6. sayı : Edirne nin Kaybolan Kültür Hazineleri

Transkript

6. sayı : Edirne nin Kaybolan Kültür Hazineleri
ocak-haziran 2016
eğitim-kültür-sanat dergisi
ŞİİR: HASRET SENFONİSİ
HİKÂYE: HİÇ
MAKALE: EVLİYA KASIM PAŞA VE EDİRNE’DEKİ ESERLERİ
GEZİ: BİR BAŞKA ÜLKE, BİR BAŞKA DENİZ
ELEŞTİRİ: HAYAL PERDESİNDEN BEYAZ PERRDEYE
Şaheste Kevser NURANİ / EGSL Öğrencisi
DOSYA: EDİRNE’NİN KAYBOLAN KÜLTÜR HAZİNELERİ
SABAHLARI SEVERİM
OLDUM BİTTİM
Kalktım sabahı dinledim
4.20 bir yaz günü sabahı
Evlerin yüzü ağardı
Ağaçlar yeşile çıktı
Ben sabahları severim oldum bittim
Sabahları, çocukları, bütün başlangıçları
Kalktım sabahı dinledim
Kente giren caddelerde köylülerin
Geceden yola çıkan sebze arabaları
-Fırınların kepenkleri nedense hep aralıktırÇıplak ampul ışıklarıyla karışır sabahlara
Taze ekmek kokuları
Kalktım sabahı dinledim
Hanların önünde geceleyen
Koca koca kamyonlar kalktı
İşçi kahvelerinde çaylar demli
İstasyonlarda salepler dumanlı
Kalktım sabahı dinledim
Analar uğurladı çocuklarını
-Her serüvenden ilk sayfaÜstlerinde henüz yatakların doyulmamış sıcaklıkları
Bakışları otobüslerin trenlerin soğuk camlarında
-Hep ansıyacaksınız bundan sonraAyrılıklar izleyecek ayrılıkları
Kalktım sabahı dinledim
Dudaklarımda okuldan kalma bir şarkı
Hani yorgundum, yeniktim, çaresizdim
Dündü – Evet, dün
Dün bir kentti geride kaldı
Bu sabah bir başka kente indim
Necati CUMALI
Yüksel ŞENER / Edirne GSL Öğrencisi
Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya
birinciliğini tutmaktır. Kültür, zeminle orantılıdır; o zemin, milletin seciyesidir.
3.8.1932
İÇİNDEKİLER
8
14
BEN GELDİM
08
SARDUNYA
09
BİR BİLYE
10
HASRET SENFONİSİ
13
BİR BAŞKA ÜLKE BİR BAŞKA DENİZ
14
BENİM KÜÇÜK ÖĞRETMENİM
18
ŞARKILARIN GİZEMLİ DİLİ
20
24 DOSYA:EDİRNE’NİN KAYBOLAN KÜLTÜR HAZİNESİ
CADI DEĞNEĞİ VE YEL ÜFÜRÜĞÜNDEN KALAN
24
MERİÇ NEHRİNDE KAYBOLAN TAŞIMACILIK VE TİCARET
26
28 MİHRAN HANIM KONAĞI
46
4
28
FATİH DESTANI
30
BİR SEVDADIR EDİRNE
31
32 HİÇ
40
22
32
EDİRNE HAMAMLARI
36
EDİRNE’DE SU KÜLTÜRÜ VE KADIN ÇEŞMELERİ
40
YİTİK ÇEŞME
43
EDİRNE’NİN MİRASI: ŞAİR NAZMİ
44
MÜZECİLİK TARİHİMİZDE EDİRNE
46
49
EDİRNE’NİN SAKLI HAZİNESİ
50
EVLİYA KASIM PAŞA VE EDİRNE’DEKİ ESERLERİ
54
KALEİÇİ’NDE BİR KONAKTA
56
EDİRNE MEZAR TAŞLARI
58
BİR EDİRNE MASALI
60
EDİRNE SEVDALISI RATİP KAZANCIGİL İLE RÖPORTAJ
64
SAKLI HAZİNE
66
MUTFAK KÜLTÜRÜMÜZ VE EDİRNE MUTFAĞI
69
SÖZ VERİYORUM
70
EDİRNE DARÜLHADİS MEDRESESİ
72
EDİRNEDE KIŞ SPORLARI
74
SEVDAM’A
75
NEREDEN NEREYE...
76
KIYAMETE KADAR YAŞAYACAK ŞEHİR
78
TÜRKÜLER, HAYALLER, HÜZÜNLER...
80
TARİHTEN İZLER
82
HAYAL PERDESİNDEN BEYAZ PERDEYE: KARAGÖZ HACİVAT
84
SAKLI LEZZET
49
54
60
72
76
82
84
5
Elçin CİGARA / Edirne GSL Öğrencisi
Ocak-Haziran2016
eğitim-kültür-sanat dergisi
İmtiyaz Sahibi:
Hüseyin ÖZCAN
Edirne İl Milli Eğitim Müdürü
Genel Yayın Yönetmeni:
Filiz SUGÖZLEYEN
Zübeyde Hanım Anaokulu Müdürü
Editör:
Arzu ULAŞDIR
80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
Yayın Kurulu:
Elif ACAR
Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
Filiz MANDACI
Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi
Tarih Öğretmeni
Nilgün ISSIGÜN
80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
Şadi KULOĞLU
E.Halk Eğitim Merkezi ve Akşam Sanat Okulu
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
İsmail KASAPOĞLU
Edirne Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi
Tarih Öğretmeni
Genel Sanat Yönetmenleri:
Nadide Dilek ALTAY
Edirne Lisesi Müdür Yardımcısı
Levent TOSUN
Edirne Güzel Sanatlar Lisesi
Görsel Sanatlar Öğretmeni
Tasarım:
Çivi Yaratıcı Fikirler
www.civi.com.tr
+90 (482) 290 23 38
Basım:
Seçil Ofset
www.secilofset.com
+90 (212) 629 06 15
Yönetim Yeri:
Edirne İl Milli Eğitim Müdürlüğü
Vilayet Binası EDİRNE
İletişim:
Tel: (284) 225 30 75 – 225 16 32
Web: edirne.meb.gov.tr
E-posta: [email protected]
Edirne Valiliği İl Özel İdaresi
Tarafından Bastırılmıştır.
Ocak - Haziran 2016
*Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların sorumluluğu
sahiplerine aittir. Yazılar ve fotoğraflar izinsiz
kullanılamaz.
arzu ulaşdır
editörden
80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Türk Edebiyatı / Dil ve Anlatım Öğretmeni
Değerli Edirne Eğitim Okurları,
Tüm dünyaya huzur ve barış getirmesini temenni ettiğimiz yeni bir yılda yedinci
sayımızla sizlerle birlikteyiz. Ocak-Haziran 2013 tarihli ilk sayımızla başlayan
heyecanımız, şevkimiz üç yıl içinde her sayımızda daha da arttı. Balkan
Savaşlarının 100. yılı münasebetiyle hazırlanan ilk sayımızı “İstanbul’un Fethi
Edirne’den Başlar” konulu dergimiz takip etti. “Edirne’de Çok Kültürlülük ve
Hoşgörü”, “Edirne’de Eğitimin Dünü Bugünü”, “Edirne’de Sanat ve Zanaat”
dosyalarında Edirne’yi farklı açılardan inceledik. Bir önceki sayımızda ise
ülkemizle Balkanlar arasında hem kültürel hem de coğrafî açıdan bir köprü olan
Edirne’mizin Eğitim dergisinde “Balkanlarda Yaşam ve Balkan Kültürü”nü ele
aldık. Okuyucularımızın teveccühü; birbirinden değerli akademisyenlerimizin,
araştırmacılarımızın, öğretmenlerimizin ve öğrencilerimizin eserleriyle her
sayımızda daha da zenginleştik.
Bu sayımızda büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın “Kökü mâzîde olan
âtîyim” dizesini şiar edinerek “Edirne’nin Kaybolan Kültür Hazineleri”ni ele
aldık. Milletleri ayakta tutan, geleceğe taşıyan kültürleridir. Birçok medeniyete
ev sahipliği yapan, ev sahipliği yaptığı tüm medeniyetlerden az veya çok
kültürel mirasa sahip olan Edirne’de şüphesiz Osmanlı kültür mirası en yoğun
olanıdır. Camileri, kiliseleri, sinagoguyla; köprüleri, hamamları, çarşılarıyla bize
“ikinci bir zaman” yaşatır Edirne. Yaşadığı savaşlara, yıkımlara yenik düşen bazı
kültür hazinelerimizin ise birer devlet politikası olarak yeniden canlandırılması
mutluluk vericidir.
Edirne’nin kaybolan kültür hazinelerini irdelediğimiz bu sayımızda bizlere
maddi ve manevi desteğinden dolayı İl Milli Eğitim Müdürümüz Sayın
Hüseyin Özcan’a teşekkürlerimizi arz ediyorum. Dergimizin hazırlanmasında
büyük emeğe sahip olan dergi ekibimize; eserleriyle dergimizi zenginleştiren
değerli akademisyen, araştırmacı, öğretmen ve öğrencilerimize minnetlerimi
sunuyorum. Dergimize büyük emek veren; bizleri bilgi ve tecrübeleriyle
aydınlatan değerli meslektaşımız Sayın Sultan Güney’e emeklerinden dolayı
teşekkür ediyor, yeni görev yeri olan İstanbul’da kendisine başarılar diliyorum.
Yeni sayımızda görüşmek dileğiyle... Hoşça kalın.
KÜLLERİNDEN DOĞAN
GÜÇLÜ TÜRKİYE
Hüseyin ÖZCAN / Edirne İl Milli Eğitim Müdürü
Binlerce yıldır insanlarla hayat bulan, insanlara vatan olan,
gelişen, geliştikçe değişen topraklar… Gün gelir Traklara yurt
olur Edirne. Traklar bu toprakları terk ederken tümülüslerini
bırakır gelecek nesle. Akaların “Polis”i, Makedonların “Orestia”sı,
Romalıların “Hadrianapolis”idir. Değişir, gelişir bu topraklar ama
Bizans’ta huzur bulamaz. Haçlılarla yağmalanan şehirler arasında
Hadrianapolis de vardır.
8
Uğradığı değişiklikler, felâketler, işgaller yıpratsa da bu toprak;
Osmanlı’yla yeniden canlanmaya, neşvünema bulmaya başlar.
I. Murad yalnız Hadrianapolis’i değil, insanların gönüllerini de
fetheder. İşgallerle huzur bulamayan insanlar, Osmanlı’yla barışa
kavuşacak; asırlar sonra “Osmanlı barışı”nı yad edeceklerdir.
I. Murad’la birlikte Hadrianapolis, Edirne’dir artık; Osmanlı’dır.
Balkan Savaşlarıyla birlikte Balkanlarda huzur da barış da sırra
kadem basar adeta. Gün gelir Bulgar askerleri, gün gelir Yunan
askerleri arşınlar sokakları. Mehmet Âkif, meslek hayatının ilk
günlerini geçirdiği Edirne’nin işgalinden duyduğu acıyı, öfkeyi
dizelere döker:
Edrine şehri bu ya gülşen-i me’vâ mıdur
Anda kasr-ı pâdişâhî cennet-i a’lâ mıdur
Cenneti görmiş bir âdem var ise gelsün desün
Tarhı anun dahi böyle dil-keş ü ra’nâ mıdur
Habbezâ cây-ı neşât-efzâ ki Rıdvân görse ger
Hayretinden derdi bu cennet midür dünya mıdur 1
Nef’î
Birçok padişahı bağrına basan, Fetret’te kardeş kavgasına şahit
olan Edirne; payitahtlığın verdiği sorumlulukla acı günleri de
tatlı günleri de barındırır hafızasında. Önce ezanlar duyulmaya
başlanır semalarında, yarım asır sonra da Osmanlı Sarayı’nda bir
bebek sesi… Hüma Hatun, Mehmed’ini kucağına alırken hisseder
yavrusunun ikbalini. Evet, gün gelecek o bebek, Batı’nın “Büyük
Türk”ü, Doğu’nun “Ebu’l-Feth”i olacak; “Konstantinapolis”i
“İstanbul” yapacak ve bir çağı kapatıp yepyeni bir çağ açacaktır
Dünya tarihinde.
Payitahtlığın İstanbul’a verilmesiyle hüzünlenmiş midir bilinmez
ama padişahlarını ağırlamaya, akıncılarını uğurlamaya devam
eder Edirne. Saray-ı Cedîde-i Âmire’nin konuğu gün gelir yıllar
sonra “Muhteşem Süleyman” olan Şehzâde Süleyman’dır, gün
gelir Edirne’ye ruh veren II. Selim... Edirne, Selimiye ile ebedî bir
ruha bürünecek; büründüğü bu ruhla sonsuza dek Müslüman
kalacaktır.
Akıncılar da eksik olmaz Edirne’de. Garb’a açılan kapı, Viyana’ya
uzanan yolun başıdır Edirne. “Ak tolgalı Beylerbeyi” Edirne’de
“İlerle!” der akıncılara. O akıncılar ki Mohaç Ovası’na da Viyana
kapılarına da bu topraklardan ilerler. Kâh zaferle kâh mağlûbiyetle
dönülen seferlerde akıncıların kahraman nidaları duyulur:
Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,
Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!
Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;
Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.
…
Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden;
Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden.
Yahya Kemal Beyatlı
Osmanlı’nın büyümesiyle büyüyen, zenginleşmesiyle zenginleşen
Edirne; İmparatorluğun zor günlerini melül mahzun geçirir.
Yangınların, depremlerin ardından en büyük felaketini 93 Harbi’yle
yaşar. Ölümü de hayatı gibi hüzünlerle dolu olan Cem Sultan’ın
bahtsızlığı, doğduğu Saray’a nüksetmiştir sanki. Bir zamanlar cihan
padişahlarını bağrına basan Saray’ın bağrı yanar bu kez öz evlatları
tarafından yok edilince. Yok olan binalar değildir aslında; yok olan
bir kültürdür, bir medeniyettir. Sinan’ın yaptığı Adalet Kasrı, belki
mahzun ama daha çok kırgın kalır geride.
Edirne kal’asıdır gördüğün hisâr-ı mehîb
Şu zirvesinde biten simsiyah ağaç da salîb
Murâd-ı Evvel’i koynunda gezdiren tepeler
Nasıl rükû’ ediyor Ferdinand’a bak bu sefer?
Bizim midir sanıyorsun şu yükselen bayrak?
Çeken Savof, Lala Şahin değil kuzum, iyi bak!
Edirne! İşte o İslâm’ın âhenin sûru
Edirne! İşte o şarkın cebîn-i mağruru
İkinci asr-ı teâlîsi Âl-i Osmân’ın
Birinci mevki-i feyyâzı belki dünyanın
Edirne! İşte o şarkın demir kilidi
Sefîl ayakları altında Bulgar’ın şimdi!
Balkan Savaşlarını I. Dünya Savaşı takip eder. Yıkımların, işgallerin
yaşandığı bu acı günlerde mücadeleden vazgeçilmez. Kendi
küllerinden yeniden doğan Zümrüdüanka misali yıkılan bir
İmparatorluktan bir Cumhuriyet doğar.
Savaşlardan bitap düşen Edirne’de bir medeniyetin mirası olan
eserlerin bazıları kara ayak direyen kardelenler gibi yokluğa,
duyarsızlığa rağmen ayakta kalmayı başarırken bazıları can
çekişerek yok olur. Papasoğlu Ali Efendi Camii’nden geriye kalan
mahzun minare, ibretiâlem için ayak direr zamana. Yeniçeriler
Hamamı dargın, Kasım Paşa Camii kırgındır biraz. Ancak günden
güne güçlenen, günden güne büyüyen, mazisinden kuvvet alan
bu millet bilir ki “İstikbâlin kuvveti, hatıralardadır.” Kendimiz
olarak yaşayabilmek için maziden güç almak; devletin ve milletin
adeta tapusu, kalkınmanın anahtarı olan kültürümüzü yaşatmak,
canlandırmak gerekir. Cemil Meriç’in ifadesiyle “Tefekkür vuzuhla
başlar, kurtuluş şuurla…” Büyük ve güçlü Türkiye’nin inşası da
gençlerimizin dilini, kültürünü, tarihini tanıması ve sevmesiyle
mümkündür. İşte o yüzden Selimiye kurşunlara, çinilerinin
sökülüp Moskova’ya götürülmesine boyun eğmez ve maziyi
âtiye taşımaya devam eder. İşte o yüzden onurlu direnişiyle
düşmanını bile kendine hayran bırakan Şükrü Paşa’nın kullandığı
tabyalar, yeniden canlandırılır ve gelecek nesillere adeta “Hafıza-i
beşer nisyan ile maluldür. Mazini unutma!” diye seslenir. İşte
o yüzden kahramanca şehit düşen Ressam Hasan Rıza’nın adı
genç ressamların, müzisyenlerin yetiştiği bir ilim yuvasına verilir.
Çünkü kültürünü tanıyan, tarihinden güç alan yeni nesil; “muasır
medeniyetler seviyesine ulaşmış”, daha güçlü ve daha büyük bir
Türkiye inşa edecektir.
1. Bu Edirne şehri midir, yoksa sığınılacak gül bahçesi (Cennet-i Me’vâ) mıdır? Buradaki padişahın köşkü Cennet-i A’lâ mıdır?
Cenneti gören bir insan varsa gelsin, söylesin; cennetin çiçek tarhları da böyle gönül çekici ve güzel midir?
Bu ne güzel neşe artıran bir yer ki eğer Rıdvan burayı görseydi hayretinden, “Burası cennet midir dünya mıdır?” derdi.
9
Füsun BAYRAMKÖYÜ / Edirne GSL Öğrencisi
M
İ
M
İ
D
D
L
L
E
G
BBEENN G
Cevat Mert ÇETİN / Edirne Lisesi Öğrencisi
Kara bulutların gözyaşlarına basarak yükseldim gökyüzüne,
Tan yelinin ışıklarında kayarak geldiğim bu gemiden.
Nuh’a selam vermek için gelmiştim kaptan,
Selamımı verdim de geri geldim.
Uçsuz bucaksız şelaleden balıklama atlayarak indiğim derin çukurdan,
Mezarlıkta yer kalmadığı için kendimi denize attım da geldim.
Kimse okumasa da okkayı kâğıda boca ettim de geldim.
Delirmemek işten değildi, delirdim de geldim.
Anlamadığımdan değil, ağzıma ne geldiyse söylediğimden delirdim.
Delilikte iş yok dediler, bu çağda varsa yoksa dâhiler.
Katılmadığım bu görüşe inat, çok yaşasın deliler.
Yel değirmenine kılıç sallamış şövalyenin yolundan yürüdüm de geldim.
Kırk çerimle Çin’in sarayını bastım da geldim.
Kapıları ardına kadar açtım da geldim.
Açlara, ekmeğimi böldüm de geldim.
İyi adam fakir kalır, fakir ölür dediler.
Gülüp geçtim de geldim.
Cebimden gazoz kapağı çıkarıp ödedim, hırkayla ekmeği.
Param yetmedi, kefene cep yaptıramadan geldim.
Dualardan çıkımda paraya yer olmadı hiçbir zaman.
Yolu bildiğimdendir sağ salim geldim.
10
Atamer BOZ / Keşan Fen Lisesi Öğrencisi
Bir avuç umut istiyorum dedi çocuk; insanlığa armağan…
Bir tutam özgürlük, barış, neşe, kardeşlik.
Bir çalım mavi turkuazdan,
Biraz yeşil zümrüdünden, kırmızı bir de…
Biraz da toz pembesinden.
Barış gelecek dedi dünya gördüğümüz gün çiçekleri,
Bir çimdik umut yeter, inan, umut olsun yarına emanet;
En çok yakışandır umut sana, bütün çocuklara.
Çocuk, büktü boynunu: Evet, ama yeterince çiçek yok,
Dalında soldurduk hepsini, hoyratça yağmaladık bahçeleri.
Güllerimiz açmaz, bülbüllerimiz ötmez oldu,
Koklamaya kıyamadığımız manolyamız soldu.
Çaldılar leylağı İstanbul’un Boğazı’ndan.
Son kuşlar da göçüp gitti diyarımızdan.
Plastik tadında naylon sevgilerimiz,
Sarkıyor bahçesiz evlerimizden kirli hayallerimiz.
Bir avuç tohum ver bana, dedi dünya; masumiyete armağan…
Bir tutam hatmi, mimoza, leylak, petunya…
Bir çalım gül yabanından, sarmaşık arsızından;
Hercaisinden menekşe, bir de sardunya
Bak nasıl mislere kokacağız yarınlarda.
SSAARRD
DU
UN
NYYAA
Gülümsedi çocuk aniden:
İlk kardelenler müjdelemeli barışı
Papatyalar hep ‘Seviyor!’ demeli
Bodrum’da bir akşam sefası, fesleğenli avluda
Begomvilden nihavend bir şarkı dinlemeli.
Kalkmalı altın laleler şerefine özgürlüğün;
Değmeli dünyaya bir hanım’eli.
Ne gam boynu bükükse sümbülün, menekşenin.
Küstüm çiçeği yine mi dargın, kolayı var,
Nergis kendi mi beğeniyormuş, bize ne!
Yediverecek ya karanfillerimiz,
Beş mevsim açacak ya güllerimiz,
Her daim ötecek bülbüllerimiz.
Alnımızda defneden çelenklerimiz
Lavanta kokulu firuze dağlardan
Gelincik tarlalarına yol buluruz biz.
Çiçek umudun tohumu, umut çiçeğin…
Bir tohum umutla düştü toprağa, bir tane daha, bir tane daha…
Barış, umut, çiçek; sar dünyayı, sar dünyayı…
11
BİR BİLYE
Şaheste Kevser NURANİ
Edirne Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi
Çocukluğumuz büyünün ta kendisidir.
Çocukken sokaklar sıradan kokmaz,
yerde biriken yağmur suları insanı sinirlendirmezdi.
Sokaklar olması gerektiği gibi kokuyordu.
Sıradanlığın kokusuyla harmanlanmış
alışılagelmiş, farkına varılmayan bilindik
bir kokuydu bu. Yerler önceki gecenin
yağmurundan hâlâ ıslaktı, aylardır yağan
yağmurların sadece bir başkasıydı bu
yağmur da.
12
Tüm bu sıradanlık yaşamın büyüsünü
unutturuyordu insana. Oysa sıradanlık
kelimesi anlamını bulana kadar hayat
en büyülü haliyle önümüzdedir.
Çocukluğumuz büyünün ta kendisidir.
Çocukken sokaklar sıradan kokmaz,
yerde biriken yağmur suları insanı
sinirlendirmezdi.
Böyle düşünceler içine dalmışken yavaş
adımlarla yürüyordum. Varmam gereken
bir yer de yoktu aslında. Sıradan gözlerim
etrafa bakınırken sıradan kulaklarım
çocukların kahkahaları ve bağrışmalarıyla
doldu. Gözlerim kulaklarıma yetiştiğinde
ise dört beş çocuğun oyun oynadığını
gördüm. Yerlerinde duramayan, oyun
içinde oyun oynayan ip atlarken polis
olan, seksekten kovalamacaya geçen
evreni kendilerine göre döndüren enerji
toplarıydı onlar. Kendime rahat bir köşe
bulup çocukları izledim bir süre. Kırmızı
montlu beyaz tenli bir kız çocuğu koşarak
uzaklaştı aralarından. Hemen sonrasında
da geri döndü. Elinde bir poşet bilye vardı.
Çocuklar hemen yerlerini aldılar, bilyeleri
dizdiler ve en ciddi yüzlerini takındılar.
Onlar bilyeleri yuvarladıkça ben de bu
oyunun hayat kadar gerçek olduğunu
düşündüm. Sürekli bir yerlere doğru
yuvarlanıyoruz. Hiçbir kontrolümüz
olmadan. Önemli olan varılacak
noktayı ne kadar düzgün hedeflediğin.
Yeterince güçlü atılınca bilye ve şansın
da olunca diğer bilyeyi alıyorsun, hedefe
varıyorsun. Hayat gibi bir şans oyunu…
Fakat beş on metre ileride bilyeler
ile oynayan çocuklar için bu sadece
minik toplar ile minik topları vurmaya
çalışmaktı. Daha karmaşık bir şey değil.
Ben oyuna anlamlar yükleyerek oyunu
sıradanlığından kurtarmaya çalıştım. Oysa
kenarda benim gibi çocukları izleyen bir
başka çocuk olduğunu gördüğümde ise
onun bambaşka anlamlar yüklediğini, bu
öykünün sıradanlıktan çok çocuklukla ilgili
olduğunu gördüm.
En sonunda çocuk durdu ve “ Sus artık, ne
istiyorsun?” dedi. Kız, “Bilyemi istiyorum.”
diye cevapladı. Tekrar yürümeye devam
eden çocuk, “Bilyen bende değil!” dedi.
Kız ısrarla bilyenin onda olduğunu, bilyeyi
aldığını gördüğünü söyleyerek çocuğu
bıktırdı. En sonunda kıza doğru dönüp
elini cebine attı ve bilyeyi çıkarıp uzattı. Kız
yavaşça elini uzatıp aldı. Bilye hırsızı evine
doğru yürürken kız tekrar ona seslendi,
bilyeyi eline koydu ve artık senin olsun,
dedi. Minik hırsız bilyeyi istemediğini,
oyuncaklarla hiç oynamadığını söyledi.
Kız şaşırmıştı. Önce çalıp sonra çaldığını
istemiyor olması mı yoksa böyle bir şey
demesi daha tuhaftı, bilememişti. Yine
de bilyeyi tatlı bir sevecenlikle zorla minik
hırsızın eline koyup kaçmıştı.
Günler aynı sıradanlıkta akarken küçük
kız, minik hırsızı her gördüğünde
yanına koşuyor, ona bir şeyler anlatıyor,
arkadaşlarıyla onu oynamaya çağırıyordu.
Fakat çocuk, onunla konuşmuyordu.
Kırmızı montlu kız, bu duruma çok
üzülüyordu. İş büyüyordu, çünkü çocuklar
birbirine yardım etmeyi büyüklerden
daha iyi biliyordu. Durumu arkadaşlarına
anlattığında hep beraber minik hırsızın
evine gidip annesinden oyun oynamak için
izin almaya karar verdiler. Kapının önüne
dizildiler ve zili çaldılar. Kadın sert bakışlı,
iri yarı biriydi. Kapısında duran çocukları
görünce beton gibi sert sesiyle “Ne var,
ne istiyorsunuz?” diye söylendi. Çocuklar
korkmuştu, neden bu kadar sert olur ki bir
insan? “Oğlunuz bizimle gelip oynayabilir
mi diye soracaktık da…” dediler her
kelimede sesleri biraz daha incelerek.
Kadın, zaten sert olan ses tonuna kızgın
bir surat da ekleyerek, “Benim oğlum
küçük çocuklarla oyun oynamaz, o çocuk
değil sizin gibi, şimdi gidin buradan, hadi!”
Sözcükler bittiği anda kapıyı yüzlerine
kapatmıştı.
O; biraz kıskançlık, biraz da özlemle
bakmıştı keyifle oynayan diğer
yaşıtlarına. Henüz ben de bilmiyordum
ne düşündüğünü ama bilyelerden biri
yuvarlanıp ayağına geldiğinde gözlerinde
bir saniyeliğine görünen duygular
dikkatimi çekmişti. Nefes alışverişindeki
en ufak duraksamayı bile hissettim.
Bir anda olup bitmişti her şey; fakat
bana yavaş çekimdeymiş gibi gelmişti.
Ayağına yuvarlanan bilyeyi alıp koşmaya
başladı. Bunu gören çocuklar da peşinden
koşturdular; fakat yakalayamadılar minik
bilye hırsızını, geri döndüler ve oyunlarına
devam ettiler tatlı bir umarsızlıkla. Ben de
gözlerimi onlarla bırakıp gittim oradan.
Olanların ayrıntısını görebiliyorum her ne
kadar orada bulunmasam da. Olanlar ise
ertesi gün de devam ediyordu. Çocuklar
aileleri tarafından evlerine çağrılmıştı,
oyun saati bitmişti. Kırmızı montlu
küçük kız olabildiğince minik adımlarla
yürüyordu. Birkaç saniye sonrasında ise
bilye hırsızını görmüş ve hızlıca yanına
koşmuştu. Bilye hırsızının koluna yapışıp
bulduğu en kızgın ifadeyi suratına
yerleştirirken söyleyecek bir şeyler
arıyordu. Minik hırsız kolunu kurtarmaya
çalışıyor, kız da onu daha sıkı tutuyordu.
“Bilye hırsızı!” diye bağırdı küçük kız.
Çocuk kolunu kurtarıp yürümeye başladı
fakat küçük kız inatçıydı. Peşinden koşup
“Bilye hırsızı!” diye sesleniyordu yaşıtına.
Şaheste Kevser NURANİ / Edirne GSL Öğrencisi
13
Neye uğradıklarını şaşırmıştı çocuklar.
Bilye hırsızı onlardan çok da büyük
görünmüyordu. Gerçi babasının
kıyafetlerini giyer gibi görünüyordu ama
basbayağı çocuktu işte, bütün çocuklar
gibi çocuk. Sürekli bir yetişkin gibi
giyinmesi, hiç oyun oynamaması hatta
okula bile gitmemesi onun çocuk olduğu
gerçeğini değiştirmiyordu. Annelerinden
öğrendikleri kadarıyla meğer bilye hırsızı,
evde eğitim görüyormuş, annesi okula
gitmesini istemiyor daha ileriki sınıfların
konularını evde kendisi öğretiyormuş.
Babası yokmuş. Eskiden bir oyuncakçı
dükkânı olan sürekli bir kitap yazma hayali
ile yanıp tutuşan bir adammış babası. En
sonunda kitabını tamamlayıp yayımlatmak
için uğraşlara girmiş fakat başarılı
olmayınca üzüntüden ölmüş. Bu yüzden
kadın çocuğuna oyun oynatmaz, macera
kitapları okutmaz, hayal peşinde bir çocuk
olmasına izin vermezmiş.
Çocuklar böyle annelerinden duyduklarını
anlatırken birbirlerine bilye hırsızının
onlara doğru yürüdüğünü gördüler. Bilye
hırsızı, “Siz niye evime geliyorsunuz ki?
Kim sizinle oyun oynamak istediğimi
söyledi? Bir daha gelip böyle bir şey
yapmayın ben sizin gibi hayalci bir çocuk
değilim!” diye bağırarak koşar adım
uzaklaştı oradan. Şaşkınlıktan donakalan
çocukların arasından kırmızı montlu kız
ayrılarak bilye hırsızının peşinden “Oyun
oynamadan nasıl yaşıyorsun?” diye
seslendi.
“Oyunlar çocuklar içindir.”
“Sen de pek yaşlı bir amca gibi
görünmüyorsun. Annen izin verse bizimle
bir kerecik oynamana, gelirsin değil mi
aslında?”
Küçük kız gözleri sevgiyle baktı. Bu, oyun
oynamayı bilen çocukların çağrısıydı.
Oyun tanıdığı her çocuğun en büyük
zevkiydi ve o bu özlemi bilye hırsızında
görüyordu.
“Annem asla izin vermez.” dedi bilye
hırsızı. Çocukların oyunlarını çalan asıl
hırsız çıkıyordu ortaya.
Aradan günler geçiyordu. Çocuklar, okula
gidiyorlar, derslerde hayallere dalıyorlar,
dışarıda oyun oynayıp hayallerini
birleştiriyorlardı. Kız hala çocuğun
kurtarılması gereken bir esir olduğunu
düşünüyordu. Yine hayaller içinde olduğu
bir derste kulağı öğretmene kaymıştı
küçük kızın. Çocuk hakları konusunu
işliyorlardı. Biraz dikkat kesildiğinde
gözleri büyüdü, büyüdü. Ne yapacaklarını
biliyordu. Tüm arkadaşlarını topladı ve
anlattı planı. Hepsi buldukları en ciddi,
yetişkin kıyafetlerini giymişler ve çocuğunu
evinin yolunu tutmuşlardı. Kadın kapıyı
açtığında gördüğü manzaraya önce minik
bir şaşkınlıkla sonra ise bıkmış bir ifade ile
“Yine mi siz?” diyen gözlerle baktı.
“Merhaba, acaba sizinle ciddi bir konu
üzerine konuşabilir miyiz?” dedi çocuklar.
