İklim değişikliğini anlamak
Transkript
İklim değişikliğini anlamak
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİ ANLAMAK: YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ÇERÇEVE SÖZLEŞMESİ VE KYOTO PROTOKOLÜ Daha fazla bilgi için: United Nations Environment Programme Information Unit for Conventions International Environment House, Geneva 1219 Chatelaine Switzerland Tel: +41 22 917 82 44 / 8196 Fax: +41 22 797 34 64 [email protected], www.unep.ch/conventions/ Climate Change Secretariat Haus Carstenjan PO Box 260124 D-53153 Bonn, Germany [email protected], www.unfccc.int İngilizce basım Fransa’da gerçekleştirilmiştir. GE.02-01877/E-Eylül 2002 Türkçe basım Çevre ve Orman Bakanlığı ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ortak projesi olan Ulusal Çevre ve Kalkınma Programı’nın eşgüdümünde ve İklim Değişikliği Sekreteryası’ndan (UNFCCC) sağlanan teknik destekle gerçekleştirilmiştir. Ağustos 2004. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ve İklim Değişikliği Sekretaryası (UNFCCC) tarafından yayınlanmıştır. 2002 yılı Temmuz ayında revize edilmiştir. Bu kitapçık kamuoyu bilgilendirilmesi amacıyla hazırlanmıştır ve resmi bir belge değildir. Uygun olması halinde yeniden basım veya içeriğinin çevirilmesine izin verilebilir. Daha fazla bilgi için; Box 260124, D-53513, Bonn Almanya veya [email protected] adresinde bulunan İklim Değişikliği Sekretaryası ya da International Environment House (Geneva), 1219 Chatelaine İsviçre veya [email protected] adresinde yer alan UNEP Sözleşmeler için Bilgi Birimi (UNEP/IUC) ile görüşülebilir. Bu kitapçığın Türkçe yayını kapsamında çeviri, editörlük, dizgi ve basım işleri, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ortak projesi olan Ulusal Çevre ve Kalkınma Programı’nın eşgüdümünde ve İklim Değişikliği Sekreteryası’ndan (UNFCCC) sağlanan teknik destekle gerçekleştirilmiştir. Türkçe basımı 2004 yılı Ağustos ayında tamamlanmıştır. İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİ ANLAMAK: YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ÇERÇEVE SÖZLEŞMESİ VE KYOTO PROTOKOLÜ 1 SERA ETKİSİ NEDİR? Uzun dönemde, yeryüzünün, güneşten aldığı enerji kadar bir enerjiyi uzaya vermesi gerekir. Güneş enerjisi yeryüzüne kısa dalga boyu radyasyon olarak ulaşır. Gelen radyasyonun bir bölümü, yeryüzünün yüzeyi ve atmosfer tarafından geri yansıtılır. Ama bunun büyük bölümü, atmosferden geçerek yeryüzünü ısıtır. Yeryüzü bu enerjiden, uzun dalga boyu, kızılötesi radyasyonla kurtulur (başka bir deyişle onu uzaya geri gönderir). Gezegenimizin yüzeyi tarafından yukarıya salınan kızılötesi radyasyonun büyük bölümü atmosferdeki su buharı, karbondioksit ve doğal olarak oluşan diğer “sera gazları” tarafından emilir. Bu gazlar enerjinin, yeryüzünden geldiği gibi doğrudan uzaya geçmesini engeller. Birbiriyle etkileşimli birçok süreç (radyasyon, hava akımları, buharlaşma, bulut oluşumu ve yağmur dahil) enerjiyi atmosferin daha üst tabakalarına taşır ve enerji oradan uzaya aktarılır. Bu daha yavaş ve dolaylı süreç bizim için bir şanstır; çünkü yeryüzünün yüzeyi enerjiyi uzaya hiç engelsiz gönderebilseydi, o zaman yeryüzü soğuk ve yaşamsız bir yer, Mars gibi çıplak ve ıssız bir gezegen olurdu. Sera gazı emisyonları, atmosferin kızılötesi enerji emme kapasitesini arttırarak, iklimin gelen ve giden enerji arasında tutturduğu dengeyi bozmaktadır. Eğer bütün etmenlerin aynı kaldığını varsayarsak, uzun ömürlü sera gazları birikiminin iki katına çıkması (ki bunun 21. yüzyıl başlarında gerçekleşeceği tahmin edilmektedir), gezegenimizin uzaya enerji aktarımını yaklaşık yüzde 2 azaltacaktır. Enerji öyle basitçe birikemez. İklim şöyle ya da böyle fazla enerjiden kurtulmasını sağlayacak kimi değişikliklere uğrayacaktır. Yüzde 2 küçük bir oran gibi görünse bile, yeryüzünün tümü ele alındığında bu durum, her dakika yaklaşık 3 milyon ton petrolün içerdiği enerjinin bir yerde tutulmasına denktir. Biliminsanları, iklim sistemini kontrol eden enerji “motorunu” değiştirmekte olduğumuza işaret etmektedir. Şokun hafifletilebilmesi için bir şeylerin değişmesi gerekmektedir. BİRİNCİ ADIM: SÖZLEŞME Dev bir asteroit dünyaya çarpabilir! Başka bir şey olabilir! Küresel sıcaklık artabilir! Uyanın! Son birkaç onyıl insanlığın çevreyle ilgili olarak şapkasını önüne koyup düşündüğü bir dönem olmuştur. Gezegenimize neler yapmaktayız? Sanayi Devriminin insanlıkla doğa arasındaki ilişkiyi kalıcı biçimde değiştirdiğini giderek daha iyi anlıyoruz. 21. yüzyıl ortalarında ya da sonunda, insan etkinliklerinin, yeryüzünde yaşamın ortaya çıkmasını sağlayan temel koşulları değiştirmiş olacağı konusunda ciddi kaygılar vardır. 1992 tarihli Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi son dönemde gerçekleştirilen ve dünya ülkelerinin ortadaki sorunla baş etmek için biraraya geldikleri bir dizi düzenlemeden biridir. Diğer anlaşmalar ise, okyanuslardaki kirlenme, kurak alanların bozulması, ozon tabakasının tahribi ve hayvan-bitki türlerinin hızla tükenmesi gibi sorunlarla ilgilenmektedir. İklim Değişikliği Sözleşmesi ise, özellikle rahatsız edici bir konu üzerinde durmaktadır: İnsanlar, güneşten gelen enerjinin gezegenimizin atmosferiyle etkileşimini ve buradan kaçışını sağlayan süreçleri değiştirmektedir. Bunu yaparken, küresel iklimi değiştirme riskini de yaratmış oluyoruz. Beklenen sonuçlar arasında, dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığının artması ve tüm dünyadaki iklim örüntülerinde meydana gelecek kaymalar da yer almaktadır. Bunlara bir de öngörülemeyen sonuçları ekleyin. Özetle, yüz yüze gelmemiz gereken kimi sorunlarımız var. 3 1. SORUN: BÜYÜK SORUN Biliminsanları, iklimin önümüzdeki onyıllarda daha hızlı ve köklü biçimde değişmesi riskini önemsiyorlar. Bunun altından kalkabilir miyiz? Bundan yaklaşık 65 milyon yıl önce gezegenimize dev bir asteroit çarpmıştı. Biliminsanlarının tahminlerine göre bu çarpışma sonucunda atmosfere o kadar fazla toz saçılmıştı ki dünya üç yıl karanlıkta kalmıştı. Güneş ışığı dünyaya pek az ulaşabiliyordu ve bu yüzden bitkiler gelişemiyordu. Sıcaklıklar azaldı, besin zinciri çöktü ve dünyaya gelip geçmiş en irileri dahil birçok türün sonu geldi. Bu, en azından, dinozorların neden ortadan kalktığını açıklayan ve genellikle kabul gören kuramdır. Aslında asteroitin çarpmasına fiilen maruz kalmayanlar bile bunun bedelini ödemişlerdi. Dinozorların başına gelen, dramatik de olsa, iklimdeki değişikliklerin bir türü nasıl yaratabileceğine ya da yok edebileceğine verilebilecek örneklerden yalnızca biridir. Bir başka kurama göre ise, bundan 10 milyon yıl kadar önceki kuraklığı, daha sonra, bundan 3 milyon yıl kadar önce, dünya sıcaklığında keskin bir düşüş izlemiş ve insanların evrimi de bu sırada meydana gelmiştir. Afrika’daki 4 Büyük Rift Vadisi’nin maymuna benzeyen ileri aşama primatları ağaçlara sığınmaktaydılar. Ne var ki, bu uzun döneme yayılan iklim değişimi sonucunda ağaçların yerini otlar almıştır. “Maymunlar” artık alışageldiklerinden çok daha soğuk ve kuru, ağaçsız bir ovada yaşıyorlar ve böylece diğer hayvanlar için daha kolay av haline geliyorlardı. Tür olarak yok olma, gerçek bir olasılıktı. Primatlar bu olasılığa iki evrimsel sıçramayla tepki vermişe benziyorlar: Önce, dik olarak, boşta kalan elleriyle yiyecek ya da çocuk taşıyıp uzun mesafe yürüyebilen; sonra da beyinleri çok daha büyümüş, alet kullanabilen, hem et hem ot yiyebilen yaratıklar haline geldiler. İkinci sıçramanın ürünü olan bu büyük beyinli yaratık genellikle ilk insan olarak kabul edilmektedir. İklimdeki değişiklikler o zamanlardan bu yana insanların kaderini belirlemektedir. İnsanlar da bu değişikliklere kendilerini uyarlayarak, göç ederek ve zekaca gelişerek yanıt vermişlerdir. Buz çağının son dönemlerinde deniz