kentsel yerleşmeler

Transkript

kentsel yerleşmeler
Cihan Altun
KENTSEL YERLEŞMELER
2000’li yılların başlarından itibaren dünya nüfusunun yarıdan fazlası artık kentlerde yaşıyor. Dünya
kentsel nüfus oranı, %52’dir (BM’nin 2011 Dünya Kentleşme Beklentileri’ne göre). 3,6 milyarı aşan
sayıdaki insan kentlerde yaşıyor.
Dünya kentsel nüfus oranı, yıllar itibariyle de artmaktadır. Aralarında önemli farklar olmasına rağmen
gelişmiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde kentsel nüfus oranı yükseliyor.
Kentsel nüfus yüzdeleri, ABD (%82) ve Kanada (%81), Batı Avrupa (%80), Japonya (%91) ve Avustralya
(%89) gibi gelişmiş kapitalist ekonomilerle, Güney Kore (%83) ve Singapur(%100) gibi hızla büyüyen
ekonomilerde daha yüksektir.
Kentsel bir Dünya
Dünya’da, özellikle gelişmiş kapitalist ekonomilerde kentsel nüfus yüzdelerinin yüksek oranları,
herkesi günlük yaşamda kentsel ilişkilere bağımlı yapmıştır. Kentsel bir dünyada yaşıyoruz ve gelişmiş
kapitalist ekonomiler, neredeyse tümüyle yaşamın kentsel yönüne kenetlenmiştir.
Kentsel olmayan alanlar da bilgi, finansal kapasite, sosyal bağlar, sosyal hizmetler, politik söylemler ve
tutumlar ile popüler kültürün davranışsal dışavurumları gibi yaşam kaynakları ile kentsel alanlara
güçlü bir biçimde bağımlı hale gelmiştir.
Kentsel bir Türkiye
Türkiye nüfusunun %77.3’ü kentsel alanlarda yaşıyor. Kentsel nüfus, 58.5 milyona ulaştı.
Kentsel nüfusun 35.5 milyonu 16 büyükşehir belediyesi alanı içinde toplanmıştır (toplam nüfustaki
payı %47). Türkiye kentleşme düzeyi açısından önemli bir büyüklüğe ulaşmıştır. Nüfus daha çok büyük
kentlerde/kentsel bölgelerde yaşama eğilimindedir (2012 yılı sonu itibariyle ADNKS).
Başlıca Şehir Tanımları
Şehir, Farsça büyük kent, belde anlamına gelmektedir (Hasol 1998: 428). "Türkistan Maveraünnehir
gibi bölgelerde yaşayan (Türk boyları) bir İran boyu olan Soğdlar (ya da Soğdaklar) ile yakınlık
kurmuşlar, onları Türkleştirirken kendileri de kentleşmişlerdir. Başta kent ve şehir sözcükleri olmak
üzere, yerleşik hayata ilişkin kimi kavramların Türkçeye Farsça'dan geçmiş olmasının nedeni bu
yakınlıktır.
Kentin Arapçası "Medine"dir. Türkler ise ona "balık" demişlerdir. Bu kelimenin çamur anlamına gelen
balçık ile yakınlığı vardı. Bir yerleşmeyle ilk kez karşılaşan ve buradaki evlerin, savunma yapılarının
kerpiçten yapılmış olduğunu gören göçebe Türkler, yerleşik hayatı bu yapı gereciyle özdeşleştirmiş,
dolayısıyla da onu çağrıştıran bir adı benimsemiş olmalıdırlar" (Alsaç 1993: 12-13).
Her dilin şehir anlamını karşılayan kendi kelimesi vardır. City (İngilizce), Citta (İtalyanca), Cite
(Fransızca), Cuidad (İspanyolca), Stad (Almanca) şehri ifade eden kelimelerden birkaçıdır. Bütün
bunlar Latince yurttaşlık veya yurttaşların oluşturduğu birlik anlamına gelen civitas'tan türemiştir.
İngilizcede kullanılan Urban ile bunun Fransızca karşılığı olan urbain daha çok sosyolojik içerikli olup,
niteleme sıfatı olarak kullanılmaktadır (Keleş 1997).
Şehrin ne demek olduğunu hemen herkes bilir. Ancak şehir tanımı yapmak o kadar kolay değildir.
Güçlükler, bir yandan şehirlerin şekil, bo­yut, görünüm ve fonksiyonları bakımından büyük farklılık
göstermesinden, diğer yandan eskiden şehre özgü olan bazı özelliklerin kırsal alanlarda da
yaygınlaşmasından kaynaklanmaktadır (Whynne-Hammond 1985: 213- 214).
1
Cihan Altun
Ayrıca "şehir kavramım dar kapsamında değil, zamana ve mekâna bağlı olarak ele almak zorunludur.
Her ülkenin gelişmişlik düzeyi, nüfusu, geleneksel tavırları ve bu konuya bakış açıları farklıdır"
(Özçağlar 2000: 76).
Ancak şehirleri kırsal alanlardan ayıran bir takım özellikler de yok değildir.
Bu özellikler fiziki, ekonomik ve sosyal niteliklidir. Şehirlerin çoğu birbirine yakın, sıkışmış bina ve
caddelere, yüksek nüfus yoğunluklarına ve tarım dı­şı fonksiyonlara sahiptirler.
Şehirleri ayıran bir diğer ölçüt ise beşeri özellik­lerdir. Birbirine yakın çevrelerde güçlü olmayan sosyal
temasa sahip insan­ların çokluğu ve farklılığı, bireysel anonimlik, meslekî ve coğrafî hareketli­lik,
sosyal kararsızlık, karmaşık sınıf yapıları, insan sağlığı ve yaşama tar­zında büyük değişiklikler ise
beşerî özelliklere örnek verilebilir.
Şehir konusunda uluslararası nitelikte kabul edilmiş bir tanım yoktur. Her ülke kendi tanımını
yapmıştır. Bazı ülkeler idari sınırları ölçüt olarak kullanırken, bazıları nüfus ölçütünü, bazıları ise
şehirsel fonksiyonları ölçüt olarak kullanmışlardır.
"Ayrıca Afrika'da Avrupalıların kurduğu yerleşmelere şehir denilmesi dikkat çekicidir" (WhynneHammond 1985:213-214).
İdari sınırlar dünya ölçüsünde en fazla kullanılan ölçüttür (Çezik 1982:4). Bu ölçüte göre şehir, belirli
idari sınırlar içinde kalan, özel idari ya­pıya sahip yerleşmelerdir (Ertürk 1995:45).
Ölçüt ülkemizde TÜİK (DİE) ta­rafından kullanılmaktadır. Buna göre, il ve ilçe merkezleri şehir, bucak
merkezleri ve köyler kırsal alan olarak kabul edilmektedir. İdarî ölçüt veri toplamada kolaylık
sağlaması bakımından önemlidir.
Nüfus, idari sınırlardan sonra en fazla kullanılan ölçüttür. Nüfus öl­çütünü iki şekilde kullanmak
mümkündür. Bunlardan biri nüfus miktarı, diğeri ise nüfus yoğunluğudur. Ancak her iki ölçütün
kullanılması da fizik­sel bir sınırın tespitini gerekli kılmaktadır. Nüfus miktarı ölçütü kullanıldığı zaman
idari sınırlar esas alınmakta, "İdari sınırlar ise kentin fonksiyonel sı­nırları ile çakışmamaktadır" (Çezik
1982:4).
Nüfus miktarı Ölçütünde esas, belirli nüfus miktarının üzerinde nüfu­sa sahip yerleşmelerin şehir,
bunun altında kalan yerleşmelerin ise köy ka­bul edilmesidir. Belirlenen değer değişen koşullara bağlı
olarak, ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir.
Danimarka, İsveç ve Finlandiya'da şehir, nüfusu en az 250 kişi olan yerleşmelerdir. Kanada ve
Venezüella'da bu de­ğer 1000, Arjantin ve Portekiz'de 2000, ABD'de 2500, Hindistan'da ise 5000 kişi
kadardır.
Nüfus miktarı konusunda ülkemizde kullanılan değerler arasında da farklılıklar söz konusudur. Örnek
olarak 17 Mart 1924 Tarih 442 Sayılı Köy Kanunu nüfusu 2000'den az olan yerleşmeleri köy, 200020000 arasında kalan yerleşmeleri kasaba, 20000'den fazla yerleşmeleri ise şehir olarak kabul
etmektedir.
Aynı şekilde 1930 Tarih 1580 Sayılı eski Belediye Yasası'nda nü­fusu 2000'i aşan yerleşmelerde
belediye kurulabileceği belirtilmiş, böylece köy-şehir ayrımı yapılmıştır (Ertürk 1995: 45).
Ancak 24 Aralık 2004 tarihin­de yürürlüğe giren 5272 Sayılı yeni Belediye Kanununun 4. maddesinde
nü­fusu 5000 ve üzerindeki yerleşmelerde belediye örgütünün kurulacağı belir­tilmektedir.
2
Cihan Altun
Şehir-köy ayrımı için kanunlarımız gibi, bilim adamlarımız arasında da benimsenmiş bir nüfus miktarı
mevcut değildir. Örnek olarak, Darkot, Selen ve Louis 3000 nüfus ölçütünü esas almışken, Tunçdilek
ve Tümertekin başlangıçta (1958) 5000 kıstasını, Tümertekin daha sonra (1965) 10000 kısta­sını esas
almıştır. 10000 kıstasını esas alanlar arasında Reuter (1946) ve Keleş (1962) de vardır. Ancak uzun
süredir kullanılan 10000 nüfus miktarının bu­günkü şartlarda yeterli olmadığı konusu Çezik (1982) ve
Özçağlar (2000) ta­rafından ortaya konulmuştur.
Çezik'in, DPT için yaptığı "Kent Eşiği Araştırması (Türkiye İçin Kent Tanımı)" adlı çalışmada vardığı
sonuçlardan biri de 20000 ve 50000 nüfus sınırlarının ülkemiz için kent ayrımında kullanılması
zorunluluğudur. "50000 nüfus eşiğinin objektif şartlarda daha gerçekçi oluşuna karşılık, süb­jektif
şartlarda, yani Türkiye'nin kendine özgü, daha küçük yerleşme birim­lerine dayalı fizikî yapısı dikkate
alındığında 20000 nüfusun kent alt nüfus eşiği olarak belirlenmesi daha uygun görülmektedir" (Çezik
1982:136).
Özçağlar (2000), konunun mekânsal boyutu kadar, zamansal boyutu­na da dikkat çekmektedir. Buna
göre Türkiye'nin nüfusu devamlı artış ha­linde olduğundan şehir-köy ayrımında esas alınacak nüfus
miktarının sabit tutulması hiç de doğru değildir.
1923-1950 yılları arasında bir yerleşmenin şehirsel özellikler kazanmaya başladığı nüfus miktarının alt
sınırı (köy-şehir sınırı) 3000-5000 iken, 1950-1970 döneminde bu değer 10000'e yükselmiş, 19702000 döneminde ise 20000'i bulmuş, hatta 30000'e yaklaşmıştır (Özçağlar 2000:76-77).
Şehir ayrımında kullanılan ölçütlerden biri de, nüfus yoğunluğudur. Wilcox, "Şehirsel Toplum (The
Urban Community)" adlı eserinde, nüfus yoğunluğu 100 mil2'den az olan yerleşmeleri kırsal, 100 ile
1000 mil2 arasın­da olan yerleşmeleri köy, mil2'ye 1000'den fazla nüfus yoğunluğuna sahip
yerleşmeleri ise şehirsel olarak tanımlamıştır.
Mark Jefferson ise "Büyük Şehirler (Great Cities)" adlı eserinde mil2'ye l0000'den fazla nüfus
yoğun­luğuna sahip yerleşmeleri şehir olarak tanımlamaktadır (aktaran Taylor 1951:175).
Ülkemizde kullanılmayan bu ölçütün eksik yönleri yok değildir. Bunlardan biri nüfus yoğunluğunun
şehrin sosyal özellikleri ile birlikte düşünülmemesidir.
Diğeri ise nüfus sayımları insanların gece evde bulunması esasına göre yapıldığından, şehri şehir
yapan ticaret ve sanayi alanlarının boş olarak düşünülmesi ve şehir sayılmamasıdır (Wirth 1951:49).
Şehir tanımında kullanılan kıstaslardan biri de fonksiyonlardır. Fonk­siyon ölçütü kır ve şehir
yerleşmeleri ayrımında kullanılan en isabetli ölçüt­tür. Nüfus miktarının kullanılması pratik olmakla
birlikte, şehir-köy ayrı­mında kullanılması en uygun olan ölçüt fonksiyon ölçütüdür. "Bu durum,
coğrafyacıyı köy ve şehir kategorilerinin ayrılmasında yerleşme noktaları nüfusunun ekonomik
fonksiyonlara dayanılması düşüncesine daha da yak­laştırır. Ancak böyle bir ayrıma teşebbüs edilince,
ne kadar büyük güçlük­lerle karşılaşılacağı hemen ortaya çıkmaktadır.
Ekonomik fonksiyon ölçütü yerleşmelerin nüfus miktarından ayrı olarak ele alınınca, memleketin
bütün yerleşme noktalarını birer birer elden geçirilip hangilerinin köy, hangileri­nin şehir olduğunu
tespit etmek gerekir ki buna hiç bir istatistik kaynağı imkân vermez" (Darkot 1967: 4).
Ancak bu durum nüfus miktarının bu ay­rımda göz ardı edilmesi anlamına gelmemektedir. "Aslında
şehirsel fonksi­yonların var oluşu ve çeşitliliği ile yerleşmelerdeki nüfus miktarları arasın­da yakın bir
ilişki söz konusudur. Bu ilişki ana çizgileriyle şehirsel fonksi­yonların gelişebilmesi için gerekli nüfusun
alt miktarına da yansır. Yerleş­melerin kır ve şehir olarak ayrımında fonksiyonlar ile yerleşmenin
nüfusu­nun birlikte ele alınması gerekir" (Tümertekin 1973:42-43).
3
Cihan Altun
Fonksiyon ölçütünde tarım dışı faaliyetler esas alınır. Ancak tarım dı­şı faaliyet yüzdesinin ne olması
gerektiği, tarım dışı faaliyetin sanayi ve hizmet sektörleri arasında ne şekilde paylaştırılacağı, ayrıca
tarım dışı faali­yet hacminin hangi kıstaslara dayalı olarak tespit edileceği konularında ül­keler
arasında farklılıklar bulunmaktadır.
Tarım dışı faaliyetin hacmi konu­sunda ülkeler arasında kabul edilmiş bir sınır yoktur. Gelişmişlik
derecesine bağlı olarak bazı ülkeler % 50'nin üzerinde sanayi faaliyetine sahip yerleş­meleri şehir
kabul ederken, bazı ülkelerde bu değer % 80 kadardır. Tarım dışı faaliyet hacmi kadar, bu hacmin
istihdam rakamları, katma değer, üre­tim miktarı veya üretim değeri ile mi ifade edileceği konusunda
da farklılık­lar bulunmaktadır (Çezik1982:6).
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de daha kolay elde edilmesine bağlı olarak, istihdam ölçütü esas
alınmaktadır. Buna göre şehir, "Yerleşme biriminde yaşayanlar içinde faal nüfusun ta­mamı yahut
büyük kısmı, hiç değilse yarıdan fazlası, geçimini topraktan sağlıyorsa o yerleşme [yeri] kırsal bir
yerleşme, meselâ bir köydür. Eğer ta­rım faal nüfusun geçim kaynakları arasında yer tutmuyorsa
yahut hiç değil­se yarıdan az bir oranda kalıyorsa, [yani] geçim daha ziyade endüstri, ticaret, serbest
meslek ve hizmetlerden sağlanıyorsa, yerleşme noktası kentsel bir yerleşme, şehir veya kasabadır"
(Darkot 1967:4).
Farklı şehir tanımlarının ortaya çıkışında, şehrin çok sayıda bilim da­lının (tarih, ekonomi, mimarlık,
siyaset ve sosyoloji gibi) inceleme alanına girmesi ile de ilgisi vardır. Bu bilim dalları konuyu değişik
açıdan ele al­makta, sonuçta farklı tanımlar ortaya çıkmaktadır.
Çok sayıda bilim dalı şe­hirle ilgilenmesine karşılık, burada bunlardan sadece ikisi, sosyoloji ve
coğ­rafya bilim dallarının, şehre bakış açıları ve şehir tanımları üzerinde durula­caktır.
Sosyolojik kent tanımlarında hareket noktasını köy ve kent topluluk­ları arasındaki farklılıklar
oluşturmaktadır. Daha doğrusu, sosyologlar "Kent denilen sosyal grubu köy topluluğunun karşıtı
olarak görmüşler ve bu anlamda tanımlamışlardır" (Bal 1999: 19).
Büyük Alman sosyoloğu Toennies, insan topluluklarını iki gruba ayırarak incelemiştir. Bunlardan bi­ri
cemaatler, diğeri ise cemiyetlerdir.
Cemaatler, ırk, etnik köken ve kültür bakımından farklılaşmamış bireylerden meydana gelmektedir.
Bireyler ara­sında ilişkiler samimîdir. Oysa cemiyetlerde farklılaşma söz konusudur. Bi­reyler arası
ilişkiler yüzeysel ve menfaatlerle ilişkilidir ve hür iradeye da­yanmaktadır. Böylece şehirler cemiyet
hayatının, köyler ise cemaat hayatının yaşandığı yerlerdir (Yörükân 1968: 9).
Yine sosyolojik olarak şehir, nispî olarak geniş, yoğun ve sosyal olarak ayrı cinsten (heterojen)
bireylerin sürek­li yerleşme yeridir (Wirth 1951: 40).
Sosyolojik olarak şehri tanımlayan en güzel ifade 19. yüzyıl felsefecilerinden Thoreau'ya aittir. Yazara
göre şehir "Milyonlarca insanın hep birlikte yalnız olduğu yerlerdir" (aktaran Ponting 2000: 275). Yani
şehir, yabancıların tanınmadığı yerleşme veya yabancıların dünyasıdır.
Coğrafyacının konuya bakış açısı farklıdır. Coğrafyacı şehri bir bütün olarak ele almakta ve
incelemektedir (Tolun-Denker 1976: 2).
Ayrıca coğraf­yacı, şehir yerleşmesini, insan yapımı yaşama alanı olarak algılar. Boyut ve yönetim
ölçütü gerçek şehri tanımlayamaz. Fonksiyon ve form şehir tanımının esasını oluşturur. "Kırsallığın
karşıtı olan şehir, toprakla ilişkisi ol­mayan ve birbiriyle yakından ilişkili faaliyetlerin (kültür, ticaret,
sanayi, yönetim ve ikamet ile ilgili faaliyetler) sınırları belli bir alanda toplandığı yerleşmelerdir"
(Dickinson 1964:10).
4
Cihan Altun
Ancak şehir ile ilgili tanımlarda birden fazla ölçütün esas alınmasına dikkat edilmelidir. Bu bağlamda
şehir, belirli büyüklükte, toplu yerleşme şekline sahip, şehirsel yaşam şeklinin oluştuğu, dolayısıyla
çeşitli kısımları arasında farklılıkların olduğu ve çevresinin merkezi konumunda bir yerleşme olarak
tanımlanabilir (Göney 1984: 13). Aynı şekilde şehri, "Tarımsal olmayan üretimin yapıldığı ve tüm
üretimin denetlendiği, dağıtımın kontrol edildiği, belirli teknolojinin beraberinde ge­tirdiği büyüklük,
yoğunluk, farklılaşma ve bütünleşme düzeylerine varmış yerleşme türü" (Aktüre 1975:101) şeklinde
tanımlamak da mümkündür.
Bütün bu açıklamalar dikkate alındığında şehirlerin aşağıdaki özellik­lere sahip oldukları görülür. Bu
özellikleri çoğaltmak da mümkündür:
Şehir, miktarı zamana ve mekâna göre değişebilen bir sınırın üze­rinde nüfusa sahiptir.
Birbirleriyle ilişkileri yüzeysel olan, farklı amaç ve statüde bireyler bir arada yaşamak zorundadır.
Faal nüfusun büyük kısmı tarım dışı faaliyetlere yönelmekte, do­layısıyla çeşitli fonksiyonlar ve farklı
coğrafi görünümler ortaya çıkmaktadır.
Bir takım sosyal kolaylıkların toplandığı bu nedenle birçok yenili­ğin yapıldığı ve çevreye yayıldığı
yerleşmelerdir.
Farklı kural ve kurumlara sahip, çevresiyle etkileşim halinde ve çevresine çeşitli hizmetler sunan
merkezi ve toplu yerleşmelerdir.
Başlıca şehir tanımlarından sonra şehir ile köy yerleşmeleri arasında kalan kasaba kavramını açıklığa
kavuşturmak ihtiyacı vardır. Konu fonksi­yonel açıdan incelenebileceği gibi sadece nüfus miktarım
dikkate alarak bir ayrım yapmak da mümkündür.
Kasabalarda (town veya market town) "tek fonksiyonun hâkim olması hali" söz konusudur
(Tümertekin 1965:12). Baş­ka bir anlatımla kasabalarda şehirsel fonksiyonlardan sadece bir tanesi
ge­lişmekte, buna ikinci bir fonksiyonun eklenmesi durumunda şehirler ortaya çıkmaktadır (TolunDenker 1970).
Ticaret (pazar) ve oturma alanları kasaba­larda bulunan işlevler olmasına karşın, şehirlerde birden
fazla fonksiyon ön plana çıkmaktadır. Bunlar genel olarak ticaret, sanayi, oturma, sağlık, eği­tim ve
benzeri işlevlerdir. Fonksiyonel özellikleri dikkate alınmadan yapı­lan tanıma göre ise kasaba; "Nüfusu
20000 ve altında belediye örgütlü yer­leşmelerdir" (Özçağlar 1997: 8).
KENTSEL COĞRAFYANIN ALANI
Şehir coğrafyası şehirlerle ilgilidir. Başka bir anlatımla şehir olarak tanımlanan yerlerin coğrafyasıdır.
Nasıl ki coğrafya insanın evi olan yeryü­zünde yerler arasında değişen çeşitli özelliklerin tasvir ve
yorumunu yapar­sa, şehir coğrafyası da şehirsel yerleşmelerin tasviri ve yorumlanması ile il­gilidir.
Şehir coğrafyası genel bağlam içinde yerel değişkenlik ile ilgilidir. Bu ifadenin anlamı şudur: Şehir
coğrafyası yerlerin (şehir ve kasabaların) farklılığını ve şehir içinde veya şehirler arasında mevcut
düzenlilikleri insan ve çevre arasındaki mekânsal ilişkiler bakımından anlamaya çalışır.
Bura­daki çevre hem fizikî çevre, inşa edilmiş çevre (evler, fabrikalar, bürolar, okullar, yol ve
köprüler), ekonomik çevre (ekonomik kurumlar, ekonomik yapı ve ekonomik hayatın düzenlenmesi
gibi) ve hem de sosyal çevre (dav­ranış normları, sosyal tavırlar, insanlar arası ilişkileri belirleyen
kültürel ve siyasî değerler gibi) anlamına gelmektedir (Knox 1994).
5
Cihan Altun
Beşeri coğrafyanın yakın zamanlı gelişen bir parçası olan şehir coğ­rafyası Pattison (1964)
sınıflandırmasına göre sadece yer bilimleri geleneği ile ilgisi yoktur.
[Kuşkusuz bu durum yer bilimleri geleneğinin saf fizikî süreçlerle ilgili olması, insanı hesaba
katmaması ile ilgilidir. Yoksa şehirler havada asılı değildir].
Şehir coğrafyası, düzenler (veya kalıplar), lokasyonlar ve mekânsal etkileşim nedeniyle mekânsal
gelenek ile ilgili­dir. Arazi, bölgeselleşme ve yerlerin esas karakteri ile ilgilendiğinden alan
incelemeleri geleneği ile ilişki içindedir.
Yine insan çevre geleneği, şehir coğrafyasında insan şehirsel çevre etkileşimi şeklinde ortaya
çıkmaktadır (Herbert ve Thomas 1982).
Şehir coğrafyası şehirsel hayat ve şehirsel çevrenin tüm elemanları ile ilgilidir. Bu elemanlar ise daha
çok beşeri niteliklidir. O şehirsel coğrafî görünümün mekânsal ve alansal yönlerini ele almak­tadır.
