eylül/ekim 2013/05 fiyatı 2 tl ıssn 1302

Transkript

eylül/ekim 2013/05 fiyatı 2 tl ıssn 1302
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
EYLÜL/EKİM 2013/05 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X165
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
yaz aylarının ardından yeni bir sayı ile tekrar
birlikteyiz.
Bu sayımızı yayına hazırlarken emperyalistler
ve onun Türkiye gibi işbirlikçileri, Suriye’ye
yönelik yeni bir emperyalist saldırının hazırlığı
içerisindeler. Bu saldırıdan en çok zarar görenler
yine işçi ve emekçi halklardır. Çünkü bu savaş
bizim değil egemenlerin çıkarları için yürütülen
bir savaş olacaktır.
Dergimizin başyazısını “Suriye’ye emperyalist
müdahaleye hayır!” başlığıyla Suriye’deki
bu gelişmelere ayırdık. İlgiyle okuyacağınızı
umuyoruz.
AKP, gezi olaylarının ardından ne kadar çevreci
olduğunu, ağaç dostu olduğunu kanıtlamaya
çalıştı. Bu sayımızda AKP’nin bu konudaki
sahtekarlığını teşhir eden detaylı bir değerlendirme
yazısını okuyabilirsiniz.
Gezi direnişi ile ilgili bir diğer yazımız kimi
devrimci çevrelerin gezi direnişinden çıkardıkları
yanlış sonuç ve değerlendirmeleri ele alan bir yazı.
Halkların Kardeşliği sayfalarımızda Rojava’da,
Türk Devletinin de bizzat desteklediği gerici ve
faşist güçlerin Kürt ulusuna yönelik saldırılarını
teşhir eden ve Rojava ile dayanışmaya çağrı yapan
bir makale bulabilirsiniz.
Ağustos ayı içerisinde yaşanan bir diğer önemli
gelişme, Ergenekon davasında kimi üst düzey
askeri yetkililere darbeye teşebbüsten verilen ağır
hapis cezaları oldu. “ Darbecilerle hesap bitmedi”
başlıklı makaleyi ilgiyle okuyacağınızı tahmin
ediyoruz.
Panorama sayfalarımızda bir kez daha Mısır’da
yaşanan son gelişmeleri ve Brezilya’daki
gelişmelerin ele alındığı iki yazıya yer verdik.
Kavganın Doğrusu, Doğrunun Kavgası
sayfalarımızda bu kez Stalin’e ve ona yönelik
antikomünist saldırılara yer verdik.
Sayfalarımızın devamında ise bir okurumuzun
“AKP Faşizmi” tespitimizi eleştiren bir yazısını ve
buna verilen cevap yazısını okuyabilirsiniz.
Son olarak gençlik sayfalarımızda kapitalizm
şartlarında gerçek barışın ne anlama geldiğini
irdeleyen bir yazı bulabilirsiniz.
Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle...
YDİ Çağrı
Eylül 2013 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
Suriye’ye Emperyalist Müdahaleye Hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Akp’nin Çevreciliği Yalan ve Talan Üzerinde Yürüyor!. . . . . . . . . . . . 5
PANORAMA
“Kontrollü geçiş süreci” DARBE yedi! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28
“20 Cent Devrimi” ya da “Sirke Devrimi”!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35
GÜNCEL
Gezi direnişi ve yanlış değerlendirmeler yumağı.... . . . . . . . . . . . . 15
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
Stalin’den Öğrenmek Yenmeyi Öğrenmektir! . . . . . . . . . . . . . . . . . 40
“AKP Faşizmi” Mi Yoksa Devlet Faşizmi Mi?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 45
“Akp Faşizmi” Mi Yoksa Devlet Faşizmi Mi? Başlıklı Yazı Üzerine. 47
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
ROJAVA İLE DAYANIŞMAYA. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24
GÜNCEL
Darbecilerle hesap bitmedi!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
2
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
Kapitalizm olduğunda “barış” bu kadar olur.
