Mahku`t-Tekavvul fî Meseleti`t

Transkript

Mahku`t-Tekavvul fî Meseleti`t
Muhammed
Zâhid el-Kevserî (rh)
Mahku’t-Tekavvul fî
Meseleti’t-Tevessül
[Tevessül Mes’elesinde Söylenen Asılsız Sözlerin İptâli]1
Bütün hamdler Allah’a mahsûstur. Allah’ın salâtları
ve selâmı da Efendimiz Allah’ın Resûlü Muhammed’in,
âlinin ve arkadaşlarının tamamı üzerine olsun.
Bundan sonra…
Şübhesiz biz görmekteyiz ki, Haşeviyye1 tâifesi
zaman zaman Ümmet’in tamamını, kabirleri
ziyâretleri ve hayırlı kimselerle Allah’a tevessül etmeleri sebebiyle küfürle suçlamaya yeltenmektedir.
Sanki Ümmet bununla (kabir ziyâreti ve tevessül ile)
-hâşâ- putperestler olmaktadır. Bu yüzden Usûluddîn
(akâid) imâmlarının tevessül hakkındaki görüşlerini
zikretmek istedim. Çünki, tevhid ile putlara ibadet
ederek şirke girmek arasını ayıracak salâhiyyet
sahibi kimseler sadece onlardır. Bununla beraber,
hakkı yerine geri çevirmek ve câhilleri engellemek
içün, ilim ehline göre Kitâb ve Sünnet’teki değişik
delâletleri serdetmeyi diledim.
Kullarını muvaffak kılacak olan sadece Allah
Sübhânehû ve teâlâdır.
Allah celle celâlühû’dan yardım isteyerek şöyle
diyorum: Şübhesiz ki ben burada, (Haşeviyye’nin)
da’vetçilerini Ümmet-i Muhammed aleyhissalâtü
vesselâm’ı şirke girmekle ithâm etmeye vesîle
olan tevessül mes’elesi hakkında konuşmayı
münâsib görüyorum. Ben bu bahsin kapısını
çalmak istemezdim. Çünki hüccet ve delîl apaçık
ortadayken bunun etrafında sonu gelmeyecek
bir munâkaşa çıkardılar. Bu fitneyi ilk çıkaranın
maksadı, Müslümanların malları hakkında verdiği
hükmü, ‘müşriklerdir’ yaftasıyla onların kanları(nı
akıtmak) temeline oturtması içün, mallarını(n
alınmasını) mübâh kılmaktan başka bir şey değildir.
Haşevîlerin tevhîde da’vetleri nasıl doğru olabilir?!..
1 Haşeviyye: Nassların zâhirlerini, Hâricî bedevîliği, câhilliği ve
ahmaklığı ile teşbîhe ve tecsîme, yani Allah’a şekil ve cisim
yakıştırmaya basamak yapan sapıklar sürüsü.
Bu ‘Haşevîlik’ sıfatını, Allah’ın sıfatlarını inkâr edenlerin de
şunlar içün kullanması, onları ma’sûm kılmaz. Çoğu zaman
bu iki kullanmayı -aralarındaki büyük farka rağmen- kasden
karıştırırlar ve câhilleri kandırmakta basamak yaparlar. Oysa
bu ve bu gibi husûslarda, Ehl-i Sünnet, bazı nassların zâhirini,
başka bazı nasslar yüzünden, göründüğü gibi değil de
-hakîkatine îmân etmekle beraber- nasslar çerçevesinde
te’vîl ederek Şâri’in kasdettiği ma’nâyı yakalarlar; Sıfatları
inkâr edenler ise, mücerred aklî ve mantıkî mülâhazalarla
ölçüsüz ve asılsız te’vîllere saparlar ve asıl ma’nâyı ortadan
kaldırırlar veya ondan uzaklaşırlar.
41
Hâlbuki onlar, tevessül’ü inkâr etmelerinde Kitâb,
Sünnet, Ümmet’in kuşaktan kuşağa intikâl eden
ameli ve aklın hücceti/delîli karşısında mağlûb olan
kimselerdir.
Kitâb’a gelince…
Onlardan (Kitâb’da geçen âyetlerden) birisi Allah
teâlâ’nın ‘O’na varmaya vesîle arayınız’ âyetidir.
Vesîle, ma’nâsının umûmuyla, şahıslarla ve
amellerle tevessül etmeyi de içine almaktadır. Hatta
Şeriat’ta, tevessülden ilk akla gelen -iftirâcıların
gevezeliğine rağmen- her ikisidir
Bu husûsta diri ile ölü arasındaki fark, ancak,
öldükten sonra dirilmeyi inkâra götüren “rûhların
(ölmekle) yok olması” i’tikâdı ve bu husûstaki Şer’î
delîlleri inkâr etmeyi lâzım getiren “nefisten (rûhdân),
bedenlerden ayrıldıktan sonra cüz’î idrâklerin yok
olduğu” iddiâsı üzerinde tabîatlaşan kimseden sâdır
olabilir.
Sözü edilen âyetteki vesîlenin şahıslarla tevessülü
de içine almasına gelince… Bu, ne mücerred bir re’y
iledir, ne de sadece lügat umûmundan alınma bir
şeydir. Aksine o, Ömerü’l-Faruk radıyellâhu anhu’dan
rivâyet edilmiştir ki, O, Abbâs radıyellâhu anhu ile
yağmur duâsında tevessül ettikten sonra şöyle
buyurmuştur: “Bu -vallâhi- Allah azze ve celle’ye
bir vesîledir…’” Nitekim İbnu Abdi’l-Berr’in elİstîâb’ında böyle gelmiştir.
Sünnet’e gelince…
Sünnet delîllerinden birisi,
Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu’nun
hadîsidir. O hadîste şöyle geçmektedir:
“Ey Muhammed!.. Şübhesiz ki ben seninle Rabbime yöneldim.”
Resûl sallellâhu aleyhi ve sellem a’mâya duâyı
işte böyle öğretmiştir. Onda şahıs ile tevessül vardır.
Onu zâhirinden çevirmek, sözleri nefsânî arzular ile
yerlerinden tahrîf etmektir. A’mânın duâsının, Resûl
salavâtullâhi aleyhi efendimizin duâsı ile kabûl
edilmesi yahud da a’mânın (kendi) duâsıyla kabûl
edilmesi ise rivâyette zikredilmemiştir. O yüzden
bizim bununla işimiz yoktur. Aksine hüccet, Resûl
aleyhisselâm’dan rivâyet edilen duânın ibâresidir.
Bu hadîsin sahîh olduğuna dâir hadîs hâfızlarından
bir topluluk açıkça ifâdeler kullanmışlardır. Nitekim
ileride gelecektir. Yine,
cümlede olan vardır.6
Fâtımâ bintü Esed radıyellâhu anhâ hadîsinde
şöyle gelmiştir:
Üstelik Sahâbî’nin “biz şöyle yapardık” sözü, o
ifâdeden evvelki vakit içün kabûl edilir. Böylece ma’nâ
şu olmaktadır: Sahâbe radıyellâhu anhum Resûlüllâh
sallellâhu aleyhi ve sellem’le hayatında ve refîk-i
a’lâya kavuşmasından sonra, kıtlık senesine kadar
tevessül ederlerdi. Bunu, aleyhissalâtü vesselâm
efendimizin ölümünden evveliyle sınırlandırmak,
nefsin arzusundan kaynaklanan bir sınırlandırmaktır
ve delîlsiz bir şekilde hadîsin nassını tahrîb ve te’vîl
etmektir.
“Nebîn ve benden evvelki peygamberlerin
hakkıyla (senden istiyorum).”
Bu hadîsin Ravh İbnu Salâh’ın dışındaki râvîleri
sağlam kimselerdir. Onun hakkında da Hâkim
sağlam ve emniyet edilen bir kimsedir demiş, İbnu
Hibbân O’nu es-Sikât isimli eserinde zikretmiştir. Bu
hadîs de, dirilerle tevessül bâbında, dirilerle ölüler
arasında hiçbir farkın bulunmadığına dâir bir nasstır.
Bu, peygamberlerin rütbesiyle açık bir tevessüldür.
Ebû Saîd el-Hudrî radıyellâhu anhu hadîsinde;
“Ey Allah’ım!.. Şübhesiz ki ben senden, senden isteyenlerin hakkı içün istiyorum” ifâdesi
geçmektedir.
Bu da ölü ve diri Müslümanların tamamıyla bir
tevessüldür. Senedindeki İbnu’l-Muvaffak, (şeyhi)
İbnu Merzûk’tan yaptığı rivâyette tek kalmamıştır.
İbnu Merzûk ise Müslim’in râvîlerindendir. Tirmizî,
senedinde Atıyye’nin bulunduğu birçok hadîsin
hasen olduğuna hükmetmiştir. Nitekim ileride
gelecektir. Ümmet’in, -diri olsun, ölü olsun- nebîler
ve sâlihlerle tevessül etmek hususundaki âdeti,
kuşaklar boyu devam edegelmiştir.
Hazreti Ömer radıyellâhu anhu’nun yağmur
duâsında “şübhe yoktur ki biz, Sana Nebîmizin
amcasıyla tevessül etmekteyiz” sözü, Sahâbe’nin
Sahâbe’yle tevessül etmesine dâir (açık) bir nasstır.
Bunda Abbâs radıyellâhu anhu’nun şahsıyla tevessül
inşâsı2 vardır. Bu cümlede haberin fâidesi 3 yoktur.
Çünki Allah sübhânehû ve teâlâ tevessül edenlerin
tevessülünü bilir. (Bu cümlede) -yine- haberin
fâidesinin lâzımı 4 da yoktur. Zîrâ Allah teâlâ,
tevessül edenlerin, tevessül etmelerini, kendilerinin
bildiklerini de bilir. Böylece cümle, sadece şahıs ile
tevessül inşâsı 5 içün olmaktadır.
“Biz tevessül ederdik’” sözünde yine birinci
2 {‫} َر ِح َم ُه اهلل‬/‘rahimehullâh’ cümlesindeki {‫} َر ِح َم‬/‘rahime’ kelimesi
aslında mâzî bir fiil ve ‘rahmet etti’ ma’nâsında ‘haber’
olmakla beraber, ‘rahmet etsin’ ma’nâsında ‘inşâ’/‘kurmak’/
‘yapmak’ talebidir. Dolayısıyla ma’nâsı ‘Allah ona rahmet
etti’ haberi değil, ‘Allah ona rahmet etsin’ inşâsıdır. Burada
da ‘Sana Nebîmizin amcasıyla tevessül etmekteyiz’ ifâdesi
Allah’a bir ‘haber vermek’ değil, ‘tevessülümüzü kabûl et’
inşâsıdır, düâsıdır.
Kim ki, peygamberlerle ölümlerinden sonra
tevessül etmenin câiz olduğunu, Hazreti Ömer
radıyellâhu anhu’nun yağmur duâsında Abbâs
radıyellâhu anhu ile tevessül etmeye dönmesi
sebebiyle inkâr etmeye kalkışırsa, muhâl olan bir şeye
yeltenmiş, Ömer radıyellâhu anhu’ya, -söylemesi
şöyle dursun- aklına bile gelmeyen bir şeyi nisbet
etmiştir. Bu yüzden şu yapılan, sahîh ve açık bir
sünneti re’y ile iptal etmeye teşebbüs etmekten
başka bir şey değildir. Ömer radıyellâhu anhu’nun
bu işi, başka bir şeyi değil, sadece ve sadece şunu
göstermektedir: Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile
tevessül etmek câiz olduğu gibi, Resûlüllâh sallellâhu
aleyhi ve sellem’in diri olan akrabalarıyla da tevessül
etmek câizdir.. Hatta İbnu Abdi’l-Berr’in el-İstîâb’ında
Ömer radıyellâhu anhu’nun Abbâs radıyellâhu
anhu ile tevessülünün sebebi vardır. Orada şöyle
denilmektedir:
“Şübhe yoktur ki yeryüzü, Ömer zamanında kıtlık
senesinde şiddetli bir şekilde kurak olmuştu. Bu on
beşinci sene idi. Ka’b dedi ki; ey mü’minlerin emîri!
İsrâîloğullarına böyle bir şey isâbet ettiği zaman
Nebîlerin yakınlarıyla yağmur duâsı yaparlardı.
Bunun üzerine Ömer radıyellâhu anhu işte bu (Abbâs),
Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in amcası ve
babasının kardeşi ve Hâşimoğullarının efendisidir, dedi
ve ona doğru yürüdü ve hâli ona şikâyet etti…”
Şimdi Ömer radıyellâhu anhu’nun Abbâs
radıyellâhu anhu ile yağmur istemesinin Resûlüllâh
sallellâhu aleyhi ve sellem’in ölü olup, söylenileni
duymamasından ve Allah teâlâ katında onun bir
rütbesinin bulunmamasından olmadığı açığa çıkmış
oldu mu?! Hâşâ… Bu sadece atılan bir iftirâdır.
4 Haberin fâidesinin lâzımı (haberin faydasından hiç
ayrılmayan şey), ‘haber verenin, verdiği haberi kendisinin bildiğini, haber verdiği kimseye bildirmesi’dir. (Muhtasaru’lMeânî:37-38 )
Sahâbî Bilâl İbnu Hâris radıyellâhu anhu’nun
Hazreti Ömer radıyellâhu anhu zamanında kıtlık
günlerinde Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in
kabrine gelmesi hakkındaki Mâlikü’d-Dâr hadîsi (ve
ondaki) ‘Ya Resûlellâh!.. Ümmetin içün yağmur
iste, zîrâ şübhesiz ki onlar helâk oldular’ demesi,
Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in rü’yâda ona
gelip de, ‘Ömer’e git ve O’na selâm söyle ve haber
ver ki, onlara yağmur yağdırılacak’ sözü, hiçbir
5 Allah celle celâlühû’ya düâ edip O’ndan bir şey istemek.
6 Yani bu bir haber vermek değil, tevessül inşâsıdır, düâsıdır.
3 Haberin fâidesi (faydası), ‘muhâtaba bir hüküm kazandırmak,
yani haber verenin, verdiği haberi, onu bilmeyene bildirmesi’dir.
(Muhtasaru’l-Meânî: 37-38)
42
inkâr bulunmaksızın Sahâbe radıyellâhu anhum’un
Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ile ölümünden
sonra tevessül ettiği hakkında açık bir nasstır. Hadîs,
-Fethu’l-Bârî’de de geçtiği gibi- İbnu Ebî Şeybe’nin
sahîh bir senedle rivâyet ettiği hadîslerdendir.7 Bu,
refîk-i a’lâya kavuştuktan (ölüp cennete gittikten)
sonra Nebi sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül
etmeyi câiz görmeyenlerin belini kıran bir rivâyettir.
Aynı şekilde, Osman İbnu Huneyf radıyellâhu
anhu’nun zikri geçen hâcet duâsını Osman İbnu
Affân radıyellâhu anhu’nun yanındaki ihtiyâc sâhibi
birisine öğretmek hakkındaki hadîsi de böyledir.
Onda, -hiçbir kimsenin inkârı olmaksızın- Nebî
sallellâhu aleyhi ve sellem’le, vefâtından sonra
tevessül etmek vardır. Hadîsi Taberânî sahîh bulmuş
ve O’nu (Taberânî’yi) Ebû’l-Hasen el-Heysemî
Mecmâu’z-Zevâid’de ikrâr etmiştir (doğrulamıştır).
Nitekim ileride gelecektir.
