Martı Haziran 2015

Transkript

Martı Haziran 2015
bosphoruschronicle
The quarterly Robert College
Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle
June 2015 issue. / Bosphorus Chronicle’ın
Haziran 2015 ekidir.
Yayın Adı
Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer - T.C.
Sorumlu Öğretmen
Özgül Akgül Cinkara
Editörler
Yasemin Kirişçioğlu
Ferhat Karademir
Tasarım ve Sayfa Düzeni
Tulya Elif Bekişoğlu
Kapak Tasarımı
Tulya Elif Bekişoğlu
Çizimler
Tulya Elif Bekişoğlu
Yazarlar
Erce Erez
Elif Gökben Keser
Yasemin Kirişçioğlu
Ferhat Karademir
Emre Manavoğlu
Rojin İdil Erdoğdu
Doğa Taşpınar
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy/İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Yayının Türü
Yerel, Süreli
Yayının Dili
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (0212) 629 05 59-60
Basım Yılı
Haziran 2015
2
3
n
e
:
r
r
E
e
l
4
eki
arnaz
n
ı
İçind
P
,
ı
ğ
a
6
ir Sok abanyan ldırım
n
y
e
D
7
up
Yı
Burg ız, Narod m Bartu
e
8
lu
rs
Tuta urşun, Az f Bekişoğ
9
li
K
Deli , Tulya E aba
n
n
ğa
9
b
duma nep Kara Büyükdo
y
a
lu
ir 10
m
..., Ze dın, İlayd anavoğ
e
d
M
ara
12
a
Bir K yin, Emre . Erdoğdu , Ferhat K
İ
i
12
a
lalett ın, Rojin sözlerim
m
13
ay
Uçm ca duydu bi
liz
14
le
ın
uyan Edâ-lı Çe Ata Türkfi Analı
16
,
,
i
gazel yanağım Kılıç, İnc
a
17
ı
kal
a
s
Tek D tin Aynas sen
a
b
Ka
ğdu
17
E
re
Cesa H. Sezin da, Emre jin İ. Erdo
18
O
,
o
Ayna Lambalı gibi...”, R
19
k
k
mir
e
d
Küçü a bakma işoğlu
a
r
20
k
t Ka
ay
“Ayn ya Elif Be m!, Ferha
l
22
lı
..., Tu Şiir Yaza
n
a
i
ur
24
Hayd Erce Erez İrem Özt
,
25
”,
İnsan sin Ötesi ademir
e
r
26
l
e
“Küm Ferhat Ka
n
e
r
28
aZ
,
Eyüp Esra Seze yor, Dilar zkan
,
29
şı
Yarın e Uzakla Zeynep Ö aran Bali
ç
30
ı,
B
Gittik ım Taşlar du...”, K. Arar
is
ır
ol
Kald ki buçuk rı..., Mel
i
la
“saat för Ayna işoğlu
k
ua
Şu K ya Elif Be
l
..., Tu
Isırmış yoksulluğun meyvesini
Çiğnemiş acıları ve yutmuş ayrılıkları
Tükürmüş züppeliğin kanını
EDİTÖRDEN
Baharlıklar, kışlıklar... Edebiyatın mevsimi olur mu demeyin, oluyor. Yalnızca popüler
kitaplarda, plaj kitaplarında ya da iklimin önemli rol oynadığı eserlerde değil, her yazıda
mevsimlerin bir dokunuşu olur. Sonbaharı hüzünle özdeşleştiririz: sonbahar ayrılık şiirlerinin,
acı vedaların ve savrulan saçların mevsimidir. Renk renk yaprakların üzerine ağlar yağmur.
Kış sessizdir, sonbaharda içeri akan gözyaşları buz tutar, insanın içi donar. Kar... Kar ölümdür
aslında. Şairler kış uykusuna yatmasa da kışları kimilerinin duyguları donar. Derken
bahar gelir, gerçekten neşeli midir, biz mi inandırdık kendimizi baharın neşeli olduğuna?
Kuşlar da okur şiirlerini, diğer baharda ayrılanlar kavuşur. Aynı yağmur bu kez akan mutluluk
gözyaşlarıdır. Şairin gönlü tomurcuk durur, çiçek açar; daldan dala konar.
Yazın endamı ile akademik yıl kapanır. Çocukluktan kalan bir tatil heyecanı,
büyümenin getirdiği buruklukla bir nostalji hissi yaratır. Her ne kadar “eski günlerdeki gibi”
tadını çıkaramasak da hem kıyafet, hem etkinlik olarak en özgür olduğumuz mevsimdir yaz.
Serbest şiirdir, denemedir, kalıpları eriten mutlu güneşin sıcaklığıdır. Bana sorarsanız en edebi
olmasa da en neşeli edebiyat, yazdır.
Martı da yazlıklarını giyiyor, yılın bizler için son mevsiminde bir kez daha huzurlarınızda boy gösteriyor. Her mevsimden, her türden kesitleriyle kendi başına bir yılı tamamlıyor.
Yazın heyecanı yavaş yavaş ayrılacak ve mevsimlere hüzün bulaşacak, sonbahar
mahzun bekleyecek kapı eşiğinde. Martı’nın bu sayısının da en son sayı olma nişanını bir sonraki dergiye bırakıncaya kadar ellerinize, kalplerinize, mevsiminize misafir olması dileğiyle.
Ferhat Karademir
Pınarnaz Eren
ÖYKÜ YARIŞMASI BİRİNCİSİ
Burgupeynir Sokağı
“Önce aklını alacağım. Sonra dolayacağım elime aklını. Döndür döndür, bura bura
döndürdüm. Aklını aldım topuz yaptım, birazdan tokayla tutturacağım.”
Çoraplarım delik midir acaba? Rezil olmayalım yemeğe gidiyoruz derken. Temiz
çorabım kalmamıştı, yapacak bir şey yok. Çorap da almam gerek. Çorap nerede satılır bu
memlekette acaba? Bir çift çorap bulacağız diye günü gece etmeyelim. Kaç para isterler bir çift
çoraba bu memlekette acaba? Her an tetikte olmak lazım, ağzı burnu yamuk çorapları allem
edip kallem edip sokuverirler ağzıma.
Yıkık binanın yanındaki yola saptım. Döne döne sokağın sonunu getirdim. Burgu
merdivenleri gördüm. Kimseler yok. Çıkarıp baksam mı benim çoraplara? Gerçi güven olmaz
basamaklara, bir şey olur da devriliveririm, döne döne bitir yolu işin yoksa.
Merdiven bitti. “Seni daha da sarıp sarma yapacağım.” Pembe evi gördüm. “Dolayıp
dolayıp buracağım.” Sokaklar kafamı karıştırıyor. İnsan misafirini kapıda karşılar!
Ayıp olmasın diye üçüncü tabağı yedim. Hâlbuki ben soğan kokan yemekleri sevmem.
Kola bastırıyor neyse ki kokuyu. Küçükken de yemezdim soğan kokan yemekleri. Bu kola annelere adanmışlığın icadı. Kahve ikram ederler mi ki sonra? Fal bilecek tip var bu kadınlarda.
Boğaz manzaralı balkonun varsa tabi kahve ikram edilir. Bilmem ki ben gündemi,
yetti duyduğum asma kesme haberi. Ne çok gemi geçiyormuş boğazdan. Soğandan ve pamuktan gemiler. Bir de köstebek gemiler. Soğan gemiler koktular, pamuk gemiler ıslanıp şiştiler,
köstebek gemiler suyu kazdılar. Gemiler yüzüp gidiyor da Ademoğlunu toprağa tutturmuşlar.
“Ayaklarını zamana verdikten sonra diğer ucunu da mekânın ellerine tutuşturacağım. Biri o yana
döndürecek biri bu yana. Bakalım ne kadar suyun var da çıkacak.”
Eve döneceğim, yolu pek hatırlamıyorum. Döne döne döndüm, indim, yıkık bina, kenarda böcek yiyen kedi, hava niye hâlâ aydınlık? Tam zamanı, yeni ayna gözlüklerimi takayım,
güneşi parça parça dağıtayım. Gücü yeten varsa gözlerime baksın da göreyim. En iyisi şu gelen
amcaya Burgupeynir Sokak’ı sorayım. “Tokayla tutturmak da yetmeyecek, çözüp baştan bağlayacağım seni.”
mıyor.
Ben de bir resmin var, şimdi suratıma bak-
2
ÖYKÜ YARIŞMASI İKİNCİSİ
Tutarsız
Narod Dabanyan
Aynada gözlerimin içine bakmak…
Ne kadar güzelim ben, ne eşi bulunmaz, ne kadar özelim. Mükemmel değilim ama sevgi
doluyum. Sevgiyle dolup taşıyorum, sevgimi kime versem bilemiyorum. Mutlu olmak, mutluluğu saçmak istiyorum.
Başka günler sevgiyi bir dolaba kitliyor, gözlerimin dibinde kalmış iki parça gözyaşının,
boğazımda düğümlü ağrıya işaret olduğunu seziyorum. Kafam zannedersin düdüklü tencere.
Isınıyorum, ısınıyorum, patlayacak gibi çığlıklar atıyorum içten içe. Anca cılız bir ıslık duyuluyor
dışarıdan fakat gözlerim yuvalarından fırlayacakmışçasına, burnumdan kan boşanacakmışçasına bir
basınç hissediyorum içimde. Neden? Neden bu kadar kızgınım ben? Sebep bir değil, sadece ben de
değil, olsa zaten hemen… Ne mi yapardım? Kökünden söküp atmazdım. Onu oturduğum aynanın
karşısına koyardım. Kendini beğenir mi yoksa ağrı boğazında düğümlenir mi anlardım. O yapmasa
da kendimi onun yerine koyar, ama bir yandan da kendime hakim olamazdım; o narsisist bakışları aynanın içine gömdüğüm takdirde, pişmalıktan ağlardım. Çünkü ben onun gibi olamazdım, olmamalıydım. Haksız bulduğumun kılıfını kendime takamazdım.
