Tarih Öğretisi 1 - Çekmeceden Öyküler
Transkript
Tarih Öğretisi 1 - Çekmeceden Öyküler
Gözyaşı Beldesine Benden Gidilir… Kırmızı Çatılı Taş Ev; Yüksek dağlarla çevrili vadiye gizlenen göl kıyısındaki bu küçük kasabaya geleli bir hafta oldu ama değişen bir şey olmadı. Buraya neden geldiğimi bilmiyorum. Boşlukta kaybolmuş gibiyim. Yaşamım konusunda hiçbir öngörüye sahip değilim. İşimi kaybettim; işsiz kalmanın ruhumda açtığı bir boşluk bu sanırım. İçimi oyan, canımı acıtan, buruk hüznün burgacından kurtulmak, bir yerlere kaçmak, daha doğrusu sığınmak, belki de bir şeylere tutunmak istiyorum. Hızlı çalışma temposu içinde her zaman özlemini duyduğum, istemediğim kadar boş zamanım var şimdi. Düşlediğim gibi uzun ve duygusal yazılar yazabilirim. Ancak beklentimin aksine henüz bir sayfa bile yazabilmiş değilim. Zaman uçup giderken, ay yerini durmaksızın güneşe bırakıyordu. Gözlerim belli bir noktaya takılı, masanın önünde hareketsiz ve sıkkın oturuyorum. Düşüncelerimi yazmam gereken konu üzerine yoğunlaştırmaya çalışıyorum; aslında işime olan sevgimin ve önceliğimin değerini bilmeyenleri yokluğumla baş başa bırakıp çekip gitmeme karşın, sürekli düşüncelerimin önüne geçen geride bıraktıklarım oluyor. Müthiş sıkıntılı geçen bir geceden sonra şafak yeni söküyor ve güneşin tanrısal gücü, güzel şeylerle ve yıldızlarla birlikte yükseliyor. Nihayet gün doğdu; karanlık ova aydınlandı. Yer yer cilası soyulmuş ahşap masanın üstünde kağıt destelerim; bazıları buruşturulmuş, bazılarınınsa üzeri karalamalardan okunmaz durumda. Kitap desteleri ve dizüstü bilgisayarım yatağın köşesindeler. Gözlerimi masanın üzerinden pencereyi örten kısa tülün desenleri arasından dışarıya çeviriyorum. Vadinin sisini sıyıran güneş ışınları, mürekkep lekeli kağıtların üzerinde geziniyor. İnsanlara her yerde doğruyu gösteren güneşin odaya dolan ilk ışıklarıyla birlikte yüreğimdeki umut yeniden belirir gibi oluyor. Sabah vakti ufkun doğu yönünde, günün aydınlattığı sisle kaplı vadi ve vadiyi çepeçevre saran dağlar yükseliyor. Bu tablonun ortasında yer alan göl durgun sularıyla ayna gibi parıldıyor; üzerinde kırmızı küçük bir tekne belli belirsiz hareket ediyor. Çok uzaklarda göle ulaşmaya çalışan ırmak, sürünen bir yılan gibi yer yer parlak ve donuk ışıklarla ağaçlar arasında yol almaya çalışıyor. Uzakta, gölün kıyısına dik inen yüksek bir yamaç, ucunda kırılmış iri kayalardan oluşan buruna doğru uzanıyor. Yamacın ortasındaki yeşillikler arasında üzerini iki sevimli bacanın süslediği, dik kırmızı çatılı bir ev gözle pek güç seçiliyor. Ev mi, yoksa yeşillikler arasına gömülmüş bir yükselti mi, pek belli değil. Karşımda ışıldayan bu güzellik ruhumda, az da olsa bir sevinç uyandırmadı değil. Hayalden yana olduğu gibi sözden yana da fena sayılmaz hatta zengin bile sayılabilirdim ama tablonun bana anlattıklarının binde birini bile betimlemek içimden gelmedi yine. Onun yerine vadi boyunca gölün kıyısını dolanarak kırmızı çatılı taş eve doğru bir keşif gezisi yapmak geldi içimden. “İzlenen bir film, okunan bir kitap insanın kaderini değiştiriyorsa, çok uzaklardan sevimli bacalarıyla bana gülümseyen kırmızı çatılı taş ev, kaderimi neden değiştirmesin ki” diyerek yola koyuluyorum. Güneşin saçlarının kızgınlığını Balık takımyıldızının gölgesinde serinlettiği; gecelerin artık hemen hemen gündüzlere eşit olduğu ve kırağının toprağın üzerine, ince beyaz bir örtü yaydığı, baharın ilk aylarıydı. Soğuk ve ağır taneli yağmur, şiddetinden birşey kaybetmeden yola çıktığımdan beri yağıyordu; sonsuza dek de yağacak gibi görünüyor, iri dolu taneleriyle birlikte dökülüyordu. Islanan toprakta yer yer su birikintileri oluşmaya başladı. Çamurlu su brikintilerinin yanından ve şiddetli sağanağın içinden sessizce yürüyorum. Sarp yoldan aşağıya doğru inmeye başlıyorum. Dik yarın inilecek noktasına vardığımda, aşağıda gördüğüm manzara muhteşemdi; üzeri rengarenk çiçeklerle bezeli dikenli çalılıklar, dağın tepesinden kopup inen kayaların üzerinde, renkli öbekler oluşturuyordu. Sınırları çitlenbik ağaçlarıyla çizilmiş henüz renklenmeye başlamış ayçiçek ve lavanta tarlaları alabildiğine uzanıyor, bağlar vadinin yamaçlarına kadar sokuluyordu. Gölün içini dolduran ve iki kıyıyı kucaklayan ucu beyaz mor çırpıntılar, gülümseyen çimenler, gerçeği hem gizleyen, hem müjdeleyen haberci belirtilerden başka bir şey değildi aslında. Bunlar olgunlaşmış kusursuz görsellerdi ama asıl kusur bende idi, çünkü gözlerim ve dilim yeteri kadar keskinleşmemişti. Dallarını gölün saydam sularına sarkıtarak desenler çizen ve yol boyunca bana eşlik eden ince söğüt yaprakları arasından suya doğru eğilerek, gözlerimi kusursuz aynalar haline getirmeye çalıştım. Bir an suyun aynasında kendi yansımamı seyrettim, ardından suyun çırpıntıları bana daha yüksek dalgalar gibi görünmeye başladı. Bu renkli dünya karşısında ruhumda oluşan ve içimi oyan derin girdaplar hafifler gibi oldu; birden içim ve gözlerim aydınlandı; kendimi mutlu hissettim. Yıkık taş köprüye geldiğim zaman tepenin eteğindeki o evin önüne ulaştığımı gördüm. Sundurmanın Altında; Kırmızı çatılı, zarif bacaları olan taş evin bahçe kapısı aralıktı. Üzerimden sular süzülürken ben de yarı aralık demir parmaklıklar arasından içeri süzüldüm. Sarmaşıkların sardığı sundurmanın altında ayakta dimdik duran zayıf bir ihtiyar, sırtını taş sütüna dayamış yağmuru izlemekteydi. Çağlar ötesinden bilgece bakan gözler, bana pek yabancı gelmedi. Beni görünce “Buyrun benimle birlikte bekleyin, Toscana vadisinin yağmurları ünlüdür ve biraz uzun sürer” dedi. Ona doğru ilerlerken “Vadinin bereketli toprakları da bunun en güzel göstergesi” dedim. Sundurmanın altına geldiğimde yaşlı adam ben “Durante Alighieri” diyerek elini uzattı; ben de “Gazeteci Çetin Sel” diye karşılık verdim. Sundurmanın bir yanında yukarılara tırmanan altın rengindeki gülün tomurcuğuna takılan gözlerim genişliğe, yüksekliğe, uzaklığa, yakınlığa dalıp kaybolup gitti; altın sarısı kanatlarını çırparak uçuşan, sayısız yapraklarla bezeli çiçeklerin taç yapraklarının arasına girip çıkan su damlaları; karşımda bin bir renkle yayılan bahar tablosunun bütünü içinde yaşlı adamı çağlar ötesinden anımsadım. Bundan sonra zihnimde kalan anı kalıntılarını bir sis perdesin ardından anımsarken söyleyeceğim sözleri, daha anlamsız ve daha yetersiz kıldı. Zaman durdu sanki; ben mi çağlar ötesine gittim, yoksa zamanı ben mi sürükledim peşimden bilmiyorum. Baktıkça gitgide daha fazla güç kazanan gözlerimin önündeki görüntü gerçekleştikçe duygu ve düşüncelerim değişerek netleşiyordu. Etrafı taş duvarla ve ağaçlarla çevrili aydınlık yüzlü bu evin önünde Yaşlı Bilge ile böyle tanıştım. Bana dönerek, “Ravenna’ya bağlı bu topraklarda ne arıyor sunuz?” diye sordu. Dikkatimi üzerinde toplayarak gözlerimi çevirip yaşlı bilgeye baktım. Gözlerinde gülümseyen öyle bir ışıltı vardı ki, beni hayrete düşürdü. Bir yazarın, “Yazı yazabilmek için yaşlıları, çocukları kısaca insanları dinlemeyi bilmelisiniz” diyen sözleri geldi aklıma; “Yazı yazabilmek için kendimi sürgün ettim. Size rastlamak, sizinle tanışmak benim için olağanüstü bir şans, kaderimi değiştirecek olan deneyimlerinizdir. Onlardan yararlanmak isterim” dedim. Yaşlı bilge “Benim anlattıklarımı ve kısa zaman içinde aralıksız ve tek düze söylemlerimi dinlemek için can attığınızı görüyorum. Yağmur altında benim küçük evimi izlerken gözden kaybedip yolunu şaşırır, açık denizde kaybolursun; sen iyisimi kendi kıyılarında gezin. Benim açıldığım denizi daha kimse aşamadı. Minerva nefesiyle beni sürüklüyor, Apollo bana yol gösteriyor, esin perisi beni samanyolunun ışıltılı aydınlığına taşıyor”dedi. Duruşu ve sözleri ile insana güven veren bu insanın fikirleri benim anlama sınırlarımı aşıyordu. Sözlerini tam ve doğru olarak algıladığım söylenemezdi. Bunun farkına varan bilge, sonunda söylemini sevgiyle gizleyerek benim zekamın anlayacağı seviyeye inecek kadar gevşetti. “Yazmak için okumak gerekir” dedi. Zaman zaman okuduklarımın değeri konusunda şüpheye düşsem de iyi bir okur olduğumu sanıyordum ama yanıt veremedim. Sesi çok uzaklardan, çağlar ötesinden geliyor gibiydi ve ben büyülenmiş gibi konuşmak istiyor ama düşüncelerimi dile getiremiyordum. Bir ara yavaşlayan yağmur yeniden şiddetlendi; sundurmanın kiremitlerini dövüyordu. Yaşlı adamla aramızda oluşan sessizliğin çaresizliği içinde, su damlalarının tınısına uyarak “Anadolu topraklarından buraya savruldum; ülkemde bu ara gerçekleri yazan gazetecilerin işine son vermek pek sıradan oldu. Ben de aynen Troyalı Aeneas gibi” diyerek ünlü Latin şairi Vergilius’den dizeler mırıldanmaya başladım: "Ben, kaderin Troya dolaylarından kovduğu ve İtalya'ya, Livinium kıyılarına ilk gelen kahramanın ve askerlerin şarkısını söylüyorum. Bu kahraman kendi şehrini kurmak, tanrılarını Latium'a yerleştirmek için uğraşırken uzun süre savaşların yıkımlarından acı çekti. İşte, Latin soyunun yani atalarımız Albalıların, ayrıca eski Roma surlarının kökeni buraya dayanıyor." Yaşlı bilge, “Benim gibi siz de Vergilius’u seviyorsunuz”dedi. “Sevmez olur muyum? Onun gibi yazmak için neler vermezdim” diye yanıt verdim ve ardından, “Benim yazma konusunda bazı ideallerim var; hem güzel, hem kalıcı ve de ölümsüz yazılar yazmak, zamana iz bırakmak istiyorum” dedim “Ve yazdıklarım mutlaka gerçekleri yansıtmalı” diye ekledim. Yaşlı bilge,”Bu sohpet uzun süreceğe benziyor, buyurun içeride konuşalım” dedi. O önde ben arkasından yürüyerek taş evin mavi oymalı ahşap kapısından içeri girdik. İçeriye adım atmamızla alevin içinde bir kıvılcım nasıl görülür ve bir sesin içinde başka sesler nasıl fark edilirse, bu seslerden biri sabit kaldığı halde öteki nasıl perdeler üzerinde gezinirse, bir ışığın içinde başka ışıklar hızla uçuşarak döne döne hareket ederler ve fark edilirlerse öyle oldu. Bana güneş vurmuş bir pırlantayı andıran parlak, yoğun ve ışıklı bir bulut bizi içine alıyor gibi geldi. Loş Çalışma Odasında; Kepenkleri kapalı loş çalışma odasını titrek mum ışığı ile ocakta yanan odunların alevi aydınlatıyordu. Oymalı ahşap bir çalışma masası, üzerinde tüylü bir kalem ile kitaplar arasında ”De Monarchia”, “Vita nuova” ve “La Divina Commedia” ilk dikkatimi çekenler oldu. Masanın köşesinde yanan mum ışığının aydınlığında yaşlı bilgeyi inceledim; orta boyluydu ve hafifçe öne eğik yürüyordu. Yürüyüşü ağır ve vekarlıydı. Gayet sade ve yaşına uygun tarzda giyinmişti. Yakası fırfırlı iç gömleğinin üzerine giydiği bordo mantosu yere kadar iniyordu. Uzun yüzlü, gaga burunluydu. Gözleri küçük olmaktan çok iriydi. Çenesi kalın, alt dudağı üst dudağından uzundu. Esmer tenli, kırlaşmış saçı ve sakalı bol ve kıvırcıktı. Yüzü daima mahzun ve düşünceli, bir o kadar çekingen, kuruntulu, içine kapanık, yalnızlığı ve sessizliği seven biri gibi görünüyordu. Bütün bu özelliklerin ötesinde nazik ve alçak gönüllü birine de benziyordu. Beni evine ve el yazmalarıyla dolu çalışma odasına davet ederken uzun zaman susmaktan sesi zayıflamış gibi geldi bana. Belki de fikri sorulmazsa susmayı tercih edenlerdendi ve fazla konuşmayı pek sevmiyordu. Fakat benimle ilgili doğru bir saptama ile söze başlayan o oldu: “Saygısızlık ederim korkusuyla soru sormaktan çekinen ve arzusunu içinde boğmaya çalışan bir kimseye benziyorsun. İdealine tutkulu biri olsaydın, sormak istediğin şeyi vakit geçirmeden çoktan sorardın. Beklemek yüzünden yüksek hedefine doğru yol almaktan alıkonulmayasın diye söylemekten çekindiğin düşünceni yanıtlayacağım. Nedir öğrenmek istediklerin diye sormadan sana bildiklerimi anlatacağım. Çünkü ben zaman ve mekanın son bulduğu bir noktadayım. Benimle konuşurken bana gösterdiğin sevgi, saygı ve iyilikseverlik, güneşin elinden geldiğince açılan güle yaptığı gibi, benim de size olan güvenimi öylece arttırdı”dedi yaşlı bilge. Karşılıklı koltuklara oturduk. Ocak içinde küllenen tepeleme kor, odaya hafif bir sıcaklık yayıyor, yüzüm alev alev yanıyordu. Bana ikram ettiği üzeri şövalye motifleriyle bezeli metal kupalarda, biraz buruk, biraz mayhoş tadı olan içkiyi yudumluyorduk. Müthiş bir belleğe sahip olan yaşlı bilge konuştuğu zaman konunun ruhuna en uygun şekilde söz söylemeyi çok iyi biliyordu. Ayrıntılara değinirken renkleri karıştırp iyi bir resim yapıyor gibi, söylemleriyle de duygusal bir müziğe güfteler yazıyor gibiydi: “Arkasında yanan mumun alevini, gözüyle görmeden önce aynada gören bir kimse, camın kendisine gerçeği söyleyip söyleyemediğini anlamak için arkasını dönünce, camın bu gerçeğe şarkının notaya uyması gibi uyduğunu fark eder. Gerçeği gözleriyle görür. Gerçeği gören bütün insanların düşüncesi, her şeyden önce, severek ve isteyerek bir ideale yönelmek olmalıdır. Bu ideal ne kadar mükemmel olursa insan ruhunda o kadar denli kuvvetli bir ateş tutuşturur. Bunun ışığı öyle güçlüdür ki, diğer istekler yanında sönükleşir. Güçlü bir ışığın vurmasıyla uyandığımız zaman görme duyusu nasıl yavaşça aydınlığa doğru yönelir ve uyanan kimse düşünce yardımına yetişinceye kadar, aniden uyandırıldığı için kendini bilmediğinden, gördüğü şeyleri açıkça göremezse idealleri olmayanlar da aynen öğledir. İdealin ışığı gözlerindeki tozları bir anda süpürüp siler ve bu tutkuya doğru yönelen kişi çevresini eskisinden daha iyi seçebildiğini hayretler içinde kalarak görür. Tepesindeki dalları rüzgarın gücüyle eğilip bükülen bir ağaca benzeyen bu insan, ilkeleri sayesinde olgunlaşır ve tek başına ama dimdik ayakta kalmayı başarabilir. Bunu başarmak ve idealine ulaşmak için elindeki bütün yolları ve seçenekleri kullanmalıdır” dedi. Koca Ağacın Gölgesinde; Beni sarmalayan söylemlerin yumuşaklığı karşısında yapraklar nasıl bir bir dökülür ve sonunda hepsi yere serilirse, kendimi öyle zayıf, yetersiz ve yorgun hissediyordum. Bir ara ocaktan yükselen alevlerin aydınlığında ışıklar içinde kaldığımı sandım. Yaşlı bilge sözlerini tatlı bir sesle söylüyordu. Sanırım yağmurun dinmesi üzerine -belki de beni canlandırmak için- dışarıya çıkmamızı önerdi. Birlikte çiçeklerle sarmaşıkların birbirine girdiği bahçeye çıktık. Burası vadiyi tepeden gören bir taraçaydı ve tabanın bir bölümü silme mozaik kaplıydı. Çimenliğin aydınlık ve yüksekçe köşesinde, dallarıyla çevresini saran koca ağacın gölgesindeki mermer bahçe kanepesine yanyana oturduk. “Çevrenizde gördüğünüz güzellikler, doğanın bereket ve sanatına göre ayarlanmıştır. Sanat dediğimiz şey de doğayı taklitten başka bir şey değildir. Sizin sanatınız da doğayı yakından izlemeyi gerektirir” dedi. Üstadın söyledikleri, gayet açık ve netti. Gerçekleri çok güzel belirtiyordu. Benim bu gerçekler üzerinde konuşabilmem için derin derin düşünmem gerekiyordu. O konuştukça kendimi daha çaresiz hissediyor ve doğru soruları bulma konusunda zayıf kaldığımı düşünüyordum. “Kişi idealine ulaşmak için gerçeklerin izini sürer ve bu uğurda bütün yolları denerken, erdemlerin başı olan sevgi ve doğruluk yolundan asla ayrılmamalıdır değil mi?” diye sordum. Bana verdiği yanıt biraz anlaşılmazdı ve anladım ki, yaşlı bilge ben ne sorarsam sorayım o söylemek istediklerini söylüyordu: “Ben güzelim Arno nehrinin kıyısında büyük Florance kentinde doğup büyüdüm. Ancak yıllardır burada bulunuyorum. Bitip tükenmek bilmeyen acılarla dolup taşan yaşamım önce beni güzel tepelere, dağların doruklarına taşıdı, ardından sonsuz göğe bakmayı ve yıldızdan yıldıza sıçramayı öğretti. Biriktirdiğim bilgi hazinem bana gerçeğin ürkek ve çekingen dostu olmayı, yazdığım kitaplarım ve bu kitaplarda yer alan dizelerim ise altın bir aynadan yansıyan göz kamaştırıcı güneş ışınları gibi onurla parıldamayı öğrettiler” dedi ve ardından gözlerimin içine bakarak bana bir dizi öğüt sıraladı: “ İşsiz kaldığın için onurun kırılmış ve yazmakta zorlandığın için de kendini yetersiz ve sıkıntılı hissediyorsun. Başarılı olmak için bu duyguları bir kenara bırakarak, yazılarını araştırmalarınla desteklemeli ve her türlü yalanı bir kenara koyarak gördüklerini olduğu gibi anlatmalısın. Vicdanın asla karanlıklar içinde kalmamalı. Senin sözlerin, tadına ilk bakıldığı zaman kekremsi gelse bile, sindirilince arkasında bir hayat bırakan besin değerinde olmalıdır. Senin haykırman, en yüksek tepelere kuvvetle çarpan rüzgar gibi olmalıdır ki bu, hiç te küçümsenecek bir onur değildir.” “Can kulağı ile dinlediğim sözleriniz beynime hızla inen bir yumruk gibi kazındı. Gevşek davranıldığında darbenin daha şiddetli olduğunun ve sahip olduğum elimdeki diğer değerlerin yok olmaması için önlem almam gerektiğini de biliyorum. Gizli detayları