KISA BİR ÖYKÜ

Transkript

KISA BİR ÖYKÜ
KISA BİR ÖYKÜ
25.11.1993 günü Van Karayolları 11. Bölge
Müdürlüğü Daire Tabibliğinde her günkü işlerimi yapıyordum.
Amcam Osman Epözdemir geldi. SSK ile ilgili işleri varmış
onu telefon ile çözümleyebileceğimi söyledim, çay içtik,
sohbet ettik. Tatvan’dan geliyordu, aradakileri özellikle
babam, annem, ve Şilan’ı sordum. Ayın 20’sinde intihar edip
getirilen Sabri amcamın oğlu Yakup Epözdemir için
gelenlerden dolayı kalabalık olduğunu, bir kısım akrabaların
bugün, bir kısmının da yarın gideceğini söyledi. Şakir
amcamı sordum, onunda ayın 6’sında gözaltına alınan
Nametullah amcamın bugün savcılık karşısına çıkarıldığını,
sonucunu beklediğini söyledi.
Benim ve Serhat’ın askerlik tecil işlemleri ile ilgili
raporaldığımızı bunları babama vermesini söyledim. Öğleyin
ayrıldı.
- Efendim.
- Merhaba Babacığım nasılsın?
- İyiyim oğlum, sen nasılsın?
- Ben de iyiyim baba. Amcamın durumu ne oldu?
- Bizde bekliyoruz oğlum, bugün savcılığa çıkarıldılar henüz bitmedi. Şakir amcam
da yanımda.
- Baba raporları aldın mı?
- Aldım oğlum, bugün askerlik şubesine gidip raporları verdim.
- Bir sorun çıkmadı değil mi?
- Yok yok.
- Annem, Şilan nasıl baba?
- Onlarda iyiler, gelip gidenlerle ilgileniyoruz.
- Amcamla da görüşeyim babacığım, ellerinden öperim.
*
*
*
- Merhaba amca,
- Doktor nasılsın?
- İyiyim amca, sen nasılsın?
- Bizde iyiyiz, Nimet’in durumunu merak ediyoruz, sonuçlanırsa gideceğiz.
- Buyurun bize gelin, buradan uçakla göndeririz sizi.
Teşekkürler yeğenim, araba ile döneceğiz belki daha sonra.
Bu arada telefon kesildi, bir kez daha çevirdim.
- Merhaba baba.
- Baban değil amcan.
- Amca size iyi yolculuklar dilerim.
- Gözlerinden öpüyorum, babana birşeyler söylüyor musun?
- Hayır amca selam söyleyin. İyi akşamlar.
Nereden bilebilirdim bu konuşmanın babacığımla olan son konuşma olacağını!
Akşam Ayşe’nin öğretmen arkadaşları ve eşleri misafirliğe gelmişlerdi. Oturduk,
sohbet ettik. Gece 23.00 de gittiler. Canım sıkılıyordu amcamın durumunu öğrenmek için
Tatvan’ı aradım. Telefona amcam çıkınca şaşırdım. Babamı istedim henüz eve gelmediğini
Nimet için beklediğini söyledi. İkna olmadan telefonu kapattım, çünkü babam hiç bu kadar
geç kalmazdı. Bir kez daha aradım, sesler çok trajikti kuşkulandım, annemle konuşmak
istediğimi söyledim. Annem telefonu eline aldı ve ağlamaya ve bağırmaya başladı:
- Ne oldu anne, niçin ağlıyorsun?
- Babanı gözaltına aldılar oğlum.
- Üzülme anne, sen bir Devrimcinin eşisin biraz sabırlı ol, biz hemen geliyoruz.
1
- Hayır oğlum, kış kıyamet gece yola çıkmayın sabah erkenden gelirsiniz.
- Peki anne fakat lütfen üzülme, Şilancığımı öp.
Telefonu kapattıktan sonra Serhat’ı aradım gidelim dedim fakat oda nasıl olsa
gözaltında gece bir şey yapamayacağımızı düşünerek yarın sabah gidelim dedi.
İdari İşler Müdürümüz Mustafa Gökçek’i aradım, ertesi gün için izin aldım.
O gece sabahı nasıl yapabilirdim, bilemiyorum. Hiç uyuyamadım dönüp durdum.
Tedirgindim. Saat 05.30’da Serhat ile Tatvan’a doğru yola çıktık. Eve ulaştık, ev çok
kalabalıktı, annem bana sarıldı ve ağlamaya, bağırmaya başladı:
- Oğlum babanı kaçırdılar, onu öldürdüler. Evimiz yıkıldı oyy, oyy.
Durumu kavramaya çalışıyordum, her tarafımı kızıl bir ateş sardı titrememek için zor
duruyordum, büyükbabamın yattığı yatağa yığıldım. Çevrede birçok akraba ağlıyor, feryat
ediyorlardı. Şakir amcam ile kafa kafaya verip neler yapabileceğimizi tartıştık.
Önce annemle Hükümet Konağı’na gidip Başsavcı ile görüştük, bizi pek de iyi
karşılamayan Savcı hayali yerlere gitmiş olabileceğinden söz ediyordu gözlemim sonucu
şunu gördüm: Savcı’nın elleri titriyor ve yüzü bembeyazdı. Belli ki bir şeyler biliyor fakat
söyleyemiyordu. Belki yüreği seviniyordu. Diğer Savcı Mustafa Yabanoğlu biraz daha başarılı
rol yapıyordu. Üzülüyormuş gibi, yardımcı olmak için can atıyormuş, hiçbir şeyle ilgisi yokmuş
gibi görünmeye çalışıyordu. Dilekçe verdik, her şeyi çok net söyledim: Babamı Kontrgerilla
kaçırdı ve onu öldürecek!
Anneme dün akşamı anlatmasını söyledim:
Saat 20.00’de babamla telefonda konuşmuş, yemeğin hazır olduğunu eve gelmesini
söylemiş, işte bu son konuşma. 20.30’da Neşet dayım ve oğlu Mustafa bize geliyorlar.
Anneme Şevket ağabeyin arabası aşağıda, kendisi yok mu? Diyince bizde bulunanlar,
hemen harekete geçip Emniyet, Valilik ve Ankara’daki politikacı tanıdıklara haber veriliyor.
Babamı bir saat içinde kaybeden bu güç öyle bir güç ki, Ankara’nın bile ona gücü yetmiyor
ya da istedikleri olmuyormuşçasına yürek sevindiriyorlar.
Babamı arıyorduk, her yola baş vuruyorduk. Valinin yanına ben, annem, amcam,
Bitlis SHP İl Başkanı Muzaffer Ahlat ve DEP İl Başkanı İshak Tepe beraberce gittik.
Vali tipik bir bürokrattı, demokrasiden, insan haklarından söz ediyordu. Lafı
çevirmeden direkt söyledim: Babamı Kontrgerilla kaçırdı ve hayatından endişe ediyoruz. Vali
yerinden fırladı ne demekmiş Kontrgerilla Türkiye’de böyle kurumlar yok falan filan. Aşağı
indik, arabanın arka koltuğunda ağladım, tavırlar maalesef babamı katlettiklerini
gösteriyordu. Oğlu Kontrgerilla tarafından katledilen İshak Tepe’de doğrularcasına “Bana
nasıl davranıldıysa size de aynı şekilde davranılıyor, aynı şeyler söyleniyor”.
ANAP İl Başkanı Nuri Dağdağan’ın Zırhlı Tugay Komutanı Korkmaz Tağma ile
arasının iyi olduğunu bilen amcam kendisi ile görüşerek bir randevu almasını istedi,
zorlamalarımız, ricalarımız sonucunda saat 15.00 için randevu almıştı.
Belki telefon ile aranırız diye alıcılarını yerleştirdik fakat boşuna imiş.
14.00’de telefon çaldı:
- Kimsiniz?
- Ben Avukat Şevket’in oğlu Doktor Serdar’ım, ne istemiştiniz?
- Doktor bey Güroymak yolunda bir kamyon şoförü trafik kazası geçirmiş yaralıyı
Bitlis Devlet Hastanesi’ne götürmüşler. İlgilenirseniz iyi olur.
- Tamam bir grup gönderip baktıralım.
Bitlis Devlet Hastanesi’ni aradım, nöbetçi memuru böyle bir olayın hastaneye intikal
etmediğini söyledi. Ben de aklımdan babamı, çevrenin zaten tanıdığını, herhalde getirilirse
bilinebileceğini söylüyordum, oysa hazırlık yapıyorlarmış!
Telefon bir kez daha çaldı:
- Siz gitmediniz mi daha?
- Bir grup gönderdik, hastaneyi de aradık böyle bir vakanın gelmediğini söylediler
müdür bey.
- Tamam mutlaka ilgilenin.
Zalim herif çok ısrar ediyordu bir film şeridi gibi gün boyu olanlar gözümün önünden
geçti. Herkes kendisine verilen rolü başarı ile oynuyordu.
2
Çok geçmeden telefonun ucunda ağlayan ve soğukkanlı olmamı söyleyen sesi ile acı
haber ile karşılaştım: Babamı katletmişlerdi, beni otopsiye bekliyorlardı. Bitlis’e takside
ağlayarak geldim, yıkılmıştım fakat güçlü ve objektif olmalıydım.
Sevgili dostum, arkadaşım, babacığım, kılavuzum masada cansız yatıyordu.
Öldürmüşlerdi, işkence görmüştü fakat yüzü gülümsüyordu, belli ki davamda haklıyım
diyordu.
Bitlis Devlet Hastanesi’nin önü, polis, özel tim ve adli görevlilerle dolup taşıyordu.
Poliklinik önünde amcam ve İshak Tepe ayakta bekliyorlardı, amcam ağlayarak:
- Senin baban kafasına kurşun sıkılacak adam mıydı? Dedi.
Sol burun deliğinin üst kenarından giren kurşun kafasının arkasından çıkmıştı. Boğazı
ip ile ya da itin birinin boğazını sıkması ile morarmıştı. Sağ gözünde travmaya bağlı
morarma, yeryüzündeki tüm güzellikleri beyninde taşıyanın yüzünde darp izleri mevcuttu.
Bacaklarında sigara yanıkları ve darp izleri mevcuttu. Sağ elini ve ayağını dirsekten ve
dizden kendine doğru çekmişti belli ki öldürüldüğünde bu pozisyondaydı. Sırtta ve kuyruk
sokumunda ölü morlukları mevcuttu. Tahmini ölüm saati 03 – 03.30 idi. Güroymak yolunda
Tahtalı köyü yakınlarında yüzü ve gözü agal ile bağlı, sol ayakkabısı ayağından çıkıp iki, üç
metre uzaklığa yuvarlanmış, yüzü sağa dönük olarak askerler tarafından bulunduğu
söylendi. Bir kez daha bizi aptal yerine koymaya çalışıyorlardı oysa biz düşmanlarımızı çok
iyi tanıyorduk. Boğuşma izleri vardı, zaten gözlüğü de evden 100 metre ileride orduevi
kapısına yakın yerde bulunmuştu. Oynanan komplo belliydi. Emirler Ankara’dan geliyor
Tugay Komutanı, Emniyet Müdürü, Vali, Savcılar, Mülki görevliler ve tetikçiler bu savaşı
sürdürüyorlardı.
“Bunlar engerekler ve çiyanlardır,
Bunlar aşımıza, ekmeğimize göz koyanlardır,
Tanı bunları, tanı da büyü.”
Babacığımın gül bedenini hastanenin Ambulansı’na bindirip, Tatvan’a doğru hareket
ettik. Tatvan girişinde Emniyet Müdürü şehre girmememizi Karşıyaka’ya götürüp oradaki
camide yıkayıp orada gömmemizi söyledi, yanıtım netti:
- Babam şerefli yaşadı,
- Onurlu yaşadı ve teslim olmadan öldü. Ona yakışan biçimde gömeceğiz. Tatvan
merkezindeki merkez camiye götüreceğiz ve dini vecibeleri yerine getirdikten
sonra defnedeceğiz dedim.
Babamı o musalla taşında yatışı hiçbir zaman unutamayacağım bir yaraydı, öylesine
temiz bir yüzü vardı ki o anda mutlu olduğu belliydi. Doğru bildiği yolda yürüdü taviz vermedi
ve işlerine gelmediği için eli kanlı katiller onu katlettiler.
Emniyet Müdürü bir kez daha geldi ve yarın (27 Kasım) PKK’nin kuruluş yıldönümü
bu gece cenazeyi defnetmemiz gerektiğini söyledi ve bu emrin bizzat İçişleri Bakanlığı’ndan
geldiğini söyledi. Evet katillerin şefini nihayet açıklamıştı. “İçişleri Bakanlığı.”
Belediye Başkan Vekili İmdat Akbay’ın üstün çabalarıyla o gece panzer ışıkları
altında, babamı son yolculuğuna uğurladık şimdi yeni Karşıyaka Şehitliği ve mezarının
üstünde şunlar yazılı “sen bir özgürlük ve barış gülü idin.” Babanın insancıl, barışçı ve
yurtsever özelliklerini ancak bu sözcükler karşılıyordu.
26 Kasım güzel babacığımın katledildiği gün olarak Kürdistan Tarihinde yerini aldı.
Evet babacığım, seni katlettiler ve sandılar ki, Av. Şevket’i öldürürsek bu mücadeleyi
bitirebiliriz. Oysa geçen bir yıl süresince bu mücadele tüm birimlere sıçradı artık yurt içinde
değil, yurt dışında da köşeye sıkışmış bir TC izliyoruz. Seni Şehitlik mertebesinde gören
bizler ve dostlarımız biraz daha kararlı bu yola baş koyuyorlar.