Kendilerini zorla içeri davet ettirdikten
sonra da okulda öğrendikleri
şeyleri düzgün kelimeler seçerek
anlatmaya çalışıyor, oyun oynamanın
yasaklayamayacağı bir şey olduğunu
on sekiz yaşına kadar bir çocuğun oyun
oynama hakkına sahip olduğunu eğer izin
vermez ise de onu şikâyet edeceklerini
söylüyorlardı. Nereye şikâyet edeceklerini
bile bilmiyorlar, fakat olabildiğince ciddi
görünmeye çalışıyorlardı. Kadın uzun süre
sessiz kaldıktan sonra,
“Oyunlar ve hayaller herkesin sonunu
getirir.” dedi kadın. Çocukları kapı dışarı
etti. Çocuklar şaşkınlık içindeydi. Bir
yetişkin gibi davransalar da sorunu
çözemiyorlar, kadını hiçbir şekilde ikna
edemiyorlardı.
Kadın ise evde oturmuş, düşüncelere
dalmıştı. Hayatın sıradanlığına o kadar
alışmıştı ki kendi çocuğuna çocuk olmayı
öğretmemişti. Hayallerin kocasını
öldürdüğünü düşünmüştü hep. Fakat
kendisi de çocuğunu öldürüyordu. Oyun
oynamak hayata giriş dersidir.” derdi
kocası hep. Bir oyuncakçı olarak da onun
görevi biraz daha eğlence katmaktı her
şeye. Şimdi yağan yağmurun güzelliğini
göremediğini, sokakların kokusunu
duyamadığı bir yaştaydı kadın. Çocuğunu
da sıradanlıkla kaplamıştı. Kadın oturduğu
yerden kalktı. Çocuğunun önünde dizlerin
üstüne çöktü. Bu esarete artık bir son
vermeliydi, çektiği acıyı bastıramıyordu
artık, dışarıdaki çocuklar bile görebiliyordu
artık bu haksızlığı.
“Artık dışarı çıkıp oynayabilirsin. Bu senin
en doğal hakkındı zaten. Sen bir çocuk
olduğun için oynayacaksın. Yaşam bir
oyundan başka bir şey de değil zaten.
Git ve istediğin oyunu oyna. Oyun bu
demek, çocukluk bu demek zaten. Beni
affedebilecek misin, oğlum?” dedi kadın
büründüğü sert kılıfı atarcasına üstünden.
Çocuk şaşırmıştı. Şuncacık hayatı “Oyun
oynamak saçma bir şeydir.” cümlesini
duymak ile geçmişti. Şimdi ise oyun
oynayacaktı. İçinde daha önce tatmadığı
bir heyecan hissetti. Kapıya ürkek
adımlarla yaklaştı, her adımda geri
çağrılmayı bekleyerek. Kapıyı açtı, elini
cebine attı ve çaldığı o bilyeyi buldu. O
artık tekrar bir çocuktu.
* 2015 Yaratıcı Çocuklar deneği Çocuk Hakları Öykü
Yarışması Türkiye İkincisi
14
HASRET
SENFONİSİ
Okyanusa koşanlar da bizlerdik
Boğulacağımızı bile bile
Ellerimdi saçlarını okşayan
Bir gün kelepçeleri olacağını bile bile
Gözlerimdi gözlerine sarılan
Bir gün yanacağını bile bile
Kulaklarımdı seni dinleyen
Bir gün hasretimin senfonisi ol diye
Gecelerdi seni benden ayıran
Sen gecelerden korkarsın diye
Gündüzlerdi canımı acıtan
Gözlerin daha iyi ortaya çıkıyor diye
Cennetin ağaçlarını serpiştirdim saçlarına
Sen yeşili seversin diye
Ölümdü bizi buluşturan
Sen ölünce bana yaşamak yakışmaz diye
Fotoğraf / N. Dilek ALTAY
locobatii
15
,
E
K
L
Ü
A
K
Ş
A
B
BİR
Z
İ
N
E
D
A
K
Ş
A
B
BİR
Özlem GÜZELHARCAN / 80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi İngilizce Öğretmeni
16
17
Sanki bütün şehir uykuda.
Binlerce yılın yorgunluğu var gibi üstlerinde.
Sanki deniz yok da sadece büyük, mavi bir su,
bir serap orada yaşayanlar için.
Belki de kentin yorgunluğu bu.
İnsan bir şehri tek bir şiir yüzünden sevebilir mi? O şiire olan
tutkusu onu kendi memleketinden, yaşadığı şehirden binlerce
kilometre uzağa, şiirde anlatılan kente sürükleyebilir mi? Benim
başıma gelen aynen bu işte!
Konstantin Kavafis’in doğduğu, ünlü Şehir’ini yazdığı yer
burası: İskenderiye. Afrika kıtasından Akdeniz’i selamlayan,
yollarında palmiye ağaçlarının dizili olduğu, sokakları toz
kokan, kalabalık ve kirli, çöle kıyısı olan bir liman kenti…* Yaşlı
ozan, ömrünün kara yıkıntılarına bakarak bundan daha iyi bir
deniz, bundan daha iyi bir ülke bulunabileceğini söylüyor ünlü
dizelerinde:
“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim.” dedin,
“Bundan daha iyi başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-Bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
Boşuna bunca yıl tükettiğim ülkede.”
18
Büyük İskender ve Şehrin Harikaları
Kavafis’ten çok önceleri bir başka şehir aşığı, Makedonya’dan
Hindistan’a kadar imparatorluklar kuran ünlü komutan Büyük
İskender gelmiş bu topraklara. Milat öncesinde 332 yılını
gösteriyormuş takvimler. Şehirleri ve şehir kurmayı çok seven
III. Alexander, adım attığı bu yeni toprağa da tıpkı karşı kıyıdaki
komşusu İskenderun’a yaptığı gibi kendi ismini vermiş. Mısırlıların
sevgisini kazanan ve “Firavun” lakabı alan İskender, Cleopatra’yı
burada tanımış. Dev surlarla çevrelenen kente pazarlar
kurmuş. Böylece zengin, pek çok kültürün bir arada yaşadığı bir
ticaret kenti; Akdeniz görünümlü bir Afrika şehrine dönüşmüş
İskenderiye. İskender’in ölümünden sonra da şehri genişletmeye
devam eden mimarlar, Pharos Adası’nı da merkeze bağlayarak
bambaşka bir görünüm vermişler kente. Bu göz alıcı tapınaklar
ve saraylar kentinin işte tam da bu ada üzerinde yer alan ünlü bir
deniz feneri varmış. Efsanelere göre deniz fenerinin ışığı düşman
gemilerini yakar, şehre ulaşmalarını engellermiş. Akdeniz’de yol
alan gemilere yol göstermek için inşa edilen, dünyanın en büyük
deniz feneri olduğu iddia edilen, kat kat kulelerden oluşan,
yaklaşık 140 metre yüksekliğindeki İskenderiye Feneri o kadar
görkemliymiş ki Antipater bu mermer yapının adını dünyanın
harikaları arasına yazarak ölümsüzleştirmiş. Bugün kullandığımız
fener, far gibi sözcüklerin fenerin bulunduğu Pharos (faros)
Adası’ndan geldiği söyleniyor.
Alexandria’da Bugün
Tarihin bu ilk metropolünün izlerini bugünkü şehrin
sokaklarında bulmak çok zor. 1950’lerin sonunda Durrell’in
Justine’de** dediği gibi Sinekler ve dilenciler, onların elinde
kent bugün - bir de bu ikisi arasında bir yerde varlıklarını
sürdürenlerin. İnsan düşünmeden edemiyor, nerede bu
bahsi geçen büyülü kent ve Kavafis’in dizelerinde yankılanan
melankoli? Neden sokaklarında insanlar amaçsızca
dolaşıyorlar? Niçin şehirlerini görmeye gelen ziyaretçilerini
hoş karşılamıyorlar? (Turist kalabalığının peşini bırakmayan,
onlardan para dilenen ve rahatsız eden büyük çoğunluktan
bahsediyorum.) Neden sokak aralarındaki binalar yıkılmak üzere?
Milattan sonra 14. yüzyılda meydana gelen bir depremle
yok olan deniz fenerinin olduğu noktada bugün Memluk Sultanı
Kayıtbay’ın 1477’de inşa ettirdiği Kayıtbay Kalesi bulunuyor.
Kalenin yapılışında fenerden kalan sağlam parçaların kullanıldığı
rivayet edilir.
Zamanında İskenderiye’yi eşsiz kılan tek şey, görkemli feneri
değildi elbette. İskenderiye Kütüphanesi bugün bile dilden dile
dolaşır. MÖ 47 yılında içindeki efsanevi, gizemli papirüsleriyle
birlikte yanarak yok olan bu dev kitaplıkta rivayetlere göre bir
milyon kitap bulunuyormuş. Bugün, yok olan bu kütüphanenin
yerinde modern bir yapı yükseliyor. Yine bir kütüphane ve yine
çok güzel... 2002 yılında yapımı tamamlanan bu kütüphanenin
dış duvarlarında dünyanın bütün dillerinin alfabeleri yazılı.
İçinde bir konferans salonu, üç müze, dört sanat galerisi, bir
planetaryum ve bir elyazısı restorasyon laboratuvarı içeren bu
modern İskenderiye Kütüphanesi’ni -bayram dolayısıyla kapalı
olduğundan- ben gezemedim ama bahçesinde dolaşmak, ona
dışarıdan bakmak bile heyecan vericiydi. Ayrıca söylemeden
geçmemek gerek, her yıl, eski İskenderiye Kütüphanesi’nin
yakıldığı gün olduğuna inanılan 26 Aralık, Dünya Sahaflar Günü
olarak kutlanır.
Sanki bütün şehir uykuda. Binlerce yılın yorgunluğu var gibi
üstlerinde. Sanki kimsenin canı hiçbir şey yapmak istemiyor.
Sanki deniz yok da sadece büyük, mavi bir su, bir serap orada
yaşayanlar için. Belki de kentin yorgunluğu bu. Belki zamanın
getirdiği bir şey, olması gereken bu.
Kral Faruk’un 365 adet odası bulunan sarayının bahçesinden
Akdeniz’e bakıyorum. Yağmur yağıyor. Mısır’da yıl boyunca
en çok üç, bilemedin beş kez yağmur yağarmış ve ben bu
yağmura denk geliyorum. Mutluluk kaynağı. Kavafis de böyle
hissediyordu herhalde. Bu şehri hem seviyor hem de içten içe
nefret ediyordu. Hem bırakmak, kaçıp gitmek istiyor hem de
özlediği bu kente sürekli geri dönmek istiyordu. Kavafis’in arada
bir İskenderiye’den kaçıp bir süreliğine sığındığı kentlerden birisi
de İstanbul’dur! Kendisi İstanbul’da o zamanlarki ismi Nihori
olan Yeniköy’de üç sene yaşamış, sonra yine İskenderiye’sine
dönmüştür, çünkü:
Yeni bir ülke bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey ummaBineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.
* Çöl Daha İyi, Yılmaz Erdoğan
** İskenderiye Dörtlüsü 1 (Justine), Lawrence Duurell “Şehir”, Konstantin Kavafis, çeviri: Cevat Çapan
19
Kübra ULE / Edirne GSL Öğrencisi
BENİM KÜÇÜK
ÖĞRETMENİM
Atalay CÜCE
Plevne İlkokulu Müdürü
20
Bana hayatta nasıl dik durulacağını öğretmişti Nejla. Her şartta
ayakta kalmayı, onurlu olmayı, dürüst olmayı öğretmişti benim
küçük öğretmenim…
Yıl 2002. Aylardan Aralık. Hava soğuk mu soğuk… Ben
büyümüştüm, okumuştum ve öğretmen olarak atanmıştım. Artık
bir işim vardı. Hayatta en çok olmak istediğim mesleğin tam
içindeydim. Ayaklarım yere değmiyor, içim içime sığmıyordu.
Hiçbir şeyin farkında olmayan bir çocuk gibiydim.
Bir yandan yeni mesleğimi anlamaya çalışıyor, bir yandan da
tüm sevdiklerimi bırakıp gelmiş olmanın hüznünü yaşıyordum.
Yeni bir ortam, yeni bir yaşam, elli beş tane kızlı erkekli pırıl pırıl
çocuk, köylüler, birleştirilmiş sınıf ve bir sürü yeni şey… Bütün
bunların yanında hiç beklenmeyen bir olay ya da Rahmetli Ahmet
Hocamın ölmek için benim gelmemi beklemesi… Ahmet Hocam o
köyde yirmi yıla yakındır Müdür Yetkili Öğretmen. Çoğu zaman tek
başına… Birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar bir sınıfta, dördüncü ve
beşinci sınıflar diğer sınıfta…
Aralık ayına kadar yine okulda tek başına çalışıyor ve yeni bir
öğretmenin gelmesini bekliyor. Akciğer kanseri… Bunu tahmin
etmesine rağmen doktora hala gitmemiş ve yeni bir öğretmenin
gelmesini beklemiş. Niye beklemiş? Sebebi belli. Çok sevdiği
çocuklarını yeni gelen öğretmene emanet etmek, teslim etmek...
Belki de geri dönemeyeceğinin farkında…
Sonra ben geliyorum. Artık çocuklarını teslim edeceği birisi var.
Beş gün beraber çalışıyoruz. Ara ara mendilini ağzına götürüyor
ve her seferinde mendili kanlar içinde. Ben bu durumu ona
sorduğumda, bir şeyinin olmadığını söylüyor. Ben ise bir şeylerin
iyi gitmediğinin farkına varmaya çalışıyorum. Ahmet Hocam bana
“Artık sen geldin, gözüm arkada kalmayacak, ben doktora gitmek
istiyorum.” dedi.
Sonra Ahmet Hocam doktora gidiyor. Hastanede geçen yirmi
beş gün… Ara ara hocamı ziyaret ediyorum. Aklında hep öğrencileri
var. Nereden biliyorum? Çünkü her ziyaretimde çocuklarını
soruyor, bana öğütler veriyor, okul ile ilgili sorular soruyor.
Yirmi dördüncü gün... Artık ümit yok. Belki de hocam için son bir
iki gün. Doktorlar ailesine ümidin kalmadığını söylüyorlar. Ahmet
Hocamı evine götürmelerini istiyorlar. Eve dönerken Ahmet Hoca
tek bir şey istiyor: okulunun yanından son kez geçmek. Vakit gece.
Son kez okulunu görmek istiyor. Yol kenarında bulunan okuluna,
ambulansın içinden son kez el sallıyor. Ertesi sabah da Ahmet
Hocam için hayatın sonu. Allah rahmet eylesin…
Artık Ocak ayındayız. Kar yağmış ve bütün köy beyaza
bürünmüş. Hava buz gibi… Sabahleyin sınıfa girdim, yoklama
yaptım, ders anlatmaya başladım. Ara sıra da öğrencilerimi
tahtaya kaldırıyordum. Birkaç öğrenciden sonra Nejla’ya
tahtaya kalkmasını söyledim. Nejla tahtaya kalmak istemediğini
söyledi. Ben de ısrarla tahtaya kalkmasını istedim. Hala tahtaya
kalkmak istemiyordu. Ben de bu duruma çok sinirlenmiştim.
Öğrencim benim dediğimi yapmıyordu. Daha da sinirlendim.
Nejla’nın gözleri dolmuştu ve çok korkuyordu ama hala tahtaya
kalkmıyordu. Ben ise sinirimden bir şeyler olduğunun farkında
bile değildim. Sadece söylediğimin yapılmasını ısrarla istiyordum.
Nejla’nın yanına yaklaştım. Nejla ise ağlıyordu. Yine ısrarla tahtaya
kalkmasını istedim. Nejla ısrarıma dayanamadı ve kulağıma
usulca fısıldadı: “Öğretmenim, ayakkabılarım delik, çoraplarım
gözüküyor. Arkadaşlarımın görmesini istemedim. O yüzden de
tahtaya kalkmak istemedim.” dedi.
Bütün sınıf gördü Nejla’nın yırtık ayakkabısını, yamalı
çoraplarını. Nejla usulca oturdu yerine. Benim için dersi anlatmak,
Nejla için ise dersi dinlemek çok zordu artık. Nejla ne kadar dinlerdi
ki anlattıklarımı, bütün sınıfın içinde ezik düşmüştü. O an yerin
dibine girmek istedim. O anı yaşamamak için her şeyi yapardım.
Ben hala olayın tesiri altındaydım. Teneffüs oldu. Bütün sınıf
dışarıya çıktı. Nejla’ya odama gelmesini söyledim. Nejla odaya
geldiğinde hala ağlıyordu, çok üzgündü. Ağlayarak bana sımsıkı
sarıldı. Benim gözlerimden de yaş geliyordu. Olayın ağırlığı içime
düşmüştü ve içimden çıkmak bilmiyordu. Daha sonra cebimden
para çıkardım ve Nejla’ya uzattım. Bu parayla kendisine yeni bir
ayakkabı almasını istedim. Nejla parayı almıyordu. Israr ettim
yine almak istemedi. Sonunda onu ikna ettim ve parayı Nejla’ya
verdim.
Öğretmenliğin sadece ders anlatmaktan ibaret olmadığını o
gün anlamıştım. İki gün sonra daha da çok şey öğrendim Nejla’dan.
Kapı çaldı. Nejla odaya girdi. Çok sevinçliydi, gülüyordu. Yeni aldığı
ayakkabılarını gösterdi bana. O an öyle gururlandım ki kendimle,
içim içime sığmadı. Sonra Nejla biraz para uzattı bana. “Bu ne?”
dedim. “Ayakkabı aldıktan sonra kalan para öğretmenim.” dedi.
Ne onurlu bir hareketti bu. Ben mi öğretmendim, yoksa Nejla
mı?.. Bana hayatta nasıl dik durulacağını öğretmişti Nejla. Her
şartta ayakta kalmayı, onurlu olmayı, dürüst olmayı öğretmişti
benim küçük öğretmenim…
Artık okulda yalnızım. Okulun müdürüyüm, öğretmeniyim,
hizmetlisiyim, kısacası her şeyiyim. Yeni okulumda bir ay süre
geçmiş ama ben hala olayların tesirindeyim, hala yeni hayatıma
kendimi verememişim. Öğrencilerimin gözünde öyle büyüğüm ki
derse başladığımda öğrencilerim öyle hayranlıkla beni izliyorlar
ki sanki öğretmenleri değil, çok büyük kahramanlarıyım. Her şeyi
biliyor, her şeyi anlıyordum sanki. Ama öyle değilmiş. Bunu daha
sonra anlıyorum…
21
N
I
R
A
L
I
K
R
A
Ş
İ
L
İ
D
İ
L
M
E
GİZ
Filiz SUGÖZLEYEN / Zübeyde Hanım Anaokulu Müdürü
Müziğin insanlığın varoşluyla yaşıt bir geçmişi olduğu genel kabul
konu olmuş ve nörobilim alanında müziğin insanın beynini
şüphesiz müziğin evrensel yanının etkisi büyüktür.
Müzik evrensel bir yana sahip olduğu kadar her toplum için ayrı
bir kültür, ayrı bir birikim, ayrı bir değerdir. Bizim müzikle ilgili
kültürel birikimimiz, türkülerde, manilerde şarkılarda ortaya
çıkar. Bunların hepsinin ayrı özeliği, ayrı güzelliği vardır ama en
farklı olanı şarkılardır.
makamından tutun da söyleyenine kadar her bir şarkının ayrı
iplik iplik dokunmuş kilimlere benzerler. Bu kilimlerde ortaya
Mesela:
şey değildir.
“Hani o bırakıp giderken seni
Alnına koyarken veda busemi
apayrı bir şekilde dinleyenleri etkileyen bir yanı, bir boyutu
ruh haliyle doğrudan ilişkilidir. Ancak bu etkilenmeyi sadece
dinleyenlerin ruh haliyle açıklamak, ondan ibaret saymak doğru
unutmamak gerekir. Her şarkı için aynı güçten söz etmek zor olsa
bile pek çok şarkının içinde var olan bu güç bu kudret değil midir
dinleyenleri yakalayan?
Bazı şarkılar, İstanbul gibi, Üsküdar gibi, Kız Kulesi gibi, Emirgan
gibi bir şehre, bir mekâna yazılırken, bazı şarkılar cana, canana,
sevilene yazılır. Bazen de bütün bunların dışında, “Geçsin
Narçiçeğim Sevdiğim...” diyerek yine en çok sevilene yazılır
şarkılar. Kime yazılmış olursa olsun, şarkıların içinde sakladığı ve
yetersiz kalır, cümleler kifayetsiz.
Gelse de en acı sözler dilime
Uçacak sanırım birkaç kelime
Bir alev hâlinde düştün elime
1
depremin etkisini hangi kelimelerle ifade edebiliriz?
Ya da;
Küserek ayrılırsak olur inan ki yazık
2
Ya da:
“Kapın her çalındıkça o mudur diyeceksin
Hele bir yalnız kal da, nasılmış göreceksin
3
Şarkıların notalar sesleri ifade etmeye yarar şüphesiz.
22
Kübra ULE / Edirne GSL Öğrencisi
Ancak o seslerin ardında saklı olan duygu ve düşüncelerin her biri
için ayrı ayrı bir kitap yazılsa azdır.
Bazı şarkılar, bir yangını başlatır insanın yüreğinde. Bazı şarkılar
bir depreme benzer, artçı dalgaları ömrün sonuna kadar süren.
Bazı şarkılar bir volkana benzer, lavların üzerinde insanın
yüreğine kardelenler açtırır.
Bazı şarkılar, gönülde bir yara açmakla kalmaz; her dem o yaranın
sızısını çoğaltır durur. Bazı şarkılarda hasret bile, ayrılık bile hatta
ölüm bile ayrı güzeldir. Böyle bir şarkıyla bitirelim bu küçük
yazıyı:
“Bir sabah bakacaksın ki bir tanem ben yokum
Dünyayı sana bırakıyorum bir tanem
Söz aldım saatlerden sana koşacaklar
Söz aldım gecelerden seni uyutacaklar
Şarkılardan söz aldım hatırlatacaklar
Gözlerimdeki son yağmurlar pencerende
Şarkılardan söz aldım hatırlatacaklar
Beni anlatır sana bir bir ilerde
Buğday misali düştüğüm yerde çaresiz
Kim bilir nerelerde” 4
4. Beste: Selahattin İçli-Güfte: Hüceste Aksavrın
23
DOSYA:
Edirne’nin
Kaybolan Kültür Hazineleri
Rabia ULUSOY / Edirne GSL Öğrencisi
İ
Ğ
E
N
N
Ğ
CADI
DEĞNEĞİ
E
E
D
D
N
I
Ü
D
Ğ
A YEL ÜFÜRÜĞÜNDEN
Ü
CVE
R
Ü
F
Ü
L
E
Y
E
VKALANLAR
R
A
L
N
A
L
KA
Melih CAN / Edirne GSL Öğrencisi
Filiz MANDACI / Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi Tarih Öğretmeni
“Mazinin hiçbir parçasını kaybetmeyelim.
Zira istikbalin kerestesi onlardır.”
Dr. Rıfat Osman
“Yaz, dünyanın bu parçasında ne çabuk geçiyor.
Bütün Edirne toprağı bağçelerle dolu.
Nehir kenarlarına hep meyve ağaçları dikilmiş.
Altlarında her akşam kibar takımları eğleniyor…”
Lady MONTEGU*
26
“Çok değil, bir yüzyıl öncesinin mutluluk ve barış içindeki
Edirne’sinden bir kristal huzmesi gibi yansıyan bu ışıklı ve renkli
görüntüler, bir zamanların bu görkemli başkentinin üstüne bir
bir peşine düşen göçler, savaşlar, işgaller, yangınlar, yoksulluk ve
ihmaller yıkıntılarından, son otuz yılın, sosyal ve mimari felaketi
olan tekdüze apartman modasından sonra bugün sanatseverlerin
gözlerine, mucizeli bir periler dünyasının konutları gibi
görünüyor; çocukların düşlerinde gördüğü, damları çikolatadan,
duvarları pastadan, pencereleri şekerden yapılmış, masal
konutları gibi.
Üstlerine ay ışığının kayısı renkli ve gül kurusu ışığı vurmuş,
çınlayan bir ıssızlık içinde gülümseyen bu yuvaların hepsinin ayrı
ayrı kendilerine özgü birer yüzleri, huyları, hikâyeleri, karakterleri
ve anlatacakları var. Belli ki hepsi de odalarında, sofalarında,
kucakladığı dedeleri, hanımları, beyleri ve çocukları, kışın bir
mangal koru ısısı ile, yazın bir havuz ve kuyu serinliği ile sararmış;
onların gönüllerine her gün damla damla sevgi, insanlık, barış,
arınmışlık, dostluk, komşuluk, güzellik, tabiat aşkı, Tanrı’ya
hayranlık ve kendinden vazgeçme duyguları doldururmuş. Bu
besbelli. Bu, evlerin yüzlerindeki şeker boyalarından, insanın içini
ısıtan kepenklerinden, bağçelerinde boy atıp tepelerinde şemsiye
gibi açan ağaçların, damlarına konan, kalkan, kuşlarından belli.”
Çelik GÜLERSOY**
Saç örgülerimin üzerine güneş vuruyor. Kahverengilerin
arasında bakır rengi pırıltılar… Konağın sürmeli camının yanındaki
saç levhalar güneşten kızmış. İçerisi serin. Dünya tutuşsa bile bu
konakta üşüyebilirmişim gibi geliyor. Ayaklarımdaki sandaletler,
konağın zeminindeki tahtalarda küçük tıkırtılar çıkarıyor. Dantel
perdeyi iyice kaldırıp bahçeye bakıyorum. Ömrüm, bahçedeki
ağaca konmuş bir kumrunun sıkıcı öğleden sonraları hatırlatan
şarkısında dondu kaldı. Geçmişin hayaletleri kaç çay içtiler o
gölgede dinlenirken? Kaç karanfilli çay, kaç limonata?..
Eskiden kıymetli çiçeklerin ekildiği tarhlar bozulmuş. Yıllara
meydan okuyan arsız tohumlu birkaç çiçek var sadece. Taşlık
denilen avlunun gri taşları parıldıyor yukarıdan. Çocukken
kızgın taşlara çıplak ayağımı değdirip ne kadar tutabileceğimi
denerdim, aynısını yapmak isteğiyle merdivenlere seyirtiyorum.
Zemindeki tıkırtılar, merdivenleri inerken patırtıya dönüşüyor.
Bu ev, bu koşuşturmaca için fazla ağırbaşlı. Sanki içinde büyüyen
çocuklar bile yaramazlık yapmazmış gibi geliyor. Kim bilir,
bu merdivenlerde koşuşturan kaç veledin ceza aldığını ya da
basamaklardan hangisinde salçalı ekmeğini kemirdiğini?
Dr. Rıfat OSMAN Deseni
Mutfaktan, evin zemin katındaki geniş salona geçiyorum.
Muhtemelen yemek burada yeniyordu. Kalabalık ev halkının
toplanınca çıkardığı telaşlı ama mutlu gürültüyü duyuyorum.
Sokağa bakan geniş pencerenin önünden bir at arabası geçiyor
sanki. Pencereler aydınlığıyla beni yanına çağırıyor. Baktığım
dünya çirkin apartman siluetleriyle sislerin arasında kayboluyor.
Bir oduncu eşeği geçiyor dar sokaktan. Mevsim kışa dönüyor. Bir
yük odun almalı. Oda ocağını yakmalı. Titreyen kandil ışığında
masallar anlatmalı…
Dr. Rıfat OSMAN Deseni
Avludaki koca ağacın gölgesinde kendimi minicik
hissediyorum. Ev ve ağaç… Ağaç ve ev... Aynı renkte olduklarını
bile söyleyebilirim. Birbirine sarılmış iki sevgili... Edirne’deki
eski konakların hepsinde ağaç var. Olmazsa olmaz gibi. Çatı,
insanları dışarıda bıraktığı her şeyden korurken ağaç gölgesi için
de benzer bir şey söyleyebiliriz. Gölge, güvenli bir alan gibi hele
ki bu yakıcı sıcakta... Yüksek duvarların da gölgesi vuruyor avluya,
serinliği yok. Sarmaşıklar bahçeden başlayıp dışarı dökülüyorlar
avlu duvarından. Hanımelinin bayıltıcı rahiyası gelip geçenlerin
başını kaldırtıp baktıracak cinsten. Mutfak girişinden içeri
giriyorum. Duvarların içi raf gibi oyulmuş. Bir zamanlar koca koca
tencerelerin kapladıkları yerler şimdi bomboş. Tuğladan örülmüş
koca bir ocak var yan tarafta. Öğlen yemeği telaşında kadınları
görür gibi oluyorum. Mutfağın içi kuru fasulye ve kapama
kokusuyla doluyor. Soğan dizileri sarkıyor geçmişin tavanından.
Mutfağa bağlı küçük bir kiler var. Mevsimine göre yağ küpleri,
pekmez küpleri, turşu küpleri, un çuvalları, baklagiller… Üzüm
salkımlarının asıldığı çengeller... Görünmez salkımların tanelerini
çocukluğumdan hatırladığım şekerli tadıyla ağzıma atıyorum.
Pekmez küpleri olsaydı hiç utanmadan parmaklardım. Bu kilere
gizlice giren çocuklar peydah oluyor zihnimde. Bal küpü nerede
acaba?
* Dr. Rıfat Osman, “Lady Montagu’ya Göre Edirne Evleri ve
Kasırları”, s.1-5, İstanbul, 1983.
**A.g.e, Giriş.
27
Fotoğraf / Hazal ŞENGÜL EVCİMEN
E
D
N
İ
R
H
E
N
Ç
İ
MER
KAYBOLAN TAŞIMACILIK
VE TİCARET
İsmail KASAPOĞLU
Edirne Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni
1361’den İstanbul’un fethine (1453)
kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti
olan Edirne, pek çok ulusu bünyesinde
barındıran önemli bir ticaret merkeziydi.
Gerek coğrafî konumu ve gerekse siyasî
konumu sayesinde Edirne, Osmanlı
Devleti’nin en önemli şehirlerinden
biriydi. Bu konumu sayesinde Osmanlı
ekonomisinde vazgeçilmez bir yeri vardı.
Başkent ve saray İstanbul’a taşındıktan
sonra dahi bu önemini korumayı
başarmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa
topraklarındaki ticaret yolları, İstanbul
ve Gelibolu’dan başlayarak Edirne’de
birleşirdi. Ticaret merkezlerinde kurulan
gümrükler, Osmanlı Devleti’nin önemli
gelir kaynaklarıydı.
28
Dolayısıyla Edirne Gümrüğü de
Osmanlı hazinesine büyük bir katkı
sağlamaktaydı. Osmanlı Devleti’nin
ticarî antlaşma yaptığı hemen hemen
bütün devletlerle Edirne arasında ticaret
yapılmaktaydı. Bunun yanı sıra Edirne
Gümrüğü iç ticarette de önemli bir yere
sahipti.
Edirne tüccarları ise yerli ve yabancı
olarak yine iki sınıftan oluşmaktaydı. Yerli
tüccarlar, Müslim ve gayrimüslimlerden
oluşuyordu. İthalat daha çok yerli tüccar
tarafından yapılırken ihracatı yapanlar
yabancı tüccarlardı. Yabancı tüccarlar
arasında birinci sırayı Fransızlar alırken
Avusturyalı, Rus ve Ragusalı (İtalyan)
tüccarların Edirne ile sıkı bir ticaret ilişkisi
bulunmaktaydı.
Edirne, Anadolu ile Balkanlar-Avrupa
ve Akdeniz arasında önemli ticaret
yollarının kavşağında bulunuyordu.
Sahip olduğu kara yolları ağı sayesinde
Avrupa’nın pek çok yerinden ticaret
ürünleri ülkeye gelmekteydi. Ayıca
Osmanlı topraklarında üretilen her
türlü ticarî eşya Edirne vasıtasıyla ihraç
edilmekteydi.
Edirne, İstanbul’a yakın olması
itibariyle her konuda olduğu gibi
ticarette de İstanbul ile sıkı ilişkiler içinde
bulunuyordu. İstanbul’un ihtiyacı olan un,
bulgur, nohut, mercimek ve soğan gibi
çeşitli tarım ürünlerinin temini konusunda
Edirne’ye sürekli ihtiyaç duyulmuştu.
Ayrıca bu ticaretin aksamaması için
yerel yöneticiler sık sık uyarılmıştı.
Edirne’nin ticaret yaptığı bölgelerden
biri olan Tekirdağ ve İzmir’e Enez (İnöz)
üzerinden ulaşılabiliyordu. Böylece
Edirne’den Meriç Nehri yoluyla Ege’ye
ulaşan ticari mallar Akdeniz ticaretine
dahil ediliyordu. Bununla beraber
Edirne’den Gelibolu’ya da arpa ticareti
yapılıyordu.
