enternasyonalist - Enternasyonal Komünist Akım

Transkript

enternasyonalist - Enternasyonal Komünist Akım
Dünyanın bütün işçileri, birleşin!
.
.
DÜNYA DEVRIMI
Enternas yona l K omün is t Akım
8 . Sa yı
M a r t- N isa n 20 12
Kürdistan'da Şiddetlenen Emperyalist Savaşa Enternasyonalist Yanıt
Kürt Sorununun Tek Çözümü
ENTERNASYONALİST
ÇÖZÜMDÜR!
EKA Türkiye Seksiyonu olarak, yine gündemde
dünyada olan grev ve hareketliliklerin ateşiyle yeni
bir iki ayı daha geride bıraktık ve Dünya Devrimi'nin yeni sayısı ile de bu kısa geçmişin bir
özetinden oluşan, enternasyonalist bir sınıf
çizgisinin savunusunu perspektiflerimizden ödün
vermeyerek yeniden aşmaya ve inşa etmeye
çalıştık. Bunları yaparken Türkiye'nin gündeminden
hiç düşmeyen Kürt sorununa dair
tartışmalarımızın
bir
ürünü
olarak,
durumu
özetlemeye
çalıştığımız bir bildirge ile burjuvazinin hangi safı olursa olsun,
yıkım için varolduğunu, Kürt,
Alevi, Türk, Ermeni, vb. bütün
ayrımların ve kana bulanmış
ilüzyonlarıyla burjuvazinin ayak
oyunlarına karşı, enternasyonalist sınıf perspektifinin akıl yolunu her zaman tercih
ettik. Bu bildirgemizde savaşan iki tarafın hangi
burjuvazi için çalıştığını ve bunun için proleterlerin
kanlarına ihtiyaç duyduğunun vurgusunu yapmaya
çalıştık. Esas olanın sınıf çizgisi olduğunda direttik
ve diretmeye devam edeceğiz.
Gündemdeki diğer olaylara baktığımızda ise Hocalı
Katliamı "anmalarında" belirli katmanların devlet
eliyle nasıl ırkçı argümanlar eşliğinde köpekleştirildiğinin değerlendirmesini yaptık. Ayrıca Nijerya'daki katliamlara ve grevlere başımızı döndük.
G.Afrika'daki maden işçilerinin sendikaya ve patrona karşı direnirlerken bir taraftan Ortadoğu'nun
sınıf ekseninden bir değerlendirmesini yaptık. Yeni
sendikalar yasasının aslında ne
olduğunu ve ona yöneltilecek
tepkinin ne biçimde olması
gerektiğine
kafa
yorarken
Rusya'daki
protestonların
“demokratik” içeriklerine dikkatleri çekmeye çalıştık. Bütün bunları yaparken enternasyonalizmi
ve işçi sınıfının nihai kurtuluşunun kapitalizmden kurtulması
olduğu algısıyla hareket etmemiz gerektiği vurgusunu da yapmamız gerekiyor. Burjuvazi hangi
araçla saldırıyorsa olursa olsun, temel amacımız
enternasyonalizm olmalıdır çünkü vatanı olmayan
proletaryanın artık çürümüş bu düzeni yok
etmesinin yegane devrimci aracı budur.
Kürdistan'da Şiddetlenen Emperyalist Savaşa Enternasyonalist Yanıt s.2
Nijerya: Kıtlığın ve Katliamların Tek Çaresi Sınıf Mücadelesi s.3 / Yeni Sendikalar Yasası Üzerine Düşünceler s.4
Çin: Ekonomik Krize de Sınıf Mücadelesine de Çare Yok s.6 / Ortadoğu Dosyası s. 7-10
Hocalı Mitingi ve Sonrası s.11 / G.Afrika: İşçiler, Patron ve Sendikaya Karşı Mücadele Ediyor s.12
Savinkov’un Anıları s.16
t r. i n t e r n a t i o n a l i s m . o r g / t u r k i y e @ i n t e r n a t i o n a l i s m . o r g
Kürdistan’da Şiddetlenen Emperyalist savaşa Enternasyonalist Yanıt:
K ür t S or un un un Tek Çöz üm ü En t er n asyon ali st Çöz üm dür !
EKA Türkiye seksiyonu olarak bir süredir düzenli bir
biçimde yayınlamaya özen gösterdiğimiz Kürdistan bölgesindeki gelişmelere dair tartışmaların genel bir sonucu
olarak aşağıdaki bildirgeyi yayınlamanın anlamlı olacağını düşünüyoruz. Süregelmekte olan bu emperyalist
savaş çemberinde kalmış olan milyonlarca insanın, kimlerin çıkarına canlarını vermeye zorlandığının net ve bir
o kadar da genel bir ifadesini vermeye çalışan bildirgemizin esas hatlarını, yine bu bildirgenin başlığında
netleştirmeye çalıştığımız ve esas olarak farklı farklı
ulusların emperyalist çıkarlarının ekseninde aynı sınıftan
kardeşlerini boğazlamaya itilen işçi sınıfının tek çıkar
yolu enternasyonalizm eksenli bir sınıf savaşıdır.
Kürt Sorununun Tek Çözümü Enternasyonalist
Çözümdür!
1. TC Devleti, hem Kürdistan'da hem de genel olarak
Orta Doğu'da emperyalist emeller peşinde koşan bir devlettir. PKK ise, henüz bir devlet olmayı başaramış olsa
da Türkiye'deki milliyetçi Kürt burjuvazisinin temel aygıtı
olarak bir devlet gibi hareket etmektedir; faaliyet
alanında bir devlet gibi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadır ve şu veya bu
noktada TC emperyalizminin
rakibi olan şu veya bu emperyalist devletin doğrudan
veya dolaylı desteğine dayanmak durumundadır. Böylelikle
de, güçleri emperyalist TC'ye
kıyasla daha zayıf, çıkarları ise
daha dar olsa da, dünya emperyalizminin TC kadar bir
parçası konumunda bulunmaktadır. Kürdistan'da son aylarda şiddetlendikçe şiddetlenen bu savaş, halihazırda dünyada devam eden
bütün savaşlar gibi emperyalist bir savaştır. Efendilerinin
çıkarları için ölmek veya sınıf kardeşlerini öldürmek ise
ne Türk işçilerin, ne de Kürt işçilerin çıkarınadır.
2. Irak Kürdistanı'nın durumu ve diğer Kürt bölgelerinin
durumu, ABD'nin bölgeye girmesiyle değişmiştir. Türkiye
ABD'nin bölgesel gücü olarak bir işleve sahiptir, buradan
gelen ilişkinin ortağıdır. Bununla beraber Türk burjuvazisi için bu bölge çok kazançlıdır. Güney Kürdistan ile
PKK arasındaki ilişki, Türkiye'nin bazı baskıları sonucunda sertleşebilmektedir. Ancak bir taraftan da Kürt
halkının yarattığı basınç Güney Kürdistan hükümetini
PKK'yi gözetmek durumunda bırakmaktadır. İran Kürdistanı açısından Güney Kürdistan ile böyle bir bağı bulunmamaktadır.
3. Kürt sorunu bölgede bir emperyalist politikanın
parçasıdır. Bunun iki boyutu bulunmaktadır: İlki ABD'nin
bölgeye girmesi, ikincisi ise Kürtlerin bu bölgede kilit bir
noktada olmasıdır. Gelişemelere bakınca TC'nin ilişkileri
ile ilgili şöyle bir durum tespit etmek mümkündür:
Güney Kürdistan hükümeti ile zaman zaman bir ortaklık
varken bazen de bu ilişkiler bozulmaktadır. Bunun arka
planında ise ABD'nin petrolü geçişi için tasarladığı
Nobacco projesi yatmaktadır. 2007'deki 5 Kasım
görüşmelerinden itibaren Türkiye'nin perspektifi
değişmiştir. Önceden tamamen askeri yöntemlerle iler-
2
lenirken sonrasında demokratik açılım diyerek aslında
görünürde daha farklı bir biçimde ilerlemeye
başlamışlardır. Bunun arka planında ise Nobacco
planının güvenliği yatmaktadır. Bölgenin istikrar kazanması için bu sorunun bir şekilde normalleşmesi gerekmektedir. İleriye dönük stratejik ortakları olan Türk ve
Kürt burjuvazileri arasındaki sorununun çözülmesi istenmektedir.
4. Bütün bunlara rağmen esasında AKP iktidarı döneminde bütün o açılım iddialarının, demokrasi laflarının
ardında, eski savaş politikasının aynısı devam etmiştir.
Süreç içerisinde binlerce kişinin KCK davasından tutuklanması, ateşkes dönemlerinde PKK'liler geri çekilirken
yüzlerce gerilla arkadan vurularak katledilmiş, Kürtlerin
yaptıkları eylemlere pek çok kişinin yaralanmasına
neden olan ve kimilerinin öldürülmesiyle sonuçlanan sert
polis saldırıları yapılmış, Türk şehirlerindeki Kürtlere
karşı toplumsal baskı teşvik edilmiş, linç girişimleri
yaşanmıştır. AKP hükümetinin stratejisi önceki
hükümetlerle aynı olsa da, taktikleri önceki hükümetlerden bir hayli farklı olmuştur. Hükümet, özünde aynı
baskı politikasını sürdürürken bir
yandan ayak oyunları ve göstermelik jestlerle görünürde Kürt
hareketinin Türkiye siyasetindeki
temsilcilerini, arka planda ise
PKK'yi oyalamak gibi bir hayli
hırslı bir plana girişmiştir. Oyunun son parçası ise bütün bunTürkiye
olarak
ek
lara
Kürdistanı'nda muhtelif gıda, ev
eşyası ve benzeri yardımlar yaideolojiden
dini
ve
parak
beslenerek Kürt hareketinin
kitlesel desteğini ele geçirmek noktasında olmuştur. Bu
nokta AKP hükümetinin planının belki en kritik noktası
olmuştur; zira devletin geri kalanı gibi onlar da nihayetinde PKK'nin salt silahlı güçle alt edilmesinin
mümkün olmadığının farkındadırlar. Bu yüzden Türkiye
Kürdistanı'nda önce PKK'ye alternatif, sonra da ondan
baskın ve onu marjinalleştirecek bir güç olmaya çalışmayı hedeflemişlerdir; fakat bu Osmanlı oyunu nihayetinde AKP hükümetinin elinde patlamıştır.
5. Bu planın tutmamış olmasının nedeni Kürt burjuvazisinin oyuna gelmemiş olması değildir, aksine Kürt
burjuvazisi uzunca bir süre "oltaya gelmiştir". Kürt burjuvazisinin Türk devletine eklemlenmek ve Türkiye
Kürdistanı'nda, TC devletinin bir parçası olarak hükmetmek stratejisi, onu sırf masada tutmak pahasına rakibinin pek çok hamlesini sineye çekmeye zorlamıştır. Öte
yandan nihayetinde Kürt burjuvazisi güçlü bir karşı
hamle yapmıştır: " 30 yıldır savaşıyoruz, bunun bu yöntemlerle çözülemeyeceğini biliyorsunuz, bir kez daha
hatırlatalım ve müzakere masasına dönelim. " AKP
hükümetinin benzeri ayak oyunlarıyla alt ettiği güçlerden
farklı olarak Kürt burjuva hareketinin böylesi bir hamle
yapabilmesinin arka planında, Kürt burjuvazisinin Türk
burjuvazisinin bir parçası olmaması; farklı ekonomik ve
toplumsal dinamiklere dayanan, gücünü farklı koşullardan alan, farklı bir burjuvazi olması yatmaktadır.
6. Bununla birlikte, Kürt burjuvazisi de bölgeye ser-
mayenin gelmesini istemektedir. Bu açıdan Kürt burjuvazisi ile Türkiye burjuvazisinin çıkarları ortaktır. Alarko
şirketlerinin patronu işadamı İshak Alaton'la birlikte
katıldığı bir konferansta Leyla Zana'nın sarfettiği
" Bugüne kadar Kürtleri hep simitçi ya da ayakkabı boyacısı olarak gördüler " sözleri, Kürt burjuvazisinin serpilme hırslarını ifade etmektedir ki bunun için Kürt
burjuvazisinin Kürdistan'a dış yatırım yapılmasına ihtiyacı vardır.
7. Türk burjuvazisi ayrıca kendisine yeni bir imaj çizmek
istemektedir. Bu da Türkiye'nin ucuz emek cenneti haline getirilmesini kapsamaktadır. Bunun çok önemli bir
kısmını da Kürt işçi sınıfı oluşturmaktadır. Mevcut dönem
özellikle kamu alanında yeni uygulamalarla işçi sınıfının
yaşam ve çalışma koşullarına saldırılarının planlandığı bir
dönemdir. Sosyal bir devlet görünümü yaratarak artı
değerini arttırmaktadır. Bunun bir örneği de Çalışma
Bakanlığı'nın her işçi için sendika üyeliğini zorunlu hale
getirmeyi planlamakta oluşudur. Kürdistan'da iyi(!) kullanılmayan çok önemli bir artı-değer potansiyeli bulunmaktadır. Pek çok sektörde Kürt işçiler çok düşük
ücretlerde çalıştırılmaktadırlar. Bölgesel asgari ücret sistemi ile de Kürdistan'da ucuz emek politikası ortaya
konulmaya hazırlanılmaktadır.
8. Bütün bu açılımlar ve müzakereler sürecinden sonra
gelinen bu nokta, burjuvazinin barışından ancak savaş
çıkacağını bir kez daha gözler önüne sermiş, Kürt sorununun çözümünün TC devleti ile herhangi bir uzlaşmadan geçemeyeceğini ve PKK'nin de hiç de alternatif
önerebilecek bir yapı olmadığını tekrar ortaya koymuştur. Kürt sorununun çözümü yalnızca Türkiye'de
mümkün değildir. Kürt sorununun çözümü milletlerarası
savaşla mümkün değildir. Kürt sorununun çözümü
demokrasiyle mümkün değildir. Bu sorunun tek çözümü,
Kürt ve Türk işçilerin Orta Doğu ve tüm dünya işçileriyle
birleşik mücadelesinden geçmektedir. Kürt sorununun
tek çözümü enternasyonalist çözümdür. Bu sorun ancak
sınıf savaşıyla sınırları aşarak çözülebilir. Milliyetçi
savaşın barbarlığına karşı enternasyonalizm bayrağını
ancak burjuvazi için ölmeyi reddeden işçi sınıfı yükseltebilir.
