mart/nisan 2014/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302

Transkript

mart/nisan 2014/02 fiyatı 2 tl ıssn 1302
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
MART/NİSAN 2014/02 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X168
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
Yeni sayımız ile merhaba.
Yerel seçimler için start verildi. Partiler
hazırlıklarını tamamladı. Liderler meydana indi.
Yarış başladı.
Düzen, sermaye partileri birbirlerini eleştiriyor,
birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortalığa seriyor.
Ortalık vaatlerden geçilmiyor. Seçim dönemleri
burjuva siyasetin kirli yüzünün çok daha açık
görüldüğü dönemlerdir. İçi boş vaatler, suçlamalar,
yalanlar, kavgalar, seçim rüşveti vb. bu kirli
siyasetin dışa yansıyan görüntüleri. Meydanlarda
dinlendirilen ırkçılık, milliyetçilik, din sömürüsü
burjuva siyasetin kaçınılmaz yol arkadaşları…
30 Mart’ta yapılacak Yerel Mahalli Seçimler
çalışmasına her gün piyasaya sürülen ses kasetleri
damga vuruyor. Gülen cemaati AKP’yi ses kasetleri
ile vuruyor. Amaç AKP’yi yıpratmak, hükümetten
düşürmek. AKP hükümeti bu hamlelere karşı
hamle ile cevap veriyor. Ilımlı İslamcılar
arasındaki iktidar kavgası giderek büyüyor. Bu
kavganın sandığa nasıl yansıyacağı, AKP’nin oy
oranını nasıl etkileyeceğini birlikte göreceğiz.
Bu sayımızda yerel seçimler üzerine, kapitalizmin
yol arkadaşı olan yolsuzluk üzerine yazılara yer
verdik.
Bu sayımızda Rojava’da yaşanılan son gelişmeleri
değerlendirdik. İlgi ile okuyacağınızı umuyoruz.
Bir Profesyonel devrimcinin Anıları’nın III.
Bölümünü, son bölümünü ilgiyle okuyacağınızı
umuyoruz.
Bangladeş, Kamboçya, Çin, Hindistan, Vietnam’da
kölelik koşulları altında çalışan işçilerin çalışma
koşullarını, sorunlarını ele alan Herşeye Rağmen
dergisinden çevirdiğimiz yazı diğer bir önemli
yazımız. Diğer yazılar ile birlikte dolu dolu yeni bir
sayı hazırladık.
Eleştiri ve önerilerinizi bekliyoruz.
Okurlarımızı YDİ ÇAĞRI’yı sahiplenmeye,
dağıtmaya, abone olmaya, abone bulmaya
çağırıyoruz.
Gelecek sayımızda buluşmak üzere..
YDİ Çağrı
Mart 2014 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Düzen Partilerine Oy Yok!
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Yolsuzluğun Üstü Örtülmek İsteniyor - Savaş Sürüyor! . . . . . . . . . . 7
Savaşsız Kapitalizm Olmaz!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Tekstil Sanayiindeki Azami Kâr İçin Çalışma Koşulları . . . . . . . . . . 36
GÜNCEL
Hrant Dink Ölümünün 7. Yıldönümünde Anıldı!.... . . . . . . . . . . . . . . 9
“Esenyurt Dayanıs,Ması Forumları Neden Ve Nasıl Bı.tı.rdı.?”
Başlıklı Yazı Üzerine Tavrımız. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
19. Roza Lüksemburg Konferansı Üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
2
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
Kürdistana Rojava’da Gelişmeler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
PANORAMA
MISIR: Darbecilerin “Anayasa” Referandumu Yapıldı! . . . . . . . . . . 20
UKRAYNA: Emperyalistler Arası Dalaşın Bir Örneği. . . . . . . . . . . . . 35
Bir Profesyonel Devrimcinin Anıları III . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44
SERBEST KÜRSÜ
Cemaat / Milli Görüş Savaşı Mı, Yoksa Cemaat / Akp Savaşı Mı?. . 50
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 168 · Mart/Nisan 2014 • ISSN 1301692X168 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11
12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected]
gündem
YİNE SEÇİM ZAMANI! NEYİ VE KİMİ SEÇELİM?
DÜZEN PARTİLERİNE
OY YOK!
30 Mart 2014’te Mahalli İdareler Seçimleri yapılacak. Kuzey Kürdistan-Türkiye
genelinde yerel yönetimler Mart sonundaki seçimlerle belirlenecek. Yerel seçimlerde,
belediye başkanları, muhtarlar ve belediye meclis üyeleri, il genel meclis üyeleri
seçilecek. Belirlenecek seçilmişler sayısı açısından, bu seçimler genel seçimlere
hazırlık açısından önem taşıyor.
D
üzen partileri kıyasıya yarışıyor. Kazanması düşünülen adaylar belirlendi. Aday gösterilmeyenler
partilerinden istifa etti. Seçim hazırlıklarına başlayan
düzen partileri, inandırıcı olmak için, birbirlerinin
kirli çamaşırlarını ortalığa seriyor. İktidar kavgası
öyle bir hal almış durumda ki, burjuva siyaset tüm
çirkefliğiyle kendisini dışa vuruyor. Güzel görünüşlü
ama içi boş vaatler, yalanlar, kavgalar, seçim rüşvetleri yerel seçimlere damga vuracak gibi görünüyor.
Burjuva partileri, din sömürüsü, milliyetçi ve ırkçı
söylemler temelinde kitlelerden oy talep ediyor! 30
Mart yaklaştıkça, burjuva partileri ve adayların tepişmeleri de artıyor. Bu tepişmelerin işçilerin-emekçilerin sorunlarını dile getirme ve bu sorunlara çözüm
bulmayla ilgisi yok. Koltuk kapma, rant ve zenginlik
için oy avcılığı yapılıyor. Güya “halka hizmet” edeceklerini söylüyorlar! Sermaye düzeninin partileri ve
siyasetçileri, baskı ve sömürü düzeninin devamını
sağlamak, diğer yandan da emekçi kitlelerin sırtından yürütülen dizginsiz talandan daha fazla pay almak için yarışıyor.
Yerel seçimlere 27 parti katılıyor. Bu partilerin büyük çoğunluğu sermayenin çıkarlarını savunan burjuva partileridir. Seçim yarışında faşistliği ile tescilli
olan MHP ve BBP de var. Reformist partilerin yanı
sıra ulusalcı İP ve HKP de seçimlere katılıyor. İşçi ve
emekçilerin ağır ve acil çözüm bekleyen sorunları
var. Burjuva partilerinin bu sorunlara çözüm bulması mümkün değil. Onlar bu sorunların başlıca
sorumluları arasında yer alıyor. Yani çözümün değil
sorunun parçasıdırlar. Yerel yönetimlerin çözmesi
gereken acil sorunlar var. Kadın sığınma evleri, konut sorunu, ulaşım sorunu, çevre sorunu ve diğer alt
yapı sorunları çözüm bekliyor. Çarpık kentleşme ve
betonlaşma sonucu insanlar nefes alamaz duruma
geliyor. Emekçi kitleler büyük kentlerde balık istifi tıkıldıkları taşıma araçlarında işe gidip gelebilmek için
ömür törpüsü saatler geçiriyor. Çocuklar için yeterli
kreş, yuva, okul ve oyun alanları; engellilerin sosyal
3
gündem
yaşama dâhil olabilmeleri için gerekli düzenlemeler
yapılamıyor. Kentler ve yerleşim alanlarında ki çarpıklık öne çıkıyor. Bol keseden vaatler yağdıranlar,
seçildiklerinde verdikleri vaatleri bir kenara koyuyor.
Düzen partileri, demokratik bir belediyecilikten çok,
sermayenin çıkarlarına göre iş yapıyor. Bu yüzden
düzen partilerine oy verilmemelidir.
Diğer “sol”
4
‚Sol’ adına ortaya çıkan CHP gerici ve tutucu devlet partisidir. CHP, Kemalist bürokrat burjuvazisinin temsilcisi konumundadır. Kemalistlerin önemli
oylarının yöneleceği bir parti konumundadır CHP
karşı-devrimci bir partidir. CHP’nin iktidar olduğu
yıllarda, uygulanan açık faşizm ve Kürt katliamları ile gerçek yüzünü göstermiştir. Defakto CHP’nin
iktidar olmadığı yıllarda
da, devlet kurumlarında
Kemalistlerin egemenliği
sürmüştür. Bu karşı-devrimci partinin gerçek yüzünün teşhiri devrimciler
için önemli bir görevdir.
Ecevit’in DSP’si devlet
partisi olma konusunda
CHP ile yarışmaktadır. Fakat yerel seçimlerde önemi
yoktur. DSP bindelerin
partisidir.
İP ve HKP sol adına konuşan, sosyalizm adına
konuşan, azılı Kemalist,
sosyal-faşist partilerdir. İP
andaki durumda Kemalistlerin ideolojik önderliğini
yapmaktadır. Bu her iki parti, ulusalcıdır, gericidir.
Ulusalcı sosyalistlerin teşhir edilmesi ve gerçek yüzlerinin anlatılması önemli bir görevdir.
TKP, revizyonizmin bir bölümünün Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yeniden biçimlenmiş partisidir. 2011 genel seçimlerinde aldığı 61 bin 236 oy, birçok insanın komünizm ismine duyduğu sempatinin
ifadesidir. Yerel seçimlerde seçim sonuçları açısından
bir önemi yoktur. TKP, ulusalcı parti olma yolunda
ilerlemektedir. Bu partinin komünizmle hiçbir ilgisi
yoktur.
ÖDP ve EMEP de YSK’nın açıkladığı seçime girecek olan partiler listesinde bulunmaktadır. Bu her
iki parti de reformisttir. Sistem içerisinde reformlar
uğruna mücadele, bu partilerin çıkış noktasıdır. Köhnemiş sistemin temelleri üzerinde reformlar uğruna
mücadele edilmesi bu partilerin çıkış noktasıdır. Bu
partilerin de esasında savunduğu burjuva demokrasisidir. Fakat bunlar da bir yandan TC’nin gücü
olmaya talip bir siyaset yanında, “yerel yönetimler”
bağlamında, sanki merkezden bağımsız bir yerel siyaset mümkünmüş hayalleri yayan bir propaganda
yapmaktadır.
BDP / HDP, burjuva demokrasisi savunusu ile diğer partilerden ayrılmaktadır. BDP / HDP burjuva
demokrasisine geçişte olumlu rol oynamaları ile öne
çıkmaktadır. Kürt öncü güçleri ve bu partilerin sistemi değiştirme ve devrim diye bir hedefleri yoktur.
HDP / BDP devrimcilerden de destek talep etmektedir. HDP oluşumunda, kendilerine ‘devrimci’, ‘komünist’ olarak adlandıran gruplar da var. Bu gruplar
defakto BDP / HDP’nin
yedeği konumundadırlar.
Destek talep edilen program, devrimcilerin destek
verebileceği bir program
değildir. T.C. sistemi ile
uzlaşılarak, sistem içerisinde Kürt sorunun çözülmesi ve burjuva demokrasisinin yerleştirilmesi, bu
partilerin temel siyasetidir. Burjuva demokrasisi,
burjuvazinin uyguladığı
diktatörlüktür. Biz komünistiz. Burjuva demokrasisini destekleme diye bir
siyasetimiz yoktur, olmamalıdır. Biz halk demokrasisi ve sosyalist demokrasi
için mücadele yürütüyoruz. Soruna böyle yaklaşıldığında, BDP / HDP de sistem içi partiler durumundadır. Biz, faşist yönetim biçimi ile burjuva demokrasisi
arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Bizim alternatifimiz devrimdir!
Kimi Yanlış Anlayışlar
Yerel seçimler bağlamında bilinmesi gerekenler var.
Kasım 2012’de ‘Yerel Yönetimler Yasası’ çıktı. Bu yasa
eski yasa ile karşılaştırıldığında kimi yeni düzenlemeler içermektedir.
Kimi yeni düzenlemelere rağmen, yerel yönetimlerin yetkilerinin sınırlı olduğunu bilince çıkartma-
Demokratik Belediyecilik
Tüm önemli projelerin hayata geçirilmesinde halka
danışma siyaseti temel alınmalıdır. Demokratik belediyecilik; insanlarının somut sorunlarının (konut,
yol, elektrik, gaz, altyapı hizmetleri, okul vb.) onların lehine çözülmesi için sürekli projeler üretmek,
bunların gerçekleşmesi için çalışma anlamına gelir.
Demokratik belediyecilik; yerel yönetimde seçilmiş
temsilcilerin, sürekli olarak kendini seçenlere bilgi vermeli, rapor sunmalı ve seçmenlerin güvenini yitirdiğini gördüğü anda görevi bırakmaya hazır
olmalıdır. Yerel seçimlere katılan adaylar en baştan
seçmenlere, düzenli aralıklarla sürekli bilgi vermeli
ve güvenin yitirilmesi halinde görevden çekilme taahhüdü vermelidir.
Yerel yönetimde seçilmiş olarak yer alan bir devrimci, yerel yönetimler üzerinden gerçek anlamda
reformlar yapılamayacağının bilincindedir. Bu ama
onu reformlar için somut çalışma yürütmekten alıkoymamalıdır. O gerçek anlamda işçilerin emekçilerin lehine reformların mümkün olmadığını, reformlar için sonuna kadar mücadele ederek işçi ve emekçi
kitlelere göstermelidir. Devlete ve yerel yönetimlere
kitlede olan güvenin yıkılmasının, onların gerçek
yüzünün geniş kitlelerce kavranmasının tek yolu kit-
lelerin kendi öz siyasi tecrübesidir. İşçiler-emekçiler
kendi lehlerine köklü reformların bu sistemde gerçekleşmesinin mümkün olmadığını kendi tecrübeleriyle
yaşamak, görmek zorundadır. Devrimci için reform
çalışması bir amaç değil, kitleleri bilinçlendirmenin,
uyandırmanın, örgütlemenin bir aracıdır. Devrimci
aynı zamanda reformlar için kurum/yönetim içinde
ve üzerinden mücadele yürütürken bu mücadelenin
gerçekte işçilerin-emekçilerin mücadelesi olduğunun
bilincinde olarak, sürekli olarak onları doğrudan
kendi sorunları için kendi öz örgütleriyle mücadele
etmeye teşvik etmelidir.
Devrimciler yerel yönetimlerde, şu veya bu yapılmalıdır şeklinde kendilerini sadece önerilerle sınırlamamalıdır. Devrimciler bizzat yerel yönetimlerde,
projeler üretmeli ve bu projelerin hayata geçmesi için
mücadele etmelidir. Devrimciler, halkın öz örgütlenmesi ve onların sürekli eylemliliği için çalışmalıdır.
Kitlelere, sizin sorunlarınızı biz çözeceğiz biçiminde
yaklaşan, kitleyi kendi mücadelesi için örgütleyecek
yerde, onun adına iş yapmayı öneren çizgi, devrimci
bir çizgi değildir. Devrimciler, amaç haline getirilmeyen tutarlı bir reform mücadelesinin savunucularıdır. Bu mücadelede, kitlelerin doğrudan yönetime
katıldığı bir yönetim anlayışı gereklidir. Kitle adına
değil, kitlelerin mücadelesi olmasının gerekliliği savunulmalıdır.
Demokratik
belediyecilik;
yerel
yönetim
imkânlarının halka hizmet olarak sunulmasıdır. Demokratik belediyecilik; yerel yönetim imkânlarını
sermayeye, kapitalistlere peşkeş çekmeyen bir yönetim anlayışıdır. Hizmetlerin piyasalaştırılmasına son
verilmesi, hizmetlerin kapitalist firmaların kârı için
değil halkın ihtiyaçları için yapılması ilkesi yerel yönetimlerin başlıca ilkesi olmalıdır. Yerel yönetimin
gelir kaynaklarının başlıcalarından olan vergilerin;
verebilecek kesimlerden alınması sağlanarak ve zengin kesimlerin vergi istisnalarından yararlanması
önlenmelidir. Hizmetlerin halkın ihtiyaçlarına göre
planlanmasına ve sermaye belediyeciliği tarafından
ihmal edilen emekçi kesimlerin oturduğu semtlerin,
kentten dışlanmış muamelesi gören bölgelerin ihtiyaçlarına öncelik verilmesi gerekir. Semtler arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması, demokratik
belediyeciliğin ana kriterlerinden birisi olmalıdır. Yerel yönetim hizmetlerinin planlanması, uygulanması
ve tüm hizmetlerin, gelirlerin ve giderlerin denetimi
yerel yönetim seçim bölgeleri içinde seçilmiş, bölgenin genişliğine göre belirlenen sayıda kişiden oluşan
gündem
lıyız. Özellikle de muhalif yerel yönetimler üzerinde
devletin kontrolü daha fazladır. Geçen zaman dilimi
içerisinde AKP hükümetinin BDP’li belediyeler üzerinde kurduğu baskı mekanizmasını gördük ve yaşadık. BDP’li belediyelere karşı yapılan operasyonlar,
belediye başkanları ve genel meclis üyelerinin hapislere konulduğu bir sürece tanık olduk. Bunun böyle
olduğu bir ülkede, yerel seçimlerde seçim kazanıldığında, merkezden bağımsız bir “yerel yönetim”in
ve “yöneticiliğin” mümkün olacağını söylemek, objektif olarak en baştan seçmeni kandırmaktır. Yerel
seçimlerde kazanılacak başarılı sonuçlarla, yerelde
merkezden bağımsız bir siyaset yapılabilmesi mümkün değildir. Yerelde merkezden bağımsız bir siyaset
mümkün olmadığı gibi, yerel seçimlerde kazanılacak
bir başarının ülkenin genel siyasetinde köklü bir değişikliği beraberinde getirmesi vb. de söz konusu değildir. Yerel seçimlerde, seçimlerin önemini abartan,
bu seçimlerle çok şeylerin değiştirileceği görüşlerini
savunanlar yanlış konumda durmaktadır. Çünkü
merkezi siyaset yerel yönetimlerde değil, merkezde
belirlenmektedir.
5
gündem
Halk Meclisi tarafından yapılmalıdır. Seçilmiş belediye meclisleri, il genel meclisleri, Halk Meclisi’nde
onaylanan kararların resmileştirilmesi ve uygulamasında rol oynayan kurumlar olmalıdır. Yerel yönetimler için seçilmesinde yarar olan ve desteklenmesi
gereken adaylarda aranması gereken kimi özellikler
bunlardır.
Ve Yerel Seçim Sistemi
Ülkelerimizde, yerel seçim sisteminin temsiliyette
adaletin sağlanması yönünde değiştirilmesi için tartışma ve talep yok denecek kadar azdır. T.C.’de uygulanan yerel seçim, seçim sisteminin değiştirilmesi
gerekmektedir. Taleplerimiz şunlardır:
* 18 yaşını doldurmuş her kişi seçme ve seçilme
hakkına sahip olmalıdır.
* Her türlü seçim barajı kaldırılmalı, sıfırlanmalıdır. İl genel meclisi ve belediye meclisi için yapılan seçimlerde var olan % 1 barajı kaldırılmalı, hiçbir baraj
olmaksızın nis¬pi temsil sistemi ge¬çerli olmalıdır.
* Her bir seçmenin iki oyu olmalıdır. Her seçmen
iki oyunu farklı kullanabilir. Birinci oyunu partiye,
ikinci oyunu istediği parti dışında ki herhangi bir
adaya verebilir.
* İki turlu seçim modeli getirilmelidir. İlk turda %
50+1 hiçbir adayın kazanamaması halinde, en çok oy
alan iki adayın katıldığı ikinci tur yapılmalıdır. Var
olan sistemde, belediye başkan adayları seçimlere
katılıyor ve en fazla oyu alan seçiliyor. Bu sistem esasında gerçek anlamda temsiliyette adaleti sağlamıyor.
En faz¬la oy alan tabii ki % 50 artı bir aldıysa birinci
turda, her hangi bir belediye başkan adayı seçilir. %
50 artı bir olmayan kişinin ben çoğunluğu temsil ediyorum deme hakkı yok¬tur.
* Seçim sisteminin belirlenmesinde temsilde adalet ilkesi, büyük önem taşımaktadır. Temsilde adalet
ilkesi, seçmen eğilimlerinin adil bir biçimde belediye başkanlığı veya il genel meclisi seçim sonuçlarına
yansımasıdır. Çoğunluk sistemi bir seçim çevresinde seçmenlerin yarıdan bir fazlasının veya çoğunun
oyunu alan adayın veya partilerin seçimi kazanması
esasına dayanmaktadır. İki turlu seçimde, eğer birinci turda hiçbir aday veya parti gerekli çoğunluğa ulaşamamış ise bu durumda, ilk turda en yüksek oy alan
iki aday veya parti arasında bu sefer ikinci tur seçim
yapılır. Burada kısaca açıklamaya çalıştığımız seçim
sistemi bizim talebimizdir.
6
Yerel Yönetimler ve Devrimci Tavır
Devrimciler yerel seçimlerde, devrimci bir siyaset
izleyecek adayların kazanma şansı oldukları yerde kendi adayları ile ortaya çıkmalıdır. İmkân olan
tüm mahallelerde, muhtarlık seçimlerinde devrimci
adaylarla seçimlere girilmelidir. İmkân olan beldelerde devrimcilerin kendi adayları ile seçimlere girmesi
gerekir. Devrimci adayların olmadığı yerlerde, somut
olarak adaylar içinde desteklenmesi doğru olan bir
adayın olup olmadığına somut olarak bakılmalıdır.
Yerelde, gerçekten yerelde yaşayan insanların sorunlarını yönetime taşıyacak, kitlelerin mücadelesini
ilerletecek ve kitlelerle birlikte hareket edecek adaylar
varsa, bunlar desteklenmelidir. Yerel yönetim seçimlerinde, şu veya bu yerel yönetim kurumuna devrimci
insanların seçilme imkânı varsa, bu imkânları zorlamak doğrudur. Devrimciler yerel seçimlere, halka
doğruları anlatan ajitasyon-propagandayla, bütün
güçlerden bağımsız olarak katılmalıdır. İttifak siyaseti devrimcilerin, devrimci bir temelde bir ittifak siyaseti olarak düşünülmelidir.
Seçim dönemleri geniş işçi ve emekçi kitlelere doğru
bilinç taşıma ve onları örgütleme çalışması yürütmek
için çok daha uygun ortamlar yaratır. Devrimcilerinkomünistlerin görevi bu uygun ortamdan ve ortaya
çıkan olanaklardan sonuna kadar yararlanmaktır.
Devrimci oluşum, örgüt ve kurumların gündemdeki yerel seçimler bağlamında en baştan dikkate
alması gereken şey, devrimcilerin bugünkü güçsüzlüğüdür. Devrimci hareket geniş yığınları etkileme
durumunda değildir. Ve bu anlamda da seçimlerde
geliştirilebilecek taktikleri de sınırlıdır. Bu güçsüzlük
durumunda devrimcilerin yerel seçimlerde yapabileceği en iyi şey ajitasyon-propaganda çalışmasıdır.
Fakat bu, geneldeki bu güçsüzlük durumuna rağmen
yerel seçimlerde seçilme şansı olan yerlerde, devrimci ittifakların kurulmasını, devrimci adayların aday
gösterilmesini, bu adayların seçilmesi için çalışmayı
dışlayan bir şey olarak algılanmamalıdır. Devrimci
güçler bu yerel seçimlere bütün diğer güçlerden bağımsız olarak katılmalıdır. Devrimci güçlerin kendi
aralarında mümkün olan her alanda devrimci bir
temelde belirli ittifaklara girmeleri doğru olacaktır.
Böylesi ittifaklarda devrimcilerin üzerinde durması
gereken en temel konu her grup ve örgütün, her oluşumun ajitasyon ve propagandada tam bir özgürlüğe
sahip olmasıdır.
27.01.2014 ✓
SAVAŞ SÜRÜYOR
gündem
YOLSUZLUĞUN ÜZERİ ÖRTÜLMEK İSTENİYOR!
İkisi de İslamcı olan Gülen Cemaati ile
AKP arasında bir süredir yaşanan kavga,
iktidar savaşı; savaşa yeni boyutlar
eklenerek sürüyor.
17
Aralık operasyonu ile Gülen cemaati AKP
hükümetini en zayıf noktasından vurmaya yöneldi:
Rüşvet ve Yolsuzluk!
Bu savaşta her şey mubah olarak görülüyor.
Rüşvetten, şantajdan, seks kasetlerine, ses kayıtlarına varana kadar her silah kullanılıyor.
Yolsuzluk ve rüşvet konusunda Gülen Cemaati, piyasaya servis ettiği
ses kasetleri üzerinden
AKP’yi vurmaya devam
ediyor.
24 Şubat Pazartesi akşam saatlerinde
YouTube’da “Başçalan”
adlı bir hesap üzerinden
bir ses kaydı paylaşıldı.
İnternette dolaşıma giren, RTE ile Oğlu Bilal
Erdoğan arasında geçtiği
iddia edilen, beş telefon
görüşmesinin
birleştirildiği ses kaydına göre,
RTE yolsuzluk ve rüşvet
operasyonunun
başladığı 17 Aralık 2013 günü sabah erken saatlerde oğlu
Bilal Erdoğan’ı arayarak “evinden paraları çıkarmasını” istiyor ve görüşmeler boyunca “paraların
sıfırlanması”na dair telkinde bulunuyor.
Ses kaydının içeriğinde şunlar var:
“YouTube’da “Başçalan” adlı bir hesap tarafından
paylaşılan kayda yansıyan ilk telefon görüşmesinde,
Erdoğan, 17 Aralık saat 08.02’de üç bakanın oğlunun
evinde arama yapıldığını söylediği Bilal Erdoğan’a
“Evinde ne var ne yok, sen bunları bir çıkar” diyor.
“Bende ne olabilir baba senin para var kasada” yanıtını alan Başbakan, kızı Esra Albayrak ile evli Berat
Albayrak’ta da para olduğu ima ederek “Şimdi bir
araya gelin. Amcanı da al, Ziya Enişten de var mı, yok
mu bilmiyorum da tamam mı, Burak Abi’ne de hemen şey yap” ifadesini kullanıyor. Başbakan’ın “Bilgiler onda var” diyerek
kendisine gönderdiğini
söylediği kızı Sümeyye
Erdoğan için Bilal Erdoğan, “Tamam baba,
Sümeyye bana nereye
götüreceğimi mi söyleyecek” diyor.
Aynı gün saat 11.17’de
yapıldığı ve Başbakan
ile oğlu arasında geçtiği
öne sürülen ikinci görüşmede, Bilal Erdoğan,
“Baba Hasan Abi, abim
Berat, amcam bir şeyler
düşünüyoruz. Berat diyor ‘Faruk’a diğer işler
ilgili hemen vereyim diyor, öbür paraları işlediği gibi
işlesin zaten konuşmuşsunuz önceden, onu yapalım
mı ciddi bir miktarı o şekilde halledebiliriz” diyor.
Başbakan’dan “Olabilir” yanıtını alan Bilal Erdoğan,
“Tamam, öbür bir kısmını da Mehmet Gür ile ortak
işe başladığımız için, bir kısmını al sende dursun,
projeler geldikçe oradan kullanırsın diye verelim mi
diyoruz, böylelikle azaltıp geri kalanı da başka bir
yere taşıyacağız” ifadesini kullanıyor. Kayda göre,
7
gündem
Başbakan telefonu kapatırken oğlunu “Tamamıyla sıfırlamanızda fayda var” diye uyarıyor.
Gün içinde saat 15.39’da yapıldığı ileri sürülen üçüncü telefon görüşmesine göre, Başbakan
Erdoğan’ın yönelttiği “Sana diğer verdiğim görevler
tamam mı” sorusuna Bilal Erdoğan şöyle cevap veriyor: “İşte akşam bitirmiş oluyoruz. Bir kısmını
hallettik. Berat ile ilgili olan kısmını hallettik. Şimdi
Mehmet Gür ile ilgili olan kısmı herhalde önce halledeceğiz. Geri kalan kısmını da artık karanlık olunca
halledeceğiz.”
17 Aralık’ta yapıldığı söylenen son telefon görüşmesinde Başbakan’ın “Büyük ölçüde derken sıfırladınız mı yoksa” sorusu üzerine bu kez Bilal Erdoğan şu
yanıtı veriyor: “Sıfırlamadık babacığım, şöyle ki, bir
30 milyon euro gibi bir miktar daha var, eritemedik
henüz. Bu şey aklına geldi Beratların, Ahmet Çalık’ın
alacağı ekstra bir 25 milyon dolar kalmış. Onu oraya verip o para gelince onu şey yaparız diyorlar, üstüyle de Şehrizar’dan daire alabiliriz diyor, sen nasıl
bakarsın baba?” Bilal Erdoğan’ın “Çalık’a 25 milyon
dolar aktarımı ve Şehrizar’dan daire” sorusunu yinelemesi üzerine Başbakan “ Tamam yapın, yapın” diyor. Konuşmanın devamında soy ismi belirtilmeyen
Mehmet adlı birine “20 milyon dolar verdiklerini”
söyleyen Bilal Erdoğan, paranın bir kısmını da “10
milyon euro alabiliriz” dediği aktarılan “Tunç Abi”ye
verdiğini söylüyor.
Yolsuzluk operasyonundan bir gün sonra, 18
Aralık’ta saat 10.58’de yapıldığı ileri sürülen beşinci ve son görüşmede, Başbakan oğluna “Tamamen
sıfırlandı mı?” diye soruyor ve Bilal Erdoğan’dan şu
yanıtı alıyor: “Yani sıfırlandı derken, nasıl diyeyim,
işte bende bir, bu Samandıra’nın ve Maltepe’nin paraları vardı, 730 bin dolar ve 300 bin lira, onları da,
bizim Faik Işık’a borcumuz vardı 1 milyon lira, ona
vereceğim, üstünü de ‘akademiye aktar’ diyeceğim.”
Başbakan “Açık konuşma” uyarısı yaptıktan sonra
Bilal Erdoğan’a “Samandıra vesaire nerenin olursa
olsun üzerinde tutma” diyor. Konuşmanın devamında Bilal Erdoğan takip edildiğinden şüphelendiğini
söyleyince Başbakan, “Biz sana ne diyoruz ta baştan
beri” diyor.” (http://www.radikal.com.tr/turkiye/basbakan_ve_oglunun_ses_kaydi_iddiasi_turkiyeyi_sarsti-1178413)
8
RTE ses kaydı ile ilgili olarak, “Ses kaydının ahlaksızca bir montaj ürünü olup tümüyle gerçek dışı olduğu” tavrını takındı.
Ses kaydı iktidar savaşında her türlü yol ve yöntemin kullanıldığını gösteriyor.
Rüşvet ve yolsuzluk kapitalist sistemin kaçınılmaz
yol arkadaşıdır. Kapitalizmde yolsuzluk ve rüşvet her
zaman vardı ve var olacaktır.
Rüşvetsiz, sömürüsüz bir kapitalizm olmamıştır,
olmayacaktır.
Bu sistemde hükümet olanlar çok daha büyük yolsuzluk ve rüşvet çarkının içindedir. Son yaşanılan
olaylar da bunun göstergesidir.
Türkiye’de yolsuzluk ve rüşvet operasyonları her
zaman egemenler arasındaki iktidar mücadelesinin
aracı olagelmiştir. Bugünde olan budur.
Gülen cemaati ile Milli Görüş arasında çalma, çırpma, rüşvet konusunda birbirlerinden bir farkları yoktur. Gülen cemaati iktidar mücadelesi yürüttüğü RTE
hükümetini yıpratmak/devirmek istiyor. Gerçekte
yolsuzluğa karşı mücadele amaç değil. Yolsuzluk hükümeti yıkmak, yıpratmak için araç olarak kullanılıyor.
AKP hükümeti bir bütün olarak yolsuzluk batağına
batmış durumdadır. AKP hükümeti bu bataktan kurtulmak için yasa üzerine yasa çıkarmaktadır. Yasal
düzenleme ile operasyondan kurtulmaya çalışıyor.
Yolsuzluğun üzeri kapatılmak isteniyor. Yolsuzluk
operasyonu sonuna kadar götürülmelidir. Yolsuzluk
batağına batan herkes bunun hesabını vermelidir.
RTE ile oğlu arasında geçtiği iddia edilen telefon
görüşmesi de yolsuzluğun Başbakan RTE’na uzandığını gösteriyor. Asıl amaç elbette rüşvete, yolsuzluğa
karşı savaşmak değildir. Ancak rüşvetin de, yolsuzluğun da maddi temeli vardır. Bu maddi temel hükümet tarafından yok sayılmak istenmektedir.
Biz cemaat ile AKP arasındaki iktidar dalaşında ve
bu dalaşı kendi iktidar mücadelelerinin aracı olarak
kullanmaya çalışan CHP-MHP gibi partilerin iktidar
dalaşında taraf değiliz. Tarafımız devrim ve sosyalizm mücadelesi olmalıdır.
Gülen cemaati ile Milli Görüş arasında, birini diğerine tercih etmeyi gerektirecek, CHP ve MHP’yi bunlara tercih etmeyi gerektirecek hiçbir farklılık yoktur.
İktidar savaşı yürütenleri, iktidara kim sahip olacak
kavgası yapanları, işçiler, emekçiler tercih etmemelidir. Bizim tercihimiz işçilerin, emekçilerin kendi
iktidarını kurma tercihidir. Bu iktidarı kurmak için
mücadele etmek, örgütlenmektir.
