pdf indir - Türk Solu Gazetesi

Transkript

pdf indir - Türk Solu Gazetesi
2
İÇİNDEKİLER
8. Kitap Fuarı ANKARA
2
3
4
BAfiYAZI
Gökçe Fırat
Apo, Tayyip, Perinçek kumpas üçgeni
5
GÜNDEM
Ali Özsoy
Ekonomik “mucizeyi” çökerten değerli yalnızlık
8
UNUTULMAZ KAPAKLAR
Türk Solu’na sansür devam ediyor
Unutulmaz Kapaklar
Gazetemize PTT sansürü
Gazetemizin 428. sayısı “Asılacak Adamsın
Ulan!” sloganıyla çıkmıştı. Abonelerimize
posta kanalıyla ulaştırdığımız gazetemizin
bu sayısı yasadışı bir biçimde PTT tarafından
sansüre tabi tutularak dağıtımı engellendi.
Her sayımızda olduğu gibi abonelerimize
ulaştırılmak üzere hazırlanan gazeteler PTT’ye
gönderilmiş, ancak “bir yerlerden” son anda
gelen yasadışı bir emirle gazetemizin dağıtımı
durdurulmuştu. PTT sansürü tamamen
kanunsuzdu ve ancak II. Abdülhamit
döneminde yaşanabilecek bir durumdu.
PTT’nin “yukarılardan” gelen yasadışı bir
emirle dağıtımını durdurup sansür uyguladığı
bu sayımız hakkında savcılık tarafından bir
soruşturma başlatılmıştı, ancak hakkında
toplatma vb. bir karar verilmemişti.
Başyazarımız Gökçe Fırat, yazarlarımız
ve Türk Solu okurları 14 Aralık 2013’te
Galatasaray Lisesi önünde, sansürlenen
428. sayının kapağı ve üzerinde “Türk Solu
Sansüre Boyun Eğmez!” yazılı dövizlerle
sansürü protesto etti, Gökçe Fırat da bir basın
açıklaması yaptı. Ardından sansürlenen 428.
sayının İstiklal Caddesi boyunca elden satışı
yapıldı.
Türk Solu’na sansür CHP Tokat
Milletvekili Dr. Orhan Düzgün tarafından
Meclis gündemine taşındı. Düzgün, Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın yazılı olarak cevaplaması
isteğiyle bir soru önergesi verdi.
428. sayı ile ilgili İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından açılan soruşturma ile
ilgili olarak Başyazarımız Gökçe Fırat 20
Aralık 2013’te ifade verdi.
Gökçe Fırat’ın
toplam 12 yıl hapsi istendi
428. sayıyla ilgili başlatılan soruşturma 16
TÜRKSOLU
Haftal›k Siyasi Gazete
‹stanbul ‹rtibat:
(0212) 292 65 26-28-29
Y›l: 12 Say›: 434
26 Ocak 2014 Fiyat›: 5 TL
Ankara ‹rtibat:
(0312) 438 00 70
Sahibi ve Sorumlu Yaz›iflleri
Müdürü: ‹leri Yay›nc›l›k
Reklamc›l›k Ltd. fiti. ad›na
Fehmi Özgür Erdem
e-posta:
[email protected]
Genel Yay›n Yönetmeni:
Ali Özsoy
Abonelik
Kifliler: 300 TL
Kurumlar: 600 TL
Yurtd›fl›: 250 euro / 350 $
YÖNET‹M YER‹: ‹stiklal Cad.
‹mam Adnan Sok. Ça€atay
‹flhanı. No: 11 D: 38
Beyo€lu - ‹stanbul
26/01/2014
Internet adresi:
www.turksolu.com.tr
Abonelik servisi:
[email protected]
Ocak 2014’te tamamlandı ve Başyazarımız
Gökçe Fırat hakkında “Başbakan Tayyip
Erdoğan’a hakaret ve suç işlemeye basın
yoluyla teşvik ve tahrik”ten dava açıldı.
Savcılık Gökçe Fırat’ın Başbakan’a
hakaretten 3 ay ila 2 yıl arasında,
suça teşvikten ise 1 ila 10 yıl arasında
cezalandırılmasını talep etti.
Gökçe Fırat yaptığı açıklamada şunları
söyledi:
“Dediklerimin arkasındayım, bu dava
bitmeden Tayyip Erdoğan asılmış olacak.
Türk Solu’nu sansürle veya cezalarla
susturabileceklerini sananlar boşuna hayal
kurmasın: Herkes Susar Türk Solu
Susmaz!”
Bas›ld›€› Yer: İstiklal Matbaası
Yıldız San. Sit. Kat:3
Cevizlibağ - İstanbul
Tel: (0212) 481 92 57
TÜRKSOLU’nda ç›kan tüm yaz›lar›n
haklar› sakl›d›r. ‹zin al›nmadan
ve kaynak gösterilmeden
ço€alt›lamaz, da€›t›m yap›lamaz.
Yay›n türü: Yayg›n süreli.
Yazılarınızı yayınlanması için
[email protected] adresine
gönderebilirsiniz.
YAYIN KURULU
Gökçe Fırat
Özgür Erdem
Ali Özsoy
Kaya Ataberk
Serap Yeşiltuna
Okan İşbecer
Nur Bostancıoğlu
Tuğrul Çelik
Kuzey Fırat
Hazar Arısoy
İsmail Bostancıoğlu
Tamer Işıtır
Nur Bostancıoğlu
Tayyip haddini bil!
10
Özgür Erdem
MİT kamyonunu aratmadı
Genelkurmay “Kozmik Oda”yı arattı
12
HAFTANIN PORTRESİ
Hazar Arısoy
“Son Kale”nin teslim olmayan kumandanı:
Aziz Yıldırım
14
GÜNDEM
Kaya Ataberk
Kürt Nakşîliğinin kökeni Şehrizorlu Şeyh Halid
ve İngiliz Ajanı Claudius Rich
16
DOSYA
İsmail Bostancıoğlu
Paralel Yargı mı? Hükümet Yargısı mı?
Yoksa Bağımsız Yargı mı?
18
GÜNDEM
Tamer Işıtır
AKP gider devlet kalır!
20
YURT ve DÜNYA
Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
Doğu komşumuz İran
22
ULUSAL KALE
Eser Özaltındere
“Eski piyon AKP” out “yeni piyon CHP” in!
23
ŞİİR
Orhan Öcalgiray
Bu akşam her yer Atatürk Çiçekleri
24
SÖYLEŞİ
Feyzullah Budak
Mağcan, Atatürk’ün ruh ikizidir
26
HUKUK ve EKONOMİ
Osman Oy
MİT’in kamyonu aranabilir mi?
30
ŞİİR
Ozan Baraklı
Bu bana ders olsun
31
ARAŞTIRMA
Prof. Dr. Abdulhalûk M. Çay
Türkiye’de yaşayan topluluklar
32
GÜNDEM
Prof. Dr. Hidayet Sarı
RTE bir ajan provokatör mü?
35
TARİHİN ARKA SOKAKLARI
D. Ahsen Batur
Malazgirt Savaşı ve Kürtler
36
GERÇEĞİN İÇİNDEN
Ali Rıza Safa
Kur’an ve Atatürk
38
HAFTANIN GÜNDEMİ
Okan İşbecer
40
HAFTANIN ÖZETİ
Kuzey Fırat
42
OĞLUMA MEKTUPLAR
Serap Yeşiltuna
Bilal gibi olma oğlum...
GENÇ TÜRK
44
46
3
Türk Solu’na sansür
devam ediyor!
Türk Solu’nun bayilere çıkması Tayyip Erdoğan’ın emriyle
engelleniyor…
12 Ocak’tan sonra bu kanunsuz sansürü aşmak için çabalıyoruz.
Ancak üzülerek söylemek zorundayız ki henüz bu engeli aşabilmiş
değiliz.
Türk Solu’nun
bayilere çıkması Tayyip
Erdoğan’ın emriyle
engelleniyor…
Normal programa göre 12
Ocak’ta bayilerde bulunması
gereken gazetemize
matbaada el konulmuş ve
dağıtımı durdurulmuştu.
12 Ocak’tan sonra bu
kanunsuz sansürü aşmak
için çabalıyoruz. Ancak
üzülerek söylemek
zorundayız ki henüz bu
engeli aşabilmiş değiliz.
Kanunlarımıza göre basın
özgürlüğü tek başına bir
yazı yazma özgürlüğü
değildir, aynı zamanda bunu
yayınlama ve dağıtabilme
özgürlüğüdür. Yani
önemli olan bir fikrin veya
haberin üretilmesi değil,
bunun yayımının ve halka
ulaşımının önünde hiçbir
engelin bulunmamasıdır.
Ama Türkiye’de biliyoruz
ki “ileri demokrasi” var
ve bu “ileri demokrasi”de
de böylesi “ileri basın
özgürlüğü” var!
Eğer muhalifseniz, fikir
üretebilirsiniz ama bu
fikri halka ulaştırmanıza
engel olmak için gerekirse
Başbakan devreye girer ve
sizi sansürler.
Yandaş Sabah Grubu’nun
tüm kanunları çiğneyerek,
sözleşme hükümlerini
ihlal ederek yaptığı bu
sansür uygulaması için
hukukçularımız gerekli
girişimlerde bulunacaklardır.
Bu uygulamanın hukuki
bedelini, sadece patronları
değil, bu uygulamanın şu
veya bu şekilde uygulayanı
olan çalışanları da,
ödeyecektir.
Bunun dışında biliyoruz
ve tahmin edebiliyoruz
ki Tayyip Erdoğan ve
yandaşları, Türk Solu’nun
Sabah Grubu dışında da
dağıtımının engellenmesi
için açık-gizli girişimlerde
bulunmaktadırlar.
Ama dağıtım şirketleri
her gazeteyi olduğu gibi
Türk Solu’nu da dağıtmak
zorundadır. Bu onlar için
ticari bir seçim değil kanuni
bir zorunluluktur, buna
uymamanın da cezai ve
ticari yaptırımları vardır ve
oldukça da ağırdır.
Kamuoyuna, medya
mensuplarına ve
okurlarımıza çağrımız
şudur: Türk Solu’nun
dağıtımının önündeki
engelleri kaldırmak, bu
ülkede en başta özgür
düşünceli insanlar için bir
namus borcudur.
Bugün Türk Solu’nun
dağıtımına koyulan bu
engelleri görmezden
gelenler, bu engellerin
bir şekilde parçası veya
uygulayıcısı olanlar,
büyük bir tarihi ve vicdani
sorumluluk taşımaktadır.
Herkese sesleniyoruz:
Türk Solu’na uygulanan
sansüre dur deyin!
Türk Solu’nun özgürce
bayilerde satılamadığı bir
Türkiye’de bilin ki bir süre
sonra diğer gazeteler de
satılamaz! 
26/01/2014
4
8. Kitap Fuarı ANKARA
İleri Yayınları olarak 8. Ankara Kitap Fuarı’nda
okuyucularımızla buluştuk.
Yazarlarımız Gökçe Fırat, Yekta Güngör Özden, Türkkaya Ataöv
ve Hüseyin Adıgüzel kitaplarını imzaladılar.
Kutsal İsyan Sürecek, Tayyip Gidecek!
Yekta Güngör Özden ve Gökçe Fırat
İleri Yayınları Fuar Ekibimiz Gökçe Fırat’la...
Yekta Güngör Özden ve Gökçe Fırat
Gökçe Fırat, Prof. Türkkaya Ataöv’le...
Gökçe Fırat ve Yaşar Okuyan
Gökçe Fırat, Togan Yayınları’nın
sahibi-yazar İsmail Arlı’yla
Gökçe Fırat, yazar Ahmet Haldun
Terzioğlu’yla...
Gökçe Fırat ve Ümit Özdağ
Gökçe Fırat, Tansel Çölaşan ve
Prof. Dr. Anıl Çeçen sohbet ettiler
26/01/2014
5
BAŞYAZI
Apo, Tayyip, Perinçek
GÖKÇE FIRAT
Kumpas üçgeni
[email protected]
Bu kirli üçgenin hedefi
bellidir, Apo’nun dışarı
çıkartıldığı Türkiye’de,
Perinçek’in ve Tayyip
Erdoğan’ın savunduğu
Türk-Kürt Federal
devleti ilan edilecektir.
Bu planı bozacak tek
güç olan Türk Solu, bu
nedenle içeri alınmalıdır.
Paralel ve Üçgen
Türkiye paralel devleti
tartışırken gözlerden kaçan
kirli bir ittifak var, bu bir kumpas
üçgeni.
Üçgenin üç köşesi var, bir köşede
Tayyip Erdoğan, diğerinde Apo,
öteki köşede ise Doğu Perinçek
var.
Bugüne kadar birbirlerini eleştirir,
hatta kavga eder görünseler bile,
son dönemde nasıl da ittifak
halinde olduklarını tüm Türkiye
görüyor.
Bu kirli ittifakı deşifre etmenin
zamanıdır.
Herkes kumpastan bahsediyor
ama kumpasın hası bu üçgen
tarafından yapılıyor.
Gezi’deki PKK-AKP ittifakı
Gezi olayları başladığı andan
Ey Tayyip,
ey Apo,
ey Doğu:
Size o
Kürdistan’ı
kurdurtmayız!
Birincisi PKK’ydı. PKK, Gezi
Parkı’nda bir çadırı ve Apo itinin
bir de resmi ile sözde bulunuyordu.
Yani sanki onlar da Geziciydi!
Ama bizim daha o dönemde
yaptığımız bir uyarı vardı. PKK
Gezi Parkı’na bizzat Tayyip
Erdoğan’ın emri ile sokulmuş bir
ajan gruptu. Amaçları Gezi’deki
ulusalcı ittifakı parçalamak, sol
güçlerle ulusalcılar arasında
doğabilecek işbirliğini önlemekti.
Ancak bu oyunları tutmadı çünkü
ulusalcı güçler de sol güçler de bu
tuzağa düşmediler.
Şu anda Apo’nun
açıklamalarından anlıyoruz ki,
Gezi döneminde Apo ile Tayyip
Erdoğan arasında bir ittifak varmış
ve Apo’nun deyimiyle yıkılabilecek
AKP iktidarını ayakta tutma işini
de Apo üstlenmiş.
itibaren Tayyip Erdoğan iktidarı
zor duruma düştü. Çünkü halkın
artık onu istemediği ortaya çıkmıştı.
Milyonlarca insan sokakta,
milyonlarcası ise evinde tenceretava çalarak, “Çek git Tayyip”
diyordu.
O günden bu yana PKK
ile AKP arasında adeta bir
barikat kardeşliğinin sürdüğünü
görebiliyoruz. Apo, bugün de
Tayyip’i yedirmem diyor!
Gezi olayları başladığında
AKP içinde ilk çatlak başlamıştı.
Abdullah Gül, çok açıkça ılımlı bir
tavır gösterdi. Bülent Arınç aynı
ılımlı tavrı sürdürdü.
Gezi olayları sırasında tıpkı
PKK gibi Gezi’de bulunan ama
göstermelik bulunan bir grup daha
vardı: Doğu Perinçek’in İP’i.
Tam o dönemde Fethullah
Gülen, Tayyip Erdoğan’ın
Gezicilere “çapulcu” denmesini
doğru bulmadığını, hatta bu
insanların içinden nice kahramanlar
çıkabileceğini söyledi.
Bu kritik dönem, AKP içindeki
çatlağın bir parçalanmaya
dönüşebileceği dönemdi. Ancak
Tayyip Erdoğan’a destek veren iki
güç devreye girdi.
Gezi’deki yabancı unsur
İşçi Partisi ve onların gençlik
örgütü olan TGB, eylemlerin
içinde bir gözüküp bir kayboldular.
Hatta şaşırtıcı bir şekilde, bir
önceki 29 Ekim ve 10 Kasım’daki,
Silivri’deki çatışmacı tavırlarına
ve çağrılarına karşın, Gezi süreci
boyunca etkin olmadılar, ön plana
çıkmadılar.
Daha o zaman tespit etmiştik;
İP’in ve TGB’nin yönetici kadrosu
eylemlerde yoktu. Belli ki başka
26/01/2014
6
bir pazarlığın içinde yönetim
kademesini sokaktan çekmişlerdi.
Ve tam o dönemde Aydınlık
gazetesi, ulusalcı kesim içinde yeni
bir düşman cephe tanımlamaya
başladı. Onlara göre hedef artık
Tayyip Erdoğan değildi, hedef
Gül, Gülen ve CHP’ydi. Kulağa
hoş gelebilirdi, hatta Tayyip
Erdoğan’dan sonra böyle bir
iktidar bloğu kurulabilirdi de.
Ama ortada başka bir gerçek
vardı: Tayyip Erdoğan hâlâ
iktidardaydı ve o iktidardan
düşmeden bu blok başa geçemezdi.
Üstelik bu propaganda, hem
AKP muhaliflerini zayıflatır hem
de muhalif CHP’yi yıpratırdı.
Güçlendirebileceği tek kesim ise
elbette Tayyip Erdoğan’dı.
Doğu Perinçek hem yönetim
kadrosunu alandan çekerek, hem
Tayyip Erdoğan’ın iç rakiplerine
savaş açarak, hem de muhalif
CHP’yi yıpratma kampanyası
yürüterek, Tayyip Erdoğan’a
destek vermiş oluyordu.
TSK’ya tuzak kuran kimdi?
Kısacası İmralı’da Kürtçülükten
yatan Apo da, Silivri’de sözde
ulusalcılıktan yatan Doğu Perinçek
de Ankara’daki Tayyip Erdoğan’la
birlikte hareket ediyordu.
Elbette bu desteğin dışarı çıkmak
gibi bir karşılığının da olması
gerekirdi…
Aslında bu tür bir kirli oyuna
daha Ergenekon sürecinin
en başında dikkat çekmiştik.
Ergenekon’da verilecek cezaların
kaldırılmasının tek yolu PKK’lılara
da af çıkmasıydı. Yani toplum
katil PKK’lıların dışarı çıkmasını
ancak (ve de belki) mağdur olan
komutanlarının dışarı çıkmasını
sağlayarak hazmedebilirdi. Hem
Ergenekonculara hem PKK’ya af,
o daha o günlerde bile düşünülmüş
bir formüldü.
Aslında Ergenekon denilen
tertibin de ana hedefi Kürdistan’ı
kurmaktı. Bu ise elbette PKK’yı
dışarı çıkartarak olabilirdi. PKK’yı
dışarı çıkartmanın formülü ise
TSK’nın komutanlarını içeri
almaktı.
İyi de TSK’nın komutanlarını
kim içeri alabilirdi?
26/01/2014
İmralı’da Apo’ya sunulan
imkanını aynısını Silivri’de
Perinçek’e sunmuşlardı!
Sonuçta Apo ile Perinçek
arasındaki eski ilişki
biliniyordu. Perinçek,
daha önce partisi Anayasa
Mahkemesi tarafından
Kürtçülükten kapatılmış
birisiydi. Apo ile güllü
fotoğrafları ortalıktaydı.
Bu iş için gerçekten de maharetli
bir tezgah gerekiyordu. TSK ile
ilişki kurmaya çalışan ve ulusalcı
görünen birileri vasıtasıyla
TSK sanki bir darbe planının
parçasıymış gibi gösterilebilirdi.
Biliyoruz ki Doğu Perinçek’e bir
şekilde selam veren ve elini uzatan
komutanlar bugün içerdeler…
Ve yine biliyoruz ki Ergenekon
tezgahının ilk sözde suç delilleri
de İP’ten ve Doğu Perinçek’in
evindeki bilgisayardan çıktı…
Perinçek’e verilen imkan
Aslında Silivri, Doğu Perinçek
ve grubu için iyi bir büyüme
yeriydi. Sonuçta tüm Ergenekon
sanıkları Silivri’de olacaktı ve o
güne kadar dışarda görüşme imkanı
olmayan kişilerle de Perinçek
ilişki kurabilecek ve onları
örgütleyebilecekti.
Anayasa Mahkemesi tarafından
Kürtçülükten kapatılmış birisiydi.
Apo ile güllü fotoğrafları
ortalıktaydı.
Sonuç olarak Apo ve Doğu
Perinçek, kontrol altında tutulan ve
yönlendirilen isimlerdi.
Apo ve Perinçek dışarı
Ve gün geldi, Tayyip zor duruma
düştü.
Artık kendi partisi içinde bile
iktidarı yok…
Fethullah Gülen, açıktan karşı
tarafa geçmiş durumda…
salıvermek dışarıya!
Bugün bu tezgaha düşenler, yarın
aynı yasa Apo için de uygulanınca
sakın şaşırmasın, sonuçta
Apo’nun içeride tutulup Tayyip
ve Perinçek’in dışarıda kalması,
ittifakın doğasına aykırıdır. Bilin ki,
Apo’yu da dışarı çıkartacaklardır.
İkinci tezgah, CHP’yi bölecek bir
planlama yapmaktır. Sonuç olarak
CHP’yi Gül’cü veya Gülen’ci
göstererek, CHP’den yüzde bir iki
oy bile kaçırmak demek, seçimleri
Tayyip Erdoğan’a hediye etmek
demektir.
Muhalefet ilk defa İstanbul ve
Ankara’da belediyeleri alabilecek
güçte adaylar belirledi…
Bunun için, yani oyları CHP’den
kaçırtmak ve bölmek için Apo,
adayı olarak Sırrı Süreyya’yı aday
çıkartmıştır.
Tam da bu dönemde “üçgen”
panik halinde yeni planlarla
kamuoyunu AKP’yi sandıkta yıkma
rotasının dışına çekmeye çalışıyor.
Bakalım Doğu Perinçek, CHP
adayının karşısına ama Sırrı’nın
yanında kimi aday gösterecek?
Mustafa Kemal’in değil
Tayyip’in askerlerisiniz!
İmralı’da Apo’ya sunulan
imkanını aynısını Silivri’de
Perinçek’e sunmuşlardı!
Birinci tezgah, PKK ve TSK’ya
aynı anda çıkartılacak bir yeniden
yargılama yasasıdır. Aslında “af”
denilemiyor ama bu bal gibi de
“af” demek. Yani TSK’nın şerefli
komutanlarını PKK’lı adi katillerle
aynı seviyeye düşürüp aynı anda iki
tarafı da yeniden yargılamak.
Sonuçta Apo ile Perinçek
arasındaki eski ilişki biliniyordu.
Perinçek, daha önce partisi
Tabii bu süre içinde yargılamanın
tutuksuz yapılmasını temin etmek.
Yani adı af olmayan bir afla, şartla
Nitekim böyle de oldu. Perinçek,
tam da Tayyip Erdoğan’ın istediği
gibi TSK mensupları ile rahat bir
ilişki kurabildi. Çünkü ona bu
imkan verilmişti.
Büyük kumpas ise, Apo’nun
ve Doğu Perinçek’in de dışarı
çıkartılacağı bir Türkiye’de, son on
yılın tüm günahının kimin üzerine
yıkılacağıdır.
Asıl hedef şu anda Cemaat gibi
durmaktadır. Paralel devlet diye
tüm hukuki ve bürokratik mesuliyet
7
Cemaat’e yıkılmak istenmektedir.
destek, bilin ki sizi kurtaramaz.
Şu anda Tayyip Erdoğan’ın
paralel devletini ortaya koymadan
Cemaat’e paralel devlet diye
saldıran tüm kesimler, kesinlikle
ve kesinlikle, Tayyip Erdoğan’ı
ve onun on yıllık bu kanlı zulüm
dönemini aklamaya çalışmaktadır.
Düne kadar can ciğer kuzu
sarması dostlarını, tarikatları
bile gözünü kırpmadan
harcayan Tayyip Erdoğan’a mı
güveniyorsunuz?
Ergenekon dahil tüm kumpasların
içinde Tayyip Erdoğan
bulunmaktadır. Bu işi Cemaat’in
altyapısı ile birlikte yapmıştır. Ve
her iki kesimin de hesap vermesi
gerekmektedir.
(Tam da bu nedenle biz hem
Fethullah Gülen’le hem de Tayyip
Erdoğan’la davalığız!)
Ama görüyoruz ki, Perinçek
grubu başta olmak üzere, sözde
ulusalcı yayın yapanlar, bir şekilde
Silivri’den dışarı çıkmayı başarmış
gazeteciler, ısrarla yandaş medyanın
gazete ve televizyonlarında boy
gösterip, Cemaat’e bindiriyor
ama Tayyip Erdoğan’ın da
kandırıldığını ifade ediyorlar.
Vah vah, ne kadar da saf ve
kandırılmış bir adammış Tayyip
Erdoğan değil mi?
Yediniz mi!
Yazık diyoruz, Tayyip
Erdoğan’a verilen bu iğrenç
(Bu durumda tek düzgün tavrı
alan Aziz Yıldırım’ı tebrik etmek
gerekir. Tüm tezgahın başındaki
asıl adam olan, asıl suçlu olan
Tayyip Erdoğan’ı aklayacak bir
açıklamayı yapmadı.)
Türk Solu’na kumpas
Büyük kumpas’ın ikinci boyutu
ise yavaş yavaş şekilleniyor.
Cemaat’in dışında hedef alınacak
ikinci kesim Türk Solu’dur.
Türk Solu, hem PKK’ya
karşıdır, hem Perinçek gibi sahte
ulusalcılara karşıdır, hem de
Tayyip Erdoğan’a karşıdır.
Yani üçgenin üç köşesi de
ittifak halinde Türk Solu’nun
karşısındadır.
Çünkü bu üçgen T.C.’ye karşıdır,
biz T.C.’den yanayız!
Bu üçgen Kürtçüdür, biz ise
Türkçüyüz!
Bu üçgen enternasyonalisttir biz
ise milliyetçiyiz!
İkinci tezgah, CHP’yi bölecek bir planlama
yapmaktır. Sonuç olarak CHP’yi Gül’cü veya
Gülen’ci göstererek, CHP’den yüzde bir iki
oy bile kaçırmak demek, seçimleri Tayyip
Erdoğan’a hediye etmek demektir.
Bunun için, yani oyları CHP’den kaçırtmak ve
bölmek için Apo, adayı olarak Sırrı Süreyya’yı
aday çıkartmıştır.
Bakalım Doğu Perinçek,
CHP adayının karşısına ama
Sırrı’nın yanında kimi aday
gösterecek?
Türkiye paralel devleti tartışırken gözlerden kaçan
kirli bir ittifak var, bu bir kumpas üçgeni. Üçgenin
üç köşesi var, bir köşede Tayyip Erdoğan, diğerinde
Apo, öteki köşede ise Doğu Perinçek var.
Şimdi bu üçgenin tespit ettiği
önemli bir husus var. Son on yıl
içinde Türkiye’de ulusalcılık
yükseliyor. Ulusalcılığın yükselişi
ile birlikte, ülkenin bölünmez
bütünlüğüne sahip çıkacak, bu
ülkeyi PKK’nın bölmesine karşı
çıkacak bir bilinç ve dinamik bir
kuvvet oluşuyor.
Yani Tayyip Erdoğan hangi
pazarlığı yaparsa yapsın o planları
ayağının altında çiğneyecek ve bu
ülkeyi böldürtmeyecek bir ulusalcı
dalga geliyor.
Gezi’de şahlanan tam olarak
bu ruhtu ve Apo bunu görünce
gerçekten çok korkmuştu.
Türkiye’de bu görevi omuzlama
cesaretindeki tek gücün Türk Solu
olduğunu tespit eden üçgen, Türk
Solu’na operasyon yapılması için
anlaştı.
Apo’nun ifade ettiği gibi
Gezi’deki ulusalcılık aşılmalı!
Bu karanlık yapının, kirli üçgenin
hedefi bellidir, Apo’nun dışarı
çıkartıldığı Türkiye’de, Perinçek’in
ve Tayyip Erdoğan’ın savunduğu
Türk-Kürt Federal devleti ilan
edilecektir.
Bu planı bozacak tek güç olan
Türk Solu, bu nedenle içeri
alınmalıdır.
Hatta iktidarın 17 Aralık’ta
başlayan operasyonun arkasında
aslında Çözüm Süreci’ni sabote
etmek olduğu açıklamaları son
derece önemlidir. Yani mesele
Cemaat-AKP kavgasının
ötesindedir, Türkiye’yi bölmek
isteyenlerle bölmeye karşı çıkan
güçlerin savaşıdır bu!
Türk ruhu çoktan uyandı!
Plan bu kadar net ve ama sefilce.
Mustafa Kemal’in güzel bir sözü
vardır: Bandırma Vapuru’nu arayan
İngilizler’in vapurda kelle sayısını
saydıklarını oysa kendilerinin
Anadolu’ya bir ruh taşıdığını
söyler.
Bizimki de o misal, Türk
Solu’nu içeri alsanız da, Türk Ruhu
çoktan harekete geçmiştir!
Ey Tayyip, ey Apo, ey Doğu:
Size o Kürdistan’ı
kurdurtmayız!
26/01/2014
8
[email protected]
GÜNDEM
ALİ ÖZSOY
Ekonomik “mucizeyi” çökerten
değerli yalnızlık
AKP’yi dolar sarsıyor
17 Aralık’ta yaşanan
siyasi depremden sonra Türk
ekonomisi çok kritik bir sürece
girdi. Dolar bir ay içerisinde TL
karşısında yüzde 15 değer kazandı.
AKP’nin başarısının temel
kaynağı olarak hep ekonomik
istikrar gösterildi. Oysa ekonomide
artık istikrarlı tek bir gösterge var.
Türk lirası son iki yıldır kesintisiz
bir şekilde değer kaybediyor.
Tayyip Erdoğan ekonomideki
çalkantıları ilk başta Gezi
“provokasyonuna” ve faiz lobisine
bağladı. “Sağlam durup” oyunu
boşa çıkardıklarını iddia etti. Şu
anda tamamen inkar noktasında.
Kriz falan yok!
Gezi olayları bitti ama doların
değeri hızla artmaya devam etti.
Bunun üzerine Merkez Bankası
Başkanı Tayyip’e özenmiş olacak
ki adeta Kapalıçarşı esnafı gibi
ekranlara çıktı. Karamsarlara
kızdı, çattı ve bizzat kişisel olarak
söz verdi. Dolar tekrar inecek ve
1 Ocak 2014’te dolar 1.9’un bile
altına düşecekti.
Bugün 23 Ocak ve dolar tarihinin
rekorunu kırdı. 1 dolar 2.3 Türk
lirası. Merkez Bankası Başkanına
güvenen ve döviz pozisyonunu
1.9’dan hesaplayan yüzlerce şirket
şimdiden iflas etti. Borsada tarihi
düşüşler yaşanıyor.
İktidara güvenmeyen ve döviz
biriktirenler ise şimdilik bu şoku
atlattı. Ama uzun vadede iç ve
26/01/2014
dış sermaye açısından önemli bir
güven sorunu ortaya çıktı. Merkez
Bankası gibi tarafsız ve siyaset
dışı kalması gereken bir kurum
bile böylesine ciddiyetsiz bir
tarzda güncel siyasete alet olursa,
“kırılgan” değiliz söylemine artık
kim inanır.
Bilindiği gibi AKP cephesi
çatladığı gibi, yandaş sermaye
de çatladı. Tayyipçi medya
Cemaatçi Bank Asya’ya saldırıyor.
Güya önceden dolar biriktirip
spekülasyon yapmışlar.
O zaman ilk suçlanması gereken
Tayyip’i savunmak için öne atılan
ve milleti yanıltan Merkez Bankası
Başkanı Erdem Başçı değil mi?
Tarihimizin en büyük
devalüasyonlarından biri
Artık yaşananın adını AKP’liler
bile koymak zorunda kalıyor.
Yaşanan bir devalüasyondur.
Yani milli para biriminin ansızın
değerinin değiştirilmesi ve
düşürülmesi...
Hem de küçük bir değer
kaybından bahsetmiyoruz. Mayıs
2013’ten itibaren 8 ayda tam
%22’lik, son iki yılda ise neredeyse
%40’lık bir devalüasyon söz
konusu.
AKP’li ekonomistler, “iyi oluyor,
ihracatçı, sanayici kazanacak,
ürünlerimizi yurt dışına daha ucuz
satarız” diyorlar. Ne yazık ki işler
böyle yürümez. Bir ülke bilinçli
olarak para değerini düşük tutabilir
Tamam, Türkiye “Osmanlı” gibi olacak, o da olmazsa
“değerli yalnızlık yaşayacak” ama hangi güçle, parayla...
Düşünsenize el desteğiyle gerdeğe girmekten de
saçma bir durum bu. Tüm “ekonomik mucizenizi” Batı
sermayesine borçlusunuz ama “Batı emperyalizmine” ve
“Haçlı zihniyetine” de savaş açmışsınız.
Sonra işler ters gidince de yine
Batı’yı suçluyorsunuz.
ve hatta düşürebilir. Bu bir nevi
uluslararası ticarette rekabet veya
damping politikasıdır.
Örneğin ABD ve AB, Çin’e
en çok bu politikasından dolayı
yüklenmektedir. Ama bu bilinçli bir
tercih ise işe yarar.
Milli paranın birdenbire değer
kaybettiği yerde, ihracatçı, ithalatçı,
sanayici veya finans sermayesinin
belki bir kısmı bir süre için kârlı
çıkabilir ama bir bütün olarak milli
ekonomi %40 zayıflamış demektir.
Bir ekonominin gücü onun
parasının gücüdür bu kadar
basit. Uzun vadede bundan daha
geçerli bir kural olamaz. Türkiye
ekonomisi çökerse ihracatçı nasıl
ayakta kalsın?
Şimdi AKP yöneticileri
düşünsün. Elimizde daha 60 milyar
dolar rezervi var diyorlar. Merkez
Bankası kuru düşük tutabilmek
için bunları piyasaya sürüp
duruyor. Şimdilik para yeterli gibi
gözüküyor. Ama kısa vadeli dış
borç ödemesi son 8 yılda 3 kat
artmış ve 2013’te 123 milyon doları
aşmış.
Yani Türkiye’nin sürekli artan
borcunu döndürmesi için de dolara
ihtiyacı var. Alın size bir olumsuz
senaryo ki zaten şu anda gidişat
olumsuz. Dolar birdenbire 3 liraya
fırlasa... 60 milyar dolar rezervinin
bir gecede 30 milyarını ortaya
sürmek zorunda kalınsa...
Olmaz demeyin. Şimdi en iyimser
tahminle dolar 2.5’te kalır deniyor.
Piyasaları yanılttığı yönündeki
eleştirilere Merkez Bankası Başkanı
Başçı bile “siyasi kriz çıkacağını
öngöremezdim” diye yanıt verdi.
Başbakan zaten “bizi, ekonomimizi
kıskananlar, dış sermaye odakları
ve faiz lobilerinin” kumpaslarını
sayıp duruyor. Bu da bir itiraftır.
Demek bizim ekonomimiz
gerçekten kırılgan ve dış siyasi
9
müdahalelere açık.
Bir dahaki 17 Aralık depreminde,
ilk siyasi krizde doların 3 liraya
fırlamayacağını kim garanti
edebilir?
Gezi olaylarında 30 milyon kişi
sokaktaydı ama hükümet düşmedi.
Ancak tek bir kişi sokağa çıkmasına
gerek kalmaz. Dolar 3 liraya çıksın
bir gecede bu hükümet düşer.
Dışa bağımlı olan
dışa posta koyamaz
Burada Cemaat ile AKP
arasındaki bir başka önemli çatışma
kaynağı ortaya çıkıyor. Cemaat
sermayesi denen TUSKON aslında
sadece bir sermaye grubu değil
çok kitlesel bir küçük girişimci
ve esnaf topluluğu. Cemaat AKP
döneminde ihalelerle zengin
olamadı. Tayyip sermayesi gibi
vurguncu bir yükseliştense, tıpkı
Koç gibi iktidardan bağımsız
girişimleriyle ayakta kalmaya
çalıştı. Piyasalardaki tehlikeli
gidiş onları bu yüzden daha çok
ilgilendiriyor.
Kriz halindeki bir Türkiye
veya kendini dışa kapatıp Kuzey
Kore olma yoluna giren bir rejim
Cemaat’in asla işine gelmiyor.
