İndir

Transkript

İndir
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı
ULUSLARARASI HUKUKA ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMLARI
Göksu Uğurlu
Yüksek Lisans Tezi
Ankara, 2012
ULUSLARARASI HUKUKA ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMLARI
Göksu Uğurlu
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
Ankara, 2012
1
ÖZET
UĞURLU, Göksu. Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları,
Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2012.
Tezin konusu Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları’dır (Third
World Approaches to International Law-TWAIL). 1990’ların ortalarında,
anaakım uluslararası hukuk yaklaşımlarını ve uluslararası hukukun
kendisini eleştiren yeniakım uluslararası hukuk yaklaşımları arasında yer
almaya başlamıştır. Bu eleştiri, post-kolonyalizmin – Avrupamerkezcilik
karşıtlığı gibi- temel argümanlarını yansıtmakta ve bunları uluslararası
hukuk alanına uygulamaktadır. TWAIL düşünürlerinin temel varsayımları,
İkinci Dünya’nın yokluğu durumunda dahi Üçüncü Dünya’nın bir
mevcudiyeti olduğudur. Bu bakımdan, TWAIL düşünürleri, uluslararası
hukukta Batı ile “geride kalanlar”ın arasındaki eşitsizlikleri göstermek ve
uluslararası hukuk normlarını Üçüncü Dünya halkları yararına
dönüştürmek ve yorumlamak yoluyla bu eşitsizliği çözmek için önerilerde
bulunmak amacını taşımaktadırlar. Bu tez, Uluslararası Hukuka Üçüncü
Dünya Yaklaşımları’nı değerlendirmeyi ve bu süreçte Üçüncü
Dünyacılık’ın dönüşümüne yol açan tarihsel koşulları ve mevcut küresel
ekonomi politiği incelemeyi hedeflemektedir.
Anahtar Sözcükler
Üçüncü Dünya, Uluslararası Hukuk, Ekonomi Politik, Post-Kolonyalizm,
TWAIL.
2
ABSTRACT
UĞURLU, Göksu. Third World Approaches to International Law, Master
Thesis, Ankara, 2012.
The subject of this thesis is Third World Approaches to International Law
(TWAIL). In the mid 1990s, TWAIL was inaugurated as one of the new
stream approaches to international law which aims to criticize the
mainstream international law approaches and international law itself. By
this criticism, it reflects the main arguments of post- colonialism such as
opposing Eurocentrism and applies them to the international law area. The
basic assumption of TWAILian scholars is the existence of the Third
World as an entity, even after the non-existence of the Second World. In
that sense, TWAILian scholars try to show the unequal aspects
between the West and “the rest” in international law and suggest
certain practices to solve this inequality by transforming and interpreting
the norms of international law in favor of Third World peoples. This thesis
intends to evaluate Third World Approaches to International Law,
including the historical circumstances and contemporary global political
economy that caused the transformation of Third Worldism.
Key Words
Third World, International Law, Political Economy, Post-Colonialism,
TWAIL.
3
İçindekiler
ÖZET ............................................................................................................................................... 1
ABSTRACT....................................................................................................................................... 2
GİRİŞ ............................................................................................................................................... 4
1. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ BELİRLEYENLERİ....................................................... 8
1.1. ULUSLARARASI HUKUKUN DÖNEMSELLEŞTİRİLMESİ.......................................................... 9
1.2.YENİ AZGELİŞMİŞLİK DURUMUNU BELİRLEYEN UNSURLAR ..............................................18
1.3. DEĞİŞEN KOŞULLAR İÇERİSİNDE “ÜÇÜNCÜ DÜNYA” KAVRAMI........................................34
1.4. EKONOMİ POLİTİK YERİNE KÜLTÜRELCİLİĞİN ÖNE ÇIKMASI ............................................47
1.5. SONUÇ ...............................................................................................................................60
2. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ KURAMSAL ÇERÇEVESİ ..........................................62
2.1. KURAMIN ANAHATLARI ....................................................................................................62
2.2. ÜÇÜNCÜ DÜNYA BAĞLAMINDA ULUSLARARASI HUKUKUN SORUNLARI VE ÇÖZÜM
ÖNERİLERİ ................................................................................................................................79
2.3. SONUÇ ...............................................................................................................................95
3. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ ELEŞTİRİLERİ ..........................................................96
3.1. META-BİÇİM KURAMI ÜZERİNDEN ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ ELEŞTİRİSİ..............97
3.2. EKONOMİ POLİTİK PERSPEKTİFİ VE DEVLET TEORİSİ EKSENİNDE ÜÇÜNCÜ DÜNYA
YAKLAŞIMI ELEŞTİRİSİ.............................................................................................................105
3.3. SONUÇ .............................................................................................................................121
SONUÇ ........................................................................................................................................123
KAYNAKÇA ..................................................................................................................................131
4
GİRİŞ
1950’lerin ve 1960’ların Üçüncü Dünyacılığı küresel alanda önemli
değişikliklere yol açmıştır. Ortaya çıktığı dönemden itibaren Üçüncü
Dünya ülkeleri/az gelişmiş ülkeler olarak birçok kazanım elde etmişlerdir.
Ancak elde edilen kazanımların da kaybedilmesine koşut olarak, son
onyıllarda dünyanın azgelişmiş kesimi sosyal bilimler alanının anaakım
yaklaşımlarının öne sürdüklerinin aksine iyiye değil kötüye giden koşullara
sahiptir. Bir dönemin Üçüncü Dünyası'nın oluşturduğu coğrafyada yerleşik
toplumlar neo-liberal küreselleşme karşısında bir önceki döneme göre daha
yoğun baskılara maruz kalmış, daha derin mahrumiyet yaşamaya
başlamışlardır. Birçok ülkenin bulunduğu “az gelişmiş” konum ve bununla
bağlantılı olarak bu ülke halklarının karşı karşıya kaldıkları kötü hayat
şartları düşünüldüğünde, dünya üzerinde -özellikle de anılan ülkelerde
yaşamakta olan- birçok akademisyen/düşünür bu duruma -çoğu kez
anaakım yaklaşımların önerileri içerisinden- çare aramaktadır.
Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları (TWAIL1: Third World
Approaches to International Law) genel olarak 2000’lerin başında ortaya
çıkan, özelde 2008 yılında açık emarelerini ortaya koyan küresel krizle
birlikte yoğunlaşan Üçüncü Dünya taleplerinin anlaşılması sürecinde
önemli veriler sağlayan yeni bir yaklaşımlar dizisidir. Üçüncü Dünya
halklarının günden güne fakirleştiği, küresel çapta birçok insanın piyasa
ilişkilerine dahi giremeyecek şekilde toplumsal ilişkiler alanının en ücra
noktalarına itildiği ve Batılı güçlerin dünyanın dört bir yanına- 1945-1990
arasında geliştiği haliyle- uluslararası hukuka aykırı müdahaleler yaptığı bir
Tezin bundan sonraki kısmında yaklaşım kısaca “TWAIL” olarak anılacaktır. Yaklaşımın
İngilizce olan isminin baş harflerinden oluşan kısaltmanın kullanılmasının nedeni, ulusal ve uluslararası
literatürde yaklaşımın TWAIL kısaltması ile anılıyor oluşudur.
1
5
dönemde, uluslararası hukuk yoluyla dünyanın içinde bulunduğu bu
duruma çareler arayan ve eleştirel bir duruş sergileme iddiasında olan
akademisyen/düşünürlerden oluşan böyle bir yaklaşımı incelemek önem
kazanmaktadır.
Tezin çalışma nesnesi uluslararası hukuk ekseninde Üçüncü Dünya
taleplerini özgün bir biçimde ifade eden “Uluslararası Hukuka Üçüncü
Dünya Yaklaşımları”dır. Bu bağlamda tez, söz konusu yaklaşımın
uluslararası hukuk alanında geliştirdiği ve iyileştirici (progressive) etkiler
beklediği önerilerin tarihsel bağlamını, toplumsal etkilerini ve bu öneri
setine yönelik eleştirileri ele alacaktır.
Bu bağlamda, tezin amacının TWAIL’in incelenmesi ve genel hatlarının
ortaya konulması olduğu belirtilebilir. Genel hatlarının ortaya konulması
sürecinde eleştirel tanımlama yöntemi tercih edilecek; bir başka deyişle
ilgili yaklaşımın önce betimleyici olarak ele alınan unsurları sonradan
yaklaşımı
oluşturan
temel
argümanlar
esasında
eleştirel
bir
değerlendirmeye tabi tutulacaklardır.
Giriş kısmını takip eden bölümde (birinci bölümde) yukarıda belirtilen
amaçla uyumlu olarak, Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları
kapsamında üretilen tez ve pratiklerin belirleyenleri incelenecektir. Bu
bölümün ilk alt başlığında TWAIL’in geliştirdiği iddiaların zamansal ve
mekansal özelliklerinin anlaşılması açısından önemli veriler sunması
nedeniyle uluslararası hukukun dönemselleştirilmesi sorunu üzerine kısaca
değinilecektir.
Ardından birinci bölümün ikinci alt başlığında, TWAIL önerilerine esas
teşkil eden azgelişmişlik durumunun Sovyet sonrası dönemde edindiği
içerik tartışılacaktır. Klasik azgelişmişlik tartışmaları, bu ülkelere başka bir
6
uluslararası işbölümüyle eklemlenme, yeni üretim ve tüketim normları
edinme imkanları sunan İkinci Dünya’nın bulunduğu bir bağlamda
gelişmiştir. Oysaki günümüzde azgelişmişlik kapsamında ele alınan ülkeler
(başka bir dil içerisinden bakıldığında “gelişmekte olan” ülkeler) için
geliştirilen öneriler, piyasa ekseninden uzaklaşamamaktadır. Anılan
nedenle TWAIL önerilerinin anlaşılması öncelikle bu yeni azgelişmişlik
durumunun anlaşılmasına bağlıdır. TWAIL’in ortaya çıkış koşullarının
incelenmesi ve bu koşullar nedeniyle (kapitalizmin zaferini ilan ettiği
dönemde) kendilerini içinde buldukları muhalif tavrın eleştirilmesi
yukarıda anılan çerçeve dahilinde gerçekleştirilecektir.
Birinci bölümün üçüncü alt başlığında, bir önceki konunun devamı olarak,
“Üçüncü
Dünya”
kavramsallaştırmasının
“İkinci
Dünya”
ortadan
kalktıktan, diğer bir deyişle Soğuk Savaş sona erdikten sonra, analitik bir
dayanak
noktası
olma
özelliğini
koruyup
koruyamadığı
ve
bu
kavramsallaştırma kullanılabilir ise Soğuk Savaş sonrasında kavramın nasıl
bir biçime büründüğü irdelenecektir.
Birinci bölümün dördüncü ve son alt başlığında özellikle 1990 sonrasına
hakim olan “politik iktisat yerine kültürelciliğin öne çıkması durumu”
incelenecek, bunun neden ve sonuçları araştırılacaktır. Daha geniş alanda
ideolojik dönüşümlere karşılık gelen bu son husus TWAIL’i gündeme
getiren teorik ve düşünsel dönüşümün ortaya konulması açısından
önemlidir. Bölüm, bir sonuç değerlendirmesiyle sona erecektir.
Tezin ikinci bölümü, TWAIL’in genel özelliklerini serimlemek ve
uluslararası hukukta mevcut olduğu ileri sürülen sorunlar ile bunlara karşı
önerilen çözümleri ortaya koymak amacını gütmektedir. Tezin “inceleme”
kısmı ağırlıklı olarak bu bölümde gerçekleşecektir. Bölümün ilk alt
7
başlığında kuram ana hatlarıyla betimlenecektir. Takip eden alt başlıkta ise
“Üçüncü Dünya” bağlamında düşünüldüğünde uluslararası hukuktaki
sorunlar ve çözüm önerilerinin neler olduğu hem yaklaşım içerisinden bilgi
üretiminde bulunan, hem de az gelişmiş ülkeler yararına çözüm arayışında
olan yaklaşım dışındaki düşünürlerin savlarına yer verilecektir. Bölüm,
sonuç kısmıyla tamamlanacaktır.
Ardından, üçüncü bölümde, TWAIL’e bağlı yazarların uluslararası hukuk
sorunlarını ortaya koyarken kullandıkları (içinden bilgi ürettikleri) teorik
çerçevenin eleştirisi yapılacak ve bu bağlamda getirilen öneriler
değerlendirilecektir. Alternatif sorunsallar “Uluslararası hukukun metabiçim teorisi” başta olmak üzere ekonomi politik yaklaşımı ve çağdaş
devlet teorisi alanlarından türetilmekte olduğundan bu yaklaşımlar ayrı alt
başlıklar altında tartışılacaktır. Eleştiri TWAIL sorunsalını, hem kendi iç
tutarlılığı hem de alternatif sorunsallar tarafından getirilen eleştiriler
karşısında geliştirdiği argümanlar üzerinden çözümlemeye tabi tutacaktır.
Bu bağlamda son bölümde TWAIL’in, yalnızca altını çizdiği hususlar
değil, tartışma dışı bırakarak göz ardı ettiği unsurlar da –bu unsurlar da
sosyal bilimin ilgi alanında olduğu için- irdelenecektir. Belirli bir kuramın
incelenmesi yapılırken bu kuramın gerçekliğin anlaşılmasını engelleyecek
şekilde çalışma dışında bıraktığı unsurların belirlenmesi, bu unsurların
toplumsal yapıyla ilişkisinin saptanmasında yol gösterici olacaktır. Bu
şekilde
gerçekliği
yansıtmayan
soyutlama
düzeylerinin
elenmesini
sağlayacak bir kriterler dizisi elde edilecek ve eleştirellik sosyal bilimler
teorisini geliştirecek şekilde kullanılabilecektir. Bu çalışma, özeti verilen
bu genel yaklaşım doğrultusunda sona erecektir.
8
1. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ
BELİRLEYENLERİ
Tezin birinci bölümünde, TWAIL’i ortaya çıkaran düşünsel ve tarihsel
koşullar incelenecektir. Bu maksatla, ilk alt başlıkta, uluslararası hukukun
dönemselleştirilmesi üzerinden tarihsel bir inceleme gerçekleştirilecektir.
Uluslararası hukukun dönüşümünün incelenmesi ve bu dönüşümün
dinamiklerinin ortaya konulması, uluslararası hukukun TWAIL düşünürleri
tarafından yer yer eleştirilen ve yer yer sahiplenilen (ve bazı bakımlardan
gözden kaçırılan) yönlerinin anlaşılması açısından önem arz etmektedir.
İkinci alt başlıkta, TWAIL önerilerine esas teşkil eden azgelişmişlik
durumunun Sovyet sonrası dönemde edindiği içerik tartışılırken küresel
ölçekte üretimin ve tüketimin koordinasyonunda piyasanın belirleyici rol
edinmesi olgusu ve Sovyet sonrası dönemin özelliklerine vurgu
yapılacaktır. Bunun için yeni azgelişmişlik durumunu belirleyen unsurlar
belirtilirken, eski azgelişmişlik ile o dönemin talepleri ve politikaları
(kalkınmacılık) yalnızca uluslararası politik ekonomi perspektifi ile
yetinilmeden ilgili ülkelerin yerel sınıf dinamiklerinin anlaşılmasına
yarayacak dönüşümler hesaba katılarak incelenecektir. Bu bağlamda sosyal
politika,
emeğin
anayasallaşması,
devletin
uluslararasılaşması
gibi
hususlara da kısaca değinilecektir.
Takip eden alt başlık, bir önceki konunun devamı olarak, “İkinci
Dünya”nın
yokluğunda
“Üçüncü
Dünya”nın
yerini
tartışmaktadır.
Dördüncü olarak küresel çapta düşünsel alanda göze çarpan “politik iktisat
9
yerine kültürelciliğin öne çıkması durumu” incelenecek ve kısa bir
değerlendirmeyle bölüm sonuçlandırılacaktır.
1.1. ULUSLARARASI HUKUKUN DÖNEMSELLEŞTİRİLMESİ
TWAIL kendisini ortaya çıkartan özgün koşullar içerisinden uluslararası
hukuka içkin belirli tarihsel eğilim ve tezleri sahiplenmekte bu tezleri
özgün
bir
şekilde
eklemlendirerek
kendi
teorik
bütünlüğünü
oluşturmaktadır. Uluslararası hukukun farklı dönemlerde farklı biçimlere
büründüğünün kabulüyle, önceki evrelerin özellikleri ortaya konulduğu
takdirde TWAIL’in talepler ürettiği dönemin özgüllükleri daha net
kavranabilecektir. Buna ek olarak, TWAIL’i bütünleştiren unsurlardan
“Batı ve diğerleri” arasındaki hiyerarşinin karşısında olma durumunu (bkz.
İkinci bölüm, birinci alt başlık) anlamlandırmak için uluslararası hukukun
dönemselleştirilmesi önem kazanmaktadır.
Ele aldığımız alt başlıkta TWAIL yorum ve eklemlendirmesine konu olan
tarihsel tezleri gündeme getiren süreç, uluslararası hukuk kuramında
hümanist Marksist çizgi içerisinden yazan ancak yer yer TWAIL toplantı
ve tezlerine de katkı koyan Chimni’nin2 (1993) önerdiği taksonomi ile
Özdemir’in (2012) yaklaşımı ekseninde sunulacaktır.
Chimni’nin bu alt başlıkta ele alınan görüşleri, düşünürün son dönemdeki görüşleriyle belirli
ölçülerde farklılık göstermektedir. 1993 tarihli eserinde daha net bir Marksist tutuma sahip olan düşünür,
2000’li yılların başlarından itibaren TWAIL düşüncesine yakınlaşmıştır. Ancak tezde ortaya konulacağı
haliyle TWAIL’in içerimleri göz önünde bulundurulduğunda Chimni’ninTWAIL düşünürlerinden biri
olarak sayılıp sayılmayacağı tartışmalıdır. Tezin sonuç bölümünde, düşünürün tutumu ve TWAIL ile
ilişkisi hakkında bir değerlendirme yapılacaktır.
2
10
Çalışma bağlamında 1945 sonrası geliştiği haliyle uluslararası hukuk tarihi
önceliklidir. Bununla beraber, dönemlerinin farklılığına rağmen kapitalist
uluslararası hukukun bütünselliğini vurgulamak ve TWAIL argümanlarında
geçtiği haliyle uluslararası hukuktaki eşitsizlikleri anlamlandırmak
gayesiyle, bu alt başlıkta 1945 sonrası uluslararası hukukun yanı sıra
uluslararası hukukun sömürgeci ve emperyalist dönemleri de kısaca ele
alınacaktır.
İlk olarak değinilmesi gereken husus, uluslararası hukukun başlangıcı ile
ilgilidir. Uluslararası hukukun doğuşunu devletlerarası ilişkilerin başladığı,
yani diplomasiden bahsedilebildiği bir zamana referansla ele almak
olanaklı mıdır? Yoksa bir fikir olarak uluslararası hukukun başlangıcını,
Hugo Grotius veya on altıncı yüzyıl düşünürü Francisco de Vitoria
üzerinden mi okumak anlamlıdır (bkz. Kennedy, 1986)?
Bu sorun, TWAIL’in uluslararası hukuka nasıl baktığı ile ilgili olduğu için
önemlidir. TWAIL’in önde gelen düşünürlerinden olan Anghie’nin (2005)
uluslararası hukukun gelişimi üzerinde belirleyici olduğunu belirttiği ve
“farklılık dinamiği” olarak adlandırdığı süreç, anılan bakış açısıyla ilgili
önemli ipuçları vermektedir. Buna göre, iki kültür arasında; bu kültürlerden
ilkine “evrensel” ve uygar; diğerine de “tikel” ve uygarlaşmamış yaftası
yapıştırılmış,
modernleştirme
aralarında
bitmek
teknikleriyle
bu
bilmeyen
boşluk
bir
boşluk
kapatılmaya
yaratılarak
çalışılmıştır.
Uluslararası hukukun -başta egemenlik doktrini olmak üzere- birçok temel
doktrininin gelişimine bu dinamik can vermiştir. Anghie’nin uygar olanla
olmayan arasında yaptığı ayrım sömürgeciliğin ilk dönemlerinden itibaren
gelişen Batılı (Hıristiyan) olanla olmayan arasında yapılan ayrımla
örtüşmektedir. Bu bağlamda, TWAIL düşünürlerinin eğilimi, uluslararası
11
hukukun oluşumu ve gelişimini bu ikilik –Batılı ve Batılı olmayan- ikiliği
üzerinden okumaktır.
Diğer yandan TWAIL’i anlamlandırmak için daha açıklayıcı olacağı
önkabulüyle, ekonomi politik perspektiften bakılarak uluslararası hukukun
başlangıcını kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelişine referansla
belirlemek ve değişimi bu eksende okumak mümkündür:
“Bugünkü yapılanışı itibariyle uluslararası hukuk belirli bir
dönemin ürünüdür; başlangıç tarihi devletlerin başlangıç tarihiyle
değil, kapitalist üretim ilişkilerinin ilgili toplumsal formasyonlar
bağlamında hakim hale geldiği döneme kadar geri götürülebilir.
Zira uluslararası hukuku imkan dahiline sokan ve aralarında tüzel
kişiliğin keşfi, sözleşme özgürlüğü ve hukuk önünde eşitlik
prensiplerinin doğuşu gibi dönüşümlerin; belirli bir devlet
yapısının tebarüzünün (önce mutlakıyetçi devlet ardından
kapitalist devletin bugünkü formlarının); bu devletin kendi ulusal
sınırları içerisindeki zenginliğin hamili ve maliki olarak
(uluslararası) ilişkiler tesis edebilme kapasitesinin doğmasının
bulunduğu bir takım unsurlar insanlık ya da devletin tarihi kadar
eski değildir (Özdemir, 2012).”
TWAIL yazarları tarafından üretilen tezlerin tarihsel arkaplanını ve
koşullarını ele alan bu alt başlıkta uluslararası hukukun dönemselleştirme
sorunu tartışılırken ekonomi politik yaklaşımın araçlarının kullanılması
TWAIL önermelerini belirleyen koşulları ortaya koyacaktır. Bu bağlamda,
uluslararası hukukun dönüşümü, üretim ilişkileri ve küresel işbölümündeki
değişimler üzerinden anlamlandırılmaya çalışılacaktır.
12
Chimni'nin (1993) ortaya koyduğu haliyle sömürgeci dönem 1600-1875
yılları arasını kapsamaktadır. Bu dönem ise kendi arasında eski sömürgeci
dönem (1600-1760 arası) ve yeni sömürgeci dönem (1760-1875 arası)
olarak ikiye ayrılabilir.
Eski sömürgecilik, Avrupa’da manüfaktür esasında örgütlenen üretici
sektörlerin görece geri olması ve sermaye birikiminin ticari sermayeye
dayanmasıyla yenisinden ayrıştırılabilir (Chimni, 1993, s. 227). Chimni’ye
göre (1993, s. 228) İngiltere’nin Yedi Yıl Savaşları'nda (1756-1763)
Fransa'yı bütün sömürgelerinden mahrum etmesiyle başlayan ve sanayi
devrimi ile örtüşen yeni sömürgecilik, Avrupa’nın üretici kapasitesinin
Asya karşısında yükselmesi ve dolayısıyla birikimin esasını bu kıtada
yerleşik üretici etkinliğin oluşturması gibi yeni olgular ekseninde,
eskisinden farklı dinamiklere dayanmaktadır.
Sömürgecilik döneminde kapitalist üretim ilişkileri diğer üretim ilişkilerine
baskın hale gelmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin baskın hale gelmesi
durumu ile ilkel birikim süreçleri arasında bir bağlantı kurulabilir. İlkel
birikim süreçleri ilk olarak mevcut üreticilerin (esas olarak köylülerin)
ücretli emekçilere -diğer bir deyişle “özgür işçi”lere; ikinci olarak, üretim
araçlarının ve paranın sermayeye; üçüncü olarak da Avrupa dışarısından
genelde talan yoluyla elde edilen materyalin sermayeye dönüştürüldüğü üç
temel eksende karşımıza çıkmaktadır. Chimni, TWAIL ve öncüllerinin,
Avrupa merkezci bir dünya sistemi ve uluslararası hukukun kuruluş
temellerini ilkel birikimin yalnızca üçüncü ekseninde araması olasıdır.
Ancak sömürgeci dönem bu eksen başta olmak üzere ilkel birikimin bütün
boyutlarıyla ilgilidir (Özdemir, 2012).
13
Chimni'ye göre eski sömürgeci dönemde uluslararası hukuk “egemen
eşitlik prensibi” ekseninde gelişmiştir (1993, s.
yüzyılda
sömürgeciliği
düzenlemeye
224) ve on yedinci
başlamıştır.
Hollanda
egemenliğindeki dünya sistemi içerisinde sömürgeciliği içermeye başlayan
uluslararası
hukuk,
İngiltere
hegemonyası
döneminde
merkantil
düzenlemenin araçlarını sunmuş ve Avrupalı devletlerarası ilişkiler
ekseninde gelişerek, sömürge topraklarını nesne konumunda bırakmıştır.
Bu bağlamda, devletlerarası ilişkilerin düzenlenmesi ile devletin kurumsal
dönüşüme uğraması el ele gitmiştir. Devletin tüzel kişilik edinmesi
(hükümdarın özel mülkü ile devlet mülkünün ayrışması) ve merkezileşmesi
(devletin kendi ülkesi üzerinde mevcut bütün siyasi iktidarın kaynağı haline
gelmesi) gibi dönüşümler eski sömürgecilik döneminde mutlakiyetçi
devletin çatısı altında tamamlanmıştır (Anderson, 1974; Özdemir, 2012).
Egemenlik ilkesinin sistemin temeline yerleştirilmesi ile hukuk önünde
eşitlik ve devletin ülkesi üzerinde tam egemenliği gibi kabullere dayanan
anlaşmalar
sistemi
işleyebilmiş;
iddialar
ve
karşı
iddiaların
değerlendirilebildiği bir yazılı hukuk sistemi doğmuştur (Mieville, 2005, s.
164-214).
Fransız Devrimi ve onu izleyen savaşlar döneminde uluslararası hukuka
zemin teşkil eden hanedanlık temelli meşruiyet prensibi yerini halk
egemenliği kavramına bırakmış ve cumhuriyetçi tonlar içeren siyasi ilkeler
uluslararası hukukta gündeme gelmiştir (Bhuta, 2006).
Viyana Kongresi ertesinde pek çok uluslararası hukuk uygulamasının yazılı
hale getirildiği, gelişmiş bir sistem ortaya çıkmıştır. Sistemi belirleyen
ilkeler ise Avrupa-dışı, diğer bir deyişle kapitalist dünya ekonomisinin
14
merkezinde yer almayan ülkeleri kapsamamaktadır ve anılan ülkeler
uluslararası hukukun nesnesi haline getirilmiştir (Anghie, 2005, s. 56).
Doğal hukuk üzerinden sahneye çıkan uluslararası hukuk “hak” kavrayışını
“egemenin hukuku tarafından korunan menfaat” şeklinde formüle eden bir
anlayış hakimiyetine girmiştir. Bununla beraber, Avrupalı devletler için
cumhuriyetçi meşruiyeti temel alan uluslararası hukuk, sömürge toprakları
ile ilişkilerin düzenlenmesinde sömüren devletin egemenlik hakkının
uzantısı olarak savaş ve diğer baskı biçimlerini tanıyan bir şekle
bürünmüştür. (Anghie, 2005, s. 82). Bu değişimlerin ardındaki faktörün
uygar olan - olmayan ayrımı değil; merkez ülkelerdeki çelişkilerin
ihracından kaynaklanan nesnel toplumsal ilişkiler olduğu vurgulanmalıdır.
Sömürgeci dönem boyunca “Avrupa ekseninde” gelişmiş olan uluslararası
hukuk,
emperyalist
dönemde
“Avrupa
için”
uluslararası
hukuka
dönüşmüştür. Dünyanın tümünü içerecek biçimde seküler bir dil
uluslararası hukuka girmiştir. Medeniyet prensibi ve medenileştirme görevi
gibi kavramlar uluslararası hukuka dahil edilmiş, bu suretle belirli bir
devlet biçimine sahip olarak uluslararası ilişkiler sistemine girmeye hak
kazananların diğerleri arasına kabul edileceği (hak süjesi sayılacağı) sistem
oluşmaya başlamıştır (Özdemir, 2011).
Yine bu dönemde sömüren ülkenin uyruklarının mülkiyet haklarının
korunması esasında şekillenen uluslararası hukuk, ilerleyen dönemlerde bu
korumanın artırılması maksadını devam ettirmiştir. Uluslararası ölçekte
sermayenin üretim ve dolaşımının sağlanması bu durumun birincil
hedefidir.
TWAIL düşünürlerinin eşitsizliğinden şikayet ettikleri uluslararası
hukukun Avrupa’nın emperyalist döneminin şekillendirdiği uluslararası
15
hukuka denk geldiği ve kabaca 1870-1945 arası dönemi kapsadığı
belirtilebilir. Ancak aşağıda uluslararası hukuk bağlamında tartışılacak olan
“emperyalizm” TWAIL yazarları için tezde kullanılan kavramdan farklı bir
içeriğe sahiptir. Anılan farklılığa bu bölümün dördüncü alt başlığında
değinilecek ve esas olarak tezin üçüncü bölümünde tartışılacaktır.
Emperyalist dönemde uluslararası hukuk, ulus devletler içerisinde temsilini
giderek arttıran ulusal sermayelerin, küresel ölçekte sermaye birikiminin
koşullarını
oluşturan
ülkesel
unsurları
diğer
ulusal
sermayelere
(rakiplerine) karşı kapatmak maksadıyla kullandığı bir araç haline gelmiştir
(Magdoff, 2006). Yine aynı dönemde merkezi kapitalist dünyanın
imparatorluk adını alan ulus devletleri (Hobsbawm, 2005), kendi
ülkelerindeki sermaye birikimini arttırmak maksadı başta olmak üzere pek
çok belirleyeni olan politikalar eşliğinde dünyanın geri kalanında
hammadde, işgücü ya da pazar imkanlarını işgal yolu ile arttırma stratejisi
benimsemişlerdir. Bu dönemde -tahmin edilebileceği gibi- işgal edilen ya
da manda idaresi kapsamına alınan topraklardaki zenginlikler başka
ülkelerin sermaye gruplarına kapatılmış, uluslararası hukuk da bu maksadı
temin edecek anlaşmalar ve teamüllerle donatılmıştır.
1945-1990 döneminde ise daha farklı bir doğaya sahip bir uluslararası
hukuk ile karşı karşıya olduğumuz savlanabilir. Anılan dönemde
sömürgecilik
karşıtı
hareketlerin
taleplerini
uluslararası
alanda
duyurabildiğini ve hedeflerinin bir kısmını gerçekleştirebildiğini söylemek
mümkündür. Liberal-korporatist olarak adlandırabileceğimiz bir aşamada
olan kapitalist birikimin dinamikleri (1980'lerin başlarına kadar) bu
durumun ilk belirleyicisi olmuştur. Amerikan hegemonyasına denk gelen
bu aşamada merkez ülke sermayelerinin uluslararasılaştığı ve yabancı
16
yatırımları kendi ülkesine çekebilmek için gerekli düzenlemeleri yapacak
bir devlet biçiminin eskisinin yerini almaya başladığı görülmektedir
(Panitch ve Gindin, 2006; Özdemir, 2011).
Uluslararasılaşmanın ilk dalgasının 1945 yılı sonrasında, liberal-korporatist
dönemde
Amerikan
tüketim
normlarının
uluslararasılaşması
ile
gerçekleştiği belirtilebilir. 1980 sonrasında, ağırlıklı olarak darbeler (ve iç
savaşlar), ekonomik
yaptırımlar ve karşılıklı
antlaşmalar yoluyla
gerçekleştirilen belirli bir devlet formunun uluslararasılaşması olarak
betimleyebileceğimiz ikinci dalga ise, Sovyetler Birliği sonrasında savaşa
sıklıkla başvurulması ile gerçekleşmektedir. Takip eden alt başlıkta esas
olarak bu süreç incelenecektir.
Yine bu dönemde Sovyetlerin varlığı ile sermayenin ve devletin
uluslararasılaşmasının etkisi nedeniyle eski döneme nazaran daha “barışçı”
bir uluslararası hukukun ortaya çıktığı söylenebilir. Buna ek olarak,
sermayenin uluslararasılaşması ile devlet harici hak süjelerinin uluslararası
hukuktaki önemi artmış, düzenleyici mekanizma kararları uluslararası
hukukta esaslı bir yer edinmeye başlamıştır. (Özdemir, 2012).
İkinci bir belirleyen ise savaş sonrasında Sovyetler Birliği'nin küresel bir
güç olarak uluslararası alanda belirmesi ve “İkinci Dünya”nın varlığını
mümkün kılmasıdır. İkinci Dünya’nın mevcudiyeti İngiliz hegemonyası
altındaki dünya sisteminde uluslararası hukukun nesnesi olmaktan öteye
gidememiş ülkeleri uluslararası hukukun biçimlenmesinde (bir ölçüde) söz
sahibi yapmış (Üçüncü Dünya’yı gündeme getirmiş), küresel güç
eşitsizliklerinin ifade ediliş biçimlerini dönüştürmüştür.
17
Sömürgeciliğin tasfiye edildiği bu dönemde, emperyalizmin yeni bir
aşamasından söz etmek mümkündür. Küresel ölçekte eşitsizlikler, yeni
politika setleri ile sürdürülmüştür. Eşitsizliklerin farklı politika setleriyle
sürdürülmesine alan açan bu dönem incelenirken ilk olarak uluslararası
işbölümündeki dönüşümün ve ikinci olarak da sermayenin temsilindeki
dönüşümün göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
On dokuzuncu yüzyılda kesin hatlarına kavuşan uluslararası işbölümü
merkez ekonomilerin ürettiği mamul mallar karşısında birincil mallar ile
dünya pazarına girmeye çalışan çevresel formasyonlardan oluşan bir
görünüm sergilemekteydi. Emperyalizmin klasik döneminde, “azgelişmiş
ya da (az)gelişmeye yeni başlamış ülkelerin sınırları içerisinde, dinamikleri
merkez ülkelerdeki sermaye dolaşımı sürecine dayalı, dışsal bir sürecin
yerel uzantısı şeklinde örgütlenmiş bir kapitalizm söz konusudur (Özdemir,
2011).
1945 yılı sonrasında Amerikan tüketim normlarının uluslararasılaşması ile
başlayan ve 1960'ların sonunda yeni sanayileşen ülkelerin ortaya çıkması
ile sonuçlanan iki uluslararasılaşma dalgası neticesinde farklı bir görüntü
ortaya çıkmıştır. Artık tek bir sürecin çeşitli aşamalarından söz etmek
yerine, farklı bölgesel merkezlerden başlayarak değerlenme süreçlerine
giren
farklı
çevrimlerden
bahsetmek
daha
uygun
olacaktır.
İki
uluslararasılaşma dalgasının sonunda bir yerde üretim yapılmasından
ziyade ürüne içkin değerin gerçekleştirildiği yerde hangi ülkenin
bulunduğu önem kazanmaktadır. Yeni emperyalizm sürecinde, birçok farklı
kaynak aktarma yöntemi belirmiştir.
Sermayenin temsilindeki dönüşüme gelecek olursak; iki uluslararasılaşma
dalgasının ardından sermayenin küresel ölçekte yeniden üretilebilmesinin
18
koşullarını sağlama işlevini artık yalnızca ulus-devletlerin yerine
getirmedikleri belirtilmelidir. Bununla birlikte, uluslararası kurum ve
kuruluşlarda temsil edilen çıkarları da sınıfsal bağlantıları doğrultusunda
analiz
etmek
elzemdir.
