağlar,
• Futbolda “başarının” ölçüsünü küresel düzlemde arama
zorunluluğunu getirmeye başladı.
• Borsa, kazanç baskısı, ülke takımlarının ve tek tek oyuncuların
değer belirleme kriterlerini spekülatif boyutlara taşıdı. Borsa
simsarları ile sporcu simsarları bir kazanç sisteminin tamamlayıcı
iki parçasına dönüşmeye başladılar. Sporcu da borsa
spekülasyonunun parçası olarak yeni bir nitelik daha kazanmaya
başladı. (O hâlâ sadece top oynadığını vehmetse de).
• Küreselleşmeye bir başka eklemleme olarak, futbol üzerinden
oynanabilen bu oyunlar, ülke sınırı engelini yok etmeye yöneldi.
• Futbolun ekonomiyle kurduğu bu ilişki, onun özünde içerdiği iddia
edilen bütün “özellikleri” (fairplay olma, insan sağlığına yararlı
olma, kardeşlik-dostluk bağlarını güçlendirme vb.) tartışılır hale
getirebilecek bir sürece yol açtı.
Sporcular (başta futbolcular) piyasa ekonomisinin en etkili medyatik
aktörleri olarak modern tüketim toplumu insanının imgesine dönüştüler (traş
losyonundan, jiletten, cep telefonuna, kredi kartı reklamına kadar)
pazarlamanın bütün taleplerinde rol alabileceklerini göstermeye başladılar.
Sermaye gibi dolaşım sınırları ortadan kaldırılmış futbolcuların “küresel”
hareketi, “ulusal” futbol, ülkeye özgü futbol kimliği vb. tanımları da
zorlamaya başladı. Paranın küresel sınır tanımaması gibi, oyuncuların da
küresel sınırlar üzerinden harekete sokulması sonucu, işleyen diyalektik,
ulusal takım vurgusunu ve arayışını da inandırıcılıktan çıkardı.
Bir başka deyişle, devletin ideolojik aygıtları arasında yer alan futbol
kurumlaşması, burada da, paranın küresel dönüşümüne bağlı olarak “millilik”
özelliğini ancak eski çağrışımlara dayanarak koruyabildi (son Avrupa
kupasında olduğu gibi). Paranın küresel hareketi, sadece ucuz emek gücünü
bulduğu ve olduğu yerde artı-değer üretme yönünde kullanmayı mümkün
kılmıyor;
400
Futbolun kurumsallaşması
Sermaye dolaşımının süreçleri, futbola (öteki sporlara da ülke özelinin
ilgisine bağlı olarak) yüklenen ideolojik-siyasal manipülasyon görevi, aksama
sürecine girdi.
Yoksul Üçüncü Dünya ülkelerinde “futbolcu” pazarları kuruluyor;
simsarlar 10 binde, 20 binde bir şansın peşinde belli merkezlerde topladıkları
insanların sunduğu görünümlerde, futbolun çoktan küresel ve herkesin
gönüllü katıldığı bir “oyun” olduğu izlenimini yaratıyorlar. Dahası,
yükselmenin, refah toplumlarında bir yer edinmenin aracını sundukları
izlenimini vererek, eski köle ticaretine yeni versiyonlar ekliyorlar.
Ayrıntılar çoğaltılabilir. Otomobil yarışları parkurlarının öteki ülkelere
yayılması; dünya pazarının önemli bir ürünü olan arabaların zihinlerde sürekli
canlı tutulması, öte yandan teknolojik çağ denen çağımızın bu doğa ve çevre
düşmanı ürünlerinin tüketiminin (sigara ürünleriyle birlikte) özendirilmesi de
(Schumacher vb örneği) idol sporcu kimliği üzerinden gerçekleştirilmektedir.
NBA gibi bir basketbol ligi, küresel ölçekte oyuncu kullanımına (biçimde) yer
vererek, yeni süreçleri kendi düzleminde de işletir görünümü vermektedir:
ABD basketbolu dünyanın bütün oyuncularına açıktır.
Evet, bugün küreselleşen “futbol”, insan acılarından bir piramit kuran
küresel sermaye gibi, futbolcu adaylarından oluşan bir piramit kurmuş,
tepedekileri her türlü çıkarın aracı haline getirmiş, altları da hazır ordular
olarak bekletmekte, tepeye özendirmektedir.
Daha önce
68’lerde, herhangi bir örgütlenmeye çağrı, düzen değişikliği zorunluluğu
içinde tanımlanmış, teorik-siyasal tartışmalar da bu odakta düğümlenmiş,
buna bağlı olarak bir “amatörlük” hali, profesyonelliğin karşısına çıkartılmak
istenmişti (Sosyalist ülkeler modeli olarak).
68’in geleneğinden etkilenen ülkede Türk Solu’nun bu alana da ilgi
duymasıyla, “sporcunun” en geniş anlamda aydınlatılması girişimlerinin
başını TKP, TİP e TSİP gibi oluşumlar çekmeye başladılar.
Vurgu daha çok, futbolun hakim sınıf iktidarlarınca “ideolojik/siyasal
kullanılışıyla ilişkiliydi. Profesyonellik ile amatörlüğün de birbirinden kalın
çizgilerle ayrılması, bu bağlamda anlaşılır bir model oluşturuyordu.
Futbolcu ise, kişisel haklarının bilincine varsın isteniyordu. Artık modern
köle olmamalıydılar, ideolojik aygıtın çarklarından kurtulmalı, sporu gerçek
kökenine, insan sağlığına, mutluluğuna hizmet eden işlevine geri çekmeye
katkıda bulunmalıydılar. Atelitizm Fedarasyonu Başkanı Kurtan Fişek, varını
Sebahattin Devecioğlu
401
yoğunu, bu alandaki ilişkilere, karanlıkların aydınlatılması amacına yöneltti.
Kitaplar yazdı. Beden terbiyesi Genel Müdürü Fikret Ünlü aynı zamanda
Amatör Sporcular Derneği (ASD) genel başkanlığını üslendi. Kısacası: 68’in
sonrasındaki nispi özgürlükler ortamında, resmi yapının içinden önemli
destekler gelebilmekteydi örgütlenmeye.
