Haziran 2014

Transkript

Haziran 2014
Başak Bingöl
15
Ülkü Tamer yeni şiir
kitabını anlattı
Ercan Yılmaz
04
Bir âlim olarak Fethullah Gülen
Ahmet Kurucan
İLLÜ STRASYO N : ZAMAN , O RHAN N ALIN
06
Rachel Kushner ile söyleşi
06
ROMAN
Ömer Ayhan
Thomas Pynchon
ilk kez Türkçede
08
ROMAN
Rüya Karlıova
Adalet
Ağaoğlu’ndan
yeni kitap
16
ŞİİR
V. B. BAYRIL
Hilmi Yavuz’un
çeviri şiirleri
19
İNCELEME
Emrah Pelvanoğlu
Shakespeare’i
nasıl okumalı?
23
HATIRA
Osman İridağ
Celal Bayar’ın
kızından darbe
anıları
38
USTA GÖZÜYLE
Recai Güllapdan
&
İrfan Külyutmaz
Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 8 S AY I : 1 0 1 2 H A Z İ R A N 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý
B U S AY I D A
AHMET KURUCAN Bir âlimin portresi 4
ÖMER AYHAN Gizemli bir kâhin... 6
RÜYA KARLIOVA Yorgun demokrat 8
İNAN ÇETİN Yapaylık kolay, gerçeklik zordur 9
MUSA İĞREK İdeal okur kimdir? 10
ERCAN YILMAZ Ülkü Tamer ile söyleşi 15
V. B. BAYRIL Hilmi Yavuz’la yolculuk 16
GONCA ÖZMEN Her şey ayartabilir şairi 17
MEHMET TUNÇ Aralıkta açan öyküler 18
EMRAH PELVANOĞLU Shakespeare’i okumak 19
BAŞAK BİNGÖL Rachel Kushner ile söyleşi 20
KEMAL SUSKUN Din ve siyaset birlikte yaşar mı 22
OSMAN İRİDAĞ ‘Kapana kısılmış oturuyoruz’ 23
A. ESRA YALAZAN Zorbalık karşısında vicdan 24
AZRA İNCİ ‘Brüt değil net’ roman 25
A. YAVUZ ALTUN Tarihçinin sıkıcı dertleri 26
SÜREYYA SU Unutmak için beklemek 26
CEM MERT Münzevi bir kötümser: Schopenhauer 27
AYŞE KİLİMCİ Kalp yanar, mani yetişir 28
TEMEL KARATAŞ Yusuf Atılgan aslında kimdi? 28
HARUN ODABAŞI Derviş ruhlu tüccar 29
ayça örer ‘Bütün kısa öyküler hasret çeker’ 30
KEREM GÜNEŞ Kudüs’te kan sesi ve şiir 30
SEZAİ COŞKUN Sessizlik ülkesinden notlar 31
İSA DARAKCI Acı bir yaşam boyu 31
AHMET DOĞRU Ölümden öte yol var 32
ALİ PEKTAŞ Kendi kaleminden Jimi Hendrix 34
AYŞE SÜREZ ‘Söylesem tesiri yok...’ 35
GÜNSELİ IŞIK Ah bu filmlerin gözü kör olsun! 36
AHMET ÇAKIR Bir edebiyatçının futbol kitabı 37
İRFAN KÜLYUTMAZ ‘Gobik’ Zihni Hoca’ya... 38
RECAİ GÜLLAPDAN ‘Gel keyfim gel!’ 38
Okur aslında kimdir?
K
itap Zamanı, yolculuğuna “Neredesin sevgili
okur?” diyerek
başlamıştı. 101.
sayıda yine ‘okur
meselesi’ne dönüyoruz: Kimdir
aslında okur? İdeal ya da nitelikli
dediğimiz okurlar gerçekten var
mı yoksa “uçsuz bucaksız mutlu
azınlık” nitelemesi bir teselli mi?
Kitaba ulaşmanın gittikçe kolay
hale geldiği, özenle basılmış yeni
kitapların hızla arttığı günümüzde iyi okurların sayısı gerçekten
azalıyor mu? Yazarlar ideal
okuru nasıl görüyor? Musa İğrek
“okur” üzerine kaleme aldığı
okuma denemesinde bu soruları
yeniden önümüze koyuyor. Basılı
kâğıtta (ya da dijital ekranda)
harfler var oldukça okurun kimliği bir tartışma konusu olmayı
sürdürecek.
Geçen haftaların edebiyat
olayı kuşkusuz Ülkü Tamer’in
32 yıl aradan sonra yeni şiir
kitabı yayımlamasıydı. Bir Adın
Yolculuktu, Ülkü Tamer şiirinin bütün özelliklerini taşıyor:
Çarpıcı imgeler, bu topraklara
has bir lirizm ve tertemiz bir
Türkçe. Ülkü Tamer’le yeni
kitabını Ercan Yılmaz konuştu.
Diğer söyleşi konuğumuz ise ses
getiren Flamethrowers romanı
Alev Püskürtenler adıyla dilimize
çevrilen, kuşağının iyi yazarlarından Rachel Kushner. Geride
bıraktığımız ayın bir başka
önemli yayıncılık olayı, münzevi ve gizemli yazar Thomas
Pynchon’ın bir romanının ilk
kez dilimize kazandırılmasıydı. 49 Numaralı Parçanın Nidası
adlı ‘kehanet’lerle dolu romanı
Ömer Ayhan tanıtıyor. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin
âlim kimliğini farklı akademisyenlerin değerlendirdiği
Bir Âlim Portresi adlı derlemeyi
ise Ahmet Kurucan yazdı. Bir
Âlim Portresi, gündemin sığ
tartışmalarından uzaklaşıp
Hocaefendi’yi gerçek kimliğiyle
tanımak için iyi bir kaynak.
Hilmi Yavuz’un çeviri şiirlerinden Adalet Ağaoğlu’nun yeni
romanına, George Saunders’ın
usta işi öykülerinden W. B.
Yeats’in şiir dünyasına, Stefan
Zweig’dan Enis Batur’un Kitap
Evi’ne iyi yazar ve kitapların
okurla buluştuğu haftaları geride bıraktık. Yaz ayları kitapseverler için güzel geçecek.
İyi okumalar.
ÝM­TÝ­YAZ SA­HÝ­BÝ: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ.
GE­NEL YA­YIN MÜ­DÜ­RÜ: EK­REM DU­MAN­LI Ge­nel Ya­yIn Mü­dür Yar­dIm­cI­sI: MEH­MET KA­MIÞ Ge­nel Ya­yIn EdÝ­tö­rü:
ALÝ ÇO­LAK EdÝ­tö­r: CAN BAHADIR YÜCE Gör­sel Yö­net­men: FEV­ZÝ YA­ZI­CI Say­fa Ta­sa­rIm: burhan solak So­rum­lu Mü­dür ve Ya­yIn
Sa­hÝ­bÝ­nÝn Tem­sÝl­cÝ­sÝ: harun çümen Rek­lam Grup Baþ­ka­nI: MELİH KILIÇ Rek­lam Grup Baþ­ka­n YARDIMCISI: İskender YILMAZ REKLAM
Sek­tör Yö­ne­tÝ­cÝ­SÝ: Cenk AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ: Kazım ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ Ya­yIn
Tü­rü: YAY­GIN SÜ­RE­LÝ ad­res: Za­man Ga­ze­te­sÝ 34194 Ye­nÝ­bos­na-Ýs­tan­bul Tel: 0212 454 1 454 (pbx) Faks: 0212 454 14 96 Rek­lam Tel:
0212 454 82 47 Bas­kI: Fe­za Ga­ze­te­cÝ­lÝk A.Þ Te­sÝs­le­rÝ http://kÝ­tap­za­ma­nÝ.za­man.com.tr E-POSTA: kÝ­tap­za­ma­nÝ@ZAMAN.COM.TR
Her ayIn Ýlk pa­zar­te­sÝ gü­nü ya­yIm­la­nIr
twitter.com/kitap_zamani
facebook.com/kitapzamanicom
DÜŞÜNCE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Bir âlimin portresi
Bir Âlim Portresi, farklı alanlardan akademisyenlerin Hocaefendi’nin âlim yönünü
incelediği makalelerden oluşuyor. Editörlüğünü İslam hukuku profesörü Hamza
Aktan’ın yaptığı eserde mezhepler tarihi, kelâm, tefsir, psikoloji, çocuk eğitimi gibi
farklı konulardaki yaklaşımlarıyla kuşatıcı bir âlim portresi çıkıyor karşımıza.
BİR ÂLİM PORTRESİ - M. FETHULLAH GÜLEN HOCAEFENDİ, PROF. DR. HAMZA AKTAN, NİL YAYINLARI, 389 SAYFA, 13 TL
K
“
itabın ismi Başbakan’ın
o talihsiz ‘âlim müsveddesi’ hakaretine nazire
olmuş” denilmesi ihtimaline binaen; hayır,
“Bir Âlim Portresi” mezkur nefret sözünden çok önce gündemde olan bir isimdi.
Hocaefendi’nin çeşitli İslami ilimlerdeki düşüncelerini ve bu düşüncelerden hareketle
yerini belirlemek amacıyla yazılacak makalelerin konu başlıkları yaklaşık iki yıl önce
kararlaştırılmıştı. Makalelerin yazılması,
toparlanması, gözden geçirilmesi, dizgisi,
tashihi, derken yayımlanması şimdilerde
oldu. Dolayısıyla kitap o hakaretlere cevap mahiyeti taşımıyor; çünkü hiçbir ilmî
delille temellendirilemeyecek içi boş, dışı
boş, altı boş, üstü boş sözleri ciddiye almak da boş. Bununla beraber, mütehayyir
bir kısım insanlara meselenin özünü anlatmak işin başka bir yanını teşkil eder.
Yaşayan insanların hayatlarını “doğduğu günden kitabın yayımlanacağı güne
kadar” diyerek biyografik bir tarzda kaleme
almak bir ölçüde kolay. Biyografisi yazılan
kişinin ilgi alanını merkeze alır ve yazarsınız. Fakat aynı kişinin ilmî kimliğini, düşüncelerini, düşüncelerinin hayata taşınmasını
merkeze alarak bir değerlendirme yapacaksanız, yapılan çalışma biyografi olmaktan
çıkar, başka bir şey olur. İşte burada karşımıza büyük bir zorluk çıkmaktadır: O şahıs
hayatın tabii akışı içinde düşüncelerini yeniliyorsa hangi düşüncesini esas alacaksınız?
Ulema geleneği içinde bir âlim
Bir Âlim Portresi bu zorluğun gün yüzüne
çıktığı bir eser bana göre. Çünkü söz konusu olan Osmanlı medrese uleması geleneği
içinde yerini alan bir âlimdir, Hocaefendi’dir.
Bir başka ifadeyle, İslami ilimlerin sadece bir
dalında uzmanlığı olan, eserleri o alanla
sınırlı bir insan değildir. Fıkıh, tefsir, hadis,
kelâm, tasavvuf, tarih, siyer gibi İslam’ı ilgilendiren her bir ilim dalında ansiklopedik
malumata sahip, sözün akışı içinde konudan konuya geçen, İngilizcedeki kavramla “interdisciplinary”, disiplinler arasında
mekik dokuyan çok yönlü biridir ki, Beşir
Gözübenli bu hususu kitaptaki makalesinin
girişinde enfes bir şekilde ele almış.
İkinci zorluk: Hocaefendi tabir caizse
adeta bir düşünce fabrikası ya da tek başına
bir “think-tank” kuruluşu gibi çalışan, yukarıda zikrettiğim dinî ilimlerin yanı sıra hayatın sair alanlarında da hemen her gün yeni
düşünceler üreten, eski düşüncelerini yeni
şartlara göre geliştirerek değiştiren, gerektiğinde eski düşüncelerine, “o günkü şartlarda
FOTOĞR A F: ZA MA N, S ELA HAT Tİ N S EVİ
AHMET KURUCAN
doğruydu ama bugün yanlış” veya “dün de
yanlışmış, şu husus aklıma hiç gelmemişti,
halbuki o, sonucu mutlak manada etkileyen
bir faktördür” diyebilen bir insan. O zaman
bu görüşlerin hepsi bilinmeli ve bütüncül
bir bakışla değerlendirilmeli. Bu zaviyeden
bakınca bazı yenilenmiş düşüncelerin, makaleleri kaleme alanlar tarafından muhtemelen bilinmediği ortaya çıkıyor bana göre.
Mesela, furûu fıkha dair bazı yaklaşımların
misallerle değerlendirildiği makalelerde 80’li
yılların ikinci yarısında seslendirilip 90’lı yılların başına kaleme alınan eserlere atfen aktarılan görüşler. Ben biliyorum ki, hilafetin
Kureyşiliği, Suud yönetiminin bid’at kavramına bakışı gibi konularda şimdi farklı
görüşlere sahip Hocaefendi. Bir eksiklik
midir bu? Bugünkü Hocaefendi’yi yansıtma adına bir eksiklik olarak kabul edilebilir ama yeni çalışmalara kapı açması, dünbugün mukayesesine zemin hazırlaması
itibarı ile bir zenginlik sayılabilir. Makale
yazarları için olmasa bile Hocaefendi’nin
mevcut düşünce dünyasını dar bir çevre
ile sınırlı kalıp zamanında ilim dünyasına
yansıtamayanlar için bir eksikliktir.
Madem eksiklik dedik, bir eksikliği
daha vurgulayarak devam edelim: Neden
bu kadar geç kalındı? Hocaefendi bizim
dünyamızın insanı. 75 yıllık hayatında
bazıları vaaz ve sohbetlerden derleme,
bazıları ise bizatihi kendi kalemi ile yazıya döktüğü 70’ten fazla esere imza atmış
bir insan. İslam kültürünün özünü ve temelini teşkil eden sohbetlerinden oluşan
müdevvenatı bir insanın yıllarca dinlese
dahi bitiremeyeceği çoklukta. Yazılı eserlerinin bazıları dünya dillerine çevrilmiş
son 15-20 senede. Her geçen gün yeni diller ilave ediliyor tercüme listesine.
İşte meselenin püf noktası da burası.
Tercüme edilen eserler o dillerin konuşulduğu coğrafyada eserin konusuna göre
ilgili çevrelerin dikkatini çekiyor. Dile getirilen düşünceler akademik çalışmaların
konusu oluyor. Sosyal bilimlerde kendini
bütün dünyaya kabul ettirmiş nice üniversite bu konferanslara kapılarını açıyor;
ilim adamları tebliğler sunuyor, biyografi
çalışmaları yapıyor, Hocaefendi’yi TV ekranlarında müzakere programlarına konu
ediyor, hatta müstakil belgeseller çekiyorlar.
Aynı türden derinlikli bir yaklaşımı
kendi ülkemizde maalesef görmüyoruz.
Üzülerek ifade edelim ki, belli kesimler
tarafından tam aksi bir yaklaşımın sergilendiğini müşahede ediyoruz. Bu da bizim
yukarıda ilme ve âlime bakışımız özelinde
dünya ile aramızdaki farkı gösteriyor. Benim şahsi kanaatime göre o fark, fark denilip geçiştirilemeyecek kadar büyük bir
uçurum. O dünyalarda olduğu gibi, bizde
de önyargılardan uzak, ilmin ve düşüncenin namusuna yaraşır, objektif bir tavır ne
zaman sergilenir bunu kestirmek zor. Bir
Âlim Portresi bu açıdan, tabu haline gel-
4
miş bir zihniyetin yıkılmasına vesile olur
inşallah. Bu yazılanları hayal mahsulü
bulanlar için bir örnek vereyim: Benzer bir
çalışma yıllar önce ilk defa İngilizce olarak yapıldı ve yayımlandı. Koordinesini
ve editörlüğünü İsmail Albayrak’ın yaptığı
kitabın adı Mastering Knowledge in Modern
Times: Fethullah Gülen as an Islamic Scholar.
Bir Âlim Portresi, 11 ayrı mevzuda farklı isimlerce kaleme alınan makalelerin
toplandığı bir derleme. Eserin editörlüğünü, eski Din işleri Yüksek Kurul Başkanı,
İslam hukuku profesörü Hamza Aktan
hocamız üstlenmiş. Usul ve fürûu fıkıh,
mezhepler tarihi, kelâm, tefsir ana bilim
dallarında seçilmiş konu başlıklarına göre
makalelerin yanı sıra, kitapta psikoloji, din
eğitimi ekseninde çocuk eğitimi ile genel
manada Hocaefendi’nin sosyal bilimlere
bakışını değerlendiren makaleler yer alıyor. Kendi alanım olduğu için mi bilmem
ama Beşir Gözübenli’nin Hocaefendi’ye ait
“usul-u fıkıh medeniyeti” tespitini açması,
ardından hüküm istinbatında önemli bir
yere sahip olan örf ve âdet kavramına yine
Hocaefendi’nin getirdiği farklılığı ve nihayet objektif-sübjektif mükellefiyet kavramlarını izahı oldukça dikkat çekici.
Kitapta emeği geçen herkese teşekkürler. Farklı perspektiflerden bakarak bütüncül bir âlim portresi sunan bu kitabın ufkumuza yeni açılımlar kazandırması ve benzer
çalışmalara öncülük etmesi dileğiyle.
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Gizemli bir kâhin: Thomas Pynchon
Günümüzün sıra dışı ve gizemli yazarlarından Thomas Pynchon ilk kez
Türkçede. Nerede yaşadığını sır gibi saklayan münzevi romancı, kimilerine
göre Amerikan edebiyatının yaşayan en önemli ismi. 49 Numaralı Parçanın
Nidası, Pynchon’ı tanımak için iyi bir başlangıç kitabı.
49 NUMARALI PARÇANIN NİDASI, THOMAS PYNCHON, ÇEV.: FERİDE EVREN SEZER, İTHAKİ YAYINLARI, 184 SAYFA, 15 TL
T
ÖMER AYHAN
homas Pynchon nihayet Türkçede. 10 yıl önce
önde gelen bir yayınevinin
katalogunda
duyurulmuştu Pynchon’ın dilimize kazandırılacağı.
Büyük yayınevlerine çeviriler yapan seçkin eleştirmenler sırayla havlu attılar ve
Pynchon’ın Türkçedeki hikâyesi düne kadar hayal olarak kaldı. Thomas Pynchon
denilince insanların aklına J. D. Salinger
geliyor. Yazdıkları birbirine pek benzemeyen iki yazarın buluştuğu nokta, ikisinin
de görünmez adam oluşlarıydı. Sanatla
uğraşan insanlar saklanmayı seçtiklerinde gizem hâlesi de üstlerine yapışıp
kalıyor. Fakat gizem için, Pynchon’ın
alâmet-i farikası diyebiliriz. Romanları,
hatta romanları üzerine yazılmış kitaplar
ve okuma kılavuzları, tıpkı yazarın metinlerindeki gibi belirsizliği koyulaştırmaktan
başka işe yaramıyor. Amerika’nın yaşayan en büyük yazarı anketlerinde Philip
Roth’u, Don DeLillo’yu geride bırakan
Pynchon’ı bir kez daha giriş cümlesiyle anabiliriz o halde: Nihayet Türkçede.
Çok tartışılan bir roman
49 Numaralı Parçanın Nidası, Pynchon
okumaya başlamak için salık verilen
kitaplar arasında, öykülerini topladığı
Slow Learner’la birlikte öne çıkıyor. Görece kısa bir metin olması ve olay akışında zamanın düzayak tutulmasıyla bu
önerme anlaşılabilir. Bununla birlikte
hâlâ çokça tartışılan bir roman.
Hikâyeye kısaca göz atarsak, Oedipa
Maas adlı bir genç kadın çıkacak karşımıza. Oedipa ismi bizi hem Sophokles’e
hem de Freud’a gönderir. Aslında kitapta
yer alan birçok isim için aynı durum geçerli. Pynchon’ın çevrilmesini güçleştiren de mücevherimsi diliyle birlikte bu
göndermelerin sıklığı. Zahmetli bir işin
üstesinden gelen Feride Evren Sezer,
çevirisinde dipnotlara yer vermeyi ihmal etmemiş. Bir emlak kralı olan Pierce
Inverarity’nin ölümüyle, Oedipa vâsi olarak atandığını öğrenir. İşadamının devasa
birikiminin sorumluluğunun Oedipa’ya
verilmesi şaşırtıcıdır; kısa süreli bir ilişki
yaşamış, bir daha da görüşmemişlerdir.
Oedipa, Güney Kalifornia’da yaşadığı
Kinneret’ten küçük bir endüstri şehri olan
San Narciso’ya ulaşır. Gelgelelim gerçekte
ne Kinneret diye bir yer var ne de Amerika topraklarında bir San Narciso. Bir başka deyişle, Oedipa’nın yolculuğu ‘hiçbir
yer’den, ‘hiçbir yere’dir. Yazarın sınırlarını
özenle işaretlediği bir coğrafyada neden kurmaca mekânlar da
seçtiğine döneceğiz. Oedipa, San
Narciso’da tekinsiz insanlarla tanışır, gittiği mekânlar bu tuhaflığa
yeni halkalar ekler, her yerde karşısına çıkan gizemli bir simge ise
ayaklarını yerden keser. Bu defa yüzyıllar önce var olan bir posta şirketine karşı, kurmaca bir posta şirketini
önümüze fırlatır Pynchon: Tristero.
Oedipa, Tristero’yu araştırdıkça
gerçeklik zeminini yitirir, sonunda o da
kendini bu akışa bırakır. Peki romanda
sürekli hayat ile kurmacayı çakıştırıp
çarpıştıran Pynchon bize ne anlatıyor?
Pynchon’ın kehânetleri
Bu noktada Pynchon’ın kâhinliğini eşelemekte fayda var. Posta şirketleri bizi tek
bir adrese çıkarır: İletişim ağlarına. İletişim, bugün internetin iyice gösterdiği gibi,
dünyanın kara kutusudur. Posta pullarına
Pynchon’ın yüklediği anlama bir bakalım:
“Uzam ve zamanın derin dehlizlerine açılan binlerce küçük, rengârenk pencere.”
“Her kim iletişim ağını kontrol edebilirse, o ağ bir gün Kıtayı bir araya getirebilir.” Bilimsel, kültürel ve siyasi göndermeler eşliğinde Pynchon her nasılsa bazı
şeyleri öngörebilmiş. İnternetin tüm kıtaları birleştirmesi bir yana, unutmayalım,
roman 1966’da yayımlanmıştır. Beatles’ın
dünyayı salladığı dönemde, romanda İngiliz aksanıyla şarkı söyleyen bir yeraltı
grubuna yer vermesi ilginçtir. Şarkılara
yüklediği anlam da, müziği hayatın bir
yansıması olarak okuması da: “...şarkılarda ya hakikatin huşu veren güzelliğinin
bir bölümü ya da sadece bir şiddet tayfı
bulunuyordu.” Pynchon 60’ların dünyasında bize dijital bilgisayar matrislerinden
söz eder, kurmaca kent San Narciso’nun
kurmaca barında rock değil de canlı elektronik müzik performansına tanık oluruz,
oysa o tarihlerde bu müziğin ana enstrümanı synthesizer’lar pek ortada yoktur.
Gördüğünüz gibi popüler kültür sürekli
dayatıyor kendini. Oradan devam edelim.
nchon
Thomas Py
ğı bir dünya serilir romanda önümüze.
Pynchon, şimdilik son romanı Bleeding
Edge’de de (2013) Madonna, Jamiroquai,
Britney Spears gibi pop ikonlarına sık sık
gönderme yapar, 80’ine merdiven dayasa
da zihnen yaşlanmak bilmeyen bir yazardan söz ediyoruz. 49 Numaralı Parçanın
Nidası, posta şirketleri aracılığıyla bir dizi
komplo teorisi üretir. Nazizmin tüten küllerinden uyarıcı maddelerin zihindeki etkisine, her şey geçmişle geleceğin buluştuğu tuhaf bir şimdi’de toplanır. Oedipa’nın
kontrolü elinden kaçırdığı kırılma, kurmaca San Narciso’dan San Francisco’ya adım
attığı anda başlar. Pynchon’a göre şehir
(metaforik olarak dünya) kimsenin içine
bakmaktan öteye geçemeyeceği bir yerdir.
Oedipa, San Narciso’da tanıştığı
Popüler kültüre referanslar niçin?
Romanda Beatles ve Stockhausen’in yanı
sıra polisiye yazarı Erle Stanley Gardner’ın
ünlü karakteri Perry Mason ve onun adıyla yapılan, Amerika’da izlenme rekorları
kırmış bir diziden söz edilir (1957-66).
Romanın ikincil karakterlerinden avukat Roseman’ın rol modelidir ‘kurmaca’
avukat Perry Mason. Böylelikle hayatın
kurmacadan beslendiği, hatta feyz aldı-
6
avukat Metzger’le yakınlaşır. Bir motel
odasında konuşurlarken televizyonda
Metzger’in çocukken Bebek Igor rolünü
oynadığı “absürt” bir film gösterilir. Görüldüğü gibi, popüler kültür bombardımanı bir yöntemdir. Patlayan saç spreyinin
banyoya verdiği akla zarar hasar ile gücünü absürtlükten alan film okura bir arada
‘gösterilir’. Pynchon bizi engebeli yollarda
dolaştırarak aynı soruyu ısrarla yineler.
Görünürde Amerika’nın ruhunu okumaktadır ama iletişim ağları aracılığıyla dünyaya da geçirir demirden sözcüklerini.
“Görünenin ardında ya başka bir
şey vardı ya da hiçbir şey yoktu...” Kurmaca mı daha absürttür, yaşadığımız
dünya mı diye soran yazarın yanıtı, sorunun kendisi kadar acımasızdır.
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yorgun demokrat
Adalet Ağaoğlu, 18 yıllık bir bekleyişin ardından yayımladığı yeni romanıyla okurlarını sevindirdi. Dert Dinleme
Uzmanı adını taşıyan eser, yazarın “Dar Zamanlar” serisinin dördüncü kitabı olarak okura sunuldu.
DERT DİNLEME UZMANI, ADALET AĞAOĞLU, EVEREST YAYINLARI, 256 SAYFA, 16 TL
dalet Ağaoğlu, günümüz Türk edebiyatının
en önemli isimlerinden
biri olduğunu, okurlarının on sekiz yıllık uzun bekleyişine
son verdiği yeni romanı Dert Dinleme
Uzmanı’yla bir kez daha ve iyi ki tekrar hatırlatıyor. Everest Yayınları’ndan
çıkan roman, yayıncı ve yazarın ortak
kararıyla sırasıyla Ölmeye Yatmak, Bir
Düğün Gecesi ve Hayır’dan oluşan “Dar
Zamanlar” serisinin dördüncü kitabı
olarak sunulmuş.
Dert Dinleme Uzmanı, romandaki
bütün karakterler gibi isimsiz olan bir
editörün intihar etmeden önce bir yazara bıraktığı notlardan, yazarın deyişiyle
“tutanaklardan” oluşan iç içe geçmiş
metinler olarak kurgulansa da, yazarın
takdimi ve editörün notları aynı üslubu taşıyor denilebilir. Kısa bir takdim
yazısının ardından romanın büyük bölümünü oluşturan editörün metni “notlar” diye adlandırılmış ancak bu notlar
düzgün sıralanmış bir kurgu oluşturuyor. Kendini “dert dinleme uzmanı”
olarak tanımlayan editörün dinlediği
ve notlandırdığı kişiler kimi zaman hayatından geçip giden bir yabancı, kimi
zaman neden sonra eşi olacak, kimi zaman dostuyken düşmanına dönüşecek
bir karakter. Dert dinleme uzmanı bütün bu karakterlerin hikâyelerine maruz
kalıp çoğunlukla da içlerinden kurban
olarak çıkıyor. Elbette bu noktada anlatılan olayların ve dertlerin editörün
bakış açısından, ben-anlatıcı tarafından aktarıldığını belirtmek gerekiyor.
MADALYONUN İKİ YÜZÜ
Editörün notları ilk bölümde “Rastlantılar ve Çağrışımlar” olarak sunulmuş, zira tesadüflerin dert dinleme
uzmanının “kurbana” dönüşmesinde
işlevi büyük. Öte yandan, intihar ettiği için kahramanın dinlediği dertlerin kurbanı olma konumu güçleniyor gibi görünse de, aslında Ağaoğlu
tamamen “kötücül” diyebileceğimiz
karakterler sunmuyor. Aksine, karakterler hakkında olumsuz yargıya
varmak üzere olan okuru ters köşeye
yatırıp klişe deyişle madalyonun öbür
yüzünü göstererek ilerlediği de oluyor.
Romandan akılda kalan da, cümlelerden, belki hikâyeden daha çok, bu iki
yüzlere yönelen sorular aslında. Onlardan biri sanki “Dar Zamanlar”ın
FOTOĞR A F: ZA MA N, İ S A Ş İ MŞ EK
A
RÜYA KARLIOVA
Adalet Ağaoğlu
lerinin, hayal kırıklıklarının romanın
konusunu tetiklediğini sıkça vurguladı
Ağaoğlu. Romandaki kimi karakterler okura gerçek hayattan çağrışımlar
yapmıyor değil. Ama yazarın niyetini
okuma hatasına düşmemek, okurken o
çağrışımlara odaklanıp romanı bunlara
indirgememek gerekiyor. Söyleşilerinde
şöyle demiş Ağaoğlu buna ilişkin: “Yarası olan gocunsun”.
Dert Dinleme Uzmanı’nın sadece
hikâyesi değil, üslubu da onu çağdaş
Türk edebiyatının iyi romanları arası-
da vardığı bir nihai soru gibi: “Büyük
incelik ve iyilik hassasiyeti, kötülüğün
kötüsünden daha mı beterdir acaba?”
Dert Dinleme Uzmanı’nın “Dar Zamanlar” üçlemesine eklemlenmesinin
en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz
Ağaoğlu’nun yazarlık kariyerinin büyük bölümünde anlamaya ve anlatmaya çalıştığı küçük burjuva Cumhuriyet
aydınının hali, sorunları, yer yer tuhaflığı, kitapta yer alan bir kitap başlığıyla
söylersek “arızalı aydınlığı”. Seriye adını da veren ve Dert Dinleme Uzmanı’nın
diğer romanlarla ortak noktalarından
biri olan anlatı zamanının darlığını ise
takdimci yazarın okuma deneyiminde
aramak mümkün. Bununla birlikte,
“Dar Zamanlar”ın ilk üç romanındaki
ortak karakter Aysel en azından adıyla sanıyla yer almıyor Dert Dinleme
Uzmanı’nda. Yine de “Dar Zamanlar”
serisinin temel izleklerinden olan ama
Aysel’in kalkışamadığı intihar bu romanda gerçekleşerek kitabı serinin diğer romanlarına bağlıyor.
na yerleştirecek. Hikâye tüm metni
saran “–mekte, –makta”
kipiyle
muğlâk bir şimdiki zamanda anlatılıyor, ama yine de bir dar zamanda.
Ağaoğlu’nun eleştirel duruşunu da
destekleyen ve romanlarındaki başlıca
öğelerden olan hiciv ve ironi Dert Dinleme Uzmanı’nda da en önemli üslup
özelliklerinden. Ağaoğlu, ilk romanlarından bu yana hep bir üslup ustası
oldu; ben’in ustası, hicvin ustası oldu.
Dert Dinleme Uzmanı da bu özellikleriyle bir Adalet Ağaoğlu romanı.
KİTAPTAN...
“Defterciğim, ne dersin? İçimden gele
gele şunları sayfa arkalarına şöyle böyle
döktürmeden önce, seni sarıp sarmalayıp, tam da bu hallerdeyken arada bir
mahalle kahvesinde gördüğüm sessiz,
düzgün görünüşlü, ama adı sanı küçük
yazara, şu günlerde ah bir rastlayıp seni
onun başına bela mı etmeliyim? Nefrete
ne derece bulandığım böylece anlaşılır mı acaba? Kendimden nefretle dolup
taşmaktayım insanlığın böyle bir deformasyona, birilerinin yazıp çizdikleri gibi
hiciv ustası
Yeni romanı hakkında verdiği söyleşilerde yayın dünyasındaki kişisel deneyim-
8
bu derece bir amorflaşma haline uğramışlığı karşısında!.. Ah evet, şu kimseye
veriversem seni benim cefakâr defterim.
Yalnız ona, iyilik ve güzellikleri perişan
eylemeksizin, yalnız ona! Ah ne yapsam?
Şimdilerde sahici mimar dostum çook
uzaklarda, sayıp sevdiğim Prof’um da
mecburen oğlunun yanına göçüp gitmemiş olsaydı keşke. Yatalakmış. Yatakalmak. Ne berbat şey sürüne sürüne gitmek.
Kes artık burda kes, amma yorgun bir
demokratsın haaa!.......................................”
ÖYKÜ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yapaylık kolay, gerçeklik zordur
Ahmet Büke’nin yeni öykü kitabı Yüklük, konuları bakımından
çeşitlilik gösteren, gerçek kişilerin kurmaca kahramanlara dönüştüğü öykülerden oluşan bir yapıt. Bu öykülerde gerçek hayattan
bildiğimiz, duyduğumuz insan acılarını bulmak mümkün.
YÜKLÜK, AHMET BÜKE, CAN YAYINLARI, 88 SAYFA, 10 TL
B
kahramanlara dönüştüğü öykülerle
çıkagelen bir kitap. Dil ve anlatım bakımından dünyayı ve insanı durduğu yerden düşünen, hisseden, gören, anlayan
ya da anlamaya çalışan bir yazarla karşı
karşıyayız ki, Yüklük’ün taşıdığı yük oldukça ağırdır. Ahmet Büke’nin küçük
sorunlara yaklaşımı, anlatılanı yalın, az
cümleyle dile getirişi, neredeyse öykü
okurlarınca kanıksanmış tutumu biliniyor. Büke, bildiğimiz dertler etrafında
birikmiş olayları, durumları anlatıyor.
Ama Yüklük’ün kendi içinde bir yeniliği
var; yazarın öyküdeki biçimsel arayışları
da devam ediyor. Yüklük bu bakımdan
Ahmet Büke’nin diğer kitaplarından
başka bir yerde duruyor diyebilirim. Bir
yenilik de kitapta fiziki gerçekliğin, tanınıp bilinen kişiler aracılığıyla kurmacada hayat bulması. Yüklük’ün “Bakiye”
başlıklı son bölümünde kurmaca kişilere dönüştürülen yazarların adlarını
sıralayalım: John Fante, Vüs’at O. Bener,
Sait Faik, Andrey Platonov, Tina Modotti, Sevgi Soysal. Yazarın başarısı bu öykülerde kendini daha da açık gösteriyor,
Büke’nin buluşlarla gerçekliği buluşturduğu bu öykülerinde başka bir edebi tat
var diyebilirim.
İNAN ÇETİN
azen edebiyatımızda bir
tür yazma biçimi oluşur
ve bu bir süre sonra kendiliğinden kural haline gelir. Çoğumuz
farkına varmayız bu görünmez kuralın.
Böyle olunca edebiyatta gittikçe çoğalan
bir yapaylık baş gösterir. Bunun bir sebebi ekonomiktir, bir sebebi marka edebiyat, bir başka sebebi ise gerçekliği ve
edebiyatı bulanıklaştıran yazı ve kitaplardır, eleştirel yazındır. Kuşkusuz ki bu
bir yakınma değil. Edebiyat ortamının
bulanıklaştığı zamanlarda iyi, okunabilir, edebi zevkin yüksek olduğu kitaplar
da yayımlanır. Bundan birkaç ay önce
piyasaya çıkan, Nil Sakman imzalı Balık Nefesi’nden sonra okuduğum önemli
öykü kitaplarından biri de elimde: Ahmet Büke’nin Yüklük’ü.
Bu iki kitabı seçmemin nedeni, ikisinin de farklı dil ve anlatım biçimleriyle
öne çıkması. Bir karşılaştırma değil bu,
öykülerdeki yoğunluk ve anlatılanın
değeri bakımından sözünü ettiğim iki
kitabı keyifle okudum. Balık Nefesi’nde
yer alan sekiz öykünün bir ilk kitap için
usta işi olduğunu söylemeliyim. İşte bu
nedenle Nil Sakman’ın ilk kitabı Balık
Nefesi’ni Ahmet Büke’nin Yüklük’ü ile
birlikte anıyorum. Balık Nefesi sürekli
ölen ama aynı zamanda ölümsüz olan
geleneği zekâsıyla yeniden anlatıyor.
Yüklük ise başka bir açıdan geleneğe
bağlı; belki şiir dilinin gücünü kullanarak, öyküde yoğunlaşmayı kurmak istemesiyle öne çıkıyor.
