İçindekiler - Sakareller

Transkript

İçindekiler - Sakareller
Katı Olan Herşey Yüceltiliyor
Çeviri derlemesi
Eylül 2015
Türkçesi: Işık Barış Fidaner, Serap Güneş, Erkal Ünal, Evrim Şaşmaz, Elif Okan Gezmiş
Meltem Slonate, Tuncay Birkan, Alaattin Bilgi, Mehmet Selik, Nail Satılgan, Albert Dragstedt
yersizseyler.wordpress.com
dunyadanceviri.wordpress.com
hayalgucuiktidara.org
fraksiyon.org
dijitaloyun.wordpress.com
psikanalitikseyler.com
etesien.blog.de
Kitabın LaTeX kodları yine CC AttributionNonCommercial 3.0 Unported Lisansı altındadır.
2
İçindekiler
Reich ile Einstein . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
5
Gri alanda
Slavoj Žižek (SG, EÜ) . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
7
Dünya gözüyle?
Pink Floyd (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
14
Kriz: Çağdaş dünyanın hakiki ve sahte çelişkisi
Alain Badiou (EŞ, IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . .
15
Kapital’den bir cümle ve paragraf
Karl Marx (TB, AB, MS, NS, AD) . . . . . . . . . . .
20
Fiilî ile Virtüel
Gilles Deleuze (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
23
Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları
Pink Floyd (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
27
3
Uzakınlık
Jacques-Alain Miller (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . .
29
Yeni oyunlarda öykü anlatımı aksiyonu yenmekte
Douglas Heaven (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . .
40
Kağıtlar, Lütfen: büyük ses getiren ‘sıkıcı’ oyun
Lucas Pope ile görüşme (IBF) . . . . . . . . . . . . . .
43
Dijital oyunlar, sanat ve gürültü: Today programındaki tartışmaya hükmeden eskimiş stereotipler
Keith Stuart (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
48
Psikanalizin Sonlandırılma Kriterleri Üzerine
Melanie Klein (IBF, EOG) . . . . . . . . . . . . . . . .
52
Ben hayatta kalacağım
Gloria Gaynor (IBF) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
57
Kapıya yaslanmayınız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
60
Franz Kafka’ya mektup (MS) . . . . . . . . . . . . . . . . .
61
4
Reich ile Einstein
Orgon enerjisi kabul görmediyse de W. Reich bugünkü akademinin işleyişinde vazgeçilemez hatta hayat kurtarıcı sayılabilecek bir ilkeyi bulmuştur.
Laboratuvarda erkek ne yapacak kadın ne yapacak gibi soruların halen ulusötesi diplomatik kriz1 yarattığı günümüzde belki bu ilkeyi onun ismiyle anıp
kredisini vermeliyiz.
Reich’ın Orgonomik İlkesi:
“İyi niyetli insanları seçerek kurulmuş bir araştırma grubu
sık sık pozitif bulgulara ulaşır.”
1 #distractinglysexy
#TimHunt
5
Öte yandan, iyi niyetli gruplar çok çeşitli araştırmalar yürütebilmekle birlikte, birbirlerini anlamaları sorun olabilmektedir. Örneğin Reich Einstein’a
Orgon Biriktirme Aygıtını getirip gösterdiğinde, masada duran Aygıt üzerine
ölçümler yapan Einstein, “Bu bir bomba!” diye yüksek sesle beyan etmiştir, ki o günlerde kendisi Atom Bombası çalışmalarına katılmaktaydı. Reich
ise bunu hayra yormuş, ve hayra yormuş olduğunu “Einstein’ın Orgon Biriktiricime bomba demesini hayra yormuştum” şeklinde birçok kereler dile
getirmiş ve çoğu deftere not düşmüştür. Bu da Reich’ın Orgonomik ilkesi
ile ortaya çıkan çeviri ihtiyacına işaret etmektedir.
‘İletişim’ kavramının eksikliği de Reich ve Einstein arasında yoğunca hissedilmiştir. Örneğin “Asistanınız bulgularımı gözardı etmiştir” diyerek iddiasını
cesaretle savunan Reich’a Einstein en son şöyle yazmıştır: “Sayın Reich, Ben
kani oldum. Söyleyecek söz bulamıyorum.” Oysa şöyle deseydi belki daha iyi
anlaşılabilirdi: “Sanırım sizinle bir iletişim sorunu yaşıyoruz Wilhelm bey.”
Fakat bu gibi yanıtlarda Einstein’ın izafiyete olan zafiyetinin de payı bulunabilir. Mesela Reich’ın “Bana deli diyorlar” demesine karşılık Einstein
“Anlayabiliyorum” demekle yetinmiş, Reich ise bilinen iyi niyetiyle bunu
Einstein’ın yüksek anlayışının işareti saymıştır.
6
Gri alanda
Slavoj Žižek — 5 Şubat 2015 — LRB
“Ben şuyum” (veya “Hepimiz şuyuz”) şeklindeki acıklı özdeşleşme formülü
ancak belirli sınırlar dâhilinde iş görüyor; bu sınırları aştığındaysa müstehcen
bir hal alıyor. “Je suis Charlie” (Ben Charlie’yim) diyebiliriz fakat “Hepimiz
Saraybosna’da yaşıyoruz!” ya da “Hepimiz Gazze’deyiz!” gibi örnekler verildiğinde iş karışmaya başlıyor. Hepimizin Saraybosna veya Gazze’de yaşamıyor olduğumuzu hatırlatan acımasız gerçek, acıklı bir özdeşleşme ile üstü
örtülemeyecek kadar güçlü hale geliyor. Söz konusu olan Muselmänner, yani
Auschwitz’deki yaşayan ölüler olduğunda böyle bir özdeşleşme müstehcenleşiyor. Şunu söylemenin mümkünatı yok: “Hepimiz yaşayan ölüleriz!” Auschwitz’de, kurbanların insanlıktan çıkarılması öyle bir raddeye varmıştı ki,
onlarla herhangi bir anlamlı özdeşleşme kurmak olanaklı değildir. (Ve, tam
zıddı yönde, “Hepimiz New Yorkluyuz!” diyerek 11 Eylül kurbanları ile da-
7
yanışma beyan etmek de saçma olur. Milyonlarca insan şöyle der: “Evet,
New Yorklu olmayı çok istiyoruz, bize vize verin!”
Aynısı geçtiğimiz ay yaşanan katliam için de geçerli: Charlie Hebdo’nun
gazetecileri ile özdeşleşmek görece kolaydı, ancak şöyle bir açıklama yapmak çok daha zor olacaktı: “Hepimiz Baga’lıyız!” (Bilmeyenler için Baga,
Boko Haram’ın iki bin kişiyi infaz ettiği, Nijerya’nın kuzeydoğusundaki küçük bir kasabadır.) “Boko Haram” adı, kabaca “Batı tarzı eğitim yasak”
şeklinde tercüme edilebilir – özellikle de kadınların eğitimi. Ana hedefi cinsiyetler arasındaki ilişkilerin hiyerarşik olarak düzenlenmesi olan kitlesel bir
sosyopolitik hareketin mevcut olması şeklindeki tuhaf olguyu nasıl değerlendirmek lazım? Sömürüye, tahakküme ve sömürgeciliğin diğer yıkıcı ve
aşağılayıcı yanlarına maruz bırakılmış olan Müslümanlar, tepkilerinde neden
Batı mirasının (en azından bizim için) en iyi kısmını, yani eşitlikçiliğimizi ve
– tüm otoritelerle dalga geçme özgürlüğü de dâhil – kişisel özgürlüklerimizi
hedef alıyorlar? Yanıtlardan biri hedeflerinin bilinçli seçilmiş olduğu: Liberal
Batı, yalnızca sömürdüğü ve şiddet yoluyla tahakküm kurduğu için değil,
aynı zamanda bu zalim gerçekliği tam zıddı bir kılıkta, yani özgürlük, eşitlik
ve demokrasi olarak sunduğu için de bu kadar katlanılmaz.
Paris katliamının kurbanları ile dayanışma içinde el ele tutuşmuş olan, Cameron’dan Lavrov’a, Netanyahu’dan Abbas’a kadar dünyanın büyük politik
isimlerinin sergilediği piyese geri dönersek: eğer ikiyüzlü sahtekârlığın bir
resmi olsaydı, işte bu olurdu. Kimliği bilinmeyen bir vatandaş, tören alayı
penceresinin altından geçerken, Avrupa Birliği’nin gayri resmî marşı olan
Beethoven’ın “Mutluluğa Övgü”sünü çalarak, içinde bulunduğumuz karmaşadan en fazla sorumlu olan insanların sahnelediği bu mide bulandırıcı piyese
politik bir zevksizlik de kattı. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, onlarca
gazetecinin öldürüldüğü Moskova’da böyle bir yürüyüşe katılsa hemen gözaltına alınırdı. Ve gerçekten de bir piyesti sergilenen: medyada gösterilen
fotoğraflarda siyasi liderler sanki bir caddedeki büyük bir kalabalığın önündeymiş izlenimi veriliyordu. Fakat yukarıdan tüm sahneyi alan başka bir
fotoğrafsa, politikacıların arkasında yalnızca yüz kadar insanın durduğunu,
geri kalan alanın bomboş olduğunu ve gruba arkadan ve etraftan polisin
eşlik ettiğini gösteriyordu. Esas Charlie Hebdo jesti, kapağında bu olayla
acımasızca ve tatsız şekilde dalga geçen koca bir karikatür olurdu.
“Je suis Charlie!” yazılı dövizlerin yanı sıra, “Je suis flic!” (“Ben polisim”)
yazılı olanlar da mevcuttu. Kalabalık kamusal toplanmalarda kutlanan ve
sergilenen ulusal birlik, yalnızca etnik grupların, sınıfların ve dinlerin ötesine
geçen halkın birliği değildi; aynı zamanda halkın, düzen ve denetim güçleri
8
– yalnızca polis değil, gizli servis CRS de (Mayıs 1968’in sloganlarından biri
“CRS-SS” idi) – ve tüm devlet güvenlik aygıtı ile birleşmesiydi. Snowden
veya Manning’e bu yeni evrende yer yoktu. “Yoksul Arap veya Afrika kökenli
gençlik hariç, polise kırgınlık artık eskisi gibi değildi,” diye yazdı JacquesAlain Miller geçen ay. “Bu kuşkusuz ki Fransa tarihinde hiç görmediğimiz
bir şey.” Kısacası, terör saldırıları imkânsız olanı başarmıştı: Vatanseverlik
Yasası’nın, insanların gözetime kendiliğinden teslim olduğu bir Fransız halk
versiyonunda, 68 kuşağını, baş düşmanı ile barıştırmak.
Paris gösterilerinin esrik anları, ideolojinin galebe çalmasıydı: cezbedici
varlığıyla tüm antagonizmaları bir anlığına ortadan kaldıran bir düşmana
karşı insanları birleştirmek. Kamuoyuna kasvetli bir seçim sunuldu: ya polissiniz ya da terörist. E peki Charlie Hebdo’nun hürmetsiz mizahı bunun
neresinde? Bu soruyu yanıtlamak için, “Dekalog” ile (Kenneth Reinhard
ve Julia Reinhard Lupton’ın savunduğu üzere, en nihayetinde On Buyruğu
ihlal etme hakkı olan) insan hakları arasındaki bağlantıyı akılda tutmamız
gerek. Özel yaşamın gizliliği hakkı, zina yapma hakkıdır. Mülkiyet hakkı,
çalma (ve başkalarını sömürme) hakkıdır. İfade özgürlüğü hakkı, yalancı
şahitlik yapma hakkıdır. Silah taşıma hakkı, öldürme hakkıdır. Dini inanç
özgürlüğü, sahte tanrılara ibadet etme hakkıdır. İnsan hakları, Buyrukların
ihlal edilmesini doğrudan tasvip etmez elbette fakat (ister dini ister seküler
olsun) iktidarın erişimi dışında olması gereken marjinal bir gri alanı açıkta
tutar. Bu loş alanda, buyrukları ihlal edebilirim ve iktidar bunu gözetleyip
beni pantolonum inik yakalarsa şöyle feryat edebilirim: “Temel insan haklarıma saldırılıyor!” Esas nokta, burada kesin bir ayrım çizip, insan haklarının,
gereğine uygun şekilde, örneğin Buyrukları ihlal etmeyen kullanımını zedelemeden, yalnızca suiistimalini önlemenin, iktidar için yapısal olarak imkânsız
olmasıdır.
Charlie Hebdo’nun acımasız mizahı bu gri alana ait. Dergi 1970 yılında,
General De Gaulle’ün ölümü ile dalga geçtiği için yasaklanan Hara-Kiri’nin
halefi olarak yayın hayatına başladı. Bir okur mektubu Hara-Kiri’yi “ahmak
ve edepsiz” (“bête et méchant”) olmakla itham ettikten sonra, bu ifade
derginin resmi sloganı olarak benimsendi ve günlük dile girdi. Paris’te yürüyen binlerce kişi için “Je suis bête et méchant” demek, “Je suis Charlie”
demekten çok daha uygun olurdu.
Charlie Hebdo’nun “bête et méchant” duruşu, kimi durumlarda ferahlatıcı olabilse de, bizatihi kahkahanın özgürleştirici falan olmayıp, derin şekilde
müphem oluşu ile kısıtlı. Antik Yunan’a popüler bakışa göre, vakur aristokrat Spartalılar ile şen demokrat Atinalılar arasında bir karşıtlık mevcuttur.
9
Fakat ciddiyetleri ile övünen Spartalılar, kahkahayı ideoloji ve pratiklerinin merkezine yerleştirmişlerdir: komünal kahkahayı devletin görkemini artırmaya yardımcı olan bir güç olarak kabul etmişlerdir. Sparta kahkahası
– aşağılanan bir düşman veya köle ile acımasızca dalga geçmek, onların
bir iktidar konumundan duydukları korku veya acı ile eğlenmek – yankısını, “hainlerin” panikleyip ne yapacağını şaşırmasıyla alay eden Stalin’in
konuşmalarında buldu ve ta bugüne kadar geldi. (Yeri gelmişken şunu da
söyleyeyim ki bu, iktidardakilerin kahkahasının başka bir türünden, kendi
ideolojilerini kendilerinin bile ciddiye almadığını gösteren sinik istihzadan
ayırt edilmelidir.) Charlie Hebdo’nun mizahındaki sorun, saygısızlıkta fazla
ileri gitmesi değil, ideolojinin toplumlarımızda yerine getirdiği hegemonik
sinik işleve mükemmelen uyan zararsız bir aşırılık olmasıydı. İktidardakilere
en ufak bir tehdit oluşturmuyordu; yaptığı şey iktidarın aşırılıklarını daha
katlanılır hale getirmekten ibaretti.
Batılı liberal-seküler toplumlarda, devlet iktidarı kamusal özgürlükleri korur, ama sözgelimi çocuk istismarından şüphe duyulduğu anda özel alana
müdahale eder. Fakat Talal Asad’ın 2009 tarihli Is Critique Secular? Blasphemy, Injury and Free Speech’te (“Eleştiri Seküler Midir? Küfür, İncinme ve
İfade Özgürlüğü”) belirttiği gibi, “İslami yasada ‘kamusal’ davranışa uyum
sağlamak çok daha katı olabilse de, ev alanına davetsizce girilmesine, ‘özel’
alanların tecavüzüne cevaz verilmez . . . cemaatin gözünde mühim olan husus Müslüman öznenin, içeriği ne olursa olsun içsel düşünceleri değil toplumsal pratiğidir – bu pratiğe sözel duyuru da dahildir. Kur’an’da şöyle denir: ‘Bırakın dileyen iman etsin, dilemeyense reddetsin.’” Gelgelelim, Asad’ın
kendi sözleriyle devam edecek olursak, bu “dilediğini düşünme hakkı. . . insanları sahte bir bağlılığa inandırmak maksadıyla kendi dinsel veya ahlaki
inançlarını alenen ifade etme hakkını içermez.” Bu yüzdendir ki, Müslümanların nazarında, “küfür karşısında sessiz kalmak imkânsızdır . . . küfür ne
‘konuşma özgürlüğü’dür ne de yeni bir hakikatin meydan okumasıdır; bilakis, canlı bir ilişkiyi kesintiye uğratmayı hedefleyen bir şeydir.” Batılı liberal
bakış açısından bakıldığında, bu ne o/ne o formülasyonunun her iki tarafı
da sorunludur: İfade özgürlüğünün canlı bir ilişkiyi kesintiye uğratabilecek
edimleri de içermesi gerekiyorsa ne olacaktır? Peki ya “yeni bir hakikat”ın
da aynı kesintiye uğratıcı etkisi varsa? Veyahut yeni bir etik farkındalık canlı
bir ilişkinin göze adaletsiz gelmesine sebep oluyorsa?
