ÇEÞÝTLÝ ÝKTÝSAT EKOLLERÝ
Transkript
ÇEÞÝTLÝ ÝKTÝSAT EKOLLERÝ
ÇEŞİTLİ İKTİSAT EKOLLERİ MERKANTİLİZM ÖNCESİ DÖNEM Klasikler öncesi dönemin tarihsel gelişimi içinde birbirini izleyen iktisadi görüşlerin temelini Yunan Felsefesi ve Roma Felsefesi oluşturur. 1 - YUNAN FELSEFESİ VE BİLİMİ Eski Yunan' da İktisadi görüşler sırasıyla 5 dönemde incelenebilir: 1. Dönem: Sosyal sınıfların oluşumu, paranın kullanılması, kolonilerin, burjuvazinin ve buna bağlı olarak derebeyliğin ortaya çıkışı. 2. Dönem (Drakon Dönemi, 1. Reform Hareketi): Drakon tarafından «Drakon Yasaları» olarak bilinen 1. Reform hareketinden amaç; soyluların can ve mal güvenliğini derebeylerine karşı korumaktır. 3. Dönem (Solon Dönemi, 2. Reform Hareketi): Solon tarafından oluşturulan bu reform hareketinden amaç; sosyal sınıflar arası ayrılığı azaltmaktır. Reformun ekonomik özelliği; ekonomik faaliyetler için Anayasanın oluşturulması, siyasi özelliği ise; siyasi hakların da Anayasa ile tekrar belirlenmesidir. 4. Dönem (Peisistratos Dönemi, 3. Reform Hareketi): Bu dönemin özelliği sosyal sınıflararası ayrılığı gidermek, özelliği ise iç ve dış ticaretin geliştirilmesidir. 5. Dönem (Peisistratos Dönemi, 3. Reform Hareketi): Amacı, derebeyliğin ve aristokrasinin kalkması, özelliği ise yabancılar hariç tüm vatandaşların yönetime katılmasını sağlamaktır(demokrasi). Bu dönemden sonra savaşlar çıkmış, Yunan hakimiyeti yıkılmıştır. Bu sosyo-ekonomik ve siyasi gelişme sürecini etkileyen filozofların görüşleri şöyledir: Sokrat: Eski Yunan' da felsefi görüşleriyle iktisadi yapıyı etkileyen Sokrat, temelde şu fikirleri savunur: - «Erdem» herşeyin üzerindedir. - «Doğru»nun araştırılması gerekir. - Doğrunun araştırılması için «bilgi» gerekir. Xenophon: Xenophon, Yunan Felsefesin' iktisadi açıdan şu noktalarda katkıda bulunmuştur: - Servetin en iyi kullanım şekli belirlenmelidir. - Devlete ekonomide aktif rol verilmelidir. - Tarım, ticarete tercih edilmelidir. - Kullanılan paranın değeri, yapıldığı metale bağlıdır (Metalist görüş). Platon: Değerli bir düşünür olan Platon'un görüşleri şöyledir: - Servete karşıdır. - Toplumda işbölümü nün varlığını savunur. - Toplumu üç sınıfa ayırır: magastralar (asiller, yöneticiler), gardiyanlar (muhafızlar) ve her çeşit üretici (köylü işçi, tüccar) - Bireyciliğe ve özel mülkiyete karşıdır. - Faize karşıdır. - Nominalist bir para anlayışı vardır. Paranın gerçek değeri değil, nominal değeri üzerinde durur. - Nüfusun sınırlandırılmasını savunur. Aristo: Eski Yunan'da iktisadi görüşün temelini oluşturan önemli fikirlere sahip olan Aristo; - Kar amacıyla servete yol açan faaliyetleri «krematistik» olarak adlandırır ve ekonomiyi bu açıdan ikiye ayırır: 1) Tabii krematistik (Aile ekonomisi): Faydalı ve zorunlu bir durum olup aile tüketimini karşılamak için yapılan üretimi ifade eder. 2) Tabii olmayan krematistik (ticari ekonomi): Satılmak için yapılan üretim faaliyetlerini ifade eder. Tabii olmadığı için tabiata aykırıdır. - Ticari ekonomiyi kabul etmemesine bağlı olarak faizi de kabul etmez. - Aristo'ya göre iki türlü değer vardır: mübadele değeri (mübadele hacmine göre belirlenir), kullanım değeri (malın faydasına göre belirlenir). - Paranın, ya mübadele aracı ya da mal olarak değerlendirilebile- ceğini savunur. Zenon: Döneminin önemli bir düşünürü olan Zenon'un görüşleri şöyledir: - «Stoalılar» denen felsefî akımın kurucusudur. Bu düşünce akımı özellikle Roma Felsefesini etkilemiştir. - Zenon'a göre İnsanın doğru, erdemli, mutlu olmasının temeli sadece «kendi kendine dayanarak» yaşamasıdır. - «Aklın» her zaman duyguların üzerinde olduğunu, yerinde kullanılması halinde «özgürlüğe» ulaşılacağını savunur. - «Doğal Kanun» kavramı ilk kez Zenon tarafından ortaya atılmıştır. 2 - ROMA FELSEFESİ VE ROMA HUKUKU - Romalılar, genelde Yunan Felsefesinin etkisinde kalmalarına rağmen, Yunanlıların ilgilenmedikleri bir alana, hukuka yönelmişlerdir. Roma Hukuku' ndaki çeşitli konular liberal iktisadın temelini oluşturmuştur. - Romalıların temel görüşleri şu şekilde özetlenebilir: 1) Özel Mülkiyet: Mutlak bir hak olup ulusal niteliğinin dışına taşarak uluslararası bir nitelik kazanmıştır. 2) Müdahalecilik: Devlet ekonominin pek çok alanına müdahale etmektedir. 3) Bireycilik: Sözleşmelerin serbestçe yapılmasını ifade eden bu kavramla Romalılar, Rönesans dönemini, Fizyokrasi' yi ve Klasikleri de etkilemişlerdir. - Romalılarda iki sınıf vardır: asiller (en üstün sınıf) ve plepler (asillere tabi olan 2. sınıf vatandaşlar). - 12 Levha Kanunları: Plepler, sınıflararası bir ayrımın kaldırılması ve kendilerine de siyasi haklar verilmesi isteğiyle ayaklanarak sınıfların tabi olduğu kanunların yazılmasını isteyince 12 Lavha Kanunları yazılmıştır. Kanuna göre toprak el değiştirebilir nitelik kazanmış, asalet rejimi yerine servet rejimi geçerli olmuştur. Marcus Aurelius: Döneminin başarılı bir yöneticisi olan M. Aurelius, Roma İmparatorluğu' nda gerek gelir dağılımındaki adaletsizliğin, gerekse kölelik rejiminin artarak istikrarsızlığın hızlanmasından dolayı ortaya çıkan problemleri karşı önlemler almıştır.İmparator Aurelius, Diocletian' ın bildirileri olarak bilinen temel sosyal ve ekonomik kanunları uygulamaya çalışmış ancak ölümünden sonra istikrarsızlar artmıştır. Constantin' in Hristiyanlık'la İlgili Bildirileri: - Yetenekli bir yönetici olan Constantin hem kendisi hıristiyan olmuş, hem de hıristiyanlığı resmen tanımıştır. Constantin' in hıristiyanlığa ilişkin bildirileri, hıristiyanlığa duyduğu sempatinin yanında bu dinin mensuplarının desteğini kazanarak siyasi açıdan güçlenmek istemesinin göstergesidir. İmparator Justinian: Devletin başında bulunduğu dönemde ülkeyi başarıyla yöneten İmparator Justinian, Roma İmparatorluğu' nda yaşanan siyasi ve ekonomik bunalımların giderilmesi için çalışılmış ama başarılı olamamıştır. 3 - ROMA İMPARATORLUĞU' NUN ÇÖKÜŞÜ (M. S. 476) Siyasi ve ekonomik krizlerin imparatorluğun bölünmesine yol açmasıyla zenginler kırlık bölgelere yerleşmişler, fakir kesim de korunmak amacıyla bu kesimin himayesine girmiştir. Böylece Feodalizm denen bir sistem ortaya çıkmıştır. Ortaçağda dinin felsefeden ön planda olması, tarıma dayalı üretim, kölelik kurumunun yaygın olması, mübadele ekonomisinin gelişmemesi Feodalizmin (Derebeyliğin) gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Fakat daha sonraları; uzun süren savaşlar, Haçlı seferleri, bilimsel ve teknik gelişmeler, dinde reform hareketleri, Feodalizmin yıkılmasına yol açmıştır. 4 - KİLİSE KANUNU (SKOLASTİKLER) - Roma İmparatorluğu' nun yıkılmasıyla içe kapalı ekonomi haline gelen ekonomik yaşam, Skolastiklerin bireyciliği vurgulayan görüşleri ve özellikle Kilise' nin düzenlediği Haçlı seferleriyle canlanmıştır. - Skolastikler, mücadelelerde eşitlik, adil fiyat, adil ücret gibi kurumların adalet ve hakkaniyet çerçevesinde düzenlenmesi için kurallar koymuşlardır. Bunu belirlerken özellikle emek faktörü üzerinde durmuşlardır. - Faizi reddetmişlerdir. - Skolastiklere göre paranın değerindeki değişmeleri hükümdar değil toplum belirlemelidir. - Nüfusun arttırılması gerektiğini savunmuşlardır.. - Özel mülkiyetin kısmen gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Dönemin önemli düşünürleri; St. Thomas Aquinas ve Nicola Oresme' dir. Her ikisi de köleliği doğal sayar, faize karşıdır, özel mülkiyetin ahlaki kurallara uygun olduğu sürece meşru olduğunu savunur. Yalnız para değerindeki değişmeler konusunu Aquinas sadece ahlaki yönden («hükümdar yerine toplum paranın değerini belirlemelidir» görüşü) ele alırken, Oresme; parasal değişmelerin; mübadeleyi sınırlayacağını, parasal değişmeler - fiyatlar arasında ilişki olduğunu ileri sürerek konuyu iktisadi açıdan da ele almıştır. 5 - RÖNESANS DÖNEMİ (12. yy - 15. yy) Önce İtalya' da başlayan sonra başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa' ya yayılan yenilik hareketlerinin tümüdür. Bireycilik bu dönemde tekrar önem kazanmış, bireyciliğin gelişmesiyle «şehir ekonomisi» anlayışına uygun bir ekonomik yaşam ortaya çıkmıştır. Bu gelişme, servet artışlarına yol açarak materyalist felsefenin doğmasını sağlamış, artan ekonomik faaliyetler uluslararası ticareti yaygınlaştırmıştır. Rönesans döneminde ortaya çıkan «bireyciliği» ve «materyalizm»i temel alan yenilikçi görüşler; Merkantalizmi (özellikle Alman ve Fransız Merkantilizmi' ni) etkilemiştir. MERKANTİLİZM ve FİZYOKRASİ MERKANTİLİZM Merkantilizm, 1450-1750 yılları arasında yani Ortaçağ ve Fizyokrasi arasındaki dönemde gelişen iktisadi düşüncelerin bütünüdür. Merkantilistlerin temel ilkeleri şöyledir: - Merkantilizm, moneter bir doktrindir. Amaç, para miktarını arttırmaktır. Değerli madenlerin hakimiyeti esasına dayanan bu görüşte milli servet değerli madenlerin çokluğuyla ölçülür. - Müdahaleci bir doktrindir. Devletçiliği benimseyen bu görüşte devlet, iktisadi faaliyetleri belirlemeli ve yönetmelidir. - Yukarıdaki iki ilke, beraberinde «dış ticarete önem verme» ilkesini getirir. Buna göre dış ticaret, ülkeye daha çok değerli maden girmesi için yapılmalıdır. Amaç, aktif (ihracat>ithalat) bir dış ticaret bilançosudur. - Merkantilizmin sanayileşme anlayışı, nüfus artışını da beraberinde getirir. Çünkü, emek arzının artışı ücretleri düşüreceğinden sanayi üretimi ve ihracat artar. - Nüfus hareketleri ve tarımsal üretim ilişkisi (tarımsal üretimin arttığı dönemlerde toplam tarımsal gelirin düşmesi) şeklindeki King Kanunu ilk kez bu dönemde ortaya konmuştur. - Paranın miktar teorisinin çok ilkel bir ifadesi burada yer alır. Buna göre; MV=PT şeklindeki Fisher denkleminde V' nin etkisi açıkça belirlenmemekle beraber lüks mal talebinin yükselişinin fiyat artışlarını körüklemesi dolayısıyla harcamaların hızlanması (J. Bodin) şeklindeki tespit, V' nin kavranmış olduğu şeklinde yorumlanabilir. - Paranın değeriyle ilgili olarak da madeni paraların ayarındaki değişmelerin piyasalarda dengesizliğe yol açacağını savunan «kötü para iyi parayı kovar» ilkesi de bu dönemden kalan bir görüştür. İngiliz Merkantilizmi: Ticari Merkantilizm olarak da bilinen bu görüşün dört amacı vardır: - Sömürgeciliği geliştirerek deniz gücünü arttırmak, - İthalattan fazla ihracat yapmak (sanayi ürünleri için), - İhracattan fazla ithalat yapmak (tarım ürünleri için), - Milli sanayiyi ikinci planda bırakmak, Fransız Merkantilizmi: - Colbertizm olarak da bilinen bu görüş, temelde sanayiye yönelik ve devletçidir. - Amaç; para stokunu arttırmak olup bu, sanayinin gelişmesine bağlanmıştır. - Sanayinin gelişmesi için devlet, ihraç mallarının fiyatını düşürecek şekilde politikasını ayarlamalı, çeşitli eyaletler arasında gümrükler kaldırılmalıdır. Fizyokrasiyi de önemli ölçüde etkileyen bu görüşün temsilcileri; J. B. Colbert ve R. Cantillion' dur. Jean Baptist COLBERT: Fransız Merkantilizmi'nin kurucusu sayılabilir.Fransız Merkantilizmi' ne yaptığı katkıdan dolayı Colbert' in görüşlerine Colbertizm de denmiştir. Temel görüşleri şöyledir: - Colbert' e göre sanayileşmenin amacı altın biriktirebilmektir. Bunun için dış ticarette ihracat arttırılmalıdır. - Colbert' in sanayileşme anlayışı üç aşamalıdır: 1) İktisadi liberalizm aşaması: ticaret için hürriyet ve güven gereklidir. 