gün yüzüne çıkarmayı ve bunları okurlarımla paylaşmayı da çok seviyorum” dedim. Yaşlı bilge yanıtını hemen verdi: “Gerçeği yakalamak isteyen fakat bu işin acemisi olan bir kimse, sahili boşuna bırakıp engin denizlere açılmamalıdır. Nereye gittiklerini bilmeden yürüyenler yanlışın peşine takılıp kaybolup giderler. Veya gemileri başlangıçta denizde dosdoğru ve hızla yol alırken tam hedefe yaklaşmışken aniden batabilir. İhanetle yüklenen gemi ağırlaşarak denizin dibini boylar. Tersi de olabilir, yüzüne bakılmayıp bütün kış kurumuş ve yabanileşmiş görünen gül ağacının bahar gelince üstünün güllerle donanması gibi.” Bu kez boş bulunup düşüncelerimi birden söyleyiverdim. “Doğru sandığım yanlışın peşine takılmak istemem! İkinci örneğiniz; yabanileşmiş gül ağacının güllerle donanması ne kadar güzel ve yerinde bir benzetme oldu” dedim. “Ben bir zamanlar sakin ömrümü sürdürdüğüm kentte, yaşım daha olgunlaşmadan bile yolumu şaşırmadım. Şu anda da her şeyi arkamda bıraktım. Başı yukarda yıldızları izleyenler er veya geç şerefli limana ulaşırlar. Buruk üvez ağaçlarının arasında tatlı incirin meyva veremediği gibi, yüreği kötülüklerle dolu kıskanç insanların, yetenek ve becerilerinden ötürü sana düşman olacakları ve önüne bazı engeller koyacakları da kesindir. Siyasi amaçlı düzmece yolsuzluk suçlamalarıyla Floransa’dan sürülen ve ardından ölüme mahkum edilen ben, doğduğum topraklara bir daha dönemedim. Sürgün döneminde Verona, Padova’dan sonra şimdi de gördüğün gibi Ravenna’dayım. Doğduğum ve vatanım olan kente yaklaştıkça aslında ondan uzaklaşıyorum. Beni sürgüne göndererek cezalandıran adalet, çektiğim azabı arttırmak için, para cezası ödemem karşılığında ülkeme dönebileceğimi söylüyor. Suçsuzluğum kabul edilmedikçe ülkeme dönemem. Ancak sürgün hayatı beni olgunlaştırdı; yaşama daha eleştirel gözle bakmama ve en güzel yapıtlarımı yaratmama yol açtı ” dedi. Yaşlı bilge kırgın fakat bir o kadar da onurla uzaklara daldı. Batmakta olan güneş, gölün üzerini parlak pembe parıltılarla renklendirirken göğün renklerine bürünmüş mavi tepelikli bir kuş yavrularını yuvada bırakarak yem bulmak için yapraklar arasından havalandı. Bir bülbül su şıkırtısına benzer bir sesle tatlı tatlı şakıdı. Eşi görülmemiş bir baharla süslü iki sahil arasında yalap yalap yanan bir nehri andıran ışık seli yayılıyordu. Gölden kuvvetli kıvılcımlar yükseliyor, altın içine kakılmış yakutlar gibi, gelip dört bir yandan çiçeklere konuyordu. Sonra çiçeklerin kokusuyla sarhoş olmuşçasına, tekrar o muhteşem durgun suya dalıyordu. “Olgunlaşmak, yaşama eleştirel gözle bakmak ve en güzel yapıtlara imza atmak; o zaman sürgün işe yarıyor, ben kendimi sürgün etmekle olumlu sonuca doğru bir adım atmış sayılırım” dedim. Başını sallayarak “evet” diye söze başladı ve devam etti: “Olağanüstü zamanların büyük acıları insanları olgunlaştırır, iyilik ve doğruluk duygularını harekete geçirir. Aslında insanlara ilham veren kendi öz dramıdır. Bir takım uydurma suçlarla mahkum edilerek ülke dışında yaşamaya zorlanan ben asla ülkem Floransa’ya dönmeyeceğim. Başka bir yerde olmakla güneşin ve yıldızların ışığını izlemek mümkün değil mi sanıyorlar? Doğduğum kente başı önümde dönmediğim, daha doğrusu halkın önüne yüzüm kızarmış olarak çıkmadığım sürece, gök kubbenin neresinde olursam olayım, gerçekleri pek ala düşünebilir, yazabilir, güzel ve iyi işler yapabilirim.” “Muhteşem bir düşünce“ dedim ve Ortaçağ ile Rönesans arasına sıkışan bu düşünce insanı için sözlerimi övgüyle sürdürdüm. “Siz yaratıcı hayal gücünüz ve derin gerçekçi bakışınızla, tüm çağların en evrensel kişiliğisiniz. Sözcükleri sizin gibi ustaca kullanan bir yazar az bulunur. Sizin ölümsüz aşkınız Beatrice Portinari ile geçmiş ve geleceğe yaptığınız destansı yolculuğun üzerine daha iyisi henüz yazılamadı. Dilerim isminiz yeryüzünde, insanların belleklerinden hiç silinmeyecek, yapıtlarınız nice yıllar yaşayacak” dedim. Benim övgümün bir değeri olmasa da sözlerim yaşlı bilgeyi mutlu etti sanırım. Gururla ayağa kalktı, “Bana reva gördükleri sürgünü ben kendim için şeref sayıyorum; aydınlanan bir ufuk gibi aynı parlaklıkta daha nice yeni ışıkların belirmeye başladığı asla unutulmamalıdır” dedi ve bu sözlerinin ardından ölümsüz yapıtının Cennet’in Ay Gökü adını verdiği bölümden küçük bir bölümü ezbere okumaya başladı: “Güneş vurmuş bir pırlantayı andıran parlak, kalın, katı ve cilalı bir bulut bana, bizi sarıyor gibi geliyordu. Su, yarılmadan bir ışık şeridini nasıl içine alırsa, ezeli inci de öylece bizi içine aldı… Beatrice yüzüme aşk saçan öyle tanrısal gözlerle baktı ki, görme gücüm yenilerek geri çekildi. Ben, gözlerim önümde, kendimden geçer gibi oldum.” Durgun ve temiz bir suda yaşayan balıklar, suya atılanların yiyecek olduğunu anlayarak nasıl hareketlenirlerse, ben de binden fazla ışığın bize doğru öyle koşuşturduklarını gördüm. Yaşlı bilge sözlerini sürdürürken, yıldızlar ışıldamaya, yanıp sönmeye ve gülümsemeye başladılar. Bu yıldızlar sanki şan ve şeref için çalışmış, iyiliklerle bezenmişlerdi. Yaşlı bilge: “Arzular yol gösterip de böyle bir hedefe yöneldiler mi, gerçek arzu ışınlarını göğe doğru yükseltir. Fakat değerimizin karşılığını ölçebilmek de bizim sevincimizin bir parçasıdır. Çünkü ne ektikse onu biçeriz. Yaşam arzularımız asla fenalıklara ve kötülüklere doğru yönelmemelidir. Yeryüzünde nasıl başka başka seslerden tatlı bir ahenk çıkarsa, bizim hayatımızda da tıpkı öyle oluyor. Değişik kademelerdeki arzularımız, yüreğimizde renkli bir ahenk yaratıyor” dedi ve sahip olduğum değerler hakkında beni uyarmaktan çekinmedi: “Senin çocukça düşüncelerine gülümseyişime şaşma sakın” dedi ve devam etti. “Sanırım onlar gerçeğe doğru hala emin adımlarla gidemiyor ve her zaman olduğu gibi seni boş yere şuraya buraya dolaştırıp duruyorlar. Gördüğün gibi ben hayal değil gerçeğim. Onların isteklerine boyun eğmediğim için uzaklaştırıldım; burada sürgünde bulunuyorum, sen ise kendini isteyerek yalnızlığa sürgün etmişsin; idealine ulaşmak için tuttuğun yolun doğruluğu konusunda tereddütlerim var” dedi. Uzun bir duraksamadan sonra “Ateşli bir aşkın iradeyi yok edişi gibi ruhum umutsuzluk içinde eriyip yok mu oluyor? Zamanını konuşmak yerine dilini tutarak susmayı ve sabretmeyi öğrenmek için harcayan biri miyim ben? Yoksa korkak mıyım? İnandığım pek çok şeyin neden gizli kalmasını istiyorum ve düşüncelerimi açıkça söyleyemiyorum da kendime saklıyorum? Bir şeyin yalnız adını bilen, başkası göstermeden esasının ne olduğuna akıl erdiremeyenlerden miyim?” diye sorgulamaya başlayınca yaşlı bilge: “Karanlık ormandan yeryüzü cennetine çıkmak zordur. Ancak senin elinin tersiyle silip, kaldırıp attığın değerler için uğrunda canlarını verecek onlarca kişi olduğu gerçeğini de unutmamalısın. Bütün dünyayı aydınlatan gün ışığını bizim yarım küremize indiğinde ve gökyüzünü sayısız ışıkla aydınlattığında diğer yarım kürenin karanlıklar içinde kaldığını da unutmamalısın. Camdan, içini kaplayan renk nasıl saydam bir görüntü verirse, içini kemiren şüphe de öylece dışarı vursun. İyi bir melodiye usta bir kemancının tellerini titreştirerek eşlik etmesi bestenin değerini arttırdığı gibi betimlemede de kırpışan kirpiklerin içinden yapılan gözlemleri mantığınla harmanlaman çok değerlidir. Sözlerin son şeklini alarak dudaklarından dökülsün. Bunu yaptığın zaman üzerine güneş ışığı vurmuş altın rengindeki merdivenle, yeryüzünün en yüksek dağına ulaşır, gözlerinin erişemeyeği bir yüksekliğe kadar uzanırsın. Yeterki sözlerini gönülden söyle.” “Yaşamak için ekmeğini dilim dilim dilenen yaşlı bir adamın nasıl yüce bir kalbe sahip olduğunu kim bilebilir ki” dedim ve ardından sözlerimi bir soru ile sürdürdüm. “Çok yaşamak mı, çok gezmek mi, çok okumak mı, yoksa çok çalışmak mı? Sizce bunlardan hangisi kişiyi olgunlaştırıp, hedefine daha hızlı ulaştırır? Yoksa hepsi mi?” “Senin soruna doyurucu bir yanıt verebileceğimi sanmıyorum. Öğrenmek istediğin şey, en derin uçurumların dibine gömülmüştür. Yeryüzünde bazı şeyler dumanla karartılır. Sen, göğe çıkmak için kuvvet veren güzellikler ve başının çevresinde halka olan çelengin hangi çiçeklerden örüldüğünü öğrenmek istiyorsun. Onu ancak sen gerçek kılabilirsin. Bunun için bütün ötekileri, iyileri ve kötüleri ile tanımak, sözlerini öğrenmek, yollarını izlemek gerektiğini bilmelisin. Bence sen önce kim olduğunu sorgulamaya başla; iç sesini dinle. Başını kaldır ve dik yürü ki, kendine olan güvenin artsın. Bu olgunlaşmanın birinci şartıdır. Olgunlukla bilgiçliği de birbirinden ayır, karıştırma. Bilgiç görünmek hevesinde olan öyle çok insan var ki yeryüzünde, kendilerini göstermek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Sen onlardan olma; bırak onlar seni keşfedip ışığından aydınlanmanın yollarını arasınlar. Sen bu arada insanları, olayları ve doğayı gözlemeyi sürdürmelisin. Göz kapaklarını kaldırıp kirpiklerinin aralığından öyle bir görmelisin ki, suyun iki kıyısındaki yamaçlar çimenlerle, çiçeklerle bezenip süslensin, gerçek yüzlerini gizleyen insanların da maskeleri büsbütün açılsın” diyerek soruma kesin olmayan ve belirsizliklerle dolu yanıt verdi bilge. Yüksek bir yeteneğe sahip olmanın ve isteklerin doğrultusunda düzenli bir yaşam ortamında çalışmanın insanı mutlaka daha yukarılara taşıyacağı düşüncesindeydim. Çünkü isteklerin yönlendirdiği iradenin, her şeyin kendisine doğru yöneldiği ucu bucağı olmayan engin bir deniz olduğuna inanıyordum. Bu nedenle daha yukarılarda bir yerlerde olmayı istedim ve bunun için çok çalıştım. Ama bu durum bana burasını layık görenin iradesine uymadı. İyilikten çok kötülüğe alışkın bir takım insanlar, benim irademi kırıp, yaşamını zora sokmak için çalıştılar. Bu düşüncelerimi yaşlı bilge ile paylaştım. O bana şöyle dedi: “Haklı olarak sen de adaletli bir şekilde yaşadıklarının öcünü almak isiyorsun. Şaşmaz görüşüm bana böyle düşündüğünü söylüyor. Seni bu şüpheden kurtaracağım. İyi dinle, sözlerim sana büyük bir gerçeği armağan edecektir. İnsanoğlu bir sürü güzel yetenekle donatılmıştır. Bunlardan biri eksilecek olsa asaleti elinden gider. İyiliğin ışığı ile aydınlanamaz olur. Kendi hatası yüzünden oluşan boşluk doldurulmadıkça eski olgunluğuna asla kavuşamaz” dedi ve bir zamanlar bir eşikten geçerek ulaştığı Akheron nehrinin ötesindeki cehennem kapısının üstünde, siyah harflerle yazılı sözleri okumaya başladı bana: “Gözyaşı beldesine benden gidilir, cehennemlikler arasına benden gidilir. Adalet rehber olmuştur ulu yaradanıma; ben ilahi kudretin, rabbani hikmetin ve ilk aşkın eseriyim. Benden evvel yaratılan hiçbir şey yoktur ki, ebedi olmasın, ben de ebediyen varım. Ey buradan içeri girenler, bırakınız her türlü ümidi. “Gözyaşı beldesine benden gidilir.” Bu dizeler yaşlı bilgenin yaşamının özü gibiydi. Sözlerine şöyle devam etti: “Alplerin eteğinde Tyrol üzerinde adına Benaco denilen bir göl vardır. Çok sayıda kaynaktan çıkan sular, dağlar arasından kendine yol bulduktan ve yeşil çayırlar arasından geçip ovayı suladıktan sonra, gelip bu göle dökülür. Benaco bu sularla dolar. Bu topraklarla Rhone nehrinin Sotgue ile karıştıktan sonra suladığı sol kıyı ve Tronto ile Verde ırmaklarının denize döküldükleri yerden başlayarak Bari, Gaeta ve Catona’nın sınırlandırdıkları Ausonia burnu beni bir vakitler senyörü olayım diye bekliyordu. Bütün toprakların tacı alnımda parıldamaya başlamıştı ki, her şey değişti. Şimdi ise gördüğün gibi buradayım!” “Doğru bildiğiniz yoldan şaşmazdınız. Dostu ile dost, düşmanı ile düşman olmasını bilen bir karakteriniz vardı. İnsanların ikiyüzlülüğüne tahammül edemezdiniz. Ne kadar büyük olursa olsun kaderin önüne çıkardığı güçlükleri cesaretle göğüs germesini, onları yenmek için savaşmasını çok iyi bildiniz. Sürgün hayatının yoksulluklarına sabırla katlandınız, her türlü sefaletle karşılaştınız ama asla alçalmadınız, dik duran alnınız asla yere eğilmedi. Uzun sürgün yaşamı sizde derin düşünme fırsatını verdi. Sanırım zamanla ruhunuzu kemiren şüphelerden, kalbinizi burkan acılardan sıyrılmayı da bildiniz; sonunda yarattığınız yapıtlarla kurtuluş kapıları önünüzde ardına kadar açıldı ve bütün bunları güçlü iradenizle başardınız” dedim. “Belki öyledir, belki değildir, ama sözlerinizin içinde gerçekler de yok değil” diyerek sözlerini sürdürdü: “Kötü iradeyi doğuran hırs ve tamah ise daima doğruyu arzulayan sonsuz aşkın meyvesi de iyi iradedir. Gerçi irade insanların kalbinde güzel çiçekler açtırır, ama ne var ki, sürekli yağan yağmurların da gerçek çiçekleri yozlaştırıdığını unutmamak lazım. Ayrıca irade baskı altına da alınabilir. Baskı altında kalan irade, baskıyı yapana boyun eğmek istemezse o zaman zor kullanılır. Çünkü güçlü irade isterse bükülmez zor karşısında, sağlam kalır, kuvvet karşısında ise az da olsa bükülür fakat serbest kaldıklarında, zorla uzaklaştırıldığı yola tekrar geri döner. Ancak iradenin böyle demir gibisine zor rastlanır. Eğer söylediklerimi kavradınsa, seni ilerde sık sık rahatsız edecek olan şüpheleri yok ettim demektir”diyerek yaşlı bilge, sözlerinin sonunda konuyu benim üzerime çevirmeyi bildi. Bir zamanlar kalbimi aşkıyla ısıtmış olan çalışma ve yazma isteği, bana gerçeğin yüzünü gösterdi. Ben sağlam irade ile inatçılık arasındaki yanlışımı düzeltiğimi ve buna inandığımı itiraf etmek için başımı kaldırdığımda birden vazgeçtim. Bana öyle bir bakışla baktı ki, yüzünün çizgilerinde, saydam, derin, duru ve silik bir yansıma ilişti gözüme. Beyaz bir ten üzerindeki inci tanesinin belli belirsiz görünmesi gibiydi. Bu görüntü benim hatadan hataya düşmeme neden oldu ve itiraf edeceğim şeyleri unuttum. Sonunda şöyle dedim: “Saygıdeğer bilge, sözleriniz beni öyle sarıyor, öyle duygulandırıyor ki, size karşı duyduğum saygının derinliğinden mantığım çaresiz kalıyor. Görme gücüm aydınlanmakla birlikte sizin düşüncelerinize yanıt verme konusunda çok zayıf kaldığımı hissediyorum. Ve karanlık gördüğüm bir başka gerçeğe dair size soru sormaya çekiniyorum. Ancak şunu iyice anlıyorum ki, her gerçeğin kaynağı olan gerçekle aydınlanmadıkça, zekamız asla yatışmıyor. Ona en kısa zamanda erişmeliyiz ki, arzularımız boşuna çırpınıp durmasın. Kalbimiz sözlerimizden ayrılmasın” “Endişeleriniz yersiz. Doğruyu söylüyorsunuz; bu arzular, gerçeğin dibinde bir filiz gibi, şüphe doğuruyor. Bizi bir tepeden diğer tepeye sürüp doruğa ulaştıran da bizim yaradılışımızdan gelen bu dürtülerdir. Gerçekler karşısında kişinin görme gücünün mükemelleşmesi, zekanın her geçen gün daha aydınlık bir ışıkla parıldamasına neden olur. İnsan mükemmelliğine en çok yakışan da, isteme yetisidir. Ancak zekası olan yaratıklar isteme yetisine sahiptirler. Bu nedenle yeterki sen iste; kötü anıları sil ve yüzünü parlak olan tarafa döndür. Sana gösterilen şeye düşünceni aç ve gördüklerini belleğine kazı.” Görme gücümü mükemmelleştirmeye, yüzümü ve düşüncelerimi aydınlık tarafa yöneltmeye odaklanmışken, yaşlı bigeden gelen yeni bir soru ile sarsıldım. Bilge şöyle diyordu: “Bu dünyada kimi hukukçudur, kimi hekimlik yapar, kimi din adamlığının peşinde koşar, kimi zor kullanarak veya yalan dolanla iktidar koltuğunda oturur, kimi çalıp çırpar, kimi ticaretle uğraşır; kimi şehvani zevklere gırtlağına kadar batmış durumdadır, kimi tembellik ve miskinlik içinde yüzerken ben bütün bunlardan arınmış olarak şerefle dolanıyorum. Burada benim yanımda duru suya yansımış güneş şeridi gibi parlayan şu ışığın içindeki ruhun kim olduğunu öğrenmek istiyorsan bil ki orada, kötülerin yaptığı gölgenin son bulduğu gökte ışığın en üst derecesinde parıldayan ve huzur içinde dinlenen bir ruh var. Burada oturmuş senin fikirlerinin ve içini şüpheyle kemiren düşüncelerinin sebebini keşfetmeye çalışıyorum. Ya sen ne yapıyorsun ve ne yapmak istiyorsun? Önceliğinin ne olduğunu sorguladın mı hiç?” Bilgenin susması ve yüzünün değişmesi karşısında, benim yeni sorular sormaya hazırlanan doymak bilmez düşüncelerim de susmak zorunda kaldı. Sormak yerine onun sorusuna yanıt vermeye çalıştım: “Bazan bir ülkenin büründüğü görülen taze yapraklarını açtırmak için tatlı sabah meltemlerinin estiği yerlerde, güneşin uzun süren bir yolculuğa çıktığı, bir ara insanlardan tamamen saklanarak ayın arkasına gizlendiği, dalgalarla dövülen toprakların uzağında karanlıkların çöktüğü, kötülerin iş başına geçtiği gibi bazen ben de karamsar olurum. Zekayı, sanatı, yeteneği istediğim kadar yardıma çağırayım, ruhumu canlandırmaya yine de muvaffak olamam. Fakat iyi bir şeylerin olabileceğine inanırım ve onu görmeyi arzu