Büyük muhaddis Muhammed Âbid es-Sindî,
husûsî (olarak tevessül mes’elesi hakkında yazdığı)
bir cüzde, bu mevzû’da gelen hadîsleri ve eserleri
(Sahâbî söz ve fiillerini) toplamış, (hasta gönüllere)
şifâ vermiş ve yeterli olmuştur.
Ümmet’in bu husûstaki kuşaklar boyu birbirine intikal eden ameline gelince…
Onu sayıp dökmek (çok olmaları yüzünden) zor
olan şeylerdendir. Bu mes’elede husûsî kitâblar vardır.
Ahmed İbnu Hanbel’in Ebû Bekir el-Mervezî’nin
rivâyeti olan el-Menâsik’inde Nebî sallellâhu aleyhi
ve sellem’le tevessül etme(si) vardır.
Hanbelî âlimlerinin büyüklerinden Ebu’l-Vefâ
İbnu Ukayl’in et-Tezkire’sinde yer alan aleyhissalâtü
vesselâm ile tevessül etmek hakkındaki ifâdeleri
anlatmak uzun sürer. Bu ibâreyi, es-Seyfü’s-Sakîl’e
yazdığımız Tekmîle’mizde zikrettik.
İmâm Şafiî’nin Ebû Hanîfe ile tevessül etmesi,
Hatîb’in Târîh’inin başlarında sahîh bir senedle
zikredilmiştir.8
Hâfız Abdülğanî el-Makdisî el-Hanbelî’nin
doktorları âciz bırakan bir hastalık içün şifâ bulmak
maksadıyla Ahmed İbnu Hanbel’in kabrine dokunması, Hâfız Ziyâ el-Makdisî el-Hanbelî’nin
mezkûr şeyhinden işiterek yazdığı el-Hikâyâtü’lMensûre’sinde anlatılmaktadır.9 Kitâb, Zâhiriyyetü’dDımeşk’de müellifin hattıyla korunmaktadır. Bunlar
7 Tahrîci ileride gelecektir.
8 Hatîb, Târîhu Bağdat (1/123)
9 İmam Zehebî’nin Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ’sında Selef’ın
tevessül amelini hiçbir zaman elden bırakmadığına dâir,
birçok misâl var. Mağribli bir mü’mine bacımız üşenmemiş
ondan bu husûstaki misâlleri derlemiş koca bir eser meydana
getirmiş. İnşâellah ondan bir takımlarını ayrı bir yazıda
aktaracağız.
43
(-Hâşâ-) kabre ibâdet eden kimseler midirler?!..
(Tevessül’ün câiz olduğunun) akıl cihetine/
tarafına gelince…
İmâm Fahrüddîn er-Râzî, Allâme Sa’düddîn
et-Teftâzânî, Allâme Seyyid Şerîf el-Cürcânî ve
başkaları gibi akâid âlimlerinin büyüklerinden olan
kimseler -ki akâid mes’elelerindeki müşkilâtların
hâllinde onlara müracaat edilmektedir- diri olsun,
ölü olsun, peygamberler ve sâlihlerle tevessül
etmenin câiz olduğunu açıkça ifâde etmişlerdir.
Ümmet’in, îmân, küfür, tevhîd, şirk ve hâlis ibâdet
husûslarında onlara koşuşturmasına rağmen, onlara,
kabirlere ibâdet etmek ve Allah’a şirk koşmaya
da’vet etmek iftirâsı atmaya hangi utanmazın gücü
yeter?!..
Herkese göre, mededin (yardım eli uzatmanın)
tamamı, sebeblerin sâhibi ve yaratanı olan Allah celle
celâlühû’dandır.
İşte sana imâmların bu mes’eledeki sözlerinden
bir takım ifâdeler:
(Fahruddîn) er-Râzî, Tefsîr’inde şöyle diyor:
“Cismânî alâkalardan (bedenlerle ilgili olan
bağlantılardan) kurtulan ve ulvî (yksek) âleme kavuşmağa şiddetli arzulu olan beşerî rûhlar, cesedlerin
karanlıklarından çıkmalarından (öldükten) sonra,
melekler âlemine ve mukaddes yerlere giderler ve
onlardan (rûhlardan) bu âlemin hâllerinde eserler
ortaya çıkar. O yüzden, işte onlardır ‘iş(ler)i tedbîr
edenler.’ 10 İnsân bazen üstâdını rü’yâda görür de,
ona, içinden çıkılması zor bir mes’ele sorar ve üstâdı
kendisine o mes’eleden çıkışın yolunu gösterir; değil
mi?” 11
Fahruddîn er-Râzî yine el-Metâlibu’l-Âliye’de -ki
o Kelâm İlmi hakkındaki kitâblarının en kıymetlilerindendir- 7. kitâb’ın 3. makâlesinin 10. faslında
şöyle der:
“İnsan, bazen babasını ve anasını rü’yâda görür ve
onlara bir takım şeyleri sorar, onlar da doğru cevâblar
verirler. Bazen de onu hiç kimsenin bilmediği bir
yerdeki defîneye yönlendirirler.”
Râzî sonra şöyle dedi:
“Ben ilk ilim öğrenmeye başladığımda çocuktum
10 Burada asıl mühim olan nokta böyle bir zâtın böyle bir inanışı
şirk kabûl etmediği gibi bizzat ona sâhib olmasıdır; tercîh
edilen görüşün “işleri tedbîr edenler”in ölmüş sâlih kişilerin
olup-olmaması ise ayrı bir husûstur.
11 Fahruddîn el-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Nâziât sûresi, 5. âyetin
tefsîri (11/31)
Râzî aynı yerde şunları da söylemektedir: “Câlinos (isimli eski
bir hekîm/doktor), ‘ben hastaydım; kendimi tedâvî etmekten
âciz kaldım da, rü’yâda tedâvînin nasıl olacağını bana öğreten
birini gördüm’, dememiş miydi”?!...
ve ‘Başlangıcı Bulunmayan Hâdisler/ Sonradan
Olma Şeyler’ bahsini okuyordum. Rü’yâmda babamı
gördüm.
Babam bana şöyle dedi: (Bu mes’elede), delîllerin
en güzeli şöyle denilmesidir: Hareket bir hâlden bir
hâle intikâl etmektir. O da mâhiyyeti îcâbı başka
şeyden sonra olmasını gerektirir. Ezel/kıdem ise
başka şeyden sonra olmamayı gerektirir. O yüzden
bu iki şeyin (başka şeyden sonra olmak ve başka
şeyden sonra olmamanın) bir araya getirilmesinin
imkânsız olması gerekir.”
Fahruddîn el-Râzî sonra şöyle dedi:
“Açık olan odur ki, bu tarz bir cevâb, bu mes’elede
söylenen her şeyden daha güzeldir.12
Yine işittim ki, Şâir Firdevsî, Sultân Mahmûd İbnü
Sübüktekin nâmına te’lîf ettiği Şâhnâme isimli kitâbı
yazdığı, (Sultân kendisine) gerektiği gibi hakkını vermediği
ve bu kitâba yakışır şekilde O’nu gözetmediği zaman canı
sıkıldı ve rü’yâsında Rüstem’i gördü. Rüstem, O’na, ‘bu
kitâbta beni çok övdün. Oysa ben ölüler arasındayım; hakkını
ödemeye gücüm yetmez; ancak sen falanca yere git ve orayı
kaz; zîrâ şübhen olmasın ki, orada bir defîne bulacaksın; onu
al,’ dedi. Bu yüzden Firdevsî, ölümünden sonraki Rüstem,
yaşayan Mahmûd’dan daha cömerttir, derdi.”13
(Râzî) yine bu Makâle’den On Beşinci Fasıl’da da
delîlleri serdettikten sonra şöyle dedi:
“İşte bunlardan dolayı nefsin (rûhun) bedenden
ayrıldıktan sonra, cüz’îleri14 bilebileceğine kesin inanmak lâzımdır. Bu, âhiret mes’elelerinde faydalanılacak
kıymetli bir temel kâidedir.”15
(Râzî), yine bu makâlenin on sekizinci faslında
şöyle dedi:
“Pâdişâhların büyüklerinden birisi -ki O, Melik
Muhammed İbnu Sâm İbnu’l-Huseyn el-Ğavrî olup
12Bazı felsefeciler ile onları bazı noktalarda taklîd eden
İbnu Teymiyye, İbnu’l-Kayyım ve diğer gölgeleri, “bazı
hâdislerin/“sonradan yaratılan varlıklar”ın aynı zamanda
kadîm/ezelî olduğunu”, yani onların hem “yaratılmış” hem
de “kadîm” ve “ezelî” olduğunu iddia etmişlerdir. Allah
celle celâlühû’yu hâşâ hiçbir zaman koltuksuz bırakmamak
için Arş’ın aynı zamanda hem yaratılmış hem de kadîm
olduğunu iddia etmişlerdir. Bir yandan felsefecilere karşı
nasslardan yana mücâdele ettiklerini iddiâ edip mü’minleri
yanıltırlarken diğer yanda felsefecilerin kuyruklarına
takılmışlardır. Hâlbuki böyle bir iddiâ saçma bir iddiadır.
Bir şeyin, hem ‘hâdis’/‘sonradan olma’ olması hem de
‘Kadîm’/‘evveli olmayan’ olması imkânsızdır. Geniş bilgi için,
İmâm Sübkî’nin ‘es-Seyfu’s-Sakîl’ine ve ona İmâm Kevserî
tarafından yazılan hâşiyesi ‘Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim’e
bakılsın.
13 İmam Fahruddîn er-Râzî, el-Metâlibu’l-Âliyye (7/228)
14 Cüzîler: Bu âlemde bulunan varlıklardan ve hâdiselerden/
olan şeylerden, teker teker her biri.
15 İmam Fahruddîn er-Râzî, el-Metâlibu’l-Âliyye (7/261-262)
gidişâtı güzel, yolu makbûl, âlimlere meyli çok,
dindâr ve akıllıların meclîslerine rağbeti kuvvetli olan
bir zât idi- bu mes’ele hakkında bana suâl sordu. Ben
de bu husûsta bir risâle yazdım. Şimdi de burada o
risâlenin hulâsasını anlatıyorum ve şöyle diyorum: Bu
meselede konuşmak içün bir takım mukaddimeler/
önceden anlatılması gereken husûslar vardır:
Birinci Mukaddime:
Biz, insan nefislerinin, bedenlerin ölümünden
sonra bâkî olduğunu ve bedenlerinden ayrılan
o nefislerin (rûhlar’ın), bedenlerine bağlı olan
nefislerden bazı yanları ile daha güçlü olduğunu
göstermiştik. O nefisler bedenlerinden ayrılınca, perde
yok olup ğayb âlemi ve âhiret konaklarının sırları onlara
açılır. Bedenlerdeyken bürhânlarla/kesin delîllerle bilinen
bilgiler, bedenlerden ayrıldıktan sonra, zarûrî (delîle
muhtaç olmadan herkesin bilebileceği) hâle gelirler. Zîrâ
bedenlerdeki nefisler, meşakkat ve örtü altında idiler.
Bedenler yok olunca ve kalmayınca o nefisler açıldı, ışığa
çıktı ve parıldamağa başladı; bedenlerden ayrılan nefisler
için bir çeşit üstünlük hâsıl oldu. Bedenlerdeki nefislerin de
başka bir yönden bedenlerden ayrılan nefislerden üstün
oluşları ise şundandır: Çünkü kesb/kazanmak ve taleb
etmek âletleri, birbirine eklenen fikirler, birbirini ta’kîb
eden görüşler vâsıtasıyla kalıcıdırlar. Bu nefisler de (henüz)
bâkıdirler ve her bir gün yeni bir ilim elde etmektedirler.
Bu hâl ise bedenlerden ayrılan nefislerde yoktur.
İkinci Mukaddime:
Nefislerin bedenlere bağlı oluşu şiddetli bir aşk ve
tastamam bir sevgiye benzer. Bu sebeble bu dünyada
elde etmeyi istedikleri her şeyi, hayır ve rahatı bu
bedene ulaştırmak için isterler. O halde -Nefs-i
Nâtıkaların16 olup biten teferruâtı bilebileceklerine
ve ölümlerinden sonra da bu idrâk ile sıfatlanmış
olarak kalacaklarına dâir görüşü müdâfaa ettiğimize
göre- insan ölüp nefis bedenden ayrılınca (onun) bu
meyil (gene de) kalır ve bu aşk yok olmaz. Bu nefisler,
o bedenlere büyük bir meyil ve büyük bir incizâb/
çekilmek ve kapılmak hâlinde kalırlar.
Bu mukaddimelerden (anlatılmak isteneni)
anladıysan, şöyle deriz: İnsan, nefsi kuvvetli,
cevheri kâmil ve te’sîri şiddetli bir kişinin kabrine
gider, orada bir zaman durur ve nefsi o türbeden
te’sîrlenirse -ki sen, ölünün nefsinin (rûhunun) o
türbeyle bir bağlantısı olduğunu bilmiştin- işte o
zaman, diri ziyâretçinin nefsi ile ölünün nefsi için
o türbe üzerinde bir araya gelmek sebebiyle bir
karşılaşmak meydana gelir. Böylece o iki nefis,
her birisinin ışığı diğerine aksedecek şekilde
yerleştirilen, net gösteren iki aynaya benzer hâle
gelirler. Dolayısıyla, o diri ziyâretçinin elde ettiği
16 Nefs-i Nâtıka: Zâtında maddeden mücerred olan/soyulan
ama yaptıklarında onunla beraber olan cevher (Seyyid Şerîf
Cürcânî, et-Ta’rîfât, 157)
44
delîllerle kazanılan ma’rifetlerden, kazanmakla
elde edilen ilimlerden ve Allah celle celâlühû’nun
önünde eğilmek ve Allah celle celâlühû’nun
hükmüne razı olmak türünden olan üstün
ahlâktan o ölünün rûhuna akseder/yansır. O
ölen kimsenin nefsine hâsıl olan, kâmil ve parlak
ilimlerin tamâmından bir nûr da, diri ziyâretçinin
rûhuna akseder. Bu yolla da, şu ziyâret, ziyâret
eden ile ziyâret edilene en büyük bir menfaatin
ve en yüce bir parlaklığın hâsıl olmasının sebebi
olur. Kabir ziyâretinin meşrû’ olmasındaki aslî
sebeb(lerden birisi) işte budur. Bu ziyârette,
bahsettiğimizden daha ince ve gizli daha başka
sırların da hâsıl olması ihtimâlden uzak değildir.
Eşyânın hakîkatlerini tamamen bilmek sadece
Allah katındadır.”17 (Râzî’den Nakil Bitti.)
İşte, Fahrüddîn er-Râzî’nin, ziyâret esnâsında
ziyâret edenle ziyâret edilenin rütbelerine göre,
almak, vermek, istifâde etmek ve faydalandırmak
husûslarındaki fikir ve kanaatini gördün.
Allâme et-Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd’da -ki
bu kitâb temel Usûlüddîn (kelâm) kitâblarındandırikinci cüz, otuz üçüncü sahîfede felsefecilere cevâb
verirken şöyle dedi:
“Felsefecilere göre, cüz’îlerin18 idrâk edilmesi
(kavranması), sûret(lerin)in âletlerde (göz ve kulak
gibi uzuvlarda) hâsıl olmasına bağlı bir şart olunca,
nefsin (bedenden) ayrılması ve âletlerin kalmaması
anında, şartın yok olması ile meşrûtun (şarta
bağlı olarak var olanın) da yok olması zarûreti/
kaçınılmazlığı sebebiyle, cüz’îleri idrâk ede(bile)cek
hiçbir şey de kalmaz.
