Ege Üniversitesi`nde Faşistlere Sınav Yasağı

Transkript

Ege Üniversitesi`nde Faşistlere Sınav Yasağı
2
Algısını Devrimcileştiren
Bir Kuşak Yetişiyor
“(...) Büyük felâket anlarında manevi canlandırıcıları etkili hale getirmek kolaydır; fakat
onların etkisini sürdürmesi için yeni değer yargılarının yer aldığı bir bilincin gelişmesine de
ihtiyaç vardır.(...)” (Che)
“(...) Büyük felâket anlarında manevi canlandırıcıları etkili
hale getirmek kolaydır; fakat
onların etkisini sürdürmesi için
yeni değer yargılarının yer aldığı bir bilincin gelişmesine de
ihtiyaç vardır.(...)” (CHE)
Çernişevski’nin “...bu teori
soğuktur ama insanoğluna sıcağın nasıl bulunacağını öğretir.”
saptamasındaki gibi mesele, izlenecek yolun doğru saptanması ve o yolda, vaktinde üretilmiş
olanla yetinmeyen yani tüketici
değil üretici olan bir kimlikle
ilerlemektir.
Yaşanmış olanı tekrar, sahip
olunan önemi zayıflatır, heyecanı (moral etkiyi) azaltır. Bu
nedenle yeninin, farklının arayışı hemen her insanın gündeminde vardır. Önemli olan bu
arayışın da bir tüketime dönüşmemesi, var olan değerlerin
devamlılığını kesintiye uğratmayan bir üretimle bu ihtiyacın
karşılanmasıdır.
İnsanın değişim ihtiyacına da
cevap olan bu arayış, ince bir
çizgi üzerinde yürür. Var olanı
tüketim, gerçeklikten kaçınma
ve uyuşma biçiminde olabileceği gibi, devrimsel düşlere
devamlılık sağlayan bir üretkenliğin yakalanması da mümkündür.
Bu, Jose Marti’nin “Söylemenin en iyi biçimi, yapmaktır.”
sözünde ifadesini bulan diyalektiktir; tüm sınıflı toplumların,
tüm mülkiyet ilişkilerinin öğrettiği hazıra konma eğiliminin tersine çevrilmesi, üretimin yaşama
içerilmesi ve salt maddi olanla
yetinmeyerek ruhsal alanın büyütülmesidir.
Metabolizmanın
durması
ölümdür. Üretkenliğin durması
da bir çeşit ruhsal ölümdür; ezberi, taklidi veya hazır tüketimi
beraberinde getirir. Bilinir ki
ezber, aklı ve yüreği beslemez,
3
dilde eğreti durur; insanı insan
kılan niteliklerin devamlılığı, hazır olanla veya servis edilenle
yetinmemeyi gerektirir.
“Eski kapitalist toplumun bize
bıraktığı en büyük kötülük, en
büyük zorluk kitapla pratik
yaşam arasındaki son derece
derin uçurumdur. (...) Çalışma
olmadan, mücadele olmadan
komünist broşür ve eserlerden
alınmış kitabi bilgilerin beş kuruşluk değeri yoktur, çünkü teori ile pratik arasındaki eski uçurum, eski burjuva toplumun en
iğrenç özelliğini oluşturan bu
uçurum hala varlığını sürdürüyor.” (Lenin)
Ama bir farkla; artık pratiğiyle teoriyi besleyen bir kuşak
yetişiyor. Manipülasyon, dezenformasyon, spekülasyon aklını çelmeye yetmiyor; yormak,
canını acıtmak, tehdit etmek
yıldırmaya yetmiyor. Düşlerini
bugünden gerçekleştirme eği-
Devrimci Gençlik
limine giren gençlik veya yaşı
ilerlese de genç rüyalar görmeye devam eden Che’ye sevdalı,
Giap’ın mirasına bağlı kuşaklar, sistemin çizdiği imkan sınırlarını ve meşruiyet tanımını zorluyor. “Gerçekleşmiş imkânlar,
zorlanmış imkânsızlıkların sonucudur” diyen K. Liebknecht’i
hayat bir kez daha doğruluyor.
Yaşam mücadeleyle, mücadele yaşamla bütünleştiğinde; aşk,
öğretilmiş figürlerden yaşamın
bütününe taşınıyor; öğretilmiş
yanlışlar üretilmiş doğrulara yeniliyor; kardeşlik milliyetçiliğe,
toplumsal sevda sevgisizliğe
üstün geliyor. Algı yönetiminde işler kötü giderken, algısını
devrimcileştiren bir kuşak yetişiyor. Aynı anda Beyaz Saray ve
Ankara kara kara düşünürken,
insanlar sokaklarda geleceğini
örgütlüyor.
Elbette hala özgürlüğü türban
serbestisinden ibaret gören,
demokratikleşmeyi kendi öznel
ihtiyaçlarıyla sınırlayan, bütünlüklü bakamadığı için sistemin
toplumsal dinamikleri ayrıştırıcı
atraksiyonlarına hizmet eden
kesimler var. Onlar hala, egemen yalanın aynasında kırılarak
gelen görüntüleri gerçek sanıyor. Ancak, acıların yarıştırılamayacağını, anne gözyaşlarının
ayrıştırılamayacağını anlayanların kapsamı giderek büyüyor.
Gezi sürecinde yaşamını yitirenlerin adları, resimleri ama
özellikle değerleri örtüşüyor.
Annelerini birbirinden ayırt etmek zor. Demek ki değerlerdeki ortaklaşma, özdeki buluşma,
şeklî olan her şeyi ikincilleştiriyor. Çeteler de kurşunlasa, gaz
kapsülüyle de vurulsa fark etmiyor; halk, katili tanıdı bir kez;
tehditlerinden de korkmuyor.
Oğlunu kaybeden ana, acılı diğer analarla empati kuruyor ve
yıllardır devlet eliyle büyütülen
milliyetçilik, ağıtların kardeşliğine yeniliyor.
Devrimci Kuşak
Artık dayatılanın dışında
farklı yaşam biçimlerinin (alternatifin) olduğu, gizlenemiyor.
Egemenler eskisi gibi yönetemeyeceklerinin farkında, ezilenler
de eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Bu, duyguda da düşüncede de bedel ve kazanımda da
nitel bir değişimdir, bir sıçramadır; elbette devrim değildir.
Ancak devrimsel önemdedir.
Üstelik bu, seçimden veya aday
yarışından öte bir alternatiftir.
Ezilenler, kaybettiğini seçimden
de aday yarışından da öte kulvarlarda (doğru yerde) arama
eğilimine girmiştir; günü kazanmanın ve geleceği kurmanın şifreleri ile tanışmıştır. Magazinin
yerini toplumsal sorunlar almış,
uyuşma ve uyuşturma faaliyetleri son bulmamış olsa da uyanma sürecine girilmiştir.
İnsanlar, darbe için, vesayet
için üniforma gerekmediğini,
faşizmin askercil değil sınıfsal
bir tanım olduğunu bizzat yaşayarak öğreniyor. Cunta Anayasa’sında “Herkes önceden izin
almadan, silahsız ve saldırısız
toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” dendiğini ve bugün bunun gerisine
düşüldüğü görülüyor. Yaşamın
özgürleştirilmesi yerine klavyenin özgürleştirilmesi, dil yerine
harf verilmesi Kürdü ikna etmiyor; benzer şekilde Alevi, tabela değişikliği değil zihniyet
4
değişikliği istiyor.
Kısacası teorinin griliğinden
hayatın yeşiline geçilmiş, sokaklar özgürlüğün mayalanma
alanı haline gelmiştir. Böyle
anlarda bardağın boş tarafını
göstererek umudu çelmelemeye çalışmak da egemenin atraksiyonlarındandır. Bu nedenle,
başarıyı hafife almamak, sahip
olunan eksiklikleri abartmamak
ve umudu diri tutmak başlı başına bir dirençtir.
Unutmamak gerekir ki ezilenler, tarih boyunca hep eşitsiz koşullarda mücadele etmiş,
gücünü inanç ve haklılığından
almış, kazanmak için her türlü araç ve gereçle donanmayı
veya koşulların steril bir hal almasını beklememiştir.
Sınıflar mücadelesinin gereklerinden biri de taraf olmaktır.
Kızıl Ordu Fraksiyonu’ndan
Holger Meins’in “Ya sorunun
bir parçasısındır ya da çözümün. İkisinin ortasında bir şey
yok. Bu kadar basit bu ve yine
de çok zor.” biçimindeki sözleri, bu durumu anlatmaya yeterlidir. Ve artık özgürlük, yaşama
içerilmiş görünmez kelepçelerin ayırdına varanların ve “Hayır, özgür değilsin, senin bağlı
bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun! Hepsi
bu kadar!” (Nikos Kazancakis,
Zorba.) diyebilenlerin ufkunda
gizlidir.
Rantın Yolu Değil
Devrimin Yolu
“Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser.”(Marks)
G
ezi Parkı’nda kışla ve AVM
yapma meselesi gündeme
geldiğinde ve devamında tepkilerin büyümesi oranında konu
daha kapsamlı tartışılır hale
gelmiş ise de hala, sistemin bütünlüğünden, sermayenin işleyiş
yasalarından bağımsız olarak
(tekil bağlamlar içinde) ele alınabilmekte ve ülkenin bütününe
bir Gezi Parkı muamelesi yapıldığı gözden kaçırılabilmektedir.
Gerçekte konu, Olimpiyatların
Türkiye’de yapılabilme ihtimaline verilen önemden Kuzey
Ormanları’na, sıraya sokulan
nükleer santrallerden 3. köprüye, 3. Havalimanı’na ve Kanal
İstanbul’a dek üzerinde kapsamlı biçimde durulmayı gerektiren bir boyuttadır.
HER YER ŞANTİYE
HER YERDE DİRENİŞ
Gezi, salt parkta yaşananlarla; ODTÜ, sadece yol bağlamlı
gelişmelerle açıklanamaz, anlaşılamaz. Direnişe konu olan
veya olmayan, benzer pek çok
projeden söz etmek mümkün.
Hatta asıl büyükleri, hala tam
anlamıyla öne çıkarılamamış,
direniş sahalarında gündemleştirilememiştir.
AKP’nin rant alanı oluşturma
konusunda kendisinden önceki iktidarlardan daha yaratıcı
olması, dönemle olduğu kadar
küresel sermayeyle iç içe geçmiş olması ile ilintilidir. “Sermayenin dini-imanı-vatanı yoktur.”
sözünün ardındaki anlam, bugün artık bir sisteme dönüşmüş-
tür; T. Erdoğan’a “Yol için gerekirse cami bile yıkarız.” dedirten gerçeklik budur.
Kanal İstanbul, 3. Köprü, 3.
Havalimanı gerçekte rant çılgınlığının projelenmesidir, kapitalizmin kriz anındaki hezeyanlarıdır, yeni sömürgeciliktir;
faşizmdir. Yeni sömürgecilik,
bir yanıyla hedef coğrafyanın
en ücra köşelerine kadar sömürünün taşınması ve derinleştirilmesi ise, diğer yanıyla emeğin
de imkan ve kaynağın da emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden düzenlenmesidir;
ülkenin ihtiyaçlarını gözeterek
her alanda üretim hedefiyle değil, o ülkeye sistemin bütünlüğü
içinde biçilen rol bağlamında
hareket etmektir.
Türkiye’yi elbette muz cumhuriyetine çevirmek mümkün değildi, ama zengini olduğu pek
çok ürünü bugün dışarıdan ithal
eder hale gelmişse, bu yeni sömürgeci politikalar sonucudur.
Akla, halka ve doğaya zarar
bu politikaların icrası, ancak
ona uygun tedbirlerle, yani
faşizmle mümkündür. AKP’nin
“Demokratikleşme Paketleri”nin
Pandora’nın Kutusu’na dönmeleri bundandır. Tüm ağdalı
söylemlere ve vaatlere rağmen,
“tek”lemekten (tek dil, tek bayrak, vatan…) veya kekelemekten vazgeçilmemiştir. Biçimsel
bile olsa demokratikleşme yönünde bir yasa düzenlemesi
söz konusu olduğunda, hemen
peşinden güvenlik tedbiri bağlamlı bir yönetmelik gelmekte,
5
kaşıkla verilen kepçeyle alınmaktadır. Bu, sistemin yapısal
niteliğidir; kurda kırmızı başlık
giydirip sevimli göstermektir.
Rant, spekülasyon, vb günümüz kapitalizminin öne çıkan
nitelikleridir; azami kar için
tercih edilen yöntemlerdir. Yatırım, üretim, vb yerine, paradan
para kazanma, kısa yoldan vurgun yöntemleri tercih edilmekte, rantın olduğu her yere el
atılmaktadır. Bu, şike meselesi
için de, Marmaray, Haydarpaşa Garı, vb için de geçerlidir.
Rant, kapitalizme içkin geniş bağlamlı bir konu ise de,
kentsel dönüşüm adıyla anılan
kısmı, bugün çok daha güncel
boyuttadır. Rant söz konusu olduğunda akla ilk gelen olgulardan biri toprak mülkiyetidir. Bu
nedenle pek çok ülkede (Rusya,
İsveç, İsviçre, Danimarka, İsrail, vb) yabancılara arazi satılmıyor. Örneğin İngiltere’de tüm
araziler Kraliyet Ailesi’ne aittir,
satılamaz. İngiliz vatandaşları
dahi araziyi 49–99 yıllığına kiralayabilir. Türkiye’de ise, toprak mülkiyeti özeldir. Toprak mülkiyeti
şahıslarda olunca, şehirlerin
gelişim doğrultusunu önceden
öngörüp etrafındaki ucuz arazileri satın alarak, kısa sürede
ülkede enflasyonu onlarca kat
aşan bir artışla satışını yapmak
ve bu yoldan büyük rantlar elde
etmek, yaygınlıkla başvurulan
bir yöntemdir. Bu, yıllardır hemen her iktidar döneminde çeşitli biçim ve oranlarda başvuru-
Devrimci Gençlik
lan bir talan yöntemidir.
Cumhuriyet
yıllarında,
1950’lere kadar olan dönemde
sermaye birikiminin temel modeli, köylü kesimindeki yoğun
tasarrufların sanayi kesimine
aktarılması ve bu yoldan sanayi burjuvazisinin yaratılması biçiminde olmuştur. 1950’lerden
sonra ise, kentlerde oluşan sanayileşmeye paralel olarak kırsal kesimlerden kentlere göçün
artması ve kentlerin etrafında
varoşların oluşmasıyla beraber,
kamu arazilerinin paylaşımına/
yağmalanmasına yönelik süreç başlamış oldu.
Başlangıçta, barınma
sorununu çözdüğü için
kamu arazilerine el konulmasına izin verildi,
önemli engeller çıkarılmadı. Şehirleşmenin
gelişmesiyle
beraber
ilerleyen yıllarda gecekonduların arsa değerinin artması, sahiplerinin
ekonomik olarak belirli
oranlarda rahatlamasını beraberinde getirdi.
Bu, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin keskinleşmesini önleyici/
geciktirici faktörlerden
biri olarak işlev gördü.
Süreç içinde, kamu arazilerine el koyarak rant elde etme
işi kurumsal olarak, iktidar ve
belediyeler tarafından yapılmaya başlandı. Tarlalar arsaya
dönüştürülerek, imara açık olmayan yerler önce satın alınıp
sonra imar planı çıkartılarak
muazzam rantlar sağlandı.
Son 20 yıl içerisinde kentlerin
yakınındaki arazilerde nerdeyse paylaşılmayan yer kalmadı. Tarım arazilerinin tamamına yakını yapılaşmaya açıldı.
Çerkezköy’den Adapazarı’na
varıncaya kadar bütün topraklar gerçek tarımsal değerlerinin
çok ötesinde fiyatlarla el değiştirir hale geldi.
Rantın Değil Devrimin Yolu
Vaktinde
Cumhurbaşkanı
Süleyman
Demirel,
Adapazarı’nda açılan otomotiv
fabrikası için, “Adapazarı’nın
patates tarlalarında artık Corolla yetişiyor” diyerek kar ve
rant alanlarının nasıl değiştiğine dair somut bir örnek sergilemişti.
AKP’nin 10 yılı, arsa spekülasyonu ve rantın zirve yaptığı
bir dönem oldu. AKP, kendine
yandaş sermaye oluşturmak
üzere hızla zenginleşmenin
aracı olarak bu alanları kullandı. Kamuya ait yerler, düşük bir
değer üzerinden tarla olarak
yandaşlarına aktarıldıktan sonra imar, parselasyon izni belediyelere verildi ve söz konusu
yerler birden bire arsa niteliği
kazandı. Kaynaklar bu şekilde
muazzam bir sermayeye dönüşerek el değiştirdi, özelleşti.
İstanbul belediyesi sınırları
içerisindeki bütün araziler bu
şekilde kendi yandaşlarına peşkeş çekildikten sonra, çeşitli nedenlerle ulaşılamamış, talan dışında kalmış yerlere göz dikildi.
Ve bunun için büyük şehir belediyeler yasasında bir değişiklik
yapıldı. Bu son değişiklikle büyükşehir belediyelerinin alanları, dağın başındaki köyleri bile
6
kapsayacak kadar genişletildi.
Artık İstanbul’un en ücra köşesindeki bir dönüm tarlanın bile
inşaat-imar işlerinden İstanbul
Anakent Belediyesi sorumludur.
Toprakların tamamının anakent belediyesine aktarılmasının sonuçları, bugün daha net
biçimde ortaya çıkmaya başladı. İstanbul’un Akciğerleri
sayılan Kuzey Ormanlarının
da kentsel dönüşüm kapsamında talana açıldığı, hatta bu
konuda bir hayli yol alındığı
görülüyor. Boğaz’dan başlayıp Çatalca’ya kadar
giden milyonlarca dönümlük bölge imara
açıldığında, burada
oluşabilecek
rantın
birkaç yüz milyar dolarlık bir sermaye birikimine denk düşeceği
hesaplanıyor. Olimpiyatlar konusunda
bu denli fırtına koparılmasının
nedenlerinden biri de budur.
Olimpiyat heyecanı
bölgede
yapılacak
talana alet edilmek
istenmiştir.
Bugün,
gelinmiş
olan aşamada geleneksel sermayenin sahip olduğu toplam büyüklük ile
AKP döneminde oluşan yandaş
sermayenin rakamsal büyüklüğü neredeyse birbirine denk
durumda. Ancak, görüldüğü
gibi süreç devam ediyor ve rant
hesapları sınır tanımıyor.
Emperyalizmle girilen ilişkinin gerektirdiği iş bölümü içerisinde gelişmekte olan ülkeler
kategorisinde görülen ülkemizin, ihracat ekonomisi haline
dönüşme sürecinin de tıkandığı bu koşullarda, ancak inşaat
sektörü ayakta tutulabiliyor;
sürecin devamlılığı, uzun vadeli
mortgage kredileriyle ve arsa
spekülasyonuyla
sağlanıyor.
Bu alan tek rant kaynağı ola-
Devrimci Gençlik
rak görülüyor. Ve hemen her
yerdeki potansiyel rantlara göz
dikiliyor.
ODTÜ’de de yaşanan budur.
Yol için başlayan tartışma giderek üniversitenin üzerine oturduğu arsanın yüzölçümünün
büyüklüğünün bir üniversite için
fazla olduğu noktasına gelmiştir. Kaldı ki yolun bizzat kendisi
de bir çeşit inşaattır, yatırımdır,
ranttır. İkincisi AKP, ülkeyi her
tür denetimden uzak bütün kurumlarıyla kontrol altında tutabildiği bu dönemde, her yere
ulaşmak; seçimler öncesinde,
iktidarını da yitirme olasılığına
bağlı olarak, en geniş alanları
yağmalamak istiyor.
Sonuçta bu yapılanlarla, yeni
sömürü alanları, rant ve pazar
alanları oluşturuluyor; derinliğine sömürünün gerçekleşmesi
sağlanıyor. Korunması gereken
tarihsel ve doğal alanlar dahi
yağmalanıyor. Bu, Marmaray
için de geçerlidir. Bu projeye
yatırılan kaynakla ortaya çıkan
sonuç arasında devasa bir fark
vardır. O fark, rant olarak doğrudan küresel sermaye diyebileceğimiz aktörlere gidiyorsa,
bu da sömürgecilik ilişkisidir.
Rantın Değil Devrimin Yolu
Bugün artık Avrupa’daki
sermaye açısından ekonomik
büyüme büyük oranda durmuştur. Faizlerin Euro bazında yılık
yüzde 1.5-2 olduğu koşullarda
sermayeyi kar ettirmek mümkün
değildir. Ancak aynı sermaye,
Türkiye’ye gelerek araziye,
imara, vb yatırım yaparak muazzam karlar elde edebiliyor.
Türkiye’de burjuvazi sermaye
kıt olduğu için, kısa zaman dilimlerinde, çabuk para kazanmak istiyor. Ama Avrupa’da
ya da Amerika’da yoğunlaşmış
olan sermaye, daha uzun vadeli yatırımlara girebiliyor.
İstanbul’un
ve
hatta
Türkiye’nin bugünkü ekonomisi
rant ekonomisidir. Aynı zamanda, her ülkede bulunmayan
çeşitli ayrıcalıklara sahiptir. Bir
tarafında devasa petrol yataklarıyla Ortadoğu; diğer tarafında bir uçtan diğer uca tamamen bakir, sanayi yatırımlarına
açık Rusya ve Türkî cumhuriyetler var. Bu olağanüstü avantajlar, Türkiye’ye uluslararası
sermayenin ilgisinin sürmesine
sebep oluyor. Ve muhtemel tüm
rant imkanlarının altın tepside
sunulabilmesi için, dozerden
7
TOMA’ya, ölümden tutsaklığa
her türlü tehdit, direnenlerin
karşısına çıkarılıyor. Son olarak
ODTÜ’ye yönelen sermaye ve
devlet ilgisinin sebebi budur.
Yapılmak istenen, aynı zamanda ODTÜ’nün “DEVRİM”
öyküsünü geriye doğru silmek
ve bugünün neoliberal harfleriyle yeniden yazmaktır; Devrimin yolunun döşendiği alanlardan birini yeniden biçimlendirip rantın yolunu döşemektir.
Bu nedenle, ODTÜ’de direnmek, DEVRİMCİ GENÇLİK
ruhunda ısrar etmektir; sermayenin tahakkümüne, olası rant
projelerine karşı direnmektir;
Taksim-Armutlu
diyalektiğine
bir halka daha eklemek; yoldaşlaşmayı zaman ve mekan sınırlarının dışına taşıyabilmektir.
ODTÜ’de direnmek; Taylan
Özgür, Ertuğrul Karakaya, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Sinan
Cemgil, Alpaslan Özdoğan,
Ulaş Bardakçı gibi ODTÜ’lü
pek çok devrimcinin mirasına
sahip çıkmaktır. ODTÜ’de direnmek, rantın yolunun karşısına devrimin yolunu çıkarmaktır.
Sizce Hangisi Ahlaklı!
Sizin ahlakınız banka cüzdanlarınız, sizin ahlakınız gayrimenkulleriniz, tahvilleriniz,
senetlerinizdir. Sizin kültürünüz “at, avrat, silah”lı meta/mülkiyet anlayışı; bizim
kültürümüz “yarin yanağından gayrı her şeyde hep beraber” diyenlerin kültürü.
A
KP’nin türban söylemi üzerinden muhafazakar tabanını bir arada tutmaya yönelik
politikası artık işlevini yitirmeye
başlayınca AKP üniversite öğrencilerinin kadın erkek birlikte
kaldıkları, birbirlerini ziyaret ettikleri evlere el attı.
Başbakan Erdoğan, kendisini
iktidar kılan sermayenin politikadaki ihtiyaçlarının sözlü ifadesinde doğrudan ve meydan
okuyan tarzda konuşmasıyla
dikkat çeken bir aktör. Söylemlerini kişiselleştirmemek
lazım. Siz bakmayın, bakanların “aslında o izinsiz yurtları kastetti” dediğine. Zaten
kendisi de yanlışlığa mahal
vermemek için bakanların
sözlerinin üzerine “böyle
şeylere müsaade edilemeyeceğini” yineledi.
Aslına bakılacak olursa
emperyalizmin özel yetkili
partisi AKP’nin bugüne kadar “özel hayata müdahale
gibi algılanıp sınırları aştığı”
konuların arkasında doğrudan
sınıfsal karakteri yatmaktadır.
Mesele tek başına başbakanın
veya birkaç bakanın üslubu değildir. Bugün öğrenci evlerinde
üniversite öğrencilerinin kadın
erkek birlikte kalıyor olmasını
rahatsız edici ve “ahlaki” bulmamasının arkasında hastalıklı bir algının ötesinde sisteme
topyekün karşı durabilecek
gençlik potansiyelinin hedef
tahtasına konulması söz konusudur. YÖK’le disiplin yönetmelikleriyle, soruşturma terörü ve
özel güvenlikleriyle, okul içine
kamera yerleştirip farklı fakültelerdeki öğrencilerin birbirini
görmesini engellemeye yönelik tecrit uygulamalarıyla bastırılamayan gençlik dinamiğini
üniversitelere polisin yerleştirilmesine dönük düzenlemelerle
nasıl ki bastırmaya çalışıyorlarsa şimdi de bu muhafazakar
söylem üzerinden komşularımızı muhbirleştirerek yapmaya
çalışıyorlar.
AŞK DEVRİMCİDİR
Aşk her zaman devrimcidir.
Kalıplara sığmaz . Mevcut gelenek ve göreneklerin katı, kuralcı
, ataerkil algısını kırar. Aşk; din,
dil, ırk, cinsiyet vb. ayrımları yıkarak düşünce temelinde el ele
veren kadın ve erkeğin yarattığı
sosyalizmdir. Aşk bireylerin el
ele vererek birbirlerini sistemin
bugüne kadar aile, okul, din/
gelenek ve görenekle oluşturduğu değer yargılarını yıkıp
yerine yarının, geleceğin, sosyalizmin değerlerini inşa sürecinde bir pusuladır. Ancak başbakanın söyleminde temel ola-
8
rak hedef haline getirilen olgu
sistem içinde sisteme alternatif
değerlerin örüldüğü yaşam biçimidir. Devrimci değerlerin yeşerdiği, kök saldığı eleştirel düşüncenin sistemli hale gelerek,
gençlere gelecek vaat etmeyen
bozuk düzeni temelinden sarsacak dinamiğin büyüdüğü bu
ortamdır.
Kadın ve erkeğin evlenmeden aynı evde kalmasının “ahlaklı” kafalarca “ahlaksız”
karşılanması da sorunun
diğer boyutudur. Kadını
adeta cinsel bir objece çeviren bu bakış açısında kadın geleceğin ucuz iş gücü
olan nesilleri 3’er, 5’er
doğurması gereken, yeri
geldiğinde –bizzat kendisinin de- işsizler ordusunu
büyüttüğü bir nesnedir. Kapitalizm denilen makinenin
aparatıdır. Kadının başı bozuktur. Her biçimiyle başı
bağlanmalıdır.
Evlendirilmeli, başı kapatılmalı, at gözlüğüyle yaşamı algılaması için
aileden okula, ahlaktan dine,
gelenekten toplum yaşamına
kadar sürekli bir müdahale ve
hizaya getirme söz konusu olmalıdır. Çünkü ‘’aile toplumun
(siz kapitalizmin diye algılayın)
yapıtaşıdır.’’ Bu nedenle daha
üniversitede okurken bile evlilik
teşvik edilmektedir. Bu nedenle
üniversitede okurken evlenenlere kredinin geri alınmayacağı
şeklinde bir rüşvet teklif edilmektedir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca 18-24 yaş
arasında evlenenlere 10.000
Devrimci Gençlik
TL’ye kadar kredi verileceği
söyleniyor.
Bu uygulamalarla amaçlanan; yapısal krizi süreklilik
arzeden kapitalizmin krizini
dönemsel olarak rahatlatıp ülkeyi ucuz emek cennetine yani
Ortadoğu’nun Çin’i haline çevirebilmektir. Kıdem tazminatına
saldırılmasının arkasında yatan
neden de kürtaj tartışmalarının
arkasındaki olgu da budur. Bu
politika yeni bir politika değildir. Daha önce Mussolini ve
Hitler de benzer politikaları uygulamışlardı. Kapitalizmin genel yasasıdır; asgari ücret tüm
ücretleri şekillendiren ücrettir.
Asgari ücret ne kadar düşük
olursa, ona bağlı olarak tüm
ücretlerde bir azalma söz konusu olacaktır. Asgari ücretin
düşmesinin teminatı da işsizler
ordusunun büyümesidir. İşsizler
ordusu ne kadar büyürse işçi
ücretleri de o derece düşer. Bu
nedenle daha çok çoçuk doğur-
Kapitalizmin Ahlakı
maya ihtiyaç vardır. Üstelik bu
işsizler ordusu boynuna kredi
ve borçlanma yuları takılacak
yeni müşteriler de olacaktır.
Üstelik ekonomi tıkanma sinyallerini çoktan verirken, on
yılda elde avuçta adeta bir şey
kalmamışken, yer altı ve yerüstü
kaynaklarımızı (maden, orman
akarsularımızı),
KİT’lerimizi,
otoyollarımızı vb’ni sermayeye
peşkeş çekmişken AKP’nin bugün kadınlarımızın doğurganlığını sermayeye peşkeş çekme
telaşına girmesi onun sınıfsal
karakteri gereğidir.
