Tam Metin - Marmara Medical Journal
Transkript
Tam Metin - Marmara Medical Journal
Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi Editör Prof. Dr. Mithat Erenus Koordinatörler Seza Arbay, MA Dr. Vera Bulgurlu Editörler Kurulu Prof. Dr. Mehmet Ağırbaşlı Prof. Dr. Serpil Bilsel Prof. Dr. Safiye Çavdar Prof. Dr. Tolga Dağlı Prof. Dr. Haner Direskeneli Prof. Dr. Kaya Emerk Prof. Dr. Mithat Erenus Prof. Dr. Zeynep Eti Prof. Dr. RainerVV. Guillery Prof. Dr. Oya Gürbüz Prof. Dr. Hande Harmancı Prof. Dr. Hızır Kurtel Prof. Dr. Ayşe Özer Prof. Dr. Tülin Tanrıdağ Prof. Dr. Tufan Tarcan Prof. Dr. Cihangir Tetik Prof. Dr. Ferruh Şimşek Prof. Dr. Dr. Ayşegül Yağcı Prof. Dr. Berrak Yeğen Doç. Dr. İpek Akman Doç. Dr. Gül Başaran Doç. Dr. Hasan Batırel Doç. Dr. Nural Bekiroğlu Doç. Dr. Şule Çetinel Doç. Dr. Mustafa Çetiner Doç. Dr. Arzu Denizbaşı Doç. Dr. Gazanfer Ekinci Doç. Dr. Dilek Gogas Doç. Dr. Sibel Kalaça Doç. Dr. Atila Karaalp Doç. Dr. Bülent Karadağ Doç. Dr. Handan Kaya Doç. Dr. Gürsu Kıyan Doç. Dr. Şule Yavuz Asist. Dr. Asım Cingi Asist. Dr. Arzu Uzuner Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi T p Fakültesi Dergisi DERGİ HAKKINDA Marmara Medical Journal, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından yayımlanan multidisipliner ulusal ve uluslararası tüm tıbbi kurum ve personele ulaşmayı hedefleyen bilimsel bir dergidir. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, tıbbın her alanını içeren özgün klinik ve deneysel çalışmaları, ilginç olgu bildirimlerini, derlemeleri, davet edilmiş derlemeleri, Editöre mektupları, toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini , ayırıcı tanı, tanınız nedir başlıklı olgu sunumlarını, , ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz) ,toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve tıp gündemini belirleyen güncel konuları yayınlar. Periyodu: Marmara Medical Journal -Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi yılda 3 sayı olarak OCAK,MAYIS VE EKİM AYLARINDA yayınlanmaktadır. Yayına başlama tarihi:1988 2004 Yılından itibaren yanlızca elektronik olarak yayınlanmaktadır Yayın Dili: Türkçe, İngilizce eISSN: 1309-9469 Temel Hedef Kitlesi: Tıp alanında tüm branşlardaki hekimler, uzman ve öğretim üyeleri, tıp öğrencileri İndekslendiği dizinler: EMBASE - Excerpta Medica ,TUBITAK - Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu , Türk Sağlık Bilimleri İndeksi, Turk Medline,Türkiye Makaleler Bibliyografyası ,DOAJ (Directory of Open Access Journals) Makalelerin ortalama değerlendirme süresi: 8 haftadır Makale takibi -iletişim Seza Arbay Marmara Medical Journal (Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi) Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye cad No:.49 Haydarpaşa 34668, İSTANBUL Tel: +90 0 216 4144734 Faks: +90 O 216 4144731 e-posta: [email protected] Yayıncı Plexus BilişimTeknolojileri A.Ş. Tahran Caddesi. No:6/8, Kavaklıdere, Ankara Tel: +90 0 312 4272608 Faks: +90 0312 4272602 Yayın Hakları: Marmara Medical Journal ‘in basılı ve web ortamında yayınlanan yazı, resim, şekil, tablo ve uygulamalar yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen herhangi bir vasıtayla basılamaz. Bilimsel amaçlarla kaynak göstermek kaydıyla özetleme ve alıntı yapılabilir. www.marmaramedicaljournal.org Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi YAZARLARA BİLGİ Marmara Medical Journal – Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisine ilginize teşekkür ederiz. Derginin elektronik ortamdaki yayınına erişim www.marmaramedicaljournal.org adresinden serbesttir. Marmara Medical Journal tıbbın klinik ve deneysel alanlarında özgün araştırmalar, olgu sunumları, derlemeler, davet edilmiş derlemeler, mektuplar, ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz), editöre mektup , toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini yayınlamaktadır. Yılda 3 sayı olarak Ocak, Mayıs ve Ekim aylarında yayınlanan Marmara Medical Journal hakemli ve multidisipliner bir dergidir.Gönderilen yazılar Türkçe veya İngilizce olabilir. Değerlendirme süreci Dergiye gönderilen yazılar, ilk olarak dergi standartları açısından incelenir. Derginin istediği forma uymayan yazılar, daha ileri bir incelemeye gerek görülmeksizin yazarlarına iade edilir. Zaman ve emek kaybına yol açılmaması için, yazarlar dergi kurallarını dikkatli incelemeleri önerilir. Dergi kurallarına uygunluğuna karar verilen yazılar Editörler Kurulu tarafından incelenir ve en az biri başka kurumdan olmak üzere iki ya da daha fazla hakeme gönderilir. Editör, Kurulu yazıyı reddetme ya da yazara(lara) ek değişiklikler için gönderme veya yazarları bilgilendirerek kısaltma yapmak hakkına sahiptir. Yazarlardan istenen değişiklik ve düzeltmeler yapılana kadar, yazılar yayın programına alınmamaktadır. Marmara Medical Journal gönderilen yazıları sadece online olarak http://marmaramedicaljournal.org/submit. adresinden kabul etmektedir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlara aittir. Marmara Medical Journal yazıların bilimsel sorumluluğunu kabul etmez. Makale yayına kabul edildiği takdirde Yayın Hakkı Devir Formu imzalanıp dergiye iletilmelidir. Gönderilen yazıların dergide yayınlanabilmesi için daha önce başka bir bilimsel yayın organında yayınlanmamış olması gerekir. Daha önce sözlü ya da poster olarak sunulmuş çalışmalar, yazının başlık sayfasında tarihi ve yeri ile birlikte belirtilmelidir. Yayınlanması için başvuruda bulunulan makalelerin, adı geçen tüm yazarlar tarafından onaylanmış olması ve çalışmanın başka bir yerde yayınlanmamış olması üzere ya da yayınlanmak değerlendirmede olmaması gerekmektedir. Yazının son halinin bütün yazarlar tarafından onaylandığı ve çalışmanın yürtüldüğü kurum sorumluları tarafından onaylandığı belirtilmelidir.Yazarlar tarafından imzalanarak onaylanan üst yazıda ayrıca tüm yazarların makale ile ilgili bilimsel katkı ve sorumlulukları yer almalı, çalışma ile ilgili herhangi bir mali ya da diğer çıkar çatışması var ise bildirilmelidir.( * ) ( * ) Orijinal araştırma makalesi veya vaka sunumu ile başvuran yazarlar için üst yazı örneği: "Marmara Medical Journal'de yayımlanmak üzere sunduğum (sunduğumuz) "…-" başlıklı makale, çalışmanın yapıldığı laboratuvar/kurum yetkilileri tarafından onaylanmıştır. Bu çalışma daha önce başka bir dergide yayımlanmamıştır (400 sözcük – ya da daha az – özet şekli hariç) veya yayınlanmak üzere başka bir dergide değerlendirmede bulunmamaktadır. Yazıların hazırlanması Derginin yayın dili İngilizce veya Türkçe’dir. Türkçe yazılarda Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü (http://tdk.org.tr) esas alınmalıdır. Anatomik terimlerin ve diğer tıp terimlerinin adları Latince olmalıdır. Gönderilen yazılar, yazım kuralları açısından Uluslararası Tıp Editörleri Komitesi tarafından hazırlanan “Biomedikal Dergilere Gönderilen Makalelerde Bulunması Gereken Standartlar “ a ( Uniform Requirements For Manuscripts Submittted to Biomedical Journals ) uygun olarak hazırlanmalıdır. (http://www. ulakbim.gov.tr /cabim/vt) Makale içinde kullanılan kısaltmalar Uluslararası kabul edilen şeklide olmalıdır (http..//www.journals.tubitak.gov.tr/kitap/ma www.marmaramedicaljournal.org knasyaz/) kaynağına başvurulabilir. Birimler, Ağırlıklar ve Ölçüler 11. Genel Konferansı'nda kabul edildiği şekilde Uluslararası Sistem (SI) ile uyumlu olmalıdır. Makaleler Word, WordPerfect, EPS, LaTeX, text, Postscript veya RTF formatında hazırlanmalı, şekil ve fotoğraflar ayrı dosyalar halinde TIFF, GIF, JPG, BMP, Postscript, veya EPS formatında kabul edilmektedir. Yazı kategorileri Yazının gönderildiği metin dosyasının içinde sırasıyla, Türkçe başlık, özet, anahtar sözcükler, İngilizce başlık, özet, İngilizce anahtar sözcükler, makalenin metini, kaynaklar, her sayfaya bir tablo olmak üzere tablolar ve son sayfada şekillerin (varsa) alt yazıları şeklinde olmalıdır. Metin dosyanızın içinde, yazar isimleri ve kurumlara ait bilgi, makalede kullanılan şekil ve resimler olmamalıdır. Özgün Araştırma Makaleleri Türkçe ve İngilizce özetler yazı başlığı ile birlikte verilmelidir. (i)özetler: Amaç (Objectives), Gereç ve Yöntem (Materials and Methods) ya da Hastalar ve Yöntemler (Patients and Methods), Bulgular (Results) ve Sonuç (Conclusion) bölümlerine ayrılmalı ve 200 sözcüğü geçmemelidir. (ii) Anahtar Sözcükler Index Medicus Medical Subject Headings (MeSH) ‘e uygun seçilmelidir. Yazının diğer bölümleri, (iii) Giriş, (iv) Gereç ve Yöntem / Hastalar ve Yöntemler, (v) Bulgular, (vi) Tartışma ve (vii) Kaynaklar'dır. Başlık sayfası dışında yazının hiçbir bölümünün ayrı sayfalarda başlatılması zorunluluğu yoktur. Maddi kaynak , çalışmayı destekleyen burslar, kuruluşlar, fonlar, metnin sonunda teşekkürler kısmında belirtilmelidir. Olgu sunumları İngilizce ve Türkçe özetleri kısa ve tek paragraflık olmalıdır. Olgu sunumu özetleri ağırlıklı olarak mutlaka olgu hakkında bilgileri içermektedir. Anahtar sözcüklerinden sonra giriş, olgu(lar) tartışma ve kaynaklar şeklinde düzenlenmelidir. Derleme yazıları İngilizce ve Türkçe başlık, İngilizce ve Türkçe özet ve İngilizce ve Türkçe anahtar kelimeler yer almalıdır. Kaynak sayısı 50 ile sınırlanması önerilmektedir. Kaynaklar Kaynaklar yazıda kullanılış sırasına göre numaralanmalıdır. Kaynaklarda verilen makale yazarlarının sayısı 6 dan fazla ise ilk 3 yazar belirtilmeli ve İngilizce kaynaklarda ilk 3 yazar isminden sonra “ et al.”, Türkçe kaynaklarda ise ilk 3 yazar isminden sonra “ ve ark. “ ibaresi kullanılmalıdır. Noktalamalara birden çok yazarlı bir çalışmayı tek yazar adıyla kısaltmamaya ve kaynak sayfalarının başlangıç ve bitimlerinin belirtilmesine dikkat edilmelidir. Kaynaklarda verilen dergi isimleri Index Medicus'a (http://www.ncbi.nim.nih.gov/sites/entrez/qu ery.fcgi?db=nlmcatalog) veya Ulakbim/Türk Tıp Dizini’ne uygun olarak kısaltılmalıdır. Makale: Tuna H, Avcı Ş, Tükenmez Ö, Kokino S. İnmeli olguların sublukse omuzlarında kas-sinir elektrik uyarımının etkinliği. Trakya Univ Tıp Fak Derg 2005;22:70-5. Kitap: Norman IJ, Redfern SJ, (editors). Mental health care for elderly people. New York: Churchill Livingstone, 1996. Kitaptan Bölüm: Phillips SJ, Whisnant JP Hypertension and stroke. In: Laragh JH, Brenner BM, editors. Hypertension: Pathophysiology, Diagnosis, and Management. 2nd ed. New York: Raven Pres, 1995:465-78. Kaynak web sitesi ise: Kaynak makalerdeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak web sitesi adresi ve erişim tarihi bildirilmelidir. Kaynak internet ortamında basılan bir dergi ise: Kaynak makaledeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak URL adresi ve erişim tarihi verilmelidir. Kongre Bildirileri: Bengtsson S, Solheim BG. Enforcement of data protection, privacy and security in medical informatics. In: Lun KC, Degoulet P, Piemme TE, Rienhoff O, editors. MEDINFO 92. Proceedings of the 7th World Congress on Medical Informatics; 1992 Sep 6-10; Geneva, Switzerland. Amsterdam: North-Holland; 1992:1561-5. Tablo, şekil, grafik ve fotoğraf Tablo, şekil grafik ve fotoğraflar yazının içine yerleştirilmiş halde gönderilmemeli. Tablolar, her sayfaya bir tablo olmak üzere yazının gönderildiği dosya içinde olmalı ancak yazıya ait şekil, grafik ve fotografların her biri ayrı bir imaj dosyası (jpeg yada gif) olarak gönderilmelidir. www.marmaramedicaljournal.org Tablo başlıkları ve şekil altyazıları eksik bırakılmamalıdır. Şekillere ait açıklamalar yazının gönderildiği dosyanın en sonuna yazılmalıdır. Tablo, şekil ve grafiklerin numaralanarak yazı içinde yerleri belirtilmelidir. Tablolar yazı içindeki bilginin tekrarı olmamalıdır. Makale yazarlarının, makalede eğer daha önce yayınlanmış alıntı yazı, tablo, şekil, grafik, resim vb var ise yayın hakkı sahibi ve yazarlardan yazılı izin almaları ve makale üst yazısına ekleyerek dergiye ulaştırmaları gerekmektedir. Tablolar Metin içinde atıfta bulunulan sıraya göre romen rakkamı ile numaralanmalıdır. Her tablo ayrı bir sayfaya ve tablonun üst kısmına kısa ancak anlaşılır bir başlık verilerek hazırlanmalıdır. Başlık ve dipnot açıklayıcı olmalıdır. Sütun başlıkları kısa ve ölçüm değerleri parantez içinde verilmelidir. Bütün kısaltmalar ve semboller dipnotta açıklanmalıdır. Dipnotlarda şu semboller: (†‡¶§) ve P değerleri için ise *, **, *** kullanılmalıdır. SD veya SEM gibi istatistiksel değerler tablo veya şekildin altında not olarak belirtilmelidir. Grafik, fotoğraf ve çizimler ŞEKİL olarak adlandırılmalı, makalede geçtiği sıraya gore numaralanmalı ve açıklamaları şekil altına yazılmalıdır Şekil alt yazıları, ayrıca metinin son sayfasına da eklenmelidir. Büyütmeler, şekilde uzunluk birimi (bar çubuğu içinde) ile belirtilmelidir. Mikroskopik resimlerde büyütme oranı ve boyama tekniği açıklanmalıdır. Etik Marmara Medical Journal’a yayınlanması amacı ile gönderilen yazılar Helsinki Bildirgesi, İyi Klinik Uygulamalar Kılavuzu,İyi Laboratuar Uygulamaları Kılavuzu esaslarına uymalıdır. Gerek insanlar gerekse hayvanlar açısından etik koşullara uygun olmayan yazılar yayınlanmak üzere kabul edilemez. Marmara Medical Journal, insanlar üzerinde yapılan araştırmaların önceden Araştırma Etik Kurulu tarafından onayının alınması şartını arar. Yazarlardan, yazının detaylarını ve tarihini bildirecek şekilde imzalı bir beyan ile başvurmaları istenir. Çalışmalar deney hayvanı kullanımını içeriyorsa, hayvan bakımı ve kullanımında yapılan işlemler yazı içinde kısaca tanımlanmalıdır. Deney hayvanlarında özel derişimlerde ilaç kullanıldıysa, yazar bu derişimin kullanılma mantığını belirtmelidir. İnsanlar üzerinde yapılan deneysel çalışmaların sonuçlarını bildiren yazılarda, Kurumsal Etik Kurul onayı alındığını ve bu çalışmanın yapıldığı gönüllü ya da hastalara uygulanacak prosedürlerin özelliği tümüyle kendilerine anlatıldıktan sonra, onaylarının alındığını gösterir cümleler yer almalıdır. Yazarlar, bu tür bir çalışma söz konusu olduğunda, uluslararası alanda kabul edilen kılavuzlara ve TC. Sağlık Bakanlığı tarafından getirilen ve 28 Aralık 2008 tarih ve 27089 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan "Klinik araştırmaları Hakkında Yönetmelik" ve daha sonra yayınlanan 11 Mart 2010 tarihli resmi gazete ve 25518 sayılı “Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapıldığına Dair Yönetmelik” hükümlerine uyulduğunu belirtmeli ve kurumdan aldıkları Etik Komitesi onayını göndermelidir. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar için de gereken izin alınmalı; yazıda deneklere ağrı, acı ve rahatsızlık verilmemesi için neler yapıldığı açık bir şekilde belirtilmelidir. Hasta kimliğini tanıtacak fotoğraf kullanıldığında, hastanın yazılı onayı gönderilmelidir. Yazı takip ve sorularınız için iletişim: Seza Arbay Marmara Universitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye Caddesi, No: 49, Haydarpaşa 34668, İstanbul Tel:+90 0 216 4144734 Faks:+90 0 216 4144731 e-posta: [email protected] www.marmaramedicaljournal.org İÇİNDEKİLER Orjinal Araştırma THE ASSOCIATION OF P53 CODON 72 POLYMORPHISM WITH THYROID CANCER IN TURKISH PATIENTS Cenk Aral, Sinan Çağlayan, Gökhan Özışık, Şirin Massoumilary, Özgür Sönmez, Mustafa Akkiprik, Hüseyin Baloğlu, Metin Özata, Ayşe Özer………………………….…………………………….………….…1 STANDARDIZATION OF THE SPEECH TESTS USED WITH COCHLEAR IMPLANT PATIENTS Ufuk Derinsu, Zeynep Gence Gümüş, Ferda Akdaş…………….....................................................………6 EVALUATION OF ACUTE INTOXICATIONS IN PEDIATRIC EMERGENCY CLINIC IN 2005 Suat Biçer, Sadettin Sezer, Ferhan Çetindağ, Mehmet Kesikminare, Neslihan Tombulca, Gönül Aydoğan, Hüseyin Aldemir………………………………………………………..……………………...…..…12 BRAINSTEM EVOKED RESPONSE AUDIOMETRY AND RISK FACTORS IN PREMATURE INFANTS İlknur Kılıç, Hakan Karahan, Tülay Kurt, Hacer Ergin, Türker Şahiner……………………..…...……..21 BREAST HEALTH: KNOWLEDGE, BEHAVİOUR AND PERFORMANCE IN A GROUP OF WOMEN LIVING IN AEGEAN REGION Güzel Dişcigil, Nazlı Şensoy, Nil Tekin, Aydın Söylemez………………….………………………………..29 Olgu Sunumu CANDIDA ALBICANS MENINGITIS ASSOCIATED WITH INTRACRANIAL HEMORRHAGE Nesrin Gülez, Ferah Genel, Füsun Atlıhan, Şeref Targan…………………………….…………….………37 ACQUIRED LYMPHANGIECTASIS: A CASE REPORT (MAJOR HALLMARKS IN ITS DIFFERENTIAL DIAGNOSIS FROM LYMPHANGIOMA CIRCUMSCRIPTUM) Ahmet Midi, Özge Ayabakan, Aydın Sav………………………………………………………………………43 IATROGENIC VITAMIN D INTOXICIATION IN INFANCY: THREE CASES Ekrem Ünal, Yavuz Koksal, Sevgi Keles, Hasibe Artac, İsmail Reisli, Meltem Energin…………...…...47 A LESION MIMICKING MELANOMA OF CHOROID Özlem Yenice, Haluk Kazokoğlu………………………………………………………………...……...………52 Derleme ENDOTHELIAL PROGENITOR CELLS S. Özgür Tekeli, Kaya Emerk…………………………………………………………………………………....59 ORIGINAL RESEARCH THE ASSOCIATION OF P53 CODON 72 POLYMORPHISM WITH THYROID CANCER IN TURKISH PATIENTS Cenk Aral1, Sinan Çağlayan2, Gökhan Özışık2, Şirin Massoumilary1, Özgür Sönmez1, Mustafa Akkiprik1, Hüseyin Baloğlu3, Metin Özata2, Ayşe Özer1 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tibbi Biyoloji, İstanbul, Turkey 2Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Endokrinoloji, İstanbul, Turkey 3Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Patoloji, İstanbul, Turkey ABSTRACT Objective: Thyroid cancer is the most common endocrine malignancy. Molecular mechanisms underlying this disorder are heterogeneous and need to be clarified. Different polymorphic variants of the p53 gene have been demonstrated to be in association with several human malignancies. Of those, codon 72 polymorphism is the most extensively studied variant; however, so far only two studies have investigated the association of this polymorphism with thyroid cancer. Thus, we aimed to investigate the association of p53 codon 72 polymorphism with thyroid cancer in a group of Turkish patients. Material and Methods: 58 thyroid cancer patients and 115 healthy individuals were genotyped by PCRbased RFLP analysis. Results: Polymorphic proline allele frequency was higher in patients than in the controls. Pro/pro genotype was found to be a risk factor for thyroid cancer development. Arginine/proline genotype frequencies in patients and controls did not show any significant differences. There was no statistical difference between follicular adenoma and papillary carcinoma patients or TNM stages of papillary carcinoma patients for codon 72 genotypes. Discussion: Further studies involving codon 72 polymorphism of the p53 gene along with other susceptibility factors in different populations may be useful to clarify the molecular mechanisms underlying thyroid cancer development. Key words: Thyroid cancer, p53 codon 72, polymorphism TİROİD KANSERLİ TÜRK HASTALARDA P53 KODON 72 POLİMORFİZMİ ÖZET Amaç: Tiroid kanseri en sık görülen endokrin malignitedir. Hastalığa yol açan moleküler mekanizmalar çeşitlilik göstermektedir. p53 geninin polimorfik varyantları ile çeşitli insan kanserleri arasındaki ilişki gösterilmiştir. Bunlar arasında kodon 72 en sık çalışılan varyanttır ancak tiroid kanseri ile ilgili sadece 2 çalışma mevcuttur. Bu çalışmada Türk hastalarda p53 kodon 72 polimorfizmi ile tiroid kanseri arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: 58 tiroid kanser hastasının ve 115 sağlıklı bireyin genotip analizi PCR-RFLP yöntemi ile yapılmıştır. Sonuçlar: Polimorfik prolin allel sıklığı hastalarda kontrollerden daha yüksektir. Pro/Pro genotipi tirod kanser gelişimi için bir risk faktörü olarak bulunmuştur. Arg/pro genotip sıklığı açısından hasta ve kontrol grupları arasında farklılık bulunmamıştır. Foliküler adenom ve papiller karsinom hastaları veya papiller karsinom hastalarının TNM evrelendirmeleri açısından kodon 72 genotipleri açısından bir fark bulunmamıştır. Tart şma: Tiroid kanser gelişimine neden olan moleküler mekanizmaların aydınlatılabilmesi için farklı populasyonlarda kodon 72 polimorfizmi ile birlikte diğer genetik faktörlerin de çalışılmasına gereksinim vardır. Anahtar kelimeler: Tiroid kanseri, p53 kodon 72, polimorfizm Corresponding author: Ayşe Özer e-mail: [email protected] Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tibbi Biyoloji, İstanbul, Turkey 1 Marmara Medical Journal 2007;20(1);1-5 Marmara Medical Journal 2007;20(1);1-5 Cenk Aral, et al. The association of P53 codon 72 polymorphism with thyroid cancer in turkish patients among a group of Turkish patients with thyroid cancer by performing genotyping in 58 patients and 115 healthy controls by a PCR-based RFLP analysis. PATIENTS AND METHODS Tissue specimens and DNA extraction Paraffin-embedded tissue specimens were selected from 58 thyroid cancer patients. Briefly, 6 µm thick sections were cut from blocks that had been selected for maximal tumor content. Total DNA extraction was performed by using a DNA isolation kit according to the manufacturer’s instructions (MagneSil genomic, fixed tissue system, Promega, USA). Isolated DNA was aliquoted and stored at -20°C. DNA from the peripheral leucocytes of 115 healthy controls was also extracted by proteinase K digestion followed by phenol/chloroform extraction as previously described by John et al.12. The study protocol was approved by the Research Council and Ethics Committee of Gulhane Military Medical School. Genotype analysis DNA samples were analyzed for p53 codon 72 polymorphism using PCR-based RFLP analysis. First, a 296 bp fragment was amplified using forward (5ATCTACAGTCCCCCTTGCCG-3) and reverse (5-GCAACTGACCGTGCAAGTCA3) primers. The 50 µl PCR mixture contained 0.1 µg genomic DNA, 0.6 U Taq DNA polymerase, 10 pmol of each primer, 200 µM of each dNTPs, and 1.5 mM MgCl2. PCR products were checked by 2% agarose gel electrophoresis and then subjected to restriction enzyme digestion. Briefly, 10 µl of PCR product was mixed with 10 U of Bsh1236I restriction enzyme (Fermentas, Lithuania) in 1x buffer containing 10 mM tris, 10 mM MgCl2, 100 mM KCl, 0.1 mg/ml BSA pH 8.5. The samples were incubated in 37 oC for 19 hours to ensure complete digestion. Digestion products were visualized under UV transilluminator after they were separated in 4% agarose gel electrophoresis containing ethidium bromide. The presence of wild-type arginine allele was indicated by bands of 169 and 127 bp, whereas no digestion was INTRODUCTION Tumors of the thyroid gland represent a variety of lesions from well-differentiated benign tumors to anaplastic malignant cancer. Approximately less than 5-10% of hyperfunctioning thyroid nodules develop thyroid cancer and the prevalence of these nodules is estimated to be 5 to more than 20% in humans1. In the United States, it is reported that approximately 1% of all malignancies are thyroid tumors. Several genetic factors have been associated with thyroid cancer such as p53, RET, BRAF, p21, Rb2. Of note, the association of mutations and polymorphisms of p53 have been reported in a variety of human tumors. Although several polymorphisms have been identified in both coding and non-coding regions, only two of them were shown to alter the amino acid sequence of p53. One of these variants is a proline (pro) to serine change at codon 47 and the other is an arginine (arg) to proline change at codon 72. The latter is located in the proline-rich region of the protein and may affect the structure of the putative SH3-binding domain3. p53 codon 72 polymorphism have been studied in several types of cancers; however, the results are controversial. Although codon 72 pro/pro genotype is associated with an elevated risk of lung cancer4,5 other studies have not confirmed such an association in the same malignancy6,7. A similar controversy is observed in breast cancer and several different tumor types8,9, most likely due to ethnic differences of the populations studied. To date, only two studies have investigated the association of codon 72 polymorphism in thyroid tumors. Botze et al.10 have examined Caucasian thyroid carcinoma patients and concluded that the presence of the proline variant was a potential risk factor for the induction of thyroid carcinoma and was also associated with a relatively more poor prognosis. Consistent with this report, Granja et al.11 showed an increased risk for pro/pro genotype for thyroid cancer in the Brazilian population. The aim of this study was to investigate the association of p53 codon 72 polymorphism 2 Marmara Medical Journal 2007;20(1);1-5 Cenk Aral, et al. The association of P53 codon 72 polymorphism with thyroid cancer in turkish patients observed in the case of the polymorphic proline allele. Data comparison was made by chi-square test. A p value <0.05 was considered as statistically significant. RESULTS A total of 58 thyroid cancer patients consisting of 36 males and 22 females with the mean age of 40.01 years were retrospectively enrolled into the study. The patient group represented a mixed population of different malignant and benign thyroid tumors including 26 papillary carcinomas, 23 follicular adenomas, 4 follicular carcinomas, 2 medullar carcinomas, 2 papillary carcinomas with Hashimoto’s thyroiditis and one anaplastic carcinoma. Clinical data such as tumor size, metastasis and lymph nodes were available for only 16 follicular adenomas and 18 papillary cancers. One hundred and fifteen healthy individuals consisting of 31 males and 84 females were also investigated for codon 72 polymorphism and were studied as the control group (mean age= 55.6 years). The allele and genotype frequencies of patients and controls are shown in Table I. Of note, proline allele frequency is significantly higher in patients than in the controls and appears to be a risk factor for thyroid cancer (p<0.05) (Odds ratio=0.523, 95% CI:0.3310.828). Comparison of genotype frequencies of patients and controls indicates that pro/pro genotype is significantly higher in patients (p<0.05) suggesting a risk factor for thyroid cancer (Odds ratio= 0.330, 95% CI:0.1350.807). On the other hand, arg/pro genotype frequencies in both groups did not show any significant differences, implicating that the presence of the arginine variant may have a protective effect against carcinogenesis. Sixteen follicular adenoma and 18 papillary carcinoma patients with clinical data were further evaluated. The genotype frequencies of 16 follicular adenoma patients were 31.25 % (5/16) Arg/Arg, 62.5 % (10/16) Arg/Pro and 6.25 % (1/16) Pro/Pro. The genotype frequencies of 18 papillary carcinoma patients were 20.8 % (5/18) Arg/Arg, 50 % (9/18) Arg/Pro and 22.2 % (4/18) Pro/Pro. Although homozygosity for proline in patients with papillary carcinoma seemed to be higher than in the adenoma group, there was no significant difference between follicular adenoma and papillary carcinoma patients for p53 codon 72 variants (p>0.05). The TNM stages of the papillary carcinoma patients were determined according to the American Joint Committee on Cancer (AJCC)13. If the tumor size was 2 cm or less in greatest dimension limited to the thyroid, it was considered as T1 and if the tumor size was more than 2 cm but not more than 4 cm, it was considered as T2. Six out of 18 papillary carcinomas were T2 stage while the rest were T1 stage. Fourteen out of 18 papillary carcinoma patients had no lymph node metastasis (N0), while 4 patients had lymph node metastases with different degrees (2 N1, 1 N1a and 1 N1b). None of the papillary carcinoma patients had distant metastasis (M0). The percentages of Arg/Arg, Arg/Pro, Pro/Pro genotypes for T1 and T2 stage patients were 16.7% (2/12), 58.3% (7/12), 25% (3/12) and 50% (3/6), 33.3 % (2/6), 16.7 %, respectively. The genotype frequencies of patients with no lymph node metastasis were 21.4% (3/14) Arg/Arg, 64.3% (9/14) Arg/Pro and 14.3% (2/14) Pro/Pro. No significant difference was found between The TNM of the papillary carcinoma patients (p>0.05). Table I: p53 codon 72 genotype and allele frequencies Genotype frequency Alleles Allele frequency Pro/Pro Arg/Arg Arg/Pro Groups Patients (n=58) 0.293 0.483 Controls 0.461 0.452 (n=115) 3 Arg Pro 0.224* 0.534 0.466** 0.087* 0.687 0.313** Marmara Medical Journal 2007;20(1);1-5 Cenk Aral, et al. The association of P53 codon 72 polymorphism with thyroid cancer in turkish patients involving other common polymorphisms of p53 together with codon 72, and a haplotype analysis may be more informative for delineating the association of p53 polymorphisms with thyroid cancer. DISCUSSION Variation at codon 72 that leads to an adenine to proline substitution is one of the most frequent single nucleotide polymorphisms (SNP) of p53, and has been reported to alter the primary structure of the protein14. The arginine variant was reported to be more efficient than the proline variant at inducing apoptosis due to the varied tendency of protein localization in the mitochondria15. On the other hand, Marin et al.16 reported that the proline variant is more effective for inducing G1 arrest than the other variant, probably due to altered binding affinity to p73. Acknowledgements This work was supported by a grant from Gulhane Military Medical Academy Research Council. REFERENCES p53 codon 72 polymorphism has been investigated in a variety of human tumors including breast, colorectal, esophageal, and lung4,8,9,17,18. Of note, only two previous studies have investigated the association of this polymorphism with thyroid cancer10,11. Both studies have reported an increased risk of thyroid cancer development in the presence of proline allele. In the present study, we found that allele and genotype frequencies of the control group for codon 72 of p53 are very similar to NCBI SNP database records for T he European population (RefSNP ID: rs1042522), and also consistent with reports of Boltze et al.10 and Granja et al.11. In conjunction with these two previous studies, we found that proline allele is a risk factor for thyroid cancer. Morever, in consistence with Granja et al.11 only pro/pro genotype was a risk factor for both benign and malignant thyroid cancers. On the other hand, no significant differences were found between the stage of the tumor and p53 codon 72 status. In contrast with the report of Boltze et al.10, we found that the prevalence of the homozygote proline allele in either carcinoma or adenoma groups did not differ significantly. These differences among different studies may be due to geographicalethnical variations in the studied populations. 