İndir - Atılım Üniversitesi | Hukuk Fakültesi

Transkript

İndir - Atılım Üniversitesi | Hukuk Fakültesi
TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİ ÇERÇEVESİNDE
NAMUS, BELLEK VE KISKANÇLIK KAVRAMLARI
08.03.2013 tarihinde gerçekleştirilen “Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Namus,
Bellek ve Kıskançlık Kavramları” konulu konferans metnidir.
Konuşmacılar:
Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin (Atılım Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve
Edebiyat Bölümü Öğretim Görevlisi)
Selmin Kuş (Hacettepe Üniversitesi TÖMER Yabancılar için Türkçe Okutmanı)
A. Aslı Şimşek (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi)
Aytöre Özdemir (Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi 4. Sınıf Öğrencisi)
Sunucu: Atılım Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezimizin
düzenlemiş olduğu “Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Namus, Bellek ve
Kıskançlık Kavramları” paneline hoş geldiniz. 8 Mart 1857 tarihinde New York’ta 40
bin dokuma işçisinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi istemiyle greve başladı.
Polisin saldırması, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi sonrasında da çıkan yangın
sonucunda çoğu kadın olmak üzere 129 işçi can verdi.
1910 yılı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında kadın işçilerin bu
katledilişinin anılması için 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak ilân edildi.
1977 yılında Birleşmiş Milletlerin tanımladığı uluslararası bir gün hâline geldi. Bu tarih
zamanla ölen işçileri anlamının ötesinde kadın hakları, kadına yönelik şiddet ve
ayrımcılık gibi konuların daha çok gündeme gelmesini sağlamıştır.
Bugün hukuk ve edebiyat disiplininden de yararlanarak toplumsal cinsiyet
bağlamında kadın hakları bakımından son derece önemli olan namus, bellek ve
kıskançlık kavramları Atılım Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve
Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Lerzan Gültekin başkanlığında tartışmaya
açılacaktır. Oturum Başkanı Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü
Sayın Doç. Dr. Lerzan Gültekin ile konuşmacılar Hacettepe Üniversitesi TÖMER
Yabancılar için Türkçe Okutmanı Sayın Selmin Kuş, Atılım Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Öğretim Görevlisi Sayın Aslı Şimşek, Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi 4.
Sınıf Öğrencisi Sayın Aytöre Özdemir’i kürsüye davet ediyorum.
Doç. Dr. Lerzan Gültekin: Bugünkü panelimizin konusu “namus, bellek ve
kıskançlık”. Şimdi birazdan konuşmacılarımız bu konuyu iyice irdeleyecekler ama ben
oturum başkanı olarak onları takdim etmeden önce izninizle namus ve kıskançlık
üzerine birkaç genel giriş anlamında sözcük söylemek istiyorum.
Bilindiği gibi namus Türk toplumunda önem taşıyan bir değerdir ve kadın cinsiyeti
üzerinde katı bir denetim kurulmasına hizmet etmektedir. Kadınların namus
kurallarına uyması, edepli giyinmekten ve davranmaktan, evlenene dek bekâretini
korumaya, çocuk yaşta görücü usulüyle evlendirilmekten, ailesi ya da akrabaları
eşliği olmaksızın evden çıkmamaya kadar çeşitlilik gösteren bir dizi kurallar
1
yelpazesine uyması demektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ise namus kavramı
töre adını alarak tüm aile üyelerinin namus kuralına uymasını sağlar. Bu nedenle töre
kurallarına uymamak o aile için bir utanç kaynağı, bir leke olarak adlandığı için utanç
kültürünün egemen olduğu bu bölgelerde cezası ölümdür. Töre ya da namus
yalnızca kadını kontrol altına alıp baskılasa da aslında erkeği de bağlar. Onu
öldürtmeye iter, çünkü bu düzenin bekçileri olan erkekler de bu kuralın gereğini
yerine getirmek zorunda olduklarından çekinmeden namus temizleme adı altında
cinayet işleyebilmektedirler. Dolayısıyla namus kurallarına uymak özellikle aşiret
içinde töre adı altında etki alanı daha da genişleyerek kadınların şiddetten kaçmasını
zorlaştırmaktadır.
Namus ya da töre cinayetlerinin kadına yönelik diğer şiddet biçimlerini ayıran en
önemli unsur bu cinayetlerin tasarlanarak işlenmesidir. Bu cinayetler genellikle başka
erkeklerle birlikte olduğuna inanılan bir kadına yönelik olarak verilen ceza şeklinde
yansıtılsa da aslında bu cinayetlerin işlenme biçimi, tasarlanışı ve genellikle
kandırılması daha kolay olan ve yaşı daha genç olduğu için az bir ceza alacağı
düşünülen genç erkeklere işlettirilmesi bu eylemlerin tümünün esasen ataerkil
imtiyazlar düzenini sürdürmek amacıyla kadınlara korku salarak sürdürmek
maksadıyla yapıldığını ortaya koymaktadır. O kadar ki utanç olarak kabul verilen bu
davranışın kanıtlanmasının bir önemi de yoktur. Ufak bir söylenti bile ailenin sosyal
konumuna meydan okuması demek olduğu için bir utanç kaynağıdır ve ancak
cinayetle temizlenebilir.
Özetle söyleyecek olursak bilinçleri ve bellekleri namus kavramı ile biçimlendirilen bu
erkekler kolayca kıskançlık bahanesiyle kadınların üzerinde baskıyı veya kontrolü
hatta şiddeti arttırmaktadır. Yapılan araştırmalar kıskançlığında önemli bir şiddet
uygulama nedeni olduğunu göstermiştir. Bir başka deyişle suçun işlenmesiyle
toplumsal, kültürel etkenlerde rol oynamaktadır.
Selmin Kuş, 1984 yılında Balıkesir Gönen’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türkçe
Öğretmenliğini bitirdi. Ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Yüksek
Lisans Programından Edebiyat ve Müze, Bir Roman ve Müze olarak Masumiyet
Müzesi başlıklı teziyle mezun oldu. Bir süre Türkçe Öğretmenliği yaptı. Diksiyon ve
Beden Dili dersleri verdi. Çeşitli uluslararası sempozyumlara katıldı. 2011 yılında
İstanbul Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatındaki eğitimini yarım bırakarak
Ankara’ya yerleşti. Hâlen Hacettepe Üniversitesi Yabancılara Türkçe Biriminde
Türkçe dersleri vermekte ve aynı üniversitede doktora derslerine devam etmektedir.
Kendisinin bir hayli uluslararası ve ulusal bilimsel toplantılarda sunulmuş bildirileri
var. Birkaç tanesini hemen söyleyeyim, Anayurt Otelinde Bir Yalnız: Zedercet bu
basım aşamasındaymış. Uluslararası bir bilim kategorisi olarak Kadın
Sempozyumunda Edebiyat Dil, Kültür, Sanat ve Peyzaj, Tasarım çalışmaları, Kadın
Sempozyumunda Murathan Mungan’ın Hayat Hanım tarih öyküsünün temyiz biçem
bilimsel yaklaşımla incelenmesi, yine bir başka Kadınların İstanbul’u, İki İngiliz
Kadının gözünden İstanbul’un Kadınları türünde yazıları vardır. Kendisi bellek
üzerine konuşacak.
Selmin Kuş: Toplumsal cinsiyet rollerine farklı açılardan baktığımız bugün benim
payıma düşen de “bellek” oldu. İnsanlık tarihi bir kadını delicesine seven hatta bazen
öldüresiye seven erkeklerle ve onların hikâyeleriyle doludur. Erkeğin sevgisinde
baskın olan erktir, elde etme, sahip olma daha ön plandadır. Kadınlar için dövüşürler,
2
savaşlar yaparlar, yaylalara girerler amaç onu elde etmektir. Çoğu zaman kadınını
onu sevip sevmediği önemli bile değildir. Tarihteki ünlü Truva Savaşı’nda bir kadın
için çıkmıştır bunu hepimiz biliyoruz. Ancak ben bugün erkeklerin yaptığı
savaşlardan, yağmalardan, talanlardan ve cinayetlerden bahsetmek yerine biraz
daha onlara haksızlık etmemeyi, sadece nedir onların kadınlar uğruna yaptığı
yazıtlardan, belleksiz ve dilsiz yazıtlardan bahsetmek istiyorum.
Bunlardan bir tanesi de “Masumiyet Müzesi” ve bir diğeri de Babür İmparatoru Şah
Cihan’ın eşi için yaptırdığı “Tac Mahal” çok eşsiz bir eser, yine bunun edebiyat
dünyasındaki yansıması gibi algılanabilecek olan bizim edebiyatımızda Abdülhak
Hamit’in “Makber” şiiri Tac Mahal’in edebî kültürdeki yansıması gibidir. Bunun dışında
edebiyat dünyasında, sanat dünyasında, mimaride çok vardır, ama edebiyatta bu
kadınların erkekler tarafından dize getirilen kadınların sayısını tahmin etmek bile çok
güçtür. Dağları delen Ferhat, çölleri geçen Mecnun’la başlayabiliriz muhteşem bu
erkek karakterlere.
Bunlardan bir tanesi de İstanbul’da sevdiği kadın uğruna bir müze kuran Kemal’dir,
Orhan Pamuk’un Kemal karakteri ve yine diğer kadınlara farklı bir açıdan bakıp
bunları yeniden düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum. Nazım’ın Piraye’si Vera’sı
Kafka’nın Milana’sı Aragon’un Elsa’sı olmasaydı, onlar bize bu kadınları
anlatmasalardı, dünya edebiyatı gerçekten eksik kalırdı diye düşünüyorum. Bu
kadınlarla ilgili bize şairler, yazarlar anlatsalar biz bu kadınları ne kadar tanıyoruz,
sadece erkek yazarların bize anlattığı kadarıyla. Gerçekten ölümüyle kocasına
Abdülhak Hamit’e “Makber” şiirini yazdıran Fatma Hanım ayrıca bunları eşine karşı
besliyor muydu ya da Şah Cihan’ın eşi Mümtaz Hanım Şah Cihan’ı onun kadar
seviyor muydu? Erkeklerin sevgisinde şiddet olmasa bile bir güç gösterisi olduğunu
görüyorum, o eşsiz yapıtlar, o enfes şiirler, romanlar bunda bile bir benim, ben
güçlüyüm, seni bu kadar seviyorumu görüyorum ve Masumiyet Müzesi de bunlardan
bir tanesi.