ederim. Hiçbir göz, güneş ışığından daha parlak bir ışık görmemişse de zaman zaman hayal gücümün ne kadar yükseklere ulaşabildiğine şaşar kalırım. Şimdi engin denizlerde yolumu bulup kayığımı gerçek hedefine götürecek bir yazar olacağımı düşünüyorum ve kendime “Bu ben olabilir miyim?” diye soruyorum. Sevinçli bir dans gibi, nazik ışıkların yaptığı birbirlerine gönderdikleri parıltılar gibi, şenlikli şarkılar gibi ve gözlerimin mutlulukla açılıp kapanması ile kirpiklerimin titreşmesi gibi ruhumda bir şeyler duyabildiğim için mutluyum” dedim. Bütün bu sözleri söyleyebildiğim için biraz şaşkın biraz da gururluydum. Yaşlı bilge de sanırım son söylemimden etkilendi; umutlu gibiydi. Belki de bana öyle geldi. Sonra şöyle dedi: “Değil mi ki gerçek aşkla tutuşan ve sonradan sevdikçe yoğunlaşarak artan yazma isteği, sende parıldayarak seni kimsenin çıkmadan aşağı inmediği başarı merdivenlerinden yukarı çıkarıyor; korkma. Susuzluğunu yatıştırmak için senden şişesindeki şarabı esirgeyen kimse, senin okyanusta özgürce yelken açtığını asla anlamayacaktır; aldırma. Akla kara asla değişmez. Düşüncen doğrudur veya yanlıştır. Ancak düşünmeden düşünceni belli etme. Söz söylerken de, yazarken de kendinden emin ve korkusuz ol. Amacın neyse onu açıkla, bunu yaparken sesin tutkulu ve neşeli olsun. Çünkü zeka ve tutku, ikisi de aynı ağırlığa sahiptir. Hiçbir kıyaslama bu eşitliği bozamaz. Bu eşitliği ancak başını mücevher gibi süsleyen zekanın kanatlarını açarak sen bozabilirsin.” Bilgenin bu sözleri karşısında çevremde nur saçan sevincim, ipeğe bürünmüş bir böcek gibi beni sarmaladı. Ne diyeceğimi bilemedim. Ama o beni şaşırtmayı sürdürüyordu ve kendinden son derece emin olarak: “Beni haklı olarak sevdin, çünkü ben sana bilgi ve tecrübelerimi aktardım. Evvelce arkanda olan şey şimdi önünde serili duruyor. Senden hoşlandığımı bilesin diye sırtına giymen için sana bir manto armağan etmek istiyorum. Zeka ışığı benliğinin çevresinde bu giysi ile ışıldasın. Bu ışık yüreğine sıcaklık versin, her daim içini ve duygularını ısıtsın. Gözlerin, sıcak ve ışıltılı baksın. O zaman kendini yeterince güçlü hissedersin ve içindeki cevher açığa çıkar” dedi ve pelerin gibi beni saran mavi bir mantoyu omuzlarıma koydu ve ardından ”Yağmur durdu; birlikte vadi boyunca bir yürüyüş yapmayı arzu eder misiniz?”diye sordu. Yürüyüş için avludan çıkmak üzere hareketlenirken, herşey gözlerime büsbütün güzel göründü. Uzun Yürüyüş Boyunca; O önde, ben arkasında iki yandan sınırlarını yabani otların çizdiği dar patikadan inerken, “Sözlerinizle bana konuşma cesareti verdiniz. Övgünüz beni yükseklere çıkardı; olduğumdan daha üstün kıldı. Omuzlarıma koyduğunuz manto sorumluluğumu bir kat daha çoğalttı. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Ruhum, çağıldayan ırmakların neşesiyle doldu” dedim. Alevin içindeki közler, rüzgarın etkisiyle nasıl tutuşup yanarsa içten gelen, tatlı ve okşayıcı bir dille söylenen bu sözler karşısında yüreğim öylece şenlendi. Çevremizi saran göz kamaştırıcı ışık oyunlarının yarattığı eşsiz manzarayı betimleme konusunda insanın dili çaresiz kalıyordu. Hayranlığımı sezen yaşlı bilge, “Muhteşem manzara karşısında seni tutuşturan ve gördüklerini anlatmak için zorlayan yüksek arzu ne kadar şiddetlenirse benim o kadar hoşuma gidiyor. Fakat bu büyük istek sönmeden çoğalarak sürmeli” dedi içimden geçen duyguları okurcasına. Yakındaki ırmaktan havalanan kuşlar, yedikleri yemden ötürü şenlik yapıyormuş gibi bir araya gelip bir eğriler çizdiler. Gün batımı içinde mutlu ruhlar gibi uçuşarak önce şakıyor, söyledikleri şarkının ritmine ayak uyduruyor ve daha sonra biraz duralıyor ve susuyorlardı. Kuş cıvıltılarının arasında; duyulur duyulmaz bir sesle “Bizi sarıp sarmalayan ortam her zaman böyle göz kamaştırıcı olmayabilir. İstemediğimiz durumlarla karşılaştığımızda yolumuzu nasıl bulmalıyız? Farklı yollara saparak mı? Sizin adımlarınızı doğru yoldan çıkardığınız oldu mu?”diye sordum. Soru pek hoşuna gitmemiş olacak ki, önce duraladı; ardından konuyu biraz merkezinden uzaklaştırarak konuşmayı sürdürdü: “Pusu kurup seni bekleyen tuzaklar her zaman olabilir. Yine de kimseye karşı kin ve düşmanlık beslemem, beslemeni de istemem. Onların ettiklerini görecek kadar daha uzun yıllar yaşamanı dilerim. Ben eski surların çevrelediği bu küçük kasabada rahat ve huzur içinde yaşıyorum. İçinde aile yaşamayan evlere burada pek rastlanmıyor, bu nedenle seviyorum burayı. Alçak insanlar tarafından adım kirletilmeye çalışılır ve adaletsiz ülkemden kapı dışarı edilirken, burada yaşayan halk, yürek sızlatan hüznüme ortak olup bana kucak açtılar. Huzur ve güven içinde yaşıyorum başka ne isterim ki! Şunun şurasında ne kaldı ki, ömür denilen kaftan hergün biraz daha kısalıyor, zira zaman makasıyla, durmaksızın ömürden kırpıyor.” Akşam olurken yeni doğan yıldızlar nasıl gökte belli belirsiz bir halde ışıldamaya başlar ve görünüşleri gerçek mi değil mi diye insanı şüpheye düşürürse ben de orada belirsizlik içinde titreşen hoş tınılar dinler gibi öylece kaldım. Sorduğuma pişman oldum; soru sorma arzumu içime gömdüm. Akşam olmaya, hava kararmaya başlamıştı. Mart akşamı havayı iyiden iyiye serinletmişti. Ruhu korku, kaygı ve kuşkulardan arındırıp, kırılan kuvvet ve cesareti yeniden toplama zamanıydı. Kestirmeden gittiğimiz o güzel tepeden iniyorduk. Akşamın serinliğiyle çiçekler bükülmeye ve kapanmaya başlamıştı. İkinci hendeğin üzerindeki köprüyü geçince ıssız yamaçta yolumuzun üstündeki kayalara oturup bir süre dinlendik. Ben soracağım soruyu daha tasarlamadan yaşlı bilge konuşmaya başladı: “Dünyayı kuşatan o denizden sonra suların döküldüğü en büyük vadi, karşılıklı duran sahiller arasında, güneşin gidişine karşı öylesine uzanır ki, evvelce ufuk olan yeri meridyen dairesi yapar. Ben bu vadinin Ebro nehri kıyısında doğdum. Ben bu gökün adıyla anıldığım gibi bu topraklar da benim adımla anılırdı. Turpino ırmağı ile ubaldo tepesinden akan su arasındaki yüksek dağdan aşağı verimli bir yamaç iner. Yamacın arkasında Nocera ve Gualdo şelaleleri çok yüksek bir yardan bolca gözyaşı dökerler. Bu suların ardından yükselen güneş erdemin habercisi gibidir. Görüyorsun talihin karşına işine elvermeyen bir baht çıkarırsa tıpkı kendi toprağından başka yere ekilen bir tohum gibi başarısıszlığa uğrarsın ve eğer tersi olursa dört başı mamur olursun. Adımlarını doğru yoldan çıkarmayasın” dedi. Biraz önceki sorumun yanıtını geleceğin talih ve baht dengesi içinde belirsiz bir şekilde almıştım. Farklı yönlerden esen rüzgarın serinlettiği, lacivert ve bir o kadar aydınlık bir gecede esinti, ağaçların yapraklarını sık ve geniş sığırcık sürülerini önüne katmış göl kıyısından sürükler gibi dalgalandırıyordu. Göksel Evrenin İzinde; Yaşlı bilge “Vakit gece yarısını çoktan geçti. Şimdi gel beni izle, birlikte gözyüzünü inceleyelim. Herşey göksel evrende gizli” dedi. Balık takımyıldızı ufukta yükselirken, Büyükayı burcu bütünüyle kuzeybatı yönünde yayılmıştı. Gece mavisi gökyüzü ne kadar ışıklı, sakin ve gizemliydi. “Genç dostum, benimle beraber gözlerini kaldır göksel evrene bak. Bakışlarını asla ayırmayarak büyük bir sevgi ile ve içten bak. Dünyanın her yerinden, her akşam aynı aya bakıyoruz. Birlikte doğuyor ve batıyoruz. Gökyüzünün ve yeryüzünün düzenini ve bu muhteşem sanatın gücünü hayranlıkla seyret” dedi. Ve Cennet’in Sabit Yıldızlar Gökü adlı bölümü okumaya başladı: "Bulutsuz bir gökte ay, tam dolun olduğu zaman Trivia gökün dört bir bucağını süsleyen ezeli periler arasında nasıl parıldarsa, ben de binlerce meşalenin üstünde bir Güneş gördüm ki, bizimkinin üstümüzdekileri aydınlatması gibi, o da onların hepsini birden nura garkediyordu. Kuvvetli parıltının ortasında, o ışığın fışkırdığı Cevher görünüyordu, öyle parlaktı ki gözlerim dayanamadı, bakamadım." Gökyüzüne bakınca yanar odunları birbirine çarpmakla nasıl sayısız kıvılcım çıkarırsa, gökte binlerce ışığın savrulduğunu gördüm. Onları tutuşturan gücün verdiği düzene göre bu ışıklar az veya çok yükseklere çıktı ve sonra her biri kendine ayrılan yerde durdu. Bu görkemli güzellik karşısında resim yapmanın rehbere gereksinimi yoktu. Görsel şölen kendi kendisinin rehberiydi. Yuvalara şeklini veren yaratma gücünün kaynağı yine kendisi olduğu gibi. Apaçık görülen ve gökü bir elmas parçası gibi bezeyen meteor yağmuru, parıl parıl yanan ne kadar da çok mücevher olduğunu gösterdi bana. O anda beyazlık içine yayılmış irili ufaklı yıldızlı ışıklar, galaksinin sonsuz derinliğinden bana ulaşıyordu. Işık zerrecikleri göz kamaştırıcı bir şekilde bazen şimşek gibi parıldayarak, tepeden aşağılara süzülüyor, bazen uzunlu kısalı düz ve eğriler çizerek, ışık şeridi halinde hızla yeryüzüne ulaşıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Ben sonsuz gökyüzünden üzerime dökülen meteor yağmurunu hayranlıkla seyrederken, o, konuşmasını sürdürdü: “Benim gördüğüm şeyi iyice anlamak istiyorsan eğer, gökyüzünün ayrı ayrı yerlerinde, havanın olanca yoğunluğunu yenecek bir parlaklıkla ışıldayan on beş yıldızı hayalinde canlandır ve ben anlatırken bu hayali sağlam bir kaya üzerine oturtarak sakla; hiç kaybolmadan gece gündüz kendisine yeten Büyükayıyı gözünün önüne getir. Bütün bu yıldızların gökte benzer şekillerde dizildiklerini ve ışınlarını birbiri üzerine gönderdiklerini hayal et. Aslında yeryüzünde her zaman gördüğümüz manzara bu değildir ama sen her zaman öyle olmasını hayal edebilirsin. Bunu hayal etmekten seni kimse alıkoyamaz.” Yaşlı bilgenin beni kendimden geçiren sözlerinin hepsini ne anlayabilmiş, ne de hayal edebilmiştim. Ama bu sözler benim için sanki yüksek övgü niteliği taşıyormuş, uzaklardan bir yerlerden kulağıma çalınıyor, “Diriliyorsun”, “Yeniden nefes alıyorsun” sözleri kulağıma fısıldanıyordu. Kendi kendime sessizce “Neden olmasın” dedim. Yaşlı bilgenin “Bazan durgun ve bulutsuz gökte, o ana kadar kıpırtısız duran gözlerin dikkatini üzerine çeken bir uçar yıldız görülür. Kümeden ayrılan bu yıldız süzülerek sonsuzluk içinde elmas gibi bir şerit çizer” dediğini işittim. Bütün bu söylemleri üzerime aldım; bunlar benim için olağanüstü gerçeklerdi. Yaşlı bilge konuşmasını bir takım uyarılarla sürdürdü: “Düşlerini özgür bırak salıver, yazma tutkunun ateşi dışarıya çıksın ve çıkarken ruhunu olduğu gibi yansıtsın. Sözlerin, bildiğimiz şeyleri bize daha iyi betimlesin. Korkmadan ve aralıksız yazmalısın. Bütün çağlar gözünün önünde serili ve susuzluğunu söylemek cesaretini gösterirsen kadehine mutlaka içecek bir şeyler koyacaklarını unutmamalısın. Bunlar sana söylenenlerin açıklamasıdır. Ancak korkmadan yaz derken bazı tehlikeleri de göz ardı etmemelisin derim. Aslında yazdıkları nedeniyle İnsanı ölümünden sonra bile rahat bırakmazlar. Özellikle din adamlarının öfkesini üzerine çekmeye gör. Kilisenin ileri gelenlerine hiç bir düşüncenizi beğendiremezsiniz. Yapıtınız hemen yasak kitaplar listesine girer ve tüm kopyaları yakılararak yok edilir. Bunları göze almalısın” dedi. “Yalnız din adamları mı?” dedim. “Aynı dar düşünce yapısına sahip siyasilerin de onlardan pek farkı yok. Üstelik yalnız kitapları da değil, günümüzde insanları da yakıyorlar. Bu konuda Ortaçağ’dan Yakınçağ’a değişen pek fazla bir şey olmadı” diye yanıt verdim. Acıları gözlerinden okunan yaşlı bilgenin bana hüzün veren sevgili yüzü belleğime kazındı. Rüzgarsız kış günü lapa lapa yağan kar gibi sözler ağzından tane tane, sakin fakat bir o kadar da soğuk dökülüyordu. Yüzü öyle yumuşak görünüyordu ki, doğruluktan ayrılmayan bir insanın yüzünden farksızdı. Cesaretimi toplayarak şöyle dedim: “ Size karşı olan büyük minnettarlığımı sözlerimle duyuracağım. Gelecek hakkındaki bana yabancı olmayan sözlerinizi belleğime kaydediyor ve saklıyorum. Dilerim ruhunuz daha uzun yıllar bedeninizi taşısın ve ününüz sizden sonra yüzyıllar boyu sürüp gitsin. Benim kaderim düşünmek ve yazmak eylemiyle sınırlıysa, yapılan haksızlıkların hesabını sormadan boyun eğmeye hazırım; bu konuda vicdanım rahat. Ancak bundan böyle gözlerimi derin karanlıkların sırlarını çözmek için aydınlık enginlere çevireceğimden şüpheniz olmasın.” Sözlerim üzerine yaşlı bilgenin gözleri kısa bir pırıltı ile aydınlandı. “Bazan yaşadığınız olağanüstü mutlu anı anlatmayı bir kenara bırakırız” diye söze başladı ve devam etti. “Bu ruhun her türlü arzudan sıyrıldığı, sonsuz mutluluğun ışıldayan gözlerinizde parladığı andır. Bunda amaç kendi sözlerinize güveniniz olmadığından değildir, fakat bir başkası gideceği yolu göstermezse bellek yalnız başına geri dönemez de ondan. Ne kadar büyük olursa olsun mutluluğun bu anla sınırlı olmadığının daha nice mutlu anların seni beklediğinin bilincinde olmalısınız. Mutlu olduğun bir anın sevinci içinde çizdiğin güzel bir betimleme kanatları açık bir melek gibi karşında durur; gözbebeğinde canlanan bu güzellik güneşin tutuşturduğu bir yakut parçasını veya ışığın kehribar veya billurun içine girer girmez parıldamasını andırır. Işığın süzülmesiyle, parıldaması bir olur. Bu betimlemeyi şimdiye değin hiçbir ses söylememiş, hiçbir mürekkep yazmamış hiçbir hayalgücü tasarlamamıştır; bu senin eserindir” dedi. Ben de: “Aşkla dolu ruhlardan saçılan ışıkların, sevinçle, dilimizdeki harfleri çizdiklerini görüyorum. Bir insan iyilik ederek daha büyük zevkler duymakla erdeminin günden güne arttığını nasıl fark ederse, ben de yazı yazarak mucizenin bir kat daha parladığını görüyorum. İçinde yaşadığım toplumun, okurlarımın öylece genişlemiş olduğunu anlıyorum. Yüzümü topluma döndüğüm zaman, içinde bulunduğum halkanın rengi değişiyor. Kömürün karası, şafak vaktinin kırmızılığı içinde yavaşça silinerek turuncuya, pembeye, mora dönüşüyor. Zamanla beni çevreleyen renk değişirken düşüncelerimin enginleştiğini ve kalemimin güçlendiğini hissediyorum” dedim. “Bunu başardığın zaman kaynağının bol suyunu göstererek taştan taşa inen duru bir ırmağın şırıltısını işitir gibi olursun. Bir ses, nasıl gitarın sapından içine giren havada, flütün deliğinde tınılar şeklini alırsa, hayalgücün de fısıltılı sözler şeklinde öylece yükselir. Bunlar kendi içinden gelen şarkının sesi, yüreğinin yazdığı sözlerdir. Bazan havada öte öte uçan tarla kuşu, ötüşünün son nağmeleriyle kendinden geçer ve nasıl susarsa, gün gelir sen de öyle yazacak şey bulamaz susarsın. Yazamazsın; ancak bu yeteneğinin kaybolduğu anlamına gelmez. Beklemelisin. Martılar nasıl gün ağarırken, üşüyen tüylerini ısıtmak için içgüdüleriyle havalanırlar ve sonra kimi gider ve bir daha geri dönmez, kimi uçtuğu yere gelir, kimi de havada olduğu yerde döner durursa sen de kendi sevincine bürünerek çeşitli seçenekler sun kendine. Seni yöneten düşünceyi emrine amade et ve kendi gücünün üstüne çıkmaya çalış”. Birlikte eve dönerken önümüzde küçük köy korusu, tepelerden göl kıyısına kadar, koruluğun bitiminde aralanmış bir bulutun içinden süzülen ay ışığıyla gölgelenen çiçekli bir çayırlık uzanıyordu. Gölün iki sahili arasında yükselen kayalar yer yer sivri çıkıntılar meydana getiriyordu. Bir yandan başımızın üzerindeki göksel evreni hayranlıkla izlerken diğer yandan kayalıkların yükseklerinden yeryüzünü kuşbakışı seyrediyorduk. “Ben adaleti sevdiğim için burada tek başıma fakat onur içinde yaşıyorum; övülüyorum. İşin tuhafı kötüler de beni övüyorlar ama hiçbiri gösterdiğim yolda yürüyemiyorlar. Şunu iyi bilin ki, benim sürgün edilmemin sebebi, sadece konulan sınırı aşmış olmam değildir. Ülkemde kalmayı çok arzu etmeme rağmen bu bana yasaklandı. Ama konuşmak insanların özünde bulunan bir yetenektir. Şu veya bu şekilde konuşmak konusunda doğa sizi özgür bırakmıştır. Benim konuştuğum dil akıl ve mantığa dayandığı gibi gerçekleri yansıtan yalın ve akıcı bir dildir. Söylemlerim herkes tarafından gayet iyi anlaşılmıştır. Sonra neler oldu da her şey değişti diye şaşmamalıdır. Çünkü insanların görenekleri, gelenekleri yapraklar gibidir, çeşitli esintiler etkisinde biri gelir, bir diğeri gider. Bir baştan bir başa gökyüzü ve içindeki bulutların, sabah ve akşam güneşin gücüyle aynı renge bürünmesi gibi; Oğlak’ın boynuzu güneş göküne değince donmuş buhar parçaları yeryüzüne kar kristalleri şeklinde düşüp her yanı beyaza boyaması gibi, bu düzen ezelden beri hep böyledir, değişmez” diyerek uzun uzun konuştu. Kaynağını ormandan alan küçük bir ırmak, temiz duru sularını kayalıklardan kumluğa doğru taşıyordu. Suyun sarp bir kayalığın aşağısında çıkardığı gürültü arı kovanının uğultusunu andırıyordu. Şelalenin müthiş şarıltısı bir ara birbirimizi duymamızı engelledi. Irmak boyunca