Aynanın karşısına oturtacak birini bulamazsam? Yıllar yıllar önce tükenmişse soyu? Bir bakmışsın su çekmeye çalıştığın kuyunun dibi kuru. E kim çekti bu kadar suyu? Tebessümümü seyrettiğim
yansıma nereye kayboldu? Susuzluktan yitip gitmek üzere olan ben, hesabını sorduğumda milletten,
aslında kim olduğunu tahmin ederken, ortada öylece dolandım durdum. Kimi dedi o yaptı, kimi dedi
senin kuyun mu vardı. Ben de hırçındım, hoyrattım, kabul ediyorum; ama kördü susuzluktan gözüm,
çıldırmıştım. Kan çanağına dönmüş gözlerimin, çatlayan dudaklarımın ardından saçılan tükürüklerimin farkına varamamıştım, varmazdım.
Beyefendi, bir müddet aynanızı ödünç verir misiniz? Kendime bakacaktım.
Bir dakika, son dediğim şeyden emin değilim. Bunu söylememiş de olabilirim. Hatta pekâlâ
içimde de saklayabilirim. Neden mi? İnsan olduğum için, zavallı olmanın, acınacak halde olmanın,
haklı ama güçsüz durumda olmanın avantajını kazanmak, sempati oyunu toplamak istediğim için yapmıyor olabilirim. Siz de hayatınızda en az bir kez acınmak istemiş, vaziyetinizin vahametinden dolayı
insanların sizi onaylamasını, yaralarınızı sarmasını arzulamışsınızdır, eminim. İnsanız nihayetinde,
köküne kadar ve inanıyorum ki şu dünyada zevalin keyfini sürecek çok insan var.
Haksız yere ortalıkta dönüp durmuyorsam ne yapayım peki? Kuruyan kuyumun hesabını
kimden sorayım ki? Kim bulacak bana yeni bir tanesini? Hem kaç tane bozuk para atmıştım o kuyuya,
kaç dilek tutmuş, kaç kere başında dua etmiştim kendimce. Yenisi aynısı olmaz fikrimce. Zira anılar
elimizde olmaksızın yok olan veya edileni değerli kılıyor bir nebze. Soruyorum size? Kaçınız üzülür beş
yaşında ayağında parlayan potinlerini kaybettiğinde? İhtiyacın olduğundan veya kullanacağından değil;
eskimiştir hatta, atacaksındır belki. Lakin katlanamazsın onlara çirkin dendi mi, kenarına çamur değdi
mi. İnsanız sonuçta, bağlanmamak elde mi?
Aynanın karşısında saatlerce kendimi seyrederken ben, içimde tutarsızca dalgalanan denize dalıp çıkıyorum. Kimi zaman durgun büyük mavi; kimi zaman parlayan güneşin altında, martı
çığlıklarıyla endamını gösterir gibi; bir de fırtınalardaki iç gıcıklayıcı hali… Hangi birini anlatsam
bilemedim, aklım orada değil belli ki. Kafamda hâlâ geçenlerde kuruyan kuyum, bir yenisini buldum
tatmin etmese de beni. Hayattayım ama aynı zamanda huzursuz bir meraktayım, kahrettiğimin insaniyeti. Hadi yapanı buldum, aynanın önüne oturtturdum, o da beni anladı nihayet, ne değiştirecek ki?
Çok şey… Kaybolacaktı iğneli bakışlarım; gerek başkalarına gerek aynada kendime bakarken
gözlerimi kaçırmayacaktım, taş kesilip en soğuk tavrımı takınmayacaktım. Doğam gereği tutarsız olan
ben, en azında bu noktada şifa, belki de nihai huzur bulacatım. Kuyumun izini sürmekten öte birincil
görevimi, mutluluk harekatına çıkmak sayacaktım.
3
Azem Bartu Yıldırım
ÖYKÜ YARIŞMASI ÜÇÜNCÜSÜ
Deli Kurşun
Her kurşun atılmak için yapılmıştır. Makine, hâlâ sıcak olan demir hazneye barutu
dökerken üreticinin yüreğine de sevinç serpilir. Üretici, ölümü özenle hazırlamış ve dışarı
salınana kadar kendi zehriyle kavrulsun diye hapishanesine yüklemiştir. Üretici, kimin veya
neyin öleceğini önemsemez, onun derdi bunu sağlayabilmektir. Nasıl sevinç ve yaşam için
ilaç üretiliyorsa, hüzün ve ölüm için de mermi üretilir. Mermilerin alıcısı da çoktur. Ordular,
polisler, bekçiler, katiller ve çiftçiler tüfeklerini ve tabancalarını mermilerden ayrı bırakmak
istemezler. İşin aslı, silahlar mermiler olmadan işe yaramaz odun ve demir parçalarıdır. Ülkeyi
korumak, hırsızı durdurmak için düşmana uçan mermilerdir, yani biz.
Yaratıldığımda hep cesur bir askerin tüfeğinden gururlu bir şekilde atılıp düşmanın
kara kalbine gireceğim günü bekledim ama ne yazık ki bana bahşedilen, nereden göçtüğü belirsiz Arap bir çiftçinin çiftliğini koruyan antika bir tabancanın mermi haznesinde çürümekti.
Yerimde bir fasulye tanesi de olsa kimsenin umursayacağından emin değildim. Karanlıktaki
hücremden yıllar boyunca çıkmadım. Arada ayda yılda bir birileri silahı alıp sallıyordu,
muhtemelen tabancayı temizliyorlardı. Tabanca dediğim de bir önceki yüzyıldan kalma, pastan
gri rengi alaca karanlıkta güneşin büründüğü rengin rengine çalan bir şey olmuştu. Yani en
azından beni silaha ilk koyarlarken ki durum buydu. Daha sonra muhtemelen daha da vahim bir hale gelmiştir. Benimse zaten renksiz olan yüzeyimde tozdan başka bir şey yoktu. Dış
yüzeyim önemsizdi zaten, önemli olan içerdeki barutla karışık patlayıcı tozdu. Bu tanrının
unuttuğu nem cennetindeyse ona ne olduğunu asla bilemedim.
Ta ki o güne kadar... Silah yine sallanmaya başladı, olağan süreç olarak değerlendirdim. Yine bizim külüstürü temizliyorlardı (Gerçi o aşınmayı ve akıl almaz pası Kurtarıcı
İsa’dan yansıyan nur bile çıkaramazdı.). Temizleyenin hareketlerini yıllar boyunca geçen süre
içerisinde artık ezberlemiştim. Önce namluyu siler daha sonra silahın gövdesinden yumuşak
bastırmalarla tutulduğu yere kadar giderdi. Bu seferse silahın gövdesinden kavrandığı yere
geçerken tuhaf bir şey oldu…
BAM!
Bir kadın delice çığlık attı. Daha önce hiç hissetmediğim bir hisse kapıldım. Çok tuhaf,
sanki sonsuzluğa düşüyormuşum gibi bir his…
Ama sonsuzluğa düşmedim... Bir anda çelik hapishanem cehennem ateşlerinin
arasında eridi ve akıl almayacak bir hızla gün ışığına ulaştım. Yıllarca beklediğim, hiç gelmeyeceğini düşündüğüm an ansızın gelmişti ve bunu en iyi şekilde değerlendirmeliydim. Yaratılış
amacımı gerçekleştirme zamanımın geldiğini biliyordum. Yıllar boyu karanlıkta açlıkla terbiye
edilen av köpeği gibi bekletilmiş, hapsedilmiştim ama artık özgürdüm.
Şimdi tek yapmam gereken bunu hak etmekti… Görev zamanı gelmişti! Ne olursa
olsun hedefe ulaşılacak ve hedef yok edilecekti. Silahtan çıkan patlama sesi dünyaya bunu
müjdelemişti. Namlunun etrafındaki gri bulutu yarıp geçtim. Her yükseleni aşağı çeken
şeytani güçten beni herhalde Tanrı koruyor olmalıydı ki havada dümdüz uçuyor, bir şahin
gibi süzülüyordum. Önümde kocaman kahverengi bir dolap vardı. Tahta, kurşunlar için bir
şakadır. Ardımda kahverengi bir kereste bulutu bırakarak dolabı harcamıştım ki ardında daha
çetin bir düşmanın olduğunu fark ettim. Bu sefer düşmanım taştan bir duvardı. Taş duvarlar
mermileri nadiren alt eden, korkaklar tarafından dikilmiş yapılardır. Tek amaçları, istenmeyeni durdurmak, engellemektir. Evet, belki bir zamanlar duvarlar bir şeyleri durdurmuş
olabilir ama “Ne mutludur ki duvarları çoktan yükselenler!” diyen herif bunu dediğinde barut
henüz dünyanın diğer ucunda havai fişek için kullanılıyordu. Şimdi bunun üzerinden iki
4
milenyum geçti. Görülen o ki duvarlar ve onları yapanlar bu süre içinde pek bir şey öğrenmemiş, Arkamda
bu sefer beyaz bir duman bırakarak duvarı da deldim ve ansızın başka bir odaya ulaştım. Kahverengi duvarlı
bu odaya ortada duran meşe yemek masası hâkimdi. Loş bir ışıkla aydınlanan odanın duvarlarının rengi
kestirilemiyordu ama baskın sulu yemek kokusu buranın bir yemek odası olduğunu gösteriyordu. Masanın
bir başında bir adam, öbür başında bir kadın, yanlarda ise ikiye bir dağıtılmış üç çocuk oturuyordu. Çocuklar ve kadının elleri avuçlar birbirine bakacak şekilde bitişmişti, muhtemelen dua ediyorlardı. Dua edin diye
düşündüm, dua edin de kurbanım siz olmayın. Adam ise çatalına bir et parçası takmış ağzına götürüyordu.