Ama birkaç soru soracak
olursak; sizce birbirini insan
olarak seven, el ele vererek
eşit, demokratik, bilimsel ve özgür bir dünya düşleyerek aynı
evde kalan bu gençler mi yoksa kadının doğurganlığını bile
pazarlamayı düşünen bu düzen
mi “ahlaklı”? Yoksul çocuklara
ücretsiz ders veren bu gençler
mi, yoksa eğitimi parayla satan
9
bu düzen mi ahlaklı? Yeri geldiğinde küçücük bedeniyle devasa bir ordu karşısında düşüncelerini her türlü zorbalığa karşı
savunan gençler mi, yoksa Pozantı Cezaevi’nde çocuklara
tecavüzü bildiği halde hasıraltı
eden bu düzen mi ahlaklı? Çocuğuna yiyecek ekmek bulmak
için emeğini satan babalar mı,
yoksa çocuklarınıza gemicikler
almanızı sağlayan bu düzen mi
ahlaklı? Kadının özgürlüğü için
mücadele eden gençler mi yoksa genelevlerinizde yasal fuhuş
yapılan düzeniniz mi ahlaklı?
Lütfen bize ahlaktan bahsetmeyin. Sizin ahlakınız banka
cüzdanlarınız, sizin ahlakınız
gayrimenkulleriniz, tahvilleriniz, senetlerinizdir. Sizin kültürünüz “at, avrat, silah”lı meta/
mülkiyet anlayışı; bizim kültürümüz “yarin yanağından gayrı
her şeyde hep beraber” diyenlerin kültürü.
7 KASIM 2013
Kampüsler Devrimci Çalışma Alanlarıdır
Faşist Çeteler Sökülüp Atılacaktır
Hayata saldıranların karşısında direnişi örgütleyecek ve kampüslerde dahil tüm odakları
mücadelede birleştirmek ise bizlerin görevidir. Devrimci Gençlik antifaşist mücadelede ön
saflarda yerini almalıdır.
E
şitsizliğin, adaletsizliğin, baskının, sömürünün varolduğu
her alan aynı zamanda mücadelenin ve direnişin de alanıdır.
Faşizm şartlarında ise -ülkemizde yaşanan durum gibi- hayatın
kendisi direniş olmuştur. Gezi
Parkı eylemlerinin Türkiye’nin
dört bir yanında sahiplenilmesi
ve toplumsal bir direnişe dönüşmesi halkın faşizme karşı biriken öfkesinin açığa çıkmasıydı.
Fiziğin en temel yasasında olduğu gibi etki tepkiyi doğurur. Ülkemiz de bu tepki, artık kabına
sığmayan patlayan bir hal aldı
Haziran Direnişi’nde. İnsanlar
yaşam alanları olmaktan çıkarılan sokaklarını ve parklarını
terk etmedi, evlerine dönmedi.
Paylaşmayan, birbirini tanımamaktan bıkan insanlar ortak
paylaşım alanları yarattı, komünler kurdu. Sosyal alanları
sıfırlanan halk, sokaklarda atölyeler oluşturdu, empoze edilmek istenen medya algısını kendi medyasını yaratarak yerlebir
etti. Birbirini dinlemeyen, konuşmayan insanlar ortak acılarda
buluştu, İzmir’de halk Medeni
olup meydanları doldurdu.
Kısaca söylemek gerekirse
halk faşizme karşı hayatı direniş olarak örgütledi. Toplumsal
hayata ‘etki’de bulunanlar yani
egemenler ise bu direnişte ve
sonrasında kendi acz ve korkularını görünür kıldı. Oligarşi
polis terörünün en su katılmamış biçimini halka reva gördü,
insanları öldürdü, yaraladı, gö-
zaltına aldı, tutukladı.
Oligarşi direnişin hemen sonrasında kendi saldırı politikalarının yeni dönem ipuçlarını
vermeye başlamıştı. Birincisi
toplumsal mücadelelerin ve direnişlerin katelizör gücü devrimcilerden ne denli korktuğunu
gösterdi. Direnişin sönümlenmeye başladığı anlardan itibaren devrimcileri dayanaksız
iddianamelerle
cezaevlerine
doldurmaya başladı. Ülkenin
dört bir tarafından yüzlerce
devrimci Gezi parkı olaylarını
örgütlemek gerekçesiyle tutsak
edildi. İkincisi yıllardır üzerinde
ölü toprağı bulunan ve kendisini göstermeyen gençlik enerjisi
bu direnişte açığa çıktı. Gençler
barikatların ve çatışmaların en
ön saflarında direndi ve potansiyel gücünü gösterdi. İşte bu
durum oligarşiyi bu iki kesimin
buluşacağı alanların en başında yer alan üniversitelere dönük faşist politikalarının yöntemini değiştirmeye zorladı.
YENİ DÖNEMDE ÜNİVERSİTEYE
SALDIRILAR BOYUT
DEĞİŞTİRİYOR
Ülkemizde üniversiteler toplumsal muhalefetin en canlı ve
örgütlü kesimidir. Ülke genelinde yaşanan her hangi bir hak
gaspına, adaletsizliğe ya da
toplumsal olaylara önce üniversitelerden örgütlü tepkiler
yükselir. Bu durumun oluşmasındaki üniversitenin -kısıtlıda olsaakademik demokratik ikliminin
10
önemi olduğu kadar, geçmişten
bugüne üniversitelerde yürütülen devrimci mücadelenin önemi daha ağır basmaktadır.
Kampüsler devrimci mücadelenin en sıcak ve yoğun olarak
yürütüldüğü devrimci mücadele
açısından özel önemde olan
alanların başındadır. Şüphesiz oligarşi bu durumun kesin
farkındadır ve üniversitelere
dönük özel saldırı politikaları
her dönemde geliştirmektedir.
Haziran direnişinin hemen ardından Türkiye egemenlerinin
ilk saldırdığı alan devrimci mücadelenin sembol üniversitelerinden biri olan ODTÜ oldu.
Ardından hazırlanan saldırı
yasalarının büyük bir bölümü
üniversiteyi hedef alan içerikte
gelişti. Öğrenci evlerine karışılmasından yurtlarda yapılan
düzenlemelere, askerlik yaşına
ilişkin düzenlemelerden, üniversitenin kaç dönemde bitirilmesi
gerektiğine ilişkin yasa düzenlemeleri ile üniversiteye saldırılarını başlatmışlardı. Üniversite
güvenlik düzenlemeleri adı altında üniversiteli katili polisin
kampüslerde görev yapmasını
kesinleştirdi.
Bu saldırılar oligarşinin yeni
dönemde yasal güvence altına
aldıkları, bir de saldırıyı boyutlandırma hedefleri arasında
sivil faşist çeteleri kampüslere
yerleştirme, etkinlik alanlarını
geliştirme, organize saldırıları doğrudan örgütleme ya da
önünü açma gibi başlıcalarını
Kampüsler Çalışma Alanlarımızdır
Devrimci Gençlik
sayabiliriz. Bu sene içerisinde
üniversiteler açıldığından beri
ülkenin dört bir tarafında düzenlenen faşist saldırı ve pusu
haberleri uzun zamandır duyulmadığı kadar sık duyulmaya başlandı. Ülkenin pek çok
üniversitesinde faşistlerin milliyetçi histeriyi körüklemek için
yürüttükleri çalışmalarla bu saldırıların zeminini hazırlamaya,
üniversite gençliği içerisinde bu
saldırıların aslında sağ-sol, kürttürk çatışmalarının bir sonucu
olduğu gibi bir algı yaratmaya
çalışıyorlar. Bu minvalde faşist
çetelere çeşitli topluluk, kulüp
v.b. gibi üniversite ve rektörlüklerin imkanları kullandırılıyor. Aynı zamanda bu çeteler arasında
‘devlet görevinin’ getirdiği bir ittifak da söz
konusu.
KAMPÜSLER FAŞİZME
MEZAR OLACAK
Sonuç olarak üniversitelerde düzenlenen tüm
bu saldırılar, egemenlerin yönetme geleneğine
içselleştirilmiş faşizmin
yeni dönemde uygulayacağı yöntemler olarak okunmalı ve Devrimci Gençlik mücadelesi kampüslerdeki
antifaşist mücadeleyi örgütleme
görevini bu bütünlük içerisinde
ele almalıdır. Oligarşinin sivil-resmi tüm faşist odaklarına
karşı mücadeleyi örgütlemek
elbette ki mücadele pratiğinden
geçer. Dolayısıyla mücadele
pratiği içerisinden bir örnekle
yazımızı noktalamak daha faydalı olacaktır.
Bu senenin başından beri faşizmin saldırdığı ve faşist çetelerle Devrimcilerin pek çok kez
karşı karşıya geldiği alanlardan
biri de Ege Üniversitesi olmuştu.
Devrimci öğrencilerin faşistlere
Edebiyat Fakültesi’nde sınav
yasağı koymasıyla doruk nok-
tasına çıkan bu süreç 12 Aralık günü faşistlerin üniversite
içerisinde yaratmaya çalıştığı
provakasyonla yeni bir boyuta
taşındı.
Ege Üniversitesi’nde faşist
odakların çalışmaları genellikle ittifak halinde ve topluluk
isimleriyle, rektörlük ve polis
korumasında yürütülmektedir.
12 Aralık günü ise polisin desteğiyle cesaretlenen Alperen
Ocakları diye bilinen eli kanlı
faşist grup kampüs genelinde
afiş asıp bildiri dağıtarak dolaşmaktaydı. Devrimci öğrenciler bu durumun provakasyon
hazırlığı olduğunu bilmeleri ve
bu faşist grubu kampüs dışarısına çıkarmak için gittikleri
konservatuar bölümünde kimseyle karşılaşmamaları sonucu
döndükleri Edebiyat Fakültesi
önünde ellerinde satır ve sopalarla bekleyen bu faşist çeteyle
karşılaştı. Kısa bir arbedenin
ardından devrimciler bu çeteyi
kütüphaneye kadar taşlayarak
kovaladı. Bu arada devrimci bir
öğrenci başına isabet eden bir
taşla hafif yaralandı. ÖGB’lerin
bu çeteyi koruma altına aldılar,
ardından ÖGB’lerin devrimci
öğrencilere yönelmeleri olasılığı devrimcilerin koydukları irade ile boşa düşürüldü.
Bunun
üzerine
11
devrimciler
faşistlerin kaçırıldığı EMYO tarafına yürüyüşe geçtiler. Antifaşist sloganlarla gelinen EMYO
önünde polis TOMA’lar ve çevik
kuvvetlerle devrimcilerin önünü
kesip yürüyüşü sonlandırmalarını istedi. Devrimci öğrencilerin
yanıtı bu saldırıları düzenleten
ve sonrasında koruyan devletin
kolluk güçlerinin kampüsü terk
etmesi yoksa kendilerinin çıkartacağı şeklinde oldu. Kolluk
güçlerinin-polisin- çekilmemesi
üzerinde devrimciler polise müdahale etti. Polisin TOMA’larla
karşılık vermesi sonucu çıkan
çatışmada 5 devrimci gözaltına
alındı. Gözaltı durumunun farkedilmesi sonrasında devrimci öğrenciler
gözaltılarını
geri istediler, polisin
bu isteği geri çevirmesiyle birlikte devrimciler
Edebiyat
Fakültesi önünden
geçmekte olan gözaltı aracını çevirdi
fakat gözaltına alınan arkadaşlarımız
o araçtan çıkmadı.
Araç çevirmesinin
ardından polis okuldan hızlıca çıktı.
Üniversite öğrencilerinin ve
akademisyenlerin de desteğiyle birlikte yaşanan olayların ardından rektörlüğe bir yürüyüş
düzenlendi. Öğrenci temsilcilerinin görüştükleri rektör yardımcısını bu provakasyonların ve
okuldaki polis varlığının önüne
geçilmesi konusunda uyarmalarıyla birlikte eylem son buldu.
Bu bütünlüklü ve kapsamlı sürecin tarafları bellidir. Hayata
saldıranların karşısında direnişi
örgütleyecek ve kampüslerde
dahil tüm odakları mücadelede
birleştirmek ise bizlerin görevidir. Devrimci Gençlik antifaşist
mücadelede ön saflarda yerini
almalıdır.
Bir Garip Eylem Pratiği
Kredi ve Yurtlar Kurumu Eylemi
Gençliğin politik eyleminin ve birikiminin tarihini gençliğin devrimci eylemini örgütleyenler
oluşturmuştur. Süreç her alanda olduğu gibi gençlik mücadelesinde de 71 devrimci atılımını
bağrında taşıyan DEVRİMCİ GENÇLİK ruhunu göreve çağırıyor.
G
ençlik ve Spor Bakanı Suat
Kılıç’ın Ege Üniversitesi’ne
yaptığı ziyaret sonucu kadın ve
erkek öğrencilerin yurtlarının
beraber olmasına tepki göstererek dikkat çekmişti.
Bu ziyaret sonrasında Kredi
Yurtlar Kurumu’nun (K.Y.K) yaptığı düzenleme ile kadın ve erkek yurtları birbirinden ayrıldı,
kadın öğrencilerin yurtları Ege
Üniversitesi Bornova Kampüsü
içerisinde kalırken, erkek öğrencilerin kaldığı yurt İnciraltına taşındı. İnciraltına gönderilen öğrenciler Ege Üniversitesi’ne gelmek için her gün 1.5, 2 saat yol
gitmek zorunda bırakılıyorlar.
Bu durumlar özelinde KYK’nın
yüksek zamlar yapması ve öğrencilerin yaşam standartlarının
düşürülmesi tepkiyle karşılandı.
Yurt öğrencileri üniversitenin
açıldığı ilk haftalardan itibaren
yaşanan tüm sorunları düzenledikleri forumlarda eylemlilik
süreçlerine taşıdılar.
Düzenlenen forumlara yurtlar içerisindeki örgütlü kesimlerin (politik öznelerin) yanı sıra
bütün yurt öğrencileri katılım
sağladılar. Yaşam alanını ilgilendiren ortak sorunlar etrafında buluşan öğrenciler forumların içeriğini ülke genelindeki politikaların bir yansıması olarak
yurtların düzenlenmesi olarak
değil, kadın ve erkek yurtları-
Ege Üniversitesi Devrimci Gençlik
nın lokal sorunları olarak tespit
etmeyi tercih ettiler. Bu tercih
kadın ve erkek yurt öğrencilerinin yaşam alanına müdahaleye
karşı mücadelenin birleştirilmesi
noktasında bir takım sıkıntıların
varolmasını da beraberinde
getirdi. Tabiiki bunun böyle olmasında yurt içerisindeki politik
öznelerin müdahil olmasındaki
yetersizlik ve kitlelerin beklentilerine yedeklenmeyi tercih etmeleri temel faktördü. Ayrıca
gene bu politik öznelerin yurt
eylemliliklerindeki çıkar ve beklentileri genel kitlenin beklentileriyle de denk düşmemesi, politik grupların dar grupçu yaklaşımları bu süreçlerde bir takım
eksiklikleri içerisinde taşıyarak
devam etmesine sebep oldu.
Tüm bu eksiklikleri içerisinde taşıyan forumların birlikte
(kadın ve erkek yurtları forumlarının) aldıkları karar sonucu 4
Ekim günü erkek yurdu öğrencileri Bornova Kampüs içerisindeki kadın yurduna yürüyüş yaparak burada sabahlanıp, ortak
forumun yapılacağı açıklandı.
4 Ekim Cuma akşamı İnciraltı
erkek yurdu öğrencileri Bornova Metro önünde toplanmaya
başladılar. Çağrı sonucunda
yurtlarda kalmayan çeşitli politik grup ve kesimlerden öğrencilerde destek olmak için aynı saatlerde Bornova Metro önüne
12
geldiler. Toplanan kitle şarkılar
ve sloganlar eşliğinde kadın
yurtlarına doğru yürüyüşe geçti. Kitle yurt önüne geldiğinde
kadın öğrenciler yurt içerisinde
kitleyi karşıladılar. Kadın öğrencilerin yurt içinde erkek öğrencilerin dışarıda olması forumun
nasıl gerçekleştirileceğine dair
bir süre kafa karışıklığı yarattı. “Kadın ve erkek öğrencilerin kapılar açılmadan forumun
yapılması, kapıların açılarak
erkek öğrencilerin yurda girip
forumun gerçekleştirilmesi, kapıların kırılması, yurdun o akşam işgal edilmesine” kadar
pek çok eylem kararının ya da
fikrin havada uçuşmaya başlaması kapının önünde bir kaosun
yaşanmasına ve kitlelerden kopuşların olmasına yol açtı. Bekleyişin uzun sürmesinin ve net
bir kararın ortaya çıkamaması
üzerine kadın öğrenciler dışarı
çıkarak ortak forumu başlattılar.
Forumun bir süre devam etmesi üzerine eylem motivasyonu tekrar sağlanarak forumdaki
tartışmaların karara bağlanması beklendi. Forumun genelinde
yapılan tartışmalar ve öneriler
forumun bütün gece kadın ve
erkek öğrencilerin yurt içerisinde devam ettirilmesi üzerine devam etti. Bu tartışmalar sonucu
yurda girme kararının ortaya
Devrimci Gençlik
çıkmasıyla kapılar kırılarak öğrenciler yurda girdiler. Bu noktada erkek öğrencilerin yurda
girmesine forum içerisindeki kadınların tepki göstermeye başlaması erkek yurdundan gelen
öğrencilerde ne yapılmasına
ilişkin bir kafa karışıklığı yarattı.
Bu sırada forum kitlesi yurdun
içerisine girildiği sırada giderek
azalmaya başlamıştı.
Yurdun yemekhanesine gelindiğinde yurdun işgali, forumun
devam ettirilmesi ve eylemin
sona erdirilmesi gibi önerilerin ortaya çıkması sonucunda
eylemin iradesi konusunda ciddi sorunlar ortaya çıktı. Erkek
yurdundan gelen öğrencilerin
eylemi sonlandırmaları, kadın
öğrencilerin kendi içlerinde fikir
netliğine ulaşamamaları sonucunda eylem boşa düşmüş, desteğe gelen öğrencilerin yurdun
içerisinde kaldığı yurt öğrencilerinin çekildiği gibi bir görüntü
ortaya çıktı.
Yaşanan yurt eylemlilikleri ve
Ege Üni. KYK Eylemi
bütün olarak süreci değerlendirdiğimizde politik öznelerin
sürece müdaheledeki yetersizlikleri, kitlelerin taleplerini mücadele ekseninde politik taleplere dönüştürmekteki acizlikleri
bir kez daha açığa çıkmış oldu.
Gençlik mücadelesi içerisinde devrimcilerin kitlelerin
kendiliğinden tepkilerine dahi
müdahil olup, devrimci eylem
birlikteliğinde örgütleyemeyişi
günümüzün devrimci gençlik
mücadelesinin en yakıcı sorunudur. Yukarıda işaret ettiğimiz
bir takım sorunlar genel değerlendirmeler ve eylem pratikleri
içerisinde pek çok kez karşımıza çıkmıştır ve çıkacaktır da.
Bizler bu sorunların sürekli yinelenmesinden şikayet edecek
ve şu filanca çevre yanlış yaptı
bu filanca grup eksik kaldı gibi
yakınmalarda
bulunmayacağız. Ortada var olan yanlış ve
eksiklikleri sorunun çözümü için
değerlendirecek ve tespit edeceğiz fakat kenardan da olup
13
biteni izlemeyeceğiz. Kendi eksikliklerimizi bu süreçler içerisinde saptayıp, bunları kapatmak
adına devrimci görevlerimize
daha sıkı sıkıya sarılmalıyız.
Yaşanan tüm yurt eylemlilikleri sırasında soruna dahil olamayışımız ve de yurtlardaki örgütlenme faaliyetlerimizin yetersizliği kendi adımıza saptamamız
gereken en büyük eksikliktir.
Çalışma alanlarının çeşitliliği
ve çokluğunu eksilerden artılara dönüştürecek iradeyi sergilemeliyiz yoldaşlar. Gençliğin
politik eyleminin ve birikiminin
tarihini gençliğin devrimci eylemini örgütleyenler oluşturmuştur. Süreç her alanda olduğu
gibi gençlik mücadelesinde de
71 devrimci atılımını bağrında
taşıyan DEVRİMCİ GENÇLİK
ruhunu göreve çağırıyor. Yeter
ki kendimize olan inancımızdan
şüphe etmeyerek cüretkar olabilelim yoldaşlar.
YAŞASIN GENÇLİĞİN DEVRİMCİ
EYLEMİNİN BİRLİĞİ!
Rektör Sözünde Durmuyor
G
eçtiğimiz günlerde Mersin
Üniversitesi rektörlüğü ve
KYK Yönetimi’nin ihmalkarlığı
sonucu bir kadın öğrenci trafik
kazasında hayatını kaybetti. Bu
duruma tepki gösteren üniversite öğrencileri rektör yardımcısı
Prof. Dr. Yüksel Özdemir’i yanlarına alarak yurt girişine kadar
yürüdüler. Burada öğrencilerin
okulla yurt arasında çektiği zorluğu gören Özdemir, ertesi gün
konuşmak üzere bir komisyon
hazırlanmasını istedi. Bir sonraki gün yani 19 Aralık Salı günü
toplanan komisyonu Mersin
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.
Suha Aydın kabul etti. Yapılan
görüşmelerde Rektör Aydın’ın
hakarete varan konuşmaları
ve olumsuz tutumları sonucunda öğrenciler sinirlerine hakim
olamadı ve rektörlük binasını işgal etti. Kendi öğrencisine karşı
polisi kullanan Aydın çaresiz
kalması sonucu öğrencilerle anlaşma yaptı ve polisi geri çekti.
Yapılan anlaşmaya göre; -Bir hafta içerisinde üniversite
ve yurt yolunun tamamlanması.
-Üniversite ve yurt arasındaki
ring seferlerinin artırılması.
Mersin Üniversitesi’nden Bir Devrimci Gençlik Okuru
-Minibüs ve/veya otobüslerin
gece 12’ye kadar çalışmalarının sağlanması.
-Hayatını kaybeden Bahar ve
Feride’nin ailelerinden resmi
sitede yayınlanmak suretiyle
özür dilenmesi.
-Hafta sonu çalışan araç sayısının arttırılması.
-Yemekhanenin özelleştirilmesinin durdurulması.
-Klima ve kaloriferlerin düzenli çalışması.
-Açılan soruşturmaların geri
alınması.
-İnşaat işçilerinin tacizlerinin
derhal son bulması ve üniversite ve yurt yönetimlerinin derhal
önlem alması.
-Yurttaki yemekhane fiyatlarının düşürülmesi.
Yurtta acilen bir revir açılması
maddeleri görüşüldü ve kabul
edildi. Kabul edilen şartların
yerine getirilip getirilmediğini
denetlemek amacıyla öğrenciler tarafından kurulan komite
bugün bir açıklama yaptı: Aradan geçen bir haftalık süreç
içerisinde yapılan incelemeler
sonucu;
Yurda giden yolun (Tıp
14
Fakültesi’nden sonra) tamamen
bitirilmediği, kaldırım yapılmadığı ve araç yolunun çalışmalarına başlanılmadığı görülmüştür. Yalnızca yolun bir kısmının
asfalt çalışmaları başlamıştır.
Ring seferleri arttırılmamış
fakat 22.45’e kadar (ÇiftlikköyYenişehir Kampüs arası) üniversite ringlerinin çalıştığı görülmüştür.
Kabul edilen siteden yayınlanacak özür mesajıyla ilgili herhangi bir çalışma yapılmamıştır.
Hafta sonu araç çalışması ile
ilgili herhangi bir çalışma yapılmamıştır.
Kantin ihale süreci bitmiş, fakat onlardan özelleşen firmayla ilgili olan tüm anlaşmaların
feshedilmesi istenmektedir.
Açılan soruşturmalar halen
iptal edilmemiştir. Derhal iptal
edilmesini istenmektedir.
Üniversite ve yurt yönetimleri
herhangi bir adım atmamıştır ve
tacizler, işçiler tarafından halen
sürmektedir.
Revir ile ilgili henüz bir çalışma başlamamıştır.
Mersin Üniversitesi öğrencileri adına oluşturulan komisyon
tarafından yapılan açıklamada;
“Verilen talepler, geçen süre
zarfında tek tek incelenmiş fakat bir iki ufak gelişme dışında
herhangi bir sonuç alınamadığı
görülmüştür. Bizler bu konunun
sonuna kadar takipçisi olacağız. Bahar arkadaşımızın hesabını soracağız ve başka Baharlar ölmesin diye çalışacağız.”
sözlerine yer verildi. Ayrıca
Mersin Üniversitesi öğrencileri
talepleri yerine gelinceye kadar mücadeleye devam edeceklerini belirttiler.
Avukat Eylem Hakverdi ile
Ethem Sarısülük Davası Üzerine Sohbet Ettik
Gezi sürecinde binlerce insan yaralandı, yüzlerce direnişçi hakkında soruşturma açıldı.
Onlarcası tutuklandı, altı insanımız doğrudan polis saldırılarıyla katledildi. Ethem de
özgürlük ve demokrasi için sokağa çıkanlardandı ve katledildi.
G
ezi Direnişi ile ortaya çıkan tablo devletin emekçiezilen kitlelere karşı alenen bir
savaş politikası izlediğini ortaya koymakta. Bu süreç boyunca sokaktaki halk muhalefetine
en yüksek mertebeden saldıran
ve bastırmaya çalışan devlet,
bu baskı politikalarını sokağın
dışındaki alanlarda da göstermeye devam ediyor.
Gezi sürecinde binlerce insan yaralandı, yüzlerce direnişçi hakkında soruşturma açıldı. Onlarcası tutuklandı, altı
insanımız doğrudan polis saldırılarıyla katledildi. Ethem de
özgürlük ve demokrasi için sokağa çıkanlardandı ve katledildi. Hakkında ilk günden itibaren çeşitli şekillerde manipülatif
haberler yapıldı. Ailesi, arkadaşları tehdit edildi, saldırılara maruz kaldı. Tüm bunların
yanı sıra başlayan yargı süreci de, devletin sokaktaki hamlelerinden farksız ilerliyor. Devlet
halkına ilan ettiği savaş politikalarının gerekliliğince bütün
kurumlarıyla ezilenlere saldırıyor. Ethem Sarısülük davası
kapsamında Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi Ethem Sarısülük davası avukatlarından
Eylem Hakverdi ile süreç hakkında görüştük.
D.G: Ethem Sarısülük vurulduğu günden itibaren egemen
medya çeşitli iddialar ortaya
atmakta, bize yaşanan süreci
gelişmeleri özetleyebilir misiniz?
E.H: 1 Haziran günü, An-
kara’daki Gezi olayları başladığında
hepimiz
Kızılay
Meydanı’na girmeye çalıştık.
Çok insan vardı; Ankara’da
daha önce görmediğim bir kalabalık. Ethem saat beşi yirmi
geçe civarı, akşam üzeri, Güven Park’ta çevik kuvvet polisinin silahını ateşlemesiyle öldürüldü. Ethem vurulduğu sıra
oradan bir ambulans geçiyordu. Hiçbir gecikme olmadan direk hastaneye kaldırıldı ve 15
gün sonra kaybettik Ethem’i.
Ailesinden önce abisi bu haberi almış, abisiyle önceden tanışıklığımız vardı. Ethem, vurulduktan bir iki saat sonra abisi
beni aradı, kardeşinin kafasından polis kurşunuyla vurulduğunu söyledi. Hastaneye gittik.
Ethem’in durumuna dair bilgi
almaya çalıştık. Normalde bu
tip vakalarda Adliye, direk adli
vaka olduğu için polise bildirir,
polis gelir tutanağı ve raporları
alır, direkt delil toplama işlemine başlar. Tutanağı hastaneden
alamadık, polisin vurduğunu bildikleri için zorluk çıkardılar. Tutanağa ulaşmak için,
Ethem’in vurulduğu bölgeye
Çankaya polis karakolunun
baktığını öğrendim. Çankaya
polis
karakolunu
aradım.
Telefonda muhatap bulmaya
zorlandım çünkü o gün bütün
polisler Kızılay’da görevliymiş.
Zar zor cevap veren bir memura ulaşabildim. Kendimi tanıttım, Numune Hastanesi’nde
olduğumu, müvekkilimin kafasından silahla vurulduğunu ve
15
hastanede olduğunu, buna dair rapor almak istediğimi belirttim. Olaya ilişkin herhangi bir
işlemin yapılıp yapılmadığını
öğrenmek istedim. Hemen bir
panikle ‘’Ne zaman vuruldu?
Nerede vuruldu? N’oldu? Ya
kusura bakmayın bizim personelimiz gidememiş olabilir, bütün personelimiz Kızılay’da zaten’’ dedi. Ben de müvekkilimin
Kızılay’da polis tarafından vurulduğunu söyledim. ‘’Olabilir’’ dedi. Oradaki tavır, sıradan bir polisin tavrı bile, kendi
meslektaşını korumaya yönelikti. İlk sinyali biz orada aldık zaten.
D.G: Bu sırada yargı ile ilgili ne gibi gelişmeler yaşanıyordu?
E.H: Gelişen süreçte üç dört
gün savcılık direkt yazışmaya
başlayıp, polisi kendi huzuruna çağırıp, ifadesini alıp tutuklamaya sevk etmesi gerekirken,
bunların hiçbiri yapılmadı. Olay yerinden deliller toplanmadı. Oradaki merminin kovanlarının toplanması gerekirken,
bunların hiçbiri yapılmadı. Olay sırasında meydanı gören
MOBESE kameralarının başında görevli memurların olduğunu biz daha sonra dosyaya
gelen görüntülerden anladık.
