Tolstoy – Din Nedir

Transkript

Tolstoy – Din Nedir
TOLSTOY
DIN NEDIR?
Türkçesi
Murat ÇİFTKAYA
F U R K A N
B a s ı m Yayın
&
Organizasyon
Selami Ali Efendi Cad. No: 34/51-52
Eser
Çarşısı
Üsküdar/İSTANBUL
T e l : 3 4 1 0 8 6 5 - 3 3 4 6 1 4,8
F a k s : 3 3 4 6 1 48
LEO NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY:
2 8 A ğ u s t o s 1828 t a r i h i n d e , M o s k o v a ' n ı n g ü n e y i n d e ,
asil bir ailenin çocuğu olarak d ü n y a y a gözlerini açtı. Babası
K o n t N i k o l a y İlyiç Tolstoy, 1812 yılı N a p o l y o n savaşlarına
iştirak e t m i ş emekli bir yarbaydı.
T o l s t o y , ç o c u k l u k yıllarında, a ğ a b e y i N i k o l a y ' ı n etki­
s i n d e k a l m ı ş , gençliğe geçiş d ö n e m i n d e R o u s s e a u ' y u oku­
m u ş ve gençliğinde ise ö n c e D o ğ u dilleriyle ilgilenmiş, son­
raları h u k u k tahsilini tercih etmiştir. Ne ki hürriyete olan tut­
kusu h u k u k fakültesini de t e r k e t m e s i n e sebep olmuştur.
T o l s t o y , içinde b u l u n d u ğ u z a m a n dilimini ç o k iyi izle­
m i ş ve ç o k iyi tanımıştır.
İşte, " D i n N e d i r ? " adlı elinizdeki b u eseri, T o l s t o y ' u n
d o g m a t i k din ve bilim eleştirilerini içerir.
O n u n dinî ve felsefî eserlerinin başında yer alır. Tolstoy
bu eserinde kendi d ü n y a görüşünü ilk defa toplu olarak açık­
lar ve t e m e l l e n d i r m e y e çalışır. B u n u , aynı çizgideki şu eser­
leri izler. " İ n a n c ı m N e d e n ibarettir?", "Sanat N e d i r ? " , "Susa­
m a m " , " D o g m a t i k Din-Bilimin Eleştirisi" v.d.
T o l s t o y yazdığı r o m a n l a r d a , insanı ve tavırlarını k o n u
edinir. " S a v a ş v e B a n ° " v e " A n n a K a r e n i n a " insan tahlilleri
ve tasvirleriyle dopdoludur.
T o l s t o y ' u n k e n d i s i n i v e Allah'ı arayış m a c e r a s ı b ü t ü n
ö m r ü n e tekabül etmektedir. Ö m r ü b o y u n c a anlaşılmadı. Etra­
fındakiler o n u anlamadı. Karısı bile, 82 yaşındaki bu ihtiyar
a d a m , yağışlı bir gecede e v d e n kaçtı. Fakat yolda h a s t a l a n d ı
ve y o l a d e v a m e d e m e d i . 7 K a s ı m 1910'da bir tren istasyo­
n u n d a y o l c u l u ğ u n u n ilk d u r a ğ ı olan İstanbul'a h a r e k e t et­
m e k üzere iken hayata gözlerini yumdu...
IÇINDEKILER
1. B ö l ü m
9
2. B ö l ü m
12
3. B ö l ü m
-
15
4. B ö l ü m
17
5. Bölüm
20
6. B ö l ü m
-
23
7. B ö l ü m
27
8. B ö l ü m
31
9. Bölüm
36
10. B ö l ü m
38
11. B ö l ü m
41
12. B ö l ü m
47
13. B ö l ü m
50
14. B ö l ü m
54
15. B ö l ü m
57
16. B ö l ü m
61
17. B ö l ü m
63
Din ve Ahlâk
67
Aşkın K a n u n u v e Şiddetin K a n u n u
95
Önsöz
96
1. B ö l ü m
98
2. B ö l ü m
101
3. B ö l ü m
104
4. B ö l ü m
108
5. B ö l ü m
111
6. B ö l ü m
114
7. B ö l ü m
117
8. B ö l ü m
122
9. B ö l ü m
128
10. B ö l ü m
135
11. B ö l ü m
•
140
12. B ö l ü m
144
13. B ö l ü m
149
14. B ö l ü m
155
15. B ö l ü m
158
16. B ö l ü m
163
17. B ö l ü m
167
18. B ö l ü m
171
19. B ö l ü m
175
3. B ö l ü m ' e Ek
178
7. B ö l ü m ' e Ek
183
17. B ö l ü m ' e Ek
187.
Notlar
189
7
1. Bölüm
Bütün beşerî toplumların hayatında, bir zaman gelmiş din te­
mel anlamından sapmış, kendisinde bu anlamdan eser kalmayıncaya dek bu sapmasına devam etmiş, sonunda katılaşarak
halihazırdaki yerleşik biçimlerini almış ve bu noktada insanla­
rın yaşamları üzerindeki etkisi fevkalâde azalmıştır.
Mevcut dinî öğretiye artık inancı kalmayan tahsilli azınlık
bu dönemlerde sadece inanıyormuş gibi yaparlar, çünkü kitlele­
ri yerleşik hayat düzenine bağlamak için bunu gerekli görürler.
Kitleler, atalet yüzünden yerleşik din biçimlerine sarılsa dahi,
onların yaşamlarını artık dinî gerekler değil, örfler, âdetler ve
devletin kanunî düzenlemeleri yön verir.
Çeşitli insan toplumlarında pekçok defa vuku bulmuştur
bu, ama günümüz Hıristiyan toplumunda bugün yaşananlar, da­
ha önce hiç vuku bulmadı.
Kitleler üzerinde en fazla nüfuza sahip olan tahsilli azınlık
mevcut dine inanç duymaz hale hiç gelmemiş; ve bununla kal­
mayıp günümüz dünyasında dine artık ihtiyaç olmadığına hiç
kanaat getirmemişti. Bu azınlık, sözde dinin hakikatından şüp­
he duyanlar, halihazırdakinden daha makûl ve tutarlı bir akide­
nin varolduğuna ikna etmek yerine, bir bütün olarak dinin öm­
rünü tamamladığına ve sosyal hayata faydası dokunmamaktan
öte — i n s a n bedenindeki körbağırsak g i b i — zarar veren bir
9
uzuv haline geldiğine inandırıyorlar. Böylesi insanlar, dini, enfusî tecrübe yoluyla bileceğimiz birşey değil, tıpkı bir hastalık
gibi, kimi insanları etkileyen ve sadece haricî belirtilerle tetkik
edebileceğimiz haricî bir hadise olarak anlıyorlar. Bu kimsele­
rin bazılarına göre, dinin menşei, bütün tabiat hadiselerine birer
ruh atfedilmesi (animizm); diğerlerine göre, ölmüş atalarımızla
haberleşmenin mümkün olduğu şeklindeki faraziye; ve üçüncü
görüşe göre de, tabiat kanunları karşısında duyulan korkudur.
İşte, zamanımızın okumuşları buna dayanarak daha da ile­
ri gidip şunu iddia ediyorlar: Bilim tahtanın ve taşın canlanamayacağını, ölmüş ataların yaşayanların yaptıklarını yapama­
yacağını ve tabiat olaylarının tabiî sebeblerle açıklanabileceği­
ni ispatladığına göre, dine ve dinî inançların sonucu olarak in­
sanlara ket vuran sınırlamalara da lüzum kalmamıştır. Bu okuır uş ve bilgili kişilerin görüşüne göre, bir cehalet dönemi ya­
şandı; insanlık, varoluşunun atalardan kalma kimi belirtilerini
terkederek bu dinî dönemi uzun zaman önce geride bıraktı. Bu­
nu bir metafizik dönemi izledi ve bu dönem de geride bırakıl­
mış durumda. Bugün biz aydınlanmış kişiler, bilimsel dönem­
de, yani dinin yerini alacak ve insanlığı dinin hurafe öğretileri­
nin hakimiyeti altındayken ulaşılamayan gelişmenin zirvelerine
götürecek olan pozitif bilim döneminde yaşıyoruz.
1901 yılının başlarında, ünlü Fransız bilgini Berthelot,'
verdiği bir konferansta dinleyicilerine din çağının kapandığını
ve yerini şimdi bilimin almasının mutlak olduğunu bildirmiş.
Elime önce o geçtiği ve herkesin bilgin olarak tanıdığı bir kişi
tarafından tahsilliler dünyanın başkentinde verildiği için bu
konferanstan sözediyorum. Felsefî eserlerden gazetelerin sanat
köşelerine dek heryerde fasılasız bu görüş dile getiriliyor. Bay
Berthelot, konferansında, eskiden insan toplumunu iki ilkenin
harekete geçirdiğini söylemiş: kaba kuvvet ve din. Bu ilkeler,
10
yerlerine bilim geçtiği için bugün gereksizleşmiş.
Anlaşılan o ki, bilime inanan herkes gibi Bay Berthelot da
bilim k e l i m e s i y l e insan bilgisinin her y ö n ü n ü k u c a k l a y a n ,
ahenkli bir birlik ve bütünlüğe sahip, önem derecesine göre ta­
yin edilen ve verilerin toplanmasında şaşmaz biçimde doğru
yöntemlerin kullanıldığı bir bilimi kastediyor.
Fakat, gerçekte böyle bir bilim olmadığına göre, ve bilim
denilen şey tesadüfi, birbirinden tamamen kopuk, çoğu kez hiç­
bir fayda taşımayan ve tartışmasız hakikati sunamamakla kal­
mayıp çoğu kez ham hayaller sunan, bugün hakikat diye ilân
edilip yarın reddedilen bilgi parçacıkları olduğuna göre, Bay
Berthelot'un dinin yerine geçeceğini iddia ettiği şeyin varolma­
dığı aşikârdır. Dolayısıyla, Bay Berthelot ve onunla hemfikir
olanlar bilimin dinin yerini alacağını söylerken, iddiaları tama­
men indîdir ve bilimin yanılmazlığına, Kilise'nin yanılmazlığı­
na edilen imana çok benzeyen temelsiz bir inanç duyarlar. Üs­
telik, okumuşlar diye görülen ve sözü edilenler, dinin yerini al­
ması gereken ve alabilecek olan ve dine ihtiyacını çoktan ge­
çersiz kılan bir bilimin zaten mevcut olduğuna çokça inanmış­
lar.
" D i n i n devri geçti; bilimden başka şeye inanmak cehalet­
tir. Bilim ihtiyaç duyduğumuz herşeyi tanzim edecek. Hayatı­
m ı z d a bize mürşidlik e t m e s i için sadece bilime ihtiyacımız
var." Bilim adamlarının da, bilimin çok uzağında kalmalarına
rağmen onlara itimat eden ve onların, dinin gereğinden fazla
yaşamış bir hurafe olduğu ve hayatta sadece ve sadece bilimin
mürşidliğine ihtiyaç duyduğumuz şeklindeki kanaatlerini pay­
laşan güruhun üyelerinin de söylediği şey bu; diğer bir ifadey­
le, mevcut olan herşeyi tetkik etme amacını taşıdığından bilim
insan hayatını irşad edemez ve bu yüzden de hiçbir şeye ihtiya­
cımız yok.
11
2. Bölüm
G ü n ü m ü z ü n okumuşlarının verdiği karara göre, din lüzumlu
değil ve onun yerini bilim alacak veya aldı bile. Oysa, tıpkı
geçmişte olduğu gibi, bugün de, tek bir insan toplumu veya tek
bir aklıbaşında (rational) kişi dahi dinsiz yaşamamıştır ve yaşa­
yamaz da. (Aklıbaşında kişi diyorum, çünkü aklıbaşında olma­
yan (irrational) bir kişi, tıpkı bir hayvan gibi, dinsiz yaşayabi­
lir.) Aklıbaşında bir varlık dinsiz yaşayamaz, çünkü evvela ve
sonra neyi yapması gerektiği konusunda ona hakikaten yol gös­
teren sadece ve sadece dindir. Din ona yaratılışı icabı verildi­
ğinden, aklıbaşında insan dinsiz yaşayamaz. Hayvanlara davra­
nışlarında yol gösteren şey, (isteklerinin karşılanması ihtiyacıy­
la sevkedildikleri hareketler dışında) hareketlerinin hemen son­
rasındaki sonuçların gözönüne alınmasıdır. Sahip olduğu kav­
rama melekeleri sayesinde bu sonuçlara bakan bir hayvan hare­
ketlerini bu sonuçlara uygun yapar ve tereddütsüz hep aynı şe­
kilde davranır. Bu açıdan, meselâ bir bal arısı bal peşinde kanat
çırpar ve onu kovanına getirir, çünkü kendisi ve yavruları için
kışlık erzakın olması gerekir; ve bunun ötesinde hiçbirşey bil­
mez ve yapamaz. Yuvasını yaparken veya kuzeyden güneşe göçederken bir kuş da aynı şekilde davranır. Doğrudan ve anlık
bir ihtiyacın sonucu olmayan birşeyi yaparken bütün hayvanlar
12
bu şekilde hareket ederler, ve bunu önceden tahmin ettikleri so­
nuçlara bakarak yaparlar. Fakat, insanlar böyle değildir. İnsanla
hayvanların arasındaki fark, hayvanların idrak melekelerinin
içgüdü dediğimiz şeyle sınırlı olmasına karşılık, insanın asıl id­
rak melekesinin aklı oluşudur. Besin toplayan bir bal arısı, yap­
tığının iyi mi yoksa kötü mü olduğuna dair şüphe duyamaz. Fa­
kat, ekin biçen veya meyve toplayan bir insan, bir sonraki ha­
sada zarar verip v e r m e d i ğ i n i veya k o m ş u s u n u n hakkı olan
meyveyi toplayıp toplamadığını düşünmeden edemez. Besledi­
ği çocuklarının geleceğini de merak etmeden duramaz. Hayatta
nasıl davranılacağına ilişkin daha önemli soruların kesin bir çö­
züme kavuşturulması mümkün değildir, çünkü insan ister iste­
mez sayısız sonuçların farkına varmaktadır. Aklıbaşında insan,
hayatın daha önemli soruları karşısında kendisine ne şahsî saiklerinin ne de hareketlerinin anlık sonuçlarının yol gösteremeye­
ceğini, bilmese dahi, hisseder. Bu sonuçların hem apayrı hem
de çoğu kez çelişkili olduğunu; sözgelişi, kendisine ve başkala­
rına faydalı olabilecekleri gibi, zararlı da olabileceklerini göre­
bilir. Yeryüzüne inip muttaki bir aileye katılan ve bu ailenin be­
şikteki çocuğunu öldüren meleğin kıssası vardır. Çocuğu neden
öldürdüğü sorulduğunda, melek açıklamasını şöyle yapar: Öldürmeseydim o çocuk canilerin canisi olacak ve aileyi mutsuz­
luğa düşürecekti. Aynı şey, hem nasıl bir insan hayatının arzu
edilir olduğuna, hem de neyin faydasız veya zararsız olduğuna
ilişkin sorular için de geçerlidir. Aklıbaşında bir kişi, hayatın
önemli sorularının hiçbirisini, anlık sonuçlara bakarak çöze­
mez. Bir hayvanın davranışlarına yön veren şeyler onu tatmin
edemez. İnsan kendisini, hayvanların arasında yaşayan bir hay­
van olarak da görebilir, bir ailenin veya toplumun veya yüzyıl­
lardır yaşayan bir milletin üyesi olduğunu da düşünebilir. Veya
kendi kendisini sınırsız bir kâinatın parçası olarak sonsuz bir
z a m a n d a yaşıyor g ö r m e k z o r u n d a o l d u ğ u n u d a a n l a y a b i l i r
(çünkü aklı karşı konulmaz şekilde onu buna sevkeder). Dola­
yısıyla, onun davranışlarını etkileyen hayatın en küçük olayları
karşısında, aklıbaşında bir kişi matematikte integrasyon (bütün
haline getirme) denilen şeyi yapmalı; yani, hayatın b e k l e m e
kabul etmeyen meseleleriyle, bir bütün olarak algıladığı zaman
ve mekânda sınırsız kâinatla ilişki kurmalıdır. İşte, insanın ken­
disini parçası hissettiği ve davranışları için yol gösterici ilkeler
çıkardığı o bütünle kurduğu ilişkidir din. Ve bu yüzden, din
akıl sahibi insanlığın aslî ve vazgeçilmez bir şartı olagelmiştir
ve öyle de olacaktır.
14
3. Bölüm
İnsanı hayvanlardan ayıran yüksek (dinî) şuur melekesinden
mahrum kişiler dini hep böyle anlayagelmiştir. Din (religion)
kelimesinin (religiare: bağlamak) en eski ve en yaygın tamını
şöyledir: Din insan ve Allah arasındaki bağdır. Vauvenargues 2
ise "Allah'a karşı insanın yükümlülüğü; işte din budur" diyor.
Dinin esası insanın Allah'a bağımlılığının şuuruna varmasıdır,
derken Schleiermacher 3 ve Feuerbach' 1 da dine benzer bir anla­
m ı a t f e d i y o r l a r . " D i n h e r i n s a n A l l a h ile a r a s ı n d a k i b i r
meseledir" (Bayie). 5 " D i n , ruhun ihtiyaçlarının ve aklın etki­
lerinin sonucudur." (B. Constant).
6
" D i n , insana kendisini bağımlı hissettiği insanüstü ve es­
rarlı güçlerle ilişkisini bildiren belli bir y ö n t e m d i r " (Goblet
d'Alviella). 7 " D i n , insanın kendisi ve dünya üzerindeki hüküm­
ranlıklarını tanıdığı ve birlik hissettiği esrarlı ruhlarla arasında­
ki bağı esas alan bir insan hayatı tanımıdır." (A. Reville). 8
İşte, dinin esası, en yüksek insanî melekeye sahip insanlar
tarafından, insanın, güçlerini üzerinde hissettiği sonsuz Varlık
ya da varlıklarla ilişki kurması şeklinde tanımlanmış ve hâlâ
öyle anlaşılmaktadır. Bu ilişki, kişiden kişiye ve zamandan za­
mana nasıl değişmiş olursa olsun, hep insanın dünyadaki mu­
kadderatını tanımlamış ve nasıl hareket edileceğine dair kural­
lar elbette ki bu tanımın meyvesi olmuştur. Yahudi, sonsuzla
15
ilişkisini şöyle anlamışım Bütün kavimler arasından Allah'ın
seçtiği kavmin üyesi olarak, Allah'ın kavmiyle yaptığı akite
Onun huzurunda uygun hareket etmelidir. Eski Yunanlı, bu iliş­
kiyi şöyle anlamıştı: Ebediyet temsilcilerine — t a n r ı l a r a — ba­
ğımlı olduğundan onları hoşnut etmelidir. B r a h m a n , sonsuz
Brahma ile ilişkisini şöyle anlamıştır: Kendisi Brahma'nın bir
tecellisidir ve hayatı terkederek Yüce Varlık'la birlik kurmaya
çabalamalıdır. Sonsuzla ilişkisini Budist şöyle anlamıştır: Bir
hayat biçiminden diğerine geçerken, ıstırap çekmesi kaçınıl­
mazdır. Bu ıstırabın kaynağı ihtiraslar ve tutkular olduğuna gö­
re, onları deneyerek geçersiz olduklarını görmeli ve böylece
Nirvana'ya ulaşmalıdır. Bütün dinler, insan ile insanın kendisi­
ni bir bütün hissettiği ve yol gösterici ilkeler edindiği sonsuz
Varlık arasındaki ilişkidir. Bu itibarla, eğer bir din bu ilişkiyi
kuramıyorsa — p u t p e r e s t l i k (paganizm) ve büyücülük g i b i —
bir din değil, olsa olsa bir dinin yozlaşmış şeklidir.
Hatta, bir din insan ile Allah arasında bir ilişki kurduğu
halde, bunu insanlann ulaştıkları bilgi seviyesine ters düşecek,
ve hatta onlar tarafından inanılmaz bulunacak şekilde yapıyor­
sa, o din değil belki bir din taslağıdır. İnsanı sonsuz varlığa
bağlamıyorsa, yine din değildir. Varsayımlardan ibaret olup in­
sana nasıl hareket edeceğini göstermeyen bir inanç da din de­
ğildir. İnsanla sonsuz arasında değil sadece insanlık arasında
ilişki kuran Comte'un 9 pozitivizmine de din ismi vermek müm­
kün değildir. Bu ilişki, keyfî ve indî olarak, çok yüksek talepler
getirse de temelsiz kalan Comte ahlâkına götürüyor. En tahsilli
bir Comte taraftarı, sonsuz olması şartıyla Tanrı'ya inanan ve
davranışlarını bu inançtan çıkaran alelade bir kişininkiyle kı­
yaslanmayacak derecede düşük bir dinî ilişki içinde bulur ken­
disini. Comte'çunun "büyük varlık"a ilişkin argümanı Tanrı'ya
imanı içermez ve onun yerine de geçemez.
4. Bölüm
Hiçbir devirde ve hiçbir yerde insanlar dinsiz yaşamamış oldu­
ğu halde, karaciğerin sol tarafta olduğunu söyleyen Moliere'in
" g ö n ü l s ü z d o k t o r " u gibi, g ü n ü m ü z ü n okumuşları da " B ü t ü n
bunları değiştirdik" diyorlar ve dinsiz yaşayabileceğimizi ve
yaşamamız gerektiğini söylüyorlar. Fakat, dün gibi bugün de
din, insan toplumlarının baş harekete geçiricisi ve yüreği ola­
rak kalmaya devam ediyor. Nasıl kalpsiz yaşanmazsa, din ol­
maksızın da aklıbaşında bir hayat yaşanamaz. Dün gibi bugün
de, insanın sonsuzla, Tanrı ya da Tanrılarla ilişkisinin dışavuru­
mu devirlere ve farklı halkların gelişim düzeyine göre değiştiği
için, muhtelif sayıda farklı dinler vardır. Ancak, aklıbaşında
(rasyonel) insanın zuhur edişinden bu yana, dinsiz yaşayabil­
miş veya yaşamış tek bir insan toplumu bile olmamıştır.
Milletlerin hayatında, mevcut dinin tahrif edildiği ve ha­
yattan uzaklaşıp ona yol göstermez hale geldiği dönemler ya­
şanmış ve halen de yaşanmaktadır, doğru.
Fakat, bütün dinlerin muhtelif zamanlarda insanların ya­
şamları üzerinde nüfuzlarını kaybedişleri hep geçici olmuştur.
Bütün canlılar gibi, din de doğar, gelişir, yaşlanır, ölür ve yeni­
den d o ğ a r — d a h a önceki biçimlerinden daha mükemmel biçim­
lerde doğar. Büyük bir gelişme döneminin arkasından, din da-
17
ima bir çöküş ve ölüm dönemine girer ve bu dönemi de genel­
likle öncekinden daha makûl ve tutarlı bir dinî itikadın yeniden
doğum ve oluşum dönemi izler. Bu gelişim, ölüm ve yeniden
doğum dönemleri bütün dinlerde hep yaşanmıştır. Köklü Brah­
m a n i z m dini yaşlanmaya ve donuklaşıp fosilleşmeye başlar
başlamaz, bir tarafta aslî mânâdan sapan kaba biçimler, diğer
tarafta ise insanlığın sonsuzla ilişkisine daha ileri bir anlayış
getiren incelikli Budizm akidesi ortaya çıktı. Aynı çöküşü Yu­
nan ve R o m a dinleri de yaşadı ve bu çöküşlerin en ileri nokta­
sında Hıristiyanlık ortaya çıktı. Putperestlik ( p a g a n i z m ) ve
çoktanrıcılık haline gelen Bizans'taki Kilise Hıristiyanlığı da
aynı şeyi yaşadı. Bu tahrifine mukabil, bir tarafta Paulician'lar,
diğer tarafta ise Teslis ve Bakire Anne akidelerinin zıddına Al­
lah'ın birliğini esas alan öğretisiyle mutaassıp İslâmiyet ortaya
çıktı. Aynı şey Ortaçağlar'da Papalık Hıristiyanlığının başına
geldi ve bu da Reformasyona yolaçtı. Bu itibarla, çoğunluğun
üzerinde dinî nüfuz kalktığında, bu dönemler bütün dinî öğreti­
lerin hayat ve tekâmülü için vazgeçilmez bir şarttır. Çünkü, te­
kâmül derecesi ne olursa olsun, gerçek anlamda her din hep in­
san ile sonsuz arasında bütün insanlar için tek ve değişmez bir
ilişki kurar. Bütün inançlarda, insan sonsuz karşısında aynı de­
recede önemsiz ve değersiz kabul edilir; o yüzden, ister şim­
şek, rüzgâr, ağaç, hayvan olsun, isterse Roma'daki bir kahra­
man veya (yaşayan veya ölmüş) bir Kral olsun, Tanrı adı veri­
len şeyin nazarında insanların eşitliği kavramı vardır hepsinde.
Bütün insanların eşitliğinin kabulü, bütün dinlerin aslî ve zarurî
özelliğidir. Gerçekte, hiçbir yerde ve zamanda, bu eşitlik varol­
madığından ve gelecekte de olmayacağından, hep şu yaşanmış­
tır: Bütün insanların eşitliğini kabul eden yeni bir dinî öğreti
ortaya çıkar çıkmaz, eşitsizlikten kazanç sağlayanlar h e m e n bu
temel özelliği örtmeye çalışmışlar, böylece gerçek akideye yan18
lış anlamlar yüklemişlerdir. Ne zaman yeni bir dinî öğreti çık­
mışsa, bu her yerde ve her zaman vuku bulmuştur. Genelde, bu
şuurluca yapılmış değildir, çünkü eşitsizlikten kazanç sağlayan
y ö n e t i c i l e r v e zenginler, k e n d i k o n u m l a r ı n ı n s a r s ı l m a m a s ı
amacıyla akideye eşitsizliği kabul eden bir anlamı aşılamak
için, ellerindeki her imkânı kullanmış ve kendilerini yeni dinî
öğretinin g ö z ü n d e meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Dinin bu
tahrifi, diğerleri üzerinde hakimiyet kurmuş olanların bu yap­
tıklarını meşruymuş gibi hissetmelerine fırsat verdiği gibi, kit­
lelere geçtiği zaman da, onlara, efendilerine boyun eğmelerinin
ikrar ettikleri dinin gereği olduğu fikrini aşılamıştır.
5. Bölüm
Bütün insan eylemlerini üç saik harekete geçirir: duygu, akıl ve
telkin—doktorların hipnotizma dediği özellik. Bir kişi, bazen,
arzuladığı şeye ulaşmaya çalışarak yalnızca duygularının etki­
siyle hareket eder. Zaman zaman da ne yapılması gerektiğini
gösteren aklı, hareketlerinin hareket biricik etkeni olur. Diğer
zamanlarda, daha doğrusu daha sıkça, hareketlerinin nedeni ya
kendisinin ya da başkalarının belli bir eylemi telkin etmiş ol­
ması ve kendisinin de bu telkine şuur harici olarak boyun eğmesidir. Normal hayat şartlarında, bir kişinin davranışlarını her
üç saik de etkiler. Duygu onu belli bir harekete zorlar, akıl bu
hareketin onu kuşatan şartlarla, geçmiş ve gelecekle uyumunu
sınar, ve telkin de onu duygunun uyardığı ve aklın da izin ver­
diği hareketleri, düşünce veya duygudan bağımsız olarak ta­
m a m l a m a y a zorlar. Bir kişi duygu olmaksızın hiçbir işe gir­
mez. Akıl olmaksızın ise, birbiriyle çelişen ve hem kendisine
hem de başkalarına zarar veren bir sürü duyguya maruz kala­
caktır. Kendisinden veya başkalarından gelen telkine uyma ye­
teneği olmadığı takdirde ise, kendisini belli bir harekete sevkeden duyguyu sürekli yaşayacak, ve aklını sürekli bu duygunun
yerindeliğini doğrulama konusunda yoğunlaştıracaktır. Dolayı­
sıyla, en basit insan eylemi için her üç saik de hayatî önem ta­
şır. Bir kişi bir yerden başka bir yere yürüyorsa; duygulan onu
20
yer değiştirmeye zorladığı, aklı bu niyeti tasdik edip bunun
araçlarını ona kabul ettirdiği (bu örnekte, belli bir yoldan gidil­
mesi) içindir ki, kasları itaat ediyor ve öngörülen yoldan yürü­
yordun O yürürken duyguları ve aklı bir sonraki eylem için sa­
lıverilmiş haldedir ve bu eylem telkine boyun eğme kabiliyeti
olmadan mümkün olmayacaktır. Bu, bütün insan eylemlerinde
yaşandığı gibi, en önemli insan eylemi olan dinî eylemde de
yaşanır. Duygu, insan ile Allah arasında bir ilişki kurma ihtiya­
cını uyandırır, akıl bu ilişkiyi tanımlar ve telkin de kişiyi bu
ilişkiden doğan davranışlara sevkeder. Fakat bu, din tahrife uğ­
ramadığı sürece böyle olur. Tahrif başladığı an, telkin çok daha
fazla kuvvetlenir ve duygu ile aklın eylemleri zayıflar. Telkinin
yöntemleri her zaman ve her yerde aynıdır. Bu yöntemler, ço­
cuklukta veya doğum, ölüm veya evlilik gibi önemli anlarda
olduğu gibi insanın zihnî halinden faydalanmaktan oluşur. Kişi,
evvela sanat eserleri, mimarî, heykel, resim, müzik, tiyatro
eserleriyle etki altına alınır ve (yarı uyur haldeki insanlarda
meydana getirilen hale benzeyen) telkine açıklık haline girince,
iknacının istediği ne ise o aşılanır.
Bu olayı eski dinî öğretilerin hepsinde görmek mümkün­
dür: Muhtelif tapınaklarda şarkı ve tu
'ukılması eşliğinde
sayısız suretlere ilkel tapınmaya dönüşen Brahmanizmin yük­
sek öğretilerinde; peygamberler tarafından vazedilen ve debde­
beli mabedlerde heybetli şarkılar ve ilâhilerle birlikte Allah'a
ibadete indirgenen Yahudilik'te; manastırlarıyla, Buda suretle­
rine ve çeşitli coşkulu ayinlere, esrarlı Laminizm'e indirgenen
Budizmin yüksek biçiminde ve büyücülüğü ve efsunculuğuyla
Taoculuk'ta.
Bir din ne zaman bozulmaya başlamışsa, bu dinin koruyu­
cuları, aklî eylemlerini zayıflanmış oldukları insanları kendi is­
tedikleri şeye inandırmak için her türlü aracı kullanmışlardır.
Bütün inançlarda, insanların, yaşlı dinleri yozlaştıran bü­
tün sapıklıkların temeli sayılabilecek şu üç akideye inandırıl­
ması şart olmuştur. Birincisi, insan ile Tanrı ya da Tanrılar ara­
sında aracılık yapabilecek özel kimseler vardır; ikincisi, aracı­
ların söylediği şeylerin hakkaniyetini ispatlayan ve tasdik eden
mucizeler gösterilmiştir ve gösterilmektedir; ve üçüncüsü, Tan­
rı ya da Tanrıların şaşmaz iradesini ifade eden sözlü ya da yazı­
lı belli sözler vardır ve bunlar kutsal olup yanlışlıkları düşünü­
lemez. Hipnotik etki altında by önermeler kabul edildiği an, bu
aracıların söylediği herşey kutsal hakikatler olarak kabul edili­
yor ve dini sapkınlığın ana gayesine böylece ulaşılmaktadır. Bu
gaye sadece insanların eşitliği kanununu örtmek değil, aynı za­
manda eşitsizliklerin en ilerisine zemin hazırlamak ve onu des­
teklemektir. Bu eşitsizlik ise insanların kastlara b ö l ü n m e s i ,
"goy"* olmayanlara ayrımcılık yapılması, Ortodoks ve heretik,
mübarek ve günahkar arasında ayırım yapılmasıdır. Aynı ayı­
rım Hıristiyanlık'ta da hep yaşanmış, insanlar arasında küllî bir
eşitsizlik kabul edilmiş ve insanlar doktrinleri anlayışlarına gö­
re din adamı ve din adamı olmayan diye ayırmakla kalmayıp
aynı zamanda sosyal konumlarına göre, Aziz Paul'un öğretisi­
ne göre Allah'ın emri olan, iktidar sahipleri ve teb'a ayrımı ya­
pılmıştır.
* Goy: Museviler arasında, Musevi olmayanlar için kullanılan tahkir edici
deyim, (ç.n.)
22
6. Bölüm
Din adamları ve din adamı olmayanların arasındaki eşitsizliğin
yanısıra, zengin ve yoksul, efendi ve köle arasındaki eşitsizlik
de Kilise Hıristiyanlığı tarafından keskin çizgilerle tesis edildi.
Bununla birlikte, İnciller'de beyan edilen öğretilerden öğrendi­
ğimiz kadarıyla Hıristiyanlığın ilk durumunu esas aldığımızda,
diğer dinlerin kullandığı başlıca tahrif yöntemlerinin önceden
görüldüğü ve onlara karşı açık ve net ikazlar yapıldığı ortaya
çıkıyor. Apaçık bir dille hiçkimsenin bir diğerinin öğretmeni
olamayacağı söylenerek din adamları kastına karşı uyanda bu­
lunulmuştur ("Kendinize baba ve öğretmen demeyin").
Kutsal bilginin kitaplara atfedilmesine karşı, önemli ola­
nın lafız değil ruh ve anlam olduğu, insanın beşerî geleneklere
inanmaması gerektiği, bütün şeriatların ve peygamberlerin, ya­
ni yazılı olanın kutsal sayıldığı bütün kitapların bizi sadece ve
sadece bize ne yapılmasını istiyorsak başkalarına onu yapma­
mız gerektiği gerçeğine götürdüğü söylenmiştir. Mucizelere
karşı herhangi birşey söylenmemişse de ve İ n d i l e r i n bizzat
kendisinde sanki Hz. İsa tarafından gösterilmiş gibi mucize tas­
virleri mevcutsa da, bir bütün olarak öğretinin ruhundan şu ger­
çek açıkça ortaya çıkmaktadır: Mesih'in itikadının geçerliliği
mucizelere değil, bizzat öğretinin kendisine dayalıdır ("Her
kim benim öğretimin hak olup olmadığını bilmek istiyorsa, be23
nim dediğim gibi yapsın"). En önemlisi, artık temel bir 'evren­
sel kardeşlik öğretisi olmaktan çıksa da, Hıristiyanlık bütün in­
sanların eşitliğini, bütün insanlar Allah'ın evlâtları olarak: kabul
edildiği için ilân etmektedir. Dolayısıyla, Hıristiyanlığı bütün
insanların eşitliği şuurunu yıkacak şekilde yorumlamak müm­
kün görünmüyor.
Fakat insan kurnaz bir varlıktır, ve ister gayrişuurî isterse
yarışuurlu yapılmış olsun, İnciller'deki ikazları ve insanlar ara­
sında apaçık şekilde ilan edilen eşitliği hükümsüz hale getir­
mek için tamamen yeni bir yöntem (Fransızların deyimiyle bir
"şey") geliştirildi. Bu " ş e y " yanılmazlığı sadece belli sözlere
değil, aynı zamanda " K i l i s e " adı verilen ve bu yanılmazlığı
kendilerinin seçtiği kişilere aktarma hakkına sahip bir grup in­
sana atfetmeyi içeriyordu.
İ n d i l e r e ufacık bir ilâve yapıldı. Bu ilâve şöyle diyordu:
Hz. İsa Semaya çıkarken belli kişilere insanlara kutsal hakikati
talim etme yetkisinin yanısıra (İncil metinlerine göre, yılanlara,
zehirlere ve ateşe karşı bağışıklık yetkisini de verdi), insanları
kurtarma ve lanetleme, ve daha önemlisi bu yetkiyi başkalarına
ihsan edebilme yetkisi verdi. Bunun sonucunda, Kilise fikri
kuvvetli biçimde yerleşir yerleşmez, Mesih'in öğretisini tahrif­
ten alıkoyan İncil tavsiyelerinin hepsi hükümsüz kaldı, çünkü
Kilise hem aklın, hem de kutsal sayılan kitapların üstüne çıka­
rıldı. Akıl bütün yanlışların kaynağı olarak gösterildi ve İ n d i ­
ler akl-ı selimin ışığında değil, Kilise mensuplarının istediği
şekilde yorumlandı.
Böylece, dinin tahrifinde kullanılan önceki üç yöntem —
din adamlığı, mucizeler ve Kitapların y a n ı l m a z l ı ğ ı — Hıristi­
yan âlemi tarafından tam bir gönül rahatlığıyla kabul edildi.
Allah ile insanın arasına aracıların sokulması meşru sayıldı,
çünkü Kilise mensupları kendilerini öyle görüyordu. Mucizele24
rin gerçekliği kabul edildi, çünkü Kilise'nin yanılmazlığına şehadet ediyorlardı. İncil'in mukaddesliği kabul edildi, çünkü Ki­
lise öyle kabul etmişti.
Hıristiyanlık da diğer tüm dinlerle aynı şekilde saptırıldı,
ama tek bir farkla. Hıristiyanlık bütün insanların eşitliği şeklin­
deki aslî ilkesini bu kadar açık-seçik dile getirdiği için, bu öğ­
retiyi tahrif etmek ve temel şartını hükümsüz hale getirmek
için özel kuvvet kullanmak gerekti. Kilise kavramının yardı­
mıyla, bu, diğer dinlere göre daha geniş ölçüde başarıldı. Ger­
çekte, başka hiçbir din, meseleleri Kilise Hıristiyanlığı kadar
akla ve çağdaş bilgiye bu kadar ters şekilde ve fikirlerini bu ka­
dar ahlâksızca vazetmedi. Ahd-i Atik'deki, ışığın güneşten ev­
vel yaratılması, dünyanın altıbin yıl önce yaratılması, bütün
hayvanların gemiye sığması gibi akla muhalif şeyler ve Al­
lah'ın emriyle çocukların ve topyekün toplulukların öldürülme­
si gibi çeşitli gayriahlâkî gaddarlıklar da konunun başka bir yö­
nü. Sonra vaftizin saçmalığı da ayrı bir konu. Voltaire'in dediği
gibi, bir sürü saçma dinî öğreti gelip geçti ve bazıları da hâlâ
mevcut, ama hiçbirisinde ana dinî eylemi, vaftizde olduğu gibi,
kendi Tanrınızı yemek teşkil etmiyordu. Daha saçma sapanı ise
Meryem Ana'mızın hem anne hem de bakire olduğunu veya
bir sesin çıkartılmasıyla semavatın açıldığını veya M e s i h ' i n
Baha'sının sağ elinde semaya uçtuğunu, veya Tanrı'nın, Brah­
ma, Vişnu veya Şiva 1 0 gibi üç tanrı değil, bir kişide toplanmış
üç kişi olduğunu söylemek gibi daha başka şeyler de sayılabi­
lir. Adem'in günahı için herkesi cezalandıran veya bizi necata
erdirmesi için oğlunu yeryüzüne gönderen ve bu arada onu öl­
dürecek kişileri önceden bilip onları lanetleyen öfkeli ve kinci
bir Allah'ı beyan eden korkunç öğretiler kadar hiçbir şey gayri­
ahlâkî olamaz. Yine, insanın günahlardan felah bulmasının vaf­
tizle mümkün olacağını iddia etmek veya Allah'ın oğlunun in25
sanları kurtarmak için öldüğü, buna inanmayanların ebediyyen
azaba duçar edilerek Allah tarafından cezalandırılacağı gibi
şeylerin bilfiil vuku bulduğuna inanmak da saçmadır. İşte, bazı
kimselerin aslî dinî nasslara sonradan ilâveler olarak gördüğü,
meselâ mukaddes bazı eşyalara veya Bakire Meryem'in ikonlarına, y a k a r m a dualarına, hususiyetlerine göre çeşitli azizlere
seslenmelere, veya Protestanlığın kaza-kader akidesi gibi şey­
lere inanmayı bir tarafa bırakın, İznik Konsülü tarafından kabul
ve beyan edilen dinin en temel öncülleri o denli saçma ve gayriahlâkî ki, insanlar onlara inanamıyor. Belki bazı sözleri dille­
riyle söylüyorlar, fakat onların anlamlarına inanamıyorlar. Bir
kişi diliyle "Dünyanın altı bin yıl önce yaratıldığına inanıyo­
r u m " veya "Allah'ın üç kişiden oluşan Baba olduğuna inanıyo­
r u m " diyebilir, fakat buna kimse inanamaz, çünkü bu sözlerin
hiçbir anlamı yok. O yüzden, Hıristiyanlık'ın tahrif edilmiş bi­
çimini ikrar eden insanlar ona gerçekte inanmıyorlar. Zamanı­
mızın acaipliği de bu zaten.
7. Bölüm
İnsanlar bugün hiçbir şeye inanmıyorlar; ama buna rağmen, İbranilere Mektup'tan çıkardıkları ve yanlışlıkla Aziz P a u l ' a at­
fettikleri iman tanımına bakarak, imanları olduğunu tasavvur
ediyorlar. Bu tanıma göre, iman " ü m i d edilen şeylerin cismi,
görünmeyen şeylerin delili"dir. Halbuki, iman manevî bir hal
ve ümit edilen şeylerin cismi de haricî bir hadise olduğundan,
iman ümit edilen birşeyin cismi olamaz; aynı şekilde iman gö­
rünmeyen şeylerin delili de olamaz, çünkü İncil'in bir sonraki
bölümünde izah edildiği gibi, bu delil hakikate itimada ve haki­
katin deliline dayalıdır. İtimat ve hakiki iman ise iki ayrı kav­
ramdır. İman ne ümit ne de itimattır, ama belirli bir manevî hal­
dir. İman, insanın dünyadaki konumunun onu belli hareketleri
y a p m a y a mükellef kıldığına ilişkin farkındalığıdır. Bu imana
uygun hareket etmesinin nedeni, akide kitaplarının söylediği
gibi görünmeyen şeylere görünen şeyler gibi inanması veya
ümid edilen şeylere ulaşmayı arzuması değildir. O dünya için­
deki konumunu tanımlamış olduğundan, buna uygun hareket
etmek onun için gayet tabiîdir. Nasıl bir çiftçinin toprağı sür­
mesinin veya bir denizcinin denize açılmasının nedeni, akide
kitaplarının ileri sürdüğü gibi onların görünmeyen şeyleri inan­
maları ve bu eylemleri için mükâfatlandırılacaklarını ümit et­
meleri değil (bu ümidi beslerler, ama onlara yol gösteren o de27
ğildir), eylemleri meslekleri olarak görmeleridir. Aynen bunun
gibi, bir müminin belli bir şekilde hareket etmesinin nedeni gö­
rünmeyen şeylere inanıyor veya bu hareketi karşılığında mükâ­
fat bekliyor olması değil, dünyadaki konumunu tanımladıktan
sonra artık bu tanıma uygun hareket etmenin gayet tabiî oluşu­
dur. Bir kişi toplumdaki yerini vasıfsız işçi, zenaatkâr, m e m u r
veya tacir olarak tanımlamışsa, tanımladığı konumda çalışaca­
ğını düşünür. Aynı şekilde, insanlar dünyadaki konumlarını şu
ya da bu şekilde tanımladıktan sonra, kaçınılmaz olarak bu ta­
nıma (ki, bu, bazen bir tanım bile olmayıp muğlak bir şuurdur)
uygun hareket ederler. Nitekim, meselâ, dünyadaki konumunu,
Allah'ın korumasını elde etmek için Onun isteklerini yerine ge­
tirmesi gereken, Allah'ın seçilmiş kavminin bir üyeliği şeklin­
de tanımlamış bir kişi, bu istekleri yerine getirecek şekilde ya­
şayacaktır. Bir varlık biçiminden diğerine geçtiğine ve gelece­
ğinin daha iyi veya daha kötü olmasının az ya da çok kendi ey­
lemlerine, bağlı olduğuna inanarak konumunu tanımlamış bir
kişinin hayatına bu tanım yol gösterecektir. Konumunu atomla­
rın tesadüfen biraraya gelmesi olarak gören şuurun geçici bir
süre çalışıp sonra da ebediyyen sönececeğini düşünen üçüncü
bir kişinin davranışı yukardakilerden tamamen farklı olacaktır.
Bu kişilerin davranışları bambaşka olacaktır, çünkü ko­
numlarını farklı farklı tanımlamışlardır ve bu da onların farklı
farklı inandıklarını göstermektedir. Tek bir fark dışında iman
dinle aynı şeydir: Din kelimesiyle kendi dışımızda gözlemle­
nen bir olguyu kastederiz, buna karşılık iman dediğimiz şey ise
bu olgunun içimizde tecrübe edilmesidir. İman, insanın sonsuz
kâinatla kurduğu ve eylemleri için yolgöstericiliğine başvurdu­
ğu şuurlu ilişkidir. Hakikî anlamda iman hiçbir zaman akla mu­
halif olmayacağı ve mevcut bilgilere ters düşmeyeceği için,
onun özellikleri zannedildiği gibi ve " C r e d o quia a b s ü r d ü m "
28
diyen Kilise Papazlarının ifade ettiği gibi tabiatüstii veya akıl­
dışı olamaz. Bilakis, hakikî imanın şartları ispat edilemese bile,
akla muhalif veya insanların bilgilerine ters hiçbir şey barındır­
madığı gibi, hayatta karşılaşılan ve imanî esaslar olmaksızın
akla muhalif veya çelişkili görünecek şeyleri izah etmektedir.
Bu açıdan, kâinatı, yeryüzünü, hayvanları, insanlığı vs. ya­
ratmış ve şeriatına uydukları takdirde kavmini koruyacağını
vaadetmiş baki bir Kadîr-i Mutlak'a inanan kadîm İbranî, akla
muhalif veya bilgilerine zıt birşeye inanıyor değildi. Tam tersi­
ne, aksi takdirde kendisine izahsız kalacak birçok şey bu iman­
la vuzuha kavuşmuştu.
Aynı şekilde, ruhlarımızın hayvanlardan geldiğine ve yaşamlarımızdaki hayır ve şer seviyesine göre daha yüksek veya
daha aşağı hayvanlara geçeceğine inanan bir Hindu, diğer türlü
izahsız kalacak birçok şeyin izahına bu imanla kavuşur. Hayatı
kötü, hayatın gayesini de ihtirasların bastırılmasıyla ulaşılan
barış ve huzur olarak gören bir kişi için de aynı şey geçerlidir.
O, akla muhalif birşeye değil, bakışını inanmama haline göre
daha makûl hale getiren birşeye inanır. Allah'ın bütün insanla­
rın ruhanî pederi olduğuna inanan ve insanın en yüksek saadete
kendisini A l l a h ' ı n evlâdı ve bütün insanların kardeşi olarak
gördüğünde ulaşacağına inanan gerçek bir Hıristiyan için de
durum aynıdır. İspatlanamasalar dahi bütün bu inançlar, akla
muhalif djeğildir. Onlarsız akla muhalif ve çelişkili görünen ha­
yatın hadiselerinin daha makûl izahına vesile olurlar. Üstelik,
bütün bu inançlar, insanın kâinattaki konumunu tanımlayarak,
bu konuma uygun belli hareketleri talep ederler. Ve bu yüzden,
bir dinî öğreti hiçbir şeyi izah etmeyip hayat anlayışını daha da
bulandıran anlamsız önermeler ileri sürecek olursa, o artık bir
iman değil, hakikî bir imanın başta gelen özelliklerini kaybet­
miş bir iman bozuntusudur. İşte, günümüz insanları böyle bir
imana sahip oldukları yetmiyormuş gibi, onun ne olduğunu bi­
le bilmiyorlarlar ve iman dedikleri şey ya kendilerine imanın
esası diye verilen şeyin dille ikrarı, ya da Kilise Hıristiyanlığı­
nın öğrettiği ve kendi ihtiraslarını gerçekleştirmelerine yardım­
cı olan bir takım merasimlerin icrasıdır.
30
•
8. Bölüm
Ç a ğ ı m ı z d a insanlar imansız yaşıyorlar. Tahsilli, varlıklı ve
azınlığı teşkil eden bir kesim kendilerini Kilise'nin inançların­
dan azade kıldıklarından ve her türlü inancı ya bir saçmalık ve­
ya kitleleri kontrol altında tutmanın faydalı bir aracı olarak
gördüklerinden hiçbir şeye inanmıyorlar. Pek az istisnayla ha­
kikî mümin olan fakir ve eğitimsiz çoğunluk hipnozun etkisi
altındaki kölelere döndüğünden, kendilerine iman suretinde tel­
kin edilen şeye inandıklarını düşünüyorlar. Halbuki, bu iman
değil; çünkü insanın dünyadaki konumunu berraklaştırmaktan
çok bulanıklaştırıyor. Hıristiyan adı verdiğimiz dünyamızın ha­
yatını, bu durum ve inanmayan, gösterişçi azınlık ile hipnoz al­
tındaki çoğunluk arasındaki karşılıklı ilişkiler şekillendirmek­
tedir. H e m hipnoz araçlarını ellerinde tutan azınlığın, hem de
hipnoz altına alınan çoğunluğun hayatı, idarecilerin zalimliği
ve a h l â k s ı z l ı ğ ı n d a n , ve b ü y ü k işçi kitlelerinin e z i l m e s i ve
uyuşturulmasından dolayı korkunçtur. Hiçbir dinî çöküş döne­
m i n d e n önce, bütün dinlerin özellikle de Hıristiyanlığın aslî
özelliğine — b ü t ü n insanlığın eşitliğine— karşı bu dönemdeki
kadar küçümseme ve ihmal gösterilmedi. Günümüzde insanlar
arasındaki bu korkunç zulmün ana nedeni, dinin yokluğu bir ta­
rafa, insanlara eylemlerinin sonuçlarından kaçma fırsatı veren,
hayatın karmaşıklığıdır. Oysa zalim Attila," Cengiz Han 1 2 ve
takipçileri için, insanları öldürme eylemi şahsî olarak yüz yüze
işlendiğinden belki de rahatsızlık verici birşeydi, bu cinayetle­
rin sonuçları herhalde daha da rahatsızlık vericiydi: feryat eden
akrabalar ve orada buradaki cesetler. İşte bu yüzden onların
zulmü sınırlıydı. Günümüzde ise insanları öyle karmaşık ileti­
şim sürecinde öldürüyoruz ve zulmümüzün sonuçları bizden
öylesine titizlikle saklanıyor ki, bu eylemin vahşiliğine hiçbir
sınırlama gelmiyor. Bazılarının diğerlerine zulmü, eşine rast­
lanmadık boyutlara ulaşıncaya dek devam edecek.
Kanaatimce, zalim N e r o n ' u n l 3 b i l e girişemeyeceği bir işe
girişen sıradan bir müteşebbis, çok bilmiş doktorlarının tavsi­
yesine kanan hastalıklı zenginlerin banyo yapması için insan
kanıyla dolu bir havuz yapmak isteseydi, kabul görmüş ve uy­
gun usullere riayet gösterdiği takdirde hiçbir engelle karşılaş­
madan bunu yapabilirdi. Ama bunu, insanları doğrudan kanla­
rından vazgeçmeye zorlayarak değil, istenileni yapmadıkları
takdirde hayatlarının tehlikeye girdiğini ihsas ederek yapardı.
