Türkiye`de kadın futbolu
Transkript
Türkiye`de kadın futbolu
06MART2 01 5-SAYI 1 67 L e y l Öz t ür Pı nar Be kb ö l e Onl ari de al l e r, ç al ı s kanl ı kl ar ı v c e s ar e t l e r i y l t b o l d i l kl e rd b as ar dı . Onl ar ıhe p s b i r e rkahr ama! L al Or t Bi l gi Dee r l Kahr amanl ar Yayın Koordinatörü Kahramanlar İlker Yılmaz Hayatım Futbol bizler için özgür bir medya. Okuyucu sayısından ve kazancından çok neler verebileceğimize odaklanıyoruz. Dolayısıyla bu kaygılarımız olmadan daha özgür bir çalışma ortamına sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Maalesef bu günlerde kadınlar hakkında çok üzücü haberler okuduk. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde de buna odaklanmak istedik. 2 sene önce yaptığımız sayıda 8 kadına yazı yazdırmıştık. Bu kez ise futbol ortamındaki kadınların başarı hikâyelerini ele almak istedik. Gazete ilanıyla takım kurup antrenörlük yapan ilk kadın olan Leyla Öztürk, Şampiyonlar Ligi finali yöneten ilk Türk hakem Lale Orta, tamamen kendi imkanlarıyla yurt dışına transfer olmayı başaran milli takımımızın kaptanı Bilgin Defterli ve hem görsel hem de basılı medyada her geçen gün yaptığı işlerle takdir toplayan Pınar Bekbölet kısıtlı zamanlarından bizlere vakit ayırarak başarı hikâyelerini anlattı. Bunun yanında attığı golle Ballon d’Or’da Puskas Ödülü’nde ikincilik derecesini kazanarak hayatı bir anda değişen Stephanie Roche’yi kaleme aldık. Onların yaptıkları alkışlanarak geçiştirilecek başarılar değil. Onlar önlerine çıkan fırsatları tüm engellere rağmen aşmış ve yapılamaz denileni yapmış kadınlar. Tüm kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun. Yazarlar Aslıhan Karlıdağ Barış Görgeç Emre Gürkaynak Sercan Ergün Tuğba Yerliyurt Miroğlu Keyifli okumalar, İlker Yılmaz [email protected] [email protected] #167 BU SAYIDA Leyla Öztürk Antrenör, futbolcu, yönetici… İlklerin kadını Lale Orta Türk futbolunun elit kadını Bilgin Defterli Türk futbolun batıya açılan yüzü Pınar Bekbölet Anlatıyor, yorumluyor, yazıyor. On parmağında on marifet Stephanie Roche 2014’ün en güzel ikinci golünü kaydeden yıldız Tribünden Sahaya: Kadın Futbolu Türkiye, Avrupa ve Dünya’da kadın futbolunun geldiği yer Şiddetin İki Odağı Türkiye’de futbol ve kadının benzeştiği nokta: Şiddet Parma’nın Çöküşü Endüstriyel futbolun en acı yönü. Yüzbinlerce taraftarınız var birilerinin elinde eriyorsunuz İlker Yılmaz iLKLERiN KADINI Modern Olimpiyatların kurucusu Pierre de Coubertin, “Hayattaki en önemli şey zafer değil, yarıştır. Esas olan kazanmak değil, iyi savaşmış olmaktır” der. Leyla Öztürk ise bu sözün vücut bulmuş hali. Belki zaferler elde edemedi ama yarıştı, savaştı, birçok ilke imza attı. Kadınların spor yapmasına karşı olan Coubertin’i bile yanıltacak bir hikâyenin içerisinde hâlâ Röportaj HF167 Leyla Öztürk ismine ilk kez iki yıl önce rastlamıştık. Biraz araştırdığımızda öğrendiklerimiz bizi oldukça etkilemişti. leylaozturk.blogspot.com.tr’de onun hakkındaki satır başlarına baktığınızda aynı şeyleri siz de düşüneceksiniz. Bulduğumuz mail adresine bir posta göndermiştim. 3-4 gün sonra telefonum çaldığında karşıdaki ses adının Leyla Öztürk olduğunu söylüyordu. Gayrettepe’de keşmekeş bir İstanbul akşamında açtığım telefonda sadece tanışmakla yetinebilmiştim. Gerek benim iş yoğunluğum gerek de derginin çıkmasına birkaç gün kalması röportajı çok zor bir hale getirmişti ve yapamamıştık. Fakat iki yıldan beri de Leyla Öztürk ismi kafamdan silinmedi: “Böyle biri var ve zamanı gelince çok güzel bir iş yapabiliriz.” Bu kez kesinlikle röportajı yapmalıydım. Tekrar hakkında araştırmaya giriştim, tekrar mail adresini buldum ve postaladım. Ertesin gün ise telefonumda bir mesaj, “İlker Bey merhaba. Mailinizi aldım ancak ulaşamadım. Müsait olduğunuzda ararsanız görüşebiliriz. İyi çalışmalar dileğimle, selam ve sevgiler. Leyla Öztürk.” Akşama doğru aradım ve bu kez sözleşmeyi başardık; Salı günü uygun bir yerde, uygun bir saatte… Salı günü öğleden önce aradım, kendisi Maltepe’de ya da Kadıköy’de buluşabileceğimizi söyledi. Açıkçası kat edeceğim yolu düşündüğümde Kadıköy bana çok uygundu ama Leyla Hanımın ses tonundan “Maltepe’de yapalım” isteğini anlıyordum. Verdim kendimi yollara, 2 saat sonra Maltepe Stadı’na geldim. Benden 3 dakika sonra da Leyla Hanım geldi. Ufak bir Beşçeşmeler turunun ardından meydana geldik. Yağmur ve hafta içi olmasından mütevellit pek de kalabalık değildi ama meydan buram buram samimiyet kokuyordu. Leyla Hanım’ın neden Kadıköy’de her iki tarafın da kendini deplasmanda hissedeceği tarafsız bir saha seçmediğini, ev sahibi olup, misafiri de evinde gibi hissettirmek istediğini şimdi daha iyi anlıyordum. Kafelerden birine oturduk… İzin isteyerek ses kayıt cihazını açtım ama konuştuklarımızı harfiyen yazmayacağımı, sadece bu kaydı dinleyip aklımdakileri not edeceğimi belirttim. Soru-cevap, soru-cevap röportaj benim pek hoşuma gitmiyor. Söyleşilerde amacım sohbet etmek, altı çizili yerleri buraya taşımak. Leyla Hanım da bunu duyunca bir “Evet ya” deyiverdi. Konuşmamız samimiyet konusuyla başladı: “Ben sosyal medyaya alışamadım. Twitter ve Facebook hesaplarım var ama pek vakit geçirmiyorum. Twitter’da sadece gündemi takip ediyorum. İnsanlar dostluklarını ve arkadaşlıklarını internet üzerinden kurmaya başladı. Görmeden, hissetmeden nasıl samimi olabilirsin ki? Oysa hayat dışarıda. Hayat kısa ve dolu dolu yaşamak gerek.” Kesinlikle haksız değil, onaylıyorum hatta ve ekliyorum; Cep telefonlarının kolay mesajlaşma teknolojileri de insanları aslında yakınlaştırırken bir bakıma da samimiyetsizleştirmiyor mu sizce de? Futbola geçiyoruz sonra. Soruyorum: “Artık birçok hanım futbola ilgi duyuyor. Bir kısmı maçlara gidiyor, tribün gruplarında aktif rol üstleniyor, yazılar yazıyor, yorumlar yapıyor, bir kısmı futbol oynuyor. Ama hiç kimse takım kurmayı düşünmüyor. Bu çok ütopik bir şey. Siz neden bir futbol takımı kurdunuz?” “Futbola meraklıydım ve çocukken sokakta zaten oynuyordum. İzmir’de yetiştim ve orada kadın takımları da vardı o dönemler. Fakat ailem sıcak bakmadı. Annem demokrat, babam ise despot biriydi. O dönem de kız takımlarında bazı magazinsel olaylar oluyordu. Pek tabi ki istemediler. Ben ise içimde bulunan futbol oynama isteğime bir çözüm arayışındaydım. Yeni Asır gazetesine ilan vererek bir takım oluşturmak istedim. 80 kişi başvurdu. Tüm adaylarla görüştüm. İçinde sadece futbol oynamak olan ve aileleriyle görüşmeye gelen 15 kişiyle takımımızı oluşturduk. Altay’ın renklerinden de esinlenerek takıma Beyaz Siyah Tay yani Besitay adını verdik.” 21 yaşındaki Leyla takım arkadaşlarını bulmuştu. “Bunu yaparken ailem çok destek oldu. Ama onlardan sonra da medya. Gerçekten büyük destek gördüm medyadan” diyor Leyla Öztürk. Fotospor gazetesi bir de haber yapıyor onu ve takımını. Ardından büyükler devreye giriyor, TFF de destek veriyor bu oluşuma. Takımın hem kuruculuğunu hem antrenörlüğünü hem de oyunculuğunu üstlenen Leyla Hanım öyle güzel bir takım kuruyor, öyle güzel oyunculara sahip oluyor ki ileride kendisini kadroya bile yazamıyor; “İçimde futbol oynama isteği vardı, oynuyordum da ama arkadaşlarım o kadar iyiydi ki onların lisansı çıkana kadar takımda oynayabildim, sonra kendimi yedeğe aldım” diyor. 1992’de kendi imkânlarıyla takım kuran Leyla Öztürk, Altay’da çalışıyor, İzmir Öztürkspor’u kuruyor, İzmir dışına çıkıyor Gemlik Zeytinspor Kadın Futbol Takımı’nın ve U19 kadın Milli Takımı’nın yardımcı antrenörlüğünü üstleniyor. İstanbul’a geliyor, Maltepe’ye yerleşiyor. Zeytinburnuspor, Maltepe Yalı Spor, İstanbul Kemah Spor, Maltepe Gençlik Spor ve Başıbüyükspor’da görevler üstleniyor. İstanbul’a dışarıdan gelen birçok kişi uyum sürecindeki en büyük sıkıntısını İstanbul’un samimiyetsiz ve soğuk insanlarına bağlıyor. Evet, biz İstanbullular biraz soğuğuz birbirimize. Güven eksikliği yaşıyoruz. Çok da kolay dostluklar kuramıyoruz. Fakat Leyla Hanım İstanbul’da aradığı ortamı kolay bulanlardan. Maltepe Beşçeşmeler’de çok mutlu. Buranın sıcaklığını ve samimiyetini seviyor. Belki de saatlerce yol tepmek zorunda kaldığı Zeytinburnuspor’da çalışırken yaptığı işten keyif aldığı kadar Beşçeşmeler semtinin sıcaklığı da ona yardımcı oluyor. “Maltepe’den, Zeytinburnu’na… Çok uzun bir yol, nasıl gidip geliyordunuz. Zor olmuyor muydu?” diye soruyorum: “Çok uzun bir yol tabi. 2 tren bir vapur yolculuğu. Ama insan işini sevince bunlara katlanıyor. Hiç şikâyet etmedim” diyor. Sadece futbol oynamak isteyen Leyla Öztürk zamanla futbolun yönetimsel bir parçası da oluyor. Aslında muhasebe okumuş, yapmak istediği meslek de havacı olmakmış. Aklında futbolun bir parçası olmak hiç de yokmuş. “Kadınlar kendilerini keşfedecek özgüvene sahip olamayabiliyorlar” diyor: “Sadece futbol oynamak istiyordum. İçimdeki bastırılmış bu duyguyu dışarı çıkarmak için çok istekliydim ve sonra kendimi buldum.” İyi ki de futbolun bir parçası olmuş. 1992’den bu yana antrenörlük eğitimlerine, seminerlerine, kurslarına büyük bir istekle katılıyor. O zamanlar şimdiki gibi bilişim gelişmiş değil, internetten antrenman metotları öğrenemiyor. Kendisine yardım eden birileri de yok. Televizyonda gördüğü futbol tekniklerini topuyla kendi bahçesinde yapmaya çalışıyor. Birçok şeyi kendi çabalarıyla öğreniyor, uyguluyor, öğretiyor. “Antrenörlük lisansı almak için başvurdum fakat alamayacaklarını söylediler. Talimatnamede kadınların lisans almasına dair bir madde yokmuş. Talimatnameyi okudum, antrenörlük için gerekli şartlara baktım. Talimatnamede kadın-erkek ayrımı yazmıyordu. Tüm şartlar benim de antrenörlük yapmam için geçerliydi. Fakat o zamana kadar hiçbir kadın antrenör olmak istememiş ki… Zar zor kendimi kabul ettirdim. Bunun mücadelesini verdim. Sadece antrenörlükte değil, her türlü yönetimsel oluşumda. Yıllarca ‘tırnaklarımla kazıyarak’ deyimi az gelir, kazıya kazıya tırnaklarımı kanatarak bir şeyler başarmaya çalıştım.” Artık eğitimlere gitmiyor. Çünkü bir şeyler öğrenemediğini söylüyor, eğitim eksikliğinden dem vuruyor. Elindeki B lisans Leyla Hanım’a yetiyor. Daha üst lisanslar da alabilir ama tercih etmiyor. TFF’nin düzenlediği son antrenör gelişim seminerine gitmemiş. Davetiye mi gelmedi diye soruyorum: “Hayır, davetiye geldi. Gelmeseydi de her halükarda gider, oraya mutlaka girerdim. Ama gitmek istemedim. Çünkü seminerlerin eğitici bir tarafı kalmadı artık. Futbol Gelişim Direktörlüğüne gelen herkes yapıyı değiştiriyor. Hala bir politikamız yok. TÜFAD’a üye (Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği) 18 binden fazla antrenörümüz var. Bu sayı yeterli ama yeterli eğitimi veremiyoruz maalesef. Dolayısıyla iyi eğitimli futbolcu da yetiştiremiyoruz.” Eğitimli antrenör ve eğitimli futbolcu… Bu sözleri sadece Leyla Öztürk Hoca’dan duymuyorum. Benzer şeyleri Önder Özen Hoca da muhabbet ederken dile getirmişti. Tescillenmeye aday bir sorun, kabul etmemizde sakıncası yok. Leyla Hoca’nın söylediklerine kulak kabartmak lazım. Çünkü kendisi sadece antrenörlük yapmadı. Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği Şube ve Genel Merkezi’nde delegelik, Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği Yönetim Kurulu Asil Üyeliği ve Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği bünyesinde Kadın Futbol Koordinatörlüğü’nün kuruculuğunu da yapmış birisi. Bu görevleri üstlenen ilk ‘kadın’ olması ise ayrıntı. Peki, sahadaki, soyunma odasındaki Leyla Öztürk nasıldı. Despot muydu, yoksa anacan bir yapısı mı vardı: “Altay’da çalışırken adım ‘Despot Leyla’ya çıkmıştı. Despot değilim aslında. Disiplinli diyebiliriz buna. Çünkü oyuncuya kendinizi dinletmeniz lazım. Soyunma odasında herkesin gözlerime bakmasını isterim. Maçın atmosferine girmeliler. Öyle disiplinliyimdir ki takımın en iyi oyuncusu 5 dakika geç kalsın kadroya almam. Kimseye ayrımcılık yapmam. Ama ertesin gün gider gönlünü de alırım, sarılırım. Yaşları benden büyük de olsa hepsini evladım olarak görürdüm. Erkek takımlarının giyinme süreleri vardır. Süre dolunca soyunma odasına girerim hepsi giyinmiş, beni bekliyor olur.” Soruyu sorarken despot olmasını umuyordum ama verdiği cevapla öyle olmadığını kanıtladı bana karşı. Disiplinli olduğu ise kesin. Söyleşinin hemen hemen tamamında güler yüzlü olan kadın bunları anlatırken çok ciddiydi. Kadın futbolcular ile erkek futbolcular arasındaki farkı (fizik dışında) merak etmişimdir her zaman. Karşımda bu soruyu cevaplayabilecek en yetkili kişi duruyordu belki de: “Kızlar daha duygusal tabi ki. Onları maçlara motive etmek için çok daha fazla çaba harcayabiliyoruz. Saha içerisinde de koptukları dönemler olabiliyor. Gol yediklerinden çabuk toparlanamıyorlar. Erkekler ise kötü durumlarda daha çabuk toparlıyor. Daha fazla maçın içindeler ve başka şeyleri daha az düşünüyorlar.” Leyla Öztürk’ün CV’sine baktığımızda birçok kulüpte antrenörlük, yöneticilik yaptığını, derneklerde aktif görev aldığını görüyoruz. İş bulma konusunda bir sıkıntısı yok. Her zaman futbolun içerisinde kendine bir yer edinebilecek donanıma sahip. Yurt dışından da teklifler almış ama değerlendirememiş. Samoa Adaları’ndan gelen teklifi sağlık sorunları nedeniyle, Özbekistan’dan gelen kadın futbolu inşası teklifini ise yanına yardımcılarını alamayacağı için reddetmiş. Leyla Öztürk. 44 yaşında. Her sabah kahvaltıdan önce mutlaka Türk kahvesi içiyor. PTT 1. Lig’i ve La Liga’yı izliyor. Beşçeşmeler Meydan’da vakit geçirmeyi, çay, kahve içmeyi, muhabbet etmeyi, okey oynamayı seviyor. Yurt dışına gitmeyi, orada öğrenmeyi, burada öğretmeyi istiyor. İdealist, cesur, disiplinli, çalışkan, güler yüzlü, zarif ve kibar. Antrenmandan eve spor değil, topuklu ayakkabıyla dönüyor. Futbol antrenörü ve yöneticisi. Aynı zamanda kadın. Birçok ilke imza attı, hiç biri de kolay değildi. Aslıhan Karlıdağ Röportaj HF167 TÜRK FUTBOLUNUN ELiT KADINI Antrenörlük diplomasını ilk alan oydu. Ama hakemlikte öyle yetenekliydi ki bir daha o formayı sırtından çıkarmadı. Biz değerini pek bilmesek de UEFA biliyordu Orta okuldaydım... Lale Orta, o zamanlarki adıyla Türkiye 1. Futbol Ligi’nde maç yöneten ilk ve tek kadın hakemdi. Zamanla ligdeki kadın hakem sayısının artacağını düşünmüştüm. Ama maalesef pek öyle olmadı. Türkiye bu konuda sınıfta kalmıştı ama Lale Hoca’nın başarıları Türkiye sınırını çoktan aşmıştı. FIFA kokartı takan ilk kadın Türk hakemi oldu, UEFA elit hakemler kategorisine yükseldi. UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi final maçını yönetti. Biz de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne ithafen Türk futbolundaki en başarılı kadınlardan biri olan Lale Orta’yla başarının sırlarını ve Türk futbolunu konuştuk. O günlerde spor akademilerinin futbol branşlarına kız öğrenciler alınmıyordu. Benim bu kurslarda gösterdiğim mücadele ve başarılardan sonra futbol branşlarına, kız öğrencileri almaya başladılar. Bize biraz kendinizden söz eder misiniz? Biz sizi hep hakem olarak tanıdık. Lale Orta kimdir, futbolla ilk tanışması ne zaman ve nasıl oldu? UEFA A lisansına sahip olmanıza rağmen teknik direktörlük yerine hakem olmayı tercih ettiniz. Hakemliği tercih etmenizdeki sebep neydi? Türkiye’de kadın futbolunun temellerini, 1973– 1988 yılları arasında, Anadolu’yu adım adım dolaşıp maçlar yaparak attık. 1986 yılında, antrenör olmak ve diplomayı almak için 3 maçta hakem, 5 maçta da yardımcı hakem olarak maç yönetmek gerekiyordu. Hakemliğe; yönetmelikler gereği zorunlu olarak başladım. Hatta; 8 maç için bu kadar masraf da yapılır mı diyerek, hakemlik kıyafetlerini de söylene söylene almıştım. Bu süreçte beni izleyen hakem ve gözlemci hocalarım hakem olarak çok başarılı olduğumu ve kesinlikle devam ettirmem gerektiğini söylediler. Hiç aklımdan geçmeyen bir durumla karşı karşıya kalmıştım… Kurallara bağlı olarak yönettiğim maçlar, dağıttığım adalet ve uygulamalarım, kişilik özelliklerim ve karakter yapımla özdeşleşmişti… Başarılı olacağıma olan inancım ve azmim beni daha büyük yönetsel bir organizasyona yönlendirmiş oldu… 1985 yılında Türkiye Futbol Federasyonu’nun açmış olduğu antrenörlük kurslarına (C Monitör, kaleci antrenörlüğü, B ve UEFA A) katılarak Türkiye’nin ilk kadın futbol antrenörü diplomalarına sahip oldum. Amatör futbol altyapılarından, kadın milli takım antrenörlüğüne kadar çeşitli görevlerde bulundum. Hakemliğe 1986 yılında başladım ve tam 20 yıl boyunca bir kadın hakem olarak, Türk Futboluna ve hakemliğine hizmet ettim. Marmara Üniversitesi’nin işletme bölümünü bitirerek, yüksek lisansımı ve doktoramı, Spor Yönetimi üzerine yaptım. O dönemki adıyla Türkiye Erkekler 1. Futbol Ligi’nde birçok maç yönettiniz. Oyuncuların ve kulüplerin sizi kabullenmesi zor olmadı mı? Bir işte başarılı olduğunuzu kanıtlayana kadar çevrenizle mücadele ederek kendinizi kanıtlamak zorunda kalabiliyorsunuz. Yaptığınız işi en iyi şekilde yapmaya çalıştığınızı anladıklarında ise, karşınızda yer alanlar yanınızda yer almaya başlayabiliyor. Özellikle 1990 yılı, Türkiye Birinci Ligi’nde (Süper Lig) Galatasaray-Sarıyer maçında görev yapmam, başarılı olmam, cinsiyetin hakemlik üzerinde etkisinin olmadığının anlaşılmasını ve de tüm kamuoyu tarafından kadın hakemliğin kabul görmesini sağladı. O maç; kadın hakemliğin kamuoyu tarafından fark edilmesini, kadınların en üst düzeyde hakemlik yapabilirliğini ve genç kızlarımızın hakemliğe yönelmesini sağlamıştır. Sahaya çıkarken arkadaşlarına dönerek “Maçta hakemlere karşı en ufak bir itiraz istemiyorum” diyen Galatasaray Spor Kulübü Kaptanı Sayın Cüneyt Tanman başta olmak üzere, o maçta görev alan her iki takım futbolcuları, teknik kadroları, seyirciler ve spor medyasının bana olan yaklaşımı, tüm Türkiye’de daha kolay kabul görmemi sağladı. Bana o maçta görev veren Türkiye Futbol Federasyonu ve dönemin Merkez Hakem Kurulu’na, Sayın Güngör Tuncel’e ve maçın hakemi Sayın Ergül Yücedağ’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. MHK için de maço tabirini kullansak sanırım yanılmış olmayız. MHK’nin size yaklaşımı nasıldı? Yaşam felsefem, olimpiyatların mottosu gibi “Daha hızlı, daha yüksek ve daha güçlü” olduğu için, hakemlik yaptığım zaman da hep yukarıları hedefledim. Benimle düşünsel platformda aynı hızda koşamayan ve de içinde bulunduğumuz küresel dünyadaki gelişmelere ayak uyduramayan Merkez Hakem Kurulları oldu ne yazık ki. Bunun sonucu olarak da, hak ettiğim yere, beraber çalıştığım arkadaşlarımdan ancak yıllar sonra ulaşabildim. Beni değerlendirebilen, ayrımcılık yapmadan destek veren yöneticilerinizin az olması, en büyük engellerden biriydi. Kadın hakemliğin gelişiminden ve çoğalmasından öylesine rahatsız olanlar da oldu ki bir dönem kadın hakemlerin aday hakem kurslarına alınmasını yasakladılar. Kadın olduğum için benimle maça gitmeyi istemeyen erkek(!) hakemler de oldu. Bir maç tebligatımı aldıktan sonra, bir Merkez Hakem Kurulu üyesi “Maç çok zor olduğundan bu maçı sizden almak zorundayım” dedi. Hâlbuki o maçı veren de kendisiydi… Kadınlar için görünmeyen ‘cam tavanlar’ her yerde olduğu gibi, hakemlik müessesesinde de var ne yazık ki… Halbuki Ulu Önderimiz Atatürk: “Kadınlarına değer vermeyen hiçbir ulus kalkınamaz!...” demiştir. Tüm bu zorluklara karşı, benim mücadelemi anlayan, destekleyen, yüreklendiren, kadın erkek eşitliğine inanan Merkez Hakem Kurulları ile de birçok ilkleri gerçekleştirmiş olduk. Kadınları daha çok yan hakem olarak görüyoruz. Siz hem orta hakemlik hem de yan hakemlik yaptınız. Erkekler liginde orta hakem olarak sizden sonra başka kadın hakem göremedik. Siz bunu nasıl başardınız? Hiç kolay olmadı… Hedeflerime ulaşabilmem için stratejik planlamamı yaparak, zihinsel, düşünsel, fiziksel, ruhsal ve eğitsel çalışmalarla mücadelemi bilinçli bir şekilde sürdürdüm. Yılmamak, vazgeçmemek, mücadele etmek, ayakta kalmak ve de ısrarcı olmak çok önemli. Ne yazık ki Merkez Hakem Kurulları tarafından kadın hakemler için ayrımcı politikalar hala devam ediyor. Kadın hakemlerimiz verdikleri emeklerinin karşılığını alamadıkları için de umutlarını kaybediyorlar ve yavaş yavaş mücadelelerinden vazgeçebiliyorlar. Türkiye’de FIFA kokartı alan ilk kadın hakem siz oldunuz. Daha sonra UEFA Elit Hakemler kategorsine yükleldiniz. FIFA kokartına uzanan başarı hikâyenizi bize anlatır mısınız? Size bir masal anlatmak istiyorum. Adı: Kurbağa Misali... Günlerden birgün kurbağa yarışı düzenlenmiş!!! Hedef yüksek bir kulenin tepesiymiş... Kalabalık onları görmek ve alkışlamak için toplanmış. Yarış başlamış. Aslında kimse onların tepeye varacaklarına inanmıyormuş... Ve şöyle konuşuyorlarmış aralarında ; « boşuna !!! nasıl olsa başaramayacaklar... » Kurbağalar yavaş yavaş cesaretlerini kaybetmeye başlamışlar Yalnız bir tanesi bütün gücüyle tırmanmaya devam ediyormuş... « Hakikaten yazık!!! Nasıl olsa tepeye varamayacaklar!.. » Ve kurbağalar yenilgiyi kabullenmek zorunda kalmışlar... Bir tanesi hariç! O, bütün koşullara rağmen devam ediyormuş... Sonuçta, o bir tanesi hariç, hepsi yarışı terk etmişler... O ise kulenin tepesine tek başına çıkabilmiş... Herkes şaşkınlık içinde bunu nasıl başardığını merak etmiş! İçlerinden bir tanesi ona yaklaşıp bu yarışı nasıl tamamladığını sormuş... Ve görmüş ki....... O sağırmış!!! İşte bu benim hakemlik masalım. Negatif duygu, düşünce ve uygulama içinde olanlarla yaşamım boyunca mücadele ederek, yüreğimde taşıdığım en güzel umutlarımı hiçbir zaman yok ettirmedim ve her zaman pozitif düşünerek amaçlarıma ilerledim ve de çok çalışarak onları gerçekleştirdim… Kadınlar Şampiyonlar Ligi finali yönettiniz. Sanırım bir hakemin kariyerindeki en özel maçlardan biridir Şampiyonlar Ligi finali. O maçın atmosferini bize anlatır mısınız? 2005 yılında Almanya’nın Turbine Potsdam ile İsveç’in Djurgarden takımları arasında oynanan UEFA Kupası Kadınlar Final maçını yöneterek, hakemlik hizmetimi onur ve gururunu yaşadım. Yardımcı hakemlerim Seçim Demirel ve Kadriye Gökçek’ti. O gün arkadaşlarımla birlikte tarih yazdığımızın farkındaydık. Başımız dik sahaya çıktık ve çok başarılı bir performans sergiledik. O maç, uluslararası arenada verilen 11 yıllık çabanın sonunda elde edilmiş çok büyük bir başarıydı… TFF delege olma talebinizi Şampiyonlar Ligi maçı yönetmediğiniz gerekçesiyle reddetmişti. Oysa ki final dahil toplamda 15 Şampiyonlar Ligi maçı yönetmiştiniz. Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyim? İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilk maddesinde; tüm insanların cins farkı gözetilmeksizin eşit olduğu belirtilir. Aynı şekilde 1982 Anayasası’nın 10. maddesinde de herkesin cins farkı olmaksızın yasa önünde eşit olduğunu hükme bağlamıştır. Türkiye Futbol Federasyonu da kendi yönetmeliğine uygun davranmamaktadır. TFF, yönetmeliğinin 3. maddesine göre: “her konuda tarafsız olmalı ve cinsler arasında ayrımcılık yapmamalıdır”. Önümüzdeki TFF seçimlerinde haksızlık düzeltilmezse, hakkımı Anayasa Mahkemesi’nde arayacağım. Tüm karar alıcıları erkek olan ataerkilliğin köklerine işlemiş küfürlerin bağlaç olarak lanse edildiği bu toplumda sadece kadınların yer aldığı bir yönetime ne derdiniz? Sizce sadece kadınlar futbolu yönetebilir mi, buna gönülden inanıyor musunuz? Kadınlar her alanda çok başarılı olurlar ama benim felsefem kadın ve erkek eşitliği üzerine kurulmuştur. Kadın-erkek eşitliği herkes için temel bir hak ve demokrasi için gerekli bir değer niteliğindedir. Bu hakkın hayata geçirilmesi için kanunen tanınmasının yanı sıra yaşamın her alanında -politik, ekonomik, sosyal, kültürel ve sporda- etkili uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bu hakkın resmen tanındığı sayısız örneğe ve kaydedilen ilerlemeye rağmen günlük yaşamda kadın erkek eşitliği halen gerçekleşmemiştir. Kadınlar ve erkekler uygulamada aynı haklardan yararlanamamaktadır. Sosyal, politik, ekonomik, kültürel ve spordaki eşitsizlikler devam etmektedir. Gerçek kadın-erkek eşitliği spor için de temel bir meseledir. Yalnızca kadınların yer aldığı yönetimler yerine, karar alma süreçlerinin tüm aşamalarında kadınların ve erkeklerin dengeli katılımını ve temsilini sağlamak isterim. Türkiye liglerinde bugüne kadar verilen hangi tartışmalı kararı kesinlikle kaçırmazdınız? Futbolda gol yemeyen kaleci nasıl yoksa hatalı karar vermeyen hakem de yoktur. Ülke futbolunda elinizde olsa hangi uygulamayı değiştirirdiniz? Öncelikli olarak Türkiye Futbol Federasyonu’nun Genel Kurul Delege yapısını değiştirmek isterdim. Delegelerin yüzde 87’sini kulüp yöneticileri oluşturmaktadır. Türkiye’de spor kulüplerinin yönetici profilleri tartışılırken ve kulüplere yönetici olmak için hiçbir ölçüt getirilmezken Türk futbolunu temsil etme hakkının yüzde 87’si bu gruba verilmiştir. Futbolun en önemli unsurları olan futbolcuların, hakemlerin ve antrenörlerin Genel Kurul’da yalnızca 18 oy hakları bulunmaktadır. Bu da delege sayısının yüzde 6’sına denk gelmektedir. Futbolcu olmadan bir futbol maçının oynanması, hakem olmadan da bir futbol maçının resmiyet kazanması mümkün değilken, futbolun gerçek emekçisi antrenörleriyle birlikte, Türk futbolunun en üst yönetim organında yalnızca yüzde 6 oranında temsil hakkının verilmesi Türk futbolunun çelişkisidir. Dünya futbolundaki 3 kuralı değiştirmek istese neyi değiştirirdiniz? Amatör futbolun ve profesyonel futbolun kurallarını ayrı yazardım. Amatör futbolu daha eğlenceli hale getirirdim. Kadın ve erkek karma takımlardan oluşan bir lig kurardım. CHP’den milletvekili adayı oldunuz. Futbolun içinden gelip politikaya atılan ilk kadın ünvanı da sizde sanırım. Politikayı atılmayı neden tercih ettiniz? Ülkemizde kadın sporunun erkek sporu ile paralel şekilde gelişiminin sağlanması için öncelikle spor kültürünü topluma yaymak, sporu temel eğitimin vazgeçilmez parçası haline getirmek, spor yapmanın her Türk vatandaşının temel bir hakkı olduğunu vurgulamak ve en önemlisi de erkekler için yapılan her türlü spor aktivitesi, organizasyonu ve etkinliğini kadınlar için de yapılmasını sağlayabilmek, sporu, yaşayarak yaşatacak olan ve gelecek sağlıklı kuşakları yetiştirecek olan kadınlarımızın topluma katacağı tüm değer ve katkılarının anlaşılması ve anlatılması gerekmektedir. Hem spordan gelen hem de akademisyen biri olarak tüm bu sorunları çözebilecek projeleri uygulamak için politikaya atılmak istedim. Son olarak 8 Mart Dünya Kadınlar günü vesilesiyle iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? Kadınlar, tarih boyunca cinsiyet ayırımcılığı ve eşitsizliklerle karşılaşmışlar, erkeklere göre daha az hakka sahip olmuşlar ve erkeklerden daha düşük statüde görülmüşlerdir. Birleşmiş Milletlerce 1979’da kabul edilen “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi CEDAW’a göre; kadınlara, spor ve beden eğitimi faaliyetlerine aktif olarak katılmaları için erkeklerle eşit fırsatlar tanınması şeklinde düzenlenmiştir. Çağdaş yaşamın gereği olarak bilimde, sanatta, eğitimde, sağlıkta, sporda vb. yaşamı kucaklayan her alanda, toplumu daha bilgili, daha medeni, daha sağlıklı bir şekilde ileriye götürecek olanlar bu ülkenin kadınları ve erkekleridir. Kadınına gerekli ve yeterli önemi vermeyen hiçbir ülke ne yazık ki uygar dünyada yerini alamamıştır. Aslıhan Karlıdağ Röportaj HF167 FUTBOLUN BATIYA AÇILAN YÜZÜ Bilgin Defterli’nin oynadığı futbol burada amatördü. Azmetti, çalıştı, Almanya’ya kadar uzanan bir başarı öyküsüne imza attı Türkiye’de kadınlar futbolunun en kariyerli isimlerinin başında Bilgin Defterli geliyor. O, 10 yılı aşkın süredir Almanya’da top koşturuyor ve Türkiye Kadınlar A Milli Takımımızın da kaptanı. Başarılı oyuncuyla Dinarsuspor’dan Frankfurt’a, Köln’den Aachen’e uzanan futbolculuk yaşantısını konuştuk. Bize biraz kendinden söz eder misin? Bilgin Defterli kimdir? Futbola nasıl başladı? 1 Kasım 1980 İstanbul doğumluyum. Aslen Erzurumluyum. Toplam 6 kardeşiz, 4 kız ve 2 erkek. Ailenin en küçüğüyüm. Küçük yaşlarda spora çok merakım vardı. Futbola başlamadan önce 1991’den 1996’ya kadar atletizmin birçok dalında yarıştım. 5 birincilik, 2 ikincilik madalyası aldım. Türkiye’de kadın futboluna çok ilgi olmadığından dolayı ben de erkeklerle kendi oturduğum mahallede futbol oynamaya başladım. Çok iyi hatırlıyorum, mahalleler arası turnuvalar olurdu ve o kadar erkeğin arasında tek kız ben olurdum. Orta okulda erkekler arası futbol turnuvalarında da oynadım. Dinarsuspor’a transferin nasıl gerçekleşti? Ailem sokaklarda ve okulda futbol oynamama çıkıyordu. Ailemle “Kız kısmı evde oturur, çamaşır yıkar, temizlik yapar. Ne işin var senin erkekler arasında?” şeklinde sürekli bu tarzda konuşmalar yapardık. Ama orta okuldaki beden öğretmenimin ailemle konuşmasından sonra kadın futbol takımına yazılmaya karar verdim ve İstanbul’da olan Dinarsu Kadın Futbol Takımı’na kayıt oldum. Bu sayede ilk defa kadın takımıyla idmanlar yapıp maçlara çıkabilecektim. 1996’da girdiğim Dinarsu’da 3 ay altyapı eğitimi aldım ve o zamanki hocam Hasan Semerci bana her zaman çok iyi bir futbolcu olacaksın ama şımarmayacaksın derdi. Her zaman disiplinimi kaybetmememi söylerdi. İyi bir eğitim dönemi geçirdim ve daha sonra A takıma yükseldim. Düzenli olarak idmanlar yaptım ve maçlarda yavaş yavaş oyuna alınmaya başladım. İlk başlarda yedek oturuyordum çünkü benden büyük ablalarım vardı ve hocam onlardan öğreneceğim çok şeyin olduğunu söylerdi. Nitekim öyle de oldu. İlk zamanlar 10 dakika, sonra 20, 30 dakika derken ilk 11’de oynamaya başladım. Bu da benim futbola olan azmimden ve disiplinli yetişmemden dolayı geliyordu. Biraz Dinarsuspor’dan söz etmek istiyorum. Kadınlar futbolu deyince en ilgisi olmayan insanlar dahi Dinarsuspor’u halen hatırlıyorlar. Dinarsuspor yıllar önce kapanmasına rağmen, Türkiye’de kadınlar futbolunda en çok şampiyon olan takım ünvanını hala koruyor. Dinarsu’nun bu kadar başarılı olmasını -hele ki o dönemdeneye bağlıyorsun? Dinarsu Kadın Futbol Takımı köklü bir takımdı gerçekten; hem altyapısı, hem A takımı vardı. O dönemdeki futbol kalitesi çok daha iyidi. Fazla takim yoktu fakat futbol oynayan kadınların futbol kalitesi çok üst düzeydeydi. Bizi yetiştiren hoca Hasan Semerci çok disiplinli ve iyi bir eğitimciydi. O zamanlar biz küçük sahalarda antrenman yapıp büyük sahalarda futbol oynuyorduk. Yani önemli değildi bizim için nerde nasıl futbol öğrendiğimiz. Hocamız bize futboldan zevk alınması gerektiğini ve her zaman disiplinli sporcunun başarılı olacağını söylerdi. Ve tabi ki bu disiplin de hem sporcuya hem de takıma başarılar getiriyordu. Bir takım ne kadar başarılı olursa o kadar kendinden söz ettirir. Benim Dinarsu’da oynadığım zamanlarda 3 yıl arka arkaya Türkiye şampiyonu olduk ve bir yıl da federasyon kupası şampiyonlu olduk. Tabii ki 6 yıl içinde Dinarsu Kadın Futbol Takımı´nda oynarken Dinarsu´nun pilot takımlarında da oynamaya başladım. Bir yıl pilot takim olan Feriköyspor´da oynadim ve 2. Lig şampiyonu olduk. Bu takımda 20 maçta 29 gol atarak gol kraliçesi ünvanını aldım. Bir yıl da yine pilot takim olan Delta Mobilyaspor´da oynadım. Burada da 1. Lig şampiyonu olduk. Avrupa’ya transfer olan ilk ve tek kadın futbolcumuz sensin. Avrupa’ya transferinin öyküsünü bizlerle paylaşır mısın? Benim hayallerimden birisi de yurt dışıda futbol oynamaktı. İskendurun Sanayispor’da bir yıl oynadıktan sonra İstanbul’a geri döndüm ve kadın futbol takımının kapanacağını duydum. Bu beni o kadar üzmüştü ki hayallerimin o anda bittiğini düşündüm. Ama azmimi ve kendime olan güvenimi hiçbir zaman kaybetmedim. 8 yıl Türkiye’de kadın futboluna emek vermiştim ve başarılı bir oyuncuydum. Neden yurt dışı olmasın diye düşünüyordum hep. Daha doğrusu hayalini kuruyordum. 2003’te kadın futboluna ara verirlerse yurt dışında nasıl futbol oynarım diye araştırmaya başladım. Almanya´daki kadın futbolunu takip ediyordum hep. Kendime o kadar çok güveniyordum ki başaracağım diye hedef koydum kendime. 