emıly bronte`nin wutherıng heıghts, charlotte bronte`nin vıllette, anne

Transkript

emıly bronte`nin wutherıng heıghts, charlotte bronte`nin vıllette, anne
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI
(İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI)
ANABİLİM DALI
EMILY BRONTE’NİN WUTHERING HEIGHTS,
CHARLOTTE BRONTE’NİN VILLETTE, ANNE
BRONTE’NİN THE TENANT OF WILDFELL HALL
ROMANLARINDA ‘GOTİK’ UNSURLARIN
İNCELENMESİ
Yüksek Lisans tezi
Oya BUHARA
Ankara- 2008
1
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI
(İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI)
ANABİLİM DALI
EMILY BRONTE’NİN WUTHERING HEIGHTS,
CHARLOTTE BRONTE’NİN VILLETTE, ANNE
BRONTE’NİN THE TENANT OF WILDFELL HALL
ROMANLARINDA ‘GOTİK’ UNSURLARIN
İNCELENMESİ
Yüksek Lisans tezi
Oya BUHARA
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Belgin Elbir
Ankara- 2008
2
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI
(İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI)
ANABİLİM DALI
EMILY BRONTE’NİN WUTHERING HEIGHTS,
CHARLOTTE BRONTE’NİN VILLETTE, ANNE
BRONTE’NİN THE TENANT OF WILDFELL HALL
ROMANLARINDA ‘GOTİK’ UNSURLARIN
İNCELENMESİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı : Prof. Dr. Belgin ELBİR
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı
İmzası
Prof. Dr. Belgin Elbir (Danışman)..............
........................................
Prof. Dr. Sema Ege......................................
........................................
Yrd. Doç Dr. Evrim Doğan ........................
........................................
....................................................................
.........................................
....................................................................
.........................................
....................................................................
.........................................
Tez Sınavı Tarihi ...05/ 05/ 2008......
3
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve
etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan
ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait
olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını
gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.(……/……/200…)
Tezi
Hazırlayan
Öğrencinin
Adı ve Soyadı
Oya Buhara
İmzası
………………………………………
4
İÇİNDEKİLER
SAYFA NO
GİRİŞ…………………………………………………………………………….1
I. WUTHERING HEIGHTS’TA
GOTİK UNSURLAR…………………………………………………………..17
II. VILLETTE’DE GOTİK UNSURLAR…………………………………….49
III. THE TENANT OF WILDFELL HALL’DA
GOTİK UNSURLAR………………………………………………………….76
SONUÇ……………………………………………………………………….100
KAYNAKÇA…………………………………………………………………102
ÖZ……………...……………………………………………………………...107
İNGİLİZCE ÖZET……………………………………………………………110
5
GİRİŞ
‘Emily Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte Bronte’nin Villette, Anne
Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall adlı romanlarında Gotik unsurların
incelenmesi’ adlı bu çalışmada öncelikle Giriş bölümünde ‘Gotik’ türü hakkında
genel bir bilgi verilecek, birinci bölümde ise tarihsel bir bakış açısıyla kavram ve
köken olarak ‘Gotik’ terimi açıklanacak, bu türün başlıca örneklerinden sayılan
Horace Walpole’ün The Castle of Otranto adlı romanında ‘Gotik’ türü incelenecek,
Giriş bölümünde belirtilen Gotik unsurlar saptanarak açıklanacaktır. Birinci, İkinci
ve Üçüncü bölümlerde sırasıyla ‘Emily Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte
Bronte’nin Villette, Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall adlı romanları
Giriş’te ve Birinci Bölümde verilen bilgiler ışığında incelenecektir, adı geçen
romanlarda ‘Gotik’ unsurlar saptanıp açıklanacaktır. Romanların incelendiği bu üç
bölümde XVIII. yüzyılda ortaya çıkan, genellikle Orta Çağ’da kasvetli bir kalede,
zindanda, gizli yer altı geçitlerinde geçen gizemli, ürkütücü, doğa üstü olayların
anlatıldığı, amacı okuyucuda korku ve ürperti ile yoğun duygular yaratmak olan
Gotik roman türünün XIX. yüzyıl romanında nasıl bir değişime ve gelişime
uğrayarak yer aldığını, nasıl bir yere ve öneme sahip olduğunu, Viktorya Dönemi
romanında, akıl-duygu, bilinç- bilinç altı çatışmasının anlatılmasında, benliğin
anlaşılmasında, kişilerin iç dünyalarının çözümlenmesinde ve dönem özelliklerinin
eleştirilmesinde nasıl bir rol oynadığı açıklanacaktır.
‘Gothic’ yada Türkçe'de ki şekliyle ‘Gotik’ kimi iddialara göre, V. yüzyılda
İngiltere’yi istila etmiş bir Alman kolunun Jute’larin XVII. yüzyılda yanlış bir
varsayımla Goth’lar olarak özdeşleştirilmelerinden kaynaklanır. Bu germen kolunun
alabildiğine kaba, vahşi ve barbar olduğu anlayışı Gotik’e bu sıfatları yakıştırdığı
6
gibi XVIII. yüzyıldaki anlayış, kavrama başka özellikleri de eklemiş hatta İngiliz
politik hayatı geleneğine hukuku, özgürlüğü ve parlamenter haklar anlayışını
yerleştirenler Gothlar olarak görülmeye başlamıştır. XVIII. yüzyılla birlikte Gotik
barbarlık, zevksizlik, kaba süsleme gibi sıfatları unutturup, kibarlık, şıklık, zarafet,
serinkanlılık ve duygusallık anlamlarını uyandırmaya başlamıştır. Tarih Gothları
klasik Roma medeniyetini yakıp yıkan, medeni ve uygar dünyayı karanlık ve cehalet
devrine sürükleyen barbarlar diye betimlemiştir. Ancak esasında Gothlar Roma
imparatorluğunun kuzey ve doğu sınırlarında yaşayan ve uzun süren sınır savaşları
sonucu imparatorluğu MS 376’da büyük oranda istila eden bir alman kolu (jutelar)
idi. Gothlar ve beraberlerindeki yağmacı kavimler Romayı MS 410’da tam olarak
yağmalamadan önce çoğu kez Romalı askerleri mağlup etmişlerdir. Gothlar Fransa
ve İtalya’da kendi hükümranlıklarını kursalar da bu olaylar tarihte kötü bir yakıp
yağmalama, tahribat ve zulüm hikayesi olarak görülmüş ve bir imparatorluğun
yerine yeni bir devlet veya imparatorluğun yükselişi değil de bir imparatorluğun
çöküşü olarak tarihe yansıtılmıştır. XVIII. yüzyıla kadar Got kelimesi sanki Alman
kolları
arasında
önemli
ayrımlar
yokmuşçasına
bütün
Alman
kollarına
yakıştırılmıştır. Genelde Alman kollarına yakıştırılan Goth ismi aynı zamanda MS
449’da İngiltere’ye yerleşmiş Jute’ler, Anglo ve Saxon’ları da kapsamaktadır.
Böylece, Gotik terimi genel olarak bir ortaçağ kültürünü, dolayısıyla karanlık çağlar
boyunca İngiltere’deki baskın kültürü temsil etmektedir. Dünyada gelinen en büyük
uygarlık diye betimlenen Roma İmparatorluğu’nun çöküşündeki önemli rollerinin
bir sonucu olarak, Gotik kelimesi barbar kelimesini karşılamaya başlamakta hatta bu
benzetme Chaucer ve Shakespeare’in eserlerine de yansımaktadır. Gotik kelimesi
medeniyet yüzü görmemiş, genel bilgi ve kültürden yoksun bir barbar olarak
tanımlanmış, kaba ve savaşa yatkın barbarlığın genel bir ifadesi olarak sıkça fakat
7
kötü anlamda kullanılmıştır. Botting’e göre: ‘Mimari ve edebiyatın hakim olduğu
Klasik değerlerle aydınlanmış bir dönemin olgunluğu, akla uygunluğu ve
ilerlemelerinden çok uzak milli bir geçmiş yarattı. Bu geçmiş, Orta Çağ için barbar
gelenekleri ve uygulamaları, batıl inançları, cahilliği, aşırılıkları ve yabaniliği de
kapsayan küçültücü bir terim olarak ‘Gotik’ diye adlandırıldı.’ (Botting, 1996: 8)
Orta Çağ kültürünün ayakta kalan örnekleri kaba ve uygarlıktan mahrum olarak
nitelenmeye başlamıştır.
XVIII. yüzyılda Gotik terimi ilkel ve vahşi olan, nahoş, güzel olmayan her
şeyi çağrıştıran terimlere karşılık gelen anlamlardan uzaklaşmış ve daha olumlu
anlamları çağrıştırmaya başlamıştır. ‘ Bu bağlamda gotik edebiyat XVIII. yüzyılda
iyiyi kötüden, aklı tutkudan, erdemi ahlaksızlıktan, bireyi diğerlerinden ayırmak için
ortaya çıkan limitlerin sınanması halini almıştır.’ (Botting, 1996: 8) Maggie Kilgour
‘ XVIII. yüzyılda Gotik’in ortaya çıkmasını doğaüstü güçleri reddeden aydınlanmış
laik modern dünyada dinsel ve doğaüstü öğelere olan ihtiyacın canlanması’ olarak
değerlendirmektedir. (Kilgour, 1994: 3) Gotik romanın da ortaya çıkışı şövalyelik
dönemi kadar eski bir geçmişe dayanmaktadır. Böylelikle Gotik, bilinçlice yapılmış
bir tarihsel saptırma, bir zevksizlik yada yozlaşan bir etki olarak değil olumlu bir atıf
olarak sunulan bir tür olarak karşımıza çıkar. Geçmiş tekrar değerlendirilip
yaşanılan zamandan daha iyi olarak görülür ve nostaljik bir görünüm kazanan bu
süreçte Gotik yapıt kendini gösterir. XVIII. yüzyılda Gotik kültürünün anlamının
geliştirilmesi de Gotik’in tarihinin ve kültürünün önemini de arttırmıştır. Mimari,
siyaset, din, edebiyat gibi Gotik kültürünün XVIII. yüzyılda hala geçerli olan birçok
alanda, Orta Çağ Gotik kültürünün yeniden keşfini, Gotik kültürünün tekrar
değerlendirilmesini sağlamıştır.
8
Böylelikle, Gotik klasik Roma’nın uygarlık değerlerinin bir yok edicisi değil,
tam tersine İngiliz Kültür ve siyasetindeki eşsiz, değerli ve vazgeçilmez unsurlarını
barındıran bir bilgi hazinesi ve kaynak olarak görülmelidir. Roma medeniyeti ve
İngiltere’deki Neo-Klasik yansımalar, gotik kavramını zorbalık, yozlaşma ve bir
lüks kaynağı olarak görmesine rağmen, daha sağlam bir inanç ve azimle Gotik bir
erdem ve özgürlük kaynağı olarak inşa edilmiştir. ‘Genel olarak , ‘Gotik’
bastırılmış, barbarca ve hayali bir özgürlüğü iyileştirmek için neo-klasik estetik
idealinin düzen ve birliğine karşı bir başkaldırıyla bütünleştirilmiştir.’ (Kilgour, : 3)
Gotik
aydınlanması
yaşanılan
dünyada
İngiliz
tarihinin
yeniden
değerlendirilmesine katkıda bulunmuştur. Ayrıca Gotik, Ortaçağdaki soyluluk,
şövalyelik ve dini yaptırımlarla elde edilmiş egemenlik anlayışının derebeylik
düzeninden, liberalizmle birlikte artarak gelişen laik, ticari, siyasi ve ekonomik
anlayışa kadar uzanan bir süreci anlatması açısından, XVIII. yüzyılın yeni bir
oluşumu olarak algılanabilir. Geçmişin yeniden inşası; kasveti ve karanlığına
rağmen, daha parlak ve aydınlık düşüncenin varolacağı günümüz erdem ve
mantığına ortam hazırlar. XVIII. yüzyıl Gotik tarihinin bu ütopik yansıması kaba ve
kasvetli görünümünden dolayı bir kesinti, kopuş ve uzaklaşma içerse de, yaşanılan
zamanla bağlantı ve devamın kurulmasına, geçmişteki değerlere tekrar hayat
verilmesine ve en önemlisi daha iyi ve mükemmele yakın bir düşünüşe yönelik
ortamı da hazırlar. Böylece, Gotik kavramı da romanı ve hikaye türü ile bu
duygulara hizmet eden bir fantezi ürünü olarak kendini gösterir.
Gotik roman, çağıyla bağlantısı açısından korku romanlarının öncü bir türü
olarak değerlendirilmektedir. Öncelikli olarak mimari bir kavram olan ‘Gotik’ sıfatı
Orta Çağ mimarisine ve sonrasında Orta Çağ ile ilgili her şeye yakıştırıldığından ve
bu romanların çoğu da eski şatolarda, manastırlarda ve yıkıntılarla dolu bir ortaçağ
9
mekanında geçmiş olduğundan, XVIII. ve XIX. yüzyılın başında rağbet gören bu
roman türüne ‘Gotik’ adı verilmiştir. Zamanla bu sözcük XVIII. yüzyılın ilk yarısına
egemen olan Klasisizm’in tam karşıtı anlamına gelmiştir. Hennessy, Gotik romanı
şöyle açıklamaktadır: ‘ Gotik roman bir yönüyle XVIII. yüzyıl edebiyatının klasik
düzeninden uzaklaşarak, Romantik akımla paralel giden ve romantizmle pek çok
bağlantı sunan bir gelişme olan hayal dünyası ve duygulara doğru ilerleyen genel bir
harekettir.’ (Hennessy , 1978 :7) Başka bir deyişle, aklın ürünü olan klasik bir yapıt,
kurallara uygun, dengeli ve tutarlı bir yapıya sahipken, düş gücünün bir ürünü olarak
bilinen Gotik hikaye veya roman ise kurallara uymayan, coşkulu ve özgür bir yapıya
sahiptir. Gotik türünün ilk örnekleri gerçeklerden uzaklaştıkları ve yazdıkları çağın
toplumsal yaşantısıyla kişilerini ele almadıkları ve tümüyle hayal ürünü oldukları
için aslında romandan ziyade ‘romans’ türüne daha yakındırlar.Bu öykülerle XVIII.
yüzyılın ikinci yarısında gelişmeye başlayan Pre-Romantik akım arasında sıkı bir
bağlantı oluşmuştur. Gotik romanların, Pre-Romantik eğilimlerin roman alanına bir
çeşit yansımasının ürünü olduğu, bu eserlerin eski zamanlarda, özellikle Ortaçağda
geçmelerinden, doğaüstü öğelere önemli bir yer vermelerinden ve
çoğunlukla
doğanın ıssız ve yabansı yanlarını betimlemelerinden ve ahlak kurallarına, hatta
yasalara baş kaldıran kişileri ön plana çıkarmalarından anlaşılabilmektedir.
Hennessy The Gothic Novel adlı kitabında ‘Gotik’in XVIII. yüzyıldan
itibaren gelişimini şöyle açıklamıştır:
Gotik XVIII. yüzyılın akla uygunluğunu ve ahlaklılığını
gölgeleyen bir karanlığın içinde ortaya çıkmıştır. Romantik
idealizmin
yok olan coşkusunu, bireyselliği ve Viktorya
dönemi gerçekçiliğinin iki yüzlülüklerini ve yozlaşmasını
gölgelemektedir. Kasvetli ve gizemli Gotik atmosfer,
10
geçmişin bugüne olan rahatsız edici yansımalarını işaret
etmiştir; korku ve gülme hisleri uyandırmıştır. XX. yüzyılda,
Gotik unsurlar çeşitli yollarla, aydınlanmayı ve hümanist
değerleri gölgelemeye devam etmiştir. ‘Gotik’ bu değerlerin
getirdiği pek çok tehlikeyi birleştirmiştir. Bu değerler doğal
ve doğaüstü güçlerle, hayal dünyasının aşırılıklarıyla ve
saplantılarıyla, dinin ve insanların kötülükleriyle, sosyal
bozulmayla, zihinsel bozuklarla ve ruhsal yozlaşmalarla
bağlantılıdır. (Hennessy, 1978 :7)
Gotik romanın başlıca amacı gereğinde hayaletlerin görülmesi ya da
kehanetlerin duyurulması gibi doğaüstü durumlardan yararlanıp korkulu, gizemli ve
gerilimli bir ortam yaratarak okuyucularda yoğun heyecanlar uyandırmak ve onları
dehşete düşürmektir. Edmund Burke A Philosophical Enquiry into the Origin of Our
Ideas of the Sublime and Beatiful’ da ‘tehlike ya da acı çok fazla yaklaştığında
hazzın olması kaçınılmazdır. Acı ve terör haz yaratabilmektedir, bu haz zevk veren
bir haz değildir fakat haz veren bir korkudur, korkuyla renklendirilmiş sakinliktir’
der. (Burke,1986: 39) Akıl çerçevesinin dışında, ürkütücü ve kavranması zor olan
durumları, konuları ve karakterleri kapsayan Gotik romanlar aydınlanma çağına,
aklın ön planda tutulmasına ve bu dönemde aydınlanma çağı düşünce yapısına
uygun olarak yazılan romanlara bir tepki olarak da görülebilirler. Başka bir deyişle
aydınlanma aklı, toplumun bütününe vaatlerini yerine getirme konusunda başarısız
olmuştur. Bu aklın asıl savunucusu olan burjuva sınıfı yetersizliklerini sergiledikçe,
burjuvazinin, aydınlanmanın ideallerinden korkar duruma düşmesine ve
bu
korkunun dışa vurmasına neden olmuştur. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
dış dünyaya ait korkular bilinçdışının uçurumlarından gelen ürkütücü her şeyle
11
birleşerek burjuvazide tehdit dolu iktidarını ve varoluşunu her an sarsabilecek akılla
denetlenemez bir dış ile karşı karşıya olduğu endişe ve duygusunu güçlendirmiş,
edebiyatta serüven yolculuk temaları yerlerini egzotik, tehdit dolu dünyalara yapılan
tehlikeli yolculuk öykülerine bırakmıştır. Öte yandan akıl çağı olan aydınlanma
çağı, beraberinde bir tür günah çıkarma ikilemini de getirmiştir. Akılcılık dini
yerinden etmiş, evreni, sosyal hayatı, özellikle de doğaüstü sayılan fenomenleri
açıklamaya yönelirken dinin dogmaları ya da yaradılış mitosları yerine kendi akılcı,
bilimsel yöntemlerini koymaya çalışmıştır. Akıl ile akıl dışı olan arasında gidip
gelen bu Gotik yapıtlar huzursuzluk yaratan, endişelendirici dünyaya, akıl
denetimine izin vermeyen tekinsiz bir aleme girme, orada olup bitene ilişkin bir
açıklama getirme bakımından anlaşılır bir boşluğu doldurmuştur.
Gotik türündeki eserler değerlendirildiğinde genel olarak Orta Çağ’a ait
şatolarda, kalelerde, yer altı geçitlerinde, yıkık dökük şatolarda geçen genellikle
okuyucuda korku, gizem, şüphe gibi duygular uyandıran olayların anlatıldığı,
karanlık kasvetli atmosfere sahip hikayeler olduğu görülmektedir. İlk yazıldıkları
dönemde Gotik edebiyatın bu ürünlerinde akılla açıklanamayan, tam olarak
bilinmeyen doğaüstü olaylar, geçmişten gelen ruhlar, duvarlardan geçen, konuşan
hayaletler, gizemli olaylar, ürkütücü imgeler, canavarlar, şeytanlar, cesetler,
iskeletler, rahip ve rahibeler, korkudan bayılan kadın kahramanlar, yanıp sönen
ışıklar, rüzgarda sönen mumun alevi, uğultulu rüzgar, cama vuran, ürkütücü sesler
çıkaran ağaç dalları, akli dengesi yerinde olmayan eşler, karanlık, kasvetli doğa
tasviri gibi okuyucuda gerilim hissini arttıran unsurlar sık sık görülmektedir.
Doğanın her zaman ürkütücü karanlık yanları aktarılırken kahramanların yaşadığı
mekanlar da yine kasvetlidirler. Gotik türüne ait bu özellikler XVIII. Yüzyılda ve
12
ilerleyen
dönemlerde
Gotik
romanlarda
çeşitli
biçimlerde
kendilerini
göstermişlerdir.
‘Gotik roman nedir?’ sorusunu yanıtlarken, çoğu okuyucu ve
eleştirmen Gotik ve roman gibi iki terim arasındaki anlam uçurumu arasında
bocalamaktadır. Gotik tarihsel bir merak ve ilgi alanını uyandırırken, roman dolaylı
olarak edebi bir biçime ve edebiyata hitap eder. Yine Gotik çok eskiyi, eski olan her
şeyi içerirken, roman yeniyle olan uzlaşmasını ve uyumunu ifade eder. Böyle bir
zıtlık eski ve yeninin etimolojik olarak kullanımlarının karmaşık fakat aydınlatıcı
tarihini gösterdiği gibi Gotik romanın da tarihle ilgili tartışmaları şifrelediğini de
kanıtlamıştır. XVIII. yüzyıl okuru için, Gotik kelimesi, Ortaçağ kültürü, milli tarih,
uygar erdem ve aydınlanmayla ilgili farklı değerlendirmeleri akla getiren karmaşık
ve esnek bir başlık olarak tanımlanmıştır. Bu türün ilk ve en ünlü örneğini veren
Horace Walpole, Castle of Otranto adlı Gotik romanla büyük bir okuyucu kitlesine
ulaşabilmiştir. 24 Aralık 1764’te ilk kez yayınlandığında bu roman ‘bir çeşit hikaye’
olarak adlandırıldı. İlk beş yüz kopyasında hızlı bir şekilde satılan bu roman 1795
Nisan’ında ise Gotik romana dönüştü. Sonraki yıllarda da Clara Reeve ve Ann
Radcliffe gibi bu türün diğer yazarları da bu geleneği sürdürdü. Sanders The Short
History of English Literature’da Gotik türünü açıklarken Castle of Otaranto’nun bu
türün ilk örneklerinden olduğunu vurgulamaktadır:
Gotik akımı Horace Walpole’ün Castle of Otrantoile başlar.
XVIII. yüzyılın son yıllarında gelişme göstermiştir, İngiliz
edebiyatında etkisi ve sansasyonel yönleri Bronteler’den,
Dickens’tan
günümüze
kadar
hissedilmeye
devam
etmektedir. Gotik roman, esasında, rahat ve güvenliğe,
politik istikrara ve ekonomik gelişmeye karşı bir tepkidir.
13
Bunların tamamının da ötesinde aklın kurallarına karşı
çıkıştır. (Sanders, :1999 342, 343)
Horace Walpole’un Castle of Otranto XVIII. yüzyılda İngilizce yazılmış
Gotik türü romanları arasında en çok bilineni olup, Neo-Klasik değerlerin gerçekçi
ve tutarlı unsurların ortadan kalktığını gösteren XVIII. yüzyıl roman anlayışını
temsil eder. Neo-Klasik anlayış çağdaş ve yaşanılan dünya değerlerine yönelik edebi
amaçların yüceliğine dikkat çekerken, Gotik romanda buna olan tepki kapalı,
anlaşılmaz bir geçmişe ve ortaçağ yaşamına yönelik ilginin tekrar tekrar hayat
bulması sürecinde ortaya çıkmış, harabeler ve Gotik tarzdaki şatolar arasında
kendini göstermiştir. Melankolik bir ruh durumu etrafında gelişen bu roman olayları
uzak, meşum, gizemli zaman ile mekanlara yerleştirirken insan davranışlarını ve
duygularını kendi iç çatışmalarıyla tasvir etme girişiminde bulunur. Böylece
korkutucu ve esrarengiz ortamlarda geçen bu ürpertici maceralar, okuyucuya kendi
tekdüze yaşantısından bir kaçış sağlar. Karakter olarak, Gotik romanda erkek kötü
niyetli karakter olup sıkıntılı ve huzursuzken, romanın kadın karakteri de güzel,
masum, genç ve duygusaldır ve metanetle kurtarılmayı bekler. Horace Walpole’un
Castle of Otranto adlı romanındaki karakterler de bu özellikleri taşımaktadır.
Romanın başkişisi Prens Manfred soyunun devamlılığını sağlayabilmek için ölen
oğlunun nişanlısı genç, güzel ve masum Isabella ile evlenmek üzere gizli ve
zalimane planlar yaparak bunları uygulamaya çalışır; öte yandan masum Isabella ise
Theodore adlı kurtarıcısının yardımıyla bu durumdan kurtulmaya çalışır. Romanda
mekan ise, lanetli bir şato, bir manastır ya da yıkıntılar arasında bir şapel ile kilitli,
kullanılmayan odaları, gizli kapıları olan alt geçitleri ve ıssız bir manzara ile çevrili
bir atmosfer olarak betimlenmiştir. Romandaki olay örgüsü ise genellikle doğaüstü
denilebilecek, başka türlü açıklanamayan, fiziksel ve duygusal ızdıraplar içeren,
14
gerilimi ve heyecanı arttıran kasvetli olaylardır. Bu olay örgüsü içerisinde gizemli
ve tutku dolu olayları anlatan bu Gotik roman, şiddet ve suç eğilimleriyle beraber,
metafizik güçlerin ve hayaletlerin kapladığı bir ortamda duygusal aşkın
talihsizliklerini ve varolma çabalarını anlatır.
Prens Manfred, Otranto’nun asıl hükümdarı Alfonso’yu öldüren ve ülkeye el
koyan adamın torunudur. Bir kehanete göre kendi soyundan prensler yetiştiği sürece
Manfred’in sülalesi haksızlık ederek gasp ettiği bu ülkede hüküm sürebilir. Ne var
ki Otranto’nun gerçek sahibinin hayaleti, korkunç büyüklükte bir dev biçimini alıp
geceleri şatoda dolanıp durmaktadır. Eğer Manfred’in bir varisi kalmazsa, bu dev
hortlak şatoya sığmayacak kadar büyüyecektir. Manfred’in tek varisi Conrad adlı
sağlıksız oğludur. Manfred, bir torunu olur umuduyla, bu oğlanı güzel prenses
İsabella ile evlendireceği günün arifesinde, yükseklerden düşen kara tüylerle süslü
koskocaman bir miğfer gizemli bir şekilde çelimsiz oğlunun üstüne düşüp onu
öldürür. Oğlunun ölümüne hiç üzülmeyen ama varissiz kalacağı telaşına kapılan
Manfred, karısını boşamaya ve güzel Isabella ile kendi evlenmeye karar verir.
Isabella, Theodore adlı köylü bir delikanlının yardımına sığınır ve onunla kaçar.
Öfkelenen Manfred, bu delikanlıyı hapse atar ama kızı Matilda, Theodore’a aşık
olup onu kurtarır. Derken Manfred rastlantı sonucu kendi kızını öldürür. Sonunda
kehanet gerçekleşir. Otranto’nun gerçek sahibi Alfonso’nun hortlağı şatoyu yıkıp
yerle bir edecek kadar büyür. Alfonso’nun asıl varisi olduğu anlaşılan Theodore,
Isabella ile evlenir, yaptıklarından pişman olan Manfred de günahlarını itiraf edip
manastıra çekilir.
XVIII. yüzyılda yazılan Gotik romanların en iyi bilinenlerinden olan ve
Gotik edebiyatın öncülerinden olan Horace Walpole’un Castle of Otranto’da Gotik
romanın unsurları diye nitelendirebileceğimiz pek çok özellik görülebilmektedir.
15
Gotik mimari, yarı hasar görmüş eski bir kale ya da eski bir
şato olarak, pek çok yazar tarafından kasvet ve korku
yaratmak amacıyla konunun geçtiği yer olarak kullanılmıştır.
Böyle yerler pek çok korkuyu çağrıştıran pek çok şeyi
barındırır: karanlık koridorlar, gizli yeraltı geçitleri, demir
parmaklıklı zindanlar, ses çıkaran büyük kapılar. Pikaresk
bir doğa hakimdir: dağlarda karanlık ormanlar, yıldırımlı
fırtınalar,
kayalıklarda
yabani
çiçekler.
Ay
ışığının
aydınlattığı fırtınalı bir gecede meydana gelen ürkütücü
olaylar, mezarlıklar, geçitlerden mum ışığında kaçmaya
çalışan korkmuş kaçaklar, yıkık bir duvarın ya da pencerenin
önünde ay ışığında görülen solgun yüzlü
kişiler ortaya
çıkabilecek sahnelerdir. (Hennessy , 1978 :8)
Castle of Otranto’da bu özelliklerin neredeyse tamamına örnekler verebilmekteyiz.