O büyük gün geldiğinde eminim ki sende toprağın derinliklerinde o çok sevdiğin doğa
ile içiçe bize katılacaksın. Annemi ve Şilancığımı hiç merak etme ben ve Serhat dostların ve
akrabaların da yardımıyla senin yokluğunu aratmıyoruz, rahat uyu babacığım. “İtler ürümeye
devam ediyorsa da kervanımızda yürümektedir.”
Senin bedenini aramızdan aldılar,
Düşüncelerini asla,
Gülümsemeni soldurdular,
Duygularını asla,
Bugünü bitirdiler,
3
Yarınları ASLA!
Serdar EPÖZDEMİR
ŞEVKET EPÖZDEMİR ÖLDÜ MÜ?...
Av. Halit Çetin Yalap
Gazete haberleri ... Ölüm ilanları... Yok kimler ölür veya “O ölmedi, hiç ölmez”
iddiaları. Buna benzer çok çapraşık iddia veya görüşler.
Bence mesele o kadar karışık değil. Birileri kapısına dayanıp alıp götürdü... Birkaç
kurşun... Ceset bilmem hangi derede... Karınca ezmezin işi bitik... Bal gibi öldürdüler onu.
Çok zor iştir bir dostun ölüm haberi için yazı yazmak... Hele bir de yazı yazan okuryazar değilse... Hep matbu dilekçe örnekleri. Her işi velhasıl arz ve talep ederim diyerek
bitirmek... Peki bunu kime arz veya kimden talep edeceksin... Bir avukatı sadece düşündüğü
için veya onlar gibi düşünmediği için öldür... Birileri kendisini aklamak zorunda...
Öldürüldüğü için değil, basbayağı İNSAN’dı. Düşmanı yoktu. Belki kendini öldürenler
bile düşmanı değildi...
İnsanlar ülkede gruplara, düşüncelere bilmem nelere ayrılıyor.. Onu 1968 de tanıdım.
Lisede öğretmendi.. Kuşak önemliyse altmış sekizlilerdendi. Ancak Hukuk Fakültesi’ne
kaydını yaptırmıştı... Yıllanmış bir ikinci sınıf öğrencisi olarak beni buldu... O günden beri
dostumdu...
Zor parasız öğretmenlik ve öğrencilik yılları... Altındağ’da ve bir gecekonduda
sürdürülen yaşam... Doğal olarak paramız olmadığı için evden Cebeci’ye kısa olsun diye
Bentderesi’nden geçerek giderdik. Günlük tasarruf, o zaman o parayla ikişer kilo hamsi
alarak evin yolunu tutardık. O evli, iki çocuklu, ben çocuksuz; iki ev doyardık...
Okul ve staj bitti... Artık kendince vatanı ve kendini kurtarabilirdi. Baykan
doğumluydu. Tatvan’ı mekan tuttu...
Sonra kasaba avukatlığı... Diğer aydınlar gibi politika. A partisi başkanı... Bilmem ne
hakları üyesi... Sanki haklar veriliyormuş gibi... Senin yaşama hakkın da yokmuş... Herhalde
ölünce anlamışsındır...
Nerede veya hangi tarafta olursa olsun ülkede düşüncelerinden dolayı öldürülen
biridir o... Şehit kavramına hiç inanmadım... Öldü mü basbayağı ölür insan... Ama O’nun
ölümü benden çok şeyler alıp götürdü...
Herkesin her yerde söylediği, uygulaması “Kaf dağının ardında” olduğu söylenen.
“Din, dil, ırk, felsefi, inanç ve siyasi düşünce” vesaire için, yani herkes eşittir için, “kısaca
Şevket’i öldürdüler.”
(DİYARBAKIR BÖLGE BAROSU DERGİSİ Sayfa: 46)
BİR CİNAYETİN ARDINDAN
Sercan Kaya
Şevket Epözdemir. Dalından koparılmış bir gül gibi düştü toprağa, Kürdistan’da
şehitler kervanına katıldı. Ölüm ile yaşam arasındaki sınır giderek kaybolur. Bugün
Kürdistan’da insanların bir tek istemi var. O da özgürce yaşamak, güvenlik içinde olmak
yaşama hakkını koruyabilmek. Toplumun bağrından şiddetin arınmadığı, karşılıklı olarak
şiddetin sürekli tırmandırıldığı bir ortamda, Kürt halkı iki dere bir arada , misali zulmün
kurbanı ve işkencenin girdabında inliyor. Devlet PKK’ya yataklık etti diye kırbaçlıyor, kılıçtan
geçiriyor halkı. Örneğin Ahlat’ın Kêrs köyünden alınıyor 5 köyü anında köyün dışında infaz
ediliyor, hiç sorgusuz, yargısız. Acının baskının, zulmün ve işkencenin dayanılmaz ağırlığını,
mazlum Kürt köylüsü ve esnafı taşıyor. Adeta bunca yıllık özverinin, sadakatın ve
4
yurtseverliğin bedelini ödüyor. Ama geriye dönüp bakıldığında geçen süre somut olarak bir
iyileşmeye rastlamak mümkün değil. Kuşkusuz halk kitleleri eskiye nazaran çok daha
uyanmış ulusal kimliğine sahip çıkıyor. Özgürleşme sürecini yaşıyor. Ama içinde bulunduğu
koşullar hiçte iç açıcı değil. Çünkü yaşama hakkı güvencesi yok. Kürdistan’da tablo
tamamen kırmızı, kan akmakta, oluk oluk oluklardan.
Bu cinayetler ne ilki ne de sonuncusudur. Şevket Epözdemir, ötekilerden daha net bir
mesaj bırakıyor geriye. Kim yaptıysa yapsın tam bir provakasyon kokuyor. Ve Tatvan’ın
Silvan’a, Lice’ye, Diyadin’e çevrilmek istendiğinin somut işaretidir, bu kanlı cinayet.
1- Epözdemir, 26 Kasım’dan bir hafta önce ya da bir hafta sonra da katledilebilinirdi.
Bu olayın 27 Kasım PKK’nın kuruluş yıldönümünde gerçekleşmiş olması düşündürücü değil
mi? Epözdemir, öldürülünce besbelli geniş bir kitle tepki gösterecek, sokağa dökülecek
görkemli bir gösteri olacaktı. Girişler ve çıkışlar 27 Kasım’dan ötürü tutulmuş, devletin gizli
(açık) güçleri kentte, her sokakta, insanlar Epözdemir için sokağa çıkmaktan geri
durmayacak gösteri yapacak. Gerisi malum, Şırnak ya da Vedat Aydın’ın cenazesinde olup
bitenler biliniyor.
2- Epözdemir, bir barış ve diyalog insanıydı. O şiddet politikalarını benimsemeyen,
demokratik ve barışçı çözümden yana siyasal yumuşama yanlısı, sevecen ve popüler bir
kişiliğe sahipti. 1965’de TKDP’ye girmiş 1971’de partinin dağılması onun son örgütlü
mücadelesi olmuştu. Hiçbir Kürt siyasetiyle organik ilişki içinde değildi. Belki de en çok uzak
olduğu görüş, PKK idi. Ama bir avukattı ve herkesin davasına koşuyor, bunu görev biliyordu.
Bu cinayetin bir gün öncesi PKK yanlısı olduğu savlanan 28 kişnin gözaltı süresi dolmuş,
duruşmaya çıkarılmışlardı. Epözdemir duruşmaya alınmadı. Tutuklular arasında kardeşi de
vardı. Duruşma geç saatlerde sonuçlanmıştı. Ama neticeyi öğrenemedi. Av. Şevket
Epözdemir.
3- 7 Kasım 1993’te Diyarbakır’da gözetim altına alınan avukatların arasında,
Epözdemir’in de tutuklanma istemi listede vardı. Ama Epözdemir’in de tutuklanmadı. Besbelli
kurbanlık sayıldı. Tatvan savcısı bunu ailesine böyle duruyordu. Ama Epözdemir
tutuklanmayacak katledilecekti ki, 7 Kasım’da gözetim altına alınmadı. Bu durum, bir işaretti,
ama görülemedi.
4- Şiddet politikasında ısrarlı olanlar bu kararı verdi. Kamuoyunda Kürt sorunun adildemokratik ve barışçıl çözümünden yana olan insanlar çoğunlukta ve hergün de çoğalıyor.
Epözdemir bu işin önde gelen ismiydi. Kuşkusuz şiddet ve barış, diyalog ile örtüşmeyen iki
politikadır. Bu yüzden elinde silahı olanlar, kitlelere namlunun ucundan başka birşeyi
anlatamayanlar sonuçta aslan kesilecek,barış gönüllülerini çirkin bir biçimde yok edecekler.
İşte bu cinayet barış ve diyalogdan yana olanlara sıkılmış bir kurşundur, barışa ve kardeşliğe
çekilmek istenen bir settir. Türk ve Kürt halklarının demokratik birliğine indirilen bir darbedir.
5-Epözdemir’in evinin önünden gece saat 8.00’de gürültüsüz, patırtısız alınmış olması
çok ilginç. Hiçbir görgü tanığı yok. Onu taşıyanlar, onun o saatte, arabasını park ettikten
sonra yaya olarak oradan gitmeyeceğini ya da rahatlıkla götürülemeyeceğini çok iyi bilir.
Ortada son derece önemli ve ikna edici bir neden olmadan Epözdemir hiçbir yere gitmezdi.
Buradan hareketle akla gelen şudur; Epözdemir daha önce tanıdığı, güven duyduğu,
sınanmış gibi görünen tanıdık bir kişi ya da kişilerce, ikna edici ve gayet inandırıcı bir
gerekçe ile oradan uzaklaştı. Sokağın lambası yanmıyor ve ortalık karanlık.
Ancak, hangi neden ikna edici olabilir? Şöyle düşünüyor insan, ajanlığı henüz deşifre
olmamış, tanıdık sima, gözaltılarla ilgili ya da 27 Kasım’a ilişkin bir gerekçe ileri sürülebilir.
Ya da bir başka kişinin görüşme talebini iletebilir. Mekanı yakın gösterip Epözdeir’i alıp
uzaklaşabilir. Bu ihtimal güçtür. Çünkü askeri bölgeye çok yakın bir alanda Epözdemir’in
gözlüğü bulundu. Bu cinayetin süsü de olabilir. Ama gerçeğe en yakın olan durum,
Epözdemir’in, gözlüğü işaret olsun diye kendisinin attığıdır. Ya da ihanete götürüldüğünü
anlayınca, direndi. Direnince gözlüğü düştü. Bu ortamda gözlüğü yerden almaya fırsat
kalmadı. Gözlük delil olarak orada kaldı. Ağzı ve gözleri bağlı olarak yakın bir kapalı
mekanda subay lojmanları ya da Tugay’da işkenceye ve sorguya alındı. Boğazından
boğulmak istendiğine, her iki kolundan bağlanmış olduğuna ve dizlerinde sert bir madde ile
kemiklerinin kırılmak istendiğine dair izler var. Otopsi raporu böyle, doktoru böyle anlatıyor.
Takriben gece saat 3-4 arası Epözdemir göz kapağının altından tek kurşunla, gözleri
peşmerge egali ile bağlı bir şekilde öldürüldü. Egal’de kan izleri var ve ön tarafta kurşun
5
deliği var. Kurşun ensesinden dışarı çıkmış ama dıştan egali delmemiş çünkü, kurşun
giysilerinin arasında bulundu. Sonra ceset Tatvan’a 15 km. uzaklıkta bir araziye bırakıldı. Bir
kamyon şoförünün haberi üzerine olay ertesi gün saat 14.00 sularında duyuldu. Savcılığın
arananlar listesinde adı var ancak daha sonra Tatvan savcılığı verdiği yazılı bilgide “aranan
şahıslardan olmadığı, hakkında tutuklama talebi bulunmadığını” belirtiyor.
Bu cinayet, barış düşmanlarının, barış yanlılarına verdiği bir göz dağıdır. Bu cinayet
şiddet ve kan politikalarında ısrar edenlerin toplumu sindirmek isteyişinin işaretidir. Giderek
büyüyen ve sorunun diyalog ve barışçı yollarla çözümünden yana olanların arasında panik
yaratılması ya göçe ya da silaha sarılmak durumuna itilmesinin açık örneğidir.
Şevket Epözdemir’ler bir özgürlük gülüydü ve hep öyle anılacak. Dilerim ki,
Epözdemir’in ölümü son olsun , Kürt sorunu adil, demokratik ve barışçıl çözüm yoluna girsin.
Bir Demokrasi Şehidi: Av. Şevket Epözdemir
25 Kasım 1993 akşamı, saat 20.00’da kontrgerilla ve onun işbirlikçileri, yörede sevilen
ve sayılan; tek silahı, düşünceleri olan demokrat, yurtsever, aydın insan, DEP İlçe Başkanı
Av. Şevket Epözdemir’i kaçırdılar. Sorgusu kısa sürdü. Çünkü; herhangi gizli bir örgüt ya da
yasal olmayan olaylarla ilintisi yoktu. Tek suçu, halkını ve halklarını sevmesiydi. Götürüldüğü
yerde tüm istemlere “hayır” dediği için çabuk infaz edildi. Cesedindeki alaycı gülümseme,
bunun en önemli kanıtıydı. Yıllardır bir çok otopsiye girmiş doktor: “Ben yaşamımda bu denli
güzel gülümseyen, ölüm karşısındaki alay edercesine böyle duran başka bir ceset daha
görmedim” derken, ağabeyi de “Bu insan tüm Türk ve Dünya klasiklerini okumuş büyük bir
beyindi, bu kafaya nasıl kurşun sıkılır? Türk demokrasisi için çimentoydu, gerekliydi” diyordu.
Hain eller, infazı gece gerçekleştirdiler. Cesedi öğlene doğru yol kenarına
bırakıverdiler. O güzelim beden karın üzerinde üşüdü, fakat gülümsemesini hiç kaybetmedi.