Bize göre ise, cüz’îlerin (tek tek varlıkların ve
olayların) idrâkinde -ya bu (idrâkin) ne nefiste ne
de histe sûretin meydana gelmesi ile olmadığından
veya cüz’înin sûretinin nefiste şekillenmesi imkânsız
olmaması sebebiyle- uzuvların bulunması şart
değildir. Hattâ İslâm’ın kâidelerinden açık olan budur.
O yüzden, nefis (rûh) bedenden ayrıldıktan sonra cüz’î
idrâkleri, diri olanların -bilhassa (onlardan) dünyada
kendileri ile ölü arasında tanışıklık olanlarınınhâllerinin cüz’îlerinden bazısını bilir.
Kabir ziyâreti ve hayırların inmesi, musîbetlerin
de savulması isteklerinde, hayırlı ölülerin nefisleriyle
olan istiâne (yardım istemek) ile işte bundan dolayı
faydalanılır. Zîrâ nefsin (bedenden) ayrılmasından
sonra beden ve bedenin gömüldüğü türbe (kabir) ile
bir tür alâkası, bağlantısı vardır. O yüzden diri olan o
kabri ziyâret ettiği vakit, iki nefis arasında buluşmalar
ve feyz alıp vermeler olur...”19
17 İmam Fahruddîn er-Râzî, el-Metâlibu’l-Âliyye (7/275-277)
Şu büyük imâmın mes’ele hakkındaki tahkîki işte
budur. Bu da tevhîd ile şirkin arasını ayıramayacak
olan kimselerden sâdır olan bir söz müdür?! Yazıklar
olsun böyle düşünenlere!..”
Teftâzânî sözü edilen cüz’ün 150. sayfasında
şöyle dedi:
“Kısacası, velilerin kerametleri, neredeyse nebilerin mucizelerine katılmışdır.20 Kerâmetlerin inkâr
edilmesi bid’atçiler ve hevâların sâhibleri için şaşılacak
bir şey değildir. Zîrâ bunu, ibâdet işlerinde çaba sarf
etmelerine ve kötülükler(in bazısın)dan kaçmalarına
rağmen, kendilerinde aslâ görmediler; bir şey üzere
olduklarını iddiâ eden önderlerinden de işitmediler.
Bu yüzden, kerâmet sâhibi Allah dostlarının derilerini
parçalayarak ve etlerini ısırarak aleyhlerine düştüler.
Ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey
bırakmadım; ama onlar develeri aldılar götürdüler
(malı götürdüler) 21 meşhûr atasözünün altında
oturarak, Onları ancak câhil mutasavvıflar olarak
isimlendirmekte ve sadece bid’atçilerin arasında
saymaktadırlar. Hâlbuki bilmediler ki, bu işin binası,
akîde berraklığı, sır pâklığı, tarîkat izince gitmek ve
hakîkati seçmek üzerinde kuruludur.”22 (Teftâzânî’nin
Sözü Bitti.)
Bu büyük İmâmın, kerâmet sâhibi Ehlüllâh
hakkındaki sözü işte budur. Bununla beraber
O’nun (Teftâzânî’nin) tasavvufla herhangi bir bağı
ve bağlantısı da yoktur. Bunda, Ümmet’in seçkin
kişilerinin kanını içmeyi âdet edinenler için bir ibret
vardır...
Allâme Seyyid Şerîf el-Cürcânî, el-Metâli’ üzerine
yazdığı Hâşiye’sinin başlarında, bu kitâbı şerhedenin23
Kitâbın tahkîkını yapan edebsiz câhil ise, bu işin Allah
teâlâ tarafından yasaklanan bir şirk olduğunu söylerken
Allah’dan korkmamanın yanında kullardan da utanmıyor.
Öyle ya, ona göre -hâşâ- bir müşrik olan Teftâzânî’nin
kitâbını tahkîk edip neşretmekle maddî menfaati ön plâna
çıkarıyor.
20Hattâ “neredeyse”si yok, İmâm Nesefî ve birçoklarına
göre “velîlerin kerâmetleri bağlı oldukları nebîlerin
mu’cizeleridir.” [İmam Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl (4/1312),
Dâru’l-Edâ, Cin Sûresinin 26. âyetinin tefsîri.]
21 {‫ِبل‬
ِ ‫}ا َْو َس ْع ُت ُه ْم َس ًّبا َو ا َْو َد ْوا ب اِْال‬/“Evsa’tühüm sebben ve evdev bî’libili”/“ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey
bırakmadım; ama onlar da develeri (malı) aldılar götürdüler”
sözü, bir Arab atasözü olup hikâyesi kısaca şöyledir:
Arablardan bir adamın develerine baskın yapılmış ve develer
alınıp götürülmüş. Gözden kaybolduklarında bir tepeye
çıkmış ve onlara sövmeye başlamış. Kavmine döndüğü
zaman, ona malını, develerini bulup bulmadığını sormuşlar;
o da bunun üzerine yukarıda geçen sözü söylemiş. (Meydânî,
Mecma’u’l-Emsâl: 3/426, md.4360)
18Âlemde var olan şeylerin ayrı ayrı olarak her biri.
22 Allâme Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd (5/75)
Âlemü’l-Kütüb
19 Allâme Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd (3/338)
23 Kudbuddîn er-Râzî
45
kitâbının24 başlarında,25 Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem
ve âline salât etmenin yönünü (ve îzâhını) ve feyz elde
etmekde onlarla tevessül etmeye olan ihtiyâcın şeklini
açıklarken şöyle dedi:
Şimdi Allah’ın izni ile kısaca getirdiğimiz delîlleri
etrâflıca ortaya koymak içün -bu husûstaki âyetlere
işâret ettikten sonra- mevzû’ hakkında rivâyet edilen
hâdîsler ve eserlerden bahsedeceğim.
“Eğer, ‘Bu tevessül, ancak rûhlar bedenlere
bağlı olduklarında tasavvur edilebilir, onlardan
ayrıldıklarında ise düşünülemez; zîrâ (öldükten
sonra) artık münâsebeti gerektiren hiçbir şey
yoktur’dense, (şöyle) deriz: Onlar, (Nebî sallallâhu
aleyhi ve sellem ve âli’nin rûhları dünyadayken)
yüksek bir himmetle, gayretle yönlerini, nâkıs
nefisleri kâmil hâle getirmeye çeviren kimseler
olarak bedenlere bağlıydılar. Şübhe yoktur
ki, bunun eseri onlarda durmaktadır. İşte bu
yüzden, kabirlerini ziyâret etmek, birçok nûrların
onlardan ziyâretçilere akmasını hazırlayan(bir
sebeb)dir. Nitekim gönül gözü görenler bunu
müşâhede etmektedirler.”26 (Cürcânî’nin Sözü Bitti.)
Diyorum ki; Önceden, Allah teâlâ’nın ‘Ey îmân
edenler, O’na (Allah’a ulaşmaya) vesîleyi arayın”27
sözünü, onunla, zâtlarla ve amellerle tevessül
etmenin Şer’an istenen bir şey olduğuna delîl
getirmek içün okuduk. Çünki, tevessül etmek onu
da bunu da (amellerle ve şahıslarla tevessül etmenin
her ikisini de) içine alır.
Böylece bu mes’elede Kitâb, Sünnet, kuşaktan
kuşağa intikâl ede gelen amel ve akâid imâmlarının
sözleri birbirine uymuş oldu. Bundan sonra kim inâd
ederse artık o, yoldan kaymış bir kimsedir.
24Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr
25Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr: Bir baskısında (5),
başka bir baskısında (6-7) Kudbuddîn er-Râzî, bu eserinde
hem tevessül’ü hem de isti’âne’yi zikredip müdâfaa ediyor.
26Seyyid Alâ Şerhi’l-Metâli’: Bir baskısında (17), başka bir
baskısında (19)
Yukarıdaki üç büyük İmâm, Râzî, Teftâzânî ve Cürcânî’den
aktarılan ifâdeler, İmâm Kevserî’nin Makâlât’ından (382)
hareketle asıl me’hazlara/kaynaklara varılmıştır. Onun verdiği
me’hazların kimileri yazma, kimileri de eski baskı olduğu ve
kimi yerleri rakamla vermediği için me’hazları zamânımızda
basılan kitâblardan gösterdik.
Burada ayrıca istedik ki, şu büyük imâmlara i’tirâz edebilecek
‘tevhîdçiler’e (!) -onlara göre- ‘tevhîd imâmlarından’(!) biri,
hattâ ikincisi olan İbnu’l-Kayyim’den de bir hediyye takdîm
edelim:
İbnu’l-Kayyim, şöyle diyor: “Bedenin esîrliğinden,
bağlarından ve engellerinden kurtulan rûhun, zelîl bedenin
bağlarında ve engellerinde hapsolunan rûhta olmayan,
tasarruf, güç, nüfuz, himmet, hızla Mevlâ’ya yükselmek ve
Allah’la alâkası vardır. Bedeninde mahbûs iken (rü’yâdayken)
bu olursa, ya ondan sıyrılıp ayrılınca, güçleri kendinde bir
araya toplanınca ve de (bedene girmeden evvel rûhlar
âlemindeki) ilk vaziyetinde de yüce, pak, büyük ve yüksek
himmet sâhibi olunca nasıl olur? İşte bu rûhların bedenden
ayrılınca başka bir hâli, başka bir işi vardır. Rûhların,
bedenlerindeyken benzerlerine güç yetiremeyecekleri şeyleri
ölümlerinden sonra yaptıklarına dâir insanoğlunun çeşitli
sınıflarında görülen rü’yâlar tevatür edegelmiştir. Bir, iki, az bir
sayı ve benzeri ile çok sayıda askerleri bozguna uğratmak gibi...
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ebûbekir ve Ömer radıyellahu
anhumâ, nice kez rü’yâda görülmüştür ki, rûhları küfür ve zulüm
ordularını hezîmete uğratmışlardır. Bir de bakılmıştır ki, küfür
orduları -sayılarının çokluğuna ve mü’minlerin zayıflığına ve
azlığına rağmen- mağlub olmuşlar ve kırılmışlardır.” (İbnu’lKayyim, er-Rûh:237)
Bu âyetin, şahıslarla da tevessül etmeyi içine
aldığını söylemek, ne sırf rey iledir, ne de lügatın
umûmu/genelliği iledir.28 Aksine bu, İbnu Abdi’lBerr’in el-İstîâb’ındaki Hazreti Ömer radıyellâhu
anhu’dan yaptığı bir rivâyette vardır: Hz. Ömer
radıyellâhu anhu, Hz. Abbas radıyellâhu anhu ile
istiska ettikten ve kendilerine yağmur yağdırıldıktan
sonra şöyle demişti: ‘Vallâhi bu Allah azze ve
celle’ye (varmak içün aranan ve tutulan) bir vesîledir
ve O’nun katından bir rütbedir.’29
Fethu’l-Bârî’de30 bulunduğuna göre, Zübeyr
İbnu Bekkâr’ın el-Ensâb’ında geçen, Hz. Ömer
radıyellâhu anhu’nun ‘O’nu -yani Abbâs’ı- Allah(celle
celâluhû’y)a vesîle edininiz’ sözünü de buna
ekleyebilirsiniz.
Bu sözden, ondan duâ isteyiniz ma’nâsı
düşünülemez. Zîrâ Hz. Ömer radıyellâhu anhu ondan
duâ istemiş, O da duâ etmek içün öne geçmişti.
Mü’minlerin Emîri’nin O’ndan duâ istemesi, O’nun
da Ömer’in isteğini yerine getirerek duâ içün öne
geçmesinden sonra, Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun
bu sözü ancak, O’nunla Allah celle celâluhû’ya
tevessül ediniz31 ma’nâsında olur. Nitekim Hz. Ömer
radıyellâhu anhu’nun kendisi de öyle yaptı. Lâkin
nefsin arzusu (kişiyi) kör ve sağır yapar.
Fethu’l-Bârî’de şöyle denilmektedir:
“Ömer radıyellâhu anhu’nun ‘Abbâs’la tevessül
ettikleri’ne dâir olan sözünde, onların, Ömer radıyellâhu anhu’dan, kendileri için Abbâs radıyellâhu
anhu’dan yağmur duâsı yapmasını istemeleri
27 Mâide: 35
28 Ma’lûmdur ki, vesîle kendisiyle başka bir şeye yaklaşılacak
her bir (gayr-ı meşrû’ olmayan) şey, vâsıta; tevessül de bu
vâsıtayı elde etmek ve ona tutunmak idi. Bu, sâdece lügatın
umûmu/geneli ile olsaydı, yine de istidlâle/delîl getirmeye
yeterdi; ma’nâyı, delâletiyle gösteren bir delîl olurdu ki bu
delîl getirmede üçüncü mertebede bir kuvvete sâhibdir..
29[İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (2/519)], Kevserî, Makâlât (379)
30[İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (2/398-399)], Kevserî, Makâlât (Aynı
sahîfe)
31Yani, Allah celle celâluhû’ya; ‘bu zâtın hâtırı için, bu
ihtiyâcımızı yerine getir,’ diye yalvarınız, demek olur.
46
ma’nâsının bulunduğunu göstermez. Zîrâ iki hâlde
de (bu sözde) Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den
şefâat dileyenler olarak, Allah celle celâlühû’dan
yağmur istemeleri ihtimâli vardır.
İbnu Rüşeyd şöyle demiştir: (İmâm Buhârî),
insanların ‘imâmdan yağmur duâsı yapmasını
istemeleri bâbı’ başlığıyla, evlâ yolla delîl getirmeyi
murâd etmiştir. Çünki onlar, O’nunla Allah celle
celâluhû’dan istiyorlar, Allah celle celâluhû da onlara
yağmur yağdırıyorsa, (Allah celle celâluhû’dan)
istemek içün O’nu öne geçirmeleri daha münâsibdir.”
(Fethu’l-Bârî’den Nakil Bitti.)
İki hadîs Hâfızı İbnu Hacer ve İbnu Rüşeyd’in şu
sözleri, ‘Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül
etmek demek, O’ndan duâ istemektir’ diyerek
vehimlere dalanların vehimleri(nin asılsız oldukları)
hakkında hükmünü vermektedir. Tevessül ile duânın
ne alâkası vardır?!.. Evet, bazen vesîle edinilen kimse,
tevessül eden için duâ da eder. Ancak bu, tevessülün
ne lügat olarak, ne de Şer’an gösterdiği bir ma’nâ
değildir.32
Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmek
içün ‘Hâlbuki onlar (Yehûdîler), kâfirlere karşı,
(O’nunla Allah’dan yardım ve) fetih istiyorlardı’33 âyeti
ile de istînâs edilebilir/yalnızlık giderilebilir.34
Rivâyet tefsîrcilerinden Beğâvî ve diğerleri (İbnu
Ebî Hâtim, İbnu Cerîr, Kurtubî ve Âlûsî) bu âyet-i
celîlenin tefsîrinde, şu rivâyeti getiriyorlar:
“Yehûdîler’e bir musîbet geldiği, bir düşman
ansızın saldırdığı zaman, ‘Ey Allah’ım! Onlara karşı
âhir zamanda gönderilecek olan, sıfatını Tevrât’ta
bulmakta olduğumuz Nebî sallellâhu aleyhi ve
sellem ile (O’nun hâtırına) bize yardım et’ diye duâ
ederler ve yardım görürlerdi.”35
Bu husûstaki rivâyetler derli toplu olarak (Hafız)
Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-Mensûr’unda zikredilmektedir.36
“Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde,
sana gelseler ve Allah celle celâlühû’dan mağfiret
isteseler ve Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem
de onlar için mağfiret dilese, elbette Allah celle
celâlühû’yu tevbeleri çok fazla kabûl edici ve
çok ziyâde merhâmet edici olarak bulurlardı”37
32 Yani, duâ etmek ne lügatın ne de Şerîat’ın tevessüle yüklediği
ma’nâ değildir.