Kurmacaya yansıyan gerçeklik
Öyküde anlatılanın duygusal etkisini
şiirsel bir dile yaslanarak vermeye çalışan, bu güç işi başaran yazarlardan biri
Büke. Yüklük de bu bakımdan oldukça
başarılı bir kitap.
Ayrıntıların doğru kullanıldığı, dolayısıyla sağlam bir şekilde kurmacaya
yansımış gerçeklikle zenginlik gösteren
Yüklük’ten bir cümleyle devam edelim:
“Anne, dedi, biz Nezih’le karar verdik,
bu sene ölmüyoruz.” Kitabın ilk öyküsü
“Bu Sene Her Şey İyi Olacak”ta Kadir’in
annesine söylediği bu cümleyi, Kadir’in
anlatıcı kardeşinden duyuyoruz. Bir gerçeklik seviyesi var bu cümlede ama bana
öyle geliyor ki, böyle durumlarda iştahımız birden kesiliverebiliyor. Söylemek
istediğim, Ahmet Büke’nin öykülerinde
dilin püritenliğini kıran bir havanın varlığı da hissediliyor. Bazen de daha ötesi.
Yüklük’te gerçek hayattan bildiğimiz,
duyduğumuz, tanık olduğumuz insan
acılarının öykülerinin de yer aldığını belirtmiştim. Kuşkusuz yazarın kendi toplumundaki gerçekliğe, acılara, insani
durumlara gözlerini kapaması, kulaklarını tıkaması düşünülemez. Ahmet
Büke de edebiyatta bu tavrı benimseyenlerden.
Düzyazı, şiir gibi yazılabilir mi?
Modernist bir düşünce olan “düzyazının da şiir kadar iyi yazılabileceği”
umudunu taşıyan öykülerin son yıllarda çokça yazıldığını söyleyebilir miyiz?
Umut diyorum, çünkü şiirde bir cümlenin ritmini, müziğini, sesini test edebilir
ve sonsuz sayıda çeşitlendirebiliriz, ama
düzyazıda mükemmel bir cümle bile
sonsuzca çeşitlemeye izin vermez. Öykü
bu bakımdan şiire en yakın türdür belki
de. Öyleyse düzyazıda sözcüklerin güzelliğini, farklılığını görüp duymamız
gerekir, ki bu tür metinlerin vagonları
olan sözcüklerin kendileri, anlamları,
müzikleri genellikle basittir. Anlaşılır ve
etkileyici olurlar.
Yüklük, konuları bakımından çeşitlilik gösteren, Ahmet Büke’nin küçük
anlardan kurduğu büyük hayatları barındıran ve gerçek kişilerin kurmaca
9
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
İdeal okur diye biri...
İyi ya da kötü her kitabın okuru vardır. Peki, ideal okur kimdir? Günümüzde nitelikli okurların sayısı azalıyor mu?
Yazarlar okuru nasıl sınıflandırıyor? Klasik eleştiri kuramları, onu yok mu sayıyor? Okur için mi, okura mı yazılır? Masa
başına oturduğunda okuru aklının ucundan geçirmeyen yazar olabilir mi? Okur için yazmadığını söyleyen yazarlar
konuya nasıl bakıyor? “Okur” üzerine kuşatıcı bir okuma denemesi...
O
MUSA İĞREK
kurlar da tıpkı edebi türler
gibi çeşit çeşittir. Aralarındaki ayrım kimi zaman ince
bir çizgide sürse de bunu tarif etmek kolay
değil. Alberto Manguel, Türkçede yakın zamanda yayımlanan Okumalar Okuması adlı
kitabının “İdeal Okurun Tanımına Yönelik
Notlar” başlıklı denemesinde ideal okurun
tarifini veriyordu. Manguel’in bu hayli kışkırtıcı denemesi, son dönemlerde pek çok
yazarın şikayet ettiği “nitelikli okurun azlığı” meselesini akla getirdi. Nitelikli okurlar gittikçe azalıyor mu? Enis Batur’a kulak
verirsek: “Yakın gelecekte nitelikli okur ortadan tümüyle kaybolmaz ama eskisi kadar
çok yetişmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü
böyle bir dünyadayız; her şey görsellik üzerine kurulu ve bu pasifleştiriyor insanları.”
Nitelikli okur dediğimiz azınlığın özellikleri, sınırları, özgürlükleri, yazarla ve metinle ilişkisi, kısaca tanımı konusunda görüş
birliğine varmak zor. Edebi metnin bir nevi
tamamlayıcısı olan, çeşitli niteliklere sahip
bu okurun peşine düştüğümüzde, başka
sıfatlarla da karşılaşırız. Bir taraftan klasik
eleştirinin okuru yok sayan tavrı, öte taraftan 1960’lı yıllarla birlikte okur-yazar ikilisine odaklanan kuramların artması bazı kavramları yeniden ele almayı zorunlu kılıyor.
Okumak, kodları çözmektir
Okur türlerine geçmeden önce okuma eylemi üzerinde biraz durmak yol gösterici
olabilir. Okumanın şifre çözmek olduğunu
belirten Roland Barthes şöyle devam eder:
“Harflerin, sözcüklerin, anlamların, yapıların kodları çözülür, okumanın bu tanımına
karşı çıkılamaz; ancak okuma doğası gereği
sonsuz olduğundan kod çözmeler biriktirildiğinde, anlamın durma cesareti elinden
alındığında, okuma pedal çevirmeden aşağı
sürüklenerek yaşanan bir eyleme (yapısal
eğilimi de bu yöndedir) dönüştürüldüğünde, okur diyalektik bir altüst olma yaşar: Sonunda kodları çözmez, yeni kodlar belirler;
şifreleri çözmez, üretim sürecini yaşar, dilleri üst üste yığar, hiç usanmadan sonsuza
dek diller tarafından aşılmaya bırakır kendini: İşte okur, o aşılan kişidir.” Her okumanın bireylere göre değişen biçimlerden
doğduğunu dile getiren Barthes, “Okuma
gerçekten bir üretimdir: İç imgelerin, yansıtmaların, düşlerin üretimi değil de, harfi
harfine çalışmanın üretimidir.” der.
Okuma eylemi üzerine kafa yoran çağdaş edebiyatçılardan Umberto Eco, konuya
farklı bir açıdan yaklaşır: “Bir kurmaca yapıtı okumak, kurmaca dünyasını yöneten
10
iktisadi ölçütler ile ilgili bir tahminde bulunmak demektir. Bunun bir kuralı yoktur;
daha doğrusu, her yorum bilgisel çevrimde
olduğu gibi, metni temel alarak kuralı çıkarsama girişiminde bulunduğunuz anda
belirlemeniz gerekir kuralı.” Eco bu yüzden okumayı bir bahis olarak tanımlar, zira
metnin “bize ne önerdiğini açık bir biçimde
söylemeyen bir sesin önerilerine bağlı kalacağımıza bahse gireriz.” Sâlah Birsel ise
o neşeli üslubuyla okumanın tadına varmamız için bizi uyarır: “Yaşamın boyunca binlerce kitap devirmedinse hiçbir şey
okumamış sayılırsın.” Usta denemeci şöyle
devam eder: “Aralık aralık, yasak savmak,
bir toplulukta utançlı duruma düşmemek
ya da geceleri uykuyu egavlamak için fıştıklanan kitaplar, okuma sınırı içine girmez.”
Birsel bu bahsi, “Gerçek okumak, okumak
değil, yeniden okumaktır” diyerek noktalar.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
KAPAK
Etken bir varlıktır okur
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
“Okumayı sevdiğimiz yadedildiği yerdir; bir metnin
tabın her okunuşu, anlatının anısına
zar gibi yazmayı arzulamabütünlüğü kökeninde değil,
yeni bir katman ekler.
Peki kimdir okur? Akşit Göktürk’ten
yız kesinlikle; arzuladığıİdeal okurun hain bir mizah duygusu
ulaştığı yerde bulunur, anödünçle okuru genel olarak “bir sayfaya
mız şey, yazı yazan kişinin
cak ulaştığı yer artık belli
vardır.
bakarak iletişime girebilen kimse” diye taİdeal okur hem cömerttir hem açgözlü.
yazarken duyduğu arzunun
bir kişinin özelliklerini
nımlayabiliriz. “Etken bir varlıktır okur” diİdeal okur bütün edebiyatı anonimmiş
kendisidir ya da daha ileri gitaşıyan bir yer değildir.”
yen Michel Butor ise okurun “sayfa üzerinderek şunu söyleyebiliriz: Yagibi okur.
Kuramcı şöyle tamamde toplanmış belirtkenlerden yola çıkarak
zarın yazarken okura duyduğu
lar bu ilişkiyi: “Okurun
İdeal okur sözlük kullanmayı sever.
elindeki gerecin, yani belleğinin yardımıyİdeal okur bir kitabı kapağına bakarak
arzuyu arzularız, her yazıda
doğumunun
bedeli
yala, yeniden bir görüntü ve serüven” kurduManguel
o
t
zarın
ölümü
olacaktır.”
yargılamaz.
var olan beni-sevin’i arzularız.”
ğunu söyler. Okuru metnin tamamlayıcısı
er
b
l
A
Tomris Uyar için
İdeal okur mutsuzluğu tatmıştır.
Ernest Hemingway’in okuruna
olarak gören birçok kuramcı da var. Fakat
İdeal okur asla sabırsızlanmaz.
ise “bir okur kitlesi varsa,
sunmak istediği, Barthes’ın sökurmaca metnin yazarı ile okur arasındaki
zünü ettiği hazdır aslında: “Beİdeal okur yazınsal türlerle ilgilenmez.
edebiyat eleştirisi vardır.” Öyle ki, eleştirilişkiyi tarif etmek biraz güç. Arada bir hinim yazdığım herhangi bir şeyi sadece
menin yazardan daha çok okura ihtiyacı
Manguel’in bu ideal okur tanımı, bizde
yerarşinin olup olmadığı, yazarın durduğu
okumanın zevkine ulaşmak için okuyun.
olduğunu belirtir Uyar. 1960’lı yılların başyaygın tabir olan ve yazarlayer ve okurun konumu hep tartışılmışlarından bu yana okur-yazar
rın azlığından şikâyet ederek,
Bunun dışında ulaştıklarınız okuma eytır. Bir başka deyişle, güç kimdedir? Akşit
lemine kendi katkınız yönünde olacak.”
ikilisiyle ilgili kuramların
kimi zaman ulaşmak istedikGöktürk’e dönersek: “Bir kurmaca metnin
leri kitle olarak tanımladıklasayısının arttığını dile
anlamı, okurun kafasında, duyarlığında,
rı nitelikli okura denk düşügetiren Umberto Eco da
işinde gücünde sürer, dal buEserin tek sahibi yazar mı?
yor, denilebilir. Fakat çokça
günümüzde artık anladak salar, büyür, yaBarthes’ın bir başka tespiti ise
tan ve anlatılan kategorizikredilmesine rağmen bu
şamla yeniden yazılır.
yazarın, eserinin sonsuza dek
lerinin yanı sıra bir tarafta
okurun nitelikleri üzerine
Evet, yazın metninin
tek sahibi olarak görüldüğü,
göstergebilimsel anlatıcılar,
ortak ve kuşatıcı tanımlar
ortak yazarıdır okur.
okurun ise bu eserden yararkurmaca anlatıcılar ve başbulmak zor. Nitelikli oku(...) Bir yazın yapıtı da
lanma hakkı bulunan kişi
kaları, sözceye dönüş(türül)
ru bize tarif eden isimlerokurda yaşar ancak. (...)
sayıldığıdır: “Yazarın okur
den biri Hilmi Yavuz’dur.
müş sözcelemenin özneleri,
Yazın yapıtlarının kendi
üzerinde hak sahibi olduğu
Böyle bir okurun edebiodaklayıcılar,
üstanlatıcılar;
başlarına birer yaşamları
düşünülür; yazar okuru yaBarthes
yat beğenisine, edebiöte tarafta ise gücül okur, ideal
yoktur. Ancak okurca yapıtın belli bir anlamına doğRoland
yatla olan ilişkisine ve
okur, örnek okur, üstün okur,
şandıklarında, okurların
ru iter ve bu anlam doğal
edebiyat donanımına baoluşturulmuş okur, bilgilendibelleğinde, kafasında yaolarak iyi olan, uygun olan
rilmiş okur, arşiokur (çoğulokarak kitaplar hakkında kendisinin karar
şam kazanırlar.”
ktürk
anlamdır: Tam da bu nokAkşit Gö
kur), örtük okur, üstokur ile ilgilenilmeverdiğini söyleyen Yavuz şöyle tarif eder
Okurun bir metni natada doğru anlamın (ve bu
ye başlandığını söyler. Hem yazarın hem
onu: “Nitelikli okur, her şeyden evvel çok
sıl yorumladığı, birikimiyle
tavırda var olmayan ‘yanlış
de okurun önüne eklenen bu farklı sıfatlar
satanlar listesine bakarak kitap alan kişi
doğru orantılıdır. Öte tarafta
anlam’ın) ahlâki bir eleştirisinin gerekliliği
eleştiri anlayışlarını beraberinde getirmiştir.
değildir. Ya da plajda vakit geçirmek için
okurun ne tür ölçütlerinin olduğunu kesdoğar. Bu tavır bağlamında yazarın ne dekitap satın alan insan değildir. Daha soyut
tirmek zor, onun bir metni neden sevdiğini
mek istediği açıklanmaya çalışılırken okubir ifadeyle söylemem gerekirse, kendisinin
anlamak kolayca tarif edilecek bir alan sunrun ne anladığına hiç değinilmez.” Okuru
Manguel’in ideal okuru
dışında başka birtakım referanslara dayamaz. Fakat yazarın önce bir okur olarak bu
Okuma eylemi ve okur üzerine tanımıskalayan ve görmezden gelen yaklaşıma
narak kitap satın alan insan nitelikli okur
işe başladığını hatırlarsak, yazarın da okurlardan sonra Alberto Manguel’in “İdeal
karşın, yazarı sonsuza dek yaşatanın okudeğildir. (...) Nitelikli okur seçimi kendisi
luğun türlü aşamalarından geçtiğini söyleru olduğunu unutmamalı.
Okurun Tanımına Yönelik Notlar” başyapan kişidir.” Nitelikli okurun en ayırt ediyebiliriz. Barthes’ın tanımı kulak verilmeye
Tomris Uyar kendini okurdan üstün
lıklı denemesindeki ideal okura ilişkin
ci özelliğinin edebiyatı geçmişi ve şimdisi ile
değer: “Okur tarihi, biyografisi ve psikolojisi
gören yazarları acınası bulduğunu söyler.
cümlelere geçebiliriz:
izlemek olduğunu söyleyen Yavuz sözlerini
olmayan bir insandır; yazı’yı oluşturan tüm
İdeal okur kelimeler sayfaYazarın asıl görevi ve çabası “edebiyatın
şöyle bağlar: “‘Nitelikli’ okur, edebiyatı teizleri aynı alanda tutan biridir yalnızca.”
nın üstünde bir araya gelmegörkemli zincirlerine bir
levizyonlardan ya da gazetelerden izlemez;
den hemen önceki yazardır.
halka daha eklemek”tir.
onun bilgilenme kaynağı, daha çok, sürekli
İdeal okur yaratma anınBunun için kendini yeOkuma hazları ve okur
olarak uğradığı kitabevleridir. Ve elbette,
tiştiren yazar, Uyar’ın
dan önceki anda var olur.
Okurun birçok niteliğini sıralayan Barthes,
asıl önemlisi, ‘nitelikli’ okurun kitap satın
İdeal okur bir hikâyeyi izdeyişiyle “var olduğunu
üç tip okuma hazzından söz eder. Bunlar
almasında belirleyici olan, göz alıcı reklam
bildiği donanımlı edebiyat
lemez: Ona katılır.
okuru daha yakından tanımak için yol
kampanyaları, billboard’lar, ipe sapa gelmez
İdeal okur çevirmendir,
okuruna seslenmek ister.”
işaretleridir. İlk tip hazzı tercih eden okur
söyleşiler vs. değil, kendi edebi beğenisidir.
metni teşrih edebilir, iliği“metinle fetişist bir ilişki”ye geçer. Bir başka
O beğeni de edebiyat hayatının izlenmesinne kadar dilimler, her ardeyişle, “Sözcüklerden, bazı sözcüklerden,
Okuru yok sayan eleştiri
deki devamlılıktan kaynaklanır.”
ter
ve
damarı
izler,
sonra
sözcüklerin kimi düzenleniş biçimlerinden
Her yazar önce bir okur olarak
Enis Batur’a kulak verdiğimizde ise
da tamamen yeni, duhaz alır; metinde geniş, yalıtılmış alanlar
yola çıkmasına rağmen Bartşöyle bir nitelikli okur tarifiyle karşılaşırız:
yarlı bir varlığı ayakları
oluşur, bunların büyüsüne kapılan okur
hes, klasik eleştirinin okurla
yar
“Nitelikli okur, okumayı hayatının eksenüstüne kaldırır.
kaybolur.” İkinci okuma hazzına göre, okur
hiç ilgilenmediğini hatırlatır ve
tomris u
lerinden biri haline getirmiştir. (...) Niteİdeal
okur
tahnitçi
“öykünün olayları geciktirerek o en yüksek
şöyle devam eder: “Metin, farklı
likli okur yeniden okuyan, başka bir gözle
değildir.
noktasına varma hareketinin düzenine ait
kültürlerden gelen, birbirleriyle
bakabilmek için farklı bir kavrayış için yeİdeal okur için bütün araçlar aşinadır.
olan bir güç tarafından kitap boyunca bir
diyalog kuran, kavga eden, birbirniden aynı kitabı eline alabilen okurdur.
İdeal okur yazarın sadece sezdiğini bilir.
biçimde önden çekilir durur”. Barthes bunu
lerinin parodisini yapan çok sayıda yazıdan
(...) Nitelikli okur, okurken çapraz ilişkiler
İdeal
okur
metni
altüst
eder.
şöyle örneklendirir: “Kitap yavaş yavaş bioluşur; ancak bu çokluğun bir araya gelip
kuran okurdur. Yani okuduğu bir kitaptan
İdeal okur yazarın söylediğini olduğu gibi
ter ve zevk de bu sabırsız, öfkeli yıpranmatoplandığı bir nokta vardır ve bu nokta,
sonra onunla paralellik kurarak film seykabul etmez.
da yaşanır”. Üçüncü tip okuma hazzı ise
şimdiye kadar söylendiği gibi yazarın değil,
reden, müzik dinleyen ya da başka kitaplar
İdeal okur kitaplarını asla saymaz.
hazzın okura ulaşmasındaki serüvendir,
okurun kendisidir. Okur, bir yazı’yı oluşokuyan, ansiklopedi karıştıran okurdur.”
İdeal
okur
biriktiren
okurdur:
Bir
kiFransız kuramcı bunu da şöyle açıklar:
turan tüm alıntıların kaybolmadan kay-
11
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Nabokov’un iyi okuru
Nabokov
VladImIr
Vladimir Nabokov “ideal” ve “nitelikli” sıfatlarının yerine “iyi” demeyi
seçer okur için. Usta romancı öğrencilerine okurun on tanımının yer aldığı
bir liste vermiş ve bunlardan dört tanesini seçmelerini istemiştir. Nabokov’un on
maddesi şöyledir:
Okur, bir kitap kulübüne
üye olmalı.
Okur, kendini kitabın kahramanıyla özdeşleştirmeli.
Okur, toplumsal-ekonomik yöne dikkatini vermeli.
Okur, içinde eylem ve diyalog olan bir
hikâyeyi, olmayana tercih etmeli.
Okur, daha önceden kitabın filmini izlemiş olmalı.
Okur, yetişmekte olan bir yazar olmalı.
Okurun hayal gücü olmalı.
Okurun hafızası olmalı.
Okurun sözlüğü olmalı.
Okurun biraz sanat duygusu olmalı.
Nabokov’un aktardığına göre, öğrenciler ağırlıklı olarak duygusal özdeşleştirmeye, eyleme ve kitabın toplumsal-ekonomik
veya tarihî tarafına ağırlık verirler. Nabokov,
iyi okuru şöyle tarif eder: “Elbette, tahmin
ettiğiniz gibi, iyi bir okur hayal gücü, hafızası, sözlüğü ve biraz sanat duygusu olan
kişidir – bu duyguyu kendimde ve başkalarında, fırsatını her bulduğumda geliştirmeye niyet ediyorum.” Romancının bu tanıma
eklediği son cümle ise şu: “İyi bir okur, usta
bir okur, etkin bir okur yeniden okuyandır.”
Hermann Hesse’nin safdil okuru
Hermann Hesse, o benzersiz kitabı Öldürmeyeceksin’de okurları üç tipe ayırır. Yazarın ilk işaret ettiği safdil okuru tanıyalım:
“Böyle biri yemek yiyen kişiler gibi bir kitabı
alıp indirir gövdesine. Yalnızca alıcıdır; ister
Kızılderili romanı okuyan bir oğlan olsun
bu kişi, ister kontes romanları okuyan bir
hizmetçi, ister Schopenhauer’dan bir şey
okuyan bir üniversite öğrencisi; yiyip tıkınır, okuduğu şeyle tıka basa doldurur içini.
Bu çeşit okuyucuların kitap karşısındaki
konumu, bir kişinin diğer bir kişi karşısındaki konumu gibi değil, önündeki yemlik
karşısında bir atın konumu gibidir; hani
atın arabacı karşısındaki konumu gibidir de
diyebiliriz buna. Kitap önden gider, okuyucu da onun peşinden yürür.”
Kendinde çocuksuluktan biraz bir şeyler saklı olan ikinci tip okur ise “Ne bir kitabın konusuna, ne biçimine biricik ve en
önemli değer gözüyle bakar. Tıpkı çocuklar
gibi bilir ki, her nesne on, hatta yüz değişik anlam taşıyabilir. (...) Bu tip okuyucular atın arabacıya bağlı olması gibi, yazara
bağlı değillerdir. Kendileri sanki avcıdırlar
da avlarının izini sürerler; dolayısıyla yaza-
rın sözde özgürlüğünün öbür
yüzüne, yazarın köleliğine ve
edilginliğine ansızın bir göz
atacak fırsatı ele geçirdiler
mi, bu onları ince bir teknik
ve dil ustalığından daha çok
hayran bırakır.”
Hesse’nin üçüncü okur
tipi ise genelde “iyi” denilen okuyucuların tam
tersidir: “Öylesine kişilik
sahibi, öylesine kendi kendisi olan biridir ki,
okuduğu yapıt karşısında katıksız bir özgürlük içinde davranır. Okumasının amacı ne
kendini eğitmek ne de eğlenmektir. Dünyadaki herhangi bir nesneden farklı değildir
bir kitaptan yararlanışı; kitap kendisi için
bir çıkış noktası, uyarıcı bir nesne oluşturur.
(...) Denilebilir ki, bir çocuktan hiç kalır yanı
yoktur bu tip okuyucunun.” Hesse, üçüncü
kademedeki bu okuyucuya okuyucu demek
doğru olmaz, der zira böyle biri için okunacak tek kitap, “alfabedeki harfleri içeren
bir yaprak kâğıttır.” Goethe de tıpkı Hesse
gibi üç tür okur olduğundan söz eder: “Biri,
yargılamaksızın keyfini çıkaran; biri, keyfini çıkarmadan yargılayan; bir başkası, keyif
alırken yargılayan ve yargılarken keyif alan.
Sonuncu sınıf, hakikaten bir sanat eserini yeniden üretir; üyeleri fazla değildir.”
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
da başkalarının fikirlerini
ıbize tanıtır: Ampirik okur. Bu
düzeltmek için değil, zevk
okur “metni birçok biçimde
için okur.” Bu sıradan okuokuyabilir, üstelik ona nasıl
run biraz aceleci, hatalı ve
okuması gerektiğini belirtecek bir yasa da yoktur;
yüzeysel olduğunu aktaran
çünkü çoğunlukla bu okur
yazar daha da ileriye giderek, “Eski bir mobilya parçası
metni, metnin dışından
misali kapar şiiri. Yapısına uygelen ya da onda rastlangun ve amacına hizmet ettiği
tısal olarak uyandırdığı
o
c
E
Umberto
sürece şiiri nerede bulacağını
tutkularının bir mahfazası gibi kullanır.”
ya da şiirin özünün ne olduğunu umursamaz. Bir eleştirmen
olarak açıkları o kadar barizdir Yazarın ideal okuru
ki, ayrıca belirtmek bile gerekmez.” der.
Her yazarın mevcut bir okur kitlesi ve ideal
bir okuru olduğu söylenebilir. Yazarın bu
Örtük okur, örnek okur ve ampirik okur
mevcut kitleden öte, hem kendisi hem de
Okur tiplerine karşı kurumsal bakışları inideal okuru için masanın başına geçtiğini
celediğimizde ise Wolfgang Iser’ın “örtük
öne sürebiliriz. Öte tarafta, kimi yazarlar
okur”, Eco’nun “örnek okur” ve “ampirik
okur için yazmayı suç sayar. Mesela Borges, “İdeal okurunuz kimdir?” sorusuna,
okur” tanımlarıyla karşılaşırız. Iser’ın ve
“Birkaç yakın arkadaşım herhalde. KendiEco’nun okur tipleri, yukarıda değindiğimiz
mi saymıyorum çünkü yazdıklarımı asla
ideal, nitelikli, sıradan veya safdil okurların daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir. Iser
tekrar okumam. Yazdıklarımı okuyunca
örtük okuru şöyle tanımlıyor: “Metnin çok
sonuçta çok utanç duymaktan korkuyorum.” diye cevap verir. Borges, okurlarısayıdaki potansiyel bağlantılarını açığa çıkaracak bir okurdur. Bu bağlantılar, metnin
nı ezmek yerine onlarla işbirliği yapar ve
hammaddesini işleyen zihin tarafından yayazdıklarını sorgular. Stendhal ise ideal
ratılır, ancak metnin kendisi değildir -çünokurunu şöyle tarif eder: “Ben en fazla yüz
kü metin yalnızca cümlelerden, beyanlarokur için yazarım, hoşnut kılmak istedidan, bilgilerden, vb. oluşur... Bu etkileşimin
ğim mutsuz, cana yakın, çekici varlıklar,
metinde yeri yoktur, ancak okuma süreci
asla ahlâkçı ya da riyakâr değildirler; en
aracılığıyla gelişir. Bu süreç, metinde biçim
fazla bir iki tanesini tanıyorum.” Yazarın
verilmemiş olan, ancak o metnin niyetini
bu ideal okuru ile ilişkisine dair Nurdan
temsil eden bir şeye biçim verir.”
Gürbilek’in şu tespiti de dikkate değer:
Umberto Eco’nun örnek okuru da dik“Romancıyı hâmilerinden özgürleştiren
kat çekicidir. Metnin amacının örnek okusürecin onu yeni bir efendiye, efendilerin
ru üretmek olduğunu dile getiren Eco, onu
en sıradanına, okura bağımlı kıldığını biliyoruz. Okur-egemen bir dünyada tutuşöyle tanımlar: “Metni bir bakıma okunması tasarlanan -bu tasarı, çoğul yorumlara
nabilmek için bu hiç tanımadığı efendiyi
elverecek şekilde okunma olasılığını içerekollamak, beklentilerini kestirmek, onu
bilir- biçimde okuyan okurdur. (...) Örnek
memnun etmektedir romancı. Bir yandan
okur, metnin, işbirliğine gidecek biri olarak
kendine bir ideal okur arıyor, onu yaratmaya çalışıyordur; ama bir yandan da, maöngörmekle kalmayıp aynı zamanda yaratmaya çalıştığı bir okur tipi. (…) Örnek bir
dem satılıktır yazdıkları, madem okur beğenirse alacak, beğenmezse almayacaktır,
okur vardır ve metin bu okurların her birinden farklı bir tür işbirliği bekler.” Eco’nun
okuruyla kuracağı bağın ister istemez bir
deyişiyle örnek okur “oyunda kalmayı bilen
efendi-köle ilişkisi olacağını seziyordur.”
kimsedir.” Yazar, bir başka okur tipini de
Peki, sıradan okur kim?
Virginia Woolf’un sıradan okuruna geçelim.
Woolf, Samuel Johnson’ın The Life of Gray
adlı eserinde geçen şu cümleyi aktararak
başlar sıradan okuru tanımlamaya: “Sıradan okurla buluşmanın sevincini yaşamaktayım. Okuyucuların edebi önyargılardan,
en nihayetinde eğitimin kurnazlığından
ve dogmacılığından arınmış sağduyuları,
şairane övgülerden daha yüksek bir yere
konulmalıdır.” Woolf şöyle devam eder:
“Sıradan okur, Dr. Johnson’ın belirttiği
gibi eleştirmenlerden ve akademisyenlerden farklıdır. Bu okuyucunun aldığı eğitim
daha kalitesizdir ve doğa kendisine yetenek
bahşederken pek de cömert davranmamıştır. Okuyucu, bilgilerini paylaşmak ya
Edebiyat, iyi okurlara bağlıdır
Vırgınıa Woolf
12
Son yıllarda nitelikli okur sayısının azaldığı konusunda bir fikir birliğinden söz
edilebilir. Öte yandan bu nitelikli/ideal
okurun özelliklerini tamamen tespit etmek zor. Kurmaca bir metne hakkını veren ideal okur, bir taraftan Akşit
Göktürk’ün deyişiyle “Yazın alanında
yeni yayınları ilgiyle izler. Sevdiği bir yazarın bir yeni romanının, şiirinin, oyununun yayımlanması, olaydır yaşamında
onun. Kendi okuma deneyleriyle, beğendiği, önem verdiği kitapları dergileri alır;
ilgiyle okur.” Öte taraftan, Manguel’in
dediği gibi “iyi ya da kötü, her kitabın
ideal okuru vardır.” Yine de unutmamak
gerek: “Edebiyat ideal okurlara değil, sadece yeterince iyi okurlara bağlıdır.”
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Bence ideal okur,
Manguel’in kendisi
Sevin Okyay (Yazar-çevirmen): Bence ideal okur,
Manguel’in kendisidir. Bu
notları çevirirken de aynı
şeyi düşünmüştüm. Ama
daha ta başından, Gianni
Guadalupi ile
yazdıkları (ve
daha sonra Kutlukhan Kutlu ile
birlikte çevirdiğimiz) Hayali
Yerler Sözlüğü’nü
(Dictionary
of Imaginary
Places) okurken de aynı şey
gelmişti aklıma. Ben her
şeyden önce, ideal okur
okur, diye düşünüyorum.
Ve okudukları üstünde
düşünür. Onunla da kalmaz, okuduğunu daha iyi
anlamak için başka şeyler
Okumak bir terbiyedir
Emine Eroğlu (Timaş Genel Yayın Yönetmeni)
İdeal okur için okumak bir “seyr ü süluk”
yani “olmak yolculuğu”dur. Ona göre “olmak”
ve “okumak” aynı serüveni tanımlar.
İdeal okur “kesb ile vehb”, “ilim ve ilham”
arasındaki farkı bilir, gözetir.
İdeal okur iz sürücüdür. İrfanın, ilmin, dilin
hangi ırmaklardan gürül gürül aktığını
keşfedip tutkuyla o membalara yönelir.
İdeal okur anlamın sonsuz mertebeleri
olduğunu bilir. “Kelimelerin kalbine
indirilen manaların” çekirdekler gibi açılıp
sürpriz meyveler vereceğine inanır.
İdeal okur kitapla hayat arasındaki bağı
dilediğinde koparıp dilediğinde yeniden
inşa edebilir.
İdeal okur bulunduğu anlam katmanında
huzursuzdur. Daha derine inmek için tüm
sıkışma ve daralmalara rıza gösterir.
İdeal okur aynı metni defalarca ama her
seferinde “yeniden” okuyabilir.
İdeal okurun kaleme ve kelâma saygısı
vardır. Metin tahfif etmez.
İdeal okur her metne aynı hizadan
bakmaz. Hangi yazara teslim olacağını,
hangi kitabı didik didik edeceğini bilir.
İdeal okur için “okumak” alınması
gereken bir terbiye, öğrenilmesi gereken bir
eylemdir.
İdeal okur metne kendini katarak okur.
Hayal, tasavvur, fikir onun için iç içe geçmiş
içerisinde seyahat edilebilir âlemlerdir.
İdeal okur zengin bir dil bilgisine sahiptir.
Lügati sever. Külliyatlardan, uzun cümlelerden, terkip ve tamlamalardan korkmaz.
İdeal okur metin üzerinden yazarla
sohbet edip tartışabilir. Dirilerden çok
ölülerle arkadaşlık edebilir.
İdeal okurun sansür kaygısı olmaz
Sabri Gürses (Çevirmen): İdeal okur üç dört
yaşındadır. Daha rahme düşerken ideal okur
olmaya başlamıştır, anne babası okuyarak
vakit geçiriyorsa, sohbetlerinin en az yüzde
onu kitaplarla ya da yazılı malzemelerle ilgili oluyorsa ideal okur
da ortaya çıkmaya başlamıştır.
Sonra hem eline kitap biçiminde bir şeyler, hatta kitap biçimli
oyuncak vermeleri sayesinde,
hem de her şeyde yazılı olanı
görüp yazı biçimini ayrıştırmayı
öğrenmesi sayesinde okur olmaya
doğru ilerler. Yani ideal okur özünde dünyayı
doğal ve insani göstergeler ve nesneler diye
ayırmayı öğrenmesiyle var olur; sonuçta
okuma eylemi, dünyadaki özü biçimlendiren,
biçime kavuşturan eşyalar arasında bir ilişki
kurabilme yeteneğini içerir. Böyle bir ideal
okur, “Kolumu havaya kaldırınca neden düşmüyor?” diye sorar ya da “Taşımı özledim”
der bir yere bıraktığı taş hakkında. Bir büyük
şiirden bahsetmek, bir konuşmada savımızı kanıtlamak için okuduğumuz bir kitabı
kaynak göstererek oradan alıntı yapmak da
beğendiğimiz, sahiplendiğimiz bir
taşı özlemek gibidir. Okuduğumuz
bir kitaba ayraç koyup ertesi gün
devam ederken de güzel bir taşı
bıraktığımız yerde bulmayı umut
ederiz. Bu bağları görebilmek ideal
okurun işidir. İdeal okurun bir işareti de gittiği her şehirde kitapçıları
bulup gezmesidir, tıpkı gittiği her
evde belki okunacak bir şeyler, ama aslında
okunmuş olan bir şeyler araması gibi. İdeal
okurun sansür kaygısı, değerlerine hakaret
edilmesi kaygısı olmaz, çünkü sansürlenebilecek, hakaret olabilecek her şeyi zaten
kendi aklına yazmış, okumuştur çoktan. Tıpkı
intihali, kopyayı tanıyabildiği gibi. İdeal okur
okumamayı öğrenebilen okurdur bu yüzden.
14
de okur. Manguel, bunu
en iyi yapan kişilerden biri.
Yazarlara ve yazdıklarına
gereken ilgiyi gösteriyor.
Ve evet, “ideal okur yazınsal türlerle ilgilenmez.”
Yazılanları
türüne göre
değerlendirmeden okur.
Okuru okur
yapan da okumasıdır zaten.
Tür ayrımı
yapmadan, taraf tutmadan. Yazılandan
ötürü, yazarı da tanımaya
çalışarak... Çıkacak olan
kitabında, bir denemesindeki “yazar Vargas Llosa
/ politikacı Vargas Llosa”
mukayesesinden de bunun
için etkilendim.
Okura ağırbaşlılık daha çok yakışır
Sırma Köksal (Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni):
Bir yazar, ideal okuru
tanımlamaya başlayınca biraz da kendisinin
nasıl okunmak istediğini
anlatır. O nedenledir ki
okurun metne katılması,
alt metinleri çözümlemesi, coşkuyla okunması
beklenir okurdan. Doğru
elbette, okumanın tadı da
böyle çıkar ama bir okur
olarak bence, okumak
kimseyi değil, sadece
kendimi memnun etmek
için yaptığım bir şey
olduğundan yazarların
benden ne istediğini de,
ideal bir okur olup olmadığımı da pek umursamam. Sevdiğim metnin
içine girerim, daha
doğrusu o cin gibi benim
içime kaçar, sevmediğim
metni mecbur kalmadıkça bırakır giderim, her
yazılmış şeyi okumaya
zorlamam kendimi, ne
de olsa tek okur ben
değilim. Üstelik okuma
oburluğunu da genç
yaşlarda hoş görürüm.