Kürt sorununun, barışçı ve adil yöntemlerle çözüleceğine inancı tamdı, zaten bu yüzden DEP
İlçe Başkanlığı’nı sürdürüyordu.
TC Hükümeti’nin bile telaffuz etmekten korktuğu kirli savaş; kan, barut ve göz yaşı
bırakıyor. Bilmiyorlar ki, Şevket ve Şevket gibi katledilenlerin, halkta tepkiyi arttırıp, geride
kalanlarına direnç veriyor. Bu güç, çığ gibi büyüyor.
1943 yılında Siirt ili Baykan ilçesi Minar (Dilektepe) köyünde dünyaya gelen, türlü
sıkıntılarla ilkokulu, Dicle Öğretmen Okulu, Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nü bitirip, edebiyat
öğretmeni olan, 1964 yılından 1983 yılına değin bu mesleği sürdüren, Ankara’da çalıştığı
dönemde Hukuk Fakültesi’ni bitirip 1975 yılında avukat olan bu azimli insan, bu tarihten
itibaren halkının içinde olmayı seçmiş, Tatvan’a yerleşmiştir. Her yönüyle ilkeli ve düzeyli bir
tavır izleyen, hiçbir fraksiyona angaje olmadan insan haklarına ve demokrasiye olan
bağlılığıyla mesleğini uyguladı.
Espritüel ve sürekli gülmeyi seven bir yapısı vardı. 1980 Eylül darbesinde 33 gün
gözaltında kaldı. Zindanda bile bu özelliğinden vaz geçmediği, esprilerle, fıkralarla,
şakalaşmalarla diğer arkadaşlarına moral verdiği hala anlatılır. Doğayı,insanları, çocuklarını
(özellikle kızı ve torununu), avcılığı en çok da yetiştirdiği çocuklarını diğer insanlarla
tanıştırmayı, gizli bir haz alarak severdi. Gülen yüzü, zevkle yaptığı işlerde daha bir neşelenir
çevresindekilere de bulaştırırdı. Hasta biri öleceğini söyledi mi “ne güzel işte tüm
ağrılarından, sızılarından kurtulacaksın, rahat uyuyacaksın” dedi mi, çevredekiler katıla katıla
gülerdi. Her yönüyle insana yakındı, çocukla çocuk, büyükle büyük olurdu.
Karanlık cinayetlerin arttığı günlerde kendisine uyarıda bulunanlara önce gülümser
sonra da ”bana bir şey olmaz” derdi. Ölümün kalleş olduğunu unuttu. Dostoyevski’nin
kahramanları gibiydi. Sevgi, hoşgörü, iletişim ile her şeyin düzelebileceğine inanır,
düşmanına dahi gül uzatabilecek kadar alçak gönüllüydü. Yaşamdaki tek zaafı insanları çok
sevmekti. Yazıhanesinde asılı duran Malierac’ın sözü mesleğini nasıl uyguladığının en büyük
kanıtıydı: “Avukatlar esir kullanmadılar, fakat efendileri de olmadı. Hukukun üstünlüğünü
benimsediler, ona rivayet ettiler...”
Barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesine tüm yaşamını adayan bu insan yapılan
işkence ve sıkılan kurşuna karşı şunları söyler gibiydi:
“Onlar ümidim düşmanıdır sevgilim./ Meyve çağında ağacın,/ Açılıp yeşeren hayatın.
6
/ Çünkü zulüm vurdu alınlarına/ Dökülen diş, çürüyen et...”
Katledilmesinden sonra yasına gelen insanların, her düşünceden ve her kesimden
olması dış dünyaya yansıttığı demokrat yüzünün bir sonucuydu. Yalnız dışa gösterdiği
yüzünde değil, özel yaşamında, eşiyle ve çocuklarıyla olan ilişkilerinde de tam bir bürokrattı.
Barışseverdi, çünkü kendisiyle barışıktı; yurtseverdi, çünkü yurdunun tüm
güzelliklerine hayrandı; özgürlük tutkunuydu, çünkü evcilleştirebileceği , besleyebileceği
hayvanları avlardı. Güleryüzlü ciddiyeti bu denli iyi uygulanabilen insan, her zaman sorunları
iletişimle çözebileceğini söylerdi. Artık Kürt halkı şunu çok iyi biliyor: Barıştan yana olanlar,
demokrasi ile sorunlarına çözüm isteyen güçler namlunun ucundadır. Hükümet öyle söz
edildiği gibi çözümden yana değil. Tek formülleri var oda öldürmek, bunun doğal sonucu da
açık: Kan. Oysa bu kan gölü Kürt ve Türk halkını ortak etkiliyor. Artık şunu herkesin
söylemesi gereklidir. Sorunların çözümü için barışçı bir süreç istiyoruz, bunu sağlamakta
devletin görevidir. Biz artık çocuklarımızı, analarımızı, babalarımızı bu kirli savaşta
kaybetmek istiyoruz.
Tatvan’daki kısacık yaşamında SODEP, SHP, DEP ilçe başkanlığı, İHD temsilciliği,
belediye meclis üyeliği, Van Barosu üyeliği ile Barolar Birliği delegeliğini yapmış, her zaman
çalıştığı görevin sorumluluklarını tam olarak yerine getirmişti.
Onun yasını tutarken şunu çok iyi biliyoruz.
Şehitler öldükleriyle kalmazlar, düşünceleriyle ve geleceğe bıraktıklarıyla yaşarlar.
Demokratik çözüm her zaman olanaklıdır ve buna şimdi acilen gereksinmemiz var. Bir kök
nasıl toprakta sürerse, halkların kardeşliği de öyle sürer. Barış ve özgürlük mücadelesi de
bununla beslenir. Şair’in dediği gibi:
“Bir özgürlük kuşu vardır insanın/Uçmak ister./buna ne sen engel olabilirsin,/Ne
be,/Ne de asker!
Serdar Epözdemir
Av. Şevket Epözdemir (1943-1993)
Sevgili dost,
26 Kasım 1993 günü karanlık eller, o soylu ve onurlu yaşamına son verdiler.
Seni çok özledik. Güzel insan; senden sonra da durmadı bu kan seli, bu zulüm...
Senin gibi bir çok insanımız daha şehitler kervanına katıldı. Sizi aramızdan ayırdılar
ama, anılarımızdan asla ayıramayacaklar. Sen Türk ve Kürt halkının eşitlik ve özgürlük
temelinde boy verecek olan kardeşliğin ve gönüllü birliğin bir neferi idin. Toplumda şiddet ve
gerilimin son bulması için barışçıl ve demokratik diyalog yolunun hep açık kalmasını
savundun, bundan yana kaldın.
Sen bir özgürlük gülüydün ve hepte öyle kalacaksın.
Şahadetinin 1. yılında seni saygı ve sevgi ile anıyoruz.
Ailesi ve dostları adına:
Serdar, Şiyar, Yaşar, Niyazi, Latif, Hikmet, Murat ve Behçet Epözdemir
ARAMIZDAN AYRILANLAR
Av. Şevket Epözdemir Hocamızı Kaybettik
Yüreği insan sevgisiyle dolu değerli hocamız Av. Şevket Epözdemir’i, Tatvan’da,
kendisine karşı girişilen FAİLİ MEÇHUL cinayet sonucu kaybettik.
Yıllarca gönül verdiği öğretmenlik mesleğiyle, aydın yarınlar için, insan hak ve
onuruna saygılı ve Demokrasi hayranı öğrenciler yetiştirmenin çabasını veren hocamız, daha
sonra bu görevinden ayrılarak Tatvan’a gitmiş ve orada Avukatlık yapıyordu.
Bir akşam, arabasıyla evine döndüğünde, kendisine pusu kuranlar tarafından
götürülerek, başına sıkılan tek kurşunla öldürülüp yolun bir kenarına bırakılan Epözdemir’in
eve dönmediğini gören yakınları, hastane morgundaki cenazesinden teşhis edip merhumu
Tatvan’dan rahmet, kederli ailesi ve tüm yakınlarına başsağlığı dileriz.
7
EPÖZDEMİR’İN ÖZGEÇMİŞİ
Soyadını yıllarca “ÖZDEMİR” olarak kullanan değerli hocamız Şevket Epözdemir,
1943 yılında Baykan’ın Minar köyünde doğdu. İlk okulu burada, Orta öğrenimini ise Ergani,
Dicle İlköğretmen Okulu’nda okuyarak, 1960’ta mezun oldu. Bir süre Baykan’da İlkokul
öğretmenliği yaptıktan sonra, 1962’de Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’ne girdi. 1964’te mezun
olunca, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak göreve başladı.
1968’de Yozgat’ın Sorgun ilçesine tayini çıktı. 1970’ten sonra Ankara Hukuk Fakültesi’nin
sınavlarına girebilmek için, Kırıkkale İmam Hatip Okulu’na tayinini yaptırdı. Daha sonra
Başkent Atıfbey Orta Okulu’na geçti. Bir yandan Yüksek Öğrenim görürken, öte yandan
öğretmenlik mesleğine devam etti. 1975’te Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirip stajını yine
Başkentte yaptı. 1976’da öğretmenlikten istifa eden Epözdemir avukatlık yapmak üzere
Bitlis’in Tatvan ilçesine yerleşti. O zamandan bu yana adı geçen ilçemizde avukatlık
mesleğine devam ediyordu.
ŞEVKET EPÖZDEMİR’İ KALBİMİZE GÖMERKEN
Enver Yorulmaz
Gazeteci-Yazar
Henüz 1962’lerde siz Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’den okurken, ben de Ortaokulda
okuyan ve de” yazan” bir çocuktum hocam. 13-14 yaşlarında, çiçeği burnunda bir
delikanlıydım. Doğu ve Güneydoğu’daki feodal düzen, insanlarımızın Ortaçağın karanlığına
gömülerek kendilerine “DOĞAL” yapılarının çok görülmesi ve EKONOMİK yoksunluk,
gecelerimizi adeta harap ediyordu.
İnsan Hak ve Onurunun alabildiğine çiğnendiği, vatandaşlarımızın can değerinin bir
tavuk kadar olmadığı o ortamda varolmak, gerçekten de bir zanaattı hocam; bunun çok iyi
farkındaydım. Hele dinimizin koyu bir taassup altında, tarikat ve tekkelerdeki cahil insanların
elinde baskı unsuru haline gelmesi; her sakal bırakıp cüppe giyenin kendini neredeyse
Peygamber ilan edip Tanrı’nın şifa dağıtan gücünü kendi üzerinde toplayarak(!) bir asalak
gibi vatandaşlarımızın kanını emmesi, fikir ve düşünce dünyamı alt üst ediyordu...
Mağarada yaşayanlarımıza; kültür dünyasından mahrum bırakılarak Kan Davası,
Aşiret Sistemi, Ağalık ve Beyliklerin çizmesi altında inim, inim inleyenlerimize baktıkça,
YAZMAMAM; YAZAR OLMAMAM eldemiydi hocam? Ben de o toplumun bir üyesi olarak,
VAROLMA’nın İNSACA YAŞAMA’nın kavgasını veriyordum.
Neden, “BİZİM TALİHSİZLİĞİMİZ DOĞDUĞUMUZ TOPRAKLARDAN BAŞLIYOR”du.
Neden? Neydi bize yazgı olarak görülen kötü yaşamın sebebi? İşte bu neden ve niçinlerdi, o
küçük yaşta, gazete ve dergilerin yolunu tutmama yol açan...
İnsana duyduğum o yüce sevgiyle, şiir ve öykülere döktüğüm fikir ve düşünceler,
duygu ve özlemlerle, TOPLUM’a yönelmemin çabasını oluşturdu.
Ve henüz Orta Okul öğrencisiydim hocam; üstelik sizin talebeniz: İki yıl sonra Eğiti
Enstitüsü’nü bitirince, bizim okulumuza gelip Edebiyat öğretmenimiz olmuştunuz. Yazı-çizen
insan olduğum için, bana karşı sonsuz bir sevgi ve saygı duyuyordunuz. Üstelik taşıdığım
politik görüşe, rengime ve cinsime bakmadan... Benim de size karşı ölçülere vurulamayacak
sevgim ve saygım vardı. Büyük adam yerine koyduğunuz ve türlü fikir ile görüşüne hürmet
ettiğiniz ben, sizi bir ana, bir baba, bir kardeş ve arkadaş kadar kendime yakın bulmuştum.
Hele o, sınıfta sessiz-sedasız dolaşıp durmanız ve okyanuslar kadar geniş fikir ve
düşüncelerinizle dalıp gitmeniz yok muydu; beni de hep peşinden sürüklerdi. Kendikendime;
“acaba hocam şimdi neler düşünüyor?” diye, sormadan edemezdim. O küçücük dünyam,
senin büyük görüşlerinizle yoğrulmaya hasrettim...
O zamanlar hep soyadını, “özdemir” kullanıyordun. 1964’ten 1968’lere dek Diyarbakır
Ziya Gökalp Lisesi’nde okuttuğum öğrencilerin ve öğretmen arkadaşların seni, “Şevket
Özdemir” hocamız olarak bildiler. Aslında soyadının önünde fazlalık gibi, “EP” vardı: yani,
“EPÖZDEMİR”di soyadın. Diyarbakır’dan ayrılınca, onu olduğu gibi kullanmaya başladın...
Benim başımda o zamanlar da çok ciddi sorunlar vardı hocam: Feodal bir ortamda
doğarız da, ataerkil bir ailenin ferdi olmamamız olası mı? Dinimiz dört kadını helal kılar da
8
(İnsanlarımızın istisnasına göre), babamız annemizin üzerine kuma getirmez mi? Yahut,
çocuklarını bir kenara atıp yeni hanımıyla kendi sefasını sürmeye gitmez mi? Bize de tabii ki
küçük yaşta ekonomik sorunları omuzlayıp çırpına çırpına okumak istiyordu: Bir yanda gece
yarılarına dek trenlerde su satarken, diğer yandan sabah, erken kalıp okula geliyordum. Bu
mücadelemi bildiğin için, sınıfta öyle uyuklayıp kalmamı büyük bir anlayışla karşılardın.