Meriç Nehri nakliyatı eski
çağlardan itibaren gelişmiş olmakla
beraber Aydınoğulları zamanında
14. yüzyılda savaş gemilerinin naklinde
de kullanılmıştır. Osmanlı döneminde
ise Meriç üzerindeki gemi taşımacılığı ve
ticareti teşvik edilmiştir. Dimetoka’nın
nehre sınırı olan köyleri, Meriç üzerinden
gemicilik yapabilmek maksadıyla
Yıldırım Bayezid’den “ahkâm-ı şerif”
(izin) almışlardı. Bu hizmetlerine karşılık
Avarız vergisinden muaf tutuldukları
gibi Yıldırım Bayezid Vakfı’na da katkıda
bulunmuşlardır. Meriç Nehri ticareti
gelişmiş olmasına rağmen bazı merkezlere
ulaşım oldukça zor gerçekleşiyordu.
Mesela Sofya, Yenice, Filibe birer büyük
ticaret merkezleri oldukları halde buralara
nehir yoluyla her zaman sağlıklı sevkiyat
yapılamıyordu. Çünkü Meriç’in diğer
nehirlerle kavşak noktasından başlayarak
Belgrat’a kadar uzanan bölümünün gemi
trafiğine pek uygun olmadığını görüyoruz.
Buna karşılık nehrin Filibe taraflarından
başlayarak Enez Limanı’nda denize
ulaşan kısmında nakliyatın ve ticaretin
devletin de teşvikiyle çok hareketli olduğu
görülmektedir.
16 ve 17. yüzyıllarda ticarî amaçlı
kullanılan Meriç Nehir ticareti 19.
yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir.
Bu tarihlerde 300 kadar küçük çaptaki
gemi Enez Limanı’ndan Meriç üzerinden
Edirne’ye kadar ulaşabiliyor, aynı zamanda
Trakya’nın tahıl ürünleri Edirne’den
Enez’e kadar Meriç yolu vasıtasıyla,
Enez’den sonra İstanbul’a kadar deniz
yolu ile taşınıyordu. Bununla beraber
Meriç yolu kaçakçılık ve suiistimallerin
sıkça görüldüğü bir güzergâhtı. Edirne
şer’iye sicillerine göre 1745’te Balkanların
çeşitli şehirlerinden toplanan buğday
ve arpa karadan arabalar ile Edirne’ye
naklediliyordu. Buralardaki ambarlarda
toplanan buğday, arpa ve her çeşit
hububat Enez Limanı’ndan,
Meriç nehir yolu ile Tekfur Dağı (Tekirdağ)
İskelesi’ne nakledilirken yerli tüccarın
bazıları nakledilmesi gereken hububatı
kanuna aykırı olarak Akdeniz tüccarı tabir
edilen yabancı tüccarlara satmaktaydı.
Oysa adı geçen tarihte Edirne mollasına,
bostancı başına ve kethüda yerlerine
gönderilen emirde bu gibi durumlara
kesinlikle izin verilmemesi, Tekfur Dağı
(Tekirdağ) Limanı’na nakledilen zahirelerin
herhangi bir kaçakçılığa ve kanunsuzluğa
izin verilmeden İstanbul’a ulaştırılması
isteniyordu. Çünkü Edirne ve çevresi
İstanbul’un iaşesi bakımından oldukça
önemli bir konumdaydı. Örneğin 1758
senesinde Trakya bölgesinden Tekfur Dağı
(Tekirdağ) İskelesi aracılığıyla İstanbul’a
nakledilen hububatın 1.800.000 İstanbul
kilesi olduğu tahmin edilmektedir. Bu
nedenle de Trakya ve civarı için İstanbul’un
kileri tabiri kullanılmaktaydı. 19. yüzyılda
bu yolun, ticarî taşımacılıkta kullanıldığını
Edirne Salnameleri’ndeki kayıtlarda da
görmekteyiz. Öyle ki imparatorluğun
diğer bölgelerindeki nehirlerde olduğu
gibi Meriç Nehri’nde de ticaret eşyası,
zahire ve harp malzemesi taşınmasına
öncelik verilmekteydi. 18. yüzyılın ikinci
yarısında da Meriç Nehri’nde bu çeşit
malların taşınmasının büyük bir yer
tuttuğu görülmektedir. Başta pirinç olmak
üzere Avrupa ve diğer bölgelere gidecek
olan her çeşit zahire, Meriç’ten sallarla
Enez’e nakledilirdi. Rumeli eyaletinin kaza
merkezlerinden biri olan Enez Limanı, Ege
Denizi’ni Doğu Trakya’nın iç kısmına, Meriç
bölgesini de Balkan Yarımadası’nın batı
kısmına bağlayan yolu kontrol eden bir
limandı. Asırlar boyunca Doğu Trakya’nın
en önemli liman şehri olan Enez, coğrafi
bakımdan Meriç Nehri yoluyla Karadeniz’e
kadar uzanan bölge ticaretine hakim
bulunuyordu. Özellikle eski çağlarda
Doğu Trakya’nın en büyük liman kenti
olan Enez, bu özelliğini Meriç Nehri’ne
borçluydu. Enez, Edirne’den ihraç edilen
malların en sık uğradığı ticaret merkeziydi.
Gemiler mevsimine göre Enez’e iki ile
beş günde ulaşıyordu. Enez iskelesinde
yerli gemilerden başka gemilerin gelip
beklemeleri yasak olduğu gibi bu limana
yabancı ticaret gemilerinin temmuz,
ağustos, eylül ayları dışında uğramaları
yasaktı.
16. yüzyılın başlarında Meriç Köprüsü
yanında iskelebaşı denilen yerde bir
gümrük merkezi bulunuyordu. Enez’den,
Lefke denilen 1000 kilelik küçük gemilerle
Sakız ve diğer adalardan gelen büyük
kayıklar, Ege Bölgesi’nde yetişen limon
ve portakalı hatta Mısır’dan getirilen
ticarî eşyaları Meriç Nehri’nden Edirne’ye
taşımaktaydı. Edirne yerli ürünleri olan
süpürge, cild-i camus, kaşkaval peyniri,
börülce, ceviz, balık, çeşitli kürk, yağ ve
dokumalar, Dimetoka çanakları, aba,
şal-ı Efrenç, alaca-i Manisa gibi diğer
şehirlerden bu iskeleye nakledilen ürünler
mevcuttur. Ayrıca bu iskeleye Meriç yolu
vasıtasıyla Filibe’den sallar ile pirinç gelir,
buradan Enez İskelesi’ne kadar taşınırdı.
Enez Limanı, Ege adaları ile Trakya
arasındaki ticarette de önemli bir değişim
merkeziydi. Ayrıca Enez ile milletler arası
ticaretin en aktif limanlarından birisi olan
İzmir arasında büyük bir ticaret hacmi
bulunmaktaydı. Enez Limanı’nın bu kadar
önem kazanmasında, nehirde seyreden
gemiler için güvenilir bir liman olmasının
rolü büyüktür.
Gelibolu ve Karaağaç Limanları;
Gelibolu limanı, Edirne’den Avrupa’ya
ihraç edilecek ürünler için önemli bir
bağlantı noktasında bulunuyordu.
Gelibolu’dan Meriç yoluyla Edirne’ye
getirilen ticarî eşyalar buradan kara
yoluyla Rumeli’nin pek çok şehrine kadar
ulaştırılıyordu. Edirne ticaretinde küçük
de olsa payı olan bir diğer iskele, Karaağaç
İskelesi’ydi. 18. yüzyılın ikinci yarısında
1796 yılında Karaağaç İskelesi’nden
miktarı kesin olarak bilinmemekle beraber
ticaret yapılmakta ve burada bir gümrük
merkezi bulunmaktaydı. Ancak zamanla
Edirne İskelesi’nin önemi azalmış, Meriç
Nehri ticareti durma noktasına gelmiş, 19.
yüzyıldan sonra Osmanlı idarecileri büyük
iskeleler dışında kalan Enez Limanı’nın
kapatılmasını dahi istemişlerdir. Hububat
kaçakçılığının önlenmesi için kontrollerin
Çanakkale İskelesi’nden yapılması, Meriç
Nehri’nin sık sık taşması ve Filibe’den
Edirne ve Rodoscuk’a (Tekirdağ’ın
1358’den sonraki ismi) kadar giden kara
ticaret yolunun daha kısa olması da bu
kararda etkili olmuştur.
KAYNAKÇA:
ERSOY HACISALİHOĞLU Neriman, “19. Yüzyıl
Ticaretinde Meriç Nehri’nin Önemi”, İstanbul 2014
İNALCIK Halil, “Edirne’nin Fethi”, Edirne’nin Fethi
600. Yılı Armağan Kitabı, Ankara 1965
KIVRAK Güler, “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Edirne
Gümrükleri”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yay. İstanbul 1989
SEZGİN İbrahim, “17 ve 18. Yüzyıllarda Meriç
Nehri’nde Taşımacılık”, Edirne 2015
ŞAHİN Reyhan, “Edirne Gümrüklerine Göre XVIII.
Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’de Ticari Hayat”,
Edirne 2006
29
30
Fotoğraf / Levet TOSUN
N
A
R
H
İ
M
MİHRAN
M
I
N
A
H
HANIM
I
Ğ
A
N
O
K
KONAĞI
Ecem GÜNAY
Edirne Lisesi Öğrencisi
Kaç plak eskidi acaba orada? Mihran Hanım, kaç kez hüzünlendi çalan şarkılardan kim bilir?
Belki de bir akşam yemeği sonrası eşiyle dans etmişlerdir gramofonun hüzünlü sesiyle.
Buram buram tarih kokan güzel
Edirne’m... İki bin yıllık bir tarih Roma/
Bizans ve Osmanlı’ya tanıklık etmiş bir
kent. “Geçmişini bilmeyenin geleceği de
olmaz.” derler. Peki, geçmişimizi ne kadar
biliyoruz ki? Geçtiğimiz sokaklardaki saklı
hazinelerin kaçının farkındayız?
Aylardan kasım, yağmurlu bir gün.
Kaleiçi sokaklarında yürüyor bedenim…
Yağmur, uzaklardan toprak kokusunu
getiriyor. Tarih kokuyor her yer. Aklıma
1905’teki yangın geliyor. Yangında şehrin
büyük bir bölümü yok olmuş.
Fakat her yerde kalıntılar var ve bunlar
benim için yeterli. O kalıntılarla o döneme
yolculuk yapıyorum. Belediye Başkanı
Dilaver Bey döneminde semt yeniden
imar edilmiş ama hâlâ hüznü ve yarası ilk
günkü gibi. Sırayla selamlaşıyorum semtin
sultanlarıyla. Dar sokaklarda yaşayan
koca yürekli sultanların yaşamlarına şahit
oluyorum.
Sonra bedenim birden duraksıyor.
Ruhumu bir yerde bıraktığımı fark
ediyorum. Selam verip ilerleyemiyorum.
Aniden gözlerim doluyor. Sultanın
güzelliğinden mi yoksa hüznünden mi
bilemiyorum. Kendisiyle tanışmam
gerekiyor. Yavaşça merdivenlerden çıkıp
kapıyı çalıyorum. Görevlinin beni içeri
davet etmesi ve yüzüme çarpan ahşap
kokusuyla ben yüz yıl öncesine gidiyorum.
Üç katlı, çift merdivenli, bahçeli bu konak
“Mihran Hanım Konağı” beni benden
alıyor. Hemen dikkatimi çeken girişteki
camlı büfenin üstünde duran gramofon
oluyor. Kaç plak eskidi acaba orada?
Mihran Hanım, kaç kez hüzünlendi çalan
şarkılardan kim bilir?
Belki de bir akşam yemeği sonrası
eşiyle dans etmişlerdir gramofonun
hüzünlü sesiyle.
Az ilerideki merdivenler... Her bir
basamağında farklı bir telaş gizli. Üst
kattan kahkaha sesleri geliyor. Aşağıdan
gelen yemek kokusu, yan odadan gelen
bebek sesi, kanepenin üstünde duran
danteller...
Görevlinin seslenmesiyle irkiliyorum.
Konağın ilk sahibi Edirne’de hekimlik
yapan Doktor Vasil Mayısyan’mış?
Dr. Mayısyan, konağı hem konut
hem de muayenehane olarak kullanmış.
Anlayacağınız bu konak birçok hastanın
derdine derman olmuş. Binanın 1938
tarihli ilk tapu kaydı ise eşi Mihran Mayrik
Mayısyan’a aitmiş. Mihran Hanım, uzun
yıllar bu konakta yaşamış; birçok güzel
güne, birçok derde ortaklık etmiş. Mihran
Hanım ölünce konak, kızı Nergis (Virjin)
Hanım’a devrolmuş. Nergis Hanım’ın
vefatından sonra bu yapı hazineye
geçerek uzun yıllar konut ve lojman olarak
kullanılmış.
Konak, 1905 yılında Defterdarlık
binasının arsası karşılığında Şaban
Cevahir’e takas olarak verilmiş. Kaç
ölümün yasını tutmuş, ne badireler
atlatmış bu konak. 2004 yılında yıkılmak
üzereyken Celal Acar tarafından satın
alınarak aslına uygun şekilde restore
edilmiş. Yüz on yıllık bir hazine olan
bu konak, bugün butik otel olarak
kullanılmakta.
Acılar, olgunlaştırır her şeyi; olgunluk,
güzellik katar her şeye bu konakta olduğu
gibi... Bu gizli hazineyi bir gün sizin de
keşfetmeniz dileğiyle...
31
ŞEHİT RESSAM HASAN RIZA
Rasime KAPLAN
Kırkpınar Ağası Alper Yazoğlu Ortaokulu Müdür Yardımcısı
I
N
F
A
E
T
T
S
İ
H
E
D
FETİH
TANI
FET DESTANI
Yüzyıllar öncesinden müjdelenen insandı o,
Peygamber’in komutanı Türk’ün ak yüzüydü o.
Şahi toplar döküldü, kılıçlar bilendi.
Türk’ün Allahu Ekber sesi Rumeli’de inledi.
Gençti, akıllıydı, dünya onun için dar;
Keskindi kılıcı, dehası bir o kadar.
Zorluydu savaş, düşman vermedi aman,
Gemiler indi Haliç’e, yüzdürülüp karadan.
Ya o İstanbul’u ya İstanbul onu alacaktı,
Zira söz ağızdan bir kere çıkardı.
Girip Konstantine’ye, yıkıp demirden suru,
Bir zafer şarkısıyla aldık İstanbul’u
Dağ yüksek de olsa yol üstünden aşardı,
Aklın dizginsiz gücü, her engeli aşardı.
29 Mayıs sabahı geldi beklenen muştu,
Destanlaştı hakikat, bir rüya gerçek oldu.
Büyümeliydi İmparatorluk, uzanmalıydı Avrupa’ya,
Hükmetmeliydi Osmanlı adaletiyle üç kıt’aya.
Birleşti Anadolu’nun iki yakası fetihle,
Çınladı Türk adı tarih sahnesinde Fatih’le.
İslam’ın nurlu yüzü, ışıtmalıydı dünyayı,
Kırılmalıydı Batı’nın pas tutmuş haçı.
Kapandı Orta Çağ’ı karanlık Avrupa’nın
Yeni başlangıçlara yandı ışığı tüm cihanın.
Bir hazırlıktır başladı, o gün başşehirde,
Edirne şahit oldu bu muhteşem gidişe.
Şimdi biz ecdadıyla övünen gençleriz,
Tarihe imza atan bir devrin nesliyiz.
32
BİR SEVDADIR
EDİRNE
Anadolu’dan Balkanlara tarih yolu
Göçler, acılar, özlemler dolu
Kültürler beşiği Edirne’m
Bir uçtan bir uca uzanır köprülerin
Bir ayağı Osmanlı, bir ayağı Türkiye’m
Gönül alır medreseleri,
Kilisesi, çeşmeleri, sebilleri
Âlimler, veliler, ozanlar şehri
Edirne, gönüllerde yatan tarih
Senin suyundan içmiş
Peygamberimizin kutladığı komutan
Topraklarında can vermiş
Yedi düvelde at gezdiren hanedan
Tatlı bir kokudur her köşen
Asırlardan armağan
Şanlı bir tarihin emaresi
Yüksek minareli Selimiye’si
Burası Muradiye, burası Arasta
Bu çarşıya ad vermiş Ali Paşa
Bursa’nın oğlu, İstanbul’un babası
Yiğit toprağına düşmüş Şükrü Paşa
Edirne, yiğit pehlivanların
Güreş tuttuğu çayırdır
Edirne, vatana hasret kalanların
Kavuştuğu kapıdır
Hilal Asya ARSLAN / Edirne GSL Öğrencisi
Olcay ÖZBİLGE
Ferah Ortaokulu Türkçe Öğretmeni
33
Çağrı CENGİZOĞLU / Edirne GSL Öğrencisi
HİÇ
Meltem Ayşe KADER
Edirne Alper Yazoğlu Ortaokulu Türkçe Öğretmeni
34
Ellerim, gözlerim ve buruk gülümsememle
üç nokta gibi kalakalmıştım. Tüm üç noktalar gibi
yarım kalmış bir hikâyeye tekabül ediyordu.
Ya dillenmeli ya demlenmeliydi.
Üniversitedeydik. Bakışlarımız gibi ideallerimiz de ürkekti. Gül
kokan dostlarımız vardı. Bir de yaseminden aşklarımız… Bir taşra
kentinin cesur yürekleriydik. Kendimizi de şehrimizi de aşkımızı
da biz özgürleştirebilirdik. Kafesimiz yoktu.
Gördüğüm en güzel gözlere sahip adamı ilk o zaman tanıdım.
Kirpikleri göz kapaklarına özenle yerleştirilmiş gibiydi. İnsanların
gözlerine bakarak konuşmak hep zor gelmiştir. Onun kirpiklerine
takılı kalmıştı bakışlarım. Yüzündeki her ayrıntı ayrı cezbediciydi.
Günaha son çağrı gibiydi yüzündeki tuhaf ışıltı. Kendimi onu
keşfederken yakaladığımda artık çok geçti. Fark edilmiştim.
“Aynı sınıftayız değil mi?”
Bu kadar hazırlıksız yakalanacağımı tahmin etmeliydim.
Yanaklarım kızarmadan nasıl cevap vereceğimi düşünürken uzun
bir süre geçmiş olmalı ki soruyu yineledi:
“Ben sizi gördüm sanki az önceki derste?”
“Evet, aynı sınıftayız.”
Soran bakışlarını yüzüme kilitlemişti. Belli belirsiz
gülümsemesi, bir erkek için kalın sayılabilecek dudağının
kenarına yerleşmişti.
Tenimin hangi rengi aldığını kestirmem zordu. Zira her üç
saniyede bir renk değiştiriyordum. Toyluğumu böylesi belli
edecek yaşı geçmiştim ama aşk biyolojiyi sınıfta bırakacak kadar
güçlü bir duyguydu. Galiba ben ilk görüşte aşk kervanına dahil
olmuştum. Gerçi daha aşkın ne olduğunu bilmeyen biri için bu
kadar iddia ağır gelebilirdi. Geldi de…
Sınıfın içerisinde en bilgili kişiydi. Daha ilk derslerde belli
etmişti kendini. Hangi hocayla tartışmaya girse galip geliyordu.
Yaşı bizden büyük gibiydi. İri cüsseliydi hem. Yaşından da büyük
gösteriyordu. Kılık kıyafeti de genç bir üniversite öğrenci gibi
değildi. Onu arkadan gören semtimizin Hilmi amcası sanırdı.
Oldukça bol bir pantolon, uzun kollu ama kolları dirseğe
kadar kıvrılmış bir gömlek, babama bile yakıştıramayacağım
ayakkabılarla emekli bir maarif müfettişini andırıyordu. Ama
yüzünü döndüğünde hafif bir titreme yayılıyordu vücuduma. Beni
hazırlıksız yakalayan iç çekişlerimi saymıyorum bile. Avuçlarımda
sızlayan ter damlacıkları. Leon filmindeki replik geçiyordu göz
altlarımdan: “Karnımda. Sıcacık. Daha önce hep bir yumru
olurdu. Ama artık geçti.”
Ondan çok etkilendiğimi kendime bile itiraf edemiyordum.
Çok gençtim. İlkokul yıllarında kırmızı kurdeleyi ilk ben aldığım
için aşık olabileceğim erkek yoktu. Ortaokulda erkeklerin aptal
olduğunu düşünmeye başlamıştım. Liseyi zaten kız lisesinde
okumuştum. Yani aşk ve erkekler konusunda hazırlık sınıfında
bile değildim.
Bir gün hadi dersi kıralım fikri geldi arkadaşlardan. O
bile benim için ilkti ama uydum cemaate. Gide gide okulun
karşısındaki kafe görünümlü pastaneye gittik.
Kızlarla oturduk masalardan birine. Pencereden dışarıyı
seyrediyordum. İnsanların hep acelesi vardı. Herkes bir yerlere
koşturuyordu. Kızlardan biri az önce okuldan çıkarken aceleyle
bağladığı başörtüsünü düzeltmeye çalışıyordu. Yüzü yerde,
bakışları da donuktu. Çok üzüldüm bir an. İki gün önce sınıfta
olan hadise aklıma geldi. “Kılığın beni rahatsız ediyor!” deyip tek
başörtülü arkadaşımızı sınıftan atmaya kalkmıştı hocalardan biri.
Bizim maarif müfettişi kılıklı arkadaşımız da haykırarak hocaya
posta koymuştu: “Rahatsızsan sen çık hoca!” diye. O davranışı
da benim gözümde daha bir yücelmesine yetmişti. Oldum olası
severim muhalif insanları. Haksızlığa karşı susmaması, benim
kahramanım olmasına yetmişti.
Ben bunları düşünürken pat diye gelip karşıma oturdu. Zaten
beni hazırlıksız yakalama konusunda üzerine yoktu. Aşk hazırlıksız
yakalanmaktır ya…
“Sen de mi dersi ektin?”
Beni küçümsediğini düşündüm bir an. Engel olamadığım bir
alınganlıkla:
“Olamaz mı?” dedim.
Sesim, mikrofonu eline alınca ezberlediği şiiri unutup
hıçkıran bir kızınkinden farksızdı. Heyecan mı kızgınlık mı olduğu
anlaşılmayan bir tınıyla savunmama devam ettim.
“Çok sıkıcıydı ders. Ben de bugünlük kendime izin verdim.”
“Hı hı! Haklısın.”
Konuşma burada bitti diye derin bir nefes alacakken devam
etti:
“Güzel bir memleketin var. Tarihi bu kadar kucaklayabilmiş bir
kentte doğmak seni gururlandırıyor değil mi?”
Cümleleri böyle özenle seçmesi sinir bozucuydu. Karşısına
çıkarken birkaç tarih kitabı, edebiyat dergisi ya da şehrimin
tanıtım broşürünü karıştırmak gerekliydi. Her cümlesi çok yönlü
birikimini ele veriyordu.
“Evet, seviyorum şehrimi.”
“Buradaki tüm tarihî eserleri bilir misin? En azından
merkezdekileri…”
Biz böyle konuşurken masadaki kızlar bizi izliyorlardı.
Boğazlarından çay değil de ben geçiyordum sanki. Hem beni hem
çayı sindirmenin zevki yüzlerinden okunuyordu. Anlamazlıktan
gelerek devam ettim.
“Bilirim çoğunu.”
Heyecanımı kontrol edebildiğime seviniyordum bir yandan.
İlk karşılaşmamızdaki o anı da unutması için dua ediyordum.
“O zaman beni de gezdir. Madem ev sahibesi sensin…”
Bu cümleyi söylerken öyle bir bakmıştı ki bana nefesimi
aldıktan sonra vermeyi unuttum. Demek nereli olduğumu bilecek
kadar dikkatini çekmiştim. Bu, bir işaret diye düşündüm.
35
“Olur, tabii…” dedim. Bir yandan da evdekileri
düşünüyordum. Beni bir erkekle sokaklarda dolanırken görseler
işitmediğim laf kalmaz, üniversite hayatım bile bitebilirdi. Ama
aşk için her şeye değerdi. Ben şaşkın aşıktım ama karşımdakinin
benimle ilgili hislerinden haberim yoktu. Belki de eğleniyordu
ama umurumda değildi.
Kızların beni bir yere sıkıştırıp soru yağmuruna tutmalarına
aldırmadım. Zaten cevap da alamayınca her biri sırayla kıkırdayıp
gittiler.
Simge KAYALI / Edirne GSL Öğrencisi
Ertesi gün okuldan sonra buluşmak için sözleştik. O
gece uyuyamadım. Gözlerimi her kapadığımda gözlerinde
aksimi görüyordum. Yarı yeşil, yarı kehribar bir ben, onun
gözbebeklerindeydi. O bendim. Sabahı zor ettim. O gün bir türlü
sevemediğim Orta Türkçe dersimiz vardı. Dersi dinlemedim bile.
36
Hep ön sıralara otururdu. Onu göz hapsine almaktan
kurtarmak için tam köşeye oturdum. Beni göremiyordu. Ama
durmadan ensesini kaşır gibi yapıp arkaya dönmesi gözümden
kaçmadı. Tahammül sınırlarımızı zorlayan bir blok ders sonrası
çıktık sınıftan. Göz kırptı, hemen geleceğini söyledi. Bahçeye çıkıp
onu beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra geldi. Elleri ıslaktı.
Açıklama gereği duydu.
Bu düşünceler zihnimde geçit resmi yaparken bacağımın
uyuştuğunu hissettim. Diğer bacağımla değiştirmeye yeltendim.
Fakat sakarlığım tuttu. İstemeden bir tekme yerleştirdim
karşımdaki delikanlıya. Çok utandım. Eğilip silkelemeye de yüzüm
yoktu.
“Abdest aldım da... Malum camiye gireceğiz. Sünnettir
camide iki rekat namaz kılmak…”
Kimsede görmediğim o içten gülümsemesiyle:
“Olsun ziyanı yok. Hâk-i pâyinizle pantolonumuz şereflendi,
fena mı?” dedi.
Beni deniyordu. Birkaç defa okulun karşısındaki
müştemilattan bozma mescide girerken görmüştü beni. Merak
ediyordu.
Ailem lisede İmam Hatip’e gitmeme izin vermemişti.
Kendimce ibadetlerimi yerine getiriyor olmaktan huzurluydum
ama keşke layıkıyla öğrenebilseydim dinimi diye hayıflanırdım.
Bu hissimi onunla paylaşmaktan kaçındım. Bana bir şeyler
öğretmeye teşne gibiydi. Bu beni oldukça huzursuz etti.
Geçiştirdim:
“Evet. Kılarız.”
Gözlerinde bir ışık parıldadı ve söndü. Sanırım beni
ve inançlarımı irdelemeyi ileriki bir tarihe ertelemişti. Ne
düşündüğünü kestirmek zor değildi. Aklından geçenlerin
okunacağı kadar berrak bir yüzü vardı çünkü. Bir Balkan şehrinde
yaşayıp bu kültürün izlerini taşıyan biri olarak dine yönelişim
oldukça zor bir dönemeci geçmek gibiydi. Ne tam Avrupalıydım
ne de katıksız Müslüman. Ama şehrin uhrevi havasını teneffüs
etmek her zaman bana iyi gelmişti. Hele de yanımda içinin
nuru yüzüne aksetmiş biriyle aynı şehrin havasını solumak paha
biçilmezdi. Az önce yaşadığım tedirginliği üzerimden atmıştım.
Birlikte bütün camileri gezdik. O da benim gibi fotoğraf
çektirmeyi sevmediğinden aramızda anlaşmazlık çıkmadı. Tüm
camilerin kitabelerini okumaya çalıştık. Minberlerin malzemesi
üzerine konuştuk. Yapım tarihlerini hatırlamak için zihnimizi
zorladık. Bana uzun uzun selatin camilerinin özelliklerini anlattı.
Eski Cami’nin tarihçesini benden daha iyi biliyordu. Caminin
iç ve dış duvarlarında hatları okuyup bana tercüme ediyordu.
Hayranlığım her an biraz daha artıyordu ama kalbimin atış
hızını kontrol altına alabilmiştim artık. Şehrimi ilk defa bu kadar
çok seviyordum sayesinde. İlk defa bu şehre ait olduğumu
düşünmüştüm. O gözlerimdeki satır aralarını okumaya
çalışıyordu fakat nafile. Hazırlık sınıfını çabuk geçmiştim. Kendimi
tebrik ediyordum usul usul.
Yorulduğumuzu anlayınca yolun karşısındaki parka oturmayı
teklif etti. Epey yorulmuştuk. Biraz nefeslenmek iyi gelecekti.
Caddeye bakan masalardan birine oturduk. Ben gözlerimi yine
etrafta koşuşturan insanlara dikmiştim. Gözlerimi ne kadar
kaçırsam o kadar kârdı. Çünkü o gözlere bakarken hem kendimi
hiç bilmediğim kadar güçlü hem de zayıf hissedebiliyordum.
Bu gelgitler yüzüme yansıyordu. Birilerinin içimden geçenleri
okumasını çocukluğumdan beri sevmezdim. Açık mektup gibi
gözlere sahip olmak benim için bir dezavantajdı.
“Özür dilerim. Yorgunluktan olsa gerek.”
Ömrümün ilk yarısında duymadığım ömrümün diğer yarısında
da duyamayacağım kadar güzel bir cümleydi. Ayağının değdiği
toprakla pantolonum şereflendi mi diyordu o? O anı dondurup
duvarıma asmak istedim. İçimdeki kuşların telaşını henüz
bastırmıştım ki:
“Hadi Darülhadis’e de gidelim. Bahçesi de güzelmiş. Çok
oluyorum değil mi?” diyerek gülümsedi.
Son kuşun kanat çırpışı dudaklarımdan döküldü:
“Yeterince çoksun zaten…”
Bu cılız itirafımı duydu mu bilmiyorum. Biz o günden
sonra birlikte hiçbir yere gitmedik. Birbirimizle uzun uzun hiç
görüşmedik. Çoğu gün neredeyse hiç karşılaşmadık. Bazen sınıfın
kapısında görüp “N’aber?” diye sorunca “Hiç!” diye verirdim.
Ne diyeceğini bilememenin sancısı… Bazen arkadaşları -belki de
onun yönlendirmesiyle- evleneceği kız profilini bana çıtlatıyordu.
Ben de geri kafalılığına verip veriştiriyordum.
Okulun son günleriydi. Her zaman gittiğimiz kafede cam
kenarına oturmuştum. Adetim olduğu üzere sokağın ritmini
izliyordum. Kapıdan girdiğini gördüm. Bir elini arkasına gizlemişti.
Gömleğini düzeltir gibiydi sanki. Selam verdi. Usulca yanıma
oturdu. Elindeki kitabı ön kapağı masaya değecek şekilde
koydu. Köpüksüz bir kahve söyledi. “İyice kaynatın!” demeyi
ihmal etmedi. Beklerken masaya koyduğu kitabın sayfalarını
karıştırıyordu. Bir yandan da hal hatır soruyordu. Kitabın
sayfalarının arasından bir kart çıkardı. Yeşil ebru fon üzerine
hat sanatıyla “hiç” yazılmış bir karttı bu. Arkasına sakladığı elini
masaya koydu nihayet. Parmaklarının arasına sıkışmış bir erguvan
çiçeği vardı.
“Bunlar senin…”
İçimde kopan fırtınaları dindirip gözlerine son defa baktım.
Bir zaman sonra en yakın arkadaşımla evlendiğini öğrenince
memleketimi, ailemi, yuvamı terk etmeme sebep olacak adam
olduğunu nereden bilebilirdim?
Şimdi elimde üzerinde “hiç” yazan bir kart ve kurumuş
erguvan çiçeğiyle şehrin ortasında yapayalnızdım. Kuşlara da
camilere de erguvan ağaçlarına da yabancıydım. Ellerim, gözlerim
ve buruk gülümsememle üç nokta gibi kalakalmıştım. Tüm üç
noktalar gibi yarım kalmış bir hikâyeye tekabül ediyordu. Ya
dillenmeli ya demlenmeliydi.
37
E
N
R
İ
D
EDİRNE
E
I
R
A
L
M
A
M
A
H
HAMAMLARI
Fotoğraf / Elif ÇAKICI
Belgin KARŞI
Edirne Büyükdöllük İlkokulu Sınıf Öğretmeni
Edirne şehrinin Osmanlı İmparatorluğu’na
uzun yıllar başkentlik yapması, zengin
bir kültürel mirasa sahip olmasına
neden olmuştur. Şehrin kültürel yapısı
bakımından en önemli unsurları dini ve
sivil mimari örnekleridir.
İslam dini anlayışının gereği olan ibadeti, önemli sayan
Osmanlı İmparatorluğu, İslam’ın temel ilkelerinden olan temizlik
kavramını da en önemli unsur olarak benimsemiş ve bunu
mimarisine de yansıtmıştır. XV ve XVI. yüzyıllarda Edirne şehrinde
yaklaşık otuz beş tane hamam yapıldığı bilinmektedir. Günümüze
ulaşan hamamların çoğu II. Murat dönemine (1421-1451)
dönemine aittir. Bu hamamların bir kısmı XVI. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren fonksiyonlarını kaybetmiş, bir kısmı yıkılmış,
bir kısmının da arsaları satılmıştır.