Şu anda iktisadi gelişmeleri
okuyabilmek için Zaman gazetesi
en iyi kaynaklardan biri. Ulusalcı ve
sosyalist iktisatçıların dışa bağımlı
sisteme yönelik teorik eleştirilerini
bir yana bırakırsa, Cemaat bizzat
piyasadan bir ses olarak AKP
politikasını eleştiriyor.
Birincisi Türkiye dışa bağımlı
ve dış sermayeye açık bir
ekonomi... Büyümesini de ancak
dış finansmanla sağlıyor. Zaman
gazetesi ekonomisti Turhan
Bozkurt “dış komplo, düşman
faiz lobisi, değerli yalnızlık”
söylemleriyle ekonominin tek
can simidi olan Batı sermayesinin
tehlikeli bir şekilde ürkütüldüğünü
düşünüyor.
En son TÜSİAD Başkanı
Muharrem Yılmaz ise siyasi
nedenle bazı sermaye gruplarının
baskı altına alınmasının,
yurtdışındaki sermaye çevrelerini
korkuttuğunu söyleyerek iktidarı
eleştirdi. Gerçekten de tehlikeli
dış politikadan bağımsız olarak,
istikrarsız bir iç siyasi ortam da
yabancı finans merkezlerini uyarır.
İlla bir dış komploya gerek yok ki
adam kendini niye risk etsin?
Zaman gazetesinin dış politika
yorumları da uzun süredir aynı
uyarıları tekrarlıyor. İsrail, Suriye
ve Mısır politikası yanlış olarak
değerlendiriliyordu. Tamam,
Türkiye “Osmanlı” gibi olacak,
o da olmazsa “değerli yalnızlık
yaşayacak” ama hangi güçle,
parayla...
Düşünsenize el desteğiyle
gerdeğe girmekten de saçma
bir durum bu. Tüm “ekonomik
mucizenizi” Batı sermayesine
borçlusunuz ama “Batı
emperyalizmine” ve “Haçlı
zihniyetine” de savaş açmışsınız.
Sonra işler ters gidince de yine
Batı’yı suçluyorsunuz.
Cemaat bu politikayı
maceracılıktan da öte çılgınca
buluyor. Türkiye ekonomisinin dışa
bağlı olduğunun açıkça görülmesi
gerektiğini vurguluyorlar. Ulusalcı
ve sol eleştirmenlerle bu noktada
birleşiyorlar ama farkları şu;
Cemaat’e göre bugünkü kriz
kaçınılmaz değil. Yeter ki Batı’ya
karşı olan politikaları terk edelim.
Dolar aşırı değer bile kazanabilir.
Ama rejim krizleri yaşanmaz,
ABD ve AB ürkütülmezse yine
de ekonomik büyüme dış finans
kaynaklarıyla sürdürülebilir.
Kırılgan beşli denen Brezilya,
Hindistan, G. Afrika, Endonezya
ve Türkiye, uluslararası sermaye
çevreleri tarafından son 10 yılda
aşırı büyüyen ve her an çökebilecek
“gelişmekte olan ülkeler” olarak
tanımlanıyor.
Cari açık (dış ticarette ithalatın
ihracatı aşması), tasarruf açığı (yeni
yatırım için milli tasarruf eksikliği),
bütçe açığı (hükümetin ödemeler
dengesi) ve enflasyon (milli paranın
güç kaybetmesi) sorunları her 5
ülkenin en büyük açmazları.
Aslında Atatürk dönemi hariç
Türkiye 200 yıldır bu sorunları hiç
aşamadı. 1923-1938 arasında ise
Türkiye tüm bu kalemlerde açık
değil fazla verdi. Hem de Batı’dan
koparak. AKP döneminde ise cari
açık en korkutucu hale geldi.
Türkiye gibi dışa açık bir
ekonomide bu açıkları kapamanın
tek yolu vardır, kredi yani borç
alma. Bunu da Batı’dan alabilirsin.
Ödemeyi de ancak Batı’ya ihracat
yaparak döndürebilirsin.
Tayyip’in ifadesiyle “değerli
yalnızlık”, Gökçe Fırat’ın
tanımıyla “pespaye yalnızlık”
politikası, bu yolu da kapatıyor.
Müslüman dünya, Çin veya Rusya
desen... Hadi mallarımızı aldılar,
kredi nereden verecekler? Tayyip
sayesinde, onlar da bize düşman.
Niye bizi finanse etsinler ki?
Bunun adı onurlu politika değil,
onursuzca tüyme hazırlığıdır.
Tayyip’i getiren bir ekonomik
krizdi. Götüren de olabilir. Ama
Tayyip sadece ekonomiyi değil,
Türkiye’yi bir devlet ve ülke olarak
tamamen batırmaya niyetli gibi.
Esas tehlikeyi bu yüzden yine
ekonomik değil, siyasi alanda
aramak gerekiyor.
Cemaat Tayyip’e; “çılgınlık
yapma ABD ve AB’yle iyi geçin”
diyor. Ama kim bilir, onun
çılgınlığını kışkırtan Türkiye’yi
parçalamak için pusuya yatmış bu
iki güç olmasın? 
Ülke Büyüme (%) Enflasyon (%) Bütçe Açığı (%) Cari Açık(%)
Brezilya 2,5
6,2
3,0
3,5
Bu görüş eleştirilebilir. Batı
destekli bir büyüme devamlı
olamaz veya gelişmiş bir ekonomi
yaratmaz da denebilir.
Hindistan5.0
9,6
5,2
3,9
Endonezya5,6
7,1
3,3
3,5
Ancak şurası gerçektir.
Cemaatçilerin ve TÜSİAD’ın şu
anki eleştirileri mantıklıdır. Siyasi
maceraları ve Batı’yla zıtlaşmayı
istemiyorlar. Ekonomideki büyük
riski görüyorlar.
G. Afrika 1,9
5,8
4,8
7,0
Türkiye 3,2
7,6
2,2
7,2
Hırsız ekonomiyi düşünmez
Peki, Tayyip bunu neden
göremiyor? Çünkü aslında Tayyip
bir sermaye grubunu değil talan
çetesini temsil ediyor. Hırsız,
ekonomiyi düşünmez ki... Bu
tür talanlarla Özal ve Çiller
döneminde de büyük devler
yaratıldı ama hiçbiri kalıcı olmadı.
ABD yatırım bankası Morgan
Stanley tarafından Türkiye şu anda
“kırılgan beşlinin en kırılganı” ilan
edildi.
ABD yatırım bankası Morgan Stanley tarafından Türkiye şu anda
“kırılgan beşlinin en kırılganı” ilan edildi. Kırılgan beşli denen
Brezilya, Hindistan, G. Afrika, Endonezya ve Türkiye, uluslararası
sermaye çevreleri tarafından son 10 yılda aşırı büyüyen ve her an
çökebilecek “gelişmekte olan ülkeler” olarak tanımlanıyor.
(Tablo için Aksiyon dergisinin 998. sayısından yararlanılmıştır.)
26/01/2014
10
[email protected]
GÜNDEM
NUR BOSTANCIOĞLU
Tayyip haddini bil!
Akan Türk kanının hesabını sorması
gerekiyor. Hangi hakla ve hangi
cüretle şehitlere kurşun sıkanlarla
el ele tutuştunuz diye sorması
gerekiyor. Bu milletin evlatlarından
çalarak kendi evlatlarının ceplerine
soktukları her kuruşun hesabını
sorması gerekiyor.
Haddini bilmez militanlık
Karşıtlarını bu zamana
kadar çapulculuk da yetmedi
teröristlikle suçladılar. Öyle ki
tüm muhaliflerini terör örgütü
üyeliğinden zindanlara attılar.
Şimdilerde de her aleyhte konuşanı
konumuna ve görevine bakmadan
militan olmakla suçluyorlar.
Mahalle kabadayısı edasıyla
herkese haddini bildirmekten
bahsediyorlar.
Eski YARSAV Başkanı Ömer
Faruk Eminağaoğlu’nun, yeni
HSYK düzenlemesine karşı olarak
Başkanlık Divanı kürsüsünde
konuşmak istemesi üzerine Tayyip
Erdoğan’ın sarf ettiği sözler,
bunların tahammülsüzlüğünü
gözler önüne seriyor. Bakın ne
diyor Tayyip Erdoğan: “Bir
taraftan hukukçuyum diyeceksin,
bir taraftan orada konuşma yapmak
isteyeceksin. Sen kimsin? Bir
defa haddini bil. Senin konuşma
26/01/2014
O yüzden seni önce halkın
vicdanında yargılayacağız
Tayyip! O vicdan ilk
seçimlerde harekete geçecek
ve seni sandığa gömecek.
Ve böylece herkes haddini
bilecek!
yapacağın yer, başka yer. Sen illa
burada konuşmaya çok meraklıysan
mensubu olduğun zihniyet seni
de bir milletvekili yapar, olursun
milletvekili gelirsin o zaman orada
konuşursun. Bunlar hukukçu
falan değil. Bunlar işin militanı
durumunda. Yaptıkları iş bu.”
Askerin başına çuval
geçirildiğinde Amerikan
yetkililerine bir kez olsun
haddini bildirmeye yeltenmeyip
susmayı tercih edenler, yargıdan
başka her şeye benzeyen sistemi
eleştirdiği için ABD Büyükelçisine
aynı düzeysiz üslupla cevap
yetiştiriyorlar. Hüseyin Çelik,
Türkiye’deki yargı sistemini
eleştiren ABD Büyükelçisi
Ricciardone’ye “haddini bilmeyi
öğrenememiş” diyerek ucuz
kahramanlık yapıyor.
Ve aynı Hüseyin Çelik aynı
üslupla Adana’da aranılan
TIR’larla ilgili; “TIR’ları
durdurmak haddini bilmezliktir.
TIR’lardaki malzemenin ne olduğu
kimseyi ilgilendirmez. MİT yasası
belli, kimse kafasına göre arama
yapamaz.” şeklinde açıklama
yapıyor.
Yani Tayyip Erdoğan’ı
eleştiriyorsan konuşmayacaksın,
konuşursan haddini bilmez
olacaksın. Tıpkı daha önce de
bir CHP milletvekilinin Tayyip
Erdoğan’ı twitter hesabından
eleştirdiği için Bekir Bozdağ
tarafından “haddini bilmez” olarak
nitelendirildiği gibi.
Her şey Tayyip’ten mi?
Çünkü bunlar kendilerini haşa
Allah gibi görüyorlar. Günahların
en büyüğünü işliyorlar ve tabiri
caizse Allah’a şirk koşuyorlar. O
yüzden AKP Kırklareli İl Başkanı
Hüsmen Ağa Türkmen, Hz.
Muhammed’in AKP amblemli
nüfus cüzdanını çıkarıp, “Tayyip”
ismini çocuklarının arasına
koyabiliyor. Birileri üzerinde
“Tayyip Erdoğan’ı üzmek
Allah’ı üzmektir” ifadesi bulunan
kitapları cami çıkışlarında halka
dağıtıyor. AKP Bursa milletvekili
Hüseyin Şahin kalkıp, “Tayyip
Erdoğan’a dokunmak ibadettir”
diyebiliyor. Yine bir AKP’li bakan,
Tayyip Erdoğan’ın doğmasına
ve büyümesine vesile olan Rize,
İstanbul ve Siirt’i mübarek şehir
ilan edebiliyor. AKP milletvekili
Fevai Aslan ise utanmadan ve
sıkılmadan Tayyip Erdoğan’ı
“Allahu tealanın bütün vasıflarını
üzerinde taşıyan lider” olarak
tanımlayabiliyor. AKP Genel
Başkan Yardımcısı Süleyman
Soylu ise “Tayyip Erdoğan
Türkiye’nin ilelebet, ebedi ve ezeli
başkanıdır.” diyor. Böylelikle fani
olan birine baki olan Allah’ın ismi
veriliyor.
Ve son olarak bir AKP’li il
başkanı “AKP’nin olmadığı
yerde yağmur yerine duası
olur.” diyecek kadar işi ileri
götürebiliyor. “Bizim olmadığımız
yerde yağmur bile yağmaz. Diğer
belediyelerin yönettiği kentlerdeki
gibi ancak yağmur duasına çıkılır.
Tutturmuşlar bir 17 Aralık habire
sallayıp duruyorlar. Bunların
hepsi hayal ürünü. Olmayan
şeyleri gündemde tutmaktan başka
bir işleri yok.” diyerek her şey
Tayyip’ten noktasına gelebiliyor.
Kişi tapınmacılığında
son nokta: Biatsa biat
Allah’ın sıfatlarına bir başkasının
sahip olduğunu iddia etmek
şirk koşmaksa, bunlar açıktan
Tayyip Erdoğan’ı Allah’ın yerine
koyuyorlar. Halk arasında yalnızca
birtakım heykellere tapınmak
olarak bilinen put edinmenin aslını
ortaya koyuyorlar. Kuran-ı Kerim’e
göre put edinmek; bir kişiden
Allah’tan korkar gibi korkmayı, bir
11
kişiyi Allah’ı sever gibi sevmeyi
ve bir kişinin hoşnutluğunu
Allah’ın hoşnutluğuna tercih
etmeyi gerektiriyor. O halde bunlar
putperestliğin en büyüğünü ve
dolayısıyla da Allah katında asla
affedilmeyecek olan günahlardan
birini işliyorlar. Nitekim AKP
Adıyaman milletvekili Mehmet
Metiner “Biatsa biat, itaatse itaat
ölümüne arkasında duruyoruz
başbakanın. Evet, biz biatçıyız. Biz
sadakatle ideallerimizin, önderimiz
olan kişinin izinde gitme noktasında
biat özleriyiz.” diyerek kişi
tapınmacılığının en âlâsını yapıyor.
Mehmet Metiner ki kendisi
Atatürk gibi bu memleketin
kurucusu olan bir liderin arkasından
gitmeyi kişi tapınmacılığı olarak
eleştirirken; memleketi batıran,
bölen, soyan ve satan bir liderin
izinden gitmeyi gurur vesilesi
haline getirebiliyor. Andımızı
ilkel bulurken tek adam anlayışını
eleştiriyor; tek adam Tayyip
Erdoğan olduğunda ise ölümüne
itaatten bahsediyor.
gelmeyin diyorlar. İki kişinin
bir araya geldiği eylemlere bile
TOMA’lardan su sıkıyorlar. 13
yaşındaki çocukları yola yazı
yazdıkları için hapis cezasıyla
yargılayabiliyorlar. On yıldır çıkan
Türk Solu gazetesinin dağıtımına
matbaada el koyabiliyorlar.
İnternete kendi kasetlerinin
yayınlanmasını engelleyecek türde
bir sansür koymaya çalışıyorlar.
gözüküyor. O yüzden Tayyip’in
ve etrafındaki Tayyipçi zihniyetin
öncelikle halkın vicdanında
mahkûm edilmesi gerekiyor.
Vicdanların önümüzdeki yerel
seçimlerde harekete geçmesi ve
bu zihniyeti sandığa gömmesi
gerekiyor.
Aslında tüm muhalefet
partilerinin kapatıldığı, gazetelerin
basılmak için matbaa bile
bulamadığı günlerin yolunu açmaya
çalışıyorlar. Eğer ki bunlara bir
dönem daha iktidar olma şansı
verilirse Türkiye’nin bir daha
seçimlerin olmadığı, demokrasinin
fiilen olduğu gibi resmen de rafa
kaldırıldığı bir ülke olacağı açıkça
Bu milletin bu ağzı bozuklara
ve bu fikri bozuklara haddini
bildirmesi gerekiyor. Bu milletin
artık “Tayyip asıl sen haddini
bileceksin” demesi gerekiyor.
Milletin efendisine “Ananı da
al git” dediğinde, Peygamber
ocağındaki Mehmedimize
“Askerlik yan gelip yatma yeri
değildir” dediğinde, şehidimize
Tayyip asıl sen
haddini bileceksin!
“kelle” dediğinizde haddinizi
bildiniz mi? Hayır bilmediniz,
aksine haddinizi aşarak bu milletin
değerleriyle ve inançlarıyla
oynadınız. Bu milletin artık, “Sen
kimsin ki bu milletin değerleriyle
oynuyorsun?” diye sorması
gerekiyor. Akan Türk kanının
hesabını sorması gerekiyor. Hangi
hakla ve hangi cüretle şehitlere
kurşun sıkanlarla el ele tutuştunuz
diye sorması gerekiyor. Bu milletin
evlatlarından çalarak kendi
evlatlarının ceplerine soktukları her
kuruşun hesabını sorması gerekiyor.
O yüzden seni önce halkın
vicdanında yargılayacağız Tayyip!
O vicdan ilk seçimlerde harekete
geçecek ve seni sandığa gömecek.
Ve böylece herkes haddini
bilecek!
Mağrur olma padişahım
Senden büyük Allah var
İşin vahim olan başka bir
tarafı daha var. Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan bu
nitelendirme ve sıfatlardan hiç
rahatsızlık duymuyor. Aksine bu
değerlendirmelerden memnuniyet
duyuyor ki onca eleştiriye rağmen
etrafındaki bu insanları tutmaya
devam ediyor. Onca eleştiriye
rağmen bu sıfatlandırmaları
reddetmiyor. Aslında kendisi de her
şeye muktedir olduğuna inanıyor.
Bunun gerçek olmadığını ve
kendisinin ciddi bir yanılsama
içinde olduğunu belirten çevrelere
de o yüzden şiddetli bir şekilde
karşı çıkıyor. Muhalifleriyle
uzlaşmaz bir hesaplaşma içine
girerek çevresini daraltıyor.
“Mağrur olma padişahım, senden
büyük Allah var” anlayışına sahip
olan kesimleri yok etmeye çalışıyor,
kralın çıplaklığını hatırlatan tüm
imgeleri ortadan kaldırmaya
çalışıyor.
Tahammülsüzlüğün
sınırı yok
İşte bunlar bu zihniyetle herkese
haddini bildirmeye çalışıyorlar.
Haddinizi bilin ve Tanrıya karşı
26/01/2014
12
[email protected]
GÜNDEM
ÖZGÜR ERDEM
MİT kamyonunu aratmadı
Genelkurmay “Kozmik Oda”yı arattı
“Kozmik Oda”daki bilgiler çok gizli olduğu için
17 haneli şifreyle korunuyormuş. O çok önemli bilgilerin
saklı kalması için 17 haneli şifreye değil de “cesaret”e
ihtiyaç olduğu 2009 Aralık’ında ortaya çıkmıştı.
Bir savcının kararlılığı ve bir hakimin ısrarının ardından
dönemin Genel Kurmay Başkanı
İlker Başbuğ arama yapılmasına izin vermişti.
MİT’in TIR’ları
“devlet sırrı” ise
“Kozmik Oda” değil mi?
Hatay’da cumhuriyet savcılarının
isteğiyle jandarma tarafından
7 TIR’da yapılan arama büyük
olay yarattı. TIR’ların MİT’e ait
olduğunun ortaya çıkması ve MİT
görevlilerinin direnmesi nedeniyle
birkaçında arama yapılamamasıyla
olay büyüdü. Tüm Türkiye
günlerdir bu konuyu tartışıyor.
TIR’ların Suriye’ye mi gittiği,
MİT’in yurtdışında operasyon
yapma yetkisini olup olmadığı,
Cumhuriyet Savcılarının MİT’e
ait araçlarda arama yapıp
yapamayacağı, jandarma ve
polisin bu tür bir arama kararına
uymak zorunda olup olmadığı
çok tartışıldı. MİT Kanunu’ndan
maddeler didik didik edildi.
Ancak biz bu olayı başka bir
26/01/2014
yönünden ele almak istiyoruz.
Hatırlanacağı üzere benzer
bir tartışma 2009 yılı sonlarında
“Kozmik Oda”nın aranması
sırasında yaşanmıştı. 27 Aralık
2009’da Bülent Arınç’a yönelik
bir suikast planlandığını iddia eden
savcılar, suikast ile ilgili belgelerin
bulunduğunu öne sürerek “Kozmik
Oda”da arama yapmak istemişti.
Genelkurmay Başkanlığı, gerekli
izni vermemiş, bunun üzerine
savcılar mahkemeden bir hakimin
aramayı yapmasına ilişkin karar
çıkartmıştı.
“Kozmik Oda”:
Devletin mahremi
“Kozmik Oda” bilindiği gibi
devlet sırlarının saklandığı bir
oda. Elbette tek bir oda değil
birkaç odadan oluşan bir yapı.
Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı
Seferberlik Tetkik Kurulu’nda
bulunan bu odaların kapıları
güvenlik gerekçesiyle mühürlü. Ve
bu kapılar çok yüksek teknolojiyle
korunuyor. Yüz ve parmak izi
tanıyan kapılar, ancak 17 haneli
şifrenin de girilmesiyle açılabiliyor.
Bu kadar yüksek güvenlik
tedbirleri alınmasının nedeni,
“Kozmik Oda”da saklanan
bilgilerin öneminden
kaynaklanıyor. Bu bilgiler
genellikle savaş döneminde
alınacak tedbirler hakkında.
Kamuoyunda “Özel Harp Dairesi”
olarak bilinen Seferberlik Tetkik
Kurulu’nun da (STK) zaten kuruluş
amacı bu. STK’nın görev tanımı
Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay
Başkanlığı dönemine kadar şöyle
ifade ediliyordu: “Olası bir düşman
işgaline karşı gayrinizami harp
tekniklerini planlamak ve savaş
zamanında bunları uygulamak.”
Büyükanıt döneminde bu tanım
“Psikolojik, siyasi ve ekonomik iç
ve dış savaş tehdidine karşı” olarak
genişletildi.
Devlet kritik bir dönem ya
da kriz yaşadığında ve buna
düzenli ordusuyla direnemediği
olağanüstü koşullarda “gayri
nizami” yöntemler devreye
sokulması planlanır. Bu bir çeşit
nefsi müdafaadır. Böylece devlet ve
milletin sürekliliği sağlanmış olur.
“Kozmik Oda”da işte bu olağanüstü
koşullarda başvurulacak tedbirler
ve planlar yer alıyor. Örneğin:
– Korunması gereken önemli
kişilerin kim olduğu ve nerelerde
saklanacağı... Bu kişiler sadece
devlet görevlileri ve siyasetçiler
değil. İşadamları, çeşitli dernek,
vakıf, meslek kuruluşu, sendika
temsilcileri gibi toplumun değişik
katmanlarından insanlar da bu
listeye dahil.
– İşgale karşı “gayri nizami”
direniş için, yani bildiğiniz Kuvayı
Milliye tarzı bir direniş için,
kimlerin görevli olduğu, görev ve
sorumluluklarının kapsamı...
– TSK’nın depolarının zarar
görmesi ihtimaline karşı, bir
direnişte kullanılacak silahların
tutulduğu gizli sivil depoların
listesi.
– Hava alanlarının zarar görmesi
durumunda devreye sokulacak
alternatifler (uçak indirilebilecek
genişlikte yollar ve düzlükte
araziler)
Anlayacağınız, bir devletin en
gizli kalması gereken, en mahrem,
en kutsal bilgileri saklı o “Kozmik
Oda”da...
“Kozmik Oda”
17 haneli şifreyle değil
“cesaret”le korunur
Üstelik Suriye’ye giden
TIR’lardaki silahlardan çok
daha fazla gizlilik barındıran
bilgiler bunlar. Çünkü o TIR’daki
silahların ortaya çıkması en fazla
Türkiye’nin Suriye’deki planlarına
zarar verebilir. Ve en fazla, o
silah sevkiyatına izin veren ,
başta Tayyip olmak üzere bütün
13
devlet yetkilileri Uluslararası
Mahkemelerde savaş suçlusu olarak
yargılanabilir. Ancak “Kozmik
Oda”daki bilgilerin ifşa olması,
bütün geleceğimizi tehlikeye atan,
son derece önemli bir olaydır.
“Kozmik Oda”daki bilgiler çok
gizli olduğu için 17 haneli şifreyle
korunuyormuş. O çok önemli
bilgilerin saklı kalması için 17
haneli şifreye değil de “cesaret”e
ihtiyaç olduğu 2009 Aralık’ında
ortaya çıkmıştı.
Bir savcının kararlılığı, bir
hakimin ısrarıyla dönemin Genel
Kurmay Başkanı İlker Başbuğ
mahkeme kararını dinlemiş ve
arama yapılmasına izin vermişti.
Genelkurmay üzerinde
şaibe kalmasın diye
devlet sırlarını ifşa etmek...
O dönem Genelkurmay Başkanı
Org. İlker Başbuğ’du. Onun izni
olmadan “Kozmik Oda”da arama
yapılamazdı. Direnseydi, devletin
mahremiyeti açığa çıkamazdı.
Nitekim İlker Başbuğ geçenlerde
yayınlanan anılarında olayı şöyle
anlatıyor:
“27 Aralık 2009 tarihinde,
soruşturmayı yürüten Cumhuriyet
Savcısı ‘Kozmik Oda’da arama
yapmak istedi. Yasa gereği
kendisinin yetkisiz olduğu
söylendi ve müsaade edilmedi.
Daha sonra bir hâkim, mahkeme
kararına dayanarak aramaya
geldi. Mahkeme kararına itiraz
edileceği söylenerek aramaya izin
verilmedi. Ancak yapılan itiraz
daha sonra reddedildi. Bunun
üzerine, Kara Kuvvetleri Komutanı
Karargâh’a davet edilerek durum
değerlendirildi. O akşam geç
saatlerde, aramayı yapacak hâkimin
Bölge Başkanlığı’na geldiği
bildirildi. Kendisi Karargâh’a davet
edildi. Gelmeden önce de odanın
kapılarının mühürlenmesi istenildi.
Gelen hâkime, yarın konunun
Başbakan’a arz edileceği, oradan
alınacak talimata göre hareket
edileceği bildirildi.”
Anlayacağınız İlker Başbuğ
olayın vehametinin farkındaymış ve
mahkeme kararına direnmiş. Ancak
Tayyip Erdoğan’la görüştükten
sonra bu direnişe devam edememiş.
Alıntılara devam edelim:
“Ertesi gün, Kara Kuvvetleri
Komutanı ile birlikte,
Başbakanlık’taki toplantıya
katılındı. Durum anlatıldı. Eğer
aramaya müsaade edilmesi
istenilirse, bizim bu aramadan
hiçbir şekilde endişe duymadığımız
da belirtildi. Aramanın yasalar
gereği yapılmasının uygun olacağı
bize bildirildi. Durumu tekrar kendi
aramızda değerlendirdik. İddia çok
çirkindi ve vahimdi. Bir suikastın
planlandığı iddia ediliyordu. Bu
konuda bizim gizleyeceğimiz ve
endişe edeceğimiz hiçbir noktanın
bulunmaması ve ileride Türk Silahlı
Kuvvetleri üzerinde vahim derecede
şaibe kalmaması için aramanın
yapılmasına müsaade edilmesinin,
daha uygun olduğu kararına
varıldı.”
Ah... Ah...
Keşke, Genelkurmay’ın üstünde
şaibe kalması göze alınsaydı da
devletin en önemli sırları ifşa
olmasaydı.
Ah... Ah...
Şimdi Türkiye bir savaşa
girse ya da işgal edilsek,
nasıl direneceğimiz, bütün
gizli depolarımız, bütün gizli
planlarımız, hepsi CIA başta
olmak üzere istihbarat kuruluşları
tarafından öğrenilmiş oldu.
Ah... Ah...
Hatay’daki TIR’lardaki MİT
görevlilerinin arama yapılmasın
diye jandarmaya direndiğini, hatta
kelepçelendiklerini, ancak yine
de aramaya izin vermediklerini
öğrendikçe iç geçirmeden
duramıyoruz.
Ah... Ah...
Keşke, şu direnişin yüzde
birini 2009 Aralık’ında da
gösterilseydi de “Kozmik Oda”ya
girilemeseydi...
Ah... Ah...
Tarih İlker Başbuğ’u
nasıl hatırlayacak?
İlker Başbuğ, tutuklandığından
beri aldığı tavır ve sergilediği dik
duruşla tam bir Genel Kurmay
Başkanı gibi davranıyor. Bunu
teslim etmekle birlikte, Genel
Kurmay Başkanı olduğu dönemde
yapmadıklarını ve yapamadıklarını
unutmamak gerekir diye
Ah... Ah...
Hatay’daki TIR’ların şoförlerinin arama yapılmasın
diye jandarmaya direndiğini, hatta kelepçelendiklerini,
ancak yine de aramaya izin vermediklerini öğrendikçe
iç geçirmeden duramıyoruz.
Ah... Ah...
Keşke, şu direnişin yüzde biri 2009 Aralık’ında da
gösterilseydi de “Kozmik Oda”ya girilemeseydi...
düşünüyoruz.
Nitekim “Kozmik Oda”nın
aranması meselesi başta
olmak üzere, Başbuğ’un pek
çok icraatının, yaptıklarının,
yapmadıklarının ve
yapamadıklarının bedelini
ödüyoruz, yıllarca da ödemeye
devam edeceğiz.
Tarih Başbuğ’u Türk Ordusu’nun
Ergenekon tertibiyle çökertilip
tasfiye edilmek istendiği bir
dönemin Genel Kurmay Başkanı
olarak hatırlayacak. Ve maalesef iyi
de hatırlamayacak. Başbuğ kamyon
şoförlerinin Hatay’da sergilediği
direnişi sadece “Kozmik Oda”
meselesinde değil, Ergenekon
tertibinin daha başlarında
sergileyebilseydi Türkiye bugünleri
yaşamazdı.
O günleri hatırladıkça ve bugün
yaşananları gördükçe, “Ah... Ah...”
demeden duramıyoruz.
26/01/2014
14
[email protected]
HAFTANIN PORTRESİ
HAZAR ARISOY
“Son Kale”nin teslim olmayan kumandanı:
Aziz Yıldırım
Aziz Yıldırım başka bir
zaman diliminde yaşasaydı
kazanılan onlarca kupa, sporun
her dalında elde edilen sayısız
zafer, Fenerbahçe Kulübü’nün
kurumsallaşması ve bir dünya
markası olması uğruna adanmış
bir hayat olarak tarihe geçecekti
kuşkusuz. Ama gelin görün
ki yaşadığımız devir Tayyip
Erdoğan devri. Ve Aziz Yıldırım
ismi bu devirde bir spor kulübü
başkanından çok daha fazlasını
ifade ediyor.
Aziz Yıldırım Kimdir?
Aziz Yıldırım 2 Kasım 1952’de
Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde
dünyaya gelmiştir. (Kaderin
cilvesi, Aziz Yıldırım memleketi
olan Diyarbakır’da bir kez olsun
rahat bir maç izleyememiştir.
Fenerbahçe’nin oynadığı tüm
Diyarbakırspor deplasman maçları
büyük olaylara sahne olmuştur
çünkü Aziz Yıldırım’ın başkanlık
yaptığı takım Türk’ün kalbinin
attığı takımdır.)
İlk, orta ve lise öğretimini
Düzce’de tamamlayan
Yıldırım daha sonra Ankara
Devlet Mühendislik Mimarlık
Akademisi'nden (şimdiki adıyla
Gazi Üniversitesi Mühendislik
Fakültesi) inşaat mühendisi olarak
mezun olmuştur. 1990-92 yıllarında
Fenerbahçe yönetiminde görev
alan Yıldırım 1991-92 sezonunda
futbol şube sorumlusu olarak görev
26/01/2014
yapmıştır.
15 Şubat 1998 tarihinde yapılan
kongrede Başkanlığa aday olan
Yıldırım 1 oy farkla Vefa Küçük’ü
geride bırakarak Fenerbahçe Spor
Kulübü Başkanlığına seçilmiştir.
Başkanlığı boyunca Fenerbahçe
ligi 5 kez lig şampiyonu olarak,
7 kez de ikinci olarak bitirmiştir.
Şampiyonlar Ligi çeyrek finali ve
UEFA yarı finali Aziz Yıldırım
döneminde elde edilen önemli
başarılardır. Ayrıca Fenerbahçe
Spor Kulübü 2010-11 sezonunda
futbol, kadın ve erkek basketbol,
kadın ve erkek voleybol olmak
üzere 5 ana branşta şampiyon
olarak “5’te 5” yapmıştır.
Kurumsal alanda da Aziz
Yıldırım’ın başkanlık yaptığı
dönem Fenerbahçe’nin önemli
atılım yaptığı dönemdir. Kulübün
bütçesi 16 milyon dolardan 250
milyon dolara Aziz Yıldırım
döneminde çıkartılmıştır. Aziz
Yıldırım dönemi Fenerbahçe’nin
bir marka haline geldiği, dünya
kulüpleri arasına girdiği dönemdir.
Ancak tüm bunlara rağmen
Aziz Yıldırım dönemi tarihe,
bir kurumun ve o kurumun
başındakinin nasıl direnmesi
gerektiğinin tüm dünyaya
öğretildiği dönem olarak tarihe
geçecektir.
3 Temmuz Süreci
3 Temmuz 2011 tarihine kadar
Aziz Yıldırım Fenerbahçe’ye
büyük hizmetlerde bulunmuş
kulüp başkanıdır. Her şey o sabah
birdenbire değişecektir. İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığının
talimatıyla organize suçlarla
mücadele müdürlüğüne bağlı
ekiplerin yaptığı operasyonlarla
içlerinde Aziz Yıldırım’ın da
bulunduğu 91 kişi lig maçlarında
şike yapmak ve teşvik pirimi
vermek suçlamalarıyla gözaltına
alınacaktır. Operasyon, dönemin
Özel Yetkili Savcısı Zekeriya Öz
tarafından başlatılmıştır. Elbette
suçlama ağırdır. Ama şaşırtıcı
değildir.
Zaman Atatürk’ü ve Türklüğü
temsil eden tüm değerlerin, tüm
kurumların ağır saldırılara uğradığı
dönemdir. Türk yargısının tasfiye
edildiği, Türk Ordusu’nun terörist
ilan edildiği bir devirde Fenerbahçe
Kulübünün ve Başkanının “şike”
ile suçlanması doğal olanıdır.
Devir herkese bir suçun
biçildiği, biçilenlerin ise ya
sessizce kaderine razı olduğu ya
da suçsuzluğunu ispat etmeye
çalıştığı bir devirdir. Bir tek Aziz
Yıldırım açılan davaların iç yüzünü
doğru analiz edebilmiştir. Ortada
savunma verilecek bir durum
yoktur. Mesele Cumhuriyetle
hesaplaşma meselesidir. Bunun
spordaki ayağı Fenerbahçe
üzerinden yürümektedir. Aynı
dönemde benzer amaçlarla açılan
(Ergenekon, Balyoz vs…) davaların
sanıkları savunmalarında kendi
masumiyetlerini ispatlamaya
çalışırken bir tek Aziz Yıldırım
meselenin siyasi olduğunu, amacın
Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak
olduğunu haykırma yürekliliğini
göstermiştir.
Tüm Ordu’nun, Yargı’nın
sustuğu bir dönemde bir adam
arkasına aldığı taraftar desteği ile
tavizsiz direniyordu tüm baskılara.
Direndikçe güçleniyor, arkasındaki
destek de artıyordu. Aziz Yıldırım
artık sadece bir kulüp başkanı değil,
bir direnişin lideri haline gelmişti.
Öyle ki ona sadece Fenerbahçeliler
değil, kalbi Atatürk ve Cumhuriyet
sevgisi ile çarpan tüm taraftar
grupları sahip çıkıyordu.
Aziz Yıldırım’ın dik duruşuyla,
estirilen “şike rüzgârı” bir anda
tersine döndü. Mahkeme Aziz
Yıldırım’ı serbest bırakmak
zorunda kaldı.
Fenerbahçeli Olmak…
Aslında Aziz Yıldırım’ın tek
yaptığı kendine verilen emaneti
layıkıyla taşımaktı. Bu emanet
Fenerbahçeli olmaktı. Sonuçta
Aziz Yıldırım’ın başkanlık
yaptığı kulüp Çanakkale Savaşı
ve Kurtuluş Savaşı sırasında pek
çok oyuncusunu şehit veren,
Anadolu’ya cephane ve asker
kaçırdığı için kapatılan bir kulüptü.