Romanın ilk sayfalarında yer alan Otranto Prensi Manfred’in oğlu için yaptığı
düğün hazırlıkları oğlu Conrad’ı öldüren devasa bir miğferle bozulur. Böylece
okuyucuyu ürperten, gerilimi başlatan ilk olay da görülmüş olur:
Manfred, aceleyle ilerledi. Bir baba için ne korkunç bir
manzaraydı bu! Devasa, bir insan için yapılmış herhangi bir
tolgadan yüz kez daha büyük ve aynı oranda simsiyah tüy ile
süslü miğferin altında, neredeyse miğferin içine gömülmüş,
parçalara ayrılmış oğlunu gördü. ( Walpole, 2005, :36)
Bu devasa miğfer romanda bundan sonra ortaya çıkacak olağandışı olayların
başlangıcıdır. Manfred’in Isabella ile evlenme isteğini açıklaması ardından
Isabella’nın kaçışı:
16
… şatonun mahzenlerinden Aziz Nicholas kilisesine giden
bir yer altı geçidi olduğunu hatırladı… merdivenlerin
dibindeki
lambayı
yakaladı
ve
gizli
geçide
doğru
seğirtti…Yerin altındaki bu mekanlarda yanından geçtiği ve
zaman zaman bir rüzgar dalgasıyla sarsılan kapıların paslı
menteşelerinden çıkan gıcırdamaların koridorda tekrar tekrar
yankılanması dışında korkunç bir sessizlik hüküm sürüyor,
her uğultu yüreğine yeni dehşetler salıyordu. ( Walpole,2005
:48)
Romanda Gotik atmosfer yaratırken okuyucunun üzerinde de korku ve gerilim hissi
yaratılmaktadır. Castle of Otranto’da karşımıza çıkan doğaüstü olaylar da korku ve
gerilimi giderek arttırmaktadır; Manfred Isabella’ya onunla evlenme planlarını
açıklarken büyük babasının hayaleti resmin içinden çıkar:
… Manfred’in büyükbabasının oturmakta oldukları sıranın
üzerindeki portresi derin bir iç geçirdi ve göğsü inip
kalktı…Manfred bir yandan arkasındaki portreye bakarken
Isabella’nın peşinden birkaç adım atmıştı ki, büyükbabasının
ciddi ve melankolik bir havada resimden aşağı, yere indiğini
gördü… büyük babasının resimden aşağı inen hayaleti yine
içini çekti ve Manfred’e kendisini takip etmesi için işaret
etti… hayalet ağırbaşlı fakat hüzünlü bir şekilde holün
sonuna doğru yürüdü…( Walpole,2005 :46)
Resimden çıkan büyükbabanın hayaleti, Isabella’nın Manfred’in elinden
kaçmasını sağlar. Romanın sonlarına doğru Frederick Hippolita’yı bulmak için
küçük kiliseye gider ve orada hayaletle karşılaşır:
17
Hippolita mı! diye cevap verdi kutsal ses; bu şatoya
Hippolita’yı aramaya mı geldin? Dedikten sonra yavaşça
döndü ve böylece Frederick onun etleri dökülmüş çenesini,
yer yer boşalıp delik deşik olmuş iskeletini, bir münzevinin
giyeceği türden iskeletini gördü.
Cennetin melekleri koruyun beni diye bağırdı Frederick,
korkuyla geri çekilerek.
Öyleyse hak et korumalarını dedi hayalet.
Frederick dizlerinin üzerine çöktü ve Tanrı rızası için
hayaletten kendisine merhamet etmesini rica etti.
( Walpole,2005: 176)
Hayalet Frederick’ten Matilda’yı unutmasını ister ve Frederick hayaletin bu
buyruğuna uyar, böylece hayalet olay örgüsünde önemli bir rol de üstlenmiş olur.
Hayaletler Castle of Otranto’da daha sonra da karşımıza çıkar:
… o sırada bir gök gürlemesi şatoyu baştan aşağı titretti;
dünya sallandı ve arkalarından bir faninin zırhından çıkacak
sesten çok daha büyük bir zırh şakırdamasının sesi geldi.
Frederick ve Jerome son günlerini yaşadıklarını düşündüler.
Beraberinde Theodore’u da sürüklemekte olan Jerome,
avluya daldı. Theodore avluya girdiği an Manfred’in
arkasında yer alan şatonun duvarları yerle bir oldu ve
Alfonso’nun görüntüsü büyüyüp yüce, engin bir figüre
dönüşmüş bir halde, enkazın ortasında belirdi.
Hayalet Theodore’a bakın, Alfonso’nun soyunun gerçek
varisi o dedikten sonra, kendisine bir dizi gök gürlemesi
18
eşlik etti ve kenara çekilip ona yol açan iki bulutun arasından
cennete yükselmeye başladı. Aziz Nicholas’ın sureti de
ortaya çıkmıştı; bu arada ve Aziz Nicholas’ın Alfonso’nun
ruhunu da alarak kısa sürede ölümlü gözlerin önünden
görkemli bir alev eşliğinde yitip gittiği görüldü.
( Walpole,2005 :186)
Hayaletlerle birlikte duyulan yüksek sesler, gök gürültüleri, görülen alevler de Gotik
atmosferi daha da güçlendirmektedir.
Görüldüğü gibi temelleri V. Yüzyılda Jute’ların İngiltere’yi istilasına kadar
dayanan Gotik türü özellikle XVIII. Yüzyılda önem kazanmış ve yaygın hale
gelmiştir. Özellikle Orta Çağ’a ait kalelerde, zindanlarda ya da benzeri kasvetli,
ürkütücü yerlerde geçen, amacı okuyucuda gerilim, ürperti korku uyandırmak olan
daha sonraları eski (klasik) Gotik diye adlandırılan bu tür XVIII. Yüzyıl
edebiyatında önemli bir yer edinmiş daha sonraki dönemlerde değişim göstererek,
farklı türlerle birleşerek varlığını sürdürmüştür. Gotik türünün en önemli ve ilk
örneklerinden kabul edilen Castle of Otranto türün başlıca özelliklerinden olan,
kasvetli bir ortam, ürkütücü olaylar, gaipten gelen sesler, bilinmeyen, tam olarak
açıklanamayan doğa üstü olaylar, resimlerin içinden çıkan, duvarlardan geçen
hayaletler, bunlarla mücadele eden cesur kahramanlar gibi pek çok özelliği
taşımaktadır. Olay örgüsü, olayların geçtiği yer ve içerdiği unsurlarla Gotik Türünün
pek çok özelliğini kapsayan önemli bir örnektir.
Giriş Bölümünde kavram ve köken olarak Gotik açıklandıktan sonra, bu
türün ilk ve en ünlü örneğini olan Horace Walpole’un Castle of Otranto adlı romanı
bu bölümde açıklanan Gotik türü ve unsurları bağlamında incelenmiştir. Birinci
Bölüm’de ‘Emily Bronte’nin Wuthering Heights, İkinci Bölüm’de Charlotte
19
Bronte’nin Villette, Üçüncü Bölüm’de ise Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell
Hall adlı romanları önce Gotik bağlamında incelenecek daha sonra da Gotik
unsurların bu XIX. yüzyıl romanlarında nasıl ve ne şekilde yer aldığı açıklanacaktır.
Bu romanlarda roman kişileri Gotik türü doğrultusunda incelendiğinde romanın
yazıldığı dönem olan Viktorya Çağı toplumsal yargıları ve dönem insanlarıyla pek
uyuşmayan yönleri ortaya çıkacaktır. Bu nedenle romanların incelenmesine
geçmeden önce Viktorya Çağı’nın kısaca özetlenmesinde yarar vardır:
Kraliçe Viktorya’nın 1837’de tahta çıkmasıyla başlayan Viktorya Çağı XIX.
Yüzyılın yarısından çok daha fazla bir süreyi kapsayarak Kraliçenin ölmesiyle
1901’de sona erdi. İngiltere halkı içinde, toplumun çeşitli grupları arasında büyük
uçurumların oluştuğu bu dönem çelişkilerle doludur. Toplumun birey üzerindeki
baskısının arttığı bu dönemde, bireyler ahlak kurallarına uygun, toplumun belirlediği
şartlara uygun olarak yaşamak zorunda kalmışlardır. Aşk, tutku, cinsellik gibi
konular tabu haline dönüşürken maddi çıkarlar evliliklerde bile ön plana çıkıyordu.
Dinsel alanda dar kafalılıklar ve Anglikan Kilisesinin baskısı bir yandan artarken,
bir yandan da kilise Darwin, Huxley gibi bilim adamlarının buluşlarıyla sarsılıyordu.
Emile Legouis A Short History of English Literature adlı kitabının ‘The Victorian
Era’ bölümünde Viktorya Çağı’ndan bahsederken şunları söyler:
Bu dönem dini duygular ve bilim ruhunun, mistisizm ve
akılcılık arasındaki çatışmanın en yaygın olduğu dönemdir.
Kendisini
dogmalardan
uzaklaştıranların
karşısında,
geçmişin değerlerini yeniden canlandırmaya çalışanlar vardı
ve bu çatışma insanların kendi iç çatışmalarıydı. Yine de
inanç konusunda yeniliklerden kaçınma ve ahlaki değerlerin
önemi vurgulanmaktaydı. (Legouis:1990, 310)
20
Legouis’in de belirttiği gibi çatışmaların hüküm sürdüğü bu dönemde
toplumun belirlediği ahlaki ve sosyal kurallara uymak zorunda kalan bireyler kendi
iç dünyalarında derin çatışmalar yaşamak zorunda kalmışlardır. Wuthering Heights,
Villette ve The Tenant of Wildfellhall’da kişilerin yaşadıkları bu çatışmalar Gotik
unsurlar vasıtasıyla ortaya konmaktadır.
21
II. WUTHERING HEIGHTS’ TA GOTİK UNSURLAR
‘Wuthering Heights’ta Gotik Unsurlar’ adlı Birinci Bölümde Emily
Bronte’nin Wuthering Heights adlı romanı Giriş Bölümünde ayrıntılı olarak
açıklanan Gotik türü bağlamında incelenecektir. XVIII. yüzyılda ortaya çıkan, daha
çok Orta Çağ’a ait kasvetli şatolarda, kalelerde geçen, gizemli, ürkütücü, doğaüstü
olayların anlatıldığı, okuyucuda korku, ürperti gibi yoğun duygular yaratan Gotik
türünün 19. yüzyıl edebiyatının romantik eserlerinden kabul edebileceğimiz
Wuthering Heights’ta nasıl yer aldığı ve nasıl bir işlevi olduğu açıklanacaktır. Bu
bölümde Gotik’in özellikle akıl-duygu çatışmalarındaki rolü üzerinde ve Gotik’in
eski şatolardan, kalelerden çıkarılıp eve dahil edilmesi (Gothic domesticated)
üzerinde
durulacaktır.
Ayrıca
roman
kişileri
Gotik
türü
doğrultusunda
incelendiğinde romanın yazıldığı dönem olan Viktorya Çağı toplumsal yargıları ve
dönem insanlarıyla pek uyuşmayan yönleri de göz önüne serilecektir.
Wuthering Heights Emily Bronte tarafından Ekim 1845 ve Haziran 1846
tarihleri arasında yazılmış aralık 1847 de ilk olarak basılmıştır. Emily’nin kardeşi
Charlotte, anılarında Wuthering Heights’tan bahsederken romandan ‘büyük
karanlığın korkusu’ olarak söz eder (Langland, 1989). Romanın ilk yarısının büyük
bir kısmı, romanın başkarakterleri olan Catherine Earnshaw ve Heatcliff arsında
geçen tutkulu ve yasak ilişkiyi kapsar.
Viktorya çağı okuyucuları Wuthering Heights’ın adını anlamakta güçlük
çekmişlerdir. Çünkü ‘wuthering’ her gün konuşulan İngilizce’de kullanılmayan
sözlüklerde kullanılmayan bir sıfattı. Emily Bronte romanın ikinci sayfasında
verdiği açıklamada ‘Ernshaw ailesinin evi Wuthering Heights fırtınalı havada
22
atmosferdeki kargaşaya açık kaldığı için, adını bu anlamlı sıfattan alır’ demektedir.
(Bronte E., 1994: 20) Pek az sayıda romanın adı Wuthering Heights kadar anlamlı
olabilir. Çünkü ileride göreceğimiz gibi, Earnshaw ailesinin tepedeki ıssız evine,
tutkuların yabanıl ve yıkıcı güçlerini simgeleyen acımasız bir rüzgar hakimdir.
Betina Knapp’e göre de
‘wuthering’ kelimesi orada yaşayanların ileride başlarına
gelecek gizemli olayların önceden bir göstergesidir. Fırtınalı
hava gibi atmosferdeki kargaşayı temsil eden ‘wuthering’
kelimesi ‘wuthering heights’ ve orada bulunanların içinde
bulunduğu duygusal atmosferin bir yansıması gibidir.
Wuthering Heights (güneşe yakınlığı ima edilerek) bir
tepenin üzerinde bulunmasına rağmen, orada yaşayanlar
çelişkili
bir
biçimde
ilişkilendirilmiştir;
karanlık,
oysaki
daha
soğuk
alçak
ve
kötülükle
bir
yerde
konumlandırılan, daha rahat bir yer olan Trushcross Grange
ise sıcaklık ve aydınlıkla ilişkilendirilmiştir. İki yer
arasındaki karşıtlık daha başlangıçta belirgindir. (Knapp,
1991 :109)
Doğayla insanların iç içe yaşadıkları bu romanda, kuzey rüzgarlarıyla
fırtınaların, ağaçların yapraklarını yolduğu, onları kavurduğu, bodur bıraktığı, eğri
büğrü yaptığı gibi tutkular da insanları yakar, kavurur, yaşamlarını yıkar. Viktorya
çağının öteki romanlarında görülen dingin, yemyeşil, ağaçlı çimenli, huzur veren bir
doğa yoktur burada. Yabanıl güçlerin egemen olduğu, yıkıcı, tedirgin edici bir doğa
vardır ve insanlar da bu doğanın bir parçasıdır. Özellikle romanın başkişisi olan
Heathcliff ‘heath’ fundalık ve ‘cliff’ sarp kaya anlamındaki adıyla bu doğanın bir
23
parçası gibidir: ‘Bu isimle Heathcliff yönlendirilemeyen ve içgüdüsel varlıkların
karşılaşacağı tehlikelerin bir göstergesidir.’ (Knapp, 1991 :109) Heathcliff ile
Catherine’in birbirlerine duydukları tutku da böyle bir ortamda
ortaya çıkar.
Aralarındaki fırtınalı ilişki içinde bulundukları doğayla adeta özdeşleşir. Heathcliff
ile Catherine Viktorya dönemi aşıklarına hiç benzemezler. Viktorya çağının tüm
geleneklerini, ahlak kurallarını altüst ederler. Her şeyden fazla ölçülü davranmaya,
törelere uymaya, aklı başında davranmaya özen gösteren bir çağda, Emily Bronte
çılgın bir aşk tutkusunu anlatır. Heathcliff de, Catherine de o çağda hiç kimsenin
söylemeyeceği şeyleri söyler, yapmayacağı şeyleri yaparlar. Roman, çağdaşları
tarafından katı bir şekilde eleştirilmiş, adeta yerden yere vurulmuştur. Örneğin: ‘
‘Wuthering Heights’ ilk yayımlandığında çağın en saygıdeğer edebiyat dergisi
‘Quarterly Review’da’ ‘isyan ettirecek nitelikte’, ‘onulmaz bir biçimde canavarca’
gibi sözlerle yerin dibine batırılmıştır’ (Urgan, 2003:1138) Romanın yazıldığı
dönem eserlerinden farklı olduğunu belirten bir görüş de Prittchet’e aittir: ‘ Viktorya
Çağı romanında Wuthering Height’tan başka bir çılgınlık yoktur.’ (Urgan,
2003:1139). Charlotte Bronte romanın ikinci baskısına yazdığı ön sözde, ‘Viktorya
Çağı okuyucularının doğuştan dingin ve ölçülü olduklarını, daha çocukken bile
törelere uygun bir şekilde davranmaya ve konuşmaya alıştırıldıklarını, bu yüzden de
bazı canlı ve korkunç sahnelerin, onların geceleri uykularını engellediğini,
gündüzleri huzurlarını bozduğunu’ ileri sürerek romana gelen olumsuz tepkileri
açıklamaya çalışmıştır. (Bronte E., 1994: 15) Roman hak ettiği değeri çok daha
sonraları bulabilmiş, İngiliz edebiyatının başyapıtları arasında yerini almıştır.
Wuthering Heights adı verilen evin sahibi Earnshaw, Liverpool’dan altı
yaşlarında, çingene gibi esmer bir erkek çocuğuyla geri döner. Heathcliff adını
taktığı, soyadı olmayan bu çocuğu, oğlu Hindley ve kızı Catherine ile birlikte, kendi
24
çocuğuymuş gibi büyütmek ister. Catherine ile Heathcliff, birbirlerini hemen
severler. Babaları öldükten sonra, Catherine’in ayyaş ve kötü bir delikanlı olan
ağabeyi Hindley, Heathcliff’e eziyet eder, ona sıradan bir uşak gibi davranır.
Çocuklar büyüyünce Heathcliff bir rastlantı sonucu, Catherine’in onun gibi biriyle
evlenmesinin kendisini küçük düşüreceğini söylediğini duyar. Viktoray dönemi sınıf
farklılıklarını işaret eden bu olaydan sonra Heathcliff Wuthering Heights’tan kaçar.
Üç yıl ortadan yok olduktan sonra, varlıklı bir adam olarak geri döner. Bu arada
Catherine, Thrushcross Grange denilen komşu malikanenin sahibi genç Edgar
Linton ile evlenmiştir. Catherine ile Heathcliff karşılaşınca aralarındaki tutku
yeniden başlar. Catherine kendi adını taşıyan kızını romanın ortalarında
doğurduktan hemen sonra ölür. Heathcliff de sadece Edgar Linton’a kötülük olsun
diye, kız kardeşi Isabella ile evlenir. Isabella’dan dayısının adı verilen bir oğlu olur,
ardan yirmi yıl kadar geçer ve Heathcliff Earnshaw ailesinden de Linton ailesinden
de öcünü almayı sürdürür. Yine sadece kötülük etmek amacıyla kendi oğlunu Edgar
Linton’un ve Catherine’in kızı Cathy ile zorla evlendirir. Earnshaw ve Linton
ailelerinin malına mülküne, yani Wuthering Heights ile Thrushcross Grange’e el
koymanın da yolunu bulur.Kendisine yapılan eziyetlerin hıncını almak için Hindley
Earnshaw’a da oğlu Hareton a da çok kötü muamele eder. Oğlu öldükten sonra
Heathcliff de ölür. Romanın sonunda, genç yaşta dul kalan Cathy ile Hareton
evlenirler.
Leavis’e göre ‘Earnshawların sorunları babalarının (kim olduğuna ve
nereden bulduğuna dair ikna edici bir açıklama getiremediği) Heatcliff’i
getirmesiyle başlar. Heathcliff kısa sürede entrikalarla Hindley’i saf dışı bırakır ve
yaptığı kötülüklerle iki ailenin de sonu olur.’ (Leavis, ,1993 :26) Aynı makalesinde
Leavis üç çocuğun ergenlik çağına kadar bir arada uyumalarına, Catherine ile ilk
25
günden itibaren olan yakınlıklarına ve Catherine’in dokuzuncu bölümde Heathcliff
ile neden evlenemeyeceğine dair yaptığı açıklamalara dayanarak ‘Heathcliff’in
Earnshawların gayri meşru çocuğu olduğunu’ iddia eder. (Leavis,1993 :26)
Emily Bronte, bu ilk ve son romanında öyküyü iki anlatıcıyla okuyucuya
aktarır. Trushcross Grange’i kiralayan birinci anlatıcı Lockwood, ancak ilk dört
bölümde ve son dört bölümde olup bitenleri bize anlatır; asıl önemli anlatıcı,
Heathcliff, Catherine ve Hindley’in çocukluklarından beri Wuthering Heights’ta
hizmet gören, başlıca kişileri yakından tanıyan, her şeyin iç yüzünü bilen Nelly'dir.
Nelly ve Lockwood bu öyküde gözler önüne serilen duygulara ve davranışlara
bütünüyle yabancı kalan, olup bitenleri sağduyulu ve gerçekçi bir açıdan
gözleyebilen aklı başında insanlardır. Böylece Emily Bronte, en olağandışı
durumları en aşırı duyguları kendi halinde tipik bir
XIX. yüzyıl genci olan
Lockwood ve sağ duyulu halk kadını Nelly’nin anlatımıyla aktarır. Böylece düş
gücüyle gerçekler arasında bir denge kurulur, ele alınan kişiler ve olaylar daha
inandırıcı olur. Nelly’nin anlatıcılığı sayesinde romanın yoğun bir heyecanla birlikte
akılcı yaklaşımları da içeren karmaşık yapısı yerli yerine oturur. Wuthering
Heights’ın sadece tutku ve coşkudan oluşmadığı; Emily Bronte’nin sadece romantik
bir yazar değil tam anlamıyla gerçekçi bir yazar da olduğu anlaşılır. Betina Knapp
anlatıcıların rolünü şöyle açıklamaktadır:
‘Lockwood’un rolü rüyasında gördüğü gizemli olayı
açıklamaktır. Trushcross Grange’den ayrıldığı sabah rolünü
tamamlamak için yola çıkmış olacaktır. Burada Catherine’in
de bir zamanlar bakıcısı olan, hizmetkar Nelly ile
karşılaşacak ve böylece anlatılacak olaylarla duygusal
bağlantı kuracaktır. Antik Yunan tiyatrosundaki koro gibi,
26
Nelly hem olayları anlatacak hem de onların içinde yer
alacaktır. Nelly bazı durumlarda koruyucu bir güç, bazen
sırları ortaya çıkaran kişi, bazen de gerekli olan çatışmaları
tetikleyen bir güç olacaktır. Roman süresince Nelly’nin
oynadığı aktif rol, iki aileyi – Earnshawlar ve Lintonlar- bir
araya getiren, böylece kargaşadan denge ve uyum ortaya
çıkaran bir araçtır.’ (Knapp, 1991 :113)
Yukarıda verilen alıntıda Knapp, Nelly’nin anlatıcılığı üzerinde durarak onu hem
dışarıdan gözlemleyen bir anlatıcı hem de zaman zaman dengeleyici bir figür olarak
değerlendirir. Romanda anlatıcı konusunu ele alan Leavis ise daha ziyade Nelly’nin
çocukluklarından itibaren romanın başlıca kişilerinin hayatının fazlasıyla içinde
olması bu nedenle yanılma olasılığının olduğu fakat yine de adaletli davrandığı
üzerinde durur. Leavis’e göre ise
‘Nelly Dean kitaptaki tüm çocukların bakımını özenli bir
şekilde üstlenen anaç bir kadındır. Fakat fazlasıyla anaçtır bu
nedenle de çözümün kolay olmadığı hatta bir çözümün
olmadığı durumlarda en iyisini yapmaya çalışırken hata
yapması kaçınılmazdır. Ancak her zaman ezilene karşı ve
haksızlıklara karşı adaletli davranarak(kötü davranıldığında
ahlaki olarak Heathcliff’i destekler), içinde bulunduğu zor
durumlarda Catherine’e akıl vererek (Edgar konusunda ikna
etmeye çalışır), Hareton’a doğduğu andan itibaren bakarak
olayların içinde haklı olarak bir yeri olduğuna bizleri ikna
eder’ (Leavis,1993 :28,29)
27
John T. Matthews, ise Framing in Wuthering Heights adlı makalesinde
anlatıcıların anlattıkları üzerinde etkisinden bahsederek anlatıcıların rolünü şöyle
anlatmaktadır:
Başlıca iki anlatıcı da sadece olayları derleyip toplayıp
aktaran anlatıcılar olarak görülmelerine rağmen anlattıkları
hikayelerle ilgilidir. Fakat Bronte onların hiçbir zaman tam
olarak olaylara hükmetmelerine izin vermez, her zaman bir
araç durumundadırlar. Hem Lockwood hem de Nelly
anlattıkları hikayelerin uyandırdığı hayalleri aktarırken kendi
zihinlerinin
durumunu
aktarmaktan
kaçınmazlar:
Lockwood’un romanın başındaki rüyaları ve Nelly’nin
Heathcliff’in hayalleri konusunda söyledikleri. (Mathews,
1993 :55,56)
Böylece olağanüstü olaylarla bezeli Gotik hikayelere benzeyen olaylar bile
anlatılırken anlatıcılar olan Loockwood ve Nelly sayesinde akıl ve gerçek unsuru
her zaman hatırlatılır.
Jacobs ise ‘Wuthering Heights’ta anlatıcıların ‘framing narrator’ biçiminde
olmasının özellikle Gotik türü ve inandırıcılığı bağlamında üzerinde durmuştur.
Jacobs’un görüşleri şöyle özetlenebilir:
Gotik hikayelerin ‘framing narrator’ yöntemindeki gibi
Wuthering
Heights’ta
da
anlatılan
konunun
kabul
edilemezliğiyle başa çıkabilmek için aynı anlatıcı biçimi
kullanılmıştır.
‘Framing
narrator’
okuyucuyla
aynı
dünyadandır, geleneksel ve pragmatiktir ve karşılaştığı Gotik
olaylara çok şaşırır. Lockwood ve Nelly de aynı amaca
28
hizmet eder ve karşılaştığı olayların toplumsal standart ve
ahlaki
değerlere
uygunluğunu
değerlendirir.
(Jakobs,
1993:77)
Emily Bronte’nin Wuthering Heights’ta kullandığı anlatım teknikleri ve
romanın anlatıcıları Lockwood ve Nelly hakkında eleştirmenlerin çeşitli görüşleri
vardır. Bu görüşlerin, bu çalışmada üzerinde durulan yönü anlatıcıların gerçek –
gerçek dışı ve inandırıcılık bağlamında rolleridir. Yukarıda verilen alıntılarda da
belirtildiği gibi Lockwood ve Nelly anlattıkları olayların dışında kalmayı her zaman
becerebilmiş,
akıl
ve
mantık
çerçevesinde
olayları
değerlendirmişlerdir.
Anlatılanları yaşayan, romanın başkişileri Heathcliff ve Catherine ise akıldan
uzaklaşmış olayların duygusal yönünü yansıtmışlardır. Akıl ve gerçekten
uzaklaşmayan
Lockwood
ve
Nelly
Heathcliff
ve
Catherine’in
aksine
inandırıcılıklarını korumuşlardır. Anlatıcıların inandırıcılıkları özellikle Gotik
unsurların okuyucuya aktarıldığı kısımlarda bu unsurların inanılabilirlikleri
bağlamında etkili olmuştur.
Felicia Gordon A Preface To the Brontes adlı eserinde ‘The Gothic’ başlığı
altında
Bronteler’in
romanlarında
Gotik
unsurların
gerçekçi
bir
üslupla
birleştirilerek, romanların içine sokulduğu düşüncesinin üzerinde durur. Gordon
Bronte romanlarını Gotik başlığı altında incelemiş olması nedeniyle bu çalışmada
önemli bir yer almıştır. Gordon, Bronte romanları ve Gotik hakkında şöyle söyler:
Brontelerin romanlarını anlamamızda Gotik’in edebi ve
tarihi açıdan oldukça büyük bir önemi ve alakası vardır.
Gotik on sekizinci yüzyılın sonlarında hüküm süren
aydınlanma çağının denge, akıl ve kontrol değerlerine tepki
olarak filizlenen bir hassasiyettir. Brontelerin olgunluk
29
dönemi eserlerinde Gotik unsurların adapte edilmesinin
belirgin örneklerini görmekteyiz. Wuthering Heights da
Heathcliff bunun bir örneğidir. Heathcliff’e Catherine’in
hayaleti görünüyor olabilir ya da Heathcliff’in ruhsal
takıntısı bu doğaüstü durumla açıklanıyor olabilir. Emily
Bronte hayalet hikayesi atmosferini başarıyla yaratsa da
romandaki olaylar gerçekle temellendirilir ve psikolojik
olarak inandırıcıdırlar. (Gordon, 1989 :89,90,91)
Emily Bronte Gotik unsur olarak adlandırabileceğimiz doğa üstü olayları
yansıtmadan önce bunlarla karşılaşacak olan karakteri aynı zamanda da okuyucuyu
bu olaylara hazırlar. Psikolojik olarak her iki taraf da gerilim altındadır ve
olabilecek sıra dışı durumlara koşullandırılmıştır. Bu nedenle doğaüstü olaylar
roman kahramanının ve okuyucunun gözünde biraz daha fazla inandırıcılık kazanır.
Lyn Pykett Gender And Genre In Wutherıng Heigths adlı makalesinde ‘
Wuthering Heights’ın edebi tür ve gelenekleri altüst ettiğini, on sekizinci yüzyıl
Gotik romanının romantik gelişmeleri ve bu gelişmeler içindeki ‘kötü’ öğeleri,
gelişmekte olan Viktorya geleneğinin ‘domestik’ romanıyla gerçekçi bir biçimde
birleştirdiğini’ (Pykett,1993 :88) söyler. Pykett’e göre
Emily Bronte’nin balad ve halk unsurlarını, romans biçimini,
fantastik öğeleri bir arada kullanması, tutkulara olan
vurgusu, çocukluk dönemi ile ilgili görüşleri, kendi benliğini
arayışın ve bireyselliğin romantik yansımaları romanı
‘romantizm’le ilişkilendirir. Öte yandan romanın yeni
gelişmekte olan toplum ve görev olgularına, ailenin
idealleştirilmesine doğru yönelmesi, daha çok Viktorya
30
döneminin ortaya çıkmakta olan meseleleriyle ilişkilendirilir.
Emily Bronte’nin romanı bu çeşitli gelenekleri bazen
birbirinin içine karıştırarak bazen de birbirine karşı getirerek
birleştirir. Böylece başlıca iki edebi tür olan ‘gotik’ ve
‘domestik’ edebiyatı birleştirir. (Pykett, 1993 :88)
Pykett’in de makalesinde belirttiği gibi Wuthering Heights’ta daha Giriş
Bölümümde açıklanan ‘Gotik’ edebiyatın unsurları olarak nitelendirdiğimiz pek çok
unsuru
görmekteyiz.
