Türkiye`de kadın futbolu

Transkript

Türkiye`de kadın futbolu
06MART2
01
5-SAYI
1
67
L
e
y
l
Öz
t
ür
Pı
nar
Be
kb
ö
l
e
Onl
ari
de
al
l
e
r,
ç
al
ı
s
kanl
ı
kl
ar
ı
v
c
e
s
ar
e
t
l
e
r
i
y
l t
b
o
l
d
i
l
kl
e
rd b
as
ar
dı
.
Onl
ar
ıhe
p
s
b
i
r
e
rkahr
ama!
L
al
Or
t
Bi
l
gi
Dee
r
l
Kahr
amanl
ar
Yayın Koordinatörü
Kahramanlar
İlker Yılmaz
Hayatım Futbol bizler için özgür bir medya. Okuyucu sayısından ve
kazancından çok neler verebileceğimize odaklanıyoruz. Dolayısıyla
bu kaygılarımız olmadan daha özgür bir çalışma ortamına sahip
olduğumuzu söyleyebilirim. Maalesef bu günlerde kadınlar hakkında
çok üzücü haberler okuduk. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde de buna
odaklanmak istedik. 2 sene önce yaptığımız sayıda 8 kadına yazı
yazdırmıştık. Bu kez ise futbol ortamındaki kadınların başarı hikâyelerini
ele almak istedik. Gazete ilanıyla takım kurup antrenörlük yapan ilk kadın
olan Leyla Öztürk, Şampiyonlar Ligi finali yöneten ilk Türk hakem Lale
Orta, tamamen kendi imkanlarıyla yurt dışına transfer olmayı başaran
milli takımımızın kaptanı Bilgin Defterli ve hem görsel hem de basılı
medyada her geçen gün yaptığı işlerle takdir toplayan Pınar Bekbölet
kısıtlı zamanlarından bizlere vakit ayırarak başarı hikâyelerini anlattı.
Bunun yanında attığı golle Ballon d’Or’da Puskas Ödülü’nde ikincilik
derecesini kazanarak hayatı bir anda değişen Stephanie Roche’yi kaleme
aldık. Onların yaptıkları alkışlanarak geçiştirilecek başarılar değil. Onlar
önlerine çıkan fırsatları tüm engellere rağmen aşmış ve yapılamaz
denileni yapmış kadınlar. Tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü
kutlu olsun.
Yazarlar
Aslıhan Karlıdağ
Barış Görgeç
Emre Gürkaynak
Sercan Ergün
Tuğba Yerliyurt Miroğlu
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#167 BU SAYIDA
Leyla Öztürk
Antrenör, futbolcu, yönetici… İlklerin kadını
Lale Orta
Türk futbolunun elit kadını
Bilgin Defterli
Türk futbolun batıya açılan yüzü
Pınar Bekbölet
Anlatıyor, yorumluyor, yazıyor. On parmağında on marifet
Stephanie Roche
2014’ün en güzel ikinci golünü kaydeden yıldız
Tribünden Sahaya: Kadın Futbolu
Türkiye, Avrupa ve Dünya’da kadın futbolunun geldiği yer
Şiddetin İki Odağı
Türkiye’de futbol ve kadının benzeştiği nokta: Şiddet
Parma’nın Çöküşü
Endüstriyel futbolun en acı yönü. Yüzbinlerce taraftarınız
var birilerinin elinde eriyorsunuz
İlker Yılmaz
iLKLERiN
KADINI
Modern Olimpiyatların kurucusu
Pierre de Coubertin, “Hayattaki en
önemli şey zafer değil, yarıştır. Esas
olan kazanmak değil, iyi savaşmış
olmaktır” der. Leyla Öztürk ise bu
sözün vücut bulmuş hali. Belki
zaferler elde edemedi ama yarıştı,
savaştı, birçok ilke imza attı.
Kadınların spor yapmasına karşı
olan Coubertin’i bile yanıltacak bir
hikâyenin içerisinde hâlâ
Röportaj HF167
Leyla Öztürk ismine ilk kez iki yıl önce rastlamıştık.
Biraz araştırdığımızda öğrendiklerimiz bizi oldukça
etkilemişti. leylaozturk.blogspot.com.tr’de onun
hakkındaki satır başlarına baktığınızda aynı şeyleri
siz de düşüneceksiniz. Bulduğumuz mail adresine
bir posta göndermiştim. 3-4 gün sonra telefonum
çaldığında karşıdaki ses adının Leyla Öztürk
olduğunu söylüyordu. Gayrettepe’de keşmekeş
bir İstanbul akşamında açtığım telefonda sadece
tanışmakla yetinebilmiştim. Gerek benim iş
yoğunluğum gerek de derginin çıkmasına birkaç
gün kalması röportajı çok zor bir hale getirmişti
ve yapamamıştık. Fakat iki yıldan beri de Leyla
Öztürk ismi kafamdan silinmedi: “Böyle biri var ve
zamanı gelince çok güzel bir iş yapabiliriz.” Bu kez
kesinlikle röportajı yapmalıydım. Tekrar hakkında
araştırmaya giriştim, tekrar mail adresini buldum
ve postaladım. Ertesin gün ise telefonumda bir
mesaj, “İlker Bey merhaba. Mailinizi aldım ancak
ulaşamadım. Müsait olduğunuzda ararsanız
görüşebiliriz. İyi çalışmalar dileğimle, selam ve
sevgiler. Leyla Öztürk.” Akşama doğru aradım ve
bu kez sözleşmeyi başardık; Salı günü uygun bir
yerde, uygun bir saatte… Salı günü öğleden önce
aradım, kendisi Maltepe’de ya da Kadıköy’de
buluşabileceğimizi söyledi. Açıkçası kat edeceğim
yolu düşündüğümde Kadıköy bana çok uygundu
ama Leyla Hanımın ses tonundan “Maltepe’de
yapalım” isteğini anlıyordum. Verdim kendimi
yollara, 2 saat sonra Maltepe Stadı’na geldim.
Benden 3 dakika sonra da Leyla Hanım geldi.
Ufak bir Beşçeşmeler turunun ardından meydana
geldik. Yağmur ve hafta içi olmasından mütevellit
pek de kalabalık değildi ama meydan buram
buram samimiyet kokuyordu. Leyla Hanım’ın
neden Kadıköy’de her iki tarafın da kendini
deplasmanda hissedeceği tarafsız bir saha
seçmediğini, ev sahibi olup, misafiri de evinde gibi
hissettirmek istediğini şimdi daha iyi anlıyordum.
Kafelerden birine oturduk…
İzin isteyerek ses kayıt cihazını açtım ama
konuştuklarımızı harfiyen yazmayacağımı, sadece
bu kaydı dinleyip aklımdakileri not edeceğimi
belirttim. Soru-cevap, soru-cevap röportaj benim
pek hoşuma gitmiyor. Söyleşilerde amacım
sohbet etmek, altı çizili yerleri buraya taşımak.
Leyla Hanım da bunu duyunca bir “Evet ya”
deyiverdi. Konuşmamız samimiyet konusuyla
başladı: “Ben sosyal medyaya alışamadım.
Twitter ve Facebook hesaplarım var ama pek vakit
geçirmiyorum. Twitter’da sadece gündemi takip
ediyorum. İnsanlar dostluklarını ve arkadaşlıklarını
internet üzerinden kurmaya başladı. Görmeden,
hissetmeden nasıl samimi olabilirsin ki? Oysa
hayat dışarıda. Hayat kısa ve dolu dolu yaşamak
gerek.” Kesinlikle haksız değil, onaylıyorum hatta
ve ekliyorum; Cep telefonlarının kolay mesajlaşma
teknolojileri de insanları aslında yakınlaştırırken bir
bakıma da samimiyetsizleştirmiyor mu sizce de?
Futbola geçiyoruz sonra. Soruyorum: “Artık birçok
hanım futbola ilgi duyuyor. Bir kısmı maçlara
gidiyor, tribün gruplarında aktif rol üstleniyor,
yazılar yazıyor, yorumlar yapıyor, bir kısmı
futbol oynuyor. Ama hiç kimse takım kurmayı
düşünmüyor. Bu çok ütopik bir şey. Siz neden bir
futbol takımı kurdunuz?” “Futbola meraklıydım
ve çocukken sokakta zaten oynuyordum. İzmir’de
yetiştim ve orada kadın takımları da vardı o
dönemler. Fakat ailem sıcak bakmadı. Annem
demokrat, babam ise despot biriydi. O dönem
de kız takımlarında bazı magazinsel olaylar
oluyordu. Pek tabi ki istemediler. Ben ise içimde
bulunan futbol oynama isteğime bir çözüm
arayışındaydım. Yeni Asır gazetesine ilan vererek
bir takım oluşturmak istedim. 80 kişi başvurdu.
Tüm adaylarla görüştüm. İçinde sadece futbol
oynamak olan ve aileleriyle görüşmeye gelen 15
kişiyle takımımızı oluşturduk. Altay’ın renklerinden
de esinlenerek takıma Beyaz Siyah Tay yani Besitay
adını verdik.” 21 yaşındaki Leyla takım arkadaşlarını
bulmuştu. “Bunu yaparken ailem çok destek oldu.
Ama onlardan sonra da medya. Gerçekten büyük
destek gördüm medyadan” diyor Leyla Öztürk.
Fotospor gazetesi bir de haber yapıyor onu ve
takımını. Ardından büyükler devreye giriyor, TFF
de destek veriyor bu oluşuma. Takımın hem
kuruculuğunu hem antrenörlüğünü hem de
oyunculuğunu üstlenen Leyla Hanım öyle güzel bir
takım kuruyor, öyle güzel oyunculara sahip oluyor
ki ileride kendisini kadroya bile yazamıyor; “İçimde
futbol oynama isteği vardı, oynuyordum da ama
arkadaşlarım o kadar iyiydi ki onların lisansı çıkana
kadar takımda oynayabildim, sonra kendimi yedeğe
aldım” diyor.
1992’de kendi imkânlarıyla takım kuran Leyla
Öztürk, Altay’da çalışıyor, İzmir Öztürkspor’u
kuruyor, İzmir dışına çıkıyor Gemlik Zeytinspor
Kadın Futbol Takımı’nın ve U19 kadın Milli
Takımı’nın yardımcı antrenörlüğünü üstleniyor.
İstanbul’a geliyor, Maltepe’ye yerleşiyor.
Zeytinburnuspor, Maltepe Yalı Spor, İstanbul
Kemah Spor, Maltepe Gençlik Spor ve
Başıbüyükspor’da görevler üstleniyor. İstanbul’a
dışarıdan gelen birçok kişi uyum sürecindeki en
büyük sıkıntısını İstanbul’un samimiyetsiz ve
soğuk insanlarına bağlıyor. Evet, biz İstanbullular
biraz soğuğuz birbirimize. Güven eksikliği
yaşıyoruz. Çok da kolay dostluklar kuramıyoruz.
Fakat Leyla Hanım İstanbul’da aradığı ortamı
kolay bulanlardan. Maltepe Beşçeşmeler’de çok
mutlu. Buranın sıcaklığını ve samimiyetini seviyor.
Belki de saatlerce yol tepmek zorunda kaldığı
Zeytinburnuspor’da çalışırken yaptığı işten keyif
aldığı kadar Beşçeşmeler semtinin sıcaklığı da ona
yardımcı oluyor. “Maltepe’den, Zeytinburnu’na…
Çok uzun bir yol, nasıl gidip geliyordunuz. Zor
olmuyor muydu?” diye soruyorum: “Çok uzun bir
yol tabi. 2 tren bir vapur yolculuğu. Ama insan işini
sevince bunlara katlanıyor. Hiç şikâyet etmedim”
diyor.
Sadece futbol oynamak isteyen Leyla Öztürk
zamanla futbolun yönetimsel bir parçası da oluyor.
Aslında muhasebe okumuş, yapmak istediği
meslek de havacı olmakmış. Aklında futbolun bir
parçası olmak hiç de yokmuş. “Kadınlar kendilerini
keşfedecek özgüvene sahip olamayabiliyorlar”
diyor: “Sadece futbol oynamak istiyordum.
İçimdeki bastırılmış bu duyguyu dışarı çıkarmak
için çok istekliydim ve sonra kendimi buldum.”
İyi ki de futbolun bir parçası olmuş. 1992’den bu
yana antrenörlük eğitimlerine, seminerlerine,
kurslarına büyük bir istekle katılıyor. O zamanlar
şimdiki gibi bilişim gelişmiş değil, internetten
antrenman metotları öğrenemiyor. Kendisine
yardım eden birileri de yok. Televizyonda gördüğü
futbol tekniklerini topuyla kendi bahçesinde
yapmaya çalışıyor. Birçok şeyi kendi çabalarıyla
öğreniyor, uyguluyor, öğretiyor. “Antrenörlük lisansı
almak için başvurdum fakat alamayacaklarını
söylediler. Talimatnamede kadınların lisans
almasına dair bir madde yokmuş. Talimatnameyi
okudum, antrenörlük için gerekli şartlara baktım.
Talimatnamede kadın-erkek ayrımı yazmıyordu.
Tüm şartlar benim de antrenörlük yapmam için
geçerliydi. Fakat o zamana kadar hiçbir kadın
antrenör olmak istememiş ki… Zar zor kendimi
kabul ettirdim. Bunun mücadelesini verdim. Sadece
antrenörlükte değil, her türlü yönetimsel oluşumda.
Yıllarca ‘tırnaklarımla kazıyarak’ deyimi az gelir,
kazıya kazıya tırnaklarımı kanatarak bir şeyler
başarmaya çalıştım.”
Artık eğitimlere gitmiyor. Çünkü bir şeyler
öğrenemediğini söylüyor, eğitim eksikliğinden
dem vuruyor. Elindeki B lisans Leyla Hanım’a
yetiyor. Daha üst lisanslar da alabilir ama tercih
etmiyor. TFF’nin düzenlediği son antrenör gelişim
seminerine gitmemiş. Davetiye mi gelmedi diye
soruyorum: “Hayır, davetiye geldi. Gelmeseydi de
her halükarda gider, oraya mutlaka girerdim. Ama
gitmek istemedim. Çünkü seminerlerin eğitici bir
tarafı kalmadı artık. Futbol Gelişim Direktörlüğüne
gelen herkes yapıyı değiştiriyor. Hala bir politikamız
yok. TÜFAD’a üye (Türkiye Futbol Antrenörleri
Derneği) 18 binden fazla antrenörümüz var. Bu sayı
yeterli ama yeterli eğitimi veremiyoruz maalesef.
Dolayısıyla iyi eğitimli futbolcu da yetiştiremiyoruz.”