Tuğla ve taştan inşa edilen bu hamamların dış cepheleri,
iç mekanlarına göre daha sade bir görüntüye sahiptir. Bazıları
kadınlara ve erkeklere ait olarak iki bölüm halinde inşa edilmiştir
bunlar “Çifte Hamam” olarak adlandırılmaktadır. Hamamlar;
soyunmalık, soğukluk ve sıcaklık bölümlerinden meydana
gelmiş olup bölümlerin üzerlerinde örtü sistemi olarak “kubbe”
kullanılmıştır.
SARAY HAMAMI
Edirne’nin fethinden sonra yapılan ilk saray (Saray-ı Atik)
döneminden ayakta kalan tek yapı “Saray Hamamı”dır. Bu
hamam yalnızca saraya hizmet verirken sonra halka açılmış
ve Selimiye’ye vakfedilmiştir. Tarihçiler bu hamamın ayakta
kalabilmesini Selimiye’nin yapımı yıllarında kullanılmış olmasına
bağlarlar.
Hamamın XV. yüzyılın ilk yarısında yapılmış olması kuvvetle
muhtemeldir. Balkan Savaşı’nda Bulgar toplarıyla yıkılan Saray
Hamamı, “Edirne Vakıflar Bölge Müdürlüğü” tarafından yapılan
üç yıllık restorasyon çalışmasıyla 2011 yılında halka açılmıştır.
38
Sokullu
Hamamı
Selimiye Camii’nin kuzeydoğusunda bulunan hamam,
çifte hamam planındadır. Kesme taş ve tuğladan son derece
özenli bir işçilikle yapılmıştır. Kadınlar ve erkekler bölümlerinin
üzeri kubbeyle örtülmüştür. Duvar kalıntılarından ve kubbe
eteklerinden anlaşıldığına göre yapıldığı dönemde malakari
süslemelerin olunduğu bilinmektedir.
Saray Hamamı, Edirne’nin ayakta kalabilen sayılı
hamamlarından biri olarak haftanın her günü hizmete açıktır.
“Gelin Hamamı” geleneğini sürdüren evlenecek olan kızlar bu
hamamı tercih etmektedir.
MEZİT BEY HAMAMI
Selimiye Camii’nin batısında, Eski Cami’nin doğusunda
bulunan hamam, XV. yüzyılda Eflak’ta şehit düşmüş, hayır
işleriyle ün salmış olan “Mezit Bey” tarafından yaptırılmıştır.
Yalnızca erkekler için yapılan hamam, Edirne hamamları içinde en
sade olanıdır. Kesme taş ve tuğladan yapılmış olup soyunmalık,
soğukluk ve sıcaklık bölümlerinden meydana gelmiştir. Sıcaklıkta
kare planlı, üzeri kubbeli iki halvet bulunmaktadır. Hamamın
dışına da külhan yerleştirilmiştir. Hamam, vakıf malıyken özel
mülk durumuna gelmiş, son yıllarda yapılan onarım bakım
çalışmaları ile halen halka hizmet vermektedir.
Mezit Bey
Hamamı
39
SOKULLU HAMAMI
XVI. yüzyılın ikinci yarısında Sokullu Mehmet Paşa tarafından
Mimar Sinan’a yaptırılan hamam, Üç Şerefeli Camii’nin karşısında
bulunmaktadır. Edirne’de yapılmış olan son hamamdır. Çifte
olarak yapılmış hamamın kadın ve erkek girişleri ayrı yöndedir.
Kesme taş ve tuğla işçiliği Mimar Sinan’a has şekliyle işlenmiştir.
Daha sonraları hamamın yanına yapılan “Taş Han” hamama
bitiştirilmiştir.
Hamamın doğusundaki sivri kemerli ve sütunlu bir giriş ile
erkekler soğukluk bölümüne girilmektedir. Soğukluk bölümünü
tromplu merkezi kubbe örtmekte olup bu kubbe yanlardaki
tonozlarla desteklenmiştir. Kadınlar ve erkekler kısmını
soyunmalıklarının üzerleri sekizgen planlı, aydınlık fenerli birer
kubbe ile örtülmüştür. Kadınlar bölümündeki kubbe, palmet
motifleri ve kalem işleri ile bezenmiştir. Hamamın halvet
bölümlerinde özel yıkanma hücreleri bulunmaktadır.
Sokullu Hamamı, özel kişi mülkiyetine geçmiş; II. Dünya Savaşı
sırasında ot deposu olarak kullanılmıştır. Savaş sonrası onarılmış
ve halen hamam olarak işlevini sürdürmektedir. 1960’lı yıllarda
Sarayiçi’ne giden yolu genişletmek için yapılan yol çalışmasında,
hamamın ve yakınındaki hanın cepheleri zarar görmüştür.
BEYLERBEYİ HAMAMI
Sarayiçi’ne giden yol üzerinde, Saraçhane Köprüsü başında
bulunmaktadır. I. Murat döneminde Rumeli Beylerbeyi Yusuf
Sinaneddin Paşa tarafından 1429 tarihinde cami, imaret ve
türbe ile birlikte yaptırılmıştır. Hamamda XV. Yüzyıl mimarisinin
karakteristik özelliğini gösteren dış cephelerde, iki ve üç sıralı
tuğla, hatıllar arasında kesme taş kullanılarak duvarlara renkli bir
görünüş kazandırılmıştır.
Çifte hamam olarak planlanmış hamamın, kadın ve erkek
bölümlerinin soyunmalıklarına yanyana olan iki kapıdan girildiği
görülmektedir. Erkekler bölümünün sıcaklığında, büyük bir kubbe
ve dört kenarında çapraz tonozla örtülü büyük kemerlerle orta
kısma birleşen dört eyvan vardır. Kadınlar bölümünün sıcaklığı
küçük olup, merkezi bir kubbe ile örtülmüştür.
Yapımından sonra uzun bir zaman harap olarak kalan hamam,
Ekmekçizade Ahmet Paşa tarafından tamir ettirilmiştir. XIX.
yüzyılın sonlarına kadar faaliyetlerini devam ettiren hamam,
Balkan Savaşı’ndan sonra terk edilerek harabe haline gelmiştir.
YENİÇERİ HAMAMI
Muradiye, Küçükpazar semtinde bulunan hamam, Yeniçeriler
Kışlası ve Yeniçeriler Camii’nin yakınında olmasından dolayı bu
ismi almıştır. Eserin yapılış tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
XV. yüzyılın ilk yarısında yapılmış olduğu tahmin edilmektedir.
Günümüze gelebilen izlerinden moloz taş ve tuğladan yapılmış
olan hamamın tek hamam olduğu bilinmektedir. Hamam
son yüzyıl içinde kendi haline terk edilmiş, soyunmalık kısmı
tamamen yıkılmış, diğer kısımları da harabe haline gelmiştir.
40
GAZİ MİHAİL BEY HAMAMI
Edirne Kapıkule yolu üzerinde yapılan hamam, cami ve köprü
ile birlikte külliyenin bir parçasıdır. Gazi Mihail Bey tarafından
1422’de çifte hamam olarak yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı
hamam, kesme taş ve tuğladan yapılmış olup hamamın içindeki
malakari süslemeleri dikkat çekmektedir. Hamam soğukluk,
sıcaklık ve halvet bölümlerinden oluşmaktadır. Halvet, kemerlerle
birbirinden dört bölümle ayrılmıştır. Hamamın batı kısmı, sıcak su
sarnıcı ve külhan ile kapatılmıştır.
1829 tarihinde Rusların Edirne’yi işgal etmesinden sonra
hamam kapatılmış ve kendi haline terk edilmiştir. 2014 yılında
Edirne Valisi Dursun Ali Şahin’in girişimleriyle Maliye Hazinesi’ne
ait hamam, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir.
TAHTAKALE HAMAMI
Tahtakale semtinde II. Murat tarafından 1435 tarihinde,
Edirne Darülhadis Camii’ne vakıf olarak yaptırılmıştır. Tahtakale
Hamamı, Edirne’nin en büyük hamamıdır. Camekanlı ve kagir,
çifte hamam planında yapılmış olup erkekler bölümü, kadınlar
bölümüne göre daha büyüktür. Hamamın duvarları üç sıra
tuğla, bir sıra taş olarak örülmüştür. Erkekler bölümünün
büyük soyunmalık kubbesinin ortasında büyük bir fener,
altında da fıskiyeli bir havuz yer almaktadır. Kadınlar bölümü
soyunmalığı daha küçük olup yine kubbenin ortasında bir feneri
bulunmaktadır. Kubbe içinde Barok tarzı süslemeler dikkat
çekmektedir.
Her iki bölümü bütün güney kenarı boyunca sıcak ve soğuk
su sarnıçları kaplamaktadır. Kadınlar ve erkekler bölümü arasına
külhan yerleştirilmiştir. Tahtakale Hamamı da birçok hamam gibi
özel mülkiyet olmuş, son yıllarda da etrafına yapılmış dükkanlar
ve diğer binalar ile tamamen kapanmıştır. Sadece soyunmalık
bölümünün kubbeleri görülebilmektedir.
İBRAHİM PAŞA HAMAMI
Araplar Mahallesi’nde bir tepenin yamacında yer alan
hamamda “Kazasker Hamamı” da denir. Çandarlızade İbrahim
Paşa adına eşi Hundi Hatun tarafından yaptırılmıştır. Tek
hamam olarak yapılmış, ahşap tavanlı soyunmalığı yıkılmıştır.
Hamamda XV. yüzyıl mimarisinin karakteristik taş ve tuğla
işçiliği görülmektedir. Küçük bir kapı ile girilen soğukluk, yatay
dikdörtgen planlı olup üzeri kubbe ile örtülmüştür. Soğukluk iki
yan kapıdan sıcaklık bölümlerine açılmaktadır.
Kuzeyde bulunan sıcak su sarnıcı esas duvarlardan daha
içeride yer almakta olduğundan masif duvarlar meydana
gelmektedir. Bu duvarların içine iki adet eyvan şeklinde küçük
hücre açılmış, külhan bu hücreler içine yerleştirilmiştir.
KUM KASRI HAMAMI
Sarayiçi mevkiinde bulunan hamam, Saray-ı Cedid’in
hamamlarından biridir. Sultan II. Murat veya Fatih Sultan
Mehmet döneminde yapıldığı sanılmaktadır.
Fotoğraf / Elif ÇAKICI
GAZİ BEY
HAMAMI
Moloz taş ve tuğladan yapılmış olan hamam; soğukluk,
sıcaklık ve halvet bölümlerinden oluşmaktadır. Sıcaklık ve halvet
bölümlerini ayrı ayrı kubbeler örtmekte olup soğukluk bölümü
ise üç küçük kubbe ile kapatılmıştır. Günümüzde askeri bölge
içerisinde kalan bu hamamda harabe durumdadır.
ABDULLAH HAMAMI
Koğacılar semtinde bulunan hamamın, XVI. yüzyılda yaşamış
olan Abdullah Bey tarafından yaptırılmış olduğu kuvvetle
muhtemeldir. Dikdörtgen planlı hamamın güneydoğu ucunda
sıcaklık bölümü yer alır. Geç devir mimari özelliğini taşıyan
soyunmalık bölümü ahşap ve kiremitli bir çatı ile örtülmüştür.
Muhtemelen hamam bir tamir geçirmiş ve soyunmalık bölümü
yeniden inşa edilmiştir. Sıcaklık bölümü kare planlı olup bir eyvan
ile genişletilmiştir. Sıcaklık ve soğukluk bölümü kubbelerinin
ortalarında küçük fener delikleri olduğu görülmüştür. Son yüzyıla
kadar faaliyette olan hamam diğer birçok hamam gibi kapatılarak
kendi haline terkedilmiştir.
TOPKAPI HAMAMI
“Alaca Hamam” adıyla da bilinen yapı, Edirne Üç Şerefeli
Camii’nin batısında yer almaktadır. Sultan II. Murat tarafından
1440 – 1441 de yapıldığı bilinmektedir. Hamamın Arapça
kitabesi Edirne Müzesi’ndedir. Çifte Hamam olarak yapılmıştır.
Soyunmalık bölümünün ahşap olduğu sanılmaktadır. XIX. yüzyıla
kadar kullanılan hamam, Balkan Savaşlarından sonra terk
edilmiştir.
TAHTALI HAMAMI
Edirne Karanfiloğlu Mahallesi’nde bulunan hamam Fatih
Sultan Mehmet’in ve Sultan II. Beyazıt’ın sadrazamlarından İshak
Paşa tarafından 1483’te yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı hamamın
sıcaklık bölümü tam ortada olup diğer bölümler onun etrafında
yer almışlardır. Hamam girişi ahşap camekanlıdır. Günümüze
gelemeyen hamamın taş ve tuğladan yapıldığı anlaşılmaktadır.
Şu ana kadar anlatmış olduğumuz hamamların dışında
hakkında detaylı bilgiye sahip olamadığımız diğer hamamların
adları Tahmis Hamamı, Kasımpaşa Hamamı, Sultan Beyazıt
Hamamı, Ağa Hamamı, Yıldırım Hamamı, Mahmut Paşa Hamamı,
Büyük Hamam, Cıngıllı Hamamı, Saruca Paşa Hamamı, Ağaç
Pazarı Hamamı, Çukur Hamam, Yerekan Hamamı, Delikli Kaya
Hamamı, Dere Hamamı, Kilimli Hamam, Rum Mehmet Paşa
Hamamı, Oğlanlı Hamamı, Çuhacılar Hamamı ve Ahi Çelebi
Hamamı’dır.
KAYNAKÇA
ASLANAPA Oktay, “Edirne’de Türk Mimarisinin Gelişmesi”(Edirne Hatıra Kitabı), Ankara 1965.
AYVERDİ Ekrem Hakkı, “Osmanlı Mimarisinin İlk Devri”, İstanbul 1966.
Evliya Çelebi, “Seyahatname”,(Zuhuri Danışman Tabı), İstanbul 1970.
GÖKBİLGİN M. Tayyip, “Edirne Hakkında Yazılmış Tarihler”, (Edirne Hatıra Kitabı) Ankara 1965.
GÖKBİLGİN M. Tayyip, “15 ve 16. Yüzyılda Edirne ve Paşa Livası, İstanbul 1952.
MERİÇ Rıfkı Melül, “Edirne’nin Tarihi ve Mimari Eserleri Hakkında”, Türk Sanatı Tarihi
Araştırma ve İncelemeleri, İstanbul 1963.
ÖZ Tahsin, “Edirne Yeni Sarayı’nda Kazı ve Araştırmalar” (Edirne Hatıra Kitabı), Ankara 1965.
PEREMECİ Osman Nuri, “Edirne Tarihi”, İstanbul 1939.
Dr. Rıfat Osman, “Edirne Sarayı”, Ankara 1957.
41
ÇOBAN ÇEŞMESİ
Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.
Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca
Yol almış hayatın ufuklarınca,
O hızla dağları Ferhat yarınca
Başlamış akmağa çoban çeşmesi...
EDİRNE’DE
SU KÜLTÜRÜ VE
KADIN ÇEŞMELERİ
O zaman başından aşkındı derdi,
Mermeri oyardı, taşı delerdi.
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi.
Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi.
Ne şair yaş döker ne âşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar,
Beyhude seslenir, beyhude çağlar,
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Emine CENGİZ / İlhami Ertem Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni
Çeşme, bir genel su sağlama sisteminden gelen suyun
kamunun kullanımına sunulduğu yapı veya depo ve kaynaklardan
borularla getirilen suyun akıtıldığı yapı olarak tanımlanabilir.
Genellikle Farsçada göz anlamında kullanılan “çeşm”den geldiği
kabul edilir. Su çıkan kaynak, pınar ve gözlere “çeşm” denilmiş,
bunların akıtıldığı küçük yapılara “çeşme” adı verilmiştir. Çeşme
kelimesi Osmanlı dönemi kitabelerinde “çeşme-i ab-ı zülal”,
“çeşme-i kevser” ve “çeşme-i dilkuşa” vb. terkipler halinde de sık
sık kullanılmıştır.
42
Türk kültüründe çeşmeler ayrı bir öneme sahiptir. Bu yapılar
özellikle şehir merkezlerinde mahalle ve sokakların oluşmasında
belirleyici rol oynamışlardır. İslamiyet’in suya büyük önem vermiş
olması ve insanlara su sağlamanın hayır işlerinin büyüklerinden
olduğunu bildirmesi bu önemi daha da artırmıştır. Nitekim bir
Hadis-i Şerif’te “Sadakanın en faziletlisi su teminidir.” diyerek
konunun önemi Peygamber Efendimiz tarafından da vurgulanmış
ve bu hadis, çeşme yaptırmada Müslümanlar için önemli bir teşvik
olmuştur.
Arda, Tunca ve Meriç Nehirleriyle çevrili ve bu üç nehrin
suladığı bereketli topraklar üzerinde kurulmuş Edirne’de Osmanlı
döneminden önce şehrin suyunun bu üç nehirden sağlandığı
bilinmektedir. Özellikle Osmanlı Devleti’nin Edirne’yi fethederek
ele geçirmesi ve akabinde başkent yapmasıyla birlikte şehir
kısa süre içinde gelişmiş, kale etrafında birçok yeni mahalleler
kurulmuştur. I. Murat ile başlayan ve II. Bayezid’e kadar olan
dönemde şehirde birçok cami, mescid, hamam, çeşme vb.
yapılar inşa edilmiştir. İnşa edilen bu yapıların su ihtiyaçları şehrin
etrafını kuşatan nehirlerden ve yakın köylerden karşılanmaktadır.
Ancak köylerden ve nehirlerden ayrı ayrı yollarla çekilen
suların halkın ihtiyacını karşılayamaması yeni su kaynaklarının
bulunması ihtiyacını doğurmuştur. Kanuni döneminde, Mimar
Sinan tarafından planlanarak geliştirilen “Haseki Suyu” denilen
yeni sistem, Edirne’nin su ihtiyacını, zaman içinde gerçekleşen
kaynak ilavelerle yaklaşık 450 yıl karşılamaya yetmiştir. Şehre suyu
taşımak için kanallar, kemerler, su terazileri yapılmış ve nehirler
üzerine köprüler kurulmuştur.
Haseki suyunun çıkış noktası Edirne’nin 45 kilometre
uzağındaki Taşlımüsellim köyüdür. Yol boyunca değişik kaynak ve
pınarlarla desteklenerek Edirne’nin en yüksek rakımlı noktası olan
Buçuktepe’ye ulaştırılan su, buradan Edirne’nin mahallelerine,
yani suyun son durağı olan çeşmelere dağıtılırdı. 40 km uzunlukta
olan bu su kanalları büyük bir teknikle, yeni buluşlarla Edirne’ye
kadar tertemiz, mikropsuz ve duru olarak akıtılmıştır. Toplanan
pınar sularının hijyenik olarak akıtılması için yapılan çeşitli
çalışmalar, kemer ve tüneller bugün dahi kullanılan tekniğin ileri
bir özelliğe sahip olduğunu gösterir.
Mimar Sinan’ın yaptığı su yollarından sonra kentte ilk önce
Mimar Sinan stili çeşmeler bağımsız mimari karakteriyle bir
değer taşır. 16. yüzyıldan sonra ise çeşme ve sebil mimarisi
anıt niteliği kazanmıştır. Hatta su gereksinimi bir kenara itilmiş,
çeşme ve sebil mimarlığı adeta kentte bağımsız bir mimari şekle
kavuşmuştur. Böylece su yapıları Edirne’nin avlu, köşe, meydan,
duvar ve alan gibi kısımları dolduran, süsleyen önemli ve gösterişli
yapılar olmuştur. Suyun kazandığı anlam ve suya verilen kutsallık
nedeniyle dikilmiş bu anıtların Edirne’deki sayısı binleri bulmuştur.
Evliya Çelebi, “Seyahatnâme”sinde Edirne çeşmelerinden
bahsetmektedir. Abdurrahman Hibri Çelebi de Edirne’deki su
yolu ve çeşmeler hakkında bilgi verirken burada yüz altmıştan
fazla çeşme ve on yedi sebil bulunduğunu kaydetmektedir. Ancak
bunların isimlerini belirtmemiş ve şöyle bir beyit kaydetmiştir:
“Gezme sakın serseri her çeşmeyi
Varınca gör kendini baş çeşmeye
Kavuştun isen eğer çeşmeye
Serseri gezme sakın her çeşmeyi”
Tarihçi Badi Efendi, Edirne’de özel olarak 1300’ün üstünde
çeşme olduğunu, ancak yapılış tarihi ve yaptıranların bilindiği
büyük çeşmelerden 123 adedinin isimlerini açıklamıştır. Dr. Rıfat
Osman, “Edirne Rehnüma”sında halen Edirne’de 230’u aşkın akar
çeşme olduğunu ifade etmiştir. Günümüzde ise bu çeşmelerin pek
çoğu harap olmuş durumdadır.
Edirne çeşmeleri genellikle dikdörtgen prizma biçiminde, üstü
piramitle örtülü, hazneli yapılar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
çeşmelerin ayna taşları üzerinde ise daha çok bitkisel motifler,
natüralist çiçek ve yaprak motifleri ile ağaç, bahar dalı motifleri
görülmektedir.
KADIN ÇEŞMELERİ
İslamiyet’in suya büyük önem vermiş olmasından dolayı
Edirne’de gerek devlet adamları gerekse hayırseverler pek çok
çeşme inşa ettirmiştir. Bu çeşmeleri incelediğimizde kadınların
yaptırdığı çeşmelerin de önemli bir yer tuttuğu görülmektedir.
Edirne’de yaptırılan kadın çeşmelerinin bazıları aşağıda yer
almaktadır:
VALİDE SULTAN ÇEŞMESİ
Edirne’nin kuzeyinde Büyükdöllük köyü yolunun batısında, Açık
Cezaevi önünde bulunan, IV. Sultan Mehmet’in eşi, III. Mustafa ile
III. Ahmet’in annesi Valide Rabia Gülnuş Sultan tarafından 1696
senesinde yaptırılan çeşme kesme taştan ve tek cephelidir. Uzun
bir kitabesi olan çeşmenin kitabesinden bir bölüm şöyledir:
“Hazreti Valide-i Mustafa Han Gazi
Ki odur menba-ı hayrat keram elyef cud
Yaptı bir çeşme-i ali cü la ezel tensim
Görmedi kimse böyle”
Çeşme hazneli olup hazne örtüsü düzdür. Musluğu sökülmüş,
musluğun üstünde ve iki yanında hafif sivri kemerli tas koyma
yerleri vardır. Önünde taştan yalağı vardır. Yalağın sol tarafında
hayvanların sulanması için uzun bir yalak da yapılmıştır. Çeşmenin
arka yüzünde sivri kemer mihrap vazifesi görmektedir.
AFİFE HATUN ÇEŞMESİ
Yancıkçı Şahin Mahallesi, Afife Hatun Sokak’ta, Şeyh Çelebi
Camii yakınlarında bulunan çeşme Afife Hatun tarafından 1773
tarihinde inşa edilmiştir. Bugün yerinde bulunmayan kitabesinde
şunlar yazmaktadır:
“Afife nam-ı hatun kıldı ihya bu fi- sebil-Allah
Feramuş etmesun nuş eyleyin aştan rahmetden
Mücevher harf ile Taib didi bir hoş edaya tarih
Revan oldı bu ab-ı Kevser el-hak ayn-ı izzetden
Sene 1187”
Edirne’deki büyük boyutlu çeşmelerden birisi olan Afife Hatun
Çeşmesi, önceleri bir meydan çeşmesi olarak inşa edilmişken
günümüzde etrafındaki yapılaşma sonucu köşe çeşmesine
dönüşmüştür. Kesme taştan iki cepheli hazneli bir çeşmedir.
Hazne örtüsü taştan ve düz olup sonradan üzerine kiremitli çatı
yapılmış, yarısı haraptır. Afife Hatun Çeşmesi günümüzde özgün
yapısal özelliklerini kaybetmiş olsa da bulunduğu sokağın tarihi
karakterini temsil eden tek yapıdır.
43
NECİBE HATUN ÇEŞMESİ
GÜLBAHAR HATUN ÇEŞMESİ
Kesme taş malzemeden yapılmış, hazneli, tek cepheli bir
köşe çeşmesi olan Necibe Hatun Çeşmesi Sarıca Paşa Mahallesi,
Sarıca Paşa Caddesi bitiminde, Çukur Çeşme Sokağı girişinde yer
almaktadır. Çeşmeye ait herhangi bir kitabe de bulunmadığından
dolayı çeşmeyi kimin, hangi tarihte yaptırdığı bilinmemektedir.
Taş malzemeden inşa edilmiş; tek cepheli, hazneli, suluklu bir
çeşme olan Gülbahar Hatun Çeşmesi, Umurbey Mahallesi, Harbiye
Bayırı Sokağında 12 numaralı eve bitişik vaziyettedir. Yapım tarihi
de, yaptıran kişisi de bilinmeyen çeşmenin cephesinde herhangi
bir kitabe bulunmamaktadır.
Nişsiz ve oldukça sade olan çeşme kare şeklindeki bir kütle
üzerine oturmaktadır. Yüksekliği 2.80 m ve genişliği 3.12 m’dir.
Yapının hazne örtüsü taş malzemeden, piramidal bir şekilde inşa
edilmiştir. Çeşmenin saçak kısmı dışa doğru çıkıntı yapan geniş ve
düz bir sıra silme ile hareketlendirilmiştir. Yapıda hiçbir süsleme
unsuru bulunmamaktadır.
Tarihi çeşme Gülbahar Hatun isminin yanında Hazneli, Suluklu
Çeşme gibi isimlerle de tanınmaktadır. Çeşme, kare şeklindeki
bir plan üzerine oturmaktadır. Yüksekliği 1.80 m ve genişliği
2.36 m’dir. Oldukça sade ve nişsiz olan çeşmede yola bakan
cephede bu sadeliği bozan mermer malzemeden yapılmış, 0.35
m. yüksekliğindeki bir suluk dikkat çekmektedir. Bu suluğun ortası
oyularak göbeği kadeh biçiminde işlenmiştir. Alt kısmında ise akan
suların toplanarak bir delik vasıtasıyla zemine akıtıldığı bir çanak
bulunmaktadır. Çeşmede hiçbir süsleme unsuru bulunmamaktadır.
NİMET HANIM ÇEŞMESİ
Kesme taş malzemeden inşa edilmiş, tek cepheli, hazneli, sivri
ve kemerli bir cephe çeşmesidir. Muradiye Meydan Mahallesi,
Arnavut Bayırı Sokak’ta bulunan çeşme, bitişiğindeki konutlar
tarafından kuşatılmıştır. 1870 yılında yaptırılan çeşmenin kim
tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Kare şeklindeki bir plan
üzerine oturan çeşmenin yüksekliği 4.08 m ve genişliği 2.82 m’dir.
Güneye bakan ön cephede sivri kemerli bir niş yer almaktadır.
Derin bir niş şeklindeki kemer boşluğunun merkezinde oldukça
tahrip edilmiş ayna taşı bulunmaktadır. Mermer ayna taşının
yüzeyinde üst tarafta motif oyma tekniğinde işlenmiş bir Edirnekari
motifi görülmektedir. Bu çiçek demetinin hemen altında ise küçük
dilimli bir kartuş içine alınmış 1287 tarihi kazınmıştır Hazne örtüsü
piramidal çatılıdır. Çeşmede ön cephe haricindeki diğer cepheler
sade tutulmuştur.
Özgün yapısal özelliklerini koruyarak günümüze gelebilen
çeşme oldukça bakımsız halde bulunmaktadır. Çeşmenin önünden
geçen yol kaplaması ve özellikle beton kaldırım tarihi yapının
yalağına zarar vermiştir.
HACER HANIM ÇEŞMESİ
Kesme taş malzemeden inşa edilmiş, tek cepheli, hazneli bir
köşe çeşmesi olan Hacer Hanım Çeşmesi, Muradiye Meydan
Mahallesi, Arnavut Bayırı Sokak’ta bulunmaktadır. Çeşme, 12
Numaralı konutun dış giriş kapısına bitişik vaziyettedir. Hacer
Hanım tarafından 1912 yılında yaptırılmıştır.
HAVVA HATUN ÇEŞMESİ
Medrese Ali Bey Mahallesi’nde bulunan Havva Hatun Çeşmesi
de günümüze ulaşamamıştır. Bu çeşmenin mimari özellikleri
hakkında bilgimiz bulunmamaktadır. Edirne Müzesi’nde kayıtlı olan
Çeşme, kitabesine göre 1690 senesinde Havva Hatun tarafından
inşa olunmuştur. Çeşme kitabesi aşağıda yer almaktadır.
“Sahib-ül Hayrat Havva Hatun ol merhume kim
Yabdırub bu çeşmeyi akıtdı ma-i hasan
Hak kabul edib sevabın dembedem etsin ziyade
Hem dahi şad ola ervah Hüseyin ile Hasan
Hasan Kethüdanın kerimesi Havva Hatun.
Sene 1102”
LÜLELİ ÇEŞME
Rukiye Hanım tarafından, 1926 senesinde Uzunkaldırım
Tarlakapı semtinde yaptırılmıştır. Kesme taştan inşa edilen
çeşmenin sadece haznesi ve mermerden kitabesi vardı. Kitabenin
okunuşu şöyledir:
“Hayratı Rukiye Hatunun bu çeşme
Allah indinde makbul olsun
Ebeveyni ettiler himmet bu hayra
A’mali mebrur olsun”
Çeşmenin batı cephesinde saçağa yakın bir yerde bulunan iki
satırlık kitabesi kireç sıvası altında kaldığı için okunamamaktadır.
Kitabenin okunan kısmı şöyledir:
Sahib’ül hayrat ve hasanat
Hacer Hanım ruhuna
Sene 1328
Edirne şehir merkezinde Osmanlı döneminden kalan bu
yapıların büyük bir bölümü günümüzde kullanılmamaktadır. Gerek
küçük boyutlu olmaları ve gerekse bugün sessiz kalmaları bu
yapıların gün geçtikçe bir şekilde ortadan kaybolmalarına neden
olmaktadır. Edirne’mizin bu saklı kalmış hazinelerinden olan
çeşmelerin sularının yeniden akmasının sağlanması dileğiyle…
Oldukça sade ve nişsiz bir yapı olan çeşme kare şeklindeki
bir kütle üzerine oturmaktadır. Yüksekliği 2.20 m ve genişliği 2.07
m’dir. Kuzeye bakan çeşme cephesi önünde bugün oldukça tahrip
olmuş su yalağı bulunmaktadır. Hazne örtüsü ise düz ve musluğu
sökülmüştür. Yapıda hiçbir süsleme unsuru da bulunmamaktadır.
Yanındaki konut ile adeta bütünleşmiş vaziyette olan çeşme
günümüzde kullanılmamaktadır.
KAYNAKÇA:
KARADEMİR Murat, Edirne Çeşmeleri, Edirne Valiliği, 2008.
MERİÇ KÖYLÜOĞLU Neriman, Edirne’de Osmanlıdan Günümüze Su Yapıları, Edirne
2001.
ONUR Oral, Edirne Su Kültürü Kadim Su, İstanbul 1978.
TUNCA Ayhan, Edirne’de Çeşmeler ve Su Çalışmaları, Yöre Aylık Kültür Dergisi,
Edirne, 2002, sayı: 27-28-29-30.
44
YİTİK ÇEŞME
Şahika Ezgi ÇAY / Edirne Güzel Sanatlar Lisesi Öğrencisi
Bize sahip çıkamadılar. Belki bizi anılarında saklayanlar olur.
Ümidim onlarda…
Ah, ahh! Ahmet Badi Efendi,
Canımı yakıyorlar. Basit bir mahalle taşı gibi tekme atıyorlar.
Hani şu susmak bilmeyen Karakuyruk saksağan var ya… Onu
bile özledim. Tüm geçmişim yok oldu artık. Akmasaydım,
akıtılmasaydım ama yok olmasaydım. Anılarım aklıma geliyor hep.
Şeyi hatırlar mısın? Yamacımda oturan âşıkları onlara nasıl
da kızardın? Bana zarar verdiklerini düşünürdün. Ama onlar beni
sevgi ile besliyorlardı. En çok da sokak aralarında top oynadıktan
sonra terli terli gelip su içen küçüğümü özledim. Çok kızardı bana.
Hasta olmasından korkardım suyumu az akıtırdım. Şimdi, o küçük
bile bana sahip çıkmadı.
Evet, bir de o kız... Benim var olma nedenim…
Adı neydi ki… Şey, evet… Eveeet… Akile Molla. Beni bilirsin.
1764’te ölen Akile Molla anısına annesi tarafından yaptırıldım. O
teyzem ne zorluklarla yaptırdı beni.