Evdeki fırtınalardan çalışamayıp, birgün yazılı kağıdıma yalnızca soruları yazıp size
vermiştim. Notları okurken sıfır aldığımı belirttiğinizde, sınıf size büyük bir tepki gösterip;
“Şair Enver sıfır alamaz hocam, bir yanlışlık olmalı” demişlerdi. Aslında siz arkadaşlarımdan
fazla şaşırmıştınız. Hayretler içerisinde sınıfı ikna edip gerçekten arkadaşınız sıfır almış; ben
de fark ettim” derken, elinizdeki not defterine tekrar tekrar bakıp sonra da o yüzünüzdeki
dünyalar tatlısı tebessümünüzle bana dönerek, gözlerimden, neler çektiğimi gayet iyi anlayıp
soru sorma gereğini bile duymadınız...
Öylesine doluydum ki, hocam; hep arayışlar ve tırmanışlar içerisindeydim. Yazın
Sanatında kural ve kaideleri ortadan kaldırıp cümleleri bağlayacak noktalama işaretlerinin
hiçbirini kullanmıyordum. Bugün şiir tekniğinde kullanılan bu metodu, edebiyatta yeni bir
akım olarak yaratıp kullanan bir kişi olduğumu belirttiğinizde, sınıf arkadaşlarım o hareketime
gülüp geçerlerken, siz se büyük olgunlukla karşılayıp bu tür akımları destekleyen grupların
da ortaya çıkabileceğinden sözederek olağan karşılanması gerektiğini belirtmişsiniz.
Tüm arkadaşlarımızın yazın işi gelişsin ve geçmişten geleceğe mesajlar taşıyalım
diye, bize “Anı defteri” tutmamızı önerdiğinizde birkaç yıldan beri bunu yaptığımı görünce
bayağı sevinç duymuştunuz. Yine de bu defterimden birinin başına adınızı ve soyadınızı
yazıp 24.12.1964 tarihini attıktan sonra imzanızı koydunuz. Yozgat’ın Sorgun ilçesine
düşüncelerinizden ürkenlerin gazabına uğrayıp tayin edilmeden önce, ömür boyu saklamak
üzere bana verdiğiniz fotoğrafınızın arkasına 30 Mart 1967 tarihini koymuşsunuz. Ben o
tarihlerde, yaz aylarında, Harran Ovası’nda 60 derece sıcaklığın altında ekmeğimi kazanmak
için Devlet Su İşleri’nde çalışırken, siz de bir yandan öğretmenlik görevini yürütürken, diğer
yandan yeni bir Yüksek Öğrenim görmenin çabasına girmişsiniz. Daha sonra birbirimizin izini
kaybettiğimiz için, aynı tarihlerde Ankara’da ben Gazetecilik ve Halkla İlişkileri, siz ise Hukuk
Fakültesi’ni aynı semtte okuduğumuz halde, ne yazık ki birbirimizden haberimiz bile
olmamış. Hiç olacak şey mi?... Halbuki hocalarımızda müşterekti. O zaman ben de sizin gibi
hem okuyor ve hem de bir kurumda çalışıyordum. Geceli-gündüzlü bir uğraştı işte. Yazıp
çizmelerim hiç durmadı hocam; kendimce bir şeyler yapmaya çalıştım, 1968’den, 1993’e...
25 yıl sonra izinizi bulduğumda dünyalar benim oldu. Öğrendim ki öğretmenliği bırakıp
Tatvan’da Avukatlığa başlamışsınız.
Yeğeninizin düğünü için Ankara’ya geldiğinizde, aldığınız haber üzerine hemen
yanıma koştunuz. O ne sevgiydi hocam, ne içtenlikti!.. Dostlar beni size göre yıpranmış
bulduklarını söylediklerinde, yine o tatlı kahkahanızı atıp, kulağıma eğilerek;”Enverciğim sen
söylenenlere bakma; yeğenimin düğününden ötürü saçlarımı boyayıp kamuflaj yaptım.”
demenize, yine mutlulukla gülmüştük.
Sonra mı; sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim hocam: Kahrolası düzen beni ve
sizi yine çok acımasız çalkantılar içerisine sürükledi: Ardı arkası kesilmeyen adi; adi olduğu
kadar da namussuz ve hayasız davranışlar içerisine giren şerefsiz ve kişiliksiz insanların
pislikleriyle uğraşmaya başladığım sırada, sizin de Doğu ve Güneydoğu’daki çıkmazların
içerisine gömülüp katledildiğinizi; FAİLİ MEÇHUL(!) cinayetlerden birine kurban edildiğinizi
öğrendim. Öğrendiğimde kahroldum hocam, kahroldum.
Fikir ve düşüncelerinizle İNSANIN İNSANCA yaşaması, demokratik bir düzen
içerisinde onurlu bir şekilde varlığını sürdürebilmesine dair görüşlerinizi içine
sindiremeyenler, varlığınıza kastettiler...
Aydınlık Gazetesi’ne vatandaşlardan biri hakkınızda aynen şunları yazmış;
“İnsanlarımız hangi dilden, ırktan, renkten ve dinden olursa olsun, katledilmemeli. Bu durum
ülkemiz ve insanlarını yıkıma ve felaketine götürür. Bunun da son örneği Tatvan’da öldürülen
Av. Şevket Epözdemir.”
Siz herkesin dinine, diline, ırkına, rengine ve cinsine saygı gösteriyordunuz da
hocam, başkaları neden sizinkine göstermedi?.. Bu mu DEMOKRATİK düzen dedikleri?..
9
Size 25 yıl sonra “MERHABA” derken, bu kez sonsuzluğa uğurlayıp kalbimize
gömdük. Yüce anınız önünde saygıyla eğiliyor; tüm sevenleriniz ve yakınlarınıza sabır ve
metanet diliyorum.
YIL 93 YA DA ŞEVKET EPÖZDEMİR
Faili “meçhul” cinayetlerinin yılı. Ülkemizde faili “meçhul” cinayetlerinin işlenmediği
gün yok gibi... Her gün birden fazla Kürt yurtseveri orada burada bu tür cinayetlere kurban
gidiyor. Yüreklere korku sarmış bu ölümler, herkes kendinden korkar olmuş, herkes yarın
sabah evimden işime gidebilir miyim? Endişesi yaşıyor, korkunun yüzlerde bıraktığı derin
çizgileri, yüreklere saldığı berbat paniği, göz bebeklerine oturttuğu kuşku ve endişeleri
görmek hiç de zor değil. Sabah evinden ayrılan her baba çocukları ve eşiyle vedalaşır.
Günün ne getireceği, kimi nerede ve hangi pusunun beklediği belli değil. Her gece el ayak
çekildikten sonra babalar veda busesi koyar çocuklarının yanaklarına. Akıllarda hep kapım
çalınacak mı? Kimde... Kimde!.. İnsanın beynini çatlatırcasına zorlar “sıra kimde” sorusunun
yanıtını aramak...
Ülkemde güneş erken doğar erken batar, güneşe göre mesai yapılır. O gün güneş
batalı çok olmuştu, karanlığa rağmen bizim için mesai devam ediyor; çünkü on beş gün
önce, bir operasyonla, içlerinde yaşlı amcamın da bulunduğu on beş kişi köklerinden
koparılarak evlerinden, işyerlerinden alınmış, bilinmeze götürülmüştüler. Elbet, biliniyor bu
götürülüş işkence demek, ayrılık demek, ölüm demek. Sanki herkes anlaşmış gibi söz
edilmez bu tür götürülüşlerden. Her yerde gözaltı süresi iki gün, ama ülkemde en az yirmi
gün. Her götürülüşten sonra düşünürsün, çember daraldı artık sıra bende mi? Beklersin...
Beklersin... Beklemekten sinirlerin yıpranır, ne olacaksa olsun dersin, ama sana bir şey
olmaz. Düşman arar, en iyisini arar! Belli ki o “en iyi” sen değilsin.
Bir haber alıyorum; işyerimdeyken, gözaltına alınan on beş kişi Savcılığa bugün
çıkarılacakmış. Bilirim elbet kimsenin serbest bırakılmayacağını. Savcıya giden yardım
yataklık başta olmak üzere örgüt üyeliğinden, örgüt yöneticiliğinden yargılanacağını ve uzun
süre cezaevlerinde kalacaklarını bilirim. Ama umut bu, ya birilerini bırakırlarsa...
Ofisimde haber bekliyorum, sağa sola telefon ediyorum. Mahkemenin devam ettiğini
söylüyorlar, dayanamıyorum karanlık basmadan çarşıya gidip sonucu Avukattan öğrenmek
istiyorum. Arabama binip Şevket ağabeyin ofisine gidiyorum. Arabamı park ederken iki
kişinin beni göz hapsine aldığını fark ediyorum. Bana dikkatlice bakıyorlar, üstleri düzgün
değil, ikisi de uzun boylu ve kirli sakallıydılar. Boyunlarında egale benzer bir bez var, ortalık
karanlık ama durdukları köşeye yansıyan ışığın yardımıyla onları görebiliyorum. Hemen
yanlarında çorap satan biri dikkatimi çekiyor. Tatvan’da böyle işportacılar yok,
kuşkulanıyorum. O iki kişinin göz hapsinde Şevket ağabeyin ofisine doğru yürüyorum. Ön
ofiste yirmiye yakın insan oturmuş mahkemenin sonucunu bekliyorlar. Hepsini tanıyorum.
Hepside gözaltındaki yakınlarının akıbetini öğrenmek için doluşmuşlar oraya. Onları
anlıyorum ama içten içe de kızıyorum onlara. Bir insanı zora sokmak budur işte, burası
beklenecek yer mi? Peki nerede beklenirdi? Hangi umut kapısında bekleyeceklerdi? Devlete
rağmen hukukçu kimliğini koruyan bir başka avukat kalmış mıydı kasabada? Bundan başka
dost kapısı var mıydı? Bu karmaşık duygular içinde oradakilere selam verip Şevket ağabeyi
sordum; içeride olduğunu söylediler. Kapıyı çalıyorum, içeri girdiğimde ön ofistekinden daha
sakin bir ortamla karşılaşıyorum; Azat Sağnıç, Niyazi Epözdemir ve Şevket ağabey var.
Selamlaşıyoruz. Şevket ağabey yanağımdan öpüyor. Ön bürodaki manzaraya rağmen
Şevket ağabeyin yumuşak ve sakin davranışları aklıma babamın ona taktığı “aspirin” lakabını
getiriyor. Onu başkalarına anlatırken; “O aspirin gibidir. Acil durumlarda tereddütsüz
başvurulacak bir ilaçtır. Şevket acılara kalıcı çözümler getirme de, ağrıları dindirir ve her
derde deva olur.”derdi babam.
-Ağabey mahkemenin sonucu ne oldu?
-Bekliyoruz hala savcılıktalar.
Az önce ön büroda karşılaştığım manzarayı ve karmaşık duygularımı paylaşıyorum
onunla. Çaresiz ama sakin bir ifadeyle;
10
-Ne yapabilirim ki? Gidebilecekleri bir başka kapı mı var? Zaten birazdan kapatıp
gideceğim. Anlaşılan mahkeme daha da uzayacak.
-Vallahi iyi edersin ağabey. Büron gözaltında, gelirken tanımadığım iki kılıksız kişi
bürona girinceye kadar gözleri ile beni takip ettiler. Duruşları iyi değildi. Dikkatli olman gerek.
(Çorap satandan söz etmek aklıma bile gelmiyor).
-Ben zaten aranıyorum Ferhat.
-Olamaz ağabey, sen nasıl aranıyorsun? Hem aranıyorsun, hem de buradasın, ilginç!
Buralardan hemen çıkıp gitmen gerekmiyor mu?
-Şu mahkeme bir bitsin, gözaltındakilerin durumları biraz netleşsin bakalım.
Buralardan bir süreliğine uzaklaşmayı be de düşünüyorum. Hem de en yakın zamanda.
-Ağabey bu aranma esprisi neyin nesi?
-Namet (Nimettullah Epözdemir) yakalandığında onunla birlikte bir konuğunu da
almışlardı. Durumu öğrenmek ve misafiri için bazı girişimlerde bulunmak üzere Emniyete
gittim. Polise durumu izah ettim “Siz misafirimizi bile gözaltına almışsınız, yanlış
yapıyorsunuz” dediğimde polis bana listeyi gösterdi “Biz yanlış yapmayız Avukat bey, işte
gözaltı emrinin listesi” diyerek isimleri işaret parmağıyla göstererek okumaya başladı “Bak
Nimettullah Epözdemir, Şevket Epözdemir...” dediğinde “Ama Şevket benim!” dedim, polis
yanlış yaptığını anladı ve panikleyerek listeyi kapattı. Böylelikle arandığımı öğrendim.
-Valla ağabey çok cesursun, bunu bile bile hala buradasın, pes yani!
-Çıkacağım, en kısa zamanda çıkacağım.
Gözüme duvardaki Avukatlık yemini ilişiyor.
-Ağabey bu yemin sana hiç uymuyor.
-Haklısın, deyip gülüşüyoruz. Bu sohbeti ayak üstü yaptık. Oturmamı istedi ama ben
oturmak istemiyordum. Şevket ağabeyin ofisinde gereksiz kalabalığa bir de kendimi eklemek
istemiyordum. Gideceğimi söyledim. Sonucu öyle ya da böyle öğreneceğimi söylüyorum.
-Nasılsa kimseyi serbest bırakmayacaklar, belki yaşından ötürü Habip amcamı
serbest bırakırlar, bu bile zayıf bir ihtimal ya... Umut işte...