Üstelik, topları, tüfekleri, hapishaneleri, darağaçlarını takdis et­
tikleri gibi o havuzu da takdis etmeleri için papazları; savaşla­
rın ve fuhuşhanelerin zaruretini kanıtladıkları gibi böyle bir dü­
zenin zaruretini ve meşruluğunu kanıtlamaları için de bilim
adamlarını davet ederdi. Bütün dinlerin temel ilkesi, yani tüm
insanların eşitliği, unutuldu, ihmal edildi ve dinin ileriye sürdü­
ğü bir sürü saçma dogmanın ayaklarının altına gömüldü; bilim
de (varoluş mücadelesi ve en kuvvetlinin hayatta kalması teori­
sinde ifade edilen) bu eşitsizliğin hayatın zarurî bir şartı oldu­
ğunu iddia ediyor; yönetimdeki azınlığın işine geliyor diye mil­
yonlarca insanın hayatını kaybetmesi yaşamın en sıradan ve
gerekli ve sürekli vuku bulan yönlerinden birisi olarak görülü­
yor.
G ü n ü m ü z dünyasının insanları, ondokuzuncu yüzyıl tek32
nolojisinin gözalıcı, eşine rastlanmadık ve muazzam başarıla­
rına rağmen hayatlarından lezzet alamıyor.
Şüphesiz ki, tarihin hiçbir döneminde ondokuzuncu yüz­
yıldaki kadar maddî başarıya — m e s e l â , insan tabiatının kuv­
vetlerinin fethi g i b i — ulaşılmadı. Fakat yine şüphesiz ki, tari­
hin hiçbir döneminde, giderek canavarlaşan şimdiki Hıristiyan
dünyamızdaki kadar ahlâksız, insanın hayvani ihtiraslarına hiç­
bir kısıtlamanın getirilmediği bir hayat yaşanmadı. Ondoku­
zuncu yüzyılda ulaşılan maddî ilerleme gerçekten muazzam;
fakat bu ilerleme, Attila, Cengiz Han veya Neron'un zamanın­
da bile şahit olunmayan şekilde ahlâkın en temel şartlarını ih­
mal etme pahasına satınalındı ve halen de satınalınıyor.
Zırhlı gemilerin, demiryollarının, matbaaların, tünellerin,
fonografların, röntgen ışınlarının vs. çok güzel şeyler olduğunu
kimse tartışacak değil. Gerçekten de güzeller, fakat Ruskin'in
de dediği gibi, başka hiçbir şeyle kıyaslanmayacak derecede
daha güzel olan şeyler var ki, bunlar zırhlı gemilerin, yolların
tünellerin, kısacası hayatı güzelleştirmekten çok bozan şeylerin
ele geçirilmesi pahasına milyonlarcası yokedilen insan yaşam­
larıdır. B u n a her defasında şu cevap verilir: "Şu anda dünya
yüzündeki insan hayatının tahribini kontrol altına alacak aygıt­
lar icat ediliyor ve zamanla icat edilecek." Fakat bu doğru de­
ğil. İnsanlar bütün insanları kendi kardeşleri olarak görmedik­
çe, insan hayatını en mübarek şey olarak kabul etmedikçe, onu
tahrip değil korumayı ve desteklemeyi en birinci vazifeleri bil­
medikçe; insanlar birbirlerine kulluk şuuruyla davranmadıkça,
şahsî k a z a n ç uğruna birbirlerinin hayatını mahvedeceklerdir.
Birkaç yüz lira harcayarak ve birkaç insanı "telef e t m e " pahası­
na elde edebileceği birşeye binlerce lira harcamaya hiçbir ah­
mak razı olmaz. Her sene Chicago'da aynı sayıda insan demir­
yolunda eziliyor. Demiryolu yöneticileri, yaralanan insanlara
ve ailelerine ödenen yıllık ödemelerin, insanların ezilmelerini
önlemek için yapılacak düzeltmelerin maliyetinden daha az ol­
duğunu hesapladıklarından, gayet mantıklı davranarak bu yol­
da hiçbir düzeltmeye gitmiyorlar.
Çok muhtemel ki, kendi kârları için insanların hayatlarını
mahvedenler kamuoyu tarafından kınanabilir veya düzeltmeler
y a p m a y a zorlanabilir. Fakat, insanlar dinlerine bağlanmadığı
ve eylemlerini Allah'ın değil insanların huzurunda işlediği sü­
rece, belki bir açıdan insanların hayatını korumak için değişik­
likler yapacaklar, fakat başka bir yerde insan hayatını en kârlı
malzeme olarak yine kullanacaklardır.
Tabiatı fethetmek, demiryolları, buharlı gemiler, müzeler
vs. inşa etmek, insanların canlarına kıymadığınız takdirde ko­
laydır. Mısır firavunları piramidleriyle gurur duyuyorlardı, biz
de onların inşasında milyonlarca kölenin canının kurban edildi­
ğini unutarak onlara gıptayla bakıyoruz. Aynı şekilde, onlara
karşılık neler ödediğimizi unutarak, sergi saraylarımıza, zırhlı
gemilerimize ve kıtalar arası kablolara gıpta duyuyoruz. Oysa
bütün bunlar köleler tarafından değil, hür insanlar tarafından
yapıldığında gurur duymalıyız.
Hıristiyan kavimler Amerikalı Kızılderilileri, Hinduları ve
Afrikalıları ele geçirerek onları zorla kendilerine itaat ettirdiler.
Aynı şeyi şimdi de Çinlilere yapıyorlar ve bununla gurur duyu­
yorlar. Oysa bu istilalar ve boyun eğdirmeler, Hıristiyan kavim­
lerin manevî üstünlüğü dolayısıyla değil, bilakis diğerlerinden
çok daha aşağı bir manevî seviyede bulunduklarından dolayı
gerçekleşiyor. Hindular ve Çinliler bir tarafa, Zuluların bile yü­
kümlülükler getiren, belli eylemlere izin veren bazılarını ya­
saklayan dinî kuralları vardır. Biz Hıristiyanların ise böyle ku­
rallarımız bulunmuyor. Roma, bütün dinlerle bağlarını koparın­
ca dünyayı fethetti. Aynı şey daha geniş ölçekte bugün Hıristi-
yan kavimlerde yaşanıyor.
Hıristiyan kavimlerin hepsi dinden kopuş içindeler ve bu­
nun sonucunda hırsızlığın, çapulculuğun, sefahetin, tek tek ve
kitlesel cinayetlerin en küçük vicdan azabı duyulmadan ve hat­
ta hatta tam bir gönül rahatlığıyla işlendiği bir suçlular çetesi
h a l i n d e birleşiyorlar. B u n u n örneğini kısa bir z a m a n ö n c e
Ç i n ' d e gördük. Bazıları hiçbir şeye inanmıyor ve bununla gu­
rur duyuyorlar. Diğerleri, kendi menfaatlerine olan ve kitlelere
iman görüntüsü altında inanmaya ikna ettikleri şeylere inanır
görünüyorlar. Geriye kalan büyük çoğunluk ise, kendilerine
uygulanan hipnotizmayı iman olarak kabul ediyorlar ve inanç­
sız yöneticiler ve ikna edicilerin kendilerinden istediği herşeye
köle gibi itaat ediyorlar.
Bu ikna ediciler de, hayatlarının boşluğunu bir şekilde
doldurmaya çalışan Neron ve benzerleri hep neyi istemişse onu
istiyorlar: anlamsız, aşırı bir zevk ve sefalı hayat. Bu zevk ve
sefaya başka insanları köleleştirmeden ulaşmak mümkün değil.
Köleliğe başvurulduğu an zevk ve sefada artış elde ediliyor, bu
artış da kaçınılmaz olarak kölelikte artışı teşvik ediyor. Açlık­
tan, soğuktan kıvranan ve ihtiyaçla elleri kolları bağlanan; hiç
de ihtiyaç duymadıkları fakat efendilerinin zevki için gerekli
olan birşeyi yaparak bütün hayatlarını harcayanlar ise insanlar­
dan başkası değil.
9. Bölüm
Tekvin Kitabı'nın altıncı b ö l ü m ü n d e , tufandan önce Allah'ın
insanlara Kendisine kulluk etmeleri için verdiği ruhun onlar ta­
yfından nasıl kendi nefsaniyetleri için kullanıldığını gördüğü
-nlatılır. Allah öylesine gazaba gelir ki, onları yarattığına teesüf eder ve onları toptan yoketmeden önce insanın hayatını 120
yılla sınırlamaya karar verir. İncil'e göre Allah'ı gazaba getire­
rek insan hayatını kısalttıran şey bugün Hıristiyanlar arasında
vuku buluyor.
İnsanın kâinatla ilişkisini tanımlamak için kullandığı kuv;t akıldır. Herkes için aynı olan bu ilişkinin kurulması, yani
in, insanları birleştirir. İnsanlar arasındaki birlik, onlara, hem
. iaddî hem de manevî yönden ulaşılabilecek en yüksek saadeti
oahşeder.
En yüksek ve en kâmil akıla, dolayısıyla da saadete tam
i l a m ı y l a nail olma, insanlığın ulaşmaya çabaladığı bir ülküür. Dünyanın ne olduğunu, dünyada yaşayanların kimler ol­
duğunu sorduklarında bir toplumun bütün üyelerine aynı ceva­
bı veren bütün dinler, insanları birleştirir ve onları saadetin hakikatına yaklaştırır. Fakat, akıl kendi özel vazifesinden (yani,
Allah'la ilişkinin ve bu ilişkiyi teyid eden eylemlerin açığa çı­
karılmasından) sapıp, sadece bedenin ve diğer insanlarla, diğer
varatılmışlarla sert bir mücadelenin hizmetinde ve insanın ya-
ratılış gayesine tamamen ters düşen bu şerli durumun meşrulas
tırılmasında kullanılınca, günümüz insanlarının çoğunluğunu
ıstırabını çektiği bu korkunç felâketler meydana geliyor. Üstr
lik, bu yüzden ortaya çıkan durumdan makûl ve nezih bir ha>.
ta dönmek hemen hemen imkânsız. İlkel dinî öğretilerin birle
tirdiği putperestler, dinsizce yaşayan ve "en ileri" topluluk ol.
rak dinin gereksiz olduğuna, dinsiz yaşamanın çok daha iyi o
duğuna kanaat getiren ve başkalarını da buna ikna eden güm
müzün sözde Hıristiyan kavimlerine göre hakikati kavrama>
çok çok daha yakın ve kabiliyetli.
Putperestler içinde, inançlarının artan bilgileriyle ve akı
larının gerekleriyle düştüğü tutarsızlığı farketmiş ve kavminin
ruhî d u r u m u n a daha fazla uyum gösteren ve yurttaşlarını v
mümin kardeşlerini birleştiren bir dinî öğretiyi benimseme'
çalışan kimseler bulmak mümkün. Fakat günümüz insanlar'
dan kimisi, dini, kitlelere hükmetmenin bir aracı, diğerleri I
saçmalık olarak düşünüyor ve vahim bir yanılgı içindeki bü>.
çoğunluk hakikî dine mazhar olduklarını düşünüyor; fakat hk
birisi hakikata bir adım bile yaklaşmak istemiyor.
Bedenin hayatı için ihtiyaç duyulan nesnelerdeki basanla
rıyla, dakik ve faydasız muhakemeleriyle başları dönen, gelmiş
geçmiş bütün kavimlerden üstün olduklarını ispatlamayı hedef­
leyen günümüz insanları cehalet ve ahlâksızlık içinde çakılıp
kalmış durumda. Üstelik, insanlığın daha önce hiç ulaşmadığı
bir zirvede bulunduklarına, cehalet ve ahlâksızlık yolunda at­
tıkları her adımın onları daha yüksek aydınlanma ve ilerleme
tepelerine çıkardığına tam anlamıyla ikna olmuşlar.
37
10. Bölüm
Aklî (ruhî) eylemler ile c i s m a n î (maddî) eylemler arasında
ahenk kurmak
insanın fıtratında vardır. Bir şekilde bu ahengi
kurmayan kişi, huzur ve sükûna eremez. Sözkonusu ahenk iki
şekilde kurulabilir. Birincisinde, kişi, bir eylemin ya da eylem- '
lerin gerekliliği ya da arzu edilirliğine karar vermek için aklını
kullanır ve daha sonra aklına uygun eylemde bulunur. İkinci­
sinde, kişi, duygularının etkisiyle eylemlerde bulunur ve daha
sonra bu eylemler için aklî açıklamalar veya mazeretler icat
eder.
Eylem ile akıl arasında uyuma ulaşmanın ilk yöntemi, bir
dini ikrar eden ve onun ilkelerine dayanarak neleri yapmaları,
neleri yapmamaları gerektiğini bilenlerin yöntemidir. İkinci
yöntem ise, eylemlerinin kıymetini değerlendirmede genel bir
ölçütten mahrum olan ve dolayısıyla da akılları ile eylemleri
arasındaki uyumu eylemlerini akla tâbi kılarak değil — e y l e m ­
lerini duygunun etkisiyle yaptıklarından— akıllarını eylemleri­
ni meşrulaştırmak için kullanarak kuran dindışı kimselerin ço­
ğunluğunun yöntemidir.
Neyin iyi neyin kötü olduğunu, kimin iyi kimin kötü oldu­
ğu ııı bilen dindar kişi, kendi (ve diğerlerinin) aklının ve eyr win gerekleri arasındaki çelişkiyi gördüğünde, bu çeliş' \
.
..ut.ın kaıdımıanın yolunu bulmak için bütün akıl kabili3S
yetini kullanacaktır. Diğer bir ifadeyle, onların a r a s ı n d a k i
ahenge ulaşmanın en iyi yolunu öğrenecektir. Fakat, eylemleri­
nin (verdiği zevkin değil) değerini belirlemede yolgösterici il­
kelerden mahrum olan ve değişip duran, çoğunlukla birbiriyle
tezat teşkil eden duygularının etkisi altındaki dinsiz birisi, ister
istemez çelişkiye düşer. Kendisini bu durumda bulunca karma­
şık, becerikli, fakat daima dürüst olmayan akıl yürütmelerle çe­
lişkiyi çözmeye ya da örtmeye çalışır. Dindarların düşünüşleri
daima sade, basit ve dürüst iken, dinsizlerin zihnî faaliyeti bil­
hassa ince ve son derece karmaşıktır ve de dürüst değildir.
Basit bir örnek alalım: Sefahete meyilli, yani iffetsiz ve
eşine sadakatsiz veya bekâr ve sefahete meyilli bir kişiyi düşü­
nelim. Dindar bir kişiyse yaptığının yanlış olduğunu bilecek ve
bütün zihnî gücünü bu kötü huydan kurtulmak için kullanacak­
tır. Diğer erkek ya da kadınlarla ilişkiye girmekten kaçınacak,
daha fazla çalışacak, kadına bir şehvet nesnesi olarak bakmak­
tan kendisini alıkoyacaktır, vs. Bütün bunlar gayet basit ve her­
kes tarafından anlaşılabilir şeylerdir. Fakat, bu sefih dinsiz birisiyse, kadınları sevmenin neden çok güzel birşey olduğunun
binbir türlü açıklamasını icat ediverecektir. Bu ise onu ruhların
birleşmesi, güzellik, özgür aşk vs. üzerine her türlü karmaşık,
şeytanca ve ince düşüncelere sevkedecektir. Bu düşünceler id­
dia edildikçe, konuyu bulanıklaştıraca ve ne yapılması gerekti­
ğini gözlerden saklayacaktır.
Dinsizlerin bütün eylemlerinde ve düşüncelerinde aynı şey
yaşanır. İç dünyalardaki çelişkileri saklamak için karmaşık, in­
ce deliller toplanır ve kişinin dikkatini önemli ve aslî olandan
uzaklaştıran ve onun yalanlar içinde kalakalmasını mümkün kı­
lan bir sürü faydasız saçmalık o kişinin zihnini doldurur. İşte,
günümüz insanları farkında olmadan böyle bir durumda yaşa­
maktadır.
"İnsanlar karanlığı nurdan daha çok sevdiler, çünkü işleri
kötüydü" diye yazar İncil'de. "Çünkü her kötülük işleyen nur­
dan nefret eder; ve işleri ayıplanmasın diye nura gelmez" (Yuhanna, III, 19).*
İşte, dinin yokluğu yüzünden, günümüz dünyasının insan­
ları kendilerine gayet zalim, vahşi ve ahlâksız bir hayat kurdu­
lar. Aynı zamanda, karmaşık, ince ve faydasız zihnî faaliyetle­
rini öyle muğlak ve kafa karıştırıcı bir seviyeye getirdiler ki,
çoğunluğu hayır ile şer, hak ile batıl arasında ayırım yapma ka­
biliyetini tamamen kaybetti.
Günümüz dünyasının insanlarının basit ve doğrudan yak­
laşabileceği tek bir soru bile yok. İster ekonomik, medenî, dip­
lomatik ve bilimsel olsun, isterse dinî ve felsefî olsun, bütün
sorular öylesine suni ve yanlış şekilde yöneltiliyor, öylesine ka­
lın bir karmaşık, gereksiz iddia tabakasıyla sarılıp sarmalanıyor
ve öylesine ince anlam ve kelime kaydırmalarıyla, safsatayla
ve tartışmalarla dolduruluyor ki, bu tür sorulara ilişkin bütün
tartışmalar daireler halinde dönüp duruyor ve milinden çıkmış
bir araba tekerleği gibi hiçbir şeye ulaşmıyor. Yöneldiği tek bir
maksad dışında, hiçbir yere götürmüyor: İnsanların yaşadığı ve
işlediği kötülüğü o kişiden ve diğerlerinden gizlemek.
*Kitap boyunca, incil çevirilerinde, İncili Şerif, Avrupa Kıt'ası Yayın
Fonları, 1970, esas alınmıştır, (çev.)
40
11. Bölüm
G ü n ü m ü z sözde bilimlerinin bütün alanlarındaki aynı özellik,
insanların çeşitli bilgi sahalarının araştırılmasına yönelik bütün
zihnî gayretlerini faydasız kılıyor. Sözkonusu özellik şudur:
Zamanımızın bütün bilimsel tetkikleri cevap bekleyen aslî so­
rudan kaçıyor; hiçbir yere götürmeyen fakat süreç ilerledikçe
karmaşıklaşan ikincil meseleleri inceliyor. İnsanın araştıracağı
şeylerin öncelik sıralamasını ve nedenlerini tayin eden dinî bir
nazar yerine, konularını rastgele seçen bir bilim için başka tür­
lüsü de olamazdı zaten. Bu itibarla, meselâ, sosyolojinin veya
politik ekonominin en moda sorusu şöyledir: Neden ve nasıl
oluyor da, bazıları hiç çalışmazken diğerleri onlar için çalışı­
yor? (Bu soruda gizli başka bir soruyu da sormak mümkündür:
Neden insanlar birbirlerine çelme takarak ayn ayrı çalışıyorlar
da çok daha kârlı olabilecek ortak çalışmaya girmiyorlar? Hiç
eşitsizlik olmasaydı, hiçbir çatışma da olmazdı.) Fakat öyle gö­
rünüyor ki, sadece ilk sorunun sorulması gerekiyor, fakat bilim
bu soruyu ne ortaya koymaya ne de ona cevap bulmaya yanaş­
mıyor, üstelik çok uzaklardan başlattığı soruları öylesine yürü­
tüyor ki, vardığı sonuçlar bu temel sorunu ne çözebiliyor, ne de
çözüme yardımcı olabiliyor. Tartışmalar " N e y d i ? " " N e d i r ? " gi­
bi sorularla başlıyor, geçmiş ve şimdiki hal semavî cirmlerin
dönüşü gibi değiştirilmez birşeymiş gibi görülüyor. Değer, ser41
maye, kâr ve faiz gibi soyut kavramlar geliştirilip, tarafların bir
asırdır sürdürdüğü karmaşık bir zekâ oyununa sürükleniliyor.
Çözüm şöyledir: Bütün insanlar birbirinin kardeşi ve eşiti
olduğuna göre, herkes kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa
başkalarına öyle davranmalıdır ve dolayısıyla bütün problem
sahte bir şeriat ve düzenin yerine hakikîsinin koyulmasına bağ­
lıdır. Fakat Hıristiyanlık dünyasının sivrilmiş isimleri bu cevabı
kabul etmeyecek, bilakis böyle bir çözümün çok mümkün ol­
duğunu insanlardan saklamaya çalışacaklar ve bu maksatla da
bilim adını verdikleri faydasız zihnî faaliyete sarılacaklardır.
Aynı şey hukuk sahasında da vuku buluyor. Görünüş itiba­
riyle ortada tek aslî soru vardır: Neden başkaları üzerinde zor
kullanmalarını, onları soymalarını hapsetmelerini, idam etme­
lerini ve savaşa göndermelerini ve daha birçok şeyi mubah gö­
ren insanlar var? Soruya uyan yegâne açıdan, yani dinî açıdan
bakıldığında cevap gayet basittir. Din açısından bakıldığında,
bir kişinin komşusuna karşı şiddet uygulamaması gerekir, dola­
yısıyla problemin çözümü için tek birşey gerekir: Şiddete izin
veren bütün batıl itikadları ve safsataları yıkmak, ve insanlarda
şiddet ihtimalini dışlayan dinî ilkeleri yerleştirmek.
Fakat bahsi geçen sivrilmiş isimler bunu yapmadığı gibi,
akıllarını fikirlerini böyle bir çözüm imkânını başkalarından
saklamaya harcıyorlar. Farklı farklı hukuklar üzerine — m e d e n î
hukuk, ceza hukuku, anayasa hukuku, dinî hukuk, malî hukuk
v s . — raflar dolusu kitap yazıyorlar ve sadece faydalı değil aynı
zamanda çok önemli birşey yaptıklarına tam anlamıyla ikna ol­
muş bir şekilde bu konulan tartışıyorlar ve izah ediyorlar. "Ba­
zıları eşit doğduğu halde neden başkalarını yargılayabiliyor, sı­
nırlayabiliyor, soyabiliyor ve idam edebiliyor?" şeklindeki so­
ruya karşılık hiçbir cevap vermedikleri gibi, sorunun varlığını
bile kabul etmek istemiyorlar. Onların itikadına göre, bu şiddeti
kişiler değil, devlet denilen soyut bir varlık uyguluyor.
Aynı ş e k i l d e , g ü n ü m ü z ü n bilgili k i m s e l e r i bütün bilgi
alanlarında asıl sorulardan kaçıyorlar ve bu sorular karşısında
suskun kalarak iç çelişkilerini gizliyorlar. Tarih araştırmasındaki asıl soru şudur: İşçi kitleleri, yani insanlığın yüzde doksandokuzu nasıl yaşadılar? Bir disipline mensup tarihçiler XI. Louis'nin karın ağrıları veya I. Elizabeth'in ve Korkunç İvan'ın
işlediği zulümler hakkında; onlara kimlerin bakanlık yaptığı,
onları eğlendirmek için hangi şiirlerin ve mizah eserlerinin ya­
zıldığı konusunda yığınla kitap yazdıkları halde, deminki soru­
ya karşılık cevaba benzer hiçbir şey bulamıyoruz; dahası soru­
nun bile m e v c u t olmadığını görüyoruz. Bir başka disipline
mensup tarihçiler insanların nerelerde yaşadığını, neler yediği­
ni, neleri değiş-tokuş ettiğini, nasıl elbiseler giydiğini ve buna
benzer, milletin hayatında hiçbir etkisi görülmeyen, dinlerinin
sonucu olarak ortaya çıktıkları halde bu tür tarihçilerin dini do­
ğurduğunu zannettiği şeyler hakkında kitaplar yazıyorlar.
Hakikatte, çalışan sınıfların nasıl yaşamış olduğu sorusu,
olsa olsa, dini insanların hayatının aslî şartı kabul ederek ce­
vaplanabilir. Dolayısıyla, cevap insanların kabul ettiği ve onları
bulundukları konuma getiren dinlerin incelenmesinde yatmak­
tadır.
Tabiat tarihi araştırmasında, insanın akl-ı selimini gölgele­
meye özel ihtiyaç varmış gibi davranılıyor. Fakat çağdaş bili­
min benimsediği tutum yüzünden, burada da, canlı mahlûklar,
bitkiler ve hayvanlar âleminin ne olduğu, hangi bölümlere ay­
rıldığı sorusuna en tabiî cevap verileceği yerde, organizmaların
nasıl vücuda geldiği konusunda (çoğunlukla da İncil'in yaratı­
lış hakkındaki görüşünü hedefleyen) gereksiz, muğlak ve hiçbir
faydası olmayan bir gevezelik sürüp gidiyor. Gerçekte kimse­
nin bunu bilmeye ihtiyacı veya imkânı yok; ve varlıkların kö-
keninin zaman ve mekânın sonsuzluğunda gizli olduğu bizden
saklanıyor. Binlerce kitap yazılarak teoriler ortaya atılıyor, son­
ra bu teoriler çürütülüyor, sonra yeni teoriler ortaya atılıyor; fa­
kat bütün kitaplardaki sonuç hep aynı kalıyor: İnsanın itaat et­
mesi gereken hayat kanunu, varoluş mücadelesi kanunudur.
Bütün bunlara ilâveten, teknoloji ve tıp gibi uygulamalı
bilimler, yol gösterici dinî bir ilkeden mahrum oldukları için
makûl gayelerinden uzaklaşarak yanlış bir istikamet benimsi­
yorlar. Bu açıdan, teknolojinin tamamı çalışan kitlelerin yükü­
nü hafifletmeyi değil, zengin sınıfların istediği ilerlemeleri
amaçlıyor; böylece zengin ile fakir, efendi ile köle arasındaki
ayırımı derinleştiriyor. Eğer bu buluş ve ilerlemelerden bazı ni­
metler, bazı küçük kırıntılar çalışan sınıfların hissesine düşü­
yorsa, bu, o insanlar düşünüldüğü için değil, sadece buluşların
mahiyetleri icabı onlardan uzak tutulamadığındandır.
Aynı şey, girdiği yanlış istikamette sadece zenginlerin eli­
ne geçecek ilerlemeler kaydeden tıp bilimi için de geçerlidir.
Hayat tarzları ve sefaletleri nedeniyle ve hiçkimse onların tali­
hini düzeltmeyle ilgilenmediği için, kitleler ancak sınırlı şart­
larda ondan faydalanabilmekte ve bu da tıp biliminin asıl gaye­
sinden nasıl saptığının apaçık bir örneğini teşkil etmektedir.
Asıl sorudan sapılması ve sorunun saptırılması, bugün en
çarpıcı biçimini felsefe adı altında almıştır. Felsefenin çözeceği
tek soru vardır: Ne yapmalıyım. Bir sürü gereksiz kafa karıştır­
malarla birleşmiş de olsa, bu soruya öyle veya böyle Hıristiyan
kavimlerin felsefî geleneği içinde cevap verilegelmiştir. Sözge­
lişi,
Kant'ın
Pratik
Schopenhauer'de
14
Aklın
Eleştirisi'nde,
veya
Spinoza'da,
ve özellikle Rouessau'da. Fakat daha yakın
zamanlarda, Hegel mevcut olan herşeyin makûl olduğunu iddia
ettiğinden beri, ne yapılması gerektiği sorusu gerilere itildi ve
felsefe bütün dikkatini nesnelerin mahiyetinin tetkikine ve ont
AA
lan önceden kurulmuş bir teoriye sokmaya yöneltti. Bu geriye
atılan ilk adımdı. İnsan düşüncesini daha da gerileten ikinci
adım, hayvanlar ve bitkiler arasında gözlemleniyor diye varo­
luş mücadelesinin temel bir kanun olarak kabul edilişiydi. Bu
teoriye göre, en zayıfın imhası, karşı çıkılmaması gereken bir
kanundu. Ve nihayet üçüncü adım, Nietzche'in bütünlüklü ve­
ya tutarlı hiçbir şey getirmeyen aksine ahlâksız ve temelsiz fi­
kir taslakları sunan çocuklara özgü yarı-çılgın düşüncesi önde
gelen isimler tarafından felsefe biliminde söylenmiş son sözler
olarak kabul edilince atıldı. " N e yapmalıyız?" sorusuna artık
doğrudan doğruya şöyle cevap veriliyor: Başkalarının yaşamla­
rına dikkat etmeden, nasıl istersen öyle yaşa.
G ü n ü m ü z Hıristiyan dünyasının ( B o e r ' l e r i n yakınlarda
Ç i n ' d e işlediği ve din adamlarının meşrulaştırmaya çalıştığı,
bütün dünya güçlerinin de kahramanca bir başarı olarak alkış­
ladığı suçları unutmaksızın) ürkütücü bir vicdansızlık ve zalim­
lik d u r u m u n a ulaştığından şüphe d u y a n varsa, N i e t z c h e ' n i n
eserlerinin olağanüstü başarısı bunun için yeterli derecede in­
kâr edilmez deliller sağlıyor. En iğrenç biçimde etkinlik ara­
yan, birbirinden kopuk bu eserlerin, güç manyaklığıyla malûl
cüretkâr, fakat sınırlı ve anormal bir Alman tarafından yazılmış
olduğu anlaşılıyor. Ne kendilerinde görünen yetenek, ne de te­
mel iddiaları noktasında bu kitapların umumun dikkatini haketmiyor. Kant, Leibniz,"' veya H u m e ' u n zamanında veya bundan
elli sene önce, bu eserler hiçbir dikkate mazhar olmaz, dahası
esameleri bile okunmazdı. Fakat bugün bütün sözde tahsilli
kimseler, Bay N ' n i n abuk sabuk laflarını göklere çıkarıp, onu
konuşuyor, onu anlatıyorlar ve kitaplarının sayısız nüshası bü­
tün dillerde basılıyor.
Turgenev, dikkatleri kendi üzerlerine çekmek isteyen ye­
teneksiz kimselerin sık sık kullandığı birbirine zıt beylik sözler
olduğunu söyler. Sözgelişi, herkes bilir ki su ıslaktır ve birisi
çıkıp gayet ciddi bir edayla buzun değil suyun kuru olduğunu
söyler ve bunu söylemenin dikkat çekeceğine inanır.
Benzer şekilde, bütün dünya bilir ki, fazilet kişinin ihtiras­
larını gemlemesini, yani nefsinin heveslerinden vazgeçmesini
içerir. Bu sadece Nietzche'nin karşısında uluduğu Hıristiyan
dünyasının bildiği birşey değildir; Brahmanizm, Budizm, Konfiçyüsçülük ve kadim İran dininin de dahil olduğu tüm insanlı­
ğın ulaşmaya çalıştığı ezelî bir kanundur. Ve birden bir adam
çıkıp, nefsin heveslerinden vazgeçmenin, tevazünün, teslimiye­
tin ve sevginin insanlığı tahrip eden fena hasletler olduğuna
inandığını söyler (bu arada, diğer bütün dinleri görmezden ge­
len o kişinin aklında sadece Hıristiyanlık vardır). Böyle bir
açıklamanın neden ilk anda insanların kafasını karıştırdığını
anlamak mümkündür. Fakat üzerinde birazcık düşününce ve bu
garip iddiaları destekleyen herhangi bir delil bulamayınca, aklıbaşında her kişi o kitapları bir kenara atıp böylesi saçma sapan
şeylerin nasıl olup da onları yayınlayacak yayıncı bulabildiğine
şaşırır. Fakat, Nietzche'nin kitaplarında böyle olmadı. Sözde
aydınlanmışların çoğunluğu üstün insan teorisini ciddiye alı­
yorlar ve bunun yazarının büyük bir felsefeci olduğunu, Descartes'ın, Leibniz'ın ve Kant'ın torunu olduğunu beyan ediyor­
lar. Ve bütün bunlar, günümüzün sözde aydınlanmışlarının ço­
ğunluğunun fazileti veya onun başta gelen öncülü olan nefsin
heveslerinden vazgeçmek ve sevgiyi — h a y a t l a r ı n ı n hayvanî
yönüne gem vuran ve onu suçlayan faziletleri— hatırlatan herşeye karşı olmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar, ne kadar iç
bütünlükten mahrum ve kopuk kopuk ifade edilse de, bencillik
ve zulüm doktrinini alkışlayıp, şahsî mutluluk ve başkalarına
üstün gelme fikirlerini tasdik edip bu fikirler doğrultusunda ya­
şarlar.
46
12. Bölüm
Mesih, melekûtun anahtarlarını ellerinde tuttukları halde oraya
ne kendileri giren ne de başkalarının girmesine izin veren Ya­
hudi âlimleri ve ferisileri kınamıştı.
Günümüzün bilgili âlimleri de aynı şeyi yapıyorlar: Mele­
kûtun değil ama aydınlanmanın anahtarlarını edindikleri halde
oraya ne kendileri giriyorlar, ne de başkalannın girmesine izin
veriyorlar. Her türlü aldatma ve hipnoz gücünü kullanan papaz­
lar ve din adamları insanlara şu fikri yerleştirmişler: Hıristiyan­
lık bütün insanların eşitliğini ilân eden ve dolayısıyla günümü­
zün putperest hayat yapısını bir bütün olarak parça parça eden
bir din değil, bilakis bu yapıyı destekleyen ve bize bir yıldızla
diğeri arasında farkı görür gibi, insanlar arasında farklılık gö­
zetmemizi öğreten bir dindir. Bize bütün gücün Allah'tan alın­
dığını ikrar ve o güce de mutlak anlamda itaat etmemizi buyu­
ruyor. Mazlumlara bu durumlarının Allah'ın bir takdiri olduğu­
nu, dolayısıyla ona tevazu ve yumuşaklıkla tahammül edip, za­
limlere boyun eğmelerini tavsiye ediyor. İmparator, kral, papa,
piskopos ve her türlü dünyevî ve ruhanî otorite mevkilerini ku­
rulmuş bu zalimlerin mütevazi ve yumuşak olması gerekmedi­
ği gibi, kendileri debdebe, zevk ve sefa içinde yaşarken başka­
larına bu hayatın şartı olan "itaaf'i öğretirler ve icabında ceza­
landırırlar. Onların var güçleriyle desteklediği bu bâtıl öğreti
yüzünden yönetimdeki sınıf halka hükmederek onları zevk ve
sefalarına, gururları ve rezaletlerine hizmet etmeye zorluyor.
Üstelik, kendilerini bu hipnotik etkiden kurtarmış, insanları bo­
yunduruklarından kurtarabilecek olan ve bunu yapmak istedik­
lerini de söyleyen tek kesim olan bilim adamları, bu yolda birşeyler yapmak yerine tam tersini yapıp böylece insanlara hiz­
met ettiklerini zannediyorlar. Yöneticileri en fazla neyin rahat­
sız ettiğine dair en üstünkörü bir gözlem bile, bu insanların, ne­
yin gerçekten teşvik edici olduğunu ve insanları belli konum­
larda neyin tuttuğunu farketmeleri ve bütün güçlerini bu teşvik
edici güce yöneltmeleri gerektiğini gösterir. Onlar ise bunu
yapmamakla kalmayıp, böyle birşeyi çok faydasız buluyorlar.
Bu kimseler, bütün bunları görmeye yanaşmıyorlar ve gayretle,
samimiyetle insanlar için ellerinden gelen herşeyi yaparken,
yukarda bahsedilen şeylerden tekini bile yapmıyorlar. Kitleleri
kölelikten kurtarmak amacıyla gayretlerini nereye yöneltmeleri
gerektiğini anlamaları için, bütün yöneticilerin halkın idaresin­
de kullanılan itici kuvvet için hangi coşkuyla yarıştıklarına
bakmaları yeter.
Türk sultanları neyi koruyor ve herşeyden fazla neyin üs­
tüne titriyor? Bir şehre girerken neden Rus imparatoru herşey­
den önce ikonları ve tasvirleri öpüyorlar? Ve neden ortaya çı­
kardığı kültürün şa'şaasına rağmen, Alman imparatoru bütün
konuşmalarında Allah'tan, Mesih'ten, dinin kutsallığından, ye­
minlerden vs. bahsediyor. Çünkü hepsi biliyor ki, iktidarları or­
duya dayanır ve bir ordunun hayatı da tamamen dine dayanır.
Zengin kimseler özellikle dindar olmuşsa ve kendilerine mü­
min görüntüsü veriyorsa, kiliseye gidiyor ve Sebt gününü idrak
ediyorsa, bütün bunların nedeni, kendini koruma içgüdülerinin
onlara toplumdaki özel ve seçkin yerlerinin ikrar ettikleri dine
bağlı olduğunu söylemesidir.
48
Bu kimseler, çoğu kez, ellerindeki kudretin dinî aldatma­
calara nasıl bağlı olduğunu bilmiyorlar. Bununla birlikte kendi­
lerini koruma içgüdüleri, konumlannı neyin devam ettirdiğini
onlara gösteriyor ve onlar da herşeyden önce bunu savunuyor­
lar. Bu kimseler, sosyalist ve hatta devrimci propagandaya belli
sınırlar dahilinde hep izin verirler ve izin vermişlerdir. Fakat
dinî ilkelerden bahis açılmasına asla müsamaha etmezler.
İşte bu yüzden, günümüzün önde gelen simaları, bilginler,
liberaller, sosyalistler, devrimciler, anarşistler insanları neyin
harekete geçirdiğini anlamak için tarih veya psikolojiyi kullanamıyorlarsa, gördükleri bu hal icabı, insanları maddî şartların
değil yalnız ve yalnız dinin harekete getirdiğine ikna olmaları
gerekir.
Buna rağmen, gariptir, günümüzün bilginleri ve tahsilli ki­
şileri insanların yaşam şartları konusunda çok keskin bir basiret
ve idrak sahibi iken, gözlerinin önündeki şeyi görmüyorlar. Şa­
yet bu adamlar kendi ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için
milleti dine karşı cahil bıracak şekilde davranıyorlarsa, bu müt­
hiş ve korkunç bir sahtekârlıktır. Böyle davrananlar, Mesih'in o
kadar şiddetle kınadığı — b e l k i de kınadığı yegâne kimseler
o l a n — münafıkların tâ kendisidir. O onları kınadı, çünkü başka
hiçbir canavar veya günahkâr onlarınki kadar fazla şerri insan
hayatına getirmiş değildir.
Eğer bu kişiler samimiyse, böylesine acayip zihnî yetersiz­
liklerin tek açıklaması şu olabilir: Nasıl kitleler sahte bir dinin
etkisi altındaysa, bu sözde aydınlanmış adamlar da sahte bir bi­
limin etkisi altındalar; bu bilim ise insanlığa daima can vermiş
ve halen de vermekte olan ana damarın artık gereksiz olduğuna
ve onun yerine başka birşeyin koyulabileceğine karar vermiştir.
49
13. Bölüm
Zamanımızın tuhaflığı, dünyamızdaki kitap hastalarının, yani
tahsilli kişilerin sahtekârlığında ve hıyanetinde yatar. Hıristiyan
dünyasının içinde yaşadığı yoksul halin ve gitgide içine gömül­
düğü vahşetin sebebi de orada yatar.
Kural olarak, günümüz dünyasının önde gelen ve tahsilli
kimseleri, kitlelerin beslediği batıl dinî itikatların fazlaca önem
taşımadığını, ve bu itikatları H u m e , Voltaire, Rousseau ve di­
ğerlerinin daha önce yapmış olduklarıyla doğrudan karşı karşı­
ya getirmenin ne zahmete değen, ne de zarurî birşey olduğunu
iddia ediyorlar. Onların görüşüne göre, bilim (yani, insanlar
arasında yayılan incisamsız ve tesadüfi bilgi) bu maksada ken­
diliğinden ulaşacaktır. Diğer bir ifadeyle, yeryüzünün güneşten
kaç milyon kilometre uzaklıkta olduğunu, güneşte ve yıldızlar­
da hangi metallerin bulunduğunu öğrenen bir kişi Kilise'nin
akidelerine inanmayı bırakacaktır.
İster samimi, ister gayrisamimi olsun bu varsayım ya da
iddiada büyük bir aldanma veya korkunç bir aldatmaca vardır.
Telkine en açık olan küçük çocuklara, onlara ne aktardıklarına
yeterince dikkat etmeyen eğitimciler, sözde Hıristiyanlığın akıl
ve bilgiye ters düşen, saçma sapan ve gayriahlâkî dogmalarını
öğretiyorlar. Çocuklara, sağlıklı bir zihnin kabul edemeyeceği
teslis dogması, üç Allah'ın insan nev'inin necatı için yeryüzüne
50
nazil oluşu, haşri ve Sema'ya yükselişi öğretiliyor. Onlara, bek­
lenen ikinci geliş ve bu d o g m a l a r a inanmayanları bekleyen
ebedî azab öğretiliyor. İhtiyaçları ve daha pekçok şey için dua
etmeleri öğretiliyor. Hem akıl ve çağdaş bilgiye ve hem de in­
san vicdanına ters düşen bütün bu akideler, çocuğun yeni fikir­
leri kabule açık zihnine çıkmamacasına kazınıyor ve çocuk,
kuşku duyulmaz hakikat olarak kabul ve tasavvur ettiği dogma­
lardan doğan çelişkilerin iç yüzünü anlamada tek başına bırakı­
lıyor. H i ç k i m s e ona bu çelişkileri uzlaştırması gerektiğini ve
nasıl uzlaştırabileceğini anlatmıyor. İlâhiyatçılar bunları uzlaş­
tırmaya çabalıyorsa da, meseleyi daha da karıştırmaktan başka
birşey yapamıyorlar. Böylece, insan adım adım (ilâhiyatçıların
güçlü desteğiyle birlikte) aklına güvenemeyeceğini ve dolayı­
sıyla da dünyada herşeyin mümkün olduğunu kabule alışıyor,
çünkü hayır ile şerri, yalan ile hakikati ayırmak için kullanabi­
leceği hiçbir şey elinde kalmıyor. Ve en önemlisi, —eylemle­
r i n d e — ona yol gösterecek şey akıl değil, başkalarının ona söy­
lediği şeyler oluyor. Böyle bir eğitimin kaçınılmaz meyvesi
olarak insanın manevî dünyasının nasıl bir korkunç tahrife uğ­
ratıldığını görebiliyoruz. Ki, bu tahrif, din adamlarının yardımı
sayesinde, insanlar üzerinde sürekli uygulanan tüm ikna tek­
nikleriyle yetişkinlik döneminde de pekiştiriliyor.
Şayet güçlü kişiliğe sahip bir kişi, binbir çaba ve çileden
sonra, çocukluğundan itibaren eğitimle tâbi tutulduğu ve yetiş­
kinliğinde de etkisinde kaldığı bu hipnotizmadan kendisini kurtarmışsa, kendi aklına güven duymamasına yolaçan ruhundaki
bozulmadan geriye mutlaka bir iz kalır; tıpkı maddî dünyada,
güçlü bir zehirle zehirlenmiş bir organizmada iz kalması gibi.
Bu aldatmacanın hipnotik etkisinden kurtulmuş böyle bir kişi,
daha yeni kurtulmuş olduğu yalana duyduğu nefret nedeniyle,
öne çıkmış simaların doktrinini benimser. Bu doktrin de insa-
51
noğlunun terakki yolundaki ilerleyişinin baş engelinin din ol­
duğunu kabul eder. Bu öğretiyi kabul edince de, o kişi, öğret­
menlerinin bir benzeri olup çıkar: Prensipsiz mi prensipsiz,
kendi fikrinden başka hiçbir şeyin yolgöstericiliğini tanımayan,
kendi hatalarını görüp kendisini suçlamak yerine kendisini ma­
nevî gelişmenin ulaşılabilecek en yüksek n o k t a s ı n d a hayal
eden, vicdansız birisi.
Bu, çok güçlü şahsiyete sahip insanlar için geçerli olan du­
rumdur. Onlar kadar güçlü olmayanlar ise, şüpheye düşseler bi­
le, içinde büyüdükleri aldatmacadan asla tam anlamıyla kurtu­
lamazlar. Kabul ettikleri d o g m a n ı n saçma sapanlığını meşru
göstermek için kurulmuş çeşitli hayalî ve çapraşık teorilere da­
yanarak ve bir şüpheler ve belirsizlikler âleminde yaşayarak
yaptıkları tek şey, kitlelerin basiretsizliğini beslemek ve onların
uyanmasına mani olmaktır.
Yine de, kendilerine dayatılan inançlara karşı m ü c a d e l e
güç ve imkânına sahip olmayan çoğunluk, şimdi nasıl yaşıyor­
sa nesiller boyu öylece, insanın mazhar olduğu en yüce lütuftan, hakikî anlamda dinî hayat anlayışından, mahrum yaşaya­
cak; ve ölecektir. Ve bu insanlar, kendilerini yöneten ve aldatan
sınıfların elinde pasif bir âlet olmaktan öteye geçmeyecekler­
dir.
Sözkonusu korkunç aldatmacaya gelince, öne çıkmış si­
malar onun önemli olmadığını ve onu çözmeye çalışmaya değmediğıni söylerler. Eğer samimiyetle ortaya atılmışsa, böyle bir
iddianın tek açıklaması, onların sahte bir dinin uyutucu etkisi
altında olduklarıdır. Samimiyetsizlik sözkonusuysa, o z a m a n
da açıklama şöyle olur: Yerleşik inançlara yapılan bir saldın
kâr getirmeyeceği gibi çoğu zaman da tehlikeli olur. Her halü­
kârda, şu ya da bu şekilde, sahte bir dinin ikrarının zararsız ve­
ya en azından önemsiz olduğu, dolayısıyla dinî aldatmacayı or52
tadan kaldırmadan aydınlanmayı yaymanın mümkün olduğu
iddiası kökten yanlıştır.
İnsanlık, ancak, kendisine hükmeden papazların hipnotik
etkisinden ve okumuşların onu sevkettiği yoldan kurtulduğun­
da felâketten azade kılınabilir. Dolu bir kaba birşey koyabil­
mek için, önce içindekileri boşaltmak gerekir. Aynı şekilde, in­
sanları sahih ve insanlığın tekâmülüyle ahenkli olan hakikî di­
ne, yani bütün eşyanın menşei olan Allah'la ilişkiye ve bu iliş­
kinin meyvesi olan yolgösterici ilkelere uyumlu kılmak için
onları düşürüldükleri aldatmacadan kurtarmak şarttır.
53
14. Bölüm
" P e k i ama, hakikî bir din gerçekten var mı ki? O kadar çok
farklı din var ki, sırf hoşumuza en fazla o gidiyor diye içlerin­
den birisini hakikî din diye isimlendirme hakkımız yok." İn­
sanlar, haricî din biçimlerini kendilerinin kurtulduğu ama baş­
kalarının ıstırabını çektiği bir felâketmiş gibi incelerken, böyle
derler. Oysa bu doğru değildir; dinler haricî biçimlerinde ayrılsalar da, temel ilkelerde hepsi aynıdır. Bütün dinlerde bu temel
ilkeler hakîkî dini teşkil eder. G ü n ü m ü z d e k i bütün insanlara
uygun olan ve benimsenmesiyle insanları felâketlerden kurtara­
cak yegâne hakikî dindir bu.
Varolalı uzun zaman geçen insanlık pratik başarılar göster­
di, fakat hayatın temelini teşkil eden manevî ilkeleri ve bu ilke­
lerin meyvesi olan davranış düsturlarını bulmayı başaramadı.
Gerçek şu ki, körlerin bu ilkeleri görmemesi onların varolma­
dığını ispatlamaz. Bu, tuhaflıkları ve tahrif edilmiş taraflarıyla
dinlerden bir din değil, insan nevinin yüzde doksanının ikrar
ettiği bütün büyük dinlerde bulunabilecek olan dinî ilkelerden
oluşan bir dindir. İnsanlar ıslah edilemez derecede vahşileşmemişse bunun nedeni, bütün milletlerin en kâmil insanlarının,
gayrişuurî de olsa, bu dine sarılıp onu tatbik etmesidir. Onu şu­
urlu biçimde kabul etmelerini önleyen şey ise, sadece sadece,
din adamlarıyla bilim adamlarının da yardımı sayesinde onlara
54
dayatılan sahte vaadlerdir. Bu hakikî dinin ilkeleri insana o ka­
dar uygundur ki, insanlar onu keşfettikleri an sanki uzun za­
mandır bildikleri ve aklıbaşında herkesin kabul ettiği birşey gi­
bi kabul edecekler. Bize göre, hakikî din, haricî suretlerii değil
temel ilkeleri itibariyle B r a h m a n i z m e , Konfiçyüsçülüğe, Taoculuğa, İbraniliğe, Budizme ve hatta İslâmiyete uyan ilkeleri
itibariyle Hıristiyanlıktır. Aynı şekilde, Brahmanizmi, Konfiçyüsçülüğü vs. tatbik edenler için hakikî din, temel ilkelerin di­
ğer bütün büyük dinlere uyduğu yerdedir. Bu ilkeler ise çok ba­
sit, anlaşılır ve sadedir.
İlkeler şunlardır: Bir Allah vardır ve herşeyin m e n ş e i
Odur; herkeste bu ilâhî menşeden bir unsur vardır ve o kişi
kendi hayat tarzıyla bu unsuru büyültebilir de, küçültebilir de;
bu kaynağı çoğaltmak için tutkularını dizginlemeli ve içindeki
sevgiyi çoğaltmalıdır; bunu gerçekleştirmenin vesilesi, size na­
sıl davranmalarını istiyorsanız başkalarına öyle davranmanızdır. Bütün bu ortak ilkeler Brahmanizmde, İbranilikte, Konfiçyüsçülükte, Taoculukta, Budizmde, Hıristiyanlık ve İslâmiyette
bulunmaktadır. (Budizm bir Tanrı tanımı getirmiyorsa da, insa­
nın Nirvana'ya ulaşınca birleştiği ve kaynaştığı şeyden sözedilmektedir. Bu da diğer dinlerin Tann saydığı aynı menşedir.)
" A m a bu din değil k i " diyor, tabiatüstünü yani akla aykırı­
lığı dinin ana alâmeti olarak görmeye alışmış günümüz insanla­
rı. "İster felsefe, ister ahlâk, isterseniz başka birşey deyin, ama
bu din değil." Onların eşyaya bakış tarzlarına kalırsa, dinin
saçma ve kavranılamaz (credo quia absürdüm) olması gerekir.
Oysa, ancak bu dinî ilkelerin veya onların dinî akide diye ya­
yılmalarının bir sonucu olarak, uzun bir tahrif sürecinden son­
ra, bütün dinî mucizeler ve tabiatüstü olaylar her inancın temel
özelliği olarak görülmeye başlandı. Tabiatüstü ve akıldışının
dinin temel özelliklerini oluşturduğunu iddia etmek, sadece çü-
rümüş elmaları görüp sonra da elma denen meyvenin temel
özelliklerinin kekremsi bir acılık ve midede zararlı bir etki
meydana getirmek olduğunu söylemeye benzer.
Din, insanın herşeyin menşeiyle ilişkisinin ve bu ilişkinin
sonucunda edinilen gayenin, ve bu gayenin sonucu olan davra­
nış kurallarının tanımıdır. Ve ancak herkese seslenen din, yani
bütün dinî amellerde birbirine benzeyen taraflara ilişkin temel
ilkeler bu gerekleri kemaliyle ifa eder. Din, insanın Allah'la
olan ilişkisini, parçanın bütüne olan ilişkisiyle tanımlar. Bu iliş­
kiden insanın gayesi tebarüz eder ve bu gaye de insanın manevî
vasıflarını çoğaltmada yatar. İnsanın gayesi hukukun pratik ku­
rallarına götürür: Sana nasıl davranmalarını istiyorsan başkala­
rına öyle davran.