Bu
noktada,
devletin
uluslararasılaşması
(internationalization of the state) olgusunun sermayenin devlet içerisindeki
temsili konusunda önemini vurgulamak gerekmektedir. Bu olguya tezin
üçüncü bölümünün ikinci alt başlığında değinilecektir (Panitch ve Gindin,
2004; 2006).
Uluslararası hukukun kapitalist üretim ilişkilerinin dönüşümü ekseninde
dönemselleştirilmesi üzerine yapılan tespitlerin ardından TWAIL’in ortaya
çıktığı dönemin özgüllüğüne –konumuz bağlamında yeni azgelişmişlik
durumuna- değinilebilir.
1.2.YENİ AZGELİŞMİŞLİK DURUMUNU BELİRLEYEN
UNSURLAR
TWAIL yazarlarının içerisinden bilgi ürettiği kuram ve siyaset felsefesi
belirli bir dönemin, özellikle de Sovyet sonrası dönemin izlerini
taşımaktadır. Bu dönem artık azgelişmiş ülke insanlarının başka bir
dünyayı olası kılacak somut işbirliği imkanlarından mahrum kaldığı, Batı
kapitalizmine karşı pazarlık imkanlarını yitirdiği, kendi ülkelerindeki
üretici aktiviteleri piyasa dolayımıyla koordine etmekten başka çarelerinin
kalmadığı bir dönemdir.
19
Yeni dönemin, azgelişmiş ülke insanları menfaatine uluslararası hukuk
ekseninde bilgi üretmek zorunluluğu ile karşı karşıya olan TWAIL
yazarlarının eski kuşak Üçüncü Dünyacı yazar ve siyasi liderlerden farklı
talepler üretmek durumunda kaldıkları açıktır. İçinde bulunulan küresel
sistem ve buna tekabül eden uluslararası hukuk, önceki döneme göre yeni
bir sermaye birikim modelinin varlığı ile Sovyetler'in yokluğunun
belirleyici olduğu; eskinin Üçüncü Dünyacılığının taleplerini büyük ölçekte
belirleyen ulusal kalkınmacılık projelerinin terkedildiği bir sistem ve onun
uluslararası hukukudur.
Birinici bölümün bu ikinci alt başlığı TWAIL'in içinde şekillendiği
dönemin özelliklerini ve dolayısıyla TWAIL’in temel operasyonel kavramı
olan Üçüncü Dünya kavramının özgüllüğünü oluşturan koşulları ortaya
koyma amacını gütmektedir. Bunun için yeni azgelişmişlik durumunu
belirleyen unsurlar belirtilirken, eski azgelişmişlik ile o dönemin talepleri
ve politikaları (kalkınmacılık) yalnızca uluslararası politik ekonomi
perspektifi ile yetinilmeden ilgili ülkelerin yerel sınıf dinamiklerinin de
anlaşılmasına yarayacak dönüşümler hesaba katılarak incelenecektir. Bu
bağlamda
sosyal
politika,
emeğin
anayasallaşması,
devletin
uluslararasılaşması gibi hususlara da kısaca değinilecektir. Ardından eski
taleplerin terkedilmesine de neden olan kapitalizmin dönüşümüne
değinilecek, devletin uluslararasılaşması ile biçimlendirilen “piyasanın
hakimiyetinin hayatın her alanına genişletilmesi” süreci betimlenecektir.
1940’ların sonu ve 1950’lerin başında, Üçüncü Dünya fikri ortaya çıkmaya
başlamıştır. O zamanlar, uzun süredir Avrupa ve Amerika tarafından idare
edilmiş bulunan topraklardaki ülkelerin oluşturduğu bir gruba –dolayısıyla
coğrafi bir alana- değil, siyasi bir düşünceye gönderme yapmaktaydı
20
(Harris, 1986, s. 7). İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya iki alternatif
arasında, kapitalizm ve sosyalizm arasında bölünmüştür. Bu iki alternatif,
Birinci ve İkinci Dünyalar olarak adlandırılmış, Üçüncü Dünya da insanlık
için üçüncü bir yol, üçüncü bir alternatif olarak geçmişin enkazı üzerinde
yaratılmıştır (Harris, 1986, s. 7).
Üçüncü Dünya kavramının üçüncü bir yol olarak belirmesi, esas olarak eski
sömürge topraklarında bulunan ve bağımsızlığını yeni kazanmış olan
devletlerin yeni bir program ekseninde sahneye çıkmasıyla gerçekleşmiştir.
1955’te
Bandung’da
(Endonezya)
gerçekleştirilen
Asya-Afrika
Konferansı,3 “dünya düzeninde büyük bir değişimi; Üçüncü Dünya olarak
adlandırılmaya başlayacak yeni bir ülkeler grubunun uluslararası politikaya
girişini işaretlemektedir (Harris, 1986, s. 11).
“Bandung
Konferansı’nın
ruhu4
dünyaya
dalga
dalga
yayılıyordu. 1954’te Fransızlar Vietnam’da ağır bir yenilgi
yaşadılar. 1954-1962 arasında Cezayir bağımsızlık savaşı,
1959’da Küba devrimi… Üstelik pek çok Üçüncü Dünya
ülkesinde ulusalcı rejimler popülist politikalar uyguluyorlardı:
Mısır’da
Nasır,
Hindistan’da
Nehru,
Arjantin’de
Peron,
Brezilya’da Goulart, Endonezya’da Sukarno, Gana’da Nkrumah.
Ayrıca Küba ve Çin’de sosyalist rejimler hüküm sürüyordu
(Zabcı, 2009, s. 44).”
Bandung’da gerçekleştirilen Asya-Afrika Konferansı yalnızca tarihin bir noktasında
gerçekleşmiş bir olgu olarak ele alınmamalıdır. Üçüncü Dünya’nın ortaya çıkışını işaretleyen bu
konferansta anılan ülklerin bir araya gelebileceği tarihsel koşulların Sovyetler Birliği’nin varlığıyla
birlikte düşünülmelidir.
4
Zabcı, yukarıda alıntıladığımız paragrafın ilk cümlesinde dipnot olarak da aşağıdaki düşüncesini
vurgulamıştır: “’Üçüncü Dünyacılık’ olarak da bilinen bu ruh, ‘küreselleşme’ söylemlerinin etkisi altında
silindi, tıpkı diğer alternatif söylemler gibi, modası geçmiş, hükümsüz ilan edilerek unutulmaya bırakıldı
(2009, s. 44).”
3
21
Sovyetler Birliği’nin varlığının da etkisiyle bağımsızlık mücadeleleri ile
merkez kapitalist ülkelerin karşısında siyasi bağımsızlıklarını kazanan bu
ülkeler, yeni edindikleri bu konumu koruyabilmek için ekonomik güce
ihtiyaç duymaktaydı. Harris’in belirttiği gibi, birçok farklı yol en sonunda
“ekonomik kalkınma”ya çıkmaktaydı. Bunun anlamı neydi? Avrupa ve
Kuzey Amerika’daki ülkeler, emek gücünün çoğunun tarımı (ve kırsal
alanları) bırakıp endüstriyel (en azından kentli) işçilere dönüştüğü, bazı
durumlarda bir yüzyıldan daha uzun süren bir süreçten geçmişlerdi. Bu
yapısal dönüşüm artan gelirlerin ve ulusal gücün anahtar unsuru olarak
görülmekteydi. 1940’ların sonunda, bu süreçle ilgili görevlerin devlet
tarafından gerçekleştirilmesi gerektiği düşünülüyordu. Yeni hükümetler,
toplumlarının bu yoldaki dönüşümünü ele almışlardı (1986, s. 12-13).
1950'lerde başlayan5 ve Üçüncü Dünya'yı saran hareketler genellikle
“kalkınmacılık” ekseninde şekillenmişlerdir. Bu durum, kapitalist sistemin
“kalkınma”yı kurumsallaştırarak (bir dizi uluslararası kurum aracılığıyla)
kendi güvenliğini (komünizm tehdidi-Üçüncü Dünya'nın komünist
dalgalarını engellemek) sağlama alma çabasını da beraberinde getirmiştir.
Batı'nın gelişmişlik düzeyine öykünen bu akımlar, devletin de (içeride
uyguladığı baskıların görmezden gelinmesinin yardımıyla) bağımsızlığını
kazanarak kapitalist sistem içinde kalkınma yolunu benimsemesinin
meşruiyet zeminini hazırlamıştır (Rajagopal, 2003).
Bu süreçte gerçekleştirilen, kalkınma için gerekli ekonomik düzenlemelerin
teorik arka planının (kalkınma iktisadı) kurucularından Raul Prebisch,
dünya ticaretine ortodoks yaklaşımın on dokuzuncu yüzyılda işlediğini,
1949 Truman'ın konuşması, manda sisteminin çöküp yerine “kalkınma”nın gelişini simgeler.
Bunun da en büyük göstergesi, refahın ön plana çıkışıdır. Sağlık, eğitim gibi yeniden üretim alanları
kalkınmaya dahildir, buralar geliştirilmelidir (Rajagopal, 2003, s. 29).
5
22
yirminci yüzyılda ise önemli dönüşümler neticesinde bunun artık
işlemediğini belirtmiştir (Ercan, 2003). Buna göre, on dokuzuncu yüzyılda
Britanya ve diğer Avrupa güçleri içerideki üretimlerindeki artışı doğal
kaynak ithalatına dayandırmaktaydı. Latin Amerika’dan gerçekleştirilen
ithalat
(Avrupa
yatırımlarını
olanaklı
kılarak)
Latin
Amerika
ekonomilerinin büyümesine yol açmıştır. İşbölümü ve endüstriyel mallar
karşısında tarımsal malların değişimi, karşılıklı fayda sağlamıştır (Harris,
1986, s. 14).
Ancak yirminci yüzyılda ilişkilerdeki dönüşüm, karşılıklı fayda durumunu
ortadan kaldırmıştır. Daha büyük ve kendi kendine yeterli olan ABD
ekonomisi Britanya’nın yerini almıştır. Artık ABD’nin Latin Amerika’dan
yapacağı ithalata çok az ihtiyacı bulunmaktadır. Bu nedenle endüstriyel
malları alacak araçlardan yoksun kalan Latin Amerika bu alımları sınırlı
altın kaynaklarına dayandırmak zorunda kalmıştır (Harris, 1986, s. 15).
“20. yüzyıl uluslararası işbölümünden kaynaklanan bağımlılık
ilişkilerinin sürdüğü ve metropol ülkelerle bağımlı ülkeler
arasındaki aralığın (özellikle işgücü nitelikleri açısından var olan
farkın) metropoller lehine iyice açıldığı bir çağ olmuştur.
Örneğin ileri teknolojiyi ve bilgiyi kullanan veya üreten, yüksek
derecede otomasyona bağlı nitelikli işgücü ordusu endüstrileşmiş
ülkelerde gelişirken yarı nitelikli ve niteliksiz oranı yüksek bir
emek ordusu bağımlı ülkelerde yığılmıştır (Öngen, 1996, s. 103104).”
Büyük Buhran esnasında yaşanan ani düşüşü Prebisch, “değişimdeki
büyüyen eşitsizliğe” bağlamıştır. Buna göre, mamul mal ihracatı yapan
merkez ülkeler, bu malların arzı üzerinde tekel oluşturmaları nedeniyle
23
malların fiyatlarını kontrol edebilmekteydi. Ancak tarımsal mal ihracatçısı
çevre ülkeler çok olduğundan, bu durum rekabet yaratıyor ve fiyatları
düşürüyordu (Harris, 1986, s. 15).
Ancak, bu durumdan bir çıkış bulunmaktaydı. Merkezin baskınlığı
endüstriyel mal üretme tekeline dayandığına göre, çevrenin endüstrileşmesi
dengeyi yeniden tesis edebilirdi. Böylece, Latin Amerika’nın ithalat
bağımlılığı ve dolayısıyla ihracat ihtiyacı azalacak; iç piyasası ve daha üst
seviyede endüstrileşme talebi genişleyecekti. Ancak, merkezden mamul
mal ithalatı serbest bırakılmaya devam edilirse endüstrileşme mümkün
olmayacaktı. Daha gelişmiş ve geniş ölçekli üretim yapan merkez
endüstrileri ile çevrenin yeni endüstrilerinin rekabet etmesi olanaksızdı. Bu,
“ithal ikameci endüstrileşme” olarak adlandırılan, fakir ülkelerde iç
endüstriyel üretimi genişletmek için ithalatı kontrol altında tutma
stratejisinin temeliydi (Harris, 1986, s. 16).
“1960’lardan sonra Kuzey ile Güney arasındaki işbölümü
yanında Güney ülkeleri arasında da benzer bir bağımlılık ilişkisi
gelişmiştir. (…) Sonuç olarak eski uluslararası işbölümü tümden
ortadan
kalkmasa
da
işbölümü
şemasında
bazı
önemli
değişiklikler gerçekleşmiştir. Örneğin 1960’lara kadar ‘Üçüncü
Dünya’ ülkelerini dünya ekonomisinin tarım ve hammadde
ürünlerinin ya da ucuz işgücünün kaynağı olarak gören eski
uluslararası işbölümü yerine bu ülkelere dünya pazarına yönelik
endüstriyel üretimde bulunma fırsatı veren yeni bir işbölümü
şeması geçmiştir (Öngen, 1996, s. 106).”6
6
Uluslararası işbölümündeki dönüşümün detaylı bir analizi için (bkz. Lipietz, 1987).
24
İthal ikameci modele yaslanarak ekonomik kalkınmayı gerçekleştirme fikri,
Üçüncü Dünya’da büyük ölçüde kabul görmüştür. “Kendi kendine
yeterlilik” maksadıyla birçok azgelişmiş ülke, sanayileşme sürecine ağırlık
vermiştir. 1945 sonrası Sovyetler Birliği ile Sosyalist Blok’un varlığı ve
bununla da ilişkili olarak kapitalist sistemin, “refah devleti” modelinin
hakim
olduğu,
bağımsızlığını
liberal-korporatist
yeni
kazanan
aşamada
ülkelerin
bulunulması
belirli
bir
sayesinde
hareket
alanı
bulunmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist blok ABD egemenliğinde küresel
düzenlemenin dinamiklerini belirlerken, artık dünya üzerinde bir karşıt
kuvvet bulunmaktadır. Artık, Sovyetler Birliği’nin önderliğindeki Sosyalist
Blok (ya da Doğu Bloğu) kapitalist üretim ve tüketim normlarının
karşısında farklı bir toplum önermesiyle durmaktadır ve bu da merkez
kapitalist ülkelerin hem kendi iç politikalarında hem de uluslararası
ilişkilerinde göz önünde bulundurmak zorunda kaldıkları bir gerçekliktir.
Bu gerçekliğin itkisi; kapitalist ülkelerde işçi sınıfının baskısı ve
1930’lardan itibaren kapitalizmin içinde bulunduğu kriz, refah devletinin
ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. 1945 sonrası dönemde refah devleti
modeli ile emeğin yeniden üretimi için gerekli toplumsal koşulları
sağlamada devlete esaslı görevler yüklenmiş, bu sayede işçi ücretlerinde
görece bir artış ile tüketimin artırılması mümkün olabilmiştir. Kapitalist
formasyon içerisinde işçi sınıfının önemli kazanımlar elde ettiği bu dönem,
kolektif hakların da kolektif kimliklerle ön plana çıkabildiği, emeğin
“anayasallaştığı” dönemdir (Hardt ve Negri, 2003, s. 87-186).
“‘Anayasallaşma’ kavramı, en dar içeriğiyle, emeğin haklarının
anayasal bir meşruiyet içermesi halidir. Ancak daha geniş anlamı
25
ile emeğin anayasallaşması kavramı, emeğin kurucu rolünün,
hukuki düzenlemeye esas teşkil eden toplum tasavvur ve
tahayyülü içerisine ‘apaçık’ bir gerçeklik olarak yerleşmesi
durumudur. Üretimin sosyal demokratik söyleminin baskın
olduğu dönemde, kolektif haklar öne çıktı. Bunlar anayasal
düzenlemeye dahil edildiler. Hak nosyonunun kolektif/sosyal
içerik kazanması durumu ise, sınıflar adına hareket eden
kolektivitelerin bir parçasını oluşturmak iddiasını taşıyan hak
süjelerinin taleplerinin toplum adına serbest piyasa düzenine ve
ücret sistemine müdahale edebilmesini olası kılmıştır (YücesanÖzdemir ve Özdemir, 2008, s. 96).”
Emeğin anayasallaşması ile işçi sınıfının kolektif talepleri devlet içerisinde
temsil bulma imkanı edinmiştir. Bu şekilde sosyal politika alanında yeni
düzenlemelerle sağlık, eğitim gibi yeniden-üretimin temel unsurları kamu
kesimi tarafından üstlenilmiştir.
“Geleneksel sosyal politikanın toplumsal bütünleşme yönündeki
politika yönelimi ve bu çerçevede benimsediği “toplumsal
uzlaşma, barış, denge” gibi kavramlar, toplumsal formasyonun
çelişik ve çatışmacı bir karaktere sahip olduğu şeklindeki bir
kabulün ürünüdür. “Keynesgil uzlaşma”, sosyal güvenlik ile
iktisadi büyüme, toplumsal eşitlik ile iktisadi etkinlik arasındaki
bir uzlaşıydı; ancak bu, kendi içinde zıtlıkları barındıran çelişkili
bir uzlaşıydı ve başka birçok etkenin yanı sıra küresel ücret
rekabetinin baskısıyla da dağıldı (Özuğurlu, 2003, s. 70).”
Yine bu dönemde, IMF ve Dünya Bankası etkin uluslararası örgütler olarak
belirmiştir. Merkezi kapitalist devletler arası düzenlemenin temel kurumları
26
olarak ortaya çıkan bu iki örgüt, Üçüncü Dünya ülkelerinin kalkınması için
finansal destek sağlama ve gerekli düzenlemeleri önerme ve denetleme
işlevlerini de üstlenmişlerdir. Diğer bir deyişle, kalkınma söylemi
üzerinden Üçüncü Dünya devletlerinin politikalarını belirleyerek kapitalist
üretim ilişkilerinden uzaklaşmalarına engel olma maksadı, büyük ölçüde bu
iki kurum üzerinden gerçekleştirilmiştir.
“1919 sonrasında Almanya, İngiltere ve ABD’nin kurdukları
ticari bloklar, dünya ticaretini kısıtlayarak ekonomik krizi
derinleştirmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında güçlü devletler
daha dikkatli olmak, dünya ekonomisini daha ince ve süreklilik
taşıyan düzenlemelerle krizden korumak zorundaydılar. Bu
yüzden de elli yıllık bir refah ekonomisi ve barışa dayalı bir
düzen öngördüler. Ancak, ‘Eski Dünya’nın sürekli bir barış ve
refah durumuna sahip olması için, Yeni Dünya [Üçüncü Dünya]
onun boyunduruğu altında olmalıydı ve olmaya devam
etmeliydi.’ Bu sözler Dünya Bankası ve IMF’nin kuruluşunda
İngiltere’nin temsilcisi olarak yer alan John Maynard Keynes’e
ait. Kuruluşların fikir babalarından olan Keynes, bu ifadesiyle,
kuruluşların kısa tarihine eşsiz bir ışık tutuyor (Zabcı, 2009, s.
30).”
1960’ların sonlarına gelindiğinde, kapitalizm yeni ve yıkıcı bir krizin
emareleriyle yüz yüze gelmeye başlamış, bu kriz kendisini esas olarak 1973
OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü – Organization of Petroleum
Exporting
Countries)
Krizi’nde
açığa
çıkarmıştır.
Krizin
ortaya
çıkmasından sonra birikim rejiminin dönüşümü için küresel çapta yeni
politika setleri keşfedilmesinin (Lipietz, 1987; Özdemir, 2010) ve bu
27
politika setlerinin dünya çapında yeni bir devlet biçimi ile yayılmasının
önemi artmıştır.
1980’ler ile hakim hale gelmeye başlayan neo-liberal politikalar işçi
sınıfının liberal-korporatist dönemde elde ettiği kazanımların tamamına
saldırmıştır. Emek sürecindeki dönüşüme paralel olarak eski sosyal politika
anlayışı terkedilmiş, yeniden-üretim alanları piyasanın biçimlendirmesine
bırakılmaya başlanmıştır.
“Yeni dönemde, (…) düzenleme tarzında da büyük bir değişim
olmuştur. Meşruiyetini eklektik bir biçimde liberal ve neo-liberal
teorizasyonlara dayandıran yeni düzenleme/kriz düzenleme tarzı
iki önemli noktadan bakıldığında belirginleşirler: toplumdan
bireye yöneliş ve devletten piyasaya yöneliş. Her iki hareket de
küresel ölçekte emeğin metalaştırılması akımı içerisinde aynı
yönde ve paralel olarak ilerlemektedir. (…) Toplumdan bireye
yöneliş, “farklılık yerine tektipliliği öne çıkaran, bireyi sindiren
ve azınlığı düşüncesiz kitleye tabi kılan baskının bir aracı olarak”
görülen
bütün
kolektif
yapıları
ortadan
kaldırmayı
amaçlamaktadır. (…) Devletten piyasaya yöneliş açışından
baktığımızda; çatışan tarafların çıkarları üzerinde arabulucu rolü
olan devletin tasfiyesi, piyasaya yöneliş sosyal güvenlik için iki
noktada
çok
müdahalesinden
dönüştürülmesi
önemlidir:
arındırılması
ve
devletin
Emek
ve
piyasalarının
“piyasa”
sorumluluğunda
gibi
olan
devlet
piyasaya
sağlık,
emeklilik, eğitim gibi kamusal hizmetlerin piyasaya devredilmesi
(Yücesan-Özdemir ve Özdemir, 2008, s. 169 - 171).”
28
Neo-liberal dönemde kolektif kimliklerin yerine bireysel kimliklerin ön
plana çıkarılması ve artık işçi-işveren arasındaki ilişkinin piyasa
koşullarının belirleyiciliğine bırakılarak bireysel ve karşılıklı iş sözleşmesi
haline getirilmesi söz konusudur. Görüldüğü gibi bu “bireye yönelme”
durumu, kolektif kimlikler üzerine inşa edilebilecek olan sosyal politikanın
temel öğelerinde de büyük bir dönüşüm gerçekleşmesine neden olmuştur.
Sosyal politika disiplininin odağında yer alan işçi sınıfı, yerini “sınıf
dışına”
düşen
yoksullara/yapısal
işsizlere
bırakmıştır;
“bağımlı
çalışanların’’ korunması ve güçlendirilmesi şeklindeki temel sosyal politika
hedefi yerini “sosyal sermayenin” geliştirilmesine bırakmıştır; toplumsal
bütünleşmeyi hedefleyen politika yönelimi, yerini “piyasanın rekabet ve
etkinlik” stratejileriyle uyuma bırakmıştır (Özuğurlu, 2003, s. 64). Anılan
durum, Dünya Bankası’nın bu dönemdeki politikalarında da açıkça
görülebilmektedir.
Artık sosyal politikanın konusu kolektif kimliğin bir üyesi olan işçilerden
“yoksullar”a geçmiş, sosyal devlet olgusu kalkarak yerini yoksullara
yardım eden, “sadakacı devlet”e bırakmıştır. “Bir hizmetin hak statüsünde
genelleşmesi ile (statüde eşitlik) ‘ona gerçekten muhtaç olanlara' sunulması
arasındaki fark, esasında sosyal politika ile diğer koruyucu politikalar
(hayırseverlik, klentalizm, paternalizm gibi) arasındaki farktır (Özuğurlu,
2003, s. 69).”
Yukarıda anlatılan sürecin temelini oluşturan olgu, birikim rejimindeki
dönüşümdür. Bu dönemde kitlesel üretim; ölçek ekonomisi hakim
olmaktan çıkmaya başlamış, yerini alan ekonomisine ve “moda
ekonomisi”ne bırakmıştır. Artık büyük fabrikalarda üretilen homojen
malların kitlesel tüketimi söz konusu değildir; yeni modalar yaratılarak bu
29
modaya göre veya bazı sektörlerde de sipariş üzerine üretim söz konusudur.
Yeni birikim rejiminin bir başka özelliği de büyük fabrikalarda üretim
yerine, üretim sürecinin parçalanması, küresel çapta örgütlenmesi ve en
önemlisi taşeronlaşması ve enformelleşmesidir. Sermaye, küresel çapta
artı-değer sömürüsünü en rahat gerçekleştirebileceği, biçimsel ve uygulama
bakımından hukuki düzenlemelerinde buna en çok izin veren ülkeleri
seçme yoluna gitmektedir.
Esnek uzmanlaşma tezi, bu dönemde emek sürecinin belirleyici unsuru
olmuştur. Lipietz’e göre,
“1970’lerin başlarında gelişmiş ulusal ekonomilerin kendi
sınırları içinde süren ‘talep-yönlü’ kriz yerini, üretkenlikteki,
hızlı düşüşle birlikte ‘arz-yönlü’ bir krize bırakmıştır. Bu
çerçevede Fordist emek ilişkilerinin iki temel özelliğine bağlı
olarak iki farklı politika seti geliştirilmiştir. Fordist emek ilişkisi,
bir yanıyla katı bir iş sözleşmesini diğer yanıyla da işgücünün
üretim noktasındaki doğrudan kontrolünü içermektedir. Arzyönlü politika setleri ile birlikte katılık yerini esnekliğe,
doğrudan kontrol ise yerini sorumlu özerkliğe bırakmıştır. ‘Esnek
Uzmanlaşma’ tezi, farklı boyut ve düzeyleri dikkate almaksızın,
liberal esneklik ya da uzlaşıya dayalı katılımı birlikte var olan
nihai bir sözleşme gibi görmektedirler. Oysa Anglosakson çizgi,
tümüyle liberal esnekliğe yönelirken, kimi ülkelerde uzlaşıya
dayalı katılımın birey düzeyinde (Fransa), kimi ülkelerde büyük
firmalar (Japonya), kiminde sektörel (Almanya), kiminde ise
toplum
(İskandinav
ülkeleri)
düzeyinde
görülmektedir (aktaran Özuğurlu, 2003, s. 63).”
gerçekleştiği
30
Hakim söylem içerisinden üretim yapan düşünürler, esnek uzmanlaşmanın
ekonomik
büyümeyi
gerçekleştirerek
toplumsal
refahı
artıracağı
argümanını savunmaktadırlar. Bir başka deyişle, eski ekonomik modelin
öngördüğü kalkınma politikaları terkedilip yerine neo-liberal ekonomik
“kalkınma” yerleştirilmelidir.
“Bazı yazarlar (örneğin Piore ve Sabel) esnek uzmanlaşmanın
sonuçlarıyla ilgili olarak çeşitli senaryolar üretirler. Bunlara göre,
gelişmiş ekonomilerin esnek uzmanlaşmaya yönelmeleriyle kitle
üretimi Üçüncü Dünyaya ihraç edilecek ve dünya ekonomisinde
(özellikle Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya arasında) yeni bir
karşılıklı
bağımlılık
ilişkisi
gelişecektir.
Ayrıca
esnek
uzmanlaşmanın Üçüncü Dünya için alternatif bir kalkınma
stratejisi olabileceği de düşünülmektedir. Pek çok gelişmekte
olan
ekonominin
temelini
oluşturan
‘enformel’
sektörde
yoğunlaşmış olarak bulunan küçük ölçekli firmaya dayanan bu
tür stratejiler yoluyla dar pazar sınırlılıkları yanında işgücü ve
hammadde kıtlığının aşılabileceği öne sürülmektedir (Öngen,
1996, s. 128).”
Bu, eski kalkınmacılık modellerine kaynak olan politikaların kalkması,
yeni koşullar altında kapitalist yollarla kalkınma stratejisinin değişmesi
anlamına gelmektedir. 1950’lerde Prebisch, kapitalist yollarla kalkınma
için mukayeseli üstünlükler yaklaşımını reddederken ya da Keynezyen
politikaların Üçüncü Dünya’daki yansımaları ithal ikameci model
ekseninde korumacı politikalar üretirken, günümüzde “mukayeseli
üstünlükler” Üçüncü Dünya için tekrar gündeme getirilmektedir (Özdemir,
2010).
31
Yukarıda içerimleri belirtilen neo-liberal politika setlerinin yayılışı, devlet
biçimindeki dönüşüm ile gerçekleşmiştir. 1945 sonrasında Amerikan
tüketim normlarının uluslararasılaşması olarak tanımlanabilecek ilk
uluslararasılaşma dalgası, böylece esas olarak 1980’ler ile başlayarak
dünyaya yayılan “belirli bir devlet biçiminin uluslararasılaşması” ile ikinci
bir dalga tarafından takip edilmiştir. Devletin uluslararasılaşması
(internationalization of the state) ile neo-liberal politika setlerini
uygulayacak devlet merkez kapitalist ülkelerde dönemin hükümetlerince
(ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher hükümetleri) veya yapısal uyum
antlaşmaları yoluyla (Japonya ve Almanya) yerleştirilmiştir (Özdemir,
2011). Bu ülkelerin dışında kalan ülkeler ise daha baskıcı ve şiddetli
dönüşümlere zorlanmıştır. Latin Amerika’da (ve Türkiye’de) devlet
darbeleri yoluyla gerçekleşen bu dönüşüm, Orta Doğu ve Afrika’ya yayılışı
için Sovyetler Birliği’nin çöküşünü beklemek zorunda kalmıştır.
1990’ların başında Sovyetler’in çöküşü oldukça derinden hissedilecek
dönüşümlere yol açmıştır. “İki kutupluluk basit bir silahlı güç dengesinden
ötesini ifade ediyordu: İki ayrı uluslararası işbölümü ve iki ayrı anayasal
kuruluş. Bu iki ayrı dünyanın kesişme noktasında azgelişmiş ülkeler için
bir Üçüncü Dünya’nın imkanı bulunuyordu (Özdemir, 2011, s. 173).”
Bu dönüşüm hem küresel sistemin bütününü etkilemiş, hem de çevresel
formasyonların merkez karşısında direnme olanağına çok önemli bir darbe
indirmiştir. Zira kapitalizmin ihtiyacı olan belirli bir devlet biçiminin
yayılması (ve devletin uluslararasılaşması) önündeki en büyük engel
kalkmıştır. Uluslararası hukuk da bu eksende yeni bir içerik edinmeye
başlamış ve yeni politikalar çerçevesinde araçsallaştırılan bir dil ve
kavramlar seti doğrultusunda şekillenmiştir. 1990’lar ile birlikte eski Doğu
32
Bloğu ülkelerinden Yugoslavya’da; Ruanda örneğindeki gibi Afrika’da
dönüşümün tohumları atılmış ve bu tohumlar iç savaş şeklinde
filizlenmişlerdir. Bu filizlenme, “insani” sıfatıyla gerçekleştirilen dış
müdahaleye olanak tanımış, uluslararası hukuk söylemindeki dönüşüm ile
de müdahalenin meşruiyeti sağlamlaştırılmaya çalışılmıştır.
IMF güdümündeki yapısal uyum programları ile sefaleti perçinlenen Afrika
ülkeleri, 1990'lardan itibaren iç savaşlarla karşı karşıya kalmışlardır.
Uluslararası hukukun yeni içeriğinin şekillenmesinde etkili olan iç
savaşlara (bkz. Chossudovsky, 1999) dünyanın farklı bölgelerinde
gerçekleştirilen müdahaleler (Bosna, Irak, Afganistan gibi) ve bu
müdahaleler sürecinde açığa çıkan, BM hukukunun devlet biçimini
uluslararasılaştıracak dinamikler için yetersiz kalması ve eleştirilmesi gibi
olgular eşlik etmiştir (Özdemir, 2011).
Üçüncü Dünya bağlamında bir başka gelişme, 1980’ler ile beraber,
kalkınmacılığın başarısızlığının ilan edilmesi, kalkınmacılık için yeni bir
içerik önerilmeye (ve dayatılmaya) başlanmasıdır. Yeni kalkınmacılık,
“demokratikleşme” ve “insan haklarına saygı” gibi yükselişte olan
söylemler ile birlikte düşünülmeye; kalkınma, azgelişmiş ülkeler için
uluslararasılaşmış devlet biçimine dönüşüm ile aynı anlama gelmeye
başlamıştır.
Artık ithal ikameci modelin işe yaramadığı ve endüstrileşmenin toplumsal
zararları olduğu iddiaları hakim hale gelmiştir. Buna göre, kalkınma
retoriğine sırtını dayayan baskıcı devletler, sivil toplumun gelişme
yollarının önünü tıkamışlardır. Oysaki kalkınmacılık, demokrasiden ödün
verilmeden gerçekleştirilmelidir. İnsan haklarına ve çevreye duyarlı bir
kalkınma modeli (bu alanları piyasanın adaletine bırakmak anlamına
33
gelmektedir), azgelişmiş ülkelere formül olarak gösterilmeye başlanmış, bu
yola girmeyen (piyasa ilişkilerini toplumsal yaşamın her alanında hakim
kılmayan) devletlere müdahale meşrulaştırılmıştır.
Bu dönemde, azgelişmişlik ağırlıklı olarak ekonomik göstergelere
gönderme yapan bir kavram olmaktan çıkmış, “demokratik olmayan”
anlamı kavramın içeriğini doldurmaya başlamıştır. Kalkınma kavrayışının
dönüşümüyle paralel bir biçimde, belirli şartları sağlayamayan devletler
yetersizlikle itham edilmekte olup, başarının unsurları üretim alanından
çıkartılarak kültürel-siyasal bir düzlemde yeniden belirlenmektedirler.
“Başarısız devlet” (failed state) ve “haydut devlet” (rogue state)
kavramları, bu devletleri tanımlamak için türetilen yeni kavramlar olarak
hakim söylem tarafından dolaşıma sokulmaktadır.
Yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi süreç (yeni emperyalizm)
artık
tek
tek
ulus-devletler
altında
güdülen
politikalar
yoluyla
işlememektedir. Herhangi bir ulus-devletin diğer bir ulus-devleti sömürge
topraklarından uzak tutmak yoluyla gerçekleştirdiği emperyalizmden
bahsetmek artık mümkün değildir. Buna ek olarak, Sovyetler Birliği'nin
yokluğu ve bu yokluk durumunun yeni anlamlar yüklediği küresel
kapitalist bir devletin (uluslarüstü siyasi bir otorite olarak da okunabilir)
mevcut olmayışı durumu yeni içerik üzerinde esaslı etkiye sahiptir
(Özdemir, 2011).
Tezin üçüncü bölümünde daha detaylı analizi yapılacak olan “yeni
emperyalizm, hegemon devlet başta olmak üzere bir seri devlet içerisinde
aynı anda temsil edilen küresel sermayenin yeniden üretimi için gerekli
tüm hukuki, siyasi, ideolojik ve iktisadi düzenlemelerin ortak etkisine
verilebilecek addır (Özdemir, 2011, s. 171).”
34
Son olarak belirtilmelidir ki, içinde bulunduğumuz dönem, kapitalizmin
yegane geçerli sistem olarak kabul gördüğü ve taleplerin ancak sistemin
izin verdiği ölçüde radikal olabileceği; hatta çoğu durumda bu taleplerin
sistemin bekası için araçsallaştırılabileceği bir dönemdir. Küresel ölçekte
yapılan ve büyük oranda desteklenen taleplerin “yönetişim”, “demokrasi”,
“insan hakları”, “hesap verilebilirlik” gibi yükselen terimler yoluyla
şekillendiğini vurgulamak gerekmektedir.