Eğer Müslümanlara göre hem “küfür karşısında sessiz kalmak” hem de
edilgen kalmak imkânsızsa –ve bir şey yapma baskısı şiddet içeren ve hatta
birilerini katletmeye varan edimleri de içerebilir– bu durumda yapılacak ilk
şey bu tavrı günümüzdeki bağlamı içinde tespit etmektir. Aynı husus Hı10
ristiyanların kürtaj karşıtı hareketi için de geçerlidir; onlar da her yıl yüz
binlerce fetüsün ölümü karşısında “sessiz kalmayı imkânsız” bulmakta ve
bunu Holokost’u andıran bir katliam diye değerlendirmektedir. Esas hoşgörü
işte burada başlar: katlanılması-imkânsız (Lacan’ın deyişiyle, “l’impossiblea-supporter”) diye deneyimlediğimiz şeye karşı hoşgörüden bahsediyorum ve
tam bu noktada liberal sol, tüm o “karşısında sessiz kalmanın imkânsız olduğu şeyler” (cinsiyetçilik, ırkçılık ve diğer hoşgörüsüzlük türleri) listesiyle,
dinsel köktenciliğe yakınlaşır. Diyelim ki bir dergi Holokost’la alenen dalga
geçseydi ne olurdu? Sol-liberal duruşta bir çelişki vardır: İster manevi ister siyasi olsun tüm otoritelerle alay eden evrensel ironi ve istihzaya dayalı
liberter konum (Charlie Hebdo’da tecessüm eden konum tam da budur)
karşıtına kaymaya, ötekinin acısına ve yaşadığı aşağılanmaya yönelik artmış
bir duyarlılık hissetmeye meyleder.
Paris katliamına verilen sol tepkilerin çoğunun gayet kestirilebilir ve hatta
acınası bir kalıbı izlemesine işte bu çelişki sebep olmuştur: Liberal mutabakat ve kurbanlarla dayanışma temaşasında son derece derin bir yanlışın
olduğu konusunda haklı bir şüpheye düşüldü, ama katliamı ancak uzun uzun
ve sıkıcı şerhler düştükten sonra kınayabildiklerinde yanlış bir yola girmiş oldular. Katliamı dosdoğru kınarsak, öyle ya da böyle İslamofobi suçu işlemiş
olacağımız korkusu, gerek siyaseten gerekse etik açıdan yanlıştır. Nasıl ki İsrail’in Filistinlilere reva gördüğü muameleyi kınamanın anti-Semitik bir yanı
yoksa, Paris katliamını kınamanın da İslamofobik bir yanı yoktur.
Paris katliamını bir bağlamın içine yerleştirmemiz ve onu “anlamamız” gerektiği kanısına gelecek olursak, bu da hepten yanıltıcıdır. Frankenstein’da
Mary Shelley canavarın kendisi adına konuşmasına izin verir. Yaptığı bu
tercih en radikal haliyle ifade özgürlüğüne yönelik liberal tavrı ifade eder:
Herkesin görüşüne kulak verilmelidir. Frankenstein’da canavar hepten öznelleşmiştir: Canavar katilin, başkalarıyla birlikteliğe ve muhabbete özlem
duyan, içten içe incinmiş, ümitsiz bir birey olduğu ortaya çıkar. Fakat bu
yordamın da açık bir sınırı vardır: Hitler’i ne kadar çok bilir ve “anlarsam”,
o bana o kadar bağışlanamaz görünür.
Buradan hareketle, İsrail-Filistin çatışmasını ele alırken, amansız ve soğukkanlı ölçütlere bağlı kalmamız gerektiği de söylenebilir: (Nerede karşımıza
çıkıyorsa) Arap anti-Semitizmini Filistinlilerin hal-i pür melaline verilen “doğal” bir tepki diye veya İsrail’in aldığı tedbirleri Holokost hatırası üzerinden
verilen “doğal” bir tepki diye anlama ayartısına kayıtsız şartsız direnmeliyiz.
Birçok Arap ülkesinde Hitler’in hâlâ bir kahraman olarak görülmesini, ilkokuldaki çocuklara anti-Semitik mitler öğretilmesini, mesela Yahudilerin kur-
11
ban için çocukların kanını kullandığının söylenmesini “anlamak” söz konusu
olmamalıdır. Bu anti-Semitizmin, yerinden edilmiş bir kiplik içinde, kapitalizme direnişi ifade ettiğini iddia etmek, onu asla ve k’ata meşrulaştırmaz
(aynısı Nazi anti-Semitizmi için de geçerlidir: O da enerjisini anti-kapitalist
direnişten almıştır). Yerinden etme burada ikincil bir işlem değil, bilakis ideolojik mistifikasyonun temel jestidir. Bu iddia, uzun vadede, anti-Semitizme
karşı mücadele etmenin tek yolunun liberal hoşgörüyü vaaz etmekten değil,
temeldeki anti-kapitalist saiki dolaysızca, yani yerinden edilmemiş şekilde
ifade etmekten geçtiği fikrini beraberinde getirir.
İsrail Savunma Güçleri’nin Batı Şeria’da sergilemekte olduğu eylemler
Holokost’u arka planda tutarak değerlendirilmemelidir; Fransa’da ve Avrupa’nın başka yerlerinde sinagoglara yapılan saldırılar İsrail’in Batı Şeria’da
yapmakta olduklarına karşı verilen uygunsuz, ama anlaşılabilir tepki diye
görülmemelidir. İsrail’e karşı yapılan herhangi bir kamusal protesto basbayağı anti-Semitizmin bir tezahürü diye görülüp kınandığında – yani, İsrail’in
askeri ve siyasi harekâtlarına yöneltilen her türlü eleştiriyi etkisiz hale getirmek için devamlı Holokost’un gölgesine sığınıldığında – anti-Semitizm ile
İsrail devletinin belirli politikalarına yapılan eleştiriler arasındaki farkın altını çizmek yetmez; bir adım daha ileri gitmek ve bu bağlamda, Holokost
kurbanlarının kutsal hatırasına saldıranın, onu halihazırdaki siyasi tedbirlerini meşrulaştırmanın bir yolu olarak araçlaştıranın İsrail olduğunu söylemek
gerekir. Bir başka deyişle, Holokost ile İsrail-Filistin gerilimi arasında mantıksal veya siyasal bir bağ olduğu kanısını dosdoğru reddetmeliyiz. Bunların
ikisi de baştan aşağı farklı fenomenlerdir: Birisi Avrupa tarihinde sağın modernleşme dinamiklerine direnişinin bir parçasıdır; diğeri ise sömürgeleştirme
tarihinin son fasıllarından biridir.
Avrupa’da anti-Semitizmin yükselmekte olduğu inkâr edilemez. Örneğin
İsveç’in Malmö kentindeki saldırgan Müslüman azınlığın Yahudileri sokakta
geleneksel kıyafetleriyle gezmekten korkacak kadar taciz etmesi dosdoğru
ve tereddütsüzce kınanmalıdır. Anti-Semitizme karşı verilen mücadele ile
İslamofobiye karşı verilen mücadele aynı mücadelenin iki veçhesi olarak görülmelidir.
Ruth Klüger 2001’de yazdığı Still Alive: A Holocaust Girlhood Remembered adlı kitabının hatırda kalan bir pasajında, Almanya’daki bazı “ileri
düzey doktora adaylarıyla” yaptığı bir sohbeti anlatır:
Auschwitz’ten sağ kurtulan yaşlı bir Macar Yahudisiyle Kudüs’te
tanıştığını, ama bu adamın yine de Araplara küfrettiğini ve on12
ları hakir gördüğünü söylemişti biri. Auschwitz’den gelen biri
nasıl olur da böyle konuşabilir diye soruyordu bu Alman. Sohbete dahil olup belki gerektiğinden çok daha hararetli bir şekilde
konuşmaya başladım. Ne bekliyordu ki? Auschwitz bir öğretim
kurumu değildi . . . Orada hiçbir şey öğrenilmezdi, hele insanlık ve hoşgörü hiç. Toplama kamplarından hiç ama hiç iyi bir
şey çıkmamıştı diyordum ve sesim yükseliyordu; o ise katarsis,
arınma, hani şu tiyatrodan murat ettiğimiz şeyleri bekliyordu.
Bu kamplar akla hayale gelebilecek en faydasız, en manasız tesislerdi.
Uç noktadaki deneyimlerde özgürleştirici bir şey olduğu, bu deneyimlerin
gözlerimizi bir durumun nihai hakikatine açtığı fikrini terk etmek zorundayız.
Terörden çıkarılacak en bunaltıcı ders belki de budur.
Türkçesi: Serap Güneş, Erkal Ünal
13
Dünya gözüyle?
Pink Floyd — 1979 — The Wall
Mademki
Aklına gelmiş
Gösteriye gitmek istesem demişsin
Sıcak kargaşalı heyecanı duyup görmeye
Uzaylının parıltısını.
Söyle bana şekerim anlamadığın bir şey varsa.
Bu değil miydi görmeyi beklediğin?
Yok eğer bu donuk gözlerin ardındakini arayacaksan
Şu kamuflajların içinden kendine bir yol açman
Gerekecek
(In The Flesh?)
14
Kriz: Çağdaş dünyanın hakiki ve sahte çelişkisi
Alain Badiou — 13 Nisan 2015 — fraksiyon.org
Kapitalizm küresel genleşmenin doruğunda, semirmeye devam etmekte. Krizler ve savaşlar da kapitalizmin gelişimindeki olağan ritme katkıda bulunuyor.
Modernite her şeyden önce olumsuz bir gerçekliktir. Aslında, gelenekten
ayrılıştır. Kastları, asilleri, dini mecburiyeti, gençliğe adım ritüelleri, yerel
mitolojileri, kadın tahakkümü, babanın oğlanlar üzerinde mutlak iktidarı ve
küçük bir hakim grup ile mahkum emekçiler kitlesi arasındaki resmi bölünmesiyle eski dünyanın bitmesidir. Batı’da Rönesansla açığa çıkıp, 18.
yüzyıldaki Aydınlanmayla pekiştirilen, ve üretim tekniklerinde açılan emsalsiz çığırlarla, ölçüm, dolaşım, iletişim araçlarının sürekli damıtılmasıyla
maddeleşmiş bu hareketin üzerine hiçbir şey geri gelemezdi.
Belki en çarpıcı nokta, gelenek dünyasından bu ayrılışın, insanlığı kavurmuş bu esaslı kasırganın sadece üç yüzyılda binlerce yıldır süregelen örgüt-
15
lenme biçimlerini silip süpürmüş olmasıdır. Bu ayrılış sebeplerini ve kapsamını algıladığımız öznel bir kriz yaratır; bunun en bariz yanlarından birisi,
özellikle genç insanların kendilerine bu yeni dünyada yer bulmakta karşılaştıkları aşırı ve artan zorluktur.
Gerçek kriz budur. Bazen bunun finansal kapitalizmin krizi olduğunu sanıyoruz. Hayır — hiç de bile! Kapitalizm dünyanın her tarafında, her yerde
genişlemektedir, semirmeye devam etmektedir. . . Savaşlar ve krizler onun
gelişimindeki olağan ritme katkıda bulunur. Rekabet biçimlerinin temizlenmesi ve kazananların harcanabilir kapitalin tahayyül edilebilen en yüksek
rakamı ellerinde biriktirmelerini sağlaması açısından acımasız fakat bir o
kadar da gerekli araçlar da buradadır.
Kesin bir nesnellikle bulunduğumuz yerden, yani kapitalin tekelleşmesi
açısından nerede olduğumuzu hatırlayalım: Dünya nüfusunun %10’u döner sermayenin %86’sına sahiptir; %1’i %46’sına sahiptir ve dünya nüfusunun %50’si tam olarak hiçe, %0’a sahiptir. Neredeyse her şeye sahip olan
%10’un, hiçbir şeye sahip olmayanlar ile asla eş tutulmak istemediğini kolayca anlayabiliriz. Bunun gibi, geri kalan %14’ü paylaşan çok sayıda kişi,
sahip oldukları varlığa sıkıca tutunmayı deli gibi arzular. İşte bu yüzden
sık sık —ırkçılık ve milliyetçilik de bunda rol oynar— hiçbir şeyi olmayan
%50’de gördükleri korkunç “tehdit” karşısında savunma duvarı kurulmasına
dönük sayısız baskıcı tedbire destek verirler.
O halde diyebiliriz ki, Occupy Wall Street hareketinin halkı birleştirdiği
varsayılan “Biz %99’uz” sloganı tamamen boştur. Batı dediğimiz varlık
aslında, %10’luk hakim aristokrasiye ait olmasalar da küreselleşmiş kapitalizme küçük-burjuva destek bölüğü olan insanlarla dolu; şu meşhur orta
sınıf olmasaydı demokratik vahanın hayatta kalma şansı hiç olmazdı. Aslında %99 olmanın —simgesel olarak da— yanına bile yaklaşamayan Wall
Street işgalcisi cesur genç insanlar (aslında en başından beri) “hareket” partisi bitince kaybolmaya mahkum, kenetlenmiş bir demet insandan fazlasını
temsil etmiyordu. Elbette, hiçbir şeye sahip olmayan veya gerçekten çok az
şeye sahip olanların gerçek kitlesine kendilerini kalıcı anlamda bağlamayı becerselerdi; yani %14’te bir payı olanlar —özellikle entelektüeller— ile, halkın
hiçbir şeyi olmayan %50’sini (en başta işçiler ve köylüler, sonra orta sınıfın
daha alt, en güvencesiz, en kötü ücretli tabakası) çaprazlayan bir politik
yol izleyebilselerdi, işler değişirdi. Bu politik stratejinin mümkünatı vardır—
60lar ve 70lerde Maoizm bayrağı altında denenmiştir. Daha yakın zamanda
da Tunus ve Kahire’deki iş(ti)gal [occupation] hareketlerinde, hatta Oakland’de bile (iskele işçileriyle etkin bir bağlantının en azından ana hatları
16
bulunmaktaydı) bu denenmiştir. Her şey, mutlak olarak her şey, bu ittifak ve uluslararası düzeyde politik örgütlenmeyle gelecek belirleyici uyanışa
[rönesansa] bağlıdır.
Fakat mevcut durumda —bu hareket aşırı zayıf haldeyken— gelenekten
ayrılışın, küresel kapitalizmin yapılandırdığı dünyada meydana getirdiği nesnel, ölçülebilir sonucu, ancak demin bahsettiğimiz şey, yani küçücük bir
oligarşinin kendi yasasını, hem yalın asgari yaşamkalım düzeyindeki halkın
ezici çoğunluğuna, hem de Batılılaşmış —yani tabi kılınmış ve kısır— orta
sınıflara dikte etmesi olabilir.
Peki toplumsal ve öznel düzeyde ne oluyor? 1848’de Marx bize bu gerçekliğin çarpıcı bir tarifini vermişti, onun kendi çağına kıyasla şimdi bu tarif
ebediyen daha geçerlidir. Yaşına rağmen inanılmaz genç kalmış bu metinden
birkaç satırı alıntılayalım:
Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. . . Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilâhi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri,
değişim-değerine indirgedi. . . Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini
söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi
ücretli emekçisi durumuna getirdi. 2
Burada Marx gelenekten ayrılmanın—burjuva kapitalist bir biçim aldığında—
insanlığın simgesel örgütlenmesinde gerçekte ne kadar devasa bir kriz açtığını tarif ediyor. Cidden binlerce yıl boyunca insan yaşamındaki fıtri farklar
hiyerarşik biçim altında düzenlenmiş ve simgelenmişti. En önemli ikilikler,
mesela yaşlı ve genç, adamlar ve kadınlar, ailemin içinde ve dışında, yoksullar ve muktedirler, benim mesleğim ve diğerleri, yabancılar ve hemşeriler,
asiler ve imanlılar, avamlar ve soylular, kasaba ve kır, kol gücüyle çalışanlar
ve beyin gücüyle çalışanlar — bunlar hep (dilde, mitolojilerde, ideolojilerde
ve tesis edilmiş dinsel modellerde) birbiriyle üst üste örtüşen birçok hiyerarşik sistemden oluşan bir küme içinde herkesin yerini tayin eden düzenli
yapılara müracaat ile ayırt edilirdi. Mesela soylu bir kadın kocasının astıydı
ama avam bir adamın üstüydü; zengin bir burjuva bir dük karşısında diz
çökerdi, ama hizmetkarları da onun karşısında diz çökerlerdi; bunun gibi, şu
veya bu Kızılderili kabilesinden bir kadın, kendi kabilesinden bir savaşçının
gözünde neredeyse bir hiç iken, (belki bu savaşçının nasıl işkence edeceğini
2 Komünist
Parti Manifestosu (Marks & Engels). Kaynak: kurtuluscephesi.com
17
kararlaştırdığı) başka kabileden bir esirin gözünde neredeyse en muktedir
kişiydi. Ve Katolik Kilisesinin yoksul bir müridi kendi papazına göre çok az
önem taşırken, Protestan bir asiye kıyasla kendisini en seçkin kişilerden biri
sayabilirdi, hatta bunun gibi, azat edilmiş bir adamın oğlu, tamamen babasına bağlı da olsa, kocaman bir ailenin başındaki bir siyah adamı kendi
kişisel kölesi yapabilirdi.
Böylece bütün geleneksel simgeleme, bireylerin toplumdaki yerlerini belirleyen düzenli bir yapıya, dolayısıyla bu yerler arasındaki ilişkilere yaslanıyordu. Gelenekten kopuş ise aslında, genel üretim sistemi olarak kapitalizmin
gerçekleştirdiği haliyle, etkin herhangi yeni bir simgeleme önermez, bunun
yerine sadece ekonominin acımasız ve bağımsız oyununu getirir: Marx’ın
“bencil hesapların buzlu suları” dediği şeyin tarafsız, simgesiz hükmünü getirir. Bunun sonucu simgelemede tarihsel bir krizdir. Bugünkü gençlik bu
yüzden büyük bir yönelim ıstırabı çekmektedir.