2004’te Almanya’daki kadın takımlarına Türkiye’de yaşadığım başarıları bir CV olarak hazırladım ve birçok takıma gönderdim. Bana sadece beklemek kalıyordu. Artık her gün mail adresime bakıp cevap bekliyordum. Bir gün Almanya’nın 1. lig takımlarından olan FSV Frankfurt kulübünden bana cevap gelmişti. Beni bir ay boyunca takımlarında idman yapabilmem için davet etmişlerdi. O kadar mutluydum ki, bunu kelimelerle anlatmak çok zordu. Hemen işlemlere başlamıştım. Tek düşüncem artık yurt dışına gidip futbol oynamaktı. Bir ay boyunca FSV Frankfurt takımıyla idmanlara çıktım. Bu benim için bir sınav gibiydi, başarıyla tamamlamıştım ve kendimi sadece futbola vermiştim. Her zaman kendimi ‘Başaracaksın Bilgin hiçbir şey kolay değil’ diye motive ederdim. Tabii ki zorluklarını çektim, Almanca bir tek kelime bile bilmiyordum. Çok iyi hatırlıyorum bir idmanda hoca takımdaki kızlara “Onu da aranıza alın ve Almanca öğretin diye bir konuşma yaptı. Çok zor bir dönemdi benim için. Artik deneme idmanları bitmiş ve takım hocasıyla konuşma yapacaktık. Hocanın bana ilk olarak Almanya´ya neden geldiğimi sordu ve ben sadece futbol oynamak ve sevdiğim işi burada devam ettirmek için geldim dediğimde bu benim için yeterli bir cevaptı dedi. Biraz şaşkın olduğunu söylemişti. “Türkiye’den böyle yetenekli bir futbolcu beklemiyordum, biraz eksikliklerin var kuvvet açısından ama onu da burada giderebiliriz” dedi. Bunun üzerine benimle 2 senelik sözleşme imzaladılar. Artık Almanya´da, 1. Lig´de futbol oynayacaktım. Bu benim için mükemmeldi. Ne düşüneceğimi ve ne söyleyeceğimi bilmiyordum gerçekten, çok mutluydum. Sorunların beni beklediğinden habersiz, tekrar Almanya’ya gideceğim için evraklarımı hazırlamaya başladım ve başvurumu yaptım. Bana kısa bir süre beklememi söylediler. Nihayet eve mektup gelmiş ve konsolosluğa gitmiştim. Bana bir kağıt verdiler, anlamadım çünkü Almanca bilmiyordum. Oradaki görevlilere tercüme ettirdiğimde bana red kararını verdiklerini söylemişlerdi. Yani Almanya’ya vize alamamıştım. O kadar yıkılmıştım ki inanamıyordum. İstanbul Taksim’de kaldırım taşının üzerine oturup ne yapacağımı bilmeden hüngür hüngür ağlıyordum. Kulağımda slow bir müzik ve yakıcı bir güneş altında birinin omzuma dokunarak bir şeyler söylemek istediğini fark ettim. Orta yaşlı bir adam bana “Ağlama kızım. Ben de çok sevdim beni de terk ettiler. Yaşın daha çok küçük, elbette biri vardır seni sevecek“ diyince benim o anki ağlamaklı halimin yerini gülümseme aldı. Durumu anlatınca o da gülmeye başladı. Hemen Almanya´daki takımı arayıp durumu onlara anlattım. Onlar da neden vize vermediklerini anlamış değillerdi. Benim Türkiye’de oynadığım lisans türünün amatör olduğunu, Almanya Futbol Federasyonu’nun da FSV Frankfurt’a neden bir amatör futbolcu alma gereğini duyuyorsunuz diye yazı gönderdiğini öğrendim. Takim itiraz edip ben bu futbolcuyu gördüm, denedim ve istiyorum dediğinde Almanya Futbol Federasyonu ve FSV Frankfurt takımı arasında uzun süren sorunlar oldu. Ben artık ümidimi yitirmiştim. Tam 6 ay boyunca hiç bir cevap gelmedi. Bende artık beklemekten uslanmıştım ve kafamı dinlendirmek için uzaklaşmıştım İstanbul´dan. Bir hafta dinlendikten sonra geri gelirken yolda annemin bana söylediği bir cümle beni çok etkilemişti. “Kızım içimde bir his var ama hayırlısı” demişti. Ben de anneme artık ümidimi yitirdiğimi, boşuna kendimi üzmek istemediğimi söylemiştim. Eve döndüğümde posta kutusunda Almanya Konsolosluğu’ndan gelen sarı bir zarf gördüm. Açma gereği bile duymadım çünkü tekrar red kararını gönderdiklerini düşünüyordum. Zarfı alıp masanın üstüne koydum ve dışarı çıktım. Eve geri döndüğümde zarf gözüme takıldı ve açıp baktım. İlk önce yanlış okuduğumu sandım, sonra babama okuttum. Kağıtta “2 resim ve pasaportunuzla birlikte vize bölümüne başvurunuz“ diyordu. Defalarca okudum mektubu acaba yanlış mı diye ama doğruydu. Annemin hissettiği şey belki de buydu. Hiç zaman kaybetmeden ertesi gün vize bölümüne başvuruda bulundum. Bana bu sefer Almanya´da kalabilmem için 3 aylık bir vize, yani oturma izni verdiler. Tüm eşyalarımı toparlayıp Almanya için yola koyulacaktım. Fakat ailem hem sevinçli hem de üzüntülüydü. Mesafeler gittikçe uzuyordu. İskenderun´da oynadığım dönemlerde az da olsa maçlarımı seyrediyorlardı ama Almanya yakın değil ki gelip seyredebilsinler. Bu benim için hem üzücü hem de sevindiriciydi ama ailemin desteği olmasa belki bu kadar başarılı olamazdım diye düşünüyorum. Küçükken kaçıp futbol oynardım ailemden gizli. Şimdi ise ailemin de desteğini alarak futbol oynuyorum. Sen Avrupa’ya gitmeyi başardın fakat biliyoruz ki kalıcı olmak çok daha zordur. 10 yılı aşkın süredir Almanya gibi kadın futbolunun 1 numarası olan bir ülkede top koşturuyorsun. Uyum sorununu nasıl aştın? Almanya’ya ayak uydurma sürecim zaman aldı tabi ki. Hayatımı burada kurmaya ve tek başıma yaşamaya kararlıydım. Belki bu benim için çok zordu ama başarmanın yarısı hedef belirlemekti, ben de hedef olarak hep en iyi şeyi yapmak istiyordum. Dil bilmediğim için sorun yaşıyordum ama sahada futbolun dili hep aynıdır. Ben disiplini seven bir sporcuyumdur ve Almanların en büyük özelliği de disiplinli olmalarıdır. Bundan dolayı futbol konusunda hiç zorluk çekmedim. Tabi ki kültür farkı var iki ülke arasında ama ona da zamanla alıştım. Belki, Almanya’ya gelip bu kadar başarılı olacağımı kimse düşünmedi. Yeri geldi ‘başaramaz’ dediler, yeri geldi ‘bir kızın futbolla ne işi var’ dediler. Bu duyduklarıma kulak asmadım ve yılmadım. Bütün engelleri aşıp çok başarılı bir sporcu olmayı başarmaktı benim amacım. 2. ligde Bundesliga’da gol kraliçesi oldum. Alman basını benden övgüyle söz etmeye başladı. Bilgin Defterli’yi önceden kimse tanımazdı ama artık herkes tanıyor. Maçlara çıkmadan önce herkesin gelip bana başarılar dilemesi bile tek başına sevgilerinin kanıtı bana göre. Ayrıca beni seven taraftarlardan bir tanesinin söylediği bir kelime hiç aklımdan çıkmıyor: “Almancayı tam bilmese de o gülümseme bize her şeyi anlatıyor.” Ve her maçta taraftarların benim için Türk bayrağını açmaları da beni çok mutlu ediyordu. Yani kısacası ben bütün bu zorlukları yaşarken hiç bir zaman ‘Almanya’ya keşke gelmeseydim’ demedim. Milli takım kariyerin nasıl başladı? 1999 senesinde Delta Mobilyaspor´da oynarken A milli takım kadrosuna çağırıldım. Ben hiç genç milli takımlarda forma giymedim, direk A milli takım kadrosuna alındım. Bu benim için gerçekten gurur vericiydi. İlk milli maçım Yunanistan-Türkiye karşılaşmasıydı. İlk milli takım kampımdı ve ben heyecandan ölüyordum. Bir de takımın en küçüklerindendim. Unutulmaz bir maçtı benim için. Milli takımda başarıyı sağladıktan sonra sürekli kamplara çağırılıyordum. Artık kendimi kanıtlamıştım. Özel maçlarımız hariç resmi olarak 59 kez A milli takım formasını giydim. Milli Takım kaptanlığa yükselmen nasıl gerçekleşti? Kaç yıldır kaptan olarak milli formayı giyiyorsun? 2005’de A milli takim seçme kampı vardı ve yanılmıyorsam 50 sporcu çağırıldı. Aralarında tecrübe ve yaş olarak en büyükleri bendim. Sanırım beni kaptan seçmelerinin en önemli şeylerinden bir tanesi de sporcularla olan iletişimidi. Takım kaptanı olmak takım içinde büyük bir sorumluluğu da getirir. Çok özveri isteyen bir durum. Her zaman lider konumunda olmak zordur aslında.Çünkü bir takımı yönetmek için o vasfa sahip olmak gerekir diye düşünüyorum. Demek ki görevimi iyi bir şekilde yapıyormuşum ki 10 senedir o bandı kolumda taşıyorum. Kaptanlık bandını sol koluma taktığım zamanki duygularımı anlatamam gerçekten. Her zaman şunu söylerim takım arkadaşlarıma, “Oyunda ve saha dışında kimse kimseyi sevmek zorunda değiliz ama herkes birbirine saygı duymak zorunda. Çünkü o zaman takım ruhunu hissedersin.” Kendine çok iyi bakan oyunculardan birisin. Senden çok daha genç yaşlarda futbolu bırakan oyuncular görüyoruz. Sen halen üst düzey futbolunu oynayabiliyorsun. Bunu neye bağlıyorsun? Daha önce de bahsetmiştim, disiplini seven bir sporcuyum. Tabi ki sadece saha içinde kendimize bakmamız yeterli olmuyor, özel hayatımıza da dikkat etmemiz gerekli. Sigara ve içki kullanmıyorum. Yoğun bir tempoda spor yaptığım için geceleri dışarı çıkmayı pek sevmem. Evde kalıp dinlenmeyi tercih ediyorum genellikle. Düzenli yaşama alışırsan zaten kendine de bakmış oluyorsun. 34 yaşındayım ve insanlara yaşımı söylediğim zaman inanamıyorlar gerçekten. Futbolu ne zaman bırakmayı düşünüyorsun? Şu anda futbolun sonunu düşünmek istemiyorum. Kendimi iyi hissettiğim sürece devam etmek istiyorum. Zaten bir anda bırakamazmışsınız sevdiğiniz işi. O yüzden gittiği yere kadar oynamak istiyorum. Tabi ki planlarım var. Türkiye Futbol Federasyonu’ndan UEFA B antrenörlük belgesini aldim. İlerde inşallah kısmet olursa bu tecrübelerimle birlikte antrenörlük yaparak futbolcu kızlarımıza bir şeyler öğretebilirim. Erkek takımı da olabilir bu, neden olmasın. Bu konuda kendime güveniyorum. Son derece aktif olarak güncellenen sosyal medya hesapların var. Bilgindefterli.com’da kadınlar futboluyla ilgili bütün haberleri bulabiliyoruz. Bilgin Defterli facebook fan sayfasında seninle ilgili haberler yer alıyor. Twitter ve instagram hesapların da keza son derece başarılı. Sosyal medyada profesyonel bir ekiple mi çalışıyorsun? Türkiye’de kadın futboluna gönül veren çok kişi var fakat seslerini duyurabileceği somut bir şey yok. Biz de hem kadın futbolcuların sesi olmak hem de bu işi profesyonel olarak yapmak istedik. O yüzden iyi bir ekiple çalışıyorum. Ve ayni zamanda ekip arkadaşlarımın bir tanesi güzel de bir projeye imza attı. Türkiye’nin ilk ve tek kadın futbol dergisi “LadieSoccer” isimli bir dergi çıkarıyor. Türkiye’de kadın futbolunun bu sayede daha da ilerleyeceğini ve reklam konusunda çok büyük bir etki sağlayacağını düşünüyorum. Bilgin Defterli bir marka oldu diyebilir miyiz? Bence kendi markanı çok güzel yönetiyorsun. Bilgin Defterli marka oldu mu bilmem ama herkesin gurur duyduğu biri oldu sanırım. Sadece futbol oynamak yetmiyor tabi ki sporcu karakteri çok önemli bence. Bir bayan olarak Avrupa’ya transfer olup 11 senedir burada futbol oynayıp ve bu kadar başarılara imza atmam insanları gururlandırıp beni de mutlu ediyor gerçekten. Tek başına yaşanmamalı diye düşünüyorum. Bu başarıları ben Türk Bayrağını en iyi şekilde temsilen buralardayım. Almanya’da kadın seyirci olmak mı daha iyi yoksa kadın futbolcu mu olmak mı? Türkiye’de hangisini tercih ederdin? Almanya’da tabi ki kadın futbolcu olmak daha iyi. Türkiye’de ise her ikisi olmak çok zor, hele ki şu zamanda ... Almanların full çeken stadyumlarına bir kadın olarak nasıl bakıyorsun? Almanya’da taraftar faktörü takımlar için çok önemli. Katı disiplin ve gösterişsiz futbol Alman futbolunun en bilinen özelliği. Fakat son 5 yılda hem kadın hem de erkek maçlarında seyirci ortalamasının 40 binin üzerine çıkmasıyla buradaki futbol görsel anlamda o kadar güzelleşti ki oynadığınız oyundan daha fazla zevk alır olduk. Almanya’nın şu an alt liglerine baktığımda bile kombine biletlerin tükendiğini görüyorum. İlker Yılmaz TUTKUSU GERÇEKTEN FUTBOL Tutkumuz Futbol’da hikâyeler anlatıyor, Maç Sabahı’nda futbolu yorumluyor, GQ’da futbol yazıp, röportajlar yapıyor. Futbol, Pınar Bekbölet’in ayrılmaz bir parçası Röportaj HF167 Pınar Bekbölet’i uzun zamandır LigTV ekranlarında görüyoruz. Artık aşinayız ona. Okay Karacan ve Burcu Kapu ile başladığı ‘Tutkumuz Futbol’ programı 5. sezonuna girdi. Pınar da o günden beri aldı yürüyor. GQ’da futbol dosyaları hazırlıyor, röportajlar yapıyor, yıldızların hayat hikâyelerini kaleme alıyor. Bir de bunun yanında hafta sonları Maç Sabahı programında futbolu yorumluyor. Futbolu dolu dolu yaşayan, bu işi hem göz önünde hem de mutfakta yapan bir kadın. Dışarıdan bakınça bu işler çok kolay gözükür. Hele bir de kadınsanız 1-0 geride başlarsınız aslında. Röportajı okuyunca anlayacaksınız Pınar Bekbölet’in işine nasıl sıkı sıkıya bağlılıkla çalıştığını, ne kadar emek verdiğini. LigTV’de Tutkumuz Futbol adında bir program yapıyorsun. Bu program tutkusu gerçekten futbol olmayan birinin yapabileceği bir iş değil. Futbol tutkun nereden geliyor? Babamdan. Annem ve babam çok yoğun çalışıyor olmalarına rağmen, her ikisiyle de doyasıya