Bu alt başlıkta, yeni azgelişmişlik durumunu belirleyen unsurlar
betimlenmiş ve TWAIL’in temel operasyonel kavramı olan Üçüncü Dünya
kavramının ortaya çıktığı koşulların özgüllüğü ortaya konulmuştur. Bu
şekilde, “Üçüncü Dünya kavramının geçerliliği” konusunda bu alt başlık
önemli veriler sunmuştur. İncelediğimiz özgüllük durumunun Üçüncü
Dünya’yı
mümkün
olmaktan
çıkaran
unsurlar
olarak
görülüp
görülemeyeceği, bir sonraki alt başlıkta ele alınacaktır.
1.3. DEĞİŞEN KOŞULLAR İÇERİSİNDE “ÜÇÜNCÜ DÜNYA”
KAVRAMI
Soğuk Savaş'ın sonlanmasına rağmen birçok akademisyen/düşünür
“Üçüncü Dünya” kavramsallaştırmasını hala analitik bir dayanak noktası
olarak kullanmaktadır. Ancak, İkinci Dünya'nın olmadığı bir küresel
ortamda, “Üçüncü Dünya”nın analitik bir kavramsallaştırma olarak
kullanılmasının ne kadar doğru olduğu tartışmalıdır. Bir üst başlıkta
35
vurgulanan yeni azgelişmişlik durumu düşünüldüğünde, ortaya konulan
koşuların “Üçüncü Dünya”yı mümkün olmaktan çıkarıp çıkarmadığı sorusu
akla gelmektedir.
Tezin ikinci bölümünün üçüncü alt başlığında, öncelikle TWAIL'in
“Üçüncü
Dünya”
kavramsallaştırması
üzerinden
talepler
üretmesi
nedeniyle, TWAIL düşünürlerince ortaya atılan “Üçüncü Dünya”nın
varlığını mümkün kılan koşul/olgular ile bu kavrama yükledikleri anlam
incelenecektir (bkz. Fidler, 2003; Mutua, 2000; Rajagopal, 2006; Okafor,
2005). Diğer bir deyişle, yaklaşımın Üçüncü Dünya’yı tanımlarken
kullandığı öğeler belirtilecektir. Beklenebileceği gibi eski “Üçüncü Dünya”
kavramsallaştırmasının dayandığı dinamikler değiştiği ölçüde TWAIL
tarafından şu anda kullanılan kavramsallaştırma da oldukça şekil
değiştirmiştir. Ardından, “Üçüncü Dünya” kavramsallaştırmasını eleştiren
ve bu kavramsallaştırmaya şüpheyle yaklaşan görüşlere yer verilecek (bkz.
Dirlik, 2010; Harris 1986), kavramın geçerliliği tartışma konusu
edilecektir.
Chimni (2006, s. 4), “Üçüncü Dünya” kategorisinin bu ülke halklarının
dertlerini yansıtmadığının sıklıkla savunulduğunu belirtmektedir. Yazar bu
kategorinin “farklı devletler, büyük oranda değişkenlik gösteren kültürel
miraslar, oldukça farklı tarihsel deneyimler ve ekonomik süreçlerden
(Worsley’den aktaran Chimni, 2006, s. 4)” oluştuğunun reddedilmesinin
zor olduğunu vurgulamakla beraber, küresel kapitalizmin bu devletleri
bağladığını ve birleştirdiğini -bir bakıma TWAIL tutumuna yaklaşarak
yokluk durumundan türetilen tanımın tutarlılığını- savunmaktadır:
“Sömürgeciliğin boyunduruğundaki ortak tarihin ve/veya Asya, Afrika ve
Latin Amerika’nın azgelişmişliğinin ve marjinalleştirilmesinin devamının
36
önemi teslim edildiğinde, ‘Üçüncü Dünya’ kategorisi yaşamaktadır
(Chimni, 2006, s. 5).”
Chimni, uluslararası hukuk dünyasında “Üçüncü Dünya” kategorisinin
anlamlı görünmesinin, kategorinin uluslararası hukukun evrenselleştirici
soyutlaması nedeniyle farklılıkları yok eden hegemonik politikalarına karşı
çıkmak için önemine de vurgu yapmaktadır (2006, s. 5).
Okafor (2005, s. 174) ise, Çin, Tayvan ve Singapur ile Bhutan, Moritanya,
Jamaika gibi kaynak ve güç bakımından büyük farklılıklara sahip ülkelerin
nasıl aynı uluslararası siyasi kategoride yer almaya devam ettiğinin
eleştirildiğini ve bu farklılıklar konusunda eleştirmenlerin haklı olduklarını
belirtmektedir. Ancak Okafor’a göre, savların ortaya konuluşu yanlıştır.
Yazar, önemli olanın, bir grup devlet ve halklarının kendilerini uygun
gördükleri tanımlar olduğunu öne sürmektedir. Buna göre, küresel
düzlemde tahakküm altına alınma deneyimlerini paylaştıklarını düşünen
devletler, benzer şeylerden şikayet ediyorlar ise, her ne kadar belirsiz ve
problemli de olsa, kendilerini tanımladıkları kategori gerçektir.
Rajagopal, ekonomik ve siyasi güç farklılıklarının Üçüncü Dünya devletleri
arasında kolektif hareket olanağını engellediğini öne sürmekle beraber,
“Üçüncü Dünya” kavramının “yalnızca ekonomi politik, coğrafya, tarihsel
deneyim veya genel ‘gerilik’ ile tanımlanmış devletleri değil, aynı zamanda
toplumsal hareketleri de içeren farklı devlet-dışı aktörleri de kapsadığı”nı
vurgulamaktadır (2006, s. 148).
Chimni ve Anghie, ortak kaleme aldıkları bir başka makalede “Üçüncü
Dünya” kavramının “uluslararası sistemin soğuk savaş ve dekolonizasyon
ile meşgul olduğu bir zamanda, geniş anlamda, endüstrileşmiş (‘Birinci
37
Dünya’) veya Doğu Avrupa’nın komünist/sosyalist devletlerinden (‘İkinci
Dünya’) olmayan ülkeleri tanımlamak için kullanıldığı”nı belirtmektedirler.
Ayrıca, “Üçüncü Dünya’nın artık varolmadığı savlarına ve uluslararası
sistemde birçok değişikliğin olmasına rağmen, eskiden Üçüncü Dünya
devletlerini meşgul eden birçok konunun halen uluslararası toplumu
ilgilendirdiği”ni düşündüklerini vurgulamaktadırlar (2003, s. 78).
Son olarak, TWAIL yaklaşımının manifestosu niteliğindeki makalesinde
Mutua’nın “Üçüncü Dünya” kavramı hakkındaki görüşlerini ele almak
faydalı olacaktır: “Üçüncü Dünya gerçektir. O, Batı’daki bazı kişilerin
algıladığı gibi, yalnızca Üçüncü Dünya bilginlerinin ve siyasi liderlerinin
kafalarında değil; onun acımasızlığını gündelik hayatlarında yaşayanların
yaşamlarında vardır (2000, s. 32).”
Mutua ayrıca TWAIL’in, önceki kuşak Üçüncü Dünyacı seslerin ve siyasi
liderlerin Batı’nın emperyal projelerine karşı araç olarak kullandıkları
akademik ve siyasi hareketlerin öneminin postmodern ve postkolonyal
bakış tarafından azaltılmasını reddettiğini belirtmektedir (2000, s. 32). Bu
nokta özellikle önemlidir çünkü postkolonyal düşüncenin birçok boyutunu
düşüncelerinde barındıran bir yaklaşımın kendi teorik tutarlılığını korumak
adına postkolonyal düşünceye itirazını göstermektedir.
“Benzer tarihsel deneyimler” vurgusu, Mutua’nın çalışmasında da
karşımıza çıkmaktadır:
“Üçüncü Dünya, daha çok entelektüel ve siyasi bilinçten gelen
belirli bir sesin, hemen hemen bütün Avrupalı-olmayan
toplumlarda yükselmesini sağlayan benzer tarihsel deneyimler
dalgasıdır. Üçüncü Dünya terimi az-gelişmiş, kriz eğilimli,
38
endüstrileşmekte olan, gelişmekte olan, gelişmemiş ya da Güney
terimlerinden farklıdır çünkü Avrupalı olan ile olmayan
arasındaki karşıt diyalektiği doğru bir biçimde yakalar ve
birincisinin ikincisi üzerindeki tahakkümünü tanımlar (Mutua,
2000, s. 35).”
TWAIL düşünürlerinin Üçüncü Dünya’nın hala bir gerçeklik olarak ele
alınması gerektiğine dair yaptığı yorumlar toparlanacak olursa ilk eksen,
Batı karşısında devam eden marjinalleştirme ve tahakküm süreçlerine
yapılan vurgu olmaktadır. Batı tarafından belirlenen evrensel değerlerin
dışında kalan ülkeler, demokrasi ve insan hakları gibi yalnızca Batılı
ülkelerin pratikleri gözetilerek oluşturulmuş kavramlara uymakla yükümlü
kılınmıştır. Bu yolla marjinalleştirilen ülkelere, anılan değerler üzerinden
baskı uygulanmaktadır. TWAIL düşünürlerine göre karşı karşıya kalınan
bu süreçler bir “Üçüncü Dünya” ortaklığına yol açmaktadır.
Bu eksene getirilebilecek ilk eleştiri bugün için marjinalleştirme süreçlerine
maruz kalanların ortaklığından bahsedildiği takdirde, dünyanın geri
kalanının neden bu ortaklığa dahil edilmediğine yönelik olacaktır.
Günümüzde uluslararası hukukun dışladığı yalnızca Üçüncü Dünya’nın
kültürel değer ve normları değil, aynı zamanda neo-liberal söylemin
saldırısı altındaki kolektif (sosyal ve ekonomik) haklardır. Dışlanan bu
haklar da yalnızca Üçüncü Dünya halklarını değil, aynı zamanda eski İkinci
Dünya ülkelerini, genelde de dünya üzerindeki bütün üreticileri
kapsamaktadır.
Bununla birlikte dışlama ile dönüştürme pratiğinin beraber yürüdüğü göz
önünde tutulursa ikinci eleştiri, dönüşüm için dolaşıma sokulan
kavramların yalnızca “Üçüncü Dünya” ülkelerine karşı kullanılmadığı
39
yönünde gelecektir. Örneğin, 1990’ların ortalarından itibaren Afrika
ülkelerinin dönüştürülmesinde aktif rol oynayan
“demokratikleşme”
söylemi, eski “İkinci Dünya” ülkelerini, başka bir deyişle eski Sovyet
Bloğu ülkelerini de kapsayacak şekilde kurulmuştur. Bu nedenle, bazı
düşünürlerin
belirttiği
gibi,
“Üçüncü
Dünya”
kavramsallaştırması
kullanılarak, mevcut düzende sistemin mağdurlarını kapsayıcı bir dil
geliştirildiğini söylemenin ne kadar tutarlı olacağı tartışmalıdır. Ortak bir
sömürülme pratiği ve “Batı” karşısında konumlanış üzerinden hala geçerli
olduğu belirtilen “Üçüncü Dünya”, sistemin anılan ülke halkları kadar
kurbanı olan eski “İkinci Dünya” halklarını dışlayan bir niteliğe
bürünmektedir.
İkinci eksene göre TWAIL, farklılıklara yapılan vurgu ile birlikte
düşünülmesi gereken ortak bir tarih üzerinden Üçüncü Dünya’nın gerçeklik
olarak görülebileceğini savunmaktadır. Farklılıklara vurgu yapılmasının
temelinde yerel kültürlerin ve değerlerin göz ardı edilmesine karşı gelişen
tepki yatmaktadır. Avrupa’nın uluslararası hukuktaki evrenselcilik iddiası
ile farklılıkların görmezden gelinmesine karşı TWAIL, bu farklılıkların
kutsandığı bir bütünlük olarak Üçüncü Dünya’yı öne sürmektedir. Ancak
bu farklılıklar yalnızca Avrupa ile Üçüncü Dünya arasında değil, aynı
zamanda Üçüncü Dünya’nın kendi içerisinde de bulunmaktadır.
Buna
rağmen TWAIL düşünürleri, Üçüncü Dünya’nın gerçekliğini Avrupa
karşısında ortaklaşan tarih içerisinden çıkarmaktadır.
Burada, postkolonyalizme (ve genel olarak postmodernizme) içkin bir
düşüncenin belirleyiciliğinden söz etmek gerekmektedir. Üçüncü Dünya
devletleri bağlamında incelenecek olursa bu düşünce, kalkınmacılığın
gündemde olduğu dönemde ekonomik gelişme uğruna Üçüncü Dünya
40
devletlerinin, toplumun içindeki farklılıkları bastırdığını; en iyi ihtimalle
görmezden geldiğini savlamaktadır (bkz. Rajagopal, 2003; 2006; Fidler,
2003). Bu nedenle sivil toplum içerisinde varolan farklılıkların devlete
karşı kendi konumlarını savunmaya başladıkları bir siyasal ortam (bir çeşit
radikal demokrasi) arayışı ön plandadır. Ancak bu farklılıkların nasıl bir
bütünlük
sağlayarak
karşısında
konumlandıkları
baskıcı
devleti
sınırlayacakları belirsizdir.7 Zira bu hareketlerin eksenini belirleyen kimlik
siyaseti, dışlayıcı bir niteliğe sahiptir (Özdemir ve Aykut, 2011). Bununla
birlikte baskıcı devletin ortadan kaldırılması gerektiği fikri, günümüzde
küreselleşme söylemi ile el ele giden sermayenin yeni birikim modeliyle
uyum içerisindedir. Bu bağlam üzerine, postmodernist düşüncenin
“muhalif” tavrı ile ilgili olarak bir sonraki alt başlıkta daha detaylı bir
inceleme gerçekleştirilecektir.
TWAIL de farklılıkların uluslararası hukuk tarafından görmezden
gelindiğini öne sürmekte ve bunların uluslararası hukukun baskıcı öznesi
olan Batı karşısında savunulması gerektiğini savlamaktadır. Ancak aynı
sorun tekrar karşımıza çıkmaktadır. Her bir Üçüncü Dünya ülkesinin kendi
içindeki farklılıklara ek olarak bu ülkelerin özgül yapıları düşünüldüğünde
kimlik siyasetini benimsemiş toplumsal hareketlerin nasıl bir “Üçünü
Dünya” kimliği oluşturacakları (TWAIL’in iddiasına göre halihazırda
oluşturdukları) belirsizdir.
Üçüncü ekseni ise Üçüncü Dünya devletlerinin ve halklarının kendilerini
tanımlayış biçimi oluşturmaktadır. Buna göre Üçüncü Dünya’daki
toplumsal hareketlerde de kendini gösteren bir şekilde, bu coğrafyadaki
Biyo-iktidarın taşıyıcılarına dönüşmüş bedenlerin bir şekilde bu iktidardan sıyrılacağına; kendi
aralarında örgütlülüğü ve izleri doğrudan takip edilemeyen şekilde bir bütünlük oluşturacaklarına dair
argümanın Marksist düşünce içerisinden üretilmiş biçimi olarak “çokluk” kavramı için (bkz. Hardt ve
Negri, 2011).
7
41
ülkeler
Batı’nın
kendilerine
dayattığı
değerlerle
tahakküm
altına
alındıklarını düşünmekte ve bu şekilde bir başka ortaklık unsuru
bulmaktadırlar.
Bununla birlikte, benzer deneyimlerin yaşandığı görülse dahi, Üçüncü
Dünyacı söylemin devam ettiğine dair net bir önermede bulunmak zordur.
İçinde bulunduğumuz dönemde küreselleşme söyleminin hakimiyeti büyük
ölçüde belirleyici olmaktadır.
“Son yirmi yıldır, eski adlandırmayla ‘Üç Dünya’nın arasındaki
sınırların, hem seçkinler hem de halk seviyesinde, yıkılışına
tanıklık
etmekteyiz.
Sosyalizmin
çöküşü
ve
biçimsel
dekolonizasyon, Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünyaların mekânsal
olarak yeniden yapılanmasına yol açan koşulları yaratmıştır;
sermaye küresel hale gelmiş, ulusötesi olduğu kadar ulusal
boyutlarda da insan göçü ve iletişim hızlanmıştır. Bu
değişimlerle gelen küreselleşme fikri dünyadaki akademik
çevreler arasında anlamsız bir moda haline gelecek ölçüde yoğun
bir ilgiyle karşılanmıştır (Dirlik, 2010, s. 1).”
“Üçüncü Dünya” hükümetlerinin hakim söylemin taşıyıcısı olma
konusunda Batı’dakilerden geri kalır yanı olmadığı gibi, coğrafyadaki
toplumsal hareketler de Üçüncü Dünya’ya özgü taleplerden ziyade
demokratikleşme ve kimlik siyasetleri doğrultusunda hareket etmektedir.
Bununla
beraber
siyasal
İslam’ın
etkisinde
kendini
gösteren
gelenekçi/gerici eylemlilik biçimleri de bir Üçüncü Dünya söylemi olarak
görülebilecek nitelikte değildir.
42
Sivil toplum ve yeni toplumsal hareketler odaklı olan bu görüş, toplumdaki
sınıfsal ilişkileri görmezden geldiği ölçüde, sivil toplumu baskıcı/ceberut
devlet karşısında sınıfsal çıkarlarından arınmış garip bir bütünlüğe
referansla tanımlamaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, dışlayıcı
(postmodern) kimlikler üzerinden böyle bir bütünlük iddiası tutarsız
görünmektedir. Bu kimliklere sığınan toplumsal hareketler, sınıfsal
bütünlüğün tektipleştirici olduğu iddiası ile sınıf siyasetini dışlamaktadırlar.
“Bütünlük kimi çevrelerce yorumlandığı gibi durağan bir
homojenlik gerektirmez, içerdiği kuvvetlerin etkileşimi sonucu
sürekli değişme tabidir ve bu kuvvetlerce şekillendirilir.
Kapitalizmin merkezinde yer alan ilişki olan sınıf ilişkisi bu
devinim mantığı içinde kavranmalıdır. Küresel kapitalizmin
ürünlerinden biri ulusötesi sınıflardır ve tüm çelişkileriyle
günümüzü konu alan incelemelerde başvurulacak bir çerçeve
sağlamaktadırlar. Bu sınıfın varlığının, Birinci ve Üçüncü Dünya
arasındaki ayrımı geçersiz hale getirmiş olması doğaldır çünkü
artık küresel egemenlikte pay sahibi bir Üçüncü Dünya kapitalist
sınıfının var olduğu açıkça ortadadır. Bu da Avrupamerkezciliğin
üstüne aşırı şekilde düşülmesiyle üstü örtülen bir başka
fenomendir (Dirlik, 2010, s. 30).”
Bu üç ana eksenin de işaret ettiği gibi, TWAIL düşünürleri “Üçüncü
Dünya”yı birleştiren unsurları Batı karşıtlığı ekseninde kurmaktadır.
Karşıtlık ekseninde gelişen, dolayısıyla bir negatif anlatıyı referans olarak
kabul eden bu bakış açısına göre, “Üçüncü Dünya” terimi Avrupalı
olmayanı imlemektedir. Ancak TWAIL Avrupalı olanın doğal üstünlüğü
düşüncesini (Avrupamerkeziyetçiliği) de reddetmektedir. Bu durumda ele
43
almakta olduğumuz yaklaşımın teorik stratejisi (sivil toplum gibi)
Avrupa’ya
özgün
kavramların,
Avrupa
sahipliğinden
soyutlanarak
evrenselleştirilmesinden sonra yeniden sahiplenilmesine dayanan bir “İyi”
(Badiou, 2006) kurgusu savunmayı gerektirecek, somutta da böyle
yapılacaktır.
Eskinin Üçüncü Dünyacı taleplerinden farklı talepler içeren ve tarihsel
olarak oldukça farklı koşullara dayandırılan kavram, önceki kuşak Üçüncü
Dünyacılık ile aynı göstergeye sahip değildir. TWAIL düşünürlerinin
belirttiği gibi ortak tahakküm süreçlerine maruz kalma deneyimleri (bu
deneyimler birçok eski “Üçüncü Dünya” ülkesi için gerçekten devam
ediyor olsa da) üzerinden kurulan bütünlüğe yaslanılması “Üçüncü Dünya”
söylemini devam ettirilebilir bir niteliğe büründürebilir. Ancak günümüzde,
bağımsızlık mücadelelerinin ve “kalkınma” retoriğinin eski biçiminin
hakim olduğu düşünsel evrenden çok uzaktaki bir Üçüncü Dünyacılıktan
bahsedilmektedir. Eski Üçüncü Dünyacı talepleri yetersiz bulan ve başarıya
ulaşmadığını iddia eden TWAIL, kültürel vurguya daha çok yer veren bir
eşitlik ve kalkınma söylemini benimsemiştir.
Örneğin Natarajan’a göre, Eski Üçüncü Dünyacılar Üçüncü Dünya
ülkelerini güçlendirmek için iç işlerine karışmama ve egemenlik ilkelerine
yaslanırken, TWAIL Üçüncü Dünya ülkeleri yerine Üçüncü Dünya
halklarının gerçek deneyimlerine dayanarak önemli
bir dönüşüm
gerçekleştirmişlerdir (2008, s. 66). Bu, Üçüncü Dünya halklarının
romantize edilmiş bir görüntüsü üzerinden ortak talepler ürettiği, kendi
kültürünü savunduğu varsayımına işaret etmektedir. Eski Üçüncü
Dünyacılık toplumun değer ve inançlarını reddettiği için değil, o dönemde
bu değer ve inançlar vurgusu sivil toplumcu bir kimlik siyasetinin hakim
44
olduğu bir söylemsel evrende bulunmadığı için böyle görünmektedir. Bu,
eskinin Üçüncü Dünya devletlerinin baskıcı olmadığını iddia etmek değil;
süreci sivil toplum üzerinden açıklama olanağının bulunmadığını öne
sürmektir.
“Eğer eski özgürlük mücadelelerinin kültürel kimlikler öne
sürmesi bugün için yersiz görünüyorsa, bunun nedeni bu
mücadelelerin yanlış amaçlara sapmış olması değil, küresel
ilişkilerdeki
yapısal
dönüşümler
nedeniyle,
geçmişteki
bölünmeleri içeren bu mücadeleler düzeninin, bugünkü durumla
ilgisiz kaçmasıdır. Dünya ekonomisi artık yerküreyi tamamen
farklı sınırlara ayırmışken, Üçüncü Dünya mücadeleleri ve antikolonyal mücadelelerden bahsedilmesi bir anlam taşımamaktadır
(Dirlik, 2010, s. 41).”
Diğer yandan yaptığımız saptamanın amacı ve hedefi eski Üçüncü
Dünyacılığı savunulabilir bir program olarak betimleyip önermek değildir.
Zira eski “Üçüncü Dünya” kavramı da baskın ideoloji tarafından yeniden
biçimlendirilip sahiplenilmiştir (Harris, 1986, s. 185). Ancak şimdiki
Üçüncü Dünyacılık ile belirlenecek farklılıklar, kavramın günümüzde
kullanımının tutarsızlığına da işaret edecektir.
Eskinin Üçüncü Dünyacılığı, Üçüncü Dünya ülkelerinin kendi toprakları
üzerinde mevcut toplumsal zenginlikleri kolektif olarak sahiplenebilmesi
ekseninde gelişmiştir. Bir başka deyişle eski Üçüncü Dünyacılık ilgili
ülkelerdeki kolektif mülkiyetin piyasalar dolayımıyla özel mülkiyete
dönüştürülmesini yer yer ve kısıtlı ölçülerde engelleme sonucu doğuran
ulusal politikaları desteklemektedir. Anılan gayrı-metalaştırıcı (Yücesan-
45
Özdemir ve Özdemir, 2008) politikaların uygulanabilmesinin ön koşulu
Soğuk Savaş döneminde dünya gücü seviyesinde bulunan Sovyet varlığıdır.
“Üçüncü Dünya kavramı, onu meydana getiren koşullar ortadan
kalktığı halde ve son yıllarda gerçekleşen düşünsel değişim onun
yeniden tenkit edilmesine yol açmışken neden hala akademik,
basına ait ve siyasi söylemlerin içinde var olmaya devam
etmektedir?
Bu
kavramın
içsel
bir
tutarsızlığa
ve
bir
artakalmışlığa sahip olduğunun uzun süredir farkındayız. Ancak
kapitalizm ve komünizm (Birinci ve İkinci Dünya) arasındaki
karşıtlığın biçimlendirdiği küresel ayrımlar sürerken, bu kavram
en azından göndergesel (referential) bir anlam taşıyormuş gibi
görünüyordu. Sosyalist devletlerin yok oluşuyla, Üçüncü
Dünya’ya bir anlam bahşeden yapısal koşullar da ortadan kalktı.
Artık İkinci Dünya diye bir şey ortada yokken, bir Üçüncü
Dünya’dan bahsetmek en azından sayısal bir absürtlüğe yol
açmaktadır. Bu koşullar altında, bu kavramın hala varlığını
sürdürüyor olması, yeni dünya halini cesaretle karşılama hatasına
düşülüşü, düşünsel alışkanlık ya da uyuşukluk ve hatta dünyanın
geçmişte aldığı biçimlere duyulan özlemden başka neyle
açıklanabilir? (Dirlik, 2010, s. 247-248).”
Dekolonizasyon ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tartışmaları,
büyük
ölçüde
Sovyetler
Birliği’nin
yarattığı
itkilerin
etkisiyle
gerçekleşebilmiştir. Bu itkinin varolması için Sovyetler Birliği’nin aktif
önlemler alması gerekmez. Yalnızca varolduğu ve küresel bir karşıt-güç
olduğu ölçüde, kapitalizmin fütursuzca hareket etmesinin önüne engeller
koymuştur.
46
“Her şeyden önce, Birinci ve İkinci Dünyalardan ayrı bir Üçüncü
Dünya düşünülemez. İkinci Dünya, azgelişmiş ülkeler toplamı
olmaktan fersah fersah öteye geçip politik program ve talepleri
ile kendisini var eden Üçüncü Dünya’yı imkân dahiline sokan
siyasi, ideolojik ve iktisadi kaynaklar sunarak dünyanın
bölümlenmesine müdahale etmiştir. Onun yokluğunda bir
Üçüncü
Dünya’dan
bahsetmek
mümkün
değildir.
Onun
yokluğunda Batı’nın küresel hegemonyasına karşı çıkışın
temelleri ortadan kalkacaktır. Onun yokluğunda, menfaatini
Batı’lı devletler içerisinde temsil ettiren güçlü gruplar karşısında
talepler üretip siyasal iktidara dönüştüren insan gruplarının
Üçüncü Dünyası da yoktur. Kendisini oluşturan ideolojileri,
politikaları ve iktisat programlarıyla bir Üçüncü Dünya yoktur
(Özdemir, 2011, s. 151).”
Sovyet sonrası dönemde hiyerarşi karşıtlığı ekseninde Üçüncü Dünya'nın
Batı karşısında ortak menfaat sahibi olduğu iddiasını ortaya atan Fidler
(2003, s. 58-59), yukarıda yeni dönemin özelliklerini açıklarken
vurguladığımız iki noktayı göz ardı etme eğilimindedir: sınıfsal temsil
dinamikleri ve devletin uluslararasılaşması olgusu... Bu iki nokta, tezin son
bölümünde TWAIL’e yöneltilebilecek eleştirilerin arka planı anlatılırken
daha detaylı incelenecektir.
Bu alt başlıkta, “Üçüncü Dünya” kavramının analiz için ya da en azından
talepler üretebilmek için hala tutarlı bir varlığının bulunup bulunmadığı
tartışılmıştır. Gelinen noktada belirtilebilir ki, kavram düşünsel alanda
kullanılmaya devam ediyor olsa dahi onu oluşturan koşullar ile birlikte
kavramın kendisi de ilk halinden oldukça farklıdır. Yaklaşımın adında
47
varolduğu haliyle kavramın yeni biçimini de belirleyen öğelerden biri
olarak politik iktisat yerine kültürelciliğin teorik hesaplara dahil edilişi
olarak tanımlayabileceğimiz TWAIL tutumunun analizine geçilebilir.
1.4. EKONOMİ POLİTİK YERİNE KÜLTÜRELCİLİĞİN ÖNE
ÇIKMASI
TWAIL'in
taleplerini
dile
getirdiği
dönem
piyasanın
üretimin
koordinasyonunda yegane belirleyici mekanizma haline geldiği bir
dönemdir. Liberal korporatist birikim modelinin çöküşü ile birlikte sosyal
politikanın gayrı-metalaştırılması (decommodification) yoluyla yeniden
üretimin koşullarını sağlayan kamu harcamalarının yerini tümüyle piyasa
mekanizmaları almıştır. Bunun bir uzantısı olarak, devletin sivil toplumdan
elini eteğini çekmesi talepleri ile piyasanın “adalet”ine sınırsız bir güven
tesis edilmeye çalışılmaktadır.
Böyle bir dönemde, (yaklaşımın öncüllerinden olan postkolonyalizm gibi)
muhalif duruşunu üretim ilişkilerinin analizi yerine kültür alanından
oluşturan TWAIL’in sürece karşı çıkmak için gerekli araçlardan yoksun
olduğu öne sürülebilir. Bu alt başlıkta TWAIL yaklaşımının teorik geri
planını oluşturan postkolonyal düşüncenin ve bununla bağlantılı olduğu
ölçüde postyapısalcı siyaset felsefesinin temel önvarsayımları eleştirel bir
bakışla ele alınacaktır. Bu eleştirel okuma, TWAIL yazarlarının ürettiği
bilginin sınırları dolayısıyla açıklanamayan unsurları da tespit edecektir.
48
Postkolonyalizmin esas belirleyeni, ekonomi politik yaklaşım yerine
söylem dışı alanla bağlantısı (dolayısıyla ekonomi politikle irtibatı)
koparılmış türden bir kültürelcilik kullanarak uluslararası alandaki
eşitsizlikleri anlamaya çalışmasıdır. Kültürelcilik üzerinden yapılan bir
tarih okuması da, küresel karşıtlıkların sınıfsal temellerde değil, sivil
toplumun bağrında, baskı altına alınmış kimliklerde aranmasıyla ilişkilidir.
Başka bir deyişle, sivil toplum ve kimlik siyasetinin tercih edilmesi, politik
iktisat yerine kültürelciliğin öne çıkmasının ardında yatan öncelikli
sebeptir. Kapitalizm ile doğrudan bir sorunu bulunmayan, kapitalist üretim
ilişkilerini analiz etmeyerek Avrupa merkeziyetçiliğin bu ilişkilerle
arasındaki bağlantıyı görmezden gelen -TWAIL’in teorik öncüllerindenpostkolonyalizm için bu tercih anlaşılabilir hale gelmektedir.
Postkolonyal düşünceye göre, küresel çaptaki eşitsizliklerin kaynağında
Avrupa tarafından “ötekileştirilen” kimliklerin sesini duyuramaması,
kendilerini ifade etme olanaklarının baskılanması yatmaktadır. Bununla
birlikte, Avrupa’nın tahakkümüyle karşı karşıya kalan kitlelerin neden
böyle bir dışlanmaya maruz bırakıldıkları sorusuna verilecek cevaplar,
kültür alanından türetilmektedir. Buna göre, Avrupa kendi kültürel
değerleri ve pratiklerinin dünyanın geri kalanından üstün olduğu savından
hareketle, “modernleştirme” adı altında kendi dışarısını sömürgeleştirme
hakkını kendinde görmektedir.
Bu argümanın küresel eşitsizlik sürecinde önemli noktaları yakaladığı
kabul edilebilir. Ancak, süreç bu şekilde okunduğu takdirde, Avrupa’nın
uyguladığı tahakkümün ve sömürme pratiklerinin altında yatan üretim
ilişkileri görünmez kılınacaktır. Bu da, sınıf ilişkisinin dışlanması ile
Avrupa tarafından gerçekleştirildiği öne sürülen “ötekileştirme”nin (karşı
49
taraftan) sahiplenilmesi ve anılan “öteki” kimliklerin savunulması dışında
herhangi bir çare bırakmamaktadır.
“Postkolonyal argüman geçmişin ve günümüzün daha önceki
liberal yorumlarını aşmak şöyle dursun, tıpkı bu yorumlardaki
gibi, ezilenlere kendi maruz kaldıkları ezilmenin suçunu
yüklemiş ve bunu sırf onların öznelliklerini olumlamak adına
yapmıştır. Tüm bunların sonucu olarak postkolonyalizmin,
kapitalizmin kültürel kurumlarınca böylesine çabuk kabul
görmesi ve desteklenmesi kulağa pek de şaşırtıcı gelmemektedir
(Dirlik, 2010, s. 8).”
“Öteki” kimliklerin üzerine inşa edilen bir tarih okuması (maduniyet
çalışmalarında kendini gösterir) ve çözüm üretme çabası, ezilenlerin öznelliklerini olumlamak adına- ellerindeki gerçek muhalefet imkanlarını
yok etmektedir. Postkolonyalizm, Avrupamerkezci bir ideolojinin karşısına
yine onun araçlarıyla çıkarak (onunla karşı-özdeşleşerek), onun kırılması
yolunda gerçekleştirilebilecek eleştirel üretimi dışlamaktadır.
“[Postkolonyal] epistemolojinin çıkış noktası, sosyal ilişkiler
yönünden (pek de özgün olmayan) genel bir kimlik teorisi değil,
etnik ve ırksal ilişkiler temelinde oldukça özgül sosyal
ilişkilerdir. Postkolonyal epistemolojinin etnik, milliyetçi ve ırkçı
özcülüklerle mücadele etme niyetiyle hareket ederek diğer
ilişkileri gölgede bırakma pahasına bu özcülüklerde adı geçen
ilişkileri ön plana alması ironik bir durumdur (Dirlik, 2010, s.
25).”
50
Üretim ilişkileri analiz dışı bırakıldığında, postkolonyal eleştirinin
karşısında yalnızca Avrupa (ya da Batı) öznesi bulunmakta, kapitalizmin
yarattığı
yapısal
eşitsizliklere
karşı
herhangi
bir
eylemlilik
öngörülmemektedir. Bu şekilde yerel ve kültürel değerler ile normların
savunusu esas hale gelecek, eleştiri bu değerlerin içerilmesini sağlayacak
bir çoğulculaşma hedefine yönelecektir.
“Postkolonyalist argümandan çıkan siyasi ve sosyal çözümler,
yani çokkültürcülük ve ırksal ve patriyarkal tahakküme karşı
çeşitlilik gibi tezler, yeni sosyal ve siyasi durumla örtüşmektedir.
Bununla
beraber,
postkolonyalistler
Avrupamerkezciliğe
odaklanarak, Avrupamerkezci iktidar ile kapitalizm arasındaki
yapısal bağları dışlamaktadırlar. Ayrıca kapitalizm tartışmasını
ekonomi politik alanından kültür alanına kaydırarak, radikal
kapitalizm eleştirilerine karşıt bahaneler sunmaktadırlar (Dirlik,
2010, s. 8).”
Ekonomi politik analizin yerine kültürün ön plana çıkmasının sonuçları üç
ana eksende incelenebilir. İlki, kapitalist üretim ilişkilerinin ve buna bağlı
olarak sınıfsal etkiler ile sorunların analiz dışı bırakılmasıdır. İkincisi,
ekonomi politikten boşaltılan eleştirel alanın kültürelcilik ile doldurulması
ve bu anlayışın küresel çapta yaşanan eşitsizliklerin büyük bir bölümünü
göz ardı etmesidir. Üçüncüsü de, postkolonyal çalışmaların (aynı zamanda
TWAIL’in) sık sık kullandığı emperyalizm kavramının içinin boşaltılması,
kavramın yalnızca kültürel tahakküm ilişkilerini işaret etmesidir.
Eleştirel duruşunu sınıf ilişkilerinin görmezden gelinmesi üzerine kuran
postkolonyal (ya da genel olarak postmodernist) düşünce, kapitalizmin
51
dinamiklerini açıklama araçlarından yoksun olduğu ölçüde, küresel
eşitsizlikleri de kavramakta güçlük çekecektir.