ASD’nin İstanbul ayağında, Alican Ay, Vural Adamey gibi boksörler,
Ankara ayağında milli atletler aktif rol almış, İstanbul İnönü Stadı’nda,
“sembolik anlamda” sağlıklı gençlik gösterisi, bir tür mitingler düzenlenmiş,
Cüneyet Arkın, Aytekin Kotil, Halil Ergün gibi isimler bu buluşmada yer
almışlardı.
Milli Cephe hükümetleriyle birlikte sağ saldırılar artınca, resmi
kurumlardaki destek unsurlar görevlerinden uzaklaştırılıp etkisizleştirildiler.
Spor akademilerinde örgütlenmelere destek veren ulusal sporcular bu
kurumlardan atıldılar.
Dağıtma adımları, 12 Eylül Cuntası ve sonrasındaki “piyasalaşma”
hareketiyle geçen yüzyılın sonuna kadar burada sadece “sporun” değil, öteki
kültürel alanların yapılarını da hedef alıp, büyük dönüşümlere yol açtı:
Spor, futbol, her türlü siyasal tartışmanın dışında (sözde) yeniden inşa
edildi. Bu inşada “medayitkleşen” spor, başta futbol ve basketbol olmak
üzere, “eğlence kültürü ürünü” olarak steril bir faaliyet, eğlendirici “oyun”
olarak öne çıkartılıp duruldu.
Tekvando, basketbol, voleybol, oto yarışları, el topu gibi kimi dallar
“futbolun” yanında medyatik tüketime malzeme olarak gecikmiş bir “keşif”
yaşadılar. Ancak başta sözünü ettiğimiz “finansın küreselleşmesi” yasaları
uyarınca dayatan gelişme, en çok futbolu ve basketbolu belirleyici hale geldi.
Örgütlenmenin gereği ve hedefi
Bizimki gibi ülkelerde en başta futbol alanındaki bir örgütlenme, artık
eskiye göre, çok daha farklı amaçlara dönük olmalıdır:
Geçmişin siyasal örgütlerinin sahip çıktığı hareketlerde olduğu gibi,
doğrudan yerleşik düzenin temsiline yönelik hak arayışları sürüp gidecektir.
Ama asıl yapılması gereken, küresel denen bu yeni kapitalist piyasa
koşullarının biçimlendirdiği dünyada “futbolu” tanımlayabilmektir.
Örgütlenme,
kültürel-teorik
birikimin
derinleştirilmesi,
küresel
piyasalaşmanın, futbolun geleneksel manipülasyonlarını zorlaması (milli
takım, ülke futbolu vb) borsa eğrileri ile sahadaki başarılar arasındaki bağın
402
Futbolun kurumsallaşması
tek tek kişiler (oyuncular, öteki aktörler) bakımından ne anlamlara
gelebileceğinin tartışılması vb vb.
Sporcunun “insan” olduğunu hatırlaması, kimliğine geri dönebilmesi için,
yeni tip bir örgütlenmeye ihtiyacı var. Çünkü bütün sporlar, ülkeden ülkeye
değişse de, burada başta futbol, finans kapitalin kölesi olacak yıldızlar
yetiştirmek üzere, neredeyse paralı askerler arayışındaki gibi, dünya çapında
insan avını sürdürüyor. Siyahlar, Latin Amerikalılar, binlerce aday, on binde
birlik bir ihtimalle küreselleşen bu yeni “sporun” emek-gücü kurbanı artık.
Evet, bir zamanların siyasal-ideolojik aygıtı, artık küresel sermayenin artı
değer aracı…
Batı eksenli dünya futbolundaki şaşırtıcı, ama anlaşılır çöküş, ulusal
takımların irtifa yitirmesi vb. küreselleşmenin bu anlamadaki kaçınılmaz
yıkım etkisinden başka bir şey değil.
Futbol, futbolcu, spor, sporcu varolacaksa, kapitalizmin küresel evresinde
işlettiği ekonomik- (siyasal-ideolojik) manipülasyonların alanı dışında,
yepyeni bir varoluşun şartlarını aramak ve kurmak zorundadır.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 403-410
Forum
Futbolda “ultra” taraftar hareketi
Hüseyin Özkök
İtalya’da Sicilya Adası’nda 2 Şubat 2007 günü oynanan Sicilya derbisi
Catania-Palermo maçında ve sonrasında çıkan olayların ciddiyeti ve bir
polisin kasten öldürülmesi tüm dünyanın dikkatini yeniden İtalya’ya ve
futbolda şiddete çevirmesine neden oldu. Bu olayı yaratanlar Catania
kulübünün Ultralar adlı taraftar grubuydu. Futbol dünyasında adı bilinen
ancak bu derece ön plana çıkmayan grubu Ultralar böylece bir anda bütün
dünyada tanındılar. İşte bu satırlarda artık bir kavram haline gelen Ultra
taraftar organizasyonun ortaya çıkış ve gelişim hikayesini okuyacaksınız…
ORTAYA ÇIKIŞ
Ultra hareketi ilk olarak İtalya’da 50’li yılların sonları ile 60’lı yılların
başlarında futbol delisi genç grupların kendi takımlarını organize bir şekilde
desteklemek amacı ile bir araya gelmesi ile kuruldu. Ultra adını bu gruplara
Torino taraftarlarının bir maç sonrası maçın hakemini hava alanına kadar
takip etmesi sonucunda bir İtalyan gazetesi verdi. Ultralar başta çaldıkları
korna ve davullarla diğer taraftar gruplarından ayrılıyorlardı. İlk deplasman
organizasyonları da bu sıralarda gerçekleşmeye başladı. Bu hareket
Avrupa’da da kendine hızlı bir şekilde taraftar buldu ve çeşitli ülkelerdeki
grupları etkisi altına aldı. Futbolun ana vatanı İngiltere ise Ultralar’a sıcak
bakmayan az sayıdaki ülkelerden biri oldu ve holigan grupların beşiği haline
geldi.