Yolsuzluğa, rüşvete karşı mücadele kapitalist
sistemi devrimle yıkma mücadelesinin parçası
olarak verilmelidir. Yolsuzluğa, rüşvete son vermenin yolu halk iktidarıdır.
25.02.2014 ✓
Hrant Dink katledilişinin yedinci yıldönümünde
18 Ocak 2014 tarihinde saat 19’da Alte Feuerwache
Köln`de yapılan bir toplantıyla anıldı. Anma toplantısı Türkiye-Almanya Kültür Formu ve Alman-Ermeni
Toplumu tarafından düzenlendi. Toplantıya konuşmacı olarak Prof. Dr. Taner Akçam, Agos yazı işleri
sorumlusu Patrak Estukyan, ve Alman-Ermeni Toplumu adına Dr. Raffi Kantian ve bazı diğer konuklar
katıldılar. Toplantıya yaklaşık 200 kişi katıldı.
Toplantı çok iyi düzenlenmişti. Piyano eşliğinde çeşitli Ermeni kökenli Opera sanatçıları çok güzel bir
müzik dinletisi sundular. Toplantıya çok sayıda Alman katıldı. Toplantı tamamen Almanca olarak gerçekleştirildi. Türkçe konuşmalar anında Almancaya
çevrildi.
Prof. Dr. Taner Akçam çok güzel bir konuşma yaptı.
Taner Akçam konuşmasında Hrant Dink cinayetinin
esas sorumlusunun Türk devleti olduğunu, Hrant
Dink’in Talat Paşa’nın intikamı için öldürüldüğünü,
devamla „Her şey, ama her şey 1921 yılında işlenmiş
suikastın intikamını almaya uygun şekilde örgütlendi.“ diyerek Talat Paşa suikastı ile Hrant Dink’in katledilişi arasında çarpıcı paralellikler kurdu.
Hrant Dink davasının sonuçlanmamasına, trajikomik bir hal almasına şaşmamak gerektiğini bunun
„devlet geleneği“ olduğunu vurguladı. Taner Akçam
konuşmasını bu „devlet geleneği“ nin nasıl soykırım
politikası üzerine inşa edildiğine ilişkin tarihten çok
çarpıcı örnekler vererek; dünle-bugün arasında paralellikler kurarak bugünkü „devlet geleneği“ nin aynı
gelenek olduğunu güzel bir biçimde ortaya koydu.
Ermeni Soykırımı planlayıcıları Talat Paşa, Dr.
Reşit gibilerinin „devlet geleneği“ ile Başbakanlık
Müşaviri Hamdi Kılıç ve İstanbul Valisi Muammer
Güler’in „devlet geleneği“nin de hiç bir fark olmadığını ikisinin de aynı geleneğin sahipleri ve savunucuları olduğunu, dolayısıyla bu Hükümetten Hrant
Dink cinayetinin çözülmesini beklemenin boş bir şey
olduğunu vurguladı.
Hrant’ı anma toplantısının diğer önemli konuklarından biri de Agos yazı işleri sorumlusu Patrak Estukyan idi. Patrak Estukyan Türkçe konuştu. Konuşması anında Almancaya çevrildi. Patrak Estukyan da
çok çarpıcı bir konuşma metni sundu. Patrak Estukyan, Sosyalizm düşüncesiyle yetiştiğini, pekiştiğini,
Devrim uğruna yürütülen mücadelenin bir taraftarı,
bir parçası olduğunu, bu mücadele uğruna çok bedel
ödendiğini; bugün elde edilen bir dizi demokratik
hakkın, bu mücadelenin bir sonucu; evet Kürt ulusal
mücadelesinin pratik bir sonucu olduğunu açık bir
biçimde ifade etti. Ama mücadelenin daha da devam
ettirilmesi gerektiğini de vurguladı. Hrant’in da bu
mücadelenin bir savunucusu olduğunu belirtti.
Diğer konuk konuşmacılar da kısa konuşmalarıyla Hrant’in yürüttüğü mücadeleyi desteklediklerini,
Soykırım politikasını lanetlediklerini belittiler. Toplantı piyano eşliğinde opera sanatçıları tarafından
seslendirilen Ermenice müzik dinletisiyle son buldu.
Toplantı sonunda “Trotz Alledem” (Herşeye Rağmen) dergisi taraftarları Hrant Dink’in 2005 yılında
İstanbul’da 1. Ermeni Konferansında yaptığı konuşma metnini “Wenn das Wasser seinen Weg findet…“
(Su yolunu bulursa …) dağıttılar. Bu büyük ilgi gördü.
Ayrıca „Trotz Alledem“ bir de „1915 Ermeni Soykırımı“ ile ilgili bir broşür dağıttı. Bu broşür de büyük
ilgi gördü.
18.01.2014
Almanya’dan bir YDİ Çağrı Okuru ✓
güncel
HRANT DİNK ÖLÜMÜNÜN YEDİNCİ YILDÖNÜMÜNDE ANILDI!
9
gündem
BİRİNCİ EMPERYALİST PAYLAŞIM SAVAŞININ BAŞLAMASININ 100. YILDÖNÜMÜ!
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞININ BAŞLAMASININ 75. YILDÖNÜMÜ!
SAVAŞSIZ KAPİTALİZM
OLMAZ!
KAPİTALİZMİN / EMPERYALİZMİN EGEMENLİĞİ ŞARTLARINDA BARIŞ,
İKİ SAVAŞ ARASINDAKİ SOLUKLANMADAN BAŞKA BİR ŞEY OLAMAZ!
GERÇEK VE KALICI BARIŞ DEVRİMLE KAZANILACAKTIR!
Burjuvazi, feodalizme karşı daha ileri bir üretim
10
biçiminin taşıyıcısı olarak, tarihte devrimci bir rol
oynadı. Sanayi ve ticarette gelişen burjuvazi, feodal
üretim tarzına göre daha ileri ve üstün üretici güçler
ve üretim ilişkilerinin temsilcisi haline geldi. Burjuvazi üretimde makineleşme ve büyük ölçekte üretim,
bilimde yeni buluşlar ve ilerlemeyi temsil ediyordu.
Feodal üstyapıyı parçalayıp kapitalizmin egemenliğini kurmak için burjuvazi “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” şiarlarına sarıldı. Burjuvazi Avrupa’nın bazı
ülkelerinde burjuva devrimleriyle iktidara geldi. Bazı
ülkelerde ise feodalizmle anlaşarak iktidarı paylaştı.
Üretici güçlerin ve büyük ölçekli makineli sanayi üretiminin gelişmesi feodalizme karşı burjuvazinin konumunu güçlendiriyordu. Burjuvazi konumunu güçlendirmeye çalışırken, aynı zamanda kendi mezar
kazıyıcısı olan proletarya da tarih sahnesine çıkıyordu. Proletarya artık burjuvazinin talepleriyle kendi-
ni sınırlamıyor; ekonomik ve siyasi taleplerle burjuvazinin karşısına çıkıyordu. Proletarya yükselen bir
güç haline geliyor ve burjuvaziye karşı ekonomik,
demokratik, siyasi talepleri formüle ediyordu. Proletaryanın tarih sahnesine çıkması ve kendi taleplerini
ortaya koyması, burjuvaziyi feodal beylerle proletarya
karşıtı bir ittifaka itiyordu. 1830, 1848-49 devrimleri, işçi sınıfının büyük eylem ve ayaklanmaları, kendi örgütlerini kurması burjuvaziyi tedirgin etmişti.
Özellikle 1948-49 devrimleri kapitalizmin gelişmiş
olduğu ülkelerde artık burjuvazinin feodal üstyapıyı
radikal bir devrim ile parçalama yandaşı olmadığını,
tersine feodal üstyapıyla uzlaşarak ve onun kurumlarını kullanarak proletaryaya karşı savaştığını göstermişti. Marx, 1850’de ‘Merkez Komitesinin Komünist
Birliğe Çağrısı’nda bu dönem hakkında şu tespitleri
yapıyordu:
“Kardeşler! Sizlere, Alman burjuvazisinin çok yakında iktidara geleceğini ve yeni edindiği gücü derhal işçilere karşı yönelteceğini daha 1848’de söylemiştik. Bunun nasıl gerçekleştiğini gördünüz. 1848
Mart harekâtının hemen ardından devlet gücünü ele
geçiren ve bu gücü, işçileri, onların savaşım içindeki
bağlaşıklarını bir an önce o eski ezilmişlik durumlarına geri itelemek için kullanan aslında burjuvaziydi.
Burjuvazinin Martta ele geçirilmiş olan feodal partiyle
birleşmeksizin, hatta, sonuçta, iktidarı bir kez daha
bu feodal mutlakiyetçi partiye teslim etmeksizin bunu
başaracak durumda olmamasına karşın, eğer devrimci hareket için şimdilerde barışçıl gelişme denen şeyi
kabul etmek mümkün olsaydı, hükümetin mali sıkıntıda bulunması yüzünden, uzun vadede iktidarı kendi
vahşice katliamlar uygulandı. Emperyalizm, sömürgeleri yağma etme, yabancı uluslara zulmetme, işçi
sınıfı hareketlerini ezme politikasını güttü. Emperyalizm döneminde kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası etkinliğini sürdürdü. Emperyalist güçler arasında
rekabet kızıştı, çelişmeler sertleşti. “Yeni yetme ve
daha hızlı gelişmekte olan emperyalist güçler” “eski”
emperyalist güçlerden yeni güç dengelerinin gerektirdiği değişiklikleri talep etmeye başladılar. Emperyalistler arasında paylaşılmış olan dünyanın yeniden
paylaşılması gündeme geldi. Emperyalist bir savaşın
kaçınılmaz olduğu artık gün yüzüne çıkmıştı. Rusya
Bolşevikleri ve II. Enternasyonal partileri yaklaşan
emperyalist savaşa karşı tavrın nasıl olması gerektiğini tartışıyorlardı.
Bütün dünya sosyalistleri, 1912’de Basel’de toplandılar. Avrupa’da yaklaşmakta olan savaşın iç savaşa
dönüştürülmesini ve devrimin hızlandırılarak kapitalizmin yıkılması gerektiğini ilan ettiler. Savaş çıktı.
Sosyal-demokrat partilerin çoğu, devrimci taktikler
yerine, gerici taktiklere saplandılar ve kendi hükümetleri ile burjuvazilerinin yanında yer aldılar. Sosyal-şovenler, savaşı burjuva ulusal kurtuluş açısından
haklı görerek, “anayurdun savunulması” çizgisini
benimsediler. Savaş harcamaları için olumlu oy kullandılar. Burjuva hükümetler içerisinde yer aldılar.
Sosyal-demokrat partilerin çoğu sosyalizme ihanet
etti. Bu ihanetle birlikte II. Enternasyonal’de çöktü.
SBKP(B) tarihinde, birinci emperyalist paylaşım savaşı ve nedenleri hakkında şunlar söylenmektedir:
„19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında kapitalizm, gelişmesinin en üst ve son aşamasına, emperyalizme ulaşınca, savaşlar özellikle kaçınılmaz hale geldi. Emperyalizm aşamasında güçlü kapitalist birlikler
(tekeller) ve bankalar, kapitalist devletlerin yaşamında
tayin edici faktör haline geldiler. Finans-kapital, kapitalist devletlerde evin efendisi oldu. Finans-kapital
yeni pazarlar, yeni sömürgeler, yeni sermaye ihraç
alanları ve yeni hammadde kaynakları talep ediyordu.
Oysa daha 19. yüzyılın sonunda yeryüzünün tüm
toprakları kapitalist devletler arasında paylaşılmıştı.
Ne ki emperyalizm çağında kapitalizmin gelişmesi son
derece eşitsiz ve sıçramalı olur: önceleri birinci sırayı
tutan bazı ülkelerin sanayii nispeten yavaş gelişir, eskiden geri olan başka ülkeler büyük sıçramalarla onlara
yetişip onları geçer. Emperyalist devletlerin ekonomik
ve askeri güç dengesi değişiyordu. Dünyayı yeniden
paylaşma çabası ortaya çıktı. Dünyanın yeniden paylaşımı uğruna mücadele emperyalist savaşı kaçınılmaz
gündem
ellerine bırakacak ve bütün çıkarlarını güvence altına
alacak koşulları gene de sağlamış bulunuyordu. Kendi
egemenliğini güvence altına almak için, burjuvazinin,
halka karşı alınacak sert önlemlerle kendisini kötü
duruma sokmasına bile gerek yoktu, çünkü bütün bu
tür sert adımlar feodal karşı-devrim tarafından zaten
atılmıştı.” (1)
Kapitalizmin serbest rekabeti giderek mantıki sonucuna doğru ilerliyordu. Rekabette burjuvazinin bir
kısmı büyük sermaye tarafından saf dışı bırakılıyor,
küçük sermaye, büyük sermaye tarafından yutuluyordu. Burjuvazi giderek tekelci bir konuma evrimleniyordu. Dünya pazarı bu büyük tekeller arasında
paylaşılıyordu. Dünya üzerinde egemenliğini kuran
tekelci burjuvazi, üretici güçlerin gelişiminin motoru
olmaktan çıkmış, sınırsız gelişmenin önündeki engel
hale gelmişti. Avrupa’da yaklaşık olarak 1760 ile 1880
arasında yaşanan dönem kapitalizmin kesin zaferini
ilan ettiği dönemdir. Rekabet kapitalist gelişmenin
en önemli motorlarından biri idi. Rekabet, sermayeyi
büyümeye, yoğunlaşmaya, merkezileşmeye itiyordu.
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi gelişmenin belirli noktasında “tekel”leşmeyi doğurdu.
Tekeller giderek ekonomiye egemen hale gelmeye
başladı. Avrupa’da ve ABD’de takriben 19. yüzyılın
sonlarında kapitalizmin yeni bir evresine girildi. Bu
“rekabetçi kapitalizm”in yerini tekelci kapitalizme ya
da bir başka deyimle emperyalizme bıraktığı dönemdir.
Emperyalizm, kapitalizmin, 20. yüzyılda ulaşılan
en yüksek aşamasıdır. Emperyalizm ve sermaye ihracı ve ucuz hammadde temini için ülkeleri ele geçirme, çabalar içerisine girdi. Feodalizme karşı verdiği savaşımda ulus devletlerin kurulmasında olumlu
evet devrimci rol oynayan olan kapitalizm, emperyalist kapitalizme dönüştü ve uluslar için en büyük
ezici güç durumuna geldi. Emperyalizm çağıyla birlikte kapitalizmin özellikleri de değişime uğramıştı. Burjuvazi kapitalizmin merkezi ülkelerinde artık
„devrimci barutunu“ tüketmişti. Serbest rekabetçi
kapitalizm döneminde, burjuvazinin görevi olarak
görülen pek çok sosyal ve siyasal ilerleme, artık büyük ölçüde proletaryanın devrimci görevleri haline
gelmişti. Demokratik devrime proletaryanın önderlik
etmesinin pratik bir sorun olarak gündeme gelmesi
emperyalizm koşullarının ürünüydü. Emperyalizm
sömürgeleri ve daha sonra yarı sömürge ve bağımlı
ülkeleri sermayenin gücü yanında askeri müdahalelerle, savaşlarla ele geçirdi. Sömürge halklara karşı
11
gündem
12
kıldı. 1914 savaşı dünyayı ve nüfuz alanlarını yeniden
paylaşma uğruna bir savaştı. Bütün emperyalist devletler uzun süreden beri buna hazırlanıyordu. Bu savaştan bütün ülkelerin emperyalistleri sorumluydular.
Ama bu savaşa özellikle, bir yanda Almanya ile
Avusturya, öte yanda Fransa ile İngiltere ve onlara
bağımlı olan Rusya hazırlandılar. 1907’de İngiltere,
Fransa ve Rusya arasında bir Üçlü İtilaf, Antant kuruldu. Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya ise
başka bir emperyalist ittifak kurdular. Fakat 1914 savaşının patlak vermesiyle İtalya bu ittifaktan ayrıldı ve
daha sonra Antant’a katıldı. Bulgaristan ile Türkiye,
Almanya ve Avusturya-Macaristan’ı destekliyordu.
Emperyalist savaş hazırlığıyla Almanya, İngiltere ve
Fransa’dan sömürge alma, Rusya’dan da Ukrayna’yı,
Polonya’yı ve Baltık İllerini koparma hedefini güdüyordu. Bağdat demiryolunun inşasıyla Almanya,
İngiltere’nin Yakın Doğu’daki hâkimiyetini tehdit ediyordu. Almanların denizdeki silahlanmasının artışı
da İngilizleri korkutuyordu.
Çarlık Rusya’sı Türkiye’nin paylaşılması için uğraşıyor. Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan Boğazları ve
İstanbul’u ele geçirmeyi düşlüyordu. Çarlık hükümetinin planları arasında, Avusturya-Macaristan’ın bir
bölümü olan Galiçya’yı ilhak etmek de vardı.
İngiltere, savaştan yararlanarak, malları savaştan
önceki yıllarda İngiliz mallarını dünya pazarlarından
sürmeye başlayan tehlikeli rakibi Almanya’yı yenmek
istiyordu. Bundan başka İngiltere, Mezopotamya ve
Filistin’i Türkiye’nin elinden koparmak ve Mısır’da yerini sağlamlaştırmak istiyordu.
Fransız kapitalistleri, kömür bakımından zengin
Saar havzası ile demir bakımından zengin AlsasLoren’i Almanya’nın elinden kapmak istiyordu. AlsasLoren’i Almanya 1870/71 savaşında Fransa’dan kapmıştı.
İki kapitalist devletler grubu arasında var olan son
derece büyük çelişkiler, böylece emperyalist savaşa yol
açtı.
Dünyanın yeniden paylaşımı uğruna bu yırtıcı savaş, bütün emperyalist ülkelerin çıkarına dokunuyordu, bu yüzden daha sonra Japonya, ABD ve diğer bazı
ülkeler de bu yağmacı savaşın içine çekildi.
Savaş, bir dünya savaşı haline geldi.” (2)
Emperyalistler savaşa hazırlanmıştı. Silahlanma
artmış pazarlar uğruna savaşın şiddetlenmişti. En
geri Avrupa monarşilerinin hanedanlık çıkarları, kaçınılmaz olarak bu savaşa yol açacaktı. Savaşın amacı, toprak ilhakları ve yabancı ulusların boyunduruk
altına alınması, rakip ulusun yenilgiye uğratılması,
servetlerin yağmalanması, işçi sınıfının parçalanması, milliyetçilikle aptallaştırılması ve onun öncüsünün, proletaryanın devrimci hareketinin güçsüzleştirilmesi amacıyla yok edilmesi amaçlanıyordu.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı
Franz Ferdinand, 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’yı
ziyaretinde bir suikastta vurularak öldürüldü. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bünyesinde yaşayan
Sırplar, Avusturya yönetiminden memnun değildi.
Bu nedenle, sık sık isyanlar çıkıyordu. Sırp isyanları, Sırbistan tarafından destekleniyordu. Avusturya Hükümeti, isyancı Sırplara karşı amansız bir
baskı politikası uyguluyordu. Franz Ferdinand’ın
öldürülmesinden sonra, Sırbistan’ı sorumlu tutan
Avusturya-Macaristan İmparatorluk Hükümeti, 23
Temmuz 1914’de iç işlerine karıştığı suçlamasıyla
Sırbistan’a çok ağır bir nota verdi. Sırbistan Hükümeti ise, Rusya’dan aldığı siyasi destek sonucu bu
notayı reddetti ve seferberlik ilan etti. Bunun üzerine, Avusturya-Macaristan Hükümeti Sırbistan’a savaş açtı. Böylece Avrupa’da savaş başladı. Rusya’nın
seferberlik ilan ederek Sırbistan’ı korumak amacıyla
Avusturya’ya savaş açması üzerine devreye Almanya girdi. Almanya, 1 Ağustos l914’te Rusya’ya savaş
ilan etti. Aynı tarihlerde Fransa da seferberlik ilan
etmişti. Fransa’ya Belçika üzerinden saldırmak isteyen Almanya, 3 Ağustos’ta Fransa’ya savaş açtı ve
aynı gün Belçika’ya saldırdı. İngiltere, 4 Ağustos’ta
Almanya’ya bir nota vererek Belçika topraklarından
derhal çekilmesini istedi. İngiltere’nin talebinin ret
edilmesi üzerine, bu kez İngiltere Almanya’ya savaş
ilan etti. 6 Ağustos’ta ise Avusturya Rusya’ya savaş
ilan ettiğini duyurdu. Başlangıçta Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasında başlayan bu savaş, devletlerin birbirleriyle yaptıkları siyasi ve askeri işbirliklerinin sonucu kısa zamanda bir “Avrupa Savaşı”na
dönüştü. Daha sonra Almanya’nın müttefiki olarak
Osmanlı Devleti’nin de savaşa girmesiyle cephe sayısı arttı. Savaşın sömürgelere ve deniz aşırı ülkelere
yayılması, Amerika Birleşik Devletleri, Japonya gibi
diğer kıta ülkelerinin bu savaşa katılmasıyla savaş, bir
dünya savaşına dönüştü.
Bu savaşta on milyon insan yaşamını yitirdi, 20
milyon insan yaralandı. Kentler yakıldı, yıkıldı. Dünya haritası değişti ve sınırlar yeniden çizildi. İngiliz
emperyalizmi, Avrupa’nın en güçlü ülkesi konumunu
koruyarak çıktı savaştan. Fransa, Almanya’nın etkisinden kurtularak güçlü bir devlet konumuna yüksel-
ğulmasını duyulmamış ölçüde artırmayı beraberinde
getiren finans-kapitalin uluslararası politikası sorunu,
işte bu sorun 1914’ten beri dünyanın tüm ülkelerinin
tüm politikasında bir köşetaşı olmuştur. Sorun, burjuvazinin gözlerimizin önünde hazırladığı, göz göre
göre kapitalizmden kaynaklanmakta olan gelecek emperyalist savaşta, (1914–1918 savaşında ölen 10 milyon
insan ve bugün hâlâ sürüp gitmekte olan tamamlayıcı
“küçük” savaşlarda ölenlerin yerine) 20 milyon insanın yok edilip edilmemesi, (kapitalizmin sürüp gitmesi
halinde) kaçınılmaz bir şekilde yaklaşan savaşta (1914–
1918 yıllarında sakatlanan 30 milyon insan yerine) bu
kez 60 milyon insanın sakatlanıp sakatlanmaması sorunudur. Bu sorunda da Ekim Devrimimiz dünya tarihinde yeni bir çağ açmıştır. Burjuvazinin uşakları ve
bunların Sosyal-Devrimciler ve Menşevikler kılığındaki, bütün dünyanın güya “sosyalist” küçük-burjuva demokrasisi kılığındaki uzantıları, “emperyalist savaşın
iç savaşa dönüştürülmesi” şiarıyla alay ettiler. Fakat
bu şiarın tek gerçeklik olduğu, kuşkusuz hoş olmayan,
kaba, çıplak, insafsız ve fakat en ince şovenist ve pasifist yalanlar denizi içinde biricik gerçeklik olduğu görüldü. Bu yalanlar şimdi yıkılıyorlar. Brest Barışı’nın
ne olduğu ortaya çıktı. Ve Brest barışına göre çok daha
kötü bir barış olan Versailles barışının anlam ve sonuçları her geçen gün daha acımasız bir şekilde ortaya
çıkıyor. Ve dünkü savaşın ve yaklaşmakta olan savaşın nedenleri üzerine kafa yoran milyonlarca insanın
önünde daha açık, daha belirgin, daha su götürmez
bir şekilde şu acı gerçek ortaya çıkıyor: Emperyalist savaştan ve bunu kaçınılmaz şekilde yaratan emperyalist barıştan, emperyalist dünyadan, bu cehennemden,
Bolşevik mücadele ve Bolşevik devrim dışında kurtuluş yoktur.” (3)
Günümüz dünyası, Lenin’in 93 yıl önce yaptığı bu
tespitlerin doğruluğunu, birinci dünya savaşı ertesinde girilen “barış” dönemindeki yerel savaşlarda,
birinci dünya savaşının bitiminden çok değil 21 yıl
sonra başlayan ikinci dünya savaşında, ikinci dünya savaşı ertesinde girilen “barış” döneminde, bugüne kadar yaşanan onlarca savaşta yaşadı, yaşıyor.
Emperyalist savaşlar içinde bulunduğumuz çağın
kaçınılmaz olgularıdır. Bu savaşlar, emperyalizmin
barbar doğasının ve yıkıcı özelliklerinin açığa çıkmasını sağlar ve var olan çelişkilerini daha da keskinleştirir. 1914-1918 yılları arasında yaşanmış olan
savaş, sömürgelerin ve finans-kapitalin nüfuz bölgelerinin yeniden paylaşılması uğruna bizzat emperyalist ülkeler tarafından yürütüldü. Kapitalizm, üretim
gündem
di. İtalya, Avusturya’dan toprak aldı ve Ege’de on iki
adalara sahip oldu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalandı. Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı Devleti yıkıldı. Osmanlı toprakları üzerinde yeni devletler ortaya çıktı. Yeni rejimler şekillenmeye başladı.
1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, dünyanın yeniden
paylaşılması uğruna savaşımda, emperyalist devletler
arasındaki çelişkilerin şiddetlenmesinden doğmuştu.
Savaş, emperyalizmi zayıflatmış ve onun cephesini
yarmak için elverişli bir ortam yaratmıştı. Bu yarma, dünya emperyalist zincirinin en zayıf halkası,
bütün emperyalist çelişkilerin düğüm noktası olan
Rusya’da oldu. Rusya Bolşevikleri, emperyalist savaşı
iç savaşa dönüştürme siyasetini pratikte uyguladılar.
Bolşeviklerin siyaseti, savaşın gelişmesi içinde, ezilen-sömürülen yığınların kendi siyasi tecrübeleri ile
birleştiğinde, ezilen-sömürülen yığınlar Bolşeviklerin önderliğinde devrim mücadelesine atıldılar. Ekim
Devrimi, emperyalist savaşa son verdi. Ekim Devrimi, Paris Komünü deneyinden sonra emperyalizmin
kalbine saplanan bir hançerdi. 1918 Alman Kasım
Devrimi, Rosa Luksemburg ve Karl Liebnecht’in
katledilmesiyle sekteye uğruyordu. 1919 yılında
Macaristan’da Bela Kun önderliğinde gerçekleşen
devrim çeşitli hatalar sonucu zafere varamıyordu.
Kısacası, birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında
devrimci bir kabarma vardı. Grevler, barikat savaşları, devrimci ayaklanmalar, Rusya’da devrim, ulusal
kurtuluş savaşları ve yarım kalan devrimler emperyalizme korku salıyordu.
Lenin, 1916’da emperyalist savaş sırasında Emperyalizm kitabını yazdı. Emperyalizmin geniş tahlilini
ve beş temel özelliğini ortaya koydu. Lenin, emperyalizmin çürüyen kapitalizm olduğu, kendini her şeyden
önce üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin varlığı şartlarında her tekeli belirleyenin çürüme eğilimi
olduğunu ortaya koydu. Lenin, sadece emperyalizmin tahlilini yapmakla yetinmedi, emperyalizmden
kurtuluşun yolunu da gösterdi. Lenin, emperyalizm
var olduğu sürece savaşların kaçınılmaz olduğunu ve
emperyalist savaşlara son vermenin ancak emperyalizmin egemenliğinin ortadan kaldırılmasına bağlı
olduğunu açıkladı. Lenin, Ekim devriminin dördüncü yıldönümünde yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“Emperyalist savaşlar sorunu, bugün dünyaya hâkim
olan ve kaçınılmaz bir şekilde yeni emperyalist savaşlar yaratan, kaçınılmaz bir şekilde zayıf, geri ve küçük
halkların bir avuç “ileri” güç tarafından ulusal bakımdan ezilmesini, yağmalanmasını, soyulmasını ve bo-
13
gündem
14
araçları üzerindeki özel mülkiyete dayalı ekonomik
temel var olduğu sürece emperyalist savaşlar kaçınılmazdır. Lenin’in “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması:
Emperyalizm” adlı yapıtında belirttiği gibi, Birinci
Emperyalist Savaş öncesi dönemin en belirgin yanı
dünyanın yeniden paylaşılması ihtiyacıydı. Savaş da,
bu dönemdeki politikaların bir devamıydı.
Emperyalizm egemen hale geldiğinden bu yana,
dünya iki dünya savaşı yaşadı. İkinci dünya savaşında
altmış milyon insan öldü. İkinci Dünya Savaşından
bu yana onlarca bölgesel savaşlar yaşandı. Bu bölgesel savaşlarda milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Bu
savaşlarda, milyonlarca insan yaralandı, sakat kaldı, yerini yurdunu kaybetti, sürüldü, ezildi. Neden?
Emperyalist güçlerin çıkarlarının korunması ve pazar alanlarının genişletilmesi için. Fakat nasıl birinci
dünya savaşı sonuçta bir yanı ile devrimci ayaklanmaları ve devrimleri beraberinde getirdi ise, ikinci
dünya savaşı da yeni devrimlerin şartlarını olgunlaştırdı.
Günümüz dünyasında, emperyalistler arasındaki
güç dengelerinde önemli değişiklikler yaşandı, yaşanıyor. Yeniden paylaşım konusunda dalaş giderek
sertleşiyor. Üçüncü bir dünya savaşı tehlikesi giderek artıyor. Dünya aslında hâlâ büyük güçler içinde
en güçlüsü olmasına rağmen gerileyen bir güç konumunda olan ABD tarafından yeniden düzenlenmek
isteniyor. Bu düzenleme, var olan ABD hegemonyasının alanının genişletilmesi ve hegemonyanın pekiştirilmesi yönünde adımlar atılması anlamına geliyor.
Şu anda diğer emperyalist büyük güçlerin, doğrudan
ABD ile savaşı göze almadan bu gelişmeyi engelleyebilecek durumu yoktur. Askeri olarak ABD’ye karşı
andaki durumda gerçek anlamda tehdit oluşturan
güç Rusya ve giderek gelişen Çin’dir. Onlar da anda
ki durumda ABD ile doğrudan savaşı göze alacak
durumda değiller. Fakat onlar, en başta da gelişen
güç konumunda olan Çin ABD’ye karşı askeri güç
olarak savaşı göze alacak duruma geldiğinde, bugün
dünyanın birçok yerinde – anda Suriye’de, Mali’de,
Kongo’da, Güney Sudan’da vb. – temsilci savaşları
olarak yürüyen savaşların yerini emperyalist büyük
güçlerin değişik ittifaklar içinde doğrudan doğruya birbirlerine karşı savaş yürütecekleri bir üçüncü
dünya savaşının gündeme gelmesi kaçınılmazdır.
Bütün gelişmeler emperyalist büyük güçler arasındaki hegemonya dalaşında çelişmelerin sertleşmesi,
keskinleşmesi yönünde ilerliyor. İlerdeki dönemde
emperyalistler arası doğrudan savaş olasılıklarını
güçlendiriyor.
Emperyalist büyük güçler, dünya egemenliği üzerinde hak sahibi olduklarını iddia ederek savaşa başvuruyor. Emperyalist büyük güçler savaşsız yaşayamaz. Savaşlar hep olacaktır. Emperyalistler, bugün
temsilci savaşları yapıyor. Ama bu temsilci savaşları
esasında daha büyük savaşların hazırlığıdır. Emperyalistler, Mali’de, Kongo’da ve Suriye’de kapışıyor.
Bütün savaş aktörleri Suriye’de karşı karşıya gelmiş
durumdadır. Suriye’de olan esasında mini bir dünya
savaşıdır. Önümüzdeki dönemde de temsilci savaşları
bu biçimde sürecek evet, artarak ta sürecektir. İstedikleri kadar biz barış yapıyoruz desinler. Bir yerde
barış diğer yerde ise savaş. Savaş kapitalizmden ayrı
tutulamaz.
Emperyalist politikalara karşı direniş, devrim mücadelesine ağırlık vermek anlamına gelir. Bizim görevimiz esas eksikliği, komünist önderliğin eksikliğini gidermek için her şeyi yapmaktır. Emperyalizm
şartlarında gerçek anlamda barış yoktur. Sa­va­şa kar­şı
mü­ca­de­le, bir bü­tün ola­rak em­per­ya­liz­me ve ge­ri­ci­li­
ğe kar­şı, her ül­ke­de de ön­ce­lik­le “ken­di bur­ju­va­zi­si­
ne” kar­şı yü­rü­tül­dü­ğün­de, ger­çek an­lam­da bir ba­rış
mü­ca­de­le­si olur. Ger­çek ba­rı­ş isteyenler, em­per­ya­list,
ge­ri­ci, kar­şı-dev­rim­ci sa­vaş­la­rın kay­na­ğı­na yö­ne­len
bir mü­ca­de­le yü­rüt­mek zo­run­da­dır. Bu kay­nak sö­
mü­rü sis­te­mi­nin, em­per­ya­liz­min ta ken­di­si­dir. Em­
per­ya­liz­min ik­ti­da­rı şid­det üze­ri­ne ku­ru­lu­dur. Kar­
şı-dev­rim­ci şid­det em­per­ya­liz­min ik­ti­da­rı­nın temel
özelliğidir. Em­
per­
ya­
lizm şiddetsiz ve savaşsız yaşayamaz. O di­şi­ne tır­na­ğı­na ka­dar si­lah­lı­dır. Sa­vaş,
şid­de­tin kul­la­nı­mı­nın yal­nız­ca bir bi­çi­mi, en yük­sek
bi­çi­mi­dir. Bü­y ük in­san­lı­ğın ka­nı­nı, ili­ği­ni sö­mü­
re­rek ya­şa­yan kü­çük asa­lak bir azın­lı­ğın sis­te­mi­dir
em­per­ya­lizm. Kar­şı-dev­rim­ci şid­de­tin tek pan­ze­h­ri
ezi­len, emek­çi yı­ğın­la­rın dev­rim­ci şid­de­tidir. Kar­şıdev­rim­ci, ge­ri­ci, em­per­ya­list sa­vaş­la­rın ger­çek pan­
ze­h­ri em­per­ya­list sis­te­mi yık­ma­ya yö­ne­lik dev­rim­ci
sa­vaş­lar­dır. Halkların gerçek kurtuluşu ve barış ancak devrimle sağlanır. Gerçek barış isteyen devrim
mücadelesine sarılmalıdır.