-Bir şey olmaz. Sıkma canını. Ben de kimseyi bırakacaklarını sanmıyorum.
Azad ve Niyazi’nin beni çok ciddiye aldıklarını sanmıyorum. Korktuğum için hayal
gördüğümü düşünmüş olmalılar, vedalaşıp çıkıyorum. Ön ofise geçtiğimde içerdeki sigara
dumanı, sigara tiryakisi olmama rağmen, gözümü yakıyor bir kez daha içten içe kızıyorum;
sigara içenlere kızıyorum, onları buraya mahkum edenlere kızıyorum... Şimdi Şevket ağabey
o yumuşak, o güler yüzle nasıl bunlara “Büroyu kapatıyorum, hadi çıkalım” der.
Diyemeyeceğini biliyorum, onlar gitmeden işyerini terk edemeyeceğini de biliyorum. İnsanları
işyerinden çıkarma asla onun mizacına uygun değildi. Aldığı terbiye buna müsait değil,
çaresiz bekleyecek onların gidişini.
Yakup Gökçe hemen Şevket ağabeyin ofisinin bitişiğinde kontürlü telefon bayiliği
yapıyordu. Gelmişken ona da hayırlı olsun demek için dükkanına girdim. Karanlık bütün kenti
teslim almıştı. Gözlerimle o iki kişiyi aradım yoktular, çorap satan da yoktu. İçim rahatlıyor,
demek bir sorun yoktu...
Yakup arkadaşla uzun boylu bir iş sohbetine dalıyorum, işyeri için perspektifler
sunuyorum. Güzel bir sohbet oluyor. Sohbetin ortalarında yandaki fırıncı gelip “Ağabey
arabanı kaldırır mısın? Çeper geldi boşaltamıyoruz” diyor. “tamam” deyip Yakup’la
vedalaşarak işyerinden çıkıyorum. Birden kafamda şimşek gibi bir soru çakılıyor, bu adam
arabanın sahibinin ben olduğumu ve Yakup’un işyerinde olduğumu nasıl ve nereden bildi?
Korkuyorum, acaba..!
Arabama binmeden etrafımı kontrol ediyorum, şüpheli hiç kimse yok, hızla evime
yöneliyorum...
Saat on civarı Azad arıyor beni, benden Nuri Dağdağan’ın telefon numarasını istiyor.
Nuri Dağdağan her zamanla polisle, devletle işbirliği içinde olan biridir, nedenini soruyorum
ama bana nedenini söylemiyor. (O gece Şevket ağabey kaçırılıyor, Azad bunu biliyor, bunun
gizli bir yanı olamaz ki, bu illegal bir şey değil ki, neden bana söylememişti acaba, geceyi
rahat geçirmeme mi istemişti?)
Ülkemde güneş erken doğar, işbaşı da erken yapılır, çünkü günler kısa, günleri
kısaltan bir de korku var tabi. Gün ışığından daha fazla yararlanmak gerekiyor. Sabah
işyerime gidiyorum, bir ay öncesinden Ankara’da iş ile ilgili bir toplantı düzenlenmişti. O
11
toplantı için hazırlık yapıp akşam olmadan yola çıkmam gerekiyordu. Bitlis deresini karanlık
çökmeden geçmeliydim, karanlık ölümü çağrıştırıyor.
Azad’ın işyerinin önünden geçiyorum ofisinde üç-beş arkadaş var. Merak edip
yanlarına gidiyorum. Bu saatte bu ne toplantı? Selam veriyorum. Herkesin suratı asık,
herkes geceyi kötü geçirmiş, herkes düşünceli. Anlam veremiyorum durumlarına, onlar da
benim neşeli oluşuma anlam veremiyorlar. “Ne oldu?” diye sorduğumda Mehmet diye bir
arkadaş “Haberin yok mu? Şevket ağabey dün gece kaçırıldı.” diyor. Anlamıyorum... Belki de
anlamak istemiyorum. Böyle tatsız şakalar da yapılmaz ki...
-Bu tür şakalar hiç hoş değil, diyorum. “Çünkü Azad’la kapı komşusuyuz. Azad duyar
duymaz bana haber verir, en azından tedbir için” diye düşünürken, Azad:
-Evet doğru Ferhat, dün akşam kaçırılmış, diyor. Herkes geceyi Şevket ağabeyimizi
düşünerek geçirmişti. Dostları onun için bir şeyler yapabilme çabası içine girmişlerdi. Ben ise
Azad’ın sayesinde bütün bir geceyi bunlardan habersiz geçirmiştim. Bilenler gece boyunca
birbirini aramış, “Şevket ağabey kaçırıldı tedbirli olun!” diye. O gece kaçırmak amacıyla
Abdulbaki Aslan’a tuzak kuruyorlar, rastlantı sonucu tuzağa düşmeyince gecenin bir vakti
evine gidiyorlar. Gelenler “Biz gerilla yakınıyız dışarıda kaldık” veya “Biz gerillayız” diyorlar.
Normal koşullarda her yurtsever, bu tür durumlarda, kapısını dara düşenlere açar. Abdulbaki
olayı bildiği için kapıyı kimseye açmıyor. Ama ya benim kapıma gelselerdi..?!
Sorular soruyorum peş peşe, yanıtları olmayan sorular ve ben yanıtlıyorum
sorularımı; herkesin bildiği ama yanıtlamadığı soruları. Herkes bilir faili “meçhul”ün ne
olduğunu ama Şevket ağabeye ölüm yakışmıyor, ona gülmek, daha fazla gülmek ve güzel
sohbetler yakışır. Ölüm ondan çok uzakta değil, yanı başında, dün gece ona misafir mi
olmuştu?
-Bir ay sonra ya Hazar gölünün çevresinde ya da Fırat’ın kenarında buluruz ağabeyi.
Bir ay önce de ona ulaşmak mümkün değil. Sağ olarak dönmesi mümkün değil, ağabeyimiz
ÖLDRÜLDÜ!
Kimsenin itiraf edemediği ama bildiği şeyi ben yüksek sesle dile getiriyordum yüreğim
yanarak. Anılarım canlanıyor bir bir ve şu gerçek beni ve arkadaşları eziyor tüm ağırlığı ile;
Şevket ağabey, faili bilinen ama saklanan meçhule gitti, ağabeyimiz öldürüldü, o her
derde deva aspirinimiz öldürüldü ve onu bir daha göremeyeceğiz. Bir daha onunla votka
içemeyeceğim, bir daha onun yanında özel bir yerimin olduğunu anlayamayacağım. (Şevket
ağabeyin şahadetinden sonra bir daha asla votka içmedim).
İşyerime gidiyorum, personelim Avukat Şevket beyin neden, niçin kaçırıldığını soruyor
bana. O “Avukat Şevket Bey” değildi ki benim için. O katışıksız bir dost, o fırtınalı havalarda
sığınacağım bir liman, o bütün yaralara merhem bir ilaç, o kelimenin tam anlamıyla bir
ağabeydi benim için. Ama o Tatvanlının Avukat Şevket Beyi idi. Tatvanlının yanına gidip
davalarını bedava verdiği Şevket beydi. Tatvanlı herkesin meziyetleriyle övünç duyduğu bir
Şevket beydi. Ama gece kaçırmışlardı onu; ölüme götürülmüştü. Dün yer küremizin son
gecesine tanık olmuştu.
Şehre çıkıyorum, her köşe başında Şevket’in kaçırılışı konuşuluyor. Herkes sıranın
kendisinde olduğunu düşünüyor, bilmiyorlar ki herkes adına Şevket kaçırılmıştı. Artık
evlerinizde rahat uyuyabilirsiniz beyler, kurban en iyisinden seçilir, avcı en iyi kurbanı seçti,
artık hepimiz sıcak yatağımızda rahat uyuyabiliriz. Kamufle olmak adına Arif’in
kumarhanesinde kumar oynamamıza gerek yok. Sarhoş, lümpen numarası çekmenize de...
CHP’ye üye olmak zorunda da değilsiniz artık. Hepiniz, hepimiz adına Şevket ağabeyi
seçtiler...
Tatvan o gün çok sessiz, her yerde Şevket’in kaçırılışı konuşuluyor ve herkes bu işin
içinde Tugay Komutanı Korkmaz Tağma ile Mutkili Temo’nun parmağının olduğunu
düşünüyor. Düşünüyor ama kimse kendi kendisine bile itiraf edemiyor. Tatvan şehir
merkezinde yas var. Ölümün ağırlığı var, herkes içten içe yazık oldu diyor, hak etmiyor bu
ölümü diyor. O kısa boylu güleç insanı, o şık ve sevecen insanı düşünüyorlar. “Sıra kimde?”
sorusu bugün her zamankinden daha ağır ve daha yakıcı bir soruya dönüşüyor. Aynı akşam
Abdulbaki’nin evine giderek onu kaçırmaya yeltenmeleri, bu kuşkunun yersiz olmadığını
gösteriyordu. Korku dağları bekliyor. Korku yüreklere sinmiş. Korku gündüzlerin efendisi,
gecelerin celladı olmuştu.
12
Günlük işlerimizi yapıyoruz. Yaşam devam ediyor. Bir ayağımız Şevket ağabeyin
ofisinde, bir haber, bir güzel haber alabilir miyiz? diye. Şevket ağabeyin iki oğlu da
babalarının kaçırıldığını duyar duymaz gelmişlerdi. Sakin vakur duruşları var, imreniyorum
Serdar’ın o vakur duruşuna. Yiğitlerin oğlu da yiğit olmalıydı, tıpkı Serdar gibi.
Bankaya gidiyorum para çekmek için. Yolda Şakir amca (Şakir Epözdemir)in oğlu
Lokman’la karşılaşıyorum.
-Ağabey sanırım amcamı buldular, diyor.
-Neee... nerde... nasıl?
-Rahva’da bir ceset bulunmuş, o olduğu söyleniyor.
Banka müdürünün odasına göz atıyorum, Şakir amca müdürle sohbet ediyor, olaydan
haberi yok sanıyorum, onun sakinliği bende böyle bir izlenim bırakmıştı. Yanılmışım. Müdüre
paranın erken verilmesini, gidip o bulunan şahısa bakması gerektiğini söyleyince yanıldığımı
anladım. Henüz oturmuştum ki dayanamayıp Şevket ağabeyin bürosuna gidiyorum. Şevket
ağabeyin koltuğunda Serdar oturmuş telefonlara bakıyor, bulunan cesedi soruyorum.
-Ya ağabey biz de korkuttular, yanılttılar. Rahva’da soğukta donan bir köylünün
cesedinin babam olduğunu söylediler, panikledik ama o değilmiş, arıyoruz hala, Tugay
Komutanından randevu istedim vermedi, ona ulaşamıyorum
Bu arada bir telefon geliyor, Serdar yanıtlıyor; karşıdaki Şevket ağabeyin soyadını
soruyor, Serdar; “Epözdemir” olduğunu söylüyor, telefonu kapattıktan sonra soruyorum
“kimdi” diye.
-İstanbul Barosu. Bunlar salak, babamın orda bir davası varmış soyadını soruyorlar.
İçime bir korku düşüyor, Baro yetkilisi olduğunu söyleyen adam Şevket ağabeyin
telefonunu biliyor, adını biliyor, soyadını bilmiyor.! Olacak iş değil bu! Bu kasvetli havada
kuşkuları dile getirmenin zamanı değildi, komplo teorileri üretmenin zamanı değildi.
Kuşkularımı Serdar’a anlatmıyorum.
-Serdarcığım benim Ankara’da çok önemli bir toplantım var ve yarın sabah orada
olmalıyım, müsaaden varsa gidebilir miyim, yapabileceğim bir şey var mı?
-Elbette ağabey gidebilirsin, bu işin ne kadar süreceği belli değil, biz bile bir şey
yapamıyoruz.
Üzgün ayrılıyorum. Rahva’da bulunan cesedin Şevket ağabeye ait olmadığını duymak
hoşuma gidiyor, hala ümit var mı acaba...? Kendimi kandırdığımı biliyorum ama kendimi bu
konuda kandırmak hoşuma gidiyor. “Umudun kör kuyularda tutsak edilmesine” razı olmuyor
gönlüm. Hele bu Şevket ağabeyime yönelik bir umutsa... Umut, toplu iğne ucu kadar da olsa
umuttur, o minnacık umuda sarılıyorum. Onu büyütüyor, büyütüyor,büyütüyorum...
Tatvan’da kimse Şevket’in ölmesini istemez. Onu sevmeyen var mıdır? Acaba
kimseye kötülüğü dokundu mu? Asla!..
Karmakarışık duygularla Tatvan’dan ayrılıyorum. Biliyorum, bu cellatlar “sağ koymaz,
sağ koymaz öldürürler.” Şevket ağabeyimi... Kendimi kandırmaya ihtiyacım var, iyimser
olmaya, bardağa dolu tarafından bakmaya ihtiyacım var... İhtiyacım var ama, bardağın hiç
dolu tarafı yok ki... Hepsi boş! Şevket ağabey haber vermeden hiçbir yere gitmezdi. Hele
korkunun padişah olduğu bu günlerde, atacağı her adımdan dostlarını haberdar ederdi. On
altı saati aşkındır ortalarda yok. Hiçbir izine rastlanmıyor. Bu yok oluşa iyimser bakmak
mümkün değil... Bu yok oluşun içinde zerre kadar umut yok! Kaçırılmış olmanın dışında
hiçbir ihtimal yok! Lanet olsun! Gitti Şevket ağabey gitti...
Şevket ağabeyin şahadet mertebesine ulaştığını Ankara’da toplantımıza ara verildiği
sırada bir arkadaştan öğreniyorum. Birden bire koltuğa yığılıyor ve ağlıyorum. Hüngür
hüngür ağlıyorum. Toparlıyorum kendimi. Bir an için arkadaşın yanlış bilebileceği umuduna
sarılıyorum. Bu umutla Tatvan’ı arıyorum. Haber doğrulanıyor ve bir kez daha yıkılıyorum.