Daha benim orada olduğumu anlamamışlarken adama doğru fırladım, kulağının yanından geçip çatalındaki
et parçasını parçaladım. Karşısındaki kadın da şanlıymış ki omuzunun yanından geçtim. Eğer o da kocası
gibi çatal tutuyor olsa omuzuna elveda diyebilirdi. Çocuklar daha gözlerini kaldırana kadar ben odanın
yarısını kat etmiştim. Bu zamana kadar çoğu mermi hedefine ulaşmış olur, bense hâlâ yoluma devam ediyordum ama umudumdan eksilen bir şey yoktu. Eğer on yıllarca bekletilmişseniz ve bunca zamanın sonunda
ateşlenmişseniz, öldürülecek bir düşman kesinlikle vardır.
Odanın geri kalanını da geçtiğimde bu sefer önümde bir duvar olmadığını gördüm, bunun yerine
bir pencere vardı ve sonrasında da beyazlara bürünmüş bir… insan! Tam karşımda ellerini iki yana açmış
hareketsiz duruyordu, ölecek olan buydu. Pencereden tiyatral bir çıkış yaptım, tüller iki yana savruldu ve
arasından ben belirdim. Yarılan havanın uğultusu kulaklarıma milyonların alkışları gibi geliyordu. Her geçen
an hedefime daha da yaklaşıyordum.
Yaklaştım, korkudan bembeyaz kalmış adamın taşlaşmış gibi görünen suratı değişmiyordu. Daha
da yaklaştım, hâlâ değişmiyordu, sanki kendinden çok eminmiş gibi yerinde duruyor, göz kapakları bile
oynamıyordu. Ama artık umurumda değildi, hedefime ulaşmıştım. Şerefsizin kalbinin olduğu yerden girdim
ve büyük bir gürültü koptu. Adam olduğu yerde parçalandı ve un ufak parçalara bölündü. Üzerine giydiği kar
beyazı kefeninden eser kalmamıştı. Tuhaftı, ama önemsemedim. Ben de adamla beraber yere yıkıldım.
Gururlu ama yorgundum. Yavaş yavaş yine karanlığa gömüldüm, görevimi yapmış olmanın sevinciyle,
huzurla.
5
Tulya Elif Bekişoğlu
ŞİİR YARIŞMASI BİRİNCİSİ
duman
Beni bu halde görmeni istemiyorum
Viski böyle tam salonda tek başına oturup içmelik bir şey
Cidden kimse beni bu kadar sevmedi
Silinmelerinden korkuyorum. Yakalayabildiğim her cümle için kendimi şanslı sayıyorum.
Beni böyle tanımanı istemiyorum
Senin için gerçekten bu muyum?
Hatırlayamıyorum. Ne kadar çabuk silmiş olabilirsin ki zihnimden?
Sen de benim ailemsin, bunu unutuyorsun
Bana sürekli her şeyi unuttuğum için kızardın, hatırlıyor musun? Sen tabii ki hatırlıyorsundur.
Geleceğe inanacak değilim, ama inandım doğru
Silmeye kıyamıyorum
Ölümü kokladım
Ben yaşıyorum mu sanıyorsun
Benim uyuşturucum sensin
Asıl sen yapma
Kimisi çok uzak bir hayal, kimi benim uydurduğum rüya gibi gelmeye başladı yazdıkça
Ağladım yaa
Ağlamanın kötü olmadığını, ağlamanın yoğun bir aşk olduğunu bilirsin. Sesimi dinlerken
ağlarsın, veya günler sonra ilk kez seviyorum dediğimizde
Hadi 1-2-3 bitti diyeceğiz ve bitecek tamam mı?
1
2
3
sana çok âşığım
bir daha saymaya ihtiyacım var.
keşke şu an burada olsan
benden ne istiyorsun
Hiç iyi değilim sensiz. İstek değil, ihtiyaç oldun bana.
İyi olmamaya da alışılır da sensizliğe alışılır mı bilmiyorum
Siliniyorsun
Silgiyle bir cümleyi silmek gibi değil de, buharlaşmak veya duman olmak gibi daha çok
Daha yavaş ve daha dağınık
İstemiyorum
Nasıl durduracağım bilmiyorum
dur
1
2
3
6
ŞİİR YARIŞMASI İKİNCİSİ
.....
Karşımda bir erkek var
Şiir yazılası bir erkek
Ama yazmıyorum
Yazamıyorum
Yazılmaz erkeğe şiir
Şiir kadına yazılır diyorum
Bırakıyorum kalemi
Karşımda bir erkek var
Şiir yazılası bir erkek
Ama yazamıyorum
Karşısında duruyorum
Ve bekliyorum
Karşısındaki kadın olmak için
Şiir yazılası bir kadın
7
Zeynep Karababa
İlayda Büyükdoğan
ŞİİR YARIŞMASI ÜÇÜNCÜSÜ
Bir Kadın
Karşımda bir kadın
Çirkin mi çirkin.
Tereddütle selam veriyorum.
O da veriyor.
Sorun yok ama
Konuşmaya da pek niyetim yok.
Belli ki o da isteksiz.
Çekip gitmesini istiyorum.
Bekliyorum, ama gitmiyor
Hâlâ beni izliyor.
Merhaba diyorum
Hareket eder gibi oluyor
Ama ses vermiyor.
Neyse diyorum kendi kendime
Yazık.
Zaten şu haline bir bak.
Kırışıklıklardan yüzü belirsiz.
Şimdi gider başka napacak.
Bekliyorum, ama gitmiyor
Hâlâ beni izliyor.
Tamam diyorum
Şimdi sen görürsün.
Benim vaktim çok.
Dimdik duruyorum karşısında.
Beyaz saçları dökülene,
Kambur beli yıkılana kadar dururum.
Belki saatler geçiyor böyle.
Bekliyorum ama gitmiyor
Hâlâ beni izliyor.
Dinle diyorum son bir kez;
Seni istemiyorum.
Sen çaresiz burdasın,
Ama benim
Daha yaşayacaklarım var.
Lütfen git.
8
Emre Manavoğlu
lalettayin
günlerden aybaşı,
karşımdaki masada güzel kız,
ve ondan güzel ablası.
gökyüzünde ben,
ve benden büyük Allah var.
yeşil var,
bulut var.
arka cebimde çok para,
başıma geçen güneş var.
bir de aklımdan geçen sevgili var,
önümden geçse ne güzel olur.
Rojin İ. Erdoğdu
Uçmayın
Gidiyorsunuz demek. Hiçbir şey mi bırakmadan ardınızda? Herhangi bir kelama hacet duymadan mı yani? Kanatlarınız var diye uçmak zorunda değilsiniz ki... Uçmayı biliyorsunuz diye
gitmek zorunda da değilsiniz... Ama yine de gitmek mi istiyorsunuz? O vakit uçabilirsiniz,
gökler sizin...
*RC’15 mezunlarına ithafen...
9
Ferhat Karademir
uyanınca duydum sözlerimi
rüyamda görmüştüm en son yüzünü
şiir bu ya, sevgili sanacaklar bizi
ama sen kardeşim hısımım can düşmanım
ve o, huzurlarında diz çöktük de buyruldu bize
“afyonlu suların efsunlarıyla yıkanmış kananları cananları anlatacaksın bana”
kendini anlatmışsın, hatırla:
“şakağımda bir sızı kürek kemiğimde bir hançer
sayısız darbelerin ardından yine burada derbeder”
biliyoruz benden daha şairsin daha zarif hokkada kalemin
tek sanmışlar bizi de susmamı anlamamışlar devam etmişsin
“yılan suretinden zehrin damlar”
bana mı sıçrattın mürekkebini?
güneşi sıvıyorsun balçıkla!
“güneşi seviyorsun özlemle”
diyorsun kalan son nefesimde
hayır diyorum bense benim güneşim...
güneş batıyor yavaş yavaş
susup bakıyoruz ufka üçümüz
...başka artık...