Bu durum şehrin çevresini ihmal ettiği anlamına gelmemektedir. Çünkü şehirsel olmayan alanlar da
onunla karşılıklı ilişki içinde, bütünün bir parçası durumundadır. Bu açıdan bakıldığında şehir
çevresiyle birlikte işlevsel bir bölge meydana getirir. Bu işlevsel bölgenin merkezi de şehir­dir.
Kuşkusuz şehirsel coğrafî görünüm aniden ortaya çıkmış değildir. Bu durumda zamanın önemi ortaya
çıkar. Böylece bugünkü düzenin açık­lanmasında tarihi coğrafyanın önemi kendiliğinden ortaya çıkar.
Şehir coğrafyası kendi metotlarını kullanarak, şehrin işleyişini, buna bağlı ola­rak şehirsel sorunları,
potansiyel gelişme alanları ve yönlerini tahmin eder.
Böylece gerek bilgi toplama gerekse uygulama aşamasında şehir planlaması çalışmalarına katkıda
bulunur.
6
Cihan Altun
Coğrafyacılar dünyanın hem fiziki hem de beşeri çevresini araştırmakta; insanlığın nasıl değiştiğini ve
doğal görünümü, atmosferi, suları, toprağı nasıl değiştirdiğini ortaya çıkarmaya çalışmaktadır.
Fiziki coğrafyacılar, yeryüzü şekillerini, uzun süreli hava durumu eğilimlerini ve paternlerini, bitki ve
hayvanların doğa ve insan etkisiyle değiştirilmiş mekânsal dağılımlarını araştırırken; beşeri
coğrafyacılar, insan ve faaliyetlerinin coğrafi mekândaki lokasyonlarına odaklanmıştır.
Lokasyonel odaklanma, insan topluluklarının ekonomik faaliyetlerine ve davranışlarına, sosyal ve
kültürel özelliklerine; yerler veya mekânlar (bölgeler) üzerinde dışa vurulmuş olarak politik ve güç
ilişkilerine ilişkindir.
Beşeri coğrafyanın bir alt alanı olan kentsel coğrafya, kentleri/ kentsel alanları inceler.
Kentsel coğrafyacılar, araştırmalarında iki temel yaklaşım sergiler:
1)Kentsel/metropoliten alanlar arası yaklaşım: Bölgesel, ulusal veya küresel düzeyde bir kent sistemi
veya kent grupları arasındaki ilişkiler üzerinde durmak,
2)Kentsel/metropoliten alan içi yaklaşım: Kentsel/metropoliten alan içinde insanların, faaliyetlerin
ve kurumların lokasyonel iç düzenine dikkat çekmek.
Kentsel coğrafya, dünyanın farklı bölgelerindeki kentlerin (Rus kentleri, Arap kentleri gibi) veya belirli
konusal sorunların (yoksulluk, etnisite gibi) araştırılmasıyla da ilgilenir.
KENTSEL COĞRAFYANIN KÖKENİ ve GELİŞİMİ
Coğrafyacılar yirminci yüzyıl başlarında daha çok fiziki coğrafya, özellikle jeomorfoloji konularıyla,
sınırlı sayıdaki coğrafyacı, beşeri coğrafya konularından tarım ve kaynak çıkarımı ile uğraşıyordu.
Kentsel coğrafya, bu yüzyılın ilk yarısında kademeli şekilde ortaya çıkmış olsa da az sayıdaki
akademisyen bu alanla ilgili çeşitli temel kavramlar geliştirmiştir.
1940’ların sonlarında Harris ve Ullman tarafından okutulmaya başlanan ilk derslere kadar kentsel
coğrafya dersleri okutulmuyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısı, coğrafyada bir alt alan olarak kent
coğrafyasının gelişimine tanık olunmuştur.
21. yüzyılın başında kent coğrafyacıları, Coğrafi Bilgi Bilimi teknik alanında ve en fazla üyeye sahip
coğrafyacı birliği olan AAG’nin içinde önemli bir kitle oluşturmaktadır.
COĞRAFİ GELENEKLERİN KENTSEL COĞRAFYADAKİ İZDÜŞÜMLERİ VE ETKİLERİ
Coğrafyanın Dört Geleneği: 19001970
7
Cihan Altun
1. Fiziki Gelenek
Çok sayıda coğrafyacı, 20. yüzyıl başında yeryüzünün fiziki çevresi (özellikle yeryüzü şekilleri ve iklim)
ile ilgileniyordu. Kentsel coğrafya az sayıda araştırma yapılan bir alt alandı.
Kent coğrafyası, 1960 ve 1970’lerde coğrafyanın iyi gelişen bir alanı olarak ortaya çıkana kadar böyle
devam etti. Kentlerin fiziki çevresi ilgi çekiyordu ve coğrafyacılar sel, çamur akması, kasırga gibi doğal
afetler üzerine yoğunlaşmıştı.
Dikkate değer bir araştırma konusu, kent merkezinde kırsal kent çevresinden daha yüksek sıcaklıkların
kaydedilmesiyle ortaya çıkan şimdilerde yerel hava durumu tahminlerinde yaygın şekilde kullanılan
kent içindeki ısı adaları üzerineydi (kent klimatolojisi) Fiziki gelenek, beşeri coğrafyacılar tarafından
ihmal edildi.
2. İnsan – Çevre Geleneği
Coğrafyada temeli Aristo’ya kadar inen ve çevresel determinizm diye bilinen kavram, insan
uygarlığının gelişimini fiziki çevrenin özellikle de iklimin belirlediği ve denetlediği düşüncesini içerir.
Çevresel determinizm, genelde ilkel insanların görülmesine rağmen uygarlıkların tropikal iklimlerde
değil, orta enlemlerde değişken iklimlere sahip bölgelerde ortaya çıktığını ileri sürmüştü.
Bu yaklaşıma göre doğa, insan faaliyetleri için sınırları ve olasılıkları belirler. Ancak insan davranışı,
belirli bir yaşam tarzları yaratan kültürel geleneklerle dışa vurulur.
Kentsel coğrafyada insan-çevre geleneği, kentlerin bulundukları yerlerle ilgilenmiştir. Açık deniz
gemileri için derin liman yerleri, dağ sıralarındaki geçit yerleri, mineral ve kaynak çıkarımı için
madencilik yerleri gibi.
Doğal koşulların kalabalık nüfus merkezlerinin gelişiminde ana kontrol elemanı olduğunu ileri süren
Tower (1905) veya dağlık bir çevrenin kentsel gelişime engel olduğunu iddia eden Semple’ın (1911)
düşünceleri, bu yaklaşımdan türemiştir.
3. Bölgesel Gelenek
1920’lerden 1960’lara kadar hüküm sürmüş olan ve kentsel coğrafyanın üçüncü büyük geleneği
durumundaki bölgesel yaklaşımda araştırmalar, tek bir kente odaklanmıştı.
Araştırmalar, analitik olmaktan çok, betimsel ve genellikle tarihsel perspektifliydi; kentin nasıl
büyüğü ve geliştiğine vurgu yapıyordu. Kentin bütün önemli fiziki ve beşeri özellikleri ortaya
konuluyordu.
Bölgesel yaklaşım, bir çok kente özel coğrafya çalışmalarının birikmesine neden olmuş (Platt 1928;
Johnson 1936; Harris 1941; Dickinson 1947) ; kentsel coğrafyanın sosyal bilimlerin ana akımından
uzun süre uzak kalmasına da yol açmıştır.
4. Mekansal Gelenek
Kentsel coğrafyada 1950’lerden itibaren bölgesel geleneğin aşamalı biçimde yerine mekânsal
yaklaşım geçmiştir.
Mekânsal analiz; teoriler, hipotezler, sayısal yöntemler ve matematik modeller geliştirmeyi
içermektedir (sayısal devrim).
Nicel araştırmaları yürütme konusunda kentsel coğrafyacılara yardım eden temel bir etmen de
1960’lardan itibaren araştırma üniversitelerinde bilgisayarların kullanılması olmuştu.
8
Cihan Altun
Bilgisayarlar, istatistiksel algoritmayı kopyalamayı kolaylaştırdı ve coğrafyacıların büyük hacimli veri
setlerini kullanabilmesini etkinleştirdi. 1960’ların sonlarına doğru bugünkülere göre kötü kalitede
olmasına rağmen bilgisayarla harita ve grafikler yapabilme mümkün hale geldi.
1954’te Bölge Bilim Derneği’ni kuran ekonomist Walter Isard kentsel coğrafyanın gelişiminde önemli
rol oynadı ve o dönemin genel ekonomik modellerinin içine mekânsal analizi eklemeye çalıştı.
Bu topluluğun gelişmesi ve yayılması, ekonomist, coğrafyacı ve nicel araştırma yapma eğilimindeki
diğer bilim insanlarından oluşması, kentsel coğrafyacılar arasında kuvvetli bir istatistiksel araştırma
ilgisi uyandırdı.
Bölge Bilim Derneği, kentsel coğrafya alt disiplinini etkilemeye devam etmektedir. Mekânsal analizde
en fazla ilgi, kentlerin nerede yer aldığına ilişkin olarak lokasyon teorisine toplanmıştır.
Şehir Coğrafyasında Etkili Olan Başlıca Akımlar
Şehir coğrafyasında bugüne kadar farklı akımlar söz konusu olmuştur. Bunları; Morfolojik akım,
Fonksiyonel akım, Kuruluş gelişme akımı ve Kültürel-genetik akım şeklinde dört alt gruba ayırarak
irdelemek mümkündür.
Morfolojik Akım
Morfolojik yaklaşım, şehir coğrafyası çalışmalarında bir akımı temsil etmiştir. Morfoloji veya
fizyonomi şekil veya biçim anlamına gelmektedir. Kavram, coğrafyada özellikle yerleşme
coğrafyasında, yerleşmelerin şekilsel bileşenleri olarak tanımlanmaktadır.
Yerleşmenin şekil özellikleri ise, onun ana unsuru olan konutların arazi (yerleşim alanı/sit alanı)
üzerindeki dağılım düzeniyle ilişkilidir. Smailes, kavramı şehir morfolojisi olarak ele almış, "Urban
Landscape" veya "Townscape" (şehirsel coğrafî görünüm) olarak nitelemiştir.
Buna göre "Townscape", şehrin fiziksel formu, alan ve binaların yerleşme alanı üzerindeki düzeni
olarak tanımlanabilir. Başka bir anlatımla "Townscape'in" üç önemli bileşeni bulunmaktadır: Bunlar,
cadde ve sokak planı veya düzeni, binaların mimarî stil ve tasarımı ve arazi kullanımıdır.
Bütün bu bileşenlere bağlı olarak şehirler, morfolojik olarak, altı grupta incelenmektedir.
Bunları lineer (çizgisel), ışınsal (radyal), konsantrik, semer, yay ve muhtelif biçimli şehirler olarak
sıralamak mümkündür.
Fakat zamanla değişik bilim dalları tarafından farklı anlamlarda kullanılan "Townscape", şehir
coğrafyasında yukarıda verilen anlama ek olarak "tamamen öznel şehir imajı" anlamı da kazanmıştır.
Bu konuda son zamanlarda yapılan başlıca çalışmalar daha çok şehirsel alanların şekil ve tasarımında
mimar, planlamacı ve yöneticilerin rolü üzerine yoğunlaşmaktadır.
Fonksiyonel Akım
Fonksiyonel akımın iki yönü vardır. Bunlardan biri şehrin çevresi için merkezi yer olarak rolü, yani
şehrin çevresiyle fonksiyonel etkileşimi,
diğeri ise şehir içi fonksiyon alanlarının belirlenmesi ve bunların dağılışının ne­denleriyle birlikte
ortaya konulmasıdır.
9
Cihan Altun
Kuruluş Gelişme Akımı
Kuruluş gelişim akımı, şehirsel gelişimi, şehirsel alanların büyüme aşamalarına göre incelemektedir.
Bir yerleşmenin kuruluş ve gelişimi yapılırken o yerleşmede ve çevresinde geçen tarihî olayların
anlatımından çok, çeşitli kaynaklardan istifade edilerek onun geçmiş devirlerdeki coğrafyası ortaya
konulmaya çalışılmalıdır. Gelişim aşamaları belirlenirken öncelikle şehrin fizikî büyüme eğilimleri ve
eldeki veriler (bunlar kartografik veya yazılı olabilir) dikkate alınmalıdır.
20. yüzyılın ilk yıllarında Alman coğrafyacılar arasında güçlenmiş olan akıma göre Morfolojik ve
fonksiyonel çalışmalar, kuruluş ve gelişim sürecinde incelenmediği, takdirde, yüzeysel kalır. Çünkü
morfoloji ve fonksiyon zaman bağlı olarak gelişme göstermektedir.
Kültürel Genetik Akım
Kültürel genetik akım, bir kültürel alan veya bölgenin elemanları ola­rak kavranabilen şehirlere
yönelmektedir. Kültür, şehirleri etkilemektedir. Bu etki şehrin düzeninde ve bütün özellikleri
üze­rinde görülmektedir.
Şehirler farklı kültürel bölgelerde yer almakta, bu bölgenin insanları tarafından iskân edilmekte ve o
kültürel bölgeye ait şehirsel özellikler kazanmaktadırlar.
Özetle, bütün şehirler bulundukları farklı böl­gelerin kültürlerini ifade ederler. Bu bağlamda İslam
şehrinden bahsedilebileceği gibi, Hindistan şehri veya Endonezya şehrin­den de söz etmek
mümkündür.
Şehir Coğrafyasında Modern Yaklaşımlar
Şehir coğrafyasında etkili olan akımlarda 1950 yılından sonra önemli değişiklikler olmuştur. Zaten Hall
bu konuyu iki başlık altında incelemektedir. Bunlar erken yaklaşımlar (sit ve situasyonun incelenmesi;
morfolojik yaklaşım) ve modern yaklaşımlardır.
Erken çalışmalar, günümüze kadar ulaşan morfolojik yaklaşım hariç, daha çok çevreci deterministik ve
bölgesel bakış açısı ile ele alınmıştır. Bunlar tanımsal olan çalışmalardır. Modern yaklaşımlar, pozitivist
yaklaşım, davranışsal ve hümanistik yaklaşım ile ya­pısalcı yaklaşımdır.
Pozitivist (olgucu) Yaklaşım
Pozitivist (olgucu) yaklaşım, bilimsel yöntemi kul­lanmaktadır. Pozitivist bilim felsefesine göre bilgi
duyu organları, gözlem ve deneyimle elde edilir. Sezgi, ilham ve metafizik kaynaklı bilgi doğru
de­ğildir. Sadece gözlemlenen ve algılanabilen şeylerin varlığı doğrulanabilmektedir.
Pozitivist yaklaşım, kanunlar bulmaya yöneliktir, dolayısıyla nometetik yaklaşımı kullanır. Verilerde
kanun ve düzenlilikler vardır felsefesi ki mantıksal pozitivizm olarak anılır, pozitivist yaklaşımın esasını
oluşturur.
İnsanın ekonomik olduğu dünyada, davranışları evrensel kanunlarla belirlenebilir ve önemli
benzerlikler gösterir. Yaklaşımda ev­rensel kanunlar ve bunların neden olduğu gözlemlenebilir kalıplar
ortaya konulmakta ve bunlar sayılar, istatistiki tasvirler, istatistiksel güdümleme, hipotez testleri ve
modeller kullanılarak açıklanmaktadır. Pozitivist yaklaşım kendi arasında ikiye ayrılmaktadır. Bunlar
ekolojik ve neo-klasik yaklaşımdır.
10
Cihan Altun
Ekolojik Yaklaşım
Ekolojik yaklaşımda insan davranışı ekolojik ilkeler tarafından belir­lenmektedir. Darwin" den
etkilenmiş bu yaklaşımda esas olan, yaşam ağı olarak adlandırılan süreçte bütün organizmalar
karşılıklı bağımlılık ilişkisi kurmaktadır.
Yaşam ağında aynı yerde yaşamak zorunda olan canlılar (bitki ve hayvan türleri) birbirleriyle
mücadele ve yarışmaya girerek hâkimiyet ilkesine göre yer seçerler. Benzer süreç insan
yerleşmelerinde de işler ve sa­nayi ve ticaret kentsel mekâna hâkim olur.
Yine fazla geli­re sahip en güçlü grup mekânda en avantajlı yeri, örnek olarak en iyi otur­ma alanını,
elde eder. Bu yaklaşımı seçen şehir coğrafyacıları, kökeni 1920'lere varan Şikago sosyoloji ekolunu
benimsemişlerdir.
Bunların daha çok ta­nımsal olmaları ve şehirlerde artan problemlere çözüm üretememeleri, di­ğer
yaklaşımların, özellikle 1970'li yıllardan sonra, ön plana çıkmasına ne­den olmuştur.
Neo-Klasik Yaklaşım
Neo-klasik yaklaşımın esası şudur:
İnsan akılcıdır.
Dolayısıyla davranışları tahmin edilebilir.
Ekonomik insan (Homo econimicus) para ve zaman açısından maliyeti en az, yine aynı açıdan kârı en
yüksek düzeye çıkarmak için çalışmaktadır.
Bu tür davranış, en yüksek kâr davranışı olarak tanımlanabilir. Merkezi yerler teorisi ve Thünen
modeli neo-klâsik yaklaşımla ele alınmışlardır.
Davranışsal Yaklaşım
Davranışsal yaklaşım 1970'li yıllarda ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım şehirsel çevrede insanların
faaliyetleri, karar verme süreci ve çevrelerine verdikleri anlamların çalışılmasıdır.
Yani insan davranışlarında değer yargıları, amaçlar ve güdülerin önemine vurgu yapılmaktadır.
Şehir­deki faaliyetler ve arazi kullanımı, bilgi eksikliği içinde alınan kararların sonucudur.
Ancak bu yaklaşım da bu tür davranışlarda yasa benzeri birta­kım genellemelerinin ortaya çıkarılması
ile ilgilenmektedir. Bu nedenle bu yaklaşımı pozitivist yaklaşımın bir uzantısı olarak kabul etmek
mümkündür.
Hümanistik Yaklaşım
Hümanistik yaklaşım farklı bir filozofik geçmişten gelmektedir. Bu yaklaşıma göre bilimsel coğrafya
insan deneyiminin tamamını açıklayamaz. Hümanistik coğrafya yorumlayıcı anlamaya yöneliktir.
Bunlar bireyler ve gruplar ile yer ve coğrafî görünümler arasında derin, öz­nel ve çok karmaşık olan
ilişkileri anlamaya çalışırlar. İnsan, duygu ve dü­şünceleri ile karmaşık bir varlıktır. İnsanların
davranışlarındaki derin an­lamlar ortaya çıkarılmalıdır.
1950 ve 60larda ortaya çıkan bu yaklaşım, ko­nusu insan olan bilimlerle ilişkili teknikleri kullanarak
insan çevre arasın­daki ilişkileri anlamaya çalışmaktadır. Ancak onların şehir coğrafyasına olan etkileri
sı­nırlı olmuştur. Çünkü çoğu hümanistik çalışma kırsal ve endüstri öncesi toplumlarla ilgilidir. Şehir
coğrafyasında bu tür bir yaklaşım daha çok mo­noton ve ruhsuz modern şehirsel görünümlere eleştiri
nedeniyle ortaya çıkmıştır.
11
Cihan Altun
Yapısalcı Yaklaşım
Yapısalcı yaklaşımın esası Karl Marx'ın yorumlanmasına dayanmak­tadır. Marx'a göre, tarih boyunca
farklı üretim şekilleri (köleci, feodal ve kapitalist) ortaya çıkmıştır. Bu üretim şekillerine bağlı olarak
ekonomik ve sosyal üst yapı arasında belirli yapısal ilişkiler yaşanmaktadır.
Ekonomik temeldeki değişim sosyal üst yapıyı belirlemekte ve kontrol etmektedir. Toplumsal
sorunların temel kaynağı, bir sermaye birikim süreci olan kapita­list üretim ilişkilerinde yatmaktadır.
Bu durum, şehirsel eşitsizliklerin temel nedeni­dir. Kapitalizmde varlık ve yokluğun birlikteliği söz
konusudur. Kentsel yoksulluk, çevre kentleşme, yerinden edilme süreci (soylulaştırma), toplu alışveriş
merkezleri, kapalı toplumlar kapitalizmin mekâna yansımasından başka bir şey değildir.
Bütün bunlar şehri soyut, kâr arayışlarının en yüksek boyuta çıktığı bir alan olarak görmekte ve
değişim değerini merkeze koy­maktadır. Oysa marksist yaklaşımda şehir, yaşam mekânı olarak
görülmekte kullanım değeri ön plana çıkarılmaktadır.
Örnek olarak Harvey (2002) bir makalesinde, yörekentleşme (çevre kentleşme) konusun­da şunları
söyler: Birincisi yörekentleşme etkin olarak üretilmektedir, çünkü ürünlere talebin sürmesini sağlar ve
sermaye birikimini kolaylaştırır. Kapi­talizm farklı beyaz yakalılar grubu üretmiştir. Bunlar rekabetçi ve
iyelikçi bireycilik dünya görüşüne sahiptirler. Bu grubun üyeleri yörekentsel olarak adlandırılacak bir
tüketim biçiminin üretimi için özellikle uygundurlar. Harvey'in (2003) "Sosyal Adalet ve Şehir" adlı
eseri bu yaklaşımı ele alan önemli bir çalışmadır.
Postmodernist Yaklaşım
Postmodernizm ,Coğrafyada postmodernizme giriş, Michael Dear (1988) ve Edward Soja’nın (1989)
yazdıklarının ardından olmuştur ve postmodernizmin kavramları, sosyal teori üzerine yapılan
tartışmalardan kaynaklanan bir farkındalıkla gelişme göstermiştir.
Postmodernizm, farklılıkları övmekte; modern bilimi, akılcılığı ve geneli anlamayı kabul
etmemektedir. Postmodernizm, kategorileri, çok sayıdaki ve değişik yorumu, aslında basit bir tanımı
bile reddetmektedir. Postmodern düşünce, modern ve bilimsel olanın karşıtıdır.
Postmodernizmin Özellikleri
•
Postmodern düşünce, sosyal olarak marjinalleşmiş insanları görmezden gelen ve kötüye
kullanan bir güç sistemi olan modern topluma ilişkin politik bir bakış açısına sahiptir.
•
Postmodernizm, baskıların bitmesini, ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı gibi güç ilişkilerine
dayalı olarak modernizmin güçleri tarafından yaratılmış kısıtlamaların ortadan
kaldırılmasını istemektedir.
•
Bireyler yaşam gidişlerinin ve kent yaşamıyla ilişkilerinin diğer insanlarla aynı olmamasının bir
sonucu olarak çeşitli kentsel deneyimlere sahiptir.
•
Kentsel coğrafyacıların çoğu, postmodern düşünceyi çeşitlilik ve eşitsizlik ekseninde kenti
anlamaya yönelik farklı bir bakış açısı olarak kabul eder.
•
Kent coğrafyacılarının büyük çoğunluğu postmodernizme yakın durmakla birlikte
araştırmalarında ve eğitimde ona sahip çıkmamaktadır.
12
Cihan Altun
Kentsel Coğrafyada Yeni Eğilimler ve İnceleme Konuları
Kentsel coğrafya alanına katkı sağlayan beş temel eğilim:
1. Kentleşme ve küresel kentler
2. Feminist kentsel coğrafya
3. Kentsel kültürel coğrafya
4. Kentsel tarihsel coğrafya
5. Kentsel coğrafyada lokasyon analizi
Kentleşme ve küresel kentler
Kentleşme tüm dünyada yükseliş eğilimindedir. Kentleşme, en basit anlamıyla toplam nüfus içinde
kentlerde yaşayan nüfusun oranının artmasıdır. Kentleşme, ülkelerin tarımdan sanayi ve sanayi
sonrası ekonomilere değişim geçirdiği bir süreçtir.
Bir ülkenin kentleşme yüzdesi, o ülkenin ekonomik düzeyinin bir ölçüm yöntemi olarak
kullanılmaktadır. Teknolojik olarak daha ileri toplumlar daha fazla kentsel nüfusa sahiptir.
1800 yılından beri nüfus dağınık bir kırsal yerleşme örüntüsünden kentsel alanlarda çok sayıda
insanın toplandığı bir örüntüye doğru hareket halindedir. 1800’de dünya nüfusunun %4’ü kentsel
alanlarda yaşarken 2011’de %52’ye yükselmiş, 2050’de %67 olması beklenmektedir.
Küresel kentler ve mega kentler ilgi odağındadır.