Gençken kendi yazarlarınızı ararken önünüze
geleni okursunuz ama
belli bir yaştan sonra
o oburluk hoppalığa dönüşür. İdeal mi
bilmiyorum ama okura
ağırbaşlılık daha çok
yakışır. Ağırbaşlılıkla,
ince ince tadını çıkarmak iyi bir şeydir. Varsın
ideal olmayıversin. Biz
de karınca değiliz zaten.
SÖYLEŞİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Şairseniz, her şeye şair olarak bakarsınız’
Şiirimizin ustalarından Ülkü Tamer 32 yıl aradan sonra yayımladığı yeni şiirleriyle okurlarını
selamlıyor. Bir Adın Yolculuktu adlı kitapta Ülkü Tamer şiirinden aşinası olduğumuz tertemiz
Türkçeyi, lirik sıcaklığı, capcanlı imgeleri ve Anadolu topraklarının kadim sesini bulmak mümkün. Ülkü Tamer ile uzun bir sessizliğin ardından yayımladığı şiirlerini konuştuk.
BİR ADIN YOLCULUKTU, ÜLKÜ TAMER, ISLIK YAYINLARI, 88 SAYFA, 10 TL
D
ERCAN YILMAZ
oğa’yı sizin kadar yalın bir
şekilde şiire sokan az şair var
edebiyatımızda. Hayatın özünü
kavrama çabası gibi geliyor bana bu. Ne dersiniz?
Bizler doğanın bir parçasıyız. Herkes, ama
herkes bir parçasıdır doğanın. Kırlarda, ormanlarda, deniz kıyılarında yaşamaktan
söz etmiyorum elbette. Büyük kentlerde
yaşam savaşı verenler de doğayla iç içedir.
Önemli olan, doğayla bütünleşmek. Ancak
doğayla bütünleşebilirsek varlığımızı koruyabiliriz, geleceğimizi çizebiliriz. Doğanın üstünde bir varlık değildir insan. Ama
aklıyla, gücüyle onu daha iyi, daha güzel
kılabilir. Bunun bilincinde oldum hep. Yaşamımda bunu hep göz önünde tuttum.
Kendiliğinden, şiirime de yansıdı sanırım.
Önceki kitaplarınızdan birinde “Ciddi şeyler
anlatmam beklenmezdi.” demiştiniz. “Ciddi
şeyler” anlatmamaya devam ediyorsunuz ve
edeceksiniz sanki...
Kimi sanatçılar dünyayı kurtarmaya çalışırlar. Küçümsemiyorum çabalarını.
Ama, sanırım, biraz daha alçakgönüllüyüm ben. Çevremi renklendirmeye çalışıyorum. İnsan onuru için, özgürlüğü için
savaşmamaktan söz etmiyorum elbette.
Ama “ciddi şeyler anlatmak” derken “büyük sözler, şatafatlı demeçler, kısa sürede anlamlarını yitiren sloganlar”dan söz
ediyorum. İnsan, sorumluluğunu nutuk
atarak değil, fısıldayarak da dile getirebilir; belki daha da etkili olur.
Hafıza, Ülkü Tamer şiirinin başat unsurlarından biri. Şiirlerinizin altından sanki bir ‘unutuş
ırmağı’nın değil de ‘hatırlayış ırmağı’nın usulca
aktığını hissedebiliyoruz. Geçmişteki alelâde
anları bile büyülü anlara dönüştürme kudreti ya
da gayreti. Kendiliğinden olan bir durum bu. Ne
dersiniz ‘hatıralar’ hususunda?
İnsan belirli bir yaşa kadar ileriye dönük
yaşıyor; tasarılar yapıyor, hayaller kuruyor. Ama yaşlanmaya başladıkça, ister
istemez, geleceğin yerini geçmiş alıyor.
Anılar öne çıkıyor. Onları zaman zaman
başkalarıyla da paylaşıyor. Önemli olan,
senin geçmişinin başkalarının geleceğine katkı yapabilmesi.
Bir Adın Yolculuktu’yu Bachelard’ın Düşlemenin
Poetikası’yla beraber okudum. Sonuç: “Şiir, çocukluğun anayurdudur.” Çocukluk hiç bırakmıyor peşinizi...
Çocukluk elbette çok önemli. İnsanı biçimlendiren en önemli şey. Gerçekten
anayurt. Ne o benim peşimi bırakıyor,
ne de ben onun peşini bırakabiliyorum.
İkinci Yeni şiiri ile Halk şiirinin imkânlarını bir
potada buluşturmayı başaran bir şairsiniz. Bunun sırrı nedir?
‘Görmek’ duyusunun öne çıktığı şiirlerden oluşuyor Bir Adın Yolculuktu. Siz de bir anlamda
Haşim gibi derinizle yaşayan bir şairsiniz, denebilir mi?
İkinci Yeni’nin şiire getirdiği olanaklar
yadsınamaz. Bir zamanlar bu akımla
dalga geçenler bile zamanla o olanaklardan yararlanmaya başladılar. Halk
şiiri ise benim için yaşamın bir parçası.
Belki Gaziantep’te doğup büyümemin,
çocukluğumda bile o şiiri solumaya başlamamın da etkisi var bunda. İkisi bir
potada kendiliğinden birleşiyor. Halk
şiirine tutkunum diye Karacaoğlan’ın
şiirini üretemem elbet. Onun yüzyılında
yaşamıyorum. Karacaoğlan bugün var
olsaydı, o da başka bir şiir yaratırdı.
Sadece derimle değil, bedenimin tüm
organlarıyla görmeye, duymaya, söylemeye çalışıyorum.
Bir söyleşinizde şiir yazmaktan başka bir şey
düşünmediğinizi söylemiştiniz. Biraz açar mısınız bunu?
Sanatla uğraşıyorsanız başka türlü yapamazsınız. Ressamsanız, her şeyi ressam
olarak görürsünüz. Tabağınızdaki yemekten tutun, seyrettiğiniz futbol maçını bile.
Şairseniz, her şeye şair olarak bakarsınız.
Çiçeklere, geçen trenlere, grev gözcülerine, her şeye. Kaçınılmaz bir şey. Bunun
simgesi olarak Dağlarca’yı tanıdım. Sanırım, düşlerini bile şair olarak görüyordu.
Siz de Sait Faik gibi “Dünyayı güzellik kurtaracak” der gibisiniz...
Güzellik elbette çok önemli. Sait Faik,
fiziksel güzellikten söz etmiyordu elbette. İnsan onurunun, sorumluluğunun
da güzellikleri vardır. Çirkinlikleri olduğu gibi. O görünmeyen güzelliklerin
egemen olması, dünyayı da her anlamda daha güzel kılabilir.
Aşk, yine aşk, yine aşk... “Aşk gelicek cümle
eksikler biter” diyen Yunus’a selam niteliği
de taşıyor sanki bu şiirler ya da ben öyle okudum. Ne dersiniz?
Yunus ne diyorsa doğrudur.
15
Bir adı “yolculuk” olanın bir adı da “kar”... Bu
adlar biraz da Ülkü Tamer’in ‘zamir’i değil mi?
Yaşam bir yolculuktur. Okuduğunuz bir
kitap, okşadığınız bir papatya bile nice
yolculuklara taşır sizi. Yoldan geçen bir
otobüsün penceresinde gördüğünüz
ihtiyarın yüzü bir yolculuk başlatır içinizde. Benim yaşamım da yolculuklarla
örülü. O yolculuklarda görmek istediğim her şeyi görmeye çalıştım. Anlatabildiğim kadar da anlattım.
“Sessizliğin başkentinden geliyorum”, “Uykulu
geyiklerin çektiği anılardı”, “Belki bir kaplumbağa usulca götürüyor sırtında kar sesini”, “Avlu.
İkindinin anayurdu”, “Günbatımı dikenin büyük
gülü” gibi baş döndürücü dizelerin şairine sormak istiyorum: “Mana niçin kelâma sığmaz?”
Mana dev cüssesiyle daha derinlerdedir de
ondan. Ama şiir de manaya sığmıyor.
Bir Adın Yolculuktu’yu Ülkü Tamer şiiri içinde
nereye koyuyorsunuz?
Yolculuğumun son durağı şimdilik. Dilerim “şimdilik”tir. Başka yolculukların
başka ürünleri de olsun istiyorum.
ŞİİR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Dünya şiirine Hilmi Yavuz’la yolculuk
Hilmi Yavuz’un farklı şairlerden yaptığı çeviriler Bu Gece En Hüzünlü
Şiirleri Yazabilirim adlı kitapta toplandı. Anna Ahmatova’dan
Guillaume Apollinaire’e, W. H. Auden’dan René Char’a, Pablo
Neruda’dan Ezra Pound’a, dünya şiirinde haz dolu bir yolculuk...
BU GECE EN HÜZÜNLÜ ŞİİRLERİ YAZABİLİRİM, HİLMİ YAVUZ, MESERRET YAYINLARI, 92 SAYFA, 9,80 TL
Y
V. B. BAYRIL
ıllar önce. Bir arkadaşım
Octavio Paz’dan şiir çeviriyor. Kenarından ben de
bulaşıyorum. Bulutsu bazı
dizeler, bazı ifadeler beliriyor. Türkçesi
yok. Çevirsen de olmuyor. O zaman gözümüzü karartıp, bir dize için yirmi-yirmi
beş değişke oluşturup içlerinden dilimize en çok sinenleri kullanarak ‘yeniden
yazıyor/söylüyoruz’. Türkçede bu ancak
böyle söylenir ya da söylenebilir diyerek.
Paz’dan çevrilen en güzel şiir kitabı diye
de anılıyor hâlâ, yıllardır!.. Hilmi Yavuz
da bu işin böyle yapılabileceğini söylüyor
zaten, yeniden ve Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim adıyla yayımlanan çeviri
şiirler toplamında: “Şiir çevirisi gerçekten
‘zor zanaat’tır. Bense öteden beri, şiirin
çevrilemeyeceğini, çevrilirse onun ‘başka
bir şiir’ olacağını düşünmüşümdür.”
Pablo Neruda’nın 70’li yıllarda
Türkiye’de çok ünlü olan, birçok posterde yer alan “Buğdayın Türküsü”nü ben
daha ortaokul yıllarımdan biliyorum. Ne
güzel söylemiş Neruda, derdim içimden.
Bu ünlü dizeleri elbette Türkçe söylemediğini de bilirdim ama kimin çevirdiğini bir zahmet o posterleri yapanlar
yazmazlardı. Sonradan öğrenmiştim bu
çevirinin Hilmi Yavuz tarafından yapıldığını. Neyse ki ilahi ve şiirsel adalet tecelli etti! Yıllar sonra bu Neruda çevirileri
için Hilmi Yavuz’a Şili Cumhurbaşkanlığı Özel Şeref Madalyası verildi (2004).
Dünya şiirinde bir yolculuk
Anna Ahmatova’dan kalkıp Apollinaire’e,
Auden üzerinden Char’a, Desnos’tan
yola çıkıp Jimenez, Lorca ve MacCaig’e,
Michaux’dan Neruda’ya ulaşan; Pound’a,
Maulberley, Parra ve Quasimodo’ya uğrayan bir yolculuk Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri
Yazabilirim. Türkçenin başka diller, başka
uygarlıklar, başka iklimler içinde gezinmesi, Hilmi Yavuz haline bürünüp ‘dünyada
oluş’u farklı şairlerin dillerinden süzerek
bizim şiir dünyamıza taşıması diye de tanımlayabiliriz bu çeviriler toplamını.
Kitabın ilk ve ikinci basımı için yazdığı önsözlerde Hilmi Yavuz her zamanki
zihin açıcılığıyla sesleniyor okura. Önemli
bir tespiti, birkaç istisna dışında Türkçe şiir
çevirisinde şairlerin baskın olduğudur. Yabancı şairlerin böyle bir şansı vardır Türk
şiirinde (Baudelaire’i Tarancı ve Dıranas,
Heine’yi Necatigil çevirir mesela). Hepsi
hedef dillerinde en azından şairlerin muhatabı olmuşlardır. Hatta kimi şairler ve
Hilmi Yavuz
rildiğini, bu çevirinin Tercüme dergisinin
9. sayısında yayımlandığını söylediğimde
daha da çok şaşırdı idi. Üstelik, Oruç’unki Türkçede ikinci ‘Sancaktar’ çevirisi de
değildi: Vural Ülkü’nün de bir ‘Sancaktar’
çevirisi vardı; -o da, Tercüme dergisinin
83. sayısında yayımlanmıştı.”
Şiirlerin çevirisinde göz önünde tuttuğu yöntemi, karma bir yöntem olarak tarif
ediyor Hilmi Yavuz: “Çevirilerde yerine
göre davrandım. Bazılarında ‘çeviri’yi,
bazılarındaysa ‘Türkçe söylemeyi’ yeğledim. Desnos ya da Jimenez’in çeviriye,
Prevert’inse Türkçe söylemeye yatkın olduklarını ayrımsadım... Demem o ki, çeviri işine önyargısız giriştim hep, Türkçeye
nasıl geldiyse öyle yapmaya çalıştım.”
Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim
sadece bir çeviri derlemesi değil, aynı zamanda büyük bir şairin, başka şairler ve
diller üzerinden kendi anadiline nasıl baktığını, onu nasıl işlediğini de göstermesi
açısından önemli bir tanıklık, bir belge.
Elbette, enfes bir şiirsel hazzın eşliğinde!
şiirler o kadar şanslıdır ki, Türkçe çevirileri
orijinalinden daha güzel hale gelmiş, daha
yüksek bir yere çıkmıştır sanatsal olarak.
Mesela, Orhan Veli’nin Aragon’dan çevirdiği “Elsa’nın Gözleri” ile Melih Cevdet’in
Poe’dan yaptığı “Annabel Lee” çevirisini
bu sınıfa koyuyor Hilmi Yavuz.
Önsözde bir başka saptama ise Türkçede hâlâ bir çeviri şiirler kaynakçasının
bulunmadığıdır. Hilmi Yavuz, “Bir şiir
çeviri kaynakçasının olmayışı, karşılaştırmalı şiir çevirilerinin yapılabilmesine
imkân vermiyor. Ama sorun, sadece bu
değil! Çevirmen de çevirmekte olduğu
şiirin, daha önce çevrilip çevrilmediğini,
çevrildiyse kaç kez çevrildiğini bilebilmek
imkânına sahip olamıyor.” dedikten sonra
bu konuda yaşadığı bir örneği şöyle aktarıyor: “Rilke’nin ‘Sancaktar’ını Almancadan dilimize çeviren Oruç Aruoba’ya, bu
şiirin daha önce, hem de 1940’lı yıllarda
çevrildiğini söylediğimde çok şaşırdığını
hatırlıyorum. ‘Sancaktar’ın kendisinden
çok önce, Sabahattin Ali tarafından çev-
16
Görünüm
Robert Desnos
Çeviri: Hilmi Yavuz
Eskiden de sevgiler düşlerdim ben şimdi de
Oysa aşk değil artık bir tutam gül ve leylak
Ağır kokularıyla ormanı kaplayarak
Yangınlar var dönüşsüz yolların bitiminde
Eskiden de sevgiler düşlerdim ben şimdi de
Oysa aşk değil artık kulede ateş yakan,
O yitik fırtına, bozguncu, ışık tutan
Kuytu ayrılıkların avlusuna, şimşekle
Taşların sıcaklığı vurur bileklerime
Bildik hiçbir sözlükte bulunmayan kelime
Denizlerde köpüktür, gökte buluttur dedim
Yaşlanınca sertleşir her şey, ışıkla dolar
İpler düğümsüzleşir, adsızlaşır bulvarlar
Ben de onlarla birlik, yavaşça taş kesildim
ŞİİR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Her şey ayartabilir şairi
W. B. Yeats’in seçme şiirlerinden oluşan Her Şey Ayartabilir Beni, yeni
basımıyla raflarda. Kitaptaki şiirler, dünyanın çeşitli ülkelerinin şairlerinden çeviriler yaparak onları ülkemizde tanıtan ve şiirimizin gelişimine katkı sağlayan Cevat Çapan tarafından Türkçeye kazandırıldı.
HER ŞEY AYARTABİLİR BENİ, W. B. YEATS, ÇEV.: CEVAT ÇAPAN, SÖZCÜKLER YAYINLARI, 104 SAYFA, 10 TL
Ç
GONCA ÖZMEN
in’den Peru’ya, dünyanın çeşitli ülkelerinin
şairlerinden çeviriler yaparak onları ülkemizde
tanıtan ve şiirimizin gelişimine büyük
katkı sağlayan Cevat Çapan’ın çeviri
şiir kitaplarından birinin yeni basımı
yapıldı: W. B. Yeats’in seçme şiirlerinden
oluşan Her Şey Ayartabilir Beni. Kitapta, şairin yirmi altı şiiri İngilizce asıllarıyla birlikte yer alıyor. Şiir çevirisi, iyi
derecede yabancı dil bilmenin yanı sıra
anadilin incelik ve olanaklarını yetkin
bir biçimde kullanabilme yeteneği ile
tür bilgisi de gerektirir. Bu nedenle, çeviri şiir kitaplarında özgün metinlerin
de bulunması oldukça önemli. Üstelik
Çapan gibi, yıllarını bu uğraşa adamış
usta bir çevirmenin bu tür kitapları, şiir
çevirenler için daha da değerli bence.
Neredeyse bir okul…
20. yüzyıl İrlanda edebiyatının büyük şairlerinden, Ezra Pound’un “ciddiye alınacak tek şair” olarak gördüğü
Yeats, 1923’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü
almıştı. İngiltere’ye karşı, İrlanda’nın
bağımsızlığını kazanması için ulusal
ve kültürel kimlik bilincinin gelişmesi
gerektiğini düşünen şair, âşık olduğu
Maud Gonne’un da etkisiyle İrlanda
Bağımsızlık Hareketi’ni desteklemiştir. Aynı zamanda bir oyun yazarı olan
Yeats, Ulusal İrlanda Tiyatrosu’nun
kurucuları arasında yer alır. Şiirlerinde ve oyunlarında İrlanda mitolojisi ve
folklorundan, masallardan yararlanır.
Simgeci bir şair
Özellikle son dönem şiirlerinde, içinde
yaşadığı çağın ve toplumun sorunlarını
dile getiren şair, ünlü şiirlerinden “1916
Paskalya Ayaklanması”nda, Dublin’deki
başkaldırıyı şiirleştirir. Çağın kargaşasını, savaşı, yok olan değerleri, artan suç
ve kötülüğü “Coole Park ve Ballylee,
1931”, “İkinci Geliş”, “Bizans’a Yolculuk” gibi şiirlerinde çarpıcı bir şekilde
dillendirir. Örnek mi? İşte: “Her şey yıkılıyor, bel vermiş ortadirek; / Kargaşalık
salınmış yeryüzüne, / Yükseliyor kana
bulanmış sular, ve her yerde / Sulara gömülüyor suçsuzluğun töreni; / İyiler her
türlü inançtan yoksun, / Oysa yoğun bir
tutkuyla esrik kötüler.” Simgeci bir şair
olan Yeats, gençlik döneminde romantik şiirler yazmış; mitolojiyle, mistisizmle yakından ilgilenmiştir. Ona göre su,
“yaratılmış ruh”tur örneğin. Mistisizme
ilgisi, onu Hint felsefesini incelemeye
yöneltir. Kapitalizme, doğadan kopuşa
ve kentsel yaşama, yoz kültürel değişime tepkisini; mitolojiye, çocukluk ve
gençlik yıllarına, mistisizme yönelerek
ortaya koyar.
Çoğu şiirinde, kendinden, yakınlarının ve dostlarının yaşamlarından da
söz eden Yeats, yaşlılığın getirdiği hüzün ve karamsarlığa da sıkça değinir.
Kitaptaki şiirlerden birinde şöyle der:
“Değersiz bir şeydir kocamış insan,/ Sırığa geçirilmiş bir paçavra…”
Yeats’in geleneksel biçimlerle yazdığı şiirlerinin öncelikli özelliği, simgesellik ve yalınlıktır. Şairanelikten,
gereksiz sıfatlarla süslü betimlemeler
yapmaktan uzak duran şair, anlatımında fiillere ağırlık verir. Yeats’in
yalınlığını, lirizmini, iç ses uyumu ve
uyaklarla sağladığı ritim ve ezgiselliği
çeviride de görüyoruz. Ritme ve tonlamaya, iç ve dize sonu uyaklarına bile titizlikle dikkat edilmiş. Örneğin “song”
sözcüğü birkaç yerde “şarkı”, kimi yerlerde de “türkü” olarak çevrilmiş. Şiirler, bir ikisi dışında benzer biçimlerle,
dize sayıları ve kümelenmelerine, uyak
düzenlerine uyularak aktarılmış. Uyak
tutturmak adına doldurma sözcüklere,
zorlamalara başvurulmamış.
Türkçenin tadını duyuran çeviri
Cevat Çapan, Türkçenin en ince ayrıntılarını, en güzel olanaklarını bilen
ve ustaca kullanan bir çevirmen olarak
çevirisinde okuru hiç yadırgatmıyor.
Rahatsız edici bir çeviri kokusu yaymıyor şiirler. Öz Türkçe bir dille gerçekleştirilen çeviride, “yüreği ağzında”, “kılıç
kında beklercesine”, “gönlümü çelen”
gibi deyim ve tamlamalarla; “bir peni”
yerine “metelik”, “although” yerine “gel
gör ki” benzeri karşılıklarla Türkçenin
tadı duyurulmuş.
Her Şey Ayartabilir Beni, özenli bir
çeviri ve “çırak” yerine “çorak”, “ama”
yerine “ana” yazılması gibi bir iki dizgi yanlışı dışında puntosuyla, sayfa
düzeniyle güzel bir baskı. Kitaba verilen ad da şairler için oldukça uygun;
çünkü şairi her şey esinleyip ayartabilir ve her şey şiire konu olabilir. Sözcükler Yayınları’ndan çıkan kitap için,
şiir kitaplarının çok az sattığı ülkemizde, hem de çeviri şiir yayımlayan
yayıncıları da kutlamak gerek. W. B.
Yeats’in Her Şey Ayartabilir Beni’si, içimizdeki “şiir hayvanı”nı kış uykusundan uyandıracak kitaplardan biri.
17
ÖYKÜ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Aralıkta açan öyküler
Amerikan edebiyatının önemli isimlerinden, öykücü George
Saunders, Pastoralya adlı kitabının ardından şimdi de Aralığın Onu
ile Türkçede. Kitapta hayatın yanlışlığına işaret eden, bakışımızı
görünmeyen acılara, kırılmışlıklara, yalnızlıklara çeviren öyküler var.
ARALIĞIN ONU, GEORGE SAUNDERS, ÇEV.: NİRAN ELÇİ, DELİDOLU, 248 SAYFA, 18 TL
B
zısında “Semplika Kız Günlükleri” adlı
öykünün on iki yıldan uzun sürede yazıldığını söylüyor. “Sayıyla kazanan roman” için fazla olan bir zamanı George
Saunders, günlük biçiminde olduğu için
görece daha kolay yazılabileceğini düşündüğümüz ve elli beş sayfa süren bir
öyküde anlatıyor. Yazar, “Semplika Kız
Günlükleri”nin yazılma süreci hakkında ise şöyle diyor: “Daha en baştan bir
hikâyenin anlamı ve mantığı oldukça
açık görünür ama sonra, hikâyeyi yazarken anlamı, mantığı çok iyi bildiğimi fark
ederim, bu da okuyucunun da bileceği
anlamına gelir ve bu yüzden etkiyi artırmam gerekir… Bu tür tematik güçlükler,
en azından benim için, ancak hikâye satır
satır ilerlerken yanıtlanabilir, yani sonra
ne olacağını ve hangi dilde aktarılacağını
çözmeye çalışırken. Bu yüzden o adamı,
iç çamaşırı içinde, aynı duygular içinde
pencereye getirmeye çalışarak hikâyeye
başladım.” “Aralığın Onu” adlı öyküde
ise ölüm ve yaşam eşiğinde yolları kesişen
bir çocukla, elli üç yaşındaki hasta adamın hikâyesi aslında hayatlarımızın nasıl
iç içe geçtiğinin, hiçbirimizin yalıtılmış
duvarlar ardında yaşamadığımızın tarifi.
MEHMET TUNÇ
azı yazarlar vardır,
bir türün içinden eser
vermekle
yetinmez,
onun damarlarında taze
bir kan gibi dolaşmaya başlar ve adeta
o yazın türünü yenilerler. Alice Munro,
böyle yazarlardan biri olarak edebiyat
dünyasını selamladı. Öykünün kadim
anlatım olanaklarıyla çok da oynamadan bugünün dünyasını kendi ışığı ve
rengiyle öykü katına ustalıkla taşımayı
başardı ve “ara tür” tartışmalarını boşa
çıkararak Nobel’e kadar uzandı. Nobel’in
bir türü değil yapıtı ya da yazarı gözettiği şeklindeki yaklaşımı hesaba katsak da
sonuçta ödüle değer görülen yapıtlar öykü
kitaplarıydı ve ödülü bir öykücü almıştı.
Munro’nun, Nobel Edebiyat Ödülü’nü
aldıktan sonra dilimize çevrilen kitaplarına baktığımızda aslında büyük bir yazarı geç tanıdığımızı da fark ettik. Munro örneği üzerinden bir başka önemli
öykücüye, George Saunders’a varmak
istedim. Çünkü birçok değerlendirmede
bu iki yazarın ismi birlikte anılıyor. Öyle
ki Alice Munro’nun Nobel’i almasından
sonra Saunders’a kısa öykülerin en sonunda hak ettiği ilgiyi görmeye başlayıp
başlamadığı sorulduğunda yazar, “Bu iyi
bir zamanlamaya benziyor ancak ben
1970’lerden beri öykü yazıyorum ve bu
bir kadın dergisinin ‘kırmızı renk geri
dönüyor’ demesi ve aslında onun hiçbir
zaman bir yere gitmemiş olması gibi.”
diye cevap vermişti. 2007’de basılan ve
baskısı tükenmiş olan Pastoralya’dan
sonra Saunders şimdi de Aralığın Onu
adlı kitabıyla Türkçede. Munro’nun geleneksel çizgiye bağlılığından farklı
olarak Saunders’ın biçimde, dilde, anlatımda, teknikte yenilik ve arayış peşinde olduğunu belirtmem gerekiyor.
Sahte fonların gerisindekiler
George Saunders, Aralığın Onu’nda yer
alan öykülerde okuru sıcak bir atmosfer ve kendinden hoşnut kahramanlarla karşılamıyor. Enerjisi hiç düşmeyen
hiciv diliyle her geçen gün biraz daha
“mekanikleşen” bir dünyanın basit “otomatına” dönüşen insanın yaralarına ve
içinden geçtiğimiz hayatın yanlışlığına
işaret ediyor. Bakışımızı, sahte bir fonun
önünde, ancak bir flaşlık gülümsemeyle
bakan fotoğraflardaki yüzlerin gerisinde
duran acıya, kırılmışlığa, yalnızlığa, zavallılığa, incinmişliğe yöneltiyor. Bugünün hayatı, sunduğu zengin olanakların
“Carver’ı taklit ediyordum”
George Saunders
yanında bir dizi yeni ve tanımlanmamış
sorunu da önümüze bırakıyor. Hayatın
ipliklerini birbirinden ayırıp incelttikçe
aslında onun karşısında daha savunmasız düşüyoruz. Sorun olarak tanımladığımız yeni durumlar, belki de hayatın
olağan akış durakları. İnsan, bu durumlar karşısında çaresizleştikçe üzerindeki
tahakküm aygıtlarının ağırlığını daha
derinden hissediyor.
Saunders, “Örümcek Kafasından Kaçış” öyküsünde kurduğu hapishane ortamı ve anlatıcı mahkûm Jeef üzerinden,
yaşanması zor bir gelecek öngörüsünde
bulunuyor. Duyguların serumla kontrol
edilebildiği öyküde, aşk bile serumun
etkisiyle devam eden ya da bitirilen bir
olgu. Öykünün sonunda intihar eden
Jeef bu sistematik, kurulu düzende insan
kalmanın bedelini ödeyen bir kahraman
olarak karşımıza çıkıyor. Birçok öyküde
kahramanların sakatlanmış çocukluk
evrelerini görüyoruz. Çünkü ailelerinin
“projeleri”, “yatırımları” olarak hayata
karışıyorlar. “Zafer Turu” adlı öyküde
Boris’i öldüren Kyle’a annesi, “Sana ne
kadar yatırım yaptığımızı düşün.” diye
seslenir. İç içe öykü tekniğini oldukça başarılı bir şekilde işleyen Saunders, aynı
öyküde birkaç farklı hayatı koşut bir düzlemde anlatıyor. Öykünün asıl yönelimi
Boris’in Alison’ı kaçırması üzerine kuruluyken, arka düzlemde Kyle’ın hikâyesi
daha kısık bir sesle ve oldukça etkileyici
bir ustalıkla öyküye eklemleniyor.
Joel Lovell, kitaba yazdığı giriş ya-
18
George Saunders’tan bir yazarın en çileli
yolculuğu olan kendi sesini bulma arayışına ve içinden geldiği gelenekle kurması
gereken bağa ilişkin şu sözleri okuyoruz:
“Hemingway’den sıkılırsam Carver’ı
taklit ediyordum, sonra Babel’i taklit
etmeye dönüyordum. Bazen Babel’in
Teksas’ta yazacağı şekilde yazıyordum.
Bazen Carver, benim gibi Sumatra’nın
petrol sahasında çalışsaydı nasıl yazardı
diye hayal edip öyle yazıyordum. Bazen
de Hemingway’in Syracuse’da yaşadığını
düşünüp o şekilde yazmaya çalışıyordum
ve bu bana Carver’ı hatırlatıyordu.” Saunders, “Ona büyük bir hayranlık duyuyordum.” dediği David Foster Wallace
ile kendi öyküleri arasındaki benzerlikler
üzerine ise şöyle diyor: “Biz iki ayrı madenci ekibi gibiyiz, aynı noktayı farklı
açılardan kazıyoruz.”
Saunders’ın ritmi yüksek, devinimi hızlı kısa cümleleriyle soluk soluğa
okunan öyküleri okuru felce uğratmayı başarıyor. 2014 Folio Ödülü’nü alan
Aralığın Onu’ndaki öyküler, adeta hayatla aramıza giriyor, bizi bir süreliğine de olsa ondan koparıyor: “Öykü, bir
kez daha nakavtla kazanıyor.”
Saunders’ın çağırdığı yerden görünen
hayat, kendisi karşısında kaybetmiştir.
İNCELEME
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Shakespeare’i okumak
Dilimizdeki en önemli Shakespeare incelemelerinden, Mina Urgan’ın
Shakespeare ve Hamlet adlı çalışması, ilk basımından yıllar sonra yeniden
yayımlandı. Edebiyat tarihinin gelmiş geçmiş en büyük fenomenlerinden
birinin külliyatını tanımak için önemli bir kaynak kitap.
SHAKESPEARE VE HAMLET, MİNA URGAN, YKY, 496 SAYFA, 34 TL
W
EMRAH
PELVANOĞLU
illiam Shakespeare
(1564-1616). Bu ismin
edebiyat tarihinin gelmiş geçmiş en büyük fenomenlerinden
biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İçinden “büyük”, “en önemli”, “ilk” gibi
sıfatlar geçen cümlelerin güvenilmezliği,
mevzu Shakespeare olunca yerini büyük
bir gönül rahatlığına, nadir rastlanan bir
mucizenin sakınımsız hayranlığına bırakır. Shakespeare’in biz modernler için bu
kadar evrensel, önemli ve göz kamaştırıcı
olması, sözünün egzotik şiirselliğinin yanı
sıra erken modern dönemin en bereketli
eşiğinden tüm zamanlara seslenebilmesi
ile de ilgilidir. Aynı eşikte duran Cervantes
(1547-1616) de Don Quijote (1605 ve 1615)
ile benzer bir örnek sunar ancak bu zamansız ironi; Macbeht, Iago ya da Hamlet’in
biz modernler için gayet ezoterik olan tekinsizliğinden çok uzaktır. Bu yüzdendir
ki Shakespeare’in 34 oyunu arasında özellikle dört büyük tragedyasının (muhtemel
tarih sırasına göre Hamlet (1601-02), Othello
(1604), Kral Lear (1604-05), Macbeth (160506)) ayrı bir yeri vardır. Jale Parla’nın da dediği gibi Shakespeare, 400 yıl öncesinden
modern okuru haber verir.
Mina Urgan ise çok değerli kitabı Shakespeare ve Hamlet’in “sunuş” yazısında
onun evrenselliğini, ömrünün sonuna
kadar bağlı kaldığı hümanist düşünce bağlamında değerlendirir. Mina Urgan’a göre
Shakespeare “insan gerçeğini, insan olmanın onurunu bize anlatarak, en çapraşık
düşünceleri ve duyguları kavramamıza,
yaşadığımız dünyanın, çevremizdeki kişilerin ve onlarla olan ilişkilerimizin gizlerini
en olumlu biçimde çözmemize yardımcı
olmuştur”. Yeni tarihselciğin önde gelen
ismi Stephen Greenblatt, 2004 tarihli çalışması Shakespeare Olmak’ta (Will in the
World: How Shakespeare Became Shakespeare), bu evrensel fenomenin arkasında
bıraktığı biyografik kayıtların sıkıcılığı ile
sanatının çekiciliği arasındaki boşluğa
dikkati çeker: “Evrensel çekiciliğe sahip
edebi eserler ile dönemin sıkıcı bürokratik
kayıtlarına izlerini bırakmış özel bir yaşam
arasında açık bir bağlantı kurmayı sağlayacak o tip bir belge, bugünlere ulaşmadı.
Söz konusu külliyat öylesine şaşırtıcı, öylesine parlak ki bir ölümlünün, hele mütevazı
eğitim görmüş taşra kökenli bir ölümlünün
değil de, tanrının işi sanki”. Bu büyük boşluğa rağmen Greenblatt çalışması boyunca
Shakespeare’in külliyatını onun biyogra-
bu metinleri daha yakından tanıyabilmemiz için bize yol gösterir.
Yakın okumalar
William Shakespeare (1564-1616)
onun soneleri ve biyografisi arasında
yapılan paralel okumaları geniş bir şekilde aktarır, önemli ikincil kaynaklardan tartışmalı yorumları özetler. Evet,
Elizabeth dönemi tiyatro ve sahne anlayışının, yine önemli ikincil kaynaklara
dayanarak genel bir tasvirini sunar ve
Shakespeare’in hissedarı olduğu Globe
Tiyatrosu’nun içinde yer aldığı rekabetçi
dünyanın oyun tercihlerine olan etkisini
anlatır. Ve evet, Shakespeare’in hemen
hiçbiri özgün olmayan oyunlarının kaynaklarını ve ilk baskıların güvenilirliğine
dair bilgileri serimleyerek, Shakespeare
etrafında her daim şekillenen gizemin
nedenlerini gösterir. Ancak, kitabın kabaca ilk seksen sayfasını kapsayan bu
bölümlerde Urgan, hakkında yeterince
bilgi sahibi olmadığımız bu yazar figürünün ortadaki harikulâde metinlerin önüne geçecek şekilde değerlendirilmesine
açıkça karşı çıkar. Onun için Shakespeare külliyatı, hümanist kültür mirasının
en değerli parçasıdır ve Shakespeare ve
Hamlet boyunca sadık bir okuru olduğu
fisinin içinden geçirerek bu şaşırtıcı dehanın tarihselleştirilebilmesi için mümkün
olan bütün imkânları kullanır. Ancak
Shakespeare’in şaşırtıcılığı tam da “açık ya
da mantıksal bir sanatsal gelişim örüntüsünün yokluğu[nda]”, Aristocu tür kuramına karşı gösterdiği sınırsız pervasızlıktadır.
Roman denilen yeniyetme anlatı türü işte
bu pervasızlığı sayesinde türleri kaynaştırarak (Auerbach gibi söylersek) “gündelik
olanın ciddiyetle taklidi”ni yaparak biz
modern okurların hikâye dünyasında sarsılmaz bir hegemonya kuracaktır.
Tarihsel bir mesele olarak Shakespeare
İlk baskısı otuz yıl evvel yapılan Shakespeare ve Hamlet’te Mina Urgan,
Greenblatt’in çok önemli bir örneğini
sunduğu tarihselci yaklaşıma olabildiğince mesafeli durur. Evet, giriş bölümleri olarak da değerlendirilebilecek
ilk dört başlıkta Shakespeare’i öncelikle
tarihsel bir mesele olarak ele alır Urgan.