Tarafsız bir özgürlük örtüsü altında paradan başka hiçbir evrensel gönderge önermeyen bu krizle yüzyüze gelindiğinde, olası iki çözüm olduğuna
inanmamız beklenir. Ya “kriz yoktur ve olamaz” dememiz ve tarafsız pazar hesaplamaları altında ezilen liberal “demokratik” özgürlükler modelinden daha iyi hiçbir şey bulunamayacağını iddia etmemiz; ya da geleneksel
—yani hiyerarşik— simgelemeye dönülmesi için tepkisel bir arzu duymamız
beklenir.
Benim görüşüme göre bu rotaların ikisi de çok tehlikeli çıkmazlardır, ve
giderek daha çok kan döken bu ikili çelişki insanlığı sonu gelmez bir savaşlar
döngüsü içine çekmektedir. Hakiki çelişkinin rol oynamasını engelleyen sahte
çelişkilerde karşılaştığımız sorun tamamen budur. Düşünce ve eylemimizin
çerçevesini kurması gereken hakiki çelişkide karşı karşıya konan şeyler, hiyerarşikleştiren simgesel gelenekten kaçınılmaz ayrılışın iki farklı kurgusudur:
Bir yanda Batılı kapitalizmin korkunç eşitsizlikler ve hastalıklı çalkantılar
yaratan simgesiz kurgusu, öbür yanda Marx ve çağdaşlarının eşitlikçi bir
simgeleme icat etmeyi önermesinden beri genelde “komünizm” denilen kurgudur.
Komünizmin geçici tarihsel yenilgisinden —SSCB ve Çin’de devlet sosyalizminin başarısızlığından— sonra, modern dünyanın asli çelişkisi sahte
bir çelişkiyle maskelenmiştir. Gelenekten ayrılma ile yüzyüze gelindiğinde,
sahte bir çelişki tesis edilmiştir: Bunun bir yanında baskın Batı’nın tarafsız,
kısır, saf olumsuzluğu; öbür yanında ise sık sık dinsel anlatıların çarpıtılması
kılığına giren faşist bir tepki vardır — eski hiyerarşilere dönülmesini önerir
ve bu uğurda gerçek zayıflığını maskelemek üzere tasarladığı görkemli bir
18
şiddet uygular.
Aralarındaki çatışmalar ne kadar şiddetli gözükse de, bu varsayılan karşıtlık her iki tarafın çıkarlarına da hizmet eder. İletişim araçları üzerindeki
denetimleri yoluyla genel çıkarlara el koyarlar ve her bir kimseyi “Batı yahut Barbarlık” arasında sahte bir tercih yapmaya zorlarlar. Böyle yapmakla,
insanlığı felaketten kurtarabilecek tek küresel kararlaşmanın ilerleyişini durdururlar. Bu kanı —ben buna bazen komünist fikir diyorum— gelenekten
ayrılış hareketinin içinde bile eşitlikçi bir simgeleme yaratmaya çalışmamız
gerektiğini ilan eder. Eşitlikçi simgeleme, kaynakların kolektifleştirilmesine,
eşitsizliklerin etkin olarak yok edilmesine, ve —eşit öznel haklar arasında—
farklılıkların tanınmasına rehber olabilecek, düzen ve biçim verebilecek, nihayetinde devlet tarzındaki ayrık yetke biçimlerinin solup gitmesini sağlayacak
istikrarlı bir öznel katman olmalıdır.
Yani öznelliğimizi tamamen yeni bir göreve adamamız gerekir: İki cephede
birden mücadele ederek —hem simgelemenin kapitalist hesapların buzlu sularında boğulmasına karşı, hem de eski düzeni geri getirmeye niyetli tepkisel
faşizme karşı— kaynakların toptan paylaşımına dayanan, müşterek kuralları yaygın kurallara dönüştürerek farklılıkları tekrar ve yeniden yapılandıran
eşitlikçi bir simgelemenin icat edilmesi.
Bize —Batı’daki insanlara— gelirsek, biz en başta bir kültürel devrim ilerleyişine girmeliyiz: Yani olan bitene dair görüşümüzün diğer herkesten üstün
olduğuna dair mutlak arkaik kanımızı silkeleyip atmalıyız. Aslında mevcut
görüşümüz, 19. yüzyılda kapitalizmin duyusuz, acımasız eşitsizliğinin ilk büyük eleştirmenlerinin arzuları ve öngörülerinin halen çok gerisindedir. Ayrıca
bu büyük önceller şunu da görmüşlerdir: Politikanın demokratik sayılan örgütlenme, gülünç seçim ritüelleri ile, politikanın toptan rakiplik ve hırsın
yüksek çıkarlarına tabi kılınması üzerinde bir örtüden ibarettir. Bu eleştirmenlerin —sözünü esirgemeyen netlikleri ile— “parlamenter gerzeklik”
dedikleri acınası gösteriyi bugün her zamankinden iyi görebiliriz.
“Batılı” kimliğin kitlesel olarak terk edilmesi, tepkisel faşizmlerin mutlak
reddi ile birleşerek, eşitlikçi değerlerimizin gücünü doğrulayabilmemiz için
gereken olumsuz zamanı teşkil eder. Sahte çelişkinin oyuncakları olmamamız
ve kendimizi gerçek çelişki içinde tesis etmemiz, öznellikleri değiştirecektir;
ve en sonunda, özel mülkiyet ve rekabeti kaldırarak onların yerine Marx’ın
“özgür üreticiler birliği” dediği şeyi koyacak politik kuvveti icat etmelerine
olanak sağlayacaktır.
Türkçesi: Evrim Şaşmaz, Işık Barış Fidaner
19
Kapital’den bir cümle ve paragraf
Karl Marx
In a first approach, commodity fetishism is “a definite social relation between men, that assumes, in their eyes, the fantastic form of a relation
between things.” [Karl Marx 1867 Capital Vol 1 p.77] — Slavoj Žižek 1989
Sublime Object of Ideology p.14
Bir ilk yaklaşım olarak denebilir ki meta fetişizmi “insanların gözünde fantastik bir biçime, şeyler arasındaki bir ilişki biçimine bürünen, insanlar arasındaki belirli bir toplumsal ilişkidir.” [Karl Marx 1867 Kapital Cilt 1 s.77]
— Slavoj Žižek 1989 İdeolojinin Yüce Nesnesi (TR: Tuncay Birkan) s.39
Sol Yayınlarınca bastırılan Alaattin Bilgi türkçesiyle (s.82):
Demek ki, metaın gizemli bir şey olmasının basit nedeni, onun içinde insan
emeğinin toplumsal niteliği, insana, bu emeğin ürününe nesnel bir nitelik
damgalamış olarak görünmesine dayanmaktadır; üreticilerin kendi toplam
emek ürünleri ile ilişkileri, onlarla kendi aralarında bir ilişki olarak değil de,
emek ürünleri arasında kurulan toplumsal bir ilişki olarak görünmesindedir.
Emeğin ürünlerinin, metalar haline, niteliklerinin duyularla hem kavranabilir hem de kavranamaz toplumsal şeyler haline gelmelerinin nedeni budur.
Bunun gibi, bir nesneden algılanan ışın, bize, görme sinirimizin öznel etkilenmesi olarak değil de, gözün dışında bir şeyin nesnel biçimi gibi geliyor.
Oysa, görme olayında her zaman, ışının bir şeyden başka bir şeye, dıştaki bir
nesneden göze fiilen geçmesi sözkonusudur. Fiziksel şeyler arasında fiziksel
20
bir ilişki vardır. Ama metalarda bu farklıdır. Şeylerin, quâ [ki bu] metaların
varlığı, ve bunlara meta damgasını vuran emek ürünleri arasındaki değer
ilişkisi ile bunların fiziksel özellikleri ve bu özelliklerden doğan maddi ilişkiler arasında mutlak olarak bağ yoktur. Burada, insanlar arasındaki belirli
toplumsal ilişki, onların gözünde, şeyler arasında düşsel bir ilişki biçimine
bürünüyor. Bu nedenle, benzer bir örnek vermek için, din aleminin sislerle
kaplı katlarını dolaşmanız gerekir. Bu alemde, insan beyninin ürünleri, bağımsız canlı varlıklar gibi görünür, ve hem birbirleriyle, hem de insanoğlu ile
ilişki içine girerler. İşte metalar aleminde de, insan elinin yarattığı ürünler
için durum aynıdır. Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız olan şeye, ben,
fetişizm diyorum.
Yordam Yayınlarınca bastırılan Mehmet Selik ve Nail Satılgan türkçesiyle
(s.82):
Demek ki, meta biçiminin esrarlı bir şey oluşunun nedeni, basitçe, insanlara,
kendi emeklerinin toplumsal niteliğini, emek ürünlerinin nesnel nitelikleri olarak, bu şeylerin toplumsal doğal özellikleri olarak yansıtması ve dolayısıyla,
üreticilerle toplam emek arasındaki toplumsal ilişkiyi de, şeyler arasındaki,
üreticilerin dışında var olan bir toplumsal ilişki olarak göstermesidir. Emek
ürünlerinin metalar, yani duyusal olarak algılanamaz ya da toplumsal şeyler
haline gelmesinin nedeni işte budur. Benzer şekilde, bir şeyin görme siniri
üzerindeki ışık etkisi, kendisini, görme sinirinin kendi öznel duyarlılığı olarak
değil, gözün dışındaki bir şeyin nesnel biçimi olarak gösterir. Ama, görme
olayında, gerçekten de, bir şeyden, yani dışarıdaki nesneden, bir başka şeye,
yani göze, ışık fırlatılır. Bu, iki fiziksel şey arasındaki bir fiziksel ilişkidir.
Buna karşılık meta biçimi ve bunun kendisini ortaya koymasına aracılık eden
emek ürünlerinin değer ilişkisi, kendi fiziksel doğaları ve bundan kaynaklanan nesnel ilişkilerle hiçbir bağlantıya sahip değildir. Burada, insanlar için
şeyler arasındaki hayal ürünü bir ilişki biçimini alan, insanların kendilerinin
belirli toplumsal ilişkisinden başka bir şey değildir. Bunun için de, bir benzetme yapmak istersek, din dünyasının sisli bölgesine yükselmemiz gerekir.
Burada, insan kafasının ürünleri, kendilerine özgü hayatları olan, kendi aralarında ve insanlarla ilişki halindeki bağımsız biçimler gibi görünür. İnsan
elinin ürünleri olan metalar dünyasında da böyledir. Emek ürünleri metalar olarak üretilmeye başlar başlamaz onlara yapışan ve dolayısıyla da meta
üretiminden ayrılmaz olan bu şeye fetişizm adını veriyorum.
21
Albert Dragstedt ingilizcesiyle (marxists.org):
A commodity is therefore a mysterious thing, simply because in it the social
character of men’s labour appears to them as an objective character stamped upon the product of that labour; because the relation of the producers
to the sum total of their own labour is presented to them as a social relation, existing not between themselves, but between the products of their
labour. This is the reason why the products of labour become commodities, social things whose qualities are at the same time perceptible and
imperceptible by the senses. In the same way the light from an object is
perceived by us not as the subjective excitation of our optic nerve, but as
the objective form of something outside the eye itself. But, in the act of
seeing, there is at all events, an actual passage of light from one thing to
another, from the external object to the eye. There is a physical relation
between physical things. But it is different with commodities. There, the
existence of the things quâ commodities, and the value relation between
the products of labour which stamps them as commodities, have absolutely
no connection with their physical properties and with the material relations
arising therefrom. There it is a definite social relation between men, that
assumes, in their eyes, the fantastic form of a relation between things. In
order, therefore, to find an analogy, we must have recourse to the mistenveloped regions of the religious world. In that world the productions of
the human brain appear as independent beings endowed with life, and entering into relation both with one another and the human race. So it is in
the world of commodities with the products of men’s hands. This I call the
Fetishism which attaches itself to the products of labour, so soon as they
are produced as commodities, and which is therefore inseparable from the
production of commodities.
22
Fiilî ile Virtüel3
Gilles Deleuze — 1995 — Dialogues
Felsefe çoklukların kuramıdır. Her çokluk fiilî ve virtüel öğelerden müteşekkildir. Saf fiilî nesneler varolmaz. Her fiilî şey kendisini bir virtüel imgeler
bulutuyla sarmalar. Bu bulut eş-varoluş içinde az çok uzanımlanmış devrelerin bir dizisidir. Virtüel imgeler bu dizi boyunca dağıtılır ve bu dizi etrafında koşar. Bu virtüeller hem türce hem de onları neşreden ve soğuran
fiilî partiküllere yakınlık derecelerine göre çeşitlenirler. Onlara virtüel denmesinin ölçüsü, neşir ve soğurularının, yaratı ve yokedilerinin imgelenebilen
en kısa süreğen süreden daha kısa bir zaman süresinde olmasıdır; onları
bir kesinsizlik veya belirsizlik ilkesine tabi tutan işte bu kısalıktır. Virtüeller, fiilî olanı çevrelerken, durmaksızın kendilerini yenilemek üzere başka
virtüeller neşreder, sonra onlar onu sarmalar ve dönüp fiilî olanı tepkiler:
‘virtüelin bulutunun kalbinde daha bile yüksek düzende bir virtüel bulunur
. . . her virtüel partikül kendisini virtüel bir kosmos ile sarmalar ve her biri
sırayla süresizce yine böyle yapar.’4 Bir algıyı bir partikül ile benzeştiren,
dinamiğindeki dramatik özdeşimdir: fiilî bir algı kendisini virtüel imgelerin
bir bulutuyla sarmalar. Bu bulut giderek daha uzak, daha büyük, birbirini
yapan ve kaldıran hareketli devreler üzerine dağıtılmıştır. Bunlar farklı çeşitlerden hafızalardır, ama onlara yine virtüel imgeler denir çünkü hızları veya
kısalıkları onları da bir bilinçdışı ilkesine tabi kılar.
Karşılıklı ayrıştırılamazlıkları sayesinde virtüel imgeler fiilî nesneler üzerine tepkilenebilirler. Bu perspektifte, virtüel imgeler bir süremi sınırlarlar,
3 Gerçel
ile Görcül’ün (NO FÜTUR) versiyonudur.
Cassé, Du vide et de la création (Paris: Éditions Odile Jacob), s. 71-2. Ayrıca
bkz. Pierre Lévy’nin çalışması, Qu’est-ce que la virtuel? (Paris: Éditions de la Découverte).
4 Michel
23
bütün çemberler birlikte de alınsa her biri ayrı da alınsa, her vakada imgelenebilir azami zamanla belirlenen bir uzamı sınırlarlar. Fiilî nesnenin çeşitli
yoğunluklardaki katmanları, virtüel imgelerin bu az çok uzanımlanmış çemberlerine karşılık gelirler. Bu katmanlar, kendileri virtüel de olsalar, fiilî nesne
onlar üzerinde virtüelleşiyor da olsa, nesnenin toplam güdüsünü teşkil ederler5 . İçkinlik düzlemi, fiilî nesnenin çözünümünün olduğu yer olarak, hem
nesne hem imge virtüel olduğunda teşkil edilir. Fakat fiilî olanın başından
geçen fiilîleşme süreci, nesne üzerinde olduğu kadar imge üzerinde de etkisi olan bir süreçtir. Zamansal bileşim-ayırmaların regüler veya irregüler
oluşuna göre virtüel imgelerin süremi parçalanır, uzamı biçilir. Virtüel nesnenin toplam güdüsü, kısmi süreme karşılık gelen kuvvetlere, biçilmiş uzamı
kateden süratlere ayrılır6 . Virtüel, içkinlik düzleminde onu biçen ve bölen
tekilliklerden hiçbir zaman bağımsız değildir. Leibniz’in gösterdiği gibi kuvvet, fiilîleşme süreci içinde bir virtüeldir, seyahat ettiği uzay gibi. Düzlem
böylece süremdeki biçmelere göre, virtüelin fiilîleşmesini işaretleyen kuvvet
bölünmelerine göre bir düzlemler çokluğuna bölünür. Ama bütün düzlemler
fiilî olana çıkan yolu izleyen tek bir düzlemde birleşir. İçkinlik düzlemi hem
virtüeli hem de fiilîleşmesini eş-zamanda içerir, ikisi arasında tayin edilebilir
bir sınır bulunmaz. Fiilî, tamamlayıcıdır ya da üründür, fiilîleşmenin nesnesidir, virtüelden başka hiçbir özneye sahip değildir. Fiilîleşme virtüele aittir.
Virtüelin fiilîleşmesi tekilliktir, fiilî olanın kendisi ise teşkil edilmiş bireyliktir.
Fiilî, bir meyve gibi düzlemden düşer, fiilîleşme ise onu yeniden düzlemle
ilişkilendirir, nesneyi yeniden bir özneye döndürür gibi.
II
Şimdiye dek fiilî olanın giderek daha uzanımlanmış, daha uzak ve daha türlü
virtüelliklerle sarmalandığı vakaları düşündük: bir partikül geçicilikler yaratır,
bir algı hafızaları uyarır. Ama tersine hareket de olur: burada, çemberler daraldığından, virtüel, fiilî olana daha yakınlaşır, ikisi de daha az ayrık olurlar.