Basında yansıdığı şekliyle herkes şöyle biliyor, Masumiyet Müzesini. Aşkından müze
yaratan adamın müzesi ya da aşkından müze yaratan ve bir kitap yazan adamın
romanı çünkü okumayanlara çok kısa özetlemek istiyorum: Nişantaşılı 30 yaşındaki
zengin Kemal, 18 yaşındaki yoksul güzel ve uzak bir akrabasına aşık olur. Genç kız
yani Füsun masumca duygularla Kemal’e âşık olur. Oysa Kemal o sıralarda sadece
gönül eğlendirme derdindedir. Zengin ve kültürlü kendi sınıfından bir kızla
nişanlanmak üzeredir ve nişanlanır. Füsun duygularıyla oynandığını düşünerek
Kemal’den uzaklaşır, bir süre. İzini kaybettirir 2 yıl kadar Kemal onu kaybettikten
sonra onu aslında gerçekten sevdiğini fark eder ve onu arar. Bulduğunda Füsun
evlidir. Yani evlendirilmiştir. Bekâretini Kemal’e verdiği için ailesi tarafından bu ayıbın
ört pas edilmesi için mahalleden iyi bir gençle evlendirilmiştir. Bunu gören Kemal tabi
ki çok üzülür. Ancak uzak bir akraba olarak yıllarca Füsun’un evine gidip gelmeye
devam eder. Bu gidiş gelişlerde ulaşamadığı sevgisini nesneler üzerinden tatmin
etmeye çalışır ve her gidiş gelişlerinde ufacık bir nesneyi yanında götürür. 8 yıl süren
bu süreç sonunda hatırı sayılır bir koleksiyona sahip olur Kemal ve 8 yılın sonunda
Füsun eşinden boşanır. Birlikte evlenmeye karar verirler ve evlilik hazırlıkları için
Paris’e doğru yola çıkarlar. Yolculuğun ilk durağında kaldıkları otelde bir şeyler ters
gidiyordur. Bu kadar yılın öfkesi, kini Füsun’da birikmiştir, ancak Kemal bunu fark
etmez. O gün Füsun bir trafik kazasında ölür, yani kendini ölüme götürür, ölümü
tercih eder. Onun arkasından acısını ve hatalarını telafi etmek isteyen Kemal bu
3
nesnelerle bir müze kurar. İstanbul’daki Masumiyet Müzesi bu aşkın müzesidir,
mekânıdır. Aslında burada bir bellek mekânıdır müze, bütün müzeler elbette bellek
mekânıdır ama yine Kemal’in erkeğin aşkını beynin ölümüyle birlikte bütün
belleğimizde ölür, çok geçicidir bellek. Bunu yaşatmak için benim aşkım böyleydi
demek için bir bellek mekânı kurar, o belleği bir mekâna ve kitaba hapseder. Ben bu
çalışmamda bellekten daha uzun uzun bahsetmiştim, toplumsal bellek, otobiyografik
bellek, biyografik bellek olarak. Bugün sadece otobiyografik bellek yani Kemal’in
belleğinden bahsedeceğim. Suáruz-Araúz Amnezi Manifestosunda “Anımsayamayız
işte bu yüzden yaratırız” der. Evet, yıllarca en başından beri insanlar
anımsayamadıkları için belleğindekileri belleğin unutuşuna ve ölümüne direnmek için
bir şeyleri kaydetmişlerdir. Sanat eserleri böylece belleğe karşı direnmek için
oluşturulmuştur. Masumiyet Müzesi de bu belleğin unutuşuna karşı iki koldan direnen
bir çalışmadır hem bir mekânla hem de bir kitapla.
Otobiyografik bellekle insanın en mahrem anılarının, en kişisel deneyimlerin has
olduğu bir alandır, bir bölümdür. Yaşadığın ilk ev neresi, ilk sevgilin, ilk öğretmenin
gibi en özel ve eski sorularımıza cevap veren bölüm yine orasıdır ve anıların hep
karanlık tarafıyla ilgilenir. Çünkü kimseye anlatmadığınız acılar, pişmanlıklar,
suçluluklar hep bu bölümde hapsolmuştur. Kemal’in belleği de işte bu otobiyografik
belleğin dökümüdür, Masumiyet Müzesi Romanı. Füsun’un ölümünden sonra kendini
affedebilmek, affettirebilmek, telafi edebilmek adına böyle bir roman yazdırır, içinde
ne varsa en karanlık duygularını yaptıdığı acımasızlıklarını dökmeye çalışır. Bir çeşit
günah çıkarma işlemine girişir. Ama bir kitap boyunca anlatılan adına müze kurulan
kitap yazılan kadının sesini o kadar az duyarız ki Füsun’un belleğinden bahsetmek
mümkün değildir. O yüzden ben Füsun’un belleksizliği demeyi tercih ettim, hatta
Füsun’un belleksizleştirilmesi.
Masumiyet Müzesinin belleksiz güzeli Füsun, Füsun romanın başkahramanlarından
biri olmasına karşın kendi sesini neredeyse hiç duymadığımız, hep başka ağızlardan
dinlediğimiz, romanın başkahramanı Kemal’in âşık olduğu, büyük bir tutkuyla,
saplantıyla sevdiği, uğruna bir roman yazılıp birde müze kurulan genç ve güzel bir
kadındır. Okur onu âşığın gözüyle görür, onun ağzından dinler. Sürekli bir başkası
tarafından anlatılan, bahsedilen bu kadın belleksiz yaratılmıştır. O kadar büyüleyici
bir güzelliktedir ki isminin Füsun olması hiç tesadüf değildir, büyülü bir portre
çizilmiştir bize. Çoğu okur Füsun’un bu derece sessiz ve belleksiz kaldığını fark
etmez bile, romanın büyüsüne kendi güzelliğinin büyüsüne kapılıp. Bu kadar güzel bir
kadın ancak satır aralarını takip edildiğinde kararlılıkları, ne istediğini bilen
davranışlarını bulabiliriz. Bu davranışlardan birkaç tanesini sıralamak istiyorum,
öncelikle daha romanın ilk sayfalarında gerçekleşen Füsun’un Kemal’e bekâretini
verme sahnesi. Bu sahnede ve roman boyunca Kemal ilişkilerinde hep öpüştük,
seviştik, gezdik, dolaştık diye biz üzerinden konuşurken bu sahnede üçüncü tekil
şahısı kullanır. Yani Füsun üzerinden konuşur. Füsun Merhamet Apartmanına geldi
ve hayatında ilk defa sonuna kadar giderek benimle sevişti. Gelen bunu isteyen ve
sevişen Füsun’dur. Diğer bir kararlı davranışı ise evli olduğu dönemde kocasına,
babasına ve Kemal’e rağmen ısrarla artist olmak istemektedir ve hatta lise son sınıfta
güzellik yarışmasına girmiş ama kazanamamıştır. Bütün hayatına giren erkekler
tamam seni artist yapacağım diye oyalamışlardır. Ama hiçbir zaman bu
gerçekleşmemiştir. Ama o ısrarla yıllarca bunu anlatmıştır hepsine ama erkekler onu
sadece güzelliğiyle, düşündükleri için onun bir şeyler isteyebileceğini akıllarına bile
getirmemişler, onu ciddiye almamışlardır. Bir yerde en belirgin kararlılığı ise kendi
4
ölümünü seçmesidir. Okur Füsun’u ölümden sonra daha iyi tanımaya, yorumlamaya
başlar. Füsun kendi ölümünü seçen aslında hep özgür olmayı istemiş bir kadındır
artık okurun gözünde. Zaten roman boyunca eve hapis yaşadığı günlerde kuş
resimleri çizer bu özgürlüğü anlatmak için. Füsun’un kendi ölümünü seçeceğini ve bir
trafik kazasıyla öleceğinin işaretleri de roman boyunca verilir. Füsun’un kendisini hep
Grace Kelly’le özleştirmesi, onun oyunculuğundan güzelliğine hayran olması ve onun
gibi bir artist olmak istemesi sık sık vurgulanır ve bir trafik kazası sonucu ölmesine
çok üzülür. Füsun’un ölümüne dair diğer bir ipucu da romanda Belkıs’ın hikâyesi adlı
bölümde verilir. Belkıs, aynı Füsun gibi daha alt tabakadan gelen ama çok güzel bir
kadındır. Ancak sevdiği zengin erkek onu terk edince gönül eğlencelerine başvurur
ve bütün zengin erkeklerin birlikte olmak isteyip evlenmeye yanaşmadığı bir kadındır
ve o da Füsun’un gözleri önünde Nişantaşı’nda bir trafik kazasında ölür, Füsun
bundan da çok etkilenir. Ardından Füsun’un ölümünden sonra Kemal’in girdiği
müzelerden bir tanesinde Amerikan Popüler Kültür Müzesinde Jane Redfield’ın
sıkışarak öldüğü arabayı görür ve hemen aklına bu fikir gelir.
Füsun’da artist olmak istiyordu ve en az onun kadar güzeldi. Artist olamadı ama onun
gibi bir sonla öldü ve onun da arabası sergilenmeyi hak ediyor diye düşünür bu da
üçüncü ipucudur. Aslında yazar Orhan Pamuk roman boyunca, bize en başından beri
onu bir trafik kazasında öldüreceğinin işaretleri vermiştir. En sonunda da en başından
beri yiğit olmak üzere tasarlanmış bir kadındır. O yüzden zaten bu kadar nesnelerle
çevrili bir romanda Füsun belleğinin olmaması çok şaşırtıcı değildir, aslında. Çünkü
Füsun da o nesneler arasında güzel bir biblo gibi kalmıştır, giderek nesneleşmiştir.
“Tik tak: Zamana Kaçamak Bir Bakış” adlı kitabın yazarı Jay Griffiths başka bir mit
kadın Lady Diana’nın ölümünün üzerine söylediği bir sözü Füsun’a çok uygun
buldum ve onu vurgulamak istiyorum. “Tüm mit ve masal kişileri gibi o da kendi
anlamını kendi seçmedi. Kendi zamanındaki sessizlikti o. başkalarının sesleri ona
anlamalar aksetti. O külkedisiydi, güzelleşen sade küçük kız kardeş.” Evet, Füsun en
başından beri hep mit olarak tasarlanmıştı. Neden belleksiz diye soramıyoruz, zaten
Orhan Pamuk’un bütün romanlarına baktığımızda kadın karakterler zaten çok azdır
ve böyle nesnelerle çevrelediği romanda az olması beklenen bir durumdur aslında.
Füsun’un ölüm anının o günün sabahının ayrıntılı dökümü sadece kendi aşkıyla
meşgul olan Kemal’i ve hiçbir zaman anlaşılmayan ve ama hep kendini anlatmak
isteyen Füsun’u özellikle Füsun’u anlamak için çok önemlidir. Bu son gün Füsun
ölmeden önceki o sabahki konuşmalarının cümlelerine odaklandım ve aslında orada
nasıl farklı pencerelerden baktığını gördüm. Sadece o günkü konuşmaların
cümlelerine odaklanmak bile bize gerçekten erkekler Mars’tan kadınlardan Venüs’ten
dedirtecek cinsten. Bu da Füsun’un aslında olayların başlangıç nesnesi diyebilirim.
Kitabın ilk sayfasında Füsun’un kulağından kopan küpe müzeden çektiğim bir
fotoğraf. Bu küpenin teki müzede sergileniyor. O an Kemal Füsun’un büyüsüyle bu
küpeyi fark etmiyor. Yıllar sonra buluyor Füsun’a getiriyor ve ölmeden önceki gece,
nişanlandıkları gece Füsun tekrar kulağına takıyor ve Kemal yine fark etmiyor. Ertesi
sabah yılların biriktirdiği öfkeyle Füsun tekrar fark etmesini istiyor. Fark etmediğinde
Füsun’un son cümleleri oluyor biraz sonra onları söyleyeceğim. Kemal o geceki
sevişmelerinden, tatlı tatlı didişmelerinden, sarhoş olmalarına o kadar memnundur ki
Füsun’un kızgınlığının asla farkında değildir. Diyaloga dikkat ederseniz, “Günaydın
güzelim, canım, ne kadar güzel giyindin, şu harikulade dünyaya bakar mısın, hadi
5
canım, öfkeli güzelim, sarhoş güzelim.” Sarhoşken ve öfkeliyken bile güzeldir Füsun,
başka türlü görmez çünkü Füsun’un ne dediğini duymaz. Ama bir diğer taraftan
Füsun’a baktığımızda “Küçük Hanım değilim artık ben” der Kemal ona küçük hanım
dediğinde. Ben film yıldızı olmak istiyorum Kemal. Hiçbir zaman film yıldızı
yapmayacağını biliyorsun dedi. Gerçekten yıllarca istedim Kemal diye çırpınan bir kız
vardır. Öyle mi güzelim, tamam diyen karşılık veren bir adam vardır karşısında da.