Nijerya:
K ı t lı ğı n v e K at li am lar ı n Tek Çar esi S ı n ı f M ücadelesi
Geçtiğimiz Ocak ayında Nijerya'da gerçekleşen altı günlük
genel grev, ülkede yaşanan en büyük toplumsal hareketlerden
biriydi. Sendikalı işçi sayısı 7 milyon olan ülkenin her tarafında
gerçekleşen grev dalgasına toplam on milyon işçi katıldı ve
bütün önde gelen şehirlerde büyük eylemler gerçekleşti. Grev,
bir gecede yalnızca benzinin fiyatını iki katına çıkartmakla
kalmayıp, yiyecek, ısınma ve ulaşım maliyetlerini de devasa bir
biçimde etkileyen benzin ödeneğinin kesilmesine karşı
protestoların bir parçasıydı. İşsizliğin fazla (kırk yaş altı nüfusun %40'ı) ve açlığın yaygın (nüfusun %70 günde 2$'dan az bir
parayla geçinmektedir) olduğu bir
ülkede, böylesi bir öfke patlaması
beklenebilir nitelikteydi.
Nijerya'ya dair önde gelen basın kuruluşları aşırı islamcı Boko Haram
grubunun sürdürdüğü terörist kampanyaya yoğunlaşmayı tercih ettiler.
Boko Haram, geçtiğimiz iki sene
içerisinde binin üzerinde kişi
öldürdü ve kalabalık meydanlarda
bombalar patlatmak ve ayrıca polis
merkezlerinede de saldırılar düzenlemek minvalindeki kampanyalarını
sürdürme niyetinde olduğunu açıkladı. Nijerya devleti, eli kanlı ve ağır
bir devlet olduğundan özellikle polis
merkezlerine yapılan saldırılar bir miktar sempati topladı.
Mesela grev sırasında, kitlelerin üzerine ateş açmaktan kaçınmayan polisin ve silahlı kuvvetlerin vahşi müdahalesi 20'den
fazla kişinin katledilmesine, 600'ün üzerinde kişinin ise yaralanmasına yol açtı. Katı biçimde uygulanan sokağa çıkma yasakları
ise ülkede hala yürürlüktedir. Kuzey'deki Kano kentinde, silahlı
polis helikopterleri her gün kısmen nüfusu izlemek, kısmen de
gözdağı vermek için her gün havada uçup duruyorlar. Bu sırada
Ocak ayının son haftasında 200'ün üzerinde kişi Boko Haram'ın
bombalı saldırılarının kurbanı oldu. Bir sonraki hedefin okullar
olacağı söyleniyor.
Aşırı şiddetli doğasına rağmen, yakın zamanda bir sözcüsü Şe-
riat hukukuna uymayan herkesin öldürüleceğini söyleyen Boko
Haram'ın Nijerya'nın Müslüman ve daha fakir Kuzey kesiminde
belli bir destekçi kitlesi bulunuyor. Kuzeyde ortalama yıllık gelir
718$ civarındayken, Güney'de bu rakam 2010$. Öte yandan
Boko Haram'ın şiddeti koşullar çerçevesinde görülmeli. Genel
greve farklı dini ve etnik kökenlerden devasa sayılarda işçiler
katıldı. Yüzlerce dilin konuşulduğu, yüzlerce etnik grubun bulunduğu bir ülkede, mücadelede ayrımları kırabilmek büyük
önem taşır. Sendikaların önce eylemsizlik, sonra da grevin bittiğini ilan etmesi, yaşananların
önemini ortadan kaldıramaz.
Genel grev öncesinde ülkenin
büyük bölümünde gerçekleşen
kitlesel eylemler işçiler arasındaki
dayanışmanın gücünü ortaya koymuştu. Öte yandan, mücadeleyi
sendikaların belirlediği ve başını
çektiği bir çerçeveye odaklamakla,
işçiler tanıdık bir tuzağa düştüler.
Genel grev süresince petrol işçilerinin greve katılmaması, Nijerya'nın en büyük sanayisinin
çalışmaya devam etmesi anlamına
geldi. Sendika şefleri, hükümetle
işçiye 'zafer' diye sunacakları bir
anlaşma
imzaladılar;
oysa
hareketin sönümlenmesi burjuvazi
için bir zaferdi. Anlaşmaya Nijeryalıların büyük çoğunun verdiği
tepki, şüphelerle doluydu. Ertesi günlerde sendika şeflerinin
içinde bulunduğu yoz ilişkiler ve hükümetle gizli anlaşmaları
konuşuldu.
Öte yandan, buradaki sorun şeflerin yozlaşmasının ötesinde
bulunuyor. İşçi sınıfının temel gereksinimi, kendi mücadelelerini
kontrol etmek ve kendi siyasi programını geliştirmektir. Bu da
kendisini sendikal yapılar haricinde örgütlemesi gerek demektir. Mücadeleyi koordine etmek için kitle meclisleri ve seçilmiş
komitelere gerek vardır. Bundan sonra mücadeleleri sektör, ırk
ve milliyet ayrımlarının ötesine taşıma ihtimali billurlaşır.
3
Demokratik Yanılsamaların Ağırlığı
Böylelikle başka bir soruna geliyoruz: benzin ödeneğinin ardından ortaya çıkan Nijerya'yı İşgal Et! hareketinin geçtiğimiz
birkaç sene içerisinde ortaya çıkan hareketlerin pek çoğunu
domine eden demokratik fantazilere.
Demokratik kapitalist devlet, kapitalizmin milli çıkarlar
çerçevesinde işleyişini temin etmek için vardır. Bu da milli burjuvazinin genel çıkarı anlamına gelir gerçekte. Serbest pazar
kapitalizmi idealine rağmen, gerek 2008 krizi sonrasında,
gerekse daha öncesinde ulusal ve uluslararası ortaya konulan
binlerce yasa, anlaşma ve yapı ile gördüğümüz üzere, ekonominin devlet müdahalesi olmadan işlemesi mümkün değildir.
Devletin işi, bir yandan da ulusu rakiplerine karşı ve kendisini
işçi sınıfına karşı müdafa etmektir. Kendisini işçi sınıfı karşısında
korumak için devlet işçi sınıfının geleneksel örgütlerini, yani
işçi sınıfının huzursuzluğunu soğuran sendikaları ve geleneksel
solcu partileri emer ve böylelikle işçi sınıfını zararsız eylemliliklere yönlendirir.
Mevcut fantazi, böylesi bir devletin ele geçirilebilip zengin fakir
herkesin çıkarlarına uyacak bir hale getirilebileceği inancıdır.
Yanılsamalardan biri, herkes demokratik düzende oy verebileceği iken, teorik düzlemde herkesin toplumda eşit güce sahip
olduğudur. Bu, kapitalizm eşitsiz bir toplumsal ilişkiye dayanan
bir düzen olduğu için imkansızdır. İstediğimiz adaya oy verebilsek de, kapitalizme karşı oy vermemiz, seçimle kapitalizmi
göndermemiz mümkün değildir. Eğer kapitalizm tehlike altındaysa da burjuvazi seçim inceliklerini ve konuşma özgürlüğünü
bir kenara bırakıp devletin tüm gücünü işçi sınıfını kanla bastırmak için kullanma seçeneğini devreye sokar. Tarihte bunun
sayısız örneği vardır.
Sendikalar, işçi sınıfını kontrol altında tutmak için kullanılan
demokratik aparatın içkin bir parçasını teşkil ederler. Nijerya'da
sendikaların işçi mücadelelerinin gelişimine karşı ne biçim bir
rol oynadıkları ortadaydı. Radikal fikirler artarak ifade bulurken
sendika şefleri “amacımız benzin fiyatlarını 1 Ocak 2012 düzeyi
öncesine çekmektir. Dolayısıyla bir 'Rejim Değişimi' kampanyası
gütmüyoruz” açıklaması yaptılar. Financial Times dergisi
(16/1/12) grevin ardından durumun değiştiğine yönelik yaptığı
saptamada “protestolar sıradan Nijeryalıları cesaretlendirirken
müsrif harcamalara dair yeni bir bilinç yarattılar. Ek olarak pek
çok kişi, benzin ödeneği tamamen geri gelmeden grev bitirildiği için sendikalara hayal kırıklığıyla bakıyor” ifadelerini kullandı. Sendikalara yönelik hayal kırıklığı, bir yandan da devlet
baskısını deneyimlemek ve kapitalizmin önereceği ne kadar az
şey olduğunu idrak etmek, bütün bunlar hep geleceğin işçi mücadelelerinin gelişimine katkı yapan unsurlardır.
Gina 28/1/12
Burjuvazinin emek kontrolü ve yeni sendikal düzenlemeler
Yen i S en di kalar Yasası Üz er i n e Düşün celer
a - Sendikanın bir işkolunda örgütlenebilmesi için en
az %10'luk bir üye kesimini kapsaması gerekiyorken,
artık bu oran %3'e çekilecek.
Bu madde ile ilgili en büyük tepki, işkolundaki baraj üye sayısı
konusunun gündemde olması ile ilişkili. Buna göre,
"demokratik" bir ülkede böyle bir şeyden sözedilmesi
olanaksız. Bu nedenle kimi sanayisi daha ileri ve gelişmiş kapitalist ülkelerin kokuşmuş sendikal birlikleri, duruma tepki ile
yaklaşıyor, barajın kaldırılmasını öneriyor.
Geçtiğimiz günlerde Çalışma Bakanlığı'nın meclise sunduğu
yeni yasa tasarısı kapsamında, sendikalar ve sendikalaşma üzerine birtakım değişiklikler yapılıyor olacağı haber bültenleri ve
internetteki haber kanallarında dolaşmaya başlamıştı. "Toplu
İş İlişkileri Kanun Tasarısı" adı altında yapılması öngörülen bu
değişiklere de övgü ve tepkileri de beraberinde getirdi. Meclis
Genel Kurulu'na gelmesi sürecinde de, yapılacak olan değişikliklerin hangi düzlemde gerçekleşeceğinin karara bağlanması
için de burjuvazinin meclisinin işkolu istatistiklerini de değerlendirmesi gerekeceğine vurgu yapılıyor.
Kimisi "bu yasa, iş ilişkilerini düzenleyecek" diyor, kimileri ise
"bu sendikal örgütlülüğün önünde bir engeldir" diyordu. Peki
her şey göründüğü gibi miydi diye soranlar için, işçi sınıfına bu
yeni yasa tasarısının işçi sınıfının çalışma koşulları adına ne gibi
bir "değişikliği" temsil ettiği ve bizim için ne ifade ettiği üzerine
biraz düşünelim.
Yeni sendikalar kanununda birtakım değişiklikler arasında en
göze çarpan değişiklikler şu maddeler halinde özetlenebilir:
4
b - Mevcut 29 işkolunun içerisindeki kimi sektörler birleştirilecek ve toplam işkolu sayısı %17'ye indirilecek.
Bu aynı zamanda halihazırdaki 51 sendikadan 21'inin
barajı aşarak üye sayısını koruyacağı, diğerlerinin ise
üyesiz kalacağı, aslında de facto bir biçimde kepenk
kapatacağı anlamına gelecek.
Buradaki en dikkat çekici nokta da DİSK'in bu kapsamda ne
olacağı üzerine. Bu nedenle "sendikaların yönetimi devrimciler
ya da devrimci işçiler tarafından ele geçirilirse o sendikalar devrimci olur" arkaik tezleriyle volan kayışlarını bellerine bağlayan
burjuva solu yeni propaganda malzemeleri elde etmiş durumda. Tabii ki burada işçi sınıfının çıkarı değil, kendi hareketlerinin sığlığının sınırlarında dolanıyorlar ve yeni kampanya
dönemleri organize ediyorlar. Yine tabandaki samimi militanlar,
ruhsuz sendika mitinglerinde sıkılacak ve ertesi gün "bildiriafiş-basın açıklaması" teslisinde kutsanacak ve demokratizmi
(sözde) istismar edecekler ve "kitlelere seslenecekler". DİSK
de burada yeni kampanyalar düzenleyerek Taksim'de ya da
başka merkezi bir lokasyonda birkaç basın açıklaması ile işçi
sınıfı ile hiçbir bağı olmadığına inat, sendika tüzüklerinden
hadisler okuyacaklar, "mücadelelerinde" yaşamını yitirenler için
ritüellerde yeniden motive olacaklar.
c - Tasarıya göre, işletme barajı %40, işyeri barajı ise
%50 + 1 olacak.
d - Sendikalara üye olma yaşı 15'e düşürülecek.
Sendikaların girmemiş olduğu küçük ve orta ölçekli işletmelerdeki patronlar ise bu yasa tasarısına tepkili yaklaşıyor ve bu
tasarı ile "80 öncesi ve 80 öncesi sendikacılığı"na geri dönüş
yapılacağından dem vuruluyor; böylece onlara göre işçilerin
sendikalara üye olma oranlarında artış olacak, işçiler çalışmayacak; fazla mesaiye kalmayacak, gerekli artı-değer haddi yeni
karlar ile beslenmeyecek ve işletme(ler) zarar edecek.[1]
Bu yasa tasarısı kapsamında DİSK'in herhangi bir işkolundaki
mevcudiyeti de sona eriyor
olacak. Buna da tepkili olan
sendikacılar, "Devrimci" İşçi
Sendikaları Konfederasyonu'na yönelik olduğu ifade
edilen bu yasaya tepkilerini
"Sendikal haklarımız çiğnenemez, DİSK engellenemez!"
sloganıyla cevap vermeye
çalışıyorlar.[2]
Yeni bir sermaye-emek
düzenlemesi ve artı-değerin
realize edilmesi sürecinin
yaşandığı
günümüzde,
sendikaların sermaye ile
bağları ve tuttuğu yer açısından dikkatli bir irdelemeye konu olmaz ise birçok tuzağın da
işçi sınıfını beklediğini söyleyebiliriz. Zamanının yardım sandıkları olarak örgütlenen sendikaların malum güncellikte edindikleri role bakmak için çok da geriye gitmeden Türkiye'deki işçi
sınıfının sesi olan TEKEL işçilerinin eylemliliğine bir gözatmamız
ve sendikanın tutumuna dair birkaç haber linkini ziyaret etmemiz yeterlidir diye düşünüyoruz.