sarsıp uyandırıyorsun üzümlerin içinde
kan ter içinde, biraz da meyve özü
güneşin batışıyla doğuşu arasında
eşit mesafede duruyor gözlerimiz hayallerimiz
çıkınından kitap çekiyoruz, kısa çıktı hay aksi
açıp bakmadan konuşuyorsun “uykuların
mecburdu seni bırakmaya
saat biri kırk yedi geçiyor ve ben
dayanamadım şiirsiz kalmana
tırnak işaretlerimden sıyrılıp çıkıyorsun
sorduğumu hatırlamadığım tek soruya
ağır ağır konuşuyorsun tok sesin
yankılanıyor içimdeki boşlukta
10
yapma diyorum kaybedeceğiz
sen kaybedeceksin, sen uyanacaksın bense
modern üvey evlat kürtaj duracağım rüyalarda
ben dönüyorum kal krallığında
üçüncümüz susuyor yazıyor
iki mahkum: boyunları
kıldan ince kısa kitaptan iki dize:
rüyalarımla yokluğun
boşlukta bir liken,(*)
(*): dördüncü iblis, küçük İskender
11
gazel
Edâ-lı Çelebi
Afitab suretin netg eder yukarıdan aşîkın için
Nazende âdâbın beni mühürler bakmadığın için
Ferah-efza oldun aydın ettin cünunumu
Tuzaklarım hep senin yüreğin için
Balıklar döner su saçlarının içinden
Örerler tellerini yüzünü açmak için
Ey bahar kokulu sen nesin ki gerçeksin
Şükrederim seni görme şansım olduğu için
Yazdı Edâ-lı Çelebi bu gâzel-i haşmi
Senin la’l dudakların, hilâl kaşların için
Tek Dayanağım
Ata Türkfiliz
Tek dayanağım bir sazım
Bir de karanlıkta kaybolmuş yadigar köstekli saatim
Köstekli saat ölüme ne kadar yaklaştığımı gösterir
Sazın da teli kopmuş her ezgisi ağlama misali
12
Cesaretin Aynası Kılıç
Bileği ağrıyordu cesaretin
Kılıcının altın kabzasını kavrarken
Ter nehrine karışan kan damlaları
Nereye gideceklerini şaşırmıştı
Cesaretin ise tek güzergahı
Masumiyete kavuşmak için verdiği uğraşın
Aynı bir yaprak gibi
Yavaş, yavaş, bitmek bilmeyen bir uzaklıktan
Aşağı düşmesi gibi bir sonla noktalanacaktı
Ancak onun tek endişesi
Yere yaptığı inişin kendini değil
Başkalarını rahatsız edebilecek olmasıydı
Kılıcını kaldırdı, sırtını dikleştirirken
Masumiyetin mağdur yüzünü gördü birden
Kılıcın keskin, parlak ucunun üstüne yansımıştı
Tam “Seni seviyorum.” diyecekken
Kalbi acıyla irkildi
Artık dizlerinin üstündeydi cesaret
Sırtını dikleştiremiyordu
Ölüyordu
Altın sarısı saçların altında
Ağlayan gözler şişmekteydi
Saatlerce gümüşten güğüme bakakalmıştı masumiyet
Bir an için de olsa cesareti görmüştü
Kalbi fırında pişen ekmek kadar yanıyordu
Çaresizce birinin onu fırından çıkarmasını,
Yanık yerlerini kesip atmasını beklerken
Yapacak bir şey yoktu
Nasıl bıçak kullanılacağını iyi bilen
Cesaretten başkası değildi
13
İnci Analı
Ayna
H. Sezin Esen
Hevesle saatine baktı. Uzun zamandır bu günü bekliyordu. Birkaç saat daha dayanabilirdi.
Önce ortalığı düzenlemeye karar verdi. Açık çekmeceler, dağınık kıyafetler, tozlanmış
çerçeveler... Çalışma masanın üzeri kırıntılarla doluydu fakat böceklerin gelmediğine memnundu. Masanın alt çekmecesine boş çerez paketleri sıkıştırmış, daha doğrusu kimse görmesin
diye saklamıştı. Kimse de yoktu zaten. Yalnızca bir iki güvecin dostu, onlar da pek uğramıyor
artık; malum kış geldi, etraf bembeyaz. Güvercin ailesi de pencerelerde dolaşamaz oldu.
Buruşuk paketleri tek tek bir torbaya doldurdu. Masanın üzerinde top top yapılmış
peçeteleri de. Bu kış grip yakasından düşmemişti. Çorba yapmayı bilmezdi, komşular da pek
sıcakkanlı değildi zaten. Gribin kendiliğinden geçmesini beklemişti, tabii bu arada evde tonlarca peçete bitmişti.
Kabaca çöplerden kurtulduktan sonra çekmecelerle ilgilenmeye karar verdi. Hiç kullanmadığı makyaj malzemeleri, takıları, bakım ürünleri... Biraz kilolu olduğundan kıyafet
alışverişini pek sevmezdi, başka alanlara yönelmişti. Daha etiketi bile çıkarılmamış kolyeleri,
açılmadan kurumuş rimelleri vardı. Onları da ayıklamaya karar verdi. Ama şimdilik değil, çok
vakti yoktu. Kullanılabilir durumda olan bir rimel ile bir parlatıcıyı komodinin üzerine bıraktı
ve çekmeceyi zorlayarak kapattı. Uzun zamandır küpe takmadığından kulaklarındaki delikler
kapanmıştı, yenilerini deldirmeye de üşeniyordu. Ayrıca dışarı çıktığında insanların bakışını
sevmiyordu. Yargılayıcı, nefret dolu, bıkkın bakışlar... Kolyeler de boynunu kaşındırıyordu.
Sıra yatağına gelmişti. Yardımcı kadın gelmeyi bıraktığından beri nevresimler
değişmemişti. Yatağını da bir veya iki kez toplamıştı o zamandan beri, yaklaşık üç ay önce.
Çarşafı yemek lekeleriyle, yapışmış çekirdek kabukları ve kahve izleriyle süslüydü. Yine
değiştirmedi çarşafını, sadece üzerini örttü. Fakat yorganı da farklı bir durumda değildi. Onu
da dolaptan çıkardığı battaniyeyle gizledi. Zaten herkes böyle yapıyordu dışarıda. Görünen
taraf, düzenli ve bakımlı; görünmeyen yüz ise kokuşmuş ve sefil. İşi bittiğinde odası artık tuzlu
çerez değil, naftalin kokuyordu.
Eve çeki düzen verdiğine ikna olduğunda, duşa girme vakti gelmişti. Yaklaşık bir saati
vardı. Kaşlarını da almak istiyordu ama nasılsa yabancı yok diye düşünerek vazgeçti.
Sıcacık bir duşun ardından koşarak mutfağa girdi, çay suyunu koydu. Tek bildiği iki
şeyi, bugün için hazırlayacaktı. Yağda yumurta ve çay. Yumurta için çok erken olduğunu düşünerek odasına, giyinmeye, geçti.
Bugün özenli giyinmek istiyordu. Gripten dolayı birkaç kilo vermişti büyük ihtimalle.
Siyah taytını ve üzerine pembe çiçekli bluzunu giydiğinde çok rahat hissediyordu. Taytı tercih etmişti çünkü pantolonlar gibi sıkmıyordu. Bluzu da, annesinden kalmaydı. Çok ağlamıştı
bu bluzun kokusunu içine çekerek. Ama şimdi ağlama zamanı değil, eğlenme zamanıydı. Şık
olduğuna emindi. Annesinin zevki güvenilirdi, kadıncağız her zaman şıktı. Saçlarını toplamadı, rimel sürmekten de vazgeçti; akşam onu temizlemekle uğraşmak istemiyordu. Sadece, şeftali rengi parlatıcıyı gelişi güzel bir şekilde dudaklarına sürdü. Ve hazırdı.
Çay demlenirken dört yumurta kırdı. İki kendisine, iki de karşısındakine. Başka yemek
bilmediği ve yapamadığı için biraz suçluluk duyuyordu fakat karşısındaki onu anlardı. Hatta
14
onu en çok o anlardı. En çok ve en iyi anlardı. Saat geldiğinde çaylar su bardaklarına koyulmuş, yumurtaların
yanında tepsiye dizilmişlerdi. Tepsiyi hemen dolabın önündeki sehpaya yerleştirdi ve dolabın kapağını da
kapattı.
“Merhabalar hanımefendi,” diye söze başladı. “Bugün yine çok şık gözüküyorsunuz. Görüşmeyeli
uzun zaman oldu, kilo vermişsiniz sanki. Yemek yapamadım kusuruma bakmayın. Umarım yumurtalarım ve
çayım güzel olmuştur. Afiyet olsun.” Karşısında ayna kapaklı bir dolap vardı. Sadece ayna kapaklı bir dolap.
“Bir de,” diye ekledi. “Arayı bu kadar açmayalım, olur mu?”
15
Küçük Lambalı Oda
Emre Kabasakal
Bu gece şiir yazacağım yine.
Henüz kafam boş.
Bekliyorum.
Benim sevdiğim müzikler çalıyor.
Bir yandan da okuyorum,
Önümde Orhan Veli’nin şiirleri...
En sevdiğim vakit geliyor.
Saat gece bir.
Ama aniden unutuyorum
Şiir yazmak için oturduğumu.
Birden tüm ışıkları kapatıp
Düşünmeye başlıyorum.
Hatıralar uçuşuyor aklımda.
Kendi kendime
Gülüyorum, ağlıyorum.
Çünkü bu saatte düşünürken
Hep aynı şeyler geliyor aklıma.
Sanki dostlarla beraber
Koyu bir sohbete dalmışım.
Onları özlüyorum.
O günleri, o insanları.
Birden ışığı açıyorum sonra.
Bir bakıyorum kimse yok.
Yalnızca ben, kalem ve kâğıt
Küçük lambalı odamda.
16
“Aynaya bakmak gibi seninle
konuşmak”
Rojin İ. Erdoğdu
Ben kendimi sende görmüşüm. Yokmuşum senden önce. Varmışım ama soluk.
Nefes alır verirmişim sadece. Sonra sen gelmişsin fiyonk kurdeleli bir hediye
kutusu misali... İçinde kalbin varmış kutunun. Kalbin dediğim; benim kalbim
yani. Çünkü sen benmişsin ya. Ben de senmişim ya. İyi ki varmışsın. İyi ki yokmuşsun...
...
Tulya Elif Bekişoğlu
Aç kurtlar,
Bense bir kuzu
Belki de koyun
Büyüdüm artık
Yenmeye hazır
bir masum
-iyet
daha büyür mü?
17
Haydi Şiir Yazalım!
Ferhat Karademir
“perdeyi kapatsana içeri görünüyor”
dedi. “pencereler dışarıyı görmek için”
dedim, “içeri görünsün diye değil”
perdeyi kapattı. loş ışıkta yazdım defterime
-aç perdelerini ışık girsin içeri
“ışığı aç gözün bozulacak”
dedi. “loş ışık dinlendiriyor”
dedim, “kamaşsa daha mı iyi?”
