İç Sayfalara Gözat

Transkript

İç Sayfalara Gözat
I. Bölüm
Eski bir Buda bir keresinde dedi ki;
Şu anda en yüksek dağın zirvesinde duruyor,
Şu anda en derin okyanusun dibinde hareket ediyor,
Şu anda üç kafalı ve sekiz kollu bir şeytan,
Şu anda bir budanın iki metrelik altın bedeni,
Şu anda bir keşişin değneği ya da bir üstadın sinekliği,*
Şu anda bir sütun ya da bir fener,
Şu anda herhangi bir Dick ya da Jane**,
Şu anda bütün yeryüzü ve sonsuz gökyüzü.
Dōgen Zenji – “Şu anda”***
*
sineklik: İng. fly-swatter, Jap. hossu – Zen rahiplerinin taşıdığı, ahşap ya da bambu
sapa takılan at kılından yapılmış süpürge.
**
Jap. chōsan rishi – Gerçek anlamıyla Zang’ın üçüncü oğlu ve Li’nin dördüncü oğlu biçiminde söylenen bu deyimde kastedilen; bahsi geçen kişinin herhangi biri olabileceğidir.
Bu nedenle bu kısmı, Dick ve Jane olarak çevirmeyi tercih ettim. Herhangi bir isme karşılık
gelebilir tabii.
***
Eihei Dōgen Zenji (1250– 1253) – Japon Zen üstadı ve Shōbōgenzō’nun (Gerçek Dharma Gözünün Hazinesi) yazarı. “Şu anda” (Uji) on birinci bölümde yer alır.
Nao
1
Selam!
Benim adım Nao* ve ben bir zaman kahramanıyım. Zaman
kahramanı da neyin nesi dediğini duyar gibiyim. O hâlde izin
ver, anlatayım.
Zaman kahramanı, zamanın içinde yaşayan kişidir. Yani
aslında sen de ben de zaman kahramanıyız. Şu anda yaşayan,
geçmişte yaşamış olan ve gelecekte yaşayacak olan herkes zaman kahramanı sayılır. Ben mesela, tam şimdi, şu anda Akiba**
kasabasında, çalışanlarının Fransız hizmetçi*** kılığına girerek
servis yaptığı bir kafede oturmuş, senin geçmişinde, benimse
şimdiki zamanımda olan bu an diliminde çalan hüzünlü bir
şarkıyı dinliyor ve bu satırları yazarken benim geleceğimde bir
yerlerde olan seni merak ediyorum. Ve eğer bu satırları okuyorsan o zaman belki sen de beni merak etmeye başlamışsındır.
Sen beni merak ediyorsun.
Ben seni merak ediyorum.
Ç.N.: *Nao: İngilizce’de şimdi anlamına gelen “now” (nav) kelimesi gibi okunur.
Ç.N.: **Akiba (Akihabara) Elektronik kasabası: Tokyo’da II. Dünya Savaşı’ndan sonra
oluşan ve her türden elektronik eşyaların bulunabileceği bir pazar yeri. Şimdilerde ise
video oyunları, manga ve anime hayranları için kültürel bir merkez hâline gelmiş olan
mahalle.
Ç.N.: ***Fransız hizmetçi kafeleri: Japonya’da genç kızların yüksek topuklu ayakkabılar
ve hizmetçi kıyafetleri giyip servis yaptıkları kafeler, bir tür modern geyşa kulüpleri.
BENİM BALIĞIM YAŞAYACAK
Sahi kimsin sen? Ne yapar, ne edersin?
Tıklım tıkış New York metrosunda tepedeki askılara tutunmuş bir yere mi gidiyorsun, yoksa Sunnyvale’de bir jakuzide
keyif mi çatıyorsun?
Phuket’te kuma uzanmış güneşleniyor musun, yoksa Abu
Dabi’de pedikür mü yaptırıyorsun?
Erkek misin? Kadın mı? Yoksa ikisinin arasında bir yerde
mi?
Sevgilin tam ağzına layık yemeklerle sofrayı donatıyor mu,
yoksa ayaküstü atıştıracağın soğuk hazır yemeklere mi talimsin?
Horul horul uyuyan soğuk nevale karına sırtını dönüp yatıyor
olabilir misin şu an? Yoksa ateşli bir sevişme hayaliyle dünyalar
güzeli sevgilinin duştan çıkmasını mı bekliyorsun sabırsızlıkla?
Kedin var mı mesela? Kucağına kıvrılır da uyur mu? Onun
o minik alnı sedir ağaçları kadar, taze bir esinti kadar güzel
kokar mı?