Genel hatları ile biyografisini ve biyografisi etrafındaki tartışmaları aktarır. Evet,
19
Mina Urgan, sunuş yazısında da belirttiği
gibi kitabın yaklaşık üçte birlik malzemesini daha önce İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları’ndan çıkan Shakespeare
I ve Shakespeare II başlıklı kitaplarından
almış. Yukarıda da bahsettiğim giriş nitelikli dört bölümden sonra tek tek oyunların
yakın okumalarına geçer Urgan. Oyunları
tasnif ederken 1623 tarihli “Birinci Folio”yu
takip eden genel sınıflandırmaya uyar ve
ilk olarak Shakespeare’in komedyalarını
ele alır. “İlk Dönem” ve “Olgunluk Dönemi” başlıkları altında ayırdığı komedyaların gösterdiği çeşitliliği vurgulayan
Urgan, Shakespeare’in ilk oyunlarının söz
cambazlığına dayalı kaba fars karakterinin
ağır basmasına karşın, Venedik Taciri, On
İkinci Gece gibi olgunluk dönemi oyunlarında sözcelemedeki yorucu yan anlam
yoğunluğunu büyük oranda terk edip, bir
çeşit tür sentezine ulaştığını belirtir. Takip
eden sınıflama “Shakespeare’in İngiliz
Tarihi ile İlgili Oyunları”dır. Bu bağlamda yer alan yedi oyun Mina Urgan’a göre
Shakespeare’in yurtsever dünya görüşünü
ortaya koyduğu ziyadesiyle politik anlatılardır. Merkezinde Tanrı’nın yeryüzündeki
temsilcisi olan “kral”ın yer aldığı keskin bir
ortaçağ hiyerarşisi bu oyunların başat gerilimini sağlar çünkü Shakespeare bütün bu
oyunlarda isyan ve itaatsizliğin doğurduğu
kargaşa ve savaşları ele alır. Nispeten istikrarlı bir dönem olan Elizabeth’in saltanat
yıllarında bu oyunlar hem kaosa karşı statükoyu savunur hem de istikrarın hükümdardan çok ülkenin salahiyeti için elzem
olduğu bilgisini taşır.
Mina Urgan bir sonraki başlıkta
“Shakespeare’in Tragedyaları”nı değerlendirir. Titus Andronicus, Romeo ve Juliet, Othello, Kral Lear ve Macbeth’in yakın okumalarının yapıldığı bu bölümde Hamlet,
kitabın sonunda geniş bir şekilde ayrıca
değerlendirildiği için yer almaz. Urgan,
“Eski Yunanistan ve Roma Tarihi ile İlgili
Oyunlar”ını takiben, “Shakespeare’in Son
Oyunları”nı da serimleyip “Hamlet” bölümüne geçer. Yaklaşık 150 sayfalık bu bölümde Urgan, kitap boyunca izlediği yöntemsel örüntüyü takip ederek gerçekten
doyurucu bir Hamlet okuması ortaya koyduktan sonra yapıtını sonlandırır. Shakespeare ve Hamlet, bu olağanüstü külliyatı daha
yakından tanımak isteyenler için önemli bir
fırsat. İlgilenenlere duyurulur.
SÖYLEŞİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Nasıl yazmam gerektiğini anlamam zaman aldı’
Amerikalı yazar Rachel Kushner, ikinci romanı Alev Püskürtenler’le ilk kez Türk okurlarıyla buluşuyor. Suat
Ertüzün’ün dilimize kazandırdığı romanında yazar, üniversiteden sonra motosikletle çıktığı yolculuklardaki
deneyimlerine ve sanatla siyaset hakkındaki görüşlerine de yer veriyor. Yazarın 2008 yılında yayımlanan
ilk romanı Telex from Cuba (Küba’dan Teleks) Amerika’da yazarı üne kavuşturmuştu. Alev Püskürtenler ise
önemli eleştirmenlerden övgüler aldı. Yazarla yeni romanı ve yazma süreci hakkında konuştuk.
ALEV PÜSKÜRTENLER, RACHEL KUSHNER, ÇEV.: SUAT ERTÜZÜN, CAN YAYINLARI, 504 SAYFA, 33,50 TL
fotoğraf: Cormac Kınsella
O
BAŞAK BİNGÖL
kuru romana hazırlayan, yönlendiren bir ad “Alev Püskürtenler”.
Konusuna ilişkin pek çok tanım yapılabilir ama bunlardan öte bir isyan romanı olarak
nitelendirilebilir mi kitabınız?
Romanın adı yazdıktan sonra konuldu. Aslında kendim de bulmadım ama bu ad duyar duymaz hoşuma gitti. Güçlü, eyvallahı
olmayan, özgün bir ad. Bütün adlar okuru
bir şekilde yönlendirir elbette. Romanın
adını bir yana bırakırsak, evet romanımı
bir isyan kitabı olarak görüyorum. Böyle
düşünen başkaları da oldu, ki bu da benim
için epey anlamlı. Bizim özneler olarak kaderimizle, dünyanın durumuyla, geç kapitalizmle kısmen ilişkili ama tartışmalı da
görünmeyen bir kitap yazmamız çok zorlu
bir iş. Kitap elbette bir siyasal düşünce kitabı değil, sanat eseri işlevi görmek üzere
yazıldı. Ama siyaset, şehirler, ayaklanma,
isyan temalarını işliyor. Bununla birlikte,
“alev püskürten” sözünü sadece askeri ya
da şiddet içeren bir çerçeveyle değil; ateşli,
etki bırakmak için retoriğe başvuran insanlarla da özdeşleştiriyorum, bir insan giyim
tarzıyla bile bir “alev püskürten” olabilir.
Kışkırtıcı davranış, görünüş, eylemler çeşitli biçimlerde ve ölçülerde, hem doğrudan
hem sembolik olarak ortaya çıkabilir.
geleneği içinde gerçektir) kurtarmış bir roman yazmak istedim. Reno hakkındaki yorumunuza dönersem, Reno da keşfetme isteği, bir tür düşünceler ve enerji dünyasıyla
bütünleşme arzusu olan bütün gençler gibi
evsiz. Evde olması için Nevada’da kalması gerekirdi. Bağları olmadan, arzularına,
umutlarına göre sürüklenmek bir tür cesaret ve tutku işidir. Bunu kendimle, kendi
gençliğimle de özdeşleştiriyorum. Postmodern geleneğeyse belki zaman ve kopuşlar
açısından bağlanabilir romanım. Kitap
muhtemelen insanlara bugün kendi hayatlarıyla ilgili bir şeyler söylüyor. 1970’lerle
sadece kısmen ilişkili.
Romanda bir gelgit de yaşıyor okur aslında. Bir yandan gerçeğin dokunuşu bir yandan da mistik bir alan
var sanki.
Romanda mistik bir alan olması fikri hoşuma gitti doğrusu. Öte yandan bunu nerede konumlandıracağımdan emin değilim.
Bana her şey gerçek hayatta görünüyor.
Yani roman bence düşsel bir alan içermiyor.
Öyküde zamansal sıçramalar da olsa romanın zamanı 70’ler diyebiliriz. Roman çerçevesinde siyasi önemi
nedir bu dönemin sizce?
1970’ler çeşitli açılardan önemli. Sanat dünyasında oldukça ilginç ve canlı bir dönemdi, özel bir dönemdi. New York’ta, aslında
bütün Amerikan şehirlerinde 1970’ler ABD
için endüstriyel dönemin sonu demektir.
Bu önemli; çeşitli açılardan sanatla, New
York’un yaşanan ve çalışılan bir şehir olarak
dokusuyla, hissiyle ilişkili. İtalya’da ise ülkenin oldukça büyük kitlesel hareketler yaşadığı, neredeyse devleti parçalayan ve nihayet eski İtalya Başbakanı Aldo Moro’nun
ölümüne varan bir dönemdi 1970’ler. Bugün, bilinen adıyla ‘77 Hareketi, gençlerin
önem verdiği ve diyelim ki Fransa’daki 1968
Mayıs olaylarından daha anlamlı buldukları bir hareket. İtalya’da ‘77 hareketi sadece
öğrencileri ve işçileri değil toplumun bütün
kesimlerini içine alıyordu. Dahası bir fabrika hareketi değildi. Burjuva değerlerinin,
çalışma kültürünün tümüyle reddedilmesiydi. Bugün hizmete dayalı bir ekonomi,
istikrarsız emek döneminde yaşıyoruz.
İtalya’da olan, şimdi kendi dünyamızdaki
reddediş ve belirsizlikler açısından gittikçe
daha anlamlı hale geliyor.
Romanda “evde olma” temasına ve bunun önemine
ilişkin bölümler var. Romanın kahramanı Reno da
aslında bir açıdan “evsiz” sayılabilir. Romanda geçen
bu evde ya da sürekli dolaşım halinde olma fikrini biraz açabilir misiniz? Bu açıdan kitabınız postmodern
geleneğe bağlanabilir mi?
Ev ve evsizlik karmaşık kavramlar. Novalis,
“Felsefe aslında eve duyulan özlemdir, her
yerde evde olma istediğidir.” der. Yazarken
ev konusu üzerine düşünüp düşünmediğimden çok da emin değilim. Stanley’nin
yuva ve ev arasındaki fark hakkında monoloğu var metinde, gerçi o emlakçıların satış
retoriğine ilişkin bir nükte, daha sonra Heidegger ve dil üzerine de bir nükte var. Daha
kapsamlı ve derin bir kavrama atıf yaptığınızın farkındayım. Reno belli bir dünyaya
gömülmüş bir zihin, ben de bir ölçüde kitabın da onun gördüğü şeyleri görebileceğimiz şekilde, o dünyadaki zihninden izler
taşımasını istedim. Bunu istememin sebebi hayatın da aslında böyle olması: Kendi
içimizden dışarıya bakıyoruz, kendimize
değil. Kendisini bir ölçüde bazı kurmaca
tuzaklarından, psikolojik gerçekçilik üzerinden öznelliği sınırlayan düzmece işinden
(ki bu hiçbir zaman gerçek değildir, sadece
çağdaş Amerikan edebiyatının prensip ve
Rachel Kushner
20
Roman modern deneyimin hız, makineleşme gibi
özelliklerini de konu ediniyor. Modern şehre ve
sunduklarına da değiniyor. Şehrin insanların değil
makinelerin boyutlarına göre tasarlanmasından
bahsediyor örneğin. Bütün bu referanslar zihinde bir
distopya görüntüsü oluşturuyor. Modern şehrin romandaki yeri nedir, özelde New York tasvirinizi mo-
KÝ­TAP ZA­MA­NI
SÖYLEŞİ
dern deneyimin temsili olarak okuyabilir miyiz?
Bu, şehre fütüristlerin bakış açısı aslında.
Aklımdaki, özel olarak da Marinetti’nin
küçükken ailesiyle birlikte Mısır’ın İskenderiye şehrinden Milano’ya taşınması bağlamında yaşadığı travmaydı. New
York şehri de bu şekilde düşünülebilir
ama düşündüğüm bu değildi. Brasília
şehri aklımdakinin en uç hali olarak görülebilir. New York polis olmasa belki insancıl bir şehir bile olabilir. New York’ta
dünyanın her yerinden insan var ve insan yoğunluğu açısından hareketli bir
şehir, makinelerdense insanların boyutunda belki...
Romandaki sanayileşme ve mekanikleşmeye değiniler bazen eril bir eleştiriyi de içeriyor sanki.
Kadın kahramanın bu referanslar içindeki yeri ne?
Romanın yazarı olarak temsiller konusunda yorum yapmak benim işim gibi
gelmiyor bana. Eğer bu insan, nesne veya
davranış temsillerinin ne şekilde yorumlanacağını bilsem kitabım daha şematik bir hal alabilirdi ya da bir alegoriye
dönüşebilirdi, yazmak gereksiz olurdu.
Kadın kahraman aslında bir şey temsil
etmiyor. Sadece var. Kitabın odağı. Bu
onun hikâyesi, en azından konuştuğunda öyle. Valera hakkındaki bölümler de
bir o kadar önemli. O bölümler Reno’nun
hikâyesi değil. Evet doğru, o bölümler
erkeklerle ilişkili daha çok. Ve yirminci
yüzyıl da öyle. Ben bir yirminci yüzyıl
çocuğuyum. Bu nedenle eril konularla
ilişkili hikâyeler de herhangi bir kadın
hakkındakiler kadar benim anlatmam
gereken hikâyeler. Her durumda kadınlar da ABD’de sanayileşme deneyimini
ve sanayi ekonomisinin ölümünü tecrübe ettiler.
Kitapta fotoğraflara da yer veriyorsunuz. Kitabın sonunda da yine imajlara ilişkin cümleler var. Metni yorumlarken fotoğrafların
okur için işlevi nedir?
Romanın sonundaki cümleler benim
imajlarla ilişkime atıf yapıyor daha çok.
Kitapta yer alan fotoğraflar metin hakkında ipuçları ya da örneklemeden ziyade bir tür karşı sürüm işlevi görüyor.
Okurlar bunları istedikleri gibi yorumlayabilir. Ama umarım onlardan bir tür
karşı sürüm olarak hoşlanırlar. Belki de
sadece bölümler arasında gözleri dinlendirmek için bir yer olarak.
James Wood New Yorker’da Alev Püskürtenler’i
Flaubert’in Duygusal Eğitim’inin bir çağdaş yeniden yazımı olarak yorumladı. Bu yorumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Romanı yazarken aklımda Duygusal
Eğitim yoktu doğrusu. Ama Wood’un
eleştirisini okuyunca bunun mantıklı ve
benim için onur verici bir karşılaştırma
olduğunu düşündüm. Her iki roman da
yaşamlarını sürdürmek için şehre giden
naif gençleri konu alıyor. İkisinde de naif
genç, siyaset dünyasının, bohemlerin ve
aristokrasi dünyasının kodları, hiyerarşileri ve züppelikleri konusunda bir eğitimden geçiyor ve bunlar arasında gidip
geliyor. Her iki romanda tarihi olaylar
serilen manzaranın bir parçası ve karakterler de bu olaylarda yer alıyor (ya da
kısmen öyle). Ama kitaplar çok farklı şe-
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
kilde bitiyor. Flaubert’inki karanlık, sinik,
üzücü, acı ama çok dokunaklı bir sonla
bitiyor. Benimki, bana göre, daha açık
ve varoluşçu. Gelecek beklenen bir şey.
Ama Duygusal Eğitim’de hayat zaten olup
bitmiş ve sadece bir nostalji olarak, kahramana umut, özgürlük, oyun sunarken
hatırlanacak bir an olarak var ama algılayabildiği noktada her şey kaybolmuş.
Açıklık ve algı anları belki de benim kitabımın anlatısı içinde de bir hile. Kendini
“Büyük Tezahür” olarak ifşa etmiyor.
İlk romanınız olan Küba’dan Teleks’e (2008) kadar
çoğunlukla editör olarak basında çalıştınız. Bu iki
yazma deneyimi arasındaki tecrübenizi paylaşabilir misiniz? Çelişkili yazı alanları mı?
Aslında hiçbir zaman tam olarak gazetecilik yapmadım. Yirmili yaşlarımda
yazar olmak istiyordum ama geçinmem
de gerekiyordu, o nedenle barlarda çalıştım. Motosiklete binerek de epey vakit
geçirdiğim söylenebilir. 26 yaşımda New
York’a taşındım ve Columbia’da yaratıcı yazarlık okuluna gittim. 29 yaşımda
okulu bitirdiğimde bir işe ihtiyacım vardı
ve ben de edebiyat ve sanat dergileri için
editörlük yapmaya başladım. Bu arada
da yazmaya çalışıyordum. Hayatınızı
kazanmak zorundasınız. Bir kitabınız
satana kadar, bir kurmaca yazarı olarak
yaşamı sürdürmek için gereken para
bulunmuyor. Başka deyişle, editörlük
romancılıktan farklı bir kariyer değildi
pek. Kiramı ödemenin ve romancı olmaya çalışmanın bir yoluydu. Ama nasıl bir
yazar olmam gerektiğini anlamam uzun
zaman aldı. Uzun yıllar hatta…
Her iki romanınız da yavaş ve son derece özenle
yazıldığı izlenimini veriyor. Alev Püskürtenler’de
Sandro yavaş olmaya, sabra atıf yapan cümleler
de kuruyor. Sizin yazma süreciniz nasıl?
Tam olarak bilmiyorum aslında. Romanda Reno’nun partneri Sandro bence biraz
da yapmacık bir şekilde hırslı olmamasını söylüyor ona. Ama başarısını ertelemek istiyor demek değil bu. Daha çok
gençliğin önemini abartıyor biraz, çünkü
o daha yaşlı ve bir erkek olarak güzelliğin, gençliğin ve canlılığın kendi başına
önemli bir şey olduğunu düşünüyor.
Ama yanılıyor. Hırsı da olmalı insanın.
Hırs ve sabır birlikte yürüyor biraz da.
Ama tam bir bekleme şeklinde değil. Örneğin, doğrusunu söylemek gerekirse,
benim çok acelem var. Pratikte elden
ayaktan düşüren bir telaşım var. Romanların yıllar aldığını ve acele etmemek gerektiğini biliyorum ama bu dünyada sadece belirli bir sürem var. Belki de sadece
toplamda beş roman daha! Bu çok korkutucu ama başa çıkmak gerekiyor. Çok
çalışmak ve beklememek anlamına geliyor bu. Bununla birlikte sabır çok çalışmanın önemli bir bölümü. Doğru sesi çıkarmadan ilerlememek. Bir paragraf
yazabileceğimin en iyisi olmadan yenisine geçmemek gibi. Zamanı onu hiçbir
şeyle doldurmadan geçirmek eğilimim
var, ki aslında bu da yanlış. Zaman ne
olursa olsun geçiyor. Alev Püskürtenler’de
kahramanın Salt Flats’daki ilk uzun bölümünü yazmam iki yıl aldı. Ondan sonra, gerisi hızlı geldi. Bekleyip sıçradım
sanıyorum.
21
DÜŞÜNCE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Din ve siyaset birlikte yaşar mı?
Ali Bulaç, Din ve Siyaset adlı yeni kitabında “İslam’ın siyasal modeli ne değildir?”
sorusu üzerinde yoğunlaşıyor. Yazara göre, Muaviye’den başlayarak 19. yüzyıldaki
İslamcı hareketlere ve modern çağdaki “İslam cumhuriyetleri”ne kadar tecrübe edilen İslam-siyaset pratiği, İslami olmaktan hayli uzak.
DİN VE SİYASET, ALİ BULAÇ, İNKILÂP KİTABEVİ, 664 SAYFA, 35 TL
İ
ketlere, modern ulus-devletler çağındaki
“İslam cumhuriyetleri”ne kadar yaşanan
süreçte İslam-siyaset pratiği, Bulaç’a göre,
İslami olmaktan hayli uzak. Zira siyaset alanında “sekülerleşme” ile başlayan
ve bugün toplumsal alanda modernleşme ve postmodern etkilerle devam
eden “başkalaşım” süreci, her anlamda
İslam’ın çağdaş temsilcilerini ayartan ve
İslamiliği zedeleyen bir dinamiğe sahip.
Haliyle öncelikli olarak “anlaşılması” ve
yapılması gereken, “çağıyla hesaplaşmak”
diyebileceğimiz şekilde, mevcut sosyal,
siyasal, ekonomik “buhranlarımız”ı tespit
etmek ve İslami düşünceye hayat vererek
bunların üstesinden gelmeye çalışmak.
KEMAL SUSKUN
slamcı düşünür Ali Bulaç, Zaman’daki köşesinde yayımladığı 24 Nisan 2014 tarihli yazıyı
şu soruyla bitiriyor: “Muhafazakârlardan
ve eski İslamcılardan nasıl bir canavar
çıkarabildik?” Bir sonraki yazısında bu
soruya cevap ararken, Avrupa tarihinde
“canavar”ın tanımını yapıyor ve Thomas
Hobbes’un Leviathan kavramından yola
çıkarak “devlet” canavarını tarif ediyor:
“Avrupa’da Leviathan’ı ortaya çıkaran
faktör, iktidarın veya devletin Kilise’ye
ve Kilise’nin şahsında dine, aynı zamanda Tanrı’ya karşı sekülerleşerek otonom
varlık, sınırsız güç kazanmasıdır. Sosyalizm ‘ezilenler’ adına bu canavara karşı
koymaya çalıştı, ama daha büyük canavar
doğurdu; liberalizm ‘hukuk’ adına devletin gücünü sınırlandırmak istedi, referansı ‘zenginler’ olduğu için toplumu ve
yoksulları canavarın ağzına verdi. İslami
siyasi akımlar bir açılım getirebilirlerdi.
‘İktidar için iktidar’ hırsıyla yanıp tutuşan
eski İslamcılar ve muhafazakâr dindarlar,
dinin hükümlerine karşı bağımsızlaşarak
modern Leviathan’ı kendi iktidarlarında
yaşattılar; bu arada sekülerleştiler. Dostoyevski ‘Tanrı yoksa her şey mübahtır’
demişti. Pekiyi, hem Tanrı’yı dini ritüellere ve sembollere hapsedeceksin, hem sekülerleşip her şeyi mübah göreceksin! Bu
olur mu ey Müslüman?”
Bu paragraf, Ali Bulaç’ın Din ve Siyaset kitabında ele aldığı meseleleri ve
yine yazarın din-siyaset ilişkisi üzerine daha önceki yazılarını özetlemesi
açısından kilit taşıdır.
Sekülerleşme ve siyaset
Ali Bulaç’ı yakından takip edenler, onun
çok uzun zamandır Müslüman aydınların “seküler bir mantıkla” sorunlara çözüm aramasına karşı olduğunu biliyor.
Çünkü Bulaç’a göre İslami düşünce, “seküler bir alan” bırakmıyor. Siyaset yapacak bir Müslüman, ister istemez İslami
(ahlâki) bagajını da yanında taşıyacaktır ve İslam’da ahlâkın temel esaslarından olan, “Allah’ın her an hâzır ve nâzır
olması”ndan hareketle, “siyasi alan”da
da İslami kaidelerle iş yürütmek durumunda kalacaktır. Bu sebeple, sözgelimi,
Machiavelli’nin vazettiği siyasi metotlarla
hükmedemeyecek, seküler siyasette “mazur” görülen bazı hamleleri yapamayacak,
ahlâki olanı siyasi olana feda edemeyecektir. Siyaset-toplum ilişkisinin şartları
değişse bile, yöntemini İslami kaidelerin
Toplumsal ahlâkın etkileri
Ali Bulaç
tartısına koymak ve ona göre hareket etmek mecburiyetindedir. Böylece Bulaç,
esas kadar usulün de İslamiliğine vurgu
yapıyor ve “İslami” etiketi vurulacak bir
siyaset tarzının, ancak bu hassasiyetler ile
ikame edilebileceğini savunuyor.
“İkame” kelimesini kullanabiliyoruz,
çünkü Bulaç, Dört Halife ve Ömer bin
Abdülaziz dönemlerinde tam anlamıyla
İslami bir siyasetin uygulandığını ifade
ediyor. Üstelik bu pratik, Bulaç’a göre,
Batı’da yüzyıllardır tartışılan ideallere nazaran çok daha somut bir sosyal-siyasal
temele dayanıyor. Ancak Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali arasında yaşanan siyasi
mücadele, akabinde kurulan Emevî Devleti, Müslümanları bu pratikten uzaklaştırdı denilebilir. Bulaç, 5 Mayıs 2012 tarihli
“Bize Bir Ömer bin Abdülaziz Lazım” baş-
lıklı yazısında bu yeni siyaseti “zer-u zor-u
tezvir” (para, baskı ve aldatma) şeklinde
açıklıyor. Yeni pratik, “Makyavel’i yüzyıllar öncesinden haber veren” bir “sözün
geçtiği yerde söz, dinarın geçtiği yerde
dinar, kılıcın geçtiği yerde kılıç” siyasetine
yöneldi. Haliyle “ahlâki olan” bir biçimde
siyaset alanından uzaklaştırılmış, toplumun siyasetten beklentisi de, gayri ahlâki
eylemleri görmezden gelecek şekilde tasarlanmıştır. Aynı yazıda Bulaç, Ömer bin
Abdülaziz’i (Beşinci Halife) bu süreç içerisinde bir “istisna” olarak ele alıyor.
Bütün bu sebeplerden yazarın araştırması, “İslam’ın siyasal modeli ne değildir?” sorusu üzerine yoğunlaşıyor.
Çünkü Muaviye’den başlayarak, Emevî
ve Abbasî iktidarlarına, Endülüs’e ve Türk
devletlerine, 19. yüzyıldaki İslamcı hare-
22
Bu minval üzere, Bulaç’ın öteden beri
Batı’yla “hesaplaşan” metinleri, Din ve
Siyaset’te bu yönüyle tekrar, farklı derinliklerde karşımıza çıkıyor. Gelgelelim, bir
“İslam dünyası” kapsamından yüzyıllardır uzak kaldığımız için olsa gerek, Türkiye özelinde ve bir hayli güncel referanslar
da içeren çalışmanın, bu yüzyılda İslam
toplumlarının yaşadığı coğrafyalardaki
birikimle “hesaplaşması”nı da görmek
isterdim. Yine benzer şekilde, kitabın
“siyaset bilimi” merceğinden bakarak ele
aldığı konuların, “sorun”un önemli ancak eksik bir biçimde ortaya konmasına
yol açtığını da söyleyebilirim. Nitekim,
pek dert edilmeyen Dört Halife döneminin toplumu, eğitim durumu, ekonomik
yapısı gibi konuların da “Ali Bulaç derinliğinde” ele alınmasını ummak da, “Ne
yapmalı?” sorusunu cevaplamanın ön
adımlarından biri olabilir.
Kitap, yine de, bu sorgulamaları bugünün dünyası adına yapmaya devam
ettiği için, 21. yüzyılın Müslümanlarına
yol gösterici mahiyette. Ali Bulaç liberalizm, milliyetçilik, sekülerizm gibi modern kavramların, bugünün postmodern
dünyasında, yani “hakikatin parçalandığı” kamusal alanda nasıl yeniden değerlendirilebileceğini ve ne gibi komplikasyonlara yol açacağını da tartışıyor. Bu
bakımdan, yazarın daha önceki kitabı
Postmodern Kaosta Kıble Arayışı ile birlikte
okunduğunda, din-siyaset ilişkisinin,
“bireyin ahlâkı”ndan fazla ayrışmadığı,
toplumun siyasete yaygın iletişim vasıtaları ile her an tepki verebildiği bir dönemde, sıradan Müslüman bireylerin de en az
siyasi liderler ve “ulema sınıfı” (entelektüeller, gazeteciler, akademisyenler, kamusal figürler vb.) kadar sürece yön vereceğini söylemek mümkün.
HATIRA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Kapana kısılmış oturuyoruz’
Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Bayar Gürsoy’un
27 Mayıs darbesi günlerini anlattığı anıları yayımlandı. 27 Mayıs Darbesi ve
Bizler adlı kitap, sadece devrik liderlerin değil, onların ailelerinin ve çevrelerinin de baskıya, aşağılamalara, haksızlıklara maruz kaldığının belgesi.
27 MAYIS DARBESİ VE BİZLER, NİLÜFER BAYAR GÜRSOY, TİMAŞ, 176 SAYFA, 12,50 TL
FOTOĞR A F: ZA MA N, HÜS EY İ N S A R I
A
OSMAN İRİDAĞ
skeri darbeler sonrası ilk hedefteki kişiler,
ülke yönetiminde söz
sahibi olanlardır. Ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, meclis
başkanı, bakanları ve milletvekilleri darbecilerin kanunsuz eylemlerinden nasibini alır. Kimi tutuklanır, kimi gözaltına
alınır, kimine yasaklar getirilir. Bugün 27
Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbeleri denildiğinde Adnan Menderes, Hasan
Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu’nun Yassıada’daki komediden farksız mahkemelerde yargılanıp idam edilmeleri; Süleyman
Demirel’in şapkasını alıp gitmesi; Bülent
Ecevit’in, Alparslan Türkeş’in, Necmettin
Erbakan’ın sürgün hayatları geliyor aklımıza… Evet, ülkeyi yönetenler darbecilerin gazabından kurtaramaz kendilerini.
Darbe sabahı koltukları ellerinden alınır,
hapsedilirler, yargılanırlar. Bütün bu süreç
doğru ya da yanlış bilgilerle gazetelerde
haber konusu edilir; radyolarda, televizyonlarda duyurulur. Darbe mağdurları
kamuoyu önünde yaşar acılarını… Darbelerde acı çekmiş bir kesim daha vardır
ki, yaşadıkları sıkıntılar liderlerin gölgesinde kalır çoğunlukla: Darbe dönemlerinde mağdur olan siyasilerin eşlerinin,
çocuklarının, yakınlarının yaşadığı sıkıntıları, acıları, mağduriyetleri, haksızlıkları
pek görmeyiz, göremeyiz. Özellikle de
darbe döneminde medyanın darbecilerin kontrolünde olduğu düşünülürse…
Darbeyle saf değiştirenler
Darbe sabahı evinden alınan bir siyasinin arkasında bıraktığı ailenin yaşadıklarını en iyi bilecek isimlerden biri
olan, Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Bayar
Gürsoy’un darbe günlerini anlattığı anıları kitaplaştı. Gürsoy, 27 Mayıs sabahı
babasının Çankaya Köşkü’nden alınıp
götürülmesine şahit olmuş. Celal Bayar,
köşkten askerlerin zoruyla çıkarılırken
kızı Nilüfer’in payına, odanın önünde
biriken kalabalık askerlerin arasında kalmak ve kolundan tutulup kenara fırlatılmak düşmüş. Nilüfer Gürsoy’a göre, sonrasında iki üç yıl sürecek, devrik liderlerin
ailelerine yapılacak fiziksel ve psikolojik
baskının başlangıcı olmuş bu hareket. Bir
gün öncesine kadar hem Celal Bayar’ın
hem ailesinin karşısında el pençe divan
duran, saygıda kusur etmeyen ya da
dostluk gösterisinde bulunan askerler
(yaverler, korumalar, rütbeli askerler) bir
anda saf değiştirmiş. Ne selam vermişler,
darbeden bir hafta sonra köşke veda edip
Çeşme’ye yerleşen ailenin evinin önünde 24 saat nöbet tutarken, aile üyelerinin
dışarıya çıkmasına izin vermemişti. Zorunluluk halinde ise kaymakamdan ya da
savcıdan izin alınması gerekiyordu. Evin
mutfak ihtiyaçları bir kağıda yazılıp görevli
olan teğmene veriliyor, onun onayından
sonra aile dostu bir kişi tarafından tedarik ediliyordu. Alışveriş tamamlandıktan
sonra da alınanların eve girmesi teğmenin
iznine bağlıydı. Eğer teğmen ortada yoksa gelmesi bekleniyordu. Bu nedenle kimi
günler sabah verilen siparişlerin eve girmesi akşamı bulabiliyordu.
Sıcağı sıcağına yazılmış
Nilüfer Bayar Gürsoy
yapacaklar? Onlarca sorunun cevabı yoktu. Cevap vermesi gerekenlere de ulaşamıyorlardı. Kimi zaman da kalabalık içinde bile kontrolünü kaybedenler oluyordu.
İşte o anlardan birinde dayanamamış ve
yaşadığı psikolojiyi İstanbul’dan telefonla
kendilerine ulaşmayı başaran akrabaları
Feyyaz Söker’e anlatmıştı Nilüfer Gürsoy.
Söker’in “Nasılsınız, ne âlemdesiniz?”
sorusuna, “Kapana kısılmış oturuyoruz,
bekliyoruz.” cevabını vermişti. Sonrasında etrafındakilerle birlikte kendisi de şaşırmıştı verdiği cevaba…
Cumhurbaşkanı Celal Bayar askerler
tarafından Harbiye’de tutsak muamelesi
görürken ailesi de (eşi, kızı, torunları) İzmir Çeşme’de ikamete zorlanmıştı. Askerler, aile Köşk’ten ayrılırken özel eşyalarını
bile yanlarına almalarına izin vermemişti.
Günlük kıyafetler sınırlanmış, kışlık giyecekler emanete bırakılmıştı. Köşkü terk
ederken bavullar aranmış, çocukların çantaları da didik didik edilmişti. Jandarma,
ne umutlu bir söz söylemişler, ne babalarının akıbetiyle ilgili ailenin merakını giderecek bir dostluk emaresi göstermişler.
Kimi darbeyi yapan cuntacıların korkusundan, kimi onların gözüne girmek ve
yeni süreçte bir makam sahibi olabilmek
için durumdan vazife çıkarmış ve aile
üyelerine her türlü sıkıntıyı yaşatmışlar.
Berin menderes teselli etti
Kitaptan öğrendiğimize göre, Berin Menderes, oğlu Aydın Menderes’le birlikte
köşke gelmiş ve ilk iki gece orada kalmıştı.
Berin Hanım’ı teskin etme görevi de Celal Bayar’ın eşi Reşide Hanım’a düşmüştü.
Herkes acısını içine gömmeye çalışıyor,
karşısındakine moral verici sözler söylüyor, çocukları yaşananların dışında tutmak için gayret gösteriyordu. Akşam olup
yatağa girdiklerinde, uykusuz bir gece
daha başladığında ise durum değişiyordu. İşte o zaman en acısı başlıyordu: Neler
oluyor, babamın durumu nasıl, bize ne
23
Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Bayar
Gürsoy’un (o günlerde 40 yaşlarında ve
üç çocuk sahibi olan Gürsoy’un milletvekili olan eşi Ahmet İhsan Gürsoy da
tutukluydu) Yassıada duruşmalarının
başladığı tarihe kadar dört buçuk ay süren Çeşme günleriyle ilgili tuttuğu notlar,
27 Mayıs Darbesi ve Bizler ismini taşıyor.
Kitapta darbelerin bir ülkenin tarihinde
nasıl silinmez izler bıraktığını görmek
mümkün. Gürsoy olayları yaşandığı dönemde sıcağı sıcağına kaleme aldığı için
okurken Bayar ailesiyle birlikte üzülüyor,
birlikte umutlanıyor, hayal kırıklığı yaşıyorsunuz. Yazar anılarını kaleme alırken
öfke ve isyanla dolu olduğunu söylüyor.
Acılar taze iken yaşananların daha sahici
anlatılabildiğine inanıyor. Bu nedenle üç
bölüm olarak düşündüğü hatıraları bu
kitapla sınırlı tutmuş. Yassıada ve Kayseri
günlerini de ayrı ayrı kaleme almayı düşünmüş ancak aradan uzun zaman geçtiği için olayların ve duyguların ayrıntısına
inebileceğinden şüphe duyarak vazgeçmiş. Gürsoy, kitabında bunun nedenini
şöyle açıklıyor: “Derin izler bırakan acıların zamanla silinmesi ya da acının törpülenmesi belki de insana büyük lütuf.
Aradan zaman geçince yaşadıklarınızı
ve duygularınızı hatırlıyorsunuz, biliyorsunuz ama bunları o andaki gibi yaşamıyorsunuz artık. Sanki bir başkasının
anlattığı olayı hatırlar gibisiniz.”
Nilüfer Bayar Gürsoy’un hatıralarında darbe öncesi yaşananları, ülkenin genel havasını, darbe sonrasında değişen
durumu ve bunun gazetelere yansımasını da bulacaksınız; 27 Mayıs ve sonrasında Bayar’ın ve diğer Demokrat Partililerin evlerinde neler yaşandığını… Evler
askerler tarafından nasıl arandı, aileler
hangi şartlarda yaşanmaya zorlandı, gibi
soruların cevaplarını da...
BİYOGRAFİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Zorbalık karşısında vicdan
Stefan Zweig, Vicdan Zorbalığa Karşı adlı kitabında
okuru katı Protestan Jean Calvin diktatörlüğünün kiliseleri, sokakları, şehirleri, bireyselliği, muhalif sesleri yakıp kavuran 16. yüzyıl Cenevre’sine götürüyor.
VİCDAN ZORBALIĞA KARŞI, STEFAN ZWEIG, ÇEV.: ZEHRA KURTTEKİN, CAN YAYINLARI, 235 SAYFA, 18 TL
Ç
lan, Montaigne, “Dünya Fikir Mimarları”
dizisine hazırladığı benzersiz biyografiler
(Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Stendhal)
sonuçları gelecek yüzyılları belirleyecek
kararların verildiği dönemlerini anlattığı
kitabı Yıldızının Parladığı Anlar, Marie Antoinette gibi bir siyasi karakter portresi,
Rotterdamlı Erasmus’un Zaferi ve Trajedisi ve
diğerler eserleri kendi reddine rağmen biyografik roman olarak kabul ediliyor.