Sadece fiilî nesne ile virtüel imgesini bağlayan bir içsel devreye gelirsiniz:
fiilî bir partikül virtüel ikizine sahiptir, o da ondan neredeyse hiç ıraksamaz; fiilî bir algı kendi hafızasına sahiptir, bir çeşit dolaysız, müteakip hatta
eş-zamanlı ikiz olarak. Çünkü, Bergson’un gösterdiği gibi, hafıza nesnenin
algılanmasından sonra biçimlenen bir fiilî imge değildir, nesnenin fiilî algı5 Henri Bergson, Matière et la memoire (Paris: Éditions du centenaire), çev. N. M.
Paul and W. S. Palmer as Matter and Memory (New York: Zone Books, 1991), p.
250/104; İkinci ve üçüncü bölümler hafızanın virtüelliğini ve fiilîleşmesini analiz ediyor.
6 Bkz. Gilles Châtelet, Les Enjeux du mobile (Paris: Éditions du Seuil), s. 54-68 (’virtüel sürat’lerden ’virtüel biçme’lere).
24
sıyla eş-varolan bir virtüel imgedir. Hafıza fiilî nesneyle zamandaş bir virtüel
imgedir, onun ikizidir, onun ‘ayna imgesidir’,7 Şangaylı Hanım’daki aynanın
bir karakteri denetimine alması, onu içine çekmesi ve onu salt bir virtüellik
haline getirmesi gibi; bu yüzden fiilî nesne ile virtüel imgesi arasında bir
kaynaşım ve bölünüm, veya bir salınım, durmaksızın bir mübadele bulunur:
virtüel imgenin fiilîleşmesi hiçbir zaman durmaz. Virtüel imge bir karakterin
fiiliyatının tamamını soğurur, aynı zamanda, fiilî karakter bir virtüellikten
fazlası değildir. Virtüel ile fiilî arasındaki bu durmaksızın mübadele bir kristali tanımlayan şeydir; ve kristallerin belirdiği yer içkinlik düzlemidir. Fiilî ile
virtüel eş-varolurlar, ve birinden diğerine sürekli yeniden izini sürdüğümüz
sıkı bir devreye girerler. Bu artık bir tekilleşme değil, süreç olarak bir bireyleşmedir, fiilî ile onun virtüeli: artık bir fiilîleşme değil, bir kristalleşme. Saf
virtüelliğin artık kendisini fiilîleştirmesi gerekmez, çünkü o en sıkı devreyi
biçimlediği fiilî olanın kesin bir bağlaşığıdır. Ayrık nesneler var da ‘fiilî’ ve
‘virtüel’ terimlerini onlara tayin edemiyor değiliz, daha ziyade bu ikisi ayırt
edilemezdir.
Fiilî nesne ile virtüel imge, virtüelleşen nesne, fiilîleşen imge, hepsi temel
optikte ele alınan figürlerdir8 . Virtüel ile fiilî arasındaki bu ayrım zamandaki
en asli ayrılışa karşılık gelir, yani farklılaşmanın geçtiği iki büyük çeşmeye:
mevcut anın geçmesi, ve geçmişin muhafazası. Mevcut an süreğen zamanda
ölçülmüş verili bir değişkendir, tek-yönlü sayılan bir harekettir, mevcut an
bu zamanın tüketilmesine kadar geçer. Fiilî, mevcut anın bu geçmesi ile
tanımlanır. Virtüelin geçiciliği ise, tek bir yöndeki asgari hareketi işaretleyen
zamandan daha küçük bir zaman uzayında belirir. İşte bu yüzden virtüel
‘geçici’dir, ama virtüel, geçmişi muhafaza da eder, çünkü bu geçicilik yön
değişimleri karşısında sürekli dakik ayarlamalar yapmaktadır. Tek yönde imgelenebilir süreğen zamanın en küçük süresinden daha küçük zaman süresi
aynı zamanda en uzun zamandır, her yönde imgelenebilir süreğen zamanın
en uzun biriminden daha uzundur. Mevcut anın geçmesi, geçicinin muhafazası ve kendini-muhafazası, her birisi kendi ölçüm ölçeğine göre olur.
Virtüeller onları ayıran fiilîlerin tepesinde dolaysızca iletişirler. Zamanın iki
yanı, geçmekte olan mevcut anın fiilî imgesi ile muhafaza edilmiş geçmişin
virtüel imgesi, aralarındaki sınırlar tayin edilemez de olsa fiilîleşme süresince
ayırt edilebilirler, fakat kristalleşme süresince ayırt edilmezcesine mübadele
7 Henri Bergson, L’Énergie spiritulle, ’mevcut anın hafızası’, s. 917-20. Bergson giderek
genişleyen çemberlere yönelen ve giderek daralan çemberlere yönelen iki harekette ısrar
ediyor.
8 Optik disiplini fiilî nesne ile virtüel imgeyi başlangıç-noktaları olarak alır ve nesnenin
virtüelleşmesinin, imgenin fiilîleşmesinin ne şartlar altında olduğunu gösterir, sonra da
hem nesne hem de imgenin nasıl fiilîleştiklerini ya da virtüelleştiklerini gösterir.
25
ederler, her birisi diğerinin rolüyle ilişkilenir.
Fiilî ile virtüel arasındaki ilişki bir devre biçimini alır, ama bunu iki yoldan
yapar: fiilî bazen virtüellere atıf yapar, virtüelin fiilîleştiği muazzam devrelerdeki diğer şeylere yaptığı gibi; fiilî bazen de virtüele kendi virtüeli olarak
atıf yapar, virtüelin fiilî ile kristalleştiği en küçük devrelerde. İçkinlik düzlemi
hem virtüelin diğer terimlerle ilişkisi olarak fiiliyatı, hem de virtüelin mübadele edildiği bir terim olarak fiilî olanı içerir. Ne olursa olsun, fiilî ile virtüel
arasındaki ilişki iki fiilî arasında tesis edilen ilişkinin aynısı değildir. Fiilî olanlar halihazırda teşkil edilmiş bireyleri gerektirir, ve sıradanlıkla belirlenirler,
fiilî ile virtüelin ilişkisi ise eyleyen bir bireyleşme veya vaka vaka belirlenmeye
muhtaç hayli özgül ve dikkate değer bir tekilleşmeyi biçimlendirir.
EN: Eliot Ross Albert
26
Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları
Pink Floyd — 1968 — A Saucerful of Secrets
Azar azar gece döner arkasını
Şafakta titreyen yaprakları sayarak
Nilüferler özlemle yaslanır birbirine
Saçak altında kırlangıç dinlenir
Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları
Dağın üzerinden gözetçiyi gözeterek
Kırıyor karanlığı asmaları uyandırarak
Bir santim aşk bir santim gölge eder
Aşk şarabı olgunlaştıran gölgedir
Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları
Güneşin kalbine göre, güneşin kalbine göre
27
Duvara doğru celallenen adama bakın
Soruları Cennete göre şekillendirir
Güneş akşam batsa da batmasa da o
Vermesi gerektiğini hatırlayacak mı?
Güneşin kalbine göre yapın ayarlamaları
Güneşin kalbine göre, güneşin kalbine göre
(Set The Controls For The Heart Of The Sun)
28
Uzakınlık
Jacques-Alain Miller — 2008 — The Symptom 9 (lacan.com)
Lacan’ın “yakınlık” [intimité] teriminden türettiği uzakınlık [extimité] terimi, Seminer’de iki üç kere geçer. Bu terimi bir ifadelendirmeye, bir yapıya
dönüştürmek, onu bir S1 olarak üretmek, böyle bir imleyenle ilk karşılaşmanın vereceği kafa karışıklığının ötesine ulaşmak bize düşecektir.
1. S
Analistlere göre, salt analiz deneyimine atıf yapmak yanıltıcı olur; zira
Freud ve Lacan’ın çalışmaları da bizim psikanalizle olan ilişkimizin parçasıdır. Ve Lacan’ın Seminer’inin ilk on yıllık konusunu oluşturan Freudcu
metinler üzerine tefsirlerin, Orta Çağların lectio’suna benzemediği söylenemez. O zamanlar, bir ustanın dersi üç kısma bölünürdü: littera, sensus
ve sententia. Littera metnin inşa edilme düzeyidir, en gramatik düzeydir;
sensus imlenenin düzeyidir, aleni ve kolay anlam düzeyidir; sententia ise
anlamın derinden anlaşılmasıdır. Ancak bu sententia düzeyi tefsir disiplinini
gerekçelendirebilir.
Lacan’ın öğretisinin koyduğu mesele tam olarak şudur: Freud’un bir tefsiri bu öğretinin değişmezlerinden biridir. Dahası, kendi deyişlerinden Lacan
düsturlar veya sententia’lar yapar (Orta Çağda bu sözcük “basmakalıp”
anlamına da gelirdi). Böylece Lacan, Lacan’dan nelerin tekrarlanması gerekeceğini Başkasının seçmesine izin vermez — çünkü basit formüllerle, ya da
en azından basit gözüken formüllerle ifade ederek kendi düşüncesini biçimleştirir. “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır.” “Arzu Başkasının arzusudur.”
ve “İmleyen özneyi bir başka imleyene göre temsil eder” Lacan’ın sententia’larıdır. Mevcut görevimizin bir kısmı bu sententia’ları elden geçirerek bir
florilegium içinde derlemektir. Bunu Lacan için yaparız, çünkü o kendisini
sözcüğün ortaçağdaş anlamıyla bir otör, yani ne dediğini bilen birisi sayıyor
gözükmektedir.
29
Fakat sententia’larına rağmen Lacan bir otör değildir. Onun çalışması
bir öğretidir. Bunu dikkate almak zorundayız; şunu bilmeliyiz ki, bu yıldızı izlememiz, öğretiyi senkronize edip dogmalaştırmaktan kaçınmamızı,
çelişkilerini, antinomilerini, çıkmazlarını ve zorluklarını gizlemekten ziyade
vurgulamamızı gerektirir. Zira analiz deneyimi üstüne bir öğreti, ilerlemekte
olan bir çalışmaya benzer, metin ile deneyim arasında bir gelgit hareketi
gerektirir.
2. Uzakınlık [extimité]
Niye bu başlık? Birincisi, geçen yıl dikkatimi Lacan’ın öğretisindeki dörtlü
yapıları toplamaya, geliştirmeye, ifadelendirmeye vermiştim; bunun sonucunda bana öyle geliyor ki uzakınlığın ele alınıp biçimleştirilmesi bu yapılardan ayrı olarak yapılmalıdır. İkincisi, bu uzakınlık sorusunu görmezden
gelemedim çünkü kendimi özellikle Simgeseldeki Gerçek meselesine vakfediyorum. İşe bakın ki uzakınlık, Lacan’ın simgeseldeki gerçeği sorunsal bir
tarzda adlandırmak için kullandığı terimdir. Üçüncüsü, bana öyle geliyor ki
bu terim büyük kristalleşme potansiyeline sahiptir. Bu noktadan yola çıkılarak analiz deneyimindeki ve Lacan’ın öğretisindeki sorunlar tekrar düşünüldüğünde, pratiğimizden çıkmış bir dizi dağınık meselenin sahiden yerine
oturduğu fark edilir. Dördüncüsü, bu “uzakınlık” ifadesi, dahili olanla harici
olan arasındaki ikili-bölüntüde bulunması beklenen psişeciliğe dair yaygın
zırvalardan kaçabilmek için gereklidir.
Fakat gelin bu son şeyi nitelendirelim, zira bu ikili-bölüntü tatmin edici
değildir demek yetmez; onun yerine gelecek bir ilişkiyi de ayrıntılandırmak
zorundayız. Sahiden, bu dahili-harici ikili-bölüntüsüne kaymak o kadar kolaydır ki, kendi kullanımımız için onun yerine geçecek başka bir ilişkiye ihtiyaç duyarız, şu çizimle temsil edeceğimiz olası en basit ilişkiye:
Lacan’ın bu çok basit şeması şu demektir: harici olan dahili olanda mevcuttur. En dahili olan —“yakınlık”ın [l’intime] sözlük tanımı böyledir—,
analiz deneyiminde, bir hariciyet niteliği taşır. İşte bu yüzden Lacan uzakın terimini icat etmiştir. Bu sözcük sahiden henüz kullanımda değil. Ama
30
biraz çaba ve şans ile, belki —birkaç yüzyıl içinde— Académie Française
sözlüğünde kendine yer bulacaktır.
Gözlenmelidir ki interior terimi bize Latinceden gelen bir kıyaslayıcıdır,
süperlatifi de intimus’tur. Burada, dil tarafından dahili olanın en derin noktasına ulaşmak için bir çaba bulunur. Şunu da belirtelim: sözlüklerde edebi
eserlerden alıntılar yapılması gösterir ki, en yakınlıklı olanın aynı zamanda en
gizli şey olduğu, yaygın olarak, sürekli söylenmektedir. Dolayısıyla, paradoks
gereği, en yakınlıklı şey bir berraklık noktası değil, bir matlık noktasıdır. Ve
bu matlık noktası genelde belli kılıfların gerekliliğini kurmakta kullanılır, en
yaygını dinsel kılıf olmak üzere, birazdan göreceğimiz gibi.
3. A → S
Uzakınlık yakınlığın zıttı değildir. Uzakınlık şöyle der: yakınlık Başkasıdır
—yabancı bir beden gibi—, bir parazittir. Fransızcada, “yakınlık” teriminin
doğum tarihi onyedinci yüzyılda bulunabilir; mesela Madame de Sevigné’nin
Mektuplaşma’sında bulunur, bu yakınlık modelinden şöyle bir cümle gelir: “Bütün bu ayrıntıları kalbimin yakınlığı ve sevgisiyle sana söylememek
elimde değil, eşsiz hassaslıkta bir hizmetçiye içini döken birisi gibi.” Fransızca
dilinde “yakınlık” teriminin ilk örneklerinden birinin halihazırda hassaslıkla
dolu birisine kalbini açma, bir tür itiraf ilişkisi barındırması hoş değil mi?
Psikanalizde en baştan kendimizi yakınlık kaydı içine yerleştirmek bize
doğal gözükür, zira analiz kadar yakınlıklı hiçbir deneyim yoktur, ki hususi
olarak yürütülür ve güven gerektirir, kısıtlamalardan olabildiğince muaf olmalıdır, öyle ki danışma odalarımızda —yakınlığın itiraflarına ayırılmış bu
yerlerde— analizanlar, başka birinin evinde olsalar da, bazen kendi evlerindeymiş gibi davranırlar. Böyle bir analizanın analistinin kapı eşiğine gelirken
cebinden kendi ev anahtarını çıkarmasıyla bu hal doğrulanır.
Fakat, analistin analizanın yakın bir arkadaşı olduğunu asla söyleyemeyiz.
Analist, aksine, bu yakınlığa tam olarak uzakındır. Belki de bu, insanın
kendine ait bir eve sahip olamayacağını gösterir. Belki de psikanaliz tarihinde
Yahudi rolünü bunca ayrık ve bunca sürekli kılan, psikanalizin bu uzakınlık
konumudur.
Uzakınlık terimini bu yoldan kullanırsak, neticede onu bizzat bilinçdışı ile
eşdeğer kılabiliriz. Bu anlamda, öznenin uzakınlığı Başkasıdır. ‘Mektubun
Aracılığı’nda (Écrits, 172) bulduğumuz şey, Lacan’ın “kendime özdeşliğimi
kabullenmemin kalbinde beni kıpırdatan o olduğu için kendimden daha bağlı
olduğum bu başkası” dediği şey budur — Başkasının uzakınlığının öznenin
kendine özdeşliğinin sallantısına bağlı olduğu yer burasıdır. Yani A → S
31
yazmanın gerekçesi budur.
Bu uzakınlık noktasının birçok kılıfı bulunur, bunlardan birisi de dinsel
kılıftır. Aziz Augustine Tanrıdan bahsederken interior intimo meo, “en iç
oluşumdan daha dahili” der. Yani Tanrı burada (kendi içinde hiçbir sevilecek
yanı olmayan) bu uzakınlık noktasını örten bir sözcüktür. Bu da şu şemayı
getirir:
Burada öznenin çemberi yakınlığının en yakını [intime] olarak Başkasının
uzakınlığını içerir. Belli bir anlamda bu, Lacan’ın, Başkasının söylemi olarak
bilinçdışından bahsettiğinde, yakınlığımdan daha yakın olup beni kıpırdatan
bu Başkası dediği şeydir. Ve radikalce Başkası olan bu yakını Lacan tek
sözcükle ifade etti: uzakınlık.
Bu terimi psikiyatrik kliniğe uygulayarak, otomatizme, Başkasının ve onun
söyleminin mevcudiyeti altında yakınlığın tam merkezinde açıkça belirdiği ölçüde “uzakın otomatizm” diyebiliriz. Analiz kliniğinde, ilginçtir, tanıya dair
tereddütler analistte her seferinde uzakınlığın işaretlendirildiği zaman çıkar,
örneğin analist saplantı ile psikoz arasında kalır, başka bakımlardan biri
çok açıkça diğerinden ayırt edilmiş olsa bile. Konuşan oluşa göre uzakınlık sahiden o kadar yapısaldır ki hiçbir analist onunla asla karşılaşmadığını
söyleyemez, en azından kendi tereddüt etme deneyiminde karşılaşmıştır.