“Postkolonyal eleştirinin yetersiz kaldığı noktalardan biri onun,
postkolonyalizmin kendisinin, özellikle de Küresel Kapitalizmin,
yapısal
koşullarına
başvurulmadan
anlaşılamayacak
sınıf
ilişkilerini inkar etmesidir. Postkolonyalizm, tam olarak, hem
Üçüncü Dünya toplumlarının Birinci Dünya toplumlarıyla
ilişkileri yönünden hem de ulusötesi kapitalizmin etkisi altındaki
küresel sınıf ilişkileri yönünden kavranabilir: Sınıfların ulusal
sınırların ötesine geçmiş olduğu bir durumda, sınıf-içi çelişkilerin
ifadesi olarak. Etnisiteler, kültürler, vs. farklı biçimlerde de
kavranabilir ve farklı değerlendirmelere tabidirler. Yakın
zamanda ortaya çıktıkları halleriyle, ulusötesi bir sınıfın içinde
birbiriyle çatışan erklenme iddialarını temsil ederler. Yine de, bu
sınıfın, ona bu tanımı kazandıran ve adlarına söz söyleme
iddiasında olduğu sosyal art bölgelerle arasına mesafe koyan,
mevcut yapısal durumdaki ortak çıkarları yönünden ayırt
edilmesi gerekmektedir (Dirlik, 2010, s. 11).”
Kültürel öğelere aşırı yoğunlaşma sonucunda sınıf ilişkilerinin kültürel ve
yerel sorunlarla eklemlenmesi üzerine söylenecek sözlerin tamamını
reddeden postkolonyalizm, Avrupamerkezci düşüncenin ötekileştirdiği
kimlikleri Marksizmin de görmezden geldiğini savlamaktadır. Oysaki
üretim ilişkilerinin analizini ekonomi politik perspektiften gerçekleştiren
Marksizm, bu kimlikler ile ilgili sorunların sınıf ilişkileri göz ardı edilerek
açıklanamayacağını ve çözüme kavuşturulamayacağını savunmaktadır.
52
“Şimdiye kadar izini sürdüğüm gelenekte [Marksizm’de] kültür,
cinsiyet, dil, ötekilik, farklılık, kimlik ve etnisite sorunları, devlet
gücü, maddi eşitsizlik, emeğin sömürülmesi, emperyal yağma;
kitlesel siyasi direnme ve devrimci dönüşüm sorunlarından
ayrılamaz. Eğer sonuncuları, birincilerden çıkarırsanız elinizde,
günümüzdeki post-sömürgecilik teorisine benzer bir şey kalır
(Eagleton, 2011, s. 246).”
Ekonomi politik perspektifin boşalttığı alan kültürelcilik ile doldurulmakta
kültür sorununa indirgenen (küresel ve) toplumsal dinamiklerin bu şekilde
anlamlandırılıp
çözüme
kavuşturulacağı
iddia
edilmektir.
Dirlik,
kültürelciliğin;
“metodolojik olarak sosyal ve tarihsel sorunların, soyut kültür
sorunlarına indirgenmesi çevresinde belirginleşen düşünsel
yönelimler bütünü olduğu ve bu nedenle sadece toplumlar
arasındaki hegemonyacı ilişkilerin meşrulaştırılmasından değil,
aynı zamanda toplumların içindeki sömürü ve baskı gibi
hegemonyacı ilişkilerin bulanıklaştırılmasından da sorumlu
olduğu”nu ileri sürmektedir (2010, s. 54).”
Bu açıdan bakıldığında postkolonyal eleştiri çözüm sunmak bir yana,
küresel ve toplumsal ilişkilerin barındırdığı eşitsizlik durumunun analizini
olanaksızlaştırmaktadır. Bu şekilde hakim bir “eleştirel” söylem olarak
kendisini sunabildiği ölçüde de ezilenler için çözüm olmamakta;
eşitsizlikleri derinleştirmek için kapitalizme olanak tanımaktadır.
“[K]ültürelcilik düşüncesi potansiyel olarak birbiriyle çelişen
pratik olasılıklarını barındırdığı için, onun sosyal bağlama
53
başvurmadan soyut düşünceler seviyesinde tartışılması sadece
düşünsel bir kafa karışıklığına yol açmaz, aynı zamanda sosyal
bir sorumsuzluk örneğidir (Dirlik, 2010, s. 53).”
Kültür sorununa indirgeme konusunda, yukarıda ekonomi politik
yaklaşımın terkedilmesinin sonuçlarından üçüncüsü olarak belirtilen
emperyalizm kavramının postkolonyalizm tarafından kullanımına bakmak
faydalı olacaktır.
Postkolonyal düşüncenin ve TWAIL’in emperyalizm anlayışları, hem
Marksizm hem de bir önceki kuşağın Üçüncü Dünyacılarından farklıdır.
Avrupa’nın “öteki”si kimliğine dayandırılan postkolonyal düşünce ile
ortaklık
içerisinde
TWAIL
düşünürlerinin
emperyalizm
kavramsallaştırması kültürel içerimlerin ağır basmasıyla diğerlerinden
ayrıştırılabilir (bkz. Fanon, 2007; Said, 2010).
TWAIL’in emperyalizmi kendi argümanlarının aksine (bkz. Mickelson,
1998) kültür ve ekonomi alanlarını ayrıştırmasından kaynaklanmaktadır
(bkz. Anghie, 2005; Natarajan, 2008) Batı tahakkümünün sermaye birikimi
süreçlerinden ayrılması ile kendini gösteren kültürel emperyalizm,
TWAIL’in “emperyalizm” olarak işaretleyip karşı çıktığı şeydir.
Bu noktada, postkolonyal düşünce ile uyum içerisindeki TWAIL
düşünürlerinin emperyalizm kavrayışlarına yer verilebilir. Natarajan’a göre
emperyalizm “iktidarın askeri, ekonomik, ırksal ve kültürel hegemonya ile
kurnazca ve karmaşık bir düzenlemesidir.” Birçok TWAIL düşünürüne
göre emperyalizm dekolonizasyon sonrasında Batılı devletler ile Üçüncü
Dünya
arasındaki
ilişkileri
tam
olarak
tanımlamaktadır.
Resmi
sömürgecilik sonlansa dahi, emperyalizmin devamından söz edilebilir.
54
Ancak, emperyalizm kavramının Batılı devletler ile eş tutulabilecek bir
coğrafi çağrışımı bulunmamaktadır. Emperyalizm, farklı birleşimlere sahip
olabilen hegemonik bir kavramdır (2008, s. 60).
Rajagopal (2006), uluslararası hukuk bağlamında emperyalizmin yalnızca
güçlü olanın geri kalanlara (the rest) iradesini dayatması değil, aynı
zamanda geri kalanların hukuk aracılığıyla baskının gerekliliği ve
meşruluğunu içselleştirmeleri anlamına geldiğini savunmaktadır.
Anghie ise başka bir düşünürden yaptığı alıntıyla emperyalizmi
tanımlamakta ve “emperyalizm” ve “sömürgecilik” terimlerini birbirinin
yerine kullandığını belirtmektedir. Buna göre emperyalizm, “bir devletin
başka bir politik toplumun politik egemenliğini etkin biçimde kontrol ettiği,
resmi veya gayrı-resmi, ilişkidir. Güç kullanımı; siyasi işbirliği; ekonomik,
sosyal ve kültürel bağımlılık üzerinden elde edilebilir. Emperyalizm,
basitçe bir imparatorluk kurulması süreci ve politikasıdır (Doyle’dan
aktaran Anghie, 2005, s. 11).”
Görülebileceği gibi, TWAIL düşünürlerine göre emperyalizm kavramı
“baskınlık durumu”ndan ötesini işaret etmemektedir. İronik olarak, bu
yaklaşım kendisinin karşısında olan burjuva milliyetçi söylem ile aynı dil
ve teorik tutumu sergilemektedir. Sermayenin devlet içindeki temsili, ilkel
birikim süreçleri, üretilen artı-değere el konulması gibi içeriklere sahip
olan, Marksist emperyalizmin ekonomi politik yaklaşımla ortaya koyduğu
emperyalizm kavramından oldukça farklıdır; iki özne (Batı ile “öteki”)
arasındaki ilişkiye indirgenmiştir.
Yukarıda bahsedilen ekonomi politik perspektifin yerine kültürelciliğin
yerleştirilmesi durumu, eleştirinin aldığı yeni biçimle ilgilidir. Artık sınıfsal
55
temeller üzerine herhangi bir eleştirel duruş inşa edilmeyecek, bunu
yapanlar da yetersiz ve indirgemeci olarak görülecektir. Postkolonyalizm,
bu yeni eleştirellik iddiasına meşruiyet zeminini Marksizmin dar/yanlış bir
okumasında bulmaktadır. Diğer bir deyişle, Marx’a yöneltilen eleştirilerin
postkolonyalizmin kendi duruşunu meşrulaştırmak maksadıyla yaptığı bir
okumadan
çıkarıldığı
belirtilebilir.
Benzer
bir
okumayı
TWAIL
düşünürlerinin de gerçekleştirdiğini söylemek mümkündür (bkz. Rajagopal,
2003; Natarajan, 2008).
Marx’ın yazılarında, kendisinin içinde bulunduğu dönemi analiz ederken
kullandığı öğelere (bu öğelerin de yalnızca bir kısmına) gönderme
yapılarak Marx’ın Avrupamerkezci ve erekselci bir düşünür olduğu
savunulmaktadır. Ancak, Marx’a yönelik bu eleştirilerin kabul edildiği
varsayılsa bile8 günümüzde Marksizmin dolaşıma soktuğu eleştirel
araçların Marx’ın dar bir okumasına referansla dışlanması anlamsızdır.
Eagleton’a göre,
“Marx’ın sömürgecilik hakkında olumlu konuşması bir ulusun,
öbürünü hor görmesini beğendiği için değildi. Nedeni, aşağılayıcı
ve iğrenç diye düşündüğü bu tür baskıların ‘azgelişmiş’ dünyaya
kapitalist modernitenin girişiyle bağlantısı olmasıydı. Bu da, o
dünyaya sadece bazı yararlar sağlamakla kalmayacak, aynı
zamanda sosyalizmin yolunu da hazırlayacaktı. (…) O halde
Marx da sömürgecilikte bazı ‘ilerici’ eğilimleri sezmiş olabilirdi.
Ama bu, onun Hindistan’da ve başka yerlerde sömürge
yönetiminin ‘barbarlığını’ kınamasına ya da 1857 büyük Hint
Ayaklanması’nı coşkuyla karşılamasına engel olmadı. (…)
Postkoloniyalist yaklaşımın Marksizme içkin Avrupamerkeziyetçilik eleştirilerinden farklı bir
şekilde Marksizm’in Avrupamerkeziyetçilik eleştirisi için (bkz. Akbulut, 2007, s. 128-145; Blaut, 1999;
2000).
8
56
Gerçekten de Aijaz Ahmad’ın dile getirdiği gibi 19. Yüzyılın
hiçbir Hintli reformcusu Hindistan ulusal bağımsızlığı konusunda
Marx kadar açık bir tavır koymamıştır. (…) [Marx,] daha önceki
şoven tavrını düzelterek, ister ‘tarihleri olmasın’, ister olsun,
sömürgelerdeki ulusal özgürlük mücadelelerini desteklemiştir.
Başka bir ulusu ezen bir ulusun kendi zincirlerini de
oluşturduğundan
İngiltere’deki
emin
sosyalist
olarak
İrlanda’nın
devrimin
bağımsızlığının
önkoşulu
olduğunu
düşünmüştür. Komünist Manifesto’da işçi sınıfı ile efendileri
arasındaki çelişki önce ulusal mücadele biçimini alır, demiştir
(2011, s. 243-246).”
Üçüncü Dünya ülkelerindeki kurtuluş mücadelelerine ilham kaynağı olan
Marksizmin postkolonyal düşünce (ve TWAIL) tarafından reddedilmesi,
Üçüncü
Dünyacı
tavrın
değişiminde
önemli
bir
değişkendir.
Postkolonyalizm tarafından Üçüncü Dünya devletlerinin bağımsızlık
mücadeleleri sonrasında benimsediği ekonomik kalkınma modellerinde,
toplumdaki belirli kimlikleri dışladığı ve baskıladığı iddiası, Sovyetler
Birliği’ne getirilen eleştirilerle birlikte ele alınmaktadır. Hem Üçüncü
Dünya devletlerinin hem de Sovyetler Birliği’nin eleştirisine aşırı
yoğunlaşmış olan bu görüş, sosyalizm ihtimalini gözden çıkarmış ve
yarattığı olanaklara sırtını çevirmiştir.
Oysaki “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” tartışmalarının Sovyetler
Birliği’nin varlığı ve Lenin’in teorik katkılarının (Lenin, 1993; 2007)
etkisiyle biçimlendiği akıldan çıkarılmamalıdır. Lenin’in düşüncesine göre
“ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilk elde toplumun kendi emek
gücü ve doğal kaynakları üzerindeki kolektif hakimiyetinden bağımsız
57
düşünülemez.9 Bununla birlikte, bağımsızlık mücadelelerinin zeminini
oluşturan bu hak kavrayışının Lenin’in “en zayıf halka” teorisi bağlamında
pratik içeriğinden ayrılmaması gerekmektedir. Lenin’in bağımsızlık
hareketleri sonrasında kurulan burjuva devletlerine sırt çevirmemesinin
(Bowring, 2008) nedeni, bu eksende anlaşılabilir.
“Marksizmin Üçüncü Dünya kurtuluş hareketlerine, yabancı
kapitalist sınıfın yerine yerlisinin geçmesinden daha yapıcı
önerileri oldu. Ayrıca ulus saplantısının ötesine geçerek daha
enternasyonalist bir bakış açısı ortaya koydu. Marksizm, Üçüncü
Dünya denen ülkelerdeki kurtuluş hareketlerini desteklediyse de
aynı zamanda onların burjuva milliyetçisi değil, enternasyonalist
sosyalist bir ufkunun olması gerektiği konusunda ısrarcı oldu.
Çoğunlukla bu ısrara kulak asılmadı (Eagleton, 2011, s. 241).”
Postkolonyalist eleştirellik, Marksist eleştirel ekonomi politik yaklaşımı
reddederek hakim söylemi meşrulaştırma noktasına gelmiştir. Bu durum,
kapitalizmin 1960’ların sonları ve özellikle 1970’ler ile kendini açığa
çıkaran krizi sonrasındaki dönüşümü ile ilişkilidir. Hakim söylem hem
Marksizmin görünmez kılınmasını sağlamaya çalışmış, hem de Marksizme
dayanan devrimci söylemlerin dışlanması amacını taşımıştır.
“Post-sömürgecilik teorisi, ulusal kurtuluş mücadelelerinin az
çok sönümlendiği geç 20. Yüzyılda ortaya çıktı. Bu akımın
kurucu eseri Edward Said’in Orientalizm [2010] kitabı tam da
Leninist anlamda “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nın pratik yönelimlerinin önemini
belirtmek gerekmektedir. Ancak, anılan hakkı yalnızca pratik bir meseleye indirgeyerek Wilsoncu
kavrayış ile farklı perspektiften de olsa aynı anlama geldiğini iddia etmek (bkz. Wallerstein, 2009) doğru
değildir. Lenin’in bir hak olarak öne sürdüğü haliyle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” pratik
olduğu kadar teorik alanda da bir müdahaledir. Dönemin ABD Başkanı Wilson ise, Birinci Dünya Savaşı
sonrasında parçalanan imparatorluklarla sınırlı olmak kaydıyla bu kavramı bir prensip olarak
kurgulamıştır.
9
58
kapitalizmin Batı’daki keskin krizinin Batı’nın devrimci ruhunu
gerilettiği 1970’lerin ortasında basıldı. Bu açıdan Said’in
kitabının son derece anti-Marksist olması anlamlıdır; bir bakıma
devrimci mirası korurken bunu bir diğeriyle değiştirmekteydi.
Bu, post-devrimci dünyaya uygun düşen post-devrimci bir
söylemdi (Eagleton, 2011, s. 246-247).”
Bu bağlamda -hakim söylemin dönüşümüyle ilişkili olarak- kültürelciliğin
ön plana çıkışı ile kapitalizmin gelişimi arasında bir bağlantı kurulabilir.
Yeni sermaye birikim modeli neticesinde üretimde kültürel öğelere verilen
önem ve bu çerçevede hakim olmaya başlayan anlayış ile sermaye birikimi
farklı kültürleri dışlamak yerine onları içeren, onlara alan tanıyan bir
biçime bürünmüştür. Buna ek olarak emek sürecindeki esnekleşme ve
güvencesizleşme,
liberal
korporatist
dönemde
emeğin
elde
ettiği
kazanımların tamamını silmeye odaklanmıştır.
Piyasa ilişkilerinin hayatın her alanında hakim kılınmaya çalışıldığı bu
süreçte, üretim ilişkilerinin analizini yapmak toplumsal dinamikleri
anlamada bir yöntem olmaktan uzaklaşmaya başlamış, yerine piyasa
mekanizmalarını meşrulaştırmaya fırsat tanıyabilecek analiz biçimleri ön
plana çıkmıştır. Zira üretim ilişkilerinin nesnelliğinden hareket eden
yaklaşımlar
içerisinden
piyasanın
meşrulaştırılma
imkanı
bulunmamaktadır. Kültürelciliğin öne çıkışının arkasında yatan nedenler bu
şekilde belirtildiğinde, anılan analiz biçiminin neden diğerlerine tercih
edildiği de az çok açığa çıkacaktır. Kültürelcilik, piyasa ile barışık bir
cemaatçiliğin teorik imkanlarını sunmaktadır (Özdemir, 2011).
59
Piyasa ilişkilerinin meşrulaştırılması yolunda postkolonyal düşüncenin
hakim söylemle başka bir ortaklığı da Aydınlanma düşüncesine karşı
giriştiği eleştiri ekseninde bulunabilir. Dirlik’e göre,
“Aydınlanma’nın ussalcılığı sadece Avro-Amerikan olmayan
düşünce biçimleriyle değil (tüketici ya da üretici olarak) bireyin
şekillendirilebilir olmasına ihtiyaç duyan ve ussallığı bunun
karşısında bir engel olarak gören günümüz kapitalizminin
talepleriyle de uyuşmamaktadır. Aydınlanma’ya saldırmaları
nedeniyle,
burada
da
postkolonyalizm
ve
genel
olarak
postmodernizm, günümüz Küresel Kapitalizmi ile örtüşme
içindedir (2010, s. 10).”
Kapitalizmin içinde bulunduğumuz döneminde sınıfsal kimliklerin rafa
kaldırılma
çabası
hakim
durumdadır.
Liberal-korporatist
dönemde
anayasallaşan emek, 1980’lerden sonra hukuki ve siyasi alandan
çıkarılmaya çalışılmaktadır. Böyle bir dönemde, postkolonyal (genel olarak
da postmodernist) eleştirinin sürece uygun bir biçimde, sınıf ilişkilerini
görmezden gelmesi, kapitalizmin ideolojik yayılışına katkı sağlamaktadır.
Süreci meşrulaştırmakla beraber, kapitalizmin karşısında durmak yerine,
yeni bir eleştirel duruşu hakim kılmaya çalışan postkolonyalizm, ezilenlerin
elindeki gerçek muhalefet olanaklarını da yok etmektedir. Kolektif
kimliklerin bütünleştirici ve tektipleştirici olduğu savıyla, dışlayıcı ve
bireysel kimliklerin kutsanması yoluna gitmektedir. Bu şekilde, yeni
toplumsal hareketlere de zemin oluşturma, onların taleplerini dile getirme
iddiasında olan postkolonyalizm, gerçekte kapitalizm karşısında suni bir
eylemlilik yaratmaktadır. Zira teorik alanda ürettiği çözümler, kapitalizmin
kendini yenilemesinde kullandığı araçlara dönüşmektedir.
60
“Postkolonyal
eleştiri,
bir
savlar
enflasyonuna
ve
gem
vurulmamış genişlikte faaliyet alanına sahip kültürel eleştirinin,
sonunda eleştirel enerjisini harcayarak nasıl eleştirel olmayan ve
kendi getirdiği yeniliğin narsistçe kutlanmasından ibaret bir şeye
dönüşebileceğine bir örnektir. Atası olan postmodernizm gibi
postkolonyalizmin de düşünsel kökleri,
Avrupamerkezci
modellerin (hem liberal hem de Marksist biçimlerindeki) keskin
sınırlandırmalarına karşı bir başkaldırı olan postyapısalcılıktan
gelmektedir. (…) Postkolonyal eleştiride (ve genel olarak
postmodernizmde) erekselliğin reddedilmesi, Avrupamerkezci
modernlik karşısında seçenekler sunulabilmesi imkanının yolunu
açan, geçmişte susturulmuş ya da tarihten dışlanmış olanlara söz
hakkı veren düşünsel bir yer yaratmıştır. Ancak; diğer taraftan
aynı postkolonyalizm, kolektif kimlikle ilgili savların gerçeklik
olasılığını yadsıyarak, bahsedilen seçeneklerin altını oymuştur.
Teori ortaya ne sunduysa, geri almıştır hem de sunar sunmaz!
(Dirlik, 2010, s. 6-7)”
Marksist
eleştirelliğin
reddedilmesiyle
birlikte
hakim
hale
gelen
postmodernist (ve postkolonyal) düşünce anaakım fikir grupları karşısında
konumlanma iddiasındadır. Kültürelciliğin ekonomi politik yaklaşımın
yerine tercih edilme nedenleri bu şekilde ortaya konulduğunda, yeni
eleştirelliğin
anaakımın
ne
kadar
dışarısında
kalacağı
şüpheli
görünmektedir. TWAIL’in de kendi eleştirelliğini kültürelcilik üzerinden
inşa ettiği düşünülürse, muhalif olma iddiasının ne kadar gerçekçi olduğu
tartışmalıdır. Bu alt başlıkta yürütülen tartışmanın, bir sonraki bölümde
TWAIL’in
genel
özellikleri
belirtilirken
bir
zemin
hazırlayacağı
61
umulmaktadır.
Alt
başlığı
takip
eden
kısımda
bölümün
genel
değerlendirilmesi yapılacaktır.
1.5. SONUÇ
TWAIL tarafından kullanıldığı haliyle toplumsal kalkınma Avrupalı
olmayan
bir
sivil
toplumun
demokratik-parlamenter
yollarla
geliştirilmesine bağlıdır. Buradaki haliyle sivil toplum, özgürlüklerini
demokrasi ve insan hakları terimlerinin de içinde bulunduğu bir kavramsal
set içerisinden koruyan bireylerin geliştirdiği eşit ve özgürlükçü ilişkiler
alanı olarak tanımlanmaktadır. Yüklü olduğu değerlere ve kendisini
oluşturan ilişkilerdeki yapısal çelişkilere bakılmaksızın “kendinde iyi”
olarak algılanan sivil toplumu gerçekleştirmek TWAIL tarafından önerilen
siyasal aktivitenin hedefini oluşturmaktadır. Öyle ki, sivil toplumun
yokluğu olması gerekip de bulunmayan bir şeyin yokluğuna denk
düşmekte; bu yokluk halini sürdürdüğüne inanılan unsurlar aynı anda sorun
alanları olarak kavranmaktadır.
Bu bölümde TWAIL’in anlamlandırılması için gerekli olan tarihsel ve
teorik arka plan ortaya konulmuştur. Bu bağlamda kapitalist uluslararası
hukukun, sermaye birikiminin dinamikleri ekseninde her dönemde aynı
içeriğe ve biçime sahip olmadığı, azgelişmişliğin kendi içerisinde bir olgu
olmaktan ziyade uluslararası ilişkiler alanı bağlamında farklı program,
ideoloji ve politikaları içerdiği; aynı durumun Üçüncü Dünya’nın
62
tanımlanması sürecine de uygulanabileceği ve somut gerçekliğin farklı
söylemler içerisinden oldukça değişik sonuçlar üretebileceği savlanmıştır.
Tezin sonraki bölümünde, birinci bölümde gerçekleştirilen analiz ışığında
TWAIL’in özellikleri ortaya konulacaktır.
2. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ
KURAMSAL ÇERÇEVESİ
Çalışmanın daha önceki bölümlerinde TWAIL’i anlamlandırmamıza
yarayacak olan tarihsel ve teorik arka plan ortaya konulmuştu. Bu
bağlamda kapitalist uluslararası hukukun farklı uğrakları, yeni
azgelişmişlik tartışması ve üçüncü dünya hususları ve TWAIL iddialarını
biçimlendiren kuramsal arka plan ele alındı. Okumakta olduğunuz bölüm
TWAIL çizgisini oluşturan yazarların taşıdığı söylemin, yani TWAIL’in
geniş bir çerçevesini oluşturmak maksadını gütmektedir. Bu bağlamda,
“Kuramın Anahatları” başlığı altında öncelikle İyileştirmeci yaklaşımlar ile
ilişkisi belirtilecek, ardından yaklaşımın duruşunu belirleyen teorik
çözümlemeleri Üçüncü Dünyacılık, hiyerarşi karşıtlığı, karşı-hegemonik
duruş, Avrupamerkeziyetçilik karşıtlığı, teorik ittifak stratejisi eksenlerinde
ele alınacaktır. Ardından yaklaşımın uluslararası hukuk alanında karşı
çıktığı ve önerdiği temel unsurlar ortaya konulacaktır. Kısaca bu bölümde
TWAIL özgün bir toplumsal/hukuki kuram olarak biçimlendiren öneri ve
pratikler incelenecektir. Bölüm bir değerlendirme yazısıyla
sonuçlandırılacaktır.
63
2.1. KURAMIN ANAHATLARI
Bu alt başlıkta TWAIL’i birleştiren unsurlar ortaya konulacaktır.
Yaklaşımın temel varsayımları esas olarak bir karşıtlık durumundan
(Avrupa merkeziyetçilik karşıtlığı) türetildiği için ortak noktalar bu
çerçevede ele alınmıştır. Yaklaşımın uluslararası hukuk üzerinden
iyileştirmeler gerçekleştirmek gibi bir amacının bulunması, Uluslararası
Hukuka İyileştirmeci (progressive) Yaklaşımlar olarak adlandırılabilecek
(bkz. Özdemir, 2011, s. 31-74) yaklaşım ile ortaklıklarına vurgu
yapılmasını gerektirmektedir. Ayrıca, önceki bölümde incelenen “yeni
Üçüncü Dünyacılık”ın belirleyenlerinden biri olarak postkolonyalizm ile
yaklaşımın ilişkisi, ortak noktalar arayışımızda değinilecek unsurlardandır.
Bu nedenle, ilk olarak, “İyileştirmeci Yaklaşımlar” ile TWAIL’in
arasındaki ilişkiye -yaklaşımın anahatlarını ortaya koymak amacıyladeğinilecektir. Zira TWAIL’in uluslararası hukuk üzerinden Üçüncü Dünya
lehine
olumlu
sonuçlar
beklemesinin
altında,
yaklaşımın
teorik
zeminlerinden biri olan “İyileştirmeci Yaklaşımlar”ın etkisi bulunmaktadır.
Uluslararası hukuk üzerinden iyileştirme imkanı olduğuna dair teorik bir
tutum düşünülemeyeceği takdirde, TWAIL’in bu haliyle ortaya çıkmasını
oluşturacak bir zeminin oluşmasının mümkün olmayacağı savlanabilir.
Ardından postkolonyal tutum ile TWAIL’in arasındaki ortaklığa (önceki
bölümün dördüncü alt başlığında yapılan inceleme dikkate alınarak) kısaca
değinilecektir. Anılan ortaklık hali, yeni azgelişmişlik durumu ile
ilişkilendirilebilir. Zira,
yaklaşımın
ve
teorik
zeminlerinden
olan
64
postkolonyalizmin ortaya çıkış koşulları, kapitalizmin dönüşümü ile
bağlantılıdır.
Zemini oluşturan yaklaşımlar incelendikten sonra, kuramı birleştiren
unsurlar irdelenecektir. Bu unsurlar Üçüncü Dünyacılık, hiyerarşi karşıtlığı,
karşı-hegemonik duruş, Avrupamerkeziyetçilik karşıtlığı ve teorik ittifak
stratejisi şeklinde sıralanabilir. Önceki bölümde ortaya konulan tarihsel ve
teorik arka plan göz önünde bulundurularak yapılacak bu inceleme
sonucunda, kuramın genel bir çerçevesinin elde edilmesi amaçlanmaktadır.
Bazı kaynaklarda (bkz. Natarajan, 2008; Okafor, 2008; Anghie ve Chimni,
2003) TWAIL'in birinci, ikinci ve üçüncü kuşaklarından bahsedip, klasik
Üçüncü Dünyacılığı TWAIL’in birinci kuşağı gibi ele almaktaysa da, tez
esas olarak yeni dünya düzeninde ve yeni “Üçüncü Dünyacılık”
tartışmalarının var olduğu bir küresel ortamda belirdiği haliyle TWAIL'i
(bu bağlamda TWAIL yazarlarının ikinci ve üçüncü kuşak dediği
dönemi/yazarları) ele alacaktır. Tezin önceki bölümlerinde tartışılanlar göz
önünde bulundurulduğunda açıktır ki klasik Üçüncü Dünyacı tezler
TWAIL için bir devamlılık değil kopuş noktasını oluşturmaktadır. Oysaki
içeriğini inceleyeceğimiz görüşler genelde 1990 öncesi TWAIL’i “zayıf
TWAIL” ismiyle anmakta ve kopuş yerine süreklilik içerisinde bir
dönüşümü işaretlemektedirler (bkz. Natarajan, 2008, s. 64-67).
Tezde inceleneceği haliyle TWAIL'in ortaya çıkışını 1997 Mart'ında
Harvard Hukuk Fakültesi'nde düzenlenen bir konferans ile işaretlemek
mümkündür (Fidler, 2003, s. 29). Bir yer ve üniversite ismi olarak Harvard,
hem –yeni haliyle- Üçüncü Dünyanın savunusu için yola çıktığını iddia
eden TWAIL’in doğduğu yer olması hem de yeni akım olarak adlandırılan
65
uluslararası hukuka eleştirel yaklaşımların kalesi olması açısından
önemlidir.
1990’ların ortalarından itibaren teorik üretime başlayan ve “Uluslararası
Hukuka Yeni Yaklaşımlar” (NAIL: New Approaches to International Law)
veya yeniakım (newstream) olarak adlandırılan akımın, TWAIL’in ortaya
çıkışındaki etkisi (Natarajan, 2008, s. 55; Özdemir, 2011: 63; Sunter, 2007,
s. 475-80) alt başlıkta değinilecek olan ilk noktadır. Akım, “İyileştirmeci
(progressive)” yaklaşımlar olarak sınıflandırılmakta ve uluslararası hukuku
savaş karşısında konumlandıran (Özdemir, 2011, s. 31-32) yaklaşımlardan
“Eleştirel Hukuk Çalışmaları” Ekolü’nün (CLS: Critical Legal Studies)
teorik çerçevesine tekabül etmektedir (Natarajan, 2008, s. 77).
NAIL’in ortaya çıkışı, anaakım uluslararası hukuk disiplinine tepki
ekseninde gerçekleşmiştir. Anaakım, uluslararası hukuk söyleminin
şekillenmesinde en etkili olan yani disiplini domine eden akademisyen ve
yaklaşımlar olarak tanımlanmaktadır (Natarajan, 2008, s. 77). Ancak,
anaakım
düşünürlerinin
homojen
bir
kategori
oluşturdukları
da
söylenemez. Natarajan’a göre, anaakım, kendisi gibi homojen olmayan
karşıt akım –yeniakım- ile farklı özellikler, çıkarlar ve odak noktalarına
sahip olmasıyla anlaşılabilir (2008, s. 78).
Anaakımın aksine NAIL, yalnızca uluslararası aktörler ve uluslararası
toplumun doğasına değil, aynı zamanda uluslararası hukuk disiplininin
doğasıyla da eşit derecede ilgilenmektedir. Birçok farklı metodolojik
yaklaşımdan
yararlanan
NAIL,
hukukun
geleneksel
kavranışlarını
postmodern öngörüler ışığında sorgulamakla kalmamış, dil ve kültürün
hukuk kurallarını belirlemedeki önemini de açığa çıkarmaya çalışmıştır.
NAIL’e mensup düşünürler hukukun dil, davranış ve inançlar dolayımıyla
66
nasıl inşa edildiği ile ilgilenmektedirler. Anaakım düşünce içerisinden,
uluslararası hukukun daha düzenli bir dünya kurmadaki tarihsel ilerlemeye
atıf yapılırken, NAIL düşünürleri tarihin birçok farklı okumasının mümkün
olduğunu öne sürmektedirler (Natarajan, 2008, s. 78).
Bu bağlamda Sunter (2007, s. 475), NAIL ile anaakımın gerçekte
uluslararası hukuka farklı yaklaşımlar değil, aynı konuyla ilgilenmiş
bulunan
tamamen
ayrı
disiplinler
olduklarını
ileri
sürmektedir.
Farklılıklarına rağmen ortak eleştirel duruşu sahiplenen NAIL’in
içerisindeki metodolojik ayrışmaların göstergelerinden bir tanesi de
TWAIL’dir (2007, s. 476). TWAIL, siyasi açıdan Eleştirel Hukuk Ekolü ve
NAIL ile ayrışmasına ve daha çok Eleştirel Irk Kuramı ve Feminist Hukuk
Kuramı ile ortaklaşmasına rağmen, NAIL ile bağlantıları –entelektüel
anlamda- önemlidir (2007, s. 483). Natarajan da TWAIL ile NAIL’in
ortaklıklarını vurgulamakla beraber, doğrudan ırk ve etnisite konuları ile
ilgisi nedeniyle ayrıştığını belirtmektedir (2008, s. 86).
TWAIL’e olan etkileri açısından NAIL’in içerimlerine göz atılacak olursa,
karşımıza çıkan ilk tutum uluslararası hukuk üzerinden küresel çapta
yaşanan sorunlara çözüm üretilmesi maksadıdır. Hukukun üstünlüğünün
tesis edilerek bu alanda iyileştirmeler yapılabileceği inancıyla hareket eden
yaklaşım, bunun uluslararası hukuk normlarına içkin eşitsizlikleri
düzeltmeyi kendine görev edinen uluslararası hukukçuların yapacakları
yorumların
etkisiyle
(Frank,
2003;
Koskenniemi,
2008)
gerçekleşebileceğini savunmaktadır (Özdemir, 2011, s. 51-52).
Natarajan’a göre, Koskenniemi’nin hukukun belirlenimsiz doğası üzerine
öne sürdüğü sonuçlar (her ne kadar Koskenniemi hukukun işlevsiz
olduğunu savlamasa da) TWAIL için sorunluyken, liberal savların
67
yapıbozumunu gerçekleştirmesi TWAIL için oldukça yararlı olmuştur
(2008, s. 80). Liberal uluslararası hukuk ideallerinin nasıl kolonyalizm gibi
eşitsiz pratikler ile birlikte varolabileceğini açıklamaları bakımından liberal
felsefeye NAIL tarafından getirilen eleştiriler TWAIL düşünürleri için
önemlidir. Liberalizme göre egemenlik, meşrulaştırılması gerekmeden –
zaten- vardır. Ancak NAIL’e göre; egemenlik de özgürlük gibi, tanımlanma
şeklinden bağımsız olarak varolmaz. Kendisini tarafsız bir sistem olarak
sunarak, liberal görüş kendi siyasi ve ahlaki bağlılıklarını gizlemektedir
(Natarajan, 2008, s. 82).