33 Bakara: 89
34 Tek başına delîl olarak kebûl edilmese bile, diğer delîllerin
yanında onları takviyeye yarayabilir.
35 İbnu Ebî Hâtim (1/171), İbnu Cerîr (2/333-336), Beğâvî
(1/93), Kurtubî (2/21), Rûhu’l-Meânî (1/320)
36 Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr (1/215-217) Dâru’l-Fikir,1414
37 Nisâ: 64
47
âyetini ölümden öncesi ile sınırlandırmak, hevâ
îcâbı olan, hiçbir delîl bulunmaksızın yapılan bir
sınırlandırmadır.
Mutlak’ı mutlaklığı üzere bırakmak38 (kâidesi)
Ehl-i Hakk(olan Ehl-i Sünnet)’in ittifak ettiği
husûslardandır. Sınırlandırmak da ancak bir delîl ile
olur. Hâlbuki burada âyeti sınırlandırıcı hiçbir delîl
yoktur. Aksine, mezheblerin fakîhleri -Hanbelîlere
varıncaya kadar- bu âyetin ölümden sonrasını da
içine aldığı görüşündedirler.
} َ‫ص ُّلون‬
َ ‫ {ا أْ ََل ْنب َِيا ُء َأ ْح َيا ٌء ِفى ُق ُبو ِر ِه ْم ُي‬/‘Nebîler kabirlerinde diridirler; namaz kılarlar.’39
Hanbelîlere göre Nebî sallellâhu aleyhi ve
sellem’in kabrini ziyâret vaktindeki tevessül kalıbını,
İbnu’l-Kayyim’in Nûniyye’sine (Takıyyuddîn esSübkî tarafından) yapılan (es-Seyfu’s-sakîl isimli)
reddiyenin Tekmîle’sinde40 Hanbelî âlimlerinin öncekilerinden Ebu’l-Vefâ İbnu Ukayl’in et-Tezkire isimli
kitâbından naklederek anlatmıştık. Onda tevessül
ve bu (yukarıda zikretmiş olduğumuz Nisâ:64.) âyet
geçmektedir.
Utbî’nin haberi41 bir kalem çekmekle reddedilecek
38Bir sınırlandırma getirmeden genel ve her bir şeyi içine
alabilecek bir ifâde ile söylenilen söz.
39 Ebû Ya’lâ (6/147), Temmâm (1/33,H:58), İbnu Asâkir
(13/326), Deylemî (1/119), İbnu Adiyy (2/327, Tercüme:460,
el-Hasen İbnu Kuteybe el-Medâinî), İbnu Adiyy, ‘onda bir
beis olmadığını umuyorum’ dedi.
İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî’de, ‘Bunu Beyhakî, Hayâtü’lEnbiyâ fî Kubûrihim isimli kitabında rivâyet etmiş ve sahîh
bulmuştur’ dedi. (7/160-161), Dâru’l-Fikir,1411
İbnu Hacer aynı yerde bunun Bezzâr tarafından da rivâyet
edildiğini, ayrıca Beyhakî tarafından başka bir lafızla
da rivâyet edildiğini ama senedinde hıfzı kötü olan bir
râvî bulunduğunu, Müslim rivâyetinde Nebî sallellâhu
aleyhi ve sellem’in Mûsâ alehisselâmı kabrinde namaz
kılarken gördüğünün, yine Müslim rivâyetinde ‘Îsâ ve
İbrâhîm aleyhimesselâm efendilerimizi de namaz kılarken
gördüğünün bulunduğunu söylemektedir. Münâvî, ‘bunu
Ebû Ya’lâ, Enes İbnu Mâlik’den rivâyet etmiştir ki sahîh bir
hadîsdir’ dedi.
40Kevserî tarafından yazılan Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim
nâmındaki eserde.
41 İmâm Hâfız Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni
Nü’mân el-Mezâlî el Merrâküşî (607- 683) şöyle diyor:
Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali
radıyellâhu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini
anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç
gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallellâhu
aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı
ve şöyle dedi:
Söyledin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen
Allah’tan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, şâyet onlar
kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler, hemen Allahtan
af isteseler ve onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah
celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı âyeti
de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen
maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen,
rivâyetlerden değildir.
[Hadîsler ve Eserler]
Şimdi de önceden kısaca zikrettiğimiz tevessül
hakkındaki hadîs ve eserler üzerinde konuşmaya
dönelim…
(Birinci Hadîs): Onlardan birisi İmâm Buhârî’nin
el-İstiskâ(Bâbı’n)’da rivâyet etmiş olduğu hadîstir.
Öyle ki, Sahîh’inde şöyle demiştir:
bağışlandın diye ses geldi. [Mısbâhu’z-Zalâm (21) Ayrıca
benzeri bir lâfızlarla: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân [3/495,
(4187), İmâm İbnu Kesîr, Tefsîr (2/306), İmâm Kurtubî, Tefsîr
(5/265), İmâm Nesefî, Tefsîr (1/234), İmâm İbnu Kudâme,
el-Muğnî (3/557), İmâm İzz İbnu Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik
(3/1383), İmâm İbnu’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin
(2/301), İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd (12/380),
İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ (4/1361), İmâm Ebu’l-Yümn
İbnu Asâkir, İthâfu’z-Zâir (68-69), İmâm İbnu’n-Neccâr,
ed-Dürretü’s-Semîne (224), İmâm İbnu Hacer el-Heytemî,
Tühfetü’z-Züvvâr (55)], Mısbâhu’z-Zalâm’ı tahkık edip
neşreden kişi. (Aynı sahîfe)]
İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nu’mân
el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhammed
İbnu Nu’mân İbni Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet
etti: Medîneye girdim ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in
kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini
hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı.
Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir
duâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ
Resûlelleh sallellâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle
celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve
sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında,
‘şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler
ve hemen Allah’dan af isteselerdi, Resûl de onlar için af
isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm
olarak bulacaklardı’ buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana
günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yapmaya
geldim. O da (Allah’ın, şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre
döndü ve şöyle dedi:
-Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!.. / Ve
güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve
yüksek tepelerin.
-Sensin o Nebî ki, umulur şefâati/Sıratta, kaydığı
zamanda ayaklar.
-Canımdır fedâ o kabre ki, sensin sâkini/ Ondadır afâf,
ondadır cömertlik, ondadır kerem.
Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç
şübhe etmiyorum İnşâellah.
Muhammed İbnu Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve
sonuna şu ilâveyi yaptı: “Derken uyuya kaldım ve hemen Nebî
sallellâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi:
‘Ey Utbî!.. Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün onu
bağışladığını müjdele.’ ”
Merhûm Seyyîd Muhammed Alevî Mâlikî bu haberin
kaynaklarını veriyor: İmâm Nevevî, (El-Îzâh: 498, el-Mecmû’:
8/276) Ebû’l-Vefâ İbnu Ukayl, İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kurani’lAzîm (1/520-521), Ebû Muhammed İbnu Kudâme, (ElMuğnî, 3:556), Ebû’l-Ferec İbnu Kudâme, (Şerh-i Kebîr,
3: 495),Mensûr İbnu Yûnus, (Keşşafu’l-Kınâ, 5:30), İmâm
Kurtubî (El-Câmi’, 5:265). İmâm Nevevi, (El-Mecmû’, 8:274)
İmâm Nevevi, Utbî’nin bedeviden naklettiği bu beytleri,
Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret
esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir
‘Bana Hasan İbnu Muhammed rivâyet etti (dedi).
(O), bize Muhammed el-Ensârî rivâyet etti, dedi. (O),
bana babam Abdullah İbnu Müsennâ, Sümâme İbnu
Abdillâh İbni Enes’den, (O), Enes’den şöyle rivâyet etti
(dedi):
Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu kıtlığa
ma’rûz kaldıkları zaman Abbâs İbnu Abdilmuttalib
ile istiskâ etti ve şöyle dedi:
“Ey Allah’ım!... Şübhe yoktur ki, biz Sana
Nebîmiz sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül eder
ve sen bize yağmur yağdırırdın. Ve şübhe yoktur
ki, (şimdi) biz sana Nebîmizin amcasıyla tevessül
ediyoruz. Bize yağmur yağdır. (Râvî Enes) onlara
derhal yağmur yağdırıldı, dedi.”42
Bu rivâyette zât ile tevessül vardır.
Burada hazf edilen bir muzâf’ın bulunduğunu,
yani sözün ‘Nebîmizin amcası(nın duâsı) ile…’
demek olduğunu iddiâ etmek, herhangi bir delîl
bulunmaksızın söylenen katıksız bir asılsız sözdür.
Nitekim Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in öldü diye
Abbâs radıyellâhu anhu’ya dönüldüğünü var saymak,
Ömer radıyellâhu anhu’nun hiçbir şekilde aklına
gelmeyen bir şeyi O’na söyletmektir (yakıştırmaktır.)
Aksine onda, ‘daha üstün bir kimse bulunmasına
rağmen daha aşağıdaki bir kimseyle tevessül
etmenin câiz olduğu’ vardır. Hatta ‘Nebîmizin
amcasıyla’ lafzıyla tevessül etmek, Abbâs’ın Nebî
sallellâhu aleyhi ve sellem’in yanındaki yakınlığı ve
onun katındaki rütbesiyle tevessül etmektir. Böylece
bu tevessül Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le de
olmuş olur.
“(Tevessül eder) idik” sözü de Nebî sallellâhu
aleyhi ve sellem zamanına hâs değildir. Aksine, o
zamanı ve kıtlık senesine kadar olan ondan sonraki
vakti içine almaktadır. (Burada tevessülü Nebî
sallellâhu aleyhi ve sellem efendimizin yaşadığı
zamanla) sınırlandırmak, herhangi bir sınırlandırıcı
bulunmadan yapılan bir sınırlandırmaktır.
Buhârî’de de yer aldığı gibi, İbnu Ömer radıyellâhu
anhumâ, Ebû Tâlib’in, Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’i öven şu şiirini okur ve şöyle derdi:
“Ve (hiçbir kavim), yüzüyle (veya zâtıyla) bulutlardan (insanlar tarafından Allah’ın) yağmur (yağdırması)
istenen hiçbir beyaz(zât)ı (geriye bırakmadı43)”44
42 Buhârî (1010,3710), İbnu Hibbân (2561)
43Bu i’râb ve ona dayanarak verilen ma’nâ, İbnu Hacer’in
tercîhidir. O, { ‫ض ُي ْس َت ْسقَى ا ْلغ ََما ُم‬
َ ‫} َو َا ْب َي‬/(ve ebyada yüsteskâ…)
ibâresini önceki beyitte geçen {‫} َما َت َر َك َق ْو ٌم َس ِّي ًدا‬/ ‘mâ tereke
َ ‫}اَ ْب َي‬
kavmun seyyiden’deki {‫ } َس ِّي ًدا‬/‘seyyiden’e atfederek {‫ض‬
/'ebyeda’da mef’ûliyyet üzere nasbı râcih buluyor. [Fethu'lBârî (Dârü’l-Fikir baskısı):3/184-185] {‫ } ُي ْس َت ْسقَى ا ْلغ ََما ُم ب َِو ْجهِ ِه‬/
‘Yüsteskâ›l-ğamâmu bi vechîhî’deki {‫} َو ْجه‬/(vech)/yüz, Arab
dilinde, (zât)’tan kinâye olarak da kullanılır. Buna göre, “zâtıyla
bulutlardan yağmur istenen her bakımdan ak ve pâk bir
insan”dan söz ediliyor.… İsteyen, te’vîle gitmeyip, “ ‘zâtı’ ile
değil, ‘yüzü’ iledir” de diyebilir(!)
44 Ahmed İbnu Hanbel: (2/93), Buhârî (Muallak olarak) (1009),
İbnu Mâce: (1272) Rivâyet sahîhtir.
48
rivâyetlerden değildir.
[Hadîsler ve Eserler]
Şimdi de önceden kısaca zikrettiğimiz tevessül
hakkındaki hadîs ve eserler üzerinde konuşmaya
dönelim…
(Birinci Hadîs): Onlardan birisi İmâm Buhârî’nin
el-İstiskâ(Bâbı’n)’da rivâyet etmiş olduğu hadîstir.
Öyle ki, Sahîh’inde şöyle demiştir:
bağışlandın diye ses geldi. [Mısbâhu’z-Zalâm (21) Ayrıca
benzeri bir lâfızlarla: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân [3/495,
(4187), İmâm İbnu Kesîr, Tefsîr (2/306), İmâm Kurtubî, Tefsîr
(5/265), İmâm Nesefî, Tefsîr (1/234), İmâm İbnu Kudâme,
el-Muğnî (3/557), İmâm İzz İbnu Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik
(3/1383), İmâm İbnu’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin
(2/301), İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd (12/380),
İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ (4/1361), İmâm Ebu’l-Yümn
İbnu Asâkir, İthâfu’z-Zâir (68-69), İmâm İbnu’n-Neccâr,
ed-Dürretü’s-Semîne (224), İmâm İbnu Hacer el-Heytemî,
Tühfetü’z-Züvvâr (55)], Mısbâhu’z-Zalâm’ı tahkık edip
neşreden kişi. (Aynı sahîfe)]
İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nu’mân
el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhammed
İbnu Nu’mân İbni Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet
etti: Medîneye girdim ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in
kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini
hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı.
Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir
duâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ
Resûlelleh sallellâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle
celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve
sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında,
‘şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler
ve hemen Allah’dan af isteselerdi, Resûl de onlar için af
isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm
olarak bulacaklardı’ buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana
günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yapmaya
geldim. O da (Allah’ın, şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre
döndü ve şöyle dedi:
-Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!.. / Ve
güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve
yüksek tepelerin.
-Sensin o Nebî ki, umulur şefâati/Sıratta, kaydığı
zamanda ayaklar.
-Canımdır fedâ o kabre ki, sensin sâkini/ Ondadır afâf,
ondadır cömertlik, ondadır kerem.
Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç
şübhe etmiyorum İnşâellah.
Muhammed İbnu Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve
sonuna şu ilâveyi yaptı: “Derken uyuya kaldım ve hemen Nebî
sallellâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi:
‘Ey Utbî!.. Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün onu
bağışladığını müjdele.’ ”
Merhûm Seyyîd Muhammed Alevî Mâlikî bu haberin
kaynaklarını veriyor: İmâm Nevevî, (El-Îzâh: 498, el-Mecmû’:
8/276) Ebû’l-Vefâ İbnu Ukayl, İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kurani’lAzîm (1/520-521), Ebû Muhammed İbnu Kudâme, (ElMuğnî, 3:556), Ebû’l-Ferec İbnu Kudâme, (Şerh-i Kebîr,
3: 495),Mensûr İbnu Yûnus, (Keşşafu’l-Kınâ, 5:30), İmâm
Kurtubî (El-Câmi’, 5:265). İmâm Nevevi, (El-Mecmû’, 8:274)
İmâm Nevevi, Utbî’nin bedeviden naklettiği bu beytleri,
Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret
esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir
‘Bana Hasan İbnu Muhammed rivâyet etti (dedi).