Dipnotlar
1) Marks Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt 1, sf. 214, Sol Yayınları
2) Stalin, Eserler, Cilt 15, sf. 186-187, İnter Yayınları
3) Lenin, Seçme Eserler, cilt VI, sf. 520-521, İnter Yayınları
05. 02. 2014 ✓
Rojava’da başta Kürt milletinin olmak üzere diğer milliyetlerden halkların
demokratik haklarını elde etmelerine karşı olan sömürgeci ve emperyalist güçler,
Rojava’daki gelişmelerin kendilerinin istediği yönde olmamasından memnun değil.
halkların kardeşliği için
Kurdistana Rojava’da gelişmeler
✌
K
ısa adı Rojava olarak ifade edilen Batı Kürdistan’da
(Kurdistana Rojava), son altı aylık dönemde gelişmelerde öne çıkan konular, “Irak Şam İslam Devleti” (IŞİD), El
Nusra gibi değişik adları olan islamcı faşist gruplara karşı
savaşmak, ele geçirdikleri yerleşim alanlarını onların elinden kurtarmak; “Cenevre 2” diye adlandırılan, emperyalist ve gerici güçlerin “barışı sağlama” adına Suriye’nin
geleceğini belirlemeye çalıştıkları uluslararası konferansa,
Batı Kürdistan’ı, Kürtleri temsilen bağımsız bir heyet olarak katılabilmek için uluslararası diplomatik çabaları sürdürmek ve üç kanton olarak ele aldıkları Cızire, Kobané ve
Efrin’de özerklik ilan etmek vb. konulardı.
Bu ana başlıklar altında ele alınabilecek gelişmeler ve
konular içinde de, özellikle “sınır kapıları”nın kapatılması
ve Batı Kürdistan’a yönelik ambargo uygulanmasının beraberinde getirdiği zorluklarla mücadele etmek ve başını
Barzani/ KDP’nin çektiği kesimin Batı Kürdistan’a karşı
tavırda “Kürtlerin birliğini” engelleyen, Rojava’daki demokratik kazanımlara karşı, başta ABD emperyalistleri ve
T.C. Hükümeti’yle ve bunların desteklediği “Suriye Devrimi ve Muhalif Güçler Ulusal Koalisyonu” (SDMGUK) ile
işbirliği pratiğine karşı “Kürtleri birleştirme”, yapılması
planlanan ama ertelenen “Ulusal Kongre”nin gerçekleştirilmesi için çaba göstermek de önemli konular olarak varlığını sürdürdü.
Rojava’da başta Kürt milletinin olmak üzere diğer milliyetlerden halkların demokratik haklarını elde etmelerine
karşı olan sömürgeci ve emperyalist güçler, Rojava’daki
gelişmelerin kendilerinin istediği yönde olmamasından
memnun değil. “Ne Esad rejimi ne de dış müdahale, demokratik Suriye” yaklaşımıyla “üçüncü güç” olma konumunda olan ve Rojava’daki Kürtleri ve milli azınlıkları
bu siyaset temelinde birleştiren “Demokratik Birlik Partisi” (PYD), Suriye ve bölge üzerinde hesaplar yapan emperyalist ve yerel gerici güçlerin planlarına uymuyor. Bu
nedenle de PYD’nin siyasi çizgi olarak PKK’ye yakınlığı
ve ilişkileri, PYD’ye karşı kullanılmaktadır. PKK’yi “terö-
rist” örgüt olarak değerlendiren emperyalist ve sömürgeci
güçler PYD’yi zayıflatarak Rojava’daki gelişmeleri kendi
isteklerine uygun olarak biçimlendirmeye çalışmaktadırlar. Bunun için de bir yandan islamcı faşist güçleri devreye
sokmakta, desteklemektedirler, bir yandan da Rojava’daki
gelişmeler bağlamında, Kürdistan genelinde Kürt örgütleri arasında birlikte hareket etmeyi –somutta Barzani/
KDP ile PYD, ama PKK arasında da- engellemeye çalışmaktadırlar. Barzani/KDP ve Rojava’daki Barzani yanlısı
kimi Kürt örgütlerinin “Kürtlerin birliği” ve Rojava’daki
kazanımlara sahip çıkmaktan bahsetmelerine, söylemlerine rağmen, pratikleri, bunların emperyalist ve sömürgeci
güçlerle –somutta ABD ve Türkiye ön sırada yer alıyor- işbirliği içinde olduklarını göstermektedir.
Bilindiği gibi PYD’nin siyaseti, silahlı mücadele, halk
savaşı vererek Esad/ Baas rejimini yıkıp devrim yaparak iktidara gelme siyaseti değildi, değildir. Aynı biçimde PYD’nin, Batı Kürdistan’ın ayrı bir devlet olması, bu
bağlamda Suriye’nin bölünmesi talebi de yoktu, yoktur.
İstenen demokratikleşen bir Suriye devleti çerçevesinde
özerklik, kendi kendini yönetmektir. Bu yaklaşımla hemfikir olup olmamak her siyasi yapının kendi bileceği bir iştir. Ama Rojava’daki gelişmeleri ve PYD’nin doğru değerlendirilmesi için önkoşullardan biri, PYD’nin siyasetinin
15
✌
halkların kardeşliği için
16
ne olduğunun doğru tespit edilmesidir. Bu temelde PYD’yi
“terörist” ve “bölücü” olarak değerlendirmek olgu olarak
yanlıştır. Rojava’daki demokratik kazanımlara yönelen bir
saldırıdır. PYD terörist örgüt değil, Kürtlerin haklarını savunan demokratik, ilerici bir örgüttür.
PYD silahlı mücadele siyasetine sahip olmasa da, kurulduğu 2003 yılından beri Kürtler arasındaki çalışmada,
örgütlemede silahlı güçler yaratmaya da çalışmıştır. Bu çalışması olmasaydı, 2012 Temmuz ayında bölgenin güvenliğini, kontrolünü gerçekleştirmek de, Rojava’nın silahlı
güçleri YPG ve YPJ’nin oluşması da bu kadar kısa bir sürede mümkün olmazdı. Rojava’yı savunma amaçlı olsa da
gündeme silahlı mücadele, savaş gelmiştir. Savaşmak istemeyen PYD, YPG ve YPJ güçlerinin, gerek Suriye genelinde yaşanan savaş, çatışmalar, özelde de Rojava’da “üçüncü
güç” siyasetine destek veren, demokratik bir temelde değişik halkların birlikte kardeşçe yaşamasını isteyen değişik
milliyetlerden halklara karşı gerçekleştirilen saldırılar ve
katliamlar da işin içine girdiğinde, çatışması, savaşması
kaçınılmaz olmuştur.
Bu da içinde bulunduğumuz ve yaşadığımız dünya koşullarında ve egemen kapitalist-emperyalist sistemde en
basit, meşru demokratik hakların elde edilmesi ve de korunması için bile –biçiminden bağımsız olarak- şiddetin,
zorun kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Kendisine
saldırılmadığı sürece silahlara, şiddete başvurmama, saldırgan olmama siyasetine sahip olmak, kuşkusuz ki savaşı
kışkırtma, saldırganlık yapma siyasetinden farklıdır ve
kendisini savunmak da meşrudur. Fakat kendisini savunmak birçok şeyin yanısıra, şiddeti, zoru da içermektedir,
gerekli olmaktadır. Bu bağlamda Rojava’daki gelişmelere
bakıldığında yaşanan gelişmelerin “barışçıl” biçimde olduğunu iddia etmenin ve savunmanın gerçeği ifade etmediğinin bilince çıkarılması gerekiyor.
Bilince çıkarılması gereken bir yan da, Rojava’da kontrolün ele geçirilmesinde Kürtlerle Baas rejimi güçleri arasında, kimi küçük çapta ve kısa süreli çatışmalar yaşansa
da, genel bir çatışma, savaş yaşanmamıştır. Kürtlerin Esad
rejimine karşı olmalarına rağmen, somutta silahlı mücadele vermeme ve dış müdahaleye karşı olma; bu temelde de
“Özgür Suriye Ordusu” vb. Esad’a karşı muhalefetle ortak
hareket etmeme siyaseti, Esad rejiminin içinde bulunduğu
durumda Kürtlere karşı savaş yürütmeme, gücünü kendisine karşı silahlı mücadele yürütenlere karşı yoğunlaştırma yönünde karar vermesinde önemli rol oynamıştır.
Coğrafi büyüklük olarak da Batı Kürdistan, Suriye’nin
resmi sınırları içinde gözönüne alınabilecek küçüklüktedir. Esad rejimi için bu olasılık, iktidarı ve tüm Suriye’yi
kaybetme olasılığından iyidir...
Bu olgu ama Kürtlerle Baas rejiminin silahlı güçleri
arasında sonraki süreçte hiç çatışma olmadığı anlamına gelmediği gibi, Baas rejiminin Rojava’da yönetimi ele
geçirmek için Kürtlere saldırıda bulunduğu anlamına da
gelmiyor. Yaşanan çatışmalar bir bütün olarak savaşan kesimlerin içiçe geçen çatışmalarının parçasıdır. Bu çatışmalarda YPG ve YPJ’nin Baas rejiminin askeri güçleriyle de
karşı karşıya geldiği ve çatıştığı verilen bilgilerden ortaya
çıkmaktadır.
YPG Basın Merkezi’nin Aralık ayı sonlarında açıkladığı bilançoya göre, bir yıl içinde yaşanan çatışmalarda 376
Baas rejimi askeri, 2923 IŞİD, El Nusra vb. çetelerin üyesi
öldürülmüştür. Bu çatışmalarda 379 YPG ve YPJ mensubu da yaşamını yitirmiştir. Baasçılardan 790 askerin esir
alındığı ve bunların önemli bir bölümünün sonradan ailelerine teslim edildiği ve IŞİD ve El Nusracılardan ise 91’i
yabancı kökenli olan 587 çete üyesinin esir alındığı da sözkonusu bilançoda belirtilmektedir. Bu çatışmalarda YPG
ve YPJ güçleri, cephanesini güçlendiren çok sayıda askeri
malzeme de ele geçirmiştir. Çatışmalar bağlamında durum şimdilik kaba hatlarıyla böyledir.
“Cenevre 2” adı verilen konferansa katılma konusundaki diplomatik çabalarda ise durum özetle şöyledir.
ABD, Rusya ve BM öncülüğünde hazırlanan, örgütlenen
bu konferans 2013 yılında yapılmak isteniyordu, planları
tutmadı 2014 Ocak ayına ertelendi. Gündemi, Suriye’de
çatışan tarafları uzlaştırmak, savaşa son vermek ve bunun
için bir geçiş hükümetinin oluşmasının yolunu açmak vb.
vb. idi. Yani başka türlü ifade edilirse Suriye’nin “yeniden
yapılanması” isteniyordu. Çatışan tarafların ve muhalefet
içinde de parçalılık durumuna, Esad rejiminin kırmızı
çizgisi olan Esad’ın istifasını kategorik olarak reddetmesi
ve muhalefetin –bunda Rojava yok- büyük bölümünün de
kırmızı çizgisinin Esad’sız bir yönetim olduğu olgusuna
bakıldığında “Cenevre 2”de de sorunun çözülmesi için
ciddi bir kararın, uzlaşmanın çıkmayacağı garantiliydi.
Fakat, eğer sözkonusu olan Suriye’nin “yeniden yapılanması” ise, o zaman da savaş sonrası Suriye’sinin yapılanmasında genelde Rojava’nın, özelde de Kürtlerin hesaba
katılması, “yeniden yapılanmada” muhataplardan biri
olarak kabul edilmesi gerekirdi, gerekir. Kürtlerin temel
talepleri, demokratik bir Suriye içinde özyönetim, anadilde eğitim vb. gibi taleplerin meşru haklar olarak kabul
edilmesi gerekir. Bu taleplerin kabul edilip edilmeyeceği,
burjuva anlamda da olsa demokrasi isteyenlerin ciddiyetinin de bir ölçüsüdür.
Rojava’daki demokratik kazanımların uluslararası pazarlıklara kurban edilmemesi için de Rojava Kürtlerinin
diğer Suriye’li güçlerden bağımsız, ayrı bir temsiliyete sa-
Demokratik parlamenter bir sistemle yönetilir.” (Yeni Özgür Politika, 7 Ocak 2014) ve Rojava’nın konumu da şöyle
ifade edilmektedir: “Demokratik Özerk Yönetim, merkezi
olmayan sisteme dayalı kurulacak gelecekteki Suriye’nin
bir parçasıdır.” Ve “Demokratik Özerk Yönetim üç kantondan (Cızir, Kobané, Efrin) oluşur ve Suriye’nin bir parçasıdır.” (aynı yerden) Bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra 21 Ocak 2014 tarihinde Cızire Kantonu’nda, 27 Ocak’ta
Kobané Kantonu’nda ve 29 Ocak’ta da Efrin Kantonu’nda
demokratik özerk yönetim ilan edildi. “Geçici Demokratik Özerk Yönetim Yasama Meclisi” adı altında her üç
kantonda da kurulan geçici meclis yerine, daimi meclis
oluşturulmak isteniyor ve bunun için düşünülen seçimlerin de 4 ay içinde yapılması planlanmıştır. Her üç kantonda da anda hükümet başkanlığının yanısıra 22’şer bakan
görevlendirilmiştir. Efrin’de hükümet başkanlığına, yani
Başbakanlığına Hévi İbrahim Mustefa adlı kadın seçildi.
Her üç kantonda da, sözkonusu olan milliyetler ve “genç,
kadın, alevi, hristiyan” gibi farklı kesimlerin mecliste ve
hükümetlerde temsil edildiği açıklandı.
Medyaya yansıdığı kadarıyla “Toplumsal Sözleşme” adını verdikleri Anayasa, demokratik bir anayasadır. Özerk
yönetimin ilan edilmesinde herhangi bir ulusa vurgu yapılmaması, her milletten ve milliyetlerden halkların kardeşçe birlikte yaşaması için ortak çabanın vurgulanması
da alışılmış burjuva demokrasisi yaklaşımlarından olumlu olarak farklılık göstermektedir. Meselenin özü, bu söylemlere uygun davranıp davranmamaktır. Bunu da sadece
ve sadece yaşamın kendisi gösterecektir.
Bugünden söylenmesi gereken şey, demokratik yaklaşımın, değişik etnik kökenlerden halkların kardeşçe birlikte
yaşamasının gerçekleştirilmeye çalışılmasının, sadece ve
sadece, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum için verilecek mücadelenin güçlenmesine hizmet edeceğidir.
Bu bakış açısıyla da Rojava’daki demokratik kazanımlara, halkların kardeşliği temelinde ortak bir yaşamın yaratılması mücadelesine destek vermek, her samimi demokratın, devrimcinin ve komünistin görevlerinden biridir.
Rojava’lı Kürtlerin kendi öz yönetimlerini kurmaları ve
bu uğurda mücadele etmeleri haklı, meşru ve de doğrudur.
Biz Suriye’de halkların faşist Baas rejimine karşı devrim
hakkını, devrimci mücadelesini destekliyoruz; Anti Esad
cephe içinde devrimci demokrat unsurlara destek vermek,
bunların mücadelesine sahip çıkmak da bütün devrimcilerin görevidir. Bu bağlamda Rojava’daki Kürt milletinin
ve milli azınlıkların özel olarak desteklenmesi öncelikli
bir görevdir.
28.02.2014 ✓
✌
halkların kardeşliği için
hip olması önemliydi. Bu bilinçle Rojava Kürtleri “Kürt
Yüksek Konseyi” (DBK) olarak –burada isim belirleyici
değil- “Cenevre 2” konferansına katılma kararı verdiler.
Kendilerinin konferansa davet edilmeleri için de yoğun
bir diplomatik çalışma içine girdiler. Bu diplomatik çabalar da öncelikle PYD Eşbaşkanı Salih Muslim ve onun önderliğindeki heyetle sürdürüldü. Salih Muslim öncelikle
konferansın hazırlayıcıları, örgütleyicileri olan BM, ABD
ve Rusya’yı ikna etmeye çalıştı, ama sadece bunların temsilcileriyle görüşmedi. Avrupa’nın birçok kentine gittiği
gibi Rusya ve Çin’e de gitti. Görüşmelerde BM ve Rusya’nın
Kürtleri davet etmeye sıcak baktığı, ama ABD’nin bunu
reddedip Kürtlerin, ABD, Türkiye ve diğer Batılı güçlerin
desteklediği Suriye muhalefeti çatısı altında konferansa
katılmasını istedikleri düşüncesi ortaya çıkmıştı. ABD’nin
bu isteği de haklı olarak Rojava Kürtleri tarafından reddedildi. Ya biz ayrı bir heyet olarak Rojava’nın, Kürtlerin
temsilcisi olarak davet ediliriz ve konferansa katılırız, ya
da katılmayız tavrı takınılarak şartlı davet reddedildi. Sonuçta ABD ile Rusya arasındaki pazarlıkta Rusya, Rojava
Kürtlerinin ayrı bir heyet olarak konferansa katılması için
davet edilmemesi tavrıyla uzlaştı. Salih Muslim’in ifadesine göre Rusya temsilcileri, Salih Muslim’e Kürt sorununun
konferans gündemine getirilmemesini ve ertelenmesini
kendisine söylemişlerdir.
Sonuçta ayrı bir güç olarak Kürtler konferansa davet
edilmedi. Barzani yanlısı kesimlerden oluşan ve DBK
içinde de yer alan kesim (Suriye Kürtleri Ulusal Konseyi,
ENKS), ABD, T.C. vd.’nin desteklediği Esad karşıtı muhalefetin heyetiyle iki Kürt delege göndermişlerdir. Salih
Muslim ve diğer temsilciler ise bu delegelerin Rojava Kürtlerini temsil etmediğini birçok kez ilan etti. Böylece Rojava Kürtlerini ve Rojava’daki demokratik kazanımları temsil edenler “Cenevre 2” konferansına katılmadı. 22 Ocak’ta
Montrö’de başlayan ve 24 Ocak’ta ise Cenevre’de devam
eden konferans öncesinde ve sırasında, konferansa Rojava
Kürtlerinin davet edilmemesine karşı protestolar gerçekleştirildi, Kürtlerin demokratik talepleri dile getirildi.
Bu konferansa katılım için yürütülen diplomatik çabalara paralel olarak Batı Kürdistan’ın üç kantonunda
demokratik özerkliğin ilan edilmesi çalışmalarına hız verildi. Bu hızlandırmanın “Cenevre 2” konferansına “cevap
vermek” ile doğrudan bağlantılı olduğu ise, konferanstan
sonra açıkça ifade edildi. Sözkonusu hazırlıklar için değişik adımlar atıldı, komisyonlar seçildi ve bu komisyonlar
“Yönetim Modeli”, “Toplumsal Sözleşme” (Anayasa) ve
“Seçim Kanunu” gibi konuları tartışıp sonuçlandırdı. Oybirliğiyle onaylanan “Toplumsal Sözleşme”ye göre “Suriye
demokratik, özgür, bağımsız ve irade sahibi bir devlettir.
17
güncel
“ESENYURT DAYANIS,MASI FORUMLARI
. .
.
NEDEN VE NASIL BITIRDI?”
BAŞLIKLI YAZI ÜZERİNE TAVRIMIZ
18
“Esenyurt dayanışması forumları neden ve nasıl bitirdi?” başlıklı, 02.02.2014 tarihli, “Esenyurt’tan komünistler” imzalı yazı Şubat ayı içinde “Esenyurt Dayanışması”
bileşeni olan kurumlara Köz’ün dayanışma toplantılarına
katılan temsilcisi arkadaş tarafından dağıtıldı. Aynı yazı
Köz sitesine de konuldu. ((http://www.kozonline.info/
kzphp/haber.php?makale=1727)
Yazıda bize yönelik olarak çeşitli eleştiriler getirildiği
için yazıya tavır takınmak bizim için gerekli olmuştur.
Yazıda eksik ve yanlış bulduğumuz değerlendirmeler de
vardır.
“Bu yazıda Dayanışma’nın oluşmasından sonraki üç ay
boyunca örgütlenen forumları, oradan da forumların nasıl
bitirildiği sürecini anlatmayacağız. Asıl olarak anlatmak
istediğimiz şey yazının başlığına uygun olarak Esenyurt
Dayanışması’nda yer alan kurumların forumları hangi gerekçelerle ve nasıl bitirmeye karar verdikleri ve bizim KöZ
olarak bu konuda takındığımız tutum olacak.”
“Esenyurt’tan Komünistler” yazının girişinde yazının
konusu olarak tanımladıkları konu yanında, kendi bakış
açıları ile ‘Esenyurt Dayanışması’nın gelişimini de anlatıyorlar.
Biz bu yazımızda yanlış eksik bulduğumuz her şey yerine, sadece önemli bulduğumuz noktalarda tavır takınmakla yetineceğiz.
Gezi direnişinin çıkış noktası, gelişmesi, geri çekilmesi
noktasında devrimci hareket içinde değerlendirme farklılıkları vardır. Bu noktada Köz ile aramızda değerlendirme
farklılığı vardır. Çok kabaca Gezi direnişini değerlendirmemiz şöyledir:
Gezi direnişi doğaya, kendi doğal yaşam alanına, kentine sahip çıkan; kendi yaşam alanı hakkında kendilerine
danışılmadan karar alıp uygulanmasına tepkili, kimi bağımsız sivil toplum kuruluşlarında çalışan kentli orta sınıf gençliğinin küçük bir bölümünün demokratik, barışçı
bir direniş hareketi olarak başladı.
AKP hükümeti bu hareketi burjuvazinin deyimiyle
“orantısız şiddet“le bastırmaya kalktı. Başbakanın “biz
istediğimiz yaparız“ tavrı, Gezi eylemine katılanları, destekleyenleri ayrımsız olarak “çapulcular” olarak değerlendirmesi, bu orantısız şiddetle birleştiğinde toplum içinde
son dönemde iyice mayalanan ve özellikle kentli, laikçi
kesimin biraz da bilgi kirliliği temelinde kendini inandır-
dığı “laik hayat tarzına doğrudan müdahale edilmesi“ne
duyulan tepki patlayarak, gezi hareketini yaygınlaştırdı.
Gezi hareketi genelde AKP yönetiminin, en başta da RT
Erdoğan’ın “ben bildiğimi yaparım”cı tavrına karşı geniş
bir demokratik kitle eylemine dönüştü. Gezi kendiliğinden demokratik bir patlama idi.
Bir çevre duyarlılığı ile başlayan hareket AKP hükümetine karşı öfke patlamasına dönüştü. AKP’nin siyasetinden rahatsız olan her görüşten, her renkten, her örgütten
insan direniş içinde bir araya geldi.
Haziran ayı ortasından itibaren Gezi direnişi başlangıcındaki taleplerinden uzaklaştı. Hareket giderek burjuvazinin kendi içindeki iktidar dalaşının bir aracına doğru
evrimlenmeye başladı. Gezi hareketi egemenler arasındaki iktidar dalaşının çatışmasına dönüştürüldü. Direniş
süreç içinde “Tayyip’i nasıl olursa olsun götürme” içeriği
kazandı vs.
Esenyurt Dayanışması, İstanbul’da diğer forumlar ile
karşılaştırıldığında geç kurulmuştur. Bunda Dayanışma
içinde yer alan kurumların, Geziye yönelik kendi çalışmalarını yapmış olmaları etkili olmuştur. Dayanışma
kurulduktan sonra, oldukça uzun bir süre her hafta iki
mahallede forum örgütlemiştir. Esenyurt Dayanışması bileşenlerinin devrimci, demokratik kurumlar olması, Dayanışmanın üstünlüğü olmuştur. TKP bir ara Dayanışma
bileşeni olmuşsa da fazla kalmamış, ayrılmıştır.
Havaların soğumasına bağlı olarak açık alanda Forum
yapma imkanı kalmamıştır. Kapalı alan aranmaya başlanmıştır. Fakat bir süre kapalı mekan bulunamadığı için
Forumlar yapılamamıştır.
Esenyurt’ta forumlara katılım süreç içinde giderek düşmüş, sonunda ise Dayanışma bileşeni olan kurumların
çevresi ile sınırlı hale gelmiştir. Bu gelişme, durum Dayanışma içinde tartışılmaya başlanmıştır.
Dayanışma toplantılarına katılan yoldaşımız, forumların bitirilmesi konusunda kısaca şu düşünceleri savunmuştur: Gezi direnişi dalgası süreç içinde giderek geri
çekildi. Bir öfke patlaması yaşandı. Öfke boşaltıldı. Buna
bağlı olarak forumlara katılım giderek azalmaya başladı.
Esenyurt’ta forumlara katılım, geldiğimiz yerde esas olarak Dayanışma bileşeni olan kurumların çevresi ile sınırlıdır. Hatta biz de gelinen aşamada çevremizi tamamen
seferber etme noktasında zorlanıyoruz. Diğer kurumların
forumları sürdürme ısrarında bulunmanızın bir anlamı
yok. Biz forumların sürdürülmesini gerekli bulmuyoruz. Siz
buluyorsanız kendi başına yaparsınız” tavrı takınılmıştır.
Biz bu tavırda bir yanlışlık görmüyoruz. “Esenyurt’tan komünistler” kendi temsilcilerinin dayatmacı, ısrarcı tavırlarını sorgulamalıdır. Bu tavırların devrimci kurumlar arası
çalışmaya zarar veren tavırlar olduğu görülmelidir.
Bizim açımızdan Forumları sürdürme ısrarı ile Köz’ün
“komünistlerin birliği” siyaseti arasında bir paralellik
vardır. Köz kendi dışındaki devrimci grupları komünist
olarak değerlendirmemekte, devrimci gruplar içinde komünistler olduğunu savunmaktadır. Bu komünistleri de
“ayrıştırma-birleştirme” siyaseti ile kazanmak istemektedir. Esenyurt’ta forumlara katılım, Dayanışma bileşeni
kurumların çevresi ile sınırlı hale geldiği, bazı kurumların
Dayanışma çalışmalarına katılmaması, kendi çevrelerini
seferber etmemelerine rağmen; Köz forumların sürdürülmesi noktasında ısrar etmiştir. Bu ısrarın temelinde görüşümüze göre bu siyaset yatmaktadır.
“Biz hiç bir forumda ya da Dayanışma toplantısında
açık açık KöZ’ün ismini zikrederek konuşmadık ya da bu
meyanda komünistlerin birliğini ifade etmedik.” Diyor
“Esenyurt’tan komünistler.” Dayanışma toplantılarına
Köz adına konuşan temsilcisi; çeşitli forumlarda söz alıp
konuştuğu zaman “Köz’ün arkasında duran komünistler olarak” söze başlamıştır. Biz böyle söylenmesinde bir
sorun görmüyoruz. Sorun yazıda “Köz’ün ismini zikretmedik” denilmesidir. Dayanışma toplantılarında da aynı
durum söz konusudur.
“Çağrı kendince KöZ’e yönelik şöyle bir intiba uyandırmak istedi:” denilerek ardından niyet okuması yapılıyor.
“Esenyurt’tan komünistler”in bizim niyetimizi okumalarına hiç gerek yoktur. Biz düşüncelerimizi, kimi neden ve
nasıl eleştirdiğimizi açık seçik kamuoyu önünde yapıyoruz. Pratiğimiz, yayın siyasetimiz buna örnektir. Aslında
Köz’den arkadaşların bunu iyi bilmesi gerekiyor.
Forumların sürdürülmesi ısrarı ile “komünistlerin birliği” siyaseti arasındaki bağı önce reddeden “Esenyurt’tan
komünistler” ardından aynı paragraf içinde bu bağı kendileri teslim ediyor. Ve bizi bu siyasetten rahatsızlık duymakla eleştiriyorlar. Köz’ün “komünistlerin birliği” siyaseti kendisini bağlar. Bu siyaset bize göre yanlıştır. Biz
yanlış siyaseti eleştirir, doğrusunun ne olduğunu söyleriz.
Bunu yapmak bu siyasetten rahatsız olduğumuz anlamına
bizim için gelmiyor.
“Esenyurt’tan komünistler”e tavsiyemiz, toplantılarda
kendi temsilcilerinin takındığı ısrarcı, dayatmacı tavrı
gözden geçirmeleridir.
25.02.2014
Esenyurt YDİ Çağrı okurları ✓
güncel
da bu noktada sıkıntısı var. Biz bize forum yapma, kendi
kendimize propaganda yapmaya gerek yok. Forumlara son
verilmelidir. Adı ne olursa olsun, Esenyurt’ta kurumlar
arası işbirliği, platform devam etmelidir. Güncel, somut
gelişmelere, önemli günlerde ortak tavır takınmak, eylemler yapmak için kurumlar arası işbirliği devam etmelidir.
Dayanışmanın yaptığı son toplantı olan 2 Aralık toplantısında da bu görüşler kısaca tarafımızdan ortaya konulmuştur.
“Esenyurt’tan komünistler” bu toplantıda bizim tavrımızı şöyle aktarıyorlar:
“Son toplantıda Çağrı bize yönelik bir “çıkış” yaparak
“sizin amacınız Komünistlerin Birliği’ni sağlamak. Biz bu
forumları sürdürmüyoruz, insanları da zorlamayın yapıyorsanız siz yapın. Bırakalım foruma dışarıdan kitlenin
katılmasını, açık konuşalım biz kendi çevremizi bile forumlara katmaktan zorlanıyoruz” dedi. Çağrı’nın bu söylediklerini uzun boylu tartışabilirdik fakat bunun yeri ve zamanı
değildi, sadece “Evet KöZ’ün komünistlerin birliğini savunduğu sır değil, fakat bunun forumlarla ne ilgisi var” dedik.
Şimdi ifade etmek gerekir ki Çağrı’nın Dayanışma toplantısında bize yönelik böyle gereksiz konuşmasının altında
bizim forumların yapılması yönündeki ısrarlı tutumumuz
vardı. Bu tutuma karşı Çağrı kendince KöZ’e yönelik şöyle
bir intiba uyandırmak istedi: “KöZ’ün amacı forumların
devam etmesi, bu sayede emekçilerin örgütlenmesi değil,
asıl derdi grupçuluk yaparak komünistlerin birliğini savunmaktır”. Biz hiç bir forumda ya da Dayanışma toplantısında açık açık KöZ’ün ismini zikrederek konuşmadık ya da bu
meyanda komünistlerin birliğini ifade etmedik. Eğer böyle
yapmış olsaydık Dayanışma’da kabul edilen genel çerçeveye
uymayarak grupçuluk yapmış olurduk. Fakat öte yandan
bizim Dayanışma’daki, varlık nedenimiz ve forumlarda
bulunmamız elbette ki, Komünistlerin Birliği’ne hizmet etmesi içindi. Zira Çağrı dâhil Dayanışma’da yer alan tüm
siyasetlerin forumlarda yer almalarının temel amacı kendi
stratejik hedeflerine hizmet etmesi için değil miydi? Şunu da
söylemek lazım Çağrı ya da başka sol bir hareketin KöZ’ün
komünistlerin birliğini sağlama çabasından rahatsızlık
duymaları ne kadar doğru yolda olduğumuzun bir kanıtı
olarak görüyoruz.”
Dayanışma toplantılarına katılan Köz temsilcisi arkadaş,
toplantılarda yer yer ısrarcı, dayatmacı tavırlar içine girmiştir. Kurumlar arası işbirliğinde, kurumlar arası çalışmada olması gereken sınırı yer yer aşan Köz temsilcisinin
bu tavrı bizim tarafımızdan ve diğer kurumlar tarafından
eleştirilmiştir. Köz temsilcisi arkadaş bu ısrarcı, dayatmacı
tavrını son toplantıda da sürdürmüştür. Bu tavrı yoldaşımız tarafından toplantıda eleştirilmiştir. Takınılan tavır
içinde “Siz komünistlerin birliğini savunuyorsunuz diye
19
panorama
PA NOR A M A
Darbecilerin
“Anayasa”
Referandumu
Yapıldı!
- MISIR -
T emmuz 2013 tarihinde Mursi ve İhvan yönetimine karşı gerçekleştirilen askeri
faşist darbenin atanmış Başkanı Adli Mansur, uluslararası tepkileri de gözönüne
alarak “yeniden demokrasiye geçiş için” bir “yol haritası” açıkladı. Buna göre ilk
adım olarak Anayasayı hazırlayacak 10 kişilik bir kurul oluşturulacak, bu kurul 30
gün içinde taslak hazırlayacaktı.
B
20
u taslak hazırlandıktan sonra da 50 kişilik bir
komisyon 2 ay içinde taslağa son halini verip
taslağı Başkan Mansur’a teslim edecekti. Mansur da
30 gün içinde Anayasa taslağını referanduma sunacaktı. Anayasa’nın kabulünden sonra da 6 ay içinde
parlamento seçimleri, ardından da başkanlık seçimleri yapılıp böylece “yeniden demokrasiye geçilmiş”
olacaktı. Bu “yol haritası” için öngörülen süre ise 9
aylık bir süre idi.