NAIL’in ana argümanını belirleyen ve tezin bir sonraki bölümünde metabiçim teorisi üzerinden eleştirisi yapılacak belirlenimsizlik tezine göre,
uluslararası hukukun iyileştirici potansiyelleri de, eleştirel/iyileştirici
müdahalelere açık olması durumu da hukuki argümantasyonun doğasına
içkin çift uçluluk özelliğinde yatmaktadır (Özdemir, 2011, s. 69).
Belirlenimsizlik
uluslararası
makalesinde
tezini
savunanların
hukukçuların
Marx’ın
Marx’tan
başında
neler
diyalektiğinin
gelen
Koskenniemi,
alabileceğini
incelediği
“sembollerin
radikal
belirlenimsizliğinin yapıbozum noktalarını gösterdiği”ni ve toplumsal
sembollerin -kimin eylemlerini destekleyip kiminkileri mahkum edeceği
bağlamında-
anlamları
üzerindeki
toplumsal
çatışmayı
yeniden
tanımladığını öne sürmektedir. Bu şekilde, “uluslararası hukukçuların
uluslararası alandaki tarihsel gerilimlerin ışığında uluslararası hukuktaki
ikilikleri –örneğin, devlet diplomasisinin kamu alanı ile uluslararası sivil
toplum- yorumlayabilecekleri”ni savunmaktadır (2008, s. 39).
“Buna göre, uluslararası hukuku yalnızca güçlü olanlar yararına
kullanılabilir bir araç olarak görüp değersizleştirdiğinizde, bu
68
sistemin içinde yatan karşıt potansiyelleri de inkar eder hale
düşersiniz. Oysaki hukuki süreci bütün unsurları ile irdelemek,
hukuki karar alma sürecinin biçimsel olmayan ya da hukuk dışı
unsurlarını
inceleme
konusu
haline
getirmek
suretiyle,
uluslararası hukuku sistemik konumları zayıf olanlar yararına
kullanabilme imkanları doğacaktır (Özdemir, 2011, s. 70).”
Yukarıda özetlenen tezin önkabulü, hukukun dil tarafından kurulduğudur:
“Hukuk, (bunun onu daha az gerçek ya da daha güçsüz yapması
gerekmese de) bir retorik biçimi ve tartışma pratikleri setinden
daha fazlası olmayabilir. Yani ‘devlet’ veya ‘egemenlik’ gibi
kavramlar aslında hukuk farzedilen bir şey ile toplum farz edilen
bir şey arasındaki ilişki ile ilgilidir (Cass’tan aktaran Natarajan,
2008, s. 83).”
Natarajan’a göre, NAIL düşünürleri uluslararası hukukun dilini, özgül
gramerini ve kelime dağarcığını daha iyi anlamak için uluslararası hukuk
söyleminin yapısını araştırmışlardır ve öngörüleri Üçüncü Dünya
yaklaşımları için oldukça önemli olmuştur (2008, s. 83).
İyileştirmeci yaklaşımlardan bahsedildikten sonra, TWAIL’in teorik
öncüllerinden olan postkolonyalizm ele alınacaktır. İlk bölümün dördüncü
alt başlığında postkolonyal düşünce (genel olarak da postmodernizm)
kültürelciliğin öne çıkışı bağlamında tartışılmıştı. Bu nedenle, bu alt
başlıkta TWAIL ile ortaklıklarına kısaca değinmekle yetinilecektir.
İlk olarak, tezde de önemle üzerinde durulduğu üzere kültürelcilik
postkolonyalizmin belirleyici öğelerindendir. Avrupa’nın, “uygarlaştırma
misyonunun” arkasına sığınarak dünyanın geri kalanını kolonileştirmesi
69
(Anghie, 2005) ile kendini açığa çıkaran Avrupa ve diğerleri/ötekiler
karşıtlığına referansla “öteki” kimliklerin ve kültürlerin/yerel unsurların
savunusu
postkolonyalizmin
temelini
oluşturmaktadır.
Bu
süreçte,
Avrupa’nın sömürgeci dinamikleri “ötekileştirme” üzerinden, kültürel bir
dil içerisinde ele alınmaktadır.
Daha önce belirtildiği gibi, Avrupamerkezcilikte; kendi dışarısını Avrupa
dinamikleri üzerinden “Avrupalı olmamak” ile yargılayan ve dış unsurları
dönüştürmeyi görev olarak ortaya koyan düşüncelere karşıtlık esastır. Bu
bağlamda, Liberalizm gibi sömürgeciliği meşrulaştıran düşünce akımlarıyla
birlikte, kapitalist modernleşmeyi gerçekleştiremedikleri için Avrupa
dışındaki ülkelerin proleter devrimi gerçekleştiremeyeceklerini düşündüğü
ve yine Avrupa-içinde düşünce ürettiği TWAIL ve postkolonyalizm
tarafından ileri sürülen radikal görüşler de aynı şekilde hedef alınmaktadır
(Dirlik, 2010).
Kültürelciliğin öne çıkışı ve Avrupamerkezcilik karşıtlığı ile karşılıklı ilişki
içerisinde tarihin Avrupa-merkezci bir okumasına ve dışarıda kalan yerlerin
kültürel ve ahlaki değerlerinin dışlanmasına karşı; postkolonyalizm
“maduniyet çalışmaları” olarak isimlendirilen (Dirlik, 2010) akım ile
edebiyat ve gelenekler üzerinden farklı bir tarih okuması yapmaktadır.
Avrupalı dilin kurduğu tahakküm ilişkisini yerel dillere ve edebiyata
yapılan vurgu ile karşısına almaktadır.
TWAIL’in de kendisini Avrupalı-olmayan/öteki kimliği üzerinden kurduğu
(bu kimliklerden en tutarlı ve dönüşüm potansiyeli barındıranı olarak
Üçüncü Dünya seçimi ile birlikte) düşünüldüğünde, postkolonyalist
düşünce etkisinde kalarak Avrupamerkezciliğe karşıtlık ve bu karşıtlığın
kültürel öğelerin öne çıkarılmasıyla biçimlendirildiği öne sürülebilir.
70
Avrupamerkezci düşünce pratiklerine karşıtlığın dönüşen biçimi, TWAIL
düşünürlerine göre yalnızca akademik alanda değil; aynı zamanda yeni
toplumsal hareketlerde de kendini göstermektedir. Rajagopal’e göre;
“sömürgeciliğe karşı post-kolonyal direnişin erken biçimleri olan
milliyetçilik, tarafsızlık, Yeni Uluslararası İktisadi Düzen (NIEO: New
International Economic Order), Marksizm ve devrimin etkisini yitirdiği
gözükmektedir” (2003, s. 171).
Buna ek olarak Marksizm’in, 1990’larda ortaya çıkan TWAIL tarafından
son otuz-kırk yıllık bir döneminin göz ardı edilmesi ve dar bir okuması
nedeniyle Marksist çözümlemenin yetersiz kaldığı düşüncesi yazarların
tutumlarına hakimdir: “Marksizm tarihsel olarak anti-emperyalist olmasına
rağmen, büyük oranda ekonomik belirleyenlere odaklanmış ve Batı ile
Üçüncü Dünya arasındaki sömürgeci ilişkiyi kuramsallaştırmamıştır
(Natarajan, 2008, s. 76).” Bu tutum, Marksizm’in dar bir okumasından
kaynaklandığı kadar, TWAIL’in tıpkı postkolonyalizm gibi Batı-Üçüncü
Dünya arasındaki emperyalist ilişkileri kültürel düzlemde ele alması ve
emperyalizm kavramsallaştırmasının Marksizm’den büyük ölçüde farklı
olmasından da kaynaklanmaktadır. Tezin bir sonraki bölümünde bu konuya
ayrıca değinilecektir.
Postkolonyalizm/postmodernizm etkisi ile dil ve uluslararası hukuk
arasındaki ilişkiye odaklanan TWAIL (Natarajan, 2008), uluslararası
hukukun günümüze kadar dışladığı ve dışlamaya devam ettiği Üçüncü
Dünyacı dilin ve o coğrafyadaki kültürel ve ahlaki değer ve normların
uluslararası hukuk tarafından içerilmesi gerektiğini savlamaktadırlar (bkz.
Baxi, 2005; Anghie, 2005; Rajagopal, 2006).
71
TWAIL yaklaşımının teorik arka planına böylece değinildikten sonra,
akıma mensup yazarların gözünden düşünürleri birleştiren öğeleri
sıralamak anahatların belirlenmesinde faydalı olacaktır.
Gathii (2000, s. 274-275) TWAIL’in 1) uluslararası hukukun Güney
üzerindeki etkisinin çerçevesini çizmek için sömürgeci tarihi kullandığını;
2) evrenseli yerel üzerinde birincilleştirmekten kaçındığını ve 3)
uluslararası sermaye ile Avrupalı-olmayan kültürel gelenekler arasındaki
karşılıklı ilişkiye odaklandığını belirtmektedir.
Mickelson (1998, s. 397) TWAIL arasındaki ortaklıkları şu şekilde
özetlemektedir: 1) (ekonomi, insan hakları veya çevre gibi) hukukun farklı
alanları arasında sınır çizmek konusundaki isteksizlikle kendini gösteren,
alanlar arasındaki karşılıklı bağlantıya yapılan vurgu; 2) ahlak, etik ve
adalet düşüncelerine yapılan vurgu, bir başka deyişle hukuku daha geniş
alanlardan ayırmak veya hukuku dar “hukuki” gelenek çerçevesinde
tanımlamak konusunda isteksizlik ve 3) herhangi bir soruna tarih-dışı
olarak bakmak veya hukuku kendisinin geliştiği tarihsel bağlamdan
ayırmak konusundaki isteksizlikle kendini gösteren, tarihe yapılan vurgu.
Okafor (2005, s. 178-180) “TWAIL’in analitik teknikleri ve hassasiyetleri”
olarak gösterdiği üç ana noktadan söz etmektedir: 1) dünya tarihini, birçok
uluslararasılaşmacıdan daha büyük bir ciddiyetle ele almak, onu yalnızca
Batı tarihinin karşısında konumlandırmak; 2) Üçüncü Dünya halklarının
Kuzey ülkelerinin halklarıyla eşitliğini daha ciddi ele almak, üçüncü dünya
halklarının da uluslararası eylemlerden aynı şekilde yararlanması
gerektiğini savunmak ve 3) küresel hegemonyaya epistemik ve düşünsel
karşı çıkış.
72
Son olarak Mutua (2000, s. 31-32) TWAIL’i sürükleyen, birbiriyle
bağlantılı üç temel hedefini şu şekilde belirtmektedir: 1) hakim uluslararası
hukukun ırkçı ayrımlara dayalı bir uluslararası normlar ve kurumlar
hiyerarşisinin yaratılması ve sürdürülmesi için araç olarak kullanıldığını
anlamak, yapıbozuma uğratmak ve ortaya çıkarmak; 2) uluslararası
yönetişim için alternatif bir çatı inşa etmek ve sunmak; 3) fikir üretimi,
siyasa ve politikalarla Üçüncü Dünya’da geri kalmışlığın koşullarını
ortadan kaldırmak.
TWAIL’in önde gelen dört düşünürünün birleştirici unsur olarak gösterdiği
noktalar toparlanacak olursa: Yaklaşıma dahil olan yazarların öncelikli
özellikleri Üçüncü Dünyacı duruşlarında bulunabilir. İkinci olarak, “yerel”e
ve kültürün önemine yaptıkları vurgu doğrultusunda uluslararası hukukta
evrenselcilik iddiasında bulunan Avrupamerkezci görüşlerin istenen türde
bir evrenselcilik öne sürmediklerini savlamaktadırlar. Üçüncü olarak,
uluslararası hukukun gelişiminin tarihsel (ve diğer alanlar ile birlikte) bir
değerlendirmeye tabi tutulması ile karşımıza çıkan, Batı’yı Avrupalıolmayan halklar üzerinde konumlandıran uluslararası hukukun hiyerarşik
yapısına karşı durmaktadırlar. Dördüncü olarak, uluslararası yönetişimin ve
kurumlarının (hükümet içi ve hükümet dışı) demokratikleştirilmesini talep
etmekte,
yani
uluslararası
alandaki
hegemonik
oluşuma
karşı
gelmektedirler. Son olarak, yukarıdaki dört unsurun gerçekleşmesi için
gerekli teorik bilgi üretimini gerçekleştirecek; gerekli tedbirleri alacak ve
harekete geçecek herkesin katıldığı ortak bir düzlemde buluşmayı
hedeflemektedirler. Bu ortak düzlem de uluslararası hukukun mevcut
yapısının dışarıda bıraktığı unsurların, Üçüncü Dünya’nın yararına
uluslararası hukukta iyileştirmeler yapmaktır.
73
Bu unsurlar incelendiğinde; TWAIL’in temel unsurlarından ilki, Üçüncü
Dünyacılık olarak belirlenebilir. Üçüncü Dünya’yı oluşturan coğrafya için
kullanılan azgelişmiş, gelişmekte olan, endüstrileşen, “Güney” gibi diğer
kavramlardan daha tercih edilebilir olduğunu vurgulayan (bkz. Mickelson,
1998, s. 353-356; Mutua, 2000, s. 35) TWAIL yazarları, temel
karşıtlıklarını bu kavram üzerinden şekillendirdiklerini belirtmektedirler.
Birleştirici bir unsur olarak Üçüncü Dünyacılığın anlamının, tezin ilk
bölümün üçüncü alt başlığında tartışılanlar göz önünde bulundurularak
incelenmesi gerekmektedir.
Chimni (2006, s. 5), uluslararası hukuk dünyasında “Üçüncü Dünya”
kategorisinin anlamlı görünmesinin, kategorinin uluslararası hukukun
evrenselleştirici soyutlaması nedeniyle farklılıkları yok eden hegemonik
politikalarına karşı çıkmak için önemini vurgulamaktadır. Buna göre,
Avrupamerkezci biçimlenişiyle uluslararası hukuk yerel unsurları göz ardı
etmekte ve Avrupalı değerleri evrensel değerlermiş gibi göstermektedir.
Üçüncü Dünya kavramı, bu anlamda farklılıkların gerçekte varolduğunu ve
uluslararası hukukun evrensellik iddiasının gerçekleşebilmesi için bu
farklılıkları içerecek hale gelmesi gerektiğini öne sürmektedirler. Bu tutum,
TWAIL’in temeline yerleşmekle birlikte, yaklaşımın evrenselciliğe karşı
olmadığını –yalnızca şu andaki biçimine karşı olduğunu- göstermesi
açısından önemlidir.
Üçüncü Dünyacılık aynı zamanda yaklaşımın iyileştirmeci tutumuna da
damga vurmuştur. Yukarıda görüşlerine kısaca değinilen İyileştirmeci
yaklaşımlardan farklı olarak TWAIL düşünürleri uluslararası hukukta elde
edilebilecek çözümlere ulaşmada uluslararası hukukçulara Üçüncü
Dünyacılık çerçevesinde görev yüklemektedirler. Diğer bir deyişle,
74
postyapısalcı yaklaşımlar uluslararası hukukun iyileştirici rolüne/işlevine
ve bu çalışma alanının herkese açık içeriğine vurgu yaparken, TWAIL
uluslararası hukuku önceden belirlenmiş bir hedefin (Üçüncü Dünyanın)
aracı olarak görmektedir. Taleplerini kurduğu ekseni yokluk (Avrupalı
olmama) durumuna dayandıran TWAIL, uluslararası hukuku hedefleri
önceden belirlenmiş şekilde araçsallaştırma eğilimindedir. Hedef de,
Batı'nın hegemonyasına karşı çıkış esasında oluşturulmaktadır (Özdemir,
2011).
TWAIL’i birleştiren ikinci unsur olarak hiyerarşi karşıtlığı, Mutua’ya
(2000) göre “ötekileştirme”nin reddi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Buna
göre, sömürge yöneticileri, misyonerler, tüccarlar, siyasal demokrasi
ihracatçıları ve şimdi de “insan hakları seferleri”ne çıkanlar üzerinden
ilerleyen Avrupa hegemonisinde uluslararası hukuk, Avrupamerkezciliğin
en önemli silahı olmuştur. TWAIL ise kültürlerin ahlaki eşitliğini savunur
ve modernleşme adı altında Avrupa’nın kopyalarının yaratılmasına karşı
çıkar (Mutua, 2000, s. 36).
Yukarıda da bahsedildiği gibi, uluslararası hukukta Avrupamerkezcilikten
arındırılmış
bir
evrenselcilik
belirli
bir
düzeyde
arzu
edilebilir
görülmektedir (Mutua, 2000, s. 37). Bu nedenle, uluslararası hukukun,
küreselleşme sürecinde ağır sonuçlarla karşı karşıya kalan Üçüncü Dünya
halklarının
üzerindeki
tahakküm
ve
marjinalleştirme
süreçlerini
güçlendirdiğini iddia eden TWAIL düşünürleri, bu alanı barındırdığı
eşitsizliklerden arındırma maksadıyla teorik üretim yapmaktadırlar. Bu
iddia yeni veya TWAIL’e özgü olarak görülemese de, TWAIL’in anlatısı
içerisinde ve çağdaş kapitalizm koşullarında yeni bir içerik kazanmıştır.
75
Mutua'nın -yukarıda betimlendiği haliyle- birleştirici hedef olarak belirttiği
üç nokta, “Üçüncü Dünya”nın hala politik bir gerçeklik olduğu
varsayımından hareket etmektedir. Avrupa merkezli ve Üçüncü Dünya
taleplerini büyük oranda dışarıda bırakan bir uluslararası hukukun ürettiği
hiyerarşiye karşıtlık, o halde, TWAIL düşünürleri için esastır. Ancak
belirtmek gerekir ki, hiyerarşi karşıtlığı yeni bir şey değildir ve bu karşıt
tutum farklı birikim dönemlerine göre farklı içerikler edinebilmektedir.
Hiyerarşi karşıtlığının aldığı farklı biçimler, tezin birinci bölümünün ilk alt
başlığında ele alınan uluslararası hukukun dönemselleştirilmesi esnasında
karşımıza çıkan farklı hiyerarşik yapılanmalar doğrultusunda analiz
edilebilir. Kısaca hatırlanacak olursa, sömürgecilik döneminde hiyerarşik
biçim uluslararası hukukun sömürge topraklarını nesneleştirmesi şeklinde
karşımıza çıkmaktadır.
“Sömürgeci devletle sömürge toprakları arasındaki ilişkilerin
düzenlenmesinde cumhuriyetçi meşruiyet anlayışı bütünüyle geri
plana itilmiş, savaş ve diğer baskı biçimleri sömüren devletin
egemenlik hakkının bir uzantısı haline getirilmiş, doğal hukuk
argümanlarıyla hayata başlayan kapitalist uluslararası hukuk
kuramı on dokuzuncu yüzyıl içerisinde sömürme hakkının ve
sınıf tahakkümünün pozitivist formülasyonu ile tamamlanmıştı
(Özdemir, 2011, s. 158).”
Sömürgecilik döneminde Avrupa ekseninde gelişmiş olan uluslararası
hukuk, pozitivist formülasyon ile birlikte, emperyalist dönemde Avrupa
için uluslararası hukuka dönüşmüştür (Özdemir, 2011). Bu dönemde
uluslararası hukukta Avrupalı ve Hıristiyan olmayan hak süjelerinin
tanınması maksadıyla uluslararası hukukun dili sekülerleşmiş ve dünyanın
76
tümünü içerecek biçime bürünmüştür (Chimni, 1993, s. 233). Ancak bu
içerme hiyerarşiyi farklı bir biçimde sürdürmüştür: Belirli bir devlet
formuna sahip olup uluslararası ilişkileri belirli tarzlarda yürütmeye ehil
olanlar bir yana, dünyanın çoğunluğunu oluşturan diğerleri öteki yana
sıralanmışlardır (Özdemir, 2011, s. 160).
Eşitsizlik durumu, emperyalist dönemde “medeniyet” kavramı üzerinde
yerleşmiştir. Medeniyet prensibi ve medenileştirme görevi gibi kavramlar
uluslararası hukuka dahil edilmiş ve mevcut durumda daha az medeni
olanların ancak belirli (aslında tamamen belirsiz) bir medeniyet seviyesine
ulaştıklarında diğerleriyle eşit kabul edileceği bir uluslararası hukuk
biçimlenmiştir.
Emperyalist dönemde uluslararası hukuk –diğerleri arasında- emperyalist
ülkelerin tebaasına ait mülkiyet haklarının korunması esasında gelişmiş ve
1945 sonrası dönemde (yeni emperyalizm) yine merkez ülkelere ait
teşebbüslerin korunması sürdürülmüştür (Özdemir, 2011, s. 162-163). Bu
dönemde
sömürgecilik
karşıtı
hareketler
taleplerinin
bir
kısmını
gerçekleştirmişlerdir. Ancak sömürgeciliğin tasfiyesi, emperyalizmin
ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Sömürgeciliğe ait silahlı ve
dışlayıcı mekanizmalar yerini sermaye birikiminin küresel ölçekte
korunmasına, kontrolüne ve idaresine dayalı bir başka sisteme bırakmıştır
(Özdemir, 2011, s. 167).
Bağımsızlıklarını kazanan devletler uluslararası örgütlerde temsil edilir
hale geldikçe, uluslararası hukukun kaynakları üzerinde sınırlı da olsa etki
sahibi olabilmişlerdir (Özdemir, 2011, s. 184). Ancak bu çoğulculaşma,
esastan bir kapsayıcı eşitliği, toleranslı ve yeni bir uluslararası hukuku
doğurmamıştır (Fidler, 2003).
77
Yukarıda kısaca betimlenen haliyle uluslararası hukuktaki eşitsizlik
sürmektedir. Ancak TWAIL yazarları, tezin ilk bölümünde ele alınan
dönüşümleri farklı bir biçimde okuma eğiliminde ve hiyerarşi karşıtlığını
henüz çoğulculuğun tesis edilmemesi nedeniyle sahiplenmektedirler.
Özetle, TWAIL düşünürlerine göre -hiyerarşiden arındırılmış- kapitalist
uluslararası hukuk sistemi kendi iç tutarlılığı, (Avrupa merkeziyetçilikten
kurtarılabilecek) evrenselciliği ve biçimselliği neticesinde Üçüncü Dünya
lehine de sonuçlar üretebilecektir.
Karşı hegemonik duruş, TWAIL düşünürlerinin buluştuğu başka bir ortak
düzlemdir. BM ve küresel ekonomik düzenlemelerin merkezinde bulunan
uluslararası örgütlerin yapıları ve işleyişlerine eleştiriler getiren yaklaşım,
bu
eleştiriler
doğrultusunda
demokratikleştirilmesinde
çözümü
aramaktadır.
uluslararası
“Avrupa
yönetişimin
merkeziyetçilik
ve
modernitenin kalıplarına uymayanların kendi ‘yönetişim’lerine katılması
gerekliliğini savunan bir madunluk (subalternity) projesinde ifadesini bulan
bir çeşit uluslararası radikal demokrasi önerisi” (Özdemir, 2011, s. 200)
olarak tasvir edilebilecek olan düşünce, yönetişimin uluslararası ve ulusal
düzeylerde tam demokratikleşmesi talebini öne sürmektedir (bkz. Mutua,
2000, s. 37).
Tezin son bölümünde yaklaşıma getirilen/getirilebilecek eleştirilere
değinirken, uluslararası örgüt yapılarının ve bu yolla yönetişimin
demokratikleşmesinin ne kadar olanaklı olduğu daha detaylı tartışılacaktır.
Ancak, bu noktada belirtilebilir ki, bahsedilen demokratikleşmenin Üçüncü
Dünya halkları çıkarına işleyip işleyemeyeceği, diğer bir deyişle
yönetişimin yapısı analiz dışı bırakılmaktadır.
78
Uluslararası hukukta hiyerarşinin aldığı biçim, TWAIL düşünürlerine göre
Avrupamerkezciliktir. Bu nedenle, hiyerarşi karşıtlığı, aynı zamanda
postkolonyal çalışmalar ile TWAIL’in önemli bir ortak noktasını oluşturan
Avrupalı değerlerin hakim kılınmasına karşıtlık anlamına da gelmektedir.
Örneğin Sunter, TWAIL’in uluslararası hukukun temel doktrinlerinin
Avrupamerkezci olduğunu ve bu nedenle de dünya nüfusunun büyük bir
kısmının değer ve inançlarını temsil etmediğini, somut tarihsel ve kültürel
kanıtları kullanarak gösterdiğini belirtmektedir (2007, s. 476).
TWAIL düşünürlerinin savundukları bir başka ortaklık unsuru ise
yaklaşımın kendisini bir koalisyon hareketi olarak tanımlamasında yatar.
Başka bir deyişle yaklaşım bir ekol ya da doktrin olmayı reddederek teorik
ittifaklar ile kendi açılımlarından bazılarını yaygınlaştırma eğilimindedir.
Üçüncü Dünya veya Batı'daki benzer tavırlar sergileyen aydın gruplarıyla
(scholarly communities) ittifak kurmayı amaçlamaktadırlar (bkz. Mutua,
2000).
Yaklaşım kendisini Avrupamerkezcilik-karşıtlığı üzerinden oluşturduğu ve
bu minvalde uluslararası hukuk üzerinden Üçüncü Dünya yararına çıktılar
elde etmeyi amaçladığından, bu yolda işine yarayabilecek her türlü teorik
üretim
yöntemini/yaklaşımını
kullanmak
konusunda
tereddüt
etmemektedir. Yaklaşıma hakim olan eklektizmin ana nedeni olarak
belirtebileceğimiz bu tutum, TWAIL düşünürlerinin birbirlerinden oldukça
farklılaşabilen analiz biçimlerine ek olarak, düşünürlerin çoğunun
yazılarında da belirleyici olmaktadır (bkz. Anghie, 2005; Rajagopal, 2003).
Siyaset felsefesi açısından ortak noktaları paylaşan postyapısalcılar ve
TWAIL iş siyasi hedeflere geldiğinde ayrılmaktadır. Ancak TWAIL’in
açmazı, bu şekilde özetleyebileceğimiz kendi siyasi hedefini postyapısalcı
79
dilin siyaset felsefesi ve politika araçlarıyla gerçekleştirmeye çalışıyor
olmasıdır.
Yaklaşıma dahil düşünürleri bütünleştiren esas olgu, dünya düzeninin
ürettiği olumsuz etkilere yönelik muhalif duruştur. Daha önceki bölümde
bahsettiğimiz gibi bir olumsuzluk üzerine inşa edilen TWAIL duruşu, yine
bir şeylere (dünya düzeninin ürettiği olumsuz etkilere) muhalefetten
kuramsal bir çıkarım yapma noktasına gelmiştir. Bu alt başlıkta anlatıldığı
gibi, TWAIL’i birleştiren unsurlar hep bir şeye karşıtlık üzerinden
şekillenmektedir. Bununla ilgili olarak, “öteki” olma durumu ve karşısına
aldığı ideoloji ile “karşı-özdeşleşme” durumu hakkında sonuç bölümünde
bir değerlendirme yapılacaktır.
Bu alt başlıkta TWAIL’in uluslararası hukuk politikasının genel çizgileri
üzerine yaptığı saptamalar ele alınmıştır. TWAIL’e bağlı yazarlar bu
saptamaları biçimlendirirken, üretim ilişkilerinin nesnelliği yerine, mevcut
uluslararası
hukuk
söyleminin
istenilmeyen
hususlarından
hareket
etmektedirler. Bu durumun daha önce “kültürel alanın önceliği”nin
tartışıldığı kısımda yaptığımız saptamalarla uyumlu olduğu belirtilebilir.
Üretim ilişkilerinin nesnelliğini göz ardı eden bu tutum, sadece bir hukuk
kuramı olmakla kalmayıp, uluslararası hukuk politikası üzerine öneriler
geliştiren bir pratik alan olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bir alt başlıkta da
TWAIL’in uluslararası hukukta varolduğunu öne sürdüğü sorunlar ve
bunlar karşısında geliştirdiği öneriler incelenecektir.
80
2.2. ÜÇÜNCÜ DÜNYA BAĞLAMINDA ULUSLARARASI
HUKUKUN SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Bir önceki alt başlıkta TWAIL’in kendi eleştirelliğini dayandırdığı genel
ilkeler ele alınmıştır. Aynı ilkeler, yaklaşımın uluslararası hukukta tespit
ettiği sorunları da gözler önüne sermektedir. Kendisini bir olumsuzluk
üzerinden inşa eden TWAIL, uluslararası hukukta yapılacak iyileştirmeler
için ileri sürdüğü önerileri de bu alanın sorunlu taraflarının yenilenmesi
ekseninde şekillendirmektedir.
Tezin bu alt başlığında TWAIL yazarlarının ve yaklaşımın içinde
sayılmayan düşünürlerin de katkılarını içeren, Üçüncü Dünya yararına
iyileştirmeler öngören öneriler öncelikle soyut düzeydekiler, ardından daha
somut düzeydekiler olmak üzere incelenecektir.
TWAIL düşünürlerinin uluslararası hukukla ilgili olarak öne sürdükleri
sorunların başında uluslararası hukukun küresel ölçekte çoğulculuğun tesis
edilmesini sağlayacak mekanizmalarla donatılmamış olması gelmektedir.
Bu görüşe göre, Avrupamerkezci değer ve normların hakim olduğu
uluslararası hukuk, diğer kültürleri dışlamaktadır. Uluslararası örgütlerde
de temsil bulamayan Üçüncü Dünya halkları, kendilerine dışarıdan
dayatılan ve söz haklarının bulunmadığı bir hukuki sisteme uymakla
yükümlü kılınmaktadır. Süreci dayatan hegemonik söylemin unsurlarını
Chimni (2006, s. 16-19) şu şekilde ortaya koymaktadır:
1) İyi yönetişim fikri: Bu fikir, Üçüncü Dünya halklarının kendi kendilerini
yönetme kapasitesinden yoksun olduklarını varsaymakta ve bu yolla
emperyalizm düşüncesini canlandırmayı ummaktadır. Buna göre, sürekli
81
içsel çatışmalar ve insan hakları ihlalleri, Kuzey’in insani desteğine ve
müdahalesine ihtiyaç olduğunun göstergesidir. Sömürgeciliğin de insancıl
argümanlarla (uygarlaştırma misyonu) meşrulaştırıldığını hatırlamakta
fayda vardır.
2) Çare olarak insan hakları: İnsanilik düşüncesinin çerçevesi insan hakları
söylemi ile oluşturulmuştur. İnsan hakları, Üçüncü Dünya ülkelerinin bütün
sorunlarına çare olarak önerilmektedir. İnsan haklarının Üçüncü Dünya
ülkelerindeki fakir ve dışlanmış insanlar için nemli bir zemin
oluşturduğunu çok az kişi inkar edecektir. Ancak, neo-liberal gündem
bireysel hakları toplumsal ve ekonomik hakların önünde görmektedir.
Örneğin entelektüel mülkiyet hakları, bu gruba girmektedir ve bu düşünce
halkların veya bireylerin sağlık hakkından bahsetmemektedir.
3) Özel mülkiyet haklarının uluslararasılaşması yoluyla kurtuluş: Son
yıllarda belirli bir devlet biçimi (neo-liberal devlet), karların transferi dahil
olmak üzere mülkiyet haklarının güncel içeriğini koruyabilecek siyasal
yapılanmanın yegane rasyonel düzenlenişi olarak öne sürülmektedir. Bu
biçim, egemenliğin erozyona uğramasına ve uluslararası kurumlara
devredilmesini meşrulaştırmaya zemin hazırlamıştır. Yol açtığı şey ise
kolektif kamu mülklerinin özelleştirilmesi ve uluslararasılaşmasıdır.
4) Azgelişmişlik fikri: Son yıllarda “kalkınma”nın ideolojik etkisiyle
Üçüncü Dünya halklarının ve devletlerinin emperyalizmin kucağına itildiği
öne sürülmektedir. Bu görüşe göre, Batı kültürünün örgütlenme prensibinin
sahiplenilmesi ve sonsuz gelişmenin mümkün olduğuna dair bir inançla
postkolonyal hayaller sömürülmüştür. Ancak Üçüncü Dünya devletleri
“gelişmeme”yi
seçmiş
olsalardı,
postkolonyal
dönemde
çekmiş
olduklarından daha fazla acı çekeceklerdi. Esas olan, kalkınmanın daha
82
hoşgörülebilir seviyelere çekilmesidir. Açık olmak için, kalkınma adına
postkolonyal dönemde büyük çapta insan hakları ihlalleri gerçekleşti.
Ancak bunun nedeni kalkınmanın kendisi değil, kalkınma politikalarının
belirli bir şekliydi. İnsanların daha yüksek yaşam seviyelerine ulaşma
istekleri değil, “yapısal uyum programlarıyla” kalkınmanın veya neoliberal politikaların hedef alınması gerekmektedir.
5) Güç kullanımı: Güçlü devletlerin uluslararası sistemde güç kullanımı ile
değil, düşünce dünyaları ile baskınlık kurduğu iddia edilmektedir. Ancak
zaman zaman askeri üstünlüklerini göstermek ve dünya düzenine karşı
çıkış imkanlarını ortadan kaldırmak için güç kullanmaktadırlar. Böyle
durumlarda baskın devletler uluslararası hukuk tarafından sınırlandırılmış
görünmemektedir.
TWAIL
pratik
hedefini,
hegemonik
söylemin
yukarıda
belirtilen
unsurlarına karşı oluşturmaktadır. TWAIL duruşuna göre (Chimni, 2006, s.
22) ilk olarak direniş tarihinin uluslararası hukuk anlatısının içsel bir
parçası haline getirilmesi gerekmektedir. Uluslararası hukuk dünyasına
yeni girenlerin hayallerini yakalamak için belki de sanat ve edebiyat
(tiyatro, romanlar, filmler) bağlamında da düşünülmelidir. İkinci olarak,
uluslararası hukuka neo-liberal yaklaşımların diğer eleştirileri ile ittifaklar
kurulmalıdır. Örneğin, hem feminizm hem de Üçüncü Dünya akademisi
uluslararası hukuk tarafından dışlanma sorununa işaret etmektedir. Bu
şekilde anaakkım Kuzey akademisine tutarlı ve kapsamlı alternatifler
üretme imkanı bulunmaktadır. Diğer bir deyişle uluslararası hukuku
kadınları ve diğer dışlanmış ve baskılanmış grupları içerecek şekilde
yeniden inşa etmek için feministlerle işbirliği yapılmalıdır. Üçüncü olarak,
uluslararası hukuk rejimlerinde somut değişimler önerilmeli ve bunlar
83
üzerine çalışılmalıdır. Bu taleplerin eklemlenmesi yeni ve eski toplumsal
hareketlerin düşüncelerini oluştururken Üçüncü Dünya halklarının zararına
olmayacak şekilde biçimlendirmelerine yardımcı olacaktır.
TWAIL'in uluslararası hukukta mevcut olduğunu ileri sürdüğü sorunlara
karşı ortaya koyduğu çözüm önerileri “halkların ve kültürlerin ahlaki
eşdeğerliliği”; “‘ötekileştirmenin’, ‘evrenselci akıl yürütme kalıplarının’ ve
‘Batı’nın kötü kopyalarının çıkartılması ile sonuçlanan politikaların’
reddi”; “heterojenliğin ve çoklu kültürlerin tanınması”; “küresel, ulusal ve
ulus-altı ölçeklerde yönetişimi gerçekleştiren yapısal biçimlerin bütünüyle
demokratikleştirilmeleri”;
“insan
hakları
anlayışının
yeniden
düzenlenmesi” ve “alternatif bir kalkınmacılığın savunusu” şeklinde
özetlenebilir (bkz. Chimni, 2006; Fidler, 2003; Gathii, 2000; Okafor, 2005;
Rajagopal, 2003; 2006).