Kışın hiç akmak istemezdim. Bilirsin buralar soğuk olur. O
sıcacık ellere vurmak istemezdim soğuğumu. Eski toprağız işte
sıcak suyumuz yoktu ki. Aaa! Şeyi hatırlar mısın? Emine Hatun’u?
Benimki de soru hani. Nasıl unutursun ki… Her sabah 07.15’te
önümde buluşurdunuz. O Emine Hatun ne şanslıydı. Ne çok
severdin onu. Gelip bana hep onu anlatırdın. O lanet babası
olmasaydı. Mutlu olsaydınız keşke… Sen de benim gibisin Ahmet
Badi Efendi. Seni de ilk mutlu etti bu hayat sonra tüm sevincini
elinden aldı.
Sevgili Dostum,
Üzülme herkes göçer. Belki bizim böyle olmamız gerekirdi. Ama
yapacak bir şey yok. Artık kenarda yosun tutan taş parçacıklarıyım.
Kendine iyi bak. Bizler görevimizi yaptık. Bize sahip çıkamadılar.
Belki bizi anılarında saklayanlar olur. Ümidim onlarda…
Tülin SARGIN / Edirne GSL Öğrencisi
45
EDİRNE’NİN
MİRASI:
ŞAİR NAZMİ
Ayşenur SALMAZ
Keşan Lisesi Öğrencisi
Öznur TABAK
Keşan Lisesi Edebiyat Öğretmeni
Şiirlerinde milliyetçi bir tavırla mahalli bir lisana yer veren
Edirneli Nazmi, dönemine göre dili en sade kullanan şairlerin
başında bulunurdu.
Yaklaşık bir asır boyunca büyük Osmanlıya başkentlik yapmış
Edirne, maddi ve manevi birçok hazineye sahiptir. Edebiyat ve
sanatımızın mihenk taşlarının vücut bulduğu bu nadide şehir,
sahip olduğu bu hazinelerde hiçbir şehre nasip olmayacak bir
unvan sahibidir.
Edirne’de doğmuş, 16. yy. Divan Edebiyatının en üretken şairi,
Edirne’nin havasını, suyunu bünyesine almış toprağına adım
atmış Edirneli Nazmi... Asıl adı Mehmet’tir. Tam olarak ne zaman
doğduğu bilinmeyen Nazmi, doğduğu ve yaşadığı şehir 1555
yılında Edirne’de vefat etmiştir. Yeniçeri ocağında yetişmiş, Yavuz
ve Kanuni’nin bazı seferlerine katılmıştır. İlminin verdiği feyiz ile
katiplik yapmıştır. Edebiyatımızda o döneme kadar başka şairleri
tanıtan yine odur. Mecma’ün Nezair (Nazireler Topluluğu) adlı
eserde birçok şaire ve bu şairlerin yazdığı yaklaşık 3356 şiire yer
vermiştir.
16. yüzyıl Osmanlı için “muhteşem yüzyıl” olarak anılırken bu
ismi verenler hiç de haksız değildir. Gerek tarihsel açıdan gerek
sanat ve edebiyat alanında zirve dönemi yaşayan Osmanlı, Arap
ve Fars edebiyatının etkisi altındadır ve bu dönemin ünlü şairleri
Türkçe yazmaktan uzaklaşmıştır. Ancak Edirneli Nazmi, onlardan
tamamen farklıdır. Şiirlerinde milliyetçi bir tavırla mahalli bir
lisana yer veren Edirneli Nazmi, dönemine göre dili en sade
kullanan şairlerin başında bulunurdu. 1913 yılında edebiyat
tarihimizin millileşmeye başlaması esasen 16. yüzyılda Edirneli
Nazmi tarafından Türk-i Basit ( Basit Türkçe) oluşmaya başlamıştır.
46
Edirneli Nazmi, şiir dilinde yenilikler yaratmış aruzu farklı
uygulayarak, İran aruzuna eklemeler yaparak şiirlerinde bu kalıpları
kullanmıştır. Edirneli Nazmi, Vahit Tebrizi’nin Risalet’i Aruz adlı
eserinde kullanılan bahirelere ve bu bahirelerdeki vezinlere farklı
kalıplar uydurarak “Muhtera” adını verdiği ve kendi buluşuna
işaret ettiği vezinler vardır. Şair Nazmi, kafiye kullanımı açısından
da oldukça başarılı olmuştur. Divan Edebiyatının en hacimli
divanına sahip Edirneli Nazmi ne yazık ki edebiyat tarihimizde pek
ilgi uyandırmamıştır.
Her metre karesinde tarihi önem saklayan Edirne’miz manevi
değerlerimiz açısından da bizlere kıymetli hazineler bırakmıştır.
Gazel
Göñül bir cism ü cânân mihri anda câna dönmişdür
Dahı cândan ‘azîz ü sevgüli îmâna dönmişdür
Perî-ruhlar hayâli birle kim pürdür degül hâlî
O hâli bil üzre dil bir mesken-i vîrâna dönmişdür
Bugün gün gibi rûşen ol nigâr-ı çârdeh-sâla
Güzellikde şu bedr olmış meh-i tâbâna dönmişdür
Güneş kim böyle hercâyîdurur rûşen bu ol yüzden
O bir hûb-ı cefâ-hû âfet-i devrâna dönmişdür
Nigâruñ hasret-i la’liyle Nazmî kanda olursa
Dem-â-dem giryeden bu eşk-i çeşm kana dönmişdür
Gazel
Derdi olanun yüregi baş olur
Gözleri hep çağlar akar yaş olur
Derdine ol ki acımaya kim senün
Yüregi anun gibinün taş olur
Çoğı yaramazlığadur çağına
Bir yaramaz kimse ki yoldaş olur
Dünye işinde olanun işleri
Hep biri biri ile savaş olur
Nazmi kişinüñ bir eyü yoldaşı
Hep eyü sanmağıla kardaş olur
Gazel
Başum âhumla dumanlı yüce bir taga dönmişdür
Gözüm yaşumla su tolmış iki bardaga dönmişdür
Kara su olub akardı yaşum her çag kaygudan
Bu çag uş kan gelür olub kızıl ırmaga [dönmişdür]
Benüm bu varlıgum kim var o yâruñ yolları üzre
Ayaklar tozına düşüb kara topraga dönmişdür
O servüñ gül yüzi ayrulıgından bu benüm beñzüm
Kışın şol sararub solmış olan yapraga [dönmişdür]
Murabba
Efendümsin benüm sen ben senüñ bir kuluñam hânum
Seni cân-ıla sevdüm ben saña kurbân ola cânum
Senüñ yoluñda cânumdur benüm eñ soñra kurbânum
Benüm bu göñlüm alubdur senüñ âh ol güzel gözler
Murabba
O güzel gözlerüñ kim gözler eller a güzel yendek
O gözler düşürür her göñüle imdi seni sevmek
Yalan sanma benüm bu sözümi gerçekdurur gerçek
Benüm bu göñlüm alubdur senüñ âh ol güzel gözler
Be Nazmî şehrimüz şol hûriye beñzer güzellerle
Güzellik birle hûrîler tolu uçmaga dönmişdür
47
MÜZECİLİK TARİHİMİZDE
EDİRNE
Edirne, kültür tarihimizde önemli bir tecrübe birikimini ifade
eder. Saraya ev sahipliği yapması vesilesiyle kültür hayatında
özellikle idari ve siyasi bir merkez olmuş, mimarlık tarihinde
ayrıcalıklı konuma sahip ve eğitim yönüyle Osmanlı’nın öncü
kentlerinden biri olmuştur. Edirne’de II. Murad zamanında
Dar’ül-Hadis Medreseleri kurulmuş ve medreselerde hadis
derslerinin yanı sıra diğer ilimlerde okutulmuştur.
Hasan KARAKAYA / Edirne Müzesi Müdürü
Edirne’nin, kültür, korumacılık, düşünce hayatında ve
uygulama alanında sahip olduğu önemli tecrübe birikiminin
devamı olan kurumlardan Edirne Müzesi, kent kültür ve
korumacılık alanında kurulduğundan bu yana aktif görev almış,
önemli görevler üstlenmiştir.
Evliya Çelebi ünlü Seyahatnamesi’nde bu medreseler için;
“En güzeli de II. Selim Darül-Hadisi’dir. Yine bu dönemde 14
padişah camisinde birer Sıbyan Mektebi açılmıştır. En başarılıları
Murat Han, Çelebi Han ve Selim Han okullarıdır. Beyazid Han
Hastanesinde mütehassıs doktorlar nabız ilminde usta cerrahlar
bulunmaktaydı. O dönemde Edirne’deki bilgin sayısı 6.190’nın
üzerindeydi.” cümleleriyle yer verir. Sayısı 40’ı bulan medreseleri
ile Edirne’nin yetiştirdiği ilim adamları, İstanbul medreselerinin
kurulmasına da öncülük yapmıştır.
Evliya Çelebi’nin medreselerin en güzeli diye bahsettiği
Selimiye Dar’ül Hadis Medresesi ise Edirne’nin ilk müzesi olarak
kültür hayatında yeni bir görev üstlenmiş ve halen Türk-İslâm
Eserleri Müzesi olarak Edirne kültür hayatına katkı sunmaktadır.
48
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi İnşaası 1969
Cumhuriyetin ilk müzelerinden birinin Edirne’de
kurulmasında, Mustafa Kemal’in Çanakkale Anafartalar
görevinden sonra 1916’da Edirne’ye tayin olduğunda Edirne
Merkez ve Keşan’ı görmüş ve incelemiş olmasının etkisi olduğu
1
söylenebilir ancak müzenin kuruluş kararının 1921 yılında
hayata geçirilmesi, Edirne Müzesi’nin Türkiye’de müzecilik
sürecinin devamı olarak kurulduğunu göstermektedir.
Halkevleri’nin özellikle de etnografyanın benimsenmesi,
2
açıklanması ve sevdirilmesinde de rolü olmuştur.
Edirne’de müze kurulmasında yukarıda belirtilen hususlar
önem arz etmekle birlikte, müze kurulmasının en esas
nedeninin, 1828-1829 Osmanlı - Rus Savaşı sonrasında ile
başlayan işgaller olduğu açıktır. 1829 ve 1879 Rus İşgalleri,
1913 Bulgar İşgali ve 1920 Yunan işgali yıllarında sahip olduğu
değerli tarihi eserlerin, toplanması, camilerden değerli Kuran-ı
Kerim, halı ve çinilerin işgal esnasında alınmış olması bu konuda
harekete geçilmesini gerektirmiş olmalıdır. Rus ve Bulgarlar
tarafından Trakya’ya inceleme ve tespitlerde bulunmak üzere
araştırmacılar gönderilmiştir. 1828-1829 Osmanlı Rus Harbi
sırasında İmparator I. Nikola tarafından Edirne’ye iki Rus ressam
gönderilir. Bu ressamlar tarafından 50’yi aşkın Edirne Yeni
3
Sarayı’nın (Saray-ı Cedid-i Amire) resimleri yapılır.
Bu araştırmacıların en ünlüsü ise şüphesiz Bulgaristan Milli
Eğitim Bakanlığı’nın 7 Ekim 1912 tarihli yazısı ile Arkeoloji ve
etnografya açısından eski eserleri araştırmak, tasnif etmek
ve derlemek amacıyla Makedonya ve Edirne Trakya’sında
4
görevlendirilen Bogdan Dimitrov Filov’dur . Sofya Ulusal
Arkeoloji Müzesi Müdürü Boğdan Filov’un yanı sıra aynı
kurumda görev yapan Rafael Popov’un ise sadece Edirne’de
görevlendirildiği aynı yazıda yer almaktadır. 16 Aralık 1912-26
Nisan 1913 tarihleri arasında Edirne ve çevresinde, adı geçen
araştırmacılar tarafından kapsamlı incelemelerde bulunulduğu,
eserlerin tespit ve tasnif edildiği, Bulgaristan müzelerine
götürülmek üzere derlendiği Bogdan Filov’un Balkan Savaşları
5
Günlüğü’nden anlaşılmaktadır . Türklerin çekildiği yerlerde
değerli ne varsa toplamakla görevli Filov’un taşınmaz eserler
dışında, özellikle halıları, yazma eserleri, eski silahları ve
yazıtları incelediği, Beyazıd Caminde belge düzenleyerek küçük
halıların dördünü, iki eski Kuran-ı Kerim’i, Eski Cami’den güzel
Kuran-ı Kerim’i, Selimiye Kütüphanesinden 44 adet süslemeli el
yazmasının alındığı, listesinin yapılarak depoya taşındığı, halıların
da listelendiği,6 halıların sorunsuz bir şekilde Sofya’ya taşındığı 7
Filov’un günlüklerinden anlaşılmaktadır. Kırklareli’nde de
Edirne’de olduğu gibi Bulgaristan’a götürülmek üzere bölgenin
önemli eserleri toplanmıştır. Filov’un seyahatı esnasında
Vize’de fotoğrafladığı Sunak bugün Edirne Müzesi’nin Arkeoloji
Salonunda sergilenmektedir.
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
Filov günlüklerinde, Tekirdağ Rum Okuma Yurdu ziyaretinde
avludaki eserleri gördüğü, burada yer alan müzeyi ise ilgililerin
açmak istemedikleri, müzenin anahtarlarının piskoposta
olduğu, piskoposun İstanbul’a gittiği ancak akşamüzeri sorunun
çözüldüğü, 70-80 eser ve küçük bir sikke koleksiyonu olduğu,
çok değerli bir sikkenin daha önceleri çalınmış olduğu, eserlerin
büyük bir kısmının mezar ve adak taşlarından oluştuğu, üç Trak
atlısı ve bunlardan başka üç parçanın dikkatini çektiği, Seure’un
yayınlamış olduğu yazıtların müzede bulunamadığını8yazar.
Bu bilgi, Tekirdağ’da 1913 yılında azınlıklar tarafından müze
meydana getirildiği bilgisini içermesi açısından dikkat çekici
ve önemlidir. Günlüklerde yer alan diğer dikkat çekici nokta
ise, Marmara Ereğlisi’nden sökülen mozaik ikonanın büyük bir
diplomatik sorun haline geldiğinin bilgisidir. Sökülen mozaik
ikona şimdi Sofya Aleksandır Nevski Katedrali kriptasında
bulunmaktadır.9
Atatürk’ün Edirne Müzesi’ni ziyareti
İşgal yıllarında yaşanılan bu durum Kurtuluş Savaşı yıllarında
bu konu da önlemler alınmasını gerektirmiştir. Bu dönemde
Atatürk daha Cumhuriyet kurulmadan önce müzeciliğe değinmiş,
Ankara’nın 90 km. ötesinde Sakarya Meydan Savaşı’nın tüm
hızı ile devam ettiği, top seslerinin Ankara’ya ulaştığı günlerde,
Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin temelini
oluşturan bir Eti müzesi kurulması emrini vermiştir. Cumhuriyet
Dönemi’nde Mustafa Kemal’in talimatlarıyla yeni müzeler
kurulmaya başlanmış ve önemli bazı tarihi yapılar müze olarak
ilan edilmiştir. Mustafa Kemal’in Cumhuriyetin kuruluşundan
önce de eski eserlere ve etnografyaya olan ilgisine; dönemin
Askeri Müze Deposu olan Aya İrini’den seçtiği yeniçeri kıyafetini
Mayıs 1914’de Sofya’daki bir kıyafet balosunda giymesi güzel bir
10
örnektir.
Baykan, D, “Müzecilik Tarihimizde Edirne”, Güneş Karadeniz’den Doğar Sümer Atasoy’a Armağan , Ed. Ş.Dönmez, Hel Yayıncılık, Ankara, 2013, s. 34.
A.g.m, s.25
Çulpan, C., Tosyavizade Dr. Rıfat Osman,İsmail Akgün Matb. İstanbul 1959 s:41
Bogdan Filov’un Balkan Savaşları Günlüğü, Hazırlayan: Hüseyin Mevsim,s.:21 Timaş Yay., İstanbul 2014.
A.g.e. s:23-105
A.g.e., s.86-87.
A.g.e. S.104.
A.g.e. s.90
Bknz: A.g.e s.89, 30 no.lu dipnot Ç. N..
Baykan, D, “Müzecilik Tarihimizde Edirne”, Güneş Karadeniz’den Doğar Sümer Atasoy’a Armağan , Ed. Ş.Dönmez, Hel Yayıncılık, Ankara, 2013, s. 25-36
49
Saraydan Edirneye Bakış
Selimiye Minaresinden 26062012 038 (2)
Koridor
Tekke Odası
TBMM’nin açılışının hemen arkasından 9 Mayıs 1920’de
göreve başlayan ilk hükümetin yapacağı işler arasında eski
eserlerin derlenmesi ve yeni müzeler kurulması yer almıştır. Bu
amaçla Maarif Vekâletine bağlı Eski Eserler Müdürlüğü (Asar-ı
Atika Müdürlüğü) kurulmuş, 5 Kasım 1922’de bir genelge ile
arkeolojik ve etnografik eserlerin toplanması, envanterlenmesi
ve yeni müzelerin kurulması istenmiş, 14 Ağustos 1923
tarihli hükümet programında Müzecilik geniş boyutları ile ele
alınmıştır. Atatürk’ün isteği üzerine 1923’te kurulan Heyet-i
İlmiye’nin görevleri arasında Ankara’da bir milli müzenin
kurulması, Türk Etnografya Müzesi’nin hemen açılması ve
Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin gözden geçirilmesi konuları da yer
almıştır. Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde Atatürk’ün talimatı
ile Milli kazılar başlamıştır. Atatürk özellikle Hitit Uygarlığı’nın
araştırılmasını istemiştir. Ankara yakınlarında Gavurkale 1930,
Ahlatlıbel 1933, Karalar 1933, Çankırıkapı (Roma Hamamı),
Etiyokuşu 1937, Alacahöyük 1934, Pazarlı ve Büyük Güllücek
1934 kazıları, 1930 yılında başlayan Trakya Bölgesi araştırmaları
ve 1932 yılında başlayan Hasankeyf yüzey araştırması Atatürk’ün
direktifleri ile başlayan çalışmalardan bazılarıdır. Mustafa Kemal
Atatürk’ün “Bir vatanın sahibi olmanın yolu, o topraklarda
yaşamış tarihi olayları bilmek, doğmuş uygarlıkları tanımak,
sahip olmaktan geçer” sözü müzecilik anlayışının özünü
yansıtmaktadır.
50
Edirne’de ilk Müze, Selimiye Külliyesi içerisinde yer alan
Dar-ül Hadis Medresesi’nde faaliyete başlamıştır. Selimiye
Camii’nin güney doğusunda yer alan Hadis ilimlerinin
okutulduğu Medrese, Selimiye Külliyesi’nin bir parçası olup
1569-1575 yıllarında, Osmanlı Padişahı II.Selim tarafından
Mimarbaşı Koca Sinan’a inşa ettirilmiştir. Kareye yakın
dikdörtgen planlı Medresenin üç kenarı boyunca sıralanan 20
kubbeli odası bulunmaktadır. Ana dershane odası, hoca ve
öğrenci odaları ile medrese Osmanlı eğitim hayatında önemli
yer tutmuş; 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Edirne Müzesi
olarak Edirne Kültür hayatında önemli bir yer almıştır.
Bu müze, faaliyete başladığı 1922 yılından itibaren Türkiye
Trakyası’ndaki eserleri toplamış ve 01.01.1924 tarihinde Dar’ül
Hadis Medresesi’nde 95 eserin düzenlenmesi ile ziyarete
açılmıştır. Müzenin ilk müdürleri eğitimci olan İsmail Hakkı Bey
ve Avni Bey’dir. İsmail Hakkı Bey (İlter) , Millet Kütüphanesi’nin
kurucu ilk müdürü Ali Emîrî Efendi’nin (ö.1924) ölümünden sonra
bu kütüphanenin müdürlüğünü yapmıştır.
Büyük Önder Atatürk, 25-11-1930 tarihinde bu müzeyi
ziyaret etmiş ve ziyareti esnasında; “Eserlerimiz pek fazla değil
lakin temiz ve nadide eserler aslı müzeler tedrici tekâmüle
tabidir. Teşekkür ederim.” şeklinde müze defterine şerh verdiği
müzenin raporlarında yer almıştır. Atatürk’ün Edirne Müzesi’ni
ziyaretini yansıtan çok bilinen fotoğraf bu esnada çekilmiştir.
EDİRNE’NİN SAKLI HAZİNESİ
Dört minareli Selimiye Camii’m
Karşılar güvercinleri ile seni.
İçindeki ters lalesi anlatır efsaneyi
Büyüler seni yeşilliği, sanki bir nur bahçesi.
Açar kapılarını Kapalıçarşı
Hayran bırakır mis kokulu meyve sabunları,
İçinde sakladığı hediyelik eşyaları,
Sanki bir hazine sandığı.
Günebakan çiçeği her sabah güneşi seyreder,
Er Meydanı’nda olurken güreşler.
Burcu burcu tarih kokar Edirne’m
İşte, bu benim saklı kalan hazinem.
Fotoğraf / Levet TOSUN
Nergül YAŞDUT
Uzunköprü Atatürk Ortaokulu Öğrencisi
51
EVLİYA KASIM PAŞA VE
EDİRNE’DEKİ ESERLERİ
Hasan Ali CENGİZ
Trakya Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Okutmanı
52
Fotoğraf / Levet TOSUN
Fıg.25 - ANDRINOPLE. Mosquêe de Kasim Pacga.
1361 yılında fethedilen Edirne,
Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti olmuş
ve devlete 92 yıl başkentlik yapmıştır.
Şehir, İstanbul başkent olduğu zamanda
bile önemini devam ettirmiştir. Her
dönem şehirde padişahlar, sadrazamlar,
defterdarlar, kadılar ve diğer devlet
adamları pek çok eser yaptırmıştır.
Bu eserlerin başında da camiler yer
almaktadır. Evliya Çelebi Edirne’de 14’ü
sultanlar, 300’ü vezirler ve diğer devlet
adamları olmak üzere toplam 314 caminin
bulunduğunu bildirmektedir.
Edirne’de eser yaptıran devlet
adamlarından biri Evliya Kasım Paşa’dır.
Tayyip Gökbilgin, Fatih ve II. Bayezid
devri devlet adamlarından olan Kasım
Paşa’nın, 1483’de İshak Paşa’nın yerine
Veziriazam olduğunu ve 1485’te vefat
etiğini belirtmektedir. Kasım Paşa’nın
bugün kayıp olan mezar taşını yayınlayan
Ekrem Hakkı Ayverdi, Paşa’nın mezar
taşında vefat tarihinin 1478 olduğunu,
isminin ise Evliya Kasım Paşa olarak yer
aldığını belirtmektedir. Aşık Paşazâde
Tevârih-i Âli Osman’da II. Bayezid
döneminde sadrazamlık yapan Cezeri
Kasım Paşa’nın da Edirne’de bir camii
yaptıdığını belirtmektedir. Cezeri Kasım
Paşa ile Evliya Kasım Paşa birbiriyle
karıştırılmaktadır.
Müneccimbaşı’nın “âlim, ulema ve
salihleri koruyan, hayrat sahibi ve benzeri
olmayan bir vezir” olarak vasıflandırdığı
Kasım Paşa, Edirne’de Evliya Kasım Paşa
olarak tanınmış ve kendi adıyla Edirne’de
bir camii, bir imaret ve bir de hamam inşa
ettirmiştir. Camiinin bulunduğu mahalleye
de Evliya Kasım Paşa ismi verilmiştir.
Kasım Paşa’ya “Evliya” denmesiyle
ilgili birçok menkıbe söylenmekte olup
bir tanesi şöyledir: “Kasım Paşa, Edirne’de
Tunca Nehri kenarında yaptırdığı camiyi
Kurban Bayramı’na yetiştirmeye çalışırken
II. Bayezid Han, bu veli kumandanına
ikram olsun diye, Yeni İmaret’ten Aşçı
Yahya Baba’nın pişirdiği yemekleri, geniş
bir sini ile cami çalışanlarına göndermiş.
53
Kendisi de veli bir kimse olan Aşçı Yahya
Baba’nın Tunca Nehri’ne bıraktığı sini
akıntıya kapılıp giderek Evliya Kasım Paşa
Camii su merdivenlerine gelince alınarak
yemekler çalışanlara dağıtılırmış. Yemekler
yenilip dua edildikten sonra boş kaplar
tekrar siniye konarak yine Tunca Nehri’ne
bırakılırmış.
Bugünkü Kirişhane semtinde Tunca
Nehri kenarında inşa edilen Evliya Kasım
Paşa Camii, tek kubbeli ve bir minaresi
olan, muhtemelen Mimar Hayrettin’in
eseridir. Caminin bu bölgede olması o
dönemde Tunca Nehri’nin taşımacılık
yapıldığından dolayı hareketli olduğunu da
göstermektedir.
Evliya Kasım Paşa’nın kerametiyle sini
akıntıya ters olarak Edirnelilerin gözleri
önünde Yeni İmaret’e, Aşçı Yahya Baba’ya
ulaşırmış.”
Caminin kapısı üstündeki kitabesinde
883’te (1478) yapıldığı yazmaktadır.
Arapça olan bu kitabede günümüz
Türkçesiyle “(O) Allah’ın mescidlerini
yapanlardandır ve bunlardan bir bina
54
olan yüce, toplayıcı, latif ve şereflilerin
topladığı bu yapıyı (güzel salat onların
üzerine olsun) 883 yılında Kasım Paşa
yaptırdı. Allah dilediği hususlarda kendisini
muvâfık kılsın.” denmektedir. Cami, Tunca
Nehri kenarında yer aldığı için cemaatin
nehirden abdest alması için on dört
kademe taş merdiven inşa edilmiştir.
Caminin batı duvarında ise güneş saati
yer almaktadır. Saatin kuzey kesiminde
öğle vaktinin (gölgenin en kısa olduğu)
zamanını gösteren “zeval” ifadesi yer
almaktadır.
Edirne’de Kasım Paşa’ya ait bir de
hamam yer almaktadır. Riyaz-ı Belde-i
Edirne kitabında “Şerbetdâr Hamza Bey
Mahallesi’nde Kanadlı Köprü kurbunda
Kasım Paşa Hamamı Sokağı’nda beşinci
numarada bulunan Evliya Kâsım Paşa
tarafından yaptırılmış olan çifte hamamdır
ki câmekânlı kubbe olarak yapılmıştır.”
demektedir. Yine bu eserde harap olan
hamamın Ekmekçizâde Ahmed Paşa
tarafından birisi yıkılarak diğerinin tamir
edildiği, 1852’de câmekânlı kubbenin
yıkılarak Fenârî Hacı Ahmed Efendi
tarafından ahşaptan yapıldığını ve 1898
tarihinde de Hacı Ahmed Efendi’nin
damadı Hacı Hâfız Sâlim Efendi tarafından
tamamen yıkılarak arsasının satıldığı
yazmaktadır.
Evliya Kasım Paşa Camii 1908 yılındaki
bir yıldırımdan dolayı minaresi zarar
görmüştür. Bugün caminin son cemaat yeri
tamamen yıkılmış, genel olarak harap bir
halde olup ibadete kapalıdır. Son yıllarda
Tunca Nehri’nin taşmasından dolayı
cami sık sık sular altında kalmaktadır.
Set üzerindeki yoldan bakıldığı zaman
caminin Tunca Nehri içinde boğulmamak
için ellerini kaldırmış yardım isteyen bir
kişiye benzediği görülmektedir. Edirne
Valiliği’nin bu caminin bir başka yere
taşınması konusunda girişimleri olmuştur.
Ancak caminin bir başka yere taşınması
düşüncesi yerine, nehirler ıslah edilerek
taşkınların önlenmesi gerekmektedir.
Nehirler ıslah edilerek taşkınların
önlendiği, Tunca Nehri civarı mesire
yerleri haline getirildiği, hatta nehirde
kayıklarla gezinti yapıldığı ve bu caminin
restore edilip ibadete açıldığı, gelenlerin
camiyi yaptıranlara ve mezarlıkta yatanlara
Fatihalar okuduğu günler temennisiyle…
Caminin yanında bir de Kasım Paşa
İmareti bulunmaktadır. Bu imareti Riyaz-ı
Belde-i Edirne kitabında II. Bayezid’in
ümerâsınadan Evliya Kasım Paşa’nın
883’te (1478) yaptırdığı yazmaktadır.
Osman Nuri Peremeci, Edirne Tarihi adlı
eserinde imaretin 1829 Rus işgali sırasında
yakıldığını bildirmektedir.
Caminin yanında bir mezarlık da
yer almaktadır. Evliya Kasım Paşa’nın
da defnedildiği bu mezarlıkta pek çok
önemli kişininin de mezarı bulunmaktadır.
Riyaz-ı Belde-i Edirne kitabında 1508’de
Mevlâna Muhyiddin-i Acemî’nin, 1695’te
Ali Paşa’nın, 1835’te Yeşilce Mektebi
Muallimi Mehmed Muti’nin, 1849’da
Evliya Kasım Paşa Cami Hatibi Mehmed
Necati İbn Ahmed’in, 1876’da Konyalı
Mektebi Muallimi Kasım Şükrü’nün
buraya defnedildiğini yazmaktadır.
Ekrem Hakkı Ayverdi, ünlü pehlivan
Adalı Halil’in mezarının da Pehlivanlar
Mezarlığı’na taşınmadan burada yer
aldığını söylemektedir. Bugün Evliya Kasım
Paşa’nın mezar taşı dahil birçok mezar
taşı yok olmuştur. Var olanların bir kısmı
Edirne Müzesi’ne taşınmıştır.
KAYNAKÇA
Ahmed Bâdi Efendi, Riyâz-ı Belde-i Edirne, C. I, II, III.
ASLANAPA Oktay, Osmanlı Devri Abideleri, İstanbul
1949.
AYVERDİ Ekrem Hakkı, Osmanlı Mimarisinde I.
Murad-Çelebi Mehmed-II. Murad ve Fatih Devri
Eserleri, İstanbul 2014.
BAYKAL Sedat, Edirne’deki Tek Kubbeli Camiler, Ege
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans
Tezi, İzmir 1998.
GÖKBİLGİN Tayyip, “Edirne Şehrin Kurucuları”, Edirne
(Edirne’nin 600. Fethi Yıldönümü Armağan Kitabı),
Türk Tarih Kurumu.
PEREMECİ Osman Nuri, Edirne Tarihi, İstanbul 1939.
55
KALEİÇİ’NDE
BİR KONAKTA
Gonca SAKAR
Hacıilbey Mensucat Santral Ortaokulu Türkçe Öğretmeni
56
Geniş omuzları yılların yorgunluğunu
taşımaktan çökmüş, çizgiler yakışıklı
yüzünü bir çocuğun karalama yaptığı
müsveddelere döndürmüştü.
Kalktı. Pencereye yaklaştı. Bir zamanların Arnavut kaldırımlarının yerini
alan, şimdinin asfalt yollarına baktı. Saat sabahın üçüydü. Bir yağmur sesi
miydi onu bu saatte uyandıran? Cevabı kendi de biliyordu. Aylardır deliksiz
bir uyku girmemişti gözüne. Uyuyamıyordu. Saçak altından çıkan bir kedi,
yağmurun tüyüne değmesiyle birlikte keskin bir çığlık attı. Çığlık mahallede
yankılanır gibi oldu: “Uyanan var mı?” Bu tekinsiz gecede uzaktan da olsa
kendisine eşlik eden yok mu? Pencereyi açtı, boylu boyunca sokağı taradı
gözleri. Hemen karşıda Mümin Beylerin Konağı vardı. Bir zamanlar… Onun
yanında Şimon Efendilerinki dururdu tüm ihtişamıyla...
Ahşap oymalarının güzelliği tüm Edirne’de anlatılırdı. Çelik çomak
oynarlardı bütün gün. Neredeydiler şimdi? Kahkahayla süslenen ahşap
motiflerin yerini ne zaman kimsesizlik almıştı? Ya kendisi… Bir başına bu
koca konakta hâlâ ne yapıyordu?
Batuhan Ömer YEŞİL / Edirne GSL Öğrencisi
Başını pencereden çevirdi. Karşıdaki ceviz gardırobun aynasında
kendisiyle karşılaştı. Geniş omuzları yılların yorgunluğunu taşımaktan
çökmüş, çizgiler yakışıklı yüzünü bir çocuğun karalama yaptığı
müsveddelere döndürmüştü. Mavi gözleri çoktan yalnızlık rengini almış,
beyaz saçları da bu yitmişliğin resmini tamamlayan son unsur olmuştu.
93 sene hep götürmüş hiç getirmemişti. Daraldı. Kapıyı açıp hole çıktı.
Işık… Işık nerede? Hah... Birden aydınlandı ortadaki dev kristal avize…
Anacığı ne kadar yalvarmıştı da sonunda dayanamayıp almıştı babası bunu.