Artan sayıda coğrafyacı, kapitalist dünya genelinde fonksiyonları yayılan kentler olarak küresel
kentleri karşılaştırmalı bir mantık içinde araştırmaktadır.
Küresel kent fonksiyonları, sermaye transferi ve birikimi, yönetim ve şirket denetimi, bilgi ve iletişim
faaliyetleri, turizm ve kültürel aktiviteleri içermektedir. Dünya çapında etkiye sahip ve kapitalist
dünyayı daha fazla ilgilendiren küresel kentler, mega kentlerden ayrılır.
Mega kentlerin hepsinin küresel kent olması gerekmez. Tokyo küresel bir mega kent iken; Kalküta ve
Jakarta böyle değildir. Dünyada mega kentlerin, özellikle gelişmekte olan ülkelerdekilerin sayısı hızla
artıyor. Bu kentler araştırılmayı ve sorunlarının çözülmesini bekliyor.
Dünyadaki mega kentlerin sayısı 2011’de 23 iken (4’ü hariç hepsi gelişmekte olan dünyada); 2025’te
37’ye yükselecek.
Feminist Kentsel Coğrafya
Toplumsal cinsiyet ve feminist teori, coğrafya araştırmalarına 1970’lerin sonlarında girmiştir.
1980’lerden sonra feminist coğrafyaya olan ilgi artmıştır. Kentsel süreçler ve günlük yaşama ilişkin
feminist araştırmalar çoğalmıştır.
Feminist kentsel coğrafyacılar, analitik bir kategori olarak toplumsal cinsiyetin önemini savunmalarına
karşın, şimdi eşitsizliğin farklı yapılarının ve ilişkilerinin mekânsal olarak somut bir düzeyde nasıl
oluştuğunu, kadınların kentlerdeki deneyim çeşitliliğini araştırmaktadır.
13
Cihan Altun
Kentsel coğrafyanın pek çok model ve kavramı, erkek bakış açısına sahip önermelere
dayanmaktadır. O nedenle feminist kent coğrafyacıları geleneksel kavramları sorgulamakta ve
daha toplumsal cinsiyet içerikli yapmaya çalışmaktadır.
Kentsel Kültürel Coğrafya
Tarz, tüketim ve ideolojinin rolüne, kültürün etkisine ilişkin vurgusuyla hümanistik ve sosyal coğrafya
ile bağlantılı hale gelen kültürel coğrafya 1980’lerde faaliyet alanını genişletti.
Kentsel kültürel coğrafya, son zamanlarda kitlesel ve niş tüketimle ilişkili olarak kentsel toplumda
kültürün satışına ilişkin vurguyla ortaya çıktı.
Yeni kültürel coğrafyanın yapısı ve konuları (ekonomik coğrafyadan politik coğrafyaya, kentsel
coğrafyadan bölgesel coğrafyaya, feminist coğrafyadan Marksist coğrafyaya kadar) beşeri coğrafyanın
tamamına ilham veriyor.
Kırsal temelli geleneksel kültürel coğrafya, nesiller boyu aktarılmış dünyevi ilişkilere vurgu yaparken;
yeni kentsel kültürel coğrafya, yere ve mekân boyunca yerlerde ortaya çıkmış kültürü anlamaya
odaklanmıştır.
Urban Geography dergisinde, perakendecilik (bölgesel AVM) kültürü, ırkçılık ve etnisite kültürü, şirket
kültürü, kamu mekânlarına karşı özel mekânlar ve popüler kültür gibi konularda çok sayıda kentsel
kültürel coğrafya makalesi yayınlandı.
Kentsel Tarihsel Coğrafya
Kentsel coğrafyasının eski ve aktif bir geleneği, kentsel tarihsel coğrafyadır.
Kentsel coğrafyacılar, modern kentsel çevre, değişen arazi kullanımı ve hızlı teknolojik değişimlerin
kentsel yaşam tarzları üzerindeki etkisiyle ilgilenmektedir.
Kentsel tarihsel coğrafyacılar, kentsel geçmişi (antik veya yakın geçmişi) anlamayla ilgilidir.
Kentsel tarihsel analizler, eski dönemlerin coğrafyalarıyla sınırlı kalmamaktadır. Yeni teknolojiler, yeni
sosyal tavırlar ve normlar, politik ve yasal değişikliklerin tümü, kentsel görünümü ve kentsel yaşam
tarzlarını değiştirmektedir.
Kentsel alanlar, ekonomik olarak yeniden yapılandırılmakta, göç akışlarıyla değiştirilmekte ve bilgi
teknolojilerinden etkilenmektedir. Kentler sürekli değişmektedir ve çağdaş kentsel tarihsel
coğrafyacılar bununla daha fazla ilgilenmektedir.
Kentsel tarihi coğrafyanın iki temel yaklaşımı:
1) Bir kenti veya kent grubunu, zamanda bir yerde araştırmak (örneğin 1923’te Ankara). Belirli bir
zamanda, belirli bir yerin ayrıntılı incelenmesiyle yerel alanların coğrafyasında bir anlayış geliştirmeye
katkı sağlar.
2) Bir kent veya kent grubunu belirli bir zamansal dönem boyunca incelemek (örneğin Cumhuriyet’in
ilanından (1923) günümüze (2013) Ankara kentinin gelişimi). Zaman boyunca meydana gelen önemli
coğrafi değişikliklerin genelleştirilmiş bir algılama biçimini sunar.
14
Cihan Altun
Kentsel Coğrafyada Lokasyon Analizi
1960’larda gelişme gösteren mekânsal analizin odağındaki lokasyon analizi, çağdaş coğrafyada önemli
bir rol oynamayı sürdürmektedir.
Lokasyon analizi, kentsel coğrafyanın dağılışsal bir bakışı olmuştur.
Yeni coğrafyacılar nesnelerin geometrisi incelenmekte, dağılış paternlerinin rastlantısal mı olduğu;
yoksa belirli bir düzen, tekrar ve öngörülebilirlik gösterip göstermediğini ortaya çıkarmaktadır.
Olayların nerede olduğu kadar niçin orada olduğu da coğrafyanın esas ilgi alanına girmektedir.
Lokasyon analizi şu unsurlarla ilgilidir:
Düğümler (Bir kent gibi nokta olarak düşünülmüş yerler)
Ağlar (Bir yol sistemi gibi düğümler arasındaki bağlantılar)
Hareketler (Bir grup kentsel alan arasındaki havayolu yolcu hacimleri gibi düğümlerle ilgili ağlar
üzerindeki akışlar)
Hiyerarşiler (Nüfus büyüklüğüne göre kentlerin büyükten küçüğe dizilişi gibi düğümlerin ve ağların
sıralı düzeni)
Yüzeyler, şeklinde coğrafi mekânın soyutlanması. (Bir kent içinde nüfus dağılımının görünümü gibi
üç boyutlu temsiller)
Lokasyon analizi, kent içinde ve kentler arasında kentsel coğrafyaya ilişkin soyut düşünce biçimi
geliştirir. Soyut düşünce, genelleştirmelere yardımcı olur.
Bazı temel soyut mekânsal kavramlar, günlük yaşantımızda kullanılır:
15
Cihan Altun
KENTLERİN KÖKENLERİ ve GELİŞİMİ
KENT NEDİR?
Tarihsel olarak kentler, nüfus büyüklüğü, doğrudan tarımı içermeyen faaliyet yapıları, politik,
ekonomik ve sosyal güç merkezleri olarak konumları ile diğer yerleşme biçimlerinden ayrılmıştı.
Yerleşik toplumlarda kent denilen yerleşmelerinin temel işlevleri, kırsal alanlarda yürütülen
faaliyetlerin düzenlenmesi, artı ürün yaratılması, ticaret ve imalat yoluyla bunun değerlendirilmesi,
insanların çeşitli mal ve hizmet ihtiyaçlarının karşılanması ve hizmet akışının düzgün işlemesiydi.
Buna göre, yönetim, güvenlik, ticaret, endüstri, ulaştırma, sağlık, eğitim ve kültürle ilgili faaliyetler,
kentin asıl işlevlerini (kentsel fonksiyonlar) oluşturur.
Kentsel fonksiyonlar, kırlardan farklı bir yaşam tarzı ve mekân organizasyonu demektir.
Yeni bir yaşam tarzı, kentlerin görünümlerini, nüfuslarını, yerleşme içindeki farklı faaliyet ve
faydalanma alanlarını değiştirirken; kente bağımlı hizmet bölgeleri ortaya çıkarmış ve kentleri bir ağ
içinde birbirine bağlamıştır.
Kentsel Yerleşmelerin Başlıca Nitelikleri
Kentsel yerleşmeleri kırsal yerleşmelerden farklı kılan özellikler, ekonomik, toplumsal ve fizikseldir:
 Tarım dışı faaliyetlerde çalışma
 Çok sayıda insanın toplanması ve yüksek nüfus yoğunluğu
 Mesleki uzmanlaşma
 Üst düzeyde mesleksel ve mekânsal hareketlilik
 Sosyal katmanlaşma, karmaşık sınıf ve gelir yapısı
 Birbirine benzemeyen (heterojen) yaşam tarzları
 Toplumsal ilişkilerde farklılaşma ve dayanıksızlık formal ilişkiler
 Yerleşmenin fiziksel görünümünde farklılaşma: binalarda çok katlılık, kentsel arazi kullanımı
•
Kentler, varlıkları için anahtar rol oynayan ve insan etkileşiminin çeşitli alanlarında merkeziliği
ifade eden sosyal fonksiyonlara sahiptir.
•
Kentler gelişmeye sosyal işlevlerin tüm biçimleriyle damgasını vurur ve bu işlevlerin yapısı ile
ilişkili olarak istikrar ve değişime tanıklık ederler.
•
Temelde tarım, ticari kapitalizm, sanayi gibi çeşitli ekonomik sistemlerde kentlerin
gelişiminde değişimin temel lokomotifi, ekonomiktir.
•
Gittikçe büyüyen ölçeklerde merkezileşmiş güce sahip ve politik rejimlerin farklı tipleri için
başkentler olarak hizmet vermiş olan kentler, çok önemli politik ve kültürel değişimlere
neden olmuştur.
•
Kentler köklü kültürel değişimlerin oyuncusu olarak da hizmet etmiştir.
16
Cihan Altun
Kentlerin Ortaya Çıkışının Ön Koşulları: Uygarlık
Kentler, yeni bir olgudur. En eskileri günümüzden yaklaşık 6000 yıl geriye gitmektedir ve küresel
olarak 300 yıl öncesine kadar yaygın değildi.
Kentler, tarımsal alanlarda ortaya çıkmıştır ve ancak insanların başlattığı ve benimsediği tarım
sonrasında gelişmiştir.
Kentlerin ortaya çıkışında, tarımın benimsenmesinden daha öte bir şeye gereksinim duyulmuştur. Bir
çok tarımsal bölgede (Kuzey Amerika ve Amazonlardaki kızıl derili kültürlerinde) kentler
gelişmemiştir.
Kentlerin ortaya çıkışı için en önemli ön koşul, bir uygarlığın varlığıdır.
Uygarlık, resmi kurumları olan ve merkezi bir otoritenin denetimi altında, birbirine bağlı bir toplulukta
yabancıları örgütleyen karmaşık sosyo-kültürel bir organizasyondur.
Kent ve uygarlık Latince aynı kökten gelmektedir ve bunlar arasındaki ilişki tarihsel olarak kanıt
oluşturmaktadır.
Kentler, uygarlıktan bağımsız olarak var olmamıştı.
Birkaç yüz kadar yerleşmeyi kurma kapasitesi veya kendi gıdasını üretemeyen birkaç bin insan, bir
uygarlığın özellikleri arasında sayılabilecek organizasyon, düzen ve karmaşık yapıya gereksinim
duymuştu.
Diğer taraftan farklı büyüklüklerde olmasına karşın dünya tarihinde uygarlıkların çoğu kentleri
geliştirmişti. Örneğin eski Mısır uygarlığının belgeleri, küçük Mısır kentlerinin olduğuna işaret
etmektedir. Montezuma döneminde Aztek imparatorluğu, muazzam Tenochtitlán merkez kentini
yaratmıştı. Kentlerin çoğu, uygarlığın en üst düzeyde izlerinin görüldüğü odak noktaları haline
gelmişti.
Kentlerin Ortaya Çıkışının Ön Koşulları:
Bir uygarlığın varlığına ek olarak kent kurmak için diğer üç ön koşul: Uygun ekolojik ortam, teknoloji
ve sosyal güç.
Ekolojik ortam:
Kentler gıdaya ihtiyaç duydukları için nispeten verimli, soğuğun büyük bir sorun olmadığı subtropikal
bölgelerde; bir akarsu kıyısında, sabit bir su kaynağı yakınında ve kolay işlenebilen toprakların
bulunduğu alanlarda gelişme göstermiştir.
Kentler, başka fiziksel özelliklere yakınlıktan da faydalanmıştır:
Bir nehir ve liman gibi ulaşıma elverişli doğal özellikler,
Metal yapımına elverişli bazı maden yatakları,
Yapı malzemeleri ve yükselti gibi askeri savunma özellikleri.
Teknoloji:
Tarımsal ve tarımsal olmayan bazı gelişmiş alanlar, kentler kurulmadan önce gelişebilmişti. Çünkü
kentler tarım dışında uzmanlaşmış bir nüfusu desteklemek için yetecek miktarda gıdaya gereksinim
duyuyordu. Bu da yeterli artı ürün sağlayacak bir tarımsal üretime kadar ortaya çıkamamıştı.
17
Cihan Altun
Sulama teknolojisi: Kentler, sulama ihtiyacı olan yerlerde doğmuştu.
Ulaşım ve depolama teknolojisi: Kentlerin ortaya çıkışının temeli, taşımacılık ve gıda depolamaya
ilişkin teknolojik ilerlemelerle ilgiliydi.
İnşaat teknolojisi: Kentler insanlara kalacak yer sağlamak, yerleşmeleri güçlendirmek; gösterişli
törensel ve anıtsal yapılar inşa etmek için inşaat teknolojisinde de ilerlemelere ihtiyaç duymuştu.
Sosyal Örgütlenme, Koordinasyon ve Güç:
Sosyal örgütlenme: Köylerle karşılaştırıldığında ilk kentler, büyük ve karmaşık bir yapıya sahipti.
Kentler, herkesin birbirini tanıdığı yerler olmaktan çıkmış; insanları birbirine bağlayan başka sosyal
örgütlenme biçimlerine ihtiyaç doğmuştu.
Sosyal koordinasyon: Kentler, zorla veya ticari ilişkiler yoluyla kırsal bölgelerden gıda temin etmek,
kentin ve etki alanının fiziksel görünümünü inşa etmek ve bakımını sağlamak; kentlerde yaşayanların
faaliyetlerini düzenlemek için sosyal koordinasyona gereksinim duyan yerler halini almıştı.
Sosyal güç: Sosyal örgütlenme, bir grubun maddi ve sosyal kaynaklarının üzerinde denetim yeteneği
kazandıran ve kent ile çevresinde yaşayan insanların faaliyetlerini düzene koyma derecesi olarak
tanımlanan sosyal gücü de zorunlu kılmıştı.
Ekoloji, Teknoloji ve Güç İlişkisi Sonucunda;
İlk kentler, artık ürünlerin depolandığı ve dağıtıldığı yerler olarak hizmet verdiğinde ön koşulları
yansıtmıştır.
Kentler, ekonomik olarak kırsal çevresinden tahılları ambarlara ve kentsel nüfusa çeken ve yeniden
dağıtan merkezler şeklinde işlev görmüştü.
Merkezi otoritenin ana işlevlerinden biri, tahılları toplama, depolama ve yeniden dağıtma olmuştu.
Ambarların ilk kentlerin tapınaklarında kurulması ise rastlantı değildi.
Yazı sisteminin gelişmesi, kentlerin büyümesi için önemli olmuştu. Çünkü bu sayede bir toplumun
artı ürününü kayıt altında tutabilmesinin bir yolu bulunmuştu.
Kentler ilk ve çok önemli bir konu olarak politik açıdan merkezi gücün oturma yeri işlevini
görmüştü.
Kentler kültür merkezleriydi. Kültürün temel özelliklerini taşıyan kentler, onu bir sisteme bağlamış,
yaymış ve orada gücün meşrulaşmasını sağlamıştı.
Şehirlerin Kökeni ve Başlıca Teoriler
İlk şehirsel yerleşmeler Mezopotamya'da MÖ 3500, Mısır'da (Nil Va­disi) MÖ 3200, Hindistan'da
(İndüs Vadisi) MÖ 2200'de, Çin (Sarı Irmak) MÖ 1500'te Neolitik döneminin sonunda ortaya çıkmıştır.
Orta Amerika'da ise bu tarih günümüze daha yakın, MÖ 200 yılıdır. İlk kentlerin or­taya çıkışı ile ilgili
farklı tarihler verilmektedir. Ancak burada şu husus dik­kat çekicidir: Orta Amerika'da ilk kentler
neden daha geç kurulmuştur?
Bu durumun birçok nedeni vardır. Bunlardan biri alanın önemli besin kaynağı olan mısırın genetik
özelliği ile ilgilidir. Kültüre alınmış buğday ve arpanın üretimini artırmak maksadıyla başka türlerle
melezleştirilmesi ko­lay olmasına karşın, yüksek verimli mısır cinslerini üretmek genetik açıdan çok
zordu. Bu kıtada evcilleştirmeye uygun hayvanlar da yoktu.
18
Cihan Altun
Tekerlek bilinmesine karşın yük hayvanları olmadığı için bu yenilik ulaşımda kullanılamıyordu. Kolayca
işlenilen madenler yoktu. Taştan yapılan el aletleri Avrupa istilâsına kadar hiç değişmemişti.
Tarihçi ve arkeologlar, kentlerin ortaya çıkış nedenini farklı teorilerle açıklamaktadırlar. Bunlar
aşağıda verilmektedir.
1.Hidrolik Teori: Şehirleşmenin Çevresel Temelleri
Bu teori şehirleşmeyi çevreyle ilgili (ekolojik) özelliklere bağlı olarak açıklamaya çalışır. Kuramda
toprağın değeri ve iklim koşulları ön plana çıkmaktadır. Toprak ve iklim koşullarının uygun olduğu
yerlerde sulama olgusu tarımın gelişmesine ve artı ürünün elde edilmesine neden olmaktadır.
Şehirlerin ortaya çıkışını açıklayan Wittfogel, “Oriyantal Despotizm” adlı eserinde konuyu ekolojik
bakış açısıyla ele almaktadır.
Onun hidrolik toplum yaklaşımına göre, şehirler teknolojik devrim sonucu değil, hidrolik devrim ile
ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda yazar üç tip ekonomi ayırt etmektedir.
Bunlar yağış tarımı, hidrotarım ve hidrolik tarım ekonomileridir.
Yağış tarımı, adından da anlaşılacağı üzere, tarımsal faaliyetlerin doğal yağışlara bağlı olarak
yürütülmesidir.
Hidrotarım ile meşgul olan çiftçiler, sulamalı tarım yapmakla birlikte, su kaynaklarının kıt olmasına
bağlı olarak bu sulama küçük ölçüde kalmaktadır.
Hidrolik tarımda, suyun miktarı (çokluğu), üretken ve koruyucu sulama işlerini zorunlu kılmakta; bu
işler ancak devletin kontrolünde iş bölümü ve iş birliği ile yapılmaktadır.
Örneğin eski Yunanistan ve Japonya'da sulamalı tarım yapılmış olmakla birlikte, arazinin dağlık olması
nedeniyle sulama küçük ölçüde kalmış, devletin müdahalesine ihtiyaç duyulmamıştır. Her iki durumda
da çok merkezli toplumlar ortaya çıkmıştır. Oysa hidrolik tarım, hidrolik hükümet ve tek merkezli
toplum hidrolik medeniyetin temel özellikleridir. Sulama ve sel kontrolü gibi büyük su işlerinin yerine
getirilmesi çok sayıda işçinin bir araya gelmesi anlamına gelmektedir. Çok sayıda kişi arasında iş
birliğini düzenli ve verimli bir hale sokmak, planlama, kayıt tutma, iletişim ve gözetimi zorunlu
kılmıştır. Yani iyi bir şekilde örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Bu durum kabile toplumlarında olmayan
sürekli büroların ve memurların varlığına neden olarak bürokrasiyi ortaya çıkarmıştır (Wittfogel
1969). Böylece şehirsel devrimden önce hidrolik devrim yaşanmış; ilk şehirler yarı kurak alanlardan
geçen büyük akarsuların çevresinde gelişme imkânı bul­muşlardır.
Ekolojik kuramın bir başka çeşidi Gordon Childe tarafından 1936 yılında yayınlanan "Kendini Yaratan
İnsan (Man Makes Himself)" adlı eserde ortaya konulmuştur.
Kuram Aktüre (1997) tarafından iki devrim kuramı olarak nitelenmektedir. Childe'e göre, ilk şehirlerin
ortaya çıkışının temel nedeni teknolojide yaşanan gelişimdir.
Kentleşme için gerekli artı ürün sulu tarım ile sağlanmaktadır. Dolayısıyla nehir vadileri ilk şehirlerin
ortaya çıktığı konumdur. Ona göre Mezopotamya, Mısır, İndus ve Maya uygarlıklarında şehirler
birbirinden bağımsız olarak gelişmiştir.
19
Cihan Altun
İki devrim kuramında ortaya konulan kurguda, ilk kentlerin ortaya çıkışına neden olan süreç Aktüre
(1997; 20-21) tarafından beş evrede incelenmiştir. Bu evreler aşağıda görülmektedir;
Birinci evre: Tarım devrimi gerçekleşmiş, Neolitik dönemin kendine yeterli yerleşik köyleri
kurulmuştur.
İkinci evre: Tükettiğinden fazla üreten Neolitik toplum, tarım dışı üretimde uzmanlaşmış bir grup
zanaatkârı besleyebilecek duruma gelmiştir.
Üçüncü evre: Teknolojik gelişmeler (özellikle maden işleme teknikleri) meydana gelmeye devam
etmiş; MÖ 3000 yıllarına doğru bronzun kullanımı yaygınlaşmıştır. Bronzun araç gereç yapımı gibi
çeşitli maksatlarla kullanımı uzmanlık ve yeni bir örgütlenme gerektirmiştir. Üretimin güvenceye
alınması dış ticareti teşvik etmiştir. Böylece Neolitik dönemin ayırt edici özelliği olan kendi kendine
yeterli olma durumu ortadan kalkmış olmaktadır. Toplum, bakır ve kalayın maden yataklarından
çıkarılması, bunların taşınması, kullanılır hale getirilmesi için çalışan zanaatkâr ve işçileri beslemek için
daha fazla tarımsal artık ürün elde etmek zorunda kalmıştır.
Dördüncü evre: Teknolojide, özellikle tarım teknolojisinde, önemli gelişmeler olmuştur. Bunları
sabanın kullanılması, sulama kanallarının yapımı, tekerlek ve yelkenli teknelerin yapımı şeklinde
sıralamak mümkündür. Bütün bunlara bağlı olarak tarımdan elde edilen artık üründe artış olmuş ve
bunların taşınması kolaylaşmıştır. Yine uzun mesafeli ticaret daha da gelişmiştir.
Beşinci evre: Uzun mesafeli dış ticarette meydana gelen olumlu gelişmeler toplumlar arasında
ilişkilerin artışına, dolayısıyla da bilgi alışverişinin meydana gelişine neden olmuştur. Buna bağlı olarak
bilgi birikimi ve teknolojik gelişmelerde patlama yaşanmıştır. Bu durum üretimde artışı tetiklemiş,
nüfus ve nüfus yoğunluğunda artış olurken; yerleşmelerde büyüme görülmüştür. Artık ürünü elinde
toplayan tanrı kral ve yönetici sınıfı ortaya çıkmış; onların elinde biriken toplumsal sermaye, saray ve
tapınak gibi anıtsal binaların inşaatında kullanılmıştır. Bu binaların yapım ve işletmesi iş bölümü ve
uzmanlaşmanın artışına, yazının bulunması ve kullanılmasına neden olmuştur.
Şehirlerin ortaya çıkışı bakımından önemli olan artı ürün (yiyecek fazlası) kavramını açıklamak ihtiyacı
vardır. Artı ürün insanların bir kısmının maddî üretim yapmaktan azad edilip, bilim, kültür ve sanat
gibi uygarlığı geliştirici alanlarda çalışmalarını mümkün kılmaktadır "İnsanlar hayatlarını sürdürmeye
yetecek tüketim miktarından daha fazla üretim yapabilirler. İşte bu fazla üretime artı ürün ve bunun
değerine de artı değer denir".