Önerilerin ana eksenini oluşturan çoğulculaşma talebi, yaklaşımı
bütünleştiren
düşünüldüğünde
unsurlardan
eski
hegemonya
Üçüncü
karşıtlığı
Dünyacılıktan
farklı
çerçevesinde
bir
içerik
kazanmaktadır. 1945-1990 arası dönemin belirleyici unsurlarından
sömürgecilik karşıtı hareket ve yeni uluslararası iktisadi düzen (NIEO-New
International Economic Order) çağrılarını göz ardı etmemekle birlikte,
yaklaşım anılan hareket ve çağrının başarısızlığa uğradığını savlamaktadır.
Bu taleplerin çok azı uluslararası hukuka dahil edilmiş, hareketin hedefi
çoğulculaşma talebi ekseninde şekillenmişse de bu talep uluslararası
hukukta esastan bir değişikliğe yol açmamıştır (Fidler, 2003). Dönüştüğü
haliyle TWAIL’in çoğulculaşma talebi, yönetişim kavramına yapılan vurgu
ekseninde şekillenmektedir (bkz. Mutua, 2000).
84
Buna ek olarak Rajagopal (2006), kalkınmanın ve insan haklarının içeriği
üzerinde yapılacak değişikliklerle Üçüncü Dünya halkları için savunulabilir
hale getirilebileceğini öne sürmektedir. Kalkınmanın içeriği şu anda
Üçüncü Dünya için istenebilir görünen bütün amaçları –yoksulluğun
azaltılması, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları, çevre
konusunda sürdürülebilirlik, yolsuzluk karşıtlığı- içerecek biçimde
genişlemiştir. Öyle ki kalkınma, hegemonik bir işlev kazanmıştır. Bunun
nedeni, kalkınma teriminin belirlenimsizliğinin ve kapasitesinin çok geniş
amaçların içerilmesini davet etmesidir. Buna rağmen, kalkınma fikrinin
terkedilmesi yerine; kalkınma sonrası eleştiriler tarafından açığa çıkarılan
radikal demokratik imkanların, mevcut uluslararası hukukun kozmopolitan
izleklerle yeniden biçimlendirilmesine olanak tanıdığı söylenebilir.
Günümüzde özellikle Dünya Bankası’nın kullandığı biçimiyle kalkınma
söylemi, eskinin Üçüncü Dünyacılığının sahiplendiği kalkınmacılığın
ekonomi odaklı bir düşünce ile diğer alanlardaki sorunları görmezden
geldiği argümanına dayanmaktadır. Buna göre, bugünkü kalkınma,
ekonomik boyutunun yanında demokrasi, insan hakları ve çevre gibi
konularda da hassasiyet içermelidir. Diğer bir deyişle, Rajagopal’in de
belirttiği gibi, insan hakları kalkınmanın esas bir parçası haline gelmiştir
(Aykut, 2011). Rajagopal (2003), bu tür bir kavramsallaştırmada Üçüncü
Dünya halkları için imkanlar bulunduğunu söylemektedir. Her ne kadar
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar hegemonyayı sağlamlaştıran
kurumlar olsalar da, Rajagopal’e göre -uluslararası hukuku oluşturan öğeler
arasında toplumsal hareketlere verdiği önem de düşünüldüğünde- yeni
toplumsal hareketlerin kalkınmanın bu yönüne yapacağı bir vurgu,
uluslararası hukukun istenilen biçimde dönüşmesine olanak tanıyabilir.
85
TWAIL düşünürleri arasında yer alıp almadığı tartışmalı olan ancak
yaklaşımın birçok ortak özelliğini içselleştirmiş bir düşünür olarak
Chimni’nin somut önerilerini ise aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür
(2006, s. 23-26):
1) Uluslararası kurumların şeffaflığını ve hesap verebilirliğini artırmak:
Küresel çaptaki yoksullara karşı IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi
uluslararası kurumların sorumluluklarının hukuki zemine oturtulması
gerekmektedir.
2) Ulusüstü şirketlerin hesap verebilirliğini artırmak: BM çerçevesinde
ulusüstü şirketlerin sorumlulukları uluslararası hukuka dahil edilmelidir.
3)
Daimi
egemenliğin
devletlerin
değil
halkların
hakkı
olarak
kavramsallaştırılması: “Doğal kaynaklar” üzerindeki daimi egemenlik
prensibinin Üçüncü Dünya halklarının kendi yönetici elitleri karşısındaki
çıkarlarını içerecek şekilde çevrilmesi için araştırmalar yapılmalıdır.
4) Haklar dilinin kullanımını etkin kılmak: İnsan haklarıyla ilgili mevcut
kararlar derinlemesine incelenmelidir. Aynı şekilde, Birinci Dünya’nın
uluslararası insan hakları hukuku gözetimindeki ikiyüzlülüğü açığa
çıkarılmalıdır.
5) Ülkesel olmayan hukuki düzenlere halkların çıkarlarını dahil etmek:
Uluslararası hukukun gelişimi perspektifinde küresel hukukun devletsiz bir
şekilde belirmesi hem geliştirici hem de endişe vericidir. Sürecin halkaların
perspektifiyle incelenmesi gerekmektedir. Gelişme odaklı eski ve yeni
toplumsal hareketler, uygun uluslararası hukuk metinleri üreterek, alternatif
bir dünya düzeni öngörüsü için kullanıldığı takdirde süreç geliştirici
olacaktır.
86
6) Uluslararası hukuk aracılığıyla mali egemenliği korumak: Üçüncü
Dünya devletleri ve halklarının endişelerine cevap verecek yeni bir finansal
inşaya ihtiyaç duyulmaktadır. Bu da uluslararası hukukun müdahalesini
gerektirmektedir. Ancak bugün dahi Üçüncü Dünya ülkelerinin mali
egemenliklerinin
kurumlarının
erimesinde
rolü çok
uluslararası
finans
piyasalarının
ve
az anlaşılabilmektedir. Bu durum derhal
düzeltilmelidir.
7) Sürdürülebilir kalkınmayı hakkaniyet çerçevesinde garantiye almak:
Küresel çaptaki çevre sorunlarına kapsamlı cevapların üretilmesi acil bir
ihtiyaçtır. Uluslararası hukuk perspektifinden bakıldığında, sürdürülebilir
kalkınma kavramının boş olan içeriği Üçüncü Dünya ülkelerinin
kalkınmalarını engellemeyecek biçimde hukuki içerikle doldurulmalıdır.
8) İnsan bedenlerinin hareketliliğini desteklemek: Bugün küresel çapta
sermaye ve hizmetler artan bir şekilde hareketliyken, emeğin mekânsal
sabitlenişi devam etmektedir. Daha önemlisi, zorunlu göç alanında Birinci
Dünya’nın belirli yönetsel ve hukuki önlemleri ile beraber, İkinci Dünya
Savaşı sonrasında kurulan sığınma kurumunun altı oyulmuştur. Soğuk
Savaş sonrası dönem, azgelişmiş dünyadan Kuzey’e göçü engelleyen
kısıtlayıcı
pratiklere
şahit
olmuştur.
Bu
pratiklerin
eleştirilmesi
gerekmektedir. Diğerleriyle birlikte bu, Birinci Dünya’nın ahlaki zemini
işgal etmesini engelleyecektir.
Bu noktada, Chimni’nin Marksist bir düşünür olarak TWAIL ile ne kadar
yakınlaştığını gösteren ve kendisinin de yazı içerisinde özellikle
vurguladığı aşağıdaki ifadelerin belirtilmesi önem taşımaktadır:
87
“Bizce, sosyalizm fikrini yeniden ele almalıyız. (…) Bu ideal
şiddet içermeyen araçlarla gerçekleştirilmeli, her türlü dogmatik
düşünce biçimini ve demokratik olmayan pratiği dışlamalıdır.
Demokratik sosyalizm ideali devrim değil reform yoluyla
gerçekleştirilmeli
ve
pazar
kurumlarına
yaslanmayı
dışlamamalıdır (2006, s. 21).”
Yine TWAIL düşünürleri arasında yer almayan, ancak genel olarak
dünyadaki ezilenler için yapılacaklar konusunda pratik öneriler ortaya
koyan Samir Amin’in görüşleri, teorik ittifaka bir cevap niteliğinde ele
alınacaktır. Amin’in önerilerine görece daha geniş yer verilecektir çünkü
TWAIL düşünürlerinin daha soyut düzlemde öne sürdükleri çözüm
önerileri ile uyumlu bir biçimde olmakla birlikte; oldukça somut önerilerde
bulunmuştur.10
Amin (2006), “Birleşmiş Milletler Nereye? (Whither the United Nations?)”
isimli makalesinde Birleşmiş Milletler’in, daha iyi bir gelecek için önemine
vurgu yapmaktadır.
Amin’e göre, iki olası senaryodan bahsetmek mümkündür: İlki, bütün
devletler pazarın beklenilen emirlerine boyun eğeceklerdir ve bu senaryoda
bugüne kadar bildiğimiz dünyadan çok farklı (çok daha kötü ve barbarca)
bir dünya olacak ve BM’ye sahip olmanın anlamı kalmayacaktır. Daha
istenebilir ve daha olası senaryoya göre ise, devletler, uzun bir geçiş
dönemi sonrasında, yerel toplumsal sistemler ve küresel sistemlerin
oluşturulmasını talep edeceklerdir. Bu sistemler ‘pazar’ın (genel anlamda
ekonominin) demokrasiye dayalı toplumsallaşma ile kademeli olarak
Amin ve Chimni’nin konumu ve Üçüncü Dünyacı tavırları üzerine tezin sonuç
bölümünde bir değerlendirme yapılacaktır. Amin ve Chimni gibi Marksist düşünürlerin
konumunu belirlemek, TWAIL’in bütünsel olarak anlaşılması için önem arzetmektedir.
10
88
uyuşmasını talep edeceklerdir. Bu senaryoda, BM önemli bir rol
oynayacaktır (Amin, 2006, s. 352).
Bu süreç için Amin, “Birleşmiş Milletler Rönesansı” için birtakım somut
öneriler getirmektedir. BM’nin siyasi rolü için getirdiği öneriler şu şekilde
özetlenebilir (2006, s. 353-355):
1) BM’nin asli görevlerinden olan halkların (ve devletlerin) güvenliğinin
sağlanması için yeniden yapılandırılması; nedeninden bağımsız olarak
barışın sağlanması ve saldırganlığın önlenmesi (bu durumda Irak
Savaşı’nın gerekçeleri de yanlışlanacaktır) prensipleri güçlü bir şekilde
yeniden ele alınmalı.
2) Bu temel görev, BM’nin kurumsal yapısını dönüştürmeyi de
içermektedir. Ancak bu konuda dikkatli olunması gerekmektedir, çünkü
BM’nin mevcut eleştirileri, ona gerçekte uygun olan rolden farklı
dönüşümler talep edebilir. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin yeniden
yapılanması konusundaki öneriler getirilmeden önce tekrar düşünülmelidir.
BM Genel Kurul’un rolünü geliştirmek ve (hukuk eliyle ya da değil)
Güvenlik Konseyi kararlarının açıklığını sağlamak iyi bir başlangıç noktası
oluşturabilir.
3) BM’nin rolünü geliştirmek, devletin mutlak egemenliği pozisyonuna
dönüş anlamına gelmemektedir.
4) BM’nin yeniden yapılandırılması günümüzün büyük krizlerini çözmede
önemli gelişmeler sağlamalıdır. Bu krizlerden (başını ABD’nin çektiği)
birkaç güç, büyük oranda sorumludur. BM’nin; (a) İsrail ve Filistin
arasında arabulucu güç oluşturması ve (b) eski Yugoslavya bölgesinde –
sözde “sivil” savaşların mağduru olan Afrika devletlerinde yapıldığı gibi-
89
barış koruma güçlerinin kurulması görevlerini üstlenmesi, gerekirse
Avrupa Birliği ve Afrika Birliği gibi bölgesel örgütlerle işbirliğine girmesi
gerekmektedir.
5) BM’nin kapsamlı bir silahsızlanma planının geliştirilmesinde aktif rol
oynaması gerekmektedir. Silahsızlanma büyük güçler ile başlamalı ve
kontrol mekanizması BM olmalıdır. Ulusal sınırlar dışındaki bütün askeri
üslerin boşaltılması da bu plana dahil edilmelidir.
6) Gelecekteki insani müdahaleler için izleklerin ve çerçevelerin
tanımlanmasında BM aktif rol almalıdır. Toplumların bazı durumlarda
vahşete sürüklenmesi nedeniyle bu tür bir müdahalenin gerekli olacağı
konusunda şüphe yoktur. Ancak, müdahale kararı veya uygulanması
emperyalist güçlere bırakılmamalıdır çünkü onlar, müdahaleyi kendi
çıkarları için yönlendirebilirler.
7) Aynı damardan, “terörizm”in tanımlanmasında BM, kolektif sorumluluk
prensibi benimsemelidir. Aynı zamanda terörist eylemlerin ne zaman saf
dışı edileceğine karar vermek ve süreci gözlemek de BM’nin işi olmalıdır.
“Teröre karşı savaş”ı büyük güçlere, hele hele ABD’ye bırakmamalıdır.
8) Son olarak, ulusal parlamentoların temsilcilerinden oluşan bir “Dünya
Parlamentosu” için getirilen öneriler gerçekdışı olmak zorunda değildir. Bu
parlamentolar olgun bir küresel demokrasi oluşturamamış olsalar dahi bu
alanda gelişme kaydetmek mümkündür.
Görülebileceği
gibi,
Amin
Birleşmiş
Milletler’e
önemli
görevler
yüklemekte, küresel düzenlemenin siyasi ayağında merkezi rol alacak BM
üzerinden birtakım iyileştirmeler yapmayı önermektedir. Benzer şekilde ve
yine BM ile bağlantılı olarak Amin’in (2006, s. 355-358) halkların hakları
90
ve uluslararası hukukun gelişmesi için yaptığı öneriler de aşağıdaki gibi
ortaya konulabilir:
1)
Mevcut
öneriler
devlet
egemenliğinin
yeniden
tanımlanması
gerekliliğiyle başlamaktadır. Bütün insanların yalnızca yerel, bir başka
deyişle vatandaşı oldukları devlet sınırları içinde değil, küresel düzlemde
gerçekleşen şeylerden de sorumlu oldukları görüşü yaygındır. Bu, kolektif
bilinçte bir basamak yukarı çıkılması ve devlet egemenliğini mutlak ve
dışlayıcı kabul eden eski kavramın sınanması anlamına gelmektedir.
Ancak, şu anda halkların hakları ile egemenlik arasında çelişki
bulunmaktadır ve bu çelişkiyi aşmanın tek yolu bütün toplumları
demokratikleştirmektir. Her toplum bu ihtiyacı gözeterek kendi payına
düşeni yapmalıdır. Uluslararası bir örgüt ve ideal forum olarak BM’nin
oynayacağı rolün önemi de buradadır: Gelişmeyi savunabilir ve iktidarın
kullanımındaki somut etkilerini hızlandırabilir.
2)
Belirli
deklarasyonlar,
paktlar
ve
sözleşmeler
insan
hakları
tanımlamalarının genişletilmesinde ilerleme kaydetmektedir. İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi (1948) ile başlayan gelişmeler, Ekonomik, Sosyal
ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (1968) ile Siyasi ve Medeni Haklar
Sözleşmesi (1968) sayesinde daha da genişlemiştir. Kalkınma Hakkı
Bildirgesi (1986) ile BM kalkınma hakkının insan haklarının içsel bir
parçası olduğunu doğrulamıştır. Ancak bu sözleşmeler yeterli değildir
çünkü en başta uygulanma sorunları bulunmaktadır. Bu nedenle BM’nin
evrensel çerçevesi tamamıyla tanınmamış ve henüz kuruluş aşamasında
olan hakların, açıkça ortaya konulması için kullanılmalıdır. Bazı realistler
bu tür sözleşmelere çok az önem atfetse de, hukukun önemini azımsamak
hata olacaktır.
91
3) BM, uluslararası iş ve ticaret hukukunun biçimlendirilmesine özellikle
eğilmelidir. Küresel ekonomik ilişkilerin genişlemesi, uluslararası iş
hukukunun geliştirilmesini önemli hale getirmektedir. Ancak hukukun bu
alanı ulusal stratejileri veya bireylerin ve halkların temel haklarını
çiğnememelidir. Bunun bir sonucu olarak, Çok Taraflı Yatırım Antlaşması
(MAI) gibi antlaşmalar kabul edilemez. Uluslararası ticaret hukuku,
yalnızca işveren gruplarının değil, aynı zamanda işçilerin ve süreçle ilgili
bütün
devletlerin
de
dahil
olduğu
şeffaf
tartışmalar
sonucunda
düzenlenmelidir. Böyle bir tartışma için BM dışında bir platform
bulunmamaktadır.
Bu noktada bir parantez açarak iyileştirmeci bir tutumla Marksizm
içerisinden fikir üreten Hardt ve Negri’nin ticaret hukukunun halihazırda
aldığı biçim ve onun desteklediği süreç ile ilgili görüşlerine yer vermek
uygun olacaktır.
“(B)ugün bu kadar çok şikayette dile gelen adaletsizliklerin,
sadece belirli hakları garanti eden uluslararası yasal yapıların
yokluğunu göstermekle kalmayıp, daha önemlisi, bu tür hakların
aleyhine işleyen küresel yasal yapıların oluşumuna da işaret
ettiğini göstermeliyiz. Birçok akademisyen, Soğuk Savaş'ın
bitişinden bu yana gelişen bir tür emperyal hukuktan bahsediyor.
Bir tarafta, ABD hukuku öylesine güçlü bir hegemonyaya
kavuştu ki, bütün ülkelerdeki yasama sürecini etkilemeyi ve yasal
çerçeveyi
dönüştürmeyi,
özellikle
de
mülkiyet
hukuku
bağlamında, başarıyor. Diğer taraftan da ABD askeri gücü
tarafından desteklenen yeni küresel emperyal yapılar oluşuyor,
örneğin (...) lex mercatoria gibi. Bu hukukçulara göre, emperyal
92
hukuk vahşi kapitalist küreselleşmeye, o da çokuluslu şirketlerin
ve hakim kapitalist ülkelerin çıkarlarına hizmet ediyor. (...)
Emperyal hukuku temel alan yeni-muhafazakar teori ve
pratiklerin ilgisi son zamanlarda ticari hukuk ve uluslararası
ticaretten askeri müdahale, rejim değişikliği ve ulus inşasına;
yani neoliberal küreselleşmeden silahlı küreselleşmeye kaydı.
Emperyal anayasa gittikçe 'müdahale hakkı'na dayanıp, insan
hakları askeri yollarla dayatıldıkça, emperyal divanların işlevi de
zamanla muğlaklaştı. Her halükarda, emperyal yasal çerçevenin,
protestolarda talep edilen hakları ve adaleti savunmak bir yana
onları iyice baltaladığı açıktır sanırız (Hardt ve Negri, 2011, s.
294).”
4) Farklı alanlardaki güçlerin varlığı göz önünde bulundurulursa BM’nin
bir gecede “dünya devleti”, “dünya hükümeti” veya ulusüstü bir otoriteye
dönüşemeyeceği açıktır. Ancak bu olguyu bilmek, uzun vadede bu tür
dönüşümlerin gerçekleşeceği bir süreci başlatma imkanını engellemez.
Ayrıca bu dönüşümü önerirken dikkatli olunması gerekmektedir.
Halihazırda (ABD’nin anladığı anlamıyla) “sivil toplum” ile BM’nin
varlığı arasında bir ittifak önerisi bulunmaktadır. Bu ittifakta “şirketlerin
dünyası”na öncü rol verme istediğinde olanlar da vardır. Bu tür bir
dönüşüm talep edenler, milyarderler ile çatışma içerisinde olan işçi sınıfını
sürekli görmezden gelmektedirler.
Son olarak, Amin’in uluslararası mahkemeler konusundaki önerilerine yer
verilecektir. Amin, uluslararası adaletin kurumsallaştırılması üzerine
yaptığı önerilerde uluslararası mahkemelerin konumları ile ilgili görüşlerini
şu şekilde belirtmektedir (2006, s. 363-365):
93
Uluslararası adalet mahkemeleri mevcut olmakla birlikte sınırlı yargılama
yetkisine sahiptirler ve belirli güçler (başta ABD) meşruiyetlerini tanımayı
reddetmektedir. Bu nedenle ilk görev, uluslararası adalet alanındaki varolan
kurumların etraflıca gözden geçirilmesi, eksikliklerinin incelenmesi ve
kapatılabilecek yasal boşlukların tanımlanması olmalıdır.
Bunun gibi, yasal statüleri olmayan “küresel kamuoyu mahkemeleri”
(örneğin, Irak Dünya Mahkemesi) bulunmaktadır. Bu örneklerin takip
edilmesi,
eylemlerinin
desteklenmesi
ve
alanlarının
genişletilmesi
gerekmektedir. Ayrıca, BM sorumlulukları ile ilgili önerileri hayata
geçirecek uluslararası adalet mahkemeleri sistemi oluşturulmalıdır.
Yine bu noktada ikinci bir parantez açıp, Hardt ve Negri’nin uluslararası
mahkemelerin rolüne ilişkin önerilerine de değinilebilir:
“(K)üresel sistemde hakların ve adaletin eksikliğiyle ilgili
şikayetler,
yeni
adalet
kurumlarının
ulus-devletlerin
kontrolünden bağımsız olması gerektiğini gösterir, çünkü hakim
ulus-devletler önceki girişimleri hep baltalamış ya da kendi
lehine çarpıtmıştır. Eğer evrensel adalet ya da insan hakları
ilkeleri küresel düzeyde uygulanacaksa, güçlü ve özerk bir
kuruma dayanmaları gerekir. Öyleyse makul bir öneri, (...)
Uluslararası Ceza Mahkemesi projesini genişletmek, mahkemeye
küresel tüzel yetkiler ve yaptırım gücü tanımak ve belki
Birleşmiş Milletler'e bağlamaktır. Benzer bir küresel adalet
kurumu önerisi de, kalıcı bir uluslararası veya küresel araştırma
komisyonunun kurulmasıdır. Bu tür bir komisyon, çeşitli ulusal
araştırma ve uzlaşma komisyonlarından yararlanarak sadece
ulusal düzeydeki iddiaları değil, büyük çaplı ve uluslararası
94
adaletsizlik iddialarını değerlendirebilir ve ceza ve tazminatları
belirleyebilir (Hardt ve Negri, 2011, s. 312).”
Ancak,
yukarıdaki
önerilerine
rağmen
düşünürler
bu
reformların
gerçekleşmesinin zor olduğuna dikkat çekmektedirler: “Yine de bütün
bunlar, bugün küresel hak ve adalet sistemlerinde demokratik reform
yolundaki çabaların akıntıya karşı kürek çekmek olduğunu gösteriyor
(Hardt ve Negri, 2011, s. 314).”
Amin, yukarıda belirtilen önerileri getirdikten sonra, BM’nin hemen
dönüştürülmesinin
hükümetlerden
istenmesi
ile
herhangi
bir
şey
kazanılamayacağını öne sürmektedir. Mevcut güç ilişkileri açısından
bakıldığı takdirde, dönüşümün egemen emperyalist stratejiler için
kullanılabileceğinden
uluslararası
korkulması
komisyonlar
gerektiğini;
üzerinden
toplumsal
bu
nedenle,
örneğin
hareketlerle
sürecin
yürütülmesinin uygun olacağını savunmaktadır (2006, s. 365).
Bu alt başlıkta Üçüncü Dünya bağlamında düşünüldüğünde uluslararası
hukukun sorunlarının neler olduğu ve bunlara karşı ne gibi çözümler
üretilebileceği TWAIL düşünürleri ve teorik ittifak stratejilerine cevap
buldukları düşünürlerin bakış açılarından ele alınmıştır. Çözüm önerilerinin
altında yatan temel argüman, devletlerin ve Batılı güçlerin karşısına çıkan
bir sivil toplum savunusunda aranabilir. TWAIL düşünürleri, Üçüncü
Dünya’da sivil toplumun öne çıktığı bir durum olduğunu, toplumsal
hareketlerin ve taleplerin oluştuğunu fakat uluslararası yönetişimin antidemokratik ve Avrupamerkezci yapısı nedeniyle sivil toplum hareketlerinin
alan bulamadığını ve taleplerini duyuramadıklarını öne sürmektedirler. Bu
taleplerin ise üretim ilişkileriyle bağlantıları göz ardı edildiği ölçüde,
95
“Üçüncü Dünya”nın kendi içerisinden üretilen özgün talepler olmadıkları
analiz dışı bırakılmaktadır.
Bununla birlikte, çözüm önerilerini bu şekilde belirttiğimizde TWAIL’in
iyileştirmeci çabası daha açık bir biçimde gözler önüne serilmiştir. Ancak,
tezin üçüncü bölümünde daha net vurgulanacağı gibi, iyileştirme çabasına
girişilirken uluslararası hukukun biçimi ve “temsil ilişkileri” göz ardı
edilmektedir.
2.3. SONUÇ
Bu bölümde, tezin çalışma nesnesi olan TWAIL’in içerimleri ortaya
konulmuştur.
Bir
önceki
bölümde
(1.
Bölüm:
Üçüncü
Dünya
Yaklaşımları’nın Belirleyenleri) incelenen “yeni azgelişmişlik durumu” ile
birlikte düşünüldüğünde, kuramın savlarının eski Üçüncü Dünyacılık ile
ortaklıkları bulunsa dahi içeriklerinin önemli ölçüde dönüşüme uğradığı
görülmektedir. Bir sonraki bölümde, yukarıda anahatlarıyla betimlenen
yaklaşımın eleştirilerine yer verilecektir.
96
3. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMININ
ELEŞTİRİLERİ
TWAIL'in eleştirilerinin ele alınacağı bu bölümde, öncelikle genel bir
bakışla TWAIL'in temel varsayımları üzerine bir inceleme yapılacaktır.
Ardından özellikle China Mieville'in (2005; 2008) öncülüğünü yaptığı
“Uluslararası Hukukun Meta-Biçim Teorisi” olarak adlandırılabilecek
yaklaşımının
sundukları
doğrultusunda
TWAIL'in
eleştirisi
gerçekleştirilecektir. Son olarak, ikinci alt başlıkta ekonomi politik
perspektifin dışarıda tutulması nedeniyle TWAIL'in devlet kavrayışına
yönelik eleştiriler Marksist devlet kuramlarının kazanımları doğrultusunda
tartışılacaktır. Alt başlıkta öncelikle “yönetişim” kavramının içerimleri
tartışmaya açılacak; arkasından kapitalist devletin ne olduğu (ya da en
azından ne olmadığı) incelenecek; devletin uluslararasılaşması olgusunun
yarattığı biçim değişikliğine ve bunun yönetişim ile ilişkisine değinilecek;
bu bağlamda emperyalizmin yeni bir biçiminden söz edilebileceği
savunulacak; devlet içerisinde ve uluslararası örgütlerde sermayenin
bulduğu temsil (ve etkileri) üzerine bir değerlendirme yapılacak ve son
olarak
TWAIL’in
emperyalizm
anlayışının
açıklama
kapasitesi
irdelenecektir.
TWAIL'in çözüm önerileri şunları içermektedir: “halkların ve kültürlerin
ahlaki
eşdeğerliliği”;
“‘ötekileştirmenin’,
‘evrenselci
akıl
yürütme
kalıplarının’ ve ‘Batı’nın kötü kopyalarının çıkartılması ile sonuçlanan
politikaların’ reddi”; “heterojenliğin ve çoklu kültürlerin tanınması”;
“küresel, ulusal ve ulus-altı ölçeklerde yönetişimi gerçekleştiren yapısal
biçimlerin bütünüyle demokratikleştirilmeleri”... Yaklaşım, bu önerilerin
97
neden diğer önerilere göre daha iyi olduğu sorusunu cevapsız bırakmakla
beraber, önemli bir sorun olarak “temsil meselesi”ni görmezden
gelmektedir. Uluslararası hukukçuların yapısal sınırlılıklarını analiz dışında
bırakan TWAIL, Birinci Dünya temsilcilerinin neden bu önerileri tercih
etmeleri gerektiğini ve bunu nasıl yapabileceklerini hesaplamamaktadır.
Uluslararası
hukukçular,
uluslararası
örgütlerde
belirli
temsil
mekanizmaları dolayımıyla bulunmaktadırlar. Kaldı ki, Üçüncü Dünya'nın
sesini duyurmaya başlaması durumunda dahi bel bağlanacak olan Üçüncü
Dünya devletlerinin temsilcilerini bağlayan çıkarlar her durumda Üçüncü
Dünya halkları lehine çıktılar verecek diye bir kural yoktur. Bu bağlamda,
devletin
içerisindeki
sınıfsal
temsil mekanizmalarını
göz
önünde
bulundurmanın önemi vurgulanmalıdır.
3.1. META-BİÇİM KURAMI ÜZERİNDEN ÜÇÜNCÜ DÜNYA
YAKLAŞIMININ ELEŞTİRİSİ
Bu alt başlıkta TWAIL’in tutumuna içkin olan iyileştirmeciliğin metabiçim kuramı üzerinden yapılan eleştirisine yer verilecektir. TWAIL’in
Üçüncü Dünya yararına uluslararası hukuk normlarının içeriği üzerinden
yapılacak iyileştirmelere bel bağladığı düşünüldüğünde, bunun olanaklarını
incelemek
ve
yaklaşımın
varsayımlarının
eleştirilmesi
açısından
uluslararası hukukta biçim-içerik tartışmasına değinmek önemlidir. Bunun
için, öncelikle “İyileştirmeci Yaklaşımlar”a (ikinci bölümün birinci alt
başlığında vurgulanan noktalar göz önünde bulundurularak) değinilecek;
98
meta-biçim
kuramı
üzerine
kısa
bir
inceleme
gerçekleştirilecek;
İyileştirmeci Yaklaşımlara dahil düşünürlerin iki ortak eksende (hukuksavaş karşıtlığı ve iyileştirme olanağı) birleştiği düşünülerek bu eksenlere
yönelik meta-biçim kuramı eleştirisine başvurulacak ve ardından
uluslararası hukuk normlarının içeriğine yapılacak müdahaleler ile Üçüncü
Dünya lehine çıktılar elde etme olanaklarının sınırları ortaya konulacaktır.
İyileştirmeci yaklaşımlar, hukuku savaşın karşısında konumlandırarak,
onda özgürlük potansiyeli olduğunu öne sürmektedirler (bkz. Falk, 1983;
Koskenniemi, 2005; Sands, 2005; Fitzpatrick, 2003).
Falk (1983, s. 324), uluslararası hukuk üzerinden daha adil bir dünya
düzeni için iyileştirici etkiler üretilmesinin mümkün olduğunu, bunun için
liberal teorinin radikal bir biçimine ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadır.
Koskenniemi ise (2005, s. 59), uluslararası hukukun bir alan olarak
uluslararası anlaşmazlıkların taraflarının kullanımı için açık ve yer yer
çelişkili terimler ve savlar barındırdığını, bunun haklı olan ama zayıf
pozisyonda bulunanlar için iyileştirici müdahale zemini oluşturduğunu
belirtmektedir. Koskenniemi’nin bu yaklaşımı, “belirlenimsizlik tezi”
olarak adlandırılan ve tezin önceki bölümlerinde değinilen çerçeveye işaret
etmektedir. Sands (2005, s. 238) uluslararası hukukun başarısızlıkları
olmasına rağmen, bu alandaki kuralların devlet davranışlarının asgari
standartlarını yansıttığını ve bu devletlerin uluslararası eylemlerini
yargılamak ve değerlendirmek için bağımsız bir standart getirdiğini
savunmaktadır. Son olarak Fitzpatrick (2003, s. 429-466), Amerikan
İmparatorluğu’nun eylemlerinin uluslararası hukuku aşması veya onunla
çatışmasından yola çıkarak; her ne kadar uluslararası hukukun belirlenmiş
içeriği baskın kuvvetin taleplerine cevap vermek için gelişmişse de,
99
hukukun kendisine içkin etik ilkeler sayesinde kendi sınırlamalarını
aşabileceğini ileri sürmektedir.
Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda, İyileştirmeci Yaklaşımlar’ın temel
vurgusuna ulaşmak mümkündür. Yaklaşıma göre,
“hukukla
barış
(düzen)
arasında
doğrudan
bir
ilişki
bulunmaktadır. Barış olarak tanımlanan durumun sürdürülmesi
esnasında ve sürdürülmesi için üretilen şiddet teorik hesaplara
katılmaz. Barış kendinde iyidir. Barış düzeninin (hukukun)
genelleştirilmiş soyutlamasını temsil eden hukukun üstünlüğü
prensibi, tatbik edilebildiği ölçütte, kendini gerçekleştiren iyiliğin
cisimleşmesi
sürecinin
ismidir
adeta.
Böylelikle,
hukuk
mücadelelerin ve çatışmaların meşruiyetinin en yetkin garantörü
ve barışın kurucusu unvanlarıyla donatılmış olur (Özdemir, 2011,
s. 31).”
İyileştirmeci Yaklaşımların aksine “Uluslararası hukukun meta-biçim
kuramı” (Mieville, 2005; 2008) ise uluslararası hukukun savaşın karşısında
konumlandırılamayacağını savunmaktadır. Zira şiddet, hukuka içkindir. Bu
varsayımı değerlendirmek için meta-biçim kuramının içerimlerine kısaca
göz atmak faydalı olacaktır.
Hukukun
meta-biçim kuramının
temeli, Sovyet
hukuk teorisyeni
Pasukanis’in çalışmalarında oluşmuştur. Pasukanis, Marksist bir hukuk
kuramının, pozitivist teorinin içerisine sınıf mücadelesi unsurunu dahil
etmekten daha fazlasını gerektirdiği savıyla meta-biçim kuramının ilk
“taslağını” ortaya koymuştur (Pasukanis, 2002, s. 47; Mieville, 2008, s.
105).
100
Kuramın temel tezi Pasukanis’e göre, meta sahibi ile hukuk teorilerinin
hukuki süjesi arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Bu, Marx’tan sonra
daha ileri bir kanıtlama gerktirmemiştir (Mieville, 2008, s. 106). Bu teze
göre,
“Bir pazar var ise, burada değişim ilişkileri gerçekleşecek ise,
zilyetlik, satım akdi, mülkiyet gibi hukuki kategoriler ve bunlara
bağlı karineler de (belirtiler), pazarla birlikte vücut bulacaktır.
Öyleyse, meta biçimin mantığı, hukuki biçimin mantığı ile
özdeştir. Çıkarların izole hale gelip karşıt menfaat sahibi
olanların bulunduğu bir ortamda öne sürüldüğü yerde (maddi
değişimin meta biçim halini aldığı yerde), istediği metaı istediği
şeyle değiştirmekte “özgür”, taşıdığı mal üzerinde “egemen”,
metalar evrensel eşitleyicinin terimleri ile değerlendirildikleri
için “eşit” insan taşıyıcılar arasındaki ilişkiler, “hukuki biçim”
aracılığı ile düzenlenir (bkz. Özdemir ve Aykut, 2011).”
Pozitivist argümanın aksine, mal sahibi ve hukukun süjesi olarak kabul
edilen insan taşıyıcılar, “özgür”, “eşit” ve “egemen” sıfatlarına kendilerine
yasa koyucu tarafından bahşedildiği için sahip olmazlar. Bu sıfatlar, karşıt
menfaat sahibi olanların bulunduğu bir ortamda ileri sürülen izole
çıkarların değişim ilişkilerine konu olması durumunun ürünüdürler.
Kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim hale gelmesinden sonra egemenin,
keyfi olarak bu ilişkiler ile bağlantılı olan biçimi reddetme olanağı
bulunmamaktadır. Bu durumda hukukun kaynağı egemenin iradesi değil,
“egemen güç ilişkileri sistemini” meydana getiren nesnel üretim ilişkileri
olarak kabul edilecektir (Pasukanis, 2002, s. 109-135; 2005, s. 321-335).