(O), bize Muhammed el-Ensârî rivâyet etti, dedi. (O),
bana babam Abdullah İbnu Müsennâ, Sümâme İbnu
Abdillâh İbni Enes’den, (O), Enes’den şöyle rivâyet etti
(dedi):
Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu kıtlığa
ma’rûz kaldıkları zaman Abbâs İbnu Abdilmuttalib
ile istiskâ etti ve şöyle dedi:
“Ey Allah’ım!... Şübhe yoktur ki, biz Sana
Nebîmiz sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül eder
ve sen bize yağmur yağdırırdın. Ve şübhe yoktur
ki, (şimdi) biz sana Nebîmizin amcasıyla tevessül
ediyoruz. Bize yağmur yağdır. (Râvî Enes) onlara
derhal yağmur yağdırıldı, dedi.”42
Bu rivâyette zât ile tevessül vardır.
Burada hazf edilen bir muzâf’ın bulunduğunu,
yani sözün ‘Nebîmizin amcası(nın duâsı) ile…’
demek olduğunu iddiâ etmek, herhangi bir delîl
bulunmaksızın söylenen katıksız bir asılsız sözdür.
Nitekim Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in öldü diye
Abbâs radıyellâhu anhu’ya dönüldüğünü var saymak,
Ömer radıyellâhu anhu’nun hiçbir şekilde aklına
gelmeyen bir şeyi O’na söyletmektir (yakıştırmaktır.)
Aksine onda, ‘daha üstün bir kimse bulunmasına
rağmen daha aşağıdaki bir kimseyle tevessül
etmenin câiz olduğu’ vardır. Hatta ‘Nebîmizin
amcasıyla’ lafzıyla tevessül etmek, Abbâs’ın Nebî
sallellâhu aleyhi ve sellem’in yanındaki yakınlığı ve
onun katındaki rütbesiyle tevessül etmektir. Böylece
bu tevessül Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le de
olmuş olur.
“(Tevessül eder) idik” sözü de Nebî sallellâhu
aleyhi ve sellem zamanına hâs değildir. Aksine, o
zamanı ve kıtlık senesine kadar olan ondan sonraki
vakti içine almaktadır. (Burada tevessülü Nebî
sallellâhu aleyhi ve sellem efendimizin yaşadığı
zamanla) sınırlandırmak, herhangi bir sınırlandırıcı
bulunmadan yapılan bir sınırlandırmaktır.
Buhârî’de de yer aldığı gibi, İbnu Ömer radıyellâhu
anhumâ, Ebû Tâlib’in, Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem’i öven şu şiirini okur ve şöyle derdi:
“Ve (hiçbir kavim), yüzüyle (veya zâtıyla) bulutlardan (insanlar tarafından Allah’ın) yağmur (yağdırması)
istenen hiçbir beyaz(zât)ı (geriye bırakmadı43)”44
42 Buhârî (1010,3710), İbnu Hibbân (2561)
43Bu i’râb ve ona dayanarak verilen ma’nâ, İbnu Hacer’in
tercîhidir. O, { ‫ض ُي ْس َت ْسقَى ا ْلغ ََما ُم‬
َ ‫} َو َا ْب َي‬/(ve ebyada yüsteskâ…)
ibâresini önceki beyitte geçen {‫} َما َت َر َك َق ْو ٌم َس ِّي ًدا‬/ ‘mâ tereke
َ ‫}اَ ْب َي‬
kavmun seyyiden’deki {‫ } َس ِّي ًدا‬/‘seyyiden’e atfederek {‫ض‬
/'ebyeda’da mef’ûliyyet üzere nasbı râcih buluyor. [Fethu'lBârî (Dârü’l-Fikir baskısı):3/184-185] {‫ } ُي ْس َت ْسقَى ا ْلغ ََما ُم ب َِو ْجهِ ِه‬/
‘Yüsteskâ›l-ğamâmu bi vechîhî’deki {‫} َو ْجه‬/(vech)/yüz, Arab
dilinde, (zât)’tan kinâye olarak da kullanılır. Buna göre, “zâtıyla
bulutlardan yağmur istenen her bakımdan ak ve pâk bir
insan”dan söz ediliyor.… İsteyen, te’vîle gitmeyip, “ ‘zâtı’ ile
değil, ‘yüzü’ iledir” de diyebilir(!)
44 Ahmed İbnu Hanbel: (2/93), Buhârî (Muallak olarak) (1009),
İbnu Mâce: (1272) Rivâyet sahîhtir.
48
Hatta Fethu’l-Bârî’de de geçtiği gibi, Resûlüllâh
sallellâhu aleyhi ve sellem’in bu şiiri okuttuğu da
rivâyet edilmiştir. 45
Hassân radıyellâhu anhu’nun şiirinde şöyle
gelmiştir:“Bulutlar Abbâs’ın yüz akı ile yağmur
yağdırdı.” Nitekim el-İstîâb’da böyle geçmektedir.46
Bütün bunlarda Allah’dan, Abbâs’ın zâtı ve Allah
katındaki rütbesi ile yağmur istemek vardır.
(İkinci Hadîs): Onlardan biri de İmâm Beyhakî’nin,47 O’nun yoluyla da Takıyy es-Sübkî’nin48
Şifâu’s-Sikâm’da ve başkalarının (başka eserlerde)
rivâyet etmiş oldukları Mâlikü’d-Dâr hadîsidir.
Bu hadîs, Ömer radıyellâhu anhu zamanında
Bilâl İbnu Hâris el-Müzenî radıyellâhu anhu’nun
Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le yağmur istemesi
hakkındadır. Mâlikü’d-Dâr, Hazreti Ömer’in âzâdlı
kölesi olan Mâlik İbnu İyâz’dır. O’nun hazîne
bekçisiydi. O’nu Ömer, çoluk çocuğuna vekâlet
vazîfesiyle vazîfelendirmişti. O’nu sonradan Osman
radıyellâhu anhu (halka dağıtılacak malların)
taksîmiyle vazîfelendirdi. Bu yüzden ona Mâlikü’dDâr ismi verilmişti. Nitekim İbnu Sa’d’ın Tabakât’ında
ve (İbnu Hacer’in) el-İsâbe(sin)’de böyle denilmiştir.
İbnu Kuteybe’nin Maarif’inde şöyle yazılıdır:
Ömer İbnu’l-Hattâb’ın âzâdlı kölelerinden birisi de
Mâlikü’d-Dâr’dır. Ömer, O’nu içinde insanlara bir şey
dağıtacağı evde vazîfelendirmişti. (İbnu Kuteybe’nin
Sözü Bitti.)
Hadîsin ibâresi(nin tercümesi) şöyledir:
“Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu’nun
halîfeliği zamanında insanlara kıtlık isâbet etti de,
bir adam Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine
geldi ve ‘Yâ Resûlellâh!.. Ümmet’in için (Allah celle
celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar helâk oldular’
dedi. Sonra hemen Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve
sellem o adama rü’yâsında geldi ve ‘Ömer’e git selâm
söyle ve onlara yağmur yağdırılacağını haber ver...’
buyurdu.”
(Hadîsden) delîl getirilecek yer, Nebî sallellâhu
aleyhi ve sellem kabirdeyken ondan yağmur duâsı
yapması istenilmesi, O’nun Rabbine duâ etmesi,
kendisinden bir şey isteyenin suâlini bilmesi, bu
yaptığına Sahâbe’den hiçbir kimsenin inkârda
bulunmamasıdır.
İmâm Buhârî Târîh’inde,49 Ebû Sâlih Zekvân
yoluyla kısa olarak rivâyet etmiştir. Onu İbnu Ebî
Hayseme bu şekilden uzunca olarak rivâyet etmiştir.
Nitekim el-İsâbe’de böyle denilmektedir.50 Onu,
yine İbnu Ebî Şeybe,51 Ebû Sâlih es-Semmân’dan, O
da Mâlikü’d-Dâr’dan olmak üzere sahîh bir isnâdla
rivâyet etmiştir. Nitekim bunu İbnu Hacer Fethu’lBârî’de52 açıkça ifâde etmiştir.
(Fethu’l-Bârî’de) }‫{ى‬/‘yâ’ ile (}‫‘{الدَّ ارِى‬ed-Dârî’
şeklindeki) yazılışı matbaa hatâsıdır.
İbnu Hacer, “rü’yâyı gören, Sahâbe rıdvanullâhi
teâlâ aleyhim’den biri olan Bilâl İbnu Hâris elMüzenî’dir; nitekim Seyf, el-Fütûh’da böyle rivâyet
etti,” dedi.
Bu rivâyet, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in,
Resûlüllâh sallâhu aleyhi ve sellem ile ölümünden
sonra istiskâ etmekteki amelleri husûsunda
bir nassdır. Öyle ki, içlerinden hiçbirisi bu haber
kendilerine ulaşmasına rağmen onu inkâr etmemiştir.
Mü’minlerin Emîrine götürülen haber yayılır. İşte
bu yüzden, bu rivâyet birilerine yalan söz isnâd
edenlerin dilini koparır.
(Üçüncü Hadîs): Onlardan birisi de Nebî sallellâhu
aleyhi ve sellem’in Osman İbnu Huneyf radıyellâhu
anhu’ya öğrettiği bir duâ hakkındaki hadîstir ki, onda
(şu ifâdeler) vardır:
“(Bir a’mâ adam Resûlullah sallellâhu aleyhi ve
sellem’e geldi ve ‘bana (gözümün açılması husûsunda)
âfiyet vermesi içün Allah celle celâluhu’ya duâ et’
dedi. Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem de, ‘İstersen
duâ edeyim, dilersen sabret; bu senin içün en
hayırlısı olur’ buyurdu. Adam, duâ et, dedi. (Râvî),
Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem, güzelce abdest
almasını ve şu duâyı yapmasını emretti, dedi):
‘Ey Allah’ım! Ben rahmet Nebîsi, Nebîn sallellâhu
aleyhi ve sellem ile senden istiyorum ve sana
yöneliyorum. Ey Muhammed!.. sallellâhu aleyhi
ve sellem. Şübhesiz ki ben seninle, hâcetim yerine
gelsin diye, hâcetim husûsunda Rabbime yöneldim.
Ey Allah’ım!.. O’nu hakkımda şefâatçi yap…’ ”
Bu hadîste, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in
zâtı ve rütbesiyle tevessül ve de ğıyâbında ona
seslenmek vardır. Bu da yine (imâmlara) yalan söz
isnâd edenlerin dilini koparır; (sesini soluğunu keser).
Bu hadîsi, Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr’inde,53 Tirmizî,
Bu hadîsi,
45 İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (3/183), Dâru’l-Fikir,1414
49 İmâm Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr (7/304, Md:1295) Dârü’l-Fikir.
46 İbnu Abdi’l-Berr, el-İstîâb, el-İsâbe kenarı (3/98-99), Dâru’lFikir, 1398
47 İbnu Kesîr, el-Bidâye (8/93-94), İbnu Kesîr bu rivâyetin
isnâdının sahîh olduğunu söyledi.
48 İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm (144-145)
50 Bu ihâle, el-İsâbe’de bulunamamıştır.
51 İbnu Ebî Şeybe, el-Musannef (6/356-357, H: 32002)
52 İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (3/183-185), Dâru’l-Fikir
53 İmâm Buharî, Et-Tarîhu’l-Kebîr (6/209-210), Dârü’l-Fikir.
49
Câmi’inin ed-Deavât bâbı sonlarında,54 İbnu Mâce,
Sünen’inin, Salâtül-Hâce’sinde 55 -ki onda sahîh
olduğuna dâir da açık bir ibâre(si) vardır- Nesâî,
Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle’de,56 Ebû Nuaym, Ma’rifetü’sSahâbe’de, Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve’de57 ve
başkaları (başka yerlerde), şâhid getirildiği yerlerin
dışında, aralarındaki bir takım küçük farklılıklarla
berâber rivâyet etmişlerdir.
Sayıları on beşe yaklaşan hadîs hâfızı, bu rivâyetin
sahîh olduğuna hükmetmiştir. Sonrakilerin birçoğu
hâric, Tirmizî,58 İbnu Hibbân, Hâkim, Taberânî, Ebû
Nuaym, Beyhakî59 ve Münzirî onlardandır.
Tirmizî’nin senedi şöyledir:
Bize Mahmûd İbnu Ğaylan rivâyet etti: (O), bize
Osman İbnu Ömer haber verdi (dedi). (O), bize
Şu’be, Ebû Ca’fer’den, (O), Umâre İbnu Huzeyme
İbni Sâbit’den, (O), Osman İbnu Huneyf’den haber
verdi, dedi. Sonra Tirmizî hadîsi getirdi ve şöyle
söyledi:
‘Bu hadîs, hasen, sahîh ve ğarîbdir. Bunu ancak Ebû
Ca’fer yoluyla bilmekteyiz -ki O el-Hatmîdir-.’
Bazı matbû’ nüshâlarda ‘O Hatmî’den başka
birisidir’, bazılarında da ‘O, Hatmî değildir’ şeklinde
ifâdeler yer almaktadır. Her ikisi de nüshâ sâhiblerinin
tasarruflarından kaynaklanmıştır. Tirmizî’nin ‘O,
falancı değildir’ deyip de açıklama yapmaması âdeti
yoktur. Üstelik Umâre’den rivâyet eden Ebû Ca’fer,
Şu’be’nin şeyhleri arasındadır. O, sadece Medîne
asıllı, sonra da Basra’lı Umeyr İbnu Yezîd el-Hatmî’dir.
Nitekim bilinen basılı ve yazma ricâl kitâblarından bu
ortaya çıkmaktadır. 160 senesinde ölen Ebû Ca’fer erRâzî, Şu’be’nin şeyhlerinden olup, 105’te vefât eden
Umâre’ye aslâ yetişmemiştir. Çünki onun Hicaz’a
gitmesi Umâre’nin ölümünden dokuz sene kadar
sonradır. Şu’be de -yapmakta olduğu rivâyetlerde
sağlam olmakta- Şu’be’dir. Üstelik hadîsin Taberânî
ve başkalarının yanında başka tarîkleri de vardır
ki, şu tarîkler senedin başındaki râvînin ittifakla
sika olan hatmî olduğunu açıkça ifâde etmektedir.
Taberânî’nin bu hadîsteki senedi Takıyy elSübkî’nin Şifâu’s-Sikâm’ında geçmektedir.
Tirmizî’nin senedinin râvîlerinin tamamı sağlam
kimselerdir. Rivâyeti ğarîb diye isimlendirmesi,
sadece Osman İbnu Ömer’in Şu’be’den rivâyet
54 Tirmizî, Sünen (H:3578)
55 İbnu Mâce, Sünen (1/157), (H:1385), Dârü’l-Ma’rife.
56 Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle (204, H:663), Müessesetü’lKütübi’s-Sekafiyye,1406
57Beyhakî,
1405
Delâilü’n-Nübüvve (6/166, 167,168), İlmiyye,
58 Tirmizî, es-Sünen (5/569)
59 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve (6/167), İlmiyye,1405
etmekte tek kalması, Ebû Ca’fer’in de Umâre’den
rivâyet etmekte yalnız kalmasıdır ki, bu iki râvî ittifakla
sağlam kimselerdir. Ameller sadece niyetlerledir’60
hadîsinde olduğu gibi, nice sahîh hadîsler vardır
ki, râvîlerden birisi onda tek kalır. Bunu hasen diye
isimlendirmesinin sebebi de, Ebû Ca’fer ve Osman
İbnu Ömer’den sonraki tarîklerinin birden fazla
oluşudur. Onu sahîh diye isimlendirmesinin sebebi
ise, râvîlerindeki sıhhat vasıflarının tekâmülüdür.