Artı ürün bu şekilde tanımlanınca, konunun bir boyutu ele alınmış olur. Bu da biyolojik artı üründür.
Oysa Marx'ın bu açıdan yorumu farklıdır. Ona göre, artık değer, "üretimin toplam değerinden, (üretim
araçları, ham maddeler ve iş aletlerini kapsayan) sabit sermaye ve değişken sermaye (emek gücü)
çıkarıldıktan sonra kalan kısmıdır.
Ekonomik Teoriler: Pazaryeri Olarak Şehir
Mısır hiyerogliflerinde kentin iki yolun kesiştiği bir daire ile ifade edilmesi, ilk kentlerin temel
işlevlerini belirlemektedir. Haç, pazarda kesişen yolları gösterirken, daire koruyucu duvarları
simgelemektedir. Şehirlerin pazaryeri olarak kabul edilmesi ile ilgili açıklamalardan biri Amerikalı
sosyolog Jane Jacobs'a aittir.
Jacobs bu görüşünü 1969 yılında yayınlanan Kentlerin Ekonomisi (The Economy of the Cities) adlı
eserinde ifade etmiştir. Yazar, Childe tarafından öne sürülen tarım devriminden sonra kentlerin
ortaya çıktığı fikrine katılmamakta, yakın geçmişte ve günümüzde olduğu gibi tarih öncesinde de
20
Cihan Altun
tarım ve hayvancılığın kentlerde geliştiğini, dolayısıyla kentlerin tarımdan önce var olduğunu ileri
sürmektedir.
Jacobs, avcılık ile geçinen tarım öncesi toplumların tarım kültürünü ve hayvancılığı geliştirme sürecini
açıklamak için hayali bir kent modeli geliştirmiş, bu kente Yeni Obsidyen (New Obsidian) adını
vermiştir. Yeni Obsidyen tamamen avcılık ve toplayıcılık yapan topluluklar tarafından kurulmuştur.
Yazar, Yeni Obsidyen kuramını, arkeolog James Mellaart'ın Orta Anadolu'da Çatalhöyük ile ilgili
araştırmasında ortaya koyduğu bulguları kullanarak geliştirmiştir. Yazarın bu adı kullanmasının çeşitli
nedenleri vardır. Bunların başında Paleolitik, Neolitik ve Bronz dönemi kültürleri için büyük önem
taşıyan obsidyenin, çeşitli aletlerin, ok, mızrak uçlarının, vazo gibi dekoratif eşyaların yapımında ham
madde olarak kullanılması gelir.
Jacobs Yeni Obsidyeni; volkanik cam ticaretinin ortaya çıkardığı ve pazaryeri işlevi gören kent
olarak tanımlamaktadır (Jacobs 1969).
Volkanı ve obsidyen yataklarını denetim altında tutan avcı kabileler ile avlanma ve diğer günlük
faaliyetleri için obsidyene ihtiyaç duyan komşu kabileler arasında değiş tokuş yoluyla alışveriş
yapılmakta, komşu kabile­ler, daha uzakta yaşayan avcıların obsidyen talebini karşılamak için aracılık
yapmaktadır.
Zaman içinde talepte ortaya çıkan süreklilik ve düzenli alışveriş ya­pan avcıların varlığı, hem tüketici
hem de aracı durumda olan kabilelerin yerleşik hayata geçmesine ve Yeni Obsidyen kentinin
kurulmasına neden olmuştur. Yeni Obsidyen şehri, obsidyen ticareti sonucu gelişmiş olmasına karşın,
Anadolu yaylasında bulunan volkanik dağların yanı başında değil, birkaç yüz kilometre ötede
kurulmuştur. Bu durum volkanları kontrol eden avcı kabilelerin yabancıları bu zenginliğe sokmaması
ile ilgili olmuştur. Yeni obsidyenin nüfusu MÖ 8500 yılında 2000' i bulmuştur.
Zamanla şehrin işlevlerinde artış meydana gelmektedir. Bu aşamada, başka alanlardan elde edilen
işlenmiş çeşitli mallar, şehirde depolanmakta (hizmet işlevi) ve çevre yerleşmelere satılmaktadır.
Obsidyen karşılığında kente, avcı bölgelerinde üretilen mallar dışında, bakır, deniz kabuğu ve bo­ya
maddesi gibi az bulunan mallar da getirilmiştir. Böylece Yeni Obsidyen, hem obsidyen hem de az
bulunan diğer maddelerin depolanıp pazarlandığı bölgesel ticaret merkezi olmuştur.
Takas yoluyla şehre giren malların miktarının artması, bunların dayanıklı mallar olmalarını ve
bozulmadan saklanabilmelerini zorunlu kılmıştır. Böylece av hayvanı yerine canlı hayvan kabul
ediliyor, bunlar da bir çobanın bakımına bırakılıyordu. Çoban veya çobanlar hayvancılık ile ilgili çeşitli
teknikler geliştirdiler. Benzer şekilde alışveriş için gelenlerden elde edilen yabani bitki tohumları ve
taneleri de denemeler yoluyla evcilleştirildi. Bunlar daha sonra çevrede kurulan köylerde üretilmeye
başlandı.
Pirenne (2000), Orta Çağ’da, Batı Avrupa'da Roma Dönemi sonrası, şehirlerin ticarete bağlı olarak
ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Yazara göre, şehirler uzun mesafeli ticarete bağlı olarak ortaya
çıkmıştır. Aynı durum geçmişteki bütün şehirlerin varlık nedeni olmalıdır.
Nitekim ona göre, "Hiçbir uygarlıkta, kent yaşamı ticaret ve sanayiden bağımsız olarak gelişmemiştir.
Ne Antik Çağ'da ne de modern zamanlarda bu kuralın dışında kalan bir durum olmamıştır... Kentlerin
ticaretin gelişmesine ayak uydurarak nasıl çoğaldıklarını belirlemek kolaydır. Kentler ticaretin yayıldığı
tüm doğal yollar boyunca belirmişlerdir. Denilebilirse, ticaretin ayak izlerinde doğmuşlardır" .
Merkantil teori olarak da adlandırılan bu yaklaşıma Polanyi de destek vermiştir. Çünkü Hammurabi
Kanunları daha çok ticaret ağırlıklıdır.
21
Cihan Altun
Jacobs'un Yeni Obsidyen teorisi birçok nedenle eleştirilmiştir. Bun­lardan birine göre, Yeni Obsidyen
şehri birdenbire tarih sahnesinden çekil­mektedir. Daha sonraki aşamada altı-yedi adet köy ortaya
çıkmaktadır.
Oy­sa Jacobs'un açıklamalarına göre, kent olmadan köylerin var olması müm­kün değildir. Carter'e
göre (1983), pazaryerleri Çatalhöyük'ten sonra ortaya çıkmıştır. Öte yandan şehir pazaryeri
birlikteliğine de gerek yoktur. Başka bir anlatımla pazar sabit, büyük bir yerleşme olmadan da
kurulabilmektedir. Yine ticaret ve ekonomik ilişkiler, günümüzün ser­best ticaret ilkelerinin aksine,
şehirsel bürokraside rol oynayan tacirler ara­sındaki anlaşmalara göre yapılırdı. Fiyat, kural ve
geleneklerin belirlediği denkliklere göre şekillenirdi. Böyle bir ortamda herhangi bir pazaryerine
ih­tiyaç yoktu.
Mumford'a göre uluslararası pazarlar şehirlerin kuruluşunda pek az etkiye sahip olmuştur. "Orta
Çağ'da büyük uluslarası panayırlar, genellikle ülkenin birçok yerinden hacıların kutsal bir tapınağa akın
ettikleri dinsel kutlama zamanlarında kurulurdu. Hacıların böyle za­manlarda bir araya gelmeleri
gezici tüccarların geçici bir süre için bu bölge­lere gitmelerine neden olurdu. Fakat bu panayırlar yılda
en çok dört kez kurulurdu ve hacılar gidince tüccarlar da orayı terk ederlerdi". Teori mesafenin
bozucu etkisini dikkate almamıştır.
3. Askeri Teoriler: Güç Odağı Olarak Şehir
Mısır hiyerogliflerindeki dairevî eleman şehir için bir sur veya bir dizi dışsal korumayı ifade
etmektedir. Dolayısıyla şehirlerin ortaya çıkış nedeni, insanların bir kalenin görüş mesafesi dâhilinde
savunma için bir araya gel­mesi, toplanmasıdır. Çünkü kentsel toplanmalar ve kurumsal örgütlenme
ortak savunma için gerekli nedenlerdir. Daha sonraki bir aşamada kenti karakterize eden diğer
değişiklikler meydana gelmiş olacaktır.
Şehirlerin kökeni üzerine yazan Adams (1960) savunmanın veya sa­vaşın şehirlerin ortaya çıkışında en
önemli neden olduğunu savunur. An­cak bu durum, Orta Amerika ve Hindistan'dan çok,
Mezopotamya'ya ait bir özelliktir. O, sulamalı tarımın şehirlerin büyümesinde rolünü kabul eder.
Ancak geniş ölçekli kanal sistemi ile yapılan sulama gerçek şehirle­rin ortaya çıkışından sonra
başlamıştır.
Verimli toprağa erişim konusunda eşitsizlikler, sınıflı toplumun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Verimli toprakların sınırı konusunda komşu toplumlar arasında yaşanan tartışmalar savaş
atmosferinin oluşumuna dolayısıyla insanların kendilerini savunma veya saldırı için toplanmalarına
neden olmuştur. Teknoloji, en azından Mezopotamya'da, şehirsel gelişmenin ön koşulu değildir.
Tam teşekküllü şehir, devletin ortaya çıkması ile önem kazanmıştır. Teknoloji şehirsel gelişimin sebebi
değil sonucudur. Teknolojinin gelişimi, askeri düşüncenin gelişimine ve sosyal tabakalaşmanın artışına
neden olmuştur.
Mezopotamya şehrinin gelişimi savaşın bir sonucudur. İnsanlar kendilerini savunmak için büyük bir
liderin gözetiminde surlarla tahkim edilmiş şehirlerde toplanmıştır.
Begel (1996), askeri yaklaşımı farklı şekilde ele almaktadır. Ona göre şehirler Metal çağında ortaya
çıkmıştır. İlk kentler hâkimiyet altına alınan topluluklar etrafında kurulmuş birer ordu karargâhıdır.
Metal silah kullanan insanlar, kaba taş silah kullananlar karşısında askeri üstünlük sağladılar. Metalik
silâhtan yoksun Neolitik çiftçiler, metalik silahlarla donanmış istilâcılara kolaylıkla yem oluyorlardı.
22
Cihan Altun
"Saldırganlar, daha ilkel olan kurbanlarını korkutarak kendilerine boyun eğdiriyor, onların gözüne
tanrı ya da yarı tanrı gibi görünüyorlardı. Sonra da fethettikleri topraklara yerleşir, çiftçileri
toprağa bağlı birer köle haline getirirlerdi. Efendiler, hâkimiyetlerini güvence altına almak için
adalarda veya tercihen tepelerin doruklarında oturuyorlardı; böylece tüm bölgeye hâkim bir
mevziden hem saldırı hem de savunma kolaylaşmış oluyordu".
Savunma kuşkusuz önemlidir. Bazı şehirler savunulması kolay alanlarda kurulmuşlardır. Yine ortak
savunma için birlikte bulunma ve kurumsal örgütlenme gereklidir. Ancak bazı şehirler kuruluşundan
itibaren savunma sistemine sahipken, bazı şehirler hiç de savunma sistemlerine sahip olmamışlardır.
4.Dini Teoriler: Kutsal Yer Olarak Şehir
Bu kurama göre din kentlerin ortaya çıkış nedenidir. İslam dininin göçebelerin yerleşik hayata geçişi
üzerinde etkisi vurgulanmakta ve bu et­ki: başka bazı şehirlerin ortaya çıkış nedeni olarak
gösterilmektedir.
Hz. Muhammed ve ilk Müslümanların Mekke'den Medine'ye göçü, yani Hicret başlı başına bir
şehirleşme olayıdır. İslam, medenî yaşamı be­devi yaşama tercih etmektedir. Zira kural koyan bir din
olarak İslam, kuralsız yaşamaya alışmış olan bir toplumun kendi başına varlık gösterme­sine müsaade
etmemiştir.
İslamiyet'i bir bütün olarak ya­şayabilmek, öğrenebilmek ve öğretebilmek için belirli iskân yerlerine
ihtiyaç vardır. Bu iskân yerleri de şehirler olmuştur. İslam dini şehirde doğ­muş bir cemaat dinidir.
Ortaya koyduğu prensiplerin ve ibadetlerin çoğu­nun fert olarak değil, cemaat halinde yapılması ve
yaşanması gerekmektedir.
Bu konuda başka bir açıklama coğrafyacı Paul W'heatley'e aittir (1971). O, ilk şehirlerin ortaya çıkış
nedeninin ekonomik değil, dine bağla­maktadır.
İlk tarım toplumlarında meteorolojik olay ve iklim bilginlerinin din sahasından çıktığı
düşünülmektedir. Bu toplumlar ürünlerini nasıl ve ne zaman ekeceklerine karar vermeden önce, gök
cisimlerini yorumlaması için dinsel liderlere başvururlardı.
Daha bol ürün elde edilmesine yol açan bu tip bilginin yayılması, yardımcı hizmetlerde çalışan
insanları desteklemesi yanında, bu din adamı sınıfında insan sayısının artmasını sağladı. Bu din adamı
grubu, şehri bir arada tutan siyasî ve sosyal kontrol mekanizmasını elinde bulundurdu.
Bu senaryoda şehirler, ortaya çıkan medeniyetin törensel merkezleri olarak işlev gören dinsel
yerlerdir. İlk şehir kümelenmeleri ve istihkâmları insan saldırılarına karşı değil, kötü ruhlar veya
ölülerin ruhları gibi ilâhî olanlara karşı savunma olarak görülür. Bu dinsel açıklama şehirleşmenin ilk
merkezlerinin tamamına uygulanabilirse de, özellikle Çin şehirleşmesinin tanımlanmasına çok uygun
düşer.
Göbeklitepe, arkeoloji dünyasının en büyük keşiflerinden biridir. Çünkü daha şehir hayatına
geçmemiş olduğu düşünülen avcı-toplayıcı toplumların tapınak inşa etmiş olduğunu gösteren ilk
örnektir ve bu da şehirleşme yani medeniyet tarihinde devrim niteliğinde bir buluştur. Hatta bu buluş
sebebiyle kazıyı yapan Dr. Klaus Schmidt, "Önce tapınak geldi, şehir sonradan geldi" demiş ve bu
sözüyle erken medeniyet tarihine yeni bir açılım getirmiştir.
Göbeklitepe Höyüğü, Şanlıurfa'da bir tepe üzerine kurulu Cilalı Taş Devrinden kalma, dünyanın bilinen
en eski dini yapılar topluluğu.
23
Cihan Altun
Şanlıurfa'ya 20 km'lik bir mesafede, Örencik Köyü yakınlarındadır. 1995 yılında ilk kez Alman Arkeoloji
Enstitüsü ve Şanlıurfa Müze Müdürlüğü'nün işbirliğiyle kazı çalışmalarına başlandı. Kazılar Alman
arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt’in başkanlığında yürütülmekte olup, her yıl Eylül ve Ekim aylarında
10 haftalık bir süreç içinde yapılmaktadır.
Günümüze kadar yapılan kazılar sonucunda bir Cilalı Taş Devri yerleşimi olduğu anlaşıldı. Tarihi M.Ö.
11.000 yıllarına uzanan, tapınma amaçlı törensel alanlara ait mimari kalıntılar, dikili taşlar ve üzerinde
kabartmalı yabani hayvan ve bitki figürlerinin bulunduğu taşlar gün yüzüne çıkartıldı. Bölgenin önemi
ise gün yüzüne çıkarılan en büyük tapınma alanını barındırmasıdır.
Günümüze kadar yapılan kazılarda elde edilen bulgular çerçevesinde uzmanlar Cilalı Taş Devri
insanının henüz çevresindeki hayvanları evcilleştiremediğini düşünmektedir.
Sonuç olarak ilk kentlerin ortaya çıkışı ile ilgili çok sayıda neden vardır. Bu nedenlerden birinin
göreceli olarak rolü büyük olsa da, ilk şehirlerin ortaya çıkışını tek bir nedene bağlamak oldukça
güçtür.
Nitekim Frankfort (1989), şehirlerin ortaya çıkışını iki nedene bağlı olarak açıklar. Bunlar din ve
ekonomik faaliyettir. Tanrının evi olarak kabul edilen tapınak gerçekten üzerinde hizmetinde çalışan
bir topluluk bulunan bir mülkün malikâne evi gibi işletilmiştir.
Aynı durum kısmen de olsa Childe'nin ilk şehir yerleşmelerini kırsal yerleşmelerden ayıran
özelliklerine bakılarak görülebilmektedir. Bunlar;
Yerleşme yerinin boyutları ve nüfus yoğunluğu, Tam gün çalışan uzman iş gücü, Anamalın (artı
ürünün veya sermayenin) merkezde toplanması (merkezin toplumsal depo olma rolü), Anıtsal kamu
yapıları, Sınıflı toplum, Yazının icadı, Mutlak ve tahmine dayalı bilimlerin (geometri ve astronomi
gibi) gelişimi, Betimsel sanatın gelişmiş olması, Uzak mesafeli ticaret, Devletin ortaya çıkışı.
ŞEHİRSEL COĞRAFİ GÖRÜNÜMLER
1. Yunan Şehri
Batı medeniyeti ve Batılı şehrin geçmişi antik Yunan medeniyetine dayanır. Şehir hayatı Anadolu
üzerinden Yunanlılara geçmiş ve onlar, modern anlamda olmasa bile, Avrupa'nın ilk şehirleşen milleti
olmuştur. MÖ 8. ve 7. yüzyıllar Yunan medeniyetinin şehirsel hayat fikrini şehir devletleri (polis)
aracılığı ile yaydığı döneme rastlar. Devletle aynı anlamı ifade eden polis, şehir benzeri merkezi bir
yerleşme tarafından kontrol edilen küçük bir coğrafî alanı ifade eden siyasî topluluk, yani köyler
(synoikizm) birliğidir.
Milâttan önce yaklaşık 600 yılında Yunan ana karası ve adalarında 500'ün üzerinde kasaba ve şehir
bulunmaktaydı. Yunan medeniyeti geniş­ledikçe, şehirler Akdeniz yoluyla, Afrika'nın kuzeyi, İspanya,
güney Fransa ve İtalya'da da gelişme imkânı buldu. Bu genişleme kolonizasyon yolu ile
gerçekleşiyordu. Ancak burada kolonizasyon göç etmek ile eş anlamlı ola­rak düşünülmelidir. Yunan
ana karasında ekilebilir arazinin az oluşu, ta­rımsal topraklara baskı yapıyor, sonuçta doğu ve batıda
bulunan başka alanlara göç yaşanıyordu (Carter 1982).
Yunan şehirleri orta ölçekte, üç ile dört bin kadar nüfusa sahipti. Şe­hirlerin nüfusu ekilebilir arazinin
az oluşu ve su miktarının kıtlığı tarafın­dan sınırlanıyordu. Ancak zamanının hâkim şehri (primate city)
olma özel­liğine sahip Atina'nın nüfusu MÖ 5. yüzyılda 100 bine ulaşmıştı (Mumford 2007). Bu nüfusa
köleler dâhildi. Selinus, Miletus, Corint diğer önemli Yu­nan şehirleri idi.
24
Cihan Altun
Yunan şehirleri genellikle liman şehirleridir ve ticaret ve harp limanı olmak üzere iki limana
sahiptirler. Şehir bir dağ veya tepenin güney eteğine kurulur ve çevresinde surları vardır. Ancak bu
surlar hiçbir zaman geomet­rik bir şekle sahip olmamıştır (Bayhan 1969: 37). Şekil, sit alanının fizikî
özellikleri veya yerleşmenin yayılış alanının özelliklerine bağlıdır.
Yunan şehirleri agora ve akropolden oluşan iki farklı fonksiyonel ala­na sahiptir. Akropol şehre
tepeden bakan bir kale, ekilebilir topra­ğı ile değerli bir arazi parçası ve bir kuşatma sırasında geri
çekilen sığınak yeridir. Bu alan, tapmak, değerli eşyaların konulduğu depo ve kralın otur­duğu saray
gibi unsurlardan oluşmaktadır. Şehrin geri kalan kısmı akropo­lün yamaçlarında bulunmaktadır. Bu
alanın merkezi ise agoradır. Toplan­ma anlamına gelen agora halkın toplandığı, eğitim, sosyal
etkileşim ve adlî işlerin yapıldığı yerdir. Başka bir anlatımla, agora Yunan toplumu için de­mokrasi ve
halk merkezidir. Başlangıçta ticarî aktiviteler bu alanda yer al­mamış, ancak daha sonra bu tür
aktivitelerin merkezi haline gelmiş, dolayı­sıyla agora şehrin sosyal kulübü olması yanında ekonomik
işleve de sahip olmuştur. Bugünkü merkezi iş alanının atası olarak kabul edilebilecek ago­ra, şehirsel
alanının % 5'lik kısmını işgal etmektedir (Northam 1979,
Wycherley 1993).
Yunan şehirleri başlangıçta planlı olarak inşa
edilmemiştir. Planlama kolonilerde başlamış, koloni
şehirleri ızgara planlı yapıya sahip olmuşlar­dır. Ancak bu
yapının ilk kez Yunanlılar tarafından kullanıldığı da
söyle­nemez. Çünkü ızgara planlı şehirlere şehir çekirdek
bölgelerinde de rastlanmaktadır. Gymnasion,
sanatoryum ve tiyatro Yunanların kent kültürüne diğer
katkılardandır (Mumford 2007).
2. Roma Şehri
İmparatorlukların kuruluşu, şehir hayatının yaygınlaşma nedenidir. Sjoberg'in yerinde olarak ifade
ettiği gibi, "Şehirlerin ortaya çıkışı ile çöküşü ve İmparatorlukların yükselişi ve çöküşü arasında yakın
ilişki vardır. Ger­çek anlamda, tarih, şehirsel mezarlıkların [mezar olmuş şehirlerin] çalışıl­masıdır."
(1965: 60). Tipik olarak şehirsel hayat, fetih dalgaları ile İmpara­torluğun sınırları genişledikçe daha
geniş bir alana yayılmıştır. Başlangıçta askeri kamplar (Romalılarda buna kastrum denir) kurulmuş,
daha sonra bu kamplar yerel kaynakların toplanma noktaları halini almıştır. Zamanla hâ­kim olunan
alanda barış ortamı sağlanmış ve yeni kurulan yerleşmeler as­keri önemini kaybederek, sosyal
çeşitliliğe sahip şehir kimliği kazanmıştır. Aynı süreç İslamiyet'in başlangıç yıllarında gerçekleştiği gibi,
Maury İmpa­ratorluğu Hindistan'da, Han Hanedanlığı Çin'de benzer süreçlerle şehirle­rin ortaya
çıkmasına katkıda bulunmuşlardır. Aynı sürecin günümüze ya­kın zamanlarda sömürge
İmparatorlukları yoluyla Fransa, İspanya, İngilizler tarafından Yeni Dünya ve dünyanın başka
kesimlerinde de tekrar edil­diği görülmüştür (Whynne-Hammond 1985:214).
M.Ö. yaklaşık 200 yılında Avrupa'da şehirli hayat Romalılar tarafın­dan temsil edilmeye başlanmıştır.
Roma İmparatorluğu genişledikçe (ki ikinci ve üçüncü yüzyıllarda kıtasal özellik kazanmıştır) şehir
hayatı Avru­pa'da Ren ve Tuna nehirlerine kadar uzanmış, kuzeybatıda ise İrlanda hariç İngiltere'ye
kadar varmıştır. Roma döneminde şehirsel hayat ilk kez Alplerin kuzeyine geçmiştir. Yıkılmadan önce
bile devlet 5627 kentsel birimden oluşmaktadır. Yeni yerleşmelerinin birçoğunun kökeni askeri kamp
anlamına geleni kastrum'a dayanmaktadır. İngiltere'de Romalılar ta­rafından kurulan şehirleri caster
ve chaster eklerine bakarak anlamak mümkündür.