Kandırdın beni, en kıymetli hazinemi aldın der ve bunu 10 yıl sonra söyler
sevişmelerinden. Çünkü ancak fırsat bulabilmiştir, Kemal onu hiçbir zaman
dinlememiştir. Her zaman güzelliğini anlatan iltifatlara boğmuştur ve kilit cümlelerden
bir tanesi seni öldürmek isterdim aslında. Burada Kemal’e karşı öfkesini ve hıncını
görüyor, en sonunda kendini öldürmekle bunu gerçekleştiriyor. Sen hiç anlamıyorsun.
En son cümle de “Senin yüzünden hayatımı yaşayamadım, Kemal. Gerçekten artist
olmak istiyordum, ben.” Bu cümleden sonra bunu arabada giderken söylüyor Fusün
ve tamam güzelim olursun, hadi gel gidelim diye Füsun’u ikna etmeye çalışıyor.
Ondan sonra Füsun’la şu çarpıcı diyalog geçiyor aralarında. Sen hiç anlamıyorsun.
Senin yüzünden hayatımı yaşayamadım, Kemal. Gerçekten artist olmak istiyordum,
ben. Özür dilerim diyor Kemal ama ne için özür dilediğinin de çok bilincinde olduğunu
yansıtmıyor okura. Küpemi bile fark etmedin. Hangi küpeni? Çoktan unuttu, Kemal.
Kulağımda bunlar Füsun’un son sözleri oluyor. Karşısında gördüğü çınar ağacına
hızla hırsla ve kararlılıkla çarparak başka dünyaya yolculuğa çıkıyor.
Belki bu diyalog Füsun ile Kemal’in artık his ve düşüncelerini yansıttığından çok
önemli, Füsun’un Kemal’e konuşmalarından aslında onun kendi hayatına dair
istekleri, gerçekleştirmek istediği hayalleri olduğunun ancak Kemal’in bunları hiçbir
zaman anlamadığını o an bile acıyla fark ederim, Füsun tüm kendini anlatma
çabalarına karşın sadece âşık olunan, sevilen ama kavuşulamayan nesneleştirilip,
hitleştirilen güzel bir kadındır. Kazadan yıllar sonra hastane raporlarını inceleyen
Kemal için güzeller güzeli Füsun’un bu kez de güzeller güzeli bir ölüdür. Şimdi bu
okuyacağım paragrafta bir ölüden bahsediyoruz. Kemal onun raporunu inceliyor ve
ölüsü üzerine konuşurken seçtiği kelimeler yine çok dikkat çekici bence, burada
sergilediğim kazadan sonra rapora göre kafa kemikleri çökmüş, harikalarına hep
şaştığım beyninin zarı yırtılmış, ağır bir boyun travması geçirmişti. Harikalarına hep
şaştığım beyni diyor ama kitapta bundan hiç bahsetmiyor, okura hiç yansıtmıyor bu
harikalardan. “Göğüs kemiklerdeki kırıklardan ve alnındaki cam kesiklerinden başka
güzel vücudunda, hüzünlü gözlerinde, harika dudaklarında, pembe büyük dilinde,
kadife yanaklarında, sağlıklı omuzlarında, boynunun, göğsünün, ensesinin, karnının,
ipek teninde, uzun bacaklarında, her görüşümde bir an beni gülümseten ayaklarında,
uzun incecik bal rengi kollarında, ipek teninin üzerindeki benlerde ve kulağındaki
küçük tüylerde, kalçalarının yuvarlaklığında ve her zaman yanında olmak istediğim
ruhunda hiçbir hasar yoktu” Hâlâ o görmek istediği gibi görüyor hiçbir hasar yoktu.
Füsun güzel sapasağlam bir ölüydü.
Pamuk’un romanlarında kadınların erkek karakterlere göre daha uzak ve silik oluşu
alışık olunan bir durumdur. Üstelik Masumiyet Müzesi nesnelerle çevrili bir romanda
bunun da bilinçli bir tercih olduğunu fark ederiz. Füsun okurun gözünde Kemal’in
kendisine ait ve kendisini hatırlatan çalıp biriktirilen nesneler arasında giderek
nesneleşir, ütopik bir sevgiliye dönüşür. Kemal için Füsun gelecekle ilgili hayalleri,
söyleyecek kendine ait sözleri, kararları olabilecek bir kadından çok sigara
izmaritlerinde ruj izleri, çarşaflarda koku, beraber geçirilen sokaklarda bir süliet,
6
yemek yenilen restoranlardan bir anıdır. Zaten müzede bize onları gösterir. Hep onu
eşyalar üzerinden anlatır, hiçbir fotoğrafı yoktur; çünkü kıskanıyordur sevgilisini.
Görüldüğü üzere Füsun’un kendi ağzından ifade edilen bir belleğinden bahsetmek
mümkün değildir. Masumiyet Müzesi romanı Kemal’in otobiyografik belleğinin
dökümü olarak tanımlarken, Füsun’un belleği için otobiyografik diyemeyiz. Çünkü
kendisi anlatmaz, konuşturulmaz. Bu yüzden biyografik başka tarafından aktarılan
bellek demeyi tercih ediyorum, Füsun’a.
Şimdi de Kemal’in erkin ve erkeğin belleği, Mithat Sancar Geçmişle Hatırlama adlı
kitabında hatırlama geçmişle hesaplaşmanın ön şartıdır der. Kemal de tam
kavuştuğu anda kaybettiği sevgilisi ve hayat boyunca onu elde edemeyişini, yaptığı
hatalarla yüzleşerek hesaplaşmak için bir anımsama sürecine girer. Füsun’la gittiği
yerleri, beraber aldıkları eşyaları anımsar, tek tek bunlar üzerinden bir nesne
üzerinden bir anıya uzanır ve onu yeniden belleğinde yaşatmaya çalışır. Ama
biliyordur ki bellek ölümlüdür. Onun vefatıyla son bulacak ve yine bu son derece
erkeksi duygularıyla zengin de bir erkek bu belleğindekileri aktarmak adına bir ev
satın alır, Füsunların evidir bu. O evi müzeye dönüştürür ve romanın içinde kurmaca
bir Orhan Pamuk yaratır, gider Orhan Pamuk’a aşkını anlatır. Lütfen benim romanımı
yaz der ve böylece bir roman yazdırır. Ancak bellek hiçbir zaman yaşandığı gibi
anlatılmaz, anlatılırken kendimizi bile anlatıyor olsak bir yeniden icat etme, yeniden
yapılandırma sürecidir. Masumiyet Müzesi romanı da Kemal’in belleğindekilerin
yeniden aktarılması, başkalaşarak bize yansıtılması sonucu oluşmuş bir romandır.
Kaldı ki bunları Kemal kurmaca yazar Orhan Pamuk’a anlatıyor ve en tepede de
gerçek yazar Orhan Pamuk kurguluyor bunları. Aktarılan aktarım içinde aktarım olan
kurgulanmış bir roman.
Bu bana şunu anımsatıyor, Borges bir öyküsü için şöyle diyor: “Bu öyküyü o kadar
çok anlattın ki öykünün kendisini mi anımsıyorum yoksa anlattığın sözcükleri mi
bilemiyorum.” En başta dediğim gibi Fatma Hanım ne kadar Hamit’i seviyordu ya da
Mümtaz Mahal Şah Cihan’ı onun kadar âşık mıydı? Füsun’da Kemal’e gerçekten âşık
mıydı bunu hiçbir zaman bilemiyoruz. O kadar çok aktarılmış ki Kemal’in anımsama
süreci doğru mu, doğru şeyleri mi anımsıyor bize doğru mu anlatıyor, belleğin en
çelişkili durumu da sanırım bu, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Kemal suçluluk ve
pişmanlıktan kurtulma, kendini anlatma, temize çıkarma, Füsun’a yaşarken
veremediğine inandığı değeri verme, geçmişin ağırlığından kurtulma çabasıyla anlatır
belleğinde ne varsa. Gider kurmaca yazar Orhan Pamuk’u bulur ve bir kitap
yazmasını ister. Böylece biraz da olsun hafifleyecektir. Tarihe iz bırakacaktır. Belleğin
unutuluşuna karşın direnecektir. Geçmişle hesaplaşacaktır. Aslında en önemlisi
günah çıkaracaktır. Yıllar sonra da olsa Kemal’in ağzından şu cümleleri duymak
güzeldir. “Benim dünyamda yaşayan ve benim durumuma düşen Türk erkeklerinin
çoğu gibi bende ilk âşık olduğum kadınla aklından neler geçtiğini, onun hayallerinin
ne olduğunu anlamak yerine onun hakkında hayaller kuruyorum yalnızca.” Ancak
bunu Füsun’u kaybettikten sonra anlar. Ancak Kemal’in yaptığı gerçek bir geçmişle
hesaplaşma olduğu tartışılır. Kemal’in yaptığı daha çok bir çeşit günah çıkarma ve
bedel ödemedir. Ancak gerçek bir geçmişle hesaplaşma, olaylara mağdurun
gözünden bakmakla mümkündür, Kemal’in bunu çok başarabildiği söylenemez.
Sonuç olarak Masumiyet Müzesi bir günah çıkarma kitabıdır. Masumiyet Müzesi
romanı evet bir bellek dökümüdür, ancak bir erkeğin bellek dökümüdür. Bu döküm
7
geçmişle hesaplaşmaktan çok günah çıkarmak için yapılmıştır. Masumiyet Müzesi
elbirliğiyle Kemal ve yazar Orhan Pamuk tarafından belleksizleştirilen bir kadındır ve
bu kadından kendi yöntemleriyle dilinin üzerine roman kurarak, güç göstererek af
dilemektedir.
Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Aslı Şimşek, 1985 yılında Ankara doğmuş, 2003
yılında Çanakkale Milli Piyango Anadolu Lisesinden mezun olmuştur. Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra 2008 yılında Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalında Yüksek Lisans
Programına girmiştir. 2009 yılında Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Araştırma
Görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. 2012 yılında öğretim görevlisi olmuştur. Çeşitli
dergilerde makaleleri yayımlanmış ve çeşitli akademik toplantılarda bildiriler
sunmuştur. Hâlen Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Genel Kamu
Hukuku alanında doktora programına devam etmektedir ve bu alanda çalışmalarını
sürdürmektedir. Mesela basılmış makalelerinden ve kitaplara katkılarından Türk
Modernleşmesinde Siyasi Partinin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi, Basın ve Basın
Özgürlüğünün Türkiye’deki Modernleşmesindeki Etken, Hukuka Sanattan Bakmak
Edebiyat Hukuk İlişkisi vs. Aslı Şimşek’le sizi baş başa bırakıyorum.