(Dörüncü Hadîs): Onlardan birisi de yine Osman
İbnu Huneyf hadîsidir.
Bu hadîs zikri geçen hâcet namazı duâsının
Osman İbnu Affân radıyellâhu anhu yanında bir
hâceti olan kimseye öğretilmesi ve o kişinin duâyı
yapıp hâcetinin yerine gelmesi hakkındadır.
“[Bir adam, Osman radıyellâhu anhu’ya, -halîfeliği
zamanında- bir ihtiyacı için gidip geliyordu. Osman
radıyellâhu anhu O’na iltifât etmiyor, hâcetine
bakmıyordu. Adam bunu Osman İbnu Huneyf’e
şikâyet etti. Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu
da şöyle dedi: Abdest yerine git, abdest al ve namaz
kıl; sonra da ‘Ey Allah’ım!.. Ben rahmet Nebîsi olan
Nebîn Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem
ile sana yöneliyorum ve senden istiyorum. Ey
Muhammed!.. Ben ihtiyacımın görülmesi için
seninle Rabbime yöneliyorum’ şeklinde duâ et ve
hâcetini söyle.
Adam gitti ve bunu yaptı. Sonra da Hz. Osman
radıyellâhu anhu’ya geldi. Kapıcı O’na gitti, elinden
tuttu; O’nu Hz. Osman radıyellâhu anhu’nun yanına
soktu. Onunla oturttu ve O’na hâcetini söyle dedi.
O da, hacetini söyledi. Hz. Osman radıyellâhu
anhu da hâcetini yerine getirdi. Sonra da (O’na),
‘şu vakıt oluncaya kadar hâcetini hatırlamadım’
dedi (ve devâmla) ‘hâcetin olursa bize gel’ diye
söyledi. Sonra adam, O’nun yanından çıktı ve
Osmân İbnu Huneyf’le karşılaştı. O’na, ‘Allah hayırlı
mükâfaatını versin, hâcetime bakmıyordu ve bana
iltifât etmiyordu. Nihâyet sen O’na benim hakkımda
konuştun (ve böylece işimi gördü)’ dedi. Bunun
üzerine Osmân İbnu Huneyf şöyle dedi: ‘Vallâhi
O’nunla konuşmadım. Lâkin Resûlüllah sallellâhu
aleyhi ve sellem’i gördüm. O’na bir ama adam
gelmiş ve gözlerinin görmediğinden şikâyet etmiş
(ve gözlerinin açılması içün düâ etmesini istemişti.)
Bunun üzerine Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem O’na,
yâhud sabredersin buyurdu. (Adam), yâ Resûlellah!..
Beni çekip götürecek kimse yok; (görmemek) bana
doğrusu ağır geldi. Bunun üzerine Nebî sallellâhu
aleyhi ve sellem O’na, Abdesthâneye git, abdest al.
Sonra iki rek’at namaz kıl; sonra da bu düâyı yap,
60 Ebû Dâvud et-Tayâlisî (9, H:37), Humeydî (1/16, H:28),
Buhârî (6553), Müslim (1907), Ebû Dâvûd (2201), Tirmizî
(1647), Nesâî (7/13, H:3794), İbnu Mâce (4227)
50
buyurdu. Osmân İbnu Huneyf, vallâhi ayrılmadık,
sözümüz uzadı ve nihâyet, adam onda hiçbir
(görmeme) kederi olmaksızın yanımıza girdi (gözleri
artık görüyordu.), dedi.]”61
Bu hadîsteki (tevessülün câizliğine) şâhid getirilen
yer, sözü edilen Sahâbî’nin hâcet duâsı hadîsinden,
onun Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in zamanına
mahsûs olmadığını anlamasıdır. Bu da, O’nunla
salavâtüllâhi aleyhi vefâtından sonra tevessül etmek
ve O’na seslenmek ve Sahâbe rıdvanullahi teâlâ
aleyhim ecmain arasında tevârüs eden bir ameldir.
Bu hadîsi Taberânî, el-Kebîr’de (ve es-Sağîr’de)62
rivâyet etmiş ve onu birçok tarîklerle getirdikten sonra
sahîh olduğunu söylemiştir. Nitekim bunu Ebu’lHasen el-Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid’de zikretmiş
ve O’nu sahîh bulmakta takrîr (tasdîk) etmiştir.63
Nitekim O’ndan evvel Münzirî et-Terğib’de,64 ondan
da evvel Ebu’l-Hasen el-Makdisî takrîr etmişlerdir.
Bu hadîsi aynı zamanda Ebû Nuaym el-Ma’rife’de
ve Beyhakî (Delâil’de) birisi sahîh olan iki isnâdla65
rivâyet etmişlerdir.66
(Beşinci Hadîs): Onlardan birisi de Fatıme
Bintü Esed radıyellâhu anhâ hadîsidir ki, bu hadîste
Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in “Nebîn
ve benden evvelki peygamberlerin hakkıyla/
hürmetine (anam Esed kızı Fâtıme’yi bağışla, O’na
hüccetini telkîn eyle ve gireceği yeri kabrini O’na geniş
eyle)67’” ifâdeleri vardır.
Bu hadîsi İbnu Hibbân ve Hâkim sahîh bulmuşlar, Taberânî de el-Kebîr’de ve el-Evsat’da İbnu
Hibbân’ın ve Hâkim’in sika kabûl ettiği Ravh İbnu
Salâh’ın bulunduğu bir senedle rivâyet etmişdir.
Diğer râvîleri de el-Heysemî’nin el-Mecmâ’da ifâde
ettiği gibi, Sahîh’in râvîleridir. 68
Bu hadîste âhirete intikâl eden Nebîler(imiz)
aleyhimü’s-salavâtü ve’t-teslîmât efendilerimizin
zâtlarıyla tevessül bulunmaktadır.
61 İmam Kevserî sözü uzatmamak içün rivâyeti bütünüyle
getirmediyse de biz meselenin anlaşılmasını kolaylaştırmak
içün onu hemen hemen tamamıyle almayı münâsib gördük.
62 Taberânî, el-Kebîr
Dânî:1/306-307)
(9/30-31),
es-Sağîr,
(er-Ravdu’d-
63 El-Heysemi, Mecmauz-Zevâid (2/279)
64 El-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb (129 H:1008)
65 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvveh, biri sahîh olan iki isnâd ile
(6/167-168)
66 İbnu Teymiyye de bu rivâyetin sahîh olduğunu (Kâidetün
Celîle:98)’de i’tirâf etmektedir.
67 Bu ibâre, rivâyetin aslındandır. İmâm Kevserî sözü uzatmamış
olmak içün onu hazfetmiştir. Biz daha anlaşılır olması içün
ilâve ettik.
68 Taberâni, el-Kebîr (24/351-352) ve [Taberânî, el-Evsat, (356357- Mecma’u’l-bahreyn), Ebû Nüaym, Hilye:3/121], el-Kebîr
Tâ’lîk’ı: 24/351, [Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvve…]
51
(Altıncı Hadîs): Onlardan birisi de yine Ömer
radıyellâhu anhu’nun Nebî sallellâhu aleyhi ve
sellem’den rivâyet etmiş olduğu hadîstir:
Âdem aleyhisselâm hatâyı işlediği zaman
‘Muhammed’in hakkıyla senden beni bağışlamanı
istiyorum’ dedi.
Bu hadîsi, Hâkim el-Müstedrek’te rivâyet etmiş
ve ‘bu, isnâdı sahîh bir hadîstir ve o, Abdurrahman
İbnu Zeyd’e âid zikrettiğim ilk hadîstir’ demiştir.
(Hâkim’in Sözü Bitti.)
Bunun senedini, Takıyy es-Sübkî, Şifâu’sSikâm’da getirmiştir. Bu hadîsi Taberânî, el-Evsat’ta
ve es-Sağîr’de rivâyet etmiş olup, senedlerinde elHeysemî’nin tanımadığı kimseler vardır.
Abdurrahmân İbnu Zeyd’e gelince; Mâlik O’nu
zayıf kabûl etmiş ve bu hükümde diğer bir takım
kimseler O’na tâbi’ olmuşlardır. Ancak O (İbnu Zeyd),
yalan ile ithâm edilmemiş, aksine, yanılmakla ithâm
edilmiştir. O’nun gibi birinin rivâyetleri elenir, bazıları
seçilir. Bu rivâyetin Mâlik’in kabûl ettiği rivâyetlerden
olduğunu gördüğünde, Hâkim’in yaptığı da budur.
İmam Mâlik, İbnu -Humeyd’in O’ndan rivâyet
ettiğine göre- (Halîfe) Ebû Ca’fer el-Mensûr’a şöyle
demiştir: ‘O, senin ve baban Âdem aleyhisselâm’ın
vesîlesidir.’
İmâm Mâlik radıyellâhu anhu, (Abdurrahman’dan
gelen) haberin doğruluğunu kabûl ettikten ve onu
delîl olarak ileri sürdükten sonra, Abdurrahman’dan
(şu rivâyette) ‘yanılma’ ve ‘zabt azlığı’ töhmeti kalkar.
Ki, bu töhmetlerle O’nu ithâm edenler, sadece Mâlik’e
uyuyorlardı, O’na dayanıyorlardı. Abdurrahman
İbnu Zeyd, her bir haberi reddedilecek kimselerden
değildir.
İşte size, İmâm Şâfiî… El-Ümm’de ve
Müsned’inde Allah’ın dîni(nin mes’eleler)inde O’nun
bazı hadîslerini delîl getirmektedir.69 Bu sebeble, bu
hadîsi sahîh kabûl etmesinde, Hâkim kınanamaz.
Aksine, doğru olan, bu(isnâdı sahîhtir hükmü)
dür. Ancak, Mustafa sallellâhu aleyhi ve sellem’in
fazîletlerini işittiğinde göğsü daralanlara göre doğru
olmayabilir.
Mâlik’in Ebû Ca’fer’e söylediği mezkûr söze
gelince; onu Kadı İyâz eş-Şifâ bi Ta’rîfi Hukuki’lMustafâ’da ceyyid/güzel bir senedle rivâyet etmiştir.
Seneddeki İbnu Humeyd et-Takıyy es-Sübkî’nin
zannettiğinin hilâfına tercîh edilecek görüşe göre
Muhammed İbnu Humeyd er-Râzî’dir.
Lâkin bu Râzî’nin hâli, eş-Şems İbnu Abdi’lHâdî’nin tasvîr etmek istediği gibi değildir. Öyle ki,
hakkında (kınama yoluyla) konuşanların tamamının
sözlerini toplamış, onu övenlerin sözlerini ihmâl
etmiştir. O (İbnu Abdi’l-Hâdî) gençliğinde İbnu
69 İmam Şafiî, el-Müsned (2/173, H:607)
Teymiyye ile buluşup ona kanan ve doğru yoldan
çıkan üç kişiden birisidir. Şeyhinin yalnız kaldığı
yanlışlarının zıddına getirilen delîllerde cerhi
zikreder, ta’dil’i ise görmezden gelir.
Bu Muhammed İbnu Humeyd’den, Ebû Dâvûd,
Tirmizî, İbnu Mâce, Ahmed İbnu Hanbel ve Yahyâ
İbnu Maîn rivâyet etmiştir. İbnu Ebî Hayseme ‘İbnu
Maîn’e o sorulmuş, İbnu Maîn’de sağlamdır, onda bir
beis yoktur, Râzî zekîdir, demiştir’ dedi. Ahmed İbnu
Hanbel, ‘Muhammed İbnu Humeyd durdukça Rey
şehrinde ilim devam edecektir’ demiştir. Sâğânî ve
Zuhelî Onu övenlerdendir. Halîlî, el-İrşâd’da ‘hâfızdı
ve bu işi (hadîs ilmini) bilenlerden birisiydi, Ahmed ve
Yahyâ ondan râzı olmuştur’ dedi. Buhârî’de ‘hakkında
nazar vardır’ demiştir.
Böylesi bir kimse, böyle bir haberde ithâm
edilemez. Hicrî 248’de yüksek bir yaşta vefât etmiştir.
İmâm Mâlik öldüğünde (Râzî’nin) yaşı 15’ten aşağı
değildi. Hâlbuki onlar (Hanbelî mezhebine mensûb
olduğunu söyleyen ve tevessülü inkâr edenler),
imâmları(olduğunu iddiâ ettikleri Ahmed İbnu
Hanbel)in Müsned’inde 5 yaşında olan kimsenin
rivâyetini kabûl etmektedirler.
Ya’kûb İbnu İshâk’ta hiçbir beis yoktur. Nitekim
Hatîb, Târîh’inde böyle dedi.
Ebu’l-Hasen Abdullah İbnu Muhammed
İbnu’l-Müntâb, Kadı İsmail’in en büyük talebelerindendir. Muktedir, bu İbnu’l-Müntâb’ı, üç yüz
senesi civarlarında Medine-i Münevvere kadılığına
getirmişti. O zamanda ilim sâhiblerinden ileri gelen
sağlam kişilerden başkası Medine-i Münevvere
kadılığına getirilmezdi. İbnu’l-Müntâb’ın isminde
birçokları yanlışa düşmüştür. Talebesi Muhammed
İbnu Ahmed İbni’l-Ferec’i, Sem’ânî, el-Ensâb(isimli
kitâbın)da Cezâirî’yi anlatırken güvenilir bulmuş
ve İbnu’l-Esîr, el-Lübâb’da O’nu tasdîk etmiştir.
Ebû’l-Hasen (İbnu Alî) el-Fihrî70 güvenilir ve
sağlam kimselerden olup, Zehebî’nin el-’İber’inde
tanıtılmıştır. İbnu Dilhâs, İbnu Abdi’l-Berr’in
şeyhlerinin sağlamlarındandır ve İbnu Büşküvâl’ın
es-Sıle(isimli eserin)’de tanıtılmıştır. Bu kitâb
Madrid’de basılmıştır…71 Sübkî onların hâllerini
Şifâu’s-Sikâm isimli eserinde bizim zikrettiğimizin
dışına çıkmayacak bir şekilde anlatmıştır.
İbnu Abdi’l-Hâdî bu haberi kabûl etmekten
kaçınmaktadır. Çünki O, çâresiz, şeyhi (İbnu
Teymiyye)’nin
yanlışlıklarına
dokunmaktadır.
İbnu’l-Müntâb bu haberi rivâyet etmekle, şeyhi
70 İmâm Kevserî, bu râvîyi ‘el-Fihrî’ şeklinde zabt etmiş, Tabakât
ve Ricâl kitâblarında da görebildiğimiz kadarıyla böyledir.
Ancak Şifâ ve şerhlerinde, ‘el-Fihr’ şeklindedir. Allahu a’lem.
71 İmâm Kevserî, İyâd’ın haberi kendilerinden aldığı şeyhlerinin
sağlam olup olmadıkları hakkında bir şey dememiştir. Ancak
aşağıda da geleceği üzere, Hâfız Muhaddis Hafâcî onların
güvenilir ve sağlam kimseler olduğunu söylemiştir.