25
Cihan Altun
Lancaster veya Winchester şehirleri Roma askeri kamplarına örnek olarak verilebilir. Londra
(Londinium) Romalılar tarafından kurulan başka bir şehirdir.
Roma şehirleri bazı özelliklerini Yunan ve Anadolu'dan göç eden Etrüsklerden almışlardır. Izgara tipi
plan buna bir örnektir ve Roma şe­hirlerinde yaygın olarak kullanılmıştır. Aynı plan örneğine bugün
İtal­ya'da Verona ve Pavia şehirlerinin çekirdek kısımlarında da rastlanmaktadır. Bu tip planda cadde
ve sokaklar birbirini dik açılarla keser ve plan veya şehir iki ana caddeden ibarettir.
Kuzeyden güneye doğru uzanana cardo, doğudan batıya doğru uzanan caddeye ise decumanus
denirdi. Ana caddelerin tek noktada kesişmesi askeri disiplin ve İmpa­ratorluğun gücünü ifade
ediyordu (Carter 1982). Ana caddelerin kesişme alanında Forum bulunmaktadır.
Forum'da Yunan şehrinin iki elamanı olan akropol ve agoranın ortak özelliklerini görmek mümkündür.
Bu alanda sadece tapınaklar değil, idarî binalar, depolar, kütüphaneler, okullar ve halka hizmet eden
pazaryeri bulunmaktadır. Tapınak foruma kutsal bir yer olma özelliği katmıştır. "Çünkü özgür bir
mübadele için pazaryeri huzuru, bölge ancak kutsal hale getirilerek muhafaza edilebi­lirdi" (Mumford
2007: 281).
Bu alanın çevresinde ise yönetici sınıfın sa­rayları bulunmaktadır. Sur inşası Yunan şehrinde iş işten
geçtikten sonra başladığı halde, Roma şehrinin inşasına sur yapımıyla başlanırdı. Surlar daha çok
dörtgen şekline sahiptir.
Romalılar gerek caddelerin kaplanması, gerekse su kaynakları ve lâğımlar konusunda titiz
davranmışlardır. Ancak Roma'nın lağımları birinci kat dışındaki katlara bağlı değildir. Kalabalık kira
evleri bu açıdan daha kötü durumdadır. Bütün mühendislik becerilerine rağmen Roma, halk sağlığı
konusunda sınıfta kalmıştır. Kısaca su kemerleri, yeraltı lağımları ve taş döşeli yollar etkisiz ve
dağınıktı. Roma'nın gerek kent sağlığı ve gerekse kent biçimine yaptığı en önemli katkı hamamdır.
Büyüklüğü ve çeşitli imkânlarıyla hamam bugünün Amerikan alışveriş merkezlerine benzemektedir
(Mumford 2007). Romanın şehir hayatına bir başka katkısı ise sirktir.
Romalılar şehirler için yer seçiminde de isabetli davranmışlardır. Seçilen yerlerde dikkat edilen en
önemli özellik ulaşım şartlarıdır. Ulaşım sayesinde imparatorluk şehirleri birbirine bağlanmıştır. ["Her
yol Roma'ya çıkar" sözü bu durumla ilgili olmalıdır]. Onlar için bir yerleşmeye yer seçiminde en
önemli konu erişebilirlik olmuştur. Oysa başka kültürlerde savunulabilir alanlar sit alanı olarak
kullanılmıştır. Mesela Paris, Londra ve Viyana yeniden kurulurken Roma zamanı sit alanları dikkate
alınmıştır (Jordan ve Rowntree 1986).
Roma döneminden sonra (bu döneme Avrupa tarihinde Karanlık Çağ denir ve 500-1000 yılları arası
dönemi temsil eder) bazı şehirlerde gelişme olmakla birlikte genel olarak şehirsel hayat duraklama
içine girmiştir. Bu durum Avrupa'ya hâkim olan Sakson, Hun, Got ve Vandal gibi kabilelerin tarımcı
olmaları ve küçük köylerde yaşamayı tercih etmeleri ile ilgilidir. Şehirler ancak Orta Çağ ve sonrasında
gelişebilme imkânına sahip olmuşlardır (Whynne-Hammond 1985:214).
3. Ortaçağ Şehri
Orta Çağ (1000-1500 yılları arası) Avrupa'da şehirleşmenin meydana geldiği ikinci dönemi temsil eder
ve bu dönem aynı zamanda gelecek şehir hayatında önemli yapısal değişimlerin yaşandığı yılları da
kapsamaktadır.
26
Cihan Altun
Şehir hayatı, Alman ve Slav İmparatorlukları sayesinde eski Roma İmpara­torluğunun sınırlarını
aşarak, kuzey ve doğu Avrupa'da yaygınlaşmıştır. Sadece dört yüzyıl içinde 2500 yeni Alman şehri
kurulmuştur.
Bugünkü Avrupa şehirlerinin çoğu bu dönemde kurulmuş, böylece Avrupa şehirsel ağının temelleri bu
dönemde atılmıştır. Birçoğu Roma devri sit alanlarını ku­ruluş yeri olarak seçen bu şehirlerin, bazıları
yeni alanları tercih etmişlerdir.
Orta Çağ şehri, kalabalık modern ticaret merkezinden çok, nüfusu birkaç bin ile kırk bin arasında
değişen, bugünün köy veya taşra kasabası olarak adlandırılabilecek bir yerleşme birimidir (Mumford
2007).
Din (Hıristiyanlık) şehri şehir yapan en önemli unsurdu. Manastır as­lında yeni bir polisti. Bir bakıma
manastır kolonisi yeni bir kale haline gel­miş; genel geri çekilme hareketinin bir bozguna dönüşmesini
önleyen bir savunma yeri olmuştur.
Klasik kentle Orta Çağ kenti arasındaki en sıkı bağ o zamanlar ayakta kalan bina ve gelenekler değil,
manastır sayesinde ku­rulmuştur. Manastır sığınmacılara sığınılacak bir yer, yorgun düşmüş
gez­ginlere sıcak bir barınak sağlayarak, köprü inşa ederek, pazaryerleri kura­rak kentlerin
gelişmesine öncülük etmiştir.
Pratik ihtiyaçları ne olursa olsun Orta Çağ şehri her şeyden önce o çalkantılı dönemde kilise
törenlerinin sahnesiydi. Kilise topluluğundan koparılmak öyle bir cezadır ki 16. yüzyıla kadar aforoz
edilme tehdidi karşısında krallar bile titremiştir. Dini atmosfer mal dolaşımının teminatı olmuş,
loncalar bile dinsel rengi hiçbir zaman yitirmemişlerdir.
Ticaretin gelişimi dolaylı da olsa din ile ilgilidir. Din adam­larının teknolojik gelişmede önemli rolleri
vardır. Çünkü onlar, okumak, duaya ve tefekküre daha fazla zaman harcamak için gereksiz işlerden
kur­tulmak istemişlerdir. Teknolojik gelişme de tarımsal devrimin yaşanmasın­da önemli bir neden
olmuştur (Mumford 2007).
Mumford'a göre (2007), uluslararası ticaret Orta Çağ şehirlerini orta­ya çıkarmamış, ancak onların
büyümesine katkı sağlamıştır. Ticaret önemli hale gelmiş olsa bile, Orta Çağ kent sakinlerinin beşte
dördü üreticilerden oluşuyordu. XI. ve XIII. yüzyıllar arasında sanayi ve ticaretin canlanmasının arka
planında Avrupa'da ekili arazinin büyük ölçüde genişlemesi ve daha ileri tarım yöntemlerinin
uygulanması vardır. Her ne kadar bir atasözüne göre, "kent hayatı insanı özgür yaparsa da", salt hava
da karın doyurmamaktadır. Kentlerin zengin hayatının kökenini taşranın tarımsal gelişiminde aramak
ihtiyacı vardır.
Katedral Orta Çağ şehirlerinin en önemli bileşeni olmuştur. Kale, sur ve pazar diğer bileşenleridir.
Kale savunmanın önemini vurgulamaktadır. Şehirler genel olarak kaleler etrafında toplanmıştı.
Savunmanın önemini bugün birçok şehrin sonunda bulunan burg=kale (Fransızca bourg, İngilizce
burgh) ekinden anlamak mümkündür.
İmtiyaz, bazı şehirlerde ortaya çıkan yeni bir hayat tarzını ifade etmektedir. Bu hayat tarzında
tüccarlar şehir denetimini ele geçirmekte ve ticareti kendi koydukları kurallara göre yapmaktadırlar.
"Kısacası şehir, kırsal bölgedeki malikânenin tezatıydı ve iradenin değil kanunun, tabiyetin değil
dayanışmanın temsilcisi olarak ayakta duruyordu" (Mackenney 2004:12).
Sur, savunma için önemli olmakla birlikte onun asıl fonksiyonu şehir ve kırsal alanları ayırmaktır. Sur
dâhilindeki sakinler özgür, dışındakiler ise köle veya hizmetçi idiler.
27
Cihan Altun
Surların kapıları akşam kapanır ve güneş doğduktan sonra açılırdı. Dolayısıyla, şehir sakini olmayan
insanlar, surların dışında kapıların çevresinde gecelemekte, bu alanlarda yeni mahalleler
(faubourg=banliyö) ortaya çıkmaktaydı. Zamanla bu alanların şehirlere dâhil edilmesiyle şehirler fizikî
olarak büyüme imkânı bulmaktaydı. Adı geçen alanlar bir bakıma bugünkü alt kentleşmeye
(banliyöleşme, suburbanizasyon) örnek oluşturmaktadır.
Başka bir unsur ise pazaryeridir. Pazarlar Orta Çağ şehirlerinin eko­nomik önemini simgelerler. Kent
sakinlerinin sık sık bir araya geldiği yer kilise olduğu için, şehrin başlardaki büyümesinde pazarın yeri
kilisenin ya­kını olmuştur (Mumford 2007). Pazar, ticaret kuşağının merkezî durumun­dadır.
Çevresinde meslek erbabının loncaları ile zenginlerin evleri bulun­maktadır.
Orta Çağ şehrinin morfolojisine bakıldığında, Yunan ve Roma şehirle­rinin ızgara tipi planına
rastlanmaz. Caddeler dar ve dolambaçlıdır. Bu du­rum engebeli kayalık arazinin sit alanı olarak sıkça
kullanılmasıyla ilgilidir.
Ayrıca bu kentlerin işini bilen sakinleri, yerleşim yerlerini tepelere kıraç top­raklara kurarak aşağıdaki
verimli topraklara tecavüz etmiyorlardı (Mumford 2007). Orta Çağ’ın cadde ve sokak sistemi bugünkü
modern şehirsel hayatı olumsuz olarak etkilemektedir.
Viyana, Salzburg ve Münih gibi birçok şehir­de eski çekirdek alanlarda şehir içi ulaşımda önemli
problemler yaşanmaktadır. Ayrıca bu alanlardaki mevcut evlerin (genellikle üç katlı) bugünkü
dona­nıma sahip olunmasındaki güçlükler, düşük gelirli insanların yaşama alanı olarak belirmelerine
neden olmuştur (Jordan ve Rowntree 1986).
4. İslam Şehri (Arap Şehri)
İslamiyet, şehir çekirdek alanlarından birinde, Orta Doğu'da, ortaya çıktı. Müslümanlık, Kuzey Çin ve
Orta Amerika hariç, batıya doğru Nil Vadisi üzerinden Atlas Okyanusu, doğuda Hindistan üzerinden
Pasifik'e kadar geniş bir alanda yayılma imkânı buldu.
İslam İmparatorluğu Orta Çağ'da dünyanın farklı kısımlarında şehirsel hayatın gelişmesine katkıda
bulunmuştur. Daha Hz. Muhammed zamanında teşkilatlanarak Medine'de bir site devletine sahip
olan İslamiyet MS yedinci yüzyıla kadar Kuzey Afrika, Trans Kafkasya ve Güneybatı Asya'nın büyük bir
kısmına yayılmıştı. İslamiyet takip eden yüzyıllarda (7-16. yüzyıllar arası) Güney ve Doğu Avrupa, Orta
Asya'da Türkmenistan, batı ve doğu Afrika, Çin ve Güney ve Güneydoğu Asya'ya kadar yayılışını
sürdürmüştür.
Bu yayılış farklı imparatorluklar sayesinde gerçekleşti. Bunların başında Arap, Osmanlı ve Moğol
İmparatorlukları gelmektedir. İslam fıkıhçılarına göre şehir, "dini işlere bakan bir müftüsü olan ve
kaza hakkına sahip bir kadısı olan yerdir" (Ergin aktaran Gümüşçü 1997: 84), Şehirler on bin veya
daha az nüfusludur. Kuşkusuz daha büyük olanlar da vardır.
İslam şehirlerini Müslümanlar tarafından kurulanlar ve fetihle İslam hâkimiyetine girenler şeklinde iki
ana gruba ayırarak incelemek mümkündür.
Müslümanlar tarafından kurulmuş ilk şehirler, fetih topraklarında kurulmuş olduğundan ordugâh
karakteri taşımaktadırlar. Söz konusu bu ordugâhlar, fethedilmiş toprakları elde tutmak, muhtemel
bir isyanı veya geri alma teşebbüsünü engellemek ve yeni fetihler için, askeri ikmal noktaları teşkil
etmek amacıyla kurulmuştur.
Ayrıca Arapların yerli halkla karışarak onlarla birlikte yaşamayı arzu etmemeleri, buna ilâve olarak
fethedilen şehirleri boşaltarak oralarda yerleşmenin mümkün olmaması da ordugâhların kuruluşunu
hazırlayan diğer sebeplerdir. Ordugâhlar zamanla gelişerek; ticarî, siyasî ve kültürel ağırlıklı gerçek
28
Cihan Altun
şehir kimliği kazanmışlardır. Mekke, Medine, Şam ve Halep İslam hâkimiyetine alınmış şehirler iken;
Basra, Küfe, Fustat (Mısır), Kayravan (Tunus), Bağdat ve Samarra Müslümanlar tarafından kurulmuş
şehirlerdir (Can 1995).
Georges Marçais'e göre, İslam şehrinin ortaya çıkışı camiye bağlıdır. Hamam ve pazar diğer
unsurlardır. Aynı zamanda oturma alanları ile bu fonksiyona sahip olmayan alanlar arasında önemli
farklılıklar vardır. Bu farklılığın bir parçası da etnik çeşitliliktir.
İslam şehrinin merkezî kısmında her zaman cuma namazı kılınan büyük bir cami vardır. İslamiyet'in ilk
yıllarında caminin yanında genellikle darü'l-imara (hükümet konağı) ve divanlar da (devlet daireleri)
yer almaktadır.
İslam şehrinde ticaret önemli bir faaliyettir. Bu durum birçok nedene bağlı olarak açıklanabilir.
Bunlardan biri İslamiyet'ten önceki dönemde de ticaretin önemli olması ve bu geleneğin miras olarak
gelecek nesillere aktarılmasıdır.
Kuşkusuz ticaretin esas faaliyet olarak ortaya çıkışı alanın coğrafî özelliklerden ayrı tutulamaz. Saha
iklim ve başka şartlar nedeniyle diğer faaliyetler için pek de uygun değildir. Yine İslamiyet'in doğduğu
ve yayıldığı alanlar uygun ticarî coğrafî konuma sahip yani doğu ile batı arasında geçiş alanıdır.
Braudel bu durumu daha açık bir şekilde anlatır: "İslam âlemi, eğer çölsü bedenini kat eden ona
hayat veren, hareket getiren yollar olmasaydı, hiçbir şey haline gelirdi. Yollar onun zenginliği,
varlık nedeni, uygarlığıdır. Yüzyıllar boyunca, yollar sayesinde 'egemen' bir konumda kalacaktır"
(2006: 96-97).
Bu açıdan Mekke ve Medine'nin konumu ilginçtir: Mekke ticarî yolların kavşak noktasında
bulunmaktadır. Coğrafî konumla birlikte onun manevî konumu birçok yerle ilişkisini güçlendirmiştir.
Yine şehir hac nedeniyle kalabalıklaşmakta ve bu durumdan ticarî olarak kâr elde etmektedir. Yine
Medine'nin Yemen ile Suriye'yi birleştiren Baharat Yolu üzerinde olması, onun ticarî etkinliklerin
merkezi olmasını sağlamıştır (Canatan 2007).
Bu konuda bir başka neden ise İslamiyet'in ticareti övmesi ve teşvik etmesidir. Bilindiği üzere başta
Hz. Muhammed olmak üzere birçok İslam büyüğü ticaret ile uğraşmaktaydı.
Ticarî faaliyetlerin hemen hemen tamamı şehir merkezindeki büyük caminin etrafında toplanmıştır.
Bu toplanış Avrupa şehrinde ol­duğu gibi alansal değil, çizgiseldir (Rapoport 1984). Caminin yakınında
ki­tapçılar, ciltçiler, deri eşya satıcıları ve terlikçiler bulunmaktadır. Dokumacı­lardan sonra
marangozlar, çilingirler, bakırcılar ve demirciler gelmektedir. Saraç ve eğerciler şehrin dış sınırına
yakın olarak konumlanmışken, pis ko­ku yaymaları nedeniyle tabakhane ve boyahaneler sur
kapılarına yakın yer almaktadır. Çömlekçiler ise tamamen şehrin dışında yer alırlar. Ticaret
faa­liyetlerinin yoğunlaştığı merkezî bölge ile ikamet bölgeleri arasında kesin bir ayrım mevcuttur. Bu
durum İslam toplumunun sosyal yapısıyla ilgilidir, İslam dininde aile hayatı mahremdir. Bu
mahremiyeti şehrin hareketli, her­kese açık bölgesinde sağlamak mümkün değildir.
İslam şehirleri genellikle, şehir çekirdeğindeki büyük camide odaklaşan ışınsal bir ana yol formuna
sahiptir. Bazı alanlarda, örnek olarak kuzey­batı Afrika'da, yol şebekesinin genel olarak kıble yönlü
olduğu görülmek­tedir (Bonine 1990).
Çıkmaz sokaklara sıkça rastlanmaktadır. Örnek olarak Fas'ta çıkmaz sokaklar bütün yol uzunluğunun
% 52,4' ü kadarken, bu oran Cezayir'de % 45,7, Kahire'de % 46,8, Şam'da % 43,1 ve Halep'te % 41,3
ka­dardır (Raymond 1995).
29
Cihan Altun
Çıkmaz sokak oluşumu farklı şekillerde açıklan­mıştır. Akgün ve Egli'ye göre, bu durumun asıl nedeni
İslamiyet'in gizliliğe önem vermesidir. Buna bir de iklim ve arazinin etkisi dikkate alınarak gü­neşten
ve tozdan sakınma durumu eklenirse konu yeterince açıklanmış olur.
Mayer konuya farklı açıdan yaklaşmaktadır. Yazara göre, eski şehirle­rin merkezini oluşturan
pazaryerinden ve bir merkezden ışınsal olarak ve şehir içinde birbirinden gittikçe uzaklaşan caddeler
arasındaki arsa genişlik­leri şehir kenarında büyür. Ortada kalan arsaları, yan caddelere bağlamak için
çıkmaz sokak zorunluluk halini alır. Schwarz ise olayın asıl nedenini çeşitli kabilelerin birbirinden farklı
yerlerde mahalleler kurmalarına bağla­maktadır (aktaran Stewig 1966). Yollar iki yüklü devenin
karşılaştığı zaman geçebileceği genişlikte ve işlevlerine göre kademelenmiştir.
Diğer şehirler gibi İslam şehri de mahallelerden oluşmaktadır. Mahalleler, kabile, etnik yapı ve din
bakımından farklı insanların yaşama alanı­dır. Mahalleler birbirinden belirgin şekilde fizikî bir engelle,
duvarlarla, ay­rılmıştır. Bu engeller bir yandan birbirine düşman olan kabileleri ayırmakta, öte yandan
özerk yapıya sahip olmayan İslam şehrinde, merkezi yönetimin zayıf düştüğü dönemlerde,
mahallelinin güvenliğini mümkün kılmaktadır.
Mahalleler kendine yeterli birimlerdir. Bu alanlar toplumsal hayatı kolaylaştıran çeşitli kurumlara
sahiptir. Bunlar çizgisel bir özellik göster­mekte, yani bir ana cadde etrafında toplanmış
bulunmaktadır. Mescid, ha­mam, fırın, meyve ve sebze satıcısı (bakkal), baharat-yağ satıcısı (samman)
ve lokanta (tabak) bu kurumların başlıcalarıdır (Elisseeff 1992).
İslam şehrinde ev, içe dönüktür. Avlusuz ev tipine de rastlanmakla birlikte, İslam şehirlerinde yaygın
olan konut tipi, Akdeniz mimarîsinin ti­pik iç bahçeli (avlulu) ev şeklidir. Evin sokağa bakan dış
duvarları penceresiz yani sağırdır. İç bahçe çift işlevi olan bir birimdir.
Avlu aile bireylerine sokak gibi açık bir alan sağlarken, diğer yandan yabancılardan gizlenme imkânı da
vermektedir. Avlunun duvar yüksekliğini belirleyen etmen deve binicisidir. Duvarlar deve üzerinde
bulunan bir insanın avluyu göremeye­ceği kadar yüksekliktedir.
İslam şehirlerinde heykel, anıt ve benzeri unsurlar yoktur. Buna karşı­lık 9. yüzyıldan sonra giderek
yaygınlaşan bir seyir içinde, mezarlar üze­rinde kurulmuş türbelere rastlanmaktadır (Can 1995).
İslam şehrinde, dönemin Avrupa şehirlerindeki gibi kilise meydanı ya da şehir meclisinin önündeki
geniş alana benzeyen halka ait toplanma yerleri yoktur. Dini toplantılar için cami kullanılmaktadır.
Şehrin dışında meydanda ve iki büyük bayram namazının kılındığı musalla gibi yerlerde toplantılar
yapılmaktadır (Elisseeff 1992).
5. Rönesans ve Barok Şehri
Rönesans (1500-1600) ve barok (1600-1800) dönemi Avrupa'da şehir­leşmenin yükselişe geçtiği
üçüncü dönemi temsil etmektedir. Bu dönemde çok sayıda şehir kurulmuş olmasa da Avrupa şehrinin
şekil ve fonksiyo­nunda önemli değişiklikler yaşanmıştır.
Rönesans'la birlikte şehre, yeni bir açıklık, biçimsel düzen anlayışı gelmiş, taş ve tuğla yol döşemeleri,
taş mer­divenler, heykelli çeşmeler ve anıt heykeller, sokak mobilyası olarak ortaya çıkmıştır
(Mumford 1961).
Modern devlet 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu durum otoritenin merkezileşmesi anlamına
gelmektedir. Otorite kişisel gözetimden çıkmış, nüfus ve ülkenin büyümesine bağlı olarak, şahsî
olmayan yönetim ve yetki devri başlamıştır.
30
Cihan Altun
Bu durum merkezi olmayan konumlarda yer alan idarî işlerin yerine getirilmesini sağlayan binalara,
devlet dairesine olan ihtiyacı or­taya çıkarmıştır. Otoritenin merkezîleşmesi başkentleri ortaya
çıkardığı gibi ticaret yollarına hâkim olan bu merkez devletin birliğine güçlü katkı sağla­mıştır. Krallık
sarayına sahip olan şehirler, nüfus, alan ve zenginlik bakı­mından en hızlı şekilde büyüyen şehirler
olmuşlardır.
Modern devletin büyümesinde, kapitalizm, teknoloji ve savaş belirle­yici rol oynamıştır. Barutun icadı
özgür şehirlerin sonu anlamına gelmekte­dir. 15. yüzyılda gelişmeye başlayan ağır silâhlar şehirleri
savunmasız hale getirmiştir. Eski savunma sitleri (tepe ve kayalık) açık hedef haline geldi. Yeni surlar
eskileri gibi basit bir şekilde yapılamazdı. Yapılacak surlar için teknoloji gerekliydi. Sur yapmak mali
açıdan günümüz otoban ve metro in­şaatına denk düşüyordu. Maliyet, şehirlerin yatay yönde
genişleme imkâ­nını ortadan kaldırdı. Büyüme dikey yönde olmak zorundaydı. Bu durum mekânsal
rekabete yol açmış, sonuçta şehirlerde, özellikle başkentlerde, toprağın değeri artmıştır.