A. ESRA YALAZAN
ok az yazar Stefan Zweig
gibi insanı her okuyuşta
hayretin ürpertici kucağına
bırakır. O ve eserleri hakkında defalarca yazdığım halde beni böylesine
heyecanlandıranın ne olduğunu anlatmaya çalışarak başlamalı hikâyesine.
Zweig’ı tanıyanlar mağrur bir dil ustası,
çağını kavrayabilen disiplinli, kimi zaman
acımasız aynı zamanda fevkalâde merhametli ve mahzun bir yazar olduğunu bilir.
Anlatımının canlılığı şaşırtır zira türü ne
olursa olsun esas itibarıyla muradı okuru o
romanda, hayat hikâyesinde, dönemde dolaştırmak, sunduğu bilgiler ışığında ruhani
yolunun keşfini de sağlamaktır. Bunu yaparken kendi hakikatine ulaşmayı zarif bir
mahcubiyetle ‘anlatı’sının arkasına gizler.
Çok katmanlı anlatı yapısı, yerinde kullanılan sıfatlar, mecazlar, kutsal kitaptan
alıntıladığı öyküler, biyografi kahramanlarını çağdaşlarının düşünce, sanat ve kültür
dünyasıyla karşılaştırdığı derin tarihsel
perspektifi, mitoloji, felsefe, psikoloji, teoloji gibi disiplinlere hâkimiyetiyle beslenir.
Avrupa ve Hıristiyan kültürünün yanı sıra
edebiyat dünyasının incelikli kıvrımlarını
onun bakışıyla daha berrak görür, durduğunuz yerden geriye doğru bakıp geleceği
tasavvur etme imkânına kavuşursunuz.
Tolstoy’un Troçki ve Lenin’den çok daha
önce 1917 devriminin hazırlayıcısı olduğunu ayrıntılarıyla anlatmanın öneminin
çok az yazar farkındadır mesela. Kurgusal
dünyasının ötesinde biyografilerinin siyasi,
ahlâki ve edebi yönü çağının ötesine ışık
tutar. İşte tam da bu yüzden Zweig’ı yeniden keşfederken öğrenmenin ve okuma
eyleminin hazzını hatırlarsınız.
hiçbir yazar onun kadar ünlenmedi
Yaşadığı dönemdeki olumsuz koşullara
rağmen Alman dilinin en çok okunan yazarlarından biri olan Zweig, ölümünden
sonra elliyi aşkın dile çevrildi. Bir yazısında,
“Dünyanın en çok çevirisi yapılan yazarı olduğumu okudum” demiş. Onu gururlandıran bu tanıklık, yaşarken az sayıda yazara
nasip olmuştur. Öyküleri, bitmiş ve tamamlanmamış romanları, monografilerin,
biyografilerin, denemelerin, tiyatro oyunlarının yanı sıra otuz bini aşkın mektup
yazmış. Kitaplarının çoğu Nazi döneminde
yakılmasına rağmen Thomas Mann’ın deyişiyle “Erasmus’tan bu yana hiçbir yazar
Zweig kadar ün kazanmamıştır”.
Peki, siyaset felsefesi, güncel gerçekleri
hakkında derin bir kültürel birikime sahip
Stefan Zweig (1881-1943)
gerilimin uçlarına ne ad verildiği önemli değildir: hoşgörüsüzlüğe karşı hoşgörü, vesayete karşı özgürlük, fanatizme karşı hümanizm, mekanikleşmeye karşı bireysellik ya
da zorbalığa karşı vicdan”.
Bu alıntıdaki can alıcı bölümün “zamanını aşan sorun” ifadesi olduğunu
düşünüyorum. Zweig’ın hayatı ve eserleri
bu anlamda en başından sonuna kadar
bütünlüklü ve geleceği öngören bir bakış
açısı içerir çünkü. Çıktığı dünya gezilerinde, yazarların hayat hikâyelerinde, insanlığın kendini mahkûm ettiği siyasetin
sığlığını değil “insanın” hakikatini arar.
Zweig, yükselen Nasyonal Sosyalizm
sırasında çürümekte olan Avrupa uygarlığının kendisinden sonraki kuşaklara
hakkıyla bırakabilmek için insanlığın gelişimine katkıda bulunan ‘kahraman’ları
edebi lezzeti yüksek bir dille anlattı. Macel-
Zweig neden bir kez bile oy kullanmamış
ve politik kavgalardan uzak durmuştur
mesela? Sanırım cevabını binlerce sayfalık
denemelerinde, biyografilerinde bulmak
mümkün. Bu yazının konusu olan Vicdan
Zorbalığa Karşı adlı kitabının giriş yazısında diktatör/reformcu Calvin’le Sebastian
Castello’nun mücadelesini şu cümlelerle anlatıyor: “Burada mevzu bahis olan, ne sınırlı
bir teoloji anlayışı ne Serveto adlı kişi ne de
liberal Protestanlık ile katı Protestanlık arasındaki vahim krizdir. Bu önemli tartışmayla çok daha geniş kapsamlı, zamanını aşan
bir sorun atılmıştır ortaya, her seferinde yeni
baştan, başka adlar altında ve başka biçimlerde sürdürülecek bir savaş açılmıştır. Burada teoloji, döneme özgü bir maske olmaktan
öte bir anlam taşımaz; Castello ile Calvin,
bu gözle görülmeyen ama aşılamaz çelişkinin algılanabilir öğeleridir sadece. Bu kalıcı
24
geçmişle bugünün şaşırtıcı benzerliği
Vicdan Zorbalığa Karşı bu bilgiler ışığında
okunduğunda anlamı güçleniyor. Zweig
okuru katı Protestan Jean Calvin diktatörlüğünün kiliseleri, sokakları, şehirleri,
bireyselliği, muhalif sesleri yakıp kavuran
16. yüzyıl Cenevre’sine götürüyor. Aykırı
din adamı Serveto’nun katledilmesi, oradan Sebastian Castello’nun sahneye çıkışı,
zorbalığın vicdana galip gelmesi ve nihayetinde kendi dönemlerinde eriyen ideolojilerin mağlubiyetiyle düşünce özgürlüğünün
kaçınılmaz zaferine uzanıyor. Ve siz bu
dönemlerin kahramanlarıyla sayfalar arasında dolaşırken çağlar arasına sıkışmış
zehirli düşüncelere itiraz eden cesur tavrın
bugünün dünyasıyla şaşırtıcı benzerliğini,
tılsımlı bir masal misali anlatan bilge yazara yeniden ve yeniden hayran oluyorsunuz.
Zweig, meselesini anlatırken daima
dışına taşar ve okuruna başka bir kapı
açar. Bu kitabı da böyle aydınlanma anlarıyla dolu. “Teolojinin gezgin şövalyesi”
Serveto, tehlikenin, maceranın, yel değirmenlerinin üzerine atını sürerken yazar
size onun “Donkişotluğunu” hatırlatıyor
mesela. Castello’nun kendisinin ve etrafındakilerin sabit fikirlerini sınayan tavrını öylesine şefkatli bir dille anlatıyor ki,
insanlığa dair kavgalarda barışı içtenlikle
sevenlerin bir gün mutlaka kazanacağına
sahiden inanıyorsunuz. Bir peri masalı
değil anlattığı elbet. Ortaçağdan yaşadığı
çağın vahşetine akan sancılı asırları anlatırken, kendi fikrini, dinini ve ideolojisini
geçerli saymak isteyen muktedirin acımasız tahammülsüzlüğünü gösteriyor.
Zweig hayattan kendi isteğiyle vazgeçmeden evvel, bu kitabın sonuna ve
tarihe bir not düşerek arzuladığı hakikate
kavuşuyor sanki: “Her yeni doğan insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve daima
birileri çıkıp fikrî görevini yerine getirmesi, insanlığın vazgeçilmez hakları uğruna eski kavgaya yeniden başlaması gerektiğini hatırlar ve her zaman Calvin’e
karşı bir Castello ayağa kalkar, iktidarın
bütün zorbalığına karşı düşüncenin
mutlak bağımsızlığını savunur.”
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Brüt değil net’ roman
Enis Batur, “Bana kütüphanenizi gösterin: Size kim olduğunuzu değilse bile nasıl biri olduğunuzu söyleyeyim.” diye yazmıştı yıllar önce. Yazarın bir kütüphane hikâyesi anlattığı yeni
romanı Kitap Evi, bu cümle etrafında okunabilecek bir yapıt.
KİTAP EVİ, ENİS BATUR, SEL YAYINCILIK, 132 SAYFA, 10 TL
K
AZRA İNCİ
ütüphane: Bir Başka
Labirent Öyküsü’nü
okuyanlar, daha o günlerde Enis Batur’un kaleminin inceden
inceye bir romanı yokladığını fark etmişlerdir. Enis Batur, yazılı kâğıdın
tarihinde çıktığı yolculukta, bu tarihi
gönendiren kitapları ve kütüphaneleri
yakılan yıkılan kitaplarla, kütüphanelerle birlikte anıyor, metni sırf akılla
izlenen kuru bir dilden özenle uzak
tutuyor, kalbin sızılarına ve sevinçlerine de açıyordu. Ve daha o günlerde
akılda kalan şu belirlemeyi yapıyordu:
“Bana kütüphanenizi gösterin: Size
kim olduğunuzu değilse bile nasıl biri
olduğunuzu söyleyeyim.” Yeni romanı Kitap Evi’ni okurken Batur’un bu
belirlemesine sadık kaldığını ayrımsıyoruz. Çünkü romanda, anlatıcıya
bir kütüphane miras bırakmış olan
Beyefendi salt kütüphanesi üzerinden
anlatılıyor; yazar, adları anılan kimi
kitaplarla Beyefendi’nin nasıl biri olduğu okurun imgelemine havale ediyor.
Miras kütüphanenin öyküsü
Roman, Saraybosna’dan İstanbul’a dönen anlatıcının (ki bu anlatıcı pek çok
otobiyografik özellik taşıyor) ofisine
uğraması ve Rıza Bey adlı bir avukatın kendisiyle bir miras meselesini görüşmek istediğini öğrenmesiyle başlıyor. Saraybosna anlamlı bir ilk mekân
çünkü çağımızda yakılan yıkılan
son kütüphanelerden biri Saraybosna
Kütüphanesi’ydi. Daha sonra anlatıcı,
avukattan vasiyetin gizli maddelerinin
ihlâl edilmemesi koşuluyla kendisine
bir kütüphane bırakıldığını öğrenir.
Bu maddelerden biri, mirası bırakan
kişinin kimliğini öğrenemeyecek olması. Romanın sonuna kadar okur,
gizemli Beyefendi’nin kim olduğunu
öğrenemez. Vasiyetnamedeki bir diğer
koşul ise kütüphanenin sorumluluğunu kahramanımızın ölünceye kadar
bir başkasına devredemeyecek olması.
Sıkı bir okur olan anlatıcı ilkin bu mirası reddetmeye eğilimlidir, zaten başı
kendi kitaplarıyla yeteri kadar derttedir.
Ama kitabın büyüsü direncini kırar ve
mirası kabul eder. Ardından Dragos’ta
bir koruda, cam bir yapının içinde otuz
dört bin kitabı ağırlayan gizemli kütüphaneye konuk oluruz.
Kütüphane usul usul anlatıcının
hayatının merkezinde yer tutmaya
başladıkça, başta “canyoldaş” olmak
üzere, kahramanın hayatındaki kişi ve
uğraşlar yavaş yavaş kıyıya itilir. Batur,
öyküyü bazen araya sayfalar boyu giren
denemelerle bölüyor. Ama bu bölümler, romanın kurgusunu sarsmaktan
çok besliyor. Bu denemelerde daha çok
okur dediğimiz kişinin özelliklerinin,
ilişkilerinin bir dökümü yapılıyor: “Kitap mecnunu bir tür evrensel âdemdir;
hangi ırktan, budundan, dilden, inanıştan, yeryüzünün hangi köşesinden
olursa olsun standart tepkileri vardır,
huyları birbirine benzer onların, davranış mekanizmalarını belirleyen neredeyse organik bünyelerinden tıpatıp
aynı kararlar çıkar.”
Anlatıcı kütüphaneyi tanıdıkça
önünde yepyeni kapılar açılır. Bir taraftan da Beyefendi’nin nasıl kendisini
bu kadar yakından tanımış olduğunun
şaşkınlığını yaşar. Anlatıcı bir okur
olarak konuştuğu kadar bir yazar olarak da konuşur. Ne yazdığı kitapların
ne de okuduklarının insanın yaşamını
değiştirebileceğine inandığını söyler.
Yazdığı bir kitapla okurunu çözdüğüne inanan yazarın “kibirle”, okuduğu
bir kitapla çözülen okurun ise “alıklıkla” malûl olduğunu öne sürer.
İç sızısı kayıp kitaplar
Anlatıcı, pek kitap okumayan yazarlar
ve sıkı şairlerle karşılaşsa da onlarla
yakın ilişkiler kurmaya yatkın olmayan
bir kişiliğe sahiptir. Kadının farklı bir
yazar ve okur tipi olarak sunulmaya çalışıldığı günümüz ortamında romandaki şu yargının tartışılacağını söyleyebiliriz: “Kitap, eninde sonunda, ne olursa
olsun, gene de, her şeye karşın eril dünyanın nesnesidir.” Romanın sonunda
karşımıza çıkan önemli kayıp kitaplar,
umutlu bir rüyanın tabiri olmaktan çok
okurun iç sızısına dönüşür.
Modern romanın parçalı yapısı, Enis
Batur gibi kalemi çok farklı türlerde
demlenmiş bir yazar için oldukça
vaatkâr imkânlar sunuyor. Batur, Kitap
Evi’nde romanın kıyılarından merkezine doğru yol alırken diğer türlerin duraklarına da uğruyor, bu türlerin verimini romanın özüyle mayalıyor. Virginia
Woolf, şiir ile roman farkına ilişkin çok
temel bir saptama yaparken şiirin her
şeyi olabildiği kadar dışarıda bırakmak,
romanın ise her şeyi olabildiğince içine
almak üzerine kurulu türler olduğunu söylemişti. Kitap Evi, Woolf’un bu
sözünün bir ispatı niteliğinde.
25
TARİH-EDEBİYAT
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Tarihçinin sıkıcı dertleri
P
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Unutmak için beklemek
Paul Veyne’in 1970’te yayımlanan kitabı Tarih Nasıl Yazılır?
Nihan Özyıldırım çevirisiyle Türkçede. Veyne kitabında,
Türkiye’deki tarih literatüründe pek görmediğimiz bir biçimde, “tarih”i kavramsal ve metodolojik yönleriyle irdeliyor.
Bekleyiş Unutuş, Maurice Blanchot’nun gizemli ve sıra
dışı yapıtlarından biri, dilin esnekliğinden ustaca yararlanan bir kitap. Fransız felsefeci, iki insanın dalgalı ilişkisini bekleme ve unutma izlekleri etrafında inceliyor.
TARİH NASIL YAZILIR?, PAUL VEYNE, ÇEV.: NİHAN ÖZYILDIRIM, METİS KİTAP, 432 SAYFA, 32 TL
BEKLEYİŞ UNUTUŞ, MAURICE BLANCHOT, ÇEV.: ENDER KESKİN, MONOKL YAYINEVİ, 120 SAYFA, 15 TL
A. YAVUZ ALTUN
aul Veyne, Paris’in 1968
kuşağından bir tarihçi. Althusser, Foucault,
Aron, Bourdieu, Mauss (antropolog)
gibi isimlerle yolu kesişen, haliyle
de post-yapısalcı bir tarih anlayışına
sahip, Collége de France’ta 1975’ten
1999’a kadar Roma tarihi kürsüsünü
yönetmiş bir akademisyen. Tarih Nasıl Yazılır? isimli ilk kitabı 1970’te yayımlanmış. Ardından 1976’da Ekmek
ve Sirk (Le pain et le cirque) isimli, antik
Roma’daki “hayırseverlik” (Evergetizm) üzerine bir kitap gelmiş. “Yunanlılar kendi mitlerine inanıyor muydu?” isimli makalesi, tarihle nasıl bir
alâka kurduğunu anlatmak açısından
simgesel bir isme sahip. Ancak onu
Paris’te tartışılır kılan, 1978’de Michel
Foucault ile ilgili yazdığı ve sonradan
Tarih Nasıl Yazılır? kitabına ilave ettiği, “Foucault Tarihte Devrim Yapıyor”
başlıklı makale. Daha önce, “tarih”in
bir bilim olmadığını, her tarihçinin
kendi öznelliği tarafından kurgulanan bir “anlatı” olduğu fikrini savunurken, Foucault ile birlikte geçmişi
“pratik ve söylem” üzerinden okumayı
“kelimeler”i değil “şeyler”i önemsemeyi salık veriyor. Foucault için, “ilk
pozitivist tarihçi” derken de geçmişin
üzerindeki örtüyü kaldırmayı ve olaylara dosdoğru bakabilmeyi “tarih” tanımının içine yerleştiriyor.
Tarih olgular bütünüdür
Metis Yayınları, kitabın arka kapağına ilginç bir not iliştirmiş: “Bu ufuk
açıcı kitabın, resmi/gayriresmi, doğrucu/yalancı tarih gibi Türkiye’ye
özgü meselelerle yetinmek istemeyen, uğraştığı veya merak duyduğu
disiplinin daha genel, yöntemsel ve
felsefi sorunlarına eğilmek isteyen
okurların ilgisini çekeceğine inanıyoruz.” Gerçekten de Paul Veyne,
Türkiye’deki tarih literatüründe pek
görmediğimiz bir biçimde, “tarih”i
kavramsal ve metodolojik (ki “tarihin
bir metodu yoktur” da diyor) yönleriyle irdeliyor. Haliyle sıklıkla ve her
yeni katmanda “Tarih nedir?” sorusunun da cevabını veriyor. Onu, fizik
ve coğrafya gibi daha nesnel bilimlerle karşılaştırıyor. Mesela kitabın hemen girişinden bazı alıntılar yaparak,
yazarın “tarih”le ilgili görüşünün temel dinamiklerini sezebiliriz: “Tarih
S
olayların anlatısıdır: Geri kalan her
şey bunun sonucudur. (...) Tarihçilerin olay dedikleri şey, hiçbir zaman
doğrudan doğruya ve tam olarak kavranamaz (...) eksik ve dolaylı olarak
kavranabilir.” (s. 18-9); “Fizik yasalar
bütünüdür, tarihse olgular bütünü.”
(s. 26) [Haliyle, tarih özgül ağırlığı
olan hadiseleri anlatır ve mümkün olduğunda modellemelerden, kaçınır.]
“Tarih (...) hayal kırıklığı yaratan bir
bilgidir. (...) başka hiçbir yarar ya da
güzellik aramaksızın, yalnızca insani
işleri kendi çeşitliliği ve doğallığı içinde görmenin zevki için ziyaret edilen
bir kenttir.” (s. 29).
Elbette alıntıları uzatmak mümkün, hem de kitabın her yerinden!
Hatta şunu da iliştirebiliriz: “Sosyoloji, tarihin özgürlüğünü kısıtlayan
akademik teamüllerden doğmuş
bir sahte-bilimdir.” (s. 343). Evet,
bu alıntıdan anlaşılacağı üzere,
Paul Veyne, “tarih”le ilgili fikrini,
“tarih”in ne olduğu ve ne olmadığı
yönünde çatallı bir inceleme pratiği
içerisinde veriyor, diyebiliriz. Bu inceleme pratiği, büyük tarih ve benzeri “aşırı” iddiaları ve soyutlamaları
bertaraf ederken, “tarih”in dokusu
olarak “olay örgüsü”nü nazara veriyor. Tarihi bir “anlatma eylemi” (ya
da klasik isimlendirmeyle “anlatı”)
olarak tanımladığı her yerde de, olayların nesneleşmesi, belirli bir zamanmekân örgüsü içinde billurlaşması ve
karşımıza “anlatmaya değecek” yani
“tarihselleşecek” özgül birer doku
olarak çıkmasını tasvir ediyor. Bir hadisenin “özgül ağırlığı olması”, onun
anlatılmaya değer olmasını sağlıyor.
Bu noktada, Paul Veyne’in ironik ve
hayli dobra diline nazire olsun diye,
söylemek gerekir ki, Tarih Nasıl Yazılır?
oldukça sıkıcı bir Fransız romanını andırıyor. Gelgelelim, tıpkı Milan Kundera romanları gibi, üst üste binmiş bir
hayli hikâyeyi ve tekrar tekrar dile getirilen fikirleri içeren bir roman, diyebilirim. Bunun yanı sıra, zaman zaman
Alman tarih geleneğini, özelde de Max
Weber’in tarih yorumunu karşısına alıp
bir şeyler söyleyerek kendi tarih teorisinin (teori demekten kaçınıyor ya
neyse!) çatışma unsurunu kotarıyor.
Ve söylemeye gerek bile yok, yukarıda
bahsettiğim isimlerin ve postyapısalcı geleneğin Marksizm eleştirilerinin neredeyse tamamını bu kitapta bulmak mümkün.
SÜREYYA SU
eyrek bir şekilde döşenmiş otel odasının
minimalist
ortamında
başlayan Bekleyiş Unutuş, anonim olarak, sırasıyla, Fransızcada erkek tekil
şahıs zamiri olan “Il” ve kadın tekil şahıs zamiri “Elle” olarak, bir erkek ile bir
kadının karşılaşmasını anlatıyor. Olay
örgüsü bu şahısların ilişkileri etrafında
dönüyor ve ilişkilerinin doğası diyaloglarındaki meseleyi oluşturuyor. Bununla
birlikte, diyalogları ara ara, onların kendi konuşmalarında da olduğu gibi, esasta aynı kargaşa ve bocalamayla telkin
edilmiş bir anlatıcının sesi vasıtasıyla ortaya çıkıyor. Bir zamanlar birbirleri için
hissettiklerini yeniden keşfetmeye çabalarken, adam ve kadın, çekiciliğin ve
iticiliğin dalgalı ilişkisine tutulmuşlardır.
Beklemenin ve unutmanın izlekleri;
geçmiş bir olayı hatırlamanın beyhude
çabaları sırasında, çelişkili bir biçimde,
onların aynı zamanda geçmişteki olayın yinelenmesini beklemesinde ve de
konu içerisinde gösterilmektedir. Bu olay
onların ilk karşılaşmalarını oluşturmaktadır, ilk karşılaşmanın hatırası onların
gelecekteki ilişkilerini etkileyecektir.
Varlığın sesinin kısılması
Bununla birlikte, ikisi de bu ilk karşılaşmanın nasıl olduğunun algısına sahiptir
ki bunun hatırası, kararlı bir biçimde,
zamanla değiştirilmektedir. Çift, bu
çelişkinin üstesinden gelme girişimlerinde, uzun sohbetlere bağlanmaktadır.
İlkin, erkek olaya dair kendi algısını ifade eder. Kendi hesabına, muğlak öğeleri
değerlendiren kadın, erkek onun kelimelerinin eksiksiz bir biçimde suretini
çıkarmaya çalışırken, olayların nasıl
olduğuna dair kendi yorumunu anlatır.
Zamanla, erkek ve kadın, olayın karşılıklı olarak dengedeki bir görüşüne
ulaşmayı başarır. İronik olarak, bu, onların varabilecekleri bu noktadaki bekleyiş ve unutuş aracılığıyla olur.
Dağınık bir dönemselliğin bir örneği olarak Bekleyiş Unutuş, kendini,
öz-düşünümsel bir eleştiri olarak gerçekleştirmek için dilin esnekliğinden
ustaca yararlanıyor. Bekleyiş Unutuş,
kendisinin konuşma hakkından kararlı vazgeçişi vasıtasıyla varlığın sesinin kısılmasına yardım etmektedir.
Hikâyedeki zaman sanki menteşelerinden koparılmış gibi işlemektedir.
Zaman imkânsızın düzenine sahip-
26
tir: Kronolojik zaman; geçmiş, şimdinin ve geleceğin her birinin oluşu ile
birlikte, mekânda sıvılaşmış gibidir.
Şimdiki zaman, daha gelmeyen bir
geçmişin anormal yapısına sahiptir.
Ağırlık merkezinin yerinin değişmesiyle, yörüngesiz dönen yazı, unutuşun içine sokulmaktadır. Yazmanın
sonsuz zamanı; bir yerinden çıkarma
aracı, etken bir varlık olarak kendini
silen öz ve anlamın eşanlığının varlığa sonsuz itaati olarak çalışmaktadır.
Muallaktaki zaman
Bekleyiş Unutuş’ta bir yakınlaşma ve
kaçma hareketi içinde dili yönlendiren, sürekli kendi ekseni etrafında
dönen ritmin bir sonucu olarak, zamanın kendisi muallakta bırakılmıştır.
Blanchot’da, bu askıda kalma büyülenme olarak yeniden dillendirilmiş ve
dolayısıyla askıda kalma; cazibe, çekicilik, içine çekme ve dikkat çekme yetilerini kendine mal etmiştir. Yazmak,
zamanın yokluğunun cazibesine kapılmaktır. Blanchot’daki zamansızlık,
varlığın sürekli ilgası aracılığıyla, aşkın olarak belirtilmişi yıkar. Zamanın
yokluğunun zamanının ne şimdisi ne
de varlığı vardır. Zamansızlığın zamanı edebiyatı, teoloji olarak tarihin doğrusal zamanından ayırır. Bu, zamanın
dışında olandır. Zamansızlık, ölümün
taşıyıcısı olarak, yazmanın esaslı durumudur. Böylece anlam kendini “yokluğun varlığı” olarak takdim eder.
Blanchot’da yazma, bir muhafaza
aracı olmaktan çok, bir silme mekanizmasıdır. Blanchot, yazarken varlığın biricik hakikati olan ölümü beklemektedir; ama yazmanın büyüsüne
kapılarak kendi durumunu, beklemekte olduğunu, bekleyişi unutur ve
bu unutma aynı zamanda tevekküllü
bir halin gereğidir. Tevekküllü bekleyiş, unutuşa dönüşür. Blanchot, haklı
olarak yirminci yüzyıl edebiyatında
ayrıcalıklı bir yere ve öneme sahiptir.
Geliştirdiği edebiyat tarzı şüphesiz
nüfuz edilmesi çaba ve sabır gerektirir,
ama derinliklerine girildiğinde tutarlı
ve büyüleyici bir manzara arz eder.
Maurice Blanchot’nun edebi, eleştirel ve felsefi yapıtı gizemli ve sıra dışıdır. Onun yapıtlarını belirli bir edebiyat türünün başlığı altında toplamak
zordur. Blanchot’nun en belirgin özelliği edebiyatta tür kavramıyla oynaması, bunun sonucunda yazılarına bir
etiket koymayı zorlaştırmasıdır.
BİYOGRAFİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Münzevi bir kötümser: Schopenhauer
David E. Cartwright’ın kaleme aldığı Schopenhauer biyografisi hem
filozofu hem de 19. yüzyıl Alman felsefesini tanımak için iyi bir kaynak.
Yazar, Schopenhauer’ın hayat hikâyesini akıcı bir üslupla anlatırken,
onun felsefî sistemi ile ilgili de kuşatıcı bir çerçeve sunuyor.
SCHOPENHAUER, DAVID E. CARTWRIGHT, ÇEV.: SİBEL ERDUMAN, TÜRKİYE İŞ BANKASI YAYINLARI, 598 SAYFA, 40 TL
B
ir filozofun düşüncelerinin
derinliğine anlaşılmasında
onun yaşamöyküsünün bilinmesinin katkısı var mıdır?
Bu konuda felsefe tarihçilerinin farklı görüşleri bulunsa da, çoğunluğu, filozofların
hayatları ile yakından ilgilenmeyi tercih
ediyor. Ülkemizde, özellikle yayıncılıkta,
Türkiye İş Bankası Yayınları’nın, düşünürlerin biyografileri dizisiyle hem alandaki
önemli boşluğu doldurduğu hem de ilgililere değerli bir başvuru kaynağı sunduğu
söylenebilir. Kierkegaard, Hobbes, Leibniz,
Hegel, Locke, Mill, Kant, Rousseau biyografileri şimdiye değin yayımlanmış olanlardan bazıları. Bu serinin son kitabı ise 19.
yüzyılın en özgün ve kışkırtıcı düşünürlerinden Arthur Schopenhauer’in yaşamöyküsü. Kitabı Wisconsin Üniversitesi’nde
felsefe ve din bilimleri alanında profesör
olan David E. Cartwright kaleme almış.
Cartwright’ın Schopenhauer ve 19. yüzyıl
Alman felsefesi hakkında çok sayıda araştırması ve makalesi bulunmakta.
Schopenhauer, bir filozofun yaşamöyküsü ve kişiliği ile yapıtı arasında ilinti
kurmaya kalkışmanın doğru olmadığını
düşünüyordu. İlginçtir, Schopenhauer
araştırmacıları onun özellikle çileci ahlâk
felsefesiyle hayatı arasındaki çelişkiden
yola çıkarak yaşamöyküsüyle fazlasıyla
ilgilendiler. Cartwright, kitabıyla üç şeyi
birden başarıyor: Schopenhauer’ın hayat
hikâyesini akıcı bir üslupla anlatıyor, felsefesini nasıl kurduğunu betimliyor ve
felsefi sistemi ile ilgili kuşatıcı bir çerçeve
sunuyor. Kitapta yazar, Beckett, Borges,
Durkheim, Freud, Nietzsche ve Wittgenstein gibi ünlü düşünür ve edebiyatçıları
derinden etkilemiş olan Schopenhauer’ın
parçalanmış aile hayatını, erken dönemlerde üzerinde etkili olan kişileri, Kant’a
olan eleştirel bağlılığını, Fichte ve Goethe
ile kişisel etkileşimini, Hegel’e yönelik nefretini, felsefesinin tanınması için verdiği
mücadeleyi ve geç gelen şöhret karşısında
tavrını belgelerle detaylandırmış.
‘Yaşam nahoş bir şey’
karşılanmaya başlamasına yol açmıştı.
Bu durum Schopenhauer felsefesinin
kavranıp benimsenmesi için elverişli bir
ortam demekti. Beklediği ün ve hayranlık yaşamının son yıllarında belki de
umduğundan daha büyük ölçüde geldi.
1936 yılında Doğadaki İrade Üzerine, 1841
yılında Ahlâkın İki Temel Sorunu, 1851’de
ise Pararga und Paralipomena isimli yapıtlarını yayımladı.
CEM MERT
Arthur Schopenhauer 22 Şubat 1788
yılında Danzig’de doğdu. Babası tüccar, annesi Johanna ise edebiyatçıydı.
1793’te Prusyalılar Danzig’i işgal edince ailece Hamburg’a taşındılar. Babası
Schopenhauer’ı başarılı bir tüccar ve
hayat adamı olarak yetiştirmek istediğinden 10 yaşında onu iki yıllığına Fransa’ya
gönderdi. 15 yaşındayken anne ve baba-
Hegel’in tam karşısında
Arthur Schopenhauer (1788-1860)
sıyla iki yıl sürecek ve Avrupa’yı kapsayacak bir kültür ve eğitim seyahatine çıktı.
Avrupa’da bulundukları yıllar, Napolyon
Savaşları’nın neden olduğu sefalet ve acılar dolayısıyla Schopenhauer için yıkıcıydı. Hamburg’a döndüklerinde babasının
isteğine boyun eğerek ticarete atıldı fakat
17 yaşındayken babasının intihar ederek
hayatına son vermesiyle durumu birdenbire değişti. Önce annesi ile kız kardeşi
o dönem kültür ve sanatın başkenti olan
Weimar’a gitmek üzere, ardından da
Schopenhauer babası tarafından belirlenmiş mesleki yoldan ayrılma cesaretini
göstererek eğitim amacıyla Gotha’ya gitmek için Hamburg’u terk ettiler. Gotha’da
kısa bir süre kalan Schopenhauer, annesinin yanına Weimar’a taşındı ve eğitimini orada sürdürdü. Ama annesi ile geçinemedi, sıkıntılı bir dönemin ardından
Weimar’dan ayrıldı ve bundan sonra 24
yıl yaşayan annesini bir daha görmedi.
Göttingen, Schopenhauer’ın rahat bir
nefes aldığı, “Yaşam nahoş bir şey ve ben
bu nahoş yaşamı düşünerek geçirmeye
karar verdim.” diyerek felsefe eğitimine
başladığı, Platon’u, Kant’ı ve Hegel’i keşfettiği şehir oldu.
Schopenhauer, 1813’te Berlin’de “Yeter Neden Önermesinin Dört Çeşit Kökü”
adlı teziyle Jena Üniversitesi’nde doktorasını verdi. Bu arada Goethe’yle tanışması onun düşüncelerine katkısı açısından
önemlidir. Kafasında oluşmaya başlayan
sistemi ortaya koyma tutkusuna kapılmıştı. Dresden’de yazdığı İrade ve Tasarı
Olarak Dünya isimli başyapıtıyla, otuzuna
gelmeden erken olgunlaşmış filozoflar
arasında yerini aldı. Ne yazık ki bu kitap
hemen hemen hiç yankı uyandırmadı ve
Schopenhauer’ın beklentileri boşa çıktı.
Başyapıtının başarısızlığa uğramasından
sonra Berlin Üniversitesi’nde doçent olup
ders vermeye başladı. Vereceği derslerin
saatlerini Hegel’in derslerine rast gelecek
biçimde seçti. Öğrencilerin Hegel’in derslerini bırakıp kendi derslerine geleceklerini sanıyordu. Ama bu umudu da boş
çıktı. İstifa etti ve ölümüne değin yaşayacağı Frankfurt’a yerleşti. 1848 devriminin
başarısızlığa uğraması, Hegel’le doruğa
ulaşan Alman idealizminin de şüpheyle
27
Schopenhauer’ın felsefesinin ayırt edici
ve özgün yanı, dünyayı anlamlı bir şey
olarak görmemesidir. Dünyanın temelinde bir akıl, kendini yavaş yavaş zenginleştirerek gerçekleştiren, özü anlam
olan ve sonunda bilinç haline gelen bir
tin (Geist) bulunduğunu söyleyen Hegel’e
tam olarak karşıttır. Hem varlığın hem de
insanın taşıdığı anlamı büyük bir sistem
içinde yorumlamaya yönelen Hegel’in
tam tersine Schopenhauer, anlamsız
bir dünyada insana yolunu buldurtmak,
kötü ve var olmaya değmez bir dünyada
bir yaşama olanağı açmak ister. Düşünce
tarzı Avrupa felsefesinden yer yer farklılaşır, Doğu düşüncesinde ağırlığı olan
“kötülük problemi” onu her şeyden fazla
ilgilendirir. Bu kötümser felsefenin ahlâk
alanında ileri sürdüğü öğreti “dünyadan
kaçmaya” yönelik dinlerin görüşlerine
yakın düşer. Benliğinde duyduğu şeyi,
yani sürekli doyum vermeyen her tutkuyu, sevilen ve istenen her şeyin elde edilmesi için harcanan çabayı, evrenin tümünü kapsayan ve onun özünde bulunan
hakikat olarak görür. Schopenhauer’ın
metafizik felsefesinin temel tezi esas gerçekliğin Kantçı “kendinde şey” olduğu
düşüncesidir. Kendinde şey yani numen
kör bir metafiziksel güç olarak iradedir.
Kant’ın fenomenler dünyasını insanın
tasarım ve düşünceleriyle özdeşleştirmiş, Kant’ın numen’in bilinemez olduğuna dair inancını eleştirmiş ve kendinde
şey alanı olarak iradeyi öne sürmüştür.
İrade dünyanın özü ve çekirdeğidir.
Schopenhauer’ın sisteminin, özne dışında bir mutlak gerçeklik, tüm varlığı kuşatan bir kendinde şey, yani nesneleşerek
dünya halinde görülen bir irade olduğunu ileri sürmesinden dolayı, Bruno’nun
ve Spinoza’nın sistemlerine yaklaşan bir
“panteizm” olduğu söylenebilir.
David E. Cartwright’ın kitabı
Schopenhauer’ın ilginç hayatını gün
yüzüne çıkarıyor ve yaşamının düşüncesiyle ilişkisi bağlamında felsefi sistemini daha iyi anlamamızı sağlıyor.
EDEBİYAT
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Kalp yanar, mani yetişir
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yusuf Atılgan aslında kimdi?
Sabri Koz’un hazırladığı Gül Ağacı Boy Vermez adlı derleme Ermeni
harfli Türkçe ve Ermenice manileri bir araya getiriyor. Halkın sözle
yaşattığı bu maniler dil, inanç ve alfabe farklılıklarına rağmen kardeşçe yaşanmış topraklardaki kadim bir kültürün kalıtı.