O kulüp cephede yendiğimiz
İngilizleri sahada da yenerek
General Harrington kupasını
15
kazanan ve savaşan milletine
zaferin uzak olmadığını müjdeleyen
kulüptü. Elbette bu durum sadece
Fenerbahçe’ye özgü değildi. Bu
topraklarda futbol her zaman
direnişin simgesi olmuştur. Futbol
hiçbir zaman sadece futbol değildir.
Son Tutuklama Kararı
Türkiye’nin yoğun günlerini
yaşadığı bugünlerde Yargıtay “Şike
Davası” kararını açıkladı. Aziz
Yıldırım suçlu bulundu, yattığı
süre göz önünde bulundurularak
2 yıl 2 ay daha hapis cezasına
mahkûm edildi. Karardan sonra
tüm gözler Fransa’da tatilde olan
Aziz Yıldırım’a çevrildi. Herkesin
aklında aynı soru vardı: Acaba
Türkiye’ye gelecek miydi? Sonuçta
Aziz Yıldırım’ın ömrünün sonuna
kadar rahat yaşamasına yetecek bir
serveti vardı. Neden rahatını bozup
Türkiye’ye dönecekti ki?
Kararın açıklanmasının hemen
ardından tatilini erken bitirerek
yurda döndü. Büyük Başkan
bu davranışıyla bir kez daha
örnek oluyordu. Aziz Yıldırım’ı
havaalanında kalabalık bir taraftar
grubu karşıladı. Ülkeye gelişi
cezasını çekmek için gelen bir
hükümlünün gelişinden çok,
sürgünden dönen bir liderin
yurduna dönüşü gibiydi. O artık
bir kulüp liderinden çok bir
direniş sembolüydü. Karşılamaya
gelen kalabalığa yaptığı konuşma
mücadelenin daha yeni başladığının
bir habercisiydi adeta:
“Hakkımızda ferman vermişler,
fermana uyduk geldik. Kalemimizi
kırmışlar. Fenerbahçe son
kaledir teslim olmaz. Biz inanmış
insanlarız, ne fermandan korkarız
ne de mahpusluktan. Hepinize
teşekkür ediyoruz, iyi ki varsınız.
Birlik beraberliğinizi hiçbir zaman
bozmayın. Fenerbahçe bu ülkenin
her şeyine karar verecek, hem
kulüp hem de taraftarı ile beraber
bu ülkenin emniyetidir. Son kaledir.
Ömrünü Fenerbahçe'ye adamış bu
kızgın ve sevdalı adama bu anları
yaşattığınız için sağ olun, var olun.
Hiç merak etmeyin, 16 yıl önceki
Aziz Yıldırım neyse, bugün de odur,
yarın da o olacaktır."
Aziz Yıldırım’ın Yargıtay’ın kararından sonra
Wall Street Journal gazetesine verdiği röportaj
“Beni Ergenekon’dan
içeri alamadılar,
şike davasını uydurdular”
- Şike davası ile ilgili genel düşünceleriniz neler?
Başından beri söylediğimiz şu; Türkiye’deki şike
ve teşvik davası siyasi bir davadır ve siyasi olarak
neticelendirilmiştir. Yargıtay’ın verdiği karara saygı
göstermiyorum, kabul etmiyorum. 2011 yılında bazı dış
güçlerin Türkiye’de yapmış oldukları operasyonların
devamıdır. Bu operasyonu Türkiye’de Ergenekon,
Balyoz, Oda TV ve Cübbeli Ahmet, Casusluk
dosyalarını yöneten özel yetkili mahkemeler yapmıştır.
Türkiye’de bütün yüksek tepeleri düz hale getirmek
ve bütün her şeyi kendi ellerine alabilen bir iktidarı
yaratmak için yapılmış bir muhakeme sistemidir. Bu
mahkemeler neticesinde insanlar itibarsızlaştırılmaya
çalışılmış ve hepsine kendi pozisyonlarıyla ilgili
operasyonlar yapılmıştır. Bu davaya bakan ÖYM tüm
davalara göre ilgili kişileri itibarsızlaştırdılar. Ben spor
adamıyım. Beni şike ve teşvik vermekten mahkum etti,
askere terörist denildi. Türkiye’de bugün etnik sorunlar
var, onlarla mücadele eden kişilere terörist denildi. Bu
ülkede Genel Kurmay Başkanını terörden dolayı hapse
koydular.
- Bütün bu dosyaların arkasında Gülen mi var,
böyle mi düşünüyorsunuz?
Bunu ben düşünmüyorum. Bunu Türkiye
Cumhuriyeti’nin başbakanı düşünüyor. 17 Aralık’ta
yapılan yolsuzluk operasyonundan sonra başbakan
çıkarak ÖYM’lerde yapılan bütün davaların kumpas
olduğunu söyledi. Başbakan 17 Aralık sonrasındaki
siyasi gelişmelerle beraber bundan önce mahkemelerde
yapılan yargılamaların yanlış olduğunu, Türkiye’de
kumpas olduğunu açıkladı. Ve bunun üzerine Türkiye’de
görev yapan binlerce polis/savcı tayin edildi.
- Başbakan yeniden yargılanmayı istiyor mu?
Bu noktada başından beri sorulan soru şu: Bunların
hepsini Gülen Cemaati mi yaptı? Son 11 yıllık süre
içerisinde Ak Parti Cemaat ile iç içe Türkiye’de
iktidara yürüdüler. Başbakan, dedi ki; “Paralel devlet
var ve Cemaat bu paralel devleti ile yürüyor.” Bu
savcıları, hakimleri polisleri hepsini cemaatçi diye
görevden aldılar. O zaman bütün operasyonları, bizim
operasyonumuz dahil olmak üzere Cemaat yapmıştır.
Yargıtay kararını veren hakimlerin paralel devletin mi,
yoksa devletin adamı mı olduğunu karar veremiyorum.
Bunun da aydınlanması, adalet bakanının açıklama
yapması gerektiğini düşünüyorum.
- Sizi neden yıpratmak ya da silmek istediklerini
düşünüyorsunuz?
Bizim kulübü Atatürk’ün kulübü olarak tanımlarız.
Türkiye’deki bu zihniyet Atatürk’e karşıdır. Onun fazla
öne çıkmasından hoşnut olmazlar. Askerlere yakın
olmamdan dolayı da askerlerle Fenerbahçe her zaman
yakın olmuştur. Aslında beni Ergenekon Davası’nın
içine bağlamak istiyorlar. Ama bunu baştan yapamadılar
çünkü ellerinde belge, bilgi hiçbir şey yoktu. Ama bu
dava ile beni hapse atamadıkları için Şike Davası’nı
uydurdular.
Ergenekon’u yaratandaki düşünce neyse beni de oraya
bağlamaya çalıştılar. Fenerbahçe yalnız değil. Kulüpler
Birliği başkanlığı yaptım. Ben bu kulübe liderlik
yaptım. 16 yıl kulübe siyaset sokmadım. Siyasetçiler ne
olursa olsun böyle güçlü bir gruptan destekleri olmasını
isterler. Biz hep ortada durduk. Fenerbahçe Türkiye
Cumhuriyeti’nin bir takımıdır. Hiçbir seçimde müdahil
olmadık. Hiçbir olayda şahıs olarak yönlendirme
yapmadım. Bu bazı insanları rahatsız ediyor. Bu gayet
doğaldır.
- Atatürkçü Fenerbahçe ile Erdoğan’ı nasıl
barıştıracaksınız?
En önemli şey şu: Tribünlere ben sahip olamam.
Fenerbahçe bünyesinde her türlü düşüncede olan insan
var. Fenerbahçe bünyesinde insanlar düşüncelerini
söylerken ben kalkıp onlara ambargo koyamam. Burası
bir spor kulübü. Gerektiğinde benim için de “istifa” diye
bağırıyorlar. Onun için o konuda bir sorun olmaması
lazım. Ama görüyoruz ki maalesef sorun oluyor.
- Hapis yatmak için Türkiye’ye gidecek misiniz?
Ben vicdanen rahatım. Memleketime gidiyorum.
İki yıl hapis yatacağım. Mezarım Türkiye’de. Nerede
yatacağım belli. Ödün vermeden Türkiye’ye gideceğim.
Temyizden bir sonuç çıkmasını beklemiyorum.
Çünkü siyasi bir karar alındı. Bunun için de bu
kararı tanımadığımı beyan ediyorum. Bir gün bunları
yapanların yargılanacağına inanıyorum.
- Hapisten çıktıktan sonra Başbakan’ın
“başkanlıktan ayrıl” tavsiyesi oldu mu?
Benim şahsıma söylemedi. Hapisten çıktıktan sonra
da kendisiyle konuşmadım, görüşmedim. Gelen aracılar
aday olmamamı istediğine dair şeyler söylediler. Ama
bazı yakınları da böyle bir şey olmadığını söylediler.
Ben kendi irademle adaylığımı koydum. Fenerbahçe
Kongresi gerekli olgunlukla yapıldı ve herkese cevabı
verdi. Sandıkla geldim ama sandıkla gitmiyorum.
Yaratılan düzende sandıkla gelen adamı sandıkla
götürmüyorlar. Bu da demokrasinin ayıbıdır.
Hepsini ortaya koysunlar adil yargılasınlar, iftira
atmasınlar, ispatları koysunlar o zaman adil yargılama
olması durumunda çıkacak her türlü cezaya razıyım.
Hiçbir hata yapmadık. Biz kanunsuz hukuksuz
yargılamaya tabi tutulduk onun için bu mahkemeleri
tanımıyorum, bunların kararlarını da tanımıyorum.
26/01/2014
16
[email protected]
GÜNDEM
KAYA ATABERK
Kürt Nakşîliğinin Kökeni
Şehrizorlu Şeyh Halid ve İngiliz Ajanı Claudius Rich
Vahhabîlik, Araplar arasında Türk düşmanı bir gericiliği
İngilizler adına yaymıştı. Fakat aynı şeyi Türkler
arasında yapabilme, Türk devletini ve maneviyatını
içerden zedeleme konusunda bir şansı yoktu. İşte
Vahhabiliğin yerine getiremeyeceği bu misyon yine
İngilizler adına Halidîler tarafından gerçekleştirilmişti.
İngiliz destekli Kürt ayaklanmacısı Şeyh
Said’den, ABD destekli Barzanilere,
Talabanilere, Altan Tan’lara ve Tayyip’lere
uzanan bu Nakşî-Kürt geleneğin kökeni işte
bu Anglosakson projesiydi.
Türk tarikatı Nakşîlik
nasıl Kürt tarikatı oldu?
ve ilk şeyhi Buharalı Seyyid Hacı
Abdullah Efendi’ydi. Nakşîliğin
de Türk tasavvufunun diğer
kollarından büyük bir farkı yoktu.
Fakat 1800’lü yıllar itibariyle
Nakşîlik çok büyüyen, örgütlenen
siyasal bir yapıya dönüşürken
aynı zamanda da bir Kürt tarikatı
olarak karşımıza çıkacaktır. Tüm bu
dönüşüm 1776 yılında Süleymaniye
yakınlarında Şeyh Halid’in
doğumuyla başlamıştı.
Bugünkü NakşîNurcu kavgasının temellerini
anlayabilmek için Nakşîliğin
Türkiye’de yaygın olan Kürt
kolunu, Halidîliği anlamak gerekir
demiştik. Tarihte ilk kez siyasal
örgüt gibi davranan ve Osmanlı
Devleti’nin içinde tarihin ilk paralel
yapısını oluşturanlar bunlardır.
Bunun yanı sıra Halidîliğin çıkışını
anlamak Kürt Nakşîliğinin nasıl
yayıldığına ve kökenlerine de ışık
tutar. Bu da Kürt-İslam çizgisinin
nasıl bir proje olduğuna…
Nakşîliğin tarih içindeki izi
sürüldüğünde varılan yer Orta
Asya’da bugün Özbekistan’ın
bulunduğu Maveraünnehir
olur. Nakşîliğin esas kurucusu
Muhammed Bahaeddin
Nakşibend, 1318 yılında Buhara
yakınlarında Kasriarifan köyünde
dünyaya gelmişti. Kendisinin
manevi olarak Abdülhalik
Gücdüvanî’ye bağlı olduğunu
söylerdi. Gücdüvanî’yi yetiştiren
kişi ise aynı zamanda Pir-i
26/01/2014
Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin
hocası Yusuf Hemedanî’diydi.
Bu tarihsel mantıkla; Nakşîlik ile
Bektaşiliğin kaynağı aynı isimlere
ve aynı yöreye çıkmaktadır!
Gerçi Nakşîlik en başından beri
diğer tarikatlardan az çok farklı bir
yol ve anlayıştaydı. 1400’lü yıllarda
yine Türkistanlı Hoca Ubeydullah
Ahrar, tarikatın örgütlenmesini
güçlendirdi. Nakşîler, Timur
hanedanı içindeki çalkantılarda
rol oynadılar. Mirza Uluğbey’in
oğlu Abdüllatif tarafından
katledilmesinde bu örgütlenmenin
önemli bir kışkırtıcı payı vardı.
Fakat tüm bunlara karşın bir
gerçek daha vardı: Nakşîlik,
Türkler tarafından kurulmuş,
Türkler arasında yaygınlaşmış ve
yine Türkler arasındaki olaylarda
taraf olmuştu.
Osmanlı’daki ilk Nakşîler de
Türkistan kökenliydi. Türkiye’ye
gelerek burada dergâhlarını
kurmuşlardı. Bunlardan en çok
bilineni 1752 tarihinde Üsküdar’da
kurulmuş olan Özbekler Tekkesi
Şeyh Halid’in ortaya çıkışı
ve yükselişi
İslam tarihinin gelmiş geçmiş
en yaygın tarikatı olan Halidîlik
nasıl kurulmuştu? Bu bir
tarikatın, bir örgüte dönüşmesinin
öyküsüdür. Şeyh Halid, 1776
yılında bugünkü Irak’ın kuzeyinde
Süleymaniye yakınlarındaki
Karadağ kasabasında doğmuş, Caf
aşiretinden bir Kürttü. Sonraları
bir süre kaldığı Bağdat’a nispeten
Mevlana Halid-i Bağdadî olarak
anılacaktı. 1806’da 50 yaşındayken
hacca gitti ve orada Mekke’yi ele
geçirmiş olan Vahhabîleri tanıdı.
Bu dönemde Vahhabîlerle bir
ilişkisinin olup olmadığı kayıtlarda
yok. Fakat Halidîlerle, Vahhabîlerin
yaklaşık olarak aynı dönemde
ortaya çıkması üzerinde durulması
gereken bir noktadır. Şimdilik bunu
daha sonraya bırakalım ve Halid’in
yaşamını kaldığı yerden takip
edelim.
Halid’in Süleymaniye’ye
dönüşünden üç yıl sonra Mirza
Rahimallah Bek adlı bir Hintli
(ismine bakılırsa Türk kökenli)
Süleymaniye’ye uğrayacak ve
tanıştığı Halid’i Hindistan’a
götürecekti. Rahim’in şeyhi
Müceddidî kolundan Nakşîlerin
mürşidi Şah Gulam Ali’ydi.
Şeyh Ali el-Dihlavî olarak da
tanınırdı. Halid, burada Nakşî
olacak ve tarikatı yayma göreviyle
memleketine dönecekti.
Peki, Hint Nakşîlerinin özelliği
neydi? O yıllarda Hindistan’da
Babürlü Türk egemenliği son
demlerini yaşıyordu. Bunun
karşısındaysa İngiliz sömürgeciliği
Hindistan’ı ele geçiriyordu. Bu
dönemki Hint Nakşîliğinin ikili
17
bir duruşu vardı. Bu duruş tüm
Şeriatçı akımın özünü belirliyordu
aslında: Görünürde Batılılara
karşı çok tepkiliydiler ve bu
tepkiyi çok katı bir Şeriat isteğiyle
ifade ediyorlardı. Fakat gerçekte
İngilizlerle görüşmekten, pazarlık
yapmaktan da geri kalmıyorlardı.
Yani Şeriatçı hareketin kısa süre
sonra Türkiye’de oynayacağı rolün
ve bugün de sürdürdüğü misyonun
temelleri Hindistan’da atılıyordu.
Ve gerçekte hedefte İngiliz
sömürgeciliğinden çok Babürlü
Türk egemenliği vardı. Tarikat;
esas suçlu olarak gördüğü bu laik
eğilimli Türk devletini hedef alıyor.
Görünürde muhalif olduğu İngiliz
sömürgeciliğinin desteğiyle Şeriat
adına kendisi yönetime geçmek
niyetindeydi. İngilizlerin Nakşî
projesi Hindistan’da tutmuştu bile
ve artık ihraç zamanı gelmişti. Şeyh
Halid, Hindistan’dan bu misyonla
memleketine dönecekti.
Halid döndüğünde Kürtler
arasında hâlâ Kadirîlik hâkimdi.
Halid, Süleymaniye’ye döner
dönmez kendi yapılanmasını
kurmaya başladı, Kadirîlerle
rekabete girdi. Fakat dinsizlikle
suçlandı ve Bağdat’ta kaçtı.
Bağdat’tan Süleymaniye’ye geri
geldiğindeyse artık güçlenmişti ve
aşiretlerle barışmıştı. Bu aşiretlerin
en önemlisi Babânzadelerdi,
yani Osmanlı döneminin ilk
Kürt isyancıları… Acaba bu ani
barışmaların ve güçlenmenin
nedeni neydi?
Bir mutasavvıf, âlim ya da şair
olarak değil de tarihe “örgütçü”
olarak geçen Şeyh Halid tabii
ki İngilizlerin dikkatinden ve
ilgisinden kaçmamıştı.
Ajan-konsolos Claudius James
Rich ve Kürt-Nakşî projesi
Anglosaksonların Nakşîlere ve
Kürtlere ilgisi, Hillary Clinton’ın
Wikileaks belgelerine yansıyan
sorularıyla başlamamıştı. Daha
1820’de Kürtler ve Nakşîler üzerine
ilk eğilen kişi Britanya’nın Bağdat
Konsolosu Claudius James Rich
olmuştu. Rich, yaşadığı dönemin
tipik Batılı istihbaratçılarındandı:
Hem diplomat, hem şarkiyatçı bilim
adamı, hem seyyah, hem de ajan…
Daha İngiltere’deyken Türkçe,
Farsça ve İbranice öğrenmişti. Özel
yetiştirilmişti. 1804’te İstanbul ve
İzmir’e, sonra da Mısır’a gitmişti.
Mısır’da Arapça öğrenmişti.
Hindistan’da Bombay’da kalmış ve
ardından uzun süre görev yapacağı
Bağdat’a yerleşmişti.
Kısacası Rich, İngilizlerin tüm
operasyon bölgelerinde çalışmış,
istihbarat çalışmaları yapmıştı.
Fakat üzerinde esas olarak duracağı
bölgeyi Bağdat’a geldikten sonra
keşfetmişti: Bugünkü Irak’ın
kuzeyi… Yezidîler, Kürtler,
buradaki Hıristiyan topluluklar ve
yeni gelişen Halidî Nakşîlik onun
esas ilgi alanıydı.
Rich, 1820’de Süleymaniye’yi
ziyaret eder. Görünürdeki amaç
arkeolojidir fakat ilk iş olarak 1806
ve 1812 yıllarında isyan etmiş olan
Babân aşireti reisleriyle görüşür. Bu
gezisini “Narrative of a Residence
in Koordistan” (Kürdistan’da
Bir İkametgâhın Hikâyesi) adlı
kitabında anlatır. Kitabın esas ilgi
alanı Kürtlerdir. Şeyh Halid’in
geniş etkisinden, Kürtlerin
gözünde bir evliya olduğundan,
Türkiye ve Arabistan’da 12
bin müridi olduğundan övgü
ve hayranlıkla bahseder. Yine
Halid için “hem dünyevi hem
de ruhani lider olarak ülkenin
başına geçmeye çalışmasından”
şüphe edildiğini yazar. İngiliz ajan
potansiyeli keşfetmiştir. Britanya
da bu potansiyeli Rich’in raporu
doğrultusunda sonuna kadar
kullanacaktır… Bu Halidîliğin
İngilizlerle kayda geçmiş olan ilk
temasıdır. Ama anlaşılan bu ilişki
Şeyh Halid’in Hindistan günlerine
kadar geri gitmektedir.
Bu tarihten itibaren Osmanlı
Devleti’nde yaşananlar dikkate
alındığında İngilizlerin Kürt
Nakşîliği ile nasıl önemli bir damar
bulmuş oldukları daha iyi anlaşılır.
Artık İngilizler, Osmanlı Devleti’ne
daha önce edemedikleri kadar çok
müdahale edeceklerdi.
Bundan sonra ne oldu? Kürt
isyanları artarak devam etti,
bunların başındaki aşiret reisleri de
genellikle Halidî Nakşî oldu. Bunun
yanı sıra Halidîliğin devletin içine
sızan kolu özellikle 1826 Yeniçeri
kırımıyla Türk Ordusu’nun
tasfiye edilmesinde önemli bir
rol oynadı. Hatta bununla da
kalmadı Türk toplumunun bugün
sıkıntılarını halen çektiği ilerici-
Claudius Rich
id resmi
Temsili Şeyh Hal
:
kitabından çizim
Claudius Rich’in
ğlı olduğu
Şeyh Halid’in ba
bir adam
Caf aşiretinden
gerici bölünmesinin ve Şeriatçı
siyasi hareketin temellerini de bu
akım attı. Kısacası İngiliz ajan
Rich, yaptığı buluşla Osmanlı-Türk
toplumunun içine gerçek bir bomba
bırakmıştı.
Kürtleşen, siyasallaşan
ve gericileşen Nakşîlik
Böylece İngiliz-Kürt projesinin
sonucunda Nakşibendî tarikatı
etnik, fikirsel ve toplumsal açıdan
tamamen farklılaştı. OsmanlıTürk toplumsal hayatının diğer
tarikatlar kadar normal bir parçası
olan Nakşîlik artık bir Kürt tarikatı
olacaktı. Siyasetin tam içinde
konumlanacak, hatta siyasal
bir örgüte dönüşecekti. Fikirsel
zeminde de klasik Türk tasavvuf
anlayışının; müsamahanın, aşkın
dışına çıkacak, tam tersine katı
bir Şeriatçılığın ilk örneklerini
verecekti.
Vahhabîlik, Araplar arasında Türk
düşmanı bir gericiliği İngilizler
adına yaymıştı. Fakat aynı şeyi
Türkler arasında yapabilme, Türk
devletini ve maneviyatını içerden
zedeleme konusunda bir şansı
yoktu. İşte Vahhabiliğin yerine
getiremeyeceği bu misyon yine
İngilizler adına Halidîler tarafından
gerçekleştirilmişti.
İngiliz destekli Kürt
ayaklanmacısı Şeyh Said’den,
ABD destekli Barzani’lere,
Talabanilere, Altan Tan’lara ve
Tayyip’lere uzanan bu NakşîKürt geleneğin kökeni işte bu
Anglosakson projesiydi. 
26/01/2014
18
[email protected]
DOSYA
İSMAİL BOSTANCIOĞLU
Paralel Yargı mı? Hükümet Yargısı mı?
Yoksa Bağımsız Yargı mı?
Düşünülen tüm
değişiklikler
Anayasaya
aykırı
Ortaya atılan tüm
tasarılar sistemin dayandığı
kuvvetler ayrılığı ilkesine
karşıtlık gösteriyor.
Yargının büyük oranda
yürütmeye bağlanması söz
konusu. Ya da yasamaya
bağımlı hale getirilmesi.
Yargının ne kadar bağımsız
olduğu tartışılır ancak
düzenleme ile tamamen
AKP’ye bağlı bir yargı
mekanizması oluşturulacak.
Aslında HSYK’nın tümüyle
lağvedilip tüm yetkilerinin
Adalet Bakanlığına
devredilmesi daha tutarlı bir
çözüm olarak gözüküyor.
26/01/2014
17 Aralık sonrasında hükümet
ile Cemaat’in yargı üzerinden
karşı karşıya geldiklerini
görüyoruz. Çatışmanın merkezinde
ise Hâkimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu bulunuyor. HSYK bu
süreçte ilk olarak hükümetin
adli kolluk yönetmeliğinin
değiştirilmesine karşı yayınladığı
bildiri ile gündeme gelmişti.
Soruşturmaların üst makamlara
bildirilmesini zorunlu kılan bu
değişikliğe karşı HSYK, bunun
soruşturma gizliliğine ve adli
kolluk güçlerinin soruşturma
sırasınca Cumhuriyet Savcılıklarına
bağlı olmasını belirleyen CMK’nın
157, 160, 161. maddelerine
aykırı olduğuna dayanarak
karşı çıkmıştı. Benzer şekilde
hükümetin HSYK’nın yapısı için
düşündüğü yasa değişikliğine karşı
da Başkanvekili Ahmet Hamsici
bildiri yayınlamıştı. Hamsici,
açıklamasında yapılması düşünülen
değişikliğin kurulu Adalet
Bakanlığı’na bağımlı hale getirerek
yargı bağımsızlığını ortadan
kaldıracağını ve Anayasaya aykırı
olduğunu iddia etmişti. Bunun
üzerine hükümet de bildirilerin
siyasetin işine karıştığını ve kurulun
sınırlarını aştığını savunmuştu.
HSYK’nın stratejik önemi
Hükümetin bu süreçte devlet
içindeki kadroları sürekli
değiştirerek Cemaat’in yerleşmesini
engellemeye çalıştığını gördük.
Özellikle Emniyet teşkilatındaki
tasfiyelerle hükümetin kendisine
yönelik yeni bir operasyona
karşı önlem aldığını görüyoruz.
Benzer adım yargıda da atılmaya
çalışılıyor. Ancak burada
durum daha farklı. Çünkü
yargı içerisindeki değişiklik
doğrudan bakan tarafından
gerçekleştirilemiyor. Savcıların
mesleğe başlama, yetki, nakil,
disiplin ve görevden alınma gibi
konularında HSYK söz sahibi. Bu
durum doğal olarak hükümetin
hareket alanının kısıtlıyor. AKP
yaşadığımız sürecin ilerlememesini
ve yeniden yaşanmaması için de
HSYK’nın yapısını değiştirmeye
çalışıyor.
HSYK’nın ortaya çıkışı
HSYK aslında 1961 Anayasası
ile kurulan bir yapı. İlk olarak
Yüksek Savcılar ve Yüksek
Hakimler Kurulu olarak iki ayrı
yapı olarak oluşturuluyor. Yüksek
Savcılar Kurulu, Adalet Bakanının
başkanlığında Cumhuriyet
Başsavcısı, Adalet Bakanlığı
Müsteşarı, Adalet Bakanlığı
Özlük İşleri Genel Müdürü ve
Yargıtay’dan seçilen üç asıl üyeden
oluşuyor. Kurul, savcıların özlük
işleri, disiplin cezaları, mesleğe
kabul ve ihraçları hakkında karar
verme yetkisine sahip.
Yüksek Hakimler Kurulu ise ilk
hali ile on sekiz asil ve beş yedek
üyeden oluşuyor. Üye dağılımına
baktığımızda ise altışar üyenin
Yargıtay Genel Kurulu ve birinci
sınıfa ayrılmış hâkimlerce seçildiği,
bunlara ek olarak Meclis’in ve
Cumhuriyet Senatosu’nun üçer
üye seçtiğini görüyoruz. Ancak
sonra yapılan değişiklikle bundan
vazgeçiliyor ve üyeler sadece
Yargıtay Genel Kurulu tarafından
seçilmeye başlanıyor. Adalet
Bakanı toplantılara katılabilmekte
ancak 1971’deki düzenlemeye
kadar oy kullanamamakta.
1982 Anayasası ile birlikte bu iki
kurulun birleştirildiği görüyoruz.
Üye dağılımı ise Yargıtay ve
Danıştay Genel kurullarınca
belirlenen adaylar arasından
Cumhurbaşkanlığınca seçilen beş
üye ile birlikte Adalet Bakanı ve
müsteşarıyla birlikte yedi kişiden
oluşacak şekilde değiştiriliyor.
Düzenleme ile birlikte Adalet
Bakanı kurulun başkanı, müsteşarı
ise tabii üyesi olarak kabul ediliyor
ve müsteşar katılmadığı zamanlarda
kurul toplanamıyor.
AKP’nin 2010 sonrası
yaptığı değişiklikler
2010’a kadarki süreçte
kurulun yapısının yüksek yargı
mensuplarından oluştuğunu
görüyoruz. Bakan ve müsteşarın
dışındaki tüm üyeler Yargıtay ve
Danıştay kökenli. AKP ise esas
değişikliği bu noktada yaptı. 2010
referandumu ile yapılan değişiklikle
ilk olarak kurulun üye sayısının
yirmi ikiye çıkartılarak, adli yargı
ilk derece mahkemelerinde çalışan
hâkim ve savcılar arasından seçilen
yedi üye ile idari yargı ilk derece
mahkemelerinde çalışan hakim ve
savcılar arasından seçilen üç üyenin
daha dahil edildiğini görüyoruz.
Bununla birlikte bakanlığa bağlı
çalışan Adalet Akademisinden bir
üyeyle birlikte, Cumhurbaşkanının
atayacağı hukukçu ya da öğretim
üyesi dört üyenin daha kurula
katılarak yüksek yargı kökenli
19
üyeleri azınlığa düşürülüyor.
AKP bu adımla ulusalcı tavır
alabilecek Yargıtay ve Danıştay
kökenli üyelerin etkinliğini
sınırlamayı planlamış olmalı. Bu
planın ulusalcılığa karşı tuttuğunu
görüyoruz. Çünkü günümüze kadar
HSYK ile hükümet arasında bir
tartışma yaşanmamıştı. HSYK
daha önce tepki gösterdiği
Ergenekon gibi davalara karşı
tavrını değiştirmişti. AKP aynı
zamanda yaptığı bu değişikliği
kurulun tabanının genişletilerek
demokratikleştirilmesi olarak
savunmuştu.
Üye sayısı ve bileşimi bu
şekilde değişen kurulun üyelerinin
seçim sistemi de değiştirildi. İlk
olarak her üyenin tek bir adaya
oy vermesini öngören tasarı,
Anayasa Mahkemesi’nin itirazı ile
değiştirilecek, adayların herkese
oy atabileceği liste usulü oy verme
sistemi getirilecekti. Günümüzde
AKP bu sistem sonucu Cemaat’in
HSYK’yı ele geçirdiğini öne
sürüyor. Kurulda Cemaat’in
ne kadar ağırlıkta olduğunu
bilemeyiz ancak AKP’nin, kurulu
ulusalcıların elinden alayım
derken kendi eline tam olarak
geçiremediğini görüyoruz.
HSYK, Adalet Bakanlığının
kontrolüne girecek
Hükümetin HSYK için
hazırladığı yeni tasarı esas
olarak kurulda Adalet Bakanının
ve müsteşarının etkinliğinin
artmasını hedefliyor. 2010
Referandumu öncesinde bakan
istediği toplantılara katılabilirken,
düzenleme sonrası sadece
genel kurul toplantılarına, onlar
da disiplin konuları ile ilgili
değilse katılabilmektedir. Bunun
dışında dairelerin toplantılarına
katılamamaktadır. Yeni düzenleme
ile birlikte bakan tüm toplantılara
katılabildiği gibi üç dairenin
de görev dağılımını kendisi
belirleyecek. Dairelerin hangi
üyelerden oluşacağının yetkisi
HSYK Genel Kurulundan alınarak
Bakanlığa verilecek. Bununla
birlikte bakan, hangi dairenin
hangi dosyalara bakacağına da
kendisi karar verebilecek. Ayrıca
kurul kararlarına karşı itirazları da
kendisi karara bağlayamayacak.
Ayrıca daha önce genel kurula
bırakılan toplantı gündemi
belirleme görevini de bakanlık
devralacak. Kurulun ne zaman
ve hangi gündemle toplanacağına
bakan karar verebilecek. İstemediği
zamanlar kurul toplanamayacak ya
da çok farklı gündemleri görüşmek
zorunda kalacak.
Düzenlemede bunların dışında
disiplin ile ilgili kararları da
bakanın karara bağlaması
öngörülüyor. HSYK üyeleri için
disiplin soruşturması açma yetkisi
tek başına bakanda olacak. Bakan
istediği üyeyi görevden alma
yetkisine de sahip olacak. Bu
konuda şimdiye kadar kararları alan
Genel Kurulun tüm yetkilerinin
elinden alınması hedefleniyor.
Bunlarla birlikte Teftiş
Kurulunun da doğrudan bakanlığa
bağlanması hedefleniyor. HSYK’da
görev yapacak tetkik hâkimlerinin
ve kurula atanacak tüm personelin
belirlenmesi de bakanlığa
bırakılıyor. Böylece AKP, 2010’da
yaptığı düzenlemeleri eski haline
getirmeyi planlıyor.
Sadece Bakanın değil
müsteşarın da yetkileri
artırılıyor
2010 Referandumu sonrasında
müsteşarın kurul çalışmalarındaki
etkisi azaltılmıştı. Öncesinde
müsteşarın katılmadığı toplantılar
yapılamıyordu. Hatta 2007 yılında
Cemil Çiçek’in bakanlığı sırasında
boş olan Danıştay ve Yargıtay
üyelerinin seçiminde Kurul ve
bakanlık arasında anlaşmazlık
yaşanmıştı. Kurulun bakanlığın
dışında karar almasını engellemek
için dönemin müsteşarı toplantılara
mazeretsiz olarak katılmayıp
kurulun karar almasını engellemişti.
Benzer bir olay da 2010’da
Sadullah Ergin’in bakanlığı
sırasında yaşanmıştı. Müsteşar
bir toplantıyı terk etmiş, bir
başka toplantıya da katılmayarak
kurulun çalışmasını engellemişti.
Kurula toplantı için gündem de
gönderilmemişti. Dönemin HSYK
Başkanı Kadir Özbek “Bakanlık
bizi gözden çıkardı, kararname
çıkartmamızı istemiyorlar.”
açıklamasında bulunmuştu.
müsteşar daire üyelerinin
çoğunluğunun değil, sadece
toplantıya katılanların oy çokluğu
ile başkan seçilebilecek. Bu sayede
bakanın dışında bir de müsteşar
üzerinden hükümetin etkisi artacak.
Yürütmenin dışında
yasamanın da etkisi
artırılmaya çalışılıyor
AKP’nin kanun tasarısı Meclis
Adalet Komisyonu’nda şiddetli
tartışmalara sebep olurken bir
yandan Başbakan tarafından RTÜK
modeli savunulmaya başlandı. Bu
modele göre HSYK üyelerinin
Meclis’in göstereceği adaylar
arasından seçilmesi öngörülüyor.
HSYK’da görev almak isteyenler
Meclis’e başvuracak ve buradaki
partiler tarafından aday gösterilerek
seçilecek. Doğal olarak bu modelle
HSYK yapısı Meclis’teki siyasi
dağılımı yansıtacak şekilde olacak.
Her ne kadar oylamanın nitelikli
çoğunluk olan üçte iki oranı ile
yapılmasının mecliste uzlaşmaya
yol açacağı ve partizan bir yargıyı
engelleyeceği öne sürülse de nasıl
sonuçlara yol açacağını kestirmek
zor değil. Özellikle RTÜK’teki
sonuçlar ortada. Bununla birlikte
oran ne olursa olsun bu modelin
yargıyı tamamen siyasileştireceği
ortada.
Düşünülen tüm değişiklikler
Anayasaya aykırı
Ortaya atılan tüm tasarılar
sistemin dayandığı kuvvetler
ayrılığı ilkesine karşıtlık gösteriyor.
Yargının büyük oranda yürütmeye
bağlanması söz konusu. Ya da
yasamaya bağımlı hale getirilmesi.
Yargının ne kadar bağımsız
olduğu tartışılır ancak düzenleme
ile tamamen AKP’ye bağlı bir
yargı mekanizması oluşturulacak.
Aslında HSYK’nın tümüyle
lağvedilip tüm yetkilerinin Adalet
Bakanlığına devredilmesi daha
tutarlı bir çözüm olarak gözüküyor.