Kameralar hareket halinde
ve nereye istenirse oraya yakınlaştırılıp, nereden görüntü alınmak isteniyorsa oraya
çevrilen bir kamera var. Ethem
vurulduğu sıra, Ethem’in vurulduğu yeri gören kamera, poli-
Devrimci Gençlik
sin Ethem’in vurulduğunu anlamasıyla direkt gökyüzüne
çevriliyor. İlk delil karartma burada oluyor zaten. İkinci bir
mobese kamerası var biraz uzakta, Güven Park tarafından
bakıyor. Yaklaşık iki yüz metre
kadar yakınlaştırılmış haldeyken görüntü, birinin vurulup
düştüğünün anlaşılmasıyla, çok
uzaklaştırılıyor. Olaylar bu kameradan da seçilemez hale getiriliyor. İlk delil karartmalar
daha olayın ilk anından başladı ve buradaki görevli memurlar
tarafından
yapıldı. Savcılar derhal delil toplamayarak,
oradaki
amirlerle beraber bu delil karartmaya ortak
oldular. Daha
sonraki süreçte, Ethem’i kaybettikten, beyin
ölümü gerçekleştikten sonra
kalbi de durdu.
Birkaç gün sonra adli tıp süreci başladı, yani
o kadar tedirgindik ki çeşitli
şekillerde deliller karartılmaya devam ediliyordu. Bu on
beş gün geçmesine rağmen polisin kimliği bildirilmemişti. Savcı getirin bile dememişti. Aslında tanıkların da getirilmesi
gerekiyordu. Savcılıkta bizim
şikâyetimiz üzerine soruşturmayı başlattı. Zaten kendiliğinden
yaptıkları hiçbir işlem olmadı.
Adli tıp sürecinde Ethem’in
dostları, yoldaşları, yakınları Ethem’i kaybettikten sonra
otopsi işlemi bir gün sonraya
kalmıştı, sabah kadar orada
beklediler ki dışarıdan bir müdahale olmasından endişe ediyorlardı, çok da haklılardı bu
Ethem Sarısülük Davası Röportaj
konuda. Cenazelerinin başını
bırakmadılar haliyle. Bizim adli tıpta otopsiye girmemizi Adli
Tıp Kurumu engellemeye çalıştı, hiç haddi olmayarak. Dosyaya bir yazı gönderdi ‘’Avukatların katılması uygun değildir.’’
diye. Yasal olarak bunun hiç
bir gerekçesi yok. Avukatlar
katılabilir o toplantıya. Tamamıyla keyfi bir uygulama. ‘’Uygun değildir’’ demişler, sanki
kendilerine görüşleri sorulmuş
gibi. Öyle bir durum da yok.
Biz de bunu Adli Tıp Kurumu
müdürüyle
karşılaştığımızda
sorduk; ‘’Nedir bu yazı?’’. Bize karşılık olarak müdür ‘’Ben
üstlerime sordurarak yazdırdım bu yazıyı.›› dedi. Bunun
üzerine biz de ‘’Biz size sormadık ama.’’ dedik, ‘’Soruldu.’’ şeklinde cevap aldık. Tartışma o haliyle kaldı. İlerleyen
süreçte, Ethem’in kafasından
mermi çekirdeği çıktıktan sonra
bu İstanbul Adli Tıp Kurumu’na
gönderildi. Savcı mermi çekirdeği çıktıktan sonra, olayda
kullanılan silahın dosyaya teslimini istedi. Yani Ahmet Şahbaz hala ortalıkta yok. Sadece
16
silah teslim ediliyor. Silah Adli Tıp’a gönderildi. İstanbul’da
karşılaştırma yapıldı ve Ahmet
Şahbaz’ın silahından çıkan kurşunla öldürüldüğü ortaya çıktı. Bu rapor geldikten birkaç
gün sonra savcı, artık Ahmet
Şahbaz’ın gönderilmesini istedi
Emniyet Müdürlüğü’nden. Bu
arada bir gazetede şöyle bir
haber çıktı; Ahmet Şahbaz’ın
henüz ismi bile bildirilmemişti dosyaya, Ethem’i vuran polisin amirlerini tehdit ettiği, yasadışı emirleri ifşa edeceğini,
kendisini yakarlarsa,
kendisinin de onları yakacağına
dair
tehditler
savurduğu yönünde haberler
çıktı. Olaydan
sonra, Ethem’i
vuran
polisten önce, polisin amirlerini,
olay sırasında
orada bulunan
diğer
görevli
polislerin ifadesini almak üzere ‘’tanık’’ sıfatıyla savcılığa
getirdiler. Savcı, bunların ifadelerini bir kısmı yani bunların hepsi aslında
delil karartmaya yönelik görgüler olmasına rağmen görmediklerine dair ifadelerde bulundular. Ayrıca oradaki polis
ordusunu, yöneten amir, sanık
olarak şunu söyledi: ‘’Olay sırasında ben başka bir gazdan
etkilenen yaralı bir polis memuruyla ilgilenirken olay olmuş,
olay yerine sırtım dönüktü. Birinin vurulduğunu fark etmedim.
Daha sonra, birinin vurulduğunu ve Ethem Sarısülük’ü vuran polisin benim birliğimden
olduğunu olaydan yarım saat
sonra öğrendim.’’ diyor. Yani
Devrimci Gençlik
şuursuzca görev yapıyorum demeye çalışmış.
Ahmet Şahbaz, olaydan yaklaşık yirmi üç ya da yirmi dört
gün sonra adliyeye getirildi.
Savcı ifadesi tümüyle yalandı.
Bu ifadelerle göstermelik bir tutuklama sevki maddesi ile -zaten tutuklanmayacağı açık bir
şekilde- tutuklanması talebiyle
nöbetçi sulh ceza mahkemesine
sevk edildi, burada da ifadesi
alındı. Şimdi katilin anlattığı şu:
‘Olaydan önce çok sayıda taşlamaya maruz kaldıklarını kalkanını düşürdüğünü daha sonra
banklardan parktan yol tarafına
çıkarken sırt üstü düştüğünü ifade etmiş. O sırada
göstericiler
onu linç etmeye
kalkmış.
Sonra
doğrulduğunda
bir
göstericiye
tekme savurduğunu, sonra bir
anda taşların yoğunlaşması sebebiyle de kendini
koruma amaçlı,
güya havaya ateş açtığını ve
sonra geri dönüp kaçtığını ifade etmiş. Bu ifadelerin hepsi,
her bir cümlesi
ayrı ayrı yalan.
Yalan olduğunu
da tek tek delillerle kanıtlayabildik. Hem tanıklar, hem kamera görüntüleri, olay öncesinde Ahmet Şahbaz’ın düştüğüne
dair hiç bir emare yok. Katilin
ayakta olduğu gayet net, on iki ila on üç kişilik bir polis grubu içerisinden öne doğru fırlıyor. Olay yerinde, bir taksi
durağı kulübesi ve ağaç var.
Taksi durağı kulübesinin arkasında bulunan polis grubu-
Ethem Sarısülük Davası Röportaj
nun içinden öne doğru fırlıyor.
Kalkanını yere atıyor, silahını
belinden
çıkartıyor,
biraz
ileride düşmüş bir göstericiye
tekme savuruyor, daha sonra
biraz daha ilerleyerek, silahını
kuruyor ve ateş açıyor. Üç el
ateş etme durumu var burada.
İlk atış elli metre kadar ileride insan boyundan yarım metre kadar yüksekte bir flamaya
denk geliyor, onu havaya uçuruyor. İkinci atışın nereye gittiği tespit edilemedi. Üçüncü atış
da Ethem’in kafasına gelerek
onu öldürüyor. Yani burada
zaten meşru savunmadan kesinlikle bahsedilemez, aksine
saldırı hali var. Üstelik bu sırada polislere verilmiş bir geri çekilme emri var. Geri çekil emrine rağmen bu şahıs saldırıda
bulunmayı tercih ediyor. Bu bir
tercih, haksız saldırı durumundayken, meşru müdafaa ile ikna edemezsiniz.
Bütün bu yalan ifadelere rağmen dosyadaki diğer delille-
17
re rağmen, savcılıkta, mahkemede sözüne bu kadar itibar
edilen başka bir katil yoktur
dünyada. Tüm yalanlarına
itibar edilerek serbest bırakıldı.
Olay günü adliyeye büyük
bir koruma ordusu ile getirildi. Bu katil, iki yüz, üç yüz kişilik bir polis ekibiyle ifade vermeye getirildi. Kendisini gören
adliyedeki bütün memurlar, gayet rahat olduğunu, lakayıd bir
tavrı olduğunu, hatta en basit
kimlik sorularına dahi gülerek
cevap verdiğini ifade ettiler bize. Gayet rahattı, kendinden de
emindi, korunacağından da emindi.
D.G: İlk duruşmaya
kimliğini
gizleyerek, peruk
ve takma bıyık ile
gelmişti, duruşma
sırasında çıkan olaylar bahane edilerek duruşma
ertelenmişti.
Bu
süreç ve sonrasında yaşananlara ilişkin neler söyleyebilirsiniz?
E.H:İlk
duruşması yapılamadı
Ethem’in.
Aylar
sonra yapılan ilk
duruşma gününde
duruşma saat dokuzdaydı. Sekiz
buçukta duruşma
salonuna dört sıra
halinde -ki bu sayı
yaklaşık 100 kişiye yakın- sivil
halde çevik kuvvet polisi doldurulmuştu. Polisin burada olmaması gerekiyor. Birincisi müştekileri yani mağdurları baskı
altına alma durumudur bu. İkincisi mahkemeyi baskı altına
almaktır. Devletin silahlı gücünün orada bulunması, mahkemenin kendi bağımsız tepkisini
pek mümkün kılmıyor. Yasa bu
konuda silahlı olarak polisle-
Devrimci Gençlik
rin gelemeyeceğini belirtir ama
buradaki amaç bellidir, mahkemenin ve tarafların baskı altına
alınmasını engellemektir. Burada mahkeme salonuna alınan
polis alenen mahkeme heyeti üzerinde bir etki oluşturmak için
bulunuyordu. Dolayısıyla bizim
itirazlarımıza rağmen buradan
çıkmak istemediler. Hakim de
çok fazla tavır koymadı bu konuda. Uzun süren tartışmaların sonunda onların çıkarılmasına karar verdi. Nedensiz bir
şekilde duruşmanın da kapalı
yapılmasına karar verdi. Öncelikle polisler salondan çıkarıldı,
ardından Ethem’in yakınlarının
da çıkmasını istedi mahkeme.
Onlar çıkınca da dışarıda hem
Ethem’in yakınlarına hem tanıklarımıza hem de avukat arkadaşlara polisler saldırdı. Bir
tanığın kafasına telsizle vurarak yaraladılar, bir tanığı merdivenden atmaya kalktılar. Avukat arkadaşların üzerine pet
şişe fırlattılar, küfürler ettiler.
Yani büyük bir arbede oldu. Bu
sırada içerideki avukatlar dışarıdaki polis saldırısını engellemek üzere dışarıya yöneldiği
sıra, katil Ahmet Şahbaz da bir
arbedenin içinde buldu kendini.
Duruşmaya perukla, takma
kaş, bıyık ve gözlükle gelmişti. Kimliğini gizliyordu, hakim
ve savcı da buna hiç bir şekilde
müdahalede bulunmadı. Yasada bu durum şöyledir, kimliğini
doğru olarak bildirmek zorundadır. Kimlik sadece nüfus cüzdanından ibaret değildir. Yani
kaşın, gözün, vücudun da senin kimliğine dahildir. Yani biz
o gelen kişi ‘Ahmet Şahbaz mıdır, değil midir bunu bile bilemeyiz aslında. Mahkeme heyeti de bu duruma ortak oldu, hiç
bir şey yapmadı. Suç duyurusunda da bulunmadı. Duruşma
salonunda katilin peruğu çıkarıldı. Haliyle o zamanda bütün
Ethem Sarısülük Davası Röportaj
oyun ortaya çıktı ve duruşma
yapılmayarak ertelendi.
İkinci duruşma da Pazartesi
günü yapıldı. Cuma gününden
duruşma salonuna televizyon,
kamera
sistemi
kuruldu.
Duruşma salonu mikrofonlarla
ses kaydı, kameralarla da
görüntü
kaydı
yapılabilir
hale getirildi. Meğer ilk
duruşmadan
sonra
karşı
tarafın avukatları, yani sanık
avukatları bir dilekçe vermişler.
Bu hali talep etmişler. Aynı
Kenan
Evren›in
ifadesinin
alınma şekli gibi. Böyle bir
sanığın Şanlıurfa’ya tayininin
çıktığını belirterek ifadesinin
telekonferans yöntemiyle alınmasını talep etmişler. Mahkeme de bunu hiç bir yasal dayanağı olmamasına karşın tüm
itirazlarımıza rağmen kabul etti. Zaten mahkeme heyeti hiç
bir itirazımızı da dikkate almıyor, söylenen çok ağır sözleri
bile büyük bir sakinlikle karşılıyordu. Bu durum kolaylıkla açıklanabilir; ne yaptıklarını çok
iyi biliyorlardı.
D.G: Başbakan Erdoğan’ın
bütün bu süreç boyunca çeşitli
açıklamaları olmuştu. Bu açıklamalar süreci nasıl etkiledi/etkiliyor ve mahkeme sürecinin
nasıl devam edeceğini öngörmektesiniz?
E.H: Ethem henüz hayatını
kaybetmemiş, hastanedeyken,
bu ağır ve sert polis saldırılarına karşı haliyle tüm ülkede ve
ülke dışında tepkiler yükseliyordu. Tayyip Erdoğan bir açıklama yaparak ‘’Polisimi yedirtmem.’’ dedi. Gerçekten de
yedirtmiyor. Bütün koruma işlemleri özellikle duruşmaya
polis yığınağı yapılması, dışarıdan gelen izleyicilere, tanıklara, avukatlara saldırılması,
müthiş bir koruma kalkanının
oluşturulması, bundan sonra
çevik kuvvete bir anlamda aslında hükümetin ordusu gibi iş
18
yaptırmanın göstergesi. Uygulamaların hemen hepsi keyfi.
Bir video yansımıştı medyaya
bu olaylar sırasında; polislerin ifadesine göre o gün verilen yasadışı emirlerin tümü dokuzuncu kanaldan veriliyordu.
Biz Ethem’in dosyasına gelen
kayıtlarda gördük ki gerçekten o beşinci kanalda kaydedilen, verilen emirler o kadar
temiz bir dille, o kadar nizami
bir türkçe ile sakin, sukünet halinde verilmiş ki, sanki dışarıda
bir çatışma hali değil de sıradan bir konferans yönetiliyormuş gibi. Gerçekten böyle bir
dokuzuncu kanal olduğu rahatlıkla anlaşılıyor.
Katil ilk duruşmada da
Şanlıurfa
Koruma
Şube
Müdürlüğü’nde
görevliydi
Şanlıurfa’dan geldi duruşmaya. İlk duruşmaya gelebiliyorsa, ikinci duruşmaya da gelebileceği açıktır. Yasal veya fiziki
hiç bir engel yok buna. Burada
amaç tabi ki farklı, polisin psikolojik olarak rahat etmesi isteniyor. Kendini güvende hissetmesi isteniyor. Eğer bu polis
rahat etmez ise, polisler ‘’Önce bize böyle emirleri verip uygulatıyorlar, sonra da bizi yargılayacaklarsa biz neden bu işi
yapalım?’’ diye düşünürlerse,
bundan sonraki süreçte yasadışı işlerini daha zor yaptıracaklardır. Kendi politikalarını daha
rahat uygulayabilmek adında
polisi koruma konusunda özellikle yüksek bir çaba harcıyorlar. Bugüne kadar Ankara’da
Gezi direnişi boyunca oluşan
vakalarla ilgili polisler hakkında yapmış olduğumuz hiç bir
suç duyurusu ciddiye alınmadı.
Hepsi tek bir dosyada birleştirildi ve halen hiç bir işlem yapılmıyor.
D.G: Verdiğiniz bilgiler için
teşekkür ederiz.
E.H: Ben teşekkür ederim.
Ekim Devrimi
Taksim’de Petrograd Kokuları Almaktır
İnsanlığı sevme sanatının zirvesiyse devrim,
1917 Ekim bunun en güzel ve en final halidir.
E
kim Devrimi, öncelikle fikrî
netleşmedir; kapitalizm koşullarında burjuva ideolojisinin,
bireycileşme ve yabancılaşmanın etkisine rağmen, karşıtını
geliştirip bir sistem haline getirebilme irade ve başarısıdır;
direnmenin menzilindeki büyük
kazanımları, küçük hesaplara
feda etmemektir.
“Ekim Devrimi, Marksizm’in
reformizm
üzerindeki,
Leninizm’in sosyal-demokratizm
üzerindeki, III. Enternasyonal’in
II. Enternasyonal üzerindeki zaferi demektir.” (Stalin)
Ekim zaferini kutlamak, uğrunda bedel ödeyenleri anmak, devrimin kazanımlarında olduğu kadar MarksizmLeninizm’de de bir devamlılık
gerektirir. Bugün de Stalin’in
vurgusuna denk bir saflaşma
ihtiyacı vardır. Tarih elbette tekerrür etmiyor. Ancak, reformizmin, sosyal-demokratizmin
ve II. Enternasyonal’in örtük
veya açık biçimleri yaygınlıkla
devam ediyor.
Feodalizmin
Jakobenlere,
kapitalizmin Bolşeviklere karşı
beslediği kinin sınıfsal devamı,
AKP şahsında egemen sınıflar
adına devam ediyor. Halktan/
ezilenlerden yana her değer,
boy hedefi yapılmış durumda.
Bu topraklara da düşmüş Ekim
tohumları filizlenmesin diye,
zulmün bilinen tüm biçimleri
devlet eliyle ithal ediliyor.
Ekim Devrimi, özel mülkiyetin kolektif mülkiyete, “ben”in
“biz”e dönüştürülmesi; kadın
sorunundan ulusal soruna, sınıflı toplum ürünü her sorunun
köklü biçimde çözülmesi zeminidir; niceliğin yerini niteliğe bırakması halidir.
Ekim Devrimi, tarihi ana taşımak; Taksim’de Petrograd kokuları almaktır. Devrimin özelliği,
masalları gerçek kılmak, filmlere özgü kareleri sınıf kavgasında yaşamak, hiçbir yönetmenin
kurgulayamayacağı sahnelerle
hayatı örgütlemektir. Bugünün
devrimciliği, yenilenme adına
toplumsal mücadeleler tarihinde yaşanmış ve birikmiş olanı
yadsımak değil, nabız kardeşliğini geliştirebilmektir. Bunun
için, Kışlık Sarayı’na yürümek
19
ve iktidarı ele geçirmek şart değildir.
Devrim, gerçekte çoklu bir olgudur ve zafer anıyla sınırlanamayacak kapsamda bir gelecek
tasavvurudur; yaşamın tepeden
tırnağa, yeniden örgütlenmesidir; sınıflı toplumun etkilerinden
arınırken, sınıfsızlığın merdivenlerinde ilerlemektir. Böyle anlarda bedelle kazanım, acıyla
mutluluk öylesine iç içe geçer
ki, insanın ruhsal dünyasına “O
unutulmaz göğe tabut çivileri
gibi/ sert yıldızlar çaktım! Ben
Goya’yım!” türünde mısralar
düşer.
KENDİ DEVRİMİNİ YAPARAK
EKİM TADIYLA BUGÜNDEN
TANIŞMAK MÜMKÜN
Kendinde devrim yapama-
Devrimci Gençlik
yanlar, bırakalım toplumsal
devrimi, onun yaşama içerilmiş
tadıyla bile tanışamazlar. Devrimin tek bir zaferden ibaret olmaması, yolu zorlaştırdığı gibi
güzelleştirir de. “Ben”e içerilmiş kapitalizmin “biz”e içerilmiş
sosyalizmle mücadelesi, her kişinin şahsında ve her an devam
eden bir mücadele olduğu için,
bir devrimcinin yolun hemen
her aşamasında irili ufaklı devrimler yaşaması mümkün. Yeter
ki, bilinçaltında dahi kendine
yer bulan bu mücadelede kişi,
yöntemsel olanı bireysel çıkar
hesaplarına feda etmesin. Ve
yeter ki Che’nin “Bu gün taçsız
krallar var, tekeller bunlar, tüm
ülkelerin, bazen de tüm kıtaların gerçek efendileri” tespitine
içerilmiş haldeki yöntemsel kavrayışa sahip olabilsin.
Ekim
Devrimi,
Lenin’in,
“Marksizm’in en değer verdiği
şey, kitlelerin tarihsel inisiyatifidir,” sözünün fiili karşılığıdır.
Gezi ise, bunun toplumsal dev-
Ekim Devrimi
rimlerden ibaret olmadığının
göstergesidir. Önce Taksim’de,
sonra da 81 ilin 79’unda
Gandhi’nin, “Güç fiziki kapasiteden değil, boyun eğmeyen
iradeden gelir.” sözü gerçek
oldu. Sistemi güçlü, kendilerini
zayıf zanneden halk kesimleri, potansiyel güçleriyle tanıştı;
yalnız olmadıklarını gördü. Sınıf kardeşliği, nabız ve amaç
kardeşliğine dönüştü.
Sokaktaki buluşma, bir devrimin gerektirdiği ittifak ve birlikteliklerin niteliğini, kapsam ve
boyutunu, en nitelikli metinlerden daha iyi anlattı; fiili olan,
yazılı olanın en mükemmelini
geride bıraktı.
Ekim Devrimi, Stalin’in deyimiyle dünya kapitalizminin tümünün varlığını soru işareti haline getirmiştir. Gezi de özelde
AKP’ye genelde bütün sisteme
dair soru işaretlerini büyütmüş,
devrimi bugüne dek kendi halinde yaşayan insanların bile
gündemine sokmuştur. Belki
20
sokaklar Haziran’a göre şimdi
daha sakin, ama bilinçler Gezi
öncesine oranla daha ilerde,
yürekler daha hızlı ve soldan
atıyor.
Devrim, öncelikle değişimin
mümkünlüğüne inançtır; öznel
hiçbir nedenle doğruları eğip
bükmemek, niceliğe değil niteliğe yatırım yapmaktır. Armutlu
halkı, yumruklarını yıldızlara
değdirircesine direnerek, devrimin amaçları arasında olan
kolektif yaşamı ana taşıdı; ölülerinden yeni bir yaşam mayaladı. Şimdi Armutlu tek bir aile
ve binlerce Ali’si, Ahmet’i ve
Abdullah’ı var.
Süreç
devam
ediyor;
Taksim’le Armutlu, anla gelecek arasındaki mesafe kısalıyor. Daha da kısalabilir; Ekim
deneyimi güne çağrılıp okulda,
evde, mahallede güncellenebilir. Her kişi, kendi devrimini yaparak bugünden Ekim tadıyla
tanışabilir.
7 KASIM 2013
Trakya Üniversitesi’nde
Taşeron İşçilerin Durumu
Trakya Üniversitesi’nden Bir Devrimci Gençlik Okuru
T
aşeron işçi çalıştırmanın, düşük ücretin ve güvencesizleştirmenin günden güne daha
dehşet verici bir konuma ulaşması, kapitalizmin sistem çarklarının dönmek zorunda olduğu
şu koşullarda pek de şaşılacak
bir durum değildir. Nitekim
yap-boz parçaları gibi
iç içe geçmiş, sağlam
görünen fakat gelişmeye başlamasından
itibaren çürümeye de
başlamış ve aynı zamanda kendi kendini sürekli bir biçimde
tekrar eden bu bozuk
sistemin Pir Sultan
Abdal’ın da söylediği
gibi sağlam bir çarkı
yoktur. Tabir yerindeyse ayakta duruşuyla
da, kendisine alternatif olan her düşünceye
yönelik yoğun korkularıyla da adeta bir ip
cambazının durumunu
anımsatır. Bu durumda
dengeyi koruyabilmek
için, sınıfsal kimliğinin
de getirisiyle kendisine biçilen belli rolleri oynamaktan feragat etmez. Kapitalistin
başrolü “emek düşmanlığı” ve
“emek hırsızlığı”dır. Taşeronlaştırma da kendisine çıkış yolu
arayan sistemin doğal süreçlerinden biridir fakat aynı zamanda her alanda mücadele edilmesi gereken bir sorundur.
Taşeronlaştırmanın
güncel
örneklerinden biri de Trakya
Üniversitesi’nde
yaşanıyor.
Üniversite bünyesinde bulunan
Menza Yemekhanesi’nin çalışanları, en temel haklarının
gasp edilmesi karşısında sessiz
bırakılmak isteniyor. Atılmak istenen her adım, işten çıkartılma
korkusu ablukasında baltalanı-
yor.
Yemekhane
çalışanlarının,
doğrudan üniversitenin bileşeni
sayılmayarak esnek, güvencesiz çalışma ortamına mahkûm
edilmeleri; maaşların üç ayda
bir ve eksik ödenmesi; sigorta
primlerinin eksik yatırılması;
köylerden gelen işçilerin yol ücretlerinin karşılanmaması gibi
çok çeşitli sorunları var.
21
Yemekhanede toplam yetmiş
kişi çalışıyor. Bu sayı iş bölümlerine ayrıldığında daha da azalıyor. Çalışma saatlerinin vardiyalı olması gerekirken işçiler
tek vardiya çalıştırılıyor. Bu da
bütün iş gücünü yetmiş kişinin
sırtlaması demek oluyor. Sabah saat 08.00’da işe
başlayan işçilerin çıkış
saatleri şirket tarafından keyfi olarak belirleniyor. Öğrencinin az
olduğu dönemlerde –
yaz dönemi gibi- ücretsiz izinler uygulanıyor,
bazen de ücret kesintileri yapılıyor. Geçtiğimiz yaz dönemi de
dâhil olmak üzere bu
sürekliliği olan bir sorun ve üniversite konuyla ilgili hiçbir adım
atmıyor.
Güvencesiz koşullar,
sağlıksız koşulların tetikleyicisidir.
Günde
binlerce kişiye hizmet
veren çalışanlar yeterli
donanıma sahip değildir. Görünen bu ortamın, çalışanların lehine değiştirilmesi için üniversite yönetimi
derhal gereken adımı atmalıdır.
Bu süreçte devrimci-demokratik
öğrencilerin, kararlılıkla, Menza çalışanlarıyla dayanışma
içinde olmaları gerekmektedir.
Buna yönelik içinde bulunulan
her eylemlilik sınıfsal duruşumuzun getirisi olacaktır.
TMMOB’la TMMOB Yasası Üzerine Röportaj
D.G: TMMOB Yasası süreci nasıl gelişti?
TMMOB Süleyman Solmaz:
1983 yılında çıkan bir yasa
ile TMMOB, bakanlıklar tarafından mali ve idari denetime
tabi olmuştur. Bu yasa, ‘Meslek odaları, mesleki faaliyet ilgi
alanlarına gelen bakanlıklar
tarafından mali ve idari olarak
denetlenebilir’ şeklinde. Ama
bu yetki de bakanlar kurulu
kararıyla kullanabilir deniyor
yasada. Normalde TMMOB şu
anda yasal bir kurum olduğu
için yalnızca Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı, Devlet Denetleme Kurulu tarafından idari olarak denetlenebilir diyor yasa.
TMMOB’a bağlı odalar da
doğal olarak böyleydi. 1983
yılında çıkarılan yasadan kaynaklı ilgili bakanlıklar, kararname ve başbakanlıktan yetki
istediler. Nitekim Orman ve Su
İşleri Bakanlığı’na Başbakanlık böyle bir yetkiyi verdi. Şu
anda bu yetki, kararname bakanlar kurulundan geçti, Resmi
Gazete›de yayınlandı ve yürürlüğe girdi. Eğer Orman ve Su
İşleri Bakanlığı gerekli görürse
Orman Mühendisleri Odası’na
bağlı kurul evlerini mali ve idari
olarak denetleyebilecek. Buna
bağlı olarak Şehircilik ve Çevre Bakanlığı; 7 Oda hakkında,
kendi ilgi alanına giren, mimarlar, elektrik, makine, şehir
plancıları, çevre mühendisleri
odalarını idari ve mali olarak
denetlemek için kararname
hazırlamış ama bakanlar ku-
ruluna sevk etmedi. Sevk edip
bakanlar kurulundan onay alıp,
Resmi Gazete’de yayınlandığında aynı yetkiyi de bakanlık
kullanmış olacak. Bu durumun
başlıca iki tane sakıncası var;
birincisi, Mühendislik Odaları,
Anayasa’nın 135. maddesine
göre kurulmuş anayasal kurullar ve yerindelik faaliyeti yürütüyorlar. Yani şimdi odalara
bağlı bütün şubelerimiz yerindelik faaliyeti üzerinden faaliyet yürütüyorlar. Durum böyle
olduğunda yerindelik faaliyeti
yürüten odaların merkezi olarak bakanlık tarafından denetlenmesi bir kere işin ruhuna aykırı. İkincisi, politik bir baskıya
maruz kalınacak. O zaman ilgili bakanlığın ve bakanın müsteşarının bir takım talepleri ve bir
takım kararlarıyla her zaman
meslek odaları idari ve mali
olarak denetlenip ve bu denetimlerin sonucunda da bir takım
özel niyetlerle de hareket ederek odaların ciddi şekilde politik
baskı altına alınma süreci başlayacak. Zaten iktidar, uzun yıllardır odaları idari-mali olarak
ve meslek faaliyetleri açısından
çıkardıkları kanundaki kararnamelerle, anayasa referandumundaki yasa değişikliğiyle ve
çıkardıkları yasalarla en son
8 Temmuz 2013’te çıkardıkları yasayla zaten bizim mesleki
faaliyetlerimizi denetliyor. Meslek alanlarımızdaki yürüttüğümüz faaliyetlerin birçoğunda
yetki Şehircilik Bakanlığı’na verildi. Yani illerdeki Büyükşehir
belediyelerinden il ve ilçe bele-
22
diyelerinden de bu yetkiler alınarak ve bizim meslektaşlarımızın alanlarda yürüttükleri proje
faaliyetlerini denetleme yetkimiz var. Yani biz kamu yararına
faaliyetini yürütürken iki ayakta
bunu yürütüyoruz. 1: Kamunun
yürüttüğü faaliyetlerin toplum
yararına olup olmadığı konusuna bir denetim mekanizmamızla bunu yürütüyoruz. 2: “Üyelerimizin yürüttükleri mesleki faaliyetlerde kamu yararını dikkate
alıyorlar mı? Kamu çıkarlarını
koruyorlar mı? Meslek etiğini
dikkate alıyorlar mı?” denetimimiz var. Mesela en çok son
çıkarılan yasayla bu konudaki
meslektaşlarımızı
denetleme
yetkimiz ortadan kaldırıldı. Nasıl kaldırıldı? Tabi anayasal bir
kurul olduğumuz için bu konuda bir yasal düzenleme yapılamıyor, bir yönetmelik değişikliği
yaptılar. Biz üyelerimize her yıl
mesleki faaliyetlerini yürütürken
her yılın sonunda onlara yeterlilik belgesi veriyoruz. O belgeyi
bizden almayan üyelerimiz serbest müşavirlik mesleki faaliyetlerini yapamıyorlar. Kamu kurumları da bu belgeyi onlardan
istiyor. Şimdi bir yönetmelik değişikliğinde dediler ki: Meslek
odaları, üyelerine 1 yılın sonundaki belgeyi vermekle yükümlüdür. Bu konuda herhangi bir şekilde belgeyi vermiyoruz şu koşulları yerine getirmediniz diye
vermiyoruz diyemezler belgeyi
vermek zorundalar. Onun dışında mesela biz üyelerimizin
yürüttükleri projelerin denetimini ancak şöyle denetleyebili-
Devrimci Gençlik
riz son çıkarılan yönetmelikte:
Üyelerimiz bu işi yapabilirler
mi? Bu konuda uzmanlıkları var
mı? Uzmanlık belgeleri varsa
biz bakanlığa ancak bunun denetimini yapabiliyoruz. Her ay
ilgili bakanlıklar kendilerine gelen projeleri bize gönderiyorlar. O projedeki proje üreten
mühendislerin o alandaki uzmanlıkları var mı yok mu diye
biz bakanlığa ancak bu konuda bilgi verebiliyoruz. Zaten
bu alanda bir problem vardı.