Üretimin düzensiz, eksik ve kimi zaman hatalı görünümleri yerine, daimi kar ve sürekli iyileştirmenin, rekabet koşullarında ne
kadar hayati bir önemde olduğu gerçeğini de burjuvazi iyi
biliyor. Bunun için de elinden gelen düzenlemeyi yapıyor. O nedenle bir taraftan Türk-İş'e akacak işçi kitlesinin kendisi ne
daha reformist ya da uzlaşmacı bir çizginin esiri sendikal yönetimlerin güdümünde olacak, ne de DİSK (-ki kapatılmasa bile)
daha mücadeleci olacak! Çünkü ne Türk-İş ne de DİSK, hiçbir
zaman işçi sınıfının çıkarları için varolmamıştır. Kuruluşları
itibariyle ikisi de aynı etin yahnisi niteliğindeki bu sendikaların
arasındaki sanal "reformist ve uzlaşmacı / devrimci" ayrımı, ikisinin de örgütlendikleri sektörler ve dönemler üzerine
dikkatlice bakıldığında görülebilecektir.
Buna göre, ilk olarak 1952'de kurulan Türk-İş devlet kuruluşlarında üye işçi kaydediyorken, TİP'li birkaç Türk-İş "muhalifi"nin kurduğu DİSK ise önemli sanayi kodamanlarının işletme
ve tesislerinde çalışma yürütüyordu. Nispeten yeni yeni serpilmeye başlayan bu büyük sanayi kuruluşlarının karlılığı ile
paralel olarak elde edilen "ekonomik kazanımlar" DİSK'in "tuttuğunu koparan bir sendika" imajını yüklenmesinin de önünü
açtı ve böylece bugüne kadar gelen ve nedense aşılamayan
bir "mücadeleci sendikacılık" heyulası yaratmış oldu. Aslında
ne Türk-İş daha az mücadeleci, daha az muhalif ve daha az
"devrimci"ydi, ne de DİSK daha çok "işi biliyordu" ve "devrimci"ydi. Her ikisi konfederasyon, o zamanın güncelliğinde
böyle bir sahte "ayrışma" içerisine girmiş oldular. Ne de olsa
her ikisinin de kimliğini biliyorduk; birisi bizzat devlet eliyle
teşvik edilen bir sendikal anlayışın yansıması olarak faaliyet
yürütüyor, bir diğerinin kurucusu da 15-16 Haziran'da gerçekleşen ve etkisi birkaç ili kapsayacak derecede işçi sınıfının mü-
cadele dinamiklerini besleyen ayaklanmalar sırasında işçilere
"evinize dönün!" çağrısı yapıyordu. Her ikisi de sermayesendika evliliğinin uğursuz ürünleri, her ikisi de "emek
barışı"nın ve emeğin rasyonalizasyonu, düzenlenmesi ve azami
kar birliğinin sentezleriydi.
O nedenle üzerine çok yaygara kopartılan şu Sendikal güç Birliği Platformu dikkatlice izlenmelidir. Türk-İş'e muhalif olacağız
derken genel kurullar sonrasında efendilerinin önünde ceket
ilikleyenlerden bu yasa tasarısı ile ilgili yeni süreçte gelecek
olan tepkilere odaklanmak gerekir. Nitekim böyle bir şeyin olmayacağını biliyor olsak da,
aslında işin merkezinde duranın
işçi sınıfının türlü yollar oyalanması,
oyuna
getirilmesi
olduğunu söylemek istiyoruz.
Yapısal bir sorundan öte tarihsel
bir sorun olarak sendikaların
işlevlerini yitirmiş olmasının bir
ifadesi olarak sendikacılık ve
ona muhalifçiliğin de son çırpınışlarıdır SGBP.
Bir taraftan yeni yasa tasarısı
aslında devlet kapitalizminin
yeni bir emek organizasyonu
ekseninde, mevcut birikimine
yoğunlaşmasının bir aracı olacak. Zaten bütün eleştiri ve alkışlar da bunun için. Yeniden ve
yeniden burjuva demokrasisinin üretimi ile işçi sınıfı için mücadele ediliyor olduğu yanılgısı mahçup sendikacılar ve
savunucuları ile burjuva solunun yeni dönem malzemeleri olacaklar. Sınıfın artık reformlar yönünde giderek inancını yitirdiği
ancak bu eğilimin de negatif yönde evrilmesiyle, giderek (özellikle Türkiye işçi sınıfı nezdinde) mücadelenin sadece kendi ellerinde yükseleceği gerçeğinin daha da açığa çıktığı bir süreçte,
sendikalar için mücadele etmek ile sınıf için mücadele etmek
arasındaki keskin ayrım daha da netleşecek. Aslında işçi sınıfını
ve onun mücadelesini satacak daha az ya da daha çok
sendikanın varolması bir anlam taşımıyor; esas olan
sendikaların günümüzde neyi temsil ettikleridir.
Bu ayrımı ortadan kaldıracak olan ise sermayeye ve
sendikalara karşı işçi sınıfının bilinçli eylemleri gündemde yerini
alacak. Bunun dışındaki bütün hayaller ise düzenin yeniden
kendisini üretmesi ile sonuçlanacak. Yarın yine işyerinden kötü
çalışma koşullarını, düşük ücretleri ve yitip giden sosyal hakları
için yeni yollar arayan işçi sınıfının arkadan pazarlıklar yapan
sendikaları ile mücadelesine tanık oluyor olacağız. Sonucun
belirleyicilisi yine işçi sınıfının elinde yükselecek olan, yasadışı
grevleri ve spontan eylemlilikleri ile işçi sınıfı mücadelesi ile
sendikaların meşhur o artık meşhur sahte (genel) grevleri
arasındaki o ince çizgide varolmaya devam edecek. Yani yine
geleceksizlik üreten bir sisteme karşı savaşımında işçi sınıfı ile
(sözde) tarihin, ideolojilerin ve insanlığın (sözde) "sonu" kapitalizmin açık/gizli mücadelesine tanık oluyor olacağız.
Bunçuk
1. http://yenisafak.com.tr/YurtHaberler/?i=366362
2.http://www.disk.org.tr/default.asp?Page=Content&ContentId=1287
5
Çin:
Ekon om i k K r i z e de S ı n ı f M ücadelesi n e de Çar e Yok
Burjuvazinin uzmanları Çin'in adını, dünyanın ekonomik
'kaleleri' listesinde, krizin kasıp kavurduğu kapitalizmin sözde
kurtuluşu olacak Brezilya, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerin
adına yazıyorlar. Bu ön dörtlü Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya arka beşlisinin tam zıddıymış gibi lanse
ediliyor. Arka beşli hızla ekonomik krizin derinlerine
düşmüşken, ön dörtlü düşmek üzereler, ki bu da hakim sınıfın
kapitalizmin ölümcül krizini aşabilecek iktisadi mucize umutlarını söndürüyor. Hindistan ve Brezilya gibi 'gelişen' ülkelerin
faaliyetleri hızla düşüyor. 2008'den beri dünya ekonomisinin
temel lokomotifi olarak sunulan Çin dahi, resmi olarak kötüye
gidiyor. China Daily gazetesinin internet sitesindeki bir makaleye göre, iki bölge (ki bunlardan biri kitlesel tüketim ürünü
imalatı sektörünün büyük bir kesimini barındıran ve bu nedenle
ülkenin en zengin bölgelerinden olan Guangdong) Beijing'e
borçlarının faiz ödemelerini geciktireceklerini çoktan bildirmiş
durumdalar. Başka bir değişle, Çin iflasla karşı karşıya.
Gerek özelde Çin ekonomisi, genelde ise kapitalizm için bir
diğer can sıkıcı gelişme, an itibariyle ABD, İrlanda ve İspanya
gibi ülkelerde patlaması ancak ciddi sonuçlar doğuracak büyük
bir inşaat hamlesi/balonu var. Şangay'daki yüz milyonlarca metrekarelik kullanılamaz ve satılamaz inşaat alanı devasa bir kapasite-fazlası ortaya koyuyor. Şangay ve Beijing'de ev ücreti,
sıradan bir işçinin yıllık maaşının yirmi katı civarından başlıyor.
Ev ihtiyacı olan işçilerin %85'inin yeni bir ev alacak parası yok.
Rejim, yükselen enflasyon yüzünden kredileri sıkılaştırdı,
dolayısıyla tıpkı İngiltere, ABD, İrlanda ve İspanya ve benzeri
ülkelerde olduğu gibi patlamaya hazır balon, özellikle 'yüksek
faiz' balonunun Çin sürümü bankacılık sektörünü tehdit edecek. Buna karşın bu kayıplar da devletin önemli yerel
otoritelerine tersi etki yapacak ve onları gereklilikleri yerine getirmekten aciz bırakacak. Bir umut ışığı olmak bir yana, kapitalizmin büyüyen küresel krizi Çin ekonomisinin yalnızca
kapitalist çaresizliğin etmenlerinden biri olduğunu her zamankinden fazla gözler önüne seriyor.
Çin'deki sınıf mücadelesindeki gelişmeler, bu ülkenin de
2003'ten beri ağır ağır yükselen küresel sınıf mücadeleleri ve
toplumsal protestolar dalgasına tamamen kapıldığını gösteriyor. Ayrıca artık ikinci kuşak, çoğunlukla okuma-yazma bilen
göçmen işçilerin de katıldığı mücadeleler, genişliklerinden ve
derinliklerinden dolayı büyük bir olanağa sahipler. Yalnızca burjuvazinin herhangi bir 'iktisadi sıçrama' yanılgılarını ifşa ediyor
olduklarından değil, ayrıca sınıf mücadelesinin gelişmesinde
dünya proletaryasının yolunu aydınlatan önemli bir fener
olarak.
Şehirlerde grev ve protesto “olayları”nın sayısı yüzbinlerle ifade
edilecek noktada ve bir yandan bu sayı sürekli artarken diğer
yandan mücadelelerin yoğunluğu da artıyor. Kırsal kesimdeki
huzursuzluk artıyor. Grevler bir yandan da büyüyorlar:
6
The Economist dergisine (2/2/12) göre Ocak ayında Chengdu
sanayi bölgesinde gerçekleşen üç günlük grev “merkezi
hükümet mülkiyetinde bir işletme için olağandışı bir büyüklükteydi”. Burada işçiler ayda 40$'lık küçük bir ücret artışı
kazandılar; ne grevleri böyle satın almak, ne de aleni baskı
yeterli oluyor. İnternetin kullanımı yaygınlaştıkça, medyanın
olayları karartması artık yetersiz kalıyor. Geçtiğimiz sene
içerisinde özel sektördeki grevlerin sıklığı da artmış vaziyette.
Çin'in ihracatlarının üçte birini üreten İnci Nehri Delta'sında,
Dongguan'da geçtiğimiz Kasım ayında binlerce işçi, ücret
kesintilerine karşı sokaklara döküldüler ve polisle çatıştılar.
Yaralanmış işçilerin resimleri internette yayılmaya başladı.
Geçtiğimiz haftalarda burada daha fazla protesto gerçekleşti.
Guangdong'daki son ve gelişmekte olan eylemleri gözleyen
The Economist, bu hareketin 2010'daki oturaklı ve barışçıl
grevlere kıyasla farklı bir biçime sahip olduğunu ifade ederek
devam ediyor: “Bu günlerde, koşullarını iyileştirmek için müzakere yapmaktan ziyade işçiler çoğunlukla ücret ve iş kesintilerinden şikayet ediyorlar. Grevciler daha militan gözüküyor...
Çin Sosyal Bilimler Akademisi'nin geçtiğimiz ay yayınladığı bir
rapora göre, 2010'da gerçekleşen grevlere nazaran, 2011'deki
grevler daha iyi örgütlenmiş, daha çatışmacı ve benzer grevleri
kendiliğinden tetiklemeye daha meyillilerdi. 'Bu sefer işçiler
fedakarlık yapmaları gerekeceğini kabul etmeye istekli değiller
ve ikinci olarak daha az kişi toplanıp eve gitmeye hazır'”.
Baskı, Çin devletinin temel silahı olmaya devam ediyor – sivil
polisler her yerdeler. Öte yandan böylesi bir politikanın da
tehlikeleri var. Guangdong'da kısa süre önce hamile bir kadının
polis tarafından hırpalanmasının ardından binlerce işçi polise
ve hükümet binalarına saldırdı. Bu işçilerin özellikle kırsal kesimde de, mesela Wukan köyünde, krizin etkilerine karşı çeşitli
eylemliliklerin geliştiği şu günlerde yine köylü olmaya dönmeleri pek olası değil. Şehirlerde yüz altmış milyon göçmen
işçi yaşıyor (ki 20 milyon işçi 2008'in ekonomik şok dalgaları
Çin'i vurunca işsiz kaldılar). Geri dönecekleri hiç birşey yok ve
göçmen oldukları için çocuklarının eğitimi ve aile sağlığı için
para ödemeleri gerekiyor (ki şirketler bu parayı ödemekle
yükümlü olsalar da, bu kanun da tıpkı asgari ücret kanunu gibi
sürekli deliniyor), ki bu da yeni bir sınıf çatışması alanı açmış
durumda.
Dünya ekonomik krizi derinleşiyor ve krizin Çin'e ve Çin
ekonomisine çok ciddi etkisi olacak. Ülkede sınıf mücadelesinin
mevcut ve gelişmekte olan düzeylerine bakacak olursak, Ocak
ayında gerçekleşen bir dizi grev ve protestonun üzerine Çin'de
daha fazla işçi mücadelelerinin inşaa edileceğini söyleyebiliriz.
Baboon, 2/2/12
DÜNYA DEVRIMI
Çek-Al
O r t adoğu Dosyası
Ortadoğu'da ve Kuzey Afrika'da Paylaşım Kavgası:
S ur i ye' de Em per yali st S av aş, M ı sı r ' da S ı n ı f S av aşı Yaklaşı yor !
Dünyada yaşanan ekonomik krizin etkisiyle sarsılan K.