AKP yapmayı düşündüğü
değişikliklerin anayasaya
aykırılığını, Cumhurbaşkanlığından
ya da Anayasa Mahkemesi’nden
döneceğini tahmin ediyor olmalı.
Buna rağmen değişiklikte
ısrar ediyor. Tasarı yasalaştığı
anda geri dönene kadar tüm
HSYK kadrolarını değiştirecek
ve Cemaatçi olduğundan
şüphelendiklerini görevden
alacak. Yasa geri dönse dahi bu
düzenleme yanına kâr kalacak.
Sonuçta yargı içerisinde Cemaat’in
belli bir gücünün olduğunu
görebiliyoruz. AKP de bunlarla
ciddi bir mücadeleye hazırlanıyor.
Ama bunu yaparken tek adam
diktatörlüğüne uygun bir yargı
mekanizması oluşturmaya da
hazırlanıyor. Herhalde uzun bir süre
AKP’nin ya da Cemaat’in uzantısı
dışında bağımsız ve saygın bir yargı
sistemi nasıl yaratabileceğimizi
düşünmemiz gerekecek. 
Yeni düzenleme ile müsteşara
eski yetkisi geri verilmiyor ama
herhangi bir dairenin başkanı
olmasının önü açılıyor. Hatta
26/01/2014
20
[email protected]
GÜNDEM
TAMER IŞITIR
AKP gider devlet kalır!
AKP’nin gerileyişi
Onlara çağrımız ise açık
ve nettir: Ebedi devleti
savunun, onu muhafaza
edin, adem-i fanileri değil!
Kendisini devletine sadık
görenler, vatanlarının
evlatları olsunlar!
Milletlerine tabi olsunlar!
Kendisini
Tayyip
Erdoğan’a
bağlı
hissedenlerse
Emine
Erdoğan’dan
rol çalmaya
devam
etsinler...
26/01/2014
Gezi isyanıyla saltanatı
sarsılan AKP hükümeti, 17
Aralık’ta başlayan yolsuzluk ve
rüşvet operasyonuyla da büyük bir
darbe aldı. Cemaat’in salvolarına
iktidar olanaklarıyla karşılık veren
AKP’de, yerel seçimler öncesinde
bir tedirginlik hakim.
Bu tedirginliğin sebebi ise
karşısına aldığı kesimlerin,
özellikle de Gülen Hareketi’nin
seçimlerde nasıl bir tasarruf
göstereceği ve muhafazakar
kitlenin oy verme eğiliminin
önceki seçimlerde olduğu gibi yine
AKP’den yana olup olmayacağı.
AKP iktidara geldiğinden beri,
kendisini muhafazakar, liberal,
milliyetçi ve hatta “solcu” olarak
niteleyen birçok farklı çevreden
oy aldı. Bu durumun bilinen
birçok nedeni var. Bununla
birlikte yıllar yılı sürekli güçlenen,
büyüyen bir grafik yakalayan
AKP, son genel seçimde %50 oy
alarak, kendi seçim grafiğinde
en üst sınıra dayanmıştı.
Bahsettiğimiz büyümeye benzer
bir oranla, iktidar baskıları ve faşist
uygulamalar da artıyordu. Ancak
tüm baskı ve zorlamalara rağmen,
AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın
ikna edemediği yine %50’lik bir
muhalefet gücü de direnişteydi.
Ancak MİT operasyonlarına
kadar uzanan, dersane çatışması
ve 17 Aralık operasyonuyla süren
tarihi bir savaş, muhalif cepheye en
büyük ittifak kuvvetinin de dahil
olmasına neden oldu. 12 yıldır
omuz omuza yürüyen AKP ve
Cemaat, kanlı bıçaklı düşmanlar
oldular.
Muhafazakar seçmenlere
tuzak
Seçimlerin en önemli belirleyici
unsurlarından birisini karşısına alan
AKP, Suriye meselesi başta olmak
üzere dış politikadaki tutumuyla da,
uzunca bir süre kendisine tahammül
eden Batılı güçlerin, desteğini
çekmesine de sebep oldu. Üzerine
bir de ekonominin kötü gidişatı
eklenince, AKP açısından pembe
bir tablo çizmek pek de mümkün
görünmüyor.
Peki ya AKP’ye oy veren
vatandaşlar? Onların nasıl
davranacağı en önemlisi.
Bu süreçten AKP’nin güçlenerek
çıkmak şöyle dursun, zayıflayıp
kan kaybedeceği aşikar. Son
olaylardan sonra Cemaat’ten
yana tavır alıp istifa eden AKP’li
milletvekillerine son bir haftada
Adana, Kahramanmaraş ve
Diyarbakır’dan gelen istifalar da
eklendi. Bu gelişmeler seçimler
hakkında da bize bazı işaretler
veriyor.
Fakat son günlerde AKP
savunucusu kesimlerde, seçimlerde
yine AKP’ye oy verilmesi için
farklı bir argüman dillendiriliyor.
Denilen şu: Yolsuzluklar
yapılmış olabilir, ekonomi kötüye
gidebilir, Hocaefendi’yle aramız
bozulmuş olabilir fakat; bu
dönemde AK Parti’yi savunmak
devleti savunmaktır. Dış mihraklar
uluslararası bir tezgahla Erdoğan’ı
devirmeye çalışıyor, bu yüzden AK
Parti’nin arkasında durmak gerekir.
Muhafazakar tabanda oluşan kafa
karışıklığı ve soru işaretleri, böylesi
bir aidiyet güdüsü ve savunma hissi
yaratılarak aşılmaya çalışılıyor.
Geçtiğimiz hafta Yeni Şafak
Gazetesi’nde Alev Alatlı’yla
yapılan röportajda, Alatlı’nın
kullandığı “En kötü devlet bile
devletsizlikten iyidir” ifadesi de bu
propagandanın başka bir versiyonu.
Bu demek oluyor ki; AKP
çevrelerinde son bir yıldır
gözle görülen bir rahatsızlık
var, politikalar beğenilmiyor,
kabullenilmiyor, benimsenmiyor.
Ama ne olursa olsun taban bunları
düşünmemeli ve “sağlam irade”yi
desteklemeli. AKP merkezi
otoritedir, devletleşmiştir. AKP’nin
yıkılması demek devletin yıkılması
demektir.
Kurnazca bir propaganda...
Devlet yanılsaması
Ne de olsa Türkler daima
devletine sadık kalmış, en güç
zamanlarda devleti için canını seve
seve feda etmiş bir millet. Huzurun
ve refahın tesis edilmesi, sürmesi ve
bozulmaması için refleksif olarak
muhafazakar tavırlar alabilen bir
yapısı olduğu tecrübeyle sabit.
Fakat AKP’nin ayakta kalması
için ortaya atılan bu tür söylemler
kitlenin ikna olması için yeterli
olabilir mi göreceğiz.
Peki AKP gerçekten devleti
temsil ediyor mu?
Devlet dediğimiz organizma;
bir insan topluluğunun belirli bir
toprak parçası üzerinde birbirleriyle
ve çevreyle olan ilişkilerini
düzenlemek amacıyla kurduğu idari
bir düzeni ifade eder.
Tamam. AKP 12 yıldır ülkeyi
21
yönetiyor olabilir. Devletin tüm
kurumlarını idare ediyor olabilir.
Belirli bir halk desteği ve oy
potansiyeli de olabilir. Ama
seçimlerle idareyi oluşturan partiler
sadece hükümeti temsil edebilir.
Bu ise onlara verilen yürütme
sorumluluğudur. Dolayısıyla geçici
bir görevlendirmedir.
Devlet yıkıcısı AKP
Yani partiler geçici, devlet
kalıcıdır. Devlet fikrinin esas
unsuru da egemenlik kaydıdır.
Cumhuriyetin tek hakimiyet
makamı ise milletten başka bir şey
değildir.
Haliyle Tayyip Erdoğan’ın
da AKP’nin de, devletin yegane
temsilcisi olduğu iddiasının pek bir
doğruluk payı yoktur.
Kaldı ki, AKP’nin esas misyonu
devlet savunuculuğu değil devlet
yıkıcılığıdır.
kurup ceza vermeden salıveren, bir
de üstüne iş verip maaş bağlayan
hükümet mi adaleti tesis ediyor?
Daha en genel görevlerini bile
yerine getirmeyen iktidarın, nasıl
oluyor da devleti temsil ettiğine
inanmamızı istiyorsunuz bizden?
Paralel millet
Aylardır “paralel devletlerle”
yatıp yolsuzluklarla kalkıyoruz.
Siz daha kendi kurumlarınızı
koruyamıyor, kollayamıyorsunuz.
Cemaatçiler yıllardır her kurumuna
yerleşmiş, iş tutuyor. Utanmadan da
size umut bağlayanlardan yeniden
oy vermelerini istiyorsunuz.
Önce göz yumdunuz, razı
oldunuz, yoldaşlık ettiniz.
Şimdi devran döndü, birbirinizi
yiyorsunuz. Sonra da dönüp
diyorsunuz ki “biz devletiz,
devletinizi savunun...”
Yok öyle yağma!
Bir Batı darbesiyle iş başına
geçen AKP iktidarı, PKK’nın ortağı
sayılabilecek işbirlikçi karakteriyle,
bölücü unsurların en tepesindeki
suç çetesidir.
Türkçe Olimpiyatları’nda
“Hocefendi’ye” selamlar çakarken,
ağlayıp zırlarken iyiydi. Şimdi
dönüp Fethullahçıları “paralel
devlet” kurmakla suçluyorsun.
Peki devletin yürütme gücünün
başı olarak, AKP iktidarı asli
görevlerini layıkıyla yerine
getiriyor mu?
Adamlara devleti paralelize ettiler
diye saldırıyorsun; sen yıllardır
benim yüzde ellim, karşı yüzde elli
diye milleti paralelize ettin, sana
dokunan yok!
Mesela halkın emniyeti gerçek
manasıyla sağlanıyor mu? Halka
zarar veren terör örgütlerinden
halkı koruyabiliyor mu? İnsanların
can ve mal güvenliğini koruyucu
tedbirler alabiliyor mu?
Elbette koca bir “hayır”!
Bırakın emniyeti sağlamayı
aksine; bu millete TOMA’larıyla,
biber gazlarıyla, panzerleriyle her
fırsat bulduğunda saldıran, sokak
ortasında gencecik çocuklarının
dövülerek öldürülmesine seyirci
kalan, teröristlerin attıkları
molotof kokteylleriyle güzelim
kızlarımızın yanarak can vermesine
suskun kalan bir hükümetle karşı
karşıyayız.
Evet katil bir iktidar tarafından
yönetiliyoruz yıllardır.
Ya adalet!?
Kendi ordusunu, askerlerini
hapseden, zindanlarda o şerefli
komutanların ölüme razı olmasını
isteyen; ama konu PKK’lı
eşkıyalara gelince özel mahkemeler
Aptal mıyız biz Tayyip Efendi!
Köşeye sıkışınca her
sorunun altında bir dış mihrak
arıyorsun, ama o dış mihrakların
seni zamanında nasıl da
desteklediklerini, pohpohladıklarını
unutmamızı istiyorsun.
izleyecek değiliz.
İnsanlarını katleden iktidarlarda
devleti yaşatmaları beklenemez.
Muhafazakar seçmenlerin
görevi
Devletin tüm yönetim aygıtları
deforme olmuş, ülke yeniden
“fetret” devrine girmiştir.
Bu dönemde belirleyici
güç bugüne kadar AKP’ye
bir şekilde oy vermiş samimi
vatandaşlarımızdır.
Onlara çağrımız ise açık ve
nettir: Ebedi devleti savunun, onu
muhafaza edin, adem-i fanileri
değil!
Kendisini devletine sadık
görenler, vatanlarının evlatları
olsunlar!
Milletlerine tabi olsunlar!
Kendisini Tayyip Erdoğan’a
bağlı hissedenlerse Emine
Erdoğan’dan rol çalmaya devam
etsinler... 
Biz Türklerde devlet
kutsaldır. Varlığı ebedidir.
Kimseye dokundurtmaz,
bir halel gelsin istemeyiz.
Eyvallah!
Gel gelelim, “insanı yaşat ki
devlet yaşasın” düsturuyla
yaşayan atalarımızın mirası
da; bu diktatör bozuntusunun
iktidar ve otorite hırslarına terk
edilemez.
Bu milletin hafızasıyla dalga
geçmeyin!
Er ya da geç yaptıklarınızın
hesabı sorulacak. Çok da vaktiniz
kalmadı.
Biz Türklerde devlet kutsaldır.
Varlığı ebedidir. Kimseye
dokundurtmaz, bir halel gelsin
istemeyiz. Eyvallah!
Gel gelelim, “insanı yaşat ki
devlet yaşasın” düsturuyla yaşayan
atalarımızın mirası da; bu diktatör
bozuntusunun iktidar ve otorite
hırslarına terk edilemez.
Kaldı ki, emperyalistlere yıllarca
kulluk etmiş bir külhanbeyinin
ülkeyi yıkıma götürmesini sessizce
26/01/2014
22
[email protected]
YURT ve DÜNYA
Prof. Dr.
TÜRKKAYA ATAÖV
Doğu komşumuz İran
İran’a odaklanalım. Komşu İran’da
yolsuzlukla ilgili birtakım yasal
araştırmaların başlamış olmasını da
şimdilik bir yana koyalım.
Tahran’a her şeyi kabul ettirmek
yanıltıcı bir düştür. Şah yılları
çok geride kaldı. ABD gerçekçi
olmalı, bu barışçı çözüm
şansını, en azından kendi
çıkarı gereği, harcamamalıdır.
Bölgenin
komşu devleti
olarak bizin
beklentimiz
ve çıkarımız
da barışçı
yöntemin
benimsenmesi
ve İran’a hakça
davranılmasıdır.
Dünya siyasetinin
gündeminde doğu komşumuz
İran ile batı komşumuz
Yunanistan bir süredir önemli
yer tutuyorlar. Bizi de yakından
ilgilendiren Yunanistan’ın
bunalımlarını bir sonraki yazıya
bırakarak, bu yazıda baskı altındaki
26/01/2014
Bu aşamada İran’a ilişkin
daha önemli konu bu ülkenin
nükleer araştırmalar yapma hakkı,
bununla bağlantılı olarak ABD’yle
yürütmeğe başladığı görüşmeler
ve bunların olası sonuçlarıdır.
İran’la ABD’nin nükleer programa
ilişkin olarak bir ara-anlaşmaya
varabilecekleri düşünülebilir. Bu
çözüme İsrail, Suudî Arabistan,
öteki Körfez krallıkları ve ABD’nin
içindeki aşırı tutucularla dış
siyasetteki şahinler karşıdır.
Ancak, cumhurbaşkanlığını
geçen Ağustosta almış olan
Hasan Ruhani ile Obama böyle
bir yakınlaşmayı her iki ülkenin
çıkarları gereği görüyorlar. Her
ne kadar Obama Afganistan’daki
savaşı ve orada Amerikan askerinin
varlığını daha on yıl sürdürmek
yanlısıysa da, o ülkedeki kamuoyu
yoklamaları halkın savaştan yana
olmadığını açıkça gösteriyor.
Halkın desteği hiçbir zaman bu
denli düşük olmamıştı. Bu nedenle,
Obama yönetimi bir de İran’la
savaşı kolay kolay göze alamıyor.
ABD-İran anlaşması, yani barışçı
çözüm bu nedenle Amerikan
yöneticilerinin çıkarınadır.
İran’a gelince: Anlaşma
ekonomik yaptırımlardan büyük
sıkıntı yaşayan İran’a bir ölçüde
rahatlık sağlayacaktır. Yaptırımlar
İran halkını Küba, Irak, Libya
ve Sudan örneklerinde de
görüldüğü gibi, büyük sıkıntılara
sokar. Bağdat’taki hükümet
yıllarca okullar için dışarıdan
kurşunkalemi bile getirtememişti.
Irak ve Libya’da çocuk, yaşlı ve
hasta ölümleri hızla tırmandı. O
yıllarda, dört kişi BM’nin Viyana
merkezinde bu gerçeğin altını
çizen uzun konuşmalar yapmış
ve metinlerimiz bir kitap olarak
hemen ardından basılmıştı. Irak’a
ambargo komşu Türkiye’nin
ekonomisini büyük zararlara
uğrattığından, benim uzun
açıklamam daha çok bu noktanın
altını çizmişti. Yugoslavya’da
uygulanan yaptırım da Macaristan’ı
zarara soktuğundan, benim
tebliğim Macarcaya çevrilip bir
de Budapeşte’de küçük bir kitap
olarak basılmıştı. Ne var ki,
uluslararası topluma egemen olan
önderler geçmiş gerçeklerden
gerekli dersleri almıyorlar. Bu
kez, İran bir yanı ağır basan bir
bunalıma itiliyor.
İran için önemli aşama nükleer
aygıtta kullanılacak uranyumu,
az da olsa, gerekli ölçüde
“zenginleştirme” hakkını kabul
ettirmesidir. İran uzun süre nükleer
silâhların yayılmasını önleme
antlaşmasında “zenginleştirme
hakkı”nın olduğu kanısındaydı.
Dışişleri Bakanı Muhammet
Cevat Zarif ise, şimdi bu hakkın
resmiyete geçmesinde ısrarlı
olmayacaklarını söylüyor. Bence,
şu nokta önemlidir: Obama’nın
görüşmeleri yürüten takımının,
yeni İran Cumhurbaşkanıyla
Dışişleri Bakanının bu görünürdeki
yumuşak tavrına bakarak, kozlarını
daha başından baskıcı biçimde
kullanmağa çalışmaları barışçı
anlaşma kapısını kapatır. ABD
görüşmecilerinin işe önyargılarla
başladıklarını söylemek abartma
değildir. Onların görüşüyle
İran terörü destekleyen bir
devletti. Böyle düşünen ABD’li
diplomatlar yıllardır aynı
İran’la ilişkileri sürdürmüyor,
bu nedenle değişmekte olan
bu ülkenin nabzını gereği gibi
tutamıyorlar. Oysa, İran heyetindeki
görevliler Batı’yı da iyi tanıyan
uzman kişilerdir. Görüşmeler
İngilizce olmakta, bu dili ABD
ve Britanya üniversitelerinden
doktoraları bulunan İranlılar da iyi
bilmektedirler.
Bu koşullarda, ABD tarafı şu
yanlış yargının kurbanı olabilir:
Ekonomik yaptırımlar İran’ı
öylesine zor duruma sokmuştur
ki, Tahran Vaşington’un her
istediğini onaylamak zorundadır.
İşte, bu yaklaşım barışçı bir
çözümü daha başından fitiller.
Kuşku yok ki, İran yaptırımların
kalkmasını istiyor. Ama Tahran,
İsrail’le Vaşington’daki şahinlerin
istediklerine teslim olma niyetinde
değildir. Obama yönetimi bu yola
saparsa, anlaşma seçeneğini daha
başında yitirir. Yaptırımlar ağırdır,
ama bunun baskısını abartmak
gerçekçi olmaz. Unutmamalı ki,
İran’da da ABD’yle anlaşmaya
varmaya karşı kendi şahinleri de
vardır. Tahran’a her şeyi kabul
ettirmek yanıltıcı bir düştür. Şah
yılları çok geride kaldı. ABD
gerçekçi olmalı, bu barışçı çözüm
şansını, en azından kendi çıkarı
gereği, harcamamalıdır. Bölgenin
komşu devleti olarak bizin
beklentimiz ve çıkarımız da barışçı
yöntemin benimsenmesi ve İran’a
hakça davranılmasıdır. 
23
[email protected]
ULUSAL KALE
ESER ÖZALTINDERE
“Eski piyon AKP” out, yeni piyon CHP” in
Son günlerdeki moda söylem
şudur: “Gitsinler de nasıl
giderlerse gitsinler. İsterse
iplerini emperyalistler çeksin,
ama gitsinler, sonrasını ise bilâhare
düşünürüz....” Kabul, gitsinler
ama, gelecek olanları da iyi tahlil
etmemiz gerekiyor. Yoksa yine
tufaya düşeriz.
Son dönem yolsuzluk ve
rüşvet günlerinde, Büyükelçi
Ricciardone’ye atfedilen bazı
haberler öne çıkmıştı. Buradaki
Ricciardone’nin söylemleri
şöyleydi; “Halkbank’ın İran’la
ilişkilerinin kesilmesini istedik.
Dinlemediler. Bir imparatorluğun
çöküşünü izliyorsunuz.” Demek ki,
“AKP imparatorluğunun çöküşü”
için düğmeye basılmış. Oysa,
emperyalistlerin “has adamı”
Erdoğan; Arap Baharından
tutun da, tüm Cumhuriyet
karşıtlarının ileride kullanılmak
üzere örgütlenmesine, kendileri
için tehlike olabilecek “ulusalcı
kesimlerin ve subayların” pasifize
edilmesine, çok korktukları
Atatürk Cumhuriyeti’nin
“ulusalcı değerlerinin” yok
edilmesine, dilinden yerleşim
isimlerine, eğitimine kadar “Kürt
milliyetçiliğinin” ve Kürtçülüğün
tavan yapmasına kadar neyi
“hayal etmişlerse” hepsini hem
de “eksiksiz olarak” kendilerine
hediye etmişti. Geriye de zaten
verilecek bir şey kalmamıştı. Ondan
sonra başa getirilecek iktidarların
tek gerçekleştireceği iş; “bunları
korumak” ve üzerine yeni eklemeler
yapmak olacaktı. O yüzden de
Tayyip’in gitmesinde çok büyük
sakıncalar yoktu.
Evet, bunlar tamamdır da,
acaba Tayyip Erdoğan’ın yerinin
doldurulması nasıl olacaktır?
Esasında bu oluşum, daha
Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığa
taşındığı zaman gerçekleştirilmeye
başlanmıştı. AKP iktidarı
döneminde; AKP’nin dayandığı
“İslamcı Sermayenin” dışında
kalan ve pasta paylaşımındaki
payı azalan “Büyük Sermayenin”
rahatsızlığı öne çıkmıştı. Tabii ki,
bunların tümü de gerçekte ABD’nin
kompradorluğunu yapmaktadırlar.
Ancak, Anadolu kaynaklı ve
çoğunluğu İslamcı özelliğe sahip
sermayenin büyütülerek “sisteme
sokulması” ve bir “blok gücü”
hâline getirilmesi AKP iktidarı
döneminde olmuştur. Bunların
böylesine güçlenmesi hem “total”
sermaye gücünü arttırmış, hem de
bu iki grubun siyasî oluşumlarıyla
beraber dönem dönem birbirlerine
karşı kullanılması avantajını
ABD’ye vermiştir. İşte bu süreçte
Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine aynı
zamanda “Büyük Sermaye”yi temsil
etme misyonu da yüklenmiştir.
Çünkü, AKP karşısında hiçbir
“yeni” bir “merkez sağ” parti
oluşturma girişimi başarıyla
sonuçlanamamıştır. Cem Uzan’ın
anında işi bitirilmiş, Ağar, tam
DYP’yi kıvama getirecekken
Erkan Mumcu operasyonu
düzenlenmiştir. Bu durumda, belli
bir oy potansiyeliyle geleneğe sahip
CHP’nin bünyesi değiştirilerek
ve “ideolojik yapısı” deforme
edilerek istenilen formata sokulması
öngörülmüştür. Bu operasyonda
MHP’nin tercihi söz konusu
değildir. Çünkü, uygun dizaynda
ve güçte bir parti değildir. Bu
dönüştürme için yapılan ilk iş;
ulusalcı güçleri ve onun o an ki
lider temsilcisi Baykal’ı devre dışı
bırakmak olmuştur. Bunun için önce
yasal yollar denenmiş ve Baykal’ı
Sarıgül’le kongrede alaşağı etme
girişimleri bir işe yaramayınca,
kaset komplosu düzenlenmiştir. 8
yıl öncesinden hazır bekletilen “aşk
hikayesi” kes-yapıştır eklemeleriyle
piyasaya sunularak daha önce
kamuoyuna tanıtılmış, İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanlığı
adaylığı ve Dengir tartışmasıyla
rüştünü ispat etmiş, dolayısıyla
en hazır durumdaki Kılıçdaroğlu
Genel Başkanlığa taşınmıştır. Bugün
yaşanılan “paralel devlet” skandalı
da zaten, o kaset operasyonunun bir
istihbarî organizasyon olduğunu çok
net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kılıçdaroğlu aynı zamanda,
CHP’deki liberal ve Kürtçü değişimi
gerçekleştirebilecek bir profile de
sahiptir. Ama en önemlisi “koyu bir
Dersimci” oluşudur. Tam “geçiş
dönemine” uygundur. Ulusalcı
kadroları büyük ölçüde tasfiye
ederek parti içerisine; Gürsel Tekin,
Sezgin Tanrıkulu ve Atatürk ile
CHP’yi “Dersim soykırımıyla(!)”
suçlamaktan çekinmeyen Hüseyin
Aygün gibi Kürtçülerle liberalleri
doldurmuştur. Bir de Cemaatçi
sokmuştur ancak, erken öttüğü için
devre dışı kalmıştır. Özetle ulusalcı
ideolojiden uzaklaştırılarak her
görüşten kişilerle “süslenmiş” bir
“merkez sağ” partisi oluşturmaya
soyunulmuştur.
Geçmişte Baykal tarafından
Genel Başkanlığı engellenen
Sarıgül’ün tekrar partiye monte
edlmesi ise işin en can alıcı
noktasıdır. Sarıgül emperyalistlerin
arayıp da bulamadıkları türdendir
ve ihtiyaçları olan “her türlü
görüşü” içinde barındıran “merkez
sağ” partiye uygun bir lider profili
sunmaktadır. Cemaat’le ilişkilerini
kendisi bir gazeteciye itiraf etmiştir.
Bir televizyon programında ise
BDP’ye oy verenlerin % 65’inin
oyunu alacağını ileri sürmüştür.
Öyleyse, onun da Kürtçü bir yanı
olsa gerektir. Kılıçdaroğlu’nun bir
Amerikalı gazeteciye; “Çıkması
durumunda daha karizmatik
bir kişiye Genel Başkanlığı
devredebileceğini” açıklaması da
enteresandır. Bu kişi de herhâlde
Sarıgül’den başkası değildir. Aynı
röportajda Kılıçdaroğlu, Gülen
hareketiyle ittifak konusuyla ilgili
bir soruya da; “..biz hükümetten
baskı gören tüm grupların
yanındayız, buna sizin bahsettiğiniz
de dahil...” şeklinde yanıt vermiştir.
Hakan Şükür’ün istifası döneminde
alelacele ABD’ye gitmesi de
Gülen’le ittifak konularını gündeme
taşımıştır. Hemen bu ziyaretin
ardından da, Ricciardone ile ABD
Büyükelçiliği rezidansında öğle
yemeğinde bir araya gelinmiş ve
sonrasında ise 1,5 saatlik toplantı
yapılmıştır.
Bu “ABD’ye biat ve teslimiyet”
gösterilerinin aynıları AKP’nin
iktidara geldiği dönemlerde de bu
şekillerde gerçekleştirilmişti. Şimdi
de benzer tiyatro Kılıçdaroğlu
CHP’siyle oynanmaktadır. Bütün bu
olayları arka arkaya sıraladığımızda
da; Cemaat, ABD ve bugün
için Kılıçdaroğlu, yarın için ise
“Sarıgül CHP”sinin dayanışması
ortaya çıkmaktadır ki, bu da “yeni
emperyalist piyonunun” “CHP”
olacağını göstermektedir.
Evet, Tayyip Erdoğan ve AKP ne
pahasına olursa olsun gitmelidirler
ama, bu gerçeklere de gözler
kapanmamalıdır. 
26/01/2014
24
ORHAN ÖCALGİRAY
Bu akşam her yer
ATATÜRK
ÇİÇEKLERİ
ATAM!..
Bu gece,
sıcak evimizde,
ailemiz ve dostlarımızla,
neşe içinde,
yeni bir yılı karşılamaya hazırlanıyoruz.
Mutluyuz,
neşeliyiz,
ve etrafımızda,
kıpkırmızı renkleriyle ATATÜRK ÇİÇEKLERİ
Kalbim senin sevginle dolu,
gözlerim buğulu,
Hayalimde,
yıllar önce,
11 yaşımda,
seninle karşılaştığım o inanılmaz günün taptaze anısı,
yanağımda senin elinin sihirli dokunuşu
ve gözlerimde
o hiç unutamadığım bakışlar
Geçen yıllar boyu defalarca,
milyonlarca kez aklıma gelen
ve her seferinde tüm vücudumu derin bir heyecanla
sarsan, tarifi zor bakışlar
Bugün bile düşünüyorum da,
öyle derin,
öyle anlamlı,
öyle mavi gözler....
Sanki çakmak çakmak ateş saçan,
aynı zamanda kocaman bir kuvvet olup insanı sarıp
sarmalayan,
kızgın mı?
Sevecen mi?
Yoksa içinde, açığa vurulmamış kopan fırtınalardan
bir parça hüzün mü?
26/01/2014
Ne olduğunu çözemediğim
ama gözlerimden hiç ayrılmasını istemediğim
o bir çift mavi göz
Derin ve insanın içini titreten bakışlar
O haşmet,
O bedeninden yükselip tüm çevresini etkileyen kuvvet,
O insanı ürküten, ama aynı zamanda hayran bırakan,
O mütevazi,
O şevkatli insan,
O, ATATÜRK!
ATAM,
Yıllar oldu bu topraklarda
özgürce,
keyfimizce,
istediğimizce,
başımız dik yaşadığımız.
Yıllar oldu sensiz
ama senin yolunda yürüdüğümüz.
Yemin ettim yeni yetme bir delikanlıyken,
Hani seninle karşılaştığımız o gün var ya.
O gün yemin ettim ATAM,
nefes aldığım her gün seni yaşatmaya,
senin yolunda yürümeğe ve bu vatana senin gibi
sahip çıkmaya
yemin ettim
ATAM,
Senin ve senin askerlerin sayesinde,
canını hiç tereddüt etmeden vatan yolunda veren
şehitlerinin sayesinde,
yaşamlarını düşman kurşunları
ve toplarıyla kaybeden atalarımın,
özgürlüğün,
vatanın,
bayrağın
ne demek olduğunu bilenlerin
ve bu uğurda ölenlerin sayesinde
bu topraklar vatan,
bu devlet Cumhuriyet oldu ATAM.
Ben bu sayede bir Cumhuriyet çocuğu olarak
büyüdüm,
Bu özgür topraklarda okudum,
Yetiştim,
25
adam oldum,
işim oldu,
aşım oldu,
param oldu,
sonunda bir Orhan Öcalgiray oldum.
Her şey senin sayende ATAM !
Bu ülkede nice Orhanlar, Ahmetler, Mehmetler, Hasanlar,
Hüseyinler yetişti ATAM ! Hepsi senin sayende.
Kendi toprağımız,
kendi buğdayımız,
kendi ekmeğimiz,
kendi trenimiz oldu.
Ama en önemlisi;
özgürce yaşadığımız bir vatanımız,
Al kırmızı bir bayrağımız oldu,
Yine senin sayende ATAM.
Ben, bir asıra yakındır yaşıyorum.
Bu vatanda ne kazandıysam
yine bu vatanın kalkınmasına harcamaya çalıştım.
Senin bize bahşettiğin bu yüce vatanda,
ben de çorbada tuzum, ekmekte unum olsun istedim.
Çok çalıştım ama senin yolunda yürüyen pek çok da genç
yarattım.
Ve şimdi bir avuç kendini bilmez,
din deyip,
akıl almaz senaryolar üretip,
seni yok etmeye çalışıyor.
Bana yılların yorgunluğu değil, ama bu
çok ağır geliyor ATAM,
inan ki canımı en çok bu yakıyor.
Ve içimdeki aşk ve isyan o kadar büyüyor ki, alıp elime
silahımı, yürümek istiyorum seni yok etmeye kalkanların
üzerine.
Seni yok etmek istiyorlar ATAM, seni silmek istiyorlar, bu
ülkeyi bölmek, bizi bitirmek istiyorlar.
Ama ne ismini sildirmekle, ne resmini kaldırmakla, ne seni yok
saymakla seni bizden alamazlar.
Sen bizim canımız, sen bizim kanımız, sen bizim varoluş
sebebimizsin ATAM.
Bugün, senin düşmanlarının yaptıkları rezaletler
açığa çıkınca, yolun sonuna geldiklerini görüyorum,
Yaptıklarının hesaplarını bir-bir verecekleri günün
çok yaklaştığını hissediyorum.
Yorgun bedenim bu duyguyla canlanıyor,
Ve sana hıyanet içinde olan herkesi lanetliyorum.
Ve inanıyorum ki SEN,
bu dünya varolduğu sürece
hep biricik ATAMIZ olarak kalacaksın.
Seni asla silemezler, sildirmeyiz.
Seni asla yok edemezler, yok ettirmeyiz.
Bu ülkeyi asla bölemezler, böldürmeyiz.
Seni asla unutturamazlar, unutmayız
Bak evime,
her yerde sen varsın ve her yerde bayrak.
Sadece evimde değil,
kalbimde,
aklımda,
benliğimde,
yaşadığım her gün,
nefes aldığım her saniye,
SEN, benimlesin ATAM.
Sana olan hayranlığım,
sana olan sevgim,
sana olan minnetim
ve sana olan özlemim,
her geçen yıl biraz daha artarak çığ gibi büyüyor.
Bu akşam, dostlarımla biz, yine seni anıyoruz ATAM.
Kadehimi, senin şerefine kaldırıyorum,
Seni özlemle anıyorum
ve etrafıma bakıyorum,
bu akşam her yer ATATÜRK ÇİÇEKLERİ.
26/01/2014
26
Feyzullah Budak’la söyleşi:
Mağcan, Orta Asya Türklerini
birliğe davet ediyordu
SÖYLEŞİ
Mağcan,
Atatürk’ün ruh ikizidir
TÜRKSOLU: Hocam,
Mağcan’ı sizin kitaplarınızdan ve
anlatımlarınızdan öğreniyoruz.
Fakat maalesef milliyetçi kesim
açısından bile az tanınan
Mağcan’ın Atatürkçü-sol
kesimler tarafından neredeyse
hiç tanınmadığı da bir gerçek. Bu
nedenle çok temel olarak Mağcan
Cumabay’ı Türk okuruna nasıl
tanıtırsınız diye sorarak başlayalım
isterseniz. Mağcan’ın bizim için
önemi nedir?
Feyzullah BUDAK: Biliyorsunuz
1991’de Sovyetler Birliği’nin
dağılmasıyla beraber dünyada yeni
bir şekillenme ortaya çıkmıştı.
Dünyanın asırlardan beri alıştığı ve
içerisinde yaşamayı öğrendiği iki
kutuplu dünya düzeni birdenbire
yok oldu ve tek kutuplu bir dünyaya
dönüştü. Bunun çok büyük sancıları
da oldu. Çünkü insanlık böyle
bir şeye alışık değildi ve birileri
de bu düzeni, tek kutup olmanın
avantajlarını istismar ediyordu. Tam
da insanlık eski düzenini özlerken
ve onun için arayışlar içine girerken
bizim devletimiz ve milletimiz için
26/01/2014
bir fırsat oluşmuştu.
Çünkü bozulan ve yeniden
şekillenen düzende Türk
milletinden başka, şartları yeni
bir odak oluşturmaya uygun bir
millet ve devlet dünya üzerinde
yoktu. Ancak biz vardık ve bizim
dışımızda altı tane daha devlet
vardı. Nüfusu bizden fazla olan ve
bizimle aynı soydan, aynı kökten
gelen insanlar vardı.
Ve bu coğrafya da bizim 5-10
katımız kadardı. Sadece Kazakistan
bile Türkiye’nin 3,8 katıydı.
Fakat Türkiye enstrümanlarını
çok iyi kullanamadı, bu avantajı
çok iyi değerlendiremedi. Öbür
taraflara hiçbir suç yükleme
imkânımız yoktur çünkü onlar
bambaşka bir ortamın içerisinden
çıkıp gelmişlerdi. Çok yanlış bir
eğitimden geçmiş olmaları bile
başlı başına bir sebepti. Tam
da böyle bir ortamda Mağcan
Cumabay ismi hem de çok
eskilerden karşımıza gelip çıktı.