101
Bu alt başlıkta ele alınan iki ana eksenden (hukuk-savaş karşıtlığı ve
iyileştirme olanağı) ilki göz önünde bulundurularak, uluslararası hukukun
meta-biçim kuramının baskı ve şiddet ile ilgili savlarına değinilmelidir.
Pasukanis (2002), baskının değişim ilişkilerinin gerçekleşmesi için gerekli
önkoşullar ile çelişkili olduğunu öne sürmektedir. Buna karşın Mieville’e
göre, şiddet meta-biçime içkindir, onun kalbinde yer almaktadır. Bir metaı
sahiplenmek, onu sahiplenme olanağı olan diğerlerinden ayırmak demektir.
Başka bir deyişle, değişime konu olacak bir metaa “benim” demek, “senin
değil” demektir. Bu durum, daha en başından güç uygulama kapasitesini
gerektirir.
Aksi
halde,
sahipliğinizin
reddedilerek
karşı
tarafın
sahiplenmesini engelleyecek herhangi bir şey bulunmamaktadır (2008, s.
113).
Uluslararası ilişkiler alanına gelindiğinde Mieville, değişim ilişkilerinin ve
dolayısıyla
hukukun
özneleri
olan
meta
sahipliğinden
devletin
uluslararasındaki “egemenlik” konumuna bir sıçrama gerçekleştirmektedir.
Değişim ilişkilerinin yapısı, devletleri de, uluslararası alandaki ilişkilerinde
aynı toplum içerisindeki özneleri zorladığı gibi zorlamaktadır: “Çünkü bu
sistemde ve uluslararası hukukun bu sistemin kaidesini oluşturan
hükümlerinde, devletler, tıpkı bireyler gibi, mülk sahipleri olarak karşılıklı
etkileşime girerler; her devlet kendi egemen bölgesine sahiptir (Mieville,
2005, s. 54).”
Devletler uluslararası ilişkiler alanında kendi toprakları üzerinde sahiplik
iddiasında bulunabildikleri müddetçe, diğer bir deyişle uluslararası hukukta
egemenlik prensibi var olduğu sürece uluslararası hukukun hak süjesi
olarak varolabilirler. Bu tez, egemenlik iddiasında bulunamayacak
durumda olan, daha doğrusu uluslararası hukukun gelişimi esnasında
102
egemenlik doktrinine uymayanların neden hak süjesi sayılamayacağını
anlamlandırmak için de bir araç olarak kullanılabilir.
Uluslararası hukukun meta-biçim teorisi bu şekilde düşünüldüğünde,
uluslararası ilişkilerde de şiddet, ilişkinin kendisine içkin hale gelmektedir.
Pasukanis’in aksine meta-biçim kuramından yola çıkılarak bakıldığında
şiddet ve baskının değişim ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyeceğini
belirten Mieville, bu argümanı uluslararası hukuk için bir zemin olarak
kullanabilmektedir.
Her ne kadar değişim ilişkilerine içkin şiddetten bahsedildiğinde siyaset (ya
da baskıcı güç, şiddet) yakınlaşmış da olsa, onun özgül biçimi olan burjuva
devletin doğrudan temel ve gerekli olmadığı sonucuna varmak mümkündür
(Mieville, 2008, s. 113). Bu şekilde düşünüldüğünde, uluslararası ilişkiler
alanında şiddet ve baskının meydana gelmesi için bir üst otoriteye (ulusüstü
bir yapılanmaya) gerek yoktur. Şiddet, ya da Mieville’in vurguladığı
biçimiyle “siyasi olan en başından itibaren hukukidir: Bunu kabul etmek,
hukuk hakkındaki yaklaşımınız ister idealist ister skeptik olsun
biçimcilikten kopmak demektir (Mieville, 2005, s. 24).”
Yukarıda belirtilen noktalardan yola çıkılarak, Mieville’in “savaş, eylem
halindeki
uluslararası
hukuktur”
(2005,
s.
148)
düşüncesini
anlamlandırmak mümkün olacaktır. Bu bağlamda, meta-biçim kuramı
İyileştirmeci Yaklaşımlar’ın temel varsayımlarından olan savaşın karşına
hukukun üstünlüğünün yerleştirilmesi gerektiğini reddetmektedir.
İkinci eksen (uluslararası hukuk üzerinden iyileştirme olanakları)
belirlenimsizlik tezine odaklanmaktadır. Ancak, belirlenimsizlik ilkesi veri
kabul edilse bile bu, tarafların oluşum süreci ve karşı karşıya gelme
103
koşullarını da içermektedir (Mieville, 2008, s. 97). Hukukun biçimi
nedeniyle ve kapitalist bir dünya düzeninde güç ilişkilerinin yapısı
düşünüldüğünde
iyi
niyetli
hukukçular
ile
uluslararası
hukukta
iyileştirmeler yapmak mümkün görünmemektedir.
İkinci eksene getirilen eleştiriyi daha iyi anlamlandırmak için hem
TWAIL’e yakın duruşu nedeniyle hem de Marksist düşüncenin içinde yer
almasından
dolayı
Chimni’nin
uluslararası
hukuk
eleştirisinin
sınırlılıklarına değinmek gerekmektedir. Uluslararası hukuku içerik-odaklı
bir yaklaşımla sınıfsal temele oturtmayı hedefleyen Chimni’ye göre,
“Marksist perspektiften bakıldığında hukukun sınıfsal temelde
sürekli gelişmesini destekleyen şey; prensipler, politikalar ve
standartlara başvurulmasıdır. Zira bunlar egemen sınıfların etikpolitik hegemonyalarını açığa çıkarmaktadır. Eğer uluslararası
hukuk sınıf hukukuysa, öyle olduğu için uluslararası bağlamın
kendine
özgü
özellikleri
bu
anlayışı
kendisi
için
de
barındırmaktadır (1993, s. 102).”
Mieville, bu yaklaşıma göre uluslararası hukukun sınıfsal doğasının
“prensipler”
ve
“siyasalar”dan
kaynaklandığının
savunulduğunu
belirtmektedir. Başka bir deyişle, hukuku sınıfın silahı haline getiren,
uluslararası hukukun yapısındaki herhangi bir şeyden ziyade, tikel hukuki
hükümlerin içeriğinin “egemen sınıflar” tarafından yürütülmesidir. Ancak,
Pasukanis bu anlayışın sol pozitivizm olarak “sınırlı bir tatmin” sağladığını,
çünkü hukuki biçimi dışladığını belirtmektedir (Mieville, 2008, s. 104105).
104
Tezin önceki bölümlerinde de vurgulandığı üzere, TWAIL'in hedefi
uluslararası hukuk üzerinden Üçüncü Dünya halkları lehine iyileştirmeler
yapmaktır. Bu önemli bir ayrımdır, zira İyileştirmeci Yaklaşımlar
uluslararası hukuk üzerinde yapıbozumcu bir kavrayışla belirlenimsizlik
ilkesi üzerinden düşünme eğilimindedir. Bu da, uluslararası hukukun
içerisinden ezilenler lehine yorum ilkesi ile çıkarımlar yapabilecekleri
varsayımına
dayanmaktadır.
Ancak,
Mieville’in
Marx’ın
sözünü
vurguladığı gibi “eşit haklar arasında, güç belirleyicidir (between equal
rights, force decides)”. Bu vurgu göz önünde bulundurulduğunda ve
hukukun “burjuva biçimi” düşünüldüğünde belirlenimsizlik ilkesi gücü
olanın çıkarına hizmet edecek şekle bürünebilir.
Bu alt başlıkta kısaca, TWAIL’in uluslararası hukuk üzerinden Üçüncü
Dünya halkları yararına gerçekleştirmeyi düşündüğü iyileştirmelerin
sınırlılıkları
tartışılmıştır.
Bunun
için
Mieville’in
(2005;
2008),
Pasukanis’in (2002) yaklaşımı üzerinden çerçevesini çizdiği “uluslararası
hukukun meta-biçim kuramı”na başvurulmuştur. TWAIL’in uluslararası
hukuk normlarının içeriği üzerinden yapmayı hedeflediği iyileştirmelerin
meta-biçim nedeniyle sınırlarının bulunmasına ek olarak, iyileştirmeleri
yapmasını beklediği uluslararası hukukçuların içinde bulundukları “temsil
ilişkileri” de göz ardı edilmektedir. Uluslararası hukukçuların anılan
temsiliyet durumu nedeniyle ikinci bir sınırlama ile karşı karşıya kalmaları,
TWAIL’in pratik hedeflerinin gerçekleşme imkanını şüpheli kılmaktadır.
TWAIL önerilerinin gerçekleşme imkanları tartışıldıktan sonra, takip eden
alt başlıkta, TWAIL’in uluslararası hukukun sorunlarını analiz ederken
kullandığı araçların yeterliliği ve buna dayanılarak üretilen çözümlerin ne
105
anlama geldiği politik iktisat perspektifi ve çağdaş devlet teorisi üzerinden
incelenecektir.
3.2. EKONOMİ POLİTİK PERSPEKTİFİ VE DEVLET TEORİSİ
EKSENİNDE ÜÇÜNCÜ DÜNYA YAKLAŞIMI ELEŞTİRİSİ
TWAIL düşünürleri Batı tahakkümü ve bu bağlamda liberal söylemlere
karşı çıkarken; karşılarındakinin ne olduğunu, görünenin arkasındaki
mekanizmaları
ekonomi
politik
perspektifin
araçlarıyla
analiz
etmemektedirler. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, söylemsel
düzeyin arkasında kalan dinamikler, üretim ilişkilerini inceleme dışı
bırakılmakta ve görünmez kılınmaktadır. Bunun bir sonucu olarak da özel
mülkiyet eleştirilmemekte, veri kabul edilmektedir.
Diğer bir deyişle, TWAIL’in kültürelcilik ile ortaya koyduğu sorunlar ve
bunlara
getirdiği
çözüm
önerileri
mevcut
kapitalizm
pratiklerini
meşrulaştırma ihtimaliyle karşı karşıyadır. Bu nedenle ilk olarak, sürecin
ardındaki üretim ilişkilerine vurgu yapılmasının önemi belirtilmelidir. Bu
şekilde, TWAIL’in eşitsizliğinden şikayet ettiği uluslararası hukukun esas
yapısı gözler önüne serilebilecektir. Üretim ilişkileri analizin merkezine
oturtularak “yönetişim” incelendiğinde TWAIL’in küresel sorunların
çözümlerinin
temeli
olarak
gördüğü
demokratikleştirilmesi” eleştirilebilecektir.
“uluslararası
yönetişimin
106
İkinci olarak, TWAIL yaklaşımı devlet teorisinin biriktirdiklerinin
yardımıyla eleştiriye tabi tutulması gerekmektedir. TWAIL yaklaşımına
dahil düşünürlerin uluslararası hukukta çoğulculaşma gibi bir amaç
gütmesinin ardında yaklaşımın devlet kavrayışı bulunabilir. Bu anlayışa
göre TWAIL devleti organik bir bütün olarak ele almaktadır. Her ne kadar
sivil toplum karşısında devleti olumsuzlama eğiliminde olsalar da, TWAIL
düşünürlerinin sivil toplumu da bir organizma gibi kavradıkları
belirtilebilir. Yönetişim kavramına dayanarak çözüm üretme çabasının ana
nedeni olarak gösterilebilecek bu tutum, yönetişim ile devlet biçiminin
dönüşümü arasındaki ilişki; yeni devlet biçimi ve temsil ilişkisinin
dönüşümü arasındaki ilişki gibi kilit unsurları görmezden gelmektedir.
Anılan iki ana eksen etrafında birbirleriyle bağlantılı olarak öncelikle
“yönetişim”
kavramının
içerimleri
tartışmaya
açılacak;
arkasından
kapitalist devletin ne olduğu (ya da ne olmadığı) Özdemir’in (2010; 2011;
2012) yaklaşımı çerçevesinde incelenecek; devletin uluslararasılaşması
olgusunun yarattığı biçim değişikliğine ve bunun yönetişim ile ilişkisine
değinilecek; bu bağlamda emperyalizmin yeni bir biçiminden söz
edilebileceği savunulacak; devlet içerisinde ve uluslararası örgütlerde
sermayenin bulduğu temsil (ve etkileri) üzerine bir değerlendirme
yapılacak ve son olarak TWAIL’in emperyalizm anlayışının açıklama
kapasitesi irdelenecektir.
TWAIL, uluslararası hukukta tespit ettiği sorunlara karşı çözüm önerisini
küresel yönetişimin demokratikleştirilmesi şeklinde formüle etmektedir.
Gerçekte
bu
öneri,
biçimsel
parlamenter
demokrasinin
derinleştirilmesinden öte bir anlam taşımamaktadır. Çoğulculaşma hedefi,
parlamenter demokrasinin bugünkü biçiminin küresel çapta yerleştirilmesi
107
ve bu yolla demokratik bir sisteme/uluslararası hukuka sahip olma
anlamına gelmektedir. Belirtilmelidir ki, bu talep, beraberinde biçimin
etkilerinin de derinleştirilmesini getirecektir.
Bu nedenle, ilk olarak hakim söylem tarafından sık sık kullanılan ve
TWAIL gibi eleştirel maksatla yola çıkan birçok yaklaşımın da
içselleştirdiği yönetişim kavramını incelemek gerekmektedir. Yönetişim
kavramını incelemeye Zabcı’nın yaklaşımı ile başlanacak, ardından
Jessop’ın kavramın anlamına yönelik saptamaları belirtilecektir.
Dünya Bankası, yeni kalkınmacılık söylemi ile birlikte “iyi yönetişim”
kavramını dolaşıma sokmakta ve bunun kriterlerini saptayarak “Üçüncü
Dünya” ülkelerinin “demokratikleşme” süreçlerini düzenlemektedir. Zabcı,
yönetişimin işlevini ilk elde şu şekilde belirtmektedir: “Gelişmekte olan
ülkelerin, küresel kapitalizmin başat güçleri olan uluslararası kuruluşların
daha fazla hegemonyası altına girmesine ve bunların ulusal siyasetleri daha
fazla belirlemesine son yıllarda ‘şık’ bir ad veriliyor: Yönetişim (2009, s.
55).”
Zabcı, Dünya Bankası’nı incelediği eserinde kavramın ortaya çıkışını
Üçüncü Dünya ülkeleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olan bu kurum
üzerinden incelemektedir. Tezin konusu açısından önemli olan bu
yaklaşım, Üçüncü Dünya’ya sunulan bir kriter olarak yönetişimin, bir
muhalefet aracı olup olamayacağını da gözler önüne serecektir.
“Banka’ya göre, en genel nitelikleriyle yönetişim, siyasal
çoğulculuğu, hesap vermeyi ve hukuk devletini içeriyor.
Banka’nın daha sonra yönetişim ile doğrudan ilgili olarak
hazırladığı çalışmada yönetişim şu şekilde tanımlanmaktadır:
108
‘Bir ülkenin ekonomik ve sosyal kaynaklarını, kalkınma amaçlı
bir bakış açısıyla yönetmede iktidarın kullanılma biçimi’ (Dünya
Bankası raporlarından aktaran Zabcı, 2009, s. 65).”
Yukarıdaki tanım üzerinden Zabcı, kavramın “devletin sınırlarını ya da
devlet
iktidarının
kullanılma
biçimini
belirlemeye
çalıştığını”
saptamaktadır. Bu saptamaya göre, yönetişimin işaret ettiği kalkınma
programı devletin sınırlarını belirliyorsa, ulusal iktidarlar kalkınma için
uygulanacak politikaları (hedefleri ve yöntemleri) belirleyen güç olmaktan
çıkmıştır (2009, s. 65).
Birinci bölümün ikinci alt başlığında kalkınmanın edindiği yeni anlam
üzerine belirtilenler göz önünde bulundurulduğunda, Dünya Bankası
tarafından kullanıldığı haliyle yönetişimin (ve demokratikleşmenin)
hedefinin ne olduğu daha rahat kavranabilecektir.
“Banka’nın terminolojisinden hareket ettiğimizde, yönetişimin
bir ‘kalkınma yönetimi’ olduğunun vurgulandığını görürüz. Bu
‘kalkınma yönetimi’ içinde, hükümet artık sadece daha az
hükümet eden değildir, aynı zamanda etkinlik ya da müdahale
alanını
doğrudan
yatırımlar
üzerinde
odaklamaktan
çok,
başkalarının yatırım yapmalarını sağlayacak şekilde kullanan bir
hükümettir (Zabcı, 2009, s. 69).”
Bir başka deyişle, devlet Üçüncü Dünya’da yatırım yapacak olan
uluslararası sermayenin hareketini kolaylaştıracak düzenlemeleri yapma
göreviyle donatılmıştır. Eski kalkınmacılık için öne sürülen, antidemokratik politikalar uygulandığı yönündeki iddiaların da bu çerçevede
ele alınması gerekmektedir. Gerçekte, şu anda anti-demokratik olarak
109
adlandırılan olgunun, devletin kendi toprakları üzerinde yapılacak
yatırımları gerçekleştirmesi veya denetlemesi olduğu belirtilmelidir. Buna
göre,
yatırımları
ve
yatırımların
yönelecekleri
alanları
belirleme
yeteneğinin piyasa mekanizmasına (yani bütünsel olduğu varsayılan sivil
topluma) bırakılmaması baskıcı devletleri ortaya çıkarmıştır.
Ancak, bu temel nokta haricinde, devletler parlamenter demokrasinin
kurumsal yapısını edindikleri takdirde, Dünya Bankası biçimin nasıl bir
içerikle doldurulacağı ile ilgilenmemektedir. Zabcı’ya göre, Dünya Bankası
bu devletlerin “demokratik ya da otoriter olup olmaması sorunu üzerine
eğilmemekte, yapısal uyum programının, ya da ekonomik liberalleşme
programının, belirlenen biçimde uygulanmasını sağlayacak bir ‘kurumsal
çerçeve’ yaratmayı hedeflemekte (2009, s. 66).”
Anılan kurumsal çerçeve, yeni biçimini edinmiş devlete tekabül etmektedir.
Artık devlet, dışarıdan gelecek yatırımlar için üzerinde bulunduğu
topraklarda en uygun hukuksal zemini hazırlayacak, toplumun sürece karşı
çıkması durumuna karşı da gerekli ideoloji ve baskı aygıtlarını
işlevselleştirecek bir biçime bürünmelidir.
“Yönetişim, aslında yeni liberal ideolojide de olduğu gibi ‘etkisiz
ve yetkisiz’ bir devlet anlayışı da geliştirmez. Wolfensohn, 1997
Dünya Kalkınma Raporu’na yazdığı ‘Önsöz’de, Liberya ve
Somali örneklerini vererek, ‘çökmüş devletler’in [Collapsed
States] halklarını şiddetli acılara sürüklediklerini, etkili bir
devletin toplumlar için lüks olmadığını vurgulamaktadır.
Yönetişimin gerekleri olan şeffaflık ve hesap vermeye yönelik
standartların yaratılmasında devlet aktif olarak yer alacaktır.
Banka’ya göre, devlet bu anlamda özel sektörün ‘tamamlayıcısı’
110
durumundadır; çünkü ‘hükümet eylemleri, pazar için kurumsal
temelleri yerleştirmede yaşamsal olabilir.’ Özellikle özel
mülkiyetin korunması ve yatırımların güvenli bir şekilde
gerçekleşmesini sağlayacak, yani küresel pazar ekonomisinin
rahatlıkla işleyebileceği bir hukuksal temeli oluşturacak bir
devlete gereksinme vardır (Zabcı, 2009, s. 68).”
Öyle ise, yeni devlet biçimi için hayati mesele, özel mülkiyetin ve
yatırımların güvenini tesis edecek her türlü düzenleme ve politikayı
gerçekleştirmektir.
Özellikle
“Üçüncü
Dünya”
ülkelerini
küresel
sermayenin ihtiyaçlarına uyumlu hale getirmekle yükümlü olan devlet,
“anti-demokratik” uygulamaları terk etmelidir.
“Yönetişimin bir bileşeni olarak ele aldığımız yasal ve siyasal
düzenlemeler,
sözde
demokratik
bir
yönetim
biçiminin
yerleştirilmesi, devletin etkin ve verimli kılınması, ekonominin
işleyişini ağırlaştıran hatta engelleyen siyasal çıkar gövdesinin
kaldırılması gibi gerekçelerle gündeme getirilmiş veya getiriliyor
olsa dahi, küresel ekonomik düzenin yeniden yapılanma
sürecinde, Üçüncü Dünya ekonomilerinin bu sürece dahil
edilmesi, küresel pazarın bir parçası kılınması amacından
kökenini alıyor. Bu bütünleştirme sürecinde, uluslararası
sermayenin akışının ve yeni pazarların sağlanması için Üçüncü
Dünya ülkeleri makro ekonomik politikalardaki değişiklikle
birlikte ‘yapısal reformlar’a tabi tutuluyor (Zabcı, 2009, s. 76).”
Yapısal reformlar; kalkınmanın yeni anlamına içkin bir şekilde
demokratikleşme, insan hakları, iyi yönetişim, sivil toplumun geliştirilmesi
gibi eksenlerde dillendirilmektedir. Parlamenter demokrasinin küresel çapta
111
yerleştirilmeye çalışılan biçimi, en “iyi” ve demokratik devlet biçimi olarak
sunulmakta ve dayatılmaktadır. Yeni biçimde artık sivil toplum aktif hale
gelecek, daha önceki kalkınma politikalarının sık sık çeliştiği insan hakları
yeni kalkınmanın merkezine yerleşecektir.
“1997 Raporu’nda da görüldüğü üzere, Dünya Bankası’nın
yönetişim programı, iki hat üzerinden gelişmekte: Birincisi,
uluslararası sermayenin uzun dönemli çıkarlarını korumaya
yönelik, yasal ve siyasal düzenlemelerin yerine getirilmesi, bu
düzenlemeler sayesinde piyasa ekonomisine uygun bir piyasa
demokrasisi modeli yaratma girişimi. İkincisi ise, yoksulun ve
çevrenin korunması konuları etrafında sivil toplum unsurlarını
devreye sokarak, yapısal uyum programlarının sosyal risklerinin
azaltılması, bu programa bir siyasal meşruluk zemininin
sağlanması (Zabcı, 2009, s. 67).”
Dünya Bankası’nın çevre ve yoksullar ile ilgili öne sürdüğü politikalar da,
yönetişim kavramı çerçevesinde ele alınmaktadır. Artık çevreye duyarlı bir
kalkınma ve eskinin sosyal politikası yerine geçen “yoksullukla mücadele”
için gerekli çerçeveyi, devletin alanıyla sınırlanmamış; hatta daha çok sivil
toplum ve özel sektör ekseninde gerçekleştirilecek siyasalar ile oluşturmak
gerekmektedir. Bu anlayışın ideolojik etkisinin (piyasanın adaletine güven
tesisi) yanında özelleştirme ve metalaştırma süreçleriyle de ilgisi
bulunmaktadır. Konuya bu alt başlığın ilerleyen kısımlarında tekrar
değinilecektir.
Devletin dönüşümü, sivil toplumun öne çıktığı bir demokratikleşme olarak
gösterilmekte, bu şekilde sürecin söylemsel temeli oluşturulmaktadır. Artık
muhalefet, bir bütün (sınıfsız) olduğu düşünülen sivil toplumun yine
112
organik bir bütün olarak görülen ulus-devlete karşı gelmesi şeklinde
belirmektedir. Bunun dışındaki bütün muhalefet etme şekilleri, ya eski
devlet biçimini savunduğu iddiasıyla ya da Sovyetler Birliği’ne gönderme
yapılarak “ideolojik” sıfatıyla dışlanmaktadır. Bu tür muhalif duruşların
yeni devlet biçiminin karşısında konum aldığı (neo-liberal politikalara karşı
çıktığı)
durumlarda,
demokratikleşmeye
karşı
olan
güçler
olarak
etiketlenmesi de söylemin bir başka unsurudur.
“Yönetişim, ‘demokratik’ bir retoriğin arkasında, gelişmekte olan
ülkelerde özel sektörün hareket alanını açan, uluslararası sermaye
için oluşabilecek siyasal ve sosyal riskleri, maliyetleri azaltan,
mülkiyet haklarını güvence altına alan bir devlet tablosu çiziyor.
Dünya Bankası’nın geliştirdiği yönetişim anlayışının birinci
boyutu,
devletin
uluslararası
sermayenin
uzun
dönemli
çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden biçimlendirilmesi ise,
ikinci boyutu da muhalif ilerici hareketlerin küresel kapitalizmin
işlevsel
parçaları
haline
getirilmesidir.
(…)
Yönetişimin
‘demokratik’ boyutunun temel bir bileşeni olarak sunulan sivil
toplumun güçlendirilmesi, aslında, Dünya Bankası’nın muhalif
hareketleri, yapısal uyum programının siyasi/ideolojik bir parçası
olan yoksulluk politikalarına dahil ederek, alternatif siyasal
hareketleri yeni liberal politikalarının dar duvarları içine
hapsetmek sonucunu yaratmaktadır (Zabcı, 2009, s. 78).”
Zabcı, yönetişim kavramının neden yönetim kavramı yerine kullanıldığını
şu şekilde açıklamaktadır: Yönetişim kavramı esasında söylemsel bir araç
olarak belirmektedir. İdeolojik bir işlev yüklenen kavram, Üçüncü Dünya
113
ülkelerinin bağımlılıklarının devam ettiğini gizlemek üzere dolaşıma
sokulmuştur.
“[Y]önetim
yerine,
Nedeninin
şu
yönetişim
olduğunu
terimi
neden
düşünüyorum:
kullanılıyor?
Üçüncü
Dünya
ülkelerinin, kapitalist dünya sisteminin egemen güçlerine, ki
bunların başında DB, DTÖ ve IMF gibi kuruluşlar gelmektedir,
daha fazla bağımlı kılınmasını gizleyecek, mistifiye edecek bir
terim olarak dolaşıma sokulmuştur. Bu anlamda tamamen
‘ideolojik’ bir işlev görmektedir (Zabcı, 2009, s. 77).”
Ancak, Zabcı’nın yukarıda bahsedilen teşhisinin ötesinde, “yönetişim”
kavramının devlet biçiminin dönüşümüne tekabül ettiğini öne sürmek
mümkündür. Bu şekilde yönetişim, “demokratikleşme” olarak sunulan
politika setlerinin bütüncül bir süreç olarak ele alınmasında önemli bir
kavram olmaktadır. Yani yalnızca bağımlılık ilişkilerini gizlemek için
söylemsel bir araç olarak kullanılmayıp, devlet ve uluslararası örgütlerde
sınıfların temsilindeki dönüşüm ile doğrudan bağlantılı bir yapıda
bulunmaktadır.
Jessop
(2002),
yönetişim
teriminin,
bağımsız
sosyal
ilişkilerin
koordinasyonu olarak kavramsallaştırırken üç alanda yapılan düzenleyici
faaliyeti kapsayacak şekilde kullanıldığını belirtir. Bu bağlamda yönetişim
terimi,
piyasa
ilişkilerinin
anarşik
yapısını
düzenleyen
faaliyetin
eşgüdümünü; hiyerarşik (buyruk içeren) ilişkilerin koordinasyonunu; ve
(market dışı ve) eşitler-arası örgütlenmelerin yatay çeşitliliğini düzenleyen
normların ve pratiklerin bütününü kapsar.
114
Yönetim teriminden farklı olarak yönetişim teriminin gönderme yaptığı
faaliyet her durumda devlet iktidarının kullanımını içermediği gibi,
yönetişimi gerçekleştiren failler de devleti oluşturan yapısal bütünlüğe
dahil olmak durumunda değildirler. Bazı durumlarda yönetişim eylemi
farklı hukuksal statülere sahip (ve hatta hepsi aynı anda aynı ulus-devletin
normlarına tabi olmayan) faillerin katılımıyla gerçekleşir (Özdemir, 2011).
Jessop’ın
ortaya
koyduğu
haliyle
yönetişim
teriminin
kapsadığı
faaliyetlerden ilk ikisinin günümüzde uluslararası niteliği gittikçe öne çıkan
piyasa toplumu ve devlet ilişkisi ile ilgili olduğunu söylemek mümkündür.
Bu şekilde terimin devlet içerisindeki, uluslararası örgütlerdeki ve sivil
toplum
kuruluşlarındaki
sınıfsal
temsil
ile
ilişkisini
vurgulamak
gerekmektedir. Tezin ilk bölümünde anlatıldığı gibi, bir önceki birikim
rejimi döneminde emeğin “anayasallaşarak”, işçi sınıfının toplumun kurucu
unsurlarından kabul edildiği göz önünde bulundurulduğunda, yönetişim
kavramının
ilk
elde
işçi
sınıfının
devlet
içerisindeki
temsilinin
zayıflamasına denk geldiği belirtilmelidir. Bununla birlikte artık, devlet
içerisinde temsil imkanı bulan hakim sınıfın çıkarları, uluslararası boyutta
ele alınmalıdır. Artık uluslararası ilişkileri gerçekleştiren devlet kurumları
da kendi topraklarında yaşayan insanların çıkarlarından ziyade uluslararası
sermayenin çıkarlarını temsil etme yoluna gidecektir.
Bu noktada bir parantez açıp, devletin ne olduğu ve sınıfsal etki doğuran
eylemlerin devletin içerisine nasıl girdiği konusunda bir değerlendirme
yapmak faydalı olacaktır. Özdemir’in (2012) yaklaşımına11 göre “Devlet
nedir?”
sorusuna yönelik
verilecek cevaplar üç tanım etrafında
toparlanabilir.
11
Yaklaşımın arka planı için (bkz. Jessop, 2002; 2008; Althusser, 2008)
115
“İlki morfolojik bir tanımdır: Devlet sermayenin yeniden üretimi
temel ekseninde bir araya gelmiş ve işleyişi çelişkilerden muaf
olmayan yapısal biçimlerin, kurumların ve örgütlerin toplamıdır.
İkinci tanım işlev üzerinden yapılabilir: Devlet, sermayenin
değerlenmesinin koşullarını sağlama almak ya da sermayenin
toplam karlılığını arttırmak; ardından, fiktif/kurgusal bir meta
olarak emek gücünün yeniden üretiminin koşullarını güvenceye
almak işlevleriyle donatılmış örgütsel ve kurumsal düzenektir.
İki tanımın ortak noktalarından ilerleyip karma bir tanım sunmak
da mümkündür. Bu durumda, devlet kendisi içerisinde temsil
bulan çeşitli sınıfların güçlerinin kesiştiği noktada iktidarını
kullanabilen yapılaşmış bir ilişkiler setidir denilebilir. Devlet
iktidarı devletin bütünü tarafından kullanılmaz. Yapısal biçimler
içerisine giren talepler bu biçimleri oluşturan örgütler içerisinde
mevcut sınıfsal temsil oranları ile bağlantılı olarak değişip (içerik
değiştirip), devlet iktidarına tahvil olurlar. Sisteme giren talepler
yapısal bir belirlenime tabidirler. Bu nedenle devletin biçimi,
kendisini oluşturan sınıflı toplumsal yapı üzerinde etki doğurur.
Devlet denildiğinde, biçim belirlenimli (form determined) bir
ilişkiler seti ile karşı karşıya bulunmakta olduğumuzu, devleti
oluşturan aygıtların tümünün aynı düzeyde iktidar üretmediğini
(bazı aygıtların kontrolünün diğerlerinin kontrolünden daha
önemli olduğunu ve dolayısı ile iktidar stratejilerinin buna göre
belirlendiğini) saptayabiliriz.”
Bu arka plan doğrultusunda baktığımızda, dönüşen temsil olgusu ve
yönetişim terimi, uluslararasılaşmış devlet biçimine tekabül etmektedir.
Devletin uluslararasılaşması (internationalization of the state) olarak
116
betimleyebileceğimiz bu dönüşüm neticesinde ortaya çıkan yeni devlet
biçimi ile “devletlerin birçok sermayeye, sermayelerin de birçok devlete
bağımlı olması” olgusu belirmektedir. Bu dönüşüm neticesinde, artık devlet
içerisinde temsil bulan sermayeyi yerel olduğu kadar yabancı sermayeyi de
içerecek bir biçimde ve bunların uluslararası bağlantıları da göz önünde
bulundurularak ele alınmalıdır. Artık devletler, kendi yerel kapitalist
düzenlerini,
küresel
kapitalimin
ihtiyaçlarına
uygun
bir
biçimde
düzenlemek zorundadırlar (Panitch ve Gindin, 2004).
Bu durumda, eski emperyalizm teorilerinin açıklama kapasitesinin
bulunduğu küresel ilişkilerin dönüşümüne tanık olunduğu belirtilebilir.
Klasik emperyalizm teorilerinin öngördüğü ilişkiler, yerel (ulusal)
sermayelerin ulus-devletlerde edindikleri temsil doğrultusunda diğer ülke
sermayelerine karşı kendi ulusal devletlerini kullanma kapasitesine sahip
oldukları bir dönemdeki ilişkilerdir. Oysaki yukarıda anlatılan devletin
uluslararasılaşması olgusu sonucunda, devletlerin küresel kapitalizmin
ihtiyaçlarına cevap vermesi durumu hakim hale gelmiştir. Bu durum, ABD
için özel bir anlam ifade etmektedir. ABD, küresel hegemon güç olarak
kendi ulusal sermayesinin çıkarını küresel kapitalizmin çıkarları ile
bağlantılı bir şekilde temsil etmektedir. Bu süreçte, küresel pazar
ekonomisinin yayılması, yerleşmesi ve yeniden üretimi için gerekli
düzenlemeleri (gerektiğinde şiddetin araçsallaştırılması da buna dahildir)
gerçekleştirmesi gerekmektedir (Panitch ve Gindin, 2006).
Yukarıda anlatılanlardan çıkan sonuç, küresel ilişkilerde yeni bir
emperyalizmden bahsetmenin mümkün olduğudur. Ancak, belirtilmelidir
ki, emperyalizm Hardt ve Negri’nin (2008; 2011) iddia ettikleri gibi küresel
düzlemde ulusüstü bir kılıfla gerçekleştirilen “İmparatorluk” şeklinde
117
belirmemektedir. Resmi bir imparatorluk yoluyla değil, tekil devletlerin
varlıklarını sürdürdükleri ve küresel kapitalizme katkı koyacak bir biçimde
kendi iç düzenlemelerini ve uluslararası ilişkileri gerçekleştirdikleri bir
emperyalizmden bahsetmek daha anlamlı görünmektedir.
“Buna göre, sermaye kendi yeniden üretimini bölgesellik bazında
sağlama çabasından vazgeçememekle birlikte, bu bölgesellik
artık bir ulus devletle sınırlı değildir. Ancak burada bloklar arası
rekabet yaklaşımından farklı bir durum söz konusudur:
Bloklaşma eğilimine benzetilebilecek gelişmelerin yanı sıra, bu
eğilimsel dönüşümlerle aynı anda, birden çok ulus devletin
Amerika Birleşik Devletleri ile kurduğu girift ilişkiler gündemi
belirlemektedir. Emperyal iktidarın sınırların kalkmasıyla değil
de içiçe geçmesi ile karakterize edilebilecek bu yeni enformel
biçimi yalnızca merkez kapitalist ülkeleri değil, mümkün olduğu
her yerde Üçüncü Dünya’yı da kapsamaktadır (Özdemir, 2011, s.
174-175).”
Bu bağlamda, yeni emperyalizmin neo-liberal politikalar ile bağlantısına
odaklanmak gerekmektedir. Yukarıda bahsedildiği gibi, neo-liberal politika
setleri uluslararası alanda sermaye birikiminin önündeki engelleri aşmak
üzere
ülkelere
sunulan/dayatılan
süreçler
olarak
belirmektedir.