1. Liska J, Altanerova V, Galbavy S, Stvrtina S, Brtko J. Thyroid tumors: histological classification and genetic factors involved in the development of thyroid cancer. Endocr Regul 2005;39:73-83. 2. Farid NR, Shi Y, Zou MJ. Molecular basis of thyroid cancer. Endocr Rev 1994;15:202–232. 3. Olivier M, Eeles R, Hollstein M, Khan MA, Harris CC, Hainaut P. The IARC TP53 Database: new online mutation analysis and recommendations to users. Hum Mutat 2002;19:607-614. 4. Kawajiri K, Nakachi K, Imai K, Watanabe J, Hayashi S. Germ line polymorphisms of p53 and CYP1A1 genes involved in human lung cancer. Carcinogenesis 1993;14:1085-1089. 5. Wu X, Zhao H, Amos CI, et al. p53 genotypes and haplotypes associated with lung cancer susceptibility and ethnicity. J Natl Cancer Inst 2002;94:681-690. 6. Weston A, Godbold JH. Polymorphisms of H-ras-1 and p53 in breast cancer and lung cancer: a meta-analysis. Environ Health Perspect 1997;105:919-926. 7. Matakidou A, Eisen T, Houlston RS. TP53 polymorphisms and lung cancer risk: a systematic review and meta-analysis. Mutagenesis 2003;18:377385. 8. Weston A, Wolff MS. True extended haplotypes of p53: indicators of breast cancer risk. Cancer Genet Cytogenet 1998;102:153-154. 9. Papadakis EN, Dokianakis DN, Spandidos DA. P53 codon 72 polymorphism as a risk factor in the development of breast cancer. Mol Cell Biol Res Commun 2000;3:389-392. 10. Boltze C, Roessner A, Landt O, Szibor E, Peters B, Schneider-stock R. Homozygous proline at codon 72 of p53 as a potential risk factor favoring the development of undifferentiated thyroid carcinoma. Int J Oncol 2002;21:1151–1154. 11. Granja F, Morari J, Morari EC, Correa LAC, Assumpcao LVM , Ward LS. Proline homozygosity in codon 57 of p53 is a factor of susceptibility for thyroid cancer. Cancer Lett 2004;210:151-157. In conclusion, screening for p53 codon 72 polymorphisms along with other susceptibility factors may be useful for determining the tendency of thyroid cancer development. Besides, further studies 12. John SWM, Weitzner G, Rozen R, Scriver CR. A rapid procedure for extracting genomic DNA from leukocytes. Nucleic Acids Res 1991;19:408. 4 Marmara Medical Journal 2007;20(1);1-5 Cenk Aral, et al. The association of P53 codon 72 polymorphism with thyroid cancer in turkish patients 13. Greene FL, Page DL, Fleming ID, Fritz A, Balch CM, Haller DG, Morrow M. AJCC Cancer Staging Manual.6th edition, Springer, New York, 2002. 16. Marin MC, Jost CA, Brooks LA, et al. A common polymorphism acts as an intragenic modifier of mutant p53 behaviour. Nat Genet 2000;25:47–54. 14. Matlashewski GJ, Tuck S, Pim D, Lamb P, Schneider J, Crawford LV. Primary structure polymorphism at amino acid residue 72 of human p53. Mol Cell Biol 1987;7:961–963. 17. Lee JM, Shun CT, Wu MT, et al. The associations of p53 overexpression with p53 codon 72 genetic polymorphism in esophageal cancer. Mutat Res 2006;594:181–188. 15. Dumont P, Leu JI, Della Pietra 3rd AC, George DL, Murphy M. The codon 72 polymorphic variants of p53 have markedly different apoptotic potential. Nat Genet 2003;33:357–365. 18. Perez LO, Abba MC, Dulout FN, Golijow CD. Evaluation of p53 codon 72 polymorphism in adenocarcinomas of the colon and rectum in La Plata, Argentina. World J Gastroenterol 2006;12:1426-1429. 5 ORIGINAL RESEARCH STANDARDIZATION OF THE SPEECH TESTS USED WITH COCHLEAR IMPLANT PATIENTS Ufuk Derinsu, Zeynep Gence Gümüş, Ferda Akdaş Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Odyoloji Bilim Dalı, İstanbul, Turkey ABSTRACT Objective: The aim of our study is to standardize the speech tests used in our clinic for the implanted patients. We standardized eight different tests for two different purposes: Assessment of the speech perception abilities of the cochlear implant candidates and evaluation of the progress of the cochlear implanted patients. Methods: Two groups of subjects ( normal hearing and cochlear implanted ) were given the eight different tests for standardization. The rate of correct answers of normal hearing and implanted groups was calculated and compared with “Instat” statistics program. Results: The results of speech reception tests developed in this study showed that the words in the lists were within the knowledge of the implanted patients. Content validity of the test was controlled. Alternative test forms were developed after item analysis. By doing so, we aimed to exclude the learning factor to a great extent. Conclusion: Standardized tests can be used for assessing the implant candidacy and evaluating the cochlear implantees’ progress especially in the period following the implantation. Keywords: Cochlear implant, speech tests, speech perception KOKLEAR İMPLANT HASTALARINDA KULLANILAN KONUŞMA TESTLERİNİN STANDARDİZASYONU ÖZET Amaç: Bu çalışmanın amacı kliniğimizde koklear implant hastaları için kullanılan konuşma testlerinin standardizasyonudur. Sekiz farklı testi iki farklı amaç için standartlaştırdık: Koklear implant adaylarının konuşmayı algılama becerilerinin ölçülmesi ve koklear implantasyon sonrası gelişmelerinin değerlendirilmesi. Metot: Normal işiten ve koklear implant kullanan iki grup deneğe standardizasyon için sekiz farklı test uygulandı. Normal işiten ve koklear implantli grubun doğru bilme oranları belirlenmiştir ve “Instat“ istatistik programıyla karşılaştırılmıştır. Sonuç: Bu çalışmada, konuşmayı anlama testlerinin sonuçları, listelerde yer alan kelimelerin koklear implant kullanan hastaların kelime bilgisi dahilinde olduğunu göstermiştir Testin içerik geçerliliği denetlenmiştir. Testlere madde analizi uygulanması sonucunda alternatif test formaları oluşturulmuştur.Böylelikle öğrenme faktörünü büyük ölçüde ortadan kaldırma amaçlanmıştır. Tart şma: Standardize edilmiş testler koklear implant adaylığının belirlenmesinde ve koklear implantasyon sonrası, koklear implant kullanıcılarının gelişmelerinini değerlendirilmesinde kullanılabilir. Anahtar Kelimeler: Koklear implant, konuşma testleri, konuşmanın algılanması sentences and sentences which are present in the spoken language. Inferences the perceiver makes depend not only on emotional data but also on the content 1. INTRODUCTION Speech perception means inferring the language patterns as phonems, words, short Corresponding author: Ufuk Derinsu e-mail: [email protected] Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Odyoloji Bilim Dalı, İstanbul, Turkey 6 Marmara Medical Journal 2007;20(1);6-11 Marmara Medical Journal 2007;20(1);6-11 Ufuk Derinsu, et al Standardization of the speech tests used with cochlear implant patients Although pure tone audiometry gives an idea about speech awareness and speech reception thresholds, it is impossible to determine the person’s language perception capability depending on just hearing thresholds obtained in pure tone audiometry 2. the implant candidacy, to compare devices or processing, to monitor performance over time and to establish guidelines for rehabilitation. PATIENTS AND METHODS Subjects: The subjects were divided into two groups. The first group was subjects with normal hearing. The second group consisted of cochlear implanted subjects. The effect of sensorineural hearing loss on the patient is best reflected on that person’s speech perception ability 1. Use of insufficient auditory input in higher cognitive processes differs from person to person, depending on the degree of hearing loss 3. In order to show these interpersonal differences and to obtain realistic information about the person’s speech perception level, speech perception tests are used. In these tests, speech sounds, words and sentences are used as stimuli 4. The first group consists of 50 subjects (29 female, 21 male) who have normal hearing according to pure tone average ( 0 –26HL). There were no thresholds below 25 dB between 250 Hz to 6 kHz range. The age of the group ranged between 10 to 61 years old. In the second group, there were 17 implanted subjects (10 female, 7 male) who had been followed up in Marmara University, Faculty of Medicine, Audiology Clinic. All the subjects were postlingually deafened and they had used their implant for six months. The age of the group ranged between 16 to 69 years. The main purpose of the speech tests is to measure the auditory perceptual capability. These tests are used as criteria for the observations about how well and to what extent the listeners can understand the spoken language in everyday settings. Speech test materials are used for different purposes in different clinics and different researches 2. All subjects were literate and, unfamiliar with the test materials. The groups were homogeneous in terms of socioeconomic status and education level. One other area in which speech tests are used is for the evaluation of the outcome of cochlear implantation. Research in this area focuses on both the observed changes in patient hearing thresholds and on the development of their speech perception after cochlear implantation 5. The aim of using speech tests in the implanted patients is to compare the patient’s speech understanding ability between pre- and post-operative assessments and also between the postoperative programming sessions, and, to detect the development in the patient’s receptive and expressive language ability 6-8. Routine audiological evaluation was carried out in standard soundproof booths (Industrial Acoustic Company), using Interacoustics AC 40 audiometer and Interacoustics AZ 7 Immitancemeter. The subjects were given eight different speech tests in soundproof boots. The experimental conditions were the same for each subject. The tests were administered by the same tester, at the same normal loudness level for speech, at a distance of one meter with 0° azimuth. The subjects were given three seconds to respond. During the administration of the tests, to eliminate the risk of lipreading, the tester hid her lips from the subject. Besides all these, speech tests are used as objective criteria in assessing the implant candidacy. Since receptive and expressive language ability depends heavily on hearing, it is accepted as the first criterion in determining the appropriate patient for implantation 9. Test 1: Pattern Perception Test: This test consists of 4 parts (A to D), each part contains the most frequently used words and includes 10 items. The purpose of our study is to standardize the speech tests used in our clinic for implanted patients. We believe this will help to decide Subtest A : There are two words in each item, one of them is monosyllabic, the second word 7 Marmara Medical Journal 2007;20(1);6-11 Ufuk Derinsu, et al Standardization of the speech tests used with cochlear implant patients is trisyllabic. The task of the patient is to perceive the difference between monosyllabic and trisyllabic words. Test 5: Phoneme Recognition Test IV (Same – Different Test). This test has 54 items. There are monosyllabic two words in each item. The subject is expected to differentiate whether the two words the tester reads are different or same. Subtest B: There are two words in each item, one of them is monosyllabic, the second word is disyllabic. The task of the patient is to perceive the difference between monosyllabic and disyllabic words. Test 6: Vowel Recognition Test (Open-set). There are eight items consisting of monosyllabic words in this test. The first and last phonemes of the monosyllabic word in each item are the same, only the vowel in the middle is different. These words are read by the tester and the subject is asked to repeat them. Subtest C: There are two words in each item, one of them is disyllabic, the second word is trisyllabic. The task of the patient is to perceive the difference between disyllabic and trisyllabic words. Subtest D: There are two words in each item, both of them are disyllablic. The task of the patient is to perceive the difference between two disyllabic words. Test 7: Intonation Test (Open-set). This test measures the suprasegmental aspect of speech, the subject is asked to repeat the intonation pattern of the tester. The subject‘s ability is scored by the tester. For each item, the tester reads the word that has to be detected by the subject from the answer sheet of this test and the subject is asked to discriminate between the two words. Test 8: Everyday Sentence Test for the Adults (Open-set). The test consists of the 75 most frequently used sentences in everyday language. The subject is expected to repeat the sentence the tester has read to him, without any mistake. Subject‘s answer is recorded by the tester. Test 2: Phoneme Recognition Test I (Closedset). The task in this test is to discriminate the consonant at the beginning of the monosyllabic word. There are 85 items in this test, each of which has 3 choices. The choices are the same monosyllabic words; but only the consonant at the beginning of the words are different. The tester reads the word; the subject is expected to discriminate and to detect the word from the three choices on the sheet. Synthetic scoring is used in the interpretation of all the tests. The subject was given one point, for a right answer and no score for a wrong answer or when he could not answer at all. The scores were classified according to subject’s group and their statistical analysis was made. Test 3: Phoneme Recognition Test II (Closedset). The task in this test is to discriminate the consonant at the end of the monosyllabic word. There are 125 items in this test. All the phonemes in the words are the same except the consonants at the end of the words. The subject is asked to choose the word he is expected to discriminate, from the three choices written in front of him. Statistical Analysis: The ratio of the correct answers given by the subjects was calculated. The ratio of correct answers for each test was analyzed for each item. As a result, if normal hearing subjects gave faulty answers for an item with a rate of 5 %, in order to make the test homogeneous, this item was omitted . Short test forms were developed from the tests with more items. Test 4: Phoneme Recognition Test III (Closed-set). The task is to discriminate the consonant at the beginning of the multisyllabic word. There are 54 disyllabic words. The phonemes were the same except for the first consonant. The items which were accepted but had given faulty answers with a rate less than 5%, were placed equally in the new test forms to balance the degree of difficulty. 8 Marmara Medical Journal 2007;20(1);6-11 Ufuk Derinsu, et al Standardization of the speech tests used with cochlear implant patients In the second part of the statistical analysis , the rate of correct answers from normal hearing subjects and implanted groups were compared . For this comparison, the “ Instat “ statistics program was used. The rate of correct answers for the test items of the two experimental groups were analyzed by “chi – square test” for independence . Test 3: Item analysis: Normal hearing subjects gave faulty answers for 5 items with a rate of %5. These items were omitted. The omitted items are shown in Table II. Six alternative forms each consisting of 20 items were composed. Statistical analysis: There was statistical difference in all items between the groups (p < .05). Test 4: Item analysis: Normal hearing subjects gave faulty answers for 4 items with a rate of %5. These items were omitted. The omitted items are shown in Table III. Two different forms each consisting of 25 items were composed as alternative forms. Statistical analysis: There was statistical difference in all items between the groups (p < .05). Test 5: Item analysis: Normal hearing subjects gave faulty answers for 4 items with a rate of %5. These items were omitted. The omitted items are shown in Table I. Two different test forms, each consisting of 25 items, were composed with the remaining 50 items. Statistical analysis: There was statistical difference in all items between the groups (p < .05). RESULTS Test 1: Item analysis: Normal hearing subjects gave correct answers to all of the items, so no item was omitted. Statistical analysis: Cochlear implantees made a mistake on only one item, but there was no statistical difference between the groups. (p < .05) Test 2: Item analysis: Normal hearing subjects gave faulty answers for 10 items with a rate of %5. These items were omitted. The omitted items are shown in Table I. Three different test forms were composed with the remaining 75 items. Each alternative form had 25 items. Statistical analysis: There was statistically difference in all items between the groups. (p < .05). Table 1: Omitted item for Test 2 Item29 PİL-NİL-MİL Right Answer: MİL Item60 KAY-TAY-SAY Right Answer: TAY Item34 PUL-KUL-DUL Right Answer: DUL Item67 ZİL-BİL-ÇİL Right Answer: ÇİL Item42 JEL-GEL-YEL Right Answer: JEL Item68 KİL-DİL-MİL Right Answer: MİL Item55 TER-SER-YER Right Answer: SER Item69 KUM-RUM-MUM Right Answer: RUM Item58 SAL-ŞAL-NAL Right Answer: NAL Item70 ÇOK- YOK ŞOK Right Answer: ŞOK Table 2: Omitted items for Test 3 Item7 ÇAN-ÇAP-ÇAM Right Answer: ÇAM Item71 SİL-SİM-SİN Right Answer: SİM Item13 CAM-CAN-CAZ Right Answer: CAN Item103 ZAM-ZAR-ZAN Right Answer: ZAN Item14 RAB-RAY-RAF Right Answer: RAB Item104 SIK-SIR-SIĞ Right Answer: SIĞ Item19 PUS-PUT-PUL Right Answer: PUT Item105 TOK-TON-TOP Right Answer: TOP Item64 LAV-LAF-LAZ Right Answer: LAV 9 Marmara Medical Journal 2007;20(1);6-11 Ufuk Derinsu, et al Standardization of the speech tests used with cochlear implant patients Table 3: Omitted items for Test 4 Item 1 KİLİM-DİLİM-BİLİM Right Answer: BİLİM Item 2 KARA-PARA-TARA Right Answer: KARA Item 19 ŞEKER-TEKER-ÇEKER Right Answer: ÇEKER Item 26 BAKLA-TAKLA-SAKLA Right Answer: SAKLA Table 4: Omitted items for Test 5 Item 1 BEL-DEL Answer: Different Item 38 ŞAL-ŞAL Answer: Different Item 7 DAR-DAR Answer: Aynı Item 40 SAL-FAL Answer: Different Item 16 PEK-PEK Answer: Aynı Item 47 KUM-KUM Answer: Different Item 35 RAY-LAY Answer: Different Item 54 MİL-NİL Answer: Different Pattern Perception Test seems to be the easiest test, because for every item, the rate of correct answers was very high for the implanted group. Only in one item, we observed a difference between the groups, but it was not statistically significant. Based on these results, Pattern Perception Test can be regarded as the easiest for the implanted group as it is for the normal group. However, it should be noted that the implanted group subjects in this study were experienced in implant use. For new implantees, we can infer that the Pattern Perception Test can be useful for evaluating their progress especially in the period following implantation. Our observations in our clinic support this issue. Test 6: Item analysis: Normal hearing subjects gave correct answers to all of the items, so no item was omitted. Statistical analysis: There was statistical difference in all items between the groups (p < .05). Test 7: Item analysis: All normal hearing subjects successfully repeated the intonation task. Statistical analysis: Cochlear implantees failed in the task. There was statistical difference between the groups (p < .05). Test 8: Item analysis: All items were answered correctly, so no item was omitted. Three test forms were composed. Each of them were made up of 25 items. Statistical analysis: There was statistical difference in all items between the groups (p < .05). In the closed-set tests, the difference between the groups was statistically highly significant, indicating that criteria validity was also high. When administered to normal hearing and cochlear implanted groups, different results were obtained. These differences are statistically significant which is an indicator of the test‘s specificity. DISCUSSION The results of the speech perception tests developed in this study showed that the words in the lists were within the knowledge of the implanted patients. Content validity of the test was controlled. In the open-set tests, and especially in the Sentence Test, the rate of correct answers was very low in the implanted group. The performance of the cochlear implant 10 Marmara Medical Journal 2007;20(1);6-11 Ufuk Derinsu, et al Standardization of the speech tests used with cochlear implant patients recipients on the open set speech tests was found to be lower than the closed set speech performance in the literature 10,11 Analysis showed that intonation was the hardest task for cochlear implanted group. Almost all of the subjects in this group were unsuccessful in the intonation test. Peng et al. and Evans et al. mention about similar findings 12,13. We standardized eight different tests for two different purposes: Assessment of the speech perception abilities of the cochlear implant candidates, and, evaluation of the progress of the cochlear implanted patients. The speech tests given to the patients before implantation and during each programming session after the implantation, were used for the evaluation of the progress. If we administer the same word lists to the patients, the test results will inevitably be affected from the learning factor. Therefore alternative test forms were developed after item analysis. By doing so, we aimed to exclude the learning factor to a great extent. REFERENCES 1. Boothroyd, A.. Auditory perception of speech contrasts by subjects with sensorineural hearing loss. J Speech Hearing Research 1984; 27:134-144. 2. Mendel L.L., Danhauer, JL.. Audiologic evaluation and management and speech perception assessment. Singular Publishing Group, California, 1997. 3. Bench J, Bamford JM. Speech-hearing tests and spoken language of partially hearing children. Academic Press, New York, 1979. 4. Boothroyd A. Developments in speech audiometry. Sound 1968;2: 2-10. 5. Laitaraki K. Speech discrimination Scandinavian Audiology, 1996:25:29-38. 6. Waltzman SB, Cohen NL, Gomolin RH, Shapiro WH, Hoffman RA, Roland T. Open-set speech perception in congenitally deaf children using cochlear implants. The American Journal of Otology, 1997;18:342-349. 7. Webster J.C. Interlist equivalencies for numeral and a vowel/consonant multiple choice monosyllabic test for severly/profoundly deaf young adults. Journal of Auditory Research 1984: 24: 17-33. 8. Griffits JD. Rhyming minimal contrasts: A simplified diagnostic articulation test. Journal of Acoustical Society of America 1967;42:236-241. 9. Janine L..Who is cochlear implant candidate? Criteria for referring patients. The Hearing Journal 2000;53:3841. in noise. 10. Hansel J, Engelke J, Ottenjann W, Westhofen M. Longterm results of cochlear implantation in children. Otolaryngol Head Neck Surg 2005;132:456-458. 11. Boothroyd A. Auditory perception of speech contrasts by subjects with sensorineural hearing loss. Journal of Speech and Hearing Research 1984;27:134-144. 12. Peng S, Tomblin JB, Spencer LJ, Hurtig R R. Acquisition of rising intonation in pediatric cochlear implant recipients—a longitudinal study. International Congress Series, Volume 2004:1273, 336-339. 13. Evans MK, Deliyski DD. Acoustic Voice Analysis of Prelingually Deaf Adults Before and After Cochlear Implantation. Journal of Voice, In Press, Corrected Proof, Available online 6 September 2006. 