Afrika ülkeleri geçtiğimiz yılı toplumsal çalkantılarla
ve olaylarla geçirdi. Tunus'lu Boazizi'nin kendini yakmasıyla başlayan toplumsal ölçekteki olaylar, hala
sönümlenmedi. Bu olaylar Akdeniz'e kıyısı olan birçok
ülkede iktidarları, hatta rejimleri değiştirdi. Toplumsal
rahatsızlıkların ve çatışmaların son bulmadığı ülkeler
olan Mısır ve Suriye üzerine tekrar bir değerlendirme
yapmanın şöyle bir anlamı olacak; özellikle Mısır’ın
Port Said şehrindeki futbol provokasyonu, sokakların
yeniden alevlenmesi, Suriye'deki
savaşın arka planı, bölge ve emperyalist ilişkiler içindeki konumunu tahlil etmek gerekiyor. Sıcak
gelişmelerin ve emperyalist gerilimlerin, hatta ABD ve AB'deki
ekonomik kriz kadar dünyanın
gözünü ve kulağını diktiği bu
bölgedeki diğer çekişmelere de
değineceğiz. İran'ın bölgedeki
saldırgan dış politikası, Türkiye'nin
bölgesel aktör olma çabaları ve
Suriye savaşında taraf olması,
muhalifleri desteklemesi ve diğer
ülkelerin tutumlarına değinerek
Ortadoğu’da olup bitenlere bir
anlam vermeye çalışacağız.
Burada olayları incelerken belli noktalara dikkat
etmek gerektiğini düşünüyoruz. En temel nokta, elbette ki olayları enternasyonalist bir perspektiften
geçirerek yerli yerine oturtmak ve sınıf mücadelesi
adına daha isabetli ve tutarlı pozisyon belirleyebilmek.
Bir diğer konu ise, belli kafa karışıklıklarını giderecek
biçimde enternasyonal bir sınıf mücadelesi ihtiyacından kaynaklı bölgedeki gelişmelerde işçi sınıfının nasıl
bir rol oynadığını saptayarak, buralarda yaşanan rejim
değişiklerinin birer devrim olmadıklarının genel
çerçevesini çizmek. Zaten devrim meselesi de bu yazıdan bağımsız bir derinleşmeyi gerektirdiği için meseleye şimdilik çok girmeyeceğiz.
Belki de baştan şunu belirtmek yararlı olacaktır:
Tunus'ta başlayan olaylar, Mısır'a sıçradığında işçilerin
sınırlı bir içerikle olaylar içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Olayların yaşandığı dönemde konuyla ilgili çeşitli
makaleler yayınlamıştık.[1] Yayınlanan bu makalelerde işçilerin bu hareket içerisinde nasıl ve ne oranda
yer aldıklarına değinmiştik. Hepimizin de bildiği gibi,
işçi sınıfı bu olayları kendi ekseninde toplayıp ve kendi
talepleriyle topyekûn bir mücadele geliştiremedi.
Diğer taraftan Ben Ali'nin ardından Tunus'ta, 23 Ekim
2011’de gerçekleştirilen Ulusal Kurucu Meclis seçimleri sonucunda Gannuşi’nin başkanı olduğu en-Nahda
seçimi kazandı. Bu parti aynı zamanda, Mısır'daki
Müslüman Kardeşler örgütüyle aynı gelenekten
geliyor. 2011 yılının Ocak ayında başlayan olaylardan
bu yana aslında, Tunus işçi sınıfı için değişen tek şey,
iktidardaki parti oldu ve işçi sınıfı için ücretli emek
sömürüsü devam etmekte. Buradan hareketle
Mısır'da, Suriye'de benzer bir sürecin yaşanma ihtimali oldukça yüksek. Sürecin sonrasında yaşananlar
ya da yaşanacaklar ekonomik
sorunları ortadan kaldırmadığı gibi,
kapitalizm
açısından
işçilerin
yaşadığı bu sorunları daha formel
hale getirerek ve artı değer
sömürüsünü daha da yoğunlaştırarak sömürüyü derinleştireceklerdir.
Yaşanan olaylara daha yakından
bakmak ve arka planını daha iyi
kavrayabilmek için bölgedeki, emperyalist ve yerel devletlerin
pozisyonlarını
tahlil
etmek
gerekiyor. Bu bakımdan İran,
Türkiye, İsrail ve bu yerel devletlerin, bir de uluslar arası işbirliği
içinde oldukları diğer emperyalist devletler başta ABD,
Çin ve Rusya olmak üzere Suriye ile olan ilişkileri ve
Mısır'da yaşanan olaylara yaklaşımlarını da anlamak
gerekiyor.
İran ve Türkiye'nin Emperyalist Eğilimleri
a - İran
İran, Ortadoğu’da bölgesel güç olma iddiası taşımakta
ve buna yönelik de bir dış politika gütmekte. Bunun
en temel nedeni, İsrail karşısında bölgede en güçlü
karşıt ülke olma kaygısı. Çünkü İsrail, bölgenin tartışmasız lider ülkesi konumunda. Bu anlamda stratejik
olarak geliştirdiği tüm ilişkileri bunun üzerine inşa etmekte. Bu iddiayı güçlendirmek için ilk olarak bölgede
Şii mezhebi üzerinden bir siyasi, ekonomik hatta
askeri birlik oluşturma çabaları söz konusu. Irak'ta Şii
Maliki'nin başbakan oluşu ve Irak'ın Saddam sonrasında ülkedeki en büyük gücün Şiilerden oluşması,
Şii birliğinin en önemli gelişmelerinden birisi. Diğerleri
ise Lübnan'da ki Hizbullah ve Suriye’de 1963'ten
beridir iktidarda olan Baas Partisinin Nusayri egemenliği.* İran bu dini motifli birliği, kendisinin başını
çektiği bir İsrail ve ABD karşıtlığında kullanmak istiyor.
7
İran ekonomisi petrol ve doğalgaz üzerine kurulu,
ekonomik yatırımların ise %80'i devletin elinde bulunuyor. İran dünya petrol rezervlerinin %10'una
doğalgaz rezervlerinin ise %17'sine sahip. Aynı zamanda İran ekonomisinde petrolün yanında tarım
ürünleri ihracına dayanmakta. Ekonomik verileri
bakımından bölgede hızlı büyüyen ekonomilerden bir
tanesi aynı zamanda. Böylesine petrol rezervlerine
sahip olması, İran'ı ekonomik ve siyasal olarak diğer
gelişmekte olan ekonomilere göre daha rahat
manevra yapabilme kabiliyeti sağlıyor.
İran'ın kendi içindeki çelişkileri
ise hala çözülebilmiş değil ve
çözülmesi de olası görünmüyor.
Bunun en temel nedeni, elbette ki İran burjuvazisinin bu
bahsi geçen konuma ulaşmak
için işçi sınıfı üzerinde arttırdığı
ekonomik ve siyasi baskılar.
2009 seçimlerinin ardından
yaşanan olaylar, Arap Baharı
adı verilen toplumsal olayların
aslında başlangıcıydı. Sokağa
çıkanlar, Vali Asr meydanını
dolduranlar, Musavi taraftarı olarak gösterilmeye
çalışılsalar da, aslında Tahran sokaklarında burjuvazinin güvenlik güçleriyle (Devrim Muhafızları)
çatışan işçilerdi. 10. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden
sonra başlayan olaylar, başta Musavi'nin seçimlere
hile karıştığı yönündeki iddiaları üzerinden gelişmiş
gibi görünse de aslında duyulan rahatsızlık daha farklı
ve derindeydi yani sınıfsal antagonizma bağlamında
nitelik kazanmaktaydı. Daha sonrasında bir burjuva
reformisti olan Musavi, sokağa çıkmama çağrısı yapsa
da kitleler tarafından ciddiye alınmadı ve hatta “Uzlaşmacılara Ölüm!” sloganlarıyla karşılık buldu. Bu
kendiliğinden gelişen hareketin en büyük eksiği, sınıfsal taleplere sahip olmayışları ve tek tek işçiler biçiminde hareketin içinde yer almalarıydı. Böylesine
sokakları dolduran işçiler, sınıf kimliklerini oluşturarak
kendilerini siyasi olarak ifade edecek organlara sahip
değillerdi. Bunun yanında ise sadece bir grev yapıldı;
o da sadece bir fabrikayla sınırlı kaldı (İran'ın en
büyük fabrikası olan Khodro araba fabrikasında
çalışan üç vardiya da, devlet baskılarını protesto
etmek amacıyla birer saatliğine greve çıktı).[2] Bu
hareket, İran’da hala önemli bir potansiyelini barındırmakta ve olası bir istikrarsızlık ya da ekonomi
koşullarının ağırlaşmasıyla ortaya çıkmaya müsait
yapıya sahip. İran'da Şah'ın devrildiği 1979'daki Şuralar deneyimi, İran işçi sınıfının mücadelesi için
önemli sayılacak tecrübeleri barındırıyor.
İran'ın dünya kapitalizmiyle olan ilişkileri ve bu
bağlamda bölgede üstlendiği role değinmek gerekiyor.
Bu ülkenin en yakın ortağının Rusya olduğunu
söyleyebiliriz. Rusya ile daha çok silah ve nükleer enerji üzerine kurulmuş bir stratejik ortaklığı söz
konusu. İran'ın nükleer enerji santralleri kurması, enerji üretiminden ziyade nükleer silah üretme olasılığını
8
akıllara getirdi. Bu ihtimalden hareketle, Rusya nükleer enerji konusunda İran'la arasına belli mesafe
koymak zorunda kalsa da, Rusya için hala en önemli
silah alıcısı ve stratejik ortağı. İran, diğer ortağı Çin
ile yirmi yıllık enerji anlaşması imzalanmış durumda.
Bu iki ülke arasındaki ilişki tamamen ekonomik
temellere dayanmakta. Çin, İran petrollerinin
%22'sini satın almakta. İran petrollerini dünya
piyasasına göre daha ucuza alan Çin, bu yolla
ekonomisi için stratejik enerji kaynağı sağlamakta. Bu
durum ucuz üretim maliyetleri üzerine kurulu olan Çin
ekonomisi açısından oldukça önemli bir paya sahip.
İran burjuvazisinin nükleer
yatırımları, kendi silah teknolojisini üretme çabası ve en son
Hürmüz Boğazı'nda askeri tatbikat yapması; bunların hepsi
İran'ın
bölgede
ekonomik
gücünün yanına askeri güç katmak istemesinin bir sonucu.
Bunun anlamı ise bölgesel ya
da uluslararası olası bir savaşa
hazır olmak ve Ortadoğu'da
askeri gücüyle söz sahibi olabilmek. Hürmüz Boğazı'nda yapılan tatbikat doğrudan
ABD, İsrail ve diğer Arap ülkelerine bir gözdağı vermek, askeri gücü ile petrol transferi için stratejik olan
Hürmüz Boğazı'ndaki gücünü göstermek diyebiliriz.
ABD ve AB'nin İran petrollerinde yaptırım uygulama
kararına karşın İran, dünya petrollerinin %40'ının
geçtiği Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı açıklamasını yaparak emperyalist dalaşı daha da kızıştırdı. Bu boğazdan geçen petrol hattı İran ve Rusya petrollerinin
alternatifi yani rakibi. Böyle bir atak Rusya'nın elinde
bulunan Karadeniz'in kuzeyinden geçen petrol boru
hatlarının stratejik önemini daha da arttırmakta.
Petrol transferi üzerine kurulu bu güç yarışı Ortadoğu’daki gelişmeleri tamamen belirlemekte.
İran'ın elinde önemli petrol yatakları bulunması, Hürmüz Boğazı'ndaki egemenliği, kendisine uluslararası
anlamda ortak bulmasına olanak sağlıyor. Bu konumuyla güçlenen bir devlet görünümü çizse de,
içerideki sınıfsal dinamikler İran burjuvazisinin uykularını kaçırıyor ve kaçırmaya da devam edecek.
b - Türkiye
Türkiye, Arap coğrafyasında başlayan bu toplumsal
hareketler ilk ortaya çıktığında tutum belirleyemedi.
Şüphesiz ki; belirleyemezdi; hareketin sınıfsal karakteri oldukça belirleyici bir olgu. Tabii ki; Suriye’yi bu
değerlendirmenin dışında tutuyoruz. Ama baştan
şunu belirtmek gerekiyor: Kuzey Afrika olaylarının
yaratmış olduğu istikrasızlık döneminden karla çıkan
Türkiye oldu.
Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkinin nasıl bir zeminde
olduğunu ve geçirdiği evreleri incelemek bu gün
takınılan tutumların arka planını görmemeizi sağlaya-
caktır. Türkiye'nin 2005 yılında başlattığı çevresindeki
ülkelerle, sıfır sorun dış politikasıyla, özellikle Ortadoğu'da siyasi ve ekonomik varlığını arttırmak istiyordu ve bu kapsamda Suriye ile eskiden beri iyi
olmayan ilişkilerini geliştirmeye çalışıyordu. Daha
öncesinde kronik sorunları olan bu iki burjuva devlet,
son on yılda bu sorunları çözmek için belli adımlar attılar. Hatay sorunu ile başlayan ve Dicle ile Fırat nehirlerinin üzerine kurulan barajlardan dolayı Suriye'nin
su sorunu ve PKK'nin Suriye'ye yerleşmiş olması gibi
bir dizi sorunlara sahiptiler.
ABD'nin önce Afganistan sonra Irak'ı işgal etmesi,
bölgede tüm politikaları değiştirdi. Türkiye'nin
bölgede etkin kılınmak istenmesi, Suriye ile ilişkilerin
iyileştirilmesine dönük bir dizi adım atıldı. Devletler
düzeyinde birçok ziyaret gerçekleşti. Bu ziyaretlerden
birisi Hariri suikastının ardından gerçekleştirildi. Hariri
suikastından sonra yalnız kalan ve sıkışan Baas rejimine ilk uluslararası desteği veren Türk burjuvazisi
oldu. Bölgede etkinlik kazanmak için bu durumu bir
fırsat olarak değerlendiren Türk burjuvazisi, Esad rejiminin bu zor günlerinde ona destek oldu. Sonrasında
ilişkiler diplomatik ziyaretlerle iyileştirildi. İki ülke tarihindeki en fazla diplomatik trafik bu dönemde
yaşandı. Ardından 2009 yılında kurulan “Yüksek
Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi ” ekonomik, siyasi
ve askeri birçok ortak yatırımı ve anlaşmayı içeriyordu. Vize uygulamasını kaldırması, ortak askeri tatbikatlar, gümrük birliği uygulaması ve serbest ticaret
gibi birçok konuda ortaklıkların kurulduğu bu konsey
Türkiye - Suriye ilişkilerinin tarihindeki zirveyi işaret
ediyordu. Türkiye için
Arap
coğrafyasına
açılma
olanağını
sağlayan bu anlaşmalar,
Suriye için de Avrupa’ya
açılma olanağını sağlıyordu. Türkiye için yıllardır kavgalı olduğu
Suriye artık bir dosttu.
Bu yakınlaşma “ Ortak
tarih, ortak din ve ortak
kader” olarak ifade
ediliyordu.