yürüyüşümüzü sürdürdük. Irmaktan yükselen buhar kayalıkları karanlık pusun arkasına gizlerken, gökten inmekte olan yıldız yağmuru bizi aydınlatıyor, yol gösteriyordu. Köprüyü geçtik ve taşlı yol boyunca ilerledik. Hem yürüyor hem de konuşmayı sürdürüyorduk. Yola çıktığımızda doğan yıldızlar batıyordu. Gökyüzünde, o güzelim gece mavisi gök kubbenin altında kurumaya başlayan göl kıyısı boyunca bir kavis çizerek, sonunda kırmızı çatılı taş evin önüne geldik ve durduk. Yaşlı bilge: “Birlikte geçirdiğimiz zaman içinde, sorularınız, bana olan saygınız, güveniniz ve hayranlığınız şüphesiz beni çok mutlu etti. Ve ben çalışmalarınızda size yol göstermekten mutlu oldum. İşittiği şeylerden faydalanmasını bilen bir kimse, dinlediğini iyi dinlemiş demektir. Ancak bu gün daha fazla birşey söylemem mümkün değil” diyerek bana arkasını dönüp evine doğru uzaklaştı. Yürüyüşü kaybeden değil kazanan biri gibi onurlu ve güven içinde fakat yorgundu. Kırmızı çatılı evin kapısında güneş ışığını gölgeliyen parıltılı yıldızlar içinde kayboldu; gitti. Anlaşılmaz Sona Doğru Gök gürlemesine benzer gürültülü sesler duyuyordum; karanlık gökyüzünden soğuk, ağır taneli yağmur yağıyor, iri damlalar rüzgarla birlikte camlara vuruyordu. Aynı anda kapılar kısa kısa vuruluyor, sessizce açılıp kapanıyordu. Motel sahibi Bayan Rose’un sesini duyar gibi oldum; ardından yüzüme doğru uzanan birinin ilaç kokan nefesini hissettim ve gözlerimi açtım. “Bir haftadır kendinizde değildiniz. Ateşler içinde yandınız ve sayıklayıp durdunuz.” dedi kasaba doktoru olduğunu sonradan öğrendiğim kişi. “Bizi korkuttunuz. Ateşinizi bir türlü düşüremedik. Sel ve çamur yolları kapattığından sizi hastaneye de götüremedik. Sizi taş ustası Dante’nin evinin önünde çamurlar içinde yatarken Çoban Vergilius bulmuş, bana haber verdiler” dedi. Bu arada Bayan Rose içeri girdi. Elinde bir paket vardı. Paketi önce bana doğru uzatır gibi yaptı; sonra vazgeçip başucumdaki sehpanın üzerine koydu. Bu özel ulakla adıma gönderilmiş bir paketti ve oldukça ağır görünüyordu. Yatağın içinde oturmaya çalışırken üzerimdeki mavi manto yere kaydı. O kadar halsizdim ki, rüyada gibi yavaş hareketlerle paketi açtım. Üç ciltlik kitabın üzerinde “La Divina Commedia” yazıyordu. Koyu bordo deri kapakların üzeri altın yaldızla, içindeki parşömen sayfaları renkli çiçeklerle bezeliydi. Latince el yazmasına benim için iyi dilekler yazılmış ve imzalanmıştı. Elim titreyerek ilk cildin kapağını açtım benim için Yaşlı Bilge şöyle diyordu: “Genç dostum; Senin için kutsal olan yapıtının içeriğinde, ruhundaki bütün sevgi, duygu ve düşünceleri toplamak uğruna harcadığın çaba, ömrünün geriye kalan kısmını bomboş bir hale getirmesin. Hiçbir yapıt, maddi yaşamın en küçük yollarından tutunuz da, vicdanın en yüksek keşiflerine dek, kin ve garazları, sevgi ve beğenişleri, iyi ile fena yanları ve ateşli tutkuları böylesine geniş böylesine anlatılması ve anlaşılması güç konuları birleştirmiş olsa bile… Kitabımı yaprak yaprak inceleyerek, ‘Ben neysem yine oyum’ deyişinin yazıldığı sayfayı yerli yerinde bulacağını çok iyi biliyorum…” Dante Alighieri Hastalığımın üzerinden bir ay geçti; artık iyiyim. Gün doğmadan uyandım. Mart sabahı sisli, soğuk ve rüzgarlı; gece karanlığı yarımküreyi henüz terk etmeden masamın başına oturdum; bilgisayarımı açtım. Yaşlı bilgenin sesiyle “Gözyaşı beldesine benden gidiler, sonsuz acıya benden gidilir. Her türlü korku ve kaygıyı bırakmalısın akıl denilen bir nimete sahipsin” diyerek yazmaya başladım. Bana çağlar ötesinden elini uzatan, “Uyuşukluğu, tembelliği yenmek zamanıdır. Kuştüyü şilte üzerine oturmakla, yorgan altında yatmakla başarı sağlayamaz, olumlu bir sonuca ulaşamazsın. Hayatını hiçbir şey kazanmadan tüketen bir kimsenin arkasında bıraktığı iz, havadaki dumandan, sudaki köpükten farksızdır. Sözlerimi iyi anladınsa onlardan yararlanmasını bil; ayağa kalk, cesaretini ve gayretini eline al” diyen sözleri kulaklarımda, mavi mantom askılıkta, “La Divina Commedia” masamın üzerinde… Nermin Özsel Ağustos 2015 Cecil Beaton “Portreler” 13 Mayıs - 26 Temmuz 2015 20. yüzyılın önemli ve çok-yönlü fotoğrafçılarından Cecil Beaton büyüleyici portreleriyle ilk kez Türkiye’de, Pera Müzesi’nde. Fotoğrafçı kimliğinin yanı sıra, yazar, ressam, illüstratör, karikatürist ve ödüllü bir dekor ve kostüm tasarımcısı olarak tanınan çok yönlü bir isim Cecil Beaton. Oscar ödüllü bir kostüm tasarımcısı olan sanatçının Londra, “Sotheby’s Cecil Beaton Studio Archive” koleksiyonundan derlenen sergisi, 1920-1970 yılları arasında fotoğrafladığı sanatçılar, film yıldızları, yazarlar, entelektüeller ve kraliyet portrelerinden oluşuyor. Vogue dergisi için hazırladığı kapaklarıyla hatırlanan Beaton’ın unutulmaz kareleri arasında, II. Dünya Savaşı sırasında Winston Churchill’i ofisinde gösteren fotoğrafı, yine aynı tarihlerde Life dergisine kapak olan, bombayla yaralanmış üç yaşındaki Eileen Dunne portresi en önemli fotoğrafları arasında sayılıyor. Grayson Perry “Küçük Farklılıklar” 13 Mayıs - 26 Temmuz 2015 Pera Müzesi, çağdaş sanatın en sıra dışı isimlerinden, Grayson Perry’nin yapıtlarını sergiliyor. Sergide, çağımızın kendine özgü ve cesur sanatçılarından olan Perry’nin, seramik, halı ve baskı işleri ile sanatçının, British Council Koleksiyonu’ndaki altı halıdan oluşan büyük eser grubu “Küçük Farklılıkların Kibri” adıyla yer alıyor. Yapıtlarında gündelik olanı; insanların günlük yaşam biçimini, modern dertleri, politikadan cinsellik ve dine uzanan toplumsal sorunları işleyen Grayson Perry, güzellik, zekâ, korku ve öfke duygularıyla bezediği yapıtları, görsel bir şölene dönüşerek izleyenleri etkiliyor. Perry'nin bu etkili zarif yapıtlarında, çocukluğuna ve bir travesti olarak kendi yaşamına ait bazı göndermelerde bulunduğunu unutmamak gerekir. Kavramsal sanatı reddeden Pery’nin anlattığı öykülerde, el yapımı nesnelerin süslemeci niteliklerini renkler ve kendine özgü çizgilerle savunduğu gözlenir. Sanatçı, sanatın toplumdaki etkileyici gücü ve değeri üzerine cesur yorumlarıyla tanınır. Sergideki en erken tarihli yapıt, Perry’nin Birleşik Krallıkta Turner Ödülü’ne layık görüldüğü dönemden, 2002 tarihli seramik bir çömlektir. Seçkide Londra’daki National Portrait Gallery’deki büyük bir sergi için 2014’te tamamlanan “Günlerin Bir Haritası” da yer almaktadır. “Küçük Farklılıklar” sergisinde Grayson Perry’nin sınırsız hayal gücüne tanıklık ederken, uçaklar, alışveriş merkezleri, kiliseler, cep telefonları sanatçının hayal gücünün ayrılmaz parçaları olarak yerlerini alıyor. Perry’nin yapıtlarında bazı objeleri farklı dönemlerde ve farklı formlarda tekrar tekrar kullandığına tanık oluyorsunuz. İyi izlenceler… Başaran Usta’ya Sonsuz Sevgi ve Saygılarımla… Mor dağların ıtır kokan yamaçlarına Sürülerini yayar çoban kızlar, çoban çocuklar Sevgiyle ovulmuş yeni bir gökyüzüne, Parmaklarının ucundan Işıklı ezgiler üflerler Çığlık çığlığa, kavallarıyla. Birden bir çağıltı yükselir Anadolu’dan İvriz, Cilavuz, Hasanoğlan, kızılçullu’dan Akpınar, Pamukpınar, Kepirtepe’den Ve daha nicelerden… Çoban çocuklar, tanış olurlar Homeros ustayla. Usta, destanları sesler kulaklarına Troya’yı, İlyada’yı, gelecekteki düşleri anlatır onlara. Dağlarda yaz parıltıları, değiştirirken kırları Köy Enstitüleri ince ince titretir, kokulu otları. Yeniden doğuşun serinliği ışır, gençlerin gözlerinde, Başağa kalkar ekinler, dile gelir örende suskun gelincikler, Artık toprağı deler kardelenler. Anadolu yaylasının ak çiçekleri, buram buram tebeşir kokar. Çoban kızın heybesinden Otlu peynir, esmer ekmek ve Antigone dökülür. Serilir önüne, taze ekmek kokan binlerce kitap Sanki iki dilim esmer ekmek, arası ballı kaymaktır, Ak sayfalar, petek petek baldır. Tadına ve okumaya doyamaz çoban kız, Toprağın köklerini yüreğinde hisseder ve gülümser. Göğün mavi sarmaşığına tırmanan sesi İlk kez obaya, köye yayılır, bozkırları dolanır. Birden hasat aydınlığına boğulur, Anadolu’nun yaz tepeleri. Umutta, sevgide, barıştadır artık onların yürekleri. Yeni bir yaşama kandır, dirençleri; Tonguç, Baykurt, Makal, BAŞARAN ve daha niceleri… Nermin Özsel 2. İstanbul Seramik Sanat Günleri (16 Mayıs - 06 Haziran 2015) Bu yıl ikincisi düzenlenen İstanbul Seramik Sanat Günleri 16 Mayıs - 06 Haziran 2015 tarihleri arasında Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde (Maksem) sanatseverlerin ziyaretine açıldı. Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik ve Cam Bölümü öğretim elemanlarının 30. yıl etkinlikleri adına karma seramik sergisi ve atölye çalışması olarak düzenlenmiş. Karma sergi, Türk seramik sanatına gönül veren yüz yetmiş altı sanatçının, yaratıcı yapıtlarından oluşuyor ve seramiğin tüm adımlarını sunuyor. 2. İstanbul Seramik Sanat Günleri boyunca Maksem’in iki odası seramik atölyesi olarak düzenlenmiş, arzu eden ziyaretçiler seramik hamuru ile tanışıp hayallerinin objelerini üretmekteler. Çeşitli konferanslarla bilimsel boyutlara taşınan 2. İstanbul Seramik Sanat Günleri, 6 Haziran 2015 tarihine kadar devam edecek; sergiyi gezmeli, görselleri incelemeli ve ellerinizi seramik çamuruna bulamalısınız. Tarihten izler taşıyan çok özel parçaların zenginleştirdiği sergide yapıtları yer alan sevgili arkadaşım Sevim Hazer ve Remzi Hazer’in kızı Burcu Ovacık’ı kutluyorum; adını seramik sanatçıları arasına yazdıran sevgili Burcu’nun başarısının çoğalarak sürmesini diliyorum… Romantik Bale Sylvia Bale tarihinin önemli yapıtları arasında gösterilen romantik Bale Sylvia’yı İstanbul Devlet Opera ve Balesi Kadıköy Belediyesi Süreyya Opera Sahnesi'nde izledim; muhteşemdi. Kırk yıl aradan sonra İstanbul’da sergilenen Bale Sylvia konusunu, ünlü İtalyan şair Torquato Tasso'nun Yunan mitolojisinden esinlenerek yazdığı 'Aminta' adlı masalsı metninden alıyor. 19. yüzyılın önemli bestecilerinden Leo Delibes’in eşsiz müziği, Fransız yaratıcı Marc Ribaud’un koreografisi, kostüm, dekor, ışık ve danslarıyla gösterim kusursuzluğu yakalıyor. En iyi bale müzikleri arasında gösterilen ve sanatseverlerce çok beğenilen yapıtın müziklerini, Şef Elşad Bagirov yönetiminde İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası seslendiriyor. Mitolojik esintisiyle izleyenlerin belleklerinde iz bırakan üç perdelik klasik bale, etkileyici kutsal orman dekoru içinde, orman dansı ile başlıyor. Oyun boyunca, doğa ve av tanrısı Diana’nın avcılarından aşka inanmayan güzel Sylvia ile aşk tanrısı Eros'un okuyla yaralanmasının ardından ona aşık olan çoban Aminta’nın aşkları anlatılıyor. İkinci perde Orion' un Ada Mağarasında şarap ve dans partisi ile devam ediyor. Yer yer oryantalist tınılarla bezeli müzik eşliğindeki danslar görsel bir şölen sunuyor sizlere. Üçüncü perdede Deniz Kenarındaki Diana tapınağında çoban Aminta, güzel Sylvia, kötü kalpli Orion, aşk tanrısı Eros ve doğa ve av tanrıçası Diana ile tanrılarla insanların birlikte yaşadıkları çağlar öncesindeki mitolojik öykünün içinde buluyorsunuz kendinizi. İzlemelisiniz… Hayat Kısa, Sanat Uzun Bizans’ta Şifa Sanatı “11 Şubat – 26 Nisan 20015” Pera Müzesi’nde Hippokrates’in “Hayat Kısa, Sanat Uzun” felsefi deyişinden yola çıkılarak hazırlanan sergide, Roma döneminden başlayarak Bizans’ın şifa sanatı uygulamalarına yer verilmekte. Bizanslıların şifa yöntemleri olan inanç, büyü ve tıbbın anlatıldığı sergide, Hippokrates’in bilimsel öğretisinin yanında hekimler, eczacılar, azizler ve büyücüler birlikte yer alıyorlar. Hastalıkların inanca göre asıl nedeni olan şeytanlardan korunmak, bedeni ve ruhu arındırmak için günlük yaşamda gerçekleştirilen ritüeller gözler önüne seriliyor. Muskaların ve bazı şifacı aziz ikonlarının göz alıcı görsellerinin yanında asıl görülmesi gereken “Hastalıkların asıl nedeni, kötü ruhlar değil, gözle görülmeyen bir takım mikro organizmalardır” diyen ve bilimsel tıbbın kurucusu sayılan Hippokrates’in tıp kitabı sergiyi izlemeyi değer kılıyor … Alberto Giacometti Sergisi “11 Şubat-26 Nisan 2015” Pera Müzesi’nde sergilenen “Alberto Giacometti Sergisi”, 20. yüzyıl sanatının önde gelen isimlerinden heykeltraş ve ressam Alberto Giacometti’nin retrospektif yaklaşımla hazırlanmış Türkiye’deki ilk sergisi. Sergi, Giacometti’in gençlik dönemi çalışmalarından, Paris’te Montparnasse’taki atölyesinde yaşam boyu ürettiği yapıtlarından örnekler sunuyor. Yeni izlenimci bir ressam olan babası Giovanni Giacometti’in izinde yürüyen sanatçı ilk yapıtını çocuk yaşlarında verir. Giacometti, İkinci Dünya Savaşı yıllarında küçük yontular yapmaya yönelir. Figürlerin gerçek biçimlerini uzatarak, uzaktan görülen yontu algısına yönelir. Sanatçı çok sayıda yontuyu aynı zemin üzerinde toplar ve oluşturduğu kompozisyonlarda ağaçları kadınlar, kayaları başlar oluşturur. Alberto Giacometti “Sonsuz Paris” adlı yapıtında 1960 yıllarında sanatçının yaşadığı koşulları çizgilerle betimler ve sanatçı bu yapıtında özgün yüz elli taşbaskısı betimlemeyi bir araya getirir. Alberto Giacometti Sergisi’nde sanatçının yeni izlenimci etkilerden, post- kübist ve gerçek üstücü çizgiye uzanan yapıtlarının izini sürmek olası. Farklı çizgiler, farklı boyutlar, yaklaşımlar ve farklı bir dünya görüşü görülmeye değer… Magnum Kontakt Baskılar “26 Şubat-2 Ağustos 2015” İstanbul Modern’de gerçekleşen Magnum Kontakt Baskılar sergisi, dünyanın en ünlü fotoğraf ajanslarından Magnum Photos’un iz bırakan fotoğraflarından yola çıkılarak hazırlanmış ve Magnum üyelerinin çektiği fotoğraflarının öyküsünü dile getirmekte. Dijital teknolojilerin gelişmesiyle geçmişte kalan kontakt baskı tekniğinde bir veya birden fazla negatifin, aynı boyutlarda tek bir fotoğraf kağıdına pozlanmasıyla elde ediliyor. Ressamların eskiz çalışmalarına benzetilen bu görüntüler, üzerinde oynanmamış, fotoğrafçının ilk gördüğü karelerdir. Magnum fotoğrafçıları bu sergide, geçmişte gerçekleşen pek çok olaya bizleri, tanıklık etmeye davet etmektedirler. Sergide Magnum kontakt baskı fotoğralarına çok sayıda makale, kitap, dergi parçaları ile yakın çekim ayrıntıları eşlik etmektedir. Kontakt baskı foğraflar eşliğinde geçmişe yolculuk yapmayı ve fotoğraf çekmeyi sevenlere önerilir… Ressam ve Resim Mehmet Güleryüz Retrospektifi “9 Ocak-28 Haziran 20015” İstanbul Modern Sanat’ta Ressam ve Resim Mehmet Güleryüz Retrospektifi adıyla açılan sergi, sanatçı Mehmet Güleryüz’ün, 1960’lı yıllardan günümüze uzanan uzun soluklu sanat örneklerine bir bakış anlamı taşımaktadır. Yapıtlarında insanı, yaşadığı sosyal ve siyasal koşulların odağına yerleştiren sanatçının zengin yapıtları çok yönlüdür. Resim, desen, heykel, gravür ve tiyatro çalışmalarının içinde yer alan sanatçının İstanbul Modern Sanat’ta açılan sergisi zengin görseller içermekte. Görülmeye değer bu sergide Modern Sanat, fotoğraf çekimine izin vermektedir. Sanat fotoğrafı çekmeyi sevenlere duyurulur… İşte Bu Bir Musikidir… Devlet işletmeleri büyük tesislerdir. Bunlar Anadolu’nun içlerine serpiştirilmişlerdir. Her tesisin kuruluşundan bir süre sonra çevre ayrı bir şehir haline gelir. Tesisler, lojmanlar, parklar, spor yerleri, gün ışığında dünyaya güler ve geceleri ışıl ışıl parıldarlar. Nazilli de bunlardan biridir. Fabrika 9 Ekim 1937’de açılacaktı. Atatürk bekleniyordu. Fabrika idarecileri, O’nu daha sitenin giriş yerinde karşıladılar. Gördüğü her şey O’nu sarıyordu. Yüzünün hatlarında, ferahlı, sevinçli hareketler vardı. Temiz yer, temiz insanlar, bataklık Menderes nehrinin kara tılsımını silen yeni bir insan iradesinin sıra sıra eserleri… Ellerinde bayraklar, çiçek demetleriyle kız, erkek sıra sıra mektep çocukları alkışlarla, şarkılarla haykırışıyorlardı… Nihayet fabrika alanına girildi. Alkışlar, şarkılar, havuzlara dökülen şakrak suların şıpırtıları ve ta kasabadan beri yayılıp gelen davul, zurna sesleri, zeybek naraları… Ama fabrikada tıs yoktu. Fabrika garip, derin bir sessizliğe gömülü, sanki uyuyordu… Müdür (Mühendis Kadri Durga) öne düştü. Bir yoldan, bir holden geçildi. Fabrikanın tam 480 büyük tezgahının birer çökmüş dev gibi sıra sıra dizildikleri düz, geniş, tepeden ışıklarını alan aydınlık, temiz atölyeler uzayıp gidiyordu. Herkes yerinde, herkes makinesinin başındaydı. Atatürk’ü her yeri gören, yerden yüksekçe bir platforma buyur ettiler. Burada fabrika; takımların, bölüklerin, takımların geçit resmi için sıralanıp yerlerini aldıkları bir karargah meydanına benziyordu. Ve bir karargah meydanı gibi burada bir kumanda bekleniyordu. Kumanda duyulmadı ama, Atatürk’ün arkasında duran müdürden, sessiz bir işaret verildi. İşte o zaman bin başlı dev, korkunç bir kükreyiş, bir kuduruşla birden harekete geldi. Müdürün verdiği o işaretle bütün motorlar, tezgahlar birden coşmuş, kudurmuşlardı… Atatürk bunu herhalde beklemiyordu. O’nu oraya çıkardıkları zaman, belki etrafı görmesini, belki fabrika halkına bir şeyler söylemesini istediklerini düşünmüş olabilirdi. Ama öyle olmayıp da, ayağının altındaki dünya ve etrafını saran hava böylesine birden harekete gelince… Önce biraz sarsıldı. Ama işte o anda, belki kendi bile farkında olmadan ağzından şu kelimeler döküldü: “ İşte bu bir musikidir!..” Evet, bu bir musiki idi… Eller durmadan işliyordu. Kafalar durmadan çalışıyordu. O daha dün köyünde hiç acele etmeden inek sağan genç kızlar, şimdi hiç birinin hareketi gözle takip olunamayan bir hızla dönen 20.000 iğin etrafında birer yıldırım hızı gibi koşuyor, dolanıyorlardı. Kopan her bir teli anında yakalayarak, tıpkı birer makine süratiyle hemen bağlıyorlar, iş tezgahlarını anında harekete getiriyorlardı… Mekikler atılıyor, hem materyal örülüyor, tezgahlar top top dokumaları havalara kaldırarak bin bir marifet içinde, renk renk, şekil şekil, durmadan açıyor, derliyor, topluyordu… Daha düne kadar sınırların dışından dağlar, denizler ötesinden gelen bezleri, basmaları şimdi yurdun her bucağına yaymak için denk denk dokuyor, dokuyorlardı… Atatürk bu manzarayı uzun uzun seyretti. Suskun, düşünceli belli ki memnun ve ümitliydi… Fabrika müdürü Fazıl, O’nun ardında, gene bu platforma çıktığı andaki kadar sakindi, sessizdi… Atatürk’ün yüzüne şevkle, minnetle bakıyor ve hafif hafif gülümsüyordu. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Güzel Atlar Ülkesi “Kapadokya” Karakış tüm şiddetiyle sürüyordu. Hava yine çok soğuktu; gece kar birdenbire bastırmış, ovayı kuşatan dağların yamaçları, yaylalar ve kırlar kalın beyaz bir yorganla örtülmüştü. İlgar Dağı’nın, Sivridağ’ın ve Keldağ’ının yükseklerini bembeyaz duman sarmıştı. Kura nehri buz tutmuş, Çıldır gölünün yüzeyi kalın bir buz tabakası ile kaplanmış, cam gibi morumsu parıldıyordu. Yollar çoktan kapanmıştı; bundan sonra da kolay kolay açılmazdı. Sis, kar ve buz Anadolu’nun doğu ucundaki bu uzak toprakların ayrılmaz parçası, yöre insanının da kaderiydi. Hikayemizin geçtiği Ardahan, Anadolu’nun en soğuk yerlerinden biridir ve burada kışlar çok ağır geçer. Her tarafı yüksek dağlarla çevrilmiş çanak biçimindeki Göle ovasında soğuyan, ağırlaşan hava aşağıya çökünce dondurucu bir sonsuzluk oluşur. Toprak örtüsü, bataklıklar, sular donar, adeta cama keser. Kışın en soğuk günlerinde ovayı kalın bir sis tabakası sarar sarmalar, adeta sisten bir deniz oluşur. Sis denizinin üstünde kuzeybatıdan gelen "Ardahan Yeli" soğuk soğuk eser. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi esintilerin oradan oraya savurduğu eğitim emekçisi iki insan; Sermin ve Belma, Ardahan’ın Damal ilçesine bağlı –hani yazları dağlarına Atatürk’ün gölgesinin düştüğü Damal- Posof karayolu üzerindeki Üçdere köyü İlköğretim okulunda öğretmendiler. İki insanın kaderleri bu köyde kesişmişti; önce Belma gelmişti köye ardından birkaç ay sonra da Sermin. Sermin İstanbul’dan gelmişti ve tarih öğretmeniydi; Belma ise İngilizce öğretmeniydi ve Nevşehirliydi. Her ikisi de yüksek lisans eğitimi almışlardı ama ülkede bir türlü dengeli ve akılcı politikalar geliştirilmediğinden ve eğitim işleri yap-boz şeklinde yürütüldüğünden; demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi kavramların yalnızca siyasilerin parlak söylemlerinin arasına serpiştirilmiş güzel sözcükler olduğundan olsa gerek bu uzak köye ilkokul öğretmeni olarak sürülmüşlerdi. İkisininde suçu bir öğretmen derneği olan “TÖBDER”e üye olmak ve bazı protesto eylemlerine katılmaktı. Sermin’in ayrıca bir gazetede yayımlanan yazısı nedeniyle davası sürüyordu. Görevden el çektirilmemiş, ama ülkenin en uzak iline üstelik ilkokul öğretmeni olarak atanmış, Bakanlık Mucibi denilerek atama yapılırken bu durumun geçici olduğu söylenmişti. Bu nedenle Üçdere köyünde, merkezde bir ortaokul veya liseye alınmayı bekliyorlardı. İki öğretmenin okul binasının hemen bitişiğindeki kerpiç duvarlı, köy evinin tek göz odasına yerleşeli tam dört yıl olmuştu. Sermin köye geldiği ilk gün, Belma’nın onu kırk yıllık dost gibi karşılayışını, evini paylaşmasını, yatağına beyaz dantelli çarşaflar serişini hiç unutmuyordu. Bundan sonra yaşamlarının dört yılı bu köyde geçecekti. Tek başlarına yalnız ve sessiz; hiçlik içinde bir dört yıl. Parlak düşlerinin dünyasında tek sığınakları yanlarında getirdikleri ve yollar açıldığında ilçeden satın aldıkları kitaplarıydı; bazı yayınevleri istedikleri kitapları geç de olsa posta yoluyla gönderiyorlardı. Paylaştıkları küçük köy odasına kadın elinin değdiği mor çiçekli basma perdelerden ve çalışma masasının köşesine kondurulmuş bir demet leylaktan hemen anlaşılıyordu. Belma’nın yapma çiçekleri, çalışma masasının köşesinde pembe mor ışıldıyorlardı. Duvarları beyaz badanalı odayı aydınlık kılan yalnız leylaklar değildi; yere serili Avanos kiliminin morlu sarılı desenleri, duvardaki heybe ile uyumluydu. Odaya aydınlık veren karşılıklı sedirlerin üzerindeki uzun beyaz tüylü battaniyeler de dışarıdaki beyaz manzara ile uyum içindeydi. Ocaktan yükselen alevlerin titreşimleri, pencerenin önündeki Atatürk büstünün bronz parlaklığı ile köşedeki etejerin üzerinde yükselen kitap destelerinin arasında gidip gelen gölgeler oluşturuyordu. Dışarda göz gözü görmüyordu; tipi hızını arttırmış, hoyrat rüzgarın savuruşuyla kamçılanan beyaz benekler çılgın gibi her yöne gidip geliyor, adeta hızlı tempoda dans ediyorlardı. Üçdere Köyünün yıkık durumdaki tarihi yapısı Karanlık Kale’nin duvarları görünmez olmuş, Çala Manastırı ise belli belirsiz bir tümsekten ibaret karlarla örtülmüştü. Beyaz dondurucu bir yel, geniş ıssız boşlukları ve derin uçurumların saydam güzelliğinin üzerinde dolaşıyordu. Gece erkenden karanlığını köyün üzerine sermişti. Gece karanlığında bir kuyruklu yıldızı anımsatan bu büyüleyici ve etkileyici savruluşlar çetin, güçlü ve ürkütücüydü. Sermin ve Belma’nın yaşamın yalnızlığında paylaştıkları tek göz oda karanfil ve tarçın kokuyordu. Çıtırdaya tıslaya yanan ocağın iki yanındaki minderlere oturmuşlar, hem dizlerinin üzerindeki kitaplardan okuduklarını birbirleriyle paylaşıyorlar hem de sıcak şaraplarını yudumluyorlardı. Ocağa sürülmüş büyük bir bakır cezvede kaynayan Belma’nın tatil dönüşü valizine sıkıştırdığı Ürgüp şarabını içiyorlardı. Sermin, elindeki Stephane Mallerme’nin Mektupları’ndan başını kaldırdı; “Lirik dizelerdeki betimleyişe, yalın anlatıma ve içtenliğe bakar mısın?” dedi ve devam etti, “Dizeler şu anda bizim içinde bulunduğumuz duruma ne kadar da uyuyor: El değmemiş dipdiri güzelim bugün Sarhoş bir kanat vuruşuyla yırtar mı Kırağıda unutulmuş bir katı gölün Kalmış uçuşlar dolu saydam buzunu Bendim, diyor bir eski zaman kuğusu Mağrur ama umutsuz kanat sıyıran Yaşanacak yeri aramaz mı insan Bastırınca kısır kışın sıkıntısı Ders saatleri çocuklarla bir şekilde geçiyordu da hafta sonları uzadıkça uzuyor zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Geniş ıssız boşluklara, hiçlik ve mutlak beyazlık egemen oluyor, beyaz dondurucu yel her şeyi engelliyordu. Sesten ve renkten kısacası herşeyden arındırılıp yalnızlığa tutsak ediliyordu insan; aynı hapisanedeki gibi. Renkten yoksun, beyazlar içinde yavan bir görüntüydü bu. Çılgınca esmekte olan rüzgar, kışı daha acımasız kılıyordu. Üç aydır yollar kapalıydı ve durmadan kar yağıyordu. İnsanı köye tutsak eden kar bir o kadar daha yerden kalkmaz ve yollar açılmazdı. “Milli Eğitim bizi burada unuttu galiba!” dedi Belma. “ Benim davam sonuçlanır ve cezam kesinleşirse beni içeri almak için mutlaka bulurlar. Yalnızca yolların açılmasını beklerler merak etme!” diye yanıt verdi Sermin. Moralini bozma! Bunca yıl dayandık bu kışı da atlatırız. Bozguna uğrayacak olursak, bir daha hiç başaramayız” “Ufak şeylerden zevk almalıyız, şimdi yaptığımız gibi” diye devam etti. Sermin. “Burada geçen zamanı en iyi şekilde değerlendirmeliyiz; çok okuyarak, çok dinleyerek bilgi ve anı biriktirmeliyiz. Çocukları, kadınları ve köyün bilgelerini dinlemeliyiz Sessizce düşünmeli, sıkı çalışmalıyız” dedi. Kapadokya yöresinde bir dönem turist rehberliği yapan Belma, elindeki kitabı yana bıraktı. Fotoğraflarla bezeli kitap Kapadokya’yı anlatıyordu. Üzerine birden hüzün çöktü; gözleri, ocakta yanan odunların devrilmesiyle oluşan kıvılcımlı titrek alevlere takılı kaldı. Biran duraksamalı bir çizgide oyalanır gibi kararsız kaldı ardından, “Ansızın unutulmuş bir günbatımı bulutunun yağmur sularını döküşünü, memleketimin mis gibi elma çiçeği kokan ağaçlarını, babamın kendi elleriyle diktiği; bağımızın kıyısını süsleyen kızıl güllerini özledim” dedi ve sürdürdü, “Bunları nice uçsuz bucaksız düşlerimin yalnızlığında kendime belki bin kez anlatmışımdır. Işıklar ve elma çiçekleri arasında yaşamımı sürdürmek istiyorum” dedi. “O kitabı elinden bırakamıyorsun, belki bin kez okumuşsundur. Sıcak şarap senin sıla hasretini körükledi sanırım” diye yanıt verdi Sermin, “Son derece şiirsel bir ifadeyle anlattın ama ne fark eder ki, burası da vatanımız Kapadokya da; üstelik her ikisinde de karasal iklim hüküm sürüyor, arada yalnızca on, on beş derecelik bir fark var, o kadar” dedi. “Bu kış değil! Adeta Sibirya soğuğu” dedi Belma. Ardından “Biliyorum, burası da vatanım; ülkemin neresinde görev verirlerse giderim. Ben mesleğimi seviyorum” dedi. “Ben de”diyerek arkadaşını onaylayan Sermin, elindeki kitaba yöneldi ve “Dizelerin içindeki kusursuz ve dağınık fısıltıları duyuyor musun?” dedi. Dokunaklı bir sesle sürdürdü okumayı: Olgun sıcaklığıyla som altın saçlarında, Kum üstünde güneşin uykulu ağırlığı Ve sönen bir buhurdan o solgun yanağında, Can yoldaşı içkiyle karışır gözyaşları Bitmez durgunluğunda bu bembeyaz alevin Korkulu öpüşlerin, üzgün söyletti sana, Bakır kupasına biraz daha şarap koyan Belma, kaldığı yerden Kapadokya’yı özlemle anlatmayı sürdürdü: “Kapadokya Hitit dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelir. Hititler “Güzel atlar ülkesi” demişler ama benim memleketim bir masal ülkesidir. Kapadokya bu ilginç görüntüsünü volkanik yapısına borçludur. Yeryüzünün büyük ölçüde değişikliğe uğradığı jeolojik zamanlarda, Erciyes dağı ile Melendiz dağlarının en uç noktasında bulunan Hasan dağı aynı zamanda lav püskürmüştür. İki dağ arasındaki alan lav tabakası ile kaplanmıştır. Hasan dağının hemen eteklerinde bulunan Ihlara vadisi, lavlarla dolmuş ardından derin bir kanyon oluşmuş, içinden geçen Melendiz çayı erozyonu hızlandırarak, yatağını derinleştirmiştir. Yöre öyle değişik morfolojik şekiller barındırır ki içinde dünyada eşi benzeri yoktur. Bunlar, Peribacaları denilen özel aşınım biçimleridir. Rüzgar ve suyun aşınımı sonucu ortaya çıkan bu şekillere Kırgı Bayırı da denir. Peribacaları, volkanik sert kayaların yumuşak tüfle mücadelesi, rüzgarın ve suyun kayalar üstündeki dansından doğmuştur. Yumuşak tüf ufalanıp giderken üstünlük Andazit ve Bazalt’ta kalmıştır.” Sermin, “Peribacalarına Kırgı Bayırı dendiğini bilmiyordum”dedi. “Bence Kapadokya hakkında bilmediklerin çok” diyen Belma memleketine özlemini dillendirmeyi sürdürdü: “Kapadokya’ya kar çok yakışır. Yörede karasal iklimin özelliklerini görürsünüz, aynen coğrafya kitaplarının tanımlandığı gibi yazlar sıcak ve kurak kışlar sert ve soğuk geçer fakat Kapadokya burası kadar soğuk olmaz. Yoğun kar yağışının yaşandığı dönemde kar, yarım metreyi bulur ve sıcaklık eksi derecelere iner ama kar örtüsü peribacalarının görüntüsünü daha bir gizemli hale getirir. Büyüleyici ve kusursuz bir etki yaratır kırgı bayırı üzerinde; tek yanı karlarla kaplı dev mantarlar, üç başlı devler, eşderhalar, anne, baba ve bebek peribacaları; manzara görülmeye değerdir.” Şurada burada tekdüze yinelenen bir pırıltı, tümüyle sönüp gitmeyen fakat ardından birden yükselen tınılarda fırtına, görkemli ve sonsuz gümbürtüyle camlara çarptı. Belma’yı memleketinin düşlerinden kısa bir süre için kopardı. Camdan dışarıya bakan Sermin “Kapadokya’nın görselliği hakkında bilmediklerim olabilir. Ama Damal’ı iyi biliyorum ve Mallerme’yi de seviyorum” diye sürdürdü. Ardından “ Şimdi okuyacağım lirik dizelerdeki şiirselliğin yanı sıra fırtınanın korkunç gücünü hissediyor musun?” diye sordu: Ermek ipekleşen gök maviliğe Ki görür göllerde süzgünlüğünü, Ve ölü sularda esen rüzgarla Düşen yaprakların açtığı yola Bir ışık halinde sürükler günü. Gözlerini kıvılcımlanan alevlere dikip dalgın dalgın bakan Belma’nın Mallerme’nin dizelerinden pek etkilendiği söylenemezdi. Bu kez Sermin, Kapadokya tarihi üzerine söyleşmeyi denedi. Belma elindeki kitabı bırakıp dinlemeye Sermin de anlatmaya başladı: “Anadolu tarih boyunca birçok uygarlığın beşiği olmuş. Dünyada eşsiz bir kültür mirasına ve zenginliğine sahiptir. Anadolu’nun ortasında Ihlara’yı da içine alan Kapadokya yöresi, Toroslardan, Karadeniz dağ dizisine kadar uzanır. Tarih öncesi Yenitaş Çağı’na kadar inen Kapadokya’nın en eski yerleşim merkezi Çatalhöyük’tür. Çatalhöyük, günümüzden dokuz bin yıl öncesine tarihlenir. Çatalhöyük’te yeryüzünün en eski manzara resmi olan duvar freskinde Hasan dağı volkanı çift konisi ile patlama halinde resmedilmiştir.” “Anadolu’nun ilk yazılı tabletleri Kapadokya yöresinde mö.2000’lerde Kültepe’de Kaneş Karumu’nda bulunduğunu biliyor musun?” diye sordu Belma; Sermin, “Ben tarihçiyim bilmez olur muyum!” diye yanıt verdi. Ve Kapadokya tarihi ile ilgili bilgilerini art arda sıraladı: “Anadolu’nun ilk siyasi birliği olan Hitit İmparatorluğu, bu topraklar üzerinde kurulmuştur. Yöredeki ilk yeraltı kentleri Hititler döneminde yapılmıştır. Hititler, düşman istilasından korunmak için kolay yontulabilen volkanik kayaları oyarak yer altı kentleri, kaya evleri, tapınak ve mezarlar yapmaya başlamışlardır. Hititlerin mö.1200’de yıkılmaları sonrasında Anadolu’da hegemonya kuran Friglerin en büyük tanrıçası Kybele için de kaya tapınağı ile kaya mezarları yapılmıştır. Anadolu’yu batıdan doğuya geçen İlkçağ’ın en önemli tacaret merkezi “Kral Yolu” da bu topraklardan geçer. Bu topraklardan pek çok istilacı kavim gelip geçmiş; uzun yıllar, Pers, Hellenizm ve Roma imparatoluklarının egemenliklerine tanık olmuştur.” Kapadokya kitabını yeniden karıştırmaya başlayan Belma, “Sanırım Kapadokya en hareketli ve gizemli dönemini Hıristiyanlığın yayılma yıllarında yaşamış” diyerek söze katıldı ve sürdürdü: “ “Tek tanrılı dini kabul edenler, kayaları oyarak o kadar çok sığınak ve kilise oluşturmuşlar ki, saymakla bitmez; Hıristiyanlık serbest kaldıktan sonra da kilise yapımını sürdürmüşler. Önce İslam Arap akınları ardından, Bizans tarihinde yüz yıl süren ikona savaşları, Kapadokya’ki gizli tapınakların ve yer altı barınaklarının sayısını çoğaltmış, bölge halkı korunmak için yeraltında yeni yerleşim yerlerine sığınmak zorunda kalmış, Derinkuyu ve Kaymaklı yer altı kentleri bu dönemde oluşmuş. Ayrıca çok sayıda kaya kilisesi ve manastır yapılmıştır. Öyle ki, Kapadokya yöresinde üç yüz altmış beş kilisenin varlığından söz edilir ki, bu her gün bir kilisede ibadeti simgeler. Bu kiliseler çoğunlukla ‘Katakomp’ denilen Yunan haçı planlı planlıdır ve dört payanda üzerine yükselirler. Dikdörtgen planlı ‘Bazilika’ denilen kiliseler de yapılmıştır”diyen Belma bakır cezveyi ocaktan çıkardı ve kalan son şarabı iki kupaya paylaştırdı. Sözlerine kaldığı yerden devam etti: “Hangi birini anlatsam ki, kiliselerin en ünlüleri Meryem Ana Kilisesi, Saklı Kilise, Karanlık Kilise ile Tokalı, Elmalı, Çarıklı, Yılanlı, Karanlık, Ağaçaltı, Sümbüllü, Kokar, Direkli, Kırk Damaltı, Eğritaş kiliseleri ve her birinin farklı bir hikayesi vardır. Göreme ve Zelve yerleşimleri, kiliseleriyle birer açık hava müzesidir. Belisırma ve Yaprakhisar’a doğru uzanan Ihlara vadisinde yüz beş kilise ile yaklaşık beş bin yerleşim biriminin varlığından söz edilir. Ihlara Vadisi boyunca kiliselerin en güzelleri sıralanır. Aslında saklanır demek daha doğru olur. Bu kiliseler vadinin içinde adeta kaybolurlar. Yaklaşık beş yüz basamakla Melendiz suyu kenarına inerek, vadi duvarlarına gizlenmiş olan bu kiliselerin; Yılanlı, Ağaçaltı, Sümbüllü, Kokar, Kırk Damaltı ve Bahattin Samanlığı kiliselerinin kapılarını aralar, kulağınıza fısıldanan hikayelerin gizemini çözmeye çalışırsınız.” Maşa ile korları eşeleyen Sermin, ocağa iki kütük daha attı. Üşümeye başlamıştı. Beyaz battaniyelerden birini üzerine örttü. Bizans sanatı üzerine