4. a A
Şimdi önceki şemamızdakinden farklı bir boyutu getirmek üzere, küçük
a’yı Başkasının ortasına koyalım. Yapı aynıdır ama bu sefer harici çember
Başkasına aittir ve merkezi alanda, uzakınlık alanında, a iş(ti)gal eder
Bu, önceki şemanın yadsınması değil, aynı yapının farklı bir değerlendirme
için yeni bir kullanımıdır. Tartışmamızın bu noktasına kadar, Başkası kavramını bariz bir şey gibi kullandık. Şimdi, uzakınlık sorusu bizi bu kavramı
sorunsallaştırmaya, Başkasının başkalığı sorusunu (Başkası gerçekte niye
başkadır?) sormaya yöneltiyor.
“Başkasının Başkası nedir?” Başkasının başkalığına zemin bulmak için
32
Lacan bu çok basit soruyu sorar. Bu Başkasının Başkasının özne olduğunu
söylemek bizi pek ileri taşımazdı, tam olarak şu nedenle: analiz deneyiminin
öznesi hiçbir şey değildir, men edilmiş bir işlevdir.
Lacan’ın birinci denemesi imleyenin Başkasının Başkasının, yasanın Başkası olduğunu öne sürmekti. Psikozlar üzerine makalesini bu hipotezle neticelendirir 9 . Başkasının önüne Yasayı çıkaracak bir Başkası varolacaktı.
Bu bir üstdilin varolmasını, Yasa olmasını gerektirecekti, zira mutlak olarak
Yasa bir üstdildir.
Sonraki Lacan, Lacan’ın aksine düşünerek, bunun zıttını söyler: “Başkasının hiçbir Başkası yoktur,” yani “üstdil yoktur.” O bunu kime söyler? O
bunu önceki Lacan’a söyler. Yani bu akılcılık çabasını dogmalaştırmayla karıştırılması için bir sebep yoktur. Ayrıca belirtelim ki bu meşhur sententia,
“Başkasının hiçbir Başkası yoktur,” Babanın-Adının değersizleştirilmesini ve
çoğullaştırılmasını gerektirir. Ama aynı zamanda Başkasının başkalığına zemin bulunmasında problem yaratır. Sahiden, nedir bu, bu Başkası, bir evrensel işlev, bir soyutlama değil de nedir? Mesela peder Takatsuga Sasaki’nin
verdiği tepki: bu türdeki soyutlamanın Japon dilinde imkansız gözüktüğünü
bize söylemesi, bu dilde hiçbir Başkasının olmadığını, onun yerine başkalık
ve çoğulluğun çeşitli kategorilerinin bulunduğunu söylemesi, buna tanıklık
eder.
Dinsel kılıf yoluyla tecrübe ettiğimiz Başkası, tümdeğerlidir. Bu tam olarak
Hıristiyanlıkta komşu denilen şeydir. Uzakınlığı boşa çıkarmanın bir yoludur
bu; yaygın olmanın, uygunluğa uygun olmanın zeminidir. Asli olarak, evrensel olarak, bu uygunluğa aittir. Ama eğer Başkasının hiçbir Başkası yoksa,
onun başkalığının zemini nedir?
Başkasının hiçbir Başkası olmadığı zaman Başkasının başkalığının zemini
olan şey tam olarak jüisanstır. Başkasının gerçekten Başkası olması jüisans
ile ilişkisi içinde olur. Demek ki hiçkimse, Başkasının başkalığının zemini
9 Bkz.
“Psikozun herhangi bir imkanlı tedavisinin olup olmadığı üzerine.”
33
olarak, bir imleyeni alamaz, çünkü imleyenin kendi yasası birisinin diğeriyle
(ve tersi) her zaman yerdeğiştirebilmesini gerektirir. İmleyenin yasası sahiden tam olarak 1-2’nin yasasıdır, ve bu boyut içinde, sanki bir demokrasi,
bir eşitlik, bir topluluk, bir barış ilkesi varmış gibidir. Artık görmeyi denediğimiz şey Başkasını başkası kılan şeydir, yani onu belirli, farklı kılan şeydir,
ve Başkasının başkalığının bu boyutu içinde, savaşı buluruz. Mesela ırkçılık, tam olarak, farkı içinde kavranan Başkasına dönük bir ilişki meselesidir.
Ve ben hiç sanmam ki “hepimiz akran-oluşlarız” teması üzerine cömert ve
evrensel herhangi bir söylemin bu meseleye ilişkin herhangi bir etkisi olmuş
olsun. Neden? Çünkü ırkçılık, tam olarak Başkasının başkalığının zeminine,
başka deyişle onun jüisansına yönelen bir nefreti meydana çağırır. Eğer hiçbir karar, hiçbir irade, hiçbir miktarda muhakeme ırkçılığı silip süpürmeye
yetmiyorsa, bu sahiden, Başkasının uzakınlık noktası üstüne kurulu olmasındandır. Bizzat akran-oluşlara yönelen bir imgesel saldırganlık meselesinden
ibaret değildir bu. Irkçılık kişinin Başkasının jüisansına dair ne hayal ettiği üzerine kuruludur; jüisansı Başkasının kendi deneyimleme yolundan, bu
belirli yoldan duyulan nefrettir. Irkçılığın varoluş sebebinin İslamcı komşumuzun çok gürültülü partiler yapması olduğunu da pekala düşünebiliriz; ne
olursa olsun bu bir olgudur: gerçekteki mesele, onun kendi jüisansını bizimkinden farklı bir yoldan alıyor olmasıdır. Böylece Başkasının yakınlaşması
ırkçılığı kötüleştirir: yakınlaşma olduğu anda birbiriyle bağdaşmayan jüisans
şekilleri karşı karşıya gelirler. Zira insanın komşusunu uzaktayken sevmesi
basittir, yakındayken sevmesiyse farklı bir sorundur. Irkçı hikayeler her zaman Başkasının bir artakalan-keyif / fazlalık-keyif elde etme yoluna dairdir:
ya çalışmıyordur veya yeterince çalışmıyordur, ya da işe yaramazdır veya biraz fazla faydalıdır, ama hal ne olursa olsun, ona her zaman layık olmadığı
bir parça jüisans bahşedilmiştir. Bu yüzden hakiki tahammülsüzlük, Başkasının jüisansına olan tahammülsüzlüktür. Tabii ki, ırkların varolduklarını
inkar edemeyiz, ama Lacan’ın sözleriyle, söylem ırkları oldukları ölçüde, yani
öznel konum gelenekleri oldukları ölçüde varolurlar.
5. a ⊂ A
Başkasında neyin özne olduğu ekseriyetle vurgulanır. Mesela Lacan bilmesibeklenen-özneden bahsettiğinde, hiçbir zorluk yok gibi gözükür: Başkasında
özne olmanın bir yolu bulunur. Fakat biz başka bir şeye, Başkasında neyin
nesne olduğuna dikkat çekmeliyiz. Bu meseleyi Lacan’ın iki semineri, Etik
ve Aktarım ile geliştireceğiz.
Şey (Das Ding) ile Başkası arasındaki karşıtlık Etik’te serimlenir. Bu antinomi üzerine muammalı bir çalışma yapılır — bu da das Ding’in uzun zaman
34
gizemle sarılı kalmasını açıklar. Ama öyledir ki, Etik’ten hemen sonra gelen
aktarım üstüne seminerde bu karşıtlık şöyle yazılabilecek bir ilişkiye dönüştürülür: a ⊂ A. Lacan bu dönüşümü felsefeden ödünç alınmış bir mecazla
yapar, bugünlerde Silenus diye biliniyor, nesneyi, agalmayı kendi içinde barındırır. Burada Lacan’ın öğretisindeki bir devrime tanık oluruz, zira bu ilişkinin biçimselci olmaması, edebi, mitsel yolla kurulması, önceki gelişimlere
tamamen antagonistik gözükür. Başkası, Aktarım’da, artık imleyenin yerinden ibaret değildir, artık nesne Başkasında içerilir — bu da biraz gizemli
görünür çünkü Seminerde ele alınan sadece dahili olma ve harici olma fikridir. Platon’un modeli de bundan öte değildir: Silenus’a benzeyen ama içinde
başka bir şey bulunan bir kılıf. O halde bu dahili ve harici olma modelini
biçimleştirmek zorundayız.
Lacan’ın öğretisiyle gelen bir şey ancak yakın zamanda anlaşılmıştır: imleyenin Başkasının değersizleştirilmesi. Yani “Başkası yoktur” diyebiliyordu,
bu da Başkasını işlevli olmaktan alıkoymuyordu, zira birçok şey varolmadan
işlevli olur. Fakat “Başkası yoktur” cümlesi, eğer a’nın buna karşın varolmasını gerektirmiyorsa anlamsızdır. Lacancı Başkası, işlevli olan Başkası, gerçek
değildir. Bu da a’nın gerçek olduğunu anlamamızı sağlar, a’nın artakalankeyif / fazlalık-keyif olarak hem Başkasının başkalığının hem de Simgesel
Başkasında neyin gerçek olduğunun zemini oluşunun yolunu anlamamızı
sağlar. Bu entegre edici, dahil edici bir bağ meselesi değildir, uzakınlığın
ifadelendirilmesi meselesidir.
Gelin bunu bir dersimi aksatan hadiseyle örnekleyelim: bomba korkusu10 .
Bomba yoktu. Ama varolmasa da etkisini üretebildiğinin kanıtı vardı. Ders
imleyenin düzenine aittir ve öğretime adanmış bir yerde yürütülmektedir,
derken bir nesne gelir ve, belirtmeliyim ki, büyük bir etkisi olur, ama onun
nerede olduğunu kimse bilmez. Şunu kanıtlamış olduk: bu nesnenin “Bomba!”
imleyeniyle tam belirdiği anda, Başkası boşaltılır, gözden kaybolur. Geride
sadece nesne kalır, bir çöldeki nesne.
A ve a arasında varolan antinominin güzel bir örneğidir bu. Ve bu antinomi a ⊂ A diye yazdığımız formüle uygundur. Zira bu nesne, bomba
—varolmayan haliyle, yarın veya gelecek hafta patlayabilecek haliyle mükemmel tesir gösteren bu nesne— Başkasının söyleminin sonucudur. Doğal
bir görüngü değildir, deprem değildir; bir cevher değildir, aksine, bu bir sonuçtur, bilim söyleminin bir ürünüdür. “Bomba!” cümlesi, sözceleme öznesinin [söylenişin] mevcudiyetinin sözcenin [söylenenin] mevcudiyetine ihtiyaç
10 19 Şubat 1986’daki ders bir bomba korkusu ile aksadı ve aynı akşam başka bir yere
taşındı.
35
duymadığını kanıtlamak için Lacan’ın incelediği kesişimler düzeyinde bulunur. Aynı zamanda bu cümle imleyen ile nesne arasındaki ilişkiye dair açık
bir belirti sunar. Sahiden, “Bomba!” imleyeni bombaya dönük hakiki bir atıf
olsa da, yine de bu bombayı temsil etmez; bombanın nerede olduğunu söylemez. Yani bu imleyen ile nesne arasında bir bağ vardır, ama “Bomba”nın
bu bombanın imleyeni olduğunu söyleyemeyiz. Bunun en iyi kanıtı şudur:
kimse patlamasın diye gidip bombayla konuşma fikrine kapılmayacaktır.
Paradigma değeri taşıyan bu meseleyi bağlamak üzere, benim kendi duruşum şöyle der: “Bomba!” diye bağırarak odaya dalan genç kadın bunu
küçük bir kağıda yazıp benim elime vermeliydi. O anda, odanın önce bir
tarafındaki insanların çıkmasını, sonra öbür tarafındaki, sonra üçüncü taraftaki insanların çıkmasını rica ederdim; yani işleri en düzenli yolla yapmaya
çalışırdım. Bu, onunla benim aramdaki klinik bir farkı belirtir, bir öznenin
kriz anında kendine hal kazandırma yolunun taşıdığı önemi belirtir. Bu kişiye
beni neden yazıyla uyarmadığını sorduğumda şöyle yanıtladı: “Ama bomba
her an patlayabilirdi.” Elbette, ama böyle bir halden kurtulmanın en iyi yolu
bombayla özdeşleşmek olmayabilir.
6. Quidsiz Quod
Geliştirmemin bu kısmı nesnenin tipine ve Başkasının yerinde yerlendirilmesini zorlaştıran şeye ilişkindir. a nesnesinden bahsettiğimizde, temsil
öznesinin huzuruna çağırılan bir nesneden bahsetmiyoruz. Örneğin bombayı
alırsak, orada ona nazar edecek kimse yoktur; o öznenin mevcudiyetiyle gerçekten bağdaşmayan bir nesnedir; bu örnekteki özneyi temsil eden beden ve
kişilerin fiziken yok olmasını gerektirir. Bir sergide tablonun karşısına oturup
yanınızdaki insanlarla sohbet edebilirseniz de, bombada böyle olmaz; böyle
bir nesne tipinden bahsettiğinizde, özne yok olur.
a nesnesi ontolojinin bir faslı değildir. Sahiden, ontoloji her nesnede ortak olanı söyler. Temsil nesnesi henüz bizzat tecrübe edilmeden önce nesnenin çeşitli özelliklerinin toplanmasından oluşur. Heidegger’in “ontolojik
ön-kavrayış” dediği şey budur: eğer şu şu özelliğe sahipse nesnenin nesne
olduğunu önselce [a priori] bilebiliriz. Nesnenin kriterlerini de listeleyebiliriz. Bir ontoloji, nesneler hakkında ne söylenebileceğini önsel olarak belirtir.
Bunlar Aristo’nun kategorileridir, söylenen şeyler halihazırda nesnenin üstüne yerleşmiştir. Bir ontoloji sahiden her zaman bir kategoriler doktrinidir.
Denilebilir ki orada nesnelerin yapısı halihazırda sözcenin [söylenenin] yapısıyla aynı şeydir.
Ama a nesnesinden bahsettiğimizde, başka bir nesnellikten bahsederiz —
36
diyelim ki başka bir “nesnelik”ten, temsil öznesinin huzuruna çağırılmayan
bir nesnelikten bahsederiz. Zira temsil imgesel bir işlev değildir. Etik’te Vorstellung Simgeselin kendisidir — Lacan’ın birkaç yıl sonra imleyenin özneyi
temsil etmesiyle biçimleştireceği şeydir. Vorstellung’un Lacancı anlamdaki
tanımlaması böylece simgesele atıf yapar, İmgesele değil. Fakat, bu yeni nesnelik öyledir ki, insan onu tecrübe etmekten kaçınamaz. Bu nesnenin ifadelendirilmesi özneye değil onun bölünmesine yöneliktir, dünyanın nesnelerini
kendisine göre temsil eden bir özne değildir bu, kendi kendisi temsil edilmiş
bir öznedir. Bu sebeple, bu nesnenin yapısının sözcenin [söylenenin] yapısına özdeş olduğunu söyleyemeyiz. Başkasında nesnenin hiçbir özgüllüğü bulunmaz, bununla birlikte, a nesnesi orada çözündürülemez. Kategorilerden
kaçar çünkü sözce [söylenen] ile aynı yapıya sahip değildir. Yankelevich’in
tekrar gerçelleştirdiği ortaçağ başvurusunu kullanarak diyebiliriz ki, burada
bu bir quod meselesidir, quodluk ve quidlik arasındaki fark anlamında. Şunu
da diyebiliriz ki bu, varoluş ile öz arasındaki fark meselesidir, orada varolan
ama özü Başkasında tanımlanamayan bir şeye dair bir meseledir.
Olduğu —yani quidliği— söylenebilir ama ne olduğu söylenemez. Burada
bir tür quod paradoksu var: bir şey vardır ama quidsizdir. Böylece kimse
demin bahsettiğim bombayı tarif edemez, onunla karşılaşacak kişi hariç,
ama o da pek uzun yaşamayacaktır! Bu quidsiz quod bir “özsüz oluş”tur
(bu ifade Lacan’da bir iki yerde geçer).
7.
A i(a)
a
a
A/a, Lacan’ın bir başka formülünün, i(a)/a, modeline göre inşa edilir, demek ki gerçekten, başkasının imgesi nesnenin gerçeğini giydirir veya örter.
Ama büyük A için de bu söylenebilir. A/a Başkasının değersizleştirilmesini gerektiren bir formüldür. Başkasının varolmadığını, yanılsamadan başka
hiçbir statüsü olmadığını belirtir. Bu sebeple, Lacan analizin sona ermesini
“sinik” diye karakterize edebilmişti. Sinisizm burada Başkası yanılsamasının
sona ermesi demektir. Ve bazen, bu düşüş jüisansa yönelik yeni bir erişim
sağlar, Lacan bu jüisansa sapkın der çünkü Başkasıyla ilişkiyi içermez. Bazen, aslında, insanın analizin sona ermesiyle kazandığı şey budur — demek
ki bu sinisizmin naifliğinden öte bir şey değildir.