Aslına bakarsan bunların pek bir anlamı yok; çünkü sen bu
satırları okurken her şey şu anda yapıyor olduğundan farklı olacak ve bu kitabın sayfalarını aylak aylak karıştırırken sen, belli
bir yerde olmayacaksın artık. Bu kitap benim bu dünyadaki son
günlerimi anlattığım bir günlük aslında, okuyup okumayacağını
merak ederek kaleme aldığım bir günlük…
Eğer kararın okumamak olursa sorun değil, canın sağ olsun.
Çünkü bu durumda beklediğim kişi sen değilsindir zaten. Fakat
devamını okumaya karar verirsen… O zaman, kafamın uyuşabileceği türden bir zaman kahramanısın demektir ve biz birlikte
mucizeler yaratacağız!
9
2
Of… Ne saçmalamışım ama. Kendimi daha iyi ifade etmem
gerek. Eminim şu anda, ‘Nasıl bir kız böyle aptalca şeyler yazar?' diye merak ediyorsundur.
Şey, ben yazarım.
Nao yazar.
Nao, yani ben. Naoko Yasutani aslında tam adım. Ama herkes bana Nao der, sen de kısaca Nao diyebilirsin. Bu şekilde görüşmeye devam edeceksek sanırım sana kendimden biraz daha
bahsetmeliyim.
Aslında değişen fazla bir şey yok. Hâlâ Akiba kasabasındaki
kafede oturuyorum ve fonda Edith Pilav’ın başka bir hüzünlü
şarkısı çalıyor. Babette şimdi bir fincan kahve getirdi ve ben de
kahveden bir yudum aldım. Babette, benim hizmetçim ve aynı
zamanda yeni arkadaşım. Kahveme gelince Blue Mountain’den
şaşmam hiç, her zaman sade içerim. Genç bir kız için alışılmadık bir şey olsa da bence kahve çekirdeğinin o keskin tadına
hürmeten, iyi bir kahve kesinlikle bu şekilde içilmeli.
Çorabımı sıyırıp dizimin arkasını kaşıdım.
Bacaklarımın üstünde jilet gibi dursunlar diye eteğimin pililerini düzelttim.
10
BENİM BALIĞIM YAŞAYACAK
Omuz hizasındaki uzun saçlarımı yüzüme gelmesin diye tam
beş küpe deliği olan sağ kulağımın arkasına sıkıştırdım; fakat
şimdi tekrar yüzüme usulca düşmesine izin veriyorum. Çünkü
yan masada oturan otaku* kılıklı adam dik dik bana bakıyor.
Her ne kadar bu durumu komik bulsam da yine de beni tedirgin
ettiğini itiraf etmeliyim. Üzerimde okul forması var ve adam
alenen vücudumu süzüyor. Acayip bir liseli kız fetişi olduğunu
söyleyebilirim. İyi ama onun böylesi bir kafede ne işi var ki?
Anlayacağın, tam bir salak!
Gerçi bilemezsin. Hiçbir şey değişmez değildir ve her an her
şey olabilir. Yani bakarsın ben de onunla ilgili f ikrimi değiştiririm. Belki birkaç dakika içinde bana doğru uzanıp şaşırtıcı
derecede güzel sözler söyler ve ben de yağlı saçları ve çirkin
görünüşüne rağmen ondan hoşlanmaya başlarım. Hatta onunla
biraz sohbet etmeye tenezzül bile edebilirim ve bu konuşmanın
sonunda o da beni alışveriş yapmaya davet eder. Para basmadığı tipinden belli olsa da bana deliler gibi âşık olduğuna
ikna olursam onunla büyük bir mağazaya gidip kendime hoş
bir hırka ya da bir keitai**, hiç olmadı bir el çantası aldırırım.
Sonrasında belki bir kulübe gider kokteyl falan içeriz, sonra
da kocaman jakuzisi olan bir aşk oteline geçeriz. Birlikte duş
aldıktan sonra, tam onun yanında kendimi rahat hissetmeye
başlamışken bir anda gerçek yüzünü gösterir ve beni bağlayıp
yeni hırkamın plastik poşetini kafama geçirerek bana tecavüz
eder. Ve saatler sonra polisler cansız bedenimi bulur, büyük,
yuvarlak ve zebra desenli yatağın yanında, kolum bacağım bir
yerde, uzanır vaziyette.
Ya da belki sadece iç çamaşırımla onu boğmamı ister biraz,
o çamaşırımın kokusuyla kendinden geçerken.