Eğitimli antrenör ve eğitimli futbolcu… Bu sözleri
sadece Leyla Öztürk Hoca’dan duymuyorum.
Benzer şeyleri Önder Özen Hoca da muhabbet
ederken dile getirmişti. Tescillenmeye aday bir
sorun, kabul etmemizde sakıncası yok. Leyla
Hoca’nın söylediklerine kulak kabartmak lazım.
Çünkü kendisi sadece antrenörlük yapmadı.
Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği Şube ve Genel
Merkezi’nde delegelik, Türkiye Futbol Antrenörleri
Derneği Yönetim Kurulu Asil Üyeliği ve Türkiye
Futbol Antrenörleri Derneği bünyesinde Kadın
Futbol Koordinatörlüğü’nün kuruculuğunu da
yapmış birisi. Bu görevleri üstlenen ilk ‘kadın’
olması ise ayrıntı.
Peki, sahadaki, soyunma odasındaki Leyla Öztürk
nasıldı. Despot muydu, yoksa anacan bir yapısı mı
vardı: “Altay’da çalışırken adım ‘Despot Leyla’ya
çıkmıştı. Despot değilim aslında. Disiplinli diyebiliriz
buna. Çünkü oyuncuya kendinizi dinletmeniz lazım.
Soyunma odasında herkesin gözlerime bakmasını
isterim. Maçın atmosferine girmeliler. Öyle
disiplinliyimdir ki takımın en iyi oyuncusu 5 dakika
geç kalsın kadroya almam. Kimseye ayrımcılık
yapmam. Ama ertesin gün gider gönlünü de alırım,
sarılırım. Yaşları benden büyük de olsa hepsini
evladım olarak görürdüm. Erkek takımlarının
giyinme süreleri vardır. Süre dolunca soyunma
odasına girerim hepsi giyinmiş, beni bekliyor olur.”
Soruyu sorarken despot olmasını umuyordum
ama verdiği cevapla öyle olmadığını kanıtladı bana
karşı. Disiplinli olduğu ise kesin. Söyleşinin hemen
hemen tamamında güler yüzlü olan kadın bunları
anlatırken çok ciddiydi.
Kadın futbolcular ile erkek futbolcular arasındaki
farkı (fizik dışında) merak etmişimdir her zaman.
Karşımda bu soruyu cevaplayabilecek en yetkili kişi
duruyordu belki de: “Kızlar daha duygusal tabi ki.
Onları maçlara motive etmek için çok daha fazla
çaba harcayabiliyoruz. Saha içerisinde de koptukları
dönemler olabiliyor. Gol yediklerinden çabuk
toparlanamıyorlar. Erkekler ise kötü durumlarda
daha çabuk toparlıyor. Daha fazla maçın içindeler
ve başka şeyleri daha az düşünüyorlar.”
Leyla Öztürk’ün CV’sine baktığımızda birçok
kulüpte antrenörlük, yöneticilik yaptığını,
derneklerde aktif görev aldığını görüyoruz. İş
bulma konusunda bir sıkıntısı yok. Her zaman
futbolun içerisinde kendine bir yer edinebilecek
donanıma sahip. Yurt dışından da teklifler almış
ama değerlendirememiş. Samoa Adaları’ndan
gelen teklifi sağlık sorunları nedeniyle,
Özbekistan’dan gelen kadın futbolu inşası teklifini
ise yanına yardımcılarını alamayacağı
için reddetmiş.
Leyla Öztürk. 44 yaşında. Her sabah kahvaltıdan
önce mutlaka Türk kahvesi içiyor. PTT 1. Lig’i ve
La Liga’yı izliyor. Beşçeşmeler Meydan’da vakit
geçirmeyi, çay, kahve içmeyi, muhabbet etmeyi,
okey oynamayı seviyor. Yurt dışına gitmeyi, orada
öğrenmeyi, burada öğretmeyi istiyor. İdealist,
cesur, disiplinli, çalışkan, güler yüzlü, zarif ve kibar.
Antrenmandan eve spor değil, topuklu ayakkabıyla
dönüyor. Futbol antrenörü ve yöneticisi. Aynı
zamanda kadın. Birçok ilke imza attı, hiç biri de
kolay değildi.
Aslıhan Karlıdağ
Röportaj HF167
TÜRK FUTBOLUNUN ELiT KADINI
Antrenörlük diplomasını ilk alan oydu. Ama hakemlikte öyle yetenekliydi ki bir daha
o formayı sırtından çıkarmadı. Biz değerini pek bilmesek de UEFA biliyordu
Orta okuldaydım... Lale Orta, o zamanlarki
adıyla Türkiye 1. Futbol Ligi’nde maç yöneten
ilk ve tek kadın hakemdi. Zamanla ligdeki kadın
hakem sayısının artacağını düşünmüştüm. Ama
maalesef pek öyle olmadı. Türkiye bu konuda
sınıfta kalmıştı ama Lale Hoca’nın başarıları
Türkiye sınırını çoktan aşmıştı. FIFA kokartı takan
ilk kadın Türk hakemi oldu, UEFA elit hakemler
kategorisine yükseldi. UEFA Kadınlar Şampiyonlar
Ligi final maçını yönetti. Biz de 8 Mart Dünya
Kadınlar Günü’ne ithafen Türk futbolundaki en
başarılı kadınlardan biri olan Lale Orta’yla başarının
sırlarını ve Türk futbolunu konuştuk.
O günlerde spor akademilerinin futbol branşlarına
kız öğrenciler alınmıyordu. Benim bu kurslarda
gösterdiğim mücadele ve başarılardan sonra
futbol branşlarına, kız öğrencileri almaya
başladılar.
Bize biraz kendinizden söz eder misiniz? Biz
sizi hep hakem olarak tanıdık. Lale Orta kimdir,
futbolla ilk tanışması ne zaman ve nasıl oldu?
UEFA A lisansına sahip olmanıza rağmen teknik
direktörlük yerine hakem olmayı tercih ettiniz.
Hakemliği tercih etmenizdeki sebep neydi?
Türkiye’de kadın futbolunun temellerini, 1973–
1988 yılları arasında, Anadolu’yu adım adım
dolaşıp maçlar yaparak attık.
1986 yılında, antrenör olmak ve diplomayı almak
için 3 maçta hakem, 5 maçta da yardımcı hakem
olarak maç yönetmek gerekiyordu. Hakemliğe;
yönetmelikler gereği zorunlu olarak başladım.
Hatta; 8 maç için bu kadar masraf da yapılır
mı diyerek, hakemlik kıyafetlerini de söylene
söylene almıştım. Bu süreçte beni izleyen
hakem ve gözlemci hocalarım hakem olarak çok
başarılı olduğumu ve kesinlikle devam ettirmem
gerektiğini söylediler. Hiç aklımdan geçmeyen bir
durumla karşı karşıya kalmıştım… Kurallara bağlı
olarak yönettiğim maçlar, dağıttığım adalet ve
uygulamalarım, kişilik özelliklerim ve karakter
yapımla özdeşleşmişti… Başarılı olacağıma olan
inancım ve azmim beni daha büyük yönetsel bir
organizasyona yönlendirmiş oldu…
1985 yılında Türkiye Futbol Federasyonu’nun
açmış olduğu antrenörlük kurslarına (C
Monitör, kaleci antrenörlüğü, B ve UEFA A)
katılarak Türkiye’nin ilk kadın futbol antrenörü
diplomalarına sahip oldum. Amatör futbol
altyapılarından, kadın milli takım antrenörlüğüne
kadar çeşitli görevlerde bulundum.
Hakemliğe 1986 yılında başladım ve tam 20 yıl
boyunca bir kadın hakem olarak, Türk Futboluna
ve hakemliğine hizmet ettim.
Marmara Üniversitesi’nin işletme bölümünü
bitirerek, yüksek lisansımı ve doktoramı, Spor
Yönetimi üzerine yaptım.
O dönemki adıyla Türkiye Erkekler 1. Futbol
Ligi’nde birçok maç yönettiniz. Oyuncuların ve
kulüplerin sizi kabullenmesi zor olmadı mı?
Bir işte başarılı olduğunuzu kanıtlayana kadar
çevrenizle mücadele ederek kendinizi kanıtlamak
zorunda kalabiliyorsunuz. Yaptığınız işi en iyi
şekilde yapmaya çalıştığınızı anladıklarında
ise, karşınızda yer alanlar yanınızda yer almaya
başlayabiliyor. Özellikle 1990 yılı, Türkiye Birinci
Ligi’nde (Süper Lig) Galatasaray-Sarıyer maçında
görev yapmam, başarılı olmam, cinsiyetin
hakemlik üzerinde etkisinin olmadığının
anlaşılmasını ve de tüm kamuoyu tarafından
kadın hakemliğin kabul görmesini sağladı. O
maç; kadın hakemliğin kamuoyu tarafından fark
edilmesini, kadınların en üst düzeyde hakemlik
yapabilirliğini ve genç kızlarımızın hakemliğe
yönelmesini sağlamıştır. Sahaya çıkarken
arkadaşlarına dönerek “Maçta hakemlere karşı
en ufak bir itiraz istemiyorum” diyen Galatasaray
Spor Kulübü Kaptanı Sayın Cüneyt Tanman başta
olmak üzere, o maçta görev alan her iki takım
futbolcuları, teknik kadroları, seyirciler ve spor
medyasının bana olan yaklaşımı, tüm Türkiye’de
daha kolay kabul görmemi sağladı. Bana o maçta
görev veren Türkiye Futbol Federasyonu ve
dönemin Merkez Hakem Kurulu’na, Sayın Güngör
Tuncel’e ve maçın hakemi Sayın Ergül Yücedağ’a
sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
MHK için de maço tabirini kullansak sanırım
yanılmış olmayız. MHK’nin size yaklaşımı
nasıldı?
Yaşam felsefem, olimpiyatların mottosu gibi
“Daha hızlı, daha yüksek ve daha güçlü” olduğu
için, hakemlik yaptığım zaman da hep yukarıları
hedefledim. Benimle düşünsel platformda aynı
hızda koşamayan ve de içinde bulunduğumuz
küresel dünyadaki gelişmelere ayak uyduramayan
Merkez Hakem Kurulları oldu ne yazık ki. Bunun
sonucu olarak da, hak ettiğim yere, beraber
çalıştığım arkadaşlarımdan ancak yıllar sonra
ulaşabildim. Beni değerlendirebilen, ayrımcılık
yapmadan destek veren yöneticilerinizin az olması,
en büyük engellerden biriydi. Kadın hakemliğin
gelişiminden ve çoğalmasından öylesine rahatsız
olanlar da oldu ki bir dönem kadın hakemlerin
aday hakem kurslarına alınmasını yasakladılar.
Kadın olduğum için benimle maça gitmeyi
istemeyen erkek(!) hakemler de oldu. Bir maç
tebligatımı aldıktan sonra, bir Merkez Hakem
Kurulu üyesi “Maç çok zor olduğundan bu maçı
sizden almak zorundayım” dedi. Hâlbuki o maçı
veren de kendisiydi… Kadınlar için görünmeyen
‘cam tavanlar’ her yerde olduğu gibi, hakemlik
müessesesinde de var ne yazık ki… Halbuki Ulu
Önderimiz Atatürk: “Kadınlarına değer vermeyen
hiçbir ulus kalkınamaz!...” demiştir.
Tüm bu zorluklara karşı, benim mücadelemi
anlayan, destekleyen, yüreklendiren, kadın erkek
eşitliğine inanan Merkez Hakem Kurulları ile de
birçok ilkleri gerçekleştirmiş olduk.
Kadınları daha çok yan hakem olarak görüyoruz.
Siz hem orta hakemlik hem de yan hakemlik
yaptınız. Erkekler liginde orta hakem olarak
sizden sonra başka kadın hakem göremedik. Siz
bunu nasıl başardınız?
Hiç kolay olmadı… Hedeflerime ulaşabilmem için
stratejik planlamamı yaparak, zihinsel, düşünsel,
fiziksel, ruhsal ve eğitsel çalışmalarla mücadelemi
bilinçli bir şekilde sürdürdüm. Yılmamak,
vazgeçmemek, mücadele etmek, ayakta kalmak
ve de ısrarcı olmak çok önemli.
Ne yazık ki Merkez Hakem Kurulları tarafından
kadın hakemler için ayrımcı politikalar hala devam
ediyor. Kadın hakemlerimiz verdikleri emeklerinin
karşılığını alamadıkları için de umutlarını
kaybediyorlar ve yavaş yavaş mücadelelerinden
vazgeçebiliyorlar.
Türkiye’de FIFA kokartı alan ilk kadın hakem
siz oldunuz. Daha sonra UEFA Elit Hakemler
kategorsine yükleldiniz. FIFA kokartına uzanan
başarı hikâyenizi bize anlatır mısınız?
Size bir masal anlatmak istiyorum. Adı: Kurbağa
Misali...
Günlerden birgün kurbağa yarışı düzenlenmiş!!!
Hedef yüksek bir kulenin tepesiymiş...
Kalabalık onları görmek ve alkışlamak için
toplanmış.
Yarış başlamış. Aslında kimse onların tepeye
varacaklarına inanmıyormuş...
Ve şöyle konuşuyorlarmış aralarında ;
« boşuna !!! nasıl olsa başaramayacaklar... »
Kurbağalar yavaş yavaş cesaretlerini kaybetmeye
başlamışlar
Yalnız bir tanesi bütün gücüyle tırmanmaya
devam ediyormuş...
« Hakikaten yazık!!! Nasıl olsa tepeye
varamayacaklar!.. »
Ve kurbağalar yenilgiyi kabullenmek zorunda
kalmışlar... Bir tanesi hariç! O, bütün koşullara
rağmen devam ediyormuş...
Sonuçta, o bir tanesi hariç, hepsi yarışı terk
etmişler... O ise kulenin tepesine tek başına
çıkabilmiş...
Herkes şaşkınlık içinde bunu nasıl başardığını
merak etmiş!
İçlerinden bir tanesi ona yaklaşıp bu yarışı nasıl
tamamladığını sormuş...
Ve görmüş ki.......
O sağırmış!!!
İşte bu benim hakemlik masalım. Negatif
duygu, düşünce ve uygulama içinde olanlarla
yaşamım boyunca mücadele ederek, yüreğimde
taşıdığım en güzel umutlarımı hiçbir zaman yok
ettirmedim ve her zaman pozitif düşünerek
amaçlarıma ilerledim ve de çok çalışarak onları
gerçekleştirdim…
Kadınlar Şampiyonlar Ligi finali yönettiniz.
Sanırım bir hakemin kariyerindeki en özel
maçlardan biridir Şampiyonlar Ligi finali. O
maçın atmosferini bize anlatır mısınız?