404
Ultra taraftar
AMAÇ VE AKTİVİTELER
Ultralar tamamen fanatik ve ana amaçları takımlarını “her zaman her
yerde mümkün olan en iyi şekilde” desteklemek olan taraftarlardan
oluşmakta. Ultralar’da stadyumlarda toplu akustik desteğin dışında marşları
başlatan bir kişi (amigo) hep bulunur. Bu şarkılara ise davullarla eşlik edilir.
Ultralar ayrıca gözle görülen şovlara da çok önem verirler. Konfeti yağmuru,
bengal ateşi denen meşaleler ve çok sayıda dev bayrak da tribünlerde hep
görülür. Bunun yanında Ultralar masraf ve koreografi gerektiren renkli güzel
tribün şovları da organize ederler. Bu şovlar için maç başlamadan önce
Ultralar tarafından tüm hazırlıklar yapılır ve hatta bu gruba dahil olmayan
seyirciler de bu şovlara katılırlar.
Önemli bir nokta da Ultralar’ın bu şovlar için harcadıkları paralar için
sponsor veya kulüpten asla yardım kabul etmemeleridir. Bu masrafları kendi
üyelik aidatları ve kendi ürettikleri taraftar ürünlerinden sağlanan gelirlerden
karşılamaktadırlar.
Ultralar’ın bir özelliği de kulüplerine karşı diğer bir gruba bağlı olmayan
taraftarların aksine çok daha fazla eleştirel bir bakış getirmeleridir. Özellikle
kulübün ekonomisini ilgilendiren kararlar alındığında ya da kulübün taraftar
kültürü ile ilgili yaklaşımlarında Ultralar bu kararları alan kişilere karşı
eleştirel bir bakış sahibidirler.
En önemli konulardan biri ise polisin ve saha içinde güvenliği sağlamakla
görevli kişilerin bu taraftar gruplarına yaklaşımını protesto eden bir tavrın hep
olmasıdır. Polisleri özellikle hedef alan sloganlar en çok görülenlerdir.
Almanya’da ise bu gruplar güvenlik güçlerini “biz taraftarız suçlu değil”
şeklinde protesto ederler. Her Ultra grubunun bir bayrağı bulunur ve bu
bayrak onların âdeta sancakları gibidir.
ULTRALAR İLE HOLİGANLAR ARASINDAKİ FARK
Ultralar’ı holiganlardan ayıran en büyük özellik bu oluşumlarda şiddetin
değil sporun daima ön planda olmasıdır. Ancak kavga ve mücadele de Ultra
kültürünün ayrılmaz bir paçasıdır. Takımları adına kavgadan kaçmazlar. Fakat
Almanya’daki gruplar yine de polisin bu konuda taviz vermemesi nedeni ile
kavgadan da uzak durmayı tercih etmektedirler. Bu gruplarda son yıllarda
rakip taraftarların taşıdıkları ait oldukları kulübün ürünlerini kapıp kaçma
daha yaygın hale gelmiştir.
Hüseyin Özkök
405
ÜLKELERDE ULTRA HAREKETLERİ
Almanya: Ultra hareketi Almanya’ya ilk olarak 80’li yılların sonlarında
ulaştı. İlk grup 1986 yılında Fortuna Eagles adı altında Fortuna Köln takımı
taraftarlarınca kuruldu. Onu 1989 yılında Leverkusen taraftarlarının kurduğu
Soccer Boyz grubu izledi (1994’ten bu yana Mad Boyz). Binding Szene
(Eintracht Frankfurt), Blaue Bomber (Stuttgarter Kickers), Promillos Ultras
(Freiburg) 1995 yılında kurulan Ultra gruplarıydı. Bir yıl öncesinde ise
Nürnberg taraftarları Ultras adlı grubu kurmuşlardı.
Şu anda Almanya’da en küçük kasaba takımlarına kadar bütün kulüplerin
taraftarları arasında kendisini Ultralar olarak adlandıran gruplar mevcut.
Almanya’da bugün taraftarlar arasında kendilerini ön plana çıkaracak ve
Ultralar’ı sorgulayacak başka gruplar olmadığı için Ultralar organize taraftar
denilince ilk akla gelen gruplardır. İşte tam bu noktada Ultralar ile organize
olmamış taraftar grupları arasında, Ultralar’ın özellikle kale arkası tribünlere
egemen olma ve taraftarı yönetme çabaları nedeni ile sürekli sorunlar
yaşanmaktadır.
Almanya’daki Ultra grupların büyük çoğunluğu politikayı futbola
karıştırmazlar. İstisna olarak Almanya’da üç sol Ultra grubu, Sankt Pauli (St.
Pauli), Filmstadt Inferno 99 (Babelsberg 03), Diablos (Sachsen Leipzig) ve iki
sağ görüşlü Inferno Cottbus (Energie Cottbus), Ultras (Lok Leipzig)
gösterilebilir. Bunlar içinde özellikle Lok Leipzig takımının aşırı sağcı
taraftarlar çıkardıkları olaylarla ön plandadır. Bir süre önce de Lok LeipzigUnion Berlin amatör bölgesel lig maçında büyük olaylar yaşandı. Ancak
Alman polisi bu taraftarlara sıfır tolerans göstermekte ve özellikle de maç
günleri tüm şehirlerin ana tren istasyonlarında geniş güvenlik önlemleri
almakta.
Almanya’da Ultralar’ın ana amacı stadyumlarda atmosferi en güzel hale
getirmek ve kendi gruplarının gelişimini sağlamaktır. Alman Ultraları
kendilerini hiç bir kritik yapmadan stadyumlarda oturup maç seyreden ve para
harcayan taraftar gruplarının karşıtı olarak görürler.
Almanya’da stadyumlarda meşale yakılması kesinlikle yasak olduğundan
Alman Ultraları çok nadiren stadyumlarda meşale yakmaktadırlar. Meşaleler
daha çok amatör liglerdeki maçlarda görülmektedir.