seviyeleri alçaldı, böylece insanlar kıtaları birbirine bağlayan kara şeritlerini kullanarak Asya’dan Amerika kıtasına ve Pasifik Adalarına geçebildiler. Bunu daha pek çok göç, yenilik ve felaket izledi. Bunlardan bir bölümü iklimdeki görece küçük dalgalanmalara bağlanabilir. Örneğin, sıcaklıklarda birkaç onyıl ya da yüzyıl sürebilen sınırlı azalmalar ve artışlar ya da uzun süren kuraklıklar gibi. Bunlardan en bilineni, Orta Çağların başında Avrupa’yı etkileyen “Küçük Buz Çağı”dır. Bu dönem kıtlıklar ve ayaklanmalarla geçmiş, kuzeydeki İzlanda ve Grönland kolonileri buralardan geri çekilmek zorunda kalmışlardır. İnsanlar yüzyıllar boyu iklimdeki değişikliklerin getirdiği sonuçlara katlanmış, böyle büyük çaptaki değişikliklere müdahale de edemeyeceklerinden akıllarını kullanmışlardır. Bugüne kadar. ilginç olan nokta ise; insan türü olarak o kadar başarılı olduk ki, sonunda kendimizi de köşeye kıstırdık. Örneğin sayıca o kadar arttık ki, iklimdeki önemli bir değişiklik bunu gerektirse bile göç edecek yerimiz kalmadı. Üstelik, gelişmiş beyinlerimizin ürünleri –sanayimiz, ulaşımımız ve diğer etkinliklerimiz- daha önce hiç rastlanmadık bir olguyla sonuçlandı. Görüldüğü kadarıyla daha önce küresel iklim insanları değiştirmekteydi. Artık insanlar küresel iklimi değiştirmektedirler. Sonuçlar henüz tam olarak belirginleşmemiştir; ancak, bugün yapılan tahminler doğru çıkarsa, gelecek yüzyılda ortaya çıkacak iklim değişiklikleri, uygarlığın ilk doğuşundan bu yana gerçekleşenleri aşan boyutlara ulaşacaktır. Bugüne dek en önemli değişme yeryüzünün atmosferinde meydana gelmiştir. Dinozorların sonunu getiren dev asteroit havaya büyük toz bulutlarının 5 yayılmasına yol açmıştı. Bugün yol açtığımız ise, belki biraz daha güç kavranır, ama etki açısından bununla eşit ağırlıkta bir süreçtir. Değiştirdiğimiz ve değiştirmeye bugün de devam ettiğimiz, atmosferi oluşturan gazların dengesidir. Bu konu, karbondioksit (CO2), metan (CH4) ve diazotmonoksit (N2O) gibi temel “sera gazları” için daha da geçerlidir. (Su buharı en önemli sera gazıdır; ancak insan etkinlikleri bunu doğrudan etkilememektedir). Doğal olarak oluşan bu gazlar, büyük bölümünü oksijenin (yüzde 21) ve azotun (yüzde 78) oluşturduğu toplam atmosferin yüzde birinin onda birinden daha azını meydana getirmektedir. Ancak sera gazları yeryüzünü saran bir battaniye işlevini gördükleri için önemlidirler. O kadar ki, bu doğal battaniyenin olmaması durumunda yeryüzü bugün olduğundan yaklaşık 30°C daha soğuk olurdu. Ortadaki sorun, insan etkinliklerinin bu battaniyeyi “kalınlaştırmasıdır.” Örneğin yakıt olarak kömür, petrol ve doğal gaz kullandığımızda havaya çok büyük miktarlarda karbondioksit karışır. Ormanları tahrip ettiğimizde ağaçlarda depolanan karbon atmosfere kaçar. Diğer temel etkinlikler, örneğin hayvancılık ve pirinç tarımı, metan, diazotmonoksit ve diğer sera gazlarının emisyonlarıyla sonuçlanır. Emisyonların bugünkü hızıyla devam etmesi halinde, atmosferdeki karbondioksit birikimlerinin, 21. yüzyılda, sanayi devrimi öncesi dönemdekinin iki katına çıkacağı kesindir. Sera gazı emisyonlarını azaltacak önlemlerin alınmaması halinde bu düzeylerin 2100 yılında üç katına çıkması mümkündür. Bilim çevreleri, bunun en doğrudan sonucunun önümüzdeki 100 yıl içinde meydana gelecek 1 ila 3.5°C arasında “küresel ısınma” olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Başka bir deyişle bu artış, 1850’den ya da sanayi öncesinden bu yana meydana gelen ve kısmen daha önceki sera gazı emisyonlarıyla açıklanabilecek olan yaklaşık yarım santigratlık artışa ek bir artış olacaktır. Küresel iklim son derece karmaşık bir sistem olduğundan bu değişmenin bizi nasıl etkileyeceğini tam olarak kestirmek güçtür. Bu karmaşık sistem içinde belli başlı öğelerden biri –örneğin ortalama küresel sıcaklık- değişirse, bunun dallar halinde yayılan sonuçları olacaktır. Belirsiz sonuçlar, belirsiz sonuçların üzerine yığılacaktır. Sözgelimi, yüzlerce ya da binlerce yıl hüküm süren ve milyonlarca insanın bel bağladığı rüzgar ve yağış örüntüleri değişebilecektir. Denizler kabarıp adaları ve alçak kıyı şeritlerini tehdit edebilecektir. Giderek kalabalıklaşan ve basınç altına giren bir dünyada – zaten yeterince sorunu olan bir dünyada- bu ek baskılar doğrudan doğruya artan kıtlıklara ve diğer felaketlere yol açabilir. Biliminsanları sera gazı emisyonlarının etkilerini daha net biçimde kavramak için çaba gösterirlerken, ülkeler de soruna çare bulmak için bir araya gelmişlerdir. 6 SÖZLEŞME NASIL YANIT VERMEKTEDİR? • Sözleşme, ortada bir sorun olduğunu kabul etmektedir. Bu, başlı başına önemli bir adımdır. Dünyadaki ülkelerin ortak bir hareket çizgisi üzerinde anlaşmaya varmaları güç bir iştir. Hele hele sonuçları henüz netleşmemiş, halihazırdaki kuşaklar yerine torunlarımız açısından daha fazla önem taşıyacak bir sorun söz konusuysa. Yine de Sözleşme üzerindeki görüşmeler iki yıldan biraz daha uzun sürmüştür ve Sözleşme’yi onaylayarak hukuken ona bağlı duruma gelen ülke sayısı 175’i bulmuştur. Sözleşme 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir. • Sözleşme, atmosferdeki sera gazı birikimlerini, iklim sistemine tehlikeli antropojenik (insan kaynaklı) müdahaleleri önleyecek belirli bir düzeyde tutmak gibi bir “nihai hedef” belirlemektedir.” Hedef, bu birikimlerin hangi düzeyde olması gerektiğini belirlemeyip yalnızca “tehlikeli olmayan” bir düzeyden söz etmektedir. Bu da, “tehlikeli” düzeyin ne olduğu konusunda henüz bilimsel bir kesinlik olmadığının kabulü anlamına gelmektedir. Biliminsanları, günümüzdeki belirsizliklerin (ya da bunların çoğunun) önemli ölçüde azaltılması için bir onyıl daha gerektiğini (çok daha gelişkin bilgisayarların kullanılacağı dönem) düşünmektedirler. Dolayısıyla Sözleşme’nin belirlediği hedef, bilimin bundan sonraki evriminden bağımsız olarak anlamlılığını korumaktadır. • Sözleşme “söz konusu düzeyin, ekosistemlerin iklim değişimine doğal olarak uyum sağlamalarına, gıda üretiminin herhangi bir tehdide uğramamasına ve ekonomik kalkınmanın sürdürülebilir biçimde devam etmesine olanak tanıyacak bir zaman süresi içinde tutturulması gerektiğini” belirtmektedir. Burada, gıda üretimi -ki iklime en duyarlı insan etkinliğidir- ve ekonomik kalkınmaya ilişkin önemli kaygılar dile getirilmektedir. Yine bu bölümde (iklim bilimcilerin çoğunun inandığı gibi) belirli değişikliklerin kaçınılmaz olduğu kabul edilerek tedbire yönelik adımlarla beraber, uyum sağlayıcı adımlar için çağrıda bulunulmaktadır. Bir kez daha burada da, gerek bilimsel bulguların gerekse küresel topluluğun kabul edebileceği telafi ve risklerin ışığında yoruma açık bir boşluk bulunmaktadır. 7 2. SORUN: Eğer bir sorunun yol açacağı sonuçlar belirsizse, boş mu verirsiniz yoksa her koşulda bir şeyler yapmaya mı çalışırsınız? İklim değişikliği insanlık için bir tehlikedir. Ancak, bunun gelecekteki etkileri ve bu etkilerin ne kadar ciddi olacağı konusunda kimse emin değildir. Tehdide verilecek yanıtların karmaşık ve zorlu olması beklenmektedir. Üstelik, ortada bir sorun olup olmadığı konusundaki karşıt görüşler de bütünüyle ortadan kalkmamıştır: Sonuçların son derece ciddi olacağından endişe edenler olduğu gibi, biliminsanlarının olacağından kuşku duydukları şeylerin gerçekten olacağını kanıtlayamayacaklarını savunanlar da vardır. Ayrıca, kimlerin (dünyanın çeşitli bölgeleri açısından) bu sonuçlardan en ağır biçimde etkileneceği de belli değildir. Yine de dünya sonuçların ve kurbanlarının netlik kazanacağı güne kadar beklerse, o zaman muhtemelen iş işten geçmiş olacaktır. Peki, ne yapmalıyız? Bilim çevrelerinin birçoğunda artık soru iklim değişikliğinin potansiyel olarak ciddi bir sorun oluşturup oluşturmadığı değildir. Soru, sorunun nasıl gelişeceği, sonuçlarının ne olacağı ve bu etkilerin en sağlıklı biçimde nasıl saptanabileceğidir. Gezegenin iklim sistemi gibi karmaşık bir konuya ilişkin bilgisayar modelleri henüz net ve muğlaklıktan arınmış yanıtlar verecek kadar gelişmiş değildir. Yine de, ne zaman, nerede ve nasıl sorularının yanıtları net değilken, bu iklim modellerinin çizdiği genel tablo yoğun ilgiyi hak edecek kadar ciddidir. 