örneklendirebiliriz:
Bunları
romanın
ilk
satırlarından
sonuna
kadar
Romanın ilk bölümünde ‘Wuthering Heights’ın anlamı
açıklanırken kullanılan kasvetli doğa tasviri adeta karşımıza çıkacak Gotik
unsurların bir habercisidir. Olayların geçtiği ‘Uğultulu Tepeler’ Gotik romanlardaki
gibi içinde gizli alt geçitlerin olduğu eski, yıkık dökük bir şato olmasa da bunlara
aratmayacak derecede ürpertici, soğuk, yıkıcı fırtınaların hakim olduğu bir tepede
yer alan eski bir evdir. Böylece Gotik hikayelerin geçtiği kasvetli atmosferle
Viktorya dönemi ‘domestik’ hikayelerin meydana geldiği ev ve aile hayatı
birleştirilmiştir. ‘Gotik’ roman türünün en önemli unsurlarından olan doğaüstü
olaylar, hayaletler, korku ve gerginlik yaratan imge ve olaylar da romanda sık sık
karşımıza çıkmaktadır. Pykett’in de vurguladığı gibi ‘ Gotik daha çok romanın ilk
jenerasyonun anlatıldığı kısımlarında karşımıza çıkmaktadır ve romantizmle,
gizemli, fantastik ve doğaüstü olaylarla ve vahşi doğa tasvirleriyle iç içedir’ (Pykett,
1993 :82) Lockwood Uğultulu Tepelere geldiğinde onu kalacağı odaya götürürken
Zillah’ın söyledikleri odayla ilgili Lockwood’da ve okuyucuda merak duygusunu
arttırırken gerginlik de yaratmaktadır:
Yukarı kalacağım odaya kadar bana eşlik ederken, bir
yandan da odada mumu gizlememi, gürültü yapmaktan
31
kaçınmamı tembihliyordu. Çünkü beni götüreceği oda
hakkında efendisinin birtakım garip hisleri varmış ve orada
kimsenin yatmasına razı olmazmış. Sebebini sordum
bilmediğini söyledi. Zaten o buraya geleli daha bir yada iki
yıl olmuş. Bu süre içinde de evde öyle şeylerle karşılamış ki,
sorup öğrenmeye kalksa ömrü yetmezmiş. (Bronte E., 1994
:31)
Böylece Zillah’ın bu sözleriyle az sonra Lockwood’un göreceği gizemli ve
korkutucu rüya için gerekli olan ortam hazırlanmış olur. Lockwood yatakta yatarken
pervazın üzerinde yazılı olan Catherine Earnshaw, Catherine Heathcliff ve Catherine
Linton yazılarını okuyarak uykuya dalar:
Dalmışım, ama beş dakika geçmedi ki karanlığın içinde, o
parlak,
beyaz
harfler
hayaletler
gibi
oynaşmaya
başladı.Havayı Catherineler doldurmuştu.Başıma dert olan
bu ismin etkisinden kurtulmak için doğrulurken, mumun eski
kitaplardan birine doğru eğilmiş, ortalığı da yanık bir deri
kokusunun sarmış olduğunu fark ettim.(Bronte E., 1994: 32 )
Oturup kitapları incelemeye başlayan Lockwood Catherine’in kütüphanesinin seçme
kitaplarla dolu olduğunu görür, Catherine’in kitapların içine yazmış olduğu notları
merakla okumaya başlar, otuz yıllık günlüğündeki Jabes Branderham’ın vaazı
hakkında yazdıklarını okurken uykuya dalar ve rüya görmeye başlar:
Joseph’le birlikte Jabes Branderham’ın ‘yetmiş kere yedi’
adlı pasajı üzerine vereceği vaazı dinlemeye gidiyor
gibiydik.Joseph mi, papaz mı yoksa ben mi yetmiş birincinin
birinci günahı işlemişiz de herkese teşhir edilip aforoz
32
edilecekmişiz….Bu kilise, iki tepe arasında, bataklığın
yanında,doldurulmuş çukur bir alanda inşa edilmişti. Derler
ki, bataklığın nemi orada gömülü birkaç cesedi çürümekten
alıkoymuş, adeta onu mumyalamış. (Bronte E., 1994: 35)
Lockwood Catherine’in kitaplarınından biri olan Jabes Brranderham’ın vaazlarını
okurken uykuya dalar. Okuduğu vaazın ve içinde bulunduğu kasvetli ortamın
etkisiyle ürkütücü diyebileceğimiz rüyalar görmeye başlar. Dönemin insanları
üzerinde bulunan dini baskının, din adamları tarafından cezalandırılma korkusunun
da bir etkisi olarak görebileceğimiz rüyada Lockwood papaz tarafından
cezalandırılacaktır. Kiliseye giderken yanından geçilen bataklık ve içinde bulunduğu
rivayet edilen cesetler de hem birer gotik unsurdur hem de kilisenin yozlaşmasına
bir gönderme olabilecek niteliktedir.
Bu ürkütücü kilisede rahibin adeta ölüm gibi gelen vaazını
dinlemekten çok sıkılan Lockwood sonunda dayanamayarak
Yetmiş birincinin birinci günahı anlatılırken kalkar ve
kilisedekilerden rahibi yakalayıp, yere yıkıp parçalamalarını
ister,
rahipse
kilisedekilere
kitabın
hükmünü
yerine
getirmelerini söyler ve insanlar asalarıyla Lockwood’a
saldırırlar ve Lockwood gürültüyle uyanır. Uyanınca bu
büyük gürültünün pencereye vurmakta olan bir çam ağacının
dalı olduğunu görür. (Bronte E., 1994: 34,35,36)
Loockwood’un bu rüyası ile ilgili olarak eleştirmenler çeşitli görüşler ileri
sürmüşlerdir. Örneğin Betina Knapp’e göre:
Dindar biri olan Joseph, Lockwood’un rehberi olarak sadece
kötü
niyetli
değerleri
değil
aynı
zamanda
da
33
evangalikalizmin ve vaaz vermenin yıkıcılığını gösterir.
Sevgi göstermekten ziyade nefretten bahsederler ve insan
doğasındaki
en
kötü
içgüdüleri
harekete
geçirirler.
Lockwood rüyasında duyduğu gürültüden o kadar rahatsızdır
ki uyanır, bunun nedenini mantıklıca açıklamaya çalışır ve
korkusunu kar fırtınası esnasında cama vuran çam ağacı
dalına yorar. Fakat bilinçaltı bu açıklamayla tatmin olamaz,
gelmekte olan probleme dikkat çekmek için onu tekrar
‘korku dolu bir rüyaya’ gönderir. (Knapp, 1991:111)
Burada da Joseph’in dindar biri olarak azarlayıcı ve cezalandırıcı tutumları
dönemin din adamlarının benzeri tavırlarına bir atıftır. Lockwood her ne kadar bu
rüyayı cama vuran ağaç dalıyla açıklamaya çalışsa da bu kadar basit değildir. Emily
Bronte hem Gotik atmosferi güçlendirmek hem de Lockwood’un bilinçaltında daha
derin bir yolculuğa çıkabilmek için korku dolu bir rüyayla devam eder.
Bu defa meşe ağacından yapılmış bir odacıkta yattığımı
hatırlıyor, rüzgarın ve savrulan karların uğultusunu, çam
kozalaklarının camda çıkardıkları sesleri duyuyor, hem de bu
gürültünün
gerçek
nedenini
sanki
gerçekmiş
gibi
duyuyordum….Ne yapıp edip şu sesi kesmeliyim diye
mırıldanarak camı yumruğumla kırıp, dalı yakalamak için
kolumu dışarı uzattım, ama parmaklarım dal yerine soğuktan
buz kesmiş küçücük bir ele değdi. Büyük bir dehşete
kapıldım. Kolumu geri çekmek istedim ama el, elime
yapışmış bırakmıyordu. Son derece hüzünlü bir ses ‘beni
içeri alın, beni içeri alın’ diye haykırdı.Elimi kurtarmaya
34
çalışırken ‘kimsin’ diye sordum ‘Catherine Linton’ diye
yanıtladı titrek titrek…. O konuşurken pencere camında
soluk bir çocuk yüzünün göründüğünü fark ettim. Korku
beni taş kalpli biri yapmıştı. Çocuğun bileğini kanayıncaya
kadar kırık cama sürttü; o ise hala ‘alın beni içeri’ diye
inliyor, elimi bir türlü bırakmıyordu. Korkudan deliye
dönmüştüm… (Bronte E., 1994:36)
Psikolojik olarak çok farklı şekillerde yorumlanabilecek olan bu rüya
Lockwood’u ve onunla birlikte okuyucuyu pek yakında öğreneceği, Wuthering
Hights’ta yaşanan olaylara hazırlamaktadır. Korku dolu bu rüyalarla gerilim
arttırılarak akıl ve bilinç unsurları arka plana itilerek duygu ve bilinçaltı ön plana
çıkarılmaktadır. Bu ikinci rüya konusunda Knapp şunları söyler:
İkinci rüya karmaşıktır ve içindeki belirgin özelliklere göre
açıklanabilir. Lockwood’un elini tutan küçük kız içsel bir
davranışın dışavurumunu ya da iki neredeyse cansız varlık
olan ölü kız çocuğu ve duygusal açıdan ölü olan tabutta yatar
gibi yatakta yatan Lockwood’un dayanışması ve birbirinden
yardım istemesinin açık bir göstergesidir. İmgesel olarak el
birleştirici bir unsurdur, bir varlıktan diğerine enerji geçirir.
Lockwood’u – yada locked wood- ölü feminen unsura
açmak Catherine’in amacıdır.
Bu, Ortaçağ mezarlarında
diğer dünyada ölüye katılması için mezarın yanından geçen
kişiyi yakalamak amacıyla dışarı uzanan el imajını hatırlatır.
Yalvaran el ise Lockwood’un bilinmeyenden, mantık dışı
olandan, açıklanamayan her şeyden, ölüm ve yaşamın
35
gizeminden korkusunun bir göstergesi olarak görülebilir.
(Knapp, 1991 :111)
Knapp de Lockwood’un rüyasında gördüğü kız çocuğu imajını
Pykett gibi kendi hayatıyla özdeşleştirmektedir:
Lockwood’un pencerenin önünde gördüğü çocuk imajı
kendisinin
stresli,
huzursuz
gelişim
döneminin
bir
yansımasıdır. Çocuk birlikteliği, zıtlığı, başlangıcı, sonu,
bilinci ve bilinç altını simgeler, spontene bir şekilde
Lockwood’un ‘locked wood’ diye nitelendirdiği bilinç
altındaki düşüncelerin yansımasını temsil eder.Çocuğun
elinin
kanaması
çocukluğundaki
ise
hem
Lockwood’un
kendi
acılarının hem de yaşanabilecek diğer
sıkıntıların bir işaretidir. (Knapp, 1991 :112)
Pykett ise Gotik türün unsurlarının romana adapte edilmesinde anlatıcıların
rolü üzerinde durmaktadır:
Emily Bronte’nin Gotik hikaye çerçevesini romanına adapte
etme
şekli
özellikle
önemlidir.
örneklerinde esas konuya
hikayenin
Gotik
romanın
ilk
günlükler, mektuplar yada
anlatıcıları tarafından
yazılmış olan diğer
belgelerden ulaşılır. Benzer şekilde ‘Wuthering Heights’ ta
da ana konuya dışardan biri olan Lockwood
vasıtasıyla
yada onun içerden biri olan Nelly’nin anlattıklarına aracılık
etmesiyle ulaşıyoruz. Bu iki ailenin olağandışı hikayelerine
ulaşabilmek için okuyucuyla paylaştığı kendi toplumsal
hayatıyla Nelly’nin anlattığı özel, içsel, domestik hayatı
36
birleştiren
Lockwood’un
aracılığı
gerekmektedir.
Lockwood’un anlatıcılığı önemlidir. Çünkü onun anlattığı
pek çok Gotik korkular kendi hayatına ve yaşadığı topluma
aittir. Kadınlar ve evlilik hakkındaki düşünceleri Cathy ile
ilgili romantik düşüncelerinde ortaya çıkar. (Pykett,1993
:92)
Emily Bronte, iki anlatıcıdan biri olan Lockwood’un rüyaları vasıtasıyla
sadece Lockwood’un temsil ettiği dönemin akılcı, ve gerçekçi yönlerini değil aynı
zamanda da akıl dışı ve duygusal yönlerini de okuyucuya iletmiş olur. Böylece
anlatacağı Gotik olaylara da uygun bir ortam hazırlamış olur.
Lockwood’un rüyalarında karşımıza çıkan, korku uyandıran tüm bu imgeler
ana konuya geçiş amacıyla kullanılmış, anlatıcıda ve okuyucuda gerilim ve merak
uyandırmıştır. Anlatıcının bilinç altı vasıtasıyla aktarılan Gotik olaylar, Uğultulu
Tepelerde yaşanan olayların aktarılması için birer geçit rolü üstlenmiştir. Rüyada
görülen pencere imajı ve Catherine’in bu pencere’den içeri girmeye çalışması da bu
geçiş fonksiyonunu vurgulamaktadır. ‘Gözler insanlar için neyse pencereler de
insanlar için odur. Lockwood pencerenin camını kırana kadar sembolik olarak iç
dünyayla dış dünya arasında bir bağlantı olamaz. Bu eli çekmesiyle bir geçiş
gerçekleştirilmiş olur.’ (Knapp, 1991 :112) Böylece Emily Bronte, Lockwood’un
Gotik unsurlarla bezeli bu rüyalarıyla bir anlatıcı olarak gerçek hikayeye geçişini
sağlar. Sadece Lockwood değil Heathcliff de bu Gotik hayaletin etkisi altındadır:
Yatağın üzerine çıktı, pencerenin kanadını hızla çekerek
açtı,bu arada göz yaşlarına boğulmuştu. ‘içeri gel, içeri gel!’
diye hıçkırdı ‘Cathy Lütfen gel; ah ne olur bir kerecik
daha!Benim biricik sevgilim; bu defa olsun duy beni,
37
Catherine sonunda!’…Hayalet yine bir oyun oynamıştı; var
olduğuna ait tek bir işaret bile yoktu, ama karla karışık
rüzgar savrularak içeri daldı, hatta benim bulunduğum yere
kadar sokularak mumun alevini söndürdü. (Bronte E., 1994:
39)
Felicia Gordon’a göre Loockwood’un rüyası ve rüyanın ardından
Heathcliff’in bu rüyaya tepkisi, hayaletin varlığına inanılabilirliği arttırmaktadır.
Büyük ölçüde aklı ve mantığı temsil eden Lockwood bu rüyadan fazlasıyla etkilenir.
Rüyasında gördüğünün bir yandan bir hayalet olduğunu düşünürken diğer yandan da
bu gördüklerine mantıklı bir açıklama getirerek kendi kendisini ve aynı zamanda da
okuyucuyu bu gördüğünün hayalet olmadığına inandırmaya çalışır. Rüyasında
gördüğü cama vuran kız çocuğu elinin aslında cama vuran dal olduğunu, bunun
etkisinde kalarak öyle bir rüya gördüğünü söyleyerek Gotik bir unsur olan hayaleti
mantık temeline oturtmaya çalışır. Ancak mantığı temsili eden Lockwood’un bile
içten içe bu gördüklerine inanması hayalet imajının inandırıcılığını arttırmaktadır.
Lockwood’un rüyasının bir etkisi çözülmemiş olarak
göreceğimiz hikayenin, evrenselden daha az özel olduğunu
göstermektir. Eğer geleneksel Lockwood bile böyle korkunç
rüyalar görüyorsa, Uğultulu tepelerin vahşi ve sadist dünyası
hepimizin içinde olabilir. Ayrıca, rüya hayalet temasına
inandırıcılık katmaktadır. Lockwood’un hayalet rüyasını
doğal olarak ( pencereye vuran ağaç dalı) açıklamasına
rağmen, Heathcliff’in rüyaya olağandışı tepkisi okuyucu için
hayalet gerçeğini kuvvetlendirir.’ (Gordon ,1989 :195)
38
Romanın ilerleyen bölümlerinde de çeşitli Gotik unsurlar sık sık karşımıza
çıkar, Lockwood’un rüyalarındaki gibi hayaletlerle, doğaüstü varlıklarla sık sık
karşılaşırız.
Şimdi vaktin gece olduğunun, masanın üzerinde iki mumun
yandığının farkındayım. Onların ışığında siyah dolap tıpkı
kehribar gibi yanıyor.’… ‘Çok garip ama içinde bir de surat
görüyorum.’
‘…Odada dolap falan yok, hiçbir zaman da olmadı dedim.’
‘Gözlerini kırpmadan aynaya bakarak sen şuradaki suratı
görmüyor musun? Dedi. Surat hala orada duruyor, işte
kımıldıyor. Umarım sen gittikten sonra oradan çıkıp yanıma
gelmez. Ah bu odada hayaletler dolaşıyor! Yalnız kalmaktan
korkuyorum Nelly! (Bronte E.,1994: 114)
Catherine de hasta yatağında yatarken odada dolaşan hayaletler görmekte
bunlardan korktuğunu Nelly’e anlatmaktadır. Romanın sonlarına doğru Heathcliff
Catherine’in ölümünden sonra yaşadıklarını, ruhsal durumunu ve yaptıklarını
Nelly’e anlatırken doğaüstü olayların, hayaletlerin ve metafizik düşüncenin etkisi
altında olduğunu görürüz. Bu bölümlerde anlatılanlar Gotik türünde karşımıza çıkan
hayalet hikayelerinden farksızdır ve Heathcliff’in bu doğaüstü olay ve durumları
gerçek gibi gördüğünü kendi sözlerinden anlayabilmekteyiz. ‘Biliyorsun o öldükten
sonra
deli
gibiydim.
ediyordum.Hayaletlere,
Ruhumun
ölülerin
bana
aramızda
geri
dönmesi
dolaştıklarına,
için
gündüz
dua
dolaşabileceklerine
inanırım.’ (Bronte C., 1994: 241) Heatcliff bu düşüncelerini açıkladıktan sonra
Catherine’in ölümü ardından mezarı başına gidip, ona son bir kez sarılmak için
tabutunu açmaya çalıştığını anlatır ve orada hissettiği ruhun varlığından bahseder:
39
Tabutun tahta kapağını çektikçe burgu yerleri gıcırdıyordu.
Tam amacıma ulaşmak üzereydim ki, tepemde, mezarın
başında bana doğru eğilmiş birinin iç çektiğini duydum. ‘Ah,
şunu bir açabilsem’ diye mırıldandım. ‘Ah, ikimizin de
üstünü toprakla örtseler keşke’ diyerek kapağı daha çok
zorluyordum. Kulağımın dibinde bir iç çekiş daha duydum;
hatta sulu karla karışık yağmurda esen rüzgarın yerine ılık
bir soluk bile hissettim gibi geldi. İyice biliyordum ki,
yanımda canlı hiçbir varlık yoktu. Ama insan karanlıkta
ilerlerken, görmediği halde bir şeye yaklaştığını nasıl bilirse,
ben de Catherine’in orada olduğundan öyle emindim. Hem
de mezarın içinde değil yeryüzünde olduğundan hiç kuşkum
yoktu. O anda bütün benliğimi bir huzur kapladı; birdenbire
rahatlamış, sözcüklerle anlatılmaz bir huzura kavuşmuştum.
Mezarı yeniden örttüğüm sırada da yanımdan ayrılmadı,
hatta eve dönerken bile benimle geldi….onun yanımda
olduğundan
emindim,
onunla
konuşmaktan
kendimi
alamıyordum. (Bronte E., 1994 :242)
Heathcliff Catherine’e duyduğu derin duygular ve yıllardır yaşanan olayların
etkisiyle Catherine’in ölümünü tan olarak kabullenememiştir, onun ruhunu hala
bilinçaltında yaşatmaktadır. Buradaki ölüm, kapağı açılmaya çalışılan tabut,
yağmurda esen rüzgar sesi gibi unsurlarla Gotik atmosfer güçlendirilerek yukarıdaki
sahneden bir süre sonra Heathcliff’in hissedeceği hayalet imajı için gereken ortam
hazırlanmaktadır. Wuthering Heights’ta Gotik’i ele alan Felicia Gordon da
40
Heathcliff’in Catherine’in cesedini kucakladığı sahnede Gotik’in inandırıcılığı
üzerinde durmaktadır.
Wuthering Heights Romantik cazibeyi ölüme dönüştürür.
Heathcliff’in Catherine’in cesedini mezarında kucaklama
teşebbüsü
ve
Nelly’nin
Heathcliff
öldüğünde
onun
gülümseyen cesedi hakkında söyledikleri Romantik- Gotik
türün çürüme ve ölüme yaklaşımıdır. Bu temalara yönelen
roman bu yönüyle psikolojik ve toplumsal inanılabilirlik
bakımından türdeşlerinden çok daha üstündür. (Gordon ,
1989 :200)
Emily Bronte Gotik unsurları romantik temalarla birlikte sunmaktadır.
Heathcliff Catherine’in cesedini kucakladığında, onun hala yanında olduğunu
hissettiğinde, Heathcliff’in Catherine’e karşı olan derin duygularından emin olan
okuyucu bu yaşananlara pek de şaşırmaz. E. Bronte böylece bu yaşanan olağan dışı
olaylara inandırıcılık katabilir.
Kırlarda dolaşıp eve dönerken onu orada bulacağımı
sanıyordum. Tepelerden uzakta olduğum zaman, eve
dönmek
için
acele
ediyordum.
Oralarda
bir
yerde
olduğundan emindim. Onun odasında yatmak istesem adeta
kovuluyordum. Orada uzanmama olanak yoktu. Çünkü daha
gözlerimi yumar yummaz ya pencerenin dışında duruyor, ya
odaya giriyor, yada çocukken yaptığı gibi başını yastığa
koyuyordu. (Bronte E., 1994: 243)
Wuthering Heights’ın pek çok yerinde gördüğümüz gibi Heathcliff adeta
Catherin’in hayaletiyle birlikte yaşamaktadır; fundalıklarda, evde sürekli karşısında
41
biri varmış gibi konuşmakta ve söylediklerinden Catherine ile konuştuğu
anlaşılmaktadır. Heathcliff için gördüğü zihninde canlanan bir fügür değil kesinlikle
Catherin’in hayaletidir. Romandaki Gotik unsurların başında gelen bu ürkütücü,
hayaletle konuşma sahnelerine ve başlı başına bir Gotik kötü adam olan
Heathcliff’in garip davranışlarına Nelly sık sık şahit olmaktadır. Nelly Heathcliff’in
gizemli ve garip davranışlarından birini okuyucuya şöyle aktarır:
O zaman duvara bakmadığını anladım. Gözlerini iki adım
daha ötede duran başka bir şeye dikmişti. Bu şey ne ise,
sanki
ona
hem
büyük
bir
zevk
hem
de
acı
veriyordu….Gördüğünü sandığı şey bir yerde de durmuyor
devamlı hareket ediyordu. Heathcliff gözleriyle bıkıp
usanmadan onu izliyor, benimle konuşurken bile bakışları
ondan ayrılmıyordu…. Bazen birbirini tutmayan anlamsız
sözler mırıldanıyordu. Bunlar arasında anlayabildiğim tek
sözcük Catherine’di. Sanki karşısında oturan birine söyler
gibi, yavaş, içten, ruhunun derinliklerinden gelen bir sesle
söylemekteydi. (Bronte E., 1994: 274)
Gotik türünün unsurlarından kabul edebileceğimiz ‘ölü biriyle konuşma’
burada Heathcliff’in Catherine’in ölümü ardından hala yaşıyormuş, karşısındaymış
gibi onunla konuşmasıyla karşımıza çıkmaktadır. Fakat Heathcliff’in bu garip
davranışları onun duygularının aktarılmasıyla daha kabul edilebilir bir hal alır.
Romanda iki ailenin hikayesi anlatılıyor olsa da Catherine/
Heathcliff ilişkisi romanın özüdür. Catherine Heathcliff’in
tutkulu anımsamalarında hayat bulur ve ruhsal yada doğa
42
üstü bir şekilde Heathcliff’in ölümü olur. (Gordon , 1989
:196)
Romanın sonunda da yine Nelly’i Heathcliff’in ölümünün ardından köylülerin
anlattığı, artık hayalet hikayesine dönen, olayları aktarır:
Ama köylülere sorarsanız İncil üzerine yemin ederek
hortladığını söylüyorlar. Onu
kilise yakınında, kırlarda,
hatta bu evin içinde bile gördüklerini söyleyenler var.
Uydurma şeyler diyeceksiniz ben de öyle diyorum. Ama
mutfakta, ocak başında oturan yaşlı Joseph diyor ki, hangi
yağmurlu gecede pencereden dışarı baksa, Heathcliff’le
Catherine’i birlikte görüyormuş. Ayrıca bir ay önce benim
başıma da garip bir olay geldi. Bir akşam Grange’ a
gidiyordum.
Karanlık
bir
akşamdı,
benziyordu Tam tepelerin orada
fırtına
kopacağa
bir oğlan çocuğuyla
karşılaştım ağlıyordu…. ‘ Taa, şu sivri kayanın dibinde
Heathcliff’le bir kadın duruyor.’ diye haykırdı ‘ Yanlarından
geçmeye korkuyorum.’Ben bir şey göremedim. Ama ne
çocuk ne hayvanlar oraya doğru gitmek istemiyorlardı. Belki
de kırlarda tek başına dolaşırken duyduğu saçma sapan
sözler aklına gelmiş kendi kendini hayalet gördüğüne
inandırmıştı. Ama ne olursa olsun, ben artık hem geceleri
dışarı çıkmaktan hem de bu korkunç evde de tek başıma
kalmaktan hoşlanmıyorum. Elimde değil. (Bronte E., 1994:
278)
43
Emily Bronte yine karanlık doğa tasviriyle Gotik atmosferi güçlendirerek
Nelly’nin anlatımıyla okuyucuya aktardığı romanın sonlarındaki bu hayalet
hikayesinde anlatıcısına aynı rolü vermiştir. Nelly neredeyse kendisinin bile zaman
zaman inanarak etki altında kaldığı bu hayalet hikayelerini bir yandan da çocuğun
çevresinden duyduklarından etkilenmiş olup, hayalet gördüğüne kendi kendini
inandırması gibi mantıklı bir açıklama getirerek olayları okuyucuya aktarır.
Felicia Gordon’ a göre Emily Bronte Gotik’i canlandırmıştır, bilinmeyen iç
dünyaya girmek için Gotik’i bir araç olarak kullanır. Wuthering Heights’ı ilk
okuduğumuzda Uğultulu Tepeler Gotik kötü karakter Heathcliff tarafından yönetilen
perili bir kale gibi görülebilir. Fakat aynı zamanda da hoş olmayan ya da garip kırsal
insanların yaşadığı bir Yorkshire çiftlik evidir. Okuyucular olarak biz, Catherine’in
hayaletini hiç görmeyiz, sadece Heathcliff’e ve rüyalarında Lockwood’a görünür.
Roman İngiltere’nin kırsalında geçer ve sosyal olarak olmasa da psikolojik olarak
inanılabilirdir. ‘ Wuthering Heights’ın Gotik unsurları onu daha az tufaf yapar, ve
Gotik vasıtasıyla bilinmeyen bir ruh halinin içinde daha geleneksel edebi bir
yaklaşım buluruz. Emily, bilinmeyen iç dünyaya girmek için Gotik’i kullanır.’
(Gordon , 1989 :92)
Emily Bronte bilinmeyen iç dünya ile bilinen dış dünyayı Gotik unsurlar
vasıtasıyla birbirine yaklaştırmıştır. Bir yandan yaşanan toplumsal ve sosyolojik
olayları anlatırken bir yandan da Gotik aracılığıyla karakterlerinin bilinçaltına inerek
onların iç dünyalarını aktarır. Joseph Wiesenfart The Gothic tradition Domesticated
adlı makalesinde ‘Heathcliff’le Emiliy Bronte Orta Çağ dünyasının korkularını
kalelerden çıkarıp kasaba evlerine koymuştur. Gotik korkuları kasaba evlerinin
mutfaklarına, odalarına hatta Catherine’le birlikte yatak odalarına kadar getirmiştir.’
(Wiesenfart, 1988 :64) der. Emily Bronte tür olarak ilk ortaya çıktığında daha çok
44
kaleler, zindanlar gibi Orta Çağ’a ait yerlerde geçen Gotik türünü ve on ait korkuları
Wuthering Heights ile birlikte Viktorya Dönemi’nde yaşayan bir ailenin evinin,
gündelik hayatının ve bireyler arasındaki ilişkilerin içine sokmuştur. ‘ Emily
Bronte’nin romanda olağan zamanı kullanması, onun Gotik’i, Gotik ( kalelerin
zamanı) zamanla olağan zamanı yer değiştirmesiyle, domestikleştirmesidir.’
(Wiesenfart, 1988 :70) Gotik’i Orta Çağ’dan çıkarıp gündelik hayatın içine alan
Emily
Bronte,
Gotik’i
olağan
zamanın
bir
parçası
haline
getirmiş,
domestikleştirmiştir.
Diane Long Hoeveler Brontelerin Viktorya döneminde yazmış oldukları
romantik eserlerin içine Gotik unsurlar katarak onları çağdaşlarından farklı bir
şekilde
neredeyse Gotik romanslara çevirmelerine farklı bir bakış açısıyla
yaklaşmıştır. Diane Long Hoeveler’a göre
Ölü bir anne ve hala ev halkı içinde gibi olan ölü iki kız
kardeşle, buyurucu bir baba ve para yiyici bir erkek kardeşle,
Charlotte, Emily ve Anne Bronte Gotik bir fantezi
yaşamışlardır. Bir Gotik patrik nasıl hem sevilir hem
kızılırsa onlar da babalarını öyle sevmiş ve ona kızmışlardır;
Branwell gibi bir kardeşle hayat onlara Gotik umutlardan
fazlasını getirmemiştir. Aşk, ihanet, zina, ve cinayetten
oluşan hikayelerini tekrar tekrar anlatarak Bronte çocukları
kendi yaralarına, kayıplarına ve tabi ki de kendilerinin ve
önceki
jenerasyonlarının
Gotik
birikimlerine
ilgi
çekmektedirler. (Hoeveler, 1998 :185,186)
Hoeveler’ın The Triumph of the Civilizing Process makalesinde belirttiği
gibi ‘ Freud’a göre bir ailenin bireyi hiçbir zaman tek başına bir birey değildir,
45
sürekli olarak el değiştiren, bir nesilden diğerine aktarılan bir rolü vardır.’
(Hoeveler, 1998 :187) Wuthering Height’ta da büyük olan Catherine, romana bir kız
çocuğu olarak başlar, bir eş ve ardın dan da anne olur, kısa süre sonra da kızı
Catherine aynı süreci yaşayarak onun yerini alır.