İnsanlar, "Sana nasıl davranmalarını istiyorsan başkalarına
öyle davran" şeklindeki bu soyut kuralın uyulması mecburî bir
kural olup olamayacağına ve oruç, dua, komünyon gibi daha
basit kurallar kadar hareketlere yol gösterip gösteremeyeceğine
çoğu kez kuşkuyla bakıyorlar. Ki bir zamanlar ben de öyle bak­
mıştım. Fakat bu kuşkunun reddedilemez cevabını, okunmuş
ekmeği bir gübre yığınının üstüne atmaktansa ölmeyi tercih
eden, buna karşılık başka birisinin emriyle kendi kardeşini öl­
dürmeye hazır bir Rus köylüsünün hali veriyor.
" S a n a nasıl d a v r a n m a l a r ı n ı istiyorsan başkalarına öyle
davran" kuralından çıkarılan gereklilikler —meselâ, hemcinsle­
rini ö l d ü r m e , küfretme, zina e t m e , intikam peşinde koşma,
kardeşinin ihtiyaçlarını kendi arzularının tatmini için kullanma
ve daha p e k ç o ğ u — vicdanî kanaatinden ziyade itimada daya­
narak iman edenlerin şarap ve ekmek ayini ile suretlerin kutsal­
lığına duyduğu inanç kadar kuvvetle neden öğretilmesin, onun
kadar uyulması mecburî ve tartışmasız hale neden gelmesin?
15. Bölüm
Dinin herkes tarafından paylaşılan hakikatları o kadar basit, o
kadar anlaşılır ve bütün insanların kalbine o kadar yakındır ki.
Anne-babaların, idarecilerin ve öğretmenlerin çocuklara Teslis,
Bakire Anne ve Kurtarılma (redemption), İndralar, 1 6 Trimurti, 1 7
Budalar, Muhammed'in miracı hakkındaki çağdışı ve akla ters
öğretiler yerine bu açık-seçik ve basit hakikatleri; bütün dinle­
rin herkes tarafından paylaşılan yönlerini, insandaki ilâhî ruhun
metafizik özünü, kendisine nasıl davranmalarını istiyorsa baş­
kalarına öyle davranması gerektiği şeklindeki pratik kanunu
öğretmeleri gerekir; insanlığın bütün hayatını kendi başına işte
bu değiştirecektir. B u n a karşılık, bugün çocuklara A l l a h ' ı n
Âdem'in günâhını temizlemek için Oğlunu gönderdiği ve Kili­
sesini kurduğu, ne zaman nerede dua edeceği ve kurban vere­
ceği, ne zaman hangi yiyeceklerden uzak duracağı, hangi gün­
lerde iş yapmayacağı gibi kurallara mutlaka uyması gerektiği
aşılanıyor; keşke, bunların yerine Tanrı'nın bir ruh olduğu ve
onun tecellisinin içimizde hüküm sürdüğü, ve bu ruhun gücünü
yaşamlarımızla bizim arttırdığımız öğretilse ve bu gerçekler
kuvvetlendirilse. İmkânsız olaylar hakkındaki hiçbir faydası ol­
mayan hikâyeler ve bu hikâyelerden çıkan anlamsız merasim
kuralları nasıl ileri sürülüyorsa, bu hakikatli fikirlerin ve onla­
rın tabiî sonuçlarının da öğretilmesi gerekir. Ve diplomatların,
milletlerarası hukukun, anayasa hukukunun ve ekonomistlerin
ve sosyalist grupların yardımına ihtiyaç kalmaksızın, tek dinin
yol göstericiliğiyle birleşmiş, huzurlu ve mutlu bir hayatın akla
ters mücadele ve çarpışmanın yerine geçmesi yakındır.
A m a bu şimdi gerçekleşmiyor; insanlar sahte din aldatma­
casını yıkıp yerine hakikîsini yaymamakla kalmayıp, tam tersi­
ni yapıp hakikatin kabulünden uzaklaştıkça uzaklaşıyorlar.
İnsanların en tabiî, en esaslı ve en makûl şeyi yapmamala­
rının asıl sebebi şu: Sürdürdükleri dindışı yaşamın sonucu ola­
rak mevcudiyetlerini kuvvet zoruyla, süngüyle, mermiyle, zin­
danlar ve darağaçlarıyla kurmaya ve emniyet altına almaya o
kadar alışmışlar ki, hayatın bu düzeninin normal ve y e g â n e
mümkün yol olduğuna inanıyorlar. Üstelik, mevcut düzen sa­
yesinde ceplerini dolduranlardan ibaret değil böyle düşünenler;
ondan zarar görenler de kendilerine uygulanan uyutucu etkiyle
öylesine sersemletilmiş ki, düzenli bir insan toplumu inşa et­
menin tek aracının kuvvet olduğuna onlar da inanıyorlar. Oysa,
insanların çektikleri ıstırabın sebeblerini anlamaktan ve dolayı­
sıyla hakikî bir sosyal düzenin inşası ihtimalinden asıl uzaklaş­
tıran şey, bu anlayış ve sosyal kuralları şiddet yoluyla koruma
anlayışıdır.
Bugün yaşanan şey, hastada iç kanamaya yolaçtığı halde,
hastayı aldatan ve hastanın sağlığını kötüleştirdiği gibi tedaviyi
de engelleyen sakar veya kötü niyetli bir doktorun yaptığı şeye
benziyor.
Kitlelere h ü k m e d e n ve onları köleleştiren ve ' ' b e n d e n
sonra tufan" diye düşünen ve söyleyenler açısından, köle sınıf­
ları sersemletilmiş ve köleleştirilmiş hallerinde kalmaya ve du­
rumlarının suistimal edilmesine ses ç ı k a r m a m a y a z o r l a m a k
amacıyla orduyu ve din adamlarını, askerleri, siyasetçileri ve
bir tehdit olarak darağaçlarını, mermileri ve zindanları kullan58
mak çok yerinde gözüküyor. Ki, hakimiyeti ellerinde tutanlar
bütün bunları yapıp adını da "iyi sosyal düzen" koyuyorlar; oy­
sa iyi sosyal düzenin kurulmasına en fazla bu uygulama engel
oluyor.
Kitleler arasında mevcut olan dinî ilkelerin kalıntılarını
hâlâ koruyan halkımız, düzen ve ahlâkın bekçiliğine soyunan­
ların gözlerinin ö n ü n d e sürekli işlediği suçları — s a v a ş l a r ı ,
idamları, hapisleri, vergileri, votka ve afyon satışını— görme­
miş olsaydı, hepsinin de iyi ve insan için tabiî olduğuna kesin­
kes inanarak işlediği günahların yüzde birini bile işlemezdi.
İnsan hayatının kanunu şudur: Gerek ferdin gerekse toplu­
mun hayatının ıslâhı, ancak ve ancak enfusî, manevî tekâmülle
m ü m k ü n olabilir. İnsanların şiddete dayalı haricî davranışlarla
yaşamlarını ıslâh gayretlerinin hepsi kötülüğün en güçlü propa­
ganda biçimini ve örneğini teşkil eder ve hayatın ıslâhına değil
tam aksine bir çığ gibi büyüyen ve insanları hayatlarının ger­
çek anlamda tek ıslâh yolundan gitgide yabancılaşman kötülü­
ğü arttırır.
Düzen ve ahlâkın muhafızları tarafından kanun kılığında
işlenen ve gitgide sıklaşıp gaddarlaşan ve din namındaki sahte
vaadlerle meşru gösterilen suç ve şiddet eylemleri ne kadar çoğalırsa, insanlar da hayatlarının kanununun sevgide ve komşu­
larına hizmette değil, birbirlerini ezme ve yutma mücadelesin­
de olduğu fikrine o kadar bağlanacaklardır.
Ve kendilerini hayvanlık d ü z e y i n e indiren bu anlayışa
bağlandıkça, içinde bulundukları hipnotik uykudan uyanmaları
ve günümüz insanlığının tamamının paylaştığı hakikî dinin ha­
yatın temeli olduğunu kabul etmeleri de o kadar zorlaşacaktır.
Bir kısır döngü sözkonusu: Dinin yokluğu şiddete dayalı
hayvanî hayatı sonuç veriyor; şiddete dayalı hayvanî hayat hip­
notik etkiden kurtulmayı ve hakikî dini benimsemeyi gitgide
59
I
imkânsızlaştırıyor. Ve bu yüzden, insanlar zamanımızdaki en
tabiî, en mümkün ve en gerekli olan şeyi yapmıyorlar; yani, din
süsü verilmiş olan aldatmacayı yıkıp, hakikati benimsemiyor
ve onu yaymıyorlar.
S
•
60
16. Bölüm
Bu kısır döngüden bir çıkış yolu olabilir mi? Ve varsa nedir?
İlk bakışta, insanları bu kısır döngüden, onların iyiliği için
hayatlarına yön gösterme sorumluluğunu üstlenen hükümetler
çıkaracakmış gibi geliyor. Kuvvete dayalı hayat yapısını değiş­
tirip onun yerine karşılıklı sevgi ve hizmete dayalı makûl bir
yapı k o y m a k isteyenler hep böyle düşünüyor. Hıristiyan re­
formcularının, Komünizmin Avrupai teorilerini kuranların, in­
sanların iyiliği için hükümetin okullarda çocuklara savaş bili­
mini öğretmemesi, ve askerî başarılarından dolayı yetişkinleri
ödüllendirmemesi, aksine hem çocuklara hem de yetişkinlere
saygı ve sevginin kurallarını talim edip sevgi eylemlerini ödül­
lendirmek ve teşvik etmesi gerektiğini ileri süren meşhur Çinli
reformcu Mo Tzu'nun 1 8 düşüncesi de bu yöndeydi. Çar'a sahte
dini kaldırıp Hıristiyanlığı yayması için şimdiye dek beş defa
dilekçe veren yaşlı adam ve Sytaev 1 9 de dahil benim de bizzat
tanıdığım birçok dindar Rus köylü-reformcusu da böyle düşü­
nüyordu ve halen de öyle düşünüyor.
İnsanlar tabiî olarak şöyle bir varsayıma giriyorlar: Varo­
l u ş u n u n m e ş r u l u ğ u n u , milletin esenliğini temine ç a l ı ş m a y a
borçlu olan bir hükümet, bu amacına ulaşmak için, hiçbir şekil­
de halka zarar vermeyen, ama en meyvedar sonuçlar sağlayabi­
lecek araçları kullanmayı arzular. Oysa hiçbir zaman ve hiçbir
61
yerde hükümetler bu yükümlülüğü üzerine almış değildir; tam
tersine, en büyük coşkuyu her zaman ve her yerde mevcut sah­
te itikatı savunmak için göstermiş ve temel dinî hakikatlerden
insanları haberdar etme gayretindekileri ezmek için elinden ge­
leni yapmıştır. Aslında başka türlüsü de olamaz: Bir adamın
bindiği dalı kesmesi neyse, hükümetlerin mevcut dinlerin sah­
teliğini gözler önüne sermesi ve hakikisini yayması da odur.
Hükümetler yapmıyorsa, sahte dinlerin aldatmacasından
kurtulmuş olan ve kendilerine muhtaç insanlara hizmet arzu­
sunda olduklarını söyleyen bilgili insanların bunu yapacağı kesinmiş gibi görünüyor. Fakat tıpkı hükümetler gibi bu kişiler de
bunu yapmıyor. Çünkü, evvelâ, hükümetin koruduğu ve kendi
fikirlerince kendi kendine çökecek olan bir sahtekârlığı sergile­
mek uğruna siyasî baskı tehlikesine ve tatsızlığa maruz kalma­
yı anlamsız buluyorlar. İkinci olarak, bütün dinleri çağı geçmiş
birer yanlış olarak gördüklerinden, yıktıkları sahtekârlığın yeri­
ne insanlara sunacakları hiçbir şeyleri yok.
Geriye ise Kilise ve Devlet aldatmacasının hipnotik etkisi
altında bulunan ve o yüzden de hakikî dinin kendilerinde yer­
leştirilmiş olan din görüntüsündeki şey olduğunu, başka şeyin
olmadığını ve de olamayacağını düşünen büyük kitleler kalı­
yor. Bu kitleler, sürekli ve yoğun bir hipnotik etkinin pençesin­
de bulunuyor. Nesiller boyu, kilise ve hükümet tarafından ma­
ruz bırakıldıkları sersemletilmiş halde doğuyor, yaşıyor ve ölü­
yorlar, ve şayet bu halden kendilerini kurtarırlarsa bu defa da
mutlaka dini inkâr eden bilim adamlarının safına düşüyorlar ve
öğretmenlerininki gibi zarar vermeye başlıyorlar.
İşte, bu, bazıları için avantajlı değil, bazıları için de müm •
kün değil.
62
17. Bölüm
Görünürde hiçbir çıkış yolu yok. Gerçekten de, dindışı kişiler
için bu durumdan kurtuluş yolu yoktur ve olamaz. Yönetimde­
ki yüksek sınıflara mensup olanlar kitlelerin esenliğini dert ediniyormuş gibi yapsalar bile, kitlelerin içinde bulunduğu ve yö­
netici sınıfların onlara hükmetmesine zemin hazırlayan uyu­
şukluk ve kölelik halini ortadan kaldırmaya asla teşebbüs etme­
yeceklerdir (dünyevî gayeler peşinde oldukları için buna teşeb­
büs de edemezler zaten). Aynen öyle de, köleleştirilmiş kitlele­
re mensup olanlar ve dünyevî gayelerin peşinden koşanlar, sah­
te öğretinin gerçek yüzünü sergilemek ve hakikati yaymak için
yüksek sınıflara karşı mücadele ederek zaten sıkıntılı durumla­
rını daha da zora sokmayı isteyemezler. Her iki kesimin de bu­
nu yapmak için nedenleri yoktur, ve zeki kişilerse buna asla te­
şebbüs etmeyeceklerdir.
Fakat bu, insaniyetin varoluşuna vesile olan dinin kutsal
ateşini hayatlarını feda etme pahasına hep muhafaza etmiş olan
dindarlar için geçerli değildir. Bu insanların farkına varılmadı­
ğı, küçümsendikleri ve horgörüldükleri; bütün hayatlarını ta­
nınmadan, bazen sürgünlerde, bazen hapishanelerde ve suçlu
taburlarında geçirdikleri zamanlar ve yerler vardır. Tıpkı bugün
Rusya'da olduğu gibi. Fakat ne olursa olsun bu insanlar yaşa­
makta ve aklıbaşında insanî hayatı muhafaza etmektedir. Bu
63
dindarların sayısı az da olsa, insanların kısılıp kaldıkları büyülü
döngüyü parça parça edebilecek olan ve eden yalnız ve yalnız
onlardır. Bu ancak onların elinden gelebilir, çünkü dünyevî ki­
şiyi mevcut yaşam düzenine karşı çıkmaktan alıkoyan bütün
olumsuzluklar ve tehlikeler dindar kişi için sözkonusu değildir,
üstelik bütün bunlar yalanla mücadelesinde ve ilâhî hakikat
olarak inandığı şeyi fiili ve sözüyle ikrar etmede onun şevk ve
heyecanını arttırır. Eğer yönetimdeki sınıfın üyesiyse, kendi
ayrıcalıklı konumunu k o r u m a uğruna hakikati gizlemek iste­
meyecek, tam aksine, bu ayrıcalıklardan iğrendiği için onlar­
dan kurtulmak ve hakikati tebliğ etmek için elinden gelen bü­
tün gayreti gösterecektir. Çünkü hayatının yegâne gayesini Al­
lah'a kulluk bilir. KÖleleştirilmiş kitlelerin üyesiyse, bu durum­
daki insanların çoğunluğunun taşıdığı maddî hayat şartlarını
düzeltme tutkusunu reddedecektir; çünkü bâtılı bâtıl gösterip
hakikati öğreterek Allah'ın rızasını kazanmaktan başka gayesi
yoktur ve hiçbir zulüm ya da tehdit onu bu biricik gayeye uy­
gun yaşamaktan alıkoyamaz. Dünyevî bir kişi servet edinmek
veya ödül beklediği bir yöneticinin rızasını kazanmak için nasıl
çalışıp çabalar ve yoksulluğa katlanırsa, o da kendi yolunda öy­
le çalışır. Her dindar kişi bu yola inanır, çünkü dinin aydınlattı­
ğı her insan ruhu (dindışı kimselerin yaptığı gibi) bu dünya ha­
yatına değil, bu dünyadaki sıkıntıların ve dünyevî firakların
tarla süren bir çiftçinin ellerinin kabarması ve kolunun yorul­
ması gibi önemsizleştiği ebedî ve bakî bir hayata inanırlar.
İnsanların bir türlü kurtulamadıkları kısır döngüyü bu in­
sanlar parça parça edecektir. Sayıları ne kadar az, sosyal ko­
numları ne kadar düşük, eğitim ve kabiliyetleri ne kadar kıt
olursa olsun, ateşin kurumuş bozkırları yakacağı ne kadar kesinse, bu insanların dinsizliğin kavurduğu ve yeni bir hayat dü­
zenine susamış insan kalplerini ısıtacağı da o kadar kesindir.
64
Din, ne belirli bir zamanda gerçekleştiği varsayılan bazı
tabiatüstü olaylara bir defalığına beslenen ve ne de bazı ibadet
ve ayinlerin gerekliliğine duyulan bir inanç değildir; veya bilim
adamlarının zannettiği gibi günümüzdeki yaşamda hiçbir anla­
mı kalmayan kadim cehalete ait hurafelerin bir kalıntısı da de­
ğildir. Din, insan ile ebedî hayat ve Allah arasında akla ve çağ­
daş bilgiye uygun olarak kurulan ve insanlığı mukadder hedefi­
ne sevkeden bir ilişkidir.
"İnsan ruhu Allah'ın kuzusudur" der bir hikmetli Yahudi
darbımeseli. Nur-u ilâhî ruhunda tecelli etmiyorsa, insan aciz
ve zayıf bir mahlûktur. Fakat bu nur tecelli ettiğinde (ki ancak
dinin aydınlattığı ruhlarda yanar), insan dünyanın en kuvvetli
mahlûku olur. Başka türlüsü de olamaz, çünkü işgören onun
kendi kuvveti değil Allah'ın kudretidir.
Din ve onun esası işte budur.
65
DİN VE AHLÂK20
Bana: 1) " D i n " kelimesinden ne anladığımı, ve 2) Benim anla­
dığım şekliyle dinden bağımsız ahlâkı (morality) mümkün gö­
rüp görmediğimi, soruyorsunuz.
Bu son derece önemli ve güzel sorulara elimden geldiğin­
ce en iyi şekilde cevap vermeye çalışacağım.
" D i n " kelimesine yaygın olarak atfedilen üç değişik anlam
var.
İlk anlam şu: Allah tarafından insanlara gönderilen ma­
lûm, hakikî vahiy ve bu vahyin sonucu olarak Allah'a kulluk­
tur. Dine bu anlamı, mevcut dinlerden birisine inanan ve dola­
yısıyla dinin yegâne doğru olduğunu kabul edenler atfetmekte­
dir.
Dine atfedilen ikinci anlam, onun bazı hurafe inanışlar
toplamı ve bu inanışlardan çıkan hurafe bir tapınma biçimi ol­
duğudur. Bu, genelde inanmayanların veya tanımladıkları dine
inanmayanların dine atfettiği anlamdır.
D i n e atfedilen üçüncü anlam ise şudur: Zeki ihsanların
hem kendi rahatları için ve hem de sıradan kitlelerin tutkularını
dizginlemek ve onları yönetmek için geliştirdiği bir önermeler
ve kurallar bütünü. Dine lâkayd kalan, ama onu faydalı bir yö­
netim âleti olarak görenler dine bu anlamı atfetmektedir.
İlk tanıma göre, din, insanlığın esenliği için arzu edilen ve
eldeki bütün vasıtalarla yayılması gereken malûm ve inkâr edi­
lemez bir hakikattir.
İkinci tanıma göre, din, insanların bütün imkânlarla kurta69
rılması arzu edilen ve hatta mecburî olan bir hurafeler toplamı­
dır.
Üçüncü tanıma göre, din, halka faydalı olan, çok gelişmiş
insanlar için gerekli olmasa bile kitlelerin tesellisi ve denetimi
için vazgeçilmez olan ve bu amaçla korunması gereken bir ci­
hazdır.
İlk tanım, müziği, kendisinin en iyi bildiği ve en çok sev­
diği ve mümkün olduğu kadar fazla insana öğretilmesi gereken
bir şarkı diye tanımlayan kişinin tanımına benziyor.
İkinci tanım, müziği anlamayan ve bu yüzden de sevme­
yen birisinin, onu, boğazın ve ağzın veya belli âletleri kontrol
eden ellerin çıkardığı, ve insanlara bu faydasız ve zararlı uğraş­
tan nasıl kaçınabileceklerinin en kısa zamanda öğretilmesi ge­
reken sesler diye tanımlamasına benziyor.
Üçüncü tanım ise, müziğin dansetmeyi ve yürümeyi öğret­
m e d e faydası olan ve bu amaçla muhafaza edilmesi gereken
birşey olduğunu söyleyen birisinin müzik tanımına benziyor.
Bu tanımların farklılığı ve yetersizliği, tanımı yapanların
hepsinin müziğin özünü kavrayamaması ve sadece kendi gör­
dükleri tezahürlerini tanımlamalarından ileri gelmektedir. Aynı
şey, yukarda verilen üç din tanımı için de geçerlidir.
İlk tanıma göre, din öyle birşeydir ki, onu tanımlayan ha­
kikî bir mümindir.
İkinci tanıma göre, din öyle birşeydir ki, onu tanımlayan
başka insanların inandığını gözlemlemektedir.
Üçüncü tanıma göre din öyle birşeydir ki, insanları ona
inandırmak fayda getirir.
Bu üç tanımın üçü de dinin özünden çok, insanların, tanı­
mı yapanların din diye anladıkları birşeye inançlarını tanımla­
maktadır. İlk tanımda, din anlayışının yerini tanımı yapan kişi­
nin inancı; ikincisinde, tanımı yapanın din diye kabul ettiği şe­
ye başkalarının inancı; üçüncüsünde, insanlara din diye verilen
birşey almaktadır.
70
O halde iman nedir? Ve neden insanlar şu anda inandıkları
şeye inanıyorlar? İman nedir, ve nereden doğuyor?
Günümüzün kültürlü kitlelerini teşkil edenlerin çoğunluğu
din sorununun çözüme kavuşturulduğuna kesin gözüyle bakı­
yorlar ve dinin özünün tabiatın anlaşılmayan olayları karşısın­
da duyulan hurafe bir korkuda ve tabiat kuvvetlerinin şahıslaştırılmasında, ilâhlaştırılmasında ve bu kuvvetlere tapılmasında
yattığını düşünüyorlar.
Bu görüş, çağımızın kültürlü kitlelerine duyulan tenkitsiz
itimada binaen kabul edilmektedir. Ve bilim adamlarından hiç­
bir muhalefetle karşılaşmadığı gibi, aksine en büyük desteği
onlardan almaktadır. Dine farklı bir menşe ve m â n â atfeden
Max Muller ve diğerlerinin sesi tesadüfen duyulsa bile, bu ses,
dinin hurafe ve cehaletin tezahürü olduğuna dair genel ve yay­
gın kanının yanında kaynayıp gitmektedir. Daha bu yüzyılın
başlarında, en ileri insanlar, geçen yüzyılın sonlarında Ansiklo­
pediciler 2 1 gibi Katolikliği, Protestanlığı ve Ortodoksluğu red­
detmelerine rağmen, genel anlamıyla dini ve onun bütün insan­
ların yaşamında gerekli bir şart olduğunu inkâr etmemişlerdi.
Deistleri, 2 2 meselâ Bernadin de Saint Pierre'i, 2 3 Diderot'yu ve
Rousseau'yu saymazsak, Tanrı için bir abide dikmiş olan Vol­
taire vardı, En Yüce Varlık için bir bayram günü tesis eden Ro­
bespierre vardı. Fakat günümüzde (en imkânsız kavramları be­
nimsemeye her zaman çabuk ve iştiyaklı) kültürlü kitleler tara­
fından, din, insanlığın gelişimindeki aşamalardan birisi olarak
kabul edilmekte ve şu anda uzun zamandır zamanı geçmiş, iler­
leme tarafından geride bırakılmış birşey olarak görülmektedir.
Bunun sebebi, Fransızların çoğunluğu gibi Katoliklikten başka
Hıristiyanlık olmadığına kuvvetle inanmış ve o yüzden Hıristi­
yanlığın herşeyiyle Katoliklikte gerçekleştiğini görmüş birisi
olan Auguste C o m t e ' u n 2 4 ciddiyetsiz ve sunî öğretileridir. Şu
anda, insanlığın iki aşamayı, dinî ve metafizik aşamalarını geç­
miş olduğu ve üçüncü ve en yüksek aşama olan bilimsel aşa-
maya girdiği kabul edilmektedir. Buna göre, insanlar arasında
görülen her türlü dinî tezahür, bir zamanlar gerekli olan, ama
atın beşinci tırnağı gibi uzun süredir bütün anlamını ve önemi­
ni kaybetmiş manevî bir uzvun kalıntısından başka birşey de­
ğildir.- Democritus'un 2 5 kadim çağlarda düşündüğü gibi düşü­
nülmekte ve modern felsefecilerimiz ve din tarihçilerimiz, di­
nin özünün tabiatın bilinmeyen kuvvetleri karşısında duyulan
korkuda ve hayalî varlıklara tapınmada yattığını iddia etmekte­
dir.
Görünmeyen bir tabiatüstü varlığın veya varlıkların varol­
duğunun kabulü her zaman tabiatın esrarlı kuvvetleri karşısın­
da duyulan korkudan doğmaz, ve doğmamıştır da. Tabiatüstü
yüce varlıkların veya varlığın hiçbir şekilde gizemli kuvvetlere
duyulan korkudan doğmadığına yüzlerce en ileri fikirli ve çok
okumuş insan, meselâ geçmişte Socrates, 2 6 Descartes, 2 7 New­
ton, 2 8 günümüzde benzer kimseler parmak basmaktadır. Bun­
dan başka, dinin insanların tabiatın anlaşılamayan kuvvetleri
karşısında duyduğu korkudan doğduğu iddiası, şu esaslı soruya
hiçbir cevap verememektedir: O halde, insanlar bilinmeyen, ta­
biatüstü varlık fikrini nereden aldılar?
İnsanlar yıldırımdan ve şimşekten ürküntü duyuyor olsay­
dı, yıldırım ve şimşek karşısında korku duyarlardı; o halde Jü­
piter gibi kâh orada kâh başka bir yerde bulunabilen ve insanla­
ra zaman zaman şimşekler yollayan bir görünmeyen tabiatüstü
varlığı neden icat ettiler?
İnsanlar ölümün tezahüründen endişeye kapılsalardı,
ölümden korkarlardı; o zaman, hayalî bir ilişkiye girmeye ça­
lıştıkları ölü ruhlarını neden "vehmetsinler?" İnsanlar yıldırım­
dan saklanabilirdi, ve ölümün tezahürü korkusundan kaçabilir­
di; ama onlar, hem kendilerinin hem de ölülerin canlı ruhlarının
bağımlı olduğu ezelî ve herşeye gücü yeten bir varlık icat etti­
ler; bunu yapmalarının korku haricinde çeşitli sebebleri vardı.
İşte din dediğimiz şeyin özünü bu sebeblerde bulmak mümkün72
dür. Üstelik, herhangi bir zamanda, hatta çocukluğunda, dinî
duygular yaşayan bir kişi bu tecrübesinden şunu öğrenir: Bu
duyguyu kendi dışındaki olaylardan korkması değil, tabiatın bi­
linmeyen kuvvetleri karşısındaki korkudan bütün bütün farklı
ve insanın içindeki birşey, yani kendisinin acizliği, yalnızlığı
ve günahkârlığı şuuru uyandırır. Bu itibarla, insan hem kendi
dışındaki şeyleri gözlemleyerek, hem de kendi şahsî tecrübe­
sinden yola çıkarak, dinin tabiatın mahiyeti anlaşılamayan kuv­
vetleri karşısında duyulan hurafevari bir korkunun yolaçtığı,
insan nev'inin gelişiminin belli bir dönemine özgü tapınma ol­
mayıp, gerek korkudan gerekse eğitim düzeyinden t a m a m e n
bağımsız birşey olduğunu anlayabilir. Bu, kültürel gelişmenin
herhangi bir biçimiyle yok edilebilecek birşey değildir; çünkü
insanın sonsuz bir kâinattaki sonlu mevcudiyetine ve günah­
kârlığına (yani, yapabileceği ve yapması gerektiği halde yap­
madıklarına) ilişkin şuuru her zaman mevcut olmuştur, ve in­
sanlık mevcut olmaya devam ettikçe de olacaktır.
Aslında, bebekliğin ve ilk çocukluğun hayvani yaratılışın­
dan gelen isteklerle hareket ettiği hayvanî şartlarından çıkmış
ve akla uygun şuura uyanmış birisi, etrafındaki her canlının
kendi kendisini yenilediğini, kendini yok etmekten kaçındığını
ve kesin bir ezelî kanuna sadakatle itaat ettiğini görmeden ede­
mez. Yalnızlığına, canlı âlemin geriye kalanından ayrılığına
rağmen, ölüme mahkûmdur; yani zaman ve mekânın sonsuzlu­
ğuna unutulup gitmeye; fiilleri, yani iyi şeyler yapabileceği
halde kötü şeyler yapması, konusundaki sorumluluk şuurunun
eziyetine mahkûmdur. Ve bunu idrak eden her aklıbaşında kişi
durup d ü ş ü n m e k zorunda kalır ve kendi kendisine sorar: Bu
kalıcı, belirli ve hiç sona ermeyen dünyada, böyle geçici, belir­
siz, ve kararsız bir mevcudiyetin maksadı nedir? Gerçek an­
lamda insanî bir mevcudiyete adım attığında, insan bu sorudan
kaçamaz.
Her ferdin bu soruyla karşılaşması mukadderdir ve her fert
ona şu ya da bu şekilde cevap verir. Bütün dinlerin özünü, şu
soruya verilen cevap teşkil eder: Neden varım? Ve beni kuşatan
sonsuz kâinatla ilişkim nedir?
Dinin bütün metafiziği, ilâhlar hakkındaki, kâinatın men­
şei hakkındaki bütün öğretiler, haricî tapınmanın bütün biçim­
leri, genel anlamda din olarak kabul edilen şeylerdir; ama ger­
çekte onlar, dinin coğrafî, etnik ve tarihî şartlara göre değişen
farklı özelliklerinden başka şeyler değildir. En gelişmişinden
en ilkeline, insan ve onun etrafındaki kâinat, ya da kâinatın ilk
sebebi arasında ilişki kurmayı esas almayan tek bir din yoktur.
Ne kadar ilkel olursa olsun, bunu temel almayan tek bir dinî
ayin yoktur. Bütün dinî öğretiler, bir insan olarak kâinatla veya
onun menşei ve ilk sebebiyle ilişkisini (ve dolayısıyla diğer
tüm insanların ilişkisini) kabul eden kurucusunun dinî tutumu­
nu yansıtır.
Dinin kurucusunun ve onu benimseyen milletin etnik ve
coğrafî şartlarına bağlı olarak bu ilişkinin ifadeleri çok değiş­
kenlik gösterir. Üstelik, bütün bu ifadeler, bu öğretmenlerin iz­
leyicileri tarafından mutlaka yanlış yorumlanır ve tahrif edilir.
Böylece, insan ile kâinat veya onun menşei arasındaki bu iliş­
kiler, yani dinler, sayıca çok görünmelerine rağmen, aslında te­
mel itibariyle üç tanedir: 1) İlkel şahsî, 2) putperest-sosyal ve­
ya aile-Devlet, ve 3) Hıristiyan veya semavî.
Dar anlamda, insanın dünyaya sadece iki temel tutumu
vardır: Hayatın anlamını, diğer fertlerden bağımsız veya onlar­
la birlikte elde edilen şahsî mutluluk olarak kabul etmekten
oluşan şahsî tutum; ve hayatın anlamını kendisini bu dünyaya
gönderen Ona ibadette gören Hıristiyanca tutum. Bahsi geçen
ikinci tutum, yani sosyal tutum, gerçekte ilkinin bir uzantısıdır.
Bu ilişkilerden ilki, en eskisi ve bugünlerde en aşağı geliş­
me aşamasındaki insanlar arasında bulunanı, insanı dünyada
mümkün olan en büyük şahsî mutluluğa ulaşmak için varolan,
bu mutluluğun başkalarına verdiği ıstıraplara aldırış etmeyen
74
şahsî çıkar peşindeki bir varlık olarak görür.
Her bebeğin dünyaya geldiğinde kendisini içinde bulduğu;
insanlığın ilk, yani putperest döneminde yaşadığı (günümüzde
de birçok tecrit olmuş, ahlâktan bağımsız ve ilkel kabilelerin
yaşadığı); ve bütün kadim putperest dinlerin kaynak aldığı,
dünyayla kurulan bu temel ilişkidir. Keza, bu tutum, sonraki
muharref dinlerin en düşük biçimlerinin de menşeidir: Budizmin, Taoculuğun, İslâmiyetin vd. Modern ruhçuluk da dünyay­
la kurulan bu ilişkiden, esasını fertin muhafaza ve mutluluğu
üzerine kuran bu tutumdan doğmuştur. Bütün pagan kültler:
kâhinlik, insanların varlıkların putlaştırılması, insan için şefaat­
te bulunan azizler, insanın dünyevî mutluluğu ve musibetlerden
kurtuluşu için kurbanlar adanması ve dualar edilmesi... hayatla
kurulan bu ilişkiden kaynaklanmaktadır.
İnsan ile kâinat arasında kurulan ve insanın gelişimindeki
ikinci aşamayı oluşturan ikinci putperest ilişki, yani sosyal iliş­
ki, esasen yetişkinlere ait bir tutumdur ve hayatın anlamını tek
bir ferdin mutluluğunda değil, belli insan topluluklarının mut­
luluğunda görür; bu insan toplulukları aile, kabile, millet, dev­
let, veya insanlık (Pozitivist din teşebbüsü) olabilmektedir.
İnsan ile kâinat arasındaki bu ilişkiye göre, hayatın anlamı
fertten aileye, kabileye, millete ya da devlete, kısaca bu bakış
açısıyla mutluluğu mevcudiyetin amacı olarak görülen belli bir
insan topluluğuna devrolmaktadır. Bu tutum ataerkil ya da sos­
yal dinlerin özelliğini tayin etmektedir: Çin ve Japon dinleri,
"Seçilmiş K a v m i n " dinleri, yani Yahudilik, Roma Devlet Dini,
yanlışlıkla Hıristiyanlık diye isimlendirilen ve bu düzeye Au­
gustine tarafından düşürülen Devlet Dini ve Pozitivistlerin 2 ' or­
taya attığı İnsanlık dini. Çin ve Japonya'daki atalara, R o m a ' d a
imparatorlara tapınma ayinlerinin hepsi, "seçilmiş k a v i m " ile
Allah arasında yapılmış olan sözleşmeye riayeti amaçlayan bü­
tün karmaşık Yahudi ayinleri, evlerde ve cemaatlerle yapılan
bütün Kilise ayinleri, insan ile kâinat arasındaki bu ilişkinin üs-
tüne kurulmuştur.
İnsan ile kâinat arasındaki üçüncü ilişki, insanlar gayrıihtiyarî şuurunda oldukları ve kanaatimce şu anda yöneldikleri Hıristiyanca ilişki, hayatın anlamını ne şahsî ihtiraslarda ne de
herhangi bir insan topluluğunun ihtiraslarında değil, sadece bü­
tün kâinatı ve insanı yaratan İrade'ye kulluk ve hizmette görür;
ulaşılması gereken insanın kendi gayeleri değil, Onun gayeleri­
dir. Kâinatla bu ilişki, bilebildiğimiz en yüksek dinî öğretiye,
Pytheagoreanlar (Pisagorcular), 3 0 Therapeutae, 3 1 Esseneler, 3 2 ve
Mısırlılar, İranlılar, Brahmiler, Budistler, ve Taocuların yüksek
temsilcilerinde tohumları bulunan, fakat tam ve nihaî ifadesini
hakikî ve tahrif edilmemiş biçimiyle Hıristiyanlıkta bulan öğre­
tiye götürür.
Hem kadim dinlerin bütün ayinleri, hem de Unitairanların
(Muvahhidlerin), 3 3 Universalistlerin (Evrenselcilerin), 3 4 Quakerlerin, 3 5 Sırplı Nasıralıların, 3 6 Rus Doukabarların, 3 7 ve sözde
akılcı mezheplerin benimsediği haricî tapınmanın çağdaş bi­
çimleri bu hayat kavrayışından doğmuştur. Bu mezheplerin di­
nî merasimleri, ilâhîleri, vaazları ve kitapları insanla kâinat ara­
sındaki bu ilişkinin dinî tezahürünün can damarını teşkil eder.
Her din, insanın kâinatla ilişkisini tanımlayan bu üç kate­
goriden birisine mutlaka girer.
Hayvani halden çıkan her insan bu üç ilişkiden birisini
kabul edecektir ve ismen hangisine mensup olursa olsun, onun
hakikî dinini bu kabul belirleyecektir.
İstisnasız herkes kâinatla bir ilişki kurar, çünkü aklıbaşında bir varlık kendisini kuşatan dünyayla ilişki kurmadan onun
içinde yaşayamaz. Ve insanın kâinatla kurduğu sadece bu üç
ilişkiyi bildiğimizden, her fert —hoşlansın, h o ş l a n m a s ı n — bü­
tün insan nevinin ayrıldığı bu üç temel dinden birisine mensup­
tur.
Ve bu yüzden, Hıristiyan dünyasının kültürlü kitlelerine
mensup insanların hiçbir dine ihtiyaçları veya bağlılıkları kal-
mayacak kadar yüksek bir gelişme zirvesine çıktıklarım söyle­
meleri, hakikatte, zamanımızın hakikî dininin Hıristiyanlık ol­
duğunu anlayamayan bu insanların ister sosyo-aile Devlet dini,
isterse putperest dini olsun düşük bir din biçimine bağlandıkla­
rının işaretidir. Dinsiz bir kişinin varolması, kalpsiz bir kişinin
varolması kadar imkânsızdır. Kalbi olduğunu bilmeyebilen bir
kişi gibi, belki o da bir dini olduğunu bilemiyordur, ama bir ki­
şinin dinsiz varolması kalpsiz varolması kadar imkânsızdır.
Din, bir kişinin haricî dünyayla, veya onun menşei ve ilk
sebebiyle sahip olduğu ilişkidir, ve aklıbaşında bir kişi böyle
bir ilişki içinde olmadan yapamaz.
Fakat, insanla kâinat arasında bir ilişkinin kurulmasının
dinin değil felsefenin, veya felsefenin de dahil olduğu genel
a n l a m d a bilimin konusu o l d u ğ u n u pekâlâ söyleyebilirsiniz.
Ben bu fikirde değilim. Tam tersine inanıyorum, yani felsefe­
nin de dahil olduğu bir bütün olarak bilimin insanla kâinat ara­
sında bir ilişki kurabileceğini iddia etmek bütünüyle yanlıştır
ve t o p l u m u m u z u n kültürlü tabakasında din, bilim ve ahlâk
(morality) konusundaki kafa karışıklığının ana nedenini teşkil
etmektedir.
Felsefenin de dahil olduğu bilim, insanı sonsuz kâinatla,
veya onun menşeiyle ilişkilendiremez, çünkü felsefe veya bi­
lim vücuda gelmeden önce her türlü zihnî faaliyetin yürütülme­
sine vesile olan bu ilişkinin kurulmuş olması gerekir.
Bir kişi, bir hareketinde hangi yöne gitmesi gerektiğini
keşfedemez, a m a her hareket de kaçınılmaz olarak bir yönde
icra edilir. Aynı şekilde, felsefe ve bilimde hangi yönde zihnî
çaba sarfedileceğini belirlemek imkânsızdır, a m a bütün zihnî
çabalar kaçınılmaz olarak bir yönde icra edilir. İşte, zihnî çaba­
ların yönünü gösteren her zaman dindir. Plato'dan Schopenhau e r ' e kadar bildiğimiz bütün felsefeciler, kendilerine dinin gös­
terdiği bir yönü izlemişlerdir. Plato'nun ve takipçilerinin felse­
fesi, putperestlik felsefesiydi ve ya ayrı ayrı fertlerin ya da dev77
letin içindeki bir grubun en büyük mutluluğunu elde etmenin
araçlarını geliştirmişti. Bu putperest hayat telâkkisinden çıkan
ortaçağ Kilise Hıristiyan felsefesi ise şahsî necatın, yani ferdin
gelecek dünyadaki en büyük mutluluğunun elde edilmesinin
yöntemlerini geliştirdi, ve bu teokratik çabalarıyladır ki, toplu­
mun refahının düzenlenmesiyle ilgilendi.
Daha yakın zamanların felsefesi, meselâ Hegel ve Comte'un 1 * felsefesi hayatın sosyo-politik dinî anlayışını temel alı­
yordu. Schopenhauer ve Hartmann'ın"' kötümser felsefesi Ya­
hudiliğin dinî bakış açısından azade olmayı hedeflese de gaynihtiyarî Budizm'in dinî öncüllerine ulaşmaktadır. Felsefe, insan
ve kâinat arasındaki yerleşik bir dinî tutumdan kaynaklanan
şeylerin tetkikinden ibaret olmuştur ve hep böyle olacaktır. O
yüzden, bu ilişki kurulmamışsa, felsefî tetkik için de malzeme
kalmamış demektir.
Kelimenin en dar anlamıyla pozitif bilim için de aynı şey
geçerlidir. Bu bilim, insan ile kâinat arasında kurulmuş belli bir
ilişkinin sonucu olarak tetkik edilmeyi bekleyen nesne ve olay­
ların araştırılması ve incelenmesinden başka birşey olmamıştır
ve olmayacaktır.
Bilim, günümüz bilim adamlarının safdilane inandıkları
gibi, hiçbir zaman " h e r ş e y " i n tetkiki değil (incelemeye tâbi
olacak sayısız nesne olduğu için bu imkânsızdır), dinin, ölçüle­
meyecek miktardaki nesne, olay ve şartlardan başlayarak önem
derecelerine göre titiz bir sıralama içinde saydığı eşyanın ince­
lenmesi olmuştur. Bu yüzden, tek bir bilim değil, dinler sayı­
sınca bilimler vardır. Her din tetkik bekleyen belli bir hedef
grup seçer ve bunun sonucunda her farklı dönemin bilimi ve
her farklı halk kaçınılmaz olarak, nesnelere bakış açısını belir­
leyen dinin damgasını taşır.
Nitekim, Rönesans döneminde itibarı yeniden iade edilen
ve şimdi toplumumuzda Hıristiyanlık adı altında neşvü nema
bulan putperest bilim, insanın en büyük mutluluğuna yarayacak
78
bütün şartların ve bu mutluluğa ulaşılmasına yardım edebilecek
bütün olayların incelenmesinden başka birşey değildi, ve böyle
olmaya devam etmektedir. Brahmanist ve Budist felsefesi bili­
mi, insanın acılarından kurtulmasına yarayacak şartların derin­
lemesine tetkikinden başka birşey olmamıştır asla. Avrupa bili­
mi (Talmud), insanın Allah'la olan sözleşmesini ifa ve seçilmiş
insanları b u l u n d u k l a r ı yerde muhafaza için uyması gereken
şartların inceleme ve açıklamasından başka birşey olmamıştır.
Kilise Hıristiyan bilimi, insanın necatının temin edileceği şart­
ların incelemesiydi ve hâlâ da öyle. Ancak şimdilerde doğan
hakikî Hıristiyanlık bilimi ise, Yaratıcısının irade ettiği talepleri
anlayabileceği ve onları hayatına uygulayabileceği şartları de­
rinlemesine tetkiktir.
Ne bilim ne de felsefe, insanın kâinatla ilişkisini kuramaz,
çünkü bu ilişki hangi felsefe veya bilim olursa olsun başlama­
dan önce kurulmuş olması gerekir. Bu ilişkiyi kuramamalarının
bir başka nedeni, felsefenin de dahil olduğu bilim, olayları ras­
yonel olarak ve tetkiki yapan kişinin konumundan ve yaşadığı
duygulardan bağımsız olarak inceler. Oysa, bir insanın âlemle
ilişkisi sadece aklı tarafından değil, aynı zamanda duyguları ve
latifeleri tarafından da belirlenir. Gerçek anlamda varolanların
hepsinin sadece bir idea'dan ibaret olduğunu, veya herşeyin
atomlardan oluştuğunu, veya hayatın özünün cevher ya da ira­
de olduğunu, veya ısı, ışık, hareket ve elektriğin tek ve aynı
enerjinin tezahürlerinden ibaret olduğunu hisseden, acı çeken,
sevinen, korkan ve ümid eden bir insana ne kadar çok ima ve
izah ederseniz edin, bu onun kâinatın içindeki yerini izah etme­
yecektir. Bu yer, ve dolayısıyla dünyayla olan ilişkisini ona an­
cak din gösterebilir. Din şöyle der ona: Şu âlem senin için var,
öyleyse bu hayattan alabileceğin herşeyi al. Veya: Sen Allah'ın
seçilmiş kavminin bir üyesisin, Allah'ın bütün emirlerine uy, o
zaman sen ve kavmin mümkün olan en büyük mutluluğa mazhar olacaksınız. Veya: Sen ilâhî İrade'nin elinde bir âletsin ve o
79
İrade seni bu dünyaya takdir edilmiş bir vazifeyi ifa etmen, ya­
ni o İrade'yi tanıman ve ona uyman için gönderdi; bunu yaptı­
ğın zaman kendin için en hayırlı şeyi yapmış olacaksın.
Felsefî ve bilimsel malûmatı anlamak için hazırlık ve araş­
tırma gerekir, ama bu din için geçerli değildir; herkes, hatta en
dar fikirli ve cahil kişiler bile anında ulaşabilir ona.
Bir kişinin kendisini kuşatan kâinatla veya onun menşeiyle ilişkisini anlaması için,ne felsefî ne de bilimsel bilgiye (şu­
ura ayak bağı olan bilgi yığınına) ihtiyacı yoktur, onun ihtiyaç
duyduğu bir an için dünyanın geçiciliklerinden ve hiçliklerin­
den feragat etmek ve kendisinin maddeten acizliğinin ve haki­
katinin şuuruna varmaktır; Evangelistlerin söylediği gibi ço­
cuklar arasında ve çok sıradan ve az eğitimli insanlar arasında
daha sık karşılaşılan şeylerdir yani. Bu noktadan görüyoruz ki,
çok avam, eğitimsiz ve bilgisiz insanlar hayata dair en ulvî Hı­
ristiyan kavramlarını gayet berrak, şuurlu ve kolayca kavraya­
bilirken, eğitimli ve kültürlü kimseler son derece kaba putpe­
restlikte ayak diremeye devam ediyorlar. Meselâ, en vasıflı ve
çok eğitimli insanların, çok zeki ve bilgin Schopenhauer gibi
hayatın anlamını şahsî mutlulukta veya acılardan kaçınmada;
ya da çok okumuş piskoposların iddia ettiği gibi Vaftizler ve
lütuf aracılığıyla ruhun kurtuluşunda bulduklarını görebiliyo­
ruz. Buna karşılık dinî mezhebine bağlı yan ümmî Rus köylüsü
hiçbir zihnî çaba sarfetmeden, hayatın anlamının — d ü n y a n ı n
40
41
en büyük bilgelerinin, Epictetus'un, Marcus Aurelius'un ve
42
Seneca'nın belirttiği g i b i — kendisini Allah'ın evlâdı ve Onun
iradesinin âleti olarak görmede yattığını görebilir.
Fakat kendi kendinize sorabilirsiniz: bu bilimdışı ve felsefedışı idrak yönteminin özü nedir? Ne felsefî, ne de bilimsel
değilse, nedir? Nasıl tanımlanabilir? Buna verebileceğim tek
cevap şudur: Dinî bilgi başka herşeyin dayandığı şey olduğun­
dan, ve başka her türlü bilginin önkoşulu olduğundan, onu ta­
nımlayanlayız, zira elimizde bu tanımı yapmamıza yarayacak
hiçbir âlet yoktur. Dinî ıstılahta bu idrake " v a h i y " (revelation)
denir. Bu kelime, kendisine mistik anlam yüklenmeden, tamamiyle sahihtir; çünkü bu anlayış bir kişinin herhangi bir etüd
veya çabasıyla değil, kendisini insanlığa derece derece ifşa
eden küllî aklın tezahürünün kabulüyle kazanılır.
Öyleyse, onbin yıl öncesinin insanları, hayatın anlamının
ferdin mutluluğuyla sınırlı olmadığını neden anlayamadılar ve­
ya neden daha yüksek bir hayat anlayışının — a i l e , toplum, mil­
let, devlet anlayışının— onlara ifşa edildiği bir dönem geldi?
Hıristiyan hayat kavrayışı neden şu kişiye ya da kişilere ayan
oldu da, başkasına olmadı? Ve, şu dönemde, şu biçimde oldu
da, diğer türlü olmadı? Bu sorulara tarihî şartlarda veya bu ha­
yat anlayışını ilk defa kabul eden ve bunu kendilerine has bi­
çimlerde ifade edenlerin hayatlarında nedenler araştırarak ce­
vap vermek, yükselen güneşin neden bazı nesneleri diğerlerin­
den önce aydınlattığı sorusuna cevap aramak kadar boş ve fay­
dasızdır. Hakikat güneşi dünyanın üstünde yükseldikçe, onu
daha fazla aydınlatır ve ışıklarının ilk düştüğü ve onları en iyi
yansıtabilecek cisimlere yansır. Fakat, bazı insanları yükselen
hakikati b a ş k a l a r ı n d a n daha fazla a l m a y a kabiliyetli yapan
özellikler, zihnin özel bazı aktif özellikleri değil; ruhun büyük
ve mütecessis akılla nadiren birarada bulunan pasif özellikleri­
dir: Dünyanın geçici lezzetlerini terketmek, maddî acziyet ve
önemsizliğimizi ve hakikati anlamak. Zaten bütün dinî önder­
lerde felsefî veya bilimsel bilgi noktasından ayrıcalıklı hiçbir
şey görmüyoruz.
Kanaatimce, Hıristiyan halkımızın hakikî terakkisini en­
gelleyen en büyük yanlışlık, şimdi Hz. Musa'nın tahtında otu­
ran g ü n ü m ü z bilim adamlarının Rönesans döneminde kalmış
olan putperest bir hayat görüşüyle hareket etmeleridir. Onlar,
Hıristiyanlığın özü diye, onun adi bir muharref suretini kabul
ettiler ve Hıristiyanlığın i sanların artık geride bıraktığı bir hal
olduğuna karar vererek, insanların tereddütsüz kabul etmeleri
gereken en yüksek hayat anlayışı olarak insanlığın asıl geride
bıraktığı eski putperest sosyal-devlet hayat anlayışına bağlandı­
lar. Böylece, insanın yöneldiği en yüksek hayat anlayışını içe­
ren Hıristiyanlığın hakikatini anlamamaktan öte, onu anlamaya
teşebbüs bile etmiyorlar. Bu anlayışın ana kaynağı, bilimleriyle
Hıristiyanlık arasındaki uyuşmazlığı farkeden bilim adamları­
nın Hıristiyanlıktan sıyrılıp, bililerini değil Hıristiyanlığı suçla­
maya karar vermiş olmasıdır. Diğer bir ifadeyle, onlar hakikat
dışı birşeyi hayal ediyorlar: Yani, Hıristiyanlığın bilimin 1800
yıl ardında olduğuna inanıyorlar; oysa hakikat şu ki, çağdaş
toplumun büyük bir kısmını etkisi altına alan Hıristiyanlığın
1800 yıl ardından gelen bilimdir.