sertifikası vardı. “Her biri içinde pek çok giz barındıran ve ‘Kapodokya Ekolü’ olarak adlandırılan freskleri ben anlatmak istiyorum’ dedi. Usul usul masal anlatır gibi yüzyıllardır kilise duvarlarını süsleyen dini desenleri betimlemeye başladı: “Kayaların üzerinde renkler ve desenlerin, ilkel fakat yumuşak çizgilerle şekillenerek muhteşem tablolar oluşturması hayret vericidir. Kilise duvarlarını süsleyen boyalı resimlerin tüm konuları İncil’den alınmıştır. Bu fresklerde İncil sanki kiliselerin tavan duvarlarına resmedilmiştir. Kilisenin kubbe merkezinde Tanrı ve İsa’yı sembolize eden figürler, kubbe ve apsiste İsa, Meryem ve melekler yer alır. Kemer, tonoz ve apsis kubbelerinde İsa’nın doğumu hayatı ile ilgili konular, daha aşağı mekanlarda havariler, İncil yazanlar, peygamberler ve din adamları betimlenmiştir. Resimler arasında kalan boşluklar, rengarenk bitki resimleri ve geometrik desenlerle doldurulmuştur. Fresklerde kullanılan bazı simgelerden kuş, Kudüs’ün ruhunu, balık, bereketi ve Hırıstiyanlığın yayılışını anlatır. Genç İsa, çoban olarak, havarileri ise on iki kuzu ile simgelenir. Bu resim stiline ‘Kapadokya Ekolü’ denir. Bu resimler, kendine özgü özellikler gösterir; çizimler gözünüze kaba ve ilkel görünebilir fakat betimlenen insanların yüzlerindeki gurur ve duruşlarındaki asalet çekicidir. Bu görseller içinde beni en çok etkileyen, Tokalı kilisesinin çivit mavisi desenleriyle, Sünbüllü kilisesinde Meryemin üzerine örtülen yorganın sünbül desenleri oldu.” Sermin, fırtınanın keskin savruluşlarının oluşturduğu fon müziği eşliğinde, “Geçmişten günümüze ulaşan ve bizi düşler dünyasına götüren ağırlıksız, saydam ve bir o kadar görkemli görüntüler bir yanda, diğer yanda Mallerme’nin irili ufaklı yıldızlar gibi pırıltılı; umutlu, coşkulu ve bir o kadar yalın anlatımlı dizeleri” diyerek okumaya başladı: Bir ıssız geceden gök maviliğe Beyaz bir fıskiye hıçkırır gibi, Ruhum yükseliyor en sessiz ana, Kınalı bir yüzün beneklediği Alnına ve melek bakışlarına. “Çok güzel” dedi Belma, “Dizeler muhteşem. Parlak sarı, pembe, açık yeşil, gri renkleri, pürüzsüz yüzeyleri ve dalga dalga eğriler çizen damarları ile Kapdokya’nın göz alıcı oniks mermeri kadar güzel. Saçak örgülerine hayran kaldığım, nefis renklerle bezeli kilimleri ve halıları kadar güzel. Adı üzerinde Kızılırmağın kırmızı çamuru ile yoğrulan, renklerini ve şekillerini Eskiçağ’dan beri koruyan Avanos’un çömlekleri kadar güzel”dedi. “Yaptığın benzetmeye ve kurduğun bağlantıya hayranım” dedi Sermin. Belma, derin bir iç çekerek “Nevşehir ile ilgili pek çok şeyi özledim. Ben aslında bu özlemi dillendiriyorum” dedi ve sözlerini “Çamurla oynamayı özledim” diye sürdürdü. “Nevşehir Lewis’ı adını taktıkları şalvarı ayağıma geçirip ve çarkın başına geçip kendime özel şekiller yaratmayı, kısaca çömlek yapmayı özledim. Uçhisar’ın tepesine çıkıp Göreme Vadisi’ni kuşbakışı izlemeyi; güneşin vadiyi gökkuşağının tüm renklerine boyayarak batışını izlemeyi özledim. En güzel günbatımının Uçhisar’dan görüldüğünü biliyor muydun?” diye sordu. Sermin, “Ben se güneşin en güzel günbatımını, Boğaz’ın sularını ve göğünü altın yaldızlara bulayarak İstanbul’da yaşandığını sanıyordum; yanılışım. Meğer güneş en güzel Nevşehir üzerinden batıyormuş” diyerel arkadaşına sevgiyle gülümsedi. Belma özlemlerini sıralamayı sürdürdü. “Ürgüp ve Göreme’nin bağlarını, meyvelerini, meyvelerin depolandığı, babamın soğuk hava deposu olarak kullandığı mağaralarını bile özledim. Benim çocukluğum bu mağaralarda saklambaç oynayarak geçti” dedi. Sermin, “Bir tek memleketinin şarabını özlememişsin! Haklısın, çünkü daha yeni içtik bitirdik” dedi. Belma “Şarabı değil ama üzüm yemeyi çok özledim. Ben başına oturunca bir sepet üzümü yerim” dedi. Sesi iyice buğulanmıştı. Sermin, “Bence abartıyorsun! Her yemeğin içine hatta taze fasulyeye bile kocaman bir biber attığın gibi bunu da abartıyorsun! Bir sepet üzüm bir günde yenir mi? Bizim oralarda üzüm sepetle değil, salkımla yenir. Hatta salkımdan küçük bir çıngıl koparılarak yenir” dedi. Birden sessizlik oldu; Ardahan yelinin ve Belma’nın sesi duyulmaz oldu. Belma uyumuş, geceye nokta koymuştu; fırtına da kesilmişti. Arkadaşının üzerini örterken Sermin, Mallerme’den sessizce ve anlamlı dizeler mırıldandı: Bütün o canım düşleri bir anda Bu güzellik bozduğu an bakınız Artık ne bir çiçek yanaklarda Ne de bir ölçüsüz elmas gözlerde Hiçbirşey yok uyandığınızda. Sermin, ocağın içini maşa ile toparladı; sabaha kadar odanın ılık kalması için korların üzerini külle örttü. Özlem ve sevgi ile örülü gece bir daha yaşanmamak üzere sona ermiş, camlar pervazlarından başlayarak buzlanmaya, elma çiçekleriyle bezeli gerçek buzlu cama, saydam kristallere dönüşmeye başlamıştı. Isı iyice düşmüş olmalıydı. Sermin yatağına uzandı; odanın sessizliğinde dava aklına gelince sıkıntılı bir ürperti çöktü üzerine; davanın sonuçlandığını ve tutuklama kararını uygulamak için yolların açılmasını beklediklerini bilmiyordu. Kendilerine gelecekteki yaşamın neler hazırladığını bilmedikleri gibi. Ama ilerideki yaşamlarının bir döneminde geriye dönüp baktıklarında mutlaka bu geceyi sevgiyle anımsayacaklardı. Sermin son dizeleri okuyarak kitabını ve gözlerini kapattı: Bütün hazları tattım, kitapları okudum, Ah, kandırmadı; kaçmak kurtulmak istiyorum. Bir başka köpükle gök arasındaki kuşlar Orada şimdi kimbilir ne kadar sarhoşlar! Deniz çekiyor deniz, kim tutabilir beni; Gözlerde aksi yanan o eski bahçeler mi? Geceler! Mahzun ışığı mı yoksa yoksa lambanın, Beyaz kağıda vurur, korkar dokunamazsın; 1 Ocak 2015 Nermin Özsel Şimdi, sevimli Neckar vadisinde, Alman meşeleri altında geziniyorum, ama ne yazık ki kopkoyu sis tabakaları bu vadinin çekiciliğini utangaç bir biçimde örtüyorlar, gözlerimi dört açıyorum, ancak çok az bir şeyler görüyorum, sonsuzluk gibi ıssız ve gri. İnsanın sonsuzluğu anlayamamasının suçunun, insanın kafa yapısında olduğunu sanmıyorum; küçük adam kavramayı öğrendiği ilk günlerinde vahşice toprağa ya da bir yuvaya, daracık dört duvar arasına hapsedilmeseydi de biraz evrende gezinmesine izin verilseydi, insan mutlaka sonsuzluğu da anlayabilirdi. İnsan sonsuz bir mutluluğu düşünebildiğine göre, sonsuz uzayı da anlayabilmeliydi; sanırım bu çok kolay olmalıydı. Ve insanlar, yetindiklerine bakılırsa, öyle alçakgönüllüler ki… Albert Einstein Özleyiş Bir ıssız geceden gök maviliğe Beyaz bir fıskiye hıçkırır gibi, Ruhum yükseliyor en sessiz ana, Kınalı bir yüzün beneklediği Alnına ve melek bakışlarına Ermek ipekleşen gök maviliğe Ki görür göllerde süzgünlüğünü, Ve ölü sularda esen rüzgarla Düşen yaprakların açtığı yola Bir ışık halinde sürükler günü. Stephane Mallerme “İşte Ben Zeki Müren” Türk sanat müziğinin unutulmaz ismi Zeki Müren sergisi "İşte Benim Zeki Müren" adıyla Beyoğlu’nda, Yapı Kredi Kültür Sanat merkezinde sürüyor. Sergide sanatçının gazino ve film sözleşmeleri, plak şirketleriyle anlaşmaları, annesinden gelen mektupları, kostümleri, çizmeleri, gözlükleri, plakları, şiirleri, bazı ev eşyaları ile çok sayıda fotoğraf ve film afişi yer alıyor. Kısaca sanatçının çocukluğundan son günlerine dek günlük yaşamına dair her şey… Etkileyici müziği, kadife gibi yumuşak ve akıcı sesi, çok özel kostümleri, görkemli sahne şovları ve Türk sinemasında özel bir yeri olan filmleri ile belleklerimizde yer eden sanatçının şarkıları eşliğinde gezilen sergi son derece etkileyici. Sergide, sanatçının Türk eğitim Vakfı ile Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı’na bıraktığı arşivinden seçilmiş parçalar yer alıyor. Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde açılan sergi 20 Aralık 2014 tarihine dek görülebilir. Türk müziğinin efsane ismi “Sanat Güneşi”nin yaşamına yolculuk etmek, sanatçının yaşadığı dönemi onun nefesinin eşliğinde solumak isteyenlere önerilir… “Polonya Sanatında Oryantalizm” Sevgili Dostlar, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, Polonya-Türkiye diplomatik ve kültürel ilişkilerinin 600. yıldönümü “Polonya Sanatında oryantalizm” adını verdiği sergiye ev sahipliği yapıyor: 24 Ekim 2014’de başlayan sergi,18 Ocak 2015 tarihine dek sürüyor. Pera Müzesi’nin üç katına kurulmuş olan sergi, sanatseverlere Polonya sanatından ilginç çalışmalar içeriyor. Sergide, Varşova, Kraków, Poznań, Wrocław ulusal müzeleri, Varşova Üniversite Kütüphanesi ve Łazienki Saray Müzesi’nin yanı sıra İstanbul Askeri Müzesi’nden yapıtlar da yer alıyor. 17. Yüz yıldan, 19. Yüz yılın başlarına devam eden bir dönemi kapsayan sergideki yapıtlar arasında Jan Christian Kamsetzer’in Türkiye seyahatinden desenlerin yanı sıra, Żmurko ve Brandt gibi sanatçıların oryantalist görünümleri de bulunuyor. Sultan Abdülaziz’in saray ressamlığını yapan Stanisław Chlebowski için özel bir bölüm açılan sergide; Osmanlı ülkesini ziyaret etmiş sanatçılara ait yapıtlar ilgi çekiyor. Güneşin doğuşu anlamındaki Latince “oriens” sözcüğünden kaynaklanan Oryantalizm, doğu kültürleri, dilleri ve halklarının incelendiği batı kökenli bir akımdır. “Polonya Oryantalizmi” sergisinde yapıtların çoğu Osmanlı dünyasını konu alırken daha küçük bir bölümü Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya ait görselleri içeriyor. Tanıtım broşürü için seçilen resim Polonyalı ressam Żmurkoait’a ait, sanatçı bu yapıtında harem odasının otantik ortamı içinde parlayan kumaşlar, saçılmış mücevherler arasında “padişahın emriyle” boğularak öldürülmüş bir odalığın heykeli andıran, cansız ama son derece güzel bedenini betimliyor. Kazak, Tatar, Türk insan tipleri ile kent ve çöl yaşamına ait sahneler doğuya özgü etnografik görseller içinde yansıtılıyor. Atlı biniciler, atlar, koşum takımları, silahlar ve giysiler, gerçekçi bir şekilde yansıtılmış. Osmanlı sultan portreleri ile doğu manzarasının vazgeçilmezleri olan kubbeler ve minareler tablolarda yerlerini almışlar. Osmanlı askeri tarihinin önemli askeri gelişmelerini, Napolyon’un Mısır seferini, Fatih’in İstanbul’a girişini, Varna Savaşı ile Viyana seferini betimleyen yapıtları inceleyebilirsiniz. “Polonya Sanatında Oryantalizm” sergisini görmeniz dileğiyle... Soluk Soluğa Uzun, karanlık bir çığlığın da aradına düşebilir insan Titrek, eğri büğrü bir yazının çağrısına da uyar. Bırakıp her şeyi döner, Aşk bir buluşmadır çünkü, Her zaman gecikmiş bir buluşma. Bitmeyen bir kavuşmadır da aşk , Araya her zaman bir şeyler girer; Bazen kendi sevincinin kanat gölgesi, Bazen nabzın hızı, yüreğin titreyişi, Tüylerin telaşıyla besleniyor gibidir. Araya her zaman bir şeyler girer; Çalışma saatleri, karşılıksız sorular. Nerden bilebilir insan Bunların hepsinin aşk olabileceğini? Cevat Çapan, Dön Güvercin Dön Bir Deli Dülger Bak gene şaşırtıyorum seni kış ortasında bir cemre gibi düşerek kapının eşiğine bir kuşluk vakti. Cebimde yaz güneşi, kırlangıç hızı, gülkurusu, ağustosböceği… Cevat Çapan, Dön Güvercin Dön Sevgili Selma, sanırım Ürgüp’tesin; sana yeni yıl armağanı bir öykü yazdım. “Hani benim yaşamımdan iyi hikayemi olur” demiştin ya, ben de bizim hikayemizin çok kısa bir kesitini yazdım. Siteye koymadan önce okumanı istedim. İsimlerimizin birer harfini değiştirdim. Alaca yerine Ardahan’ın Damal ilçesi yaptım. Umarım beğenirsin. Yeni yılda tüm dileklerin gerçek olsun. Sevgiyle öpüyorum… . 19 Mayıs 1919 Fatih mitinginde konuşma yapan Mehmet Emin Yurdakul konuşmasında "Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve vatanî hatıralara mâlik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor..." demişti.... Susanna Tamaro Sevgili Feyza bu yazı senin için bebeğim; Gülümse, gülümse Gülümseyen gözlerinle sona ersin gün Bir ırmaktan dökülsün Yağmura dönüşen gülüşün. Yaşam bir ırmaktır çocuğum; akan suya bir bak. Berrak, yeşilimsi, gizemli deseninin billursu çizgilerine bak. Derinlerden ışıl ışıl şeffaf inci taneleri suyun yüzüne çıkar. Sessiz hava kabacıklarının suyun aynasında yüzdüğünü görürsün. Göğün maviliğinin yansısı vurur suya. Binlerce gözden ırmak sana bakar. Bu suyu sev çocuğum, yanından hiç ayrılma. Onun gizlerini çözümle söylediklerine kulak ver ve dinle. Irmağın sesleri her zaman başka yankılanır. Özlemin yakınması, bilge kişinin gülüşü, öfkenin haykırışı, daha nicesi; hepsi iç içe geçip, birbirine dolanır. Tüm bu sesler; özlemler, amaçlar, acılar, iyi ve kötü şeyler yaşamı oluşturur. Su hep akar, hep akar çocuğum, sen yerinde durursun. Çünkü ırmak her yerdedir. Kaynadığı yerde, döküldüğü yerde, çağlayanda, akıntıda, denizde ve okyanustadır. Sular ve dalgalar kendi hedeflerine doğru akar. Onun için yalnızca içinde yaşadığın zaman vardır. Geçmiş ve gelecek değil. Tüm çile, kahır ve endişeler zamandır. Zaman aşılır aşılmaz, güçlükler yenilgiye uğratılıp silinip giderler çocuğum. Sen dikkatle ırmağa bak ve binlerce sesli şarkıya kulak ver. Yaşamın müziğini iyi dinle; aydınlığın sesini, geleceğin ezgisini işit. Irmak duru bir sesle güler sana, o anı yakala. Ve sen de yumuşacık, sevgiyle gülümse ona… Irmak Huzursuz kent kanımda dolanır bir arı gibi. Ve yakınıp duran bir inlemeyi uzun bir “S” gibi izleyen uçak uzak köşelerde kıvrılıp kalan tramvaylar. birisinin plazada gece yarısı silkelediği güceniklikle yüklenmiş şu ağaç, yükselen ve parçalanan ve yitip giden ve kulakta kıvır kıvır dönen bir sır fısıldayn sesler, karanlığı açarlar, a’ların ve o’ların uçurumlarını, suskun seslilerin tünellerini, gözlerim bağlı aşağıya doğru koştuğum dehlizler, uykulu abece bir mürekkep ırmağına benzeyen çukura düşer, ve kent gidip gelir ve taştan gövdesi tapınağına ulaşırken parçalanır, bütün gece, teker teker, heykelden heykele, çeşmeden çeşmeye, taştan taşa, tüm bir gece boyunca, kırık parçaları alnımda birbirini ararlar, bütün gece boyunca kent benim ağzımdan konuşur uykusunda, nefesi kesik bir söylev, suların kekeleyişi ve tartışan taş, onun öyküsü. Octavio Paz Yıkıntılar Arasında İlahi Sicilya denizinin köpüklendiği yerde Tüylerini seriyor ortaya kendiyle taçlanmış gün. Tiz ve sarı bir çığlık Kaynar bir fışkırma, ortasına Tarafsız, iyiliksever bir göğün! Görünüşler güzel onların bu anlık gerçeğinde. Deniz kıyıya tırmanır Kayalar arasına tutunur, gözalan bir örümcek; Dağda morarmış bir yara ışıldar; Bir avuç keçi bir taş sürüsü olur; Güneş altın yumurtasını yumurtlar denize. Herşey tanrıdır. Bir kırık heykel Işığın kemirdiği sütunlar Ölümün yaşadığı bir dünyada canlıdır yıkıntılar… Octavio Paz Yazabilirim… Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim Şöyle söyleyebilirim, “Gece yıldızlardaydı Ve yıldızlar maviydi, uzaklarda üşürler” Gökte gece yelinin söylediği türküler Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler… Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler Sevgim onu alıkoymaya yetmediyse ne çıkar Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler… Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere Uzaklarda birinin söylediği türküler… Budur bana verdiği acıların en sonu Sondur bu onun için yazacağım dizeler. Pablo Neruda Buğdayın Türküsü Halkım ben, parmakla sayılmayan Sesimde pırıl pırıl bir güç var Karanlıkta boy atmaya Sessizliği aşmaya yarayan Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa Tohuma dururlar yeniden Ve halk, toprağa gömülü Tohuma durur bir yerde Buğday nasıl filizini sürer de Çıkarsa toğrağın üstüne Güzelim kırmızı elleriyle Sezsizliği deler de Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde. Pablo Neruda Barışa Atılan Adım “MudanyaAteşkesi” Savaş çığlıklarının atıldığı günümüzden doksan iki yıl önceydi; Rauf Orbay’ın barış umutlarıyla imzaladığı Mondros Mütarekesi’nin üzerinden tam dört dolu yıl geçmişti. Ateş, ölüm, acı, yokluk, sefalet ve ihanetlerle örülü dört yıl; Kurtuluş Savaşı’nı zaferle noktalayan Türk ulusu şimdi başka bir ateşkesin hazırlıkları içindeydi. Gazi Mustafa Kemal, Uzlaşma Devletleri adına gönderilen notaya, ağırdan alarak biraz gecikmeli olarak yanıt verdi. Edirne ve Doğu Trakya her ne pahasına olursa olsun kurtarılacaktı. Sonunda Gazi, 1 Ekim’de Meriç nehrine kadar Trakya'nın derhal Türklere teslim edilmesi koşuluyla, Mudanya'da askeri bir konferansı kabul ettiğini bildirdi. Delege olarak Batı Orduları Komutanı İsmet Paşa görevlendirilmişti; Paşa inatçı, asla sükunetini yitirmeyen ve hasmını yorma becerisine sahipti; İnönü sırtlarında askeri başarısını kanıtlamış, Mudanya’da diplomasi becerisi sınanacaktı: “Mudanya’da geniş bir konferansın yapılacağı gerekli yapı yoktu. Türkler bulabildikleri ile bir şeyler yapmaya çalışmışlardı: Bir zamanlar Rus konsolosluğu olan kıyıdaki mütevazı bir binayı seçmişlerdi. Biraz hava vermek için binanın duvarları kilimlerle örtülmüş ve ahşap balkonuna bir Türk bayrağı asılmıştı. Koya bakan en geniş odaya iki masa yerleştirilmiş ve üzerlerine yeşil çuha örtülmüştü. Masalardan birinin üzerine haritalar konmuş diğeri delegeler için hazırlanmıştı. Pencereler küçük demir parmaklıydı ve içeri pek az ışık bırakıyordu. Bu yüzden akşam çalışmaları sırasında iki gaz lambası yakmak gerekiyordu. Büyük masanın çevresinde delegeler ve yardımcıları zor yer bulunuyordu. Herkes yerini alıp oturduktan sonra da kımıldanacak yer kalmıyordu. Kısaca, burası Versailles, Sevres, ya da San Remo olmaktan uzaktı.” David Walder’ın pek gösterişsiz bulduğu; Versailles, Sevres ve San Remo olmaktan çok uzaktı diye anlattığı küçük konferans salonu, büyük tarihi görevi için hazırdı. Mudanya’ya delegeler savaş gemileriyle geldiler. 