Aile parçalardan oluşan bir bütündür ve bütün her zaman
parçalardan daha önemlidir. Bronteler gibi okuyucu olarak
fark ederiz ki, aile, rolleri birbirine devredilen, bağımsız
kimlikleri olan benliklerden oluşur. Aile bireylerinin
birbirine baskı uygulaması, onları kötüye kullanması
bireylerin jenerasyona bağlı hayatta kalma çabası içinde
olağandır. Catherine de Heathcliff’le olan çatışmasında zarar
görür. Ne yazık ki Catherine yara almış Gotik kötü adam
olan Heathcliff’in duygusal kahraman olamayacağını çok
geç fark eder. Emily Bronte kahramanlarını Gotik bir
romandan alıp duygusal bir romanın içine yerleştirmiş sonra
da her şey alt üst, herkes mutsuz olmuştur. Böylece
Brontelerin ‘romantik feminizm’ dediğimiz romanları ‘Gotik
feminizm’ le birleşmiştir. (Hoeveler, 1998 :187,188)
Başlangıçta Viktorya Dönemine ait iki malikanede yaşayan iki aile
arasındaki ilişkileri, özellikle de aşk hikayelerini anlatacak gibi görünen Wuthering
Heights Gotik unsurların ortaya çıkmasıyla romantik feminizm’den Gotik
feminizme geçmektedir. Bu iki türe ait unsurları birleştirdiği romanda Emily Bronte
bu unsurları karakterlerinin iç dünyalarını, kendi iç dünyaları, toplum ve toplumsal
değerlerle olan çatışmalarını yansıtmak için bir araç olarak kullanmıştır.
46
Emily Bronte’nin ilk Gotik feminist karakteri ise kendisini
ailevi ve sosyal şartlara uymaya zorlayan koşulların farkında
olmadan duygusal ve cinsel bir savaş yaşayan Catherine
Earnshaw’dır.
Çocukluğunda
bile
Catherine
Viktorya
döneminin itaatkar uysal çocuk tipine uymamaktadır. Bu
dönemde ‘vahşi ve kötü’ olarak tarif edilmiştir. Nelly’e göre
hiçbir zaman onları küstah, kaba bakışı ve iğneleyici
sözleriyle aşağıladığı zamanki kadar mutlu olmamıştır.
(Hoeveler, 1998 :190)
Tüm bu davranışlarıyla Catherine Viktorya dönemi kadınlarının özelliklerine
hiç uymamaktadır. Heathcliff Viktorya Dönemi’nin tipik kişilerinin özelliklerinden
farklı özellikler taşıayan bir kişidir. Heathcliff’in farklı özellikleri şöyle
özetlenebilir:
Heathcliff, bir çocuk olarak, fazlasıyla sosyal yönden isyankar ve kabul edilemez
olarak gösterilmektedir. Fiziksel olarak ise ‘ koyu tenli çingene’ ve ‘ yabaniler kadar
kaba ve taş kadar sert’ diye tasvir edilmektedir. ‘Viktorya Dönemi standartlarına en
uymayan özellikleri ise hem Catherine hem de Heathcliff’in yönlendirilmeyen ve
serbest kalan enerjileri ve bunun oluşturduğu belirsiz cinsel karakterleridir. Bu
yönleriyle Gotik karakterlere benzerlik göstermektedirler’(Hoeveler, 1998 :191,192)
Romanın pek çok bölümünde özellikle Heathcliff’in Viktorya dönemi kişi
tipine uymadığını gösteren davranışlarını ve konuşmalarını görmekteyiz. Bunlardan
en belirgin olanlarından biri Heathcliff’in Catherine’in ölümünden sonra yaşamını
anlatan Nelly’nin sözleridir. Nelly’nin anlattıklarından Heathcliff’in Viktorya
dönemi tipik dindarlarına hiç uymayan, tamamen zıttı bir yaşam sürdüğünü, dini
47
inançlardan, Tanrı’dan ve İncil’den tamamen uzaklaştığını adeta bu dini kavramlarla
alay ettiği anlaşılmaktadır.
… ne ağlıyor, ne de dua ediyordu; yalnız küfür ediyor,
meydan okuyor, Tanrı’ya da insanlara da isyan ediyordu,
sonra kendisini çılgın bir sefahat alemine kaptırdı.’ (Bronte
E., 1994: 67)
Heathcliff Viktorya Dönemi tipik dindarlarına ya da toplumsal kurallara hiç
uymayacak şekilde yaşamaktadır. Yaşadığı dönemde bireylerin çoğu dini ve
toplumsal kurallara karşı gelmekten, toplumun tepkisini çekmekten kaçınırken,
Heathcliff ne dini ne de toplumsal düzene aldırış etmektedir. Romanda Heathcliff’in
yaşadığı döneme göre aşırılık olarak kabul edilecek ve toplum tarafından
onaylanmayacak pek çok davranışıyla karşılaşmaktayız. Dini inançlara ve kurallara
karşı gelmesi, hiç birini umursamaması da bunların başında gelmektedir. Nelly sık
sık Heathcliff’in bu isyankar tutumlarını okuyucuya aktarmaktadır.
Ben ha! Tam aksine, sırf beni yaratanı cezalandırmak için
kendimi mahvetmekten büyük bir zevk duyacağım! diye
bağırdı günahkar. ‘ İşte, bu da onun kahrolması şerefine!
İçkiyi içti, sonra sabırsızca oradan uzaklaşmamızı emretti.
Hem de bu emrini öyle ağza alınmayacak küfürlerle
tamamladı ki insan ne tekrar etmek ne de bir daha hatırlamak
ister. (Bronte E.,, 1994 :76)
Wuthering Heights’ın pek çok kısmında bu örneklerde görüldüğü gibi
Heathcliff’in yaşadığı dönem özelliklerine de tamamen zıt olarak dini kavramları ve
inançları yok saydığı hatta onlarla alay ettiği görülmektedir. Bunlar aynı zamanda
Heathcliff’in ‘Gotik kötü karakter’ karakterini de güçlendirmektedir.
48
Evde çok garip şeyler oluyor. En başta efendim. Ne kıyamet
gününden korkuyor, ne Aziz Paulus’tan, ne aziz Petros’tan,
ne Azizi Yohannes’ten, ne Aziz Matta’dan. Hiçbirinden!
Korkmak bir yana sanki onlarla yüz yüze gelmeye can
atıyor….hiç bir şey umurunda değil, sanki şeytanın ta
kendisi!... Güneş batarken yataktan kalkıyor, ertesi gün
öğleye kadar kepenkler kapalı kalıyor, mumlar yanıyor, içki,
kumar gırla… Sonra bizim deli söve saya, bağıra çağıra
odasına gidiyor. Öğle ki azıcık kendini bilen biri bu hale
düşse utancından yedi kat yerin dibine girer. (Bronte E.,,
1994: 99)
Halbuki , Felicia Gordon’a göre Emily Bronte romanda üç temel dini tema
üzerinde durmaktadır:
Tüm Bronte romanlarında olduğu gibi Wuthering Heights’da
da din önemli bir rol oynar. Fakat Emily kendi kişisel
görüşünü
yansıtmıştır.
Üç
temel
dini
tema
göze
çarpmaktadır: Joseph ve Jabes Branderham’ın vaazlarıyla
alaya alınan Calvenizm, Nelly Dean ile örneklenen, daha
umut vadeden ve yardımsever Hıristiyanlık ve Catherine ve
Heathcliff ile gösterilen Hıristiyanlıktan çok Paganlığa
benzeyen dini bir mistisizm biçimi. Joseph’le Emily Bronte
Calvenizm’in kinci, erdem fanatikliği olan yanlarıyla alay
eder. Joseph şeytan figürü olarak gördüğü Heathcliff’
sayesinde günah ve lanetlenmenin etrafında her an
yaşandığını düşünmektedir. (Gordon ,1989 :200,201)
49
Joseph’in Heathcliff’in cesedi başındaki son sözleri onun bu düşüncelerini gözler
önüne serer:
Joseph ayaklarını sürüye sürüye yukarı geldi, bir feryat
kopardı, ama ona el sürmemeye de kararlıydı.
Onun ruhunu şeytanlar alıp götürmüştür!’ diye bağırdı. ‘
leşini de onlar alıp götürsünler, umurumda bile değil! Pöh!
Şu alçağa bak hele, ölümle bile alay eder gibi sırıtıp
duruyor! Yaşlı günahkar, bunları söyledikten sonra onu taklit
ederek sırıttı. Yatağın çevresinde tepinerek dönecek sandım.
Ama birden bire kendisini toparlayıp yere diz çöktü, ellerini
havaya kaldırdı. Evin asıl beyi ile eski hizmetçilerin
haklarını geri veren Tanrı’ya şükürler etti. (Bronte E.,, 1994:
278)
Bir yanda Viktorya Dönemi dindarlığının iki örneği olan Joseph ve Nelly
figürleri okuyucuya gösterilip, yer yer onların inançlarının aşırılıklarıyla ve zaman
zaman iki yüzlülükleriyle alay edilirken, Catherine ve özellikle de Heathcliff’in dine
karşı olan alaycı tutumu ve tamamen uzak olmaları sık sık örneklerle gözler önüne
serilir.
Nelly’ nin Heathcliff ölüm döşeğindeyken onunla olan konuşmasında
Heathcliff’in çocukluğundan beri dinden tamamen uzak bir yaşam sürdüğünü açıkça
görmekteyiz:
‘Siz de biliyorsunuz ki bay Heathcliff’ dedim. ‘On üç
yaşınızdan beri Hıristiyanlığa yakışmayan bencil bir ömür
sürdünüz; bütün bu süre içinde İncili, belki bir kere bile
elinize
almadınız.
Kitapta
yazılı
olanları
herhalde
unutmuşsunuzdur. Yeniden öğrenmek için de artık vaktiniz
50
kalmamıştır. Acaba birini çağırsak, yani, hangi meshepten
olursa olsun bir papaz çağırsak da size kutsal kitabın
ilkelerinden ne kadar saptığınızı gösterse, ölmeden önce
tanrıya günahlarınızı affetmesi için yalvarmazsanız cennetin
eşiğine bile yaklaşamayacağınızı anlatsa, kötü mü olur?’…
(Bronte E.,, 1994:276)
Heathcliff, Nelly’nin tüm ısrarlarına rağmen herhangi bir din adamının gelmesini ve
cenazesinin toplumun da onaylayacağı şekilde dini kurallara göre yapılmasını da
reddeder.
Sakın unutma! Hiçbir papazın gelmesini istemiyorum,
mezarımın başında da dua edilmesin. Ben kendi cennetime
gideceğim, başkalarının ki onların olsun. ….
… onun bu dinsiz umursamaz tavrı karşısında şaşırıp
kalmıştım. ( Bronte E., 1994:276)
Heathcliff ölüme yaklaşırken bile ‘Gotik Kötü Karakter’ özelliklerini hala
taşımaktadır, hala dini törenlere karşıdır, Tanrı’dan af ya da cezalandırılma
beklememektedir, kiliseden gelecek her hangi bir papaza ya da duaya dönemi
insanlarının pek çoğunun aksine tamamen karşıdır. Nelly tüm çabalarına rağmen
Heathcliff’i ikna edemez.
Viktorya döneminde yazılan Wuthering Heights dönemin özelliklerini
taşıyan bir kasabadaki iki aile arasındaki ilişkileri anlattığı bu romanında romantik
dönem edebiyatının pek çok unsuruyla, domestik aile hayatıyla Gotik roman
türünün pek çok özelliğini bir araya getirmiştir. Diane Long Hoeveler’e göre,
Kelimenin tam anlamıyla baktığımız zaman roman oldukça
açık sözlü bir romanstır. Aldatma, ayrılan ruh eşleri,
51
engellenen cinsel arzular gibi standart romans unsurlarını
etkiyi arttırmak amacıyla, Lockwood’u rahatsız eden hayalet
figürüyle Catherine, Earnshawlar’ı rahatsız eden kanibalistik
kötü adam Heathcliff gibi Gotik unsurlarla birleştirir. …
Wuthering Heights’da bastırılmış duygusal gelenek ve onun
kahramanı Edgar Linton’un geri dönüp Gotik edebi akımı ve
onun temsilcisi Heathcliff’ten intikam alışını görmekteyiz.
Roman geçtiğimiz yüzyılda kadınların romantik eğilimini
şekillendiren bu iki türü çözmek amacıyla iki türü birbiriyle
karşı karşıya getirmektedir. Romantik kahraman, yansıması
olan Gotik anti-kahramana karşı savaş açar ve patriarşik bir
zafer kazanılır. Başka bir deyişle Wuthering Heights’da ne
duygusal ne de Gotik ölür. Romanın sonunda sorunları
çözmüş ve uslanmış bir çift olarak kalan Catherine II ve
Hareton, her iki türün de mirası olarak varlıklarını
sürdürürler. Böylece Bronte’nin son fikrini oluştururlar:
romantizmin otantik olmak için tutkuya ihtiyacı vardır, aynı
zamanda Gotik’in de dizginlenmeye ihtiyacı vardır ve ikisi
de hem romantizmin hem Gotik’in başladığı roman
sayfalarına okuyucuyu getirirler. (Hoeveler, 1998 : 196)
Emily Bronte, Romantik ve Gotik türlerine ait unsurları Wuthering
Heights’ta bir araya getirerek bu iki türü bir arada kullanmış böylece romanda farklı
bakış açıları yaratmış, karakterleri ve olayları hem akıl, bilinç ve mantık
çerçevesinde hem de duygu, bilinç altı ve mantık dışı çerçevesinde sunmuştur.
Birbirinden çok farklı olan bu iki türü domestik ve feminen özelliklerle
52
destekleyerek farklı açılardan ele alınabilecek bir roman ortaya çıkarmıştır. Orta
Çağ’a ait kalelerde, şatolarda geçen Gotik türüne ait unsurları ve korkuları, ailelerin
günlük hayatının, evlerinin içine kadar sokmuş böylece Gotik’i ev hayatının bir
parçası haline getirmiştir. Emily Bronte’nin Wuthering Heights’ı yazdığı dönem
özellikleri göz önünde bulundurulduğunda dikkat çeken kadının toplum tarafından
yönlendirilmesi ve baskı altında tutulması gibi sorunlara romanında karakterlerinin
başkaldırılarıyla ışık tuttuğu ve dönem özelliklerine uymayacak şekilde aşk, tutku
gibi konuları ele aldığı görülmektedir. Emily Bronte bu özellikleri XIX. Yüzyıl
romanında romantik diyebileceğimiz bir hikayeyi Gotik unsurlarla birleştirerek
okuyucuya sunmuştur.
53
II. VILLETTE DE GOTİK UNSURLAR
‘Villette’de Gotik Unsurlar’ adlı İkinci Bölümde Charlotte Bronte’nin
Villette adlı romanı Giriş Bölümünde açıklanan Gotik türü bağlamında
incelenecektir. Villette Gotik başlığı altında incelendiğinde Gotik’in bu romanda
akıl-duygu, bilinç-bilinçaltı çatışmasının göz önüne serilmesinde ve roman
kişilerinin iç dünyalarına ulaşılmasında önemli bir rolü olduğu görülecektir. Bireyin
psikolojik ve sosyal sorunları, toplumdaki yeri Gotik unsurların vasıtasıyla
sorgulanacaktır. Wuthering Heights’ta ‘evcilleştirilen’ Gotik Villette’de farklı bir
mekanla (manastırla) farklı bir boyut kazanacaktır. Roaman kişilerinin, romanın
yazıldığı dönem olan Viktorya Çağı ile uyumu ela alındığında Wuthering Heights’ta
olduğu gibi burada da dönem insanlarıyla uyuşmayan yönleri göze çarpmaktadır.
Villette (1853) , Lucy Snowe adlı bir genç kızın ağzından bir öz yaşam
öyküsü olarak yazılmıştır. Romanın kahramanı Lucy’nin bizlerle sıcak bir ilişki
kurduğu, bizlerle konuştuğu, bizlere içini döktüğü duygusuna kapıldığımız için, bu
yöntemin kullanıldığı romanlara özgü bir gerçeklik havası vardır ‘Villette’ de.
Brontenin son romanı Villette, Viktorya dönemi psikolojik teorisi ve tıbbi
uygulamalarıyla en açık bağlantısının olduğu romandır. Anlatıcı Lucy Snowe
görünürde halusinasyonlar yaşamaktadır ve sinir sisteminde bir çökme yaşar ve
semptomlarını doktoruyla tartışır. Charlotte Bronte, Lucy Snowe’da psikolojik
sağlığı sürekli olarak sorgulanan bir figür yaratır. Lucy’nin dünyasına giren okuyucu
mantıklı bir düzenin varsayımlarını bırakmaya zorlanır. Lucy anlatıcı olarak, kendi
kendiyle çelişerek, bilgi saklayarak, şaşırtarak, zaman zaman okuyucusuyla alay
eder hatta onları allak bullak eder. Charlotte Brontenin gölgesi gibi olan Lucy’nin
otobiyografik anlatımıyla okuyucu farklı bir dünyaya girer, Lucy’nin kendinden
54
uzaklaşması, kendini gözlemliyor gibi olmasıyla zihinsel yabancılaşmanın çağdaş
teorilerini araştırır ve sorgular.
Pek çok eleştirmen Charlotte Bronte’nin Villette’de Bürüksel’de yaşadığı
tecrübelerini anlattığını savunmaktadır. Bu eleştirmenlerden biri de Knapp’dir. Anne
Bronte adlı eserinde Villette’den bahsederken şöyle söyler: ‘Kişisel ve otobiyografik
olarak kabul edilebilecek roman Charlotte Bronte’nin travmatik yıllarını özellikle de
Brüksel tecrübelerini anlatır. Romanın başkarakteri Lucy Snowe,
Charlotte’nin
kendi davranışlarına ve ruh haline çok benzemektedir.’ (Knapp, 1991 :172) Kişiliği
açısından Charleotte Bronte’ye çok benzeyen Lucy Snowe iyi yetişmiş annesi babası
olmayan bir kızdır.
Çocukluğunu çeşitli akrabalarının yanında geçirir. Bir ara, vaftiz annesi
bayan Bretton’ın evinde konuk olur. İleride romanda önemli bir rol oynayacak olan
evin oğlu John Graham Bretton’u ve kısaca Polly denilen Paulina’yı orada tanır.
Sonra yaşlı ve hasta bir kadının bakıcısı olur. Bu iyi yürekli kadın ölünce, kendine
bir iş bulmak amacıyla Londra’ya gider. Hayatını sürdürecek parayı kazanmak için
çalışmak zorunda kalan genç bir kadın olarak Lucy Snowe Viktoria Çağı
romanlarında ender görülen bir tiptir.
Orta sınıftan olup da kendi geçimini sağlayacak parayı kazanmak isteyen
kadın kavramı, Viktoria Çağı toplumuna öyle aykırıydı ki Lucy’nin bu sözlerini
duyan Polly, çok iyi yürekli ve duyarlı bir kız olduğu halde, Lucy’e acıdığını
söylemekten kendini alamaz. Oysa Lucy Snowe, kendisini hiç de acınacak biri
olarak görmez. Çalışmanın ezikliği değil, gururu vardır onda. Hatta çevresindeki
zengin ve aylak kızları biraz hor görür. Onları, duygu ve düşünceden yoksun ve
biraz şımarık bulur. Ivır zıvır konular üzerine dedikodu yapmaktan başka işleri
olmamasını ayıplar. Lucy Snowe, çalışma yaşamında işin kolayına da gitmez. Daha
55
sonraları öğretmenlik yaparken, Polly’nin evinde oturup genç kıza refakat etmesi
ona önerilince, bir zengin evinde hiçbir iş yapmadan bir sığıntı olarak yaşamak
istemez. Bu durumda ev halkına dalkavukluk etmek zorunda kalacağını düşünür.
Asalak olacağına bir orta hizmetçisi gibi çalışmayı, yerleri süpürüp silmeyi daha
haysiyetli bir iş sayar.
Lucy Snowe Londra’da iş bulamayınca bir gemiye binip Villette’e gelir. Bu
yabancı kentte Fransızca konuşulmaktadır. Fransızca bir tek sözcük bilmeyen Lucy
yoğun bir çaba sonucu dili iyice öğrenir. Madam Beck’in yönettiği okulda önce bu
kadının çocuklarına dadılık eder, sonra İngilizce Öğretmeni olur. Böylece roman, ilk
bölümlerinden sonra, Labassecour ülkesinin başkenti Villette’de geçer. Bu arada
yazar romanının neredeyse her sayfasına Fransızca tümceler ekleyerek bu dili ne
denli iyi bildiğini gözler önüne serer. Charlotte Bronte’nin Fransızca’sı Gordon gibi
pek çok eleştirmen tarafından beğenilmiş ve övülmüştür. Şüphesiz Charlotte
Bronte’nin Brüksel’de geçirdiği zaman Fransızca’sını geliştirmesini sağlamıştır.
‘Fransızca terimleri ve Fransızca’nın ritmini öyle güzel kullanmıştır ki, sanki önce
Fransızca yazmış sonra İngilizce’ye çevirmiştir. Kullandığı Fransızca sözler
genellikle deyimseldir, her zaman doğrudur ve yerli yerindedir.’ (Gordon ,1989
:89,90) Villette’in sokaklarıyla, parklarıyla, yapılarıyla, insanları ve töreleriyle
Brüksel olduğu, Labassecour’un da Belçika olduğu, Charlotte Bronte’nin Villette’i
yazarken Brüksel’deki yaşamından esinlendiği düşünülmektedir. Bu görüşü savunan
eleştirmenlerden biri de Felici Gordon’dur. Gordon A Preface to Brontes adlı
eserinde Charlotte Bronte’nin Villette’i yazarken Brüksel anılarından yararlandığını
ve aynı zamanda da kendisi ile yarattığı karakter arasında bir mesafe oluşturmayı
başardığını ifade etmektedir:
56
Villette’de Charlotte Bronte Brüksel mirasıyla arasına bir
mesafe koymayı hem de onlara göğüs germeyi başarmıştır.
Kendi hayal gücünü gerçekçi edebiyatın unsurlarıyla
birleştirebilmiştir. Charlotte, romanı yazarken Brüksel’de
geçirdiği on sekiz ayda edindiği tecrübelerden doğrudan
yararlanmaktadır ve bu tecrübeleri başarılı bir romana
çevirmesi taktir edilir. (Gordon, 1989 :156)
Charlotte Bronte, insan portreleri çizmekte ne denli ustalaştığını Villett’in
hemen başında, altı yaşındaki Polly’yi anlatırken kanıtlar. Polly yaşından da küçük
görünen aşırı duyarlı, çok kaprisli, büyümüş de küçülmüş bir çocuktur. Çelik gibi
iradesi sayesinde büyüklere her istediğini yaptırmanın yolunu bulur. Üstelik de bunu
haysiyetli ve gururlu olduğundan, şımartılmış çocukların sevimsiz hallerine
düşmeden başarır. Polly, küçücükken bile, ancak bir erkeğe tutkuyla bağlandığı ve o
erkekten sevgisine karşılık gördüğü sürece yaşayabilen kadın karakter rolü çizer.
‘Polly yoğun duygulara sahip olan bir karakterdir, fakat bu duygularını başkalarına
yöneltir; önce babasına sonra da Graham Bretton’a. Polly şanslıdır çünkü
başkalarına yönelme mümkündür.’ (Gordon, 1989 :161) Üçüncü bölümde Polly’den
şöyle bahsedilir:
Çocuğun kendi aklı ya da hayatı olmadığı düşünülebilir,
fakat mutlaka yaşamalı, hareket etmeli ve kendi benliğini
başka birinde bulmalıdır: şimdi babası ondan alınmıştır,
Graham’a sığınmıştır ve onun duygularıyla, onun varlığında
var olacak gibi görünmektedir. (Bronte C.,, 1999: Bölüm 3 )
Annesi olmayan Polly önceleri bu yoğun tutkuyu babasına duyar. Babası
uzun sürecek bir yolculuğa çıkınca da o sıralarda on altı yaşında olan John Graham
57
Bretton’ı aynı tutkuyla sevmeye başlar. Babası geri dönüp onu alınca, John’dan
ayrılacağı için bir çocuktan fazla yetişkin bir kadının duyabileceği derin bir acıya
kapılır. Akıllı uslu Lucy Snowe, bu küçük kızın büyüyünce yaşamla nasıl başa
çıkabileceğini kaygıyla düşünür. Ama Polly, on yedi yaşına gelince muradına erer.
Artık doktor olan John’a kendini sevdirir, onunla evlenir.
Lucy’nin çalıştığı okulun sahibesi ve müdiresi madam Beck üç çocuklu orta
yaşlı bir duldur. Charlotte Bronte büyük bir olasılıkla Madame Héger’nin bir
portresi olan bu kadına öylesine inandırıcı bir gerçeklik katar ki, onu kendi
gözlerimizle görmüş, uzun süre tanımış gibi oluruz. Yazar işin kolayına gidip
Madame Beck’i kötü bir kadın yapmaz. Okuldakilerin sadece “Madame” dedikleri
bu kadın, açık seçik bir biçimde ahlaksız değildir. Öğrencilere ve emrinde çalışan
öğretmenlere eziyet etmez. Onlardan elinden geldiğince yararlanmak amacıyla,
herkesi serinkanlı değerlendirir. Lucy Snowe’daki değeri de çok geçmeden sezer.
Onu dadılıktan İngilizce öğretmenliğine yükseltir. Yüze yakın kızı, otoritesini
açıkça gözler önüne sermeden, sıkı bir denetim altında tutar. Koskoca okulun her bir
yanından hazır ve nazırdır sanki. En beklenmedik anlarda kızların karşısına
çıkıverir. Peşinde hiçbir iz bırakmadan, bir hafiye gibi her tarafı araştırır.
Çekmeceleri açıp gizlice mektupları okur. Villette’in metni gözetleme uygulaması
üzerine temellenmiştir. Sürekli kendi kendini gözetleme ve Lucy’nin anlattıklarını
belirleyen saklama rolü onun etrafındakilerin sosyal ve kurumsal olarak onu
gözetlemesiyle anlatılır. Tüm karakterler gizli saklı bir birlerinin yüzlerini,
zihinlerini ve hareketlerini okuyup yorumlamaya çalışırlar. Madame Beck okulunu
izleme kelimelerine göre yönetir ‘gözetleme’ ve ‘ispiyon’; M. Paul
geldiğinde Lucy’nin yüz ifadesini okur, Pere Silas
Villette’e
Roman Katolik günah
58
çıkarmasıyla onu gözler. Lucy eğitimsel, profesyonel ve dini gözetime maruz kalır.
Bu gözetleme Dr. John’un tıbbi değerlendirmeleriyle de en otoriter halini alır.
Pek çok eleştirmenin de üzerinde durduğu gibi Villette’de izleme ve izlenme
olgusu ön plandadır. Çalışmanın bu bölümünde Gotik unsurlar açıklanırken
belirtileceği gibi ‘izlenme’ duygusu kişi üzerinde psikolojik bir baskı ve gerginlik
oluşturmaktadır; bu baskı ve gerginlik de Gotik bir unsur sayılabilmektedir. Bu
olgunun Gotik ve Gotik’in Villette’de işlenişi konusunda rolü üzerinde ayrıntılı bir
şekilde durulacaktır.
Lucy Madam Beck’in okuluna ilk geldiğinde, Madam Beck’in onun
giysilerini ve kişisel eşyalarını karıştırarak casusluk yaptığını gördüğü zaman hem
çok şaşırır hem de bu durum çok ilgisini çeker. Sadece M. Beck değil, Pere Siles
hatta P. Emanuel bile bilgi edinmek ve başkaları üzerinde kontrol sağlamak
amacıyla bu casusluk işine karışırlar. Hatta bu casusluklarla mücadele eden Lucy
bile casusluk yapar.
Felicia Gordon da Villette’de Saklanma ve Kılık Değiştirme: Casus adlı
yazısında romandaki karakterlerin birbirini izlemesini şöyle açıklar:
Romanın pek çok yerinde Lucy, izler ve gözlem yapar, hatta
onun eşyalarını karıştırırken o da M. Beck’i gözetler, gece
yarısı diğerlerini izlemek ve dinlemek için saklanır anlatıcı
olarak kasıtlı olarak okuyucudan bilgi saklar. Lucy’nin
casusluktan nefret ediyor görünmesine rağmen, anlatıcı
olarak diğer karakterlerin bilinmeyen yönlerini okuyucuya
aktarmak için gözlem ve tahminden başka bir yöntemi
yoktur. (Gordon, 1989 :168)
59
Betina Knapp de izleme konusunda özellikle Madam Beck’in manastırda
olup biten her şeyi izlemesi üzerinde durmaktadır. Knapp’e göre:
Madam
Beck
unutulmaz
bir
karakterdir.
Okulunun
hapishane gibi olan düzenini korumak için içerdeki herkesi,
hem öğrencileri hem öğretmenleri gözetler. Onun haberi
olmadan hiçbir şey yapılamaz veya söylenemez. Hatta
Lucy’nin onun uyuduğunu sandığı geceleri yada başka
işlerle meşgulmüş gibi göründüğü gündüzleri de M. Beck
casusluk yapmaya devam eder.’ (Knapp, 1991 :176)
Madame Beck gerçekten de ilginç bir karakterdir; çıkarlarını düşünür, soğuktur,
hesaplı kitaplıdır, ama herkes gibi onun da zaafları vardır. Örneğin, bunu özenle
gizlediği halde yakışıklı genç Doktor John’a tutulur gibi olur bir ara. Ama asıl isteği,
okulun en önemli –daha doğrusu tek önemli- öğretmeni akrabası Profesör Paul
Emmanuel’i
elinden
kaçırmamak,
onun
Lucy
Snowe’ya
bağlanmasını
engellemektir. Kitabın sonlarına doğru göreceğimiz gibi bu ikisinin birleşmesini
önlemek için Madame’ın yapmayacağı şey yoktur. Fakat Madame bu işleri o kadar
gizli kapaklı yürütür ki amacı, Profesörü iyi bir hoca olduğu için mi yoksa kendisi
mi ilgi duyuyor diye mi Lucy’den ayırmaya çalıştığı pek de anlaşılamaz. ‘Ama
sevgilileri birbirinden ayırmak açısından Charlotte Bronte ile Monsieur Héger’nin
ilişkisinde Madame Héger’nin rolünü oynadığı hiç kuşku götürmez.’ (Urgan, 2003:
117)
Villette’de
Profesör
karakter
olarak
büyük
önem
taşımaktadır. Paul Emmanuel Labassecour’lu değildir.