İtalya: İtalyan Ultraları ünlerini tüm dünyaya 2 Şubat 2007 günü
duyurdular. Catania kulübünün Ultraları büyük olaylara neden olurken bir
polisi öldürdüler. Ultralar’ın üye sayısını rekor seviyeye ulaştırdıkları yıllar
406
Ultra taraftar
İtalya’da 80’li yıllar olmuştur. Ancak şu an hala 10.000’in üzerinde üyesi olan
gruplar mevcuttur. İtalya’daki önemli gruplar ise şunlardır. Irriducibili Lazio,
Brigate Ressonete Milan, Brescia MU 1911, Curva Nord Bergamo, Ultras
Granata.
İtalya’daki ünlü Ultra gruplarının Lega-Calcio (Futbol Ligi) ve polisle
sürekli bir uyuşmazlık içinde olmaları İtalyan ultra hareketine yönveren en
önemli etkenlerden biri olmuştur. Bu gruplardan bazıları, Brigade Gialloblu
71 Verona, Fdl Milan, Bna Atalanta, Commando Ultras Napoli ve Verona
Front’tur. Bazı taraftar gruplarının üye sayısının çok yüksek olması bu
taraftarların kulüp politikasına karışmaları durumunu ortaya çıkarmıştır.
Bunlar içinde en çarpıcı örnek şu an var olmayan Fossa dei Leoni grubudur.
Bu grup zamanında oturdukları tribünde kimin ne satacağına kendi grup
üyeleri karar vermekteydi. Ayrıca bir çok taraftar grubu kulüpleri şiddetle
tehdit edip istediklerini yaptırmakta ve kulüp yöneticileri buna göz yummakta.
Son olaylara kadar İtalya’da verilen cezalar stadyum yasağı ile sınırlı
kalmaktaydı. Ancak son cereyan eden olaydan sonra artık çok daha radikal
önlemlerin alınacağı açık.
İtalya’da bu tür grupların yarıya yakını politik tavır içindedirler.
Bunlardan %10 kadarı da aşırı sağcı gruplardan oluşmaktadır. Bu gruplar
özellikle bazı kulüplerin politik olarak doğrultusunu da belirlemektedir.
Örneğin Lazio kulübünün aşırı sağcı taraftarları (Irrıdubicili Lazio) buna en
büyük örnek olarak gösterilebilir. Aşırı sağcıların asıl düşman olarak
gördükleri hedefleri rakip taraftarların aksine tamamen polislerdir. Sol
gruplardan ise en ünlüsü Livorno kulübünün taraftar grubudur. (Brigade
Autonome Livornesi)
Fransa: İtalya’ya olan yakınlık seksenli yıllarda Fransa’da özellikle de
ülkenin güneyinde Ultra hareketinin başlamasında etkili oldu. İlk Ultra
grupları Marsilya’da Commando Ultra 84 ve South Winner 87 adları ile
kuruldu. Bu iki grup da hala faaliyetlerini sürdürüyor ve Fransa’nın en yaratıcı
ve saygı gören grupları olarak anılıyorlar. Özellikle bu iki grup ırkçılığa ve
faşizme olan karşıtlıkları ile ön plana çıkıyorlar.
Paris’te ise ilk Ultra grubu 1985 yılında Boulogne Boys adı ile kuruldu.
Zaman geçtikçe Utra grupları Fransa’nın her yerine yayıldı ve büyük gruplar
kulüpler üzerinde etkili olmaya başladılar. Özellikle de Marsilya’da Ultralar
kendi tribünlerinin bilet satışını kulüpten aldılar ve Marsilya kulübü üzerinde
büyük bir etkiye sahipler. Ülkedeki en etkili gruplar ise Paris ve Marsilya’da
bulunuyor. Paris’te Boulogne Boys’un yanı sıra Supras Auteuil, Lutece Falco
Hüseyin Özkök
407
ve Tigris Mystic gibi gruplar bulunuyor. Stadyumlarda şiddete meyilli olan
Boys grbunun bazı üyeleri ve aşırı sağcılar ise bu gruplardan dışlandılar ve
artık stadyumlara alınmıyorlar.
İsviçre: İsviçre’ye baktığımızda özellikle son yıllarda çok hızlı bir şekilde
Ultra taraftar gruplarının ülkenin her yanında arttığını görüyoruz. Zürih
kentinde en ünlü gruplardan biri FC Zürih takımın Ultra taraftar grubu olan
Zürcher Südkurve’dir. Aynı şehrin bir başka takımı olan Grasshoppers’ın da
iki büyük Ultra taraftar grubu mevcut. Bunlardan en ünlüsü ise Estrade Ost.
İsviçre’de kendinden geçen yıl çok bahsettiren Ultra grubu ise FC Basel
takımının Inferno Basel isimli Ultra grubu oldu. Ligin son ve şampiyonun
belli olacağı maçında rakip FC Zürih takımın 93. dakikada Inferno Basel
grubunun oturduğu taraftaki kaleye attığı gol çıkan olayların ateşleyicisi oldu.
Inferno Basel taraftarları ayrıca özellikle Zürih takımlarının geldiği her maçta
olay çıkarmakla ünlüler. Bundan birkaç yıl önce Baselli Ultralar
Grasshoppers’ın stadını ateşe verip büyük zarara yol açtılar. Her gittikleri
Zürih deplasmanında mutlaka olay çıkardılar. Ancak 2004 yılında da bu defa
Zürih polisi bir skandala imza attı. Zürih’te Grasshoppers ile oynayacakları
maç için trenle Zürih’e gelen ve çoğunluğu Ultra olan ancak aralarında
çocukların da bulunduğu 650 kişilik Baselli taraftar grubunu polis sardı ve
427’sini gözetim altına aldı. Bazı taraftarlar 24 saat gözetim altında kaldılar.
Tuvalete gitmelerine ve telefon etmelerine izin verilmedi. Bu tüm İsviçre’de
büyük tepki yarattı. Zürih polisi ve kanton yönetimi ağır eleştiriler aldı.