Avizenin altındaki büyük yemek masası, kalabalık akşam yemeklerine
uzun zamandır misafirlik etmiyordu. Cumbaya doğru yürüdü. Sedirin
üstüne oturdu. Sıkıntısı burada da geçmemişti. Su içmeye karar verdi.
Altın varaklı merdiven korkuluklarına tutundu sıkıca. Gene tutmuştu sağ
kolu. Merdivenleri inerken sağlı sollu asılmış fotoğraflara baktı. Geçmişin
gerçekten yaşandığını gösteren tek kanıt bunlardı. Eve fotoğrafçı çağrılır,
herkes en güzel kıyafetlerini giyerdi. Bazen de Şimon’un babası çekerdi
fotoğraflarını. Zaten er meydanında da tüm pehlivanları o ölümsüzleştirirdi.
Elbette onu da…
Gecenin sessizliğinde inceden bir yağmur
sesi, ıslık olup girivermişti asırlık konağın ahşap
menteşelerinden. Hızla gıcırdayan merdivenleri
çıkmış, üst kata ulaştığında çoktan fırtınalar estirir
olmuştu. Merdiven korkuluğunun bittiği yerin hemen
sağ tarafındaki kapının altından süzülmüş, demir
parmaklıklı küçük yatağın yanında soluklanmıştı.
Halil Bey yavaşça gözlerini açtı, yatağın içinde
sağa doğru döndü. Pencereye pıtır pıtır vuran
yağmurun sesini dinledi bir müddet. Her yağmur,
konağın eskiliğini biraz daha gün yüzüne çıkarıyordu
sanki.
Çeşmeden bir bardak su doldurdu. Tadı yoktu çeşme suyunun artık
ama alışkanlık işte. Bardağın dibini görmeden yine o sesi duydu yüreğinden
kalbine doğru. Gözünü kapadı. “İki yiğit çıktı meydana..” Silkindi, kendine
geldi. Duymak istemiyordu.
Yağmur şiddetini iyiden iyiye arttırmış, konağın her bir yanı acı
çekercesine inlemeye başlamıştı. Gidip uyumaya karar verdi. Yine o sesi
duydu beyninin içinde “biri birbirinden merdane…” Başını çevirdi, gözü
sofanın dibindeki odanın kapısına ilişiverdi. Kaç yıl oldu girmeyeli? Üç mü
beş mi? Ayakları kendinden bağımsızmış gibi hareket etti. Kapının tokmağını
çevirdi hızla, vazgeçmekten korkarmışçasına. Açılan kapı bir deryaydı
sanki… Hem tüm dertler hem de tüm devalardı. Camlı maun dolabın içi
madalyalarla doluydu. Başarıyla dolu yıllar… Dipteki sandık? Parlıyor muydu
o? Eğildi. Titreyen eliyle zar zor açabildi kapağını. Evi esir alan toz ve eskilik
kokusu uğramamıştı sandığa. İlk günkü gibiydi kisvesi. “Bir köşede yiğitler
yiğidi Halil Pehlivan, bir köşedeeee!” Beyninde yankılanıyordu cazgırın
sesi. Oda çok mu havasız? Hızlı hızlı solumaya başladı. Anılar mı sarılmıştı
gırtlağına yoksa bir zamanların Halil Pehlivan’ının Azrail’le güreşme vakti mi
gelmişti? Hava.. Allah’ım hava… temiz… ha...va…
Yağmur dindi. Sabahın ilk ışıkları kaybolup giden bir hazineyi
aydınlatıyordu umarsızca. Ne Halil Bey biliyordu güneşin yüzüne vurduğunu,
ne de Edirneliler koca bir tarihin virane bir konakla yok olduğunu…
57
EDİRNE MEZAR TAŞLARI
Musa ÖNCEL / Selimiye Yazma Eser Kütüphane Müdürü
58
Ölümü; başkaları için her zaman yakın, kendimiz için uzak görürüz. Ancak ölümün
her an yanı başımızda olduğunu bize hatırlatan işte bu mezar taşlarıdır.
Engin bir tarih mirasına sahip olan Edirne’deki tarihî
mezarlıkların bir kısmı zamanla tahrip edilip yok olmuş, taşları
kırılarak yol yapılmış, duvar yapılmış, yerleri arsa haline getirilmiş
ise de günümüze ulaşanların sayısı az değildir. Geçmişimizin bir
parçası olan tarihi mezarlıklar taşıyla, ağaçlarıyla, çiçekleriyle
ve diğer unsurlarıyla korunmasına önem vermemiz gereken
yerlerdir. Yaşayan insanlara gösterdiğimiz saygıyı, ölenlerden
esirgememeliyiz. Mezarlıklardaki taşları kırıp yok ederek değil,
koruyarak gelecek kuşaklara aktarmalıyız. Bilindiği gibi ecdadımız
mezarlıkları gelen-geçen ibret alsın, bir dua okusun diye yol
kenarlarına ya da cami yanlarına yapmıştır.
Ölümü; başkaları için her zaman yakın, kendimiz için uzak
görürüz. Ancak ölümün her an yanı başımızda olduğunu bize
hatırlatan işte bu mezar taşlarıdır. Mezar taşı dikmek, mezarın
kime ait olduğunun (belli olması) bir işareti olduğu kadar hayatta
olan insanlara da bir öğüt vermek için kültürümüzde yaygın hale
getirdiğimiz adetlerimizdendir.
Genelde ölenler için iki mezar taşı dikilmiş, baş taşındaki
kitabede ölenin kimliği ile ilgili; kime ait olduğu, nerede, hangi
tarihte öldüğü, ne işle uğraştığına dair bilgiler, ayak taşındaki
kitabede ise ağıt, öğüt, mersiye ve dua gibi bilgiler mevcuttur.
Mezar taşları tarih, sanat tarihi, edebiyat, epigrafi gibi birçok
bilim dalına önemli bilgiler sunarak kaynaklık etmektedir. Ayrıca
mezar taşları bulunduğu coğrafyanın geçmiş kültürünü, tarihini,
sanatını, edebiyatını, ekonomik ve sosyal hayatını yansıtmanın
yanında geçmiş zamanların kültür değerlerini günümüze aktaran
belge niteliği taşıyan şehirlerin ve toplumların sicilleri gibidir.
Osmanlı Devleti’ne yaklaşık 100 yıl başkentlik yapan Edirne,
çok zengin milli kültür varlığımız olan tarihî eserlere sahiptir.
Bunlardan biri de tarihî mezarlıklar ve buradaki belge değeri
taşıyan mezar taşlarıdır.
Edirne’nin her köşesindeki kadın mezar taşında ayrı bir
incelik, erkek mezar taşında ise farklı bir güzellik bulunan bu
mezar taşlarının formu, süsleme ve şekilleri bize mezarda yatan
kişinin siyasetçi mi, asker mi, erkek mi, kadın mı, çocuk mu, ilim
adamı mı ya da tarikat mensubu mu olduğuna dair bilgiler verir.
Mezar taşlarında bulunan tasvirler ve yazılar sanat bakımından
nice güzellikleri bünyesinde barındırmaktadır. Bu güzel yazı ve
süslemeler hem devrinin sanat özelliğini yansıtmakta, hem de bir
daha yapılamayacak taş işçiliğiyle sanat zevkini bize aşılamakta,
mezarlıların soğuk yüzünü bize sıcaklaştırmaktadır.
Edirne gibi İslam şehirlerinde mezarlıklar genellikle yerleşim
alanlarının kenarlarında büyük mezarlıklar, cami, mescit, tekke,
zaviye ve türbe gibi yapıların bitişiğine de çok sayıda hazire,
(etrafı çalı, çit taş duvarla çevrili bulunan bahçe veya mekan)
küçük mezarlıklar şehre değer katmaktadır. Türk kültür tarihi
açısından büyük önem taşıyan tabut adetinin bir yansıması olan
sanduka tarzı üzeri kitabeli veya düz mezar taşları şehrimizin
değişik yerlerinde mevcudiyetini hala korumaktadır.
Tarihi mezarlıkları korumanın diğer bir yolu da, mezar
taşlarının uzmanlar tarafından değişik yönleriyle incelenerek
tespit ve tanzimi yapılıp belgelendikten sonra uygun yerlerde
teşhirinin yapılmasıdır. Günümüzde şehir mezarlıklarına
baktığımız zaman eski sanat ruh ve estetiğini maalesef pek
görememekteyiz. Mezarlıklarımız ne yazık ki ölülerimizin
yattıkları yerlerin kaybolmaması için sadece mermer mezar
taşları ile doldurduğumuz mekanlar haline gelmiştir.
59
İdil LAZ / Edirne GSL Öğrencisi
Yılmaz KAHRIMAN
EÖS Mesleki Teknik Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni
Bazı şehirler vardır onları anlatmaya söz yetmez. Bu şehirler
ancak yaşanılarak öğrenilir. İşte o şehirlerden biridir Edirne.
“Sultanların şehri, şehirlerin sultanı” denilen Balkanların başkenti
Edirne… Bir şehir düşünün ki koca cihan imparatorluğuna bir asra
yakın başkentlik yapsın, bir şehir düşünün ki adına şiirler, şarkılar,
marşlar yazılsın. İşte böyle bir şehir sizleri bekliyor. Gelin, görün ve
kültüre, sanata, dine dair ne varsa hepsine tanıklık edin.
Edirne, girişte sizi Hacılar Ezanı ile karşılayacak. Gözlerinizi
kapadığınızda Balkanlardan hayır dualar ile Kâbe’ye uğurlanan
deve katarlı kafilelerle karşılaşacak, o kutsal mekâna ulaşacak
olanlarla selam göndereceksiniz. Biraz ileride adını ilk yeniçeri
isyanından alan Buçuktepe ile buluşacaksınız. Tarihe geçen şanlı
Edirne direnişini gerçekleştiren Şükrü Paşa ve askerleri bir Fatiha
isteyecek sizden.
60
“Her şey biter, Edirne bitmez.”
Süheyl ÜNVER
Yolunuza devam ederken Çelebi Mehmet’in kızının adını verdiği
Ayşekadın Camii ve Mahallesi ile Ahmet Paşa Kervansarayı’ndan
geçerek buradaki sebilden susuzluğunuzu gidereceksiniz.
Yolunuzda ağır ağır ilerlerken Kadı Bedrettin, Defterdar Mustafa
Paşa, Sitti Şah Sultan camilerinden gelen “Bizler de buradayız,
uğramadan geçmeyin!” sesine kulak kabartacaksınız. Hatta Lari
Çelebi’nin büyük bir vakarla şunları söylediğini duyacaksınız:
“Çoğunuz bilmez, ben Lari Acemi. Fatih Sultan Mehmet Han ve
Bayezid- i Veli’nin özel hekimiyim. Şu fani dünyada kalıcı bir eser
bırakmak amacıyla ilk ‘U’ planlı son cemaat yerinden oluşan bir
cami yaptırdım. Allah dualarınızı kabul etsin.”
Yolunuzun üzerinde altı asırdır dimdik ayakta duran Eski
Cami’ye ulaştığınızda Çelebi Mehmet seslenerek “Bu camide öyle
yazılar var ki okuyun!” diyecek, Ankebut Suresi’nden tutun da ya
Gaffar, Bilal–i Habeşi’den ya Deyyan ile meşhur vav yazısına ait
örnekleri okuduğunuzu göreceksiniz. O ses size “Durun, hemen
gitmeyin. Rükn-i Yemani de burada, Cennet Deresi, Hacı Bayram-ı
Veli’nin mübarek kürsüsü de burada. Onları da görün!” diyecek.
Cami’nin karşısında tüm ihtişamı ile Mimar Koca Sinan’ın
yaptığı Damat Rüstem Paşa Kervansarayı ile karşılaştığınızda
hafızanıza hemen şu beyit gelecek:
“Olunca bir kişinin bahtı kavi, talihi yâr
Kehlesi dahi mahallinde anın işe yarar”
Tam karşınızda bulunan Bedesten Çarşısı ise size “Bizler de
Osmanlı’nın ekonomik değerleriyiz, bizi öğrenmek için Evliya
Çelebi’ye kulak verin!” diye seslenecek. Keyifli yolculuğunuz
devam ederken öyle bir şaheserle karşılaşacaksınız ki Koca Sinan
“Koşun Sultan Selim’in Selimiye’si sizi bekliyor.” diye haykıracak.
Burada gözlerinize inanamayacağınız bir sanat eseri ve mabet
ile karşılaşacaksınız. Bir anda aklınızdan ters lale, eğik minare
gibi efsaneler geçerken bir bakmışsınız ki Hünkâr Mahfili’nde III.
Mehmet, saflarda binlerce insan ile aynı anda secdeye varmışsınız.
Bu manevi hazzı yaşadıktan sonra sizi burmalı, baklavalı minareleri
ile Murad-ı Sani’nin Üç Şerefeli Camii karşılayacak. Dillere destan
o kapıyı göreceksiniz ancak cami bahçesindeki yıkık mezar taşları
sizi biraz hüzünlendirse de Muradiye’nin çinilerine tanıklık edince
tekrar keyfiniz yerine gelecek.
Uzaklardan “hoş bir seda” gelecek kulaklarınıza. O ses “Buraya,
buraya…” diye çağıracak sizi. Tahmin ettiğiniz gibi davul–zurna sesi
bu. Yiğitlerin harman olduğu, cihanın başpehlivanının seçildiği
Kırkpınar Er Meydanı burası. Ama durun buraya ulaşıncaya
kadar tarihe tanıklık etmeye devam edeceksiniz. Saraçhane’de
mehteran eşliğinde resmigeçit töreni ile yine Sinan’ın inşa etmiş
olduğu köprüde Kanuni ile karşılaşacaksınız. Muhteşem Süleyman
size yaptırdığı Adalet Kasrını gösterip ünlü kanunlarını burada
yazdığını, divanı topladığını, çok sevdiği Hürrem ile burada
geçirdiği mesut ünlerini anlatacak. 40 davul 40 zurnadan gelen
o ahenkli ses giderek artınca bir bakacaksınız ki Kel Aliço, Adalı
Halil, Koca Yusuf, Kurtdereli kıyasıya güreşe tutuşmuşlar “Bizi
yenebilecek var mı cihanda?” diye seslenecekler.
Keyifli yolculuğunuzu sürdürerek mis gibi kokan güllerin
bulunduğu bahçeleri arkanızda bırakıp Tunca Nehri ile
buluşacaksınız. Fatih’in yaptırdığı o küçücük köprüden geçince
muhteşem kasırlar, köşkler, imaretler ile karşılaşacaksınız. Tahmin
ettiğiniz gibi Edirne Sarayı’ndasınız. Gözünüzü kapadığınızda
Şehzade Cem’in sarayın bahçesinde koşup oynadığını, Fatih’in
İstanbul’u “Nasıl alırım?” diye planlar yaptığına tanık olacaksınız.
Biraz ileride Avcı Mehmet’in oğulları için yaptırdığı günlerce
süren o dillere destan sünnet şenliğinde bulacaksınız kendinizi.
Çeşnicibaşı sizi sofraya buyur edecek tarhana çorbası, tutmaç,
dolma ve hoşafları afiyetle yedikten sonra fişekçi, hokkabaz,
ateşçi, cambazların gösterilerini izleyip düğün şerefine yapılan at
yarışlarına tanıklık edeceksiniz.
Yolunuz uzun, sarayı geçince Bayezid Külliyesi çıkacak
karşınıza. Orada oturup müzik terapisi ile hastaların tedavisine
tanık olacaksınız. Bir an zihninizden atalarımız su, müzik ve çiçek
tedavisini uygularken Avrupalıların içine şeytan girdi diye insanları
diri diri yaktıkları anlar geçecek. Büyülü ney sesi eşliğinde Lady
Monteqau’nun ülkesine gönderdiği çiçek aşısı uygulamasını
anlatan mektubunu okuyacak, camide namaz kılacaksınız.
Aşevinden bir kap yemek alıp garip gurabanın hislerine tercüman
olacaksınız “Allah devlete millete zeval vermesin!”
Yolculuğunuzda bu kez Peygamber Efendimizin isteği üzerine
Sultan II. Murat’ın sırtında taş taşıyarak yaptırdığı Darü’l-Hadis
Camii’ne ulaşacaksınız. Bahçesinde bulunan şehzade mezarlarının
hali sizi biraz üzse de bir ses “Ne mutlu bize İstanbul’un Fatihi’nin
eğitim gördüğü medrese bahçesinde ebedi istirahatımızı
yapıyoruz!” deyince göğsünüz bir kez daha kabaracak.
Bu kez yolunuza Ekmekçizade Ahmet Paşa Köprüsü çıkacak.
“Bu köprüyü ben yaptırdım.” diye gururla haykırırken biraz da
mahzundur Edirneli Defterdar Ahmet Paşa. Nedeni sorulduğunda
köprüye kısaca Tunca Köprüsü dendiğini bildirerek isminin
unutulmasından dert yanacaktır.
Biraz daha ilerlediğinizde saltanat kayıkları içinde rengârenk
kıyafetleri ile sultanların, cariyelerin gezdiği Meriç Nehri ile nazlı
nazlı süzülen köprüye varacaksınız. Burada Sultan Abdülmecit
çıkacak karşınıza “Rahmetli babam II. Mahmut bu köprüyü
bitirmek için çok çabaladı ama bana nasip oldu. Ne olur dualarınızı
ondan esirgemeyin!” dedikten sonra sizi güneşin batışının
dünya üzerinde en güzel seyredildiği yerlerden biri olan Hünkar
Mahfili’ne davet edecek. Köprünün çıkışında ise sizi Hacı Adil Bey
çeşmesi karşılayarak suyundan ikram edecek ve “Her şey sudan
yaratılmıştır, en güzel sadaka su vermektir.” diyerek uğurlayacaktır.
Yavaş yavaş yolun sonu göründü. Kadri Paşa’nın taş ile
döşettiği, asırlık ağaçlar ile süslü güzelim Karaağaç yolundan
ilerlerken Jandarma Şehitliği’ndeki şehitlerimiz ve Ressam Hasan
Rıza da sizden Fatiha isteyecektir. Kısa bir müddet sonra sınıra
vardığınızda o eski günler aklınıza gelecek, üç kıtaya egemen
olmuş koca bir imparatorluğa özlem duyacaksınız.
İşte böyle bir yolculuk Edirne… Bedesten’i gezerken Evliya
Çelebi’ye tanıklık ettiniz. Tophane’de İstanbul’u fetheden topların
nasıl döküldüğünü gördünüz. Sarayiçi’nde güreş izlerken Kakava
ateşinden atladınız. Hasan Sezai Türbesi’nde ettiğiniz dualar ile
maneviyatınızı yüceltirken Muradiye Mevlevihanesi’nde sema
yaptınız. Sokullu Hamamı’nda pirüpak olduktan sonra Ali Paşa
Çarşısı’ndan deva-i misk ve aynalı süpürge aldınız. Lozan Anıtı
ile Türk’ün haklı sesinin tüm dünyaya nasıl haykırıldığına şahit
oldunuz. Unutmayın ki Edirne Sedd-i İslam’dır, Balkanlardaki
payitahttır, Cumhuriyet’in kalesidir. Gelin yaşayın bu güzellikleri…
61
Edirne’yi Türk medeniyet
mührüyle, hizmet mührüyle
mühürlemediğimiz sürece,
serhâd şehrimiz olmaktan çıkar.
Edirne’yi sevmek, ayrıntılarını
sevmektir; Edirne’ye hizmet
etmektir.
EDİRNE SEVDALISI
RATİP KAZANCIGİL İLE
EDİRNE RÖPORTAJI
Bahire YILDIRAN, Canan GÜNGÖR, Gülay BORUCU
Edirne Lisesi Türk Dili ve Ed. Öğretmenleri
1960 - 1985 yılları arasında İl Sağlık Müdürlüğü
görevini yürütmüştür O, sadece bir doktor değil,
aynı zamanda Edirne sevdalısı... Şu anda 95 yaşında.
Odasına girdiğimizde onu masasına oturmuş, elinde
büyüteciyle bir kitabı incelerken bulduk. Neredeyse
bir asra yaklaşmış bir ömür... Hala çalışma, üretme
azminde oluşu ders alınacak nitelikte.
62
Fotoğraf / N. Dilek ALTAY
Ratip KAZANCIGİL, 1950 yılında Edirne’ye genç
bir doktor olarak gelmiş, Trakya Sıtma Savaş Bölge
Başkanı olarak yıllarca görev yapmıştır.
1920 doğumlusunuz. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında
doğup Cumhuriyet çocuğu olarak yetiştiniz. Türkiye’de yaşanan
değişimlere şahit oldunuz. Yaşadığınız şehirde bu değişimler
nasıl hissedildi?
Çocukluğum ve lise yıllarım Malatya’da geçti. En büyük
değişim eğitim alanında oldu. Yenileşen okullarda, yeni alfabeyle
eğitim görmeye başladık.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişen değerlerimizdensiniz.
Bu yıllarda birçok alanda olduğu gibi, eğitim alanında da
önemli gelişmeler yaşandı. Sizin nasıl bir öğrenim hayatınız
oldu? Sizi çok etkileyen hocalarınız var mıydı?
1926’da altı yaşımdayken ana mektebine başladım. O zamana
kadar ana mektebi yoktu. Bizler bu okulların ilk öğrencileri
olduk. Kırmızı önlüklerimiz, beyaz yakamız vardı. Bu okulda bize
ahlâk kuralları yanında alfabe öğretildi. Sonra bize bir sınav
yapıldı, bu sınavın ardından birinci sınıfa başladım. O yıl ilk defa
kız ve erkek öğrenciler bir sınıfta toplanmıştı, ben de bir kız
arkadaşımla oturmuştum. 1928’de ben üçüncü sınıfa giderken
yeni yazıya geçildi. Bize yeni yazıyı öğretmek için Halkevi’nde
kurs açıldı, yaz tatilinde yeni yazıyı öğrendik. Cumhuriyet’in
ilk liselerinden biri Malatya’da açılmıştı. Ortaokulda ve lisede
çok iyi öğretmenlerim oldu. Ortaokulda Orhan Şâik GÖKYAY,
Nihâl ATSIZ; lisede Vasfi Mahir KOCATÜRK üzerimde emeği
olan ve beni derinden etkileyen hocalarımdır. Orhan Şâik Hoca,
üzerimizde araştırmalar yapar; kim, neye meraklı keşfetmeye
çalışırdı. İlgili ve yetenekli öğrencilere eski yazı romanlar verir;
Çalıkuşu ve Ateşten Gömlek gibi kitapları eski yazıyla okuturdu.
Bu romanları ilkokul mezunu ablamla beraber okurduk.
Sonra hocamız bizi evine çağırır, romanların özetlerini anlatır,
konuşurduk. Hoca bize değer verirdi, eliyle bize çay demler,
ikram ederdi. Eski yazıya devam etmemi Şâik Hoca sağlamıştır.
Lise yıllarımda Edebiyat Tarihi derslerimize Vasfi Mahir
KOCATÜRK girerdi. Edebiyat ve araştırmalarına merak salmam
onun sayesinde olmuştur.
Eski yazıyı mı yoksa yeni yazıyı mı daha çabuk öğrendiniz?
Yeni yazıyı öğrenmek daha kolaydı. Şimdi, yine eski yazıyı
getirmeye çalışıyorlar. Benim anladığımca bu doğru değil. Çünkü
sadece eski yazıyı öğrenmek mesele değil. Dili de bileceksin.
Dili bilmeden hiçbir metni okuyamazsın, anlayamazsın.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocalarından Süreyya
Beyzâdeoğlu, ara sıra ziyaretime gelirdi. Ziyarete geldiği bir gün,
Abdurrahman Hibrî’nin Enîsü’l-Müsâmirîn adlı eseri üzerinde
çalışıyordum. “Hocam, bunu bizim son sınıf öğrencilerimize
okutalım” dedi. Birkaç öğrenciyi görevlendirdi. Çocuklara kitabı
bölüm bölüm dağıttı. Yazının dilini görünce öğrenciler şaşırdı
kaldı. Söylemek istediğim şu; sadece eski yazıyı öğrenmekle iş
bitmiyor, çocuklar dilini de kültürünü de öğrenmek zorunda.
Edebiyat ve Tarih Fakültelerinde eski yazı zorunlu okutulmalı,
bu gençlerden tercüme grupları kurulmalı. Çünkü belgelere
ulaşmadan ne tarihimizi ne de sanatımızı öğrenebiliriz. Benim
bütün eserlerim belgelidir. Belgesiz tarih yazmak veya anlatmak,
mangal başında masal anlatmaktır.
Üniversite döneminde Tıp Fakültesi’nde okumaya nasıl
karar verdiniz? Sizi bu mesleği seçmeye yönlendiren sebepler
nelerdi?
Bunun kararını ben vermedim. Babam karar verdi. Kendisi
Bayındırlık Müdürlüğü başkâtibi idi. “Serbest hayatta geçerli bir
geçim kaynağın olsun.”diyerek ya mühendis ya doktor olmamı
istiyordu. İşin aslına bakarsanız ortaokul ve lisede cebir ve
hendese ile (Matematik ve Geometri) ile kâtiyyen uyuşamadım.
İki yıl bu derslerden bütünleme ile geçtim. Lisede Edebiyat
bölümünde okudum. Edebiyat bölümünü severek okuduğum
için derece ile mezun oldum. O zamanlar olgunluk sınavı
vardı, üniversite sınavı yoktu. Okulu iyi derce ile bitirenler Tıp
Fakültesi’ne gitmeye hak kazanıyorlardı. Ben de böylece İstanbul
Tıp Fakültesi’ne başladım. Malatya’dan iki arkadaş yola çıktık
doktor olmak için. Eş dost beni uğurlamaya gelmişti. İstanbul’a
trenle üç gün iki gecede gittim.
İstanbul’da Tıp Fakültesi’nde okumak, memleketin orta
halli ve fakir çocukları için zordu. Dr. Refik SAYDAM, Tıp Talebe
yurtlarını açarak Anadolu’dan gelen çocukların okumasını
kolaylaştırdı. Ben de bu yurtlarda okudum. Burada bize çok
iyi baktılar, her ihtiyacımızı karşıladılar. Tramvay paramız bile
karşılanıyordu.
Siz Tıp Fakültesi’nde okurken İkinci Dünya Savaşı başladı.
Ülkemiz, bu savaşa girmediği halde ekonomik olarak sıkıntılı
yıllar geçirdi. Bu durum size nasıl yansıdı? Siz ne gibi etkilerini
yaşadınız?
Okula başladığımda üç sene boyunca her şey çok iyiydi.
Önce Atatürk’ü kaybettik. Atatürk’ün hastalığının ilerlediğini
öğrendiğimiz günden itibaren her gün, bayrakların yarıya indirilip
indirilmediğine bakmaya başladık. Bir gün bayraklar yarıya
indirilmişti, Atatürk’ü kaybetmiştik. Atatürk’ün cenaze törenine
katıldık Dolmabahçe’den Sarayburnu’na kadar kortejle yürüdük.
Sonra İkinci Dünya Savaşı başladı. Son üç yılımız çok zor geçti.
Bir de biz Anadolu’dan gelen çocuklar girişken değildik, bilgimizi
satamazdık. Son sınıfta son sınava girerken çok heyecanlıydım.
Sınavı Ord. Prof. Âkil Muhtar Hoca yapacaktı. Bizim dersimize
hiç girmemiş, bizi tanımıyor. Sıra bana gelince heyecandan
titrediğimi hatırlıyorum. Hocam “Sen niye heyecanlısın? Seni
tanıyorum, sen iyi bir öğrencisin. Bilinceye kadar sana soru
soracağım.” diye beni oturttu, benden sonraki arkadaşımı sınava
aldı. Benim heyecanım geçince sorusunu sordu, sınavımı geçtim.
İyi bir hoca aynı zamanda psikolog olacak, çocuğun halinden
anlayacak. Mezun olunca heyecandan Aksaray’dan Sirkeci’ye
yürüyerek gittim, tramvaya binmedim. Sirkeci’deki Büyük
Postane’den Malatya’ya telefon çektim.
Edirne yıllarınıza gelelim. 1950’li yıllarda göreviniz
nedeniyle Edirne’ye geldiniz. Edirne’ye önemli hizmetleriniz
oldu. Göreviniz dışında sizi Edirne’ye bağlayan nedenler
nelerdir?
Edirne’nin tarihi ve tarihimizdeki yeri... Edirne demek sadece
Selimiye Camii, Meriç Köprüsü, Karaağaç demek değildir.
Osmanlı’nın üç kenti var: Bursa, Edirne, İstanbul.
63
Fotoğraf / N. Dilek ALTAY
Bunları çıkarırsanız Osmanlı tarihi yazılamaz. O, yazılmazsa
dünya tarihi yazılamaz. Rastgele bir Osmanlı tarihi kitabı alın.
Kitapta Edirne’nin adının geçtiği yerlerin üstünü çizin. Osmanlı
tarihi kalbura döner. Edirne, Osmanlı tarihinde bu kadar önemli
bir yere sahip. Edirne, İstanbul’u fetheden kent… Fatih Sultan
Mehmet Edirne doğumlu... İstanbul’un fethi planlarını Edirne
Sarayı’nda hazırladı. İstanbul surlarını açan topların planları
Edirne’de yapılıyor; şâhî toplar Edirne’de dökülüyor, Edirnelileri
de yanına alıyor, İstanbul’u fethediyor. Daha nesi var Edirne’nin?
Osmanlı’nın ikinci kuruluşu var: Birincisi Domaniç Yaylası’nda
Söğüt’te, ikincisi ise Edirne’de. Yıldırım Beyazıt’ın Timur’a yenilip
vefat etmesinden sonra oğulları, ayrı ayrı beyliklerini ilân ettiler.
Edirne’de Süleyman Çelebi beyliğini ilan edip para bastırdı.
Çelebi Mehmet, kardeşlerini bertaraf edip Edirne’ye geldi,
hükümdarlığını ilan etti. Osmanlı devleti, yıkılmaktan kurtuldu.
Batı seferleri Edirne’den başlıyordu. Edirne’yi Türk medeniyet
mührüyle, hizmet mührüyle mühürlemediğimiz sürece,
serhâd şehrimiz olmaktan çıkar. Edirne’yi sevmek, ayrıntılarını
sevmektir; Edirne’ye hizmet etmektir.
Sağlık Müzesi’nin kuruluşuna öncülük ettiniz. Sayenizde
Edirne, çok güzel, başarılı bir müzeye kavuştu. II. Beyâzıt
Külliyesi terk edilmişlikten, harabeye dönmekten kurtuldu.
Sağlık Müzesi, 2004 yılında Avrupa Konseyi Müzecilik Ödülü’ne
lâyık görüldü. Bir müze kurmak kolay olmasa gerek. Kuruluş
aşamaları nelerdi? Hangi kaynaklardan yararlandınız?
Süheyl ÜNVER Hoca’m, her sene Edirne’ye gelir, sekiz on
gün kalırdı. Onunla beraber Edirne’yi gezerdik. 1974 yılında
geldiğinde, II. Beyazıt Külliyesi’ne gittik. O zaman viran haldeydi.
İçinde koyun bakıyorlardı. Serseriler cirit atıyorlardı. Süheyl
Hoca’m “Doktorum, gel burayı Tıp Tarihi Müzesi yapalım.”dedi.
Hemen “Müze olursa neleri koymak lazım?” diye listesini yaptı,
bana verdi. Müze açılınca listeyi müzeye verdim. Oradadır şimdi.
Bina o zaman Vakıflara aitti. Biz müze düşüncemizi Vakıflar
Bölge Müdürlüğüne ilettik. Valilik yardımıyla iznimizi aldık.
Sözleşmemizi imzalayarak binayı teslim aldık. İlk olarak mûsikî
sahnesini kurmak için çalıştık. Çalışmalarımızı sürdürürken
Vakıflar Bölge Müdürlüğü sözleşmeyi bozdu. “Hoca buraya put
koyacak.” diye bizi şikâyet etmişler.
64
Bu memlekette iş yapmak için kızmayacaksın,
bağırmayacaksın, kavga etmeyeceksin, sabır taşı olacaksın.
Bu arada Edirne’ye Vakıflar Bölge Müdürlüğünden sorumlu
olan Devlet Bakanı Hasan AKSAY geldi. Onu Vali Bey’le birlikte
Külliye’ye götürdük. Durumu belgeleriyle beraber anlattık.
Haberinin olmadığını, konuyla ilgileneceğini söyledi. Sonra
burada Kanser Enstitüsü kurmak istediler, 1997’de İstanbul’daki
Psikiyatri Derneği burada Psikiyatri Hastanesi kurmak istedi.
Daha sonra üniversiteye devredildi. On yıl o şekilde kaldı.