8 Örneğin: • Bölgesel yağış örüntüleri değişebilir. Su döngüsünün küresel ölçekte hızlanması beklenmektedir. Başka bir deyişle, daha çok yağmur yağsa bile düşen yağışın buharlaşması da hızlı olacak, böylece topraklar tarım mevsiminin kritik dönemlerinde daha kuru kalacaktır. Kuraklıkların daha da ağırlaşması ya da yeni kuraklıklar, özellikle yoksul ülkelerde, tatlı ve temiz su rezervlerini halk sağlığı için tehdit oluşturacak düzeyde azaltabilecektir. Biliminsanları bölgesel senaryolara ilişkin güvensizliklerini sürdürdüklerinden, nerelerin daha kurak, nerelerin ise daha yağışlı olacağı konusunda bir netlik yoktur. Yine de, hızlı nüfus artışının ve yaygınlaşan ekonomik etkinliklerin küresel su kaynakları üzerinde şimdiden ciddi bir baskı oluşturduğu düşünülürse, tehlike apaçık ortaya çıkar. • İklim ve tarım kuşakları kutuplara doğru kayabilir. Orta enlem bölgelerinde bu kaymanın 1-3.5°C’lik bir ısınma için 150 ila 550 kilometre arasında gerçekleşmesi beklenmektedir. Yazların daha kurak geçmesi sonucunda orta enlem bölgelerinde tarımsal rekolte düşebilir. Ayrıca, günümüzün önde gelen hububat tarım alanlarının (örneğin ABD’deki “Büyük Ovalar” gibi) kuraklık ve sıcaklık dalgalarıyla daha sık karşılaşması da mümkündür. Orta enlemdeki tarım bölgelerinin kutuplara görece daha yakın uçları- kuzey yarımkürede Kanada’nın kuzeyi, İskandinavya ve Rusya, güney yarımkürede ise Arjantin ile Şili’nin güneyi ise daha yüksek sıcaklıklardan yarar sağlayabilir. Bununla birlikte, kimi yöreler söz konusu olduğunda arazinin engebeli oluşu ve toprak kalitesinin yetersizliği, bu yörelerdeki ülkelerin günümüzde yararlandıkları tarım alanlarındaki ürün azalmasının başka yerlerdeki tarım etkinlikleriyle telafi etme imkanlarını ortadan kaldırmaktadır. • Eriyen buzullar ve deniz suyunun ısıyla genleşmesi denizlerde yükselmeye yol açabilir ve bu da alçak kıyı şeritleri ve küçük adalar için tehdit oluşturabilir. Denizlerin düzeyi geçtiğimiz yüzyıl içinde zaten 10 ila 15 santimetre yükselmişti. Küresel ısınmanın ise 2100 yılına kadar 15 ila 95 santim arasında ek bir yükselmeye daha yol açması beklenmektedir (“en iyi tahmin” 50 santimetredir). Bundan en fazla etkilenecekler, dünyadaki kimi en yoksul ülkelerin korunmasız ve yoğun nüfus barındıran kıyı bölgeleri olacaktır. Olası kurbanlardan biri, kıyıları zaten yıkıcı taşkınlara maruz kalan Bangladeş’tir. Maldivler gibi küçük adalardan oluşan birçok ülke de aynı durumdadır. Bütün bu senaryolar kaygılara yol açacak kadar ciddi, ancak hükümetlerin kolay karar almalarına elvermeyecek kadar da belirsizdir. Tablo bulanıktır. Başka sorunlarla boğuşan, yerine getirecek sorumlulukları ve ödenecek borçları olan ülkelerin hiçbir şey yapmama yöneliminde olmaları anlaşılabilir bir durumdur. Belki de tehlike geçip gidecektir. Ya da bu sorunla bir başkası uğraşacaktır. Ya da, bir başka asteroit dünyaya çarpacaktır. Kim bilir? 9 SÖZLEŞME NASIL YANIT VERMEKTEDİR? • Sözleşme, daha sonraki somut girişimler için bir çerçeve ve süreç tanımlamaktadır. İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni kaleme alan diplomatlar bu belgeyi daha sonraki girişimler için bir sıçrama tahtası olarak görmüşlerdir. Sözleşme’yi hazırlayanlar, 1992 yılında dünyadaki hükümetlerin iklim değişikliği sorununu ele alacak ayrıntılı bir program üzerinde anlaşmaya varmalarının mümkün olmadığını biliyorlardı. Bununla beraber, genel ilkeleri ve kurumları ortaya koyan bir çerçeve hazırlayarak ve hükümetlerin düzenli olarak bir araya gelmelerini sağlayacak bir sistem getirerek süreci başlattılar. Bu yaklaşımın başlıca yararı, ülkelerin, ortada bir sorun olduğu konusunda daha tam anlaşmamışken bile konuyu tartışmaya başlamalarını sağlamasıdır. En kuşkucu ülkeler bile bu sürece katılmakta yarar gördüler (başka bir deyişle, işin dışında kaldıklarında rahatsız olacaklarını gördüler). Konu böylece meşruiyet kazandı ve konunun ciddiye alınmasını sağlayan bir basınç oluştu. Sözleşme, yeni bilimsel gelişmeler karşısında ülkelere anlaşmayı gevşetme ya da sıkılaştırma olanağı verecek biçimde hazırlanmıştır. Örneğin ülkeler, Sözleşme’de “değişiklikler” yaparak ya da “protokoller” hazırlayarak daha somut girişimlere karar verebilirler (örneğin sera gazı emisyonlarının belirli miktarlarda azaltılması gibi). Nitekim1997 yılında Kyoto Protokolü’nün kabulüyle ortaya çıkan da budur. Anlaşma, ortadaki belirsizliklere karşın, uluslararası hukukta ve diplomaside son dönemde benimsenen ve “önleyici tedbir ilkesi” olarak bilinen ilke temelinde harekete geçilmesini öngörmektedir. Geleneksel uluslararası hukukta, belirli bir etkinlikle belirli bir olumsuzluk arasında doğrudan nedensellik ilişkisi bulunduğu gösterilemediği sürece o etkinliğin sınırlanması ya da yasaklanması söz konusu olamaz. Ne var ki, neden-sonuç ilişkisinin kesin kanıtı istendiği sürece, örneğin ozon tabakasının gördüğü zarar ya da okyanusların kirlenmesi gibi birçok çevresel soruna karşı harekete geçmek de mümkün olmayacaktır. Uluslararası topluluk bu açmaza bir yanıt olarak “önleyici tedbir ilkesini” benimsemeye başlamıştır. Bu ilkeye göre, ciddi ya da telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açabilecek etkinlikler, sonuçları hakkında mutlak bilimsel kesinlik olmasa bile sınırlanabilecek, hatta yasaklanabilecektir. 10 • Sözleşme, bugün için anlamlı oldukları tartışılmaz ön adımları atmaktadır. Sözleşme’yi onaylayan ülkeler -diplomasi dilinde “Sözleşme’nin Tarafları”- tarım, enerji, doğal kaynaklar ve deniz kıyıları ile ilgili çalışma ve etkinliklerde iklim değişikliği konusunu da dikkate alacaklardır. Ülkeler, iklim değişikliğini yavaşlatacak ulusal programlar hazırlama konusunda anlaşmaya varmışlardır. Sözleşme, ülkeleri, sera gazı emisyonlarını azaltıcı teknolojileri paylaşmaya ve bu yönde işbirliği yapmaya özendirmektedir. Burada özellikle vurgulanan, enerji, ulaştırma, sanayi, tarım, ormancılık ve atık yönetimi gibi, hepsi birlikte insan etkinliğine bağlanabilir sera gazı emisyonlarının hemen hemen tamamını oluşturan sektörlerdir. • Sözleşme, iklim değişikliğine ilişkin bilimsel araştırmaları özendirmektedir. Sözleşme, veri toplama, araştırma ve iklim gözlemleri gibi çalışmaları öngörmekte, hükümetlere daha sonra ne yapılması gerektiği konusunda “bilimsel ve teknolojik tavsiyelerde” bulunacak bir “yardımcı organ” oluşturmaktadır. Sözleşme’yi onaylayan her ülke kaynaklarını (fabrikalar, ulaşım sektörü vb. gibi) ve “yutaklarını” (atmosferdeki sera gazlarını emen ormanlar ve diğer ekosistemler) da belirterek bir sera gazları envanteri çıkaracaktır. Bu envanterlerin düzenli aralıklarla güncellenmesi ve kamuoyuna açıklanması gerekmektedir. Hangi etkinliklerin hangi gaz emisyonuna ve ne kadar yol açtığı hakkında ülkeler tarafından verilecek bilgiler, emisyonlardaki değişikliğin izlenmesi ve emisyonları kontrol için başvurulan önlemlerin etkisini belirleme açısından büyük önem taşımaktadır. 