Sömürgecilik bu dönemde başlamıştır. Deniz aşırı ülkeler Hristiyanlığın dindarlığı ve kapitalizmin aç
gözlülüğünün teşviki ile fethe­dilmiştir. Mal ekonomisinden para ekonomisine geçiş, devletin malî
kay­naklarını büyük ölçüde artırmış; şehirler de bu artıştan paylarını almışlar­dır.
Rönesans ve Barok şehrinde coğrafî görünüm Orta Çağ şehrine göre oldukça farklıdır. Barok planı
mekânın askeri amaçlı istilasına tanıklık etti. Ordu kışlaları manastırın yerini aldı. Şehirsel ses değişime
uğradı. Çan sesi yerini boru sesi ve trampet gürültüsüne bıraktı.
Bulvarlar Barok şehrinin en önemli simgesi ve temel unsuruydu. Böylece iktidar geçit törenleri ile
seyir­ci üzerinde gücünü pekiştirmek imkânı buluyordu. Bunlar tekerlekli araç trafiğini rahatlattığı
gibi, askerlerin düz yollarda yürüyüşünü de kolaylaştırıyordu. Resmigeçitte azamî düzen ve güç
gösterisi için askerlerin açık bir meydanda ve düzgün yollarda yürümesi gerekir. Yıldız plan orijinal
barok katkısıdır. Böylece merkezi bir noktadan yaklaşan her şeye hâkim olunabilirdi. Geniş bulvarların
sosyal boyutu da vardır. Bunların ortaya çıkışı ile üst ve alt sınıflar arasında ayrım kent içinde farklı bir
biçim kazanmıştır. Zengin araç sürmekte, yoksul ise yürümektedir. Konutlarla çevrili geniş açık alanlar
üst sınıfın ayrıcalığıdır. Bunlar şehir içinde merkezde yer al­maktadır (Mumford 1961).
6. Sanayi Şehri
Sanayi şehri, Sanayi Devrimi ile ortaya çıktı. Sanayi Devrimi nasıl gerçekleşti? Bu konuda değişik
açıklamalar olmakla birlikte, Hobsbawm (1989) konuya farklı bir açıdan yaklaşmaktadır. Sanayi
Devrimi, ne iklim, ne coğrafya ne de nüfus artışı ile ortaya çıktı. Sanayi Devrimi kömür rezervlerinin
çokluğu ile açıklanamazdı. O zaman demir cevherinin kıt oluşu neden Sanayi Devrimini engellemedi.
Ya da Silezya'da da (Güneybatı Polonya) kömür bulunmakla birlikte neden Sanayi Devrimi burada
gerçekleşmedi. Nüfus artışı da bir neden sayılamazdı. Nüfus artışı sadece İngiltere'de gerçek­leşmedi.
Bütün bir kuzey Avrupa'da nüfus artmıştı. Ancak bu artış da Sa­nayi Devrimi öncesinde değil, bu
devrim esnasında gerçekleşti. Din de bir neden değildi. Protestanlık kapitalist ruhun ortaya çıkmasına
neden ol­madı. Olsaydı, Hollanda'nın Katolik olan kısmı (Belçika), bugünkü Hol­landa'dan daha önce
sanayileşmeye başlamazdı. Ne 15. ve 16. yüzyıllar­daki deniz aşırı keşifler, ne de 17. yüzyıldaki
bilimsel devrim sanayileş­menin tek sebebi değildir. Öyleyse Sanayi Devrim'inin ilk kez İngilte­re'de
yaşanmasının nedenleri ne idi?
İç pazar, ateşi tutuşturan kıvılcım olmasa bile, ateşin devam etmesini sağlayacak yakıt ve oksijeni
sağladı. İhracat sanayilerinin gelişimi başka bir nedendi. "Bir dizi ülkenin pazarları ele geçirilerek,
savaş ve sömürgeleştir­me gibi siyasi ve yarı-siyasi yöntemlerle bazı ülkelerin iç pazarlarındaki
re­kabeti ortadan kaldırarak" (Hobsbawm 2003: 45), ihracat sanayilerinin önü açıldı. Devlet Sanayi
Devriminin doğuşunda üçüncü faktördü. Devlet sa­vaşlarla Avrupa'daki en büyük rakiplerini ciddi
31
Cihan Altun
biçimde zayıflatarak, İngil­tere'nin ihracatının artışını sağladı; barış bu konuda olumsuz bir etki yaptı
(Hobsbawm 2003).
Sanayi Devrimi ile şehrin biçimsel özelliklerinde kültür önemini kay­betmiş, ekonomik şartlar ön plana
çıkmıştır. Polanyi'nin deyimiyle (2007), sosyal hayatın bir parçası olan ticaret, piyasa koşullarıyla
birlikte yaşama­nın bütün yönlerine hâkim olmuştur. Sanayi Devrimi gerçek şehirsel top­lumu ortaya
çıkarmıştır. Daha önce kırsal ilişkilere ve toprağa bağlı bir ha­yat biçimine son veren Sanayi Devrimi,
hayatın kentlerde toplanması anla­mına geliyordu. Böylece şehir ve kır arasındaki kesin ayrılık da son
şeklini almış oluyordu.
Sanayi Devrimine kadar Batılı toplumlarda şehirleşme oranı oldukça düşük kalmıştır. Çünkü tarımda
makineleşme yoktu, ulaşımda insan ve hayvan gücü kullanılıyordu. Elverişli olmayan gıda saklama ve
depolama yöntemleri, çok sayıda insanı besleyecek gıda stoğunun büyümesine engel­di (Sjoberg
2002). Ancak Hollanda bu konuda istisna teşkil etmektedir. 16. yüzyılda bile % 13 oranında şehirli
nüfusa sahip olan ülke, 17. yüzyılda nü­fusunun yarıdan fazlası şehirlerde yaşayan dünyanın ilk ülkesi
oldu. Bu durum daha çok Hollanda şehirlerinin uzun mesafeli deniz taşımacılığına bağlı olarak ticaret
merkezi olmalarıyla ilgilidir (Bergman 1995). Diğer Av­rupa ülkelerinde şehirleşme Sanayi Devrim'inin
sonucudur. Örneğin 1600 yılında Almanya, İngiltere ve Fransa'da nüfusun yüzde ikisi şehirlerde
ya­şamaktadır. Ancak 200 yıl içinde çok sayıda insan şehirlere göç etmiştir. 1800 yılında İngiltere'de
şehirleşme oranı % 20'dir. 1870 yılında İngiltere dünyanın sanayileşmeye bağlı ilk şehirleşen ülkesi
olmuştur. 1890 yılı nüfus sayımına göre ülke nüfusunun % 60 kadarı artık şehirlerde yaşamaktadır.
Almanya bu bakımdan ikinci ülke olmuştur. Amerika Birleşik Devletle­rinde şehirli nüfusun oranı
ancak 1920 yılında % 51'i geçebilmiştir. Bu du­rum hiç kuşkusuz sanayileşmenin adı geçen ülkede geç
başlaması ile ilgili olmuştur.
Sanayi şehri rekabetçi liberal şehirdir. Liberalizmin ana hedefi kârdır. Kâr peşinde koşmanın şehrin
coğrafi görünümüne olan etkisi aşağıda açıklandığı şekilde ortaya çıkmaktadır (Mumford 1961: 508509).
Şehirler planlama ve rehberlik olmadan işçi sınıfının aleyhine çok çabuk gelişmiştir. Şehrin kamu
kurumu olmaktan çıkıp özel mülk veya eşya haline gelmesi, Sanayi Devrimi ile iyice yerleşen
kapitalizmin zaferidir.
Ticarî şehrin ortaya çıkışı ile yeni şehirsel semboller (fabrikalar, demir yolu ve gecekondular) de
ortaya çıkmış oluyordu. Eski pazaryerleri yerini borsa ve bankaya bıraktı. Şehir, arazi vurguncuları
(spekülâtörleri) ve demir yolları tarafından bölünmüştür. Araziyi verimli olarak planlama düşüncesi
kaybolmuş, bunun yerini liberalizmin sloganı olan "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler (laissez
faire, laissez passer)" düşüncesi almıştır. Sanayi tesisleri yığılma ekonomisi nedeniyle daha çok
şehirlerde toplanmıştır. Arazi kullanımı son derece yoğunlaşmıştır. Geçmişte sık rastlanmayan arazi
alışverişi ve vurgunculuğu şehir hayatının normal bir parçası haline gelmiştir. Toprak parçaları, kamu
yükümlülüklerini hiçe sayan sahiplerinin malı olmuş, tarihi şehir merkezi yok edilmiş veya başka faaliyetlere ayrılmıştır.
Yukarıda anlatılanlar sanayi şehrini kargaşa şehri olarak tanımlamak için yeterlidir. Kargaşanın ise
planlamaya ihtiyacı yoktur. Ancak bugünkü anlamda şehir planlaması fikri sanayi şehrinin eseridir.
Çünkü kirli şehir atmosferi ve başka problemler planlamayı zorunlu hale getirmiştir.
Sanayi şehirleri pis ve kalabalıktı. Gaz ve su bir yana bırakı­lırsa, sanayi şehri insanoğluna 17. yüzyıl
şehrinin sunduğundan başka hiç­bir şey sunmamıştır. Sanayi şehri çalışanlarının çevresel şartlarını
kötüleş­tirdi. Gecekonduda yaşayanlar doğrudan gün ışığını nadir alırdı. Örnek olarak, bildirildiğine
göre, Liverpool halkının altıda biri bodrumlarda ya­şıyordu. Kırsal kesimden gelen yeni göçmenleri
32
Cihan Altun
iskân etmek için birçok apartman inşa edilmiştir. Geniş aileler tek odayı paylaşmak zorunda kaldı. 19.
yüzyılın ortasında yapılan bir çalışmada Manchester'da (ilk sanayi şeh­ridir) 212 kişiye bir tuvalet
düşmektedir. Kullanım suyu sadece apartman­ların bodrum katında bulunmaktadır. Çoğu zaman
bütün bir mahalle ev­sel atıklar tarafından kirletilmiş tek bir çeşmenin suyunu kullanmak zo­rundadır.
Hastalıklar çok yaygın, ölüm oranı yüksektir (Mumford 1961: 512,526,527).
Sanayi şehri kötü çevresel ve ekonomik koşullar yanında sanayi önce­si döneme ait birçok sosyal
özelliğin kaybolması demektir. Bu açıdan Sjoberg’e (2002) göre, sanayi öncesi şehirde toplumsal
hareketlilik en alt seviyededir. Sanayi kentinde bu hareketlilik artmış ve orta sınıf ortaya çıkmıştır.
Oysa sanayi öncesi şe­hirde seçkinler ön planda bulunmaktadır. Akrabalık bağları ve mahallelilik
duygusu kuvvetlidir. Çocuklar, özellikle erkek olanlar önemlidir. Kadınlar kamusal yaşamdan
yalıtılmıştır.
Sanayi şehrinde, karmaşık iş bölümü, farklılaşma ve uzmanlaşma söz konusudur. Sanayileşme,
kadınlara, evin dışında iş bulmaları için istek ve imkân vermiştir. Böylece kadının konumunda önemli
değişiklikler olacak­tır. Ev ve iş yeri farklılaşması da söz konusu olmuş, kentsel ekolojide farklı coğrafî
görünümler, dolayısıyla alansal uzmanlaşma belirgin bir hal almış­tır. Sanayi şehri sosyal ayrışıma
tanıklık etmiştir. Böylece banliyöleşme de başlamıştır. Çünkü sanayi coğrafî görünümünün kirli
atmosferinde yaşa­mak kolay değildir. Yeni ulaşım araçları, özellikle 1880'li yıllarda icat edilen
elektrikli tramvay, banliyöleşmeyi teşvik etti. Orta sınıf ucuz ve etkin ula­şım araçlarına sahip olduğu
için şehir merkezini terk etti. Böylece şehir merkezî mavi yakalı vasıfsız işçilere bırakılmış oluyordu
(Jordan ve Rowntree 1986).
7. Selçuklu Şehri
Anadolu'da şehir hayatına geçen Selçuklular için yerleşim yeri tercihi açısından üç farklı seçenek
vardır. Bunlar; Bizans şehirlerinin çok az değişiklik yapılarak kullanılması, büyük değişikliklerin
yapılarak Bizans şehir sit alanlarının kullanılması ve doğrudan Türkler tarafından kurulan şehirler.
Anadolu'da az sayıda yeni şehrin kuruluşu ilk iki tercihin önemli olduğunu göstermektedir. Çünkü
Anadolu'da şehirsel ağ İlk Çağ'ın son yıllarında zaten kurulmuş durumdaydı. Şehir adlarının
değişmemesi bu durumun bir göstergesidir. Selçuklular zamanında kurulan başlıca şehirler Aksaray,
Akşehir, Kırşehir, Seydişehir, Karaman ve Alanya (Alaiye) olmuştur. Sivas, Erzurum, Konya, Kayseri ise
Selçuklular zamanında mevcut şehirlerin en önemlileridir (Tuncel 1980).
Selçuklu şehri ovalar üzerinde kurulu ve surlarla çevrilidir. Selçuklu şehri Orta Asya Türk şehrinden
etkilenmiştir. Orta Asya Türk şehir tipi ise kerpiç duvarlarla birbirinden ayrılmış üç asıl elamana
sahiptir. Bunlar; İç Kal'a, Şehristan ve Rabad’tır. İç Kal'a saray ve yönetim binalarının toplandığı
mekândır. Şehristan aristokratlar ve zanatkârların yaşadığı yerdir. Dinsel yapılar ve hamamlar burada
bulunmaktadır.
Rabad şehrin dış kısmını ve varoşlarını içine alan alışveriş bölgesidir. Ticaret faaliyetleri, özellikle
çevrenin tarımsal ürünlerinin pazarlanışı bu alanda yapılmaktadır (Ergenç 1996). Alışveriş bölgesinin
asıl kentin dışında tutulmasına güvenlik kaygıları yol açmış olabileceği gibi, buraya mal getiren
göçebeler kentlilere hayvansal ürünler sunduğundan temizlik ve sağlık kaygıları da etkili olmuş
olmalıdır. Alışveriş yapılan yer demek olan pazar sözcüğü Farsçada "Kapı yanında (yani önünde,
dışında) yapılan iş anlamına da gelmektedir" (Alsaç 1993: 14). Tanyeli bu durumu göçebe-kentli
simbiosisi (ortak yaşama) ile açıklamaktadır (Tanyeli 1986).
Şehrin en önemli merkezi Ulu Cami'nin bulunduğu alandır. Çarşı önemli bir sosyal merkez olan Ulu
Cami'nin yanında yer seçmiştir. Selçuk­lular devrinde şehrin en önemli sosyal kurumu cami değil,
meydan olarak görülmektedir. Gök meydan olarak tanımlanabilecek meydanlar şehir sur­ları dışında
33
Cihan Altun
yer almaktadır. Bu alanda her türlü tören yapılmakta, bazı ceza­lar da yerine getirilmektedir. Mahalle,
Selçuklu şehrinin en küçük birimidir. Bu birimde mescit de bulunmaktadır. Mescit ve mektep
birlikteliği söz ko­nusudur. Şehir geliştikçe mahalle sayısı artmaktadır (Baykara 2000).
Selçuklu şehri aşağıda ifade edilecek özelliklere göre farklı modeller­de ortaya çıkmıştır. Özcan'a göre
(2007a), Selçuklu kentlerine dönük model arayışı tek bir modele bağlanmamalıdır. Anadolu Selçuklu
kentinin mekân­sal modeli üç farklı etmenden etkilenerek ortaya çıkmıştır:
Bizans-Selçuklu ikili siyasal egemenlik düzeni,
Milletler arası ticaret sistemine göre örgütlenmiş yerleşme ve ula­şım sistemi,
Anadolu'nun coğrafî altyapısı,
Özcan (2007a) yukarıdaki etmenlere bağlı olarak Anadolu Selçuklu kentlerini üç ana başlık altında
incelemektedir. Bunlar; kale kent, açık kent ve dış odaklı büyüme modelleri şeklinde sıralanmaktadır.
"Kale Kent Modeli" işlevsel ve konumsal niteliklerine göre A ve B tipi olmak üzere iki alt gruba
ayrılmaktadır.
A Tipi Kale Kentler siyasî ve idarî işleve sahip olup, kısmen kale dı­şında gelişme göstermektedirler.
Konya, Kayseri ve Erzen-i Rum (Erzurum) şehirleri "Eklemeli Kale Kent Modeli" olarak da adlandırılan
bu kentin tipik örnekleridir.
B Tipi Kale Kentler, bölgeler arası ticarî işleve sahip, Selçuklu üretim dağıtım sisteminin dışa açılan
kapısı olmakla birlikte, daha çok askeri stra­tejik merkezlerdir ve tamamen sur içinde gelişmişlerdir.
Bunlar hem kıyıda hem de iç kesimlerde bulunmaktadırlar. Antalya, Alaiyye ve Sinop kıyı yerleşmeleri
iken, Sivas, Karahisar-ı sahip (Afyonkarahisar) ve Karahisar-ı Kögonya (Şebinkarahisar) iç kısımlar­da
yer alan karahisar (kale-kent) yerleşmeleridir.
"Dış Odaklı Büyüme Modeli" Kentler BizansSelçuklu siyasî ve kültürel temas bölgelerinde
(yani uç bölgelerde), Anadolu'da
yerleşmelerin gelişimini teşvik amacıyla, sur
dışı alanlarda tekke ve zaviye ya da cami ve
mescid gibi İslâmî anıtsal ve kamusal yapı
faaliyetleri ile gelişen şehirlerdir. Ankara,
Çankırı, Kütahya ve Tunguzlu (bugünkü
Denizli) bu uç şehirlere örnektir.
34
Cihan Altun
8. Osmanlı Şehri
"Osmanlı'da bir yerleşme merkezinin şehir ya da kasaba olarak ta­nımlanabilmesi için bazı işlevsel
özelliklere sahip olması gerekir. İdarî açı­dan, yerleşmede bir sancak beyi ya da bir kadı bulunmalıdır.
Pazar etkinlik­leri, belgelerde ilgili vergilerin varlığı ile kanıtlanmalıdır. Çarşıya ilişkin belgeler, nüfusun
önemli bir kısmının geçimini tarım dışı uğraşılarla kazandığını kanıtlamalıdır. Nüfus açısından bakılırsa
şehir, 400'den fazla ver­gi nüfusu olan yerleşme merkezleri olarak tanımlanabilir. Hatta 400-1000
vergi nüfusu olan yerleşme merkezleri küçük şehir, 1000-3000 vergi nüfusu olanlar orta büyüklükte
şehir ve 3000'den fazla vergi nüfusu olanlar da bü­yük şehir olarak tanımlanabilir (Faroqhi 1993:1213).
Osmanlı şehri nüfus miktarı bakımından farklı büyüklükte olmuştur. Balkan şehirleri genellikle yeterli
fakat nüfus bakımından küçüktürler. On­lar yaklaşık 10000 civarında nüfusa sahiptirler. Buna karşılık
yoğun bir da­ğılım gösterirler. Oysa Anadolu şehirleri, özellikle orta ve doğuda nispi ola­rak daha
büyüktürler (yaklaşık 10000-30000 arasında). Buna karşılık şehirler birbirinden uzak dolayısıyla
seyrektirler (Tankut 1973).
Selçuklu şehri ovalarda kurulmuş olmasına karşın, Osmanlı şehri ge­rek dağılım gerekse mimarî
açıdan dağlık bölgeden ovaya geçişten fevkalâ­de biçimde yararlanmış bir dağ eşiği şehridir (Cerasi
2001). Aynı şekilde Selçuklu çağından sonra şehir surları gittikçe önemini kaybetmiştir (Kuban 1995).
Yozgat ve Nevşehir 18. yüzyılda, Adapazarı, Ordu, Mersin, Zongul­dak, Osmaniye, Ceyhan, Reyhanlı ve
İslâhiye ise 19. yüzyılda Osmanlılar tarafından kurulmuş olan şehirlerdir. Cumhuriyet döneminde
kurulan şe­hirler ise Kırıkkale ve Batman'dır (Tuncel 1980).
Cami, bedesten ve imaret Osmanlı şehir planına hâkim unsurlardır. Bu alanı çarşı mahallesi olarak
tanımlamak mümkündür (Faroqhi 2004). Bütünüyle şehirsel alanın % 15-20' sini oluşturan bu alan
ekonomik faaliyetlerin en büyük bölümünün yapıldığı yerdir (Cansever 1996). Şehre yönelen yollar bu
alanda sonuçlanır ve aralarında düzenli bir bağlantı vardır. Bu odak noktaları arasındaki yerler,
ekonomik etkinliklere sahne olan çarşı ve pazaryerleri ile doldurulmuştur.
Şehrin asıl merkezini bedesten oluşturmaktadır. Etrafında ise hanlar bulunmaktadır. Hanlar sadece
geceleme ihtiyacını karşılayan yerler değil, aynı zamanda ticarî işlevi de olan yapılardır. Çoğunlukla
şehrin büyük cami ya da camilerden bazısı da merkezde yer almıştır. Bu merkezden diğer odak
noktalarına doğru bir yayılma göze çarpar. Yayılmanın eksenini de bedestenden başlayan ve "uzun
çarşı" denilen geniş cadde oluşturur.
Uzun çarşı şehirde üretilen her türlü mal ve hizmet erbabının bulunduğu kesimdir. Uzun çarşıya açılan
sokaklarda her biri ayrı iş kolunda hizmet sunan esnaf örgütleri yer alır. Esnaf çarşılarının şehir
planındaki yerini camiye göre değil, bedestene göre açıklamak ihtiyacı vardır. Bedesten büyük
tüccarların bulunduğu ve transit ticarete konu olan malların alınıp satıldığı kapalı pazaryeridir. Şehirde
ülkeler ve şehirlerarası pazar için üretim yapan sanat dallarının bedestene yakın bulunması, onları bu
ana uğraşı dallarına katkısı olan dalların izlemesi, sırayla akarsuya ya da başka özel isteklere ihtiyaç
duyan iş kollarının şehir içinde, bu ana odak noktasına göre yer alması, Osmanlı şehirlerinin çarşı ve
pazar düzenidir.
"Şehirlerin önemli yapılarından biri de imarethanelerdir. Yoksullara, medrese öğrencilerine,
tekkelerde kalanlara, yolculara yemek dağıtmak üzere kurulmuş aş evleri olan imarethaneler,
kamu hizmeti gören bir hayır kurumudur" (Alsaç 1993: 21). Şehir planını bu ana damarlar çevresinde
yer alan mahalleler tamamlamaktadır (Ergenç 1996).
35
Cihan Altun
Şehirlerde ticaret bölümleri, konut bölümlerinden genellikle ayrıdır. "Orta Çağ ya da erken modern
dönem kentlerinde dükkânlar, işlikler ve yaşam alanları tek bir yapının farklı kısımlarını oluştururken,
Osmanlı kentlerinde iş ve ticaret merkezi hanlarda kalan sınırlı sayıda kısa süreli konuk dışında,
geceleri boşalırdı" (Faroqhi 2004: 703). Başka bir anlatımla burada çarşı selamlık, ikamete ayrılmış
mahalleler ise haremlik olarak karşımıza çıkmaktadır (Tamdoğan-Ebel 2000:398).
Şehirsel alanın büyük bir kısmı mahallelerden oluşmaktadır. Mahalle fizikî olmaktan çok sosyal bir
birimdir. "Osmanlı şehrinde mahalle birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu,
sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yerdir. Osmanlı çağındaki
tanımı ile aynı mescitte ibadet eden cemaatin, aileleri ile birlikte yaşadığı yerdir (Ergenç 1994).
"Osmanlı şehrinde mahalleli mahallenin yönetiminden ve güvenliğinden, sokakların bakımından ve
temizliğinden, çöpün toplanması ve yok edilmesinden, çocukların gözetilmesinden, yeni yapıların
çevre ilişkileri ile ilgili nihaî kararları vermekten sorumludur" (Cansever 1996: 381). Mahalleler
genellikle 10 ila 30 aileden oluşurdu bu sayı nadir olarak 40'ı geçerdi (Tanyeli 1987). Bu özellik
mahallenin sosyal birim olma durumunu iyi yansıtmaktadır. Mahallenin merkezi, mescittir. Bunun
hemen yanında imamın evi bulunmaktadır. Genellikle mescidi yaptıran hem ona hem de mahalleye
adını vermiştir. Okul, caminin yanında ya da içinde bulunmaktadır (Kuban 1995).