Bu rol değişimi, şu ürkütücü vakıaya götürmektedir bizi:
Hiçkimse dinin, ahlâkın ve hayatın özünü ve hakikî anlamını
kavramada bilim adamlarından daha aklı karışık bir vaziyette
değildir; ve daha da ürkütücü olan vakıa şu ki, kâinatın maddî
şartlarına ilişkin kendi araştırma sahasında gerçekten maddî bir
başarıya ulaşsa da, günümüz bilimi, sıra insan hayatına geldi­
ğinde sadece gereksizleşmiyor, bazen ters sonuçlara da yolaçıyor.
O yüzdendir ki, insanın kâinatla ilişkisini hiçbir felsefe ya
da bilimin değil, sadece ve sadece dinin kurabileceğine inanı­
yorum.
İşte, dinden ne anladığıma ilişkin birinci sorunuza ceva­
bım: Din, insanın kendisiyle sonsuz, sınırsız kâinatla, veya
onun menşei ve ilk sebebiyle kurduğu ilişkidir.
İkinci sorunun cevabı ise, kendiliğinden ilk sorunun ceva­
bından çıkıyonEğer din insan ile kâinat arasında bir ilişki ku­
rulması, hayatın anlamının tanımlanmasıysa, ahlâk da bir kişi­
nin kâinatla şu ya da bu ilişkiyi takip ettiğinde bundan çıkan
bütün faaliyetlerin göstergesi ve açıklamasıdır. Ve, putperest ve
sosyal tutumları şahsî tutumun uzantıları olarak gördüğümüzde
iki, pagan ve sosyal ilişkiyi ayrı tuttuğumuzda ise üç ahlâk öğ-
retisi vardır sadece: ilkel, vahşi, ve şahsî; putperest, aile-devlet
öğretisi; ve Hıristiyanlığın manevî ve ilâhî öğretileri: Yani insa­
na mı, yoksa Allah'a mı hizmet ve kulluk edilecek?
Bu
ilişkinin ilkinden, tek tek fertlerin mutluluğu için
çabalamayı, ferdin en büyük mutluluğuna yarayacak şartların
tanımlarını ve buna ulaşmanın en iyi yoluna dair açıklamaları
temel alan bütün putperest (pagan) dinlerin ortaklaştığı manevî
öğreti çıkmaktadır. Epikürcülüğün en aşağı biçimi, İslâmiyetin
hem bu d ü n y a d a hem de ahirette şahsî mutluluğu vaadeden
manevî öğretisi, esasen necatı, yani öbür dünyadaki şahsî mut­
luluğu a m a ç l a y a n Hıristiyan Kilisesinin m a n e v î öğretisi ve
Faydacıların sadece bu dünyadaki şahsî mutluluğu hedefleyen
manevî öğretisi.
Hayatın gayesini ferdî mutlulukta ve dolayısıyla şahsî acı­
lardan kurtulmada gören bu tutum, en kaba biçimiyle Budizmin manevî doktrinlerine ve Kötümserlerin 4 3 dünyevî doktrini­
ne yolaçmıştır.
Hayatın gayesinin fertlerden oluşan belli bir grubun mut­
luluğunda yattığını esas alan, insanla kâinat arasındaki i-kinci
putperest ilişki, kişinin, saadeti hayatın gayesi olarak görülen o
gruba hizmet etmesine yolaçmaktadır. Bu doktrin şahsî mutlu­
luğun fonksiyonunu, sadece, hayatın dinî temelini teşkil eden
grubun bütünü için kazanıldığı ölçüde kabul etmektedir. Dün­
yayla kurulan bu ilişkiden, kadim Yunan ve R o m a dünyalarının
meşhur manevî doktrinleri doğmuştur ve buralarda fert daima
kendisini topluma kurban etmiştir. Kişinin kendi mutluluğunu
Seçilmiş K a v i m ' i n mutluluğuna tabi kılan Yahudi ahlâkı, fer­
din devletin refahı için kurban edilmesini isteyen günümüz Ki­
lise Devlet ahlâkı gibi, kendi mutluluklarını ailenin ve bilhassa
çocukların mutluluğu için feda eden çoğu annelerin ahlâkı gibi,
bu ilişkiden kaynaklanmaktadır.
Bütün kadim tarih ve bir dereceye kadar modern tarih, bu
aile-toplum ve, devlet ahlâkının tasvirleriyle doludur. Günü-
m ü z d e , insanların çoğunluğu, Hıristiyanlığa inandıkları için
onu desteklediklerine inanıyorlar, halbuki gerçekte aile-devlet
ahlâkından, yani putperest ahlâktan başka birşeyi takip ediyor
değiller. Üstelik, genç nesillerin eğitimi sırasında örnek göster­
dikleri ideal de bu putperest ahlâktan başka birşey değil.
Üçüncü ahlâktan, yani insanın kendisini yüksek bir irade­
nin maksadlarının ifasında bir âlet olarak gördüğü, dünyayla
kurulan Hıristiyan ilişkiden; bu hayat anlayışına denk düşen ve
insanın sözkonusu yüksek iradeye olan bağımlılığını berraklaştıran manevî öğretiler doğmaktadır. İnsanın bilebildiği bütün
manevî öğretiler bu ilişkiden kaynaklanmaktadır: Pisagorculuğun, 4 4 Stoacılığın, 4 5 Budizmin, Brahmanizmin, Taoculuğun, ve
hakikî anlamıyla Hıristiyanlığın en yüksek tezahürleri. Bu din­
lerin hepsi ferdî iradenin ve hem ferdî, hem de ailenin, toplu­
mun ve devletin mutluluğunun bize hayatı bahşeden Ona dair
şuuumuzun bize ifşa ettiği iradeyi ifa adına terkedilmesini ister.
İsmen hangi ahlâka inanıyor veya hangi ahlâktan görünmek is­
tiyor olursa olsun, her ferdin sahih ve samimî ahlâkı, insan ile
kâinat veya menşei arasındaki bu ilişkilerin ya ilkinden, ya
ikincisinden ya da üçüncüsünden doğmaktadır.
Dünyayla ilişkisinin özünü en büyük şahsî mutluluğun teş­
kil ettiğini düşünen bir kişi ailesi, toplumu, devleti, insanlık ve­
ya Allah'ın iradesinin ifası için yaşamanın ahlâklı olduğunu ne
kadar söylerse söylesin ve ustalıkla böyle yaşıyormuş gibi ya­
pıp insanları ne kadar kandırırsa kandırsın, onun davranışının
ardındaki hakikî saik, asla kendi şahsî mutluluğundan başka
birşey olmayacaktır. Bu kişi bir tercih yapmak zorunda kaldığı
vakit, kendi şahsiyetini ailesi, hükümeti veya Allah'ın iradesi­
nin ifası için feda etmeyecek, tam tersine onların hepsini kendi­
sine feda edecektir. Çünkü, eğer hayatın anlamını sadece şahsî
mutlulukta görüyorsa, kâinatla ilişkisini değiştirmedikçe başka
türlü davranamaz.
Benzer şekilde, kâinatla ilişkisini (kadınların çoğunluğu84
nun yaptığı gibi) ailesine, kabilesine, milletine veya (mazlum
milletlerin üyeleri gibi veya savaş zamanında siyasî simalar gi­
bi) devletine hizmetle kurmuş bir kişi kendisinin Hıristiyan ol­
duğunu ne kadar söylerse söylesin, onun ahlâkı hep aile, millet
veya devlet ahlâkî olacaktır, Hıristiyan ahlâkı değil. Ailenin,
toplumun mutluluğu ile kendi şahsî mutluluğu arasında veya
t o p l u m u n refahı ile Allah'ın iradesini ifa arasında bir tercih
yapmak zorunda kalsa, hep, kendi bakış açısına göre mevcudi­
yetinin gayesi olarak gördüğü o grubun mutluluğuna hizmeti
seçecektir; çünkü, hayatın anlamını ancak bu hizmette görmek­
tedir. Aynı şey, dünyayla ilişkisini kendisine hayat bahşeden
Onun iradesini ifada gören bir kişi için de geçerlidir. Kendisi­
nin veya ailesinin, milletin veya hükümetin, veya bütün insan­
lığın ihtiyaçları gereği o yüce iradeye ters fiiller işlemesi için
onu ne kadar etkilemeye çalışırsanız çalışın, o kişi mutlaka,
k e n d i s i n i bu d ü n y a y a gönderen, akılla ve sevgiyle d o n a t a n
O n u n iradesine aykırı fiiller işlememek için nefsini, ailesini,
vatanını ve bütün insanlığı feda edecektir; zira ancak bu irade­
nin ifasıyladır ki hayatında anlam görebilmektedir.
Ahlâk dinden bağımsız olamaz; zira ahlâk sadece dinin —
yani, insanın dünyayla girdiği ilişkinin— bir sonucu değil, aynı
zamanda imaen (by implication) dinin içinde dahildir. Her din,
hayatın anlamı sorusuna bir cevaptır. Ve dinin cevabı, hayatın
anlamı izahını bazen önceleyen bazen de izleyen belli bir ahlâ­
kî gerekliliği içerir. Bu soruya şöyle cevaplar vermek mümkün­
dür: Hayatın anlamı şahsî mutlulukta yatar, öyleyse eline geçen
her türlü fırsatı kullan. Veya, hayatın anlamı bir insan toplulu­
ğunun mutluluğunda yatar, öyleyse bütün gücünle bu g r u ' a
hizmet et. Veya, hayatın anlamı sana hayatı ihsan eden Onun
iradesinin ifasında yatar, öyleyse elinden geldiğince o iradeyi
tanımaya ve onu ifa etmeye çalış. Veya aynı soruya şu şekilde
de cevap verilebilir: Hayatın anlamı kendisini üyesi saydığın şu
insan grubuna hizmette yatar, öyleyse senin gayen budur; veya.
hayatın anlamı Allah'a hizmette yatar, öyleyse senin gayen bu­
dur.
Ahlâk, dinin sunduğu hayatın izahında dahildir ve hiçbir
anlamda dinden ayırdedilemez. Bu hakikati özellikle, felsefele­
rinden yüksek bir ahlâk doktrin çıkarmak için Hıristiyan olma­
yan felsefecilerin yaptığı teşebbüslerde görmek mümkündür.
Bu felsefeciler, Hıristiyan ahlâkının vazgeçilmez olduğunu ve
onsuz yaşamanın imkânsızlığını, üstelik onun mevcut olduğu­
nu farkediyor, onun mevcut olduğunu kavradıklarından kendi
Hıristiyan olmayan felsefeleriyle onu kaynaştırmayı ve hatta fi­
kirlerini kendi putperest, ya da sosyal felsefelerinden Hıristiyan
ahlâkı görünecek şekilde sunmayı istiyorlar. Halbuki, Hıristi­
yan ahlâkının sadece putperest felsefesinden bağımsız olduğu­
nu değil, aynı zamanda hem sosyal felsefeye ve hem de şahsî
mutluluk felsefesine, ya da acıdan şahsî kurtuluşa doğrudan zıt
olduğunu herşeyden fazla bu teşebbüsler ispat etmektedir.
Dünyaya bakışımızın sonucu olarak kabul ettiğimiz Hıris­
tiyan ahlâkı (ethic), sadece ferdin grubun ferdiyetine kurban
edilmesini değil, aynı zamanda her şahsın hem de grubun ferdi­
yetinin Allah'a hizmet için terkedilmesini ister. Putperest felse­
fe sadece ferd veya ferdlerden oluşan bir grub için en büyük
mutluluğu kazanmanın araçlarını araştırır, bu durumda ise çe­
lişki kaçınılmazdır. Bu çelişkiyi gizlemenin tek yöntemi, şartlı
soyut kavramları birbirinin üstüne yığmak ve metafiziğin bula­
nık alanından ayrılmamaktır. Rönesans döneminden beri felse­
fecilerin ç o ğ u n l u ğ u n u n yaptığı b u d u r ve m o d e r n felsefenin
acayip derecede soyutluğu, berraklıktan uzaklığı, anlaşılmazlığı ve hayata uzak kalışı gibi özelliklerinin atfedilmesi gereken
durum budur; yani, Hıristiyan felsefenin daha önceden kabul
edilmiş gerekleriyle putperestlik üzerine kurulu bir ahlâk felse­
fesinin uzlaşmasının imkânsızlığıdır. Kendisini Hıristiyan ka­
bul etmemesine rağmen, felsefesini tam anlamıyla Hıristiyan
dinî temellerden çıkaran Spinoza ve ahlâk görüşünü metafizi86
ğinden tamamen bağımsız kalarak sunan Kant müstesna, diğer
felsefecilerin hepsi, hatta görkemli Schopenhauer bile, ahlâkîyatları ile metafizikleri arasında açık sunî bağlar icat etmişler­
dir.
Öyle görünüyor ki, Hıristiyan ahlâkiyatı hep bizde olan,
gayet sağlam biçimde ve felsefeden bağımsız ayakta duran ve
ayakta kalması için hayalî desteklere ihtiyaç duymayan birşeydir; felsefe ise ahlâkî verilere ters dahi düşemeyen bazı hüküm­
ler uydurmaktan başka birşey yapmaz ve sanki kaynağı orasıymış gibi kendisini ahlâkla bağlantılı gösterir. Bütün bu hüküm­
ler Hıristiyan ahlâkını meşrulaştırıyormuş gibi görünür, fakat
ancak soyutlukları içinde incelendikleri müddetçe bu böyledir.
Pratik hayatla ilgili problemlere uygulandıkları an, felsefenin
öncülleri ile ahlâk arasında sadece anlaşmazlık değil, aynı za­
manda aşikâr bir çelişki da tüm şiddetiyle ortaya çıkar.
Son zamanlarda bu kadar meşhur olan talihsiz Nietzcshe
bu çelişkiyi teşhir etmişti. Mevcut Hıristiyan olmayan felsefe­
lerin bakış açısıyla, üstün ahlâk kanunlarının yalanlardan ve
ikiyüzlülükten ibaret olduğunu, bir insan için kendi hemcinsin­
den üstün insanlar vücuda getirmenin ve onlardan birisi olma­
nın, o üstün insanlara basamak olarak hizmet eden güruhtan bi­
risi o l m a y a göre çok daha zevkli ve makûl birşey olduğunu
söyleyen Nietzsche'yi inkâr etmek mümkün değildir. Putperest
bir dinî hayat görüşünden çıkan felsefî iddialardan hiçbirisi, bir
kişiye arzuladığı, anladığı, m ü m k ü n bulduğu kendi mutluluğu
için, veya ailesinin veya toplumun mutluluğu için değil, bilin­
meyen, arzu edilmeyen, anlaşılmayan, insanın elindeki araçlar­
la ulaşılamayan mutluluk için çalışmanın daha avantajlı ve ma­
kûl olduğunu ispatlayamaz. Belli bir insan hayatı anlayışına
dayalı ve insanın esenliğine adanmış bir felsefe; her an ölebile­
ceğim bilen aklıbaşında bir kişiye, bunun kendisi için iyi oldu­
ğunu, ve kendi arzuladığı, değer verdiği ve şüphesiz gözüyle
baktığı mutluluğunu feda etmesi gerektiğini, fakat aynı şeyi
87
başkalarının iyiliği için yapmaması gerektiğini ispatlayamaz.
Putperest felsefenin bakış açısıyla bunu ispat etmek im­
kânsızdır. Bütün insanların eşit olduğunu, başkalarını kendisine
hizmete zorlayıp onların hayatını ayağı altına almaktansa kendi
hayatını başkalarının hizmetine sunmanın daha iyi olduğunu is­
pat etmek için dünyayla olan ilişkinin farklı şekilde tanımlan­
ması gerekir: İnsanın başka hiçbir şey yapamayacağı bir ko­
numda olduğunun, zira hayatın anlamının ancak kendisini bu­
raya gönderen Onun iradesini ifada bulunduğunun, ve kendisi­
ni gönderen iradenin, hayatını başkalarının hizmetine sunması­
nı istediğinin gösterilmesi gerekir. İnsanın kâinatla ilişkisinde
böyle bir değişikliği ancak din sağlayabilir.
Aynı şey, putperest bilimin temel esaslarından Hıristiyan
bir ahlâk çıkarma ve bunları birbirleriyle uzlaştırma teşebbüs­
lerinde de vuku bulmaktadır. Hiçbir safsata veya düşünce çar­
pıtması, şu basit ve apaçık önermeyi yıkamaz: Çağdaş bilimin
temelinde yatan evrim kanunu, varoluş mücadelesi ve en kuv­
vetlinin hayatta kalması şeklindeki genel, ezelî ve değiştirile­
mez kanununa dayanır. Bu kanun şöyle der: her bir kişi kendi
ve grubunun mutluluğunu kazanmak için en kuvvetli olmalı,
grubunu da en kuvvetli yapmalı, tâ ki daha az kuvvetli olduğu
için yok olup giden kendisi ve grubu değil, bir başkası olsun.
Bu kanundan ve onun hayata uygulanmasından ürken bazı
tabiatçılar meseleyi boğuntuya getirip kanunun yanlışlığını is­
patlamaya çok çalıştılarsa da, çabaları bütün canlı dünyanın ha­
yatına hükmeden hükümdarın karşı konulamazlığını daha açık
seçik gösterdi.
Ben tam bunu yazarken, Rusya'da, Bay Huxley'nin 4 6 kısa
bir süre önce bir İngiliz topluluğa yaptığı evrim ve ahlâk konu­
lu konuşmasının tercümesi yayınlandı.
Yazıda bilgili profesör (birkaç sene önce konu üzerine seleflerininki gibi başarısız yazılar yazan bizim Profesör Bartkov
ve diğerleri gibi), varoluş mücadelesinin ahlâka aykırı olmadı-
ğını, varoluş mücadelesinin hayatın aslî kanunu olarak kabu­
lüyle ahlâkın sadece varolmakla kalmayıp, kemâline bile ulaşa­
cağını ispatlamaya çalışıyor. Bay H u x l e y ' n i n yazısı, k a d i m
çağdaki insanların din ve felsefesi hakkında fıkralarla, mısra­
larla, ve genellenmiş görüşlerle dolu; bütün bunlar öylesine
süslü püslü ve çapraşık bir iddiayı besliyor ki, bu iddianın için­
deki temel fikre ulaşmak için büyük çaba sarfetmek gerekiyor.
Bu fikir ise şu: Evrim kanunu ahlâk kanununa aykırıdır ve bu­
nu hem kadim Yunanlılar hem de kadim Hindular biliyordu. Bu
halkların felsefeleri ve dinleri onları nefsten feragat doktrinine
götürdü. Yazarın görüşüne göre bu doktrin yanlıştır, doğru ola­
nı da şudur: Kendisinin kozmik kanun dediği ve bütün canlı
mahlûkların birbirleriyle çarpışmasını ve sadece en sağlıklı ve
kuvvetlinin hayatta kalmasını gerektiren bir kanun mevcuttur.
Bu kanuna insan da tâbidir ve bu kanun sayesindedir ki, insan
şu andaki tekâmül seviyesine ulaşmıştır. Fakat bu kanun ahlâka
aykırıdır. O halde, ahlâkla nasıl uzlaştırılabilir? Şöyle: Kozmik
ilerlemeyi sınırlamaya, onun yerine diğerini, yani en sağlıklı ve
kuvvetlinin değil ahlâkî anlamda en iyisinin hayatta kalmasını
amaçlayan ahlâkî ilerlemeyi koymaya çalışan sosyal ilerleme
diye birşey vardır. Bay Huxley bu ahlâkî ilerlemenin kaynakla­
rı hakkında açıklama yapmıyor; fakat 19 no'lu notunda, bir ta­
rafta insanların hayvanlar gibi yaşadıkları topluluğu sevdikleri
ve bu yüzden anti-sosyal eğilimlerini bastırdıkları gerçeğinin,
diğer tarafta ise toplumun refahına muhalif davranışları bastır­
m a k için o toplumun üyelerinin zor kullandığı gerçeğinin bu
ilerlemenin temelini teşkil ettiğini söylüyor. İnsanların üyesi
oldukları grubun muhafazası için tutkularını gemleyen bu süre­
ci ve grubun düzenini bozması halinde cezalandırılma korkusu­
nu, Bay Huxley, varolduğunu ispatlamaya çalıştığı ahlâk olarak
görüyor.
Bay Huxley, İrlanda problemiyle, kitlelerin sefaleti ve zen­
ginlerin saçma zenginliğiyle, uyuşturucu ve afyon ticaretiyle,
89
ölüm cezasıyla, ekonomi ve siyasetin çıkarı için insanların katledilmesiyle, gizlenmiş ahlâksızlığı ve ikiyüzlülüğüyle çağdaş
İngiliz toplumunda, polis kurallarını çiğneyen adamın ahlâkî
(ethical) bir kanuna göre hareket eden ahlâklı (moral) bir kişi
olduğunu düşünüyor. O kişinin içinde yaşadığı toplumu ihlal
e t m e m e k için ihtiyaç duyabileceği vasıfların o topluma ç o k
faydalı olabileceğini; bir soyguncunun vasıflarının soyguncular
çetesine çok faydalı oluşu gibi, toplumumuzda cellatların, gar­
diyanların, hakimlerin, askerlerin ve münafık papazların vs. va­
sıflarının, ahlâkla hiçbir alışverişleri olmadığı halde faydalı ol­
duğunu unutuyor.
Ahlâk, sürekli gelişen ve inkişaf eden birşeydir, bu yüzden
belli bir toplumun kurulu düzeninin ihlal edilmemesi ve Bay
Huxley'nin ahlâkın âletleriymiş gibi sözettiği darağaçları, bal­
talar aracılığıyla bu düzenin ayakta tutulması ahlâkı teyid et­
mek bir yana, onu ihlâl edecektir.
Diğer taraftan, mevcut düzenin çiğnenmesi, sözgelişi sa­
dece İsa Mesih ve şakirtleri tarafından Roma İmparatorluğunun
düzenine karşı yapılan türden ihlaller değil, günümüzde hukukî
prosedürlere katılmayı, askerlik yapmayı, silâh yapımı için is­
tenilen vergileri ödemeyi reddeden bir kişinin ihlali de gayriahlâkî olmayacak, üstelik ahlâkın/ahlâkın tezahürünün aslî şartı
olacaktır. Hemcinslerinin etini yemeyi bırakan ve bunu destek­
ler şekilde davranan bir y a m y a m toplumunun düzenini ihlal
edecektir. Ve bu yüzden, bir toplumun düzenini çiğneyen fiiller
gayriahlâkî olabilecek, fakat ahlâklılığı ilerleten gerçekten ah­
lâklı bir fiil her zaman toplumun uygulamalarının ihlâli olacak­
tır. Ve bu itibarla, bir toplumda insanların toplumun bütünü için
kendi avantajlarını feda etmelerini gerektiren bir kanun çıkı­
yorsa, o kanun bir ahlâk kanunu değil, tam tersine, varoluş mü­
cadelesi kanununun sadece gizli bir biçimi olan, bütün ahlâkiyata aykırı bir kanundur. Bu, mücadelenin sonu değil, darbeyi
daha şiddetli yapmak için yapılan silâhların gösterisidir.
90
Eğer varoluş mücadelesi ve en kuvvetlinin hayatta kalması
kanunu, canlıların (ki, o zaman insanın da bir hayvan olarak
kabul edilmes gerekir) ezelî kanunuysa, bu kanun, sosyal iler­
leme veya bu ilerlemeden çıktığı varsayılan veya ihtiyaç duyul­
duğu an bir "deus ex machina" gibi kaynaksız doğan ahlâkî bir
düstur hakkındaki süslü iddialarla ihlâl edilemez.
Eğer, Bay Huxley'nin bizi temin ettiği gibi, sosyal ilerle­
me insanları bir araya getiriyorsa, aileler, boylar ve milletler
arasındaki aynı mücadele devam edecek ve en kuvvetliler ha­
yatta kalacak; ve mücadele daha ahlâkî olamayacağı gibi, ger­
çek hayatta şahit olduğumuz şahsî mücadeleden daha gaddar
ve gayriahlâkî olacaktır.
İmkânsızı kabul edip, bin yıllık sosyal ilerlemenin tek ba­
şına bütün insanlığı tek devletli, tek hükümetli bir vücut halin­
de birleştireceğine inanırsak, o zaman unutmamalıyız ki, mil­
letler ve devletler arasındaki mücadele insan ve hayvan âlemle­
ri arasındaki mücadeleye dönüşecektir. Mücadele hep mücade­
le olarak, yani, bizim inandığımız Hıristiyan ahlâkını kabul ih­
timalini dışlayan bir faaliyet olarak, hep kalacaktır. Ve yine
unutmamalıyız ki, o zaman bir grubun fertleri arasındaki müca­
dele asla azalmayacak; aileler, boylar veya devletler şeklinde
bir araya gelmiş bütün insan topluluklarında gördüğümüz gibi,
farklı bir biçimde devam edecektir. Tıpkı dışardakiler gibi, ai­
leler de kendi aralarında tartışırlar; hem de daha sık ve daha
büyük düşmanlıklarla.
Devletin içinde de aynen böyle olur: Bir devletin içinde
yaşayan insanlar arasında, tıpkı dışardakiler gibi, yine aynı mü­
cadele devam eder; ama bu defa sadece mücadele biçimi farklı­
dır. Birisinde insanları oklarla, bıçaklarla öldürürler, diğerinde
açlık çektirerek. Hem ailenin, hem de devletin içinde en zayıf
olan kutsalsa, bu, siyasî birlik olduğu için değil, aile ya da dev­
letin içinde birleşmiş insanlar arasında nefsini feda ve sevgi
duygusu varolduğu için böyledir. Bir ailenin üyesi olmayan iki
çocuk arasında en kuvvetli hayatta kalırken, iyi bir annenin ol­
duğu bir ailenin içinde her iki çocuk da hayatta kalıyorsa, bu
aile birimleri şeklinde birleşmiş olmanın değil, annenin kendini
feda ve sevgi vasıflarına sahip olmasının sonucudur. Halbuki,
ne kendini feda, ne de sevgi sosyal ilerlemeden doğmaz.
Sosyal ilerlemenin ahlâklılığı meyve verdiğini söylemek,
soba yapmanın ısıyı sonuç vereceğini söylemekten farksızdır.
Isıyı güneş verir; sobalar ise ancak içlerine güneşin bir
ürünü olan odun atıldığında ısı verirler. Ahlâkın dinden kay­
naklanması da aynı şekilde olur. Ancak dinî etkinin sonucu, ya­
ni ahlâk, insanların bir parçası yapıldığı zamandır ki, hayatın
sosyal biçimleri ahlâklılığa götürür.
Sobalar yakılabilirler ve o zaman ısı çıkarırlar, veya yakılamazlar ve o zaman da soğuk kalırlar. Aynen öyle de, hayatın
sosyal biçimleri ahlâk içerebilirler ve o zaman ahlâk toplumu
etkiler; veya ahlâk içermezler ve o zaman toplum her türlü ah­
lâkî etkinin uzağında kalır.
Hıristiyan ahlâkı putperest bir hayat telâkkisine dayandırı­
lamaz, Hıristiyan olmayan felsefe veya bilimden de çıkarıla­
maz. Ne onlardan çıkarılabilir, ne de onlarla uzlaştırılabilir.
Felsefe ve bilim meseleyi işte şu kadar ciddi, tutarlı ve
dikkatli anlamış: "Önermelerimiz eğer ahlâka uymuyorsa, bu
ahlâk için çok daha kötüdür." Ve felsefeyle bilim, bunu söyler­
ken ve araştırmalarını yaparken son derece isabetlidir.
Hiçbir dinî temele oturmayan ahlâkiyat eserleri ve laik il­
mihaller yazılmakta ve öğretilmekte, insanlar da insanlığa on­
ların yön verdiğini pekâlâ düşünebilmektedir; fakat bu sadece
görüntüde böyledir, çünkü gerçekte insanlar hep inandıkları ve
hâlâ da inanmakta oldukları dinler tarafından yönlendirilmekte­
dir, bu eserler ve ilmihaller ise kendiliğinden dinden çıkan taklid ve sahte şeylerdir.
Dinî akidelere dayanmayan seküler bir ahlâkın emirleri,
müzikten hiçbir anlamadığı halde orkestra şefi yapılmış birisi92
nin, çalacakları parçayı çok iyi bilen müzisyenlerin karşısında
ellerini sallamasından farklı yok. Olayın akışı ve daha önceki
orkestra şeflerinin müzisyenleri öğretmiş olduğu şeyler dolayı­
sıyla, müzik belki bir müddet devam edebilir; ama müzikten
zerre kadar anlamayan adamın ellerini kollarını sallaması hiç­
bir işe yaramayacak ve sonunda müzisyenleri şaşırtıp orkestra­
nın ahengini bozacaktır. Hıristiyan insaniyetinin özümsemeye
başladığı üstün dine d a y a n m a y a n bir ahlâkı insanlara talim
eden ünlü simalar yüzünden, günümüz insanlarının zihinlerin­
de böyle bir karışıklık meydana gelmeye başlıyor.
Ahlâk öğretisinin hurafeyle sulandırılmaması gerçekten is­
tenen birşey, fakat meselenin hakikati şu ki, ahlâk öğretisi in­
san ile kâinat, ya da Allah arasında kurulan belli bir ilişkinin
sonucundan ibarettir. Eğer böyle bir ilişki, hurafe diye gördü­
ğümüz biçimlerde ifade ediliyorsa, o zaman bundan kaçınmak
için onu daha makûl, daha berrak ve daha kesin bir şekilde ifa­
deye çalışmamız gerekir; daha önce kurulmuş ama artık yeter­
siz kalan insan-kâinat ilişkisi yıkılacak olsa bile bunu yapmalı­
yız. A m a asla safsatadan başka hiçbir şeye dayanmayan, sözde
seküler, yarı dinî bir ahlâk uydurmamalıyız.
Din dışında bir ahlâk tesisine teşebbüs etmek, hoşlandıkla­
rı bir bitkiyi yeniden toprağa e k m e k isteyen çocukların onu
köksüz bir halde koparıp, sonra da o haliyle toprağa dikmeleri­
ne benziyor. Köksüz bitki olmadığı gibi, dinî temeli olmayan
hakikî, halis bir ahlâk da olamaz.
İşte, iki sorunuza cevabım: Din, insanın kendi ayrı şahsi­
yeti ile sonsuz kâinat arasında kurduğu belirli bir ilişkidir. Ah­
lâk ise bu ilişkiden doğan sürekli bir hayat düsturudur.
AŞKIN KANUNU
47
VE ŞİDDETİN KANUNU
"Bedenini öldürüp de canını öldürmeye kudreti olma­
yanlardan korkmayın; ancak daha ziyade cehennemde
hem bedeni, hem canı helak etmeğe kudreti olandan
korkun." (Matta, X, 28)
"Hıristiyan hayat tarzının sapması yüzünden, Hıristi­
yanlar putperestlerden daha kötü hale düştüler."
"Hayatta mevcut olan kötülüğün ıslahı, din adına söy­
lenen yalanların kınanması ve her bir ferdin içinde din
hakikatinin tesisiyle başlamalıdır."
"Akla aykırı bir hayatın getirdiği ıstıraplar, akla uygun
hayatın şart olduğu şuuruna götürür."
"Gerek insanlığın, gerekse ferdin derbederliği boşuna
değildir, çünkü insanlığı, dolambaçlı yoldan da olsa in­
san için takdir edilen yegâne faaliyete, yani öz-tekâmüle sevkeder."
95
Önsöz
"Ve hüküm budur ki, dünyaya nur geldi; ve insanlar
karanlığı nurdan daha çok sevdiler; zira işleri kötü idi.
Çünkü her kötülük işleyen nurdan nefret eder ve işleri
ayıplanmasın diye nura gelmez. Fakat, işleri Allah'ta
işlemiş olduğu gösterilsin diye, hakikati yapan nura ge­
lir. (Yuhanna, III, 19-21)
"Bir kişinin, kendisini ele vereceği endişesiyle hakikattan korkmaya başlamasından daha büyük bedbahtlık
olamaz." (Pascal 48 )
"İyi kimselerin izzeti, başka insanların ağzında değil,
kendi vicdanlarındadır."
Bunları yazıyorum, çünkü Hıristiyan dünyasının insanlarını
korkunç maddî sıkıntılardan ve daha da önemlisi her geçen gün
gömüldükleri manevî yozlaşmadan kurtaracak tek şeyi biliyor­
ken ve hem de kabir kapısının eşiğine gelmişken susamam.
Zamanımızın bütün düşünen kimseleri için, sadece-Ruslar
değil dünyanın bütün Hıristiyan milletleri için şu gerçek bedihi
olsa gerek: Fakirlerin arttıkça artan sıkıntıları ve zenginlerin
debdebe içindeki yaşamları; devrimcilerin hükümetlere karşı,
hükümetlerin devrimcilere karşı, köleleştirilmiş milliyetlerin
kendilerini ezenlere karşı, devletlerle devletlerin, Doğu ile Ba-
tı'nın mücadelesi; ahlâksızlığıyla halkın kuvvetini yutan ve git­
tikçe hızlanan silâhlanma yarışı... böyle bir hayat devam ede­
mez, ve Hıristiyan kavimler kendilerini değiştirmezse, musibet
daha da şiddetlenecektir.
Bu çoğu insanın gözünün önünde duruyor, ama çoğunluk­
la ne bu felâketin sebebini, ne de kurtuluş vasıtalarını görmü­
yorlar. Birbirinden çok farklı kimi şartlar sebeb olarak sayılıyor
ve birbirinden çok değişik kurtuluş vasıtaları öne sürülüyor.
Oysa ne sadece tek bir neden, ne de tek bir kurtuluş vasıtası
sözkonusu.
Hıristiyan milletlerin yaşadığı bu felâketin ardındaki se­
beb, onlarda hayatın anlamına ilişkin ulvî bir anlayışın, herke­
sin ortaklaştığı bir inancın ve bu inancın meyvesi olan bir dav­
ranış düsturunun bulunmayışıdır.
Bu felâketten kurtuluş vasıtası ise ne hayalî ne de sunî de­
ğil, son derece tabiîdir. Ve bu vasıta, Hıristiyan dünyası men­
suplarına ondokuz yüzyıl önce indirilen ve şimdiki çağa dek
canlılığını korumaya devam eden ulvî hayat anlayışını, ve onun
sonucu olan davranış düsturlarını, diğer bir ifadeyle hakikî an­
lamıyla Hıristiyan öğretiyi, benimsemektedir.
97
1. Bölüm
I
"En ahmakça hurafelerden birisi, bilim adamlarının
'İnsan imansız yaşayabilir' şeklindeki hurafesidir."
"Hakikî din, insan ile onu kuşatan sonsuz hayat arasın­
da ilişkinin kurulmasıdır ve insanın hayatını bu son­
suzlukla birleştirerek ona hareketlerinde yol göster­
mektir."
"Eğer hiç imanınız olmadığını hissediyorsanız, bilme­
lisiniz ki, bir insanın düşebileceği en tehlikeli konumda
bulunuyorsunuz."
İnsanlar ancak çoğunluğunu aynı derecede tatmin eden hayatın
anlamına ilişkin anlayış ve b u n u n sonucu olan bir davranış
düsturu sayesinde birleştiklerindedir ki akla uygun ve ahenkli
bir hayat yaşayabilirler ve yaşıyorlar. Fakat ne zaman ki kaçı­
nılmaz olan vukua gelir (ki gelmesi de gerekir, çünkü hayatın
anlamına ilişkin açıklama ve bunun sonucu olan davranış düs­
turu hiçbir zaman nihaî halini almayıp, devamlı netleşir), yani
ne zaman ki, insanların veya milletlerin hayatı önceki gibi de­
vam ederken, hayatın anlamına ilişkin anlayış daha kesin ve
net hale gelerek o zaman öncekilerden farklı bir davranış düs­
turunu gerektirir, işte o zaman yaşamları ahenksizleşir ve acizleşir. İnsanlar zamanlarına uygun bir dinî idraki ve davranış
98
düsturunu benimsemeyip, eski ve zamanı geçmiş bir hayat an­
layışından çıkan kurallara göre yaşamaya devam ettiği ve üste­
lik hayat tarzlarını meşrulaştırabilecek sunî bir hayat anlayışı
icat ederek kendilerine uygun bir dinî nazarı benimsemeye ça­
lıştığı sürece bu uyumsuzluk ve acziyet artarak devam edecek­
tir.
Bu tarihte pekçok defa tekrarlanagelmiştir; ama, insanların
hayat tarzı ile hayatın anlamına ilişkin dinî açıklama ve bunun
sonucu olan davranış düsturu arasındaki uyumsuzluk, hiçbir
zaman, kendilerine hakikî anlamıyla indirilen Hıristiyanlık aki­
desini kabul etmeyip eski putperest hayat biçimlerine göre ya­
şayan günümüz Hıristiyan kavimlerininki kadar fazla olmamış­
tır.
Hıristiyanlığın insanların vicdanına getirdiği hayatın anla­
mına ilişkin açıklama, onu benimseyenlerin hayat tarzının çok
ö t e s i n d e olduğu için, Hıristiyan k a v i m l e r i n hayatındaki bu
uyumsuzluğun bilhassa büyük olduğu kanaatindeyim. Bunun
sonucu ise şu oldu: Davranışa ilişkin kurallar sadece insanların
alışkanlıklarıyla değil, Hıristiyan öğretiyi kabul etmiş olan put­
perest kavimlerin bir bütün olarak hayat tarzıyla tezata düştü.
Bu da Hıristiyan kavimlerin hayat tarzında çarpıcı bir
uyumsuzluğa, ahlâksızlığa, düşkünlüğe ve ahmaklığa yolaçtı.
Bütün bunlar ortaya çıktı, çünkü Hıristiyanlık süsü altında,
putperestlikten tek farkı samimiyetsizliği ve suniliği olan bir
Kilise öğretisini kabul etmiş olan Hıristiyan dünyası bu öğreti­
ye kısa zamanda inanmaz oldu ve yerine de başka bir öğreti
koymadı. Böylece, tahrif edilmiş Hıristiyan öğretilerine inanç­
tan gitgide uzaklaşan Hıristiyan dünyasının insanları sonunda
öyle bir noktaya geldiler ki, insanların çoğunluğunun elinde
hayatın anlamına ilişkin hiçbir açıklama kalmadı; diğer bir ifa­
deyle, kendilerini hiçbir dini, hiçbir inancı veya ortak bir dav­
ranış düsturu olmayan bir durumda buldular. İnsanların en bü­
yük kesimini teşkil eden işçi sınıfı, zahiren eski kilise dinini iz99
lese de, artık ona inanmıyor ve hareketlerinde onu esas almı­
yor; alışkanlığın, geleneğin ve mülkiyet duygusunun dışına itiverdiler onu. Buna karşılık, azınlık, yani sözde eğitimli sınıfla­
rın tamamı ya şuurlu biçimde hiçbir şeye artık inanmıyor, veya
bazılarının yaptığı gibi siyasî maksatlarla Hıristiyanlığa inanıyormuş gibi yapıyor, veya çok küçük bir kesim gibi hayata ters
düşen bir öğretiye samimiyetle inanıyor ve her türlü karmaşık
safsatalarla bu inancı haklı göstermeye çalışıyor.
Bugünkü Hıristiyan milletlerin düştükleri talihsiz duru­
mun asıl ve tek nedeni budur. Sözkonusu sefalet daha da kötü­
ye gitmektedir, çünkü Hıristiyan dünyasının mensupları (bütün
yönetici sınıflar) işlerine yarıyor diye imansızlığı seçtikleri hal­
de ya inanmadıkları ve inanamayacakları birşeye ahlâksızca
inanıyormuş gibi yapıyor veya (özellikle en bozulmuşlarının,
yani bilginlerinin yaptığı gibi) zamanımız insanlarının hayatın
anlamına ilişkin hiçbir açıklamaya veya imana veya bu iman­
dan doğan hiçbir davranış düsturuna hiçbir ihtiyacı olmadığını
ve hayatın yegâne ana yasasının evrim yasası ve varoluş müca­
delesi olduğunu ve dolayısıyla da insan hayatına sadece beşerî
ihtirasların ve arzuların yön vermesi gerektiğini açıkça iddia
ediyorlar.
Kısacası, Hıristiyan dünyası insanlarının sefaletinin ardın­
daki sebeb, insanların şuursuz imansızlığı ve sözde eğitimli in­
sanların da imanı şuurlu biçimde inkâr etmesidir.
100
2. Bölüm
•"Başkalarının kendisini görmemesi için gözlerini kapa­
yan çocuklar gibi, insanın hiçbir şey görmediğinde
kendisinin de görülmeyeceğine inanmayacağına meyli
vardır." (Lichtenberg 49 )
"Günümüzün insanları, yaşamlarımızdaki saçmalıkları
ve zulümleri, bir avuç kişinin gülünç zenginliğini ve
çoğunluğun hüzün veren fakirliğini, silâhları ve savaş­
ları, bunların hiçbirisini kimsenin görmediğine inanır­
lar ve böyle bir hayatı devam ettirmelerine hiçbir şey
engel olmaz."
"İnsanların çoğunluğu onu yapıyor diye, yanlış yanlış
olmaktan çıkmaz."
Hıristiyan öğretisi maskesi altında Kilisenin teşkil ettiği tahrif
edilmiş suretini kabul eden Hıristiyan dünyasının insanları, za­
manla bu bozulmuş Kilise Hıristiyanlığına inanmaz oldu ve so­
nunda öyle bir noktaya geldi ki, hayata ilişkin hiçbir dinî anla­
yış ve bu anlayışın sonucu olan davranış düsturu tanımaz oldu­
lar. Herkesin olmasa bile, çoğunluğun paylaştığı bu hayat anla­
yışı ve davranış düsturu olmadığında insan hayatının akla mu­
halif ve sefil bir hale düşmesi mukadder olduğundan, Hıristi­
yan dünyasının halkları arasında bu hayat tarzı sürdükçe, ha­
yatları da daha akla ters ve sefil hale düşecektir. Ve günümüz101
deki hayat tarzı akla muhalefetin ve sefaletin öyle bir derecesi­
ne düştü ki, daha önceki biçimlerinde artık devam edemiyor.
Topraktan ve dolayısıyla da emeklerinin meyvelerinden
istifade imkânından mahrum olan işçilerin çoğunluğu, onları
köleleştiren toprak sahiplerinden ve sermayedarlardan nefret
ediyor. İşçilerin kendileri hakkında ne hissettiğini bilen toprak
sahipleri ve sermayedarlar da, onlardan korkuyor ve iğreniyor,
örgütlü hükümet gücünün yardımıyla onları köle konumunda
tutuyorlar. İşçilerin durumu kötüleşmeye devam ettikçe zengin­
lere olan bağımlılıkları artıyor; zenginlerin zenginliği çoğaldık­
ça güçleri, işçi kitlesinden korkuları ve nefretleri de aynı dere­
cede çoğalıyor. Milletlerin, topyekûn katliama hazırlanmaktan
başka bir gaye taşımayan silâhlanmalarında, denizaltı ve hava
kuvvetlerine yapılan harcamalarda da aynı sabit artış görül­
mektedir. Bu katliamlar yapıldı ve halen de yapılıyor, başka
türlüsü de olamaz; çünkü, bütün Hıristiyan halklar (ferdî olarak
değil, milletler olarak) devlet şeklinde birleşip birbirlerinden ve
diğer Hıristiyan olmayan devletlerden nefret ediyorlar ve her
an birbirlerine saldırmaya hazır bekliyorlar. Üstelik, tek bir bü­
yük Hıristiyan devlet yok ki, bir veya birkaç küçük ülkeyi ken­
di iradelerinin rağmına, nefret ettikleri büyük devlete katılmaya
zorlamasın: Avusturya, Prusya, İngiltere, Rusya, Fransa ve on­
ların t e b ' a ülkeleri: Polonya, İrlanda, Hindistan, Finlandiya,
Kafkasya, Cezayir, vs. Böylece, fakirle zengin, büyük devlet­
lerle büyük devletler arasındaki nefretten ayrı olarak, ezilen
milletlerle onları ezenler arasında gitgide artan bir nefret ya­
şanmaktadır. En kötüsü, insanın yaratılışına son derece ters
olan bu nefrettir, çünkü insanlar arasındaki diğer tüm düşman­
ca duygular gibi kmanmamakla kalmayıp, tam tersine övgüye
değer dinî ameller ve faziletler gibi alkışlanmaktadır. Ezilen iş­
çilerin zenginlere ve güçlülere duyduğu nefret hürriyet, kardeş­
lik ve eşitlik sevgisi olarak yüceltilmekte; Almanların Fransız­
lara ve İngilizlere, İngilizlerin Yankilere (Amerikalılara), Rus-
102
ların Japonlara vs. nefreti veya tersi vatanseverlik fazileti sayıl­
maktadır. Aynı şekilde, Polonyalıların Ruslara ve Prusyalılara,
Prusyalıların da Polonyalılara ve Finlilere duyduğu vatansever
nefret çok daha fazla değerli görülmektedir.
Hepsi bu kadar değil. Bütün bu düşmanca haller, Hıristi­
yan milletlerin hayatının bu istikamette devam edemeyeceğini
göstermektedir. Bu milletler arasında hepsinin paylaştığı bazı
dinî ilkeler olsaydı, belki bu kötü duygular tesadüfi ve geçici
olgu sayılabilirdi. Fakat öyle değil; Hıristiyan milletler arasın­
da ortak bir yolgösterici dinî ilkeye benzer tek birşey bile yok.
Onun yerine Kilise dini yalanı var; hem de bir tane değil, birbi­
rini çürüten kaç tane yalan: Katolik, Ortodoks, Lutherci, vs; ay­
nı şekilde birbirini yalanlayan çeşit çeşit bilim yalanları var;
gerek milletlerarası ve gerekse parti düzeyinde siyaset yalanı;
sanat, gelenek ve örf-âdet yalanları. O kadar çok çeşitli yalan­
lar olmasına karşılık, dünyaya dinî bir bakıştan doğan hiçbir
manevî düstur yok. Hıristiyan dünyasının insanları, şahsî çıkar­
lardan ve karşılıklı çarpışmadan başka kural tanımayan hay­
vanlar gibi yaşıyorlar; ve hayvanlardan farkları şu: Hafızası ol­
mayan hayvanların mideleri, pençeleri ve dişleri hiç değişmez­
ken, insanlık gittikçe artan bir hızla toprak yollardan demiryol­
larına, atlardan buharlı gemilere, sözlü haberleşmeden matba­
aya, telgrafa ve telefona; yelkenlilerden büyük okyanus gemi­
lerine, kılıçtan ateşli silâhlara, toplara, makineli tüfeklere,
bombalara ve bombardıman uçaklarına geçiyor. Ve böylece, te­
lefonlu, elektrikli, bombalı ve uçaklı, bütün halklar arasında
düşmanlığın kök saldığı, halklara birleştirici bir ruhanî ilkenin
değil yabancılaştırıcı hayvanî içgüdülerin yol gösterdiği, insan­
ların entellektüel melekelerini kendi zevkleri için kullandığı bir
hayat giderek anlamsızlaşıyor ve felâkete sürükleniyor.
103
3. Bölüm
"İnsanları yönetmek için onların aklını yok sayıp kuv­
vet kullanmaktan başka yol olmadığına inananlar, in­
sanlara, daha itaatkâr dönüp durmaları için gözlük tak­
tıkları atlara davrandıkları gibi davranırlar."
"Eğer şiddetten başka birşeyden anlamadığı düşünülü­
yorsa, insana neden akıl verilmiş?"
"Şiddetin kanunu bir kanun değildir, ancak protesto ve
muhalefetle karşılaşmadığında kanun sayılabilecek ba­
sit bir vakıadır. İnsanların sıcaklığı, aydınlığı ve hafif­
liği keşfedinceye dek katlanmak zorunda kaldıkları so­
ğuk, karanlık ve ağırlık gibidir. Bütün insanî çaba ve
gayretler, vahşi tabiatın kuvvetinden kurtulmak içindir;
adalette gösterilen ilerleme, dizginlenmesi gereken
kuvvetin zorbalığına getirilen sınırlamalardan ibarettir.
Bir ilaç hasta bir insanda nasıl zafere ulaşırsa, iyilik de
hayvan-insanın kör vahşeti ve dizginlenmemiş şehveti
karşısında zafere ulaşır. Aynı şekilde, şahsî hürriyeti
geliştiren ve insanı bütün canlı mahlûkların üstüne, iyi­
liğe, adalete ve hikmete çıkaran tek ve aynı kanun ol­
duğunu görebiliyorum. Mal hırsı çıkış noktası; aklıbaşında yüce gönüllülük ise varış noktasıdır." (Amiel 5 0 )
"İnsanları adalete boyun eğdirmenin mümkün olduğu
gerçeği, onları şiddete de boyun eğdirmenin mümkün
104
olduğu anlamına gelmez." (Pascal51)
"Şiddet görünüşte adaleti netice verir, ama insanları
adaletli ve şiddetin bulunmadığı bir hayat ihtimalinden
uzaklaştırır."
Hıristiyan dünyasındaki çoğu insanlar, durumlarının gittikçe
kötüleştiğini hissediyorlar ve bu durumdan kurtulmak için et­
ken olarak gördükleri tek vasıtayı kullanıyorlar: şiddet. Mevcut
düzenin işlerine yaradığını düşünen bazıları, siyasî tedbirler
kullanarak bu düzeni sürdürmeye çalışırken, başkaları da mev­
cut düzeni yıkıp daha iyisini kurmak için şiddete dayalı dev­
rimci faaliyette bulunuyorlar.
Hıristiyan âleminde pekçok devrimler oldu ve pekçok da
devrimler bastırıldı. Haricî suretler değiştiyse de, Devlet'in aslî
yapısı — y a n i , bir avuç kişinin çoğunluk üzerindeki iktidarı,
yozlaşma, yalanlar, yönetici sınıfların ezilenlerden duyduğu
korku, kitlelerin boyun eğdirilmesi, kökleştirilmesi, uyuşuklu­
ğu ve h ü z n ü — suret değiştirmiş olsa bile, gerçekte hâlâ devam
ediyor. Bugün Rusya'da yaşananlar, sadece hedefsizliği göster­
miyor, aynı zamanca insanları birleştirme vasıtası olarak şiddet
kullanmanın apaçık menhusluğunu da gözler önüne seriyor.
Bir süredir, bütün gazetelerde para kasalarının çalındığına,
polislerin, subayların öldürüldüğüne, suikastlerin önlendiğine
vs. ilişkin haberler azalıyor, ama idamların ve ölüm cezalarına
ilişkin haberler gittikçe daha sık yer alıyor.