11 ARAŞTIRMA YAZISI ÇOCUK ACİL KLİNİĞİ 2005 YILI AKUT ZEHİRLENME OLGULARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Suat Biçer, Sadettin Sezer, Ferhan Çetindağ, Mehmet Kesikminare, Neslihan Tombulca, Gönül Aydoğan, Hüseyin Aldemir İstanbul Bakırköy Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Acil, İstanbul, Türkiye ÖZET Amaç: 2005 yılındaki akut zehirlenme olgularının demografik ve klinik özelliklerinin incelenmesi, takip ve tedavi uygulamaları ile sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çocuk acil kliniğine getirilen ve yaşları 0-19 arasında olan akut zehirlenme olguları retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Olguların çoğu 1-5 yaş arasındaydı (%65). En çok zehirlenme etkeni ilaçlardı (%55.5). İlaçlar arasında en çok görülenler analjezikler (%27.21) ve antidepresanlardı (%16.32). Tedavi uygulamaları intravenöz sıvı (%55.77), aktif karbon (%37.45), mide yıkama (%37.05), antidotlar (%2.40), diğer ilaçlar (%2.79) ve kusturma (%0.40) şeklindeydi. Olguların büyük kısmının (%82) takip ve tedavisi acil serviste tamamlandı. Sonuç: Başlıca zehirlenme nedeni kaza ve ailenin dikkatsizliği nedeniyle çocuğun kazara ilaç alımıdır. İntihar amaçlı zehirlenmeler daha az sayıdadır. Aileler, ilaç üreticileri, hekimler tarafından alınacak önlemlerin yanı sıra, ülkemiz genelindeki zehirlenmelerin epidemiyolojik özelliklerinin belirlenmesi, çocukluk çağı zehirlenmelerinin önlenmesine, mortalite ve morbiditesinin azaltılmasına önemli katkıda bulunacaktır. Anahtar kelimeler: Zehirlenme, Çocuk acil, Kazara ilaç alımı EVALUATION OF ACUTE INTOXICATIONS IN PEDIATRIC EMERGENCY CLINIC IN 2005 ABSTRACT Objective: We aimed to examine the demographic and clinical characteristics of the acute poisoning cases in 2005, and to evaluate the monitorization and treatment applications and their results. Methods: The acute poisoning cases aged variously between 0-19 brought to the pediatric emergency clinic were evaluated retrospectively. Results: Most of the cases were between the ages 1-5 (65%). The substance that poisoned most was medication (55.5%). Among the medication, analgesics (27.21%) and antidepressant (16.32%) drugs were most common. Treatment methods applied were intravenous fluid (55.77%), activated charcoal (37.45%), gastric lavage (37.05%), antidotes (2.40%), other medication (2.79%), and enforced vomiting (0.40%). The monitorization and treatment of most of the cases (82%) were carried out in the emergency service. Conclusion: The main poisoning reason was consumption of medicine of a child, accidentally or due to the carelessness of the families. Suicidal poisoning was rare. Besides the precautions to be taken by the families, medicine manufacturers and physicians; determination of the epidemiologic characteristics of the cases of poisoning in our country is needed, for the prevention of childhood poisonings, and reducing the mortality and morbidity. Key words: Poisoning, Pediatric emergency, Accidental medicine taking. İletişim Bilgileri: Suat Biçer e-mail: [email protected] İstanbul Bakırköy Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Acil, İstanbul, Türkiye Marmara Medical Journal 2007;20(1);12-20 12 Marmara Medical Journal 2007;20(1);12-20 Suat Biçer ve ark Çocuk Acil Kliniği 2005 yılı akut zehirlenme olgularının değerlendirilmesi ilaçları, hormonlar, kardiyovasküler ilaçlar, kas gevşeticiler, solunum sistemi ilaçları, burun damlaları, vitamin-mineral preparatları ve diğer ilaçlar olarak sınıflandırıldı. GİRİŞ Çocukların sağlığını akut ve tehlikeli bir şekilde etkileyebilen zehirlenmelerin çocuk acil servislerinde önemli bir yeri vardır 1,2. Zehirlenmelerin tüm tanı ve tedavi basamakları genellikle hastanelerin acil servislerinde yürütülür. Çoğu hastanede hastaların uzun süre yatacağı yataklı bir çocuk acil servisi olmamasına rağmen acil çocuk servisleri bu bakımdan önemli bir rol üstlenmiştir. Bazı zehirlenmelerde hastaların yoğun bakımda izlem ve tedavisi gerekebilir. Yoğun bakım imkanı olmayan merkezlerde zehirlenme olgularının sağaltımı tam yapılamamakta, bu hastaların yoğun bakım desteği alabilecekleri başka hastanelere sevki sıklıkla gerekmektedir. Yoğun bakımlarda yer bulma ve transport sorunları zamanla yarışılan zehirlenme olgularının tedavisinde olumsuz etki yapabilir. Yenidoğan dönemi dışında yoğun bakım imkanı olmayan, zehirlenme olgularının genellikle çocuk acil kliniğinde izlendiği, uzun süre izlem ve tedavisi gerekenlerin diğer çocuk servislerine yatırıldığı hastanemize 2005 yılında getirilen akut zehirlenme olgularının demografik ve klinik özelliklerinin incelenmesi, takip ve tedavi uygulamalarımız ile sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. BULGULAR Yaşları 5 gün- 19 yaş arasında değişen toplam 251 zehirlenme olgusu çalışmaya alındı. Çalışmanın yapıldığı süre içinde acil çocuk kliniğine getirilen hasta sayısı 114890 olup, bunun 251’i (%0.21) zehirlenme olgusuydu. Erkek zehirlenme olgularının sayısı 126 (%50.2) ve kız zehirlenme olgularının sayısı 125 (%49.8) olup, erkek: kız oranı 1.008 olarak bulundu. Olguların çoğu 1-5 yaş arasındaydı (%65). Diğer yaşlarda, 5-12 arasındakiler 49 olgu (%20), 12-19 yaş grubu 28 olgu (%11) ve 0-12 ay arasındakiler 9 olgu (%4) idi (Tablo 1). İlk 12 aydaki grupta 4 erkek ve 5 kız, 1-5 yaş arasındaki grupta 94 erkek (%57) ve 71 kız (%43), erkek:kız oranı 1.32 olarak bulundu, 5-12 yaş arasındaki grupta 22 erkek (%44.9) ve 27 kız (%55.1), 12-19 yaş arasındaki grupta ise 7 erkek (%25) ve 21 kız (%75) çocuk vardı (Tablo I). Kız olguların 12-19 yaş arasındaki zehirlenmelerde belirgin fazlalığı dikkat çekmektedir, 7 erkek (%25) olguya karşılık 21 kız (%75) olup, erkek: kız oranı 0.33 idi. Zehirlenmeye en çok sebep olan madde ilaçlardı (n=147, %55.5 ). Alınan diğer toksik madde gruplarını besinler (n=34, %12.8), karbonmonoksit (n=32, %12), kostik maddeler (n=21, %8), hidrokarbonlar (n=15, %5.7), insektisitler (n=4, %1.5), naftalin (n=4, %1.5), alkol (n=3, %1.14), şampuan (n=2, %0.75), antiseptik (n=1, %0.37), ayakkabı boyası (n=1, %0.37), yılan zehiri (n=1, %0.37) oluşturuyordu (Tablo II). İlaçlar içinde zehirlenmeye en çok etken olan grup analjezik ve antipiretik ilaçlardı (n=40, %27.21). Bu grup ilaçlar içinde ilk sırayı parasetamol (n=15, %37.5) alıyordu. İkinci sırada gelen ilaç grubu ise antidepresanlardı (n=24,%16.32). Antidepresan zehirlenmelerinin%62.5’i amitriptilin ile olmuştu. Diğer etkenler tabloIII’de izlenebilir. Olguların çok büyük bir kısmı (n=242, %96.4) bir etken maddeyle, 9 olgu ise (%3.6) birden fazla etken maddeyle zehirlenmişti. GEREÇ VE YÖNTEM 1 Ocak 2005- 31 Aralık 2005 tarihleri arasında çocuk acil kliniğine zehirlenme nedeniyle getirilen, 0-19 yaş arasında olan 251 olgu çalışmaya alındı. Zehirlenme olguları için hazırlanan bir form, ilgili hekim tarafından her hasta için ayrı ayrı dolduruldu. Hastalar hakkında bilgi aile fertlerinden ve/veya hastanın kendisinden alındı. Olguların cinsiyet, yaş, zehirlenme zamanı, zehirlenme etkenleri, alınma yolları, tedavi uygulamaları ve klinik sonuçları kaydedildi. Zehirlenme etkenleri ilaçlar, karbonmonoksit, besinler, kostik maddeler, hidrokarbonlar, insektisitler ve diğerleri olarak gruplandı. İlaçlar da kendi arasında analjezik ve antipiretikler, antikoagülanlar, antidepresanlar, diğer merkezi sinir sistemi ilaçları, antihistaminikler, antibiyotikler, antineoplastikler, gastrointestinal sistem 13 Marmara Medical Journal 2007;20(1);12-20 Suat Biçer ve ark Çocuk Acil Kliniği 2005 yılı akut zehirlenme olgularının değerlendirilmesi Tablo 1: Cinsiyete göre yaş dağılımı Tablo II: Zehirlenme olgularımızda etken grupları Zehirlenmenin en çok görüldüğü aylar Aralık (%15), Ağustos (%10.35), Eylül (%10.35) ve Mart (%9.96) idi. Zehirlenmeye neden olan maddeler en çok oral yoldan (%86.05) alınmıştı. Diğer yollar inhalasyon (n=34, %13.55) ve cilt yolu (n=1, %0.4) şeklindeydi. serviste tamamlandı. Otuz iki olgu (%13) hastanenin diğer servislerine yatırıldı. Yoğun bakım gereksinimi gösteren olgu sayısı 8 olup, (%3) tamamı hastanemizde yenidoğan dışında yoğun bakım olmadığı için diğer resmi ve özel hastanelere sevk olundular. Yoğun bakıma sevk olunan olguların 7’si amitriptilin zehirlenmesiydi, 1’i ise çoklu ilaç alımı (belladon alkaloidi, ergotamin ve fenobarbital) idi. Olguların 5’i (%2) ailesi tarafından takip süresi bitmeden çıkarıldı. Hiçbir olgu eksitus olmadı. Tedavi yöntemleri olarak intravenöz sıvı tedavisi olguların %55.77’sinde, aktif karbon %37.45’inde, mide yıkama %37.05’inde, antidot olarak kullanılan ilaçlar %2.4’ ünde, diğer ilaçlar %2.79’unda ve kusturma %0.40’ında uygulandı. (Tablo IV). Olguların büyük kısmının (%82) takip ve tedavisi acil 14 Marmara Medical Journal 2007;20(1);12-20 Suat Biçer ve ark Çocuk Acil Kliniği 2005 yılı akut zehirlenme olgularının değerlendirilmesi Tablo III: Zehirlenme oluşturan ilaçlar Tablo IV: Zehirlenmelerde tedavi uygulamalarımız uygun şekilde yapılabilmesi için gerekmektedir. Zehirlenmenin olduğu yaş zehirlenme mekanizması ve nedeniyle ilişkilidir. Çocuklar fiziksel ve zihinsel gelişimin hızlı olduğu ve yaş dönemleri arasında da zehirlenme nedenleri ve yolları bakımından farklılıkların belirgin olduğu bir gruptur. İlk 1 yaştaki zehirlenmelerde genellikle bakıcının/ebeveynlerin hataları söz 3 konusudur . Kaza sonucu olan zehirlenmeler hareketliliğin arttığı, araştırma ve öğrenme merakının geliştiği 1-5 yaş arasında daha çok görülmektedir. Zehirlenme olgularının sayısı bu dönemde çok daha fazla olmaktadır4. Bunun nedeni büyük ölçüde dikkatsiz ve bilinçsiz aile büyüklerinin ilaç ve diğer toksik maddeleri çocukların ulaşabileceği yerlerde TARTIŞMA Akut zehirlenmeler acil tanı ve tedavi yaklaşımı gerektirmeleri nedeniyle çocukların acile başvurularındaki önemli nedenler arasındadır 1,2. Birçok zehirlenmede erken dönemde yapılan sağaltım girişimleriyle henüz zehirin toksik etki oluşturmadan vücut dışına atılması, adsorbe edilmesi veya antidot kullanımıyla zararlı etkilerinin ortaya çıkmaması sağlanabilir. Bu da erken tanı ve uygun tedavi girişimlerinin yapılmasıyla mümkün olur. Acil serviste çalışanların toksikoloji bilgilerinin güncellenmesi, toksikolojik tanı olanaklarının sağlanması, monitörizasyon ve yoğun bakım imkanının olması, antidot bulundurulması acil servislerde zehirlenmelerin tanı ve tedavisinin 15 Marmara Medical Journal 2007;20(1);12-20 Suat Biçer ve ark. Çocuk acil kliniği 2005 yılı akut zehirlenme olgularının değerlendirilmesi bırakmaları ya da kendilerine ait olmayan kaplarda saklamaları ve çocuklarını yeteri kadar izleyememeleridir3,5. Merak içgüdüsüyle, deneme amaçlı ilaç alımları 6-12 yaş arasında ön plana geçmekte, kaza nedeniyle ve intihar amacıyla olan zehirlenmeler de görülmektedir. Tüm çocukluk çağı zehirlenmelerinin %4’ünü oluşturan bu dönemde cinsiyet bakımından pek fark olmamaktadır6. İntihar amaçlı madde alımları ise 12-19 yaş arasındaki dönemde daha fazla olmakta, çoklu ilaç alımları görülmekte, zehirlenmelerin morbidite ve mortalitesi daha fazla olabilmektedir. Bu dönemdeki zehirlenmelerde kız çocuklarının sayısı erkeklere göre daha fazladır4,6. Çalışmamızda da 12-19 yaş arasındaki zehirlenmelerde kız: erkek oranı 1:3 şeklindedir. Çalışmamızdaki olguların çoğu 15 yaş arasındaydı (%65). Ülkemizde yapılan çalışmalarda çocuk zehirlenmelerinde 1-4 yaş arasındaki vakaların sayısal olarak fazlalığı göze çarpmaktadır. Bu yaş grubundaki zehirlenmelerin oranını Çam ve arkadaşları7 %63.5, Tunç ve arkadaşları 8 %71.2, Yafet ve arkadaşları 9 %64.1, Kösecik ve arkadaşları 10 %48.6, Hallaç ve arkadaşları 11 %47 olarak saptamışlardı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesinde yapılan bir çalışmada zehirlenme olgularının yaklaşık yarısının 13 ay - 4 yaş arasında olduğu ve erkeklerde görülme sıklığının fazla olduğu 3 belirtilmektedir . Hacettepe İhsan Doğramacı Çocuk Kliniğine 1995 - 2000 yılları arasında zehirlenme nedeniyle başvuran 489 olgunun %57,3’ünün 1-5 yaş arasında olması bulgumuzu desteklemekteydi 12. Ağın ve arkadaşlarının çalışmasında ise zehirlenme vakaları 3-7 yaşları arasında 13 yoğunlaşıyordu . Merak, araştırma, hareketlilik, çevreyi tanıma içgüdüsü 1-6 yaşları arasındaki çocuklarda fazla, bilgi ve eğitim düzeyi düşüktür. İlaçların ve diğer kimyasal maddelerin evde çocuğun ulaşabileceği yerlerde bırakılması, bu zehirlenme etkenlerinin saklandığı kapların kolayca açılabilir olması, artık ilaç ve diğer toksik maddelerin gelişigüzel olarak çöpe veya doğrudan sokağa, açık alanlara bırakılması, evde araştırıcı-keşfedici olan, ev dışında da bulunan objeleri oyun ya da yiyecek aracı olarak görebilen çocuklara yönelik başlıca zehirlenme tehditleridir 14. Cinsiyet faktörünün zehirlenme olgularında önemi vardır. Çocuklardaki zehirlenmelerin daha sık görüldüğü ve zehirlenme nedeninin daha çok kaza olduğu 1-5 yaşlar arasında erkek çocukların fazlalığı, bilinçli olarak ilaç alımlarının olduğu ve intihar amacı taşıdığı adolesan dönemdeki zehirlenmelerde ise kız çocukların daha fazla olduğu hemen hemen tüm çalışmalarda gösterilmiştir3-5,7-13. Çalışmamızda erkek (%50.2) ve kız (%49.8) olgu sayısı birbirine çok yakın bulundu, erkek:kız oranı 1.008 idi. Çocukluk dönemi zehirlenmelerinin değerlendirildiği ülkemizde yapılan diğer çalışmalarda erkek/kız oranı Adana’da 1.7, Ankara’da 1.7, İzmir’de 2.7, Şanlıurfa’da 1.1, Konya’da 0.54 olarak bulunmuştur. Bu çalışmalarda da her iki dönemdeki cinsiyet dağılımı benzer şekilde saptanmıştır 10,15-18. Zehirlenme görülen başlıca ay Aralık (%15), Ağustos ve Eylül (%10) idi. Mevsimsel olarak değerlendirdiğimizde kış ve sonbahar aylarında zehirlenmelerin diğer mevsimlere göre daha fazla olduğu görüldü, ancak mevsimler arasında anlamlı bir fark yoktu. Bunun nedenini de zehirlenme olgularımızın çoğunun ilaçlarla (%55) meydana gelmesi ve ilaç zehirlenmelerinde de mevsimsel farklılıkların olmaması olarak düşündük. Türkiye genelinde zehirlenme vakaları en sıklıkla ilkbahar ve yaz aylarında 5,10 saptanmıştır . Yapılan diğer çalışmaların sonuçları çocukluk çağı zehirlenmelerinin daha çok yaz aylarında görüldüğünü desteklemektedir. Hacettepe Üniversitesinde yapılan bir çalışmada zehirlenmelerin en sık sırasıyla ilkbahar ve kış aylarında görüldüğü belirtilmektedir19. Ayrıca 1994 yılında Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Servisinde yapılmış bir çalışmada 1982-1992 yılları arasında zehirlenme ile getirilen olguların %70,8’inin ilkbahar ve yaz mevsimlerinde görüldüğü belirtilmektedir 20. Pamukkale Üniversitesinde 1997-2003 yılları arasında yapılan ve 204 olgunun değerlendirildiği çalışmada zehirlenme olgularının çoğunlukla (%37,7) yaz aylarında geldiği gösterilmiştir 21. ABD’de 1985-1994 16 Marmara Medical Journal 2007;20(1);12-20 Suat Biçer ve ark. Çocuk acil kliniği 2005 yılı akut zehirlenme olgularının değerlendirilmesi yılları arasında yapılmış bir çalışmada çocukluk çağı zehirlenmelerinin büyük çoğunluğunun yaz aylarında görüldüğü 22, Finlandiya’da23 yapılan araştırmada zehirlenmelerin büyük çoğunluğunun ilkbahar ve yaz aylarında görüldüğü belirtilmektedir. Bu mevsimlerde evlerde yapılan boya, badana ve temizlik sırasında toksik maddelerin etrafta bulunması, çocukların ev dışında oynamaları ve çevredeki toksik maddelere kolaylıkla ulaşabilmeleri zehirlenmelerin artışında etken olabilir. Başlıca ilkbahar ve yaz aylarında zehirlenme etkeni olarak karşımıza çıkan hidrokarbonlar ve kostik maddelerin olgularımızın %14’ünü oluşturmaları da bu aylarda diğer aylara göre daha az zehirlenme görmemizi açıklayabilir. iki sırayı alıyordu. Hastanemizin çocuk acil servisine 2003 yılında getirilen ilaç zehirlenmelerinde ilk sırayı analjezikler (%22,3), ikinci sırayı ise antidepresanlar (%16,9) alıyordu 14. Boran ve arkadaşlarının çalışmasında ilaçlar arasında merkezi sinir sistemi ilaçları (antidepresanlar, antipsikotikler ve antiparkinson ilaçlar) ilk sırada (%41,2), analjezikler (%20,2) ise ikinci sıradaydı 30. Her iki ilaç grubu da toplumda yaygın olarak kullanılan, eczanelerden kolaylıkla temin edilebilen ve çocukların ambalajlarını zorlanmadan açabileceği niteliktedir. Alınan ilaçların çoğunun tablet veya draje şeklinde olması da şekere benzetilen formların çocukların yanılgıya uğramasına neden olduğunu düşündürmektedir. İlaç şişelerinin çocukların kolaylıkla açamayacağı şekilde kapaklı, plaka şeklindeki ilaç ambalajlarının kolaylıkla yırtılmayacak özellikte ve ağıza götürüldüğünde toksisiteye yol açmayacak yapıda üretilmesinin kaza yoluyla olan zehirlenmeleri azaltacağı düşünülmektedir. Çocukluk yaş grubunda kaza sonucu oluşan zehirlenmelerin, ilaçların güvenli kapak veya opak blisterler halinde olmasıyla belirgin oranda azaldığı bildirilmektedir 31. Ailelerin ilaç zehirlenmeleri konusunda eğitimsiz olmaları sonucu oluşan ilaçların çocukların ulaşamayacakları yerde saklanmaması ve kolay açılmayan güvenli kapak uygulamasının ülkemizde henüz yaygınlaşmaması önemli etmenlerdir. Ayrıca analjezik-antipiretiklerin hekim önerisi olmadan da eczanelerden kolayca edinilebilmesi ve kullanılabilmesi de çocuklarda ilaçlarla zehirlenmelerin sıklığına önemli katkıda bulunmaktadır. Etken olan madde grupları arasında ilk sırayı ilaçlar alıyordu (%55). Ülkemizdeki çocuk zehirlenme olgularının değerlendirildiği diğer çalışmalarda zehirlenme etkenlerinin ilk sırasında genellikle ilaçlar vardı. Arapoğlu ve ark.(21) (%60), Ağın ve ark.13 (%43,6), Öner ve ark.25 (%50,9), Öntürk ve ark.3 (%45,2), Çam ve ark.7 (%44,9) ilaçları etken gruplarının ilk sırasında saptamışlardı. Atatürk Üniversitesinde 1994 yılında 20, Hacettepe Üniversitesinde 1995-2000 yılları arasında 12 yapılmış çalışmalarda da ilaç zehirlenmeleri ön sırada ortaya çıkmıştır. ABD zehir kontrol merkezi 26 ilaç zehirlenmelerinin oranını %40 olarak bulmuş, İngiltere’de ise çocuk zehirlenmelerinin %34.4’ünün ilaçlarla gerçekleştiği 27 . Akçay ve arkadaşlarının saptanmıştır Denizli’de yaptığı çalışmada da ev temizlik ürünleri (%70,6) ilk sırayı alıyordu 21. Ayrıca İngiltere’de kozmetik ürünlerine bağlı zehirlenmelerin 28, Finlandiya’da ise besin zehirlenmelerinin 29 çocukluk yaş grubu zehirlenmelerinden önemli ölçüde sorumlu olduğu bulunmuştur. Zehirlenme olgularının çoğunda zehirlenme etkenlerinin vücuda giriş yolu olarak oral yol ön plandadır 2,12,25,32. Zehirlenmeye neden olan maddeler en çok oral yoldan (%86.05) alınmıştı. Özellikle 6 yaş altındaki çocuklarda yeni maddelerle tanışmanın tadına bakma yoluyla olabilmesi, yiyecek-içecek sanılan toksik maddelerin açlığı ve susuzluğu gidermek amacıyla oral yolla alınması, diğer yaşlarda ise intihar amaçlı madde alımının en kolay yolunun oral yol olması bunun nedenleri olarak düşünülmüştür. Ülkemizde İlaçlar arasında en çok görülenler analjezikler (%28) ve antidepresanlardı (%16). Çam ve arkadaşlarının çalışmalarında7 ilaçlar arasında ilk iki sırayı merkezi sinir sistemine etkili ilaçlar (%44.6) ve analjezik-antipiretik ilaçlar (%15.7), Ağın ve arkadaşlarının 13 çalışmasında ise sinir sistemine etkili ilaçlar (%45) ve analjezik-antipiretikler (%26.3) ilk 17 Marmara Medical Journal 2007;20(1);12-20 Suat Biçer ve ark. Çocuk acil kliniği 2005 yılı akut zehirlenme olgularının değerlendirilmesi yapılan diğer çalışmalarda da çocuklardaki oral yolla zehirlenme oranı Öntürk ve ark. %91 3, Ağın ve ark. %82.3 13, Öner ve ark. %97.3 25 olarak bulunmuştur. Çocukların ulaşabildikleri her cismi ağızlarına götürdükleri bu yaşlarda evdeki kimyasal madde ve ilaçların çocukların kolay ulaşamayacağı yerlerde saklanması gerekmektedir. Bazı ilaç ve kozmetik maddelerin cazip renk ve biçimlerde piyasaya sürülmesi, çocuğun eğitimsiz ve dikkatsiz kişilerce bakılması, tarımda kullanılan kimyasal maddelerin bilinçsiz kişilerce kullanılması gibi nedenler çocuklarda zehirlenme insidansını artırmaktadır 33. tedavisi zehirlenme olgularında en sık uygulanan tedavi yöntemlerinden olup, olgularımızın tamamında uygulanmıştı. İnvazif monitörizasyon, renal replasman tedavileri, mekanik ventilasyon gibi daha ileri bakım ve tedavi gerektiren hastaları ise, hastanemizde genel ve pediatrik yoğun bakım servisi olmadığı için bu imkanı olan diğer hastanelere sevk etmek durumunda kalıyoruz. Bu sevkler genellikle hastalığın daha ilk aşamalarında acil servisten gerçekleştirilmektedir. Çalışmamızdaki olguların büyük kısmının (%82) takip ve tedavisi acil serviste tamamlandı. 2003 yılında yine acil servisimize getirilen çocuk zehirlenmelerinin değerlendirildiği bir çalışmada acil serviste izlenen zehirlenme vakalarının % 85’inin diğer servislere ya da yoğun bakıma sevk edilme gereksinimi olmamış ve bu vakalar acil servisten taburcu edilmişlerdir 14. Yine hastanemizde yapılan, 0-2 yaş arasındaki süt çocuğu servisine yatırılan zehirlenme olgularının değerlendirildiği bir çalışmada yoğun bakım gereksinimi 2 hastada (%8) olmuş, biri yoğun bakıma gönderilemeden eksitus olmuştu 36. Servise yatırılan zehirlenme olgularının değerlendirildiği ve 1991-1993 yıllarında yapılan başka bir çalışmada ise 0-14 yaş arasındaki 4 olgu (%1.6) yoğun bakıma sevk olunmuştu 37. Zehirlenme olgularında uygulanan başlıca tedavi şekilleri dekontaminasyon uygulamaları (mide yıkama, aktif karbon, antidot verme) yanında, destek tedavisi ve semptomatik tedavi şeklinde olan nonspesifik tedavi uygulamalarıdır 2,33-35. Gastrointestinal sistem dekontaminasyonu oral yolla alınan kostik maddeler ve hidrokarbon grubu madde alımları dışındaki zehirlenmelerde uygulanabilir ancak rutin olarak kullanılmamalıdır 4. Uyguladığımız tedavi yöntemleri intravenöz sıvı tedavisi (%55.77), aktif karbon (%37.45), mide yıkama (%37.05), antidot olarak kullanılan ilaçlar (%2.40), diğer ilaçlar (%2.79) ve kusturma (%0.40) şeklindeydi. Hastanemizdeki 0-2 yaş arası zehirlenme olgularının değerlendirildiği bir çalışmada mide yıkama ve aktif kömür verme %80, antidot uygulama %28 hastada yapılmıştı, genel destek tedavisi ise hastaların tamamına uygulanmıştı 36. Oksijen tedavisi zehirlenme vakalarında yapılan başlıca destek tedavileri arasındadır 4. Acil çocuk servisinde izlenen tüm zehirlenme olgularının % 12’sine oksijen verilmiş olup, bunların %61’i karbonmonoksit zehirlenmesiydi. Hiçbir karbonmonoksit zehirlenmesi olgusunda hiperbarik oksijen tedavisine gerek olmamıştı. Çalışmamız süresince zehirlenme nedeniyle eksitus olan olgunun görülmemesi sevindirici bir durumdur. Bunun nedenlerini ise, yoğun bakım gerektirecek düzeyde ağır olan zehirlenme olgularını genellikle servise yatırmadan, erken dönemde acil servisten diğer hastanelere sevk etmemiz, acil serviste zehirlenme olgularının triyajına verilen öncelik, hemen tüm olgularda yapılan etkin sağaltım yöntemleri ve destek tedavisi, etkili bir adsorban olan aktif karbon kullanımının artması, hastanemizde son yıllarda giderek artan monitörizasyon imkanlarıyla olguların daha yoğun ve etkili olarak izlemi olarak düşünüyoruz. Yoğun bakım koşullarının sağlanması ve renal replasman tedavilerinin uygulanabilmesi ile daha etkin izlem ve tedavi olanakları sağlanabileceği ise şüphesizdir. Mortalite oranını Öntürk ve arkadaşları %0,6 olarak bildirmişlerdir3. Zehirlenmeye neden olan maddelerin çok azına karşı antidot mevcuttur. Ancak bu maddelere karşı antidot kullanımının hayat kurtarıcı olması nedeniyle çok değerli olan bu ilaçların bulundurulması, temini ve kullanımı konusunda herkesin üzerine düşeni yapması gerekmektedir. Nonspesifik destek ve sıvı 18 Marmara Medical Journal 2007;20(1);12-20 Suat Biçer ve ark. Çocuk acil kliniği 2005 yılı akut zehirlenme olgularının değerlendirilmesi Hıncal ve arkadaşlarının 38 1975-1984 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesine başvuran zehirlenme vakalarında mortalite oranı %4,9 olarak bildirilmiştir. Yine aynı klinikte 19952000 yılları arasında bu oran %0,4 olarak saptanmıştır12. Gelişmekte olan ülkelerde %1,8 ile %11,6 arasında değişen yüksek oranlar bildirilmektedir 39,40. 8. 9. 10. 11. Acil servislere getirilen çocuk hastalar arasında durumun aciliyeti, geri döndürülebilirliği nedeniyle zehirlenmeler triyaj önceliğine sahip durumlar arasındadır. Zehirlenme olgularının çoğunun takip ve tedavisi acil çocuk servisinde yapılmaktadır. Başlıca zehirlenme nedeni kaza ve ailenin dikkatsizliği nedeniyle çocuğun bilinçsizce ilaç alımı olup, intihar amaçlı zehirlenmeler daha az sayıdadır ve başlıca kız çocuklarında olmaktadır. Aileler, ilaç üreticileri, hekimler tarafından alınacak önlemlerin yanı sıra, ülkemiz genelindeki zehirlenmelerin epidemiyolojik özelliklerinin hem geriye dönük hem de ileriye yönelik çok merkezli çalışmalar ile belirlenmesi, çocukluk çağı zehirlenmelerinin önlenmesine, mortalite ve morbiditesinin azaltılmasına önemli katkıda bulunacaktır. Çalışmamızın bölgemizde görülen çocukluk çağı zehirlenme olgularının epidemiyolojik ve klinik özelliklerini yansıtması nedeniyle, alınması gereken önlemlere yol göstereceği inancındayız. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. Riordan M, Rylance G, Berry K. Poisoning in children 1: general management. Arch Dis Child 2002; 87: 392396. Sarıkayalar F. Çocukluk çağında zehirlenme. Katkı Pediatri Dergisi 1990; 11: 201. Öntürk Y, Uçar B. Eskişehir Bölgesinde çocukluk çağı zehirlenmelerinin retrospektif değerlendirilmesi. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi 2003;46:103-113. Sarıkayalar F. Çocuklarda zehirlenmeler. Katkı Pediatri Dergisi 2001; 22: 377-395. Aji DY, İlter Ö. Türkiye’de çocuk zehirlenmeleri. Türk Pediatri Arşivi 1998; 33: 154-158. Rodgers GC, Matyunas NJ. Poisonings: Drugs, Chemicals and Plants. In: Behrman RE, Kliegman RM, Jenson HB, eds. Nelson Textbook of Pediatrics 17th ed. Philadelphia: WB Saunders Co., 2004: 2362-2363. Çam H, Kıray E, Taştan Y, Özkan HÇ. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Acil servisinde izlenen zehirlenme olguları. Türk Pediatri Arşivi 2003; 38:233239. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 19 Tunç B, Örmeci AR, Dolgun A, Karaca H. Isparta bölgesinde çocukluk çağı zehirlenme nedenleri. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi 1995; 38:211-218. Aji DY, Keskin S, İlter Ö. İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Acil Biriminde İzlenen Zehirlenmelerin Değerlendirilmesi. Türk Pediatri Arşivi 1998; 33:148-153. Kösecik M, Arslan SO, Çelik İL, Soran M, Tatlı MM, Koç A. Şanlıurfa’da Çocukluk Çağı Zehirlenmeleri. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi 2001; 44 : 235239 Hallaç İK, Poyrazoğlu MK, Aydın K, Kurtoğlu S, Üstünbaş HB. Çocukluk çağı zehirlenmeleri: Son 10 yılın değerlendirilmesi. İst. Çocuk Kliniği Dergisi 1996; 31:337-339. Andıran N, Sarıkayalar F. Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesinde son 6 yılda izlenen akut zehirlenme vakaları. Katkı Pediatri Dergisi 2001; 22: 396-408. Ağın H, Çalkavur Ş, Olukman Ö, Ural R, Bak M. Çocukluk çağında zehirlenmeler: son 2 yıldaki olguların değerlendirilmesi. T Klin Pediatri 2002; 11:186-193. Biçer S, Şengül A, Yeşinel S, ve ark. Pediatrik yaş grubu zehirlenmelerinin tanı, tedavi ve takibinde çocuk acil servisinin etkinliği-2003 yılı vakalarının değerlendirilmesi. Toksikoloji Dergisi 2005; 3:11-17. Anarat A, Altıntaş G, Galı E, Aksaray N. Çukurova bölgesindeki çocukluk zehirlenmelerinin değerlendirilmesi. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 1988; 13:30-36 Gürsel T, Bircan Z, Ezer Ü. Çocukluk Çağı Zehirlenmeleri. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 1989; 5 :117-124 Yağcı RV, Aydoğdu S, Taneli B. Çocukluk çağı kazalarının acil populasyondaki yeri. XXXVI. Milli Pediatri Kongresi Özet Kitabı, Antalya. Türk Pediatri Kurumu Yayınları 1994:41. Yavuz H, Koç H, Çalışkan B, Erkul İ, Bozkır A. Konya’da görülen çocuk zehirlenmelerinin incelenmesi. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 1988, 13:3036. Hıncal F, Hincal AA, Müftü Y, Sarıkayalar F, Kınık E. Epidemiological aspects of childhood poisonings in Ankara. Human Toxicol 1987;6:147-152. Kalaycı AG, Akyüz M, Yılmaz E, Ceviz N, Karakelleoğlu C. Çocukluk çağında zehirlenme nedenleri. Yeni Tıp Dergisi 1994;11:4-7. Akçay A, Gürses D, Özdemir A, ve ark. Denizli ilindeki çocukluk çağı zehirlenmeleri. Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 2005;6:15-19. Krenzelok EP, Jacobsen TO, Aronis J. Is the yew really poisonous to you? Clinical Toxicol 1998;36:219-223. Laminpaa A, Riihimaki V, Vilska J. Hospitalations due to poisonings in Finland. J Clin Epidemiol 1993;46:4755. Arapoğlu M, Keskin C, Telhan L, ve ark. Şişli Etfal Hastanesi 1. Çocuk Kliniği’ne başvuran zehirlenme olgularının değerlendirilmesi. Şişli Etfal Hastanesi Tıp Bülteni 2005; 4: 41-45. Öner N, İnan M, Vatansever Ü, ve ark. Trakya bölgesinde çocuklarda görülen zehirlenmeler. Türk Pediatri Arşivi 2004; 39: 25- 30. Litovitz TL, Klein-Schwartz W, Caravanti EM, Youniss J, Crouch B, Lee S. 1998 annual report of the American Association of poison control centres Toxic Exposure Surveillance System. Am J Emerg Med 1999; 17:435487. Marmara Medical Journal 2007;20(1);12-20 Suat Biçer ve ark. Çocuk acil kliniği 2005 yılı akut zehirlenme olgularının değerlendirilmesi 27. Department of Trade and Industry Home and Leisure Accident Surveillance System. 1978-1997. Personal communication 1999 in. Riordan in Children 1: General management. Arch Dis Child 2002;87:392-396. 28. Proudfoot A. Practical management of the poisoned patient. Therapeutic Drug Monitoring 1998; 20: 498501. 29. Laminpaa A, Riihimaki V, Vilska J. Hospitalations due to poisonings in Finland. J Clin Epidemiol 1993;46:4755. 30. Boran P, Tokuç G, Öktem S. Çocukluk çağı zehirlenmeleri. Çocuk Dergisi 2004;4:236-240. 31. Thomas YK. Childhood poisoning: The scope for prevention. Vet Human Toxicol. 1998;40:361-362. 32. Koturoğlu G, Kurugöl Z, Yiğit M, Solak İ. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Ünitesine zehirlenme nedeniyle başvuran olguların değerlendirilmesi. Ege Pediatri Bülteni 2005; 3: 161165. 33. Scherger DL, Wruk KM, Kuliqa KW, Rumack BH. Ingestion of substances in childhood such as cologne, perfume and aftershave that contain ethyl alcol. AJDC 1988; 142: 630-632. 