Mahallelerde aynı etnik veya dini gruptan insanlar bir arada yaşardı. Başka bir anlatımla Müslim ve
gayrı Müslim aynı mahallede ikamet etme­diği gibi, farklı etnik kökene sahip nüfus da farklı
mahallelerde yerleşirdi.
Örnek olarak azınlıklar İstanbul da kenarda, sur dışında, yaşardı. Böylece Fener Rumların,
Sulumanastır, Samatya ve Kumkapı Ermenilerin, Sulukule Çingenelerin yaşadığı başlıca mahallelerdi.
Ancak aynı özelliklere sahip mahallelerde gelir açısından farklılık yoktu (Ortaylı 2007).
Şehirlerde planlanmış bir meydan yoktur. Açıklık, mescidin ve çeş­menin çevresinde ya da pazarlarda
kendiliğinden oluşmuştur. Cami avlula­rı ve çeşme meydanları dışında, şehir sokaklarında ağaç
bulunmaz. Şehir yeşili evlerin bahçelerinde toplanmıştır (Kuban 1995).
Osmanlı şehrinde cadde sokak sisteminde belirli bir düzen yoktur. Daha doğrusu, yol ağı benzer
niteliktedir ve cadde ile sokak ayrımı söz ko­nusu olmamıştır. Bu durum bir yandan kentsel
donatıların mahalle esaslı dağılımı ile ilgili iken, bir yandan da şehirde hareketliliğin az oluşu ile ilgisi
vardır (Tanyeli 1987).
Osmanlı şehrinde organik dokuya sahip mahalleler oldukça çoktur. Stewig tarafından "Doğulu Yapı"
olarak tanımlanan organik yapının ortak özellikleri kısaca şöyle özetlenebilir:
"Sokaklar dardır. Sokak genişlikleri daha çok yayalar ve yük taşıyan hayvanlara göre yapılmıştır.
Sokaklar sık sık yön değiştirmektedir. Uzun bir mesafede sokakların yön değiştirmeden devamı
enderdir. Sokakların doğrultuları ve genişlikleri de çok sık değişir; dar ve geniş sokak parçaları
düzensiz olarak birbiri ardından gelir. Caddelerin cephesiyle evlerin ve arsaların cephesinin birbirine
uygunluğu enderdir. Nihayet doğulu yapı tipinin bir belirtisi olarak birçok yol, bir sona ulaşmadan
kalır. Bunlar kısa veya uzun, başka kolları olan veya olmayan, genişlikleri birbiri ardınca değişen
çıkmaz sokaklardır" (Stewig 1966). Kısaca bu "Yapıda yollar, çoğunlukla genelden mahreme doğru
incelen ağaç dalları gibi düzenlenmiştir" (Erzen 2003:116).
Çıkmaz sokak oluşumu farklı şekillerde açıklanmaktadır. Kuban'a göre (Kuban 1995), "Çıkmaz
sokaklara, ana yollardan evlere uzanan özel yollar olarak bakmak gerekir. Evlerin
yerleştirilmesinde de görülen bireyci tutum, çıkmaz sokağı doğuran nedenlerden biridir" Stewig,
çıkmaz sokak oluşumunu, gecekondulaşmaya dolayısıyla plansız büyümeye bağlamaktadır. Ancak
36
Cihan Altun
yazar İstanbul için yapmış olduğu araştırmasında, Egli ve Akgün'e hak vererek, İslamiyet'in rolünü
kabul etmekte, çıkmaz sokak oluşumunun çok karışık faktörlerin etkisiyle ortaya çıktığını
vurgulamaktadır (Stewig 1966). Oysa Tanyeli (1987), İslam etkisini kabul etmemekte ve konuya farklı
bir açıklama getirmektedir. Ona göre asıl neden, kentsel toprağın bölünmesini düzenleyen kurallar
dizisinin yokluğudur.
9. Kapitalist Şehir
"Serbest piyasa ekonomisi, liberalizm olarak da adlandırılan kapitalizm, insan veya doğa yapısı
sermayenin yani üretim araçlarının özel mülkiyet altında bulunduğu ve kişisel kazanç için
kullanıldığı bir ekonomik örgütlenme biçimidir" (Emiroğlu vd. 2006: 431). Başlangıç zamanı tartışmalı
olmakla birlikte, 15 ve 16. yüzyıllardan sonra, feodal düzenin yerini almış, sanayileşme ile birlikte hızla
gelişmiş ve 18. ve 19. yüzyıllarda hâkim üretim biçimi haline gelmiştir. Özel mülkiyet ve miras hakkı,
kâr amacı ve serbest girişim, piyasa mekanizması ve fiyat sistemi ile rekabet bu üretim biçiminin
temel özellikleridir.
Kentler kapitalizmin ortaya çıkardığı dinamik ve hareketliliğin ilk fark edildiği yerleşmelerdir. Harvey
ve kısmen de olsa Giddens kapitalizmle birlikte şehirlerde meydana gelen değişiklikleri aşağıdaki gibi
sıralamaktadırlar:

Mutlak anlamda olmasa bile, şehirleşmenin hızla ivme kazanması sermayenin sürekli
büyüyen ölçekte şehirlerde birikimine neden olmuştur.

Şehirlerde büyük mekânsal düzenlemeler yapılmıştır. Dolaşımın artışına bağlı olarak demir
yolu ağı genişlemiş, tren istasyonları şehirlerin simgesel yapıları olarak ortaya çıkmıştır.

Şehirde insan ve eşya hareketini kolaylaştıracak ve şehrin farklı bölgeleri arasında ulaşımı
sağlayacak büyük bulvarlar ve hız yolları açılmıştır.

Artan ticarî aktiviteye bağlı olarak alışveriş merkezleri kamusal hayatın merkezine
yerleşmeye başlamıştır.
Kentlerde nüfusun aşırı birikimine bağlı olarak hızla artan konut ihtiyacını karşılamak için ortaya çıkan
büyük konut stok alanları, şehirsel coğrafi görünümde önemli değişiklikler yapmıştır (aktaran Yırtıcı
2005: 83-84).
Kapitalist düşüncenin şehir arazisini gelir kaynağı olarak görmesi ka­pitalist şehrin belki de en önemli
özelliğidir. Böylece kullanım değerinden çok değişim değeri ön plana çıkıyordu. Giddens, bu özelliği
kapitalizmin şehir arazisini metalaştırması olarak ele alır. Yani kapitalist kentleşme top­rağın
metalaştırılmasını gerektirmektedir. Kentsel arazi yaratılmış mekâna dönüştürülmektedir. Yaratılmış
mekânlar da doğa ile ilişkiden uzaklaşmak­tadır (aktaran Yırtıcı 2005).
Sonuçta şehir merkezine ve bunun sonucu olarak yaya trafiğine ya­kınlık, araziye ekonomik değer
katmıştır. Irmağa veya limana ya da şehir içindeki ve dışındaki ana yollara yakın alanlar gibi başka özel
konumlar da arazinin değerini arttırmıştır. Şehir arazisine verilen kıymette meydana ge­len köklü
değişiklikler, Orta Çağ şehir kalıbının dağılmasına neden olmuş, (Jordan ve Rowntree 1986) şehirsel
coğrafî görünüme yeni bir katman ek­lenmiştir.
Ortaya çıkan kapitalist şehirde, ödeme gücü, insanın yaşama yerini belirlemiştir. Bu bağlamda ikili
yapı söz konusudur. Şehrin oturma alanları ekonomik mevki tarafından tayin edilmektedir.
Çok parası olmayanlar şeh­rin kötü kesimlerinde yaşamaya zorlanırken, zenginler cazip mahallelerde
yaşamaktadır (Jordan ve Rowntree 1986).
37
Cihan Altun
10. Sömürge Şehri
Sömürge şehri çoğunlukla Avrupalılar tarafından Üçüncü Dünya ülkelerinde kurulan idarî, ticarî ve
askeri karakoldur. Sömürge şehirlerinin çoğu yerel nüfusa hizmet için değil, ekonomik ve askeri
bakımdan onları zapt etmek için kurulmuştur. Bu şehirler ticarî fonksiyonlu oluşları ve coğrafî
görünümde kültürel karışımları yansıtmaları ile dikkat çekerler (Jordan ve Rowntree 1986, Pacione
2005).
Sömürgeleşme kıtalarda farklı zamanlarda ortaya çıkmıştır. Ancak bunların gelişme safhaları aynıdır
ve bu safhalar birbirini takip etmiştir. Drakakis-Smith (1987) Asya kıtasında sömürge şehirleşmesinin
genel özelliklerini dönemler halinde vermektedir:
1500 yılı öncesi, temas öncesi dönem olarak kabul edilmektedir. Sömürü alanlarında küçük, organik
olarak dağılmış yerli şehirler hâkimdir.
Ticari sömürü dönemi 1500-1800 yılları arasında yaşanmıştır. Mevcut limanlarda sınırlı sayıda
yabancı tüccar bulunmaktadır. Ticaret yerel alanların doğal ürünlerine (baharat, ipek ve şeker gibi)
dayanmaktadır. Bu dönemde Avrupa kökenli yerleşmelerin sınırlı oluşu, yerel ticaret ağının yeterli
olmasına bağlı olduğu kadar, ticaretin devlet girişiminden çok özel girişimcinin işi olmasına da
bağlıdır. Ticarî sömürgeleştirme şehirsel sistemler üzerinde çok az etki bırakmış, sadece Latin
Amerika'da iki yeni şehir, Buenos Aires ve Lima, kurulmuştur.
1800-1850 yılları arası geçiş dönemi olarak adlandırılmaktadır. Avrupalıların sınırlı deniz aşırı
yatırımı söz konusudur. Sanayi devrimi gelir kaynağının temelini oluşturmaktadır.
1850-1920 yılları arasında sanayi sömürgeciliği yaşanmış ve bunun gerek şehirlerin dağılışında
gerekse içyapısında önemli etkileri olmuştur.
Sanayi Devrimi nedeniyle çok miktarda ham madde ve artan şehirsel iş gücünün beslenme ihtiyacını
karşılayacak gıda maddesine ihtiyaç duyulmuştur. Yatırımın ana kaynağı devlettir. Ham madde ve gıda
maddesi ihtiyacının artışı sömürge alanlarında belirli büyüklükte arazinin elde edilmesi ihtiyacını
doğurduğu gibi maliyeti en düşük seviyede tutmak için üretimin organize edilmesini gerekli kılmıştır.
Yeni yerleşme kalıpları ve morfolojisi ortaya çıkmıştır.
Şehirler sömürge gücünün kültürünü yansıtan, tiyatro, kilise ve erkekler kulübü gibi, yeni elemanlar
kazanmıştır. Sömürgecilerin üstün teknolojisi, yerli halkın insana ve insan gücüne dayanan birçok
unsurunu olumsuz yönde etkilemiştir. Ulaşım açısından ele alınırsa, demir yolu ulaşımı ve geniş
bulvarların ortaya çıkmış olduğu görülür. Bu bulvarlar yerli şehirlerin Orta Çağ cadde ve sokak
sistemini yok etmiştir.
İş yeri ve oturma alanları birbirinden ayrılmış, fonksiyonel olarak uzmanlaşmış binalar ortaya
çıkmıştır. Yeni karmaşık şehirsel sistemin düzenlenmesi güvenlik kuvvetleri, ulaşım ve inşaat şirketleri
ile mümkün olmuştur. Bazen eski doku olduğu gibi kalmış, sömürgeci güçler kendi yaşam alanlarım
sömürge şehri için yeni sayılan elemanlarla donatmışlardır.
Endüstriyel sömürge döneminin bir başka etkisi tek hâkim kent olgusunun ortaya çıkmasıdır. Bu
durum sömürgecilerin mekânsal önceliklerinden veya yüksek ölçüde seçiciliğinden kaynaklanmıştır.
Ekonomik ve politik güç sahipleri diğer şehirlerin aksine belirli yerleri tercih etmişlerdir.
1920-1950 geç sömürü dönemini temsil etmektedir. Avrupalıların morfolojik etkilerinde yoğunlaşma
meydana gelmiştir. Bankalar, üniversiteler ve idarî binalar şehir morfolojisine eklenen başlıca
unsurlardır. Yoğunlaşma hiyerarşik olarak büyük yerleşmelerden küçük yerleşmelere doğru
hissedilmeye başlanmıştır. Etnik ayrışmanın yaşanması dönemin başka bir özelliği olmuştur.
38
Cihan Altun
1950-1970 yılları arası erken bağımsızlık dönemidir. Şehirlere iş arama nedeniyle gelen yerlilerin
miktarı hızla artmış ve gecekondulaşma ortaya çıkmıştır.
Drakakis-Smith 1970 sonrası dönemi uluslararası iş bölümü dönemi olarak adlandırmaktadır. Kısaca
dönem küreselleşme dönemi olarak isimlendirilebilir. Çok uluslu şirketlerin sahip olduğu fabrikalar
kurulmuş, şehirler göç olgusunun hedefi olmaya devam etmiştir.
Sömürge şehirleri farklı şekillerde ortaya çıkmışlardır. Geniş liman şehirleri sömürge döneminin ilk
örneği (arketipi) sayılırlar. Fonksiyonel olarak özelleşmiş askeri garnizonlar, tepe istasyonları ve demir
yolu şehirleri gibi daha küçük yerleşme örnekleri de vardır. Ayrıca Avustralya'da, Hollanda'nın Doğu
Hindistan'ında ve Fransa'nın Kuzey Afrika'sında tarımsal amaçlı yerleşmelere de rastlanılmaktadır.
Liman şehri, farklı özellik ve elemanlardan oluşmakta ve ticarî işlev ile birlikte, karışık kültürel
elemanları da barındırmaktadır. Bu elemanlar Dutt (1983) tarafından aşağıdaki gibi sıralanmaktadır:
1. Kıyı lokasyonları sömürge şehri için önemli bir çekicilik olmuştur. Çünkü gerek ticarî ve gerekse
askeri takviye için okyanus gemilerinin yanaşabileceği en alt düzeyde liman faaliyeti gereklidir.
2. Limana bitişik tahkim edilmiş bir kale bulunmaktadır. Kale içinde asker ve memurlar için yönetim
binaları, küçük bir kilise ve eğitim kurumları bulunmaktadır. Bunlara ilâve olarak ana ülkeye
gönderilmek üzere tarımsal ham maddelerin işlenmesine hizmet eden fabrikalar da vardır. Böylece
kale sadece karakol değil, aynı zamanda değiş tokuşun yapıldığı bir çekirdek durumundadır.
3. Liman çevresinde gerek yangınlardan korunmak gerekse güvenlikle ilgili nedenlere bağlı olarak bir
açık alan (meydan) bulunmaktadır.
4. Liman ve meydanın ötesinde plansız, kalabalık ve sağlıklı olmayan koşullara sahip bir yerli
yerleşmesi mevcuttur. Bu yerleşme liman ve sömürge yönetimi için merkezi iş sahası görevi
üstlenmiştir. Kale ve yerli şehir arasında yönetim faaliyetlerine ayrılmış alanlar da vardı.
5. Kale ve yerli şehre bitişik batılı özelliklere sahip yüksek yoğunluklu merkantil (Merkantalizm:
Feodalite ‘den kapitalizme geçiş süreci içerisinde ticari kapitalizm dönemini ifade eder) büro
fonksiyonlu, perakende ticaret ve düşük yoğunluklu ikamet alanlarına sahip merkezi iş sahası vardır.
Bu alanda yine batı stilli otel, kilise, banka, müze ve İngilizlerin önemli insanlarına ait heykeller de
bulunmaktadır. Bunlar kavşaklarda yer almakta ve kraliyetin sonsuzluğunu ifade etmektedirler.
6. Yerli şehrin ötesinde farklı yön ve alanlarda Avrupa şehri bulunmaktadır. Şehir, tipik bir Avrupalı
şehir görünümündedir. Geniş tek katlı evler, ağaçlı geniş caddeler, zarif apartmanlar, öğleden sonra
akşam toplantıları için kulüpler, dış ve iç rekreasyonel faaliyetler, farklı mezheplere hitap eden
kiliseler ve bahçeyi andıran mezarlar Avrupa şehrinin başlıca özellikleridir. Eğer kanalizasyon sistemi,
su ve elektrik teknik olarak varsa bunların hemen tamamı bu alanda kullanılmaktadır. Yerli şehirde bu
tür kullanışlar oldukça sınırlıdır.
7. Kale ve Avrupa şehri arasında veya bunlara yakın bir konumda geniş açık alanlar bulunmaktadır. Bu
alanlar hem askeri kutlamalar veya gösteriler hem de batı tarzı rekreasyonel faaliyetler (yarışma ve
golf sahaları, futbol ve criket oyunları) için ayrılmıştır.
8. Yerli şehir ile Avrupa şehri arasında Avrupalı ve Hintli melezler yaşamaktadır. Melezler, Hristiyan
dinine mensuptur. Fakat onlar ne yerliler ne de Hintliler için önemlidir.
9. 19. yüzyılın sonlarından başlayarak, sömürge şehrinin gelişimine bağlı olarak, yerli, seçkin ve
zenginler için yeni yaşama alanları gerekli olmuştur. Bu alanlar da yüksekliği fazla olmayan yerlerin
ıslahı ile elde edilmiştir.
39
Cihan Altun
11. Küreselleşme/Küresel Şehir
Toplumların sosyal hayatına yön veren fikirlerin çıkış yeri olan şehirler, küreselleşmeye neden olan
bütün faktörlerin toplandığı mekânlardır. Başka bir anlatımla, şehirler küresel eğilimlerin kavşak
noktasında bulunurlar. "Küreselleşme dünya üzerinde serpilmiş şehirlerin ve özellikle büyük
şehirlerin [metropollerin] kendi içlerindeki ve aralarındaki [ilişkilerin] istikrarlı bütünüdür".
Küreselleşme farklı anlamlar yüklü bir kelimedir. En yalın anlamıyla "Zaman-mekân sıkışması",
"Dünyanın tek bir mekân olarak algılanması", "Yeni bir dünya düzeni", "Dünyanın tek bir pazarda
bütünleşmesi", "..Dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması", "Karmaşık bağlantılılık
(karşılıklı bağlar ve bağımlılıklar ağı)", "Kapitalizmin evrensel yayılışı", "Az devlet çok piyasa" gibi
anlamları vardır.
Küreselleşme sermaye birikimi önündeki engellerin kaldırılmasıdır. "Ulusal olanın anlamını yitirmesi"
küreselleşmenin başka bir tanımıdır. Küreselleşme farklı nedenlerle ortaya çıkmıştır. Bunları;
Sovyetler Birliğinin yıkılışı, bilgi ve iletişim teknolojisinde hız ve maliyet açısından yaşanan değişimleri,
ulus devletlerin ticaretin serbestleşmesine olan katkıları, gelişmiş ülkelerde iç piyasaların doyuma
ulaşması dolayısıyla bu alanlarda düşen karlılık ve verimlilik oranları, ekonomik faaliyetlerin hacminin
artmış olması, Uluslararası malî kuruluşların (IMF ve Dünya Bankasının, Dünya Ticaret Örgütü)
etkisinin kuvvetlenmesi şeklinde sıralamak mümkündür.
Küreselleşme ile ulus devletin rolü değişmektedir. Ulus devlete dayalı iktidar yapısının zayıflaması ve
küresel ölçeğin hâkimiyetine dayalı yönelimin temel nedeni ulus devlet ölçeğinde sermaye üretim ve
birikiminin düşük boyutlu oluşudur (Ersoy ve Şengül 2001). Bunun bir yansıması olarak şehirlerin
ekonomik, politik ve kültürel yeni işlevler üstlendiği görülmektedir.
Eskiden uluslararası olan birçok etkileşim bugün şehirlerarasında yaşanmaktadır. Böylece şehirsel
yönetim anlayışı, şehirsel hizmetlerin sunum biçimi, şehir içi arazi kullanımı, şehir kimlikleri,
şehirlilerin yaşam biçimleri ve tüketim alışkanlıkları değişim süreci içine girmiştir. Bütün bunların
sonucu olarak küresel kent planlamasında seçkinci, rekabeti esas alan, mekân kullanımının piyasa
kurallarına göre belirlendiği, güvenliği ve ayrışımı ön plana çıkaran yeni bir şehir ve şehir planlaması
ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla küresel şehri neo-liberal şehir olarak tanımlamak mümkündür. Hiç kuşkusuz yeni liberal
şehirler, küresel hiyerarşide en üst sırada bulunanlardır. Orta ve küçük ölçekli şehirlerin küresel
ağlarla bağlantıları daha zayıftır.
Ekonomik faaliyetlerin küreselleşmesi sayıca az birkaç şehrin uluslararası şehirsel sistemde önem
kazanmasına neden olmuştur. "Küresel sermayenin üs merkezi" olan bu şehirleri Friedmann "dünya
şehri" olarak tanımlamaktadır. Bunlar uluslararası ölçülere göre, ne nüfus miktarı, ne çalışan sayısı ne
de üretim miktarının çokluğu ile değil, küresel ekonominin kontrol merkezleri olmaları ile dikkat
çekerler.
Friedmann dünya şehir sisteminin doğu batı uzanışlı çizgisel olarak birbirine bağlı üç alt sistemden
meydana geldiğini ifade etmektedir. Asya alt sistemi Tokyo- Singapur eksenlidir. Bölgesel metropolis
olan Singapur ikinci derecede öneme sahip şehir konumundadır. New York, Chicago ve Los Angles
Amerikan alt sisteminin önemli şehirleridir. Bunlar Kuzey Amerika'da Toronto ile bağlantılı iken,
güney ile bağlantıyı kuran şehir Karakas'tır. Batı Avrupa alt sistemi Londra, Paris ve Ren vadisi ekseni
ile belirmektedir. Güney (gelişmekte olan ülkeler) Johannesburg ve Sao Paulo şehirleri ile bu sisteme
bağlıdır (aktaran Knox ve Agnew 1994). Sassen (1991), küresel şehir kavramını tercih etmekte ve bu
konuda üç şehir, New York City, Londra ve Tokyo, belirlemektedir.
40
Cihan Altun
Şehirlerin ulusal ölçeğin dışına çıkan merkezler olmaları onları küre­sel ekonomide yer kapmaya
zorlamaktadır. Buna göre, artık bir yanda, uluslararası ölçekte gezinen ve kendisi için en çekici yerel
birimi bulmaya çalışan yatırımcılar, diğer yanda ise, yatırımcıları kendine çekmeye çalışan yerel
birimler vardır.
Uluslararası dolaşımdaki sermaye sınırlı olduğundan, bu sermayeyi kendine çekebilmek için çok
sayıdaki yerel birim birbiriyle yarışmak durumundadır (Harvey, 1989). Bu açıdan bütün şehirler aynı
şan­sa sahip olamamıştır. Nitelikli ve mümkün olduğu ölçüde düşük ücretle çalışmaya hazır iş
gücünün varlığı, gelişmiş fiziksel ve teknik alt yapının mevcudiyeti ve düşük vergi ücretleri gibi teşvik
edici unsurların bulunması gereklidir (Harvey 1989).
Dolayısıyla birçok şehir küresel ekonominin kena­rında kalmıştır. Türkiye'de bu açıdan en önemli şehir
İstanbul'dur. Şehir ekonomik ve kültürel olarak küresel ekonomi ile bütünleşme çabası içinde, küresel
veya dünya kenti olma yolunda önemli adımların atıldığı bir yerdir. Bu adımlar Maslak hattında farklı
bir şehirsel görünümün ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Anadolu kaplanları olarak ifade edilen bazı şehir­ler ise, örneğin Gaziantep, Denizli, Çorum, Konya ve
Kayseri, bugünkü sis­teme fason mal üreten şehirler olmuşlardır. Antalya ise turizm yoluyla kü­resel
ekonomiyle bütünleşme çabası içinde olmuştur (Geniş 2007).
Kamu hizmetleri kavramının anlamı değişmiştir. Keynesçi refah dev­leti yerini tekrar Smithçi liberal
devlete bırakmıştır. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, onları kar peşinde koşan şirketler haline
getirmiştir. Ülke insanı bu bağlamda vatandaş olmaktan çok müşteri olarak algılanmaktadır. Aslında
bu durum sanayi şehrine yeniden dönüş anlamına da gelmektedir. Ancak bu sefer ortaya yeni
semboller ve kavramlar çıkmıştır.
Şehirlerde zenginlik ve fakirlik birlikte gelişmekte ve kutuplaşmak­tadır. Bu durum şehirsel peyzajda,
yoksul barınma alanlarının ve kapalı (veya korumalı) toplumların (gated communities) ortaya
çıkmasına neden olmuştur.