İspanyol kanı taşımaktadır. Fiziki görünüşü, pek çok
romanın erkek karakterlerinden bambaşkadır. Lucy Snowe,
60
ikide birde ondan küçük adam diye söz ederek Paul
Emmanuel’in kısa boyu, ince yapısı üzerinde özellikle durur.
Bu tutkulu, ateşli, öfkeli küçük adam İspanyol yüzlü bir
kartaldır. Bir kara kaplan kadar yabanıldır. Beylik anlamda
yakışıklı olmaya hiç gerek duymadan salt kişiliğinin gücüyle
herkesi büyüler. Gerçekten de karşı konulmaz bir karizması
vardır bu edebiyat öğretmeninin. Öğrencilerinin gözlerinin
içine bakınca sanki parmaklarıyla onların göz kapaklarını
açar, yüreklerinin ve beyinlerinin içini görür, eksik ya da
kusurlu yanlarını kurcalar. O yüreklerde ve beyinlerde
gördüklerinden
hoşlanmayınca
da
öfkelenerek bağırır
çağırır. Pek çok eleştirmenin üzerinde durduğu bir karakter
olan Villette’in baş erkek kişisi Profesör Paul Emanuel, Mina
Urgan’a göre de kadın romancıların iyi karakterler
çizemedikleri iddeasını çürüten en az Heathcliff kadar canlı,
gerçeklere uygun ve inandırıcı bir karakterdir. (Urgan, 2003:
1181)
Paul Emmanuel,
inişli çıkışlı, renkli kişiliğiyle bir çelişkiler yumağıdır.
Lucy Snowe’nun dediği gibi görkemli bir beyni, yüce bir yüreği olan kusurlu,
sevgili bir küçük adamdır. Hem zeki bir kaplan kadar saldırgandır, hem de dünyanın
en sevecen, en yufka yürekli insanıdır. Örneğin, gençliğinde bir kız sevmiş, kızın
annesi bu evliliğe razı olmayınca kız bir manastıra kapanıp, orada ölmüş. Paul
Emmanuel ona haksızlık eden ve hiç de iyi bir insan olmayan bu anneden öç
alacağına bir süre sonra yoksullaşan kadını her zaman korumuş, ona sürekli para
sağlamıştır. Bu adam, hem aklın egemenliğine inanır, hem de o denli duygusaldır ki,
61
ölen sevgilisinin anısına bağlı kalır, kırkına geldiği halde hiç evlenmez, bir keşiş
gibi yaşar. Paul Emmanuel bir yandan kendisi gibi kafası yorulan erkeklere ancak
sıradan, kişiliksiz ve güzel kadınların uygun olacağını söyler; bir yandan da sıradan
ve güzel olmayan, kişiliği ayrıca güçlü Lucy Snowe’ya aşık olur. Hem kendini
beğenmiş ve serttir, hem de bir çocuk kadar saf ve güler yüzlü olabilir. Hem
öğrencilerini kasıp kavurur, hem de onlara kendini sevdirmesini bilir. Ve işin en
ilginç yanı şudur ki, bunca çelişki içinde, Charlotte Bronte, Profesör Paul
Emmanuel’e tutarlı ve inandırıcı bir kişilik vermenin yolunu bulur.
Romanın ilk yarısında Lucy, yakışıklı Doktor John’a sevdalanır gibi olur.
Vaftiz anasının oğlu olan bu genci on dört yaşındayken tanımış, dört beş yıl sonra
Villette’de yeniden karşılaşmıştır onunla. Dr. John ise, bencil, aşifte huylu, ama
güzel Ginevra’ya tutkundur. Lucy’nin uyarıları üzerine bu kızdan uzaklaşır,
Polly’ye bağlanır. Zamanla Lucy, Doktor John’un onu ancak bir kız kardeş gibi
sevdiğini anlayıp ondan vazgeçer.
Lucy Snowe’nun Dr. John ile ilişkisinden kat kat daha ilginç olan Profesör
Paul Emmanuel ile ilişkisi, romanın ikinci yarısında ele alınır. Alışılagelmiş
aşıkların davranışlarına hiç benzemez onların davranışları. Örneğin, kendisi
huysuzluğuyla ün saldığı halde Emmanuel, Lucy’nin dünyanın en huysuz insanı
olduğunu ileri sürerek, kızı sürekli tersler, azarlar. On sekiz yaşındaki Lucy, her
zamanki kılığı olan gri giysiler yerine bir kır gezintisine giderken pembe bir elbise
giydi diye onu ayıplar. Lucy ise, karşısındakini çileden çıkaran serinkanlı bir
davranış sergileyerek, Emmanuel’in damarına basma fırsatını hiç kaçırmaz. Aslında
Emmanuel özel edebiyat dersleri verdiği Lucy’nin, tanıdığı öteki genç kızlardan ne
denkli farklı, onlara ne denli üstün olduğunu daha ilk karşılaşmalarında anlamış;
onun başkalarına kapalı, duyarlı ve tutkulu kişiliğini de hemen sezmiştir. Lucy için.
62
“Sauvage! La flamme a I’âme, I’éclair yeux!” (Vahşi! Ruhunda alev, gözlerinde
şimşek!) der (Bronte C.,1999)
Ne var ki, Paul Emmanuel, sevdiği kadına kendini kolay kolay teslim eden
erkeklerden olmadığından, üstelik aralarında yaş farkından başka, milliyet ve
özellikle din ayrımları bulunduğundan, birbirlerine karşı direnirler uzun zaman.
Emmanuel, İngiltere’yi sürekli kötüler, yerin dibine batırır. İngiliz kadınlardan
hoşlanmadığını da söyler ikide birde. Emmanuel’in Katolikliğiyle Lucy’nin
Protestanlığı, ayrıca büyük bir engeldir aralarında. Lucy ağır bir bunalım anında, bir
Katolik kilisesine gidip, Protestan olduğunu bildirdikten sonra yaşlı rahibe günah
çıkardığı ve bu sayede biraz rahatladığı halde, Anglikan Kilise’nin inanmış bir üyesi
olarak din değiştirmeye hiç niyeti yoktur. Oysa aklın egemenliğinden sürekli dem
vuran koyu Katolik Paul Emmanuel açısından, Protestanlar gerçekten Hıristiyan
sayılmazlar. Lucy’nin benimsediği dinsel inanç da putlara tapmak kadar
bağışlanamaz bir yanılgıdır. ‘ Lucy ile Emanuel arasında evlilik gerçekleşemez
çünkü Charlotte Roma Katolik kilisesine karşı olan derin korkusunu ve
güvensizliğini çözememiştir’(Knapp, 1991 :178)
Oysaki, aşk, dinsel kaygılardan ağır basar Villette’de ve Paul Emmanuel,
Lucy’yi Katolik yapmak için bir hayli uğraştıktan sonra, onu olduğu gibi kabul eder.
‘Sen Protestan kal, benim küçük İngiliz Püritenim. Protestanlığı sende
seviyorum’(Bronte C.,1999) der.
Bu Püriten sıfatının Lucy Snowe’ya bir bakıma uygun olduğunu, bizlere
bugün bir hayli gülünç gelen bir durum dolayısıyla anlarız: Madame’ın doğum
gününü kutlamak için düzenlenen eğlencede Paul Emmanuel bir tiyatro oyununu
sahneye koyar. Lucy son dakikada, erkek rolü oynayan başka bir kızın yerine
sahneye çıkmak zorunda kalır.
Erkek olacağına
göre pantolon giymesi
63
gerekmektedir. Ama Kutsal Kitap’a göre kadınların erkek kılığına, erklerin de kadın
kılığına girmeleri günah sayıldığından Lucy pantolon giymeye öyle bir kesinlikle
karşı çıkar ki Paul Emmanuel bile onun üstüne varmanın boşuna olacağını anlar.
Lucy, temsilde erkek olduğu anlaşılsın diye boynuna bir kravat takıp, kendi kadın
giysisinin üstünde bir erkek yeleği geçirmekle yetinir. Sahnede oynarken büyük bir
haz duyduğunu anlayınca da, gene Püritenlikten kaynaklanan bir kaygıyla, kendisini
gözler önüne sermesinin doğru olmadığına, bu tür hevesleri hemen önlemesi
gerektiğine karar verir.
Lucy Snowe ile Paul Emmanuel din engelini aştıktan sonra, daha çetin bir
engelle karşılaşırlar. O güne değin ancak gizli kapaklı dolaplar çeviren Madame
Beck, Lucy’ye ‘Paul ile evlenmemelisiniz. O evlenemez’ diyerek, âşıklara karşı
açıkça cephe alır. Emmanuel’in bir Protestan’ın eline düşmesini istemeyen yaşlı
peder Silas da Madame ile birleşir. Emmanuel, Avrupa’dan dolayısıyla Lucy’den
uzaklaştırılır, tâ Guadalup’a gönderilir. Üç yıl kadar sürecek bu yolculuğun
bahanesi, Paul Emmanuel’in gençliğinde sevdiği ölen kızın annesinin Guadalup’da
çok para getirebilecek büyük toprakları olması; bu toprakların, ancak Emmanuel
gibi güvenilir ve aklı başında bir adamın uğraşmasıyla kurtulabileceği düşüncesidir.
Paul Emmanuel ise, gerçek bir şövalye olduğundan, ölen sevgilisinin annesine
hizmet etmek görevinden kaçmaz.
Madame Beck, sevgililerin ayrılmadan önce birbirlerini görmelerini
engellemek için, elinden geleni ardına koymaz. Lucy’ye çok etkili bir uyku hapı
yutturacak kadar ileri gider. Ama Lucy ile Emmanuel gene de buluşup uzun uzun
konuşurlar. Paul Emmanuel, Lucy’yi Madame’ın elinden kurtarıp bağımsızlığa
kavuşturmak için, ona dayalı döşeli küçük bir okul armağan eder. Lucy, okulu çok
güzel yönetir, öğrenci sayısını hızla artırır. Sevgililer düzenli mektuplaşırlar. Üç yıl
64
çabucak geçer. Paul Emmanuel tam geri dönerken, Atlantik okyanusunda yedi gün
süren korkunç bir fırtına olur. Birçok gemi batar, birkaçı da kurtulur. Ne gariptir ki,
Charlotte Bronte, Villette’in son sayfasında, Paul Emmanuel’in batan bir gemide mi,
yoksa batmayan bir gemide mi olduğunu açık seçik söylemez. Ama onun sağ salim
geri dönüp Lucy ile evleneceği konusunda kuşkusu yoktur okuyucuların.
Görüldüğü gibi, Charlotte Bronte’nin en önemli iki romanından biri sayılan
Villette’de başlıca konu aşktır. Charlotte Bronte’nin yaşadığı çağda sadece aşk
konusunu işleyen romanlar bir yeniliktir. Aşkı, karşı konulmaz yalın bir tutku olarak
ele almak ise, Viktoria Çağı’nın dar kafalı ahlâksal baskılarına karşı bir
başkaldırıştır. Başkaldıranın bir kadın olması da o dönemde tepki çekmiştir. Bronte
kardeşler Viktorya döneminde tepki uyandıran aşk tutkusunun incelenmesini
romanlarına konu edinmişlerdir. Aynı zamanda da erkeklerin yönettiği toplumda,
toplumun kendilerine dayattığı yaşam biçimlerine başkaldıran, evlilik, çalışma gibi
konularda kendi isteklerini ifade eden kadın portreleri çizdiler.
Buraya kadar Charlotte Bronte’nin aktardığı genel temalarına değindiğimiz,
Viktorya döneminde yazılmış olan ve aslında bir genç kızın kendi kimliğini bulma
çabasında başından geçen olayların anlatıldığı Villette’de Gotik unsurlar: dönemin
katı kurallarına başkaldırı, akıl- duygu çatışması, bilinç ve
bilinç altının
yansıtılması, böylece karakterlerin gerçek duygu, düşünce ve karakterlerinin
yansıtılmasında temel unsur, başlıca araç olarak kullanılmıştır.
Villette’de özellikle Charlotte Bronte’nin kadını, o dönemde yaşadığı
sorunları ve var olma mücadelesini, aynı zamanda da hem kendisiyle hem de
toplumla çatışmalarını anlatırken Gotik geleneğinden yararlandığı görülmektedir.
DeLamotte de bu görüşü savunan eleştirmenlerin başındadır. DeLamotte Perils of
the Night: a Feminist Study of Nineteenth Century Gothic adlı çalışmasında
65
Charlotte Bronte’nin Gotik geleneğinde yerini ve özellikle bu gelenekte kadın
benliğini ortaya koyan bir yazar olarak önemini vurgulamaktadır. DeLamotte’ye
göre kadının toplumla ve kendi içiyle olan çatışmalarını, korkularını günlük hayatı
içinde en iyi anlatan yazarlardan biridir:
Charlotte Bronte’nin Gotik geleneğinde önemi göz ardı
edilemez. On dokuzuncu yüz yıl yazarları arasında,
kadınların kendini arama sürecinde ben ve ben değil
çatışmasını en açık şekilde gören, kadın zihnini korkutan
saklı hayaletli diğer benliklerini, bu hayaletleri oluşturan
baskıyı en iyi gören odur. Bronte kadınların Gotik
fantezilerinin gerçekliğini görmüştür, kadınların hayatındaki
Gotik tekrarların gerçek anlamını, içsel korkuların kötü
kimliklerini ve kadın Gotikçiler tarafından yüceltilen son
domestik değişimi en iyi görendir. (DeLamotte, 1990: 290)
Lucy önce Dr. John’a daha sonra da Emanuel’e olan aşkında hem kendi
kendiyle hem de toplumun koyduğu kurallarla çatışmış, bunlara karşı gelmiştir. Bu
çaba ve karşı geliş aşamasında halisinasyonlar olarak karşımıza çıkan Lucy’nin
gördüğü rahibe hayaleti, kadın Gotik’inin (Female Gothic) bir örneği halini almıştır.
Lucy Snowe kendisi kadın Gotikçilerin bir prototipidir, bir
hayalet hikayesi anlatma sürecinden geçerek kendi değişimi
için uğraşır, fakat her aşamada onun anlatıcı olarak
yeteneklerini yok edecek gelenekler ve tabular engeli ile
karşılaşır. Bu bariyerleri yıkmaya çalışarak en baştan
itibaren kadın Gotik’inin bir malzemesi olmuştur. Bu,
66
Bronte’nin bu değişim aşamasında cesurca bir zaferi
olmuştur. (DeLamotte, 1990: 291,92)
Ian Gregor’a göre de Charlotte Bronte’nin romanlarını göz önünde
bulundurduğumuzda Villette en çok Gotik unsur kullanılan romandır ancak bu
unsurlar romanda, daha önceki bölümlerde açıklanan klasik Gotik unsurlardan farklı
bir biçimde kullanılmış, farklı bir rol yüklenmiştir. Bu unsurlar roman
kahramanlarının özellikle Lucy’nin duygularının incelenmesinde bir araç olarak
kullanılmış ve sonunda da kendi kendilerini çürütmüşlerdir.
Charlotte Brontenin romanları arasında Villette klasik Gotik
unsurlar, bu unsurların bir yandan çürütülmesi ve bir yandan
da duyguları yoğun bir şekilde inceleyerek romanın alanının
ve derinliğinin genişletilmesiyle, en fazla Gotik unsur
kullanan romanıdır. (Gregor, 1970 : 105)
Romantik bir romanın kahramanı olan Lucy, hem içsel çatışmaları hem de
toplumun baskısıyla kendi duygularından bile kaçar hale gelirken, halisinasyon
olarak yansıtılan rahibe hayaletiyle Gotik edebiyat türüne malzeme haline gelir.
Kendi duygularını inkar ederek Lucy, aslında Dr. John’un onayını kazanmak
için kendi kendini kör etmiştir. Fakat Lucy’nin duyguları bu kadar kolay inkar
edilmeyecektir, bunun yerine, rahibenin tekrar tekrar görülmesiyle ortaya
çıkacaklardır. Rahibeyi ilk kez gördüğünde Lucy Graham Bretton’dan gelen masum
mektubu okumak için inzivaya çekilmiştir. Mektubu yanıp sönen bir mumum
altında okuyarak, farkında olmadan kendisini Gotik bir atmosferin içine koymuştur.
Lucy bize kendisini hayal etmemizi söyler.
Buz gibi tavan arasında rüzgarlı havada yanıp sönen mumun
ışığında basitçe masum bir mektubu- başka bir şey değil-
67
okuyan İngilizce öğretmeni, daha sonra bu masum mektup
bana Tanrı gibi gelse de, saraylardaki kraliçelerin çoğundan
daha mutluydu. (Bronte C.,1999: 228)
Gotik eserlerde sık sık karşımıza çıkan karanlık, kasvetli yerler, rüzgarın
etkisi ile yanıp sönen mum ışığı gibi unsurlar burada da karşımıza çıkarak
okuyucuyu Gotik sahnelere hazırlamaktadır. ‘Nispeten Gotik bir unsur olan, mum
ışığında okunan kaçamak mektup birden rahibe hayaletinin girmesiyle tam
anlamıyla Gotik halini alır.’ (Armstrong, 1987: 227)
Giriş bölümünde de açıklandığı gibi Gotik yapıtlarda karşımıza çıkan olağan
dışı, doğaüstü olayların en başında ‘ortaya çıkan hayaletler’ gelir. Lucy’nin
karşılaştığı ‘rahibe hayaleti’ Villette’de gördüğümüz en önemli Gotik unsurlardan
biridir. Charlotte Bronte, karanlık, ıssız, kasvetli bir ortam yaratarak ortaya çıkacak
bu hayalet figürü için gerekli fiziksel ortamı yaratmıştır. Bu fiziksel ortamın yanı
sıra Lucy’nin psikolojik durumu da Gotik bir figür olan hayalet figürünün ortaya
çıkması için uygun. Graham’a olan aşkından yaşadığı düş kırıklığının etkisi
altındadır, yaşadığı bu yoğun duygular ve bunların etkisiyle yaşanılan Gotik
unsurlar bize Lucy’nin bilinçaltının kapılarını yavaş yavaş açmaktadır.
İnsan mutluluğunu kıskanan, insan olmayan, kötü şeyler var
mıdır? Havada hayalet gibi dolaşan ve havayı insanlar için
zehirleyen kötülükler var mıdır? Benim yakınımdaki
neydi?...
Bu büyük, ıssız tavan arasında bir şey garip bir ses
çıkardı. Eminim, kesinlikle duydum, göründüğü kadarıyla
yerin üstünde gizlice ilerleyen bir ayak: siyah çalıların
arkasından süzülen pelerinli biri. Döndüm, ışığım loştu, oda
68
büyüktü- fakat, yaşadığıma göre- bu hayaletli odanın
ortasında tamamen siyah ve beyazlar içinde, eteği düz, dar
siyah, başı örtülü, peçeli beyaz bir figür gördüm.
Ne söyleyecekseniz söyleyin okuyucular, gergin ya da
deli olduğumu söyleyin, bu mektubun heyecanıyla huzursuz
olduğuma beni temin edin, rüya gördüğümü ilan edin: yemin
ederim ki o odada, o gece gördüğüm RAHİBE gibi bir
şeydi.’ (Bronte C.,1999: 228,229)
Rahibe Lucy’nin Graham’a olan düş kırıklığına uğramış aşkıyla bağdaştırılır,
çünkü rahibe Lucy’nin Graham’dan gelen mektuplarına bağlıdır. Fakat bu bağlantı
nedir? Madame Back’in yatakhanesinde görülen bu rahibe hayaleti, efsaneye göre
işlediği bir günah yüzünden Methuselah armut ağacının altındaki lahite canlı canlı
gömülen bir kadındır. Daha sonra öğreniyoruz ki, M. Poul’ün sevgilisi Justine
Marie, Poul ile evliliği maddi nedenlerle engellendiğinde manastıra girer ve ölür.
Poul ise şimdi Justine Marry adında, kızı olabilecek bir kızın koruyucusudur. Dr.
John Lucy’ye rahibeyle ilgili sorular soracağı zaman ‘ bir erkek miydi? Bir hayvan
mıydı? Neydi?’ diye sorar. Mantıklı Dr. John’a göre rahibe sadece bir ‘ilizyon’
olabilir. Fakat Charlotte Bronte Gotik unsurları kullanmaktadır.
Bir bilim adamı olarak akıl, mantık ve bilinç yönünü temsil eden Dr. John
görülen bu hayaletin varlığına inanamamakta, doktor kimliğinin bir gereği olarak da
bunun bir halisünasyondan ibaret olduğunu düşünmektedir. Oysaki rahibe hayaleti
duygu, olağan dışı ve bilinçaltının yansıtılmasında kullanılan bir Gotik figürdür.
Böylece Charlotte Bronte
akıl, bilinç- duygu, bilinç altı çatışmasını yansıtmıştır.
Ayrıca efsaneye göre günahı nedeniyle cezalandırılan rahibe de dönemin insanları
üzerindeki dini baskıya, kilisenin cezalandırıcı yönüne yapılmış bir atıftır.
69
Rahibe hayaleti ikinci kez Lucy Graham’a karşı delicesine aşkından
vazgeçtiği ve mektuplarını Methusaleh armut ağacının altına gömdüğü zaman ortaya
çıkar. Bu olay gotiği vazgeçilmiş bir tutkunun kalıntıları olarak, kadın yazarın
yazım ve yaratıcılık açısından daha yüksek seviyeye çıkması için gereken bir feragat
olarak gösterir. Fakat geri çekilme ya da bastırmanın daha ileri seviyelerine
geçmeden önce Lucy tekrar rahibeyi görür.
Duygularını bastırmak, tutkularından vazgeçmek zorunda kalan kadın figürü
konumundaki Lucy’nin, bu vazgeçiş esnasında yaşadığı yoğun duygular ve gerilim
etkisiyle tekrar hayalet figürüyle karşılaştığı düşünülür. Charlotte Bronte Lucy’nin
gizlemeye çalıştığı duygularına, bilinçaltına ulaşmak için bu Gotik figürü
kullanmıştır. Rahibe’nin cezalandırılıp gömüldüğü Methusaleh ağacının altına
aşkının kalıntıları olan mektupları gömmesi de yine dini baskıya yapılan bir
göndermedir:
Şimdiye kadar loş olan ay ışığı, her nasılsa daha parlak
olarak parladı: hatta önümden beyaz bir ışık geçti ve bir
gölge belirginleşti. Karanlık geçitte aniden görünen bu
belirgin zıtlığın sebebini anlamak için daha dikkatlice
baktım: gözümün önünde daha beyaz ve daha siyah olarak
büyüdü, birden bire şekil aldı. Uzun, samur kaftanlı, beyaz
peçeli bir kadının üç yard uzağında duruyordum. Beş dakika
geçti. Ne kaçtım ne de titredim. Orada hareketsiz duruyordu.
‘ Kimsin ve niye bana geldin’ dedim. (Bronte C.,,1999: 277)
Lucy rahibe ile olan karşılaşmasını ayrıntılı olarak aktarmakta, rahibenin her
hareketinden bir anlam çıkarmaya çalışmaktadır. Tek konuşan Lucy’dir ve rahibenin
ziyaretlerinden bir anlam çıkarabileceğini farz eder. Oysaki romanın sonunda
70
Lucy’nin kendi yarattığı kişisel anlamdan başka hiç bir anlamı olmadığını anlarız.
Lucy rahibeyi ‘ yüzü, mimikleri yoktu, sadece beni gören gözleri vardı’ diye tarif
eder. Burada izleyen gözler temasıyla Gotik geleneğinde var olan ve Villette’e de
hakim olan izlenme paranoyası ön plana çıkar. Lucy’i izleyen rahibe, aslında başka
kadınları izleyen Lucy’nin yansımasıdır. Lucy’e gelen hayalet, kadın yazarların
fantezileri ve paranoyalarında varlığını sürdürme çabasındaki ölmüş ya da ölmekte
olan eski bir geleneğin hayaletidir. Orta Çağ’dan kalan bir gelenek olan Gotik
Charlotte Bromte gibi kadın yazarların romanlarında farklı türlerle birleşerek
kendini göstermektedir.
Rahibe ile Lucy’nin bir diyalog kuramaması, rahibenin sadece Lucy’yi
izlemesi Armstrong’un da belirttiği gibi, Gotik geleneğinde ve Villette’de sık sık
karşımıza çıkan izlenme paranoyasını anımsatmaktadır. Toplum ve diğer bireyler
tarafından izlenme, sürekli baskı altında hissetme Villette’de özellikle kadın
karakterlerin izlenmesi olarak dikkat çekmektedir. Burada Gotik bir unsur olan
rahibe hayaleti tarafından izlenme ile bu ‘izlenme’ olgusu vurgulanmıştır.
Rahibe üçüncü ve son olarak Lucy ve M. Poul birlikte yürürlerken, M. Poul
Lucy’i kendisinin kadın versiyonu olduğuna dair düşüncelerini -‘ Biz birbirimize
benziyoruz, yakınlık var. Bunu aynaya baktığınızda görebiliyor musunuz
matmazel?’- açıkladığı zaman görülür. Konuşmaları M.Poul’ün ölen nişanlısı
Justine Marie konusuyla bağlantılı olarak rahibe efsanesine kadar uzanır. Aralarında
olması muhtemel aşk efsanevi rahibenin ölmüş bedeni, ölen Gotik gelenek ve
muhtemelen tutkularının kurbanı olup bir kız çocuğu dünyaya getirip, bedelini
hayatıyla ödeyen, kurban edilen Justine Marie’nin anısı üzerine kuruludur. Lucy ve
M. Poul rahibe gerçeği üzerine derin derin düşünürlerken, Bronte romanlarında her
zaman olduğu gibi doğa kendini gösterir:
71
Bir esinti oldu, ve cılız fundalıklar hareketsiz dururken o
koca ağaç şiddetle sarsıldı, Birkaç dakika daha dallar ve
yapraklar inip kalktı. Alabildiğine karanlıktı, gecenin
gölgesinden ya da dalın gölgesinden daha sert, simsiyah bir
şey göründü. Sonunda mücadele sona erdi. Neyin doğumu
bu kargaşaya sebep oldu? Bu sancılardan hangi orman perisi
doğdu? Donup izledik. Evde aniden bir zil çaldı. Birden bire
odaya bir hayalet geldi, tamamen siyah ve beyaz. Öfkeli bir
koşturmayla yüzümüzün önünden hızla rahibenin ta kendisi
geçti. Onu hiç bu kadar net görmemiştim. Heykel gibi uzun
ve mimikleri kızgındı. O gidince, rüzgar arttı,
soğuk ve
hırçın bir yağmur başladı, bütün gece onu hissetmiş gibiydi.
( Bronte C., 1999: 344)
Gotik eserlerde görebildiğimiz aniden ortaya çıkan rahibe hayaleti, burada P.
Emanuelin geçmişine dayandırılan bir hikayeyle romanın içine alınarak, hayalet
nispeten varlığına inanılınacak bir figür haline getirilir. Lucy’nin Graham’a karşı
duyduğu aşk, daha sonra ise Emanuel’in geçmişindeki aşk hikayesi ve Lucy ile
yaşadığı aşk ve Emanuelin sevgilisine ait olduğu düşünülen bu rahibe hayaleti
sayesinde romantik bir hikayeyle Gotik unsurlar birleştirilmiş olur.
Brontelerin romanlarında sık sık gördüğümüz etkileyici doğa tasvirleri
burada da karşımıza çıkar, bu kez Gotik bir unsur olan rahibe hayaleti doğanın adeta
bir parçasıymış gibi aktarılır, Charlotte Bronte böylece okuyucuyu daha derinden
etkileyecek Gotik atmosferi kuvvetlendirmiş olur, hem de son derece gerçekçi doğa
tasviriyle bu doğanın parçası halinde sunduğu hayalete de gerçekçilik katmış olur.
Rahibe sanki doğanın bir gücü gibi doğmuştur, sanki ağacın dallarından ortaya
72
çıkar. İnsandan daha fazlasıdır. Rahibenin görüntüsünde çok fazla sayıda imgeler
vardır ama yine belirsizlik hakimdir. Bronte böylece kadın Gotik geleneğinin
kaderini yansıtır. Rahibenin ağaçtan doğumu aynı zamanda da Gotik geleneğinin
kadın romancıların romanlarında yeniden şekillenmesinin bir ifadesidir. Çünkü
aslında eski Gotik geleneğinde görülen hayalet imgesi Villette’nin sonunda rahibe
hayaletin olmadığının ortaya çıkmasıyla yıkılır. Hayaletin yerinde aslında sadece
Genevra’ya kur yapmak için kadın kılığına girmiş bir erkek vardır. Böylece
Lucy’nin kendisini hayalet olduğuna inandırdığı bu rahibe imajının Lucy’nin
zihninin bir oyunu olduğu anlaşılır. Eski Gotik’in yerini bilinçaltının oyunlarının
etkisindeki yeni Gotik alır.