vakit geçirebildiğim bir çocukluğum oldu. Babamla çizgi film seyreder, çizgi roman okur, ışın kılıcıyla evin içinde koşturur, iki koltuğu kale yapar küçücük bir topla salonun halısının canına okurduk. Dünya boks şampiyonası olduğunda annemden gizlice sabaha karşı beni uyandırırdı. Ama en çok futbol maçı izlerdik. Çok iyi bir futbolsever, çok fanatik bir taraftardı. İlkokula giden bir kız çocuğunu her ay en az bir defa Antalya’dan 12 saatlik otobüs yolculuğu ile İstanbul’a maça getirirseniz, her Çarşamba akşamı halı saha maçına götürüp ‘sen takımın uğurusun, sensiz kaybediyoruz’ gibi bir misyon yüklerseniz ortaya çıkan şey benim. Yol boyunca takımımın atkısına sarılıp tezahüratları ezberlemeye çalışırdım, tribünde yanlış yapmamak için sürekli içimde tekrarlardım. Futbolu sevmenin ötesinde tribün adabıyla büyütüldüm ben. 5.sezon nasıl gidiyor? Keyifli. Eğleniyoruz, ilham vermeye çalışıyoruz, bazen güldürüyor, bazen ağlatıyoruz. Gerçek taraftarların yaptıkları tutkulu işleri değil, holiganların çıkardığı olayları konuşarak prim yapma peşinde olunan bir ortamda, suyun aksi yönüne kürek çekeceğimiz işe giriştik ve 150 bölümü devirdik. Bu sektörde prim yapma peşinde koşmadan uzun soluklu iş yapmak kolay değil. Bunda içeriği kalitesi ve sürekliliği kadar bu sektörün en uzun soluklu işlerine imza atan ekiple çalışıyor olmamızın da etkisi var. Bize, bizim kendimize güvendiğimizden çok güvendiler, cesur davrandılar. Programın sadece yorumcusu değilsin, içeriğinin hazırlanmasına da katkı sağladığını biliyorum. Her hafta malzeme toplamak epey zor olmalı. Zor değil, hatta benim için işin en keyifli kısmı olduğunu söyleyebilirim. Gün içinde sürekli programa konu bulma derdindeyim. Yabancı basını çok sıkı takip ediyorum. Sosyal medyada çok sosyal olmasam da güncel bir kaynak olarak çok faydalanıyorum. Zaten takip listemin tamamına yakını futbol ile alakalı isimlerdir. Dünya kulüplerinin internet sitelerini, kulüp televizyonlarını bana sorabilirsin. Videoları yayınladıkları an içerik önerisi olarak editörümüzün ekranına düşer. Futbol tutkusu kadar kalemi de kuvvetli bir editörümüz var, Didem Dilmen. Günün herhangi bir saatinde aklıma gelen, gözüme çarpan her şeyi doğrudan ona şutlarım, gerisini düşünmem, o ne yapar ne eder halleder. Gece saat üçte ‘Hadi artık bırak konu bulmayı da uyu’ diye birbirimizi telkin ettiğimiz çok olmuştur. Geçen gün maillerim arasında bir şey ararken ona attığım maillere baktım, yıllar içinde aramızda öyle güçlü bir bağ oluşmuş ki, hiçbir açıklama yazmadan attığım konu önerilerini ondan başka birinin anlaması ve ekrana taşımasının imkansız olduğunu fark ettim. Seni bir çok basın davetinde görüyorum. Bilirsin o davetlere genelde gazetelerin ve haber ajanslarının gönderdiği muhabirler katılıyor. Oradan farklı ve daha özel bir şey çıkarmak isteyen çok az kişi oluyor ve tam bir keşmekeş yaşanıyor. Neden bizzat gelmeyi tercih ediyorsun? Aslında basın davetlerine çoğunlukla editörümüz Didem katılıyor ama bazı işlere birlikte gidiyoruz ki o keşmekeşten iyi bir iş çıkarabilelim. Bazı davetler de isme özel geliyor, onlara katılmam gerekir. Bazen Didem’in şehir dışında çekimi oluyor, o zaman iş bölümü yapıyoruz. Hep söylüyorum. 2009 yılından beri medyadayım ve kısa sürede insanların bu oyunu izleyenle ezberlediklerini söyleyenleri, tribün kültürüyle yetişenlerle gitmeye tenezzül etmediği tribünlerle ilgili ahkam kesenlerin farkını ayırt ettiğini gördüm. Bir sohbet programı olmasına rağmen bu durum Tutkumuz Futbol için de geçerli. Konular önümüze hazır gelseydi, inan bana bir yerden sonra ekranda çok sığ bir muhabbet dönerdi. İçerik hazırlarken nelere dikkat ediyorsunuz? Bir eğlence programı gibi görünse de izleyici beklentisini karşılamakla, belirli bir standartı yakalamak arasında denge kurmamız gerekiyor. Ülkenin dört bir yanından bize ulaşıp futbol tutkularını paylaşan insanlar var, mümkün olduğunca onlara öncelik vermeye çalışıyoruz. Ailelerinden de güzel geri bildirim mailer aldığımız hatrı sayılır bir çocuk kitlemiz var, onlara futbolun kavga, dövüş, nefret, hakaret olmadığını göstermekle yükümlüyüz. Süper Lig’de yeni forma şansı bulan birkaç genç oyuncudan bahsedince, diğerlerinin de kendi isimlerini duymak için heyecanla beklediğini fark ettik, onlara yurtdışından kendilerine örnek alabilecekleri hayat hikayeleri bulmamız gerekiyor. Alt liglerdeki kulüplerin ülkenin dev kulüplerini utandıracak vizyona sahip olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Güldürürken düşündürme çabamız var, bunu da saklamıyoruz zaten. Geçtiğimiz sezon Maç Sabahı isimli bir programa daha başladın. Haftasonları Süper Lig ve Premier League’deki maçları yorumluyorsunuz. Kadın spikerlere alışkınız da, yorumcu koltuğuna oturmaktan endişe etmedin mi? Fikir beni heyecanlandırdı ama endişelendirmedi. Medyadan önceki kariyerimde 25 yaşında yaş ortalaması 35 olan 150 kişilik bir satış ekibine liderlik etmem istendiğinde daha çok endişelenmiştim. O ekiple uluslararası ödüller almıştım, orada nasıl çalışıyorsam burada da aynı titizlikte çalışırsam başarılı olmamam için bir sebep yok diye düşündüm. Futbola ‘gerçekten’ ilgi duyan, Cuma-Pazartesi arasını futbola adamaya razı olan, diğer ligleri de takip etmeye hevesli, yerli ve yabancı kaynaklardan kendini geliştirmeye açık her insan, kadın erkek ayrımı olmadan, futbol yorumcusu olabilir, neden olamasın ki… Futbol konuşan insanlar için Cumartesi- Pazar 09:00-12:00 canlı yayın uzun ve zor bir zaman dilimi değil mi? Kiminle program yaptığınız bağlı olarak değişir. Engin Kehale ve Murat Fevzi Tanırlı futbol yorumcusu olarak saygı duyduğum ama daha da önemlisi insan olarak çok sevdiğim iki arkadaşım, onlarla program yapmaktan keyif alıyorum. Elbette 34 hafta uzun bir maraton ama Milli Maç aralarında dinlenme fırsatımız oluyor. GQ Türkiye’den bahsedelim biraz da. Bir erkek dergisinde futbol ile ilgili işlerin tamamını bir kadın yapıyor. Futbol röportajları, futbol ikonları, futbol hikayeleri hep sende. Son olarak Dünya Kupası özel dosyasında da senin imzan var. Bu da pek alışık olmadığımız bir şey. Genel yayın yönetmenimiz Okan Can Yantır, her ne kadar bunu sadece kendisine saklasa da, spor konusunda ülkenin en sağlam bilgi dağarcığına sahip adamlarından biridir ve iş konusunda beklentisi çok yüksektir. Onun için kadın erkek kimin yazdığı fark etmez, çıkan işe bakar. Dergide birçok yazar var, aralarında futbolun en merkezinde olan kişi ben olduğum için, bu işleri benim yapıyor olmam normal, bunun cinsiyetimle alakası yok. Yani aslında ben ‘kadın futbol yazarı’ değilim. Kadınım. Yazarım. Futbol da yazarım. Ayrıca sadece spor ile ilgili yazmıyorum. Müzik, sinema, moda gibi birçok konuda ikon olmuş isimlerin hayat hikayelerini yazıyorum. Son aylarda Famous Talks diye bir bölüm başlattık, o bölüm için farklı mesleklerde başarılı olmuş ünlü isimlerle de röportajlar da yapıyorum. Futbol ile ilgili yazılardan keyif alıyorum, futbol dışı yazılarımda kendimi geliştiriyorum. O yüzden mümkün olduğunca her ay her ikisinden de bir tane yazmaya çalışıyorum. Futbolla ilgili yaptığın röportajlara nasıl hazırlanıyorsun? Çoğu zaten yakından tanıdığımız isimler, fark yaratmak için neler yapıyorsun? Her şeyden önce soru cevap formatında yazmıyorum. Okuyucunun hakkında birçok şey bildiği biriyle geçirdiğim bir günün bende bıraktığı izlenimleri yazıyorum. Sohbetin nasıl ilerlediğini, verdiği cevaplar hakkında ne düşündüğümü, tavrının bana neler hissettirdiği kağıda döküyorum. Röportajlarımı fotoğraf çekiminden sonra yapıyorum ve saatlerce süren çekimlerde kendiyle ilgili takıntıları, insanlarla olan ilişkileri gibi kişiliği hakkında ipucu veren detayları gözlemliyorum. Futboldan bir isimle röportaj yapacağım zaman çok fazla araştırmama gerek kalmıyor, çünkü zaten yakın takibimde olan bir isim oluyor. Bir gece öncesinden son verdiği röportajlara göz atıyorum. Sadece sorulmamışları sormak için değil, bazen başka bir röportajda geçiştirdiği soruları bulup farklı bir yerden sorup istediğimi almaya çalışıyorum. Güzel bir laf vardır, kendi okumak istediğim şeyleri yazıyorum. Bir de röportajlarımda ses kaydı almıyorum, sadece ajandama notlar alıyorum. ‘Kayıt almayacağım, bende bırakacağınız izlenimleri yazacağım. O yüzden derin izler bıraksanız iyi olur.’ diyorum. Çok şaşırıyorlar, hatta başta söylediklerini birebir yazmayacağım diye tedirgin oluyorlar. Ama sonra ne kadar hızlı not alabildiğimi görünce rahatlıyorlar. Beğendiğin, örnek aldığın spor yazarları var mı? Röportajlarını en çok beğendiğim isim Sid Lowe. Sadece röportajlarını değil, her yazısını hayranlıkla okuyorum. David Moyes’un La Liga’daki ilk maçını bile büyüleyici bir anlatımla yazabiliyor, üstelik maç golsüz bitti. Graham Hunter’ın da yazım dili enfes. En çok keyif alarak iş yaptığın futbolcu ve teknik adam kimdi? Prekazi, Cristiano Ronaldo, Slaven Bilic. Ligler devam ederken en son ne zaman maç izlemeden bir hafta sonu geçirdin? Maç Sabahı başladığından beri, yani iki sezondur Süper Lig’de izlemediğim maç yok. Cuma gecesinden Pazartesi gecesine kadar 34 haftam ekran başında geçiyor. Aynı anda oynanan maçları kaydederek istisnasız bütün maçları izliyorum. Aksi halde ekrana çıkıp konuşamam. Çünkü kimin maçı izleyip kimin izlemeden konuştuğunu o kadar net anlıyorum ki, bunu ben anladığına göre herkes anlayabilir. Haftada kaç maç izliyor olabilirsin? Süper Lig’de 9 maç, Premier League 2 maç, La Liga 1 maç desek, minimum 12 maç. Türkiye Kupası, Avrupa Kupaları derken bu sayı daha da artıyordur. Süper Lig’de seni en çok heyecanlandıran takım, futbolcu veya teknik adam? Kimleri/Hangilerini merakla heyecanla takip ediyorsun? Her hafta bütün maçları izleyen biri olarak bu soruya cevap vermek çok zor. Maç Sabahı ekibi olarak tüm maçları yorumladığımız için her takımı, hocasını ve oyuncularını merakla bekliyoruz. Hele ki şampiyonluk yarışı bu kadar heyecanlı hale gelmiş, benzer çekişme 4.lük ve ligin alt sıralarında da yaşanıyorken. Beni en çok heyecanlandıran takım Şenol Güneş’in Bursaspor’u. Şenol Güneş ile Bursaspor’a imza atmasından birkaç gün önce GQ Türkiye için röporataja gittiğimde aralıksız 4 saat boyunca konuşmuştuk. ‘Hocam haberler doğru diye sormayacağım ama siz futbolu çok özlemişsiniz, hangi takımın başına geçerseniz geçin belli ki futbol ziyafeti izleteceksiniz’ demiştim. Yanılmadım. Merakla takip ettiğim teknik adam Abdullah Avcı. Başakşehir sezon başındaki etkili savunma anlayışının üstüne hücum preste de etkili bir takıma dönüşmüştü. Devre arası Badgi gibi orta sahada ayağında top tutan, pas trafiğini yönetebilecek bir transfer yaptılar. Abdullah hoca Badgi sayesinde takımı temposu düşük uzun toplardan da kurtarabilirse, bir takımın aynı sezon içinde kademe kademe evrilmesine tanıklık edeceğiz. Bu nadir olan bir durum. Performanslarını merakla takip ettiğim oyuncular; Mehmet Ekici, ikinci baharını yaşayan Volkan Şen, Cicinho, Lafferty ve Obraniak, transfer gündemimizi oldukça meşgul eden