A.
Aslı Şimşek: Namus nedir? Üniversitede yaptığımız çalışmada
öğrencilerimize “Namus nedir?” diye sorduk. Bununla ilgili kısa bir videomuz var onu
izletmek istiyorum. Şimdi genel olarak bu kavram hakkında hukukçularla yaptığımız
röportajı gördünüz, kafalarımız karışık. Tam olarak tanımlayamıyoruz, iyi bir şey
olmadığını genel olarak düşünüyoruz ama ne olduğu konusunda etrafında gezinen
cevaplar var. Peki, ben size sorsam “Namus nedir?” diye. Namus insanın her şeyidir,
muhafaza ettiği bir alan, kurallar. Peki, arkadaşlar genel olarak hala bir kısmımızda
karışıklık olduğunu görüyorum. O zaman namus kavramından kısaca bahsedelim...
Ben öncelikle namus kavramını Asılacak Kadın eseri üzerinden açıklamaya
çalışacağım. Asılacak Kadın Pınar Kür’ün romanı. Kısaca romandan da
bahsedeceğim. Önce feminist düşüncede kadınların hane içinde yaşadıkları şiddet
ve sömürü kişisel bir sorun olmaktan çıkarılır, bunda hem fikirdir feminist düşünce ve
bu hane içindeki ilişkileri özel alandan çıkardığı için mahrem olmaktan, yani
mahremiyet alanından da çıkarır ve bunları politize eder, özel alan politiktir.
Genelde namus kavramıyla ilişkilendirdiğimiz kadın erkek ilişkileri de daha ziyade
bizim mahrem alan içinde tanımladığımız ilişkilerdir. İşte ben bunları deşifre etmeye
çalışacağım. Kısaca romandan da hemen girişte bahsetmek istiyorum. Pınar Kür’ün
Asılacak Kadın adlı romanında bir Melek karakteri var. Melek fakir bir ailede, taşrada
ailesiyle beraber yaşıyor, üvey babası ve annesiyle birlikte. Ev işlerinde kardeşlerini
ve kendisi kullanıyor ailesi ve babasından sürekli dayak yiyor, şiddet görüyor. Çaresiz
bir durum içinde eğitim almasına izin verilmiyor ve daha sonra büyük şehre büyük bir
konağa, konaktaki yaşlı bir kadın ve gene yaşlı bir oğlu var kendisinin. Onlara
bakmak, ev işlerini görmek üzere hizmetçi olarak para karşılığında ailesi tarafından
büyük bir konağa gönderiliyor. Konakta ölene kadar o yaşlı kadınla ilgileniyor. Yaşlı
kadın öldükten sonra konakta oğlu olan gene yaşlı adamla beraber yaşamak zorunda
kalıyor. Bu yaşlı adam Hüsrev Bey karakteri, Hüsrev Bey gençliğinde Fransız bir
kadına âşık olmuş, bunu saplantılı bir derecede bağı var bu kadınla arasında ve
kendisi sapık, cinsiyetçi bir kişiliğe sahip ve Melek’in cehaletinden de faydalanarak
Melek’e sürekli şiddet ve ona baskı uygulayarak o Fransız kadının kıyafetlerini
8
giydirip, Fransızca konuşmaya zorlayıp işte Fransızca birtakım kelimeler ona öğretir.
Sonra bu Fransız kelimelerden rahatsız olup, tahrik olup onu döven ve kendisi
Melek’e cinsel tacizde bulunan fakat bununla da yetinmeyip başka erkeklere o
çevrede oturan, o mahallede oturan başka erkeklere verip Melek’le cinsel ilişkiye
girmesine zorlayan ve bundan bir zevk alan bir karakter. Yani Melek defalarca ve
defalarca kocasının zorlamasıyla Hüsrev Bey’in zorlamasıyla tecavüze uğramış bir
karakter ve kendini tamamen çaresiz hissediyor, bu konuda. Tecavüzcülerden biri de
Yalçın diğer bir karakterimiz. Yalçın Melek’e diğerlerinden farkı âşık olduğunu ilân
ediyor ve âşık olduğu içinde Melek’e yapılan bu muamelelere daha fazla
katlanamayıp en sonunda Hüsrev Bey’i öldürüyor. İşin garip tarafı yargılama
sırasında Melek ve Yalçın beraber öldürdükleri iddiasıyla yargılanıyorlar. Bu trajedinin
bizim için önemli bir karakter Faik İrfan Elverir mahkemenin hâkimi Ceza Mahkemesi
Reisi. Faik İrfan Elverir’e değinecek olursak, Sayın Elverir oldukça cinsiyetçi bir hâkim
onunda yoksulları ve kadınlara karşı büyük bir önyargısı var, oldukça cinsiyetçi, onun
ifadeleriyle hareketle bir tahlil yapacağız zaten. Melek’in sırf mahkemede sanık
sıfatıyla yer alan bir kadın olmasından dolayı Melek’i suçlu olarak gören yani orada
sanık sıfatıyla durmasına karşın, henüz suçu kesinleşmemesine karşın onu en
baştan beri suçlu arz eden bir karakter. Mahkememizde bir de kadın hâkim
karakterimiz var, bu kadın hâkimin hiç dinlenmediğini görüyoruz.
Şimdi toplumsal cinsiyet ne demektir önce ona bakalım. Toplumsal Cinsiyet düzeni
doğadan gelen bir düzen değildir, toplum tarafından ya da toplum içinde oluşturulan
bir düzendir. Dolayısıyla toplumdan topluma, kültürden kültüre değişen bir düzendir
toplumsal cinsiyet düzeni. Kadınlık ve erkeklik kurguları yapan ve bu kurgulardan
kadına ve erkeklere ilişkin kalıplar oluşturur ve bu kalıp yargılar üzerinden kadınlar ve
erkekler için birtakım kadınların ve erkeklerin kendi hayatlarına ilişkin kadınlardan ve
erkeklerden beklentiler doğurur, ne gibi kadın için işte güzel görün işe git, aynı
zamanda işe gittiğin gibi ev topla, yemek pişir, çocuklarla ilgilen gibi. Erkek için
kadından güçlü görün, işte erkekler ağlamaz biliyorsunuz, para kazan, aynı zamanda
komik ve yakışıklı ol ve koruyucu ol bir yandan da gibi.
Bu toplumsal cinsiyet algımız aslında bizim namus kavramına nasıl yaklaştığımızı
etkiliyor. Namus nedir, ne değildir kelime anlamından hareket edecek olursak sözlük
anlamı bir toplum içinde ahlâk kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık, iffet, iki
dürüstlük, doğruluk. Biz daha ziyade ilk aklımıza gelen iffetlik anlamı aslında, yani
toplum içindeki ahlâk kuralları ve toplumsal değerlere bağlılık. Peki iffet ne demek,
cinsel konularda ahlâk kurallarına bağlılık. İffet aynı zamanda bir kadın ismi Türkçede
dikkat ederseniz. Etimolojik kökeni de Yunancadaki nomos, yani kanun sözcüğünün
Arapçaya gizlemek, saklamak biraz önce bir arkadaşımız korumayla, muhafaza
etmeyle ilgili açıklama yapmıştı, tam da doğru bir noktaya değinmiş. İngilizcede honor
sözcüğü; fakat tam olarak namusu İngilizceye çeviremiyoruz. Bunun da çeşitli
nedenleri var, namus şeref eş anlamlı kullanılıyor ama dikkat ederseniz erkeğin
namusu, erkeğin namusunun kirlenmesi, erkeğin namusu temizlemesinden söz edilir,
işte şerefli bir erkek nasıl olur denir. Namus tam olarak İngilizce honor diye
çevrilemediği için ya da bu sözcük Türkçeye onur diye çevrildiği için aslında
İngilizcedeki honor kavramına denk geliyor.
Bunları niye anlatıyorum, hemen şu örnek üstünden geri döneceğim konuya. Bu
sahneyi hatırlıyorsunuzdur, namus, şeref arasındaki farkı göstermek için bu örneği
veriyorum. Iraklı bir tutuklu Amerikan askeri tarafından çırılçıplak, işte herkesin
9
görebileceği bir şekilde, istemediği bir şekilde soyunmak zorunda bırakılıyor ve Iraklı
tutuklunun ifadesi şu yönde, keşke bu şekilde çırılçıplak soyunmak zorunda
bırakılmasaydım. Saddam dönemindeki gibi elektrikli sandalyeye bağlanıp cezamı
çekseydim.
Şimdi dikkat ederseniz gördüğü iki muamele de, yani hem elektrikli sandalyeye
bağlanmak hem de çırılçıplak soyunmak zorunda bırakılmak insan onuruna aykırıdır.
Çünkü insan onuru evrensel bir değerdir ve insan haklarının türetildiği esas
kavramdır. Fakat kendisinin istediği, yani tercih ettiği elektrikli sandalyeye bağlanmak
neden? O da şu nedenden çünkü çırılçıplak soyulmanın kendi namusunu ve şerefini
zedelediğini düşündüğü için, oysaki her ikisi de insan onuruna aykırı birer muamele
örneğidir. Dolayısıyla bizim kültürümüzde, biz Orta Doğu toplumu olduğumuza göre
bizim kültürümüzde namus kadın cinselliğinin katı denetimi ve bunun şiddetle
bağlantılandırılması ile tanımlanan bir kavramdır.
Kadın bedeninin ve cinselliğin denetim altında tutulması en keskin hali bekâret
aracılığıyla gösterir. Bekâret ise bir kültürel farkın toplumdan topluma değiştiğini
göstermek için koydum. İngilizcede Girl Kız Çocuğu, bâkir ya da bâkire hem kadın
hem erkek için kullanılıyor. Türkçede kız, kız çocuğu yine bâkire anlamında dikkat
ederseniz. Bu da yine namus kavramının bizim için erkeklerin namusunun kadınlar
üstünden, kadınların cinselliği, bedeni üstünden tanımlandığını göstermek için
koyduğum bir örnek.
Neden böyle bir yapıya sahipsiz, namusu niye kadının bekâretini üstünden, erkeğin
neden kadının bekâreti üstünden tanımlıyoruz? Çünkü bizim toplum modeli dediğimiz
akrabalara dayalı toplum modeli. Akraba dayalı toplum modeli nedir? Akrabalığa
dayalı toplum modeli aileden başlayarak bütün insani ilişkilerin belirli bir hiyerarşik
düzen içinde ve bir cinsiyetin ya da yaş grubunun yüceltilmesi ve diğerlerinin o
hiyerarşi içinde kademelendirilmesiyle oluşan bir kan bağından, özellikle kan bağının
esasında bir toplum yapısı. Fakat bu bir toplum yapısının toplum modeline
dönüştüğünde şu oluyor: Kan bağını aşan bütün insani ilişkilerimizi akrabalık
kodlarıyla tanımlamamıza neden olan ilişkiler biçimine dönüyor. Şehirli bir hayat,
farklı hayatı düşünürsek kentte işte aile içinde baba, ağabey, koca kadının
namusundan sorumlu; çünkü akrabalar ya da toplum modeli ataerkil kodlarla
kodlanmış durumda ve hiyerarşide cinsiyet yaşa göre kodlanmış. Taşraya gittikçe
neler oluyor, ailenin sınırlarını aşıyor ve kahvede oturan delikanlılar, mahallenin
delikanlıları, köyün muhtarı, okulun müdürü bile namustan sorumlu yani akrabalık
ilişkileri tanımlanmayan ilişki biçimine dönüyor. Bu ilişki biçiminde erkekler tanımadığı
kadınları da yenge, bacı, abla, teyze gibi tabirlerle kodlayıp o kodlarla çağırmaya
başlıyorlar. Bu kodlar içine almadıkları başka kadınlar var, bu kadınlar işte bu
akrabalık ilişkilerine dayalı toplum yapısı bakımından yabancı kadınlar, bu kadınların
namusundan erkekler sorumlu değildir, hatta bu kadınlar yabancı oldukları için
gözden çıkarılabilir. Namusundan kimsenin sorumlu olmadığı yabancı kadınlardır.