Sosyalizmde ise gerçek barış olacaktır. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 50
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 165 · Eylül/Ekim 2013 • ISSN 1301692X165 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11
12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected]
İ
ki yılı aşkın bir süredir Suriye’de kan gövdeyi götürüyor. Arap Baharı Suriye’ye faşist Esad rejimine
karşı halkın bir bölümünün demokrasi talepleri ile
barışçı sokak eylemlerine geçmesi biçiminde yansıdı. Esad rejiminin başlangıçtaki bu silahsız eylemlere
cevabı, yoğun silahlı saldırılarla bu eylemleri ezmeye çalışmak biçiminde oldu. Halkın bir bölümünün
haklı demokratik taleplerle başlattığı silahsız eylemler yerini giderek kanlı bir iç savaşa dönüşen silahlı çatışmalara bıraktı. İki buçuk yıl içinde yüzbinin
üzerinde insanın hayatını kaybettiği, milyonlarca
insanın Suriye içinde ve dışında göçe zorlandığı bu
iç savaşta bütün emperyalist büyük güçler ve bölgedeki bütün gerici güçler şu veya bu biçimde yer aldılar, alıyorlar. Kimi Esad rejiminin yanında, kimi Esad
rejimine karşı mücadele eden, kendi içinde çok parçalı, içinde önemli ölçüde açık İslamcı şeriatçıları da
barındıran muhalif güçler yanında, arkasında kendi
emperyalist ve gerici çıkarlarının savunulması savaşı yürüttüler, yürütüyorlar. Suriye’deki savaş çoktan
Suriye’nin içindeki bir iç savaş olmaktan çıkıp, emperyalist çıkarların yoğun bir biçimde kozlarını paylaştığı bir mini dünya savaşına dönüşmüş durumda.
Faşist Esad rejimi için savaş, kendi kanlı faşist iktidarını ne pahasına olursa olsun sürdürmeye yönelik
bir ölüm kalım savaşı. Arkasında emperyalist büyük
güçlerden Rusya ve Çin “meşru rejimi destekleme”,
“iç işlere karışmama”, “İslamcı terörizme karşı olma”
vs gerekçeleri ile duruyor. Bölgesel güçlerden ise faşist
Şeriatçı Şii İran rejimi; onun desteğinde ve kontrolündeki Hizbullah rejiminin destekçileri. Türkiye’de
başta ulusalcılar olmak üzere, anti RTE-AKP cephesinin kimi unsurları da yer yer güya anti emperyalizm” adına Esad rejimini destekliyorlar. Suriye’de
Esad rejimine karşı mücadele eden güçler arasında
bir birlik yok. Savaşan güçler arasında görünen o ki
ağırlık batılı emperyalistlerin güvenmediği İslamcı,
Sünni şeriatçı güçlerin elinde.
gündem
Suriye’ye Emperyalist
Müdahaleye Hayır!
Batılı emperyalistler bugüne kadar
bütün çabalarına rağmen, Esad sonrası
için güvenebilecekleri, kendi kontrolleri
altındaki bir iktidar alternatifini
yaratabilmiş durumda değiller.
PYD/YPG önderliğindeki Kürtler savaşın yarattığı
iktidar boşluğunda, Rojava’da kendi öz yönetimlerini kurma yönünde haklı bir savaş yürütüyor. Batılı
emperyalist güçlerin bu arada Türkiye’nin de bütün
muhalefeti batının kontrolünde bir çatı altında birleştirme çabalarında YPG kendi bağımsız konumunu korumaya çalışıyor. Türk devleti şeriatçı İslamcı
çeteleri Kürtlerin üzerine salıyor. Rojava’da Kürtlerin
Esad karşıtı muhalefetin parçası olmalarını, özerklik
ilan etmemelerini istiyor.