Geçtiğimiz yıldan bu yana ise İsviçre şehir yönetimleri hem Lig
yönetimini hem de kulüp yöneticilerini her maç için güvenliği sağlamakta
gerekli olan 100.000 Frank’ı ödemedikleri için suçluyorlar. İsviçre’de futbol
maçlarında Ultralar ve holiganların yarattığı şiddet son yıllarda oldukça arttı
ve bu konu hem medyanın hem de politikanın önemli konularının başında
geliyor.
Diğer ülkeler: Avrupa’nın diğer ülkelerine baktığımızda Avusturya,
Portekiz, Yunanistan, Hırvatistan ve Sırbistan gibi ülkelerde Ultra gruplarına
rastlıyoruz.
Avusturya’da en etkili ve tanınmış olan grup Ultras Rapid 1988’dir. Bu
grup Avrupa’da takımının her maçına koreografi hazırlayan sayılı gruplardan
biri ve 2005 yılında T.I.F.O. (Torcida International Fans Organisation)
tarafından en iyi koreografi yapan taraftar grubu seçildi. Red Bull tarafından
satın alınan Austria Salzburg takımının Ultra taraftar grupları olan Union
408
Ultra taraftar
Ultra 99 ve Tough Guys Salzburg 92 kulüplerinin satışına şiddetle karşı
çıkmalarına rağmen şu an takımlarını destekliyorlar.
Portekiz’e baktığımızda en ünlü iki grubun Benfica kulübünün taraftar
grubu olan Diabos Vermelhos ve No Name (NN) Boys olduğunu görüyoruz.
Ayrıca Porto ve Sporting kulüplerinin de Ultra taraftar grupları mevcut.
Ancak ülkenin diğer taraftar grupları diğer ülkelerdeki kadar aktif değiller.
Yunanistan’da başkent Atina’da bulunan Ultra gruplar Avrupa’daki en
ateşli gruplardan sayılıyorlar. Atina kentinin üç takımı Panatinaikos,
Olympiakos ve AEK maçlarında bu gruplar arasında büyük kavgalar
yaşanıyor. Bu nedenle son yıllarda Yunanistan’da Ultra hareketine ait
grupların rakip stadyumlarda maçları izlemeleri yasaklanmış durumda.
Hırvatistan’da Ultra hareketinin başlangıcı 1950 yılına rastlamakta. O yıl
Hajduk Split taraftarları Torcida adı altında ligin şampiyonunu belirleyecek
bir maçta Ultralar’ın kullandığı metotlarla bir organizasyon yapmıştı. Ancak
Yugoslavya Devleti’nin her türlü örgütlü organizasyonu yasaklamasından
sonra Torcida Ultra hareketi ancak seksenli yıllarda tekrar ortaya çıkabildi.
Bugün ise en büyük rakipleri Dinamo Zagreb’in taraftar grubu olan Bad Blue
Boys.
Sırbistan’da ise ülkenin iki büyük kulübü Kızılyıldız ve Partizan’ın Delije
ve Grobari adlı Ultra grupları ülkenin en büyük iki taraftar grubu. Bu
takımları tutan insanlar otomatik olarak bu gruplardan sayılmakta çünkü
taraftarlar bu takımları orijinal adları ile değil bu taraftar gruplarının adları ile
anmakta. Bu iki grubun dışında da ülkede sayısız Ultra gruplar bulunmakta.
Meşale yakmak tribünlerde günlük olaylardan sayılıyor. Özellikle büyük
maçlarda sürekli olay çıkıyor.
TÜRKİYE’DE ULTRA HAREKETİ
Türkiye’de kendilerini Ultralar olarak tanımlayan tek taraftar grubu
Galatasaray taraftarlarınca kurulan ultrAslan grubu. Grubun kuruluş amacı
aynen Avrupa’daki Ultralar’da olduğu gibi takımı koşulsuz desteklemek ve
stadyumda güzel bir atmosfer yaratmak. Fenerbahçe’nin Genç Fenerbahçeliler
ve Beşiktaş’ın Çarşı taraftar grupları aynı amaçlarla faaliyet gösteren gruplar,
ama bu gruplar her ne kadar Avrupa’daki Ultralar ile benzerlikler taşısalar da
en büyük rakiplerinin Ultra adı ile bir grubu olması nedeni ile bunların
kendileri Ultralar olarak tanımlaması olası değil.
Hüseyin Özkök
409
Bu üç grubun siyasi yanına baktığımızda hepsinin ortak paydasının
milliyetçilik olduğunu görüyoruz. Ancak bu gruplar bazı zamanlarda kendi
kulüp ideolojilerini milliyetçiliğin üzerinde görüp örneğin milli maçlarda
oynanan stadyuma göre kendi takımları lehine tezahürat yapabiliyorlar.
İçlerinde çok sayıda “Milli Takım’dan bana ne ben şu takımlıyım” diyebilen
kişiler mevcut. Yine bu grupların içinde siyasi ve sosyal mesajlar vermeyi en
çok tercih eden grup Beşiktaş’ın Çarşı’sı. ultrAslanlar ve Genç
Fenerbahçeliler’de zaman zaman kendi milliyetçilik görüşleri doğrultusunda
siyasi mesajlar veriyorlar.
Türkiye’de aynı takımın fanatik taraftar grupları arasında da bölünmüşlük
yaşanıyor. Bir grup hiçbir beklentisi olmadan kulübünü destekleyip para
harcarken diğer bir grup “biz takımı her koşulda destekliyoruz o zaman kulüp
bize bedava bilet versin, seyahat masraflarımızı karşılasın” gibi bir beklenti
içinde. Tabii ki en büyük istek de stadyuma hakim olmak yönünde.