2) Himayeci merkantilizm aşaması: devlet himayeciliği tekrar göze çarpar. 3) Liberalizme dönüş aşaması: Amaç; ticaretin tamamen serbest bırakılmasıdır. Richard CANTILLON: Fransız Merkantilizmi'nin temsilcilerinden olan R.Cantillon'un bazı görüşleri şöyle sıralanabilir: - Cantillon'a göre İki türlü değer vardır: 1) Malın Öz değeri (üretim faktörünün miktar ve nitelik olarak ölçüsü), 2) Malın piyasa değeri (arz ve talebe göre oluşan değer), - Uluslararası ticaret konusunda; ülkeden değerli maden çıkarılması yerine daha fazla ihracat yoluyla değerli madenin ülkeye girmesini savunur. - Cantillon para hacmi ve parasal değişmeleri incelemiş, özellikle enflasyonla ilgilenmiştir. Alman Merkantilizmi: - Milli ekonomi gelişmelidir. Bu açıdan devlet müdahalesi kaçınılmazdır. - Uluslararası ticarete - özellikle ihracat artışına - önem verilmelidir. - Nüfus arttırılmalıdır. - Tarım korunmalıdır. Alman Merkantilizmi' nin daha sonraları ortaya çıkan Tarihçi Okul' a etkisi olmuştur. Diğer Merkantilist yazarlar ise şöyledir: Thomas MUNN: Alman Merkantilizmi'nin temsilcilerinden olan T.Munn'un görüşleri şöyledir: - Refahı sağlamak için özellikle dış ticarete önem verilmelidir (ihracat>ithalat). İç ve dış ticarette devlet müdahalesi olmamalıdır. - Sert önlemlerle fiyat hareketlerinin önüne geçilebilir. - Para miktarının, ithalat ve ihracat karşılaştırmasıyla belirlenmesi gerekir. - Devletin gücü; sahip olduğu para ve maden stokuyla ölçülür. William PETTY: Bazı görüşleriyle Merkantilist sayılan yazar, liberal iktisada öncülük etmiştir. W.Petty'nin bazı temel görüşleri şöyledir: - Objektif değer kavramının temellerini atmıştır. Değeri oluşturan unsurlar arasında emeğin yanında toprağın da bulunduğunu savunur. - Rant kavramını modern anlamda ele alan ilk yazardır. Petty' e göre rant; işçinin geçimi için gerekli harcamanın üretim maliyetinden çıkarılmasından sonra kalan fazlalıktır. - Faizi, bir kimsenin parasını bir başkasına belli bir süre geçmeden geri istememek şartıyla vermesi halinde aradan geçen sürede katlandığı zahmet için aldığı karşılık olarak tanımlar. - Petty'e göre fiyat, değerin ölçüsüdür. Değerin temeli ise emektir. Fiyatın temeli emek olduğuna göre emek, «gerçek fiyat»tır. «Mübadele fiyatı» ise rekabet piyasasındaki fiyattır. - Nüfusun artışından yanadır. Sir Dudley NORTH: Alman Merkantilizmi'nin gelişimine büyük katkıda bulunan North, Merkantilist düşüncelere sahip olsa da Liberalizm' in öncülerindendir.Bazı temel görüşleri şöyledir: - Rant nasıl toprağın kiralamasının karşılığı ise faiz de paranın kiralanmasının karşılığıdır. - Sermaye, kendi kendini büyüten bir değerdir. Gerçek zenginler para sahibi olanlar değil, toprak sahipleri (sermayedarlar)dır. - Fiyat, malın parayla ifade edilen eş-değeridir. - Serbest ticaret herkes için yararlı ve kazançlıdır. 1750' li yıllarda ticari kapitalizmin sınai kapitalizme dönüşmesiyle liberalizme geçiş zorunluluğu, devletin aşırı müdahalesinin olumsuz etkileri, burjuvazinin genişlemesiyle sosyal ve ekonomik dengelerin bozulması, vb... sebepler Merkantilizmin sonunu hazırlamış ve Doğal Düzen filozoflarının temelini oluşturduğu Fizyokrasi akımı ortaya çıkarak 1755-1775 yılları arasında varlığını sürdürmüştür. DOĞAL DÜZEN FİLOZOFLARI Doğal Düzen, doğanın gücü anlamına gelip insan topluluklarının tabii bir kanunla yönetilmesi demektir. Doğal Düzen, Fizyokrasinin temelini oluşturan. Doğal Düzen; toprakta ve taşınabilir mallarda özel mülkiyeti, anlaşma özgürlüğünü, iktisadi girişim özgürlüğünü, serbest girişimi gerektirir. Tüm bireyler için eşit özgürlük ile karşılıklı hak ve görev, toplum mutluluğunun maksimumlaştırılması için gereklidir. Bu görüşün temsilcileri şunlardır. John LOCKE: Doğal düzenin temelini oluşturan görüşlere sahip olan J.Locke'a göre; - Toplumu yöneten doğal yasalara bağlı olarak tek tek insanlardan oluşan toplumlar, doğal bir düzen oluşturabilirler. Bunun tek şartı ise insanları doğuştan özgür ve eşit kabul etmektir. - Para konusunda; miktar kuramının, paranın dolanım hızının ve birikiminin etkileri önemlidir. Paranın iki değeri vardır.: 1) Kullanım değeri; faiz oranı ile belirlenir. 2) Mübadele değeri; para ve mal miktarı arasındaki orana göre belirlenir. - Değerin tek kaynağı emektir. Toprak, değerin kaynağı olamaz. - Faiz, paranın kiralanmasının karşılığıdır. Faiz oranını ise dolanımda bulunan paranın oranı belirler. David HUME: - Doğal düzeni temel alarak Liberalizme öncülük eden yazara göre üç doğal yasa vardır: 1) Özel mülkiyetin istikrarı, 2) Mülkiyetin serbestçe el değiştirmesi, 3) Sözleşmelere ilişkin taahhütlerin yerine getirilmesi. Sonraları liberalizmin temel ilkelerinden olan «görünmez el» ilkesinin kökleri, Hume' un görüşlerine dayanır. - Hume'a göre ticaret (özellikle dış ticaret), bireyin refahı yanında devletin gücünü de arttırır. Hume, merkantilistlerin «ticarette bir tarafın kazançlı, bir tarafın kayıpta olacağı» görüşüne karşıdır. Hume «ticaret, iki taraf için de yararlıdır görüşünü benimser». Bu görüş literatürde «otomatik denge teorisi» olarak yer alır. FİZYOKRASİ: - Doğal düzeni savunan bu görüşe göre toplumsal ve ekonomik kurallar doğal bir kanun gücüyle oluşur. - Üretimde tek verimli alan tarımdır. Tarım, tüketilenden daha fazla üretime yol açar. Oluşan bu fazlalık Fizyokratlar' ca «net hasıla»olarak ifade edilir. Diğer faaliyetler (ticaret, sanayi) ise kısırdır, çünkü net hasıla oluşturmazlar. - Gelir dağılımı teorisi açısından net hasılaya dayanarak toplum üç sınıfa ayrılır. Verimli sınıf (çiftçiler), toprak sahipleri, kısır sınıf (sanayici ve tüccarlar). Quesnay tarafından oluşturulan «ekonomik tablo»ya göre bu sınıflararası gelir dağılımı şöyledir: Çiftçiler, topraktan sağladıkları net hasılayı toprak sahiplerine kira olarak verirler. Toprak sahipleri, toprağın işletilmesinin bedeli olan bu net hasılayı alırlar. Kısır sınıf ise hammaddeyi işlenmiş maddeye dönüştürmek için imalathane ve işçiye ihtiyaç duyar. Bu yüzden bu sınıfın elde ettiği net gelir, diğer iki sınıfa dönmek zorundadır. Bu «ekonomik tablo», genel denge modellerinin» başlangıcı sayılır. - Tek verimli alan tarım olduğuna göre vergi, sadece tarımdan alınmalıdır. - İhracat, tarımsal ürünlere dayanmalıdır. - Değerin kaynağı tarımdır. - Sermaye sadece tarımsal yatırımlarda kullanılmalıdır. - Faiz, tarımsal sermayenin kazancıdır. - Fizyokratlar, ekonomik süreci sistematik olarak incelemişler, tümdengelim metodunu kullanmışlardır. Akımın önemli temsilcileri: Francois QUESNAY: Fizyokrasinin temelini oluşturan görüşlere sahip olan F.Quesnay'e göre; - Servet; bir ülkenin biriktirdiği para miktarından değil, üretilen ihtiyaç maddesi miktarından oluşur. - Toplumsal kurallar doğal yasalarla belirlenir (Doğal Düzen). - Quesnay'in gelir dağılımı konusunda oluşturduğu «ekonomik tablo» analizi, genel denge modellerinin temelini teşkil eder. - Sadece tarımdan vergi alınmalıdır (tek vergi). Dupont de NEMOURS: Quesnay ile aynı görüşleri (tek vergi, doğal düzen, vb.. ) paylaşan Nemours ayrıca tarımda özel mülkiyetin, ticaret ve sanayide ise tam bir mübadele serbestliğinin şart olduğunu ileri sürmüştür. Robert Jacques TURGOT: Fizyokrasi'yi önemli ölçüde etkileyen Turgot'un bazı görüşleri şöyledir; - Değer, faydaya bağlıdır. - Fiyat, piyasada oluşan arz ve talebe göre belirlenen ortalama değerdir. - Ücret konusunda ise sanayi işçileri için asgari ücret geçerliyken, tarım işçileri için böyle bir sınırlama söz konusu değildir. - Turgot,diğer Fizyokratlar gibi doğal düzen, tek vergi gibi ilkeleri de benimsemiştir. KLASİK EKOL Klasik iktisadın felsefi temelini «doğal düzen» ve «faydacı felsefe» oluşturur. Klasik iktisadın temel ilkeleri şu şekilde özetlenebilir: 1) Piyasada tam rekabet koşulları geçerlidir (Serbest piyasa varsayımı). 2) Ücret, faiz haddi ve mal fiyatları esnektir. 3) Her arz kendi talebini oluşturur. 