Batılı emperyalistler bugüne kadar bütün çabalarına rağmen, Esad sonrası için güvenebilecekleri, kendi
kontrolleri altındaki bir iktidar alternatifini yaratabilmiş durumda değiller. Bu yüzden aslında Esad’ın
devrilmesinden yana olan batılı emperyalistlerin muhalefete desteği sınırlı kaldı. Suudi Arabistan, Katar,
Türkiye açıktan silah ve parayla ve her şeyden önce
lojistik destek ve korunaklı bir cephe gerisi sağlama
açısından pratik destek bağlamında şeriatçı muhalefetin esas dayanakları oldular. AKP hükümeti başlangıçta biraz da batılı emperyalist güçlerin gazına
gelerek, anti Esad tavırlarda en öne çıkan güç haline
geldi. AKP hükümeti BM kararıyla Suriye Esad rejimine karşı askeri bir saldırı için diplomatik çabalar
yürütürken, batılı emperyalist güçlere de Suriye muhalefetine yeter destek vermedikleri yönünde eleştiriler getirdi. Suriye’de Esad rejimine karşı bir dış askeri
müdahalenin en ateşli savunucularından biri olarak
3
gündem
4
öne çıktı.
Türk devletinin, AKP hükümetinin Suriye’ye askeri müdahale konusunda çok istekli olmasının nedeni,
O’nun Ortadoğu’da yayılmacı, büyük bir güç olma
siyaseti ile ilintilidir. Ortadoğu yeniden şekilleniyor.
Bu şekillenmede Türk devleti aktör olmak, büyük güç
olmak, pastadan pay kapmak istiyor.
Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyinden bir
askeri müdahale kararına veto koyacaklarını açıkladıkları yerde, Suriye’ye doğrudan bir askeri dış
müdahalenin uluslararası hukuki dayanak kılıfının
olamayacağı açık olarak görüldü. Bu noktada bir
dış müdahale, daha önce Yugoslavya’nın parçalanmasında olduğu gibi, BM Güvenlik Konseyi kararı
olmaksızın, “İnsanlığa karşı suçu önlemek” gerekçesiyle “gönüllüler koalisyonu” tarafından yapılacak bir
müdahale olarak kurgulanmaya başlandı. Bunun da
ön şartı ABD tarafından “Kimyasal silah kullanımı”
olarak açıklandı.
Şimdi ortada kimin nasıl kullandığı belli olmasa da
kimyasal silah kullanımı sonucu yüzlerce ölü olduğu
olgu.
ABD hükümeti, Fransa, İngiltere, Suriye muhalefeti adına konuşanlar açısından bu “insanlık suçu”nun
faili de belli: Suriye rejimi. Türkiye’de AKP hükümeti
açısından da bu zaten en başından itibaren belli.
Rusya, Suriye rejimi, İran açısından ise, daha kimyasal silah kullanılmış olup olmadığı bile belli değil;
kullanılmış olması halinde ise bu “bir provokasyon”
ve Suriye’ye karşı saldırıyı kışkırtmak için “İslamcı
teröristler”in marifeti.
Bu arada BM adına bir heyet hala bölgede araştırmalar yapıyor. Sonuç şimdiden belli: Kimyasal silah kullanımı sonucu yüzlerce kişi ölmüştür. Kimin
yaptığını araştırma ise zaten bu heyetin işi değildir.
Sonuçta kimin yaptığı sorusuna verilecek cevabı belirleyecek olan gerçeğin ne olduğu değil, savaşan güçlerin andaki siyasi hesapları ve çıkarlarıdır. Savaşta
ilk yenilen zaten gerçeğin kendisidir. Propagandadır
gerçek denilen şey!
Şimdi Güvenlik Konseyinde sorun tartışılacak; taraflar bilinen tavırlarını açıklayacaklar, ortak bir karar çıkmayacak ve fakat batılı emperyalistler; ABD
önderliğinde “Kimyasal silah kullanıldığı”, “sorumlunun Suriye rejimi olduğunun açık olduğu” ve bunun cezasız bırakılamayacağı gerekçeleriyle, sınırlı
bir askeri harekatla Suriye Esad rejiminin kimi hedeflerini füzelerle, hava saldırılarıyla vuracak, rejimin askeri gücünü zayıflatmaya çalışacaktır. Henüz
alternatif yaratılmamış olduğu için hedef doğrudan “rejim değişikliği” olarak değil, “Kimyasal silah
kullanımının uluslararası toplum tarafından” kabul
edilmeyeceğinin gösterilmesi olarak açıklanmıştır.