2005 yılında Almanya’nın Turbine Potsdam ile
İsveç’in Djurgarden takımları arasında oynanan
UEFA Kupası Kadınlar Final maçını yöneterek,
hakemlik hizmetimi onur ve gururunu yaşadım.
Yardımcı hakemlerim Seçim Demirel ve Kadriye
Gökçek’ti. O gün arkadaşlarımla birlikte tarih
yazdığımızın farkındaydık. Başımız dik sahaya
çıktık ve çok başarılı bir performans sergiledik. O
maç, uluslararası arenada verilen 11 yıllık çabanın
sonunda elde edilmiş çok büyük bir başarıydı…
TFF delege olma talebinizi Şampiyonlar Ligi
maçı yönetmediğiniz gerekçesiyle reddetmişti.
Oysa ki final dahil toplamda 15 Şampiyonlar Ligi
maçı yönetmiştiniz. Bu konudaki görüşlerinizi
alabilir miyim?
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilk
maddesinde; tüm insanların cins farkı
gözetilmeksizin eşit olduğu belirtilir. Aynı şekilde
1982 Anayasası’nın 10. maddesinde de herkesin
cins farkı olmaksızın yasa önünde eşit olduğunu
hükme bağlamıştır.
Türkiye Futbol Federasyonu da kendi
yönetmeliğine uygun davranmamaktadır. TFF,
yönetmeliğinin 3. maddesine göre: “her konuda
tarafsız olmalı ve cinsler arasında ayrımcılık
yapmamalıdır”. Önümüzdeki TFF seçimlerinde
haksızlık düzeltilmezse, hakkımı Anayasa
Mahkemesi’nde arayacağım.
Tüm karar alıcıları erkek olan ataerkilliğin
köklerine işlemiş küfürlerin bağlaç olarak lanse
edildiği bu toplumda sadece kadınların yer aldığı
bir yönetime ne derdiniz? Sizce sadece kadınlar
futbolu yönetebilir mi, buna gönülden inanıyor
musunuz?
Kadınlar her alanda çok başarılı olurlar ama
benim felsefem kadın ve erkek eşitliği üzerine
kurulmuştur. Kadın-erkek eşitliği herkes için
temel bir hak ve demokrasi için gerekli bir değer
niteliğindedir. Bu hakkın hayata geçirilmesi için
kanunen tanınmasının yanı sıra yaşamın her
alanında -politik, ekonomik, sosyal, kültürel
ve sporda- etkili uygulanmasına ihtiyaç vardır.
Bu hakkın resmen tanındığı sayısız örneğe ve
kaydedilen ilerlemeye rağmen günlük yaşamda
kadın erkek eşitliği halen gerçekleşmemiştir.
Kadınlar ve erkekler uygulamada aynı haklardan
yararlanamamaktadır. Sosyal, politik, ekonomik,
kültürel ve spordaki eşitsizlikler devam
etmektedir.
Gerçek kadın-erkek eşitliği spor için de temel bir
meseledir. Yalnızca kadınların yer aldığı yönetimler
yerine, karar alma süreçlerinin tüm aşamalarında
kadınların ve erkeklerin dengeli katılımını ve
temsilini sağlamak isterim.
Türkiye liglerinde bugüne kadar verilen hangi
tartışmalı kararı kesinlikle kaçırmazdınız?
Futbolda gol yemeyen kaleci nasıl yoksa hatalı
karar vermeyen hakem de yoktur.
Ülke futbolunda elinizde olsa hangi uygulamayı
değiştirirdiniz?
Öncelikli olarak Türkiye Futbol Federasyonu’nun
Genel Kurul Delege yapısını değiştirmek isterdim.
Delegelerin yüzde 87’sini kulüp yöneticileri
oluşturmaktadır. Türkiye’de spor kulüplerinin
yönetici profilleri tartışılırken ve kulüplere
yönetici olmak için hiçbir ölçüt getirilmezken
Türk futbolunu temsil etme hakkının yüzde
87’si bu gruba verilmiştir. Futbolun en önemli
unsurları olan futbolcuların, hakemlerin ve
antrenörlerin Genel Kurul’da yalnızca 18 oy hakları
bulunmaktadır. Bu da delege sayısının yüzde
6’sına denk gelmektedir. Futbolcu olmadan bir
futbol maçının oynanması, hakem olmadan da
bir futbol maçının resmiyet kazanması mümkün
değilken, futbolun gerçek emekçisi antrenörleriyle
birlikte, Türk futbolunun en üst yönetim
organında yalnızca yüzde 6 oranında temsil
hakkının verilmesi Türk futbolunun çelişkisidir.
Dünya futbolundaki 3 kuralı
değiştirmek istese neyi
değiştirirdiniz?
Amatör futbolun ve profesyonel
futbolun kurallarını ayrı
yazardım.
Amatör futbolu daha
eğlenceli hale getirirdim.
Kadın ve erkek karma
takımlardan oluşan bir
lig kurardım.
CHP’den milletvekili
adayı oldunuz.
Futbolun içinden gelip
politikaya atılan ilk
kadın ünvanı da sizde
sanırım. Politikayı
atılmayı neden tercih
ettiniz?
Ülkemizde kadın
sporunun erkek sporu ile
paralel şekilde gelişiminin
sağlanması için öncelikle
spor kültürünü topluma
yaymak, sporu temel
eğitimin vazgeçilmez
parçası haline getirmek,
spor yapmanın her Türk
vatandaşının temel
bir hakkı olduğunu
vurgulamak ve en
önemlisi de erkekler için
yapılan her türlü spor
aktivitesi, organizasyonu
ve etkinliğini kadınlar için de yapılmasını
sağlayabilmek, sporu, yaşayarak yaşatacak
olan ve gelecek sağlıklı kuşakları yetiştirecek
olan kadınlarımızın topluma katacağı tüm
değer ve katkılarının anlaşılması ve anlatılması
gerekmektedir.
Hem spordan gelen hem de akademisyen biri
olarak tüm bu sorunları çözebilecek projeleri
uygulamak için politikaya atılmak istedim.
Son olarak 8 Mart Dünya Kadınlar günü
vesilesiyle iletmek istediğiniz bir mesaj
var mı?
Kadınlar, tarih boyunca cinsiyet
ayırımcılığı ve eşitsizliklerle
karşılaşmışlar, erkeklere göre daha
az hakka sahip olmuşlar ve
erkeklerden daha düşük
statüde görülmüşlerdir.
Birleşmiş Milletlerce
1979’da kabul edilen
“Kadınlara Karşı Her
Türlü Ayrımcılığın
Önlenmesi
Sözleşmesi
CEDAW’a göre;
kadınlara, spor
ve beden eğitimi
faaliyetlerine aktif olarak
katılmaları için erkeklerle
eşit fırsatlar tanınması
şeklinde düzenlenmiştir.
Çağdaş yaşamın gereği olarak
bilimde, sanatta, eğitimde,
sağlıkta, sporda vb. yaşamı
kucaklayan her alanda, toplumu
daha bilgili, daha medeni, daha
sağlıklı bir şekilde ileriye götürecek
olanlar bu ülkenin kadınları ve
erkekleridir.
Kadınına gerekli ve yeterli önemi
vermeyen hiçbir ülke ne yazık ki
uygar dünyada yerini alamamıştır.
Aslıhan Karlıdağ
Röportaj HF167
FUTBOLUN BATIYA AÇILAN YÜZÜ
Bilgin Defterli’nin oynadığı futbol burada amatördü. Azmetti, çalıştı, Almanya’ya
kadar uzanan bir başarı öyküsüne imza attı
Türkiye’de kadınlar futbolunun en kariyerli
isimlerinin başında Bilgin Defterli geliyor. O, 10
yılı aşkın süredir Almanya’da top koşturuyor ve
Türkiye Kadınlar A Milli Takımımızın da kaptanı.
Başarılı oyuncuyla Dinarsuspor’dan Frankfurt’a,
Köln’den Aachen’e uzanan futbolculuk yaşantısını
konuştuk.
Bize biraz kendinden söz eder misin? Bilgin
Defterli kimdir? Futbola nasıl başladı?
1 Kasım 1980 İstanbul doğumluyum. Aslen
Erzurumluyum. Toplam 6 kardeşiz, 4 kız ve 2
erkek. Ailenin en küçüğüyüm. Küçük yaşlarda
spora çok merakım vardı. Futbola başlamadan
önce 1991’den 1996’ya kadar atletizmin birçok
dalında yarıştım. 5 birincilik, 2 ikincilik madalyası
aldım. Türkiye’de kadın futboluna çok ilgi
olmadığından dolayı ben de erkeklerle kendi
oturduğum mahallede futbol oynamaya başladım.
Çok iyi hatırlıyorum, mahalleler arası turnuvalar
olurdu ve o kadar erkeğin arasında tek kız ben
olurdum. Orta okulda erkekler arası futbol
turnuvalarında da oynadım.
Dinarsuspor’a transferin nasıl gerçekleşti?
Ailem sokaklarda ve okulda futbol oynamama
çıkıyordu. Ailemle “Kız kısmı evde oturur, çamaşır
yıkar, temizlik yapar. Ne işin var senin erkekler
arasında?” şeklinde sürekli bu tarzda konuşmalar
yapardık.
Ama orta okuldaki beden öğretmenimin ailemle
konuşmasından sonra kadın futbol takımına
yazılmaya karar verdim ve İstanbul’da olan
Dinarsu Kadın Futbol Takımı’na kayıt oldum.
Bu sayede ilk defa kadın takımıyla idmanlar
yapıp maçlara çıkabilecektim. 1996’da girdiğim
Dinarsu’da 3 ay altyapı eğitimi aldım ve o zamanki
hocam Hasan Semerci bana her zaman çok iyi bir
futbolcu olacaksın ama şımarmayacaksın derdi.
Her zaman disiplinimi kaybetmememi söylerdi.
İyi bir eğitim dönemi geçirdim ve daha sonra
A takıma yükseldim. Düzenli olarak idmanlar
yaptım ve maçlarda yavaş yavaş oyuna alınmaya
başladım. İlk başlarda yedek oturuyordum çünkü
benden büyük ablalarım vardı ve hocam onlardan
öğreneceğim çok şeyin olduğunu söylerdi. Nitekim
öyle de oldu. İlk zamanlar 10 dakika, sonra 20,
30 dakika derken ilk 11’de oynamaya başladım.
Bu da benim futbola olan azmimden ve disiplinli
yetişmemden dolayı geliyordu.
Biraz Dinarsuspor’dan söz etmek istiyorum.
Kadınlar futbolu deyince en ilgisi olmayan
insanlar dahi Dinarsuspor’u halen hatırlıyorlar.
Dinarsuspor yıllar önce kapanmasına rağmen,
Türkiye’de kadınlar futbolunda en çok şampiyon
olan takım ünvanını hala koruyor. Dinarsu’nun
bu kadar başarılı olmasını -hele ki o dönemdeneye bağlıyorsun?
Dinarsu Kadın Futbol Takımı köklü bir takımdı
gerçekten; hem altyapısı, hem A takımı vardı. O
dönemdeki futbol kalitesi çok daha iyidi. Fazla
takim yoktu fakat futbol oynayan kadınların futbol
kalitesi çok üst düzeydeydi. Bizi yetiştiren hoca
Hasan Semerci çok disiplinli ve iyi bir eğitimciydi.
O zamanlar biz küçük sahalarda antrenman yapıp
büyük sahalarda futbol oynuyorduk. Yani önemli
değildi bizim için nerde nasıl futbol öğrendiğimiz.
Hocamız bize futboldan zevk alınması gerektiğini
ve her zaman disiplinli sporcunun başarılı olacağını
söylerdi. Ve tabi ki bu disiplin de hem sporcuya
hem de takıma başarılar getiriyordu. Bir takım ne
kadar başarılı olursa o kadar kendinden söz ettirir.
Benim Dinarsu’da oynadığım zamanlarda 3 yıl
arka arkaya Türkiye şampiyonu olduk ve bir yıl da
federasyon kupası şampiyonlu olduk.
Tabii ki 6 yıl içinde Dinarsu Kadın Futbol
Takımı´nda oynarken Dinarsu´nun pilot
takımlarında da oynamaya başladım. Bir yıl pilot
takim olan Feriköyspor´da oynadim ve 2. Lig
şampiyonu olduk. Bu takımda 20 maçta 29 gol
atarak gol kraliçesi ünvanını aldım. Bir yıl da yine
pilot takim olan Delta Mobilyaspor´da oynadım.
Burada da 1. Lig şampiyonu olduk.
Avrupa’ya transfer olan ilk ve tek kadın
futbolcumuz sensin. Avrupa’ya transferinin
öyküsünü bizlerle paylaşır mısın?
Benim hayallerimden birisi de yurt dışıda futbol
oynamaktı. İskendurun Sanayispor’da bir yıl
oynadıktan sonra İstanbul’a geri döndüm ve
kadın futbol takımının kapanacağını duydum.
Bu beni o kadar üzmüştü ki hayallerimin o anda
bittiğini düşündüm. Ama azmimi ve kendime olan
güvenimi hiçbir zaman kaybetmedim.
8 yıl Türkiye’de kadın futboluna emek vermiştim
ve başarılı bir oyuncuydum. Neden yurt dışı
olmasın diye düşünüyordum hep. Daha doğrusu
hayalini kuruyordum. 2003’te kadın futboluna ara
verirlerse yurt dışında nasıl futbol oynarım diye
araştırmaya başladım.
Almanya´daki kadın futbolunu takip ediyordum
hep. Kendime o kadar çok güveniyordum ki
başaracağım diye hedef koydum kendime.
2004’te Almanya’daki kadın takımlarına
Türkiye’de yaşadığım başarıları bir CV olarak
hazırladım ve birçok takıma gönderdim. Bana
sadece beklemek kalıyordu. Artık her gün mail
adresime bakıp cevap bekliyordum.
Bir gün Almanya’nın 1. lig takımlarından olan FSV
Frankfurt kulübünden bana cevap gelmişti. Beni
bir ay boyunca takımlarında idman yapabilmem
için davet etmişlerdi. O kadar mutluydum ki, bunu
kelimelerle anlatmak çok zordu. Hemen işlemlere
başlamıştım. Tek düşüncem artık yurt dışına gidip
futbol oynamaktı. Bir ay boyunca FSV Frankfurt
takımıyla idmanlara çıktım. Bu benim için bir sınav
gibiydi, başarıyla tamamlamıştım ve kendimi
sadece futbola vermiştim. Her zaman kendimi
‘Başaracaksın Bilgin hiçbir şey kolay değil’ diye
motive ederdim.