Suriye'de
Esad karşıtı olayların
başladığı güne kadar
süren bu ilişki bir anda
Türk burjuvazisinin Esad'a sırt çevirmesiyle son buldu.
Arap coğrafyasındaki olayların Suriye'ye sıçraması ile
Esad karşıtı Sünni-Arap birliği ortaya çıktı. Türkiye'de
bu hareketi doğrudan destekleyerek, Erdoğan ve Esad
ailesinin beraber tatile gittikleri saadet günleri artık
savaş söylemelerine yerini bırakmıştı. Suriye Ulusal
Konsey'in İstanbul'da kurulması, Hür Suriye Ordusunu
kuran subayların ilk önce Türkiye'ye kaçması, Türk
burjuvazisinin Esad karşıtlarına açıktan destek
verdiğinin göstergeleriydi. Tüm bu gelişmeler, Türk
burjuvazisinin Esad döneminde geliştirdiği ilişkinin
sekteye uğramaması için, iktidara gelmesine kesin
gözüyle baktığı muhaliflere destek vererek bölgedeki
söz sahibi konumu devam ettirmek istemesinden kaynaklanıyordu. Ama zamanla Esad'ın kolay gitmeyeceği, Rusya ve Çin, Suriye'ye desteğini dolaylı da olsa
bildirmesi Türkiye'nin olayların başladığı günlerdeki
gibi doğrudan Esad'ı hedef alan açıklamalardan
ziyade, uluslararası baskıyı arttırma yoluna gitti. Olası
bir NATO operasyonun zeminini hazırlamak için
Suriye’nin Dostları Konferansı'nın aktif üyelerinden
birisi oldu ve Arap birliği ile ortak hareket etti. Buradan hareketle, Türkiye genel çerçevede Ortadoğu'da ABD müttefiki bir dış politikanın ekseninde
davransa da, zaman zaman kendi başına davranabilmekte ve bölgesel bir güç ilişkileri içinde söz
söyleyebilmektedir.
Ayrıca Türkiye'nin Suriye'nin geleceğine ilişkin planlarının bir parçası olarak gördüğü, Esad karşıtı
muhalefetin büyük bir kısmını oluşturan Müslüman
Kardeşler örgütü ile bağ kurulmakta, bahsi geçen bu
örgütün Mısır'da ve Tunus'taki Müslüman Kardeşler
kökenli partilerle aynı ağın parçası olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Türkiye Mısır ilişkilerine değinecek olursak;
Mubarek'in gitmesinin ardından Mısır'la iyi ilişkiler
geliştirmeye çalışıldı. Bu ilişkinin iki boyutunun
olduğundan söz edebiliriz. Birinci boyutu, Türk burjuvazisinin emperyalist eğilimleri. Diğer bir boyutu ise
yeni rejimin şekillenişinde rol kapmaya çalışması.
Rejim ve sermaye ihracı yapmak isteyen Türk burjuvazisi, Müslüman Kardeşler örgütünün kurduğu Adalet
ve Özgürlük Partisi ile
AKP üzerinden bağ kurmaya
çalışmaktadır.
“One Munite” krizi ve
Mavi Marmara baskınından sonra, İsrail'e karşı
almış olduğu tutumla
Tayyip Erdoğan, Arap
coğrafyasında popülerlik
kazanmıştı. Bu popülist
politikalar sonrası, Eylül
ayında Tayyip Erdoğan
yedi bakan ve üç yüz
işadamıyla Mısır, Tunus
ve Libya gezisi yaptı.
AKP' nin seküler İslam
modeli üzerine kurulu bu ziyaret, Tayyip Erdoğan'ın
hem Mısır'da, hem de Tunus'ta vermiş olduğu en
temel mesaj, seküler İslam ya da “Müslüman ama laik
devlet” söylemiydi. Zira bu ziyareti takip eden dünya
basını, Tayyip Erdoğan'ın Suudi Vahabizmi'ne ve İran
Şii rejimine alternatif olarak laik bir rejim önerdiğini
servis ettiler. Bu bir tesadüf değildi elbette. Tayyip Erdoğan Tunus'taki konuşmasında "Kişi laik olmaz, devlet laik olur " diyerek seküler İslam'a vurgu
yapmaktaydı. Türkiye gibi müslüman bir ülkenin hem
laik hem de parlamenter bir rejime sahip olduğu
zaten olaylar başladığında özellikle ABD tarafından
dillendirilmişti. Bu konuya ilişkin daha önceden belli
9
değerlendirmeler yapmıştık.[3] Şu konuya tekrar
değinmek gerekiyor: Ortadoğu'da söz sahibi ve olmak
isteyen Türk burjuvazisi bu konumu sağlamlaştırmak
için bölgedeki Suudi Vahabizmi'ne ve İran Şii rejimlerine karşı kendi rejiminin ihraç ederek İran ve Suudi
Arabistan’a karşı Ortadoğu'da ve Mısır'da rol kapmaya
çalışmaktadır. Zira burası diğer pazar alanlarına göre
bazı açılardan daha bakir.
Asıl meseleye tekrar dönecek olursak, Batı emperyalizm bölgenin bir an önce istikrar kazanmasını istiyor;
bunu da kendi pazar ilişkilerini rahatlıkla sağlayacak
liberal kapitalizmle tam uyumlu rejimler kurmak istiyor ve şu anda elde olan en uygun örnek ise Türkiye
modeli. İstikrar ise bölgede işçi sınıfının tekrar
hareketlenmemesi üzerine kurulu. Burjuva parlamenter rejiminin önerilmesinin altında yatan en büyük
neden ise istikrar ve Mısır işçi sınıfının kendi politik
olgunluğuna erişmesine engel olmak. Çünkü Mısır'da
işçi sınıfı hala ortaya çıkma potansiyeli taşıyor ve yetmiş milyonluk bir ülkenin işçilerini uyandırmak istemeyen burjuvazi, Kuzey Afrika için en uygun rejimi ya
da kitleleri yanıltan araçları geliştirmek istiyor.
c - İç Savaşa Doğru Giden Suriye
Tunus'taki toplumsal olaylar Mısır'a sıçradığında Ortadoğu'da artık Baas tipi rejimlerin hareket karşısında
durmasının oldukça zor olduğu yorumları yapılmaktaydı. Sıradaki ülkeler içerisinde Suriye’de sayılıyordu.
Esad'ın muhalefet karşısında iktidarı bırakacağı beklentisi vardı. Fakat öyle olmadı; Esad, Dera şehrinde
başlayıp Hama, Humus gibi şehirlere yayılan gösterileri bastırmaya çalıştı ve olayları bastırmak için silah
kullandı, kan döktü ve hala dökmeye devem ediyor.
15 Mart 2011'de başlayan olaylar hala devam etmekte
ve Esad'a ne kadar da ömür biçilse bu olayların nasıl
ve ne zaman son bulacağı belirsizliğini koruyor.
Müslüman Kardeşler örgütü Genel Sekreteri
Muhammed Riyad El Şafka ile yapılan röportajda,
karşılıklı menfaatler çerçevesinde, küresel ve bölgesel
güçlerle işbirliği yapabileceklerini belirterek Esad rejiminden sonraya dair fikirlerini de bir biçimde açıklamış oluyor. Yine aynı röportajda Esad'la hiçbir
koşulda anlaşmayacaklarını ve rejimi devirmek gerektiğini ifade etmesi, savaşın giderek şiddetleneceğini
gösteriyor.
Suriye'deki olayları daha net anlayabilmek için
ülkedeki etnik ve dinsel grupları tanımak gerekiyor;
zira Esad rejimini destekleyenlerle ona karşı savaşanlar kendilerini ya etnik kimlikleriyle ya da dinsel kimlikleriyle tanımlamaktalar. Suriye etnik yapısının %
55’ini Sünni Müslümanlar, %15’ini Nusayriler
(Aleviler) %10’unu Sünni Kürtler, %15 Hristiyanlar ve
%5’ini Dürzi, Çerkez ve Yezidi’ler oluşturmaktadır.
Ayrıca Suriye’de 2 milyondan fazla Filistin'li ve Irak'lı
mülteci olduğu belirtilmekte.[4]
Ekrem
Esad rejimine karşı muhalefet yapan ve savaşan grupların en büyüğünü sunni Arap'lar oluşturmakta.
Suriye siyasi dengelerinde kilit noktada durun
Kürtler'in ise bir kısmı Esad'ı destekliyor, bir kısmı da
Esad karşıtı Suriye Ulusal Konseyi içinde yer alıyor.
Diğer etnik gruplar ise aslında şu andaki belirsizlikten
kaynaklı, emin olamadıkları için mevcut rejimi desteklemekteler. Diğer önemli bir kesim olan Arap
Nusayriler ise yıllardır Suriye’deki Baas rejimini oluşturan etnik topluluk.
10
Yıllardır Suriye'de halkı baskı ile yöneten Baas rejimine karşı ilk girişim, Suriye Ulusal Konseyi adı altında toplandı. 23 Ağustos 2011 tarihinde İstanbul'da
kurulan Suriye Ulusal Konseyi, Kürtler'in belli bir kesiminin dışındaki Esad rejiminin tüm muhaliflerini
içeriyor.[5] Suriye, Türkiye, İran ve Güney Kürdistan'ı
kapsayan bölgede en stratejik konumda olan
Kürtler'in ikiye bölünmesinden sonra bir kısmı bu konseyin içinde yer aldılar. Konseyin ana gövdesi oluşturan grup sunni Arap'lar. Aynı zamanda Esad
rejiminin en büyük muhalif grubunu oluşturuyorlar.
Müslüman Kardeşler örgütünün Mısır'dan sonra en
güçlü oldukları ülkenin Suriye olduğunu hatırlarsak şu
anki hareketin de başını çeken grup olduğunu
söyleyebiliriz. Aslında bu rejim karşıtı sunni Arap
ayaklanması ilk değil, daha önce de Müslüman
Kardeşler örgütü Hafız Esad'a karşı ayaklanmış ve
1982'de on bin ve yirmi beş bin arasında değişen
sayıda insanın ölmesiyle kanlı bir şekilde
bastırılmıştı.[6] Baas rejimine karşı tek muhalefeti
oluşturan bu örgüt, Esad'ın devrilmesinin ardından iktidara gelesi yüksek ihtimal. Bu ihtimali en güçlü kılan
durum ise Tunus ve Mısır'da aynı örgütün kurmuş
olduğu partilerin seçimlerde en çok oyu almış olmaları.
(Not: Yazının devamı Dünya Devrimi’nin Mayıs-Haziran
sayısında yayınlanacaktır)
1. http://tr.internationalism.org/ekaonline2000s/ekaonline-2011/arap-duenyasindaki-olaylarinsinif-analizi-doenemi-anlamak
* Arap Aleviliği
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Nusayriler)
2. http://tr.internationalism.org/ekaonline2000s/ekaonline-2011/arap-duenyasindaki-olaylarinsinif-analizi-doenemi-anlamak
3. http://tr.internationalism.org/ekaonline2000s/ekaonline-2011/kuzey-afrika-da-tek-parti-rejimleri-yikilirken-isci-sinifini-ne-bekli
4. http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=2876
5. http://tr.wikipedia.org/wiki/Suriye_Ulusal_Konseyi
6. http://tr.wikipedia.org/wiki/Hama_katliam%C4%B1
Hocalı Mitingi ve Sonrası:
B ur juv az i v e K öpekler i
Aslında insanlar ve köpekler arasında binlerce yıldır bir
arada yaşamaktan gelen köklü ve güzel bir ilişki vardır. Bu
tüm doğa tarihinde, iki tür arasında gerçekleşebilmiş en
yakın ilişkidir aynı zamanda. Köpekler, binlerce yıl boyunca
insanların canlarını, evlerini, ailelerini, mallarını, mülklerini,
büyük ve küçükbaş hayvanlarını korumuş, bunun yanı sıra
insanlara hem oyun arkadaşlığı hem de can yoldaşlığı yapmışlardır. Köpeğin bütün bunları, insanın bahşedeceği bir
parça yemek umuduyla yapıyor olması da, onun insan
tarafından kontrol edilmesini kolay kılmıştır. Sadakatleri, korumacılıkları, heyecanları ve saflıklarından kaynaklı sevimliliklerinden dolayı, acı bir ısırılma deneyimi yaşamamış
insanların büyük çoğu köpeklerden sevecenlikle bahseder.
İşçi mahallelerinde de, eğer koşullar elveriyorsa sokak
köpeklerini besleyen haneler çok olur. Fakat köpekler aç da
kalırlar kimi zaman, barınaksız da kalırlar, zorla çalıştırıldıkları da çok olur, sahiplerinden dayak da yerler, yeri geldi mi
feda da edilirler, üzerlerine bombalar bağlanıp tankların altında ölmeye de yollanırlar, toplatılıp da öldürülürler, hatta
kimileri zevk için dahi canlarını alır. Bu yüzden başlarken
belirtmek istiyoruz ki bizim
esasında köpeklerle, yani hem
insana dost olan ama bir yandan da insanın yaşadığı sınıflı
toplumların ceremesini de çaresizce, ne olup bittiğini de anlayamadan çeken bu gariban
hayvanlarla
bir
alıp
veremediğimiz
yok.
Bizim
derdimiz, insandan yaradılma
köpeklerledir ve mallarını mülklerini korumaya dünyanın tüm
köpekleri gelse yetmeyeceği
için
insanları
böylesine
köpekleştirenlerledir.
26 Şubat 2012 tarihinde, Taksim Meydanı'nda sayılarının
yaklaşık otuz bini bulduğu iddia edilen[1] bir kalabalık toplandı. Göya bu kalabalık, yirmi yıl önce, 26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Dağlık-Karabağ
Savaşı kapsamında gerçekleşen ve 613 Azeri sivilin hayatını
kaybettiği Hocalı Katliamı'nı anmak için toplanmıştı.