34. Akkaş M, Coşkun F, Ulu N, Sivri B. An epidemiological evaluation of 1098 acute poisoning cases from Turkey. Vet Hum Toxicol 2004; 4: 213-215. 35. Fazen LE, Lovejoy FH, Crone RK. Acute poisoning in a children’s hospital: a 2-year experience. Pediatrics 1986; 2: 144-151. 36. Hanedan Onan S, Hacıhasanoğlu O, Alpaslan S, ve ark. Akut zehirlenme nedeniyle hastaneye yatırılan 0-2 yaş olgularımızın değerlendirilmesi. Jinekoloji Obstetrik Pediatri Dergisi 2005; 1: 33-37. 37. Gülcan EM, Baran M, Alver A. Çocukluk çağı zehirlenmeleri: 246 olgunun incelenmesi. Jinekoloji Obstetrik Pediatri Dergisi 1995; 3: 233-236. 38. Hıncal F, Hincal AA, Müttü Y, Sarıkayalar F, Kınık E. Epidemiological aspects of childhood poisonings in Ankara. Human Toxicol 1987;6:147-152. 39. Krenzelok EP, Keller K, Stewart RD. Gastrointestinal transite times of cathartics combined with charcoal. Ann Emerg Med 1985;14: 1152-1155. 40. Riegal JM, Becker CE. Use of cathartics in toxic ingestions. Ann Emerg Med 1981; 10: 254-258. 20 ORIGINAL RESEARCH BRAINSTEM EVOKED RESPONSE AUDIOMETRY AND RISK FACTORS IN PREMATURE INFANTS 1 İlknur Kılıç1, Hakan Karahan1, Tülay Kurt2, Hacer Ergin1, Türker Şahiner2 Pamukkale Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Denizli, Türkiye2Pamukkale Üniversitesi, Nöroloji AD, Denizli, Türkiye ABSTRACT Objective: In this study; we evaluated the effects of possible risk factors according to the Joint Committee on Infant Hearing in preterm infants and physiologic anemia of prematurity on brainstem auditory evoked response (BAER) measurement variables. Methods: For this aim, twenty-nine term newborn infants underwent the BAER recording session between 48 hours to 7 days of age. In 29 preterm infants, BAER was performed at a mean postconceptional (gestational age + age after birth) age of 39.4 ± 0.8 weeks (38-42 weeks). Type of delivery, birth weight <1500 g, hyperbilirubinemia exceeding phototherapy limits, aminoglycoside therapy, respiratory distress syndrome, low Apgar scores, and physiologic anemia of prematurity were evaluated. I,III,V peak latencies and I-III, III-V, I-V interpeak latencies were measured and analyzed. Results: There were no significant differences for latencies and interpeak latencies between term and preterm groups at the same postconceptional age. We found that type of delivery (caesarean section), birth weight <1500 g, hyperbilirubinemia exceeding phototherapy limits, and low Apgar scores affected some of the BAER parameters (p<0.05). However, we did not find any effect of aminoglycoside (amicasin and/or netilmicin) therapy, respiratory distress syndrome on BAER measurement variables. Although the mean latencies and interpeak latencies in anemic preterm group were higher than non-anemic preterm group, statistically significant difference was not found (p>0.05). Conclusion: We suggest that the effect of anemia of prematurity on BAER parameters should be studied in a larger group of infants. Key words: Brainstem auditory evoked response (BAER), Preterm infant, Anemia of prematurity, Risk factor PRETERM BEBEKLERDE RİSK FAKTÖRLERİ VE İŞİTSEL BEYİN SAPI CEVABI ÖZET Amaç: Bu çalışmada preterm bebeklerde “Joint Committee on Infant Hearing”e göre olası risk faktörlerinin ve preterm anemisinin işitsel beyin sapı cevabı (BAER) üzerine etkisi incelenmiştir. Yöntem: Bu amaçla, 29 term bebekten doğumdan sonraki 48.saat ve 7.günler arası BAER kaydı alındı. Yirmidokuz preterm bebeğe ise BAER, postkonsepsiyonel yaşları (gebelik haftası+doğum sonrası yaşı) 39.4±0.8 hafta (38-42) olunca uygulandı. Doğum şekli, 1500 g’ın altında doğum ağırlığı, fototerapi sınırlarını aşan hiperbilirubinemi, aminoglikozid tedavisi, respiratuar distres sendromu, düşük Apgar skoru ve prematüre anemisi risk faktörü olarak değerlendirmeye alındı. I,III,V latens ve I-III, III-V, I-V interpik latensleri analiz edildi. Bulgular: Term ve preterm bebeklerde aynı postkonsepsiyonel yaşta BAER parametreleri karşılaştırıldığında (latens ve interpik latensları) istatistiksel bir fark saptanmadı. Doğum şekli, <1500 g’ın altında doğum ağırlığı, fototerapi gerektiren hiperbilirubinemi ve düşük Apgar skorunun bazı BAER parametrelerini etkilediği görüldü (p<0.05). Aminoglikozid tedavisi (amikasin ve/veya netilmisin) ve respiratuar distres sendromunun BAER paremetrelerini etkilemediği saptandı. Latens ve interpik latens ortalamaları preterm anemisi olan grupta anemik olmayan preterm gruba göre daha yüksek olsa da istatistiksel anlamlılık taşımıyordu (p>0.05). Sonuç: Prematüre anemisi olan bebeklerde BAER parametrelerinin daha büyük bir grupta çalışılmasının uygun olacağını düşünüyoruz. Anahtar kelimeler: İşitsel beyin sapı cevabı, BAER, Preterm , Prematüre anemisi, Risk faktörleri Corresponding author: İlknur Kılıç e-mail: [email protected] Pamukkale Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Denizli, Türkiye 21 Marmara Medical Journal 2007;20(1);21-28 Marmara Medical Journal 2007;20(1);21-28 İlknur Kılıç, et al. Brainstem evoked response audiometry and risk factors in premature infants Group I: The control group which consisted of 29 normal term neonates who did not suffer from any of the risk factors listed below in the perinatal period. INTRODUCTION Sensorineural hearing loss represents a serious neurodevelopmental sequela among high-risk neonates. In the literature, its incidence varies widely from 1.5 to 17 % 1. Between 1987 and 1991, 8 children among 547 infants of 34 weeks gestation or less developed progressive bilateral hearing loss requiring auditory aids. This corresponded to an incidence of 1.46 % 1. Early hearing-loss detection in at-risk neonates is vital. Brainstem auditory evoked response (BAER) is commonly used as an objective, noninvasive tool in the detection of neonatal deafness and the evaluation of the auditory pathway’s maturation 2,3. Group II:The study group which consisted of 29 preterm neonates admitted to the neonatal intensive care unit and having one or more of the perinatal complications or risk factors according to the Joint Committee on Infant Hearing listed below. Criteria for Selection of Newborns for Control Group 1. The risk factors according to the Joint Committee on Infant Hearing are family history, in utero infections, craniofacial anomalies, birth weight <1500 g, hyperbilirubinemia at serum levels requiring exchange transfusion, ototoxic medications, bacterial meningitis, postnasal asphyxia, mechanical ventilation lasting 5 days or longer, stigmata or other findings associated with a syndrome known to include a sensorineural and/or conductional hearing loss 4-6. However, the significance of various aetiological factors in the pathogenesis of sensorineural hearing loss is not fully understood and controversy remains regarding their respective roles. In addition; the influences of “physiologic anemia of prematurity” on sensory brain function have not been studied before. 2. 3. 4. 5. Term babies with birth weight >2500 g. All of the babies were appropriate for gestational age according to the Dubowitz score 7. Normal perinatal period. Absence of family history of deafness. Serum bilirubin levels less than phototheraphy limits. Absence of history of birth trauma and anoxia, and no findings of any infection or metabolic disorders. Criteria for Selection of Newborns for Study Group 1. 2. 3. 4. 5. The purpose of the study was to identify the effects of possible risk factors according to the Joint Committee on Infant Hearing in preterm infants and physiologic anemia of prematurity on BAER recordings. 6. PATIENTS AND METHODS BAER recording has been carried out in a group of 29 preterm and 29 term newborn infants at Pamukkale University Hospital. Informed consent was obtained from parents of the patients in the study, and the study was approved by the local ethics committee. 7. 8. 22 Gestational age < 37 weeks. All of the babies were appropriate for gestational age according to the Dubowitz score 7. Birth weight <1500 g (n:11). Apgar scores ≤5 at 1 and/or ≤6 at 5 min (n:8). Postnatal asphyxia was diagnosed if the Apgar score ≤5 at 1 and/or ≤6 at 5 min 8. Hypoxic-ischemic encephalopathy (n:1). Grade I (n:1), or grade II (n:1) intracranial hemorrhage. Hyperbilirubinemia at a serum level requiring phototherapy (n:12). No infant required exchange transfusion for hyperbilirubinemia. Newborns with hyperbilirubinemia were started on phototherapy according to the guidelines of the American Academy of Pediatrics 9 . Respiratory distress syndrome (n:6), surfactant therapy (n:5). Requiring artificial ventilation lasting 5 d or longer (5-14 days) (n:7). Marmara Medical Journal 2007;20(1);21-28 İlknur Kılıç, et al. Brainstem evoked response audiometry and risk factors in premature infants 9. Aminoglycoside (amicasin and/or netilmicin) (n:10) or furosemide (n:4) administration. 10. Bacterial meningitis (n:2) or sepsis (n:2). was evident between 20-30 minutes of administration of the drug. Hemoglobin, hematocrit, MCV, and RDW were detected using Cell-Dyn 3500 R (Abbott, San Francisco, USA). Serum iron measurement was performed with calorimetric assay by using Roche Modular PE autoanalyser (Roche Diagnostics, IN, USA), and serum ferritin level was determined by Chemyl-immunoassay Immulite One (Bio DPC, CA, USA). Fifteen infants whose hemoglobin concentrations were below 10.0 g/dl were accepted as anemic preterm infants (group I) 10 . The preterm infants’ hemoglobin concentrations in group II were above 10.0 g/dl. All of the babies were stable enough for the baby to be taken to the BAER room and be subjected to the test. Term newborn infants underwent the BAER recording session between 48 hours to 7 days of age. In the preterm newborns group, BAER was performed at a mean postconceptional (gestational age + age after birth) age of 39.4 ± 0.8 weeks (38-42 weeks). The person performing the BAER test had no knowledge of the condition of the infant. BAERs were measured with Medelec Premiere Plus (U.K) equipment. Taking into consideration the factor of acoustic interference, the room was made sound proof. Care was also taken to eliminate any source of electrical interference. The click stimulations used in the BAER test were 70 and 90 dB, and the stimulations were repeated 1024 times. Filter setting was between 500-2000 Hz. Generation of five electrical waves within the first 10 ms of click stimulation was obtained. The stimuli were delivered first to the right ear and then to the left ear. I,III,V peak latencies and I-III, III-V, I-V interpeak latencies were measured. The I,III,V peak latencies and I-III, III-V, I-V interpeak latencies obtained for the left and right ears were averaged to represent each case by one value in statistical analysis. In addition to the risk factors listed above, the effects of physiologic anemia of prematurity, type of delivery, head circumference, and body weight on I,III,V peak latencies and IIII, III-V, I-V interpeak latencies were evaluated. Statistics The mean and SD of each BAER variable at each stimulus condition were compared between groups using T test or MannWhitney U Test with Statistical Package for Social Sciences (SPSS 9.0 for windows). The correlation between BAER variables and head circumference, and hematologic parameters (iron, ferritin, hemoglobin) was also analyzed. Statistical significance was considered at p<0.05. RESULTS Clinical data of term and preterm babies are presented in Table I. There were no differences in terms of gender, type of delivery, postconceptional age at the time of BAER records between the two groups (p>0.05). The head circumference and weight at the time of BAER testing were also not different between two groups (p>0.05). Apgar scores were lower in the preterm group (p<0.05). There were no significant differences for latencies and interpeak latencies between term and preterm babies at the same postconceptional age (p>0.05) (Table II). Besides, no correlation was found between BAER parameters and head circumference and body weight at the time of BAER testing in preterm infants ( r values for head circumference at I,III,V peak latencies and IIII, III-V, I-V interpeak latencies –0.18, -0.22, -0.12, -0.21, 0.14, -0.04 respectively and for body weight –0.25, -0,24, -0.31, -0.13, 0.06, 0.16 respectively.) Sedation was achieved by chloral hydrate syrup used in the dosage of 50 mg/kg body weight to sedate the neonates 8. The effect 23 Marmara Medical Journal 2007;20(1);21-28 İlknur Kılıç, et al. Brainstem evoked response audiometry and risk factors in premature infants On the basis of preterm babies’ hemoglobin content, preterm infants were divided into anemic group (group I, n=15, Hb<10 g/dl) and control group (group II, n=14, Hb>10 g/dl) 10. The hematologic data ,s shown in Table III. phototherapy limits were not statistically different between two groups (Table III). We did not find any effect of aminoglycoside (amicasin and/or netilmicin) therapy, respiratory distress syndrome, and gender type (male or female) on BAER parameters in preterm infants. But, we found that type of delivery (caesarean section), birth weight <1500g, hyperbilirubinemia exceeding phototherapy limits, and low Apgar scores affected some of the BAER parameters (Table IV). By comparison, the preterm babies with spontaneous delivery had a significant decrease in wave V peak latencies at 70 dB, and in wave III and V peak latencies at 90 dB. In addition, the preterm babies with birth weight <1500g had a significant increase in wave V peak latencies at 70 dB, and wave III peak latencies at 90 dB. Prolonged III-V and I-V interwave interval at 70 dB and prolonged I-V interwave interval at 90 dB was found in hyperbilirubinemia subgroup in preterm babies. Low Apgar score caused an increase in I-V interpeak latencies at 90 dB in preterm babies. The peak latencies and interpeak latencies in anemic preterm group were higher than nonanemic preterm group. However; when the preterm infants with anemia of prematurity compared with nonanemic preterm infants in terms of BAER parameters, no significant difference was found (p>0.05) (Table IV). There was no correlation between BAER parameters and hematologic parameters (iron, ferritin, hemoglobin). (r values for iron at I,III,V peak latencies and I-III, III-V, I-V interpeak latencies –0.13, -0.06, 0,11, -0.01, 0.17, 0.16 respectively, for ferritin –0.12, 0,06, 0.24, 0.01, 0.22, 0.2 respectively, for hemoglobin –0.12, -0,17, 0.32, 0.3, 0.09, 0.37 respectively). The gestational age and birth weight were lower in anemic preterm group (p<0.05), but the weight and the head circumference at the time of BAER recording, type of delivery, Apgar scores, and the number of hyperbilirubinemia cases exceeding Table I. The clinical data of term and preterm babies (mean± SD). Sex (male/female) Gestational age (week) Caesarean/spontaneous birth Birth weight (g) Weight (g) at the time of BERA recording Head circumference (cm) ) at the time of BERA recording Apgar score at 1 min (min-max) Apgar score at 5 min (min-max) Group I (term) (n:29) 19/10 38.8 ± 0.7* 20/9 24 Group II (preterm) (n:29) 18/11 32.6 ±3.3* 18/11 3387 ± 374* 3372 ± 398 1942 ± 661* 3132 ± 807 34.8± 0.7 34.8± 1.7 8.9± 0.7* (5-9) 9.9± 0.4* (8-10) 6.6 ±3.1* (1-9) 8.4 ±1.8* (4-10) Marmara Medical Journal 2007;20(1);21-28 İlknur Kılıç, et al. Brainstem evoked response audiometry and risk factors in premature infants Table II. BAER parameters of preterm and term babies (mean± SD). Parameter Peak latencies (ms) I III V Interpeak latencies (ms) I-III III-V I-V Term (n:29) 70 dB 90dB 1.96±0.63 1.92±0.54 4.52±0.54 4.40±0.67 7.22±0.76 7.10±0.77 70 dB 90dB 2.45±0.53 2.41±0.60 2.52±0.43 2.49±0.44 4.92±0.67 4.87±0.76 Preterm(n:29) 70dB 90 dB 1.94±0.53 1.93±0.32 4.45±0.63 4.46±0.76 7.12±0.35 7.05±0.40 70 dB 90 dB 2.52±0.58 2.44±0.50 2.72±0.41 2.70±0.42 5.24±0.64 5.17±0.65 Table III. The clinical and hematologic data of anemic preterm and non-anemic preterm babies (mean± SD). Group 1 (n:15) (anemic preterm) Sex (male/female) Gestational age (week) Caesarean/spontaneous birth Birth weight (g) Weight (g) at the time of BERA recording Head circumference (cm) ) at the time of BERA recording Low Apgar score (n) Phototherapy (n) Iron (µg/dl) Iron binding capacity (µg/dl) Ferritin (ng/ml) Hb (g/dl) Htc (%) MCV (fL) RDW 11/4 30.4 ±2.5* 8/7 Group 2 (n:14) (non-anemic preterm) 7/7 35 ± 2.1* 10/4 1594 ± 466* 3287 ± 898 2315 ± 645* 2966 ± 690 35.1± 1.6 34± 1.9 4 7 74 ±21 239± 59 4 5 89 ±22 234± 55 137± 121 8.9 ±0.6* 26± 2.2* 189± 119 13.5± 1.8* 38.3± 4.7* 91± 4* 16± 2 98± 5* 16± 2 25 Marmara Medical Journal 2007;20(1);21-28 İlknur Kılıç, et al. Brainstem evoked response audiometry and risk factors in premature infants Table IV. The effect of risk factors on BAER parameters in preterm babies (mean± SD) Risk factors (n) Anemic Preterm infants (15) 70 dB 90 dB Nonanemic preterm infants (14) 70 dB 90 dB Caesarean section (18) 70 dB 90 dB Spontaneous delivery (11) 70 dB 90 dB Birth weight <1500 g (11) 70 dB 90 dB >1500 g (15) 70 dB 90 dB Phototherapy (12) 70 dB 90 dB Control (17) 70 dB 90 dB Low Apgar score (8) 70 dB 90 dB Control (21) 70 dB 90 dB p<0.05 I Peak latencies (ms) III V Interpeak latencies (ms) I-III III-V I-V 2.29±0.65 4.75±0.55 7.45±0.55 1.98±0.61 4.72±0.67 7.39±0.45 2.99±0.66 2.86±0.57 5.35±0.49 2.79±0.51 2.73±0.45 5.43±0.73 2.18±0.51 4.73±0.66 7.39±0.43 1.92±0.30 4.26±0.84 6.88±0.73 2.39±0.45 2.73±0.46 4.92±0.45 2.36±0.70 2.63±0.70 4.87±0.80 2.09±0.51 4.79±0.66 7.39±0.45* 2.00±0.31 4.72±0.67* 7.33±0.40* 2.89±0.61 2.73±0.62 5.45±0.44 2.73±0.50 2.61±0.43 5.39±0.49 1.89±0.54 4.42±0.67 6.75±0.45* 1.80±0.33 4.24±0.79* 6.73±0.83* 2.19±0.76 2.73±0.63 4.99±0.86 2.16±0.75 2.80±0.72 4.90±0.95 2.15±0.52 4.85±0.77 7.41±0.32* 2.05±0.34 4.83±0.74* 7.39±0.55 2.87±0.55 2.73±0.67 5.39±0.34 2.74±0.51 2.69±0.52 5.34±0.63 1.98±0.31 4.23±0.75 6.99±0.55* 1.94±0.43 4.18±0.86* 6.85±0.76 2.34±0.57 2.73±0.65 5.39±0.49 2.26±0.67 2.68±0.55 5.19±0.79 1.98±0.33 4.53±0.51 7.39±0.32 1.94±0.44 4.51±0.77 7.35±0.82 2.69±0.31 2.97±0.67* 5.59±0.55* 2.54±0.57 2.83±0.44 5.50±0.53* 2.09±0.51 4.53±064 7.09±0.44 2.01±0.29 4.47±0.81 6.96±0.88 2.39±0.36 2.63±0.77* 4.99±0.35* 2.34±0.67 2.60±0.48 4.90±0.56* 2.15±0.33 4.73±0.67 7.39±0.56 1.93±0.37 4.53±0.89 7.31±0.40 2.79±0.37 2.78±0.60 5.59±0.35 2.74±0.44 2.76±0.56 5.54±0.33* 1.99±0.60 4.67±0.72 7.35±0.75 1.93±0.36 4.62±0.85 7.30±0.47 2.69±0.71 2.63±0.57 5.29±0.55 2.64±0.60 2.57±0.53 5.16±0.66* We did not find any difference in terms of BAER parameters between preterm and term babies at the same postconceptional age (gestational age + age after birth). It is suggested that all of the risk factors which bring the neonate under intensive care induce a certain amount of hypoxia of the cochlea and brainstem, which leads to various cellular changes such as edema, degeneration and necrosis. Hence, they predispose to hearing impairment, which may be reversible following reversal of the hypoxic changes. DISCUSSION The purpose of the study was to determine the presence or absence of the abnormalities of BAER responses in preterm babies with several risk factors. On the basis of several studies it appears that waves I, III, and V primarily represent volume-conducted electrical activity from the acoustic nerve, superior olivary and inferior olivary nuclei. The interpeak latencies between the waves indirectly reflect neural conduction in the corresponding segments of the central auditory pathway. It was showed that a reduction in head size implies shortening of intracerebral distances 26 Marmara Medical Journal 2007;20(1);21-28 İlknur Kılıç, et al. Brainstem evoked response audiometry and risk factors in premature infants and thus shortening of transmission distances along the auditory pathways. The reduction in distance led to a reduction in the latencies for wave III and V 11. In our study; the head circumference at the time of BAER testing was not different between the two groups. No correlation was found between head circumference and BAER parameters. low Apgar scores also caused increased interpeak latencies. In Samani et al.’s 2 study; the spontaneous delivery subgroup in preterm babies showed higher latencies than the caesarean section subgroup. In contrast; in our study caesarean section caused increased interpeak latencies. Our hospital is a third grade referral center so high risk infants are admitted to our hospital. They usually need more caesarean section. Hyperbilirubinemia at level exceeding indication for exchange transfusion was a risk factor according to the Joint Committee on Infant Hearing 4-6. Tan et al 12 demonstrated that the latencies of peak V and interpeaks I-V and III-V in the brainstem auditory evoked response of infants with hyperbilirubinemia before phototherapy were significantly greater than those in a control group of infants. These values of the brainstem auditory-evoked response improved significantly during phototherapy and correlated significantly with declining bilirubin levels. Improvement continued after phototherapy. In the present study; prolonged III-V and I-V interwave interval at 70 dB and prolonged I-V interwave interval at 90 dB was found in hyperbilirubinemia subgroup in preterm babies. All the infants’ serum bilirubin concentrations were in normal limits at the time of BAER recording. In this study we did not detect any effect of respiratory distress syndrome and mechanical ventilation on BERA parameters. Jiang et al.14 reported that the preterm babies with perinatal complications had a significant increase in wave V latency, I-V and III-V intervals, and III-V/I-III interval ratio. In BAER, I-III and III-V interval, generally reflect functional integrity of the peripheral and central parts of the auditory brainstem, respectively 14. In our study, the affected variables by several risk factors are wave III and V peak latencies, and I-V interpeak latencies, reflecting central parts of auditory brainstem. Iron is an important nutrient and essential element involved in myelin formation and neurotransmitter synthesis and thus contributes to normal neurological activity. In iron deficient children; a trend of increased absolute and interpeak latencies suggests a subclinical involvement of the auditory pathway in the brainstem (15,16). Contrary to these studies Sarici et al 17 could not demonstrate hearing loss in infants with moderate-to-severe iron deficiency anemia. Although Gupta et al. 13 did not find any correlation between aminoglycoside administration and hearing impairment, in Borradori et al’s 1 study; ototoxicity appeared closely related to a prolonged administration and higher total dose of ototoxic drugs, particularly aminoglycosides (gentamicin or tobramycin) and furosemide. We did not find any effect of aminoglycoside (amicasin and/or netilmicin) therapy on BERA parameters in preterm infants. However, we could not measure plasma aminoglycoside levels. The diminution of erythropoiesis in anemia of prematurity is probably due to decreased erythropoietin production 10. In our study; the plasma iron and ferritin levels were normal in preterm babies. Although the mean latencies and interpeak latencies in anemic preterm group were higher than non-anemic preterm group, it was not statistically significant. To identify accurately the risk factors, a substantial number of subjects are needed so that each risk factor has a sufficient number of subjects for statistical analysis. We suggest that the effect of anemia of prematurity on In Gupta et al.’s 13 study; birth weight <1500 g was significantly correlated with the hearing impairment but birth asphyxia had no significant correlation with hearing impairment. In our study; birth weight< 1500 g and hyperbilirubinemia exceeding phototherapy limits caused increased interpeak latencies. However; we found that 27 Marmara Medical Journal 2007;20(1);21-28 İlknur Kılıç, et al. Brainstem evoked response audiometry and risk factors in premature infants BAER parameters should be studied in a larger group of infants. 7. Since most of the survivors in the neonatal intensive care units have one or more identified risk factors, their BAER testing is justified for early detection of hearing impairment. We believe that a follow up by means of the study of BAER potentials in newborn infants at risk may offer valuable information on the state of maturation of the acoustic pathways achieved by these children. 8. 9. 10. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 11. Borradori C, Fawer CL, Buclin T, Calame A. Risk factors of sensorineural hearing loss in preterm infants. Biol Neonate 1997;71:1-10. Samani F, Peschiulli G, Pastorini S, Fior R. An evaluation of hearing maturation by means of auditory brainstem response in very low birthweight and preterm newborns. Int J Ped Otorhinolaryngol 1990;19:121-127. Ferber-Viart C, Morlet T, Maison S, Duclaux R, Putet G, Dubreuil C. Type of initial brainstem and risk factors in premature infants. Brain Dev 1996;18:287293. American Academy of Pediatrics. Joint Committee on Infant Hearing 1994 position statement. Pediatrics 1995;95:152-156. Joint Committee on Infant Hearing. American Academy of Audiology, American Academy of Pediatrics, American Speech-Language-Hearing Association. Directors of Speech and Hearing Programs in State Health and Welfare Agencies.Year 2000 position statement:principles and guidelines for early hearing detection and intervention programs. Pediatrics 2000;106:798-817. Meyer C, Witte J, Hindmann A, et al. Neonatal screening for hearing disorders in infants at risk:incidence, risk factors, and follow-up. Pediatrics 1999;104:900-904. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 28 Dubowitz L, Dubowitz V, Goldberg C. Clinical assessment of gestational age in the newborn infant. J Pediatr 1970;77:1-10. Chadha S, Bais AS. Auditory brainstem responses in high risk and normal newborns. Indian J Pediatr 1997;64:777-784. American Academy of Pediatrics, Provisional Committee for Quality Improvement and Subcommittee on Hyperbilirubinemia Practice parameter: management of hyperbilirubinemia in the healthy term newborn. Pediatrics 1994; 94:558-565. Blanchette V, Doyle J, Schmidt B, Zipurksy A. Hematology. Neonatology:Pathophysiology and management of the newborn. In:Avery GB, Fletcher MA, MacDonald MG, eds.. Philadelphia, USA: JB Lippincott Comp., 1994:952-999. Collet L, Soares I, Morgon A, Salle B. Is there a difference between extrauterine and intrauterine maturation on BAEP? Brain Dev 1989;11:293-296. Tan KL, Skurr BA, Yip YY. Phototherapy and the brain-stem auditory evoked response in neonatal hyperbilirubinemia. J Pediatr 1992;120:306-308. Gupta AK, Anand NK, Raj H. Evaluation of risk factors for impairment in at risk neonates by brainstem evoked response audiometry (BERA). Indian J Pediatr 1991;58:849-855. Jiang ZD, Brosi DM, Li ZH, Chen C, Wilkinson AR. Brainstem auditory function at term in preterm babies with and without perinatal complications. Pediatr Res 2005;58:1164-1169. Roncagliolo M, Garrido M, Walter T, Peirano P, Lozoff B. Evidence of altered central nervous system development in infants with iron deficiencey anemia at 6 mo: delayed maturation on auditory brainstem responses. Am J Clin Nutr 1998;68:683-690. Shankar N, Tandon OP, Bandhu R, Madan N, Gomber S. Brainstem auditory evoked potential responses in iron-deficient anemic children. Indian J Physiol Pharmacol 2000;44:297-303. Sarici SÜ, Serdar MA, Dündaröz MR, et al. Brainstem auditory-evoked potentials in irondeficiency anemia. Pediatr Neurol 2001;24:205-208. ARAŞTIRMA YAZISI MEME SAĞLIĞI: EGE BÖLGESİNDE YAŞAYAN BİR GRUP KADININ BİLGİ, DAVRANIŞ VE UYGULAMALARI Güzel Dişcigil, Nazlı Şensoy, Nil Tekin, Aydın Söylemez Adnan Menderes Üniversitesi, Aile Hekimliği, Aydın, Türkiye ÖZET Amaç: Bu çalışmanın amacı, Ege bölgesinde, kentsel ve yarı kentsel kesimde yaşayan kadınların meme sağlığı konusundaki davranış, bilgi, tutumlarının saptanması ve meme sağlığına yönelik engellerin belirlenmesidir. Yöntem: 18-78 yaş arasındaki toplam 363 kadına meme sağlığı ile ilgili bilgi, tutum ve davranış özelliklerini belirlemeye yönelik bir anket formu uygulandıktan sonra elde edilen veriler istatistiksel olarak tanımlayıcı, tek ve çok değişkenli analizler ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Katılımcıların kendi kendine meme muayenesi (KKM), klinik meme muayenesi (KMM) ve mamografi yapılma oranları sırasıyla 61.7%, 42.7% ve 40.6% idi. Mamografi yaptıran kadınların ancak 48.9%’i mamografiyi önerildiği gibi düzenli aralıklarla yaptırmıştı. Kentsel bölgede yaşayan ve çalışan kadınlarda düzenli mamografi yaptırma oranı daha yüksekti. Tüm kadınlar incelendiğinde ana bilgi kaynağı olarak televizyonun belirtildiği görüldü. Bunun yanı sıra, bilgi kaynağı olarak doktorları belirten katılımcılar, tüm meme kanseri tarama yöntemlerini daha fazla kullanıyorlardı. Ailede meme kanseri öyküsü ile mamografi uygulaması arasında doğrudan bir ilişki vardı. Sonuç: Kadınların, meme sağlığına yönelik tarama programlarını uygulama tutum ve davranışlarının geliştirilmesi gerekmektedir. Yetersiz ve yanlış bilgiye sahip olma meme sağlığının geliştirilmesinde önemli bir engeldir. Birinci basamakta sağlık hizmeti veren sağlık çalışanları başta olmak üzere tüm sağlık çalışanları, kadınların bu açıdan eksiklerini gidermeye ve meme sağlığını geliştirmeye yönelik çabalarını arttırmaya yoğunlaşmaları gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Meme sağlığı, Türk kadını, Davranış, Kentsel, Yarı kentsel BREAST HEALTH: KNOWLEDGE, BEHAVIOUR AND PERFORMANCE IN A GROUP OF WOMEN LIVING IN THE AEGEAN REGION ABSTRACT Objectives: To evaluate the attitude and practice on breast health and determine the barriers to improve breast health among women living in one urban and two semi-urban Aegean counties. Methods: Three hundred and sixty three women between 18-78 years old completed a questionnaire on knowledge, practice and attitude for breast cancer screening. Statistical analyses included descriptive statistics, univariate and multivariate analyses. Results: Self- breast examination (SBE), clinical breast examination (CBE) and mammography rates of participants were 61.7%, 42.7% and 40.6%, respectively. Of women having mammography, only 48.9% were having it regularly. Mammography performance rate was higher in urban and working women. Major source of knowledge was television. However, participants reporting doctor as a source of knowledge had a higher rate of using all breast screening methods. Family history of breast cancer was associated with higher mammography performance. Conclusion: Rates for breast health screening was found to be lower than expected. Lack of knowledge is an important factor about inadequate improvement of breast health. Health professionals should focus on informing and increasing awareness of women for breast health especially in the developing countries, semiurban and rural areas. Key words: Breast health, Turkish women, Performance, Urban, Semi-urban İletişim Bilgileri: Güzel Dişcigil e-mail: [email protected] Adnan Menderes Üniversitesi, Aile Hekimliği, Aydın, Türkiye Marmara Medical Journal 2007;20(1);29-36 29 Marmara Medical Journal 2007;20(1);29-36 Güzel Dişcigil ve ark. Meme sağlığı: ege bölgesinde yaşayan bir grup kadının bilgi, davranış ve uygulamaları uygulanan tarama yöntemlerinden, kendi kendine meme muayenesi, klinik meme muayenesi ve mamografinin uygulanma oranları, uygulanmama nedenleri ve meme sağlığı ile ilgili 3 bilgi sorusu sorulmuştur. Bilgi düzeyini belirlemeye yönelik sorulan 3 sorunun hepsini doğru yanıtlayan kadınların bilgileri yeterli olarak değerlendirilmiştir. Seminerlere katılan kadınlardan, anket formlarını seminer öncesinde doldurmaları istenmiştir. Anket formu ve bilgi düzeyini değerlendirmeye yönelik sorulan 3 sorunun doğru yanıtları Tablo I ‘de verilmiştir. GİRİŞ Tüm dünyada, meme kanseri kadınlar arasında halen en sık görülen kanser türlerinden biridir 1-3. Türk kadınlarında ise meme kanseri insidansı 100.000’de 7.32 dir ve kadınlarda en sık görülen kanser tipidir 4. Buna rağmen, Türk kadınlarının meme sağlığına yaklaşımları, bilgi, davranış ve tutumları pek bilinmemektedir. Kanserin erken tanınmasına yönelik tarama programları daha iyi prognoz ve uzun dönemli sağ kalım için kritik önem taşır. T.C. Sağlık Bakanlığı, her kadın için 20 yaş sonrası düzenli aralıklarla kendi kendine ve klinik meme muayenesi, 40 yaşında ilk mamografi ve 5069 yaş arası düzenli aralıklarla kontrol mamografilerinin uygulanmasını önermektedir 5. Bu çalışma, Ege bölgesinin batısında yer alan bir kentsel, iki yarı kentsel olmak üzere toplam üç bölgede yaşayan kadınlar arasından, çalışmaya katılmaya gönüllü olanların, meme sağlığı konusundaki bilgi, tutum ve davranışlarının değerlendirilmesi ve meme sağlığına yönelik engellerin belirlenmesini amaçlayan tanımlayıcı bir çalışmadır. İstatistiksel olarak tanımlayıcı, tek ve çok değişkenli analizler kullanılmıştır. Tek değişkenli analiz olarak χ2 testi kullanılmış, birden fazla anlamlı faktörün ortaya çıktığı durumda bağımsız etmenleri saptamak üzere çok değişkenli analiz olarak lojistik regresyon analizi kullanılmıştır. Mamografi ile ilgili istatistiklere yalnızca 40 yaş üzerindeki kadınlar dahil edilmiş, yaşlı grubu değerlendirmek üzere yapılan istatistiklerde kadınlar 40 yaş altı, 40-59 yaş ve 60 yaş ve üzeri olarak gruplara ayrılmışlardır. Lojistik regresyon analizinde ise kadınlar 40 yaş ve üzeri ve 40 yaş altı olarak değerlendirmeye alınmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM Meme sağlığına yönelik olarak Aydın, Muğla-Datça ve Nazilli’de ardışık yapılan 6 sağlık seminerine katılan 192 kadın ve seminerlere katılmayan ancak kadınlar günü gibi kadınların toplu olarak bulunduğu ortamlarda - sivil toplum örgütleri kadın kollarının da yardımıyla – çalışmaya katılmaya gönüllü olan 171 kadından, meme kanseri ile ilgili bilgi, tutum ve alışkanlıklarının sorgulandığı anket formunu doldurmaları istendi. Devamlı ikametgahı başka bir bölgede bulunan kadınlar çalışmaya dahil edilmedi. Aydın il merkezinden çalışmaya katılan kadınlar kentsel, MuğlaDatça ve Aydın-Nazilli ilçe merkezinden çalışmaya katılan kadınlar ise yarı-kentsel grup olarak değerlendirildi. BULGULAR Çalışmaya 18-78 yaş arası toplam 363 kadın katıldı. Çalışmaya katılan kadınların 192’si sağlık seminerlerine katılan kadınlardı. 171 kadın ise seminere katılmamış, ancak çalışmaya katılmaya gönüllü olmuştu. 255 kadın (70.2%) kentsel bölgede yaşıyordu. Yaş ortalaması 43.18±10.85 idi. Katılımcıların kendi kendine meme muayenesi (KKM), klinik meme muayenesi (KMM) ve mamografi yapılma oranları sırasıyla 61.7%, 42.7% ve 40.6% idi. Mamografi yaptıran kadınların ancak 48.9%’i mamografiyi önerildiği gibi düzenli aralıklarla yaptırmıştı. Kadınların yarısından fazlası (61.7%) kendi kendine meme muayenesi (KKM) yaptığını bildirmişti ancak KKM yapanların sadece 17.9% i önerildiği gibi ve düzenli yapıyordu. KKM yapmama nedeni olarak en sık ‘nasıl yapıldığını bilmiyorum” yanıtı bildirilmişti. Anket formunun geliştirilmesi aşamasında, 10 kadına ön-uygulama olarak anket formu uygulanmış ve modifiye edilen son hali çalışma için kullanılmıştır. Anket formunda, demografik bilgiler, meme sağlığına yönelik 30 Marmara Medical Journal 2007;20(1);29-36 Güzel Dişcigil ve ark. Meme sağlığı: ege bölgesinde yaşayan bir grup kadının bilgi, davranış ve uygulamaları KKM yapma oranı sağlık seminerlerine katılan kadınlarda daha yüksekti (OR: 2.269, 95%CI=1.230 -3.851). (%49.8)konusunda bilgi sahibiydi. Tüm grup içinde 61 kadın (%16.8) tüm sorulara doğru yanıt vermişti. 55 kadın (15.2%), yakınması olmayan kadınların KKM yapmasının gereksiz olduğunu bildirirken, 18’i (5.0%) yalnızca ailesinde meme kanseri olanların KKM yapılması gerektiğini düşünüyordu.44 kadın ise 40 yaşın altındaki kadınların KKM yapmalarının gereksiz olduğunu belirtmişti. Tüm kadınlar arasında, yaklaşık her 5 kadından 4’ü (%79.7), “Her kadın, yaşla ilişki olmaksızın, kendi kendine meme muayenesi yapmalıdır” bilgisine sahipti. Buna karşın, tüm kadınların yalnızca yarısı meme kanserinin ileri yaşlarda daha sık görüldüğü (%51.7) ve erkeklerde de görülebileceği Tablo 1: Anket Formu ve bilgi durumunu belirlemek için sorulan13, 14, 15. soruların doğru kabul edilen yanıtları MEME HASTALIKLARI - BİLGİ, TUTUM VE DAVRANIŞ ANKETİ İsim: Yaş: Okur yazar değil İlkokul mezunu Lise mezunu Okur yazar Orta okul mezunu Yüksek öğrenim 2. Meslek: Ev hanımı Çiftçi Öğretmen Esnaf Diğer...................................(lütfen yazınız). 3. Hiç kendi kendinize meme muayenesi yaptınız mı? Evet Hayır 4. Cevabınız hayırsa, neden? Nasıl yapıldığını bilmiyorum. Şikayetim olmadığı için gereksiz buluyorum. Ailemde meme kanseri olmadığı için gereksiz buluyorum Diğer..............................................(açıklayınız) Bazen yapıyorum 5. Cevabınız evetse, ne sıklıkta yapıyorsunuz? Bir kez yaptım Düzenli olarak her ay yapıyorum. 6. Size hiç doktor tarafından meme muayenesi yapıldı mı? Evet Hayır 7. Eğer yapıldıysa neden? Siz şişlik fark ettiğiniz için doktora gittiniz Şikayetiniz olmasa da muayene olmak istediniz Doktor düzenli olarak muayene olmanız gerektiğini söyledi Diğer.......................................... (yazınız). 8. Size hiç mamografi çekildi mi? Evet Hayır 9. Çekildiyse hangi yıllarda ve kaç kez?................................... (yazınız). 10.Size hiç meme ultrasonu yapıldı mı? Evet Hayır 11. Anne veya kız kardeşinizde meme kanseri var mı? Evet Hayır 12. Kan bağınız olan başka akrabanızda meme kanseri var mı? Evet Hayır 13. Sizce kimler kendi kendine meme muayenesi yapmalı? * Erişkin tüm kadınlar Ailesinde meme kanseri olanlar 40 yaşından sonra her kadın Şikayeti olanlar Diğer……… 14. Sizce meme kanseri hangi yaş grubunda daha sık görülür? Her yaşta kadında 20-30 yaş arası 30-40 yaş arası * 40 yaşından sonra * Evet Hayır Bilmiyorum 15. Erkekte meme kanseri görülebilir mi? 16.Meme kanseri ile ilgili bilgilerinizi nereden öğrendiniz? Doktor Gazete-dergi TV-radyo Komşu- arkadaş Diğer * Doğru kabul edilen yanıt 1. Eğitim: 31 Marmara Medical Journal 2007;20(1);29-36 Güzel Dişcigil ve ark. Meme sağlığı: ege bölgesinde yaşayan bir grup kadının bilgi, davranış ve uygulamaları Ev hanımları, çalışan kadınlara göre daha az bilgiliydiler (OR=3.214, 95%CI=1.6446.284). Yine ev hanımları arasında kendi kendine meme muayenesinin (KKM) nasıl yapıldığını bilmeme (OR=2.153, 95%CI=1.215 -3.815) oranı daha yüksekti. Ev hanımları bilgi kaynağı olarak yazılı medyayı daha az kullanıyorlardı (OR=5.166, 95%CI=2.784 -9.585). Mamografi yaptırma oranı da ev hanımlarında daha düşük düzeylerdeydi. Sağlık çalışanları meslek grubu içinde 40 yaş veya üzerinde kadın bulunmuyordu. Demografik özelliklerin, KKM, KMM, mamografi uygulaması ve bilgi düzeyi yeterliliği ile ilişkisi Tablo II’de verilmiştir. Tablo 2: Demografik özelliklerin KKM, KMM, Mamografi uygulaması ve bilgi düzeyi yeterliliği ile ilişkisi Demografik n (%) Özellikler KKM KMM Mamografi† Bilgi n (%)‡ n (%)‡ n (%)‡ n (%)‡ Yaş <40 yaş 139 (38.3) 79 (57.5) 34 (23.9)** __ 28 (20.9) 40-59 yaş 200 (55.0) 136 (68.0) 111 (55.5) 83 (41.5) 30 (14.5) ≥60 yaş 24 (6.7) 9 (37.5) * 10 (41.7) 8 (33.3) 3 (12.5) 21 (5.8) 3 (4.1) 4 (19.0) 2 (10.5) 1 (4.8) (1-5 yıl) 101 (27.8) 55 (54.5) 38 (37.6) 23 (35.4) 10 (9.9) (6-11 yıl ) 111 (30.6) 69 (62.2) 52 (46.8) 27 (42.2) 14 (12.6) (≥12 yıl ) 130 (35.8) 97 (74.6)** 61 (46.9) 39 (51.3) * 36 (27.7)** Ev hanımı 168 (46.3) 85 (50.6)** 64 (38.1) 36 (33.6) 14 (8.3)** Öğretmen 86 (23.7) 65 (75.6) 42 (48.8) 29 (51.8) 24 (27.9) Sağlık çalışanı 11 (3.0) 9 (69.2) 6 (46.2) __ 3 (23.1) 98 (27.0) 65 (67.7) 43 (44.8) 26 (43.3) 20 (20.8) Eğitim süresi (y l) Okur-yazar değil Meslek Diğer Ailede meme kanseri öyküsü Evet 35 (9.7) 22 (71.0) 15 (48.2) 10 (47.6) * 6 (19.4) Hayır 328 (90.3) 202 (60.8) 140 (42.2) 81 (39.9) 55 (16.6) Toplam 363 (100) 155 (42.7) 91 (40.6) 61 (16.8) 224 (61.7) 32 Marmara Medical Journal 2007;20(1);29-36 Güzel Dişcigil ve ark. Meme sağlığı: ege bölgesinde yaşayan bir grup kadının bilgi, davranış ve uygulamaları Çalışmaya katılan kadınların yaklaşık yarısına (42.7%) en az bir kez klinik meme muayenesi (KMM) yapılmıştı. Yine 40 yaş üstünde olan kadınların 40.6%’sına bir kez mamografi yapılmıştı. 50 yaş üzerindeki kadınların ise sadece 48.9%’u önerilen, düzenli aralıklarla mamografi yapıldığını bildirmişti. KMM yaptırmanın en sık (23.0%) bildirilen nedeni kitle fark edilmesiydi. KMM uygulananların yalnızca 17.1%’sinin herhangi bir yakınması yoktu ve kadınların yalnızca 4.4% ü düzenli aralıklarla KMM yaptırıyorlardı. Yüksek eğitimli (OR,=5.322, 95%CI=1.852 -15.299) ve 40 yaş üstü kadınlarda (OR=3.340, 95%CI=1.291 – 8.640) kontrol amaçlı KMM yapılanların oranı, yakınması olup da KMM yapılanlardan daha yüksekti. Meme sağlığını korumaya yönelik olarak uygulanan tüm tarama yöntemleri ile ilişkili faktörleri incelediğimizde, kadınlarda yüksek eğitim düzeyinin klinik meme muayenesi ve mamografi uygulaması ile ilişkili olmadığını, ailelerinde meme kanseri öyküsü olanların mamografi yaptırma konusunda daha duyarlı olduklarını ve meme sağlığı ile ilgili bilgileri doktordan alan kadınların tüm tarama yöntemlerini diğer kadınlara göre daha çok kullandıklarını saptadık. Ayrıntılar Tablo III’te görülmektedir. Kentsel bölgede yaşayan kadınlar yarı-kentsel bölgede yaşayan kadınlara göre meme sağlığı konusunda daha bilgililerdi (OR=18.989, 95%CI=4.497 - 80.183) ve daha yüksek oranda KMM (OR=2.311, 95%CI=1.4283.739) ve mamografi (OR=2.273, 95%CI=1.283-4.027) yaptırdıklarını bildirmişlerdi. Tüm kadınlar 40 yaş altı, 40 -59 yaş ve 60 yaş ve üstü olmak üzere üç grupta incelendiğinde mamografi uygulaması ile yaş grupları arasında bir farklılık yoktu. Ancak yaşlı gruptaki kadınlar KKM, genç kadınlar da KMM uygulamasını daha düşük oranda yapıyorlardı (Tablo II). Meme sağlığı ile ilgili bilgi kaynağı olarak, kadınların yarısından çoğu (%64.7) televizyonu, 104 (28.7%) kişi doktoru, 83 (22.9) kişi ise yazılı medyayı bildirmişti. 12 yıl ve üzeri eğitim alanlar (OR=3.359, %95CI=1.903-5.929, p<0.001), KKM yapanlar (OR=3.344, %95CI=1.675 - 6.676, p<0.001) ve sağlık seminerlerine katılanlar (OR=2.486, %95CI=1.399 - 4.419, p=0.002), bilgi durumunu belirlemek üzere sorulan 3 sorunun tümünü daha yüksek oranda doğru yanıtlamışlardı. Tablo 3: KKM, KMM ve Mamografi uygulaması oranları ile ilişkili faktörlerin lojistik regresyon analizi sonuçları KKM uygulamas KMM uygulamas Mammografi uygulamas OR (%95 CI) OR (%95 CI) OR (%95 CI) Yaş (≥40 yaş) AD**** 4.100 (2.456-6.842)*** 10.235 (4.825-21.712)*** Yüksek eğitim 2.156 (1.296-3.588)*** AD**** AD**** Doktorun bilgi kaynağı olması Ailede meme kanseri öyküsü Yeterli bilgi düzeyi 1.941 (1.094-3.445)* 4.390 (2.616-7.368)*** 3.923 (2.248-6.848)*** AD**** AD**** 6.832 (1.540-30.310)** 2.788 (1.329-5.852)** AD**** AD**** *p<0.05 **p<0.01 ***p<0.001 ****AD: Anlamlı Değil 33 Marmara Medical Journal 2007;20(1);29-36 Güzel Dişcigil ve ark. Meme sağlığı: ege bölgesinde yaşayan bir grup kadının bilgi, davranış ve uygulamaları Çeşitli çalışmalarda bilgi kaynağı olarak öncelikle televizyon ve ardından sağlık çalışanları 11,13,14 bildirilmiştir . Televizyon bizim çalışmamızda da ilk sırada bildirilen bilgi kaynağı idi ancak televizyon kullanımı ile bilgi düzeyi arasında bir ilişki bulunmamıştır. Televizyon ve radyonun kolay ulaşılabilir olması bilgi kaynağı olarak yüksek oranda bildirilmesini açıklamaktadır ancak çalışmamızda bilgi kaynağı olarak “doktor” bildiren kadınlarda tüm tarama yöntemlerini kullanma daha yüksek oranda saptanmıştır. Bu sonuç bize yüz yüze hasta eğitiminin meme kanseri tarama yöntemlerinin kullanımını önemli oranda sağladığını göstermektedir. Bu konuda, özellikle kişilerle daha yakın temas halinde olabilen, birinci basamak sağlık çalışanlarının, meme sağlığına yönelik olarak daha geniş kadın kitlelerine ulaşmalarının gerekliliği ortadadır. TARTIŞMA Bu çalışma, kadınların meme sağlığı konusundaki davranış, tutum ve bilgilerinin değerlendirilmesi ve meme sağlığına yönelik engelleri belirlemek üzere düzenlenmiştir. Çalışmamızın sonuçları, KKM, KMM ve mamografinin her 2 kadından yaklaşık sadece biri tarafından uygulandığını göstermektedir. Uygulama eksikliği nedenleri arasında yetersiz ve yanlış bilgiye sahip olma oranının yüksekliği özellikle ev hanımları ve eğitim düzeyi düşük kadınlar arasında dikkat çekmektedir. Doğrudan doktor tarafından bilgilendirilen kadınlar arasında tüm tarama yöntemlerinin uygulanma oranının yüksekliği ise diğer bir dikkat çekici bulgu olarak karşımıza çıkmıştır. Çeşitli çalışmalarda kadınların KMM ve mamografi yaptırma oranları 33.0%-81.0% gibi geniş bir aralıkta bildirilmiştir 1,2,6,7. Meme sağlığı açısından, KMM tarama yöntemi olarak önerilmektedir ve özgüllüğü yüksektir 5,8. Yaş ile KMM uygulaması arasındaki ilişki konusunda ise farklı bilgiler mevcuttur 2. Yine bir çok çalışmada, medeni durum, eğitim durumu, sağlık güvencesi ve kültürel özellikler mamografi uygulamasıyla ilişkili bulunmuştur 1,9,10. Ülkemizde, kırsal bölgede yapılan bir çalışmada KMM oranı %3.3 olarak bildirilmiştir 11. Bizim çalışmamızda da KMM oranı bu sonuçla uyumlu bulunmuştur. Çalışmamızın kentsel ve yarı-kentsel bölgede yapıldığını göz önüne alırsak KMM uygulaması ile ilgili kırsal ve kentsel kesim arasında önemli bir fark olmadığını, bu konuda kırsal bölgede yaşayan kadınlar kadar kentlerde yaşayan kadınların da bilinçlendirilmesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Tüm toplumu hedef alan bir çalışmada erkeklerin meme kanseri ile ilgili farkındalık ve bilgi düzeyinin kadınlara göre daha yüksek olduğu bildirilmiştir 15. Toplum sağlığının iyileştirilmesi ve buna yönelik uygulamaların her iki cins tarafından da yapılandırıldığı göz önüne alınırsa erkeklerin kadınlarda en sık görülen kanser türüne yönelik duyarlılıkları olumlu bir durumdur. Çalışmamızda, her ne kadar düzenli uygulama oranı oldukça düşük olsa da her 10 kadından 6’sı en az bir kez KKM uygulamıştı. Çalışmamızın sonuçları incelendiğinde bu yöntemin uygulanmamasının nedenleri arasında yetersiz ve yanlış bilgiye sahip olma oranının yüksekliği göze çarpmaktadır. KKM muayenesinin sağ kalım oranını arttırmadığı bilinmektedir 16,17. Ancak KKM uygulaması, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ve sağlık hizmetinden uzak kırsal bölgelerde meme sağlığı konusunda farkındalığı arttıracağı için ve ardından KMM ve mamografi uygulaması ile ilgili bilgi düzeyinin de gelişebileceği ön görülürse üzerinde durulması ve önerilmesi gereken bir uygulamadır. Bizim çalışma grubumuzdaki kadınlarda, KMM ve mamografi yapılma oranı yarıdan daha azdı ve 40 yaş üstü kadınlarda KMM yaptırma oranı 40 yaş altı kadınlara göre daha yüksekti. Geriatrik yaş grubu kadınlarda, meme sağlığı ile ilgili bilgi düzeyi ve mamografi yapılma oranı 4065 yaş arası kadınlara oranla daha düşük bulunmuştur 12. Çalışmamızda ise yaşlı kadınların bilgi düzeyi ve mamografi yapılması açısından daha genç kadınlarla aralarında bir fark yoktur ancak KKM uygulaması yaşlı kadınlarda daha düşük orandadır. Bu sonuç, 50 yaş üzerinde düzenli aralıklarla yapılması önerilen mamografinin diğer tarama yöntemlerinin daha az uygulanmasına neden olabileceği şeklinde açıklanabilir. Meme sağlığı konusundaki farkındalığı etkileyen bir diğer faktör de kanser korkusudur ve bu durum etnik özellikler ile de ilişkili bulunmuştur 18. Yurtdışı ve ülkemizde yapılan iki çalışmada ailede meme kanseri bulunma öyküsü ile mamografi uygulaması arasında ilişki bulunmadığı bildirilmiştir 9,19. Bizim çalışmamızda ise ailesinde meme kanseri öyküsü bulunanlarda mamografi yapılma oranı daha yüksekti ki, bu sonuç bize ailede meme kanseri öyküsünün, kadınlarda, meme sağlığına dikkati çektiğini 34 Marmara Medical Journal 2007;20(1);29-36 Güzel Dişcigil ve ark. Meme sağlığı: ege bölgesinde yaşayan bir grup kadının bilgi, davranış ve uygulamaları gelişmekte olan ülkelerde önerilmesi gereken bir uygulamadır. Bu konuda tüm birinci basamak sağlık çalışanlarına, kadınların meme sağlığı ile ilgili doğru ve yeterli bilgilendirilmeleri ve meme sağlığını geliştirme çabalarını arttırmaya yönelik önemli görevler düştüğü kanısındayız. düşündürmektedir. Bu görüşü destekler nitelikte olan ve ülkemizde yapılan bir başka çalışmada ise ailesinde meme kanseri öyküsü olanların meme kanseri ile ilgili bilgi düzeylerinin daha iyi olduğu saptanmıştır11 Sağlık çalışanlarının, özellikle hemşirelerin meme kanseri konusundaki tutum ve bilgileri hakkında farklı veriler mevcuttur. Hemşirelerin, tıbbi eğitim almalarına rağmen meme kanserinden korunma konusunda yeterli tutum geliştirmedikleri bildirilmiştir 20,21. Biz çalışmamızda, herhangi bir meslek grubunu hedeflemedik ancak ev hanımlarının meme sağlığı konusunda daha az bilgili olduğunu ve mamografi yaptırma oranın da ev hanımlarında çalışan kadınlara oranla daha düşük olduğunu saptadık. Bu sonuç bize hedef kadın kitlesi içinde ev hanımlarının bilgilendirilmesi, meme sağlığı ile ilgili tutum ve davranışlarının geliştirilmesi konusunun öncelikli olduğunu düşündürmektedir. KAYNAKLAR Kentsel ve kırsal bölgeler incelendiğinde, kentsel bölgede yaşayan, 35-49 yaş arası ve eğitim seviyesi yüksek olan kadınların meme kanseri tarama yöntemlerini daha sık kullandıkları bildirilmiştir22. Ülkemizde, biri kentsel diğeri kırsal bölgede yapılan iki çalışma sonuçlarını incelediğimizde mamografi yapılma oranının kentsel bölgede yaşayan kadınlarda kırsal bölgede yaşayanlara oranla oldukça yüksek olduğunu görmekteyiz 11,14. Bizim çalışmamızda da bu sonuçlarla uyumlu olarak mamografi yapılma oranı, kentsel bölgede yaşayan kadınlarda yarı kentsel bölgede yaşayanlara göre daha yüksek bulunmuştur. Bu çalışmanın sınırlılığı, araştırmanın gönüllülük esasına göre planlanması nedeniyle incelenen bölgeyi kısmen yansıtması ve bilgi düzeyinin yapılandırılmış kapsamlı bir ölçek ile değerlendirilmemesidir. Gelecekte Türk kadını ve meme sağlığı ile ilgili bölgesel ve yurt çapında tüm kadınları yansıtabilecek daha kapsamlı çalışmalar planlanmalıdır. 1. Juan HS, Kim M, Shankar S, Han W. Predictors of adherence to screening mammography among Korean American women. Prev Med 2004;39:474-481. 2. Ahmad F, Stewart DE. Predictors of clinical breast examination among South Asian immigrant women. J Immigr Health 2004;6:119-126. 3. Leszczynska K, Krajewska K, Leszczynski G. The knowledge of preventive measures and early detection of breast cancer among students of the Medical University in Lublin. Wiad Lek 2004;57:188-191. 4. T.C. Sağlık Bakanlığı – Sağlık İstatistikleri 2002. Kadınlarda görülen ilk 10 kanser türü 14.03.2006 http://www.saglik.gov.tr/sb/extras/istatistikler/apk_2002 /apk_2002pdf 5. T.C. Sağlık Bakanlığı - Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği, 09.05.2005 Sağlık Bakanlığından Kadınlara Uyarı 3.10.2006 http://www.saglik.gov.tr/ 6. Pasket ED, Tatum C, Rushing J, et al. Racial differences in knowledge, attitudes, and cancer screening practices among a triracial rural population. Cancer 2004;101:2650-2659. 7. Davis C, Emerson JS, Husaini BA. Breast cancer screening among African American women: adherence to current recommendations. J Health Care Poor Underserved 2005;16:308-314. 8. Barton MB, Harris R, Fletcher SW. The rational clinical examination. Does this patient have breast cancer? The screening clinical breast examination: should it be done? How? JAMA 1999;282:1270-1280. 9. Achat H, Close G, Taylor R. Who has regular mammograms? Effects of knowledge, belief, socioeconomic status, and health-related factors. Prev Med 2005;41(1):312-20. 10. David MM, Ko L, Prudent N, Grren EH, Posner MA, Freund KM. Mammography use. J Natl Med Assoc 2005;97:253-261. 11. Dündar PE, Özmen D, Özturk B, et al. The knowledge and attitudes of breast self examination and mammography in a group of women in a rural area in western Turkey. BMC Cancer 2006;6:43 Kadınların, meme sağlığı ile ilgili tarama programlarına yönelik uygulama, tutum ve davranışlarının geliştirilmesi gerekmektedir. Bu konuda, özellikle kırsal ve yarı kentsel bölgede yaşayan kadınlar ve ev hanımları hedef alınmalıdır. Kendi kendine meme muayenesi yapılması, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ve sağlık hizmetinden uzak kırsal bölgelerde meme sağlığı konusunda farkındalığı arttıracağı ve ardından klinik meme muayenesi ve mamografi uygulaması ile ilgili bilgi düzeyinin de gelişebileceği ön görülürse üzerinde durulması ve 12. Young RF, Severson RK. Breast screening barriers and mammography completion in older minority women. Breast Cancer Res Treat 2005;89:111-118. 13. Pohls UG, Fascing PA, Beck H, et al. Demographic and psychosocial factors associated with risk perception for breast cancer. Oncol Rep 2005;14:1605-1613. 14. Secginli S, Nahcivan NO. Factors associated with breast cancer screening behaviours in a sample of Turkish women: A questionnaire survey. International Journal of Nursing Studies 2006 :161-171. 35 Marmara Medical Journal 2007;20(1);29-36 Güzel Dişcigil ve ark. Meme sağlığı: ege bölgesinde yaşayan bir grup kadının bilgi, davranış ve uygulamaları 15. McMenamin M, Barry H, Lennon AM, et al. A survey of breast cancer awareness and knowledge in a Western population: lots of light but little illumination. Eur J Cancer 2005;41:393-397. 19. Maraş H, Karagöz E, Aktaş B, Olgun E, Kalaça Ç, Güllüoğlu BM. Attitude, behaviour and awareness of Turkish women concerning breast cancer. Marmara Med J 2002; 15: 97-102. 16. McCready T, Littlewood D, Jenkinson J. Breast selfexamination and breast awareness: a literature review. J Clin Nurs 2005;14:570-578. 20. Franek GA, Nowak-Kapusta ZE, Cabaj M. Breast cancer prophylaxis among nurses. Wiad Lek 2004;57 Suppl 1:82-84. 17. Jebbin NJ, Adotey JM. Attitudes to, knowledge and practice of breast self-examination (BSE) in Port Harcourt. Niger J Med 2004;13:166-170. 21. Odusanya OO, Tayo OO. Breast cancer knowledge, attitudes and practice among nurses in Lagos, Nigeria. Acta Oncol 2001;40:844-848. 18. Kudadjie-Gyamfi E, Consedine N, Magai C, Gillespie M, Pierre-Louise J. Breast self-examination practices among women from six ethnic groups and the influence of cancer worry. Breast Cancer Res Treat 2005;92:3545. 22. Hsairi M, Fakhfakh R, Bellaaj R, Achour N. Knowledge, attitudes and behaviors of women towards breast cancer screening. East Mediterr Health J 2003;9:87-98. 