11 3. SORUN: BU AD DEĞ İL İL! Dev bir asteroit dünyaya çarparsa, bu hiç kimsenin hatası değildir. Ancak aynı şeyi küresel ısınma için söyleyemeyiz. İklim değişikliği sorununda, dünyanın zengin ve yoksul ülkeleri arasında zaten sorunlu olan ilişkileri daha da kızıştıran bir adaletsizlik de vardır. Bugün yüksek yaşam standartlarına sahip ülkeler aynı zamanda sera gazlarındaki artıştan büyük ölçüde sorumlu olan ülkelerdir. Sanayileşme sürecini erken yaşayan bu ülkelerin -Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya ve birkaç ülke daha- bugünkü zenginliklerinde, yol açabileceği sorunlar bilinmeden çok önce atmosfere büyük miktarlarda sera gazı salmış olmalarının da payı vardır. Günümüzün gelişmekte olan ülkeleri ise, kendilerine, gelişen endüstriyel etkinliklerini kısıtlamaları, çünkü atmosferin güvenlik sınırlarının zorlanmakta olduğunun söylenmesi endişesi içindedirler. Enerjiyle ilgili emisyonlar iklim değişikliğinin başlıca nedeni olduğundan, ülkelerin kömür ve petrol kullanımını azaltmaları yönündeki baskılar da giderek artacaktır. Ayrıca, gelecekteki hasarın azaltılması için bugünden 12 ileri teknolojiler benimsenmesi yönünde baskılar da olacaktır. Ne var ki, bu tür teknolojiler çok pahalı olabilir. Sanayileşme sürecinin henüz ilk evrelerinde olan ülkeler -yurttaşlarına daha iyi bir yaşam sağlamak için büyük çaba gösterenler- bu ek yüklerin altına girmek istememektedirler. Ekonomik kalkınma zaten kendi başına güç bir iştir. Bu ülkeler, en ucuz, en uygun ve sanayi açısından en yararlı fosil yakıtların kullanımında kısıntıya giderlerse nasıl ilerleme sağlayabileceklerdir? İklim değişikliği sorununda başka adaletsizlikler de vardır. Öngörülen kimi sonuçların gerçekleşmesi, tarım kuşaklarının kayması, denizlerin yükselmesi ya da yağış örüntülerinin değişmesi halinde bundan en fazla zarar görecek olanlar muhtemelen gelişmekte olan ülkeler olacaktır. Açıkçası, bu ülkeler iklimdeki değişikliklerle baş edecek bilimsel ve ekonomik kaynaklardan ya da sosyal güvenlik ağlarından yoksundurlar. Üstelik, bu ülkelerin birçoğunda hızlı nüfus artışı insanları marjinal alanlara, başka bir deyişle iklimdeki değişikliklerden en fazla etkilenecek yörelere yöneltmiştir. SÖZLEŞME NASIL YANIT VERMEKTEDİR? • Sözleşme, iklim değişikliğine karşı harekete geçme sorumluluğunun -ve bunun faturasının- büyük bölümünü zengin ülkelere yüklemektedir. Sözleşme, insanlığın ortak atmosferini koruma adına katlanılacak özverinin, ülkeler arasında “ortak, fakat farklılaşmış sorumluluklar ve ülkelerin kapasiteleri, sosyal ve ekonomik koşulları” çerçevesinde paylaşılmasını öngörmektedir. Sözleşme, geçmişteki ve bugünkü emisyonların en büyük bölümünün gelişmiş ülkelerden kaynaklandığını belirtmektedir. Sözleşme’nin ilk temel ilkesi, iklim değişikliğine ve bunun olumsuz sonuçlarına karşı mücadelede öncülüğü bu ülkelerin yapmasıdır. Anlaşmada yer alan ve finansal-teknolojik transferlere ilişkin olan belirli yükümlülükler, başta OECD ülkeleri olmak üzere yalnızca en zengin ülkeler için geçerlidir. Buna göre zengin ülkeler, gelişmekte olan ülkelerde iklim değişikliği ile ilgili etkinlikleri, bu ülkelere halen sağladıkları finansal yardımların dışında ve üzerinde yardımlarla destekleyeceklerdir. Sera gazı emisyonlarının azaltılması ve doğal yutakların güçlendirilmesiyle ilgili özel yükümlülükler, hem OECD ülkeleri hem de 12 “ekonomileri geçiş sürecindeki ülkeler” (Orta ve Doğu Avrupa ile eski Sovyetler Birliği) için geçerlidir. 13 Sözleşme’ye göre OECD ülkeleri ile ekonomileri geçiş sürecindeki ülkeler 2000 yılında, sera gazı emisyonları açısından 1990 yılındaki düzeylere dönmek durumundadırlar. • Sözleşme yoksul ülkelerin ekonomik kalkınma haklarını tanımaktadır. Sözleşme, gelişmekte olan ülkelerin sera gazı emisyonları içindeki paylarının, bu ülkeler sanayilerini geliştirip yurttaşlarının sosyal ve ekonomik koşullarını iyileştirdikçe artacağını belirtmektedir. • Sözleşme, daha yoksul durumdaki ülkelerin iklim değişikliğinin etkilerine açık olduğunu kabul etmektedir. Sözleşme’nin temel ilkelerinden biri de, herhangi bir girişimde bulunurken gelişmekte olan ülkelerin özel gereksinimlerinin ve koşullarının “tam olarak dikkate alınması”dır. Bu ilke, özellikle, kırılgan ekosistemleri iklim değişikliğinin etkilerine çok açık olan ülkeler için geçerlidir. Sözleşme, ayrıca, kömür ve petrol gelirlerine bağımlı durumda olan ülkelerin enerji talebinde değişiklik olması halinde güçlüklerle karşılaşacağını da kabul etmektedir. 14 4. SORUN: Bütün dünya daha fazla tüketip daha iyi yaşarsa gezegen bu yükü kaldırabilir mi? FATURA Dünya nüfusu arttıkça, insanlığın çevreye yönelik talepleri de artmaktadır. Talepler artmaktadır; çünkü, sayıca giderek artan insanlar ayrıca daha iyi bir yaşam da istemektedir. Daha çok ve daha iyi yiyecek, daha çok ve daha temiz su, daha fazla elektrik, daha fazla buzdolabı, otomobil, ev ve apartman, evlerini ve apartmanlarını üzerine inşa edecekleri arazi… Milyarlarca insana tatlısu temininde zaten birtakım ciddi sorunlar vardır. Giderek artan nüfusla birlikte nehirlerden ve göllerden daha fazla su çekilmekte, büyük yeraltı su rezervleri de giderek tüketilmektedir. Bu doğal su depoları tüketildiğinde insanlar ne yapacaklardır? Ayrıca, yeterince tarımsal ürün üretilmesinde ve dağıtılmasında da sorunlar vardır. Bunun kanıtı, dünyanın birçok yöresinde açlığın yaygın olmasıdır. Tehlike işaretleri bunlarla kalmamaktadır. Küresel balık hasadında önemli bir azalma meydana gelmiştir; okyanuslardaki en değerli türler avlanarak tüketilmiştir. 15 Küresel ısınma, insanlığın doğal kaynaklara yönelik tatmin olmaz iştahının özellikle alarm verici bir örneğidir. Son yüzyıl içinde insanlık, birikmesi milyonlarca yıl alan büyük kömür, petrol ve doğal gaz yataklarını kullanıp tüketmiştir. İnsanlığın fosil yakıtları, bunların oluşmasını kat kat aşan bir hızda kullanıp tüketme yeteneği, karbon döngüsünün doğal dengesini bozmuştur. İklim değişikliği tehdidi böyle ortaya çıkmaktadır: Kendisi de bir doğal kaynak olan atmosferin, yer altından serbest bırakılan büyük miktarlarda karbona tepki verebileceği ender yollardan biri, ısınmadır. Bu arada insanların beklentileri bir düzeyde dinginleşmeyip artmaktadır. Sanayileşmiş “Kuzey” dünya nüfusunun yüzde 20’sini barındırmakta, ama dünyadaki kaynakların yüzde 80’ini kullanmaktadır. Küresel standartlara göre, bu ülkelerin durumu çok iyidir. İnsanların iyi yaşamalarına denecek bir şey olamaz; ancak, dünyadaki herkesin Kuzey Amerikalılar ve Avrupalılar kadar tüketmeleri durumunda – ki milyarlarca insanın istediği tam da budur- muhtemelen mevcut içme suyu ve diğer temel doğal kaynaklar herkese yetmeyecektir. Peki, dünya böyle bir basınç altındayken giderek artan bu beklentiler nasıl karşılanacaktır? SÖZLEŞME NASIL YANIT VERMEKTEDİR? • Sözleşme, “sürdürülebilir kalkınma” kavramını desteklemektedir. İnsanlık, bir yolunu bulup, insan yaşamının bağlı olduğu doğal çevreyi tahrip etmeden, zaten çok geniş kesimleri kapsayan ve üstelik giderek artan yoksulluğu önlemek zorundadır. İnsanlık, yine bir yolunu bulup, ekonomik kalkınmanın uzun dönemde sürdürülebilir biçimini yaşama geçirmek zorundadır. Bütün bunların çevreciler ve uluslararası bürokratlarca sürekli kullanılan karşılığı “sürdürülebilir kalkınma”dır. İşin püf noktası, bir yandan insanların iyi yaşamalarını sağlarken, diğer yandan kritik önemdeki doğal kaynakları bunların yenilenmesi için gerekli zamandan daha hızlı biçimde kullanmamaktır. Ne yazık ki uluslararası topluluk, sürdürülebilir kalkınmanın ortaya koyduğu sorunları sıralama işinde, bu sorunlara çözüm bulmaktan çok daha ileridedir. • Sözleşme, çevresel açıdan sağlıklı teknoloji ve bilgi birikiminin geliştirilmesi ve paylaşılması çağrısında bulunmaktadır. İklim değişikliği sorununun ele alınmasında teknolojinin kuşkusuz önemli bir rolü olacaktır. Örneğin güneş enerjisi gibi daha temiz enerji kaynakları kullanmanın pratik yolunu bulabilirsek, o za- 16 man kömür ve petrol tüketimini de azaltabiliriz. Teknoloji, aynı miktarda kaynak kullanımıyla endüstriyel süreçleri daha verimli, su arıtımını daha yaygın yapabilir ve tarımı da daha verimli hale getirebilir. Bu tür teknolojilerin daha da yaygınlaştırılması gerekir. Başka