Ya da belki bunların hiçbiri, benim ve senin zihninden başka
bir yerde gerçekleşmez. Çünkü dedim ya, ikimiz birlikte mucizeler yaratacağız, en azından bu zaman içinde.
*otaku (
) – Fanatik veya bağımlı, bilgisayar delisi, dâhi.
**keitai (携帯) – Cep telefonu.
3
Hâlâ orada mısın? Şu otaku kılıklı adam hakkında yazdıklarımı tekrar okudum da senden özür dilemek istiyorum. Biraz
edepsizce olduğunu kabul ediyorum. Çok da iyi bir başlangıç
yaptığım söylenemez.
Beni yanlış tanımanı istemem. Ben aptal bir kız değilim.
Edith Pilav’ın soyadının gerçekte Pilav olmadığını elbette biliyorum. Edepsiz bir kız ya da bir hentai* de değilim. Sapkın fantezilerle hiç işim olmaz. Eğer senin beklentin o yöndeyse lütfen
bu kitabı daha fazla okuma, tamam mı? Aksi takdirde hayal
kırıklığına uğrayacaksın ve senin için zaman kaybından başka
bir şey olmayacak. Çünkü bu kitap, sapık bir kızın pembe fantezilerle süsleyip ahlaksız fetişleriyle doldurduğu günlüğü falan
olmayacak. Sandığın gibi değil yani. Ölmeden önce birilerine
anlatmak istediğim hikâye bana değil, yüz dört yaşındaki Zen
Budist rahibesi olan büyük büyük nineme ait. Bu, onun büyüleyici hayat hikâyesi.
Biliyorum, büyük olasılıkla hiçbir rahibenin büyüleyici olabileceğini düşünmüyorsun fakat benim büyük büyük ninem
gerçekten öyle ve tuhaflıkla uzaktan yakından alakası yok.
Ama etrafta bir sürü tuhaf rahibe olduğundan eminim. Peki,
*hentai (変態) – Cinsel sapık.
BENİM BALIĞIM YAŞAYACAK
düzeltiyorum, belki çok yoktur ama tuhaf rahiplerin olduğundan eminim. Kesin olan bir şey varsa o da tuhaf rahiplerin her
yerde olduğu… Fakat benim günlüğüm onlarla ya da onların
garip davranışlarıyla alakalı olmayacak.
Bu günlük, büyük büyük ninem Yasutani Jiko’nun gerçek hayat hikâyesini anlatacak.
O bir rahibeydi, aynı zamanda da bir roman yazarı. Taisho
Dönemi’nin* Yeni Kadını’ydı,** anarşistti. Hem erkek hem de kadın âşıkları olan bir feministti; fakat tuhaf ya da kötü biri asla
değildi. Arada onun bazı aşk maceralarından bahsetsem de bu,
o saçma sapan geyşa zırvalarını yinelemek için değil, tarihsel gerçekleri ve kadınların gücünü anlatmak için olacaktır. O
nedenle, aradığın o berbat geyşa hikâyeleriyse eğer, zamanını
daha fazla boşa harcama lütfen. Şimdi bu kitabı kapat; eşine
ya da bir dostuna ver.
*Taishō Dönemi: 1912-1926. İsmini İmparator Taishō‘dan alan, ayrıca Taishō Demokrasisi diye anılan dönemde sosyal ve politik liberalleştirmelere gidilmişti. Bu dönem, sağ
görüşlü askeri kanadın iktidarı ele geçirmesiyle son buldu ve daha sonra Japonya II. Dünya Savaşı’na sürüklendi.
**Yeni Kadın: Japonya’da 1900’lü yılların başlarında, Taishō Dönemi'nde ortaya çıkmış
bir terim. Geleneksel erkek egemenliğini reddeden, ilerici, eğitimli kadın hareketi olarak
bilinir.
4
Sence de insanların hayatta belli başlı hedeflerinin olması
önemli değil midir? Özellikle de fazla zamanın kalmamışsa.
Çünkü eğer açık ve belirgin hedeflerin yoksa zaman su gibi akıp
gider ve o gün geldiğinde, ya yüksek bir binanın korkuluklarında
ya da elinde bir şişe hapla yatağının kenarına oturmuş, düşünürken bulursun kendini. Kahretsin! Ben bu fırsatı kaçırdım.
Keşke kendim için daha net hedefler koymuş olsaydım!
Bunu sana söylüyorum çünkü ben hep burada olmayacağım.