Villette’de
Lucy’nin
yaşadığı
Gotik
imgeleri
göz
önünde
bulundurduğumuzda bunları Kadın Gotik’inin (Female Gothic) birer unsuru olarak
değerlendirebiliriz, fakat romanın sonlarına doğru başlıca Gotik unsur olan rahibe
hayaletinin tamamen bir yanlış anlama olduğunun ortaya çıkmasıyla, Kadın Gotik’i
unsuru kendiliğinden yok olur. Böylece Charlotte Bronte Villette’de’ Kadın
Gotik’ini önce baş karakterinin bilinç altına girmek için bir araç olarak kullanmış
daha sonra da gerçeği ortaya çıkararak bu aracı yok etmiş olur. Manastırın işlevi
DeLamotte’ye göre de son derece önemlidir:
Charlotte Bronte’nin gerçekçilik
ve Gotik’i,
ya
da
gerçekçilik ve romantizmi kullanması onların birbirine
uyuşmayan, zıt, bağdaşmayan olarak görülmelerine neden
olmuştur. Villette’de Gotik ve romantik unsurların gerçekçi
geleneklerle
birlikte
kullanılması ‘rahibe’nin gerçekçi
metinde araya girmesi olarak görülmüştür. (DeLamotte,
1990: 232,3)
73
Charlotte Bronte, Villette’de’ XVIII. yüzyıl süresince görülen Gotik türüne
ait unsurları kullanarak dönem insanları özellikle kadınları üzerinde baskı oluşturan
toplumsal ve dini yargıları dikkat çekmekte, akıl-duygu, bilinç- bilinçaltı çatışmasını
yansıtmaktadır. Gotik unsurların en başında gelen rahibe hayaleti figürünü, bunu
gördüğünü ifade eden Lucy bile hem ‘ romantik bir saçmalık’ diye nitelendirmekte
hem de aynı zamanda bu hayaletin varlığına inanmaktadır. Lucy akıl-duygu, bilinçbilinç altı çatışmasına çok iyi bir örnek olmaktadır:
Charlotte’un canlı canlı gömülen rahibe efsanesiyle, rahibe
hayaleti
olarak
görülen
ziyaretçiyi
kullanması
çok
karmaşıktır: Charlotte Lucy’nin bu efsaneyi ‘ romantik
saçmalık’ diyerek bir kenara atmasıyla ve bunları bir aşığın
oyunları olarak değerlendirmesiyle kendisini bu efsaneden
uzaklaştırır. Başlangıçta bu durum ‘hayalet’ ten Gotik
korkular yaratmak olarak görülse de aslında amacı bu basit
korkunun altında yatanlara ulaşmaktır. İlk olarak hayalet
Lucy’nin zihninin bir ürünü olarak açıklanır, Dr.John bunları
‘uzun süreli zihinsel çelişki’nin ürünü olarak açıklar.
Gotik’in tarihinde bu açıklama önemli bir noktadır: çünkü
burada klişe açıklamalardan ve cevaplardan ilk kez insanın
iç dünyasına geçilmiş oldu, romanda da psikolojik derinlik
yavaş yavaş keşfedilmeye başlandı. (Gregor, 1970 :105)
İlk kullanılmaya başlandığı dönemlerde sadece okuyucuda korku ve heyecan
yaratan kasvetli, gizemli, ürkütücü olaylar diye basitçe ifade edilen Gotik, XIX.
yüzyılda daha derin anlamlarda kullanılır olmuştur. Villette’ Gotik’in bireyin iç
74
dünyasına geçiş için bir araç olarak kullanıldığı bir romandır ve bu durum romanda
Dr. John’un açıklamalarıyla dile getirilir.
Villette’de ‘maskulenlik’ ve ‘feminenlik’ kavramları üzerinde durulduğunda
her iki cinsiyet arasında duygu ve düşüncelerinin aynı olabileceğini, benzer
duyguların farklı cinsiyetlerde görülebileceği düşüncesi ortaya çıkmaktadır.
Hamel’in kadın kılığına girmesi ve okulda sergiledikleri oyunda Lucy’nin erkek
rolünü oynaması Bronte’nin kalıplaşmış ‘ maskulenlik’ ve ‘ feminenlik’
kavramlarına bir gönderme olarak yarattığı iki kılık değiştirme durumu olarak
düşünülebilir. Kadın, erkek, erkek de kadın kılığına girebildiğine göre her iki cinsin
duyguları da akıl ve gerçekler çerçevesinde birbiriyle dengeli olabilir. Akıl ve
duygular duruma göre farklı cinsiyetlere uygun bir hal almakta ve değişiklik
göstermektedirler. Lucy’nin Dr. John’u reddetmesi ya da reddedilmesinden hemen
sonra kendisinin zıt kutbu olan, ve Lucy’nin bastırılmış duygularının vücut bulduğu
M. Poul’a yönelmesi bu değişime bir örnek olarak gösterilebilir.
Villette’de romanın geçtiği yerler de Gotik bağlamında ayrı bir öneme
sahiptir. Roman Lucy’nin yanlarında kaldığı vaftiz annesinin evinde başlar, önce
Londra’da daha sonra da bir deniz yolculuğunun ardından Villette’de geçer. Brüksel
olduğu yorumları yapılan, Fransa’da bir şehir olan Villette’de Lucy Madam Beck’in
okulunda çalışmaya başlar. Bu okul aslında bir manastırdır. Böylece olaylar başlıca
bu manastırda ve onun içinde bulunduğu Villette şehrinde geçer. Villette’de
romanın bir rahibe manastırında ve şehirde geçmesi, romanın pek çok başlıca
bölümünde Lucy’nin yaşayacağı güçlüklerin onun toplumsal ve en kişisel ilişkilerini
kaplayacağı anlamına gelir. Sosyal statünün kadının hayatındaki rolü temel
sorunlardan biridir. Fakat romanın geçtiği yer Lucy’nin iş ilişkileri, arkadaşlıkları,
ve toplumdaki yeriyle ilgili korkularını da sürekli olarak göz önünde tutarak sosyal
75
statünün rolünü daha da ön plana çıkarır. ‘Manastır hem Lucy’nin içsel psikolojik
dünyasıdır hem de onun dışındaki yabancı toplumdur.’ (DeLamotte, 1990: 232)
Özellikle romanın geçtiği dönem olan Viktorya dönemi göz önünde
bulundurulduğunda kadınların erkek egemen bir toplumda, erkeklerin baskısı altında
yaşadıklarını aynı zamanda da toplumun koyduğu tutucu kuralların bireyler
üzerindeki baskısı görülmektedir. İçinde yaşadığı toplumun ve mensubu olduğu
dinin baskıları altındayken aynı zamanda da kendi duygu ve arzularıyla mücadele
etmek zorunda kalan Lucy’nin bir manastırda çalışıyor ve yaşıyor olması sembolik
olarak da anlamlıdır. DeLamotte, Lucy’nin bir manastırda yaşıyor olmasını şöyle
yorumlar:
Manastır tablosu ve içindekiler çok iyi bir örnektir. Hem
toplumsal hem de psikolojik yer olarak mevcut iki
anlamında manastır saklı olma tecrübesini simgeler.
Manastırın toplumsal dünyasının içinde Lucy’nin burada işe
girmesi onu neredeyse var olmadığı aşağı bir pozisyona
yerleştirir. O ‘ ışıkla dolu bir alanda sadece gölgeli bir
noktadır’. O kadar değersizdir ki Ginevra ona ‘ Sen biri
misin?’ diye bile sorabilir. Aslında Lucy’yi tanımakta olan
Dr. John’un bile onu tanıması uzun zaman alır. Manastırın
mikrokozmik
dünyasında
Lucy
saklanmıştır,
oranın
dışındaki toplumsal dünyada da aynı derecede siliktir. Lucy
orada çalışmaktadır, çünkü paraya ihtiyacı vardır, ve bu
konumunda paranın daha geniş bir alanda özgürce hareket
etme özgürlüğü sağladığı insanlar tarafından unutulma
riskini alır.(DeLamotte, 1990: 234)
76
Saklı olma tecrübesini temsil eden manastırda yaşayan Lucy bu saklanma
eğiliminde hem toplumdan, toplumsal baskılardan hem de kendi duygularından, iç
dünyasından saklanma eğilimindedir. Bu ‘saklı olma’ çabası da Gotik bir unsur
olarak değerlendirilebilir: birey üzerinde yarattığı psikolojik baskı vasıtasıyla
bireyin iç dünyasını ve içsel çatışmalarını açığa çıkarmaktadır. Saklanma amacıyla
yaşanan bu manastırda bireylerin itinalı bir gözlem altında olduğunu fark ederiz ki
bu izlenme şüphesi ve duygusu da yine bireyde baskı yaratabilecek bir Gotik unsur
olarak kabul edilebilir. Ayrıca Lucy toplumdan, baskılardan ve kendi duygularından
saklandığı bu noktada ‘silinme, unutulma’ riskiyle de karşı karşıyadır.
Kenara çekilip yaşayanlar, ki onların hayatları okulların ya
da diğer duvarlarla örülü kapalı yerlerin inzivasının
ortasında kalmıştır, arkadaşlarının hafızalarından ve özgür
dünyadan aniden ve uzun süre için çıkarılmaya maruz
kalırlar. Beklide sakin bir ara, sözsüz bir sessizlik, uzun
süreli bir unutulma yaşarlar(Bronte C,1999: 348)
DeLamotte romanda yer (setting) konusundan bahsederken, özellikle
olayların başlıca iki yerde geçmesinin ve bu yerlerin romandaki rolü üzerinde durur.
Birbirinden farklı iki yer farklı iki unsur olan akıl-duygu çatışmasını uyum içinde
yansıtmaktadır. DeLamotte’ye göre:
Villette’de olayların iki yerde geçmesinin iki işlevi vardır:
Bronte’nin hem romans hem de gerçekçiliği kullanması bir
gerçeğin aynı anda iki yüzünü birden yani sosyal ve
psikolojik yönünü göstermesidir. Gerçekten de, metin
boyunca aklın gerçekçi söylemleriyle duyguların romantik
söylemleri arasında uyuşmazlık vardır fakat bu uyuşmazlık
77
Lucy’nin anlatımı esnasında büyük bir uyum içindedir. Bu
uyum Bronte’nin hem romans hem de roman karakterleri
olan karakterlerinin hem psikolojik gerçeklerini hem de
toplumsal
gerçekleri
bir
arada
yansıtmalarından
kaynaklanmaktadır’. (DeLamotte, 1990: 233)
Charlotte Bronte hem psikolojik hem de sosyolojik gerçekleri, aklın gerçekçi
söylemleriyle duyguların romantik söylemleri arasındaki çelişkileri ve çatışmaları
bir arada sunduğu Villette’de’ Gotik’i bu farklılıkları ve çatışmaları bir arada uyum
içinde sergilemek için kullanmıştır. Böylece Villette’ Gotik geleneğin XIX. yüzyılda
akıl-duygu, toplum-birey çatışmalarını yansıtma bağlamında kullanılacak biçimde
değişmesine ve derinleşmesine bir örnek olmuştur.
Gotik mimarideki bir aileye ait şato ya da malikaneden, Villette’de Gotik
manastıra geçerek kahramanın sosyal sorunlarına daha çok inilir, çünkü bunlar
kahramanın psikolojisiyle daha yakından ilgilidir. Gerçekçilikle romantizmin
kesişmesi, Gotik korkular kahramanın kendisinin değişiminde merkeze oturur, bu
korkuları kahramanın bildiklerinin ve kendisinin de bilinmesinin güçlükleri ortaya
çıkarır.
Wuthering Heights’ta Gotik’in evcilleştirilmesi (Gothic Domesticated) diye
yorumladığımız: romanın geçtiği yerin eski Gotik türünde görülen eski bir kale,
zindan, yer altı geçitleri ya da genelde Ortaçağa ait şatolardan, roman
kahramanlarının yaşadığı, günlük hayatın sürdüğü evlere taşınması; Villette’de farklı
bir boyut kazanmıştır. Villette’de özellikle Gotik unsurların görüldüğü başlıca yer
bir manastırdır. Ev aile ile sınırlıyken manastır ise topluma açık bir kurumdur. Evde
geçen Gotik eserlerde daha ziyade bireyin aile içi ilişkileri ve iç dünyası ele
78
alınırken, manastır gibi daha toplumsal bir mekanda bireyin iç dünyasının yanı sıra
toplumsal ilişkilerin ve sosyal sorunları da ele alınabilir.
Ian Gregor, The Brontes adlı kitabında Romantizm ile Gotik’in ilişkisini
şöyle açıklar:
Gotik romantizm’in özüdür ve romantizm
de doğa
üstücülüğün edebi açıklamasıdır. … Romanda Gotik’in
fonksiyonu romanın ufkunu sosyal kalıplardan, mantıklı
kararlardan, ve kurumsal olarak onaylanan duygulardan
öteye taşımaktır, başka bir deyişle, gerçekçilik duygusunu ve
insan üzerindeki etkisini genişletmektir. Duyguların serbest
kalmasını
sağlamaktır.
Özellikle
doğaüstü
olaylar
dünyasında, insan, doğasının derinliklerinde mantıksız olanı
kabul etmiştir. İlk Gotik yazarları kolay yolu tercih
etmişlerdir: gizemli ve ürkütücü olayları heyecanı arttırmak
için kullanmışlardır. Ki buna ‘eski Gotik’ diyebiliriz.
Charlotte Bronte de bundan biraz yararlanmıştır, fakat aynı
zamanda da bu sahnelerde gülünç değişiklikler yapmıştır.
Buna da ‘anti Gotik’ diyebiliriz. Fakat esas önemli olan
Gotik unsurlar Charlotte Bronte’nin dönemin toplumunun
kalıplarından kurtulmasını sağlayarak gerçek yeteneğinin
ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu yetenek, gizemi, derinliği
ya
da
yoğunluğu
nedeniyle
veya
günlük
kalıpların
uygunluğunu ve doğruluğunu görmezden gelmesi veya
aşması nedeniyle duygulara ve isteklere dramatik bir biçim
79
oluşturma yeteneğidir; bu da romanda gerçekçilik hissini
muhteşem bir şekilde arttırır. (Gregor, 1970 :109)
Viktorya dönemi koşulları altında yazılmış olan Villette’ de Charlotte Bronte
de tıpkı kardeşleri Anne ve Emily gibi, dönem edebiyatında gördüğümüz romantik
unsurlarla, bir önceki dönemden kalan ‘Gotik’ unsurları bir araya getirmiştir.
Charlotte Bronte bu romanında ‘Gotik’e yeni bir yaklaşım getirmiş, Villette’e kadar
‘Gotik’ unsurlar olarak değerlendirilen unsurlara yeni bir bakış açısı getirerek, ilk
defa
bilinç
altının
oyunları,
insanın
iç
dünyasının
yansımaları
olarak
değerlendirmiştir. Böylece Charlotte Bronte da ‘romantik’ ve ‘gotik’ unsurlara bir
arada yer vermiş , ‘Gotik’i Viktorya dönemi baskılarından kurtulmak için bir araç
olarak kullanmıştır. Wuthering Heights’ta Gotik’in domestikleştirilmesi olarak
adlandırdığımız, Gotik türünün Orta Çağ’a ait mekanlardan çıkarılarak romanın
yazıldığı dönemdeki evlerin içine, ailelerin yaşamlarına sokulması biçimi Villette’de
manastırın Lucy’nin yaşadığı yer olarak verilmesiyle ve pek çok Gotik unsurun bu
manastırda görülmesi ile birlikte Gotik’in domestikleştirilmesi yeni bir boyut
kazanmış, toplumsal bir anlam yüklenmiştir.
80
III. THE TENANT OF WILDFELL HALL DA GOTİK UNSURLAR
Bu bölümde, Giriş Bölümünde açıklanan, diğer bölümlerde Emily
Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte Bronte’nin Villette adlı romanlarında farklı
yönleriyle ele alınan Gotik türü ve bu türe ait unsurların Anne Bronte’nin The
Tenant of Wildfell Hall adlı romanında nasıl bir yer aldığı, roman ve roman kişileri
üzerinde nasıl bir etkisi olduğu açıklanacaktır. Viktorya Dönemi özelliklerini
yansıtan bu romanda, daha önceki bölümlerde açıklanan eski ve yeni Gotik unsurlar,
bu unsurların toplumsal özelliklerin ve bireyin iç dünyasının yansıtılmasında nasıl
bir rol oynadığı üzerinde durulacaktır.
Anne Bronte’nin 1848’de ölümünden bir yıl önce yayımlanan romanı The
Tenant of Wildfell Hall’da alkolik kocası Arthur’u yola getirmek için büyük
özverilerde bulunan romanın başkişisi Helen’in başarısızlığa uğrayıp, kendini ve
oğlunu kurtarmak için kaçıp Wildfell Hall’a yerleşmesi, burada yaşadıkları,
kocasının ağır
hastalığını öğrendikten
sonra
geri
dönmesi
ve
kocasını
kurtaramayınca Wildfell Hall’a geri dönüp genç bir toprak sahibiyle evlenmesi
anlatılır. Pek çok eleştirmene göre Anne Bronte The Tenant of Wildfell Hall’u
yazarken kardeşi Bramvell’den ve mürebbiye olarak çalıştığı Thorp Green Hall’daki
Robinson ailesinin yanında edindiği tecrübelerinden çok etkilenmiştir. 1841 ve 1845
yılları arasında yaşadığı bu ailenin yanına daha sonra kardeşi Branwell’de ailenin
oğlunun öğretmeni olarak katılmıştır. Roman her zaman Branwell’in düşüşünün
yansıması olarak yorumlanmıştır, Thorp Green bölümü ve Branwell’in iflasının
romanın konusunu zenginleştirdiği açıktır. The Tenant’ta Anne hem evlilikte
uyuşmazlık hem de bir bireyin hayatıyla başa çıkamayacak derecede kendi
kendisine karşı hoşgörüsüzlüğünü ele almıştır. Anne Bronte’nin Thorp Gren Hall’da
yaşadıklarından etkilendiğini savunana eleştirmenlerden biri olan Felicia Gordon,
81
Anne Bronte’nin bu romanı yazarken kendi hayatından etkilendiği söylerken şöyle
bir açıklamada bulunur: ‘Anne muhtemelen kendisini romanda Helen olarak, Mrs.
Robinson’u kalpsiz Bayan Lowborough ve Branwell’i de Bay Lowborough ve
Arthur Huntington’un birleşimi olarak yazmıştır.’ (Gordon , 1989 :73) Oysa ki
eleştirmenler romanın Anne Bronte’nin tecrübeleri kadar yalın olmadığını ifade
ederler, roman dönemin pek çok önemli tarihi ve toplumsal özelliğini de
yansıtmaktadır.
Bu bölümde romanın Anne Bronte’nin yaşamı ile ilgisinden çok, romanın
yazıldığı dönem özellikleri ve Gordon’un da vurguladığı gibi romanın tarihsel yönü
üzerinde durulacaktır.
Çalışmanın Giriş Bölümde açıklanan Viktorya dönemi özelliklerini yansıtan
romanda, Arthur’un yaşam biçimi sayesinde erdemli görünen pek çok Viktorya
dönemi kişisinin yozlaşmış hayatını gözler önüne sererken, aynı zamanda Helen’in
davranışlarıyla da erdemli ve Hıristiyanlığa bağlı bir eşin davranışlarını yansıtır.
Betina Knapp de The Brontes adlı kitabında The Tenant Of Wildfell Hall’a ayırdığı
bölümde Anne Bronte’nin bu romanı yazarken kişisel tecrübelerinden yararlandığını
ifade etmektedir. Knapp’e göre de:
The Tenant of Wildfell Hall, alkolizm, ahlaksızlık, şımarıklık
gibi kötü özelliklere odaklanır, öğretici olmasıyla birlikte
pek can sıkıcı değildir. Olay örgüsü ve karakterleri daha
karmaşıktır ve bazen bir şekilde yapmacık görünürler.
Tutkulu aşk sahnelerinde görülen yapmacıklık, çok resmi bir
atmosfer yaratır, bu da pek doğru gelmez. Öte yandan, ana
karakterin kocasının alkol ve kumar bağımlılığına karşı
duyduğu ıstırap derinden hissedilir ve şüphesiz bu durumu
82
Anne Bronte kardeşi Branwell’in alkol bağımlılığından
gözlemleyerek ve Mr. Robinson’a olan aşkından etkilenerek
yazmıştır. (Knapp, 1991 :91)
Dönemin toplumsal ve tarihi özelliklerine ışık tutan, aynı zamanda da
yazarın kendi hayatından da izler taşıyan bu roman, çalışmanın bu bölümünde Gotik
bağlamında, Gotik’in IX. Yüzyıl romanında nasıl yer aldığı, karakterlerin iç
dünyalarına inilmesinde nasıl rol oynadığı bağlamında incelenecektir. Ancak, bu
incelemeye geçmeden romanın daha iyi anlaşılabilmesi için roman özetinin
kişilerinin, ve kullanılan anlatım yöntemlerinin açıklanmasında yarar vardır.
The Tenant of Wildfell Hall’un üçte ikisi mektup biçiminde geri kalanı da
itiraflar şeklindedir. İlk bölüm yirmi dört yaşında bir beyefendi olan, muhtemelen
Yorkshire’da yaşayan Gilbert Markham’ın, çiftlik evinde yaşayan geveze annesi,
aksi erkek kardeşi ve etkileyici kız kardeşine yazdığı mektuplardan oluşur. Bu
mektuplarda 1827 son baharından gelecek yaza kadar olan olaylar anlatılır. Bu
dönemde gizemli dul Helen Huntingdon ve oğlu bir zamanlar güzel bir ev olan fakat
artık bir harabeye dönen Wildfell Hall’a kiracı olarak taşınırlar. Mektuplarda Gilbert
Markham onlardan bahsetmektedir. Helen’le tanışması anlatıcı olan Gilbert’i çok
etkiler. Anlaşılmayan bir sebeple Helen Gilbert’e çok mesafeli davranmaktadır. Kısa
sürede genç dul hakkında dedikodular çıkmaya başlar. Markham özellikle ahlaki
eleştiriler içeren bu dedikoduların hiçbirine önem vermez. Helen’e evlenme teklif
eder. Ondan hoşlanmasına rağmen, kendi duygularını bastıran Helen evlenme
teklifini reddeder. Bir akşam Helen’i arkadaşı Lawrence’ın koluna girmiş yürürken
gören Markham çok öfkelenir ve duyduğu dedikodulara inanır. Helen’le
yüzleştiğinde olanları açıklamak için Helen Markham’dan 1821-27 tarihleri arasında
başından geçenleri anlattığı günlüğünde yazanları okumasını ister. İkinci bölümde
83
Helen’in günlüğünden annesinin o daha bebekken öldüğünü, babasının sarhoş
olduğunu ve onu amcasının ve dindar denilebilecek yengesinin yetiştirdiği anlaşılır.
Yengesinin uyarılarına rağmen Helen Arthur Huntingdon ile evlenir. Helen’in Miss.
Huntingdon olmasından birkaç hafta sonra yeni çift kocasının malikanesinde,
Grassdale Manor da yaşamaya başlarlar. Kocası at binmeye ve ava giderken Helen
de kendini resimle, okumayla, mektup yazmayla ve ev işleriyle oyalar. Güneşli
günlerde hiçbir problem çıkmaz, fakat yağmurlu günlerde kocasının dışarı çıkması
imkansız hale geldiğinde evde sıkılır. Kişilikleri bir birine zıt olan karı koca
anlaşmazlıklar yaşar. Helen kocasına sık sık öğütler verip, zaaflarına karşı kendini
güçlendirmesini, daha derin düşünmesini söyler. Bu tür uyarılar kocasını sadece
huysuz biri yapmakla kalmaz zaman içinde öfkelendirmeye de başlar. Karı koca
sürekli münakaşa ederler. Kocası bu münakaşaların da etkisiyle giderek daha fazla
alkole yönelir. Helen kocasının evliliğinden önceki içkiye ve kadınlara olan
düşkünlüğünü bilmesine rağmen dindar tavırlarını ve öğütlerini sürdürür. Kocası
onun bu uyarılarını dinlemeli ve dindarlığa dönmelidir.
Evliliklerinin başlangıcında Huntingdon bu vahşi yönlerinden kurtulmak için
çaba sarf etmiş, aylarca başarılı olmuş Helen yine de onu bu yoldan döndürmek için
baskılara devam etmiştir. Güzel ve çekici olmasına rağmen, aşırı dindarlığı,
fazlasıyla erdemliliği ve hatta kocasına karşı zaman zaman soğukluğu sorunları daha
da arttırır. Saflık arayışı kocasını usandırmış olmalı ki kocası ona dindar olmadığını
hatta bununla ilgili hiçbir şey bilmediğini açıkça söylemiştir. Yine de kadınların
kiliseye gitmesinin kadınlara bir çekicilik kattığını ama bunun da abartılmaması
gerektiğini söyler. Kocasının bu tavırlarına rağmen Helen yine de fiziksel temastan
ziyade ruhsal doyuma önem verir. Onunla bu tek yönlü ilişkisini görmeden Helen
aynı davranışlarına devam eder. Huntingdon ona karşı bu kadar sert olmamasını
84
söylemesine rağmen Helen onu her fırsatta iğnelemeye devam eder. Kocasının bu
şikayetleri yanlış anlayan hatta hiç duymayan Helen kendi erdemli dünyasına hapis
olup kalır. Öğreticiliği o kadar fazladır ki kocası Helen’in kendisini sevmediğini
söylediğinde her zamanki gibi kalbiyle değil beyniyle cevap verir. Tahmin edileceği
gibi aralarındaki iletişim kopukluğu kocasını doğru yola getirmektense onu eski
günahkar hayatına geri dönmeye zorlar. Kocasıyla arasındaki uçurum gittikçe büyür.
Helen daha önce açıklanan Viktorya dönemi toplumsal yargılarına ve dini baskılara
o kadar bağlıdır ki kocasını da her zaman böyle davranmaya yönlendirmeye çalışır
ve bunun sonucunda birbirlerinden tamamıyla koparlar.
Kocasına Londra yolculuğunda ilk defa eşlik eden ve onun hayat tarzına
katlanamayacağını anlayan Helen Grassdale Manor’a tek başına döner. Kocası ise
büyük şehirde kalıp hayatını yaşamakta ısrar eder. Grassdale’e geri döndüğünde
yine karısının aşağılamalarını ve kınamalarını dinlemek zorunda bulur. Helen onu
sıktıkça kocası da daha fazla uzaklaşır. Londra seyahatleri daha sık ve daha uzun
hale gelir. Kocasının evden ayrılmamasını sağlamak için Helen onun arkadaşlarını
evlerine davet eder. Bazı misafirler iyi vakit geçirmesini sağlasa da Arthur’un evden
uzaklaşmasını engellemez. Oğulları Arthur’un doğumundan sonra iyice dayanılmaz
hale gelir. Helen kendi kendine onu böyle bir günahkarla evlenmemesi için uyaran
yengesinin haklı olduğunu itiraf eder. Ancak zamanı geri alamaz, ‘artık yapmam
gereken sadece onu sevmek, ona bağlı kalmaktır’ der. Londra’ya olan uzun
yolculuklarında arkadaşların karısı Anabella’ya kur yaptığını fark edip bunu sabırla
siğneye çeker. Çocukları olduktan sonra kocası aslında sevgilisi olan bir kadını eve
çocuğa bakıcı olarak işe alır. Bunu anlayan Helen kocasından ayrılmaya karar verir.
Kaçarken mücevherlerini yanına alıp yaptığı resimleri satmayı planlar. Bu planı
anlayan kocası mücevherleri alıp resimleri de yakar. Helen daha sonra erkek kardeşi
85
Lawrence’yi arar ve kaçması için yardım ister. Markham’ın sevgilisi zannettiği
Lawrence aslında Helen’in erkek kardeşidir. Üçüncü bölümde kocasının hasta
olduğunu öğrenen Helen son günlerinde ona bakmak için kocasının yanına geri
döner ve son saatlerinde yanında olur.
Anlaşıldığı üzere, The Tenant of Wildfell Hall’, Viktoraya Dönemi’ne ait
toplumsal yaşantıyı ve özellikle toplumsal baskı bağlamında bireyin yaşadığı pek
çok sıkıntıyı yansıtmaktadır. Romanın kadın kahramanı Helen ve yaşadıkları
vasıtasıyla Anne Bronte Viktorya Dönemi kadınını ve evliliğini göz önüne
sermektedir. Helen’in iyi bir evlilik yapmaya yönlendirilmesi, kendi duygularıyla
olan mücadelesi, akıl-duygu çatışması, erdemli olma ve kalma uğraşı, kendisini ne
kadar korumaya çalışırsa çalışsın dedikodulara (özellikle ahlaki) maruz kalması, bir
kadın olarak toplum tarafından sürekli izleniyor ve baskı altında tutuluyor olması
Viktorya Döneminde yaşayan pek çok kadının yaşamını okuyucuya göstermektedir.
Yine, özetten de anlaşılacağı üzere, eski Gotik unsurlar olarak kabul edilebilecek
kasvetli ortamın yanı sıra yeni Gotik denilebilecek izlenme olgusu ve yarattığı
gerilim de romanda etkin bir şekilde yer almaktadır. Bireyin yaşadığı sıkıntılar iç
dünyasını göz önüne seren birer Gotik unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Daha önce de vurgulandığı üzere, Gotik XVIII. yüzyılda ve XIX. yüzyılın
başlarında popüler olan bir edebi türdür. Genellikle Ortaçağ’a ait kaleler, şatolar gibi
karanlık kasvetli yerlerde geçen Gotik hikayelerde amaç okuyucuda korku, gerilim
gibi yoğun duygular uyandırmaktır. Giriş Bölümünde ve ‘Wuthering Heights’ ile
‘Villette’ romanlarının incelendiği, Birinci ve İkinci Bölümlerde açıklanan ve
örnekleri görülen klasik (eski) Gotik diye adlandırabileceğimiz türe ait pek çok
unsur The Tenant of Wildfell Hall’da karşımıza çıkmamaktadır. Gotik türüne ait
unsurların başında gelen, Wuthering Heights’ta Catherin’in hayaleti, Villett’de
86
rahibe hayaleti olarak karşımız çıkan, doğa üstü olaylardan ziyade, bu romanda en
çok etkisini gösteren Gotik unsur, romanın özellikle Wildfell Hall’da geçen
kısımlarına hakim olan kasvetli atmosferdir. The Tenant of Wildfell Hall’da en göze
çarpan Gotik unsur, roman kişileri üzerinde, özellikle de Helen üzerinde yoğun
olarak görülen, ‘izlenme ve gizlenme’ olgularının birey üzerinde yaratmış olduğu
baskı ve gerilim olarak kabul edilebilir. Roman bu bağlamda ‘Villette’ ile benzerlik
göstermektedir.