Son bir iki yıldır, durmaksızın insanları idam ediyorlar;
binlercesi de boğuluyor ve vuruluyor. Devrimcilerin bombala­
rıyla da binlercesi öldürülüyor ve parça parça ediliyor; fakat
yöneticiler tarafından öldürülenlerin sayısı bir süredir artarken,
devrimcilerin öldürdüklerinin sayısının azalması karşısında,
yönetici sınıflar zafer kazanmış bir edayla her zamanki hayat
tarzlarına devam edebileceklerini düşünüyorlar ve şiddeti al­
datmacayla, aldatmacayı da şiddetle devam ettiriyorlar.
105
ı
En muhafazakârından en ilericisine, insanları bu talihsiz
duruma sürekleyen bütün siyasî doktrinlerin hatasının özü şu­
rada yatar: Bu dünyanın insanı, herkesi hiçbir direniş göster­
m e d e n aynı hayat yapısına ve onun ürünü olan bir davranış
düsturuna boyun eğdirecek biçimde şiddet kullanarak birleştir­
menin mümkün olduğunu düşündü ve hâlâ da öyle düşünüyor.
Tutkularına esir kimselerin, başkalarının kendi istediklerini
yapması için şiddet kullanması belki anlaşılabilir. Bir kişiyi git­
mek istemediği bir yere zorla götürmek mümkündür. (Tutkula­
rının pençesindeyken, insanlar da tıpkı hayvanlar gibi hep böy­
le davranırlar.) Ve bu da anlaşılabilir, fakat, şiddetin insanları
istediğimiz şekilde hareket ettirecek bir araç olabileceğini söy­
leyen muhakeme anlaşılır değildir.
Bütün şiddet eylemleri, bazılarının acı çektirme veya öl­
dürme tehdidiyle istedikleri veya istemedikleri şeyi yapmaları
için başkalarını zorlamasından oluşur. Ve böylece, zorlama al­
tında bulunanlar, zorbalardan daha zayıf oldukları ve aksi tak­
dirde başlarına geleceklerin korkusu yüzünden istemedikleri
halde o şeyi yapacaklardır. Güçlenir güçlenmez, onlar da iste­
medikleri şeyi yapmayı bırakacaklar, bununla kalmayıp kendi­
lerini ezenlere karşı yürüttükleri mücadeleyle ve onların yü­
z ü n d e n çektikleri acılarla bilendikleri için, önce zorbaların
elinden kurtulup sonra bu defa da onlar iyi veya şart gördükleri
şeyi yapmaları için muhaliflerini zorlayacaklardır. Dolayısıyla
ortaya şu gerçek çıkmaktadır: Ezenlerle ezilenler arasındaki
mücadele insanları birleştiremez, tam tersine bu mücadele şid­
detlendikçe insanları böler. Bazılarının başkaları üzerinde uy­
guladığı şiddetin insanlara faydalı olabileceği ve onları birleşti­
receğine dair kocamış yalan, sadece şiddetten kâr elde edenler
tarafından değil, ondan en fazla zarar gören çoğunluk tarafın­
dan da en bedihî hakikatmış gibi sessizce kabul edilmemiş ve
benimsenmemiş olsaydı, bütün bunlardan bahsetmeye belki ge­
rek kalmazdı. Bu aldatmaca Hıristiyanlığın çok öncesinden be-
ri var, ve Hıristiyan dünyasının dörtbir tarafında tüm gücüyle
varlığını devam ettiriyor.
Hıristiyanlığın doğuşundan önce, kadim zamanlarda varo­
lanla bugünkü Hıristiyan dünyasında olup bitenler arasındaki
tek fark şudur: Kadim zamanlarda, bazılarının başkaları üzerin­
de uyguladığı şiddetin faydalı ve birleştirici olabileceği şeklin­
deki iddianın temelsizliğinden insanlar tamamen habersizdi;
oysa bugün, Mesih'in beyan ettiği, şiddetin insanları birleştirmeyeceği, aksine daha da ayıracağı hakikati her geçen gün da­
ha bariz ortaya çıkıyor. Ve şiddetin hem ıstıraplarının nedeni
hem de akla muhalif birşey olduğunu farkettiğinde, maruz kal­
dıkları baskıya sessiz sedasız t a h a m m ü l göstermeye alışmış
olanlar, hemen galeyana geliyor ve bundan rahatsız oluyorlar.
Bütün ezilen milletlerin mensupları arasında şu anda yaşa­
nanlar aynen böyledir.
Fakat, sadece ezilenler değil, ezenler de bunun farkına va­
rıyorlar. Bugün, çok fazla kuvvetli olmayanlar bile, başkalarına
şiddet uygulamakla çok iyi ve adaletli davrandıklarına inan­
mışlar. Bu yanılgı hem yöneticiler, hem de muhalifleri açısın­
dan yıkılıyor. Her iki taraf, konumlarının etkisi altında olmala­
rına rağmen, her türlü delili getirerek şiddetin faydalı ve gerek­
li olduğuna kendi kendilerini ikna etmeye çalışıyorlar; buna
karşılık kalplerinin derinliklerinde, zalimce eylemleriyle iste­
dikleri şeyleri ancak zahiren ve geçici olarak —üstelik, gerçek­
te hedeflerine yaklaşmak şöyle dursun, onlardan daha da uzak­
laşma p a h a s ı n a — elde edebildiklerini biliyorlar.
İşte, bu farkındalık Hıristiyan dünyanın üyeleri tarafından
giderek daha açık biçimde hissediliyor ve bu da onları, içinde
bulundukları sefil durumdan kurtulmalarını sağlayacak yegâne
sonuca götürüyor: Kendilerinden gizlenen ve insanların çoğun­
luğu tarafından hâlâ bilinmeyen Mesih'in öğretisinin hakikî an­
lamını, bu anlamla birlikte onun sonucu olan ve şiddeti dışla­
yan davranış düsturunu kabul etmek.
107
4. Bölüm
"Yüz kişiden bir kişi doksandokuz kişiye hükmediyor­
sa, bu adaletsizliktir, zorbalıktır; on kişi doksan kişiye
hükmediyorsa bu da aynı derecede adaletsizliktir, bir
oligarşidir; fakat ellibir kişi kırkdokuz kişiye hükmedi­
yorsa (ki bu sadece teoride böyledir, çünkü gerçek ha­
yatta bu ellibir kişiden daima on ya da onbiri hükme­
der) bu herşeyiyle adaletlidir, hürriyettir!
Apaçık saçmalık olan bu düşünceden daha komik
birşey olabilir mi? Gelgeldim, siyasî yapının reformu­
na soyunan herkes bu düşünce tarzını esas alıyor."
"Yeryüzündeki milletler sarsılıyor ve çalkalanıyor.
Heryerde zelzelenin başlangıcına benzer faal bir kuv­
vet hissediliyor. İnsan hiç bu kadar büyük bir sorumlu­
luğu üstlenmemişti. Her geçen vakit, birbirinden daha
önemli görevler biniyor omuzlarına. Büyük birşeyler
olacak duygusu yaşanıyor. Mesih'in ortaya çıkışından
önce dünya büyük bir olayı bekliyordu, ama yine de
geldiğinde Onu kabule yanaşmadılar. Aynen bunun gi­
bi, şu sıralar dünya Onun ikinci gelişinden önceki do­
ğum sancılarını çekiyor, ama neler olup bittiğini anla­
yamıyor." (Lucie Mallory 5 2 )
"Bedenini öldürüp de canını öldürmeye kudreti olma­
yanlardan korkmayın; ancak daha ziyade cehennemde
hem bedeni, hem canı helak etmeğe kudreti olandan
korkun." (Matta, X, 28)
108
Bugün Hıristiyan devletler, kadim dünyanın devletlerinin çö­
küşlerinden önce ulaştıkları noktaya çoktan ulaştılar, hatta bu
noktayı geçtiler. Bunu özellikle açıkça görmek mümkün, çünkü
zamanımızda teknik" ilerlemede atılan her adım ortak mutlulu­
ğu sağlayamadığı gibi, tam tersine bütün bu ilerlemelerin an­
cak insanların sefaletini azaltmak şöyle dursun, daha da arttı­
rdığını giderek daha berrak biçimde gösteriyor. Sesleri ve dü­
şünceleri neşretmenin yeni usulleri ve insanları bir yerden baş­
ka bir yere denizaltından, yeraltından, havadan ve uzaydan ta­
şımanın yeni aygıtları icat edilmiş olabilir; fakat, bir yerden
başka bir yere seyahat eden kişiler bunu ne kendi istekleriyle,
ne de bir hayır işlemek için yapmadıklarından, neşredilen dü­
şünceler ve kelimeler insana ancak ve ancak şer getirecektir.
Her geçen gün biraz daha " t e k â m ü l " ettirilen, kullananı hiçbir
riske sokmadan katliam imkânını arttıran tahrip vasıtalarına ge­
lince, bunlar da Hıristiyan milletlerin halihazır istikametteki fa­
aliyetlerini devam ettirmesinin imkânsız olduğuna daha açıkseçik işaret etmektedir.
Hıristiyan milletler arasında hayat artık korkunç bir hal al­
dı. Bunun ana nedenleri, birleştirici hiçbir manevî ilkenin bu­
l u n m a y ı ş ı , bütün entellektüel ilerlemelere rağmen insanları
hayvandan da aşağı bir düzeye indiren akıldışılık ve özellikle
de, insanlardan yaşamlarındaki sefalet ve zulmü gizleyen yerle­
şik yalanın karmaşıklığıdır.
Yalan yaşamdaki zulme destek oluyor," zulüm giderek daha
fazla yalan gerektiriyor ve böylece ikisi, yuvarlanan kartopu
gibi, hiçbir sınır tanımadan büyüyorlar. Ama herşeyin bir sonu
var. İnanıyorum ki, Hıristiyan milletlerin şu andaki felâketleri
de bir gün sona erecek.
T
Hıristiyan dünyanın insanları korkunç bir halde, ama aynı
zamanda, gerçekleşmesi gerektiği halde gerçekleşemeyen, ve
bu milletleri kurtuluşa götürecek birşey var. Hıristiyan dünyası­
nın insanlarının yaşadığı acılar, z a m a n ı m ı z a dinî bir bakışın
109
bulunmayışından kaynaklanıyor ve bu acılar insanları çağa uy­
gun bir dinî tutumu benimsemeye sevkedecek bir gelişmeye
zemin hazırlıyor.
Z a m a n ı m ı z a uygun dünya görüşü, ondokuz yüzyıl önce
hakikî anlamıyla Hıristiyan akideleri şeklinde nazil olan, fakat
Kilise'nin sunî ve bâtıl tahrifatıyla insanlardan saklanan haya­
tın anlamına ilişkin kavrayış ve bu kavrayışın sonucu olan dav­
ranış düsturudur.
5. Bölüm
" K i l i s e Konseylerinin ilk üyeleri 'Ruhu'l-Kudüs'e
iman ediyoruz' dediklerinden, yani haricî otoriteyi da­
hilî otoritenin üstünde tuttukları, ve Konseylerin değer­
siz müzakerelerini insan için gerçek anlamda kutsal
olandan —yani akıl ve vicdandan— daha önemli ve
mukaddes saydığından beri, insanın beden ve ruhunu
uyuşturan, ve milyonlarca insanın kanına giren ve iğ­
renç işlerine bugüne dek devam eden yalan başladı."
" 1 6 8 2 ' d e İngiltere'de, Piskoposluk aleyhinde bir kitap
yazan saygın bir beyefendi, Doktor Laytian, yargılandı
ve şu cezaya çarptırıldı: Vahşice kırbaçlandı, sonra ku­
lağı dilim dilim kesildi, burnunun bir parçası koparıldı
ve kızgın bir demirle yanağına Fitne Çıkaran kelimele­
rinin başharfleri damgalandı. Yedi gün sonra tekrar
kırbaçlandı, yaraları henüz iyileşmediği halde, burnu­
nun diğer yarısı koparıldı, diğer kulağı dilim dilim ke­
sildi, ve diğer yanağı damgalandı. Bütün bunlar Hıris­
tiyanlık adına yapıldı." (John Morrison Davidson 5 3 )
"İsa Mesih ne Kilise kurdu, ne de Devlet; ardında ne
kanun, ne hükümet ne de herhangi bir haricî otorite bı­
raktı; kendi kendilerini yönetebilsinler diye Allah'ın
kanununu insanların kalbine yazmaya çalıştı." (Hubert
Newton 5 4 )
G ü n ü m ü z d e k i Hıristiyan milletlerinin durumundaki acaiplik,
hayatlarını gerçekte o hayatı yıkan bir öğretinin üstüne kurmuş
olmalarındadır; ve bugüne kadar gözlerden saklanan bu durum
artık günışığına çıkmaya başlıyor. Hıristiyan milletler evlerini
kumun değil buzun üstüne kurdular. Ve buz erimeye başladı,
evin de çökmesi yaklaştı.
Kilise akidelerine aldanan insanların çoğunluğu, İsa Me­
sih'in öğretisinin hakikî anlamına dair sadece muğlak bir anla­
yışa sahipken ve eski putlarının yerine Allah olarak gördükleri
İsa'ya, M e r y e m ' e , Azizlere tapınırken; kutsal emanetlerin ve
ikonların önünde baş eğip selâm verirken; mucizelere, vaftiz
ayinine, Kurtarılma'ya, ve Kilise hiyerarşisinin yanılmazlığına
inanırken, putperest dünya yapısı devam etti ve insanları tatmin
etti. Bütün insanlar, Kilise'nin kendilerine sunduğu hayatın an­
lamına ilişkin açıklamaya ve bunun sonucu olan davranış düs­
turuna inandılar ve bu itikad da insanları biraraya getirdi. İn­
sanlar Kilise itikadının ardında nelerin gizlendiğini farkedinceye dek, bü itikad insanlara işte böyle hakikat olarak sunuldu.
Fakat Kilise itikadının talihsizliği, Kilise'nin bile kutsal saydığı
Kitab-ı Mukaddes'in mevcut olmasındaydı. İnciller'de beyan
edilen öğretinin özünü Kilise insanlardan gizlemeye ne kadar
çalıştıysa da, ne başka dillere tercümesinin yasaklanması, ne de
onlara yanlış anlamlar verilmesi, Kilise'nin aldatmacasını delip
geçen ve öğretinin muazzam hakikatini kavrayabilen ruhlara
nur saçan ışığı söndürebildi.
Okuma-yazmanın ve matbaanın yayılmasıyla birlikte, in­
sanlar kutsal kitapları keşfetmeye ve onlarda nelerin yazılı ol­
duğunu anlamaya başladılar ve Kilise'nin bütün hilelerine rağ­
m e n , Kilise'nin desteklediği siyasî yapı ile İncil'in öğretileri
arasındaki apaçık tezatı görmeye başladılar. İnciller, hem Kili­
se'nin hem de Devlet'in otoritesini tekzip ediyordu.
Ve bu tezat o kadar çok aşikâr hale geldi ki, insanlar Kilise
dinine inanmaz oldular ve yalnızca alışkanlıktan, edepten ve
112
kısmen de otoritelerden korkularından dolayı, Kilise dininin
haricî biçimlerine — K a t o l i k , Ortodoks, Protestan v s . — bağlı
kaldılar, ama dahilî dinî mânâya önem vermez oldular.
İşçilerin ezici çoğunluğunun başına gelen buydu. (Kilise
öğretisini açıkça reddedip kendi öğretilerini kuran, ve sayıları
her türlü dinî şuurdan sıyrılan geniş kitlelere nisbeten çok cüzî
olduğu için Hıristiyan öğretisinin hakikî anlamına az çok yak­
laşan küçük cemaatlerden sözetmiyorum.)
Hıristiyan dünyanın çalışmayan, eğitimli insanlarının başı­
na da aynı şey geldi. Kilise öğretisinin herşeyiyle çöküşünü ve
iç çelişkilerini, bu kişiler basit avamdan daha açık-seçik gördü­
ler. Fakat, diğer taraftan da, mevcut düzenin ve daha önemlisi
bu düzenin içinde kendilerinin ayrıcalıklı konumlarının bütü­
nüyle aleyhinde olduğu Hz. İsa'nın hakikî öğretisini kabule ya­
naşmadılar.
İşte, g ü n ü m ü z Hıristiyan d ü n y a s ı n ı n b ü y ü k ç o ğ u n l u ğ u
alışkanlık, edeb duygusu, uygunluk, otorite korkusu veya diğer
şahsî çıkar eksenli amaçlarla Kilise ayinlerini zahiren ifa ede­
rek, fakat iç çelişkisini gördükleri Kilise'niri öğretisine inanma­
dan yaşıyorlar. Giderek sayıları artan diğerleri ise mevcut dini
artık kabul etmiyorlar ve " b i l i m " adını verdikleri bir öğretinin
etkisiyle her türlü dini bir hurafe kalıntısı olarak görüyorlar;
hayatlarında da şahsî içgüdülerden başka hiçbir şeyi yolgösterici tanımıyorlar.
Kabiliyetlerini aşan bir dinî öğretiyi kucaklamış insanların
(meselâ r cebrî bir siyasî sistem biçimindeki sosyal hayatın hali­
hazır maneviyat ve örf-âdetlerde derinden derine yerleşmiş ol­
duğu bir sırada Hıristiyanlığı kabul eden putperestlerin Hıristi­
yanlığı kabulü gibi) başına gelenler, ilk bakışta g Jişkili gibi
görünse de, kaçınılmazdı. Yani, zamanlarının en ileri dini kabul
etmelerinin sonucu olarak kendilerini her türlü dinden mahrum
buldular ve manevî ve ruhî halleri de çok daha düşük, çok daha
kaba dinî inançları kabul edenlerinkinden aşağıya indi.
6. Bölüm
"Kilise'nin Hıristiyanlığı bozması, bizi ilâhî melekûtu
gerçekleştirmekten uzaklaştırdı; fakat Hıristiyanlığın
hakikati, kuru odunun üstündeki ateş gibi dış katmanı­
nı yaktı ve ortaya çıkıverdi. Hıristiyanlığın anlam ve
önemini herkes görebiliyor, ve onun etkisi kendisini
perdeleyen aldatmacadan daha kuvvetli."
İnsana itimada dayanan, içimizdeki bakir derinlik­
lere seslenen, ve herhangi bir mükâfat olmadan da hay­
rı sevebileceğimize vc ilâhî ilkenin insanda mevcut ol­
duğuna inanan yeni bir dini görebiliyorum." (Solter 5 5 )
"Bencilliğin, şüphenin ve inkârın kasvetinden çıkış yo­
lu bulabilmek için ihtiyaç duyduğumuz ve çağın gerek­
tirdiği şey. ruhlarımızın şahsî gayelerin peşinde koş­
maktan vazgeçeceği, birlik ve ahenk içine girebileceği­
miz, tek kaynağı, tek kanunu, tek gayeyi kabul edebile­
ceğimiz bir inandır. Eskimiş, yıpranmış dinlerin kalın­
tılarından fili denecek güçlü bir inanç, mevcut düzeni
ıslâh edecektir, çünkü bütün güçlü inançların berabe­
rinde yeni bir insanî faaliyet dalı neşvünema bulur."
D e ğ i ş i k ifadslerde ve değişik derecelerde, insanlık
Rabbin şu duasını tekrarlıyor: "Melekûtun Semada ol­
duğu gibi yerde de gelsin." (Mazzini 5 6 )
"Bâtıl inançtan doğan şerri ölçmek mümkün değildir.
Din insan, Allah ve kâinat arasında bir ilişkinin kurul114
ması ve insanın bu ilişkiden doğan gayesinin tanımlanmasıdır. Bu ilişki ve ondan çıkan tanım yanlış ve bâtıl
olsaydı, insanın hayatı nasıl olurdu?"
"Bâtıl itikadı, yani kâinatla kurulmuş yanlış ilişkiyi
bozmak yetmez. Aynı zamanda, yeni bir ilişkinin ku­
rulması gerekir."
Hıristiyan alemindeki insanların trajedisi şu gerçekten kaynak­
lanır: Hıristiyan milletler, kaçınılmaz bir yanlış anlama yüzün­
den, hayatın bütün sosyal yapısını inkâr eden ve yıkan bir dinî
öğretiyi benimsediler.
Hıristiyan milletlerin hem trajedisi, hem de muazzam ni­
meti buradadır. Putperestlere Hıristiyan öğretisi tahrif edilmiş
haliyle sunulduğunda, bu öğreti onlara daha yüksek bir gaye
kavramı getiren ve insandan manevî taleplerde bulunan ve ken­
di kaba ilahiyat kavramlarının biraz değişiği gibi göründü. An­
cak, bu öğretinin gerçek anlamı onlardan karmaşık dogmalarla
ve çekici, hipnotik ayinlerle öylesine gizlendi ki, kendilerine
sunulan şeyden şüphe bile etmediler. Yine de, Kilise'nin vahiy
olarak kabul ettiği ve tahrif edilmiş öğretisiyle ayrıştırılamayacak derecede bağlantılı olan İncil metinlerinde bu öğretinin ha­
kikî anlamı açık-seçik biçimde beyan ediliyordu. Ve bu anlam
insanlığın ruhuna o derece yakındı ki, bâtıl ve tahrif edilmiş
dogmaların arkasına itildiği halde, hakikata iştiyak duyanlar bu
öğretiyi hakikî anlamı doğrultusunda kabul etmeye ve mevcut
dünya düzeniyle hakikî Hıristiyan İğretisi arasındaki zıtlıklar;
görmeye başladılar.
Bu zıtlıklar Ortaçağ'da, ve hatta kadim çağlarda, Kilise
57
58
59
60
1
babaları —Tatian, Clement, Origen, Tertullian, Cyprian,''
62
Lactancius ve d i ğ e r l e r i — tarafından görülmüştü. Yakın çağ­
larda, bu çelişkiler daha da berraklaştı ve Hıristiyanlıkla çatı­
şan siyasî yapıları ve bu yapıların ayrılmaz parçası olan şiddeti
reddeden çok sayıda mezhep tarafından ve kendilerine Hıristi115
yan bile demeyen çeşitli hümanist öğretiler tarafından — S o s ­
yalizm, Komünizm, Anarşizm g i b i — ifade edilegeldi. Şu anda
hızla yayınlan bu fikirler, şiddeti reddeden gerçek Hıristiyan
vicdanının kısmî tezahürlerinden başka birşey değildir.
Hıristiyan âleminin çektiği sıkıntıların nedeni, Hıristiyan
milletlerin, gerçekte hayatın düsturunu yıkacak olan gizli ve
sapkın bir öğretiyi benimsemiş olmasıdır. Mazhar oldukları bü­
yük nimet ise şudur: Öyle veya böyle bir hakikat içeren, tahrif
edilmiş biçimdeki Hıristiyanlığı benimsemiş olan bu insanlar,
artık tahrif edilmiş değil hakikî anlamı itibariyle Hıristiyan öğ­
retiyi kabul etmenin şart olduğu gerçeğine yaklaştılar; bu haki­
kî anlam onlara her geçen gün daha bedihî hale geldi. İnsanları
içine düştükleri sefil durumdan kurtaracak olan da ancak ve an­
cak bu hakikî anlamdır.
7. Bölüm
"Kötü sosyal yapımızın ana sebebi bâtıl inançtır."
"En büyük dikkati kamu işlerimize göstermeliyiz; ka­
falarımızı değiştirmeye, eski görüşlerimizi bırakıp ye­
nilerini benimsemeye hazır olmalıyız. Önyargıları bir
tarafa atıp, tamamen açık bir zihinle tartışmalıyız. Rüz­
gârın yönündeki değişikliklere aldırmadan hep aynı
yelkeni açan bir denizci asla limanına ulaşamaz."
(Henry George 63 )
"Hz. İsa'nın öğretisini açık seçik ve sade biçimde anla­
malıyız, işte o zaman herbirimizin içinde yaşadığı kor­
kunç aldatmaca daha bariz hale gelecektir."
Çağımızda, Hıristiyan akidesinin hakikî mânâsını şu hakikatin
teşkil ettiği açık-seçik hale geliyor: İnsan hayatının özü herşeyin kaynağının gitgide büyüyen tezahürü olup kendisini içimiz­
de sevgiyle gösterir. Dolayısıyla insan hayatının özü ve bu ha­
yata hükmeden en yüksek kanun sevgidir.
Sevginin insan hayatının zarurî ve saadetli bir yönü oldu­
ğu gerçeğini bütün kadim dinî inançlar kabul ediyordu. Mısır
bilgelerinin, Brahmanların, Stoacıların, Budistlerin, Taoistlerin,
ve diğerlerinin bütün öğretilerinde yumuşak huyluluk, merha­
met, şefkat, hayırseverlik ve sevgi baş faziletler olarak kabul
ediliyordu. Bu öğretilerin en üstününde, bu kabul yaşayan her-
117
şeye karşı sevgi göstermenin, kötülüğe karşı iyilik yapmanın
teşvik edildiği bir noktaya ulaştı; özellikle Taocu ve Budist din­
lerinin öğretilerinde. Fakat bu akidelerden hiçbirisi bu fazileti
hayatın esası ve insanların hareketlerinin yegâne yol'gösterici
ilkesi yapmadı. Bunu bir tek en yeni din olan Hıristiyanlık ger­
çekleştirdi. Hıristiyanlıktan önceki bütün akidelerde, sevgi, Hı­
ristiyan öğretisinin kabul ettiği gibi herşeyin metafizik menşei
ve insan hayatının hem pratikteki en yüksek kanunu, hem de
hiçbir istisna tanımayan kanunu olarak değil, faziletlerden biri­
si olarak kabul ediliyordu. Bütün kadim öğretilerle kıyaslandı­
ğında Hıristiyanlık ne yeni ne de farklıdır; olsa olsa, daha ön­
ceki dinler tarafından hissedilen ve icmali olarak izah edilen
insan hayatının esasını daha vazıh ve daha sahih biçimde ifade
etmektedir. Bu açıdan, Hıristiyan öğretisinin farklılığı, sadece,
son din olarak sevgi kanununun özünü ve onun sonucu olan
davranış düsturunu ifade ederken daha sahih ve vazıh olmasın­
dadır. O yüzden, Hıristiyan öğretisi sevgiden, önceki akideler
gibi, herhangi bir faziletten bahseder gibi bahsetmez; onu insan
hayatının yüce kanunu ve bu kanunun meyvesi olan davranış
ı üsturu olarak tanımlar. Hz. İsa'nın öğretisi onun neden hayatdci en yüce kanun olduğunu izah eder ve aynı zamanda insa­
nın bu öğretiyi hakikat olarak kabulünün sonucunda hangi fiil­
leri işleyip hangilerini işlememesi gerektiğini gösterir. Hıristi­
yan dogma, öncek öğretilerin aksine, bu yüce kanunun ifasının
hiçbir istisna tanıyamayacağını, ve bu kanunları tayin eden
sevginin ancak istisna tanımadığında ve yabancılara, bütün
mezhep üyelerine, keza bizden nefret eden ve bize haksızlık
eden düşmanlara eşit derecede uygulandığında sevgi olduğunu
çok net biçimde beyan eder.
Hıristiyan öğretinin ileriye doğru attığı adım, bu kanunun
neden insan hayatının en yüce kanunu olduğunu izah edişinde
ve bunun sonucu olan fiillerin vazıh biçimde tayin etmesinde
yatar.
Bu kanunun neden hayatın en yüce kanunu olduğunun iza­
hı bilhassa Aziz Yuhanna'nın M e k t u b u n d a açık-seçik ifade
edilmektedir: " E y sevgililer, birbirimizi sevelim, çünkü sevgi
Allah'tandır, ve her seven adam Allah'tan doğmuştur ve A1-"
lah'ı bilir. Hiçbir vakit kimse Allah'ı görmemiştir; eğer birbiri­
mizi seversek, Allah bizde durur ve Onun sevgisi bizde ikmal
edilmiş olur." (I Yuhanna, 7, 8, 12, 16) "Biz, ölümden hayata
g e ç t i ğ i m i z i biliriz, ç ü n k ü k a r d e ş l e r i seviyoruz. S e v m i y e n
ölümde kalır." (I Yuhanna, III, 14).
Öğreti, " k e n d i m i z " veya hayatımız dediğimiz şeyin ger­
çekte ilâhî ilke olduğunu, bizde bedenimizle sınırlı olduğunu
ve sevgi şeklinde tecelli ettiğini, dolayısıyla her kişinin hakikî
hayatının kendisini sevgi şeklinde dışa vurduğunu da söyler.
Hiçbir istisna tanımayan sevgi kanununa ilişkin bu anla­
yıştan çıkan davranış düsturu, İnçillerin birçok kısmında, özel­
likle Dağdaki Vaaz'da açık ve kesin bir dille beyan edilmiştir.
Aziz Matta incilinin beşinci suresinin 38. âyetinde " G ö z e göz,
dişe diş denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Kötüye karşı
k o y m a " denilmektedir. 39. ve 40. âyetlerde, sanki, sevgi kanu­
nu hayata uygulandığında o istisnalar gerekli zannedileceği ön­
ceden bilinerek, hiçbir durumda sevginin şu çok basit ve hayatî
gereğinden sapmaya izin verilemeyeceği beyan edilmektedir:
Sana yapmalarını istemediğin şeyi başkalarına yapma; "...ve
senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir. Ve eğer
biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse
ona abanı da bırak."
Diğer bir ifadeyle, size yöneltilen şiddet sizin de şiddet
uygulamanızı asla meşrulaştıramaz. Sevgi kanununun, başkala­
rının davranışını bahane ederek tecavüzün meşrulaştırılmasını
bu reddedişi, Dağdaki Vaaz'ın son emrinde çok daha sarih ve
kesin bir dille ifade edilmekte ve bu kanunu ihlâl etmek için
her zaman kullanılan bâtıl bir delil çürütülmektedir: ' " K o m ş u ­
nuzu sevecek ve d ü ş m a n ı n d a n nefret edeceksin,' [Levililer,
119
XIX: 18] denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Düşmanla­
rınızı sevin, ve size eza edenler için dua edin ki, siz göklerde
olan Babanızın oğullan olasınız; zira O, güneşini kötülerin ve
iyilerin üzerine doğdurur; ve salih olanlar ile olmayanların üze­
rine yağmur yağdırır. Çünkü eğer sizi sevenleri severseniz, ne
karşılığınız olur? Vergi mültezimleri de öyle yapmıyorlar mı?
Ve eğer yalnızca kardeşlerinizi selâmlarsanız, fazla ne yapmış
olursunuz? Putperestler de öyle yapmıyorlar mı? Bundan dola­
yı, s e m a v î B a b a n ı z kâmil olduğu gibi, siz de k â m i l o l u n . "
(Matta. V, 43-8)
İnsan hayatının en yüce kanunu işte bu sevgi kanunudur.
Ve sevgi konusundaki Hıristiyan öğretisinden çıkan ve bizden
nefret eden, bize hücum eden ve küfreden düşmanlara da aynı
derecede uygulanan davranış düsturudur ki, bu öğretiye has
kalmaktadır. Sevgi doktrinine verilen sarih ve kesin a n l a m
onun sonucu olan davranış düsturu, sadece Hıristiyan milletler
arasında değil, dünyadaki bütün milletler arasında yerleşik ha­
yat yapısının kökten dönüşümünü gerektirir.
Hakikî anlamıyla Hıristiyan öğretinin aslî mânâsı ile önce­
ki öğretiler arasındaki başlıca farklılığı ve Hıristiyan akidesinin
insan vicdanında attığı aslî adımı yukardaki husus teşkil eder.
Çünkü, daha önceki dinî ve manevî öğretiler insan hayatında
sevgi faziletinin yerini kabule mecbur kaldılarsa da, bazı du­
rumlarda sevgi kanununa uymamanın zorunlu ve gerekli olabi­
leceğini öngördüler.
Ve sevgi kanunu insan hayatının en yüksek, değişmez ka­
nunu olmaktan çıktığı an, bütün iyiliği ortadan kalktı, sevgi öğ­
retisi uyulması zorunlu olmayan belâğatlı vaazlara ve lâflara,
indirgendi ve milletlerin bir bütün olarak hayat tarzı sevgi aki­
desi doğmadan önceki haline, yani şiddetin esas olduğu hale,
terkedildi. Fakat, sevgi kanununu en yüce kanun kabul eden ve
bu kanunun hayata uygulanmasında hiçbir istisnaya izin ver­
meyen, şiddetin hiçbir biçimine hayat hakkı tanımayan hakikî
120
anlamıyla Hıristiyan öğretisi, şiddete dayalı dünya düzenini bü­
tünüyle kınamaktadır.
Bu öğretinin asıl manâsıyla insanların arasına, sevgi kanu­
nuna insan hayatının en yüce k â n u n u m a k a m ı n ı v e r m e y e n ,
davranış kurallarından birisi işine yarar g ö z ü k t ü ğ ü n d e o n a
uyan Hıristiyanlık öncesi öğretiler gibi davranan sahte Hıristi­
yanlık öğretisi perde oldu.
121
8. Bölüm
"Savaşın fenalığı ve askerî hazırlıklar, onları meşrulaş­
tırmak için öne sürülen nedenlere ters düşüyorlar; hem
dc, bu nedenler öylesine önemsiz ve değersiz ki, hesa­
ba katmaya bile değmiyorlar ve savaşta ölenler tarafın­
dan da bilinmiyorlar."
"İnsanlar hayatın haricî düzenini şiddet aracılığıyla
sürdürmeye öylesine alışmışlar ki, şiddet olmaksızın
hayatın mümkün olabileceğini idrak edemiyorlar.
Üstelik, insanlar zahiren adaletli bir hayat kurmak
için şiddet kullanıyorlarsa, adaletin ne olduğunu bilme­
leri ve adaletli olmaları gerekir. Eğer bazı kimseler
adaletin ne olduğunu bilebiliyor ve adaletli olabiliyorsa, neden herkes aynı şeyi bilmesin ve öyle olmasın?"
"Eğer insanlar tam anlamıyla faziletli olsaydı, asla ha­
kikatten ayrılmazlardı
Hakikat yalnız ve yalnız şer işleyenler için tehlike­
lidir. Hayır işler işleyenler hakikati severler."
"Akıl çoğu kez günahın kölesi olur ve onu meşrulaştır­
maya çabalar."
"İnsan, birisinin çok tuhaf, akıldışı meseleleri —dinî
olsun, siyasî olsun, bilimsel o l s u n — savunduğunu gö­
rünce şaşırıp kalıyor. Biraz daha dikkat edince, onun
aslında kendi konumunu savunduğunu anlıyorsunuz."
<
122
Hz. İsa'nın öğretisinin hakikî anlamı, sevgiyi hayatın en yüce
kanunu olarak kabul etmek ve bunda hiçbir istisna tanımamak­
tır.
Diğer kanunların adına şiddetin kullanılmasına izin veren
Hıristiyanlık (yani, hiçbir istisna tanımayan sevgi kanunu), so­
ğuk ateş veya sıcak buz gibi kendi içinde tutarsızlık arzetmektedir.
Sevgi faziletini kabul etmelerine rağmen bazı kimseler ge­
lecekteki bir iyiliğin uğruna bazı kimselere eziyet edilmesine,
onların öldürülmesine zarurî diyebilirse, o zaman başkaları da
aynı hakla ve sevgi faziletini de kabul ederek, gelecekteki bazı
iyiliklerin adına aynı zarureti ileri sürebilir. İşte, gayet sarih bi­
çimde anlaşılmaktadır ki, sevgi kanunun ifa şartlarına herhangi
bir istisnanın getirilmesi, maneviyat konusundaki bütün dinî
akidelerin ve öğretilerin temelini teşkil eden bu kanunun bütün
mânâsını, önemini ve faziletini yok edecektir. Bu o kadar sarih­
tir ki, bunun ispat etmesi istendiğinde insan hicab etmektedir;
ama yine de, inananı ve inanmayanıyla, manevî düsturu kabul
eden Hıristiyan dünyasının insanları, her türlü şiddete karşı
olan sevgi öğretisini (özellikle de sevgi k a n u n u n u n sonucu
olan, kötülüğe direnmeme doktrinini) hayata uygulanması asla
mümkün olmayan fantastik birşey olarak görmektedir.
İktidarda olanların "Şiddet kullanmadan düzeni ve nezih
bir hayatı sağlamak mümkün değildir" sözünü neden sarfettikleri anlaşılabilir. Onların, " d ü z e n " derken, azınlığın başkaları­
nın emeğinin sırtından aşırı zenginliklere müptelâ olabilecekle­
ri bir hayat tarzını; "nezih hayat"tan da böyle bir hayatın önün­
de hiçbir engelin bulunmayışını kastettiği açıktır. Söyledikleri
ne kadar adaletsiz olursa olsun, şiddetin bastırılmasının hem
onların halihazır hayatlarını ihtimal dışı bırakacağı ve hem de
ne zamandır süren adaletsizlik ve zulmü ortaya çıkaracağı için
böyle konuşabildikleri anlaşılmaktadır.
Şaşırtıcı gelse de, işçi kitlelerinin, sistematik biçimde bir-
birlerine uyguladıkları ve son derece zarar gördükleri şiddete
ihtiyaç duymadığı düşünülebilir. Zira, yöneticilerin mazlumlara
uyguladığı şiddet, güçlünün zayıf üzerindeki, çoğunluğun azın­
lık üzerindeki, yüz kişinin yirmi kişi üzerindeki şiddeti gibi
doğrudan ve kendiliğinden değildir. Yöneticilerin uyguladığı
şiddet, ancak azınlığın çoğunluk üzerindeki şiddeti gibi sürdü­
rülebilir; yani kurnaz ve hilekâr insanların uzun zaman önce te­
sis ettiği hile ve sahtekârlıkla. Bunun sonucundadır ki, insanlar
küçük ama geçici bir kazanç uğruna kendilerini hem hürriyetin
büyük kârlarından mahrum bırakıyor, hem de en zalim sıkıntı­
lara maruz bırakıyorlar. Bu sahtekârlığın özünü, tâ dört asır ön­
ce Fransız yazar La Boetie 6 4 "Gönüllü Kölelik" başlıklı maka­
lesinde şöyle açıklamıştı:
"Zorbaları müdaafa eden ne silâhlar, ne de silâhlı adamlar
— ş ö v a l y e l e r ve a s k e r l e r — değil; inanması zor ama, üç-dört
adam bir zorbaya destek veriyor ve bütün ülkeyi ona bende ya­
pıyor. Zorbanın en yakınındaki dairede bulunanlar beş ya da al­
tı adamı geçmez. Bu adamlar ya kurnazlıkla onun gözüne gir­
mişler, ya da onun tarafından seçilmişlerdir. Zulmünün suç or­
takları, zevkü sefasının yoldaşları o l m a k ve ç a p u l c u l u ğ u n a
paydaş olmak için. Bu altı kişinin gücü altında, zorbaya nasıl
davranıyorlarsa onlara da öyle davranan altıyüz kişi bulunur.
Bu altıyüz kişinin altında, hırslarına ve zulümlerine hizmet et­
mek şartıyla vilayetlerin ve malî işlerin yönetimine seçtikleri
altıbin kişi vardır. Bunların da altında daha büyük bir maiyet
bulunur. Meselenin özüne inmek isteyen kişi görecektir ki, sa­
dece altıbin kişi değil, zorbaya bu zincirlerle bağlanmış yüzbinlerce, hatta milyonlarca kişi vardır. Bu yüzdendir ki, kamu
görevlerinin sayısı arttırılıyor ve bu da zorbanın işine yarıyor.
Ve bu görevlere gelenlerin hepsi aynı zamanda kendi ceplerini
de dolduruyorlar ve bu " g a n i m e t " l e r l e de zorbaya m a h k û m
oluyorlar. Zorbanın yardakçısı olanların sayısı o kadar çoğalı­
yor ki, hürriyet isteyenlerin sayısına yaklaşıyor. Doktorların
124
dediği gibi, bedenimizde zehirli birşey varsa, bütün kötü sıvılar
sağlıksız noktaya akacaktır. Yönetim için de aynı şey geçerli­
dir; bir zorba vücuda getirilir getirilmez, devletin bütün kokuş­
m u ş süprüntülerini — s ı r f şahsî çıkarlarının peşinden koşan,
onun bunun malını gaspeden, yağmaya katılmak ve baş zorba­
nın altında küçük zorbalar olmak için biraraya üşüşen, bütün
hırsız güruhlarını ve hiçbir işe yaramaz t e m b e l l e r i — etrafına
toplar.
Böylece, zorba halkının bir kısmını, işe yaramaz olmasalar
korku duyacağı kimseler vasıtasıyla köleleştirir. 'Tencere yu­
varlanır, k a p a ğ ı n ı b u l u r ' dedikleri gibi, onun hizmetkârları
korktukları kişilerle muhakkak aynı cinsten olacaktır.
Bunlar bazen onun elinden eziyet görürler, fakat bu vic­
dansız, ruhunu yitirmiş adamlar, menfaatleri için kullanabile­
cekleri bir konumda bulundukları sürece her türlü kötülüğe kat­
lanmaya hazırdır.
Bu yalan, milletin içinde öylesine kök salmış durumda ki,
şiddetin kullanılmasından bizzat zarar görenler onu meşrulaş­
tırmakta ve sanki kendileri için vazgeçilmez birşeymiş gibi onu
talep bile etmekte ve birbirlerine şiddeti reva görmektedirler.
Halen ikinci tabiat haline gelen bu aldanma alışkanlığının so­
nucunda, tuhaftır ama, onun en fazla eziyetini onu destekleyen­
ler çekmektedir.
İnsanın aklına, kendilerine uygulanan şiddetin hiçbir fay­
dasını görmeyen çalışan kitlelerin kandıkları aldatmacayı enin­
de sonunda göreceği, ve böylece kendilerini en basit ve kolay
şekilde, yani katıldıkları için kendilerine reva görülen şiddete
katılmaktan vazgeçerek, kurtulacağı geliyor.
Çalışan kitlelerin, özellikle Rusya'da, dünyanın diğer yer­
lerinde olduğu gibi, çoğunluğu teşkil eden tarım işçilerinin,
kendi kendilerine musallat ettikleri birşeyden yüzyıllardan beri
eziyet çektiklerini, ıstıraplarının ana nedenini birilerinin üze­
rinde çalışmadıkları halde toprağa sahip olmasının teşkil ettiği125
ni, ve toprağın bekçisi gibi, köy korucusu ve askeri gibi davra­
narak bunu kendilerinin hakettiklerini; kendilerinden doğrudan
veya dolaylı talep edilen bütün vergileri toplayanların da — k ö y
yaşlıları, vergi tahsildarları, keza polisler ve askerler olarak—"
aslında kendileri olduğunu sonunda anlaması o kadar basit ve
tabiî birşey olarak görünüyor ki. Çalışan insanların bunu farketmesi ve sonunda lider gözüyle baktıkları kimselere "Bizi ra­
hat bırakın. İmparatorların, devlet başkanlarının, generallerin,
hakimlerin, piskoposların, profesörlerin, ve diğer havas ehlinin
ordulara, donanmalara, üniversitelere, balelere, kilise meclisle­
rine, konservatuarlara, hapishanelere, darağaçlarına ve giyotin­
lere mi ihtiyacı var, hepsini kendiniz yapın: Verginizi kendiniz
toplayın, yargılamanızı kendiniz yapın, idamları ve hapisleri
kendi aranızda halledin, insanları savaşta öldürün, ama hepsini
kendiniz yapın ve bizi rahat bırakın, çünkü bunların hiçbirisine
ihtiyacımız yok, bütün bu faydasız, en önemlisi şerli işlere ar­
tık bulaşmak istemiyoruz."
Bundan daha tabiî ne olabilir? Ama yine "de, çalışan ke­
sim, özellikle de gerek Rusya'daki gerekse dünyanın diğer ül­
kelerindeki tarım işçileri, kendileri için zarurî olduğu halde
böyle hareket etmiyorlar. Çoğunluğu, polis olmak, .vergi tahsil­
darı veya asker olmak gibi bizzat kendi ihtiyaçlarına ters düşen
hükümet taleplerini yerine getirerek kendi kendilerine eziyet
etmeye devam ediyorlar; azınlık teşkil eden diğerleri ise şiddet­
ten kaçmaya çalışıp, bir devrim fırsatı çıktığında bunu kendile­
rine şiddet uygulayanlara yöneltiyorlar; diğer bir ifadeyle, ateşi
ateşle söndürmeye çalışırken, kendilerine karşı kullanılan şid­
detin artmasından başka birşeye hizmet etmiyorlar.
Peki, insanlar neden böyle akıldışı hareket ediyorlar?
Çünkü, süregiden aldanma yüzünden, uğradıkları zulüm
ile kendilerinin şiddete katılması arasındaki bağlantıyı göremi­
yorlar.
Peki, neden bu bağlantıyı görmüyorlar?
126
Bütün insan bedbahtlıkları için geçerli olan aynı neden yü­
zünden: İmanları yok, ve imansız insanlar da ancak şahsî çıkarı
yolgösterici olarak tanıyabilir; şahsî çıkarının peşinden koşan­
lar da aldatmaktan ve aldanmaktan başka birşey yapamazlar.
Ve bu da, şiddetin görünürdeki avantajlarına rağmen, şu
şaşırtıcı olguya neden olmaktadır: İşçi sınıflarının yakalandığı
aldatmaca tuzağının bugün bu kadar günyüzüne çıkmış olması­
na rağmen, ıstırabını çektikleri adaletsizlerin ayan beyan gö­
r ü n m e s i n e ve şiddeti bastırmayı hedefleyen bütün isyanlara
rağmen, nüfusun çoğunluğunu oluşturan bu insanlar kendilerini
şiddetin eline bırakmakla kalmıyor, aynı zamanda onu destek­
lemeye devam ediyor ve hem akl-ı selime hem de kendi menfa­
atlerine muhalif olarak, birbirlerine şiddet eylemleri gerçekleş­
tiriyorlar.
Emekçilerin büyük çoğunluğu, Kilise'nin eskimiş, bâtıl
Hıristiyanlık öğretisine, "göze göz, dişe d i ş " akidesi ve bir de
buna dayalı siyasî yapı hariç, inanmadıkları halde, sırf alışkan­
lıktan dolayı bağlanmaya devam ediyor. Diğer kesim, yani me­
deniyetin etkilediği (özellikle Avrupa'daki) fabrika işçileri, bir
bütün olarak dini inkâr etseler de şuuruna varmaksızın "göze
g ö z " kanununa ruhların derinliklerinde inanıyorlar ve sonuçta,
nefret etmelerine rağmen, başka alternatifini göremedikleri za­
man mevcut rejime boyun eğiyorlar. Alternatif gördüklerinde
ise, şiddeti binbir türlü şiddet aracıyla bastırmaya çalışıyorlar.
İlk kesim, yani medenileşmemiş işçilerin büyük çoğunlu­
ğu konumunu değiştiremiyor, siyasî yapıya inanç duyduğundan
şiddete katılmaktan kaçınamıyor; hiçbir inancı kalmamış ve
muhtelif siyasî doktrinler dışında hiçbir şey tanımayan medenileşmiş işçiler de kendilerini şiddetten kurtaramıyorlar, çünkü
şiddeti yine şiddetle bastırmaya çalışıyorlar.
9. Bölüm
"Bin yıldır askerî cinayet içgüdüsü öylesine titizlikle
besleniyor ve teşvik ediliyor ki, insan beynine derin
kökler saldı. Yine de, bizimkinden daha iyi bir insanlı­
ğın kendisini bu korkunç suçtan kurtarabileceğini ümit
etmek gerekiyor. Fakat, bu üstün insanlık, bu kadar gu­
rur duyduğumuz sözde zarif medeniyetimiz hakkında
ne düşünecek acaba? Hem savaş düşkünü, hem dindar,
ve hem de vahşi Meksikalı kadim kabilelerin yamyam­
lıkları hakkında biz ne düşünüyorsak, herhalde onu."
(Letourneau 65 )
"Ancak insanlar şiddete bir parça bile olsa katılmadık­
ları ve böyle yaptıklarında başlarına gelecek bütün zu­
lümlere katlanmayı göze aldıkları vakit, savaşlar önle­
nebilecektir. Savaşları yok etmenin yegâne yolu bu­
dur." (Anatole France 66 )
"Hıristiyanların büyük çoğunluğuna, Hz. İsa'nın insan­
lığı kurtardığı en büyük fenalığın ne olduğunu sorarsa­
nız, size, bunun Cehennem, ebedî ateş, yani öbür dün­
yadaki ceza olduğunu söyleyeceklerdir. Bunun mantıkî
sonucu olarak, kurtuluşlarının, başka birisinin bizim
adımıza sağlayabileceği birşey olduğunu düşünürler;
Kitab-ı Mukaddes'te nadiren geçen cehennem kelime­
si, yanlış yorumların sonucunda Hıristiyanlığa büyük
zararlar vermiştir. İnsanlar, en fazla korkutuldukları
128
haricî cehennemden kaçmaktadır. Oysa, insanın en faz­
la muhtaç olduğu ve ona hürriyetini bahşedecek olan
asıl kurtuluş, içindeki kötülükten necat bulmasıdır. Ha­
ricî cezadan çok daha kötü birşey vardır. Nefsin Al­
lah'a karşı isyan halinde olmasıdır bu; ilâhî kudret bah­
şedilen nefsin kendisini hayvani içgüdülerin kuvvetine
terketmesi; Allah'ın huzurundaki nefsin, insanların öf­
kesinden ve tehditlerinden korkması ve faziletin selâmetli şuuru yerine beşerî şan ve şerefi tercih etmesidir.
Bundan daha kötü bir kader olamaz. Tövbe etmemiş
kişinin mezara götürdüğü şey budur. Ve korkmamız
gereken şey de budur.
Kelimenin en yüksek anlamıyla kurtuluşa ermek,
düşmüş olan ruhu ayağa kaldırmak, malûl nefse şifa
vermek, düşünce, vicdan ve sevgi hürriyetini ona iade
etmek demektir. Hz. İsa'nın uğrunda öldüğü necat bu­
dur. Ruhu'l-Kudüs'ün bize verilmiş olmasının nedeni
budur, ve Hıristiyan öğretisinin yöneldiği kurtuluş da
budur." (Channing 6 7 )
"Hakikati söylemek kolay görünse de, onu yapmak
için içte büyük bir kuvveti gerekir.
Bir kişinin dürüstlük seviyesi, onun manevî tekâ­
mül seviyesinin işaretidir."
Hem Hıristiyan, hem de Hıristiyan olmayan dünyada uzun za­
mandan beri vaziyet böyle devam ediyor. A m a şimdi, tam şu
sırada, anlamsız ve acılı Rus ayaklanmasından sonra, hele hele
onun hayasız ve anlamsız bir zulümle bastırılmasından sonra,
inanıyorum ki o kadar medenileşmemiş Ruslar, yani entellektüel açıdan fazla y o z l a ş m a m ı ş ve Hıristiyan itikadının muğlak
kavramlarına hâlâ sadakat gösteren tarım işçilerinin çoğunluğu,
sonunda kurtuluş vesilesinin önce ondan faydalanmak olduğu­
nu anlayacaklar.