Tribünlerinde bu konuda en çok bölünmüşlük yaşayan taraftar grubu
Fenerbahçe’de yer alıyor. Genç Fenerbahçeliler’in yanında önemli gruplar
Kill For You, Cefakar Kanaryalar, Esenler gibi gruplar. Daha irili ufaklı bir
çok grup da mevcut. Bunda da stadyum kapasitesinin büyümesi en büyük
etken. Her grup kendine ayrıcalık sağlanması ve stadyumda kendi
hakimiyetini kurma arayışı içinde.
Beşiktaş’ta ise Çarşı grubunun yanında Asya Kartalları ve Karagümrük ön
plana çıkan gruplar olarak göze çarpıyor. Bu üç grup da söz sahibi olmak için
uzun süre büyük mücadele verdiler. Sonunda kapalının paylaşımı konusunda
aralarında anlaşma yapıldı ve anlaşmazlık şimdilik bitti. Bir de kendilerini
Eagle Clan olarak adlandıran ve Numaralı tribünde oturan, her türlü kötü
yönetime karşı tavrını koyan bir grup da mevcut.
Şu anda Türkiye’de Beşiktaş’ın Çarşı grubu adından en çok söz ettiren en
etkili taraftar grubu konumunda. Galatasaray’da ultrAslan dışında başka bir
oluşum yok. Daha önce Yürüyedur adı altında oluşan üniversiteli grup bir
takım başka grupların baskısı ile etkisini kaybetti ve artık bu grup yok.
Galatasaray tribünlerinin tek hakimi ultrAslan grubu olarak belirlenmiş
durumda.
410
Ultra taraftar
.
İletişim kuram ve araştırma dergisi
Sayı 26 Kış-Bahar 2008, s. 411-418
Forum
Futbol sektöründe finansal
polarizasyona karşı kurumsal
yönetişim
Kutlu Merih 1
Futbolun ulusal düzeydeki yönetimi konusunda ülkeler arası sistem
farklılıkları bulunması, ticarileşemenin de polarizasyon etkileri ile birleşince,
sportif sonuçlar üzerinde anlamlı etkiler oluşturuyor. Kulüplerin faaliyet alanı
olan farklı yasal ve ekonomik ortamlar oyunda da adaletsizliklere yol açıyor.
Daha sıkı regüle edilen ülkelerde daha sağlam finansal yapılar gözlenirken
bunlar daha gevşek regüle edilen ülkelere karşı rekabet etmekte güçlük
çekiyorlar. Avrupa futbolunun artan önemi ve kulüp rekabeti üzerinde etkili
olan farklı düzenleyici sistemler ulusal ver kıtasal düzenleme sistemlerinin
yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyor. Avrupa çevresinde daha standart
bir düzenleme rejiminin gerçekleştirilmesine ihtiyaç duyuluyor ve UEFA
bunu gerçekleştirebilecek temel organ olarak görülüyor.
Yerel ve kıtasal futbolun düzenlenmesi
Avrupa çevresinde spor ver futbol yönetişimi açısından bir çok farklılık
gözleniyor. Öncelikle kulüplerin, liglerin ve ulusal federasyonların sistem
üzerindeki etkisi ülkeden ülkeye değişebiliyor. Özellikle İngiltere'de Premiyer
Lig (FAPL) ile Federasyon (the FA) arasında ilginç bir rekabet ve otorite
kavgası var. İtalya'da büyük kulüplerin ligler ve federasyon üzerinde yoğun
etkisi söz konusu. Kulüp başkanları ve yöneticileri aynı zamanda
federasyonda da görev alabiliyor. Benzer olarak İspanya'da Barcelona ve Real
1
Doç.Dr. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi (emekli), araştırmacı
e-posta: [email protected]
412
Kurumsal yönetişim
Madrid İspanya futbolu karar mekanizması üzerinde olağanüstü etkinlik
sahibi olarak görülüyor. genel olarak Avrupa'daki beş büyük lig içinde TV
yayın sözleşmelerinin merkezi olarak yapıldığı (İngiltere, Fransa, Almanya)
liglerde federasyonların, kulüpler tarafından yapıldığı liglerde (İspanya,
İtalya) kulüplerin kulüplerin daha çok etki sahibi oldukları görülmektedir.
Ulusal federasyonlar, ulusal liglerin yönetişimi için stratejik organlardır.
Burada düzenleyici bir otorite ile serbest rekabet koşullarının birlikte
çalışmasının etkinleştirilmesi gerekir. Federasyonların futbolun üç boyutu
olan sportif, yasal ve ekonomik boyutlarının birlikte düzenleme çabaları bazı
sorunların da yaşanmasına neden oluyor. Günümüz futbolunda FIFA, UEFA
ve Ulusal federasyonlar arasındaki ilişkiler ve yetki paylaşımları bazı
sorunların da yaşanmasına neden oluyor. UEFA ile AB arasındaki ilişkiler,
UEFA'nın bir düzenleyici kuruluş olarak Avrupa futbolu üzerinde giderek
artan bir etki kazanmasına da yol açıyor. Bosman uygulaması ve sınırların
Avrupalı futbolculara açılarak futbolun "Avrupalılaştırılması", futbolun
geleneksel olan ulusal düzeyde federasyonlar ve küresel düzeyde FIFA
tarafından düzenlenmesi kuralı ile çatışmaya başladı.
Avrupa futbolundaki dönüşümler, yönetici organların yetkileri ve etkileri
konusunun yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor. Bosman uygulamaları,
yayın teknolojisindeki gelişmelerin yarattığı fırsatlar ve seçkin kulüplerin hem
yerli hem de Avrupa kupalarında daha etkin olmayı sürdürmeleri sonucunda
kurallar yeniden tartışılır hale geliyor. Şampiyonlar liginin hem sportif hem de
finansal olarak artan çekiciliği, futbol sektörünün kontrol ve düzenleme
mekanizmalarının özellikle Avrupa ortamında gelişeceğini gösteriyor. Diğer
taraftan başarılı ve etkili kulüpler ulusal federasyonların yetki ve otoritelerini
tartışma ortamına çekiyorlar. Bu ise futbol için daha etkili düzenleme ve
yönetişim kurallarının araştırılmasına yol açıyor. Futbolu yöneten organlar
arasındaki ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi önümüzdeki yıllarda "futbolun
etkin yönetişiminin" temel başlangıç noktasını oluşturacak.