Kadı İsmâîl’in, el-Mebsût’undaki, İbnu Vehb’in
Mâlik’den yaptığı rivâyete zıd olarak yaptığı rivâyeti
reddetmesini murâd etti. İsmâîl Irak’lı âlimlerdendir.
Mısır’lı ve Medîne’li âlimler Mâlik’in me’selelerini (söz
ve ictihâdlarını) onlardan (Irak’lı âlimlerden) daha iyi
bilirler. Üstelik İsmâîl, (Mâlik’den) zikrettiğini Mâlik’e
isnâd etmedi, irsâl etti.72 Lâkin bu, İbnu Abdi’lHâdî’nin nefsinin arzusuna uyduğundan, bunu,
İbnu Müntâb’ın rivâyetinin aksine, senedini araştırıp
sormadan kabûl etmektedir. Fikrince senedini
anmaya ihtiyâc bırakmayacak ölçüde (İsmâîl’i) aşırı
bir şekilde medhetmektedir. Dâvûd el-Isfehânî’nin
Onun hakkında söylediğini sanki görmedi. Allah
teâlâ’nın, yarattıklarında birçok şeyler (hikmetler)
vardır.
Üstelik Âdem aleyhisselâm’ın tevessülü hakkında
birbirini kuvvetlendiren başka rivâyetler de gelmiştir
ki, yazdıklarımızla yetinerek onları zikretmeye hâcet
duymadık. Çünki geçen hadîsler, -ne olursa olsunhasmını alt etmek istemekte zorâkiliklere girmeyen
her bir kimseye yeter.
(Yedinci Hadîs): Onlardan birisi de İbnu Mâce’deki
‘namaza yürüme(nin âdâbı) bâbı’ndaki Ebû Saîd elHudrî radıyellâhu anhu’nun hadîsidir:
َ ‫{ َم ْن َق‬
‫ني‬
َّ ‫ال ِإذَا َخ َر َج ِإ َلى‬
َ ‫السا ِئ ِل‬
ُ ‫الصلاَ ِة َا َّل‬
َّ ِّ‫له َّم ِإنِّى َأ ْس َأ ُل َك ب َِحق‬
َ
َ
َ
ُ
} ‫اى َه َذا أ ْسأل َك أنْ ُت ْن ِق َذ ِنى ِم َن ال َّنا ِر‬
َ ‫َع َل ْي َك َوب َِحقِّ ممَ َْش‬
“Kim evinden namaza çıktığında, ‘Senden,
Senden isteyenlerin sendeki hakkı ve bu yürüyüşüm
hakkı ile (hakkı için) istiyorum…. Senden, beni
ateşten kurtarmanı istiyorum,73 derse...’74
Şihâb el-Bûsîrî, Misbâhu’z-Zücâce fi Zevâidi İbni
Mâce’de75 şöyle dedi:
İbnu Mâce’nin bu isnâdında peşpeşe zayıf râvîler
vardır: Atıyye -ki Avfîdir-, Fudayl İbnu Merzûk ve
Fadl İbnu’l-Muvaffak’ın hepsi zayıf râvîlerdir.
[Lâkin Fadl İbnu Muvaffak, İbnu Uyeyne’nin
dayıoğludur. Hakkında Ebû Hâtim, sâlih bir kimse
olup, hadîsi zayıftır, demiştir. O’nun dışında bu
72Kesintisiz senedle Mâlik’e dayandırmayıp, Ondan rivâyet
edeni atlayarak kesik bir senedle O’ndan rivâyet etti.
73 ‘O’nun senin yanındaki hâtırı ve rütbesi hürmetine senden
istiyorum’, derse…
74 Ahmed İbnu Hanbel (3/21), İbnu Ebî Şeybe (15/106-107,
H:29812, Muhammed Avvâme tahkîkı. Metindeki lafız, İbnu
Ebî Şeybe’nindir.), İbnu Mâce (778), İbnu’s-Sunnî (84-85) ve
[İbnu Huzeyme, (Sahîh’inin bir cüzü olan) et-Tevhîd (1/4142, M. Avvâme, Musannef hâmişi:15/106-107) Taberânî,
ed-Düâ (2032, M. Avvâme, el-Musannef hâmişi:15/106-107),
İbnu Menî’, Ebû Nuaym Fazl İbnu Dükeyn, Kitâbu’s-Salât
(İbnu Hacer, Netâicü’l-Efkâr:1/273, M. Avvâme, el-Musannef
hâmişi:15/106-107)]
75 El-Bûsîrî, Mısbâhu’z-Zücâce (132-133, H:263), Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, 1414
52
râvînin zayıf olduğunu söyleyen de yoktur. Zayıflıkla
suçlanmasının sebebi de açıklanmamıştır.76 Belli de
değildir. Hattâ Büstî (İbnu Hibbân), bunun sağlam
olduğunu söylemiştir.]77 Ancak, İbnu Huzeyme,
bu hadîsi, Sahîh’inde Fudayl İbnu Merzûk yoluyla
rivâyet etmiştir ki, bu rivâyet O’na göre sahîhtir.78
Onu Rezîn de zikretmiştir.
Onu Ahmed İbnu Menî’ de, Müsned’inde, rivâyet
etmiştir ve (şöyle demiştir): Bize Yezîd rivâyet etti, (O),
bize Fudayl İbnu Merzûk rivâyet etti (dedi). Böylece
onu isnâdı ve metni ile zikretmiştir. (El-Bûsîrî’nin Sözü
Bitti.)
Alâuddîn Muğlatay, el-İ’lâm Şerhu Süneni İbni
Mâce’de şöyle dedi: Bu hadîsi Ebû Nuaym el-Fadl -ki
o İbnu Dükeyn’dir- Kitâbu’s-Salât’da Fudayl İbnu
Merzûk’tan, (O) Atiyye’den, (O) Ebû Saîd-i Hudrî
radıyellâhu anhu’dan mevkûf olarak rivâyet
etti.79 (Muğlatay’ın Sözü Bitti.)
Atıyye, (hadîsi) Ebû Saîd el-Hudrî radıyellâhu
anhu’dan rivâyet etmekte yalnız değildir. Aksine,
Abdulhakem İbnu Zekvân’ın rivâyetinde, Ebu’sSıddîk, (onu) Ebû Saîd’den rivâyette, Atıyye’ye
mutâbeat etmiştir.80
Bu zât da, her ne kadar Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî,
hadîsi, el-’İlel(ü’l-Mutenâhiyye)’de onunla illetli
kabûl ettiyse de, İbnu Hibbân’a göre sağlam bir
râvîdir...
İbnu’s-Sünnî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle’de Vâzi’in
bulunduğu bir senedle Bilâl’den rivâyet etmiştir ki,
onda (senedde) ne Atıyye, ne İbnu Merzûk ve ne de
İbnu’l-Muvaffak bulunmamaktadır. (Rivâyette geçen
duâ şudur):
“Ey Allah’ım!.. (Ben senden, senden) isteyenlerin
sendeki hakkıyla istiyorum.”
Böylece ortaya çıkmıştır ki, ne Atıyye, ne İbnu
Merzûk, ne de İbnu’l-Muvaffak bu tarîklere
nazarla -üç tanesinin zayıflığı farz edilse bile- yalnız
kalmamışlardır. Bununla beraber Ahmed İbnu
Menî’in şeyhi Yezîd İbnu Hârûn, İbnu Merzûk’tan
rivâyet etmekte İbnu’l-Muvaffak’a ortak olmuştur.
Kezâ, el-Fadl İbnu Dükeyn, İbnu Fudayl, Süleymân
İbnu Hayyân ve diğerleri de böyledir.
Atıyye şiileşmekle kınanmıştır; lâkin Tirmizî
76 Cerh, müfesser değildir, kınamanın sebebi açıklanmamıştır;
dolayısıyla mu’teber değildir.
77 Bu köşeli parantez arası makâlenin dipnotunda yer aldıysa
da onu içinde zikretmeyi münâsib gördük.
78 El-Bûsîrî, İbnu Mâce Zevâidi el-Mısbâh’ında (132-133, H:263)
ve ona tâbi’ olarak es-Sindî de İbnu Mâce Hâşiyesinde (Dârü’lMa’rifeh) böyle demektedir. (1/429)
79 Alâuddîn Muğlatay, el-İ’lâm Şerhu Süneni İbni Mâce
(Mektebetü Nezzâr Mustafa Bâz) (4/1316-1317)
80 Ayni hadîsi aynî Sahâbî’den rivâyet etmekte O’na uymuştur.
53
birçok hadîste O’nun rivâyetini hasen kabûl etmiştir.
İbnu Maîn’den O’nun sâlih bir kimse olduğu
rivâyet edilmiştir. İbnu Sa’d’ın ‘inşâallâh O sikadır,
sağlamdır’ dediği anlatılmıştır. İbnu Adiyy, ‘O’nun
sâlih (işe yarar) hadîsleri vardır’ demiştir. Hudrî’yi
açıkça ifâde ettikten sonra bilhassa mutâbeatlerle
beraber tedlîs ihtimâli kalmamıştır. İbnu Merzûk’un
sika kabûl edilmesi Müslim’e göre ağırlık kazanmış
ve O’ndan Sahîh’inde rivâyet etmiştir.
Üstelik hadîs, Bilâl radıyellâhu anhu’nun tarîkiyle
de rivâyet edilmiş olup,81 sağlamlık derecesi ne
kadar düşse, delîl olmak mertebesinden aşağı
düşmez.82 Hattâ mütâbi’ ve şâhidlerinin83 çokluğu
sebebi ile, sahîhlik ile hasenlik arasındadır.84 Nitekim
biz onlara (mütâbi’ ve şâhidlerine) işâret ettik.
‘Cerh, ta’dilden önce gelir’ diyenlerin sözü -zayıf
(bir kanaat ve ictihâd) olmasına rağmen- (cerh ve
tâ’dîl’in) terâzideki denklikleriyle (aynı ağırlıkta olup)
teâruz ettikleri (çeliştikleri) zamandadır. Bunun
isbâtının önünde ise birçok uçurumlar vardır. (İsbâtı
zor, hattâ neredeyse imkânsız bir şeydir.) İşte bu
yüzden bid’atçilerin, ehl-i hadîs’in, sağlamlığın kendi
katlarında ağırlık kazanmasıyla sağlam bulduğu
râvîlerin rivâyetiyle sâbit olan hadîsleri reddetmek
içün bu (‘cerh, ta’dilden önce gelir’) sözü(nü) mesned
edinmelerinin imkânı yoktur.
Bu hadîsi, iki hadîs hafızı, Irâkî, İhyâ Tahrîci’nde,85
İbnu Hacer de Emâli’l-Ezkar’da86 hasen bulmuşlardır.87
81 Yani, Ebû Saî el-Hudrînin yaptığı rivâyetin, bir başka Sahâbî
olan Bilâl’den de gelen şâhid’i de vardır.
82Yani hasen olmaktan aşağı düşmez.
83 Mütâbi’: Bir kişi bir râvîden bir isnâdla bir Sahâbî’den bir
hadîs rivâyet eder ve bir başka kişi, aynı râvîden veya onun
üstündeki râvîden aynı isnâd ile aynı hadîsi aynı Sahâbî’den
aynı lafızla veya aynı ma’nâ ile rivâyet ederse, ikinci hadîse
(veya râvîye) ‘mütâbi’ ismi verilir.
Şâhid: Tercîh edilen meşhûr görüşe göre bir Sahâbî’den
yapılan rivâyetin başka bir Sahâbî’den yapılması hâlinde
ikinci rivâyet birincinin Şâhidi olur.
Bazıları da “bir rivâyet, -ister bir Sahâbî’den, ister iki ayrı
Sahâbîden olsun- diğerine lafızda uyarsa, mütâbi’, manada
uyarsa şâhid olur” demişlerdir.
Kimileri de “Mütâbi’ ve Şâhid’in ikisi de aynı manadadır”
demişlerdir. [Mukaddimetü’d-Dihlevî (biraz tasarruf ile):6364 Dâru İbni Kesîr,1426)]
84 Allahu a’lem sahîh liğayrihî.
85[Hafız Irâkî, İhyâ Tahrîci (1/323)], M. Avvâme, el-Musannef
hâmişi:15/107
86[İbnu Hacer, Netâicü’l-Efkâr (1/272)], M. Avvâme, elMusannef hâmişi:15/107
87Ayrıca, şu Hadîs Hâfızları da bu rivâyeti hasen kabûl
etmişlerdir: [Hafız Abdu’l-Ğanî el-Makdisî, en-Nasîha fi’lEdiyeti’s-Sahîha, Münzirî’nin şeyhi Ebû’l-Hasen el-Makdisî,
-ki bunu ondan Münzirî nakletmiştir- (et-Terğîb:2/458-459),
Dümyâtî, el-Metceru’r-Râbih (1325)], M. Avvâme, el-
Hadîste, Müslümanların umûmu/geneli ve ileri
gelenleriyle tevessül vardır.
Suâlin iki mef’ûlünden birisine }‫{ب‬/bâ harfini
dâhil etmek, sadece isti’lâmî (bilgi edinmek içün olan)
suâllerdedir.
Nitekim Allah’ın, }‫اس َأ ْل ِب ِه َخبِير ًا‬
ْ ‫{ َف‬/ ‘onu, haberi
olana sor’ 88 ve }‫اب َوا ِق ٍع‬
ٍ ‫{ َس َأ َل َسآ ِئ ٌل ب َِع َذ‬/‘bir soran vuku
bulacak olan azâbı sordu’ 89 âyeti celîlelerinde
böyledir.
İsti’tâî (‘birinin vermesini istemek’ manasındaki)
suâle gelince…
Onda }‫{ب‬/bâ harfi ancak kendisiyle tevessül
edilen (aracı kılınan) kimseye girer. İşte sana hadîs
rivâyetleriyle gelen duâlar…90 O hâlde burada ikinci
mef’ûle }‫{ب‬/bâ’nın girmesini tasavvur etmek, sözü
hevâ ile çığırından çıkarmaktır ve kulakların duymak
istemediği bâtıl bir na’radır.
‘Hak’ kelimesinin ma’nâsı (mecbûrî) icâbet değil,
aksine yalvararak isteyen kimselerin Allah sübhânehû
ve teâlâ’nın fazlından hakettikleri şey demektir. Bu
yüzden, ‘isteyenlerin hakkıyla’ sözünü bu duâ eden
içün bir suâl/“sorup öğrenmek” saymak -bilhassa
hadîste ona atfedilen şeyler düşünülürse- katıksız bir
hezeyandır…
Hadîsin siyâkında bundan başka suâl olmaya
elverişli bir şey bulunmadığını iddiâ etmekse,
fevkalade gülünçtür. Bu iddiâ sahibinden, “beni
cehennemden korumanı’”91 sözü nereye gitti?..
Te’kid içün fiilin nice kez tekrâr edildiği olur... Öyleyse
َ ‫ ’{ َأ ْس َأ ُل‬daki istenen
son fiildeki, }‫ك َأنْ ُت ْنقْ َذ ِنى ِم َن ال َّنا ِر‬
َ
ِ
ِ
ِ
َ
}ِ‫�ن ال ِّنار‬
�
‫م‬
‫ى‬
‫ن‬
‫ذ‬
‫ق‬
‫ن‬
‫ت‬
‫أ‬
{/(‘beni
ateşten
kurtarman’,
ْ‫ن‬
ُ
ْ
َ
َ
َ
ُ
َ
bundan), önce geçen iki }‫ {أ ْسألك‬fiilindeki suâlin/
istenenin tâ kendisidir. Hatta bu fiiller, te’kid bâbından
olmasaydılar, o zaman tenazu’ bâbına gireceklerdi.92
Dolayısıyla her takdîrde bu kayıd [}‫{ َأنْ ُت ْن ِق َذ ِنى ِم َن ال ِّنا ِر‬
َ ‫ { َأ ْس َأ ُل‬ile de alâkalı olduğu kaydı]
’nin birinci }‫ك‬
mu'teber olmaktadır.