4)Yukarıdaki 3 temel varsayım altında ekonomi daima tam istihdamdadır ve fiyatlar genel seviyesi istikrarlıdır. - Klasikler, teorilerini kurarken akılcı, tümdengelimci yöntemi izlemişlerdir. - Üretimde Fizyokratların «net hasıla» kavramını benimsemişlerdir. Ama Klasiklere göre «net hasıla» sadece tarım üretiminden değil sanayi üretiminden de elde edilir. Hatta sanayi üretimi gelişmenin temelini oluşturur. - Parayı sadece mübadele aracı olarak görmüşlerdir. Klasik iktisadın önemli temsilcileri şunlardır: Adam SMITH: Klasik iktisadın temelini oluşturan görüşlere sahip olan A.Smith'e göre; - Bireycilik ilkesi kapsamında «kişisel çıkar» önde gelir. - İşbölümü gereklidir. - Ekonomik faaliyetler, «doğal düzen» çerçevesinde «görünmez bir el» aracılığıyla kendiliğinden gerçekleşir. Devletin müdahalesi gereksizdir. - «Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler» görüşü ekonomiye hakimdir. - Serbest dış ticaret gereklidir. A.Smith,dış ticarette «mutlak üstünlük teorisi»ni ileri sürmüştür. - Sadece tarım değil sanayi de verimlidir. - Servetin kaynağı emektir. - İki tür değer vardır: Kullanım değeri (malın faydasına göre belirlenir), Mübadele değeri (malın diğer mallarla değiştirilebilmesine göre belirlenir). - İki tür sermaye vardır: 1) Sabit sermaye (mübadele edilemeyen sermaye) 2) Değişir sermaye (mübadele edilebilen sermaye) - İki tür fiyat vardır: reel fiyat, piyasa fiyatı. - Ücret, emeğin fiyatı olup asgari geçim düzeyine göre belirlenir. - Para, sadece mübadele aracıdır. - İki türlü rant vardır: 1) Fizyokratların «net hasıla» dedikleri fazlalık. 2) Toprağın işletilmesi için toprak sahibine verilen bedel. David RICARDO: Fizyokratlar ve A. Smith, milli gelirin kaynaklarını araştırırken; Ricardo, milli gelirin üretim faktörleri arasında nasıl dağıtıldığını araştırmıştır. Ricardo'nun temel görüşleri şöyledir: - Rant teorisi üç faktöre bağlıdır: 1) Tam rekabet koşullarına bağlıdır.Piyasa fiyatı,en kötü koşullarda üretim yapanların (yüksek maliyetle üretenlerin) üretim maliyetine göre f oluşacak daha verimli topraklarda üretilen malların lehine bir fark doğacaktır. Buna «farklılık rantı (diferansiyel rant)» adı verilir. 2) Malthus' un Nüfus Kanunu doğrudur. Buna göre nüfus arttıkça, daha az verimli topraklar ekileceğinden daha verimli toprak sahipleri bir rant elde ederler. 3) Azalan Verimler Kanunu geçerlidir. Buna göre normal koşullarda üretim faktörleri arasındaki bileşim oranları aynı tutularak faktörler 2 veya 3 misli Tablo ....Klasik İktisat çoğaltıldığında hasıla da aynı oranda artar. Buna karşılık faktörlerin bileşimi bozulup farklı oranlarda arttırıldığında hasıla miktarı azalır. - Değer, iki faktöre bağlıdır: Malın faydalı ve nadir olması ve o malı elde edebilmek için gerekli emek miktarı. - İki tür ücret vardır: Doğal ücret (asgari geçim düzeyine bağlıdır); piyasa ücreti (arz ve talebe bağlıdır) - Üretim faktör gelirlerinin dağılımı açısından bakıldığında; Ücret (emeğin payı) sürekli minimum düzeydedir; rant (toprağın payı) gittikçe artar, kar (sermayenin payı) gittikçe azalır, çünkü toprak rantı büyüdükçe sermayenin payı azalır. - Serbest dış ticaret esastır. Böylece kişisel çıkarlarla toplumun çıkarları uyumlu olduğundan uluslararası işbölümü sayesinde emeğin optimal dağılımı sağlanır. Ricardo, «dış ticaretten iki ülkenin de karlı çıkacağı» görüşünü benimseyerek «karşılaştırmalı üstünlükler teorisi»ni savunur. William N. SENIOR: Klasik iktisada önemli katkılarda bulunan W.N.Senior; - İlk kez «politik iktisadın» tanımını yapmıştır. Politik iktisat; zenginliğin içeriğine, üretimine ve bölüşümüne ilişkin ilkeleri inceler. - Zenginlik unsuru olarak bilinen üç niteliğin olduğunu savunur: fayda, transfer edilebilme, arz itibariyle sınırlı olma (nadirlik). - Senior'a göre malların faydası, piyasa talebine göre belirlenir ve mübadele değerinin oluşmasında maliyetlerle birlikte rol oynar. - Senior,Azalan Verimler Kanununu ve ücret teorisini formülleştiren ilk iktisatçıdır. J. Stuart MILL: Klasik iktisadın temsilcilerinden olan J.S.Mill'in temel görüşleri şöyledir:- Değer; malın faydasına ve üretim koşullarına bağlıdır. - Mill,doğal düzenin gerektirdiği doğal kanunları şöyle ifade eder: 1) Kişisel çıkar kanunu (homo -economicus), 2) Serbest rekabet kanunu, 3) Nüfus kanunu (nüfus artışının sınırlandırılması), 4) Arz talep kanunu (fiyat teorisi):Bu kanuna göre; denge fiyatı, arz ve talebin kesiştiği noktada oluşur.Buna bağlı olarak iki tür fiyat vardır. Doğal fiyat (maliyet fiyatı) ve piyasa fiyatı. - Mill'e göre ücret, emek arz ve talebine bağlıdır. Emek talebi; emek (sermaye) için ödenen fondur. Emek arzı ise nüfusu (işçi sayısı) ifade etmektedir. Buna göre ortalama ücret; ücret fonu (emek talebi, sermaye) / işçi sayısı (nüfus, emek arzı)dır. Mill, emek talebindeki artışı, ücret fonundaki artışa bağlayarak, ücret oranındaki yükselişi, işgücü veri iken sermayedeki artışa ya da sermaye veri iken işgücündeki azalışa bağlaması açısından ücret teorisinde önemli bir adım atmıştır. - Mill, Ricardo' dan farklı olarak rantın sadece tarım ürünlerinden değil, sanayi ürünlerinden de doğabileceğini savunmuştur. Rant, monopolün sonucudur. Mill, Ricardo' nun «diferansiyel rantı» (toprakların farklı kalitede olmasından doğan rant) yerine «mutlak rantı» (rant, tüm topraklardan oluşabilir) kabul eder. - Mill'e göre para ortak bir mübadele aracıdır. - Büyüme Teorisi açısından Mill için temel sorun, «gelir düzeyi veri iken daha eşit bir bölüşümün sağlanması»dır. Böylece ekonomik büyümenin sağlanacağını savunan Mill' e göre kültürel yapı, siyasal yönetim, teknik gelişme, piyasa şartları gibi konular, büyüme için gerekli başlangıç şartlarını oluşturur. - Mill,serbest dış ticareti savunur. Buna göre serbest ticarete bağlı olarak ödemeler dengesinde kendiliğinden denge sağlayan bir mekanizma mevcuttur. J. Baptise SAY: Klasik iktisada önemli katkılarda bulunan J.B.Say'a göre; - Devlet, piyasalara müdahale etmemelidir. Çünkü, «her arz kendi talebini oluşturur». Mahreçler Kanunu olarak bilinen bu kanun üç varsayıma dayanır: 1) Fiyatlar tamamen maliyetlere eşit olmalıdır. 2) Maliyetler gelire eşit olmalıdır. 3) Tüm gelirler harcanmalıdır. Buna göre reel yönden; Toplam arz (üretim) = toplam talep (tüketim); Parasal yönden ise; Toplam giderler (maliyetler) = toplam gelirler eşitliği geçerlidir. - Para, mübadelelerde bir araçtır. - Dış ticarette ödemeler bilançosu kendiliğinden dengeye gelir. - Say, Alternatif Maliyet kavramını öne sürmüştür. Buna göre, bir malı elde etmenin maliyeti, diğer bir maldan vazgeçmeye bağlı olup bu malın maliyeti, vazgeçilmesi gereken mallarla ölçülür. Thomas MALTHUS: Klasik iktisadın temsilcilerinden olan T.Malthus'un temel görüşleri şöyledir: - Nüfus miktarı ve doğal kaynaklar arasında dengesizlik vardır (artan nüfus, sınırlı kaynak). Böylece Malthus nüfus ve kaynak miktarına ilişkin dinamik bir analiz yapmıştır. - Klasiklerin tasarlanan tasarruf = tasarlanan yatırım görüşünü benimsememiş, aşırı tasarrufun da bulunabileceğini ve tasarrufun yatırımın üzerine çıkmasıyla bir «genel aşırı üretimin» oluşabileceğini belirtmiştir. - Yine Klasiklerin aksine efektif talebin tüketimi, tüketimin de üretimi belirlediğini savunarak Klasiklerden farklı olarak üretimi veri kabul etmemiştir. FAYDACI FELSEFE Doğal düzenin savunduğu temel ilkeleri - bireyin çıkarının maksimumlaştırılmasının toplumun çıkarını da maksimumlaştıracağı, piyasanın kendiliğinden işleyişi, iktisat politikasının optimal şartların oluşmasını sağlayacağı için serbestçe uygulanması (laissez-faire) - kabul etmekle beraber, Faydacı Felsefeyi doğal düzenden ayıran temel nokta; «doğal» kavramını bir yana bırakıp insan davranışlarının sadece mutluluk açısından incelenmesini «doğru-yanlış» davranışların belirlenmesi için kabul etmektir. Faydacı felsefe özellikle Neo-Klasikler' i etkilemiştir. Bu akımın en önemli temsilcisi Jeremy Bentham' dır. Jeremy BENTHAM: Temel ilkeleri; - Ruh bilimsel ilke: Toplumun düzenli işleyişi, bireyin daima kendi mutluluğunu maksimumlaştıracak şekilde davranmasına bağlıdır. - Rasyonalite (akılcılık) ilkesi: Birey rasyonel davranmalıdır (homo economicus). - Ahlaki ilke; Toplumun hukuki yapısı, bireyin kendisi için en yararlı olacak davranışı diğerleri için de en yararlı olabilecek şekilde belirlemelidir. - Devlet, bireyin ve toplumun çıkarlarının uyumunu sağlayacak politikalar izlemelidir. J.Bentham,temel ilkeleri ve görüşleri ile Faydacı Felsefe'ye önemli katkılarda bulunmuş bir iktisatçıdır. NEO-KLASİK EKOL Neo-Klasikler' in görüşleri iktisat literatüründe «Piyasa Ekonomisinin Başarısızlığı» olarak da bilinmektedir. Klasik İktisada önemli bir katkı olarak kabul edilen Neo-Klasik İktisat, piyasa ekonomisinin tek başına optimumu sağlamaktan uzak olduğunu bu nedenle kamu ekonomisine gerek olduğunu savunmaktadır.Neo-Klasikler'e göre piyasa ekonomisini başarısızlığa uğratan başlıca faktörler; tam rekabetin gerçekleştirilememesi dışsal ekonomiler, içsel ekonomiler, kamusal malların üretilme zorunluluğu ve marjinal maliyetin sıfır olduğu üretim faaliyetlerinin varlığıdır. Neo-Klasikler; - Aksak rekabetin olumsuz sonuçlarının ortadan kaldırılmasını savunur. - Pozitif dışsallığın bulunduğu alanlardaki faaliyetlerin devletçe desteklenmesini, negatif dışsallığın bulunduğu faaliyetlerin de ya bizzat devletçe yapılmasını ya da bu faaliyetleri yapan özel birimlerin düzenleyici vergiler gibi kurallara tabi tutulmalarını savunurlar. - Pozitif içselliğin söz konusu olduğu faaliyetlerin KİT' ler aracılığıyla bizzat devletçe yerine getirilmesini savunurlar. - Tam kamusal mallar dışında yarı kamusal, doğal tekel, merit/demerit malların da kısmen devletçe üretilmesini savunurlar. - Emek-değer teorisinden ziyade malların faydalılık dereceleri üzerinde durmuşlardır. - Toplumsal uyumun sınıflararası ilişkilerden değil, bireysel faydadan kaynaklandığı savunurlar. - İktisadi faaliyet ve teorilerin matematiksel analizini yapmışlar, bunun için daha çok akılcı, soyutlayıcı statik denge analiz yöntemlerini kullanmışlardır. Neo-Klasik iktisadın oluşum ve gelişimine katkıda bulunan başlıca iktisatçılar hakkında kısa bilgiler vermekte yarar bulunmaktadır: Francis EDGEWORTH: Neo-Klasik iktisadın önde gelen temsilcilerinden olan F.Edgeworth; - Faydacı Felsefe' ye bağlı kalarak fayda-zahmet ilişkisini matematiksel analizlerle açıklamıştır. - Sayısal (kardinal) fayda yerine sırasal (ordinal) faydanın