Bu “yol haritası”nın öngörülen süre içinde gerçekleşmeyeceği bizim için açıktı. Fakat sorunun özünü
belirleyen şey, “yol haritası”nın sözkonusu zaman
süresi içinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil,
Mursi/ İhvan yönetimini deviren darbeyle iktidarı
ele geçirenlerin nasıl bir yönetim biçimini uygulayacağıydı. Dergimizin bu konudaki tavrı da açıktı:
Ordunun, askeri faşist darbeyle yeniden iktidara
elkoyduğu ve kimi farklılıklarla birlikte Mübarek
dönemine geri dönüşün gerşekleştirildiği bir durum
sözkonusuydu, sözkonusudur. Ordunun konumu-
nun korunduğu, sivil görünümlü vitrinle süslenen
–en azından yakın zaman açısından- faşist bir yönetimin uygulandığı, uygulanacağı bir durum sözkonusuydu, sözkonusudur. Böylesi bir durumda öngörülen
zaman süresi içinde “yol haritası” gerçekleştirilse bile,
gerçekte geri düzeyde bile bir burjuva demokrasisine
geçiş olmayacağı garantiliydi!
Fakat, dergimizin 166. sayısında dikkat çektiğimiz
kimi örneklerde olduğu gibi, Mursi ve İhvan yönetiminin devrilmesi durumuna tavır takınanlar içinde, “sol” “devrimcilik” adına darbeyi “devrim” diye
değerlendirenlerden askeri darbelerden “ilericilik”
bulanlara kadar değişik tavırlar öne çıkıyordu, çıktı.
“Sol” ve “devrimcilik” adına savunulan bu tavırların
Mısır’daki gelişmeler tarafından çoktan tarihin çöplüğüne atıldığını tespit etmek, çıplak gözle görünenin
ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Ama acı
gerçek şudur ki: Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da “sol”
ve “devrimcilik” adına siyaset yapanların önemli bölümünün durumu, siyasi körlük diye ifade edilecek
REFERANDUM ÖNCESİ KİMİ GELİŞMELER
Dergimizin 166. sayısında 25 Ekim 2013 tarihine
kadarki gelişmelere değinmiştik. 26 Ekim’den sonraki dönemde öne çıkan kimi gelişmeler ise kısaca
şöyledir.
Herşeyden önce bilince çıkarılması gereken olgu,
tüm katletme, yasaklama ve baskılara rağmen İhvancıların darbeye, darbe yönetimine karşı protestolarının sürdüğüdür. Darbeciler ise İhvancılara karşı
baskıları, yasakları ve de şiddeti daha da yoğunlaştırma durumundadır. Darbecilerin yasakları, baskıları ve şiddeti sadece İhvancılara karşı uygulanmıyor.
Darbecilerle işbirliği yapmayan, yönetimi devralmalarından sonraki uygulamalara karşı olma nedeniyle
3 Temmuz 2013 tarihinden sonra kendilerini Mursi
karşıtlarından ayıran ve hem Mursi hem de darbe
yönetimine karşı olan kesimler de bu yasaklardan,
baskılardan ve şiddetten payını almaktadır. Sonuçta
darbecilerden yana olmayan –en azından karşı çıkmama bağlamında tavıra sahip olanlar dışında- herkes, sivil görünümlü askeri faşist yönetimin zulmüne
maruz kalmaktadır.
Bilince çıkarılması gereken bir başka olgu ise darbecilerin Mursi/ İhvan yönetimini devirmesinin genelde şeriatçılara, islamcılara karşı ordunun “laik”liği
korumasıyla hiçbir alakasının olmadığıdır. Ordu ge-
nelde islama, islamcılara karşı bir tavıra sahip değildir. En açık örneği, Selefiler’e karşı tavırdır. Selefiler
İhvan’la koalisyon kuran ve İhvancıların “ılımlı islam” tavrına karşı açıkça şeriatı isteyen bir kesimdir.
Ne darbeciler Selefilere saldırdı, ne de Selefiler darbecilere destek vermekten kaçındı. Kısacası Mısır’da
yaşananlar genel olarak “laik” kesimle “şeriatçı” kesim arasındaki bir çatışma değildir. Darbeciler de
“laik”liği korumak için Mursi yönetimini devirmedi!
Sorunun özü, ordunun iktidarının İhvancılara terkedilip edilmeyeceği idi. Halkın Mübarek rejimine
karşı isyanıyla oluşan ortamda İhvancılarla belli bir
uzlaşmaya zorlanan ordu, yine kitlelerin Mursi yönetimine karşı protestolarını fırsat bilip İhvancılarla
uzlaşmaya son vermiş ve de iktidarını daha da sağlamlaştırmak için saldırıya geçmiştir. Ordunun İhvancılara yönelik saldırıya ağırlık vermiş olması ise,
İhvancılar dışında ordunun iktidarını tehdit eden,
edecek bir başka gücün olmaması olgusu ile açıklanabilir bir durumdur. Ki, ordu anda iktidarını tehdit
etme durumunda olmayan kesimlere karşı da -İhvancılara karşı olan sertlikte ve yoğunlukta olmasa dabaskılarını yasaklarını, şiddetini uygulamaktadır.
Bunları bilince çıkardıktan sonra referandum öncesinde öne çıkan gelişmeleri özetleyebiliriz.
4 Kasım 2013 tarihinde Mursi’yi yargılama davasının başlamasından bir gün önce, ABD Dışişleri
Bakanı John Kerry Mısır’a gitti. Bu, darbeden sonra
ABD yönetiminin Mısır’a bu düzeyde yaptığı ilk ziyaretiydi. Kerry ABD’nin Mısır’ın geçici yönetimiyle birlikte çalışmaya yükümlü olduğunu; ABD ile
Mısır’ın ilişkilerinin “dondurulmuş” yardımla değil
ekonomik ve siyasi ilişkilerle ölçülmesi gerektiğini
açıkladı. Bu ziyaretle ABD yönetimi esasında giderek
azalan nüfuzunu korumaya çalıştı. Bu arada medyaya
yansıyan haberlere göre Kerry, diğer şeylerin yanısıra, 14 Kasım’da süresi sona erecek olan sıkıyönetimin
uzatılmamasını da talep etmiştir. Medyaya yansıyan
bir diğer haber ise, ABD’nin “demokrasiye geçişte”
İhvancıların tümden dıştalanmaması isteğini dile getirdiğidir.
4 Kasım’da 20.000 polisin koruması altında Mursi
davası başladı. Mursi, darbeden bu yana geçen 4 aylık
sürede ilk kez kamuoyuna gösterildi. Mursi, mahkemenin ve yargıcın kendisini yargılayamayacağı, kendisinin meşru Başkan olduğunu, buna karşın mahkeme ve yargıcın meşru olmadığını, yapılanın askeri bir
darbe olduğu yönlü tavır takındı. Mursi’nin mahkum
elbisesi giymeyi reddetmesi ise, duruşmanın son bul-
panorama
bir durum olduğundan, bu gerçekleri görme yetisinden mahrumdurlar!
Mısır’daki gelişmelere geri dönersek “yol haritası”
bağlamında durum kısaca şöyledir: Zamanı biraz
gecikse de, 10 kişilik kurul 20 Temmuz’da oluşturuldu/ atandı ve bu kurul Mursi yönetiminin hazırladığı
ve referanduma sunduğu Anayasayı gözden geçirdi.
Medyaya yansıyan bilgilere göre sözkonusu Anayasanın 33 maddesi silinmiş ve 124 maddesi de gözden
geçirilmiş, revize edilmiştir. 50 kişilik komisyon ise
8 Eylül’de atandı. Anayasa taslağı daha hazırlanmadan Mısır Dışişleri Bakanı, parlamento seçimlerinin
Şubat-Mart 2014 döneminde başkanlık seçimlerinin
ise yaz aylarında yapılacağını açıkladı. 50 kişilik Anayasayı hazırlama komisyonu 1 Aralık’ta taslağı bitirip
3 Aralık 2014 tarihinde Başkan Adli Mansur’a teslim
etti. Mansur da 14 Aralık’ta Anayasa referandumunun 14-15 Ocak 2014 tarihlerinde yapılacağını açıkladı. 14-15 Ocak 2014 tarihlerinde referandum yapıldı da. Fakat referanduma gidilen ortamın nasıl bir
ortam olduğunun bilinmesi için de öne çıkan kimi
gelişmelerin özetlenmesi gerekiyor.
21
panorama
22
masının gerekçesi oldu. Gerçekte duruşma daha başlamadan 8 Ocak 2014 tarihine ertelendi.
6 Kasım’da ise İsnaf Mahkemesi de, daha önce verilen İhvancıların yasaklanması kararını onayladı.
Böylece “Yüksek Yargı” da kimin yargısı olduğunu
yeniden gösterdi. Yüksek İdare Mahkemesi ise 12
Kasım’da sıkıyönetim süresinin bitmesine iki gün
kala, sıkıyönetimi kaldırma kararı verdi. Hükümet
de mahkemenin kararına “saygı” gösterip sıkıyönetimi resmen, gerçekte ise formel olarak kaldırdı.
Sıkıyönetimin kaldırıldığının resmen ilan edilmesinden sonra Mısır’ın önde gelen milyarderlerinden
fabrikatör Nagip Sawiris, bir yıllığına tüm protesto
eylemlerinin yasaklanmasını talep etti. Darbe yönetimi “emrin olur” demedi ama 24 Kasım’da, ordunun hem ekonomik hem de siyasi çıkarlarına uygun
olarak vatandaş Nagip’in de talebine uyan; Başkan
Mansur’un onayladığı bir “protesto kanunu”nu çıkardı. Buna göre kolluk güçlerinin istenmeyen her protesto eylemini yasadışı ilan etme ve eylemcilere şiddet
kullanarak eylemleri engellemek mümkündür. Protesto eylemleri için en geç eylemden üçgün önce sorumlu kurumlara başvuru yapılması gerekiyor. İzin
verilen eylemlerde “silah” olarak gösterilebilecek herşeyin taşınması yasak, “maskelenmek” yasak –kuşkusuz bu maskelenmenin ölçüsünü yine kolluk güçleri
belirlemektedir, örneğin bu maddeyle kadınların başörtüsü takması bu yasağa uymaktadır ve böylece kadınların eylemlere katılması engellenebilir, katılanlar
cezalandırılabilir.
Medyaya yansıdığı kadarıyla her tür protesto eylemini yasaklamak için kullanılabilecek maddelerin
başında 7. madde gelmektedir. Buna göre “genel güvenliği, kamu düzenini veya üretimi” tehdit etmek,
yaralamak ya da üretimi sınırlandırmak yasaktır.
Aslında yönetime karşı her tür protestonun yasaklanmasının başka türlü formüle edilmesidir bu. İstenmeyen her protestonun genel güvenliği ve kamu
düzenini tehdit ettiği veya her grevin üretimi sınırladığı söylenerek yasaklanması pratik olarak da mümkündür. Örneğin bu 7. maddeyi çiğnemek, iki ile
beş sene arası hapis cezası veya 15.000 ile 30.000 TL
arası para cezasıyla cezalandırılmayı öngörmektedir.
Mısır’da anda varolan protestolar veya grevler yasaklara rağmen vardır. Yoksa serbest oldukları için değil!
Bu kanuna karşı yapılan protestolarda da sayısız insan öldürüldü, yaralandı, tutuklandı. Muhalefete bu
genel saldırıda, “laik” muhalefet de payını aldı. Örneğin “26 Nisan Hareketi” gibi –andaki lideri Ahmed
Mahir vd.- muhalefetin tanınmış isimleri hakkında
tutuklama kararı verildi. Kimilerine illegal eyleme
katıldığı gerekçesiyle üç seneye kadar hapis cezası da
verildi.
24 Aralık’ta Mansura’da kolluk güçlerine yönelik
bombalı bir saldırı gerçekleştirildi. Bu saldırı 3 Temmuz darbesinden sonraki dönemde en şiddetli saldırı
olarak değerlendirildi. Değişik rakamlar verilse de,
resmi açıklamaya göre 16 ölü ve 134 yaralı vardı. İhvancılar bu saldırıyı kınadı. Eylemi El Kaide’ye yakın
diye gösterilen aşırı islamcı bir grup olan “Beyt Ensar
el Makdis” üzerlendi. Buna rağmen geçici Hükümet
İhvancıları suçlu ilan ederek 25 Aralık’ta İhvan’ı “terör örgütü” ilan etti.
Zaten önceden yasaklanan İhvan yanlılarının her
türlü etkinliği ve protestosu da yasaklandı. Bu kararın hemen sonrasında İhvancılara yönelik tutuklamalar yoğunlaştırıldı, yüzlercesinin tutuklandığı
bilgisi medyaya yansıdı. Bu yasağa göre İhvan’a her
türlü destek ve yardım yasaklandığı için, yardım
edenler beş yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılabilir. “Yardım”ın ne olduğuna da tabii ki yasaklayıcılar
karar vermektedir. Örneğin doğrudan İhvancılara
destek vermeyenlerin herhangi bir protesto eylemine
katılması da bu “yardım” içinde gösterilip, sözkonusu
kişiler cezalandırılabilir. Bu da “terörizme karşı mücadele” olarak piyasaya sunulabiliyor!
8 Ocak 2014 tarihinde Mursi “hava durumu” gerekçe gösterilerek mahkemeye/ duruşmaya getirilmedi.
Duruşma yine ertelendi. Bu arada Mursi hakkında
değişik suçlamalar bağlamında dava açıldığı için
aynı suçlamayla olmasa da birbirine paralel davalar
ve yargılama sözkonudur. Şimdilik öne çıkan esas
nokta, duruşmalarda hemen hiçbir şey yapılmadan,
duruşmanın ertelenmesidir.
11 Ocak 2014 tarihinde darbe başı Sisi, “eğer halk
ister ve ordu onay verirse” başkanlık için aday olabileceğini açıkladı.
Referandum bağlamında ise İhvancılar başta olmak
üzere ordu yönetimine karşı olan kesimler boykot
tavrı takındı. Darbeciler için ise Anayasa taslağına
“hayır” demek “vatan hainliği”ydi. Boykotçulara karşı yoğun baskılar gündemdeydi. Detayları bir kenara
bırakıp durumu kısaca özetlersek, boykotçulara karşı
tam bir faşist uygulama sözkonusuydu. Darbecilerin
iktidara el koymalarından sonra yoğunlaştırdıkları
milliyetçi yaklaşım, ihvancılara karşı olan halk kesiminin önemli bir bölümünün kendisine kolluk gücü
görevi vermesine de yol açmış ve darbecilerin sivil
REFERANDUM VE SONUCU
Yaşanan baskı ortamında, referandumun sonucunun ne olacağı konusunda tahminde bulunan
yorumcuların ortak noktası, sonucun çoğunlukla
“evet” olacağıydı. Merak edilen esas nokta referanduma katılımın ne kadar olacağıydı. Sonuçta anayasa
taslağının kabul edileceği tahmin edilse de, referanduma katılım oranının darbecilere verilen destek ve
Sisi’nin başkanlık seçiminde aday olmaya karar vermesi için ölçü olarak kullanılacağı bir durum sözkonusuydu. Sisi’nin, 11 Ocak’ta “eğer halk isterse ve
ordu onay verirse” başkanlık seçiminde aday olurum
yönlü açıklaması, aynı zamanda referandumun sonucuna göre karar vereceğinin işaretiydi. Sisi asker karşısında yaptığı bir konuşmada da “Beni dünyaya rezil
etmeyin” diyerek referandumun sonucunun kendisi
için önemini ortaya koyuyordu. Boykotçulara her tür
baskı yapılırken, devletin imkanları, kitlelere referan-
panorama
ayağını oluşturmuştur.
Referanduma, genel olarak Anayasa taslağına
“hayır”ın değişik biçimlerde yasaklanmaya çalışıldığı ve “hayır”cılara cezaların yağdırıldığı bir ortamda
gidildi. Bu ortamın daha iyi anlaşılması için iki örnek
verelim. Birincisi, cep telefonu operatörü yöneticilerine karşı yapılan sorgulamadır. Şirketin internet reklamında kullandığı kukla nedeniyle sorguda “Reklamlarda oynattığınız kukla, Müslüman Kardeşler’in
gizli mesajını taşıyor mu?” sorusu sorularak kukla
da İhvan casusu olarak gösterildi. İkinci örnek ise
“Rabia” işaretiyle ilgilidir. İşaret, başparmağını kapalı tutup diğer dört parmağın kaldırılmasıdır. Bu,
14 Ağustos 2013 tarihindeki katliamı hatırlatan ve
protesto eden bir işaret. Baskıların yoğunluğundan
ve yanlış anlaşılmayı engelleme korkusundan, futbol
maçı hakemi, maçın dört dakika uzatılacağını göstermek için bir elin dört parmağını değil, iki eliyle ve
her iki elin iki parmağıyla dört dakika uzatma işaretini yapma durumunda kalmıştır. Bu iki örnek ilk
bakışta belki önemsiz görülebilir. Fakat bu iki örnek,
Mısır’da darbecilerin faşist yönetiminin küçük de
olsa birer aynasıdır.
3 Temmuz 2013 ile 31 Aralık 2013 tarihleri arasında büyük bölümü asker ve polis tarafından öldürülen
insan sayısı en az 1400’dür. Gerçek sayının daha fazla
olduğu da söylenmektedir. Bu dönemde tutuklananların sayısı da en azından 21.000 kadardır. Saldırılarda ya da çatışmalarda yaralananların sayısı ise belli
değil.
duma katılıp anayasaya “evet” oyu vermeleri propagandası için cömertçe kullanılıyordu.
Medyaya yansıyan bilgilere göre referanduma sunulan anayasa taslağı, 247 maddeden oluşmaktadır ve
büyük oranda Mursi döneminin anayasasıyla aynıdır.
Genel başlık olarak söylenirse, farklı olan üç yanı şöyle özetlenebilir: Şeriatçı yanı azaltılan, ama kaynağını
yine İslam’dan alan, Ordu’nun ve de Polis’in konumunu daha da güçlendiren ve bunların üzerine serpmek için formel olarak da kimi demokratik hakların
–örneğin kadın-erkek eşitliği, düşünce ve örgütlenme
özgürlüğü vb.- yazıldığı bir anayasa sözkonusudur.
Bu haklar noktasında ise kuşkusuz ki esas mesele uygulamadır. Yeni Anayasa’ya göre parlamentonun üst
kamarası Şura da kaldırılmıştır. Buna göre artık üst
ve alt kamara yok, sadece Başkan ve Parlamento vardır.
Referandum, özellikle ilk gününde kanlı geçti. Ölü
sayısı 12’ye kadar yükseldi –bu konuda farklı veriler
var-, fakat tutuklananların sayısı, resmi açıklamaya
dayandırıldığından, 444 olarak verildi. Referandumun ikinci gününde, daha sonuç belli olmadan Sisi
için “Halk sana emir verdi. Cevap ver! Memleket kanıyor!” vb. tavrın olduğu afişler asıldı.
Sonuçta, Mısır’da seçmen sayısının 53 milyondan
fazla olduğu söylendi. Referanduma katılım oranı ise
%38,6 ve kullanılan ve geçerli oyların %98,1’inin anayasaya “evet” oyu olduğu açıklandı. Somut rakamlarla ifade edilirse, referanduma katılmayanların sayısı
33 milyondan fazladır. Anayasaya “evet” diyenlerin
sayısı ise yuvarlak hesapla yaklaşık 20 milyondur.
Verilen bilgilere göre 20,6 milyon seçmen oy kullanmış ve 20,3 milyon oy geçerli oy olarak hesaplanmıştır. Bunun %1,9’unu çıkarırsak, 19.914.300 seçmenin
anayasaya “evet” oyu verdiği sonucu çıkmaktadır.
Bu oran, Mursi Başkanlığı döneminde yapılan referanduma göre biraz daha yüksek bir orandır. Ama
askeri faşist rejimin tüm baskılarına, muhalefeti susturmaya çalışmasına rağmen seçmenlerin neredeyse
23
panorama
üçte ikisinin referanduma katılmaması, aslında halkın büyük bölümünün bu anayasaya “evet” demediğinin somut verisidir. Bu da askeri rejimin işinin hiç
de kolay olmadığının bir işaretidir. Tüm baskılara
rağmen “ölüm sessizliğinin” yaratılamaması olgusu
da, halkın korku sınırını aşmış olduğunun bir verisidir.
Referandumla “onaylanan” Anayasa 18 Ocak 2014
tarihinde yürürlüğe girdi. Fakat Anayasa’da sözkonusu edilen kimi haklar, örneğin örgütlenme ve ifade
özgürlüğü vb. haklar ise yürürlüğe giremedi! Hem
ifade özgürlüğünün hem de örgütlenme özgürlüğünün yerinde yeller değil ama baskı ve zulüm esiyor!
Referandumun yürürlüğe girmesiyle gündeme Başkanlık ve Parlamento seçimlerinin ne zaman olacağı
sorusu yerleşti. Daha önce söylenenlerin tersine ilk
önce parlamento seçimleri değil, başkanlık seçiminin
yapılacağı açıklandı. Buna göre 17 Şubat ile 18 Nisan
2014 tarihleri arasında başkanlık seçiminin yapılması gerekiyor. Fakat bu satırlar yazılırken ne başkanlık seçimleri için ne de parlamento seçimleri için
daha herhangi bir somut tarih belirlenmemişti. Ordu
Sisi’nin adaylığını onayladı. Sisi’ye mareşallik ünvanı verildi. Sisi’nin aday olup seçileceği egemen olan
düşünce olsa da, aday olup olmayacağı daha resmen
açıklanmadı. Gidişatta önemli bir değişiklik olmazsa
bu düşüncenin haklı çıkacağı bir ortam sözkonusudur.
BİRKAÇ NOKTA DAHA...
24
Darbe sonrası dönemde aşırı islamcı gruplar olarak
gösterilen kesimlerin devletin kolluk güçlerine karşı
saldırıları giderek Sina yarımadasının dışındaki şehirlere yayıldı. Bu saldırılar özellikle turizm alanında
devlet bütçesinin darbelenmesine de hizmet etmektedir. Üç yıl içinde turizm dalında “kayıp” edildiği
söylenen gelir 60 Milyar Dolar olarak hesaplanmaktadır. Kuşkusuz kayıp sadece beklenen gelir değildir.
Turizm dalında çalışan binlerce, onbinlerce işçi de
işinden olmuştur. Ekonomide genel olarak gerileme olduğu, mali alanda büyük sıkıntılar yaşandığı,
bu sıkıntıların şimdilik Suudi Arabistan, Kuveyt ve
Birleşik Arap Emirlikleri gibi devletlerin milyarlarca
dolarlık yardımıyla aşılmaya çalışıldığı bir durum
sözkonusudur.
Mübarek rejimine karşı isyanın yıldönümünde ise
yine çatışmalar, ölümler sözkonusuydu. Darbe yanlıları kutlamalar yaparken, İhvancılar ve darbeye karşı
olanlar protestolar gerçekleştirdi. Çatışmalarda en az
50 kişi öldü ve 1000’den fazlası da gözaltına alındı.
Mısır’ın uluslararası ilişkileri bağlamında öne çıkan ve bilince çıkarılması gereken gelişme, darbe
yönetiminin Rusya ile ilişkisidir. ABD emperyalizminin yöneticileri darbeye resmen darbe demese de,
Mısır ordusuna yaptığı yardımı, somutta da askeri
araçları teslim etmeyi durdurmuştu. Buna karşı Putin darbecilere isterlerse kendilerinin silah satabileceğini açıklamıştı. Dergimizin 166. sayısında sayfa
26’da bu duruma dikkat çekmiş ve ABD’nin darbeciler üzerindeki etkisinin giderek azaldığını tespit
etmiştik. 12 Şubat 2014 tarihinde ordunun başı Sisi,
Başbakan Yardımcısı ve de Savunma Bakanı sıfatıyla
da yanına Dışişleri Bakanı’nı alıp iki günlük ziyaret
için Moskova’ya gitti. Rusya Başkanı Putin ile de görüşen Sisi, 2013 Kasım ayında Rusya Dışişleri ve Savunma Bakanları’nın Mısır’a yaptıkları ziyarete yanıt
veriyordu...
Medyaya yansıyan bilgilere göre özellikle silah alışverişi konusunda ve “askeri ve askeri teknik” dalındaki “ortak çalışmayı hızlandırma” konularında anlaşma imzalanmıştır. Kimi bilgilere göre iki milyar,
kimine göre de üç milyar dolarlık silah anlaşması
–özellikle hava savunma sistemi, helikopter ve uçak
vb. savaş aletlerinin satışı konusunda anlaşma- imzalanmıştır. Kredi ya da yakıt konusunda neler konuştukları belli değil.
Belli olan ama ABD emperyalizminin Mısır’ın yöneticileri üzerindeki nüfuzunun zedelendiği, giderek
azaldığıdır. Sisi’nin darbe sonrasındaki dönemde
ABD yöneticilerine sitem edip ABD’nin Mısırlıları
yarı yolda bıraktığını ve bunun unutulmayacağını
söylemesinin pratik sonucu kendisini böyle gösteriyor.
Bu satırlar yazılırken en son medya haberleri, Başbakan Beblavi ile geçici hükümetin istifa ettiğini bildiriyordu. Beblavi’nin istifa konusunda herhangi bir
gerekçe göstermemesi ve anda başka verilerin olmaması, bu adımı değerlendirmeyi zorlaştırmaktadır.
Buna rağmen medyada yapılan yorumlar, bu adımın,
kabine değişikliği konusundaki duyumları olguya
dönüştürdüğünü ve bunun Savunma Bakanı da olan
Sisi’nin görevini bırakıp başkanlık seçimi için adaylığını ilan etme hazırlığı vb. için atılan adım olduğu
yönündedir.
Sisi’nin aday olup olmayacağını, gelişmelerin hangi
seyri izleyeceğini, birlikte göreceğiz!
24.02.2014✓
panorama
EMPERYALİSTLER ARASI
DALAŞIN BİR ÖRNEĞİ!
- UKRAYNA -
Uluslararası alanda, son dönemde gündemin ön sıralarında yer alan gelişmelerden
biri de Ukrayna’daki gelişmeler oldu. 2013 Kasım ayı sonlarından itibaren başlayan
protestolar, Başkan Yanukoviç’in temsil ettiği “Bölgeler Partisi” yönetimini devredışı
bıraktı. Başkan Yanukoviç kendisini güvenceye almak için Başkent Kiev’i terketti,
belli olmayan bir yere kaçtı!
Parlamentoda hızla verilen kararlarla kimi ata-
malar yapıldı ve geçici olarak başkanlık görevine
Timoşenko’nun yandaşı Turçinov atandı. Yazımız
yazılırken yeni hükümeti kurma işinin 27 Şubat
Perşembe gününe ertelendiği açıklanmıştı. Parlamentoda Başkan Yanukoviç’in görevden alınması
kararı verilip Geçici Başkan görevlendirilse de, Yanukoviç hala resmen istifa etmemiştir. Yönetimi ele
geçiren muhalefet Yanukoviç’i Uluslararası Ceza
Mahkemesi’ne (UCM) şikayet edeceklerini ilan etmişken, Yanukoviç’in nerede olduğu şimdilik belli
değil. Başkent Kiev’de güvenlik şimdilik, kendileri-
ne “Halk Savunma Hareketi” adını veren muhalefetle
açık faşist güçlerin elindedir. Kimi yerleri ortaklaşa, kimi yerleri de paylaşmış ve ayrı ayrı denetleme/
koruma durumundadırlar. Devletin polis kurumu
Kiev’de şimdilik “tatilde”dir. Herhangi bir sürpriz
olmazsa hem “Svoboda”, hem de kendisine “Sağ Sektör” adını takan kesim somutunda, açık faşistler de
hükümette yer alacaktır.
Kısaca ifade edilirse: Yanukoviç ve “Bölgeler Partisi” yönetimi şimdilik son bulmuş ama bu iktidar dalaşına yol açan nedenler ya da sorunlar çözülmemiştir. Kısa sürede çözülmesi de beklenemez. Bunun da
25
panorama
26
ötesinde Ukrayna’nın bölünme ihtimali bile sözkonusudur. Ukrayna’da andaki durum, suyu bulanık olan
bir ırmağın durumuna benziyor. Su durulduğunda
karşımıza nasıl bir durum çıkacağını söylemek anda
mümkün değildir. Anda söylenmesi mümkün olan ve
gereken esas şey, Ukrayna’daki gelişmeleri belirleyen
ve önümüzdeki kısa dönemde de belirleyecek olan şeyin, Ukrayna’nın değişik millet ve milliyetlerden işçi
ve emekçilerinin sınıfsal çıkarları ve mücadelesi değil,
emperyalistler arası –bununla içiçe geçen Ukrayna’lı
oligarkların- çıkar dalaşı olduğudur.
Bu emperyalistler arası çıkar dalaşının daha iyi anlaşılması için öncelikle şu olgunun bilince çıkarılması gerekiyor: Yozlaşmış, sosyalemperyalist SSCB’nin
ve onun önderliğindeki Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte, dünyada yeni bir durum oluştu. Bu,
Rusya dışındaki emperyalist güçler için, aynı zamanda Rus emperyalizmine karşı da, dünyanın yeniden
paylaşımı ve nüfuz alanı elde etme dalaşında yeni bir
durumdu. 1990’lı yıllardan itibaren hem dünya üzerinde yürüyen paylaşım dalaşında hem de bu dalaşta emperyalistlerin yürüttükleri siyasette bu durum
hesaba katılmazsa, doğru bir değerlendirme yapmak
da mümkün değildir. Andaki durumu doğru değerlendirebilmek için gözönünde bulundurulması gereken bir diğer önemli nokta da, bu paylaşım alanının
oluşmasının yanısıra, şimdiye kadar dünyayı paylaşan emperyalist güçlere yeni bir emperyalist gücün,
Çin’in katılması durumudur. Bu genel durum, günümüzde dünya üzerinde yürüyen savaşları, çatışmaları
belirleyen ve paylaşım dalaşını giderek kızıştıran bir
durumdur.
Somut olarak Ukrayna’daki gelişmeler de bu paylaşım dalaşının doğrudan bir parçasıdır. Ukrayna
somutunda paylaşım dalaşında öne çıkan emperyalist güçler AB, ABD ve Rusya’dır. ABD ile AB kendi
aralarındaki dalaşa rağmen ve özellikle de çıkarların
örtüştüğü noktalarda, Rusya’ya karşı birlikte hareket
etmektedirler. Her ikisi için de Rus emperyalizminin
zayıflatılması, dalaşta geriletilmesi, esas ortak noktayı oluşturmaktadır. Bu arada şunun da bilinmesi gerekiyor: AB içinde de değişik güçler ve çıkarlar
mevcuttur, bunlar arasında da çıkar dalaşı var. Örneğin Almanya ve destekleyicisi kimi AB üyesi devletler Ukrayna’ya AB üyeliği perspektifi için resmen
söz verilmesini isterken, Fransa bu çabayı veto ederek
engellemiştir. Buna bağlı olarak da AB ile Ukrayna
arasındaki görüşmelerde ve pazarlıklarda bu üyelik
sorunu –taraflar arasında istek olarak dile getirilse
de-, somut bir sorun olarak ele alınmamıştır. Rus
emperyalizmi de kendi çıkarları için gerektiğinde, ya
da çıkarlarıyla örtüştüğünde bu emperyalist güçlerle birlikte ortak tavır takınmaktadır. Paylaşım dalaşında ama belirleyici olan yan çıkarların örtüşmesi
değil, çelişmesidir. Bunda da belirleyici olan esas şey,
kimin hangi güce sahip olduğudur. Her emperyalist
güç, anda sahip olduğu güce göre pastadan pay almaktadır, almaya çalışmaktadır.
Bu genel doğruları vurguladıktan sonra Ukrayna’daki gelişmelere ve perde arkasına daha yakından
bakabiliriz.
KISACA YAKIN TARİH
SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun dağılmasına bağlı olarak Ukrayna, 24 Ağustos 1991 tarihinde “bağımsızlığını” ilan etti. Bu adım aynı zamanda Ukrayna’nın
giderek Rusya’dan uzaklaşması ve Batılı emperyalistlere yönünü çevirmesi anlamına da geliyordu.
SSCB’de revizyonizmin egemenliğiyle iktidarı ele geçiren bürokrat burjuvazi Ukrayna’da da iktidardaydı. “Bağımsızlığını” ilan etmesine paralel olarak açık
kapitalizme de geçildi. Bu durumda ama sosyalizm
olarak kitlelere sunulan devlet kapitalisti iktidarın
parçalandığı ortamda, bürokrat burjuvazinin yanısıra, yeni tipte burjuvazi, modern deyimiyle oligarklar
piyasayı sardı. Değişik burjuva kesimler arasındaki
iktidar dalaşı da yeni biçimlere büründü. Ukrayna
devletinin hem ekonomik hem de siyasi gidişatı da
doğal olarak bu dalaş tarafından belirlendi. Bugüne
kadar yönetime gelen başkan ya da hükümetler de,
içeride anda güçlü olan oligarkların desteklediği siyasetin savunuculuğunu, temsilciliğini yapmıştır. Bu
temsilcilik uluslararası alanda da kendisini değişik
çıkarlara göre değişik biçimlerde göstermiştir. Genel
olarak durum medyada Batı yanlısı olmakla Rusya
yanlısı olmak biçiminde gösterilmektedir. Görünürde böyle olsa da, gerçekte Ukrayna oligarşisinin
çıkarları ve gücü, kendi aralarındaki iktidar dalaşı,
işbirliği yapacakları güçleri belirlemektedir. Hangi
emperyalist güçle işbirliği çıkarlarına daha uygunsa,
o emperyalist güçle işbirliği seçilmektedir. Emperyalist güçler de kendi çıkarına uygun davranan kesimi
desteklemektedir. İçerideki iktidar dalaşında da buna
uygun olarak desteklenecek kesimler belirlenmektedir. Yani sözkonusu olan, şu ya da bu gücün, devletin
yanlısı olmak değil, daha çok, şu ya da bu kesimin,
somutta şu ya da bu oligark’ın ve şu ya da bu emperyalist gücün çıkarıdır.
leri için kaçınılmaz olduğunu savunarak, bir tarafı
karşısına almayan, bir ikili siyaseti savundu.