Tabii ki zorluklarını çektim, Almanca bir tek kelime
bile bilmiyordum. Çok iyi hatırlıyorum bir idmanda
hoca takımdaki kızlara “Onu da aranıza alın ve
Almanca öğretin diye bir konuşma yaptı. Çok zor
bir dönemdi benim için. Artik deneme idmanları
bitmiş ve takım hocasıyla konuşma yapacaktık.
Hocanın bana ilk olarak Almanya´ya neden
geldiğimi sordu ve ben sadece futbol oynamak ve
sevdiğim işi burada devam ettirmek için geldim
dediğimde bu benim için yeterli bir cevaptı dedi.
Biraz şaşkın olduğunu söylemişti. “Türkiye’den
böyle yetenekli bir futbolcu beklemiyordum, biraz
eksikliklerin var kuvvet açısından ama onu da
burada giderebiliriz” dedi.
Bunun üzerine benimle 2 senelik sözleşme
imzaladılar. Artık Almanya´da, 1. Lig´de futbol
oynayacaktım. Bu benim için mükemmeldi. Ne
düşüneceğimi ve ne söyleyeceğimi bilmiyordum
gerçekten, çok mutluydum.
Sorunların beni beklediğinden habersiz,
tekrar Almanya’ya gideceğim için evraklarımı
hazırlamaya başladım ve başvurumu yaptım.
Bana kısa bir süre beklememi söylediler.
Nihayet eve mektup gelmiş ve konsolosluğa
gitmiştim. Bana bir kağıt verdiler, anlamadım
çünkü Almanca bilmiyordum. Oradaki görevlilere
tercüme ettirdiğimde bana red kararını verdiklerini
söylemişlerdi. Yani Almanya’ya vize alamamıştım.
O kadar yıkılmıştım ki inanamıyordum. İstanbul
Taksim’de kaldırım taşının üzerine oturup ne
yapacağımı bilmeden hüngür hüngür ağlıyordum.
Kulağımda slow bir müzik ve yakıcı bir güneş
altında birinin omzuma dokunarak bir şeyler
söylemek istediğini fark ettim. Orta yaşlı bir
adam bana “Ağlama kızım. Ben de çok sevdim
beni de terk ettiler. Yaşın daha çok küçük,
elbette biri vardır seni sevecek“ diyince benim o
anki ağlamaklı halimin yerini gülümseme aldı.
Durumu anlatınca o da gülmeye başladı. Hemen
Almanya´daki takımı arayıp durumu onlara
anlattım.
Onlar da neden vize vermediklerini anlamış
değillerdi. Benim Türkiye’de oynadığım lisans
türünün amatör olduğunu, Almanya Futbol
Federasyonu’nun da FSV Frankfurt’a neden bir
amatör futbolcu alma gereğini duyuyorsunuz diye
yazı gönderdiğini öğrendim. Takim itiraz edip ben
bu futbolcuyu gördüm, denedim ve istiyorum
dediğinde Almanya Futbol Federasyonu ve FSV
Frankfurt takımı arasında uzun süren sorunlar
oldu. Ben artık ümidimi yitirmiştim. Tam 6 ay
boyunca hiç bir cevap gelmedi.
Bende artık beklemekten uslanmıştım ve kafamı
dinlendirmek için uzaklaşmıştım İstanbul´dan.
Bir hafta dinlendikten sonra geri gelirken yolda
annemin bana söylediği bir cümle beni çok
etkilemişti. “Kızım içimde bir his var ama hayırlısı”
demişti. Ben de anneme artık ümidimi yitirdiğimi,
boşuna kendimi üzmek istemediğimi söylemiştim.
Eve döndüğümde posta kutusunda Almanya
Konsolosluğu’ndan gelen sarı bir zarf gördüm.
Açma gereği bile duymadım çünkü tekrar red
kararını gönderdiklerini düşünüyordum. Zarfı alıp
masanın üstüne koydum ve dışarı çıktım. Eve geri
döndüğümde zarf gözüme takıldı ve açıp baktım.
İlk önce yanlış okuduğumu sandım, sonra babama
okuttum. Kağıtta “2 resim ve pasaportunuzla
birlikte vize bölümüne başvurunuz“ diyordu.
Defalarca okudum mektubu acaba yanlış mı diye
ama doğruydu. Annemin hissettiği şey belki de
buydu.
Hiç zaman kaybetmeden ertesi gün vize bölümüne
başvuruda bulundum. Bana bu sefer Almanya´da
kalabilmem için 3 aylık bir vize, yani oturma izni
verdiler. Tüm eşyalarımı toparlayıp Almanya için
yola koyulacaktım. Fakat ailem hem sevinçli hem
de üzüntülüydü. Mesafeler gittikçe uzuyordu.
İskenderun´da oynadığım dönemlerde az da olsa
maçlarımı seyrediyorlardı ama Almanya yakın
değil ki gelip seyredebilsinler. Bu benim için hem
üzücü hem de sevindiriciydi ama ailemin desteği
olmasa belki bu kadar başarılı olamazdım diye
düşünüyorum. Küçükken kaçıp futbol oynardım
ailemden gizli. Şimdi ise ailemin de desteğini
alarak futbol oynuyorum.
Sen Avrupa’ya gitmeyi başardın fakat biliyoruz
ki kalıcı olmak çok daha zordur. 10 yılı aşkın
süredir Almanya gibi kadın futbolunun 1
numarası olan bir ülkede top koşturuyorsun.
Uyum sorununu nasıl aştın?
Almanya’ya ayak uydurma sürecim zaman aldı
tabi ki. Hayatımı burada kurmaya ve tek başıma
yaşamaya kararlıydım. Belki bu benim için çok
zordu ama başarmanın yarısı hedef belirlemekti,
ben de hedef olarak hep en iyi şeyi yapmak
istiyordum. Dil bilmediğim için sorun yaşıyordum
ama sahada futbolun dili hep aynıdır. Ben disiplini
seven bir sporcuyumdur ve Almanların en büyük
özelliği de disiplinli olmalarıdır. Bundan dolayı
futbol konusunda hiç zorluk çekmedim. Tabi
ki kültür farkı var iki ülke arasında ama ona da
zamanla alıştım. Belki, Almanya’ya gelip bu kadar
başarılı olacağımı kimse düşünmedi. Yeri geldi
‘başaramaz’ dediler, yeri geldi ‘bir kızın futbolla ne
işi var’ dediler. Bu duyduklarıma kulak asmadım
ve yılmadım. Bütün engelleri aşıp çok başarılı
bir sporcu olmayı başarmaktı benim amacım. 2.
ligde Bundesliga’da gol kraliçesi oldum. Alman
basını benden övgüyle söz etmeye başladı. Bilgin
Defterli’yi önceden kimse tanımazdı ama artık
herkes tanıyor. Maçlara çıkmadan önce herkesin
gelip bana başarılar dilemesi bile tek başına
sevgilerinin kanıtı bana göre. Ayrıca beni seven
taraftarlardan bir tanesinin söylediği bir kelime hiç
aklımdan çıkmıyor: “Almancayı tam bilmese de o
gülümseme bize her şeyi anlatıyor.” Ve her maçta
taraftarların benim için Türk bayrağını açmaları da
beni çok mutlu ediyordu. Yani kısacası ben bütün
bu zorlukları yaşarken hiç bir zaman ‘Almanya’ya
keşke gelmeseydim’ demedim.
Milli takım kariyerin nasıl başladı?
1999 senesinde Delta Mobilyaspor´da oynarken
A milli takım kadrosuna çağırıldım. Ben hiç genç
milli takımlarda forma giymedim, direk A milli
takım kadrosuna alındım. Bu benim için gerçekten
gurur vericiydi. İlk milli maçım Yunanistan-Türkiye
karşılaşmasıydı. İlk milli takım kampımdı ve
ben heyecandan ölüyordum. Bir de takımın en
küçüklerindendim. Unutulmaz bir maçtı benim
için. Milli takımda başarıyı sağladıktan sonra
sürekli kamplara çağırılıyordum. Artık kendimi
kanıtlamıştım. Özel maçlarımız hariç resmi olarak
59 kez A milli takım formasını giydim.
Milli Takım kaptanlığa yükselmen nasıl
gerçekleşti? Kaç yıldır kaptan olarak milli
formayı giyiyorsun?
2005’de A milli takim seçme kampı vardı ve
yanılmıyorsam 50 sporcu çağırıldı. Aralarında
tecrübe ve yaş olarak en büyükleri bendim. Sanırım
beni kaptan seçmelerinin en önemli şeylerinden bir
tanesi de sporcularla olan iletişimidi.
Takım kaptanı olmak takım içinde büyük bir
sorumluluğu da getirir. Çok özveri isteyen bir
durum. Her zaman lider konumunda olmak zordur
aslında.Çünkü bir takımı yönetmek için o vasfa
sahip olmak gerekir diye düşünüyorum. Demek
ki görevimi iyi bir şekilde yapıyormuşum ki 10
senedir o bandı kolumda taşıyorum. Kaptanlık
bandını sol koluma taktığım zamanki duygularımı
anlatamam gerçekten. Her zaman şunu söylerim
takım arkadaşlarıma, “Oyunda ve saha dışında
kimse kimseyi sevmek zorunda değiliz ama herkes
birbirine saygı duymak zorunda. Çünkü o zaman
takım ruhunu hissedersin.”
Kendine çok iyi bakan oyunculardan birisin.
Senden çok daha genç yaşlarda futbolu
bırakan oyuncular görüyoruz. Sen halen üst
düzey futbolunu oynayabiliyorsun. Bunu neye
bağlıyorsun?
Daha önce de bahsetmiştim, disiplini seven
bir sporcuyum. Tabi ki sadece saha içinde
kendimize bakmamız yeterli olmuyor, özel
hayatımıza da dikkat etmemiz gerekli. Sigara
ve içki kullanmıyorum. Yoğun bir tempoda spor
yaptığım için geceleri dışarı çıkmayı pek sevmem.
Evde kalıp dinlenmeyi tercih ediyorum genellikle.
Düzenli yaşama alışırsan zaten kendine de bakmış
oluyorsun. 34 yaşındayım ve insanlara yaşımı
söylediğim zaman inanamıyorlar gerçekten.
Futbolu ne zaman bırakmayı düşünüyorsun?
Şu anda futbolun sonunu düşünmek
istemiyorum. Kendimi iyi hissettiğim sürece
devam etmek istiyorum. Zaten bir anda
bırakamazmışsınız sevdiğiniz işi. O yüzden
gittiği yere kadar oynamak istiyorum. Tabi ki
planlarım var. Türkiye Futbol Federasyonu’ndan
UEFA B antrenörlük belgesini aldim. İlerde
inşallah kısmet olursa bu tecrübelerimle birlikte
antrenörlük yaparak futbolcu kızlarımıza bir
şeyler öğretebilirim. Erkek takımı da olabilir
bu, neden olmasın. Bu konuda kendime
güveniyorum.
Son derece aktif olarak güncellenen sosyal
medya hesapların var. Bilgindefterli.com’da
kadınlar futboluyla ilgili bütün haberleri
bulabiliyoruz. Bilgin Defterli facebook fan
sayfasında seninle ilgili haberler yer alıyor.
Twitter ve instagram hesapların da keza
son derece başarılı. Sosyal medyada
profesyonel bir ekiple mi çalışıyorsun?
Türkiye’de kadın futboluna gönül veren çok kişi var
fakat seslerini duyurabileceği somut bir şey yok.
Biz de hem kadın futbolcuların sesi olmak hem
de bu işi profesyonel olarak yapmak istedik. O
yüzden iyi bir ekiple çalışıyorum. Ve ayni zamanda
ekip arkadaşlarımın bir tanesi güzel de bir projeye
imza attı. Türkiye’nin ilk ve tek kadın futbol
dergisi “LadieSoccer” isimli bir dergi çıkarıyor.
Türkiye’de kadın futbolunun bu sayede daha da
ilerleyeceğini ve reklam konusunda çok büyük bir
etki sağlayacağını düşünüyorum.
Bilgin Defterli bir marka oldu diyebilir miyiz?
Bence kendi markanı çok güzel yönetiyorsun.
Bilgin Defterli marka oldu mu bilmem ama
herkesin gurur duyduğu biri oldu sanırım. Sadece
futbol oynamak yetmiyor tabi ki sporcu karakteri
çok önemli bence. Bir bayan olarak Avrupa’ya
transfer olup 11 senedir burada futbol oynayıp
ve bu kadar başarılara imza atmam insanları
gururlandırıp beni de mutlu ediyor gerçekten.
Tek başına yaşanmamalı diye düşünüyorum.
Bu başarıları ben Türk Bayrağını en iyi şekilde
temsilen buralardayım.
Almanya’da kadın seyirci olmak mı daha iyi
yoksa kadın futbolcu mu olmak mı? Türkiye’de
hangisini tercih ederdin?
Almanya’da tabi ki kadın futbolcu olmak daha iyi.
Türkiye’de ise her ikisi olmak çok zor, hele ki şu
zamanda ...
Almanların full çeken stadyumlarına bir kadın
olarak nasıl bakıyorsun?
Almanya’da taraftar faktörü takımlar için çok
önemli. Katı disiplin ve gösterişsiz futbol Alman
futbolunun en bilinen özelliği. Fakat son 5 yılda
hem kadın hem de erkek maçlarında seyirci
ortalamasının 40 binin üzerine çıkmasıyla
buradaki futbol görsel anlamda o kadar güzelleşti
ki oynadığınız oyundan daha fazla zevk alır olduk.
Almanya’nın şu an alt liglerine baktığımda bile
kombine biletlerin tükendiğini görüyorum.
İlker Yılmaz
TUTKUSU
GERÇEKTEN
FUTBOL
Tutkumuz Futbol’da hikâyeler
anlatıyor, Maç Sabahı’nda futbolu
yorumluyor, GQ’da futbol yazıp,
röportajlar yapıyor. Futbol, Pınar
Bekbölet’in ayrılmaz bir parçası
Röportaj HF167
Pınar Bekbölet’i uzun zamandır LigTV ekranlarında
görüyoruz. Artık aşinayız ona. Okay Karacan
ve Burcu Kapu ile başladığı ‘Tutkumuz Futbol’
programı 5. sezonuna girdi. Pınar da o günden
beri aldı yürüyor. GQ’da futbol dosyaları hazırlıyor,
röportajlar yapıyor, yıldızların hayat hikâyelerini
kaleme alıyor. Bir de bunun yanında hafta sonları
Maç Sabahı programında futbolu yorumluyor.
Futbolu dolu dolu yaşayan, bu işi hem göz önünde
hem de mutfakta yapan bir kadın. Dışarıdan
bakınça bu işler çok kolay gözükür. Hele bir de
kadınsanız 1-0 geride başlarsınız aslında. Röportajı
okuyunca anlayacaksınız Pınar Bekbölet’in işine
nasıl sıkı sıkıya bağlılıkla çalıştığını, ne kadar emek
verdiğini.