1938 yılında vefat etmişti ve
Atatürk’ün tam çağdaşıydı.
Atatürk 12 yaşındayken 1893’te
doğmuş, onunla aynı yıl ölmüştür.
O günlerde hep bu birliği
söylemiştir şiirlerinde. Hep bu
güçten bahsetmiştir. Yani Mağcan
çok iyi bir enstrümandı.
izleniyorsa bunun mübalağasız
on katı bir ilgi orada Türkiye’ye
karşı vardı. Dolayısıyla bizim
Türkiye Türklüğü olarak Mağcan
enstrümanına da gerçekte
ihtiyacımız yoktu.
Fakat gerçekte bizim Türk
toplumu olarak böyle bir
enstrümana da ihtiyacımız yoktu.
Siyasi gerçekler ve de facto durum
zaten Mağcan ismi olsa da olmasa
da bu güçten yararlanma imkânı
veriyordu. Aslında bu güç bize
tabi idi. Ben bunu bizzat yaşayarak
gördüm.
Şartlar o güçbirliğini oluşturmak
için çok müsaitti. Burada önemli
olan, ama Türkiye’de çok
bilinmeyen şuydu ki o coğrafyada
eski rejimin kalıntıları, Ruslardan
gördükleri kalleşlikler ve sıkıntılar
o yöre halkını haklı olarak temkinli
davranmaya itiyordu. Eğer çok
bilinçli değillerse; “bugüne
kadar Rusya’ydı bundan sonra
da Türkiye mi” sorusu akıllarına
geliyordu. O nedenle ilk yıllarda
biz “abi” tarzı geliştirmekten
özellikle kaçındık. Hiçbir yerde
büyüklenmeye, önderlik söylemi
kullanmaya yanaşmadık. Aksine
oranın da bir kültürü vardı. Oranın
da bir birikimi vardı. Tek eksik ise
devlet yönetmedeki bağımlılıktı.
Bunu onlar da kabul ediyordu ve
Türkiye’den de bu noktada destek
istiyorlardı. Bizim Cumhurbaşkanı
Başdanışmanı olarak oralara
gitmemizin nedeni de budur zaten.
Kültür Bakanlığı danışmanı
olarak SSCB dağılmadan önceki
son iki yıl içerisinde bütün Türk
cumhuriyetlerine gitmiştim.
Glasnost ve Perestroyka politikaları
yürürlükteydi ve ortam çok
rahatlamıştı artık. Bu ortamda
biz de çok seyahatler yaptık.
Sonra Sovyetler Birliği dağılınca
Kırgızistan’a Cumhurbaşkanı
Başdanışmanı olarak gittim ve iki
yıl orada kaldım. Ondan sonra da
Kazakistan’a gittim.
TÜRKSOLU: Orada nasıl
karşılanmıştınız? İnsanların tavrı
neydi?
Feyzullah BUDAK: Tüm
dezenformasyona karşın oranın
entelektüel kitlesi bizimle aynı
kökten, aynı soydan olduklarını
toplumlarına yansıtmıştı. Ve
toplum da bizi inanılmaz bir
coşkuyla kucaklamıştı. O zaman
Türkiye’de Amerika ne kadar
gözde büyütülerek ve hayranlıkla
Ama bunun dışında Türkiye’de
bir kitabın 3 bin baskısı
yapıldığında övünülen yıllarda,
kitapların ilk baskıları 150 bin
yapılıyordu. Ben bu ilk yıllarda
Mağcan ile ilgili bir konferansa
gittiğimde 850 km.lik yoldan iki
otobüs insan geliyordu. Bu pek
inandırıcı gelmeyebilir belki ama
çok tanıkları vardır. Taraz şehrinde
verdiğim konferansa Almatı’dan
27
iki otobüs insan gelebiliyordu.
Otobüsün birini Yazarlar Birliği
tutuyordu ve yazarları getiriyordu,
diğerini ise Bilimler Akademisi
tutuyordu ve akademisyenleri
getiriyordu. Kültür hayatına verilen
önem bu düzeydeydi. Fakat yine de
Türkiye’ye karşı bir temkin vardı.
Siz Türkiye’den giden birisi
olarak “Türk birliği”, “kan
birliği”, “gelecek birliği” dediğiniz
zaman bir şüphe duyabiliyorlardı.
Ama siz kendi adınızla ve
kimliğinizle, örneğin Feyzullah
Budak olarak bunu söylemek
yerine Mağcan Cumabay’ın adıyla
ve ağzıyla söylediğiniz zaman bu
inanılmaz etkili oluyordu.
Mağcan o toplum için
ve kendi inançları uğruna
ölüme gidebilmiş bir yiğitti
TÜRKSOLU: Peki, bu etkinin
kaynağı neydi?
Feyzullah BUDAK: Bunun
nedeni Mağcan Cumabay’ın o
coğrafyada çok değer verilen bir
isim olmasıydı. Bu iki bakımdan
böyleydi. O hem kendi evlatlarıydı
hem de çok keskin söyleyen,
kudretli bir şairdi. Ama bunun da
ötesinde Mağcan o toplum için
ve kendi inançları uğruna ölüme
gidebilmiş bir yiğitti. Dolayısıyla
birlik fikrini onun ağzından
söylediğimiz zaman inanılmaz
tesirli oluyordu. Bunun için
Mağcan bizim için çok önemlidir.
TÜRKSOLU: Mağcan
Cumabay’ın kendi fikirleri
nasıldı? Türk birliği hakkında ne
düşünmüştü? Stalin rejiminin onu
katlederken yaptığı suçlamanın
“Pantürkizm” olduğunu biliyoruz.
Mağcan’ın fikirleri gerçekte de bu
yönde miydi? Onun durduğu yeri
tam olarak nasıl tanımlayabiliriz?
Feyzullah BUDAK: İsterseniz
bunu onun şiirlerine bakarak
görmeyi deneyelim. Mağcan
şiirlerinde Kazak, Kırgız, Özbek,
Türkmen bölünmüşlüğünün natürel
bir şey değil aksine yapılmış
ve yaptırılmış bir şey olduğunu
vurguluyordu. Atatürk’ün okuduğu
kitapları incelerken onun da çok
benzer bir noktada durduğunu
gördüm. İkisi arasında benzerlik
kurmamın bir nedeni de budur.
Atatürk çok derin bir yerden
beslenmişti ve diğer insanlardan
farklılığı da buydu. Mağcan da
öyleydi. Bu küçülme ve küçültme
politikasını asla kabul etmemişti.
Birileri isterse Kazak ya da
Özbek olabilirdi. Fakat iş burada
bitmiyordu. Mesela Kazak
isimlendirmesi 1523 yılına kadar
Türk ve insanlık tarihinde yoktu.
Böyle bir isim hiç kullanılmamıştı.
Türk tarihinde Kazak boyu diye
bir boy da yoktur. Ondan bin sene
önce Göktürk Devleti vardı. Fakat
o dönemde Kazak diye bir boy
yoktur? Acaba bu neden böyledir?
1428’den yani Timur
İmparatorluğu dağıldıktan sonra
Türk milletinin devletsiz kaldığı
yirmi yıllık bir dönem vardır. Bu
da Türklerin ciddi bir devletinin
olmadığı ve dağınık kaldığı
Türk tarihinin tek dönemidir. Bu
yirmi yıllık süre içinde Altınordu
hakanlarından dokuzuncusu olan
Özbek Han tarih sahnesine çıkar.
O döneme kadar Özbek diye bir
boy da yoktur Türkler arasında.
Özbek Han, bugün Özbekistan
sınırları içinde olan Semerkant
ve Buhara dolaylarında boyları
bir araya getirmiştir. Daha sonra
burada Özbek Han’ın torunu
tarafından bir devlet oluşturmuştur
ve bu devlete isim vermek
için bir kurultay toplanmıştır.
O devletin adı kurucusu olan
Ebu’lhayr Han’ın dedesi Özbek
Han’a istinaden Özbek Devleti
olmuştur. Bu devletin halkı da
Özbek adını almıştır. Özbek adı
ancak o tarihten sonra bir boyun
adı olmuştur. Ebu’lhayr yaşlı
bir adamdı. 60 yaşında bu devleti
kurmasından on beş yıl sonra
Moğol akınları başlamıştır. Moğol
akınlarına direnemeyince toplumda
huzursuzluk baş göstermişti. Bir
kısım insan, yaklaşık 1500 atlı,
kuzey bozkırlarına göç etmiştir.
O dönemde “kazak” kelimesi
bugün bizde kullanılan “kazak
erkek” ifadesindeki anlamla
kullanılmaktadır. Başıboş,
söz dinlemeyen anlamlarına
gelmekteydi.
Mağcan’ın Türklük
konusundaki duruşu çok
açık ve nettir
Arkada kalanlar gidenlere
“Kazaklar” demiştir. İlk defa
orada Kazak isimlendirmesi
kullanılmıştır. Bunlar da gittikleri
Feyzullah Budak 1951 Yılında Sivas’ta doğdu. 1973’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. 1988 yılı sonunda Başbakanlık tarafından
İngiltere’ye gönderildi ve London Sels Collage’de İngilizce eğitimi, London
International House’da Yöneticilik ve Kişisel Gelişim Eğitimi gördü. 1990’da
“Türk Dünyası ile İlişkilerin Takibi, Uyumlaştırılması ve Geliştirilmesi” konusunda Kültür Bakanı Danışmanı olarak atandı. 1991 yılında Sovyetler Birliği
dağılınca Başbakanlık’ta kurulan Türk Dünyası ile alakalı Başmüşavirlikte
görevlendirildi ve 1993 başında Kırgızistan Cumhurbaşkanı Başdanışmanı
olarak atandı. 1995 başında Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak
Üniversitesinin Rektör yardımcılığına atandı. Aynı yılın Mayıs ayında Bakanlar Kurulu Kararı ile Üniversitenin Mütevelli Heyet Üyeliğine atandı
ve 2007 yılında bu görevini tamamlayarak Maliye Bakanlığındaki görevine
Muhasebat Başkontrolörü olarak döndü. Halen bu görevini sürdürmektedir.
Kazak Şairi Mağcan Cumabay’ın Türk Kurtuluş Savaşı için yazdığı “Uzaktaki
Kardeşime” adlı şiire 80 yıl sonra Kazakça olarak yazdığı “Mağcan’a Cevap”
şiiri Kazakistan’da ders kitaplarına basıldı. Eserleri şunlardır: Orta Asya
Mektupları, Kırgızistan: Dünü-Bugünü-Yarını, Kazakistan: Dünü-BugünüYarını, Türk Dünyası Üzerine Düşünceler, Mağcan Cumabay Şiirlerinde Milli
Kimlik, Altay’daki Yüreğim: Mağcan’a Cevap, Biz Türk’üz.
yerde zamanla bir devlet oluşturup
Kazak Hanlığı’nı kurmuşlardır.
Mağcan tüm bu gerçekliklerin
bilincindedir. Diğer isimlendirmeler
yerine ortak Türk adının
kullanılması gerektiğini, birlikten
kuvvet doğacağını Türkistan, Ural
Dağı gibi şiirlerinde anlatmıştır:
“Bir zamanlar senin sahibin Türk
idi…” gibi ifadelerinde hep Türk
adını kullanmıştı. Yani Mağcan’ın
Türklük konusundaki duruşu çok
açık ve nettir. Kökünü Hunlara
dayandırır ve bu birkaç şiirinde
geçer. “Peygamber” adlı muhteşem
şiirinde doğrudan “ben Hun’un
torunuyum” demiştir. Türkiye
Türkçesinde şöyledir:
Eski günde alevli günden Hun
doğdu,
O Hun’dan da alev olup ben
doğdum.
Yüzümü ve kısık kara gözümü,
Doğar doğmaz ateşlerle ben
yuğdum.
Böyle kendini yüksek bir yere
koyan şair gerçekte o sırada
esirdi! Zindandadır ve bireysel
hayatı özgür değildir. Halkı da
mahkûmdur. Mağcan’ın bu şiiri
cevap olarak yazdığı şiiri yazan ise
tahakküm bir toplumun, Rusların
şairidir. O diyor ki “Gözümüzü
dikmiş ağarmakta olan Doğuya
bakıyoruz. Kederin ve gecenin
çocukları olan biz peygamberimiz
gelmez mi diye bekliyoruz.”
Mağcan ise “o peygamber benim”
demektedir. Burada müthiş bir güç
vardır.
Atatürk’ün de Hunlarla ve
Attila’yla ilgili çok enteresan
fikirleri vardı. Meseleye aynı
yerden bakmışlardır. Atatürk 1933
yılında okumakta olduğu “Halk
Edebiyatı Antolojisi” adlı kitabın
boş bir sayfasına el yazısıyla şu
satırları yazıyor;
“Medeniyet deme, duymaz o sağır,
Taş üstünde taş bırakma, durma gir.
Kafalarla dümdüz olsun her bayır,
Attila’nın oğlusun sen unutma,
Kalbindeki intikamı uyutma”
26/01/2014
28
Atatürk Türkiye’nin
Mağcan’ı, Mağcan
Kazakistan’ın Atatürk’ü
TÜRKSOLU: Hocam, bildiğimiz
kadarıyla siz Atatürk ile Mağcan’ı
ruh ikizleri olarak tanımlıyorsunuz.
Türklüğe bakış açılarının
aynı olmasından başka bunu
temellendirdiğiniz şeyler nedir?
Feyzullah BUDAK: Kaba
bilgilerle bakılınca, Atatürk ve
Mağcan arasında hiçbir benzerlik
görülmeyebilir. Ama Türk’ün bu
iki büyük evladı ile ilgili ayrıntılı
bilgilere, onların hayatına anlam
veren en önemli ideallerine ve
bu yolda verdikleri mücadelenin
ruhuna inince, karşınıza adeta bir
tek adam çıkar.
Atatürk asker değil de şair
olsaydı Türkiye’nin Mağcan’ı
olurdu, Mağcan da şair değil
asker olsaydı Kazakistan’ın
Atatürk’ü olurdu. Buna yüzde yüz
inanıyorum. Bu muhakkak böyle
olurdu. Bu inancımın dayanağı da
şudur: İki ülkede de aynı zamanda
çok orijinal işler yapan iki kişi var.
Bizim ülkemiz işgal edildiğinde
onlar da artık Sovyet egemenliği
altındadırlar. Türkiye’de Yunanlılar
İzmir’e Fransızlar Adana’ya,
İtalyanlar Antalya’ya çıkarken,
İngilizler İstanbul’u işgal ederken
bu topraklarda zayıf da olsa
yine de bir devlet vardı. Ve bu
devletin başında da padişah vardı.
Sadrazam, vezirler, kurumlar, ordu
vardı. Ordunun da genelkurmay
başkanı vardı. Bütün bunları,
bu konumları kullanarak işgale
karşı mücadele fikrini hiç kimse
geliştirememiştir.
Bir kısmı Amerikan mandasını,
bir kısmı İngiliz mandasını
savunmuştur, bunu tartışmışlardır.
Çünkü bu adamların ruhları
çökmüştü. Beslenme kaynakları,
birikimleri yoktu ve kendilerini
zayıf ve zavallı görüyorlardı.
İşgalcileri ise büyük ve güçlü
olarak algılıyorlardı. Ruhen
bitmişlerdi ve dolayısıyla
direnme gücünü kendilerinde
bulamıyorlardı. Hâlbuki aynı
coğrafyada, aynı ortamda ve aynı
zamanda Mustafa Kemal Atatürk,
aynı eğitimi almış ve aynı havayı
teneffüs ediyor olmasına karşın
çöküntüden hiç etkilenmemiştir.
Kesinlikle bu mücadele yapılır ve
26/01/2014
Mağcan’ın annesi Gulsim Hanım ve karısı Zeliha
kazanılır demiştir. Yapmıştır ve
kazanmıştır da.
Mustafa Kemal Atatürk’ün
diğerlerinden farklı bir beslenme
kaynağı vardır. Bu kaynak ona o
gücü vermiştir. Ben Atatürk’ün
kehanetleri vs. tarzdaki söylemleri
çok eleştiririm. Bazıları başarısını
Atatürk’ün olağanüstü yaradılışına
bağlarlar. Bunlar haksızlıktır.
Atatürk olağanüstü yaratılmış
bir insan değildir. O kendini
olağanüstüleştirmiştir. Bunu da
çalışarak, gayret ederek ve beyin
gücünü kullanarak yapmıştır. 3997
adet kitapla tek tek savaşmıştır.
Ama bu kitapların beşte dördü de
Türklüğün kökenlerine merakla
ilgilidir. Denilebilir ki; şu ana kadar
tespit edilebilen 4 bine yakın kitabı
hem de notlar alarak okuyan adam
tabii Atatürk olur. Fakat bu doğru
olmaz.
O Atatürk olana kadar
okuduklarıyla Atatürk olmuştur,
bunları Atatürk olduktan sonra
okumuştur. Acaba daha önceden
neler okumuştu, neleri birikimine
katmıştı ki bunlar ona o derin
morali ve gücü vermişti?
Aynı dönemde Kazakistan’da
ve tüm Türkistan’da aşırı ve üstün
bir gücün egemenliği vardı. Bu
egemenliği herkes kabul etmişti,
herkes onun bir yerinde görev
almıştı. Kabul etmeyenler ise
başını kaldıramıyordu. Ama bir
adam direniyordu. Araştırdığınız
zaman onun da aynen Atatürk’ün
beslendiği kaynaklardan beslendiği
anlaşılır. Mağcan’ın da çok derin
bir tarih bilgisi vardır. Atatürk’te
olduğu kadar elimizde somut veriler
yoktur ama bütün bunları onun da
bildiği açıktır. Bunu şiirlerinden
anlamak mümkündür:
Özim-Tengiri tabınamım özime,
Sözim-Kuran, bağınamın sözime!
Buzışı da tüzeüşi de özimmin,
Endi, eskilik, kelding öler kezinge!
Türkiye Türkçesiyle şöyledir:
Özüm Tanrı, tapınırım özüme,
Sözüm Kur’an, inanırım sözüme!
Bozan da, düzelten de benim,
Şimdi eskilik, geldin ölüm gününe.
Mağcan burada “eskilik” diyerek
Sovyet rejimine seslenmektedir.
Buradaki güce dikkatinizi çekerim.
Dünyayı kuran da bozan da benim,
bin ilahi nizamdan bahsediliyorsa
onu koyan da benim, sözüm
Kur’an’ın kendisidir diyor. Bu
kadar kendine güven olmadan bir
insanın ölüme gidebileceği zaten
düşünülemez. İşte Atatürk’le
Mağcan’ın ruh ikizliği de bu
noktadadır.
Rıskulov, Galiyev ve Mağcan
TÜRKSOLU: Mağcan’ın Turar
Rıskulov’la aynı siyasi hareket
içinde yer aldığını biliyoruz.
Yine o dönemde bütün Turan
coğrafyasında çok güçlü bir
Türk örgütlenmesinin olduğunu
da biliyoruz. Turar Rıskulov,
Sultangaliyev’le, Nerimanov’la
bağlantılı. Mağcan’ın bu Milli
Komünistlerle, bu siyasi akımla
ilişkisi ne boyuttaydı?
Feyzullah BUDAK: İlişkisi
vardı. Ve hatta biliyorsunuz ki aynı
ekip Alaş Orda’nın kuruluşunda
da ağırlığı olan ekipti. Elimizde
çok somut bir bilgi var. Mağcan
Cumabay, ilk Alaş Orda
hükümetinin bilim komisyonunda
doğrudan doğruya görev almıştı.
Bu çok önemli bir görevdir ve
bugün bizdeki karşılığı eğitim
bakanlığıdır. Bilim kelimesi Kazak
Türkçesinde eğitim anlamında
kullanılmaktadır. Bizdeki “bilim”
karşılığı değildir. Dilimiz ve
kelimelerimiz aynıdır ama bu
tip farklılıklar da vardır. Zaten
Rıskulov ile beraber dergi de
çıkarmışlardır. Rıskulov’la ilişkisi
bu kadar açıktır. Sultangaliyev
ile birebir bir temasını ben tespit
edemedim. Fakat Rıskulov’la olan
bağı çok açıktır. 
29
Baskı rejimi
ve mecburi sembolizm
TÜRKSOLU: Mağcan’ın
şiirinin özelliklerini bize anlatır
mısınız? Mağcan’ın şiirlerinde
neden bu kadar çok sembol ve
kapalı anlatımlar var?
Feyzullah BUDAK: Şiirde
kullanılan bazı semboller ya da
sembol ifadelerle ilk bakışta
görünenden farklı şeyler
anlatmak, 1920’li ve 1930’lu
yılların Türkistan şairleri için bir
mecburiyetti. Çünkü; o dönemde
milli kimlik ve milli kültürle
ilgili konularda yazan veya
topluma özgürlük ümidi verecek
sözler söyleyen şairler Sovyet
rejiminin takibine uğruyor,
ömürleri zindanlarda geçiyor
ve bir çoğu uydurma kararlarla
kuşuna diziliyordu.
Hâlbuki onların topluma
önderlik etmeleri ve bağımsızlık
inancını canlı tutarak
yeni nesillere aktarmaları
gerekiyordu. İşte bu mecburiyet,
Türkistan aydınlarının bazı
semboller kullanarak, aslında
görünmekte olandan çok farklı
şeyler anlatma yeteneğini
zirveye çıkarmıştır.
Şimdi bunun çok çarpıcı bir
örneğini Mağcan Cumabay’ın
bir şiirinde birlikte görelim.
Ama şiirin lezzetine varmak için
önce onu yazıldığı gibi (yani
Kazak Türkçesinde) okuyalım.
Sonra konuyu anlamak için
Türkiye Türkçesine aktarılmış
haline bakalım.
KARANĞILIK KOYUVLANIP KELEDİ
KARANLIKLAR KOYULANIP GELİYOR
Karanğılık koyuvlanıp keledi
Peç içinde çok akırın sönedi
Kızık körip canımdaki cas bala
Söngen çoktı üredi de, küledi.
Çok üstinen kiçkene uçkın uçtı da
Bir azırak çok kızara tüsti de
Derev sönip, tezrek külge aynaldı
Astındağı ıstık küldi kuçtı da.
Peç içinde çok akırın sönedi
Söngen çoktı ürip bala küledi
Oy bastı ma? Elde közim taldı ma?
Mölt-mölt etip, közime cas keledi.
Karanlıklar koyulanıp geliyor
Soba içinde kor yavaş yavaş sönüyor
İlginç görüp yanımdaki genç çocuk
Sönen koru üflüyor da gülüyor.
Kor üstünden küçük bir kıvılcım uçtu da
Bir azıcık kor kızarır gibi oldu da
Derhal sönüp, hemen küle dönüştü
Altındaki sıcak külü sardı da.
Soba içinde kor yavaş yavaş sönüyor
Sönen koru üfleyip çocuk gülüyor
Efkâr mı bastı, yoksa gözüm mü daldı?
Damla damla akıp, gözüme yaş geliyor.
Bu şiir ilk bakışta, günün geceye dönmekte olduğu bir anda, bir
Türkistan evinin ocak başında yaşanan sade bir olayın şiir diliyle
anlatımı gibi görünüyor. Ama bu şiirde konu edilen her sade olay,
aslında o zaman için yazılması ve söylenmesi yasak olan başka bir
gerçeği bazı sembollerle anlatmaktadır.
Mesela bu şiirde; “karanlık” Sovyet yönetiminin Türk halkı,
Türk kültürü ve milli değerleri üzerindeki ağır baskısını, “sobadaki
kor” Türk’ün milli ruhunu ve milli özelliklerini, “genç çocuk”
Sovyet esareti altındaki Türk gençliğini, “kıvılcım” Sovyet yönetimi
altındaki Türk halkının baskıcı rejime karşı isyanını ifade ediyor.
Çeşitli semboller kullanarak duygu, düşünce ve hayalleri ifade
etmek “yasak olduğu halde asıl söylenmek isteneni topluma iletmek
için böyle bir yol bulmak” Sovyet dönemi Türkistan şiirinin ortak
özelliklerindendir.
Şimdi bu sembollerin anlamlarını bildikten sonra, Mağcan’ın
bu şiirini yeniden okuyalım ve tam olarak neyi anlattığını daha iyi
anlayalım.
26/01/2014
30
[email protected]
HUKUK VE EKONOMİ
OSMAN OY
MİT’in kamyonu aranabilir mi?
Şu feleğin işine bak!
Hani derler ya; “ağzı olan
konuşuyor!”
Evet aynen öyle..
Adana ve Hatay bölgesinde
son zamanlarda artan TIR ve
kamyon ile yapılan sevkiyatlar
konusunda birileri; “sevkiyatın
insani yardım amaçlı” olduğunu,
başka birileri de; “taşıtların MİT’e
hizmet verdiğini ve savcılığın
da polis ve jandarmanın da
arama yapamayacağını, arama
yapılabilmesi için 2937 sayılı
Devlet İstihbarat Hizmetleri
ve Milli İstihbarat Teşkilatı
Kanunu’nun 26. maddesine göre
Başbakanın izni gerekiğini”
söylüyor…
Peki bunlar doğru mu?
Tabii ki hayır !
Bir kere taşıma konusu insani
yardım ise o takdirde, Türkmenlere
yapıldığı iddia olunan yardımın
taşımacılık işi ile MİT’in ne alakası
var ?
Kanun gereği görevi sadece
istihbarat toplamak olan ve
operasyonel hiç bir görevi olmayan
MİT ne zamandan beri insani
yardım taşımacılığı yapıyor ?
Bu tür yardımlar gizli olarak
yapılmaz, hatta birileri bu tür
işleri malum Marmara gemisi
misali show ile süslenerek yapmayı
sever ve yardımın sevkiyatı da ya
bir sosyal kuruluş ya da Kızılay
tarafından yürütülür.
Ayrıca Suriyeli Türkmen
kardeşlerimiz de kendilerine
böyle bir yardımın yapılmadığını
açıkladılar..
Ne kadar ayıp değil mi!
26/01/2014
Demek ki bunu söyleyen o birileri
yalan söylemiş.
Hani bu noktada rahmetli
İnönü’nün o tarihi sözü aklıma
geliyor: “Hadi canım sen de…”
Peki taşıtlar MİT’e ait
olduğundan, gizli iş hesabı ile
Savcının arama yaptıramayacağı
ve bunun için 2937 sayılı Devlet
İstihbarat Hizmetleri ve Milli
İstihbarat teşkilatı Kanunu’nun 26.
maddesine göre Başbakanın izninin
gerektiği hususuna gelince...
Uygulamadaki alaturkalığa
bakar mısınız?
Birilerinden aldığı talimata
dayanarak Vali, Savcıya yazı
gönderiyor ve bu yazıda
taşıtların MİT’e ait olduğu
ve arama yapılamayacağı
belirtiliyor!
Bu noktada sizlerle savcıların
yetkisine ilişkin Ceza Muhakemesi
Kanunu’nun 160 ve 161 ile
MİT’in 26. Maddelerinde yer alan
hükümleri paylaşmak isterim.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun
“Bir Suçun Işlendiğini Öğrenen
Cumhuriyet Savcısının Görevi”
başlıklı 160. maddesinde yer alan;
“Cumhuriyet savcısı, ihbar
veya başka bir suretle bir suçun
işlendiği izlenimini veren bir hâli
öğrenir öğrenmez kamu davasını
açmaya yer olup olmadığına karar
vermek üzere hemen işin gerçeğini
araştırmaya başlar.
Cumhuriyet savcısı, maddi
gerçeğin araştırılması ve adil bir
yargılamanın yapılabilmesi için,
emrindeki adli kolluk görevlileri
marifetiyle, şüphelinin lehine ve
aleyhine olan delilleri toplayarak
muhafaza altına almakla ve
şüphelinin haklarını korumakla
yükümlüdür.”yönündeki hüküm
uyarınca Cumhuriyet Savcısı bir
suçun işlendiğine ilişkin olarak
Allah
sonumuzu
hayır etsin...
kendisine ihbar yapıldığında,
kamu davası açmaya yer olup
olmadığının kararını verebilmek
için, gerçeğin araştırılması için
kolluk kuvvetlerine talimat vererek
delilleri toplamak ile görevli ve
yetkilidir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun
“Cumhuriyet Savcısının Görev ve
Yetkileri” başlıklı 161. maddesinin
1 ve 2 numaralı fıkralarında yer
alan;
“Cumhuriyet savcısı, doğrudan
doğruya veya emrindeki adlî kolluk
görevlileri aracılığı ile her türlü
araştırmayı yapabilir; yukarıdaki
Maddede yazılı sonuçlara varmak
için bütün kamu görevlilerinden her
türlü bilgiyi isteyebilir. Cumhuriyet
savcısı, adlî görevi gereğince
nezdinde görev yaptığı mahkemenin
yargı çevresi dışında bir işlem
yapmak ihtiyacı ortaya çıkınca,
bu hususta o yer Cumhuriyet
savcısından söz konusu işlemi
yapmasını ister.
Adlî kolluk görevlileri,
elkoydukları olayları, yakalanan
kişiler ile uygulanan tedbirleri
emrinde çalıştıkları Cumhuriyet
savcısına derhâl bildirmek
ve bu Cumhuriyet savcısının
adliyeye ilişkin bütün emirlerini
gecikmeksizin yerine getirmekle
yükümlüdür.” yönündeki hüküm
uyarınca da, Cumhuriyet Savcısı
yaptığı araştırma ile ilgili olarak
kolluk kuvvetlerine gerekli talimatı
vermek ile yetkilidir.
Bu iki maddeden anlaşıldığı
üzere, Savcılar suç ile ilgili bir
vak’aya muttali olduğunda, konuyla
ilgili olarak soruşturmayı yapmak
ve bu süreçte kolluk kuvvetlerini
kullanmak ile yetkilidir.
Peki hal böyle iken, MİT’e ait
olduğu beyan edilen araçlarda
aramanın ancak Başbakanın izni
ile yapılabileceğine dayanak olarak
gösterilen, 2937 sayılı Devlet
İstihbarat Hizmetleri ve Milli
İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun
26. maddesinde yer alan; “MİT
mensuplarının veya belirli bir
görevi ifa etmek üzere kamu
görevlileri arasından Başbakan
tarafından görevlendirilenlerin;
görevlerini yerine getirirken,
görevin niteliğinden doğan veya
31
görevin ifası sırasında işledikleri
iddia olunan suçlardan dolayı ya
da 5271 sayılı Kanunun 250 nci
maddesinin birinci fıkrasına göre
kurulan ağır ceza mahkemelerinin
görev alanına giren suçları
işledikleri iddiasıyla haklarında
soruşturma yapılması Başbakanın
iznine bağlıdır” yönündeki hüküm
uyarınca söz konusu olan izin,
suç izlenimi veren araçlarda arama
yapılmasıyla değil, savcının suç
vak’ası ile ilgili olarak yaptığı
soruşturma sonunda MİT
mensupları hakkında soruşturma
yapılıp yapılmamasına ilişkindir.
Esasen Savcılığın
soruşturmasında gizlilik esas
olup, Savcı suç teşkil eden olayı
ciddiyet ile incelemeli, delilleri,
tutanakları tanzim edip bunlar
hakkındaki görüşünü de belirtmek
suretiyle, dosyayı soruşturmaya
devam amacıyla Adalet
Bakanlığı vasıtasıyla Başbakana
göndermelidir. Bunlar yapılmadan,
yani neyin ne olduğu belirlenmeden
Başbakan neye dayanarak izin
kararı verecek veya vermeyecektir?
Bir suçun işlendiğine dair
şüpheye ulaşan Cumhuriyet
Savcısı, olayı araştırmak amacıyla
emrinde bulunan kolluk kuvvetleri
vasıtasıyla soruşturma başlatmak
ve delil toplamak zorundadır.
Savcının soruşturma izni alabilmesi
için, ilk aşamada suçun varlığını
belirlemek, delillere ve faillerle
ulaşması ve bu bilgilerden hareketle
fezleke düzenlemesi gerekir. Savcı
bu çalışmaları yapmadığı takdirde,
ortada düzenleyeceği fezleke için
gerekli bilgi olmaz.
Uygulamadaki alaturkalığa
bakar mısınız? Birilerinden aldığı
talimata dayanarak Vali Savcıya
yazı gönderiyor ve bu yazıda
taşıtların MİT’e ait olduğu ve
arama yapılamayacağı belirtiliyor!
Hani buna bir de kanunen MİT’e
sadece; Devlet istihbaratının elde
edilip toplanması ve kullanılması
ile ilgili görev ve yetkilerin
verildiği, bunun dışında da MİT’e
başka görev verilemeyeceği
hususu dikkate alındığında MİT’in
kendisine ait malzemeler dışında
silah veya benzeri eşyayı ya da
yardım içerikli eşyayı ithal veya
ihraç edemeyeceği ortadadır.
Allah sonumuzu hayır etsin... 
[email protected]
ŞİİR
OZAN BARAKLI
BU BANA DERS OLSUN
Fırtınanın içinde buldu kendisini
Bir sabah
Neler oluyor diye aradı bakanlarını
Alo! Güler, Çağlayan, Albayrak
O da ne?
Çağlayan, görev bırakıyordu ağlayarak
Barış çubuğu tüttürelim
Baltaları gömelim dedik
Elimizden geleni yaptık
Biz daha ne edelim…
Ilıcak’lar, Altan’lar
Önce ne diyorlardı
Bakın ne söylüyorlar…
Oğullarının suçuyla
Suçlanır mı babalar?
Esas hedefleri benim
Akıllarınca beni
Bilâl’le vuracaklar…
Beni örnek almamış hiçbir tanesi
Bunlarla nasıl yapılır
“İstiklâl mücadelesi”
İsviçre orada dururken
Evlerine koydurmuşlar kasaları
Bir daha bakan yapar mıyım?
Böyle saf adamları
“Vatana ihanet eden çeteler ajanlar
Açılımın, Mavi Marmara’nın
İntikamını alacaklar
Arkasında İsrail var
ABD var, Gülen var
Bunlar tarafından
Yapılıyor komplolar…
“Orduya kumpas kurdular”
Görmedik
“İstedikleri her şeyi aldılar
Ne istediler de vermedik”
“Rıza bir hayırsever”
İran’a altın gönderdik
Mossad’a kim haber verdi
Bir türlü bilemedik
Çok safmış genel müdür
Tilkiliği öğretemedik
Osmancık’lılar som Türk
Adam çıkmaz onlardan
Üç kuruşu saklayamadı
Türkoğlu saflığından
Bizim gibi olabilseydi
Dolar çıkarmazdı kutudan...
Devlet adamlığında Abdülhamit’ti üstadım
Bu güne kadar gördünüz, üçünü de kullandım
Galiba haksızlık ettim Erbakan hocama
Çok pişmanım, bedduasını aldım
Paralel devlet, paralel emniyet, paralel yapı
Bizden sanmıştık ihanet etti
Meclis’teki Fethullah kanadı…
“Adliye’ye, Mülkiye’ye sızacaksınız
Devletin kılcal damarlarında
Dolaşacaksınız” diyerek
Meğer devlet içinde devlet kurmuşlar
Karıncanın belini incitmeyerek…
“CHP nin genel müdürü” aynı gün
ABD elçiliğinde aldı soluğu
Ordusuz, dış desteksiz görülmedi
CHP nin hükümet olduğu
Ne acıklı, ne yüz kızartıcı bir durum
Kasımpaşalıyım ben, teslim olur muyum?
Komployu kuranlar meydanlara buyurun
Milletim ne söylüyor kulağınızla duyun
Sorun, bakanlarım da mı sizde mi?
Dersaneler de mi Bülent’te mi?
Cemaat’in % 1 oyu var
Beni yıkacak güçte mi?...