bir deyişle, bu teknolojilerin daha zengin ve bilimsel alanda daha ilerlemiş ülkelerle, bu teknolojiye büyük gereksinimi olan daha yoksul ülkeler arasında paylaşılmasının bir yolu bulunmalıdır. • Sözleşme, halkın iklim değişikliği konusunda eğitilmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır. Bugünün çocukları ve geleceğin kuşakları, dünyaya, 20. yüzyılda yaşayanların çoğunun baktığından daha farklı biçimde bakmalıdır. Bu hem yeni hem de eski bir görüştür. Sanayi öncesi kültürlerin çoğu (ama hepsi değil) doğayla denge içinde yaşadılar. Bugün bilimsel araştırmalar bize aynı şeyi yapmamızı söylüyor. Ekonomik kalkınma artık “ne kadar büyükse o kadar iyi” deyişiyle anlatılamıyor; daha büyük arabalar, daha büyük evler, daha büyük balık hasadı, daha fazla petrol ve kömür artık ekonomik kalkınma anlamına gelmiyor. Artık insanlığın ilerlemesini, kendimizi doğal çevreye dayatmak biçiminde algılamamamız gerekiyor. Dünya -iklim ve bütün canlılar- kapalı bir sistemdir; yaptığımız her şey sonra bir şekilde geri dönüp bizi etkiliyor. Yarının çocukları –aslında günümüzün yetişkinleri de- etkinliklerinin iklim üzerindeki etkilerini düşünmek zorundadır. Hükümetler, iş çevreleri olarak karar verirken olsun, kendi özel yaşamlarında olsun, insanlar iklimi de hesaba katmak zorundadır. Kısacası, insan davranışları değişmek zorundadır ve bu değişiklik ne kadar erken gerçekleşirse o kadar iyidir. Ancak, böyle konuların önceden kestirilmesi ve reçetelere bağlanması güçtür. Küresel iklim için mutlaka bir şeyler yapmak gerekiyorsa, bunun için daha güçlü işaretler ve teşvikler gerekmektedir. 17 İKİNCİ ADIM: PROTOKOL 1992 Sözleşmesi iyi bir başlangıçtı. Ancak, aradan yıllar geçip bilimsel kanıtlar biriktikçe insanlar doğal olarak şu soruyu sordular: “Ya bundan sonrası?” Hükümetler 1997 yılında Kyoto Protokolü’nü kabul ederek kamuoyunun giderek artan baskılarına yanıt verdiler. Protokol, kendi ayrı yeri olan, ancak halen yürürlükteki bir anlaşmayla bağlantılı uluslararası bir anlaşmadır. Başka bir deyişle iklim protokolü, iklim sözleşmesinde belirtilen ilkeleri ve duyarlılıkları paylaşmaktadır. Ardından, bu ilkeleri ve duyarlılıkları temel alarak, Sözleşme’de yer alanlardan daha sıkı, çok daha karmaşık ve ayrıntılı yeni yükümlülükler getirmektedir. Bu karmaşıklık, sera gazı emisyonlarını kontrol gibi çok zorlu bir işin yansımasıdır. Ayrıca, bir anlaşmaya varabilmek için birbirinden farklı siyasal ve ekonomik çıkarları belirli bir dengede buluşturma çabaları da bu karmaşıklıkta pay sahibidir. Öyle ki, sonuçta milyarlarca dolarlık sanayiler yeniden biçimlendirilecek, kimileri iklim dostu ekonomiye geçişten yararlanırken, diğerleri yararlanamayacaktır. Kyoto Protokolü, ekonominin belli başlı bütün sektörlerini etkileyeceğinden, çevre ve sürdürülebilir kalkınma alanında bugüne dek kabul edilen en kapsamlı anlaşma sayılmaktadır. Bu da, uluslararası topluluğun gerçeklerle yüz yüze gelmeye ve iklim değişikliğinin getirdiği riski en aza indirmek için somut adımlar atmaya niyetli olduğunu göstermektedir. Protokoldeki bu önemli adım, ancak kimi zorlu sorularla boğuşarak atılabilmiştir. 18 5. SORUN: Emisyonlar hala artıyor. Artık ciddi biçimde harekete geçmenin zamanı gelmedi mi? EMİSYONLAR 2 0 0 0 İklim Değişikliği Sözleşmesi’nin Rio Dünya Zirvesi’nde kabul edilmesinden üç yıl sonra Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) iklim değişikliği araştırmasıyla ilgili ikinci önemli değerlendirmesini açıkladı. Kaleme alınmasında ve gözden geçirilmesinde yaklaşık 2 bin biliminsanının yer aldığı bu rapor, iklimin daha şimdiden geçmişteki emisyonlara tepki vermeye başlamış olabileceği saptamasıyla kısa sürede yankı uyandırdı. Rapor ayrıca sera gazı emisyonlarını azaltmada maliyet etkin birçok strateji olduğunu da teyit ediyordu. Bu arada, emisyonlar kimi ülkelerde belirli bir dengeye otururken dünya genelinde artmaya devam etti. Artık giderek daha fazla sayıda insan şuna inanıyordu: Ancak gelişmiş ülkelerin sera gazı emisyonlarını azaltma yönelik kesin ve bağlayıcı bir yükümlülük altına girmeleri durumunda iş çevrelerinin, toplulukların ve kişilerin tarzlarını değiştirmeye ikna edecek güçlü bir uyarıcı sağlanabilirdi. 19 Nihayet, ortada pratik bir konu da vardı. 2000 yılı geliyordu ve 2000 yılına gelindiğinde, Sözleşme’de ortaya konulan ve bağlayıcılık taşımayan hedef, başka bir deyişle sanayileşmiş ülkelerin 2000 yılında 1990 yılındaki emisyon düzeylerine geri dönmeleri hedefi için konulan süre de bitecekti. Açıkçası, yeni adımların atılması gerekiyordu. SÖZLEŞME NASIL YANIT VERMEKTEDİR? • Sözleşme, gelişmiş ülkelerdeki emisyonların azaltılmasına yönelik bağlayıcı hedefler ve zaman süreleri belirlemektedir. Sözleşme, bu ülkeleri emisyonları belirli bir düzeyde tutmaya özendirmişti; Protokol ise, aynı ülkelere, toplu emisyonlarını en az %5 azaltma yükümlülüğü getirmektedir. Ülkelerin her birindeki emisyon düzeyleri 2008-2012 yıllarının ortalaması olarak hesaplanacaktır. Bu ilk beş yıllık dönem ilk yükümlülük dönemi olarak bilinmektedir. Hükümetlerin ayrıca 2005 yılına kadar bu hedef doğrultusunda “gösterilebilir ilerleme” kaydetmeleri gerekmektedir. Bu düzenlemeler belirli aralıklarla gözden geçirilecektir. İlk değerlendirme muhtemelen yeni yüzyılın ilk onyılının ortalarında yapılacaktır. Bu dönem geldiğinde Taraflar, eldeki en geçerli bilimsel, teknik ve sosyoekonomik bilgiler ışığında “en uygun” girişimlerde bulunacaklardır. İkinci yükümlülük dönemine ilişkin görüşmelerin ise 2005 yılında başlaması gerekmektedir. Protokol, ancak, 1990 yılındaki CO2 sayımlarının en az %55’inden sorumlu olan gelişmiş ülkeler dahil olmak üzere en az 55 ülke tarafından onaylandığında hukuken bağlayıcılık kazanacaktır. Bununsa 2000 yılından sonra gerçekleşmesi beklenmektedir. • Protokol belli başlı altı sera gazını ele almaktadır. Bu altı gaz bir “sepette” toplanmaktadır. Dolayısıyla, gazlardan her birinin emisyonundaki azalma genel hedef açısından hesaba katılacaktır. Ancak, ortada karışık bir durum da vardır. Örneğin bir kilo metanın iklim üzerindeki etkisi bir kilo karbondioksitten daha güçlüdür. Sonuçta, tek tek gazlar “CO2 eşdeğerlerine” çevrilecek, böylece toplam olarak tek bir rakama ulaşılacaktır. Üç önemli gazın -karbondioksit, metan ve diazotmonoksit- emisyonundaki azalmalar 1990 yılı temel alınarak ölçülecektir (burada ekonomileri geçiş sü- 20 recindeki ülkeler için istisnalar getirilmiştir). Buna karşılık uzun ömürlü üç sanayi gazının -hidroflorokarbonlar (HFC), perflorokarbonlar (PFC) ve sülfür heksaflorid (SF6)- ölçümünde temel olarak 1990 ya da 1995 yılı alınabilecektir. Sepetteki en önemli gaz, hiç tartışmasız biçimde karbondioksittir. Karbondioksit, 1995 yılında gelişmiş ülkelerden kaynaklanan toplam sera gazı emisyonlarının beşte dördünden fazlasını oluşturmaktaydı ve yakıt kullanımı bu emisyonlarda en önemli paya sahipti. Yakıt kullanımından kaynaklanan CO2 emisyonlarının ölçülmesi ve izlenmesinin görece kolay olması bir avantajdır. Gelişmiş ülkelerde karbondioksit emisyonlarının ikinci büyük kaynağını ormansızlaşma oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Protokole göre hedeflere ulaşma çabalarında kısmen ormanların ve diğer doğal yutakların atmosferden karbondioksit emme kapasitesini artırma yoluna başvurulabilir. Buna karşılık, emilen miktarların hesaplanması yöntemsel olarak karmaşık bir iştir. Hükümetlerin bu konuda ortak bir yaklaşımda buluşmaları gerekmektedir. Protokol kapsamındaki ikinci önemli gaz metandır. Metan gazının kaynağı, pirinç tarımı, sığır gibi evcilleştirilmiş hayvanlar, çöp ve diğer insani atıkların bertaraf edildiği işlemlerdir. Metan emisyonları gelişmiş ülkelerde artık bir dengeye oturmuş ya da azalmaktadır ve görüldüğü kadarıyla