Tolgay, Aykut Hoca’yı Hleb’i gönderdi diye eleştiriyordum, onun yerine gelen Mahlangu çok iyi bir tercih gibi görünüyor, ilerleyen haftalarda nasıl olacak merak ediyorum. Drenthe ve içeri kat ettiğinde açtığı koridorları kullanabilecek olan Cenk Ahmet… dur demezsen sayarım da sayarım. LigTV lig maçlarının yayıncı kuruluşu ve bir bakıma Türk futbolunun tam kalbinde çalışıyorsun diyebiliriz. Ama aynı zamanda olaylara dışarıdan bakma şansın da var çünkü Doğuş Grubu’nun bir dergisinde de çalışıyorsun. Ayrıca biliyoruz ki Premier League ve La Liga’yı da takip ediyorsun, yurt dışında da maçlara gidiyorsun, Sence Türk futbolundaki sorunların kaynağı ne? Biz futbolu değil sadece tuttuğumuz takımları seviyoruz. Süper Lig’de olsaydı dediğin şey ne? Dolu tribünler, güzel zeminler, sağlam alt yapılar. Çünkü futbol ülkesi etiketi o kadar da ucuz değil. Süper Lig’de keşke olmasaydı dediğin şey ne? Deplasman yasakları. Bir de her şeye de düdük çalınmaz ki hocam, avantaj kuralı denilen bir şey var :) Barış Görgeç Profil HF167 HiÇ KiMSEDEN BEYAZ SARAY’A Stephanie Roche sıradan, amatör bir futbolcuydu. Bu işle geçimini bile sağlayamıyordu, belki de futbolu bırakacaktı. Ta ki attığı gol Ballon d’Or’da Puskas Ödülü’nde en güzel ikinci golün sahibi olana kadar Devre arasına girilirken hafif bir sakatlığı vardı ve hocası Eileen Gleeson ona oyundan çıkmasını önermişti. Ama o bunu yapmak istemiyordu, sezonun başından beri süregelen gol orucunu bozacağına inanıyor, inanmak zorunda olduğunu hissediyordu. Devam etmek istediğini söyledi hocasına. İkinci yarı başladıktan yaklaşık dört dakika sonra bir şey oldu. Belki de hayatının geri kalanını büyük oranda etkileyecek bir şey. Sağ kanattaki arkadaşı Aiene O’Gorman, ceza sahası yayındaki Stephanie Roche’ye bel hizasına denk gelecek bir pas gönderdi. Maç boyunca onu yakın markajında tutan rakibinin nefesini hissedebiliyordu ensesinde. Önce sağ ayağıyla önüne doğru aldı topu. Ardından da top daha yere inmeden kendi üstünden tam ters tarafa çevirdi, rakibi de bu sırada evinin ihtiyacını karşılamak üzere pazara çıkmıştı bile. 11 yaşındayken katıldığı ilk kulüp olan Valeview FC’deki hocası Brendan Higgins’in de dediği gibi harika sol ayağıyla voleyi tam zamanında yapıştırmayı başardı. Tribündekiler, oyuncular, hakem dörtlüsü ve yedek kulübeleri derken yaklaşık 140 kişinin çıplak gözle tanıklık ettiği üzere top tam köşeye gitmişti. Her zaman için en güzel gol henüz atılmayandır ancak o, kendi ufkunu ve dünyasını çok öteye taşıyacak bir gol atmıştı. Kendi deyişiyle böyle goller kadınlar liglerinde hemen hemen her hafta atılıyordu, fakat kameraya alınmıyorlardı bile. O gün, ev sahibi takım Wexford için takımın sakat olan bir oyuncusu maçı video kamerasıyla kaydediyordu. Maçtan sonra video analiz yapılması planlanıyordu. Peamount United o maçı 6-2 kazanırken, Stephanie Roche de 26 gol bulacağı sezonun ilk iki golünü atmış oluyordu. Maçtan sonra Wexford menajeri, ona ve hocası Eileen Gleeson’a attığı ilk golü izletti ve bir de kopyasını verdi. Bir hafta sonra Gleeson videoyu YouTube’a yükledi. Amacı eşin, dostun, akrabanın bu olağandışı golü izleyebilmesiydi. Ancak zamanla videonun alt tarafındaki izlenme sayacının basamak sayıları katlanarak büyüyordu. Sosyal medyada çılgınlarca paylaşılan videoyu Matt Le Tissier, Gary Lineker ve Abby Wambach gibi isimler de Twitter’da milyonları bulan takipçileriyle paylaşıp sezonun golü ilan ediyorlardı. İlk olarak doğup büyüdüğü Güney Dublin sokaklarında fark etmişti yeteneğini. Araba tamircisi olan babasıyla annesi ayrıldığı için oluşan otorite boşluğunun da etkisiyle zamanın çoğunu sokakta mahalleli çocuklarla futbol oynayarak geçiriyordu. Ayrılığa rağmen her zaman yanında olan babası onun futbol oynamasını teşvik ediyordu. Mahallede top oynayan tek kız çocuğuydu, ama hiçbir çekingenlik yaşamıyordu. O, 12 yaşındayken, ablası kuaförde çalışmak için halalarının yanına taşındığında odası da yalnızca ona kalmıştı. Böylece ilk posterini yapıştırdı duvarına, hayranı olduğu Manchester United’ın demirbaşı Ryan Giggs’e aitti o poster. Birkaç yıl sonra Cristiano Ronaldo’nunki de eklenecekti o duvara. Futbol onun için her şeyden önce geliyordu neredeyse. Öyle ki, abisinin düğününde canı sıkılınca kısa eteği ve topuklu ayakkabılarına rağmen etraftaki balonları sektirmeye başlıyordu. “İki öğrencim, Ian Walsh ve Johnny Kelly bana sokakta onları perişan eden bir kızı getirdiklerini söylediler. Takımdaki tek kız oldu. Hatta koca ligdeki tek kızdı aynı zamanda. Çok sert bir lig olmasına rağmen takımdaki en iyi dört oyuncumdan biri oldu. Arkadaşlarına da saha içinde ve dışında her zaman yardım ederdi. Hem çantaları toplardı hem de araba yıkayarak yeni formalar almamıza ve deplasman masraflarını karşılamamıza yardımcı olurdu” 11 yaşındayken katıldığı Valeview FC’deki hocası Brendan Higgins böyle anlatıyor onun ilk macerasını. Daha sonra lig kuralları gereği 12 yaşından itibaren erkeklerle birlikte oynaması olanaksızdı ve Cabinteely Girls’e geçti. Oradaki kaliteyi çok düşük bulup Stella Maris’de denedi şansını bu kez. “14-15 yaşlarında beraber oynadığım kızların çoğu oynamayı bıraktı. Birkaçımız ise futbolu gerçekten seviyorduk. Hemen hemen her şeyden vazgeçtik onun için. Bunu niye yaptığımıza dair mantıklı tek bir açıklama yok.” Çeşitli takımları dolaşırken seçmelerini kaçırdığı U15 milli takımı hariç her yaş grubunda da milli formayı giyiyordu. 2008 yılında İzlanda karşısında ilk A milli maçına da çıkmıştı. 2011’de üç sezon kalacağı Peamount United’a imza attı. Amatör statüde oynuyordu. Geçimini sağlamak için federasyon adına çalışarak etraftaki okullardaki çocukları çalıştırıp, kadınlar futbolunun da tanıtımını yapıyordu. Her zaman hayalini kurduğu profesyonel futbolculuk yılları geçtikçe daha da uzaklaşıyordu ondan. İrlanda Ligi’nde Bray Wanderers forması giyen erkek arkadaşı Dean Zambra ile çok mutlu olmasına rağmen maddi imkânsızlıklar gereği evlenemiyorlardı. Büyük ihtimalle bir yerden sonra futboldan erken emekliliğine yol açacak bu umutsuzluk bulutu, attığı o golle yerini pırıl pırıl bir güneşe bırakmıştı. Üç sezonda attığı 71 golle istikrarlı bir golcü olduğunu kanıtlamıştı ve şimdi de beklenmedik derecede ünlü sayılırdı. Sezon sonunda Fransa’dan bir teklif geldi. Hayallerini gerçeğe dönüştürecek bir teklifti bu. Fransa Kadınlar 1. Liginin yeni ekibi Albi, onu kadrosunda görmek istiyordu. 800 euro ve kirasını kulübün ödeyeceği bir apartman dairesine anlaşmaya vardılar. Toulouse’dan yaklaşık bir saatlik mesafede bulunan Albi’de profesyonel bir futbolcuydu artık. Ama işler beklediğinden biraz daha zor oluyordu. Tamamıyla yalnızdı ve maaşı ona çok da lüks koşullar sağlamıyordu. Dairesinde zamanını kendi formalarını yıkarken, dizi izlerken ve Fransızca öğrenmeye çalışırken geçiriyordu. Evini çok özlemesine rağmen tren ve uçak masrafları onun için hayli can yakıcı bir durumdaydı. Derken bir gün bir haber aldı. Önceki yıl attığı gol, sosyal medya fenomenliğinin ötesine geçerek FIFA Puskás Ödülü’ne, yani yılın en güzel golü ödülüne aday gösterilen 10 golden biri olmuştu. Son yıllarda birçok kez aday olmuştu kadın futbolcuların golleri. Ancak hiçbiri onunki kadar heyecan uyandırmıyordu izleyenlerde. David Luiz, “Olağanüstü golünle tüm dünyayı mutlu ettin ve ben de seni destekliyorum. Çünkü ödülü çok hak ettiğini düşünüyorum” diyordu. PSG teknik patronu Lauren Blanc da gole olan hayranlığını dile getirmişti. Yapılan halk oylaması sonucunda Puskás Ödülü’nde son üç gol arasına kalmayı başarmıştı. Bu, tarihteki son üçe kalan ilk kadınlar futbolu golüydü aynı zamanda. Cristiano Ronaldo, Lionel Messi gibi yıldızlarla aynı ortamda bulunmayı her zaman hayal ettiğini söyleyen Dean Zambra, bunun kız arkadaşı sayesinde olacağına pek ihtimal vermediğini itiraf ediyordu bir röportajında. Ancak oradaydılar işte, Zürih’te. Ronaldo’nun haykırışından ve Kessler’in Malanda’yı anan duygusal konuşmasından hemen önce açıklandı Puskás Ödülü’nün sahibi. James Rodriguez, Dünya Kupası’nda attığı golle oyların %42’ini almıştı. Stephanie Roche ise bir milyonu aşkın oy ile %33’lük bir dilim koparabilmişti pastadan. Hayaller bir nebze kırılmıştı tabii, ama orada gururla oturuyorlardı sekiz yıllık sevgilisiyle beraber. İkisi de biliyorlardı en güzel golün ona ait olduğunu. Galadan hemen önce Noel Tatili için döndüğü ülkesinden Fransa’ya geri dönmeyeceğini açıkladı. Normal şartlarda mayıs ayının sonunda bitecek olan sözleşmesini tek taraflı olarak feshetti. Dil sorunu onun beklediğinin çok ötesinde problemler yaratıyordu ve evini de çok özlüyordu. Bütün bunlara pek de değecek bir maaşı olmadığı için bırakmıştı bu işin peşini. Albi Başkanı Bernard Espie, oyuncusunun kararını anlayışla karşıladı ve ayrılıkta fazla bir zorluk yaşanmadı. Ballon d’Or töreninden sonra özellikle de ülkesinde ciddi bir üne kavuşmuştu. Televizyon programlarında konuk listelerinin vazgeçilmezi olmuştu ve sayısız da röportaj vermişti çeşitli gazete ve dergilere. “Üniversite okumadığım için yapabileceğim çok bir şey yok ve benim için böyle bir işe girmek hayli zor ama televizyonda bir kariyeri düşünebilirim. Ne yaparsam yapayım futbol her zaman ilk sırada olacak. Ya amatör seviyede oynayıp ek işlerde çalışacağım ya da tekrar profesyonel olarak oynayacağım. Profesyonel olsam bile çoğu zaman fakirlik çekeceğim tabii ki.” 2014 yılında İrlanda’da yılın en iyi çıkış yapan spor kişisi seçildikten birkaç hafta sonra, Amerika Kadınlar Futbol Ligi NWSL ekiplerinden Houston Dash’le anlaştı Stephanie Roche. MLS ekibi Houston Dynamo’nun kadınlar şubesi olan takımla iki yıllık profesyonel sözleşmeye imza attı. NWSL’de birçok futbolcu tam zamanlı işlere girmek için yirmili yaşlarının daha ortasına gelmeden emekli olurken o, tam 25 yaşında yeniden düştü en büyük sevdasının peşine. Aynı zamanda Britanya’nın meşhur yayın organı Independent’ın İrlanda edisyonunda yazmayı başladı. Geçtiğimiz günlerde de sezon öncesi hazırlık kampı için Amerika’ya gitmeye hazırlandığı, medya ilgisi artık bitiyor dediği sıralarda ABD Başkanı Barrack Obama’dan Aziz Patrick Günü kutlamaları için Beyaz Saray davetiyesi aldığını açıkladı. Bir gol, bir insanın hayatını ancak bu kadar değiştirebilirdi belki de. Kadınlar Futbolu HF167 Sercan Ergün TRiBÜNDEN SAHAYA KADIN FUTBOLU Futbol artık yalnızca erkek egemenliğinde bir spor olmaktan öte. Dünya üzerinde 40 milyondan fazla kadın futbol oynuyor. Lisanslı kadın futbolcu sayısı gün geçtikçe artarken futbol, artık kadınların da sahaya indiği bir oyun ve onlar oldukça iddialılar. Kadın futbolu, özellikle son dönemde Türkiye’de üzerine konuşulması gereken konulardan biri haline geldi. Konak Belediyespor’un başarısı, kadınlar futbolunu ulusal basında konuşulur hale getirdi. Biz de Hayatım Futbol olarak, Türkiye ve Avrupa’da kadın futbolunun genel bir çerçevesini çizmeye çalıştık. Türkiye’de kadın futbolu Kadın futbolunun Türkiye’de köklü bir geçmişe sahip olduğunu söylemek güç. Uzun yıllar boyunca ‘’erkek oyunu’’ olarak görülen futbol -yalnızca bizde değil, İngiltere gibi ülkelerde dahi bu algı vardı- içinde kadın unsurunu bulundurmaktan uzaktı. TFF’nin verileri ışığında, ülkemizde bilinen ilk kadın futbol takımının 1971 yılında Haluk Hekimoğlu’nun kişisel çabaları ile kurulan İstanbul Kız Futbol Takımı olduğunu görüyoruz. 