geçerli olduğunu, çünkü faydanın ölçülemediğini savunmuştur. - Faydanın belirlenmesinde kayıtsızlık eğrilerini kullanmıştır. - Edgeworth'e göre bireysel ve toplumsal faaliyetin amacı; faydanın maksimumlaştırılması olup bu, ancak tam rekabet şartlarında mümkündür. Alfred MARSHALL: Cambridge Okulu' nun temsilcilerinden olup Neo-Klasik Okulun en önemli temsilcilerinden biridir.Marshall'ın görüşleri şöyledir: - Klasikler, malın değerini belirlemede sadece arzı, Neo-Klasikler sadece talebi dikkate alırken Marshall, bu iki görüşün sentezini yaparak değerin, kısa dönemde talebe, uzun dönemde arza göre oluştuğunu savunmuştur. - Rant kavramını yeniden ele alarak quasi-rant (rant benzeri) kavramını öne sürmüştür. Bu rant, kısa dönemde üretim faktörlerinin hemen arttırılamamasından doğar. Üretim faktörleri ve üretim miktarı sabitken, faktör talebi artınca faktör fiyatları normal faktör fiyatlarında daha yüksek olacak, bu fiyat farkı Quasi-rantı doğuracaktır. - İlk kez talep esnekliğini ileri sürmüştür. Talep esnekliği, fiyat değişiklikleri karşısında talep, değişmelerinin değerini belirler. - Marshall'a göre para sadece bir mübadele aracıdır. Arthur Cecil PIGOU: Cambridge Okulu' nun temsilcilerinden olan Pigou'ya göre;. - Servet ekonomisini ve refah ekonomisi birbirinden farklıdır. Refah ekonomisi, faydanın maksimuma varışıdır. - Ekonomik dalgalanmalar psikolojik ve ekonomik faktörlerin etkisi altındadır. Psikolojik faktörler, tam rekabet şartlarını bozarken ekonomik faktörler, parasal dalgalanmalar oluşturur. - İstihdam oranı, ücretlerin fonksiyonudur (N = f (W)). Ücretler düştükçe tam istihdam sağlanacaktır çünkü ücretlerin inmesi maliyetleri azaltacağından yatırım ve verimlilik artacaktır. Pierro SRAFFA: Sraffa, Neo-Klasik iktisatçılardan biri olmakla beraber Neo Klasikleri şu noktalarda eleştirmiştir: - Piyasalarda tam rekabetten ziyade eksik rekabetin bulunduğunu savunur. Sraffa' ya göre A. Marshall' ın tam rekabeti temel alan modelinde, tüketicilerin mal satın alırken malı kimden aldıkları konusunda «kayıtsız olmadıkları» noktası dikkate alınmaz. Halbuki bu durumda tüketiciler kayıtsız değildir. Bu, tam rekabeti bozan bir unsurdur. - Marshall, pozitif dışsallığın bir sanayideki tüm firmaları eşit ölçüde yararlandırdığını böylece, firma dengesinin azalan getiri-artan maliyet ile sağlandığı sonucuna varıyordu. Sraffa ise dış faydaların tüm firmaları eşit ölçüde etkilemediğini ileri sürerek firma dengesinin azalan getiri-artan maliyetle değil negatif eğimli talep eğrisiyle belirlendiğini savunur. - Neo-Klasikler' e göre marjinal verim, üretim faktör oranlarındaki ve ölçekteki değişmeye bağlıdır. Sraffa ise marjinal verimin bu unsurlara bağlı olmayan evrensel kurallarla belirlenmesini savunur. - Neo-Klasikler, üretimin tek yönlü (üretim faktörlerinden tüketim mallarına doğru) olduğunu varsayarken Sraffa, aynı malın hem tüketim malı hem üretim faktörü olabileceğini göstermiştir. - Neo-Klasikler üretim faktörü fiyatı ile mal fiyatının birbirinden bağımsız olduğunu savunurken, Sraffa bu unsurların karşılıklı etkileşim içinde olduğunu belirlemiştir. Edward CHAMBERLIN: Neo-Klasik iktisadın önde gelen temsilcilerinden Chamberlin'in bazı görüşleri şöyledir: - Chamberlin'e göre tam rekabet modelinde firma için talep eğrisi sonsuz esnektir. Eksik rekabette ise her firma kendi malında tekel olduğundan talep, sonsuz esnek değildir. - Chamberlin, firma dengesinden grup dengesine geçişi incelenmiştir. Grup dengesini; tüm firmaların maliyet ve talep fonksiyonlarının aynı olduğu varsayımı altında belirlemiş, böylece tüm grubu, tüm firmaları temsil eden tek firma ile ele almıştır. Knut WICKSELL: İsveç Okulu' nun temsilcilerinden olan Wicksell, Klasikler' i ekonomik dalgalanmaların oluşturduğu problemleri incelemedikleri için eleştirmiştir. Yazarın temel görüşleri şöyledir: - Wicksell' e göre fiyat dalgalanmaları; reel ve piyasa faiz oranlarının farklı olmasından, tasarruf ve yatırım eşitliğinin bulunmamasından, fiyatlar genel düzeyinin istikrarsızlığından kaynaklanır. Reel ve piyasa faiz oranları eşitliği, tasarruf-yatırım eşitliği sağlanıp fiyatlar genel düzeyi istikrara kavuştuğunda problem çözülür. - Wicksell, reel faiz piyasa faizi ayırımını yapmıştır. Reel faiz; tasarruf arzı ve sermaye talebine göre oluşur. Piyasa faizi ise kredi (para) arzı ve talebine göre belirlenir. - Say' in Mahreçler Kanunu' nu eleştirmiştir. Denge, arz = talep (tasarruf = yatırım) arasında değil, reel faiz = piyasa faizi durumunda gerçekleşir. Joseph SCHUMPETER: Önemli Neo-Klasik yazarlardan J.Schumpter, konjonktür dalgalanmaları modelini incelemiş, bu dalgalanmaların parakredi düzeninin işleyişine bağlı olduğunu ileri sürerek girişimci sınıfı ön plana çıkarmıştır. Modelde; teknik yenilik olmadan büyüme, girişimci olmadan teknik yenilik olamayacağı belirtilmiştir. Girişimcilerin kredi taleplerinin artması konjonktürün genişlemesine yol açar. Bu safhada genişleyen ve artan karlar yerini bir süre sonra (girişimci borçlarını ödedikçe) kredi dalgalanmalarına ve zarara bırakır. Böylece daralma safhasına girilir. Schumpeter, para-kredi politikalarının ekonomik istikrarı NEO-KLASİK İKTİSAT OKULLARI Neo-klasik iktisadi düşünce okullarının başlıcaları şunlardır: -Lozan Okulu (Matematiksel Okul), (L. Walras, V. Pareto). -Cambridge Okulu (J. B. Clark, A. Marshall) -İsveç Okulu. Lozan Okulu(Matematiksel Okul): Ekonomik olayları karşılıklı ilişkiler şeklinde inceleyen okulun temsilcilerinin görüşleri şöyledir: Léon WALRAS: - Ekonomik olaylar, sebep-sonuç ilişkisi yerine karşılıklı ilişkilerle belirlenir. - Değer, nadirlik ve marjinal faydaya bağlıdır. - İki çeşit piyasa vardır: hizmet piyasaları (üretim faktörü piyasaları) ve mal piyasaları. - Piyasalarda denge, tam rekabet şartlarında geçerlidir. - Bireyler, paralarının bir kısmını cari işlemlerde kullanmak üzere ellerinde tutarlar. Böylece, Walras ilk kez para talebinden bahsetmiştir. Vilfredo PARETO: - Subjektif fayda yerine objektif faydayı incelemiştir. - Faydayı kayıtsızlık eğrileriyle açıklamaya çalışmıştır. Cambridge Okulu: Bu okulun önemli temsilcilerinden J.B. Clark, I. Fisher' in etkisinde kalmıştır. John Bates CLARK: Cambridge Okulunun temsilcilerinden J.B.Clark, - Tam rekabette üretim faktörlerinin faydası, marjinal birimlerinin verimine bağlı olduğunu savunmuştur. - Emek ve sermayeyi sabit kabul ederek statik bir toplumu dikkate almıştır. Bir toplumda değişken faktörler beş tane olup karşılıklı etkileşim içindedir. Bunlar; ihtiyaçların artışı, nüfus artışı, sermaye artışı, üretim tekniğinin değişmesi, emek ve sermaye organizasyonunun yenilenmesidir. Hermann GOSSEN: Gerçekte Faydacı Felsefe' ye bağlı olan Gossen, tüketicinin kişisel dengesini belirleyen üç kanun oluşturmuştur (Gossen Kanunları): 1) Azalan marjinal fayda, 2) Tatminin maksimumlaştırılması 3) Faydanın kıtlıktan doğması. Augustin COURNOT: Lozan Okulunun ileri gelenlerinden olan A.Counnot; - Talebin fiyatın fonksiyonu olduğunu formülleştirmiştir. - Tekelde dengenin, karın maksimumlaşacağı noktada oluşacağını göstermiştir. - «Tekel» ile «tam rekabet» arasındaki piyasa şekillerinde de piyasa dengesini araştırmıştır. Düopol dengesi, bunun en önemlisidir. Cournot' un rekabet şartlarının aksadığı hallerle ilgili bu bulguları Klasikler' ce ihmal edilmiş, Cournot bu açıdan Klasikleri eleştirmiştir. İsveç Okulu: Knut Wicksell' in öncülüğünü yaptığı okul, Faydacı Felsefe' nin yanısıra Avusturya Okulu' ndan ve Cambridge Okulu ekonomistlerinden J. B. Clark' tan etkilenmiştir. Wicksell' e «Neo-Klasik Okul» anabaşlığı altında ayrıntısıyla değinilecektir. KEYNESYEN EKOL Talep yönlü İktisat (Keynezyen iktisat), 1929 Büyük Dünya Krizi'ni oluşturandepresyonun ortaya çıkardığı işsizlik ve toplam talepteki yetersizlikleri gidermek amacıyla geliştirilmiştir. Teorik temelleri bakımından adlandırılacak olursa, talep yönlü iktisada Keynezyen iktisat denilebilir. 1. Ortaya Çıktığı Dönem: Talep Yönlü İktisat,1929 Ekonomik Bunalımına çözüm arayışları çerçevesinde 1936' da J. M. Keynes' in «İstihdam Faiz ve Paranın Genel Teorisi» adlı eserini yayınlanmasından sonra ortaya çıkmış ve özellikle 1950-1970 yılları arasında altın yıllarını yaşamıştır. Keynezyen iktisat 1970' li yıllarda farklı şekillerde ortaya koyulmaya başlanmış, diğer bir ifadeyle Keynezyen iktisatçılar bölünmüşlerdir. Başlıca Keynezyen İktisat akımları üç grupta toplanabilir: 1) Neo-Klasik Keynezyen İktisat: Keynesin genel teorisindeki görüşlerini Klasik İktisadın temel ilkeleri ile bağdaştırarak adeta iki teorinin sentezini yapan ve Walras genel denge modeli çerçevesinde Keynesin genel teorisindeki açıklamaları yorumlayan, iktisat literatüründe Gelir Harcama Modeli veya IS-LM analizi olarak da adlandırılan yaklaşımdır. 2) Fundamentalist Keynezyen İktisat: Neo-Klasik Keynezyen iktisadı eleştirerek gerçek Keynezyen iktisadın Keynes' in Genel Teorisi'nde yeralan görüşleri olduğunu savunan ve belirsizliğin Keynesin iktisadının temeli olduğunu belirten akım. 3) Anti-Walrasyan Keynezyen İktisat: Keynezyen teorinin Klasik teori ile birleştirilmeyeceğini öne sürerek mal ve emek piyasalarında denge halini inceleyen, Neo-Klasik sentezin Keynezyen teori içerisinde yer almasını şiddetle eleştiren ve Keynes' in teorisinin bir dengesizlik modeli olduğunu belirten akımdır. 