Şimdi bunu daha da yayarak,
daha da politikleşerek bakanlık
düzeyine indirdiler. Zaten 2012
de hazırladıkları bir TMMOB
yasasında bütün bunları öngörmüşlerdi. Ama
Türkiye genelindeki TMMOB’a
bağlı odaların
yürüttükleri faaliyetle bunu geri
çektiler. Kanun
olarak
bunu
hazırlamışlardı
bunu geri çekmişlerdi. Şimdi
bunu yönetmeliklerle
yapıyorlar. Ama bu
TMMOB’a bağlı
odaların ve odaların üyelerinin
alışık oldukları
bir durum. Çünkü siyasi iktidarlar yalnızca bu dönemde değil
her dönemde siz kamu çıkarlarını koruduğunuzda mutlaka
mevcut siyasi iktidarların karşıtı
durumuna geliyorsunuz. Onlar
sizi bir şekilde kendi faaliyetlerinin engellenmesi, sizin yürüttüğünüz mücadelenin kendi
faaliyetlerinin
engellenmesi
olarak anlıyorlar. O açıdan
odalarımızın üyeleri buna alışıklar bu baskılarında TMMOB
ve TMMOB’a bağlı odaların ve
onların üyelerinin ülkelerine sahip çıkmaları, mesleğinin etiği-
TMMOB Yasası Üzerine Röportaj
ne, odalarına, örgütlülüklerine
sahip çıkmalarının engellemeyeceğini düşünüyorum.
D.G: TMMOB’un Marmaray
meselesindeki etkisizleştirilmesi
ne gibi sonuçlar doğurdu?
TMMOB – Süleyman Solmaz:
Oradaki somut bir konu kamuoyuna çok yansıdı, kamuoyunun
çok da yakından bildiği bir durum. Marmaray’da uzun yıllardır projeler olarak bizim odalarımızın da emeği ve fikri olan
ve bizim odalarımızın ta 1980’li
yıllardaki projelerin geliştirilmesine emeği olan bir proje. Biz
karayollarının İstanbul’da kurulan boğaz üzerindeki köprülerin hem ulaşımın çözümü açı-
sından ekonomik olmadığı, çevreye zararlı olduğu ve öyle bir
karayollarına dayalı bir ulaşım
projesinin hem ülkenin imkanlarının verimsiz kullanılması hem
de doğasının ve çevresinin korunması açısından doğru projeler olmadığını, ulaşımın ve
taşımacılığın demir yoluyla yapılması yönünde zaten odalarımızın temel bir görüşü var. Ve
biz Asya ve Avrupa geçişlerinin
bir demir yoluyla yapılması yönünde zaten odalarımızın bir
görüşü vardı. Bizim odalarımız
her 2 yılda bir sempozyumlar
23
düzenliyor meslek alanlarıyla
ilgili. 85’li yıllarda Ulaştırma
Sempozyumunda yapılan sempozyumlarda böyle bir görüş
oluşturulmuştu ve odalar bunu
hem kamu kurumlarına hem de
kamuoyuyla paylaşmışlar. Ve
o proje, bizim olmasını istediğimiz bir projeydi. Ama projenin gelişim ve uygulanış safhası
daha sonra iktidarın Türkiye’yi
yönetme tavrı, alışkanlığı, başta odalarımız olmak üzere herkesi dışlayan bir tavrı var. Bu
projede ciddi rantlar söz konusu, yani bu ülkenin kaynaklarının ciddi şekilde birileri tarafından el konulması söz konusu.
Onun için bu denetimin bizim
gibi
kamu
yararına denetim yapan
meslek odalarının
denetiminden
uzak olması
gerekir. Bu
soygunun,
sömürünün
devam edebilmesinin
koşulu budur.
Onun için bu
iktidarlar bütün projelerin
bütün aşamalarında bizle ve bütün
meslek odalarıyla- bırakın meslek odalarını
kamuluyla da paylaşmıyor. 29
Ekim’de açılması kararı alındığında burada çalışan üyelerimizin bize verdikleri bilgilerle
bu sürecin doğru yürümediğini,
bir takım proje eksikliklerinin
olduğunu, aslında projenin 76
km. Gebze-Halkalı arasında bir
bütün olarak projelendirildiğini, güvenlik ulaşım ve sinyalizasyon sisteminin buna göre
kurgulandığı, işletme deneme
tecrübelerinin buna göre geliştirildiği ama bu 76 km’lik proje-
Devrimci Gençlik
nin yalnızca 14 km lik kısmının
boğaz geçişinin hizmete açılacağının yarı bir proje olacağını
ve bu projenin kullanılmasında
ciddi işletme sorunlarının çıkacağı bilgilerine sahiptik. 28
Ekim’de bunu kamuyuna açıkladık: Bu proje şuanda ulaşıma
açılmamalıdır, eksikleri vardır.
İki sebeple eksikleri vardır. 1:
Proje bir bütündür. Bunu parçaladığınızda onun güvenliğini, ulaşımını, projesini, sistemini
parçalıyorsunuz, güvensiz hale
getiriyorsunuz. 2: Tek başına
boğaz geçişinde eksikleri ve
yanlışları var. Bunlar tamamlansın ondan sonra ulaşıma açılsın,
dedik. İktidarlar yine bizi bilindik, klasik “Bunlar bize karşılar,
başarılı projeler üretmemizi, ülkeyi yönetmemizi hazmedemiyorlar ”gibi bir takım ideolojik
kalıplarla karşılık verdiler. Yeterince dikkate almadılar. Ne yazık ki biz bundan mutluluk duymadık ama işletmeye alındıktan
sonraki ayın 10’unda bile Marmaray arıza yaptı. 29’undan
10’una kadar; yani her gün olmasa bile günde birden fazla,
bazen de birçok eksikliklerle,
aksaklıklarla yürüyen bir sistem. Ve bu aşamada da aslında
orayı ulaşım aracı olarak kullanan insanlar için de ciddi riskler
oluşturdu bu eksiklikler. Mesela
ilk gün olan kazada enerji kesilmesi söz konusu oldu. Ülkenin
başbakanı, ulaştırma bakanı
“Ülkede elektrik kesilmesi var.
Ne yapalım? ” diyor. Hâlbuki
böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü Marmaray direk Keban’dan besleniyor
yani oranın elektriği kesilmesi
demek Keban’ın üretim dışı kalması demek. Keban’ın üretim
dışı kalması mümkün değil, orada olan şuydu: 4000 waltluk
hattan beslenen ve Maltepe’de
konuşlandırılan indirme trafo
merkezindeki çalışan insanların yeterince eğitilmemesinden
TMMOB Yasası Üzerine Röportaj
ve de tecrübe edilmemesinden
kaynaklı bir sorun ortaya çıktı.
Yanlış komut verildi, bu komuttan dolayı da trafo kitlendi ve
enerji kesilmesi meydana geldi. Mesela bunu kamuyuyla
paylaşabilirlerdi, çok vahim bir
durum değil bu. Tabii ki olmaması gerekir, tabi ki başından
itibaren test etme süresi düzgün
kullanılmalıydı. Mesela böyle
bir projenin test edilme süresi
dünya ölçeğinde 4 ay gibi bir
süreyi kapsaması gerekiyor.
Hâlbuki bizimkiler bu işi 15 günde yapıverdiler! Artı, böyle bir
süreçteki testin gerçek ulaşım
araçlarıyla yapılması gerekiyor
elektrikli vagonlar kullanılıyor
hâlbuki bizimkiler bunu dizelli
lokomotiflerle yaptIlar. Projeyi
yeterince koordine edemediler, baştan arkeolojik kazılar
yapmadılar, beklenmedik durumlarla karşı karşıya geldiler.
Başka anlamlarda da finans
zorlukları yaşadılar, finansal
zorluklardan dolayı iş biraz yavaş ilerledi, yeterince gecikti.
2010 yılında devreye alınması
gereken bir proje 2013 yılında devreye alındı bir de bunu
daha önceden kamuyuyla paylaştılar. Kendileri de “biz söyledik, yaparız” iddiasında olmak
için projeyi açtılar. Sorunlar da
devam ediyor ama bu sorunlar
giderilemeyecek sorunlar değil.
Ama ulaşım aracı olarak kullanan insanlar için ciddi riskleri
olabilecek pozisyonlar bunlar.
Böyle şeyler dünyada bilimi,
teknolojiyi esas alan yönetme
biçimlerinin söz konusu olduğu
yerlerde yapılmıyor. Bu ancak
çok geri, ilkel, bilimi ve teknolojiyi kendisine rehber edinmemiş
bir yönetme kültürünün -belki
çok abartı olur ama- Afrika’daki göçebe yöneticilerinin yapabileceği bir yönetme tarzıyla
kararlar veriliyor. Bu durumda
da tabi toplum zarar görüyor.
Mesela orada basit bir şey
24
var, projeyi ayırıp yalnızca tüp
geçiş kısmını açtıkça geçici bir
güvenlik sistemi oluşturmak durumunda kaldılar. 10 bin Euro
harcadılar bu güvenlik sistemine. 10 bin Euro belki ülkenin
bütünün söz konusu olduğunda
ihmal edilecek bir rakam gibi
gözüküyor ama Türkiye’de asgari ücretin 10 lira zam yapmak
için bu ülkenin yöneticileri günlerce tartışıyorlar: “ülkemizin
imkânları kısıtlıdır biz asgari ücrete 10 lira zam yapamayız” diyorlar. Asgari ücret bu ülkedeki
10 milyon insanı etkiliyor ve bu
alanda bu kadar cimri olan iktidarlar, bu alanda doğru yönetme tarzlarını uygulamadıkları
için 10 milyon liralık bir ödemeyi kolaylıkla yapabiliyorlar. Burada söylemeye çalıştığım son
şey şu: Bilimi, teknolojiyi ve evrensel yönetme kurallarını esas
almalıyız. sonuçta ülkeler bir
bütün, insanlığın ürettiği kültür,
bilgi ortak bi kültür. Bunu kullanabiliriz. Dünyadaki gelişmiş
ülkeler bunu böyle yapıyorlar.
İlla da her şeyi bizim bulmamız,
bizim keşfetmemiz gerekmiyor.
Ama insanlığın ürettiği evrensel
bilgiyi doğru yöntemlerle doğru yerde herkes kullanıyor, biz
de bunu yapabiliriz. Bunu kullanınca o ülkenin yaşayanları, o
ülkenin yöneticileri de dâhil herkes daha kazançlı, daha mutlu oluyor. O açıdan da bizim
bunu talep etmemiz hem görevimiz, hem hakkımız. Ne yazık
ki bu konuda bizim ülkemizin
çok gelişmiş bir talep alışkanlığı
yoktur, talep etmiyor yurttaşlar.
Yurttaşlar talep etmediği içinde
iktidarlar bu konudaki eksikliklerini, yanlışlarının hesabını verme konusunda kendini yükümlü
hissetmiyor, sorun bundan kaynaklı.
D.G: Yapım süreci biraz erken
bitirildi. Kaymalar, batmalar
söz konusu mu ?
TMMOB – Süleyman Solmaz:
Devrimci Gençlik
Projeyi söylediğimiz gibi kamu
yöneticileri ilgili meslek odalarıyla paylaşmadılar. Dünyanın
gelişmiş ülkelerinde işler böyle
yürümüyor. Bu işin yöneticileri,
ilgili tarafları, üniversiteleri, bilim adamları, meslek odalarını
ve projedeki sorumluluk sahiplerini zaman zaman bir araya
getiriyor, burada proje akışı,
proje süreci paylaşılıyor. Hatta zaman zaman projenin fiili
işleyişini danışmak durumunda
kalıyorlar –bu doğru da bir işama bizde böyle bir şey olmuyor, doğal olarak biz bilgileri
projelerde çalışan meslektaşlarımızdan alıyoruz. Orada konuşulan bir durum var, gazetelere
haber oldu üstelik. Boğaz geçişi
tüplerle sağlandı. Yani birbirine
eklenmiş 2 tüp batırılarak tünel
oluşturuldu. Bu tüplerin batırılma, zemine oturtulma aşamasında Üsküdar’dan numaralandırılarak Sarayburnu’na doğru
6 nolu tüp batırılıp, bir de 7 nolu
tüp eklendiğinde eksen kayması oldu. Bu da 2 tüp arasında
15 cm lik bir eksen kaymasına
neden oldu, yani tüpün eğimi
doğru hesaplanamamış. Ve bu
projelerin uygulayıcıları, denetleyicileri var. Denetleyici firma
tarafından, uygulamayı yapan
firmaya hem de projenin sahibi
olan ulaştırma bakanlığına bilgi
verilmiş. “Tüp montajlarımızda
aksama var. Bunun düzeltilmesi
gerekir” diye. Bu arada uygulama firması “ Evet böyle bir eksiklik var ama biz bununla ilgili
zemin dolgusu sağlayarak 15
cm’lik eksen kaymasını ortadan
kaldırdık. Risk oluşturmuyor”
diye bir görüş ortaya atıyor.
Bunu projenin sahibi Ulaştırma
Bakanlığı’yla paylaşıyor, Ulaştırma Bakanlığı da uzmanlarına
sorarak kabul ediyor; ” Evet bu
hata giderilmiştir, böyle bir yöntem bizim için kabul edilebilir
bir yöntemdir” diye. Ama müşavir bunu kabul etmiyor. Hatta
müşavir firmanın proje yöneticisi arkadaşımız bu sebepten
TMMOB Yasası Üzerine Röportaj
dolayı işinden istifa ediyor. Bu
doğru bir yöntem değil, bu tüpler yerinden sökülerek yeniden
bir eksiklik olmadan yerleştirilmesi gerektiği görüşünü ifade
ediyor.
D.G: Bunun bir depremde- İstanbul deprem kuşağında- ki
Marmaray ray hatların yakınından geçtiği söyleniyor. Ayrıca
projenin 7,5 büyüklüğündeki
bir sarsıntıya karşı dayanıksız
olduğu ifade ediliyor, neler diyeceksiniz?
TMMOB – Süleyman Solmaz:
Bizim mesleğimiz pozitif bilgiye dayanan şeyler. Yani eğer
siz bir bilgiyi test edemiyorsanız ya da daha önceden test
edilmiş bilgilere dayanmıyorsa,
“bu konuda bu böyle olur” demek bizim mesleğimiz açısından çok tutarlı bir ifade şekli olmaz. Ama Jeoloji Mühendisleri
Odası bununla ilgili bir çalışma
yürütüyor ama bu projenin asıl
sahipleriyle -yani Ulaştırma
Bakanlığı’nınodanın ortak
çalışması sonucunda ortaya
çıkarılabilecak bir durum. Ne
yazık ki bu konuda Ulaştırma
Bakanlığı, meslek odalarıyla
bu alanda yürütülecek bir çalışmaya destek vermiyor. Nasıl
sonuçlanacak bilmiyorum ama
bugün itibariyle şunu söyleyemeyiz; “ Bu sistem depreme dayanıklı değildir. 7.3 şiddetinde
deprem olduğunda tüpler de
zarar görür” diyemeyiz çünkü
bu bilimsel olarak bir rapor haline gelmemiştir. Ama mesela
şöyle bir kaygımız var. Bu teknolojik bir kaygı aslında. Bu
kaygı proje yüklenicileri tarafından önlemi alınması gereken
bir kaygı. Bu tüpler birleştirilirken birbirine esnek bağlantıyla
ekleniyor. Bu esnek bağlantı
yerlerinde bu deniz tabanında
bir kanal açılarak toprak yüzeyine bırakılmıyor. Bir kanal açılıp kanalın içine konuluyor bu.
25
Bu zemin hareketlenmesinden
dolayı bu esnek bağlantılarda
bir yırtılma olursa tüp içine bir
deniz suyu dolması durumunda nasıl bir önlem alınacağı
konusu şu an da çalışılmamış.
Mesela dışarıdan yağmur suyunun dolmasına karşı bir önlem
alınmış; Sarayburnu’nda ve
Üsküdar’da giyotin kapaklar
var, dışarıdan bir su dolması
söz konusu olduğunda bu kapılar kapanıyor ve tüp içerisine su
girmesi engelleniyor. Bu doğru
bir projelendirme ama deniz
içerisindeki ek yerlerden su dolması söz konusu olduğunda nasıl bir önlem alınacağı konusu
çalışılmamış, şu anda boşta duran bir konu. Bu projede çalışan
meslektaşların dikkat çekmek
istedikleri konulardan bir tanesi de şu: Mesela tüp içerisinde
lokomotiflerin arızalanması söz
konusu olduğunda ani kurtarma lokomotiflerinin hem Avrupa hem de Anadolu yakasında
hazır bekletilmesi gerekiyor. Ve
bu lokomotiflerin yalnızca bu iş
için istihdam edilmesi gerek. Bir
cepte, tünel girişinde beklemesi gerekiyor. Orada olabilecek
herhangi bir arıza söz konusu
olduğunda bu lokomotiflerin
otomatik olarak burada çekici görevi yaparak tünel dışına
çıkarması gerekiyor. Mesela
şimdi bu projelendirilmiş ama
işletme aşamasında bunlar yerine getirilmemiş. bu lokomotifler henüz hazır değil. Ulaştırma
bakanlığı bu konuda sorulan
bir soruya devlet demir yolları
kanalıyla cevap veriyor: Halkalı ve Gebze’de lokomotiflerimiz
var, bunlarla bu işi yapacağız
diyorlar. Hâlbuki dünyadaki bu
tip projelerde böyle bir kurtarma yöntemi uygulanmıyor. Şu
an da mesela projede çalışan
arkadaşların verdikleri işletme
risklerinin 2 tanesini biliyoruz.
DEVRİMCİ
HALKIN AYDINLIK YÜZÜDÜR, BİLİM V
D
evrimci Gençliğin, kimliğine
yazılı ve dünden bugüne
uzanan nitelikleri içerisinde en
belirgin olanı, iktidarın belirlediği gündemlerin esiri olmamak, görev ve sorumluluklarını,
dolayısıyla da yönünü, nihai
hedefle ilişkilendirerek tayin
etmektir. Bu nedenle Devrimci
Gençlik, örneğin iktidar “Çapulcu” dediğinde, “hepimiz
çapulcuyuz” reaksiyonuyla yetinmez; iktidar, “kızlı-erkekli”
tanımlar yaptığında, sanki ilk
kez kızlı erkekli bir araya geliniyormuş gibi refleksten ibaret,
içeriksiz yanıtlar vermek yerine,
bunun gereğini bizzat hayatın
içinde eylemiyle yerine getirir.
Tarihi incelendiğinde görülecektir ki, Devrimci Gençlik,
halk içindeki mezhepsel, etnik,
cinsel, vb farkların kaşınması
yoluyla yapay saflaşmaların
oluşturulması yönünde atılan
her adımın karşısında durmuş,
onu boşa çıkarmakla kalmamış,
sistemin toplumsal dinamikleri
parçalayıcı adımlarına karşı,
tamamen alternatif zeminde bütünleştirici rol oynamıştır. Gezi
süreci bu bağlamda Devrimci
Gençliğin yaklaşık 45 yıldır izlediği çizgiyi doğrulamış, geniş
bir yelpaze oluşturan demokratik taleplerin aynı program içinde çözümünün mümkünlüğünü
göstermiştir.
Devrimci Gençliğin tarihi, kadın sorununu feminizme, ekoloji sorununu çevrecilere bırakan,
gençlik mücadelesini okul içine
hapseden, dolayısıyla da toplumsal dinamikleri devrim perspektifiyle ortaklaştırmak yerine,
sistem içine doğru çeken liberal
sol rüzgara kapılmadan, kendi
yolunu çizebilmenin de tarihidir; bunun örgütsel gereğini
gençlik zemininde kesintisiz biçimde yerine getirebilmenin ifadesidir.
Bilinir ki örgütlenmeler birer
araçtır; bu, biçimden çok içeriği, özü öne çıkarır. Diğer bir
ifadeyle, önemli olan örgütlenmenin içinin nasıl doldurulduğu
ve hangi amaca bağlı olarak
işlevlendirildiğidir.
Tarih yazarken öznelleşmek,
en sık rastlanan eğilimlerdendir. Amaçlanan sonuca varmak
için bütünden istenen karelerin
seçilmesi de, yaşanmışlıkların
ihtiyaca göre eğilip bükülerek
aktarılması da resmi tarih yazımı örneklerindendir. Bu nedenle, objektif olma kaygısıyla biz,
diyalektik ve tarihsel materyalizmin ışığında, tarihi âna taşıyıp güncelleyebilmeli, geçmişi
tabulaştırmamalı, ama hafife
de almamalıyız.
Devrimci Gençliğin tarihi söz
konusu olduğunda bu, aktarıcıya ek görev ve sorumluklar yükler. Çünkü devam eden, yaşayan bir tarih söz konusudur. Bu
bağlamda anla bağ kurmak büyük önem taşır. Örneğin FKF mi
anlatılacak, içerikten kopuk bir
an fotoğrafı çekmekle yetinilmemeli, dün bugün diyalektiği
içinde olguya yer verilmelidir.
1965’TE FKF’Lİ OLMAK…
1965’te FKF’li olmak, verili
olanla yetinmemek, hem güne
hem geleceğe cevap olabilecek
arayışın öznesi olmaktır.
1965’te FKF’li olmak, “28 Nisandı Yavri Hey! Ham Meyveyi
26
Kopardılar Dalından.” diyerek
Turak Emeksiz’i sahiplenen,
onunla yetinmeyip o tarihlerde nispi de olsa genişleyen
demokratik ortamın artılarını
değerlendiren, Marksist klasiklerin Türkçeye çevrilmesiyle
fikri açıdan yöntemleşip zenginleşen gençliğin, kendini daha
bütünlüklü ve kurumsal şekilde
ifade etmeye başlamasıdır. Ancak aynı zeminin homojen değil
heterojen olması, devrim ufukluların yanında evrimci ufuksuzluğun bulunması, FKF’yi dışsal
olduğu kadar içsel mücadele
zemini haline getirmiştir.
Aslında Türkiye genel tablosunda sol ne ise, FKF de onun
gençlik boyutundaki kesitiydi.
Kimileri Marksizm Leninizm
ışığında emeği sokakla, sokağı bilim ve bilinçle buluşturma,
mücadele alanlarını ortaklaştırma öngörüsü ile hareket ederken, kimileri de günü kurtaran
küçükburjuva kaygan zeminde
varlık göstermekte, popülizmle
malul entelektüel bir duruşla yetinmekteydi.
FKF, solun gençlik kesitindeki
aynasıydı; gücünü de güçsüzlüğünü de karakterini de yansıtıyordu; karşıtını aşamamanın,
alternatifini üretemeyip ona öykünmenin yanında, antitezinin
de zeminini mayalıyordu.
Sınıflar mücadelesinin gelişmesi ve keskinleşmesi açısından
da objektif şartlarda bir değişme/gelişme söz konusuydu.
Kapitalizmin, dolayısıyla da
tekelleşmenin gelişmesi, sınıf
karşıtlıklarını büyütmekte, daha
ileri mücadelelere zemin hazırlamaktaydı.
GENÇLİK
VE BİLİNÇTİR, FELSEFE VE GELECEKTİR !
FKF içinde, nitelik sorununa
olduğu kadar, nicelik sorununa
bakışta da bir farklılık ve mücadele hali gözlenmekteydi.
Nitelik, TİP’in ideolojik politik
havuzunda etkisizleştirilirken;
nicelikten anlaşılan, sandıkta
oyun artırılmasıydı. Bu nedenle,
Devrimci Gençlik ruhu olarak
tanımlayabileceğimiz
duruş,
FKF’de başından beri gidişata
bir itiraz zemininde gelişmiş; nicel ve nitel anlamda farklı bir
anlayışın mayalayıcısı olmuştur.
Yıllar sonrasında Kızıldere’nin
devamında yapılan geçmiş değerlendirmelerinde, farklı mücadele alanları arasındaki koordinasyonun kopukluğundan
ve kitlelerle kurulan ilişkilerde
zayıf kalınan nıoktalardan söz
edilecekti. Kimileri bunu, vaktinde savundukları reformist duruşa haklılık için gerekçe sayarken, kimileri de 1970’li yılların
ikinci yarısında TİP reformizmini
güncellemek için kullanacaktı.
Gerçekte 1960’lı veya 1970’li
yıllarda olduğu gibi bugün de
kitleselleşme, duruşunu ve iddialarını geri çekmeyi değil,
hayata ve mücadeleye bütünlüklü bakabilmeyi gerektiriyor.
Marksizm’e bir nebze de olsa
vakıf olanların bildiği gibi mücadelede; ideolojik, politik ve
ekonomik-demokratik zeminde
yürür. Bunlar, birinin diğerini
yadsımadığı bir bütündür. Örgütsel hareket, bu bütünün güvencesidir; her biri kendi başına
önemli olan bu alanları, devrim
hedefli mücadelede birleştirir.
Yani okuldaki mahalledekini,
evdeki sokaktakini, dağdaki
barikattakini, kadın erkeği, Kürt
Türkü, Alevi Sünni’yi ilgilendirir.
Kitleselleşme, bu alan, zemin
ve öznelerden birinin diğerine
tercih edilmesini değil, tersine
her birinin bir diğerini gözetebildiği bir bilinçlenme halini ve
sahiplenmeyi gerektirir. Bunun
1968 olarak bilinen süreçte de,
1970 15-16 Haziran’ında da,
fındık mitingleri, antiemperyalist gösteriler ve benzerinde de
karşılığı vardır.
Ancak, hiçbir süreç bir diğerinin tekrarı olmadığı gibi, toplumsal dinamikler de bu dinamiklerin ihtiyaçları da yerinde
saymamaktadır. Bu bağlamda,
1965’te FKF’li olmak, 1969’da
Dev-Genç’li olabilmenin ufkunu
taşımaktır; ve giderek saflaşma
oranında, geniş kitle içinde dar
kadro olabilmek; antiemperyalizmi, antioligarşik demokratik
mücadele ile birleştirebilmektir.
Gençlik mücadelesinin yaşla,
okulla, vb. ile sınırlı olmadığını
bilmek, partileşmeyi öngören
bir harekete kesintisiz geçebilmenin niteliğine sahip olmaktır.
1969’DA DEV-GENÇ’Lİ OLMAK…
1969’da Dev-Genç’li olmak;
sürekli hedef büyütebilmek, koşullar gerektiğinde nicelik sorunlarını nitelik sıçramalarının
önünde engel olarak görmemektir.
1969’da Dev-Genç’li olmak;
üniversiteden Dolmabahçe’ye
akabilmek, emperyalistleri denize döktükten sonra Vedat
Demircioğlu’nun mirasını devrime taşımak üzere, hızla nitelik
büyütmektir.
1969’da Dev-Genç’li olmak;
Sadun Aren’li, Doğu Perinçek’li,
27
Mihri Belli’li bir ideolojik kuşatmayı yarıp, THKP-C’lileşme yolunda yürüyebilmektir.
1969’da Dev-Genç’li olmak,
her şeyden önce bir özgüven
içerir. Tercihler, kimlerle yüründüğü değil, hangi yolda ve
hangi ölçülerle yüründüğü üzerinden belirlenir. Mücadelenin
ihtiyaçlarının daha nitelikli bir
hareketi ihtiyaç haline getirmesi sebebiyle; yerinde sayan,
sistem içinde hareket eden gelenekle yol ayrımı kaçınılmazlaşır. Dev-Genç bu bağlamda,
devrimci ölçüler üzerinden bir
saflaşmanın, geleceğe devrim
perspektifiyle bakmanın, dolayısıyla da teorik netleşmeye
giden yolda önemli bir adımın
ifadesidir.