Bunun yalnızca Suriye’deki Esad rejimine karşı değil,
Suriye halkına ölüm getirecek bir emperyalist askeri
saldırı olacağı gözlerden gizlenmektedir.
Emperyalist ülkeler için söz konusu olan kendi çıkarlarıdır. “Sivillerin zarar görmesi, insan hakları,
insanlığa karşı suç” vb. çıkarlara geçirilen maskedir. Kimyasal silahları üreten, kimyasal silah üretme
tekniğine sahip olan, bu tekniği kimi ülkelere satan
emperyalistlerin kendileridir. Şimdi kimyasal silah
kullanılmasına karşı görünmeleri sahtekârlıktır, iki
yüzlülüktür! Emperyalistlerin yürüttükleri savaşlarda sivilleri düşünmedikleri geçmişte yürüttükleri savaşlarla belgelidir.
Yapılacağı ilan edilen, gelecek olan saldırı, hangi
maske ile gizlenirse gizlensin, emperyalist haydutluktur, emperyalizmin Ortadoğu’daki çıkar kapışmasının bir yansımasıdır. Bu saldırıya karşı çıkmak “elinizi Suriye’den, bütün Ortadoğu’dan çekin” demek,
bütün savaş karşıtlarının, demokratların, sosyalistlerin görevidir.
Suriye’de faşist Esad rejimine karşı ayaklanma, bu
rejimin devrilmesi, yerine demokratik bir rejimin geçirilmesi için mücadele haklı ve meşru bir mücadeledir. Görev bu mücadele içinde gerçek demokrasi güçlerine destek vermektir. Emperyalist müdahalelerin
ise böyle bir amacı ve derdi yoktur. Suriye halklarının
geleceğini ancak Suriye halklarının kendisi belirleyebilir. Emperyalist ve gerici güçlerin müdahaleleri bu
mücadeleye yalnızca zarar vermektedir. Kurtuluş ya
halkların kendi elindedir, ya da kurtulma adına yalnızca emperyalizme bağımlı iktidarlar el değiştirecektir.
Gerçek demokrasi, özgürlük ancak işçilerin, emekçilerin kendi siyasi iktidarları ile kazanılacaktır. Gerçek demokrasi özgürlük için, işçilerin emekçilerin
iktidarı için, sömürüye karşı, emperyalist gerici savaşlara karşı, yeni bir dünya için, sosyalizm için mücadeleye, örgütlenmeye!
Türk devleti elini Suriye’den çek! Baş düşman dışarıda değil içeride!
Emperyalistlerin hazırlandığı Suriye’ye askeri müdahaleye karşı çıkalım.
Emperyalist müdahaleye hayır! Emperyalist savaşa
hayır!
29.08.2013 ✓
gündem
AKP’nin Çevreciliği
Yalan ve Talan
Üzerinde Yürüyor!
Evet, bugün enerjide dışarıya bağımlı olduğumuz hayatın gerçeği. Ama hayatın diğer
bir gerçeği de, bu bağımlılığı sağlayanların TC hükümetleri olduğudur. Şimdi AKPHükümeti ve O’nun başı kalkmış, kendine ait olmayan bir teknik ile yapılacak atom
santralleriyle bu bağımlılıktan kurtulacağız diyorlar! Ey beyhude! Bırak sen 3. Atom
Santralini kendin yapma hayalini, elin adamı kendi yaptığını, yarattığı canavarı
kontrol edecek durumda değil!
T
üm Cumhuriyet tarihindeki hükümetler gibi
AKP-Hükümeti de çevre düşmanı bir hükümettir. Ama onlar bin bir yalanla doğaya, çevreye uyguladıkları talanı gizlemeye çalışırlar, gizlerler. Andaki
AKP hükümeti çevre hareketinin gelişmesi ve yer yer
AKP yalanlarını açığa çıkarması sürecinde çevreciliğe daha bir önem veriyor görünüyor. Tabii bu yalanların daha da artması demek. Öyle ki talan arttıkça
yalan da artıyor.