Bir k a s a b a d a askerî bir m a h k e m e t o p l a n m ı ş . Bir masa,
masanın üstünde iki başlı bir kartalın ve altında da bir kitabe129
nin nakşedildiği bir ayna var; ayrıca, hukukî metinler ve düz­
günce sıralanmış antentli kağıtlar. Masanın etrafında, şeref kol­
tuğunda sırma şeritleri bulunan bir askerî üniforma giymiş ve
boynunda haç "asılı tostoparlak bir adam oturuyor; iyi huyun
aksettiği zeki bir yüzü var, ve öğle yemeğini henüz yediği ve
çocuğunun sağlığı hakkında iyi haberler aldığı şu sıralar bilhas­
sa nazik görünüyor. Onun yanında, Alman asıllı başka bir su­
bay oturuyor; tayininden hoşnutsuz, şefine vereceği raporu dü­
şünüyor. Üçüncü koltukta, son derece genç bir subay oturuyor;
neşeli görünen, albayın masasındaki yemek sırasında zekice bir
fıkra patlatıp herkesi eğlendiren bir züppe. Anlattığı fıkrayı ha­
tırlayıp, neredeyse anlaşılacak derecede gülümsüyor. Canı siga­
ra içmek istiyor ve sabırsızca ara verilmesini bekliyor. Ayrı bir
masada sekreter oturuyor. Önünde, herşeyiyle gömüldüğü bir
kağıt yığını var; şef hangi kağıdı istemişse onu vermek için ha­
zır bekliyor.
Birisi Penza vilayetinden bir köylü, diğeri Lubin kasaba­
sından bir küçük burjuva olan ve asker kıyafetli iki genç içeri­
ye üçüncü bir adamı getiriyor. Adam hem çok genç, hem de üs­
tünde bir asker paltosu var. Gencin yüzü sararmış bir halde.
Mahkemesine şöyle bir göz atıyor ve sonra bakışlarını ileriye
doğru sabitleştiriyor. Yemin etmeyi ve askerlik yapmayı red­
dettiği için üç yılını hapiste geçirmiş. Bu üç yılın sonunda, ken­
disinden kurtulmak için, yemin edip sonra da hapiste de olsa
hizmetini ifa etmiş bir asker gibi terhis edilme fırsatı tanınmış.
Fakat genç adam, daha önce topluluk huzurunda ne söylediyse
kilisede de onu, yani, bir Hıristiyan olarak ne yemin edebilece­
ğini, ne de katil olabileceğini beyan etmiş. İstenileni yeniden
reddettiği için bir daha yargılanıyor. Sekreter, iddianame deni­
len belgeyi okuyor. Belgede, genç adamın maaşını almayı red­
dettiği ve askerliği günah olarak gördüğü belirtiliyor. İyi huylu
başkan soruyor: "Suçunu kabul ediyor m u s u n ! " "Burada anlatı­
lan herşeyi yaptım ve söyledim, fakat kendimi suçlu olarak
görmüyorum," cevabını veriyor genç adam, titreyen ve tered­
dütlü bir sesle.
Başkan kafasını sallıyor, verilen cevabın usule uygun ol­
duğunu ifade için; 'sonra belgeye bakıyor ve soruyor: "Reddini
nasıl izah ediyorsun?"
"Reddettim, ve hâlâ reddediyorum, çünkü askerliği günah
sayıyorum" diye kekeliyor. " H z . İsa'nın öğretisine aykırı."
B a ş k a n b u n u n l a t a t m i n o l u y o r ve kafasını y i n e tasdik
edercesine sallıyor. Herşey usulüne uygun.
"Beyanına ekleyeceğin başka birşey var m ı ? "
Genç adam, kısık ve titrek bir sesle, İncil'de sadece öldür­
menin değil, aynı z a m a n d a h e m c i n s i n e karşı kötü duygular
beslemenin de yasak olduğunun yazdığını anlatıyor.
Başkan bunu da tasdik ediyor. Alman, kaşlarını çatıyor
onaylamayarak; genç subay, başı ve kaşları yukarda, yeni ve il­
ginç birşey duyuyormuş gibi dinliyor.
Sanık giderek daha da bocalıyor, yeminin açık bir dille ya­
saklandığını açıklıyor; reddetmediği takdirde kendisini suçlu
hissedeceğini, şimdi de verilecek...
Sanığın gereksiz şeylerden sözettiğini ve asıl k o n u d a n
uzaklaştığını düşünen başkan sözünü kesiyor.
Sonra, şahitler çağrılıyor: alayın albayı ve bir başçavuş.
Albay, başkanın her zamanki briç arkadaşı, oyuna çok düşkün
usta bir oyuncu. Başçavuş çevik, iyi görünüşlü, nazik ve soylu
bir Polonyalı; tutkulu bir roman okuyucusu. İçeriye bir de pa­
paz giriyor; kendisiyle kalan kızıyla, damadıyla ve torunuyla
az önce vedalaşmış yaşlı bir adam; kızlarına karısının istemedi­
ği bir halıyı verdiği için çıkan karı-koca kavgası yüzünden
üzüntülü ve sinirli.
"Şahitlere yemin ettirir ve onlara Allah'ın huzurunda ya­
lan şahitlikte bulunmanın günah olduğunu hatırlatır mısınız.
P e d e r ? " diye soruyor başkan.
Üstünde cübbe bulunan papaz, elinde haç ile incil, alışıl131
mış nasihat sözleri ediyor. Sonra albay yemin ediyor. İki temiz
parmak (başkanın, kağıt oyunlarından çok iyi tanıdığı parmak­
ları) kaldırıyor ve papazın arkasından yemin sözlerini tekrarlı­
yor, daha sonra şapırtıyla haç ve incili öpüyor, kendi kendisin­
den hoşnut bir biçimde. Albayın ardından, Katolik papaz giri­
yor ve başçavuşa aynı süratle yemin ettiriyor.
Mahkeme sakin ve ciddiyet içinde bekliyor. Sigara içmek
için dışarıya çıkan genç subay, şahitlerin şehadeti esnasında
tekrar içeri giriyor.
Şahitler, sanığın söylediklerine şahitlik ediyorlar. Başkan
onayını ifade ediyor. Sonra, ayrı bir yerde oturan subay ayağa
kalkıyor. Savcılığı o yapıyor. Masaya kadar yürüyor, masanın
üstünde duran kağıtları karıştırıyor ve yüksek sesle konuşmaya
naşlıyarak genç adamın yapmış olduğu, mahkemenin zaten bil­
diği, genç adamın da hiçbir gizleme teşebbüsünde bulunmadan
açıkladığı ve mahkûmiyeti için delilleri arttırdığı şeyleri yeni­
den anlatıyor. Savcı, sanığın kendisinin de itiraf ettiği gibi hiç­
bir dinî mezhebe mensup olmadığını, ailesinin Ortodoks mü­
minler olduğunu, askerlik görevini yapmayı reddedişinin de
inatçılıktan başka bir sebebi olmadığını beyan ediyor. Sanığın
ve diğer hatalı ve inatçı kişilerin, hükümeti bu tiplere karşı şid­
detli cezaî tedbirler almak zorunda bıraktığını, kendi görüşü­
nün bu davada da bu tedbirlerin kullanılması gerektiği yolunda
olduğunu beyan ediyor. Bunu savunmanın gereksiz birkaç sözü
;?.üyor. Herkes dışarı çıkıyor. Sonra sanık tekrar içeri sokulu­
yor, ardından da mahkeme heyeti. Yargıçlar oturuyor ve hemen
tekrar kalkıyor, başkan sanığa bakmadan, mahkemenin kararını
yumuşak ve pürüzsüz bir sesle okuyor: Kendisine asker den­
me izin vermeden üç yıl boyunca görev yapmış olan adam
ence askerî unvanından ve çeşitli hak ve ayrıcalıklardan mah­
rum bırakılıyor, ve sonra da bir suçlu taburunda dört yıl hapse
mahkûm ediliyor.
Bunun ardından, genç adam muhafız takımının gözetimin132
de dışarı çıkarılıyor ve bütün katılımcılar her zamanki uğraşla­
rına ve eğlencelerine kaldıkları yerden, sanki olağandışı hiçbir
şey olmamış gibi, devam ediyorlar.
Sadece, sigara tiryakisi olan genç adam,"aklına lânetli ada­
mın ağzından çıkan güçlü, soylu, tartışılmaz sözler geldikçe
garip, rahatsız edici duygulardan kurtulamıyor. Bu genç adam,
oturumun sonunda büyüklerinin kararına muhalefet etmek iste­
miş, fakat hemen susmuş, lâflarını yutmuş ve karara katılmıştı.
Akşam albayın evinde, hangi tarafın kazanacağını belirle­
yecek oyundan önce, herkes çay masasının etrafına toplanmış
ve söz inatçı askere gelmişti. Kumandan, bütün bunların nede­
ninin eğitimsizlik olduğu şeklindeki kesin görüşünü açıkladı:
" H e r türlü fikre kapılıyorlar, ama onları ne yapacaklarını bilmi­
yorlar ve bu da herşeyi anlamsızlaştırıyor."
"Hayır, amcacığım, size k a t ı l m ı y o r u m , " albayın sosyal
demokrat ve öğrenci olan kız yeğeni araya giriyor. " A d a m ı n
gücüne ve sebatına saygı göstermek gerekir. Olsa olsa bu gü­
cün yanlış yönde kullanılmasına kızılmalı," diye ekledi, aklın­
da bu sebatkâr kişiler çağdışı dinî fantaziler yerine sosyalizmin
bilimsel hakikatlerini savunsalar ne kadar faydalı olurdu, dü­
şüncesiyle.
"Yok canım, sen sağlam bir devrimcisin" dedi amcası gü­
lümseyerek.
"Ve bana öyle geliyor ki" diye söze girdi, ağzından sigara
d ü ş m e y e n genç subay, "Hıristiyan bakış açısından o adamda
yanlış olan hiçbir şey yok."
" B e n bakış açılarını b i l m e m " dedi, yaşlı bir general, sert­
çe. " B e n , yalnız şunu bilirim: Asker askerdir, vaiz değil."
" B e n i m kanaatime göre, hepsinden önemlisi" dedi mahke­
me heyetinin başkanı, gözleri parıldayarak, "altı oyun daha oy­
narsak, güzelim zamanımızı harcamamız oluruz."
" B a ş k a çay isteyen varsa, oyun masasında ikram edece­
ğ i m " dedi evsahibi, sonra da usta ve tecrübeli bir edayla kartla133
rı dağıttı. Ve oyuncular sandalyelerine oturdular.
Hapishanenin girişinde, inatçı mahpusun muhafız takımıy­
la birlikte subayların talimatlarını beklediği yerde, bir konuşma
geçiyordu.
"Nasıl olur da, papazlar b i l m e z " diyordu muhafızlardan
birisi, "Kitaplarda geçmiyorsa, ondandır."
"Anlamadıklarından" diye cevap verdi mahpus. "Anlasa­
lardı, onlar da aynı şeyi söyleyeceklerdi. Hz. İsa bize öldürme­
yi değil sevmeyi öğretti."
"Öyle olmalı. Fakat, hem garip hem de zor birşey b u . "
" Z o r olan bir tarafı yok. Ben burada ellerim kelepçeli, ye­
niden hapsedilmek üzereyim; ama ruhum o kadar güzel şeyler
hissediyor ki, herkesin aynısını hissetmesini isterdim."
Orta yaşlı, idarede görevli bir subay yaklaştı. "Evet, Semeonovitch" diye mahpusa saygıyla seslendi, " m a h k û m ?"
"Evet, mahkûm edildim."
Subay başını salladı, "Böyle, ama tahammül etmesi zor."
"Fakat tahammül etmek gerekiyor," diye cevapladı mah­
pus; gülümseyerek ve yakınlık göstererek.
"Öyle. Rabbimiz tahammül etti, ve bizden de istedi, fakat
zor."
O bu sözleri söylerken, yakışıklı Polonyalı başçavuş hızlı,
gösterişli adımlarla içeri girdi.
"Kesin gevezeliği, yeni hapishaneye marş marş "
Başçavuş özellikle sertti, çünkü mahpusu askerlerle ko­
nuşturmama emri almıştı. Hapishanede bulunduğu son iki yıl­
dır, temasa geçtiği dört adamı da yoldan çıkarmıştı; onlar da
aynı şekilde yemin etmeyi reddedince yargılanmışlardı ve şu
anda çeşitli hapishanelerde cezalarını çekiyorlardı.
134
10. Bölüm
"Hıristiyan vahyi, insanların eşitliğini açıklayan aki­
deydi; yani Allah Baha'dır ve bütün insanlar da kar­
deşlerdir. Bu, medenileşmiş dünyayı yutan korkunç
zorbalığı canevinden vurdu; kölelerin zincirlerini parça
parça etti ve kitlelerin, sözde çalışan sınıfların sırtından
bir avuç kişiyi zevkü sefa içinde yaşatan büyük adalet­
sizliği yok etti. İşte bu yüzdendir ki, Hıristiyanlar ezil­
di ve bundandır ki, bastırılamadıkları ortaya çıkınca,
ayrıcalıklı sınıflar onu benimsedi ve saptırdı. Böylece,
o ilk asırların hakikî Hıristiyanlığı olmaktan çıkıp
önemli ölçüde ayrıcalıklı sınıfların âleti haline geldi."
(Henry George" 8 )
"Kilise'nin Hıristiyanlığı bozması, bizi ilâhî melekûtu
gerçekleştirmeken uzaklaştırdı; fakat Hıristiyanlığın
hakikati, kuru odunun üstündeki ateş gibi dış katmanı­
nı yaktı ve ortaya çıkıverdi. Hıristiyanlığın anlam ve
önemini herkes görebiliyor, ve onun etkisi kendisini
perdeleyen aldatmacadan daha kuvvetli."
İnsana itimada dayanan, içimizdeki bakir derinlik­
lere seslenen, ve herhangi bir mükâfat olmadan da hay­
rı sevebileceğimize ve ilâhî ilkenin insanda mevcut ol­
duğuna inanan yeni bir dini görebiliyorum." (Solter 6 9 )
"Sanmayın ki, Kilise Hıristiyanlığı eksik, tek taraflı,
şeklî bir Hıristiyanlık görüşüydü ve öyle veya böyle
135
Hıristiyanlıktı. Böyle sanmayın; zira, Kilise Hıristiyan­
lığı hakikî Hıristiyanlığın düşmanıdır ve hakikî Hıristi­
yanlıkla ilişkisi sayesinde ayakta durmaktadır. Ya ken­
di kendisini yıkacak veya yeni suçlar işlemeye devam
edecektir."
İnatçı askerin yargılanırken söyledikleri Hıristiyanlığın ilk çıkı­
şından beri söylenegelmektedir. Kilise'nin en samimi ve hami­
yetli Babaları, Hıristiyanlık ile mevcut siyasî yapının aslî ve
kaçınılmaz şartlarından biri olan ordunun uyuşmazlığı konu­
sunda aynı şeyi söylemişti. Zira, bir Hıristiyan asker olamaz ve
kendisine verilen emirle birisini öldürmeye hazır bekleyemez.
MS birinci asırdan beşinci asra kadar Hıristiyan cemaati,
liderlerine rağmen, Hıristiyanlığın, savaştaki cinayetler de da­
hil, her türlü cinayeti yasakladığını açıkladı.
İkinci asırda, Hıristiyanlığı seçen filozof Tatian, cinayetin
her türlüsü gibi savaşta adam öldürmenin de Hıristiyanlar tara­
fından kabul edilemez olduğunu ilân etti ve askerî çelengi bir
Hıristiyan için haya edilecek birşey saydı. Aynı asırda Atinalı
Athinagoras, Hıristiyanların öldürmemesi, hem de hiçbir cina­
yet mahallinde bulunmaması gerektiğini beyan etti.
Üçüncü asırda, İskenderiyeli Clement, 7 0 "savaş düşkünü
putperestlerde "Hıristiyanların barışçı ırkı"nı karşılaştırdı. Hı­
ristiyanların savaştan hoşlanmayışını en vazıh biçimde ünlü
Origen" açıkladı. İnsanların kılıçlarını saban demirlerine, mız­
raklarını da oraklara vuracakları bir zamanın geleceğini söyle­
yen İsaiah'ın sözlerini Hıristiyanlara tatbik eden Origon meta­
netle şunları söylüyordu: "Başka bir millete silâhlarımızı yö­
neltmeyeceğiz, savaş sanatını icra etmeyeceğiz, çünkü İsa Me­
sih sayesinde barışın çocukları olduk." Celsus'un askerlik yap­
mayı reddeden Hıristiy anlara getirdiği suçlamalara (Celsus'un
görüşüne göre, Hıristiyan olduğu takdirde Roma İmparatorluğu
çökecekti) cevaben, Origon, Hıristiyanların imparator uğruna
herkesten fazla mücadele ettiğini, fakat onların bunu amel-i sa136
lihlerle, dualarla ve başkalarına iyi örnek teşkil ederek yaptık­
larını söyledi. Silâhlı çatışmaya gelince, Origen gayet haklı
olarak, bir Hıristiyanın imparatorun ordularında, imparatorun
zoruyla bile olsa, savaşmayacağını söyledi.
Çağdaş bir Origen olan Tertullian 7 2 da aynı kararlılıkla Hı­
ristiyanların asker olmalarının imkânsızlığını ifade etti. Asker­
lik hakkında şunları söyledi: " H e m Hz. İsa'nın sancağı altında,
hem şeytanın sancağı altında, hem nurun kalesine hem karanlı­
ğın kalesine hizmet etmek olmaz. Bir can, iki efendiye birden
hizmet edemez. Rabbin kendisinin alıp götürdüğü bir kılıç ol­
m a d a n savaşa nasıl girilebilir? O n u n kılıcını tutanın kılıçla
mahvolacağını söylerken kılıç kullanmak nasıl mümkün olabi­
lir? Barışın çocuğu muharebeye nasıl katılabilir?"
Meşhur Cyprian 7 3 şöyle diyordu: " D ü n y a karşılıklı akıtılan
kanlarla aklını kaçırıyor. İnsanların tek basınayken işlediklerin­
de suç sayılan cinayet, kitle halinde yapıldığında bir fazilete
dönüştürülüyor. Mücrimler, tahriplerini arttırdıkça cezadan mu­
afiyet kazanıyorlar."
D ö r d ü n c ü asırda, Lactancius 7 4 da aynı şeyi söylüyordu:
"Allah'ın, bir kişiyi öldürmek daima suçtur, şeklindeki emirine
istisna olamaz. Silâh taşımaya izin yoktur, zira tek silâhımız
hakikattir."
Üçüncü asır Mısır Kilisesinin kurallarında ve sözde " R a b bimiz İsa Mesih'in Ahdi"nde Hıristiyanların askerliğe girmesi,
Kilise'den aforoz edilme tehdidiyle, kesinlikle yasaklanmıştı.
Azizlerin hayat hikâyeleri, ilk asırlarda askerlik yapmayı red­
dettikleri için eziyet edilen Hıristiyan şehitlerin örnekleri dolu­
dur.
Askere kayıt bürosuna getirilen Maximillian, memurun ilk
olarak sorduğu isminin ne olduğu sorusuna şu cevabı vermişti:
" A d ı m Hıristiyan, o yüzden savaşamam." Bu açıklamasına rağ­
men asker olarak kaydedilmiş, fakat o görev yapmayı reddet­
mişti. Ona, ya askerlik görevini yapmayı ya da ölümü seçmesi
gerektiği söylenmiş, o da "Ölmeyi tercih ederim, çünkü savaşam a m " demişti. Bu yüzden, cellata teslim edilmişti.
Marcellus Troy Lejyonunda askerdi. Hz. İsa'nın öğretisine
ve savaşın Hıristiyanlığa" zıt bir faaliyet olduğu gerçeğine inan­
dığı için bütün lejyonun önünde askerî nişanlarını çıkanp yere
atmış ve Hıristiyan olduğu için artık askerlik yapamayacağını
açıklamıştı. Hapsedilmiş, fakat hapishanede hâlâ şöyle demişti:
"Bir Hıristiyan silâh taşıyamaz." Marcellus idam edildi.
Marcellus'tan sonra, aynı alayda bulunan Cessian askerlik
yapmayı reddedince, o da idam edildi.
Mürted Julian'ın 7 5 yönetimi sırasında, askerî bir göreve ge­
tirilmiş olan Martin görevine devam etmeyi reddetti. İmparato­
run sorgulaması sırasında sadece şunu söyledi: "Ben bir Hıristiyanım, o yüzden savaşamam."
325'deki İlk Ekümenik K o n s e y ' d e , orduyu terkedip ona
tekrar katılan Hıristiyanlar için şiddetli ceza olduğunu açıkça
beyan edildi. Bu kararın özgün sözleri, Ortodoks Kilisesinin
kabul ettiği çeviriye göre, şöyledir: "Lütufla iman mesleğine
çağrıldıklarında ve ilk kızgınlığın etkisiyle askerî kuşaklarını
çıkaran, sonra da kusmuğunu yiyen köpekler gibi geri dönen
bu insanların, on yıl Kilise'nin önünde sundurmada kitabelerin
okunuşunu dinlerken af dileyerek acziyetle oturmaları gerekir."
Orduda kalan Hıristiyanlara savaş sırasında düşmanı öl­
dürmemeleri talimatı verildi. Daha dördüncü asırda Büyük Ba­
sil, bu emri ihlâl eden eden askerlerin üç yıl boyunca komünyonlara alınmamasını tavsiye etti.
İşte, sadece Hıristiyanlara eziyet edilen ilk üç asırda değil,
Hıristiyanlığın putperestlik karşısında zafer k a z a n ı p h a k i m
devlet dini olarak benimsenmesinden sonra dahi Hıristiyanlar,
savaş ile Hıristiyanlığın birbirine zıt şeyler olduğu kanaatini ta­
şıdılar. Ferrucius bunu gayet sarih ve kararlı bir dille açıkladı
ve bu yüzden idam edildi: "Hıristiyanların, adil bir savaşta bile,
hatta Hıristiyan hükümdarların emriyle bile, kan dökmesine
138
izin yoktur." Dördüncü asırda, Celeris Piskoposu Lucifer, Hıristiyanın en kıymetli nimeti olan imanını "başkalarını öldüre­
rek değil, kendisi ölerek" müdafaa etmesi gerektiğini öğreti­
yordu. 431'de ölen Nola Piskoposu Paulinus, ellerinde silâhlar
Sezar'a hizmet edenleri ebedî azapla tehdit ediyordu.
Hıristiyanlığın ilk dört asrında durum böyleydi. Constantine'nin 7 6 yönetimi sırasında, Roma lejyon sancaklarında haç gö­
rünmeye başladı. 4 1 6 ' d a bir fermanla putperestlerin orduya
alınması yasaklandı. Bütün askerler Hıristiyan oldu; yani, bir­
kaçı hariç, bütün Hıristiyanlar Hz. İsa'yı terkettiler.
Müteakip onbeş yüzyıl boyunca, basit, şüphe kaldırmaz ve
apaçık hakikat, yani Hıristiyanlığa inanmak ile başkalarının is­
teğiyle her türlü şiddet eylemini işlemeye hazır olmak arasın­
daki zıtlık, insanların gözünden öyle saklandı ve Hıristiyan! di­
nî duygunun samimiyeti öylesine zayıfladı ki, ismen Hıristi­
yanlığı kabul eden kaç nesil cinayetlere göz yumarak, cinayet­
lere katılarak, cinayet işleyerek ve onlardan kazanç sağlayarak
yaşadılar ve öldüler.
Asırlar böyle geçti. Hıristiyanlıkla alay edercesine Haçlı
Seferlerine başlandı. Hıristiyanlık adına en gaddar suçlar işlen­
di ve Hıristiyanlığın temel ilkelerine bağlı kalan ve şiddete göz
yummayan bir avuç insanın elinden gelen — M a n i c h e a n ' l a r , 7 7
Montanistler, 7 8 Cathar'lar 7 9 ve d i ğ e r l e r i — insanların çoğunlu­
ğunu kendilerine hakaret ve eziyet etmeleri için tahrik etmek
oldu sadece.
Fakat, hakikat bir alev gibi, kendisini saran perdeleri ya­
vaş yavaş yakıyor ve son aşırın başından itibaren insanların gö­
züne daha aşikâr görünür ve hoşlansınlar hoşlanmasınlar dik­
katlerini çekiyor.
Bu hakikat kendisini pekçok yerde, fakat özellikle son as­
rın başında Rusya'da sarahatle tezahür etti. Hiç iz bırakmadan
kaybolan başka pekçok örnek de muhtemelen yaşandı.
Ama, onlardan sadece birkaçını bilebiliyoruz.
139
11. Bölüm
"Şerli hayatlar yaşayan insanlar için, hayır .yönünde
atılan her adım sevgiden çok eziyet getirir."
"Hakikî cesaret, sırtını Allah'a dayadığını bilen kişinin
mücadelesinde görünür."
"Dünyada sıkıntınız vardır: fakat cesur olun, ben dün­
yayı yendim." (Yuhanna, XVI, 33)
"Hizmet ettiğiniz ilâhî davanın ifasını beklemeyin; fa­
kat gayretlerinizin hiçbirisinin boşa gitmeyeceğinizi
bilin, çünkü onların hepsi davayı ileri götürür."
"Hem veren, hem de alan için en önemli ve zarurî in­
san amelleri, sonuçları görmeyenlerin amelleridir."
1818 yılında Kafkasya valisi Moraviev, günlüğüne, askerliğe
celp emrini reddeden beş serfin Tambov bölgesinden Kafkas­
y a ' y a gönderildiğini kaydediyordu. Kaç defa kırbaçlanmalarına
ve sıra dayağından geçirilmelerine rağmen, boyun eğmemişler
ve şu sözleri söylemekten vazgeçmemişler: " B ü t ü n insanlar
eşittir, Çar da bizim gibi bir insandır; itaat etmeyeceğiz, vergi
ödemeyeceğiz, en önemlisi, savaşta hemcinslerimizi öldermeyeceğiz. Bizi parça parça etseniz de boyun eğmeyeceğiz. Asker
paltolarını giymeyeceğiz, asker tayınından yemeyeceğiz, asker
140
olmayacağız. Zekât alırız, ama hükümetten hiç para almayız."
Bu tür insanlar ölünceye kadar kırbaçlandılar, hapishane­
lerde yok edildiler ve haklarındaki herşey titizlikle gizlendi; fa­
kat son asırda sayılan giderek artıyor.
Nitekim, " 1 8 2 7 ' d e , iki muhafız, Nikolayev ve Bogdanov,
askerî hizmetten kaçınmak için, Sokolov isimli bir tüccar tara­
fından orman içinde kurulan küçük bir manastıra sığındılar. Ya­
k a l a n d ı k l a r ı n d a , o r d u d a görev y a p m a y ı r e d d e d e r e k , b u n u n
inançlarına ters düştüğünü söylediler ve yemin etmeyi de red­
dettiler. Askerî yetkililer, bu yüzden onları sıra dayağı cezasına
çarptırmaya ve bir ceza taburuna göndermeye karar verdiler."
" 1 8 3 0 ' d a ismi bilinmeyen bir adam ve kadın Yaroslav vi­
layetinin Peşekovsk bölgesinde mahallî polis tarafından tutuk­
landı. Adam sorgulanması sırasında, adının Egor İvanov oldu­
ğunu, nereli olduğunu bilmediğini, altmışüç yıllık hayatı bo­
y u n c a Kurtarıcı İ s a ' d a n başka hiçbir babasının o l m a d ı ğ ı n ı
açıkladı. Karısı da aynı beyanda bulundu.
Mahallî mahkemede papazın nasihati sırasında, karı ve ko­
ca. Semavî H ü k ü m d a r ' d a n başkasının olmadığını, Ç a r ' ı ya da
başka yerleşik hükümeti veya ruhanî otoriteyi tanımadıklannı
söylediler. Mahkemede sorgusu yapılırken, yetmiş yaşında ol­
duğunu ve ne herhangi hükümeti ne de ruhanî otoriteyitanımadığını, onların Hıristiyan dininin emirlerini ihlâl ettiğini düşün­
düğünü söyledi. Egor İvanov, çalıştırılmak üzere Solovetski
manastırına sürüldü ve 1839'daki ölümüne dek burada kaldı."
" 1 8 3 5 ' d e ismi bilinmeyen, kendisine sadece İvan diyen bi­
risi, Yaroslav vilayetinde tutuklandı, adam, azizleri, Ç a r ' ı veya
başka bir otoriteyi tanımadığını beyan ediyordu. Yaz aylarında
işçi olarak çalıştırılmak üzere Solovetski manastırına gönderil­
di. Aynı yıl imparatorluk emriyle orduya gönderildi."
"1849 yılında, Moskova bölgesine kayıtlı bir köylü, 19 ya­
şındaki İvan Şroupov, her türlü zorlamaya rağmen, yemin et­
meyi reddetti. Reddedişinin ardındaki saik, Allah kelâmında,
141
sadece Allah'a hizmet etmesi gerektiğinin belirtilmesi, o yüz­
den de Ç a r ' a hizmet etmeyi ve yalan yere yemin etme korku­
suyla da bağlılık yemini etmeyi istemeyişiydi. Şroupov'un yar­
gılanması halinde davanın duyulacağını, bunun da mahzurlu
olduğunu düşünen yetkililer, onu bir manastıra kapamaya karar
verdiler. İmparator Nikola Pavlovitch Şroupov'un raporu hak­
kında şu kararı yazdırıyordu: 'Muhafızların gözetiminde sözkonusu kayıtlıyı Solovetski manastırına n a k l e d i n . ' "
Bunlar, ferdî vakalara ilişkin basılmış raporlardan bazıla­
rı—Hıristiyanlığa inanmakla siyasî otoritelere itaat etmeyi bağ­
daştırmanın imkânsızlığını anlayan Rusların binde birisi. Son
yüzyıl içinde, Hz. İsa'nın öğretisiyle mevcut düzenin bağdaşa­
mayacağını kabul eden binlerce üyeli cemaatler mevcuttu ve
halen de pekçoğu mevcut: Molokanlar, 8 0 Yehovacılar, Klisti, 8 1
Skoptsi, 8 2 Yaşlı Müminler 8 3 ve çoğu siyasî otoriteyi tanımadığı­
nı gizleyen, fakat onu şeytan ürünü olarak gören daha pekçoğu.
Son yüzyılda, sayıları onbinleri bulan Doukabarlar, 8 4 siyasî oto­
riteyi doğrudan ve aşikâr inkârlarıyla dikkati çekiyordu. Bütün
baskı ve eziyetlere rağmen, binlercesi hakikatten ayrılmadı ve
Amerika'ya göçetti. Hıristiyanlık ile hükümete itaatin bağdaş­
mazlığını farkeden insanların sayısı sürekli artıyor; zamanımız­
da, özellikle de hükümetin herkese zorunlu askerlik hizmeti ge­
tirmesiyle Hz. İsa'nın öğretisiyle en bariz çelişkiye girmesin­
den sonra, Hıristiyan inancı ile siyasî yapı arasındaki çatışma
her zamankinden daha fazla ortaya çıkıyor.
Bir süredir, sayıları giderek artan genç insanlar askerliği
reddediyor ve Allah'ın emrine ihanet etmektense, maruz bıra­
kıldıkları bütün zalimce işkencelere katlanıyorlar.
İnançları yüzünden şiddetli eziyet ve baskılara maruz ka­
lan ve onlardan başka şu anda hapiste bulunan düzinelerce in­
sanla tanıştım. Baskı ve eziyet çektirilen bu insanlardan bazıla­
rının isimleri şunlar: Zalubvsky, Lubitch, Mokev, D r u z h i n ,
İzumçenko, Olkoviç, Farafanov, Ganja, Akulov, Çağa, Çerço142
uk, burov, Gonçarenko, Saharov, Tregubov, Vblkov, Koşavoi.
Hapishanede bulunanlar: İkonikov, Kurtiş, Varnavsky, Orlov,
Mokri, Molosai, Kudrin, Panşikov, Siksni, Debriabin, Kalaçev,
Bannov, Makrin.
Keza Avusturya'da, Macaristan'da, Sırbistan'da, Bulgaris­
tan'da benzer insanları da biliyorum. Bulgaristan'ta çok büyük
sayıda insanlar var. Üstelik İslâm dünyasında da aynı nedenler­
le reddedişler vuku bulmaya başladı: İran'da Babîler, Rusya'da
K a z a n ' d a "Allah'ın askerleri" denilenler.
Bu redlerin nedeni her zaman aynı, en tabiî, kaçınılmaz ve
itiraz edilemezdir. Bu da, çatıştıklarında devletin kanunlarının
da üstünde yer alan dinî emirlere riayet zaruretidir. Askerliği,
diğer bir ifadeyle başkalarının emriyle öldürmeye hazır olmayı
öngören devlet kanunu, her zaman için komşusunu sevmeye
dayanan her türlü dinî-ahlâkî kanunlara ters düşemez. Bu sade­
ce Hıristiyanlıkta değil, bütün dinlerde, İslâmiyette, Budizmde,
Brahmanizmde, Konfiçyüsçülükte aynıdır.
Hz. İsa tarafından ondokuz asır önce indirilen sevgi kanu­
nun hiçbir istisnaya izin vermeyen kesin bir tanımı, bugün bü­
tün dinlere mensup manevî hassasiyete sahip insanlar tarafın­
dan Hz. İsa'yı izlemenin bir sonucu olarak değil, bir insiyaki
şuurun sonucu olarak görülmektedir.
Kurtuluşun tek vesilesi budur.
İlk bakışta, askerî görevleri ifayı reddetmeler birbirinden
kopuk, sadece askerlikle ilgili olaylarmış gibi görünüyor, ama
öyle değil. Bu reddedişler aslında hiç de tesadüfi hareketler de­
ğildir; bunlar dinî öğretilere sahih ve samimi riayetin sonucu­
dur. Ve riayetin böylesi, dinî öğretilerle bağdaşmayan ve ona
zıt ilkelere dayalı bütün bir hayat yapısını yıkar. Bu yapıyı yı­
kar, çünkü şiddete katılmanın Hıristiyanlıkla telif edilemeyece­
ğini anlayanlar asker, vergi tahsildarı, yargıç, jüri, polis, veya
her türiü m e m u r olmasa, bugün insanların eziyetini çektiği şid­
det hiç de mevcut olmaz.
12. Bölüm
"Ancak, bütün hakikatinizle ve bütün kalbinizle 'Rabbim, Allahım, bana nasıl dilersen öyle muamele et' diyebildiğiniz zaman kölelikten kurtulup tam anlamıyla
hür olabilirsiniz.
Hür bir adam, engelle karşılaşmaksızın efendilik
edebildiklerinin efendisidir. Ve hiçbir engelle karşılaş­
madan efendilik etme hürriyetimizin olduğu yegâne
şey, kendimizdir. O yüzden, kendisini değil de başka­
larını kontrol etmeyi isteyen bir kişi görürseniz, bilin
ki o hür değildir: O, insanlara hükmetme tutkusunun
kölesi olmuştur." (Epictetus 85 )
Fakat, yüzlerce, binlerce, diyelim ki yüzbinlerce sıradan, aciz,
tecrit olmuş insan; kalabalık, sırtını devlete dayayan ve her tür­
lü güçlü şiddet silahıyla mücehhez insanlara karşı ne yapabilir?
Mücadele eşit olmadığı gibi aynı zamanda imkânsız görünüyor
ve bu mücadelenin neticesi, gecenin karanlığıyla şafağın nuru
arasındaki mücadelenin sonucu kadar şüphesizdir.
Askerlik yapmayı reddettiği için hapsedilen gençlerden bi­
risi şunları yazıyordu:
"Bazen muhafız odasındaki askerlerle konuşma fırsatı bu­
luyorum ve bana 'Hey delikanlı, bütün gençliğini hapishanede
harcamak hiç de iyi değil' dediklerinde onlara hep samimiyetle
gülümsüyorum.
'Pekâlâ. Herkes için aynı son geçerli değil m i ? ' diye ce­
vaplıyorum onları.
'Belki öyle, fakat alayda görevini yapsaydın, bu kadar kö­
tü olmazdı'.'
' A m a benim buradaki hayatım sizin alaydaki hayatınızdan
daha huzurlu' diyorum.
'Belki öyle. Fakat senin için iyi değil. Burada dört yılını
harcadın ve orduda olsaydın çoktan evine dönmüş olurdun. Bu­
radan ne zaman kurtulacaksın, Allah bilir' diyorlar iğneli bir
dille ve gülerek.
'O zaman burada herşeyimin yolunda olduğunu düşünün'
diyorum. Kafalarını sallıyorlar ve biraz düşünüp ' t u h a f diyor­
lar.
Aynı türden şeyleri asker hücre arkadaşlarımla da konuşu­
yoruz. Yahudi bir asker bana şöyle diyor: 'Hayret birşey. Bu
kadarına tahammül ediyorsun, ve yine de hep neşeli ve canlı­
sın.'
Hücre arkadaşlarımdan birisi keyifsiz ve çöküntü hissetti­
ğinde diğerleri ona şöyle diyorlar: 'Şu haline bak. Daha başına
birşey gelmeden şikayet ediyorsun. Şuradaki yaşlı babaya (kü­
çük sakalım nedeniyle bana öyle diyorlar) bak, ne zamandır
burada olduğu halde, neşesini kaybetmiyor!'
A r a m ı z d a böyle ufak tefek konuşmalar gelişiyor. Bazen
eften püften şeyler hakkında gevezelik ediyoruz, bazen ciddi
konuları, Allah'ı, hayatı veya ilgimizi çeken ne varsa onu ko­
nuşuyoruz."
İşte, bir başkasının yazdıkları:
" R u h halimin hep aynı olduğunu söyleyemem; bitkin ol­
duğum zamanlar da var, neşeli olduğum zamanlar da."
" Ş u anda kendimi iyi hissediyorum, fakat hapishanede sü­
rekli yaşanan olaylara muzafferane bakmak çok cesaret istiyor.
Olayların derinliklerine inmeye ve kendi kendinizi bütün bun­
ların geçici olduğuna ikna etmeye çalışıyorsunuz, o zaman ihti145
yaç duyduğunuzdan fazla güç veriliyor size ve neşe kalbinizi
yeniden canlandırıyor ve olup biten herşeyi unutuyorsunuz. Bu
iç mücadelede hayat böyle akıp gidiyor."
Ve bir üçüncüsü şunları yazıyor:
"28 Mart'ta yargılandım ve beş yıl, beş ay, beş gün hapis
cezasına çarptırıldım. Mahkemeden sonra nasıl rahatladım, na­
sıl sevindim inanmazsınız; ağır bir yükün sırtınızdan kalkma­
sından sonraki rahatlamaya benziyor bu. Kalbim öyle ferahladı
ve öyle cesaret kazandım ki, sonsuza dek böyle duygular içinde
kalmayı isterdim."
Şiddete başvuranların, ona boyun eğenlerin ve ona katılan­
ların ruh hali ise bambaşkadır. Hemcinslerini sevme gibi fıtrî
ve içten gelen bir duyguyu yaşamak yerine, bu milyonlarca in­
san, kendilerinin de dahil olduğu benzer fikirli küçük bir daire
hariç, bütün insanlığa karşı nefret, ayıplama ve korku duygusu­
nu taşıyorlar. Bütün insanî duygularını öylesine bastırıyorlar ki,
hemcinslerini katletmek, onlara hayatta mutluluğun olmazsa
olmaz bir şartı olarak görünüyor.
"İdamların zalimaneliğinden sözediyorsun, peki ama hain­
lere başka ne yapabiliriz k i ? " diyor, bugün Rusya'daki tutucu­
lar. " F r a n s a ' d a Allah bilir kaç kişinin kafası uçtuktan sonradır
ki, olaylar yatıştı. Onlar bomba yapıp atmayı bıraksınlar, biz de
onları asmayı durduralım."
Aynı gayrıinsanî zalimlikle, devrimci liderler hükümetin
ölümünü, devrimci işçiler ve köylüler de kapitalistlerin ve top­
rak sahiplerinin ölümünü talep ve arzu ediyorlar.
Bu kimseler, insanca hareket etmediklerini biliyorlar, kor­
kuyorlar, ve yalan söyleyerek hakikati görmesinler diye üstleri­
ne şer perdesini çekiyorlar. İçlerinde mevcut olan, onlara sesle­
nen hakikati söndürüyorlar ve biteviye bütün azapların en kötü­
sünü çekiyorlar: vicdan azabı.
Bazıları, herkes için tabiî olan, insanlığın yöneldiği hedefi
teşkil eden ve gerek fert için, gerekse toplum için hayırla so146
nuçlanacak birşey yaptıklarını düşünüyorlar. Diğerleri ise, ken­
dilerinden ne kadar saklamaya çalışırlarsa çalışsınlar, yaptıkla­
rının insanlığa ve insan yaratılışına yakışmayan, insanlığın sü­
rekli uzaklaştığı birşey olduğunu biliyorlar. Yaptıklarının fert
için, toplum için, ve hepsinden fazla onu yapan için ıstıraba ne­
den olduğunu biliyorlar. Bir tarafta, hürriyetten mahrumiyet,
korku ve suskunluk şuuru; diğer tarafta, hürriyet, h u z u r ve
onur. Bir tarafta, imandan mahrumiyet, diğer tarafta iman; bir
tarafta yalanlar, diğer tarafta hakikat; bir tarafta nefret, diğer ta­
rafta sevgi; bir tarafta geçmişin eziyetleri, diğer tarafta gelece­
ğin taze sevinçleri. Şimdi, zaferin hangi tarafa ait olduğuna
şüphe edilebilir mi?
Şimdi hayatta olmayan Fransız yazarın yazdığı şu harika
mektupta, bu karşı konulamaz hakikat beyan edilmişti: " M a n e ­
vî kuvvet hiç bugünkü kadar insanı rahatsız etmemiş, onun
üzerinde hiç bu kadar etki göstermemiştir. Deyim yerindeyse,
dünyanın soluduğu havadadır artık o. Birbirinden ayrı yaşayan
ve t o p l u m u n yeniden d o ğ u ş u n u arzulayan birkaç ruh b u n a
adım adım çalıştılar. Birbirlerini arayıp buldular, selamlaştılar,
birbirlerine yaklaştılar, birleştiler, birbirlerini anladılar ve bir
grup, tarlakuşlarının bir a y n a y a doğru uçuşu gibi d ü n y a n ı n
dörtbir köşesinden başka canların uçuşup geldiği bir cazibe
merkezi teşkil ettiler. Böylece, genel kollektif bir ruh oluştur­
dular, tâ ki geleceğin insanları, daha öncesinde birbirine düş­
manlık besleyen milletlerin birliğini ve ilerlemesini elele, şuurkârane ve karşı konulamazcasına gerçekleştirsinler.
" B ü t ü n milletlerin silâhlanması, hükümet liderlerinin bir­
birlerine tehditler savurması, ırkçılığın yeniden hortlaması, ay­
nı ülkenin insanları arasındaki husumet ve Sorbon'daki olayla­
rın çocuksuluğu, gerçekten meşum olaylar; ama aynı zamanda
gelecekteki birşeyleri haber veriyorlar. Yokolmak üzere olan
birşeyin son çırpınışları bunlar. Bu örnekteki hastalık, kendisini
ö l d ü r ü c ü bir u n s u r d a n k u r t a r m a k isteyen bir o r g a n i z m a n ı n
147
enerji dolu gayretleridir.
"Geçmişin yanlışlarından kazanç sağlamış ve daha da sağ­
lamayı düşünenler, değişiklikleri engellemek için biraraya geli­
yorlar. B ü t ü n bunların sonuçları, silahlanmalar, tehditler ve
baskılardır; fakat, daha dikkatli bakarsanız bunların tamamen
sunî olduğunu göreceksiniz. Kocaman, ama içi boş.
" B u ruh gitti, başka yere göçtü. Küllî bir yoketme savaşı
için her gün hazırlıklar yapan bütün bu milyonlarca silâhlı in­
sanlar, artık savaşacaklarından nefret etmiyorlar, ve liderlerden
hiçbirisi savaş açma cesaretini gösteremiyor. Aşağılardan yük­
selen şikâyetler artık duyulabiliyor, büyük ve samimi bir şef­
katle onların adalet taleplerini kabul eden birşeyler onlara ce­
vap vermeye başlıyor.
"Karşılıklı anlayış tayin edilmiş bir vakte ister istemez
yaklaşıyor ve bizim zannettiğimizden çok daha yakında. Dün­
yadan ayrılmama az kaldığı için ve ufkun ötesinden yayılan
ışık bakışımı kapladığı için mi böyle düşünüyorum, bilmiyo­
rum; fakat inanıyorum ki, dünyamız "Birbirinizi sevin" sözleri­
nin, ister bir insan isterse onlara konuşan bir tanrının hakkında
86
olsun, tartışmasız kabul edileceği bir çağa giriyor." (Dumas, )
Hıristiyan milletlerin bugünkü giderek fecileşen, korkunç
,e açıkça ümitsiz durumunun kurtuluş çaresi, ancak ve ancak,
sınırlı değil hakikî anlamıyla sevgi kanununu — y a n i , hiçbir is­
tisna tanımayan en yüce k a n u n u — ifa ederek bulunabilir.
148
13. Bölüm
"Hayatın sosyal şartları, ancak, insanların nefislerine
hakim olmasıyla ıslah edilebilir."
"Bir çiçekle yaz gelmez, deniyor; fakat bir çiçekle yaz
gelmez diye yazı hisseden ve geleceğini bilen başka bir
çiçek açmasın mı? Her ot tanesi aynı şekilde beklese,
yaz asla gelmez. Aynı şey, melekût-u ilâhînin kurul­
ması için de geçerlidir: Birinci mi, yoksa bininci çiçek
mi olduğumuzu düşünmemeliyiz."
"Hayatınızı Allah'ın iradesini ifa için yaşayın, ve bilin
ki ancak bu yolu izleyerek hayatınızı meyvedar kılabi­
lir ve ıslah edebilirsiniz."
" D ü n y a insanlarının üzerinde Korkunç ağırlıkta bir taş var. ve
onları e z i p duruyor. Bu taşın altında kalan insanlar, e z i l d i k ç e
eziliyorlar ve o n d a n kurtulmanın vesilelerini arıyorlar.
"Taşı e l e l e verip gayret gösterdiklerinde kaldırıp bir kena­
ra a t a b i l e c e k l e r i n i biliyorlar; fakat bunu herkesin e l b i r l i ğ i y l e
y a p m a k için anlaşamıyorlar. H e r k e s biraz daha battıkça batı­
yor, ve taşın taşınmasını başkalarının omuzlarına bırakıyor; taş
da o l a n c a ağırlığıyla iniyor. Hareketlerinde haricî davranış mü­
lâhazalarından ç o k davranışlarıyla vicdanları arasındaki iç uyu­
mu e s a s alan insanlar o l m a s a ç o k daha ö n c e d e n onları ezerdi
149
Bu tür insanlar hep Hıristiyanlar olmuştur, çünkü onlar, kendi­
lerini, başkalarının işbirliğiyle ulaşılabilecek haricî bir hedefe
değil, başka hiçkimsenin işbirliğini gerektirmeyen ve hakikî
anlamıyla Hıristiyanlığın özünü teşkil eden enfusî bir hedefe
rabtediyorlar. Bundandır ki, ancak, şiddet kanununun yerine
sevgi kanununu koyan Hıristiyanlık sayesinde, günümüzdeki
insanların çoğunun kurtulmayı imkânsız bulduğu kölelikten
kurtuluş mümkün olabilir, ve olmaktadır.
" ' H a y a t ı n genel maksadı tamamıyla bilinemez' der Hıris­
tiyan öğretisi, onun küllî esenliğe ve melekût-u ilâhînin tahak­
kukuna sürekli bir yaklaşma olduğunu tasavvur edebilirsiniz
ancak. Sizin ençok bildiğiniz, şahsî hayatınızın gayesidir ve bu
da, melekût-u ilâhînin tahakkuku için şart olan, içinizdeki sev­
ginin en büyük tekâmülüdür. Ve siz bu gaye her zaman bilirsi­
niz ve ona ulaşabilirsiniz.
" E n iyi ferdî, haricî gayeleri bilemiyebilirsiniz, onlara gi­
den yolda maniler olabilir, fakat kendi içinizdeki ve başkaları­
nın içindeki sevginin tekâmülü ve çoğalmasına yaklaşmayı hiçkimse ve hiçbir şey durduramaz.
"Kişinin ihtiyaç duyduğu tek şey, hayatın bâtıl, haricî, sos­
yal gayesi yerine; ayırdedilmez derecede kayıtlı olduğu bütün
zincirlerden kurtulmak ve tam anlamıyla hürriyeti k a z a n m a k
için hakikî, çürütülmez, ve ulaşılabilir enfusî gayeye rabtolmaktır...
"Bir Hıristiyan devlet kanunlarıyla bağlı değildir, çünkü,
I. ~.an hayatını tekâmül ettirecek olan şeyin şiddetin ayakta tut­
tuğu kanun değil inandığı sevgi kanunu olduğunu kabul ettiğin­
den ne kendisi ne de başkaları için onlara (devlet kanunlarına)
ihtiyaç hissetmez...
"Sevgi kanununun gereklerini anlamış bir Hıristiyan, şid­
det kanununun gereklerini uyulması zorunlu şeyler olarak de­
ğil, teşhis ve izale edilmesi gereken beşerî hatalar olarak gö­
rür...
150
"Kötülüğe direnmemeyi de içine alan hakikî anlamıyla Hı­
ristiyanlığın kabulü, insanları bütün haricî güçlerden azad eder.
Fakat, onları sadece haricî güçlerin tasallutundan kurtarmaz,
aynı zamanda, hayatta ıslahata gitmek isteyen ama bunu haya­
tın haricî suretlerini değiştirerek gerçekleştirmek isteyen insan­
lara, haricî suretlerdeki değişimin olsa olsa şuurdaki değişimle­
rin sonucu olduğunu, hayatı ıslah etmek için şuuru değiştirmek
gerektiğini göstererek, onlara gayelerine ulaşma fırsatı verir.
"Şuurlardaki değişimlerden kaynaklanmayan, hayatın suretlerindeki bütün haricî değişimler insanların durumunu düzel­
temez, aksine daha da kötüleştirir. Çocuk dövmeyi, işkenceyi
ve köleliği hükümet kararlarıyla değil, o emirleri de meyve ve­
recek olan insanların vicdanlarındaki değişimle önlemek müm­
kündür. Ve şuurlar ne kadar değiştirilebilirse, yani, insanların
vicdanlarında şiddet kanununun yerine sevgi kanunu ne kadar
geçirilebilirse, hayat da o kadar ıslah edilebilir. İnsanlar, şuur­
daki bir değişim hayatın suretlerini etkiliyorsa, bunun tersinin
de cari olması gerektiğini düşünüyorlar ve kuvvetlerini haricî
değişimlere yöneltmek daha hoş, kolay ve sonuç da daha görü­
nür olduğundan, onlar da kuvvetlerini şuurları değiştirmeyi de­
ğil, suretleri değiştirmeye yöneltiyorlar. O yüzden, zihinlerinde
asıl meseleyle değil, zahiren o n a b e n z e y e n birşeyle meşgul
oluyorlar. Hayatın haricî suretlerini tesis ve benimsemeye da­
yalı haricî, boş ve faydasız faaliyetler, insanları, hayatlarını asıl
iyileştirebilecek olan asıl enfusî faaliyetlere perde olmaktadır.
Ve, insanların hayatlarının genel anlamda iyileşmesini, herşeyden fazla bu hurafe engellemektedir.