karbondioksit ölçüsünde ciddi bir sorun oluşturmamaktadır. Diazotmonoksit emisyonlarının başlıca kaynağı ise kimyasal gübre kullanımıdır. Bunda da, metan gazında olduğu gibi, gelişmiş ülkelerin emisyonları ya dengededir ya da azalmaktadır. Diazotmonoksit ve metan emisyonlarının diğer bir benzerliği, her ikisinin ölçümünün de görece güç olmasıdır. Protokol kapsamında yer almayan önemli sera gazı gruplarından birini kloroflorokarbonlar oluşturmaktadır. Bunun nedeni, Ozon Tabakasını İncelten Maddelerle ilgili 1987 Montreal Protokolü’nün CFC’leri devreden çıkarmış olmasıdır. Bu anlaşma sayesinde birçok CFC’nin atmosferik birikimlerinde belirli bir dengeye ulaşılmıştır ve önümüzdeki onyıllarda bu birikimlerin azalması beklenmektedir. Bununla birlikte Protokol, CFC’ler gibi sanayideki özel uygulamalar sırasında oluşan uzun ömürlü ve aktif üç sera gazını kapsamaktadır. HFC ve PFC’lerin kullanımının sakıncalı boyutlarda artması sürmektedir. Bu artışın bir nedeni, bu gazların CFC’ler yerine ozon tabakası açısından güvenli sayılarak kullanılmasıdır. Hükümetler şimdi ozon tabakasının tahribi ile küresel ısınmaya 21 karşı özendirici ve kontrollerin birbiriyle uyumlu hale getirilmesi için çaba göstermektedirler. İnsan kaynaklı üçüncü gaz olan sülfür heksaflorit ise elektrik yalıtıcısı, ısı iletkeni ve dondurucu olarak kullanılmaktadır. Molekül molekül ele alındığında, bu gazın küresel ısınmaya yol açma potansiyelinin karbondioksitten 23.900 kat daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. • Protokol, emisyonlardaki azalmanın inandırıcı ve doğrulanabilir olmasını öngörmektedir. Hükümetlerin belirlenen hedeflere sadık kalmaları Protokol’ün başarısı açısından zorunludur. Her ülkede, emisyonları tahmin ve azalmaları teyit edecek iyi işleyen bir ulusal sisteme gereksinim vardır. Rakamların ülkeler arasında karşılaştırılabilmesi ve sürecin tümünün saydam hale getirilmesi açısından standart ilkelerin geliştirilmesi gerekmektedir. Hükümetler, Protokol çerçevesinde gaz emisyonlarını kendi ulusal hedeflerini de aşacak ölçüde azaltabilirler ve bu fazlalıkları daha sonraki yükümlülük dönemlerine saydırabilirler. Peki, ya bir ülkedeki emisyonlar o ülke için belirlenen hedefin üzerindeyse? Protokol gereklerinin yerine getirilmediği durumlara ilişkin hükümlerin geliştirilmesi gerekmektedir. Ancak, gerek siyasal gerekse çevresel açıdan en iyi yaklaşım, cezalandırıcı ya da karşıtlık yaratıcı önlemlere başvurmak yerine, üzerlerine düşeni yerine getirmeleri için hükümetlere yardımcı olmaktır. 22 6. SORUN: Davranışlarımızı ve ekonomilerimizi nasıl daha “iklim dostu” kılabiliriz? SİVİL TOPLUM HÜKÜMET YENİLİKÇİLİK POLİTİKALAR TEMİZ ENERJİ BİLGİ TOPLU TAŞIMACILIK TEŞVİKLER Sera gazı emisyonlarının asgariye indirilmesi, politikaları belirleyenlerin birtakım zorlu kararlar almalarını gerektirir. Ne zaman bir sübvansiyon konulsa ya da kaldırılsa, ne zaman bir reform yapılsa ve birtakım düzenlemeler getirilse birilerinin canı yanar. Emisyonların azaltılmasına yönelik iyi düşünülmüş ve piyasa merkezli politikalar genel olarak ekonominin yararına da olsa, hükümetlerin hareketlilikleri -ya da hareketsizlikleri- her zaman birtakım kazananların ve kaybedenlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Politikaları belirleyenlerin en önemli görevlerinden biri, sivil toplumun enerjisinden tam olarak yararlanacak politikalar geliştirmektir. Bugüne kadarki deneyim, ticari kuruluşların teşviklere ve baskılara genellikle hızlı ve olumlu biçimde tepki verdiklerini göstermektedir. İzlenecek politikalar açısından elverişli bir ortam bulunduğu sürece, ticari çevreler, bugün düşünüldüğünden daha hızlı biçimde düşük emisyonlu teknolojiler ve hizmetler geliştireceklerdir. 23 Okulların, toplulukların, medyanın, ailelerin ve tüketicilerin rolü de son derece önemlidir. Tek tek kişiler alışkanlıklarını değiştirerek, alışveriş ve yatırımlarında sağlıklı tercihler yaparak pek çok şeyin değişmesini sağlayabilirler. Tüketiciler oyunun kurallarının artık değiştiğine ikna olurlarsa birtakım kararlar alacaklardır. Bireysel düzeydeki bu kararların hepsi bir araya geldiğinde emisyonlar üzerinde son derece etkili olabilecektir. Toplumun geniş kesimlerinin bu yönde değişikliklere gitmesi halinde, enerjiyi daha etkin kullanan, teknolojik açıdan yenilikçi ve çevresel açıdan sürdürülebilir toplumlara geçiş daha kısa sürede gerçekleşecektir. Burada kritik olan, bu geçişi başlatmaktır. SÖZLEŞME NASIL YANIT VERMEKTEDİR? • Sözleşme, emisyonların azaltılmasında ülke içi etkili politikalar ve önlemler öngörmektedir. Ulusal hükümetler, mali ve diğer politikalarda emisyonları azaltıcı özellikte çerçeveler belirleyebilirler. Ulusal hükümetler örneğin karbon yoğun etkinlikleri caydırıcı müdahalelerde bulunabilirler, bugün için ve gelecekte enerjiden en etkin biçimde yararlanılmasını ve bu bakımdan en iyi teknolojilerin benimsenmesini sağlayacak standartlar getirebilirler. Vergilerin, ticareti yapılabilir emisyon izinlerinin, enformasyon programlarının ve gönüllülük temelindeki programların bu yöndeki çabalara önemli katkıları olabilir. Ulaşım, konut ve sera gazı emisyonlarına yol açan diğer kimi sektörlerden genellikle doğrudan sorumlu olan yerel yönetimler de bu alanda çok önemli bir rol oynayabilirler. Örneğin daha gelişkin toplu taşımacılık sistemleri geliştirip uygulayarak, kimi teşviklere başvurarak, insanların özel araba yerine bu sistemleri kullanmalarını sağlayabilirler. İnşaat sektörüne getirdikleri kurallarla, yeni konutların ve işyerlerinin ısıtma ve klima sistemlerinde daha az yakıt kullanılmasını sağlayabilirler. Bu arada endüstriyel kuruluşların da fosil yakıtları ve hammaddeleri daha etkin kullanan yeni teknolojilere geçmeleri gerekmektedir. Endüstriyel kuruluşlar, mümkün olan her durumda rüzgar ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmelidirler. Bu arada, buzdolabı, otomobil, harç karıştırıcı ve gübre gibi ürünlerin, daha az sera gazı emisyonuna yol açacak biçimde yeniden tasarlanmaları gerekmektedir. Çiftçiler, büyükbaş hayvanların ve pirinç tarımının yol açtığı metan gazı emisyonlarını azaltacak teknolojiler ve yöntemler üzerinde durmalıdırlar. Bu arada yurttaşlar da fosil yakıt kullanımını azaltma- 24 lıdırlar; örneğin, toplu taşımacılıktan daha fazla yararlanmak, gereksiz elektrik harcamamak ve doğal kaynakları daha tutumlu kullanmak gibi. Protokol ayrıca, atık yönetimi ve enerji sistemlerinden kaynaklanan metan emisyonlarını azaltıcı, ormanları ve diğer karbon yutaklarını koruyucu yeni teknolojilere yönelik araştırmaların önemine de değinmektedir. • Protokol hükümetleri birlikte çalışmaya özendirmektedir. Politikaları belirleyenler birbirlerinden çok şey öğrenebilirler, görüş ve deneyimlerini birbirleriyle paylaşabilirler. Hatta daha da ileri gidip, küreselleşmiş bir piyasada daha fazla etki yaratabilmek için ulusal politikalar arasında belirli bir eşgüdüm sağlayabilirler. Hükümetler ayrıca kendi iklim politikalarının başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere diğer ülkeler üzerindeki etkilerini de hesaba katmalı, ekonomik açıdan herhangi bir olumsuz sonucu en az düzeyde tutmaya çalışmalıdırlar. 