LigTV’de Tutkumuz Futbol adında bir program
yapıyorsun. Bu program tutkusu gerçekten
futbol olmayan birinin yapabileceği bir iş değil.
Futbol tutkun nereden geliyor?
Babamdan. Annem ve babam çok yoğun çalışıyor
olmalarına rağmen, her ikisiyle de doyasıya vakit
geçirebildiğim bir çocukluğum oldu. Babamla çizgi
film seyreder, çizgi roman okur, ışın kılıcıyla evin
içinde koşturur, iki koltuğu kale yapar küçücük bir
topla salonun halısının canına okurduk. Dünya
boks şampiyonası olduğunda annemden gizlice
sabaha karşı beni uyandırırdı. Ama en çok futbol
maçı izlerdik. Çok iyi bir futbolsever, çok fanatik
bir taraftardı. İlkokula giden bir kız çocuğunu her
ay en az bir defa Antalya’dan 12 saatlik otobüs
yolculuğu ile İstanbul’a maça getirirseniz, her
Çarşamba akşamı halı saha maçına götürüp ‘sen
takımın uğurusun, sensiz kaybediyoruz’ gibi bir
misyon yüklerseniz ortaya çıkan şey benim. Yol
boyunca takımımın atkısına sarılıp tezahüratları
ezberlemeye çalışırdım, tribünde yanlış yapmamak
için sürekli içimde tekrarlardım. Futbolu sevmenin
ötesinde tribün adabıyla büyütüldüm ben.
5.sezon nasıl gidiyor?
Keyifli. Eğleniyoruz, ilham vermeye çalışıyoruz,
bazen güldürüyor, bazen ağlatıyoruz. Gerçek
taraftarların yaptıkları tutkulu işleri değil,
holiganların çıkardığı olayları konuşarak prim
yapma peşinde olunan bir ortamda, suyun
aksi yönüne kürek çekeceğimiz işe giriştik ve
150 bölümü devirdik. Bu sektörde prim yapma
peşinde koşmadan uzun soluklu iş yapmak kolay
değil. Bunda içeriği kalitesi ve sürekliliği kadar
bu sektörün en uzun soluklu işlerine imza atan
ekiple çalışıyor olmamızın da etkisi var. Bize, bizim
kendimize güvendiğimizden çok güvendiler, cesur
davrandılar.
Programın sadece yorumcusu değilsin, içeriğinin
hazırlanmasına da katkı sağladığını biliyorum.
Her hafta malzeme toplamak epey zor olmalı.
Zor değil, hatta benim için işin en keyifli kısmı
olduğunu söyleyebilirim. Gün içinde sürekli
programa konu bulma derdindeyim. Yabancı
basını çok sıkı takip ediyorum. Sosyal medyada
çok sosyal olmasam da güncel bir kaynak olarak
çok faydalanıyorum. Zaten takip listemin
tamamına yakını futbol ile alakalı isimlerdir.
Dünya kulüplerinin internet sitelerini, kulüp
televizyonlarını bana sorabilirsin. Videoları
yayınladıkları an içerik önerisi olarak editörümüzün
ekranına düşer. Futbol tutkusu kadar kalemi de
kuvvetli bir editörümüz var, Didem Dilmen. Günün
herhangi bir saatinde aklıma gelen, gözüme
çarpan her şeyi doğrudan ona şutlarım, gerisini
düşünmem, o ne yapar ne eder halleder. Gece
saat üçte ‘Hadi artık bırak konu bulmayı da uyu’
diye birbirimizi telkin ettiğimiz çok olmuştur.
Geçen gün maillerim arasında bir şey ararken ona
attığım maillere baktım, yıllar içinde aramızda
öyle güçlü bir bağ oluşmuş ki, hiçbir açıklama
yazmadan attığım konu önerilerini ondan başka
birinin anlaması ve ekrana taşımasının imkansız
olduğunu fark ettim.
Seni bir çok basın davetinde görüyorum.
Bilirsin o davetlere genelde gazetelerin ve haber
ajanslarının gönderdiği muhabirler katılıyor.
Oradan farklı ve daha özel bir şey çıkarmak
isteyen çok az kişi oluyor ve tam bir keşmekeş
yaşanıyor. Neden bizzat gelmeyi tercih
ediyorsun?
Aslında basın davetlerine çoğunlukla editörümüz
Didem katılıyor ama bazı işlere birlikte gidiyoruz ki
o keşmekeşten iyi bir iş çıkarabilelim. Bazı davetler
de isme özel geliyor, onlara katılmam gerekir.
Bazen Didem’in şehir dışında çekimi oluyor, o
zaman iş bölümü yapıyoruz. Hep söylüyorum.
2009 yılından beri medyadayım ve kısa sürede
insanların bu oyunu izleyenle ezberlediklerini
söyleyenleri, tribün kültürüyle yetişenlerle
gitmeye tenezzül etmediği tribünlerle ilgili ahkam
kesenlerin farkını ayırt ettiğini gördüm. Bir sohbet
programı olmasına rağmen bu durum Tutkumuz
Futbol için de geçerli. Konular önümüze hazır
gelseydi, inan bana bir yerden sonra ekranda çok
sığ bir muhabbet dönerdi.
İçerik hazırlarken nelere dikkat ediyorsunuz?
Bir eğlence programı gibi görünse de izleyici
beklentisini karşılamakla, belirli bir standartı
yakalamak arasında denge kurmamız gerekiyor.
Ülkenin dört bir yanından bize ulaşıp futbol
tutkularını paylaşan insanlar var, mümkün
olduğunca onlara öncelik vermeye çalışıyoruz.
Ailelerinden de güzel geri bildirim mailer
aldığımız hatrı sayılır bir çocuk kitlemiz var,
onlara futbolun kavga, dövüş, nefret, hakaret
olmadığını göstermekle yükümlüyüz. Süper Lig’de
yeni forma şansı bulan birkaç genç oyuncudan
bahsedince, diğerlerinin de kendi isimlerini
duymak için heyecanla beklediğini fark ettik,
onlara yurtdışından kendilerine örnek alabilecekleri
hayat hikayeleri bulmamız gerekiyor. Alt liglerdeki
kulüplerin ülkenin dev kulüplerini utandıracak
vizyona sahip olduğunu göstermeye çalışıyoruz.
Güldürürken düşündürme çabamız var, bunu da
saklamıyoruz zaten.
Geçtiğimiz sezon Maç Sabahı isimli bir programa
daha başladın. Haftasonları Süper Lig ve
Premier League’deki maçları yorumluyorsunuz.
Kadın spikerlere alışkınız da, yorumcu
koltuğuna oturmaktan endişe etmedin mi?
Fikir beni heyecanlandırdı ama endişelendirmedi.
Medyadan önceki kariyerimde 25 yaşında
yaş ortalaması 35 olan 150 kişilik bir satış
ekibine liderlik etmem istendiğinde daha çok
endişelenmiştim. O ekiple uluslararası ödüller
almıştım, orada nasıl çalışıyorsam burada da aynı
titizlikte çalışırsam başarılı olmamam için bir
sebep yok diye düşündüm. Futbola ‘gerçekten’ ilgi
duyan, Cuma-Pazartesi arasını futbola adamaya
razı olan, diğer ligleri de takip etmeye hevesli,
yerli ve yabancı kaynaklardan kendini geliştirmeye
açık her insan, kadın erkek ayrımı olmadan, futbol
yorumcusu olabilir, neden olamasın ki…
Futbol konuşan insanlar için Cumartesi- Pazar
09:00-12:00 canlı yayın uzun ve zor bir zaman
dilimi değil mi?
Kiminle program yaptığınız bağlı olarak değişir.
Engin Kehale ve Murat Fevzi Tanırlı futbol
yorumcusu olarak saygı duyduğum ama daha da
önemlisi insan olarak çok sevdiğim iki arkadaşım,
onlarla program yapmaktan keyif alıyorum.
Elbette 34 hafta uzun bir maraton ama Milli Maç
aralarında dinlenme fırsatımız oluyor.
GQ Türkiye’den bahsedelim biraz da. Bir erkek
dergisinde futbol ile ilgili işlerin tamamını
bir kadın yapıyor. Futbol röportajları, futbol
ikonları, futbol hikayeleri hep sende. Son olarak
Dünya Kupası özel dosyasında da senin imzan
var. Bu da pek alışık olmadığımız bir şey.
Genel yayın yönetmenimiz Okan Can Yantır, her
ne kadar bunu sadece kendisine saklasa da, spor
konusunda ülkenin en sağlam bilgi dağarcığına
sahip adamlarından biridir ve iş konusunda
beklentisi çok yüksektir. Onun için kadın erkek
kimin yazdığı fark etmez, çıkan işe bakar.
Dergide birçok yazar var, aralarında futbolun en
merkezinde olan kişi ben olduğum için, bu işleri
benim yapıyor olmam normal, bunun cinsiyetimle
alakası yok. Yani aslında ben ‘kadın futbol yazarı’
değilim. Kadınım. Yazarım. Futbol da yazarım.
Ayrıca sadece spor ile ilgili yazmıyorum. Müzik,
sinema, moda gibi birçok konuda ikon olmuş
isimlerin hayat hikayelerini yazıyorum. Son
aylarda Famous Talks diye bir bölüm başlattık, o
bölüm için farklı mesleklerde başarılı olmuş ünlü
isimlerle de röportajlar da yapıyorum. Futbol
ile ilgili yazılardan keyif alıyorum, futbol dışı
yazılarımda kendimi geliştiriyorum. O yüzden
mümkün olduğunca her ay her ikisinden de bir
tane yazmaya çalışıyorum.
Futbolla ilgili yaptığın röportajlara nasıl
hazırlanıyorsun? Çoğu zaten yakından
tanıdığımız isimler, fark yaratmak için neler
yapıyorsun?
Her şeyden önce soru cevap formatında
yazmıyorum. Okuyucunun hakkında birçok
şey bildiği biriyle geçirdiğim bir günün bende
bıraktığı izlenimleri yazıyorum. Sohbetin
nasıl ilerlediğini, verdiği cevaplar hakkında ne
düşündüğümü, tavrının bana neler hissettirdiği
kağıda döküyorum. Röportajlarımı fotoğraf
çekiminden sonra yapıyorum ve saatlerce süren
çekimlerde kendiyle ilgili takıntıları, insanlarla olan
ilişkileri gibi kişiliği hakkında ipucu veren detayları
gözlemliyorum.
Futboldan bir isimle röportaj yapacağım zaman
çok fazla araştırmama gerek kalmıyor, çünkü
zaten yakın takibimde olan bir isim oluyor. Bir gece
öncesinden son verdiği röportajlara göz atıyorum.
Sadece sorulmamışları sormak için değil,
bazen başka bir röportajda geçiştirdiği soruları
bulup farklı bir yerden sorup istediğimi almaya
çalışıyorum. Güzel bir laf vardır, kendi okumak
istediğim şeyleri yazıyorum.
Bir de röportajlarımda ses kaydı almıyorum,
sadece ajandama notlar alıyorum. ‘Kayıt
almayacağım, bende bırakacağınız izlenimleri
yazacağım. O yüzden derin izler bıraksanız iyi olur.’
diyorum. Çok şaşırıyorlar, hatta başta söylediklerini
birebir yazmayacağım diye tedirgin oluyorlar.
Ama sonra ne kadar hızlı not alabildiğimi görünce
rahatlıyorlar.
Beğendiğin, örnek aldığın spor yazarları var mı?
Röportajlarını en çok beğendiğim isim Sid Lowe.
Sadece röportajlarını değil, her yazısını hayranlıkla
okuyorum. David Moyes’un La Liga’daki ilk maçını
bile büyüleyici bir anlatımla yazabiliyor, üstelik maç
golsüz bitti. Graham Hunter’ın da yazım dili enfes.
En çok keyif alarak iş yaptığın futbolcu ve teknik
adam kimdi?
Prekazi, Cristiano Ronaldo, Slaven Bilic.
Ligler devam ederken en son ne zaman maç
izlemeden bir hafta sonu geçirdin?
Maç Sabahı başladığından beri, yani iki sezondur
Süper Lig’de izlemediğim maç yok. Cuma
gecesinden Pazartesi gecesine kadar 34 haftam
ekran başında geçiyor. Aynı anda oynanan maçları
kaydederek istisnasız bütün maçları izliyorum.
Aksi halde ekrana çıkıp konuşamam. Çünkü kimin
maçı izleyip kimin izlemeden konuştuğunu o kadar
net anlıyorum ki, bunu ben anladığına göre herkes
anlayabilir.
Haftada kaç maç izliyor olabilirsin?
Süper Lig’de 9 maç, Premier League 2 maç, La Liga
1 maç desek, minimum 12 maç. Türkiye Kupası,
Avrupa Kupaları derken bu sayı daha da artıyordur.
Süper Lig’de seni en çok heyecanlandıran takım,
futbolcu veya teknik adam? Kimleri/Hangilerini
merakla heyecanla takip ediyorsun?
Her hafta bütün maçları izleyen biri olarak bu
soruya cevap vermek çok zor. Maç Sabahı ekibi
olarak tüm maçları yorumladığımız için her takımı,
hocasını ve oyuncularını merakla bekliyoruz. Hele
ki şampiyonluk yarışı bu kadar heyecanlı hale
gelmiş, benzer çekişme 4.lük ve ligin alt sıralarında
da yaşanıyorken.
Beni en çok heyecanlandıran takım Şenol Güneş’in
Bursaspor’u. Şenol Güneş ile Bursaspor’a imza
atmasından birkaç gün önce GQ Türkiye için
röporataja gittiğimde aralıksız 4 saat boyunca
konuşmuştuk. ‘Hocam haberler doğru diye
sormayacağım ama siz futbolu çok özlemişsiniz,
hangi takımın başına geçerseniz geçin belli
ki futbol ziyafeti izleteceksiniz’ demiştim.
Yanılmadım.
Merakla takip ettiğim teknik adam Abdullah
Avcı. Başakşehir sezon başındaki etkili savunma
anlayışının üstüne hücum preste de etkili bir
takıma dönüşmüştü. Devre arası Badgi gibi
orta sahada ayağında top tutan, pas trafiğini
yönetebilecek bir transfer yaptılar. Abdullah
hoca Badgi sayesinde takımı temposu düşük
uzun toplardan da kurtarabilirse, bir takımın aynı
sezon içinde kademe kademe evrilmesine tanıklık
edeceğiz. Bu nadir olan bir durum.