Geleceğimi söylüyorum “gelme” diyorlar.
-Cenaze kaldırıldı zaten, hava gergin bir de sen gelme. Yapılması gereken her şey
yapıldı. Senin burada yapabileceğin bir şey yok. Kimsenin yapacağı bir şey yok zaten!
Toplantının sonraki bölümüne katılamıyorum. Hiçbir şey dinleyecek, hiçbir şey
anlayacak durumda değilim. Beynim o güzel insana, o mukaddes insana takılıp kalmış!
Bulamıyorum. Çok acı çektik, çok acı çektirdiler bize, ama hiç biri bu kadar oturmamıştı
yüreğime, hiçbiri bu kadar esir almamıştı beni. Hiçbiri bu kadar sarsmamış, savurmamıştı
beni...
13
Bir an önce bu kentten çıkmalıydım. Canilerin cinayet kararı alıp uyguladıkları bu
kentten uzaklaşmalıydım. Tiksiniyorum, nefret ediyorum bu kentten.
İzmir’e gitme programımı öne alıyorum ve hızla çıkıyorum cellatların başkentinden
Arabayı kullanıyorum. Kaza yapacağım. Sağa çekip başımı direksiyona dayıyorum. Sulu
gözlü değilim aslında. Ama göz bebeklerime hücum eden ıslaklığa engel olamıyorum.
Düğümlenen boğazım nefesimi kesiyor, hıçkırıyorum. Neden sonra yola devam ediyorum.
Kah ağlıyor, kah araba sürüyorum, bu böyle olmayacak. Bir benzin istasyonunda mola
veriyorum, gazete alıp son satırına kadar okuyorum. İçimden araba kullanmak gelmiyor,
aslında içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor, Şevket ağabey yürekleri yakıp şahadete
ulaşmışken, karalar bağlayıp yas tutmaktan başka bir şey yapılmazdı.
Saatler sonra kazasız belasız İzmir’e varabildim. Bir geceden fazla İzmir’de
kalamıyorum. Beynimi ve yüreğimi bıraktığım kente dönmeliydim. Öyle yapıyorum. Tatvan’a
dönüyorum bir akşam üstü. Evime gitmeden önce Şevket ağabeylere gidiyorum. Taziye var,
herkesin sakalı uzamış, herkes üzgün. Beni görünce şaşırıyorlar “Neden geldi” der gibi
bakıyorlar. Oturuyorum.
Uzayan sakalları artık kesmek gerekiyordu. Hepimiz Şevket ağabeyimizin
katledilmesiyle birlikte ağır darbeler almıştık. Kelimenin tam anlamıyla yüreğimiz dağlanmıştı
ve kelimenin tam anlamıyla düşman hedefini tam on ikiden vurmuştu. Bizim mutsuzluğumuz
düşmanı zevkten dört köşe edecekti. Onları daha fazla mutlu etmemek gerekiyordu. Onlara
inat yaşamak daha bir sarılmak gerekiyordu. Önce görüntümüzden başlamalıydık işe.
Geleneği fazla uzatmadan en başta şu sakalları kesmeliydik. Berber getirmek istediğimi,
müsaade ederlerse berber getireceğimi söylüyorum. İzin çıkıyor, berber getiriyorum, sakallar
kesiliyor.Karanlık çökmüş, eve gitmek için izin istiyorum, “Olmaz!” diyorlar. “Seninle biri
gelsin”, “Bir şey olmaz” diyorum ama tüm ısrarlarıma rağmen yanıma birini katıyorlar eve
kadar.
Eşime soruyorum, olayı anlatıyor, ben gittikten iki saat sonra ağabeyin izine
rastlamışlar. Meğer sabah saatlerinde bulunan köylü kılıklı ceset, Şevket ağabeyinmiş.
Cellatların konuşturmak, soru sorup yanıt almak gibi dertleri yokmuş. Tüm yurtseverler
adına, ülkemde olup biten her şey adına hınçlarını ondan almışlar. Öldürünceye kadar
dövmüşler. Şaşırıyorum yirmi dört saat geçmeden naaşını bulduklarına. Eşim “Tatvan’da bir
panik var” diyor. Başka ne olacaktı ki? Amaç en iyiyi katlederek panik yaratmak değil miydi?
El hak, bunu çok iyi başarmışlar!
Sabah yine Şevket ağabeylere gidiyorum ve birkaç gün tüm günüm orada, onlarla
birlikte geçiriyorum. Her seferinde dikkatli olmam gerektiğini hatta bir müddet Tatvan’dan
çıkmam gerektiğini söylüyorlar, ister istemez ben de endişeleniyorum, acaba hakkımda bir
duyum mu almışlardı? Hayır bir duyum yokmuş ama tedbirli olmam gerektiğini söylüyorlar.
Yılla sonra kardeşim Azad’ın notlarında Şevket ağabeyin kaçırıldığı geceyle ilgili şu
anekdota rastladım:
O gece, bir süre önce Özgür Politika Gazetesi’nde Şevket ağabeyin ağzından üretilen
yalan haberi, uydurma demeci yine masaya yatırdık. Gazetede çıkan asılsız demeçte;
Tatvan’daki Kontrgerillanın başını Tatvan Savcısı’nın çektiği yazılmıştı. Şevket ağabey DEP
ilçe başkanıydı ve böyle bir demeç vermemişti. Bunu bir komplo olduğunu düşünüyorduk.
Şevket ağabeyde aynı kanaatteydi. Ona neden hala tekzip etmediğini sorduğumda; ‘Neyini
tekzip edeyim? Verilmek istenen mesaj istenen yere ulaşmıştır. Kaldı ki tekzip etsem ne
olacak, yayınlayacaklar mı? Haydi yayınladılar diyelim, Şevket neden bir savcıyı koruyor?
Diye hesap sormayacaklar mı Azad? Anlayacağın aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen
bıyık! Haberin çıktığı gün savcı beni makamına davet etti; başıma bir şey gelirse bunu
senden bilirim, devlette öyle bilecek Şevket! diyerek açıkça beni tehdit etti.’Yalan demeç
üretip bunu haber yapan iki muhabir her ne hikmetse o gece Şevket ağabeyin bürosuna da
gelmişlerdi. Bu rastlantının garipliğinden çok, ilginç tavırları dikkatimi çekmişti. Bunu aynı
gece Şevket ağabeyle de paylaşmıştım. Aynı gece bir seçim nedeniyle Mehmet Kaya’nın
evinde bir görüşme vardı. Telefon açarak beni de çağırdılar. Şevket ağabeyden izin isteyip
ayrıldım. Görüşmemiz çok kısa sürdü. Oradakilerden birini evine bırakıp dönerken, Şevket
ağabeyin bürosuna da uğradım. Büro kapalıydı. Demek ki mahkeme bitmiş diyerek evime
geçtim. Şevket ağabeyleri aradım. Mahkeme sonucunu öğrenmek istiyordum. Şakir amca
çıktı telefona ve halen Şevket ağabeyin eve gelmediğini söyledi. Büro da kapalıysa nerede
14
olabilirdi? Şakir amca ‘bir saniye bekle, kapıya bakayım’ dedi. Kapıya baktı, arabası
kapıdaydı. ‘Nimettullahların evi bir üst kattaydı. Orada da yoktu. Telaşa düştük. Orayı burayı
arayarak Şevket ağabeyin izine rastlamaya çalıştık. Gözaltında olabilir diye, devletle sorunu
olmayanların aracı olmasını sağladık. Sonuç alamdık. Gecenin bir vaktinde Xalê Ziya’nın
resmen gözaltına alındığını duyunca rahatladık. Demek ki, devlet Şevket ağabeyi de
gözaltına almış ama bizden gizliyordur diye düşündük. Bizi bu düşünceye sevk eden; bir
polis memurunun Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltına alınacaklar listesinde adının
bulunduğunu ağzından kaçırdığını bize söylemesi olmuştu. Daha fazla insana haber vererek
gecenin bu vaktinde onları telaşlandırmak istemedik. Bir sonuca varmış olmanın rahatlığıyla
uyudum. Sonraki gün biz ‘kaçırılma mı? Normal gözaltı mı?’ diye araştırırken Rahva’dan kara
haber geldi. Aynı günün gecesi Şevket ağabeyin cenazesini koyduğumuz camide o iki
muhabirle tekrar karşılaşmıştım. Hala gazetedeki yalan haberin, olmayan demecin, Şevket
ağabey için sonun başlangıcı olduğunu düşünüyorum.”
Tatvan
Tatvan, Şevket ağabeyden sonra kaldığım iki yıl boyunca asla kendine gelemedi.
İşyerleri daha güneşin batmasına bir saat kala kapanır oldu. Herkes “yazık... yazık..!” deyip
olayı tartışıyor gizliden gizliye. Faili belli olan bu “faili meçhul” cinayetin sonuçlarını
tartışıyorlar, bir konuda hem fikirdi Tatvanlı, Tatvan’da onlarca kişi öldürmenin anlamı yoktu.
Öyle biri seçilecekti ki, kitle sindirilebilsin, bomba etkisi yapsın. Çok fazla düşünmesin
cellatlar. Bu şahıs belliydi; o, bu, şu değil. O kişi ŞEVKET EPÖZDEMİR’di. Sonraları duyduk
bazıları ölümden pay çıkarmak ya da ülkeyi terk etme gerekçesine kılıf bulmak için “Şevket
beyden sonra sıra bendeydi, bu yüzden Tatvan’dan çıktım.” demişlerdi. Ülkemde sırasını
beklemek doğaldı. “Sıra kimde?” sorusunu sormak ve yanıtını aramak da doğaldı, ama
Tatvan’da Şevket ağabey katledildikten sonra asla sıra kimseye gelmeyecekti.! Yüz faili
“meçhul”e bedel bir can almışlardı, artık başkasını öldürmeye gerek yoktu. Bu doğru bir
tespitti. Sonraki yıllar bu tespiti doğruladı. Doğruladı ama ben de korkuyordum, “sıra kimde?”
sorusunu ben de kendime soruyordum. İçimizden bir ya da bir kaçını daha katledebilirlerdi.
Bu ihtimali yabana atmamak gerekiyordu.
Tatvan sinmiş, Tatvan bitmişti. Ekonomik yaşam güneş batmadan bir saat önce
bitiyor, sosyal yaşam ise artık süre olmayacaktı, evcilik oyunları bitmişti, misafir ağırlamak
Tatvanlının işi değildi artık, komşuya gitmek mi? Ya pusuda biri varsa...
Eşim öğretmen, oğlum öğrenci olduğu için akşam altıda eve gelirlerdi, ben ise
karanlık çökmeden evdeydim. Onlar gelinceye kadar ben pembe dizilerimi izlemiş, sofrayı
kurmuş olurdum. Utanırdım bıyıklarımdan. Herkesin durumu aynıydı. Bu durum, Tatvanlı
erkekler arasında espri konusu olmuştu. Erkeklerin gündüzden eve kapandığı bir dönemdi.
Kimse kahramanlık yapmıyordu. Kulüpçü Arif iflas etti, devamlı müşterileri yoktu artık.
Sonuç
Şevket Epözdemir’den sonra Tatvan’da faili meçhul cinayet işlenmedi, çünkü isabetli
bir hedef vurulmuştu, başka hedefleri seçip riske girmenin anlamı yoktu. Amaca ulaşılmıştı.
Halen Tatvan’da Şevket ağabeyin şahadeti konuşulur. Herkes bir konuda hemfikirdi; onu
vuranlar bile bu yüce insan büyüklüğü önünde ezilmişlerdi. Onurlu bir yaşamdan, onurlu bir
ölüme gitmek en çok da Şevket ağabeye yakışırdı. Kendisine yakışanı yaptı... Şahadeti
önünde saygıyla eğiliyorum.
20 Haziran 2003
Ankara
ÖYKÜ GİBİ
TUTSAK
ŞEVKET EPÖZDEMİR
ADAM bir köprüden geçiyordu. Birden bire sevdi nehrin sesini. Bunalımını bu sese,
bu delidolu akışa dökmek istedi. “içki” dedi, “kaçış” dedi gülerek. Köprünün parmaklığına
dayanarak baş döndürücü akışa dikti gözlerini. Birdenbire suyun yüzünde nehrin akışına
kapılıp giden bir naylon bebek gördü. Fakir bir aile çocuğunun olmalıydı bu bebek. Üzerinde
15
Nazilli basmasından bir giysicik vardı. Ve nehir çok insafsızdı. İstediğini yapıyordu. Üstelik
hiçbir karşı koyma yoktu bebekte: Batıyor, çıkıyor; sağa sola devrile-döne götürülüyordu. Ne
korkunç bir uyumsuzluktu bu... bir isyan kasırgası sardı adamı. Köprünün demirlerini elleriyle
bir mengene gibi sıkıp sarstı. Boğazına dek biriken isyan kasırgasını avazı çıktığı kadar bir
sesle nehrin üzerine gönderdi.
“...............................”
Büyük bir çınlama ta karşı dağlarda yankı yaptı. Köprüye yeni girmiş bir çift hayretle
adama bakıp korkuyla gerisin geriye döndüler. Adam köprüyü sendeleye sendeleye geçti.
Alnındaki üst kırışıktan, bir ter damlası yuvarlandı kaşlarına doğru.