Hamle kabinesi kurduk
Çıkamayacak artık kimsenin sesi
Üstüne haber vermeden
Bir şey yapamayacak
Savcının bir tanesi
Esas hazmedemediğim
Bakanların sırt dönmesi
Naim’den yıkıcı demeç
Albayrak’ın istifa et demesi
Batıyor sandılar gemiyi
Fareler terk ediyor
Hasan Cemal’ler, Özkök’ler
Pakistan’da “Kâtibim”i dinledim
Pek serinleyemedim
Bir Konya türküsü söylemek
İstiyor canım
Hep birlikte haydi yeni bakanlarım
Hem de olsun, sizlere son uyarım
“Atım araptır benim, amman, amman
Aman yüküm şaraptır benim vay vay”
Pardon, işim sevaptır benim vay vay
Bunlar da saf çıkarsa, amman, Amman
“Aman halim haraptır benim vay vay”…
26/01/2014
32
[email protected]
ARAŞTIRMA
Prof. Dr.
ABDULHALÛK M. ÇAY
Türkiye’de yaşayan topluluklar
Türkiye’de kâhir bir
ekseriyetle Türk nüfusu
hâkimdir. Gayrı-Türk
olarak nitelendirilen
gruplar Türk nüfusu
ile entegre olmuştur.
Entegrasyonda evlilik,
eğitim politikaları,
Atatürk başta olmak üzere
Türk devlet adamlarının
çabaları büyük ölçüde
etkili olmuştur. Din, dil,
coğrafya, mahallî
adlandırma vb.
gibi sebeplerle bu
bütünlük bozulmaya
çalışılmaktadır.
Günümüzdeki bunun
en çarpıcı örneği
“Kürt meselesi”nde
görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kurulmasını temin eden ve
statüsünü tayin eden, tasdik
eden Lozan Antlaşması ile
Türkiye’de “azınlık” kavramıyla
ifade edilen üç unsur kabul
edilmiştir. Bunlar, “Rumlar”,
“Ermeniler” ve “Yahudiler”’dir.
1925 yılında Bulgaristan’la yapılan
antlaşma gereğince “Bulgar”
topluluğuna da azınlık statüsü
verilmiştir. Musevi vatandaşlar
Lozan Antlaşması’nda yer
26/01/2014
almasına rağmen azınlık değil,
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olduklarını beyan ederek, statüyü
reddetmişlerdir.
“Etnik” kavramı özellikle 1990
yılında Sovyetler’in dağılmasından
sonra Batı’da ve ülkemizde çokça
kullanılır hâle gelmiştir. Ancak
terimin mahiyeti, anlamı konusunda
henüz bir fikir birliği yoktur.
Fikir sahipleri kendilerine göre
herhangi bir unsuru veya unsurları
baz olarak almakta ve teorilerini
bunun üzerine oturtmaktadırlar.
Neticede ortaya çıkan oldukça
çarpık, ilmî gerçeklere aykırı,
millet bütünlüğünü zedeleyici
birtakım görüşler atılmaktadır. Bu
ise toplum içinde sürtüşmelere,
kliklere hatta düşmanlıklara sebep
olmaktadır. Ülkemizde uzun
yıllardan beri devam etmekte
olan “Kürt meselesi” ve bu
meseleyle ilgili yapılan “politika
yanlışlıkları” milletimizi oldukça
hassaslaştırmıştır. Böyle bir
ortamda ortaya atılan “mikro etnik
milliyetçilik”, “etno-genesis”
terimleri ve değişik izah tarzları, bu
arada Türkiye’nin de dâhil olduğu
“Helsinki Nihaî Sözleşmesi”, “Paris
Şartı” vd. milletlerarası yaptırım
gücü olmayan anlaşmalara rağmen
siyasîlerin siyasî gaf denebilecek
vaad ve konuşmaları meseleyi
karıştırmakta ve toplum içindeki
huzursuzluk giderek artmaktadır.
Konuya biraz daha açıklık
kazandırabilmek için özellikle
1989 sonrası politikalarda görülen
değişikliklere göz atmakta yarar
vardır.
Sayın Turgut Özal’ın
Cumhurbaşkanı sıfatıyla gündeme
getirdiği birtakım politik amaçlı
demeçleri “Kürt politikası”nı
içinden çıkılmaz hâle getirmiştir.
Türk medyasında Özal’ın
görüşleri doğrultusunda sergilenen
“fikir dalkavukluğu” Türkiye
Cumhuriyeti’nin üniter yapısına,
devletin aslî unsuru olan Türk
milleti gerçeğine, devletin kurucusu
olan Atatürk’e, Cumhuriyet’in ve
demokrasinin yegâne koruyucusu
olan Türk ordusuna, ülkenin
bütünlüğüne tehdit oluşturabilecek
boyutlara ulaşmıştır. Bu konuda
uluorta ileri sürülen;
karışıklığı içinde bu konuları
istismar edebilen zümrelerin siyasî
yapıları da oldukça enteresan bir
özellik göstermektedir. Liberal
Cem Boyner ve ekibi, ümmetçi
Necmeddin Erbakan ve ekibi, eski
Marksistler (Cengiz Çandar’dan
Ali Kırca’ya uzanan), Nurcular,
Nakşıbendî tarikatı, sosyaldemokrat yapıdaki kişiler, Kürtçüler
(siyasî-ideolojik), diğer farklı
gruplar bu konuda âdeta yarış
hâlindedirler.
• Kürtçe’ye eğitim ve medya
imkânlarının sağlanması,
Konuya açıklık getirmek için
elimizdeki istatistikî bilgilerden
hareket ederek Türkiye’nin “etnik
haritası” konusunda bir ön fikir
vermeye çalışacağız. Daha geniş
bilgi için bütün demografik
istatistikî bilgilerin nüfus, sosyolojik
ve tarihî bakımdan irdelenmesi
gerekmektedir [Bkz. Türkiye’nin
Nüfusunun Dillere Göre Dağılımı].
• Kürt gerçeğinin kabul edilmesi,
• Devletin adının Türkiye
Cumhuriyeti değil de başka bir adla
daha muhtevalı olması,
• Türkiye’de değişik etnik
grupların olduğu (bazılarına göre
50’nin üzerinde),
• Türkiye’nin bir etnik ve kültür
mozaiği olduğu,
• Türkiye’nin bir federasyona
gitmesi gerektiği,
• Atatürk dönemi başta olmak
üzere Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin devlet politikasının
milliyetçilik esasına dayandığı,
bu sebeple azınlık ya da etnik
ayrılığa sebebiyet verecek mikromilliyetçiliğin geliştiği,
• Hakkâri’de ve diğer Doğu
illerimizde dağa taşa “Ne mutlu
Türk’üm diyene” sözünü yazmakla
Kürtçülüğe zemin hazırlandığı,
• “Anayasal vatandaşlık”,
“Türkiye vatandaşlığı” gibi tarihî,
sosyolojik gerçeklere uymayan
kavramların ortaya atılması.
Meydana gelen kavram
Tabloda verilen 1927 ve 1965
yıllarındaki nüfus sayımları dikkate
alınarak elde edilen istatistikî
bilgiden şu sonuçlar çıkmaktadır:
1. 1927 yılında Türkiye’de
anadili Türkçe olmayan, farklı
olarak nitelendirilebilecek grupların
yüzdesi yalnızca % 9 civarındadır.
1965 yılında bu oran % 9,8’dir.
2. Türkiye’de azınlık olarak kabul
edilen Rum, Ermeni, Yahudi ve
Bulgar nüfusunda büyük ölçüde
azalma vardır. Bu azalmanın sebebi
bu vatandaşlarımızın yurtdışına göç
etmeleridir.
3. Her iki sayımda da Kürtçe tek
bir dil gibi mütalâa edilmiştir. Bu
tamamen yanlış bir uygulamadır.
Türkiye’de Kürt adı verilen unsurlar
iki diyalekt konuşmaktadırlar:
Zazaca ve Kurmançca. Zazaca
33
Türkiye’nin Nüfusunun Dillere Göre Dağılımı Tablosu
Türkçe
1927 Nüfus sayımı
(Top. 13,5 mil.)
11.777.810
Kürtçe
1.184.446
(% 8,6)
Arapça
Çerkesce
Arnavutça
134.273
95.901
21.774
Rumca
119.822
Yahudice
Ermenice
Farsça
68.900
64.745
1.687
Bulgarca
20.544
Fransızca
İngilizce
İtalyanca
8.456
1.938
7.248
Kürtçe bir diyalekt değildir.
Dolayısıyla günümüzdeki abartılı
(20 milyona kadar varan) Kürt
nüfusu konusu tamamen ideolojik
yaklaşımların sonucudur.
4. Özelikle Türkiye’ye
Cumhuriyet’in ilânından itibaren
değişik ülkelerden büyük ölçüde
göç yaşanmıştır. Yunanistan,
Bulgaristan, Yugoslavya, Kıbrıs,
Suriye, Irak, İran gibi komşu
ülkelerden fasılalarla Türk nüfusu
Türkiye’deki Türk nüfus oranını
daha da arttırmıştır. Bunun yanında
Sovyet Rusya, Çin ve Afganistan’da
yaşanan siyasî olayların sonucu
Kazak, Kırgız, Uygur, Özbek,
Türkmen, Azerî, Karapapak/
Terekeme, Tatar (Kırım, Kazan,
Başkurt, Nogay vb.), Gagauz,
Karaim vb. gibi Türk unsurların
göçü de Türk nüfus dinamiğini
güçlendiren faktörler olmuştur.
5. Türkiye’nin dinî yapısı dikkate
alındığında 1965 sayımına göre
nüfusun 31.129.854’ü yani %
99,16’sı Müslüman’dır. Türkiye’de
yaşayan Müslümanlar’ın çoğunluğu
Hanefî, Kürt vatandaşların bir kısmı
Şafiî mezhebindendirler. İnanca
göre bunlar “hak mezhepler”dir.
1965 Nüfus sayımı
(Top. 31,5 mil.)
28.289.680 (% 90,1)
2.913.357 (% 9,2)
(Bu rakama Arap, Çerkes,
Arnavut, Abaza, Boşnak,
Laz, Pomak dâhildir)
------------91.171 (% 0,3)
(Bu rakama Rum, Ermeni,
Yahudi dâhildir)
------------12.796 (% 0,04)
(Bu rakama diğer Slav
dilleri dâhildir)
-------------
Çok az sayıda hak mezhep kabul
edilmeyen Şiî-Caferî inancında olan
Azerî grupları vardır.
Bu hak mezheplerin dışında
Türkiye’de (tamamen Anadolu
Türkleri’ne has) Alevilik-Bektaşîlik
tarikatına mensup Müslümanlar da
vardır. Arap asıllı (1965 sayımına
göre % 0,09) vatandaşlarımızın
büyük kısmı Şafiî, Hatay ve
çevresinde Nusayrî adı verilen Arap
Alevisi (Hafız Esat’ın tarikatı ya da
mezhebi) vardır.
Türkiye’ye göç eden, Balkan
göçmenleri arasında ırken
Türk olmayanlar Arnavut ve
Boşnaklar’dır. Ancak bu topluluklar
İslâmiyet’i Türkler’den aldıkları
için Türk’lükle İslâmiyet’i
özdeşleştirmişlerdir. Aynı şekilde
Kafkasya üzerinden gelen Gürcü,
Çerkes (Adige, Lezgi, İnguş, Çeçen,
Abaza, Kabartay vb.) (bunların
1965 nüfus sayımına göre oranı %
0,04’tür) grupları da aynı şekilde
İslâmiyet’i Türkler’den aldıkları
için kendilerini Türk ve İslâm
olarak nitelendirmektedirler.
Türkiye’deki Türk ya da gayrıTürk unsurlar arasında çok eskilere
dayalı akrabalık kurumu mevcuttur.
Türkiye’ye hürriyetin simgesi olarak
“Aktopraklar” diyen bu unsurlar
burasını vatan bilmişler ve Türk
insanlarıyla karışmaktan herhangi
bir sakınca görmemişlerdir.
Yukarıda zikrettiğimiz politika
yanlışlıkları kadar Türkiye’ye
yönelik “bölücü” nitelikle bilimsel
çalışmalar % 90 gibi bir bütünlük
arz eden Türk nüfusu içinde %
8’lik bir nüfusa sahip Müslüman
gayrı-Türk unsurlar tam anlamıyla
kaynaşmış olduğu hususunu dikkate
alarak Türk toplumunu çözmeye
çalışmaktadırlar. Bunun son
örneği ve “Türkiye’deki mozaik bir
toplum” fikrinin yagınlaşmasına
sebep olan araştırma Peter Alford
Andrews’in Türkiye’deki Etnik
Gruplar adlı çalışmasıdır.
Diğer yabancı araştırmacıların
gayrı ciddî ve gayrı ilmî
çalışmalarına esas teşkil etmesi
bakımından Andrews’in bu eseri
oldukça ilginçtir. Daha önce
de belirttiğimiz gibi baz alınan
temalara göre Türkiye’nin bir
etnik haritası ortaya çıkarılmaya
çalışılmıştır. Burada din, dil, ırk,
coğrafya faktörleri göz önünde
alındığı gibi daha da ileri gidilmekte
mahallî tabirler de etnik özellik
için ne yazık ki baz olabilmektedir.
Böylece sayısı 61’e kadar ulaşan
teorilerine uygun bir “mozaik”
ortaya çıkmaktadır.
Dil ve ırk bakımından devlete
adını veren Türk toplumu
adlandırma, din (mezhep ve tarikat),
coğrafya esas alınmak suretiyle
çeşitli parçalara ayrılmıştır. Bunları
aşağıda sunuyoruz:
Türkler
1. Sünnî Türkler
2. Alevî Türkler
3. Sünnî Yörükler
4. Alevî Yörükler
5. Sünnî Türkmenler
6. Alevî Türkmenler
7. Alevî Tahtacılar
8. Alevî Abdallar
9. Şiî Azerî Türkleri
10. Sünnî Azerî Türkleri
(Karapapak/Terekemeler)
11. Uygurlar
12. Kırgızlar
13. Kazaklar
14. Özbekler
15. Özbek Tatarları
16. Nogay Tatarları
17. Balkarlar
18. Karaçaylar
19. Kumuklar
20. Deliorman/Dobruca Türkleri
21. Hemşinliler
22. Lazlar
23. Giritliler
Din ve mezhep faktörü kadar
coğrafî adlandırma da dikkate
alınarak yapılan bu ayırım tamamen
gayrı ilmîdir. Bunu birkaç örnekle
vurgulamak istiyoruz.
Anadolu’da Yörük ve Türkmen
terimi bir etnik adlandırma olmayıp,
şehirli-köylü, yerleşik-göçer
sınıflandırması sonucu yerleşik
halkın genelde göçebe Türkler
için kullandıkları hayat tarzını
ifade eden bir terimdir. Her biri
ayrı bir etnosu bildirmemektedir.
Diğer yandan Alevî Tahtacılar
denilen grup tam adıyla “Tahtacı
Yörükleri”’dir. Orman işçisi
olmaları sebebiyle bu şekilde
adlandırılmışlardır. Milâd’ın
hemen başlarından Karadeniz’in
kuzeyinden Maraş-Elbistan-Halep
bölgesine yerleşen Ağaçeriler adlı
Türk grubunun adlandırması da
buna benzemekte idi.
Genelde Karadeniz kuzeyinden
Kuban bozkırı, Kırım, Kazan,
Başkurtili, Romanya-Dobruca
bölgesinden gelen ve Tatar olarak
adlandırılan gruplar aşağı-yukarı
1783 tarihinde Kırım’ın Rusya’ya
ilhakından sonra fasılalarla
Türkiye’ye göç etmişlerdir.
Türkiye’de genel olarak Tatar
olarak adlandırılırlar. Ancak adı
geçen eserde “Özbek Tatarları”
adıyla sanki varmış gibi ayrı bir
etnosdan bahsedilmektedir ki, bu
hatadan da öte bilgisizliktir. Özbek
Tatarları denilen grup özellikle
Stalin’in 19 Mayıs 1944 tarihinde
Kırım’dan sürgün ettiği Türk
grubudur. Daha sonra Türkiye’ye
göç eden bunlardan bir kısmı gene
Türkiye’de genel adlandırma ile
Tatar olarak bilinirler.
Bulgaristan, Yunanistan ve
Yugoslavya’dan Türkiye’ye göç
eden Türkler genellikle “muhacir”
olarak nitelendirilmektedir.
Andrews maalesef bunları da
– Bulgar-Yunan politikaları da
bu doğrultudadır – kendine göre
26/01/2014
34
sınıflandırmış ve her birine ayrı
köken bulmuştur. Türk asıllılar
Pomak, Torbeş, Çitak, Boşnak,
Arnavut, Hersek, Gagauz, Karaim
vb. gibi ayırıma tâbi tutulmuş,
Pomaklar’ın Slav, Çitaklar’ın
Sırp, Torbeşler’in Makedon asıllı
oldukları iddia edilmiştir. Ayrı bir
etnik grup olarak nitelendirilen
Gagauzlar özbeöz Türk olup,
farklılıkları Ortodoks Hıristiyan
olmalarıdır. Aynı şekilde Türk
olan Karaimler Musevî dinine
mensuptur. Daha da enteresan olanı,
bu sayılan Türk gruplarının genel
nüfus içindeki payı % 0,001 - %
0, 005 arasında olmasıdır. Burada
oldukça tehlikeli olan Laz, Hemşinli
ve Alevi kavramlarıdır.
Laz terimi 1842 Vilâyetler
Kanunnâmesi ile siyasî
literatürümüze girmiş ve bu
tarihte Trabzon merkez olmak
üzere Rize’ye kadar uzanan
Doğu vilâyetleri “Lazistan”
olarak nitelendirilmiştir. Bugün
Türkiye’mizde genel bir yanlış
adlandırma sonucu Zonguldak’tan
Artvin’e kadar uzanan geniş
bölgede yaşayan Türk halkı “Laz”
olarak nitelendirilmektedir. Eski
Sovyet tarihçilerin Gürcü bilim
adamlarını öne sürerek Lazlar’ın
Gürcü kökenli oldukları iddiaları
dikkate alındığında “bölücülük”
ideolojisinin hangi boyutlarda
olduğu anlaşılabilir. Diğer
yandan Yunanistan’ın “Pontuslu”
deyimiyle Laz denilen grup içinde
Rum araması buna benzer bir
bölücü faaliyettir. Hemşinliler’e
Ermenilik izafe edilmiştir.
Bölgede konuşulan mahallî ağızın
(Hemşince) Ermenice olduğu
ileri sürülmektedir. 1983 nüfus
sayımına göre tahminî olarak Laz
ve Hemşinliler’in 250 bin civarında
olduğu iddia olunmaktadır. Halbuki
istatistikî bunu doğrulayacak
herhangi bir veri mevcut değildir.
Bu tasniflerin içinde en tehlikeli
olan “Alevîlik” konusudur.
Anadolu’nun her yerinde,
ağırlıklı olarak Orta Anadolu’da
yoğunlaşmış olan Alevî inançlı
Yörük, Türkmen, Türk nüfusu
Sünnî Türk unsurları ile içiçe
yaşamaktadırlar. Alevilik konusu
her vesileyle Türkiye’nin
gündemine getirilmekte, nüfusları
abartılı olarak 25 milyona kadar
çıkarılmakta, Aleviliğin ayrı bir din
26/01/2014
olduğu (özellikle Hıristiyanlık’la
rabıtalı) ileri sürülmekte, inanç
ve ibadet hürriyetlerinin olmadığı
iddia olunmaktadır. Siyasîlerin
Alevi oylarını kendileri hesabına
kazanma arzuları da burada etkili
olabilmektedir.
Gayrı-Türk olarak nitelendirilen
Kafkasya göçmenleri Dağıstanlılar
(Kara Lezgi/Avar, Beyaz Lezgi/
Laklar, Esas Lezgi/Didalar),
Çerkesler (Adigeler, Abazalar,
Ubıhlar, Çeçenler, İnguşlar),
Araplar (Sünnî Araplar, Alevî
Araplar/Nusayrîler, Hıristiyan
Araplar/Nasranîler), Süryanîler
(Ortodoks Hıristiyan), Keldanîler
(Doğu Suriye Hıristiyanları),
Kürtler (Kurmançca ve Zazaca
konuşanlar, Sünnî Şafiî, Sünnî
Hanefî, Alevi ve Yezidî) olarak ayrı
grupların varlığı öne sürülmektedir.
Dil baz alındığında bunların genel
nüfusa oranı ancak % 9,8’dir. Din
baz alındığında ancak bu oran %
0,001 nisbetindedir.
millî beraberlik ve bütünlüğümüz
açısından telâfisi mümkün olmayan
yaralar açabilir.
Sonuç: Türkiye’de kâhir bir
ekseriyetle Türk nüfusu hâkimdir.
Gayrı-Türk olarak nitelendirilen
gruplar Türk nüfusu ile entegre
olmuştur. Entegrasyonda evlilik,
eğitim politikaları, Atatürk
başta olmak üzere Türk devlet
adamlarının çabaları büyük ölçüde
etkili olmuştur. Din, dil, coğrafya,
mahallî adlandırma vb. gibi
sebeplerle bu bütünlük bozulmaya
çalışılmaktadır. Günümüzdeki
bunun en çarpıcı örneği “Kürt
meselesi”nde görülmektedir.
Türk toplumu tabiri caizse
yetmiş iki millete parçalanırken,
Ortadoğu’da İran, Irak, Suriye ve
Türkiye’ye yayılmış olan Kürt
olarak nitelendirilen insanlar, din,
dil, ırk, coğrafya farkı dikkate
alınmadan bir bütünlük içinde
takdim olunmaktadır. Aynı şekilde
Yunanlılık/Rumluk, Ermenilik,
Kürtlük’le birlikte “birleştirici”
bir politika ile Ortadoğu’ya
yeni bir siyasî düzen getirilmek
istenmektedir.
“Türkiye’deki mozaik
bir toplum” fikrinin
yagınlaşmasına sebep olan
araştırma Peter Alford
Andrews’in Türkiye’deki Etnik
Gruplar adlı çalışmasıdır.
Daha geniş bir araştırma ile
Türkiye’nin, dil, din, mezhep,
tarikat, ırkî özelliğini ortaya
koyacak gerçekçi bir çalışma
yapılabilir.
Burada şu hususu da özellikle
vurgulamak istemekteyiz. Türkiye
Cumhuriyeti Devleti kurulduğu
tarihten itibaren Osmanlı’dan
miras alınan ve çeşitli adlarla
anılan Türk-Müslüman halkın
bir millet hâline gelebilmesini
politikasına esas yapmıştır. Öyle ki
Anadolu Türk toplumunun hangi
mezhepten olursa olsun, hangi adla
anılırsa anılsın “Türk” terimini
etrafında toplanmasına çalışılmıştır.
Milletleşme süreci Cumhuriyet’le
başlamıştır. Bu entegrasyonu
güçlendirmek için başta Atatürk
olmak üzere Türk devlet adamları,
Türk millî eğitiminin temel ilkeleri,
Türk kültürünün özellikleri, Türk
dili ve Türk tarihi konusunda
ağırlıklı olarak durmuşlardır. Bu
çabalar günümüzde Ortadoğu’da her
yönden ağırlığı olan farklı olarak
nitelendirilecek grupları göz ardı
etsek bile 50-55 milyonluk bir Türk
denizi yaratmıştır. Batı’da gelişen
mikro-milliyetçilik, eski Sovyet
politikasının esasını oluşturan entogenesis nazariyeler Türkiye’de ne
yazık ki Türk birliğini bozmaya
yönelik bir mecraya sürüklenmiş
bulunmaktadır. Bu türde politikalar
Türkiye’de kâhir bir ekseriyetle Türk nüfusu hâkimdir. GayrıTürk olarak nitelendirilen gruplar Türk nüfusu ile entegre olmuştur.
Entegrasyonda evlilik, eğitim politikaları, Atatürk başta olmak üzere
Türk devlet adamlarının çabaları büyük ölçüde etkili olmuştur. Din,
dil, coğrafya, mahallî adlandırma vb. gibi sebeplerle bu bütünlük
bozulmaya çalışılmaktadır. Günümüzdeki bunun en çarpıcı örneği
“Kürt meselesi”nde görülmektedir. Türk toplumu tabiri caizse yetmiş
iki millete parçalanırken, Ortadoğu’da İran, Irak, Suriye ve Türkiye’ye
yayılmış olan Kürt olarak nitelendirilen insanlar, din, dil, ırk, coğrafya
farkı dikkate alınmadan bir bütünlük içinde takdim olunmaktadır. Aynı
şekilde Yunanlılık/Rumluk, Ermenilik, Kürtlük’le birlikte “birleştirici”
bir politika ile Ortadoğu’ya yeni bir siyasî düzen getirilmek
istenmektedir.
35
[email protected]
GÜNDEM
Prof. Dr.
HİDAYET SARI
RTE bir ajan provokatör mü?
Ben bu başbakana ajan
provokatör demeyeyim de
ne diyeyim?
Siz söyleyin?
Bu soru size çok marjinal
(uç, abartılı) gelebilir. Ancak
böyle olmadığını RTE’nin 11
yıllık iktidarı dönemindeki
uygulamaları ve yaptıklarının
aklımda kalanlarıyla size
ispatlamaya çalışacağım.
Şimdi bir başbakan düşünün;
Ülkesinin gençlerini “kafası
kıyak gençlik-dindar gençlik” diye
ikiye ayırıyorsa,
Kendisine karşı bir protesto
olduğu zaman “bizim evde
zorla tuttuğumuz %50’miz var”
diyerek vatandaşlarını AKP’ye oy
verenler ve vermeyenler diye ikiye
bölüyorsa,
Ülkesindeki kadınları başörtülü
ve başörtüsüz diye ayırıyor, “Benim
başörtülü bacım yıllarca eziyet
gördü şimdi biz bunların haklarını
vermeliyiz.” diye ülkesinin
kadınlarını başörtülü başörtüsüz
diye ikiye ayırıyorsa,
Devlet yönetiminde yaptıklarıyla
ilgili kendilerine hukuki bir
müdahale olduğu zaman buna
hemen karşı çıkıyor ve atanmışlar
ve seçilmişler diye ikiye ayırıyorsa,
Her gün her konuşmasında
“Türkiye sadece Türklerin değil,
36 etnik kimliğin hepsinin” deyip
vatandaşlarını etnik ve mezhepsel
olarak 36 parçaya ayırıyor ve
onların ayrışması için gayret
gösteriyorsa,
Ülkesinin kurucusu, kurtarıcısı
Türk Silahlı Kuvvetleri’ni her
gün “cuntacı, darbeci” olmakla
suçluyor, medyada bu konuda
yayın yaptırıyor, “askeri vesayet
istemiyoruz” diyerek sivil-asker
ayrımı yapıyorsa,
Ülkesinde yaşadığı vatanı ve
milleti bölmek için kurulmuş
PKK terör örgütü ve yandaşlarıyla
masaya oturup ülkenin toplumsal
ve siyasal geleceği için pazırlık
yapıyorsa,
Ülkesinde yıllarca “tek vatan, tek
bayrak, tek millet” inancıyla PKK
terör örgütüyle mücadele etmiş
TSK mensuplarını “Ergenekon
Terör Örgütü” olarak kabul edip
hapislerde çürütüyorsa,
19 Mayıs Atatürk’ü Anma
Gençlik ve Spor Bayramı
törenlerini kaldırıp onun yerine 29
Mayıs İstanbul’un fethini alternatif
askeri bir zafer olarak kutluyorsa,
Ülkesindeki 23 Nisan Ulusal
Egemenlik ve Çocuk Bayramı
kutlamalarını kaldırıp onun yerine
Kutlu Doğum Haftası şeklinde yeni
dini bayramlar yaratıyorsa,
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı
törenlerini kaldırıp bu bayramı
kutlamak isteyenleri polisin kaba
kuvveti, tazyikli su, biber gazı ve
copla engelliyorsa,
Ülkesindeki insanların yediğine,
içtiğine, çocuk sayısına ve yaşam
şekline kendisi yön vermek
istiyorsa,
Ülkesinin şimdiye kadar yer altı/
üstü zenginliklerini bir bir satıp
şehit canı gazi kanıyla alınmış
ülkesini pazarlıyor “evet ben ülkemi
pazarlıyorum” diyebiliyorsa,
Bir ülkenin başbakanı masum
protesto eylemi olarak başlayan
Gezi olaylarını ve protestoları
vatandaşın gözüne biber gazı,
vücuduna tazyikli su, hatta kafasına
kurşun ve gaz bombası atıp
insanlarını tahrik ediyorsa,
Bu protestoların tüm yurda
yayılıp hükümete karşı kitlesel
protestolara döndürüyorsa, bu
protestoları önlemek için ortamı
sakinleştirmek yerine eylemcileri
3-5 çapulcu, vandalist ve marjinal
suç örgütleri yerine koyup düşman
belliyorsa,
Hatta bu protestolara karşı kendisi
yandaş basın ve partilileri toplayıp
karşı protesto düzenliyorsa, yani
“ben size gösteririm” şeklinde
gözdağı veriyorsa,
Bu karşı mitinglerde “milli
iradeye saygı” mitingi adı altında
Ankara, İstanbul, Samsun ve
İzmir’de bindirilmiş kıtalar halinde
AKP yandaşlarını topluyor,
ellerine AKP bayrakları veriyor
ve kendisine yapılan protestoları
“Var mısın büyük oyunu bozmaya?
Haydi tarih yazmaya!” diyerek
ülkesinin insanlarını AKP
yandaşları ve karşıtları olarak karşı
karşıya getiriyorsa,
Gezi protestolarının nedenini
araştıracağına kendisine karşı
içeriden ve dışarıdan bir kompla
olarak görüyor ve protesto eden
kişileri halkın gözünde küçültmek
için “camilerde içki içtiler,
mabetlere saygısızlık ettiler” diye
iftira ediyorsa,
Olayla ilgileri olmadığı halde
Gezi olaylarında yer alan ulusalcı
grupları “Mustafa Kemal’in
Askerleriyiz diyorsunuz ama
yanınızda teröristlerin posterlerine
ses çıkarmadınız.” diye azarlıyorsa,
Böylece ulusalcı grupları da
bölücülerle aynı kefeye koymaya
çalışıp halkın gözünde
küçültmeye çalışıyorsa,
Ancak kendisi hükümetin başı
olarak bizzat teröristbaşıyla ülkenin
toplumsal-siyasal geleceği için
pazarlık yapıyorsa,
Bu protesto eylemlerinde
eylemcilere karşı kaba kuvvet
kullanan, biber gazı sıkan öldüren
ve sakatlayan polislere kahramanlık
madalyası takıyor, üstüne üstlük
ikramiye veriyorsa, yani polisin
kendi vatandaşına sert müdahalesini
teşvik ediyorsa,
En son olarak açılım politikası
adı altında ülkeyi bölen,
özelleştirme adı altında ülkeyi
satan, ona buna peşkeş çeken, “bu
ülkenin tek sahibi benim, ben ne
istersem o olur” diyen politikalarını
tencere tava çalarak protesto eden
vatandaşlarla “tencere tava hep
aynı hava” diyerek dalga geçiyor
ve “tencere tava çalanları bize
şikayet edin biz de yargı olarak
hadlerini bildirelim” diye vatandaşı
AKP yandaşı ve AKP karşıtları
olarak karşı karşıya getiriyorsa,
Ben bu başbakana ajan
provokatör demeyeyim de ne
diyeyim?
Siz söyleyin?
26/01/2014
36
[email protected]
TARİHİN ARKA SOKAKLARI
D. AHSEN BATUR
Malazgirt Savaşı ve Kürtler
Çok büyük ihtimalle sözü
edilen 10 bin kişinin belki
birkaç binini oluşturan
Kürtler, burada çarpışmaya
bizzat katılmamış,
ganimetten pay almak veya
galip tarafın beğenmediği
ganimetleri toplamak
için diğerleriyle birlikte
bir kenarda beklemeyi
tercih etmişlerdir. Zaten
metinde de Kürtlerin
ve diğerlerinin orada
bulundukları belirtilmekte,
ama çarpışmaya katılıp
katılmadıklarına işaret
edilmemekte, üstelik
bunların savaşçı olup
olmadıklarına atıfta da
bulunulmamaktadır.
Netice itibariyle
siyasî Kürtçülerin
10-20 bin kişilik
bir kuvvetle
Türklerin yanında
savaştıkları iddiası
içi doldurulamayan
hayalî bir safsatadan
ibarettir.
26/01/2014
Siyasî Kürtçülerin ısrarla
ileri sürdükleri bir başka iddia,
Malazgirt Savaşı sırasında 10
bin kişiden oluşan bir Kürt
ordusunun Alparslan’ın safında
Bizans’a karşı savaştığı, dolayısıyla
bu 10 bin Kürt olmasaymış bizim
Anadolu’ya giremeyeceğimiz
şeklindedir. Bu iddiayı o kadar
çok tekrar ettiler ki, kendileri
inandıkları gibi, bazı Batılı sözüm
ona tarihçiler ve bizdeki birtakım
tarihçi ve gazeteciler de aynı
iddiayı hiç araştırmadan gerçekmiş
gibi sunmaya başladılar.
Fakat tuhaf tarafı, bu sözde
10 bin Kürt savaşçıdan Mervanî
beyliğinin resmi tarihçisi İbnü’l
Ezrak, siyasî Kürtçülerin Kürt
kabul ettikleri İbnü’l Esir, İbni
Hallikân ve Ebu’l Fidâ değil,
Memluk Türklerinden Devadarî
ve Türk asıllı Sıbt b. el-Cevzi’nin
eserlerinde yer alan bir satırla
bahsetmeleridir. Esasen Devadarî
de bu bir satırlık cümleyi Sıbt b.
el-Cezvi’den almıştır, fakat elCezvî de kaynak göstermez. Siyasî
Kürtçülerin verdikleri rivayetlerde
bu sayı 5 bin 5 bin artırılarak 20
bine kadar çıkartılmaktadır. Tabii
yine hiçbir kaynak gösterilmeden.
Şimdi Mervanî beyliğinin zaafını
ortaya koyarak o dönemde 10-20
bin kişilik savaşçı çıkaramayacağını
göstermeye çalışalım.
Iraklı siyasî Kürtçü yazar İzady,
Sultan Alparslan’ın Anadolu’ya
geldiğinde bölgenin neredeyse ıssız
bir halde olduğunu belirtmektedir.
Bu nüfus seyrekliğinin bir sebebi,
İbnü’l Esir’in sözünü ettiği büyük
bir kıtlığın Mısır’dan başlayarak
tüm bölgeyi kasıp kavurması ise,
diğer sebebi Abbasî Halifeliği
Büveyhîler yüzünden göstermelik
bir hale gelip de bölgedeki küçük
beylikleri bir sancak altında
toplayarak güçlü biri olmadığı
için Büveyhîler, Hamdanîler
ve Kürtler arasında ardı arkası
gelmeyen çatışmaların nüfusu
alabildiğince azaltmış olmasıydı.
Öyle ki Urfa’nın Bizans’ın eline
geçmesinden sonra 400 savaşçıyla
şehir kalesine kapanan Maniag’a
karşı Harran, Halep, Dımaşk,
Humus, Mısır, Menbiç, Bağdat,
Musul, Meyafarikeyn, Amed,
Cezire, Ahlat, Bitlis, Salmast,
Nusaybin vs.. gibi şehir ve
ülkelerden ordu toplandığı Urfalı
Mateos’un Vakayiname’sinde
belirtilmektedir.1 Yani 400 kişiyle
korunan bir kaleyi zapt edebilmek
için bunca şehirden asker
toplanması da nüfusun son derece
azaldığının bir başka göstergesidir.
Diğer yandan Bizans ordusu
Mervanîler üzerine yürüyünce,
Ebû Ali Bizans’la savaşmak yerine
barış teklifinde bulunmuş ve iki
taraf arasında 20 yıllık bir barış
anlaşması imzalanmıştır. Demek
Mervanîler kimseyle savaşacak
güce sahip değillerdi. Kaldı ki
Meyafarıkeyn halkının tamamı
Kürt değildi. Nitekim Mervanî
tarihçisi İbnü’l Azrak da buna
işaretle 995 yılında Ebû Ali’nin
yaşlı vezirine Meyafarıkeyn
halkından şikayet ettiğini,
“Ben bunlarla başa çıkamam;
bunlar emrimi dinlemiyorlar ve
yönetimin altında değillermiş
gibi davranıyorlar.” dediğini
nakletmektedir.2 Aynı yazara
göre şehirdeki manifaturacılar
çarşısına kimse atıyla giremezdi.