Devrimci Gençlik, Türkiye’de
toplumsal hareketin daha nitelikli bir örgütlenmeye (partileşmeye) sıçrama eşiğidir. Sistem
içinde kendine yer aramanın,
dolayısıyla da bir çeşit yerinde
saymanın son bulduğu, rotanın
reformist yoldan devrimci yola
döndüğü bir milattır. Türkiye
devrimci hareketinin köklerini
oluşturan, her devrimci için temel öneme sahip onursal bir
evredir.
1969’dan sonra, ideolojik
birliğin ve ideolojik netliğin hızla sağlanmasıyla, merkezileşme ve kadrolaşma eşliğinde süreç öncü bir partiyi doğurmuş,
mücadele stratejik öngörülerle
yürütülür hale gelmiştir. Bu tarihsel kesit, gençlik-hareket diyalektiğinin nasıl kavranması
gerektiğine dair oldukça öğreticidir.
Orta Sayfa
Devrimci Gençlik
1975’TE DEV-GENÇ’Lİ OLMAK…
Devrimci Gençliği geleceğe
hazırlayanlar, ihtiyaç duydukları özsuyu, binyıllar öncesinden
aldılar. ‘68’de Yankee’ye karşı dikilip, ‘69’da kurumlaştılar.
’70 Aralık’ında hem parti hem
cephe oldular. Kızıldere’deki
kesinti, daha büyük sıçramalar
içindi. Nitekim 1975’te Devrimci Gençlik, daha büyük iddiaların habercisi bir hareketin ismiydi; tohumun ağaca dönüşmekte
olduğunun müjdesiydi; yenilgi
psikolojisinden, eksik ve hataların sebebini yanlış yerde arama
çarpıklığına; ezber, tekrar ve
öykünmeden, bütünlüklü redde
kadar ortaya çıkan hemen her
yanlış yönelimin alternatifiydi;
hem eleştireldi hem de üretken
ve yolgöstericiydi.
Her süreçte olduğu gibi
1975’te de Devrimci Gençliğin mücadelesi, baş çelişmenin
sınıflar mücadelesindeki yansımaları bağlamında biçimlenmiş, özerk demokratik üniversite mücadelesi, faşizme karşı demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak hayata geçirilmiştir.
Demokrasinin gerçekte bir devrim sorunu olması, genelde devrimci harekete özelde Devrimci
Gençliğe ikili bir görev yüklemiştir. Bir taraftan günün ihtiyaçları temelinde demokratik
hak ve özgürlükler çerçevesini
zorlamak, diğer taraftan daha
uzun erimli bir perspektifle devrimi gözeten bir mücadele hattı
izlemek, Devrimci Gençliğin bütünlüklü duruşunu ifade etmiştir.
Yenilgi sonrası ortamın etkilerine, kavram ve kafa karışıklıklarına rağmen 1975’te Devrimci Gençlik, 1969’a oranla ideolojik birlik ve netlik açısından
daha ileri bir aşamayı, ufkunda
Devrimci Yol’un olduğu bir süreci tarif eder. Bu bağlamda
1975’te Dev-Genç’li olmak,
Devrimci Yolculaşma bilinciyle
okullardan alanlara taşmaktır;
merkezi bir siyasal yapılanma
ufkuyla menzil büyütmektir.
Devrimci Gençlik ismiyle süreci geleceğe taşıyanlar; Mahir, Hüseyin, Ulaş’ın mirasını
kısa sürede bayraklaştırdılar;
1977’de hem yıldız hem yumruk oldular. Halkın potansiyel
gücüne yolgöstericiliği kattılar.
O süreçte Devrimci Gençliği,
gençliğin dönemsel ihtiyaçlarından ibaret geçici bir yapılanma
olarak değerlendirip, potansiyel halde içerdiği Devrimci
Yol’u görememek nasıl özünü
inkar etmekse, bugün de bu
miras ve potansiyeli, mülkiyet
tartışmalarına konu etmek ve
tekelci bir zihniyetle sahiplenmeye kalkmak, Devrimci Gençliğin dününü de, bugününü de
anlamamaktır.
Devrimci Gençlik, Türkiye
halklarının devrime, dolayısıyla
da alternatif bir sisteme doğru
yol alışında, ihtiyaç duyduğu
örgütsel olgunlaşmanın gerçekleşmesi bağlamında önemli bir
role sahiptir. Hem antiemperyalist hem antifaşisttir. İtirazı ve
alternatifi bir arada taşıyan, sisteme öykünmeyen, reformlarla
da yetinmeyen bir örgütlenmedir. Onun rekabete, didişmeye,
ben kavgalarına alet edilmesi,
mülkiyetçi anlayışla ele alınması, hiç mi hiç anlaşılmadığının
göstergesidir.
GÜNÜMÜZDE DEV-GENÇ’Lİ
OLMAK…
Devrimci Gençlik, alternatif
toplum örgütlenmesinin gençlik
zeminindeki ifadesidir. Okulda
da sokakta da, müfredatta da
hayatta da geleceği örgütleyebilmek, itiraza üretimi ekleyebilmektir; sistemden fikri ve fiili
kopuşa giden yolda özne olabilmektir.
Devrimci
Yol
nasıl
ki
Marksizm’in Türkiye özgülünde
güncellenmesi ve Türkiye’nin
Marksizm’ini
oluşturmaksa,
28
dünü bugüne taşıyıp anda yeniden üretmekse; bugün de
Devrimci Yolcu olmak, Devrimci
Gençlik dahil dünün tüm değerlerini teorik ve pratik üretimlerini bugüne taşımak ve güncellemektir.
Devrimci Gençlik, Devrimci
Hareket’ten bağımsız, soyut,
kendi halinde bir olgu olmadığı
için, Türkiye devrimine özgü temel tespitlerde de, alana özgü
üretimlerde de bir güncellemeyi, parça-bütün ilişkisi içinde bir
değerlendirmeyi gerektiriyor.
Devrimci Gençlik bugün, fikri
duruşuyla aydınlatıcı ve yolgösterici olabilmeli, eleştirel duruşuyla Sokrates gibi sistemi her
noktada rahatsız eden bir “at
sineği” işlevi görebilmeli, fiili
duruşuyla alternatif ölçüleri yaşamına ve eylemine taşıyabilen
bir örgütsel özne haline gelebilmelidir.
Bugün Dev-Genç’li olmak,
‘68’i de ‘78’i de doğru okuyup, ânda güncelleyebilmektir.
Dikkat edilirse, bir dönem
‘68 adına yapılanlar, bugün
kimi kesimlerce ’78 adına yapılıyor. Koca bir süreç, nostaljiye,
dayanışma kurumlarına veya
kişisel ihtiyaç gidermekten öte
anlamı olmayan anı devşirme
yazınına indirgeniyor. Süreçler,
bugüne taşınabilecek nitelikleriyle veya buna hizmet edecek
değerlendirmeler eşliğinde değil, öznellik ağırlıklı bir tarih
aktarımı şeklinde ele alınıyor.
Halbuki aynı süreçlerin, büyüme ve yükselme dönemleri gibi
tıkanma, dağılma veya farklı
rotalara evrilme dönemleri de
vardır. Bugün örnek alınacak
ve güncellenecekse, bunlar da
bilinmelidir.
1968’de antiemperyalizm eksenli olarak başlayan ve Fransa, Almanya gibi ülkelere devrimsel sarsıntılar geçirten süreç,
bir süre sonra sadece tüketimin
protesto edildiği zeminlere
Devrimci Gençlik
veya magazinleştirilmiş araç
ve yöntemlere dek daralınca,
yönlendirilmesi de sistem içine
hapsedilerek söndürülmesi de
kolay oldu. Sonradan geleceğe
dönük olarak taşınması gereken
nitelikleri veya çıkarılması gereken dersler, magazinleştirilmiş
veya kişiselleştirilmiş sonuçların
gölgesinde kaldı.
1978’de antifaşizm eksenli olarak yükselen mücadele
1979-80’de tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş bir zirve
ve ivme yakaladı. Özellikle
Devrimci Gençlik’ten Devrimci
Yol’a evrilen ve “Türkiye’nin
Marksizmi”ne karşılık düşen niteliğiyle, ezberle veya tekrarla
malul olmayan bir yeniden üretimin gerçekleşmesi, burjuva sistemin hemen her alanda alternatifini yaratıp halkla paylaşan
dinamik bir yapı ortaya çıkardı.
Süreç, aynı zamanda nitelik ve
nicelik sorunlarının aşılabileceğini, bunun için sistem içi kanallara yönelmeye ihtiyaç olmadığını gösterdi.
12 Eylül Faşist Darbesi’ne
karşı geliştirilen direnişin sürekli
kılınamaması, yaşanan kesintiler, vb özellikle o üretimlerin
geleceğe doğru biçimde taşınmasını güçleştirdi. Ancak buna
rağmen, alınan fiziki yenilgiyi,
1975-80 sürecinin yanlışlığına
kanıt olarak görmek, bilimsel
olmayan kolaycı bir yaklaşım
olur.
Bu türden süreçlerin bir süre
sonra farklı iradeler, değerlendirmeler, vb doğurması normaldir. Rekabet veya mülkiyet
kültürüyle hareket edilmediği
sürece, bunun önemli sorunlara
sebep olması da beklenmemelidir. Devrimci Gençliğe düşen
görev, bir miras kavgası gütmek
değil, söz konusu değerlerin
yeniden üretiminin/güncellenmesinin adresi/zemini olmaktır.
Bilinir ki eğer ideolojik-politik olarak bir sapmaya uğran-
Orta Sayfa
mamışsa, geriye dönüp bakıldığında, vaktinde görülmemiş
olanları görebilmek dolayısıyla
da aşılmış süreçlere dair daha
sağlıklı değerlendirmeler yapmak mümkün hale gelir. Bu
bağlamda bizlerin ‘68’den de
‘78’den de öğreneceği çok
şey vardır. O süreçleri, içerdiği
şifrelerle bugün daha net değerlendirmek mümkündür. Az
imkanla çok şey yapan, imkansızı isteyen ve fiziki yenilgilere
rağmen neredeyse kesintisiz
bir mücadeleye birikimlerini ve
değerlerini aktaran ‘68; imkan
çoğaltarak büyüyen ve antiemperyalizme antifaşizmi ekleyen,
devrim ufuklu niteliğiyle ‘78,
bugüne doğru taşınabildiğinde
güne yanıt olabilecek hemen
her üretim için muazzam bir
kaynaktır; zengin ve bütünlüklü
bir zemindir.
Bugün derinleşen yeni sömürgecilik ilişkileri ve keskinleşen
sınıflar mücadelesine paralel
olarak, gençliğin sorunları da
büyümüş, yükü ve sorumlulukları artmıştır. Artık kültürel
bağlamda da iktisadi ve siyasi
bağlamda da emperyalizm varlığını doğrudan hissettirmekte,
hemen her alanda, kazanılmış
hakların da gaspını içeren topyekun bir saldırı hali rutinleşerek sistemleşmektedir.
Bunun okuldaki karşılığı,
üniversitenin ticarethane, öğrencinin müşteri olması; bu duruma itiraz etmemesi için de,
öğrenciden öğretim görevlisine
kadar herkesin sindirilmesi, köleliğe razı hale getirilmesidir.
Bu amaçla, bir taraftan özel
üniversiteler yaygınlaştırılırken,
diğer taraftan özel güvenlikten
polise, yönetmelikten yasalara
kadar hemen her araç faşizmin
güncel ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmektedir.
Deyim yerindeyse F tipi, bir
hapishane modeli olmaktan
çıkmış dışarıyı da kapsayan bir
29
rejime dönüşmüştür. Bu rejimde okuldan atılmak dahil çeşitli cezalara çarptırılmak için,
özel yetkili mahkemeye ihtiyaç
kalmadan özel yetkili rektör,
dekan, güvenlik, vb yeterli olmaktadır. Bir yanıyla öğrenci
kitlesini mücadele zemininden
dolayısıyla da devrimcilerden
uzaklaştırabilecek gibi görünen
mevcut abluka, doğru anlatılabildiğinde, öğrenci kitlesine
doğru araç ve yöntemlerle gidilebildiğinde, en sıradan hakları
için dahi mücadeleden başka
yol kalmadığı anlatılabildiğinde, süreci ters çevirme şansı doğacak, abluka kısa sürede dağılmasa da güçlü bir karşı duruş
geliştirmek mümkün olacaktır.
Daha önce yaptığımız, “Dünden Bugüne Devrimci Gençlik”
değerlendirmesinde “İdeolojik
mücadele, 1974 sonrasında da
devam etti. Başkaları, soyut bir
tartışma konusuymuş gibi henüz kadro yeterliliği oluşmamışken temel mücadele biçiminden
söz ediyor, Devrimci Gençlik
ise temel siyasi görev tanımı yaparak, örgütsel yeterliliğe ulaşma koşulunu öne çıkarıyordu.”
demiştik. Temel siyasi görev
saptaması ile ne kastedildiği
anlaşılmadan, Devrimci Yol’la
taçlanacak olan o sürecin, dogmatizmden, tekrar veya şablonculuktan uzak nasıl bir yaratıcılık üzerine oturduğunu anlamak
zordur. Bu bir yanıyla da kadrolaşma ihtiyacına yapılmış bir
vurgudur. Ancak kadrolaşmayı
da “nasıl bir kadro?” sorusu,
bu soruyu da “nasıl bir mücadele anlayışı ve çalışma tarzı?”
soruları önceler. Bu sorular anlaşılmadan iş yapılıyor, üzerinden atlanıyor veya yok sayılıyorsa; mücadelenin ihtiyaçları,
sübjektif ihtiyaçlarla ikame ediliyor veya ezberlenmiş/alışılmış
olanlar ihtiyaç olanın yerine konuluyor demektir.
Halbuki, temel siyasi görev,
Devrimci Gençlik
Orta Sayfa
örgütsel yeterliliğe ulaşma koşulunu öne çıkarıyorsa; böyle
bir yeterlilik de “yeni insan”
tanımını ihtiyaca göre yapmayı,
sistemin tekçi, bireyci, dayatmacı niteliklerinin tersine çoğalan
ve çoğaltan kolektif kimliklerin
komünal yaşamı hayatın her
anına taşıyabilen yaratıcı etkinliğini yaygınlaştırmayı gerektiriyor. Bu, aynı zamanda CHE’de
somutlanan, Devrimci Yol’da
yeniden üretilerek somut koşullardaki tanım ve gereklilikleri
güncellenen “yeni insan”a ulaşma mücadelesidir. Böyle bir
tanımın gerektirdiği nitelikler,
bırakalım sisteme öykünmeyi
veya ben eksenli hareket etmeyi, her sabah yeniden doğarcasına sistemle sürekli bir mücadele halini gerektiriyor.
Gençliğin BİZ tanımının, sisteme alternatif komünal bir yaşamın veya yolsuzluk ve rüşvet
düzeninin antitezini, daha önce
olduğu gibi bugün de Devrimci Gençlik yazacaktır. Devrimci
Gençlik; ismiyle, deneyim ve
birikimiyle yaklaşık 45 yıllıktır.
Ama içeriğiyle, değerlendirmeleri ve görev tanımıyla kendini
yeniden üretmektedir. Bu bağlamda, diyalektik algılayışın
hem temsilcisi hem taşıyıcısıdır.
Devrimci Gençlik, bu perspektifle, öncelikli sorunu diploma almak olan öğrenciden, en
ileri beklentilere sahip olanına
kadar her öğrenciye hitap etmeli; umudu, ufku ve güvencesi haline gelmelidir. Taşınan
kimlik, aklın da duyguların da
ifadesi olabilmeli, aşk eyleme,
eylem de aşka içerilerek, en bireysel meselelerde bile BİZ olunabilmelidir.
Er Meydanı
Er meydanı ;
Alanlar , okullar, fabrikalar
Er meydanı bu
İki sınıfın savaş alanı
Aydınlık ve karanlığın..
Nice yiğitler düştü,
Bardaktan boşanırcasına aktı cansuyumuz
Gökyüzü kimbilir kaç kez ağladı.
Namlular patladı
Gece yarıları
Yırtmak için
Sessiz karanlığı..
Kardeşce yaşam düşlüyoruz
Sınıfların karanlığın kalmadığı
Geceleri ayın,
Daha bir güzel parladığı
Sevginin hüküm sürdüğü
Bir ülke.
Canların yanmadığı
Kardeşce bir yaşam düşlüyoruz..
Bu yüzden andlar içiyoruz,
Düşen bir tek arkadaşımızı dahi
Unutmadık
Sevda ile biledik,
Yüreklerimizi, bileklerimizi, bilinçlerimizi
En haşin yollardan gidiyoruz
Yalın ayak
Hesap sormaya…..
30
Faşizm Kan ve İrin Kokan Bir Suç Rejimidir
Devrimcilere ve Halka Kalkan Elleri Kıracağız!
S
ınıflar mücadelesinin, devlet biçimleri üzerinde etkili
olduğu; oligarşinin, kendisine
yönelen tehditlerin boyutuna
göre, egemenliğini sürdürme
biçiminde değişikliğe gittiği bir
gerçektir. Ancak bu durum ne
genel anlamda burjuva devlet
biçimlerinin ne de özelde faşizmin yapısındaki çirkinliği örtmeye yetmez.
Zira dün olduğu gibi bugün
de egemenlerin her tür aracı
kullanarak uygulamaya koyduğu projeler, faşizmin niteliğini örtmeye yetmiyor. Ne demokratikleşme söylemleri ne
de sınır tanımayan manipülatif
atraksiyonlar, hafızaların yeniden ve yeniden tazelenmesini
önleyemiyor.
Geçtiğimiz günlerde 100. Yıl
halkı ve ODTÜ öğrencileri tarafından ODTÜ’ye yönelik saldırılara karşı yapılan yürüyüşe
oligarşinin polisi tarafından saldırıda bulunulmuş ve Öğrenci
Kolektifleri üyesi bir öğrenci dövülerek ateşe atılmıştır.
Bugün ise Ankara’da görülen
Ethem Sarısülük’ün duruşmasına polis tarafından gaz bombalarıyla saldırılmış ve birçok
eylemci polis tarafından yaralanmıştır. Sanık olması gereken
faşist katil Ahmet Şahbaz isimli
polisin yeni görevler verilerek
ödüllendirilmesi ve avukatların
tutuklama taleplerinin mahkeme tarafından reddedilmesinin
ise Başbakan’ın “Polisimizi yedirtmeyiz” talimatının uygulanmasından başka bir şey olmadığı net biçimde görülmüştür.
Bir yandan diri diri insan yakma teşebbüsleri sürerken, bir
yandan da adeta akıllarla alay
edilecek biçimde tezgâhlanan
“adalet” senaryoları uygulanmaya devam etmektedir.
Biz bu görüntülere yabancı
değiliz!
Austhwitch’ten, Madımak’a,
Reichstag’dan, Gezi Direnişi’ne
dönük saldırılara kadar yaşananlar faşizmin gerçek yüzüdür.
Zaman ve mekan değişse de
onun niteliği hep aynıdır.
FAŞİZME KARŞI GÖREV BAŞINA
Faşizm çirkinliktir, zulümdür,
katliamdır, şiddettir…
Bu nedenle faşizmin halka
saldırıp her türlü vahşeti gerçekleştirmek için bahaneye ihtiyacı
yoktur. Zira faşizm, saldırganlık
için kendi bahanelerini de yaratma özelliğine sahip bir rejim
olarak varlık gösterir. Bu bahaneler kimi zaman taş atmayla,
kimi zaman da yüze sarılan bir
bez parçasıyla yaratılmaya çalışılır. Savcılara verilen talimatlarla oluşturulan iddianamelerin trajikomik yanları da buna
bağlıdır.
Bilinir ki, kâr hırsının uyarıldığı kapitalist sistemlerde ve direniş dinamiğinin uyarıldığı
yerlerde her zaman bir karşı
karşıya geliş söz konusu olur.
Burada vazgeçmesi gereken,
haksız olan taraftır. Kaynağını
var olan sistemden alan baskı,
belirli oranlarda kabullenilerek
durdurulabilecek türden değildir. Çünkü kapitalizmin varlık
nedeni budur. Hatta engelsizlik
onu daha çok kamçılar ve freni
patlamış bir araç gibi, hızını arttırarak yol alır.
31
Tam da bu nedenle ezilenlerin direnmekten ve faşizme karşı anladığı dilden konuşmaktan
başka şansı yoktur. Bu durum
tarihsel bir olgudur ve sınıflar
mücadelesinin doğruladığı bir
duruştur. Dolayısıyla faşizm
koşullarında örgütlenmek ve
mücadelenin sürekliliğini sağlamak durumunda olan devrimciler olağanüstülüklerin “olağan” sayıldığı bir rejimle karşı
karşıya olduklarını bilerek bir
duruş sergilemelidirler. Bu nedenle taşları oyunun kurallarını
dikkate alacak biçimde dizmeli
ve mücadelenin ivmesini buna
göre artırma yoluna gitmelidirler.
Faşizmi tanımak, sınıfsal olarak doğru yere oturtmak, doğru tavır almayı da mümkün kılar. Devrimciler için sorun her
zaman destansı direnişler grafiğini yakalamak değil, doğru
devrimci tutumu almaktır. Yakılan, katledilen yoldaşlarımızın,
hastanelerde yaşam savaşı veren kardeşlerimizin, zindanlarda bedel ödeyenlerimizin hesabını sormanın, dahası halka
kalkan elleri durdurmanın tek
yolu budur.
Haziran Direnişi bu duruşun en önemli pratiği olurken,
toplumsal mücadelenin araç ve
yöntemlerinde sanıldığından da
öte bir yaratıcılığa sahip olunduğunu yeterince göstermiştir.
HALKA UZANAN ELLERİ
KIRACAĞIZ!
KAHROLSUN FAŞİZM!
28 EKİM 2013
Mücadele Tarihimizden
Necdet Erdoğan Bozkurt
N
ecdet Erdoğan Bozkurt,
Köy Enstitüsü mezunu sağlıkçı bir babanın ve sağlıkçı bir
annenin ikinci oğlu olarak, 2
mart 1954 günü Kars’ın Sarıkamış ilçesinde doğdu.
1974 yılı Ekim ayında, okumak
için Kars’tan ayrılır.1974-1975
eğitim ve öğretim yılında, bugünkü adı Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi olan Yüksek Teknik
Öğretmen Okulu’na kaydolur.
Necdet Erdoğan Bozkurt çok
yönlü bir kişiliktir, edebiyatla
ilgilenir ve o çocukluk hayali
olan kemanını alır, eğitimine
başlar. Hayata baktığı estetik
bakış açısını kemanına yansıtır ve o çok sevdiği yaşamına
kemanın o gergin tellerinden
dökülen nağmeleri katar. Okul
açılır ve okula gidip gelmeye
başlar bu sırada aralarında Ali
Başpınar’ın da olduğu devrimci öğrencilerle tanışır. Devrimci
Gençlik çalışmalarında yer alır.
Okulda TEK-DER’in (Yüksek
Teknik Öğretmen Okulu Mezunları ve Öğrencileri Derneği)
kurulması için çalışmalara başlanır. Necdet Erdoğan Bozkurt
bu çalışmada aktif bir şekilde
yer alır. Kurucu başkan okuldaki faşist saldırıda ağır yaralanır
ve okuldan bir süre uzak kalır.
Yapılan kongrede Necdet Erdoğan Bozkurt TEK-DER başkanı
seçilir.
O dönem Gazi Üniversitesi
faşist işgal altındaydı. Okul içerisinde polis destekli faşistler terör estiriyordu. Bu durumu protesto eden çeşitli gruplar boykot
kararı alır ve okulu adeta faşistlere bırakır. Ancak Devrimci
Gençlik bu durumun boykot ile
çözülmeyeceğini ifade edip ve
her gün kavga etmek pahasına
okula girip çalışma yaparak
aşılacağı kararını alır. Eğitim
hakkımız engellenemez şiarıyla okula girilir. Bir süre faşistler
devrimcilere saldırır ancak çok
geçmeden Devrimci Gençlik örgütlenir ve faşist işgal kırılır.
3 Ocak 1976 günü, bir faşistin yaralanması bahane edilerek Necdet Erdoğan Bozkurt
tutuklanır. 8 ay Ankara Merkez
Kapalı Cezaevi’nde kalır. Bu
dönemi okuyarak geçirir. Cezaevinden çıktıktan sonra Devrimci Gençlik merkez yürütme kurulunda görev alır, Ankara Dev-
rimci Gençlik Derneği başkanı
olur. O sevgi dolu yüreğine kurşun dökülmüşçesine acılar içinde kıvrandıran dost kurşunlarına hedef olur ve yaralanır. Kısa
sürede iyileşir ve mücadeleye
kaldığı yerden devam eder.
1 Mayıs 1977’de Türkiye devrimci hareket tarihine damgasını vuracak Devrimci Yol kurulur.
Necdet Erdoğan Bozkurt da
Devrimci Yol içerisinde faaliyetlerini sürdürür, mahalle çalışma-
32
ları yürütür. Bir süre sonra çalışma yapmak için İskenderun’a
gönderilir. 20 Aralık1979 günü
Maraş katliamını protesto mitingi örgütlenir ve bu çalışmalar
sırasında gözaltına alınır. 26
Aralık’ta kaymakamlık binasında işkence tezgâhına yatırılır.
31 Aralık günü kaçarken vurulduğu iddia edilerek işkencede
kalbinden vurularak katledilir.
Katil polis olayı örtbas etmeye
çalışır, ancak iki gün sonra kaçarken vurulduğu yalanını uydurur.
NECDET’İN KATLEDİLMESİ TÜM
YURTTA PROTESTO EDİLDİ
3 Ocak günü halkın Necdet’in
cenazesini almak üzere Devlet Hastanesi’ne gelişini gören
polis ve jandarma tüm yolları
keser. Gördüğü her kalabalığa saldıran polis ve jandarma
300’e yakın kişiyi gözaltına
alır. Tankların ve zırhlı kariyerlerin desteğinde ilerici bildiği
her yeri işgal etmeye çalışan
jandarma karşısında devrimciler mahallelere çekilir.
Kaymakamlık cenaze töreni
için yeniden şehir merkezine
yürünmesini engellemek için
cenazeyi kaçırarak gömdürür.
Bunun duyulması üzerine devrimciler ve halk Gültepe mahallesinden yürüyüşe geçer.
Kavşaklara barikatlar kurarak
ilerleyen yürüyüş kolu Yıldırımtepe mahallesine, oradan da
Esentepe’ye geçer. Halkın Kurtuluşu ve Halkın Birliği’nin de
son anda katıldığı 1000 kişilik
kortej Esentepe’de devrim andı
içtikten sonra Gültepe’ye geri
döner. Jandarma ve polis ise
tanklarla kanal üzerindeki köp-
Devrimci Gençlik
Mücadele Tarihimizden
rüyü tutarak şehir merkezine
inilmesini engellemekten başka
bir şey yapamaz. 1 saate yakın
süren mitingin dağılmasından
sonra polisin Gültepe mahallesini aramak istemesi üzerine çıkan çatışmada polis yaralılarını
sırtlayıp kaçmak zorunda kalır.
Bunun üzerine jandarma tanklarla saldırıya geçer. Tankların
gecekondu aralarına sıkışması
üzerine jandarma da püskürtülür. 2 saat süren çatışma sonucu jandarma ve polis mahalleyi
terk etmek zorunda kalır.
4 Ocak günü 8 ayrı yerde yapılan korsan gösterilerde işkenceciler lanetlenir.
İskenderun
dışında
da
tüm yurtta çeşitli gösterilerle
Necdet’in katledilmesi protesto
edilir.
İsyan bayrağımız gibi
döğüştün Her gün en önde, ön safta Vuruldun kavgada dağ gibi
düştün Zelzelen duyuldu dört bir
tarafta
Bardak Değil Göl Olalım
Y
aşlı Hintli usta çırağının
sürekli her şeyden şikayet
etmesinden bıkmıştı. Bir gün
çırağını tuz almaya gönderdi.
Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde,
yaşlı usta ona, bir avuç tuzu
bir bardak suya atıp içmesini
söyledi.
Çırak yaşlı adamın söylediğini
yaptı ama, içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
-“Tadı nasıl?” diye soran yaşlı adama öfkeyle “acı” diye
cevap verdi. Usta gülümseyerek çırağını kolundan tuttu
ve dışarı çıkardı. Sessizce az
ilerdeki gölün kıyısına götürüp,
çırağına bu kez bir avuç tuzu
göle atıp, gölden su içmesini
söyledi. Söyleneni yapan çırak
ağzının kenarından akan suyu
koluyla silerken yaşlı adam
aynı soruyu sordu:
-“Tadı nasıl?”
-“Ferahlatıcı”, diye cevap verdi
genç çırak .
-“Tuzun tadını aldın mı?” diye
sordu yaşlı adam .
33
-“Hayır.” dedi çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam suyun yanına diz çökmüş olan
çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
-“Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok..Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak
bir ıstırabın acılığı, neyin içinde
konulduğuna bağlıdır. Istırabın
olduğunda gereken tek şey,
ıstırap veren şeyle ilgili hislerini
genişletmektir. Onun için sen
artık bardak olmayı bırak, göl
olmaya çalış...”