Burak Fidan’ın yayına hazırladığı Yusuf Atılgan: Sevgili Halil Kardeş
adlı kitap, Türk edebiyatının en güçlü isimlerinden biri olan Yusuf
Atılgan’ı, arkadaşı Halil Şahan’ın gözünden okura tanıtıyor. Kitap,
tanıklıklar ve gözlemlerle bir bakıma Yusuf Atılgan’ı anlama kılavuzu...
GÜL AĞACI BOY VERMEZ, HAZ.: SABRİ KOZ, TURKUAZ KİTAP, 68 SAYFA, 10 TL
YUSUF ATILGAN: SEVGİLİ HALİL KARDEŞ, HAZ.: BURAK FİDAN, EDEBİ ŞEYLER YAYINEVİ, 112 SAYFA, 13,50 TL
H
“
AYŞE KİLİMCİ
oş bakışmış yara ben/
Gör ne aşka düş etdi/ O
gerdan o yara ben/ Ne
kadrimi bildirdim/ Ne yarandım yara
ben”. İlk yaprağı kopuk, 16 sayfalık Mani Mecmuası mor, ince helvacı
kâğıdına basılmış, maniler elle numaralandırılmış. Sabri Koz üstadın Gül
Ağacı Boy Vermez: Ermeni Harfli Türkçe
ve Ermenice Maniler adlı derlemesi 68
sayfa. Kapak ve iç düzen Arzu Yaraş’ın.
Gülkurusu, el yazmalı kapak, atlas
üzere nakşolmuş gibi. Fotoğraf sanatçısı, Hakan Ezilmez.
Halk edebiyatımızın boyu posu,
öz’üyle özgün, yaygın, anlaşılır, dilden
dile aktarılan manilerimiz halkın sözle
yaşattığı, şiirsel yapısı sağlam, mısrası
kısa, kafiyesi güçlü, söz-düşünce ülfeti
esaslı, ömrü uzun, esaslı bir kültür kalıtı. Koz’a göre lokomotif. “Ses, söz, düşünce sarmalında süregelen bir ölümsüzlük” nitelemesiyle.
İpekten bir koza
Aşk, düşünce, tasavvuf ağırlıklı 320
metin var kitapta. Kaynaklar taranarak
bir araya getirilen maniler 19. yüzyılda taşbaskı yöntemiyle basılmış. Mani
Mecmuası’nda I. Kunos’un yüzyılın
son çeyreğinde derleyip yayımladığı,
kitaplaşmak için cumhuriyeti bekleyen
maniler muhit, inanç, dil ve alfabe farkı dışında ayrı gayrısı olmayan, insana
dair bir ipekten kozadır.
“Khosk dur indzi dam deyi (aşkını
bana söz ver)/ Baykuşun tabiati arar gezer dam deyi/ Meg bakhşiş mı dzarayit
(Uşağına bir bahşiş)/ Hiç çes ıder dam
deyi (demezsin hiç, vereyim.)” örneği,
Anadolu kültüründe Türkçenin Kürtçe,
Lazca, Boşnakça, Arapça ile hemhal
edilerek söylenen manilerin (yanı sıra
türkülerin) tipik örneği.
Sualname mani örneğidir: “Eylen
türab kaç taşdan/ Güzel sapan atıyor/ Sakın kendin kaç taşdan/ Bir etmek (belki
ekmek?) kaç buğdaydır/ Bir minare kaç
taşdan”, “Bir mahlas bir isime/ Kakülün her
telini/ Benzetmiş biri sime/ Hak bunca kuzular var/ Çığrışmaz bir isime.”
Anlaşılamayana mim koyuyor, anlaşılamamıştır şerhi düşüyor, kimini
de danışıp, mana gergefinde dokuyup
olabilecek ilk halince yazıyor Koz. Kaynakçası ve üstatları olarak Kevork Pamukciyan ile A. Turgut Kut’u gösteriyor.
“Bir güzeli seversen/ Cinsin sor zâtın
T
ara/ Niçin deyu sorarsan/ Yanmışım zatı
nara.” Ya da: “Bir güle oldum bülbül/ Kaldı
ah u zar bende/ Bu ne zalım sevdadır/ Gün
güne azar bende/ Bilmem hangi güzelden/
Kaldı intizar bende.”
Şöyle diyor Sabri Koz: “Ermenilerin
ürettiği Türkçe edebiyat genel anlamda
divan, halk ve yeni edebiyatta kendini
gösterir. Ermeni asıllı şairlerin aldığı
Türkçe mahlaslarla söylenmiş gazeller,
divanlar, semailer, koşma ve destanlar
pek çoktur. Halk ve meddah hikâyeleri,
Nasreddin fıkraları, atasözleri (…)
önemli yer tutar. Halkta yaşayan, kaydı
tutulan aşuğ deyişleri 19. yüzyılın ikinci
yarısında sıçrama yapar. İstanbul kahvehanelerinde, çalgılı ve semai kahveler, tulumbacı ve âşık kahvelerinde (...)
bu destan, mani ve şarkı mecmuaları
büyük ilgi görmüştür. Arap harfleriyle,
Türkçe yahut Ermeni harfli Türkçe gerekse Rum harfli Türkçe (Karamanlıca)
örnekleri vardır.”
“Gereyir/ İntchbes khiğcıt gı nerer/ tsavadz sirdıs gereyir/ Tun aratch asang tcheyir/kıtutyan badger eyir” manisini düşünürüz biz, dilimizce anlamı: “Yüreğin
nasıl elverirdi/ Acıyan kalbimi dağlardın/ Evvel böyle değildin/ Resmiydin
acımanın.”
TEMEL KARATAŞ
ürk edebiyatında yalnızlık, özgürlük, iletişimsizlik,
bunaltı gibi temaları kendine özgü bir tarzla işleyen Yusuf Atılgan,
hep yabancılaşmanın, varoluşun yazarı
olarak anılageldi. Ne ki Atılgan’ın gerçekte kim olduğu tam anlaşılamadı,
anlatılamadı. Burak Fidan’ın yayına
hazırladığı Yusuf Atılgan: Sevgili Halil
Kardeş yazarın yaşadığı Hacırahmanlı
(Manisa) kasabasına öğretmen olarak
atanan ve uzun yıllar kendisiyle arkadaşlık eden, hatta Yusuf Atılgan’ın evlenerek İstanbul’a göçmesinin ardından
yazarla mektuplaşmayı sürdüren Halil
Şahan’ın gözlemlerini, tanıklıklarını
içeriyor. Burak Fidan’ın Şahan’la bir söyleşisinin de yer aldığı kitap, bir bakıma
Yusuf Atılgan’ı anlama kılavuzu.
‘Gizemli’ adam olarak anıldı
Anayurt Oteli, Aylak Adam ve yarım kalan
romanı Canistan’ın yanı sıra öyküleriyle de Türk edebiyatında kendine has bir
yer edinen Yusuf Atılgan, birçok yönüyle
edebiyatın “gizemli” adamı olarak algılandı, öyle yansıtıldı. Türkiye’de edebiyat
eleştirisinin cılızlığı, onun eserlerinin
yine kendi söylemleriyle masaya yatırılmasına ve çoğu kez eksik incelenmesine
neden oldu. Bu eksiklik ve yarım yamalak
tanımlama, bir rol biçme hali elbette Türk
edebiyatında birçok yazar için geçerli.
Ancak Yusuf Atılgan’ın “yabancılaşmanın yazarı” olarak yaftalanması eksik
ve garipti. Örneğin, “Bodur Minareden
Öte”yi okumadan, onu yalnızca eleştiriler aracılığıyla tanımak isteyen, hakkında
söylenenleri gerçek kabul eden her okur,
ondaki hüneri, gerçekçiliği, taşrayı, kenti,
daha ötesi sevgiyi göremedi.
Yusuf Atılgan hakkında yanlış bilinenlerden biri, onun apolitik olduğu ve
bunu eserlerine de yansıttığıydı. Oysa
çevresinin ve yakınlarının tanıklıkları bunun aksini söylüyor. Halil Şahan,
kendisiyle yapılan söyleşinin başında bu
konuya değinerek, Yusuf Atılgan’ın yaşadığı olumsuz deneyimlerin ardından
politikadan nefret eder hale geldiğini,
ancak bunun politik bir görüş taşımadığı şeklinde anlaşılmaması gerektiğini
vurguluyor. Yakın arkadaşı Halil Şahan,
“O, sonuna kadar bir solcu olarak kaldı.”
diyor (s. 85). İlginç olan, yaşadığı köyde
hiçbir politik eylemde bulunmamasına, insanlarla politika konuşmaktan
ısrarla kaçınmasına rağmen, Atılgan’ın
Yeni kitapların habercisi
Bu kitapçık benzer oylumda bir dizi kitabın öncüsü imiş, şad olduk. Sonraki
her kitap ayrı konuyu ele alacak, sonuçta ilginç bir güldeste çıkacak ortaya.
Gene çeviri yazı ve tıpkıbasım yöntemi
uygulanarak, araştırmacılar için kaynak
olacak. “O perdeyi/ Makamı o perdeyi/
Çünkü bana meylin yok/ Ne açtın o perdeyi/ Şimdi gelmez yanıma/ Korkar ki öper
deyi.” Benzeri, bizim manilerin tıpkısı
olanları, yolunda yürüyenleri, yenileri
okumak için, esaslı bir araştırma kitabının nasıl aynı zamanda keyifle okunur
bir başucu kitabı olabileceğinin yetkin
örneği, bu çalışma.
“Hayat yeşermiş ve boy vermiş güzellikler ülkesi olsun, bizi boynu bükük
bırak, an büyük ve küçük sevdiklerimiz,
canlarımız huzur içinde uyusunlar. Görelim Mevla neyler…” demiş giriş yazısında, Sabri Koz. Mevla güçlüğü kolay
eyler, aşkın yanı sıra sabrı yarattığına da
bakılırsa… Üstat Koz ve yolunda gidenler de emek emek yaradılanın kıymetini
fark edip derler, toplar, yazılı basılı hale
koyup ölümsüz eyler… Bu ilk çalışmanın tadına varma gayretindeyken, geleceklerin merakındayız, şimdiden.
28
Hacırahmanlı’nın politik “uyanışında”
etkili olması. Şahan, Hacırahmanlı halkının sıradan bir Anadolu kasabası ruhuna sahipken çoğunluğunun sosyalist
olmasını Yusuf Atılgan’a bağlıyor: “1965
seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi belediye başkanlığını birkaç oyla yitirmiş
Hacırahmanlı’da. Benim bulunduğum
dönemde de sol çok güçlüydü. Bunun
elbette birçok nedeni vardı, ama bence
en önemlisi Yusuf Atılgan olgusuydu.”
Dostoyevski’ye mi yakın, Tolstoy’a mı?
Yusuf Atılgan hakkında az bilinenler
elbette yalnızca siyasi duruşundan
ibaret değil. Asıl önemlisi, onun edebiyattaki duruşunun da tam kavranamamış olması. Örneğin Nurdan
Gürbilek, Atılgan’ın Dostoyevski’yle
yakınlığından söz eder. Ancak onun
eserlerindeki içtenlik, riyadan uzak
karakterler ve kurgu, dahası derindeki
sevgi, yozlaşmamış insan arayışıydı.
Bu yönüyle belki de asıl Tolstoy’la genetik bağı vardır Atılgan’ın. Bu konuda özellikle Canistan’daki karakterlere
yeniden bakılması gerektiğini söylüyor Şahan. Yusuf Atılgan denilince
akla gelen yabancılaşma meselesini de
söyleşide dile getiriyor kitabı hazırlayan Fidan. Halil Şahan ise psikolojik
yabancılaşmayı anlatıp anlatmadığını
bizzat kendisine sormuş Atılgan’ın.
“Evet, benim kişilerimde psikolojik
yabancılaşma söz konusu, ama onların kişilikleri bunlarla sınırlı da değil.”
diye yanıtlamış Yusuf Atılgan. Halil
Şahan’ın bu noktada verdiği şu bilgi bugün Yusuf Atılgan’ın neden tam
olarak anlaşılamadığı hakkında ipucu
sayılabilir: “Kitaplarıyla ilgili yazı yazan bazı kişilerin birçok bilgiyi kendisinden aldıklarını anlatmıştı bana.
Yabancılaşma konusunda yazılanların
kaynağı da kendisiydi kuşkusuz.”
Bir not: Kitabın kapağının beni rahatsız ettiğini belirtmeliyim. Bunun iki
nedeni var: Birincisi, doğru bir künye
çıkarmaya elverişli olmayışı; ikincisi
belli ki ticari bir kaygıyla kitabın Yusuf
Atılgan tarafından yazıldığı algısının
amaçlanması. Kapak yazısı tam olarak
şöyle: “Yusuf Atılgan” (bu yazar adı
gibi görünüyor), “Sevgili Halil Kardeş”
(bu da kitabın adı gibi)… Ve üçüncü satıra ortalanmış “Köye Mektuplar” ibaresi… Fondaki fotoğraf ise daha önce
YKY tarafından basılan Yusuf Atılgan
serisini çağrıştırıyor. Kitabı yayına hazırlayanın adı da yok kapakta.
BİYOGRAFİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Derviş ruhlu tüccar
2012 yılında hayata veda eden Ülker markasının kurucusu
Sabri Ülker’in sıra dışı hayatı kitaplaştı: Sabri Ülker’in Hayat
Hikâyesi… Hulusi Turgut her biyografi yazarının göstermesi
gereken özenle, titiz bir çalışmaya imza atmış.
SABRİ ÜLKER’İN HAYAT HİKÂYESİ, HAZ.: HULUSİ TURGUT, DOĞAN KİTAP, 736 SAYFA, 9,90 TL
İ
geçen öğrencilik hayatında Galata’da
seyyar satıcılık yaptı. Belki de mal alıp
satmanın ilk kıvılcımlarını o yaşlarda
zihnine nakşetti. Zamane çocuklarının anlayamayacağı bir de ayakkabı
hikâyesi var. Yeni cızlavet almanın bile
hüner olduğu yokluk dönemlerini yaşayan Sabri Ülker’in gurbete okumaya
giderken ayağında yırtık ayakkabılar
vardı. Komşularının verdiği 43 numara
ayakkabıyı kendisine büyük olmasına rağmen giyen küçük Sabri, kocaman ayakkabı ile bir sene idare etmek
zorunda kalır. Ülker, ayrıca paltosu
olmadığından kış aylarında da çok sıkıntı çeker. Hastalandığında ise okul
doktorunun verdiği raporda şöyle yazmaktadır: “Palto tedarik edildiği takdirde başka bir şeye lüzum görülmüyor.”
HARUN ODABAŞI
nsanların gerçek karakterleri
kriz anlarında ortaya çıkıyor.
Sabri Ülker’i de belki en iyi anlamamızı sağlayan hadiselerden biri, büyük oğlu Ali Ülker’i 8 yaşındayken bir doktorun yanlış iğne yapması
sonucu kaybetmesinin ardından gösterdiği tepki olsa gerek: Hastaneye gelmiş
ve daha birkaç saat önce sapasağlam
bıraktığı oğlunun 5-10 dakika evvel
vefat ettiği bilgisini almıştır. Doğruca
Çocuk Acil’e gider. Evladının gözüne
bakar, alnından öper. Sonra komşusu
Abdullah Şişmanoğlu’na döner ve ilk
tepkisini verir:
“Abdullah, alınyazısı, takdir…”
Ortam aslında çok gergindir.
Ailede bazı aşıların üstüne vurulmaması gereken
tetanos aşını vuran doktora büyük bir öfke vardır. Ali’nin dayısı
Avni İman, doktoru öldürmeye karar vermiştir. Sabri
Ülker yine devreye girer ve kayın biraderine, “Bunu yaparsan ne yüzüne bakarım ne de sana hakkımı helâl ederim”
der. Peygamber Efendimiz (sas), “Sabır
ilk tosladığı anda olandır.” buyuruyor.
İşte size adı ile müsemma bir modern
zaman dervişi Sabri Ülker…
Eskiler ne güzel söylemiş: “Kem
alât ile kemâlat olmaz”. Tekke ve zaviyelerin kâmil insanları vardır. Ama
bu insanlara menfaatin ve kâr hırsının
kol gezdiği ticaret hayatında rastlamak
pek mümkün olmuyor. Sabri Ülker 92
yıllık hayat serüveninde iş yaşamında
birçok sektörde pek çok kişiyle muhatap olmasına rağmen düşmanı bulunmadığı gibi rakiplerinin kendisine
saygı duyduğu bir insan olmayı bildi.
Sabri Ülker’i vizyon, marka yaratma
becerisi, inovasyona yatırımı gibi modern ifadeler yerine bize ait olan ahilik
kültürü, vefa, sadelik ve yardımseverlik gibi kelimelerle tarif etmek daha
uygun düşüyor. Gerçekten de derviş
ruhunun ticarette olabileceğinin somut bir örneği idi.
Evet, zengin bir insandı. Ama onun
zenginliği dünyevi servetinde aranmamalı. O nereye koştuğunu bildiği sindirilmiş bir hayat yaşadı. Paranın sağla-
Ülker Fırtınası’nın doğuşu
Sabri Ülker (1920-2012)
dığı debdebe ona hiç cazip gelmedi. Bu
mütevazı duruşu ile bugünün sonradan
görme muhafazakârlarının anlayamayacağı örnek bir iş adamı portresi çizdi. Murat Ülker’in, “Hayatınızdaki en
büyük lüks nedir?” sorusuna kitabında
son cümlesinde verdiği cevap, belki baba
Sabri Ülker’in de hayat felsefesini anlatıyordu: “Nefes almak. Yaşıyorum, Bundan güzeli var mı? Hiç şikâyetim yok.”
Hulusi Turgut her biyografi yazarının hazırlamak isteyebileceği türden bir kitaba daha imza atmış. Sabri
Ülker’in Hayat Hikâyesi.
Kitabın başında Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Süleyman Demirel, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’nin
Sabri Ülker hakkındaki yazıları kitaba
protokol soğukluğu verse de ilerleyen
sayfalarda bu eksiklik tamamlanıyor.
Ve satır aralarından Sabri Ülker’in
portresini görebiliyoruz. Bir insanın
kim olduğu ile alâkalı en net bilgiler en yakınlarındakiler tarafından
bilinebilir. Bazen uzaktan iyi gördüğümüz insanlara yakından bakınca
aynı saygıyı duyamayabiliyoruz. Ama
Sabri Ülker’de durum farklı. Onu en
çok sevenler en yakındaki insanlar
olmuş. Hepsi adeta sözleşmişçesine
Sabri Ülker’in kişiliğinden ve olaylar
karşısındaki davranışından nasıl etkilendiklerini anlatıyor.
Yırtık ayakkabı ile okudu
Kırım’da doğan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun o büyük savruluşundan
payını fazlası ile alan bir aileye mensuptu Sabri Ülker. Çocuk yaşta geldiği
İstanbul’da ekonomik açıdan sıkıntılı
29
Bir dünya markası olan Ülker isminin
nereden geldiğini de yine kitaptan öğreniyoruz. Sabri Ülker, 93 Harbi, Balkan
Harbi, Birinci Dünya Savaşı ve Bolşevik İhtilali’nin Türkiye’den Kırım’a ve
Kırım’dan Türkiye’ye savurduğu bir
ailenin üyesi. Kırımlı ‘Devletler Ailesi’
1934 yılında ‘Berksan’ soyadını alır. Ülker Grubu’nun temeli İstanbul’un Sirkeci semtinde şekerleme imalatı ve satışı
yapmak amacıyla kurulmuş olan mütevazı bir işyerinde atılmıştı. II. Dünya Savaşı sonlarına doğru Sabri Ülker, henüz
24 yaşındayken büyük bir kıtlık vardı.
Ekmek ve şeker karneyle veriliyordu.
Berksan kardeşler bunun böyle devam
etmeyeceğini düşünerek cesur davranıp
bir bisküvi imalathanesi satın almaya
karar verir. İsmiyle birlikte almak için
anlaşmışken işletmenin eski sahibi son
anda Üçyıldızlar olan ismi vermekten
vazgeçer. Sabri Bey o günlerde akşamları dönemin ünlü yazarlarından Safiye
Erol’un Ülker Fırtınası romanını okumaktadır. Böylece “yıldız”ı da hatırlatan
“Ülker” markası ortaya çıkmış olur. Ardından da aile “Ülker” soyadını alır.
Fırsatları değerlendiren ama fırsatçı olmayan, kitaba uyan ama kitabına uydurmayan bir büyük çınarın
gölgesinde şimdi ikinci ve üçüncü nesiller Ülker Grubu’nu yeni ufuklara
doğru götürüyor. Görünen o ki Sabri
Ülker’in bıraktığı kültürden sapma
yerine bu kültürü kökleştirme arzusunda bir irade var. Bu da Sabri
Ülker’in geride sadece 15 bin kişinin
çalıştığı bir şirket bırakmadığını, bir
kültür bıraktığını gösteriyor.
ÖYKÜ-ŞİİR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Kudüs’te kan sesi ve şiir
‘Bütün kısa öyküler hasret çeker’
A
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Kuşağının en iyi yazarları arasında gösterilen İskoç yazar Ali
Smith’in İlk Kişi ve Diğer Öyküler’i Handan Balkara çevirisiyle
dilimizde. Kitap, yazarın birbirinden farklı dünyalarda yaşayan öykü kişilerinin buluşma noktası, diye tanımlanabilir.
Dünyanın yaşayan en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilen Adonis, Kudüs Konçertosu adlı kitabında bir yandan benliğinin özünü ifşa etmeyi denerken, bir yandan da toplumsal vicdanın sesi olmanın peşinde, Kudüs’ün şiirini yazıyor.
İLK KİŞİ VE DİĞER ÖYKÜLER, ALI SMITH, ÇEV.: HANDAN BALKARA, EVEREST YAYINLARI, 180 SAYFA, 12,50 TL
KUDÜS KONÇERTOSU, ADONİS, ÇEV.: İBRAHİM DEMİRCİ, YKY, 80 SAYFA, 16 TL
AYÇA ÖRER
li Smith. Tanışmamız gereken yazarlardan. Everest Yayınları
da böyle düşünüyor olmalı ki, yazarın
diğer kitaplarının ardından İlk Kişi ve
Diğer Öyküler’i de Handan Balkara
çevirisiyle Türkçeye kazandırdı.
Önce Smith’ten başlayalım. 1962,
İskoçya doğumlu. İngiltere’nin üst komşusu ülkenin en kuzey noktalarından
birinde, Inverness’te işçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş; Cambridge’te
felsefe doktorasının ardından -asli işineyazma faaliyetine dönmüş. O günlerde
verdiği bir röportajda, hayatın onu ne
kadar yorduğundan şikayet edip aslında
bu şikayetin hayattan değil de kronik yorgunluk hastalığından kaynaklandığını
anladığını, bunu anlar anlamaz da her
şeyi yüzüstü bırakarak yazmaya koştuğunu söylemiş. Herhangi bir şey yapmak
için kendinde mecal bulamayan Smith,
bugünden sonra yalnızca yazıya tutunacak, şimdi önümüzde duran kitaba gelene
kadar dört hikâye kitabı, beş roman yazacak. Türkçede izini Whitbread Ödülü
kazanan Rastlantısal, Bütün Hikâye ve Diğerleri ve Gibi’yle sürmek mümkün.
İngiltere’de 2008’de okuyucuyla buluşan İlk Kişi ve Diğer Öyküler, Smith’in
birbirinden farklı dünyalarda yaşayan
“kişilerinin” buluşma noktası. Alıntılarla açılıyor kitap; başlangıçta “Ne çok
parçam var! Sıkı tutunmam lazım.”
diyen Edwin Morgan ve “Sorumluluğumuz hayal gücüyle başlar.” diyen
Haruki Murakami’yle karşılaşınca, aşağı yukarı sizi neyin beklediğini anlıyorsunuz: “Hayal et ama parçalarını unutma.” Ya da ben böyle anladım. “Gerçek
Kısa Öykü”, girizgâh. “Oturduğunuz
kafelerde kulak misafiri olduğunuz
konuşmalar sizi nereye götürür?” sorusuyla kendinizi bir edebiyat tartışmasının içinde buluyorsunuz. Kısa öykü
mü, roman mı? Bitmeyen bir tartışma.
muhasebe hikâyeleri
Karakterler yalnızlıkla bunalmışlık arasında bir sarkaç gibi sağa sola giderken,
karamsarlığı bile iyimserlik ihtimali taşıyan hikâyelerde bir tanıdık var; kendiniz.
Örülen duvarların, apartman dairelerinin, genişleyen ve yürümeye az yer
bırakan caddelerin, bitimsiz sohbetlerin
ve konuşacak kimse bulamamaların,
sürekli “birbirimizi seviyoruz değil mi,
çok seviyoruz değil mi” diye sürüp giden
Y
muhasebelerin hikâyeleri bunlar; biz
–modern- insanın.
O yüzden, Ali Smith’in bir market
arabasına koyuverdiği bebeğe şaşırmıyorsunuz. Sanki insanlar market arabalarına hep bebeklerini bırakıp gidiyor,
sanki o arabadaki bebek hep çalışmaktan
sıkılan kadınlara “Annelik için geç mi?”
sorusu sorduruyor, sanki siz de bu soruyu
sormaktan bıkarsanız, bu emanet bebeği
başka bir arabaya bırakabilirsiniz. Ya da
sıkıldığı için girdiği ilk dükkânda gördüğü en büyük akordeonu alan insanlar hep
aramızda. Onlara “Bu maymun iştahlılık
da nedir?” demek yerine, doğallığında
“Sen hep böyle, çok âlemsin.” diyoruz.
Kollarını köpeklerin boynuna dolayıp öylece duran anneler; yataklarında teşhis konulamamış hastalıklarıyla ömürlerini ayıları yenmeye adamış çocuklar; hapishane
mutfağında gömlek ütüleyen gardiyanlar;
on dört yaşıyla buluşmaya hazırlanan
genç kadınlar; hep gittikleri lokantanın
garsonuna umutsuzca âşık olanlar... Bunları öyle aramızdaki insanlar gibi okuyoruz öyküler boyunca, Smith okutuyor...
KEREM GÜNEŞ
apı Kredi Yayınları’ndan
çıkan Kudüs Konçertosu kitabında Adonis, bir
yandan benliğinin özünü ifşa etmeyi
denerken, öte yandan toplumsal vicdanın sesi olmanın peşinde görünüyor. Denebilir ki, şair hem bireysel
hem de toplumsal olanı birleştiren bir
söylemin imkânlarını aramak gibi zor
bir işe soyunuyor.
Dünyanın yaşayan en önemli şairlerinden biri kabul edilen Adonis’in
hayatı da eseri de bir ‘konçerto’ metaforu çerçevesinde değerlendirilebilir
pekâlâ. Konçerto; tek ya da birden fazla
çalgı için orkestra eşliğiyle bestelenmiş çok bölümlü müzik eseri. ‘Teklik’
ile ‘çokluk’ arasında bir medcezir ya
da şu: ‘Çokluk’ta ‘tek’i aramak; ‘tek’te
‘çokluk’u. Metafizik imaları olan bu belirlemenin hem gerçeğe hem de gerçek
ötesine bakan bir yanı var. Söz konusu
Adonis olunca mesele gelip insanlık
trajedisinin Şarkî cihetine dayanıyor.
İlk insandan bu yana devam eden bir
‘kan imtidâdı’ var. Bu imtidâdı, Ortadoğu coğrafyası özelinde epik düzlemden sürrealist düzleme taşıyor Adonis.
Bir süredir gerçeküstücülüğün metafizik yanıyla ilgilendiğini bildiğimiz şair,
son şiir kitabı Kudüs Konçertosu’nda
kutsal kitaplardan hareket ederek, deyiş yerindeyse bir ‘kıyamet konçertosu’
ya da operası sahneye koyuyor. Hayatın gerçeküstü olduğunun sezgisel bir
kavrayışı bu. Öte yandan Kudüs’ün
çoksesliliğinden yararlanarak farklı bir
şiir dili kurmaya çalışan Adonis, dilin o
ilk saf halinin sesini yakalamaya çalışıyor. Kanla yıkanan kelimelerin kıyameti diyebiliriz bir bakıma. Dil’in inşa
ettiği Babil kulesi ya da kuyu. İmrü’l
Kays geliyor ve ‘ağlama duvarı’na asılıyor şiirleri. Ka’b bin Züheyr’in hırkasını ateşe veriyor insanoğlu. Kumrunun sesini bastırıyor silah sesleri.
Yaşayan insanların tiyatrosu
Başka hikâyelerin arasına giren “Çocuk”,
“Şimdiki”, “Üçüncü Kişi”, “İkinci Kişi” ve
“İlk Kişi” hep okura, “İşte okuduklarınız,
araya sızanlar, size benzemiyor mu?” dedirtiyor. Çünkü yazarın meselesi biraz da
bunu hatırlamak, kişileri. The Guardian’a
göre, “Yaşayana bağlılığım her şeyini gözlemleyebilmekten geliyor.” diyen Smith’in
insan hallerini bu kadar dert edinmesi
şaşırtıcı olmayacak. En son öyküde, “esnemem geldi” diyen ama hiç esnemeyen
kadınla karşılaştığımda hep rastgeldiğim
bu detayı bulunca, kilometrelerce ötede
yaşayan yazara selam gönderiyorum.
O, başkalarını izlemek için arkasında bıraktığı gözlerini –yani kendini– kitapta belki de şöyle anlatmış: “Üçüncü
kişi başka bir çift gözdür. Üçüncü kişi
Tanrı’nın bir önsezisidir. Üçüncü kişi
hikâyeyi anlatmanın bir yoludur. Üçüncü kişi ölülerin dirilişidir.
Yaşayan insanların tiyatrosudur
üçüncü göz. Minyatür bir masum hırsızdır. Camdan yapılmış binlerce postaldır. Tam bir gizemdir.
Alet şekli verilmiş bir silahtır.
Ansızın ortaya çıkar. Oluverir.
İnsanlar arasındaki sonsuz müziği
içeren bir kutudur, çalınmayı bekler.”
“Bütün kısa öyküler hasret çeker”
diyor Smith. Öyküleriyle bu hasretin altını çizen yazarı bir kenara kaydedin.
Kudüs’ü ‘görme biçimi’
Adonis, kâh “dünyanın metnini okuyup
sezgisel bir tarzda evrenin kanunlarını
deşifre eden bir kâhin” kâh sürrealizmin sufizmle izdivacını sağlayan bir
kuramcı olarak karşımıza çıkıyor Kudüs
Konçertosu’nda. Adonis’in sürrealizmi,
“antik toplum ve onun kurumlarıyla,
ahlâk ve estetiğiyle” aykırılığını ilan
etmek şöyle dursun, onlardan beslenen
bir anlayışa dayanıyor. Düşler, muci-
30
zeler, dilsel oyunlar, halisünasyonlar,
delilikler, cezbe halleri bir çeşit ‘konçertonun’ enstrümanları. Zamanlar
arasında yapılan geçişler, dünyanın bilgisini yeniden üretme yolunda imkân
tanıyor şaire ve o da akıl-ruh, gerçekhayal, geçmiş-gelecek gibi ikili karşıtlıklar üzerine kuruyor şiirini.
Adonis’in şiiri için bir çeşit kurban
ayini tınılarını taşıyor desek mübalağa
etmiş olmayız. Aslında mistisizm ile
tasavvuf arasında bir yerde konumlandırılan sürrealizm, Adonis’in Kudüs’ü
‘görme biçimi’ oluyor. Vecd halinin cinnete evrildiği günümüz dünyası, Kudüs
metaforuyla evrensel bir anlatıma kavuşuyor. Deyiş yerindeyse şair, Dil’den önceki o saf halini özlüyor dünyanın; yeryüzünün çocukluk çağını. İnsanın bu
dünyada şairane konaklayacağı yerlerin
başında gelen Kudüs’ün ‘kıyamet’in
metaforu olarak yeniden inşa edildiğine
şahit oluyoruz biz Adonis okurları.
Bir çığlık: “Evet, bu caddelerde her
meyve bir acı”, “Âlemin başlangıcında söz
vardı/ sözün başlangıcında kan.” İmrü’l
Kays öyle mi dedi? Kâbe’nin duvarlarına şiirler asılıyordu; Mescid-i Aksa’nın
duvarlarına şiirler asılmıyor, kandan
gömlekleri asılıyor şairlerin; ceylanlar gibi geziniyor hüzün bu duvarlarda; kanın, cinnetin, kinin panayırı...
Ebu Hureyre’den aktarıyor şair: “Kim
Beytülmakdis’te ölürse, gökte ölmüş
gibidir.” Peki ama Beytülmakdis’in
anlamı ne? Onu hangi dil anlatmaya
muktedirdir? Onu kim düş olarak telakki edebilir, kim hayal edebilir? Hazreti
Eyüb yaralarını çiçeklere emanet eder,
Eski Ahit’ten kumrular kanat çırpıp gelir, Yeni Ahit’ten Zeytin Dağı dilimize
doğru yürür, Kur’an kalbimizi yeniden
yazar... Kalbimize sûr üflenir...
Kudüs Konçertosu, bütün bunları duyuruyor bize.
Ve şair soruyor: “Bölümlerini tek nabızda birleştirecek şarkı nerede?”
“Eyüb’ün şiiri gibi” kalbimizde,
“açık bir yara” Kudüs, hâlâ ve hepimiz
için... Ağlama duvarı’na asılan bir şiir
şimdi Adonis’in şiiri.
Sezai
Karakoç’un
‘Alınyazısı
Saati’ni okuma vaktidir: “Ve Kudüs
şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir./
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri./ Altında bir krater saklayan şehir./ Kalbime
bir ağırlık gibi çöküyor şimdi./ Ne diyor ne
diyor Kudüs bana şimdi.”
Kan, yine kan, yine kan... Kulakları
sağır eden bir orkestra...
ÖYKÜ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Sessizlik ülkesinden notlar
İ
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Acı bir yaşam boyu
Gülbahar Reçber’in Sessizlik Ülkesi adlı hikâye toplamı,
bir ilk kitap. Hikâyelerini daha önce farklı dergilerde
yayımlayan Reçber’in metinleri, kendine ait bir dünya
kurmayı başarmış, titiz bir yazarla tanıştırıyor bizi.
Akif Hasan Kaya, geçtiğimiz günlerde okurla buluşan Ölmüş Oyuncaklar
Müzesi adlı ikinci öykü kitabıyla, ülkemizde ve yakın coğrafyalarda yaşanan
acılara çeviriyor bakışımızı. Başkalarının acısına kayıtsız kalmayan yazarın,
öykülerinde ironiyi ve görselliği de ustaca kullanması dikkat çekici.
SESSİZLİK ÜLKESİ, GÜLBAHAR REÇBER, SÜTUN YAYINLARI, 96 SAYFA, 6 TL
ÖLMÜŞ OYUNCAKLAR MÜZESİ, AKİF HASAN KAYA, İZ YAYINCILIK, 120 SAYFA, 8,50 TL
SEZAİ COŞKUN
lk kitap, ilk göz ağrısıdır.
Hele titiz bir yazar için ilk kitabın yeri ayrı olmalıdır. Gülbahar Reçber’in Sessizlik Ülkesi adıyla
yayımlanan ilk hikâye kitabı, titiz bir
kalemin temkinini heyecanla birlikte
sunuyor.
Hikâyelerini çeşitli dergilerde yayımlayan Gülbahar Reçber’in kitabında toplam on iki kısa hikâye yer alıyor.
Herkesin bir şekilde kendini gösterme
çabasına giriştiği ve bunun yollarından birinin de kitap yayımlamak olduğu günümüzde, kalemle mesaisi uzun
yıllara dayanan bir yazarın bu kadar az
yazmasının sırrı hikâyeler okununca
aydınlanıyor: Kendine ait bir dünyada
yaşama tercihi… Sessizlik Ülkesi’ndeki
hikâyeler, Reçber’in kendine ait dünyasından dışarıya sızan ışıklar mahiyetinde. Virginia Woolf, kadın yazar için
“kendine ait bir oda”yı gereklilik sayıyordu. Hikâyeler okundukça, Gülbahar
Reçber’in her hikâye ile kendine ait bir
oda kurduğu, Woolf’un odasının yerini
hatıraların aldığı görülüyor.
Eserin takdim yazısında, “Öğrenci sesleri arasından, kahkahaların ve
rüzgârda uçuşan sararmış yaprakların
arasından çocukluğunuza, gençliğinize, yarınlarınıza doğru bir yolculuk…”
şeklinde bir değerlendirme yapılmış.