2. Temel İlkeleri ve Varsayımları: Keynezyen Teori'ye göre genel fiyat seviyesini, gelir seviyesini ve üretim fonksiyonu aracılığıyla istihdam seviyesini belirleyen toplam taleptir. Makro ekonomik denge, toplam arz ile toplam talebin veya toplam yatırımlar ile toplam tasarrufların eşitlendiği noktada gerçekleşir. Ekonomi kendiliğinden ve daima tam istihdam düzeyinde dengede değildir. Ekonomi için aşırı istihdam, eksik istihdam ve tam istihdam dengelerinden biri söz konusu olabilir. Para talebinin diğer deyimle likidite tercihinin üç motifi vardır. Bunlar işlem, ihtiyat ve spekülasyon motifleridir. İşlem ve ihtiyat saiki ile tutulan para milli gelir düzeyine, spekülasyon saiki ile tutulan para faiz oranına bağlıdır. Spekülasyon saiki ile tutulan para ile faiz oranı arasında ters yönde bir ilişki vardır. Faiz oranı yüksekken yakın zamanda düşeceği düşünülerek para talebi azalmakta, faiz oranı düşükken kısa zamanda yükseleceği düşünülerek para talebi artmaktadır. Keynezyen teoride likidite tuzağı, herkesin faiz oranının düşebileceği en düşük seviyeye düştüğüne inanması halidir. Bu durum, para talebinin faiz oranına karşı sonsuz esnek olduğu haldir. Böyle bir durumda para arzında meydana gelebilecek her artış spekülasyon saiki ile elde tutulacak ve faiz oranı hiç etkilenmeyecektir. Diğer bir ifade ile böyle bir durumda para politikaları etkisiz olacaktır. Faiz, tasarruf sahiplerinin likiditeden uzaklaşmalarının bedelidir. Tasarruf ve tüketim fonksiyonlarını faiz oranı belirlemez. Ekonomide toplam talebin bir kısmını teşkil eden tüketimi belirleyen unsur, gelirdir. Tüketim milli gelir arttıkça artar, ancak tüketimdeki artış, milli gelirdeki artıştan az olur. Yatırımı belirleyen unsur ise, faiz haddidir. Faiz haddini belirleyen unsur ise para arzı ve talebidir. İşgücü talebi Klasiklerde olduğu gibi reel ücretlerin azalan bir fonksiyonudur. İşgücü arzı ise Klasiklerin varsaydıkları gibi reel ücretin değil nominal ücretin bir fonksiyonudur. «Her arz kendi talebini yaratır» şeklinde ifade edilen Say Yasası gerçek iktisadi yaşama uygun değildir. Bu durum, tam istihdam düzeyinde cari fiyat düzeyi üzerinden toplam arzın toplam talebe eşitliği halinde meydana gelir. İstihdam hacmi, herşeyden önce milli gelire bağlıdır. Efektif talebi oluşturan ikinci unsur, yatırım harcamalarıdır. Yatırım fonksiyonu milli gelir değişmelerinden bağımsız ve milli gelirin artan bir fonksiyonu olarak ele alınmıştır. Bağımsız yatırım fonksiyonunda girişimcilerin yatırım kararlarını milli gelir düzeyinin belirlemediği varsayılır. Keynezyen makro teoride yatırım harcamalarının ele alınışı sermayenin marjinal etkinliği kavramına dayalıdır. Sermayenin marjinal etkinliği: sermaye malından umulan getirileri sermaye malının arz fiyatına eşitleyen iskonto oranıdır. 3. Politikaları: Ekonomi, toplam talep etkilenerek düzenlenebilir. Ekonomide toplam talep, toplam arzdan fazla ise, veya yatırımlar tasarruflardan fazla ise bir «enflasyonist açık» söz konusudur. Ekonomi kendiliğinden dengeye gelmez. Bu durumda devlet efektif talebi yönlendirerek ekonomiyi düzeltebilir. Devlet, kamu harcamalarını azaltarak ve/veya vergi oranlarını arttırarak müdahalede bulunur (Sınırlayıcı Maliye Politikası). Ekonomide toplam talep, toplam arzdan azsa veya toplam yatırımlar, tasarruflardan azsa bu durumda «deflasyonist açık» söz konusudur. Deflasyonist açığın giderilmesi için, Devletin yine talebi yönlendirme yoluyla ekonomiye müdahalesi gereklidir. Bu durumda kamu harcamaları arttırılarak ve/veya, vergiler indirilerek müdahale yapılacaktır(Telafi Edici Maliye Politikası). Devletin harcamaları bazı alanlarda özel sektör kadar-hatta özel sektörden daha fazla- verimli olabilir. Kamu gelirleri ve harcamaları tarafsız olamaz. Ekonomide tam istihdam düzeyinin altında denge söz konusu iken özel harcamalarla kamu harcamaları birbiriyle rekabet halinde değildir. Borçlanma olağanüstü bir gelir değildir. 4. Yöneltilen Eleştiriler: 1970 ve sonrası işsizlik ve enflasyonun bir arada ve sürekli olması, Keynezyen iktisada yönelik eleştirilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Eleştiriler asıl olarak Neo-Klasik Keynezyen iktisat yaklaşımına yöneliktir. Eleştirilerin bir kısmı diğer Keynezyen iktisatçılar tarafından yapılırken bir kısmı da Keynezyen teoriye karşı olanlar tarafından yapılmıştır. Neo-Klasik Keynezyen iktisada yönelik Keynezyen iktisatçıların eleştirileri, özellikle Keynezyen iktisadın yanlış ortaya konulduğu yönünde ortaya çıkmıştır. Bu iktisatçılar 1970-1980 döneminde ortaya çıkan bunalıma Neo-Klasik Keynezyen iktisadın neden olduğunu belirtmişlerdir. Söz konusu iktisatçıların bir kısmı Neo-Klasik senteze karşı çıkıp IS-LM analizinin Keynesin iktisadını temsil etmediği belirtilirken, bir kısmı da Genel Teori üzerinde durarak beklentiler ve ücret maliyeti konularına önem verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir.Yine Keynezyen iktisatçılar, Keynes'in Teorisi'nin Walrasian Genel Denge Modeli çerçevesinde ortaya konulmasının yanlış olduğunu, Keynesin modelinin bir dengesizlik modeli olduğunu ifade etmişlerdir. Keynezyen iktisada karşı olanların başlıca eleştirdikleri noktalar şunlardır: 1. Stagflasyon: 1970 sonrası ekonomide kronik olarak hem enflasyon ve hem işsizlik gerçekleşmiştir. Keynezyen iktisadın bu sorunları açıklayamaması ve politik çözümler getirememesi eleştirilerin kaynağını oluşturur. 2. Keynezyen iktisadın üretim konusunu ele almadığı eleştirisi: 1970 ve 1980' li yıllarda ve özellikle gelişmiş sanayi ülkelerinde görülen üretim artış hızının devamlı azalması, Keynezyen iktisadın bu sorunu açıklama ve çözmede başarısız olması, Keynezyen makro teorinin üretim konusunu ele almadığı şeklinde eleştirilere neden olmuştur. Keynes'e göre istihdam ve talep yeteri kadar yüksek olduğu sürece üretim için kaygı duymaya gerek yoktur. Keynezyen iktisadın bu yaklaşımı söz konusu sorunu açıklama ve çözmede başarısız olmuştur. 3. Keynezyen iktisat sermaye birikimini ele almamıştır: 1960 ve 1970' li yıllarda ABD ve İngiltere' de şiddetlenen ve stagflasyon diye adlandırılan krizin nedeni olarak sermaye birikiminin gittikçe azalması gösterilmiş ve uygulanan ekonomi politikalarının başarısızlığı Keynezyen iktisadın sermaye birikimi ile ilgilenmemesine bağlamıştır. Keynezyen Teori tasarruf ile yatırımın daima birbirine eşit olacağını varsayan Say Yasasını reddetmiş ve onun yerine gelişmiş ülkelerde uzun dönemde aşırı tasarruf durumunun ortaya çıkacağını öne sürmüştür. Bu nedenle Keynezyen iktisatta tasarruf yetersizliği sözkonusu değildir. 4. Objektif iktisatçı varsayımına yönelik eleştiriler: Keynezyen iktisat özellikle iktisat politikacısının objektif ve bağımsız bir kişiliği olacağını ve siyasi baskılardan etkilenmeyeceğini farzetmiştir. Oysa ki bütün ekonomik kriz dönemlerinde görüldüğü gibi «iktidardaki iktisatçı ya bir politikacı ve fırsatçı haline gelmekte veya iktidarını ve etkisini yitirmektedir. » 5. Philips eğrisi çerçevesindeki eleştiri: A. W. Philips, sadece istatistiki verilere dayanarak parasal ücretlerin değişme oranı (enflasyon) ile işsizlik oranı arasında ters yönlü bir ilişki bulmuştur. Bu eğrisel ilişki iktisat politikacısını yüksek oranda işsizlik ve az enflasyon ile düşük oranda işsizlik ve yüksek enflasyon gibi iki zorunlu tercih karşısında bırakmıştır. Keynezyen iktisatçılar Philips eğrilerini büyük bir sevinçle karşılamış ve benimsemişleridir. Özellikle hem işsizliğin hem de enflasyonun birlikte arttığı 1970 sonrası yıllarda Keynezyen Teori'nin gerçeklere uymadığı ve bu teorinin politika reçetelerine güvenilemeyeceği yolundaki iddialar özellikle Philips eğrilerine verilen önemden kaynaklanmıştır. 6. Taksflasyon: Keynezyen iktisadın öngördüğü politikalara göre yüksek enflasyon dönemlerinde vergi oranlarının yükseltilmesi enflasyonu önleyici olacak ve enflasyon düşecektir. Ancak 1970' li yıllarda hem yüksek enflasyonun hem de yüksek vergi oranlarının bir anda olması Keynezyen iktisatın eleştirilmesi yolaçmıştır. 7. Kamu sektörünün aşırı büyümesi: Kamu sektörünün aşırı büyümesinin teorik temellerini Keynezyen iktisatta bulduğu ileri sürülerek Keynes eleştirilmiştir. 5-Neo-Klasik Keynezyen İktisadın Temsilcileri: Klasik ve Keynezyen görüşlerin temel ilkelerinin bağdaştırılabileceğini savunan bu akımın öncüleri Hicks, Hansen, Samuelson, Tobin, Klein ve Solow' dur. J. R. HICKS: Neo-Klasik Keynezyen iktisadın önde gelen isimlerinden olan J.R.Hicks; - Sayısal (kardinal) fayda yerine sırasal (ordinal) faydanın kullanılması gerektiğini, çünkü faydanın ölçülmesinin mümkün olmadığını savunur. - Walras ve Pareto' nun genel denge sistemini yine tam rekabet varsayımı altında kurmuştur. - Kayıtsızlık eğrileri tahlilini geliştirmiş, marjinal fayda teorisini kayıtsızlık eğrileri ile ifade ederek genel dengenin dinamik tahlilini yapmayı denemiştir. - «Marjinal fayda» kavramını «marjinal ikame oranı» ile; «azalan marjinal fayda» kavramını «azalan marjinal ikame oranı» ile değiştirmiştir. - «Tüketicinin fayda alanı» yerine «kayıtsızlık paftası», «belirli zevkler varsayımı» yerine «belirli tercih sıralaması» ifadelerini kullanmıştır. - Hicks' in Walras ve Pareto' dan fazla olarak söylediği; tam rekabet şartlarında gelir tesirinin ve tamamlayıcı ilişkilerin sistemin istikrarını bozabileceğidir. Buna karşılık sistemde istikrarı sağlayabilecek öğeler de vardır. Dolayısıyla statik tam rekabet şartlarında sistem istikrarlıdır. - Geleceğin belirsizliğinin istikrarsızlığa yol açtığını kabul eden Hicks Kapitalizm'de planların ve bekleyişlerin kısmen gerçekleşebileceği «vadeli mübadele piyasaları»nın bulunduğunu savunur. Ancak bu piyasaların uygun işlemesini engelleyen belirsizlik türleri mevcut olup bunlar hem Kapitalizm, hem Sosyalizm için geçerlidir. - Hansen ile birlikte oluşturduğu faiz teorisi modeli ile Keynesin faiz teorisini eleştirmiştir. Alvin HANSEN: Neo-Klasik Keynezyen iktisada önemli katkılarda bulunan A.Hansen; - Gelir dağılımı, para ve faiz teorisi gibi alanlarda Hicks' in tahlil araçlarını kullanarak geliştirmiştir. - Hicks ile birlikte oluşturduğu modelle Keynes' in Faiz teorisini eleştirmiştir. Keynes' in faiz teorisinin belirsiz olduğunu ileri süren bu eleştiriye göre her gelir düzeyi için farklı bir likidite tercih eğrisi vardır. Her ne kadar spekülasyon güdüsüyle talep edilen parayı gösteren likidite eğrisi gelirin fonksiyonu (gelire bağlı) değilse de işlem ve ihtiyat güdüsüyle talep edilen parayı bilmek için gelir düzeyini bilmek gerekir. Keynes' in faiz teorisinde bu nokta dikkate alınmadığından Keynezyen Faiz teorisi de Klasik faiz teorisi gibi belirsizdir. Paul SAMUELSON: Neo-Klasik iktisadın önemli temsilcilerinden olan P.Samuelson; - Yatırım teorisi konusunda Keynes' in oluşturduğu çarpan mekanizmasını eleştirmiştir. Fakat Samuelson' a göre Keynes’in statik çarpan tahlili, gelirdeki artışla, bunun yol açtığı tüketim harcamaları artışı arasındaki zaman gecikmesini gözönünde tutmamakta, yatırım artışının çarpan büyüklüğü katında gelir oluşturacağını kabul etmektedir. Oysa çarpan kaçınılmaz olarak dinamik olup miktarlarının zamanla ifadelendirilmesi gerekir. Çarpanın dinamik tahlili iki unsura bağlıdır: 1) Gelir düzeyine bağlı olan harcama (tüketim harcaması) 2) Gelire ilave olarak yapılan kamu harcamaları veya özel yatırım harcamaları. 