İşte Pippa Bacca hatırlarsınız onlardan biri. Pippa Bacca barış gelini olarak medyada
yansıdı. Ne yapmıştı Pippa Bacca bu dünyada iyi insanların da olduğunu göstermek
için üstünde sembolik bir kıyafet, yani beyaz bir gelinlikle ülkesinden İtalya’dan
Filistin’e doğru yola çıkmıştı ve Türkiye bu yol güzergâhının üstündeydi ve Türkiye’ye
geldiğinde hem tecavüze uğradı hem de öldürüldü. Sanığın ifadesine bakacak
olursak ben işte onu Rus zannetmiştim, yabancı olduğu için ya da işte akıl sağlığı
yerinde değil zannettim. Yani bir yabancılık vurgusu var, Rus zannetmiştim. Yabancı
10
kadın namussuz kadındır, her şeyi yapar, yapmak zorunda ne istiyorsam anlayışı var
dikkat ederseniz. Dolayısıyla erkeğin namusu kadının cinselliğine bağlı, bir erkeğin
namusu kendi cinselliğiyle ilgili değildir. Namusundan sorumlu olduğu kadının
cinselliğinin denetim altında tutulmasıdır. Kadının namusu ise erkeğin cinselliğiyle
herhangi bir ilişkisi bulunmamaktadır ve bu ilişki kurulmamaktadır.
Bir örnek daha vermek gerekirse işte erkeğin sünnet düğünü adı altında şanlı, şerefli
kutlamalar yapılır hatırlayın, cinsel organına ilişkin bir operasyonla ilgili olarak. Kadın
ise adet görmeye başladığında bunu saklar ve bundan utanç duyar. Başka bir örnek
765 Sayılı Türk Ceza Kanunumuzla ilgili 434. madde, burada arkadaşlar
tecavüzcüsüyle kadın eğer rızası varsa evlenmesi şartıyla tecavüzcü serbest
bırakılıyordu değil mi? Bu da işte akrabalığa dayalı toplum modeli içinde en son
noktada ataerkil devlet yapısının namus bekçiliğine soyunmasıdır. Yani namusu ne
yapıyor, kadının tecavüzcüsüyle evlendirerek namusu temizliyor, kutsal aile bağı
kurarak.
Bir diğer örnek N.Ç. davası hatırlıyorsunuzdur, 13 yaşındaki bir kız çocuğunun
Mardin’de 20 küsur kişi tarafından tecavüze uğraması ve mahkemeden çıkan karar.
Bizim gibi hukuk fakültesinde okumuş, hukukçu misyonuna sahip olduğunu
düşündüğümüz yargıçların aldığı karar nedir? 13 yaşında N.Ç.’nin bunu yaparken
rızası vardı. Benzer bir olay bizim romanımızdaki Melek karakteri için de geçerli,
Melek defalarca ve defalarca kocası olan Hüsrev Bey’in gözü önünde tecavüze
uğramasın rağmen rızası olduğunu birazdan İrfan Elverir söyleyecek, bu da namus
bekçiliğine soyunan karikatürize edilmiş hali.
Kadınların hayatına mal olan böyle bir kavram nasıl bizim hayatımızda yer buluyor.
Dilimizde başlıyor bu, ne gibi, bir sessizlik olduğunda kız doğdu galiba denir. Neden?
Çünkü o bir erkek çocuğu olarak dünyaya gelmediği için matem nedenidir ya da
“Elinin hamuruyla erkek işine karışma”, “Saçı uzun aklı kısa”, “Eksik etek”, “Kaşık
düşmanı”, “Kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin”, “Karı gibi
ağlamak”, “Adam gibi olmak”, “Kol kırılır yen içinde kalır” bütün bu ifadelerin hepsi
birer cinsiyetçi ifadedir. Biz yıllar yıllar boyunca işte namus kavramının cinsiyetçi
hâlini yeniden ve yeniden üreterek dilimize yerleştirmiş bulunuyoruz. Basit bir şey gibi
görmeyin bunu, dilimizde kullanıyoruz ama yarın bir gün gazetede bir haber çıkıyor,
namus cinayetinden bir kadın daha hayatını yitirmiş. O yüzden küçük gibi
gördüğümüz detaylar aslında bizim zihniyetimizi yansıtıyor ve bunu değiştirmek bizim
elimizde. Soruyorum hakim bey iki insanın birbirini sevmesi suç mu? Değil, ne bok
yemeye öldürdün o insanları. İşte ben suç diye biliyordum. Yani iki insanın birbirini
sevmesinden ne anladığınız bile aslında bunu gösteriyor.
Namus cinayetlerine kadar varan rehavet bir kavram bu. Bu yine ayrıldığı sevgilisi
tarafından öldürülen Öğretmen Gülşah Aktürk’ün koruma talep ettiği Van Valiliği’nden
“En fazla ölürsün” cevabı aldığı ortaya çıktı. Peki, namus cinayetlerini ele alacak
olursak, namus cinayetlerinde arkadaşlar birtakım ortak özellikleri var, yani bunlar
münferit olaylar değil, sistematik olarak bir erkek egemen toplum tarafından
uygulanan bir insan hayatına son verme biçimi. Ortak özelliklerine bakacak olursak,
namus hakkındaki bütün kültürel ayrılıklar aslında tüm toplumsal cinsiyet temellidir ve
kadının davranışı nedeniyle meydana gelir. Oysaki kadın namus cinayeti sonucunda
hayatına son verilen kadınla birlikte o davranışı gerçekleştiren bir de erkek vardır.
11
Diyelim ki kadın dışarıda sinemaya bir erkekle gittiyse sinemaya gittiği birde erkek
vardır. Ama namusu kirleten hep kadın olmuştur ve kadın ölümle cezalandırılır. Bir
diğer ortak özellik kadın cinayetleri, evet toplumdan topluma değişir namus
kavramının içeriği ama dünya çapında değişik biçimlerde görülür. Ne gibi? Bangladeş
ve Hindistan’da “Atik atma” yani bizim kezzap atma dediğimiz ya da mutfak ölümleri.
Evlendikten sonra birinin kocası tarafından mutfak yakılarak öldürülmesi biçimi,
Çin’de yeni doğan kız bebeklerini öldürülmesi, Bosna ve Kosova’da tecavüz edip
öldürme, Kuzey Amerika’da dâhil olmak üzere dünyanın her yerinde kadın cinayeti
işlendiği görülmektedir.
Namus cinayetlerinin faili genellikle bir erkektir. Çoğunlukla ailenin en genç erkek
üyesi yargılamada daha az ceza alacağı varsayılarak bu suçu işlemeye itilir. Namus
cinayetlerinde kadının tahakküm altına alınmasıyla erkeğin ve bunu özel mülkiyetinde
bir mal olarak görmesi arasından bağlantı vardır. Ölen kadınların genellikle genç
kadınlar olduğu görülmektedir. Bu da ataerkil toplum zihniyetinin genç kadının
cinselliğiyle erkeklere meydan okuma potansiyelinden korktuğunu göstermektedir ki
ülkemizde de bazı taşra kesiminde genç kadın tek başına sokağa çıkarılmazken
sadece yaşlı kadınların sokağa tek başına çıkması makbul karşılanmaktadır.
Bu da iki şeye işaret eder: Bir namus kavramını kollayış biçimimiz kadınlar
üstündendir ve kadınlar güvenilmezdir. Güvenilmez oldukları için de aykırı
davrandıkları her durumda gözden çıkarılabilirler, yani öldürülebilirler. Cinayetleri
işleyen erkekler ise diğer erkeklerin işbirliğini ve desteğini açıktan ya da gizliden
alırlar. Buna toplum sessiz kalarak destek olur, destekçiler arasında bazen bizi
ilgilendiren kolluk kuvvetler, avukatlar ve yargıçlar da vardır. Oysaki bir şiddet eylemi
varsa bunun mahremiyet olduğunu iddia etmek doğru değildir.
Kültürel nedenlerle de, işte kültürel bir nedenden dolayı öldürüldü de geçerli bir
neden değildir. Romanımızda da Melek’in yaşadığı onca şeye onca tecavüze,
şiddete, tacize rağmen oranın eşrafı “Karısıdır istediğini yapar” der. Hüsrev Bey’in
karısıdır işte Hüsrev Bey istediğini yapar şeklinde kutsal ailenin içine sokar Hüsrev
Bey namusunu ve meşrulaştırır.
Bu noktada toplumsal cinsiyet ve hukuk ilişkisini biz nasıl kuracağız ve toplumsal
cinsiyet algılarının adaletin yerine getirilmesindeki etkisi nedir, nasıl olmalıdır, bu
ilişkiyi nasıl kuracağız? Öncelikle kadının ikinci planda değerlendirmesi ataerkil
anlayışın üstünlüğü temeline dayanır. Erkeğin üstünlüğünü erkeğin egemen olmasını
meşrulaştırmak için de iki temel yol vardır; birincisi meşrulaştırıcı bir ideoloji
geliştirmek, ikincisi erkek egemenliğini hukuk yoluyla meşrulaştırmak.
Meşrulaştırıcı ideoloji zaten kadının ve erkeğin doğasının farklı olduğunu iddia etmek
ve bunun arasında bir hiyerarşi kurmak. Erkekliği akıl, rasyonellik ve güçlülükle
olumlamak, kadını ise duygusallık, rasyonellik eksikliği ve zayıflık gibi olumsuz
yönlerle birleştirmek. Dolayısıyla kadın duygularıyla baş etmekte zorlanan,
hormonların etkisinde olan, duygusal, hassas ve narin bir varlık olarak kodlanır. Bu
noktada erkekler hiçbir zaman ağlamaz. Hukuk bu noktada kendi içinde çelişki içinde,
neden; çünkü modern hukuk sisteminde kadınlar hukuk temelinde erkeklerle eşit
konumda kodlanıyor. Fakat hiçbir şekilde kültürel normları eğer biz hukuk sistemi
içinde hukuki norm haline getiriyorsak da hukuk bir şekilde ataerkil kodları
meşrulaştıran araç haline geliyor.