25 7. SORUN: Yükü adil paylaştırırken işi nasıl paylaşmalıyız? İklim Değişikliği Sözleşmesi, emisyonların azaltılmasında zengin ülkeleri başı çekmeye çağırmaktadır. Kyoto Protokolü ise, gelişmekte olan ülkelerin oynayacakları role de işaret etmekle birlikte, Sözleşme ile aynı doğrultuda emisyon hedeflerini yalnızca sanayileşmiş ülkeler için belirlemektedir. Yaklaşık 40 kadar gelişmiş ülkenin emisyonları azaltma sorumluluğunu aralarında nasıl paylaşacakları önemli bir başlık oluşturuyordu. Gelişmiş bütün ülkelerin hepsinin tek bir gruba sıkıştırılması, aralarındaki birçok önemli farkın göz önüne alınmaması gibi bir risk içermektedir. Her ülkenin kendine özgü durumu vardır. Enerji kaynakları ve fiyat düzeyleri, nüfus yoğunluğu, yönetmelikleri ve siyasal kültürü açısından her ülke başkalarından farklı özellikler taşır. Örneğin Batı Avrupa ülkelerinde kişi başına emisyon düzeyleri Avustralya, Kanada ve ABD gibi ülkelerden daha düşüktür. Diğer gelişmiş ülkelerde emis- 26 yonlar artarken Batı Avrupa’daki emisyonlar, temel alınan yıl olan 1990’dan bu yana genellikle belirli bir dengeye oturmuştur. Japonya enerjinin etkin kullanımında 1980’lerden bu yana önemli adımlar atarken Norveç ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin emisyonları, bu ülkeler hidrolik enerjiye ya da nükleer enerjiye daha fazla bağlı olduklarından görece azdır. Bu arada Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile eski Sovyetler Birliği’ni oluşturan ve hepsi yoğun enerji kullanan ülkeler, piyasa ekonomisine geçiş sonucunda, emisyonlarında 1990’lardan bu yana çarpıcı azalmalara tanık olmuşlardır. Farklılaşan bu ülke profilleri, her ülke için geçerli tek bir çözüme ulaşılmasını güçleştirmektedir. SÖZLEŞME NASIL YANIT VERMEKTEDİR? • Sözleşme her ülke için bir ulusal hedef belirlemektedir. Sonuç olarak Kyoto’da bütün ülkeler için tek bir hedef üzerinde anlaşmak mümkün olmamıştır. Ortaya çıkan ülkeler bazındaki hedefler kesin ya da nesnel herhangi bir formüle dayanmamaktadır. Bunlar, siyasal müzakere ve ödünleşmelerin sonucunda ortaya çıkan hedeflerdir. Gelişmiş ülkeler için konulan %5’lik hedef, Avrupa Birliği (AB), İsviçre ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu için %8; ABD için %7; Kanada, Macaristan, Japonya ve Polonya içinse %6’lık hedeflerden oluşmaktadır. Yeni Zelanda, Rusya ve Ukrayna ise emisyonlarını artırmadan aynı düzeyde tutmak durumundadırlar. Norveç’in emisyonlarını %1 artırması mümkünken Avustralya için bu sınır %8’e, İzlanda içinse %10’a varmaktadır. AB, kendisi için belirlenen %8’lik azaltma hedefine ulaşmak için kendi üyesi olan ülkeler arasında bir paylaştırmaya gitmiştir. Buna göre, örneğin bir uçta Lüksembourg %28, Danimarka ve Almanya ise %21 azalma sağlamak durumundayken, diğer uçta Yunanistan’ın %25’lik, Portekiz’in ise %27’lik artışına izin vardır. • Protokol ekonomileri geçiş sürecinde olan ülkelere ek esneklikler tanımaktadır. Bu ülkeler özellikle emisyonlardaki azalmaların ölçüleceği temel yılın seçiminde belirli bir serbestiye sahiptirler. Ayrıca bu ülkeler daha zengin gelişmiş ülkeler gibi “yeni ve ek finansman kaynakları sağlama” ve gelişmekte olman ülkelere teknoloji aktarımını kolaylaştırma yükümlülüğü altında değildirler. 27 • Gelişmiş ve gelişmekte olan, bütün ülkelerin daha genel anlamdaki yükümlülükleri teyit edilmektedir. Sözleşme’ye göre gerek gelişmiş gerekse gelişmekte olan ülkeler emisyonlar sorunu karşısında önlem almayı, iklim değişikliklerin gelecekteki etkileri karşısında uyarlamalar yapmayı, ulusal iklim değişikliği programları ve emisyon düzeyleri hakkında bilgi vermeyi, teknoloji transferini kolaylaştırmayı, bilimsel ve teknik araştırmalarda işbirliği yapmayı, kamuoyunu bilinçlendirmeyi ve eğitmeyi kabul etmişlerdir. Bütün bu yükümlülükler, uygulamaya dönük yollara da değinen Protokol’de bir kez daha teyit olunmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin emisyon hedefleri ve daha kapsamlı bir soru olarak küresel emisyonlardaki artış veri alındığında yükümlülüklerin ileride nasıl değişebileceği yoğun tartışmalara yol açmıştır. Protokol’ün, gelişmekte olan ülkelerin emisyonlarını sınırlandırmada (bundan kastedilen artış hızlarının düşünülmesidir) kendi gönüllü yükümlülüklerini yapmalarına imkan tanıyan bir işleyiş getirmesi yolundaki öneri Kyoto’da kabul edilmemiştir. Gelişmekte olan ülkelerden çoğu, gönüllülük temelinde de olsa, emisyonlarına üst sınır koymada resmi bir yükümlülük altına girmek istememekte, gerekçe olarak da kişi başına emisyon düzeylerinin gelişmiş ülkelere göre düşük oluşunu göstermektedirler. Gelişmiş ülkeler kendi emisyon hedeflerine ulaşmak için etkili önlemler aldıklarını ikna edici bir biçimde gösterdikçe, yeni ülkelerin de sonunda özel yükümlülükler altına girmesi konusu yeniden gündeme gelebilecektir. Bu, hükümetlerarası iklim değişikliği rejiminin adım adım giden yaklaşımının bir sonucudur. Gerçekten de, Kyoto Protokolü nihai bir sonuç durumunda değildir; zamanla güçlendirilecek, üzerine yeni şeyler konacak bir belgedir. Dahası, gelişmekte olan ülkeler henüz belirli takvimlere ve hedeflere bağlanmamış olsalar bile, yine de kendilerinden iklim değişikliğiyle ilgili önlemler almaları ve bununla ilgili raporlar hazırlamaları beklenmektedir. Nitekim, gelişmekte olan ülkelerin birçoğunun, emisyonlarının ekonomik hasılalarından daha düşük bir hızda artmasına yardımcı olacak önlemler aldıkları görülmektedir. Bu, enerji alanında özellikle geçerlidir. 28 8. SORUN: Bu iş için mutlaka gerekli olandan daha fazla para harcamak istemiyorum! İ DEĞİŞİKLİĞ M İ L İK p e r m a r k e ti Sü DÜŞÜK FİYATLAR EMİSYON KREDİLERİ İnsanlar iklim değişikliğine karşı mücadele söz konusu olduğunda titiz davranmaktadırlar. Bunun nedeni, bu işin olumsuz sonuçlarından ve yüksek maliyetinden çekinmeleridir. Ama aynı kesimler doğal olarak kendi “iklim sigortalarını” mümkün olan en düşük fiyattan yaptırtmak da istemektedirler. İklim değişikliğiyle ilgili politikaların maliyetinin “pişmanlık yok” stratejileri aracılığıyla en az düzeyde tutulması mümkündür. Bu stratejiler, dünya hızlı bir iklim değişikliğine sürükleniyor olsa da olmasa da ekonomik ve çevresel açılardan mantıklı gerekçelere dayanmaktadır. Örneğin enerjinin daha etkin biçimde kullanılması yalnızca sera gazı emisyonlarını azaltmakla kalmayacak, aynı zamanda enerjinin maliyetini de düşürecek, böylece sanayilerin ve ülkelerin uluslararası piyasalardaki rekabet güçlerini artıracaktır. Kentsel hava kirliliğinin sağlık ve çevreyle ilgili olumsuz sonuçlarının hafifletilmesi de buna eklenebilir. Bununla birlikte, önleyicilik ilkesi iklim değişikliğinin beklenen net zararları belirli bir maliyeti öngören politikaların benimsenmesini de zorunlu kılmaktadır. 29 İklim değişikliği politikalarının maliyetinin hesaplanması kolay iş değildir. Enerji santrallerinin ve diğer altyapının ne kadar sürede daha yeni ve temiz donanımla değiştirilebileceği, faiz hadlerinin şirketlerin planlama ve yatırım politikalarını ne ölçüde etkileyeceği, iş çevrelerinin ve tüketicilerin iklim değişikliği politikalarına ne yönde tepki verecekleri, hesaba katılması gereken değişkenler arasında yer almaktadır. Maliyet, coğrafi mekan bazında da değişebilir. Genel olarak alındığında, enerjide etkinliği artırmaya yönelik girişimlerin maliyetinin, bu etkinliğin en düşük olduğu ülkelerde daha az olması gerekir. Sanayi tesisleri halen gelişkin olan ülkelere göre, sanayileşme sürecinin henüz ilk evrelerinde olan ülkelerde modern ve çevre dostu teknolojilerin benimsenmesi daha ucuza mal olabilir. Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. SÖZLEŞME NASIL YANIT VERMEKTEDİR? • Protokol, diğer ülkelerde emisyon azalmasını sağlayan ülkelere bundan dolayı kolaylıklar getirmektedir. Protokol, bu kolaylıkların sağlanmasında üç “mekanizma” geliştirmiştir. Buradaki yönlendirici fikir, kendi topraklarında emisyon azaltmayı özel olarak çok masraflı bulan ülkelerin, başka ülkelerdeki daha ucuz emisyon azaltma girişimlerinin maliyetini üstlenmesidir. Böylece, %5’lik emisyon azaltılması hedefi yerli yerinde dururken, emisyonların azaltılmasıyla ilgili çabaların küresel ölçekteki ekonomik etkinliği de artırılmış olmaktadır. Bununla birlikte Protokol, başka yerlerde emisyon azaltılması nedeniyle sağlanacak kolaylıklardan yararlanılabilmesi için, bu dış girişimlerin ülkedeki azaltma girişimlerini tamamlayıcı özellikte olması koşulunu getirmektedir. Bu amaçla geliştirilen üç mekanizmanın nasıl işleyeceğine hükümetlerin karar vermesi gerekmektedir. Hükümetlerin bu yönde benimseyecekleri kurallar emisyon hedeflerine ulaşmanın maliyetini de büyük ölçüde belirleyecektir. Ayrıca, mekanizmaların çevresel açıdan geçerliliğini, başka bir deyişle bu mekanizmaların emisyonlarla ilgili yükümlülüklerde “kaçamak” imkanları yaratmayıp tersine Protokol hedeflerine katkıda bulunmasını da yine bu kurallar sağlayacaktır. • Oluşturulacak bir emisyon ticareti rejimi, sanayileşmiş ülkelerin kendi aralarında emisyon kolaylığı alım satımı yapmalarını sağlayacaktır. Kendi emis- 30 yonlarını üzerinde anlaşılan hedefin daha ötesinde sınırlandıran ya da azaltan ülkelerin, bu sayede elde ettikleri fazlayı, kendi hedeflerine ulaşmayı daha güç ya da masraflı bulan ülkelere satabilmeleri öngörülmektedir. Ancak, bu ticaretin kuralları henüz belirlenmemiştir. Kimi gözlemciler, belirli ülkeler için konular Kyoto hedeflerinin asgari bir çabayla bile ulaşılabilecek ölçüde düşük tutulduğu kaygısı içindedirler. Bu durumda söz konusu ülkeler, büyük miktarlara ulaşacak emisyon kredilerini (“sıcak hava” olarak bilinmektedir) başka ülkelere satabilirler ve böylece sanayileşmiş diğer ülkeler üzerindeki emisyon azaltma baskılarını hafifletebilirler. Bugün hükümetler bu emisyon ticaretinin, ülkelerin kendi emisyonlarını azaltma görevlerini boşlamalarına yol açmayacak biçimde yürümesini sağlayacak en iyi yolu araştırmaktadırlar. • Ortak Uygulama (JI) projeleri, diğer gelişmiş ülkelerdeki projelerin finansmanında yararlanılacak “emisyon azaltma birimleri” öngörmektedir. Bir ortak uygulama projesinin nasıl gündeme gelebileceği, şu örnekten hareketle anlatılabilir: A ülkesi kendi emisyonlarını azaltıcı girişimleri çok masraflı bulmaktadır. Böylece A ülkesi, B ülkesinde kurulacak yeni bir enerji santrali için düşük emisyonlu teknolojilere yatırım yapar (bu durumda B ülkesinin ekonomisi geçiş sürecinde bir ülke olması büyük bir olasılıktır). Sonuçta A ülkesi emisyonları bir başka yerde, ama kendi topraklarında yapabileceğinden daha düşük bir maliyetle azaltırken, B ülkesi bu sayede dış yatırım ve ileri teknoloji çekmiş olur, küresel sera gazı emisyonlarında azalma sağlanır ve herkes bu işten kârlı çıkar. Bu tür projelere yalnızca hükümetler değil iş çevreleri ve diğer özel kuruluşlar da doğrudan katılabileceklerdir. Bu yaklaşımın kimi yönleri, Sözleşme çerçevesinde, “Ortaklaşa Uygulanan Etkinlikler (AIJ)” adını taşıyan gönüllülük temelindeki bir program aracılığıyla test edilmiş bulunmaktadır. Bununla birlikte, rapor kuralları, izleme sistemi, ilgili kurumlar ve proje kılavuzları gibi yönlerin henüz netleştirilmesi gerekmektedir. Sonuçta oluşturulacak altyapı sistemin inandırıcılığını sağlamakla kalmamalı, ayrıca JI projeleri çerçevesinde uygun ve en son teknolojinin aktarılmasını, olumsuz sosyal ve çevresel etkilerden kaçınılmasını ve yerel piyasaların bozulmamasını güvence altına alması gerekir. • Oluşturulacak Temiz Kalkınma Mekanizması (CDM), gelişmekte olan ülkelerde emisyon azaltıcı-önleyici projelerin finansmanı için kredi sağlayacaktır. Bu, hükümetlerin ve özel şirketlerin temiz teknoloji aktarımını gerçekleştirip sürdürülebilir kalkınmaya destek olacakları önemli bir yeni yol olabilir. Kredi, “onaylı emisyon azaltmaları” biçiminde sağlanacaktır. 31 Ortak uygulama ve emisyon ticareti sanayileşmiş ülkelerin %5 emisyon azaltma hedefi bağlamında gerçekleşen uygulamalarken, CDM gelişmekte olan (ve kendileri için hedef belirlenmemiş) ülkelerle ilgilidir. Bu da pratikte genel emisyon limitini etkilemektedir. Dolayısıyla bu mekanizma söz konusu olduğunda doğrulamanın önemi özellikle artmaktadır. Protokol, temel kurallardan kimilerini ortaya koymaktadır. CDM Taraflarca bir Yürütme Kurulu aracılığıyla yönetilecek, sağlanan azalmalar ise bir ya da daha fazla bağımsız kuruluş tarafından onaylanacaktır. Onay için, ilgili bütün tarafların anlaşmaya varmaları, emisyonların azaltacak ölçülebilir ve uzun dönemli bir yeterliliğin ortaya konması ve sağlanacak azalmanın başka yollardan gerçekleşebilecek herhangi bir azalmanın dışında ve ötesinde olacağının gösterilmesi gerekir. CDM projelerinden sağlanacak getirilerin bir bölümü idari masrafların karşılanmasında ve en güç durumdaki ülkelere iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlama sürecinin getireceği maliyetleri karşılamalarına yardımcı olmada kullanılacaktır. Bir kez daha burada da işleyişle ilgili kuralların belirlenmesi gerekmektedir. 32 SONUÇ: 21. yüzyıl ve ötesi İklim değişikliğinin kalıcı sonuçları olacaktır. 65 milyon yıl önce dev bir asteroit dünyaya çarpmıştı ve bu da dinozorların sonunu getirmişti. İnsanın yol açtığı iklim değişikliğine karşı duruşta, buna yol açan insanlığın gelecek onyılları ve yüzyılları düşünmesi gerekecektir. İş henüz yeni başlamaktadır. İklim değişikliğinin birçok etkisi iki ya da üç kuşak boyunca kendini açıkça ortaya koymayacaktır. Gelecekte ise herkes bu konuda bir şeyler duyacak, bu sorunla birlikte yaşayacaktır. Çerçeve Sözleşme bunu hesaba katmaktadır. Uzun dönemli yükümlülüklerin yerine getirilmesini; iklim değişikliğini en az düzeyde tutmaya ve buna uyum sağlamaya yönelik uzun dönemli çabaların izlenmesini sağlayacak kurumlar oluşturmaktadır. Bütün devletlerin anlaşmayı onayladıkları platformu oluşturan Taraflar Konferansı Sözleşme’nin en üst organıdır. İlk kez 1995 yılında toplanan bu Konferans düzenli aralıklarla yeniden toplanarak Sözleşme’nin uygulanmasını denetleyecek ve gözden geçirecektir. Taraflar Konferansı’na yardımcı nitelikte iki yan organ bulunmaktadır. Bu organlardan biri bilimsel ve teknolojik danışmanlık, diğeri ise uygulama alanında görev yapmaktadır. Konferans, çalışmalarında kendisine yardımcı olması için geçici ya da kalıcı başka organlar da oluşturabilecektir. Konferans, ayrıca, 1997 yılında Kyoto’da yaptığı gibi Sözleşme’yi güçlendirici adımlar da atabilecektir. Protokol tarafından öngörülen yüzde 5’lik azaltma mütevazı bir başlangıç sayılabilir. Ancak, aksi taktirde beklenebilecek emisyon artışları dikkate alındığında ve kimi gelişmiş ülkelerdeki emisyonların temel yıl olan 1990’dan bu yana arttığı gözetildiğinde, birçok ülkenin kendi yükümlülüğünü yerine getirmek için ciddi çabalar göstermesi gerektiği ortaya çıkacaktır. Kyoto Protokolü önemli bir yükümlülükte bulunmaktadır: Gelişmiş ülkelerdeki sera gazlarının yeni yüzyılın ilk onyılı sonuna kadar azaltılması. Sanayileşmiş ülkelerde 200 yıldır süren bir eğilim olarak artan salımlar durdurulup iklim dostu bir küresel ekonomiye geçiş sağlanabilirse, bu önemli bir başarı sayılmalıdır. 33 34 35 314 ppb 12 yıld 114 yıld 45 yıl -1,4 ppt/yıl 268 ppt sıfır 260 yıl 0,55 ppt/yıl 14 ppt sıfır > 50.000 yıl 1 ppt/yıl 80 ppt 40 ppt CHC-11 HFC-23 CF4 (Chlorofluorocarbon-11) (Hydrofluorocarbon-23) (Perfluoro-metan) Kaynak: “Climate 2001, The Scientific Basis, Technical Summary of the Working Group I Report”, p.38 d Yaşam süresi, gazın kendi kalış süresine dolaylı etkisi dikkate alınarak hesaplanan “ayarlama süresi” olarak tanımlanmıştır. c Farklı uzaklaştırma işlemi için farklı gaz alım oranı geçerli olduğu için, CO2 için tek bir yaşam süresi belirlenemez. b Oran 1990 – 1999 dönemi için hesaplanmıştır. a 1990-1999 yılları arasındaki dönemde oran CO2 için 0,9 ppm/yıl-2,8 ppm/yıl arasında, CH4 için 0-13 ppm/yıl arasında dalgalanma göstermiştir. Notlar: 5-200 yılc 1,5 ppm/yıla Artış değişiklik oranı* Yaşam süresi (yıl) 1745 ppb 365 ppm 1998 birikimi ~270 ppb N20 (Diazotmonoksit) 7,0 ppb/yıla 0,8 ppb/yıl ~700 ppb CH4 (metan) Sanayi öncesi birikim ~280 ppm CO2 (Karbondioksit) İnsan etkinliklerinde etkilenen temel sera gazları 36