Kapitalizmin 1970’lerdeki krizine çözüm olarak ortaya konulan devlet
biçiminin dönüşümünün eşlik ettiği yeni birikim rejimi, esas olarak
özelleştirmeler ve daha önce metalaşmamış alanlar ile refah devleti
döneminde gayrı-metalaştırılmış alanların metalaştırılması ve yeniden
metalaştırılması eksenlerinin üzerinde konumlanmaktadır.
118
Özelleştirme,
sermayenin
geçmişte
üretilen
artı-değere
yönelmesi
durumudur. Eski birikim dönemlerinde gerçekleştirilen yatırımların
sonucunda biriken toplumsal emeğin, bu yatırımlar ile kurulmuş bulunan
şirketler/kurumlar
aracılığıyla
özel
sektöre
aktarılması
anlamına
gelmektedir.
Metalaştırma süreçleri ise daha önce alım-satım ilişkisine konu olamayan
alanların (su, elektrik dağıtımı, fikri mülkiyet hakları, vb.) bu ilişkiye dahil
edilmesi ile önceki dönemde gayrı-metalaştırılmış, yani sosyal politika
alanının içerisinde kabul edilerek kamu harcamalarına dahil edilmiş
alanların
(eğitim,
sağlık,
vb.)
yeniden
metalaştırılması
olarak
betimlenebilir. Yeni emperyalizm bağlamında, metalaştırma süreçlerinin
önemli bir yeri bulunmaktadır. Artık dünya üzerinde metalaştırılabilecek
her türlü alanı kapsayan bir birikim sürecinden bahsetmek mümkündür.
Uluslararası sermayenin giderek artan temsili doğrultusunda birikim,
dünyanın farklı bölgelerindeki farklı alanlara rahatça yönelebilmektedir.
Harvey’in (2008) “el koyarak birikim” adını verdiği bu birikim, Marksist
yaklaşımda kapitalizmin doğuşu üzerine gerçekleştirilen tartışmalarda
görülebilen “ilkel birikim”in yeni biçimi olarak görülmektedir. Sermaye
küresel çapta değerlenebileceği yeni kar alanları aramaktadır. Önüne çıkan
engelleri ortadan kaldıracak bir devlet biçimi bulunmadığında, devletin
kendisi bir engel teşkil ediyor demektir. Bu durumda da artık insan hakları
ve demokratikleşme söylemleri ile meşrulaştırılan savaş gerekli dönüşüm
için kullanılmaktadır.
Süreç
yukarıda
anlatılanlar
çerçevesinde
okunduğunda
TWAIL
eleştirelliğinin üç ana eksende eleştirel bir incelemesi gerçekleştirilebilir.
İlk olarak, TWAIL sivil toplumcu bir çizgide muhalefetini oluşturmaktadır.
119
Bu anlayışın bir sonucu yönetişime yapılan vurgu iken, diğer bir sonucu da
organik bir bütün olarak devletin karşısındaki sınıfsız bir toplumdaki (bkz.
Natarajan, 2008, s. 66) kimlik savunusu olmaktadır. Yukarıda anlatılanlar
göz önünde bulundurulduğunda sivil toplumcu eleştirelliğin hakim
söylemin sınırları içerisinde kalarak hegemonik konumu içselleştirdiğini
söylemek mümkündür. TWAIL’in pratik hedefleri doğrultusunda bu
içselleştirmenin de kendi içerisinde bir anlamını bulmak mümkündür.
Yaklaşımın iyileştirmeci tutumu gereği hakim söylem içselleştirildiği
takdirde buradan yapılacak eleştiriler12 dinlenme imkanına ulaşmakta ve bu
yolla Üçüncü Dünya halklarının sorunlarının çözüme kavuşturulması
amaçlanmaktadır. Ancak, tezin üçüncü bölümündeki eleştiriler dikkate
alındığı takdirde TWAIL’in aslında kolay değil, zor olan yolu seçtiği
görülmektedir.
Bununla bağlantılı ikinci eksen, devleti organik bir varlık olarak görme
eğilimi şeklinde belirmektedir. Bu şekilde, devletin ve bununla beraber
uluslararası örgütlerin içerisine girebilecek talepler ile bu taleplerin temsil
bulma imkanları analiz dışı bırakılmaktadır. Uluslararası hukukta yapılacak
olan iyileştirmeler için devletin ve uluslararası örgütlerin içerisindeki
bireylere güvenmekten başka bir çaresi bulunmayan yaklaşım, bu bireylerin
neden anılan çözüm önerilerini temsil etmeleri gerektiğini; bu önerilerin
neden diğerlerinden daha iyi varsayılacağı gibi birçok sorunu görmezden
gelmektedirler.
“Birinci Dünya’nın temsilcilerinin yapısal sınırları göz ardı
edilmektedir. Temsilci, adı üstünde bir şeyleri temsil etmektedir;
Bu noktada, Hardt ve Negri’nin muhtelif yerlerde (bkz. Hardt ve Negri, 2008; 2011) vurguladığı
içsellik-dışsallık ikiliğini hatırlamakta fayda vardır. Buna göre İmparatorluk’a dışsal herhangi bir alan
kalmamıştır. Bu nedenle İmparatorluk’un kullandığı bedenler (biyo-iktidarın taşıyıcıları) üzerinden ve
yine içeriden bir muhalefet devrimci dönüşüm için merkeze alınmalıdır.
12
120
kendi adına değil temsil edilen dolayımıyla var olmaktadır.
Temsilci normatif pozisyonları benimseyip, temsil edilenin
menfaatini reddettiğinde temsil ilişkisi de sona erecektir. Temsil
edilene
gelince;
temsil
edilen
organik
varlığını
temsil
ettirmemektedir. Öyle olsa temsil edenle edilen arasındaki ayrım
anlamsızlaşırdı. Temsil edilen belirli bir pozisyonu (toplumsal
konumu) doldurduğu için temsil edilmektedir. Pozisyonlar
kişilere değil nesnel toplumsal ilişkiler içerisinde doldurulan yere
göre belirlenir. Bir başka deyişle, pozisyonun gereğini talep
etmeyen bir temsil edilen, yine bu pozisyonun gereği olarak
temsil edilme iktidarını yitirebilecektir. Temsil edilen menfaati
anlamak için normatif bir tutumun ötesine geçebilmek, temsil
ilişkisini gündeme getiren ilişkilerin belirleyiciliğine eğilebilmek,
temsil edilen menfaati değiştirmek istediğimizde de bu ilişkilere
karşı talepler üretebilmek gerekmektedir (Özdemir, 2011, s. 202203).”
Üçüncü eksen, “emperyalizm” kavramının kullanımı konusunda ortaya
çıkmaktadır. TWAIL düşünürleri, emperyalizm kavramını sık sık
kullanmaktadırlar. Batı’nın “Üçüncü Dünya” ülkeleri ile kurduğu
tahakküm ilişkisini anlamlandıracak biçimde kullandıkları bu kavramın,
kapitalist üretim ilişkileri ile bağlantısına değinmeden, “kültürel” bir
emperyalizm vurgusu yapmaktadırlar.
Oysa Marksist düşüncenin geliştirdiği ve esas kullanımını oluşturduğu
haliyle
emperyalizm,
kapitalizmden,
kapitalist
üretim
ilişkilerinin
belirleyiciliğinden ve artı-değere el konulması için gerekli olan
düzenlemeler bütününden bağımsız düşünülemez. Bu nedenle, TWAIL’in
121
kullandığı emperyalizm kavramının, günümüzdeki dinamikleri açıklamada
bir araç olarak kullanılması mümkün değildir.
Bu alt başlıkta, TWAIL’in merkezindeki Üçüncü Dünya halklarının ya da
azgelişmiş ülke halklarının karşı karşıya oldukları süreç açıklanmaya
çalışılmıştır. TWAIL’in tutumu, süreci açıklamakta yetersiz kaldığı ölçüde,
çözüm üretmek için gerekli araçlardan da yoksun kalacaktır. Bu nedenle,
küresel çaptaki sorunların çözümü amaçlanıyorsa, Marksist ekonomi
politik yaklaşımın araçlarına başvurularak süreç açıklanmalıdır.
3.3. SONUÇ
Tezin bu bölümünün ilk alt başlığında meta-biçim kuramı üzerinden
TWAIL’e içkin iyileştirmeci tutum ve uluslararası hukuka dayandırılan
çözümlerin
sınırlılıkları
eleştiriye
tabi
tutulmuştur.
İyileştirmeci
Yaklaşımlar ile ortak noktaları göz önünde bulundurulduğunda, TWAIL’in
hukukun burjuva biçimini analiz dışı bıraktığı ve bu nedenle Üçüncü
Dünya yararına gerçekleştirilmesini umduğu iyileştirmelerin çözüme
ulaşmak için yetersiz olacağı öne sürülmüştür.
İkinci alt başlık, ekonomi politik perspektif doğrultusunda TWAIL’in
görmezden geldiği “devlet biçiminin dönüşümü” ve “yeni emperyalizm”in
açıklanmasını amaçlamıştır. Bu şekilde, TWAIL’in beklediği çözümlerin
olanaklılığı tartışmaya açılmıştır ve yaklaşımın tutumundan farklı bir
eleştirelliğin mümkün ve gerekli olduğunu ortaya koymak hedeflenmiştir.
122
Tezin sonuç bölümü, genel bir değerlendirme ile birlikte, tez içerisinde
açığa çıkan önemli noktaların vurgulanması amacını taşımaktadır.
123
SONUÇ
Tezin sonuç bölümü, tezin bütünsel açıdan kısa bir değerlendirmesi ile
başlayacaktır. Ardından, tezin yaklaşımı doğrultusunda açığa çıkan önemli
noktaların belirtilmesi ve bu noktaların detaylandırılması amaçlanmıştır.
Son olarak, tezin gerçekleştirdiği inceleme doğrultusunda, daha sonraki
çalışmalar için nasıl bir zemin oluşturabileceği ortaya konulmaya
çalışılacaktır.
Tezin inceleme nesnesi “Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları
– TWAIL”, uluslararası akademik düşünce içerisinde çok fazla üzerine
düşülmeyen bir konuya, uluslararası hukuk teorisine eğilmiştir. Bu nedenle,
yaklaşıma mensup düşünürlerin oluşturdukları bütünsellik çok büyük yankı
uyandırmamış olsa da, ortaya incelenmeye değer bir yaklaşım çıkmıştır.
Zira ilk elde uluslararası hukukun küresel ilişkiler açısından önemine vurgu
yapılması ve ikinci olarak da bunu “Üçüncü Dünyacı” bir okumayla
gerçekleştirme iddiası dikkate değerdir. Bununla birlikte, üçüncü bir boyut
da yaklaşımın öncüllerinin (postkolonyalizm ve postmodernizm temelli
Eleştirel Hukuk Çalışmaları-İyileştirmeci Yaklaşımlar) günümüzde hakim
eleştirel paradigma olma iddiasının sorgulanması için TWAIL’in elverişli
bir alan oluşturmasıdır.
Tezin bütününden de anlaşılacağı üzere, tezin esas amacı TWAIL’in
içerimlerini ortaya koyarak bir tanıtımını gerçekleştirmek değil; yaklaşımı
eleştirel bir incelemeye tabi tutarak hakim paradigmanın unsurlarının ifşa
edilmesidir. Bu şekilde hakim söylem ile anılan eleştirelliğin arasındaki
ilişkinin açığa çıkarılmasının ve eleştirinin alması gereken biçimin ne
124
olabileceğine
dair
bir
öneride
bulunmanın
mümkün
olduğu
düşünülmektedir.
Yukarıda belirtilen amaç doğrultusunda tezin ilk bölümü, TWAIL’in ortaya
çıktığı koşulları ve düşünsel evreni incelemeye adanmıştır. Birinci bölümün
ilk alt başlığında, TWAIL’in barındırdığı eşitsizliklerden şikayetçi olduğu
uluslararası hukukun başlangıcı ve tarihi üzerine kısa bir tartışma
yürütülmüştür. Uluslararası hukukun başlangıcını kapitalist üretim
ilişkilerinin hakim hale gelişiyle işaretlemek ve tarihsel dönemselleştirmeyi
de aynı yaklaşım üzerinden gerçekleştirmek, TWAIL’in yönteminin açığa
çıkarmakta yetersiz kalacağı dinamikleri gözler önüne sermek için gerekli
görünmektedir.
İkinci alt başlık, küresel çapta azgelişmişlik durumunu belirleyen unsurları
ortaya koymayı amaçlamıştır. Ekonomi politik perspektiften eski Üçüncü
Dünyacılığın oluştuğu koşullar ve sonrasındaki dönüşüm ile meydana gelen
yeni küresel ortam incelenmiştir. Bu süreçte, kapitalist üretim ilişkilerinin
ve dolayısıyla emeğin toplumsal konumunun dönüşümüne ek olarak
küresel çapta gerçekleşen “uluslararasılaşma” olgusuna değinilmiştir.
Üçüncü alt başlık, bir önceki alt başlığın incelemeye aldığı koşullardaki
dönüşümün, “Üçüncü Dünya”yı mümkün olmaktan çıkarıp çıkarmadığına
odaklanmıştır. İçinde bulunulan küresel ortamda böyle bir bütünlüğün
analiz birimi olarak kullanılmasının yanında, pratik hedeflere yönelik bir
biçimde araçsallaştırılmasının sınırlılıkları tartışılmıştır.
Birinci
bölümün
dördüncü
alt
başlığı,
TWAIL’in
tutumunun
belirleyicilerinden olan postkolonyalizm ve kültürelcilik eleştirisine
ayrılmıştır. Ekonomi politik yaklaşımın terk edilmesi ile birlikte sosyal
125
bilimlerde hakim söylemin unsurlarından biri olarak öne çıkan kültürelci
paradigmanın açıklayıcılığı sorgulanmıştır. Belirtilmelidir ki, ekonomi
politik yaklaşımı dışlamayan ve Marksist eleştirelliğin araçlarını kullanan
bir kültürel analiz, gerekli ve bilimsel çabayı geliştirici niteliktedir. Ancak
kültürelcilik, bu tutumun karşısında yer almakta ve somut gerçekliğe
yaklaşılmasının önünü kapatmaktadır.
Birinci bölümün ortaya koyduğu tarihsel ve düşünsel arka plan
doğrultusunda, ikinci bölüm TWAIL’in incelenmesini amaçlamıştır. Bu
bölümün ilk alt başlığında yaklaşımın öncülleri olan postkolonyalizm ve
İyileştirmeci Yaklaşımlar’ın içerimlerine değinilmiş ve TWAIL ile
aralarındaki ilişki belirtilmiştir. Ardından TWAIL’i bütünleştiren unsurlar
ortaya konulmuştur.
İkinci bölümün ikinci alt başlığında ise, pratik hedefler doğrultusunda
teorik üretimde bulunan TWAIL’in ve çağrısına cevap veren düşünürlerin,
uluslararası hukukta Üçüncü Dünya bağlamındaki sorun tespitlerine ve
çözüm önerilerine yer verilmiştir. Bu alt başlıkta, TWAIL düşünürlerinin
eğilimi soyut önerilerde bulunmak olduğundan, daha çok dışarıdan cevap
veren düşünürlerin (Chimni ve Amin) somut önerileri özetlenmiştir.
Tezin üçüncü ve son bölümünde, TWAIL’in ve öncüllerinin eleştirilerine
yer verilmiştir. İlk olarak, birinci alt başlıkta “uluslararası hukukun metabiçim teorisi” üzerinden yaklaşımın eleştirisi gerçekleştirilmiş, bu şekilde
uluslararası hukuk üzerinden yapılacak iyileştirmenin sınırlılıkları ortaya
konulmaya çalışılmıştır.
İkinci alt başlık ise ekonomi politik perspektif ve Marksist devlet kuramına
yaslanarak mevcut küresel ilişkileri açıklamayı hedeflemiştir. Bu nedenle,
126
yönetişim kavramı incelenmiş; kavramın işaret ettiği devletin ve sınıfsal
temsil ilişkilerinin dönüşümüne (devletin uluslararasılaşmasına) değinilmiş
ve “yeni emperyalizm” kavramının süreci açıklamak için önemine vurgu
yapılmıştır. Bu şekilde, TWAIL’in çözüm önerilerinin temelini oluşturan
“uluslararası yönetişimin demokratikleştirilmesi” talebinin anlamı ortaya
konulmuş; bununla bağlantılı olarak sivil toplum-devlet ikiliği yaklaşımı
eleştirilmiş ve postkolonyalist düşünce ile TWAIL’in “emperyalizm”
kavramsallaştırmasının açıklayıcılığı sorgulanmıştır.
Tezi yukarıdaki gibi değerlendirmek mümkün olmakla birlikte, bu
değerlendirmeyi
tamamlayacağı düşünülerek birkaç temel noktaya
değinilecektir.
Bu noktalardan ilki, B. S. Chimni’nin (1993; 2006) konumudur. Öncelikle
belirtilmelidir ki, tezde kullanılan iki eseri arasında (Anghie ile ortaklaşa
kaleme alınan dışarıda tutulursa) Chimni’nin yaklaşımı dönüşüme
uğramıştır. 1993 tarihli çalışmasında net bir Hümanist Marksist tutum
sergilerken, 2006 yılındaki çalışmasında TWAIL ile yakınlaşmış ve
örneğin; devrim yerine reformu önermiştir. Buna rağmen, tezin ortaya
koyduğu çerçeveye sadık kalınacak olursa, Chimni’yi (düşünür birçok
yerde yaklaşımın içerisinde anılsa; hatta kendisi de bu duruma karşı
çıkmasa dahi) TWAIL düşünürleri arasında saymak doğru olmayacaktır.
Gerçekte, tamamıyla eklektik bir çerçeve çizen TWAIL’in sınırlarını
belirlemek çok zorlayıcı olmaktadır. Buna yaklaşımın teorik ittifak
stratejisi eklendiği takdirde, ortada birtakım düşüncelerin ve düşünürlerin
tutarsızca bir araya geldiği bir merkezden başka bir şey bulunmamaktadır.
Ancak, Chimni’nin ve hatta Amin’in, TWAIL’i eklektik, tutarsız ama
127
bütünsel bir yaklaşım olarak kavramak için önemli fikir insanları oldukları
düşünülmektedir.
Chimni ve Amin, tarihsel süreci ve uluslararası hukukun tekabül ettiği
toplumsal ilişkileri anlamlandırma ve açıklama aracı olarak Marksist
perspektifi kullanmaktadırlar. Ancak TWAIL’e dahil düşünürlerin çoğunun
Marksist (ve ekonomi politik) perspektifi kullanmak bir yana, doğrudan
Marksizm
karşıtı
oldukları
belirtilebilir.
TWAIL’in
en
önemli
belirleyenlerinden olan ve tezde kültürelcilik olarak ortaya konulan tutum,
Chimni ve Amin ile bağdaşmaz niteliktedir. Bu nedenle, her ne kadar bu iki
düşünür de TWAIL ile benzer (uluslararası hukuk alanında incelemeler
gerçekleştirip, bu alan üzerinden iyileştirmeler yapmak gibi) hedefleri
paylaşıyor olsalar da, yaklaşım ile ayrışmaktadırlar.
Ancak, bu iki düşünürün konumunu açıklama ihtiyacı, Marksizm içerisinde
de çoğu zaman tartışmalı olan eleştirel bilimselliğin niteliği ve teori-pratik
arasındaki ilişki sorununa işaret etmektedir. Tezin sahiplendiği duruştan
bakıldığında, kuramsal açıklayıcılığın pratik hedeflerin hizmetine doğrudan
sunulması durumunda eklektizme düşülmesi olasılığı çok yüksektir. Pratik
hedefler doğrultusunda eleştirel bilimi sahiplenen düşünürler için bu bir
sorun olarak görülmeyebilir. Hatta bunun sorun olarak görülmesinin
“devrimci pratiğin terkedilmesi” olarak görüldüğü durumlar da olabilir.
Ancak, hakim söylemin iç tutarlılığa sahip olmak gibi bir zorunluluğu
bulunmamakta iken; üretim ilişkilerini dönüştürmek gibi zorlu bir hedefe
yönelmiş olan eleştirel bilimselliğin tutarlı olmakla yükümlü olduğunu
düşünmek gerekmektedir. Toplumsal ilişkilerin açıklanması ve anlaşılması,
onları dönüştürmenin ön koşulu olarak görülmelidir. Kendisini eleştiren ve
128
dışarıdan gelecek eleştiriler doğrultusunda da dönüşüme açık olan
Marksizm için, tutarlılık esastır.
İkinci nokta, uluslararası alanda hakim eleştirel paradigma olarak görülen
postmodernizm ile ilgilidir. Postmodernist düşünce, karşısına aldığı
modernizm ve kurumlarını eleştirmekte, modernizmin baskı altında
tuttuğunu
iddia
ettiği
“ötekileştirilmiş”
kimliklerin
savunusunu
eleştirelliğinin merkezine oturtmaktadır. TWAIL’in de kendisini bir
“ötekilik” üzerinden; Avrupalı/Batılı olmama hali üzerinden inşa ettiği göz
önünde bulundurulduğunda, bu durumun incelenmesi önemli hale
gelmektedir.
Postmodernist düşünce, ulus-devletin tektipleştirici politikalar uygulamış
olduğunu ve modernizmin hakimiyeti süresince topumun içerisindeki
“farklı”
unsurların
gelişme/ilerleme
uğruna
dışlandığını
ya
da
baskılandığını öne sürmektedir. Buna göre, Aydınlanmacı kategoriler,
farklı olanın ötekileştirilmesine zemin sağlamış, bir özgürlükler alanı
olarak sivil toplum devlet karşısında ikinci konumda bırakılmıştır. Bu
nedenle artık baskıcı devletin geri çekilmesi ve sivil toplumun bir
özgürlükler alanı olarak öne çıkması gerekmektedir.
Tezin
içerisinde
postkolonyalizm üzerine belirtilenler ile birlikte
düşünüldüğünde, bu düşüncenin kolektif kimlikleri ve kapitalizme karşı
geliştirilen
radikal
muhalefeti
dışladığı
hatta
direk
karşısında
konumlandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Postmodernist düşünceye
göre, bu tür (sınıf gibi) bütünleştirici kimlikler, farklılıkları dışlama ve
oluşturulan bütünü tektipleştirme eğilimindedir. Kolektif kimlikler yerine
bireylerin kendilerini özgürce ifade edebilecekleri kimlikler üzerinden
muhalefet etmeleri gerektiğini öne süren bu düşünce, sivil toplumu
129
özgürlükler alanı olarak, organik bir bütünlük olarak gördüğü devletin
karşısında olumlamaktadır.
Yukarıda bahsedilen tutumun, kapitalizmin dönüşümüyle uyum içerisinde
olduğunu söylemek mümkündür. Kolektif kimliklerin reddi, kapitalizmin
refah devleti döneminde emeğin anayasallaşması ile içermiş olduğu sınıfsal
kimlik ve kolektif hakların bireysel kimlik ve haklar ile sınırlandırılmasını
(bu hakların da özel mülkiyetten ayrı düşünülememesini) amaçlayan neoliberal politika ile örtüşmektedir.
Bunlara ek olarak, modernitenin “ötekileştirdiği” kimliklerin doğrudan
savunusu, toplumsal eşitsizliklerin çözülmesi için bir araç olarak
gözükmemektedir. Bu şekilde postmodernizmin savunduğu şey, ideoloji ile
karşılaşan, kendisine “özne” olarak seslenilen taşıyıcıların (bkz. Althusser,
2008) bu ideoloji ile “karşı-özdeşleşmesi”nden başka bir anlam
taşımamaktadır. TWAIL örneğinde bu durum, Avrupamerkeziyetçi ideoloji
ile
karşılaşan
bireylerin
kendilerini
“Avrupalı-olmayan”
olarak
betimleyerek, bir “olmama durumu” üzerinden belirlemeleri anlamına
gelmektedir. TWAIL’in “Üçüncü Dünya” olarak işaretlediği coğrafyada
yaşayan halklar için önerdiği çözüm önerisi aslında hakim ideolojinin
yeniden-üretilmesi sonucuna varmaktadır. Oysaki bilimsel çaba bu
ideolojiyi kırmalı, söylem-dışı unsurları kuramsal analizinde hesaba
katmalıdır.
Son olarak değinilmesi gereken nokta, tezin yaklaşımına ilişkindir. Bu
yaklaşım, bir söylemin incelenmesi esnasında o söylemin dışarıda bıraktığı
unsurların da sosyal bilimlerin ilgi alanına dahil olduğunu varsaymaktadır.
Başka bir deyişle, bir söylemin yalnızca somut gerçekliği düşüncedeki
gerçekliğe aktarma imkanlarıyla değil aynı zamanda somut gerçekliğin
130
temsilini engelleme kapasitesiyle de düşünsel üretimi belirleyeceği
önvarsayımına dayanarak belirli bir analiz biçiminin teorik alanda neden
diğerlerinin önüne geçtiğini anlamlandırmak önemli görünmektedir.
Bu nedenle, tezin yazılışı sürecinde, TWAIL’in dışarıda bıraktığı
unsurların açıklayıcı ve eleştirel bir bilimsellik için belirtilmesi gerektiği
düşünülmüştür. Bu şekilde hem TWAIL’in incelediği süreçlerin, söylemin
görmezden geldiği yönleriyle de ele alınmasının mümkün olacağı, hem de
bu unsurları dışarıda bırakan TWAIL’in yerleştirilmesi gereken düşünsel
zeminin ortaya konulabileceği umulmuştur.
Belirtilmelidir ki, küresel alandaki olguları eleştirel bilimsel bir temelde
açıklayabilmek için söylem-dışını yani somut gerçekliği teorik hesaplara
dahil etmek gerekmektedir. Ancak bu şekilde, küresel ve yerel
eşitsizliklerin ortadan kalkması için zemin oluşturulabilecektir.
131
KAYNAKÇA
Akbulut, Ö. Ö. (2007). Küreselleşme, Ulus-Devlet ve Kamu Yönetimi.
Ankara: Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü.
Althusser, L. (2008). Yeniden Üretim Üzerine. (A. Işık Ergüden- Alp
Tümertekin, çev.). İstanbul: İthaki Yayınları.
Amin, S. (2006). Whither the United Nations? Bartholomew, A. (der.)
Empire’s Law: The American Imperial Project and the ‘War to
Remake the World’ (340-365) içinde. Londra: Pluto Press.
Anderson, P. (1974). Lineages of the Absolutist State. New York: Verso.
Anghie, A. (2005). Imperialism, Sovereignty and the Making of
International Law. Cambridge: Cambridge University Press.
Anghie, A. ve Chimni, B.S. (2003). Third World Approaches to
International Law and Individual Responsibility in Internal Conflicts.
Chinese Journal of International Law, 2 (1), 77-103.
Badiou, A. (2006). Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme. (Tuncay
Birkan, çev.). İstanbul: Metis.
Baxi, U. (2005). The Future of Human Rights. New York: Oxford
University Press.
Bhuta, N. (2006). A New Bonapartism? Bartholomew, A. (der.) Empire’s
Law: The American Imperial Project and the ‘War to Remake the
World’ (193-216) içinde. Londra: Pluto Press.
132
Blaut, J. M. (1999). Marxism and Eurocentric Diffusionism. Chilcote, R.
(der.) The Political Economy of Imperialism: Critical Appraisals
(127-140) içinde. Boston: Kluwer Academic Publishers.
Blaut, J. M. (2000). Eight Eurocentric Historians –The Colonizer’s Model
of the World-, Cilt 2. New York: The Guilford Press.
Bowring, B. (2008). Positivism versus Self-determination: Contradictions
of Soviet International Law. Marks, S. (der.) International Law On
The Left:
Re-examining
Marxist
Legacies
(133-169) içinde.
Cambridge: Cambridge University Press.
Chimni, B. S. (1993). International Law and World Order: A Critique of
Contemporary Approaches. Londra: Sage Publications.
Chimni, B. S. (2006). Third World Approaches to International Law: A
Manifesto. International Community Law Review, 8, 3-27.
Chossudovsky,
M.
(1999).
Yoksulluğun
Küreselleşmesi.
(Neşenur
Domaniç, çev.). İstanbul: Çiviyazıları.
Dirlik, A. (2010). Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü
Dünya Eleştirisi. (Galip Doğduaslan, çev.). İstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi.
Eagleton, T. (2011). Marx neden Haklıydı? (Oya Köymen, çev.). İstanbul:
Yordam Kitap.
Ercan, F. (2003). Gelişme Yazını Açısından Modernizm, Kapitalizm ve
Azgelişmişlik. İstanbul: Sarmal.
133
Falk, R. (1983). The End of World Order: Essays on Normative
International Relations. New York: Holmes and Meier Publishers.
Fanon, F. (2007). Yeryüzünün Lanetlileri. (Şen Süer, çev.). İstanbul:
Versus.
Fidler, D. P. (2003). Revolt Against or From Within the West? TWAIL, the
Developing World, and the Future Direction of International Law.
Chinese Journal of International Law, 31, 29-75.
Fitzpatrick, P. (2003). ‘Gods would be needed...’: American Empire and
the Rule of (International) Law. Leiden Journal of International Law,
16 (3), 429-466.
Frank, T. M. (2003). What Happens Now The United Nations After Iraq.
American Journal of International Law, 97 (3), 607-620.
Gathii, J. T. (2000). Rejoinder: Twailing International Law, Michigan Law
Review, 98, 2066-2067.
Hardt, M. ve Negri, A. (2003) Dionysos’un Emeği: Devlet Biçiminin Bir
Eleştirisi (Ertuğrul Başer, çev.). İstanbul: İletişim.
Hardt, M. ve Negri, A. (2008). İmparatorluk. (Abdullah Yılmaz, çev.).
İstanbul: Ayrıntı.
Hardt, M. ve Negri, A. (2011). Çokluk: İmparatorluk Çağında Demokrasi
ve İmparatorluk (çev. Barış Yıldırım), İstanbul, Ayrıntı.
Harris, N. (1986). The End of the Third World: Newly Industrialising
Countries and the Decline of an Ideology. Londra: Penguin.
134
Harvey, D. (2008). Yeni Emperyalizm. (Hür Güldü, çev.). İstanbul: Everest
Yayınları.
Hobsbawm, E. J. (2005). Devrim Çağı. (Bahadır Sina Şener, çev.). Ankara:
Dost Kitabevi.
Jessop, B. (2002). The Future of the Capitalist State. Cambridge: Polity
Press.
Jessop, B. (2008). Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak.
(Ahmet Özcan, çev.). Ankara: Epos.
Kennedy, D. (1986). Primitive Legal Scholarship. Harvard International
Law Journal, 27 (1), 1-98.
Koskenniemi, M. (2005). From Apology to Utopia. Cambridge: Cambridge
University Press.
Koskenniemi, M. (2008). What Should International Lawyers Learn from
Karl Marx?. Marks, S. (der.) International Law On The Left: Reexamining Marxist Legacies (30-53) içinde. Cambridge: Cambridge
University Press.
Lenin, V. I. (1993). Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları. Ankara:
Sol Yayınları.
Lenin, V. I. (2007). Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı. Ankara: Sol
Yayınları.
Lenin, V. I. (2009). Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması.
Ankara: Sol Yayınları.
135
Lipietz, A. (1987). Mirages and Miracles: The Crises of Global Fordism.
Londra: Verso.
Magdoff, H. (2006). Sömürgecilikten Günümüze Emperyalizm. (Erdoğan
Usta, çev.). İstanbul: Kalkedon.
Mickelson, K. (1998). Rhetoric and Rage: Third World Voices in
International Legal Discourse. Wisconsin International Law Jorunal,
16, 353-419.
Miéville, C. (2005). Between Equal Rights: A Marxist Theory of
International Law. Leiden: Brill Academic Publishers.
Miéville, C. (2008). The Commodity-Form Theory of International Law.
Marks S. (der.), International Law on the Left: Re-examining Marxist
Legacies (92-132) içinde. Cambridge: Cambridge University Press.
Mutua, M. (2000). What is TWAIL? Proceedings of the 94th Annual
Meeting of the American Society of International Law (April 5-8, 2000
Washington, DC.), 31-38.
Natarajan, U. (2008). The 2003 Iraq Invasion and the Nature of
International Law: Third World Approaches to the Legal Debate.
Yayınlanmamış doktora tezi. Australian National University.
Okafor, O. C. (2005). Newness, Imperialism, and International Legal
Reform in Our Time: A TWAIL Perspective. Osgoode Hall Law
Journal, 43 (1 & 2), 171-191.
Okafor, O. C. (2008). Marxian Embraces (and De-couplings) in Upendra
Baxi’s Human Rights Scholarship: A Case Study. Marks, S. (der.),
136
International Law on the Left: Re-examining Marxist Legacies (252280) içinde. Cambridge: Cambridge University Press.
Öngen, T. (1996). Prometheus’un Sönmeyen Ateşi: Günümüzde İşçi Sınıfı.
İstanbul: Alan Yayıncılık.
Özdemir, A. M. (2010). Ulusların Sefaleti: Uluslararası Ekonomi Politiğe
Marksist Yaklaşımlar. Ankara: İmge.
Özdemir, A. M. (2011). Güç, Buyruk, Düzen. Ankara: İmge.
Özdemir, A. M. (2012). Uluslararası Hukukun nesnesi ve Tarihi Üzerine
Deneme. Yayımlanmamış makale. Ankara.
Özdemir, A. M. ve Aykut, E. (2011). Liberalizm ve Haklar. Bürkev, Y.,
Özuğurlu, M., Özdek, Y., Elgür, E.V. (der.), Kuramsal ve Tarihsel
Boyutlarıyla Hak Mücadeleleri I (297-310) içinde. Ankara: NotaBene
Yayınları.
Özuğurlu, Metin. (2003).
Sosyal Politikanın Dönüşümü ya da Sıfatın
Suretten Kopuşu. Mülkiye, 239, 59-75.
Panitch, L. ve Gindin, S. (2004). Global Capitalism and American Empire.
Socialist Register 2004, 1-42.
Panitch, L. ve Gindin, S. (2006). Theorizing American Empire
Bartholomew, A. (der.), Empire’s Law: The American Imperial
Project and the ‘War to Remake the World (21-43) içinde. Londra:
Pluto Press.
137
Pashukanis, E. B. (2002). Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm. (Onur
Karahanoğulları, çev.). İstanbul: Birikim.
Pasukanis, E. B. (2005). International Law. Mieville, C. (yaz.) Between
Equal
Rights: A Marxist Theory of International Law (321-335)
ekinde, Leiden: Brill Academic Publishers.
Rajagopal, B. (2003). International Law from Below: Development, Social
Movements and Third World Resistance. Cambridge: Cambridge
University Press.
Rajagopal, B. (2006). Counter-Hegemonic International Law: Rethinking
Human Rights and Development as a Third-World Strategy. Third
World Quarterly, 27(5), 767-783.
Said, E. W. (2010). Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları. (Berna Ülner,
çev.). İstanbul: Metis.
Sands, P. (2005) Lawless World: America and the Making and Breakikng
of International Rules, Londra, Penguin Books.
Sunter, A. F. (2007). TWAIL as a Naturalised Epistemological Inquiry.
Canadian Journal of Law and Jurisprudence, 20 (2), 475-507.
Wallerstein, I. (2009). Liberalizmden Sonra. (Erol Öz, çev.). İstanbul:
Metis.
Yücesan-Özdemir, G. ve Özdemir, A. M. (2008). Sermayenin Adaleti:
Türkiye’de Emek ve Sosyal Politika. Ankara: Dipnot.
Zabcı, F. (2009). Dünya Bankası: Yanılsamalar ve Gerçekler. İstanbul:
138
Yordam Kitap.

Benzer belgeler