ışığı açtı. gözüm kapalı not aldım elime
-içimin aydınlığını kesiyor gözlerimin feri
“yemek yiyelim, acıktım”
dedi. “yemek yemeyi sevmiyorum”
dedim, “kendimi yemek rahatlatırdı belki”
ateşi yaktı. dışarı çıkıp fısıldadım kendime
-etten kemikten sonra ben mi vardım içimde
“ne yazıyorsun, şiir mi?”
dedi. “aslında sadece yazıyorum”
dedim, “bir yazıya şiir demek kolay değil”
omuz silkti. bitirdim başladığım cümleyi:
-yoksa her şey şiir her dil şair mi?
18
İnsan
Kapkara bir odada hayat varsa
Yatağının altında hâlâ seni korkutan canlılar
Hiç büyümediğini sana hatırlatıyorsa
Ya korkularınla yüzleşememişsindir
Ya da hiç büyümemişsindir
En azından yalnız değilsin
Diye destek çıkarken yansıman
Sana dost gibi görünse de
Sen ne yaparsan yap sana boyun eğse de
En güvenilmez, en esrarengiz odur
Ne dokunabilir ne konuşabilirsin
Hep seninle olmaya, bir ışığa mahkûm
Senin kişiliğin altında ezilmekte olan
Yeni bir bilinmezliktir
Seni gerçeği sorgulamaya zorlayan,
Hangisi gerçek olan dedirten aynalar
Bir çatlamaya bakar
İnsan da böyledir
Neresine zarar gelse tüm hayatının mahvolduğunu düşünür
Aslında mahvolan hiçbir şey yoktur
Zarar görenler fizikidir
Göz yanılgısıdır
Yaşam ise devam eder
Çünkü o gerçeğin ta kendisidir
19
Erce Erez
İrem Özturan
“Kümesin Ötesi”
ÖYKÜ İNCELEME YAZISI
Yusuf Atılgan’ın Kümesin Ötesi adlı öyküsünde yaşadığı yerden bunalıp başka diyarlara
özlem duyan bir tavuğun kaçma arzusu anlatılır. Alegorik yapıdaki bu öykünün vurguladığı,
belli boyutlarda kısıtlanmış olan ve daha fazlasını arayan insanların belirli sınırların dışına çıkma ve kaçış isteğidir. Başarısızlara rağmen bu arzu güçlüyse engellenemez.
Ana karakter ve anlatıcı olan tavuk küçük bir kümeste ve onu çevreleyen “daracık avluda” diğer dört tavuk ve bir horozla yaşar. Özellikle horozun duyarsız ve otoriter tavırlarından
rahatsız olan, olduğu yerden bıkmış olan tavuk yaşadığı avlunun dışındaki hayatı merak eder.
Kimi günler genç kadın tavuklara yemlerini vermek için kümese gelir. İlk başta diğer tavuklar
ve horoz gibi kadına yaklaşmaya korkan tavuk bir süre sonra kadınla arasında bağ kurar. Bir gün
kadının yanında yabancı bir adam girer kümese ve: “Keselim şu mendeburları” der. Bu sözlere
aklı takılan ve canı daha da sıkılan tavuk “bugün” diye anlattığı zamanda kümesteyken bir anda
kanatlarını çırpıp sıçrar. Kümesin üstüne, oradan da kiremitlere atlayıp diğer avluları bulmak
için gezinir. İçi umutla doludur. İçinde ağaçlar olan yeşil bir avluya atlar tavuk. Fakat indiği an
bir köpek ona saldırır. Ne olduğunu şaşıran tavuğu genç kadın alır ve kümese geri koyarken bir
daha kaçmamasını tembihler. Tavuğun içini gördüğü diğer dünyaların özlemi kaplar ve başarısızlığa uğramış olmasına rağmen tekrar “Kaçacağım” der.
Öykünün ana kahramanı olan tavuk yaşadığı yer ve bireylerden bıkmıştır. Sık sık başka
horozların sesini duyan tavuk başka kümeslerde daha iyi koşullarda yaşam olduğunu düşünür.
Tavuk taşradan ayrılmak isteyen insanın özellikle kadının temsilidir. Tekdüzelik ve kurulan
baskı onu sıkar, yeni arayışlar içine sokar. Horoz otoriter yapıyı temsil eder. “Horoz bu dört duvar arasında hoşnut” sözü horozun ve kümesin değişmeyen sert yapısını gösterir. Tavuk da bu
baskıdan uzaklaşmak ister. Hikâyedeki diğer tavuklar taşra hayatına alışmış, farklılaşma arzusu
olmayan öylece hayatlarını sürdüren bireyleri temsil ederler. Hikâyenin önemli karakterlerinden biri de tavukları besleyen genç kadındır. Bu kadın ve tavuğun zamanla gelişen ilişkisi tavuğun dış dünyaya önce tedirgin sonra yavaşça açılarak baktığını gösterir. Tavuk kadınla iyi ilişki
kurmaya başlarken zamanla horozdan daha çok uzaklaşma arzusu duyar. Bu durum da taşra
insanının dışardaki farklı yaşamlara ve rahatlığa dair aldıkları duyumlar nedeniyle, o yerlere
özlem duymaları ile bağdaştırılabilir.
Öyküde tavuk tarafından betimlenen mekânlar “daracık kümes” ve “daracık avlu” dur.
Hikâyenin başından beri tavuğun “Daracık kümesten fırladığımız saat günün en iyi zamanı” ve
“Yalnız bir gökyüzü parçasının göründüğü daracık yer canımı sıkıyor” gibi konuşmaları karamsar bir ton ve bıkkınlık hissini yaratır. Avlunun dışına, başka dünyalara açılan kapı ise tavukta
merak hissi uyandırır. Daha büyük avluların özlemi, tavuğun kaçış isteği ve umuduna katkıda
bulunur.
Öyküde iç zaman iki gündür. Tavuk bir günde yaşanan olayı ve ertesi gün kaçışını
anlatır fakat öncesinde kümes yaşantısı ve iç düşüncelerine değinir. Taşra hayatından kaçma
arzusu duyan kadını simgeleştiren bu öykünün dış zamanı da yazıldığı 1950’ler olabilir.
20
Öyküde iç monolog ve diyaloglara yer verilmiştir. Argo kelimelerle beraber basit sözcükler ve
yalın bir dil kullanılmıştır. Çoğu alegorik hikâyede olduğu gibi sözcük ve cümle yapısının sadeliğinin
aksine kullanılan çokça imge ve sembol öykünün temasına katkıda bulunmuştur. Öyküde betimlemelerden yararlanılarak birçok imge kullanılmıştır. Mekânları tanımlamada kullanılan imgeler “daracık
avlu ve kümes” ve dışardaki avluların “yapraklarla dolu ve geniş olması” bulunulan yer ve arzu edilen
dünya arasındaki farkı belirtmede temaya katkıda bulunur. Hikâyenin başlığında yer alan kümes
hikâyede kullanılan en önemli sembollerdendir. Tek bir zaman ve mekânda sıkışmışlığı, tekdüze
hayatın bunaltıcılığını gösterirken alegorik açıdan taşra hayatının sınırlarını temsil eder. Açılan kapılar
ve kümesin “ötesi” de yine alışılmışın dışında olan farklı ve özlem duyulan hayatı temsil eder. Öykü
boyunca birinci tekil şahıs olan tavuğun iç sesinde kullandığı soru ve ünlem cümleleri hem arzularını
ve amaçlarını anlama isteğinden kaynaklanan merakını hem de kaçma, kurtulma, yeni yerler keşfetme
heyecanını vurgulamak amacıyla kullanılmıştır.
Yusuf Atılgan’ın “Kümesin Ötesi” öyküsünde, kaçma arzusu olan ve en sonunda kaçmayı
deneyip başarısız olan tavuk artık daha da fazla duyar farklı yerlerin özlemini. Bunaldığı hayattan
kaçmayı bir daha deneyecektir. Kararlıdır. Böylece yaşadığı yerden ve durumdan bıkmış olan insanın
başarısızlık nedeniyle yılmayacağına, daha güzel yerleri gördükten sonra gitme arzusunun daha da
artacağına değinilmiştir. Hayvanlar üzerinden, taşrada otorite altında ezilmiş ve tekdüze bir hayata
mahkûm edilmiş bir kadının özgürlük ve daha iyi imkânlar arzusunu temsil eden bu öykü sürükleyici
oluşu ve güçlü temasıyla okuyucunun aklında derin izler bırakmayı başarmıştır.
21
Eyüp
Ferhat Karademir
Acı; insanların, aslında tüm canlıların kendini koruma şeklidir. Zararlı şeylerin geneli acı verir ve içgüdüsel olarak bunlardan kaçınırız. Eğer hiçbir acıyı hissetmeseydik erken
çocukluğumuzu zarar görmeden atlatmamız mümkün olmayacaktı, eğer böyle bir tür evrim
sürecinden sağ çıkabilseydi. Acının bu önemine karşın, fazlalığı ya da eksikliği, uç noktalara
varmadıkça, hiçbir şeyi değiştirmez. Her şeyi acı olarak algılamak kağıt üzerinde bireye herhangi bir katkıda bulunmaz.