Kuşkusuz ki 1991’den beri arada geçen süreçte
Ukrayna hem AB üyesi devletlerle –başta da Almanya ile- hem ABD ile ve hem de örneğin Türkiye gibi
devletlerle, ekonomi, ticaret vb. alanlardaki ilişkilerini geliştirdi. AB bir bütün olarak ele alındığında,
Ukrayna’nın AB ile ticaret hacmi, Rusya ile ticaret
hacmiyle başabaş gitmektedir. Birleşmiş Milletler’in
2012 yılı verilerine göre ithalat oranı Rusya ile %32,4
iken AB ile %31’dir. İhracat oranı ise Rusya ile %25,7
iken AB ile %24,9’dur. İkisi birlikte ele alındığında
yuvarlak rakamla ithalatın %63’ü ve ihracatın %50’si
AB ve Rusya iledir. (Ukrayna’nın tek tek devletlerle
ile de ilişkileri koruma siyaseti olmuştur.
Bu iki tarafla da ilişkileri sürdürme siyasetini, 2004
yılı sonlarında yaşanan gelişmeler de özde değiştirmemiştir. Bilindiği gibi 2004 yılı sonlarında 31 Ekim
ile 26 Aralık arası dönemde yapılan başkanlık seçimi sürecinde “Kestane” ya da “Portakal” “Devrimi”
adı verilen protestolar yaşandı. Seçimin ikinci turunda Yanukoviç oyların %49.42’sini, Yuşçenko ise
oyların %46.69’unu almıştı. Buna göre Yanukoviç’in
başkan olması gerekiyordu. Ama ABD ve AB emperyalistlerinin doğrudan desteklediği muhalefetin
protestolarıyla, ikinci tur seçim tekrarlandı ve Yuşçenko başkanlık koltuğuna oturtuldu! 2005 yılından
2010 yılındaki başkanlık seçimine kadarki dönemde
Ukrayna Başkanı olan Yuşçenko, açıkça ABD ve AB
yanlısı olmasına rağmen, Rusya ile ilişkilerin kendi-
ticari ilişkisi ele alındığında, Rusya açık farkla birinci
sıradadır.) Bu veriler, aslında -diğer şeyleri dıştalamamak şartıyla-, Ukrayna’nın ikisine de ihtiyacı olduğu,
ikisine bağımlı olduğu bir duruma işaret etmektedir.
Bu bağlamda şu noktayı da vurgulamak gerekiyor:
Ukrayna’nın Rusya ve AB ile ticari ilişkilerinde durum Yuşçenko döneminde AB lehine iken, Yanukoviç
döneminde Rusya’nın lehine gelişmiştir. 2008 ve 2009
yıllarında ithalat dalında AB, Rusya’ya %11 civarında
fark atıyordu. İhracat dalında ise az farkla da olsa AB
öndeydi. Yani AB Ukrayna’nın ithalat ve ihracatta birinci partneriydi. 2012 yılı sonunda birinci sıraya, az
farkla da olsa Rusya yükseldi. Bu çerçevede ele alındığında Yuşçenko AB, ABD yanlısı, Yanukoviç de Rusya yanlısı olarak gösterilebilir.
panorama
Ukrayna’nın 1991’den önce SSCB’nin bir parçası
olmasından kaynaklı ekonomik durumu; sanayinin, tekniğin vb. alanlarda olduğu gibi ticarette de
Rusya’ya olan bağımlılığı, 24 Ağustos 1991’de ilan
edilen “bağımsızlık”la ortadan kalkmamıştır. Ukrayna egemenleri –ya da en azından önemli bir kesimi- gerçekten Rusya’dan ekonomik olarak da bağımsızlık isteseler bile, bunu öyle hızlı biçimde ve
de büyük kayıpları göze almadan gerçekleştirmeleri
somut durumda imkansız olduğundan, açıkça AB
üyesi olmaktan yana tavır takınanların bile “ya AB
ya Rusya” vb. tavırlardan kaçınmasını beraberinde
getirmiştir. Bugüne kadar uygulanmaya çalışılan siyaset esas olarak Batı’yla ilişkileri geliştirme ve Rusya
27
GÜNCEL GELİŞMELERİN PERDE ARKASI...
panorama
28
1991 sonrası dönemde Ukrayna ile AB arasındaki
ilişkiler ve anlaşmaları anlatmak makalemizin çerçevesini aşar. Fakat, AB’nin 1989’da SSCB ile imzaladığı “Ticaret ve İşbirliği Anlaşması”nın yerini alan
ve 14 Haziran 1994 tarihinde imzalanan “Ortaklık
ve İşbirliği Anlaşması” ile başlayan ve sorunsuz olmasa da sürekli geliştirilen bir ilişki sözkonusudur.
2013 yılı Kasım ayı sonlarında başlayan protestolar,
bu gelişmenin önüne “takoz konduğu” andan itibaren
gündeme geldi, getirildi.
9 Eylül 2008 tarihinde AB ve Ukrayna, Paris’te –
Türkçe çevirilerde “ortaklık anlaşması” olarak da
ifade edilen- genişçe bir “Birleştirme Anlaşması”
üzerine pazarlıkların başlatılması kararını alırlar. Bu
kararı aldıklarında anlaşmanın 2009 yılı sonuna kadar hazırlanıp imzalanması öngörülüyordu. Olmadı.
7 Mayıs 2009 tarihinde Ukrayna, AB’nin “Doğu Ortaklığı” projesine katıldı. 2010 yılı Şubat ayında Yanukoviç başkanlık koltuğuna oturdu ve AB ile anlaşma
konusunda –bu arada görüşmelere “Serbest Ticaret
Anlaşması” da eklenmişti- pazarlıklar sürdürüldü.
Sonuçta, görünürde “Birleştirme ve Serbest Ticaret
Anlaşması” hazırlığı son bulmuş ve iş imzaya kalmıştı. Anlaşmanın imzalanması da 28-29 Kasım 2013
tarihlerinde Litvanya’nın Başkenti Vilnius’ta (Vilna)
toplanacak olan “AB Doğu Ortaklığı Zirvesi”nde bekleniyordu. Evet, bekleniyordu ama beklenti boşa çıktı.
Bu beklentiyi boşa çıkaran gelişmeler özetle şöyledir. AB anlaşmanın imzalanmasını yolsuzluktan dolayı yedi sene hapse mahkum edilen ve sağlık nedeniyle hastahanede hapis tutulan Timoşenko’nun serbest
bırakılmasına endekslemişti. AB’ye göre Timoşenko
suçsuzdu, onu hapiste tutmak “demokrasiye” tersti!
Bu konuda en son olarak Yanukoviç, Timoşenko’nun
Almanya’da tedavi görmesini mümkün kılacak bir
kanun imzalamaya sıcak baktığını açıklasa da, 13
Kasım 2013 tarihinde Parlamento’daki oylamada,
kanun tasarısı çoğunlukla reddedildi.
Rusya ise Ukrayna’nın AB ile imzalamaya hazırlandığı anlaşmaya sıcak bakmadığını açıkça gösteriyordu. Bunu bazen Ukrayna ürünlerine yönelik gümrük
kontrollerini yoğunlaştırma, kimi ürünleri kalitesi bozuk diyerek almama, ya da Gasprom’un parası
ödenmediği gerekçesiyle Ukrayna’ya gaz satışını durdurması vb. gibi yaptırımlarla gösteriyordu. Ekim ayı
sonlarında Kasım ayı başlarında ise Rus askerlerinin
Ukrayna ile olan sınırı dikenli tellerle kapatması vb.
vb. uygulamaları vardı. Rusya bir yandan bunları ya-
parken, diğer yandan da Ukrayna’ya ucuza kredi ve
gaz vereceğinin işaretlerini veriyordu.
Bu dönemde, ABD’nin “Standart ve Poor” adlı değerlendirme şirketinin tahminine göre, mali açıdan
sıkıntıda olan Ukrayna’da devletin iflas etme olasılığı
%44’tü. Ukrayna ile IMF arasında yürüyen 15 Milyar Dolar’lık kredi alma-verme pazarlığında IMF,
Ukrayna yönetimine, kredi vermek için kelimenin
gerçek anlamıyla altından kalkılamayacak koşullar
dayatıyordu. En son olarak 20 Kasım 2013 tarihinde
sunulan talepler, ana başlığıyla ifade edilirse, gaz fiyatlarının iki kat yükseltilmesi, ücretlerin ve emeklilerin maaşlarının dondurulması, kamu hizmetlerine
zam yapılması, kamu hizmetlerinde çalışanların işten atılması vb. konulardı.
Yanukoviç ve yönetiminin, bu koşulları kabul etmesi durumunda hem ülkenin durumunun daha da kötüye gideceği, hem de 2015 yılında yapılacak başkanlık seçiminde, aday olması durumunda Yanukoviç’in
ya da “Bölgeler Partisi”nin bir başka adayının seçimleri kaybedeceğinin de hesabıyla karar vermesi gerekiyordu.
Bu hesaba, bir de AB ile sözkonusu anlaşma imzalandığında, Ukrayna’nın AB’ye adaptasyonu için
önümüzdeki 10 sene içinde 165 Milyar Avro’ya ihtiyaç
olduğu hesabı da eklenince, Yanukoviç, IMF’nin bu
taleplerinden bir gün sonra, 21 Kasım 2013 tarihinde,
AB ile “Birleştirme ve Serbest Ticaret Anlaşması”nı
şimdilik imzalamayacağını açıkladı. Bu açıklamayla
birlikte AB’nin karşı atağı başladı...
Ukrayna yönetimi, içinde bulunulan koşullarda bu
anlaşmayı imzalamanın kendilerinin zararına olduğunu ve gündeme gelecek zararın AB tarafından karşılanmadığı vb. açıklamayla durumu ortaya koymaya
çalışırken, AB ve ABD sorunu Rusya’nın Ukrayna’ya
baskısına bağlayarak Yanukoviç’i anlaşmayı imzalamaya zorladılar. Bunun bir yolu da “Batı yanlısı” olan
muhalefetin protestolarını teşvik etmekti.
Kendisine “Ulusal Direniş İçin Eylem Grubu” adını veren muhalefet, Parlamento’da da muhalefet olan
üç partiden oluşuyordu. Bunlar Timoşenko’nun partisi olan “Vatan”, eski dünya boks şampiyonu Vitali
Kliçko’nun partisi “Reformlar İçin Ukrayna Demokratik Birliği” (UDAR) (bu parti özellikle Almanya’nın
“Konrad-Adenauer Vakfı”, Başbakan Merkel’in partisi CDU tarafından desteklenen bir partidir) ve faşist
“Svoboda”dan (Özgürlük) oluşuyordu. Alman devletiyle ve de basınıyla sıkı ilişkisi olan Kliçko, protesto
eylemleri başlamadan önce yaptığı açıklamalarda,
rumda değillerdi.
Sonuçta kamuyouna nasıl empoze edilirse edilsin, protestoların perde arkasında yatan şey, açıkça AB’nin Ukrayna’yı daha çok kendi nüfuzu altına
alma, ekonomik olarak da talan etme planının şimdilik tutmamasıdır.
panorama
gizlemeden bu protestoları örgütlemeye çalıştıklarını
ve ülke çapında greve çağrı yapmak için hazırlandıklarını ifade etti. Dediklerine uygun da çalıştılar. Bu
muhalefetin ilk baştaki talebi AB ile sözkonusu anlaşmanın imzalanmasıydı. Özellikle 28-29 Kasım 2013
tarihlerinde Litvanya’nın Başkenti Vilnius’ta (Vilna)
toplanacak olan “AB Doğu Ortaklığı Zirvesi”nden
önce protestoları yoğunlaştırıp Yanukoviç’i imzaya
zorlamak istediler.
Sözkonusu zirvede Yanukoviç’in 10 sene içinde
adaptasyon için 165 Milyar Avro’ya ihtiyaçları olduğu hesabına kimse itiraz etmedi, ama “bize ne,
biz sorumlu değiliz” dercesine sorunu yok saydılar.
Ukrayna’nın anlaşmayı imzalaması durumunda ortaya çıkacak zararların bir bölümünü karşılamak için
AB’den 20 Milyar Avro talebini ise reddettiler. Yanukoviç önceden takındığı tavrı sürdürdü, anlaşmayı
kendilerine uygun zamanı
gelince imzalayacaklarını
söyledi. Bu zirveden sonra
Ukrayna’ya AB kapısının
açık olduğu siyaseti sürdürülse de, gündeme yaptırımlar uygulama tartışmaları yerleşmeye başladı.
Protestolar da buna paralel
yoğunlaştı ve sürekli bir
protesto haline dönüştü.
Diplomatik çabalar yoğunlaştıkça burjuvazinin sahtekarlığının sınırsızlığı da kendisini gösterdi. Kiev’de
“Maidan”da protestoları örgütleyen muhalefet sözcüleriyle kolkola gezenler (örneğin AB temsilcileri), ya
da eylemcilere Ukrayna’nın AB’ye yönünü çevirmesi
konusunda nutuk atanlar (örneğin ABD Senatörü),
kendilerini “arabulucu” olarak gösterdi.
AB ve IMF ile sözleşme olmadığı ama mali zorluklar nedeniyle krediye ihtiyaç olduğu bir ortamda,
hem de daha uygun koşullarla –düşük faizle ve IMF
gibi koşullara bağlamayan- Rusya’nın vermeye hazır
olduğu krediye hayır demek aslında zordu. 17 Aralık
2013 tarihinde Yanukoviç ile Putin arasında yapılan
görüşmede Rusya’nın Ukrayna’ya 15 Milyar Dolar
kredi vermesi ve her 1000 (bin) metreküp gaz fiyatından -400 Dolar’dan 268,5 Dolar’a- indirim yapılması
konusunda anlaştılar.
Bu anlaşma da kuşkusuz ki AB ve ABD şahsında
IMF’yi, ya da tersi, iyice rahatsız etti. Yanukoviç yönetimde olduğu sürece de bu anlaşmayı bozacak du-
KISACA, PROTESTOLAR VE GELİŞMELER
“Ulusal Direniş İçin Eylem Grubu” içinde yer alan
partiler sözkonusu protestoları örgütleyen ve başlatanlardı. Bu nedenle de sözkonusu partilerin temsilcileri 21 Şubat’a kadar birlikte hareket etti. Fakat bu,
süreç içinde protestolarda başka kesimlerin yer almadığı anlamına gelmiyor. Özellikle değişik isimli faşist
grupların süreç içinde öne çıktığı, devletin kolluk
güçleriyle çatıştığı ve “Batı Ukrayna”da birçok yerde
devlet dairelerini işgal edip geçici de olsa yerel yönetime el koydukları bir durum
yaşandı. Rus düşmanlığı
kendisini açıkça komünizm
düşmanlığı biçiminde de
gösterdi. Sayısı verilmeyen
Lenin heykellerinin, İkinci
Dünya Savaşı’nda Hitler faşizmine karşı mücadelede
öne çıkanların heykellerinin yıkılması vb. saldırılar
faşist propagandanın yaygınlaştırılması için de kullanıldı. Öyle ki, Timoşenko
Hükümeti’nde İçişleri Bakanlığı yapan Yuri Luzenko,
Kasım ayı sonunda yapılan bir mitingte, “Burada ve
bugün Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti’ni gömüyoruz”
diyerek anti-Komünistliğini sergiliyordu.
Protesto hareketinin, işçilerin, emekçilerin somut
sorunlarını dile getirme, onların çıkarlarını savunmayla; ya da demokrasi için mücadele ve yiyiciliğe,
rüşvete ve bu temelde sisteme karşı mücadeleyle hiçbir alakası yoktu, olmadı. Gerçekte yürüyen mücadele, dalaş, bir haydut kesiminin bir diğer haydut kesimine karşı mücadelesi ve dalaşıdır. Bu dalaşta bir
kesim –AB yanlısı kesim- açıkça faşist güçlerle birlikte, onları övme ve şirin gösterme temelinde birlikte
hareket etmektedir. Diğer kesim de –Yanukoviç ve
Rusya yanlıları- kendi çıkarlarını korumak için faşistlere karşı tavır takınmaktadır. Kuşkusuz ki faşistlere karşı tavır takınmak, kendi başına ele alındığında olumludur. Fakat, sosyalfaşistlerin kalıntılarının
bunu kendi çıkarlarını korumaya alet etmesine de
29
panorama
30
devrimcilerin, gerçek komünistlerin izin vermemesi
gerekir. Aynı biçimde faşistlere karşı olma adına Yanukoviç ve yönetimini savunma konumuna düşmek
de, devrimcilik ve komünistlik iddiasında olanlar
için utanç vericidir. Takip edebildiğimiz kadarıyla
adı hala Komünist partisi olan kimi revizyonist eskiler ve de günümüzdeki temsilcileri böylesi bir konuma düştüler. Bunda Ukrayna Komünist Partisi’nin
parlamentoda yer alması ve Yanukoviç’e ve partisine
destek vermesi de belli bir rol oynamıştır.
30 Kasım’da devletin kolluk güçlerinin protestoculara yönelik şiddet kullanması ve sayısı tam verilmeyen onlarca kişinin gözaltına alınması ve kimilerinin
de yaralanması muhalefetin taleplerini de değiştirdi.
Genelde ele alındığında ama Ocak ayı ortalarına kadar protestoculara karşı olağandışı bir şiddet yaşanmadı. Batılı burjuva demokrasisine sahip devletlerin kolluk güçlerinin örneğin “İşgal et hareketi”nin
protestolarında eylemcilere yönelik kullandığı şiddet
gibi bir şiddet de kullanılmadı. Protestocular da genel olarak Batılı medyanın gösterdiği gibi “barışçıl”
değildi! 16 Ocak’ta protestoları bastırmak amacıyla
parlamentoda çıkarılan kimi kanunlar protestoların
şiddetlenmesine ve bu protestolarda –kimin kimi öldürdüğü belli olmayan- ölümlerin yaşanmasına yol
açtı. Bu süreçte Yanukoviç’in tavrı esasta muhalefetle
diyalog yolunu seçme ve sorunu şiddete başvurmadan
çözmeye yönelikti. Muhalefet temsilcileriyle birçok
kez “yuvarlak masa” görüşmeleri gerçekleştirdi. 16
Ocak’ta çıkarılan kanunlar iptal edildi. Tutuklananlar serbest bırakıldı ve hatta Başbakan ve hükümet
istifa etti, somut olarak da muhalefet temsilcilerine
Yazenyuk ve Kliçko’ya Başbakanlık ve yardımcılığı
teklif edildi, teklifi reddettiler. İşi kızıştıran ve her
seferinde yeni bir talepte bulunan muhalefetti. AB ile
anlaşmayı imzalama talebinden Yanukoviç’in istifası
talebine kilitlenmişlerdi...
18 Şubat 2014 tarihinde parlamento binasını işgal
etmek amacıyla protestocuların başlattığı yürüyüşle
çatışmalar gündeme geldi. “Bölgeler Partisi” bürosuna saldırıldı, büro talan edildi ve ateşe verildi. Bu saldırıda bir bekçinin öldüğü açıklandı. Bu parlamento
binasına yürüyüşün ve çatışmaların yaşandığı sırada
muhalefetten faşist “Svoboda” lideri Oleg Tyagnibok
taraftarlarına, ülke çapında teyakkuzda olunması
çağrısını yaparken, faşist “Sağ Sektör” lideri Dmitro
Yaroş ise silahları bulunan tüm taraftarların, silahlarını alıp “Maidan”a gelmeleri çağrısı yaptı. Bu çağrıyı
muhalefetin sınırı aştığı bir durum olarak değerlen-
diren Yanukoviç yönetiminin yanıtı beklenenden çok
daha sert oldu! Ortalık tam bir kan gölüne döndü. En
az 70 kişinin öldüğü çatışmalar yaşandı. Gidişat, içsavaşa dönüşme potansiyelini içinde barındıran yönde
ilerliyordu.
Bu çatışmaların yaşandığı ve ölülerin cesetlerinin
daha gömülmediği bir ortamda, diplomatik ilişkilerde yeni bir gelişme oldu. Almanya, Fransa ve Polonya
Dışişleri Bakanları arabuluculuk yapmak ve tarafları
uzlaştırmak için Kiev’de işbaşındaydı. Bu görüşmelere Putin’in “İnsan hakları görevlisi” Wladimir Lukin
de katıldı. ABD’nin Başkan Yardımcısı Biden’in de bu
görüşmelere telefon üzerinde katıldığı ve Yanukoviç’e
“barışçıl bir çözüm süresinin sona ermekte olduğu”nu
söylediği medyaya yansıdı. Sürpriz denecek gelişme
bu görüşmelerin sonucu oldu. Yanukoviç ve muhalefetin üç lideri uzlaşmış ve anlaşma imzalamışlardı...
Buna göre ulusal birlik hükümeti kurulacak, başkanın yetkilerini kısan, parlamentoya daha fazla hak ve
yetki veren 2004 Anayasası’na dönülecek, protestolar
sürecinde yaşanan saldırıların ve ölümlerin suçluları ortaya çıkarılacak, başkanlık seçimleri de en geç
Aralık ayında yapılacaktı... Anlaşmanın kısa süre
sonrasında parlamento hızlı biçimde kararlar almaya
başladı. “Maidan”da toplanan muhalefetin özellikle
faşistlerin bir bölümü yapılan anlaşmayı reddettiklerini açıkladılar. Eylemlere son verilmedi. Anlaşmanın imzalanması sürprizdi, ama asıl sürpriz ertesi
gün, 22 Şubat’ta yaşandı! Yanukoviç Kiev’i terketmişti, partisi “Bölgeler Partisi” onu hain ve korkaklıkla
itham ederken, yaşananların tüm sorumluluğunu
Yanukoviç ve yakın çevresine yükledi. Böylece “Batılı” muhalefet yönetimi devraldı. Parlamentonun
aldığı kararlar arasında Timoşenko’nun serbest bırakılması da vardı. Timoşenko ise zaman geçirmeden
muhalefetin başına geçti... Başkanlık seçimleri için
tarih ise 25 Mayıs olarak belirlendi. Timoşenko ve
Kliçko’nun aday olacakları daha şimdiden ilan edilmiş durumdadır. Parlamentoda “Bölgeler Partisi” ile
Komünist Partisi’nin yasaklanmasının tartışılmasını
talep edenler var.
Kurulacak hükümette kimlerin yer alacağını, gelişmelerin hangi yönde olacağını, AB ile Rusya arasındaki çelişkilerin nasıl bir yörüngede gelişeceğini ve
Ukrayna’nın devlet bütünlüğünün korunup korunmayacağını vb. vb. göreceğiz. Ortam beklenmedik
olaylara gebedir, ama ne doğacağı belli değil.
26. 02. 2014 ✓
“Junge Welt” (JW) isimli günlük sol gazete tarafından 1996’dan bu yana her yıl
Ocak ayının ikinci Cumartesi günü Berlin’de Rosa Luksemburg anısına düzenlenen
konferanslardan 19.‘su bu yıl, Birinci Dünya Savaşının başlamasının 100.; İkinci
Dünya Savaşının başlamasının 75. yılı dolayısıyla “Emperyalist Savaşlara Karşı
Gösteri“ adı altında yapıldı.
Üç bölümden oluşan Konferansın Andre
Scheer
ve Ulla Jelpke moderatörlüğünde yapılan birinci bölümünde, önce sosyal bilimci ve gazeteci Jörg Kronauer “1914-2014: Alman Sermayesinin o günkü ve bugünkü politikası” başlığı altında bir sunum yaptı. Bu
sunumda konuşmacı genel tez olarak Alman sermayesinin 100 yıl önceki Avrupa politikası ile bugünkü
politikası arasında özde bir fark olmadığını savundu.
Aslında genel yaklaşımın bu olmadığını ortaya koyan Jörg Kronauer, en büyük itirazın “Nasıl olur da
2012 de Nobel Barış ödülünün verildiği AB’nin oluştuğu şartları, Avrupa devletlerinin birbiriyle savaştığı 1914 şartları ile karşılaştırırsınız” biçiminde geldiğini belirttikten sonra, 1914’de Alman İmparatorluk
Şansölyesi (Başbakanı)’nin savaşta Almanya’nın hedefleri konusunda söylediklerini alıntıladı. Buna göre
bu hedefler şöyle formüle edilmişti:
+ Kıta Avrupa’sında esas rakip olarak görülen
Fransa’yı çökertmek.
+ Belçika’yı ekonomik olarak Almanya’nın kölesi
haline getirmek.
+ Hollanda Almanya’ya eklenerek bir Orta Avrupa devleti oluşturmak. Bunun birinci adımı olarak
Gümrük Birliği’nin oluşturulması.
Avusturya- Macaristan bağlamında burada
Almanya’nın ekonomik hegemonyasının sağlanması.
Rusya’ya karşı politika, batıdaki “sorunlar” çözüldükten, yani önce Fransa “hal edildikten” sonra belirlenecek. Fakat her halükârda Rusya’nın egemenlik
alanı içindeki “doğu halkları” (Polonya-UkraynaBaltık halkları ve diğer halklar) Moskova’nın egemenlik alanı olmaktan çıkarılacak; “kurtarılacak”.
Jörg Kronauer daha sonra bugüne geçerek, şu görüşleri savundu:
- Esasında bugün, 1914 Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman sermayesi adına formüle edilen bu hedeflere varılmıştır.
- Evet, AB içinde bir Almanya / Fransa ortaklığı
vardır. Ama bu ortaklığın gerisinde büyük çelişmeler
vardır. Ekonomik olarak Almanya belirleyici konumdadır.
Fransa’nın dış ticaret açığının % 75’i Almanya’dan
yapılan dışalım kaynaklıdır. Bu ekonomik üstünlük
Almanya’ya AB’nin siyasetinin belirlenmesinde de
üstünlük sağlamaktadır. Örneğin, Özbekistan’a karşı
ambargoya Almanya karşı çıkıyor. AB ‘de de bu siyaset geçiyor.
- Ancak Fransa ve Alman sermayesi arasındaki çe-
güncel
.
19. ROSA LUXEMBURG KONFERANSI ÜZERiNE
31
güncel
32
lişmeler hâlâ birlikte askeri harekatı engelleyici rol
oynuyor.
Fransa özellikle eski sömürgelerine askeri müdahale söz konusu olduğunda, Almanya’dan bağımsız
hareket ediyor. Kurulma aşamasında olan “Avrupa
Askeri Gücü” (Eurocorps) nü kendi askeri eylemine
destekçi bir güç olarak kullanmak istiyor. Almanya
tabii ki bu durumdan hoşnut değil.
- Ukrayna’da anda yürüyen iktidar savaşı, aslında
Almanya ile Rusya arasında yürüyen bir savaş da aynı
zamanda.
- Kısaca tabii ki yüz yıl içinde değişen çok şey var.
Fakat Alman sermayesinin Avrupa’ya ve giderek dünyaya egemen olma hedefleri açısından özde değişen
bir şey yok ve bu hedefler yönünde ilerleme konusunda Alman sermayesi 2014’de, yüzyıl öncesine göre
daha ilerde.
Jörg Kronauer’in bu görüşleri konusunda kısa tartışma bölümünde salonda bir katılımcıdan gelen temel itiraz Almanya’nın aslında ABD’den bağımsız bir
güç olmadığı yönünde bir itirazdı. Almanya’yı hâlâ
kendi başına hareket imkânına sahip emperyalist bir
büyük güç olarak görmeyen, onu adeta ABD’nin yarı
sömürgesi imiş gibi gören ve gösteren bu itiraz, bence
bir bölüm revizyonistin, Almanya’da baş düşmanın
Alman emperyalizmi olduğunu kavramayan nasıl
düşündüğünü gösteren bir örnekti.
Konferansın birinci bölümündeki ikinci sunumcu,
Danimarka’lı eski devlet ajanı ve internette devlet sırlarını açığa vuran Anders Kaergaard’dı.
Anders Kaergaard konuşmasına “eski iş arkadaşlarını” selamlayarak başladı. Danimarka’nın Irak’ta ortak olduğu “devlet sırrı” olarak üstü örtülmeye çalışan
sivil halka yönelik işkence ve cinayet görüntülerini
ve belgelerini açığa çıkardıktan bu yana “devlet sırlarını yaymak” la suçlanarak “eski iş arkadaşları”nın
devamlı takibinde bulunan Anders Kaergaard, bunların kendini korkutmadığını, doğruları açıklamaya
devam edeceğini söyledi. Konuşmasında özetle şunları belirtti.
- Danimarka halkı İkinci Dünya Savaşında doğru
yanda yer aldı. Hitler Almanya’sına karşı direndi.
- Ben Irak’a gönüllü gittim. Çünkü orada demokrasi ve özgürlük mücadelesine destek vereceğimizi
düşünüyordum.
- Bunun böyle olmadığını yaşayarak gördüm…
- Bizi bu savaşa gönderenler tabii savaş alanında
yoktular. Savaş alanına sürülenler biz genç insanlardık.
- Irak’ta savaşın içinde net olarak gördüm ki, demokrasi filan işin hikâyesi; orada emperyalist çıkarlar için savaşılıyor.
- Bize bir hedefi vurma emri verildi. Bu hedefte El
Kaide militanları olduğu bilgisi verildi. Bana hedefin
araştırılması görevi verildi. Araştırdığımızda gördük
ki, hedefte El Kaide filan yok, siviller var. Bunu rapor
ettik. Buna rağmen hedefi vurma emri verildi. Bildiğimiz halde engellemedik. Hedef vuruldu. Onlarca
sivil, çoluk çocuk bu saldırıda hayatını kaybetti.
- Ben bu bağlamda 2010’da araştırma yapılmasını
talep ettim. Tanıklık yapmaya hazır olduğumu bildirdim. Irak’taki rezillikleri açıklamak Danimarka’nın
çıkarlarına aykırı görüldü. Araştırma talebi ret edildi. Olayın üstü örtülmeye çalışıldı.
Bunun üzerine elimdeki belgeleri medyaya sunmaya çalıştım. Sansürsüz yayınlamayı kabul eden tek
medya kuruluşu olan “Kadın İşçi Gazetesi” ne verdim
belgeleri. Devlet kurumları üzerinden yalancı olarak
adlandırıldım. Mahkûm edildim. İşten atıldım.
Çok şey kaybettim, ama onurumu kazandım.
Gerçeklerin üzerinin örtülmesi ile uzlaşma olmaz.
Kimseden emir almayacağım, kendi yolumu kendim seçeceğim ve o yolda yürüyeceğim.
Anders Kaergaard’ın konuşması coşkuyla karşılandı. Ardından mültecilerin taleplerini dile getirmek
için Oranienplatz’ı işgal edip kurdukları ve bir yılı aşkın süredir süren kamp hakkında kimi kamp sakinleri ve destekçileri durumları hakkında bilgi verdiler.
Yeşiller Partisinden Cenin Bayram Berlin Senatosunda içişlerinden sorumlu olanın kampı boşaltmak istediğini, bunun için “Yeşilden sorumlu
müdürlük”ün boşaltma kararı aldığını ve fakat bunu
sessiz sedasız beceremeyeceklerini bildikleri için şimdilik beklediklerini anlattı.
İlticacılar adına konuşanlardan biri, travmalarının
1,5 yıldır sürdüğünü, talepleri kabûl edilmedikçe eylemlere devam edeceklerini açıkladı. Avrupa Birliği
Parlamento seçimleri öncesinde Brüksel’e yürüyüş
düzenleyeceklerini bildirdi. Sözlerini “İnsanların
gelmesinin, ülkelerini terk etmesinin, kaçmasının
nedeni kapitalist sistem ve onların savaşlarıdır. Bizim
direnişimiz aynı zamanda emperyalist savaş karşıtı
bir direniştir.
Sokaklarda alternatif hayat kuralım. Hamburga
bakın! Bu devlet polis devleti yöntemleri kullanarak
saldırıyor alternatif hayat isteyenlere. Bizi sokmak
istedikleri mülteci kampları gerçekte izolasyon sistemidir. Biz bu sistemin kaldırılmasını, ikamet sınırla-
- Dün olan bugün de devam ediyor. Öz değişmiyor.
Emperyalizm değiştiği ölçüde aynı kalıyor...
- Berlin Konferansı emperyalistler arası savaşı engellemek amacıyla yapıldı. Yalnızca erteledi savaşı o
kadar.
- Birinci dünya savaşını başlatan ilk kurşun gerçekte Saraybosna’da değil Afrika’da sıkıldı.
- Josef Konrad, heart of darknes (Karanlık Yürek)
adlı romanında Kongo’da kolonyalizmin en berbat
yüzünü anlatır. Bugünkü Kongo’da da değişen bir
şey yok özde.
- Sömürgeciliğin yerini yeni sömürgecilik aldı.
Emekçiler yoksullaşıyor. Bugünün gerçeği de bu.