Senin de bunu baştan bilmen en iyisi. Böylece sen de ne olup
biteceği konusunda fazla kafa yormamış olursun. Varsayımlar
üzerine düşünüp durmak berbat bir şeydir. Beklentiler gibi aslında. Varsayımlar ve beklentiler üzerine kurulan ilişkiler kısa
soluklu olur. Onun için iyisi mi sen ve ben hiç o konulara girmeyelim, olur mu?
Gerçek şu ki çok yakında zamandan mezun olacağım. Belki
de mezun olmak lafını kullanmamalıydım; çünkü öyle deyince
hedeflerime ulaşmışım da daha ileri gitme hakkını kazanmışım gibi geliyor kulağa. İşin aslı, on altı yaşına henüz bastım ve
şimdiye kadar başarıyla sonuçlandırdığım hiçbir şeyim yok. Bir
hiçim. Sıfır. Çok mu zavallıca oldu? Öyle olsun istememiştim.
14
BENİM BALIĞIM YAŞAYACAK
Sadece dürüst olmaya çalışıyorum. Belki de mezun olmak yerine ‘zamanı terk edeceğim’ demeliydim. Bırakmak. Zamanın
dolması. Var oluşumdan çıkmak. Anları sayıyorum.
Bir...
İki…
Üç…
Dört…
Hey, biliyorum! Hadi, anları birlikte sayalım.*
*Zen anları üzerine daha fazla bilgi için Ek A kısmına bakınız.
Ruth
1
Ruth’un gözü, denizin gelgit etkisiyle kıyıya sürüklediği,
birbirine girmiş siyah yosuna takıldı. Yığının altından kırılarak
gün ışığını yansıtan, incecik bir parıltıyı yakaladı gözleri. Önce
ölmekte olan bir denizanası olduğunu sandı. Bugünlerde sahil, kıyı boyunca açık yaralarla doluymuş hissini veren kırmızı
uzantılı dev denizanalarıyla kaplıydı.
Fakat bir şey onu durdurdu. Eğildi ve yosun yığınını spor
ayakkabısının ucuyla iteledi, sonra da bir sopayla dürttü. Altındakinin ne olduğunu görebilmek için kamçıya benzer yaprakları birbirinden ayırdı. Bu, ölmek üzere olan bir denizanası değil,
naylon bir poşetti. Buna şaşmamak gerek. Okyanus naylon eşyalarla dolu değil miydi zaten? Poşeti köşesinden kaldırıncaya
kadar eşeledi yosun yığınını. Sandığından ağırdı ve alelacele paketlenmiş bir buzdolabı poşetine benziyordu. Çok uzun zamandır okyanusta olmalıydı. Poşetin içinde, kırmızımsı bir şeyler
vardı, kesin birilerinin çöpü olmalı, diye düşündü. Piknikten sonra
bırakmış ya da bir tekneden suya atmış olabilirlerdi. Deniz, yüzeyinde taşıdığı her şeyi tekrar kıyıya fırlatıyordu: oltalar, bira
kutuları, plastik oyuncaklar, tamponlar, Nike spor ayakkabıları… Birkaç yıl önce, ayak parçaları bile getirmişti. Vancouver
16
BENİM BALIĞIM YAŞAYACAK
Adası’nın kumsallarına vuran bu ayakların ait olduğu bedenlere
ne olduğu ise hâlâ gizemini koruyordu. Bir tanesi de bu sahilde
bulunmuştu. Ruth, poşetin içinde çürüyen şeyin ne olabileceğini
düşünmek bile istemedi. Poşeti sahilin daha uzak bir köşesine
fırlattı. Yürüyüşünü tamamladıktan sonra, dönüşte onu alıp eve
götürecek ve çöp kutusuna atacaktı.
17
2
“Bu ne?” Kocası girişteki ayakkabılığın önünde dikilip seslendiğinde, Ruth akşam yemeği için havuç doğruyordu.
“Bu ne?”
Oliver, cevap gelmeyince soruyu tekrarladı. Ruth başını kaldırdı. Oliver, parmaklarının arasında tuttuğu buzdolabı poşetiyle mutfak kapısının önünde duruyordu. Poşeti çöpe atmak için
verandaya bırakmıştı ama sonra unutmuştu.
“Ah, bırak onu,” dedi. “Çöp. Bugün sahilde buldum, evin içine sokma lütfen.” Neden açıklama yapmak zorundaydı ki?
“Fakat içinde bir şey var,” dedi kocası, “ne olduğunu bilmek
istemez misin?”
“Hayır, bilmek istemiyorum ve yemek de neredeyse hazır.”