Eyüp ise her an hissettiği acılarla ilahi dinlerin cehennem tasvirlerini her an yaşıyordu. Sürekli ağlayan bebeğe dedesinin ismi olan Eyüp konulurken kimse Eyüp Peygamber’in
hikâyesini düşünmemişti. İronik benzerlik bununla sınırlıydı, Eyüp ne bir ilahtan emir alıyordu, ne de acılarıyla inzivaya çekilmişti. Bir meleğin gelip onu dertlerinden arındıracak bir suyla
yıkamasını da beklemiyordu. Zaten acıları başlamadan önce “Doğu’daki insanların en zengini”
de o değildi; anne karnında bir ceninden böyle bahsetmek de yakışık almazdı. Esasen tüm
acılar birbirine benzer. Çok soğuk, teni yakar ve alevler içinde üşürsünüz. Ateşimiz çıktığında
dıştan yanarız örneğin, ancak içimiz soğuktan ürperir. Ancak bu hislerimiz alışıncaya-ya da
ölünceye-kadar sürer. Bir süre sonra zihin acıya alışır ve yeni normalinin bu
olduğunu kabullenir. “Demek bundan sonra hayat böyle olacak.” diyen zihin, hayatına yeni
standartları ile devam eder. Eyüp’ün zihni ise alışamıyordu. Herkesin ilk nefesinde ciğerlerini
yakan hava yirmi iki yıldır onu yeni doğmuş bir bebek gibi ağlatıyordu. Hep çok sıcaktı, hep
çok soğuktu. Durgun havanın basıncı bile milyarlarca iğne gibi bedenine saplanıyorken-hoş,
içindeki basınç da aynı iğnelerle sağlıyordu dengeyi-oturmak, yatmak, ayakta durmak hatta
giydiği kıyafetlerin ağırlığı onu kahrediyordu. Dilinin ağzında rahat etmemesi, nefes alıp verişini bilinciyle kontrol ederek en az acı verecek hale getirmesi, çenesinin ağırlığını hiç unutmadan tutması, tükürüğünü ağzında her an hissedip yutkunması hayatını çekilmez kılıyordu.
Gözlerini kırpması gerekiyordu ama aslında açıkken de acıyordu kapalıyken de, kırpıyorken
bile. İlginç olan ise bu durumunun fiziksel hiçbir açıklamasının olmamasıdı. Bedeni, diğer
tüm bedenler gibi hissettiklerini aktarıyordu sürekli. Duruma alışan beden değildir. Hissetmeyi algılamak ve algıladığını algılamak olarak iki bölüme ayırırsak beden yalnızca algılama
bölümünden sorumlu olacaktır. Algıladığını yalnızca bunun farkına varacak yerlere ileten
bedenin bu durumda tek rolü bir his yolu olmasıdır. Acıyı algılayan zihin ise çoğunluğun
sandığının aksine, sinir hücrelerinden oluşmaz. Şaşırtıcı biçimde manevi olan zihinlerin fiziksel acıyı bile nasıl hissettiğini bilmiyorken nasıl hissetmediğini bilmemiz mümkün değildir.
Eyüp’ün sorunu zihninin hiçbir koşula uyum sağlayamamasıydı. Normal bir zihin,
acıyı hissettikten sonra, “Demek bundan sonraki hayatım böyle olacakmış.” diyerek bu durumu kabullenir. Acıya karşı duyarsızlaşan kişi, bir müddet sonra eski, gerçek halini unutur ve
yeni, aslında acı veren durumu “olması gereken” olarak algılar. Bu durumda acı veren unsur
ortadan kaldırıldığında kişi bu durumun özlemini çekecek ve alışıncaya kadar, ilk başta nasıl
acı çektiyse yine acı çekecektir. Bağımlılık böyle bir şeydir: kimse kullandığı maddenin, gerek
sigara, gerek alkol, gerek yasa dışı maddeler: Bağımlı adayımız onları doğrudan sevmez, bir
22
yemekten aldığı tadı aramaz, bu tür maddelerin ona gerçekten zevk verdiğini düşünmez.
Etkilerini sever, asıl acıyı katbekat aşan etkilerini. Bu etkiler, çekilen acıyı katlanılabilir kılar,
ki bağımlı adayımız aynı etkiler için tekrar ilgili maddeye başvursun. Etkiler de, tıpkı acılar
gibi, zamanla söner. Artık acıyı hissetmeyen kişi, bağımlılık yolunda bir adım daha atar, ve bir
kez daha dener. Bir daha, ve bir daha, son bir kez daha. “Son bir kez”’den sonra bir daha, ve bir
kez daha, ta ki saymayı bırakana kadar. Yeni gerçeklik algısı bu maddenin verdiği zevk olmuş
bağımlı, madde kendisine zevk vermemeye başlayınca daha fazlasına ihtiyaç duyar. İhtiyaç
duyduğu mutluluk daha fazlasını ister, o da daha fazlasını ister. “Normal yaşam” fikrini bir
destek ile sağlayabilen kişiye bağımlı denir.
Eyüp Peygamber’in anlatılagelmiş kıssasında ise zengin bir insan olduğu ve sırasıyla tüm hayvanlarını, çocuklarını ve malvarlığını kaybeder. Gerçekleşen her olaydan sonra
dua eden Eyüp Peygamber, daha sonra sağlığını kaybeder: derisi yara ve çıbanlarla kaplanır,
kanayan yaralarına böcekler yapışır. Tüm bu olanları “Rabb’inin imtihanları” olarak gören
Eyüp Peygamber, bir an bile Yaratan’dan uzaklaşmaz. Kimi anlatımlara göre vücüdundan
düşen kurtları tekrar bedenine bile koyar. Hastalığının ibadetine engel olmasından korkan
Eyüp Peygamber, şöyle dua etmişti: “ Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.”(Enbiya, 83). Peygamber olmayan Eyüp ise defalarca dua etmişti, dua edebileceği ve yardım dileyebileceği herkesten yardım dilemişti. Acılar çerçevesinde
düşünüldüğünde Eyüp’ün sabrı peygamber olan Eyüp’ü geçmiş olmalıydı. Eyüp Peygamber,
“Her şey O’nundur, istediğini alır.” diyerek durumunu kabullenmişti ama Eyüp, durumunu
kabullenemiyordu. Acılarının sona ermesini diliyordu. İnsanlar diyordu ki acılarının son
bulmasını istiyorsa intihar etmeliydi, hatta bu davranışı ötenazi bile sayılırdı. Sahi, onu hayatta
tutan neydi?
Eyüp, çektiği acılara rağmen intihar etmeyi düşünmemişti. Tarih boyunca filozoflar ve
din adamları insanlığın ölüm korkusunu yenmeye çalışmışlardı. Dinler yeni bir hayat vaadediyordu, Epikür ise “Ölüm varsa ben yokum!” diyordu. Her canlı ölümü tadacaktı, o kesin. Eyüp,
gayet varoluşçu bir zihniyetle varlık sebebini var olması olarak görüyordu, henüz ölmediği için
yaşıyordu. Ancak binlerce düşünürün aksine, hayat acı çekmek değildi, sürekli acı çeken Eyüp
için bile. Hayatta güzel olan şeyler de vardı. Her nefes acı verse de koklamak güzeldi. Dokunmak kötüydü, sarılmak daha da kötüydü, ama güzeldi. Gözlerinin her hareketi acı veriyor olsa
bile dünyaya bakmak güzeldi. Hayatta her türlü acıya rağmen güzel olan şeyler vardı.
Acı çekmek, sürekli bile olsa, her zaman hayatı çekilmez kılmıyordu. Ölüm herkesi
bekleyen bir sondu ve Eyüp de o gelene kadar hayatına devam edecekti. Buda “Hayat acı çekmektir.” demiyordu, “Hayat dukka’dır.” derken kasdettiği “geçici şeyler”di. Düşününce Eyüp’ü
Eyüp Peygamber’den ayıran da buydu: Eyüp Peygamber’i peygamber yapan sabrı, yalnız acılara
tahammül etmek değildi, inancını kaybetmemekti. Eyüp ise acılarına rağmen o kadar da korkunç bir durumda değildi, yakan her nefes, varlığının devamını oluşturuyordu; ve o bundan
memnundu. Eyüp Peygamber acılarına Rabb’i için katlanmıştı, Eyüp ise hayatın kendisi için.
Nitekim her ikisi de istediklerini almıştı: Eyüp Peygamber, Rabbi’nin sevgisine nail olmuştu;
Eyüp ise yaşayacak ve zevk alacak bir başka güne hâlâ uyanabiliyordu.
23
Yarın
Esra Sezer
Her gün olduğu gibi zorla kalktım. Aynı sıkıcı, tekdüze gün başlıyordu. Gömleğimi
giydim, kravatımı bağladım kahvaltı için masaya oturdum fakat masada tabak, çatal hiçbir şey
yoktu. Eşime bakmak için tuvalete gittim orada yoktu. Her yeri aradım fakat evin içinde bulamadım. Çocukların da yatakları topluydu, bir yere mi gitmişlerdi? Saçımı taramadan çıktım
evden. Nereye gitmiş olabilirlerdi? Apartmanımızın yanındaki yolda yürümeye başladım ve
sonra acıktığımı fark edip bir markete girdim. Fakat markette kimse yoktu; ne kasiyer ne de
başka bir müşteri. Karnımın gurultusunu dindirmek için kasaya 2 TL koyup bir simit aldım.
Telefonumu çıkartıp patronumu aradım fakat açmadı. İşe gecikecektim bugün. Evimize yakın
mesafede olan çocuklarımın okuluna gittim. Yolda ne bir araba ne bir yürüyen insan, hiç kimse
yoktu. Okulun kapısında güvenlik, sınıflarda öğretmen yoktu. Okul bomboştu. Sokakta biraz
bekleyip birinin geçmesini bekledim. Ortalık gerçekten çok sessizdi, huzurluydu. Bir tek insan,
araba sesi yoktu.