Evet, eşyaya duyarlı bir yazarın kaleminden çıktığı belli olan hikâyeler,
okurun zihnine birçok meseleyi çağrıştırsa da en büyük etkisinin ‘yalıtım’
olduğu söylenebilir. Sessizlik Ülkesi’ni
okuduğunuzda, daha ziyade sinema
filmlerinde gördüğümüz, dış dünyanın
gürültüsünden soyutlanma halini yaşıyorsunuz. Sessizlik, sizi kendine çekiyor. Bu yönüyle hikâyeler, dıştan çok içe
doğru ve insanı kendine ‘kapatan’ bir
yolculuğa kapı aralıyor.
On iki hikâye arasında bir konu
bütünlüğü bulunmasa da hepsinin
‘ben hikâyesi’ olması ve tercih edilen
deneme üslubu tabii bir biçimde izlek
bütünlüğü ortaya çıkarıyor. Her eserin
ruhunun toplandığı bir matris vardır.
Sessizlik Ülkesi’nde de “Dedemin Son
Yüzü” hikâyesindeki “Sanki dedem
bana seslenmiş gibi, elim gayri ihtiyari
perdeyi iyice köşeye doğru ittiriyor. Hatıralar ve an.” cümlelerinde saklı olmalı
bu matris. Her hikâye, hatıralar ve an
arasındaki perdenin çekilmesiyle seyredilen bir sahne gibi. Yazar, o sarkaçta
M
okuru kendisiyle baş başa bırakmak istiyor.
Gülbahar Reçber’in hikâyelerinde
dikkati çeken noktalardan biri, anlatımda çocukluk ikliminin başarılı
bir şekilde canlandırılması. Benzer
hikâyelerde anlatma zamanının ruhu,
vaka zamanı üzerinde bir hayalet gibi
gezer ve metinde vaka zamanı bir türlü
canlanamaz. Oysa Sessizlik Ülkesi’nde
yazar, başarılı bir teknikle o dönemin
iklimini hikâyelerde canlandırabiliyor.
Kitapta ince bir hüzün kendini hep
hissettiriyor. Ama bu hüzün, nostaljiye kapı aralayan marazi bir hal değil.
Tam da Hilmi Yavuz’un “Hüzün ki en
çok yakışandır bize / Belki de en çok anladığımız / Biz ki sessiz ve yağız / bir yazın
yumağını çözerek” mısralarında ifadesini bulan bir hüzün söz konusu burada:
Akıp giden dünyadan farklı bir yerde
durmanın hüznü… Gülbahar Reçber,
“Sözlük” hikâyesinde söz konusu ayrımı bir “hata” olarak tanımlasa da,
pişmanlık duyulan bir hata değildir
bu: “Hatam hayatı dinlemek ve dinlerken susmak… Hayat konuşanları
seviyor halbuki. Yeni anladım bunu.”
İSA DARAKCI
eçhul bir Arap
şairi, “Eğer firak
olmasaydı, ölüm
ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi.” demiş. Şair tek suçlu olarak
ayrılığı işaret etse de esasen insana
değen her acı, ölüme bir davetiye.
Her giden bizden bir şeyler götürüyor, bu yüzden her cenazede kendi
ölümümüze ağlıyoruz. Alnımızdaki
her kırışıklık insan olmaya giden yolda bırakılan izler. Acı, ayrılık, keder,
yokluk dünyanın bir bakıma kaderi.
Söze acıyla başlayışımın müsebbibi Akif Hasan Kaya’nın raflarda yerini alan Ölmüş Oyuncaklar
Müzesi adlı öyküler toplamı. Eser,
Islak Kibritler ile 2012 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Öykücüsü
ödülü alan yazarın ikinci öykü kitabı. Kapakta, insanı derin hüzünlere
salacak, “hüzünlü olduğu için güzel” sepya fotoğraf karşılıyor okuru. Zamane çocuklarına ne anlatır
bilinmez ama tahtadan bir araba,
söğüt dalından bir sapan ve kaç defa
okunduğu bilinmez bir iki kitapta
bütün bir çocukluk gizli değil midir? Üstelik hepsi bir araya itinayla
toplandığına göre geride kalmışlığı,
bir daha dönülemeyecek zamanları
işaret ediyor olmalı. Bugünün çocuklarına, delikanlılarına “Aranızda
vaktiyle komşunun camını indiren,
erik ağacına musallat olan var mı?”
diye sorsak alacağımız cevap komşular açısından belki sevindiricidir.
Çocukluklarını yaşayamamış olanlar için kirlenme, reklam malzemesi olduğunda bir değer ifade ediyor.
Merak ediyorum, gün gelip de söz
açıldığında ne tür hatıralarla yad
edecekler geçmişi?
‘Bir lügat yazdım hayat karşısında’
“Ben hikâyesi” olarak tanımladığımız hikâyeler, yazar ve metin ilişkisi
bakımından da dikkat çekici ayrıntılar sunuyor. “Beni Unutma Çiçekleri”
hikâyesinde bir öğretmenin dillendirdiği, “Ah bu çocuklar! Sonradan
hicran yılları adını vereceğim yılların
dayanağı.” şeklindeki cümle, yazarın, yazma eylemi dolayısıyla metinle
ilişkisini gösteriyor. Tüm hikâyeler bir
yönüyle, yazarın hayat karşısındaki
dayanağına dönüşüyor. “Gözü Yaşlı Vav” hikâyesindeki, “Okumaya ilk
başladığım günlerden beri kalbimle
hayat verdiğim kelimelerim var. Farklı
bir lügat yazdım hayat karşısında. O
yüzden zor oldu her şey. O yüzden
çok sustum. O yüzden çok acı çektim.”
cümleleri, okumaya ve yazmaya “düşmüş” her bireyin macerasına beyan
oluyor. Her okuma ve her yazma çabası aslında kendine has bir lügat oluşturma çabası değil mi? Nitekim yazar,
bu durumu, bir leitmotif olarak farklı
hikâyelerinde hem söylem hem anlam
düzeyinde okuruna hatırlatıyor.
Gülbahar Reçber’in Sessizlik Ülkesi’ndeki hikâyeleri, okuru bir tahayyül anında yakalamayı başaran metinler olarak öne çıkıyor.
Acılara kayıtsız kalmamak
Girişte yer verdiğim alıntıyı hatırlamama sebep “Servilerdeki Rüzgâr”
öyküsündeki “Çocuk kan kaybından
değil, annesizlikten öldü.” cümlesi.
O çocuklar ki, kuytu bir köşede altlarına serecek bir karton parçası bulunca dünyanın en mesut rüyalarını
görürler. Ölümün insana gelirken
farklı yollar izlemesine şaşırmamalı.
Şaşırtıcı olan, ölümcül bir bıçak darbesiyle yaralanan, “annesini hiç görmemiş bir çocuğun nasıl içten acıyla
anne diye bağırması”dır.
31
İlk kitabındaki bireysel temaların
yerini ülkemizde ve yakın coğrafyada
yaşananların aldığı bu kitapta Kaya,
yaşanan acılara kayıtsız kalamadığını gösteriyor. “Öykünün toplumda
bulacağı karşılıktan çok, bireylerde
yapacağı değişimin peşinde olduğumu söyleyebilirim. Okuyucu, öyküyü
okuduktan sonra olaylara başka bir
gözle bakabiliyor mu?” diyen bir kalemden çıkan öyküler bunlar. Tam
da bu sebeple Kaya’nın öykülerinin,
genelgeçer olanı sanatın uzun süreli
gündemine havale etmiş bir çizgide
seyir izlediği söylenebilir. Gerçekten
biz okurlar, “Kuş Çocukları”, “Yer/
Gök”, kitaba adını veren “Ölmüş
Oyuncaklar Müzesi” ve diğer öyküleri
okuduktan sonra acıyla dokunmanın
meydana getirdiği sarsıntıyla, o eski
günlerdeki kaygısızlığımıza kavuşmak için teselliyi hayatın hayhuyuna karışmakta buluyoruz. Ne var ki,
biz görmesek de uzaklarda bir anne,
biri kucağında diğeri sırtında iki evladını savaştan kaçırmaya çalışacak,
belki yolda hangisinden vazgeçeceğini düşünecek, bir asker yıllar önce
vurduğu bir serçeden sonra gömdüğü
sapana tutunmaya çalışacak makineli tüfeğin tarrakaları yanı başında
yankılanırken, nice masum “hükümeti devirmeye çalışmak” suçlamasıyla işkence görmeye devam edecek.
‘Sonu olmayan hikâyeler’
Acı, ezginlik derken öykülerdeki ironiyi ıskalamamalı. Kısa öykülerde yazar
görselliği kullanmakta ne kadar mahirse, “Çerkez’in Rüyası” adlı uzun öyküsünde tahkiye unsurlarını kullanmakta da o derece hünerli. Hırsız İlyas’ın
hinliği, oğlunun cennete girmesi için
elindeki bütün para ve altını hırsıza
kaptıran annenin safderunluğu, “neyse
atı çaldırdık ama hiç olmazsa itibarını
kurtardık” düşüncesiyle kendini avutan Çerkez Yakup’un iyimserliği okuru
tebessüm ettirecek unsurlar.
Akif Hasan Kaya, acının bir yaşam boyu olduğunu hatırlatırcasına
“sonu olmayan hikâyeler” anlatıyor,
çünkü yeryüzünde mutluluk rüyaları
“ya bir çığlık ya da gardiyanın soğuk
pis sesi ile bozulmaya” hazırdır. Her
şeye rağmen “Nusret” öyküsündeki
gibi düşünmek istiyor insan: “Zulüm
en şiddetli hale gelince, bir ses bütün
kötüleri, bütün kötülükleri silip süpürecek bir ses gelecek.”
DİN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Ölümden öte yol var
Basınımızın sicil defteri
Tasavvuf erbabından âlim el-Muhâsibî’nin dilimizde Kabrin
Ötesi adıyla yayımlanan Kitâbu’t-Tevehhüm adlı eseri, ölümle
başlayan yolculuğu hatırlatıyor. Kitap, dünyadan geçtikten
sonra karşılaşılacak menzilleri bir tablo gibi sırayla resmediyor.
Kabrin Ötesi, el-Muhâsibî, IŞIK YAYINLARI, 96 SAYFA, 4,90 TL
Dönüş yalnız O’na olacaktır
İLLÜSTRASYON: CEM KIZILTUĞ
Y
sun, hayret ediyorum! Hiç çare yok, ölüm;
ızdırap, keder, can çekişme ve sekerât olarak er geç seni bulacak. Öyleyse başına gelecek bu şeyleri eli kulağındaymış gibi gör
ve öyle algıla.”
“Düşün ki ölüm birden gelip seni yere
sermiş ve yığılmış kalmışsın. Mevtin uykusundan ancak mahşerde Rabbinin huzurunda uyanabilecek ve kendine gelebileceksin. Kendini mevte ait çırpınışlar,
sıkıntılar, tasalar ve sekerât içinde nefes
alıp verirken düşün.” diye açılıyor kitap.
Sekerât-ı mevtle başlayan bu düşünme,
ölüm ve sonrasında yaşananlar, kabir hayatı, kıyamet, ahiret, hesap, mizan, sırat,
cennet nimetleri, cehennem sahneleri ile
devam ediyor. Muhâsibî’nin kaleminden
dökülen kelimeler birer anahtar oluyor, esrar perdelerini açıyor, suskunlar yurdunun
haberlerini fısıldıyor.
AHMET DOĞRU
ahya Kemal, “Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan/
Ve arkasında güneş doğmayan
büyük kapıdan/ Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.” diye anlatır ölümü.
Boşlukta simsiyah açılan geniş kanatlar,
arkasında güneş doğmayan büyük kapı
ve bitmeyen sükûnlu gece… Bildiğimiz,
yıllar yılı üzerinde yaşadığımız, öyle ya
da böyle ünsiyet ettiğimiz dünyadan bir
anda bambaşka bir âlemin ortasına düşüverme. Geri dönüşü olmadan. “Benim”
dediklerini bırakarak. Yalnız. Çaresiz.
Yahya Kemal’in şairane üslûbunda karanlıklar içinde beliren ölüm, o kadar da
bilinmez değil aslında. Hazreti Allah yüce
kitabında, Peygamber-i Zîşân (aleyhissalâtü
vesselam) nebevî beyanlarında ölümü,
ölümden sonraki hayatı, varılacak durakları, göçülecek mekânları ayan beyan
anlatıyor. Gidince “Nal ile mıh arasında
olsaydım da yine de dünyada olsaydım.”
dememek için fırsat elde iken nasıl bir
ömür geçirmek gerektiği konusunda ikaz
ediyor. Ebu Zer’e hitaben şöyle buyuruyor
Allah Resulü: “Gemini bir kere daha elden
geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin.
Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk çok
uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü
tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve
hakkıyla değerlendiren Rabbin senin yapıp
ettiklerinden haberdardır.”
Kimine “Yandım, medet!”, kimine
düğün bayram olan ölüm, ayet ve hadislerden hareketle müstakil kitaplara da
konu edilmiş. Bunlardan biri de milâdî
857 yılında vefat eden, ilk dönem tasavvuf erbabından; hadis, kelâm ve tefsir
âlimi Ebû Abdullah Hâris bin Esed elMuhâsibî’nin Kitâbu’t-Tevehhüm’ü. Ölümü
ve ölüm ötesi hayatı bir hikâye üslûbuyla
görünür kılan Kitâbu’t-Tevehhüm, okuyucuyu “ahiret menzillerinde seyahat”e
çıkarıyor. Kitabın tam adı, Kitâbu’tTevehhüm bi Keşfi’l-Ahvâl ve Şerhi’l-Ahlâk.
Bazı kaynaklarda başka isimlerle de
anılıyor. Ömer Çetinkaya tarafından
tercüme edilen Kitâbu’t-Tevehhüm, Işık
Yayınları’nca Ahiret Menzillerinde Seyahat: Kabrin Ötesi adıyla okura sunuldu.
Yayınevi, Muhâsibî’nin er-Riâye’sini de
Kalp Hayatı adıyla yayımlamıştı.
Muhâsibî, kitapta müjdeleyen ve sakındıran bir üslûp kullanıyor. İnsanları
cennete teşvik ve cehenneme götüren
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
yollardan uzak durmaları için ikaz ediyor.
Meselenin vahametini düşünen ve mevzu
üzerinde derinlemesine kafa yoran kişilerin, varacağı yerin neresi ve âkıbetinin ne
olacağını öğreninceye kadar hep mahzun
ve mükedder kalacağını söylüyor: “Rabbine karşı gelmişken ve isyanlarınla O’nun
gazap ve azabını hak etmişken nasıl gözün
aydın ya da korku ve endişeden hâli olur-
Sayfalarda gezinirken birden kendinizi
mizanın önünde buluyorsunuz. Cehennemden bir boyun yükseliyor. Derdest
etmekle görevlendirildiği kimselerin adlarını sayıyor. Sonra bu isimleri zikredilen
kimseleri kuşun yem tanelerini topladığı
gibi topluyor. Cehennem onların hepsini
paketleyip ateşe atıyor. Ardından bir münadi sesleniyor: “Mahşer ehli kimin izzet
ve ikrama lâyık olduğunu görecektir. Her
daim Allah’a hamd edenler (hammâdûn)
ayağa kalksın.” Hammâdûn kalkıp cennetin yolunu tutuyor. Her amelin ehli,
iyi kötü hesabını veriyor. Cennet ehli,
cehennem ehli birer birer yerini buluyor.
Kıldan ince kılıçtan keskin sırat, Allah
Teâlâ’nın “Doldun mu?” sorusuna “Daha
yok mu?” cevabını veren cehennem ve
tertemiz bedenlerin dolunay gibi ışıldayan yüzleriyle ona doğru koştuğu saidler
yurdu cennet. Muhteşem sarayları temaşa ederken “Hoş geldin!” çığlıklarıyla
karşılanma…
“O ne âlî bir meclis ve ne muhteşem
bir topluluktur! Rabb-i Rahim nezdinde
birbirine nedim olan o insanlar da ne
büyük insanlardır! Öyleyse (bütün bunlara kavuşmak istiyorsan) Rabbine iştiyak duy ve kendini O’na sevdir! O’nunla
arana yabancı bir şey girerse hemen ilişkini kes ve yüz çevir! Dualarında Allah’ın
lütuf ve ihsanına ermeyi ve hiçbir zaman
onlardan seni mahrum etmemesini talep et! Başarı sadece Allah’ın lütfuyla
kazanılır ve dönüş yalnız O’na olacaktır.” diyor el-Muhâsibî.
32
BÂBIÂLİ’DE HAYAT, MEHMET NURİ YARDIM,
ÇAĞRI YAYINLARI, 256 SAYFA, 13 TL
Şimdilerde İkitelli
muhitinde toplaşsa
da ‘matbuatımız’ bir
dönem Bâbıâli’yi mesken
tutmuştu. Basınımızın
Bâbıâli günleri, sadece tatlı bir hatıra
değil, aynı zamanda yakın tarihin sicil
defteri, siyaset tarihimizin silinmeyen
boy aynasıdır. Mehmet Nuri Yardım,
tarihî yarımadayla birlikte giderek
tarihten kopan, tabelaları, binaları ve
hatıralarıyla zihinleri terk etmek üzere
olan Bâbıâli’yi ‘efsaneleri’yle birlikte
günümüz okuruna tanıtıyor.
Buğulu bir camın ardında
BUĞULU CAM, CENGİZ AYDIN, MESERRET
YAYINLARI, 104 SAYFA, 10 TL
Cengiz Aydın, şiirlerinde hayata buğulu bir
camın ardından bakıyor.
Görüntüyü bulanıklaştırmayan bu bakışlar,
bir özge temâşânın peşindeki şairin
“mavera” ile “masiva” arasında yaptığı
yolculuğun izlerini taşıyor. Bu yolculuk, kıvrıla kıvrıla akan bir hüzün
ırmağı gibi hayat denizine akıyor.
Melankolinin hüzmeleri de düşüyor
şiirlere, Galib Dede’nin bahçelerinden
devşirilmiş güller de…
Tarık Buğra’dan hayata dair
POLİTİKA DIŞI, TARIK BUĞRA, ÖTÜKEN
NEŞRİYAT, 302 SAYFA, 20 TL
Tarık Buğra’nın muhtelif
yerlerde ve zamanlarda
kaleme aldığı yazılarından ve kendisiyle
yapılmış mülakatlardan
derlenen Politika Dışı, yazarın hayat
telakkisine ve edebi anlayışına dair
ilginç ayrıntılar barındırıyor. Adı Politika Dışı olsa da, kitapta kelime tercihlerinin bile ne kadar siyasi olabildiğini
görüyoruz. Yazar dile, eğitime, kitaplara, sanata ve hayata dair samimi ve
bir o kadar da ciddi değerlendirmelerini paylaşıyor okurla.
Plaza-site-AVM üçgeninde
DOĞA TARİHİ, HAKAN BIÇAKÇI, İLETİŞİM
YAYINLARI, 227 SAYFA, 18.50 TL
Hakan Bıçakçı’nın yeni
romanı Doğa Tarihi için en
uygun ifade “günümüz
insanını anlatıyor” olurdu
herhalde. Dünyanın kendi
etrafında dönmediğini
hissettiği an paniğe kapılan, daima merkezde olmayı isteyen, farklı olma telaşıyla
yaşayan, farklılığının fark edilmesini her
şeyden daha çok önemseyen; iştah, takdir
ve kıskançlık dolu gözlerin hep üzerinde
olmasını arzulayan günümüz insanı…
Hakan Bıçakcı, metropol tekinsizliğine
bu defa bir kadının gözünden bakıyor.
Doğa Tarihi, plaza-site-alışveriş merkezi
üçgeninde sıkışmış hayatları anlatan,
günümüzde geçen bir distopya romanı.
MÜZİK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Kendi kaleminden Jimi Hendrix
Derinden akan öyküler
UZAYAN GÖLGELER, EMİNE BATAR, HECE
YAYINLARI, 115 SAYFA, 11 TL
Efsane gitarist Jimi Hendrix’in kendi hayatını anlattığı Sıfırdan
Başlamak Türkçede. Alt başlığı “Benim Hikâyem” olan kitap söyleşilerden oluşuyor. Kitabı özel kılan ise bizzat Hendrix tarafınan kaleme alınan mektuplar, notlar, kartpostallar ve şarkı sözleri…
Uzayan Gölgeler, öykülerini Dergâh, Yedi İklim ve
Hece Öykü’de gördüğümüz Emine Batar’ın ilk
öykü kitabı. Gelişmeye
açık, zengin bir öykü dünyasına sahip
yazar. Kendini zevkle okutan şiirli
bir dili var. Emine Batar, olaylar ve
durumlar karşısında insanın değişmez hallerini anlatıyor. Ev içlerinin,
gündelik hayattaki sıradan olayların
arkasında, insanın ezeli ıstıraplarını
dillendiriyor. Bütün öykülerin derininden ince bir hüzün akıyor.
Sıfırdan Başlamak, Jımı Hendrıx, Çev.: Avi Pardo, Domingo Yayınevi, 256 SAYFA, 24 TL
2
“
ALİ PEKTAŞ
8 yaşımı görebileceğimden emin değilim, fakat
bir yandan da son üç yılda
o kadar çok güzellik yaşadım ki. Dünya bana hiçbir şey borçlu değil.” dediği
gibi, 28’ini göremedi Jimi Hendrix. Ancak müziği, hayatı ve sıra dışı kişiliği ile
ölümünün ardından milyonlarca kişiye
ilham verdi, vermeye devam ediyor. Bugün dünyanın neresinde olursa olsun,
eline gitar alan ve bu yolda ilerleyenlerin ya da rock müzik dinleyenlerin adını
mutlaka bildiği bir efsane o. Profesyonel
olarak sadece dört yıl sahnedeydi. Buna
karşın tüm zamanların en büyük gitaristi
kabul ediliyor. Gitarda devrim niteliğinde
ve kendine has teknikler geliştirip o güne
kadar görülmemiş bir şekilde çalsa da o
elbette bir gitaristten çok fazlasıydı.
Jimi Hendrix’in hayatıyla ilgili o kadar
çok efsane var ki, hepsi toplansa birkaç
cilt olur. Bu efsaneler yerine Hendrix’in
hayatı ile ilgili gerçekleri ilk elden okumak isteyenler için bir kaynak kitap, Sıfırdan Başlamak ismiyle Türkçeye çevrildi. Alt başlığı “Benim Hikâyem” olan ve
Peter Neal ile Alan Douglas tarafından
yayına hazırlanan kitabın önemli bir kısmı müzisyenin sahnedeyken verdiği söyleşilerden oluşuyor. Ancak bu eseri özel
ve gizemli kılan bizzat Hendrix tarafınan
kaleme alınan, mektuplar, notlar, kartpostallar, şarkı sözleri… Yazma takıntısı
olan müzisyen, otel kırtasiyesi, küçük kağıt parçaları, sigara paketi, peçete elinin
altında ne varsa o anki hislerini kağıda
aktarmış. Her ne kadar bu söyleşilerden
ve yazılardan bazı bölümler daha önce
yayımlandıysa da, onlar genellikle başkalarının Jimi’nin hayatı ve müziği hakkındaki fikirlerini desteklemek için kullanılmıştı. Aynı zamanda Jimi Hendrix’le
ilgili bir film üzerinde çalışan Peter Neal
ve Alan Douglas, var olan malzemenin,
baştan sona okunduğunda müzisyenin
ardında kendi olağanüstü ve kapsamlı
hikayesini bıraktığını fark etmiş.
Gelecekteki okurA yazılmış
Sıfırdan Başlamak, eldeki malzemenin bir
anlatı düzeni oluşturacak şekilde gözden geçirilmesiyle oluşmuş. Peter Neal
önsözde bir film yapımcısı olarak işe bir
belgesel film kurguluyormuş gibi yaklaşmanın kendisine doğal geldiğini söylüyor.
Hendrix’in konuşma kalıbının ahengi
ve anlatım tarzının görsel zenginliği bu
yaklaşımı daha da güzelleştirmiş. Kitap
Bir toplumsal yüzleşme romanı
GÖLGELER VE HAYALLER ŞEHRİNDE, MURAT GÜLSOY, CAN, 304 SAYFA, 21,50 TL
Gölgeler ve Hayaller
Şehrinde adlı yeni
romanında Murat
Gülsoy, geçen yüzyılın
başlarına götürüyor
okuru. 1908 Meşrutiyet’inin ardından İstanbul’a gelen Türk asıllı bir
Fransız gazeteci, Osmanlı’nın bu en
çalkantılı dönemine ait tanıklıklarını anlatıyor. Roman, hem yıkılmaya
yüz tutmuş imparatorluğun son
yıllarını hem de kendi kökleriyle
yüzleşen kahramanın hikâyesini aktarıyor. Murat Gülsoy, romancılığını
daha geniş, toplumsal bir zemine
taşıyor son kitabıyla.
Toksözlü yazılar
TOKSÖZ 1924, IŞIK ÖĞÜTÇÜ, EVEREST
YAYINLARI, 301 SAYFA
Jimi Hendrix
bir bakıma onların kontrolünden çıkmış
ve kendi iradesiyle gelişmeye başlamış. O
kadar ki Neal bu durumu şöyle anlatıyor:
“Şayet bu ‘gölge yazım’ ise hangimizin
gölge olduğunu merak etmeye başladım.
Hikâyesini o kadar iyi anlatmış ki, bana
yapacak bir şey bırakmamış. Tekrarları
elemek dışında, bazı cümleleri bir araya
getirmek ve anlamı berraklaştırmak adına
gerekli gördüğüm yerlerde, grameri değiştirmekle yetindim.” Kitabı okurken bunu
hissediyorsunuz. Sanki Jimi Hendrix’in
ölmeden önce gelecekteki okuyucusuna
yazdığı ve zamanı gelince yayınlanmasını istediği bir kitap Sıfırdan Başlamak.
Müzik yalan söylemez
Kitapla ilgili birkaç eleştirim var. Örneğin Hendrix’in üzerine not aldığı materyallerin ya da yazdığı mektuplardan birkaçının orijinal hali kitapta yer alabilirdi.
Yine kitaba bir fotoğraf albümü eklenebilirdi. Sayfalarda dolaşırken, dikkatinizi
çeken ilk şey Jimi Hendrix’in ne kadar
sıra dışı bir hayat yaşadığı. Çokları onu
“uzaylı” diye niteler. Çocukken öğretmeninin “Kendini nasıl hissediyorsun?”
sorusuna, “Bu, Mars’ta insanların ken-
dilerini nasıl hissettiğine bağlı aslında.”
diye cevap veren Hendrix için bu niteleme bir bakıma doğru olsa da aslında o
da hepimiz gibi bir faniydi. Büyük bölümü yoksulluk ve sefaletle geçen kısa
ömrü, birçoğumuz için bir ütopya gibi
görünebilir. Onun hedefine varmak için
verdiği mücadele ve müziğe inanması
özellikle müzisyenler için önemli bir ilham kaynağı. New York’tan babasına
1965 tarihinde yazdığı mektubun ilk satırları bunu çok güzel özetliyor: “Her gün
yemek yemesem de her şey benim için iyi
gidiyor. Gitarım ve amfim hâlâ duruyor
ve onlar olduğu sürece kimse beni yaşamaktan alıkoyamaz.”
Ne sahnede gitar yakması ya da parçalaması, ne sıra dışı bohem hayatı, ne
şarkı sözleri, ne ölümü ne de bir uzaylı
gibi davranması onu bugün bir efsane
yapan. Asıl sebep, müziğe olan inancıydı.
Şu sözleri sanırım ne demek istediğimi
anlatacaktır: “Dünyayı müzik değiştirecek. Müzik yalan söylemez anlıyor musun? Yanlış yorumlanabileceğini kabul
ederim, fakat yalan söylemez.”
Aslında sadece bu inancıyla bile ona
çok şey borçlu dünya!
34
Işık Öğütçü, dedesi Abdülkadir Kemali’nin 1924
yılında Adana’da yayımlamaya başlayıp İstanbul’da
devam ettirdiği muhalif
Toksöz gazetesindeki makalelerini kitaplaştırdı. Öğütçü, yönetim
kadrolarının arşivlerde yer alan kaynakların sessiz çığlıklarına kulak vermelerini
istiyor. Bu yazıların onları düşünmeye
sevk edeceğini ve şimdi yaptıkları
hataları tekrar etmeyeceklerini söylüyor.
Kemali’nin yazıları, 90 yıl sonra bile bazı
şeylerin değişmediğini gösteriyor.
Bir Osmanlı akıncısı
GAZİ EVRENOS BEY, AYŞEGÜL KILIÇ,
İTHAKİ YAYINLARI, 240 SAYFA, 23 TL
Gazi Evrenos Bey, muamma dolu kuruluş
yılları Osmanlı tarihinin en
önemli figürlerinden biri.
Bir Osmanlı akıncı beyi
olarak, Osmanlı Devleti’nin
Balkanlar’a geçiş ve yerleşme sürecinde tarih sahnesine çıkmış, kimi zaman
sultanların ondan çekinmesine neden olan
başarılarıyla Balkan fatihi yakıştırmasını
hak etmiştir. Ayşegül Kılıç, Evrenos Bey’in
bilinmeyen yönlerini gün ışığına çıkarırken,
Balkanlar’ın Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasıyla bölgede Osmanlı şehirlerinin
kurulmasındaki rolüne de yer veriyor.
DENEME
KÝ­TAP ZA­MA­NI
‘Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil’
Cengiz Aydoğdu, Yalnızlık Muhatap İster adlı ikinci deneme kitabında, toplumca yaşamakta olduğumuz kimi vicdan ağrılarını, altından
kalkamadığımız ağır meseleleri bir ders gibi işliyor. Bu dersi hem
kendisi hem de artık istifadeye duran bizler için zevkli hale getiriyor.
Yalnızlık Muhatap İster, Cengiz Aydoğdu, ötüken neşriyat, 202 sayfa, 16 tl
B
AYŞE SÜREZ
azen böyle olur, bir kitabı
okumaya durduğunuzda,
ilk andan itibaren bir söz,
bir dize, bir şarkı gelip dilinize yerleşir ve
bütün kitabı onunla birlikte, sesi yazarın
sesine karışarak okursunuz. Yalnızlık Muhatap İster’in daha ilk sayfalarında, nereden geldiyse dilime Fuzuli’nin o meşhur
dizesi yerleşiverdi: “Söylesem tesiri yok,
sussam gönül razı değil”, ne ettiysem kurtulamadım. Sonra dedim ki, kitabın kaderi buymuş. Sayfalar ilerledikçe gördüm
ki, aslında o dize yazarın hareket noktası. Bütün o yazıları ‘söyleten’, bir bakıma,
‘susmaya gönlün razı olmayışı’. Bunları
söyleme cesaretini biraz da onun önsözdeki şu cümlelerinden alıyorum: “Okuyacağınız yazılar, tam anlamı ile konuşamama atmosferinde ‘demlenmiş’ yazılar. Her
biri en az ‘birkaç yıl’ tezgâhta kalan, bu
yüzden de fazla sıkıcı, biraz ‘gıcık’, ceketli, kravatlı, düğmeleri ilikli ve belki de zor
okunan, uzun bir zaman zarfında tahrir
vazifesi gibi yazıldıkları için yer yer sanki
yeni başlıyormuş intibaını veren yazılar.”
Yazarın “ceketli, kravatlı, düğmeleri
ilikli ve belki de zor okunan” deyişini bir
tevazu ifadesi ve kendine yaptığı bir haksızlık olarak işaretleyip, durumun bunun
tam aksi olduğunu söyleyeceğim. 2005’te
yılın deneme ödülünü alan Bize Velvele Düştü’yü de akla getirerek söylersek,
kuşkusuz, Cengiz Aydoğdu iyi bir yazar.
Sahih bir aydın. Hayır, münevver… Yerli
bir sesle konuşuyor ve bu ülkenin manevi
damarlarından besleniyor. Hem düşünce
hem de duyuş ve üslup olarak Nurettin
Topçu, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Sezai Karakoç zincirine ekleniyor. Yunus Emre’den
Niyazi Mısrî’ye, Ahmed Naim’den Yahya Kemal’e, Kemal Tahir’den Roland
Barthes’a kadar yerli ve yabancı ruh akrabalarına sahip. Bu da ona ceketsiz, kravatsız, özgürce söz söyleme ve sözü zevkle
söyleme imkânı veriyor.
Yalnızlık Muhatap İster, Cengiz
Aydoğdu’nun ikinci deneme kitabı. ‘Deneme’ dedim ama bu adlandırmadan emin
değilim. Yazar ve yayınevi de bir alt başlık
biçmemiş kitaba. Aslına bakılırsa bunun
pek de önemi yok. Yazar, düşüncelerini bir
türün kalıpları içine hapsetmekten kaçınıyor besbelli. Önsözde de değinip geçtiği
gibi yazılar, aslında yazarın kendisini ‘rahatsız eden’, sussa gönlünün razı olmayacağı konuları, teklifleri, kendi kendine tar-
Cengiz Aydoğdu
tışması, iç konuşmaları… Düşüncelerinizi
anlatacak birini bulamadığınızda yahut bu
yararsız hale geldiğinde, kendi kendinize
konuşmaya, tartışmaya başlarsınız. Öyle
yapıyor Aydoğdu, toplumca yaşamakta
olduğumuz kimi vicdan ağrılarını, dünden bugüne altından kalkamadığımız ağır
meseleleri bir ders gibi işliyor ve bu dersi
hem kendine, hem de artık istifadeye duran bizlere zevkli hale getiriyor. Bana kalırsa kitap, çağdaş bir siyasetname. Elbette
bilinen örneklerine benzer bir öğütler kitabı değil. Fakat hem bizim ‘fani’lere hem
de yönetme erkini elinde bulunduranlara
(böylelerinin kitap okuma ihtimali bulunmasa da) bir kut ve saadet vaat ediyor.
TEMEL MESELE, Şahsiyet inşası
Cengiz Aydoğdu’nun kitaptaki temel meselesi, ‘şahsiyet inşaşı’. “Şahsiyet sahibi
olmak bir insan hakkıdır” diyor. Ona
göre, şahsiyetsizlik, sadece sahibine değil,
topluma karşı da yöneltilmiş bir tehdittir.
Aydoğdu, dünden bugüne hem gündelik
hayatta hem de toplumsal meselelerde yaşadığımız krizlerin sebebini, bir devamlılık fikrine sahip olamayışımıza ve şahsiyet
inşa edememiş olmamıza bağlıyor. Şahsiyeti ve şahsiyet sahibi olmayı, bütün toplumsal değer ve ilişkilerin omurgası olarak
görüyor yazar. Şahsiyetin kaidesini ise
‘ahlâk’ olarak belirliyor. İnsan; yurdu, yuvası ve bütün değerlerin dünyası olan ahlak ile yolunu ayırdığında, ‘boş bir ruh ve
dolu bir mide’yle her yolda yürümeye hazır, yönsüz bir varlık haline geliyor. Bugün
yaşadığımız toplumsal travmanın sebep-
lerini ta derine, toplumun temel taşı olan
insana inerek oradan anlamaya çalışıyor
yazar. Her şey, şahısta başlıyor ve ‘şahsiyet’
olmak ya da olamamaya bağlanıyor. Şahsiyetini yitiren, bütün kötülüklere maruz
hale geliyor.
Aydoğdu’un kitabını, hem yaşadığımız
şu karanlık zamanların tefsiri hem de bu
karanlıktan kurtulmanın tiryakı olarak
okudum. Her sayfada bir keşif heyecanı yaşayarak… Bu ülkenin derin sesiyle
konuşuyor Aydoğdu, bu yüzden tesir ediyor söyledikleri. Kitabın son bölümünde
Anadolu’dan manzaralar ve Anadolu insanı üzerine kaleme aldığı anekdotlarda görüleceği üzere, insanımızı iyi tanıyor. Tarık
Buğra’ya benzer bir bakışı var. Devletin o
soğuk, zaman zaman küstah ve buyurgan
yüzünü reddediyor. Bu ayrıcalıkla ve haklı
olarak ülkenin vicdanı gibi konuşuyor. “Bir
memlekette vukua gelen hiçbir şeyi, karar
ve yetki sahiplerinin zihin ve ahlâk kapasitelerinin seviyesinden ayrı düşünemeyiz.
Bu bakımdan bir ülkede ‘cereyan eden hadiselerin kaçta kaçı mesuliyet ve salahiyet sahiplerinin idrak ve ahlâk seviyeleriyle alâkalıdır?’ suali, demokrasinin can
damarıdır.” diyor. Ve şu sıra mahkûmu
olduğumuz vasatın egemenliğine isyan
ediyor. “Vasatın iktidarı öyle bir şeydir
ki, kendi seviyesinin azıcık üstündeki
bütün oluşları ya yok sayar veya yok eder.