‘Falancı ile’ veya ‘falancının hakkı içün’ veya
‘falancanın hürmetine’ gibi ifâdelerle, ‘Allah’tan
başkasına yemîn edilmiş olur’ düşüncesi ile
tevessül’ü reddetmeye yeltenenler, sadece Mustafa
sallellâhu aleyhi ve sellem’e redde kalkışmaktadırlar.
Zîrâ tevessül siğalarını/kalıplarını, öğreten odur. O
ifâde biçimleri içerisinde şahıslarla tevessül de vardır.
Tevessül nerede, yemîn nerede?
(Tevessülle beraber) burada ‘istiğâse’/(birinden
ğavs yani yardıma koşmasını istemek), ve ‘istiâne’/
(birinden yardım istemek)’ kelimelerini ilâve
etmemizde hiçbir beis yoktur. Hepsi aynı vâdidendir:
Buhârî’deki şefaat hadîsinde;
“(İnsanlar) Âdem aleyhisselâm’dan, sonra Mûsâ
aleyhisselâm’dan, sonra da Muhammed sallellâhu
aleyhi ve sellem’den ğavs (medet ve yardım)
isteyecekler” (ifâdesi vardır.)
Bu (rivâyet), tevessül ederken ‘istiğâse’ lafzının
(da) kullanılmasının câiz olduğunu göstermektedir.
Taberânî’deki “bana istiğâse edilmez (benden
Musannef hâmişi:15/107
88 Furkan: 59
Bu cümledeki, ‘onu haberdâr olana sor’ derken, ‘sor’ fiil
(yüklem), ‘sor’daki gizli ‘sen’ fâil (özne), ‘o’ ve ‘haberdâr’
kelimeleri de iki mef’ûldürler (nesnedir.) Söylenmek istenen
şudur: {‫ } َس َأ َل‬/‘seele’ fiili ‘sorup bilgi öğrenmek’ ve ‘bir şey
istemek’ gibi değişik manalara gelir ve her ikisi de iki mef’ûl
alır. Bunlardan bilgi edinmek içün olan ‘suâl’in mef’ûl’üne
{‫} ِب‬/‘bâ’ harf-i cerri girer. Metindeki iki misâlde olduğu gibi.
Ancak ‘haber öğrenmek’ içün değil de ‘bir şey istemek ve
almak’ manasında olan, ‘suâl’in iki mefûl-i bih’inden hiçbirine
َ ‫ }س َأ َل‬/‘seelellâhe bihî’l{ِ‫}ب‬/‘bâ’ harfi girmez. {‫اهلل ِب ِه ال َْعا ِف َي َة‬
َ
âfiyete’/ ‘Allah’dan onu istedi’ manasında değil, ‘Allah’dan
onun ile (hâtırına) âfiyet istedi’ demek olur. ‘İstedi’ fiil,
‘Allah’dan’ mef’ûl, ‘âfiyeti’ kelimesi diğer mef’ûl-i bih,{‫} ِب ِه‬
‘bihî’ kelimesi ise vâsıta edinilen mef’ûl/nesne olur. Yani,
‘bihî’ lafzı ‘suâl’in iki mef’ûl-i bihinden biri olamaz; ikinci
mefrûlün bih “el-âfiyete’ kelimesidir.
89 Meâric: 1
ِ َ‫ َقل ًْبا خ‬...‫} َأل ِّل ُه َّم ِانِّى ا َْس َا ُل َك‬/‘Ey
90 Meselâ, hadîsde gelen {‫اش ًعا‬
Allahım!... Şübhesiz ki ben, Sen’den korkan bir kalb suâl
ediyorum (istiyorum)’ şeklindeki duâda olduğu gibi. Burada
‘istiyorum’ fiil, ‘senden’ birinci mef’ûl-i bih, ‘korkan bir kalb’
de ikinci mef’ûl-i bih. İkisinde de ‘bâ’ harfi yok. Bunların
dışında bir mef’ûl’e ‘bâ’ girecek olsaydı, ‘vasıtasıyla’ veya
َ ‫} ِب َن ِب ِّي‬/‘bi
‘aracılığıyla’ manasında olurdu. Cümleye meselâ {‫ك‬
nebiyyike’ kelimesini ekleseydik, ondaki ‘bâ’ ile ‘Nebin
(vâsıtası) ile’ demiş olacaktık.
91 ‘Nebin ile Senden beni cehennemden korumanı istiyorum’
cümlesinde, ‘istiyorum’ fiil, ‘senden’ birinci mef’ûl-i bih,
‘beni korumanı’ ikinci mef’ûl-i bih, ‘Nebin ile’ de tevessül
edilen, vesîle edinilen, ‘Nebin hâtırına’ ma’nâsında. Yoksa
‘Senden Nebîni istiyorum’ veya ‘Sana nebîni soruyorum’
gibi ‘şiddetli güldürecek’ ve ‘uzun uzun eğlendirecek’ olan
manalar değil…
92 İki fiilden her biri, bir lafzı kendine bir fâil veya her biri mef’ûl
veya biri fâil diğeri de mef’ûl olarak almak isterse, buna
‘tenâzu’ yani iki fiilin bir lafız üzerinde çekişmesi denir ki,
teferruatı uzundur. İşin daha fazla olan nahiv inceliklerini
ehline bırakıyor, ziyâde îzâha dalmayı lüzûmsuz görüyoruz.
َ ‫ين َعل َْي‬
Burada şöyle denilir: {‫ك‬
َ �‫�س��ا ِئ � ِل‬
َ �‫’} َأ ْس َأ ُل َك ِب‬deki,
َّ �‫�ح��قِّ ال‬
{ُ‫} َأ ْس َأل‬/‘istiyorum’, iki mef’ûlün bih istiyor: Birincisi, şu fiilin
sonundaki {‫} َك‬/‘sen(den)’ ikincisi ise burada açıkta yok; ancak
ilerideki {‫} َأنْ ُت ْنقِذَ ِنى ِم َن ال َّنا ِر‬/‘beni ateşten kurtarman(ı)’ lafzını
mefûl olarak almak istiyor, {‫�ن ال َّنا ِر‬
َ �‫ ’} َأ ْس َأ ُل َك َأنْ ُت ْنقْ ذَ ِنى ِم‬deki,
َ ‫’} َأ ْس َأ ُل‬nin ‘{ُ‫} َأ ْس َأل‬/’itiyorum’ fiili de sonuna takılan birinci
{‫ك‬
mef’ûl {َ‫}ك‬/‘sen(den)’ başka bir ikinci mefûl olarak yine hemen
dibindeki {‫} َأنْ ُت ْنقِذَ ِنى ِم َن ال َّنا ِر‬/‘beni ateşten kurtarman(ı)’ lafzını
mefûl olarak almak istiyor. Dolayısıyla iki {‫ } َأ ْس َأ ُل‬lafzı bir {ْ‫َأن‬
ِ‫ } ُت ْنقِذَ ِنى ِم َن ال ِّنار‬lafzını kendilerine ikinci mef’ûl olarak almak
istiyor ve çekişiyorlar. Nahiv mezheblerinden hangisini kabûl
ederseniz edin, birinin ikinci mef’ûlü kalmıyor; birinde zamir
takdîr etmek zorundasınız ki o, {‫} َأنْ ُت ْنقِذَ ِنى ِم َن ال َّنا ِر‬/‘beni ateşten
kurtarman(ı)’ lafzına dönecektir. Şâz olan nahiv görüşleri ise
meselemiz dışındadır.
54
meded etmem istenmez)” 93 hadîsine gelince…
Onun senedinde, (Abdullâh) İbnu Lehîa (isimli
bir râvî) bulunmaktadır ki, O’nun hâlini biz el-İşfâk
isimli kitâbımızda açıklamıştık. Dolayısıyla (bu rivâyet
sâlihlerle tevessül yapılabileceğine dâir olan) sahîh
hadîs(ler)le boy ölçüşemez.
“Yardım istediğinde Allah’dan iste” � hadîsine
gelince… O, “Her hangi bir yardım istenilecek kimseden yardım istediğin zaman, Allah’dan yardım
iste’” ma’nâsındadır. Üstelik tarîklerinin tamamında
bir yumuşaklık/hafiflik vardır.
Hadîs, bu şekilde anlaşılmakla, hakîkat ma’nâsına
yorulmuştur. Dolayısıyla Müslüman, sebeblerden
herhangi bir sebeble yardım istediği zaman
sebeblerin sâhibi olan Allah’ı aslâ unutmayacaktır.
İşte size Ömer radıyellâhu anhu. Abbâs ile istiskâ
ettiği zaman, istiskâsında, ‘ey Allah’ım, bize yağmur
yağdır’ demeyi unutmamıştır. İslâmi edeb işte budur.
Eğer hadîsi bu ma’nâya yormazsak, o zaman mecâz
zorâkiliklerine gireceğiz ve elbette birçok âyetler
ve hadîsler ona muârız olacaktır ki, onları sayıp
dökmekte sözü uzatmak vardır.
Üstelik hadîsteki }‫{ ِاذَا‬/izâ kelimesi }‫{ ُك َّل َما‬/küllemâ
(her ne zaman ki) ma’nâsını ifâde etmekten çok
uzaktır. Aksine o, mantıkçılara göre ihmâl sigalarındandır.94 O yüzden hasmın buna tutunmaya aslâ
gücü olmaz. Sen buna, zamîrin müfred getirilmesini
95
de ilâve et.
İleri gelen zâtların -ki İbnu Abbâs radıyellâhu
anhumâ da onlardan birisidir- istiânelerinin (sebeblerle değil) müsebbibu’l-esbâb (sebebleri sebeb
yapan Allah) ile olması, onlar içün güzel bir şeydir.
‘(Allah teâlâ’nın) Sadece senden yardım isteriz’
sözüne gelince; bu sibâk ve siyâk (başı ve sonu)
karînesi (alâmet ve ipucu) ile hidâyet husûsundadır.
Nitekim bu, münacaat (Allah’a yalvarıp yakarmak)
hâline en lâyık olandır. O yüzden onda sıradan olan
dünyevî sebebleri iptal etmek yoktur.
Birçok kıymetli eserlerin sâhibi arkadaşımız,
muhakkık, allâme, büyük üstâd şeyh Muhammed
Haseneyn el-Adevî el-Mâlikî rahimehullâh,
Teymiyye’cilerin tevessül etrâfında uydurdukları
birçok şübheleri savmak içün nice kitâblar te’lîf
etmiş ve tatlı açıklamaları, kıymetdâr tahkîkleriyle
(incelemeleriyle) onların karanlıklarını gidermiş
olmakla çok güzel yapmıştır. Onun ilimdeki makamı,
şunların şeyhlerinin şeyhlerinin rütbesinden ehl-i
ilmin arasındaki ittifakla derecelerce üstündür.
93 Taberânî, (Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid:10/159)
94 “Her zaman” ve “bazen’” ma’nâsındaki lafızlardan boş
bırakılan ve “bazan” manasına gelen kalıplardandır.
95 Yani cemi/çoğul olarak “istâne edin” denilmeyip müfred/
tekil olarak “istiâne et” denilmiştir.
55
Kabirdeki kimselerin işitmeleri ve idrâk etmeleri
mes’elesine gelince… Bu husûstaki delîlleri en
geniş bir şekilde sayıp dökenlerden birisi muhaddis
Abdülhayy el-Leknevî olup, Tezkiretü’r-Râşid’de
bunu yapmıştır.96
“Sen kabirdekilere işittiremezsin”97 âyeti celîlesine gelince… O muhakkıklara göre müşrikler hakkındadır. Orada (Tezkiretü’r-Râşid’de) bunun da tahkîki
vardır. O hâlde muğâlatacıların muğâlatalarına (demagogların demagojilerine) iltifât etme!.
Bu hadîslerle (Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in söz
ve işlerine dâir rivâyetlerle) ve eserlerle (Sahâbe’nin
söz ve işlerine dâir rivâyetlerle) ortaya çıkmaktadır ki,
Nebîler, velîler ve sâlihlerle, diriler olsun, ölüler olsun
tevessül etmeyi inkâr edenlerin yanında en küçük bir
hüccet yoktur. Ve Müslümanlara, tevessül sebebiyle
şirke girmek iftirâsını atmak, zararı bu iftirâyı
atana dönecek olan sonu düşünülmeden bir işe
saldırmaktan başka bir şey değildir. Allah teâlâ’dan
(bu ve benzeri musîbetlerden) selâmet (kurtulmayı)
isteriz.
Sıradan insanlar arasında ziyâret ve tevessül
âdâbına riâyette hatâ eden kimseler varsa; o zaman
ilim sâhiblerine mutlak gerekli olan, onları rıfk ve
mülâyemetle (yumuşak bir şekilde) doğruya irşâd
etmektir. Tevessül ve ziyârete dâir olan Ümmet’in
amelî, şu Harran’lının (İbni Teymiye’nin, onu) inkâr
etmek bid’atine gelinceye kadar devâm etmiştir.
Ehl-i ilim onun hîle ve tuzağını göğsüne çevirmiş ve
onun fitnesi, belâlarını bilmeyen kimseler yanında
devâm etmiştir. Âlûsî ve onun tefsîrinde tasarrufta
bulunan oğlu, birtakım hatâlar yapmışlardır ki, bu
delîller onlara cevâb vermektedir. Bu ikisi birtakım
mes’elelerde, komşuları (Sıddîk Hasan Han elKannûcî) ve bazı şeyhlerinden onlara sirâyet eden
şeyden (hastalıklardan) dolayı muzdarib (fikirleri
oturmamış) kimselerdi. Burası, bunun genişçe
anlatılmasının yeri değildir.
Ümmet’in, yaratılanların en hayırlısı ile tevessül
hakkındaki amelini öğrenmek isteyenler imâm ve
önder Ebû Abdillâh el-Numan Muhammed İbnu
Mûsâ et-Tilimsânî el-Mâlikî’nin Mısbâhu’z-Zalâm
fi’l-Müstağîsîne bi Hayri’l-En’am98 isimli kitâbına
müracaat etsinler. Bu zât hicri 683’de vefât etmiştir
ki, kitâbı Dâru Kütübi’l-Mısriyye mahfûzâtındandır.
Bu yazılanlarda, sırf ötekinin berikinin hatasını
bulmaya ve hasmını -ne olursa olsun- yenmeye
çalışmayan herkes içün yetecek bilgi ve delil vardır.
96 Abdülhayy el-Leknevî, Tezkiretü’r-Râşid, Mecmûatü
Resâili’l-Leknevî (6/428-435) İdâretü’l-Kur’ân,1419, 1. baskı.
97 Fâtır: 22
98Bu kitâb, yakınlarda Hüseyin Muhammed Ali Şükrî’nin
gayret ve çalışmasıyla Dârü’l-Medîneti’l-Münevvere ve
Dârü’s-Seyyid Abbâs Sakar el-Hüseynî tarafından müştereken
basılmıştır. Trhsz.

Benzer belgeler