Gökyüzü masmaviydi. Yanıma bir kedinin yaklaştığını gördüm ve ona bir parça simit verdim. Belki bir şey görebilirim umuduyla sahile yürüdüm. Bu on dakikalık yolculukta
da hiçbir insana rastlamadım. Hiçbir telaş yoktu ortalıkta. Deniz kenarına gelince bir restorana girdim fakat yine kimse yoktu. Kasa açıktı, yemekler masadaydı fakat insanlardan eser
yoktu. Elimden bir şey gelmediğini anlayınca sahilde bir banka oturdum; mutlulukla uçan
kuşları, zıplayan yunusları gördüm. Sanki bir şeyin habercisiydiler. Hayatım birden saatsiz,
alarmsız, takvimsiz, telaşsız bir hal almıştı. İstediğimi istediğim zaman yapabilirdim ve kimse
bana karışamazdı. Sinemaya gidip film izlemek istedim ve sinemanın yolunu tuttum. Filmlere
baktım ve her yerde olduğu gibi burada da insan yoktu. İkinci salonda “Yarın” adında bir film
vardı. Mısır alıp salona girdim, istediğim yere oturdum. Her yer bomboştu zaten. Filmde dün
akşam ölen tüm insanların bugün için olan planları yer alıyordu. İnsanlar; gelecekte zengin
olmayı, voleybolcu olmayı, sanatçı olmayı, iyi bir üniversiteyi kazanmayı, evlenip aile kurmayı, dünyayı dolaşmayı, sevdiği insana duygularını açmayı istiyordu. Fakat bunların hiçbiri
gerçekleşmedi çünkü bu insanların hiçbiri bugün bu dünyada yer almıyor. Kim bilir yaşasalardı
ertesi gün için ne plan yapacaklardı. Hiçbir zaman bugünün yani anın tadını çıkarmıyorlardı.
Bu kısa süren filmden sonra anladım ki tüm insanlar yok olmuştu. Yarınsa insanların hep planladığı ama ulaşamadığı bir yerdi. Bir ses geldi ve dışarı fırladım aniden. Bomba patlıyor gibi bir
ses vardı. Sanki dünya parçalanıyordu.
Ve sonra uyandığımda kızım üstümde tepiniyordu. Ter içinde kalmıştım. “Baba hadi,
kalk artık!” diyordu. Başucumdaki suyu içtim ve bugün günlerden ne olduğunu sordum 6
yaşındaki kızıma. “Günlerden bugün. Benim en sevdiğim gün”…
24
Gittikçe Uzaklaşıyor
Dilara Zenel
Karşısındaki geniş aynaya bakarak yere oturup sırtını acıtan dolaba
kafasını rahatça yerleştirerek yaslanmaya çalıştı. Gözlerindeki lacivert tahta
çerçeveli gözlüklerini serçe parmağıyla burnunun bitişine ittirip geriye, yukarı
baktı. Göz kapakları gittikçe ağırlaşıyor, taşımasını zorlaştırıyordu. Aralık camdan
içeri sızan cilt gerici soğuk, çok hoşuna gidiyordu. Kendini sağlıklı hissetti
nedense. Beş dakika öncesine kadar dizlerine çöken ağırlığı hissedecek kadar
zayıftı. Yükselişinden çok enerjisinin düşüşünü görmekti amacı aslında.
Hastalıklı olsa da önündeki bütün engelleri kaldırabilecek bir merak besliyordu. Sivri, rengârenk uçlardan saçılan ışıklar gözünü alıyordu. Dantel perde
dans etmesini sağlıyordu ışıkların... Koyu gri parkenin üzerinde gezen gözlerini
camdan dışarıya yöneltti. Müthiş bir zevk kapladı içini. Parmaklarının arasında gezdirmekten vazgeçerek soğuk havanın geldiği yere doğru kaldırdı kolunu.
Uzanabildiği en uç noktada tuttu küçük saplı bayrağı. Orta parmağı uzunluğunda, başına kırmızı saten bir kumaş parçası takılı bayrağı havanın girişiyle kısa bir
hareketle salladı. İnce bir şerit halinde aklından bütün acıları geçti. Keskin ama
ince bir şerit... Ruhundan akan çığlıkları ve hüzünleri hissetti ayak parmaklarına
kadar.
Asla bırakmayacakmış gibi sıktı kısa bayrağı ve birden açtı elini.
Düşüşünü izledi bayrağın. O yavaş, yaylanarak inen kumaş parçasını çiziyordu
aklında. Her kırmızı tonunu kaydedebilseydi keşke. Saklayabilseydim keşke,
dediği anılar gibi.
25
Kaldırım Taşları
Zeynep Özkan
Adam her zamanki gibi soluk kırmızı kaldırımları takip edip paslı demir kapıya
ulaşacaktı. Kitabevine girip yapılacaklar listesindeki tik sayısını artırıp, kırmızı kaldırımları
tekrar takip edip evine dönecekti. Ancak o sabah 880 kaldırım taşının sadece 120’sini sayabildi. 120. taşın olduğu bölgede açılmış olarak bulduğu sırt çantası ve onun yanındaki dağılmış
papatyalar onu durduran şeylerdi. Önce sahibinin etrafta olup olmadığını kontrol etti, orada
olmadığını fark ettikten sonra çantanın içindeki eşyalara bakmaya başladı. Aslında başla
yamadı. Bulduğu sarı yapraklı kitap onun çantayı karıştırmasına engel olmuştu. Kendi ülkesinin yazarlarından biriydi. Uzun zamandır kendi ülkesine ait bir şey görmemişti Londra’da.
Nazım Hikmet’in şiir kitabını görmek onu heyecanlandırmıştı. Gözü ne çantayı ne de
papatyaları gördü. Kitabı alıp bir kafeye oturmaya niyetlendi ve yürümeye devam etti.
Bu kitap onu heyecanlandırdığı kadar da hüzünlendirmişti de. On yıldır uzaklar
daydı. Kendi ülkesine ait hiçbirşey kalmamıştı. Ne bir fikir ne bir nesne. Kalan tek şey
hüzündü, hasretti. Türkiye’de onu mutlu eden tek şey vardı: Sevgilisi Gülnihal. Onunla beraber kaldırım taşlarını sayardı. Trafiğin ve insanların gürültüsünü kaldırım taşlarını sayarken
sustururlardı. Saymayı bitirdiklerinde kız onun yüzüne bakıp kaç tane saydığını sorardı. Onun
koyu gözlerine baktığında adamın verecek cevabı olmazdı. Çünkü adam o gözlerde çoktan
kaybolmuştu her zamanki gibi. Kız şaşkınlıkla, adam hayranlıkla bakar gülüp yürümeye
devam ederlerdi. Adamın aklında onun hakkında kalan tek şey bu sahneydi. Onu unutma
çabaları işe yaramış gibi gözükse de aklından bu anlar hiç silinmemişti. Londra’daki babasının
ölüm haberi onu buralara getirmişti. Bu kaldırımlara… Babasının Londra’da işlettiği kitabevi ailenin tek çocuğu olduğu için ona kalmıştı. Her ne kadar Gülnihal’ e ısrar etmiş olsa da o
bir türlü gelmemişti Londra’ya. Ailesi izin vermemişti. Adam ailesine, birkaç arkadaşına ve
sevgilisine veda edip bu bilmediği topraklara gelmişti. Hepsi söz vermişti onu orada yalnız
bırakmayacaklarına. İlk zamanlarda hepsiyle sık sık iletişime geçerdi. Zaman geçtikçe telefon
aramaları da mektuplar da kesilmişti. Bir tek Gülnihal kalmıştı. O, onu unutmamıştı. Zamanla
sevgilisinden de haber alamamıştı. Bütün iletişimi kesilmişti geçmişiyle. Ama hiçbiri, Gülnihal’in onu unutması kadar kederlendirmemişti. Londra’da yalnız bir Türk’tü. Geçmişine hüzün
ve öfkeyle bakan yalnız bir adam. Korkak bir adamdı aynı zamanda. On yıldır bir kez olsun
Türkiye’yi ziyaret etmemişti. Gerçeklerle yüzleşmek için fazla korkaktı. Bilinmezlikle yaşamaya alışmıştı artık.
Adam ona geçmişini hatırlatan kitapla beraber kafeye girdi. Şekersiz kahvesini söyledi ve en köşedeki masaya oturdu. Kitabın sararmış yapraklarını kokladı ve okumaya başladı.
Okuduğu her şiir için beş yudum alıyordu. Kahvesi soğumasın diye kısa şiirleri arıyordu.
Radyodan gelen haberleri duydu. Hiçbir hüzünlü şarkı şu anda radyodaki haberler kadar onu
hüzünlendiremezdi. Hiçbir zaman haberleri dinlemezdi o. Haberler hayat demektir. Devam
eden bir hayat. Adamın hayatı son on yıldır devam etmiyorken insanlar kendi hayatlarını
yaşıyordu. Her gün tartışılacak haberler varken onun tartışacağı tek şey ne yaptığıydı. Adam
masaya birkaç pound bırakıp hızlıca kafeden çıktı.
Yakınlardaki bir banka oturdu ve gün boyu hem hüzün hem de heyecanla kitabı
okumaya devam etti. Hava kararmaya başladığında yazılar okunamaz olmuştu artık. Karanlık
hem adamı hem de yazıları yok ediyordu. Adam sokak lambalarını suçlayarak yerinden tam
26
kalkacakken tepesindeki sokak lambası yandı. Bankın yanında bir sokak lambası olduğunun farkında bile
değildi. Bir an şanslı olduğunu hissetti. Ama üstündeki ince kaban onun şanssızlığıydı. Üşümek istemediği
için eve gitmeye karar verdi. Yolda, sokak lambası ve ince kabanını düşündü. Sokak lambası onun şansıyken
ince kabanı onun şanssızlığıydı. Hayatı da aynı bu mont ve lambanın ilişkisi gibiydi. Tam anlamıyla mutlu olmanın, her şeyin güzel olmasının hayaliyle yoluna devam etti. Kirli kaldırım taşlarına baktığında aklına 120.
kaldırım taşı geldi. Aptallığına kızdı. Çantayı orada bırakıp gitmişti.