3 Ekim 1922 tarihinde başlayan Konferansta Türkiye'yi İnönü savaşlarının muzaffer komutanı İsmet Paşa, İngiltere'yi General Harrington, Fransa'yı General Charpy, İtalya'yı General Mombelli temsil ediyordu. Yunan delegesi General Mazarakis, Mudanya'da karaya çıkmayarak görüşmelerin sonucunu gemide bekledi. Dokuz gün süren görüşmeler sonunda 11 Ekim 1922'de Mudanya Ateşkes Antlaşması Türk görüş ve isteklerine uygun şekilde imzalandı. Sınav başarıyla verilmiş, Mudanya Ateşkes Anlaşması, uluslararası genel siyasi beklentileri tersine çevirmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın son ateşkes antlaşması olarak tarihe geçmiştir. Mudanya Ateşkes Antlaşması ile İstanbul, Boğazlar bölgesi ve Doğu Trakya savaş yapılmadan kazanılmış, Misak-ı Milli'nin sınırlarla ilgili bölümü gerçekleşmiş, Kurtuluş Savaşı'nın cephelerdeki sıcak savaş dönemi sona ermiş ve Lozan Barış Antlaşması için ortam hazırlanmıştır. Osmanlı Devleti'nin hukuken sona erdiğini kabul edilirken, Anadolu'da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin varlığı uluslararası alanda kabul edilmiştir. Ateşkesin ardından İngiltere'de hükümet değişikliği yaşanmış, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun dış politikası ile birlikte Lloyd George’un siyasi yaşamı sona ermiştir. Aynı şekilde Venizelos’un Yunan imparatorluğu hayali de sona ermiş ve Kral Konstantin tahtını bırakmak zorunda kalmıştır. Son çırpınış içinde olan Osmanlı Hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne yakınlaşmanın yollarını aramak istemiştir. Zaferinin meyvelerini toplayan Gazi Mustafa Kemal, Ankara’da kahraman olarak sevgi gösterileriyle karşılandı. 4 Ekim 1922’de Meclis’te bir konuşma yaptı. Konuşmasında, Ülkeyi Mudanya Ateşkes Anlaşması’na getiren Büyük Türk Zaferi’ni yüceltirken silah arkadaşlarına teşekkür etti; sevinç ve mutluluğunu şöyle dile getirdi: “ Milletin mukadderatını doğrudan doğruya üzerime alarak ümitsizlik yerine ümit, perişanlık yerine düzen, tereddüt yerine kararlılık ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin fedakâr ve kahraman ordularının başında bir asker bağlılığı ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim. Kalbim bu sevinçle dolu olarak pek aziz ve muhterem arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve bağımsızlık fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum. Bu Anadolu Zaferi, tarih sayfaları arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin ne kadar güçlü ve ne zinde bir kuvvet olduğunun en güzel misali olarak kalacaktır.” Nermin Özsel, Anadolu Devrimi “Ya İstiklal Ya Ölüm” Anadolu Hisarı “Güzelce Hisar” “Deniz kıyısında, Göksu’nun denize karıştığı yerde bir kaya tepesinde olup, Yıldırım Bayezid yapısıdır, sonra Fatih tamir ettirdiğinden çok kimseler, onu yaptı derler. Seddadvari yapılmış yüksek, sağlam bir kaledir. Ama küçüktür. Etrafı bin adımdır. Batıya bakan bir kapısı vardır. İçinde kale ağası evi, neferlerin evleri, iki yüz kadar tımar ehli neferi vardır. Köyleri hep Kocaeli sancağındandır. Cephanesi deniz kıyısında karşı Rumelihisarı’na ve akıntı burnuna bakan topları vardır. Kale önünde Fatih Mehmet Han’ın bir cami vardır. Başka eserleri yoktur.” Evliya Çelebi İstabul Boğazı’nın en dar yerinde Yıldırım Bayezid’in, Bizans’a gelen Ceneviz gemilerini kontrol etmek amacıyla yedi bin metre karelik alana yaptırdığı bir hisardır. Yapının tarihi konusunda kaynaklar 1391 ile 1395 yıllarını işaret eder. Bayezid’in Birinci İstanbul kuşatmasından sonra yaptırdığı söylenebilir. Anadolu kıyısında Göksu deresinin denize döküldüğü yerde, dere ile deniz arasında yükselen Hisar’a “Güzelce Hisar” da denir. Anadolu Hisar’ı Osmanlı tarihinin bazı olaylarına tanıklık etmiştir; Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda yenilmesinden sonra oğlu Süleyman Çelebi bir sure burada saklanmış, Sultan II. Murat, Varna Savaşı’na giderken karşı kıyıya önce geçen Çandarlı Halil Paşa’nın toplarının korumasında, Anadolu askerini buradan Rumeli’ye geçirmiştir. Fatih devrinde Hisar güçlendirilmiş ayrıca burada bir cami yapılarak bölge yerleşime açılmıştır.İstanbul’un fethinden sonra Hisar, kente Karadeniz’den gelecek saldırılara karşı kullanılmıştır. Karadeniz kıyılarının fethinden sonra 16. yüzyılda pek askeri önemi kalmamıştır. 17. ve 18. yüzyıllarda ise Boğaz’a kadar uzanan Kara Kazakların saldırılarına buradan karşı konulmuştur. Anadoluhisarı, iç ve dış kale ile bu kalelerin duvarlarından oluşur. Dış kale surları üzerinde üç kule bulunmaktadır. Bir kaya üzerine oturtulan iç kale, dikdörtgen planlı, dört katlı bir kuledir. Kalenin alt katlarının kapısı yoktur. Kaleye asma köprüden girilir. İç kale duvarı köşelerinde yuvarlak kuleleri bulunan iki buçuk metre kalınlığında bir duvardır. İç kale duvarları, kaleye asma köprü ile bağlanır. Ortalama kalınlığı iki metre olan dış kale duvarları ise, çok kemerli , çokgen biçiminde bir surdur. İç kale duvarları ile birleşen bu surun, kuzey-güney uzunluğu 80 metre, doğu-batı yönündeki uzunluğu ise 65 metredir. Dış kale duvarları üzerinde üç kule yer almaktadır. Kulelerin üzerinde topların yerleştirildiği mazgallar bulunur. Çapları 4,75 metre, 6 metre ve 7,5 metre olan kulelerin büyüklükleri farklıdır. Kalenin yapımında basit usuller uygulanarak sağlamlık ön planda tutulmuştur. Yapımında değişik yoğunlukta blok taş ve tuğla örgü kullanılmıştır. Rumeli Hisarı “Boğazkesen” Evliya Çelebi’nin detaylı bilgi verdiği Boğazkesen Hisarı, Sultan II. Mehmet’in İstanbul’un fethi için yaptığı hazırlıkların başında gelir; Sultan’ın Boğaziçi’nin Rumeli kıyısında 1452’de yaptırdığı hisardır. Bebek ile Baltalimanı koyları arasında otuz dönümlük alanı kapsayan Hisar, eski Hermaion burcu üzerine yapılmıştır. Evliya Çelebi’nin de belirttiği gibi uzaktan bakıldığında Arap Alfabesi ile “Mehmet” yazısı okunacak şekil üzerine inşa edilmiştir. Hisar’ın yeri saptanırken Boğaz’ın en dar yerindeki bu noktanın Anadolu Hisarı ile Boğaz girişini kapaması düşünülmüştür. Geçişi engellemede, ateşle önleme ile akıntı nedeniyle gemilerin kıyıya yaklaşma zorunluluğu hesaplanmıştır. Hisar, üç büyük kuleye dayanan, dikdörtgene yakın bir plandadır. Hisar’ı çevreleyen sur duvarları Kuzey-güney yönünde 250 metre, doğubatı yönünde 125 metre; duvar kalınlığı ise -İstanbul surlarının iki katı- beş metredir. Hisar’ın beş kapısı vardır: Dağ kapısı, Dizdar kapısı, Hisarpeçe kapısı, Sel kapısı, İstihkâm kapısı. Bütün duvarlarda seğirdim (nöbet) yolları vardır. Seğirdim yollarından kulelere bağlantı yoktur. Böylece, avlu ve bedenler düşman eline geçtiği zaman büyük kulelerin ayrı ayrı düşmana dayanabilmesi sağlanmıştır. Üç büyük kuleden başka kalede, on üç küçük burç vardır. Hisar’ın üç büyük kulesi dünyadaki en büyük kale burçlarıdır. Denizden bakıldığında sağ taraftaki burç, Sarucpaşa kulesi en yüksek olanıdır. Sol taraftaki Zağanospaşa kulesi en kalınıdır. Sarucapaşa kulesinin üçüncü katındaki odaya “Fatih odası” denir. Deniz kıyısında bulunan üçüncü kulenin adı Halilpaşa kulesidir. Bu kule üzerinde Kûfi hatla Allah’ın adları yazılmıştır. Kulelerin yapımıyla kulelere adları verilen paşalar görevlendirilmiştir. Hisar’ın ortasında Fatih tarafından vakfedilen bir de cami vardır. Kitabesiz iki çeşmeyle büyük bir sarnıç, Hisar’ın su ihtiyacını karşılar. Kalenin inşaatında Fatih Sultan Mehmet yönetiminde bin kadar usta iki bin kadar işçi çalışmıştır. Hisar’ın inşaatı 26 Nisan-28Ağustos 1452 tarihleri arasında, dört ay gibi kısa bir sürede tamalanmıştır. Hisar’ın planı Fatih tarafından tasarlanmıştır. Hisar’ın yapımı tamamlanınca içine Firuz Ağa komutasında 400 kişilik kuvvet yerleştirilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Hisar hapishane olarak kullanılacak; Gedik Ahmet Paşa, Çandarlı Halil Paşa gibi komutan ve devlet adamlarının hapsedildiği kuleye “Karakule” adı verilecektir. Evliya Çelebi Hisar’ı bakın nasıl anlatıyor: “Ta dağın tepesinde olan yedi tabaka büyük kubbe mim(M) şeklindedir. Bekçi kapısı olan küçük hisar (H) şeklindedir. Aşağı deniz kıyısında büyük şişhane kule ikinci (M) şeklindedir. Durmuş Dede tekkesi tarafında dört köşe küçük hisar dal(D) harfi yerine geçer. İşte buna göre Rumelihisarı Mehmed ismi şeklinde ve ebced hesabı ile (Mehmed) kelimesi 92 olduğundan hisarda fırdolayı doksan iki dirsek ve burç vardır. (Han) kelimesi ebced hesabı ile (651) olduğundan hisarın etrafında 651 bedeb taşı vardır. İşte bu sanat ile kale altı ayda tamamlanınca etrafını alan çalı çırpıya ateş verdiler. Yeni kale, beyaz inci gibi meydan çıkıp, bütün asker kaleye girerek top, tüfenk, cephane ve diğer mühimmatı yerleştirmiştir… İşte Rumelihisarı bu şekilde sağlam kale olup batı tarafı göklere erişmiş kayalardır. Etrafında hendek yoktur. Büyüklüğü etrafı 6000 adımdır. Duvarının yüksekliği kırk ziradır. Üç kalesi seksen Mekke ziraıdır. Her birisi Samanyolu gibi göklere baş kaldırıp tâ en tepesindeki alemin dibinde göz göz bekçi kuleciği vardır. Her bir onar tabaka odalardır. Padişah bir adama hiddet etse bunu mim (M) kalesine hapsederdi. Üç kapısı vardır. Biri kuzeye bakan “Dağ kapısı”, diğeri aşağı şehre bakan küçük “Hisar kapısı”, üçüncüsü demir pencereli “Sel kapısı” dır ve her vakit kapalıdır. Yüzbeş parça topu vardır. Fakat deniz kıyısında Boğaz’a bakan bir tepede, içine adam sığan balyemez ve şayka topları vardır. Kale ağası ve üç yüz kadar neferler gece ve gündüz hazır dururlar. Kale içinde kayalara bitişik kırlangıç yuvası gibi yüz seksen kadar nefer evleri vardır. Bir minareli “Fatih Camii”, iki mescidi, iki buğday anbarı vardır. Başka imaret yoktur.” Miro Sergisi Üzerine… Haberimizi daha önce vermiştik,” Sabancı Müzesi, Katalan ressam ve heykeltıraş Joan Miró'nun eserlerinden oluşan kapsamlı bir sergiye ev sahipliği yapıyor” diye. Gerçeküstü ve soyut resmin en önemli isimlerinden biri olan Joan Miró'nun olgunluk dönemine odaklanan sergi, “Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” adını taşıyor. Sergi, Miró'nun resimlerinin yanı sıra, taş baskı, heykel ve seramik çalışmalarından oluşan zengin bir seçki sunuyor sizlere. Fresk, gravür ve halı çalışmaları da olan sanatçının düşlerindeki soyutlama ve canlılık tüm yapıtlarında kendini gösteriyor. Düşlerinin rengini kullanan, “Benim için bir parça ot, koskoca bir ağaçtan, küçük bir taş, koskoca bir dağdan daha önemlidir, küçücük bir yusufçuk bir kartal kadar önemlidir” diyen sanatçı, çizginin ve rengin efendisi, bir leke ustası olarak kabul ediliyor. Miro’nun “Kadınlar, Kuşlar ve Yıldızlar” sergisi sanatçının yıllar boyunca yaptığı çalışmalardaki temalara bir gönderme niteliği taşıyor. Aslında sanatçının temaları ve renklerinin çeşitliliği sınırlıdır. Kısıtlı sayıda öğelerden oluşan kendine özgü biçimsel bir dili vardır. Bu öğeler, kadın, kuş, ay, güneş ve takımyıldızlardır. Bir ara sanatçı, taş baskısı, asite yedirme ve seramik çalışmalarına yönelir, ardından tekrar resme döner. Miro’nun bu dönem resim çalışmaları özgür ve hareketlidir. Yapıtlarında tuvalde akan kandamlaları, el izleri, renk lekeleri gibi dışa vurumcu efektler görülür. Simgeler arka plana itilirken, grafik, heykel, seramik ve dokumalarında tekniğin yarattığı uyum göze çarpar. Miro’nun gizli dilinde sürekli tekrarlanan ucu çiçekli cinsel organlar, gök mavisi kayan yıldızlar, ay, güneş, kuş ve gizemli sonsuzluk simgelerini görmek istiyorsanız, trafikte uzun saatler süren yolculuğu, müze kapısında oluşan uzun bilet kuyruğunu göze almak zorundasınız. Muhteşem çizgi ve renklerden oluşan yapıtların, hayal dünyanıza gizemli bir kapı açması dileğiyle… Pierre Abelard (1079-1142) " Cennet ve Cehennem için bu evrende yer aramak boştur… Akıl insana bir yarar sağlamak için verilmiştir. İnsan ancak şüphe sayesinde, gerçeği arar ve bulur. Aklın görevi de budur. Bu nedenle, kesin olarak bilinmeyen bir şeyi körü körüne kabul etmek yanlıştır. Ne mucize, ne de kutsal kitaplar, akıl kadar gerçeği ispat edebilirler." Yukarıdaki düşüncelerin sahibi Fransız ilahiyatçısı ve şairi Abelard, Fransız tarihinde Rönesans'ın doğmasına ışık tutan filozoflarından biridir. 1079'da Nantes yakınlarında doğan Abelard, ilk gençliğinden başlayarak felsefeyle ilgilendi. Otuz yaşlarında Paris'te bir okul açarak dersler vermeye başladı. Ahenkli sesi, felsefi dehası ve şair ruhuyla Paris halkını büyüleyen yakışıklı filozofun din bilim dersleri Almanya, İngiltere ve Fransa'nın değişik eyaletlerinden gelen öğrencilerle doldu, taştı. Söylentiye göre Hıristiyan ahlakını tartışan Abelard'ın bazı günler öğrencilerinin sayısı beş bini buluyordu. Abelard, Hıristiyanlık disiplininden büsbütün bağımsız bireyci bir ahlak anlayışını savunuyordu. " Kendini Bil" adını verdiği yapıtında, insanın kendini bilmesinin dıştan bir otoriteyi bilmesinden daha önemli olduğunu vurguluyor ve şöyle diyordu: "Us, inancın yerine geçmemeli, onun önünde olmalıdır… Kişi, bilincine uygun olarak davrandığı zaman doğru yaptığını düşünür. Bu durumda hata yapıyor olsa da, günah işlemiş olmayacaktır. Onun eylemi tümüyle erdemlidir; çünkü yaptığı şeyin doğru olduğunu düşünmektedir. Onun öznel yazgısı, nesnel doğruluk ilkesiyle uyum içindedir" Abelard felsefesinde, imana hiç yer vermeden, aklın Tanrısal olan her şeyi kavrayacağını kabul etmeye cesaret ediyordu. İmanı eleştirmesi ve akıl açısından ele alması kilise babaları tarafından baskıya uğramasına neden oldu. Filozof, İsa'nın Tanrılığını inkar etmekle suçlandı.Bu yetmedi Ortaçağ'ın en çok okunan filozoflarından olan Abelard, yaşadığı aşk serüveniyle de baskıya uğradı. Şimdi onun hüzünlü aşk öyküsünü dinleyelim. Abelard, 1116 yılında, papaz Flubert'in evinde oturuyor ve onun yeğenine özel ders veriyordu. Filozof, güzel olduğu kadar zeki ve duygulu öğrencisi Heloise'e aşık oldu. Ancak bu büyük aşkın sonu acı oldu. Kızın dayısı Papaz Flubert olaya şiddetle karşı çıktı. Heloise'in hamile olduğunun anlaşılması üzerine Abelard, kızı kaçırdı ve gizlice evlendiler. Bir oğulları dünyaya geldi. Çocuk, bağnaz ortaçağ toplumunda evlilik dışı olarak nitelendi. Bu arada olayı hazmedemeyen Flubert, tuttuğu adamlarla birlikte Abelard'ın evini basarak filozofu hadım ettiler. Olay üzerine büyük bunalımlar yaşayan filozof manastıra kapandı. Ardından eşi Heloise de rahibe olarak yaşamla ilişiğini kesti ve manastıra çekildi. Filozof bu arada "Tanrıbilime Giriş"i yazdı. Düşünceleri kilseyi ayağa kaldırdı. 