1972 yılında Dostlukspor Kız Futbol Takımı ismini alan bu takım, uzun yıllar boyunca Türkiye’de kendilerinden başka takım olmaması sebebiyle genç takımlar ve eski futbolculardan oluşan takımlarla mücadele etmişlerdi. 1978 yılında İzmir’de Filizspor, 1980’li yıllarda da İstanbul’da Atılımspor ve Deryaspor takımları kurularak takım sayısı 4’e çıkmış; 1984’te İstanbul’da Filizspor dışında takımların katılımıyla yapılan ilk futbol turnuvası düzenlenmişti. 1985 yılında, Türkiye Futbol Federasyonu tarafından Kadınlar Ligi’nin kurulması için girişimlerde bulunulmuştur. O tarihlerde, İstanbul, İzmir, Ankara, Samsun’da ve Kocaeli’nde kadın futbol takımları mevcut olmasına karşın, yapılan toplantılar sonucunda kadın futbol takımlarının yeterli sayıda ve kalitede bulunmaması gerekçesiyle kadınlar liginin kurulması ertelenmişti. Nihayet 2 Nisan 1994 tarihinde Türkiye Kadınlar Futbol Ligi’nin başlaması ve 1995 yılında da Türkiye Kadın Milli Takımı’nın oluşması ile resmi dönemin başlamıştı. Ülkemizde Kadın Milli Takımı ilk kez 1995 yılında oluşturulmuş, ilk maçlarını tıpkı erkeklerde olduğu gibi Romanya ile oynamış ve 8-0 gibi farklı bir skorla kaybetmişlerdi. İlk golünü 1996’da Macaristan’a atan kadınlarımız, ilk galibiyetini ise 1997 yılında deplasmanda Gürcistan karşısında 1-0’lık skorla elde etmişti. Günümüze gelecek olursak, nispeten daha iyi bir tablo var. Dünya sıralamasında milli takımımız 58.sırada -ki Papua Yeni Gine’nin, Peru’nun altındayız-, lig puanımız Faroe Adaları’nın gerisinde. Yine de A milli düzeyde ve alt yaş gruplarında yapılan atılım meyvesini vermeye başladı. Kadın A Milli Takımı’mız son iki hazırlık maçında 4-2 ve 6-0’lık skorlarla Gürcistan’ı yenerken takımın en tecrübeli oyuncusu 1985 doğumluydu. Kadro genel olarak 1990-1996 jenerasyonundan oluşuyor, birçok U21 oyuncusu aynı zamanda A takım havuzunda. Konak Belediyespor’un geçen sezon yaptıkları herkesin malumu. Ligin olağan şüphelileri Konak ve Ataşehir bu yıl yeni bir rakiple mücadele ediyor: Trabzon İdmanocağı. Karadenizli kızlar ligin zirvesinde. Sona eren 3. Lig’de ise şampiyonluk ipini göğüsleyen Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’un kızları olurken, U17 millilerimiz de Makedonya’da oynanan elemeleri geçerek Elit Tur’a yükseldi. Alınacak daha çok yol var elbette, ancak ilerleme de yadsınamaz. Avrupa’da kadın futbolu Avrupa’da kadın futbolu tarihi Türkiye’den daha köklü bir geçmişe sahip elbette. Günümüzde Avrupa’nın en büyük iki kadın liginin Almanya ve Fransa olduğunu görüyoruz. Almanya Kadınlar Futbol Ligi’nin (Frauen Bundesliga) zirvesinde bu sezon 42 puanla Wolfsburg yer alırken, Bayern Münih takipte. İki takım da Şubat ayı dahil olmak üzere sezonu şu ana dek yenilgisiz geçti. Ancak FFC Frankfurt ve Turbine Potsdam’ın nefeslerini enselerinde hissediyor olduklarını da atlamamak lazım. Sonuncusu 2012’de olmak üzere 5 kez Bundesliga şampiyonu olan Potsdam, 2005 ve 2010 yıllarında da Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu yaşamış bir kulüp. Almanya’da veya diğer büyük liglerde forma giyen Türk oyuncu sayısı ise bir elin parmaklarını geçmiyor. Milli takım kaptanımız da olan Bilgin Defterli Bundesliga 2’de, Alemannia Aachen forması giyiyor. Köln forması ile 2010/11 sezonunda Bundesliga gol kralı olan 34 yaşındaki tecrübeli oyuncu, 42 kez de A Milli formayı terleterek bu alanda rekor sahibi. Fransa Kadınlar Futbol Ligi ise, iki takımın mücadelesi ve hegemonyası altında. UEFA’nın verileri ışığında, Avrupa’nın en iyi kadın ligi olarak gösterilen Fransa’da -Almanya ile aralarında çok ufak bir fark var- zirvede PSG yer alırken, Lyon ise maç eksiğiyle 2. sırada yer alıyor. Ligde şu ana dek oynanan 18 maçta 18 galibiyet alan ve yalnızca 5 gol yiyen Lyon; 15-0, 11-0 ve 8-2 gibi sansasyonel galibiyetlere imza atarak aslına gücünü her yıl olduğu gibi bu yıl da kanıtlamış durumda. Ligde son 8 sezonda 8 şampiyonluk elde ederek, 2000’lerin başında Fransa Ligi’ni domine eden efsane Olympique Lyon takımına nazire edercesine bir performans sergilediler. İsveçli Lotta Schelin takımın yıldızı. 2008 yılından beri Lyon forması giyen forvet oyuncusu tam anlamıyla bir gol makinesi. Profesyonel kariyerinde 250’nin üzerinde lig, 145 kez de milli takım forması giyen 31 yaşındaki oyuncunun kariyerinde 312 golü bulunuyor. Kaptan Wendie Renard 2006 yılından bu yana Lyon forması giyiyor ve aynı zamanda da Fransa Milli Takımı formasını terletiyor. Belçika ve Hollanda’nın ortak bir kadınlar ligi var. Standard Liege lider, Ajax ve Twente de onları takip ediyor. İtalya’da ise zirveyi Verona ve Brescia paylaşıyor. İsveç ve Norveç, ulusal düzeyde bu üç ülkeden daha güçlü ekipler olsalar da yetiştirdikleri oyuncuları Almanya ve Fransa liglerine ihraç ediyor. Norveç, 1995 yılındaki kupayı müzesine götürürken İsveç’in Dünya Kupaları’ndaki en büyük başarısı 2003 yılındaki final. İsveç, 1984 yılında 4 takımın katıldığı ilk Avrupa Şampiyonası’nda şampiyon olurken, Norveç de 1987 ve 1993’te iki kez bu kupayı müzesine götürdü. Son 7 turnuvayı şampiyon bitiren Almanya ise, Avrupa’nın tek hakimi konumunda. 2017 yılında Hollanda’nın ev sahipliği yapacağı turnuva, ilk kez 16 takımın katılımı ile oynanacak. Kadınlar Dünya Kupası’nı neden izlemeliyiz? Kadınlar Dünya Kupası’nın izlemeliyiz; Çünkü 1921 yılında ‘’Futbol oyunu kadınlar için uygun değildir ve oynamaları için cesaret verilmemelidir’’ kararının üzerinden 96 yıl geçti. Çünkü Wembley’de hazırlık maçına çıkan İngiltere Kadın Milli Takımı’nın bir hazırlık maçını 55.000 biletli seyirci izledi. Çünkü Arsenal’in sahasında oynadığı sıradan bir lig maçında 97 pound’a bilet bulabilirken Wembley’de bir kadın maçını yanınıza çocuğunuzu da alarak toplamda 16 pound’a izleyebilirsiniz. Çünkü onlar bu işi para için yapmıyorlar, ki buna en güzel örnek de İngiltere kaptanı Casey Stoney’in yıllık kazancının Manchester United’ın yıldızı Wayne Rooney’nin haftalık kazancının 10’da biri olması. Çünkü İngiltere’de kadınlar kendilerine uygulanan yasağın kalkması için 50 yıl mücadele verdiler. Çünkü Haziran ayında Kanada’da düzenlenecek turnuva ilk kez 24 takıma ev sahipliği yapacak ve ilk kez maçlar daha uzun bir zaman diliminde oynanacak; 30 gün. Çünkü satışa çıktıktan sadece 48 saat sonra 150 bin bilet satıldı. Çünkü ezeli rakipler Almanya ve ABD’nin mücadelesi, dünyada yarım milyardan daha fazla insanı ekrana çekecek. Çünkü, ironiktir ki, İngiltere’nin turnuvada ne yapacağı merak konusu zira onlar da erkek meslektaşları gibi ulusal düzeyde istenen başarıyı elde etmekten uzaklar. Çünkü erkeklerde bir futbol devrimi gerçekleştiren Japonya, 2011’de Almanya’da düzenlenen şampiyonayı kazandı ve ünvanını koruyup koruyamayacağı merak konusu. Yıldız oyuncular Her sporun olduğu gibi, kadınlar futbolunun da dünyaca ünlü yıldızları var. İsveçli gol makinesi Lotta Schelin, defalarca yılın futbolcusu ödülü alan Brezilyalı Marta, ABD kaptanı Abby Wambach ve güzelliğiyle nam salan başarılı kaleci Hope Solo. Nadine Angerer ve Anja Mittag, şu anki Almanya kadrosunun en tecrübeli yıldızları. Özellikle de Angerer, ki kendisi milli formayı 136 kez giymiş bir oyuncu ve kariyerine ABD’de, Portland Thorns’da sürdürüyor. Takım arkadaşı Alex Morgan ise henüz 25 yaşında 79 milli maçta 50 gole ulaşmış durumda. Kişisel olarak izlediğim ve hayran kaldığım isim ise şüphesiz Alman Sara Dabritz. Frauen Bundesliga’da SC Freiburg forması giyen genç yıldız adayı şimdiden ulusal düzeyde 3 şampiyonluk yaşamış durumda; bunlardan biri 2013’te kazanılan Avrupa Şampiyonası. Şimdiden 11 kez A milli takım forması giyen bu yetenekli orta saha oyuncusu, gole yakın tarzıyla yakın gelecekte kadın futbolunda ismini duyuracak isimlerden biri olacak. Türkiye’nin uluslararası seviyede henüz bir yıldız çıkarmadığını ve yakın gelecekte de bu ihtimalin pek olmadığını söylemek yanlış olmaz. Yine de genç ve gelecek vadeden bir jenerasyona sahip olan Türkiye, yeniden yapılanan kadın futbolu ile önümüzdeki 10 yılda ses getirecektir. Gereken sadece sabır, ki onlar bunu fazlasıyla hak ediyorlar. Sara Dabritz Tuğba Yerliyurt Miroğlu Blog HF167 ŞiDDETiN iKi ODAĞI Doğar doğmaz kirpiklerini erkek dünyasına aralayan, kendisine bakan iki çift meraklı kahverengi gözün abileri olduğunu sonradan algılayacak, göreceği acı, tatlı, türlü dertten habersiz, koca kafalı bir kız bebek olarak geldim dünyaya. Gençliğinde amatör ligde top koşturmuş bir baba ve iki abi sayesinde futbolla tanışmam oyuncak arabalardan hemen sonraya, metal müzik ve Barbie bebekten hemen önceye denk gelir. Şifreli yayından, maç yayın haklarının milyon dolar eden satışlarından, maç öncesi taraftarın birbirini bıçaklamasından eser olmadığı, bir taraftarın başka bir taraftar grubunca dövülerek öldürülmesine sayılı günler kaldığı o eski antenli günlerde, annemin patlattığı mısırları kocaman kaselerle kucağımıza alıp televizyon karşısına geçerdik. Kafalarına geçirdikleri sarı lacivert saç örgüsü şeklindeki aksesuarları her golde sallayıp coşkuyla zıplamaları, şampiyonluk söz konusu olursa diye maçtan önce organize edilen konvoylara hazırlanmaları, kısacası işin tüm mutluluğu, coşkusu ve eğlencesi futbolu sevmeye başlamam için yeterli ortamı oluşturuyordu. Erkeğin esas olduğu futbol dünyası için fazlasıyla önemsenen bir kız çocuk olarak büyüdüğümü söyleyebilirim. Evin önündeki toprak sahada her pazar günü yapılan mahalle maçlarında yaşça çok küçük olsam da kaç kere kalecilik yaptığımı sayamadım bile. Fasulyeden de değil, üstüne düşüp başka bir pozisyona talip olsam kimse itiraz etmezdi eminim. Babam elimden tutup kaç ilçe maçına götürdü onu da saymak zor. Fenerbahçeli olmaktan bir an vazgeçmemiş olsam da Beşiktaşlı aile dostlarımızın beni formayla kandırıp transfer etmeye çalışması bile benim bir kız olarak ciddiye alındığım ve ne yazık ki bunun için kendimi şanslı hissettiğim bir anlayışla büyümemi sağladı. Büyüyünce kendime göre bir eş seçmişim ki koyu Galatasaraylı eşim bir kez bile Fenerbahçe’yi bırakmamı talep etmedi, imasında bulunmadı. Ne var ki bunların hiçbiri ne kadına şiddetle ne de futbolda şiddetle tanışmama engel olamadı. Futbolun erkeklerin beyinlerinde temas ettiği nokta ile “kadın” kavramının dokunduğu yerin neredeyse aynı olduğunu gözlemlemek de benim açımdan çok çaba gerektirmedi. Erkeklerin büyük çoğunluğu taraftarı oldukları takımı da kadınları sahiplendikleri gibi sahipleniyor, bu sahiplenmeyi fazlasıyla kişiselleştirerek şiddet kullanarak yönetebilecekleri bir hassasiyet odağı haline getiriyorlardı. O zaman bunun nasıl bir şiddet olduğunu idrak edememiş olsam da futbolun çirkin kısmı ile tanışmam Fenerbahçe’nin Manchester United’ı 