36 CASE REPORT CANDIDA ALBICANS MENINGITIS ASSOCIATED WITH INTRACRANIAL HEMORRHAGE Nesrin Gülez, Ferah Genel, Füsun Atlıhan, Şeref Targan Dr. Behçet Uz Çocuk Has., Pediatri, İzmir, Türkiye SUMMARY Invasive fungal infection is an uncommon, but increasing cause of morbidity and mortality in neonates and infants. Majority of the cases of central nervous system (CNS) candidiasis are associated with disseminated or invasive candidiasis. CNS candida infections may be caused by meningitis, microabscesses of the brain, vasculitis from fungal invasion of the vessel wall with thrombosis and secondary infarction and mycotic aneurysms with hemorrhage. In this article, a thirty-one-day old patient with candida meningitis complicated with subarachnoid hemorrhage and cerebral infarction, a very rare manifestation, is reported. Key Words: Candida albicans, Meningitis, Subarachnoid hemorrhage. INTRAKRANİAL HEMORAJİ İLE İLİŞKİLİ CANDİDA MENENJİTİ ÖZET İnvaziv fungal enfeksiyonlar yenidoğan ve süt çocukluğu döneminde nadir ancak mortalite ve morbiditesi yüksek enfeksiyonlardır.Santral sinir sistemi candidiazisinin büyük çoğunluğu ise dissemine ve invaziv candida enfeksiyonu ile birliktedir.Santaral sinir sisteminin candida enfeksiyonunda etkenin damar duvarı invazyonu ve trombozisi ile sekonder infarkt ve kanamalı mikotik anevrizma oluşumu menenjit, beyinde mikroabse ve vaskülite neden olur.Bu makalede odukça nadir bir komplikasyon olarak subaraknoid hemoraji ve serebral infarkt gelişen candida menenjitli 31 günlük olgu sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Candida albicans, menenjit, subaraknoid hemoraji vascular involvement in cases of CNScandidiasis is well described but clinical presentation with basilary artery thrombosis and subarachnoid hemorrhage resulting from rupture of mycotic aneurysm or arteritis with vascular invasion but is seems very rare. 5,6 INTRODUCTION The prevalence of systemic fungal infections has increased significantly during the past decade. According to surveillance studies, nasocomial candidemia now accounts for 10 15% of all hospital-acquired bloodstream infections 1-3. Neonatal candidemia occurs in 4% - 15% of extremely low birth weight infants (birth weight <1000 g), and the 30-day mortality approaches to 40% 4. In a 31 day old patient with intact immunity and having no other risk factors, a very rare clinical manifestation candida meningitis with subarachnoid and intracerebral hemorrhage, is presented. Candida meningitis is the most frequent manifestation of invasive candidiasis - related CNS Candidiasis. Diagnosis is established by isolation of Candida sp. from cerebrospinal fluid (CSF). Scattered brain microbcesses, brain abcesses, vasculitis thrombosis and infarction are the other manifastations of CNS candidiasis 5. Histopathologic confirmation of CASE REPORT Previously healthy a thirty-one-day old boy, was admitted to the hospital with lethargy, irritability, inability of suction, fever and focal seizure. No previous history of predisposing factors was obtained. On Corresponding author: Nesrin Gülez e-mail: [email protected] Dr. Behçet Uz Çocuk Has., Pediatri, İzmir, Türkiye Marmara Medical Journal 2007;20(1);37-42 37 Marmara Medical Journal 2007;20(1);37-42 Nesrin Gülez, et al Candida albicans meningitis associated with intracranial hemorrhage physical examination, his weight, height and circumference of head were on the 50th percentile, axillary body temperature was 38,4oC. He was lethargic, irritable and had bulging fontanel; examination of other systems were found to be normal. Erythrocyte sedimentation rate was 58 mm/h, C reactive protein level was 9.8 mg/dl, hemoglobine level was 7.2 g/dl and blood leucocyte count was 23.300/mm3 with neutrophilic predominance. Urine examination, serum electrolytes, renal and liver function tests, prothrombin time and partial thromboplastin time were found within normal ranges. Empirical antibiotics and anticonvulsive therapies were initiated. Lumbar punction (LP) was delayed until the patient was stabilized. Examination of LP, performed on the second day of hospitalization, showed CSF leucocyte count of 850/mm3 with neutrophilic predominance. Erytrocyte count was 750/mm3, protein level was 205 mg/dl and glucose level was 21 mg/dl.. Antigen detection tests and culture for bacterial microorganisms of CSF were found negative. Candida albicans was isolated from blood and CSF cultures, and intravenous liposomal amphotericin B (2 mg/kg/d) therapy was added to the initial therapy. As the fever continued on the fifth day of the therapy, liposomal amphotericin B was increased to 5 mg/kg/d. Cranial ultrasonography (USG) showed the presence of hemorrhage on the right frontotemporal region of the brain. Subsequent cranial tomography (CT) confirmed hemorrhage on the right frontotemporal region of the brain and throughout the interhemispheric fissure (Fig. 1). After neurasurgical consultation, it was decided that the patient did not need surgical drainage. Immunologic studies of the patient revealed a normal neutrophil burst test by flow cytometry. Serum IgG and IgG subgroups, IgM, IgA, IgE levels were within normal ranges. Lymphocyte phenotyping by flow cytometry was found normal. Serology was negative for human immundeficiency virus. On the 10th day of liposomal amphotericin B therapy body temperature of the patient was normal and clinical improvement was obtained and no other convulsions were observed. Pleocytosis has continued and Candida albicans was isolated from CSF cultures on the 8th and 15th days of therapy. On the 20th day of therapy the CSF leucocyte count, protein and glucose levels were normal and CSF culture was found negative. Therefore, Amphotericin B therapy had been continued for 4 weeks. On the 4th week of hospitalization neurologic examination of the patient was found completely normal. One month after hospitalization, control neuroimaging study was performed. CT findings showed encephalomalasia at the right temporamedial lobes revealing the involvement of the right medial cerebral artery (Figs. 2-3).One year after the infection, control neurologic examination was normal and CT findings showed decrease in intensity and volume loss at the right temporoparietal region and also dilatation of the right lateral ventricule secondary to the past cerebrovascular events (.Figs. 4,5). Figure1: Cranial CT showed hemorrhage on the right frontotemporal region of the brain and throughout the interhemispheric fissur 38 Marmara Medical Journal 2007;20(1);37-42 Nesrin Gülez, et al Candida albicans meningitis associated with intracranial hemorrhage Figure 2-3: Cranial CT showed encephalomalasia at the right temporamedial lobes revealing the involvement of the right medial cerebral artery. Figure 4-5: CT findings showed decrease in indensity and volume loss secondary to the past cerebrovascular events on the right temparoparietal region and also dilatation of the right lateral ventricule. newborns with the exception of hemorrhage in posterior fossa area, surgical drainage of hemorrhage is not indicated, because of poor outcomes 7-9. So the patient was clinically followed up. DISCUSSION Candida spp. can infect both the meninges and the paranchymal brain tissue. In healthy children candida meningitis rarely occurs. Our patient was admitted to the hospital with lethargy, irritability, inability of suction, fever and focal seizure and he has elevated ESR, CRP, leucocyte and decreased hgb values. Cranial USG showed the presence of hemorrhage on the right frontotemporal region of the brain . Subsequent cranial tomography confirmed hemorrhage. In In our patient examination of LP, performed on the second day of hospitalization, showed meningitis so empirical antibiotherapy was continued. Antigen detection test and cultures for bacterial microorganisms were found negative but his fever has continued. Although antibacterial therapy changed on the 39 Marmara Medical Journal 2007;20(1);37-42 Nesrin Gülez, et al Candida albicans meningitis associated with intracranial hemorrhage 7th day, his fever had continued for 14 days. On the 14th day, Candida albicans was isolated from his first CSF and blood cultures and liposomal amphotericin B was added to the therapy. Virtually all patients with candida meningitis have cerebrospinal fluid (CSF) pleocytosis. Fifty percent has a lymphocyte pleocytosis with an average count of 600 cell/mm3; sixty percent has low glucose and elevated protein levels. Typical abnormalities include CSF pleocytosis between 500-600 cells/mm3, lymphocyte or polimorphonuclear prepondorence (50 % for both) moderately low glucose ( 60 %of the cases) and mild increase in protein levels. Organisms are positive on wet mouth or gram stain in only 30-40 % of the cases. 10 Also our patient had CSF pleocytosis, polimorphonuclear prepondorence, moderately low glucose and an increase in protein levels. below 1- 2%; however, various autopsy series have put the incidence as 7 - 17%. In a multicentre prospective study, culturepositive meningitis was reported as 16%, central nervous system invasion such as ventriculitis and brain parenchyma abscesses was 4%. They found that the proportion of infants who were infected with C albicans was linked with an increase in meningitis. They suggest routine examination of the CSF in all neonates with candidemia because the data have both prognostic and therapeutic significance 4. Hydrocephalus is a frequently occuring complication. Rarely vasculitis from fungal invasion of the vessel wall with thrombosis and secondary infarction, mycotic aneurysms with hemorrhage have occurred 1,5. Grimes et al reported vasculitic basilar artery thrombosis in a woman with chronic candida albicans meningitis.14 Rabah R et al presented an 11 month old child with acquirred immundeficiency syndrome and candida meningitis which was accompained by basiller inflammation and fibrosis of meninges with arteritis, vascular invasion by fungi, and terminal subarachnoid 15 hemorrhage. Dufner F et al reported a 27 year old patient with intact immunity and chronic candida empyema in the craniocervical junction with recurrent epidural bleedings 16. In our patient, rupture of middle cerebral artery due to severe arteritis was thought to be the cause of this hemorrhage. In literature, the clinical presentation of CNS candidiasis with basillary artery thrombosis and subarachnoid hemorrhage resulting from rupture of mycotic aneurysm or arteritis is very rare especially in clinical presentation with intact immunity 5,6. The greater use of broad spectrum antibiotics, immunosupressive agents, hyperalimantation products and umbilical or central venous catheters, intensive care of low birth weight infants and the acquired immundeficiency syndrome (AIDS) are the risk factors for the development of candida sepsis. Kremery et al evaluated the risk factors in 101 cases of nasocomial bacterial and fungal meningitis in children and determined the major risk factors as in Arısoy’s study 11. Our patient was a 31 day old boy with intact immunity and had no such risk factors. Diagnosis was established by isolation of candida from CSF; by detection of antibodies to candida in CSF by immundifussion test, and from hystological examination and culture of meningeal and brain biopsies 1. Isolation of candida from blood does not establish the diagnosis. Candida albicans was isolated from blood and CSF cultures in our patient. Arısoy reported the incidence of positive fungal culture as 2% among 1498 patients with positive CSF cultures 2. In disseminated candidiasis; amphotericine B or flucanasole are.used for therapy. Some offer flucanasole and amphotericine B combination therapy 1,17-21. The combination of amphotericin B plus fluconazole has been reviewed recently by Sugar .22 ıt was founded no antagonism between amphotericin B and fluconazole and the activity of the combination yielded a slightly greater reduction in colony-forming units compared 19 to fluconazole alone Although . amphotericin B penetrates the CSF of the Clinical patterns of CNS candida infections, in approximate order of frequency are candidal meningitis, brain abscess and granuloma (12,13). Brain abscesses are rare, with the reported overall incidence in patients with disseminated candidiasis ranging from 40 Marmara Medical Journal 2007;20(1);37-42 Nesrin Gülez, et al Candida albicans meningitis associated with intracranial hemorrhage neonate more efficiently than the adult patient, doses of <1 mg/kg/d amphotericin B are not sufficient for the treatment of Candida meningitis4. We used liposomal amphotericin B in doses of 2 mg/kg/d and no side effect has been reported. Because his fever continued at the fifth day of antimicotic therapy, the dose of liposomal amphotericine B was elevated to 5 mg/kg/d. In our patient, fever is decreased at 10th day of therapy so that we used liposomal amphotercin b alone. When fluconazole is used for systemic candidiasis, the initial dose is 400-800 mg (8-12 mg/kg per day), followed by 200 mg per day (4 to 6 mg/kg per day). During flucanasole therapy serum creatinine and transaminese levels may be elevated and thrombocytopenia may occur. 17,21 Flucytosine is not effective when used alone, and is only used in combination with amphotericin B and fluconazole. 19 New triazoles with broad-spectrum antifungal activity, such as saperconazole, are also being assessed, but clinical studies had been discontinued because of superconazoleassociated tumors in laboratory animals. REFERENCES The duration of treatment with amphotercine B and flucanazole range from 4 to 6 weeks according to various reports. Definitive duration of therapy has not been documented. Therefore many investigators offer to continue the therapy 3-14 days after the first negative CSF culture was obtained. Our patient was given amphotericin B for 4 weeks, pleocytosis of CSF has been continued for 2 weeks and no side effects was observed during amphotericin B therapy 20-23. 1. Davis. Candidal meningitis management. In: Morro MC, MD. Central Nervous System Infections.Philadelphia: Churchill Livingstone, 1999, p.771-776 2. Arisoy ES, Arisoy AE, Dunne WM Jr. Clinical significance of fungi isolated from cerebrospinal fluid in children. Pediatr Infect DisJ. 1994 Feb;13(2): 128-33 3. Rowen JL, Tate JM, Nordoff N, Passerell L, McGinnis MR. Candida isolates from neonates: frequency of misidentification and reduced fluconazole susceptibility. J Clin Microbiol. 1999; 37(11): 3735-7 4. Benjamin DK Jr, Poole C, Steinbech WJ, Rowen JR, Walsh TS. Neonatal candidemia and end-organ damage: a critical appaisal of the literature using meta-analytic techniques. Pediatrics. 2003; 112(3): 634-40 5. Lipton S. A, Hickey WF, Morris JH, Loscalzo J. Candidal infection in the central nervous system. Am J Med. 1984; 76: 101-108. 6. Edelson RN, McNett EN; Porro RS. Candida meningitis with cerebral arteritis. N Y State J Med. 1975; 76: 900904. 7. Juveda S, Heiskonen O, Poranen A, et all. The treatment of spontenous intracerebral hemorrhage: A prospective randomized trial of surgical and conservative treatment. J Neurosurg 1989; 70: 755-8. 8. Rom S, Serfontain GL, Humphreys RP. Intracerebral hematoma in the neonate. J Pediatr 1978; 93: 486-8. 9. Broderick JP, Brott TG, Tomsick T, et all. Ultraearly evaluation of intracerebral hemorrhage. J Neurosurg 1990; 72: 195-9. 10. Bayer AS, Edwards J E J, Seidel JS, Guze LB. Candida meningitis: Report of seven cases and review of English literature.medicine .1976; 55: 477-86 11. Krcmery V, Paradisi F. Nasocomial bacterial and fungal meningitis in chidren; an eight year national survey reporting 101 cases. Pediatric Nasocomial Meningitis Study Group. Int J Antimicrob Agents. 2000 Jul; 15(2): 143-7 12. Edwards Jhonn Jr. Candida Species. Central nevous system candidiazis.In: Mandell GL, Bennett JE, Dolin R, eds. Prenciples and Practice of Infectious Diseases. Philadelphia: Churchill Livingstone, 2000, p 2663 13. Thron A, Wietholter H. Cerebral candidiazis: CT studies in a case of brain absces and granüloma due to Candida albicans. Neuroradiology. 1982; 23(4): 223-5 The mortality rate was reported to be 6-50% in various studies, mortality rates were found higher in fungal meningitis, but no statistically difference was found between sequela of fungal and bacterial meningitis19, 24. 14. Grimes DA, Lach B, Bourque PR. Vasculitic basilar artery thrombosis in chronic Candida albicans meningitis. Can J Neurol. Sci. 1998;25:76-8 15. Rabah R, Kupsky WJ, Hass JE. Arteritis and fatal subarachnoid hemorrhage complicating occult Candida meningitis: unusual presentation in pediatric acquired immunodeficiency syndrome. Arch Pathol Lab Med. 1998; Nov;122:1030-3. As a result this patient emphasizes that systemic candidiazis and candida meningitis should be considered even in patients with no predisposing risk factors for candidiasis. The physicians should also be aware of the development of a rare complication, intracranial hemorrhage accompaning systemic candidiasis. 16. Duffner F, Brandner S, Opitz H, Klier R, Grote EH. Primary Candida albicans empyema associated with epidural hematomas in craniocervical junction. Clin Neuropathol. 1997;16:143-6. 41 Marmara Medical Journal 2007;20(1);37-42 Nesrin Gülez, et al Candida albicans meningitis associated with intracranial hemorrhage 17. Aydın M, Küçüködük S, Yalın T, Çetinkaya F, Gürses N. Amphotericin B in the treatment of candida meningitis in three neonates. Turk J Pediatr. 1995;37:247-52 21. Anker JN, Popele N ML, Sauer PJJ. Antifungal agents in neonatal systemic candidiasis. Antimicrobial Agents and Chemotherapy.1995;39 1391-1397 22. Sugar AM. Use of amphotericin B with azole antifungal drugs: what are we doing? Antimicrobial Agents and Chemotherapy.1995; 39:1907-2 18. Huttova M, Hartmanova T, Kralinsky K, et all. Candida fungemia in neonates treated with flucanasole: report of forty cases, including eight with meningitis. Pediatr Infect Dis J. 1998;17:1012-5 Marwaha RK, 23. Smego RA Jr, Perfect JR, Duract DT. Combined therapy with amphotericin B and 5-flourocytosine for Candida meningitis. Infection. 1996;24(6): 426-32 19. Al-Mohsen I,Hughes WT. Systemic antifungal therapy: past, present and future. Annals of Saudi Medicine: 1997; 18(1):97-129 24. Huttova M, Kralinsky K, Horn J, Marinova I et all. Prospective study of nasocomial fungal meningitis in children – report of 10 cases. Scand J Infect Dis. 1998;30:485-7 20. Marwaha RK, Maheshwaeri A.systemic antifungal therapy in pediatric practise. Indian Pediatrics: 1999;36: 1011-21 42 CASE REPORT ACQUIRED LYMPHANGIECTASIS: A CASE REPORT (MAJOR HALLMARKS IN ITS DIFFERENTIAL DIAGNOSIS FROM LYMPHANGIOMA CIRCUMSCRIPTUM) Ahmet Midi1, Özge Ayabakan2, Aydın Sav3 1 Özel Gaziosmanpaşa Hastanesi, Patoloji, İstanbul, Türkiye 2 Özel Gaziosmanpaşa Hastanesi, Dermatoloji, İstanbul, Türkiye3 Marmara Üniversitesi Hastanesi, Patoloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Acquired lymphangiectasis is a superficial lymphatic dilatation caused by a wide range of scarring processes. Histologically indistinguishable from lymphangioma circumscriptum and commonly occurs in adults as a late sequel of surgery and radiation therapy. Patients usually present with numerous translucent vesicles in a chronic lymph edematous area several years after surgery with or without radiation therapy. We report a case of acquired lymphangiectasis, happened 17 years after the surgical intervention. Lesions were located the left subaxillary region. This is the first case that is reported so late in the literature after the surgery. Keywords: Lymphangiectasis, Acquired, Lymphangioma circumscriptum EDİNSEL LENFANJEKTAZİ: OLGU SUNUMU (LENFANJİOMA SİRKUMSKRİPTUMDAN AYIRICI TANISINDA BELİRLEYİCİ ÖZELLİKLER) ÖZET Edinsel lenfanjektazi skar oluşumuna bağlı oluşan, yüzeyel lenfatiklerin dilatasyonu ile karakterize bir lezyondur. Sıklıkla yetişkinlerde radyoterapi ve cerrahi işlemimin geç komplikasyonu olarak ortaya çıkar ve histolojik olarak lenfangioma sirkumskriptumdan ayrılması zordur. Hastalarda genellikle radyoterapi uygulanan ya da uygulanmayan cerrahi işlemden yıllar sonra kronik lenfödematöz bölgede çok sayıda şeffaf veziküller oluşur. Biz cerrahi işlemden 17 yıl sonra oluşan bir edinsel lenfanjektazi olgusu sunmaktayız. Lezyonlar sol subaksiller bölge yerleşimliydi. Olgumuz literatürde operasyon sonrası bu kadar geç evrede oluşan ilk yayın olma özelliği taşımaktadır. Anahtar Kelimeler: Lenfanjektazi, Edinsel, Lenfanjioma sirkumskriptum with secondary superficial ectatic changes. AL is histologically indistinguishable from LC 1-3. Although the etiopathogenesis of these two entities are different from each other their treatment options are similar. AL is an acquired dilation of lymphatics and can be associated with lymphedema after surgery and/or radiation therapy (RT). INTRODUCTION Acquired lymphangiectasis (AL) is a condition in which dilated superficial lymphatics develop after damage to previously normal lymphatics. AL has been reported as clinically and histologically indistinguishable from congenital lymphangioma circumscriptum (LC) 1-3 .LC is predominantly a developmental malformation of infancy but it may arise at any age. AL is a similar acquired lesion arising in adults. AL is a disorder of superficial lymphatics resulting from obstruction of previously normal deep lymphatics, while LC describes a deep dermal and subcutaneous lymphatic malformation Clinically, AL consists of several clusters of translucent, thick-walled, fluid-filled vesicles. The vesicles typically measure 2-10 mm in diameter. The affected area appears to be speckled by numerous translucent vesicles with normal-appearing skin among the lesions. Some lesions may become Marmara Medical Journal 2007;20(1);43-46 Corresponding author: Ahmet Midi e-mail: [email protected] Özel Gaziosmanpaşa Hastanesi, Patoloji, İstanbul, Türkiye 43 Marmara Medical Journal 2007;20(1);43-46 Ahmet Midi, et al. Acquired lymphangiectasis: a case report (major hallmarks in its differential diagnosis from lymphangioma circumscriptum) pedunculated with a hyperkeratotic verrucous surface mimicking a wart 1-6. On microscopic examination, AL is characterized by large, dilated lymph vessels lined by a single layer of endothelial cells. They are usually found in the papillary dermis and the reticular dermis. Involvement in the deeper dermis is rare. The overlying epidermis is usually associated with acanthosis and hyperkeratosis 1-4. translucent vesicles and bullae. There was associated pain, chronic drainage, and itching. The vesicles typically measure 2-15 mm in diameter (Fig. 1). We performed biopsy from lesions. On microscopic examination, the lesions surface was hyperkeratotic. Coexisting lymphedema was present in the papillary dermis. There were superficial dilated lymph vessels, lined by flat endothelial cells in a discontinuous layer, situated immediately beneath the epidermis (Fig. 2). There was fibrosis in the deep dermis and few mononuclear inflammatory cells throughout the papillary and reticular dermis. With these clinical and histological findings the patient was diagnosed as acquired lymphangiectasis. The pathogenesis of AL is not known; however, surgical damage most likely causes fibrosis and lymphatic obstruction at the base of the reticular dermis and an accumulation of lymph fluid in the dermal lymphatics with resultant increased pressure 7,8. This can then lead to saccular dilation of the superficial lymphatic channels with subsequent vesicle formation. Skin biopsy is primarily the diagnosis of AL based on clinical history and conventional light microscopy findings. There are many treatment modalities such as electrodesiccation, laser therapy, sclerotherapy, cryotherapy, and surgical excision. No medical care has been proven to be effective for AL. Daily compression through bandaging or hosiery in accessible areas has yielded acceptable results 8-13. The treatment is relatively simple, though recurrences are not uncommon. In this report we presented a case of AL happened 17 years later after surgery. Although LA and LC have similar treatment options they are distinctive entities. In addition, we want to call attention to the literature that LA and LC are used faulty interchangeably. Fig. 1: Left subaxillary regions showing multiple vesicles and bullae of varying size. There is oozing of clear fluid from papulovesicular lesions. CASE REPORT A 25-year-old man presented to our outpatient clinic for evaluation of multiple small vesicular lesions on the left subaxillary regions. The lesion has been present for tree years. Twenty years earlier, he had had a surgical procedure on the same region. Surgical material had been diagnosed as a lipoma. He did not have radiotherapy. The cutaneous lesions started to develop seventeen years after surgery. On physical examination, the patient had numerous isolated and Fig. 2: Ectatic lymphatic spaces in the papillary dermis with subjacent chronic inflammatory cell infiltrate (Hematoxylin and eosin stain, x100) 44 Marmara Medical Journal 2007;20(1);43-46 Ahmet Midi, et al. Acquired lymphangiectasis: a case report (major hallmarks in its differential diagnosis from lymphangioma circumscriptum) associated with acanthosis and hyperkeratosis at these two conditions 1-4. Usually, the lesion is present at birth or appears early in life at lymphangioma circumscriptum. It may be located in any anatomic site, but has a predilection for the axillary folds, shoulders, neck, proximal parts of the extremities, and tongue 10. DISCUSSION In the literature AL has been reported in 21 patients associated mostly with the treatment of malignancies of breast and cervix and is often coexistent with lymphedema 2-6. There have also been reports of cutaneous lymphangiectasis after treatment of bronchial carcinoid 14. Other reported cases without lymphedema include scarring from scrofuloderma, scleroderma, and cirrhosis 7,15,16 . In the literature, an AL case occurring fifteen years later after an operation is notified 5. Our case is the first report of acquired lenfangiectasia in the literature at this localization and seventeen years after the surgery of the lipomas. We think that, deep dermal fibrosis and history of surgery are additional findings that differentiate these two lesions. Although many patients without chronic lymphedema have been reported in the literature, it is a common physical finding in patients with acquired lymphangioma. In addition, clinically acquired lymphangiectasis is similar to dermatitis herpetiformis, herpes simplex, herpes zoster and lymphangioma. AL shares clinical and histologic features with the congenital lesion, LC. Some authors apply the terms acquired lymphangioma and LC interchangeably 3,5,6. In both conditions, the typical cutaneous lesions are superficial small translucent vesicles. Although both share similar histological features, they are two distinct entities. The term acquired lymphangioma (lymphangiectasis) is used when dilated lymphatic channels arise following damage to previously normal deep lymphatics, whereas LC is used when lymphatic channel dilation occurs because of congenital malformations of the lymphatic system involving the skin and the subcutaneous tissues. The presence of the red blood cells demonstrates that this is not a simple malformation of the lymphatic system, but is in fact sometimes a mixed malformation composed of lymphatic and blood vessels. In our case, erythematous appearance was present in the lesions, but on microscopic examinations malformations of the blood vessels was not present. Consequently, AL and LC histologically are similar lesions. LC is a congenital malformation of the lymphatic system that occures at birth or later. We think that same denomination must not be used for these two different entities. If there is RT or a history of surgery and a local lesion without a mass that characterizes superficial dilated lymph vessels must denominating as AL. Remembering that as well as our case AL may occur several years after surgery and/or RT applications. In addition to clinical story, lacking subcutaneous lymphatic dilations, fibrosis at reticular dermis, lymphedema at papillary and reticular dermis in this lesions its are findings that facilitation diagnosis of AL In the literature there is a case report as “lymphangioma circumscriptum of the vulva following surgical and radiological therapy of cervical cancer”. But according our opinion the name of this case is more right as lymphangiectasis than LC 17,18. Lymphangiectasis lacks the subcutaneous muscle-coated cisternae characteristic of LC. Although no specific histological criteria exist with which to differentiate LC from lymphangiectasis, some believe that the absence of subcutaneous cisternae in lymphangiectasis is a true histological difference and that this finding reflects the difference in the pathogenesis of both disorders. The overlying epidermis is usually REFERENCES 1. 