" D a h a iyi bir hayat ancak insanların şuuru ıslâh edildiğin­
de mümkün olabilir; ve o yüzden, hayatı ıslah etmek isteyenle­
rin bütün gayretlerini hem kendilerinin hem de başkalarının şu­
urunu değiştirmeye yöneltmeleri gerekir.
"İnsanları bugün içine düştükleri esaretten kurtarabilecek
olan ve onları gerek kendi şahsî hayatlarında, gerekse genel
151
olarak hayatta gerçek ıslahata mazhar edebilecek şey hakikî an­
lamıyla Hıristiyanlıktan başkası olamaz.
" H e r bir kişiye kurtuluşu ancak ve ancak şiddeti dışlayan
hakikî Hıristiyanlığın bahşedeceği ve insanlığın umumî hayatı-'
nın ıslahı imkânını ancak onun sağlayacağı apaçık ortadadır.
Fakat, insanlar, hayat şiddet kanunuyla tadılana ve vehimler,
zulümler ve eziyetler tarlası her yönüyle keşfedilinceye dek bu
gerçeği kabul edemediler.
" H z . İsa'nın öğretisinin bâtıllığının ve özellikle uygulanamazlığıhın en ikna edici delili olarak, İnsanların Hz. İsa'nın
öğretisini ondokuz asırdır bildikleri halde onun sadece haricî
biçimlerini benimsemiş oldukları vakıası zikredilir. İnsanlar
şöyle der: 'Bu kadar uzun zamandan beri bilindiği halde, insan­
ların hayatında hâlâ yol gösterici kuvvet olmamışsa, bu kadar
çok aziz ve inanmış Hıristiyanın ölmesi mevcut düzen değiştir e m e m i ş s e , bu, öğretinin yanlış ve u y g u l a n a m a z o l d u ğ u n u
açıkça gösterir.'
"Gerçek şu ki, Hıristiyan öğretisi doğduğu zamandaki ger­
çek anlamıyla değil, sırf haricî, saptırılmış biçimiyle benimsen­
di.
" D ü n y a n ı n mevcut düzenini bütünüyle yıkan bir akide,
doğuşu vaktinde değil, ancak haricî ve tahrif edilmiş biçimiyle
benimsenebildi."
"O sırada insanların büyük v >ğunluğu, sadece ruhanî yolu
izleyerek Hz. İsa'nın öğretisini anlama durumunda değildi. On­
lar için hakikati yaşayarak anlamayı mümkün kılmak gereki­
yordu. Hıristiyan öğretisinden bütün sapmalar felâketler getir­
miş ve bu zor yolu öğrenilmesiyle vuku bulmuştur.
"Öğreti sadece bir ilâha haricî tapınma biçimiyle benim­
sendi ve bu biçim putperestliğin yerine geçerken hayat yine
putperestlik yolunda akmaya devam etti. Fakat bu tahrif edil­
miş öğreti ayrıştırılamayacak şekilde İnciller'le bağlıydı ve bü­
tün gayretlerine rağmen sahte Hıristiyanlığın papazları, onlar
152
istemese de kendisini yavaş yavaş insanlara bildiren ve onların
vicdanlarına giren öğretinin özünü insanlardan saklayamadı.
"Onsekiz
ve menfi. Bir
linden gitgide
retinin hakikî
ması.
yüzyıl boyunca, şu ikili çizgi devam etti: müsbet
tarafta insanın hayırlı ve makûl bir hayat ihtima­
yabancılaşması ve uzaklaşması; diğer tarafta, öğ­
anlamının her geçen gün biraz daha fazla ifşa ol­
"Ve bugün bu süreç öyle bir noktaya ulaştı ki, daha önce­
sinde sağlam dinî duygulara sahip bir avuç kişi tarafından ka­
bul edilen Hıristiyanlığın hakikati, Sosyalistlerin doktrinleri sa­
yesinde en basit insanlara bile bazı yönleriyle ulaştırılabildi;
ama yine de hayat her adımda en kaba ve bariz biçimde bu ha­
kikate zıt düşmektedir.
t
"Özel toprak sahipleri, vergileri, din adamları, hapishane­
leri, giyotinleri, kaleleri, toplan, dinamitleri, milyonerleri ve
dilencileri ile Avrupa'daki insaniyetin durumu hakikaten deh­
şetli görünüyor. Ama sadece görünüyor! Hakikatte, bütün bun­
lar, şu anda vuku bulan ve bulmasını beklediğimiz bütün bu
dehşetler, bizim yaptığımız ve yine kendimizin yapmaya hazır
olduğumuz şeylerdir. Ve sona ermelidir artık. İnsan vicdanına
uygun hareket edilecekse, böyle olmamalıdır. Çünkü, güç ha­
yatın suretlerinde değil, insan vicdanındadır. İnsan vicdanı ise
iki zıt kutup arasında yorulmuş, bariz çelişkilerle dolu, son de­
rece gergin bir durumda. Hz. İsa dünyayı fethettiğini söylüyor­
du, ve gerçekten de fethetmişti. Ne kadar korkunç olursa olsun,
şer artık mevcut değil; çünkü artık insanların vicdanlarında
mevcut değil.
"Vicdanın kabarışı, iniş-çıkışlar şeklinde değil d ü z g ü n
adımlar şeklinde gerçekleşir. O yüzden, bir mevcudiyet döne­
mini diğerinden ayıran yönü, varolmasına rağmen, tam tamına
göstermek asla mümkün değildir. Tıpkı çocuklukla gençlik, kış
ile bahar arasındaki ayrım çizgisi gibi. Kesin bir ayrım çizgisi
olmasa bile, bir geçiş dönemi vardır.
153
İnsanlığın şu anda geçmekte olduğu, işte böyle bir geçiş
dönemi. Bir durumdan diğerine geçiş yapmak için herşey hazır.
Sadece değişimin tamamlanması için arkadan küçücük bir do­
kunuş gerekiyor. Ve gerekli d o k u n u ş ' h e r an gerçekleşebilir.
Toplum şuuru, zaten eski hayat tarzını reddetti, ve uzun zaman­
dır yenisini benimsemek için hazır bekliyor. Herkes bunu bili­
yor ve hissediyor. Fakat geçmişin ataleti, geleceğin çekingenli­
ği bazen öyle bir duruma yol açıyor ki, uzun zamandır bilinen
birşeyi uygulamaya koymak vakit alıyor. Böyle zamanlarda,
şuurun takviyesi için bazen tek bir kelime yetiyor; insan haya­
tında en önemli kuvvet — y a n i , k a m u o y u — mücadele veya şid­
dete başvurmaya gerek kalmadan birden bire mevcut düzenin
altını üstüne getirebilir...
"İnsanların zulümden, kölelikten ve cehaletten kurtuluşu
h ü k ü m e t kararıylarla, veya işçi s e n d i k a l a r ı y l a v e y a d ü n y a
kongreleriyle değil, yöntemlerin en basitiyle gerçekleştirilecek­
tir: Hemcinslerine şiddete katılmaya çağrıldığında ve kendi
nefsinde Hakikî ruhanî 'ben'i tanıyıp, hayret içinde 'Peki ama,
bunu neden yapayım?' diye soran tek tek her kişiyle.
"İnsanlığa hizmet edecek olan, ne hükümet kararlan, ne de
incelikli, zekice Sosyalist ve Komünist sendika yapıları, ha­
kemler, vs. değil, ancak ve ancak bu ruhanî farkındalığa umu­
ma yayılmasıdır.
" S a d e c e hükümetin kendisinden talep ettiklerine uymayı
reddetmesi için değil, aynı z a m a n d a bu talepleri son derece
şaşkınlık ve kızgınlıkla karşılamak için de, insanın hakikî Hı­
ristiyanlığa perde olan hipnozdan uyanması şarttır.
"Ve bu uyanma da her an olabilir." Bunlar onbeş yıl önce
yazdıklanm. Bugün de bu uyanmanın gerçekleşmekte olduğu­
nu cesaretle yazabilirim. Ben görmesem de, kışın ardından bah a n n , gecenin ardından gündüzün gelmesi kadar kesin biliyo­
rum ki, Hıristiyan insaniyetininin zamanı geldi.
154
14. Bölüm
"Yaratılışı gereği insan ruhu Hıristiyandır; Hıristiyan­
lık insanlar tarafından hep unutulmuş da birden bire
hatırlanmış birşey gibi benimsenmektedir... Hıristiyan­
lık, insanı, akıl kanununun hükmettiği mutluluk dünya­
sına nazır bir tepeye çıkarır. Hıristiyanlığın hakikatini
keşfetme duygusu, karanlık, havasız bir kuleye kapatıl­
mış ve sonra da kale burçlarının en yükseğine, hiç gör­
mediği harika bir dünyayı görebileceği bir yere çıkan
insanın yaşadığı duyguya benzer.
Beşerî kanuna itaat şuuru köleleştirir, Allah'ın ka­
nununa itaat şuuru ise hürleştirir."
"İnsanın hallerinden birisi de şudur: Çalışma ve gay­
retlerimizin gayesi ne kadar uzaksa ve çalışmalarımı­
zın meyvelerini görmeyi ne kadar az istiyorsak, başarı­
mız o kadar büyük ve geniş olur." (John Ruskin)
" H e m onu yapan hem de diğerleri için en önemli ve
zarurî iş, sonuçlarına bakılmayan işlerdir."
"Belki öyle, fakat insanların içine düştükleri şiddete dayalı ha­
yat tarzından kurtulmaları için, bütün insanların dine bağlan­
ması gerekir; yani, ilâhî kanunu ifa yolunda kendi cismanî ve
şahsî saadetlerini fedaya hazır olmaları, gelecek için değil bu­
gün için yaşamaları ve bugünü de sevgi vasıtasıyla bildirilen
155
Allah'ın iradesini ifa için yaşamaları gerekir. Fakat dünyamızın
insanları dindar değil, o yüzden böyle yaşayamazlar."
Sanki din şuuru ya da iman insan için gayrıtabiî bir du­
rummuş, ona öğretilmesi ve aşılanması gereken istisnaî birşeymiş imasında bulunan insanlar böyle c iyorlar. Fakat, bunu söy­
leyenler Hıristiyan dünyanın belirli bir durumunun sonucu ola­
rak insanın hayatının en aslî ve tabiî şartından, yani imandan,
geçici olarak mahrum kalanlardan başkası değil.
Böyle bir itiraz, çalışmak için ir sanın onu yapacak güce
sahip olması gerektiğini söyleyen kişinin insanın mutluluğunun
olmazsa olmaz bir şartı olarak çalışmanın gerekliliğine itiraz
etmesine benzemektedir. Peki, çalışmaya alışmamış, çalışması­
nı bilmeyen veya gerekli fizikî güce sahip olmayanlar ne ola­
cak?
Çalışmak nasıl insan tarafından icat ve emredilmiş sunî
birşey değilse, Sonsuz'la ilişkiye dair şuur ve bundan çıkan
davranış düsturu olan iman da öyledir. Yani, iman öğretilmesi
gereken sunî ve istisnaî birşey değil, tam tersine insanın yaratı­
lışının en tabiî vechesidir ve kuş kanatları olmadan nasıl uçamazsa, insan da imansız yaşamamıştır, yaşayamamıştır ve ya­
şayamaz da.
Hıristiyan dünyamızda insanların din şuurundan mahrum
olduklarını (daha dar anlamda konuşursak, din şuurundan mah­
rum olduklarını değil de, perdeli bir din şuuruna sahip oldukla­
rını) görüyorsak, bu gayrıtabiî, anormal durum ancak ve ancak
Hıristiyan dünyasının insanlarının yaşadığı özel şartlarından
doğan ve birkaç kişiye mahsus geçici ve tesadüfi durumdur ve
çalışabileceği halde çalışmadan yaşayanların haline benzer.
Bu kadar içten gelen ve hayat için aslî bir duyguyu kay­
betmiş insanların onu yeniden yaşamaları için birşeyleri yeni­
den keşfetmeleri veya tesis etmelerine değil, bu duygunun üs­
tünü örten ve onu geçici olarak gizleyen yalanı yıkmalarına ih­
tiyaç vardır.
156
E ğ e r d ü n y a m ı z ı n insanları, Hıristiyan öğretisini tahrif
eden Kilise dini aldatmacasından ve bu aldatmaca üzerine ku­
rulu bir siyasî yapının meşrulaştırılmasından ve yüceltilmesinden kurtulabilseydi, o zaman, sadece bütün Hıristiyanların de­
ğil bütün dünyanın menfaatine olarak, hiçbir istisna ve şiddet
tanımayan, insanlığa 1900 yıl önce vahyedilen ve insan vicda­
nının gereklerini tek başına karşılayan en yüce sevgi kanununa
ilişkin dinî şuurun önündeki asıl engel insanların ruhundan
kendi kendine silinirdi.
Ve bu kanun vicdanlara hayatın EN YÜCE kanunu olarak
nüfuz ettiğinde, insanların birbirlerine en aşırı adaletsizlikleri
ve zulümleri icra etmelerine neden olan, maneviyata bu denli
zarar veren ve buna rağmen tabiî içten gelen birşey olarak gö­
rülen bu tutuma kendiliğinden son verecektir. Gelecek toplum­
ların Sosyalist ve Komünist rejimlerinin düşünü kurduğu, arzu­
ladığı ve vaadettiği şeyler vuku bulacaktır. Buna da çok farklı
araçlarla ulaşılacaktır. Ulaşılacak, çünkü, hem hükümet ve hem
de muhaliflerinin ona ulaşmak için kullandıkları birbirine zıt
şiddet araçlarıyla ona kavuşulamayacaktır. İnsana eziyet eden
ve onu yoldan çıkaran serden, mevcut — m o n a r ş i , cumhuriyet
veya başka şekillerdeki— rejimleri takviye ve muhafaza ede­
rek veya mevcut düzeni yıkıp yerine daha iyi Sosyalist veya
Komünist düzenler kurarak veya hiçbir örneği bulunmayan, da­
ha düzgün olarak gördükleri belirli bir sosyal sistem icat edip
sonra da bunu başkalarına şiddet yoluyla dayatan birkaç kişinin
eliyle kurtulunmayacaktır. Ona ancak, tek tek herbirimiz (in­
sanların çoğunluğu), kendimiz veya başkalarına getireceği so­
nuçları düşünmeden veya tasa etmeden ve bir sosyal örgütün
uğruna değil, sadece her ferdin kendisi ve hayatı için hayatın
en yüce kanununun — h i ç b i r d u r u m d a şiddete izin vermeyen
sevgi k a n u n u n u n — ifası uğruna hayatlarımızı belirli bir tarzda
düzenlediğimi/de ulaşılabilir.
157
15. Bölüm
"Sadece bugünü yaşayan, sadece şiddete boyun eğen
insanların yaşadığı toplum yerine makûl, faydalı ka­
nunların hükmettiği insanların toplumunu tasavvur et­
mek çok daha tabiîdir."
"Henüz hakikate gözlerini açmamış bir kişi, siyasî ikti­
dara, hayatın aslî şartlarını teşkil eden canlı bir bedenin
organları gibi, muhtelif kutsal kurumlar gözüyle bakar.
Hakikata uyanmış bir kişinin gözünde bu kimseler, ona
[siyasî iktidara] hiçbir makûl haklılık olmaksızın haya­
lî bir anlam ve önem atfettikleri ve arzularını şiddet
yoluyla ifa ettikleri için yanlış yoldadır. Bu yanlışlığı
gören kişinin gözünde, birbirlerine şiddet uygulayan
bu aldatılmış insanlar, yoldan geçenlerin mallarını gaspeden, onlara tecavüz eden eşkıyalar gibidir. Şiddetin
çok eski tarihlere dayanması, çok geniş ölçekte ve ör­
gütlü uygulanıyor oluşu bu işin mahiyetini değiştire­
mez. Uyanmış insan, Devlet denilen şeye inanmaz ve
Devlet adına işlenen şiddet eylemleri için hiçbir baha­
neyi kabul etmez; dolayısıyla bu eylemlere katılamaz.
Devlet şiddeti, haricî faktörlerin bir sonucu olarak de­
ğil, olsa olsa hakikata uyananların şuurluluğu ile azalır.
İnsanın eski hayat tarzı için siyasî şiddet belki şart­
tı, belki şimdi de şart; fakat insanlar şiddetin sadece ve
sadece barışçıl bir hayata müdahele ettiğini görmeden
edemiyorlar. Bunu gören insanlar böyle bir düzeni ger158
çekleştirmek için çalışmadan da edemiyorlar. Bunu
gerçekleştirmenin araçları ise enfusî tekâmül ve şidde­
te katılmamaktır.
" P e k i ama, hükümetsiz, otoritesiz nasıl yaşarız? İnsanlar hiç
böyle yaşamadılar k i " diye cevap verilir buna.
İnsanlar içinde yaşadıkları siyasî yapıya öyle alışmışlar ki,
bu yapı onlara insan mevcudiyetinin kaçınılmaz, daimî biçimi
gibi görünüyor. Ama sadece öyle görünüyor: İnsanlar siyasî
yapının dışında yaşadılar, ve yaşıyorlar da. Medeniyet dediği­
miz şeye henüz ulaşmamış bütün ilkel topluluklar böyle yaşa­
dılar ve yaşıyorlar. Medeniyetten daha yüksek bir hayat anlayı­
şına ulaşmış olan insanlar da — y a n i , Avrupa'da, A m e r i k a ' d a
ve özellikle Rusya'da bulunan ve Devlet'i reddeden Hıristiyan
c e m a a t l e r — ona hiçbir ihtiyaç hissetmiyorlar ve ondan gelen
müdahelelere katlanıyorlar ve böyle yapmaktan kaçınamıyor­
lar.
Devlet olsa olsa geçici birşeydir ve hiçbir şekilde insan
hayatının daimî bir veçhesi değildir. İnsan ferdinin hayatı nasıl
durağan olmayıp sürekli değişiyor, ileriye gidiyor ve kendisini
geliştiriyorsa, bir bütün olarak insanlığın hayatı da hiç durmak­
sızın değişir, ilerler ve kendisini geliştirir. Her bir fert hayatının
bir döneminde, annesinden süt emmiş, oyuncaklarla oynamış,
okula gitmiş, çalışmış, evlenmiş, çocuk yetiştirmiş, tutkuların­
dan kurtulmuş ve yaşlandıkça bilgeleşmiştir. İşte, bir milletin
hayatı da aynı şekilde daha bilgeleşir ve tekâmül eder; fakat insanlarınkindeki gibi birkaç yıllık dönemlerde değil yüzyıllar ve
binyıllar süren dönemlerde olur bu. İnsanlarda ana değişiklikle­
rin ruhanî ve görünmeyen alanlarda olması gibi, insaniyette de
ana değişimler öncelikle din şuurunun görünmez alanında vuku
bulur.
Fertte bu değişimler öyle dereceli oluyor ki, bir çocuğun
çocuk olmaktan çıkıp genç olduğu, bir yetişkin olduğu saati,
günü veya ayı tam tamına göstermek mümkün değildir, ama yi159
ne de bu geçişin vuku bulduğunu kesinlikle biliyoruz. Aynen
öyle de, insanlığın, veya onun belli bir kısmının, din çağını ne­
rede geride bırakıp diğerine girdiğini asla tam tamına göstere­
meyiz". Fakat nasıl çocuğun artık genç olduğunu biliyorsak, in­
sanlığın veya onun bir kısmının, dinî gelişme dönemini geride
bırakıp bir başkasına daha yükseğine geçtiğini biliriz.
İnsan gelişiminin bir döneminden bir başkasına böyle bir
geçiş, bugün Hıristiyan milletlerin hayatında yaşanıyor.
Bir çocuğun genç olduğu saati bilmeyiz, ama biliriz ki o
artık ç o c u k oyunlarını o y n a m a z . B e n z e r şekilde, Hıristiyan
dünyasının bir önceki hayat biçiminden dinî şuurun şekillendir­
diği bir başka çağa geçtiği yılı, hatta onyılı söyleyemeyiz, fakat
yine de Hıristiyan dünyasının insanları artık ciddi ciddi savaş
oyunlarıyla, kraliyet resmigeçitleriyle, diplomatik hilelerle,
meclislerle ve duma'larla* veya ister sosyalist-evrimci, ister de­
mokratik, isterse anarşik veya devrimci olsun, parti politikasıy­
la oyalanamayacağını biliyoruz ve görüyoruz.
Bu özellikle burada, siyasî yapıdaki haricî değişimler ya­
şadığımız Rusya'da belirgindir. Bir yetişkine çocukluğunda sa­
hip olmadığı bir oyuncak verilmişse ne hissederse, ciddi fikirli
Rus halkı uygulamaya konulan yeni hükümet biçimlerine karşı
onu hissediyor. Oyuncak ne kadar yeni ve ilginç olursa olsun,
ihtiyacı yoktur ve ona sadece gülümseyerek bakar. Rusya'daki
d u r u m u m u z da böyle; anayasaya, dumaya, kaç tane devrimci
parti ve sendikaya karşı hem geniş kitlelerin hem de bütün dü­
şünen kişilerin tutumu bu. Çok aşikâr olmasa bile, şunu söyler­
ken hata etmediğime inanıyorum: G ü n ü m ü z Rus halkı, insanın
bu hayattaki vazifesinin doğum ile ölüm arasında kendisine ta­
yin edilen zaman aralığını meclislerde konuşmalar yapmaya
veya sosyalist yoldaşlarla toplantılar yapmaya veya komşuları­
nı mahkemelere vermeye, onları esir etmeye, hapsetmeye ve
katletmeye veya onların arazisine bombalar atmaya ve el koy­
maya; veya Finlandiya, Hindistan, Polonya ve Kore'nin Rusya,
İngiltere, Prusya, Japonya denilen şeyin parçası yapılıp yapıla­
mayacağını merak etmeye; veya bu ülkeleri kuvvet zoruyla
hürriyetine kavuşturmaya ve birbirine kitle katliamı yapmak
için hazır" olmaya harcamak olduğuna artık cidden inanmıyor.
Zamanımızın insanı, ruhunun derinliklerinde bütün bu faaliyet­
lerin saçma sapanlığını görmeden edemiyor.
Sürdüğümüz hayatın insan yaratılışına bu kadar zıt düştü­
ğünü ve korkunçluğunu görmeyişimizin nedeni, tozu dumanı
içinde sessiz sedasız yaşadığımız bütün dehşetler içimize o ka­
dar yavaş yavaş işliyor ki, onları farketmiyoruz. Bir defasında
yaşlı bir adama rastladım. Hayatımda gördüğüm en düşkün ve
en korkunç haldeydi. Bedeninde kurtlar kaynayan bu adam ko­
lunu kaldırırken bile büyük acılar çekiyordfu, ama yine de ha­
lindeki dehşeti farkedemiyordu, çünkü bu hal ona farkedileme-,
yecek şekilde nüfuz etmişti. Yalnızca çay ve şeker isteyebili­
yordu. Bizim halimiz de o ihtiyarın haline benziyor: Dehşeti
görmüyoruz, çünkü bu hale öyle minik minik adımlarla yakla­
şıyoruz ki, dehşeti tam anlamıyla farketmiyoruz, ama, ihdiyar
adamın çay ve şekerden lezzet alışı gibi, biz de sadece yeni ka­
meralardan, otomobillerden vs. lezzet alıyoruz. İnsanların bir­
birlerine karşı başvurdukları ve makûl, sevecen insan yaratılışı­
na bu denli ters olan şiddetin insanın berbat halini iyileştirmek­
ten çok kötüleştireceğini düşünmeye sevkedecek hiçbir şey ol­
maması bir tarafa, toplumun halihazır hali o derece ürküntü ve­
rici ki, daha kötüsünü hayal etmeyi zorlaştırıyor.
O yüzden, insanların hükümetsiz yaşayıp yaşayamayacak­
ları sorusu korku vermekten ziyade, işkence gören bir adama
ona yaptıkları işkenceyi durdursalar nasıl yaşardı diye sormak
kadar tuhaf kaçıyor.
Mevcut siyasî yapının sonucunda son derece ayrıcalıklı bir
k o n u m d a duranlar, insanları hükümet otoritesinden mahrum et­
menin büyük bir karmaşaya yol açacağını ve herkesin birbiriyDuma: Çarlık döneminde Rus millî meclisi, (çcv.)
161
le savaşa girişeceğini zannediyorlar. Sanki, hayvanların (hiçbir
siyasî zorlama olmaksızın barış içinde birarada yaşayan hay­
vanların) değil de, davranışlarına sadece sadece nefret ve çıl­
gınlığın hükmettiği korkunç mahlûkların birarada yaşamasın­
dan bahsediyorlar. Onlar insanları öyle zannediyorlar, çünkü
insanlara yaratılışlarına ters düşen ve kendilerinin de gölgesin­
de büyüdükleri ve mutlak anlamda gereksiz ve zararlı olduğu
halde desteklemeye devam ettikleri aynı hükümet yapısı tara­
fından beslenen vasıflar atfediyorlar.
Bu yüzdendir ki, " H ü k ü m e t s i z ve otoritesiz hayat nasıl
birşey olurdu?" sorusuna verilecek cevap ancak şu olabilir: Hü­
kümetin yolaçtığı serlerin hiçbirisi asla mevcut olmazdı. Özel
toprak sahipliği, millete gereksiz şeylere harcanan vergiler,
milletlerin bölünmesi, bazılarının diğerlerince köleleştirilmesi,
milletin en bereketli kaynaklarının savaş hazırlığına harcanıp
israf edilmesi, bombalardan ve darağaçlarından duyulan kor­
ku... bunların hiçbirisi olmazdı; ve bazılarının anlamsız zevk
ve sefasına karşılık, diğerlerinin daha da anlamsız fukaralığı
hiç olmazdı.
162
16. Bölüm
"Bir disiplin, kültür ve medeniyet çağında yaşıyoruz,
ama hâlâ bir ahlâk çağının çok uzağındayız. Halihazır
şartlarda, insanlar, Devlet'in mutluluğunun halkın sefaletiyle birlikte arttığını söyleyebiliyorlar. Ve geriye
şu soru kalıyor: "Mevcut kültürümüzün hiçbir unsuru­
nun bulunmadığı ilkel bir vaziyette daha mutlu olamaz
mıyız?
İnsanları maneviyat ve hikmetle beslemeden onlar
nasıl mutlu edilebilir?" (Kant)
"Şiddete hiç ihtiyaç duymayacağınız bir hayat yaşama­
ya çalışın."
"Başkalarının, bir bütün olarak insanlığın yaşamını na­
sıl düzenleyebileceğimizi tartışmaya o kadar alışmışız
ki, bunda hiçbir gariplik görmüyoruz. Halbuki, böyle
tartışmalar dindar, dindar olduğu için de hür insanlar
arasında asla vuku bulmaz. Bu tartışmalar, zorbalığın
yani bir ya da birkaç kişinin çoğunluk üzerindeki hü­
kümranlığının sonucudur.
Zorbalar ve onların yoldan çıkardığı kimseler böyle
düşünürler.
Bu yanlışlık, sadece zorbanın denetimi altındaki in­
sanlara eziyet ettiği ve yoldan çıkardığı için değil, her­
kesin içinde bulunan — v e başkalarını etkilemenin ye­
gâne hakikî yolu o l a n — kendi kendini ıslah etmenin
163
zaruretine ilişkin farkındalığı azalttığı için zararlıdır.
Ne bir kişinin çok sayıdaki kişiye emir verme hakkı
vardır, ne de çok sayıdaki kişinin bir kişiye emir verme
hakkı." (V. Chertkov 87 )
"Evet, ama hükümetsiz insan hayatı nasıl bir şekle girer?" diye
soruyorlar. Bunu, hayatın hangi şekli alacağını ve hangi şekilde
devam edeceğini bildiğimizi, dolayısıyla hükümetsiz bir hayat
sürmeye karar verenlerin hayatın alacağı şekli bilmesi gerekti­
ğini düşünerek soruyor insanlar. Fakat gerçekte geleceğin han­
gi şekli alacağını asla bilmedik ve bilemeyiz de. Geleceğin şek­
lini insanların bildiği hatta tanzim edebildiği şeklindeki bir ka­
naat, aslında ne kadar eski ve yaygın olursa olsun, ilkel bir hu­
rafen başka birşey değildir. İnsanlar hükümete boyun eğmeleri
gerekse de gerekmese de, yaşamlarının alacağı şekli hiç bilmediler, bilmiyorlar, ve bilemezler de. Artık küçük bir azınlık baş­
kalarının yaşamlarını hoşlarına gittiği gibi düzenleyemez, çün­
kü hayat birkaç kişinin isteğine göre değil, azınlığın iradesin­
den bağımsız pekçok karmaşık nedene göre şekillenir; bu ne­
denlerin en önemlisi de toplumdaki insanların çoğunluğunun
manevî ve dinî vaziyetidir.
Bazılarının başkalarının yaşamının alacağı şekli önceden
bilebileceği ve belirleyebileceği şeklindeki hurafe, şiddet uygu­
layıp sonra da bunu meşrulaştırmak isteyenler ile maruz kal­
dıkları ve ıstırabını çektikleri şiddete açıklama getirmek, onun
yükünü hafifletmek isteyenlerin sayesinde doğmuş ve varolagelmiştir. Şiddete başvuranlar kendilerini ve diğerlerini, insan.ların yaşamlarının onların en iyi gördüğü biçimi alması için ne
yapılması gerektiğini bildiklerine ikna etmektedirler. Ve şidde­
tin eziyetini çekenler de onu yıkacak güce kavuşuncaya kadar
buna inanıyorlar, çünkü ancak böylelikle içinde bulundukları
hale bir anlam kazandırabiliyorlar
Tarihin bu hurafeyi tamamıyla yıkmış olduğu düşünülebi­
lir.
164
Onsekizinci asrın sonlarında, bir avuç Fransız zorba monarşik yapıyı şiddet yoluyla ayakta tutuyordu, ama bütün çaba­
larına rağmen bu yapı yıkılarak yerine Cumhuriyet geçti. Aynı
şekilde Cumhuriyet liderlerinin sistemi ayakta tutmak için sarfettiği bütün çabalara ve uyguladıkları olanca şiddete rağmen
Cumhuriyet'in yerine Napolyoncu İmparatorluk geçti; sonra li­
derlerinin istememesine r a ğ m e n onun yerine bir hanedanlık
imparatorluğu değil bir koalisyon hükümeti geçti. Ve böyle sü­
rüp gitti: Charles X, bir anayasa, bir başka devrim, bir başka
cumhuriyet, ardından Louis Philippe vs. ve en son şu andaki
Cumhuriyet. Zora dayalı bütün insan faaliyetlerinde de aynısı
oldu. Kuvvet zoruyla kurulmuş bir siyasî sistem belli bir süre
kuvvet zoruyla ayakta tutuluyor veya değiştiriliyorsa, b u n u n
n e d e n i belli bir vakitte bazı b i ç i m l e r i n genel hale ve d a h a
önemlisi insanların ruhanî halinin uygun olmaktan çıkmasıdır,
yoksa birisinin onları [biçimleri] ayakta tutması veya yeniden
inşa etmesi değildir.
Bazı insanların, yani azınlığın çoğunluğun yaşamını tan­
zim edebileceğine dair inanç — e n büyük suçların onun adına
işlendiği en tartışılmaz hakikat olarak görülen ş e y — da olsa ol­
sa bir hurafedir. Bu hurafeye dayanan faaliyetler, genelde en
şerefli ve önemli husus olarak görülen, yöneticilerin ve onların
yardımcılarının faaliyetleri ile devrimcilerin siyasî faaliyetleri
aslında en boş ve üstelik zararlı insan uğraşıdır ve insanlığın
hakikî saadetine giden yoldaki en büyük maniadır. Bu hurafe
adına oluk oluk kanlar akıtılmış ve halen de akıtılmakta, bu hu­
rafenin meyvesi olan saçma sapan ve zararlı faaliyetler yüzün­
den insanlar hayal edilemeyecek eziyetler çekmiş ve çekmekte­
dir. Ve hepsinden kötüsü, bu hurafe adına oluk oluk kan akıtı­
lırken, toplumun insan vicdanının ulaştığı gelişme düzeyine ve
zamanımıza uygun ıslahatlar başarmasına en büyük engeli bu
hurafe teşkil etmektedir. İnsanlar sosyal şartları korumak ve
güçlendirmek veya değiştirmek ve ıslah etmek bahanesiyle bü-
165
tün güçleriyle başka insanları etkilemeye çalışırken kendilerini
tekâmül ettirme vazifelerini, yani bir bütün olarak toplumun
yapısında değişime vesile olacak yegâne şeyi, ihmal ediyorlar.
Her bir fert kendi şahsî ve sınırsız tekâmülüne doğru iler­
lese, bir bütün olarak insanlık hayatı, ezelî ideali olan tekâmü­
lüne doğru ilerler.
İnsanlara, kendilerinin ve toplumun saadeti için gerçekten
zarurî olan ve hakikaten iradeleri altındaki yegâne şeyi, yani
kendi nefislerindeki vazifelerini ihmal ettiren ve bütün çabala­
rını kendi güçlerinin ötesindeki birşeye, yani başkalarının ya­
şamlarını tanzime yönelten ne korkunç, yıkıcı bir hurafe! Baş­
kalarının yaşamını tanzim gibi imkânsız bir gayeye ulaşmak
için, insanlar başkalarına olduğu kadar kendilerine de zarar ve­
ren, ve onları hem şahsî ve hem de genel tekâmülden uzaklaştı­
ran şiddete dayalı araçlar kullanıyorlar!
166
17. Bölüm
"İhsanın ihtiyaç duyduğu şey, haricî sorulara çözümler
aramayı bırakıp, doğru soruyu sormaktır: 'Ben kendi
hayatımı nasıl yaşamalıyım?' Bunu yaptığı zaman bü­
tün haricî sorular en güzel biçimde çözüme bağlana­
caktır.
Umumun saadeti nelerden oluşur, bilmiyoruz, bile­
meyiz de; fakat çok iyi biliyoruz ki, ona ancak bize bil­
dirilen hayır kanununun ifasıyla ulaşabiliriz."
"İnsanlar keşke dünya yerine kendilerini necata erdir­
meyi, insanlık yerine kendilerini kurtarmayı düşünse­
ler; o zaman dünyanın necatı ve insanlığın kurtuluşu
için çok daha fazla şey yapmış olurlar." (Herzen 8 8 )
"Henr şahsî hem de umumî hayatta tek kanun vardır:
Hayatını ıslâh etmek istiyorsan, onu fedaya hazır ol."
"Hayatınızın istikametini değiştirin ve Allah'ın iradesi­
ni ifaya çalışın, o zaman hayatın en meyvedar şekilde
umumî ıslâhını kesinlikle sağlayabilirsiniz."
"Hepsi doğru olabilir, ama, ancak insanların hepsi ya da çoğun­
luğu şiddetin ne kadar zararlı, gereksiz ve akıldışı birşey oldu­
ğunu anladığında şiddetten kaçınmak akla yatkın olacaktır. Bu
oluncaya kadar fertler ne yapsın? Kendisini savunmasın mı?
167
Kendi hayatını ve kendisi için değerli olanların kaderlerini şer­
lilerin ve zalimlerin ellerine mi terkctsin?"
İnsanın geleceği sadece bilmesinin değil, istediği şekilde
düzenlemesinin de mümkün olduğunu söyleyen aynı ilkel hu­
rafeye dayanarak gözümün önünde işlenen şiddet eylemlerini
önlemek için cevap verilmesi gereken bir soru bu. Bu hurafe­
den kurtulmuş bir kişi için bu soru mevcut değildir, olamaz da.
Bir serseri kurbanını altına almış ve bıçağını kaldırmış.
Elimde silâhım var ve onu öldürüyorum. Ama havaya kalkan
bıçağın amacı icra edilmiş mi edilmemiş mi bilmiyorum ve
muhtemelen bilemiyorum. Serseri onu belki de kötü bir niyetle
çekmiş değil, ama benim şerli bir iş yaptığım kesin. İşte, bu ve
benzeri durumlarda bir kişinin yapması gereken tek şey, bütün
muhtemel şartlarda hep yapması gereken şeydir: Allah'ın ve
vicdanının huzurunda ne yapması gerektiğine inanıyorsa onu
yapmalıdır. Bir insanın vicdanı, bir başkasının değil kendi ha­
yatını feda etmesini gerektirir. Aynı ilke, sosyal şerri önleme
yöntemine de uygulanabilir.
Bir ya da belli sayıda kişinin işlediği şer karşısında insanın
ne yapması gerektiği sorusuna, geleceğin şartlarını önceden
görmenin ve onu düzenlemek için şiddet kullanmanın mümkün
olduğu hurafesinden kurtulmuş birisinin vereceği cevap her za­
man aynıdır: Size ne yapılmasını istiyorsanız, başkalarına onu
yapın.
" A m a o çalıyor, gaspediyor ve öldürüyor; ben ise ne çalı­
yor, ne gaspediyor ve ne de öldürüyorum. Mütekabiliyet kanu­
nunun ifasını önce ondan, sonra benden iste." Günümüz insan­
larının sosyal konumları yükseldikçe daha bir kendinden emin
edayla söyledikleri şeydir bu. "Ben çalmıyorum, gaspetmiyorum ve öldürmüyorum" diyor bir vali, bakan, general, hakim,
toprak sahibi, tüccar, asker ve polis. Her türlü şiddeti meşrulaş­
tıran bir sosyal yapı hurafesi günümüz insanlarının vicdanlarını
öylesine gölgelemiş ki, dünyanın müstakbel düzeni hurafesi
168
adına durmaksızın işlenen hırsızlıkları ve cinayetleri görmü­
yorlar; çünkü hepsi, refah adına diyerek şiddetlerini meşrulaştıramayan katil, gasıp veya hırsız unvanlı kişilerin işlediği sey­
rek şiddet teşebbüslerini görüyorlar.
"O bir hırsız, yalancı, soyguncu; o bir katil ve 'Size ne ya­
pılmasını istiyorsanız başkalarına onu yapın' kuralına uymu­
yor." Bunu kim söylüyor? Savaşlarda durmadan cinayet işle­
yen, ve insanları kan dökmeye hazır olmaya zorlayan ve hem
kendi milletlerinden, hem de başka milletlerden çalan, gaspedenler.
" S i z e nasıl davranmalarını istiyorsanız, başkalarına öyle
davranın" kanunu, toplumumuzun katil, soyguncu ve hırsız adı
verilen üyelerine karşı etkisiz hale getirilmiştir; bunun nedeni
ise bu insanların, inandıkları hurafe yüzünden eylemlerinin suç
olduğunu görmeyen kişiler tarafından nesiller boyu öldürülen,
soyulan, yağmalanan toplumun geniş çoğunluğuna dahil olma­
sıdır.
İşte, bize karşı şiddet eyleminin her türlüsünü işlemeye te­
şebbüs edenlere nasıl davranılacağı sorusunun tek cevabı var­
dır: " S i z e yapmalarını istemediğiniz şeyi, siz de başkalarına
yapmayı bırakın."
Şiddetin bazı örneklerinde çok şiddetli cezalar verme ka­
nununu uygulayıp adaletsizlikler yapılırken, geleceği tanzim
adına Devlet tarafından işlenen en korkunç ve zalimane şiddet
eylemleri cezasız bırakılıyor. Bunu bir tarafa bırakın, soyguncu
ve hırsız denilen kimselerin işlediği şiddet eylemleri için şid­
detli ceza uygulanması apaçık akıldışıdır ve istenilenin tam ter­
si sonuçlar verir; çünkü, insanları şiddetten korumada her türlü
darağacından ve hapishaneden yüz kere daha etkili olan kamu­
oyunun gücünü kırmaktadır.
Bu muhakeme tam tamına milletlerarası ilişkilere de uy­
gulanabilir: "Zalimler ürünlerimizi, karılarımızı ve kızlarımızı
alıp götürdüğünde ne y a p a l ı m ? " diyor, başka milletlere karşı
16°
sürekli işlediklerini unuttukları şerli fiil ve suçlardan korunma­
yı düşünenler. Beyaz adamlar "Sarı Tehlike"den söz ediyor ve
aynı mantıkla Hindular, Çinliler ve Japonlar da "Beyaz Tehlike"den sözediyorlar. Milletlerin birbirlerine kafşı işlemiş ve iş­
lemekte oldukları bütün suçların ve bu hurafenin sonucu olarak
insanları pençesine alan ve İngilizlerin, Rusların, Almanların
ve Amerikalıların (Kendilerinin Hindistan'da, Hindiçin'dei Po­
lonya'da, Mançurya'da ve Cezayir'de işlemiş oldukları ve işle­
m e y e devam ettikleri en korkunç suçlara rağmen) kendilerini
tehdit eden şiddetin tehlikelerin yanısıra, bundan korunmaları­
nın gerekliliğinden sözetmesini mümkün kılan manevî uyuşuk­
luğun dehşetini hissedebilmek için, şiddete göz yuman hurafe­
den azad olmak yeterlidir.
Toplumun gelecekteki şeklini önceden görmenin mümkün
olduğunu söyleyen bu iğrenç hurafe, sözkonusu yapı adına iş­
lenen şiddetin her türlüsünü meşrulaştırmaya hizmet etmekte­
dir. "Kötülüğe şiddetle karşı çıkmak gerektiğinin kabulü, in­
sanların alıştıkları ve sevdikleri intikam, tamah, husumet, hırs,
gurur, korkaklık ve garaz gibi kötü huylarına meşruluk kazan­
dırmaya çalışmalarından başka birşey değildir." Bir kişinin bu
hakikati berrak biçimde anlaması için, sözkonusu hurafeden
geçici bile olsa kurtulabilmesi ve milletlerin hayatına samimi­
yetle ve ciddiyetle bakması yeterlidir.
170
18. Bölüm
"Yaratıcı, insan davranışlarının ölçüsünü kazanç değil
adalet olarak takdir etmiştir, bu yüzden kâr miktarlarını
belirlemek için girişilen bütün gayretler boşunadır.
Belli bir eylemin, ya da eylem dizisinin kendisi ya da
başkaları için nihaî sonuçlarını hiçkimse bilmemiştir,
bilemez de. Fakat herbirimiz hangi eylemin adaletli,
hangisinin adaletsiz olduğunu bilebiliriz. Ve yine her­
birimiz bilebiliriz ki, günün sonunda adaletin sonuçla­
rı başkaları için olduğu kadar kendimiz için de hayırlı
olacaktır; sözkonusu hayrın ne olacağını ve nelerden
teşekkül edeceğini önceden söylemek elimizde olmasa
bile bu böyledir."
"Ve siz hakikati bileceksiniz, ve hakikat sizi azad ede­
cektir." (Yuhanna, VIII, 32)
"İnsan düşündüğü için insandır. İnsanın akla uygun dü­
şünmesi gerektiği açıktır. Akla uygun düşünen bir kişi,
herşeyden önce hangi amaç için yaşaması gerektiğini
düşünür; ruhu ve Allah hakkında düşünür. Şimdi dün­
yevî insanların neyi düşündüğüne bakın; yukarda sayı­
lanlar hariç herşey hakkında. Dans, müzik, şarkı ve
benzeri eğlenceleri düşünürler; binaları, sağlığı, gücü
düşünürler; krallara ve zenginlere hased ederler. Ama
asla insan olmak ne demek, bunun hakkında düşün­
mezler." (Pascal 8 ')
171
Siz, Hıristiyan dünyasının acı çeken insanları, idareciler, zen­
ginler, fakirler, mazlumlar... yapacağınız tek şey kendinizi (Hz.
İsa'nın size bildirdiği ve akıl ve kalbinizin sizden istediği şeye
perde olan) sahte Hıristiyanlık ve hükümet aldatmacasından
kurtarmaktır. O zaman, mazlum ve fakir halinizde sizi kıvrandıran bütün bedensel acıların (istek) ve ruhanî acıların (adalet­
sizliği, hasedi ve sıkıntıyı farketmek) nedenini içinizde, yalnız
ve yalnız kendi içinizde bulacaksınız. Zengin ve güçlü olduğu­
nuzda korkularınızın, vicdan azaplarınızın, ve yaşamlarınızın
günahkârlığının ve manevî hassasiyetiniz derecesinde sizi ra­
hatsız eden herşeyin nedenini yine kendi içinizde bulacaksınız.
Hepiniz anlayın ki, ne köle olmak için doğdunuz, ne de
efendi olmak için; sizler hür insanlarsınız, fakat ancak hayatın
en yüce kanununu ifa ettiğinizde hür ve aklıbaşında olursunuz.
Bu kanun size bildirilmiştir ve yapmanız gereken tek şey bu
kanunu perdeleyen ve onu ve mutluluğunuzu teşkil eden şeyi
görmenize engel olan yalanları defetmektir. Bu kanunu sevgi
oluşturur ve saadet ancak bu kanunun ifasında bulunur. Bunu
idrak edin, o zaman hakikaten hür olacak ve hiçbir şeye inan­
mayan aklıkarışık ve yoldan çıkmış insanların yüzünden kapıl­
dığınız karmaşık araçlarla boş yere aradığınız şeylerin hepsine
ulaşacaksınız.
" E y bütün yorgunlar ve yükleri ağır olanlar, bana gelin, ve
ben size rahat veririm. Boyunduruğumu takının ve benden öğ­
renin; zira ben halim ve alçak gönüllüyüm; ve canlarınıza rahat
bulursunuz. Çünkü boyunduruğum kolay ve yüküm hafiftir."
(Matta, XI, 28-30) Maruz kaldığınız serlerden kurtuluşunuz ve
necat bulmanız ve bu kadar beceriksizce peşinden koştuğunuz
hakikî saadetekavuşmanız şahsî ihtirasla, hasedle, bir parti
programına bağlanmakla; veya nefretle, öfkeyle, şöhret arayışıyla; veya adalet duygusuyla, ve hepsinden öte, başkalarının
yaşamlarını düzenlemek için kendinizi sıkıntıya sokmakla bile
olmayacak. Ne kadar garip gelirse gelsin, bu, kendi ruhunuzda172
ki bir faaliyetle, hiçbir haricî gayeyi ve onun sonucu olan dü­
şünceleri içermeyen bir faaliyetle olacak.
Anlayın ki, bir insanın başkalarının yaşamlarını düzenle­
yebileceği varsayımı, insanlar tarafından sırf eskiden beri va­
rolduğu için kabul edilen ham bir hurafedir. Ve anlayın ki, baş­
kalarının yaşamlarını dert edinenler, ister kral, ister başkan ve
bakan, ister casus veya cellat olsun, ister bir partinin üyesi veya
lideri olsun, ister diktatör olsun, onlar —insanların zannettikle­
ri g i b i — değerli hiçbir şey ortaya koymazlar, aksine acınası,
burunlarına kadar yanlışa gömülmüş, sadece boş ve aptalca de­
ğil aynı zamanda insanın seçebileceği en korkunç şeylerden bi­
risi olan bir işi dert edinen insanlardır onlar.
İnsanlar şu anda bir casusun veya bir cellatın acınası alçal­
masını kabul ediyorlar, aynı şeyi polis gücü ve bir dereceye ka­
dar ordu hakkında da hissetmeye başlıyorlar; fakat bu duyguyu
henüz hakimler, senatörler, bakanlar, siyasî liderler ve devrim­
ciler hakkında hissetmeye başlamadılar. Halbuki, senatörün,
bakanın, kralın ve siyasî parti liderinin yaptığı iş, cellat ve ca­
susun yaptığı iş kadar insan yaratılışına yabancı, iğrenç ve adi­
dir; belki daha aşağıdadır, çünkü riyakârlıkla örtülmektedir.
O halde, hepiniz, özellikle siz gençler, anlayın ki, yaşam­
larınızı başka insanların yaşamlarını kendi fikirlerinize göre
kurmaya adamanız sadece ilkel bir hurafe değil, aynı zamanda
bir bir suç, ruhu tahrip eden bir iğrençliktir. Farkedin ki, aydın­
lanmış ruhun başkalarının saadeti için duyduğu iştiyak, onların
yaşamlarını şiddetle düzenleyerek değil, ancak, insanın tam bir
hürriyet ve kontrole sahip olduğu tek şeyle, kendi nefsindeki
çalışmasıyla tatmin edilebilir. Ancak bu görev, yani kişinin
içindeki sevgiyi arttırması, bu iştiyakı tatmin edebilir. Anlama­
lısınız ki, zorlamayla başka insanların yaşamlarını düzenlemeyi
amaçlayan hiçbir faaliyet insanların saadetini temin edemez;
bu, insanların en aşağılık tutkularının —insanlığa kendini feda
süsü altında kibir, gurur, şahsî ç ı k a r — üstünü örtmek için kul173
lamları az çok şuurlu ve riyakârane bir aldatmacadır.
Bunu, özellikle geleceğin nesilleri olan siz gençler anlayın
ve Devlet idaresine, veya yargıya katılarak veya kibir ve gurur­
la ve dolayısıyla yoldan çıkmış bir halde bulunduğunuz kurum­
lara (yani okullara ve üniversitelere) onların da girip aynı şeyi
yapmaları için başkalarına telkinde bulunarak, çoğumuzun şu
anda yaptığı gibi hayalî bir mutluluk arayışından vazgeçin. Gü­
ya kitleleri daha müferreh yapmayı amaçlayan kimi örgütlere
katılmayı bırakın ve her zaman gerekli olan ve hepimizin ula­
şabileceği yerde bulunan, kendimize en büyük saadeti bahşe­
den ve m u h t e m e l e n k o m ş u l a r ı m ı z ı n saadetini sağlaması en
muhtemel olan tek şey için çalışın. Bunu kendi içinizde arayın:
Bütün hataları, günahları ve tutkulara son vererek sevginin art­
tırılması. Ki ancak insanların esenliğini de ancak bu yolla en
güzel şekilde arttırabilirsiniz. Anlayın ki, kuşlar için göç etme
ve yuva yapma kanunu; otobur hayvanlar için otlarla, etoburlar
için de etle beslenme kanunu ne kadar kaçınılmazsa günümüz
insanları için bize bildirilen en yüce sevgi kanunun ifası da o
kadar kaçınılmazdır; ve bu kanunun her ihlâli bize zarar verir.
Bunu anlayın ve hayatınızı bu lezzetli işe adayın; sadece
bunu yapmaya başlayın, o zaman ancak bunun sadece bunun,
boş yere yanlış yollarda gidip peşine düştüğünüz, herkesin ha­
yatının ıslahına vesile olabileceğini farkedeceksiniz. Anlayın
ki, insanın saadeti birlik ve beraberliktedir ve birliğe de şiddet
araçlarıyla ulaşılamaz. Ancak her bir kişi, birliği düşünmeden,
sadece hayatın kanununu ifayı düşündüğünde ulaşılabilir ona.
Bu kanun da herkes için tek ve aynı olan ve insanları birleşti­
ren hayatın EN YÜCE kanunudur.
Hz. İsa'nın bildirdiği hayatın en yüce kanunu şimdi insan
tarafından açık seçik biçimde bilinmektedir ve insanın kalp ve
duygularına daha yakın ve değerli yeni bir kanun çıkıncaya ka­
dar, bu kanunun izlenmesiyle birliğe ulaşılabilir.