Gezi’yi Toplumsal Bir Şarkıya Dönüştürmek*
Gezi aynı zamanda, ezgilerin ve acıların ortaklaşmasını sağlayan bir kültür kardeşliğidir;
tekçiliğin ve tekelciliğin antitezidir; faşizmin panzehiri ve geleceği kazanmanın
güzergahıdır…
S
anat bir düşündürme etkinliğidir; yaratmanın sınırlarını zorlar. Koşullarını değiştirme amacında olan insan için
hayalgücü ve yaratıcılık çok
önemlidir. İşte sanat insanda
bu özelliklerin gelişmesine yardımcı olur. Olgularla kurulan
estetik bağlar yaşama bakışı inceltirken aynı zamanda zenginleştirir. Kişi, gerçekliğe estetik
penceresinden baktığı oranda
güzeli çirkinden ayırmakla kalmaz; doğruyu yanlıştan ayırmada gerekli olan “ölçekte
isabet”i de geliştirir. Kuramsal
analizlerin ve teorik varsayımların gelecek kurgusu için yetmediği durumlarda sanat, bir
canlandırma ve hatta uygulama alanı olarak imdada yetişir.
Azla yetinmek, varolanı kabullenmek, verilene rıza gösterme kanaatkarlığı; yaşamı,
ufuk zenginliği ve kavrayış derinliği içinde karşılama şansından yoksun bırakır. Van Gogh
gibi “Dünya tamamlanmamış
bir taslaktır.” dendiğinde, o
taslağı tamamlama ve giderek
taslak olmaktan çıkarma etkinliğinin öznesi olabilme yolunda,
en önemli adım atılmış demektir.
Yaşam karşısında sorularını
doğru sormayanlar doğru yanıtlar vermekte güçlük çeker. Kapitalizm koşullarında doğruya götürecek sorular sormak,
sistemi sorgulamaktır. Yaşam
bir mücadele, mücadele de
“Mücadele bir çember gibidir,
her noktasında başlar ama asla
bitmez…” (Marcos) sözündeki gibi algılandığında, hayatın
bizzat kendisi bir yaratma ve iti-
raz alanı haline gelir. Mülkiyetçi sisteme dair olan mesailer,
ücretler, çıkar ve kâr ilişkileri
devredışı olur.
Bugün artık sistem, bilimin imkanları dahil, birikim ve tecrübelerini öylesine bütünleştirmiş
ki, dünyanın herhangi bir köşesindeki itiraz, anında sermaye
kökenli bir sorgulamayla karşılanmakta ve mümkünse boşa
düşürme, değilse ezme yöntemleri el birliği ile aranmaktadır.
Onların yaratıcılığı, insanı
gemlemek, yaratıcılığını öldürmek ve direncini kırmak içindir.
Bizim yaratıcılığımız, insanın ufkunu, dolayısıyla yaratıcı etkinliğini büyütmek içindir. Onlar
AVM yapar, hapishane yapar;
biz, görünmez bariyerleri, perde ve parmaklıkları yok etmenin derdine düşeriz, mülkiyetsiz
ilişkiler için mücadele ederiz.
Kapitalizmde ölümün türlü
biçimleri vardır. Kimi 20’sinde
ölüp 80’inde gömülür; kimi yaşayan ölüdür; kimi de ölü umutlarla ruhen ölü, fiziken vardır.
Bu bağlamda tüm itiraz ve yaratıcılıkları öldüren kapitalizmin
panzehiri, Malraux’nun, “Ölüme karşı tek yanıt sanattır.” sözünde gizlidir. Bertolt Brecht’in
“Gerçekçi sanat, savaşçı sanattır.” sözü bir sistem tahlili gibidir. Bu sanat aynı zamanda en
karanlık anda bile şarkı söyleyebilme yöntem ve kapasitesidir. Yani yaşamı politik olandan, politik olanı yaşamdan
ayırmadan yol alabilme kabiliyetidir. Bu diyalektik, Brecht’in,
“-Karanlık dönemlerde peki,/
Şarkı da söylenecek mi?/ -Elbette şarkılar da söylenecek/
34
Mehmet Yeşiltepe
Belgeleyen karanlık dönemleri.” sözlerinde içerilmiş halde
vardır.
Sanat bize yaşamın tüm anlarında gereklidir. Karanlıkta
önümüzü görmek, sıkıştığımızda
çözüm üretmek, F tipinde duvarlar ötesiyle ilişkilenebilmek
için sanat, insana gerekli olan
yöntemsel bir dosttur. Bir tutsak,
Goethe’nin, “Dünyadan kurtulmanın sanattan daha iyi bir yolu
yoktur... ama insan dünyayla
en sağlam bağı da sanat aracılığıyla kurar” sözlerindeki diyalektiği kavrarcasına, yaratıcılığı
silaha çevirip direnebildiğinde,
yenilgiye uğratamayacağı hiçbir hapishane yoktur.
Öğretilmiş çaresizliklerle kuşatılmış olan insan, ayrılık, savaş, yenilgi, vb. hallerde ya yıkıma ya da teslimiyete yönlendirilir. Gerçekte ise, zor anların
insanda gizli kalmış potansiyelleri açığa çıkarma ve daha büyük üretimlere yöneltme özelliği vardır. Direniş günlerindeki
bestelerin derinliği, aşkların
anlam ve kalitesi buradan gelir. Temmuz Devrimi sırasında
Fransa’da yaşayan Berlioz’u,
Shakespeare’in Hamlet adlı
oyunundan Harriet Smithson’un
(oyundaki Ophelia’nın) aşkına ve oradan da Fantastik
Senfoni’yi bestelemeye götüren
süreç, bu türden, zorun insanı
yıldırmadığı ve daha büyük üretimlere yönelttiği bir süreçtir.
Albert Camus’un “Asi”yi,
“Hayır diyen insan” olarak tanımlaması ile Mayakovski’nin,
“Sanat dünyayı yansıtan bir
ayna değildir, dünyayı biçimlendireceğiniz bir çekiçtir” ara-
Devrimci Gençlik
sında doğrudan bir bağ vardır.
Diğer bir ifadeyle sanat, egemen olana itirazın geleceği biçimlendirici yaratıcılıkla birleştirilmesidir.
Özgürlüğün veya mutluluğun göreliliği, etkili bir söz
olmaktan çıkarılıp doğru kavrandığında, her koşulda özgür
soluklar almak ve her koşulda
mutlulukla gülümsemek olanaklı hale gelir. Bu aynı zamanda
“devrim bugünün işidir, yarına
bırakılmamalıdır” sözünü somutlamak, düşsel olanı gerçek
kılabilmektir.
Eğer yöntemsel olarak sisteme öykünüp kendimizi kandırmayacaksak, yaşamı devrim algısıyla karşılamak dışında bir yolumuz yoktur. Paul
Kültür-Sanat
Gauguin’in, “Sanat ya çalıntıdır
ya da devrim” derken kast ettiği, tam da budur. Görünürde
bunun ortası da vardır, ancak
dikkatli bakıldığında görülecektir ki, ya devrim eksik yapılmış
ya da içine “çalıntı” katılmıştır.
O halde işe, kendimizde devrim yaparak, yani kendimizi
yeniden yaratarak başlayabiliriz. Bu türden bir eylemin kolayı, kaçak güreşmesi olmaz.
Bunun için, Schiller’in, “Sanat,
özgürlük tarafından emzirildikçe büyür.” dediğini bilmek
veya Jean-Luis Joubert’in “Sanatçının dünyayı değiştirmek
için sözcüklerden, renklerden,
notalardan başka bir gücü yoktur.” tespitinden haberdar olmak yetmez. İnsanın hayatına
sanatı (yaratıcılığı) içerip onu
özgürlükle emzirebilmesi için,
kişiliğindeki en mikro “ben”leri
öldürmesi ve yönteminden sabır
damıtan bir tahammülle değerlerinde ısrar etmesi gerekiyor.
O zaman sahip olunan sözlerin, renk ve notaların sonsuz bir
şarkıya dönüştüğü görülecektir.
Acının acıya, dilin dile, emeğin emeğe değdiği Gezi süreci,
böyle bir şarkı için gerekli olan
söz, renk ve notaya sahiptir. Bu
potansiyel doğru değerlendirildiğinde, kazanımları toplumsal
bir besteye çevirmek ve “1959
Küba’sının resmini yapar gibi”
milyonlar halinde hep bir ağızdan özgürlük şarkısını söylemek
imkânlı hale gelecektir.
*Birgün, Paza Eki
ANA ve Haziran’da Ölmek Zor Oyunu Şubat Ayı Programı
Maksim Gorki ANA
Önder Babat Politik Tiyatro Topluluğu, Maksim Gorki’nin romanından Bertolt Brecht’in tiyatroya uyarladığı
ANA’yı Şubat ayında da seyircisiyle buluşturuyor.
Ana’da okuma yazması olmayan bir ev kadını olan Palega Vlasova, oğluyla birlikte gün gün gelişen
ve kederini elleriyle çizen bir iradeye dönüşüyor. Bir halkın uyanışını simgeleyen Ana’yı izleyenler
sıradan insanın yaşamında beliren umudu görüyorlar. Sevginin, dostluğun, umudun esirgendiği günümüz
koşullarında “Ana” özlenen bu değerleri bizlere hatırlatan bir başyapıt. Ana’da somutlanan insan sevgisi
önceleri bir oğlum vardı şimdi binlerce diyen bir şekilde çoğalıyor.
İzlemediyseniz izlemenizi tavsiye ederiz.
Tarih: 22 Şubat 2014 Cumartesi Saat: 20:00
Yer: Aksaray Su Sahnesi (Pertevniyal Lisesi Arkası)
HAZİRAN’DA ÖLMEK ZOR
Önder Babat Politik Tiyatro Topluluğu’nun sahnelediği “Haziran’da Ölmek Zor” adlı 2 perdelik oyun,
Orhan Kemal ve Nazım Hikmet’in hapishane günlerinin ve anılarının anlatıldığı, Zeki Göker’in yazdığı,
Bilge Can Göker’in yönettiği, Adalılar müzik grubunun Nazım şarkılarını canlı seslendirdiği oyun muhteşem
bir görsel şölen. İzleyenler izlemeyenlere öneriyor.
Gösterimler
Tarih: 15 Şubat Cumartesi Saat:19:00
Yer: Şişli Kent Kültür Merkezi (Divriği Kültür Derneği ve ÖBKM ortak gösterim)
Tarih: 21 Şubat Cuma Saat:20:00
Yer: Ataköy Yunus Emre Kültür Merkezi
Tarih: 1 Mart Cumartesi Saat:20:00
Yer:Aksaray Su Sahnesi (Pertevniyal Lisesi Arkası)
35
Sanata Dair
Vildan Deniz
Varlık olarak insanı doğada
farklı kılan asıl şey üretimdir.
Üretim, yani beynini ve diğer
uzuvlarını kullanarak kendini
ayakta tutma, yok olma tehlikesinden uzaklaştırma çabası
onun aynı zamanda sosyal bir
varlık olarak doğup gelişimini
sağlamıştır.
İnsanın sosyal varlığı onun
ortaya çıkışını, ayakta kalma
mücadelesini, alet kullanma ve
bunları geliştirme, cinsler arasında işbölümüne gitme, toprağı/madeni işleme, ihtiyacından
fazla ürün elde etme, mülk edinme, mülkiyeti koruma örgütlenmesini sağlama, mevcut üretim
ilişkileriyle çatışmaya girme
gibi çok yönlü ve çok karmaşık
bir süreci kapsar.
Sosyal bir varlık olarak insanın kendi türünü ayakta tutma
direnci bir canlının içgüdülerinden yola çıkıldığında bile kolaylıkla açıklanıp anlamlandırılabilecek bir faaliyettir. Maddi varlık ve üretim sürecinde
insanın kendini çok daha özel
kılan bir faaliyeti vardır ki, bu
da sanat dediğimiz yaratıcı etkinlikleridir. Burada insan zihninin incelikli, görünmeyen soyut
yetileri farklı biçimlerde kendini
görünür kılar. Öyle ki maddi
üretim ve var olma mücadelesinin en başından beri insan.
zihinsel kapasitesini de sonraki
aşamaya oranla ilkel biçimde
kullanmaya başlar. Mağara yüzeylerine kazınan hayvan figürleri düşünme ve hayal kurmanın
bir ürünü olarak ortaya çıkar.
Buradaki amaç bir boş zaman
eğlencesi veya temelsizce ha-
yal kurmanın bir yansısı değil,
var olabilme çabası sürecinde
bir iletişim kurma ve yardımlaşma mesajıdır. Gerektiğinde ya
vahşi bir hayvanın çevredeki
varlığına dikkat çekme, ya da
avlanılabilecek hayvanların geçiş alanlarına imada bulunma
faaliyetidir.
İnsan var olma ve üretim sürecinde beynini de farklı bir
açıdan devreye sokmuştur.
Düşünme, hayal etme, yaratı.
Doğaya karşı üstünlük bir kez
ele geçirildikten sonra sosyal
ilişkilerin karmaşık -kaotik değilgelişimi içinde sanatsal faaliyetlerde çok yönlü gelişerek zihnin
ve düşünsel varlığı o denli ileri
boyutlara taşınacaktır.
Peki, başta insanın var olma,
ayakta kalma mücadelesine
hizmet eden insanın yaratıcı
faaliyeti olarak sanat sonraki
süreçte bu özelliğini yitirmiş midir? Diyalektik açıdan bakıldığında hiçbir şey yok ki insanın
maddi üretim ilişkilerinden tamamen bağımsız olarak varlık
göstersin. Üretim fazlalığı, mülk
edinme, toplumsal sınıfların belirginleşmesi, devlet aygıtının
mülk sisteminin korunması ve
geliştirilmesine yönelik organizasyonu hem maddi, hem
düşünsel üretimin alt-üst yapı
düzleminde karşılıklı birbirini
etkilediği bir süreçte olmuş ve
olagelmektedir.
Sanatı yani
insanın çevresini kuşatan koşullandıran şeyleri, geleceğe dair
hayallerini duygu ve düşüncelerini imgesel yolla ve etkili bir
şekilde kullanarak yürüttüğü
faaliyeti üst yapı unsuru olarak
36
görmekteyiz.
Buraya kadar söylediklerimizden ancak ve ancak sanatın
anlamına ve var oluşuna ilişkin
genel bir anlam çıkarabiliriz.
Mademki sanat insanın maddi
üretiminden bağımsız değil, o
halde toplumsal ilişkiler içindeki
yerinde de sınıf çelişkilerinden
bağımsız ele alınamaz. Ta başından beri yani ilk toplumsal iş
bölümü olan cinsiyete dayalı iş
bölümü, bunu takip eden tarım
ve hayvancılık işlerine dayalı
işbölümü aynı zamanda sanatsal etkinliğinden farklı cinsler
arasında, farklı üretim faaliyeti alanlarında o üretime özgün
biçim kazanmıştır. Aynı farklılık
üretimin sınıfsal boyutta ilerleyip devam etmesinde de kendini iyicene belli etmiştir.
Bilgi Edinme ve Üretici Güçlerin
Gelişmesindeki Rolüyle Sanat
Dış dünya tıpkı kendi maddi
gerçekliğimiz gibi bilincimizden, tinsel yanımızdan bağımsız olarak vardır. Sanat dış
gerçekliğimizin duyularımız tarafından algılanmasıyla ortaya
çıkar. Ancak maddi gerçekliği
salt tanımlamaya, varlığını konumlandırmaya yönelik algı,
olsa olsa basit bir bilgi ve bilinç
oluşumu sağlar. Ortada bilgi ve
bilinç vardır ancak henüz estetik (güzel duyu) bir unsur olarak sanat yoktur.
Estetik ancak dış dünya gerçekliği karşısında insanın düşünsel, duygusal etkileşimi,
gerçeklik algısını eğip-bükmesi
yoğurması ve imgesel boyutta
Devrimci Gençlik
değerlendirmesiyle ortaya çıkacaktır. Sanatı bilgiden, salt
gerçeklikten farklı kılan şey de
budur.
Dışımızdaki şeylerin
algılanmasıyla oluşan salt gerçeklikten kopartarak aldığımız
bilgi sanat olmadığı gibi, sanatın kendisinin de tamamen
bilginin dışında, bilgi olmayan,
bilgi içermeyen ya da bilgiden
yoksun şey olarak yorumlayamayız. “Her sanat yapıtı, varlık hakkında bir yorumdur; her
sanat yapıtı, kendine özgü kavranmış, yorumlanmış bir gerçekliği, bir bilgi objesini somutlaştırır” İsmail Tunalı, Marksist
Estetik 2.basım sf.38)
Eğer sanat ürünleri bilgiden
tamamen yoksun olsaydı, üretici güçlerin gelişiminde de hiçbir işlevi ve etkisi olmayacak;
mevcut sömürü sistemine karşı
direnen, onu aşmaya çalışan
toplumsal sınıfların mücadelesinde sanatın da hiçbir etkisi
olmayacaktı. Oysa ki sanat bilgiyi de içerdiği, bilgi edinmeyi
eğlenceli ve zevkli hale getirdiği, mükemmeli yakalamada
insanın coşkusunu arttırdığı için
sınıfların ilerlemesinde önemli
bir yere sahip olmuştur. Tıpkı feodalizmin karanlığına karşı aydınlanma ve özgür düşüncenin
gelişimine Rönesans temelinde
sarılan yeni sınıf burjuvazi gibi,
günümüzde de toplumun genel
olarak sömürüden kurtarılmasını sağlayacak olan proletaryanın sanatı ve sanatçıyı paranın
hükümranlığından, meta olma
özelliğinden ortadan kaldırmayı hedeflediği gibi.
Düşünsel ve duygusal yoğunluğun imgesel yansısı olan
sanat (edebiyat, resim, yontu,
müzik, gösteri sanatları vs.) insanın aynı şekilde duygusal ve
düşünsel etkilenmesini sağlar.
Bunun için özellikle egemen
olan sınıflar sanatçıyı ve sanat
ürünlerini kendi haline bırakmayıp, onu egemen düzeninin be-
Kültür-Sanat
kası için bir propaganda malzemesine dönüştürmeye çalışır.
İlk başta insanın doğaya karşı
üstünlük sağlama çabasına aracılık eden, insanın doğaya karşı
güçlü bir iletişim ve örgütlenme
bağı oluşmasına etki eden sanatın işlevi sosyal yaşamında
eşitsizlikler, haksızlıklar ve baskı altında olan insanın mevcut
durumdan kurtulması mücadelesinin yanına geçmiştir. İnsanın
toplumsal ve tarihsel varlığından bağımsız olmayan sanat,
insanın insanı sömürmesini artık
dert edinmiştir. Köleci baskıyı,
esareti, diktatöryel yönetimlere karşı demokrasiyi, savaşları,
savaşın insan emeğine dayalı
uygarlığı yıkımını, işkenceleri,
katliamları dert edinmiştir. İnsanın dertleri çoğaldıkça sanat bu
karmaşık, çelişkili sancılar içinde daha da kıvranarak, insanın
en iyi, en güzel, en adil olanına
erişme mücadelesinde insanın
önüne geçmişe ve günümüze
göre mükemmelleşmenin estetiğini koyar.
Günümüzde egemen kapitalist sınıflar sanatın iyiyi güzeli
bulma sancısını kendi çıkarları açısından törpüleme gereği
duyarlar. Öncelikle ideolojik
olarak sanatı insanın üretimden
kopuk basit bir zevk nesnesi
37
derekesine indirgeyerek bunun
propagandasını yapar. Sanat
ve insanın başından beri yarattığı sanat ürünlerini alınıp satılan metaya çevirir; Sermayenin
gücüyle sanat ve sanat yapıtlarının koruyucusu, dolayısıyla insanlığın hizmetkârı olarak lanse
eder. Vakıflar kurar, sanatçıların özgürlüğünü burs ve sponsorluk faaliyetleriyle etki altına
alıp sınırlar. Sponsoru olduğu
sanatçı ve sanat etkinliklerini
reklam aracı olarak kullanır.
Geniş çaplı sanatsal faaliyetlerin organizatörlüğünü yaparak
(film festivali, resim sergileri,
müzik konserleri) sanat etkinliğini halk kitlelerinin erişiminden
koparttığı gibi, halka da sanatın varlıklı kesimlerin işi ve zevkli eğlenceleri imajını yaratır.
Devlet de aynı şeyi kamusal
alanda yapar. Kültür ve sanat
birikimlerini ve etkinliklerini halkın kullanımına ve izlenimine
sunulmasını sermayenin çıkarları gereği mümkün olduğunca
sınırlar. Sanatsal ve sportif faaliyetleri kar amaçlı olarak ticari kuruluşların eline tutuşturur.
Emekçi halkın bu etkinliklere
ulaşması, faaliyetlerden yararlanması ticari ilişki kurallarına
tabi kılınınca sanatı izleme, işleme, geliştirme gücü sınırlandırıl-
Kültür-Sanat
Devrimci Gençlik
mış ve baskı altına alınmış olur.
Sanatın Bir Tarafı Vardır
Sanat egemen güçlerin düzeninin sürdürülmesi açısından
nasıl ki bir propaganda, halkın
elinden sanatı alma, onu uzak
tutma etkinliğine dönüşüyorsa
halkın sömürü ve yoksulluktan
kurtulma mücadelesinde sanatsal yaratılarının olabildiğince
açığa çıkarması, sanat etkinliği
araçlarını en iyi şekilde kullanma mücadelesini sürdürmesi
gerekir. Çünkü bir kere sanat
artık insanın en iyiye, en doğru
ve güzele, mükemmele erişmesinin bitip tükenmeyen bir aracı olmuştur artık. Bu araç
eskimiş bitip tükenmiş, burjuva sınıfının elinde basit
bir duyu ve zevk nesnesi
olmaktan
çıkarılmalıdır.
Sömürüsüz bir geleceği
kurma dinamizmine sahip
yeni üretici güçler, yani
ezilen sınıflar mücadelede
sanatın işlevini yok sayıp
görmezden gelemezler.
Sanatın tarihi insan ilişkilerine bağlı olarak sınıfsal
bir karaktere bürünmesi
gerçeği yine sömürücü
egemen sınıflar tarafından
propagandatif
şekillerde karartılmaya çalışılıp,
onun hep sınıflar üstü, salt
kişiye özel bir yetenek düzeyinde göstermeye çalışmıştır. Tüm
bunlardaki amaç ezilen sınıfların sanatı bir eğlence eğitim
aracı olarak kullanmasının önüne geçmek, bu alanda bilinç bulanıklığı yaratarak ezilenlerin
kendi sanat tarihlerinde sönük
ve geri kalmasını sağlamaktır.
Sanatın bir özel yetenek ürünü olduğu gerçeği doğrudur
ama her koşulda mutlak değildir. İnsan beyni çok karmaşık
yapıya sahiptir. En yoğun, incelikli düşünebilen insan bile
mevcut beyin kapasitesinin çok
azını kullanmaktadır. Dolayısıyla olanaklar ve yeni fırsatlar
tanıması halinde insanlarda o
ana kadar kazanılmamış yeteneklerin kapısı aralanmakta,
düşünmede ve yapmada ısrar
insanda sanat yönünde yeni kabiliyetler ortaya çıkarmaktadır.
Eğer sanat veya sanat dallarının birinde ürün verme salt doğuştan gelen bir yetenekle sınırlı olsaydı, bu alandaki eğitim ve
disipliner tutumların hiç birinin
uygulanmaması gerekirdi. Kimi
insanlar doğuştan gelen müzik
yeteneği doğrultusunda küçük
yaşta hep o doğrultuda ilerler,
büyür. Kimi de yaşamının belli bir döneminde ilgi duyarak
gitar çalmak, şiir yazmak vb.
ister ve diğer sorumlukları yanında bunu geliştirmeye yönelir. Kimi ise var olduğunu bildiği
sanatsal yetilerini görünür kılıp,
geliştirmek için günlük geçim
derdine ilişkin sorunlarını öncelikle çözmeyi hedefler. Emekli
olup da resim yapma, fotoğraf
çekme, el sanatlarıyla uğraşma, yaratıcı yazarlık etkinliklerine katılma gayreti içinde olan
insanların varlığını göz önünde
bulundurduğumuzda sanatsal
faaliyetin kalıtımla gelen bir
yetenekten öte genel insan yaşamında göz ardı edilmeyecek
bir çaba olduğu anlaşılabilir.
38
Tüm bunlardan, burjuvazinin
sanatı sınıflar üstü bir yetenek
ve çaba olarak gösterme çabasının bir demagojiden ibaret
olduğunu anlamamız gerekir.
Sınıf çatışması toplumsal ilişkilerdeki kavganın en büyük ve
keskin noktasıdır. Bunun ortasında bir yerde duruş, bu iki
yandan öte üçüncüsüne hizmet
ediş diye bir şey yoktur. Susmayı ve tarafsız kalma politikası burjuvazinin ılımlı liberal
bir politikasıdır. Tarafsız olmak
da burjuvaziye hizmet etmek,
sınıf savaşında burjuva sınıfından yana saf tutmak demektir.
Tıpkı ‘ne sağcıyım ne solcu
futbolcuyum, futbolcu’ denilerek gerektiğinde futbolun gençliği uyutma aracı
olarak kullanılmasında olduğu gibi, aynı şekilde ‘ne
sağcıyım ne solcu sanatçıyım, sanatçı’ bakış açısıyla
sanatçının tarafsızlığı öngörülür. Sanatçının siyaseti
olmaz, o halkın sanatçısıdır gibi üstü örtülü kara bir
propaganda vardır ortada. “Halkın sanatçısı” kavramı ise bizim anladığımız
emekçi halkın safında yer
alma bazında bir kavram
değil, tarafsızlık denilen
ortada durmaya çağıran
burjuva siyasetidir. Öyle ya
burjuvazi bütün yönleriyle satın
alamadığı bir sanatçıyı tarafsızlaştırma adına halka sırt çevirmesini sağlamak da kendi adına bir başarı elde etmiş olur ki
bu da yabana atılacak bir şey
değildir. Oysa tarafsız gösterilen sanat ve sanatçı günümüzde kapitalist ilişkiler içinde dolaylı da olsa sermayenin işine
yarar. Özgür sanat ve sanatçı
sermayenin etkisinden uzak,
üretici güçlerin gelişip bilinçlenmesinde tarafım demeyi kendine onur sayar.
Çingeneler Zamanı
Sevda Alp
Sanki hiç var olmamışçasına
mahcup,
Ardında buruk bir tebessüm
bırakarak çekip giden bir diyar.
Gidişinde de zaman ile arasında
bir küslük…
Ne de güzel bir söylenişi vardı
adının: YUGOSLAVYA!
Ya çocukların?
Daha mevsimi bile gelmemişti
dökülen
yaprakların
için
ağlarken
bir
ağaç
çaresizliğinde…
Medeni Ljubljana, Hayalperest
Zagreb, Umutsuz Belgrad, Şair
Saraybosna…
25 yıl öncesinin Saraybosnası… Ülkemizde Yugoslavya
Konsolosluğu’nun olduğu yıllar… Saraybosna şehir merkezinin tepelerinde konumlanmış
yoksul ama bir o kadar da
gamsız bir çingene mahallesi…
Arabaların arkasından koşan
çıplak ayaklı çocuklar, her filminde Kusturica’dan rol kapmalarıyla meşhur, oradan oraya dolaşan kazlar, hayat dersi
veren tımarhane kaçkınları…
Bir de Perhan’ı var mahallenin.
Çoğu çingene yaşıtı gibi sefalet içerisinde büyümüş, geleceği için küçük beklentiler içinde
olan temiz kalpli bir genç…
O küçük beklentiler doğrultusunda yaşadığı insanca hayat
bile çevresindekilere güven ve
sevgi dağıtan cinsten. İnsan,
21.YY.’da yaşayınca en çok
ihtiyaç duyduğu da bu iki şey,
ne de olsa… Ancak sevdiği kız
Azra’nın annesi için Perhan’ın
bu yeteneği, evlenmelerine razı
olması için pek kayda değer bir
miktar değil. İyi bir insan olmanın “meteliksiz” damgasını yemekten daha da tehlikeli olanı
ise, “deli” gözüyle bakılmasına
neden olan “nine yadigarı”
telekinetik güçleri… O ninesi ki
“Ruhumu iste, vereyim” diyerek
sever Perhan’ını… En büyük
çilesi torunu Danira’nın sakat
ayağı; en çok canını yakansa
mahalledeki genç kızı olan annelerin korkulu rüyası oğlu Mercan. Mercan, Charlie Chaplin’i
Chaplin gibi canlandıracak kadar komik, annesi kumar parası
vermedi diye evin çatısını uçuracak kadar da zırdeli. Danira
ve Mercan’ın hali buyken, Perhan: mahalledeki her evde hayat için sağlık bırakmış Hatice
Nine’nin kendi evinde hayatını
sağlıklı bir şekilde devam ettirmesinin tek nedeni.
O günlerde yılın belli zamanları mahalleye gelen para babası Ahmet için eğlence düzenlenir. Mahalleli yarı Tanrı olarak gördükleri bu adamın yurt
dışındayken ne tür işler yaptığını tam olarak bilmese bile
ekmek kapısı açması umuduyla
çocuklarını ona emanet edecek
kadar da güvenirler. O eğlence
akşamı Ahmet’in oğlu Roberto
kriz geçirir. Ahmet, mahallede doktorlara bile taş çıkartan
meşhur Hatice Nine den oğlunu kurtarması için yardım ister.
Yaşlı kadın kendi yöntemleriyle
çocuğu hayata döndürür ve Ahmet başka kimsenin yapmaya-
39
cağı bu iyilik karşısında kadına
karşı kendini borçlu hisseder.