Müzeyi önce Tıp Tarihi Müzesi olarak açmayı düşündük, fakat
böyle olursa belli bir konunun müzesi olacaktı. Sağlık Müzesi
olursa geniş kapsamlı olacaktı hem de daha geniş kesimin ilgisini
çekecekti.
Müzeyi kurarken Selimiye Kütüphanesi’ndeki el yazması
eserleri inceledim. Amasya Darüşşifası müderrisi Şerâfettin
Sabuncuoğlu’nun Kitâb-ı Cerrâhiye adlı kitabında 15. yüzyıla
ait minyatürler vardı. Kitapta hastalıklar ve tedavileri
anlatılıyordu. (Bu kitap Fatih Sultan Mehmet’e takdim edilmiş.)
Bu kitaptaki minyatürleri canlandırdık. Hoca Sadeddin Efendi’nin
Tâcü’tTevârih adlı eseri, Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi,
Külliye’nin Vakfiyesi de yararlandığım diğer kaynaklar.
Düzenlemeler sırasında İstanbul Şehir Tiyatrolarından dekor
düzenlemesi için yardım aldık.
Avrupa Konseyi Asamblesi, müzecilik ödülü vereceğini
duyurunca biz de başvuru yaptık. Asamblenin müfettişleri
geldi. “Burası konuşan müze .” dediler. 2004’te Avrupa Konseyi
müzecilik ödülünü kazandık. o dönemde rektör Osman İNCİ’yle
beraber Strazburg’da ödülü aldık. 2005’te aynı asamblenin
düzenleme ödülüne layık görüldük. İkinci ödülümüzü de Atina’da
aldık.
Hayattaki iki büyük hedefinizin biri kütüphane kurmak
diğeri Darüşşifâ’da Sağlık Müzesi oluşturmakmış. Bu
hedeflerinizi gerçekleştirmişsiniz. Emekleriniz için çok teşekkür
ediyoruz. Üçüncü hedefiniz Adalet Kasrı’nda Adalet Müzesi
açmakmış. Bu hedefi gerçekleştirmek için neler yaptınız?
Kütüphanemizin hazırlığında arkadaşlarımın da yardımları
oldu. Birazdan kütüphanemizi göstermek isterim sizlere. Adalet
Kasrı’na gelirsek bu yapı Mimar Sinan’ın yapısıdır. Su terazisi
için kullanılmış, üç katlı bir yapı. Kulenin önünde bir sütun
bulunuyor. Bu sütunda idam edilenlerin başları ibret olsun diye
sergileniyormuş. Sarayın bir yetkilisi, hukuktan sorumlu bir
kişi burada oturuyormuş. Adalet Kasrı ismini bunun için almış.
Burada dilekçeler kabul ediliyormuş.
Osmanlı zamanında seyir kulesi olarak da kullanılmış. Buranın
düzenlenmesi için Coşkun MOLLA başvurdu. Hazırlık çalışmaları
yaptı. İlber ORTAYLI’dan görüş aldık. Projenin uygunluğunu dile
getirdi. Dediğim gibi çalışmalarda engeller çıkıyor şu an için
bir gelişme yok ama bu müzenin de Edirne’ye kazandırılmasını
isterim.
Bizimle görüşmeyi kabul ettiğiniz, bu çok değerli bilgileri
bizimle paylaştığınız için teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ederim.
65
Kübra ULE / Edirne GSL Öğrencisi
SAKLI HAZİNE
Tuğba TİRYAKİOĞLU
Keşan Anadolu Lisesi Öğrenci
Öyle bir şehir ki Edirne, ışığı hiç sönmeyen... Üzerine doğan
güneş batsa da tarihinin ışıltıları arasında pırıl pırıl parlayan…
Yıl 1361. Hadrianapolis’in karanlık gökyüzüne, suyuna, taşına,
toprağına bir güneş doğuyor. Işıltısına tarif olmayan bir güneş...
Beyaz atının üzerinde I. Murat beliriyor yeşilliklerin arasından.
Yüzünde bu şehri topraklarına katmanın huzurlu tebessümü var.
Öyle bir şehir ki Edirne, ışığı hiç sönmeyen... Üzerine doğan
güneş batsa da tarihinin ışıltıları arasında pırıl pırıl parlayan…
Üç kıtaya hakim bir imparatorluğa, 92 yıl boyunca başkentlik
yapan... İhtişamıyla mücevherleri, ayı, yıldızları kıskandıran...
Sahip olduğu sükûnetiyle zamanı daha değerli kılan... Bırakın
gürültü patırtıyı, sessizliğiyle “Ben varım!” diyebilen...
66
Ve öyle bir şehir ki Edirne, 600 yıl hüküm sürmüş bir
imparatorluğun mücadelelerini, zaferlerini, mağlubiyetlerini,
padişahlarını, sultanlarını, şehzadelerini omuzlarında hiç
yorulmadan taşıyan…
Edirne’ye adımınızı attınız an, Osmanlı’nın şanlı tarihinin
kokusunu hemen alırsınız. Selimiye’nin rüzgârı, kusursuzca
bestelenmiş bir melodi gibi uğuldar kulaklarınızda. Edirne’yi
Edirne yapan değerlerin başında geliyor belki de Selimiye. En
çok da çeşitliliğiyle ilgi çeker bu dev tarih. Kırmızı, mavi, yeşil
şakayıklar, çevresi çiçekli panolar, çiniler, ters lale motifi…
Kapalıçarşı vardır ikinci sıramızda. Meyve sabunlarının mis
kokusu gelir hemen burnumuza. Sadece meyve sabunları mı?
Onlarca şekerleme… Hani bir çocuğu mutlu edebilenlerinden...
Çağrı CENGİZOĞLU / Edirne GSL Öğrencisi
Ya Edirne Sarayı?.. Şimdiki yıkık ve yıpranmış görünümünün altında kaç ömür var?
Kaç bebek gözlerini açtı, kimler gelip geçti, şimdilerde yıkık olan bu duvarlarının arasından?
Kaç şehzadenin tahta çıkışına tanık oldu bu bahçe?
Birilerini mutlu etmeyi bekleyen, onlarca hediyelik eşya…
Daha bunlar gibi onlarca değer var Edirne’nin bünyesinde.
Beyazıt Külliyesi, Edirne Sarayı, Şükrü Paşa Anıtı, Balkan
Şehitliği, tava ciğer, deva-i misk helvası… Bunlar Edirne
deyince birçoğumuzun ilk aklına gelenlerdir. Hepsi ayrı ayrı
tarih kokan, Osmanlı kokan… Ama bunlar, Edirne’ye ilk bakışta
gördüklerimizdir. Peki, bizim fark etmediklerimiz? Bir de daha
derine inip saklı kalan keşfedilmemiş değerlere bakalım. Mesela
Selimiye’yi bu kadar güzel ve değerli kılan, sadece yapının
güzelliği midir? O kubbe altında fısıldanan dualar, akıtılan
gözyaşları, Mimar Sinan’ın planları, hesapları… Belki de motiflere
yansıttığı yaşamı. İşte bunlar, Selimiye’nin saklı hazinelerinden
birkaçıdır.
Kaç sonbaharda yapraklarını döktü bu ağaçlar? Onlarca hasta
hayata tutundu Beyazıt Külliyesi’nin şifahanesinde. Onlarca kitap
unutulup gitti belki de kütüphanesinin tozlu rafları arasında.
Unutulmuş onlarca kimliğe, onlarca olaya ev sahipliği yapar
Edirne. İhtişamlı minarelerin, kubbelerin, duvarların ardında
unutulan birçok şeye kucak açar.
Tam 654 yıldır Türklerin hakimiyetinde olan Edirne’yi anlamak
için önce onun saklı cennetini keşfetmemiz gerekir. Kendinizi
tarihî camilerin, Hafız Paşa Konağı’nın, Adalet Kasrı’nın, Peykler
Medresesi’nin eşsiz melodisine, Kapalıçarşı’nın o ıtır kokusuna
bırakın. Edirne’nin saklı hazinesini bulmak için onu hissedin.
67
Müşerref GİZERLER / Araştırmacı
Yaşamın sürdürülebilmesi beslenme ile mümkündür. Sosyal
bir yapıya sahip olan insanın beslenmesi ise yaşadığı çevre
koşulları ile şekillenerek kültüre dönüşür. Dünya ülkelerinin
mutfaklarının temel sayılacak bazı özellikleri bulunmaktadır.
Bu özellikler coğrafi, sosyo-ekonomik yapı, dinsel inanışlar ile
gündelik yaşam pratiklerinin şekillenmesi ile oluşmuştur.
68
Tava Ciğeri
Ülkemizde de yemek yeme alışkanlıkları tarihsel ve bölgesel
olarak farklılıklar göstermektedir. Yemek kültürümüz, bir
başka anlatımla bizi bize benzeten, bize özgü davranış ve
alışkanlıklarımız ile geliştirip bütünleştirdiğimiz değerlerimizdir.
Diğer taraftan sosyo-ekonomik yapımızın da mutfağımıza
yansıdığı ortaya çıkan türlerden anlaşılmaktadır.
Sosyo-ekonomik yapımızla örtüşen; toplumsal dayanışma
ve konukseverliğin öne çıktığı, birlikteliğin, paylaşımın
temel ilke edinildiği, tarihte yemekle anlam kazanan toylar,
düğünler, şenlikler ile günümüze taşınan yemek kültürümüze
ilk defa Orhun Yazıtları’nda rastlanmaktadır. Selçuknameler,
Kanunnameler, seyahatnameler, risaleler, esar defterleri,
imarethane kayıtları gibi belgeler de yeme içme alışkanlıklarımızı
kültür bağlamında ortaya koyan yazılı belgelerdir. Bu belgeler;
yemek yeme adabı, sofraya oturma şekli, konuk ağırlamaları,
sunumu, yiyecek ve içeceklerin sağlık koşulları ile ilişkileri,
mevsimlere ve kişinin fiziki ve ruhsal yapısı ile ilgili beslenme
alışkanlıkları, kullanılan kap kacaklar gibi yaşamın her alanını
yansıtan değerleri ortaya koymaktadır.
EDİRNE SARAY MUTFAĞI
Beylikler döneminden sonra Edirne’den başlayan 90 yıllık
Osmanlı İmparatorluk dönemi ve sonrasında idare merkezi
Edirne’de Osmanlı Saray Mutfağı dönemi de Edirne mutfağı
zenginliğinin önemli kaynaklarındandır. On üçüncü yüzyılın
sonlarında kurulan Osmanlı Devleti, çok hızlı bir gelişme
göstererek üç kıtaya yayılmış ve büyük bir imparatorluğa
dönüşmüştür. Bu alanlarda farklı köken ve kültürlerden
gelenleri, Türklerin yarattığı siyasal varlığının yanı sıra İslam
dünyasının da en güçlü temsilcisi olması nedeniyle siyasal
şemsiyesi altında toplamıştır. Bu nedenle birçok kültürle iç içe
yaşamış ve her alanda olduğu gibi yiyecek içecek alışverişinde de
bulunmuşlardır.
Saray mutfağı da Osmanlı İmparatorluğunun gelişme ve
büyümesine paralel olarak büyük bir gelişme göstermiş, saray
ileri gelenlerinin bir sofra etrafında toplanması devin en büyük
sosyal hareketlerinden biri olmuştur. Bu nedenle aşçıların bütün
yaratıcılıklarını ve becerilerini gösteren çok zengin ve lezzetli
türler ortaya çıkmış; mutfaklar, çalışanlar, yemekler, şenlikler,
konuk ağırlamaları, kap kacaklar gibi konularda kurallar,
teamüller geliştirilmiştir.
Ciğer Sarma
EDİRNE MUTFAK KÜLTÜRÜ
Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa kıtasındaki sınır kenti olan
Edirne, Balkan ülkelerinden Bulgaristan ve Yunanistan sınırında
bulunmaktadır. Tunca, Arda ve Meriç Irmaklarının buluştuğu
düzlükte Neolotik Çağ’da Trak halkları tarafından kurulduğu
bilinmektedir. Bölgenin Trakya olarak anılması da Traklardan
gelmektedir.
Pers, Makedon, Roma ve Bizans imparatorlukları sonrası
Edirne; 14 yy. ortalarında Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetine
katılmıştır. Edirne, bu tarihsel süreçte Anadolu ve Avrupa
arasındaki ve özellikle Balkan coğrafyasında göç etmiş
toplumların geçiş ve yerleşim bölgesi konumunda olmuştur. Bu
nedenle birçok farklı kültürel unsurun da birikimine sahiptir.
Mutfağımız; geçmişimizi yansıtan özellikleri ile dünya
mutfakları arasında öncelikli sıralarda yer alan önemli kültür
mirasımızdır. Toplumsal dayanışma, konukseverlik, birliktelik ve
paylaşım temelinde şekillenmiştir.
Edirne mutfak kültürü; Türk mutfağının Orta Asya,
Anadolu ve Balkanlar ekseni üzerinde farklı kültürel unsurlar
ile buluşması, “coğrafi ve kültürel buluşmanın” sentezidir. Bu
buluşma, etkileşimlerle ortak lezzetleri yarattığı gibi yaşamış,
yaşayan farklı inanç ve kültürlerin sürdürdükleri özel tatları,
mutfakları “Edirne mutfağı”nın zenginliğini yaratmıştır.
Bu zenginlik komşu ülkelerin pek çoğunda da varlığını
sürdürmektedir.
Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Kosova vb. ülkelerde
yemeklerin ve kullanılan kap kacakların Türkçe adlandırılmaları
ile lokanta gibi işletmelerin günlük yemek listelerinde (menüleri)
Edirne mutfağı yemeklerini görmek çok olasıdır.
Osmanlı saray mutfağı bulunduğumuz coğrafyada kuşkusuz
Osmanlı’nın saray kenti olan ve bölgenin yemek kültürünün
merkezi konumundaki Edirne’den başlamıştır. Edirne, 1361
tarihi itibariyle 90 yıl İmparatorluğa başkentlik yapmış; Saray
mutfağı ve Saray sofralarında pek çok konuk ağırlanmış ve birçok
şenliklere sahne olmuştur.
I. Sultan Murad’ın Edirne’yi merkez yaptıktan sonra burada
muhteşem dairelere ayrılmış saraylar, köşkler yaptırıp törenlere
dair bazı kurallar koyduğu bilinmektedir. Yıldırım Beyazıt
zamanında Osmanlı Sarayı’nda kölelere, cariyelere, kapıcılara,
mutfak görevlilerine rastlanmaktadır. Sultan I. Murat’ın
şehzadeleri için yaptırdığı büyük sünnet düğünü törenlerini Âşık
Paşazade şöyle canlandırmıştır:
Bir düğün kim Murad Han etti kardaş
Yayıldı sofralar, döküldü çok aş
Bir ay tamam yenildi nimetler
Fakir ve gani ve hem yedi evbaş
Çelebi Mehmet zamanı teşrifata uygun olmayıp II. Murad’ın
Saray’ında intizam ve ihtişam tamamıyla görülmektedir.
Mutfakta ekip zenginliği başlamış olup saray koruması yanında
ocakçıbaşı, kuşhaneci, pilavcı, börekçi, tatlıcı, çeşnicibaşı
gibi mutfak görevlileri de belirlenmiştir. Padişahın etrafında
çeşniciler ve peşkircilere rastlanmaktadır. Çeşnicibaşı,
yemekte zehir bulunduğu şüphesini ortadan kaldırmak için ilk
lokmayı aldıktan sonra sofraya koyduğu, diğerlerinin de öteki
işleri görüp, leğen ibrik tutup, kaşık değiştirdiği, bunların da
öğretildiği şekliyle peşkircilerce yapıldığı anlaşılmaktadır. Fatih
Sultan Mehmet tarafından saraylarda iki mutfak yaptırılmıştır.
Bunlar Edirne ve İstanbul Saraylarındakilerdir. Ayrıca haremde
“Kuşhane” denen mutfaklar vardır. Edirne Saray’ında kilerli
koğuş, enderunlar kileri, kileri hassa ve dört kilerle beş mutfak
vardır. Tunca Nehri civarında ise helvacılar, güllabcılar, aşçılar,
fodlacılar, ekmekçiler, tatlıcılar ve sabunculara (mis sabunu) ait
odalar ve bunlara ait hamam, mescit, büyük bir çeşme bir de
kileri amire bulunmaktaydı.
69
Mutfak ve kilerdeki yiyecek ve pişirim malzemeleri, mutfak
masraf defterlerine işlenmekteydi. Padişahın yemekleri kuşhane
mutfağında pişirilmekte olup yemekler kuşçubaşılar tarafından
hazırlandığı, çalışanların yaptıkları işlere ve kıdemlerinin
belirlendiği (kuşçubaşı, ocakçıbaşı, serçini, derçini) kaynaklardan
anlaşılmaktadır. Bütün bu kurallar Fatih Sultan Mehmet’in
Kanunname-i Osmanî ile getirilmiş olup mutfak idaresinde yazılı
kurallara bağlanmıştır. Mutfakların masraf defterleri mevsimlere
göre sarayda tüm yaşayanların konumları ve sağlık durumlarına
göre yemek listeleri, diyet yemekleri ve bunların pişirileceği
yerler ayrı ayrı belirlenmiştir. Valide Sultan, şehzadeler ve
harem halkından ileri gelenlerin yemekleri ise has mutfaklarda
hazırlanmaktadır.
Beslenmeye Osmanlı tıbbında da yer verilmiştir. Ayrıca
insanların mizaçlarına göre beslenmelerinin gerektiği,
mevsimlere göre ilişki kurulduğu yazılı kayıtlardadır. Ruh
hastalarının müzikle tedavi edildiği Edirne II. Beyazid
Darüşşifası’nda bu yönlü beslenmenin varlığı Evliya Çelebi
Seyahatnamesinde, “her hastanın derdine göre nefis yemeklerin
verildiği” ifadesi ile mevcuttur.
DÖNEMİN YEMEKLERİ
Çorbalar: Nohudabad, tarhana, ciğer çorbası,
Hamur İşleri: Lokum, yumurtalı lokum, lalanga, akıtma,
Kırma tavuk, süt, kuşbaşı, uskumru balığı,
Kebablar: furun, ciğer, tavşan, külbastı,
Nohudlu yahni, kavun tolması, mülebbes
Yahniler: tolması, bazıncan micmeri, bazıncan
kayganası, kıyma püryani, susuz kavurma,
ciğer mücmeri (ciğer sarma), incik yahnisi,
papaz yahnisi, yaka yahnisi,
Dilber Dudağı
Helvahane Matbah-ı Amire Saray Mutfaklarına bağlı
bir ocaktı. Burada çeşitli tatlıların yanında reçeller, şurup
ve şerbetler, hekimbaşıların özel formüllü ilaç şurupları
yapılmaktadır. Bu ocaklarda senede bir defa ilkbaharda tarçın,
havlıcan, gül, gelincik macunlarının kaynatıldığı ve bu geceye ot
gecesi dendiği kayıtlarda bulunmaktadır. Hekimbaşılar ise her
sene Nevruz’da amber, afyon hülâsası ve diğer kokulu nebattan
Nevruzziye ismi verilen kırmızı renkli ve kokulu bir macun
yaparak bunları nevruz gecesi porselen kaplar içersinde padişah,
şehzade ve sultanlara, kadı efendilere, sadrazam ve devlet
ricaline ikram ettikleri bilinmektedir. Edirne Sarayı ayrıca 17-18
yy.lara kadar düğün ve şenlik merkezi konumunu sürdürmüş;
günlerce süren düğünler, şenlikler ve törenlerde yemekler,
tatlılar, şerbetler ile mutfak zenginliği yaşatılmıştır.
70
Medfune, herise, kabak bastı, kabak kalyesi,
marmarine, böğrülce pilavı, soğanlı yumurta,
Sebzeler: çılbır, ısfanah, şalgamdan ma’mul,
pilavlar
Dilber dudağı, saray katayıfı, terkib-i nuriyye,
pirinç baklavası, yağlı saray ekmeği, helvay-ı
asude, helvay-ı sabuni, helvay-ı hakani,
Tatlılar: gaziler helvası, helvay-ı me-muniyye,
helvalar, helvay-ı gülabiye, helvay-ı ishakkiye, badem
şekerlemeler, herisesi, petleşin, güllac paludesi, kavun
hoşablar baklavası, gurabbiye, revani, kadun göbeği,
levzine, şeker lokumu, yumurta lokumu,
patula, bulama, erik dolması, luap, hababiye,
sadriyye, taze elma ve emrûd hoşabı emrud
kurusu hoşabı, portakal hoşabı, ali fakih
eriği hoşabı enar hoşabı, taflan hoşabı,
şamfıstığı hoşabı, bardeşe eriği hoşabı, rezaki
üzüm hoşabı, çam fıstığı hoşabı, incir hoşabı,
hardaliye,
MUTFAK MADDİ KÜLTÜRÜ - KAP KACAKLAR
Edirne mutfağı ve kültürünün varlığı arkeolojik kazılar sonucu
bulunan ve Edirne müzelerinde sergilenen somut mutfak araç
gereçleri ile kanıtlanmıştır.
Sonuç olarak kısaca tanıtılan Edirne mutfak kültürü,
bölgedeki uygarlıkların başlangıcına dayanmakta olup somut
olmayan kültürel miras niteliğindedir.
Ekin Deniz USALAN / Edirne Lisesi Öğrencisi
SÖZ VERİYORUM
Sanki başka bir âlemden gelmiş
gibi duruyordu Selimiye. Hiç insan eli
değmemiş bir mucize gibiydi.
Kendini sanki gökyüzünü delip
sonsuzluğa devam edecekmiş gibi duran
Ortaköy Camii’nin minarelerine bakarken
buldu. Koşmalıydı, daha hızlı tıpkı
minarelerin sonsuzluğa uzanması gibi o da
yolun sonsuzluğuna koşmalıydı, kaçmalıydı
bu şehirden. Bıkmıştı bu tekdüze hayattan.
İstanbul onu boğuyordu artık. Her
yerde ruhsuz binalar, duyarsız insanlar,
karmakarışık bir trafik, nefes alamıyordu
artık. Ünlü bir mimarlık bürosunun
sahibiydi. İyi bir geliri vardı. Sosyal çevresi
oldukça genişti. Herkes tarafından sevilen
biriydi. Ama yetmiyordu işte. Biraz huzur,
sessizlik, zamanın yavaş aktığı bir yer
istiyordu artık.
Aniden durdu. Sağına soluna
baktı. Karşıdan gelen taksiyi durdurdu.
“Terminale lütfen…” dedi. Arabanın
hareket etmesiyle birlikte gözlerini kapadı
ve hayallere daldı. Şoförün sesiyle irkildi:
“Geldik, buyurun lütfen…” diyordu.
Hızlıca indi taksiden. Kalabalığı
yararak yazıhaneye girdi. Edirne’ye bir
bilet aldı. Rüyasında Selimiye’nin önünde
gördü kendini, hayran hayran camiye
bakıyordu. Sanki başka bir âlemden
gelmiş gibi duruyordu Selimiye. Hiç
insan eli değmemiş bir mucize gibiydi.
Sessizce caminin kapısından içeri
süzüldü. Çocukluğundan beri en çok
yapmak istediği şeyi yapacaktı şimdi.
Yavaşça minarelere çıkan kapıyı açtı ve
merdivenleri tırmandı.
En üstteki şerefeye çıktı. Aşağıya doğru
bakınca ilk an başı döndü ama hemen
alıştı. İşte karşısındaydı muhteşem Edirne.
“Canım Edirne’m!” diye geçirdi içinden.
Habibe AYDOĞDU
İnönü İlkokulu Sınıf Öğretmeni
Önünde Eski Cami, biraz ileride sağda
Üç Şerefeli zamana meydan okur gibi
dimdik ayaktaydı. Buradan Yıldırım’ı,
Söğütlük’ü, köprüleri görebiliyordu. Bir
zamanlar Fatih Sultan Mehmet’in koştuğu
bahçeleri barındıran Sarayiçi karşısındaydı.
“Ah!” diye içini geçirdi. “Eski muhteşem
günlerinden uzak, hak ettiği değeri bir
türlü göremeyen, yalnız, sessiz, mağrur
şehrim...” Gözünden iki damla yaş aktı.
“Söz veriyorum…” diye geçirdi içinden.
“Senin eski güzel günlerine dönmen için
ne gerekiyorsa yapacağım.”
Ani bir sarsıntıyla gözlerini açtı. Otobüs
fren yapmıştı. Kafasını kaldırdığında
karşısında Selimiye’nin iki minaresini
gördü. Gözündeki iki damla yaşı sildi.
Şehre doğru gülümsedi ve sessizce “Söz
veriyorum, sen benim mucizem olacaksın.”
dedi. “Söz!..”
71
EDİRNE
DARÜLHADİS MEDRESESİ
Atila GEMİCİOĞLU / İstiklal Ortaokulu Sosyal Bilgiler Öğretmeni
Şehirlerin de ruhları vardır, derler. Camileri, köprüleri,
çeşmeleri, evleri ile size anlatmak istedikleri vardır. Hissedersiniz
ama anlamlandıramazsınız. Hangimiz hayatımızın bir döneminde
de olsa bir akşamüstü Arnavut kaldırımlı eski bir mahalle
arasında yürürken bu hissiyata kapılmadık ki?.. Hani böyle
şehirler vardır hayatımızda, onlardan biridir Edirne. Ruhu olan
şehirlerden biri…
Her gün yanı başından geçtiğimiz, bize hikâyesini anlatmak
için çırpınan o kadar fazla yapıt var ki güzel Edirne’mizde ve öyle
derin, öyle anlamlı geçmişleri vardır ki öğrendiğimizde yüzümüze
sert bir tokat atar, sersemletir bizi. Utanırız kendimizden bunca
zamandır yanından bilmeden gelip geçtiğimiz o büyük eserin
sesine kulak vermediğimiz için. Hayıflanırız duyarsızlığımızdan.
Hele ki yitip gitmişse, yok olmuşsa acımız katlanarak büyür,
bir yumruk gibi düğümlenir boğazımıza. İşte Edirne Darülhadis
Medresesi de bu akıbete uğramış, hikâyesi yarım kalmışlardandır.
72
Edirne Kaleiçi Dilaverbey Mahallesi Darülhadis Caddesi’nde
bir zamanlar var olan Darülhadis Medresesi’nin hikâyesine
başlamadan önce “darülhadis” kavramını açıklamakta fayda
var. Darülhadis, hadis ilminin öğretildiği medreselerdir. İlk defa
Selçuklu Atabeyi Nurettin Zengi tarafından Şam’da açılmıştır.
Böylelikle hadis öğrenimi, camilerden medreselere geçmeye
başlamıştır. Sonradan darülhadis medreselerinde Kuran-ı Kerim’e
ait ilimler de okutulmaya başlandığında bunlara “dârülkur’a” ve
“dârülhadis” ismi verilmiştir.
1435 yılında II. Murat tarafından yaptırılan Darülhadis
Medresesi’nin müstakil bir medrese mi yoksa cami olarak mı
yaptırıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak gerek cümle
kapısı üzerindeki yazılardan gerekse de farklı kaynaklarda
nakledilenlere göre medrese ve caminin birlikte inşa edildiği
anlaşılmaktadır.
Rivayete göre Edirne Kalesi’nin Germe Kapı Caddesi denilen
tenha ve terk edilmiş bir bölgesinde bir kış sabahı daha gün
doğmadan bir inşaat hazırlığına başlanmış. Bu durumu gören
halk da merakla olacakları seyretmeye koyulmuş. Bu ani inşaat
kararının arkasında yatan gerçekse Sultan II. Murat’ın bir gece
öncesinde gördüğü rüyadır aslında. Meğer gece Sultan Murat
rüyasında Peygamber Efendimizi görmüş. Hz. Peygamber
kendisinden bu mekânda bir dârülhadis inşa etmesini istemiş.
Sultan Murat da bu emri hiç geciktirmeden yerine getirmek için
uyanır uyanmaz inşaat hazırlıklarına başlanılmasını emretmiş ve
buraya ilk temel taşını da kendi elleri ile koymuş.
Ne yazık ki günümüze ulaşmayan camiye ait hadis
medresesinin, caminin sağ ve sol taraflarında olduğu sanılıyor.
Alıntılardan anladığımıza göre bugün caminin önünden geçen
yol, o yıllarda da vardı. Bu yüzden medresenin, caminin arka
kısmında yer alması yüksek bir ihtimal olarak gözükmekte.
Caminin vakfiyesine göre Edirne içinde bulunan yirmi oda,
iki fırın, yüz seksen sekiz dükkân, üç ev, bir çarşı ve iki köy bu
caminin vakıfları arasındaydı. Bütün bunlar, bu denli yüksek geliri
olan medresenin o yıllarda ne kadar önemli bir ilim merkezi
olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Edirne Darülhadis Camii Türbesinde Bulunan Bazı Önemli İsimler:
Sultan II. Murat’ın şehzadesi : Hüseyin Çelebi - 1448
Sultan II. Murat’ın şehzadesi : Orhan Çelebi - 1450
II. Mustafa’nın kızı : Hatice Sultan - 1698
II. Mustafa’nın şehzadesi : Ahmet - 1703
III. Ahmet’in kızı : Rukiye Sultan - 1698
III. Ahmet’in şehzadesi
: Mehmet - 1713
III. Ahmet’in şehzadesi
: Sultan Selim - 1715
III. Ahmet’in kızı : Zeynep Sultan - 1715
KAYNAKÇA
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Darülhadis” maddesi, Cilt 8, İstanbul,
2001
YILDIRIM Selahattin, “Osmanlı İlim Geleneğinde Edirne Darülhadisi ve Müderrisleri”,
Dârülhadis Yayınevi, İstanbul 2002
http://www.edirnemuftulugu.gov.tr
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra yaptırılan
Fatih Külliyesi bünyesinde darülhadis bulunmamaktadır. Fatih,
muhtemelen babası II. Murat’ın yaptırdığı Edirne Darülhadis
Medresesi’ni ikinci plana düşürmemek için İstanbul’da kurduğu
külliyesinde darülhadise yer vermemiştir ki Fatih de ilk hadis
eğitimini burada almıştır. Nitekim bu devirde Edirne Darülhadis’i
ile Fatih Sahn-ı Seman Medreseleri’nin müderrisleri aynı
seviyede olup her ikisi de günde elli akçe alıyordu. Kanuni Sultan
Süleyman’ın kurduğu Süleymaniye Darülhadisi’ne kadar Edirne
Darülhadis müderrisleri, Osmanlı’nın en seçkin ulema tabakasını
oluşturmakta idi. Zira ortaya koydukları eserler ve yetiştirdikleri
talebelerle bunu göstermişlerdir.
Edirne Darülhadis’i vakfiyesi olan, öğretim kadrosu ve
eğitim ile ilgili sıkı kaideler getirilen ve işlemesinin devamlılığını
sağlamak için geniş araziler ve gayrimenkuller vakfedilen ilk
darülhadistir. Süleymaniye Darülhadisi’nden sonra önemi azalan
Edirne Darülhadis Medresesi, Osmanlı’nın son dönemlerine
kadar varlığını devam ettirmiştir.
Günümüzde medresesi yok olsa da Darülhadis Camii
ayaktadır. Çevre düzenlemeleriyle sayısız ödül sahibi olan bu şirin
ibadethanenin, ziyaretçilerine anlatacak çok şeyi olsa gerek.
Edirne Darülhadis Camii’nin aldığı bazı ödüller şunlardır:
2001-2005 ‘En Çevreci Kamu Binası Ödülü’
2006 yılı ‘Diyanet İşleri Başkanlığı Camiler Arası Türkiye Birinciliği’
2007 yılı ‘Edirne Valiliği Çevre Ödülü’
2008 yılı ‘En Bakımlı Vakıf Eseri Ödülü’
2009 yılı ‘Edirne İl Müftülüğü Camiler Haftası En güzel Cami
Ödülü’
2010 yılı ‘Edirne Valiliği Takdirname’
2011 yılı ‘Çevre ve Orman Bakanlığı En İyi Çevre Düzenlemesi
Edirne Birinciliği.’