45 Levers’s histopathology of the skin. Ninth edition.Calonje E, Jones EW, 2005-Philadelphia;1047. Marmara Medical Journal 2007;20(1);43-46 Ahmet Midi, et al. Acquired lymphangiectasis: a case report (major hallmarks in its differential diagnosis from lymphangioma circumscriptum) 2. Ambrojo P, Cogolluda EF, Aguilar A, Sanchez Yus E, Sanchez de Paz F. Cutaneous lymphangiectases after therapy for carcinoma of the cervix a case with unusual clinical and histological features. Clin Exp Dermatol 1990; 15:57-59. 3. Celis, AV, Gaughf CN, Sangueza, OP, Gourdin, FW. Acquired lymphangiectasis. South Med J 1999; 92:6972. 4. Kaya TI, Kokturk A, Polat A, Tursen U, Ikizoglu G. A case of cutaneous lymphangiectasis secondary to breast cancer treatment. Int J Dermatol. 2001; 40:760-761. 5. Giannelli V, Rockley, PF. Acquired lymphangiectasis following mastectomy and radiation therapy--report of a case and review of the literature. Cutis 1996; 58:276278. 6. 11. Bailin PL, Kantor GR, Wheeland RG. Carbon dioxide laser vaporization of lymphangioma circumscriptum. J Am Acad Dermatol 1986; 14:257-262. 12. Tasdelen I, Gokgoz S, Paksoy E, et al. Acquired lymphangiectasis after breast conservation treatment for breast cancer: report of a case. Dermatol Online J 2004; 10:9-13. 13. Peachey RDG, Lim CC, Whimster JW. Lymphangioma of the skin: a review of 65 cases. Br J Dermatol 1970; 83:519-527. 14. Ziv R, Schewach-Miller M, Trau U. Lymphangiectasia. A complication of thoracotomy for bronchial carcinoid. Int J Dermatol 1988; 27:123-126. 15. Di Leonardo M, Jacoby RA. Acquired cutaneous Lymphangiectasia secondary to scarring from scrofuloderma. J Am Acad Dermatol. 1986; 14:688-690. Mallett RB, Curley GK, Mortimer PS. Acquired lymphangioma: report of four cases and a discussion of the pathogenesis. Br J Dermatol 1992; 126:380-382. due 16. Garcia-Doval I, de la Torre C, Losada A, Ocampo C, Rodriguez T, Cruces MJ. Acquired cutaneous lymphangiectasia in a patient with cirrhotic ascites. J Eur Acad Dermatol Venereol 1999; 13:109-112. 7. Tuffanelli DL. Letter: Lymphangiectasis scleroderma. Arch Dermatol 1975; 111:1216. to 8. Mortimer PS, Simmonds RH, Rezvani M, Robbins ME, Ryan TJ, Hopewell JW. Time-related changes in lymphatic clearance in pig skin after a single dose of 18 Gy of X rays. Br J Radiol 1991; 64:1140-1146. 17. Jappe U, Zimmermann T, Kahle B, Peyzoldt D. Lymphangioma circumscriptum of the vulva following surgical and radiological therapy of cervical cancer. Sex Transm Dis 2002; 29:533-535 9. Weingold DH, White PF, Burton CS. Treatment of lymphangioma circumscriptum with tunable dye laser. Cutis 1990; 45:365-366. 18. Abu-Hamad A, Provencher D, Ganjei P, Penalver M. Lymphangioma circumscriptum of the vulva: case report and review of the literature. Obstet Gynecol 1989; 73:496-499. 10. Eliezri YD, Sklar JA. Lymphangioma circumscriptum: review and evaluation of carbon dioxide laser vaporization. J Dermatol Surg Oncol 1988; 14:357-364. 19. 46 Huilgol SC, Neill S, Barlow RJ. CO(2) laser therapy of vulval lymphangiectasia and lymphangioma circumscriptum. Dermatol Surg 2002; 28:575-577. CASE REPORT IATROGENIC VITAMIN D INTOXICIATION IN INFANCY: THREE CASES Ekrem Ünal, Yavuz Koksal, Sevgi Keles, Hasibe Artac, İsmail Reisli, Meltem Energin Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya, Turkey ABSTRACT The potential hazards of excessive administration of vitamin D are well known. The increased intestinal absorption of calcium due to vitamin D over dosage leads to hypercalcemia and hypercalciuria that may give rise to the development of nephrocalcinosis, urolithiasis, and soft tissue calcification. Clinical features of three cases of iatrogenic vitamin D intoxication with different radiological findings were presented. The dose of vitamin D should be carefully determined in order to avoid vitamin D intoxication, and its complications. In addition, public health measures should be undertaken to prevent drug consumption without prescription that may be dangerous especially for children. Key words: Vitamin D, Intoxication, Nephrocalcinosis, Children SÜT ÇOCUKLARINDA İYATROJENİK D VİTAMİNİ İNTOKSİKASYONU:ÜÇ OLGU ÖZET D vitaminin aşırı kullanılmasının potansiyel yan etkileri iyi bilinmektedir. D-vitaminin aşırı kullanılımı barsaktan kalsiyum emilimini artırıp hiperkalsemi ve hiperkalsiüriye; bu ise nefrokalsinozis, ürolitiyazis ve yumuşak dokuda kalsifikasyonlara yol açabilir. Farklı radyolojik bulguları olan üç iyatrojenik D-vitamini intoksikasyonu olgusunun klinik özellikleri sunulmuştur. D vitamini intoksikasyonundan ve komplikasyonlarından kaçınılması için D-vitamini dozu dikkatli hesaplanmalıdır. Ayrıca, çocuklar için zararlı olabilecek ilaçların reçetesiz satılması engellenmelidir. Anahtar kelimeler: Vitamin D, Zehirlenme, Nefrokalsinozis, Çocuk INTRODUCTION CASE REPORT Case 1 A two-month-old girl was admitted to our clinic with complaints of failure to thrive, loss of weight and irritability. When she was 30 days old, one ampoule (300,000 IU) of vitamin D per week had been tailored orally to induce growth by her parents without any advice of a medical doctor. Cumulative dose of ingested vitamin D was 1,200,000 IU per month. Physical examination revealed the weight below 3%, pallor and irritability. The rest of the physical examination was normal. The urinalysis revealed isostenuric urine with a density of 1015, a trace of protein, and many leucocytes and calcium phosphate crystals in the urine sediment. The potential hazards of excessive administration of vitamin D are well known. There are many reports related with usage of high doses of this vitamin; in the treatment of resistant rickets, hypoparathyroidism, renal osteodystrophy and over dosage in infants 1–5. The increased intestinal absorption of calcium due to vitamin D over dosage leads to hypercalcaemia and hypercalciuria that may give rise to the development of nephrocalcinosis, urolithiasis, and soft tissue calcification 2-4. Three cases of iatrogenic vitamin D intoxication with different radiological findings are presented here. Marmara Medical Journal 2007;20(1);47-51 Corresponding author: Ekrem Ünal e-mail: [email protected] Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya, Turkey 47 Marmara Medical Journal 2007;20(1);47-51 Ekrem Ünal, et al Iatrogenic vitamin D intoxiciation in infancy: three cases The serum levels of urea, creatinine, sodium, potassium, uric acid were normal, but serum calcium, phosphorus and alkaline phosphatase levels were 18 mg/dl, 5.6 mg/dl and 400 IU/L, respectively. Her urinary calcium/creatinine ratio was 3.1 (N: < 0.21). The parathormone level was 5.1 pg/ml (N: 12-72), and 25hydroxy vitamin D level was >160 ng/ml (N: 10-40). Abdominal ultrasound revealed bilateral medullary nephrocalcinosis (Fig. 1). hypercalciuria was detected after the treatment, and urinary calcium/creatinine ratio was decreased to 0.12. The infant was discharged with the recommendation of a high fluid intake. During her one-year outpatient follow-up, bilateral nephrocalcinosis has continued for three months, and then improved. Case 2 An 8-month-old boy was admitted to our clinic with complaints of diarrhea and decreased appetite. From his medical history, it was learned that two ampoules (300,000 IU) of vitamin D had been administered orally without any advice of a medical doctor in order to induce growth by his parents. On physical examination, pectus excavatum and mild dehydration findings were determined. His height and weight were between the 90th and the 97th percentile. The rest of physical examination was unremarkable. Complete blood count and urinalysis and serum levels of urea, creatinine, sodium, potassium, uric acid were normal, but serum level of calcium was 11.7 mg/dl, phosphorus was 7.0 mg/dl and alkaline phosphatase was 684 IU/L. The urinary calcium/creatinine ratio was 0.58 (N: < 0.21). The parathormone level was 29.4 pg/ml (N: 12-72) and 25-hydroxy vitamin D level was 90 ng/ml (N: 10-40). Abdominal ultrasound showed bilateral minimal calcification on renal parenchyma. Vitamin D intoxication was diagnosed in the light of the medical history, clinical and laboratory findings. Figure.1 Bilateral medullary nephrocalcinosis Emergency treatment, consisting of IV hydration (3000 ml/m2/day, 1/3 normal saline) and corticosteroid was initiated. The serum calcium level was decreased and returned to normal limits value in four days. The corticosteroid dose was reduced slowly and stopped in 15 days. After the discontinuation of the corticosteroid administration hypercalsemia and as well as hypercalciuria was recovered and urinary calcium/creatinine ratio were decreased to normal limits. The infant was discharged with the recommendation of a high fluid intake. His out-patient follow-up was uneventful for two years and the renal parenchyma returned A probable diagnosis of vitamin D intoxication was made on the basis of the medical history, clinical and laboratory findings. She was admitted to intensive care unit and monitorized. Vitamin D administration was ceased, and the treatment consisting of hydration with parenteral fluids (3000 ml/m2/day, 1/3 normal saline) and corticosteroid (2 mg/kg/day) was started. The level of serum calcium decreased and returned to normal limits in six days. The corticosteroid dose was reduced slowly and ceased in 15 days. Neither hypercalsemia nor 48 Marmara Medical Journal 2007;20(1);47-51 Ekrem Ünal, et al Iatrogenic vitamin D intoxiciation in infancy: three cases to normal morphology in the third month of the follow-up. presumedly the high 25-hydroxy vitamin D levels stimulate both the intestinal and bone 1, 25 dihydroxy vitamin D receptors 1, 2, 4. Vitamin D that is administered over therapeutic doses leads to intoxication in infancy 1, 2. The typical manifestations of vitamin D toxicity are attributed mainly to the resultant hypercalcemia. These include anorexia, failure-to-thrive, vomiting, constipation, irritability, convulsions, polyuria, polydipsia, dehydration and fever 1– 6 . The initial complaints of our patients were different and presented such as failure-tothrive, loss of weight, irritability (Case 1); diarrhea and decreased appetite (Case 2) and fever, seizures, and vomiting (Case 3). Case 3 A 20-month-old girl with epilepsy was admitted to our clinic with complaints of seizures, vomiting and fever. One ampoule (300,000 IU) of vitamin D per day had been given orally by her parents for five days (a total dose of 1,500,000 IU) for inducing the ability of walking without any advice from a medical doctor. On physical examination, fever, drowsiness and motor-mentalretardation were noticed. On laboratory investigations, the serum levels of urea, creatinine, sodium, potassium, uric acid were normal, but serum calcium level was 15.5 mg/dl, phosphorus level was 4.1 mg/dl and alkaline phosphatase level was 132 IU/L. The urinary calcium/creatinine ratio was 4.2 (N: < 0.21). The parathormone level was 10.1 pg/ml (N: 12-72), and 25-hydroxy vitamin D level was >160 ng/ml (N: 10-40). Abdominal ultrasound was normal. The patient was diagnosed with vitamin D intoxication on the basis of the medical history, clinical and laboratory findings. The characteristic laboratory findings of vitamin D intoxication are high serum calcium level, normal or high serum phosphate level, elevated alkaline phosphatase, low parathormone and high vitamin D levels. Hypercalcemia resulting from vitamin D intoxication is always associated with hypercalciuria. The diagnosis of vitamin D intoxication is made by determining the serum 25-hydroxy-vitamin D level 2, 4. The serum levels of calcium, parathormone and 25-hydroxy vitamin D and urinary calcium /creatinine ratio were all consistent with vitamin D intoxication in our patients. We speculate that seizures occuring in this case were not only related to over dosage of vitamin D, because she had mental retardation and had had seizures before the administration of over-dose vitamin D. Hypercalcaemia had not been detected before the vitamin D over dosage. Hypercalcemia leads to nephrocalcinosis by overloading the renal resorptive mechanism. A high calcium load causes cellular damage followed by calcium salt deposition in tubular cells, in basement membrane epithelium, and within the loop of henle 2, 3. The classical distribution of nephrocalcinosis is along the corticomedullary junction. Generally nephrocalsinosis does not demonstrate any pathologic findings on plain abdominal X-ray or computed tomography. Ultrasonographic examination reveals medullary nephrocalcinosis 2,6,7. In our patients, different ultrasonographic findings were determined. The patients did not reveal any history for renal diseases upto the administration to our hospital. The different findings in ultrasound examination were not correlated with dosages of vitamin D, so it can be speculated that Administration of vitamin D was ceased immediately and the treatment consisting of hydration with parenteral fluids (3000 ml/m2/day, 1/3 normal saline) and corticosteroid (2 mg/kg/day) for 15 days was started. On 7th day of the treatment, her serum calcium level and urinary calcium/creatinine ratio returned to the normal limits. The patient was discharged with the recommendation of high fluid intake orally. DISCUSSION The physiological effect of vitamin D in pharmacological doses is to increase gastrointestinal calcium and phosphate absorption and to increase bone resorption, 49 Marmara Medical Journal 2007;20(1);47-51 Ekrem Ünal, et al Iatrogenic vitamin D intoxiciation in infancy: three cases clinical outcome can be associated with personal peculiarity and fluid intake. In addition; hypercalcemia can rarely cause keratopathy in the cornea and ectopic calcifications in the lung, heart, large vessels, skin 4. It has been thought that alendronate treatment for all cases is not needed, because conventional treatment modalities such as intravenous hydration, loop diuretics, glucocorticoids are considered satisfactory. Other conventional modalities for the treatment of hypercalcemia associated with hypervitaminosis D include mithromycin and calcitonin that inhibit osteoclast function; sodium cellulose phosphate which increases fecal calcium excretion; phenobarbital, phenytoin and gluthemide which induce hepatic microsomal enzymes and therefore accelerate vitamin D metabolism 4-8. The mainstay of therapy for vitamin D intoxication depends on hydration with intravenous saline followed by loop diuretics, glucocorticoids, diet consisting of low calcium and phosphate, and of course discontinuation of vitamin D and calcium supplementation. Glucocorticoids decrease intestinal absorption of calcium and decrease bone resorption and should be taken less than one week to normalize the serum calcium in patients with hypervitaminosis D 1, 2, 4, 8. The treatment in our cases consisted of discontinuation of vitamin D administration, hydration with intravenous 1/3 normal saline, followed by glucorticoid administration until the serum calcium levels and urinary calcium / creatinine ratio became to the normal limits. Recently; another effective treatment modality for the hypercalcemia related to vitamin D over dosage seems to be bisphosphonates, especially oral alendronate administration. It has been published that short-term oral alendronate sodium treatment had been effective to normalize hypercalcemia/hypercalcuria, had decreased the duration of hospitalization, and had been safe during 15-months observation in infant with vitamin D intoxication 9. Bereket and Erdoğan 9 concluded that brisk response to alendronate sodium treatment might have provided further evidence that hypercalcemia in vitamin D intoxication is related with increased bone turnover. As a result, we would like to vigorously emphasize that the dose of vitamin D should be carefully determined in order to avoid vitamin D intoxication. In addition, public health measures should be undertaken to prevent drug consumption without prescription that may be dangerous especially for children. REFERENCES Hatun and Çizmecioğlu 10 reported that; initiating bisphosphonates in early stages in patients with vitamin D intoxication had been appropriate in order to prevent or minimize nephrocalcinosis. It has been advised that; treatment with alendronate sodium should be continued until normocalcemia has been established 10. Up to today many authors have reported that the use of oral alendronate had been an alternative to parenteral bisphosphonates in patients with vitamin D hypervitaminosis and seems to be a more practical and effective treatment choice 10, 11. Bisphosphonates, especially oral alendronate plays an important role in the treatment of hypercalcemia associated with vitamin D intoxication by inhibiting octeoclast activity. 50 1. Curran JS, Barness LA. Hypervitaminosis D. In: Behrman RE, Kliegman RM, Jenson HB, eds. Nelson Textbook of Pediatrics. Philadelphia: WB Saunders, 2000:87–88. 2. Besbas N, Oner A, Akhan O, Saatci U, Bakkaloglu A, Topaloglu R. Nephrocalcinosis due to vitamin D intoxication. Turk J Pediatr 1989; 31: 239 – 244. 3. Silbernagl S, Lang F. Pathophysiology of bone. In: Silbernagl S, Lang F eds. Color Atlas of Pathophsiology. Stuttgard – New York: Thieme, 2000: 132–133. 4. Allen SH, Shah JH. Calcinosis and metastatic calcification due to vitamin D intoxication. Horm Res 1992; 37: 68–77. 5. Ozyurek HE. Iatrogenic vitamin D intoxication. Yeni Tıp Derg 2001; 22: 22–23. 6. Down PF, Polak A, Regan RJ. A family with massive acute vitamin D intoxication Postgrad Med J 1979; 55: 897–902. 7. Jequier S, Cramer B, Goodyer, Kronick, Reade T. Renal ultrasound in metabolic bone disease. Pediatr Radiol 1986; 16: 135–139. Marmara Medical Journal 2007;20(1);47-51 Ekrem Ünal, et al Iatrogenic vitamin D intoxiciation in infancy: three cases 8. Attie MF. Treatment of hypercalcemia. Endocrinol Metab Clin North Am 1989; 18: 807–828. 9. Bereket A, Erdoğan T. Oral bisphosphonate therapy for vitamin D intoxication of the infant. Pediatrics 2003;111; 899-901 10. Hatun Ş, Çizmecioğlu F. Use of alendronate in the treatment of vitamin D intoxication in infants. Turk J Pediatr 2005; 47: 373-375 11. Atabek ME, Pirgon O, Sert A. Oral alendronate therapy for severe vitamin D intoxication of the infant with nephrocalcinosis J Pediatr Endocrinol Metab 2006; 19: 169-172. 51 OLGU SUNUMU KOROİD MELANOMUNU TAKLİT EDEN BİR LEZYON Özlem Yenice, Haluk Kazokoğlu Marmara University School of Medicine, Ophthalmology, İstanbul, Turkey ÖZET Vitre içi kanamaya bağlı ani görme azalması ile şikâyeti ile kliniğimize başvuran bir olguda fundus muayenesi yapılamadığı için radyolojik tetkiklere başvuruldu. Ultrasonografi, doppler ultrasonografi, manyetik rezonans görüntüleme tetkikleri retinal lezyonun koroid melanomu ile uyumlu olabileceği şeklinde rapor edildi. Vitre içi kanamanın koroid melanomlarında nadir olması nedeniyle tanısal vitrektomi yapıldı. Vitrektomide arka kutupta diskiform lezyon tespit edildi. Anahtar Kelimeler: Koroid melanomu, Radyoloji, Ayırıcı tanı A LESION MIMICKING MELANOMA OF CHOROID ABSTRACT Radiological evaluations were performed as fundus examination was unavailable due to intravitreal hemorrhage in a case who came to our clinic with the complaint of an acute vision loss. Ultrasonography, doppler ultrasonography and magnetic resonance imaging reported that the retinal lesion was compatible with malignant melanoma. The patient underwent diagnostic vitrectomy due to rarity of vitreous hemorrhage with choroidal melanomas. Retinal examination revealed disciform lesion during vitrectomy. Key words: Choroidal melanoma, Radiology, Differential diagnosis olarak ta 1984’te %1,4’lere6 gerilediği bildirilmiştir. Bu yazıda psödomelonom olgularında radyolojik tetkiklerin değerlendirilmesi, klinik ile birleştirilmesi ve ayırıcı tanıya gidişin aktarılması amaçlanmıştır. GİRİŞ Arka kutupta kanama, eksudasyon ve kronik fibrozisle seyreden patolojiler uzun dönemde oluşturdukları kitle görünümü ile koroid melanomunu taklit edebilir.1 Bu patolojiler arasında; yaşa bağlı maküla dejenerasyonu, arteriyoler makroanevrizmalar, santral seröz korioretinopati, koroid nevusu, osteom, hemanjiom, metastaz ve A-V malformasyon gibi çok sayıda retinal hastalık sayılabilir. 2 OLGU SUNUSU Yaklaşık iki aydır sağ gözde görmede azalma şikâyeti olan ve son iki gündür iyice artan görme azlığı ile 72 yaşında erkek hasta kliniğimize başvurdu. Hastanın bilinen sistemik hastalığı (Diyabet, Hipertansiyon) yoktu. Yapılan oftalmolojik muayenede; görme sağda ışık hissi, sol gözde 0. 6 seviyesindeydi. Ön segment muayenesinde her iki gözde belirgin nükleer katarakt dışında başka patolojiye rastlanmadı. Retina muayenesinde, sağda detayların görülmesini engelleyen vitre içi kanama, sol gözde ise makülada çok sayıda yumuşak drusen ve Yayınlarda, malin melanomu taklit eden lezyonların “psödomelanomlar” (yalancı melanomlar, melanomu taklit eden lezyonlar) başlığı altında incelendiği görülmektedir. İlk olarak 1960’da Duke-Elder yalancı melanom terimini kullanmış ve bunların özellikle koroid melanomundan ayırt edilmelerinin gereğini vurgulamıştır3. Yalancı melanom tanılarının, artan klinik deneyim ve gelişen radyolojik tekniklerle; 1964’lü yıllarda %20’den4, 1973’lerde %19’a5 ve en son İletişim Bilgileri: Özlem Yenice e-mail: [email protected] Marmara University School of Medicine, Ophthalmology, İstanbul, Turkey 52 Marmara Medical Journal 2007;20(1);52-58 Marmara Medical Journal 2007;20(1);52-58 Özlem Yenice ve ark. Koroid melanomunu taklit eden bir lezyon pigment epitel değişikliği tespit edildi. Ultrasonografi (USG) tetkikinde, 9x4mm boyutlarında kalsifikasyon gösteren retinadan kabarık lezyonun (Resim 1a) eş zamanlı yapılan renkli doppler ultrasonografisinde (Resim 1b) kanlanması olduğu ve lezyonun koroid melanomu ile uyumlu olabileceği şeklinde rapor edildi. Hastadan bir ileri tetkik olarak manyetik rözonans görüntüleme (MRG) istendi. MRG’de lezyonun optik disk temporalinde, üst kısımda 3mm çapında ve retina üzerinde olduğu rapor edildi. Lezyon T1 ağırlıklı incelemelerde hiperintens (Resim 2a,siyah ok), T2 ağırlıklı incelemelerde hipointense (Resim 2b) özellik göstermekteydi. MRG sonucunda da, lezyonun sinyal özelliklerinin öncelikle malin melanomu düşündürdüğü rapor edildi. Radyolojik tetkikler sonrasında malinite şüphesinin olması nedeni ile beklenilmeden tanısal amaçlı vitrektomi uygulandı. Cerrahi esnasında kanama temizlendikten sonra arka kutupta, maküla superotemporalinde kabarıklık oluşturan fibrotik bir lezyon görüldü. Vitreus sıvısı incelemeye gönderildi; sitolojik inceleme sonucunda, periferik kan elemanları ve monomorfik çekirdekli spindle hücrelerin olduğu ve atipik hücrelerin görülmediği rapor edildi. Hastanın cerrahi sonrası birinci gün yapılan fundus muayenesinde; arka kutuptaki diskiform lezyon (Resim 3a) ve altta koroidal hematom görüldü (Resim 3b). Resim 1: a) Olgunun B-mod ultrasonografi görüntüsü. b) Olgunun renkli doppler ultrasonografide kanlanmasının varlığı görülmektedir. Resim 2: Aksiyal planda orbita MRG ‘de lezyonun a)T1’de hiperintens (siyah ok) b) T2’de hipointense görünümü. 53 Marmara Medical Journal 2007;20(1);52-58 Özlem Yenice ve ark. Koroid melanomunu taklit eden bir lezyon Resim 3: a) Olgunun cerrahi sonrası görülen optik disk temporalinde diskiform skarı ve b) allta koroidal hematom görülmektedir. tetkikler melanom olarak rapor edilmesine rağmen vitrektomi yapılmasını daha uygun gördük. Ultrasonografi, vitre içi kanamanın eşlik ettiği patolojilerde tanı için kullanılan en sık başvurduğumuz tetkiktir. A scan’ de koroid tümörlerinin önde olan kenarları yüksek akımlı yansımalar meydana getirirler. Bunu takiben düşük içsel yansımalar ve bu yansımaların dik azalmasına bağlı (-) kappa açısı görünümü tipiktir. B-mode ultrasonogrofide diskiform lezyonlar daha düz ve yatay bir görünüme sahipken (bizim olgumuzun USG görünümü) melanomların vitreus boşluğuna doğru çıkıntı yaparak büyümeleri solid mantar görünümünü oluşturur. USG’de melanomlar için kesin solid görünüm, mantar konfigürasyonu, düşük iç reflektans, homojen iç yüzey dağılımı ve kanlanmanın varlığıdır. Bunların dışında eşlik edebilecek diğer bulgular; seröz dekolmanın varlığı, koroid ekskavasyonu ve akustik gölgelenmedir 12. Fakat ayırıcı tanıda diffuz koroid melanomlarının USG’de mantar konfigürasyonu yerine daha düz bir konfigurasyona sahip olabileceği unutulmamalıdır. Doğan ve ark. melanom tanısında B scan ultrasonografi için güvenilirliğin %95 gibi oldukça yüksek olduğunu bildirmiştir 13. Tablo I’de ultrasonogrofide koroid melanomu ile benzer görünüm yapabilecek lezyonlar ve Tablo II’de bunların ayırıcı tanısında kullanılabilen kıstaslar özetlenmektedir12. Bununla birlikte USG’de maküla dejenerasyonuna bağlı kitleli TARTIŞMA Klinikte melanomu taklit eden lezyonlarda ayırıcı tanı yapmak, bu lezyonların tedavilerinin enükleasyon gibi radikal bir cerrahiden sadece gözlem ve takip gibi iki uç noktadan oluşması nedeni ile oldukça önemlidir. Daha sıklıkla yayınlarda yanlış tanı konularak gereksiz enükleasyon yapılan olgulara rastlanmaktadır.4-6 Bununla birlikte, yayınlarda son zamanlarda artan cerrahi müdahaleler sonucu ilginç olarak senil maküla dejenerasyonu tanısı ile membran eksizyonu yapılan bir olgunun patolojik incelemelerinde atipik hücreler saptanmış ve bu olguya “diskiform melanoma” tanısı verilmiştir7. Koroid melanomu taklit eden lezyonlar için yayınlar tarandığında, bunların arasında tanıda karışıklık yaratan patolojiler arasında en sık olarak retina dekolmanı, ikincil olarak ise diskiform dejenerasyonların olduğu görülmüştür4-8. Psödomelanom oranını bildirilen yayınların genellikle çoğunun ortak olarak paylaştığı nokta, bu lezyonlarda ayırıcı tanının en iyi deneyimli bir göz doktoru tarafından, klinik muayene ile yapıldığıdır 6-8. Öncelikle vitre içi kanama ile başvuran bir olguda koroid melanomlarıyla vitreus kanaması birlikteliğinin oldukça nadir olduğu bilinmelidir. Fraser ve Font’un yaptığı çalışmada 450 melanomlu olgunun sadece %2.9 gibi az bir oranında başvuru anında vitreus kanamasına rastlanmaktadır9. Bu nedenle biz de olgumuzda, radyolojik 54 Marmara Medical Journal 2007;20(1);52-58 Özlem Yenice ve ark. Koroid melanomunu taklit eden bir lezyon bir görünüm ile melonomun ayırıcı tanısının daha çok tekrarlanan ölçümlerle yapılabileceği bildirilmiş ve bu konuya özellikle dikkat çekilmiştir12. Melanomlarda, yinelenen ölçümlerde boyutlarda artma saptanırken; kanama ile seyreden lezyonların kalınlığında azalma görülür. Bu nedenle, emin olunamayan durumlarda belirli aralıklarla ultrasonun tekrarlanması en doğru yaklaşımdır12. 