41
Cihan Altun
Yoksulluk farklı zamanlarda gündemde olan bir kavram olmuştur. Ancak 1980'li yıllardan sonraki
olanını "yeni yoksulluk" olarak ifade etmek lâzımdır. Yeni yoksulluk bütün dünyada farklı şekillerde
tanımlanmaktadır. "Dışlanma" Fransa'da, giderek AB'de yaygın olarak kullanılırken, ABD'de yoksullar
"alt sınıf" olarak görülmektedir. "Marjinalleşme" ise Latin Ame­rika'da "yeni yoksulluğu"
tanımlamaktadır.
Yeni yoksulluk küreselleştirici süreçlerin dinamiğini oluşturan neo-liberal politikaların bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Neo-liberal politikalar yoksulluğa nasıl katkı sağladı? Bir kere sermaye
hareketlendi. Yani yatırımlar yeryüzünde işçi ücretlerinin dü­şük ham madde kaynaklarının ucuz ve
kolay erişilebilir ve vergi düzenle­melerinin en uygun olduğu alanlara kaydı. Bu durum Çok Uluslu
Şirket (ÇUŞ) politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. İş gücü örgütsüzleştirilerek güçsüz kılındı.
Özelleştirmeler, yüksek oranda işçi çıkarmak anlamına geliyordu. Devlet kamu hizmetlerinden elini
çekti. Kamusal yaşamın mali­yeti arttı. Daha sayılmayan bir takım nedenler "yeni yoksulları" ortaya
çı­kardı (Özbudun 2002).
Kapalı toplum kavramı konusunda kabul gören bir tanım yapılmış değildir. Kavram, "kapalı toplum",
"kapalı adacık", "çevrili komşuluk birimi", "refah adacıkları", "korunaklı yerleşmeler", "kilitli
yerleşmeler" gibi değişik şekillerde ifade edilmektedir.
İlk olarak ABD'nin Kaliforniya eyaletinde 1980'li yıllarda ortaya çıkan kapalı yerleşmelere bugün dünyanın dört bir yanında yaygın olarak rastlanmaktadır. Olayın genel amacı farklı statüde toplumsal
teması en alt düzeye indirmektir. Kapalı toplumların ülkelere göre değişen özellik ve ortaya çıkış
nedenleri vardır. Bunlar, ABD'de kentsel seçkinlerin konut ihtiyacını karşılarken, Latin Amerika'da yaz
tatil merkezi olarak ortaya çıkmış, sonradan etnisiteye çözüm olmak gibi bir işlevi üstlenmişlerdir.
Avrupa kıyılarında mevsimsel kullanım amaçlı olarak ortaya çıkan kapalı toplumlar, Londra ve
Amsterdam gibi şehirlerde moda akım halini almıştır. Suç ve etnik çatışmalardan kaçış, olayın Afrika
ve Asya'da çıkış nedenleridir.
Genel bir tanım yapılmamış olsa da, kapalı toplum, şehirlerin değişik yerlerinde, fizikî engellerle
(duvar, koruma görevlisi vs.) yalıtılmış, yabancılara kapalı, sosyal içerikli (zenginlik, itibar ve farklı
hayat biçimleri) lüks konut alanlarını veya "yeni alt kentleri" ifade etmektedir. Baycan-Levent ve
Gülümser (2007) İstanbul için yaptıkları bir çalışmada, kapılı (kapalı) toplumları, kapılı gökdelenler,
kapılı villa şehirler, kapılı apartman blokları ve kapılı şehirler olarak dört başlık altında ele almışlardır.
Küreselleşme kentsel alanda sadece sosyal çöküntü çıkarmamış, fiziksel anlamda da kentleri
çöküntüye sürüklemiştir. Bu şartlarda kentsel yenilenme kaçınılmaz olmuştur. Kuşkusuz çöküntü
alanları daha önce de vardır. Konunun geçmişi 2. Dünya Savaşı'na kadar uzanmaktadır. Küreselleşme
ile bu gibi alanlar kamu yararı amacından çok ticarileştirmeye, kâra doğru kaydırılmıştır (Şahin 2003).
Kentsel yenilenme üzerine yazan Özden (2007: 44) bu konuda şu ayrıntılı tanımı yapmıştır. “Kentsel
yenilenme, "zaman süreci içerisinde eskiyen, köhneyen, yıpranan, sağlıksız, yasa dışı gelişen ya da
potansiyel arsa değeri üst yapı değerinin üzerinde seyrederek değerlendirilmeyi bekleyen yaygın bir
yoksulluğun hüküm sürdüğü kent dokusunun, alt yapısının sosyal ve ekonomik programlar oluşturulup
beslendiği bir stratejik yaklaşım içinde, günün sosyoekonomik ve fiziksel şartlarına uygun olarak
değiştirilmesi, geliştirilmesi, yeniden canlandırılması ve bazen de yeniden üretilmesi eylemidir”.
Kentsel yenilenme (Urban renewal), yöntemleri çeşitlilik arz etmektedir. Alansal temizleme (Urban
Clearence), Yeniden canlanma-canlandırma (Urban revival-Revitalization), Yeniden geliştirme
(Redevelopment), Yeniden üretim (Regeneration) ve Eski haline getirme-esenleştirme
(Rehabilitation) başlıca yöntemlerdir.
42
Cihan Altun
Şehirsel yenileme konut alanlarında, kent merkezlerinde, liman, kanal ve doklarda (Ticaret mallarını
saklamak için rıhtımda yapılan büyük depo), sanayi alanlarında, afet sonrası alanlarda yapılmaktadır.
Soylulaştırma (seçkinleştirme) yeniden canlanma ve canlandırmanın alt dalıdır. Kuşkusuz
soylulaştırmanın geçmişi eskidir. Ancak sürecin küreselleşme ile hız kazandığı da bilinmektedir.
Soylulaştırma genel olarak yerinden edilme süreci olarak tanımlanmaktadır.
Kavram şehir içinde fiziki olarak kötü olan konutların yenilenmesi ile dar gelirli ev sahiplerinin
yerinden edilip, onların yerini yüksek gelirli insanların alması sürecidir (Marshall 2005). Başka şe­kilde
orta gelirlilerin şehir merkezinde yer alan bozulmuş alanlara göçü şek­linde tanımlanabilir. Kavram
zaten İngilizce kökenli "gentry" sözcüğünden gelmektedir. Sözcük orta sınıf, aydın tabaka anlamına
gelmektedir. Soylulaştırma sadece konut üretimi ile de ilgili değildir. Kentsel alanın rekreasyonel ve
turizm maksadıyla düzenlenmesi de söz konusu olabilmektedir.
Soylulaştırma farklı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Banliyölerden kente dönüş bir nedendir. Bu
durum alt kentlerin sınıf, ırk ve etnik temelde farklı­lıklarını kaybetmesi ile ilgilidir. Alt kentlerde
yapılaşmanın yaygınlaşması arazi fiyatlarında artışa neden olmuş, sermaye şehir merkezine
yönelmiştir. Merkezin cazibesi mevcut getiri düzeyiyle potansiyel getiri düzeyi arasında büyük
farklılıklar nedeniyle artmaktadır. Yine banliyölere yolculuk trafik yo­ğunluğu nedeniyle zaman alıcı
olmuştur.
Başka bir açıklamada yeni orta sınıf veya genç profesyonellerin (Yuppie'ler) tüketim tercihleri ve
kültürel kimlik­lerinin önemi üzerinde durulmaktadır. Genç profesyoneller, yaşam alanlarını çalışma
alanlarına yakın, şehirsel hayatın hareketli ve çok kültürlü olmaya başlayan bu alanlarına tercih
etmektedirler (Şen 2005).
Sonuç olarak soylulaştırmadan söz edebilmek için üç farklı şartın mevcut olması gereklidir. Öncelikle
gelir grupları arasında yer değiştirme­nin gerçekleşmesi, yani yüksek gelir grubunun düşük gelir
grubunu yerin­den etmesi lazımdır. Şehir merkezinin belirli bir bölgesinde daha önceden değer
kaybetmiş konut stoku yenilenmeli ve değer kazanmalıdır. Son ola­rak mülkiyet durumunda kiracılık
önemini kaybetmeli ve ev sahipliği oranı artmalıdır (Uzun 2006).
Küreselleşme sürecinde kazanca (ranta) yönelik her türlü yapı anıtsallaştırılmaktadır. Bu yaklaşım ile
şehirsel coğrafî görünüm de yeni elemanlar kazanmıştır. Gökdelenler, toplu alışveriş merkezleri, plaza
türü Amerikanvari bürolar, dev oto parklar, çok yıldızlı oteller, katlı geçitler, çok şeritli yollar bu
elemanlar arasındadır. Bütün bunlar kuşkusuz küresel iş yaşamı­nın ve tüketim kültürünün ürünüdür
(Kiper 2007).
Küreselleşme sadece mal ve hizmet satımına yönelik değildir. Küre­selleşme aynı kültürel ölçütlerin
paylaşıldığı, küresel topluma dönüşüm sü­recidir de. Bu süreçte, giyimden beslenmeye, eğitimden
müzik anlayışına değin yeni bir tüketim kültürü, yeni bir tüketim toplumu ortaya çıkmakta ve
şekillenmektedir (Kiper 2006). Yerel mutfaklar yerini fast food restoran­lara bırakmıştır. Buna bağlı
olarak Pekin'in veya Moskova’nın merkezinde ortaya çıkan McDonalds ve Starbuckslar normal
karşılanmaktadır.
Küreselleşme üretim sürecinde farklılıklar ortaya çıkarmıştır. Küresel piyasaya dönük üretim
organizasyonu parçaları farklı ülkelerde üretme esasına dayanır. Emek yoğun parçalar daha ucuz
alanlarda üretilir. Bu özellik ucuz alanların şehirleşmesi anlamına gelir. Oysa küresel üretimin gelişmiş
ülkelerde mekâna yansıması farklı şekilde olmuştur. Bu özellik hiç kuşkusuz Üçlü ülkelerde
(The Triad: Küresel pazarda; dünya gayri safi hasılasının büyük bir oranını, neydeyse tamamını,
oluşturan 3 ülkeye verilen ortak isimdir. Bu ülkeler Japonya, ABD ve Batı Avrupa’dır.) daha belirgindir.
43
Cihan Altun
Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki dönüşüm fordist toplumda (Fordist üretim örgütlenmesi Henry
Ford, bir hat (üretim bandı) boyunca yapılan kitlesel üretime dayanır.) görülen üretim için en uygun
(optimal) yer seçimi koşullarını değiştirmiştir. Sürecin gerektirdiği evde üretim, tele çalışma ve bilişim
alt yapısı aracılığı ile kentin mekânsal düzeni, kitlesel üretimin sembolü olan fabrikalar çevresinden,
üniversiteler, çeşitli akademik birimler ve araştırma-geliştirme (Ar-Ge) kuruluşlarına doğru kaymıştır
(Aydınlı 2004).
Küreselleşme olgusu iki ikiyüzlü paraya benzer. Bir yüzünde yaşananlar yukarıda anlatıldığı gibi hep
olumsuz niteliklidir. Madalyonun öteki yüzünde konuya bakış açısı farklıdır. Bu konuda akla ilk gelen
isim hiç kuşkusuz Çağlar Keyder'dir (1993). Onun "İstanbul'u Nasıl Satmalı?" adlı makalesi herkesçe
bilinen bir eserdir. Küresel ekonomiyle bütünleşme, birtakım sorunlar yaşansa bile, kaçınılmaz olarak
görülmektedir. Çünkü elde edilecek kazançlar, kayıplardan fazla olacaktır. Aşağıda Keyder'in görüşleri
ayrıntılı olarak verilmektedir:
Kentlere ilişkin politika yazar tarafından farklı bir şekilde yorumlanmaktadır. Genel olarak sosyal
demokratik bakış açısı kısıtlı kaynakların nasıl dağıtılacağı üzerine kuruludur. Bu bakış açısı şehrin
gelişme çizgisi, ne yönde evrimleşeceği, yeni yapının kaynakları nasıl artıracağı gibi sorulara cevap
vermemektedir.
Oysa dünya sisteminin şu andaki durumu İstanbul için bazı fırsatlar sunmaktadır. Bu yapıda İstanbul
gelişme çizgisini önemli bir değişime uğratma ve şehrin küresel statüsünde yükselme sağlayarak
kaynakları çoğaltma fırsatı sunmaktadır. Bu fırsatı kısa dönemde ucuz halkçılık adına reddetmenin,
uzun dönemde hem İstanbul hem de ülke için maliyeti yüksek olacaktır.
Keyder'e göre ulusal kalkınmacılık artık iflâs etmiştir. Bu dönemde şehirler ancak ulusal ekonomik
modeldeki konumlarına göre önem kazanmaktadır. Ulusal devletler ve şehir iktidarları arasında ters
ilişki vardır. Bu ilişki 12.-16. yüzyıllar arasında altın çağını yaşamıştı.
Yani devletler şehirleri değil, şehirler kendi hizmet alanlarını yönetmektedir. 1970'li yıllardan sonra
ulus devletler gücünü kaybeder. "Artık ekonominin kaderini sermaye belirliyor ve sermaye sınır
tanımıyor. Globalleşme dediğimiz de bu" demektedir.
Şehirler ilk ortaya çıkışından beri hizmetlerin (ticaret yönetim, din) önem kazandığı yerlerdir. Sanayi
devrimini takiben yaşanan yaklaşık 200 yılda şehirler aynı zamanda üretim merkezi de olmuşlardır.
Bugün şehir­lerde ilk işlevler tekrar önem kazanmış ve sanayi üretimi dışarı atılmıştır. Sermayenin
küreselleşmesinde kasıt, üretici sermayenin toplam sermaye içindeki azlığıdır.
Başka bir anlatımla hizmet sektörü yatırım ve yaratılan gelir açısından öne geçmiş durumdadır. Bu
nedenledir ki yapılacak yatırım­ların önemli bir kısmı şehir kökenlidir. İçinde bulunduğumuz dönemde
sermaye yönelimli en çok gelişen hizmetler, iletişim-telekomünikasyon, bilgi-işlem ve bilgi bankaları,
uluslararası fon akımlarını sağlayan ve denetle­yen finans kurumları, bankalar ve sigorta şirketleri,
uluslararası pazara adaptasyon sağlayan medya, pazar araştırma, özellikle reklâmcılık şirketle­ri,
dünya ölçüsünde faaliyetine devam eden hukuk, muhasebe, müşavirlik ve yönetim danışmanlığı
kurumlandır. Bütün bunların yanında sermayenin kendi iç örgütlenmesini sağlayan mühendislik ve
üretim/pazar kontrolüne yönelik uzaktan yönetim olayını temin eden kontrol ve tasarım sektörleri de
mevcuttur. Bu özellik yani hizmet sektörü odaklı yatırım şehirlerin neden ön plana çıktığını açıklar
niteliktedir.
Kuşkusuz sermayenin küreselleşmesini sağlayan bu tür hizmet sektö­rü faaliyetleri eskiden de
şehirlerde yer seçmişlerdir. Meydana gelen deği­şiklik ise bu tür servislerin konumlandığı şehirlerin
teknolojinin gelişmesine bağlı olarak daha geniş bir alanı etkilemeleridir.
44
Cihan Altun
Ancak şurası da unutulmamalıdır: Sermayeye yönelik hizmet sektörü faaliyetleri her şehirde aynı
ölçüde yoğunlaşmış değildir. Bu noktada en üstün olanlar, hiyerarşinin te­pesinde olan küresel veya
dünya şehirleridir.
Dünya şehirleri küresel ölçüde kontrol noktaları konumunda bulunmaktadırlar. Bu özellik onların
sektörel istihdam yapısına, nüfuslarına, mekânsal dağılımlarına ve fiziksel görünümlerine yansımış
durumdadır. Bu konuda ortaya çıkan bir başka durum ise bu sektörde çalışanlar ve onların
ihtiyaçlarıdır.
Çalışanlar daha çok kalifiye ve dünya standartlarında bilgisi ve formasyonu olan insanlardır. Bu
niteliklere bağlı olarak onlara hizmet sunan ticaret, dinlenme, konut sektörü de gelişecektir. Hiç
kuşkusuz küresel boyutta çalışmanın iletişimden ayrı tutulması düşünülemez. Dünya şehirleri tüm iletişim ağları, hava alanları, telekomünikasyon alt yapısına da sahip olmalıdır.
Bugün şehirler kendi kaderlerini belirleme konusunda önceliğe sahiptirler. Bu nedenle uluslararası
sermayenin çekimi şehir yönetiminin alt yapı sağlama konusundaki becerisine ve sermaye
sahiplerinin tercihine bağlıdır. Şehirler uluslarası sermayeyi çekme konusunda "dünya pazarlarına
çıkmış şirket gibi hareket ediyorlar".
12. Sosyalist Şehir (Socgorod)
Sosyalizm kapitalizm ile komünizm arasında geçişi temsil eden ekonomik ve siyasal sistemin adı
olmuştur. Sosyalizm, kapitalizmden ge­lişen yeni toplumun ilk aşaması olarak tanımlanmaktadır.
Komünizm ise sosyalizmin daha yüksek aşamasıdır.
"Sosyalizm, kapitalizmin tersine, üretim araçlarında özel mülkiyetin yerine ortak mülkiyetin, kar için
anarşik üretimin yerine kullanım için planlı üretimin bulunduğu bir sis­temdir" (Huberman 1975: 46).
Sermayeye bağlı gelir çeşitleri (rant, faiz ve kar) bu sistemde yoktur. Kapitalist olmadığından ücretli
işçi sınıfı da yoktur. Herkes bir işte çalışmakta, karşılığında milli gelirden pay almak­tadır. Sosyalist
ekonomide girişimci yerini merkezi planlamaya bırak­maktadır (Aren 2009).
Sosyalist şehir sınırlı büyüklükte nüfusa sahip bir yerleşmedir. Kır ve şehir ayrımı kapitalist düşüncenin
ürünüdür. Marksist bakış açısı ideal ko­şullarda nüfus miktarındaki artışı sınırlayarak, kır ve şehir
ayrımını kaldır­mak, dolayısıyla işçi ve köylüyü bir arada yaşatmak gibi bir fikre sahiptir (Bater 1984).
Sovyet şehri "sınıfsız şehir" olma gibi bir özelliğe sahiptir. Bu ifadenin anlamı, hiç olmazsa teoride,
şudur: Oturma alanlarında sınıf farklılıkları yok­tur. Yani dar gelirlilerle yüksek orta sınıf yöneticiler
aynı alanda benzer özel­liklere sahip apartmanlarda oturmaktadırlar. Bu apartmanlar aynı
standartla­ra sahip, aynı hizada bulunan, ilginç olmayan, kötü biçimde tasarlanmış ve inşa edilmiş
bloklardır (Matley 1983).
Konut yapımında görülen standartlaşma ile sosyalist şehrin birbirine benzeyen şehirler olduğu anlamı
çıkarılmamalıdır. Her şehrin farklı bir görünümü, mimarîsi ve kimliği vardır (Keleş 1997). Sınıfsız bir
toplum idealine karşın, sosyalist şehirde yüksek yö­neticiler, ekonomi idarecileri, komünist partinin
ileri düzey yöneticileri ve di­ğer önemli insanlar, dahi iyi şartlara sahip, modern binalarda yaşarlar.
Sosyalist şehir merkezi Batılı şehirlerin aksine farklı özelliklere sahip­tir. Batılı şehirlerde tipik olarak
rastlanan ticarî ve finansal binalar yerini po­litik, kültürel ve eğitimle ilgili binalara bırakmıştır (Matley
1983). Bu tür binalarda bedel ödenmeden yararlanılan kamusal etkinlikler söz konusudur (Reiner ve
Wilson 2002: 204). Böyle bir durum toplumun tüketim toplumu olmadığını ifade eder (Keleş 1997:
72). Bunlar da merkezde yer alan büyük bir meydanın kenar ve yakınında yer seçmişlerdir.
45
Cihan Altun
Bazı şehirlerde merkezde yer alan meydanların geçmişi eskilere kadar uzansa da bunlar sosyalist
planlamanın özelliğini yansıtırlar. Geniş merkezi meydanlar bir yandan kentsel rantın yokluğunu
simgelerken bir yandan da önemli ideolojik role sahipti. Sosyalist ideolojik kutlamaların önemli
bileşenleri olan yürüyüşler, gösteriler, toplanmalar, konuşma ve geçit törenleri bu alanlarda yapılırdı
(Czepczynski 2008). Meydanlarda parti merkezleri, müzeler, tiyatrolar, turistik oteller ve bölüm
mağazaları da bulunur. Merkezde bulunan binaların çoğu komü­nist sloganlar, kırmızı yıldızlar ve
diğer işaretleri taşırlar.
Amerikan şehirleri ile mukayese edildiğinde konut alanları merkeze daha yakındır (Matley 1983).
Batılı şehirlerin aksine yerleşme yoğunluğu deve sırtı profili sergilemektedir. Merkezde yoğunluk fazla
iken, buna biti­şik alanlarda yoğunluk azalmakta ve bu alanda sanayi tesisleri bulunmak­tadır. Sanayi
tesislerini yüksek yoğunluklu başka bir konut alanı çevrele­mektedir. Ayrıca belirtilmelidir ki sanayi,
Batılı şehirlere göre, sosyalist şeh­rin şehirleşmesinde daha önemlidir.
İdeal sosyalist şehirde mahalle düzeyinde kendi kendine yeterli olma ilkesi benimsenmiştir. İnsanlar
apartmanlarından fazla uzaklaşmadan gün­lük faaliyetlerini yerine getirmelidir. İdeal olarak konutlar,
çalışma yerine, bürolara veya fabrikalara yakın olmalıdır. Bu özellik mekânsal eşitlik ilkesi­nin bir
göstergesidir.
Mikro rayonlar (bölgeler) konut alanlarının temelini oluşturmaktadır. Bunlar şehirde türdeşlik ve
eşitlik sağlamak için kullanılan önemli bir araçtır (Keleş 1997). Büyük şehirlerde nüfusu 5-12 bin olan
yer­leşme birimi olan mikro bölgeler (rayonlar) temel yerleşme birimidir. Bu alanda okul yürüme
mesafesindedir. Diğer faaliyetler (postane, park gibi) 100-300 metre uzakta olmalıdır. 30-50 bin
nüfusa sahip yerleşme birimi bir üst üniteyi oluşturmakta ve yaşama bölgesi (zhiloy rayon) olarak
adlandı­rılmaktadır (Pacione 2005).
Sovyet sonrası şehirlerde, yaşanan karmaşa nedeniyle Batılı şehir gö­rüntüsü kısmen de olsa
oluşmaya başlamıştır. Argenbright'in (1999) Mos­kova izlenimleri bu durumu açık bir şekilde
anlatmaktadır:
Birliğin dağıl­masıyla devlet araziden elini çekmiş ve ortaya çıkan boşluklar ticarî kuru­luşlarca
doldurulmuştur. Hiç kuşkusuz McDonalds glasnostun ana heykeli olmuş durumdadır. Kaldırımlarda
seyyar satıcılar görmek mümkün olduğu gibi, gecekondu dükkânlarının varlığı da dikkat çekmeye
başlamıştır. Bun­lar hızlı özelleştirmenin bir sonucudur. Yeni pazaryerleri açılmakta ve bun­lar da
Batılı görünüm arz etmektedir.
Küresel tüketim kültürü Moskova'da da yaygınlaşmaktadır: Tüketmek ve tüketirken görülmek
istenmek. Oto­mobil kullanımı yaygınlaşmaktadır. Moskova küresel ekonominin bağlantı noktası
olmuştur. Ülkenin finansal sermayesinin % 80 kadarı bu şehirde yer almaktadır. Moskova ile ülkenin
diğer yerleşmeleri arasında zıtlıklar gide­rek büyümektedir. Ülkede toplanan vergi gelirlerinin % 40
kadarı bu şehir­den temin edilmektedir.
Komünizmin yıkılmasıyla anıtsal mekânlarda çe­lişkiler ortaya çıkmıştır. Lenin ve diğer komünist
liderlerin heykelleri yıkılmıştır. İktidar sahiplerinin yeni ikonografyası ortaya çıkmış, Savior Kilisesi Çar
İmparatorluğu ile bağlantı duygusunu hatırlatmıştır.
46

Benzer belgeler