Ertesi gün Perhan’ların kapısını
çalan Ahmet, dile benden ne
dilersen der gibi elini cüzdanına götürdüğü anda cüzdan yüzünde paralanır. Hiç kimseden
şifa karşılığı para kabul etmeyen Hatice Nine’nin Ahmet’ten
tek bir isteği vardır: Ayağındaki
sakatlık gün geçtikçe ağırlaşan
Danira’nın, Ljubljana’daki kemik hastalıklarını tedavi eden
hastaneye yatırılması. Böylelikle birkaç gün sonra kardeşleriyle İtalya’ya gidecek olan
Çingeneler Şeyhi, yol üzerindeki Ljubljana’ya götürmek üzere
Perhan ve kardeşi Danira’yı da
yanlarına katarlar. Torunlarına
yolculuk boyunca verebileceği
tek maddi şey elma şekeri olan
bu hüzünlü ve gururlu kadına
bir söz verir Ahmet: “Hele bir
iyileşsin, Marilyn Monroe gibi
bacakları olacak !” Perhan,
ne ninesi, ne Azra ne de nokta
haline gelene kadar, Saraybosna’sından bir an olsun gözünü
ayırmaz. Ruhunu da o an orada bırakıp bir daha hiç geri alamayacağını bilmezcesine…
Ljubljana’ya
vardıklarında
söz verildiği gibi Danira kliniğe
yatırılır. Tam da Perhan, bu yardım karşısında kul, köle misali
Ahmet’in ayaklarına kapanacakken, Ahmet delikanlıya ses
ve görüntü itibariyle de benzediği Don Corleone’ye selam
çakarcasına “reddedemeyeceği bir teklif” yapar: Para, ev,
mahallede ün ve koşulsuz say-
Devrimci Gençlik
gınlık karşılığında Ahmet’in pis
işlerini yapmak. Yolculuğunun
Ljubljana’da sona ereceğini
sanan Perhan tıpkı mahalledekiler gibi Ahmet’in ne tür işler
çevirdiğini tam olarak bilmese
de, uğruna canını koyduğu Azra’sıyla evlenebilmek için teklifi
kabul eder ve korkuyla karışık
İtalya’ya doğru yola devam
eder.
Milano’nun ıssız banliyölerinden birine park ettikleri karavanda dilenciler ve hayat
kadınlarıyla aynı yastığa
başını koyma fikri başlarda
epey canını sıksa da Azra ile
yaşayacakları güzel günler
için kendini tüm bunlara alışmaya zorluyordu. Bu işten
eline para geçtiğini görmesiyle, başlarda o iğrendiği
adamların yanlarına ait hissetmeye başlaması da dönüşümündeki sürecin ilk doğal
sonuçlarıydı. İlk hırsızlık deneyiminde, eli, evin çekmecelerinden önce salondaki
piyano tuşlarına giden o temiz çocuk, şimdilerde çaldıklarını masaya döktüğünde
arka fonda çalan alkışlarla
gururu okşanıyor; ayna karşısına geçip eskiden olduğu
gibi romantik Richard Gere
pozları değil, elindeki puroyla
Al Pacino rolü kesiyordu. Bir de
sözüm ona gözü öyle bir açılmıştı ki, çaldıklarının bir kısmını
köprü altlarına saklıyor; tüm
Milano yetmezmiş gibi meslektaşlarını (!) da dolandırıyordu.
Bir zamanlar “çalışırım ama dürüst bir işte” diyerek Ahmet’in
kafasını ütüleyen, onunla birlikte İtalya’ya gelip hayat kadını
olmaya zorlanan genç kızla
birlikte olmak istemedi diye dayak yiyen o delikanlı, şimdilerde İtalya-Yugoslavya sınırında
insan ticareti yapan bir şebekenin hatırı sayılır bir elemanı oluvermişti. Her ne kadar Ahmet’e
olan hayranlığı gün geçtikçe
Kültür-Sanat
biraz daha artsa da, bu durum
onu içten içe rahatsız ediyordu.
Derken, o günlerde İtalyan
polisi karavana bir dizi operasyon düzenler ve Perhan dışında herkes yakalanır. Baskınla
eş zamanlı olarak Ahmet’in
felç geçirmesiyle şebeke dağılma sürecine girer. Ahmet onca
sahtekâr adamın içinde bulabileceği en dürüst adamın yine
de Perhan olduğunu bildiğinden patron olarak onu seçer ve
bu, elbette ki yıllardır birlikte iş
yürüttüğü kardeşleri tarafından
hiç hoş karşılanmaz. Küçük kardeş Saddam, Hırvatistan misali
ilk bağımsızlık söylemini ateşler
ve çalıştırdıkları çoğu kişiyi himayesine katarak yeni bir çete
kurar. Ahmet’in güvenini boşa
çıkarmak istemeyen Perhan ise
dilendirecek 4–5 gariban bulmak için memleketine doğru
yola çıkar. Azra’nın annesinin
yüzüne intikam alırcasına fırlatacağı dolarları, akabinde düğününü, ninesinin onunla gurur
duyarcasına sarılacağı hayalini
kurar da kurar yol boyunca.
Yalnız intikamı sıcak tatmak
istediğinden
Saraybosna’ya
geldiğinde daha evine uğrama-
40
dan Azraların kapısında belirir.
Kapı açıldığında adına “hayat”
denen serap, Perhan’ı karşısına
alarak: “Hikâyedeki kahramanlar arasında en doğru insan,
sen bile ruhunu satabiliyorken
hiç kimseden bıraktığın gibi temiz ve aynı kalmasını isteme
hakkının kalmadığını unutma!
Ya da her şeyi unut, ama şunu
asla unutma; benim bile yazdığımdan çok yalan söylemişken
kendine, benden sana rüyalarını canlı kılacak gerçekler sunmamı bekleme! Ondandır ki, ne Azra’ya sen
yokken seni aldatıp gebe
kalmasına öfkelen, ne de
ninenin artık eski Perhan’ı
bulamayıp senden dahi vazgeçmesine dertlen!”
Ruhunu satmak… Azra’nınki mi daha çok para
etmişti, yoksa Perhan’ınki
mi? Perhan cebimize sokuşturacağı üç beş kuruşla
susturabilirdi belki bizi ama
Azra hiçbir yere gidemeyecek kadar ortadaydı. Azra,
uzun süredir görmediği sevgilisi Perhan’la karşılaştığında heyecanı sakarlığına
vurması gerekirken, şimdi
durumunun açıklanamaz olmasından kaynaklı gözlerini
halıdan yukarı kaldıramıyordu.
Azra, kısa bir süre öncesine
kadar onun en büyük isteğiyken, şimdi yutkunamama sebebine dönüşmesiydi bu yaşadığı
şaşkınlık Perhan’ın… Kızgınlık
değildi gerçekten, şaşkınlıktı
bunun tanımı. Ninesinin neden
baba olacağına inanmadığını
sorduğunda “Kendime yalan
söylediğimden beri kimseye
inanmaz oldum” diye cevaplayacak kadar da gamsızdı.
İnanmadı, hatta şaşkınlık zamanla racon gereği kızgınlığa
da dönüşünce Perhan’ın adım
adım yükseldiği kariyerinde
(!) Azra’nın oynayabileceği
tek rol artık para için amaçtan
Devrimci Gençlik
ziyade, araç olmaktı. Azra ile
evlenmeyi de bu nedenle kabul
etti; doğacak bebeği satmayı kafasına koymuştu bi’ kere.
İnanmadı; taa ki Azra İtalya’ya
vardıkları gece doğum sonrası
bir tren rayında duvağı dışında
kimsesiz ölene kadar…
HAYALLERİ OLMAYAN BİR
ÇİNGENE NE İŞE YARAR Kİ?
Ninesinden dinlediği masallara akordiyonuyla eşlik eder
Perhan; ama hayatında sahip
olmak istediği şeyler için ödeyeceği bedellerin sertliği karşısında ne bir akordiyon sesi duyulur ne de keman melodisi…
Kaldı ki o, artık sahip olmak istediği şeyler bir yana, inanacak
bir şeyi kalmamış bir adamdır.
Yalnız şu hayattan ağır bir depresyon sonucu göçüp gitmeden
yapacağı son bir görev vardır:
Ljubljana’daki Danira’yı babaannesine Marilyn Monroe bacaklarıyla birlikte teslim etmek.
Hastaneye geldiğinde kardeşinin yatırıldıktan çok kısa bir
süre sonra bizzat Ahmet tarafından hastaneden alındığını
öğrenir. Vaatleri konusunda hiçbir zaman şaşırtmayan Ahmet,
neyse ki bu sefer yaşattığı hayal
kırıklıklarına çare bulunmasında
aralık bir kapı bırakmıştır. Kaldı ki Perhan, Danira’nın neden
tedavi görmediğini ve onu nerede bulabileceğini kendi tecrübelerinden de gayet iyi biliyordur. Kız kardeşini tahmin ettiği
gibi Milano sokaklarında dilenirken bulur ve hikâyeyi bir de
ondan dinler. Danira, İtalya’ya
geldiğinden beri Ahmet ve kardeşleri için dilendirildiğini ve
Ahmet’in birçok şeyde yaptığı
gibi bu olayı Perhan’dan takdire şayan bir sahtekârlıkla gizlediğini anlatır. Uzun süredir kavgalı olan Ahmet ve kardeşleri,
tekrar barışmış; bunun şerefine
de Ahmet’e düğün yapma kararı almışlardır.
Kültür-Sanat
Tüm
bunların
yanında
Danira’nın ağzından çıkan
ve Perhan’ın aklına bile gelmeyen bir şey vardır ki, o da;
kendi adını taşıyan küçük oğlu
Perhan… Azra’nın ölümünden
sonra geçirdiği ağır depresyon
sonrası hiç görmediği oğluna
Danira bakmıştır. Tüm bunları
yorgun gözlerle başını bir öne
bir arkaya sallaya sallaya dinledikten sonra oğlunu da alıp
eve dönmek için düğünün yapılacağı yere giderler. Vardıklarında Danira çayırda futbol
oynayan çocukların arasındaki
minik Perhan’a seslenir. Oğlunu doğumundan sonra ilk defa
görecektir Perhan. Bu heyecanın yarattığı merak ve aceleden
olsa ki kendisine çevrilen onlarca bakış arasından sadece oğluna ait olanın hangisi olduğunu bilmek ve sadece onunkiyle
göz göze gelmek ister… Aynı
anda yan taraftaki Ahmet ve
kucağındaki oğlu Roberto’ya
bir de karşısındaki adamın babası olduğunu bilmeyerek ona
doğru yürüyen minik Perhan’a
bakar. Sadece birkaç saniye
önceki acelesi, yaklaşan adımlar ve ona sabitlenmiş masum
bakışla birlikte yerini o anki
gördüğü resmi yırtıp oradan
kaçma isteğine bırakmıştır. Dört
yıl boyunca yaşadığı gerçek o
kadar çıplaktır ki, bu çıplaklığa
ne giydirse hangi hayalle yumuşatsa da dört yaşındaki bir
çocuğun masal sınırlarını aşacaktır. Yalnız herkes bilir ki dört
yaşındaki bir çocuk en azından
o yaşına kadar, gerçeği değil
babasını tercih edecektir. Kaldı
ki kendisiyle göz göze gelmekten çekinen o adamın babası
olduğunu öğrendiğinde verdiği
tek tepki kandırılmaktan korkmak olur Minik Perhan‘ın. “Neden beni bırakıp gittin” diye
babasına çıkışabilecek kadar
haklı bir kızgınlığa sahipken üstelik… Perhan’ın oğlundan aldı-
41
ğı bu çocuk saflığındaki tepki,
kendi dönüşümünü başlattığı
yıllardan beri, planladığının dışında karşısına çıkan şanslara
karşı yıllardır ördüğü duvarları bir bir yıkmış olur böylece.
Korku yoktur artık oğluna sarılırken, çünkü Ahmet’i gördüğü
andan itibaren biliyordur ki bu
oğluyla ilk ve son kez gözlerini
birbirine değdirişleridir. Minik
Perhan’ı kucakladığı gibi kız
kardeşiyle Saraybosna trenine
bindirir. Gerçek anlatılamayacak kadar çıplaksa, saklanamayacak kadar da anlaşılır değil
miydi o zaman? Perhan anlamış
mıydı sanki babasının onları trene bindirip gittiğinde bir daha
gelmeyeceğini? Danira onu babasının hikâyesiyle büyütmemiş
miydi? O hikâyede Ahmet’in
rolünü bilmiyor muydu? Babasının bir daha dönmemek üzere
gidişini izleyen bir çocuğun öylesine söylediği sözler değildi
bunlar: “Biliyorum gelmeyeceksin. Bana akordiyon almayacaksın!”
Sözü
sözdü
bir
kere
Perhan’ın. Hatice Nine’ye yazdığı son mektupta Ahmet’in
yüreğini sökmek için gerekirse
dörtyüz yıl yaşayacağını söylemişti. Lakin intikamını almak için
dörtyüz yıl bekleyemeyecek
olan Perhan, düğün salonuna
girdiği gibi Ahmet’in tam karşısındaki masaya ceketini atar ve
önündeki çatala gözlerini dikmesiyle, çatal, Ahmet’in boynuna saplanmak üzere emrine
girer. O an sorası gelir insanın
Perhan’a: “Bırak hayallerini
gerçekleştirmeyi, bu doğaüstü
yetenekle dünyayı bile değiştirecekken, neden onurunu kaybetmeye göz yumdun?”
Kim bilir cevaplamıştır belki
de sorumuzu Perhan. Demiş
olamaz mı? : “Hep öyle olmaz
mı zaten, nerede insanca yaşamak için insanca yürünecek
yollar varken, yükselmek uğru-
Kültür-Sanat
Devrimci Gençlik
na kendimizden ödün vererek
çıkacağımız tepelere tırmanırız.
Sahi yürümek değil de tırmanmak isteriz değil mi hep? Bir
de tırmanış sırasında aşağıya
bakıp geriye çamurlu ayaklarla basıp geçtiğimiz onur ve vicdanımızla göz göze gelme gibi
bir huyumuz vardır ki, bile bile
kaybettiklerimiz için mücadele başlatırız sonra kafamızda.
Bu Azra için, bu ninem için, bu
Danira için nidalarıyla Ahmet
ve tüm kötü adamlara sapladığımız bıçakla ellerimizi kanla
yıkar, intikamın verdiği vadeyi
tamamlama huzuruyla, bir köprüden tren raylarının üzerine
atarız kendimizi. Ardımızda bizimle aynı kaderi ve adı taşıyan
oğullar bırakarak…
Kafka “Bir Kızılderili olsa insan! diyerek eksik söylemiş aslında. Kızılderili gibi çingene
de olsa insan… İnsan ki, ancak
o zaman Ederlezi ağıtlarıyla
uğurlana gökyüzüne…”
DEĞERLENDİRME
Çingeneler Zamanı’nı yurt
içinde ve yurt dışında çoğu
eleştirmenin yaptığı gibi sadece
“Çigan dilinde çekilmiş ilk film“,
“Çigan kültürü” ve büyük müzisyen Bregovic’in imzasını attığı müzikleriyle değerlendirmek
başta Emir Kustica’dan büyük
bir küfür yemek ve filme yapılmış en büyük saygısızlık anlamına gelir. Ki bu yönlendirmeyle
filmi seyredeceğini sanan izleyici film boyunca Kusturica’nın
onları
karşı
karşıya getirdiği
gerçeklerle sert bir
tokat yiyordur
zaten. Konu,
açık bir şekilde Yugoslavya
ve işin çingenece olan kısmı
Yugoslavya’nın
da, aşkın da,
ölümün de çingene gözüyle anlatılışıdır. Aralık 88’de dünyaya
gelen filmin tarihsel özelliği ise;
yönetmenin dağılmadan önce
çektiği son film olmasıdır. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik
çalkantılardan ziyade artan
etnik çekişmelerin (daha sonrasında da katliamların) “bağımsızlık” söylemleri için daha
elle tutulur bir bahane olduğu o
günlerde dağılma tahmini Kusturica gibi zeki bir adam için
kuşkusuz zor değildir. Filmdeki
politik göndermeleri ise daha
çok ülkesiyle arası bozuk olan
Perhan’ın dayısı Mercan üzerinden yapar. Bitime 4–5 dakika kala Mercan’ın, Perhan’ın
cenazesinden çıktığı gibi ağlaya ağlaya kiliseye gittiğini görürüz. Kilisede sola yatmış İsa
portresini yerine koyarken “Ne
olmuş sana böyle yüce Tanrım?
Sen de ülkemiz gibi tepetaklak
olmuşsun!” dedikten hemen
sonra portre bu seferde sağ tarafa düşer. Bu sahneyle kapanışı yapılan film daha 3 yıl öncesinden Yugoslavya’yla bir veda
değil de nedir? Politik göndermeler sadece Yugoslavya ile de
sınırlı değildir. Kusturica filmde
zaman zaman küresel konulara
da atıfta bulunmuştur. Filmde
Kusturica’nın bizi Perhan’ın rüyasına konuk ettiği bir sahnede Perhan’ın petrol varili evine
döndüğünü görürüz. Ev ahalisi
Perhan’ı farketmediği gibi petrol varilini kucaklar, dakikalarca petrol varili etrafında dans
42
ederler.
Yugoslavya’nın dağı(tı)lması,
20. yy’a damgasını vuran olaylardan biridir. Kusturica’nın,
Yugoslavya kadar büyük bir olguyu, tarihleri boyunca ezilen,
dışlanan ve ötekileştirilen çingene toplumunun üzerinden anlatması, filmin en göze çarpan niteliklerinden biridir. Zira bunu,
dağılma sonrasında birbirini
boğazlayan
Yugoslavya’nın
evlatları üzerinden anlatsaydı
büyük bir ihtimalle Çingeneler Zamanı’ndaki tarafsızlığını
koruyamaz, birbirlerinin katili
yapılmış kardeşlerden ziyade bu katliamları tasarlayan
sistemi eleştiremezdi. Kaldı
ki Kusturica kronolojisini az
çok bilen biri, tıpkı evlatlarının Yugoslavya’ya en azından
eski huzuru aratmayacak kadar dahi sadık kalamadıkları
gibi, maalesef Kusturica’nın da
zamanla bazı olayların tarafı
olduğunu görebilir. Parçalanma sonrası hemen hemen her
bölgede gerçekleştirilmiş tarifi
imkânsız ve bahanesiz katliamlar karşısında hala “peki gerçekte ne oldu”yu soracak kadar soğukkanlı kalabilmek, Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra
bırakın Balkanları tüm dünya
siyasetinin akışını tahmin etmekten elbette ki daha zor olduğu
da bir gerçek. Yugoslavya’nın
yıkılışındaki dramatiklik tam
da burada yatıyor zaten: 88
yılındaki bir Saraybosnalıya
bundan 5–6 yıl sonra şehrin
tepelerinden mahallelere kadar
inecek büyüklükte bir şehit mezarlığı olacak deseler ne cevap
verirdi acaba? Sahi, savaştan
sağ çıkabilmiş, ülkesinde kaç
rejim, kaç savaş görmüş 70 yaş
üzerindeki binlerce Saraybosnalı şehrin neresinde olursa olsun başlarını kaldırdıklarında o
mezarlıkla karşı karşıya geliyor
değil mi?
Ege’de 6 Kasım
E
ge Üniversitesi bu seneki
YÖK protesto eylemliliklerini EGE ÜNİVERSİTESİ FORUMU bileşenleri olarak öğrenci
ve akademisyenler hep birlikte
düzenlediler. YÖK’ün kuruluş
tarihi olan 6 Kasım’dan önce
düzenlenen forum ve söyleşilerle YÖK düzeni ve YÖK’e niçin
karşı mücadele edilmesi gerekliliği üniversite bileşenlerinin
ortak gündemi olarak tartışıldı.
4 Kasım günü ise EGE ÜNİVERSİTESİ FORUMU ortak etkinliği
olarak film gösterimi düzenlendi. 5 Kasım günü ise YÖK ve
Gezi Direnişi gündemli panelforum gerçekleştirildi.
6 Kasım tarihinde ise üniversite gençliği yine alanlardaydı. “GEZİ’DEN ÜNİVERSİTEYE
YÖK TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNE”
pankartıyla edebiyat fakültesi önünde buluşan öğrenciler
daha sonra Edebiyat ve İletişim
Fakülteleri’nin içerisinden yürüyüşü başlattılar. Fakültelerin
içerisinde sesli ajitasyonlar ve
sloganlarla tüm üniversite bileşenleri eyleme davet edildi.
Fakültelerin içlerinden katılımlarla çoğalan kitle yemekhane
önünde toplanan öğrencilerle
birleşerek yürüyüşüne Meslek
Yüksek Okulu istikametinde devam etti.
Kitle mühendislik fakültelerinin yakınında bulunan ve genelikle faşist çetelerin örgütlenmeye çalıştıkları Gıda Cafe önüne
geldiğinde Gezi direnişi şehitleri için kısa bir anma etkinliği
gerçekleştirdi. Saygı duruşu ve
konuşmaların ardından yürüyüşe devam eden kitle yürüyüşü
sonlandırmak adına öğrenci
çarşısı (25 Aralık’tan itibaren
öğrenciler tarafından ismi Ali
Serkan Eroğlu Yolu olarak değiştirildi) istikametine yöneldi.
Çarşıya gelindikten sonra yürüyüş öğrencilerin insiyatifiyle
kampüs dışındaki ana yola Manisa kavşağı olarak bilinen yola
taşındı. Anayolun trafiğe kapatılıp basın açıklamasının yapılmasının ardından öğrenciler
marşlarla kampüse geri döndü.
Ege Üniversitesi Ali’leri Unutmayacak!
2
4 Aralık 1997 yılında kendisine dayatılan ajanlık
teklifini reddettiği için katledilen, devrimci öğrenci Ali Serkan EROĞLU, Ege Üniversitesi
öğrencileri tarafından anıldı.
Bu sene ki anma programında
Gezi Direnişi’nde katledilen
üniversite öğrencisi Ali İsmail
KORKMAZ da unutulmadı.
25 Aralık Çarşamba günü
düzenlenen anma yürüyüşü öncesinde üniversitedeki devrimci
kurumlar günlerce Ali Serkan’ı
anlatan standlar kurdu. Katledilen öğrenciler anısına üniversitenin çeşitli alanlarında tiyatrolar oynanarak anma yürüyüşüne çağrılar yapıldı.
25 Aralık günü ise Edebiyat
Fakültesi önünde toplanan öğrenciler ‘öğrenci çarşısı’ yönüne yürüyüşe geçtiler. Ali Serkan ve Ali İsmail’in fotoğraflarının bulunduğu ‘ÜNİVERSİTE
ALİ’LERİ UNUTMUYOR KATİL
DEVLET HESAP VERECEK yazılı
pankartın taşındığı yürüyüşe Ali
43
Serkan’ın dönem ve mücadele arkadaşları da destek oldular. Kitle Öğrenci Çarşısı önüne geldiğinde burada yapılan
kısa anma töreninin ardından
öğrenciler Çarşı içindeki yolun
adını Ali Serkan EROĞLU Yolu
olarak değiştirdiler.
Anma yürüyüşünün ardından
Edebiyat Fakültesi’ne dönen
eski ve yeni jenerasyondan Ege
Üniversiteliler
düzenledikleri
söyleşi-forumla anma programını sonlandırdılar.
Ege Üniversitesi’nde Faşistlere Sınav Yasağı
E
ge Üniversitesi’nde yurtsever-devrimci
öğrencilerin
düzenlediği Rojava Duvarları
Yıkılsın eylemini sözlü saldırılarıyla provake etmeye çalışan
faşistlerle kısa süreli arbedenin
yaşanmasının ardından, akşam
saatlerinde Bornova Metro
önünde dolaşan üç Kürt öğrenci linç edilmeye çalışıldı. Organize olarak düzenlenen linç girişimiyle birlikte biri ağır olmak
üzere arkadaşlarımız yaralandı. Cuma günü gerçekleşen bu
olayın sonrasındaki pazartesi
günü Edebiyat Fakültesi’nin
vize haftasıydı ve arkadaşlarımız vize sınavlarına giremedi.
Bu durum üzerine Ege Üniversitesi devrimcileri faşistlere bu
saldırıyı düzenleyen histeriyi
sahiplendiğini beyan eden tüm
şoven algıya vize sınavlarına
girmelerine yasak getirdi. Tespit edilen faşistlerin öğrenci
kartlarına el konularak gönderildiler. Reis olarak tanımlanan
ele başları ise kendi sınavlarından kendileri feraget etmeleri
dikkatlerden kaçmadı.
Vize haftası içerisinde bir
hafta uygulanacağı bildirilen
sınav yasağına karşı faşistler
küçük gruplarla ( ellerinde satır ve döner bıçaklarıyla gelen)
fakülteye girmeye çalışsalar da
başarılı olamadılar.
Sınavların bitiminin ardından
sınava gelmeyen faşist elebaşların sivil polis ordusuyla birlikte okulun boş olduğu zamanlarda sınavlarına girmesi bu çetelerin korunduğunu bir kez daha
gözler önüne serdi. Ayrıca faşistlerin ellerinde döner bıçaklarıyla çekilmiş fotoğraflarıyla
ilgili olarak rektörlüğün yoldaşlarımıza ve siper yoldaşlarımıza soruşturma açması, rektörlüğünde koruyuculuk görevine
soyunduğunu göstermektedir.
Mine Bademci
Kültür Merkezi’ndeki Çalışmalar
K
ıvançtır
sanat,
sevincin
kaynağıdır.\
Fırtınada alev alev tutuşur.
Işığı aydınlatır mavi göğü\Sanat görkemidir tüm insanlığın\
Gözlerindeki kıvılcımdır halkın…
Victor Hugo…
Sanatın amacını ‘insanlığın,
insanlık tarafından, insanlık
için yönetilme çabası adına sanat’ olarak tanımlıyor Orhan
Kemal. Kapitalist toplumlarda sanat, mücadele etmenin,
paylaşmanın, birlikte olmanın
yerini bencilliğe ve rekabete
bırakmıştır. Bizler yaşadığımız
hayatı ve paylaştığımız sevdayı; kollektif değerler içinde ve
emek harcayarak büyütmeliyiz.
Egemenlerin sanatı halkın bağrından koparıp kendi sınıf gerçekliklerine göre kurgulamaları
üzerine, halk kendi sanatını icra
etmelidir.
Mine Bademci Kültür Merkezi olarak bizlerde kendi sanatımızı insanlığın ortak paydalarında, kollektif bir şekilde üretiyoruz. Atölye faaliyatlerimizde
dostlarımız ve arkadaşlarımızla
birlikte sohbetler ve gündem
değerlendirmesi
yapıyoruz.
Ayrıca her hafta devam eden
Halk Oyunları, Takı Tasarım
ve Kürtçe kurslarımızla birlikte
kültür merkezimiz hareketliliğini
ve canlılığını koruyor. Sanatı,
kültürü, umudu ve birlikteliğin
devamını sağlamak için ileriki
dönemlerde sinema haftaları
düzenlemeyi önümüze koyduk.
Ayrıca yine yeni dönemde tiyatro, kurgusal metin ve kısa film
atölyeleri inşa etmek ve müzik
çalışmalarını hızlandırmak gibi
planlamalarımız var. Sizleri
sevginin ve umudun yeşerdiği
yeni dönemde atölye, kurs ve
sinema gösterimlerimize bekliyoruz.
İstanbul Ünivesitesi’nde Roboski Anması
B
eyazıt’ta üniversite öğrencileri Roboski katliamının 2.yılında katliamı protesto etmek ve devletin katliamcı
yüzünü teşhir etmek için bir yürüyüş gerçekleştirdi. ‘’Zilan’dan Roboski’ye Katleden Devlettir’’ pankartı
ile yürüyen kitle Beyazıt Meydan’da basın açıklamasının ardından saat 19’da Taksim’e çağrı yaparak
eylemi sonlandırdı. Devrimci Gençlik/Haber Komitesi 27.12.2013
44
Eğitimde Faşizmin Yeni Tezahürü
E
ğitimde faşist uygulamalara
bir yenisi daha eklendi.
Tüm alanlarda demokratik bir
uygulama başlattıklarını söyleyen AKP’nin, geçtiğimiz günlerde yapılan Roboski operasyonu
ve azınlık öğrencilerinin temel
haklarına kadar uygulanan
politikalarda
demokrasiden
ne anladıklarını gözler önüne
serdi. Liselere geçişte SBS’nin
yerine getirilen 6 dersten 12 sınav yapılmasını öngören Temel
Eğitimden Ortaöğretime Geçiş
Sistemi’nin (TEOG) ilk dönem
sonuçları dün açıklandı. Ve açıklanan sonuçlara göre oluşan
tablo, birkez daha “Dindar nesiller yetiştireceğiz” argümanının pratik adımının ifadesi oldu.
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
dersinden muaf gayrimüslim
öğrenciler e-okul sistemine ‘G’
yani “Sınava girmedi” diye kodlanıp sıfır almış gibi işlem gördüler ve 33.34’e varan puan
kaybı yaşadılar. 6 dersten her
dönem birer tane olmak üzere
yılda toplam 12 sınav yapılmasını öngören sistemin ilk 6 sınavı, geçen yıl 28-29 Kasım’da
gerçekleştirildi. 1. dönem sınavlarının açıklanmasıyla birlikte
azınlık okullarında okuyan öğrenciler, merkezi sistemle yapılan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
dersinin sınavından muaf olmalarına rağmen sınavlara “girmemiş” olarak işlendi ve hepsinin notları “sıfır” almış kabul
edilerek hesaplandı. 22 OCAK
2014
Marmara Ünivesitesi’nde Faşist Saldırı
D
evlet destekli faşist saldırıların odağı Marmara Üniversitesi’nde bir kez daha faşist saldırı vardı. Bugün
gerçekleşen saldırı da devletin kiralık katilleri, bir devrimci öğrenciyi daha yaraladı. Palalar ve satırlarla gerçekleşen saldırı da yaralanan öğrencinin durumunun ağır olduğu ifade ediliyor.