12
Dolayısıyla hukuk normlarını biz hukukçular olarak uygularken namus kavramıyla ben
nerede karşılaşacağım diye düşünebilirsiniz ya da toplumsal cinsiyetle, hukuk
normlarının korunması aşamasında ya da hukukun uygulanması aşamasında
karşımıza çıkabilir. Hukuk normlarının korunması aşamasında, türetilmesinde bu
normları eğer kültürel normlardan ya da bir ideolojiden türetiyorsak mevcut toplumsal
cinsiyet anlayışı hukuka yansıyacaktır. Bir örnek vermek gerekirse eski Medeni
Kanunda evin reisi, ailenin reisi babadır hükmü diyelim. Mevcut toplumsal cinsiyet
düzeni olduğu gibi hukuka yansımış. İkinci seçeneğimiz bunu tercih etmemiz makbul
olan, insan hakları bilgisi ışığında, onlar nedir işte ayrımcılık yasağı ve eşitlik ilkesini
gözeterek adalete uygun olarak hukuk kurallarını türetmek, peki hukukun
uygulanması aşamasında nasıl karşımıza çıkıyor?
Hukuk bir yandan zararları azaltırken diğer yandan kadınlara yönelik aile içi şiddet,
cinsel istismar, tecavüz, zorla evlendirme, sözde namus cinayetleriyle ilgili
problemleri çözemez. Çünkü sadece ideal normların yaratılması yeterli değildir,
uygulama aşamasında da polis, savcı, avukat ve yargıç gibi uygulamada yer alanlar
toplumsal cinsiyete ilişkin aldıkları ve almaları gereken tutum konusunda problemler
yaşamaktadırlar. Bu problemler nedir? Eğer cinsiyet eşitliğine ilişkin bir fikri yoksa
birazdan anlatacağımız Faik İrfan Elverir’in verdiği bir karar şeklinde kararlar
çıkmaktadır. Hukuk konumuzda peki koruyucu gibi pozitif hukukumuzda mevzuatta
neler var? Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi, Kadının Siyasi Hakları Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Her Türlü
Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin
Önlenmesi ve bunlarla mücadele eden Avrupa Konseyi Sözleşmesi yani İstanbul
Sözleşmesi dediğimiz pozitif hukukta uygulamada bizim işimize yarayabilecek
birtakım mevzuat var.
Romandan kısaca bahsetmiştim, şimdi oradaki karakterler üstünden gidecek olursak,
Melek’in yaşadığı tam anlamıyla bir şiddet, yani şiddetin her türlüsünü hemen hemen
yaşıyor, ekonomik şiddet, fiziksel şiddet, cinsel şiddet, psikolojik şiddet. Önce üvey
babası tarafından bu şiddete maruz kalıyor, ondan sonra Hüsrev Bey ve diğer
mahalledeki erkekler tarafından bu şiddete maruz bırakılıyor. Kendisi okula
gidememiş sadece kendisine hizmetçilik yapacak bir işgücü gözüyle bakılıyor. Faik
İrfan Elverir, kendisinin sadece kadın olduğu için potansiyel o suçu işleyen olarak
adlediyor. Aynı zamanda Mefaret kadın hâkim, Mefaret isimli kadın hâkimi de
kesinlikle kararlarına saygı duymuyor. Yani orada üç kişi karar almakla yükümlüler
hâkim olarak ama onun dediklerini birazdan videoda izleyeceğiz kesinlikle dikkate
almıyor.
Faik İrfan Elverir’e göre kadınlar zayıf karakterli oldukları için hâkim olamaz, kadınlar
hisselerine göre karar verirler, adaletin tecelli etmesine mani olabilirler. Oysa adaletin
göz önünde bulundurulması için kendisinin ön yargılı ve duygularına göre karar
verdiğini görmüyor. Yani cinsiyetçi tutumlarla bunları karşılayıp suçlulara karşı bir
önyargısı olduğunu görmüyor. Yargıç işlevini yerine getirirken, yargılama sırasında
bir olay içinde karşısına çıkan kişilerle ve taraflarla bir ilişki içine girer. Buna biz kişi
ilişkisi diyoruz. İnsanlar arası ilişki türlerinden bir tanesi ve en temel olanıdır. Bu ilişki
değer sorunlarının söz konusu olduğu bir ilişkidir. Yargıcın ilişkisi bir kişi ilişkisidir.
13
İnsanın özelliğini meydana getiren etkinlikler belirli bir şekilde, o etkinlikler olarak
amaçlarının bilincinde işlevlerini yerine getirecek şekilde kişilerce gerçekleştirildiğinde
insanın değerlerini oluştururlar. Şimdi bu kişi ilişkisi içinde yargıcın yapması gereken
birtakım evrensel değerlere göre önündeki kanun metnini yorumlamak. Ama bu
kanun metnini yorumlarken değer biçme yapmayacak. Değer biçme nedir? Tam
olarak anlattığımız toplum içindeki o toplumsal cinsiyet kodlarına göre kendi kalıp
yargılarını kafasındaki ön yargılara göre olaya değer biçmesidir. Yani o içine girdiği
kişi ilişkisinin kişilere değer biçmesidir, işte bu namuslu, bu namussuz şeklinde.
Bir etik ilişki, etik ilişki belirli bir kişinin belirli bir kişiyle ya da bir insan durumuyla
ilişkisidir. Yargıç kişilerin ilişkilerinde yaptıkları veya yapmadıklarına ilişkin değer
muhakemesi ve muhasebesi yapar. Başkalarının ilişkilerine karışır ve onların bu
ilişkilerindeki eylemlerini değerlendirir. Yaptığı değerlendirmeyle de her iki tarafla da
özel türden bir etik ilişkiye girer. Yargıcın etik sorumluluğu, işte bu dediğimiz etik
sorumluluk bakımından şimdi Faik İrfan Elverir’i değerlendireceğiz. Bütün olaylar
boyunca sürekli Yalçın’ı Melek’in suça teşvik ettiğinden, zaten toy bir delikanlının çok
kolay kandırılabileceğinden, kadının bir günah keçisi, bir işte şeytana uyduran olarak
tasvir edildiğini görüyoruz. Oysaki Melek kendi iç konuşmasından da anlamışsınızdır.
Tamamen kendini çaresiz gören, evine dönmek istese üvey babasından şiddet
gören, Hüsrev Bey’in yanında her türlü şiddete maruz kalan tamamen bir çaresizlik
içinde bir karakter.
Şimdi bu sahnede de hâkimlerin kendi aralarındaki konuşmaları göreceğiz. Tahrik
geliyorsa mutlaka kadın tarafından gelir, bu eğer kadın tahriki sadece o edebilir
ettiyse de ölümü hak eder, kesinlikle erkek tahrik eden olmaz. Evet, kadından yargıç
olmaz. Faik İrfan Elverir’in romanda geçen birtakım sözleri var, işte seven kadın
ağlar, hiç ağlamıyordu Melek kocasını o öldürdü. İşçi milleti düşük ahlaklı olur.
Bu arada Yalçın için şunu düşünüyor, Yalçın’ın siyasi görüşleri birtakım çevre
esnaftan, çevredeki insanlardan öğreniyor ve onun bir de yoksul düşmanı olduğu için
kafasında komünist olarak kodlamış ve ben bunu adam öldürmeden
yargılayamazsam, komünist olmaktan suçlu bulurum zaten işçi milleti düşük ahlaklı
olur şeklinde bir ön yargısı var. Masum olsa susmazdı, bunu Melek için diyor. Melek
bütün soruşturma ve kovuşturma aşamaları boyunca sadece susuyor. Dikkat
ederseniz kadın yargıç müdahale etmeye çalışıyor. Yani acaba adlî tıbba mı
göndersek diye belki psikolojik sorunları vardır. Erkek yargıcın dediğini hatırlayın
sağır ve dilsiz değil raporu var elimizde. Masum olsa susmazdı, yani kesin suçludur
gibi bir anlayış var.
Bedenimiz bizimdir. Kadınların maruz kaldıkları taciz, tecavüz, cinsel şiddet, cinsel
saldırı ve namus cinayetleri olarak bütün kadın cinayetleri hakkındaki sloganları, yani
kadınların bedeninin hakkını gene kadınların söz sahibi olması dileğiyle beni
dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Aytöre Özdemir, 1991’de Ankara’da doğdu. Çankaya
Anadolu Lisesinden mezun olduktan sonra 2009 yılında Atılım Üniversitesi Hukuk
Fakültesinde tam burslu olarak kazanmıştır. 2011’den beri Hukuk ve Sanat
Topluluğunun içinde Hukuk ve Edebiyat Atölyesi Sorumlusu olarak görev almaktadır.
2012-2013 eğitim öğretim yılında Atılım Üniversitesi Lisans Araştırma Projesi
14
kapsamında Engellilerin Adalete Erişim Hakkı konusundaki projede araştırmacı
öğrenci olarak çalışmaktadır.
Aytöre Özdemir: Kıskançlık olarak neyi kastettiğimden başlamak istiyorum. Şimdi
ben iki sevgilinin birbirini kıskanmasını anlatmayacağım size, o sahiplenme bir başka
mesele. Ben iki kadın arasındaki, kadınlar arası kıskançlığı, rekabeti ve düşmanlığı
ele alacağım.
Murathan Mungan’ın Hayat Hanım eseri var. Murathan Mungan bu eserle ilgili bir
röportajda şöyle bir şey söylemiş: Bir kadının varlığı diğeri için ilham kaynağı olması
gerekirken ya rekabet edilesi ya da taklit edilesi bir figür olarak görülüyor. Bu bana
hayattan bir şeyler hatırlattı. O yüzden bu konuyu araştırmaya karar verdim. Neden
kadınlar birbirini kıskanıyor, neden böyle bir şey var?
Öncelikle kıskançlık ne demek? Sözlük anlamına bakıyoruz. Türk Dil Kurumu 5 tane
şey söylemiş bu konuda, birincisi sevgide veya kendisiyle ilişkili şeylerde bir
başkasının ortaklığını üstün durumda görünmesine dayanamamak; ikincisi herhangi
bir bakımdan kendinden üstün gördüğü birini bu üstünlüğünden acı duymak,
gönüllenmek, hasetlenmek, haset etmek; üçüncüsü esirgemek, çok görmek;
dördüncüsü bir şeye en küçük saygısızlık gösterilmesine bile dayanamamak;
beşincisi yerinde olmayı istemek, imrenmek.
Şimdi benim genel olarak ele alacağım kıskançlık bu çalışmada ikinci tanımdaki, yani
haset etmek esasında doğru anlamı Arapça bir sözcük. Bu kavramın psikolojide
yapılmış daha ayrıntılı bir tanımı elimde var. Kıskançlık aşağılık duygusundan
düşmanlığa ve alınma duygularına sebep olan ve başkalarının arzulanan özelliklere
sahip olması nedeniyle ortaya çıkan hoş olmayan ve çoğu kez acı verici olan bir
duygudur. Kelimenin İngilizce anlamı Jealousy değil envy olarak geçiyor, yani ikisi
farklı anlamlarda kullanılıyor. Biz envy’i ele alacağız. Latincede görmeyen kör
anlamına geliyor, burada kastedilen şey ne sahip olduklarına karşı kör olmak.
Dünyada kıskançlık diye bir şey var, neden böyle hissediyoruz, neden birini
kıskanırız? Kıskanma duygusu başka insanlardan nefret etmek ya da kötü biri
olmakla ortaya çıkmaz. Ortaya çıkışı genelde başkasının senden daha iyi bir
durumda olduğunu gördüğün anda deneyimle değil, aşağılık duygusundan gelir.