Bir defasında Ebû Ali’nin
amcaoğlu atıyla bu pazara girmiş,
atı meydana pislemiş, halk da onu
atından indirerek atının pisliğini
eteğinin içine koyup dışarı atmak
zorunda bırakmıştı. Yine aynı
yazara göre Meyafarıkeyn halkı
herhangi bir askerin ve Kürdün
kendilerine dokunmaları halinde,
Mervanî beyine danışmadan o
kişiyi çarşının ortasında adam
akıllı döverlerdi.3 Amed halkı da
Mervanîleri sevmiyordu ve nitekim
Ebû Ali’yi bir hileyle öldürüp,
dışarıda bekleyen Kürt askerlerine
başını ve cesedini atanlar da bu
Amed halkıydı.4
Oğuz akıncıları topu topu
birkaç bin kişiyle 1040 yılında
Diyarbakır’a saldırdıklarında
Mervanîler kalelerine kapanmaktan
başka bir şey yapamamışlardır.
Örneğin Tuğrul Bey 1067 yılında
Diyarbakır üzerine 5000 kişilik bir
kuvvet sevk ettiğinde, şehir halkı
onlarla çarpışmak yerine hemen
kaleye çekilip kapıları kapatmayı
tercih etmişlerdir.5
Şimdi şu aktardığımız bilgiler
ışığında şöyle bir soru sorabiliriz:
Mervanî beyinin amcaoğlunu
atının pisliğini eteğine doldurup
dışarı attıran halka bir şey yapmayı
göze alamayacak kadar zayıf,
bir Kürt askeri sokak ortasında
dövüldüğünde sesini çıkaramayan,
üç-beş bin Oğuz akıncısı karşısında
kaleye kapanmayı tercih eden bir
beylik nasıl olur da, Malazgirt’te
Alparslan’ın saflarına 10-20 bin
kişilik bir kuvvet verebilir?
Malazgirt Savaşı’nın en yakın
tanıklarından biri, Urfalı Mateos
37
ve Bizanslı Psellos’tan sonra Kürt
asıllı İbnü’l Azrak’tır, fakat o da
eserini savaştan yaklaşık 80 yıl
sonra kaleme almıştır. Malazgirt
Savaşı’ndan yalnızca iki paragrafla
bahseder, ama Kürtlerden veya
yardıma gelen Kürt savaşçılardan
hiç söz etmez. Yine Kürt asıllı
olduğu iddia edilen İbnü’l Esîr de
Malazgirt’ten üç küçük paragrafla
söz eder, ama 10 bin savaşçıdan hiç
bahsetmez.
Sözü daha fazla uzatmadan
bu 10 bin kişiden söz eden Sıbt
ibnü’l Cevzî’ye geçelim. Çünkü
Devadârî de bu bilgiyi ondan
almıştır. İbnü’l Cevzî herhangi bir
kaynak göstermemekte ve yalnızca
ve Devadâri’de şu şekilde geçen
cümleyi sarf etmektedir: “Sultan
Alp Arslan’ın yanında Kürtlerden
ve diğer insanlardan oluşan 10
bin kadar kişi toplanmıştı.” Bu bir
satırlık cümleyi dikkatli okumak
gerekir. Bir kere bu 10 bin kadar
insanın içinde Sultan Alparslan’ın
her şeyden çok güvendiği 4 bin
savaşçı gulâmı da var mıydı?
Eğer İbnü’l Esîr’in sözünü ettiği
bu 4 bin gulâmla birlikte 10 bin
kadar insan Alparslan’ın yanında
toplanmışta, geriye 6 bin kadar
insan kalmaktadır. O da Kürtlerden
ve diğer halklardan toplanan
kişilerdir. Alparslan’ın 40 bin
kişi olduğu belirtilen ordusundan
başka bu 10 bin kişinin toplandığını
kabul etsek bile, metinde bunların
savaşçı, süvari veya piyade
oldukları belirtilmediği gibi, savaşa
katılıp katılmadıklarına da işaret
edilmemektedir.
Eskiden beri savaşa giden
orduların peşinde yağmacı, çapulcu
fakir insanların da gittikleri
bilinen bir şeydir. Bunlar savaşlara
bizzat katılmaz, bir kenara çekilip
bekler, galip tarafın beğenmediği
ganimetleri toplarlardı. Burada
ise Kürtlerin savaşa katılmış
olmaları çok uzak bir ihtimaldir.
Çünkü Bizans ordusunun 200
bin kişi, Alparslan’ın ordusunun
40 bin kişi olduğu düşünülerse,
savaşın sonucundan emin olmayan
Kürtlerin böyle bir riski göze
alabileceklerini sanmam. Kaldı ki,
o sırada zaten Mervanî Beyliği ile
Bizans arasında 20 yıllık bir barış
anlaşması yürürlükteydi.
Bir Rus subayının şu itirafları
Kürtlerin genellikle iki taraf
arasında savaşlarda bir kenara
çekilip, hangi tarafından üstün
geleceğini beklemeyi tercih
ettiklerini göstermektedir:
“Savaş esnasında Kürt süvarisi
Türk kuvvetlerine çok az yarar
sağlamıştır. Bu süvari kuvvetler
genellikle Türk birliklerinin
arkasında beklerlerdi. Neticede
Türkler üstün geldikleri zaman
birliklerimizi izleyerek Erivan
vilayetine baskın düzenlerlerdi.
İaşelere el koyarlardı. Fakat
üstünlüğü elimize aldığımız
zaman Kürtler aşağıda belirtildiği
gibi bu sefer Türklere baskın
yaparak iaşelerine el koyarlardı.
Bundan anlaşılıyor ki, bu
insanlar 19 Kasım 1853 tarihinde
Başgedikler savaşlarında
yaptıkları işi tekrar etmişlerdir.
Çengel Savaşı’nda bütün İslam
milisleri gibi bizim yanımızda
savaşa katılan Kürtlerin hareketi
çok fenaydı. Bunlar hücuma
geçen piyade birliklerimizin sağ
kolunun emniyetini sağlamakla
görevlendirilmişti. Bu göreve
atandıkları halde tehlike
mıntıkasına girmeyip, arazi
engebeli olduğu için fırsat
kollayarak üstünlüğün hangi tarafta
kalacağını bekliyorlardı..”6
Çok büyük ihtimalle sözü
edilen 10 bin kişinin belki birkaç
binini oluşturan Kürtler, burada
çarpışmaya bizzat katılmamış,
ganimetten pay almak veya galip
tarafın beğenmediği ganimetleri
toplamak için diğerleriyle birlikte
bir kenarda beklemeyi tercih
etmişlerdir. Zaten metinde de
Kürtlerin ve diğerlerinin orada
bulundukları belirtilmekte, ama
çarpışmaya katılıp katılmadıklarına
işaret edilmemekte, üstelik bunların
savaşçı olup olmadıklarına atıfta da
bulunulmamaktadır.
Alparslan
Netice itibariyle siyasî
Kürtçülerin 10-20 bin kişilik
bir kuvvetle Türklerin
yanında savaştıkları iddiası
içi doldurulamayan hayalî bir
safsatadan ibarettir.
Dipnotlar
1. Urfalı Mateos Vakayinamesi, s. 55-56.
2. İbnü’l Azrak, Mervani Kürtleri Tarihi, s. 82.
3. Aynı yerde.
4. İbnü’l Esîr, el-Kâmil, I/179; İbnü’l Azrak, s.
91.
5. İbnü’l Azrek, s. 170-171; İbnü’l Esir, el-Kâmil,
7/418-419.
6. Ayvarov, Osmanlı-Rus ve İran Savaşlarında
Kürtler 1801-1900, s. 56-57.
Malazgirt Savaşı
26/01/2014
38
[email protected]
GERÇEĞİN İÇİNDEN
ALİ RIZA SAFA
Kur’an ve Atatürk
Kur’an çevirileri…
Kur’an’ın türlü dillere
çevrilmesine Muhammed
peygamber döneminde başlanmıştır.
Bilinen ilk çeviri, İranlı Selman-ı
Farisi tarafından Fâtiha suresinin
Farsçaya çevrilmesidir. Bu
çevirinin yapılmasının Peygamber
tarafından onaylandığı Kur’an
tarihi kitaplarında yazılıdır. Sonraki
zamanlarda Kur’an’ın tümünü
kendi diline çeviren ilk toplum da
yine İranlılar olmuştur. Kur’an’ın
bilinen en eski Farsça çevirisi,
dokuzuncu yüzyıl sonunda yapılan
Kur’an-ı Kuds Tercümesi –Kutsal
Kur’an’ın Çevirisi– isimli çeviridir.
Kur’an’ın Batı dillerine ilk
çevirisi ise 1143 yılında yapılmıştır.
Almanca olarak yapılan bu
Kur’an çevirisi basılmadan dört
yüzyıl bekletilmiş ve Protestan
mezhebinin kurucusu Alman rahip
Luther’in yazdığı önsözle 1543
yılında İsviçre’nin Basel kentinde
basılmıştır. Kur’an’ın Arap diliyle
dünyadaki ilk matbaa basımı
da 1694 yılında Hamburg’da
yapılmıştır.
Kur’an’ın bilinen en eski
Türkçe çevirisinin, Orta Asya’da
Şamanizm inancına bağlı olan
Çağatay Hanlığı’ndan ayrılarak
Müslümanlığı seçen ve küçük bir
topluluk şeklinde Maveraünnehir
bölgesinde yaşayan kentli Türkler
tarafından 14. yüzyılın başında
Çağatay Türkçesiyle yapıldığı öne
sürülür. Oysa tarih kaynaklarına
göre Çağatay Türkçesi 15.
yüzyıldan sonra kullanılmaya
başlanmıştır. Bu Kur’an çevirisinin
İstanbul’daki Türk ve İslam
Eserleri Müzesi’nde kayıtlı olduğu
söylenir. Karahanlılar döneminde
26/01/2014
de Karahanlı Türkçesiyle yapılan
bir Kur’an çevirisinin, İngiltere’nin
Manchester kentindeki Rylands
kitaplığına kayıtlı olduğu şeklinde
gerçek olup olmadığı bilinmeyen
bilgiler vardır. Matbaadan önceki
dönemlerde el yazması olarak
yapılmış olması gereken bu
çevirilerin çoğaltılmış olması
olasılığı da zaten yoktur.
İslamiyet’i devlet dini olarak
kabul eden ilk Türk devleti,
kuruluşundan yaklaşık yüz
yıl sonra Karahanlılar (8401212) olmuştur. Daha sonraları
birbirlerinin içinden çıkan ve
birbirleriyle savaşarak kurulan
ve tümü Orta Asya kökenli Türk
boylarının soyundan gelen Türk
devletleri; Büyük Selçuklu (10371194), Anadolu Selçuklu (10771307), Karamanoğulları (12501487) ve Osmanlı (1299-1922)
dönemlerinde de İslamiyet devlet
dini olarak varlığını sürdürmüştür.
Bu devletlerden üçünün hem devlet
dili hem konuşulan dili, ikisinin
ise konuşulan dili Türkçe olmasına
karşın, bu beş Müslüman Türk
devletinin bin yıl süren varlıkları
boyunca Kur’an Arapça okunmak
zorunda bırakılmış; Türkçeye
çevrilmesi, Türkçe okunması
ve Türkçe ibadet edilmesi
yasaklanmıştır.
Osmanlı döneminde
Kur’an…
1450 yılında Gutenberg
tarafından bulunan ve ilk olarak
Kitab-ı Mukaddes’in basıldığı
matbaa, Türkiye’ye 1493 yılında
gelmiştir. Matbaanın bulunduğu
ve kullanılmaya başlandığı yıllar,
Fatih Sultan Mehmet, Yavuz
Sultan Selim ve Kanuni Sultan
Süleyman gibi; iyi eğitimli,
birçok yabancı dil bilen, bilime
ve sanata kişisel olarak değer
veren, ama toplum için görmezden
gelen padişahların Osmanlı
devletinin başında bulunduğu
yıllardır. Matbaanın bulunduğu
ilk otuz yıl süresince Osmanlı
padişahı Fatih Sultan Mehmet
idi. Fatih yedi dil biliyordu ve
Türkçe, Arapça, Farsça, Latince,
Yunanca kitaplardan oluşan özel
bir kütüphanesi vardı. Tüm bunlara
karşın, bilim alanındaki en önemli
buluş olan matbaanın Türkiye’de
kullanılması, Türk toplumunun
gelişmesini engellemek için
çağdışı fetvalar veren bağnaz
mollalarla aynı düşüncelere
sahip olan Fatih ve daha sonra
gelen padişahlar tarafından
yasaklanmıştır. Oysa Osmanlı
azınlıkları, matbaa bulunduktan
43 yıl sonra 1493 yılından itibaren
İstanbul’da matbaayı kullanmaya,
kitap, dergi ve gazete basımına
başlamışlardı. Türkiye’de yaşayan
diğer dinlere bağlı toplumlara
verilen öğrenme hakkı Müslüman
Türklere verilmemiş ve Kur’an’ın
öğrenilmesinin engellenmesi
çabalarının en büyük adımları o
dönemlerde atılmıştır.
İlk Kur’an basımı, matbaanın
Türkiye’ye gelişinden tam 378
yıl sonra; 1871 yılında Arapça
olarak Hafız Osman hattı ile
yapılmıştır. Oysa bu tarihten 328
yıl önce Kur’an çevirileri birçok
Avrupa ülkesinde basılmış ve
Hıristiyanlar bile Kur’an’ı kendi
dillerinde okumaya başlamışlardı.
Arapça olarak basılmasına
karşın, verilen fetvalar nedeniyle
aptallaşan bağnaz çoğunluk,
yazma Kur’an’dan anlatılanları
kabul etmiş, basılmış Kur’an’dan
anlatılanları ise kabul etmemiştir.
Müslümanların matbaayı kabul
etmedikleri yıllarda, Çariçe
Katerina tarafından altı kez Kur’an
basımı yaptırılarak, Rusya’daki
Müslümanlara dağıtılmıştı.
Kur’an’ın altı yüzyıl boyunca
Türkçeye çevrilmesine ve 378
yıl boyunca Arapça olarak
bile matbaada basılmasına
izin verilmeyen Osmanlı
döneminde, Allah ile aldatan
din sömürgenlerinin fetvaları
yüzünden, Türkçe kitap, dergi ve
gazete basımına da 277 yıl izin
verilmemiştir. Böylece, eğitimlerine
büyük önem verilen padişahların
ve saray çevresindekilerin sınırsız
özgürlük ve zenginlik içindeki
görkemli yaşamlarının tersine,
toplumun büyük çoğunluğunu
oluşturan alt katmanlarda bulunan
Türkler, yüzyıllar boyunca, eğitim,
bilim, sanat ve yeni akımlardan
yoksun olarak, kısacası dünyadan
habersiz olarak kapalı ve faşist
bir düzende yaşamışlardır. Türk
boylarının göçebe oldukları
dönemlerde önderleriyle eşit
koşullarda ve özgür yaşayan bu
insanlar, Osmanlı döneminde
padişahların buyruklarına ve
uydurulmuş dinsel baskılara
koşulsuz boyun eğmek zorunda
bırakıldıkları için “Eşek Türk”
veya Osmanlı dilinde “Davar
sürüleri” anlamına gelen “Raiyye”
sıfatlarıyla isimlendirilmişlerdir.
Aynı toplum, Mustafa Kemal
Atatürk’ün kurduğu Türkiye
Cumhuriyeti’nden sonra, aydınlığa,
özgürlüğe ve onurlu bir kişiliğe
39
kavuşarak “Türk Ulusu” ismiyle
kendisine yakışan gerçek kimliğini
bulacaktır.
Kur’an ve Atatürk…
Allah ile aldatan din
sömürgenlerinin “Kur’an’da böyle
yazıyor!” veya “Peygamber böyle
söylüyor!” diye uydurdukları
yalanlara Müslümanların büyük
çoğunluğu hiç sorgulamadan
inanmış ve Kur’an’da bildirilen
katışıksız dini yaşamak yerine,
hurafelerle dolu uydurulmuş
dini yaşamayı seçmişlerdir.
Muhammed Peygamberin
vefatından yüzyıllar sonra
uydurulmaya başlanan yalanlar
çığ gibi büyümüş ve bu yalanları
ilk uyduranları bile şaşırtacak
boyutlara ulaşmıştır. Üstelik
aydın insanların çoğunluğu da bu
yalanlara inanmış ve İslamiyet’in
bilgiden ve dünya gerçeklerinden
uzak olduğu önyargısıyla
okumaya bile gerek görmeden
Kur’an’dan uzaklaşmışlardır.
Böylece, Kur’an’ın öğrenilmemesi
için uygulanan büyük plan
başarıya ulaşmıştır. Bu evrensel
plan sonucunda, Müslümanlar
Kur’an’daki gerçekleri
öğrenememiş; bilim ve sanat
düşmanı, eğitimsiz, üretimsiz,
bağnaz, iç savaşlar ve terörle
anılan, kargaşa içindeki ülkelerinde
yaşamak için uğraşan yoksul
ve zavallı toplumlar durumuna
gelmişlerdir. İslamiyet, erkek
egemen bir din şeklinde
uygulanmış, toplumların yarısını
oluşturan kadınlar aşağılanarak,
bilgiden, eğitimden, üretimden,
toplum yaşamından ve üstelik
ibadetten bile uzaklaştırılmışlardır.
Bin yıl boyunca Allah’ın
buyruklarını doğrudan öğrenmek
olanağından yoksun bırakılarak
karanlıkta kalan Müslüman Türkler,
Atatürk’ün kurduğu Türkiye
Cumhuriyeti’nde ilk kez aydınlığa
çıktılar. Mustafa Kemal Atatürk,
beş Müslüman Türk devletinin
tüm zamanlarını kapsayan bin yıl
boyunca uygulanan tüm yasakları
kaldırarak, Allah’ın buyruklarını
gerçek kaynağından ve kendi
dilimizle öğrenmemizin yolunu
açan gerçek bir Müslüman ve eşsiz
bir devrimcidir.
Kur’an’ı Türkçe olarak
okuyabilmemizin Allah’ın
izniyle Atatürk sayesinde
gerçekleştiği gerçeğine karşın,
Cumhuriyet döneminde Kur’an’ın
yasaklandığı, camilerin ahıra
çevrildiği yalanlarıyla iftiralar
atılmakta ve Atatürk ile birlikte
tüm Cumhuriyet dönemi Kur’an
ve İslamiyet düşmanı olarak
gösterilmeye uğraşılmaktadır.
Allah ile aldatan din sömürgeni
kamu yöneticileri tarafından da
desteklenen bu iftiralara toplumun
aydın olduğu sanılan kesimi bile
inanmaktadır. Atatürk heykelleri
dinci bilisizlerin saldırısına
uğramakta, resimleri ve söylemleri
çöplüklere atılmakta, doksan yıldır
Türk ulusu tarafından içtenlikle
yapılan kutlamalar yasaklanmakta,
Atatürk’ün kurduğu Diyanet İşleri
Başkanlığı bile Atatürk Haftası
nedeniyle camilerde okunan
hutbelerde Atatürk isminin
anılmasına izin vermemektedir.
Allah diyor ki: “Allah’ın lâneti
haksızlık yapanların üzerine
olsun!” (Arâf 7:44)
Atatürk diyor ki: “Aslında,
Türkiye’de gerici yoktu ve yoktur;
kuruntu vardı, hurafe vardı. Bundan
sonra yalnızca bir tek şey akla
gelebilir. O da kimi art düşünceli
aşağılık siyasetçilerin bu hurafeleri
uyandırma gayretleridir!”
ABD’li ünlü bir spor sunucusu da “Yüce
Atatürk” yazılı tişörtler giyerek sahaya
çıkan futbol kulübüne ceza verilmesini
isteyenler hakkında şunları söyledi: “Kendi
sporcularını Mustafa Kemal Atatürk’ü
onurlandıran tişörtler giydikleri
için cezalandırdılar.”
Atatürk olmasaydı…
Türkiye’de bunlar olurken,
dünyanın en saygın dergilerinin
başında gelen ve Türkiye
Cumhuriyeti ile yaşıt olan Time
Dergisi, doksan yıl boyunca
yaptığı yaklaşık beş bin kapak
arasından doksan kapak seçti ve
Mustafa Kemal Atatürk’ün
resminin yer aldığı Time kapağını
ilk sıraya koyarak şu açıklamayı
yaptı: “Osmanlı’nın küllerinden,
modern Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucu babası olarak çıktı. O’nun
laik devrimleri, Orta Doğu’da
yıllarca yankı uyandıracak bir
efsane bıraktı!” İlk sayısı 3 Mart,
1923 tarihinde yayımlanan Time,
internetteki sitesine koyduğu
doksanıncı yıl videosunu, 24 Mart
1923 tarihli Atatürk kapağıyla
başlatarak, o baskıda yer alan bir
bölümü de yeniden yazdı: “O,
Türkiye’yi özgürlüğüne kavuşturan
kişidir. O, Türk ulusunun özündeki
nitelikleri fark etmesini sağlayarak,
yabancı güçlerin boyunduruğu
altındaki bataklıktan ulusunu
kurtaran kişidir!”
ABD’li ünlü bir spor sunucusu
da “Yüce Atatürk” yazılı
tişörtler giyerek sahaya çıkan
futbol kulübüne ceza verilmesini
isteyenler hakkında şunları
söyledi: “Kendi sporcularını
Mustafa Kemal Atatürk’ü
onurlandıran tişörtler giydikleri
için cezalandırdılar. Bu bizim
beyzbol yöneticilerinin George
Washington’ı onurlandıran
bir tişört giyen oyuncuları
cezalandırmaları gibi bir şey. Türk
değilseniz ya da 20. yüzyıl tarihini
okumadıysanız bilmeyebilirsiniz;
Atatürk, modern Türkiye’nin
kurucusudur. Bunu tek başına yaptı
bile denilebilir!”
Kur’an’da bildirilen “Bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?”
buyruğuna uygun olarak, Türk
ulusunun İslamiyet’in gerçeklerini
öğrenebilmesi ve çağcıl uygarlık
düzeyine erişebilmesi amacıyla
Mustafa Kemal Atatürk’ün
yapmış olduğu devrimlerin
önemini, Türkçe İbadet–Laik
Devlet Devrimi tek başına
anlatmaya yeterlidir. “Fabrikaların
sayısı çoğalsın; en azından
türbelerin sayısına yaklaşsın!”
diyerek İslamiyet’in düşürüldüğü
durumu gözler önüne seren büyük
önderimizin, Müslümanlığın doğru
anlaşılmasını sağlayarak Türkiye’yi
ulaştırmak istediği çağcıl uygarlık
hedefinden her geçen gün biraz
daha uzaklaşıyoruz. Kur’an’da
bildirilen katışıksız İslamiyet’i
öğrenmeleri engellenen, Orta
Doğu’da, Orta ve Kuzey Afrika’da,
Orta ve Güney Asya’da ve
dünyanın diğer bölgelerindeki
Müslüman toplumların –aralarında
çok zengin ülkeler olmasına karşın–
bugünkü siyasal, tüzel ve toplumsal
yaşamlarına baktığımızda, Atatürk
olmasaydı Türk ulusunun ne
durumda olacağını görüyoruz ve
büyük kurtarıcıyı saygı, sevgi,
özlem ve rahmetle anıyoruz. Allah,
O’ndan hoşnut olsun. Türk ulusuna
Mustafa Kemal Atatürk’ü
bağışlayan Evrenlerin Efendisi
Allah’a övgüler olsun!
Atatürk diyor ki: “Savaş yeni
başlıyor. En büyük savaş cahillere
ve yobazlara karşı vereceğimiz
savaştır!”
Ve Allah diyor ki: “Ateşe
girecek olanlar şöyle diyecekler:
‘Nasıl oluyor da kötüler arasında
saydığımız adamları burada
görmüyoruz? Onlarla alay ederdik.
Yoksa onları gözden mi kaçırdık?’”
(Sâd 38:62,63)
“Bu bizim beyzbol yöneticilerinin George
Washington’ı onurlandıran bir tişört giyen oyuncuları
cezalandırmaları gibi bir şey. Türk değilseniz ya da
20. yüzyıl tarihini okumadıysanız bilmeyebilirsiniz;
Atatürk, modern Türkiye’nin kurucusudur. Bunu tek
başına yaptı bile denilebilir!”
26/01/2014
40
[email protected]
HAFTANIN GÜNDEMİ
OKAN İŞBECER
Tayyip’i Gezi’de
Apo kurtarmış!
Taksim’de Kutsal İsyan’ın
yaşandığı günlerde PKK’nın
aldığı onursuz tavrı herkes
hatırlar. Tüm Türkiye 7’den
70’e ayaktayken kader ortağımız
olduklarını iddia eden Kürtler ve
PKK Gezi eylemlerini sabote eden
bir çizgi izlemişti. Eylemlerin ilk
günlerinde ortalarda görünmeyen
PKK’lılar, sonradan piyasaya
çıkarak açtıkları Apo posterleriyle
Tayyip’in ‘marjinal’ iddialarını
kanıtlarcasına boy göstermeye
çalışmışlardı.
Biz bu gazetede defalarca
yazdık AKP ve PKK Türkiye
Cumhuriyeti’ni yıkmak ve bölmek
için kader birliği etmişlerdir diye.
Bizim yazdıklarımızdan ikna
olmayanlar şimdilerde gazetelerde
boy boy Apo’nun açıklamalarını
okuyorlar. Geçtiğimiz hafta
İmralı’da teröristbaşı ile
görüşen BDP ve HDP heyetine
açıklamalarda bulunan Apo,
“Başbakan seçimlerde beni
idam etmekten bahsediyordu
ancak ben Gezi olaylarında
kendisini kurtardım. Sağduyulu
davranmasaydık Başbakan'ı
götüreceklerdi. 17 Aralık darbesine
de karşı duracağız. Tüm darbelere
karşı durduk” dedi. Böylelikle
PKK’nın ve temsil ettiği Kürtlerin
Türkiye tarihinin en büyük
direniş hareketini baltalamaya
çalıştıkları da birinci ağızdan
açıklanmış oldu. Zaten bizzat
Apo 17 Aralık’tan sonra
AKP’nin başına gelenleri
Tayyip’in ağzıyla ‘darbe
girişimi’ olarak nitelendirmişti.
Yine Apo’nun
açıklamalarından anlaşılıyor
26/01/2014
Apo’yla Süreyya’nın
fotoğrafının Sırrı
ki, PKK sözde çözüm süreci
için yasal düzenlemenin henüz
yapılmamasından şikayetçi.
Hakan Fidan’ı vermediği için
Tayyip’e bir aferin veren Apo,
başlarına geleceği biliyor olmalı
ki, hem Hakan Fidan’ın hem de
Tayyip’in zora düşmemesi için bir
an evvel yasal düzenleme yapılması
hususunda Tayyip’i uyarıyor.
İstedikleri kadar kader birliği
etsinler, yedi düveli yenerek
kurulan bu devleti ve bu milleti
yenmeyi başaramayacaklar.
Şimdilik siyaseten yanyanalar,
günü geldiğinde Tayyip ve Apo
İmralı’da da koğuş arkadaşı olarak
yan yana olacaklar. 
Geçtiğimiz hafta İmralı’yı
ziyaret eden heyetin değişmez
isimlerinden Sırrı Süreyya
Önder’in Apo’yla çekilmiş
fotoğrafları servis edildi. Heyet
olarak toplu çekilen pozla birlikte
Sırrı’nın teröristbaşıyla yan
yana verdiği
pozlar da servis
edilen resimler
arasındaydı.
Karelerden
birinde Apo ile
Sırrı aynı pozu
vermişler. Eller
göğüste bağlı,
sırıtkan. Sanki
aradaki 7 farkı
bulun dercesine
sırıtmışlar ama
değil arada 7
fark bulmak
tek bir fark
bile bulmak
mümkün değil. Sadece birinin saçı
siyah öbürününki beyaz.
Ağzını açtığında hümanizm,
demokrasi ve bilumum buna benzer
eksik olmayan sanatçı duyarlılığına
sahip Sırrı Bey, binlerce insanın
katili azılı bir teröristle poz
vermekten gocunmuyor. Niye
gocunsun ki? Adamın misyonu o
zaten. Teröristin gülen yüzü.
Bu arada bu ziyaret ile ilgili
ortalıkta dolaşan iddialar ile ilgili
bir parantez açalım. Sırrı, Apo’yla
poz verdikten sonra İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanlığı
için adaylığını açıkladı. Kürsüde
yaptığı konuşmada da oyları
bölüyorsunuz eleştirileri karşısında
CHP’yi hedef alarak “Paramparça
edeceğiz sizi, paramparça” dedi.
Zaten özellikle Gezi sürecinden
beri birbirlerine iyice kenetlenen
AKP ve PKK’nın bu adaylıkla
İstanbul’u AKP’ye kazandırmak
gibi bir amaç güttükleri iddia
ediliyor. Anlaşılan o ki, Sırrı’nın
bu seçimlerdeki görevi AK piyon
olmak.
Tayyip için ölenlerden
Tayyip’e tapanlara
Geçtiğimiz sayımızda
bu köşede AKP Adıyaman
Milletvekili Mehmet
Metiner’in ‘Tayyip için ölürüz’
yaklaşımını eleştirmiştik. Ama
geçen hafta Tayyip için söylediği
sözlerle gündeme gelen AKP
Düzce Milletvekili Fevai Arslan,
Metiner’e rahmet okuttu.
Fevai Arslan, seçim çalışmaları
için bulunduğu memleketi
Düzce’de yaptığı konuşmasında
17 Aralık süreciyle ilgili bilinen
masalları anlatırken Tayyip için
“Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde
toplayan bir lider var. İşte bunun
önünü kesmek istediler” dedi.
Bu sözler açıktan Allah’a şirk
koşmak olduğu halde başka zaman
olsa ortalığı ayağa kaldıracak
olan AKP’liler olayı basit bir dil
sürçmesi olarak değerlendirip
41
Gezi eylemlerine bu kez takipsizlik
geçiştirdiler.
Gerçi gidişatın
Tayyip’i Allah’lığa kadar
götüreceği belliydi. Vakti
zamanında AKP Bursa
Milletvekili Hüseyin
Şahin şöyle demişti:
“Sayın Başbakanımıza
dokunmak bile inanın bence
bir ibadettir.”
AKP Aydın eski il
başkanı İ. Hakkı Esen:
“Biz Başbakanımızın
aşığıyız. Başbakanımız bizim için
ikinci peygamber gibidir.” demişti.
ve Siirt de mübarektir. Bu üç şehir
Başbakanımız doğmasına vesile
olmuştur.” demişti.
AKP Milletvekili, eski Bakan,
hakkında rüşvet iddiaları
bulunan Egemen Bağış ise,
“Nasıl Gaziantep gazi ise,
Kahramanmaraş kahraman ise,
Şanlıurfa şanlı ise; Rize, İstanbul
Şimdilerde iyi niyetli kimileri
Tayyip’in Fevai Arslan’ı niye
susturmadığını soruyor ya, işte
bundanmış demek ki. Adam
kendini Allah zannediyor niye
sustursun ki? 
Tayyip bir sazan olmamıştı,
o da oldu tam oldu
Fevai Arslan’ın deyimiyle
Allah’ın bütün vasıflarını
üzerinde bulunduruyordu, bir
vasıf da kendi adını verdiği
üniversiteden aldı. Yani bilimsel.
İstanbul Başsavcılığına gönderilen
fezlekede “Kamuoyunda Gezi Parkı
olayları olarak bilinen Beyoğlu
ilçesi Taksim Bölgesi Yayalaştırma
Projesinin uygulanmasını
protesto etmek amacıyla toplanan
vatandaşların uyarıya rağmen
dağılmayarak 2911 sayılı Toplantı
ve gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na
muhalefet ettikleri ve görev yapan
kolluk kuvvetlerine cebir ve tehdittle
direndikleri” iddia edilmişti.
İktidarın toplanma özgürlüğü için
vatandaşlara imkan sağlamakla da
görevli olduğu vurgulanan gerekçede,
“İstanbul 1. İdare Mahkemesinin
dosya içerisinde mevcut kesinleşmemiş
kararı ile söz konusu Beyoğlu İlçesi
Taksim Meydanı Yayalaştırma
Projesinin hukuka aykırı olduğundan
iptaline karar verilmiştir. Şüphelilerin
hukuka aykırı idare işleme karşı
demokratik tepkilerini göstermek
amacıyla olay yerinde bulundukları
ve atılı eylemlerinin TCK'nın ve ceza
hükmünü taşıyan özel yasalarda
düzenlenen suç tipini ihlal etmediği
anlaşılmıştır.” denildi.
En küçük Gezi’ciye beraat
Geçtiğimiz hafta Çanakkale’de
ülke tarihinin en ilginç
davalarından biri görüldü. Gezi
olayları sırasında 3 Haziran
tarihinde yola elindeki sprey boyayla
“Faşizme Ölüm” ve “Hükümet İstifa”
yazan 13 yasındaki bir çocuk 6 yıla
kadar hapis istemiyle hakim karşısına
çıktı.
Recep Tayyip Erdoğan
Üniversitesi, Fırat nehrinde yaptığı
araştırmalar sonucunda dünya
bilim literatürüne girmemiş üç yeni
sazan türü keşfetmiş. Keşfedilen
bu sazanlara da Eminea, Recepi ve
Velioglui isimleri verilmiş.
Eminim gazetelerdeki
haberi bile okuyunca gülmeye
başlamışsınızdır. Hadi bunlardan
ikisi Tayyip ve eşi, üçüncüsünün
kim olduğu ise hala meçhul. Keşke
onun yerine Kayıp Balık Bilo
koysalardı da aileyi ayırmasalardı.
Tayyip’in gazabından korkan
üniversite yönetimi acilen
bir açıklama yaparak verilen
isimlerin Tayyip ve eşi ile ilgili
olmadığını duyurdu. Üniversiteden
yapılan açıklamada, “Prof. Dr.
Davut Turan bu yeni türleri
isimlendirirken birisine annesi
Emine Turan dolayısıyla
’emineae’, diğerine araştırmanın
radyografik çekimlerine destek
vermiş olan Rize Devlet Hastanesi
Hastane Yöneticisi Opr. Dr.
Geçtiğimiz hafta İstanbul’daki
Gezi eylemleri ile ilgili önemli
bir gelişme yaşandı. Önceki
haftalarda Gezi eylemleri ile ilgili
terör davasının açılmasından sonra bu
kez savcı eylemciler için takipsizlik
kararı verdi.
İstanbul’daki eylemlerde gözaltına
alınan 74 kişi için inceleme başlatan
Savcı Hüseyin Aslan 74 kişi hakkında
takipsizlik kararı verdi. Kararda,
savcının takipsizlik kararı konusunda
çarpıcı gerekçeler yer aldı;
- Göstericiler, barışçıl bir gösteriye
katılmışlardır
- İzinsiz bile gerçekleşse, barışçıl bir
gösteriye katılmak, AİHM kararları
uyarınca suç teşkil etmez.
- Göstericilerin yaptığı, demokratik
haklarının kullanılmasıdır.
- Göstericiler, mahkeme tarafından
da hukuka aykırı bulunan ve
iptal edilen Taksim Yayalaştırma
Projesinin, idare tarafından uygulanma
isteğine karşı bir araya gelmişlerdir.
- Göstericiler, ceza gerektirecek
herhangi bir suça karışmamışlardır.
İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü'nden
Evet, bu dava hukuk adına bir
kara leke olarak açıldı. Tayyip
faşizmi 13 yaşındaki bir çocuğu bile
cezalandırmak için harekete geçti
ancak duruşmanın hakimi, Türkiye’de
henüz hukukun ölmediğini gösteren
bir karar alarak ceza verilmesine yer
olmadığına karar verdi.