Yalanda sınır yok: 2,8 milyar ağaç dikmişler!
RTE, GEZİ Direnişçilerini „çapulcu“, yıkıcı, devlet malına zarar verici ilan etti. Gerçeği araştırma
imkânı olmayanlara AKP’yi ve kendisini „en büyük“
çevreci olarak yutturmaya çalıştı. RTE alanlara topladığı insanlara gerçekle alakası olmayan nutuklar attı!
Atıyor! Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Gezi Direnişi karşısında devlet imkânlarıyla yaptığı Ankara
Sincan, İstanbul Kazlı Çeşme/Samsun mitinglerinde
gırtlağını yırtarcasına bağırarak iktidarları döneminde 2,5 milyar ağaç diktiklerine defalarca vurgu
yaptı. Hatta bu sayıyı Erzurum mitinginde 2,8 milyara yükselti.
Önce ajitasyon ve demagojilerdeki farkın ne olduğunu anlamakta yarar var. Bahsi geçen yalan rakamı
1,5 milyardan başlar; en yüksek noktası ise 4,5 milyara yükselen ağaç sayısıdır. 1,5 ile 4,5 milyar arasın-
daki rakam 3 milyar ağaç demektir. Her 5-6 metre
aralıklarla ağaç dikerseniz 1 dönüme sığdıracağınız
ağaç sayısı 30-40 arasındadır. Bu da 75-100 milyon
dönüm alan demektir. Yani işkembe-i kübradan atılan rakamlar arasındaki fark 100 milyon hektar alan
demektir. Gerisini siz hesaplayın…
Varsayalım ki Başbakan RTE’ın dediği rakam doğru... RTE’ın sıkça vurgu yaptığı 2,8 milyar ağacın hesabını yaparsak çıkan sonuç nedir? Birlikte görelim:
2,8 milyar ağaç diktik iddiasının karşılığı 80-90
milyon dönüm alan demektir. Bu da 8-9 milyon hektar alana tekabül eder. Bunun km² hesabı yapıldığında 80-90 bin km² -lik alanı içermektedir. Türkiye‘nin
toplam yüz ölçümü 780 bin km² dir. Yani AKP palavracıları Türkiye’nin en az yedide birini ağaçlandırdık diyorlar. Nerede bu ağaçlar? Yalanın bu kadarı az
rastlanan durumdur. Yoksa bunlar kendi kontrollerindeki belediyelerin diktikleri çiçek fidanlarını da
mı ağaç kategorisinde değerlendiriyorlar?
Bu yalanlar talan edilen ormanlık ve ağaçlık alanların hesabını karartmak içindir. Rantlarının üstünü
örtmek içindir. İşledikleri yeşil alan “cinayetleri”nin
görülmesini engellemek içindir!
Yalanda sınır yok: Nükleer enerji/nükleer santral
yalanları!
Gerçekten Türkiye’nin atom enerjisine/nükleer
enerjiye ihtiyacı var mı? AKP’ye, Başbakan RTE ve
5
gündem
6
atom lobicilerine göre var! Hem de zaruri!
Peki, bu zarurilik nerden geliyormuş? AKP’ye ve
RTE’ye göre;
1) ‘Her 7-10 yılda bir enerji tüketimimiz ikiye katlanacakmış!, çünkü sanayileşiyormuşuz!’
Sanayileştiğimiz doğrudur, ama her 7-10 yılda ikiye katlandığı, AKP palavrasıdır. Alın size ekonomik
büyüme rakamları, (2002: % 7,9, 2003: % 5,9, 2004:
% 9,9, 2005: % 7,6, 2010: % 9,2, 2011:% 8,8 2012 :
% 2,2, 2013 beklentisi ise %4 dür... GSH’nın sanayi
payı % 29,6, hizmet sektörünün payı ise % 58,5’ dir.
Toplam çalışanlarda sanayinin payı % 19,3, hizmet
sektörünün ise % 44,5 dir. Bu rakamlar ortada iken
enerji tüketiminin ikiye katlanacağı iddiası palavradan başka bir şey değildir.