174
19. Bölüm
"Bazıları saadet've mutluluğu güçte, başkaları bilim
veya şehvette arıyorlar. Cennet mutluluğuna gerçekten
yakın olanlar, onun herkesin değil de sadece birkaç ki­
şinin sahip olabileceği birşey olmadığını anlıyorlar. İn­
sanın hakikî saadeti öyle birşey ki, ona aynı anda bütün
insanlar bölünmeden, kıskançlığa gerek kalmadan sa­
hip olabilirler; kimse de kendisi istemeden onu kaybedemez, bunu biliyorlar." (Pascal 9 0 )
"Yanılmaz tek bir rehberimiz var: Birlik ve beraberlik
içindeki herkese ve hepimize nüfuz eden ve bizi ulaş­
mamız gereken tutkuyla dolduran ebedî ruh; ağacı gü­
neşe doğru büyümeye, çiçeği güz mevsiminde tohum
dökmeye, bizi Allah'ı aramaya ve böylece birbirimizle
birleşmeye sevkeden aynı ruhtur."
"Bizi hakikî inanca çeken şey, mümine vaadedilen sa­
adet değil, bütün musibetlerden ve ölümlerden kurtulu­
şun yegâne vesilesi olarak tezahür eden birşeydir."
"Necat, ayinlerde ve imanın ikrarında değil, kişinin ha­
yatının anlamını yakinen anlamasındadır."
B ü t ü n s ö y l e m e k i s t e d i ğ i m buydu.
Ş u anda, i s t e s e k d e i s t e m e s e k d e artık k a l a m a y a c a ğ ı m ı z
bir n o k t a y a u l a ş t ı ğ ı m ı z ı , y e n i bir hayat tarzına g i r m e m i z gerek-
175
tiğini, bunun için de hayatın anlamını izah edecek ve ona yol
gösterecek yeni bir inanç veya yeni bilimsel teoriler icat etme­
mize gerek olmadığını söylemek istedim. Ve hepsinden öte,
kendi kendimizi hurafelerden, sahte Hıristiyanlıktan ve siyasî
yapılardan kurtarma dışında herhangi özel bir faaliyete girme­
mize gerek yok.
Herkes anlasın ki, başka insanların yaşamlarını düzenle­
meye ne hakkı, ne de imkânı var ve her bir insanın görevi sade­
ce sadece kendisine bildirilen en yüce din kanununa kendi ha­
yatını uydurmasıdır; ve Hıristiyan milletlerin arasında mevcut
olan dolambaçlı ve insanlıktan uzak kalan, ruhlarımızın talep­
lerine o kadar ters düşen ve günden güne kötüleşen hayat düze­
nini bizzat bu davranış ortadan kaldıracaktır.
Kim olursanız olun; çar, hakim, toprak sahibi, esnaf veya
dilenci... bunu düşünün ve acıyın, kendi ruhunuza acıyın... Hü­
kümdarlığınızla, gücünüzle veya zenginliğinizle başınız ne ka­
dar dönmüş ve sersemlemiş olursa olsun; ihtiyaçlarınızla ve ha­
setlerinizle ne kadar bitap düşmüş ve uyuşmuş olursanız olun,
herkes gibi sizin de içinizde ilâhî ruh var veya onu yansıtıyor­
sunuz. İlâhî ruh açık ve anlaşılır bir dille size şunu söylüyor:
Kendi kendine ve seninle bu dünyaya gelen başkalarına niçin
ve hangi amaçla eziyet ediyorsun? Kim olduğunu, kendini be­
deninle tanımlayınca ne kadar önemsizleştiğini; gerçek mahi­
yetin olan ruhanî varlık olarak ise ne kadar muazzam olduğunu
farket. Hayatının her anını haricî idealler için değil, sana tüm
kâinattaki hikmetle, Hz. İsa'nın öğretileriyle, ve kendi şahsî
yaratılışınla bildirilen hayatının hakikî maksadını ifa için har­
camaya başla. Hayatının gayesini ve saadetini, hergün ruhunu
cismanî vehimlerden biraz daha kurtarmada ve (tek ve aynı şe­
ye götüren) sevginin tekâmülünü ilerletmede görerek yaşamaya
başla.
Bunu yapmaya başladığınızda, ilk günden, ilk saatten iti­
baren tam bir hürriyet ve saadetin ruhunuza akıp durduğunu
176
anlatan yeni ve lezzetli bir duygu yaşayacaksınız. Sizi en fazla
şu hayrete düşürecek: daha öncesinde sizi onca sıkıntıya düşü­
ren haricî şartlar (ister sizi aynı haricî durumda bıraksınlar, is­
terse sizi ondan çıkarsınlar) birer engel olmaktan çıkıp hayatı­
nızın giderek büyüyen sevinçleri haline gelecek.
Ve eğer mutsuzsanız — k i öyle olduğunuzu b i l i y o r u m —
şunu hatırlayın: Burada ileri sürülenleri ben icat etmiş değilim,
onlar insanlığın en müstakim ve en yüksek dimağlarının ve
kalplerinin manevî say ve gayretlerinin meyvesidir ve bu ha­
yatta insanın ulaşabileceği en büyük saadeti temin edip sizi
mutsuzluktan kurtaracak yegâne vesiledir.
Ölmeden önce hemcinslerime söylemek istediğim budur.
177
3. Bölüm'e Ek
En tehlikeli insanlar asılmış, veya suçlu taburlarında, kalelerde
ve hapishanelerde cezalarını çekiyorlar; daha az tehlikeli olan
onbinlercesi büyük şehirlerden ve kasabalardan çıkartılmış,
Rusya'nın orasında burasında üstleri başları perişan ve açlık
içinde geziyorlar; normal polis tutukluyor, gizli polis takip edi­
yor; hükümet için tehlike arzeden bütün kitaplar ve gazeteler
toplatılıyor. Parlamentoda, çeşitli parti sözcüleri arasında hal­
kın refahı nasıl korunmalı, veya filolar teşkil edilsin mi edilme­
sin mi tartışmaları sürüp gidiyor. Köylü toprak sahipleri öyle
mi yoksa böyle mi örgütlensin? Kiliseler Konseyi neden ve na­
sıl toplansın, yoksa toplanmasın mı? Lobilerde oyalanan lider­
ler, yeterli çoğunluk, bloklar, ilk sıralar ve en küçük ayrıntısına
kadar, bütün medeni milletlerde ne varsa hepsi bizde de var.
Daha hiçbir şeye ihtiyacımız yok gibi gözüküyor. Yine de Rusya'daki mevcut yapının çöküşü adım adım yaklaşıyor.
Pekâlâ, siz hükümet mensupları Avrupa'daki devrimlerin
eski zulümlerini taklid edin ve bir başka beş, on, veya otuzbin
kişiyi asın. Haydi asın. Fakat biliyorsunuz ki, darağaçlarının,
casusların, hapishanelerin, tüfeklerin, dipçiklerin vs. yanında
son derece kuvvetli ve her türlü darağacından ve hapishaneden
çok daha kudretli manevî güçler var. Görüyorsunuz ki, astıkla­
rınızın ve kurşunlatıp mezarlara attıklarınızın babaları, kardeş­
leri, kız kardeşleri, arkadaşları ve onun gibi düşünen izleyicile178
ri hâlâ yaşıyor; bu idamlar sizi mezarlarda yatanlardan kurtar­
mış olabilir, ama sadece onlara yakın olanlar arasında değil,
onları tanımayanlar arasında da düşmanlarınızın, muzır gör­
düklerinizin sayısını iki katına çıkartıyor. Siz insanları öldür­
dükçe, baş düşmanınızdan, yani insanların size karşı nefretin­
den, kurtulma şansınız azalıyor. İşlediğiniz suçlarla olsa olsa
bu nefreti on katına çıkarıyor ve sizin için taşıdığı tehlikeyi arttınyorsunuz.
Bu idamlar, düşmanlarınızın sayısını ve nefretini arttırdığı
gibi, sadece düşmanlarınızın değil size tamamen yabancı olan­
ların arasında bile, bu idamlar aracılığıyla savaştığınızı düşün­
düğünüz zulüm ve ahlâksızlık duygusunu da arttıracaktır. Çün­
kü, bu idamlar sizin mahkemelerde ve bakanlıklarda yazdığınız
kağıtlarla k e n d i l i ğ i n d e n infaz edilmiyor. İnsanları insanlar
idam ediyor. Buna nasıl tepki göstermesi gerektiği konusunda
açık bir kararsızlık yaşamış eski bir asker, kurşunlanarak öldü­
rülecek on kişi için mezar olması için büyük bir çukur kazma­
sının istendiğini, bazı askerlerin bu lânetli adamları kurşunla­
maya nasıl zorlandığını, onlar kendilerinden istenen gayninsanî ve korkunç emre itaatte tereddüt gösterdikleri takdirde arka­
larında dolu tüfeklerle bekleyen başka askerlerin onları öldür­
mekle nasıl görevlendirildiğini anlattı bana. İnsanların kutsal
gördüğü otoritelerin emriyle böylesine dehşet verici işlerin ya­
pılması, insanların ruhunda iz bırakmadan geçip gidebilir mi?
Geçen gün bir gazetede, talihsiz bir general-valinin kendi
ifadesiyle "iki soylu delikanlı" hakkındaki övgü ve takdirlerini
ifade eden bir emir yayınladığını okudum. B u iki delikanlı, b
i
r
arabaya atlayıp kaçmaya çalışan silâhsız bir mahpusu vurmuş.
Vali de onları yirmibeşer rubleyle mükâfatlandırmış. Valinin
davranışına ilişkin bu korkunç habere inanamadım ve gazete­
nin yayın yönetmenine mektup yazarak bunu teyid etmesini is­
tedim. Bana emrin orijinal nüshasını gönderdiler ve cinayetle­
rin böyle övülmesinin gündelik birşey olduğunu, ve en yüksek
179
düzeydeki şahsiyetlerin bu övgü ve medihlerde bulunduğunu
açıkladılar.
Bu tür sözler ve işler gerçeklen iz bırakmadan kaybolabilir
mi? Düşünceler ve duygular öylesine saptırılıyor ve öylesine
küstahça ifade ediliyor ki, hem onlara katılanların ve hem de
böyle emirleri okuyanların kalplerinde yozlaşma, ahlâksızlık
ve zulüm izlerini mutlaka bırakıyor. Bu işler ve emirler insan­
ları mutlaka rahatsız ediyor ve insan vicdanına o kadar ters dü­
şen bu korkunç işleri emredenlere, onları övüp ödüllendirenlere
saygıyı yok ediyor. Öyleyse, binlercesi idam edilse, bu işlere şu
ya da bu şekilde katılmış kaç onbin kişi bu katılımı yüzünden
yoldan çıkıyor ve dinî, manevî ilkelerinin son kalıntılarından
da mahrum kalıyor? Bu kişiler kendilerini bu işleri yapmaya
zorlayanlar için, henüz nefret olmasa bile, küçümseme ve kız­
gınlık duygularını yaşamaya ve ilk fırsatta aynısını onlara karşı
işlemeye hazır hale gelmiyor mu?
İdam edilen veya idama mahkûm edilen insanların sayısı
hakkında her gün yayınlanan ve milyonlar tarafından okunan
gazete haberleri hava durumu haberleri gibi bir etki gösteri­
y o r — g ü n d e n güne değişmesi muhakkak olan birşey. Bu türden
haberleri hergün okuyanlar bile, en yüksek otoritelerden gelen
emirlerle işlenen bu fiilleri İncilleı'le ve Hz. Musa'nın altıncı
emriyle nasıl bağdaştıracaklarını kendi kendilerine sormuyor­
lar; bu çelişkiler en azından onlar n kalplerinde dinî emirlere
ve genelde dine karşı, dinî kanunlıra ve vicdana aykırılığı bu
kadar açık fiilleri işleyen otoritelere karşı kalplerinde bir hür­
metsizlik uyanacaktır.
Hükümet güçlerinin görünür düşmanlarından kurtulmak
için işlediği bu şerli fiiller, çok daha öfkeli beş kat on kat sayı­
da görünmeyen düşman kazandırırı ıktadır.
Her düşünen Idşinin hükümetin bu davranışlarının durumu
düzeltemeyeceğini açıkça göreceği akla geliyor. Bunu sadece
dışardakilerin değil yöneticilerin de görmesi gerekiyor. Yaptık180
larının bomboş şeyler olduğunu ve suç teşkil ettiğini görmeleri
gerekiyor. Bunu görmeleri gerekir; çünkü, şiddete göre yaşa­
yanlar tarafından binbir dikkatle gizlenen, Hz. İsa'nın düşma­
nını sevme öğretisi, tam ve gerçek anlamıyla olmasa bile Hıris­
tiyan dünyası insanlarının vicdanlarına nüfuz etmiş durumda­
dır. Bu öğretinin özellikle basit Rus çalışanları tarafından canla
başla benimsendiğini\söylerken yanlışa düşmediğime inanıyo­
rum.
M a r c u s Aurelius bile, bütün şefkatine ve hikmetine rağ­
men, savaşlar yönetmiş ve insanları vicdan rahatlığıyla ölüme
mahkûm etmişse, günümüz Hıristiyan dünyasının insanları bu­
nu hiçbir suçluluk duygusuna kapılmadan yapamazlar. Ne ka­
dar iki yüzlü ve aptal olursa olsun, Hague konferansları ve şart­
lı cezalar icat edilmekte, bütün bu sunî saçmalıklar onların suç­
larını örtemediği gibi, bu insanların kendilerinin kim olduğunu
ve yaptıklarının yanlış olduğunu bildiğini göstermektedir. On­
lar kendilerini ve başkalarını, bütün beşerî ve ilâhî kanunların
sürekli icra edilen bu korkunç ihlâllerini çeşitli yüce mülâhaza­
ların emrettiğine ne kadar çok inandırmış olursa olsun, ne ken­
dilerinden ne de müstakim insanlardan hareketlerindeki suçlu­
luğu, ahlâksızlığı ve alçaklığı saklayamıyorlar. Çünkü bugün
herkes biliyor ki, cinayetin her türlüsü iğrençtir, suçtur ve yan­
lıştır; uydurma bazı yüce mülâhazaların ardına ne kadar sakla­
nırlarsa saklansınlar, bütün çarlar, bakanlar ve generaller bunu
biliyor.
Gayelerine ulaşmak için cinayete izin veriyorlarsa, hangi
partiden olurlarsa olsunlar devrimciler için de aynı şey geçerli­
dir. İktidar ellerine geçtiğinde şimdi kullandıkları şiddet araçla­
rından hiçbirisini kullanmayacaklarını söyleseler de, işledikleri
suçlar hükümetin faaliyetleri kadar ahlâksız ve zalimanedir. Ve
bu yüzden onlar da hükümet gibi aynı serlerin işlenmesine sevkediyorlar: husumet, insanların hayvanlaştırılması ve yozlaştırılması.
181
Onların faaliyetleri sadece şu noktada ayrılıyor ve o kadar
bariz suç görünmemesinin sebebi de o zaten: İktidardaki hükü­
metin faaliyetlerinin beyhudeliği apaç ık ortada, devrimcilerinki
ise — ç o ğ u n l u k l a teoride tezahür ettiği devrimler sırasında şim­
di Rusya'da yaşadığımız gibi, nadiren uygulamaya konulduğu
i ç i n — o kadar bariz değil.
Her iki tarafın mücadele araçlar ve yöntemleri, insan ru­
huna ve Hıristiyan öğretinin esaslarına aynı derecede yabancı.
Her ikisi de insanları acıya boğuyor, onları akıldışılığın ve hay­
vanlığın en aşağı seviyelerine indirmekte, bu arada iddia edilen
gayeye ulaştırmadığı gibi, ona ulaşma şansını |da ortadan kaldı­
rıyor.
Savaşan iki tarafın — h ü k ü m e t ve devrimcilerin— konu­
mu, faaliyetleri ve kullandıkları şiddete dayalı yöntemleri, ısın­
mak için içinde yaşadıkları evin tahta duvarlarını kırıp ateşe
atan insanların haline benziyor.
182
7. Bölüm'e Ek
Hiçbir durumda insanlar arasında şiddete izin vermeyen sevgi
kanununun insan hayatının EN YÜCE K A N U N U olduğunu söy­
leyen hakikî Hıristiyan öğretisi, insanın kalbine o kadar yakın­
dır ve hem ferde, hem insan topluluklarına ve hem de bir bütün
olarak insanlığa öyle şüphesiz bir hürriyet verir ki, bütün insan­
lığın bilmesi gereken tek şey, onu davranışlarındaki yol gösteri­
ci ilke olarak kabul etmeleridir. Kilisenin bu kanunu gizleme
yolundaki bütün çabalarına rağmen, insanlar bunu giderek daha
fazla anlamaya başladılar. Fakat, talihsiz bir durum ki, Hıristi­
yan öğretisinin hakikî anlamı insanlara açılırken, Hıristiyan
dünyasının büyükçe bir kesimi hakikatin dinin haricî biçimle­
rinde bulunduğunu kabule alışmış durumdalar. Oysa, Hıristi­
yanlığın hakikî anlamını gizlemekle kalmayıp, ona tamamen
aykırı bir hükümet sistemini ayakta tutan bu biçimlerdir. O
yüzden, hakikî Hıristiyan öğretisini kabul etmeleri için, şu ya
da bu derecede Hıristiyanlığın hakikatini anlamış olan Hıristi­
yan dünyasının insanlarının sadece tahrif edilmiş bir Hıristiyan
öğretisinin sahte biçimlerine olan inançlarından değil, aynı za­
manda bu sahte Kilise dinine dayalı hükümet sisteminin gerek­
liliği ve kaçınılmazlığına olan inançlarından da kurtulmaları
gerekir.
İşte, sahte dinî suretlerden kurtuluş giderek daha sık vuku
bulmasına rağmen; dogmalara, vaftizlere, mucizelere, İncil'in
183
ve Kilise 'nin diğer kurumlarının kutsallığına imanı reddeden
günümüz insanları, tahrif edilmiş ve hakikisini de perdeleyen
bir Hıristiyanlığa dayalı sahte Devlet öğretilerinden kurtulamı­
yorlar.
Bazı insanlar, geleneği izlemeye çalışan insanların çoğun­
luğu, Kilise'nin istediklerini yerine getiriyorlar ve bu öğretiye
kısmen inandıklarından hiçbir şüphe duymaksızın Kilise ima­
nından çıkan, şiddet esaslı alan ve hakikî Hıristiyan imanına
aykırı bu hükümet sistemine İNANIYORLAR. Kilise'ye ve do­
layısıyla Hıristiyanlığın her çeşidine inanmayı çoktan terketmiş
sözde eğitimliler ise kendilerinin artık inanmadığı Kilise Hıris­
tiyanlığı tarafından uygulamaya konulan şiddete dayalı hükü­
met sistemine avam gibi gayrişuurî bir biçimde inanıyorlar.
Ve, işçi kesimi gibi, mevcut toplum yapısının kanuniliğine
inanan ve sözde eğitimliler gibi tedricî veya devrimci bir süreç­
le mevcut düzeni değiştirmeye çalışanlar da toplum kurmanın
ana silâhı olarak şiddetin gerekliliğine aynı derecede inanıyor­
lar. Ve bunların hiçbirisi, şiddete dayalı olmayan bir sosyal ya­
pıyı ne kabul ediyor, ne de hayal edebiliyor.
İşte, insanın Hıristiyan öğretiyi — h e r geçen gün berraklaş a n — gerçek anlamıyla kabul etmesinin önündeki en büyük
engel geçmişte de şimdi de, Hıristiyan dünyasındaki insanların
şiddetle dünya düzenini ayakta tutmanın meşruluğuna ve bizzat
şiddetin gerekliliğine duydukları bu gayrişuurî iman, daha doğ­
rusu batıl inançtır.
8. Bölüm'e Ek
Gerekli olan tek şey, kötülüğe karşı şiddete başvurarak diren­
meyi yasaklayan Hz. İsa'nın öğretisini hatırlamaktır: İşçi sınıf­
larına nisbeten ayrıcalıklı yüksek tabakadan insanlar, mümin
olsunlar olmasınlar, kötülüğe şiddete başvurmadan direnmenin
mümkün olduğu fikri sanki ciddi fikirli insanların ağızlarına al­
mayacakları kadar anlamsızmış gibi, böyle bir ifade karşısında
istihzayla gülümsüyorlar.
Kendilerini ahlâklı ve eğitimli gören bu insanların çoğun­
luğu Teslis, Hz. İsa'nın ilâhlığı, kurtarılış, vaftizler vs. hakkın­
da; veya iki partiden hangisinin kazanma şansının daha yüksek
olduğu veya hangi siyasî birliklerin daha iyi olduğu, sosyal de­
mokratların mı yoksa sosyalist devrimcilerin mi teklifinin daha
güçlü olduğu hakkında ciddi ciddi konuşurlar; sıra kötülüğe
şiddete başvurmadan direnmeye duyulan inanca gelince hepsi
hemfikirdir: Onlara göre, bu inanç ciddiye alınamaz! Neden?
Çünkü kötülüğe direnmeme doktrinini kabul ettiklerinde,
bunun sürdürdükleri yerleşik hayat tarzlarını kökünden yıkaca­
ğını ve onlardan yeni ve bilinmeyen, o yüzden de korkutucu
birşey isteyeceğini hissediyorlar.
Şöyle bir sonuç çıkıyor: Dindışı kişiler nasıl siyasî ittifak­
lar, Sosyalizm ve Komünizm gibi konularla ilgileniyorsa, Tes­
lis, günahsızlık kavramı, Son Yemek ve vaftiz hakkındaki soru­
lar da dindarları ilgilendirmektedir. Fakat kötülüğe şiddete baş185
vurmadan direnme sorusu şaşırtıcı bir anlamsızlık gibi hepsini
çarpmakta; o ne kadar saçma kabul edilirse, onların mevcut
dünya düzeni sayesinde topladıkları parsalar da o denli büyü­
mektedir.
Medenî kimselerin güç ve zenginlikleriyle doğru orantılı
olarak direnmeme doktrininin inkâr etmelerinin ve bu doktrini
anlayamamalarının nedeni budur.
İktidarda önemli koltuklarda oturanlar, çok zengin olanlar,
ilim adamlarının çoğunluğu gibi bu konumlarını meşrulaştır­
mak isteyenle:', direnmemeden bahis açıldığında cevap olarak
sadece omuzlarını silkiyorlar. İnsanların önemi, serveti ve al­
dıkları eğitimleri ne kadar azsa, konuyu o kadar az küçümsü­
yorlar. Yine de, hayatları doğrudan doğruya şiddet üzerine ku­
rulu olanlar, küçümseyici bir tavra girmeseler bile, kötülüğe
şiddete başvurmadan direnme doktrinini hayata uygulamanın
mümkün olduğu fikrine karşı hep olumsuz bir tutum takınıyor­
lar.
İşte, eğer tahrif edilmiş Hıristiyan öğretisinden kurtuluş,
bu öğretiden çıkan ve sevgiyi yıkan şiddetin kabul edilip edil­
memesi gerektiği ve hakikî anlamıyla Hıristiyan öğretisinin ka­
bulü sorunlarının çözümü, işçi kesiminin çoğunluğundan mad­
dî a n l a m d a daha iyi bir k o n u m d a bulunan medeni insanlara
bağlı olsaydı, şiddete dayalı bir hayattan sevgiye dayalı bir ha­
yata mukadder geçiş, özellikle burada, milletin üçte ikisinden
daha büyük çoğunluğunun henüz servet, iktidar ve medeniyet
tarafından yozlaştırılmadığı Rusya'da, şimdiki kadar yakın ve
kaçınılmaz olmazdı.
Ve bu çoğunluğun şiddeti kabul ederek sevgiye dayalı ha­
yatın nimetlerinden kendisini mahrum ettiğinde kazanacak hiç­
bir faydası ve bunu yapmak için hiçbir nedeni olmadığından,
Hıristiyan öğretisinde şu ana kadar sağlanan tasfiyenin gerek­
tirdiği hayat yapısındaki değişim (servet, iktidar veya medeni­
yetin yoldan çıkartmadığı) bu insanlar arasında başlayacaktır.
186
17. Bölüm'e Ek
Fakat, şiddetin gerekliliği ve kaçınılmazlığına inananların basi­
retsizliği bana ne kadar acaip gelirse gelsin, direnmemenin ka­
çınılmazlığı bana ne kadar apaçık gelirse gelsin, beni direnme­
menin hakikatına ikna eden veya başka insanları inkâr edilme­
yecek derecede ikna edebilecek olan, muhakeme edilerek ula­
şılmış sonuçlar değil, insanın ifadesini sevgide bulan kendi ruhaniyetine ilişkin şuurudur. İnsan ruhunun esasını teşkil eden
şey sevgidir, hakikî sevgidir; Hz. İsa'nın öğretisinde bildirilen
ve her türlü şiddetin teklifini bile dışlayan sevgidir.
Şiddet kullanmak mı, yoksa kötülüğe katlanmak mı fayda­
lı, bilmiyorum; zaten bunu kimse bilemez. Fakat, herkesin bil­
diği gibi ben de biliyorum ki, sevgi saadettir; başkalarının bana
olan sevgisi bir nimettir ve benim başkalarına olan sevgim da­
ha büyük bir nimettir. En büyük saadet benim sadece beni se­
venlere değil, Hz. İsa'nın dediği gibi benden nefret eden, beni
inciten, bana kötülük edenlere de olan sevgitndir. Bunu hisset­
meyen birisine ne kadar garip gelirse gelsin, bu böyledir; ve
bunu düşündüğünüzde ve yaşadığınızda bunu daha önce nasıl
olup da anlamadığınıza şaşırırsınız. Sevgi, hakikî sevgi, kendi­
sini inkâr eden ve başka birşeye dönüştüren sevgi, hayatın en
yüksek evrensel ilkesi olarak benliğin içinde uyanıyor. Fakat
ancak hakikî sevgi şahsî olan ve şahsî tarafgirliğin en küçük
zerresinden kurtulup gayesine koşar. Ve düşmanına ancak böy187
le bir sevgi beslenebilir. İşte, sadece bizi sevenleri değil, bizden
nefret edenleri de sevme emri ne bir mübalağa, ne de muhte­
mel istisnaların bir göstergesi değil, sevginin bahşedebileceği
en büyük saadete nailiyet talimatıdır. İkna olunması gereken,
bunun mantıkî bir sonuç olduğu ve yapılması gereken tek şeyin
onu yaşamak olduğudur. Ancak o zaman saldırılar ve hücumlar
değerli ve arzu edilir hale gelir. Ve böylece insan ruhunun özü­
ne nüfuz ettiğimizde görürüz ki, o öyle bir şekilde çalışır ki,
kötülüğe kötülükle mukabele etmek ona eziyet verir, kötülüğe
sevgiyle mukabele etmek ise ulaşılabilecek en yüksek saadete
götürür.
Bu yüzden, şiddete başvurmadan kötülüğe direnme saadet
getirir. Ve bu saadet, şahsiyete tevazu kazandırarak, direnişi
uyaran sahte korkuyu, yani ölüm korkusunu, ortadan kaldırır.
188
Notlar
1. Marcelin Berthelot (1827-1907). Organik kimyadaki çalışmalarıyla
ün kazanmış Fransız bilgin. Geniş felsefî bakış açısıyla ve bilimsel
bilginin çağdaş durumunun ifadesi olan felsefî sistem görüşleriyle de
ilgi çekmektedir.
2. Lee de Clapirs Vauvenargues (1715-47). Eserlerinde, muhte­
melen gençliğinde Plutarch ve Seneca okuduğu için acılara katlanma
ahlâkının izleri görülen ve insan tabiatına nadiren sempati ve inanç
gösteren Fransız ahlâkçısı.
3. Friedrich Emst Schleiermacher (1768-1834). Alman felsefeci
ve ilâhiyatçısı. Dini akıl veya ahlâktan yola çıkarak tanımlamak yeri­
ne, onu sonlu bir varlık olarak kişinin sonsuza olan mutlak bağımlılık
duygusu olarak görür. Bir nesneler kümesi olarak alındığında sonsuz
bütün Tanrı'dır ve ferdin kimliğini veya yaşam birliğini, tabiattaki ve
tarihteki kendi yerine ilişkin şuurunu geliştirerek kazandığına inanır.
Tolstoy'un, sonsuzla ilişki kurulması şeklindeki din tanımı, Schleier­
macher'in kavramına belirgin bir yakınlık arzediyor.
4. Ludwig Feuerbach (1804-72). Bavyeralı felsefeci ve ilâhiyat­
çı. H e g e l ' i n etkisinde kalan ve Marks ile Engels'i etkileyen Feuerbach, dini "insan zihninin düşü" olarak tanımlıyor ve bütün ruhanî ge­
lişmeleri Tanrı yerine insanla ilişkili görüyordu. Bunu, insan türünün
mutluluğunu sağlayan şuurlu bir faaliyet olarak savunuyordu.
5. Pierre Bayie (1647-1706). Fransız Protestan bilgin ve tenkitçi.
Tarihî bilgi diye kabul edilen şeyin güvenilirliğini sorguladı ve pekçok felsefî ve teolojik ikirciğin küçümsenemez mahiyetine ve aklın sı­
nırlarına dikkat çekti.
6. Benjamin Constant de Rebecque (1767-1830). Fransız roman189
cı ve siyaset yazarı ve siyasetçi. Madame De Staël ile ilişkisiyle ve bu
ilişkiyi anlatan Adolphe isimli romanıyla meşhurdur.
7. Kont Euène Goblet D'Alviella (1846-1925). Belçikalı devlet
adamı. Dinler tarihine büyük ilgisi vardı ve L'Evolution religieuse
contemporaie chez les Anglais, les Américaines et les Hinduous isimli
eseriyle ün kazandı.
8. Albert Reville (1826-1906). Fransız din adamı ve bilgini. Din
tarihi konusunda birçok eser yayınladı.
9. Auguste Comte (1798-1857). Fransız felsefeci ve pozitivist
okulun kurucusu. Comte, insan düşüncesinin ve toplumunun teolojik
ve metafizik aşamalardan pozitif aşamaya geçtiğini, bu aşamayı göz­
lemlenmiş olguların sistematik biçimde toplanması ve birbiriyle ilişkilendirilmesinin ve ilk nedenler veya nihaî gayeler hakkındaki ispatlanamayan spekülasyonlardan vazgeçilmesinin belirlediğini söylüyor­
du. O ve takipçileri, sadece felsefeyi değil, insan toplumunu da ıslah
edecek gözüyle baktıkları bilime ve bilimsel yönteme kuvvetli bir
inanç besliyorlardı.
10. Hindu teslisinin (trimurti) üç Tanrısı; bunlar Yüce Varlık'ın
üç yönünü temsil eder: Brahma yaratıcı, Vişnu koruyucu ve Şiva kah­
redici.
11. Attila (öl. MS. 453). Hun hükümdarı. Çağdaşları tarafından
"ilâhî musibet" diye bilinirdi, Galya ve İtalya'ya kadar Doğu İmpara­
torluğunu istilâ etti ve sonunda Romalıların ve Vizigotların ortak or­
dusuyla durduruldu.
12. Cengiz Han (1167(?)-1227). Son derece gaddar Moğol ordu­
larıyla geniş bir Asya imparatorluğu kuran Moğol hükümdar.
13. Neron (MS. 37-68). Roma İmparatoru. Havailiğiyle JulianClaudian imparatorların sonunu getirdi. Zalimliğiyle meşhur olan, an­
nesini ve karısını öldürten Neron sonunda herkes tarafından terkedildi
ve intihar etti.
14. En önemli Alman Romantik felsefecisi sayılabilecek olan
Arthur Schopenhauer'in (1788-1860) düşünceleri Tolstoy'un hayli il­
gisini çekti. Dünyanın perde arkasındaki gizli ve şerli güç olarak İra­
denin mahiyeti hakkındaki bu kötümser fikirler, Pararga and Pralipomena isimli eserde toplanmıştır.
15. Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716). Alman felsefeci, ta­
rihçi ve matematikçi. Felsefe tarihinde monadolojinin ve önceden ku190
rulmuş ahenk teorisi yazarı oluşuyla ün kazandı. Hayli özgün düşün­
cesi, modern dünyanın şafağı olarak görülmektedir.
16. İndra, Veda dininin bereketli fırtına ve doğurganlık tanrısı.
Şimşek çaktırıp yağmur yağdırır, düşmanlarını altedip ganimeti arka­
daşlarıyla paylaşır.
17. Trimuni. Hindu teslisidir; Brahma, Vişnu ve Şiva'dan olu­
şur.
18. Mo Tzu ya da Mo Ti (MÖ. 491-381). Konfiçyüs'ten sonra
ikinci büyük Çinli felsefeci. Onun felsefe okulun iki ana fikri şunlar­
dı: 1) Lider ilkesi; yani, "cennetin oğlu"na ulaşılıncaya dek her ferdin
grubunun liderini yüce bir dünyayla özdeşleştirmesi. 2) İster yöneten,
isterse yönetilen olsun, insanın baş ihtiyacı olarak evrensel sevgi ilke­
si.
19. Vasilii Krilloviç Sytaev (1819-92), Tver bölgesinde yaşayan
kendi kendini eğitmiş bir dinî düşünürdü.Tolstoy'un kendi dinî fikir­
lerini tesis ettiği 1881-2 yılları sırasında Sytaev ona dostluk elini uzat­
mıştı.
20. Tolstoy, Din ve Ahlâk'ı 1839'da Alman ahlâkî kültür derneği
tarafından kendisine sorulan sorulara cevap olarak yazmıştı.
2 1 . Ansiklopediciler* bir grup onsekizinci yüzyıl Fransız yaza­
rıydı. Sosyal kötülüklerin bilginin yayılmasıyla yok edilebileceği gö­
rüşünü paylaşan bu yazarlar, Diderot ve D'Alembert'in editörlüğünde
Encylopeaedie'nin (1751-65) derlenmesinde birlikte çalıştılar. Bu ça­
lışmada, dine karşı kuşkucu bir tutum ve liberal, hoşgörülü sosyal ve
siyasî görüşlerin öne çıkarıldığı göze çarpmaktadır.
2 2 . Dini meşrulaştırmaya çalışan İngiltere ve Fransa'daki bir
grup onyedinci ve onsekizinci yüzyıl dinî düşünüründen oluşan Deistler, zamanlarında aşırı gözüyle bakılan fikirler geliştirdiler: gelenek­
sel tabiatüstücülüğe, haricî vahye ve gizemler ima eden dogmalara
hücum ettiler ve dinî geçerliliğin mihenk taşının akıl olduğunu, yani
din ve ahlâkiyatın tabiî olaylar olduğunu, insanın tabiatta ahlâkî ve di­
nî hayatı için gerekli ilkeleri bulduğundan geleneksel Tanrı fikrine ih­
tiyaç kalmadığını savundular. Tolstoy burada Voltaire'in başı çektiği
Fransız Deistlerini kastetmektedir.
23. Jacques Henri Bernadin de Saint Pierre (1737-92). Fransız
yazar ve Rousseauiııın öğrencisi. Fransız Deistler okuluna mensuptu
ve duygunun akıldan üstünlüğüne ve Arcadia'nın faziletlerine ilişkin
191
ikiz teorileriyle ün kazandı.
24. 9 no'lu nota bakınız.
25. Democritus (MÖ. 460-370). Atomculuk felsefesini çokça iş­
leyen Yunan felsefecisi. Aynı zamanda ateşli bir tabiatçı olan Democ­
ritus, hedonist bir değer teorisine dayalı bir ahlâk düsturu geliştirmiş­
ti. Su katılmamış bir materyalist olan bu filozof, kâinatta hiçbir gaye
görmüyor ve popüler dine inanmıyordu.
26. Socrates (MÖ. 470-399). Kendisinin yazdığı hiçbir felsefî
eser olmayan, fakat öğrencisi Eflâtun'un ilk diyaloglarının onun dü­
şüncelerini temsil ettiğine inanılan Yunanlı filozof. Aristo, Socra­
tes'in "tümevarımsal tartışma ve evrensel tanımlar'i felsefeye kazan­
dırdığını düşünmektedir. Filozof aynı zamanda ahlâkî konulara olan
ilgisiyle tanınmaktadır. Tolstoy, son dönem yazılarında sık sık onu
zikretmekte veya ondan alıntılar yapmaktadır.
27. René Descartes (1596-1650). Fransız filozof ve matematikçi.
Modern felsefenin kurucusu sayılan Descartes, kesinlik problemine
başarılı saldırılarda bulundu ve kesinlik karşısında mutlak şüphe ön­
cülünden başlayan yeni bir felsefî tetkik yöntemi kurmaya çalıştı.
28. Isaac .Newton (1642-1727). Galile mekaniğini formülleştiren, evrensel çekim kanununu keşfeden, ışık teorisine kayda değer
katkılarda bulunan İngiliz matematikçi ve fizikçi. Newton'in buluşları
onyedinci ve onsekizinci yüzyıl felsefesini kökten etkiledi.
29. Bkz. 8 no'lu not.
30. Pisagorcular, MÖ. altıncı yüzyılın sonunda ölen Pisagor'un
takipçileriydi. Pisagor, hem dinî bir mezhep kurdu, hem de modem
tabiî bilimin en önemli temellerini attı. Ruhların bedenden bedene ge­
çişini, dolayısıyla bütün canlıların akrabalığını, ritüel saflığı, inisiyasyon merasimlerini, vejeteryanlığı, kadınların eşitliğini, komünal haya­
tı ve fasulye yemenin yasaklanmasını içeren mistik bir doktrini öğret­
ti.
31. Therapeutae, MS. birinci yüzyılda Mısır'da yaşayan Yahudi
mistiklerinin mezhebiydi.
32. Esseneler, zahidane amelleriyle dikkat çeken kadim bir Ya­
hudi mezhebiydi.
33. Muvahhidler. Allah'ın birliğine ve Hz. İsa'nın tabiatüstü bir
varlık değil bir insan olduğuna inananlar.
34. Evrenselciler. Evrensel necat ya da kurtarılış doktrinine ina192
nanlar. Hareket, onyedinci yüzyılın sonunda başladı.
35. Quakerler. 1648-50'de George Fox tarafından kurulan dinî
bir doktrin. Barışçıl ilkeler, basit kıyafetler ve davranışlarıyla dikkat
çeker.
36. Sırplı Nasıralılar. Bu mezhep hakkında ansiklopedilerde hiç­
bir bilgi geçmemesine rağmen, Suriye'de doğmuş Nasıralılar isimli
bir dördüncü yüzyıl mezhebinin uzantısı olmaları muhtemeldir.
37. Doukabarlar. ya da "Ruh Savaşçıları." Onsekizinci yüzyılın
sonunda doğan bir Rus dinî mezhebi. Bütün insan ruhlarının beden­
lerden önce yaratıldığnı, Hz. İsa'nın yaşayan insanların ruhlarına gir­
diğini, bütün ayin ve kurumların ilk günahın ürünleri olduğunu öğreti­
yorlardı. Leo Tolstoy'un yardımıyla, yirminci yüzyılda, sivil itaatsiz­
lik eylemleriyle ün kazandıkları Kanada'ya göçtüler.
38. Bkz. 9 no'lu not.
39. Eduard von Hartmann ( 1 8 4 2 - 1 9 0 6 ) . Hem İradeyi hem de
İdea'yı içeren Şuurdışı'yı öne sürerek irrasyonalizmi altetmeye çalı­
şan Alman felsefeci.
40. Epictetus (MS. 60-138). Acıya katlanmayı savunan en meş­
hur felsefecilerden birisi olan Yunan filozof. Tolstoy onu çok oku­
muştu.
4 1 . Marcus Aurelius (MS. 121-180). Roma imparatoru ve Stoacı
filozof. En büyük eseri Tefekkürler'de, stoacılığı, ana gayesi tabiatla
uyum içinde yaşamayla ve akla ters düştüklerinde cismanî tutkulara
karşı çıkarak ulaşılabilecek zjhnî bir sükunet olan, sorumlu bir haya­
tın rehberi olarak yorumlar. Tolstoy tarafından çok okunmuştu.
42. Lucius Anneus Séneca (MS. 3-65), Romalı filozof ve impa­
ratorluk döneminin önde gelen Stoacı siması. Mesajı, Hıristiyan ahlâ­
kına benzer bir evrensel sevgi ve kardeşlik uygulamasına vurgu ile
Stoacı vaazdan oluşuyordu.
43. Ümidin akla aykırı, mutluluğun da ulaşılmaz olduğu fikriyle
ifade edilen felsefi kötümserlik, ondokuzuncu yüzyılda yaygındı ve
daha sonra da Schopenhauer ve Nietzsche'nin eserlerinde kendisini
gösterdi.
44. Bkz. 30 no'lu not.
45. Bkz. 40-2 no'lu notlar.
46. Thomas Henry Huxley (1825-95). İngiliz biyolog ve felse­
feci. Aynı zamanda Darwinci evrimin etkin bir taraftarı.
193
47. Sevginin Kanunu ve Şiddetin Kanunu'ndaki her bölümün ba­
şına çok çeşitli edebî kaynaklardan alıntılar koyulmuştur. Yazarın be­
lirtilmediği alıntılar, Tolstoy'un kendi eserlerinden alınmıştır. Ve bü­
tün alıntılar, Tolstoy'un hayatının sonlarında,-1902 yılındaki hastalığı
sırasında Günlük Okumalar isimli bir günlük halinde topladığı, daha
sonra 1904-9'da oluşturduğu Her Gün için Bilgelerden Düşünceler
isimli alıntı derlemelerinden alınmıştır. Tolstoy, bir derlemenin başın­
da, hayat hikâyelerinin eksik oluşundan dolayı özür diliyor ve bunla­
rın ilmî eserlerden ziyade tesadüfen biraraya getirilmiş antolojiler ola­
rak görülmesini istiyordu. Aynı problem bu çeviride de ortaya çık­
maktadır, ve yüzyılın başında az çok tanınan yazarlardan bazılarının
şu anda tanınmaması nedeniyle problem daha da zorlaşmaktadır. Me­
tinleri taramak için sınırsız bir araştırma gerektiğinden, mümkün ol­
duğu yerde kısa bir hayat hikâyesi verilmektedir.
48. Blaise Pascal (1623-62). Fransız filozof, matematikçi ve bi­
lim adamı. Hayatının son kısmını insanın ve onun manevî problemle­
rinin tetkikine gömülmüş halde geçirdi, ve imanın akıldan daha sağ­
lam bir rehber olduğunu keşfetti. 1870'lerin sonlarında, İtiraflar'\ ha­
zırlayan Tolstoy'u da derinden etkileyen Pensées isimli eseriyle meş­
hurdur.
49. Georg Christoph Lichtenberg (1742-1799). Teorik materya­
lizme meyletse de, eserlerinde güçlü bir dinî unsur bulunan etkili Al­
man hiciv yazarı.
50. Henri Frederic Amiel (1821-72). Korkunç yetenekli bir nesir
yazarı ve din felsefecisi.
51. Bkz. 48. no'lu not.
52. Lucie Mallory ((1866-1918). Amerika'da The World's Ad­
vanced Thought isimli ruhçu bir dergi çıkaran Amerikalı yazar.
53. John Morrison Davidson (1857-1909). Birçok eser veren şa­
ir, oyun yazarı ve felsefeci. Materyalist ve aristokrat bir felsefe ortaya
atarak faydalı bir ilham kaynağı olarak evrimin kozmik süreci yorum­
ladığını iddia etti.
54. Hubert Anson N e w t o n ( 1 8 3 0 - 9 6 ) . Tolstoy, muhtemelen,
kuyruklu yıldızlar ve göktaşları hakkında araştırmalarıyla tanınan
Amerikalı matematikçiden bahsediyor.
55. Wilhelm Solter (1846-1924). Kadim tarih uzmanı bir Alman
tarihçi.
194
56. Giuseppe Mazzini (1805-72). İtalyan bağımsızlık mücadele­
sinde son derece etkili olmuş İtalyan vatansever, siyaset düşünürü ve
tenkitçi. "Genç İtalya" devrimci partisini kurdu.
- 57. Tatian (MS. 2. yüzyılın sonu). Hıristiyan savunması ve Yu­
nan bilim ve felsefesinin en şiddetli tenkitçisi.
58. İskenderiyeli Clement (MS. 150-215). Hıristiyanlığın gayesi­
ni daha soylu, daha mübarek bir hayatta gören, iman tavrını bilgi sevi­
yesine çıkartmaya çalışan Hıristiyan ilâhiyatçı.
59. Origen (MS. 185-254). Hıristiyan felsefeyle Yunan felsefesi­
ni uzlaştırmaya çalışan Hıristiyan ilâhiyatçı ve neo-platonist.
60. Tertullian (MS. 155-222). Teslis formülünü ilk defa kullanan
en şiddetli ve tavizsiz Yunan savunmacılardan.
6 1 . Cyprian (MS. 200-258). Kartaca Piskoposu. Papazlık bilimi­
nin ilk öğretmeni ve inancı ufruna şehit olan ilk Afrikalı.
62. Lactancius (MS. 4. yüzyıl). Felsefenin değerine şiddetli karşı
çıkan ve vahyin önemini vurgulayan Hıristiyan savunmacı.
6 3 . Henry George (1839-97). İnsanlara eşit haklar sağlama mü­
cadelesiyle ve bunun ekonomik düzeyde nasıl takviye edilebileceğini
göstererek bu doktrine verdiği yeni biçimle tanınan Amerikalı yazar
ve siyasî ekonomist.
64. Etienne de la Boetie (1530-63). Prenslerin zorbalığını şiddet­
le protesto eden Discours de la servitude volontaire isimli eseriyle ta­
nınan Fransız siyaset yazarı ve çevirmen.
65. Charles Letourneau (1831-1902). Etnoloji üzerine bir dizi
eser yayınlayan Fransız antropolog. Bütün sosyolojinin etnolojiye da­
yandığına inanıyordu.
66. Anatole France (1844-1924). Fransız edebiyatçı. Dinî şüphe­
ciliği ve din adamlığı sınıfına karşı oluşuyla tanınıyordu. Siyasî ide-t
olojisi Dreyfus olayına katılımıyla öne çıktı ve onu sosyalizme çevir-1
di.
67. William Emery Channing ( 1 7 8 0 - 1 8 4 2 ) . Amerikalı yazar,
edebiyat ve sosyal tenkitçi.
68. Bkz. 57 no'lu not.
69. Bkz. 45 no'lu not.
70. Bkz. 48 no'lu not.
7 1 . Bkz. 49 no'lu not.
72. Bkz. 50 no'lu not.
195
73. Bkz. 51 no'lunot.
74. Bkz. 52 no'lu not.
75. Mürted Julian (hükümdarlığı MS. 361-3). İdarî reformları ve
açıkça ilân ettiği putperest inançları ve Hıristiyanlara dolaylı eziyetleriyle hatırlanan Roma İmparatoru.
76. Büyük Konstantin (hük. Ms. 306-37). Roma'nın ilk Hıristi­
yan imparatoru. Konstantinople'u (İstanbul'u) 330 yılında "Yeni Ro­
ma" olarak kurmasıyla bu şehir imparatorluğun ikinci şehri oldu.
313'de, Hıristiyanlara yapılan eziyetleri durdurdu ve tanınmış bütün
dinlere hoşgörü gösterdi. Kilise işlerinde son derece aktifti, 325 yılın­
da Nis Konsülünün toplanmasında büyük rol oynadı.
77. Manichaenlar, kurucusu İranlı Mani'nin (MS. 216-76) ismiy­
le isimlendirilen bir dinî hareketin takipçileriydi. İnsan hayatını ve
dünyayı birbirinden tamamen bağımsız iki ilke, iyi ve kötü, arasındaki
mücadele olarak gören Manichaenlar, insanın tabiatındaki karanlık,
maddî unsurlardan kurtulmaya çalışarak şiddetli zühd uyguluyorlardı.
78. Montanistler, ismini kurucusu Montanus'tan (MS. 2. yüzyıl)
alan ve Hıristiyanlıkla rekabet eden bir dinî hareketin takipçileriydi.
Hareketin üyeleri sıkı ahlâk kuralları ve sıkı riyazet uyguluyorlar ve
şehitliğe önem veriyorlardı.
79. Catharlar, onikinci ve onüçüncü yüzyılda Fransa'nın güne­
yinde, İtalya'nın kuzeyinde güç kazanan bir hareketin üyeleriydi. Bu
hareket Haçlılar aracılığıyla (Bogomil hareketi) Bulgaristan'tan yayıl­
mış ve daha sonra Anadolu'da beşinci yüzyılda Paulician (Paulcu) ha­
reketten türetilmişti.
80. 1660'larda Rus Kilisesi, Patrik Nikon'un başlattığı bir mez­
hepçilikle bölünmüştü. Patrik Nikon Rus dinî uygulamalarında re­
formlar yaparak bu uygulamaları Yunan Ortodoksluğuna çok yaklaş­
tırdı (meselâ, haç çıkarma hareketi, Amentünün okunması, ikon çizi­
mi, vs.) Dinî ayinlerin bu tahrifi rahatsızlıklara yolaçtı. Rus dinî m|uhalifleri iki temel gruba ayrılabilir: Eski Müminler, ya da Raskolnikler, ve sekteryanlar. İlk grup Nikon'un zorla uygulamaya koyduğu
ayin reformlarını reddediyor, ve diğer açılardan Ortodoksluğa sadık
kalmaya devam ediyor; ikinci grup ise eski tarzları o kadar aramayıp
dinî sorulara yeni cevaplar arama yoluna gidiyordu.
81. Klisti, onyedinci yüzyılın sonlarında, Rusya'nın kara arz böl­
gesinde (Ukrayna'nın verimli topraklarında) doğan bir mezhebin üye-
196
leriydi. Esas fikirleri şuydu: Hz. İsa yaşayan fertlere girmesiyle bu
fertler de "İsa"laşır ve ölümleri halinde bu ruh diğerlerine geçer. Şarkı
ve dans eşliğinde toplantılar düzenlerler, bu toplantılar çoğunlukla
kitle çılgınlığına dönüşürdü. Hareketin üyelerinin-cinsel âlemler yap­
tıkları da biliniyordu.
82. Skoptsi, Klisti hareketinin bir uzantısı olarak onsekizinci
yüzyılın sonlarında doğan bir dinî mezhebin üyeleriydi. Kadının gü­
zelliğiyle necatın önünde engel olduğuna inanıyor, ona direnmek için
kendilerini hadım ediyorlardı.
83. Bkz. 81 no'lu not.
84. Bkz. 37 no'lu not.
85. Bkz. 40 no'lu not.
8 6 . Alexandre D u m a s ( 1 8 2 4 - 9 5 ) . R o m a n c ı Alexandre Dumas'nın yasal olmayan oğlu, tutkusuz bir ahlâkçı. Oyunları çoğunluk­
la gayrimeşruluk, zina ve cinsel ahlâk problemlerine olan takıntısını
yansıtır.
87. Vladimir Chertkov (1851-1936). Tolstoy'un yakın arkadaşı
ve takipçisi, aynı zamanda Tolstoy'un vasiyetini uygulayan kişi. •
88. Alexander Herzen (1812-1936). Rus yazar ve devrimci. Yı­
kıcı fikirleri yüzünden Sibirya'ya sürüldü, daha sonra gönüllü sürgüne
gitti, en sonunda Londra'ya yerleşerek orada, Rus hükümetinin suistimallerini anlatan The Bell (Kolokol) isimli radikal yayını çıkardı.
89. Bkz. 58 no'lu not.
90. Bkz. 58 no'lu not.

Benzer belgeler