Bu Bölümde, daha önce de belirtildiği gibi, The Tenant of Wildfell Hall adlı
romanı yukarıda açıklananların ışığında incelemeden önce romanı daha iyi anlamak
ve yorumlayabilmek açısından roman kişileri ve romanda kullanılan anlatım
teknikleri üzerinde durmakta yarar vardır.
Bu konuda çeşitli eleştirmenlerin görüşlerinden yararlanılabilir. Örneğin:
çalışmalarında The Tenant of Wildfell Hall’u’ inceleyen Betina Knapp Helen’in
kişiliğini şöyle tasvir eder:
Oldukça erdemli ve Tanrı’dan korkan bir Hıristiyan olan
Helen kötüye karşı iyi, şeytan’a karşı tanrıyı savunmak için
mücadele etmeye kararlıdır. Amacı insanları kendi düşüncesi
yönüne çevirmektir. Kötülük ve günah gerçeklerini kabul
etse de aynı ölçüde affedilme ve kurtuluşun varlığından da
emindir. Yeryüzündeki her şeyin ilahi bir amacı olduğuna
inanır. Zamanla dogmatik, baskıcı ve uzlaşmasız ideolojisi
kocasının ruhunu kurtarma düşüncesine saplanır kalır.
(Knapp, 1991 :94)
Görüldüğü gibi Knapp, Helen’in inançlı bir Hıristiyan olmasını önemli
görmektedir. Aynı zamanda da Helen’in inancının bir sonucu olarak, zamanla
87
dogmatik, baskıcı ve uzlaşmasız bir hal aldığını, katı ve baskıcı bir tutum
sergilediğini de belirtmektedir.
Romantik aşık figürüyle karşımıza çıkan Gilbert Markham ise romanın pek
çok kısmında Romantik eserlerin centilmen beyefendisi portresi çizerken zaman
zaman da ‘Gotik’ romanların kötü karakterleri gibi şiddet uygulamaktan kendini
alamaz. Zaman zaman da güçlü cinsel arzular Markham’da gözümüze çarpsa da
Roman kahramanı edasıyla bu arzularını engeller.
Markham’ın Helen’e olan güçlü cinsel isteklerine rağmen
melodrama türünün pek çok kahramanı gibi bu arzularına
yenik düşmez. Helen’in tüm isteklerine, hatta dul kaldıktan
sonra onu görmeme isteğine bile boyun eğer. Ona açıldıktan
sonra Helen altı ay görüşmemeleri gerektiğini söyler. Bir
aziz sabrı ve Lord asaletiyle sözünü tutar: zaman dolana
kadar birbirlerini hiç görmezler. Şans eseri Helen’in
başkasıyla nişanlandığını duyduğunda, aceleci ve tutkulu
tarafı dedikoduların doğru olmadığını ortaya çıkarmak için
derin karların içine atını sürmeye onu iter. Sonunda
Markham son bir kez bir duygu patlamasıyla şansını dener.
Helen evlilik teklifini kabul eder. Dulların taktığı sembolik
boneyi çıkartarak onun güzelliğini görmesine izin verir.
Roman mutlu sonla biter. ( Knapp, 1991: 97,98)
Markham’ da duygu yoğunluğu zaman zaman o kadar yükselir ki Knapp gibi
eleştirmenler
onu
daha
çok
‘gothic
villain’
‘Gotik
kötü
karaktere’
benzetebileceğimiz Helen’in kocasıyla karşılaştırırlar. Knapp de Markham ile
Huntingdon’u karşılaştıran eleştirmenlerden biridir. Knapp, Helen ile Markham’ın,
88
Markham’ın Arthur’a ikram ettiği bir bardak şarap üzerine girdikleri şiddetli
tartışmayı örnek göstererek Helen ile Markham’ın fikirsel çatışmalarına, görüş
farklılıklarına ve Markham’ın ısrarla fikrini savunmasına örnek vermiş olur.
Markham’da aşk, şevkat, şiddet ve önyargı kavramları
Huntingdon da çok daha karmaşık bir şekilde bir arada
bulunur.
Örneğin Helen’in gerçek hislerini öğrenme
konusunda her zaman dürüst ve uzlaşmacı değildir. Doğru
ve yanlış hakkında açık fikirleri vardır, örneğin Helen’e
oğlunun eğitimi için önerilerde bulunur. Helen’in alkolik bir
kocayla yaşadığı zorlukları bilmeden, oğluna ikram ettiği
küçük bir şaraba şiddetle karşı çıkması nedeniyle onu suçlar.
Helen bir bardaktan alkolikliğe gidileceğini savunur, çünkü
alkolik bir babanın oğlu genetik olarak alkolizme meyillidir.
Markham yine de yasakların çocuğu içkiye olan isteğini
daha çok arttıracağında ısrar eder. O bunu asla erdemli
yapmaz. ( Knapp, 1991: 97,98)
Bu sahneden de anlaşıldığı üzere Markham ve Helen arasında da Helen ve
Huntigdon arasında olduğu gibi bir zıtlaşma ve çatışma vardır. Helen hakkındaki
gerçeklerin ve Helen’in geçmişinin bilinmememsinin de bu zıtlaşmaları, çeşitli
yanlış anlamaları ve bu yanlış anlamalardan kaynaklanan problemleri arttırmaktadır.
Tıpkı Markham’ın Helen’i ağabeyi ile birlikte gördüğünde onu Helen’in sevgilisi
zannetmesi gibi yanlış anlamalar Helen’in gerçek kimliğini saklamak zorunda
olmasından kaynaklanmaktadır.
Helen’in kocası Huntingdon ise romanın başından beri genellikle alkol,
kumar, aldatma gibi olumsuz olarak kabul edilen davranışlarla ve kişilik
89
özellikleriyle yansıtılırken, tam bir Gotik kötü adam portresi çizmektedir. ‘Helen
‘angelic’ (melek), Huntington ise ‘demonic’ (şeytani) olarak yansıtılmakta, romanda
melek- şeytan, cennet-cehennem biçiminde birbiriyle zıtlaşan, çelişen imajlar
üzerinde durulmaktadır’ (Berry, 1994: 75) Helen genel olarak aklı, mantığı
savunurken Huntingdon ise duygulardan, tutkulardan yanadır. Birbirine tam olarak
zıt olan bu iki karakter, sembolize ettikleri bu kavramlar ve evliliklerine hakim olan
bu çekişme romanda ruhsal bir gerilim yaratmaktadır. Benzer çekişmeler Helen ve
Markham arasında da zaman zaman görülmektedir. Bunlardan biri yukarıda
örneklenen içkiye bakış açılarıdır. Helen roman boyunca ‘angelic’ rolünü hiç
kaybetmemektedir, bunun da etkisiyle çatışmalar sürmektedir. Romana hakim olan
ve romanda gerilimi arttıran bu çatışmalar Gotik türünün ortaya çıkmasına
yarattıkları gerilim vasıtasıyla ortam hazırlamaktadırlar.
Romanda kullanılan anlatım yöntemi romanın yazıldığı dönemin toplumsal
özelliklerini yansıtmada ve roman kişilerinin iç dünyalarının gösterilmesinde,
Gotik’in de yardımıyla, etkili olmuştur. Bu nedenle romanda anlatım yöntemleri
üzerinde durulacaktır.
The Tenant of Wıldfell Hall’da iki farklı anlatıcının bulunması romanda
anlatılanların farklı açılardan değerlendirilmesine olanak verir. Geleneklere bağlı bir
Hıristiyan olan Helen sayesinde dönemin ‘erdemli’ kadın portresi önümüze
çizilirken, günlüğü sayesinde Helen’in fikirlerine birinci ağızdan ulaşmış oluruz.
Markham’ın mektupları sayesinde ise Viktorya Döneminde toprak sahibi bir
beyefendinin düşüncelerine ve yaşam biçimine tanık oluruz. Böylece, iki farklı
anlatıcı yöntemiyle, iki farklı bakış açısı göz önüne serilmiş olur. Bu yönüyle
romanın anlatım yöntemi Wuthering Heights’taki Lockwood ve Nelly olmak üzere
ikili anlatıma, diğer bir deyişle iki farklı anlatıcının bulunmasına benzemektedir.
90
Elizabeth Langland da Anne Bronte üzerine çalışmasında anlatım
yöntemindeki bu benzerliğin üzerinde durmaktadır:
Şüphesiz Anne Bronte bu anlatım tekniğini Emily’nin
Wuthering Heights’ından öğrenmiştir. Wuthering Heights’ta
Loockwood Catherine ve Heathcliff’in hikayesini anlatır ve
hikayeyi Nelly Dean’in anlattıklarıyla çerçevelendirir. The
Tenant of Wıldfell Hall’da ise Gilbert’in bakış açısı
Helen’inkini çerçevelendirir, Emily Bronte anne Bronte’nin
aksine bunu anlatıcıyı değiştirmek için kullanır. Öyle
sahneler vardır ki anlatıcılar karışır. Gilbert teorik olarak
Helen’in yaşadıklarını özetlemektedir fakat okuyucu aniden
kendini Helen ile Arthur arasındaki bir sahnede bulur. Amaç
okuyucunun bakış açılarının birleşimini yaşaması ve Helen
ile Gilbert arasında olabilecek
her
hangi bir bağı
hissetmesidir. (Langland, 1989: 134)
Bronte kız kardeşlerin romanlarını Gotik başlığı altında inceleyen, Birinci ve
İkinci Bölümlerde Wuthering Heights ve Villette romanlarında Gotik’in işlevi
hakkında görüşlerine yer verilen Felicia Gordon, The Tenant of Wıldfell Hall’da
anlatıcı biçimi ve rolünün Wuthering Heights’ta anlatıcı rolüne benzerliğini
vurgulamaktadır.
The Tenant of Wıldfell Hall’da ikili anlatım vardır, günlük ve
mektup biçimi. Anlatıcın geçmiş yirmi yıllık bir döneme
bakışıyla başlar: Gilbert Markham kayınbiraderine flörtünün
hikayesini anlatır. Markham, bir nevi Wuthering Heights’
taki Lookwood’un rolünü oynar, ve Helen’in günlüğü de
91
Nelly’nin geri dönüşlü anlatımına eş değerdir. (Gordon ,
1989 :178)
Gordon’un da belirttiği gibi The Tenant of Wıldfell Hall’ da anlatım biçimi
mektup biçimi üzerine kurulmuştur, fakat romanın orta kısımlarında günlük
biçimiyle anlatım biçimi yeni bir biçim kazanmıştır. Özellikle Helen’in evliliğinin
okuyucuya başka bir anlatıcı tarafından değil de Helen’in günlüğünden okunularak
aktarılması Helen’in iç dünyasını okuyucuya açar. Böylece roman psikolojik bir
boyut kazanır. Böylece anlatım yöntemi de Gotik’in vasıtasıyla roman kişilerinin iç
dünyalarına girilmesinde katkıda bulunur.
Görüldüğü gibi, Anne Bronte’nin anlatımıyla ilgili olarak eleştirmenlerin
çeşitli görüşleri vardır. Bazıları, Gilbert’i hem karakter hem de anlatıcı olarak
inandırıcı bulmazlarken, Helen’in günlüğünün etkisinde çok kalırlar. Bazıları da
kahramanın kendi hikayesini anlatmak yerine sevgilisine okuması için günlüğünü
vermesini sağlayan geleneğe karşı çıkarlar. Romana bakıldığında, her iki anlatıcının
da sosyal sınıflarına da uygun olarak iki farklı bakış açısı sundukları görülmektedir.
Wuthering Heights gibi The Tenant of Wildfell Hall’da da iki anlatıcı sayesinde iki
farklı sosyal sınıf karşılaştırılır. Bir yandan Markham ile dönemin genç, toprak
sahibi bir beyefendisi aktarılırken, öte yandan da o Wildfell Hall’a kiracı olarak
gelen, yaptığı resimlerle geçimini sağlamaya çalışan, dul bayan görünümüyle Helen
dönemin kadın portresine bir örnek olarak aktarılır. Böylece Viktorya Dönemi
özellikleri okuyucuya farklı açılardan ve farklı sınıflardan örnekler verilerek
yansıtılmış olur.
Bu çalışmada incelenen diğer romanlar Wuthering Heights ile Villette’de de
olduğu gibi The Tenant of Wıldfell Hall’da da Gotik unsurlar roman karakterlerinin
iç
dünyalarını,
psikolojik
durumlarını
okuyucuya
aktarmada
önemli
rol
92
oynamaktadır. Bu üç romanda da güldüğü gibi anlatım yöntemleri de roman
kişilerinin iç dünyalarının aktarılmasında Gotik unsurlara yardımcı olan bir rol
oynamaktadırlar. Ayrıca farklı anlatıcıların aktarımıyla anlatılan romanlar Viktorya
Dönemi özelliklerini de farklı yönlerden yansıtmaktadırlar. Böylece Gotik
unsurların bu dönem romanlarında karşımıza nasıl çıktığını, nasıl bir etkisi olduğunu
saptanırken Viktorya Dönemi kişilerinin bakış açıları da görülebilmektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi, Giriş Bölümünde ve Wuthering Heights ile
Villette romanlarının incelendiği Birinci ve İkinci Bölümlerde açıklanan ve örnekleri
görülen klasik (eski) Gotik diye adlandırabileceğimiz türe ait pek çok unsur The
Tenant of Wildfell Hall’da karşımıza çıkmamaktadır. Örneğin Gotik türünün hemen
hemen her ürününde karşımıza çıkan, başlıca unsur olan ‘doğaüstü varlık’ unsuru
Wuthering Heights’ta Catherine’in hayaleti, Villette’de ise rahibe hayaleti olarak
karşımıza çıkar. Bu iki romanda en önemli Gotik unsur olan ve aynı zamanda en
büyük gerilim ve korku kaynağı olan hayalet figürü, romanlarda akıl-duygu, bilinçbilinç altı çatışmasını belirgin şekilde yansıtan, karakterlerin iç dünyalarını
okuyucuya açan temel Gotik unsur olmuştur. The Tenant of Wildfell Hall’da ise
hayalet ya da benzer şekilde her hangi bir doğaüstü varlık görülmemektedir. Klasik
Gotik’in unsurlarından sayılabilecek en önemli faktör özellikle Wuthering
Heights’ın neredeyse tamamına hakim olan, Villette’de ise daha çok rahibe
hayaletinin görüldüğü sahnelerde hissedilen karanlık kasvetli ortamdır. ‘Wuthering
Heights’ta olduğu gibi Wildfell Hall’da da uğuldayan rüzgarın sesini evin içinde
hissetmek mümkündür. Helen romanda bu rüzgar sesinden şöyle bahseder:
Kış gecelerinde, Arthur yataktayken, ve etrafımda uğuldayan
ve yıkılmak üzere olan eski odalarda dolaşan rüzgarın sesini
duyarak, tek başıma otururken, hiçbir kitap ya da uğraş akla
93
gelen sevimsiz düşünceleri ya da görüntüleri bastıramaz –
fakat biliyorum ki böyle zayıflıklara izin vermemek gerekir…(Bronte A., 1994 : 43)
Yukarıda verilen, Helen’in bu kasvetli ortam hakkında düşüncelerini
yansıtan alıntıda da görüldüğü gibi; The Tenant of Wildfell Hall’da Gotik unsurlar
özellikle Wildfell Hall’un tasvir edildiği kısımlarda karşımıza çıkmakta, burada da
kasvetli atmosfer dikkat çekmektedir. Uğuldayan rüzgar, karanlık geceler, eski
eşyalarla dolu yıkılmaya yüz tutmuş ev ilk bakışta gözümüze çarpan unsurlardır.
Wuthering Heights’ ta da olduğu gibi Gotik eski şatolardan, kalelerden çıkarılıp bu
dönemde evin içine alınmıştır. Wuthering Heights’ta Gotik unsurların incelendiği
bölümde de ele alınan Gotik’in domestikleştirilmesi (Gothic Domesticated) diye
adandırabileceğimiz Gotik türündeki bu değişim The Tenant of Wildfell Hall’da da
görülmektedir. Bu romanlarda ‘Gotik’ içinde yaşanılan evin, ailenin adeta bir
parçası haline gelir. Böylece aile içi ilişkilerin, bireylerin duygu ve düşüncelerinin
hatta iç dünyalarının aktarılmasında rol oyna. The Tenant of Wildfell Hall’da da ev
hayatının içine giren Gotik unsurlar özellikle romanın başkişisi aynı zamanda da
Gotik’in nüfus ettiği evin hanımı olan, Helen’in iç dünyasının kapılarını okuyucuya
açmaktadır.
Romanın pek çok yerinde Wildfell Hall’dan bahsedilirken kasvetli ortamdan
söz edilmektedir, bunlardan ilki henüz romanın ikinci bölümünde okuyucunun
karşısına çıkar, Wildfell Hall şöyle tasvir edilir:
Bu tepenin zirvesine yakın bir yerde, Elizabeth dönemine ait,
neredeyse yaş haddinden emekliye ayrılmış diyebileceğimiz,
koyu gri taşlardan yapılmış bir malikane durur- bakıldığında
pikaresk ve huşu uyandıran görünümü vardır, fakat kalın taş
94
pervazları, küçük demirli pencereleriyle, zamanın açtığı
yaralarıyla ve yalnız, korumasız konumuyla yaşamak için
fazlasıyla soğuk ve kasvetli bir evdir. Tek koruması, o da
sadece rüzgar ve havanın savaşından koruyan, fırtınalarda
yarısı yok olmuş ve en az Hall kadar kasvetli görünen İskoç
köknarlarıdır. (Bronte A., 1994 : 18)
Gotik’in evcilleştirildiği (gothic domesticated), ev hayatının içine taşındığı
bu romanda eski Gotik’e ait diyebileceğimiz unsurlar genellikle bu ev ve çevresinin
tasvir edildiği satırlarda görülmektedir. Öte yandan The Tenant of Wildfell Hall’da
ev kavramıyla ilgili çeşitli eleştirmenlerin farklı görüşleri vardır. Bunlardan biri de
Elizabeth Hollis Berry’ dir. Anne Bronte’s Radical Vision: Structures of
Consciousness adlı eserinde The Tenant of Wildfell Hall’da ‘ev’ kavramına farklı
bir yorum getiren Elizabeth Hollis Berry, Helen’in yaşadığı iki ayrı ev- Grass Dale
ve Wildfell Hall’u – karşılaştırırken özgürlük teması üzerinde durmaktadır. Berry’e
göre: ‘Wildfell Hall, adına da yakışır şekilde, vahşi ve açık olan topraklarda
bulunmaktadır, burada Helen özgürce dolaşmaktadır.’ (Berry, 1994: 99) Berry’nin
bu görüşünü destekler nitelikte, romanın pek çok yerinde Helen’in bu gezilerinde
bahsedilmektedir, Gilbert Markham şöyle anlatmaktadır:
Onu bazen kendim de görürdüm, sadece kiliseye geldiğinde
değil tepelerde oğluyla birlikteyken, bazen düşünceli bir
şekilde yürürken, bazen de özellikle havanın güzel olduğu
günlerde Wildfell Hall’u çevreleyen yeşil alanlarda özgürce
elinde bir kitap, yanında oğluyla dolaşırken görürdüm.
Bronte A., 1994 : 40)
95
Berry, ‘Helen’in Wilfell Hall’da sahip olduğu özgürlüğün tam aksine Grass_dale da
toplumsal sınırlamaların ve evliliğin sınırlandırdığı bir hapishanede olduğunu’
savunmaktadır. (Berry, 1994: 99)
Berry’nin bu düşüncesini farklı açılardan değerlendirebiliriz. Berry’nin
dediği gibi Grass-Dale’da Helen evliliğin ve toplumsal kuralların sınırlandırmaları
içindedir, bu kurallara uygun yaşamak zorundadır. Bu bölümünde açıklanacak olan
Viktorya
Dönemi’nde
kadının
evlilikteki
konumu
da
göz
önünde
bulundurulduğunda Berry’nin de dediği gibi Helen’in Grass- Dale’da hapis olduğu
düşünülebilir. Berry, yukarıdaki alıntıda Helen’in Grass-Dale’dan kaçıp Wilfell
Hall’a geldiğinde özgürlüğe kavuştuğunu söylemektedir. Halbuki Helen GrassDale’dan kaçarak gelmiştir, kanuni olarak hala evlidir, bu nedenle de evliliğin
sınırlamaları hala üzerinde etkilerini sürdürmektedir. Toplumsal baskılar da hala
sürmektedir. Bunların yanı sıra bu bölümde Gotik unsurlarla birlikte ayrıntılı olarak
açıklanacak olan gizlenme, izlenme ve izalasyon temaları da Wildfell Hall’da Helen
üzerinde baskı oluşturacaktır. Gotik birer unsur olarak kabul edilebilecek tüm bu
temalar ve Wildfell Hall’un içinde bulunduğu Gotik atmosferin de etkisiyle Helen
pek de özgür görünmeyecek, aradığı özgürlüğe ancak romanın sonlarına doğru
kavuşacaktır. Kocasının ölümünden sonra Wilfell Hall’a dönen Helen aynı zamanda
da babasından kalan mirasa da sahip olabilmiştir. Böylece hem evliliğin
sınırlandırmalarından hem kocasından kaçtığı için gizlenme gereğinin yarattığı baskı
ve sınırlandırmalardan kurtulmuş olur; hem de kalan mirasla ekonomik özgürlüğünü
elde eder. Böylece özgür hale gelir. Ancak romanın sonunda tam özgürlüğüne
kovuştu dediğimiz anda Helen’in Markham’la evlenmesi de özgürlük bağlamında
ayrı bir tartışma konusudur.
96
Knapp de Anne Bronte’nin Wildfell Hall’u tasvir ederken kullanmış olduğu
karanlık, kasvetli gibi sıfatların Gotik türündeki yeri üzerinde durmaktadır.
Knapp’in de belirttiği gibi her ne kadar bu kasvetli ortam çevrede yaşayanların
aklına hayalet hikayeleri getirse de daha önce de belirtildiği gibi her hangi bir
hayalet figürüyle karşılaşılmamaktadır.
Gotik türünün ilk örneklerinden itibaren diğer pek çok Gotik eserde ve bu
çalışmada ele alınan diğer romanlarda da gördüğümüz gibi Anne Bronte de Wildfell
Hall’u tasvir ederken binaları ve manzaraları gizem ve şüphe uyandıran bir ortam
yaratmak için kullanmıştır. Kraliçe Elizabeth döneminde inşa edilmiş olan Wildfell
Hall, Helen taşındığında çökme aşamasındadır. Koyu gri taşlardan yapılmış olan ‘
muhteşem, pitoresk… fakat şüphesiz soğuk ve kasvetli’, korkunçluğu okuyucunun
içini ürpertir. Uzun yıllardır bakım yapılmamış ve içinde oturulmamıştır, evi
çevreleyen çalılar ve çimenler ürkütücü atmosferini daha da arttırır. Helen’in
komşuları onun bu evde güvenliğinden endişe etmektedirler. Knapp de komşuların
ev hakkındaki fikirlerinden bahsederken şöyle söyler: ‘ civarda yaşayanlar, hayalet
hikayeleri ve karanlık gelenekler perili eve ve sakinlerine saygı duyarlar’. (Knapp,
1991 :99)
Helen yaptığı resimleri anlatırken Wildfell Hall’un içinde bulunduğu kasvetli
ortamı da açıklar ve yaptığı resimlere de bu kasvet duygusu hakimdir:
Eski yolu bir gece ay ışığında yürüdüm, ve sanırım bir kez
de karlı bir kış gününde yürümek zorundayım, ve sonra yine
soğuk, karanlık bir akşamda; çünkü resmini yapacağım
başka hiçbir şey yok…’ (Bronte A., 1994 : 37)
Gerçekten de Wildfell Hall’la ilgili her şey hem roman kişilerinde, hem de
okuyucuda ürperti yaratmaktadır, dışarısının yanı sıra evin içi de yıllardır
97
yıkanmayan ve ütülenmeyen solgun kızıl renkli perdeler, paslanmış, kasvetli korku
uyandıran eşyalar’ la korku uyandırmaktadır.
Helen’in ruh hali de bu kasvetli ortama uyum sağlamıştır ve adeta ‘Gotik’
unsurların oluşması için uygun ortamı hazırlar: ‘Geleneksel romantik biçimde Helen
kendi yalnızlığında batan güneşi kayıp ve matem duygularıyla bağdaştırır, böylece
olacak şeyler için kasveti hazırlamış olur.’ (Knapp, 1991 :99)
Yukarıda anlatılan eski Gotik unsurların yanı sıra ‘Wuthering Heights’tan’
çok farklı olarak fakat ‘Villette’de’ de görülen, bu romanda da karakterler üzerinde
özellikle de Helen üzerinde baskı yaratan, daha önce de kısaca bahsedilen ‘izlenme
ve gizlenme’ unsurları Gotik unsur olarak kabul edilebilirler.
Romanın başından beri görülen bireylerin toplumda sürekli olarak izleniyor
olması birey üzerinde ruhsal baskı oluşturmaktadır. Daha önce de açıklandığı üzere
Viktorya Dönemi’nde bireylerin toplumsal ve ahlaki kurallara uymaları, toplum
tarafından belirlenen kaidelere uygun yaşamaları çok önemlidir. Bireyler
dedikodudan,
haklarında
çıkabilecek
spekilasyonlardan
kaçınmaktadırlar.
Toplumsal kaidelere uygun hareket etme çabası Helen’in Arthur’la görüşmeye
başlamasından itibaren görülmektedir. Helen, dedikodulardan çekinerek Arthur ile
baş başa görünmekten kaçınır. Ayrıca aynı dönemde yaşayan pek çok genç kız gibi
maddi imkanları iyi olan saygı değer bir eş bulma konusunda da yönlendirilir. Pek
çok yönden toplumun baskısı altındadır. Önce akrabaları ve arkadaşları, daha geniş
kapsamda da toplum tarafından izlenmektedir. Tüm bunlar Helen üzerinde baskı
oluşturmakta, kendi duygularını baskı altına almak, gerçek duygularını gizlemek
zorunda bırakmaktadır. Burada Helen’in durumu Villette’ de Lucy’nin durumuna
benzerlik göstermektedir. Lucy de, Helen gibi, Emanuel’e olan aşkını saklamak,
kendi duygularını gizlemek zorunda kalmış, toplum tarafından yönlendirilen
98
düşünceleri ile kendi duyguları arasında kalmış, içsel bir çatışmaya maruz kalmıştır.
Bir diğer kadın Gotik kahramanımız Wuthering Heights’ın Catherine’i ise çağdaşı
pek öok genç kız gibi toplumsal statüsüne uygun bir evlilik yapmış fakat Lucy ve
Helen’in aksine duygularını gizlememiş, Heathcliff’e olan bağlılığını dile
getirmiştir. ‘Villette’ ve The Tenant of Wildfell Hall’ da bireyin toplum tarafından
izlenmesi ve yer yer denetlenmesi kavramları ve bunların sonucunda da özellikle
romanların baş kişilerinin ilişkilerinde ortaya çıkan akıl-duygu çatışması
görülmektedir. Gotik kadın kahramanlarımız, Helen ve Lucy, izlenme korkusuyla
yanlış yapmaktan kaçınmaktadırlar.
Helen evliliği süresince de kocasının yanlış davranışlarını eleştirmekte, onun
bu yanlış davranışlarını değiştirmeye çalışmakta, kendisi de bu davranışlardan
etkilenmemeye çalışmaktadır. Berry ‘Romanda yozlaşma korkusu işlenmektedir,
Helen kocasının davranışları nedeniyle huzursuz olmaktadır, bu yüzden kalbinin
taşa döndüğünü söylemektedir.’der. (Berry, 1994: 93) Görüldüğü gibi roman
süresince yanlış yapmaktan kaçınma ve korkma duygusu da Helen üzerinde baskı
yaratmakta, romanda gerilimi yükseltmekte böylece bu korku da bir Gotik unsur
halini almaktadır.
Helen toplum tarafından izlenme ve yargılanma sürecine kocasından kaçıp
Wildfell Hall’a geldiğinde de yoğun bir şekilde maruz kalır. Helen kocasından
kaçtığı için ismini gizlemek zorundadır, aksi takdirde Huntigdon yerlerini
öğrenecektir. Viktorya Döneminde kadının ne yazık ki evlilikte pek hakkı
bulunmadığı için Helen saklanmak zorunda kalır. Caroline Norton A Letter to the
Queen on Lord Chancellor Cranworth’s Marriage and Divorce Bill, in Victorian
Woman: A Doccumentary Account adlı çalışmasında Viktorya Dönemi evliliklerinde
kadının durumunu şöyle tarif etmektedir:
99
İngiltere’de evli bir kadının hiçbir kanuni hakkı yoktu. Mal
varlığı yoktu, onun varlığı kocasınındı, kendi kazancında
kanuni olarak hak iddea
edemezdi, kocasının evini terk
edemezdi, kocası karısını sığındığı herhangi bir evden zorla
alıp geri getirebilirdi, ne kadar hovarda, ahlaksız olursa
olsun kadın boşanamazdı. (Norton, 1981: 258-9)
Caroline Norton Viktorya Dönemi’nde kocasını terk eden bir kadın olarak Helen’in
durumunu ve neden gizlenmek zorunda olduğunu açıklamaktadır. Helen kocasından
gizlenebilmek için ‘Mrs. Graham’ takma ismini kullanır. Helen gerçek kimliğini
gizlemek, sahte bir isimle yaşamak zorundadır, bu da üzerinde baskı yaratmaktadır.
Bireyin üzerinde baskı oluşturan sahte bir kimlik altında yaşama zorunluluğu
romanın Wildfell Hall’da geçen büyük bir kısmına hakimdir ve Helen ile birlikte
romanda da gerilimi arttıran, Gotik bir unsur olarak kabul edilebilir. Gizlenme
gereği de, klasik Gotik unsurlar gibi roman kişilerinin iç dünyalarının kapılarını
açmada bir vasıta olmuştur.