Avrupa kulüp futbolunu düzenleme modelinde değişimler
Bosman kuralı ile ulusal sınırlar arasında daha yoğun bir futbolcu
trafiğinin yaşanması, futbolcu yeteneklerinin saha geniş ve daha güçlü
pazarlarda yoğunlaşmasına yol açtı.. Bunun sonucu ise Avrupa kupalarında
başarılı olan kulüplerin ve ülkelerin sayısının giderek azalması oldu. Ulusal
düzeyde ise Şampiyon Kulüpler kupasını elit kulüplerin monopolize etmesi,
sportif ve ekonomik başarının da elit kulüplerde yoğunlaşmasına neden
Kutlu Merih
413
oluyor. Matematik olarak olanaksız olamasa bile, diğer kulüplerin elitler
arasına katılabilmesi giderek daha zorlaşıyor. Fransız profesyonel ligi kıta
düzeyinde fırsat eşitliği için düzenleyici çerçevenin standardize edilmesi
gerektiğini ileri sürüyor. Burada UEFA tarafından geliştirilen ve uygulanması
istenen "Kulüp Lisans Sistemi" , rekabet koşullarının standardize edilebilmesi
için önemli bir adım olarak görülüyor. UEFA Kulüp Lisans Sistemine ulusal
düzeyde farklı reaksiyonlar verildi. İtalya olumsuz bir yaklaşım sergilerken
diğer ülkeler Fransa başta olmak üzere, sistemin finansal kontrol
mekanizmalarının yeterli olmadığını ileri sürdüler. Sistem bazı kurallar
getiriyor fakat bunun denetlenmesi için gerekli mekanizmaları önermiyordu.
Bir çok ülke liginde bunun bir ilk adım olduğu fakat finansal dengeyi
sağlayacak daha ileri tekniklere ihtiyaç olduğu düşüncesi ağırlık kazandı.
Sistemin deklare edilen amaçları başlangıçta: kulüplerin ekonomik ve
finansal yeteneklerini geliştirmek, şeffaflığı ve kredibiliteyi artırmak ve borç
verenler için güvenli bir finansal ortam sağlamak, uluslararası kupaların
sürdürülebilirliğini sağlamak ve bu kuplardaki finansal fair playi gözetmek
olarak veriliyordu. Sistemin talepleri giderek ağırlaşan bir şekilde idi. Verilen
amaçlar ile uygulanan yöntemlerin tutarlı olması gerekirken burada bazı
yetersizlikler ve amacı aşan talepler profesyonel gözlerden kaçmıyordu.
Fransız ligi uygulanan sistemin UEFA tarafından verilen amaçları
karşılayamadığın ileri sürdü. "Uygulamanın ilk fazı oldukça ileri bir dönemle
ilgili idi ve kontrol ancak olay gerçekleştirdikten sonra yapılabiliyordu. Bu da
beklenen faydayı yok ediyordu." . İkinci faz ise 20087/09 sezonunda
başlayacak ve ileriye dönük bütçelemeleri kapsayacak. Bunun da amaca ne
faydası olacağı açık değil.
Burada önemli olan diğer bir nokta, UEFA Kulüp Lisans Sisteminin fayda
sağlayabilmesi için yeterli bir titizlikle uygulanması gerektiği. Bu da sistemin
diğer bir zayıf noktası, çünkü uygulama ulusal federasyonlara devredilmiş
durumda. Bu federasyonların ise, kulüplerinin Avrupa Kupalarına
katılmalarını engelleyecek önlemleri almaları hemen hemen olanaksız gibi.
Ayrıca çeşitli farklılıklar gösteren ulusal muhasebe sistemlerinin temelinde
finansal standartların nasıl sağlanabileceği de belirsiz.
Burada Fransız Liginin bir alternatif önerisi var: "Kulüpler için Avrupa
Finansal Kontrol Komitesi". Avrupa liglerinde bu yaklaşımın üzerinde
durulmaya değer olduğu düşünülüyor.
414
Kurumsal yönetişim
‘Subsidiarity’ ilkesi ve düzenlemenin sınırları
Futbol sektöründe yaşanan ve çözümlenen bazı sorunlar düzenleyici
sorumluluğun sınırlarının da tartışılmasını gündeme getirdi. Bunlar arasında
Bosman Kuralları, TV yayın teknolojisinin uyarlanması, zenginliğin az
sayıdaki ulusal liglerde toplanması ve UEFA Şampiyonlar Liginde gözlenen
gelişmelere bulunuyor. Bu olgular yerel ve kıtasal futbol perspektifini radikal
bir şekilde değiştirdiler. Bunun sonuçlarının yerel liglerde bozulan rekabet
dengeler, yerel liglerin az sayıdaki zengin kulüp tarafından etki altına alınması
ve başarı ile zenginliğin Avrupa çapında az sayıda kulüp ve ülke etrafında
toplanması olduğu söylenebilir. Diğer taraftan Avrupa perspektifinde futbolun
ekonomik, sosyal ve dolayısı ile yasal olarak perspektifinin genişlemesi,
futbolun düzenlenmesi konusunda yeni sorumlulukların tanımlanmasını ve
genel olarak futbolun yeniden yapılanmasını gerektiriyor. Burada Avrupa
hukukunun yerindelik ilkesi olan "subsidiarity" son derecede dikkatli ve
mantıklı bir şekilde uygulanmalıdır. Bu düzenlemeyi gerekli hale getiren ve
düzenlemenin konusu olacak olan organizasyonlara "yetki devri" olarak
anlaşılmamalıdır. Futbolun küresel ve kıtasal organizasyonu düzenleyici
organların sorumsuz bir bağımsızlığı yerine sorumlu bir "karşılıklı bağımlılık"
ilkesi etrafında oluşmalıdır. Burada subsidiarity ilkesi kararların uygun olan
en uygun düzeyde alınmasını gerektirir. UEFAtarafından önerilen "Kulüp
Lisans Sistemi" ve "Kulüpte (alt yapıdan) Yetişen Futbolcular" kuralı bu
nedenle sadece Avrupa kupaları için değil fakat yerel ligler için de
uygulanmalıdır. Buradan Avrupa çapındaki düzenleyici ilkelerin yerel liglerin
de harmonizasyonunda önemli bir rol oynayacağı görülebilir.