Performanslarını merakla takip ettiğim oyuncular;
Mehmet Ekici, ikinci baharını yaşayan Volkan
Şen, Cicinho, Lafferty ve Obraniak, transfer
gündemimizi oldukça meşgul eden Tolgay, Aykut
Hoca’yı Hleb’i gönderdi diye eleştiriyordum,
onun yerine gelen Mahlangu çok iyi bir tercih gibi
görünüyor, ilerleyen haftalarda nasıl olacak merak
ediyorum. Drenthe ve içeri kat ettiğinde açtığı
koridorları kullanabilecek olan Cenk Ahmet… dur
demezsen sayarım da sayarım.
LigTV lig maçlarının yayıncı kuruluşu ve
bir bakıma Türk futbolunun tam kalbinde
çalışıyorsun diyebiliriz. Ama aynı zamanda
olaylara dışarıdan bakma şansın da var çünkü
Doğuş Grubu’nun bir dergisinde de çalışıyorsun.
Ayrıca biliyoruz ki Premier League ve La Liga’yı
da takip ediyorsun, yurt dışında da maçlara
gidiyorsun, Sence Türk futbolundaki sorunların
kaynağı ne?
Biz futbolu değil sadece tuttuğumuz takımları
seviyoruz.
Süper Lig’de olsaydı dediğin şey ne?
Dolu tribünler, güzel zeminler, sağlam alt yapılar.
Çünkü futbol ülkesi etiketi o kadar da ucuz değil.
Süper Lig’de keşke olmasaydı dediğin şey ne?
Deplasman yasakları. Bir de her şeye de düdük
çalınmaz ki hocam, avantaj kuralı denilen bir şey
var :)
Barış Görgeç
Profil HF167
HiÇ KiMSEDEN BEYAZ SARAY’A
Stephanie Roche sıradan, amatör bir futbolcuydu. Bu işle geçimini bile sağlayamıyordu, belki
de futbolu bırakacaktı. Ta ki attığı gol Ballon d’Or’da Puskas Ödülü’nde en güzel ikinci golün
sahibi olana kadar
Devre arasına girilirken hafif bir sakatlığı vardı
ve hocası Eileen Gleeson ona oyundan çıkmasını
önermişti. Ama o bunu yapmak istemiyordu,
sezonun başından beri süregelen gol orucunu
bozacağına inanıyor, inanmak zorunda olduğunu
hissediyordu. Devam etmek istediğini söyledi
hocasına. İkinci yarı başladıktan yaklaşık dört
dakika sonra bir şey oldu. Belki de hayatının
geri kalanını büyük oranda etkileyecek bir şey.
Sağ kanattaki arkadaşı Aiene O’Gorman, ceza
sahası yayındaki Stephanie Roche’ye bel hizasına
denk gelecek bir pas gönderdi. Maç boyunca
onu yakın markajında tutan rakibinin nefesini
hissedebiliyordu ensesinde. Önce sağ ayağıyla
önüne doğru aldı topu. Ardından da top daha yere
inmeden kendi üstünden tam ters tarafa çevirdi,
rakibi de bu sırada evinin ihtiyacını karşılamak
üzere pazara çıkmıştı bile. 11 yaşındayken katıldığı
ilk kulüp olan Valeview FC’deki hocası Brendan
Higgins’in de dediği gibi harika sol ayağıyla
voleyi tam zamanında yapıştırmayı başardı.
Tribündekiler, oyuncular, hakem dörtlüsü ve yedek
kulübeleri derken yaklaşık 140 kişinin çıplak gözle
tanıklık ettiği üzere top tam köşeye gitmişti. Her
zaman için en güzel gol henüz atılmayandır ancak
o, kendi ufkunu ve dünyasını çok öteye taşıyacak
bir gol atmıştı.
Kendi deyişiyle böyle goller kadınlar liglerinde
hemen hemen her hafta atılıyordu, fakat
kameraya alınmıyorlardı bile. O gün, ev sahibi
takım Wexford için takımın sakat olan bir
oyuncusu maçı video kamerasıyla kaydediyordu.
Maçtan sonra video analiz yapılması planlanıyordu.
Peamount United o maçı 6-2 kazanırken,
Stephanie Roche de 26 gol bulacağı sezonun ilk
iki golünü atmış oluyordu. Maçtan sonra Wexford
menajeri, ona ve hocası Eileen Gleeson’a attığı
ilk golü izletti ve bir de kopyasını verdi. Bir hafta
sonra Gleeson videoyu YouTube’a yükledi. Amacı
eşin, dostun, akrabanın bu olağandışı golü
izleyebilmesiydi. Ancak zamanla videonun alt
tarafındaki izlenme sayacının basamak sayıları
katlanarak büyüyordu. Sosyal medyada çılgınlarca
paylaşılan videoyu Matt Le Tissier, Gary Lineker
ve Abby Wambach gibi isimler de Twitter’da
milyonları bulan takipçileriyle paylaşıp sezonun
golü ilan ediyorlardı.
İlk olarak doğup büyüdüğü Güney Dublin
sokaklarında fark etmişti yeteneğini. Araba
tamircisi olan babasıyla annesi ayrıldığı için
oluşan otorite boşluğunun da etkisiyle zamanın
çoğunu sokakta mahalleli çocuklarla futbol
oynayarak geçiriyordu. Ayrılığa rağmen her zaman
yanında olan babası onun futbol oynamasını
teşvik ediyordu. Mahallede top oynayan tek kız
çocuğuydu, ama hiçbir çekingenlik yaşamıyordu.
O, 12 yaşındayken, ablası kuaförde çalışmak için
halalarının yanına taşındığında odası da yalnızca
ona kalmıştı. Böylece ilk posterini yapıştırdı
duvarına, hayranı olduğu Manchester United’ın
demirbaşı Ryan Giggs’e aitti o poster. Birkaç yıl
sonra Cristiano Ronaldo’nunki de eklenecekti
o duvara. Futbol onun için her şeyden önce
geliyordu neredeyse. Öyle ki, abisinin düğününde
canı sıkılınca kısa eteği ve topuklu ayakkabılarına
rağmen etraftaki balonları sektirmeye başlıyordu.
“İki öğrencim, Ian Walsh ve Johnny Kelly bana
sokakta onları perişan eden bir kızı getirdiklerini
söylediler. Takımdaki tek kız oldu. Hatta koca
ligdeki tek kızdı aynı zamanda. Çok sert bir
lig olmasına rağmen takımdaki en iyi dört
oyuncumdan biri oldu. Arkadaşlarına da saha
içinde ve dışında her zaman yardım ederdi. Hem
çantaları toplardı hem de araba yıkayarak yeni
formalar almamıza ve deplasman masraflarını
karşılamamıza yardımcı olurdu” 11 yaşındayken
katıldığı Valeview FC’deki hocası Brendan Higgins
böyle anlatıyor onun ilk macerasını. Daha sonra
lig kuralları gereği 12 yaşından itibaren erkeklerle
birlikte oynaması olanaksızdı ve Cabinteely
Girls’e geçti. Oradaki kaliteyi çok düşük bulup
Stella Maris’de denedi şansını bu kez. “14-15
yaşlarında beraber oynadığım kızların çoğu
oynamayı bıraktı. Birkaçımız ise futbolu gerçekten
seviyorduk. Hemen hemen her şeyden vazgeçtik
onun için. Bunu niye yaptığımıza dair mantıklı
tek bir açıklama yok.” Çeşitli takımları dolaşırken
seçmelerini kaçırdığı U15 milli takımı hariç her yaş
grubunda da milli formayı giyiyordu. 2008 yılında
İzlanda karşısında ilk A milli maçına da çıkmıştı.
2011’de üç sezon kalacağı Peamount United’a
imza attı. Amatör statüde oynuyordu. Geçimini
sağlamak için federasyon adına çalışarak etraftaki
okullardaki çocukları çalıştırıp, kadınlar futbolunun
da tanıtımını yapıyordu. Her zaman hayalini
kurduğu profesyonel futbolculuk yılları geçtikçe
daha da uzaklaşıyordu ondan. İrlanda Ligi’nde Bray
Wanderers forması giyen erkek arkadaşı Dean
Zambra ile çok mutlu olmasına rağmen maddi
imkânsızlıklar gereği evlenemiyorlardı.
Büyük ihtimalle bir yerden sonra futboldan erken
emekliliğine yol açacak bu umutsuzluk bulutu,
attığı o golle yerini pırıl pırıl bir güneşe bırakmıştı.
Üç sezonda attığı 71 golle istikrarlı bir golcü
olduğunu kanıtlamıştı ve şimdi de beklenmedik
derecede ünlü sayılırdı. Sezon sonunda
Fransa’dan bir teklif geldi. Hayallerini gerçeğe
dönüştürecek bir teklifti bu. Fransa Kadınlar 1.
Liginin yeni ekibi Albi, onu kadrosunda görmek
istiyordu. 800 euro ve kirasını kulübün ödeyeceği
bir apartman dairesine anlaşmaya vardılar.
Toulouse’dan yaklaşık bir saatlik mesafede
bulunan Albi’de profesyonel bir futbolcuydu artık.
Ama işler beklediğinden biraz daha zor oluyordu.
Tamamıyla yalnızdı ve maaşı ona çok da lüks
koşullar sağlamıyordu. Dairesinde zamanını kendi
formalarını yıkarken, dizi izlerken ve Fransızca
öğrenmeye çalışırken geçiriyordu. Evini çok
özlemesine rağmen tren ve uçak masrafları
onun için hayli can yakıcı bir durumdaydı. Derken
bir gün bir haber aldı. Önceki yıl attığı gol,
sosyal medya fenomenliğinin ötesine geçerek
FIFA Puskás Ödülü’ne, yani yılın en güzel golü
ödülüne aday gösterilen 10 golden biri olmuştu.
Son yıllarda birçok kez aday olmuştu kadın
futbolcuların golleri. Ancak hiçbiri onunki kadar
heyecan uyandırmıyordu izleyenlerde. David Luiz,
“Olağanüstü golünle tüm dünyayı mutlu ettin
ve ben de seni destekliyorum. Çünkü ödülü çok
hak ettiğini düşünüyorum” diyordu. PSG teknik
patronu Lauren Blanc da gole olan hayranlığını
dile getirmişti. Yapılan halk oylaması sonucunda
Puskás Ödülü’nde son üç gol arasına kalmayı
başarmıştı. Bu, tarihteki son üçe kalan ilk kadınlar
futbolu golüydü aynı zamanda.
Cristiano Ronaldo, Lionel Messi gibi yıldızlarla
aynı ortamda bulunmayı her zaman hayal ettiğini
söyleyen Dean Zambra, bunun kız arkadaşı
sayesinde olacağına pek ihtimal vermediğini itiraf
ediyordu bir röportajında. Ancak oradaydılar işte,
Zürih’te. Ronaldo’nun haykırışından ve Kessler’in
Malanda’yı anan duygusal konuşmasından hemen
önce açıklandı Puskás Ödülü’nün sahibi. James
Rodriguez, Dünya Kupası’nda attığı golle oyların
%42’ini almıştı. Stephanie Roche ise bir milyonu
aşkın oy ile %33’lük bir dilim koparabilmişti
pastadan. Hayaller bir nebze kırılmıştı tabii, ama
orada gururla oturuyorlardı sekiz yıllık sevgilisiyle
beraber. İkisi de biliyorlardı en güzel golün ona ait
olduğunu.
Galadan hemen önce Noel Tatili için döndüğü
ülkesinden Fransa’ya geri dönmeyeceğini
açıkladı. Normal şartlarda mayıs ayının sonunda
bitecek olan sözleşmesini tek taraflı olarak
feshetti. Dil sorunu onun beklediğinin çok
ötesinde problemler yaratıyordu ve evini de çok
özlüyordu. Bütün bunlara pek de değecek bir
maaşı olmadığı için bırakmıştı bu işin peşini. Albi
Başkanı Bernard Espie, oyuncusunun kararını
anlayışla karşıladı ve ayrılıkta fazla bir zorluk
yaşanmadı.
Ballon d’Or töreninden sonra özellikle de
ülkesinde ciddi bir üne kavuşmuştu. Televizyon
programlarında konuk listelerinin vazgeçilmezi
olmuştu ve sayısız da röportaj vermişti çeşitli
gazete ve dergilere. “Üniversite okumadığım
için yapabileceğim çok bir şey yok ve benim için
böyle bir işe girmek hayli zor ama televizyonda
bir kariyeri düşünebilirim. Ne yaparsam yapayım
futbol her zaman ilk sırada olacak. Ya amatör
seviyede oynayıp ek işlerde çalışacağım ya
da tekrar profesyonel olarak oynayacağım.
Profesyonel olsam bile çoğu zaman fakirlik
çekeceğim tabii ki.” 2014 yılında İrlanda’da yılın
en iyi çıkış yapan spor kişisi seçildikten birkaç
hafta sonra, Amerika Kadınlar Futbol Ligi NWSL
ekiplerinden Houston Dash’le anlaştı Stephanie
Roche. MLS ekibi Houston Dynamo’nun
kadınlar şubesi olan takımla iki yıllık profesyonel
sözleşmeye imza attı. NWSL’de birçok futbolcu
tam zamanlı işlere girmek için yirmili yaşlarının
daha ortasına gelmeden emekli olurken o, tam
25 yaşında yeniden düştü en büyük sevdasının
peşine. Aynı zamanda Britanya’nın meşhur yayın
organı Independent’ın İrlanda edisyonunda
yazmayı başladı. Geçtiğimiz günlerde de sezon
öncesi hazırlık kampı için Amerika’ya gitmeye
hazırlandığı, medya ilgisi artık bitiyor dediği
sıralarda ABD Başkanı Barrack Obama’dan
Aziz Patrick Günü kutlamaları için Beyaz Saray
davetiyesi aldığını açıkladı. Bir gol, bir insanın
hayatını ancak bu kadar değiştirebilirdi belki de.
Kadınlar Futbolu HF167
Sercan Ergün
TRiBÜNDEN SAHAYA
KADIN FUTBOLU
Futbol artık yalnızca erkek egemenliğinde bir spor
olmaktan öte. Dünya üzerinde 40 milyondan fazla
kadın futbol oynuyor. Lisanslı kadın futbolcu sayısı
gün geçtikçe artarken futbol, artık kadınların da
sahaya indiği bir oyun ve onlar oldukça iddialılar.
Kadın futbolu, özellikle son dönemde Türkiye’de
üzerine konuşulması gereken konulardan biri
haline geldi. Konak Belediyespor’un başarısı,
kadınlar futbolunu ulusal basında konuşulur hale
getirdi. Biz de Hayatım Futbol olarak, Türkiye ve
Avrupa’da kadın futbolunun genel bir çerçevesini
çizmeye çalıştık.