- Ama emekçi insanlar örgütlendi, ANC bu örgütlenmelerden biridir.
- İkinci Dünya Savaşında haksızlığa karşı, eşitsizliğe karşı, faşizme karşı savaşan örgütlü güçler de vardı. Emperyalizm ikinci dünya savaşından güç kaybederek çıktı.
-ANC (Afrika Ulusal Kongresi) Beyaz ve Siyahların
ortak örgütü olarak kuruldu. Yalnızca Beyaz ırkçılığa
karşı değil, ırkçılığa karşı eşit haklar için omuz omuza mücadele ettik. Mücadelenin belli bir aşamasında
silahlı mücadeleye geçmek zorunda kaldık. “Ulusun
Mızrağı” örgütü (ANC’nin silahlı örgütü) böyle kuruldu. Kurduğumuzda insanların eşit ve özgür iradeleri ile birlikte yaşadığı bir ideal için yaşar, savaşır ve
ölürüz gerekirse dedik.
-Birçokları Mandela’nın bu idealden saptığını vs.
söyledi, söylüyor. Hayır, Mandela böyle bir değişiklik
geçirmedi.
Denis Goldberg konuşması bittikten sonra gelen
biri iki soruya da cevap verdi, Küba’nın Afrika’da oynadığı rol hakkında sorulan bir soruya, özellikle 70’li
yıllarda Afrika’da kurtuluş hareketlerine enternasyonalist destek bağlamında Küba’nın olumlu bir rol
oynadığını belirterek cevap verdi.
Son dönemde iktidar partisi konumunda olan
ANC’nin ve ANC’nin önderliğindeki kimi sendikaların işçilere karşı tavırları; maden işçilerinin grevinin
bir katliamla bastırılması konusunda ne düşündüğü
yönündeki bir soruya ise, bu soruya biraz uzunca cevap vermek gerektiğini belirterek şöyle cevap verdi:
- “Biz (ANC’nin kurucu kadroları, Mandela ve yakın çalışma arkadaşlarını kastediyor) beyaz ırkçı rejimi yıkarken, yerine rengi değişik de olsa ona benzer
bir rejim kurmak; her şeyi sıfırlayıp yeniden başlamak ( “ground zero”) istemedik.
Henüz demokrasiyi yaşamamış bir toplumda yeni
güncel
masının kaldırılmasını istiyoruz.”
Sudan kökenli kadın mülteci Napoli Longo, kendilerinin aslında, şimdiyi değil, geçmişi yaşadıklarını
anlattı.
“Biz mülteciler insanız. İsimlerimiz var.” diyerek
sürdürdü konuşmasını ve mültecilerin kampın bulunduğu kentin dışına çıkmasını yasaklayan “ikamet
sınırlaması” sisteminin gerçekte sömürge hukukunun buradaki yansıması olduğunu belirtti.
“Oranienplatz’da pratikte öğrendim demokrasi
dediklerinin sahtekârlık olduğunu” sözleriyle bitirdi
konuşmasını.
Konferansın birinci bölümünün son konuşmacısı
Güney Afrikalı insan hakları savunucusu, ANC’nun
kurucu kadrosu içinde yer alan, GAKP üyesi ve
Mandela’nın yoldaşı Denis Goldberg’di.
Sunumu “Yeni sömürge savaşlarının hedefi olarak
Afrika” başlığını taşıyordu.
Mandela’nın tutuklandığı dönemde tutuklanan
ve 4 kez ölüm cezasına mahkûm edilen, ölüm cezası ömür boyu hapis cezasına çevrilen ve Mandela ile
birlikte hapisten çıkan Denis Goldberg konuşmasına
Pretoria’dan Berlin’e 12 saatlik bir hava yolculuğuyla
geldiğini, bu yolculuğun on saatinin Afrika üzerinde,
son iki saatinin ise Akdeniz ve Avrupa üzerinde geçtiğini anlatarak başladı. Ve bu kocaman kıta hakkında
Avrupa ve beyaz algısının tüm kıtayı bir tek sözcükle
ifade eden bir algı olduğunu belirtti: SİYAH! Bunun
aslında ırkçı bir bakış açısı olduğunu savaş bağlamındaki bir örnekle destekledi : “Afrika’da savaşlardan
söz edildiğinde hep “siyahlar arası savaş”tan söz edilir. Hatta daha ileri gidilir, siyah kabileler arası savaştan söz edilir. Avrupa’da savaşlardan söz edildiğinde
bunların beyazlar arasında savaş olduğunun söylendiğini hiç duydunuz mu ?”
Sonra savaş konusunda bir genel yanlışa dikkat çekerek şunları söyledi:
“Ben her türlü savaşa değil, emperyalist ve gerici savaşlara karşıyım. Ben kurtuluş savaşlarına, özgürlük
savaşlarına karşı değilim. Şiddeti sevdiğimden değil,
ama kurtuluş için savaş gerek.”
Denis Goldberg daha sonra şu görüşleri savundu:
- Emperyalistler Afrika’yı Berlin Konferansında
kendi aralarında paylaştılar.
- Afrika söz konusu olduğunda insanlar meta olarak görüldü.
Afrika pazar, işgücü, ham madde kaynağı olarak
görüldü.
Yeni pazarlar gerekli idi. Afrika bölüşüldü.
33
güncel
34
bir toplum kurma göreviyle karşı karşıya idik.
Bu durumda ne yapmamız gerekiyordu?
Ya sonu belli olmayan çok kanlı bir iç savaşa girecektik, ya da, eşit oy temelinde yapılacak seçimlerle
iç savaşsız bir geçiş için eski iktidar sahipleriyle anlaşacaktık. ANC’nin eşit oyla yapılacak bir seçimle
iktidara geleceği kesindi.
Diğer yandan kapitalizme, dolayısıyla burjuvaziye
de dokunamazdık. Bunun için henüz hazır değildi
toplum.
Sizin sosyalizme nasıl geçileceği konusunda bir
öneriniz varsa söyleyin.
Sonuçta, bu temelde anlaşma yapıldı. Bizim anlaşmamızın temellerinden biri burjuvaziye izin vermekti.
Sonra ne oldu?
Bugün de enternasyonal bankalar kazanıyor. Komünist Partinin ve ANC’nin önderleri, birkaç istisna
dışında, kapitalizmin unsurları haline geldiler. Kapitalist sistemin doğasında yatıyor bu dönüşüm. Ama
elimizde toplum hazır olmadan sömürü sistemini dönüştürecek sihirli değnek yok.
Sonuç olarak tribalizmden (kabile sisteminden)
modern kapitalist topluma geçişi yaşıyoruz. Bu da bir
ilerleme sonuçta.
Bundan daha fazlası gerekli tabii. Onun için de örgütlü mücadele gerek.”
Denis Goldberg, ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ devrimci ateşi sönmemiş, ilkelerinden sapmayan bir
sözü/eylemi bir devrimci olarak, bu Konferansın
bence en önemli katılımcısı idi. Devrimi yapmak
yetmiyor, onu sürdürmekteki zorluklar, en az onu
yapmakta var olanlar kadar çok. Bunu Güney Afrika
somutunda da yaşadık, yaşıyoruz.
Konferansın ikinci bölümünde,
“Dördüncü Kuvvet ve Cephe gerisi / Anavatan cephesi Medya savaşlara nasıl hazırlıyor” başlığı altında
bir Panel tartışması yapıldı.
Moderatörlüğünü (JW Şef redaktör vekili) Rüdiger
Göbel’in yaptığı tartışmada Panel katılımcıları
Rainer Rupp (NATO genel merkezi eski çalışanı.
JW-yazarı)
Karin Leukefeld (JW-yazarı)
Anders Kaergaard ve
Freja Wedenborg (Danimarka’da yayınlanan Arbejderen isimli günlük gazetenin yazarlarından)‘dan
oluşuyordu.
Bu tartışmada ana akım medyasının nasıl hükü-
metlerin/devletlerin siyasetinin propagandasını yaptığı örnekleri ile ortaya kondu. Anders Kaergaard
örneğinde bağımsız küçük medya kuruluşlarının
önemi üzerinde duruldu; bu arada İnternet’in de bastırılan haberlerin yaygınlaştırılmasında kullanılma
imkânları –Snowden örneği, wikileaks gibi sitelerüzerine de tartışıldı. Egemenlerin kontrol imkânları
üzerine konuşuldu.
Anders Kaergaard ve Snowden örnekleri, aslında
bütün kontrol mekanizmalarına rağmen, eğer cesur,
ölümü de göze alan insanlar çıkarsa, gerçeklerin sonsuza kadar gizlenemeyeceğini gösteriyor.
Sonuçta yine belirleyici olan gerçeği açıklama cesaretine sahip insanların olup olmadığı.
Bu Panel tartışması ertesinde önce artık geleneksel
hale gelen “Mumia Abu Cemal” in durumu hakkında bilgi ve onun mesajının okunması vardı. Mesajı
Mumia Abu Cemal’in oğlu Jamal Hart sundu. Her
zamanki gibi konferansın en coşkulu bölümlerinden
biriydi bu enternasyonal dayanışma gösterisi.
Daha sonra Michel Chossudovski (Kanadalı iktisat
profesörü)
“Emperyalist savaşların dünya çapında ve tek tek
ülkelerde amaçları” üzerine bir sunum yaptı.
“ABD baş düşman” sınırları dışına çıkmayan bir
sunumdu bu. Sonra Zivadin Jovanovcic (Eski Yugoslavya dışişleri bakanı)
“Belgrad’dan Şam’a / Savaştan Savaşa” başlıklı bir
sunum yaptı.
“Sırp ve Sırbistan dostlarına teşekkür”lerle başlayan konuşmasında Jovancovic eski Yugoslavya’daki
savaşta Sırp tezlerini yineleyen, Sırp milliyetçisi bir
sunum yaptı.
Eski Yugoslavya’nın parçalandığı savaşta, Sırp
milliyetçiliğinin hiçbir rolü yok, zaten Sırplar milliyetçi de değiller konumunda olan Jovancovic, şimdi
Suriye’de süren savaşta da Esad’ı anti-emperyalist bir
konumda gösterdi.
Jovancovic’in savundukları kısaca şunlar:
- Eski Yugoslavya’ya karşı NATO saldırısı bütün
uluslararası kurallarına olduğu gibi uygarlık kurallarına da karşı idi.
- Önce medyada ülkemin yönetimi demonize edildi.
- Sonra Rambolliet görüşmelerinde gerçekte görüşme yürütülmedi, Sırp tarafına bir şeyler dikte edilmeye çalışıldı.
- Sonra sivillere saldırıldı.
ortaya koydu. Bu konuşmada, bilinen ve emperyalizmi ABD emperyalizmine indirgeyen, Rusya gibi,
Çin gibi ülkeleri barışın savunucusu ilan eden, Kuzey
Kore’yi sosyalist ve barış hareketinin parçası gören
revizyonist ve pasifist “Barış Programı” dışında bir
şey yoktu.
Konferansın üçüncü bölümü Moderatör JW redaktörlerinden Arnold Schölzel tarafından yapılan
ve “Faşizme, savaşa ve sosyal hakların budanmasına
karşı mücadele nasıl birleştirilebilir” başlığını taşıyan
Panel tartışması idi.
Panel konuşmacıları olarak Maria de Scorro Gomes, Ulrich Schneider (Direnişçiler Uluslararası Federasyonu genel sekreteri), Bernd Rixinger (Linke
[Sol] yönetim kurulu üyesi) ve Monty Schaedel (Alman Barış Cemiyeti ve Birleşik Savaş Karşıtları Örgütü siyasi sekreteri) vardı.
Aslında Panelde gerçek bir tartışma yoktu. Çünkü
bütün tartışmacılar üç aşağı beş yukarı aynı revizyonist görüşlerin savunucusu konumunda idiler.
Tartışma panel konuşmacılarına gelen kimi sorularla biraz gündeme geldi.
O da öncelikle Sol Parti’nin kimi örgütlerinde,
kimi yöneticilerin partinin andaki çizgisine karşı,
Almanya’nın kimi savaşlara katılmasının doğru olabileceği görüşlerinin sorulması üzerine yürüdü. Rixinger bu sorulara demokratik bir parti oldukları, her
görüşün savunulabileceği, belirleyici olanın partinin
resmi görüşü olduğunu söyleyerek cevap verdi.
Konferans her zaman olduğu gibi Enternasyonal’le,
Pazar günü yapılacak RL-yürüyüşüne çağrı ile kapandı.
Konferans bittikten sonra yapılan akşam programında:
Erich Schmeckenbecher, Grup Yorum, Luis Galrito
ve Antonio Hilario,ve Strom& Wasser grubu şarkıları ile Konferans katılımcılarına kültürel bir şölen
sundular.
19. RL Konferansı, yalnızca Denis Goldberg’ için
bile katılınmaya değer bir konferanstı.
Konferans oturumlarına katılan sayısı 400-800
arasında değişirken, tüm gün boyunca 2000 civarında insan katıldı bu RL-Konferansına.
Bu bağlamda RL-Konferansı, Almanya açısından
kuşkusuz en geniş katılımlı sol siyasi konferans olma
niteliğini koruyor.
Berlin’den YDİ Çağrı Okuru
05. 02. 2014 ✓
güncel
- Sonra ülkem Arnavut azınlığa karşı insanlık suçu
işlemekle suçlandı. Halbukî tersi söz konusu idi.
- Sonra ülkem bombalandı.
- Saldırıdan sonra ne oldu? Güya serbest seçimler
yapıldı. Gerçekte ABD’ci kukla bir hükümet kuruldu.
Bütün bunlar geçerli uluslararası kurallara karşı
idi.
-Şimdi de benzer olaylar yaşanıyor. Libya’da yaşandı. Suriye’de yaşanıyor.
- Sınırlar yeniden çizilip, yeni küçük kukla devletler
kuruluyor.
- Sonuçlar: Bulgaristan’da 4 ABD üssü, 4 de
Romanya’da vs.
- Arnavutluk güya bağımsız devlet, ama gerçekte
Mafya devleti.
- Eroin trafiği - insan trafiği vs. Bu Mafya üzerinden yürüyor.
- Alternatifler ya global savaş veya global barış...
- Aslında Üçüncü Dünya Savaşı Yugoslavya’ya
NATO saldırısı ile başladı.
- SB’nin dağılması ile dünya barışı bitti. Aslında çok
kutupluluk barış için olumlu bir durum. AB’nin varlığı, Çin ve Rusya, ABD’nin savaşçı siyaseti önünde
engel.
Danimarkalı bir katılımcı Jovancovic’in konuşması
ertesinde ona şöyle bir soru yöneltti:
Konuşmada Sırp olmayanlara karşı “yabancı düşmanı” bir yaklaşım söz konusu? Kosova Arnavutluk
halkı neden bağımsızlık hakkına sahip olmasın? Neden Arnavutluk’la birleşme hakkına sahip olmasın?
Bu soru hem Jovancovic’i hem de oturumu yöneten
JW yöneticilerinden Klaus Hartmann’ı epey kızdırdı.
Jovancovic soruya: “Bağımsız Kosova”nun gerçekte bağımsız devlet kurma hakkıyla ilişkisi yok. Bu
tamamen emperyalizmin böl-yönet politikasının
sonucu olan kukla bir devlet.” Şeklinde cevap verirken, Klaus Hartmann işi daha da ilerletip, demagojik
bir biçimde bu soru ile bütün Almanları birleştirme,
“Anavatana döndürme” (Heim ins Reich) siyaseti
arasında benzerlik keşfetti ve Danimarkalı soru sorana da “Danimarka’da da epey Alman kökenli insan
yaşadığı”nı hatırlatmayı unutmadı!
Ve bu tavrı alkışlayanlar da oldu !!!
Zavallı Rosa kendi adına konferans düzenleyenlerin neleri de savunduğunu bilse idi ne yapardı acaba?
Bölümün bir başka konuşmacısı, revizyonistlerin
egemenliğindeki Dünya Barış Konseyi”nin Brezilyalı başkanı Maria de Scorro Gomes’ti. Konuşmasında
kendine göre “Yeni bir barış hareketinin ilkeleri” ni
35
gündem
BANGLADEŞ, KAMBOÇYA, ÇİN, HİNDİSTAN, VİETNAM…
TEKSTİL SANAYİİNDEKİ AZAMİ KÂR İÇİN
ÇALIŞMA KOŞULLARI VE KÜRESEL DEĞER
YARATMA ZİNCİRLERİ SAVAR’DA KATLİAM
24 Nisan 2013’de Bangladeş’in başkenti Dhaka’nın Savar
semtindeki sekiz katlı bir fabrika binası Rana Plaza çöktü. Bu
öngörülebilir “ felâket”te 1.250 kadın-erkek tekstil işçisi öldü.
Daha bir önceki gün taşıyıcı kolonlarda yarıklar
Kadın-Erkek Tekstil İşçilerinin Çalışma ve
görülmesine ve bunun üzerine açıktan açığa yıkıl- Yaşam Koşulları
maya yüz tutmuş bina tahliye edilmesine rağmen saRana Plaza’daki tekstil işçilerinin bir bölümü Basti/
bahleyin işçiler yine binaya girmek ve vardiyalarına Madjipur ‘da yaşıyorlar. Basti/ Madjipur Dhaka’nın
işbaşı yapmak zorunda kaldılar. Kapitalist açgözlü- kuzeybatısında Savar semtinin çok hızlı büyüyen
lükten kaynaklanan katliam! Bu katliam da, medyada bir yoksullar mahallesidir. Basti oluklu saçlı çatılara
bize talihsiz kazalar olarak satılan cinai cürümlerin
uzun listesine ekleniyor. Kapitalist kâr “ne büyük
Bir sanatçı grubun bir Berlin
talihsizlik ki” sigara içme molalarını engellemek için
Metro durağında şatafatlı H&M –
kapıların kapanmasını talep ettiğinden, acil çıkışların
reklamı hakkındaki afişi
önünü acil siparişler yüzünden kapattığından veya
bulundurulması zorunlu kılınmış yangın söndürme
aletleri gibi en basit güvenlik önlemleri gereksiz gider
sayılıp alınmadığından, asya tekstil sanayiinde yüzlerce işçinin öldüğü talihsiz iş kazaları olağan vakalardır.
Berlin, Neukölln’deki H&M Tekstil Firması
Kreuzberg’deki 1 Mayıs 2013 eylemi bitmek üzere.
Devrimci 1 Mayıs yürüyüşü canavarın kalbi olan Berlin Merkezine kadar ilerledikten sonra saat 23.30 sularında Neukölln’de camekânlar şangırdadı. Epeyce
meşgul olan polis tarafından engellenmeksizin bazı
bankaların yanında bir H&M şubesinin camları da
kırıldı. Aktivistler bu eylemin anlamını açıklayan bir
duvar yazısını geride bıraktılar: “Remember Savar”
(=Savar’ı Hatırla!”).
36
“Kocam ikimizin de çalıştığı fabrikada bir yangında
öldüğünde dul kalmadan önce iki çocuğum vardı.
Hamileliğim sırasında annelik izni ve kocamın ölümün için herhangi bir tazminat almadım.”
(Farzana, Bangladeş’te bir kadın tekstil işçisi)
emperyalizm tekstil değer yaratma zincirinin daha
alttaki halkasındaki gecekondu üretiminde, ‘ çifte özgür’ ücretli işçinin borç köleliğini sömürmeyi pek iyi
biliyor.
Bangladeş, ortalama saat ücreti 0,83 dolar olan
Hindistan gibi ülkeler karşısında, yaklaşık 0,32 dolar ortalama saat ücreti ile düşük ücret ülkesi olarak zirvedeki konumunu savunuyor. Çin bu ülkelerle
karşılaştırıldığında, daha iç konjonktürün canlandırılması için yumuşak dönüşümden önce ve bunun beraberinde getirdiği bariz ücret zamlarıyla, çok pahalı
olarak görülmektedir. Hükümetin küresel krize karşı
şimdiye kadar ki başarılı reaksiyonu bu. Hükümet,
en başta göçebe kadın-erkek işçilerin müvadelesi olmak üzere, mücadeleci yeni bir işçi sınıfının baskısı
nedeniyle bu reaksiyonu göstermek zorunda kaldı .
Ve fakat aynı zamanda kendisinin büyük güç olarak
stratejik gelişme hedeflerini ilerletiyor.
gündem
sahip basit beton evlerin inanılmaz bir hızla çoğaldığı, çocukların çamurlu çukurlar ve çöpler arasında
oynadıkları çok dar sokaklardan oluşan bir labirenttir. Her yerde derme çatma kümeslerde tavuklar ve
küçük domuz sürülerinin bulunması, buranın çoğu
sakinlerinin daha kısa bir süre önce köylerin yoksulluğundan kente kaçtıklarını anımsatıyor. Yalnızca
Basti /Madjipur’da hepsi Rana Plaza gibi yakınlardaki tekstil fabrikalarında çalışan 100.000 insan yaşamaktadır.
Bir aile tabanı beton 12 m2 bir odada oturuyor; su
musluğu ve duş hortumu dışardadır. Bir yatağa sahip
bir kişi Madjipur’da kazancı iyice olanlardan sayılmaktadır. Bir oda için aylık 2000 Taka,(20 Avro) kira
ödenmesi gerekir. Savar’ın hızla büyüyen gecekondu
mahallesindeki çok kârlı evlerin ticaretini yapan,
Rana Plaza’yı da inşa eden ve inşaatta açgözlülüğünden çok kalitesiz malzeme kullandıran da aynı adamdır: Sohel Rana.
Madijur’da gün erken başlar. Shali saat 5.30 da biraz sıvı yağ ile pilav ve azıcık sebze pişirir. Bu öğle
yemeğidir. Dokuz yaşındaki oğulları ile birlikte aile
sadece çok seyrek olarak kahvaltı yapabilirler. Shali
dikişçi olarak Rana Plaza’nın boğucu, bunaltıcı işyerlerinden birinde; kocası Badul Phantom Apparels
Ltd adlı bir firmanın paketleme bölümünde çalışıyor.
Saat 8 de zamanında vardiyada çalışmaya başlamak
için her ikisi saat 7 sularında yaya olarak işin yolunu
tutuyorlar. Saat 13 de bir saatlik öğlen molası var; normal vardiya saat 20’ye kadar ama sık sık gerçekleşen
fazla mesailerde gün saat 22’ye kadar sürüyor. Shali
eve giderken biraz alış-veriş yapıyor. İkisinin birlikte
aylık kazançları 15.000 Taka, (150 Avro). 11 yıl içinde
200 avro biriktirebildiler. Badul, 24 Nisan tarihinde
Rana Plaza’nın enkazları altında katledilmeden önce
küçük bir berber dükkânı açmayı hayal ediyordu.
Aynı sokakta bir komşu evde iki kız kardeş oturuyorlar: 20 ve 18 yaşlarındaki Şefali ve Şirin Akter. Onlar daha çocukken Dhaka’ya geldiler ve küçük erkek
kardeşlerini daha sonra yanlarına aldılar. Bu erkek
kardeşleri onların sefaletten kurtulmak için umutlarıdır; onun eğitimi için çalışıp çabaladılar, açlık
çektiler ve onun daha sonraki eğitimi için biraz para
biriktirdiler. Abu ve Fahima Said gibi bu mahalle sakinlerinin birçoğunun borçları vardır. Kendi başına
küçük köylü olarak uğranan başarısızlığın maliyeti
500 avro borçtur. Eğer her şey düzgün giderse, yaklaşık 30 yıl sonra bu borcu geri ödemiş olacaklar.
Feodalizmin köleliği ortadan kalktı, ama modern
Bangladeş – Dünyanın Dikiş Makinesinde Yeni
Sömürgecilik
Sohel Rana gibi mafyatik yeni yetme milyonerler,
komprador burjuvazinin en düşük ücret ve bununla
üretim hacmindeki daha yüksekçe pay için üretim
yeri rekabetinde, küçük, ama vazgeçilmez balıklarBir sanatçı grubun bir Berlin
Metro durağında şatafatlı H&M –
reklamı hakkındaki afişi
“Fabrikada güzel kızlar erkek manejerler tarafından sürekli tacize uğruyorlar. Bu menajerler kızların
yanına geliyorlar; onları ofise çağırıyorlar, kulaklarına birşeyler fısıldıyorlar; bellerini, kollarını, boyunlarını, kalçalarını, göğüslerini elliyorlar; onları para
rüşveti ile kandırıyorlar ve onlarla seks yapmak için
işten atmakla tehdit ediyorlar.”
(Luksiya, Çin’de kadın tekstil işçisi)
37
gündem
38
dır. Rana otuz ortası yaşlarda bir adamdır. Bazar men % 10’unu oluşturmaktadır. Tekstil sanayiinde
Road sonundaki beş katlı evinden çıkarken Bodygu- yaklaşık 3,5 milyon işçi çalışmaktadır; bunun % 80’i
ardları tarafından korunmaktadır. Kendisi hükümet- kadındır.
teki Awami Partisinin (Halk Partisi - ÇN) gençlik
Bangladeş yılda 15 milyar avro değerinde giysiörgütünün üyesidir ve Basti’de kendisinin afişlerini yi batılı zincirlere ihraç etmektedir. Bangladeş buastırmıştır. Onu milletvekili olarak parlamentoya nunla, kendisinden karşılaştırılamayacak derecede
sevk edebilecek bundan sonraki kariyer adımı için çok daha büyük Çin’den sonra dünyanın ikinci bühazırlıktır bu.
yük tekstil üreticisidir ve tekstil teslimatçısı olarak
Sohel Rana Dhaka’da doğdu; babası 80’li yılların Almanya’da dördüncü, AB’ne ithalatta üçüncü sırada
başında başkente geldi. Ortaokula gitti ve hedefine bulunmaktadır. (2)
odaklanarak kariyerini planladı. Dhaka hızla büyüBangladeş ekonomisi böylece emperyalizme bayen bir kenttir; Emlak spekülasyonu hızlı zenginliğe ğımlı yeni sömürgelere özgü tipik mono kültürü
götüren yoldur. Rana’nın babası bir parça arsa aldı, içermektedir. Bu somut durumda söz konusu olan
oğlu satın almaya dekahve, pamuk ve
vam etti. Alınan arazi
endüstriyel, ihbataklıktı ve bu nedenle
Daha ucuzu olmaz!
racata yönelik
ucuzdu. Rana bataklı(2009 yılı itibariyle aşağıda belirtilen ülkelerdeki
bir plantaj ekoğı çöp ve kum ile doltekstil branşında (ABD-Doları olarak) saat başına düşen
nomisinin diğer
durdu ve 2007’de Rana
emek giderleri)
ürünleri
veya
Plaza’nın inşaatına başpetrol ve koltan
ladı. Rana Plaza 2008’de
gibi doğal hamaçıldı. 3500 kadın-erkek
maddeler değil,
işçi için fabrika binası
bilakis endüstriçok ince ara tavanlara
yel olarak imal
sahipti; şimdiye kadar
edilen bir kithiçbir yüksek bina inşa
lesel üründür:
etmemiş olan bir yapı
Giyim eşyaları.
firması rekor bir zaman
Bangladeş boiçinde bina dikti. Beşuna “dünyanın
tonun içine haddinden
dikiş makinesi”
Çin
Hindistan
Pakistan Kamboçya Bangladeş
fazlaca kum katılmıştı.
olarak ta adlanÇöp-, bataklık-kumdan
dırılmamaktaoluşan temel sağlam dedır.
ğildi. 7. Ve 8. katların illegal olarak ilave inşaatında
“Bir devlet biçiminde bir tekstil fabrikası, kendisine
Rana rüşvetle ruhsatları almaya bile tenezzül etme- ait milli marşına sahip ve BM-üyesi devasa bir dikiş
di. Bina inşasının giderleri kendisini hızlı bir şekilde atölyesi. Ve tekstil fabrikatörleri tarafından denetleamortize etti. Zemin ve 1. kat bir bankaya ve küçük nen, sürekli olarak yüksek ateşli neredeyse yüzde yedi
dükkânlara kiraya verilmişti; bunların üstüne beş büyümesi ile dünyanın en yüksek büyüme oranlarıntekstil fabrikası geldi. Buradan kabaca tahminle bir dan birine sahip bir ekonomi .” (3)
buçuk milyon avro yıllık kira gelirleri çıkar. SermaBangladeş’teki bu hızlı büyümenin arkasında
ye büyümek zorundadır; Rana kadın-erkek işçiler 2000’li yılların başından beri siparişlerin bu ülkeye
için barınma yerleri inşa etmeyi sürdürdü; uyuşturu- kaydırılmasının artması bulunmaktadır. Emperyacu işine girdi; zaten bizzat kendisi de bağımlıydı ve list tekeller bununla Hindistan ve Çin gibi kendileMadjipur’un mafya babası olarak dört cinayet siparişi riyle rekabet içinde bulunan ülkelerin işçi sınıflarının
vermiş olmalıydı. (1)
mücadele ederek kazandıkları ücret artışlarına reakTekstil endüstrisi Bangladeş’in en önemli sanayi siyon göstermektedirler. Bangladeş’te tekstil fabridalıdır. Bu sanayi dalı ihraç edilen malların % 80’ini katörleri tabii sadece ekonomiye değil, aynı zamanüretmekte ve tarım ülkesi Bangladeş’in Gayri Safi da komprador burjuvazi olarak devlet ve siyasete de
Yurtiçi Hasılasının (Brüt İç Ürün- BİP) hemen he- hükmetmektedirler.
İkinci üretim aşamasında hammaddelerden duruma göre boyanacak veya işlenecek iplik ve yün üretilir
3. Kumaş üretimi – dokuma
Bundan sonraki adımda ipliklerden doku, yani kumaşlar imal edilmelidir.
4. Giysilerin üretimi – Dikiş dikme ve konfeksiyonlama
Biçki ve dikiş yoluyla istenen ara ürüne (Örn: bir
pantolona) götüren giysinin imali için çıkış noktası
ürün kumaşlardır. Sonunda konfeksiyonlama (Örn:
düğmeleri, fermuarı dikme) vs. ile kullanım(giyim)
eşyası imal edilir.
Distribüsyon, yani malların son müşteriye satışa
kadar dağıtımı daha dar anlamda artık üretim zincirine dâhil değildir. Tüm bunlara rağmen küresel
distribüsyon özellikle gerekli olan nakliyat zamanı
bakımından küresel değer yaratma zincirlerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Pamuk ve Koyundan Tişört Ve Yün Kazağa Üretim Zincirleri
Küresel Değer Yaratma Zincirleri – Bugün
Nasıl Üretiliyor ve Tüketiliyor
Teknolojik olarak bakıldığında giysi üretimi makine yapımı, otomotiv ve uçak sanayii ile karşılaştırıldığında sadece
az sayıda birkaç kademeyi
kapsayan
göreceli olarak basit bir
üretim zinciridir. Sanayi
devrimi her
ne kadar söz
konusu tekniği
(6) geliştirmiş
olsa da, üretim
aşamaları binlerce yıllardır
özünde aynı
kaldı. Giyim
eşyası üretmek
için şunlar gereklidir:
1. Hammaddelerin kazanılması
Giysilerin üretimi için gerekli olan pamuk veya yün
gibi bitkisel veya hayvansal hammaddeler yetiştirilmek, toplanmakı ve hazırlanmak zorundadır.
2. İplik ve Yün Üretimi
Üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte tüm dünyada
kadın ve erkek işçilerin doğrudan birlikte çalıştıkları
bir toplumsal
üretim peyderpey ortaya çıktı. Bu
küresel
değer yaratma
zincirlerinde
montaj bantlarının
sonunda meta
olarak dünya
çapında piyasaya sürülen
bir ürün çıkmaktadır.
Global üretim
ağları
önde
gelen
emp er y a l i s t
tekellerin örgütlenme biçimidir. Bu bağlamda üretim, hiyerarşik
olarak dünya çapında yapılandırılmış ve çok farklı
sömürü biçimlerini kombine eden ek yan sanayi zincirleri üzerinden örgütlenmiştir. Bu, birçok üretim
aşamalarının bütünüyle otomatik bir şekilde muaz-
gündem
“Milletvekillerinin büyük bir bölümü ya bizzat kendileri tekstil patronudurlar veya böyle birisi aile efradı
içinde vardır. Patronlar ve siyasi sınıf adeta bir ve aynıdır.” (4)
İki partili bir demokrasiyi Uygur görülmektedir.
Şu anda hükümette olan popülist Awami Ligi ve muhalefetteki muhafazakâr Nationalist Party (Milliyetçi
Parti – ÇN) hükümet etme işini kendi aralarında değişerek paylaşmaktadırlar. Her ikisi de bütün enerjilerini tekstil sanayiindeki sömürü koşullarının korunması için kullanmaktadırlar. Örnek asgari ücret: Bu
ücret bazen eğer aşağıdan baskı veya bir “kaza”dan
sonra uluslararası dikkatler çok büyük olursa, o zaman kâğıt üzerinde biraz yükseltilir. Fakat gerçekte
uygulanmaz. Bunun yerine sendikalara, kadın-erkek
işçilerin sınıf mücadeleleri ve grevlerine ve Maoist
“Bangladeş Komünist Partisi (CPB) gibi siyasi düşmanlara karşı gaddarca baskılarla girişilir.” (5)
39
gündem
40
zam bir hızla yürüdüğü sanayi robotları ve birbirine zincirlenmiş süreçlerle çalışan yüksek teknoloji
fabrikalarından, küresel güneyin (Örneğin: Hindistan, Çin’deki) gecekondu mahallelerindeki aileler ve
kadın ev işçileri içerisindeki yarı-feodal ve köleye
benzer sömürü şartlarında çalıştığı işyerlerine kadar
geniş bir alanı kapsamaktadır. Karmaşık ürünlerde,
örneğin emperyalist merkezlerde otomotiv endüstrisinde sonal montaj işletmeleri yüksek derecede otomatize olmuştur. Buna karşı giyim sanayiinde basit
makinelerdeki el işi ağır basmaktadır. Bu nedenle
sermayenin düşük derecedeki organik bileşimine uygun olarak, bu üretim ağırlıklı olarak global güneyin
bağımlı devletlerinde ve Doğu Avrupa’da gerçekleşmektedir.