Son günlerde polis ve ÖGB’ler tarafından desteklenerek sürdürülen gerginlik bugün sabah saat 10.00
sıralarında Rasim Paşa Mahallesi, Söğütlüçeşme Caddesi üzerinde yürüyen Yavuz Ulaş isimli İktisat Fakültesi öğrencisine 5 kişinin saldırısıyla doruğa çıktı.
Ulaş’ı arkadan takip ettikleri öğrenilen faşist güruh, yanlarında getirdikleri satır, bıçak ve demir çubuklarla Ulaş’ı yaraladıktan sonra kaçtı.
Vatandaşların haber
vermesiyle olay yerine çok sayıda polis
geldi. Bir süre yerde
ambulans bekleyen
yaralı arkadaşımız,
gelen ambulans ekipleri tarafından hastaneye kaldırıldı. Bu
arada devrimci öğrenciler ile polis arasında kısa süreli bir
arbede yaşandı.Ulaş,
acil serviste tedavi altına alındı.
Devrimci Gençliğin
de yer aldığı öğrenciler Göztepe Kampüsü önünde bekleyişlerini sürdürüyorlar.
45
Talan ve Yalan Cumhuriyeti’ne Hayır!
Yolsuzluğa, Talana, Yağmaya, Faşizme Karşı
Sokağa, Eyleme, Özgürleşmeye!
A
KP, sermayenin yalan ve
talan için kurdurduğu bir
hükümettir. 11 yıldır bu niteliğine rağmen, sola ait değerler dahil halkın beklentilerini
sömürerek niteliğini şu veya
bu oranda gizlemiş, niteliğinin
açığa çıkmasını geciktirmek için
hemen her yola başvurmuştur.
Sayıştay’ın işlevsizleştirilmesi, basının susturulması, ihale
düzeninin göstermelik hale getirilmesi boşuna değildi. Rantiyerler, rant cumhuriyetinde istediği
gibi cirit atabilmeli; formaliteye
uydurulmuş soygunların yeterli
olmadığı yerde, hırsızlık, gasp
ve rüşvet devreye sokulmalıydı.
Bu, yalnızca AKP’nin değil;
dini, imanı, vatanı olmayan sermayenin kimliği
ve niteliğidir. Emperyalist
tekellerin tüm dünyada
yaptığı budur. Buna, Cemaat örgütlenmesi de dahildir. Düne kadar, halka
karşı uygulanan zulümde
de yalan ve talanda da
ortak hareket edenler,
bugün ayrışmışsa, bu durum birini diğerinde daha
temiz veya haklı kılmaz.
Gerçekte, sınıflı toplumlar
tarihi boyunca savaşların, işgallerin, iç ve dış çatışmaların kaynağını bu kâr hırsı, sömürü ve
talan amacı oluşturmuştur.
Mevcut durum “temiz eller”
edebiyatıyla aşılacak cinsten
değildir. Böylesi anlarda sermayenin tüm temsilcilerinin işi,
yıpranan rejimi tahkim etmek
için enkaz devraldığını söyleyip, işlevini tamamlamış eski
üzerine aynı içerikteki yeniyi
bina etmek ve sömürü düzeninin devamını sağlamaktır.
Bu nedenle, alternatifin daha
çok konuşulur hale geldiği bu
süreçte, gerçek alternatifin
“kötünün iyisini seçmek” olmadığı bilinciyle hareket edilmeli; daha zor ve uzun erimli de
olsa, halkın söz, yetki ve karar
sahibi olduğu, tepeden tırnağa
farklı gerçek alternatif için mücadele edilmelidir.
“Kim gelirse gelsin yeter ki
AKP gitsin.” dendiğinde, şimdiden sağcılaşma antrenmanları
yapmaya, ABD’ye sempatik
mesajlar vermeye başlayan ve
adı dışında “sosyal” veya “demokrat” hiçbir niteliği olmayan
CHP gibi seçeneklere yönelindiğinde, sermayenin “B” planına
uygun davranılmış ve yıllardır
olduğu gibi “ya kırk katır ya
kırk satır” tuzağına düşülmüş
olur.
Evet, AKP nezdinde sistemin
yıpranması, gerçek kimliklerinin, halk düşmanı karakterlerinin ortaya çıkması bir fırsattır.
Ancak bu fırsat doğru değerlendirilmeli; adı ne olursa olsun, oy avcılığı yapan, halkın
beklentilerini sandığa taşıyıp
etkisizleştiren
seçeneklerden
uzak durulmalı; özgürlük, eşitlik ve adaletin sahtesine razı
olunmamalıdır.
46
AKP eliyle yapılan illüzyonlar miadını doldurmuş, mızrak
artık çuvala sığmaz hale gelmiştir. Sistemin biriktirdiği içsel
cerahat, kendini zehirlemeye
başlamıştır. Buna rağmen kendiliğinden çökmesi veya demokratik alternatifleri kendi içinden
çıkarması sınıfsal niteliği gereği
olanaksızdır.
Muhalefet yapılacaksa, yalnızca AKP’ye karşı değil, onun
da içinde olduğu sınıf iktidarına, sisteme karşı yapılmalıdır;
alternatif, sistem içinde değil
dışında aranmalıdır. İnsanların
basiretini bağlayan; en yakınındakiyle bile rekabete ve yarışa
yönelten, mülkiyet hırsıyla ayrıştırıp bireycileştiren, kapitalist nitelikler üzerine
bina edilmiş sistemdir. Sistem, AKP ve Cemaat’le
beraber, tüm sermaye kesimleridir; burjuva-gerici
yapılar ve ideolojilerdir.
Bu
koşullarda
geliştirilecek
alternatifin
üzerine oturması gereken nitelikler, Gezi’de
belirli oranlarda ortaya çıkmıştır. Alternatif, Taksim Komünü’dür;
Güvenpark’tır;
Antakya’dır;
kardeşliğin, dayanışmanın ve
geleceği birlikte kazanmanın
adıdır.
Direniş eksenli geliştirilmesi
gereken bu alternatif, dilini 1871
Parisi’nden, 1917 Rusyası’ndan,
1959 Kübası’ndan almalı, yoldaşça üretip yoldaşça uygulamalıdır. “YALAN VE TALAN
CUMHURİYETİ’NE
HAYIR!”
diye haykırılmalı, “Hep beraber sulardan çekmek ağı” diyen bir değerler sistemiyle gelecek örgütlenmelidir.
İnanç Yitimi Bir Tesadüf Değildir
İnanç dediğin
yemin gibi bir şeyse
bizim yeminlerimiz
madde kadar gerçektir
ve
tuttuğunu koparmak içindir
D
evrimci değerlerin doğru
tanımı kadar doğru kavranması da çok önemlidir. Feodal
normların etkisinde, biraz da
keyfi ölçüler içerisinde tanımlanmış devrimci değerlerin, süreç içerisinde şu veya bu nedenle terkedilmesi şaşırtmamalıdır.
Zaten doğru kavrama, doğru
sahiplenmeyi ve giderek kalıcılaşmayı beraberinde getirir.
Devrimcilikte inanç olgusu, kimi
maksatlı yorumcuların yansıtmaya çalıştığı gibi, bilimsel olmayan, dini çağrışım yapan bir
olgu değildir. En azından, doğru kavranmış hali bu değildir.
Örneğin devrime inanç, başarıya/zafere inanç, bu olgularla
ilintili olarak sunulan verilerin
sonuç vereceğine dair pozitif
bir kanaatin oluşması anlamındadır. Bunun dine benzer hiçbir
yanı yoktur. Dini öğelerin temelsiz oluşu, terkedilişini de kolaylaştırır. Lenin’in Papaz Gapon
ile ilgili bir anısı, bu konuda
öğretici boyutlar taşımaktadır.
Gapon, Lenin’e şunları anlatır:
“Bir ara kuşkular içinde kıvranıyordum, inancım sarsılmıştı. Bu durum beni hasta etti,
en sonunda, kutsal bir yaşantı
sürdürdüğü söylenen bir keşişin
yaşadığı Kırım’a gitmeye karar
verdim. İnancımı pekiştirmek
amacıyla, kalkıp bu yaşlı keşişe gittiğimde, onu, bir pınarın
başında dua ederken buldum.
Çevresinde, onun yönettiği ayin
için bir sürü kalabalık toplanmıştı. Pınarda Aziz Georgius’un
atının nalı tarafından bırakıl-
dığı söylenen bir nal izi vardı.
Elbette saçmaydı bu ama, asıl
sorunun da bu olmadığını söyledim kendi kendime ve adamın
derin bir inancı olduğunu düşündüm. Ayin bittikten sonra,
duasını almak için yanına gittim. Papaz giysisini çıkarıp bir
kenara koydu ve: ‘Burada mum
satmak için bir dükkan açtık,
iyi para kırdık!’ dedi. İşte peşinden koştuğum inanç buydu!
Eve nasıl geldiğimi bilmiyorum.
O zamanlar ressam bir arkadaşım vardı, adı Vereşçagin. İkide
bir zorluyordu beni: ‘Bırak şu
papazlığı’ diye. Düşündüm ve
şu karara vardım: Köyde annem ve babamın saygın bir konumları var. Bütün köy halkının
gözünde saygıdeğer bir adam
olan babam, muhtar. Eğer papazlığı bırakırsam, herkes, oğlu
dinden döndü diye, yapmadığını bırakmayacak ona. O nedenle bırakmadım papazlığı.”
İşte inanç olgusu, yukarıdaki
gibi içi boş ve temelsiz olduğunda, yani metafizik tanımlara
dayandığında, inanç yitiminin
şu veya bu biçimde ortaya çıkması normal ve anlaşılır bir hal
alır. Ancak, eğer sözü edilen
inanç, siyaset biliminin ve sosyolojinin doğruluğu kanıtlanmış
önermelerine ve Marksizm’in
defalarca kanıtlanmış gücüne
dayanıyorsa; bu, bilimsel bir
olgudur ve metafizik olanla bir
ilgisi yoktur. Bu noktada sorun,
devrimci zeminde yaşanmakta
olan inanç yitiminin nedenlerini doğru tanımlamakta düğüm-
47
leniyor. Ve ister hareket tarafından verilmiş, isterse kişinin
kendi ön kabulü olsun, devrimci
birikim -dini olmasa da- feodal
değerlerden ibaret bir sınırlılıkta kalmışsa, kırılma ve geri boşalma ihtimali adeta kaçınılmaz
bir hal alır.
Marksist Leninist öğretinin
uzun yıllara yayılan disiplinli
bir çabayla kavranması gerektiği, kavranmadığı takdirde, bir
hareket tarafından doğru yönlendirme yapılsa dahi bunun
yeterli olmayabileceği bilinmelidir. Böyle bir durumda bir
süre sonra, kişinin geriliği, bir
direnç noktasına dönüşmeye,
uyumsuzluklar büyümeye başlayacak ve büyük olasılıkla sonuç, etrafımızda gördüğümüz
eskimiş devrimciler enkazına
katılmak olacaktır.
Kişi, eğer kendisi bir bilimin
önermelerini özümseyecek denli kapsamlı bir çalışma/araştırma yapamayacak durumdaysa; o noktada, böyle bir kavrayışa sahip olduğuna inandığı
hareketin
yönlendirmelerine
içtenlikle ve disiplinli bir şekilde uyarak, söz konusu eksikliğin bir probleme dönüşmesini
önlemeye çalışmalıdır. Tabii bu
noktada da harekete geçirici
dinamikler, somut olmalı ve anlaşılır bir tanımla aktarılmalıdır.
Devrimciler, nedenini bildiği ve
doğru bulduğu olgular sebebiyle mücadele ettiğinde, beyince
ve yürekçe ikna olduğunda,
bedel ödeme olasılığı ile daha
barışık olacaktır. Ve o zaman,
Devrimci Kişilik
Devrimci Gençlik
en bilinçli ailelere bile, ödenen
bedelin nedenini/gerekliliğini
anlatamaz duruma düşülmeyecektir.
Devrimcilikte “bedel ödemek”, bir amaç değil bir sonuçtur. İnsanlar, bedel ödedikleri
için devrimci olmaz, devrimci oldukları için bedel öder. Ancak,
meseleyi bu tür soyutlamaların
sınırlayıcılığı dışına taşıdığımızda, daha kapsamlı biçimde değerlendirme koşulu doğar.
Devrimcileşmede olgunlaşma
sürecini tamamlamış ve devrimci kimliğin gereklerini yaşamına
içermiş bir insan, her an bir değerler bütünü dahilinde hareket
edeceği için, bedel ödemek gerektiğinde, ayrıca düşünmesi,
tereddüt etmesi, vs. söz konusu
olmaz. Onu değerlendirirken
de salt bu yanını büyütecin altına yerleştirmek gibi bir tarza
gerek kalmaz. Hatta böyle bir
tarz, uygun düşmez.
İş yaşamını, eğitimini, sevincini veya üzüntüsünü; yani bütünüyle yaşamını devrimci gerekliliklerin belirlediği bir insanın,
bedel ödemek gerektiğinde kaçınacağını düşünmek ne denli
ters ise, bedel ödediğinde bu
fiili abartılı tanımlamalarla yansıtmak da terstir. Çünkü devrimciler için bu, saygın bir olay ise
de aynı zamanda “doğal”dır.
İş yaşamında kişi, mesai saatinin dolmasını çoğu kez sabırsızlıkla bekler. Fazladan çalışması gerektiğinde ya fazla mesai
ücreti alır; ya da en azından
çok çalıştığına dair yakınmada
bulunur. İşte devrimci yaşamı iş
yaşamından ayıran en belirgin
nitelik budur. Devrimci yaşamda mesai yoktur. Kişi, daha az
değil daha çok çalışmaya gayret eder. Koşulları ve enerjisi
uygunsa, 24 saat çalışır ve yakınmak yerine bundan mutluluk
duyar. Çünkü, yapılan çalışma
gönüllüdür ve sonuçları birebir
kendisinin de içinde bulundu-
ğu, bildiği, izlediği bir alternatif
yaşamın artılarını çoğaltmakta,
var olan tuğlalara yenisini eklemektedir.
Devrimciliğin
tüm
dünya
Marksist’lerince (veya Marksist kamuoyunca) belirlenmiş
genel kabul görmüş, uygulamada farklılıklara sebep olmayan projesi yoktur. Çünkü devrimcilik, aritmetik kesinliklerle
tanımlanan projelerden farklı
nitelikler taşır. Bu, bir belirsizlik, normsuzluk hali değilse de,
farklılıkları yok etmek ve projeyi teke indirmek adeta olanaksızdır. Bu nedenle; kötü, yanlış, eksik, vb. projelerin neden
olduğu tahribat, verdiği zarar;
pek çok insanın devrimci zeminden uzaklaşmasına veya o zemine karşı soğukluk duymasına
sebep olmaya devam ediyor.
DEVRİMCİLİK BİR TERCİH
İSE DE BU, BASİT ANLAMDA
BİR TARAFTARLIK OLARAK
GÖRÜLMEMELİDİR
İnanç olgusunun bilimselliği, insanın eylemine yön veren
etmenlerdeki bilinç oranı ile
ilintilidir. Doğru kaynaklardan
öğrenilen, benimsenen ve bir
kimliğin gerekleri olarak bir
değer seviyesine taşınan olguların önemini tekrar tekrar
anlatmak, gözetilmesi gerektiğinin altını çizmek gerekmez.
Eğer bu gerekiyorsa, ya yanlış
kaynaklardan bilgi edinilmiş ya
da o bilgi/bilme süreci şu veya
bu nedenle tamamlanmamış
demektir. Böyle olduğu zaman,
bedel ödeme ihtimali ürkütücü
bir olasılık gibi durur. Ve sonuçta ya o ihtimalden kaçılır; ya da
yaşanması sonrasında “gençliği
boşa gitmiş, harcanmış insan”
psikolojisi ile hareket edilir.
Bir bedel ödeme sonrasında
önemli olan bedenin değil ruhun ne denli zarara uğradığıdır.
Eğer ruhsal bir tahribat yoksa;
eylem öncesindeki değerler ey-
48
lem sonrasında da savunuluyorsa, bilinç rolünü oynamış; araya mistik, feodal, vb. olgular
girmemiş demektir. Bu bilinçteki
insanlar, eylemde örneğin bacağını mı kaybetti; diğer bacağı
ile yaşamını yine aynı değerler
dahilinde, daha olgun, kendinden emin bir şekilde sürdürür.
Hatta durumu bir çeşit “gazi”lik
sayılacağı için; bundan sonraki
yaşamında onurlanmada artı
sebeplere sahip olacaktır. Tersi
durumlarda, dün ile maddi-manevi bağını kesen insanlar; bakımını üstlenen annesi-babası,
vb. tarafından bir “sakat” muamelesi görecek, dün çok büyük
olan yerden, bugün çok küçük
olan bir yere düşecek; yaşamın
tüm karelerine bir nedamet hali
çökecektir.
Bugün, yaklaşık otuz üç yıllık
bir sürecin bilançosu çıkarıldığında, ortaya çıkan enkaz hali,
salt kaçkınlık, ihanet, döneklik,
vb. ile değerlendirilecek olursa, ne süreç anlaşılmış olacak,
ne de alternatif oluşturmak için
gerekli olan veriler yakalanmış
olacaktır.
1991’de hemen tüm yapıların, önderlik mekanizmalarının
ve bir dönemin etken kadrolarının kelepçeleri çözüldüğünde,
ortaya akışkanlığı arttıran bir
katılım hali değil, bir şaşkınlık
hali çıktı. Bugün dünyadaki ve
ülkedeki pek çok başka gelişmeler nedeniyle farklı bir süreçten geçiliyor olsa da, bir yanıyla da benzer bir süreçten ve
şaşkınlık halinden söz edilebilir.
Yenilenme arayışlarına da örgütlenme ve mücadele anlayışına da yansıyan ve ortaya çarpık bir duruş değil, adeta bir
duruşsuzluk çıkaran bu şaşkınlığın aşılması, nedenlerinin doğru tanımlanması ile mümkündür.
Kendi gerçekliğini kabul etmeyenler, o gerçekliği aşma yöntemini geliştiremezler.
Devrimciler, dört gol yedikten
Devrimci Gençlik
sonra bile “biz iyiydik hakem
kötüydü” diyen antrenörler gibi
değil; galibiyet sonrasında bile,
gerekmesi halinde “galibiyet
bizi aldatmasın aslında kötü
oynadık” diyebilen antrenörler
gibi olmalıdır. Bu örnekler için
üzgünüz ama, 1970’li yıllardan
bugüne devrimci yapılar hâlâ,
insan kazanma olgusunu taraftar kazanma olarak algılıyorsa;
futboldan örnek vermek uygun
düşer hale geliyor. Birbirimizi
sevmek için “bir ton” neden
varken, yapay ve anlamsız mesafelerle adeta dostluğu bile
“bir deri bir kemik” haline getirmişken; sırf farklı takımlardan
oldukları için birbirini taşlayan
taraftarları ne yazık ki çağrıştırmış oluyoruz.
1970’li yıllarda, devrimci yapılar yeni yeni organize
olurken ve en naif duygularla
norm/ölçek tanımı yapılırken;
şovenizmin çeşitli biçimlerinden söz edilirdi. Bugün hâlâ
bölge şovenizmi (hemşehricilik) gibi örgüt şovenizmine de
tanık olunmaktadır. “Kuzguna
yavrusu şahin görünür” misali,
objektif olmaktan uzak yaklaşımlar, doğruyu da yanlışı da
görmeyi güçleştirir. MarksistLeninist gıdayı doğru kaynaklardan ve yeterli biçimde almış
olan bir devrimcinin kendine ve
durduğu zemine güveninin olması doğru ve gereklidir. Zaten
böyle olunca, kendi zeminindeki yanlışlar da oluşturduğu
süzgece takılır. Kişi, eğer her
olguya, subjektivizmden uzak
bir duruştan bakıyorsa; yapay,
biçimsel, rekabetçi, vb. yaklaşımların kaygan normları yerine, doğruluk testinden geçmiş
normları ölçü alır ve vardığı
sonucu savunmakta tereddüt etmez. Duruş, böylesine sağlam
temeller üzerine bina edilmişse;
kimi kişi veya çevrelerden dayatılan normlara uymak gibi bir
zorunluluk olmaz. Bugün solda,
Devrimci Kişilik
kendini adeta devrimci normlar
eksperi kabul eden ve bir çeşit
tekel veya hegemonya oluşturan özneler, eğer hâlâ ağırlıklarını kabul ettiriyorsa; sorun,
kabul edenlerin özgüveni ile
ilgilidir.
Moskova Önlerinde romanını okuyanlar bilir; savaş halinde ve hatanın ölüm demek
olduğu koşullarda gerçekleşen
bazı olaylar, öğretici bir şekilde sunulmuş ve kavganın,
ihtiyaçların, somutun dikkate
alınması ile normların diyalektik bir yaklaşımla uygulanması
konusunda tam bir ustalık sergilenmiştir. Romanda ilk disiplin
suçu ölümle cezalandırılırken,
sonraki suçlarda öğreticiliğin
ve bağışlamanın (anlayışın) çok
özel biçimlerine tanık olunur.
Bu örneklerden öğrenmek, kendi sürecini ustalıkla örme şansı
verir. Tabii ki öğrenmenin en
kötü biçimi, ezberlemektir. Çünkü yaşam bir gün gelir ezberimizi bozar ve geriye yaratıcılık
özürlü bir duruş kalır.
Eylem, politikanın fiili halidir.
Politikadan bağımsız eylem,
amaçtan bağımsız araç demektir. Devrimciliğin bilinmediği,
kulaktan dolma kimi bilgi kırıntıları ile hareket edildiği durumlarda, “çocukça” sayılabilecek
fiillerin yaşandığına hepimiz
tanık olmuşuzdur. İyi bir şey
yapıyorum zannederek veya
can sıkıntısını gidermek için duvarlara “Tek Yol Devrim - CHP”
yazan bir gencin durumu, “çocukça” olduğu için anlaşılabilir.
Aynı şekilde büyük bir hararetle devrimcilerin arasına katılıp,
o coşkuyla, salt fiil olsun diye
işe kalkışan ve canı yandığında
geri kaçan insanların da durumu anlaşılabilir. Ancak, ciddi
bir gıda alış verişinden/ eğitimden sonra ve hatta eğiticinin
kendisi tarafından da fiil ile politika arasında diyalektik bağ
kurulamıyor ve fiil amaca dönü-
49
şüyorsa; bu, sol adına vahim ve
yürek yaralayıcı bir durumdur.
Siyasal yapı/önderlik, bir
kişi gibidir; orada da zaaflar,
yanlış hesaplar, ölçü bozukluğu, vb. olabilir. Eğer bir yapı,
yukarıda anlattığımız kavrayışı
içselleştirememişse; kendi yoldaşlarını sırf “yapma-etme” fiili
üzerinden değerlendirir. Onlara; tereddütlerini, zayıflıklarını
ifade edip aşma koşulu bırakmaz. Gerçekte ise bir devrimci;
korkusunu, tereddüdünü, zaafını en kolay yoldaşlarına, yani
hareketine açabilmelidir. O zaman, eksik ve zaaflar bilindiği
için, aşılması da doğru yöntem
ve araçlarla sağlanacak ve kişi,
eylemini; yoldaşlarına “yok”
diyemediği için değil, inandığı
ve istediği için yapacaktır. Bu
tür eylemlerde doğal olarak
fire oranı düşük olacaktır. İşte
bugün eğer firelere salt suç ve
ceza ikilemi içinde bakılır, kaynaklarına inilmezse; gerçek kabahatlinin kabahati gölgelenmiş olacak, yanlış teşhis yanlış
tedaviye sebep olacaktır.
Tutsaklık koşullarında ellerine
geçirdikleri iğne ile kuyu kazacak kadar sabırlı davranan,
taşınan kimlikle barışıklığın ve
üretkenliğin eşsiz örneklerini
sunan devrimciler; dışarı çıktıklarında, çok daha uygun zeminlerde -bırakalım iğneyi- kazmayla bile kuyu kazamaz hale
geliyor, yaşamın basit tuzakları
ve az bilinmeyenli denklemleri
karşısında bocalıyorsa; sonra
da devrimcilikten uzaklaşıyorsa, mutlaka kabahatlidir; ama,
galiba kabahatin büyüğü bir
başka yerde aranmalıdır.
Devrimciyseniz eğer
eşini yitiren kumrunun
ilk konacağı yer
sizin omzunuz olacaktır
Yaprak dalını
böcek kozasını size soracak
Yara almış yüreklerin
Devrimci Kişilik
Devrimci Gençlik
acıyan yanına
sizin dokunuşlarınız ilaç olacak
Devrimciyseniz eğer
çiçek tozlarını sizin avuçlarınıza dökecek
yıldızlarla konuşmak için geceyi beklemeniz gerekmeyecek
Kendini ve dolayısıyla yöntemini gözden geçirmek, hata kabul etmek ve gerekiyorsa ölçek değişimine
gitmek, sadece kişiler için değil hareket için de geçerlidir. Böyle bir yöntem hareketi küçültmez; aksine,
asıl bu büyüklüktür.
Bir devrimcinin örgütünden korkması, utanması ve bu nedenle açık olamaması, devrimciler adına üzücü
bir sonuçtur ve kabulü güç bir paradokstur. Gerçekte bir devrimcinin sadece gücünü değil, zayıflığını;
sadece sevincini değil, üzüntüsünü; sadece politik meseleleri değil, özel meseleleri paylaşabileceği ilk ve
en güvenilir başvuru yeri olması gereken örgütün; korkulan, çekinilen bir olgu haline gelmesi; bir şeylerin
ters gittiğinin ifadesidir.
İnsan, severek ve isteyerek girdiği örgütsel ağdan çekinir hale gelmemelidir; aksine sevgi ve bağlılık,
sürekli yükselen bir eğri çizmelidir. Kişi; iyi ki örgütlüyüm, ne kadar şanslı bir insanım; benim gerçek ailem
budur; şefkat ihtiyacı için bile, ilk başvuracağım yer örgütüm olacaktır; diyorsa, o kişi örgütten ayrılmaz,
sahiplenir ve bu kimliğin her türlü gereğini -bedel ödemek dahil- yerine getirmekten kaçınmaz. Gönüllülükten bu anlaşılmalıdır.
Soru soran, düşünen insandan korkanlar; yani eleştirilmekten, sorgulanmaktan rahatsız olanlar, devrim amacıyla bağdaşır örgütlenmeler oluşturamazlar. Oluştursalar bile o örgütlenme, içten içe kendini
tüketir. Devrimciler, karşı durdukları ve insandışılaştırıcı olarak kabul ettikleri sistemin, ne ölçülerine ne de
yöntemlerine itibar etmemelidir. Örgütlenmenin veya
kurumlaşmanın hiçbir biçiminde sisteme öykünmenin
izlerine rastlanmamalıdır. Örneğin, Beyaz Ordu’da,
düşünceye ne kadar az yer verilirse o kadar çok itaBazen kaybolursun, kendi bendinde..
at sağlanır kanaati hakimdir. Devrimci örgütlenmede
Bir sigara dumanıyla
ise bunun tersi olmalıdır. Devrimciler için, düşünceden
Yok olursun
korkmak, ölüm demektir. Ve önemli olan, eğer itaat
Gidersin uzaklara.
aranacaksa; bunun düşünerek, yani bilerek olmasıAşık olursun
dır. Kısacası bugün, devrimcilik hafife alınmaz, doğru
Uzak deryalarda, bir denizkızına..
kavranır ve aslında objektif bakabilenler için yabancı
Seversin
olmayan normlarda ısrarcı olunursa; sırf taraftar kaBir ömür seversin
zanayım diye devrimci zeminde yeri olmayacak denli
Doyamazsın çoğu zaman
erozyona uğramış olan şahıslara prim verilmezse; kaÖpmeye, sevişmeye
zanılanlara ise, sembollerden ve kahramanlık türküleO
vardır sade aklında.
rinden daha derin şeyler öğretmek bir zahmet olarak
Güzel bir hayaldir
görülmezse; bütün sorunlar değil, ama önemli ayakHep yanı başında.
bağları aşılmış olacaktır.
Kavgalara tutuşursun
Bugün hemen her yapıyı sarmış olan yenilenme araBazen
ölür tekrar dirilirsin
yışı, yukarıda altını çizdiğimiz sorunlar dikkate alınaVe vazgeçilmez
rak ve yaşamın bizzat içinde, yaşamın sunduğu soruO saf acemi güzellikle
lara yanıt arayarak gerçekleşirse; o çaba hem anlamlı
olur hem de sonuç verme olasılığı güçlenir.
Yaşar gidersin..
Doğru dalı seçmek için
kaybettiğin vakit
Sistem korkar bu aşktan
düşmene sebep olabilir diye
Düşman kesilir, herşey bir anda
çürük dala tutunma
Aç kalırsın susuz kalırsın
O zaman peşinen kaybetmiş olursun
Adeta yüreğini kuşatır kontrgerilla
Çocuklarına özgür bir dünya bırakamıyorsan
Bombalar patlar ansızın
özgürlüğe giden yolun
öldürürler
haritasını bırak
O masum, acemi
Bunu da yapamıyorsan
Tek suçu sevmek olan güzelliği
onları yanıltma yeter
Onlar kendi yolunu bulur.
Aşk
İzmir’den Bir Devrimci Gençlik Okuru
50
51
52

Benzer belgeler