Sinisizmin kendisi sahiden bir naiflik biçimidir, çünkü şu düşünceden oluşur: Başkasının varolmaması, işlevli olmadığı anlamına gelir. Fakat Başkasının varolmamasından, onun evrensel işlevini silebilecek olduğumuzu, sadece
jüisansın gerçek olduğunu çıkarımlamak, naifçedir. Böylece Lacan psikanalizin alçak şahısları aptallaştırdığını söyleyebildi. Aptallaşırlar çünkü analiz
sona erdikten sonra Başkasının değerlerinin işlevli olmadığını düşünürler.
37
Zamanımız az olduğundan, analistin sinisizm ile yüceltim arasındaki konumunu geliştirmeyeceğiz. Sadece şunu belirtelim, yüceltim a/A diye yazılabilir. Analist nesnenin suretinden ibarettir anlamına gelmez bu — öyle olsa
a nesnesinin nihai hakikati gerçek oluşu olurdu. Analitik söylem aygıtında
daha zor bir şey bulunur: a nesnesi suret olarak surettir. Sık sık kullandığımız
“nesnenin sureti” ifadesinde, a nesnesinin gerçek oluşuna naifçe inanıldığını
görürüz. Ne var ki, bizzat a nesnesi, vurgulamak zorundayım ki, bir surettir. Ve çizginin altındaki A, beklenti olarak —kendi kendisi varolmadan—
mükemmelen işlev gösterebilir.
8. a Φ
Burada getireceğimiz Barcelona’da sunulmuş11 vakada, mutlak riske atıf
yapmanın bir yolunu görebileceğiz: Bir kadın evleniyor, ve kocasının onu
arzulamayı kestiği gün bütün haklarından feragat edeceğini taahhüt ettiği
bir belgeyi hazırlamak için avukata gidiyor. Bu iki terim arasındaki antinominin açıklanmasında bence paradigmatik bir vakadır bu, çünkü evliliğin
tersine çevrilmesini içerir, ki evlilik tam olarak kişinin kendisini arzu sebebi
karşısında emniyete almasını sağlayan şeydir. Evlilik arzu sebebinin imleyene
işlenmiş olmasını gerektirir, bu kadının avukatına gitmesi ise arzu riskinin
yasaya işlenmesidir.
9.
A
−φ
Bu benim Lacan’da ikinci babasal mecaz formülü dediğim şeye ilişkindir.
Bu da Babanın-Adı formülüne tamı tamına karşılık gelir, bunu kesinlikle
unutmamalıyız, ama klinik içinde, ikinci formüle atıf yapmalıyız: bu formül
fallusun imleyimini eksi φ diye koyarak bizi Başkasının (tutarlılık işlevinden
ziyade) varolmayışıyla ve tutarsızlığıyla işlem yapmaya zorlar. Bana göre bu,
analiz pratiği açısından önemli neticeler içerir.
10. a nesnesi
Gerçek, a nesnesine ilişkin olduğunda, demek ki bir surettir. Öyledir çünkü
bir yalandır. Lacan’da a nesnesi nereden gelir? Karl Abraham’ın kısmi nesnesinden gelir, yani bedensel bir tutarlılıktan gelir. İlginçtir ki, Lacan’ın bu
bedensel tutarlılığı mantıki bir tutarlılığa dönüştürdüğünü görürüz. Bu bir
olgudur, ve belirgin bir olgudur: Lacan a nesnesini, imleyen olmayan bu nesneyi, mantıki bir tutarlılığa indirger. İşte bu yüzden kuşkusuz, Encore’da,
a nesnesinin bir oluş sureti getirdiğini okuyabiliriz. Dikkat ederseniz, suret
ile gerçek arasında bir karşıtlık olduğunu söylemez, bilakis. Ama Başkasının
mantıki tutarlılığını geliştirmek yeterli değildir; onu a nesnesinin mantıki
11 Bkz.
Ornicar? 43, Kış 1988, Paris: Navarin. s.107
38
tutarlılığı ile ifadelendirmek de gereklidir. Şunun anlaşılabilmesi için gereklidir: gerçek, ancak mantığın çıkmazları açısından bir hal kazanabilir. Lacan
gerçek kategorisinin bu kullanımını L’étourdit’de önerir12 . Psikanalizde bir
ontik olsaydı, a nesnesinin ontiği olurdu. Ama kesinlikle Lacan’ın gittiği yol
bu değildir. Onun gittiği yol, mantıki tutarlılığın yoludur. Ancak bu yoldan analisti a nesnesi olarak kavrayabiliriz. Analist bir bedensel tutarlılıktan
ibaret değildir. Mevcudiyet olarak öyledir tabii, ama onun değeri özellikle
mantıktan gelir. Böyle olması da insanın imleyen ile nesne arasında suskunca
oturmasına izin vermez, aksine a nesnesinin ne anlamda bir mantıki tutarlılık olduğunun görülmesine gereksinim duyar. Böyle konuşmak belki önceki
söylediklerimizin aksini düşünmeye eşdeğer oluyor, ama artık biliyorsunuz:
kendi kendimizin aksi yönde düşünmeyi de Lacan’dan öğrendik.
Son bir not eklemek isterim: burada verdiğim bu mathemler şenliği, öykülerle daha güzel kıldığım kendi dersimde daha gevşek ve eğlenceli yolla
tamamlanmış bir derinlemesine çalışmaya dayanmaktadır. Ama bu öyküler, herşeye rağmen, mevcut metinle sonuçlanmış derinlemesine çalışmadan
daha değerli değildir.
12 Bkz.
Scilicet 4, 1983, s.5
39
Yeni oyunlarda öykü anlatımı
aksiyonu yenmekte
Douglas Heaven — 22 Mayıs 2014 — New Scientist > ButtonMasher
ButtonMasher dijital oyunlar ve oyun kültürü üzerine köşemizdir —sıradışı
kıyılardan son moda oyunların ardındaki son moda yeniliklere kadar
Oturduğunuz yer rahat mı? Öykü anlatımına gelindiğinde, dijital oyunlar
roman ya da filmlerin eline asla su dökemediler, genelde anlatı pahasına
aksiyonu vurguladılar.
Ama bu değişmekte. Yazarlar ortam tercihi olarak oyunlara dönmekte ve
yeni çıkan bir avuç oyunda amaç oyunun kendi kendisini yazması.
“İnsanlar yaratmayı seviyor,” diyor Ichiro Lambe, Dejobaan oyun stüdyosunun (Boston, Massachusetts) kurucusu. Lambe yakın zamanda duyurdukları Elegy for a Dead World’ün tasarımcılarından biri. Bu oyun Shelley’nin Ozymandias’ı gibi şiirlerden esinlenen yıkılmış bir dünyada geçiyor.
Oyuncuların, geçmişte olanlara dair birkaç ipucuna ve kendi deneyimlerine
Elegy for a Dead World şiirsel bir çeşit dijital oyun (Görsel: Dejobaan Games)
40
dayanarak bir masal yazmaları gerekiyor, sonra bunu internette paylaşabiliyorlar. “Herhangi bir öyküde büyük miktarda yorum bulunur,” diyor Lambe.
“Sadece açıklama ayarını birazcık aşağı çekiyoruz.”
Benzeri bir fikre dayanan Storium oyuncuların anlatı yazmak için işbirliği
yaptıkları bir oyun. Yakın zamandaki Kickstarter kampanyasında geliştiriciler
istedikleri toplamın on katını sağlamışlar.
“Öykü anlatmadaki Kutsal Kadeh bir öykü anlatılması değil, öykünün
oyuncu ile beraberce yaratılması,” diyor Lambe. “Bu benim oyunlarda daha
önce gördüğüm bir şey değil.”
Savaşma oyun yap
Bu iki oyun, anlatı üzerine herkesi ilgilendiren yeni bir odaklanışın parçaları. Mesela bu yılın başlarında, başarılı BioShock serisinin yaratıcısı Ken
Levine, oyun stüdyosunu dağıtarak öykü deneyimlemenin farklı yollarına dair
deneyler yapmaya koyuldu. “Anlatı Legosu” denilen büyük fikri, bir karakterin motivasyonlarını oyuncak yapıtaşları gibi birbirine karıştırmak, böylece
oyundaki karakterler aynı kalsa bile oyunun her oturumunda taze bir öykünün açımlanması.
BioShock’un çoğu ana akım oyundan daha güçlü olan anlatısı, çevresel
detayları ve kullanıcıların durup dinlemeyi seçebildiği sesli kayıtları kullanışı
dikkat çekiciydi. Bu gelenek geçen yıl The Fullbright Company (Portland,
Oregon) tarafından yapılan Gone Home’da sürdürülmekte.
“İnsanlar Bioshock’un gerçekten ilginç bir dünyası olduğunu düşündüler,”
diyor Gone Home’un tasarımcılarından Karla Zimonje, daha önce Bioshock
serisi üzerinde çalışmış. Fakat bazı oyuncular açısından, oyunda öykünün
sunuluşu, durmak bilmez aksiyonlarla uyuşmazlık içinde. “Ne zaman havalı
bir günlük bulsalar, herifin biri çıkagelip onları arkadan vuruyor,” diyor.
Gone Home böylece kavgayı tamamen işin içinden çıkararak yalnızca anlatıyı bırakmakta. Bu anlatı Bioshock’taki gibi karakterlerin arkalarında bıraktığı sesli kayıtlar ve notlarla iletilmekte. Ama oyuncuların hayatta kalmak
için mutantlarla kavga etmek zorunda olduğu bir bilim kurgu öyküsü olmaktan ziyade, orta-sınıf bir aileyi konu almakta. “Oyundaki zorluk, anlamak
ve parçaları bir araya getirmekten ibaret,” diyor Zimonja. “Yeterli olur mu
diye merak ettik.” Oyunun başarısı yeterli olduğunu gösteriyor.
Macera tüneli13
13 “Choose
Your Own Adventure” kitaplarının Türkçedeki karşılığı: Macera Tüneli
41
“İnsanlar hep öykü anlatan oyunlar istediler,” diyor etkileşimli kurgu ve
metin-tabanlı mobil oyun Versu’nun ödül-kazanan yazarı Emily Short, oynanışın ekrandaki istemciye komutlar yazılmasından oluştuğu oyunlar. “Biz
de bunu sunmakta iyileşiyoruz.”
Etkileşimli kurguda oyuncu tempoyu da denetleyebiliyor. “P D James gibi
yazarlar sıklıkla odada bulunan şeyleri uzun uzun tarif ederler mesela,” diyor
Short. “Ama bu tür bir serimleme dikkatlice ele alınmazsa, biraz can sıkabilir. Etkileşimli kurguda öykünüzü bir sürü detayla tuzlayabilirsiniz, ama
hangilerini didikleyeceğine karar veren oyuncu olur.”
Zimonja bu özgürlüğün oyunların güçlü yanı olduğuna inanıyor. “Kendiniyönlendirmek, bir rayda yürütülmekten çok daha iyi hissettiriyor belirli öyküler için,” diyor. “Neyle ilgileniyorsanız onu izleyebiliyorsunuz, neyle ilgileneceğinizin size söylenmesinden ziyade.”
Short ayrıca Inform’un (etkileşimli kurgu inşa etmeyi kolaylaştıran bir yazılım aracı) arkasındaki ana tasarımcılardan biri. Son versiyonu yazarların
oyuncuların etkileşim kurmalarını istedikleri nesneleri belirtmelerini ve kullanacakları sezgisel bir kelime haznesini seçmelerine izin veriyor.
Kavramlı şiirler14
Daha da basiti olan Twine oyunlarında oyuncular ekranda önceden tanımlanmış metinler arasından seçimler yaparak öyküyle etkileşim kurmakta.
Popüler bir örnek Cry$tal Warrior Ke$ha, pop yıldızı Ke$ha’nın müziğine
dair tuhaf gerçek-hayat anekdotları ile örülmüş bir siberpunk fantazi. “Bunlardan tonlarcası var, gerçekten tuhaf, ilginç şeyler,” diyor yazar ve oyun
eleştirmeni olan Cara Ellison. Ona göre oyunlar en az filmler veya romanlar
kadar güçlü olabilir, dahası oyuncular onları farklı bir yolla deneyimleyerek
öykünün eş-yönetmeni olabilirler.
Twine oyunları oyuncuları okumaya ve metni yeni yollarla deneyimlemeye
teşvik etmeleriyle şiirleri anımsatıyor. Gerçekten, yayınlanmış olan en büyük
Twine oyunu, A Kiss, bir öpücüğün anlık deneyimini anlatmak için yüzlerce
ihtimale dallanarak keşfeden bu oyun, şair Dan Waber’in yaratımı.
Waber oyunun yeni bir kitleye ulaşmasıyla çarpılmış. Online edebiyat forumları ile paylaştığında sadece 10 civarında okuyucu bulmuş. Ama bir oyun
sitesine gönderilmesiyle A Kiss binlerce insana ulaşmış. “Oyun oynayan insanların okumaya bu kadar meraklı olabileceğini hiç düşünmemişti,” diyor
Ellison.
14 Poetry in notion. Burada sanki önce “Poetry in motion” (hareketli şiir) denmek
istenip sonra typo yapılmış, motion notion kısa devresi typo olarak metne dahil edilmiş.
42
Kağıtlar, Lütfen: büyük ses getiren ‘sıkıcı’ oyun
Dave Lee — 12 Mart 2014 — BBC Teknoloji
Lucas Pope bu oyunu dokuz ayda geliştirdi
Dijital oyunlar eğer bir kaçışçılık biçimi olarak tasarlandıysa, insan neden
bir çıkmaza, ömür törpüsü bir işe kaçmayı tercih etsin?
“Tartışmalı bir denetim noktasında bir gümrük denetçisini oynuyorsunuz,”
diyor Lucas Pope, 36, büyük ses getiren oyunların en alışılmadık olanından
sorumlu olan geliştirici.
“İnsanlar kulübenize geliyor ve bir taraftan diğer tarafa geçmek istiyorlar.
Geçmelerine izin vermeden önce belgelerini denetlemeniz ve her şeyin usule
uygun olduğuna emin olmanız gerekiyor.
“Oyunu tarif ederken eğlenceli izlenimi vermek zor.”
Oldukça.
43
Kağıtlar, Lütfen geliştirilmiş ilk evrak işi simülasyonu olma hakkını iddia
edebilir [çevirenin notu: edemez, etmez, neden etsin]. Bunun kimsenin doldurmaya lüzum görmediği bir boşluk olduğunu söyleyebilirsiniz. Haklısınız.
Yapılışı
“Kağıtlar, Lütfen’i altı ayda yapmak istiyordum,” diye açıklıyor Pope.
“Yola çıktıktan sonra beklediğimden daha fazla büyüdü —ufkum biraz
genişledi. Sonunda yaklaşık dokuz ay sürmüş oldu, ki pek kötü sayılmaz.
“Oyunu geliştirirken ne yaptığıma ve oyunun ne ilerleme kaydettiğine dair
bir geliştirme defteri tuttum.
“Oyunun daha önceki versiyonlarını yüklüyordum ve insanlar oynuyorlardı
—geri besleme neredeyse en başından itibaren gerçekten iyiydi.
“Bu yüzden biraz özgüvenim vardı, ama şimdi olduğu kadar popüler olacağı hiç aklıma gelmezdi. Popüler olsun diye yaptığım bir oyun değildi bu.
“Bana olan maliyetini kesin olarak saptamak zor. Hiçbir şey diyebilirim
gerçekten —birkaç parça yazılım satın aldım ama çoğunlukla oyun üzerine
çalıştığım vakitten ibaretti.
“Ve bunun üzerine çalışıyor olmasaydım başka bir şey üzerine çalışıyor
olacaktım.
“Yani maliyet olarak bayağı ucuz bir proje. Geri dönüş bayağı fantastik
oldu.”
Ama yine de, Bay Pope bir şekilde gerilimli, sürükleyici bir oyun yaratmış
—eleştirmenlerin övgüye boğduğu klostrofobik bir gerilim oyunu.
44
“Kağıtlar, Lütfen açık ki sizi düşündürmek üzere tasarlanmış, tamamen
eğlence amaçlı bir şey değil,” diyor Gamesbrief.com’dan Nicholas Lovell.
“Zor bir iş.”
En önemlisi de, diyor Bay Lovell, tarihsel olarak oyun listelerini her zaman doldurmuş bulunan hep-vurmalı hep-öldürmeli haşarılıklara karşı bir
panzehir olması.
Çarşamba günü BAFTAS dijital oyunlarda Kağıtlar, Lütfen “en iyi oyun”
dalında şansını deneyecek.
“Bu gerçekten delice,” diyor Bay Pope, bundan neredeyse utanmış olarak.
O gece kazanabileceği dört ödülden birisi bu.
Bağımsız sahne
Kağıtlar, Lütfen’in bu etkinlikte çıkacak olması, yaratımına giden yolculuk
nedeniyle daha bile tatlı olacak.
Aynı odada —ve ciddi anlamda daha geniş bir grup eşliğinde— Bay
Pope’un önceki işverenleri olan Naughty Dog bulunacak. Oyunları olan zombie gerilimi The Last of Us da en iyi oyun olmaya aday.
Bay Pope kitlesel satış yapan Uncharted serisi üzerine çalıştıktan sonra
şirketi terk ederek tek başına çalışmaya karar verdiğinde meslektaşlarının
çoğu anlaşılır bir şaşkınlık yaşamış.
“Naughty Dog’u terk etmek gerçekten riskli bir hamleydi,” diyor.