Katliamın ardından geçen yirmi yıl içerisinde ilk kez gerçekleşecek olan bu 'anma' mitingi, burjuva devletin açık
desteğiyle örgütlenmiş, günler öncesinden İstanbul'un dört
bir yanı " Ermeni yalanına sessiz kalma " başlıklı miting
çağrılarıyla donatılmıştı. Öte yandan mitingin burjuva devletin tam desteğiyle yapılmış oluşunun en önde gelen
kanıtı, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in mitingde yaptığı
konuşmaydı. Şahin, konuşmasında: “ Akıtlan kan bizim
kanımızdır. 20 yıl önce bugün kan içiciler, katiller, acımasızlar, merhametsizler, yüreksizler, korkaklar Hocalı'da 613 insanın kadın demeden, çocuk yaşlı demeden, haklı haksız
demeden kanını içmişlerdir. O kan o günden bugüne yerde
kalmadığı gibi bundan sonra da kalmayacaktır. O kan o gün
akmıştır ama hesabı bitmemiştir. Türk milleti yaşadıkça o
kanın hesabı yapılacaktır ve hesabı sorulacaktır”[2] dedi.
İçişleri Bakanı'nın hitap ettiği otuz bin kişilik kalabalık, ellerinde “ Hepiniz Ermeni'siniz, hepiniz piçsiniz ”, “ Türk'e
kefen biçenin ölümü korkunç olacak”, “Bugün Taksim, yarın
Erivan; bir gece ansızın gelebiliriz”, “Ceddim soykırım yapsaydı dünyada bir tane bile Ermeni kalmazdı” pankartları,
ağızlarından salyalar akarak “ Bozkurt Ogün ”, “ Bozkurt
Çatlı”, “Dişe diş, kana kan, intikam intikam”, “Bozkurtlar bu-
rada Ermeniler nerede” diye uluyorlardı.
Gözlemlemek için eyleme giden Ermeni gazeteci Aris Nalcı,
eylemle ilgili şunları söyleyecekti: “Beyoğlu’ndaki yüzlerce
insan, ellerinde ‘Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz!’
pankartı taşıyordu. Bir Ermeni olarak kırılmamak, korkmamak elde değildi. ”[3] Yaratılan saldırgan milliyetçi hava,
haliyle miting sonrasına da taştı. Kürtler, ister istemez, bir
kez daha şövenist saldırıların hedefi oldular, eylemden
çıkanlar BDP il binasının bulunduğu bir sokakta durma
gafletinde bulunan belediye otobüslerini taşladı. Ertesi günlerde İstanbullu bir Ermeni bahçesine üzerinde "Ermeni
yalanına sessiz kalma" yazılı bir kasket atılarak tehdit edildi.
Bu arada eylemin ardından aynı provokatif iklim bu kez
Ankara'daki üniversitelerde yaratılmaya çalışıldı; solcu
öğrenciler tepki göstermek isteyince bu kez onlar, böylesi
bir durum önceden planlanarak okullara getirilmiş faşist
gürühların hedefi oldular. Başbakan Erdoğan'ın da mitingi,
“ marjinal ve münferit birkaç pankartın olması Hocalı
Katliamı'na dair acımızı ve dayanışmamızı gölgelemeye yetmez ” sözleriyle sahiplenmesi
ve savunması, bütün gerçekleşenlerin burjuva devletin isteği
doğrultusunda
ve
güdümünde gerçekleştiğini de
ortaya
koyuyordu.
Aynı
dönemde Adıyaman'da Alevi ve
Kürt kökenli kişilerin evlerinin
işaretlenmesini bir tesadüf saymak da saflık olacaktır.
Biz bu sürüyü iyi tanıyoruz.
1915'te
başlayan
Ermeni
Soykırımı'ndan beri burjuvazi
ne zaman salsa onları, ağızlarından salyalar akıta akıta, uluya uluya koşuyorlar
efendilerinin emirlerini yerine getirmek için. 6-7 Eylül olaylarında da işbaşındaydılar, Kahramanmaraş Katliamı'nı da,
Çorum Katliamı'nı da onlar yaptılar, Sivas'ta insanları diri
diri onlar yaktılar. Sırf Ahmet Kaya tişörtü giydi diye insanları linç etmek için toplanan da, Hrant Dink'i vuran da,
Şerzan Kurt gibi sayısız delikanlının canına kıyan da onlardı.
Böylesi bir kalabalık, tarihte hiçbir zaman kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Hakim sınıfın bilinçi ve örgütlü çabalarının
etkisi altında kalmadan kimse tanımadığı insanların kanını
akıtmak istemez. Hocalı'da katledilenler, gerçekte burjuvazinin insanlıktan çıkarttığı bu sürünün hiç de umurunda
değildir – pek çoğunun devletin bilinçli provokatif çabalarından önce Hocalı diye bir yerden haberdar oldukları dahi
şüphelidir. Bu otuz bin kişi Türk işçilerden de oluşmamaktadır. Aralarında işçiler de vardır şüphesiz ve böylesi görüşlerin belirli işçi kesimleri arasında etkisi olduğunu da
görmezden gelemeyiz. Fakat dünyanın her yerinde burjuvazinin bu tip düşünceleri aşılamasına en el verişli unsurlar
küçük burjuvaziden ve lümpen kesimden çıkmıştır. Sınıfsal
konumları itibarıyla bugünlerinden tatmin olamayan fakat
bir gelecek perspektifi geliştirmesi de mümkün olmayan bu
kesimleri insanlıktan çıkartmak, burjuvazi için hep çok kolay
olmuştur. 26 Şubat'ta Taksim'i dolduranların büyük çoğunluğu da yine onlardır. Sınıf bilinçli proleterler, böylesine insanlıktan çıkartılarak kullanılan bir kalabalık karşısında
ancak acıma ve üzüntü hissedebilir ve Rakel Dink'in ifadesiyle 'bir bebekten katil yaratan karanlığa' yani burjuvaziye,
kapitalist düzene isyan edebilir.
11
Peki, burjuvazi neden şimdi böylesi bir hava yaratma
çabasına girişmiştir? Bütün bu olayların Fransa'daki Ermeni
Soykırımı'nı İnkar Yasası'nın yeniden oylanacağı bir dönemin öncesine denk getirilmesi yalnızca bir tesadüf müdür?
Gerek burjuvazinin bu çabalarını ifşa etmesi, gerekse
yaratılmaya çalışılan milliyetçi havaya bir yanıt vermesi
bakımından Türkiye Azerbaycanlı Sosyalistler Platformu'nun
açıklaması anlamlıdır: “ Fransa`daki `Ermeni Soykırımı'nı
İnkar Yasası`nı fırsat bilen aynı milliyetçi çevreler, tekrar
Hocalı Katliamı'nı `koz olarak` kullanmak istemektedirler.
Yüzlerinde bu katliamdan dolayı en ufak acı ve keder bulunmayan bu insanlar, acıları birbiriyle tartarak gerçek
niyetlerinin siyasi oyunda kendi ellerini güçlendirmek
olduğunu göstermektedir (…) Unutmamak gerekir ki,
çıkarılan her savaşta kazanan yalnız burjuvazi ve onun araç
olarak kullandığı devletdir (…) Biz hiçbir katliamın diğerinin
bahanesi olamayacağına, hiçbir acının diğerinden üstün olmadığına inanarak, Hocalı Katliamı'nın 1915`deki Ermeni
olaylarıyla kıyaslanmasına, Ermeni trajedisini inkar etmek
için malzeme olarak kullanılmasına itiraz ediyoruz. Hrant
Dink`in katli sonrası karanlık güçlere karşı Türkiye`deki Ermeni azınlıkla dayanışma anlamında acı ve öfkeyle dile getirilmiş `Hepimiz Ermeniyiz` sloganını sulandırmak ve
geçersiz kılmak için ortaya atılan `Hepimiz Azeriyiz` önermesine itiraz ediyoruz. Bu oyuna ortak olup Hocalı
Katliamı'nın bu çevrelerin siyasi malzemesi olmasına göz
yummak en başta Hocalı katliamında hunharca katledilen
insanların anısına saygısızlık, Hocalıların acısına vurdumduymazlıktır. Biz bu oyunun oyuncusu da, seyredeni de olmayı reddediyoruz.”[4]
20. yüzyıl, insanlık tarihine bir savaşlar, soykırımlar ve
katliamlar yüzyılı olarak geçmiştir. Katledilenler her zaman,
ister Ermeni, ister Rum, ister Kürt, Türk, Azeri, İranlı,
Yahudi, Arap, Sünni, Alevi, Hristiyan vb. olsunlar, bizim
analarımız, babalarımız, evlatlarımız, kardeşlerimiz ve
arkadaşlarımızdır. Ölümler kimin eliyle gelirse gelsin, ölenler
işçi sınıfının yani bizim canlarımızdır. İşçilerin vatanı yoktur.
Bu yüzden TC burjuvazisi Hocalı Katliamı'nın hesabını soramaz. Bu katliamın hesabını sormak başta Ermeni ve Azeri
işçi sınıfları olmak üzere dünya proletaryasına düşen bir
görevdir. Ve yine bu yüzden başta Ermeni Soykırımı olmak
üzere Osmanlı ve TC hakim sınıflarının gerçekleştirdiği
bütün katliamlar, dünya proletaryasının ve bu toprakların
işçi sınıfının bir parçası olan Türk işçi sınıfına karşı da
yapılmış sayılır. Türk işçi sınıfı bu gerçeği, 26 Şubat'ta Taksim'de toplanan otuz bin kişiye karşı, Hrant Dink'in cenazesinde iki yüzbin kişi, tek bir ağızdan “ Hepimiz
Ermeniyiz” diye haykırarak ifade etmiştir. Net bir sınıf bilinçli tepki olmadığı aşikar olsa da, tarihsel bir dayanışma
ifade eden bu sloganın burjuvaziyi ve burjuva devletin temsilcilerini bu kadar rahatsız etmesinin nedeni budur. Bu
tepki, Ermeni soykırımını inkar edenlere, Ermenistan devletinin soykırım olgusunu siyasi çıkarlarına alet eden bütün
manevralarından daha ağır bir darbe vurmuştur.
İdris Naim Şahin, Hocalı mitingi konuşmasında “Bizim Türk
milleti olarak ne Kazakistan'da ne Azerbaycan'da ne
Türkiye'de dünyanın hiçbir yerinde insanlık adına utanılacak
tarihimiz yoktur.” [5] demişti. Bu sözlere sadece gülüyoruz.
'Ermeni yalanları' diye köpüren ve ortamı provoke eden bir
adamın, bu denli rahatça yalan söyleyebilmesi hiç şaşırtıcı
olmasa da ibretlik bir durumdur. Burjuva devletin temsilcisi
İçişleri Bakanı'nın söylediklerine, yine aynı konuşmada sarf
ettiği kendi sözlerini değiştirerek yanıt veriyoruz: “Akıtlan
kan bizim kanımızdır. 97 yıl önce kan içiciler, katiller, acımasızlar, merhametsizler, yüreksizler, korkaklar Anadolu'da
bir buçuk milyon Ermeni'nin kadın demeden, çocuk yaşlı
demeden, haklı haksız demeden kanını içmişlerdir. Proletarya yaşadıkça o kanın hesabı yapılacaktır ve hesabı sorulacaktır. Dayanışmayla, mücadeleyle, enternasyonalizmle
bu kanın mücadelesini hep beraber İstanbul'da, Bakü'de ve
Erivan'da , yeryüzünde işçi sınıfının haklı davasına kim
inanıyorsa, hep birlikte takip edeceğiz.”
Gerdûn
1. http://www.aktifhaber.com/hocali-mitinginde-6-7eylul-plani-565686h.htm
2. http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1251162
3. Radikal, 28 Şubat 2012
4. http://www.norzartonk.org/?p=5814
5. http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1251162
Güney Afrika:
İ şçi ler, Pat r on v e S en di kaya K ar şı M ücadele Edi yor !
“(...) Siyasal ve ekonomik grevler, kitle grevleri ya da kısmi
grevler, gösteri ya da mücadele grevleri ayrı ayrı sektörleri
ya da tüm kentleri etkileyen genel grevler, barışçı talep mücadeleleri ya da sokak savaşları, barikat çarpışmaları –
bütün bu mücadele biçimleriyle birbirleriyle kesişir ya da
yakınlaşır, iç içe geçer ya da biri diğerine taşar.” (Kitle
Grevi, Siyasi Partiler ve Sendikalar, R.Luxemburg)
Bu başlığın konusu, Rustenburg kentindeki dünyanın en
büyük platinyum üreticisi ve 17 bin 2 yüz işçinin bulunduğu
şirket Impala Platinium'da, Ulusal Maden İşçileri
Sendikası'nın (NUM) yaklaşık 5 bin kişilik bir işçi topluluğu
ile, maaşların arttırılması yönündeki isteklerinin patron
tarafından reddedilmesi. İşçiler patronun %18'lik arttırımına
karşılık grevi devam ettirmek istemesi ile 5 haftadır düzen
güçleri tarafından durdurulamıyor. Kaldı ki; bunun için yüzlerce polisi grev alanına yığmakta gecikmeyen devlet
çatışmalarda iki işçinin de ölmesine neden oluyor. Bundan
12
önce 12 Ocak'ta, işçilerin başlattığı eylemlerin hemen
ertesinde gerçekleşiyor bu grev.[1]
Ancak geçen iki hafta boyunca hiçbir resmi açıklama yapılmaması nedeniyle işçiler artık üye oldukları NUM ile
görüşmeleri sürdürmek istemiyor. Böylece sendika olmadan kendi mücadelelerini kendilerinin yürütebileceklerinin sinyallerini veriyor ve öyle de oluyor. Bunun üzerine
bir grev komitesi kuran işçilerin gönderdiği temsilciler ile patron görüşmek istemiyor. Patronun yaptığı açıklamaya göre
sendika ile kendileri ücret artışı miktarı konusunda daha
başından anlaşmış durumda. %18'lik artış yerine şu anda
6 bin Rand[2] olan maaşlarının 9 bin Rand'a çıkartılmasını
isteyen işçiler ile sendika gelip konuşmaya çalışıyor ve şunları söylüyorlar:
“Bu bir işe alım stratejisiydi. Biz sizinleyiz ve talepleriniz için
ölümüne mücadele edeceğiz.” [3]
Bir süre sonra grev, iki rakip sendikanın rant alanı haline
gelmeye başlıyor. NUM 2009'daki bir grev hareketini de
yine aynı şekilde kırmak istemesi ve bunu başarması, işçilerin giderek güvenini sendikaya karşı yitirmeleri ve
NUM'ın işçileri ikna etmek için söylediği “yeni ücret
görüşmelerini başlattık” yalanını takiben bu Implats tarafından yalanlanıyor ve işçiler ile sendikanın eylem birliktelikleri
ayrılıyor. 2003'te NUM'dan ayrılan sendikacıların kurduğu
Maden ve Yapı İşçileri Birliği (AMCU) işçilerin patron ile
görüşmesinin engellenmesi üzerine ortaya çıkıyor ve grev
komitesi ile bu sendika bir ittifak yaptıkları söyleniyor. Ancak
Implats yine bir açıklama yapıyor ve kimsenin sendika
adına kendileriyle görüşmediğini söylüyor.