2) ‘8,2 milyar dolarlık doğalgazdan elde edilen elektrik nükleerden 400 milyon dolarla elde e d i l i r m i ş ,
doğalgaz fiyatları yarıya inse bile gene nükleer enerji
ile yarışamazmış.’
Sanki, atom karşıtları atomun alternatifi olarak
“doğal gaza devam“ mı diyorlar da böyle bir polemiğe ihtiyaç duyuluyor?!! Nükleeri doğal gazla yarıştır,
diyen kim? Biz diyoruz ki, tüm çevre düşmanı enerji
kaynaklarının yegâne alternatifi yenilenebilir enerji
kaynaklarıdır. Geçerken söyleyelim, kimse sana 400
milyona atom reaktörü kurmaz! Son yapılan nükleer santral anlaşması 400 milyon değerinde miydi?!!!
Rantı gizlemek için söylenen kaba bir yalandır bu.
3) ‘2012-2036 yıllarında Türkiye ortalama 12,34
Cent’ten elektrik satın alacakmış, bu
nükleerde 1 Cent, amortismanlı hesaplanırsa 8 Cent
olacakmış!’
Bu da nükleer santrallerin gerekliliğini haklı çıkarmak için söylenen yalanlardan birisidir. Doğmayan
çocuğa don biçme misali, tüm propaganda gelecek ile
ilgili. Sen önce bugün ne yaptığına bak! Önce elindeki nimetlerin değeri bil! Uzun vadeli düşüneceksen,
bugünden yatırımın ağırlığını yenilenebilir enerji
kaynaklarına yönlendir! Atomdan ucuz elektrik elde
edeceğiz sizin palavranız. Rekabet Kurulunun görüşüne ve Rus Rosatom ile yaptığınız antlaşmaya göre
TEDAŞ kWh- kilovat/saati- 23 kuruştan alacak ve
buna 8 kalem ekler yapacak ve tüketiciye vardığında
fiyat 33-35 kuruş olacak. Bunu cente vurduğunuzda
andaki kur hesabıyla ortaya çıkan rakam 18-20 centtir. Buna ucuz diyenin aklı ile bir problemi olsa gerek! Riskler bu hesabın içinde değil! Gelecek hesabı
yapanlar gerçekte geleceğimizi rehin altına alıyorlar!
4) ‘Üçüncü nükleer santrali belki de Türkiye olarak
kendimiz yapacağız. Enerji ihtiyacımızın yüzde 72’sini dışarıdan alıyoruz.’ RTE (09.05.2013)
‘Nükleer santral inşa ederek hem ucuz elektrik üretecekmişiz! Böylece hem dışa bağımlılıktan kurtulacağız
hem de karbon salınımını azaltarak çevreyi çok daha
fazla güçlendirmiş olacakmışız...!’
Evet, bugün enerjide dışarıya bağımlı olduğumuz
hayatın gerçeği. Ama hayatın diğer bir gerçeği de, bu
bağımlılığı sağlayanların TC hükümetleri olduğudur. Şimdi AKP-Hükümeti ve O’nun başı kalkmış,
kendine ait olmayan bir teknik ile yapılacak atom
santralleriyle bu bağımlılıktan kurtulacağız diyorlar! Ey beyhude! Bırak sen 3. Atom Santralini kendin
yapma hayalini, elin adamı kendi yaptığını, yarattığı
canavarı kontrol edecek durumda değil! Atom dışa
bağımlılığımızı daha da artırır! Çünkü hem bu tekniğe sahip değiliz, hem de hammaddesi olan uranyuma
sahip değiliz!
5) ‘Nükleer santral inşaatında 10 bin kişi istihdam
edilmesi planlanıyormuş!..’ Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’a göre, “Akkuyu ve Sinop’taki santraller 44 milyar dolarlık yatırım büyüklüğüne sahip olacak” mış! (04.05.2013)
Eğer dert buysa, biz deriz ki, bu 44 milyar dolarlık yatırımla, yenilenebilir enerjinin alt yapısının kurulması çalışmasında istihdam edilecek kişi
sayısı 10 bini değil 100 bini aşar ve kalıcı da olur!