Duygusal yaralara sahip insanlar kendilerini her zaman kötü hissetmezler, kendilerine
yaralarını hatırlatan bir şeyle karşılaşınca kötü hissederler. Yani senin
yapamayacağını inandığın şeyleri birilerinin onları yapıyor olduğunu görünce bu
yaraları aşağılık hissederek hatırlamaya yatkınsındır, işte duygu buradan başlıyor.
Filmlerde, dizilerde, etrafımızda, yani hem kurmaca hem de gerçek dünyada fark
ediyoruz ki kadınlar arasındaki kıskançlık bir erkeğin başka bir erkeği
kıskanmasından biraz daha farklı bir boyutta. Şimdi düşünelim bu durum nerelerde
karşımıza çıkıyor? Küçükken hepimizin okuduğu ya da dinlediği Pamuk Prenses ve
Yedi Cüceleri hatırlayabiliriz mesela, mühim masalın başlangıç noktası, basitçe bir
kadının kendi yaşadığı yerde kendisinden daha genç ve güzel bir kadın bulunmasına
katlanamaması. Orta çağda şimdi gerçek duruma bakalım. Gerçek anlamda yaşayan
cadı adları vardı ve ölümler gerçekleşiyordu. Bu dönemde cadı olduğu iddia edilen
kadınların yargılanmasını ve sonunda yargılanmasını ya da asılmasını çoğunlukla
diğer kadınların ithamı sonucu olduğu gibi üzücü bir gerçekle karşılaşıyoruz.
15
Bu konuyla ilgili araştırma yaptığım süre zarfında da erkekler tarafından bu konunun
birçok kez mizah unsuru olarak kullanıldığını gördüm. Kadınlar için herhâlde gurur
verici veya komik bir şey olmadığı için kadınlar bundan bahsetmiyor ama erkek
komedyenler birçok skeçle karşılaştığımızda genel olarak söyledikleri şey şu,
kadınların kadınlardan nefret ettiği ve birbirleriyle arkadaş olmayı bilmedikleri.
Şimdi bu çalışmada aslında bu konunun ne kadar önemli olduğu ve küçük bir
sorundan ibaret olmadığı, aslında hayatın bir yönünü etkilediğini göreceğiz. Bende
çalışmaya başladığımda, hatta bu kadar olduğunu fark etmemiştim. Bunun yanında
bu durumun altında neler yatıyor? Kadınlar neden bu şekilde hissediyorlar ona
bakacağız? Şimdi kadınlar yaradılışından dolayı kötü ve büyük egolara sahip bu
özellikleri doğuştan taşıdığımız fikri bana olası gelmedi. Neden; çünkü etrafta yani
bazı kızlar kıskanmaya daha yakın bazıları ise değil, bunun nedeni var oluşlarından
gelen bir tesadüf mü bir genden mi? Bunun üzerine bütün bunları bıraktım, bilimsel
teorileri incelemeye başladım. Şimdi bu incelediğim bilimsel teorilerden çıkarttığım
özetlere bakacağız.
Şimdi en sonda karşılaştığımdan, üzerinde ortak bir kabul olanından başlamak
istiyorum, toplumun kadından beklentileri ve güzellik meselesi. Şimdi toplum küçük
kızların belirli bir kalıpta, rolde ve belirli özellikte sahip olmalarını bekliyor. Eğer kadın
toplum tarafından ona verilen rolden saparsa toplumdaki rolü ve kendi öz değeriyle
ilgili hayal kırıklığına uğruyor. Kadınların kendilerinden içten içe nefret etmeleri ve
düşük özgüvene sahip olmalarının kökünde aslında bu yatıyor. Sonuç olarak kadınlar
toplumun daha güzel ya da fiziksel olarak daha çekici algıladığı kadınları
kıskanıyorlar. Kadınlar kendilerinden daha güzel olan kadınları yalnızca bu nedene
bağlı olarak kendilerinden daha üstün bir konumda görüyorlar. Yani çekici olmak çok
ama çok önemli başka bir kadının güzelliği kadının kendi güzelliğine doğrudan bir
tehdit olarak algılanıyor, kadınlara öğretilen şey güzel olmanın iyi olduğu yani
saçlarından vücut ölçülerine kadar.
Burada kimseye haksızlık yapmak istemiyorum tabi çekici olmak toplumda iki cinsiyet
içinde önemli ama erkeklerde kadınlarda olduğu kadar önemli mi acaba, pek değil
galiba. Bunun dışa yansımasını nasıl görebiliriz? Dergiler mesela kadının estetik
gelişimiyle ilgili moda dergileri, güzellik dergileri bunlardan yüzlerce var, her ülke
kendisi çıkartıyor, uluslararası olanlar var hepimiz biliyoruz. Fakat erkeklerin
kendilerine estetik olarak geliştirmesine ilişkin dergiler oldukça az. Onların da
kapaklarında kadın fotoğrafları oluyor zaten. Hatta ben oranları bulmak için internette
bir araştırma yapıyordum, çok ünlü bir dergide şu başlığı gördüm: Mükemmel Kadının
Anatomisi. Yani vücut ölçüleri oranları, yani o dergide onu tartışıyor bunu söylemeye
çalışıyorum. Erkeklerin iç dünyası ile ilgili erdemler yüceltilirken kadınların dış
görünüşleriyle ilgili olanlar yüceltiliyor. Çoğu kadın toplumun işin içinde olan kozmetik
standartlarına uymak için ciddi bir çaba gösteriyor, bunun farkında olmalısınız.
Kendini güzelleştirmek, dış görünüşünü daha iyi hale getirmek, sağlıklı bir şey olsa
da medyanın kabul ettiği aşırı yüksek değerler için sürekli çabalamak kadınlar için
sağlıksız bir durum oluşturuyor.
Popüler kültüre bakalım. Şimdi popüler kültürün bize öğrettiği şeylerden biri de güzel
kadının istediği her şeyi çabalamadan sahip olabileceği. Bu konuyu düşünürken
şunu fark ettim: Gerçek dünyada var olduğu yadsınamaz bir durum var aslında bu
16
konuda. Güzel olan kadınlara nazik davranıldığı ya da güzel kadınların hayatının
biraz daha kolay olması gibi bir durumun söz konusu olduğunu düşüyorum. Fakat
burada önemli olan nokta sahip olunan diğer erdemlerin tamamen göz ardı edilmesi,
yani güzel olmak, terfi etmek ya da hayatının aşkını bulmak için yeterli olacak fikri.
Güzel kadınlar gerçekten tek bir gülümsemeyle, tek bir bakışla istedikleri her şeyi
elde edebiliyorlar. Yani yine yanlış medya mesajları tarafından bilinçaltımızda
yönlendiriyoruz. Antropologların kadınlar neden birbirini kıskanıyor konusunda görüşü
var. Kadınlar arasındaki bu tepkiyi atalarımızdan gelen biyolojiyle açıklıyorlar.
Şöyle ki, kadınlar mağarada bütün gün çocuk bakarken erkek besin için dışarıda
avlanıyor, kadın bu nedenle tamamen erkeğe bağlı durumda. Erkeğin ilgisi başka bir
kadına, belki daha genç bir kadına döndüğünde kadın güvenilir bir besin ve koruma
kaynağı ile olan bağlantısını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyor ve bir anda
kadının bütün hayali tehlike altında. Bu durumda daha çekici kadının varlığı diğer
kadın için gerçek anlamda bir ölüm cezası anlamına geliyor. Tabi bu iddia edilen
hayatta kalma içgüdüsünün hala hayatlarımızın tehlikedeymiş gibi 21. yüzyılda da
devam etmesi gerçekten şaşırtıcı; çünkü tehdit burada gerçek değil, tamamen hayali.
Başka görüşler de var, birçok psikologun görüşüne göre erkekler küçüklükten beri
rekabete teşvik edilmiş durumda. Erkeklerde rekabetin varlığı sağlıklı ve normalken
kadınlarda rekabet hiçbir zaman istenen bir özellik olarak görülmemiş. Erkekler
rekabet ediyorlar ve kaybettikten sonra rakiplerine karşı negatif duygular
beslemiyorlar. Ama kadınlarda rekabet duygusuna sahip, bu duygu istenmeyen bir
şey olduğundan kadınlar bu hislerini içlerine atıyorlar. Böylece sağlıklı bir rekabet
yerine gizli bir kıskançlık ve diğerlerinin başarısız olması isteğiyle duyulan suçluluk
duygusu ve utançla karışık bir durum ortaya çıkıyor. Bu nedenle kadınlardaki
düşmanca rekabet aslında güvensizliğin maskesidir. Kadınların kendi güçlerine olan
güvensizliği başka kadınların gücüne olan şüpheden kaynaklanıyor. Aldatan kadın
aldatan adamdan daha çok suçlanıyor.
Yapılan bir anket çalışmasının sonucuna göre kadınlar iş yerlerindeki kadın rakipleri
çekici ve erkeklerle iyi anlaşıyorlarsa kıskanıyorlar. Tabi erkekler için böyle bir sonuç
çıkmamış. Tabi bu durum iş yerindeki huzuru bozduğundan iş kalitesinin düşmesi
sonucunu doğurmuştur.
Kıskançlık konusunda son değineceğim konu en yakın arkadaşın kocasıyla birlikte
olma meselesi, yani kocalar eşlerini en yakın arkadaşlarıyla aldatması. Aldatma
konusu incelendiğinde bunun aslında göründüğü kadar basit yüzeysel bir konu
olmadığını daha derin bir şey olduğunu görüyoruz. Aldatılan kişi bilinçaltında aldattığı
kişinin partnerinin yerine geçmek, onun sahip olduklarına sahip olmak istiyor. Bunun
en kısa yolu da kadının erkeğin yanındaki konumunu almak olduğu algısı doğuyor.
Kadınlar buna izin veriyorlar; çünkü devamlı rekabet halindeler.
Kadınlar arası kıskançlığın ne kadar tehlikeli olduğu ve neden kaynaklandığını
anlamaya çalıştık. Bu duyguları yenmenin bir çözüm yolu var mı yoksa bunu böyle
bilmeden kabullenmeli miyiz? Dinde kıskançlığın bir yeri var, peki ne bu? Bakalım
yaygın dinlere, İslâm’da hem Hz. Muhammed’in sözlerinden hem de Kur-an’dan
kıskançlığın daha doğrusu Arapça haset diye geçen kavramın yasak olduğu ve
dayanışmanın, eşitliğin teşvik edildiğini görüyoruz. Bunun yanında Hıristiyanlıkta
kıskançlık şehvet, açgözlülük, hırs, gurur, tembellik ve öfkeyle birlikte yedi ölümcül
17
günahtan biri sayılmış. Budizm öğretisinde de kıskançlığın ne kadar tehlikeli
olduğundan bahsediliyor. İncil’de “Huzur Duası” diye bir dua var, belki
duymuşsunuzdur. Tanrım bana değiştiremeyeceğim şeyleri değiştirmek için huzur,
değiştirebileceklerim için cesaret ve ikisi arasındaki farkı bilmem için bilgelik ver.
Dinin yanında Tanrı tanımaz bir felsefe olan var oluşçuluktan bahsedebiliriz. Var
oluşçuluk bir felsefi akım olarak şu şekilde özetlenebilir: Varoluş özden önce gelir.