73
EED
İ
R
N
E
EDİRNE
N
DİR E
KKIKIŞ
ŞIŞSSSPORLARI
PPO
ORL
LAARRII
Agâh Semih ARTAR * / Mehmet Ruşen Erkut Ortaokulu 5. Sınıf Öğrencisi
Edirne’nin sinemasız, tiyatrosuz, radyo ve televizyonsuz uzun
kış gecelerinde; yaklaşık altı ay süren karlı buzlu döneminde
acaba bu şehir halkı nasıl vakit geçirir, nasıl eğlenirdi? Edirne’yi
bu yönüyle araştırdığımız zaman şu bilgilere ulaşırız:
Şimdi buraları ve buralarda yapılan kayak oyunları hakkında o
günleri yaşamış olan, adlarını açıklama bölümünde belirttiğimiz
canlı kaynaklardan aldığımız bilgileri değerli okurlarımıza
sunacağız:
İdil LAZ / Edirne GSL Öğrencisi
1. Kış geceleri düzenlenen helva sohbetleri
2. Yine bu mevsimde düzenlenen buz bayırları ve buz kayma
spor eğlenceleri
74
BUZ BAYIRLARI VE BUZ KAYMAK
Buz bayırları ve buz kaymak eskiden Edirnelilerin kış
eğlenceleri arasında ön planda yer alan etkinliklerdendir. Bu
yalnız bir eğlence değil, aynı zamanda bir kış sporudur. Bu
sporun Edirne tarihinde özel bir gelenek hâlini almış olduğunu
görmekteyiz. Edirneliler bu spora 8-10 yaşlarında başlar, 60-70
yaşlarına kadar devam ettirirlerdi.
EDİRNE’NİN ÜNLÜ BUZ BAYIRLARI
1. Güzelcebaba Semtindeki Köprüce Bayırı: Bu bayır, şimdiki
su deposunun olduğu yerden başlayıp Güzelcebaba’ya kadar iner.
2. Arnavut Bayırı ve Muradiye Bayırı: Her iki bayır da
Muradiye semtindedir.
3. Kırlangıç Bayırı: Eski Askerî İdadi önünden başlayıp İsmail
Ağa Camisi’nin bulunduğu yere kadar iner.
4. İmaret Bademlik Bayırı: Yeniimaret’ten Bademlik
Mezarlığı’na uzanan yolun oluşturduğu bayırdır.
5. Yıldırım Sakallı Bayırı: Yıldırım semtinde bulunmaktadır.
Yukarıdaki buz bayırlarının dışında II. ve III. derecede önemli
sayılan bayırlar vardır. Bunlar da mahalle aralarında olup kayma
eğitimine buralarda başlanırdı. Bu düzenin tam anlamıyla sistemli
bir spor eğitimi olduğu görülmektedir ki bu spor dalına küçük
yaşlarda ve daha basit koşullarda başlanıp yaşın ilerlemesiyle
birlikte çıta da yükselmektedir.
BUZ BAYIRLARININ HAZIRLANMASI
Buz bayırları hava ısısının 0 altında 2-3 dereceye düştüğü
zaman hazırlanır. Buz bayırlarını her semtin delikanlıları, yine o
semtin yaşlılarının yönetiminde hazırlardı. Akşamüzerleri gerek
bu yörenin gerekse diğer yörelerden gelen delikanlılar toplanarak
küfelerle taşıdıkları karları küreklerle bayıra döşer, sonra da yine
taşıdıkları suları döşenmiş karlar üzerine dökerlerdi. Buzdan bir
atlanbaç oluşturulur; yukarıdan gelen kızak, atlanbacın üzerinden
fırlar; kayıcının ustalığına ve yönetime göre 8-10 metre ileri düşer
ve bu nedenle de hızı artardı.
Eskiden hafta sonu tatili cuma olduğu için Köprüce Bayırı
özenle hazırlanır ve bu hazırlıklar büyük önem taşırdı. Hazırlıklar
perşembe günü başlar ve bayram havasında davullarla zurnalarla
coşkuyla kutlanırdı. Bu hazırlığa semtteki evler de katılırdı. Bütün
hazırlıklar yöredeki insanların katkıları ve destekleriyle işbirliği
içinde hazırlanırdı. Cuma sabahı yaşlı genç herkes meydanda
toplanırdı.
EN İYİ ASKI ALAN VE BUZ KAYAN EDİRNELİLER KİMLERDİR?
Yakın tarihlerde en iyi askı alan kişi, Kıyık semtinden
Haşlamacıların Hüseyin’di. İkinci derecede askı alanlar ise
Güzelcebaba’dan Ekmekçi Şakir ve kardeşi Ahmet idi. Bunlar
arasında Kaldırımcı Kadir Ağa adında biri vardı ki -Hafız Rakım
Efendi’nin yetişkinliği zamanında yetmiş yaşındaymış- o, göğsünü
kaplayan beyaz sakalıyla buz bayırlarında gençlerle yarışırmış.
Esra AĞIRTOĞÇU / Edirne GSL Öğrencisi
*Geleceğin usta yazarları arasında görmeyi umut ettiğimiz en küçük
araştırmacı yazarımıza dergimize yaptığı katkıdan dolayı teşekkür ederiz.
KAYNAKLAR:
Rasim Efendi ve kardeşleri
Eski Cami İmamı Hafız Rakım Efendi
Polis Nazmi Efendi
Başkomiser İbrahim Bey
75
Ufuk SÖNMEZ / Edirne GSL Müzik Öğretmeni
SEVDAM’A
Gülşen Birgül YÖNEL
Şehit Asım İlkokulu Sınıf Öğretmeni
Edirne sevdamı yazdım bir gül yaprağına,
Gül şurubu, gülbeşeker yolladım, Topkapı Sarayı’na…
Bedesten önünde satılan gül suyu kazanlarıyla,
Yıkandım Fatih’in çocukluğunun geçtiği Edirne Sarayları’nda,
Katmer çiçekli, pembe damla gülüyüm, nehir kıyısında…
İlhan Koman kokuyor, Kaleiçi konakları anılarda,
Eziyet gören kadını anlatır Akdeniz heykeli, Evliya’ya
Edirnekari süslemeleriyle Süheyl Ünver el sallamakta,
Şehri eserleriyle kuşatan, tüm tarih kahramanlarına…
Atatürk’ümün kokusu sinmiştir, Edirne sokaklarına…
Meriç, Tunca, Arda göz kırptı, edalı şırıltılarıyla,
Tunca “Ben farklıyım” diyor, sandal sefalarıyla.
Selimiye tüm ihtişamıyla, Safiye Erol mısralarında.
Eski Cami yazısıyla, Üç Şerefeli minaresiyle anılmakta,
Muradiye teşekkür ediyor çinileriyle Rıfat Osman’a…
Beyazıt Külliyesi kültür, sağlık ve ilim donanımında,
Su sesi ve musiki gücüyle ruh ve bedeni kaynaştırmakta,
Rast makamı felci, buselik makamı gözü onarmakta.
Şükrü Paşa Tabyalarındaki Mehmetçiklere moral depolamakta,
Mücadele gücünü tüm dünyaya Buçuktepe’den haykırmakta.
76
Tülin SARGIN / Edirne GSL Öğrencisi
NEREDEN NEREYE…
Sibel GÜNEŞ / Uzunköprü Karapınar İlkokulu Müdürü
Bu küçük tarih yolculuğu; sahne,
hayat sahnesi. Sanki tarih, kitaplardan
fırlayıvermiş.
Yer Uzunköprü. Edirne’nin ilçelerinden
büyüklük sıralamasında Keşan’dan sonra
gelen, Osmanlı döneminden kalma uzun
köprüsüyle adını tarihi görselliğinden alan
küçük bir yerleşim alanı.
Güzel ülkemin güzel ili, güzel ilçesi...
Nihayetinde yaşadığımız, ekmeğimizi
kazandığımız, okulumuzun da içinde
bulunduğu nadide köyümüz Karapınar…
Tarih kokan yıkılmaya yüz tutmuş
kerpiç evleriyle Osmanlı’dan kalma köye
en hâkim tepede yer alan kilisenin yerine
inşa edilmiş bir okul, Karapınar İlkokulu.
Yıllarca mabet olmuş, insanlığa hizmet
etmiş ibadethane yerine yine insanlığa
farklı bir kanaldan hizmet götüren bir araç,
eğitim yuvamız değerli okulum.
Göreve geldiğim ilk gün okulun
bahçesinden içeriye ilk adımlarımı atarken
yıllar önce mübadele ile yer değişikliği
yapan Yunanlıları, çocukken izlediğim
Yunanlıların hayatını irdeleyen film
sahnelerini gözümde canlandırıp kendimi
adeta o tarihi mekânda yaşıyormuş
gibi hissettim. Gözlerim günümüzün
sanal gerçekliğinde yer alan fakat
olması gereken yerde bulunmayan kilise
duvarlarına Yunan alfabesi ile nakış gibi
işlenmiş olduğunu duyum aldığım mermer
sütunu aradı. Sordum etrafımdakilere
“Nerede?” diye. Yunanca bilmem, Yunan
kültürünü tanımam. Ama senelerden
beri aynı sınırı paylaşıp aynı havayı
teneffüs eden bir birey olarak o kültürün
kalıntılarını görmek istedim. “Şimdi o
taş, mezarlıkta.” dediler. Musalla taşı…
Nereden nereye… Kilisenin maneviyatı
benim maneviyatım olmuş. “Meğer,”
dedim “Meğer değerler çakışmamış.”
Hatta yaşanılanların neye gebe
olduğunu anlamaya çalışmak beni
gelecekle ilgili umutlandırdı.
Aradan iki ay geçti. Ben bugün
okulumun değerli öğretmenlerinden
Aslı Hanım ile birlikteyim. O taş, benim
köyümle özdeşleşmiş; ne yazıldığını
bilemediğim bu taşla, yaşarken yüzleşmek
bana da nasip olmuş. Aslı öğretmenimle
çıktığımız bu küçük tarih yolculuğu; sahne,
hayat sahnesi. Sanki tarih, kitaplardan
fırlayıvermiş.
Eskiden Yunan ve Türk halklarının
kardeşçe birlikte yaşadığı köyümde
geleceğin gençlerini eğitiyor olmanın
verdiği haz ve duyarlılıkla tarihi
bütünleştirmeye devam diyorum.
Geçmişi ve geleceği birlikte harmanlamak
dileğiyle…
77
78
KIYAMETE KADAR
YAŞAYACAK
ŞEHİR
Edirne! Beni tarihinle yücelttin, inancınla övündürdün ve
başka topraklardakilerin hissedemeyeceği duygular yaşatacaksın
çocuklarıma. Daha ne nesiller yücelecek seninle... Bayrakların
inmesin yarıya, ezanların susmasın sakın. Ben usanmayacağım
görkeminin tadını çıkarmaya.
Ey kıyamete kadar yaşayacak şehir!
Sen de usanma sakın yaşamaya…
Helin AYDIN
Edirne Lisesi Öğrencisi
Fotoğraf / N. Dilek ALTAY
Ey kıyamete kadar yaşayacak şehir!
Hangi dilin gücü yetecek seni anlatmaya, hangi sıfat cüret
edebilecek seni tanıtmaya! Faninin ne aklı alabilecek bu görkemi ne
de ağzı anlatabilecek kudretini. Mimar Sinan’ın sanatı, Fatih Sultan
Mehmet’in beşiği... Ant içerim ki nice yüzyıllar daha duyulacak
minarelerindeki ezan sesi. Pencerelerinde asılmış bayraklar var,
sokaklarında dimdik söylenen İstiklal Marşı. Gördükçe, duydukça
kabarır göğsüm. Selimiye’yi alacağım karşıma, şiirler yazacağım
ona. Tarihi öğreneceğim yaşlandığım her gün. Atalarımın,
liderlerimin, bugünü gün yapan o yüce kişilerin bastığı taşın
yürüdüğü toprağın üstünde her hatırladığımda gurur duymaktan
vazgeçmeyeceğim. Şükür olsun ki Fatih’ten geldim, Murat’tan
geldim, Sinan’dan geldim; şükür olsun ki senden geldim.
79
TÜRKÜLER,
HAYALLER,
HÜZÜNLER...
Safüre BAYRAK ŞAŞKIN
Edirne Anadolu İmam-Hatip Lisesi Matematik Öğretmeni
Ne kadar çok kişiyi sonsuza, gerçek dünyaya
göndermişiz!.. Kokusunu bile bilmediğim kızım
İrem’im hangi çeşmeden su taşıyordur, hangi
tranesasına yardım ediyordur o sonsuzlukta?
Bu bayram da evdeyim; evde, mutfakta… Herkes kahvaltıdan
kalktı, kimi bilgisayarının kimi televizyonun başına gitti. Ben
yine yalnızım mutfağımda. Telefonumda Apolas Lermi’den
Yağmur şarkısını dinliyorum. Yağmur’u büyük bir zevkle dinledim
her zamanki gibi. Mektup, Kara Duman türküleriyle düşlere
dalıverdim. Hangi sevdaları mı düşündüm? Çocukluğumda
babaannemle gittiğim yaylaları… Yaylaya yeni gittiğimizde
ne kadar mutlu olduğumuzu, günler geçtikçe annemden ve
kardeşlerimden uzak olmanın ne kadar sıkıntı verdiğini ve bunu
kimseyle paylaşamamayı… Rutin işleri yaparken kendimi köyde
annemin yanında hayal etmek… Şimdi ise Edirne’deyim. Bayram
sabahı, bayram kahvaltısı hazırlarken daldığım hayallerimi
kaleme almaya karar vermek… Kara Duman beni yayladaki
bayramlara götürdü. Babaannemi kuzenimle nasıl tükettiğimizi,
o yaştaki birinin -ki bizden kuvvet alarak kendi özgürlüğüne
kavuşma adına- iki koltuk değneğiyle yaylacılık yapmaya
çalıştığını… Yaylaya gitmenin ne kadar çok kuvvete sahip olmak
gerektiğini bilmiyormuş gibi… Ben üçüncü sınıftayım, kuzenim
birinci sınıfta. Torunlarını yanına alarak yaylaya gitmek… Bunun
ev işi, çayır işi, hayvan işi, yal işi… Ateş yakmak için odun, her gün
yapılması gereken buğday ekmeği, üç dört günde bir yapılması
gereken mısır ekmeği… Babaannemin romatizmaya ve yaşlılığa
inat iki koltuk değneği ile bunları yapmaya çalışmasının altında
yatan gerçekleri bilmek… Gelinlerin “kaynana dırdırı” dedikleri
zaman içimden, “Bir de kaynananı dinlesek!..” diye düşünmemin
sebebini bugün daha iyi idrak ediyorum.
Annem Almanya’ya taşınmadan önce yaşadığımız bayramları
hatırladım. Namaza gönderdiği kardeşlerim gelene kadar inekleri
doyurmak, sonra da kahvaltı hazırlamak... Annem bunları büyük
zevkle yapardı, bunu ahırdan gelen ağıtlarındaki sözlerden
anlıyordum. Kâh babası kâh büyükbabası yerine koyduğu amcası
(hacı baba), kâh tranesa (hacı babanın eşi aynı zamanda annemin
teyzesi)… Ağıtsız bayram… Şimdi de Yapan Eller, ardından Sular
Akar Doldurur türküsü çalıyor telefonumda.
80
Üniversite yıllarımda arkadaşlarımın bayram dönüşü
aileleriyle yaşadıklarını anlatmaları beni hep üzerdi. Onların
ailelerini ziyaret etmeleri için vize problemleri yoktu ki…
Onlar için bayram, benim için kara gündü. Bir yıl Fatma
abla Zonguldak’a ailesinin yanına beni de götürmüştü. Hiç
unutamadığım bayramlardan birini yaşamıştım o yıl. Bayramda
aile dayanışmasını orada gördüm. Bizde babam bayramda
izne geldiğinde babamla beraber eve yeni kurallar da gelirdi.
İzin de biterdi. E sayılı gün!.. “Silinmez yüreğimden eski yârin
yüzleri” diyor Apolas Lermi. Kızımın sık sık yanıma gelip bana
bir şeyler söylemesine rağmen beni nerelere götürüyor bu
sözler!.. Çayımdan bir yudum alıp dalıyorum. Ağabose Kalesam
şarkısıyla ben de Tonya’ya (Trabzon) gidiyorum. Ben de bu Rumca
şarkıya eşlik ederken kulağımda annemin Rumca söylediği
ağıtlar çınlıyor. Şimdi köyde olmalıydım!.. Anneannem ne kadar
özlemiştir bizi! Ya teyzem? Teyzem de mezarlıkları bayram için
hazırlamayı ihmal etmemiş, mermerleri tek başına yıkamış,
mezarların üstündeki otları temizlemiştir. Eskiden mezarlığın bir
kısmı bize aitken şimdi neredeyse bütün mezarlığı dolaşmak,
bütün mezarlığı temizlemek zorunda kalıyor. Ne kadar çok
kişiyi sonsuza, gerçek dünyaya göndermişiz!.. Kokusunu bile
bilmediğim kızım İrem’im hangi çeşmeden su taşıyordur, hangi
tranesasına yardım ediyordur o sonsuzlukta?
Bu hayaller arasında çayımın altını yakıp kaynamasını
bekliyorum. Ve Karaduman beni çayı beklerken yine bir yerlere
götürdü. Şimdi köyümdeyim. Toprağın bu tarafında hafif bir çise
eşliğinde mezarları dolaştık, herkesle hasbihal ettik. Biz konuştuk,
onlar duydu mu; dualarımız onlara ulaştı mı? Mezarlıktan ayrılıp
köyde geziyorum. Eve giderken sonbaharda çiçek açmış erikleri
görüp biraz sohbet ediyoruz komşularla. Annemle değirmene de
gidiyoruz. Sayraç değirmenindeyiz. Annem mısırları öğütürken
biz kardeşlerimle derelerde oyun oynuyoruz. Sırılsıklam olmuşuz.
Çok eğlendik. Allah’tan hava çok soğuk değil de annem çok
kızmıyor.
Hayaller de olmasa ne yapardım? Kendime geldiğimde
Zeynep Başkan, Vay Beni’yi söylüyor. Sonra bir cep telefonunun
reklamında gördüğüm “Boğaz çok güzel, sen de gel!” repliğiyle
kafayı yemeden evden çıkmam gerektiğine karar verdim. Apolas
Lermi’den Yağmur’u birkaç kere daha dinleyip çıkayım vesselam…
81
TARİHTEN İZLER
Serkan SUGÖZLEYEN
Selimiye İmam-Hatip Ortaokulu Sosyal Bilgiler Öğretmeni​
8 Ocak 1941
İstanbul’da 401 ilkokulda 1.846 öğretmen ve 74.488 öğrencinin öğrenim yaptığı açıklandı.
13 Ocak 1863
Darülfünun, Kimyager Derviş Paşa’nın verdiği halka açık fizik dersi ile eğitim hayatına
başladı.
21 Ocak 1992
İstanbul’da evlerde doğal gaz kullanılmaya başladı.
21 Ocak 2012
Türkiye’de ilk yüz nakli gerçekleştirildi.
9 Şubat 1621
14 Şubat 496
23 Şubat 632
Boğaziçi dondu.
Sevgililer Günü, (Aziz Valentin Günü) kökeni Roma Katolik Kilisesi’nin inanışına dayanan bu
gün, Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıktı.
Hz Peygamber’in Veda Hutbesi. Veda Hutbesi Hz. Muhammed’in ilk ve son haccı olan
Veda Haccı’nda 124.000 Müslüman’a karşı yaptığı konuşma metninin adıdır.
8 Mart 1911
Dünya Kadınlar Günü ilk kez kutlandı.
13 Mart 1900
Fransa’da çocuk ve kadınların çalışma saatleri, günde 11 saat ile sınırlandırıldı.
30 Mart 1842
İlk kez bir ameliyatta anestezi uygulandı.
4 Nisan
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) kuruldu.
82
1949
14 Nisan 1912
Galata Köprüsü hizmete girdi.
15 Nisan 1912
2.340 yolcusuyla ilk yolculuğuna çıkan Titanik transatlantiği, New Foundland’ın güneyinde bir
buz dağına çarparak battı, 1.513 kişi öldü.
27 Nisan 1927
Türkiye’de ilk radyo yayını başladı. Türk Telsiz Telefon AŞ adıyla çalışmalarına başlayan
özel kuruluş, yayınlarını 1938’de Devlet Radyosu kurulana kadar sürdürdü.
5 Mayıs 1994
Naim Süleymanoğlu, Çek Cumhuriyeti’nde yapılan Avrupa Halter Şampiyonası’nda 64 kiloda
dünya rekoru kırarak üç altın madalya aldı.
20 Mayıs 1928
Türkiye’de uluslararası rakamlar kabul edildi.
23 Mayıs 1919
İzmir’in İtilaf Devletleri tarafından işgalini protesto için 200.000 kişinin katılımıyla Sultanahmet
Mitingi yapıldı.
30 Mayıs 1453
Günümüzdeki adıyla İstanbul Üniversitesi, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinin
ertesi günü kuruldu.
21 Haziran 1037
Batı’da Avicenna adıyla tanınan, İslam dünyasının ünlü tıp, fizikçi, yazar, filozof ve bilim insanı
İbni Sina vefat etti.
27 Haziran 1967
Dünyanın ilk bankamatiği Londra’da hizmete girdi.
29 Haziran 1939
Hatay Devleti Meclisi, oy birliğiyle Türkiye’ye katılma kararı aldı.
83
HAYAL PERDESİNDEN
BEYAZ PERDEYE
Karagöz Hacivat Neden Öldürüldü
Ayşegül DEĞİRMENCİOĞLU
80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi Tarih Öğretmeni
Sonunda suçsuz oldukları anlaşılır.
Padişah bu duruma çok üzülür. Şeyh
Küşteri, adında bir adam padişahın acısını
hafifletmek için Karagöz ve Hacivat’ın
şeklini deri üzerine resmeder. Bu şekilleri,
ışık kaynağı önünde ve perde arkasında
oynatır. Gölge oyunları zamanımıza bu
haliyle gelir.
“Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?”
filminde gölge oyunu; Karagöz’ü,
kökleri Orta Asya Türk Şaman
düşüncesine dayanan ve gelişimini
XIV. yüzyıllarda Anadolu’da tasavvuf
düşüncesiyle tamamlayan bir gelenek
olarak sunulmuştur.
Türk gölge tiyatrosunun kökeni
konusunda araştırmacılar farklı görüşler
ileri sürmüştür. Bu görüşleri şöyle
sıralayabiliriz: Hindistan kökenlidir ve
Yakındoğu’ya Romanlar tarafından
getirilmiştir. Çin kökenlidir ve batıya
Moğollar ile Orta Asya Türkleri tarafından
taşınmıştır. Orta Asya Türkleri tarafından
yaratılmıştır. Hindistan kökenlidir ve
Budizm’in yayılmasıyla birlikte oradan
Orta Asya’ya yayıldı; Türkler onu korudular
ve İslamiyet’in kabulünden sonra
Anadolu’ya getirdiler. I. Selim’in Mısır’ı
fethinden sonra, Mısır’dan Osmanlı
başkentine getirilmiştir. Evliya Çelebi’ye
göre Bursa’nın hâlâ başkent olduğu
Osmanlı’nın ilk dönemlerinde Türkler
tarafından geliştirilmiştir.
84
Evliya Çelebi şöyle anlatır: Karagöz’ün
esas adı Bali Çelebi’dir. Kendisi Selçuklu
Türklerinden olup demircilikle uğraşır.
Bursa şehrini Türkler alınca Ahmet Bali
Çelebi, Bursa’ya yerleşir; sanatını orada
icra eder. Padişah Sultan Orhan, Bursa’da
bir cami yaptırmaya karar verir. Ülkenin
dört bir tarafından ustalar, işçiler gelir.
Bali Çelebi de bu inşaatta görev alarak
taş parçalarını demir çubuklarla birbirine
tutturur. Aynı inşaatta ustabaşı Hacivat
“Hacı İvaz” ile tanışır. İkisi arasında
içten bir arkadaşlık doğar. Neşeli ve tatlı
dilli bu insanları bir araya gelmeleri,
yaptıkları sohbetler diğer işçilerin işleri
bırakmalarına sebep olur. Cami inşaatı
yavaşlar. Padişah durumu öğrenir.
Her ikisinin de başlarını vurdurarak
cezalandırır.
Filmde Orhan Bey zamanında
Bursa’daki cami inşaatını esas alan köken
rivayetinden, Hacivat ile Karagöz, hem
tarihsel kişilikler hem de hayalî ve efsanevî
tipler olarak beyaz perdeye aktarılmıştır.
Hacivat ile Karagöz’ün hayalî kişilikler
olması, göbek deliklerinin olmaması ile
başarılı bir şekilde vurgulanmıştır.
Film, XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’da
Anadolu insanının bir yandan beylik
çekişmeleri diğer yandan da Moğol
baskısı altında yaşadıkları bir dönemde
geçmektedir. Osmanlı Devleti henüz
kuruluş aşamasındadır ve Bizans’a karşı
aldığı üst üste zaferlerle Orhan Gazi,
Anadolu halkı için yeni bir umut kaynağı
olmuştur. Anadolu’nun dört bir yanından
göçen insanlar yeni fethedilen Osmanlı
başkenti Bursa’ya akın etmektedir.
Bursa kenti kozmopolit bir hal almıştır.
Tüm bunların yanında bu karmaşık yapı
nedeniyle siyasi çekişmeler ve siyasi
oyunlar da had safhadadır. Yerini korumak
isteyen beyler, daha iyi şartlarda yaşamak
isteyen Ahiler, inançlarını korumak isteyen
Hristiyanlar da yine resmedilen Bursa
şehrinin içerisindedir.
Karagöz sanatının pîri, onu ilk defa
ortaya koyan kişi olarak kabul gören
Şeyh Küşteri yapımı bitmek bilmeyen
caminin imamıdır. Odasında gizliden
gizliye oynattığı iki küçük kuklayla kendi
kendini hicvetmekten kaçınmaz. Orhan
Gazi, fetihlerden arta kalan vaktinde
şehre uğrayabilen bir kumandandır. Adına
yapılmakta olan caminin inşaatının yavaş
Filmin iki ana karakterinden Hacivat, bu ilerlemesi canını sıkmaktadır. Bu nedenle
karmaşık siyasi hayat içerisinde beylikler
kimliğini önemsemeden inşaatı yavaşlatan
arasındaki iletişimi sağlamaya çalışan bir
iki kişinin -Hacivat ve Karagöz- boynunun
ulaktır. Çevresindeki diğer karakterlere
vurulması emrini verip aynı iki kişiye geniş
göre mürekkep yalamış, çapkın ve ehlikeyf topraklar verilmesinin de emrini aynı anda
bir karakterdir. Karagöz metinlerinde ise
verecektir.
Hacivat daha oturaklı, aklı başında bir
karakterdir. Filmdeki Karagöz ise cahil bir
Osmanlı vakanüvislerinin, “Ela gözlü,
demirci ve Şaman, Türkmen göçeridir. Bir
beyaz tenli, geniş göğüslü, iri yapılı bir
kulağı az duyduğu için söylenenleri yanlış
insandı. Sık sık halkın arasına karışıp onların
anlar ve bu nedenle komik duruma düşer. dertlerini dinlerdi. Davranışları dengeli ve
Karagöz metinlerinde Karagöz başıboş,
kararlı idi. Daima tedbirli davranırdı. İyi
işi-gücü olmayan yoksul bir halk tipidir ve
ahlâklı olarak bilinirdi.” şeklinde söz ettiği
Müslüman’dır. Karagöz medrese eğitimi
Orhan Gazi’nin filmde tarihsel gerçekliğe
görmediği için Hacivat’ın sıklıkla kullandığı, uygun olarak canlandırılmadığını görüyoruz.
yabancı ya da arkaik sözcükleri genellikle
Ayrıca İbn Battuta’nın “olgunluğu ve
anlamamakta ya da anlamazlıktan
dindarlığı” ile tanındığını söylediği Orhan
gelerek onlara farklı anlamlar yüklemekte Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun’un filmde çıkarcı
ve bu tutumu ile Hacivat’ı sürekli
ve entrikacı bir karakter olarak karşımıza
uğraştırmaktadır.
çıkmasını kabul etmek mümkün değil.
Amazonlar gibi savaşan Baciyan-ı Rum
Hacivat ve Karagöz bu karmaşık şehirde örgütünün kurgulanmasının, İslamiyet’in
tanışırlar. Hacivat, Karagöz’ün ölmekte olan kabulünden sonra da Şamanist unsurların
ineği Altun’u bir hile ile ondan satın alır
toplum yaşamında devam ettiğine
ve kasaba satar. Aralarındaki bu husumet, yapılan vurguda da abartıya kaçıldığını
Karagöz’e annesi Kam Ana tarafından göbek düşünüyorum.
deliği olmayan bir âdemle ün salacağını
söylemesiyle son bulur. Karagöz eşini
bulmuştur. Bu olayın ardından filmin siyasi
erk adına yapılan tüm hileleri gözler önüne
seren hikâyesi başlar.
Hacivat ve Karagöz’ün beyaz perdeye
yansımasını ne kadar beğendiysem tarihsel
gerçekliğe sadık kalınmamasından da
rahatsız oldum. Tabii ki anlatılan dönemle
ilgili kaynaklardaki bilgilerin yetersiz
olması ve filmi daha seyredilebilir bir hale
getirebilmek için senaryoya bilim ve kültür
adamlarınca eleştirilebilecek unsurların
katılmak istenebileceği gerçeğini de göz
önünde bulundurmak gerekiyor.
Bu bağlamda “Hacivat Karagöz Neden
Öldürüldü” filmi Karagöz geleneğini sinema
filmiyle bugünden geriye doğru bir bakışla
yeniden kuran, bugünün meselelerine ait
hikâyesini anlatmada Karagöz’ü bir araç
olarak kullanan yeni bir kültürel ürün olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Ayşe Hatun Baciyan-ı Rum adlı kadın
savaşçılardan oluşan birliğin başıdır. Babası
Köse Mihail’in İslamiyet’i benimsemesinden
sonra Müslümanlığa alışmaya çalışmaktadır.
Köse Mihail, İslamiyet’i seçmiş bir Bizans uç
beyi-tekfurudur. Kadı Pervane Anadolu’nun
karmaşık siyasi yapısından kendisine pay
kapmaya çalışan, birçok dolap çeviren
ve her zaman güçlünün yanında olmayı
başarabilen bir kadıdır. Nilüfer Hatun
Orhan Gazi’nin eşidir, sonradan Müslüman
olmuştur. Filmde gerçekleşen entrikalar
esnasında çıkarları doğrultusunda
davranmayı tercih eder.
85
T
E
Z
Z
E
L
I
L
SAK
T
E
Z
Z
E
L
I
L
K
A
S
Oğuzhan AYDIN
Uzunköprü Anadolu Lisesi Öğrencisi
Edirne’nin kendine özgü bir mutfağı vardır.
Türkiye çapında beyaz peynir imalatı çok yaygındır.
Edirne peyniri denilen bu peynir, genellikle koyun sütünden
yapılır. Mavzana, tarhana, ciğer sarması, akıtma, badem
ezmesi, lokma, gaziler helvası, deva-i misk vb. Edirne’ye özgü
yemek ve tatlılarının başlıcalarındandır. Ayrıca ısırgan yemeği,
boroni, değişik türde bir peynir tatlısı olan belmuş, meşhur tava
ciğeri, süte peynir eklenmesiyle yapılan akça katık ve hardaliye
de… Bunların yanı sıra önemli bir lezzet daha bulunmaktadır
Edirne’de: kaçamak
Kaçamak ya da mamaliga ismi ile bilinen, mısır unundan
yapılan bir yemektir. Mısır ununun özel bir şekilde pişirilip
üzerine çeşitli malzemeler dökülmesiyle hazırlanan bir yemektir.
Bu yemeğin püf noktası sıcak olarak servis edilmesidir.
Kahvaltıda ya da diğer öğünlerde tüketilebilir. Kaçamak; Balkan
ve Kafkasya göçmenlerinin sıklıkla yaptığı yemeklerden bir
tanesidir. Kırklareli ve Edirne’de ünlüdür. Kaçamağın bir diğer
ismi de göçmen yemeğidir. Bu yemek, bildiğimiz gibi Balkan
topraklarından göç eden insanlarımızın bizlere kazandırdığı bir
lezzettir, ancak zamanla bölgemiz Trakya’nın ve Edirne’mizin
yemeği olmaktan çıkmış ve tarihin derinliklerine doğru yol
almaktadır.
86
MAHALLEMDEKİ
AKŞAMLAR İÇİN
Kımıldanır mahallemin daralan ruhu
Basma perdelerimde gün batarken
Atıp saatler süren uykusunu
Odama uzanır akasyam pencereden
Kırmızı uzak damlarda bir serinleme
Uyanır gündüz uykusundan evler
Kapılarda işleri ellerinde
Kadınlar giyinip kocalarını bekler
İyi insanların ruhudur yakınlaşır
Takunya sesleri gelir evlerden
Yalnız bu dem rahat bir dünya taşır
Bin mihnet dolu kafasında yorgun beden
Her şeyin geliş saatidir akşam
Mahallede ömürler akşamüstü başlar
Hepsi burda buluşmaya gelir akşam
Başka dünyalardan ayaklar, başlar…
Orhan Veli Kanık
1936
Betül ÇEKİRDEKOĞLU / Edirne GSL Öğrencisi
87
88
Fotoğraf / Levet TOSUN (Enez-Edirne)

Benzer belgeler