Bu hiyerarşinin başında Nike, Benetton, Adidas gibi
tanınmış marka adlarıyla emperyalist tekeller ve Kik,
Primark, H&M ve Walmart gibi büyük ticaret zincirleri bulunmaktadır. Sonuncusu, Walmart aslında 2,1
milyon çalışanı, 341 milyar avro cirosu ve 11,9 milyar avro resmi kazancı ile (2011 yılı itibariyle) üçüncü
büyük küresel tekel işletmesidir. Ticaret firmalarının
arkasında da sonal olarak kârları iç eden emperyalist
tekelci sermaye durmaktadır. Örneğin Almanya’nın
en büyük ucuz tekstil zinciri Kik, Tengelmann grubuna aittir; Primark, merkezi İrlanda’da bulunan çok
uluslu perakende ve gıda maddeleri holdingi Associated British Foods’un (ABF) bir alt şirketidir vs.
Birinci basamakta bizzat kendisi uluslararası şirket olarak birçok ülkelerde mal ürettiren veya bir ülkede tekel konumunda bulunan, sipariş üzerine imalat yapanı görüyoruz. Filipinler’de sadece beş firma
tekstil sanayiine hâkimdir. “Dünyanın dikiş makinesi” Bangladeş’te Bir düzineden fazla kapitalist aileler
pazar ve devlete egemendir. Büyük üretici şirketler
çoğu halde enternasyonal tekellerin şube firmaları
konumudadır. Bu şirketler ulusal piyasada büyür büyümez, enternasyonal veya bölgesel sermaye guruplarının uluslar arası doğrudan yatırımlarının tercih
edilen hedefleri haline gelmektedir. Buna örnekler
Hindistan Mumbay’daki Go Go International veya
Çin’deki Chrystal Group’tur.
İkinci basamağı klasik teslimatçılar, ihtiyaç halinde bizzat kendilerinin birçok üretim yerlerine sahip
oldukları orta büyüklükte işletmeler oluşturmaktadır. Bunların büyüklükleri ülkeye göre farklıdır ve
Sri Lanka’da bu kademede tipik olarak 40 -80 arası
kadın-erkek işçi sömürülürken, bu sayı Çin’de 400
den 1000 kadın-erkek işçiye kadar varmaktadır.
Üçüncü basamakta sadece yerel olarak faaliyet gösteren küçük yan sanayi firmaları vardır.
Dördüncü basamakta küçük aile işletmeleri, özellikle kadın iş güçlerinin sınırsızca arsızca sömürüldüğü merdiven altı derme çatma atölyeleri, arka avlu
dükkâncıkları alanı başlamaktadır.
Beşinci basamakta gecekondu üretiminin kadın ev
işçileri üretim piramidinin “görünmez” tabanını ve
bununla değer yaratmanın vazgeçilemez bölümünü
oluşturmaktadır.
Kadın-erkek İşçiler mi yoksa Kadın-Erkek
Girişimciler mi - Dostlara ve aileye sipariş
verme
Kadın ev işçilerinin sömürülmesi birçok halde,
kısmi siparişlerin topluluk (community) veya aileler
içerisinde verilmesi (subcontracting ) (7)) yoluyla
gerçekleşmektedir. Birinci veya ikinci kademedeki
büyük imalatçıların vardiya şefleri veya amirlerine
yabancılara verilebilecek siparişler dağıtılır. Bu bağlamda zaten bizzat kendileri ücretli işçiler olarak sömürülen; böylece geçici bir şekilde küçük kapitalistler
olarak yabancı artı değere sahip olan amirler, küçük
şefler olmaya yükseldiğinden, community’nin sosyal
ağları içerisindeki sömürüyü hedeflemektedirler. Onlar (bu küçük şefler –ÇN) çoğu kez sipariş hacminin
sadece % 20’sinden 30’una kadarını ücret olarak ev
işçisi kadınlara öderler ve arta kalanı kendi ceplerine
atarlar. Bazıları yüksek sezonda üç-dört dosta iş temin ederken, diğer bazıları 80 çalışana kadar çıkar.
“Threads of Labour” (8) (Emeğin İpliği) adlı kitap
için araştırma çalışması tekstil sanayiindeki üretim
zincirlerinin dört tipini saptar: Dengeli bir ağ (Örn:
Zara), hiyerarşik bir ağ (Örn: Fanco), merkezi olarak
yönlendirilmiş bir ağ (Örn: Benetton) ve pazar bazlı
bir ağ (Örn: Bulgaristan’da ihracata yönelik küçük ve
orta büyüklükte imalatçılar).
Zara dengeli bir ağa bir örnektir; burada alıcı Bulgaristan’daki imalatçılarla “hakça” ilişkileri ayakta
tutar ve örneğin teknoloji ve bilgi transferi ile onların
gelişmesine yatırım yapar. Ne var ki bu “dengelilik”
sadece kapitalistler arasındaki ilişkilerde söz konusudur; kadın işçiler Bulgaristan’da güvencesiz çalıştırılanlar olarak acımasızca sömürülürler.
Daha küçük ve orta büyüklükte firmaların pazar
tabanlı ağları, büyük zaman baskısı ve aşırı derecede
esnek koşullarda kitlesel siparişlerin büyük bir kısmını karşıladıklarından üretim zincirlerinin vazge-
Ayaklanmalar – Grevler
Bangladeş’teki kadın ve erkek işçiler insanlık onuruna aykırı yaşam ve çalışma koşullarına karşı yıllardır direniyorlar. Rana Plaza’nın çöküşünden sonra bu
direnişler daha da güçlendi.
National Garments Workes Federation (NGWF)
(9) gibi sendikalardaki örgütlenme derecesi hızlı bir
şekilde yükseldi. En küçücük talepler uğruna mücadeleler bile egemenlerin tavrı sonucu çok çabuk bir
şekilde kadın işçiler ile devlet, polis ve ordu arasında
sert çatışmalara dönüşmektedir…
21. 09. 2013: 50.000’den fazla kadın-erkek tekstil
işçisi başkent Dhaka’da ücret antışı talebiyle için grev
yaptı. Caddeleri bloke ettiler ve bazıları fabrikalara
saldırdı. Onların talebi aylık 8.000 taka (75,50 avro)
asgari ücrettir.
Ama patronlar Haziran ayından beri sendikalarla
süren pazarlıklarda ücretlerin sadece % 20 oranında
bir artışını önerdiler. Bunu dünya ekonomisinin zayıflığı ile gerekçelendirdiler.
11. 11. 2013: Kathorpool’daki Abir Fashion firmasının 98 kadın-erkek işçisi işten atıldı.
12. 11. 2013: Ashulia ve Savar’da en az 40.000 gösterici yürüdü. Grevdeki kadın-erkek tekstil işçileri ile
polis arasında kanlı çatışmalar oldu. En azından 60
işçi sinir gazı ve plastik mermilerle yaralandı.
13. 11. 2013: Ashulia’da on binlerce kadın-erkek
tekstil işçileri grev yaptılar ve ücretlerine zam talep
ettiler. Polis kitlenin üzerine göz yaşartıcı gaz ve plastik mermiler sıktı. 250’nin üzerinde fabrika kapalı
kaldı.
18. 11. 2013: Binlerce kadın-erkek tekstil işçisi başkent Dhaka’nın kenarındaki sanayi bölgesi Ashulia
ve Konabari’de grev yaptı. Hükümet tarafından ilan
edilen ve çok küçük bir artış öngören yeni asgari ücreti protesto ettiler. Neredeyse 140 fabrika kapalı kaldı. Hükümetin bayan başı Sheiks Hasina fabrika sahipleri ile önceden asgari ücretin ayda şuandaki rayiç
üzerinden 38 avrodan 50 avroya bir yükselişi üzerine
anlaştı. Oysa kadın-erkek tekstil işçileri rayiç üzerinden ayda 75 avroya çıkarılmasını talep ettiler.
gündem
çilmez parçalarıdırlar.
Kayıt dışı çalışmayı kullanmanın en büyük payı
dördüncü ve beşinci basamakta bulunmaktadır.
Reform Talepleri ve Kampanyalar
Batılı ülkelerde birçok kampanyalar ve destekleyici gruplar ortaya çıktı. Tekstil tekellerinin üstündeki
büyük baskı yüzünden bunlar bir dizi anlaşmalar imzaladılar. Biz burada kampanyalardan biri ve reform
talepleri üzerinde durmak istiyoruz:
Fair trade (Hakça ticaret - ÇN) – “Temiz Giysi
Kampanyası”
“Temiz Giysi Kampanyası” (Clean Clothes Campaign – CCC) 1989 yılında Hollanda’da kuruldu. Bunu
tetikleyen C&A firması için mal üreten şirketlerde skandal çalışma koşullarının ortaya çıkmasıydı.
CCC’nin bu arada 15 Avrupa ülkesinde bir ağı vardır.
Bu ağ içinde arasında Terre de femmes, NGO’lar, kilise grupları, IGM, verd.di gibi sendikaların vs. bulunduğu yaklaşık 300 değişik örgüt işbirliği içinde
çalışmaktadır. Bu kampanya lobi çalışması yapmakta;
kısmen çarpıcı eylemlerle kamuoyu önüne çıkmaktadır. Çalışma koşullarında ahlaki asgari standartlar,
tekstil holdinglerinin yükümlülüğü olarak, imalatçılar ve satın alıcılarla yapılan pazarlıklarla ulaşılması
öngörülen bir hedeftir. Bir proje, tüm imalatçılar için
bu asgari standartları yükümlülük olarak ilan eden
bir açıklama yapılmasını hedefliyor. LİDL firması
aleyhine dava açıldı. Bunun sonucunda bu holding
artık giysi reklam ilanlarında “ hakça ticaret yapıldı”
çığırtkanlığı yapamayacak, bu mahkeme kararıyla
yasaklandı.
Bu tür kampanyalar neyi amaçlıyor? Bazı iyileştirmeler istendiği açıktır. Oysa her şeyden önce burada
metropollerdeki NGO’lar (STÖ’ler -ÇN)) sendikalar,
41
gündem
Attac vb.nin “vicdanlarının” sakinleştirilmesi söz
konusudur. Onlar için kadın-erkek tekstil işçilerinin
günbegün gerçekleşen sınıf mücadelelerinin olay yerinde doğrudan ve militan bir şekilde desteklenmesi
söz konusu değildir. Bu işçilerin bizzat kendilerinin
örgütlediği iş mücadeleleri hatta pazarlıklarda engel
olarak görülmektedir.
Emperyalist üretim sistemi ilkesel olarak sorgulanmamaktadır. Sorunlar ve
sefalet ortadan kaldırılmamaktadır. Enternasyonal
dayanışma ve sınıf bilinci
yerine; temsilciler politikası
ve sakinleştirme hapı. CCC
gibi örgütler, kapitalizmde
“insanlık onuruna layık”
çalışma koşullarının yaratılmasının mümkün olduğu hayalini yaymaktadır.
TİE-Konsepti
“Trans International Exchance” (TIE) “işletmelerde ve semtlerdeki taban eylemcilerinin oluşturduğu
küresel” bir “ağdır. Bu ağ kayıtlı ve kayıtdışı sektörden sendikacıları ve sendikacı olmayanları kapsamaktadır. Bu, çalışanlar ve onların sendikaları arasındaki işbirliğinin dünya çapında teşvik edilmesine
hizmet etmektedir.” STÖ’leri ve sendikalar yanında
Örn: “Temiz Giysi” Kampanyası çerçevesinde TIE
her şeyden önce tabandan eylemcilerin delegasyon
gezilerini düzenlemeye, düzenli buluşmalar düzenlemeye ve İnternette kendilerine ait Newsletters (kendi
kurduğu ağ içinde takipçilerine yeni haber ve bilgileri
ileten bir tür dijital gazete –ÇN) in düzenli yayınlamasına yoğunlaştırmaktadır. TIE-Konsepti, Örn: kadın-erkek tekstil ürünleri satış elemanları ile tekstil
işçileri arasındaki deneyim değiş-tokuşunu mümkün
kılmaktadır.
Denetimler – Yangından Koruma Anlaşması
42
Savar’daki kapitalist katliamdan sonra holdingler
oluşan yoğun kamusal baskı üzerine harekete geçtiler, aceleyle kararlaştıran, belirli asgari standartları
kayıt altına alarak saptayan yangından koruma anlaşmasıyla küçük bir kısmi alan için güvenlik talepleri konusunda belirli tavizler verdiler.
Bundan önceki yıllarda da tekeller bu alandaki ça-
balarını belgeleyen ve pazarlama aracı olarak imaj
bakımına hizmet eden süreklilik raporları sundular
ve de öngörülen standartlara göre iç denetimlerini ve
tedarikçi firmalar üzerinde bir kontrol sistemini uygulamaya başladılar.
Bu kampanyalar sayesinde emperyalist merkezlerde giyim eşyaları üretim
koşulları hakkındaki bilinç
göreceli olarak güçlü bir şekilde gelişti.
Kadın-erkek tüketicilerin
eleştirel tutumu ve kamuoyu önünde açıktan yürütülen tartışma (değer yaratma
zincirinin tepesinde bulunan) marka şirketleri, tedarikçi firmalardaki çalışma
ve çevre koşulları konusunda sorumlulukları üzerine bir tartışmaya sevk etti.
Gelinen yerde küresel yasal asgari kurallar üzerine
ciddi bir şekilde tartışılmaktadır.
Buradaki soru şudur: Bu asgari kuralları kimler denetleyecek? Sipariş verenler, alıcı şirketler, ulusal hükümetler, yerel sendikalar? Kapitalistlerin bizzat kendilerini ciddi bir şekilde denetlemesi ve kârlarından
vazgeçmeleri kapitalizm ile çelişir. Yerel sendikalar
denetleyecekler ise, bu durumda bu ülkelerdeki sendikaların ve sendikal örgütlerin hakları güçlendirilmiş olur.
Gerçekte olan işyeri kontrollerinin geciktirilmesi,
bloke edilmesi vb. yollarla işletmelerin denetimlere
hazırlanmasıdır. Örn: bir denetimden önce temizlik
eylemleri vs. yapılır. Rüşvet verme gündemdedir.
Bizler neler yapabiliriz ve yapmalıyız?
Biz kadın-erkek komünistler çok doğal olarak çalışma koşullarının derhal iyileştirilmesine hizmet eden
tüm reformlardan yanayız: Seviyesi en alt düzeyde
olsa bile, kontrol mekanizmaları gibi önlemler, ücret
artışları, sürekliliği sağlanmış üretim vs.
Ne var ki bunlar sistemde kökten hiçbir şey değiştirmezler. Kampanya örgütleyicileri ucuz-üretim ülkelerindeki kadın-erkek tekstil işçilerine şunu telkin
etmeye çalışıyorlar: “Biz senin için bunu düzenliyoruz”. Ve bununla kadın-erkek tekstil işçilerinin kendi
öz örgütlenmelerini ve gerekli iş mücadelelerini önlemeye çalışıyorlar.
Ama bu yürümüyor. Çünkü bu ülkelerdeki ka-
kısmen emperyalist sahte gösteriş dünyası çekicidir –
her gün yeniden stilini değiştirip yenilersen ve güncel modaya uygun giysiler giyersen dikkate alınan
birisisindir. Bu bağlamda evet tüketimin sınırları ve
hammaddelerin anlamsızca çarçur edilmesi, bunda
emekçilerin payı ve sorumluluğu sorgulanmak zorundadır.
“Temiz Giysi” gibi kampanya ve konseptlerde tüm
bu gibi sorular ilkesel olarak sorulmamakta, bu soruların yanına bile uğranmamaktadır.
Düşük ücret ülkelerindeki tekstil üretiminde cinai
sömürü ve çalışma koşullarının nedenleri nelerdir?
Emperyalizmin yasaları zorunlu olarak buraya mı
götürmektedir? Bizzat sermaye tarafından saptanan
uluslararası standartlara neden uyulmamaktadır?
Bir yandan ahlaki olarak buna hiddetlenen, ama aynı
zamanda bu üretim koşullarını teşvik edip ve ondan
kâr sağlayan FAC-hükümeti ve büyük holdingler nasıl ikiyüzlüdürler?
Kamuoyu oluşturma ve aydınlatma kapitalist sömürü sistemini açığa çıkarmak ve onunla mücadele
etmek hedefiyle yapılmak zorundadır.
Bangladeş, Kamboçya vs. deki başkaldıran kadınerkek işçiler bize örnektir. Tüm dayanışmamız onlarla olmak zorundadır. Burada biz, büyük holdingleri
dize getirmek için mücadele etmeliyiz. Mücadeleleri
pratik olarak birbirleriyle ağ şeklinde bağlamalı, birbirimizle deneyim değiş-tokuşunda bulunmalı, birbirimizi desteklemeli ve bir mücadele cephesi inşa etmeliyiz… Ve yeni bir dünya için mücadeleyi merkeze
koymalıyız.
Ocak 2014 ✓
----------
gündem
dın-erkek işçilerin direniş ruhu ve mücadele iradesi
gittikçe alevleniyor. Kamboçya’daki kadın-erkek
tekstil işçilerinin güncel çatışmalarının gösterdiği
budur. Onlar kendi kaderlerini kendi ellerine alıyorlar. Aylık açlık ücretinin 58 avrodan 116 avroya yükseltilmesi için toplam 650.000 kadın-erkek tekstil işçilerinin üçte ikisi greve gittiler. Ve faşist rejim buna
tepki gösterdi. 3 Ocak tarihinde Phnom Penh’deki
bir sanayi bölgesinde askeri birlikler gösteri yapan
grevcilerin üzerine ateş açtılar. En az 4 ölü ve birçok
ağır yaralı kadın-erkek işçi. Metropollerin mali sermayesi böylesi siyasi ve ekonomik koşullarda kadınerkek tekstil işçilerin sömürülmesinden elde ettikleri
ekstra kârları ceplerine indiriyorlar.
Devrimci ve Marksist-Leninist örgütler güçleri oranında işçi hareketi içinde bilinç yaratmaya çalışıyorlar: Bangladeş gibi ülkelerdeki kadın-erkek işçilerin
gaddarca sömürülmesi hakkında ve bunun Almanya’dakiler de dâhil olmak üzere aşırı sömürücü holdinglerle bağlantısı üzerine ve emperyalist dünya pazarının nasıl işlediği hakkında.
Batılı ülkelerdeki emekçiler, Asya ülkelerindeki
gaddarca sömürü konusunda emperyalist propaganda bombardımanı altında sorumlu tutuluyor. “Eğer
ucuz bir şey satın alırsan, bu halde berbat çalışma koşullarını destekliyorsun…”.
Bu emperyalist propaganda iki bakımdan olguların
tümüyle tersyüz edilmesidir.
Birincisi. Biz kadın-erkek işçiler Kik ve Aldi’den en
ucuz pespaye pılı pırtıyı niçin satın almak zorundayız? Çünkü yaptığımız iş için gittikçe daha az ücret
alıyoruz; çünkü daha iyice giyim-kuşam için çoğu
kez gerekli “ufak para”yı bulamıyoruz. Oysa bu parayı tasarruf etsek bile, bu bir şeyi değiştirir miydi?
Hayır. Zara, Nike, Mango vs. gibi daha pahalıca markalar da kadın-erkek işçilerin kanlarının üstlerine
yapıştığı tekstillerdir. Gerçekten lüks dizayncıların
giyim-kuşamları ve epeyi masraflı ve pahalı üretilen Bio-giysiler dışında onlar ve diğerleri de kalite ve
üretim koşulları bakımından Kik ve Aldi seviyesindedirler.
İkincisi. Kadın-erkek müşteriler giyim-kuşam için
daha fazla para ödediklerinde bundan gerçekten
kimler kâr sağlıyorlar? Kadın-erkek tekstil işçileri değil, bilakis her şeyden önce üretim zincirindeki tüm
sömürücüler.
Emperyalist metropollerdeki emekçiler de kadınerkek tekstil işçilerin muazzam derecede sömürülmesinde bir bakımdan sorumluluğa ortaktırlar: Bizde de
(1) “Ucuz Mallar – Made in Bangladeş”, Spiegel sayı 27/2013
(2) Kaynaklar: Wikipedia “ Bangladeş’te Tekstil Sanayi”, “
Kirli Çamaşırlar”, jungle world Sayı: 49, 06. 12. 2012, Alm.
(3) Spiegel, 27/2013, Made in Bangladeş, Sf: 54
(4) Heiner Koehnen, TIE SoZ’de röportaj, Temmuz-Ağustos
2013
(5) Kaynaklar: jungle world Sayı: 49, Spiegel, 27/2013 ve Kızıl
Bayrak 19/2013
(6) Sentetik ipliklerin üretimine varana dek
(7) Alt sözleşme verme
(8) Çıkaranlar Angela Hale, Jane Wills, “Threads of Labour”,
2005, Yayınevi Blackwell Publishing
(9) Bangladeş’te Giyim Sanayisinin Kadın-Erkek İşçilerinin
Sendikası. Bu örgüt 1984 yılında kuruldu; diğer sendikalarla
birlikte tavan yapılanması BGWUC altında Bangladeş’te bir dizi
protesto eylemlerinin örgütleyicidir.
[Trotz Alledem – Her şeye Rağmen, Sayı 65, Ocak
2014, Sf:52 – 58, Almancadan Türkçeye çevrilmiştir. ]
43
.
. . .
BIR PROFESYONEL DEVRIMCININ ANILARI III
(AMLP sekreterinin iki sayımızda yayınladığımız anılarının III. bölümü)
Arnavutluk’a davet edildim ve orada parti ve devlet yönetiminin önemli bir misafiri
idim. Sadece Enver Hoca ile birçok görüşme yapmakla kalmadım; aynı zamanda
neredeyse tüm parti yönetimini tanıdım.
Mao Zedung
Çinli yoldaşların ortaya çıkışı ve KPÖ’nün bol
44
parayla donatılmış “Çinlilerin ajanı” olarak benim
aleyhime kampanyası Avusturya’da ilginç bir yankı buldu. İçlerinde çok değerlileri olduğu gibi, aynı
zamanda 20. Parti Kongresi’nden sonra artık yüzümüze bile bakmayan diğerleri gibi birçok insan bize
geldiler. Şimdi birdenbire ilgi gösterdiler; kendilerinin de hoşnut olmadıklarını vs. açıkladılar. Sonunda
ama aslında sizde işe alınma nasıl oluyor, maaş/ücret
durumu vs. nedir doğrultusunda daha somutça sorular geldi; özünde bu sorular kaç tane yazı masasına
sahipsiniz ki yönünde sorular idi. Bizim izlenimimiz
şöyleydi: Yedi katlı bina yerine sekiz katlı bina sunabilseydik veya bunun umudunu verebilseydik, bu halde Höchstädtplatz (KPÖ’nin yedi katlı merkezi idare
binasının bulunduğu meydan –ÇN)’dan bir çok insan bize derhal taşınabilirdi. Yazı masalarının sayısı ve maaş miktarlarının uygun düşmesi koşuluyla
hayrete şayan birçokları böyle “kazanılabilirdi”. Ama
tam da böyle insanları aramızda istemiyorduk.
Örnek olarak sadece Ernst Wimmer’i adlandırıyorum. Kruşçof-siyasetinin “güvenilir” bir dostu olmadığından ve birkaç dikkatli eleştiriyi dile getirdiğinden Volksstimme’nin redaktörü olarak çekip gitmesi
isteniyordu. O zamanlar benim yanıma da gelerek
şahsen kendisinin alçakgönüllü bir insan olduğunu,
oysa ailesinin belirli bir yaşam standardı istediğini ve
böylesi bir standarda da alıştığını, yani bana bunu garanti edebilirseniz, bu halde kendisinin bizim adamımız olduğunu söyledi. Bunu ret etmek zorunda kaldım, ama dostça kaldım ve onu dürüst ve gelişmeye
uygun bulduğumdan onunla epeyi düzenli bir şekilde buluştum. Oysa bir süre sonra Wimmer Arnavutluk Elçiliğine gitti ve orada revizyonist KPÖ’ne karşı
mücadele yürütecek Arnavutluk tarafından finanse
edilecek bir Marksist-Leninist entelektüeller dergi-
si çıkarmayı önerdi. Arnavut yoldaşlar doğal olarak
ret ettiler. Wimmer bunun üzerine onun daha önce
Arnavut parasıyla mücadele yürütmek istediği aynı
revizyonist KPÖ’nün şef ideoloğu oldu.
KB’ın 3.üncü sayısına kadar Arnavut yoldaşlarla
hiçbir doğrudan ilişkilerim yoktu, ama Çin KP ile
iyi bağlantım vardı. Ve tam da Çinli yoldaşlar, benim Arnavutluk Emek Partisi ile sıkı bağlar kurmak
için daha fazla çaba göstermemi ısrarla tavsiye ettiler.
Tam da üstüne üstlük Arnavutluk benim Marek’le
bağlarımı koparmamın dolaysız vesilesi olduğundan
Arnavut yoldaşların yanına çıkagelmek konusunda
çekincelerim vardı. Bunun için herhangi bir övgü istemediğim kendiliğinden anlaşılan bir şeyi yaptım.
Oysa bu, benim şimdi terk ettiğim çocuksu, epeyi
siyasi olmayan bir yaklaşımdı. Arnavut yoldaşların “Weg und Ziel”deki bütün olaylar hakkında en
iyi şekilde bilgi sahibi oldukları ve hatta bu konuda
“Zeri i Popullit” (AEP’in merkezi organı –ÇN)’te
yazdıklarını büyük bir şaşkınlıkla gördüm. Böylece
olağanüstü derecede dostça karşılandım ve derhal
Arnavutluk’a davet edildim ve orada parti ve devlet
yönetiminin önemli bir misafiri idim. Sadece Enver
Hoca ile birçok görüşme yapmakla kalmadım; aynı
zamanda neredeyse tüm parti yönetimini tanıdım.
Bu bağlamda bana eşsiz olan ve uluslararası olarak
ta eşsiz kalan bir öneri getirdiler. Arnavutluk’un en
önemli merkezlerinde kadro toplantılarında KPÖ
içindeki deneyimlerim ve Kızıl Bayrak ile önümüze
koyduğumuz görevler üzerine baş konuşmacı olarak
konuşmalıydım. Gerçekten iki hafta boyunca her
gün başka bir yerdeki her seferinde 400-600 kadronun katıldığı bir düzineden fazla böylesi toplantılar
gerçekleşti. Arnavutluk’ta toplantıda bulunmadığım
hiçbir büyükçe kent ve merkez kalmadı ve böylece ben, Arnavut partisiyle çok özel “ilişkilere” sahip
Arnavutluk’un tümünde muhtemelen en meşhur yabancı oldum. Avusturya’ya geri döndüğümde bazıları
İskandinavya ülkelerinden, bazıları İsviçre’den, ama
çoğu Almanya’dan türlü çeşitli insanların yanıma
gelmeleri bunun sonucu idi. Bu sırada Ernst Aust geldi; Willi Dickhut geldi, dahası bir dizi başka insanlar
da geldi. Hatta bir keresinde bu ülkeler hakkında gerçeğe sadık kalarak haber yapmak istediğinden kendisine Arnavutluk ve Çin gezilerini mümkün kılmam
ricasıyla Hugo Portisch (Avusturya Radyo Televizyon
Kurumu’nun tanınmış siyaset yorumcusu – ÇN) çıkıp yanıma geldi. Böylece güzel bir “bağış” bile alabilecektim. Kibarca ama kesin bir şekilde Hayır de-
diğim açıktır. Dickhut ile anlaşamadım; çünkü O,
misafirlerin şerefine saatlerce evi temizleyen karımın
yağmurdan ıslanmış ayakkabılarını çıkarmasını ondan rica ettiğinden dolayı eleştirdi. Ben nerden bileyim, belki de çorapları delik deşik idi; her halükârda
daha sonra Dickhut anılarında, benim nasıl bir küçük burjuva bir tip olduğumu; benim evime misafirleri almadan önce ayakkabılarını çıkarmak zorunda
olduklarını Viyana’da gördüğünü yazdı. Dickhut ile
bağı kopardım; ama Ernst Aust’u lokalimizde sorumlu Arnavut yoldaşlar ile bir araya getirdim. Benim hatam. Çünkü Ernst Aust’ın orada anlattıkları alnımda
endişe terleri dökmeme sebep oldu. O, daha şimdiden
500’ün üzerinde üyesi olduğunu söyledi. Benim tamı
tamına bildiğim kadarıyla gerçekte 50 üyesi bile yoktu. Bu sayı bile çoktu. Aust, kitlesel bir şekilde üyelerinin olduğunu ve çok daha fazlasına ulaşacaklarını;
kendilerinde sadece üç şeyin, para, para ve yine paranın eksik olduğunu açıkladı.
Ve bu arada ben KPÖ’deki aynı eski pis işlerin biraz değişmiş bir biçimde devam ettiğini düşündüm.
Başka bir örnek. Aust, yeterli param olsaydı, 8000
KPD (Almanya Komünist Partisi –ÇN)-üyesinin
veya sempatizanın adreslerini elde edebilirdim; ama
ne yazık ki bunları sadece ödeme karşılığında alabilirim, dedi. Aust parayı aldı ve biz de 8000 adresi aldık.
Bu adreslere Kızıl Bayrak’ımızı ve diğer siyasi malzemeleri yolladık. Bunlar işe yarar adreslerdi ve biz
belli bir miktarda abone kazandık. En iyi zamanda
Batı Almanya’dan yaklaşık 800 aboneye ulaştık.
O zamanlar Avusturya’da bütün Almanca konuşulan bölgede ve hatta İskandinavya’ya kadar deyim
yerindeyse bir tür öncü rolüne sahip olduktan sonra
Enver Hoca yoldaşın Viyana’yı tüm Almanca konuşulan bölge ve İskandinavya alanının ilgilenildiği siyasi merkez yapmak gerektiği şeklinde bir düşüncesi
vardı. Aust bundan çok yanaydı ve Kızıl Bayrak’ın
tüm Almanca konuşulan bölge ve kendisini redakte
edeceği Batı Almanya için her seferinde dört sayfalık
bir ekin içine konduğu merkezi organ haline getirilmesi önerisini – geçerken bu bende yazılı olarak var
– getirdi. Aust o zamanlar neredeyse yüzde yüz elli
oranında bir enternasyonalist idi.
Bundan daha kötü olan başka bir şey daha vardı.
Enver Hoca yoldaş, benim Viyana’da iyi çalışabilir
bir durumda bir matbaa aramam ve satın almam
önerisini getirdi. Matbaanın fiyatı 20 milyon öS
(Avusturya Şilini – ÇN) e kadar olabilirdi. Bu isteğe
uygun bir gazete ilanı verdim ve bunun üzerine bir-
45
46
çok teklif aldım. Teklif veren bu matbaalara sırasıyla
tek tek gittim ve onların kullanışlılığı ve fiyatlarının
uygun olup olmadığı konusunda kendime bir fikir
edinmeye çalıştım. Gittiğim her yerde banka hesabında tomar tomar parası bulunan bir kont gibi karşılandım. Benim sadece bir görevli olduğumu derhal
açıklığa kavuşturduğumda çok cömertçe komisyon
verme teklifleri geldi. Daha o zamanlar matbaalarda
dönüş(tür)me başladığından herkes matbaasını tez elden satmak istiyordu. Elektronik gelişim onları rekabet edemeyecek bir duruma sürükleyeceğinden eski
makinelerle donatılmış matbaaların ve bundan ötürü
birçok çalışanının işsiz kalacağını zaten biliyorlardı.
Sonunda söz konusu olabilecek iki matbaa buldum.
Beni hiç kimsenin tanımaması için o zamanlar dolambaçlı yollardan gizli-saklı dolanmak zorunda kaldım. Öyle ya hiçbir şekilde bana ait olmayan elimin
altındaki 20 milyonla sallaya sallaya dolanmak istemiyordum. Ama her şeyden önce bu, tüm grubumuzu
en büyük tehlikeye sokan aşırı derecede riskli bir maceraydı. Daha sonra Arnavutluk’a uçtum ve Arnavut
yoldaşlara bunun ne kadar mal olacağı, avantajları ve
dezavantajları vs. konusunda araştırdığım imkânlar
hakkında bilgi verdim. Henüz sözü bitirmeden feci
bir şok daha yaşadım. Bana, Enver yoldaşın bu fikri
varmış ve seni görevlendirmiş; iyi güzel de bununla
ilgili parti kararı nerde? denildi. Böyle bir karar yok;
o halde bu konu doğal olarak uygulanabilir değildir.
Sonuç: Masraflar dışında elde var sıfır. Kendime çok
kızdım ve aynı zamanda vicdanım epeyi rahatladı.
Yoldaşlar, Enver yoldaşın fikrinin bir parti kararı
haline getirilmemesinde haklıydı. Ne var ki mahcup
olan bendim.