1992’de yapılan bir çalışmada melanom ön tanısı ile cerrahi için sevk edilen ve ekstramaküler diskiform skar tanısı alan 19 olgu irdelenmiş ve bu olgulardan 8’ine vitreus kanamasının eşlik ettiği görülmüştür13. Hastaların ultrasonografileri bu gözle tekrar değerlendirildiğinde, bu lezyonların sadece 3.3 mm kalınlığında olduğu tespit edilmiş ve vitreus kanamaları ile birliktelik gösteren ince kitlelerin (<3.5 mm) benin olarak değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmıştır 13. Psödomelanom olarak sevk edilen 19 olguluk aynı serinin %83’ünde, bilinçli olarak tekrarlanan USG’lerde tanılar diskiform skar olarak değiştirilirken, bir olguda kesin sonuca yinelenen ultrasonlarla lezyon boyutunda küçülme ve reflektansın heterojenik görünümdem sikatrizasyon ile uyumlu homojen görünüme döndüğü zaman konulduğu bildirilmiştir14. Sonuçta aslında bizim olgumuzda da ultrasonografi belirli bir süre sonra tekrarlanabilseydi doğru tanıya varma şansı olabilecekken, bu olguda hastanın uyumsuz olması nedeni ile tanısal vitrektomi uygulanmıştır. USG dışında renkli doppler ultrasonografi de, lezyonda kanlanmanın olup olmadığını göstermek için kullanılan bir tetkiktir. Fakat, melanomlar dışında, diskiform skarlarda , nevus ve koroid metastazlarında da kanlanmanın olması nedeni ile seçiciliği 12 . Tablo II’de oldukça düşüktür psödomelanom olgularının kanlanmaya ait özellikleri görülmektedir. Tablo 1. Koroid melanomunu ultrasonografide taklit edebilecek lezyonlar Tümör benzeri oluşumlar Tümoral olmayan lezyonlar Metastatik karsinom Diskiform lezyonlar Koroid hemanjiomu Koroid kanamaları Koroid osteomu Retinoschizis içine kanama Nevüs Posterior nodüler sklerit Lösemi Vortex ven ampullası Melanositoma Posterior kolobom Reticulum hücreli karsinom Epithelial hiperplaziler Üvea lenfoid hiperplazisi Retina hemartomları Sklera tümörleri 55 Marmara Medical Journal 2007;20(1);52-58 Özlem Yenice ve ark. Koroid melanomunu taklit eden bir lezyon Tablo II. Koroid melanomunu taklit eden lezyonların ultrasonografik özellikleri Lezyon Melanom Yerleşim Koroid/Silier Şekil Reflektans Yapı Damarlanma Kubbe Düşük/orta Homojen + Orta/yüksek Düzensiz +/- cisim Metastatik Posterior Diffuz/ karsinom koroid düzensiz Koroid Posterior Kubbe Yüksek Düzensiz - hemanjiomu koroid Nevus Koroid Kubbe Yüksek Homojen -/+ Diskiform Maküla Kubbe veya Yüksek Değişken -/+ Değişken Değişken - lezyon Koroidal düz Koroid Kubbe kanama İleri tetkik olarak kullanılan, MRG’nin de 2mm’den daha ince oküler lezyonların tespit edilememesi nedeni ile duyarlılığının düşüklüğü vurgulanmıştır11. MRG’de bu lezyonları kanamalardan ayırt etmede kullanılabilecek en önemli nokta kontrast madde tutulumudur. Koroidal nevus, osteom, metastaz, hemanjiom ve melanomların hepsi genelde benzer MRG görünümleri oluştursa da koroid kanamalarının hiçbir evresinde kontrast madde tutulumu görülmez. Tablo III’de benzer MRG bulguları gösteren lezyonlar ve ayırıcı tanılarında kontrast madde tutulumu açısından farkları özetlenmektedir. raporuna şüpheli olarak yaklaşılmış ve invazif bir teknik olmayan renkli Doppler görüntüsünün de alınmasına karar verilmiştir. Doppler ultrasonografide lezyonun kanlanma göstermesi melanom veya yaşa bağlı maküla dejenerasyonun ayırımının yapılmasını engellediğinden, bir ileri tetkik olarak MRG’ye başvuruldu. MRG sonucunda ise lezyonun T1’de hiper ve T2’de hipointense özellik gösterdiği tespit edildi. Bizim olgumuzda hastanın kliniği ile de birleştirildiğinde olabilecek en yakın tanı yaşa bağlı maküla dejenerasyonuna eşlik eden bir koroidal kanama idi. Bu noktada en doğru yaklaşım MRG’den kesin yanıt alabilmek için, kontrast madde verilerek kesitlerin tekrar alınmasıydı. Çünkü, akut veya kronik koroid kanamaları kontrast madde tutulumu göstermezken melanomda kontrast madde tutulumu görülebilecekti. Fakat maalesef başlangıçta MRG’nin kontrast maddesiz çekilmesi ve hastanın da yeni MRG yaptırmak istememesi üzerine hem vitreus içi kanamanın temizlenmesi hem de gecikilmemesi açısından hastaya vitrektomi uygulandı. Buradaki olguda, hastanın diğer gözündeki muayene bulguları ön tanı olarak yaşa bağlı maküla dejenerasyonunu düşündürmektedir. Ayrıca koroid melanomlarının vitre içi kanama ile kliniğe başvurmaları oldukça nadirdir1. Ultrasonografide yaygın bir kabarıklık dışında, koroid melanomları için tipik olan koroidal maskelenme, mantar görünümü veya eşlik eden dekolman görüntüsünün olmaması nedeni ile USG 56 Marmara Medical Journal 2007;20(1);52-58 Özlem Yenice ve ark. Koroid melanomunu taklit eden bir lezyon Tablo III. Koroid melonumunu taklit edebilecek lezyonların MRG görünümleri ve kontrast madde tutulumuna ait özellikleri Lezyonun vitreusa göre sinyal özelliği T1 ağırlıklı inceleme T2 ağırlıklı inceleme Kontrast madde tutulumu Koroidal nevus Isointens/Hiperintens Isointens/Hipointense +/++ Koroid melanomu Hiperintens Isointense/Hipointense +++ Koroid metastazı Hiperintens Isointense/Hipointense + Koroid Isointens/Hiperintens Isointens ++++ Koroid osteomu Hiperintens Hipointens -/+++ Akut koroidal Isointens Hipointens - Hiperintens Hipointense/ Isointens - Isointens Hipointense - hemanjiomu kanama Subakut koroidal kanama Kronik koroidal kanama Bu olguda, daha önceki çalışmalarda olduğu gibi ayrıcı tanıda en önemli noktanın klinik deneyimin radyoloji ile birleştirilmesi olduğu görülmektedir. Yerli kaynaklar geniş olarak tarandığında bu lezyonlarda ayırıcı tanıya 1990’lı yıllarda henüz MRG’nin kullanılmadığı döneme ait bir tek yayın dışında Türkçe bir bilgiye rastlanamamıştır 15. Bu tip vakaların tartışılması, Türkçe olarak radyolojik tetkiklerin benzer lezyonlarda görünümlerinin tablolar yardımı ile özetlenmesi ileri tetkikler yorumlanırken, doğru klinik yaklaşımların elde edilmesi yönünden oldukça önemlidir. KAYNAKLAR 1. Shields JA, Augsburger JJ, Brown GC. The differential diagnosis of posterior uveal melanoma. Ophthalmol 1980;87:518-522. 57 2. Harry WF. Acquired diseases affecting the macula, retina and vitreous. In Retina and Vitreous, The American Academy of Ophthalmology eds. San Francisco: AAO, 2002: 54-56. 3. Duke-Elder: Disease of the uveal tract, 3rd ed. HenryKrimpton 1966:616-22. 4. Ferry AP. Lesions mistaken for malignant melanoma of posterior uvea. Arch Ophthalmol 1964;72:463-469. 5. Shields JA, Zimmermen LE. Lesions simulating malinant melanoma of the posterior uvea. Arch Ophthalmol 1973;89:466-471. 6. Chang M, Zimmerman LE, McLean I. The persisting psödomelanoma problem. Am J Ophthalmol 1984;102:726-727. 7. Sassani JW, Blankenship G.Disciform melanoma. Retina 1994;14:177-180. 8. Colloborative Ocular Melanoma Study Group. Accuracy of diagnosis of choroidal melanomas in the Colloborative Ocular Melanoma Study. COMS Report . No.1:Arch Ophthalmol 1990;108:1268-1273. choroidal Marmara Medical Journal 2007;20(1);52-58 Özlem Yenice ve ark. Koroid melanomunu taklit eden bir lezyon 9. Fraser DJ, Font RL.Ocular inflammation and hemorrhage as initial manifestation of uveal malignant melanoma. Arch Ophthalmol 1979;97:1311-1314. 10. Wilms G, Dralanda G, Decrope E. Magnetic resonance imaging in lesions of the eye globe. J Belge Radiol 1989;72:433-434. 13. Doğan ÖK. Oftalmolojide Ultrasonografi II. Koroid malin melanomu tanısında A, B ve M scan ultrasonografisinin tanı değeri. T Oft Gaz 1982;12: 7578. 11. Potter DP, Shields JA, Shields CL. Choroidal Melanoma. In:Shields JA,Shields CL, eds. MRI of the Eye and Orbit. New York: Lippincott Williams and Wilkins, 1995:56-64. 14. David SB, Devron HC, Alexander RI. Extramacular disciform lesions simulating uveal tumors. Ophthalmol 1999;99:944-951. 15. Koçaş M. Koroidea malign melanomlarında tanı ve ayırıcı tanı. T Oft Gaz 1990;20:215-219. 12. Byrne SF, GreenRL. Intraocular Tumors. In Ultrasound of the Eye and Orbit Byrne SF, GreenRL. eds. London:. St Louis, 2002:115-90. 58 DERLEME ENDOTEL PROGENİTÖR HÜCRELER S. Özgür Tekeli, Kaya Emerk Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Biyokimya, İstanbul ÖZET Endotelyal progenitör hücreler (EPH) gelecek yıllarda vasküler hastalıkların tedavi yöntemleri arasına girmeye adaydır. Postnatal süreçte de fonksiyonlarını devam ettirdikleri kanıtlanan EPH’ler kemik iliğinde olgunlaşıp, dolaşıma çıkarak vasküler hasarın olduğu bölgelerde yoğunlaşıp hasarın tamir edilmesinde merkezi rol alırlar. EPH’ler kemik iliğinden ayrıldıktan sonra hücre yüzey belirteçlerinde birtakım değişiklikler geçirerek olgun endotel hücrelere dönüşebilirler. Günümüzde EPH’lerle ilişkili hem klinik hem de deneysel çalışmalar oldukça artmıştır. Fakat EPH’lerin olgunlaşmasını, göçünü ve hasarlı bölgeye yerleşmesini sağlayan mekanizmalar tam olarak aydınlatılmış değildir. Anahtar Kelimeler: Endotelyal progenitör hücreler, vaskülogenez, anjiogenez, tamir, endotelyal hücreler ENDOTHELIAL PROGENITOR CELLS ABSTRACT Endothelial progenitor cells (EPCs) are candidate for, to be a treatment option for vascular diseases. It has been proven that EPCs preserve their functions in the postnatal period. EPCs mature in bone marrow, enter peripheral circulation then gather at the site of vascular injury to take a central role in repair process. After they leave bone marrow the cell surface markers of them can change and they can differentiate to mature endothelial cells. At the present time clinical and experimental studies about EPCs fairly increase. But the mechanisms which enable EPCs to mature, migrate and home at the site of injury had not yet been enlightened. Keywords: Endothelial progenitor cells, vasculogenesis, angiogenesis, repair, endothelial cells yaptıkları deneylerle kemik iliği kaynaklı hematopoetik progenitör hücrelerin endotel hücreye embriyonik dönemin dışında da dönüşebildiğini, iskemi sonrası endotel bütünlüğün tekrar sağlanmasında ve yeni kapiller oluşumunda bizzat rol aldıklarını bularak vaskülogenez ile ilgili yaygın kanıyı değiştirdiler 1,2. INTRODUCTION Endotel hücrelerin bölünme yetenekleri ölçüsünde çoğalarak ve göç ederek var olan damarlardan yeni kapillerler oluşturmasına anjiyogenez denir. Vaskülogenez ise dolaşımda bulunan endotel hücre öncüllerinin (endotel progenitör hücreler) daha önceden var olan herhangi bir damardan köken almadan olgun endotel hücrelere dönüşerek yeni bir damar oluşturması olarak bilinir. Yakın tarihe kadar postnatal süreçte organizmanın fizyolojik gereksinimlerini karşılamak veya iskemik dokulara veya tümörlere oksijen sağlamak amacıyla yeni kapiller damarların oluşmasında sadece anjiyogenezin rol aldığı düşünülmekteydi. Vaskülogenezin ise sadece embriyonik dönemde yeni damar oluşumunu sağladığı sanılmaktaydı. Ancak, Asahara ve Shi Endotel Progenitör Hücrelerin Soyağac Endotel hücrelerin yaşam süreçlerindeki akıbetleri Şekil 1’de gösterilmiştir. Nekroz, kopma ve apoptoz yolu ile damar cidarını açık bırakan endotel hücreleri ya mevcut hücrelerin bölünmesi yolu ile ya da dolaşımdaki öncül hücrelerin yapışması yolu ile bu bölgeyi kapatırlar. Normal şartlarda kanda ml başına 1-3 tane damar duvarından kopmuş endotel hücre bulunur ve bu kopmuş İletişim Bilgileri: Kaya Emerk e-mail: [email protected] Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Biyokimya, İstanbul, Turkey Marmara Medical Journal 2007;20(1);59-65 59 Marmara Medical Journal 2007;20(1);59-65 S. Özgür Tekeli ve ark. Endotel progenitör hücreler endotel hücrelerin yerlerine yenilerinin konulmasına ihtiyaç vardır. Aşırı endotel yapımı ihtiyacı belirdiğinde ise mevcut hücrelerin bölünme hızı yetmez ve dolaşımdan öncül hücreler çağrılır 3. taşınmayan CD133’ün olgunlaşmamış endotel progenitör hücrelerce taşındığının gösterilmesi olmuştur. Endotel progenitör hücreler olgunlaştıkça üzerlerindeki CD133 belirtecini kaybetmekte ve endotel hücrelere dönüşmektedirler 4 (Şekil 2). Endotel progenitör hücrelerin olgunlaşma yönünden hematopoetik kök hücrelerle endotel hücreler arasında bir yerde olduğu bilinmektedir. Endotel progenitör hücreleri, endotel hücrelerle ve hematopoetik kök hücrelerle bir takım ortak hücre yüzey belirteçleri taşımaktadırlar. Yapılan araştırmalarla endotel progenitör hücrelerin endotel hücre belirteç proteini olan VEGFR2’yi ve hematopoetik kök hücre yüzey belirteci olan CD34’ü taşıdıkları gösterilmiştir. Bunun yanında her ne kadar düşük seviyede olsa da endotel hücreleri CD34 belirteci taşıyabildikleri için araştırmacılar endotel progenitör hücrelerin endotel hücrelerden ayrımını yapabilmek amacıyla daha özgün bir yüzey belirteci tanımlamaya ihtiyaç duymuşlardır. Bu amaçla örtüşen en önemli bulgu endotel hücrelerce Endotel progenitör hücreleri tanımlamakta veya daha doğrusu endotel hücreye dönüşme kabiliyeti taşıyan hücreleri tanımlamakta karşılaşılan bir başka zorluk da bu hücrelerin kemik iliğinden başka hangi dokulardan kaynaklandığını ve bunların özelliğini ortaya koymaktır. Yapılan bazı araştırmalar yağ dokusunda ve kalp dokusunda yer alan bazı hücrelerin de endotel hücrelere dönüşebildiğini göstermiştir 5,6. Ancak bu hücrelerin kemik iliğinden mi köken aldığını, yoksa embriyonik gelişimden kalan ve bu dokularda ikamet eden hücreler mi olduklarını henüz bilinmemektedir. Bugünkü bilgilerimizle endotel progenitör hücre primitif hematopoetik kök hücrelerden köken alan ve endotel hücrelere dönüşme kabiliyeti taşıyan hücrelerdir. Şekil 1. Endotel hücrelerin yaşam süreçlerindeki akıbetleri Şekil 1’de gösterilmiştir. Nekroz, kopma ve apoptoz yolu ile damar cidarını açık bırakan endotel hücreleri ya mevcut hücrelerin bölünmesi yolu ile ya da dolaşımdaki öncül hücrelerin yapışması yolu ile bu bölgeyi kapatırlar. Normal şartlarda ml kan başına 1-3 endotel hücre yenilenmesine ihtiyaç vardır. Aşırı endotel yapımı ihtitacı belirdiğinde ise mevcut hücrelerin bölünme hızı yetmez ve dolaşımdan öncül hücreler çağrılır [ F. Dignat-George, J. Sampol Circulating endothelial cells in vascular disorders: new insights into an old concept European Journal Of Haematology, 2000;65:215.] 60 Marmara Medical Journal 2007;20(1);59-65 S. Özgür Tekeli ve ark. Endotel progenitör hücreler restorasyonuna katkıda bulunabilmektedirler (Şekil 3). Endotel progenitör hücreler kemik iliğinin vasküler bölgesinde depolanırlar ve sabit bir hızda dolaşıma katılırlar. Aynı zamanda bu depo ihtiyaç halinde dolaşıma gerektiği kadar endotel progenitör hücre sağlayan bir rezervuar görevi de görür. Endotel progenitör hücrelerin dolaşıma katılmalarını körükleyen bir çok patolojik ve fizyolojik olay mevcuttur. Bu olaylar sırasında ortaya çıkan aracı moleküller kemik iliğini uyararak endotel progenitör hücreleri dolaşıma doğru mobilize ederler. Bu olaylar içinde endotel progenitör hücrelerin dolaşıma katılmalarını arttıran en önemli sebep doku iskemisi ve hasarıdır. Bu patolojilerde hasarlı dokudan salınan medyatörler (ör: VEGF-A, GM-CSF) kemik iliğinin sessiz bölgesinde yer alan endotel progenitör hücre öncüllerini uyararak onların endotel progenitör hücrelere dönüşümünü hızlandırır 8. Kemik iliğinin sessiz bölgesinde oluşan endotel progenitör hücreler çeşitli medyatör ve proteinlerin (ör: NO, matriks metalloproteinaz-9, sKitL) etkisiyle kemik iliğinin vasküler bölgesine geçerek burada çoğalırlar ve dolaşıma katılmak üzere mobilize olurlar 9 (Şekil. 4). Bunların yanı sıra endotel progenitör hücrelerin kemik iliğinden mobilizasyonunda kemik iliği stromal hücrelerinde eksprese edilen endotelyal nitrik oksit sentaz (eNOS) aktivitesinin de etkili olduğu düşünülmektedir10. Şekil 2. Endotel Progenitör Hücrelerin (EPH) kökeni ve farklılaşması. Şemada görüldüğü gibi EPH’ lerin hematopoetik kök hücrelerden ve hematopoetik olmayan kök hücrelerden köken alma ve farklılaşma potansiyelleri bulunmakta [C.Urbich, S. Dimmeler Endothelial Progenitor Cells Circulation Research. 2004;95:343.]. Şekil 3. EPH’ler hem var olan damarın tamirinde hem de yeni damar oluşumunda anahtar role sahipler [C.Urbich, S. Dimmeler Endothelial Progenitor Cells Circulation Research. 2004;95:343.]. Endotel Progenitör Hücrelerin İliğinden Mobilizasyonu Akut vasküler travma olarak tanımlayabileceğimiz koroner arter cerrahisi geçiren hastalarda yapılan araştırmada dolaşıma hızlı fakat geçici bir şekilde endotel progenitör hücre akımı gözlenmiştir. Hasardan 6-12 saat sonra dolaşımda bulunan endotel progenitör hücre sayısı %50 artmış ve 2-3 gün içerisinde bazal düzeylerine dönmüştür. Benzer şekilde plazma VEGF düzeylerinin de yükselmesi VEGF’nin endotel progenitör hücrelerin mobilizasyonunda ve başkalaşmasında anahtar rol alabilme olasılığının yüksek olduğunu göstermiştir 11. Kemik Endotel progenitör hücreler yaşamın postnatal döneminde de var olan mononükleer hücrelerdir. Erişkin sağlıklı vasküler sisteminde endotel hücrelerin bölünme hızları göreceli olarak düşüktür (t½ ~3yıl) 7. Normal koşullarda dolaşımda bulunan endotel progenitör hücreler dolaşımda bulunan tüm hücrelerin ~ %0,01’i kadardır. Sağlıklı bir erişkinde endotel progenitör hücreler belirli oranlarda endotel hücre bütünlüğünün Travmadan başka bölgesel iskeminin de endotel progenitör hücre mobilizasyonunda 61 Marmara Medical Journal 2007;20(1);59-65 S. Özgür Tekeli ve ark. Endotel progenitör hücreler güçlü bir endojen stimulatör olduğu yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur 12. progenitör hücre sayısında veya fonksiyonunda görülen sapmalar bir çok patolojiyle ilişkilendirilmiştir. Kemik iliğinden mobilize olan endotel progenitör hücreler hasarlı dokudan salınan kemotaktik faktörler (VEGF, SDF-1, MCP-1) sayesinde hasarın olduğu bölgeye gelip burada hasarlı damar duvarının tamirinde veya yeni damar oluşumunda görev alırlar13-16 (Şekil 5). Tümöral oluşumlarda indüklenen yeni damar oluşumunda endotel progenitör hücrelerin rolü olduğu kanıtlanmıştır. Asahara ve arkadaşlarının yaptığı bir araştırmada tümörün periferinde bulunan vasküler ağda yoğun miktarlarda endotel progenitör hücrelere rastlanmıştır 17. Bunun yanında tümör gelişiminde endotel progenitör hücrelerin önemli bir role sahip oldukları da gösterilmiştir 18. Bu bulgular araştırmacıları kanserde yeni tedavi yaklaşımları geliştirmeye itmiştir. Vasküler Patolojilerde Endotel Progenitör Hücrelerin Yeri Yeni damar oluşumunda bu kadar önemli role sahip olan endotel progenitör hücrelerin damar hastalıklarında ne tip değişikliklere uğradığı da merak konusu olmuştur. Endotel Şekil 4. Kemik iliğinden endotel progenitör hücrelerin (EPH) mobilizasyonu bir çok faktörle düzenlenen kompleks bir mekanizmadır. Membrana bağlı Kit ligandını (mKitL) çözünür Kit ligandına (sKitL) çeviren matriks metalloproteinaz-9 (MMP-9)’un aktivasyonu bu mekanizmanın erken bir basamağını oluşturur. Daha sonra genel hematopoetik ve anjioblast prekürsör hücrelerinin (hemanjioblast, HABL) de dahil olduğu c-Kit-pozitif kök ve progenitör hücreler kemik iliği mikro ortamında vasküler bölgeye doğru hareket ederler. Bu yer değişikliği hücreleri aktive ederek sessiz haldeki hücreleri çoğalan hücrelere çevirir. Kemik iliğindeki ve sonradan dolaşıma katılan erken EPH’ler CD133/CD34/VEGFR2/CD31/VE-cadherin/von Willebrand faktör(vWf) belirteçlerini taşırlar. Fakat EPH’ler dolaşımda olgunlaştıkça üzerlerindeki CD 133 belirtecini kaybederler [ M. Hristov, W. Erl, P.C. Weber, Endothelial progenitor cells: mobilization, differentiation, and homing Arteriosclerosis, Thrombosis, And Vascular Biology, 2003;23:1185. ]. 62 Marmara Medical Journal 2007;20(1);59-65 S. Özgür Tekeli ve ark. Endotel progenitör hücreler Şekil 5. EPH’ler kemik iliğinden başlayarak fonksiyonlarını yerine getirecekleri bölgeye göç edene kadar bir çok medyatör ile etlkileşime girerler ve bu medyatörler tarafından yönlendirilirler [C.Urbich, S. Dimmeler Endothelial Progenitor Cells Circulation Research. 2004;95:343.]. Dolaşımda bulunan endotel progenitör hücre sayısının azlığı ile kardiyovasküler hastalık gelişimine yol açabilecek endotelyal tamir kapasitesinin düşüklüğü arasında korelasyon bulunmuştur 19. Bir başka araştırmada koroner arter hastalarında endotel progenitör hücre sayısının azaldığı ve göç etme kapasitesinin bozulduğu gösterilmiştir. Endotel progenitör hücrelerde görülen bu patolojik değişikliklerin kardiyovasküler risk faktörleriyle korele olabileceği de 20,21 . Koroner arter söylenmektedir hastalarında gözlenen bu değişikliklerin benzerlerini tip II diyabetli hastalarda da gözlemlemek mümkündür 22. tedavi yöntemlerini artırmada bunun yanında gelişimlerini önlemede önemli bir şans olarak görülmektedir. Yapılan araştırmalarla eritropoetinin ve östrojenin endotel progenitör hücre mobilizasyonuna yol açtığı bunun yanında statinlerin de endotel progenitör hücre çoğalmasını ve göç etme kabiliyetini arttırdığı gözlenmiştir 23-25. Tüm bunlara ek olarak yaşlanmayla birlikte endotel progenitör hücre sayısında ve fonksiyonlarında azalma bir çok kez kanıtlanmıştır 26. Endotel progenitör hücrelerin töropatik olarak kullanılmaya aday olduğu bir başka alan da doku graftlarıdır. Özellikle vasküler graftlarla ilişkili olarak yapılan çalışmalarda endotel progenitör hücrelerin ekildiği vasküler graftların ekilmeyenlere göre daha fazla yüzey endotelizasyonu ve vaskülarizasyon gösterdikleri ve stabilitelerini daha uzun süre korudukları saptanmıştır 30. Endotel Progenitör Hücrelerin Töropatik Kullan m Geçmişte yapılan araştırmalarda kültüre kardiyomiyositlerden oluşan hücre tabakalarının iskemik kalp hastalığında ve kardiyomiyopatilerde kardiyak fonksiyonu İskemi modelleri yaratılan sıçanlarda (arka bacak iskemisi, miyokardiyal iskemi) endotel progenitör hücre transplantasyonu sonrasında transplante edilen endotel progenitör hücrelerin olgun endotel hücrelere dönüşerek iskemi bölgelerinde neovaskülarizasyonu anlamlı derecede artırdığı gözlenmiştir 27,28. Yine sıçanlarda serebrovasküler olayların tedavisi amacıyla kullanılan endotel progenitör hücrelerin yeni damar oluşumuna çok önemli katkılarda bulundukları 29 gösterilmiştir . Günümüzde endotel progenitör hücreler kardiyovasküler hastalıkların ve tümörlerin 63 Marmara Medical Journal 2007;20(1);59-65 S. Özgür Tekeli ve ark. Endotel progenitör hücreler requires MMP-9 mediated release of kit-ligand. Cell 2002; 109: 625–637. artırdığı gösterilmiştir. Endotel progenitör hücrelerin ekleneceği kardiyomiyosit hücre tabakalarının çok daha iyi sonuçlar vereceği düşünülmektedir31,32. 10. Aicher A, Heeschen C, Mildner-Rihm C, et al. Essential role of endothelial nitric oxide synthase for mobilization of stem and progenitor cells. Nat Med 2003; 9: 1370– 1376 Günümüze kadar endotel progenitör hücrelerin tümör anjiogenezinde önemli roller aldıkları bir çok grup tarafından ortaya konmuştur. Bundan yola çıkarak yapılan çalışmalarda da gösterildiği gibi endotel progenitör hücre fonksiyonunun bozulması tümörün gelişimini engelleyebilmektedir. 11. Gill M, Dias S, Hattori K, et al. Vascular trauma induces rapid but transient mobilization of VEGFR2(+) AC133(+) endothelial precursor cells. Circ Res 2001; 88: 167–174. 12. Takahashi T, Kalka C, Masuda H, et al. Ischemia- and cytokine-induced mobilization of bone marrow-derived endothelial progenitor cells for neovascularization. Nat Med 1999; 5: 434–438. SONUÇ 13. Ferrara N. Vascular endothelial growth factor and the regulation of angiogenesis. Rec Prog Horm Res 2000; 55: 15–35. Endotel progenitör hücrelerin postnatal süreçte de fonksiyonlarını devam ettirdiğinin bilgisine ulaşılması ve fonksiyonlarının daha fazla anlaşılması hem birçok patolojik süreci daha iyi algılamamıza neden olmakta hem de günümüzde mortalitenin en sık sebepleri sıralamasında ilk iki sırayı alan kardiyovasküler hastalıkların ve kanserin tedavisinde yeni seçenekler ortaya koymaktadır. 14. Asahara T, Takahashi T, Masuda H, et al.VEGF contributes to postnatal neovascularization by mobilizing bone marrow-derived endothelial progenitor cells. Embo J 1999; 18: 3964–3972. 15. Yamaguchi J, Kusano KF, Masuo O, et al. Stromal cellderived factor-1 effects on ex vivo expanded endothelial progenitor cell recruitment for ischemic neovascularization. Circulation 2003; 107: 1322–1328. 16. Fujiyama S, Amano K, Uehira K, et al. Bone marrow monocyte lineage cells adhere on injured endothelium in a monocyte chemoattractant protein-1- dependent manner and accelerate reendothelialization as endothelial progenitor cells. Circ Res 2003; 93: 980– 989. KAYNAKLAR 1. Asahara T, Murohara T, Sullivan A, et al. Isolation of putative progenitor endothelial cells for angiogenesis. Science 1997; 275: 964–967. 2. Shi Q, Rafii S, Wu MH, et al. Evidence for circulating bone marrow-derived endothelial cells. Blood 1998; 92: 362–367. 3. Dominik B, Peter Ganz Endothelial Function: From Vascular Biology to Clinical Applications. Am J Cardiol 2002; 90(10C): 40-48. 4. Peichev M, Naiyer A J, Pereira D, et al. Expression of VEGFR-2 and AC133 by circulating human CD34(+) cells identifies a population of functional endothelial precursors. Blood 2000; 95: 952–958. 5. Zuk PA, Zhu M, Mizuno H, et al. Multilineage cells from human adipose tissue: implications for cell-based therapies. Tissue Engineering 2001 7: 211–228. 6. Beltrami AP, Barlucchi L, Torella D et al. Adult cardiac stem cells are multipotent and support myocardial regeneration. Cell 2003; 114: 763–776. 7. Schwartz SM, Benditt EP. Clustering of replicating cells in aortic endothelium. Proceedings of the National Academy of Science U.S.A. 1976; 73(2): 651–653. 8. Tepper OM, Sealove BA, Murayama T, Asahara T. Newly emerging concepts in blood vessel growth: recent discovery of endothelial progenitor cells and their function in tissue regeneration. J Med Invest 2003; 51: 353–359. 9. 17. Asahara T, Masuda H, Takahashi T, et al. Bone marrow origin of endothelial progenitor cells responsible for postnatal vasculogenesis in physiological and pathological neovascularization. Circ Res 1999; 85: 221–228. 18. Lyden D, Hattori K, Dias S, et al. Impaired recruitment of bone-marrow-derived endothelial and hematopoietic precursor cells blocks tumor angiogenesis and growth. Nat Med 2001; 7: 1194–1201. 19. Hill JM, Zalos G, Halcox JP, et al. Circulating endothelial progenitor cells, vascular function, and cardiovascular risk. N Eng J Med 2003; 348: 593–600. 20. Vasa M, Fichtlscherer S, Adler K, et al. Increase in circulating endothelial progenitor cells by statin therapy in patients with stable coronary artery disease. Circulation 2001; 103: 2885–2890. 21. Vasa M, Fichtlscherer S, Aicher A, et al. Number and migratory activity of circulating endothelial progenitor cells inversely correlate with riskfactors for coronary artery disease. Circ Res 2001; 89: 1–7. 22. Teper OM, Galiano RD, Capla JM, et al. Human endothelial progenitor cells from type II diabetics exhibit impaired proliferation, adhesion, and incorporation into vascular structures. Circulation 2002; 106: 2781–2786. 23. Heeschen C et al. Erythropoietin is a potent physiologic stimulus for endothelial progenitor cell mobilization. Blood 2003; 102: 1340–1346. Heissig B, Hattori K, Dias S, et al. Recruitment of stem and progenitor cells from the bone marrow niche 24. Iwakura A et al. Estrogen-mediated, endothelial nitric oxide synthase-dependent mobilization of bone marrow- 64 Marmara Medical Journal 2007;20(1);59-65 S. Özgür Tekeli ve ark. Endotel progenitör hücreler derived endothelial progenitor cells contributes to reendothelialization after arterial injury. Circulation 2003; 108: 3115–3121. 29. Zhang ZG, Zhang L, Jiang Q, et al. Bone marrowderived endothelial progenitor cells participate in cerebral neovascularization after focal cerebral ischemia in the adult mouse. Circ Res 2002; 90: 284–288. 25. Llevadot J et al. HMG-CoA reductase inhibitor mobilizes bonemarrow–derived endothelial progenitor cells. J Clin Invest 2001; 108: 399–405. 30. Kaushal S, Amiel GE, Guleserian KJ, et al. Functional small diameter neovessels created using endothelial progenitor cells expanded ex vivo. Nat Med 2001; 7: 1035–1040. 26. Edelberg JM et al. Young adult bone marrow-derived endothelial precursor cells restore aging-impaired cardiac angiogenic function. Circ Res 2002; 90: 89–93. 31. Shimizu T, Yamato M, Isoi Y, et al. Fabrication of pulsatile cardiac tissue grafts using a novel 3dimensional cell sheet manipulation technique and temperature-responsive cell culture surfaces. Circ Res 2002; 90: e40 27. Kalka C, Masuda H, Takahashi T, et al. Transplantation of ex vivo expanded endothelial progenitor cells for therapeutic neovascularization. Proc Natl Acad Sci USA 2000; 97: 3422–3427. 32. Shimizu T, Yamato M, Akutsu T, et al. Electrically communicating three-dimensional cardiac tissue mimic fabricated by layered cultured cardiomyocyte sheets. J Biomed Mater Res 2002; 60: 110–117. 28. Kawamoto A, Gwon HC, Iwaguro H, et al. Therapeutic potential of ex vivo expanded endothelial progenitor cells for myocardial ischemia. Circulation 2001; 103: 634–637. 65