Yani var olduktan sonra kendi özümüzü oluştururuz. İrademiz bizim kendimizi
değiştirmemiz için hep yardım edecektir. Şimdi bütün bunları göz önüne aldığımızda
öncelikle kendimize daha sonra da başkalarına zarar veren bu duygunun etkilerinin
azaltılmaması için ben hiçbir neden göremiyorum.
Araştırmam sırasında birçok kaynakta bu duygunun giderilmesi için birçok fikir
buldum. Bunların hepsi ortak bir noktaya varıyor. Bu da kendine güvenli kadınların
kıskançlık konusunda daha hassas olduğu, yani daha az kıskandıkları. Hepimiz
insanız ve insan olduğumuzdan dolayı kendi özgüven sıkıntılarımız var. Kadınlar
kendi sahip oldukları özgüven problemlerini başka bir kadını yenerek çözecekleri
düşüncesinden vazgeçip kendileriyle ilgilenerek çözebilirlerse bu sorun hallolmuş
olacaktır. Kadınlar Murathan Mungan’ın dediği başka bir kadının başarısını bir ilham
kaynağı olarak görüp bunu kendileri için motivasyon fonksiyonu olan bir duyguya
dönüştürebilirlerse kadınlar birbirlerinden bu kadar zarar görmeyecekler. İçimizdeki
duyguların bizi birbirimizden ayırması yerine bilinçli ve birbirini destekleyen bir kız
kardeşlik kurabileceğiz.
Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Evvela benim deneyimlerim erkekler arasında da en
az kadınlar kadar kıskançlık olduğunu ancak bunun dışavurumunun biraz daha farklı
olabildiğini bunun da yine kültürel gruplara göre değişiklik gösterdiğini söyleyebilirim.
Yani kafasını gözünü yarmaktan tutun da bu hâkim olup daha değişik şekilde
yansıtıldığını birçok kere tanık olmuşumdur. İkincisi kadınların arasındaki kıskançlığa
gelince doğrudur, vardır. Erkekte ne kadar varsa ısrarla vurgulayarak söylüyorum, iki
tarafta da aynı derecede var da ufak bir grubu farklı olabiliyor.
Şimdi kadınlarınkine gelelim, kadın kadını kıskanmamalı çok doğru, paylaşımcı
olmalı çok doğru, aynen katılıyorum. Aslında öyleler ama neden olamıyorlar, neden
bunun bilincinde değiller, mesela bir gelin kaynana kıskançlığı var en basit örneği ya
da şimdilerde çok malum popüler o da güzel yansıtıyor bu işi. Muhteşem Yüzyıldaki
harem hayatını bütün kadınlar birbirinin kuyusunu kazıyorlar neredeyse farkında
mısınız en büyüğünden en küçüğüne her an saf değiştirebiliyorlar. Peki, ne için bu,
bu kadınlar ne ile kodlanmışlar? Hepsi padişahın gözüne o olmazsa şehzadenin
gözüne girmek için, neden? Çünkü haremin içinde başka yapacakları bir şey yok.
Gene bu neden önemli, başka bir şeyleri olmadığı için değil, her insanın içinde bir
yükselme, bir yere gelmek arzusu var, bir kadının o koşullar içerisinde öyle bir
ortamda gelebileceği en yüksek yer ancak padişahın gözdesi olduğu zaman olabilir
ve erkek çocuk doğurduğu zaman olabiliyor. Yüzyıllardır üç aşağı beş yukarı kadınlar
bu benzer değerlerle kodlandıkları için bir taraftan da baskılandıkları için kendi
değerlerinin farkında olmayıp gelin kaynana da öyle, gelin o kaynana gençliğinde ne
çektiyse gelin genç bir gelinken yaşı ilerledikçe birazcık dişini gösterme imkânı
bulduğu zaman aynı şeyleri birinin çekmesini istiyor. Yoksa sanıldığı gibi gelin
kaynana kıskançlığı değil.
18
Bakın bir gelin olmuş bir kişi olarak, bir kaynana adayı da olarak benim kaynanamla
ilk günden beri en küçük sorunum bile olmamıştır. İşin ilginç tarafı eltilerimle saç saça
baş başa girdikleri halde. Neydi acaba işin sırrı? Ben Kıbrıslı bir aileye gelin gittim,
yani benim kaynanam Kıbrıslı. Oralarda Türkiye’den gelenlere, Türklere yabancı
gözüyle bakılır. Böyle olduğu halde bana yabancı gözüyle değil de neden kendi
memleketinden olan kendi kültüründen olan kadınla birbirlerine girdiler acaba. Çünkü
ben içeriye girdiğim zaman Allah rahmet eylesin, o eve geldiğim zaman birçok
kavganın altında rahmetli kayınpederim yattığını ama hiç ortada görünmediğini
gördüm. Onu da çok severdim, bana hep hanım kız derdi, hiçbir gün kötülüğünü de
görmedim, çünkü onu deşifre etmiştim, onu anlamıştım daha ilk günden.
Kayınvalidem bağırıyor çağırıyor bir görseniz adı “Edepsiz Ayşe”ye çıkmış. Ama
altında kayınpederimle olan büyük anlaşmazlığı, büyük sorunları ve büyük kavgası
var. O kavgaları üstelik haksız değil, haklı. Kavga nedeni de şuydu: Kayınpederimin
iki oğlu bir de kızı var, en küçük kızı benimle yaşıt.
Bütün malı mülkü iki oğlu arasında paylaştırıp kızına hiçbir şey vermemek istiyordu
ve benim eşim de buna hiç ses çıkartmıyordu, üstelik üniversite mezunu olmasına
rağmen. Ondan sonra ikimiz birlikte kayınpedere yüklendik. Sorun çözüldü malı
verdirttirdim, bugün görümcemin çocukları o maldan istifade ediyorlar. Bu tamamıyla
ataerkil düzenin kadınların üzerindeki kurduğu baskılar ve yanlış kodlamanın bir
sonucudur.
Ezilen insan ilk fırsatta dişini geçirebildiği bir ortam bulup karşısındakini ısırır. Birey
olarak kadına, insan olarak eşit muamele ederseniz hiçbir sorun kalmaz. Erkekler de
kurbandır en az kadınlar kadar. Ben şimdi düşünüyorum, hangi anne evladını
karısının katili olarak görmek ister ya da hangi baba. Ama kodlarsanız böyle kültürel
kodlarla büyütürseniz çocuklarınızı küçük yaşta onun önünde silahla örnek olursanız.
Onu şartlarsanız. Erkekler ağlamazdan başlayarak gide gide katlanarak giderse ne
olmasını bekliyorsunuz? Hayır, sistemi suçluyorum erkekleri değil, cinslerde bir şey
yok.
Atılım Üniversitesi Öğrencisi Caner Baylık: İsmim Caner Baylık, işletme ikinci sınıf
öğrencisiyim. Öncelikle ben evde üç bayanla birlikte kalıyorum, annem ve
teyzelerimle birlikte. Kadınlar arasında büyüdüğümden dolayı kuşak farkı oldu, fazla
konuşamadım. Bu nedenle dolayıdır bilinmez belki genetiktir. Sessiz bir çocuğumdur,
fazla sosyal bir çocuk da değilimdir ondandır belki. Ne olursa olsun annem başımın
tacıdır.
Atılım Üniversitesi Öğrencisi Merve Tan: Merve Tan, Hukuk Fakültesi son sınıf
öğrencisiyim. Şimdi kodlamadan söz ettik. Önceden kodlamanın dilden
başladığından söz ettik. Namus kavramı belli bir zihniyetin ürünü olarak çarpık bir
şekilde ne yazık ki kadına ithaf edilmekte, siz var olan durumu ortaya koydunuz.
Ancak şöyle bir çelişki var, bu kadına atfedilen durum dilde başlıyor dedik. Ancak
bunları yaratan o işte bahsettiğimiz N.Ç.’ye tecavüz eden adamları da anneler,
kadınlar büyütüyor yetiştiriyor. Dolayısıyla burada bir çelişki var. Şimdi diyoruz
kültürel kodlamadan söz ettik işte, dildeki kodlamalardan söz ettik. Şimdi ne
yapabiliriz, annelere nasıl bir eğitim verebiliriz de bu çelişkiyi giderebiliriz?
Aslı A. Şimşek: Ben tabi ki daha ziyade sorunlu alanlara değindim. Çünkü bu
sunumu hazırlarken şunu göz önünde bulundurmuştum, hitap edeceğim kitle
19
genellikle üniversite öğrencilerinden, özellikle hukuk fakültesi öğrencileri oluşacaktı.
Onların sorunlu alanları görmesini istedim ve bir hukukçu olarak sorunlu alanlar için
ne yapabilirler? İşte mevzuatla ilgili şeyleri koydum. Yargıçların nasıl akıl
yürüttüklerine ilişkin, hukukçuların nasıl akıl yürüttüklerine ilişkin birtakım etik
değerleri koymaya çalıştım. Özellikle aklıma Merve söylerken geldi, kadınlar namus
cinayetlerinden ortak özelliklerini sayarken belirtmiştik. Erkekler erkeklerle işbirliği
halindeydiler. İşte özellikle evin en küçük çocuğunu baba ya da dede git sen bunu vur
şeklinde teşvik ediyordu vs. toplum buna sessiz kalarak onlara destek oluyordu ve
onu da belirtmeyi belki sunumda atlamışımdır. Kadınlar da sessiz kalarak farkında
olmadan buna destek oluyorlar.
Bu neden oluyor; birincisi kadınlar başlarına daha büyük bir şey gelmesinden
korktukları için sessiz kalıyorlar, ses çıkardıklarında benzer bir şiddetle maruz
kalacaklarını düşündükleri için. İkincisi sessiz kalıyorlar; çünkü kendileri bu şiddete
maruz kalmasalar bile kendilerini çaresiz hissediyorlar. Yani yapacakları bir şey
olmadığını düşünüyorlar. Gül Dünya olayı geldi. Gül Dünya bunun nasıl öldüğünü,
başına neler geldiğini biliyor musunuz? Pek çok şarkıya konu oldu kendisi. İstanbul’a
kaçıyor memleketinden. Kardeşi tarafından tipik bir namus cinayeti ya da töre cinayeti
dediğimiz olay. Fakat onunla ilgili değişik garip bir haber okumuştum. Bir gazetecinin
köşe yazısında kadınlar bu cinayeti destekledi diye. Özellikle orada vurgu yapılan
halası bizim namusumuzu temizlemesi gerekiyordu. Dolayısıyla burada vurgulamaya
çalıştığım biraz önce arkadaşımızın erkekleri mi suçluyorsunuz gibi, erkekler mi suçlu
demişti. Hayır, genel olarak hocamın dediği gibi sistemde bir arıza var ve hem kadın
hem erkek bu ataerkil kodlarla büyüyoruz hepimiz. Bunu aşmak bizim elimizde. İşte
bu tarz çalışmaları bunun için yapıyoruz zaten, bu bir bilinç yükseltmedir arkadaşlar.
Önce kendimizden başlayarak var olabileceğini düşünüyorum. Yoksa hukukçu olarak,
yani şunu söyleyebilirim, istediğimiz kadar mükemmel idari kurallar koyalım
uygulamada iş bitecektir.
20