Oliver yine de poşeti içeri getirip, kumlarını saçarak masanın
üzerine koydu. Kendisine engel olamıyordu. Bilme ihtiyacı tabiatında vardı. Sürekli bir şeyleri parçalarına ayırır ve bazen de
parçaları bir araya getirirdi. Buzlukları, kedilerinin getirdiği kuş,
kır faresi ve diğer küçük memelilerin cesetleri konmuş plastik
torbalarla doluydu. Bu istif, önce incelenecek sonra da doldurulacaktı. Dikkatle fermuarını açtığı buzdolabı poşetinden başka
bir poşet çıkarırken, “Bu sadece bir poşet değil,” dedi, “poşet
18
BENİM BALIĞIM YAŞAYACAK
içinde poşetler var.”
Meraklı kedi de olanları yakından izlemek ve yardım etmek
için masanın üzerine atladı. Masaya çıkma izni yoktu aslında.
Kedinin bir adı vardı, Schrödinger. Fakat bu adı hiçbir zaman
kullanmamışlardı. Oliver ona Pest diye sesleniyordu, bazen de
Pesto. Kedinin, avladığı sincap ve kır farelerinin bağırsaklarını
çıkarmak ve onları mutfak ya da yatak odası kapısının önüne
bırakmak gibi kötü alışkanlıkları vardı. Öyle ki Ruth bazen, geceleri tuvalete giderken, kedinin bıraktığı cesetlerin üzerine basardı. Onlar ayrılmaz bir ikiliydi. Oliver ve kedi. Oliver üst kata
çıktığında kedi de onu takip ederdi. Oliver yemek yemek için
aşağı indiğinde kedi de mamasını yemek için aşağı inerdi. Oliver
işemek için dışarı çıktığında kedi de çişini yapmak için dışarı çıkardı. Şimdi, ikisi bu naylon poşetin içindekileri incelerken Ruth
da onları seyrediyordu. Tanımadıkları birinin çürümüş piknik
kalıntılarının ya da daha kötüsünün, akşam yemeklerinin güzel
kokusuna karışacağı düşüncesiyle irkildi. Mercimek çorbası ve
salata hazırlamıştı ve biberiyeyi henüz eklemişti. “Çöpünü verandada incelemeye ne dersin?”
“Onu sen getirdin,” dedi kocası. “Her neyse, çöp olduğunu
zannetmiyorum. Çok sıkı sarılmış.” Oliver, titizlikle yürüttüğü
açma işlemine devam etti.
Ruth kokladı, sadece tuz ve kum kokusu alabiliyordu. Birden
adam gülmeye başladı. “Pesto, bak!” dedi. “Senin için ne var burada? Hello Kitty’li bir beslenme çantası!”
“Lütfen,” dedi Ruth, çaresiz hissediyordu şimdi.
“Ve içinde bir şeyler var…”
“Çok ciddiyim. Burada açmanı istemiyorum. Onu hemen dışarı–”
Fakat artık çok geçti.
19
3
Adam, eliyle torbaları düzeltip boy sırasına göre üst üste masanın üzerine koydu. Sonra da içinden çıkanları üç parçaya ayırdı: Küçük bir mektup destesi, solmuş kırmızı kapağıyla tombul
bir kitap, mat siyah, ışıldayan kadranı olan antika bir kol saati.
Hello Kitty’li beslenme çantası, onları okyanusun aşındırıcı etkisinden korumuştu. Ruth, beslenme çantasını koklayan kediyi
kucağına alıp yere bıraktı. Sonra da dikkatini masadaki eşyalara
yöneltti.
Mektuplar, Japonca yazılmışa benziyordu. Kitabın kırmızı
kabındaki yazılar Fransızcaydı. Saatin arkasına kazınmış yazıları okuyabilmek için Oliver, iPhone’unu çıkardı ve mikroskop
uygulamasıyla oymaları incelemeye başladı. Artık solmuş olan,
mavi mürekkeple yazılmış karakterleri çözmeye çalışırken, “Sanırım, bu da Japonca,” dedi. “Oldukça düzgün bir el yazısı fakat
eski. Çok güzel ama tek kelimesini bile okuyamıyorum.”
Ruth, mektupları bırakıp saati eline aldı. “Evet,” dedi, “Japon
rakamları. Tarih değil ama. Yon, nana, san, hachi, nana. Dört,
yedi, üç, sekiz, yedi. Belki seri numarasıdır.”
Saati kulağına tutup bir süre dinledi fakat saat çalışmıyordu.
Saati masaya bırakıp parlak kırmızı beslenme çantasını aldı. Yıp20

Benzer belgeler