1121'de Soisson konseyi tarafından kendisine, yapıtını kendi eliyle yakma ve Saint-Medard manastırına kapanma cezası verildi. Felaketini hazırlayan düşünce savaşlarından asla vaz geçmeyen filozof, düşüncelerini özgürce yazarken, sevdiği kadına da mektuplar yazdı. Abelard 1142'de altmış üç yaşında kapatıldığı manastırda, sevgili Heloise ise ondan yirmi iki yıl sonra manastırda öldü. Yüzlerce yıl sonra, 1817'de iki sevgilinin cenazeleri, Paris'te ünlü Pere Lachaise'de yüksek kabartmalarla süslü anıtsal bir mezara birlikte gömüldü. Bu iki bahtsız insanın tarihe geçen aşklarının anısına tablolar yapıldı; manastırdan birbirlerine yazdıkları insanın içini acıtan "Elin… Elin değmiş bu mektuba" diye başlayan mektuplarından tiyatro oyunları yazıldı. Acı ile sevginin satırlara döküldüğü, bu mektuplardan bir bölümünü aşağıya alırken, Abelard ve Helois’in aşkları önünde saygıyla eğiliyorum: "Elin… Elin değmiş bu mektuba Aşık olduğum elin. O aşka susamışım, Hakkım var o elin yazdığı mektubu açmaya Merakım cezasını buldu işte. Nerden bilirdim her satırda adımı duyacağı mı? Uzun bahtsızlığımızın kısa hikayesini yazdığını Nasıl tahmin edebilirdim? Düşünüyordum, hatta korkuyordum, Uzun süren suskunluğun ya benden çalınmış huzursa, Ya beni unutacak kadar güçlenmişsen… Oysa ancak anılara teslim olmayacak kadar benim gücüm. On yıldır dökemediğim gözyaşlarımdır delilim. Nasıl bilebilirdim, Senin de hala acı çektiğini, tıpkı benim gibi? Erkeksin sen, akıllı, nitelikli Tüm Hıristiyanlar birleşse, dolduramaz yerini… Istırabın duruyor önümde satır satır, hem de el yazınla, Ah Abelard! Dokunuşlarını bana taşıyan O kağıdı, o mürekkebi nasıl seviyorum…" Helois Nermin Özsel, Biyografiler Sinop Zindanı… Şimdi bayram bayram bu “Sinop Zindanı” yazısıda nereden çıktı demeyin. Eğer başımızdaki büyükler onu da altüst etmedilerse bugün cezaevlerinde açık görüş günü ya, ondan aklıma geldi. Yoksa damağınızdaki bayram şekeri tadını pardon, şeker bayramı değil kurban bayramı, bu nedenle kavurma tadını acılaştırmak gibi kötü bir niyetim yok… Sinop kentini görmedinizse mutlaka görün derim. Özellikle Sinop Zindanı’nı; zindanın sur duvarlarıyla çevrili kocaman geniş bir avlusu var. Avluya girdiğinizde taş duvarları, kemerleri ve kuleleriyle tarihi doku sizi etkiliyor. Hele taş duvarların, kemerlerin, pencere pervazlarının arasından sarkan öbek öbek çiçekler, duvarların boz zeminini renklendirirken aslanağzı, şebboy, papatya ve katırtırnağı demetleri burada yatanların anısına, çok özel görüntüler ve öyküler sunuyor size. Çiçek demetleri, sarmaşık, çınar ve incir ağaçlarının yeşiline dolanıyor. Cezaevi'nin avlusunu geçip içeriye adımınızı attığınız anda bu büyülü tarihi doku bozuluyor. Çiçek kokularının yerini rutubet kokusu alıyor; basık, kirli, loş ve kasvetli koridorlar, ürküntü veren koğuşlar, paslı zincirleriyle kapkara tecrit odaları korkunç bir görüntü oluşturuyor. Demir parmaklıklar, koğuş odalarının küçük pencereleri, kirli duvarlara kazınmış isimler, tarihler ve dizeler, çarpık pencerelerin kırık camlarından dallarını içeriye uzatan incir ağaçları, sizde nefes almak için yapıyı bir an önce terk edip kaçma isteği uyandırıyor. Zindanın üzerinizde oluşturduğu ağır baskıdan kurtulmak için hızla sahile inip çay bahçelerinden birinde, sıcacık nokul ve bir bardak çay eşliğinde derin bir nefes alma ihtiyacı duyuyorsunuz. Önünüzde uzanan Karadeniz'in uzak ufkunu izlerken Sinop'ta doğan ve doğduğu topraklarda iz bırakanlar birer birer önünüzden geçiyor. Kurtuluş Savaşı'nın kahraman komutanlarından Kemalettin Sami'yi, siyaset ve hukuk adamı Yusuf Kemal Tengirşenk'i saygıyla selamlıyorsunuz. Uzaklardan, Mustafa Kemal'in amansız düşmanı Doktor Rıza Nur görünüyor. Ardından Balatlar kilisesinde sürdürülen kazı çalışmalarını, şimdiye dek yaşamı hakkında pek bir şey bilmediğiniz için kendinizi suçladığınız, Kral VI. Mithridates'in mezarının ve altın heykelinin bulunduğunu hayal ediyor; yakışıklı kralı at üzerinde düşlüyorsunuz. İkinci çayı yudumlarken yavaşça gözlerinizi kapatıyor, kuzeyden gelen esintinin ferahlığını içinizde hissediyorsunuz. Karadeniz kıyılarının, Anadolu'nun kuzey ucunu belirleyen Sinop fenerinin, denizlerimizin tek fiyortuna sahip Hamsilos koyunun, Sisdüdüğü tepesinin ve Karakum plajının güzellikleri, film şeridi gibi geçiyor gözlerinizin önünden. Denize bir yumruk gibi uzanan yarımadanın kıyılarını, Şahin tepesinden veya tekne ile denizden belleğinize yerleştirirken, iskelede balık tutan koyu siyah gölgeler oltalarını uzaklara fırlatıyor. Batmakta olan güneş, suyun üzerindeki çırpıntıları açıklı koyulu gölgelere, lacivert, mor ve gümüş ışıltılara boyarken, dalgalar, sonsuz gitgellerle, zindanın eteklerindeki kayaları ve sur duvarlarını okşamayı sürdürüyor. Klasik müzik tadında dalgaların sesini dinliyorsunuz… Yazının bütünü için www.cekmecedenoykuler.comu tıklayınız. Bayramınız kutlu olsun sevgili dostlar… “Çekmeceden Öyküler, sanırım hepimizi heyecanlandıracak, yaşama daha da sıkı bağlanmamızı sağlayacak. Her sabah uyandığımda, sabırsızlıkla, taze bir çayı yudumlarcasına zihnimizde güzel dokunuşlar yaratacak o dünyaya dahil olmayı çok isterim” diye yazmış Sevgili Feyza. Beklenti yüksek olunca karar vermede zorlanıyor insan ve yazılardan yazı beğenemiyorsunuz. Sonunda Evliya Çelebi’den bayram şekeri tadında bir yazı ile bayramınızı kutlamak istedim. Bayram günlerinde ve panayırlarda kurulan ip canbazlarını bilir misiniz? Günümüzde kaybolan meslekler arasında fakat siyasiler arasında bolca örneğini gördüğümüz ip canbazlarını Levni’den bir minyatür eşliğinde ve Evliya Çelebi’nin tatlı dilinden dinleyelim: İp Canbazlarının Seyri… “Kırk senede bir kere bütün canbazlar hep birlikte toplanıp birbirlerini yola çekip imtihan etmek için bu İstanoz deresinde veya Anadolu’da Geduz kalesi kayasında karhane (işyeri) kurup ip canbazlığı ederler, işsiz, güçsüz adamlardır. Bu dere içinde oyunları varıp gördük. Bulutlara değen yalçın kayalı dar boğazda, kayaların ta tepesine, bir kayadan bir kayaya sağlam Frenk ipleri germişler. İpleri kayalar kesmesin diye, iki başlarına postlar bağlamışlar. Güvendikleri adamları silahlarıyla bekçi koymuşlar ki, usta canbaz marifeti gösterirken, düşmanı ipi kesmeye… Kayaların yukarısına, aşağısına binlerce insan birikip, kayalar insanla dolmuş. Aşağı şehrin içinden akan nehir kenarında bir hafta evvel sofa, taht ve kerevet yapmışlar. Açık yerlere çadırlarını kurmuşlar. Bu kadar bin mahluk seyretmeye koyulmuşlar. İki tarafında Engürü paşasının mehterhanesi güldür güldür dövülüp duadan sonra sanatkarlar birbirlerini meydana davet ettiler. Serçeşmeleri (reisleri, başları) Üsküdarlı Canbaz Mehmet Çelebi Bismillah ile eline terazisini alıp iş başına geçti. Bir gülbankı Muhammedi çektirip o kayalar içinde Allah Allah sesi göklere ulaştı. Davullara tokmaklar vurulup bu defa Koca Mehmet Çelebi, o ince imtihan ipi dedikleri ip üzerinde şimşek gibi seğirterek şaklayıp giderken, hemen ipin ortasında, göz açıp kapayıncaya kadarlık bir zamanda öyle bir geri döndü ki, terazisi elinde, tazı önünden tavşan döner gibi döndü. Seyredenlerin parmakları ağzında kaldı. Meğer canbazlar arasında böyle, yıldırım gibi giderken, ip üzerinde kimse geri dönemezmiş…” İstanbul’un Kurtuluşu Üzerine… Lozan Antlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylandıktan altı hafta sonra İstanbul, Müttefik kuvvetleri tarafından boşaltılacaktı. 2 Ekim 1923 günü saat 11.30’da işgal kuvvetlerinin komutanları Harrington, Charpy ve Mombelli İstanbul’da Dolmabahçe önünde bu kez tören kıtalarını ve Türk bayrağını selamlayıp rıhtıma doğru ilerlediler. General Tim Harrington Boğaziçi’nde demirli duran Arabic adlı gemiye bindi. İngiliz bandosu şehirden ayrılırken “Mustafa Kemal Paşa” adlı Türk marşını çalıyordu. Mondros Ateşkesi’nin imzalanmasından sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelen Mustafa Kemal’in, Dolmabahçe önlerine demirleyen işgal donanması karşısında, yaveri Cevat Abbas’a söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözü pek çok öngörüsünde olduğu gibi gerçekleşmişti. İşgal güçleri beş yıl sonra geldikleri gibi gidiyorlardı. Hem de Türk bayrağını selamlayarak. Onların kenti boşaltmalarından dört gün sonra Türk askeri İstanbul’a girdi. Türk gazeteleri ise işgalcilerin çekip gitmesini gururla yorumluyordu: “ Hele şükür çekip gittiler; silahlarını, askerlerini, tüfeklerini gemilere yükleyip soylu Türk halkının bakışları altında, şerefli bayrağımızı saygıyla selamlayarak çekip gittiler. Bize adalet ve uygarlık getireceklerini söylemişlerdi. Adaletleri sokak köşelerinde çocukları, günahsızları dövmek, sarhoş askerleri tarafından masum halkın kurşunlanması idi. Uygarlıklarına gelince, Pera semtine yaradı. O Pera ki, bir rezalet yuvası halini aldı. Deniz kıyısındaki yalılarımızda âlemler düzenlediler, şehrin her yanında kumarhaneler açtılar. Uygarlıkları buydu işte. Ve bu gün Doğu uygarlığının Batı uygarlığına olan üstünlüğüne bir kez daha tanıklık ediyoruz.” Giordino Bruno (1548-1600) “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım… Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar…Ben, saf ve masum bilgeliğin filozofuyum; Avrupa’nın diğer üniversitelerinde meşhur olan beni yalnız barbarlarla kaba insanlar tanımazlar. Uyuyan ruhları uyandırmak, bilgisizliğin azgınlığını gidermek amacım olduğu gibi, ikiyüzlülerden tiksinen ciddi ve meşru zekalar tarafından sevinç heyecanlarıyla kabul edilen bir profesörüm.” Nermin Özsel, “Biyografiler” Kentlerin Kraliçesi İstanbul… Bir zamanlar üç kıtanın payitahtı ve yirmi kadar ülkenin kraliçesi, iki ummanın ve iki cihanın efendisinin mukaddes kenti, bir tarafı karaya, iki tarafı denize bakan, İslam dünyasının “Ümmi Dünya” Dünya’nın anası kabul ettiği bir kent İstanbul. Sabah şafağıyla birlikte ilk gün yüzüne çıkan, gece karanlığında gümüş ışıklar saçan, minareler kenti İstanbul’un, dünyanın en güzel yerine kurulduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur. Kente girişte günümüzde gökdelenlerin bozmaya çalıştığı, minareleriyle Sarayburnu sırtlarından o muhteşem silüet karşılar sizi. Denize bakan Marmara sahilleri surlarıyla önünüzde uzanır. Surların üzerinden upuzun fildişi kuleler gibi bir sürü parlak külahlı minare yükselir göğe. Sırasıyla pembe Ayasofya’nın yanında altı minareli Sultan Ahmet, on kubbeli Süleymaniye, minarelerinin aksi denize vuran Yeni cami ve daha ötelerde Fatih ve Yavuz Selim camileri görünürler. Anadolu tarafındaysa Kızkulesi’nin ardından Üsküdar camileri tepeler üzerinde inci dizilirler. Süt renginde ve gümüş parlaklığında şeffaf göğün altında kentin silüeti belirginleşirken, minarelerin uzun beyaz gölgeleri safir renkli denizin üzerine düşer; gümüş kubbeler parıldar. Dünyanın bu en güzel manzarasında, birbirine karışan hayalle gerçeğin sınırını, kuğu görünümlü boğaz vapurlarının keskin düdüğü çizer. Nermin Özsel, “Evliya Çelebi’nin izinde İSTANBUL CAMİLERİ” I.Bayezid içki içerdi. Fatih Sultan Mehmet, oğlu II Bayezid ile birlikte içki âlemleri düzenlerdi. Yavuz Sultan Selim içki içerdi, Kanuni Sultan Süleyman içki içerdi. II. Selim hükümdar olduğunu öğrendiğinde hamamda içki içiyordu. Öldüğünde sarhoştu. Hamamda içki içerken ayağı kayar ve kafasını mermere vurarak beyin kanaması geçirip ölür. III. Mehmet, III. Murat içki müptelasıydı.IV. Murat içkiyi yasaklamasına rağmen kendisi içki içerdi. III. Ahmet, Lale Devri’nin padişahı, zevk ve sefanın doruğa çıktığı, içki âlemlerinin çokça düzenlendiği dönemlerdir. III. Ahmet de dönemin iyi içicileri arasında idi. II. Mahmut, Osmanlı halkı onu, gâvur padişah, olarak adlandırmıştı. İçki müptelası idi. Oğlu Abdülmecit içki yüzünden öldü.II. Abdülhamit’in “rom” adı verilen içki içtiğini ailesi söylemekte. Bunlar, Osmanlı’da içki içen ‘Halife’ efendilerimiz!Ne diyelim! Padişahların içki âlemlerinde en çok sevdikleri kişiler Saray soytarılarıydı. AL SANA OSMANLI! Nüfus 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu. Traktör sıfırdı, karasaban’dı. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu. İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu, bebek ölüm oranı binde 480’di, her doğan iki bebekten biri ölüyordu. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, sadece 8’i Türk’tü. Diş hekimi, sıfırdı. Dört hemşire vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı. Ortalama ömür 40’tı. Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan sadece dört fabrika vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil sayısı bin 490’dı. Sadece dört şehirde özel otomobil vardı. Kadın, insan değildi. (Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken… Bademlerin yere göğe sığdıramadığı Abdülhamid’in 16 tane eşi vardı. Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur hanım filan, 16 tane… Yaş itibariyle, tamamı çocuktu. Tayyip Erdoğan’ın dedemiz dediği Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Ahali ineğine verecek saman bulamazken, herif sarayında iki futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.) Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı. Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu, kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu. “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu. Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu! Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz ortaçağ’dı. Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı. “Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik, köpekleştirildik” falan deniyor ya… İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Sadece 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten, Müteteferrika da devşirmeydi, Macar’dı. Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, beş milyar adet satılmıştı. Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!” Atom Bombası; Savaşa Son Noktayı Koyuyor… “Bu yas gününü, yeni Japonya’nın doğum günü olarak kabul edelim” Japon İmparatoru İkinci Dünya Savaşı sürerken Amerikalılar, dünyayı temelinden sarsacak bir buluşa imza atılar; bir fizik kuralını ölümcül bir silaha dönüştürdüler. 1940 yıllarının başında, nükleer fizik alanında gelişmeler başladığında bir nükleer atomun proton ve nötronlardan oluştuğu görülmüştü. Protonların sayısı 1’den 101’e dek değişmekte bu durum atomun kimyasal elementlerini belirlemekteydi. Örneğin: hidrojende bir, uranyumda ise dokuz proton vardır. Nötronların sayısı ise değişiklik göstermekte ve çekirdek, izotop denilen nötronların sayısına göre nitelik kazanmaktadır. Çekirdeklerin parçalanmasından belirli bir güç ortaya çıkmaktaydı; çeşitli çekirdeklerin bir arada eritilmeleri veya parçalanmaları, olağanüstü patlamaya yol açabilirdi. Bu patlamanın oluşturacağı enerji, bombanın temelidir. İki çekirdeğin bir arada eritilme ilkesi hidrojen bombasının temelini oluşturmuştur. Burada kullanılan ikisi de tek protonlu olan iki hafif elementi bir arada işleme sokmaktır. Uranyum 235 gibi 92 protonlu bir elementin, çekirdeğinin ikiye parçalanması atom bombasının temelini oluşturan kuramı ortaya koyar. Zincirleme tepkimenin elde edilmesiyle enerji korkunç boyutlara ulaşabilmektedir. İkinci Dünya Savaşı başladığında bu tür bilimsel çalışmalar biliniyordu. Savaş nedeniyle bazı bilimsel çalışmalar durdurulmuştu. Diğer taraftan askeri amaçla geliştirilip silah olarak kullanımı düşüncesini de doğurmuştu. Fransa işgal altında olduğundan çalışmaları durdurdu. İngiliz ve Amerikalı bilginler çalışmalarını büyük gizlilik içinde birlikte sürdürdüler. 1942 Nisan’ında İngiliz-Norveç sabotaj kolu, Rjukan yöresindeki ağır su fabrikasını, Almanların nükleer araştırma umutlarıyla birlikte ortadan kaldırmışlardı. Müttefikler 1944 yılında Strasburg’da bazı belgeler ele geçirip Almanların bu konuda çok geride olduklarını anlayıncaya dek atom bombasının onlar tarafından yapılabileceği korkusuyla yaşadılar. Güvenlik nedeniyle “Manhattan Projesi” adı verilen çalışma Amerika’da İngiliz ve Amerikan bilim adamlarınca savaşın sonlarına dek sürdürüldü. 1945 yılının Ağustos ayına gelindiğinde bir bomba yapılabilecek kadar zenginleştirilmiş uranyum elde etmeyi başardılar. 17 Temmuz 1945 günü New Mexico yöresinde Alamogordo çölünde yapılan deneme en abartılı hesapları bile aşarak öyle başarılı oldu ki, bilim adamları dehşete düştüler. Bu silahın hiçbir koşul altında insanoğluna karşı kullanılmamasını istediler. Ancak bu karşı çıkmalar pek işe yaramadı. Avrupa cephelerinde savaş sona ermiş Uzakdoğu’da mücadeleden yalnızca Japonlar kalmıştı. Japonlar teslim olmaktansa intihar ediyorlar, kamikaze uçaklarıyla Amerikan donanmasının üstüne atılıyorlardı. Bu sırada Sovyetler Birliği Mançurya üzerinden Japonlara ağır bir darbe vurdu. Sovyet Rusya’nın Japon adalarına çıkmasını engellemek isteyen Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetlerden önce davranıp son darbeyi vurmak istedi. Müttefiklerin can kayıplarını önlemek ve Stalin’e uyarı mesajı vermek isteyen Amerikan başkanı Truman, Churchill’in de onayını alarak 6 Ağustos’ta Hiroşima ve 9 Ağustos’ta da Nagazaki’ye birer atom bombası atılması kararını verdi. Ancak atom bombaları atıldıktan sonra 10 Ağustos 1945’te Japon İmparatoru, çarpışmalara son verdi; ülkesinin teslim olduğunu açıkladı. Japon ordusunun teslim antlaşması 2 Eylül’de Missouri zırhlısında imzalandı. Japon İmparatoru anlaşmayı imzalarken “Bu yas gününü yeni Japonya’nın doğum günü olarak kabul edelim” diyerek halkına umut verdi. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombaları, Japonların kayıtsız şartsız Amerikalılara teslim olmalarını sağladı. Savaşın sonunda Japonlar egemenliklerini, bütün sömürgelerini, donanmalarını ve iki milyona yakın insanını kaybedecekti.