"Altyapıdan yetişen" futbolcu inisyatifi
UEFA kupa maçları için uygulanacak yeni, düzenlemeler getirdi. Bunlar:
• 25 ile sınırlı takım oyuncusu
• Kulüpte yetişmiş minimum oyuncu sayısı. kademeli olarak aşağıdaki
gibi uygulanacak
i) 2006/07 Sezonu: 4 ‘takımda yetişmiş’ oyuncu
ii) 2007/08 Sezonu: 6 ‘takımda yetişmiş’ oyuncu
iii) 2008/09 Sezonu: 8 ‘takımda yetişmiş’ oyuncu
"Takımda yetişmiş" oyuncular, kulüpte veya aynı ulusal federasyonda
lisanslı olacak ve bu oyuncuların yarıdan fazlası federasyon lisanslı tipten
olmayacak. Kulüpte yetişmiş oyuncu yanımı, oyuncunun 15 ve 21 yaşları
arasında en az üç sezon kulüpte lisanslı olması koşulunu gerektiriyor.
Kutlu Merih
415
Federasyon lisanslı oyuncu kavramı ise oyuncunun en az 3 yıl kulüp veya
bağlı olduğu federasyona lisanslı olması anlamını taşıyor. Kulüpler 21 yaşın
altında olmak ve kulüpte 15 yaşından sonra en az 2 yıl lisanslı olmak koşulu
ile 25 kişilik takıma istenildiği kadar genç oyuncu ekleyebilir.
Burada UEFA'nın beklentisi genç oyuncuların gelişimini ve eğitimini
gerçekleştirebilmek. Burada sadece kulüplere bir katkı değil, gençlerin eğitimi
ve sosyalleştirilmesi ile topluma da katkı öngörülüyor. Ayrıca bu yaklaşım
Avrupa futbolundaki yetenek havuzunu genişletecek ve ulusal takımlar
arasındaki rekabete de katkı sağlayacak. Böylece kulüpler daha fazla kendi
oyuncularını yetiştirerek futbolun bir "en iyi oyuncuları satın alma" rekabeti
olmayıp "yetenek yetiştirme" rekabeti olması bekleniyor.
Buna karşılık bu kurallar UEFA kupalarında rekabet edecek olan kulüpleri
ilgilendiriyor. UEFA ulusal federasyonların bu kuralları yerel liglerde
zorlamasını beklemiyor. Yine de UEFA bu kuralların bir sportif ilke olarak
Avrupa düzeyinde olabildiğince uygulanmaya çalışılmasını öneriyor. UEFA
üyesi ülkelerin çoğunluğunda bu kuralları kendi yerel liglerinde hayata
geçirme çabası gözleniyor. İngiltere'de ise bu kurallara serbest dolaşımı
engellediği ve liglerin kalitesini sulandırdığı gerekçesi ile yoğun bir direniş
söz konusu. Burada futbolun bir tek merkezi organ tarafından
düzenlenmesindeki zorluklar göze çarpıyor. Yine de yetenek ve servetin az
sayıda ülkede yoğunlaşmasını engellemek için bazı yöntemler geliştirmek ve
bunları uygulamaya koymak acil bir zorunluluk.
Futbol sektöründe "iyi yönetişim"
Yeni bir yönetim anlayışını yansıtan "Yönetişim" kavramının futbol
sektöründe giderek artan bir ilgi yarattığını görüyoruz. Son on yıl içinde bu
kavram politik bilimde, kamu yönetiminde ve uluslararası ilişkilerde yaygın
bir kabul görürken futbol yönetimi içinde gündeme getirilir oldu. Bu
sözcüğün bu kadar popülerleşmesindeki temel neden, yönetim sürecindeki
organlar ve ilişkiler konusunda kapsamlı bir kavram ve açıklama potansiyeli
sunmasıdır. Yönetişim, en basit tanımı ile, genel olarak hiyerarşik ve emirkomuta tipinde olmayan yatay organizasyonların yönetim teknikleri ile
ilgilidir. Bu ise federatif yapılı futbol yönetim organları için oldukça uyumlu
bir modeldir. Buna göre yönetişim olan yapılarda tepede her şeye kadir
egemen bir organ bulunmaz. Buna karşılık yönetim süreci yarı otonom
birimlerden oluşan yapılar, yerel otoriteler, kamu kurumları, yarı kamusal
örgütler ve çeşitli gönüllü organizasyonlar ve federatif yapılar söz konusudur.
416
Kurumsal yönetişim
Buna karşılık Yönetişim bir çok durumda akıl karıştıran karmaşık
anlamlar da yüklenebilir. Bazı durumlarda hiyerarşik yapıda olmayan
organizasyonların nasıl yönetildiği ile ilgili iken, başka durumlarda değişime
uğrayan yapıların nasıl yönetilmesi gerektiğine ışık tutabilir. Biz burada bu
kavramı futbolun yönetim yapısını anlamak ve bunu olması gibi değiştirmek
süreci ile ilintili olarak kullanacağız. Bu hedefe ulaşmak için yönetişim,
networklerin yönetişimi ve doğrudan "İyi Yönetişim - Good Governance"
anlamlarına da gelecektir. Burada yönetişimin üç farklı anlamı söz konusudur:
Bir strateji olarak yönetişim, bir analitik araç olarak yönetişim ve bir normatif
model olarak yönetişim.
Bunları açarsak; strateji olarak yönetişim bir kurum veya yapının stratejik
hedeflere ulaşmak için yönlendirilmesi anlaşılmalıdır. Bu genel olarak
modern demokrat

Benzer belgeler