6-Post-Keynezyen (Fundamentalist Keynezyen) İktisadın Temsilcileri Neo-Klasik Keynezyen görüşe karşı çıkarak gerçek Keynezyen iktisadın, Keynes' in Genel Teorisi' nde yer alan görüşler olduğunu savunan akımın temsilcileri; Harrod, Robinson, Weintraub, Kaldor ve Shackle' dır. Roy HARROD: Post-Keynezyen iktisadın temelini oluşturan görüşlere sahip olan R.Harrod'un ekonomiye getirdiği en büyük yenilik, iktisadi büyüme teorisi için oluşturduğu modeldir. Statik Keynezyen Teori' nin dinamikleştirilmesi ve uzun dönem istikrarlı büyüme şartlarının açıklanması açısından önemli olan Harrod modeli, Domar' ın da aynı özellikleri incelemesinden dolayı Harrod-Domar Modeli olarak bilinir. Model, yatırımın hem üretim kapasitesini hem de geliri arttırıcı bir unsur olduğunu göz önünde tutarak özellikle Keynes' in ihmal ettiği üretim arttırıcı etkisi üzerinde durur. Harrod, kapitalist ülkelerde iktisadi büyümeyi, hızlandıran ve çarpan etkilerine dayanan dinamik bir teori içinde inceler. Bu, iktisadi dalgalanmaları büyüme içinde inceleyen, boom ve depresyon dönemlerini mümkün gören, kapitalizmin değişme sürecini girişimci davranışlarına bağlayan bir büyüme modelidir. Teori, temelde üç sorunla ilgili olup her bir sorun üç ayrı Harrod denklemiyle çözülebilir: Sorun 1 - Sermaye / hasıla oranı ve tasarruf / gelir oranı sabitken gerçekleştirilebilecek sürekli büyüme oranı. Çözüm 1 - Fiili büyüme oranının bulunmasıyla çözülür. Sorun 2 - Bu sürekli büyüme sürecindeki istikrarsızlık. Çözüm 2 - Gerçek (uygun) büyüme oranının bulunmasıyla çözülür. Sorun 3 - Uzun dönemde ekonominin sürdürebileceği maksimum büyüme oranı Çözüm 3 - Tabii büyüme oranının bilinmesini gerektirir. Harrod, konjonktürel dengesizlikler üzerinde de durmuş, örneğin sürekli durgunluğun giderilmesi için cari işlemler dengesinin fazlalık vermesinin bir çözüm olacağını ileri sürmüştür. Joan ROBINSON:Post-keynezyen iktisdın önemli temsilcilerinden olan J.Robinson'un bazı temel görüşleri şöyledir: - Tam rekabet her zaman geçerli olmayabilir. Eksik rekabet de söz konusudur. Robinson, eksik rekabet şartlarının tahlilinde Cournot' un marjinal hasılat / marjinal maliyete dayanan tahlilini kabul etmiştir. Chamberlin ile kıyaslandığında ise Robinson' un Chamberlin' in aksine satış masraflarını incelemediği ve tahlillerini ortalama eğriler yerine marjinal eğrilerle yaptığı görülür. - Yatırım çarpanını dış ticareti kapsayacak şekilde genişletmiştir. - Harrod modelinin önerdiği istikrarlı büyüme (gerekli büyüme = tabii büyüme) modellerinin yanısıra istikrarsız büyüme modellerini de incelemiştir. Robinson' a göre istikrarlı büyümenin altı şartı vardır: Teknoloji, yatırım politikası, tasarruf şartları, rekabet şartları, mali şartlar, ücret pazarlıkları. Nicholas KALDOR: Harrod büyüme modelinin önerdiği istikrarlı büyümenin temel şartının sağlanabilmesi için bazı makro değişkenlerin teoriye uyumunun gerekli olduğunu savunan Kaldor' a göre örneğin uyumun sağlanmasında tasarruflar önemlidir. Çünkü bir toplumda tasarruf-yatırım eşitliğinin sağlanması girişimci sınıfın milli gelirden aldığı paya bağlıdır. Uyumun sağlanmasında teknoloji de önemlidir. Teknolojik değişme sermaye birikimine bağlıdır. Bilgi, yatırıma bağlı olarak büyümekte hatta yatırımın nisbi büyüme oranının fonksiyonu sayılmaktadır. ARZ YANLI İKTİSAT EKOLÜ I. GİRİŞ 1970’li yılların sonlarına doğru Talep-Yönlü İktisat' ın (Demand-Side Economics) karşılaştığı sorunlara çözüm olarak, vergi indirimleri politikasını öneren Amerikalı iktisatçı Profesör Arthur Laffer, vergi indirimleri sonucunda toplam piyasa üretiminin ve toplam vergi gelirlerinin artacağını savunmuştu. Laffer’in görüşleri, ABD’nde özellikle Wall Street Journal’un editörü Jude Wanniski’nin katkılarıyla kamuoyuna aktarıldı. Bu görüşler, kısa sürede akademik çevrelerde de ilgi gördü ve özellikle P.C. Roberts, N. Ture, M. Evans, A. Reynolds, B. Bartlett ve diğer bazı iktisatçılar tarafından ayrıntılı bir şekilde incelemeye konuldu. Laffer’in vergi indirimleri ile toplam piyasa üretimi ve vergi gelirleri arasında kurmuş olduğu geometrik ilişki, akademik çevrelerde yapılan çalışmalarda "Laffer Eğrisi" şeklinde popularite kazandı. Laffer, görüşleri ile talepyönlü iktisat politikasını (Keynesyen iktisat politikasını) eleştirmiş, bunun yerine "her arz kendi talebini yaratır" şeklinde formüle edilen Say Kanunu' nu tekrar gündeme getirmeye çalışmıştır. Laffer’e göre çağdaş iktisadi sorunların temelinde, üretimin talebe cevap verememesi yatmaktadır. Laffer, üretimi teşvik edecek en önemli iktisat politikasının ise "vergi indirimleri politikası" olduğunu savunmuştur. Laffer’in bu görüşleri, daha sonraları bazı iktisatçıların katkıları sonucu, iktisat literatüründe "Arz-Yönlü İktisat" (Supply-Side Economics) ya da "Arz-Yönlü Vergi Politikası" (Supply-Side Tax Policy) olarak yerleşmiştir. Bu çalışmanın amacı, talep-yönlü iktisat teorisine alternatif bir iktisadi düşünce olarak 1980’li yıllarda önem kazanan Arz-Yönlü İktisat Teorisi' ni genel hatlarıyla incelemektir. Bu çalışmada arz-yönlü iktisadın temel öğretisi olan Haldun-Laffer etkisinin sadece teorik analizi yapılacaktır. II. ARZ-YÖNLÜ İKTİSAT TEORİSİ A. Tanım : Arthur Laffer arz-yönlü iktisadı şu şekilde tanımlamaktadır: "Arz-yönlü iktisat, klasik iktisadın modern tarzda ifadesinden başka bir şey değildir." ("Analyzing Supply-Side Economics: A Symposium", Halistones, 1982; 69). Diğer bir iktisatçı Bruce Bartlett ise yaptığı tanımlama ile Arthur Laffer’in görüşlerini paylaşmaktadır: "Bir çok yönden arz-yönlü iktisat, klasik iktisadın yeniden keşfedilmesinden başka bir şey değildir." (Bartlett, 1981; 1). Arz-yönlü iktisadın ekonometrik analizini yapan Michael Evans daha bilimsel bir yaklaşımla; "Ekonominin prodüktif kapasitesini etkileyen faktörleri inceleyen bir iktisat dalı..." şeklinde bir tanım vermektedir (Evans, 1983; 19-20). Evans, dengeli bir arz-yönlü iktisat politikasının başlıca şu iktisat politikalarını içerdiğini belirtmektedir (Evans, 1983; 20): Şahsi ve kurumlar gelir vergilerinde indirim, Vergi indirimlerine paralel olarak kamu harcamalarının indirilmesi, Yasal-kurumsal serbestleşme politikası. Evans’a göre bu politikaları içerecek bir arz-yönlü program, yüksek prodüktivite ve ekonomik büyüme ile düşük enflasyonu sağlayacaktır. Evans’a göre, arz-yönlü iktisadın temelini "vergi indirimleri" oluşturmaktadır. Son olarak, diğer tanınmış bir arz-yönlü iktisatçının tanımını aktaralım. P.C. Roberts’e göre arz-yönlü iktisat; "teşvikler ve göreli fiyatlar üzerindeki maliye politikası etkilerini inceleyen bir iktisat okuludur" (Roberts, 1984; 314). Bu açıklamalar çerçevesinde şu tanımı yapmak mümkündür: Arz-yönlü iktisat, özellikle vergi indirimleri yoluyla üretimin ve dolayısıyla vergi gelirlerinin pozitif yönde etkileneceğini ve bu suretle ekonomik büyümenin, kaynak kullanımında ve dağılımında etkinliğin sağlanacağını savunan bir iktisadi düşüncedir. Esasen bu tanıma dayalı olarak arz-yönlü vergi politikasının temel ilkelerini özetlemek mümkündür. B. Temel İlkeleri : Arz-yönlü iktisadın temel ilkelerini şu şekilde özetleyebiliriz: 1. Marjinal vergi oranlarındaki değişiklikler ekonomik birimlerin karar ve faaliyetlerini pozitif veya negatif olarak başlıca üç şekilde değiştirir (Keleher, 1982; 111). Boş durmaya karşı çalışmanın göreli fiyatını, Cari tüketim yerine, gelecekte tüketimde bulunmanın göreli fiyatını, Piyasa ekonomisi içinde faaliyette bulunma yerine, yeraltı ekonomisinde faaliyette bulunmanın göreli fiyatını. Arz-yönlü iktisatçılar, marjinal vergi oranlarının indirilmesi (artırılması) halinde bunun göreli fiyatları pozitif (negatif) yönde etkileyeceğini kabul etmektedirler. Onlara göre; örneğin; marjinal vergi indirimi, bireylerin tüketim yerine tasarrufa yönelmelerine, boş durma yerine çalışmayı tercih etmelerine neden olacaktır. 2. Arz-yönlü iktisat, "ekonomik büyüme" ve "ekonomik etkinlik" olarak bilinen iki önemli iktisat politikası amacına ağırlık vermektedir. Arz-yönlü vergi politikasını savunanlar, vergi indirimlerinin uzun dönemde vergi gelirlerini ve toplam piyasa üretimini artıracağını kabul etmektedirler. Bu iktisatçılara göre, "ekonomik istikrar ve adil gelir dağılımı" gibi iktisat politikası amaçları kısa dönemde çözüme kavuşturulamayacak politikalardır. Diğer bir deyişle, bu politikaları gerçekleştirmek için, öncelikle ekonomide etkinlik ve yüksek büyümeyi sağlayacak politikaları yürürlüğe koymak gereklidir. 