“Böylesine bir başarı olması, ve şimdi onların yanında olmak, içimi ferahlattı —büyük bir işi kaybetmiş ve iflas etmiş değilim.”
Bağımsız geliştirici sahnesi Bay Pope gibi insanların bir karışımı —n’inci
önüne geleni vurma serisi üzerine çalışmaktan bıkarak haklarından azat olmuş programcılar— ve endüstriye yeni gelerek giriş düzeyinde iş bulamayıp
usananlar.
“Eğer oyunlara dair tutkunuz varsa oyun yapacaksınızdır,” diyor BAFTA
oyun komitesi başkanı Harvey Elliott.
“Ne yapabildiğinize dair çok iyi bir örnek çalışmadır bu.”
Bağımsız oyunlar üzerinde biriken dikkat giderek artıyor ve Sony, Microsoft gibiler konsollarında oyun yayınlayabilmek için en iyilere dikkatle yanaşıyor.
45
Bütün oyun bu kulübede geçiyor —sırada bulunan insanlar belgelerinin denetlenmesi için bekliyorlar.
Deneysel
Aşırı yaratıcı sonuçlar verebilen bir hareket bu, Bay Lovell’a göre, ve büyük
oyun şirketlerinin ayak basmaya cüret edemediği bir deneysellik düzeyinde
geziniyorlar.
Yarışma
Kağıtlar, Lütfen çarşamba günü BAFTAS dijital oyunlarda “en iyi oyun”
olmaya aday. Diğer adaylar:
— Assassin’s Creed 4: Black Flag (Ubisoft)
— Grand Theft Auto 5 (Rockstar)
— The Last of Us (Naughty Dog)
— Super Mario 3D World (Nintendo)
— Tearaway (Sony)
(Kategori ve adayların tam listesi: awards.bafta.org)
“Büyük geliştiriciler de kesinlikle bu tür oyunlar yapabilirler,” diyor. “Aynı
Hollywood’un düşünceli filmler yapabilecek olması gibi —ama onun yerine
Avengers yapmak tercih ediliyor.”
Bağımsız geliştiriciler her zaman varoldular ama son zamanlarda yeni teknolojilerin mükemmel bir fırtınası bağımsız oyunların en büyük sahnelerde
yarışmasına engel olan sorunları çözüyor.
“Ben oyunlara başladığımda diskler basıp pahalı kutulara koyup dükkan46
lara kargolamanız gerekirdi,” diyen Bay Pope, 90’larda bir oyun şirketi başlatmayı denemiş ve başarısız olmuş.
“Daha baştan bu kadar para gerekmesi deliceydi. Şimdi hepsi bitti. Oyundan tüketiciye ulaşmak şimdi çok daha ucuz ve çok daha kolay ve bu da
tabi ki böyle küçük ve deneysel oyunların yaratılmasına yardımcı oluyor.”
Ayrıca hafife alınamayacak finansal saikler de bulunuyor.
Grand Theft Auto 5’in 1 milyar küsurluk cirosunu yapmasa da Kağıtlar,
Lütfen’in ticari başarısı dikkat çekmeye yetiyor da artıyor bile.
Lucas Pope, Amerikalı, Japonya’daki ev ofisinde çalışıyor
Bay Pope kazandığı cirodan dolayı mahçup, ama yarım milyon kopya
satıldığına ve tam fiyat 10$ (6£) olduğuna göre, tek kişilik takımla yapılan
geliştirme için temiz küçük bir kazanç olduğuna şüphe yok.
Bu da demek oluyor ki Kağıtlar, Lütfen bu yılki BAFTAS’ta sürpriz bir
aday olmuş olsa da, bu yolla kendilerini öne çıkaracak böyle küçük isimler
görmeye alışmalıyız.
“Kesinlikle böyle öne çıkan isimler daha çok olacak,” diyor BAFTA’dan
Harvey Elliott.
“Ama aynı şekilde büyük isimlerin niteliğini de hafife alamayız —kıymetli
bir mücadele bu.”
47
Dijital oyunlar, sanat ve gürültü:
Today programındaki tartışmaya hükmeden
eskimiş stereotipler
Keith Stuart — 12 Mayıs 2014 — theguardian.com
Today programı pazartesi sabahı dijital oyunların15 kültürel değerine bakmak için sanat eleştirmeni Sarah Kent’i Media Molecule kurucularından
Alex Evans’ın karşısına çıkardı. Hoş olmadı.
1826’da sanat eleştirmeni ve koleksiyoncu Robert Balmanno, o günkü
JMW Turner sergisini iğneleyen bir değerlendirme yazmıştı. Sanatçıyı doğalcılıktan “aşırı renkliliğe” alçaldığı için azarlıyordu —gökyüzü ve yeryüzünün
15 “videogame”
=> “dijital oyun” olarak çevrildi.
Journey, Media Molecule kurucularından Alex Evans’ın Today programındaki tartışmada bahsettiği sessiz ve güzel bir oyun)
48
o dev tuvallerinde yalnızca kaos görmüştü. Ve yalnız değildi. Turner çağdaş
eleştirmenlerce yaygın olarak alaya alınıyordu; girdap gibi dönen ürkütücü
manzaraları —bugün kurucu empresyonizm olarak değer görse de— doğaya
bir hakaret sayıldılar; sanat değillerdi.
Radyo 4’teki Today programı pazartesi sabahı dijital oyunların kültürel değeri üzerine küçük bir tartışma düzenledi. “Sanat mıdır sorusunu bir kenara
koyalım,” diye öneriyordu sunucu James Naughtie, “yani insanların sanat
olduğunu düşündüğü herhangi bir şey sanattır. Esas soru [dijital oyunlarda]
bir tür güç ve sağlamlık olup olmadığı. Gök kubbenin altında dijital oyunlar
nereye oturur? Bizi düşündürürler mi?”
Stüdyoda, Sanat Masası sitesine katkı yapanlardan, sanat eleştirmeni Sarah Kent bulunuyordu. Tepkisi neydi? “Bu tartışma halen sürmekte, dijital
oyunlar üzerine yazmalı mıyız? Çoğu kişi bu fikre karşı çünkü, bize yanlış
geliyor, yeterince ciddi değiller. Doğru niyetlere sahip değiller. Çocuklar için
bir pazarlama aracından ibaret... Sanat sayılmazlar çünkü herhangi bir tür
öz-düşünüme sahip değiller. Ne yaptıkları hakkında düşünmüyorlar. İşlevleri
sadece düşünmeyen bir takıntı ile sizi oyuna dahil etmek, uyuşturucu gibi.”
İşte bunaltıcı derecede aşina bir zemine geldik bile. Oyunların nedense
çocuklar için olduğu fikri, ‘beni satın al’ demekten başka işleri olmadığı,
kapsamlı bir iletişim ortamı olmadıkları.... Oysa oyunlar tam olarak böyleler
—heyecan verici, büyüleyici ana akım isimlerin16 ötesine bakmanız, diyelim
ki Richard Hofmeier, Anna Anthropy, Zoe Quinn, Christine Love, thatgamecompany, Tale of Tales’in (veya başkalarının, olağanüstü uzun bir liste bu)
çalışmalarına bakmanız yeter. Media Molecule’un kurucularından, dünyadaki en sanatsal ve yaratıcı geliştiricilerden biri olan Alex Evans da stüdyodaydı ve Jason Rohrer’in akıldan çıkmayan zamansal çalışması Passage’dan,
ve Rod Humble’ın minimalist deneyi Evlilik’ten bahsetti. “Bütün oyunların
eşit ölçüde adrenalin yakan şeyler olarak toptancı tarifi bugün mevcut olan
şeylerin genişliğine kötülük etmektir,” diyerek karşı çıktı. “Çoğu oyun sanat
olmak istemiyor, ama öbür yanda kesinlikle düşünümsel olan oyunlar var.”
Ve varlar. Gerçekten, burada yapılabilecek olan o kadar bariz bir karşılaştırma ki: sinemanın sanatsal potansiyelini tartışırken kendinizi asla ana
akım Hollywood filmleriyle kısıtlamazsınız. En beyinsiz romantik komediler ve aksiyon filmlerinin bile kültür ve toplum hakkında söyleyeceği geçerli
şeyler olsa bile (ana akım oyunların ilginç ve sıklıkla öz-düşünümsel olan
temaları araştırabiliyor hatta araştırıyor olması gibi) geleneğin bütününü,
16 “hit”
=> “isim” ve “title” => “isim” olarak çevrildi.
49
biçimin bütün tarihini dikkate almaya çalışırdınız. Eisenstein, Renoir, Hitchcock ve Kubrick hakkında düşünürdünüz —sinemanın sanat oluşuna dair
bir argümanı yalnızca Judd Apatow ve Michael Bay’in çalışmalarına dayandırmazdınız, çünkü bütün sinema eleştirmenleri bilir ki, Apatow’un filmleri
ne kadar komik olsa da, Bay’inkiler ne kadar gösteriyle dolu olsa da, bunlar
sinematik tarih ve niyetin tüm tayfını temsil etmezler. Knocked Up sinemayı
ne kadar temsil ederse Grand Theft Auto da oyunları o kadar temsil edebilir, ama görünüşe göre kimi eleştirmenler birkaç dakika Rockstar oyunu
oynamakla kendilerini bütün bir ortamın üstünü çizmeye yetkili görüyorlar.
Kent bakmış olduğu oyunları tarif ederek sözüne devam etti. “Bu kadar
sıkıcı ve klişe olmalarından sarsıldım ve dehşete kapıldım,” dedi. “İmgeler
karmakarışıktı —sanki içine daha çok şey, daha çok enformasyon doldurursan, daha heyecanlı olurmuş diye düşünülmüş. Sanat düzenlemekle ilgilidir,
dışarı atmakla ilgilidir, içeri doldurmakla değil.” Ve elbette bu söylenenler
bazı oyunlar için geçerli; bazı oyunlar dehşet ölçüde kaba ve klişe. Ama
durun, sanatın da çoğu öyle. Televizyonun çoğu, sinemanın çoğu, edebiyatın çoğu, tiyatronun çoğu böyle. Ama eleştirmenler olarak bizler genelde
en kaba çalışmaların en temsil edici olarak görülmemesi gerektiğini anlarız.
Ve gerçekten, görünen gürültünün ortasında, estetik bir nitelik ve anlam da
bulunuyor, yalnızca onun kodunu çözecek zamanı vermeniz lazım. Düşüncedeki bu kayma 50lerin ucuz korku filmlerini komünizm ve nükleer teröre dair
paranoyak mütalaalar olarak okumanızı sağlar; angaje olarak yorumlama isteği, 80lerin ışıltılı popunu Thatchercı politika ve yayılan tüketimciliğe dair
bir mütalaaya çevirir.
Ama bütün oyunlar gürültüye dair değildir. Evans tartışmada güzel bir
minimalist macera olan Journey’in altını çizdi. Dear Esther ya da Proteus’u
da hatırlatabilirdi, veya Monument Valley’i, ya da Thomas Was Alone’u,
Antichamber’i, veya Limbo’yu, veya Gravity Bone’u, ya da Bientôt l’été’yi
ya da bir geliştiricinin şimdi bana söylediği gibi Super Mario Bros gibi ana
akım isimleri. Ya da, tabi ki, Media Molecule’un el işi çalışmaları —LittleBigPlanet ve Tearaway. Evans bunlardan bahsetmedi, gerçi bahsedebilirdi.
Umarım Tearaway’in bir kopyasını Kent’e iletmeyi başarır (gerçi Kent’in
kendi sitesi Kentucky Route Zero, Child of Light ve Jazzpunk gibi oyunları
değerlendirmiş, ki bunların hepsi oyunların çocuklar için gürültülü adrenalin
gazlayıcılar olduğu fikrine karşı çıkmakta.)
Bu önemli mi? Sanıyorum fazla önemli değil. Bazı insanların oyunları anlamamaları, veya en tartışmalı ve en başarılı olanların ötesine bakmamaları
önemli değil. Ama yine de, insanların ulusal bir radyo programına çıkıp an-
50
lamadıkları ve deneyim sahibi olmadıkları bir ortamı kötülemeleri benim için
önemlidir. Bir pazartesi sabahı yedi milyon Today dinleyicisinin yıllık üreticiliğin küçücük bir azınlığına dayanarak oyunların inkar edilişini işitmesi benim
için önemlidir. Yeni sanatsal biçimler etrafında konsensusun nasıl oluştuğu
önemlidir.
Bu sabah twitledim: bir eleştirmen olarak, kendinizi yeni bir kültürel ortamın geçerliliğini sorgular halde bulmuşsanız, artık güncel değilsinizdir; kendinizi bir zaman çerçevesine teslim etmişsinizdir ve çerçeveniz sona ermiştir.
Sanat ve yaratıcılık sınırsız ve açıktır; neşelidirler. John Ruskin eleştirel başyapıtı Modern Ressamlar’da Turner’in çalışmalarının neredeyse bilimsel bir
değerlendirmesini sağladığı için belki de şanslıyız. Konsensusu tersine çevirmek için emek vermişti. Oyuncular olarak biz de aynısını yapmalıyız.
Omuz silkip, eh, ana akım tartışmada bunlar tipiktir, boşvermemiz lazım demek yetmiyor gerçekten. Böyle yapmamalıyız, bunu sorgulamalıyız.
Çünkü inkar zararlıdır; sanatçılara zarar verir, oyun yapanlara zarar verecektir. Şu anda duyarlı, sıradışı ve incelikli oyunlar yapmakta olan, düş kırıklıklarını, korku ve kaygılarını bu projelere akıtmakta, sıklıkla yalnız başlarına
çalışmakta olan yüzlerce ve yüzlerce insan bulunuyor, aynı Turner’in puslu,
sessiz gölgeyi kırıp açığa çıkan ışığı ifade ettiği tuvallerde olduğu gibi. O
halde bu insanların çalışmalarını kötülemek, onları sanatçılar ve insanlar
olarak kötülemektir.
Oyuncular olarak bu insanlara, oyunlar üzerine olan konsensusu sorgulama
ve nerede yanlış olduğunu işaret etme borcumuz var.
51
Psikanalizin Sonlandırılma Kriterleri Üzerine
Melanie Klein — 1950
Analizin bitirilme kriterleri her psikanalistin aklındaki önemli bir sorundur.
Hepimizin uzlaşacağı çeşitli kriterler bulunmaktadır. Burada bu soruna farklı
bir yaklaşım önereceğim.
Sıklıkla gözlendiği gibi analizin sonlandırılması hastada daha önceki ayrılış
durumlarını tekrar etkinleştirir ve doğası itibariyle bir sütten kesme deneyimidir. Bu, çalışmamın bana gösterdiğine göre şu anlama gelir: bebeğin sütten kesildiğinde hissettiği duygular, erken çocukluk çatışmaları tepe yaptığındaki duygular, analizin bitmesine doğru kuvvetle tekrar canlanırlar. Buna
uygun olarak vardığım neticeye göre, analizi sonlandırmadan önce kendime
sormam gerekir: Hayatın ilk yılında tecrübe edilmiş çatışma ve kaygılar yeterince analiz edilmiş midir, tedavi süresince bunlar yeterince derinlemesine
çalışılmış mıdır?
Erken gelişim üzerine çalışmalarım (Klein, 1935, 1940, 1946, 1948) beni
iki kaygı biçimini birbirinden ayırt etmeye yöneltti: zulmedilme kaygısı hayatın ilk birkaç ayında baskındır ve ‘paranoid-şizoid konumu’ ortaya çıkarır;
depresif kaygı ise ilk yılın ortası civarında tepe yapar ve ‘depresif konum’u
ortaya çıkarır. Ayrıca vardığım diğer sonuca göre, doğum sonrası hayatının başlangıcında çocuk hem dışsal hem içsel kaynaklı zulmedilme kaygısı
tecrübe eder: dışsal olması, doğum deneyimi ona yönelik bir saldırı olarak
hissedildiği ölçüdedir; içsel olması ise organizma üzerindeki –Freud’un görüşünce ölüm dürtüsünün açığa çıkardığı– tehdidin, benim görüşümce imha
korkusunu, ölüm korkusunu kışkırtmasından kaynaklanır. Ben kaygının birincil sebebi olarak bu korkuyu alıyorum.
Zulmedilme kaygısı esasında ben’i tehdit ettiği hissedilen tehlikelerle ilişkilenir; depresif kaygı ise sevilen nesneyi tehdit ettiği hissedilen –öncelikle
öznenin saldırganlığı yoluyla– tehlikelerle ilişkilenir. Depresif kaygı ben’deki
çeşitli süreçlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkar; entegrasyon arttıkça sevgi
52
ve nefret, ve bu doğrultuda nesnelerin iyi ve kötü yanları çocuğun zihninde
giderek yakınlaşırlar. Bir ölçüde entegrasyon ayrıca annenin bütün bir insan olarak içe yansıtılmasının da önkoşullarından birisidir. Depresif hisler
ve kaygı yaklaşık ilk yılın ortalarında –depresif konumda– zirve yaparlar. O
zamana kadar zulmedilme kaygısı azalmıştır, ama yine de önemli rol oynamaktadır.