Sonuçta
patron
sendika ile görüşmek
istiyor.
Karşısında
Güney Afrika devleti
tarafından yasalarca
tanınmış bir sermaye
aparatı sendika ile
müzakere etmek, işçilerin mücadelesini teslim almak ve grevi
bitirerek bir an önce
işçilerin
işyerinde
yarattığı bu “huzursuzluğu” dağıtarak yeni
karlara yelken açmak
istiyor. Bunun için de
birtakım atılımlar gerçekleştirmiş durumda ve işletmeye
yeni işçileri almaya başlıyor.
Buna karşılık olarak eyleme geçen işçiler, işyeri binasını
işgal ediyorlar. Ve bu “vahşi kedi” grevi sırasında bir tarihsel
komedi yaşanıyor; NUM, “kontrol edilemeyen işçilere
kararlı bir müdahalede bulunmaları” için devletin kolluk
kuvvetlerini “göreve” çağırıyor. Daha bir süre önce
çalışırken kırdıkları taşları müdahale için gelen polis
araçları üzerinde “deniyorlar”. 350 işçinin gözaltına alınıyor
ve 2 işçinin de yaşamını yitiriyor.
Tipik sendika manevralarına sahne olan bu “yasadışı grev”
sırasında sendikanın yaklaşımına tanık olan işçilerin
eylemlerini kendilerinin yönetmeleri ve grevin sürdürülmesi
yönündeki kararlılığa rağmen şu anda yaklaşık 8 bin kadar
işçi işlerine geri dönmüş durumda ancak eylemler devam
ediyor. Burada söylememiz gereken belli başlı birkaç nokta
var. İşçiler, sendikaların ranta yönelik manevralarını bariz
bir biçimde gözlemleyebiliyorlar. Bunun üzerine kendi organlarını kurabiliyor ve eylemlerini yönetebiliyorlar.
Sendikalar arası savaşta da önemli bir olguyu gözler önüne
seriyor bu grev. Bir sendika gidiyor; diğeri geliyor.[4] Araç
olarak sermayenin genel olarak tercihi sendikalar oluyor ve
grevi kırma yönünde ellerinden gelmeyenleri sendikalara
yüklüyor ve onlara aslında grev-kırıcı bir misyon atfediyorlar. Böylece sendikalar da grevi kırmak ve arkada patron
ile yapılan pazarlıklardan nemalanmak, işletmedeki işçilerden kestikleri aidatlardan olmamak için ellerinden geleni
yapıyorlar. Sendikalar patron için çalışırken aslında polise
sadece fiziki müdahale kalıyor; onlar da bunu yerine getiriyorlar. Her an sonlanma ihtimali taşıyan bu grevin verdiği
ders bu yönde. Ama yine de belirleyici olanın işçilerin kendi
mücadelelerini kendi ellerine alarak hareketi yönetmeleri,
çeşitli araçlar ile şekillendirmeleri ve sonunda devlet ile
karşı karşıya gelmeleri sözkonusu. Yaşanan bu grev
aslında;
1 - işçilere işe geri dönem çağrısı yapan sendikaya karşı,
2 – yerel polis karakolunu yakan işçilerin üzerine saldıran
kolluk kuvvetleri nezdinde
devlete karşı,
3 – en nihayetinde ücretlerinden memnun olmadıkları ve
daha iyi bir yaşam uğruna
mücadele verdikleri düşman sınıfa karşı, her şeye rağmen devam etmeye çalışıyor.
Buradan hareketle grevin
nasıl bir yön izleyeceğini,
ülke genelinde ve Uluslar
arası anlamda nasıl bir
yankı bulacağını bekleyerek ve Güney Afrika'lı
sınıf
kardeşlerimizle
dayanışmamızı, onların
bu anlamlı eylemliliklerini
selamlayarak, deneyimlerini sınıf içerisinde yayarak vermeye çalışıyor
olacağız. İşçilerin dile getirdikleri nasıl bir yolun
izleneceğinin de habercisi:
“Öfkeliyim, çocuklarımı okula göndermek istiyorum
ancak yapamıyorum; evde yemeğimiz yok. (...) Gıda ve
okul aiatları artıyor ancak maaşlarımız artmıyor”.[5]
Bunun belirleyicisinin de işçilerin mücadelelerinde kendilerini ifade etme biçimleri olduğunu düşünüyoruz. Son
dönem belki de hem patron ile hem de sendikalar ile mücadele eden işçilerin yegane araçları olarak “vahşi kedi
grevleri”[6] ön plana çıkıyor da olabilir. Kendi kararlarını
kendilerinin aldıkları eylem komiteleri, açık toplantıları ve
eylem planlarının da bu grevin gidişatını etkileyeceği kesin
gibi. İşçilerin kurtuluşunun kendi avuçları içerisinde olduğunun bir kanıtı bu grev ile dayanışmamızı ilan etmeliyiz ve
sınıfın gelecek mücadelelerinde ibretlik bir deneyim olarak
hatırlarda tutmalıyız.
Bunçuk
1. http://libcom.org/news/armageddon-implats-wildcat-strikemine-eruptions-escalate-south-africa-22022012
2. Güney Afrika para birimi.
3. http://www.miningmx.com/news/platinum_group_metals/Numchallenged-in-Implats-member-revolt.htm
4. http://dailymaverick.co.za/article/2012-02-22-impala-strikewelcome-to-the-age-of-retail-unionism
5. http://www.bloomberg.com/news/2012-02-22/impala-platinum-protest-deaths-signal-higher-costs-for-south-africamines.html
6. http://en.wikipedia.org/wiki/Wildcat_strike_action
13
ENTERNASYONAL KOMÜNİST AKIM
[email protected]
E K A Ya y ı n l a r ı
Accion Proletaria (İspanya)
Apartado de Correos 258, 46080 Valencia, İspanya
Communist Internationalist (Hindistan)
POB 25, NIT, Faridabad, 121001, Haryana, Hindistan
Dünya Devrimi (Türkiye)
Türkiye’de şu anda bir posta kutumuz bulunmamaktadır.
İsviçre’deki adresle iletişime geçebilirsiniz.
Internacionalismo (Venezüella)
Siyasi koşullar nedeniyle posta kutusu kapatılmıştır.
İspanya’daki adresle iletişime geçebilirsiniz
Internationalism (ABD)
Internationalism 320 7th Ave. #211 Brooklyn, NY 11215,
ABD
Internationalisme (Belçika)
BP 1134, BXL 1, 1000 Bruksel, Belçika
Internationell Revolution (İsveç)
Box 21 106, 100 31 Stockholm, İsveç
Révolution Internationale (Fransa)
RI, Mail Boxes 153, 108 rue Damremont,
75018 Paris, Fransa
Rivoluzione Internazionale (İtalya)
CP 469, 80100 Napoli, İtalya
Revolucion Mundial (Meksika)
Apartado Postal 15-024, C.P 02600,
Distrito Federal, Mexico, Meksika
Weltrevolution (Almanya)
Postfach 410308, 50863 Köln, Almanya
Weltrevolution (İsviçre)
Postfach 2216, CH-8026 Zürich, İsviçre
Wereldrevolutie (Hollanda)
Postbus 339, 2800 AH Gouda, Hollanda
World Revolution (İngiltere)
BM Box 869, London WC1N 3XX,
İngiltere
t r. i n t e r n a t i o n a l i s m . o r g
EKA Online
Rusya: Demokratik Yanılsamalar
Sınıf Bilincinin Gelişiminin Önünü
Tıkıyor
Eylemin temel talebi 'dürüst seçimler' talebiydi. Siyasi
olarak şu veya bu yola girmemiş pek çok kişinin niyeti,
otoritelerin kanuna uyması ve barışçıl demokratik
değişimler elde etmekten öteye gitmiyordu.
Ekonomik Kriz: Cevap Mali
Düzenleme Değil, Aksine
Kapitalizmin Yıkımı
Ya sosyalizme geçiş süreci ya da barbarlık. Geleceğin
anahtarı işçi sınıfı, çalışanlar, işsizler, emekliler ve kötü
işlerde çalışan gençlerin mücadelelerini birleştirmesinde yatmaktadır.
İşgal Edilmiş Atina Hukuk Fakültesi'nden
Bildirge (9 Şubat):
Kendimizi Özgürleştirmek İçin Ekonomiyi
Yıkmalıyız
Bu doğrultuya ücret talepleri merkezli mücadeleleri getirmek; her türlü öz-örgütlü yapılar ve kitle meclisleri, özellikle de hali hazırdaki gibi dönemeçte olanlar, siyasi-hükümet
kurumlarının sistematik krizi toplumsal bir patlamaya yol açabilecekken kurulanlar, devrim işte bu anlama gelir.
TC Emperyalizminin Kıbrıs'taki
Baştemsilcisi Rauf Denktaş'ın
Yaşamı ve Ölümü
Ve bir yandan da milliyetçi katil Rauf Denktaş'ın
hizmet ettikleri ve yolundan gidenler, arkadasından
"Türk oğlu Türk, gerçek vatan evladı, kahraman
bozkurt, şanlı mücahit" diye uluyorlar.
Şiddet Eleştirisi ve Onun
Biricik Hümanizması
Onların düşüncelerinin dayandığı bu ‘maddi temelleri'
sorgulamak, önceden gerçek olanın şimdi-burada- şu
an gerçekdışına dönüşmesinin izini takip etmeyi
gerektiriyor.
Dünya Devrimi’nin eski ve yeni sayılarını ve yayınladığımız kitapçıkları PDF olarak size göndermemizi istiyorsanız [email protected] adresine, farklı dillerdeki çeşitli yayınlarımıza abone olmak için international@internationalism adresine veya isimle hitap etmeden
yanda belirtilen posta adreslerine yazınız.Tartışma devrimci hareket için hayati bir öneme sahiptir. Siyasi faaliyetlerimizin en önemli unsurlarından biri, temel ilkelerimizin tanımladığı üzere 'Proleter mücadelenin amaçlarının ve yöntemlerinin ve tarihsel ve anlık koşullarının
siyasi ve teorik olarak netleştirilmesi'dir. Bu bize göre ancak devrimci saflar içerisinde farklı düşünce ve görüşlerin karşılaşması ve tartışılmasıyla mümkündür. Bu yüzden okuyucularımızı, internet sitemizin dahil olduğu yayınlarımızda savunduğumuz görüşler ve analizlere
dair yorumlarını, fikirlerini ve eleştirilerini bizimle paylaşmaya teşvik ediyoruz. Bütün ciddi yazışmaları mümkün olan en kısa sürede yantıtlamak için elimizden geleni yapacağız, fakat kısıtlı kaynaklarımız bunun hemen gerçekleşmesine imkan vermeyebilir. Genel ilgi görebilecek konulardaki yazışmaları ve bizim cevabımızı bize yazan kişinin onayıyla yayınlayabiliriz.
14
E n t e r n a s y o n a l K o m ü n i s t A k ı m - Te m e l İ l k e l e r
- Kapitalizm Birinci Dünya Savaşı'ndan beri çöken bir toplumsal sistemdir. İki defa insanlığı kriz, dünya savaşı, yeniden
yapılanma ve yeniden krizden oluşan barbarca bir döngüye sürüklemiştir. Seksenlerde bu çöküşün son evresine, çürüme
evresine girmiştir. Bu geri çevrilemez tarihsel düşüşün sunduğu iki ihtimal vardır: ya sosyalizm ya da barbarlık; ya dünya
komünist devrimi ya da insanlığın yok oluşu.
- 1871 Paris Komünü, koşulların olgunlaşmamış olduğu bir dönemde proleteryanın bu devrimi gerçekleştirmek için ilk denemesiydi. Kapitalist çöküşün başlamasıyla bu koşullar yerine getirildikten sonra, 1917'de Rusya'da gerçekleşen Ekim devrimi,
emperyalist savaşa son vermiş ve daha sonra birkaç yıl daha devam etmiş olan uluslararası devrimci dalganın bir parçası
olarak gerçek dünya komünist devrimine doğru atılmış ilk adımdı. Uluslararsı devrimci dalganın yenilgisi, özellikle 1919-23
arası Almanya'daki yenilgi, Rusya'daki devrimi yalıttı ve hızla yozlaşmaya mahküm etti. Stalinizm, Rus devriminin bir ürünü
değil, mezar kazıcısı oldu.
- SSCB'de, Doğu Avrupa'da, Çin'de, Küba'da vb. ortaya çıkan ve ‘sosyalist' veya ‘komünist' adıyla alınan devlet mülkiyetine
dayanan rejimler, kendisi çöküş döneminin önemli bir niteliği olan devletçi kapitalizme doğru evrensel eğilimin özellikle vahşi
bir türünden başka bir şey değillerdi.
- 20. yüzyılın başlangıcından beri bütün savaşlar, büyük küçük bütün devlet arasında uluslararsı alanda bir yer etme mücadelesinin bir parçası olan ölümcül emperyalist savaşlardır. Bu savaşlar insanlığa daima yükselen bir ölçekte ölüm ve yıkımdan başka hiçbir şey getirmemiştir. İşçi sınıfı savaşlara ancak uluslararası dayanışma ve bütün ülkelerde burjuvaziyle
savaşarak karşı koyabilir.
- Bahanesi ister etnik, ister tarihsel ister dini olsun, bütün milliyetçi ideolojiler - ‘ulusal kurtuluş', ‘ulusların kendi kaderini tayin
hakkı' vs - işçiler için gerçek zehirlerdir. Onları burjuvazinin şu veya bu kesiminin tarafını tutmaya çağırarak işçileri bölerler
ve onları savaşların ve sömürücülerinin çıkarları uğruna birbirlerini katletmeye yöneltirler.
- Çöken kapitalizmde parlementolar ve seçimler bir maskaralıktan başka hiçbir şey değildir. Parlementer sirke katılma yönündeki her çağrı sadece bu seçimlerin sömürülenler için gerçek bir seçenek sunduğu yalanını güçlendirmeye yarayabilir. Burjuva
hakimiyetinin özellikle ikiyüzlü bir biçimi olan ‘demokrasi' köklerinde kapitalist diktatörlüğün Stalinizm veya faşizm gibi diğer
biçimlerinden farklı değildir.