3. Arz-yönlü iktisadın diğer bir temel ilkesi ise vergi oranları ile vergi gelirleri ve toplam piyasa üretimi arasında kurmuş olduğu ilişkidir. Bu ilkeye göre; vergi oranlarının indirilmesi, sanıldığı gibi vergi gelirlerini azaltmayacak aksine artıracaktır. Çünkü, vergi oranlarının indirilmesi göreli fiyatları pozitif şekilde etkileyecek ve bu etki toplam piyasa üretiminin yani GSYİH’ nin artması şeklinde sonuçlanacaktır. Arz-yönlü iktisat teorisinin temel felsefesini oluşturan bu ilişkiyi iki başlık altında inceleyeceğiz. Daha önce arz-yönlü iktisadın tarihsel kökenleri üzerinde durmaya çalışalım. C. Tarihsel Kökenleri : Arz-yönlü iktisat, daha öncede belirtildiği gibi, talep-yönlü iktisada bir tepki olarak doğmuştur. Talep-yönlü iktisadın aksine arz-yönlü iktisat, bütün iktisadi sorunların arz kaynaklı olduğunu kabul eder. Arz-yönlü iktisat teorisini savunanlara göre, iktisadi sorunların temelinde Keynesyenlerin ifade ettiği şekilde "efektif talep yetersizliği" değil, üretimin talebe oranla yetersiz olması yatmaktadır. Arzyönlü iktisat teorisini savunanlar bu görüşleri ile esasen Say Kanunu’nu kabul etmektedirler. Klasik iktisadın "arz kendi talebini yaratır" şeklinde formüle edilen bu görüşü temelde arz-yönlü iktisadın çıkış yeri olarak kabul edilebilir. Jean Baptiste Say, 1803 yılında "Treatise on Political Economy" adlı eserinde "Piyasalar Kanunu" (the Law of Markets) nu şu şekilde açıklamıştır: "Her üretici kendi tüketimini aşacak ölçüde belirli bir maldan bir miktar üretir. Çiftçi, kendisi ve ailesi için gerekli olandan daha fazla mahsül toplar; şapkacı, kendi kullanımı için gerekli olandan daha fazla şapka yapar; toptancı kendi tüketiminden daha fazla şekeri elde bulundurur. Bunların her biri, rahat bir şekilde yaşam için (kendi ürettikleri mallar dışındaki) diğer bir çok mallara gereksinim duyarlar. Üretilen malların başkalarının ürettikleri mallar ile mübadele edilmesi piyasaları oluşturur" (Cowen, 1982; 165). Say’in açıklamalarında talebin esas kaynağının üretim olduğu vurgulanmaktadır. Say’e göre; "Aşırı tüketim, ticaret için yararlı değildir; asıl güçlük tüketim isteğini teşvik etmekte değil, üretim araçlarını sağlamakta yatmaktadır. İyi devletin amacı üretimi teşvik etmekte, kötü devletin amacı ise tüketimi teşvik etmekte yatmaktadır" (Cowen, 1962; 167). Say’in bu temel görüşleri daha sonraları, özellikle James Mill tarafından daha net bir şekilde ortaya konulmuştur. Mill, 1808 yılında yayınladığı eserinde Say Kanunu’nu şu şekilde ifade etmiştir: "Her ülke kesinlikle ürettiği malları tüketecektir. Bir ülkede hiçbir şekilde aşırı bir sermaye veya mallar stok edilemez. Sermaye, üretim için bir olanak yaratır. Bir ülkedeki talep, tamamen o ülkenin satın alma gücüdür. Ülkenin satın alma gücü nedir? Şüphesiz ülkenin yıllık üretimidir. Tüketim, esasen üretimin bir etkisidir. Üretim, tüketimin bir etkisi değildir....Bir ülkenin gerçek zenginliği o ülkenin yıllık üretim gücüdür. Bir ülkenin zengin veya fakirliği o ülkenin ürettiği malların miktarına bağlıdır" (Cowen, 1982; 135). Özetle, 1980’li yılların başlarında Arthur Laffer ve diğer bazı iktisatçılar tarafından açıklanan ve "Arz-Yönlü İktisat" olarak popülarite kazanan teori, esasen Say Kanunu’nun yeniden gündeme getirilmesidir. Arz-yönlü iktisatçılar, 1970’li yıllardaki iktisadi sorunların esasen toplam arz yerine toplam talebe ağırlık veren talep-yönlü iktisat politikasından kaynaklandığını savunmaktadırlar (Bkz: Aktan, 1991). Bu iktisatçılar, sorunu bu şekilde belirledikten sonra çözümü de üretimi teşvik edecek politikalarda aramaktadırlar. Onlara göre, üretimi teşvik edecek en önemli araç vergi indirimleridir. Önemle belirtmek gerekir ki, Laffer’in vergi oranları ve vergi gelirleri arasında kurmuş olduğu teorik ilişki ve yaptığı geometrik yorum, başlangıçta pek çok iktisatçı tarafından yeni ve orijinal bir görüş olarak kabul edilmiştir. Ancak daha sonra akademik çevrelerde yapılan çalışmalarla Laffer’in açıkladığı görüşlerin daha önceki yüzyıllarda başka iktisatçı ve filozoflar tarafından ifade edildiği açıklığa kavuşmuştur. Örneğin Amerikalı iktisatçı Alan Brinder, yayınladığı çalışmasında Laffer’in açıkladığı görüşlerin daha önce 1844 yılında J. Dupuit tarafından ifade edilmiş olduğunu, dolayısıyla Laffer Eğrisi olarak popülarite kazanan eğriyi "Dupuit Eğrisi" olarak adlandırmanın daha doğru olacağını belirtmiştir (Blinder, 1981; 83). Bir başka iktisatçı Don Fullerton da vergi indirimleri ile vergi gelirleri arasındaki ilişkinin Dupuit’in yanı sıra Adam Smith tarafından da ifade edildiğini, bu nedenle çizilen eğriyi "Smith-Dupuit Eğrisi" olarak adlandırmanın daha doğru olacağını ifade etmiştir (Fullerton, 1982; 5). Önemle belirtmek gerekir ki, A. Laffer tarafından açıklanan ve "Laffer Etkisi" olarak popülarite kazanan hipotez, ilk olarak 14. yüzyılda filozof İbni Haldun tarafından açıklanmıştır. İbni Haldun 1371’de ünlü Mukaddime adlı eserinde şunları yazmıştır: "Toplumun (hanedanın) oluşumunun başlangıcında vergiler, küçük matrahlar karşılığında yüksek vergi hasılatı sağlar. Toplumun (hanedanın) genişlemesi ile birlikte, vergiler büyük matrahlara karşılık düşük vergi hasılatı sağlar." (Khaldun, 1981; 230). İbni Haldun, aynı eserin devamında şunları yazmaktadır: "Vergi konuları üzerine düşük vergiler yüklendiğinde bu, yükümlülerin çalışma ve birşeyler yapma arzularını geliştirir. Düşük vergiler vergi yükümlülerini tatmin edeceği için, kültürel teşebbüs büyür ve artar. Öte yandan, kültürel teşebbüsün büyümesi ile birlikte, yükümlülere tarh edilen vergi matrahı genişler. Netice olarak, kişisel matrahların toplamı ile vergi geliri artmış olur." (Khaldun, 1981; 231). 18. ve 19. yüzyıllarda bazı iktisatçı ve filozoflar da İbni Haldun’un düşüncelerine benzer görüşleri ileri sürmüşlerdir. Örneğin; 18. yüzyılda filozof David Hume şunları yazmıştır: "Ağır vergiler endüstriyi tahrip eder. Ağır vergiler, işçilerin ücret artışı talep etmelerine neden olarak (sonuçta) bütün malların fiyatlarını artırır." (Hume, 1955; IXXXII). Aynı yüzyılda Adam Smith, "Milletlerin Zenginliği" adlı eserinde Hume’un görüşlerini değişik bir şekilde ifade etmiştir: "Yüksek vergiler, bazen vergiye tabi malların tüketimini azaltmak ve bazen vergi kaçakçılığını teşvik etmek suretiyle, düşük vergilerden sağlanacak hasılattan daha düşük bir hasılat sağlar. Gelirin azalması, tüketimin azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışsa, çözüm yollarından birisi vergi oranlarını indirmektir." (Smith, 1976; 414). Adam Smith’i takiben, diğer klasik iktisatçılar da düşük vergi oranlarının yüksek vergi hasılatı sağlayacağını ve ekonomik büyümeyi teşvik edeceğini ifade etmişlerdir. J.R. McCulloch, yukarıdakilere benzer görüşlerini şu şekilde ifade etmiştir: "...Vergilerin indirilmesi, vergi gelirlerinin artması sonucunu doğurur......Vergilerin artırılması, gelirin azalması sonucunu doğurur." (McCulloch, 1975; 341). 1831’de Henry Parnell düşük vergilerin önemini şu şekilde vurgulamıştır: "Aşırı yüksek vergilerin sonucunda vergi geliri azalır ve vergi kaçakçılığı teşvik edilir." (Keleher ve Orzechowski, 1982; 140). Son olarak , Jules Dupuit’in görüşlerini kısaca aktaralım. Dupuit, 1844 yılında şunları yazmıştır: "Eğer bir vergi, sıfırdan başlayarak engelleyici olabileceği bir noktaya kadar arttırılırsa, başlangıçta hasılatı artarak bir maksimuma ulaşır ve bir noktada tekrar sıfır olur." (Dupuit, 1969; 278). Anlaşıldığı üzere, 1970’li yılların sonlarına doğru A. Laffer tarafından gündeme getirilen bu görüş, daha önceki yüzyıllarda pek çok filozof ve iktisatçı tarafından açıklanmıştır. Literatüre "Laffer Etkisi" olarak giren bu görüşü, biz bu çalışmada "HALDUN-LAFFER ETKİSİ" olarak adlandırmayı yeğliyoruz. III. HALDUN-LAFFER ETKİSİ A. Hipotez: Haldun-Laffer etkisi kısaca şu görüşü açıklamaktadır: Marjinal vergi oranlarındaki değişiklikler göreli fiyatları pozitif (negatif) olarak etkiler ve netice olarak toplam piyasa üretimi ve toplam vergi geliri artar (azalır). Önemle belirtelim ki, arz-yönlü vergi politikasını savunan iktisatçılar, özellikle marjinal vergi oranları üzerinde durmaktadırlar. Bilindiği üzere ortalama vergi oranı, ödenmesi gereken vergi ile gelir arasındaki ilişkiyi gösterir. Ödenmesi gereken vergiyi (T) geliri (Y) ile gösterirsek ortalama vergi oranı (e) şu şekilde formüle edilebilir: T e = ---------------------- Y Marjinal vergi oranı ise ödenen vergideki artış ile gelirdeki artış miktarı arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Bu durumda marjinal vergi oranını (m) da şu şekilde formüle edebiliriz: dT m = ----------------------------dY Yukarıda kısaca özetlenen Haldun-Laffer etkisini (HL Etkisi) Şekil- 1 yardımıyla açıklamaya çalışalım. Şekil: 1 Vergi Oranları ile Toplam Piyasa Üretimi ve Vergi Gelirleri Arasındaki İlişki Şekil’ de sağ taraf, vergi oranları ile vergi gelirleri arasındaki ilişkiyi sol taraf ise vergi oranları ile toplam piyasa üretimi arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Önce şeklin sol tarafını incelemeye çalışalım. Hiç verginin bulunmadığı varsayımı altında toplam piyasa üretimi Y1 düzeyindedir. Vergi oranlarının sıfırdan başlamak suretiyle bir miktar artırılması, toplam piyasa üretimini artırır. Bunun nedeni şudur: Devletin bir miktar vergi geliri toplaması, bir miktar kamusal mal arz etmesi demektir. Örneğin; devletin topladığı vergi gelirlerini savunma, adalet gibi tam kamusal mallar yanısıra bir kısmını da eğitim ve sağlık gibi yarı kamusal mallara harcadığını düşünelim. Devletin bir miktar kamusal mal üretmesi başlangıçta özel sektör ekonomik faaliyetleri üzerinde olumlu etki yapar ve netice olarak ekonomide toplam GSYİH miktarı genişler. Vergi oranlarının artırılması bir noktaya kadar bu etkiyi gösterir. Belirli bir noktadan sonra (L) toplam piyasa üretimi azalır. Bunun nedeni, yüksek vergi oranlarının göreli fiyatlar üzerindeki olumsuz etkisidir. Şeklin sağ tarafına dönelim. Vergi oranları ile toplam piyasa üretimi arasındaki ilişkilerin bir benzerini vergi oranları ile vergi gelirleri arasındaki ilişkide görmekteyiz. Vergi oranın sıfır olduğu durumda vergi geliri