Depresif kaygı ile bağlaşık olarak, yamyam ve sadist arzuların vereceği
zarara bağlı bir suçluluk duyumu bulunur. Suçluluk, zarar verilen nesneyi
korumak ya da canlandırmak için onu onarma itkisini ortaya çıkarır – sevgi
hislerini derinleştiren ve nesne ilişkilerini teşvik eden bir itkidir bu.
Sütten kesme zamanında çocuk şöyle hisseder: İlk sevilen nesnesini –annenin memesi– hem dışsal hem de içe yansıtılmış bir nesne olarak yitirmiştir
ve bu yitimin sebebi kendi nefreti, saldırganlığı ve harisliğidir. Böylece sütten kesme onun depresif hislerini vurgular ve bir yas durumu anlamına gelir. Depresif konumun doğasındaki ızdırap, ruhsal gerçekliğe dair içgörünün
artmasıyla yakından ilişkili olduğundan dış dünyanın daha iyi anlaşılmasına
katkıda bulunur. Çocuk gerçekliğe daha fazla uyum sağlayarak ve nesne ilişkileri menzilini genişleterek, depresif kaygılarla savaşabilir, onları azaltabilir
ve bir ölçüde kendi içselleştirilmiş iyi nesnelerini –yani üst-ben’in yardımsever
ve koruyucu yanını– güvenle tesis edebilir hale gelir.
Freud gerçekliğin test edilmesini yas çalışmasının elzem bir parçası olarak tarif etmişti. Benim görüşümce gerçekliğin test edilmesi ilk olarak erken
çocuklukta depresif konumun doğasındaki kederi atlatma denemelerinde uygulanır; ve ne zaman sonraki hayatta yas tecrübe edilirse, bu erken süreçler
tekrar canlanır. Benim bulgularıma göre, yetişkinlerde yas çalışmasının başarısı, (Freud ve Abraham’dan öğrendiğimiz gibi) yası tutulan kişinin ben
dahilinde tesis edilmesinin yanısıra erken çocuklukta yıkıcı itkilerle tehlikeye
sokulmuş veya yok edilmiş olduğu hissedilen ilk sevilen nesnelerin de tekrar
tesis edilmesine bağlıdır.
Depresif konumun etkisiz hale getirilmesine dönük asli adımlar hayatın ilk
yılında atılmış da olsa, zulmedilme ve depresyon hisleri çocukluk boyunca
tekrarlanır. Çocuk nevrozunun gidişatı içinde bu kaygılar derinlemesine çalışılır ve bunlar büyük ölçüde atlatılırlar. Normalde gizil dönem başladığında
yeterli savunmalar gelişmiş ve bir ölçüde istikrar sağlanmış olur. Demek ki
genital öncelik ve tatmin veren nesne ilişkileri sağlanmıştır ve Ödip karmaşasının gücü azaltılmıştır.
Şimdi halihazırda yaptığım tanımlamadan, yani zulmedilme kaygısının
53
ben’i tehdit ettiği hissedilen tehlikelerle, depresif kaygının ise sevilen nesneyi
tehdit ettiği hissedilen tehlikelerle ilişkilenmesinden, bir sonuç çıkaracağım.
Çocuğun başından geçen kaygı durumlarının hepsinin bu iki kaygı biçiminden ibaret olduğunu önermek istiyorum. Dolayısıyla yutulma korkusu, zehirlenme korkusu, hadım edilme korkusu, bedenin ‘içine’ dönük saldırılardan
korku, zulmedilme kaygısı başlığı altına girer; sevilen nesnelerle ilişkilenen
bütün kaygılar ise doğaları itibariyle depresiftir. Fakat, zulmedilme kaygısı
ile depresif kaygı, birbirlerinden kavramsal olarak ayrık da olsalar, klinikte
sıklıkla karıştırılır. Örneğin ben hadım edilme korkusunu –erkekteki başlıca
korku– zulmedilme diye tanımladım. Bu korku, bir kadını dölleyemeyeceği
(esasında sevilen anneyi dölleyemeyeceği ve dolayısıyla kendi sadist itkilerinin verdiği zarara karşılık onarım yapamayacağı) hissine yol açtığı ölçüde,
depresif kaygı ile karışmıştır. Erkeklerde iktidarsızlığın sıklıkla ciddi depresyona yol açtığını hatırlatmama gerek yok. Şimdi kadınlardaki başlıca kaygıyı
alalım. Kız çocuğun korkulan annenin onun bedenine ve içindeki bebeklere
saldıracağı yönündeki korkusu, ki bu benim görüşümce asli dişil kaygı durumudur, tanımı gereği zulmedilme kaygısıdır. Yine de bu korku, sevilen
nesnelerin –içinde olduğunu hissettiği bebeklerin– yok edilmesiyle ilgili olduğu için, güçlü bir depresif kaygı öğesi içerir.
Tezime uygun olarak, zulmedilme kaygısı ile depresif kaygının büyük ölçüde azaltılması ve ayarlanması gerekliliği, normal gelişimin bir önkoşuludur. Bu nedenle, ki takip eden açıklamayla anlaşılmasını umuyorum, hem
çocuk hem yetişkin analizlerinin sonlandırılması sorununa yaklaşımım şöyle
tanımlanabilir: Zulmedilme kaygısı ile depresif kaygı yeterince azaltılmış olmalıdır, bu da –benim görüşümce– ilk yas deneyimlerinin analiz edilmesini
önşart koşar.
Bu arada, analizin yeni kriterimin temel aldığı üzere gelişimin en erken
aşamalarına kadar geri götürülmesi halinde bile, sonuçların yine de vakanın
ciddiyetine ve yapısına göre fark göstereceğini belirtmeliyim. Başka deyişle,
kuramımız ve tekniğimizde ilerleme yapmış olsak da, psikanalitik terapinin
sınırlamalarını aklımızda tutmalıyız.
Şu da sorulabilir: Önerdiğim yaklaşım iyi bilinen kriterlerin bazılarıyla ne
denli örtüşmektedir? Örneğin güç ve hetero cinsellik tesis edilmesi, sevme
yetisi, nesne ilişkileri ve çalışma ve ben’in zihinsel istikrar sağlayan ve yeterli savunmalara bağlı belli karakteristikleri gibi. Gelişimin bütün bu yanları
zulmedilme kaygısı ile depresif kaygıdaki ayarlamalar ile bağlaşıktır. Sevme
yetisi ve nesne ilişkilerini ele alırsak, bunların ancak zulmedilme kaygısı ile
depresif kaygı aşırı olmadığı zaman serbestçe gelişebileceği kolayca görüle-
54
bilir. Ben’in gelişimi bakımından mesele daha karmaşıktır. Bu bağlamda genellikle iki özellik hep vurgulanır: İstikrarda ve gerçeklik duyusunda büyüme.
Fakat bence ben’in derinliğindeki genişleme de elzemdir. Derin ve tam bir
kişiliğin olmazsa olmaz parçalarından biri, düşlem yaşamının zenginliği ve
duyguları serbestçe tecrübe etme yetisidir. Bu karakteristikler, bence, çocukluktaki depresif konumun derinlemesine çalışılmasını, yani, sevgi ve nefretin,
kaygı, keder ve suçluluğun bütün renklerinin birincil nesnelerle ilişki içinde
tekrar tekrar tecrübe edilmesini önşart koşar. Bu duygusal gelişim savunmaların doğası ile bağlantılıdır. Depresif konumun derinlemesine çalışılamaması
halinde, duyguları ve düşlem dünyasını katılaştıran, içgörüye engel olan savunmalar ister istemez egemen olacaktır. Böyle savunmalar, –onlara ‘manik savunma’ diyorum– bir ölçüde istikrar ve ben gücü ile uyumsuz olmasa
dahi, sığlık gerektirirler. Eğer analiz sırasında zulmedilme kaygısı ile depresif
kaygıyı azaltmakta ve, buna uygun olarak, manik savunmaları azaltmakta
başarılı olursak, elde edilecek sonuçlardan biri de ben’in hem gücünde hem
de derinliğinde artış sağlanmasıdır.
Tatmin edici sonuçlar elde edilse bile, analizin sonlandırılması mutlaka
acılı hisleri kışkırtacak ve ilk kaygıları tekrar canlandıracaktır; bu bir yas
durumuna eşdeğerdir. Analizin bitmesinin temsil ettiği kayıp gerçekleştiğinde, hasta, yas çalışmasının bir kısmını yine kendisi yürütmelidir. Bence
bu, çoğu zaman analiz sonlandırıldıktan sonra daha çok ilerleme sağlanması
olgusunu açıklar; eğer önerdiğim kriter uygulanırsa, böyle bir ilerlemenin ne
kadar muhtemel olduğu daha kolayca öngörülebilir. Çünkü hasta, ancak
zulmedilme kaygısı ile depresif kaygı büyük ölçüde ayarlandıysa, yas çalışmasının son kısmını kendi başına yürütebilir. Bu da yine gerçekliğin test
edilmesi anlamına gelir. Dahası, analizin artık bitirilebileceğine karar verdiğimiz zaman, hastanın sonlandırma tarihini aylar öncesinden bilmesi bence
çok yardımcı olacaktır. Bu onun, hala analizdeyken, ayrılmanın kaçınılmaz
acısını derinlemesine çalışarak bu acıyı azaltmasına yardımcı olur ve onun
yas çalışmasını kendi başına başarıyla bitirmesinin yolunu hazırlar.
Bu makale boyunca açıkça dediğim gibi, önerdiğim kriter, analizin erken
gelişim aşamalarına ve zihnin derin katmanlarına kadar geri götürülmesini,
yine bu kapsamda zulmedilme kaygısı ile depresif kaygının derinlemesine
çalışılmasını önşart koşmaktadır.
Bu da beni tekniğe dair bir neticeye ulaştırıyor. Analiz süresince psikanalist sıklıkla idealize edilmiş bir figür olarak gözükür. İdealleştirme zulmedilme kaygısı karşısında savunma olarak kullanılır ve onun neticesidir. Eğer
analist aşırı idealleştirmenin sürmesine izin verirse –yani çoğunlukla olumlu
55
aktarıma dayanırsa–, evet doğrudur, bir miktar gelişme sağlayabilir. Fakat
herhangi bir başarılı psikoterapi için aynısı söylenebilir. Kaygının kökünden
azaltılabilmesi ancak olumlu aktarımın yanısıra olumsuz aktarımı da analiz
etmekle olur. Tedavinin gidişatı içinde psikanalist, aktarım durumu içinde,
erken gelişimde içe yansıtılmış figürlere karşılık gelen bir dizi figürün temsilciliğini üstlenir (Klein, 1929; Strachey, 1934). Dolayısıyla o, zaman zaman
bir zulmedici olarak, başka zamanlarda ise bir ideal figür olarak içe yansıtılmış olur, aradaki bütün gölge tonları ve derecelerle birlikte.
Zulmedilme kaygısı ile depresif kaygı analiz süresince tecrübe edildikçe
ve nihayetinde azaltıldıkça, analistin çeşitli yanları arasında daha büyük bir
sentez, –üst-benin çeşitli yanları arasında daha büyük bir sentezle birlikte–
meydana gelir. Başka deyişle, en erken korkutucu figürler hastanın zihninde
özsel bir başkalaşım geçirirler – denebilir ki temelde gelişim gösterirler. İyi
nesnelerin –idealleşmiş nesnelerden ayrı olarak– zihinde güvenle tesis edilebilmeleri ancak zulmedici ve ideal figürler arasındaki güçlü bölünme azaltılabilirse, saldırgan ve libidinal itkiler birbirine yaklaştırılırsa, nefret sevgi
ile yatıştırılırsa mümkün olur. Sentezleme yetisindeki bu ilerleme, (benim
görüşümce erken çocukluktan köken alan) bölme süreçlerinin azaltıldığının
ve ben’in derinden entegrasyonunun gerçekleştiğinin kanıtıdır. Bu olumlu
özellikler yeterince tesis edildiği zaman, analiz sonlandırmanın prematür olmayacağını düşünmek için haklı bir gerekçeye sahip oluruz, gerçi yine de
akut kaygının tekrar canlanması mümkündür.
Türkçesi: Işık Barış Fidaner, Elif Okan Gezmiş
Atıflar
Melanie Klein (1935). ‘A Contribution to the Psychogenesis of ManicDepressive States.’ International Journal of Psychoanalysis / Melanie Klein
(1940). ‘Mourning and its Relation to Manic-Depressive States’ International Journal of Psychoanalysis / Melanie Klein (1946). ‘Notes on some
Schizoid Mechanisms.’ International Journal of Psychoanalysis / Melanie
Klein (1948a). Contributions to Psycho-Analysis 1921-1945 (London: Hogarth) / Melanie Klein (1948b). ‘On the Theory of Anxiety and Guilt.’
International Journal of Psychoanalysis / Melanie Klein (1929a). ‘Personification in the Play of Children.’ International Journal of Psychoanalysis
/ Melanie Klein (1929b). ‘Infantile Anxiety Situations Reflected in a Work
of Art and in the Creative Impulse.’ International Journal of Psychoanalysis / James Strachey (1934) ‘The Nature of the Therapeutic Action of
Psychoanalysis.’ Journal of Psychotherapy Practice and Research
56
Ben hayatta kalacağım
Gloria Gaynor — 1978
Başta korkmuştum
Donup kalmıştım
Sen yanımda olmazsan asla yaşayamam
diye düşünüp durmuştum
Ama sonra geceler boyu düşündüm
bana ne yanlışlar yaptığını
Ve güç kazandım
Ve öğrendim geçinip gitmeyi
ve demek dönmüşsün
uzaydan gelmişsin
İçeri girdiğim anda seni buldum
yüzünde o melül bakışınla
O salak kilidi değiştirmeliydim
Anahtarını almalıydım
Bir an bile aklıma gelseydi
dönüp beni rahatsız edeceğin
57
Devam et hadi yürü çık git kapıdan
hemen şimdi arkanı dön
çünkü hiç hoş gelmemişsin artık
sen değil miydin vedanla beni acıtmaya çalışan
Yıkılır mıyım sandın
Yere yatıp ölür müyüm sandın
Ah hayır, ben değil
Ben hayatta kalacağım
Ah sevmesini bildiğim sürece
Hayatta kalacağımı biliyorum
Yaşayacak bütün bir hayatım var
Verecek bütün bir aşkım var
ve hayatta kalacağım
Hayatta kalacağım
Hey hey
Bütün gücümü tükettim
parçalanmamak için
onarabilmek için hep uğraştım
kırık kalbimin parçalarını
ve ah ne çok gece geçirdim
hep kendime acıyarak
Ağlardım
Ama şimdi başımı dik tutuyorum
ve görüyorsun beni
yeni birisiyim
O sana aşkına tutunan zincirlenmiş
küçük insan değilim
ve demek uğrayasın gelmiş
ve serbest olurum diye beklemişsin
58
ve ben şimdi bütün aşkımı
beni seven birine saklıyorum
Devam et hadi yürü çık git kapıdan
hemen şimdi arkanı dön
çünkü hiç hoş gelmemişsin artık
sen değil miydin vedanla beni acıtmaya çalışan
Yıkılır mıyım sandın
Yere yatıp ölür müyüm sandın
Ah hayır, ben değil
Ben hayatta kalacağım
Ah sevmesini bildiğim sürece
Hayatta kalacağımı biliyorum
Yaşayacak bütün bir hayatım var
Verecek bütün bir aşkım var
ve hayatta kalacağım
Hayatta kalacağım
(I Will Survive)
59
Hep gayrıresmiyet istiyorsunuz. Gayrıresmiyete büyük ihtimam ediyorsunuz.
Ama onu hep yitiriyorsunuz. Bu ihtimam gerçekte resmiyeti kaybetmekten
korkmanızdandır. Çünkü gayrıresmiyete gerçekten tutunsanız hiçlik olduğunu bulacaksınız. Ve resmiyeti kaybedeceksiniz. Bunu biliyorsunuz. Bilmediğiniz şu: Gayrıresmiyet hiçlik oluşuyla resmiyet üzerinde belirleyicidir.
Gayrıresmiyeti korumak istiyorsanız resmiyete ihtimam etmelisiniz. Bunun
için onu kaybetmelisiniz.
60
Franz Kafka’ya mektup
Charlottenburg, 10 Nisan 1917
Saygıdeğer beyefendi,
Siz beni mutsuz ettiniz.
Dönüşüm adlı eserinizi alıp kuzenime gönderdim. Ancak kuzenim hikayeye
bir anlam veremedi.
Kuzenim kitabı annesine verdi, o da anlayamadı.
Annesi kitabı daha sonra diğer kuzenime verdi ve o da anlayamadı.
Kitabı şimdi bana gönderdiler. Ailenin doktoru olarak hikayeyi onlara açıklamam gerektiğini söylüyorlar. Ancak çaresiz kaldım.
Beyefendi bakınız, piyade siperlerinde aylarca gözümü kırpmadan Ruslarla
boğuştum. Fakat kuzenlerim arasındaki itibarım yerle bir olursa buna dayanamam.
Sadece siz bana yardımcı olabilirsiniz. Yardım etmek zorundasınız, zira bu
çorabı başıma siz ördünüz. Kuzenimin ‘Dönüşüm’den ne anlaması gerektiğini lütfen bana açıklayınız.
En derin saygılarımla,
Dr. Siegfried Wolff
Türkçesi: Meltem Slonate
61

Benzer belgeler