Türkiye’de kadın futbolu
Kadın futbolunun Türkiye’de köklü bir geçmişe
sahip olduğunu söylemek güç. Uzun yıllar boyunca
‘’erkek oyunu’’ olarak görülen futbol -yalnızca
bizde değil, İngiltere gibi ülkelerde dahi bu algı
vardı- içinde kadın unsurunu bulundurmaktan
uzaktı. TFF’nin verileri ışığında, ülkemizde
bilinen ilk kadın futbol takımının 1971 yılında
Haluk Hekimoğlu’nun kişisel çabaları ile kurulan
İstanbul Kız Futbol Takımı olduğunu görüyoruz.
1972 yılında Dostlukspor Kız Futbol Takımı ismini
alan bu takım, uzun yıllar boyunca Türkiye’de
kendilerinden başka takım olmaması sebebiyle
genç takımlar ve eski futbolculardan oluşan
takımlarla mücadele etmişlerdi. 1978 yılında
İzmir’de Filizspor, 1980’li yıllarda da İstanbul’da
Atılımspor ve Deryaspor takımları kurularak takım
sayısı 4’e çıkmış; 1984’te İstanbul’da Filizspor
dışında takımların katılımıyla yapılan ilk futbol
turnuvası düzenlenmişti.
1985 yılında, Türkiye Futbol Federasyonu
tarafından Kadınlar Ligi’nin kurulması için
girişimlerde bulunulmuştur. O tarihlerde, İstanbul,
İzmir, Ankara, Samsun’da ve Kocaeli’nde kadın
futbol takımları mevcut olmasına karşın, yapılan
toplantılar sonucunda kadın futbol takımlarının
yeterli sayıda ve kalitede bulunmaması
gerekçesiyle kadınlar liginin kurulması
ertelenmişti. Nihayet 2 Nisan 1994 tarihinde
Türkiye Kadınlar Futbol Ligi’nin başlaması ve 1995
yılında da Türkiye Kadın Milli Takımı’nın oluşması
ile resmi dönemin başlamıştı. Ülkemizde Kadın
Milli Takımı ilk kez 1995 yılında oluşturulmuş,
ilk maçlarını tıpkı erkeklerde olduğu gibi
Romanya ile oynamış ve 8-0 gibi farklı bir skorla
kaybetmişlerdi. İlk golünü 1996’da Macaristan’a
atan kadınlarımız, ilk galibiyetini ise 1997 yılında
deplasmanda Gürcistan karşısında 1-0’lık skorla
elde etmişti.
Günümüze gelecek olursak, nispeten daha iyi bir
tablo var. Dünya sıralamasında milli takımımız
58.sırada -ki Papua Yeni Gine’nin, Peru’nun
altındayız-, lig puanımız Faroe Adaları’nın
gerisinde. Yine de A milli düzeyde ve alt yaş
gruplarında yapılan atılım meyvesini vermeye
başladı. Kadın A Milli Takımı’mız son iki hazırlık
maçında 4-2 ve 6-0’lık skorlarla Gürcistan’ı
yenerken takımın en tecrübeli oyuncusu 1985
doğumluydu. Kadro genel olarak 1990-1996
jenerasyonundan oluşuyor, birçok U21 oyuncusu
aynı zamanda A takım havuzunda. Konak
Belediyespor’un geçen sezon yaptıkları herkesin
malumu. Ligin olağan şüphelileri Konak ve
Ataşehir bu yıl yeni bir rakiple mücadele ediyor:
Trabzon İdmanocağı. Karadenizli kızlar ligin
zirvesinde. Sona eren 3. Lig’de ise şampiyonluk
ipini göğüsleyen Diyarbakır Büyükşehir
Belediyespor’un kızları olurken, U17 millilerimiz
de Makedonya’da oynanan elemeleri geçerek Elit
Tur’a yükseldi. Alınacak daha çok yol var elbette,
ancak ilerleme de yadsınamaz.
Avrupa’da kadın futbolu
Avrupa’da kadın futbolu tarihi Türkiye’den daha
köklü bir geçmişe sahip elbette. Günümüzde
Avrupa’nın en büyük iki kadın liginin Almanya ve
Fransa olduğunu görüyoruz. Almanya Kadınlar
Futbol Ligi’nin (Frauen Bundesliga) zirvesinde bu
sezon 42 puanla Wolfsburg yer alırken, Bayern
Münih takipte. İki takım da Şubat ayı dahil olmak
üzere sezonu şu ana dek yenilgisiz geçti. Ancak
FFC Frankfurt ve Turbine Potsdam’ın nefeslerini
enselerinde hissediyor olduklarını da atlamamak
lazım. Sonuncusu 2012’de olmak üzere 5 kez
Bundesliga şampiyonu olan Potsdam, 2005 ve
2010 yıllarında da Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu
yaşamış bir kulüp. Almanya’da veya diğer büyük
liglerde forma giyen Türk oyuncu sayısı ise bir elin
parmaklarını geçmiyor. Milli takım kaptanımız da
olan Bilgin Defterli Bundesliga 2’de, Alemannia
Aachen forması giyiyor. Köln forması ile 2010/11
sezonunda Bundesliga gol kralı olan 34 yaşındaki
tecrübeli oyuncu, 42 kez de A Milli formayı
terleterek bu alanda rekor sahibi.
Fransa Kadınlar Futbol Ligi ise, iki takımın
mücadelesi ve hegemonyası altında. UEFA’nın
verileri ışığında, Avrupa’nın en iyi kadın ligi olarak
gösterilen Fransa’da -Almanya ile aralarında çok
ufak bir fark var- zirvede PSG yer alırken, Lyon
ise maç eksiğiyle 2. sırada yer alıyor. Ligde şu
ana dek oynanan 18 maçta 18 galibiyet alan ve
yalnızca 5 gol yiyen Lyon; 15-0, 11-0 ve 8-2 gibi
sansasyonel galibiyetlere imza atarak aslına
gücünü her yıl olduğu gibi bu yıl da kanıtlamış
durumda. Ligde son 8 sezonda 8 şampiyonluk
elde ederek, 2000’lerin başında Fransa Ligi’ni
domine eden efsane Olympique Lyon takımına
nazire edercesine bir performans sergilediler.
İsveçli Lotta Schelin takımın yıldızı. 2008 yılından
beri Lyon forması giyen forvet oyuncusu tam
anlamıyla bir gol makinesi. Profesyonel kariyerinde
250’nin üzerinde lig, 145 kez de milli takım forması
giyen 31 yaşındaki oyuncunun kariyerinde 312 golü
bulunuyor. Kaptan Wendie Renard 2006 yılından
bu yana Lyon forması giyiyor ve aynı zamanda da
Fransa Milli Takımı formasını terletiyor.
Belçika ve Hollanda’nın ortak bir kadınlar ligi var.
Standard Liege lider, Ajax ve Twente de onları
takip ediyor. İtalya’da ise zirveyi Verona ve Brescia
paylaşıyor. İsveç ve Norveç, ulusal düzeyde bu üç
ülkeden daha güçlü ekipler olsalar da yetiştirdikleri
oyuncuları Almanya ve Fransa liglerine ihraç
ediyor. Norveç, 1995 yılındaki kupayı müzesine
götürürken İsveç’in Dünya Kupaları’ndaki en büyük
başarısı 2003 yılındaki final. İsveç, 1984 yılında
4 takımın katıldığı ilk Avrupa Şampiyonası’nda
şampiyon olurken, Norveç de 1987 ve 1993’te iki
kez bu kupayı müzesine götürdü. Son 7 turnuvayı
şampiyon bitiren Almanya ise, Avrupa’nın tek
hakimi konumunda. 2017 yılında Hollanda’nın
ev sahipliği yapacağı turnuva, ilk kez 16 takımın
katılımı ile oynanacak.
Kadınlar Dünya Kupası’nı neden
izlemeliyiz?
Kadınlar Dünya Kupası’nın izlemeliyiz; Çünkü
1921 yılında ‘’Futbol oyunu kadınlar için uygun
değildir ve oynamaları için cesaret verilmemelidir’’
kararının üzerinden 96 yıl geçti. Çünkü
Wembley’de hazırlık maçına çıkan İngiltere
Kadın Milli Takımı’nın bir hazırlık maçını 55.000
biletli seyirci izledi. Çünkü Arsenal’in sahasında
oynadığı sıradan bir lig maçında 97 pound’a
bilet bulabilirken Wembley’de bir kadın maçını
yanınıza çocuğunuzu da alarak toplamda 16
pound’a izleyebilirsiniz. Çünkü onlar bu işi para
için yapmıyorlar, ki buna en güzel örnek de
İngiltere kaptanı Casey Stoney’in yıllık kazancının
Manchester United’ın yıldızı Wayne Rooney’nin
haftalık kazancının 10’da biri olması.
Çünkü İngiltere’de kadınlar kendilerine uygulanan
yasağın kalkması için 50 yıl mücadele verdiler.
Çünkü Haziran ayında Kanada’da düzenlenecek
turnuva ilk kez 24 takıma ev sahipliği yapacak
ve ilk kez maçlar daha uzun bir zaman diliminde
oynanacak; 30 gün. Çünkü satışa çıktıktan
sadece 48 saat sonra 150 bin bilet satıldı. Çünkü
ezeli rakipler Almanya ve ABD’nin mücadelesi,
dünyada yarım milyardan daha fazla insanı
ekrana çekecek. Çünkü, ironiktir ki, İngiltere’nin
turnuvada ne yapacağı merak konusu zira onlar
da erkek meslektaşları gibi ulusal düzeyde istenen
başarıyı elde etmekten uzaklar. Çünkü erkeklerde
bir futbol devrimi gerçekleştiren Japonya, 2011’de
Almanya’da düzenlenen şampiyonayı kazandı ve
ünvanını koruyup koruyamayacağı merak konusu.
Yıldız oyuncular
Her sporun olduğu gibi, kadınlar futbolunun da
dünyaca ünlü yıldızları var. İsveçli gol makinesi
Lotta Schelin, defalarca yılın futbolcusu ödülü alan
Brezilyalı Marta, ABD kaptanı Abby Wambach ve
güzelliğiyle nam salan başarılı kaleci Hope Solo.
Nadine Angerer ve Anja Mittag, şu anki Almanya
kadrosunun en tecrübeli yıldızları. Özellikle de
Angerer, ki kendisi milli formayı 136 kez giymiş bir
oyuncu ve kariyerine ABD’de, Portland Thorns’da
sürdürüyor. Takım arkadaşı Alex Morgan ise
henüz 25 yaşında 79 milli maçta 50 gole ulaşmış
durumda. Kişisel olarak izlediğim ve hayran
kaldığım isim ise şüphesiz Alman Sara Dabritz.
Frauen Bundesliga’da SC Freiburg forması giyen
genç yıldız adayı şimdiden ulusal düzeyde 3
şampiyonluk yaşamış durumda; bunlardan biri
2013’te kazanılan Avrupa Şampiyonası. Şimdiden
11 kez A milli takım forması giyen bu yetenekli orta
saha oyuncusu, gole yakın tarzıyla yakın gelecekte
kadın futbolunda ismini duyuracak isimlerden biri
olacak.
Türkiye’nin uluslararası seviyede henüz bir yıldız
çıkarmadığını ve yakın gelecekte de bu ihtimalin
pek olmadığını söylemek yanlış olmaz. Yine de
genç ve gelecek vadeden bir jenerasyona sahip
olan Türkiye, yeniden yapılanan kadın futbolu ile
önümüzdeki 10 yılda ses getirecektir. Gereken
sadece sabır, ki onlar bunu fazlasıyla hak ediyorlar.
Sara Dabritz
Tuğba Yerliyurt Miroğlu
Blog
HF167
ŞiDDETiN iKi ODAĞI
Doğar doğmaz kirpiklerini erkek dünyasına aralayan,
kendisine bakan iki çift meraklı kahverengi gözün
abileri olduğunu sonradan algılayacak, göreceği acı,
tatlı, türlü dertten habersiz, koca kafalı bir kız bebek
olarak geldim dünyaya. Gençliğinde amatör ligde
top koşturmuş bir baba ve iki abi sayesinde futbolla
tanışmam oyuncak arabalardan hemen sonraya,
metal müzik ve Barbie bebekten hemen önceye
denk gelir.
Şifreli yayından, maç yayın haklarının milyon dolar
eden satışlarından, maç öncesi taraftarın birbirini
bıçaklamasından eser olmadığı, bir taraftarın başka
bir taraftar grubunca dövülerek öldürülmesine sayılı
günler kaldığı o eski antenli günlerde, annemin
patlattığı mısırları kocaman kaselerle kucağımıza
alıp televizyon karşısına geçerdik. Kafalarına
geçirdikleri sarı lacivert saç örgüsü şeklindeki
aksesuarları her golde sallayıp coşkuyla zıplamaları,
şampiyonluk söz konusu olursa diye maçtan
önce organize edilen konvoylara hazırlanmaları,
kısacası işin tüm mutluluğu, coşkusu ve eğlencesi
futbolu sevmeye başlamam için yeterli ortamı
oluşturuyordu.
Erkeğin esas olduğu futbol dünyası için fazlasıyla
önemsenen bir kız çocuk olarak büyüdüğümü
söyleyebilirim. Evin önündeki toprak sahada her
pazar günü yapılan mahalle maçlarında yaşça
çok küçük olsam da kaç kere kalecilik yaptığımı
sayamadım bile. Fasulyeden de değil, üstüne
düşüp başka bir pozisyona talip olsam kimse itiraz
etmezdi eminim. Babam elimden tutup kaç ilçe
maçına götürdü onu da saymak zor. Fenerbahçeli
olmaktan bir an vazgeçmemiş olsam da Beşiktaşlı
aile dostlarımızın beni formayla kandırıp transfer
etmeye çalışması bile benim bir kız olarak ciddiye
alındığım ve ne yazık ki bunun için kendimi şanslı
hissettiğim bir anlayışla büyümemi sağladı.
Büyüyünce kendime göre bir eş seçmişim ki koyu
Galatasaraylı eşim bir kez bile Fenerbahçe’yi
bırakmamı talep etmedi, imasında bulunmadı.
Ne var ki bunların hiçbiri ne kadına şiddetle ne
de futbolda şiddetle tanışmama engel olamadı.
Futbolun erkeklerin beyinlerinde temas ettiği nokta
ile “kadın” kavramının dokunduğu yerin neredeyse
aynı olduğunu gözlemlemek de benim açımdan
çok çaba gerektirmedi. Erkeklerin büyük çoğunluğu
taraftarı oldukları takımı da kadınları sahiplendikleri
gibi sahipleniyor, bu sahiplenmeyi fazlasıyla
kişiselleştirerek şiddet kullanarak yönetebilecekleri
bir hassasiyet odağı haline getiriyorlardı.