Hasan Basri Velioğlu dolayısıyla
’velioglui’, bir diğerine de arazi
çalışmalarına beraber gittiği
Recep Buyurucu dolayısıyla
’Recepi’ ismini vermiştir.”
denildi. Ama üniversitenin bu
açıklaması kimseyi tatmin etmedi.
Muhtemelen bu hikayeyi Tayyip
de yutmayacaktır. Bakalım o zaman
araştırmacılarımız kendilerine
sürgün yeri olarak hangi sulak yeri
seçecekler?
Kararda, “Her ne kadar suça
sürüklenen B.T.İ. hakkında mala zarar
verme suçundan kamu davası açılmış
ise de mahkememiz gözlemi ve alınan
raporlara göre suça sürüklenenin
cezai ehliyeti bulunmamaktadır. TCK
312/2. fıkra 1. cümlesi gereğince suça
sürüklenene ceza verilmesine gerek
görülmemiştir.” denildi.
edeceğiz. Bunlara çocuklarımızı teslim
etmeyeceğiz.” dedi.
B.T.İ.’nin babası Tamer İ. ise destek
vermek için adliye önünde toplanan
vatandaşlara teşekkür ederek, “Bu
daha başlangıç, mücadeleye devam
E, hep Tayyip adamlarını
yedirtmeyecek değil ya, artık biz de
yedirtmemeye başlayalım. 
Baba Tamer İ. dava ilk açıldığında
da örnek bir tavır sergileyerek
“13 yaşındaki oğlumu efendilere
yedirtmem” demişti.
26/01/2014
42
[email protected]
HAFTANIN ÖZETİ
KUZEY FIRAT
18 Ocak
Zaman gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Ekrem Dumanlı,
son günlerde şiddetlenerek
devam eden, AKP-Cemaat
çatışmasıyla ilgili oldukça sert
değerlendirmelerde bulundu.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ı
“Yezid’e” benzetti. Tayyip
Erdoğan’ı “Daha önce yere
göğe sığdıramadığınız insanları,
Haşhaşinlere benzeterek dibe
vurdunuz” diyerek eleştirdi.
***
Mısır’da yeni Anayasa oylandı.
Oylamaya, kayıtlı 53 milyon
seçmenin sadece %38,6’sı katıldı.
Oylamaya katılanların neredeyse
tamamı “evet” oyu kullandı ve yeni
anayasa kabul edildi.
***
Fenerbahçe Başkanı Aziz
Yıldırım’ın şike davasında,
cezasının Yargıtay tarafından
onaylanmasının ardından
Fenerbahçe taraftarı, “formanı giy,
bayrağını as” kampanyası başlattı.
Kampanyaya ilk katılanlardan
biri de Ali Koç oldu. Boğaz’daki
yalısına çok büyük bir Fenerbahçe
bayrağı astı.
19 Ocak
***
İstanbul Emniyet Müdürlüğü,
Savcı Zekarya Öz hakkında suç
duyurusunda bulundu.
***
Mustafa Sarıgül, TMSF’nin
malvarlığına el koymasıyla ilgili
açıklamalarda bulundu. “TMSF
dediğiniz yer bizim belediyemizin
karşısında. Bu adamlar binalarının
iskanlarını almak için bana
defalarca geldiler. 15 yıldır belediye
başkanıyım, yerim belli, madem
böyle bir borcum vardı 16 yıl neden
beklediler diye.” sordu.
***
Karabük’ün Safranbolu ilçesinin
AKP’li Belediye Başkanı Necdet
Aksoy, parti içinde kendisi de
dâhil, bakanlara kadar pek çok
kişinin, Cemaat’le iç içe olduklarını
söyledi. “İşler iyi giderken bu iç içe
yapıdan kimse rahatsız değildi.”
dedi.
26/01/2014
AKP sözcüsü Hüseyin Çelik,
Adana’da, arama yapılan tırlarla
ilgili açıklamasında, “Durdurulan
TIR’lar haddini bilmezliktir.
TIR’lardaki malzemenin ne olduğu
hiç kimseyi ilgilendirmez. MİT
yasası belli. Kimse kafasına göre
arama yapamaz. Bu savcı kimin
adına hareket ediyor? Yanlış yapan
savcı hesap verir” dedi.
***
ABD Başkanı Barack Obama,
Ulusal Güvenlik Ajansı NSA’nın
devlet başkanlarını dinlemesiyle
ilgi Alman televizyon kanalı
ZDF’ye açıklamalarda bulundu.
Bundan sonra yabancı hükümetlerin
niyetlerini öğrenmek için istihbarat
toplamaya devam edeceklerini,
ancak kişisel mahremiyetin
korunmasına, diğer ülkelerin
yasalarına dikkat edeceklerini
söyledi.
***
Gezi eylemleri sırasında
Eskişehir’de dövülerek öldürülen
Ali İsmail Korkmaz’ın ölüm
nedenine ilişkin adli tıp raporu
tamamlandı.
Raporda Ali İsmail Korkmaz’ın
kafasına aldığı darbeler sonucu
beyin kanamasından hayatını
kaybettiği vurgulandı.
20 Ocak
Başbakan Erdoğan,
Adana’da durdurulan TIR’larla
ilgili açıklama yaptı. “Savcı
benim iznim olmadan, Adalet
Bakanın haberi olmadan böyle bir
müdahalenin içine giremez, MİT’in
ne getirip ne götürdüğüne bakamaz.
Bu paralel yapılanmanın diğer
versiyonudur, gerek bu savcıyla
gerek jandarmayla ilgili hukuki
süreç başlatılmıştır” dedi.
***
Suriye rejiminin muhaliflere
işkence yaptığını gösteren
resimler basın organlarında
yayınlanmaya başlandı. Suriye’nin
kaderinin belirleneceği Cenevre-2
görüşmelerine iki gün kala
yayınlanan bu resimlerin Esad
rejimini zor duruma düşürmesi
bekleniyor. Resimleri çekenin
Suriye Ordusu’nda bir görevli
olduğu söyleniyor. 11 bin kişiye
ait olduğu söylenen, 55 bin resimle
ilgili oluşturulan uluslararası
hukukçular komisyonu 31 sayfalık
bir rapor hazırladı.
***
20 Ocak 1990’da Rus askerlerinin
Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de
sivil halka ateş açması sonucu,
kadın, erkek, genç, yaşlı yüzlerce
Azeri Türk’ü hayatını kaybetmişti.
Onbinlercesi de yaralanmıştı. Bu
olay tarihe Kanlı Ocak olarak geçti.
20 Ocak kurbanları, Bakü’deki
Şehitlik Anıtı’nda yüzbinlerce
insanın katılımıyla anıldı.
***
Efkan Ala’nın İçişleri Bakanı
olmasıyla birlikte boşalan
Başbakanlık Müsteşarlığına Fahri
Kasırga getirildi. Kasırga, Adalet
Bakanlığı eski müsteşarlarından
ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın
hemşerisi. Hatta Başbakanla ailece
görüşecek kadar Başbakan’a yakın
bir isim.
***
AKP Adana İl yönetimi
topluca istifa etti. AKP Adana İl
Başkanlığını bırakan Ziyaeddin
Yağcı’nın ardından 50 kişilik
yönetim kurulu da istifa etti.
***
CHP Grup Başkanvekili
Muharrem İnce, “Türkiye’nin
Suriye’de terör örgütlerine silah
taşıdığı iddialarının tehlikeli
boyutlara ulaştığını, bu durumun,
hükümetin ve birçok kamu
yöneticisinin savaş suçlusu olarak,
Lahey Adalet Divanı’na çıkmasına
neden olacağını” söyledi.
21 Ocak
HSYK 90’dan fazla hakim
ve savcının yerlerini değiştirdi.
HSYK’nın yeni atamaları 17
Aralık yolsuzluk operasyonuyla
birlikte başlayan bürokrasideki
yer değiştirmelerin devamı olarak
yorumlanıyor. Değişikliklerin
43
arasında Balyoz davasının hakimi
Ömer Diken’in ve bazı kritik
soruşturmalara bakan savcıların da
bulunması oldukça dikkat çekici.
***
Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz
Yıldırım yurda döndü. Yıldırım’ı
Sabiha Gökçen Havaalanı’nda
futbolcular ve onbinlerce insan
karşıladı. Yıldırım burada
taraftarlara seslenerek “Hakkımızda
ferman buyrulmuş. Kalemimizi
kırmışlar ama Fenerbahçe son
kaledir, telim olmaz” dedi.
***
AKP kuvvet komutanlarıyla
ilgili yeni bir yasa hazırladı.
Askeri Kanunda değişlik öngören
yasanın Perşembe günü Meclis’e
gelmesi bekleniyor. Yasaya göre,
Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz
ve Hava Kuvvetleri komutanıyla
ilgili soruşturma iznini, MİT’te
olduğu gibi Başbakan verebilecek.
Kuvvet komutanları görevleriyle
ilgi suçlardan dolayı ancak Yüce
Divan’da yargılanabilecek.
***
Meclis’te, 17 Aralık tartışması
nedeniyle kavga çıktı. AKP
İstanbul Milletvekili Oktay Saral,
CHP Genel Başkan Yardımcısı
Bülent Tezcan’a yumrukla saldırdı.
Gözende morluklar oluşan Tezcan,
Meclis revirine götürüldü.
protestolar şiddetli çatışmaya
dönüştü. En son çıkan olaylarda beş
kişi hayatını kaybetti.
* **
Suriye’deki Kürtler, Suriye’nin
kuzeyinde Mardin sınırına yakın
bölgede özerklik ilan etti. “Cezire
Kantonu” olarak adlandırılan
bölgede “Demokratik Özerk
Yönetim” ilan edildi. PKK’nın
PYD kolu resmi ordu olarak
kabul edildi. 22 Ocak 1946’da
ilan edilen “Mahabat Kürt
Cumhuriyeti” ancak 11 ay varlığını
sürdürebilmişti.
***
Gezi eylemlerinde öldürülenlerin
aileleri ve yaralananlar tarafından,
“Gezi Şehit ve Gazileri Platformu”
kuruldu. Platform kuruluşunu
İstanbul Barosu’nda yaptığı basın
açıklamasıyla kamuoyuna duyurdu.
***
22 Ocak
17 Aralık yolsuzluk
operasyonlarından sonra
Emniyetteki görevden almalar
devam ediyor. Ankara’da 470
polisin yeri değiştirildi. İstanbul’da
Narkotik, Asayiş ve Yabancılar
Şubesi’nden 8’i emniyet amiri 100
polis görevden alındı.
***
AKP’nin Van Büyükşehir
Belediyesi Başkan adayı Osman
Nuri Gülaçar ve destekçilerine
BDP’li beşyüz kişilik bir grup
taşlarla saldırdı. Gülaçar yakındaki
AKP ilçe binasına sığınırken,
BDP’li kalabalığı Gülaçar’ın
korumaları ve polisler havaya ateş
açarak dağıttı. Gülaçar bu tür
şeylerden korkmadığını söyledi.
***
Ön plana çıkartılacak diğer
sloganlarda şöyle: “Varlık içinde,
birlik içinde, özgür biçimde”,
“Varlık, Birlik, Özgürlük”
***
Çin Devlet Baykanı Şi
Cihpiing’in eniştesi ile eski
Başbakan Ven Ciabao’nun oğlu
ve damadının da bulunduğu üst
düzeydeki siyasi ve asker ailelerin
Britanya Virgin Adaları’ndaki
offshore şirketler aracılığıyla büyük
paralar kazandıkları belirtildi. Çin
yönetimi bu tür yolsuzluk haberleri
yapan gazetelere yayın yasağı
getirdi.
Yargıtay Başkanlığı, AKP’li
Mehmet Ali Şahin’in “Yargıtay’da
Cemaat’in imamı var” iddiasını
araştırmak için ceza dairesi
başkanını soruşturmacı olarak
görevlendirdi.
***
***
Suriye’de katliam kanıtları
olarak dünya kamuoyuna duyulan
fotoğraflarla ilgili “yabancı
teröristler tarafından kaçırılıp
öldürülen insanların resimleri”
açıklaması yapıldı.
23 Ocak
Başbakan Erdoğan’ın
oğlu Bilal Erdoğan’ın avukatı,
müvekkili hakkında ellerine
ulaşan her hangi bir çağrı kağıdı
olmadığını, bildirim üzerine ifadeye
gitmek için hazar olduklarını
söyledi.
Meclis’te krize neden olan HSYK
düzenlemesinin Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün itirazları
nedeniyle bir süre askıya alınması
gündeme geldi.
***
Dolar 2.30 TL’ye yaklaşınca
Merkez Bankası müdahale etti.
4 milyarlık satışa rağmen doların
yükselişinin önüne geçilemedi.
2.3030 TL ile rekor kırdı.
***
Dünya basınında yayınlanan
ve Suriye rejiminin, muhaliflere
karşı yaptığı işkencenin kanıtı
olarak sunulan fotoğraflardan
sonra Esad’ın savaş suçundan
yargılanması isteniyor.
***
Ukrayna’nın başkenti Kiev’de
AB yanlısı göstericilerle polis
çatıştı. Uzun zamandır süren
CHP yerel seçimler ve yerel
yönetimlerle çalışmalarını Kemal
Kılıçdaroğlu’nun da katılımıyla
genel merkezde düzenlenen basın
açıklamasıyla başlattı. Seçimlerde
kullanılacak sloganlar kamuoyuna
duyuruldu.
Buna göre CHP temel slogan
olarak “CHP: Türkiye’nin
birleştirici gücü” logosunu
kullanacak.
***
Cezası Yargıtay tarafından
onanan Fenerbahçe Kulübü
Başkanı Aziz Yıldırım teknik
heyetle ve futbolcularla yaptığı
toplantıda “Kaçacak adam değilim,
gider yatarız, çıkarız, geliriz” dedi.
***
26/01/2014
44
[email protected]
OĞLUMA MEKTUPLAR
SERAP YEŞİLTUNA
Bilal gibi olma oğlum...
Yakalansalar da yakalanmasalar da...
Yargılansalar da yargılanmasalar da...
Ceza alsalar da almasalar da tarih
bunu böyle yazacak.
Sevgili Oğlum,
Sen büyümeye çalışıyorsun…
Meraklı bakışlarla etrafında
neler olup bittiğini anlamaya
çalışıyorsun. Ama bizim
durumumuz da senden farklı değil.
Öyle bir ülkedeyiz, hergün öyle
olaylarla karşılaşıyoruz ki bazen biz
bile idrak edemiyoruz neler olup
bittiğini. Burası hep karmaşık bir
ülke oldu ama böylesine karmaşık
ilişkiler yumağına dönmemişti
hiçbir zaman. Hukuksuzluk,
demokratik sınırlamalar, batıya
verilen tavizler, PKK ile yapılan
anlaşma vs. gibi şeyleri siyaseten
eleştirirsin hatta vatan hainliği
ile de suçlarsın ama bunlar
ancak o devleti yönetenlerin;
başbakanın, bakanların vereceği
hesaplardır tarih önünde. Oysa
bugün bizim ülkemizi yönetenler,
yedi sülalelerine kadar bir batağa
saplanmış durumdalar… Oğulları,
kızları, gelinleri, damatları,
kardeşleri ve bacanaklarına kadar…
Bir ananın, bir babanın evladına
bırakacağı en değerli şey nedir?
Yatlar, katlar, yurtdışındaki
bankalarda bulunan milyarlarca
26/01/2014
dolar ya da yükseklerde bir kariyer
değildir ki… Onurlu bir yaşamdır
en değerli miras…
Oysa bizim ülkemizi yönetenler,
kendilerini geçtim, çocuklarını
da bu yolsuzluklar zincirinin
bir halkası, bu onursuzluğun bir
parçası yapmışlar.
Sana iyi örnekler vermek
isterdim. “Oğlum onun gibi ol”
“şunun gibi ol” demek isterdim
ama bu Türkiye tablosunda
yalnızca kimler gibi olmayacağını
söyleyebiliyorum.
Bakanların oğullarını örnek
alalım. Babaları ülkeyi yönetirken,
şirketleri yöneten, o şirketlerle
devleti soyan oğullarını… Yüzleri
hiç kızarmadı biliyor musun.
Rüşvetin ve yolsuzluğun merkezine
oturdukları halde. Türkiye her
zaman yolsuzluklarla skandallarla
çalkalanırdı, Türk milleti her zaman
birilerinin bu ülkeyi “yediğini”
bilirdi ama böylesine aile boyu
bir örgütlenmeye ilk kez şahit
oluyordu.
Ve onlar hiç üstlerine alınmadılar.
Başbakandan talimat gelene kadar
istifa etmeyi bile düşünmediler.
O nedenle sen ve senin kuşağın böyle bir
şöhretle anılmasın oğlum. Sen ve senin kuşağın
bir davanın peşinden gidecekse eğer, o, yolsuzluk
davası, rüşvet davası, dolandırıcılık davası değil
vatan davası olsun!
Banka genel müdürleri, tanınmış
iş adamları ve ayakkabı kutularıyla
ülkemiz günlerce çalkalandı ama
onlar o üst düzey görevlerini bu
kirli ilişkilerin aleti etmeye devam
ettiler. Oğullarsa zaten kendilerini
babalarının, daha doğrusu o
mevkilerin güvenli kollarına
atmışlardı.
Sen onlar gibi olma oğlum…
Ama biliyor musun onlar,
babasının dizinin dibinden
ayrılmayarak kendini kurtaran
Bilal kadar şanslı olmadıkları
için yakalandılar. Düşünebiliyor
musun gözaltına alınmamak için
15 gün boyunca babasının makam
arabasında saklanan bir başbakan
oğlu!
Kuyumculuktan yemeğe,
sabunculuktan kozmetiğe, otel
işletmeciliğinden kahvehaneye,
kuruyemişçilikten aktarlığa pek
çok iş sektöründe atılım yapmayı
biliyor, tehditlerle, şantajlarla,
“ricalarla” servetine servet katmayı
biliyor ama en sonunda soluğu yine
babasının koltuğu altında alıyordu.
Sen Bilal gibi hele hiç olma…
Bilal de, diğer kardeşleri de hep
konuşuldu bu ülkede. Ama hiçbir
zaman başarılarıyla değil, yönetim
kurulunda yer aldıkları şirketlerle
anıldılar. Kızlı erkekli, gelinli
damatlı sahibi oldukları işletmelerle
anıldılar. Ama hep babaları gibi
mağduru oynamayı da bildiler.
Sümeyye, türban yasağından
dolayı yaşlı gözlerle Amerika’da
okumak zorunda kalmıştı güya ama
biliyor musun üniversite sınavında
aldığı puan Türkiye’de herhangi bir
üniversitede okumasına yetmiyordu
aslında.
Bütün yurtdışı gezilerinde
babasının yanında boy gösterip
etrafa gülücükler dağıtan kızı,
söylendiğine göre iyi de bir
danışmanlık maaşı alıyordu
devletten.
Biz ortaokuldayken, görevli
öğretmenlerimiz, o okulda okuyan
çocuklarını bile yanlarında
götürmezlerdi okul gezilerine yanlış
anlaşılmasın diye. Aslına bakarsan
bu ülkede bir devlet geleneği vardı
bir zamanlar şimdi olmadığı gibi…
Bir devletin başındaki adamın
kendi çocuklarını yurtdışında
okutmasına da pek iyi bakılmazdı.
45
Sabahtan akşama sulu gözlerle nasıl
da halk çocuğu olduğunu anlatan
başbakanın 4 çocuğunun 4ü de
yurtdışında okudu oysa.
Geri dönmüşlerdi dönmesine
ama öyle büyük bir rantın, öyle
büyük bir pastanın parçası oldular
ki her taşın altından onlar çıkıyor
şimdi. Armatörlük yapan büyük
oğlu filosundaki gemilere hergeçen
gün bir yenisini eklerken, küçük
oğlunun rüşveti gözler önüne seren
ses kasetleri ortalığa dökülüyor
ama Başbakan hâlâ “Benim
evlatlarımdan bir tanesi böyle bir
yolsuzluğa karışsın, bir saniye
yanımda tutmam, evlatlıktan
reddederim” diyor. Ama bu ülkenin
o bir zamanlar çok övündüğü
polisine de savcısına da teslim
etmiyor.
Biliyor musun oğlum, böylesi bir
kayırma, böylesi bir sahiplenme
padişahlarda bile yoktu. Tersine
padişahlar evlatlarını her türlü
iyi eğitimden geçirirler, liyakat
sahibi yapmaya çalışırlar ama bir
dakika sarayda dizlerinin dibinde
tutmazlar, sancağa gönderirlerdi.
İyi evlat senin gölgen olan, senin
yapamadığın yolsuzluğu senin
adına yapan değil, senden bağımsız
iyi bir yol çizmeye çalışandır
çünkü.
O nedenle sen onlar gibi olma
oğlum… Ne Bilal, ne kardeşleri, ne
de Cumhuriyet tarihine damgasını
vuran bakan çocukları gibi olma…
Nâzım, hırsız bir sahtekara
karşı öfkesini şöyle dile getirmiş
zamanında:
“…
Benim şöhretim nerden gelir,
ben neyimle meşhurum -MALUM!.
Size gelince:
sizi meşhur eden şey:
hırsız bir babanın kanlı altınlarını
çalan
hırsız bir oğlun parasıdır.
Sizin şöhretiniz:
lanetle dolu bir yükün
çuval darasıdır.
Şöhretiniz:
kıvrak çengiler, büyük kemancılar
veren
çingene çadırlarının yüz karasıdır.
İnanmazsanız eğer,
Sen onlar gibi olma oğlum…
Ama biliyor musun onlar, babasının dizinin dibinden ayrılmayarak
kendini kurtaran Bilal kadar şanslı olmadıkları için yakalandılar.
Düşünebiliyor musun gözaltına alınmamak için 15 gün boyunca
babasının makam arabasında saklanan bir başbakan oğlu!
Kuyumculuktan yemeğe, sabunculuktan kozmetiğe, otel
işletmeciliğinden kahvehaneye, kuruyemişçilikten aktarlığa pek çok iş
sektöründe atılım yapmayı biliyor, tehditlerle, şantajlarla, “ricalarla”
servetine servet katmayı biliyor ama en sonunda soluğu yine babasının
koltuğu altında alıyordu.
Sen Bilal gibi hele hiç olma…
karıştırsın alim efendiler
kalın yapraklı kitaplar gibi
seneleri:
anlarsınız ki, Edirne boyu
çingeneleri,
görmemiştir soyunuz gibi bir soyu
…”
Nâzım bunu babasının ölmezden
önce müdürü olduğu Süreyya
Sineması’nı kurduran Süreyya
Paşa’ya yazmıştır. Babası ölüm
döşeğindeyken sinemanın hesapları
hakkında bilgi almaya gelen paşaya
çok öfkelenir.
Sorduğu soru öyle önemlidir ki…
“Ben neyimle meşhurum,
şöhretim nereden gelir”?
Pek çokları için bu sorunun
cevabı önemli değildir belki ama
pek çokları da öldüklerinde iyi bir
şöhretle anılmak için yaşar. Bilal,
kardeşleri ve diğer bakan çocukları.
Bak isimleri bile aklımda kalmamış.
Onlar cumhuriyet tarihinin en
büyük yolsuzluğunun en meşhur
hırsızları olarak tarihe geçecekler.
Şöhretleri hep buradan gelecek.
Yakalansalar da yakalanmasalar
da… Yargılansalar da
yargılanmasalar da… Ceza alsalar
da almasalar da tarih bunu böyle
yazacak.
O nedenle sen ve senin kuşağın
böyle bir şöhretle anılmasın
oğlum. Sen ve senin kuşağın bir
davanın peşinden gidecekse eğer,
o, yolsuzluk davası, rüşvet davası,
dolandırıcılık davası değil vatan
davası olsun! 
26/01/2014
46
Genç Türk’ten sandığa çağrı
Ozan Pekgöz:
Genç Türk’ten
sandığa çağrı
Siyasetle az buçuk ilgilenen her
Türk genci, “oy verin” çağrısının
ne kadar bayağı ve sıkıcı olduğunu
çok iyi bilir. Yoz siyaset, kifayetsiz
aktörler, ayyuka çıkmış rezillikler
en çok da ruhu kirlenmemiş genç
ruhları küstürür. Pis oyunların,
iğrenç dolapların döndüğü yerde
gencin ne işi var? Tepki yerindedir,
genç haklıdır. Ah! Keşke şimdi
Atalarının yaşadığı zamanlarda
yaşasaydı o genç…
Sarı Paşa’nın bir emriyle
ölümlere atlasaydı. Genç
cumhuriyetin genç bir öğretmeni
olsaydı.
AKP adlı örgütü bir arada
tutan ne dava arkadaşlığı, ne de
birbirlerinin kara gözüne, fırça
bıyığına olan hayranlıklarıdır.
Onları bir arada tutan tek şey
çıkarlarıdır. Üç paralel devletten
(Cemaat, AKP, PKK) ikisinin
sınırları birbirine dayanınca 17
Aralık’tan beri olanları hepimiz
görmedik mi?
Düşünün. AKP bir tane bile
büyükşehir belediyesini kaybederse
ne olur? Gezi’den sonra ne olduysa
o olur elbette.
Oyların rengi belli. AKP-BDP
karşısında nerede kim güçlüyse
oylar oraya! Neden? Çünkü
kimin kazanacağı değil, kimin
kaybedeceği önemli!
Fatih’in Ulubatlı’sı, Uluğbey’in
Ali Kuşçu’su, Mete Han’ın ulağı
olabilseydi o genç…
Erzurumlu Kara Fatma’nın
hızına yetişebilseydi atıyla veya…
Hiç olmasa milis Şahin Bey’e iki
dirhem soğuk ayran içirseydi… Ah
ki ne ah! Hem de âh-û vah!
Şimdi, bu romantik hayalleri bir
kenara bırakalım ve gerçeklerle
buluşalım. Evet, oy vermenizi
istiyoruz. Hatta daha fazlasını! Ama
bu çağrı kuru bir oy ver çağrısı
değil kardeşlerim.
Her şeyden önce 2014 Yerel
Seçimleri Türkiye için en az Kutsal
Gezi Direnişi kadar belirleyicidir.
Ve bu defa genel seçimlerde öne
çıkan ideolojik tercih önemli
olmadığı gibi, yerel seçimlerin
klasik hizmet kriteri de aslında
kimsenin umurunda değil. Bu
seçim, Tayyip’i sandığa gömme
seçimidir!
26/01/2014
hasarsız atlatacak olursa bir daha
seçim görür müsün, sen bana
onu söyle! Olmaz olmaz deme,
olur. Çok şey hayaldi, takır takır
gerçek oldu! Üstelik o sorduğun
adamcağızın emrinde ne üç yüz bin
polis, ne de binlere savcı-yargıç
var!
Hem, Tayyip ve AKP kadar kim
bu ülkeyi parçalayabilir? Onlar
kadar kim PKK’ya hayat öpücüğü
verir? Onlar gibi kim Apo’ya
yârenlik eder? Onlardan çok kim
bu kadar pervasızca zulmeder bu
millete?
Umutsuz da olma! “Seçimlerde
sistematik hile” denen şey yeteri
kadar çalışmayan, iktidara
alternatif olamayan beceriksiz
parti örgütlerinin sarıldığı bir
bahanedir. Bu yüzden sadece oy
verme, gidip herhangi bir partiye
sandık müşahitliği için başvuruda
bulun.
O sandığa sahip çıkmak da öyle
Mete Han’ın ulağı gibi Çin sınırını
günler boyu kontrol edip dönmek
kadar zor değil, biliyorsun.
Artık kendi halkınıza da güvenin.
Oylarını makarna kömüre satanlara
da kızmayın. Bizim halkımız
zekidir. İki paket makarnaya oyunu
satan da olabilir. Ama o ayakkabı
kutularını gördükten sonra niye üç
paket olmadı diye Tayyip de satılır.
Artık diktatörün ne vaatleri, ne de
yalanları tutuyor. Sünger bile bir
yere kadar su çeker.
Peki, efendim şu adam çok mu
iyi? Bilmiyoruz. Peki, şu aday çok
mu rant götürür? Şu vakitten sonra
ne önemi var? AKP bu seçimleri
Oyun istediği kadar kirli olsun.
Oyuna dâhil olmadan oyunu
değiştiremezsin. Daha açık
konuşalım. AKP ve BDP’nin açık
açık işbirliği yaptığı yerde meselâ
CHP seçmeni ile MHP seçmeni
niye işbirliği yapmasın?
Şu vakitten sonra AKP karşısında
güçlü olabilir ama beğenmiyorum
diyen, “AKP ile durmak yok,
yola devam” diyen hemen evdeki
perdeyi söküp kefen gibi giysin,
dolaşsın!
Particilik ve felsefe yapmanın ne
yeri, ne de sırası! Söz konusu vatan
ve gerisi teferruat! 
Onur Erkan:
Kutsal İsyan
Sürecek,
Tayyip
Halka
Hesap
Verecek!
2012 yılı 19 Mayıs’ı gençliğin
Milli Bayramını kısıtlama,
yasaklama tartışmalarıyla geçti.
AKP iktidarının milli
değerlere saldırısı Türk Milleti
tarafından büyük tepkiyle
karşılandı. 19 Mayıs tüm
Türkiye’de coşkuyla kutlandı
ve hükümet karşıtı eylemlere
dönüştü.
Genç Türk de tam o gün,
2012’nin 19 Mayıs’ında
Mehmet Esen’in genel
başkanlığında kuruluşunu ilan
etti.
O tarihten sonra da
yasaklanmak istenen tüm
değerlerimiz için eylemleri
düzenledi.
Bugün de milli tavrından
ötürü Türk Solu Gazetesi
sansürleniyor ve sayfalarını
Genç Türk’e açıyor. Gezi
Ruhunun ve Türk Gençliğinin
iki temsilcisi artık bir arada
sahnede.
Kutsal İsyan sürecek!
Tayyip halka hesap
verecek! 
47
Genç Türk Genel Başkanı Mehmet Esen:
Gençliğin ateşi,
Türk milletinin umudu,
sivil direnişin başlangıcı
Genç Türk...
Bu öylesine bir mücadele ki her türlü baskıya,
zulme meydan okur, gitmezsin, kalırsın.
Seversin çünkü içten içe bağlısındır.
Geçmişte vatanı için ölenleri, öldürülenleri,
idam edilenleri herkes bilir. Bilir de cesaret
işidir işte!
AKP faşizmine kurban verdiğin Gezi’deki 5
genci düşünür duygulanır,
PKK’ya şehit verdiğin canlara üzülür,
Kurtuluş Savaşı’nı anımsarsın.
Aynı onlar gibi ölümü göze alır, “bir bildiği
var bu çocukların, yoksa kolay değil genç yaşta
ölümü göze almak!” dedirtirsin.
Ölümü göze aldığını bildikleri için bilirler
Mehmet Ali Yurttaşer
Erzurum’da Genç Türk
Türk’ün yıkılmayacak kalesi
Erzurum’dan selamlar.
Ülkemizin içinde bulunduğu bu
karanlık devir milletimizin moralini
bozuyor, Erzurum’da Dadaş’ın
diyarında Türkmen beylerinin
ovasında derin bir hüzün kaplı
şu sıralarda, erzurum bozkırının
çocuklarını bu hüzne itenler, onları
bazı oligarşik yapıların hükmüne
terk edenler elbet bir gün hesap
verecektir!
Erzurum’da sağcı, solcu, orta
yolcu demeden herkese anlatacağız
Genç Türk’ü ve anlatacağız
bizi birbirimize bağlayan bağ
bizi ayrıştıran şeylerden öndedir,
anlatacağız ki bizi bir birimize
bağlayan şey Türklüktür!
Mustafa Kemal Atatürk’ün
Erzurumluya bıraktığı mesajı
sesimizin çıktığı kadar bağıracağız:
“Olur da bir daha milli
mücadeleye ihtiyaç duysam bunu
tekrar erzurumdan başlatırım”. 
gidemeyecegini, vatanını satıp yan gelip
yatmayacağını, ama bilirler mi? Ölümün
sorumluluğunu kabullenmek kolay değildir.
Ayrı bir baş olmak yada kendisini düşünen
bencil birey olmak değil bizim isteğimiz.
Bizim isteğimiz gelecek kuşaklara miras
bırakmaktır.
Bu düşünceler içinde, yayın şirketlerinin
korkaklığını, gazetelerin suskunluğunu
görürsün. Gençlik meydandadır, eylemdedir. En
ön saftadır
Böylesi dönemde, hiçbir gazetenin, hiçbir
yayın şirketinin yapamadığını, cesaret
edemediğini yapıp, Türk gençliğine, Mustafa
Kemal’in Askerlerine sayfalarını açtı Türk
Solu. Bundan sonra Genç Türk olarak, Türk
Solu gazetesinde sizlerle buluşuyoruz. Her hafta
dinamik, eğlenceli ve siyasete biraz da mizah
katarak sizlerle olacağız.
Genç olmanın büyüklüğü ve sorumluluğunu
biraz da böyle anlatacağız. Haftaya süpriz bir
sayfayla geliyoruz.
Hasret Zerkinli
her vakitte damgamızı vurduk sokaklara.
Kan
Gezi’de de tavrımız netti, Balkanlar’da Türk
Soykırımı anmasında da. Atatürk yolunda
güçlenmemiz ve her an sayımızın artması bundan ileri
gelir. 19 Mayıs 2012...
Oysa pek de uzak sayılmayız Kuva-yı Milliye’nin
kuruluşundan. Nihayetinde bu bir kan meselesidir.
Farkındayız. Uzun uzun destansı cümlelerle
süslemeye gerek yok ruhumuza dönüşmüş Genç
Türk’ü. Bir eylem ve refleksif hareket topluluğuyuz,
kısa zamanda büyük eylemler örgütlememiz yeterli bir
tanıtım olsa gerek. Atatürk’le, Türklükle yoğrulmuş
Emine Demir:
Herkes bir yerde bir şekilde
mücadele ediyor.
Kimi sağda, kimi solda, kimi
ülkücü, kimi sosyalist, kimi
Turancı... Saymakla bitmiyor...
Ama herkesi tek çatı
altında birbirinden ayırmadan
Atatürkçülük ve Türkçülük
esası doğrultusunda toplayan
Genç Türk var ve mücadeleye
devam ediyor.
Ben de bu davaya destek
olmaktan gurur duyuyorum.
Gün geçtikçe baskılar
artıyor, faşizm tırmanışta
ama biz ümidimizi asla
kaybetmedik, ne olursa olsun
vaz geçmeyeceğiz!
Şu an ise sorulması gereken tek soru var: Hangi
örgüt 10 Kasım’ı yas günü olmaktan çıkartıp,
derlenip toparlanması gereken bir gün olarak gösterdi
milyonların ortasında? Başta dediğim gibi, bu bir kan
meselesidir.
“Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır.”
Uğur Özkan:
Türk bitmez, Türk’ün sesi kesilmez
Nerede bir Türk uyanışı görürseniz ve nerede bir Türk acı çekiyor, bilin ki Genç Türk oradadır. Türk’ün uyanışı Gezi’de de vardık, Serap
Eser’in mezarında da. Andımızdır Atatürkçü bir Türkiye yaratmak.
Ve bu kutlu yolda Türk milletinin beklediği yürekli ses olmaya yemin
eden Türk Solu ve Genç Türk... Yolunuz yolumuzdur, Türk milletinin
yoludur... 
Burak Küçükkaya:
Genç Türk her şeyden önce Türk olmaktan gurur duyan gençlerin
örgütü. Atatürkçüyüm ama milliyetçi değilim diyen poster
Atatürkçülerinin değil göğsünü gere gere milliyetçiyim diyen Atatürkçü
gençlerin örgütü. Genç Türk sadece boş zamanlarını değil hayatını feda
etmeye hazır devrimci gençlerin örgütü.
Genç Türk çekim merkezi olmaya devam edecek. Kürt-islam
faşizmine dur diyecek. Gericilere ve bölücülere teslim edilen sokakları
geri alıcak. Ne Mutlu Türküm Diyene! 
26/01/2014