Bu olaydan sonra değişik, bambaşka bir dünyaya gelmiş oldu. Dünyanın maskesi
düşmüştü. Adam, utana utana bakıyordu bu yüze. Her yanda demir parmaklıklar, her alanda
tutsaklık zincirlerinin kendisini ve insanlığı nasıl sardığını görüyordu. Tasavvuf tarikatlarının
GÖK, DOĞA, KANUN, DEVLET ve ZORUNLULUKLA ne denli güç savaş çabalarını
düşündü. “insanlık yarattığı demir kafeslerde özgürlüğünü öldürmüştür.” dedi. Tiksinti ile
elindeki paraya bakıyordu. Havada tuttuğu kağıt on liralık aşağıya doğru bir leş gibi
sallanıyordu. “insanlığın, lidyalıların saçmalığı... ve özgürlüğümüz...”
Çok az konuşur olmuştu adam. Ama davranışları ile, bakışlarıyla çözülemeyen çok
şey ifade ediyordu. Onun bu haline en çok hayret eden karısıydı. Bir gün damdan düşer gibi:
“sen benim karımsın değil mi?” diye sordu. Kadın birden ürktü; kendini çabuk toplayıp:
“Elbette... Hayatınım senin” dedi. Adamın kahkahası kadını şaşırttı. Söylediği sözün yerine
başka bir şey söylediğinden şüphelendi. “Acaba” dedi adam. “Bütün zincirlere bizi bağımlı
kıldıkları için mi tapıyoruz?” Kafasında şimşek gibi düşünceler çakıyordu. “Bütün demir
parmaklıkları kırmalıyım. Kendimi ben yaratmalıyım. Buyruk ve yasakların tutsağı, tevekkülün
tutsağı olmamalıyım.” Zeus bile Orestes’in özgürlüğünü eline alması üzerine çıkmaza girmiş,
aczini şöyle belirtmişti: Özgürlük bir insanın ruhunda patlamaya görsün, Tanrılar bile bu
adama bir şey yapamazlar.” sözlerini hatırladı. “Özgür olmalıyım. Hiç, ama hiçbir değerin dili
ve fikriyle konuşmamalıyım. Etrafıma insanoğlunun sardığı bu demir kafesi eritmeliyim”
diyordu.
Tedirgin olmuş gibi oturduğu yerden kalktı. Üzerine bulaşmış tozları bir hınçla
silkeledi. Midesini yakan zararlı bir maddeyi kusup rahatlamak isteğine benzer bir şeyler
döküldü dudaklarından: “Tevekkül kefenini, talihi, ellerimle parçalayıp özgür bir insan
olmalıyım.” Rahatladı biraz; kendini daha dinç daha güçlü hissetti. Kendisini saran
halkalardan bir kısmının kırıldığını kıvranarak gördü. Diriliş baş gösteriyordu adamda.
Körelmek üzere olan bir tomurcuğun suya, güneşe kavuşup dirilişiydi bu. Köprünün
üstündeki, aylar öncesi çığlığını hatırladı birden. Ne demişti? Bilincinin derinliklerinde aradı
bu sözcüğü. Bilinç altından bir çok sözcükler peş peşine çıkıyordu. O sözcük, bunlardan
herhangi biri olabilirdi.
16
1 Aralık 2005
Dema Nû
Bîranîn
Malbat û dost û heval û hogirên te eva
bû
12 salîn ku xemgîn ın.
Te gul û nergîzêndilê me qermîçand.
Te per û basken me şikênand.
Te çira malbatê tefand û dinya me reş
kir.
Tu Şehîdê Tetwanî, di nav karwanê
Şehîdan da
Cîyekî te yê girîng heye û warê Şehîdên
Mezluman behişşta rengîn e.
[Rahmen1]
Av. Şevket Epözdemir
Tatvan Şehidi
1943-1993
Şakir Epözdemir
TEŞEKKÜR
25.11.1993 günü karanlık güçler tarafından evinin
önünden alınarak katledilen ailemizin yiğit evladı DEP
Tatvan İlçe Başkanı, Tatvan İHD Temsilcisi ve Tatvan
Belediyesi Bağımsız Meclis Üyesi Av. ŞEVKET
EPÖZDEMİR’in katledilmesinden sonra, bizzat gelerek
acımızı paylaşan, telefon ve telgraflarla başsağlığı dileyen,
gazete ilanları ile üzüntülerini ifade eden tüm kurum ve
kuruluşlar ile, Şevket’in arkadaşları, dostları, yakınları ve
tüm aile dostlarımız ile yurtsever-demokrat insanlarımıza
bu olayda yanımızda yer aldıkları için sonsuz
teşekkürlerimizi sunarız. Şevket ölmedi, Şevketler hep var
olacak, özgürlük gülleri hep açacak.
EPÖZDEMİR AİLESİ
Gerek Tatvan’da Taziyeye bizzat iştirak edenler-buraya telefon ve telgraflarla
başsağlığında bulunanlar ve gerekse Ankara, Van, Mersin, İstanbul, İzmir, Antalya,
Roterdam (Hollanda), Léér (Almanya) ve doğduğu köyü Baykan’ın Minar’ına bizzat
merhumun babasına gidip ona moral veren, acısını ve acımızı paylaşan tüm dostlarımıza
sonsuz teşekkürlerimizi ve derin saygılarımızı arz eder halkımız, ulusumuz ve dostlarımızın
tekrar başı sağ olsun deriz.
Ayrıca kayda alabildiğimiz ve hafızamızda kalan dostlarımızın isimlerini
tekrarlamaktan gurur ve mutluluk duyarak dostlarımıza olan şükran borcumuzu bir nebze de
olsa ödemiş oluruz. Biz ailesi olarak Şevket’i kalbimize gömdük ve sonsuza kadar
ölümsüzleştirerek tüm özgürlük ve demokrasi şehitlerinin büyük kervanına teslim ettik.
17
Tüm istek ve temennimiz, Şevket ve Şevketlerin uğradıkları büyük zulüm ve
haksızlığın, Kürt insanına, Türkiye halklarına ve Türkiye’de yaşayan tüm fertlerine gerçek bir
demokratik düzeni getirmesi ve insan haklarına katkıda bulunmasıdır.
Yaşasın halkların dostluğu ve özgürlüğü. Şevket’e kıyan eller kırılsın, gözler kör
olsun, görüşler iflas etsin ve böylece baskı, zulüm ve sömürü düzeni ülkemizden bir an önce
silinsin. Allah mazlumlardan yanadır ve zalimlerle olamaz.
Epözdemir ailesi adına
Şakir Epözdemir
İşte Şevket’in saygıdeğer dostları: Şerafettin Elçi, İhsan Elçi, Canip Yıldırım, Mehdi
Zana, Feridun Yazar, Ahmet Türk, M. Emin Sever, Mahmut Alınak, Nizamettin Toğuş,
Nadir Kartal, Remzi Kartal, Burhan Kartal, Halil Kartal, İrfan Kartal, Hüsamettin Bayram,
Abdullah Bayram, Salih Pişken, Tahir Özkul, İshak Tepe, Medeni Avcı, Zeynettin Avcı,
Muzaffer Geylani, Seyfettin Kaya, Muzaffer Ahlat, Muhyettin Mutlu, Hüseyin Mutlu, Eşref
Mutlu, Sebgetllah Mutlu, Abdullah Mutlu, Derwêş Akgül, M. Ali Sevilgen, Zübeyir Aydar,
Naif Güneş, Dara Turhan, Osman Turhan, Fuat Elçi, Celadet Elçi, Hilmi Issı, Azad Akgül,
Ferice Akgül, Naci Orhan, Faruk Orhan, Abdulmevla Orhan, Veysi Zeydanlıoğlu, Gülay
Zeydanlıoğlu, Baran Zeydanlıoğlu, Ziya Avcı, Lütfi Baksi, Ahmet Baksi, Mahmut Baksi,
Behçet Taner, Mehmet Emin Bozaslan, Naci Kutlay, Şivan Perver, Reşit Aslan, Mehmet
Uzun, Zeynelabidin Zınar, Reşo Zilan, Rohat, Cemal Saygılı, Şükriye Baksi, Hazım Kılıç,
Ahmet Çelikkol, Ahmet Gezici, Faruk Aras, Celal Bağoğlu, Hamreş Reşo, Ruşen Aslan,
Serhat Bucak, Serhat ve Ferhat Özdemir, Kazım ve Hısna Özdemir, Zekiye, Şirin, Biyan ve
Mehmet Şirin Özdemir, Komkar(Kürdistan Dernekleri Birliği Yönetim Kurulu) ve Almanya’dan
Bekir Saydam, Mehmet Şahin, Hıdır Mak, Yavuz Şaşmaz, Bekir Topgider, Ziya Acar, Kazım
Budak, Bilge Acar, Kazım Budak, Bilge Acar, Ayhan Kutlay, A. Kadir Akel, Ziya Laçin, Sedat
Karakaş, Hasan Mak, Ali Çınar, Cengiz Çamlıbel, Rıza Katurman, Nazım Tursun, Hüseyin
Öztürk, Zülküf Baran, Mecit Karahan, Hüseyin Kızılocak, Atilla Budak, Mehmet Bozdağ,
Cemil Turan, Avni Kışın, Diyar Budak, Bıremen’den: Fahri Ercan, R. Bazidi, Bekir Demirkapı,
Serhat Adıgüzel, Bilal Şimşek, Şêxo Oxçê, Kazım Yıldız, M. Sarıcanlı, Şükrü, Bahri, Nusret
Etdöger, Hasan, Fırat, Rênas, Kamil, Ruken, Mehmet, Behzat, Mesut Bayram, Yine
Almanya’dan: Hamdi, Celal, İsveç’ten: Eyüp, Sılhedin ve Mehmet Gemici. Yine Ankara’dan:
Ferid Saatçioğlu, Veysi Hızal, Kadri İvegen, Feridun Sungur, Nazmi Haşimoğlu, Tevfik Bilgiç,
Cahit Bingöl, Tekin, Çetin ve Şahin Bingöl, Hacı Necati Öztekin, Cemal, Celal, Sebahattin ve
Kemal Bayseferoğlu, Yusuf, Vedat, Ahmet, Hasan Aktosun, Sedat Aban, Boksör Kemal,
Hıdır Doğan, Sabri Vesek, Ziver Midyat, Ağa Çelik, Talat İnanç, Şerif Çelik, Mehmet Öcal,
Mehmet Çelik, Hasan Çelik, Enver Yorulmaz, Şıhce, Mehmet ve Sadık Yağmur, Yüksel
Avşar, Murat Taşçı, Münir Akgün, Ali, Adnan, Davran, Dara, ve Şakire Güneş, Refik Varlı,
Yavuz Çamlıbel, Muharrem ve Selahattin Kuş, İsmail Yıldırım, İsmail Arlı, Onur Altay,
Mustafa Ateş, Hasan Özey, Tahsin Ekinci, Yusuf Ekinci, Cazım Yılmaz, Veli Kasımoğlu,
Ahmet Demirel, Necati Alp, Şehabettin Aslan, Erdoğan Alşan, Vedat Kamiloğlu, Erkan
Mermeroğlu, Ğıyasettin, Ali Haydar, Ali Rıza, Nurullah ve Reşit Emre, Abdulalim Akdağ,
Mela Hasan, Hacı Mıhamed, M. Ali Adıgüzel, Alaettin Aras ve eşi, Nazım Günaydın, Emin
Kotan, Halil Besen, Gülsen Besen, Tahir Besen, Nizamettin Barış, Nezir Şemikanlı, Haluk
Tan, Uğur Barut, Sıddık Gürboğa, Mehmet Şirin Örnek, Mehmet Şirin Erdoğan, Tahsin
Gürboğa, Halis ve Hamza Açık, Fadıl ve Naime Açık, Enver Mazdar, Osman Gümüş,
Abdullah Gümüş, Maşallah ve Şehabettin Akgün, Umut Güneş,Süleyman ve İbrahim Kutlay,
Mehmet Varlı, Maşallah ve Sadrettin Karataş, İbrahim Aksoy, Adnan Kaleli, Hevdem’den
Cemal Ağa Yılmaz, Ali Osman Erdikli ve Lütfi Kıvanç, Azadi çalışanları, Medya Güneşi
çalışanları, DEP Genel Merkezi, Ankara İl Örgütü ve Yönetimi adına; Yaşar Kaya, Hatip
Dicle, Leyla Zana, Mahmut Kılıç, Sırrı Sakık, Selim Sadak, Ahmet Karataş, Murat Bozlak,
Salih Şahin, Ramazan Bulut, Reşit Deli, Sedat Yurttaş, Mahmut Tanzi ve arkadaşları. Yine
Ankara’dan: Mehmet Çalpan, Selahattin Çalpan, Fevzi Eraslan, Hasan Hüseyin Bildik, Ergün
Küçük, İbrahim Taşdemir, Yılmaz Çınar, Gülsüm Çınar, M. Ali Türkel, İmam Kılıç, Zahir
18
Yanardağ, Muzaffer Demir, Yusuf Karayılan, Mehmet Akçay, Yılmaz Topçu, Rıfat İlhan, Said
Ekinci, Bahattin Öztürk, Bedrettin Ünal, İrfan Ölmez, Cahit Zülfikar, Faruk ve Nedime
Yalınkılıç, Mahmut Alpergin, Abdurrahman Anık, Osman Eltiçi, Ahmet Kaya, Cengiz, Necla