Hiçbir şey yapamazsa değersizleştirmeyi
dener. Onu da başaramazsa, toplumsal
değerler manzumesini tanzim eden seviye sistemini istihfaf eder, küçültmeye
kalkar, kirletmeyi dener.” Bu anlatılanlar, ete kemiğe bürünmüş olarak size bir
yerlerden tanıdık geliyor mu?
‘Şahsiyetimiz geleceğimizdir’ diyor
Aydoğdu. ‘Ahsen-i takvim’e mazhariyetten, üsluptan, güzel ahlâktan, kimlik sahibi olmaktan söz ediyor. Sadece yıkımları
göstermiyor, çareler öneriyor. Bütün bunları, ustalarından tevarüs ettiği o incelikli
dille yapıyor. Nurettin Topçu ile Cemil
Meriç ve en çok da Nevzat Kösoğlu’nun
yanı başından konuşuyor fakat kendi sesiyle. Tevazu ile söylediğinin aksine, zevkle, heyecanla okutuyor yazdıklarını.
Bu ülkeye dair derdi, hüznü ve sevdası olan herkes, Yalnızlık Muhatap İster’i
okumalı. Kitabın bıraktığı yerden, tarihe, insana, topluma ve yaşadığımız
günlere yeniden bakmalı ve her şeyi
vahyin aydınlığında yeniden okumaya
başlamalı. Yazarın muradı da bizi böyle
bir kıpırdanışa davet olsa gerek...
35
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Memet Fuat’ın eleştiri yazıları
ELEŞTİRİ ÜSTÜNE, MEMET FUAT, YKY,
287 SAYFA, 22 TL
Memet Fuat, ‘Çok sesliliği savunan bir anlayıştan yanayım’ demişti.
Onun 1950’lerden
90’lara uzanan zaman
diliminde kaleme aldığı
eleştiri yazılarından oluşan kitap,
aynı zamanda Türk eleştirisinin
nasıl bir yol izlediğini de gösteriyor.
Kitap, başta eleştiri, edebiyatın farklı
konuları üzerinde gezinirken, aynı
zamanda edebiyatımızın geçen yarım
asrına dair bir hafıza tazeleme imkanı da sağlıyor.
Bilinmeyen yönleriyle Falih Rıfkı
ÇANKAYA’NIN KALEMŞORU, YAŞAR GÜRSOY,
İNKILÂP KİTABEVİ, 424 SAYFA, 22 TL
“Ben şu hayli uzun
ömrümde güneşe
doyamadım. En parlağı, Atatürk’e kadar
sürdü.” diyen Falih Rıfkı
Atay’ın bilinmeyen yönleri Yaşar
Gürsoy’un çalışmasıyla gün yüzüne
çıkıyor. Çankaya’nın Kalemşoru’nda bir
gazeteci, politikacı, muhalif, sırdaş ve
çevreci Falih Rıfkı portresi var. Kitap,
Türkiye Cumhuriyeti’nin geçirdiği
evrelere tanıklık etmiş bir yazarın
gözünden tek partili iktidar dönemlerinde neler yaşandığını anlatıyor.
Filozoflar neye inanır?
FİLOZOFLARIN TANRISI, AYDIN TOPALOĞLU,
UFUK KİTAP, 254 SAYFA, 15 TL
İnsanoğlu evrensel aklı
ile Tanrı kavramını
temellendirebilmiştir.
İlkçağlardan günümüze
kadar sayısız düşünürün
ifade etmeye çalıştığı gibi, içinde bulunduğumuz varlık olan dünyamızın
bizzat kendisi, bizlere bu varlığın gerisinde bulunan en temel gerçeği, yani
Tanrı’yı hatırlatmaktadır. Filozofların
Tanrısı, kısaca Tanrı kavramını kendisine bazen çıkış, bazen açıklama,
bazen de nihai varış noktası olarak
alan, onu rasyonel zeminde savunan
ekolün, uzak geçmişten günümüze
izini sürmeye çalışıyor.
Şule ve Nokta risaleleri
RİSALE-İ NUR’DAN DERSLER, ALAADDİN BAŞAR,
ZAFER YAYINLARI, 312 SAYFA, 15 TL
Alaaddin Başar, Risale-i
Nur külliyatı okumalarına devam ediyor. Bediüzzaman Hazretleri’nin,
kendi ifadesiyle “eski
Said’den yeni Said’e” geçtiği dönemin
meyvesi ve Risale-i Nur’un “bir nevi
çekirdeği ve fidanlığı hükmünde”
olan Mesnevî-i Nuriye’nin “Şule” ve
“Nokta” bahislerini değerlendiriyor.
Kitap, Başar’ın önceki okumalarının
üzerine bina edilerek Risale-i Nur’un
temel meselelerini açıklıyor.
SİNEMA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Ah bu filmlerin gözü kör olsun!
Senem Duruel Erkılıç’ın Türk Sinemasında Tarih ve Bellek adlı kitabı, sinemamızda 2000’li yıllarla birlikte tarih anlayışının nasıl değiştiğini gözler
önüne seriyor. Yazar, bu dönemde çekilen pek çok filmde tarihin yeniden
yazımı yerine ‘bellek oluşturma’ gayreti içine girildiği görüşünde.
TÜRK SİNEMASINDA TARİH VE BELLEK, SENEM DURUEL ERKILIÇ, DEKİ YAYINEVİ, 213 SAYFA, 20 TL
Ş
GÜNSELİ IŞIK
arkı, kendini de içine katarak, “Çoktan unuturdum ben
seni, çoktan/ Ah bu şarkıların
gözü kör olsun” diyordu. Tarihi de belki
çoktan unuturduk ama işte, bu filmlerin
gözü kör olsun! Tarih kendini sinema
üzerinden iki şekilde hatırlatıyor bize:
Ya bilineni/resmî söylemi çoğaltarak ya
da tam tersi, bilinmeyeni, anlatılmayanı,
inkâr edileni temsil ederek. Her iki durumda da birileri “Ah bu filmlerin gözü
kör olsun” diyor. Gerçi tarihin kendisi
başlı başına ‘yazım’la oluşmuş bir disiplin, sinemaysa ikinci bir yazım gerçekleştiriyor her bir tarih filminde. Üstelik
fıtratında olan enstrümanları gereği,
yöntemi tarih yazımından çok daha etkili. Basit bir mukayese; bir okuldaki
tarih kitapları ve müfredatının soğuk ve
soyut anlatımını düşünün, bir de sinemadaki görselliğin çekiciliğini ve insan
hikâyelerinin özdeşleştiriciliğini. Örneğin, Rönesans’ın sebep ve sonuçlarını,
alışveriş listesi gibi maddeler halinde
sıralayarak öğrenmek nerede, o dönemden bir sanatçı ya da bilim insanının
hayatına vâkıf olarak meseleyi bizzat
gözlemlemek, hatta hissetmek nerede...
Tarihi sinemada anlatmak
Sinemanın bu alandaki gücü erken keşfedilince örneklerin de peşi sıra gelmesi
kaçınılmaz oldu. Tarihin artık tozlu arşivlerde, kalın kitaplarda değil de insanların gözü önünde yazıldığını düşünün;
kim kayıtsız kalabilir ki? Böyle olunca
yalnızca asırlar öncesinde yaşanmış, detayına çok vâkıf olmadığımız zamanlar
değil, asrımızın büyük çaplı hadiseleri
bile beyazperdedeki yazımıyla ‘tarihî’
hale geldi. Malcolm X’in mücadelesine
bizzat tanıklık etmemiş olsak da kendimizi adeta onun dava arkadaşı addedecek kadar kişisel hayatına vâkıfız Spike
Lee’nin filmi sayesinde. Sinemanın anlatı
yapısı gereği bir avantajı daha: Tarihin
‘toplu’ ya da ‘büyük’ anlatımına karşın
sinemanın ‘birey’ üzerinden gitmesi.
Böylelikle hem bütün konular, çelişkiler,
hatta olaylar somutlaştırılıyor hem de
‘birey’le özdeşleşebilen seyirci, tarihî bilgilerin insan üzerindeki etkilerini sadece
öğrenmiyor, aynı zamanda hissediyor.
Böylece Libya tarihiyle ilgili çok kısıtlı
bilgi sahibi olsa bile bir çocuk, ülkesi için
direndiği gerekçesiyle faşist İtalya rejimi
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Şarkı söyleyen kadınlar
ŞARKI SÖYLEME DERSİ, KATHERINE MANSFIELD, ŞULE
YAYINLARI, 189 SAYFA, 8 TL
Kısa hikâyenin bir edebi
tür olarak gelişmesinde
yadsınamayacak katkıları
olan Katherine Mansfield, hikâye yazımında
konudan çok anlatımın güzelliğine
önem veren şiirsel diliyle bilinir. Psikolojik çatışmaları ve derin gözlem yeteneği
dillere destan Mansfield’ın hassas karakterleri, seçme hikâyelerden oluşan Şarkı
Söyleme Dersi’nde de okurun karşısında.
Kitapta, Mansfield’ı üne kavuşturan
“Garden Parti” ile “Ölü Albayın Kızları”
hikâyeleri de yer alıyor.
Tedavi yolu olarak tasavvuf
TASAVVUF TERAPİSİ, ESMA SAYIN, NESİL
YAYINLARI, 200 SAYFA, 10 TL
Tasavvuf alanındaki
çalışmalarıyla bilinen
akademisyen Esma Sayın, Tasavvuf Terapisi adlı
çalışmasıyla tasavvufun
sunduğu tasavvufî-ahlâki kavramları
inceliyor. Yazar, tasavvuf anlayışının
ve metotlarının tedavi ve terapi edici yönünü ortaya koyma çabasında.
Sayın, çalışmasında istikamet, takva,
tevbe, muhasebe, murakabe, hürriyet,
ibnü’l-vakt gibi tasavvuf kavramları ile
ihlâs, sabır, dua, tevazu, hayâ, tevekkül
gibi ahlâki kavramlar arasında bir bağ
kurarak bu yolla insan ruhunun ve maneviyatının nasıl tedavi edilebileceğinin
imkânlarını arıyor.
Çöküşe götüren sebepler
OSMANLI’NIN ÇÖKÜŞÜ, EKREM BUĞRA EKİNCİ,
TİMAŞ YAYINLARI, 256 SAYFA, 17.50 TL
Derviş Zaim’in Çamur (2003) filminden.
tarafından idam edilen Ömer Muhtar’ın
ardından gözlüğünü alan küçük Ali’nin
yerinde olma, Ömer Muhtar’ın ideallerini
sürdürme sevdasına gönül düşürebiliyor.
Fakat işte tam da bu nedenle hamaset
edebiyatı yapmaya da müsait bir zemin söz
konusu ve doğrusunu söylemek gerekirse
bütün dünyada sinema sektörü bundan
nasipleniyor. Hollywood’u hiç sormayın
zaten; adeta bir dünya tarihi sondajcısı
gibi her bir coğrafyadan gerek tarihî gerek
mitolojik bilgileri sünger gibi emip üzerine kendi markasını vurduktan sonra yine
dünyaya pazarlaması vaka-yı âdiyeden.
Bizim sınırlar dâhilinde neler olup bittiğine bakalım dersek, ortak hafızamız gereği
ilk önce ‘Bizans kapılarında kahramanca
savaşırken kılıç tutan bileğinde kol saati
parlayan ve arkasındaki elektrik tellerine dahi aldırmayan’ kahramanlarımızın
olduğu filmler gelecek akla. Yeşilçam döneminde resmî tarihi görsel dilde yeniden
yazan bu örneklerin dışında Halit Refiğ,
Lütfi Akad, Metin Erksan gibi ustalar bu
dili kırmaya, en azından izleyiciye farklı
bir bakış açısı ve muhakeme kazandırmaya yönelik işler yaptı. Fakat bu dönemden yadigâr olarak geriye kala kala Yorgun
Savaşçı’nın, devlet eliyle yaptırıldıktan
sonra devlet eliyle yakılması hadisesi kaldı!
2000’lerle birlikte ise ‘tarih’ten
‘bellek’e geçişten söz etmek mümkün.
Senem Duruel Erkılıç’ın Türk Sinemasında
Tarih ve Bellek kitabının en kıymetli yanı
da bu doğrusu: Yazar, Ezel Akay’ın Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?’sünden Can
Dündar’ın Mustafa’sına, Derviş Zaim’in
Çamur’undan Alphan Eşeli’nin Eve Dönüş-Sarıkamış 1915’ine kadar pek çok
filmde tarihin yeniden yazımı yerine ‘bellek oluşturma’ gayreti içine girildiğine
dikkati çekiyor. Bunun faydası ne diye sorulursa, tarihe bugünden baktığımızın
bilinci içinde ve o tarihin hâlen bir parçası/uzantısı olduğumuzun idrakiyle hamasetle değil vicdanın kılavuzluğunda ilerlemek diye cevap verilebilir. Özellikle
Kürt sinemacıların hem kurmaca hem
belgesel alanında doğrudan ya da dolaylı
otobiyografik anlatılarla bir nevi sözlü tarih yazımına omuz vermesi, bunu yaparken de ses ve görüntü kayıtları gibi belleğe dönük imgelerle beslenmesi aynı
cümleden sayılabilir. Bu anlamda sinemamız belki henüz yolun başında. Teknik
imkânları olan fakat bir lise tarih kitabının resimlendirilmesinden öteye gidemeyen Veda ya da Fetih 1453 gibi filmlerin
başat kabul edildiği bir ortamda bunların
yapılabilmesi de umut verici.
36
Jön Türkler ile İttihat ve
Terakki anlayışının koca
bir imparatorluğu nasıl felakete sürüklediği bugün
daha net görülüyor. Prof.
Dr. Ekrem Buğra Ekinci, büyük hataların
yapıldığı ve bunun sonucunda yaşanan
ağır travmaların izinin bugün bile görüldüğü İttihat ve Terakki anlayışını tartışıyor kitabında. Bilinen tarihî hadiselerin
bilinmeyen arka planına temas eden
yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son
günlerinden yola çıkarak Cumhuriyet’i ve
etkisi bugüne uzanan olayları ele alıyor.
Son 12 yılın özeti
İKTİDARIN ŞİDDETİ, HAZ.: SİMTEN COŞAR, GAMZE
YÜCESAN ÖZDEMİR, METİS YAYINLARI, 288 SAYFA, 25 TL
Simten Coşar ile Gamze Yücesan Özdemir’in
yayına hazırladığı İktidarın
Şiddeti, AKP’nin son 12
yıllık iktidar macerasının
özeti niteliğinde. On farklı
akademisyenin ilk kez 2012’de İngilizce
olarak yayımlanan makalelerinden oluşan
kitap, temel olarak AKP politikalarındaki
söylem ve siyaset tutarsızlığına odaklanıyor. Akademisyenlerin ortak görüşü: Bu
tutarsızlığın temelinde AKP’nin Neoliberalizm politikalarıyla İslamcılık-Türkçülük
anlayışının yaşadığı derin çatışma yatıyor.
SPOR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Bir edebiyatçının futbol kitabı
Ruşen Eşref Ünaydın’ın Galatasaray ve Futbol adlı kitabı ilk basımından 57 yıl
sonra yeniden okurla buluştu. İzzeddin Çalışlar’ın yayına hazırladığı kitap
sadece Galatasaray değil Türk sporu için de kaynak eserlerden biri. Tarihî
nitelikteki bilgilerin yanında aynı değerde fotoğraflar da yer alıyor kitapta.
GALATASARAY VE FUTBOL, RUŞEN EŞREF ÜNAYDIN, KA KİTAP, 160 SAYFA, 15 TL
Ö
AHMET ÇAKIR
ncelikle
kitabı
yayına hazırlayan İzzeddin
Çalışlar’a teşekkür borcumuzdur. Yıllardır bu kitaptan söz edildiğini
duyarım ama ele geçirmek pek mümkün
değil gibiydi. İlk basımı 1957’de yapılmış.
Ardından Türk Dil Kurumu’nca yazarın
“Bütün Eserleri” arasında yayımlanmış
ama pek kimsenin haberi yok. Ruşen Eşref
Ünaydın’ın Galatasaray ve Futbol adlı kitabından söz ediyorum. Çalışlar’ın çabasıyla
yeni baskısı çıkan kitaba nihayet kavuşmuş olmanın sevinci içindeyim.
Memleketin önemli edebiyatçılarından birinin kaleminden Galatasaray’ı ve
futbolu okumak büyük şans, çünkü edebiyat ve futbol kolay kolay bir araya gelemiyor. O kadar ki Fethi Naci’nin, “Türkiye’de
ne kadar futbol varsa o kadar roman
vardır” yargısı 1980’lerin ikinci yarısıyla
90’larda ortalığı kasıp kavurmuştu. Oysa
spor âleminde böyle bir tartışmadan haberi olan insanların varlığı bile tartışılırdı.
Başta Orhan Kemal olmak üzere, Haldun Taner ve başka bazı edebiyatçıların,
yakın zamanlardan da eleştirmen Semih
Gümüş’ün futbola ilgisini biliyoruz ama
yoğun bir ilişki söz konusu değil. O nedenle futbolla ilgili iyi anlatılmış öykülere
rastlamak da kolay olmuyor. Ünaydın’ın
kitabı bu nedenlerle daha uzun yıllar
yaşayacak gibi görünüyor, diyebiliriz.
Sporumuzun ilk adımları
Kendisi de Galatasaray Lisesi çıkışlı olan
Ünaydın sadece Sarı Kırmızılı camiayı anlatmıyor. Nitekim kitabın alt başlığı
“Türkiye’de Futbol, İstanbul’da Spor Nasıl Başladı, Neler Yaşandı?” bu konuda
İş ‘kazalarında’ 2013 raporu
İŞ CİNAYETLERİ ALMANAĞI 2013,
1 UMUT YAYINLARI, 312 SAYFA, 10 TL
Soma’daki maden faciası,
dikkatleri bir kez daha iş
güvenliğine çevirdi. Ne yazık ki ülke olarak bu konuda pek iyi bir sicilimiz yok.
2012’de en az 878 olan can kaybı, 2013’te
en az 1235’e çıktı. İşçilerin 103’ü kadın,
59’u çocuk ve 22’si göçmen. Türkiye, iş ‘kaza’larında Avrupa birinciliğini, Hindistan
ve Rusya’dan sonra dünya üçüncülüğünü
istikrarlı bir şekilde sürdürüyor. 2013 İş
Cinayetleri Almanağı artarak devam eden
iş kazalarını bir nebze de olsa azaltmak
amacıyla hazırlanan bir yıllık rapor.
Yüksek yüksek hayaller
HAYALDEKİ ZİRVE, RECEP AVCU,
ZAMBAK YAYINLARI, 80 SAYFA, 5 TL
Galatasaray’ın 1956’da Metin Oktay’lı kadrosu.
bir fikir verebilecek nitelikte. Ünaydın’ın
Atatürk’ün yakınındaki kişilerden biri oluşu da şans. Ona ilişkin birtakım gözlemleri
birinci elden öğrenme imkânı doğuyor.
Türk futbolunun başlangıç, Galatasaray’ın kuruluş yıllarının en ilginç öykülerinden biri, Fenerbahçe’nin kurulmasında
ezeli rakiplerinin de katkısının bulunmasıdır. Bugünün anlamsız didişmeleri içinde bu elbette ki Fenerbahçelilerin şiddetle
reddettiği bir durum ama tarih pek öyle
söylemiyor. Açıkçası, çok büyütülecek bir
yanı da yok bu durumun. Yukarı mahalle
çocuklarının maç yapabilmek için öteki
mahallede de bir takımın kurulmasına
katkıda bulunmaları doğal. Üstelik dönemin birtakım sıkıntılarını birlikte göğüsleme durumu da söz konusu. Dolayısıyla
Fenerbahçe’nin varlığı Galatasaray için bir
gereklilik, hatta zorunluluk. Hani bugün
ne anlama geldiği üzerinde çok da düşünülmeden sürekli tekrarlanan, “Galatasaray olmazsa Fenerbahçe olmaz, tersi de
aynı derecede geçerlidir” gibi bir laf var ya,
böylesi bir tarihsel derinlik taşıyor.
Ünaydın lisede kulübün kuruluşunu şöyle anlatıyor: “Galatasaray Futbol Kulübü (...)
teneffüsten derse taşarak, beşinci sınıfta baş
Roman kahramanı futbol adamları
Sağ olsun, Sevecen Tunç kardeşim gönderdi, o sayede haberdar oldum böyle bir çalışmanın varlığından. Üç ayda bir yayımlanan edebiyat dergisi Roman Kahramanları,
Nisan/Haziran 2014 sayısında “Futbolcu
Roman Kahramanları” diye özel bir bölüm
yapmış. Trabzon futboluyla ilgili önemli bir
araştırma olan Mektepliler... Münevverler...
Meraklılar kitabının yazarı olan Sevecen
Tunç’un “Başlama Vuruşu” ile başlayan
bölümde Tanıl Bora, Kıvanç Koçak, İhsan
Özdemir, Fikret Doğan, İzet Rozental,
Hande Ortaç, Çiğdem Sezer, İlyas Tunç,
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Ömer Asan, Ali Eroğul, Petros Voyatzis,
Emir Güney, Levent Cantek ve Bağış Erten arkadaşlarımızın yazıları var. Tunç,
bitirme düdüğünü de “Üvey de Olsak İkiziz: Futbol ve Edebiyat Üzerine Eskil Bir
Deneme” yazısıyla çalmış. Açıkçası “Niye
benim de bir yazım yok!” diye hayıflandım. Edebiyatla futbol arasında çok daha
güçlü bağların olması gerektiğine inanıyorum. Tabii bunun için oturduğunuz
yerden ahlanıp vahlanmak yerine çaba
göstermek gerekiyor. Arkadaşlarımız da
bunu yapmış. Meraklısına tavsiye olunur.
başa gelip gizli bir siyasi komite kurar gibi ant
içilmesiyle kuruldu ve 1905’te ortaya çıktı.” (s.
50) Kuruluş ve sonraki etkinliklerde lise müdürü Abdurrahman Şeref Bey’in hoşgörüsünün payını vurguluyor Ünaydın.
1906 sonbaharındaki ilk maça çok
derin anlamlar yüklüyor yazar: “Şimdi o
güne bakınca, o maça Türk futbolunun Kuvayı Milliye’si, daha doğrusu harekat-ı milliyesi ve zaferi demeyi abartı saymıyorum.
Tatavla gerillacılığından sıyrılıp İstanbul
Ligi’nin spor ilmine sahip Batılı kadrosuna
cephe alarak geleceğe yol açmaktı bu. İlk
Türk futbol kulübünün oyun alanına harbe
gider gibi atılışı, futbolda eşsiz sayılan İngilizlere dayanarak meydanı çınlatışı ve işin
içinden yenilgiye uğramadan şerefle çıkışı
unutulur mu?” (s. 61-62)
Ünaydın, Fenerbahçe’nin kuruluş öyküsüyle ilgili olarak ileriki yıllarda sık sık
gündeme gelecek olan anlamsız didişmeleri bir yana bırakıp olaya çok daha sağlıklı bir noktadan bakmış. Aradan 50 yıl
geçtiğinde bu işin İngiltere’deki Oxford ve
Cambridge rekabeti gibi Türk sporu için
yararlı bir hale geldiğini de şöyle anlatıyor: “Sporseverlere ne mutlu ki, elli yıl
içinde bu iki kulüpte nice genç toplandı.
Galatasaray’ın 1906’da tek başına olduğu
İstanbul Futbol Ligi’nde bugün sekiz, dokuz, hatta daha fazla şöhretli Türk kulübü
var. Hiçbir yabancı ve kapitülasyon ayrıcalıklı kulübe de yer yok... Bu övülmeye
değer bir fetih sayılmaz mı?” (s. 108)
Ünaydın’ın kitabı benim gibiler için bir
hazine. Sadece futbol değil öteki spor dallarıyla ilgili bilgiler de var. Özellikle Galatasaray Lisesi’ndeki jimnastik çalışmalarından su sporlarına kadar kuruluş
çalışmaları aktarılıyor. Bazıları biraz dağınık şekilde basılmış olsa da fotoğraflar da
tarihî değer taşıyor. Bu konuları biliyormuş gibi görünmek yerine sahiden öğrenmek için kaynak kitaplardan biri.
37
Zirve, her zaman ilgi
çeken ve ulaşılması
gereken bir hedef olarak
karşımızda durur.
Zirveye ulaşmak için
dereleri, tepeleri aşmak, zorluklara
katlanmak gerekir. Tırmanış sırasındaki engelleri aşamayanlar zirveye
ulaşamaz ve oraya ulaşmanın mutluluğunu yaşayamaz. Recep Avcu,
bu küçük ve resimli öyküsünde, bir
zirveye tırmanışın öyküsünü, o zorlu
yolculuğu anlatıyor.
Küçük Prens’in biyorgrafisi
KÜÇÜK PRENS-ÇÖLE DÜŞEN YILDIZ, MEHMET
CORAL, DOĞAN KİTAP, 292 SAYFA, 22 TL
Mehmet Coral yazar,
pilot ve düşünür Antoine de Saint-Exupéry’nin
Küçük Prens’le bütünleşen hayat öyküsünü kaleme aldı. Küçük Prens - Çöle
Düşen Yıldız’da kimi zaman SaintExupéry’nin uçarı ve kıpır kıpır
hayatını daha çok da Küçük Prens’in
ilk masumiyetinden kopmamak için
giriştiği soylu direnişin destanını
anlatıyor Coral. Yazarın sıra dışı
hayatı kadar Küçük Prens’in Baks
Ülkesi’nde seyahat etmek isteyenler
için güzel bir başucu kitabı.
İttihat ve Terakki’nin
evrak-ı metrukesi
İTTİHADÇI’NIN SANDIĞI, MURAT BARDAKÇI, TÜRKİYE
İŞ BANKASI YAYINLARI, 552 SAYFA, 44 TL
Gazete yazıları ve televizyon programı ile birçok
okuru tarihle ve akademik
dünya ile buluşturan Murak
Bardakçı’nın tarihî vesika
ve yazmalar konusundaki
arşivi ünlüdür. Bardakçı, son olarak, ayrı bir
ihtimam gösterdiği ve ihtisasa sahip olduğu
İttihat Terakki liderlerinin arşivlerini yayımladı. İttihat ve Terakki liderlerinin özel
arşivlerindeki daha önce yayımlanmamış
belgeler ile Atatürk ve İnönü dönemlerinde Ermeni gayrimenkulleri konusunda
alınmış bazı kararların yer aldığı kitap,
ilgilisi için önemli bir kaynak.
USTA GÖZÜYLE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
2 HAZİRAN 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Gel keyfim gel!’
‘Gobik’ Zihni Hoca’ya, ‘Hernia Diskal’
meselesine ve Yerkel/Merkel kafiyesine dair
Hattatlarımız, bazen evlere veya yazıhanelere konulmak üzere bazı beyitler, kelâm-ı kibarlar, tâbirler
kaleme almışlarsa da her hat eserinin camie asılması
muvafık olmaz. “Gel keyfim gel” dahi bu cümledendir!
Efendim, memleket ahvâlinden bahsetmek isdemeyorum.
Malûmunuz, bir sinir muharebesidir gideyor. Başvekilimizin
gazabı, kendi ifadesiylen, rahmetini aşmış vaz’iyyetde! Hani
şairin, “öyle bir şiddet ü tasmîm ile çıkdım ki yola” deyişi gibi!
RE­CAÝ
GÜL­LAP­DAN
İRFAN
KÜLYUTMAZ
C
aanımdan
muazzez
kaarilerim,
nassınız, eyi
misiniz, eyi olmanızı Cenâb-ı Hak’dan
temenni ederekden her zemanki
gibi, lakırdıma başlayorum.
Efendim, hemen arz edeyorum: Geçen haftalarda Zeman
kazatasının pazar ilavesinde
Ahmet Turan Alkan kardaşımın,
1930’larda Sivas Kız Muallim
Mektebi’nde talebelerden bir kısmının bir duvarın önünde, tek
sıra hâlinde keman ta’limleri yapdıklarını gösderen bir fotografi
neşr etdi idi; bilmem derhaatır
buyruluyor mu? Efendim, o
fotografide, fevkalâde kısa boylu,
siyah gözlüklü, elleri yelek cebinde birinin, Ahmet Turan Alkan
kardaşımın, “Herhalde keman
muallimidir” dediği bir zâtın
mütehakkimâne bir edâ ile durduğu görülmekde idi.
O fotografideki zât, Hilmi Bey
kardaşımın Samsun’un Çarşamba
kazası orta mektebi, birinci ve ikinci sınıflarında fizik ve biyoloji
muallimi imiş! Muazzez kardaşım,
o fotografiyi görünce heman bendenize telefun ederekden, halecan
ile “İrfan! Yahu, bu zât benim
hocam idi!” deyerek orta mekteb
hikâyelerini anlatdı. Her ne kadar o
fotografide keman muallimi gibi
görünüyor idiyse de, hoca aslen
fizik, kimya, biyoloji hocası imiş!
Adı da Zihni Çelikkalp!
Zihni Hoca laboratuardaki dersi
hitâm bulduğunda eline kemanını
alub çalmaya başlar, bu arada hademe kadına, “Ayşaaanım, bana acele
bi kahve!” deye ünlermiş. Hilmi Bey
kardaşım, çok eyi derhaatır edeyor…
Zihni Hoca, Çarşamba’dan evvel
Giresun orta mektebinde muallimlik
yapmış. Hilmi Bey, eniştesinin, yani
Feride halasının zevci müteveffa
Aziz Bey’in Giresun’daki mektupçuluğu esnasında, halasının kızlarına,
C
ami cemaatinden iyi huylu,
güzel kalpli
safderûn bir zât
var, mahallemize
bir buçuk ay evvel
taşındılar idi. Sükûtî, terbiyeli, yaşlıca muhterem bir insan.
Bir öğle vakti nemazı müteakip,
elinde kağıda sarılmış bir paket
olduğu halde imamla tenhada
görüşüyorlar idi; üzerime vaziyfe
olmadığı için savuşmak niyetinde
idim. İmam efendinin,
-Hocam, bir dakika lutfeder
misiniz, hitabı üzerine bilmecburiye ayak divânına dâhil oldum.
-Recai Bey, Sâmi Bey büyüğümüz camie asmak üzere bir hat
levhası getirmiş. Bendeniz pek
münasib düşmeyeceğini izah ettim
ise de mutmain olmadı. Bir de sizin
fikrinize müracaat edelim dedik...
Levhaya baktım. A, pek güzel,
hatta nefis derecede celî ta’lik bir
yazı. Merhum Necmeddin
Okyay’ın kaleme aldığı güzel bir
“Gel keyfim gel” levhası!
Vaziyet anlaşıldı. Lâkin bir de
Sami Bey’i dinlemek lâzım
nezâketen...
-Efendim, bu bize bir aile
yâdigârıdır. Mahalleye taşınmazdan evvel elcağızım ile güzelce
paketledimdi. Şimdi evdekiler asacak yer yok; götür camiye oraya
hediye et diye tutturdular. Nâçar
kaldım fakat imam efendi kardeşimiz, olmaz diyor...
hususî olarakdan keman, fizik ve
kimya dersleri verdiğini de ilave etdi.
Hilmi Bey’in hala kızları Emire ve
Azize ablaları, Zihni Hoca’ya
Giresun ağzıyla “Gobik” derler imiş!
Muazzez kardaşım o fotoğrafiye bakarken, şebabiyet seneleri
bir film şeridi gibi gözlerinin
önünden geçmiş! Ne de olsa yaşlandı, çokdan sinnen kemâle erdi;
bu gibi vaz’iyetlerde halecanlanayor. Eh, Haşim ne demişdi: “Bize
bir zevk-ı tahattur kaldı/ Bu sönen,
gölgelenen dünyada.”
merkel’e çemkireceğine yerkel’e çemkirse ya!
Efendim, memleket ahvâlinden
bahsetmek isdemeyorum.
Malûmunuz, bir sinir muharebesidir gideyor. Başvekilimizin
gazabı, kendi ifadesiylen, rahmetini aşmış vaz’iyyetde! Hani şairin, “öyle bir şiddet ü tasmîm ile
çıkdım ki yola” deyişi gibi!
Hakiykaten, konuşmaları hep şiddet ü tasmîm üzerine! Bakınız,
zannedersem Başvekilimizin
kalem-i mahsûsunun müdîr muavini Yusuf Yerkel Bey de kıskıvrak
bağlı bir madenciye tekmeler
savurmuş! Başvekilimiz de
Alamanya’da Merkel’e çemkiriyor; Merkel’e çemkireceğine
Yerkel’e çemkirse idi ya!
Efendim, ne de olsa muazzez
Hilmi Bey kardaşım gibi şairlerle
ülfetimiz var: Bu kafiye zevki
bana onlardan geçdi. Mamafih,
rahmetli peder de kafiye meraklısı
idi. Bel fıtığına müptelâ olduğunda, kendisine ağır şeyler taşımaması tavsiye edildiğinde, irticâlen
şu beyti söylediğini haatırlayorum: “Herniya diskal ile/ Alışveriş
miskal ile!” Malum, “hernia diskal”, “bel fıtığı” demek olayor!
Efendim, bu aylık da bu kadar...
Telâkıy gelecek aya inşallah! O vakde
kadar Cenâb-ı Rabbü’l Âlemîyn’e
emanet olunuz, zâtınıza hoşça bakınız! Au Revoir, canlarım benim…
MESCİDE HER LEVHA KONULMAZ!
E, imam efendi haklı birader! Sami
Bey eski yazı bilmediği, daha fenası merak da etmediği içün levhanın
mealini bilmeden camiye iyi gider
zannıyla kucaklayıp getirmiş. Olur
mu; olmaz elbette! Sami Bey’e
vaziyeti kelâm-ı münasible izah
ettik. Biraz mahcub olduysa da
sormadan edemedi,
-Camie asılmaz ise bunu yazan
niçün yazmış?
Tekrâren izah edildi ki, mescidlerimize öyle her levha konulmaz.
Mevkie hürmet icabı âyet veya hâdis
38
olmalı; üstelik bu da kâfi değil. Hattı
da ismiyle müsemmâ, “hüsn-ü hatt”
olmalı. Bizzat hattat kaleminden çıkmış olması şâyân-ı tercihdir fekat
aslındaki nisbetlerini muhafaza eden
güzel ve sanatlı bir baskı da elverir.
Görenlerin kalbini açmalı, vicdânını
hamiyyetini harekete geçirmeli,
aşkını, sadakatini, rikkatini, ibretini,
ilmini artırmalı. Hattatlarımız bazen
evlere veya yazıhanelere konulmak
üzere bazı beyitler, kelâm-ı kibarlar,
tâbirler de kaleme almışlarsa da her
hat eserinin camie asılması muvafık
olmaz. “Gel keyfim gel” dahi bu
cümledendir!
Sâmi bey hem mahzun hem
mahcub son bir suale yeltendi,
“Peki efendiler, şu duvarda gördüğüm yazının mânâsı nedir meselâ?”
İmamımız civa gibi bir genç
maaşaallah. Tane tane okudu:
-Şöyle yazıyor Sâmi Beyciğim:
“Beleğa’l-ulâ bi kemâlihî/ Keşefe’ddücâ bi cemâlihî/ Hasünet cemîu
hısâlihî/ Sallû aleyhi ve âlihî.”
-E, peki ne demek?
-Şöyle diyor, eğer tercümede
hatâm olursa Recai Bey düzeltir:
“O, kemâliyle yüksek derecelere
erişti, cemâliyle karanlıkları açtı.
Bütün huyları güzeldir, O’na ve
ailesine salavat getirin.
Dedim ya imamımız hakkıyla
imam: İlâve etti ki bu dörtlük Şeyh
Sâdi’ye izâfe olunur ve Efendimiz’e
medh-ü senâ edilip okuyanların
selavat getirilmesi temennî olunmaktadır.
-Çok güzelmiş, şimdi daha iyi
anlıyorum; peki, şu levhada ne var?
-O levha Hz. Mevlânâ’dan bir
beyit. Diyor ki, “Men bende-i
Kur’ân’em eger can dârem / Men
hâk-i reh-i Muhammed muhtarem”,
Türkçesi de “Bu can tende oldukça
Kur’an’ın kölesiyim ve Hz.
Muhammed’in yolunun tozuyum.”
Eksiğim var mı Recai Beyefendi?
-Maaşallah; Allah ilmini artırsın
evlâdım. Pek güzel izah ve tercüme
ettiniz, dedikten sonra Sâmi Bey’in
koluna girdim.
Ağır ağır kıraathaneye doğru
yürüdük.

Benzer belgeler