O zaman bunun nasıl bir şiddet olduğunu idrak
edememiş olsam da futbolun çirkin kısmı ile
tanışmam Fenerbahçe’nin Manchester United’ı
40 yıl sonra kendi sahasında yendiği maça
denk gelir. Çok yakın bir aile dostumuz bitiş
düdüğünün hemen ardından beylik tabancasıyla
terasa çıkar ve sevincini gökyüzüne doğru ateş
ederek gösterir. Neyse ki bizim açımızdan kazasız
belasız atlatılan bir gece olur ancak o tarihten
sonra sıklıkla maç sonrası yaşanan silahlı sevinç
trajedilerinin haberlerini duymaya başlarız. Aynı
dönemlerde benzer şekilde düğünlerde silahlı
kutlamaların sebep olduğu kayıplar da duyulmaya
başlanır. Birinde Avrupa’da galibiyet, diğerinde
yan köyden kız alınır. Duygular sevinçten öfkeye
döndükçe şiddetin içeriği de dozu da artar elbette.
Kahvehanede gole sevindiği için öldürülen rakip
takım taraftarları olur. Aradan zaman geçer,
Rüştü’nün siyah arabasının kapısı birkaç holigan
tarafından açılır ve hepimizin hatırlayacağı o mide
bulandırıcı görüntüler yaşanır. Leeds Unitedlı
densizlere dersleri canları alınarak verilir, teknik
direktörlerin kafaları yabancı madde ile yarılır,
çaktırmadan cilalanmış ırkçılık tribünleri birbirine
katar. Bazı futbol sevdalıları tekmeli yumruklu
mahalle kavgaları ile yetinmez. Derdini silahlı, kanlı
hesaplaşmalarla, ya da karşıdakinin savunmasız
olduğu şiddet eylemleriyle anlatmaya başlar.
Kadınlar için de hikaye benzerdir. Gazetelerin üçüncü
sayfasını dolduran aile dramlarının çoğunluğu
kadınların öldürülmesi ile sonuçlanır. Yıllar geçtikçe
bu haberler sayfaya değil, gazeteye sığmaz hale
gelir, en vahşice katledilmiş olan, değişen toplumun
yeni normlarına göre en masum olan kadınlar
bahsedilmeye değer görülür.
Futbolun artık alışıldık şiddeti, farkında olarak ya da
olmayarak kadına şiddet ile aynı oranda ve birlikte
artarak devam eder geçmişten bugüne. Televole
ile tanınmaya başlayan futbolcu eşleri tribünlerin
yeni küfür konusu olurken annelerin pabuçları hiçbir
zaman dama atılmaz, en galiz sözcüklerin hedefi
olurlar. Taraftarın terbiyesizliğine kızan futbolcular,
kendi öfkelerini dışavurmak istediklerinde de benzer
küfürleri birbirlerine eder, ateşi harlı tutarlar. En
olmadı biri sahanın ortasında tombala çeker, biz
kadınlar stadda ya da televizyon karşısında bunu
izlemek zorunda kalırız. Bir maçın ardından en
çok hakareti, en büyük aşağılamaları yine kadınlar
yer, öznesi olamadıkları konunun nesnesi olurlar.
Kadının tribünde yer almamasına dünden razı
erkek dünyası, kulüplere “seyircisiz” maç cezası
verir, koltukları kadın ve çocuklara sunar. Böylelikle
kadınla erkeğin beraber maç izlemesine gerek
kalmaz. Ne de olsa kadının da çocuğun da onların
kalbinde bir birey olarak yeri yoktur. Derinden,
sinsice bilinçaltına yerleştirilen değersizlik algısını
farketmeden coşku ile tezahürat yapar seyirci
sayılmayan kadınlar.
Erkeğin egemenliğini güç üzerinden ifade edebildiği
bu dünyada, egemenliğini ispat konusunda en
büyük kaygıları taşıdığı iki unsurdan biri olan
futbol artık sadece bir spor, kadın da sadece bir
birey değildir. İçindekini insancıl yollarla ifade
etmekte sorun yaşayan, iletişimin karşılıklı anlayış
gerektirdiğini özümseyememiş topluluklarda
gücünü göstermenin, kendini ifade etmenin ilk
akla gelen, kestirme yolu şiddettir. Kadın etek
giyiyorsa, yalnızsa, rahatsa, reddediyorsa, hatta
sadece varsa, taciz edilebilir, yönetilebilir, dövülebilir,
tecavüz edilebilir, yakılabilir. Futbolda da kaleyi
koruyamıyorsa kaleci dövülebilir, takımla dalga
geçen rakip taraftar öldürülebilir, hakemlerin
kafalarına cisim atılabilir, şampiyonluk gittiyse
tribün baştan aşağı yakılabilir. Kadın da futbol
da olumlu ya da olumsuz ifadelerin çoğunlukla
şiddet kullanılarak aktarımına maruz kalır. Futbol
ve kadını aynı kefeye koymak ilk bakışta bir
anlam ifade etmiyor görünse de ikisi de erkek
hegamonyasında mülkiyetçi bakış açısının
zulmüne uğrar. Üstelik kadınlar, futbolda
uygulanan sözlü ve psikolojik şiddetin aktarımında
kullanılan yegane öğe olmaktadır.
Tıpkı kadınlar gibi, futbol da “namus”tur. Tanımın
içi bomboş olsa da namusa sahip çıkmak için her
yola başvurmak esastır.
Artık endüstri haline gelmiş, antenin çatıya
çıkılarak düzeltildiği günlerini geride bırakmış
Türkiye futbolu ile olan bağımı 12 Mayıs 2012
tarihinde, Galatasaray’lı futbolcuları Fenerbahçe’li
futbolcularla birlikte alkışlarken yediğim biber
gazları ile bıraktım. Maça abimin arkadaşları
ile birlikte, kendi gidemediği için bana verdiği
kombinesini kullanarak gitmiştim. Maç sonu
olanlar başka bir tartışmanın konusu ancak
binlerce insanla birlikte şahit olduğum şiddet
futbolla bağımı kopartan iki sebepten biriydi.
Diğer sebep de başıma gelenleri karşı cinsten
birine anlattığımda “Ne işin vardı senin de orada,
bilmiyor muydun olacakları?” tepkisini almış
olmamdı. “Kadın halinle derbi maçında ne işin
var?” alt mesajlı bu soru artık pek çok insana maçı
bir kadın olarak değil, bir taraftar olarak izlediğimi
anlatmanın güçlüğünü yüzüme çarptı. Sorgulanan,
anormal görülen kısmın yaşanan şiddet olması
gerektiğini düşünürken, benim maça gidişim
gündem olunca izlediğim şeyin pek çok insan için
sadece bir spor mücadelesi olmadığını kabullenmiş
oldum. Buna pes ettim de diyebiliriz elbette.
Bir gün yeniden futbolu futbol olduğu için, kadını
insan olduğu için sevenlerle omuz omuza maç
izleyebilmeyi, o da olmazsa bizlerin yetiştirdiği
çocukların, karı koca bizim yapamadığımızı yapıp,
iki farklı takımın formalarını giyerek stada el
ele girebilmelerini diliyorum. Çünkü biliyorum,
futbolla ilintili şiddet eylemlerini ortadan
kaldıracak zihniyeti büyütebilirsek kadına şiddeti
engelleyecek kolektif gücü ve iradeyi de
elde edebileceğiz.
Emre Gürkaynak
İtalya HF167
PARMA’NIN ÇÖKÜŞÜ
Parma taraftarlarının aklındaki soru aslında birçok şeyi özetliyor: Seneye Serie B’de
mi oynayacağız, amatör kümede mi?
Kulübün borçları nedeniyle elektrikleri kesilmiş
olan Ennio Tardini Stadı’nın dışında bir yazı var:
“Hırsızlık sebebiyle kapatılmıştır.” Üç kelime, bir
cümle, bir hikâye. Bir zamanlar Avrupa futbolunun
en yüksek seviyesine ev sahipliği yapmış stadın
duvarındaki yazı, bize bir çöküşün öyküsünü
anlatmak istiyor, dinleyelim.
Futbol tarihi -elde ettiği başarılardan bağımsızbazı kadroları asla unutmaz. 1999’da UEFA
Kupası’nı kaldıran Parma onlardan biri. Parmalat’ın
sponsoru olduğu ikonik sarı-mavi formayı giymiş
olan Buffon, Thuram, Cannavaro, Dino Baggio,
Veron, Crespo, Asprilla. Çoğu kişi hafızasının
tozlu kısımlarına gitmeden bu isimleri sayabilir.
Yine de zaman zaman unutulmayanı hatırlamak
lazım. Parma, 100. yıl kutlamalarında bunu yaptı.
Çoğu efsane yeniden Tardini çimlerine inerken;
izleyenler bir daha hayatları boyunca 1999’dakine
yaklaşan bir kadro görmeyeceklerini biliyor ve belki
de torunlarının da kendileri kadar şanslı olmasını
diliyordu. Yine de işler son yıllarda alt sıra takımına
evrilmiş Parma için çok kötü gitmiyordu. Roberto
Donadoni’nin elinde son yılların en iyi kadrosu vardı
ve Parma, uzun zaman sonra umutluydu.
Mayıs ayında umutların boşa çıkmadığı anlaşıldı.
Sonradan çok pişman olduğunu söylese de,
Inter’den gelen teklifleri birçok kez reddeden
Antonio Cassano liderliğindeki Parma’da, Jonathan
Biabiany, Marco Parolo ve kaptan Lucarelli iyi işler
yapıyor, takım ligi 6. sırada tamamlayarak Avrupa
Ligi biletini kapıyordu. Evet, kadroları eskisi gibi
görkemli değildi ama 1999’da kupayı aldıkları
turnuvaya bir kez daha katılacaklardı işte. Hem
de 100. yıl sonunda. Bu başarı onlara yakışmıştı.
İçinde bulundukları duruma yakışan bir başka şey
ise, ne yazık ki, ‘fırtına öncesi sessizlik’ klişesiydi.
Unutulmaz 1999 kadrosu
İlk esintiler, ödenmeyen vergi borcu nedeniyle
elden alınan Avrupa Ligi biletiyle hissedildi.
Başkan Tommaso Ghirardi, durumdan haberdar
olmadığını, “13 milyon euro harcadıktan sonra, 300
bin ödemekten kaçıp, Avrupa Ligi gelirine hayır
diyecek kadar aptal değilim” sözleriyle açıklayıp;
ekonomik açıdan bir sıkıntıda olmadıklarını
söylüyor, doğum günü hediyesi olarak takımına
Cassano’yu almış bu adama taraftarlar inanıyordu.
Ancak daha sonra işler iyiye gitmedi. Parolo’nun
Lazio’ya geçmesi, Biabiany’nin kalp problemi
nedeniyle futbola ara vermek zorunda kalması
derken Parma alt sıralara demirledi.
Yavaş yavaş batmaya başlamışlardı. Geminin
su almasına sebep olan ise şüphesiz ilk olarak
kendini kurtarmak istiyordu. Ghirardi, takıma
artık ödeme yapmayacağını ve Parma’nın satılık
olduğunu açıkladı. La Gazzetta Dello Sport’un,
pembe sayfalarından bakınca, Parma’nın borcu
200 milyon euro’ya yakın gözüküyor, haliyle alıcılar
hasta adama pek yanaşmıyordu. Yine de, ve bunca
borca rağmen, Ghirardi istediğini yaptı. Zaman
almıştı ama olmuştu. Arnavut iş adamı Rezart
Taci, kulübün yeni sahibi olurken beklenen güzel
günler, hâlâ ufukta değildi.
İki ay süre boyunca takımdan kimsenin görmediği
Taci, aynı şekilde kimseye görünmeden takımı 1
euro’ya Giampietro Manenti’ye satıyordu. Manenti,
yeni takımına Ghirardi ile aynı parayı ödeyerek sahip
olmuştu. Belki de Parma’nın kaderiydi bu. Son 10
yılda ikinci defa sakız parasına satılmak.
Tommaso Ghirardi
Alessandro Lucarelli
Neyse ki görünüşe göre Manetti, o sakız
parasından biraz daha fazlasına sahipti. Takımla
yaptığı ilk konuşmada Parma için harcayacak 100
milyon euro’su olduğunu söyledi. Vefakar kaptan
Lucarelli durumu, “Bundan biraz şüphelendik,
çünkü bu çok büyük bir miktardı” ifadesiyle
anlatırken; zaman şüphelerini haklı çıkarıyordu.
Manetti, takıma bir kuruş yatırmazken; şehrinin
biricik ekibini kurtarmaya çalışan Parma Valisi
Federico Pizzarotti, takımın yeni sahibini çulsuz bir
sahtekar olmakla suçladı. Manetti, bu suçlamalara
henüz herhangi bir cevap veremedi.
Tüm bunlar kenarda dursun, Parma ligdeki son
iki maçına çıkmadı, çıkamadı. Oyuncular yaklaşık
bir yıldır maaş alamıyor. Çalışanlar da öyle.
Takım otobüsüne el konmuş durumda ve stadın
elektrikleri kesik. Parma’ya destek adına Serie A’da
25. haftanın tüm maçları 15 dakika geç başladı.
Karar, Oyuncular Birliği’ne ait. Federasyon ise o
kadar olumlu değil. Başkan Tavecchio artık daha
fazla maç erteleyemeyeceğini ifade ederken;
Parma’nın iki maça daha çıkmaması halinde
‘sorunun kendiliğinden ortadan kalkacağını’
söylüyor. İki maç daha, ve bu, ligin Parma için
resmi olarak bitmesi demek.
Önlerindeyse iki seçenek var. 19 Mart’ta kulübün
iflasını açıklaması bekleniyor. Amaç, buna engel
olup, yaşam destek ünitesiyle sezonu bitirmek.
Böylelikle seneye Parma, Serie B’de olabilir. Aksi
takdirde işler amatör kümeden başlayacak.
Kaptan Lucarelli için bir fark yok. Durum ne olursa
olsun takımda kalacağını şimdiden açıkladı. Diğer
oyuncular gibi evde yıkadığı formasıyla maçlara
hazır olmaya çalışıyor, antrenmanlarını aksatmıyor.
Son olarak kaptanlık bandını satışa çıkardı. Sivil
direniş onunki. Ancak yalnız değil. Son haber, 99
Sınıfı üyesi Faustino Asprilla’dan: “Yaşananlar
utanç verici. Eski kadroyla konuşup açık artırmaya
bir şeyler çıkarabilir miyiz bakacağız” Parma’ya da
bu yakışırdı. Unutulmayanların hatırladığı takım
geri mi dönüyor? Hırsızlık nedeniyle kapalı, neyse
ki umutlara dokunmamışlar.
Faustino Asprilla