de sıfırdır. Vergi oranının biraz artırılması, -örneğin B noktasına kadar- halinde vergi geliri de artacaktır. Vergi oranlarının D noktasına kadar artırılması halinde aynı sonuç elde edilebilecektir. D noktasından sonra vergi oranlarının artırılması vergi gelirleri üzerinde olumsuz bir etki doğuracaktır. D noktasını "maksimum vergi geliri noktası" olarak tanımlamak mümkündür. Önemle belirtelim ki, T3' ün ötesinde bir vergi indirimi, ancak vergi gelirlerinin artması sonucunu doğurur. Örneğin; vergi oranının T4' den T3 noktasına indirilmesi halinde vergi gelirleri de R2' den R3' e doğru yükselir. Şekilden anlaşıldığı üzere, toplam piyasa üretiminde vergi gelirlerinden önce bir maksimuma ulaşılmaktadır. Bunun nedeni şudur: Devletin bir miktar vergi geliri toplaması ekonomiye bir miktar kamusal mal arz etmesi anlamına gelir. Başlangıçta bu düşük vergi oranları ekonomik birimlerin faaliyetleri üzerinde pozitif etkilerde bulunur. Böylece toplam piyasa üretiminde maksimuma düşük bir vergi oranında ulaşılır. Şimdi, HL hipotezinin varsayımlarını daha doğru bir ifadeyle belirsizliklerini incelemeye çalışalım. B. HL Hipotezinin Belirsizlikleri : P. Miller ve A. Struthers adındaki iki iktisatçı 1970 yılında yayınladıkları makalede HL etkisinin önemli ölçüde belirsizlikler içeren bir varsayımdan ibaret olduğunu belirterek şu görüşü ileri sürmüşlerdir: "Vergi oranlarındaki bir indirimin vergi gelirlerini artıracağı ümidi "Laffer Etkisi" dir. Fakat, bu olsa olsa zayıf bir beklentidir. Bu görüş, kişilerin vergi sonrası gelirleri yükseldiğinde öncekinden önemli ölçüde fazla yatırım yapacakları varsayımına dayanır.". Preston ve Miller’e göre Haldun-Laffer Etkisi, oldukça belirsiz ve gerçekleşmesi pek mümkün görünmeyen iki koşula bağlı bulunmaktadır. İlk olarak; vergi oranı, Şekil-2' de görüldüğü üzere maksimum vergi geliri noktasının (D) ötesinde bulunmalıdır. Diğer bir ifadeyle, cari vergi oranı T* oranından daha yüksek olmalıdır. Vergi oranı D noktasından daha düşük bir noktaya indirildiğinde vergi gelirleri artmayacak, aksine azalacaktır. Oysa, vergi oranı D noktasının ötesinde, örneğin E noktasında ise, bu oranın D noktasına indirilmesi halinde vergi geliri artacaktır. Şekil: 2 Haldun-Laffer Etkisinin Belirsizlikleri: Laffer etkisinin gerçekleşebilmesi için ikinci koşul ise, vergi indiriminin çok fazla olmamasıdır. Örneğin; E noktasından C noktasına (veya B noktasına) kayılması halinde vergi gelirleri artmayacak, aksine azalacaktır. Hiç kimse eğrinin şeklini ya da maksimum vergi geliri noktasının konumunu bilmediğinden, vergi oranlarını uygun bir şekilde azaltmak kolay olmayacaktır. IV. SONUÇ: Bu çalışmada arz-yönlü iktisadın teorik temelleri incelenmiştir. Vergi indirimlerinin toplam piyasa üretimi ve toplam vergi gelirleri üzerindeki etkileri konusunda pek çok ampirik çalışma yapılmış, bu arada bazı iktisatçıların katkıları arz-yönlü iktisadın iddialarını değerlendirmeye yarayacak bazı tarihsel bulgular elde edilmiştir. Özellikle, ABD’nde tarihsel bulgular gerçekten ilgi çekici sonuçlar ortaya koymaktadır. 1920’lerdeki Mellon vergi indirimleri ile 1960’lardaki Kennedy indirimleri ve son olarak da Reagen vergi indirimlerinin genel sonuçları değerlendirildiğinde, arz-yönlü iktisadın 1980 başlarında ifade edildiği şekilde bir "Voodoo Economics" (Büyü Ekonomisi) olmadığını ortaya koymaktadır. Arz-yönlü vergi politikasını en kapsamlı bir şekilde uygulayan ABD’nde, 1980 sonrasında ekonomik alanda pek çok olumlu gelişmeler elde edilmiştir. ABD’ndeki büyüme hızı, tasarruf ve yatırım rasyolarındaki değişme, toplam vergi gelirleri trendi, enflasyon ve işsizlik rakamları vb. bu hususta açık değerlendirmelere imkan tanımaktadır. Ancak, ABD ekonomisinde 1980 sonrasında artan bütçe açıkları dolayısıyla, arz-yönlü vergi politikası geniş eleştirilere uğramıştır.Bununla birlikte arz-yönlü vergi politikasını savunanlar esasen bütçe açıklarının tamamen vergi indirimlerinin bir sonucu olmadığını, esas sorunun kamu harcamalarının azaltılmaması olduğunu iddia etmektedirler. ABD’nde 1980 sonrasında kademeli olarak gelir vergisi oranları indirilmiş, buna karşın kamu harcamaları öngörülen şekilde azaltılmamıştır. Bu durum sonuçta bütçe açıklarının artmasının nedenlerinden birisi olmuştur. Arz-yönlü iktisadın ABD’ndeki başarısına ilişkin tarihsel bulguların yanısıra akademisyenlerce bu teoriyi destekleyen ampirik çalışmaların ortaya konulması, bu politikanın pek çok ülkede ilgi çekmesine neden olmuştur.Önemle belirtelim ki, 1980 sonrasında ABD dışında; İngiltere, Batı Almanya, Japonya ve diğer bazı gelişmiş ülkelerde vergi indirimleri politikasına ağırlık verilmiştir. Gelişmiş ülkelerin yanısıra gelişmekte olan ülke hükümetleri de, bazı uluslararası kurumların etkisiyle vergi indirimleri politikasını cazip bulmuşlar ve bu konuda uygulamalar yapmışlardır. Burada şu önemli soru gündeme gelmektedir: Arz-yönlü vergi politikası, gelişmekte olan ülkeler açısından ne derece uygunluk arz etmektedir? Ekonomik kalkınmanın finansmanında, geniş ölçüde vergilere bağımlı bulunan gelişmekte olan ülkelerde vergi indirimleri politikası uygulanması halinde sonuçta bundan vergi gelirleri ne derece pozitif olarak etkilenecektir? Arz-yönlü vergi politikasını savunanlar, gerek gelişmiş ve gerekse gelişmekte olan ülkelerde vergi indirimlerinin ekonomik büyüme üzerinde olumlu sonuçlar doğuracağını iddia etmektedirler. Bu iktisatçılara göre; ekonomik büyümenin hızlanması ile birlikte vergileme kapasitesi de genişleyecek ve sonuçta vergi gelirleri artacaktır. Arz-yönlü vergi politikasını savunanlar, vergi tarifesinin yapısının büyük önem taşıdığını, dik artan oranlı bir tarifenin mümkün olduğunca ılımlı bir artan oranlılığa ve hatta tamamen düz oranlılığa dönüştürülmesini önermektedirler. Bu çalışmanın genel sonucu olarak şu ifadeyi savunmak mümkün görünmektedir: Arz-yönlü iktisadın temel iddiaları, pek çok teorik ve ampirik çalışmaların sonuçları ve tarihsel bulguları ile güç kazanmıştır. Ancak, vergi indirimleri yoluyla olumlu ekonomik sonuçlar elde edebilmek için Buchanan ve Lee’nin üzerinde önemle durduğu şu iki hususu dikkate almak gereklidir: 1. Arz-yönlü iktisat uzun dönemi esas alan makro iktisat politikasıdır. Kısa dönemde, vergi indirimleri yoluyla toplam piyasa üretimi ve toplam vergi gelirlerinin artmasını beklemek doğru bir yaklaşım değildir. 2. Vergi oranlarının belirli bir süre değişmeyeceği konusunda vergi yükümlülerini ikna etmek gereklidir. Vergi oranlarının değiştirilmesi basit bir şekilde parlamentonun tasarrufu altında olduğu sürece, vergi yükümlülerinin gelecek üzerinde olumsuz beklentileri var olacaktır.Kanımızca, 1980 sonrasında talep yönlü iktisada alternatif olarak gündeme getirilen arz-yönlü iktisat teorisinin, iktisadi sorunlara olan teşhisi yanlış değildir. Düşük vergi oranlarının göreli fiyatları pozitif olarak etkileyeceği ve bunun sonucunda toplam piyasa üretimini ve dolayısıyla toplam vergi gelirlerini artıracağı savı, yukarıda da belirtildiği üzere, mevcut tarihsel bulgular ve ampirik çalışmalar ışığında güç kazanmıştır. Buchanan’a göre; Ekonomik Anayasa içinde iyi düzenlenmiş bir Vergi Anayasası, Arz-yönlü vergi politikasının temel sonuçlarını doğrulayacak sonuçlar ortaya çıkarabilecektir. Düşük vergi uygulamasının yanısıra gelecekte vergi oranlarının belirli bir süre değişmez olduğu güvencesine sahip vergi yükümlüleri, cari tüketim ve gelecek tüketim üzerindeki tercihlerini en iyi bir şekilde yapmaya çalışacaklardır. Bu şekilde bir Vergi Anayasası yeraltı ekonomisinin boyutlarını azaltarak devletin vergi gelirlerini artırabilecektir. Önemle belirtelim ki, son yirmi yıl içinde iktisatçıların ilgisi giderek "Anayasal Reform"a doğru kaymaktadır. ABD’nde Kamu Tercihi Teorisi’ni geliştiren bazı iktisatçılar "Anayasal İktisat" adını verdikleri yeni bir araştırma disiplini içinde ekonomik sorunların, esasen ekonomik "kural" ve "kurumların" anayasal bir çerçevede düzenlenmesiyle çözümleneceği görüşünü savunmaktadırlar. Özellikle kamu tercihi teorisinin gelişmesinde –ve bu arada arz-yönlü iktisadın gelişmesinde- önemli katkılarda bulunması nedeniyle 1986’da Nobel Ekonomi Ödülü' nü kazanan James M. Buchanan devletin vergileme yetkisine ilişkin temel hükümler dışında, vergileme yetkisini sınırlayacak kuralların da anayasada yer alması gerektiğini savunmaktadır. Buchanan, vergilemeye ilişkin kural ve düzenlemelerin bir "Vergi Anayasası" içerisinde düzenlenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Buchanan Vergi Anayasası' nı şu şekilde tanımlamaktadır: "...Vergi sistemi ancak "anayasal perspektif" içinde anlamlı bir şekilde tartışılabilir. Bu ifadeyle, vergilemenin temel yapısı ve vergi yükünün kişiler arasında dağılımı konularının mevcut bir "mali" veya "vergi anayasası" çerçevesi içerisinde ele alınması gerektiğini kasdetmekteyim. Vergi anayasası, bireylerin vergi oranlarındaki değişikliklere uygun bir şekilde adapte olabilecekleri ve uzun dönemi esas alan yarı-sürekli kural veya düzenlemeleri ifade etmektedir. "İyi" bir vergi sistemi, ancak anayasal perspektife dayalıdır." (Buchanan, 1978; 105). Buchanan, 3 veya 4 yılı esas alan bir "yarı-sürekli vergi anayasası" nda özellikle devletin hangi kaynaklar üzerinden vergi alacağı, uygulanacak vergi oranlarının maksimum sınırları, vergi yükünün ve kamu harcamalarının GSYİH’ nın belli bir yüzdesini geçemeyeceği, kamu gelirleri ile kamu harcamaları arasında bir denkliğin mevcut olacağı, bu denk bütçe ilkesinden hangi özel durumlarda –savaş, kriz vb.- vazgeçileceği vb. hususların açık olarak saptanmasını önermektedir. Sonuç olarak, arz-yönlü iktisadın temel önerilerinin bir anayasal perspektife dayalı olarak ele alınması gerektiğini belirtmekte yarar bulunmaktadır. KAYNAK:www.canaktan.org’dan ders çalışmak amacıyla alınmıştır.