Civarda yaşayanların hakkında çok fazla bilgiye sahip olmadığı Helen
sürekli olarak o bölgede yaşayanların incelemesi altındadır, çevredekiler Helen’i
izleyerek
yorumlar
yapmakta,
gerçekleri
bilmedikleri
için
dedikodular
üretmektedirler. Roman, Markham’ın kız kardeşinin yıkık dökük Wildfell Hall’a bir
bayanın taşındığını hevesle ve merakla aktarmasıyla ve Gilbert ailesinin yeni taşınan
bu bayanla ilgili yorumlarıyla başlar. Helen romanın ilk bölümünden itibaren şüphe
uyandıran bir ‘mysterious lady’ (Bronte A., 1994 : 11) olarak okuyucunun karşısına
çıkar. Rose Helen’in taşındığını haber verdiğinde aile bireyleri arasında şöyle bir
konuşma geçer, bu konuşmayı Markham’ın mektubundan öğreniriz:
100
Size duyduğum çok önemli bir haberi söyleyecektim,
biliyorsunuz bir ay önce Wildfell Hall’u birisinin alacağını
duymuştuk. Bilin bakalım ne oldu? Bir hafta önce birileri
taşınmış bile ve bizim haberimiz bile yok! Der Rose
‘İnanılmaz’ diye bağırdı annem.
‘Akıl almaz’ diye atıldı Fergus….
‘Tuhaf, güçlükle inanıyorum’ dedi annem
‘İnanmalısın anne, Jane Wilson görmüş. Mahallemize yeni
birinin geldiğini duyunca annesiyle birlikte gitmişler, sence
gidip her şeyi öğrenmeden nasıl durabilirlerdi ki!
Mrs. Graham diye dul bir bayanmış, fakat öyle pek bir derin
yas içinde değilmiş, 25, 26 yaşlarında genç bir bayan
olduğunu söylüyorlar. Onun kim olduğu, nereden geldiği
hakkında her şeyi öğrenmeye çalışmışlar ama ne azimli ve
münasebetsiz sorularıyla Mirs Wilson ne de
başarılı
manevralarıyla Miss Wilson tek bir tatmin edici cevap, bir
ipucu yada onun hakkındaki merakları giderebilecek bir bilgi
almışlar’ diye açıklar Rose. (Bronte A., 1994 : 11)
Yukarıda verilen, romanın daha ilk bölümünde Markam’ın Halford’a yazdığı
mektupta anlattığı Wildfell Hall’a yeni taşınan bayan hakkında söylenenler
okuyucuya o dönemde nasıl bir dedikodu zincirinin işlediğini göstermektedir.
Görüldüğü gibi insanlar çevrelerine gelen yeni bir kişi, gelişen yeni bir olay
hakkında her şeyi merak etmekte, konuyla ilgili her şeyi öğrenmeye çalışmakta,
hakkında yorum yapmakta ve bunları birbirlerine iletmektedirler. Roman süresince
dedikodulara pek meraklı olmayan ve pek de inanmayan Markham bile zaman
101
zaman bu dedikodulara bir araç olur hatta kendisi de inanır. Daha ilk bölümde
Wildfell Hall’ a taşınan genç bir kadın (Helen) hakkında duyduklarını ( Markham
Rose’dan, Rose Wilsonlar’dan duyar) Halford’a aktararak bu dedikodu zincirinin bir
parçası olur. Romanın ilerleyen bölümlerinde de Helen hakkında çok fazla bilgi
edinemeyen çevre halkı, Helen hakkında pek çok yorum yapar, dedikodular üretir.
Elbette ki gerçek kimliğini saklamak zorunda olan Helen’in kendisiyle ilgili hiçbir
bilgi vermemesi de hakkındaki spekilasyonları arttırır. Romanın başından itibaren
spekilasyonlardan uzak kalmaya çalışan Helen, bunu pek de başaramaz ve bu uzak
kalma çabası onun hayatında bir Gotik unsura dönüşür. Markham bile, biraz da
duygularının yoğunluğunun da etkisiyle, Helen’i ağabeyi Lavrence’in kolunda
görünce dedikodulara inanmaktan kendini alıkoyamayarak, onun sevgilisi olduğunu
zanneder ve o da bu spekilasyonların, iftiraların bir parçası olur.
Görüldüğü üzere daha ilk bölümden itibaren ortaya çıkan toplum tarafından
izlenme, sorgulanma ve çeşitli spekilasyonlara, iftiralara maruz kalma, dedikodulara
konu olma gibi durumlar romanda önemli bir yer tutmaktadır. Roman kişileri
özellikle de Helen üzerinde sürekli bir baskı, gerilim yaratan bu durum kişileri
gerçek duygularını saklamaya iten, sürekli belirli sınırlar içinde yaşamak zorunda
bırakan Gotik unsur halini almıştır. Bu unsurlar, aynı zamanda dönemin toplumsal
bir özelliği olan bireyin bireylerin birbirleri ve genel olarak toplum tarafından
izleniyor, haklarında yorumlar yapılıyor ve sorgulanıyor olmaları durumunu da
örneklendirmekte, göz ününe sermektedirler.
Romanın tamamında Anne Bronte’nin öğretici olma amacı sezilmektedir.
Eleştirmenlerce de öğretici bir eser olarak değerlendirilen romanda, özellikle
Helen’in kocasını alkol, kumar gibi kötü alışkanlıklardan kurtarma çabası,
kocasından kaçtığında sergilediği tavırlar, dul bir kadın ve anne olan Helen’in içinde
102
bulunduğu dönemde adeta bir ‘erdem’ abidesi olarak karşımıza çıkmasını sağlar.
Söyledikleri ve davranışlarıyla Helen iyi örnek olma ve öğretici olma çabasında gibi
yansıtılmaktadır. Bu durum da ‘Anne Bronte’nin romanı yazarken daha çok öğretici
bir yapıt oluşturma amacı gütmesinden kaynaklanır. ‘Anne’in amacı ‘muhteşem bir
sanat eseri’ yaratmak değildir. Onun amacı öncelikle ve en önemlisi Hıristiyanlığın
inandığı yüce ahlaki değerlerini öğretmektir.’ (Knapp, 1991 :99) Anne Bronte
önsözde romanın öğreticiliği hakkında şöyle söyler:
Romanda sunduğum bazı ahlaksız kişilerin davranışları
toplumun genel davranışları olarak anlaşılabilir, bu çok aşırı
olur, kimsenin böyle düşüneceğini zannetmiyorum, fakat
biliyorum ki toplumda böyle kişiler mevcut, eğer bu yolda
ilerleyecek gençlerden birini bile uyarabilirsem, ya da
düşüncesiz bir genç kızı kadın kahramanımın düştüğü hataya
düşmekten alı koyabilirsem romanı boşuna yazılmamış
demektir. (Bronte A., 1994 : 37)
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılabileceği gibi Anne Bronte kendisi de pek çok
eleştirmeni haklı çıkaracak şekilde, yazdığı önsözde romanın öğreticiliğini kabul
etmektedir.
Öğretici öğelerin öne çıktığı, Romantik dönem romanlarında gördüğümüz
aşk sahnelerinin zaman zaman yaşandığı The Tenant of Wildfell Hall’da ‘Gotik’
unsurlar domestikleştirilerek karakterlerin aile hayatına ve iç dünyalarına
girmemizde bize yardımcı olmuştur. Viktorya döneminde yaşanan yozlaşmalara ve
erdem düşkünlüğüne örneklerin sergilendiği romanda, bu iki farklı yaşam biçiminin
aktarılması iki anlatıcı, iki ayrı anlatım biçimi, ve iki ayrı tür olan ‘romans’ ve
‘Gotik’in birleşimiyle sağlanmıştır. Romanda yaşanılan bireyler arası ve birey-
103
toplum arası çelişkiler Gotik unsurların ortaya çıkmasına ortam hazırlamış, birer
gerginlik kaynağı olmuştur. Villette’de de karşımıza çıkan izlenme ve gizlenme
kavramları bireyler üzerinde baskı yaratan, akıl-duygu çatışmalarının ortaya
çıkmasına neden olan, roman kahramanları ve romanın genelinde gerilim yaratan
birer Gotik unsur halini almaktadır. Bunların yanı sıra hem Wuthering Heights hem
de Villette’de görülen Gotik’in domestikleştirilmesi diye adlandırdığımız, Gotik
unsurların ve bunlara ait korkuların ev ve aile hayatının, gündelik yaşamın içine
dahil edilmesi biçimindeki değişiklik The Tenant of Wildfell Hall’da da
görülmektedir.
104
SONUÇ
Korku romanları diye de adlandırdığımız ‘Gotik’ roman türü XVIII. ve XIX.
yüzyılın başında rağbet gören bir türdür. Gotik mimari olarak bir mimari tarza da
ismini vermiştir. Şatolar, manastırlar, kaleler gibi Ortaçağ’a ait mimari yapılarda
geçen Gotik romanlara kasvetli bir atmosfer hakimdir. Doğanın bile hırçın, yabani,
karanlık yönleri ele alınır. Roman kahramanlarının başına, onlarda ve okuyucuda
korku ve gerginlik hissi yaratan olaylar gelir. Bu olaylar sırasında ortaya çıkan
hayaletler, nereden geldiği anlaşılamayan sesler gibi bir takım doğaüstü olaylarla bu
karanlık ve ürkütücü atmosfer arttırılır, okuyucuda gizem ve merak hisleri uyanır.
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda örneklerini pek çok eserde gördüğümüz bu Gotik
unsurlar, XIX. yüzyılda romantik akım ve Viktorya dönemiyle birlikte farklı bir
boyut kazanır.
Emily Bronte’nin Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte
Bronte’nin Villette ve Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall romanlarında
olduğu gibi romantik edebiyatla Gotik edebiyat birleştirilerek her iki türe ait
unsurlar bir arada kullanılır. Bu romanlarda Viktorya döneminde toplumun bireye
özellikle kadına uyguladığı baskıdan, bireye dayatılan kalıplaşmış düşünce ve yaşam
biçimlerinden kurtulmak amacıyla Gotik edebiyattan yararlanılmıştır. Korkuları
sayesinde bireyin iç dünyasını gözler önüne serdiği Gotik’in hakim olduğu
durumlarda, roman karakterlerinin toplumun baskılarından arındırılmış duygu ve
düşüncelerini görebilmekteyiz. Düzene ve toplumsal kurallara, ahlaki değerlere, dini
kurallara uymayı savunan toplum ve bunu onaylayan akla karşı Gotik ile birlikte,
çoğu zaman ahlaki, dini ve toplumsal kurallara karşı çıkan duygular açığa çıkar. Bu
nedenle romantik ve Gotik unsurların bir arada kullanıldığı bu romanlarda akıl-
105
duygu çatışması yaşanmaktadır ve Gotik bu çatışmaları yansıtmak için bir araç
olarak kullanılmıştır.
Gotik unsurların bu romanlarda kullanılmasıyla birlikte, özellikle Villette’ de
Dr. John’un yaptığı açıklamalarla, bu türe yeni bir bakış açısı getirilmiş. Doğa üstü
olaylar diye adlandırdığımız Gotik unsurlar, örneğin aniden ortaya çıkan hayaletler,
bireyin bilinç altının bir oyunu olarak ifade edilmiş, böylece dış dünyadan bireyin iç
dünyasına bir geçiş sağlanmıştır.
Gotik edebiyata ait unsurların bu romanlarda kullanılmasının bir diğer işlevi
de, Gotik’in kendi kalıplarından çıkarılıp yeni b ir boyut kazanması olmuştur. Gotik
edebiyata ait ilk örneklerde olaylar şato, kale gibi Ortaçağ’a ait yapılarda geçerken,
Bronte kardeşler Gotik’i aileye özgü bir kavram olan ‘ev’in içine taşımışlardır.
Gotik karakterlerin ve Gotik’in evcilleştirilmesi diyebileceğimiz bu durumda birey
için bir sığınak olan ev boyut değiştirerek korkularının ortaya çıktığı bir alan haline
gelmiştir. Böylece Gotik sığınak gibi görünen ‘ev’in içinde bireyin kendisi ve
toplumla olan çatışmasını yansıtmıştır.
Nesilden nesile aktarılan genetik özellikler ve roller, toplumun aile
üzerindeki baskısı ve bunlarla kendi iç dünyası arasında kalan birey yaşadığı gizemli
ve ürkütücü diye adlandırdığımız olaylar esnasında gerçek duygu ve düşüncelerini
gösterme fırsatı bulmuş, bu baskılardan kurtulmuştur. Gotik, hem bireyin içinde
yaşadığı çatışmaların dışa vurulmasında hem de bu çatışmalardan kurtulmasında bir
araç olarak kullanılmıştır.
Sonuç olarak, aslında XVIII. yüzyıla ait bir edebi tür olan gotik, Viktorya
dönemi edebiyatının içine sızmış ve bireyin yaşadığı çelişkileri, çatışmaları ve
bireyin iç dünyasını göstermek amacıyla kullanılmış; ayrıca içinde bulunulan
dönemin yozlaşmış yönlerinin eleştirilmesi için de bir araç halini almıştır.
106
KAYNAKÇA
a. Ana Kaynaklar
Bronte, Emily, Wuthering Heights (London Penguin Books, , 1994)
Bronte Anne, The Tenanat of Wildfell Hall (Hertforthshire, Wordsworth, 1994)
Bronte, Charlotte, Vıllette (Hertforthshire, Wordsworth, 1999)
Walpole, Horace, Otranto Şatosu (Bordo Siyah Dünya Klasikleri, İstanbul,2005)
b. Yardımcı Kaynaklar
Allot Miriam Ed., Cahrlotte Bronte: Jane Eyre and Villette (Houndmills,
Basingstoke, Hampshire, London: Macmillan, 1973)
Beer ,Grillian, General Ed, The Surveillance of a Sleepless Eye, Charlotte Bronte
and Victorian Psychology (Cambridge, Cambridge University Press,
1996)
Bell Craig Arnold, The Novels of anne Bronte (Great Britain: Merlin Books Ltd,
1992)
Berry Elizabeth Hollis, Anne Bronte’s Radical Vision: Structure of Consciousness (
Victoria: University of Victoria, 1994)
Botting, Fred, Gothic Excess and Transgression, The Gothic (London, New York,
Routledge, 1996, ss. 1-20)
Botting, Fred, Homely Gothic, The Gothic (London, New York, Routledge, 1996,
ss.113-134)
Boumelha Penny, Charlotte Bronte ( Herthfordshire: Harvester Wheatsheaf, 1990)
Bruhm, Steven, Gothic Bodies, The Politics of Pain in Romantic Fiction
(Philadelphia : University of Pennsylvania Press, 1990)
DeLamotte Eugenia, Perils of the Night: a Feminist Study of Nineteenth Century
Gothic ( New York: Oxford University Press, 1990)
107
Ege Sema, İngiliz Edebiyatında Dört Korku Yapıtı ( Ankara: Zirve Ofset, 1995)
Ellis Markham, The History of Gothic Fiction ( Edinburgh: Edinburgh University
Press, 2000)
Franceschina John, Sisters of Gore (New York,London: Garland Publishing Inc.,
1997)
Frawley Maria, Anne Bronte ( NewYork: Twayne Publishers, 1996)
Gordon, Felicia, Villette, A Preface To Brontes (London, New York, Longman,
1989, ss. 156-174)
Gordon, Felicia, The Tenant of Wıldfell Hall, A Preface To Brontes (London, New
York, Longman, 1989, ss. 175-190)
Gordon, Felicia, Wutherıng Heights, A Preface To Brontes (London, New York,
Longman, 1989, ss. 175-205)
Gregor, Ian ,The Brontes: The Collection of Critical Essays (Prentice Hall
International, New Jersey,1970)
Hennessy, Brendon, The Gothic Novel (Longman, Harlow,1978)
Hoeveler, Diana Long, Gothic Feminism, The Professionalization of Gender and
Genre from Charlotte Smith to the Brontes (The Pennsylvania State
University, Pennsylvania, 1998)
Jacobs N.M., Gender and Layered Narrative in Wuthering Heights, New Casebook;
Stoneman, Patsy (ed)(Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London,
Macmillan, 1993, ss.74-86)
Just Martin- Christoph, Visions of Evil ( Frankfurth: European University Studies,
1997)
Kilgour, Maggie, The Rise of the Gothic Novel (Routhledge, London, New York,
1994)
108
Knapp, Bettina L., ‘Anne Bronte: Smouldering Fire, The Brontes (New York,
Continuum, 1991, ss.73-100)
Knapp, Bettina L., Emily Bronte: Loocked in One’s Own World, The Brontes (New
York, Continuum, 1991, ss.101-132)
Knapp, Bettina L., Villette: A Nonstereotypic Fictional Biography, The Brontes
(New York, Continuum,1991 ss.172- 181)
Kroll Richard, The English Novel Volume II ( New York: Addison Wesley Longman
Limited, 1998)
Langland, Elizabeth, Anne Bronte The Other One Houndmills (Basingstoke,
Hampshire, London, Macmillan, 1989)
Leavis Q.D., A Fresh Approach to Wuthering Heights, New Casebook Stoneman,
Patsy (ed)(Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London, Macmillan,
1993, ss.24-39)
Legouis Emile, A Short History of English Literature (Hong Kong: Oxford
University Press, 1990)
Milbank Alison, Doughters of the House: Modes of the Gothic in Victorian Fiction
(London: Macmillan, 1992)
Mise W. Raymond, The Gothic Heroine and the Rise of the Gothic Novel (
NewYork: Arno Press, 1980)
Nestor, Paulina, Villette: New Case Book (Houndmills, Basingstoke, Hampshire,
London, Macmillan, 1993)
Norton Caroline, ‘A Letter to the Queen on Lord Chancellor Cranworth’s Marriage
and Divorce Bill’, in Victorian Woman: A Doccumentary Account
(ed) Hallerstein (Stanford: Stanford University Press,1981)
Pykett Lyn, Gender and Genre in Wuthering Heights:New Casebook, Stoneman,
109
Patsy (ed)(Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London, Macmillan,
1993, ss.86-100)
Robbins Ruth, Victorian Gothic: Literary and Cultural Manifestations in the
Nineteenth Century (Wiltshire, Antony Rowe Ltd., 1988)
Scott P. J. M., Anne Bronte: A New Critical Assessment (London: Vision Press Ltd,
1983)
Stewart, Garret, The Conscripted Audience in Nineteenth Century British Fiction
(The John Hopkins University Press, Baltimore and London, 1996)
Stoneman, Patsy, Looking Oppositely: Emily Bronte’s Bible of Hell, New Casebook
(Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London, Macmillan, 1993,
ss.131-161)
Sanders Andrews, The Short History of English Literature (Oxford University Press,
Oxford, 1999)
Schweil Darrell (ed), Discovering Classic Horror Fiction I (California: The Borge
Press, 1989)
Stevans, David, The Gothic Tradition (Cambridge, Cambridge university Press,
2000)
Tracy Ann Blaisdell, Partners of Fear in the Gothic Nowel (New York: Arno Press,
1980)
Tropp Martin, Images of Fear ( London: McFarland& Company Inc., 1990
Urgan, Mina, İngiliz Edebiyatı Tarihi (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003)
Varma P. Devendra, The Gothic Flame ( London: Scarescrow Press Inc., 1987)
White Kathryn, The Brontes (Cloucestershire: Sutton Publishing, 1998)
Wiesenfarth, Joseph, Gothic Manners and Classic English Novel (University of
Wisconsin, Wisconsin, 1988)
110
Winnifrith Tom, The Brontes and Their Background (Houndmills, Basingstoke,
Hampshire, London: Macmillan, 1988)
Wolstenholme Susan, Gothic Revisions, Writing Woman as Readers (State
University of New York, Albany, 1993)
111
ÖZET
Buhara, Oya, ‘ Emily Bronte’nin Wuthering Heighst, Charlotte Bronte’nin Villette,
Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall Romanlarında ‘Gotik’ Unsurların
İncelenmesi’ Master Tezi , Danışman: Profesör Belgin Elbir, 112s.
Bu çalışmada ‘Emily Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte Bronte’nin
Villette, Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall adlı romanlarında Gotik
unsurlar incelenmektedir. İncelemenin amacı XVIII.
yüzyılda ortaya çıkan,
genellikle Orta Çağ’da kasvetli bir kalede, zindanda, gizli yeraltı geçitlerinde geçen
gizemli, ürkütücü, doğaüstü olayların anlatıldığı, amacı okuyucuda korku ve ürperti
ile yoğun duygular yaratmak olan Gotik roman türünün XIX. yüzyıl romanında nasıl
bir değişime ve gelişime uğrayarak yer aldığını, nasıl bir yere ve öneme sahip
olduğunu, Viktorya Dönemi romanında, akıl-duygu, bilinç- bilinçaltı çatışmasının
anlatılmasında, benliğin anlaşılmasında, kişilerin iç dünyalarının çözümlenmesinde
ve dönem özelliklerinin eleştirilmesinde nasıl bir rol oynadığını açıklamaktır. Giriş
bölümünde bu çalışmanın amacı belirtilerek genel bir taslak sunulmakta, çalışmanın
temel konusu olan ‘Gotik’ terimi ve türü açıklanmakta, bu edebi türün en önemli ve
en bilinen örneklerinden olan Horace Walpole’ün The Castle of Otranto adlı
eserinde Gotik unsurlar ve bunların kullanım şekli açıklanmaktadır. Gotik türü ve
The Castle of Otranto
açıklanırken önde gelen eleştirmenlerin bu konudaki
görüşlerine yer verilmektedir.
Çalışmanın ‘Wuthering Heights’ta Gotik Unsurlar’ adlı Birinci Bölüm’ünde
Emily Bronte’nin Wuthering Heights adlı romanı Giriş Bölümü’nde açıklanan Gotik
türü bağlamında incelenmektedir. Gotik türünün XIX. yüzyıl edebiyatının romantik
eserlerinden kabul edebileceğimiz Wuthering Heights ’ta nasıl yer aldığı ve nasıl bir
işlevi olduğu açıklanmaktadır. Bu bölümde Gotik’in özellikle akıl-duygu
çatışmalarındaki rolü üzerinde, Gotik’in bireyin kendisi ile ve toplumla olan
112
çatışmalarındaki rolü üzerinde ve Gotik’in eski şatolardan, kalelerden çıkarılıp eve
dahil edilmesi başka bir deyişle ‘evcilleştirilmesi’ üzerinde durulmaktadır. Ayrıca
roman kişileri Gotik türü doğrultusunda incelendiğinde romanın yazıldığı dönem
olan Viktorya Dönemi toplumsal yargıları ve dönem insanlarıyla pek uyuşmayan
yönleri de göz önüne serilmektedir. Viktorya Dönemi romancılarının ele almaya
çekindikleri aşk, tutku gibi kavramların bu romanda yoğun bir şekilde yer aldığı ve
Gotik’in bu kavramları kuvvetlendiren bir unsur olduğu görülmektedir.
‘Villette’de Gotik Unsurlar’ adlı İkinci Bölümde Charlotte Bronte’nin
Villette adlı romanı Giriş Bölümünde açıklanan Gotik türü bağlamında
incelenmektedir. Gotik’in bu romanda akıl-duygu, bilinç-bilinçaltı çatışmasının göz
önüne serilmesinde ve roman kişilerinin iç dünyalarına ulaşılmasında önemli bir
rolü olduğu açıklanmaktadır. Bu romanda Dr. John’un halüsünasyonlar üzerine
açıklamalarıyla, Gotik unsur olarak görülen açıklanamayan pek çok olgu insanın
bilinçaltının oyunları, iç dünyasının yansımaları olarak değerlendirilmektedir.
Bireyin psikolojik ve sosyal sorunları, toplumdaki yeri Gotik unsurların vasıtasıyla
sorgulanmaktadır. Bu romanda Gotik unsurların özellikle bireyin diğer bireyler ve
toplum tarafından izlenmesi faktörünün yansıtılmasında önemli rolü olduğu
görülmektedir. Wuthering Heights’ta ‘evcilleştirilen’ Gotik Villette’de farklı bir
mekanla (manastırla) farklı bir boyut kazanmaktadır. Roman kişilerinin, romanın
yazıldığı dönem olan Viktorya Çağı ile uyumu elaalındığında Wuthering Heights’ta
olduğu gibi burada da dönem insanlarıyla uyuşmayan yönleri göze çarpmaktadır.
‘The Tenant of Wildfell Hall’da Gotik Unsurlar’ adlı Üçüncü Bölümde,
Gotik türü ve bu türe ait unsurların Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall
adlı romanında nasıl bir yer aldığı, roman ve roman kişileri üzerinde nasıl bir etkisi
olduğu açıklanmaktadır. Viktorya Dönemi özelliklerini yansıtan bu romanda, daha
113
önceki bölümlerde açıklanan eski ve yeni Gotik unsurlar, bu unsurların toplumsal
özelliklerin ve bireyin iç dünyasının yansıtılmasında nasıl bir rol oynadığı üzerinde
durulmaktadır. Gotik unsurlar ve korkuların Villette’de olduğu gibi bireyin diğer
bireyler ve toplum tarafından izlenmesi, çeşitli spekilasyonlara, dedikodulara maruz
kalması ve bunlardan kaçınması nedeniyle hissettiği baskı ve korkuların
yansıtılmasında etkili rolü olduğu açıklanmaktadır. Wuthering Heights ve Villette’
de olduğu gibi The Tenant of Wildfell Hall’da da Gotik’in aile ve ev hayatı içine
alındığı, domestikleştirildiği görülmektedir.
Çalışma, XVIII. yüzyılda ortaya çıkan Gotik türünün, XIX. yüzyıla ait bu üç
romanda nasıl bir değişime ve gelişime uğrayarak yer aldığının, nasıl bir yere ve
öneme sahip olduğunun, Viktorya Dönemi romanında, akıl-duygu, bilinç- bilinç altı
çatışmasının anlatılmasında, benliğin anlaşılmasında, kişilerin iç dünyalarının
çözümlenmesinde ve dönem özelliklerinin eleştirilmesinde nasıl bir rol oynadığının
genel bir değerlendirmesiyla sona ermektedir.
114
ABSTRACT
Buhara, Oya, ‘The Gothic Elements in Emily Bronte’s Wuthering Heighst,
Charlotte Bronte’s Villette, Anne Bronte’s The Tenant of Wildfell Hall’ Master’s
Thesis, Advisor: Professor Belgin Elbir, 112p.
In this study, the Gothic elements of Emily Bronte’s Wuthering Heights,
Charlotte Bronte’s Villette, Anne Bronte’s The Tenant of Wildfel Halll are analyzed.
The aim of this study is to shed light on how the Gothic novel that occurred in the
18th Century, in which mysterious, gruesome and supernatural events taking place in
a gloomy castle, dungeon or secret underpasses generally in the Middle Ages are
told and the aim of which is to arouse a feeling of fear and shudder in the reader was
changed and developed in the 19th Century novel, how valuable and important it is,
and what kind of a role it has in the explanation of the conflict of reason-emotion
and conscious-subconscious, in understanding the ego, in the analysis of the inner
worlds of the individuals, and in the critique of the characteristics of the period.
In the introduction, the aim of this study is stated and an outline of it is
presented. Additionally, the term ‘Gothic’, its genre and Gothic elements in Horace
Walpole’s The Castle of Otranto, which is one of the most famous examples of this
genre, are defined and their usage is explained. While Gothic genre and The Castle
of Otranto are being explained, the ideas of well-known critics are also noted.
In the First Chapter of the study called ‘Gothic Elements in Wuthering
Heights’, Emily Bronte’s Wuthering Heights in the context of Gothic genre is
described in the introduction. It is presented how the Gothic genre takes place and
what kind of a function it has in Wuthering Heights which can be accepted as one of
the romantic works of XIX. Century literature. In this chapter, some issues are
115
discussed such as the role of Gothic in reason – emotion conflicts, in the inner
conflict of the individual and his conflict with the society, and it’s being taken out of
the castles of Middle Ages and made a part of our houses, which means it’s being
‘domesticated’. Furthermore, it is clearly stated that when the fiction characters are
analyzed regarding to Gothic genre, they are mismatching with the social judgments
of the Victorian Period and people of the time. It is clearly seen that the concepts
such as love and passion which the Victorian novelists abstain from using are
intensely made use of and that Gothic is an element which reinforces these concepts.
In the second chapter named ‘Gothic Elements in Villette’, Charlotte
Bronte’s Villette is analyzed in the context of Gothic genre described in the
introduction. It is explained that Gothic has an important role in displaying the
reason – emotion, conscious – subconscious conflict and reaching the inner world of
the characters in the novel. In this novel, with the explanations of Dr. John about
hallucinations, it is thought that most unexplained phenomena which are considered
as Gothic elements are the tricks of human subconscious and the reflection of their
inner world. The psychological and social problems of the individual and his place
in the society are questioned through Gothic elements. In this novel, it has been
observed that Gothic elements have an important role in the reflection of the factor
pointing out individual’s being watched by the others and the society. Gothic which
is ‘domesticated’ in Wuthering Heights gains a different dimension with a different
setting (monastery). It is highlighted that when the compatibility is considered
between the characters in the novel and the Victorian Period, there are also
mismatching parts here as it is in Wuthering Heights.
In the third chapter called ‘Gothic Elements in The Tenant of Wildfell Hall’ it
is explained that what kind of a place Gothic elements have in Anne Bronte’s The
116
Tenant of Wildfell Hall and an effect on the characters. In this novel reflecting the
characteristics of the Victorian Period, the old and new Gothic elements explained
before, and kind of a role they have in reflecting social characteristics and
individual’s inner world are emphasized. It is stated that the Gothic elements and
fears have an active role in the reflection of pressure and horror the individual feels,
which is caused by his being watched by the others and the society, being exposed
to various speculations and abstaining from them. It can be clearly seen that in The
Tenant of Wildfell Hall as it is in Wuthering Heights and Villette, Gothic has been
taken into the family and home life and domesticated.
The study is concluded by a general assessment of how Gothic genre that
occurred in the 18th Century changed and developed in these three novels in the
19th Century, how valuable and important it is, what kind of a role it has in the
Victorian novel, in the explanation of the conflict of reason – emotion and conscious
– subconscious, in the analysis of the inner world of the individuals, and in the
critique of the characteristics of the period.
117

Benzer belgeler