İçindeki merak onu 120. kaldırım taşına götürmüştü. Çanta yoktu. İnce kabanına lanetler okuyup
üşüyerek yoluna devam etti. Kapıya vardığında onu karşılayan şey her zamanki gibi dipsiz yalnızlığı ve karanlık odalarıydı. Geçmişi hatırlamak uzun zamandır yapmadığı bir şeydi. Unutma çabaları işe yaramamıştı. Şu
sarı yapraklı kitap bütün filmi başa sarmaya yetmişti. Adam kitabı karanlık odalardan birine fırlattı. Kendi yarasına pansuman yapar gibi canı acımıştı. Acımıştı ama bu kendi iyiliği içindi. Daha fazla hatırlamak
istemedi adam. Koltuğa oturdu ve televizyonu açtı. Bu saatte sabah haberlerinin tekrarları ve eski dizilerden
başka hiçbir şey yoktu. Haber kanallarını hızlı geçmeye özen göstermeye çalışsa da bir tane haber kanalı onun
kumandayı bırakmasına sebep olmuştu. 120. kaldırım taşının olduğu yerde sırtında sırt çantası olan bir kadın
kitabevine doğru yürüyor... Bir elinde bir demet papatya diğer elinde cüzdanını tutuyor... Köşedeki çiçekçiden almıştı galiba. 48. kaldırım taşındaki çiçekçiden. Bu kadında dikkatini çeken şey kadının başını kaldırımlardan hiç kaldırmamasıydı. Acaba kaldırım taşlarını mı sayıyordu onun gibi? Birdenbire bir adam koşup
kadının elinden cüzdanını aldı. Kadın çantasını ve çiçekleri yere atıp ardından koşmaya başladı. Haberde
kadından ve kapkaççıdan haber alınamadığı söyleniyordu. Haber zaten trafik kameralarının görüntüleriydi.
Adam aniden televizyonu kapattı. Yüzünde tarifsiz bir ifade vardı. Gördüklerinin ağırlığıyla yere oturdu.
Acaba o muydu, diye düşündü.
Kaldırım taşlarını mı sayıyordu o kadın? Adam fırlattığı kitabı almak için odaya girdi. Kitabı ürpererek aldı. Işıkları açıp yere oturdu. Sevgilisinden bir iz bulabilmek için kitabın sayfalarını karıştırdı. En arka
sayfada portakallı kek tarifi yazılıydı. El yazısına baktı. Benziyor muydu ki onun el yazısına? Z harfine çizgi
koymazdı sevgilisi. Bu yazıda da yoktu. Emin olamadı. Emin olmak da istemedi zaten. Bu haberi araştırmayacaktı. Yine umutlanmayacaktı. Hayal kırıklığını tekrar tatmak için yeteri kadar cesareti yoktu. Hiçbir
zaman olmamıştı. Adam kendisinin korkak bir zavallı olduğunu biliyordu. Aynı haberdeki kadın gibiydi.
Kaldırım taşlarını saymakla uğraşırken elindekileri kaybetmişti. Kaybettiklerini yakalamak için koşarken
kendisi de kaybolmuştu.
Adam binbir farklı düşünceyle yatağına gitti. Yüreğindekilerinin ağırlığı yıllar sonra tekrar onun
canını acıtmıştı. Yatağına yattı ve tavana baktı. Yıllar boyu kaldırım taşlarını saymak trafiğin ve insanların
gürültüsünü bastırmıştı. Ama geçmişin sesi hâlâ kalbinde yankılanıyordu. Kendini kandırmıştı yıllar boyu.
Unutamamıştı geçmişini. Yalnızlığa da alışmamıştı hiçbir zaman. Alıştığı şey hüzünlü ve korkak olmaktı.
Hayatın getirdiği hiçbir şeyi kabul etmemişti bu ülkeye geldikten sonra. Bankta üşümek, haberleri dinlemek,
trafiğin ve insanların gürültüsünü duymak, gerçekleri öğrenmek, geçmişi hatırlamak… Hiçbirini kabul etmemişti. Hâlâ etmiyordu.
Yatağa yatmak adamı düşünmekten alıkoymadı. Adam suçladı. Belki bu sabah kaldırım taşlarını
yanlış saydığını düşünüp geri dönmeseydi o kadınla karşılaşacaktı. Yine kaldırım taşlarının suçlu olduğunu
düşünüp huzursuz bir uykuya daldı adam.
27
K. Baran Bali
“saat iki buçuk oldu iki dakika
sakin olsan”
zekiyim diye geçinirim
zeki de sayılabilirim aslında
ama size bi’ sır vereyim
mesela zeki insanlar
bilimle falan ilgilenir
ben ilgilenmeye çalıştım
çalıştım çalışmasına da
çok sıkıcı geldi
bi’ şey anlamadım
ya ben o kadar zeki değilim
ya da bilim adamları yalancı
nasılsın diye soruyorlar bana
komşum soruyor mesela
şeker gibi kadın sevim teyze
tatlı yapınca hep bana da bi’ tabak getirir
sevim teyze sorunca diyorum
“iyi çok şükür teyzecim, siz nasılsınız?”
ama aslında iyi miyim
ben de bilmiyorum
iyi olan insanlar
uykusuzluk çekmez
ya da boğulmazlar
entelim diye de geçinirim
ama belki diğer iyi insanlar
felsefe falan okurum arada
salaktır
şu sarhoş babalı dostoyevski kitabını da okudum inşallah öyledir
güzeldi bayağı beğenmiştim
çünkü ya diğerleri her şeyden bihaber
ama aslında çok da beğenmemiştim
ya da ben sevim teyzeye yalan söylüyorum
dediklerini anlamamıştım pek
ya ben o kadar entel değilim
ya da dostoyevski yazmayı bilmiyor
bi’ kızı seviyorum
saçları omuzlarına dökülüyor
beyaz tenli
saçları yumuşacık
elleri de sıcacık
gülüşü de
bazen bakıyorum ona
mutlu oluyorum
diyorum ki ulan
ben bu kızı seviyorum var ya
ama bazen bakıyorum
üzüyor
üzdüğü zamanlar o kadar güzel gelmiyor
elleri buz gibi oluyor
saçları da keçe gibi
ya bu kız o kadar güzel değil
ya da ben onu o kadar sevmiyorum
28
Şu Kuaför Aynaları Yok mu?
Melis Arar
Şu kuaför aynaları yok mu,
Hani her yanı sarıp sarmalayanlar.
En güzeliniz mutlu ben,
İnsan, insan gülümseyince güzelleşir de ondan.
Neşeliyle de yakın arkadaşlar bilirim,
Pek ayrı gezmezler eminim.
Ne yöne baksam karşıma ben çıkıyorum:
İki tane ben, beş tane ben, on tane ben.
Benden on tane olabilir mi?
Kızgın, üzgün ben,
Mutlu, mutsuz ben.
Heyecanlı ben.
Korkmuş, daha da korkmuş ben.
Neşeli ben, neşesiz ben.
Âşık ve yalnız ben.
Tıpkı mutsuz ve neşesiz ben gibi,
Ha biri, ha öbürü.
Bir tek âşık ben ile tanışamadım henüz;
Yalnız ben, sen biraz kıskançsın anlıyorum.
Hepsini tanıyorum bir yerden,
Oysaki hatırlamıyorum bile,
Tanışmış mıydık? Tanıştırılmış mıydık yoksa?
Acaba bir olay mı vesile olmuştu tanışıklığımıza?
Yalnız ben; sen hep benimleydin, seni biliyorum.
Yakamdan düşmüyorsun.
Heyecanlı beni arada misafir ediyorum,
Ara sıra uğruyor.
Uyku tutmayan geceler,
Onun eşliğinde geçiyor.
Korkmuş ben; kötü rüyalarda bir anda çıkıp
geliyor,
Kabuslarda ise daha korkmuş bene dönüşüyor.
29
...
Tulya Elif Bekişoğlu
Benim bir korkum var
Kovalandığım
Kaçtığım
Benim bir korkum var
İstemediğim
Ama vazgeçemediğim
Benim bir korkum var
Titrediğim
Ürktüğüm
Benim bir sensizliğim var
Uyuyamadığım
Konuşamadığım
Benim bir sensizliğim var
Kendimden koruduğum
Senden vazgeçtiğim
Benim bir sensizliğim var
Seni kaybetmemek için sensiz kaldığım
Unutamadığım
Benim bir sensizliğim var
Korkumla baş başa kaldığım
Seni beklediğim
30
Sert ve soğuk bakışları var
Bulutların
Bu sabah sahilde
adımlarını bir farklı atıyor sanki insanlar,
isteksiz.
Sıra sıra vapurlar, tekneler, kayıklar
dizilmişler
denizle karanın arasında.
Suyla toprağın
dalgalarla düzlüğün
arasını açmışlar.
Kederli kayıklar, tasalı tekneler
Engin denizlere kaçma,
Karadan kopma,
Artan kalabalıktan uzaklaşma
rüyaları görüyorlar.
Denizin altından fısıltılar yükseliyor:
Keşke bulutların üstündeki hayallerimizin
mavi mavi yansıdığı denizlere açılabilsek…
Özgürce süzülebilsek, bu aynanın üstünde…
Çirkin yeşil halatlar tutuyor onları.
Bütün rüyalar, hayaller
Sert ve soğuk kara parçasına bağlanmış
Sıkı sıkı.
Özgürlük sadece martılara özgü.
Yasemin Kirişçioğlu

Benzer belgeler