40 yıl sonra kendi sahasında yendiği maça denk gelir. Çok yakın bir aile dostumuz bitiş düdüğünün hemen ardından beylik tabancasıyla terasa çıkar ve sevincini gökyüzüne doğru ateş ederek gösterir. Neyse ki bizim açımızdan kazasız belasız atlatılan bir gece olur ancak o tarihten sonra sıklıkla maç sonrası yaşanan silahlı sevinç trajedilerinin haberlerini duymaya başlarız. Aynı dönemlerde benzer şekilde düğünlerde silahlı kutlamaların sebep olduğu kayıplar da duyulmaya başlanır. Birinde Avrupa’da galibiyet, diğerinde yan köyden kız alınır. Duygular sevinçten öfkeye döndükçe şiddetin içeriği de dozu da artar elbette. Kahvehanede gole sevindiği için öldürülen rakip takım taraftarları olur. Aradan zaman geçer, Rüştü’nün siyah arabasının kapısı birkaç holigan tarafından açılır ve hepimizin hatırlayacağı o mide bulandırıcı görüntüler yaşanır. Leeds Unitedlı densizlere dersleri canları alınarak verilir, teknik direktörlerin kafaları yabancı madde ile yarılır, çaktırmadan cilalanmış ırkçılık tribünleri birbirine katar. Bazı futbol sevdalıları tekmeli yumruklu mahalle kavgaları ile yetinmez. Derdini silahlı, kanlı hesaplaşmalarla, ya da karşıdakinin savunmasız olduğu şiddet eylemleriyle anlatmaya başlar. Kadınlar için de hikaye benzerdir. Gazetelerin üçüncü sayfasını dolduran aile dramlarının çoğunluğu kadınların öldürülmesi ile sonuçlanır. Yıllar geçtikçe bu haberler sayfaya değil, gazeteye sığmaz hale gelir, en vahşice katledilmiş olan, değişen toplumun yeni normlarına göre en masum olan kadınlar bahsedilmeye değer görülür. Futbolun artık alışıldık şiddeti, farkında olarak ya da olmayarak kadına şiddet ile aynı oranda ve birlikte artarak devam eder geçmişten bugüne. Televole ile tanınmaya başlayan futbolcu eşleri tribünlerin yeni küfür konusu olurken annelerin pabuçları hiçbir zaman dama atılmaz, en galiz sözcüklerin hedefi olurlar. Taraftarın terbiyesizliğine kızan futbolcular, kendi öfkelerini dışavurmak istediklerinde de benzer küfürleri birbirlerine eder, ateşi harlı tutarlar. En olmadı biri sahanın ortasında tombala çeker, biz kadınlar stadda ya da televizyon karşısında bunu izlemek zorunda kalırız. Bir maçın ardından en çok hakareti, en büyük aşağılamaları yine kadınlar yer, öznesi olamadıkları konunun nesnesi olurlar. Kadının tribünde yer almamasına dünden razı erkek dünyası, kulüplere “seyircisiz” maç cezası verir, koltukları kadın ve çocuklara sunar. Böylelikle kadınla erkeğin beraber maç izlemesine gerek kalmaz. Ne de olsa kadının da çocuğun da onların kalbinde bir birey olarak yeri yoktur. Derinden, sinsice bilinçaltına yerleştirilen değersizlik algısını farketmeden coşku ile tezahürat yapar seyirci sayılmayan kadınlar. Erkeğin egemenliğini güç üzerinden ifade edebildiği bu dünyada, egemenliğini ispat konusunda en büyük kaygıları taşıdığı iki unsurdan biri olan futbol artık sadece bir spor, kadın da sadece bir birey değildir. İçindekini insancıl yollarla ifade etmekte sorun yaşayan, iletişimin karşılıklı anlayış gerektirdiğini özümseyememiş topluluklarda gücünü göstermenin, kendini ifade etmenin ilk akla gelen, kestirme yolu şiddettir. Kadın etek giyiyorsa, yalnızsa, rahatsa, reddediyorsa, hatta sadece varsa, taciz edilebilir, yönetilebilir, dövülebilir, tecavüz edilebilir, yakılabilir. Futbolda da kaleyi koruyamıyorsa kaleci dövülebilir, takımla dalga geçen rakip taraftar öldürülebilir, hakemlerin kafalarına cisim atılabilir, şampiyonluk gittiyse tribün baştan aşağı yakılabilir. Kadın da futbol da olumlu ya da olumsuz ifadelerin çoğunlukla şiddet kullanılarak aktarımına maruz kalır. Futbol ve kadını aynı kefeye koymak ilk bakışta bir anlam ifade etmiyor görünse de ikisi de erkek hegamonyasında mülkiyetçi bakış açısının zulmüne uğrar. Üstelik kadınlar, futbolda uygulanan sözlü ve psikolojik şiddetin aktarımında kullanılan yegane öğe olmaktadır. Tıpkı kadınlar gibi, futbol da “namus”tur. Tanımın içi bomboş olsa da namusa sahip çıkmak için her yola başvurmak esastır. Artık endüstri haline gelmiş, antenin çatıya çıkılarak düzeltildiği günlerini geride bırakmış Türkiye futbolu ile olan bağımı 12 Mayıs 2012 tarihinde, Galatasaray’lı futbolcuları Fenerbahçe’li futbolcularla birlikte alkışlarken yediğim biber gazları ile bıraktım. Maça abimin arkadaşları ile birlikte, kendi gidemediği için bana verdiği kombinesini kullanarak gitmiştim. Maç sonu olanlar başka bir tartışmanın konusu ancak binlerce insanla birlikte şahit olduğum şiddet futbolla bağımı kopartan iki sebepten biriydi. Diğer sebep de başıma gelenleri karşı cinsten birine anlattığımda “Ne işin vardı senin de orada, bilmiyor muydun olacakları?” tepkisini almış olmamdı. “Kadın halinle derbi maçında ne işin var?” alt mesajlı bu soru artık pek çok insana maçı bir kadın olarak değil, bir taraftar olarak izlediğimi anlatmanın güçlüğünü yüzüme çarptı. Sorgulanan, anormal görülen kısmın yaşanan şiddet olması gerektiğini düşünürken, benim maça gidişim gündem olunca izlediğim şeyin pek çok insan için sadece bir spor mücadelesi olmadığını kabullenmiş oldum. Buna pes ettim de diyebiliriz elbette. Bir gün yeniden futbolu futbol olduğu için, kadını insan olduğu için sevenlerle omuz omuza maç izleyebilmeyi, o da olmazsa bizlerin yetiştirdiği çocukların, karı koca bizim yapamadığımızı yapıp, iki farklı takımın formalarını giyerek stada el ele girebilmelerini diliyorum. Çünkü biliyorum, futbolla ilintili şiddet eylemlerini ortadan kaldıracak zihniyeti büyütebilirsek kadına şiddeti engelleyecek kolektif gücü ve iradeyi de elde edebileceğiz. Emre Gürkaynak İtalya HF167 PARMA’NIN ÇÖKÜŞÜ Parma taraftarlarının aklındaki soru aslında birçok şeyi özetliyor: Seneye Serie B’de mi oynayacağız, amatör kümede mi? Kulübün borçları nedeniyle elektrikleri kesilmiş olan Ennio Tardini Stadı’nın dışında bir yazı var: “Hırsızlık sebebiyle kapatılmıştır.” Üç kelime, bir cümle, bir hikâye. Bir zamanlar Avrupa futbolunun en yüksek seviyesine ev sahipliği yapmış stadın duvarındaki yazı, bize bir çöküşün öyküsünü anlatmak istiyor, dinleyelim. Futbol tarihi -elde ettiği başarılardan bağımsızbazı kadroları asla unutmaz. 1999’da UEFA Kupası’nı kaldıran Parma onlardan biri. Parmalat’ın sponsoru olduğu ikonik sarı-mavi formayı giymiş olan Buffon, Thuram, Cannavaro, Dino Baggio, Veron, Crespo, Asprilla. Çoğu kişi hafızasının tozlu kısımlarına gitmeden bu isimleri sayabilir. Yine de zaman zaman unutulmayanı hatırlamak lazım. Parma, 100. yıl kutlamalarında bunu yaptı. Çoğu efsane yeniden Tardini çimlerine inerken; izleyenler bir daha hayatları boyunca 1999’dakine yaklaşan bir kadro görmeyeceklerini biliyor ve belki de torunlarının da kendileri kadar şanslı olmasını diliyordu. Yine de işler son yıllarda alt sıra takımına evrilmiş Parma için çok kötü gitmiyordu. Roberto Donadoni’nin elinde son yılların en iyi kadrosu vardı ve Parma, uzun zaman sonra umutluydu. Mayıs ayında umutların boşa çıkmadığı anlaşıldı. Sonradan çok pişman olduğunu söylese de, Inter’den gelen teklifleri birçok kez reddeden Antonio Cassano liderliğindeki Parma’da, Jonathan Biabiany, Marco Parolo ve kaptan Lucarelli iyi işler yapıyor, takım ligi 6. sırada tamamlayarak Avrupa Ligi biletini kapıyordu. Evet, kadroları eskisi gibi görkemli değildi ama 1999’da kupayı aldıkları turnuvaya bir kez daha katılacaklardı işte. Hem de 100. yıl sonunda. Bu başarı onlara yakışmıştı. İçinde bulundukları duruma yakışan bir başka şey ise, ne yazık ki, ‘fırtına öncesi sessizlik’ klişesiydi. Unutulmaz 1999 kadrosu İlk esintiler, ödenmeyen vergi borcu nedeniyle elden alınan Avrupa Ligi biletiyle hissedildi. Başkan Tommaso Ghirardi, durumdan haberdar olmadığını, “13 milyon euro harcadıktan sonra, 300 bin ödemekten kaçıp, Avrupa Ligi gelirine hayır diyecek kadar aptal değilim” sözleriyle açıklayıp; ekonomik açıdan bir sıkıntıda olmadıklarını söylüyor, doğum günü hediyesi olarak takımına Cassano’yu almış bu adama taraftarlar inanıyordu. Ancak daha sonra işler iyiye gitmedi. Parolo’nun Lazio’ya geçmesi, Biabiany’nin kalp problemi nedeniyle futbola ara vermek zorunda kalması derken Parma alt sıralara demirledi. Yavaş yavaş batmaya başlamışlardı. Geminin su almasına sebep olan ise şüphesiz ilk olarak kendini kurtarmak istiyordu. Ghirardi, takıma artık ödeme yapmayacağını ve Parma’nın satılık olduğunu açıkladı. La Gazzetta Dello Sport’un, pembe sayfalarından bakınca, Parma’nın borcu 200 milyon euro’ya yakın gözüküyor, haliyle alıcılar hasta adama pek yanaşmıyordu. Yine de, ve bunca borca rağmen, Ghirardi istediğini yaptı. Zaman almıştı ama olmuştu. Arnavut iş adamı Rezart Taci, kulübün yeni sahibi olurken beklenen güzel günler, hâlâ ufukta değildi. İki ay süre boyunca takımdan kimsenin görmediği Taci, aynı şekilde kimseye görünmeden takımı 1 euro’ya Giampietro Manenti’ye satıyordu. Manenti, yeni takımına Ghirardi ile aynı parayı ödeyerek sahip olmuştu. Belki de Parma’nın kaderiydi bu. Son 10 yılda ikinci defa sakız parasına satılmak. Tommaso Ghirardi Alessandro Lucarelli Neyse ki görünüşe göre Manetti, o sakız parasından biraz daha fazlasına sahipti. Takımla yaptığı ilk konuşmada Parma için harcayacak 100 milyon euro’su olduğunu söyledi. Vefakar kaptan Lucarelli durumu, “Bundan biraz şüphelendik, çünkü bu çok büyük bir miktardı” ifadesiyle anlatırken; zaman şüphelerini haklı çıkarıyordu. Manetti, takıma bir kuruş yatırmazken; şehrinin biricik ekibini kurtarmaya çalışan Parma Valisi Federico Pizzarotti, takımın yeni sahibini çulsuz bir sahtekar olmakla suçladı. Manetti, bu suçlamalara henüz herhangi bir cevap veremedi. Tüm bunlar kenarda dursun, Parma ligdeki son iki maçına çıkmadı, çıkamadı. Oyuncular yaklaşık bir yıldır maaş alamıyor. Çalışanlar da öyle. Takım otobüsüne el konmuş durumda ve stadın elektrikleri kesik. Parma’ya destek adına Serie A’da 25. haftanın tüm maçları 15 dakika geç başladı. Karar, Oyuncular Birliği’ne ait. Federasyon ise o kadar olumlu değil. Başkan Tavecchio artık daha fazla maç erteleyemeyeceğini ifade ederken; Parma’nın iki maça daha çıkmaması halinde ‘sorunun kendiliğinden ortadan kalkacağını’ söylüyor. İki maç daha, ve bu, ligin Parma için resmi olarak bitmesi demek. Önlerindeyse iki seçenek var. 19 Mart’ta kulübün iflasını açıklaması bekleniyor. Amaç, buna engel olup, yaşam destek ünitesiyle sezonu bitirmek. Böylelikle seneye Parma, Serie B’de olabilir. Aksi takdirde işler amatör kümeden başlayacak. Kaptan Lucarelli için bir fark yok. Durum ne olursa olsun takımda kalacağını şimdiden açıkladı. Diğer oyuncular gibi evde yıkadığı formasıyla maçlara hazır olmaya çalışıyor, antrenmanlarını aksatmıyor. Son olarak kaptanlık bandını satışa çıkardı. Sivil direniş onunki. Ancak yalnız değil. Son haber, 99 Sınıfı üyesi Faustino Asprilla’dan: “Yaşananlar utanç verici. Eski kadroyla konuşup açık artırmaya bir şeyler çıkarabilir miyiz bakacağız” Parma’ya da bu yakışırdı. Unutulmayanların hatırladığı takım geri mi dönüyor? Hırsızlık nedeniyle kapalı, neyse ki umutlara dokunmamışlar. Faustino Asprilla