- Burjuvazinin bütün kesimleri tamamen gericidir. Bütün sözde ‘işçi' partileri, ‘Sosyalist' ve ‘Komünist' (artık eski-‘Komünist')
partiler, solcu örgütler (Troçkistler, Maoistler, eski-Maoistler ve resmi anarşistler) kapitalizmin siyasi aygıtlarının sol kanadını
oluşturmaktadır. Proleteryanın çıkarlarını burjuvazinin bir kesiminin çıkarlarıyla karıştıran bütün ‘halk cephesi', ‘anti-faşist
cephe' ve ‘birleşik cephe' taktikleri sadece proleter mücadeleyi boğmaya ve saptırmaya yarar.
- Kapitalizmin çöküş dönemiyle birlikte, heryerdeki sendikalar kapitalist düzenin proleterya içerisindeki organlarına
dönüştürüldüler. Sendika örgütlerinin çeşitli biçimleri, ister ‘resmi' örgütler olsun ister ‘taban' örgütleri, sadece işçi sınıfını
kontrol altında tutmaya ve mücadelelerini baltalamaya yarar.
- İşçi sınıfı kavgasını yaymak için, mücadelelerini, genişlemenin ve örgütlenmenin kontrolünü, bağımsız genel kitle toplantıları
ve seçilmiş ve her an geri çağırılabilir delegelerin oluşturduğu komiteler aracılığıyla alarak birleştirmelidir.
- Terörizm hiçbir şekilde işçi sınıfı mücadelesinin bir yöntemi olamaz. Eğer kapitalist devletler arasındaki daimi savaşın bir
ifadesi değilse geleceği olmayan bir toplumsal katmanın ve küçük-burjuvazinin çürümesinin bir ifadesi olan terörizm, her
zaman burjuvazinin kendi amaçları doğrultusunda kullanması için uygun bir zemin olmuştur. Küçük azınlıkların gizli faaliyetlerini savunmak, proleteryanın bilinçli ve organize kitle faaliyetlerinden doğan sınıfsal şiddeti savunmanın tamamen karşıtıdır.
- İşçi sınıfı komünist devrimi gerçekleştirebilecek tek sınıftır. Onun devrimci mücadelesi engellenemez bir biçimde işçi sınıfını
kapitalist devletle yüzleşmeye itecektir. Kapitalizmi yok etmek için, işçi sınıfı bütün mevcut devletleri devirmek ve dünya
çapında proleterya diktatörlüğünü, bütün proleteryayı yeniden örgütleyecek işçi konseylerinin uluslar arası iktidarını kurmalıdır.
- Toplumun işçi konseyleri tarafından komünist dönüşümü ne ‘öz-yönetim' ne de ekonominin millileştirilmesi anlamına gelir.
Komünizm, işçi sınıfının ücretli emek, meta üretimi, ulusal sınırlar gibi kapitalist toplumsal ilişkileri bilinçli bir şekilde yok
etmesini gerektirir. Bu da bütün faaliyetlerin insani ihtiyaçları karşılamaya adandığı bir dünya toplumunun yaratılması anlamına gelmektedir.
- Devrimci siyasi örgüt işçi sınıfının öncü kolunu oluşturur ve sınıf bilincinin proleterya içerisinde genelleşmesinde faal bir etmendir. Görevi hiçbir şekilde ‘sınıfı örgütlemek' veya sınıfın adına ‘iktidarı almak' değildir. Devrimci örgütün görevi mücadelelerin birleşmesine ve işçilerin kontrolü kendileri için kendilerinin almasına doğru giden hareketin faal bir parçası olmak,
bir yandan da proleteryanın kavgasının devrimci siyasi hedeflerini çıkartmaktır.
Faaliyetlerimiz
Proleter mücadelenin amaçlarının ve yöntemlerinin ve tarihsel ve anlık koşullarının siyasi ve teorik olarak netleştirilmesi.
Proleteryanın devrimci faaliyetlerine doğru giden sürece katkı yapmak amacıyla uluslararası ölçekte birleşik ve merkezileşmiş
örgütlü müdahale.
Devrimcilerin, işçi sınıfının kapitalizmi devirmesi ve komünist toplumun yaratılması için kaçınılmaz olan gerçek bir dünya
komünist partisi kurma amacıyla yeniden örgütlenmesi.
Kökenlerimiz
Devrimci örgütlerin ilkeleri ve faaliyetleri işçi sınıfının geçmiş tecrübelerinin ve tarih boyunca işçi sınıfının doğurduğu siyasi
örgütlerinin çıkardıkları derslerin bir ürünüdür. Dolayısıyla EKA kökenlerini Marks ve Engels'in Komünist Ligi'nde (1847-52),
üç Enternasyonal'de (Enternasyonal İşçi Birliği,s 1864-72, Sosyalist Enternasyonal, 1889-1914, Komünist Enternasyonal,
1919-28) ve 1920-30 arasında ve başta Alman, Hollanda ve İtalyan Komünist Solları olmak üzere yozlaşan Üçüncü Enternasyonal'dan ayrılan sol fraksiyonlarda görür.
15
K i t ap
B
İ
R
T
E
R
Ö
R
İ
S
T
İ
N
A
N
I
L
A
R
I
B
O
R
İ
S
S
A
V
İ
N
K
O
V
S AV İ N K O V ’ U N A N I L A R I
Bu seferki kitap tanıtımımız gerçekleştiği zaman dünyada yeni
bir devrimler çağını başlatan 1917 Ekim Devrimi'nin ön
sürecinde ortaya çıkan ve Çarlık Rusyası'nda devrimin yönelimlerini ve potansiyel olasılıkları üzerinden faal olan bir çok
siyasi grup, örgüt ve parti arasından 1901'de çeşitli dağınık
grupları biraraya toplayarak kurulan Sosyalist Devrimci Parti
(SD) içerisinde yapılanmış ve “çatışma grubu” ya da “savaş
örgütü” adı altında silahlı faaliyet yürüten bir terör eylemcisi
olarak Boris Savinkov'un “Bir Teröristin Anıları” başlığı altında
toplanan anılarınından oluşuyor.
Bilindiği üzere dünyanı bir çığır açan ve proleteryanın arenayı
kitlesel olarak ilk kez sınıfsal bir altüst oluşuyla salladığı
Rusya'daki Ekim Devrimi aslında mücadeleler, kaybedişler,
yeniden dirilişler ve tekrar mücadeleye girişmeler ile dolu bir
arkaplana sahiptir. Bir çok irili ufaklı grup, kimi zaman yer altı
matbaalarında basılan dergiler çevresinde ya da gizli üyelere
sahip, kendilerine “örgüt” ya da “parti” diyen grubun
içerisinde Sosyalist Devrimci Parti, vizyonu itibariyle Çarlık
Rusya'sında bir köylü devriminin, bir kırdan devrimci
dönüşümün olasılıkları üzerine kafa yoruyor ve bu koşullarda
yine aynı topraklardaki mücadele içerisinde yeni yeni sözü
edilmeye başlanan işçi sınıfının tarihteki yegane belirleyici
rolünü kabul etmek ve bu doğrultuda mücadele etmek yerine
liderleri Gregory Gershuni (Gerşuni) çevresinde dönemin
Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi gibi marxist
bir bir çizgi benimsemiyorlardı. Nitekim bahsi
geçen RSDİP, o tarihlerde kendisi içerisinde
ciddi tartışmalar yaşıyor ve II. Kongresinde
örgüt sorunu üzerinden Bolşevik ve Menşevik
ayrımına tabi oluyordu.
Kitabın ana konusuna dönecek olursak, hem
şehirde hem de kırsal alanda suikast gibi terör
faaliyetlerini pratik bir hat olarak benimseyen
SD, aslında bir çok komplocu örgütün
değişmez kaderini paylaşıyor ve içerisinde Okhrana ajanlarının adeta “kaynadığı” bir mecra haline geliyordu. Hatta
bir dönem silahlı kanadın lideri konumundaki Asef de bizzat
Çarlık polisinin ajanıydı; kimi zaman başarılı ya da başarısız
eylemleri yönetiyor, kimi zaman da birlikte “çalıştığı”
arkadaşlarını yakalatıyordu. Sonuç olarak bu unsur vasıtasıyla
gizli polis, örgütü rahatlıkla kontrol altında tutabiliyordu.
Bu küçük giriş niteliğindeki bilgiden sonra, biraz da eserin
içeriğinden bahsedebiliriz. Kitap dönemin hareketliliklerinin
akışı içerisinde eylemler yapan bir “terör grubu”nun kısa bir
tarihçesini, aynı zamanda onu da biraz Savinkov şahsında
kişileştirerek, bir biyografi tadında okuyucuya aktarıyor. İşçi
sınıfına yabancı bu örgüt, öncelikle suikast yapılacak bir vali,
bir grandük ya da Çarlık erkanında söz sahibi bir yöneticiyi
hedef seçiyor, bilgi topluyor ve içlerinden bir unsurun vasıtasıyla fırlatılan bir patlayıcı ile uygun bir zamanda hedefi
yoketmesi ve böylece kurguladıkları “devrim” yolunda
kitlelere şiddet ile bir propaganda yapma fırsatının önünü her
eylem sonrasında açmış olduklarını düşünüyordu. Bu tarz bir
eylem politikası işlerken kitapta, kimi zaman ilginç enstantanelere de rastlandığının notu düşülüyor, hedef seçilen bir devlet adamının atlı arabası geçerken ona atacağı bombayı
elinde tutan bir SD'linin aracın içerisinde kişinin çocuklarını
ve eşini görmesinin ardından eylemden vazgeçmesi üzerine
örgüt içerisinde ortaya çıkan tartışmalardan da bizlere bilgi
veriyor. Eserin genel seyri böyleyken ve hatta kimi silahlı
eylemler planlandığı gibi oldukça da başarılı sonuçlanabiliyorken, bunu dönemin SD'lilerin örgütlü elemanları kendilerine
sormuyorken okuyucu ister istemez bir de içinden “neden
hala devrim olmuyormuş?” diyesi de gelebiliyor.
Grandük Sergius'un öldürülüşünden Durnovo suikastine
bütün eylemler küçük burjuvazinin bu “heyecanlı” çocuklarının ellerinde tuttukları bombalar ile gerçekleştirilirken,
“kahramanımız” Savinkov'un kitabındaki önsözüne eylemler
üzerinden taşınan yanılgıları görebilmek açısından bir gözatmak gerekiyor:
“Savaş Örgütünün ilk hedefi, 1902 başlarında Dük Sergius'un
yaveri kıyafetiyle kapıyı çalıp kendisine içinde ölüm kararının
yazılı oldğuu bir zarfı uzatan ve ardından silahına davranan
Balmaşev'in öldürdüğü İçişleri Bakanı Sipyagin oldu. Bu
eylem bir anda SD'lerin en sabırlı propaganda çalışmasıyla
bile elde edilemeyecek bir prestije ulaşmalarına neden oldu.”
İşte bu ilk eylem ile kitleler nezdinde tabir-i caizse
broşür/bildiri,vb. İle silah arasında ikincisinden yana tercih
kullanan bir örgütün nasıl cesaretlendiğini ve proletaryanın
devrimci çizgisine yaslanmak ve onun devrimci dönemlerdeki
şiddetine yaslanmak yerine nasıl örgütsel bir terörizmden
medet ummaya başladığını görebiliyoruz. Bütün bunları da
günümüz burjuva solu içerisinde hakim olan “öncücülük”,
“gerilla savaşı”, “silahlı kır/şehir örgütlenmeleri”, vb. eğilimlerine de dikkat çekmek ve aynı yanılgıların kendileri tarafından aslında bir yüzyıldır nasıl kuşaktan kuşağa taşınabildiğine
dikkat çekmek açısından eğilmek gerektiğini de düşünüyoruz.
Bu açıdan bu kitap bu tür burjuva yöntemlerin hala
etkisini sürdürdüğüne dair günümüzden bir çok şey
bulmamıza olanak da sağlıyor.
İç hesaplaşmalar, kirli oyunlar ve ajan-provokatör
obsesyonlarının kol gezdiği bu tür bataklarda
gerçekten samimice, “pratik” yürüten unsurlarını
“örgütü geliştirmek ve yükseltmek” adı altında nasıl
da kullanabiliyor olduklarına dair hoş bir deneyim
aktarımını bizlere sunuyor. Suikastler birbirini
izlerken örgütün içerisindeki birtakım sorunların
ayrıca basgösteriyor olduğundan bahsedebiliriz. Savinkov'un
yakalanışı, Asef'in ajanlığı ve en sonunda yine Savinkov'un iç
savaş döneminde Beyazlar saflarında yeraldığını sırasıyla
ifadelendiren kitap adeta günümüzde bu tarzda eylemlilikleri
kendisine “rehber” edinmiş sınıf-dışı yapıların “kılavuzun
karga olmasının burnu nereye götürdüğünün” anlatısını yaptığını da görmeden geçemiyoruz.
Maceraperest romantiklerin bir kesitinin anlatıldığı bu kitap
Savinkov'un Ekim Devrimi sonrası yakalanışı ve yaptığı savunması ile son buluyor. Kendisine göre haklı gerekçeler ile yaptıklarını ve sonunda bunların birer hata olduklarının
özeleştirisini veren Savinkov'un sonu atladığı pencereden
düşerek ölmek ile neticeleniyor.
“Rus işçi ve köylüleri için o tamamen önemsizdi; o gerçek
sosyalizmle Hiçbir ilgisi bulunmayan, özünde işçi düşmanı
küçük burjuva ütopik sosyalizminin bir temsilcisiydi.”
Bir sonuç yerine söymeke gerekirse, ister örgütlü, ister örgütsüz, bireysel/örgütsel terörizmi belasının işçi sınıfını hiçe
sayan, onu görmezden gelen, olmadık kahramanlıklar ve epik
atmosfer yaratımları ile samimi ve eski düzenin yıkılması için
çaba göstermek isteyen unsurları adeta harcayabildiğinin bir
resmini çizen bu kitabı, sınıf savaşımının somut ve tarihsel
olgularının temel dinamikleri olarak devrimci dönemler ve devrimci olmayan dönemler, örgüt/parti, vb. gibi kavramların
birer çocuk oyuncağı ya da oyun alanı olmarından da öte
başlı başına birer konu olduklarını zihninde ve pratiğinde somutlaştırmış bütün komünist unsurlara öneriyoruz.
Bunçuk