Tanınma sorunu diğer bir problem idi. Bu konuda Arnavut ve Çinli yoldaşlar arasında farklı çizgiler vardı. Arnavut yoldaşlar, bağlantı kurduğumuz
ve Marksist-Leninist olarak değerlendirdiğimiz örgütlerle aramızda su sızmayacak bir şekilde sıkı fıkı
dost oluruz ve bundan başka hiç kimseyi tanımayız,
dediler. Çinli yoldaşlar ise bütünüyle başka bir hatta
sahiptiler. Onların çıkış noktası, kaçınılmaz olarak
çeşitli çevre ve grupların oluşacağı ve tüm hareket henüz çocukluk süreci içinde olduğu sürece bu gruplardan hiçbirine bir tekel konumu verilmemesi gerektiği
idi. Her iki pozisyonun da avantaj ve dezavantajları
vardı. Bir yanda gerçekte desteğe layık olmayan bazı
gruplar, sırf bağlantı kuran ilk grup olduklarından
AEP tarafından desteklendiler. Ve diğer tarafta ise
Çinli yoldaşlarda bizim durumumuzda bize çok za-
rar veren Jocha-Hronek grubu gibi ilkesiz kopmaları
pratikte destekleme ortaya çıktı.
Hem Arnavut hem de Çinli yoldaşlardan aldığımız
işe başlama yardımı hakkında şimdi bir şeyler söylenmelidir: Doğal olarak maddiyata ihtiyaç olduğu
ve bizim bir çırpıda gerekli miktarda ve kapsamda
böylesi bir maddiyatı bir araya getiremeyeceğimiz
açıktı. Burada sürekli bir donatmanın değil, sadece
işe başlamak için bir yardımın söz konusu olduğu da
açıktı. Oysa bu yardım başlangıçta planlanandan çok
daha uzun bir süre yapıldı ve bu yardım, lakin hiçbir
şekilde gerçekleşmeyen çok hızlı bir gelişme imkânı
yaratmak isteyen gerçekten çok cömertçe bir yardım
idi. Bizim somutumuzda da başlama yardımı hiç te
küçük çapta değildi. Üstüne üstlük devasa bir hata
her şeyden önce ben, yaptık. O zamanlar 16 kişilik
bir yönetim kadememiz vardı ve ben aldığım her kuruşun tamı tamına hesabını bu 16 kişiye verdim ve
biz bu 16 kişi eldeki parayla ne yapılacağına da hep
birlikte karar verirdik. Örneğin bunun bir kısmını
bir tarafa koymak reddedildi ve yapılan yardımın bir
kısmından feragat etme teklifi neredeyse bir saray
darbesi patlak vermesine sebep oluyordu. Benim aşırı
demokratizmimin feci etkisi oldu. Bu aşırı demokrasi zaten çok büyük olmayan üyelerimizin fedakârlığa
hazır oluşunu bütünüyle darmadağın etti. Aslında
Arnavutlar ve Çinlilerin bizi para derdinden kurtarmaları onların mutlak yükümlülüğüdür, şeklinde görüş bile ortaya atıldı.
Bizzat kendimizin topladıkları ile başlama yardımının tuttuğu miktar arasında kötü bir dengesizlik
vardı. Böylece kendi başına maddi imkân yaratmayı
ihmal etme, ama aynı zamanda cömertçe para harcama yönünde bir durum çıktı ortaya. O zamanlar
sahip olduğumuz gençlik örgütü “Funke” (Kızılcım
– ÇN) ile çıkan sorunda bu durum zirveye ulaştı.
Kurulduğunda bu teşkilatın bütçesi şöyleydi: 6.000
öS kendileri bir araya getirdiler ve 42.000 öS’i o zamanlar adı henüz MLÖ (Avusturya’nın Marksist-Leninistleri –ÇN) olan örgüt onlara verdi. Gelecek yılın
bütçesi için 10.000 öS’i bizzat kendilerinin bir araya
getireceklerini vaat ettiler. Ama örgütten 150.000.ÖS’ye ihtiyaçları vardı. Bu, bütünüyle maceraperest
bir öneri idi; çünkü bu kadar para kesinlikle yoktu
ve olsa bile bu şekilde kullanılmasına izin verilmezdi.
Her şeyi MLÖ’ye sokuşturan, ama gençlik karşısında
tasarruf ustası kesilen ben esas suçlu olarak açıklanırken gençlik örgütü ile MLÖ arasında kopuş böyle
gerçekleşti. Benim teslim ve kabul ettiklerimden çok
daha fazlasını aldığım ve daha büyükçe bir kısmını
kendi cebime attığım kuşkusu da dile getirildi. Daha
sonra bizim bayan kasadarımızın kayıtlarında tesadüfen bir detektif ofisinin bir faturasını keşfettim
ve benim nereye ne kadar para harcadığımı, hangi
mülklere sahip olup olmadığımı vs. ispiyonlamak
için bu ofisin görevlendirildiği ortaya çıktı.
Sonra Ekim 1966’da örgütümüz içinde bir tür saray darbesi biçiminde bir darbe teşebbüsü meydana
geldi. Yönetimin bir bölümü benimle beraber Çin’de
olduğu sırada benim yokluğum süresince beni temsil etmesi gereken Alfred Jocha, gençlik örgütünün
yöneticisi Helmut Hronek ile birlikte yanlarına Rudi
Wein adlı kişiyi alarak Çin
Ticaret Ataşeliğine bir ziyarette bulundular. Çinli yoldaşlara, kendisinin
bundan elde edilecek kârın
büyük bir bölümünü örgütün finanse edilmesi için
kullanacaklarından Çin’in
Avusturya ile ticaretinin
tümünü Rudi Wein üzerinden yapılmasını örgüt
adına önerdiler. O zamanlar Rudi Wein’ı henüz tanımamıştım. Daha sonra
Pretterebner adındaki bir
yazarın kitabından Rudi
Wein’ın sonraları 6 denizcinin hayatına mal olan
Lucona adlı gemiyle sigorta sahtekârlığına kalkışan,
SPÖ ( o zamanlar tek başına iktidar partisi olan
Avusturya Sosyal demokrat Partisi –ÇN) - önderlerinin sürekli misafir oldukları Dehmel –Pastanesi sahibi Udo Proksch’un elemanı olduğu ortaya çıktı. Ticaret Ataşeliğine ziyaret
ile aynı zamanda örgüt adresinin değiştirildiği ve benim pratik olarak görevden alındığımın açıklanacağı
KB’ın bir sayısını çıkarmaya çalışıldı.
Her iki çete girişimi başarısızlığa uğradı. Biri, Çin
Ticaret Ataşeliğinde bu durumun sahte olduğu derhal
anlaşıldığından. Aslında bizzat ben Çinli yoldaşlara,
bizi kanıt veya tanık göstererek bir ticaret yapmak isteğiyle size gelen herkesi defedin, çünkü böyle gelen
kişi bir dolandırıcıdır, demiştim. Böylece Pekin’e haber verildi ve orada ben, bizim evi ateş bastığını, en
hızlı bir şekilde eve dönmemiz ve düzeni sağlamamız
gerektiğini bana bildirmek için Merkez Komitesi’ne
çağrıldım. Aynı zamanda iyi bir kadın yoldaş KB’a
müdahale edileceği planlarından haber oldu ve çeşitli
yoldaşları, bunların içinde Arnavut yoldaşlar da olmak üzere haberdar etti. Benim “görevden alınma”m
böylece suya düştü. Doğal olarak Jocha ve Hronek ile
birkaç kişiyi ihraç etmek zorunda kaldık. Onlar sonra
“VRA” yı kurdular; ne yazık ki bir süre sonra bu karşı
örgüt, devrimci bir örgüt olarak Çinliler tarafından
tanındı. Bu ağır darbelere rağmen birkaç ay sonra
planlandığı gibi, yani Şubat 1967’de MLPÖ’yü kurduk. Durumun bunun için uygun olmadığı ve biraz
daha beklenmesi gerektiği
şeklinde bir görüş vardır.
Ben bu görüşte değilim.
Aslına bakılırsa durum kötü görünmüyordu. Avusturya’da birkaç
bin adet KB satıyorduk;
Almanya’da birkaç yüz
abonemiz vardı; Çin’e
Kızıl Bayrak’ın her sayısından 800 ile 2.000 adet
arasında (hatta rotasyon
baskılarında 5.000 adet)
yolladık; çünkü bütün Çin
üniversitelerinin Almanca
dili fakültelerinde stili çok
beğenilen Avusturya’dan
“Kızıl Bayrak” zorunlu
olarak okutuluyordu. Ama
ne yazık ki bu sayılar ve
olanaklar bizi biraz sarhoş
Enver Hoca
yaptı. Gücümüzü devasa
bir şekilde abartmaya başladık ve geriye itici darbeler olasılığını düşünmedik.
Ve böylece ne yazık ki en iyisi hiç bulaşmamamız gereken işlere giriştik. Bunlar içinde en berbatı rotasyon
baskısına, yani normal günlük gazete baskısına – geçiş idi. Ama buna sonra kısaca geri döneceğim.
Şimdi Arnavutluk EP ile aramızda çıkan bazı sorunlar üzerine kısaca: Biz, Avusturya’da biricik MLörgüt olarak tanınmış olmakla hatırlı bir konumdaydık. Arnavut yoldaşlar başka hiçbir örgütle, ne
KB (Komünistischer Bund – Komünist Birlik –ÇN)
ne de hele hele VRA ile hiçbir şekilde ilişki kurmadılar. Ama bu, AEP’nin bizden, bizzat kendilerinin
ilişkileri bulunduğu yurtdışındaki partiler, Örneğin
47
48
Almanya’da Aust’un KPD/ML, dışında hiçbir grup
ve parti ile ilişki kurmamamız, söz konusu partileri
biricik kardeş parti olarak tanımamızı beklemeleri ile
ilinti içindeydi. Her ne kadar KPD/ML ile birçok anlaşmazlıklarımız ve Aust ile kişisel temelde çelişkilerimiz olsa da, onlarla ilişkiler yarım yamalak yürüdü.
GdS (Gegen die Strömüng – Akıma Karşı –ÇN) ortaya çıktığında ve GdS’in KPD/ML ile karşılaştırılamaz
bir şekilde gerçekten Marksist-Leninist bir grup olduğu, onunla muhakkak ilişkiye geçmemiz gerektiği
görüşüne vardığımızda bu bir problem haline geldi.
Bu duruma Aust’un doğal olarak çok canı sıkıldı;
AEP’ne bizi ağır bir şekilde şikâyet etti ve Ramiz Alia
bizi derhal sert bir şekilde eleştirdi ve baskı altına almaya çalıştı. Hatta bizler uluslararası dayanışmayı
ayaklar altına alan huzursuzluk çıkartıcı ve bölücü
olarak adlandırıldık. Evet, o zamanlar ben gerçekten
itici güç olduğumdan bunun baş sorumluluğunu doğal olarak taşımak zorundaydım.
Önceleri Merkez Komitesi’nin sadece üçüncü sekreteri olan, ama uluslararası ilişkiler için yetkili olan
Ramiz Alia ile en başından itibaren anlaşamamamız
nedeniyle bu konu daha da keskinleşti. Biz, bu kişinin bir komünistten bütünüyle farklı, süslü-püslü bir
burjuva olduğu intibaını edindik. Ama bunu göründüğü kadarıyla Arnavutluk-EP’nde hiç kimsenin fark
etmemesi, kendi objektifliğimiz konusunda bizi kuşkuya düşürdü. Bu durumda bu antipatik değerlendirmemizin çok fazla açığa çıkmamasına çaba gösterdik.
Ne var ki çok uzun bir süre sonra bu Arnavut Kruşçof’unu olumsuz değerlendirmemizde ne kadar haklı
olduğumuz ortaya çıktı.
Ramiz Alia “kardeş örgütler”in temsilcilerini, bu
arada bizi de, MK yerine Mermer Sarayda kabul etmeyi tercih etti ve şunu memnuniyetle vurguladı:
Tüm bunlar bu zenginliklerin hepsi şimdi Arnavut
işçi sınıfına aittir. Ama bir işçi bu mermer saraya iki
kilometre bile yaklaşamazdı; çünkü MP (makineli
tüfek –ÇN)’li nöbetçiler daha eteğin başında bekliyor
ve kim yaklaşırsa, onu oradan def ediyordu. Durum,
ikinci sekreter olan Hüsnü Kapo yoldaş yaşadığı sürece bir derece çekilebilir haldeydi. Onunla açık açık
konuşulabiliyordu; o dinlemeyi biliyordu; sadece
harika bir yoldaş değil, aynı zamanda dostumuzdu.
Ne yazık ki ağır hastaydı (pankreas kanseri); işlevini
gittikçe daha az bir şekilde yerine getirebildi ve daha
sonra Paris’te öldü. Ramiz Alia onun yerine geçti ve
Enver Hoca’dan sonra en yüksek parti fonksiyoneri
oldu.
Üçüncü problem: AEP, bize göre aniden ve hiç beklenmedik bir şekilde, o zamanlar aramızda en büyük
olan Belçika ML-Partisinin yöneticisi Jacques Grippa
ile ilişkilerini kesti. Ramiz Alia beni bir ziyaret için
davet etti; bana Grippa ile tüm ilişkilerin tamamen
koparıldığını bildirdi ve bizden de bunu beklediğini açıkladı. Bu kopmanın nedenleri üzerine hiçbir
bilgi vermedi; bilakis zaten ne yaptığını bilmesek
bile, AEP’e güvenmemizi talep etti. Grippa’nın kendi önderliğinde yeni bir “Enternasyonal” kurmaya
çalışmasının en azından bir sebep olduğunu zannediyorum. Örneğin O bir keresinde benim Brüksel’e
gelmemi neredeyse emretmiş ve ben bu yazısının stili
çekilmez olduğundan böyle bir seyahat için zamanımın olmadığı yanıtını vermiştim. Oysa her ne kadar
Grippa ile ilişkileri kesme gerekli ve doğru olsa da,
bunun gerekçeleri üzerine tam bir şekilde bilgilendirilmemiz gerekliydi. Bizlerden nedenleri bildirilmeksizin böylesine ağır kararlar talep edilmesi olmaz bir
işti. İşler sadece güven temelinde yürümemeli. Bizler
hiç te emir kulları değiliz.
Daha sonra ne yazık ki işler daha da kötüleşti. Hüsnü Kapo’dan başka özel olarak bizim, bizzat kişi olarak benim savunma bakanı olan Bekir Baluku yoldaş
ve AEP’in merkezi organı “Zeri i Popullit”in şef redaktörü Daşnor Mamaçi yoldaş ile neredeyse dostça
ilişkilerimiz vardı. Hemen hemen her Arnavutluk
ziyaretimde onlarla buluştum ve benim çok şeyler
öğrenebildiğim uzun görüşmeler yaptım. Günün
birinde Bekir Baluku’yu ziyaret etmek istedik; ama
bize, onun artık olmadığı bildirildi; en iyisi bu konuda soru sormamamız istendi, onun kötü bir unsur
olduğu ve öldüğü söylendi. O ne de olsa siyasi büro
üyesi ve savunma bakanı idi. Bir süre sonra Daşnor
Mamaçi yoldaş ta ortadan kayboldu. Neler olup bittiğini sorduk. Bunun yanıtı, bunu böyle kabul etmek
zorunda olduğumuz idi. Neler olup bittiğini Enver
Hoca yoldaşa sorduk; bu konuda açıklığa kavuşturulmamızı rica ettik; oysa O sadece şunu söyledi: Bizde
düşman sadece kulaklarının ucunu bile gösterse, kafası koparılır. Tüm açıklama sadece buydu. Bu duruma çok üzüldük ve daha o zamanlar daha kötüsünden endişe duyduk; ama bu kabul edilemez durum
hakkında önce sadece küçük bir grup içinde tartıştık
ve KB’ta bununla ilgili olarak bütünüyle sustuk. Ancak Mehmet Şehu da birden bire kaybolduğunda o
zaman kamuoyu önünde eleştirmeye başladık; ama o
zamanlar AEP ile ilişkiler zaten bitmişti.
Gerek Arnavutluk gerekse Çin’deki eleştiriye yak-
laşım konusunda kısaca. Hüsnü Kapo ile serbestçe
tartışılabilirdi. Birçok yanlış üzerine dikkat çektik ve
O asla nezaketsiz davranmadı veya bize içerlemedi.
Bir keresinde eşimle birlikte onunla Tiran’ı yürüyerek dolaştık ve ona, “Herhangi bir yabancı elçilikte
bir yakını bulunan her bir insanı sana gösterebilirim” dedim. Bu özellikle kadınlarda çok açık-seçik
idi. Bu onların giysilerinde derhal görünüyordu ve
onların evlerine gidersen, orada normal bir Arnavut
işçisinin sahip olmadığı her şeyin bulunduğunu fark
edebiliyordun. Hüsnü Kapo bunu çok ciddiye aldı;
bazı önlemler alındı ve bu durum belli bir süre için
de iyileşti. Ramiz Alia ile böylesi şeyler üzerine açıkça konuşulamazdı; O derhal senin yüzüne çemkirir,
seni azarlardı.
Bir keresinde, otomobil ile bir köyden geçtiğimizi
ve yanda duran sakinlere baştan ayağa çamur sıçrattığımızı, onların arkamızdan bizi yumruklarıyla tehdit ettiklerini ona şikâyet ettim. Alia hemen darıldı;
böylesi bir olayın katiyen mümkün olmadığını; evet,
böyle bir anlatımın Arnavut halkına bir hakaret olduğunu söyledi.
Bir kez 30 kişiyi Arnavutluk’ta ücretsiz tatil yapmaya yollamamız bize önerildi. Ve biz, böylesi bir davetin uygun olmadığını, bunun ahlâk bozucu olduğunu
belirttik. İki haftalık bedava Adriya tatiline yollanmayı bekleyen kimsemizin olmadığını, böyle insanlarla ilişkimiz olmasını da istemediğimizi belirttik.
Ramiz Alia kızgınlıkla şu yanıtı verdi: Parti sizden
30 kişinin davet edilmesi kararını aldı ve eğer siz bu
daveti çöp tenekesine atmak istiyorsanız, bu halde
bunun sonuçlarının sorumluluğunu taşırsınız.
Çin’de de ne yazık ki bu durum çok farklı değildi.
Bir kez yardımcım Horn yoldaş ve ben Çinli yoldaşlara, enternasyonalist yardımın daha amacına uygun
bir biçimde nasıl şekillenebileceği konusunda görüşümüzü bildirmek çabasında bulunduk. Belki önerilerimiz mümkün olduğu kadar iyi değildi; oysa Çinli
temsilci buna nasıl tepki gösterdi? O bizi, Çin KP’ne,
onun enternasyonalist yardımının düzgün olmadığı
suçlamasını getirdiğimiz, bunun partiye bir saldırı ve
hakaret olduğu ile suçladı. Sonra masada duran bir
gazeteden iki parça yırtarak bu iki kâğıt parçasını
önümüze koyarak, oraya isimlerinizi yazın, ben sizin gerçekten kim olduğunuzu denetleyeceğim dedi.
Bunu bir kardeş partinin iki yöneticisine, sorumlu
yoldaşlara söylüyor.
Bundan çıkan sonuç kendini ister istemez dayatıyor: En iyisi eleştirme, yoksa düşman olarak görülür-
sün. Tabii bu tür olaylar sıkça olmadı, bilakis istisna
idiler. Ama yine de gerçekleşmemesi gerekirdi, hem
de bir dizi olay olarak. Çoğu kez insan, bir yanda
yoldaştan yoldaşa açıkça konuşulabilen ama aynı zamanda böylesi bir şeyin hiçbir şekilde mümkün olmadığı iki ayrı türden parti önderlerinin bulunduğu
hissine kapılıyordu. Ve bu iki “tür” arasındaki denge
yıldan yıla kötüleşti.
Rotasyon baskısı macerası üzerinde de kısaca
durmalıyım. Coşkulu olduğumuz o zamanlar Kızıl
Bayrak’ı, 25.000 adedin yaklaşık bir saat içinde makineyle basılıp, katlanıp ve büküldüğü, lokomotif
büyüklüğündeki bir matbaa makinesinde bir günlük
gazete gibi bastırmaya karar verdik. Sadece dizgi korkunç derecede pahalı, ama miktarın göreceli olarak
az rol oynadığından böylesi yüksek bir tirajda basmaya karar verdik. Tüm 25.000 adedi doğal olarak
satamayacağımızdan, binlercesini işletmeler önünde
reklam-sayısı olarak dağıttık. Gerçekten de bir dizi
abone kazandık ama yine de gerekli olan sayı kadar
fazla değil. 6.000-8.000 sürekli alıcıya gereksinimimizin olduğunu, bu durumda gazetenin kendisini
finanse edeceğini hesaplamıştık. Oysa sadece bir kez
5.000 adet abone olan veya tek tek satılan gazete sayısı
miktarı yakınına geldik. Diğer sayılarda 3-4.000 civarında bir rakam etrafında hareket ediyorduk. Ama
pes etmedik. Böylece ne yazık ki bizim uzun yıllarca
başımızı ağrıtan bir borç dağı oluştu – ve bu üstüne
üstlük uluslararası bağlarımızın gittikçe daha da kötüleştiği ve kesildiği, aynı zamanda daha zaten bize
geldiklerinde göreceli olarak yaşlı olan, bu arada yaşamlarının sonuna gelen önemli parti kadrosunun
ardı ardına öldüğü bir durumda oldu.
Tüm bunların devamını kadın ve erkek yoldaşlar
“Kızıl Bayrak”ın 257. Sayısında “30 yıl MLPÖ” başlığında bulabilirsiniz.
Not: Burada çevirerek yayınladığımız belge, AMLP
Sekreteri F. Strobl’un Hatıralarının II. Bölümü olarak
KB’ın 300. sayısında yayımlanması planlanmış olan ve
şimdiye dek yalnızca AMLP içi ve dar çevresinde yayınlanmış olan bir belgedir. Planlanan 300. sayı henüz
basılmamıştır. Buna rağmen, F. Strobl yazının henüz
bir iç belge olan bu haliyle de çevrilip yayınlanmasında
bir sorun görmediğini bildirmiştir.
Yazı esas olarak yurtdışındaki Türkiye/Kuzey
Kürdistan’lı Bolşeviklerin yaptığı bir eğitim kampında
F. Strobl’un yaptığı bir konuşmanın banttan çözümüdür. ✓
49
✒
serbest kürsü
CEMAAT / MİLLİ GÖRÜŞ SAVAŞI MI,
YOKSA CEMAAT / AKP SAVAŞI MI?
YDİ-Çağrı dergisinin sayı 166 ve 167 sayılarında ve YİD’in Ocak 2014 sayısında
hükümet ile cemaat tayfasının arasında çıkan çatışma irdelenmeye çalışılıyor.
Yalnız bu çatışma irdelenirken bir şeye dikkat edilmiyor. Bir kavram kargaşası
var. Bu kavram kargaşası ise şöyle: AKP’yi Milli Görüşçüler olarak tanımlıyor, bu
tanımlama yanlış bir tanımlamadır.
50
Önce bu kavga AKP ile Cemaat-Nurcular (ya
da Işıkçılar olarak ta söyleniyor) arasında çıkıyor.
AKP’ni ise Milli Görüşçüler olarak veriyor. Milli Görüşçüler ise başka kişilerdir. Milli Görüşçüler Necmettin Erbakan’cılardır. Şu an Saadet Partisi dediğimiz ve bunun da genel başkanı Mustafa Kamalak’tır.
Recep T. Erdoğan ve AKP’lilerin bir bölümü de
Milli Görüş teşkilatı içerisinden gelme kişilerdir.
Milli Görüşten gelme olmaları onların hâlâ Milli Görüşçü olduğunu illa da beraberinde getirmez.
Ayrıca hükümetin Başbakanı Milli görüş gömleğini
çıkarttıklarını söylüyor. Biz bu zamana kadar karşıdaki insanların somut durumu neyse, kendilerini
nasıl adlandırıyorsa ona göre düşüncemizi söyledik.
Bundan fazlasını söylemedik ve söylemler konusunda da oldukça dikkatli davrandık ve davranıyorduk.
Hükümeti oluşturan RTE’nin mutlak önderliğindeki
parti AKP ise ve çatışma AKP ile Cemaat-Nurcular
(kendilerine Hizmet Hareketi de diyorlar) arasında
çıkmışsa, biz de buna AKP ve Gülen-Cemaat arasında çıktığını söylemeliyiz.
AKP’nin geçmişte nerden geldiğine göre söylem
kullanmayız; andaki somut durumun adını doğru
koyarız. Milli Görüş dediğimizde de yukarıda söyledim başkaları anlaşılıyor.
AKP 2002 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıktı. AKP hükümeti 2002’den beri Türkiye’de
hükümette. Bu zamana kadar aralarında çıkan sorunları bir şekilde kendileri iç sorun olarak görüp ve
bir şekli ile de çözmeye çalışıyorlardı. Kol kırılır yen
içinde kalır mantığı hâkimdi. Çıkan sorunlarda bu
zamana kadar da aralarında uzlaşmaz çelişki olarak
ta durmuyordu. Öyle ya koalisyonun temelleri tarikat grupları arasında sağlam atılmıştı.
Birden bire ve manevra yapılarak dershaneler gün-
deme neden geldiği de sorulmuyor. Neden aralarında bu çatışma çıktığını irdelerken sadece dershaneler
konusunda çatışma alevlendiği söyleniyor. AKP ile
Gülen-Cemaati arasındaki sorun sadece dershaneler
sorunu değildir. Esasta aralarında başka sorunlar da
vardır.
Yukarda anlatmaya çalıştığım bana göre kavram
karışıklığını / olguyu yansıtmayan tanımlamayı görüşüme göre gözden geçirmekte fayda var. En azından bu konuda biraz daha kafa yorulsa daha iyi, doğru olur diye düşünüyorum.
Nedir bu sorun?
17 Aralık operasyonu ile birlikte AKP ve Gülen-Cemaati arasında ipler gerildi. Dershanelerin kapanmasına karşı yapılan bir operasyon olduğu söylenmeye
çalışıldı. Kamuoyunda dershanelere karşı olarak bilinen bu kavganın esasta iç yüzü ortaya pek çıkarılmadı.
Dünyanın jandarması ABD bu durumdan oldukça rahatsızdı. ABD, İran’la Türkiye arasında yapılan
ekonomik ilişkilerden de rahatsızdı. Türkiye’nin andaki hükümeti İran’ın uranyumun zenginleştirme
programı konusunda da devreye girmiş ve İran’a
uranyumu Türkiye’den peyderpey gönderiyordu. En
son da İran’ın petrol-enerji paraları İran’a altın olarak
gidiyordu. ABD bunlara göz yumamazdı tabii.
Pensilvanya’daki CİA’nın tescilli adamı olan cemaatin lideri F. Gülen aracılığı ile R.T. Erdoğan hükümetinin kulağını çekmeye karar verdi.
Açığa çıkan MİT raporuna göre Rıza Zarraf hakkında ABD pek de olumlu düşünmüyordu. “İran’a
yönelik ekonomik ambargoya rağmen İran’ın / İranlı
şahısların para transferleri gerçekleştirmesi bağlamında, R. Zarraf’ın yakın gelecekte ABD tarafından
yasaklı kişiler listesine dâhil edilebileceği,’’ söylen-
Not: Okurumuzun eleştiri yazısına gelecek sayımızda tavır takınacağız. YDİ Çağrı ✓
serbest kürsü
spekülasyon yapılıyordu. Bu spekülasyondan oldukça
kazançlı çıkmaya başladılar. Çünkü dövizin durumunu Merkez Bankası belirliyordu. Ne zaman aşağı
ineceğini, ne zaman çıkacağını onlar belirliyordu ve
şu anda da Merkez Bankası’nın müdahalesi aynen devam ediyor.
Rıza Zarraf bakanlarla olan ticari ilişkisi sayesinde
kardeşi Muhammed Zarraf Türk vatandaşı yapmak
istemektedir. Deşifre olan MİT raporundan size alıntı buyurun hep birlikte okuyalım.
Vatandaşlık Bakanlar Kurulu’nda onaylanacak
“R.Zarraf kardeşi Mohammed Zarraf’ın da T.C vatandaşlığı alabilmesi için girişimlerde bulunmuş olup
bu kapsamda 12.4.2013’de İçişleri Bakanı Muammer
Güler ile görüşmüştür. Görüşme neticesinde Bakan
Güler’den olumlu yanıt alan R.Zarraf, 13.4.2013’de
kardeşi M. Zarraf ile yaptığı görüşmede Bakan
Güler’in oğlu Barış Güler’in 13.4.2013 saat 11.00’de
yanına geleceğini ve başvuru kâğıtlarını vereceğini,
kararın ilk Bakanlar Kurulundan çıkacağını, Barış
Güler’e kendisinin (M.Zarraf) danışmanı sıfatıyla 2
yıl boyunca 15.000 ABD Doları vereceğini ifade etmiştir.” (Bütün alıntılar Bugün gazetesi 06.01.2014
tarihlidir)
Bu kavga burada bitmeyecek. Kamuoyunda kendilerini haklı çıkarmak için her yolu deneyeceklerdir.
Karşılıklı seks kasetleri şantajları, telefon dinlemeden elde edilen bilgilerden tutunda aklınızın alamayacağı şantajlar yapılacaktır. Bunlarda hedefe varmak
için her yol mubah. AKP ve Gülen-cemaati bunlar
birbirlerinin kirli çamaşırlarını karşılıklı olarak ortaya serecektir. Bu zamana kadar birlikte ne kadar
karanlık ve hukuk dışı işler yaptılarsa muhtemelen
ortaya çıkacaktır.
Hırsızlık, gayri meşru kazanç, spekülatif sermeye
oluşumu bu kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu sömürü sistemi sürdüğü sürece hırsızın biri gidecek diğer hırsız gelecek. Bu gibi hırsızların gelmemesi için bataklığı kurutacağız. Bataklık-kapitalizm
yıkılmadığı, ortadan kalkmadığı sürece emekçiler,
işçiler ve köylüler gerçekten sömürü düzeninden kurtulamayacaktır.
Hırsızların, soyguncuların iktidarına son vermek
için ileri!
07. 02. 2014 Avusturya’dan YDİ Çağrı Okuru
✒
mektedir. Bu kişi de Türkiye hükümeti tarafından
kollanıyordu.
R.T. Erdoğan hükümeti ve bakanları ile R. Zarraf
nasıl bir ticaret içine girdiğini irdelemeye çalışalım.
Gana’dan Dubai’ye gidecek olan altınlar neden
Türkiye üzerinden gönderilmeye çalışıyor. Bu uçakta
tam olarak 1.500 kg altın var. Altın taşıyan uçak 01-18
Ocak 2013 arasında İstanbul Atatürk Havalimanı’nda
alıkonuluyor. Uçağın sahibi ve aynı zamanda altınların da sahibi olan Rıza Zarraf (Reza Zerrab), uçağa
ve altınlara el konulmasından ötürü hemen ekonomiden sorumlu devlet bakanı Zafer Çağlayan’ı devreye
sokuyor. Uçak ile ilgili olarak Ekonomi Bakanı Zafer
Çağlayan ile konuştuğunu ve malın geldiğini, alamadıklarını, geri de gönderilmediğini, mağdur olduklarını ve gümrükteki görevlilerin rüşvet istendiğini
belirtiyor.
Yaklaşık bir yıl önce Rıza Zarraf (Reza Zarrab) denilen kişinin 1.500 kg altınlarına gümrükte el konuldu.
Alıkoyan kişilerse Cemaatçilerin polis teşkilatı
içerisindeki F-tipi örgütlenme dediğimiz polislerdi.
Tabii bu alıkoyma işi kamuoyuna fazla yansımadı,
yansıttırmadılar.
Tabii Rıza Zarraf (Reza Zarrab) ekonomiden sorumlu devlet bakanı Zafer Çağlayan’la temasa geçerek sorunu çözüyor. Bakanın yapmış olduğu bu iyilik
karşılıksız kalmamalıydı. ‘’Hayırsever’’ iş adamlarıolduklarından, yarın bir gün bu dalavereler ortaya
çıkarsa, ilk işleri sevaba girmek için Rıza Zarraf eşi
Ebru Gündeş Zarraf ve ekonomiden sorumlu bakan Z.Çağlayan ile birlikte, özel uçağı ile 22-23 Mart
2013’te Umre’ye gidip geldiklerini söyleyerek kamuoyunun vicdanını rahatlatacaklar, tabii yerseniz.
Ekonomi Bakanı Çağlayan’ın oğlunun 12.4.2013’te
Ankara’da yapılan düğününde Rıza Zarraf’ın eşi
Ebru Gündeş’in sahne aldığı hususları tespit ediliyor
ve bunlar günlük basında yayınlandı.
Bilindiği gibi İran’a karşı uluslararası bir ambargo
var. Bu ambargo olmasına rağmen bir dizi emperyalist devletler İran’la ekonomik ilişkilerini sürdürüyor
ve sürdürmektedir. Kavganın iç yüzü İran’ın petrol
parası İran’a altın olarak veriliyordu. 2014 Ocak ayında Türkiye 14 milyar dolarlık altın ihraç etti. Türkiye
de önemli ölçüde altın ihracı yapıyordu ve yapmak
zorundaydı, çünkü İran’a dolar değil altın olarak
ödeme yapılıyordu. Dolayısıyla kendi altın rezervi
yetmiyordu. Bu altınlar önce Türkiye piyasasında pazara sürülüyordu. Pazarda altın ve dolar üzerinden
51
NEWROZ PÎROZ BE!
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ
İÇİN
TEK YOL DEVRİM !

Benzer belgeler