Çünkü her zaman atom santrali yaptırmayacaksın,
ama yenilenebilir enerjiye yapılacak yatırım hep
kendini katlayarak ve yenileyerek gelişeceği için
bir istihdam alanı da sağlamış olacaksın. Ama sizin derdiniz bu değil! 44 milyar hesabınıza da bir
hatırlatma yapalım: 2008 demeçlerinizde maliyet
hesaplarına dönüp bir bakın ve bugün geldiğiniz
yeri görün! Yarın bittiğinde bugün söylediklerinizi
yalayacaksınız! Tabii hayatta kalırsanız! Eh ona da
varisleriniz çözüm bulur, “dün dündür, bugün bugündür” burjuva mantığınız hep böyle çalışır! Bundan asla şüphemiz yoktur!
6) Hedef: 2030’da yüzde 10 nükleer (RTE: 27.03.2012)
Enerji Bakanı Taner Yıldız, 6 Mayıs 2009’da Rusya
ile Akkuyu için imzalanan imza törenine şahitlik etmiş! 4 yıl sonra da dün Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın Japonya Başbakanı Shinzo Abe ile Sinop için yapılan sözleşme imza töreninde yer almış.
(04.05.2013) (Ne tesadüf değil
mi!...-BN)
‘Türkiye ile Japonya arasında tamamlanan hükümetler arası anlaşmaya göre, 22 milyar dolar yatırımla
kurulacak santral 4 üniteden oluşacakmış. Toplam ku-
milyar kWh ve 2012’de ise 239,5 kWh tir. Tüketim
de bu rakamların altındadır, çünkü kayıplar ve kaçak kullanım hesapları da bu hesabın içine konulmak
zorundadır. Sonuç olarak bu rakamlar dikkate alındığında en düşük senaryoya göre 2020 yılında elektrikteki talep artışı %6,7 en yükseğe göre ise %7,5 tir.
Yani bugünkü talep 240 milyar kWh ise toplamda18
milyar artıştır. Bu gidişle 540 milyar kWh değil en
fazla 260-280 milyar kWh elektrik kullanacağız... Bu
katlama palavrasının arkasında yatan, talebi fazla
gösterip olaydan haberdar olmayanı kandırma propagandasıdır.
Elektriğin üretildiği alanlara göre yüzde olarak dağılımı şöyledir:
Petrol
Doğal Gaz
Kömür
32,0
41,2
32,4
Atom
Enerji
0,0
2007 Artış
2008 Artış
2009 Artış
2010 Artış
2011 Artış
73,4
103,1 %40
102,7 %0
102,8 %0.09
108,8 %5
118,8 %9
Yukarda verdiğimiz sayılar toplam enerji tüketimi ile ilgilidir. Yalnız elektrik tüketimi bağlamında
2008 ile 2009 arasındaki fark AKP rakamlarına göre
(-) % 2 dir. 2010’da % 8,4 artış hesaplanmıştır. Son
üç yılın rakamlarına göre üretilen elektrik miktarları ise : 2010 yılında 211,2 milyar kWh, 2011’de 229,4
Diğerleri
11,8
1,3
Gelişim seyrinin anlaşılması şimdiye kadarki dışa
bağımlılığa iyi bir örnektir. Adama sormazlar mı 11
yıldır yalnız başına hükümettesin dışa bağımlılıktan
kurtulmak için hangi tedbirleri aldın? Yaptıklarınız
yapacaklarınız teminatı olsa gerek! Kandırma ve şişirme rakamlarla yola devam!
8) ‘Bunlara göre nükleer enerji, 7 gün 24 saat enerji
üreten sürekli bir kaynak olarak önemini korumaktaymış! Yılda 8760 saatin, bakım dönemleri
çıkarılırsa, nükleer santral yaklaşık 8000 saatinde çalışabilirmiş! Ama hidrolikte bu ortalama 4000
saat; rüzgârda ortalama 3000; güneşte ise ortalama
2500 saatmiş!’