Döven, İbrahim, Emine, Nezahat İkiler, Cemalettin Okumuş, İsmail ve Yıldız Aslantaş, Sadık
Aslantaş ve ailesi, Kemal Saygılı ve Saygılı Ailesi, Cemil Kılıç, Kemal Tuncer, Alper Tuncer,
Hikmet Özcan, Halil Ece, Miyase Atlı, Enver Çelikkol, Abdulbari, Mazhar, Rahmi Yeltekin,
Nazmi Aka, Tahsin Aka, Abdulkerim Son, Ahmet Aras, Mehmet Nuri Paycu, Ekrem Sevtekin,
Nevzat Sağnıç, Fekê Hüseyin Sağnıç ve eşi, A. Rahman Avşar ve eşi, Emrullah Aslan,
Şemsettin Kaya, Tayip Kızılyıldız, Ahmet Özer, Halit Yetkin, Nihat Şimşek, Halit Öztürk,
Hasan Güven, Şevket Akdemir, Hüseyin Öndersoy, Mustafa Gökçek, Necdet Keçeci,
Mehmet Turgut, Hüseyin Dursun, Metin Görmen, Özcan Bayrakçı, Sebahat Ekincialp, Faruk
Yıldızhan, Sait Bozbey, Cihat Avşar, Rıfat Alpago, İbrahim Çelik, Muzaffer Bayram, Ertuğrul
Gül, Özcan Uğurlu, Levent Acar, Ersin Gürdal, Malik Ergin, Recep İzci, Sevgi Türk, Hüseyin
Çetin, Recep Kürüm, Osman Karahan, Gürgin Filiz, Celal Avcı, Şakir Akbaş, İhsan Gülsoy,
Cengiz Göktaş, Fikret Mendi, Şeref Akman, Çetin Ebeperi, Feza Karahan, Sebahattin
Özkan, Şakir Özkan, Hamit Arıcı, Seyran Uyan, Ahmet Engin, Mustafa Kara, Şekip Mermut,
Levent Nasır, İbrahim Çeliker, Mithat Erdündar, Uğur ve Fatih İlvan, Salih Tekin, Necip
Öztürk, Macit Biter, Gülfer Irak, Halise Akyol, Yavuz Binbay, Şemsettin Takva, Gökten
Gölbaşı, Muhittin Kınay, Yüksel Başer, Muharrem Sözbilici, Mikail Öndoğan, Güven Özata,
İmam Canpolat, Ertekin Kürüm, Cemalletin Açık, Necdet Açık, Hacı Adil ve Kenan Özdemir,
Şevket Aslan, İbrahim ve Süreyya Aslan, Ahmet Göksoy, Coşkun ve Ali Zırhlı, Alişan Örnek,
Mehmet Buluttekin, Hikmet ve Nimet Tayfur, İnsan Hakları Van Şubesi, Diyarbakır Bölge
Barosu, DEP Diyarbakır İl ve İlçe Örgütü, Mehmet Emin Çiçek, Behlül Yavuz, Refik Karakoç,
Yavuz Koçoğlu, Kemal Yüksel, Fehmi Demir, Abdullah, Jêhat ve Meliha Kaya, Akın Birdal ve
Ercan Kanar, İnsan Hakları Genal Başkanlığı ve Türkiye Barolar Birliği, PSK Yunanistan
Birimi, KOMJIN(Yekitiya Jınên Kurdistan Merkez Yürütme Kurulu), DEP Karşıyaka İlçe
Örgütü, DEP Bitlis İl Örgütü, İHD Van Şubesi, Tatvan Belediye Çalışanları adına Haşim
Bozyel, DEP Yüksekova İlçe Teşkilatı, DEP İstanbul İl ve tüm ilçeleri Teşkilatı, Orhan Talu ve
eşi, Naim Sabrioğlu, Hasan Toyboğa, Bahattin Seydaoğlu, Hüsnü Çeper, Şükrü Yıldız,
Ekrem Acar, Hamid Yıldız, Maşallah Akgün, Kutbettin Akgün, Şahap Akgün, Several ve
Nazif Kaleli, Medet Serhat, Osman Özçelik, Selim Okçuoğlu, Felat Dılgeş, Kemal Parlak,
Ramazan Paydaş, Yılmaz Çamlıbel, Muzaffer Karaçay, Raife Karaçay, Celal Karaçay ve
Emine Karaçay, Ayten,-Tahsin Diken, Mansur-Cafer-Asiye Önerme, Ahmet-Fikret Güleryüz,
Turan Polat, Ayten Batur, Turan-Hatice Çetinkaya, Salih Gökçek, Orhan Kaya, Ekrem
Ekmen ve ailesi,
İstanbul Barosu Avukatlarından: Eren Keskin, Arzu Şahin, Ercan Kanar, Osman
Ergin, Özcan Kılıç, Aynur Kılıç, Talat Tepe, Mustafa Ayzıt, Orhan Tural, İbrahim İnce, Hasan
Güler, Mihriban Kırdök, Rıza Dizdar, Muharrem Çopur, Fatma Gül Yıldırım, Naci Binbay,
Aysel Tuğluk, Hasan Alıcı, Salih Beşaltı, Ahmet Akkuş, Filiz Köstek, Rıza Dinç, Sait
Gündüzalp, Abdullah Gürbüz, Hıdır Çiçek, Vahit Kaya, Fikri Doğan, Kutbettin Kaya, İbrahim
Harman, İsmail Çölgeçen, Aydın Mollaoğlu, Hüseyin Polat, A.Ekber Yılmaz, Dilek Alan,
Cihan Tokat, Türkan Kurtulmaz, Tülay Ateş, İsmet Ateş, Hasip Kaplan,
Ankara Barosu’ndan: Erkan Yalçınkaya, Sevgi Kılıçkaplan, Mehmet Şirin Erdoğan,
Süleyman Baysülen, Cafer Toptaş, Necati Yılmaz, Dursun Demirci, Musa Can, İclal
Türkmen, Bülent Akçamete, Haydar Şahin, Salih Akgül, Nihat Çatalsaka, Ali Mecit Şenol,
Muhsin Eren, Ruhuşen Gürdal, Atilla Bilgiç, Meltem Yeltan, Avni Kırışçıoğlu, Selim Abdil,
Oktay Polat, Hikmet Çiçek, Figen Beyazıt, Mehmet Ateş, Ümit Bulut, Levent Kanat,
Hüsamettin Binici, Vahide Dere, Hüseyin Sürüm, İlhan Masaripoğlu, Nilgün Özonur, Halit
Kıratlı, İ. Şehabettin Örsal, Zeynel Erkan, Celil Ezman, Ali Timurtaş Özmen, Kazım
Bayraktar, Murat Demir, Ergül Büyükdağ, Nesrin Hatipoğlu, H. Argun Bozkurt, Billur Akpınar
Coşkun, Hasan Şahin, Fethi Ekici, Kemal Akkurt, Aytül Kaplan, Sedat Aydın, Gülpembe
Keleş, Hayriye Özdemir, Erdoğan Kılıç, Selahattin Emre, Ferda Alaettinoğlu, Mürşide Mete,
Şemsi Yıldırım, Cemal Emir, Murat Can, Vedat Aytaç,Hüseyin Y. Biçer, Hürriyet Yardım,
Cevat Bata, Veli Koluaçık, Eyüp Ünal, Mehmet Cengiz, Ali Kalan, Nusret Senen, İlknur
Kalan, Hasan Basri Özbay, A. Esin Özbay, Türkay Uludağ, Abdullah Ünal, Dursun Ermiş,
Ufuk Çetin, Safiye Çapkur, Erol Tezcan, Cemil Can, Vuslat Selçuk, Selma Çiçekçi,
19
Selahattin Sarıkaya, Mehmet Pekgöz, Mustafa Güler, İsmail Şahin, R. Ozan, Zeki Rüzgar,
Behiç Aşçı, Ali Çil, Melek Demirdelen, M. Faik Özcan, Turhan Ertek, M. Ali Çıra, Celal Vural,
Mehmet Ay, Recai Özkan, Mehmet Gümüş, Muzaffer Erdoğan, Ayşe Berna Kaya, Hüsnü
Öndül, Müge Arslan, Meryem Erdal, Göksel Arslan, Nuri Özmen, Ümran Gün, Metin Narin,
Zeynep Fırat, A. Düzgün Yüksel, Ayşenur Demirkale, Nezaket Karaman, Several Demir,
Oğuz Demir, Mustafa Çoban, Mert Er Karagülle, Kemal Keleşoğlu, Fatma Yücel, Songül
Çalık, Sevim Yücel, Ayşenur Çalık, Murat Çalık,
Yine İstanbul’dan: Cevahir Yüksel, Halis Savsın, Muzaffer Yerlitaş, Mustafa Kaya,
Burhan Erdemoğlu, Rıfat Şahin, Zeki Kutlan, Türkan Kurtulmuş, Hasan Hayri Alkan, Hakkı
Kılıç, Fethi Özdemir, İbrahim Mutlu, Kutbettin Kaya, Ferhat Tunç, Hüseyin Güntaş, Bahri
Aydın, Metin Aydın, Nezir Alpaydın, Necip Uludil, Nurettin Yıldırım, Nezir Taban, Hamit
Meştek, Abdurrahim Deli, A. Mecit Koparan, Kahraman Yılmaz, Aziz Çiçek, Beyzo Çiçek,
Üzeyir Avcı, Nuri erdem, İkramettin Oğuz, Tülay Geyik, Birgül Aytaç, Mehmet Can, Sabri
Kunt, Mustafa Aksakal, Ekrem Kaya, Suphi Özmen, Mustafa Özdemir, Cemal Kılıç, Faruk
Tunçel, Adnan Aras, Kurtuluş Parlak, Osman Aytar, Sabah Kara, Halil Aksoy, Salih Turan,
Cuma Tanrıkulu, Bayram Karaca, Ahmet Köse, Yaşar Kilerci, Sırrı Feroğlu, Orhan Kaya,
Turan Günata, Veysi tetik, Remzi Çakın, Ramazan Öztürk, Hasan deniz, Hasan Açık, Hacı
Reşit, Hüsamettin, Maşallah ve Adil Sevimlikurt, Hacı Husam, Şakir, Muhammed, Şefik,
Menderes, Hacı Şevket, Hacı Necat ve Çetin Sezen. Sevtekinlerden: Hacı Hasan, Hacı
Hüseyin, Hacı Süleyman, Abdulkadir, Derviş, Hacı Ali ve Ailesi. Metin Çivilibal, Hacı Ahmet
ve Muzaffer Çivilibal, Hacı Süleyman ve İsmet Sasa, Fikri Seçen, İsmail seçen ve Hüseyin
Songuralp, Süleyman Sevtekin ve Hüseyin Sevtekin, Cevdet Sevinçkan ve Ailesi, Hacı Resul
Şengül ve Ailesi ve bütün Minarlılar, İstanbul’daki akrabalar. Zilan Şeylerinden: İsmail Bağdu
ve Ailesi, Erbın Şeyhlerinden: Ahmet Aydın, Vamık Aydın, Namık Aydın, Müslüm Aydın ve
Hüsamettin Aydın, Norşin Şeyhlerinden: Nurettin Mutlu ve akrabaları, Oxin Şeyhlerinden:
Nimettullah ve akrabaları, Têlan(Kurtalan) Seyidlerinden: Fıdail Ceylan ve akrabaları, Palu
Şeyhlerinden: Fevzi, Abdulrahim ve Behram Bilgin, Por Şeyhlerinden: Hacı Hamit Piral ve
akrabaları, Mele Abdulkerim, Mele Abdulsamet, Mele Abdullah, Mele Abdulgafur, Mele
Cüneyt, Mele Reşit, Mele Kerem, Mele Kadri, Mele Siraç, Mele Bedri, Mele Hasan, Mele
Abdulmecit, Mele Sebahattin ve birçok molla, feqi ve din adamları.
Abdullah Varlı, Celal Gül, İsmet Kardoğan, Sait Pektaş, Kadri Alaettinoğlu, Nedim
Ersan, Yalçın Kuzucu, Mahmut Ekinci, Haluk Ekinci, Eşref Erdem, Beriwan Çamlıbel ve eşi,
Mustafa, Ahmet, Fatoş ve Rabia Demir ve Ailesi, Abdullah Soysal, Sabri Soysal, Şeyh
Mizbah, Hikmet Özcan, Salih Ölçer, Abdulbaki aslan, Hasan Peker, Nurettin Peker, Zülküf
Şahin, Şakir ve Kenan İnal, KDP Ankra Temsilcisi; Safin Dizai, Cizre Belediye Başkanı;
Haşim Haşimi, Eşref Elçi, Kamuran, Noşirewan, Renaz, Bedirhan ve Heja Elçi, Adnan Elçi,
Baki ve Ahmet Sirkeci, Adnan Ekmen, Yusuf Ekmen, Süleyman Kahraman, Halit Toraman,
Ahmet Turan, Naif Kaçmaz. Yalçın, Nasır, Kaya ve Veysi Yeşilışık, Zeki Yeşilışık ve Ailesi,
Süleyman Gümüştan ve Ailesi, Emin Dündar, Abdulhalim ve Yılmaz Çınar, Ahmet Bölgeci,
Almanya’dan: Yaşar Kardoğan. Van-Tatvan-Bitlis-Muradiye-Yüksekova-Güroymak(Norşin)Siirt-Baykan-Kurtalan-Hizan-Bingöl-Doğubeyazıd-Nusaybin-Cizre-Suruç-Estil-Lice ve Kozluk
Belediye Başkanları, SHP Sirt İl Başkanı, SHP MKYK Üyesi Kenan Coşar. Veysel Çamlıbel,
Siraç Türk, soner ve Mustafa Beyler, Hatice, Cenan ve Neşet Karakoyun, Enver Derin,
Kemal Kılıç, Cemal Genç, Ramazan Karataş, Ahmet Turan, Yusuf Ziya Zülfükar, İhsan
Zülfükar, Necdet Demirel, Hıdır Bey, Selahattin Büyükaydın, Musa Büyükaydın ve Kasım
Kalmaz. Hekimhan Belediye Başkanı: Ali Akyüz, Yazıhan Belediye Başkanı: Hacı Akyol,
Bahçesaray Belediye Başkanı: Naci Orhan.
Unuttuğumuz ve listelere alınmayan yüzlerce dostlarımızı listeye alamadığımızın
üzüntüsü ile özür dileriz.
Epözdemir Ailesi Adına
Şakir Epözdemir.
GAZETELERE İLAN VEREN DOSTLARIMIZ
20
21