İnsanları kandırmak için elinizden geleni yapıyorsunuz! Dünyanın neresinde 7 gün 24 saat enerji üreten atom santrali var?! Kraldan daha kralcı olduğunuzun farkında değil misiniz? Hiçbir atom reaktörü
7 gün 24 saat enerji üretemez. En basitinden aşınan
2000
(*) sayı bulamadık ama artışı belirleyebilecek rakamlara elektrik bazında rastladık.
Su/Baraj
gündem
rulu gücü 4 800 MW olacak santralde yıllık yaklaşık
40 milyar kWh elektrik üretilecekmiş!’
Ne mutlu size Enerji Bakanı, böyle torunlarının
geleceğini ipotek altına alma törenleri az insana nasip olur! ‘Kör gözüme sok!’ misali, kendi sorununu
hal edememiş bir ülkenin Başbakanı ile imza töreni
ve 22 milyar dolarlık ipoteğe imza atma! Adamların
2011 Depreminde Fukushima’daki ölüm haykırışını
duyumsadıkları yok! Ya bunlar balık beyinli, ya da
bizleri aptal sanıyorlar! Her ikisi de değil, ne biz aptalız ne de bunlar balık beyinli! Çıkarlar ve kapitalist
kâr hırsı anda böyle gerektirdiği için imzayı atıyorlar!
Geleceğimizi satıyorlar! Buna ancak gösterilecek tepkinin şiddeti engel olabilir!
7) ‘Bakana göre hedefimiz 2030 yılına kadar elektrik
üretimimizin en az yüzde 15’ini nükleerden karşılamakmış! RTE’ye göre hedef % 10, eski FB-li yöneticilerden elektrik tüccarı Nihat Özdemir’e göre hedef
% 25 miş! Enerji İşleri Genel Müdürlüğüne göre ise
% 20 imiş! Şu anda Türkiye’de fert başına tüketilen
enerji 3 bin kWh imiş! Bu 10 yıl sonra iki misline çıkacakmış!.. 2023’te nüfusumuzun da 90 milyon olacağı tahmin ediliyormuş. 90 milyonla 6 bini çarparsak
bu rakam 540 milyar kWh oluyormuş. Türkiye bugün
240 milyar kWh enerji tüketiyor. Demek ki 10 yılda iki
mislinden fazla enerji tüketecekmişiz! İncelemeye göre, ekonomik küçülme yaşanan 2009 yılında elektrik
tüketim miktarı da azalmış.’
Tüm bu yüzde hesapları ne üzerine kurulu? Önümüzdeki 10 yılda enerji sarfiyatımızın ikiye katlanacağı! Bunun ne menem bir şey olduğuna değindik!
Dikkat burda ağızlarından kaçırdıkları bir şey var,
2009’da enerji tüketim miktarı azalmış! Biz aynı durumun 2012’te de olduğunu hatırlatırsak bunların 10
yılda katlama balonu bir kez daha patlamış olmuyor
mu? Alın size petrole eş değer milyon ton olarak yıllara göre tüketim sonuçları:
2012 Artış
%4 (*)
parçalar, soğutma sistemi bakımı ve onarımı, dinlendirme zorunlu dönemleri, arızalar vs. durumunda
üretime ara verilmesi bu hesabın içine alınmak zorundadır. Tüm atom reaktörleri ürettikleri enerjinin
en az %10’nun kendisi için kullanır. Ayrıca bir atom
santralinin ömrü 30 yıldır. Acı gerçeğin bir yanı da
30 yıl sonra kapatılan bir reaktörün kapatılma süresi
45-50 yıldır. Bu süre içinde de soğutma sistemi için
7
gündem
8
dışarıdan elektriğe ihtiyacı vardır. Yani 30 yılda ürettiği elektriğin %10’nu 45-50 yıl kendisi için kullanacaktır. Böyle bir durum, ne hidrolikte, ne rüzgâr ne
de güneşten elde edeceğiniz enerjilerde söz konusudur. Ayrıca Türkiye’de kurulacak güneş enerjisi için
2500 değil 3000 saat hesaplanmalıdır. Karadeniz bölgesini güneş saati hesaplama içine almanın bir alemi
yoktur. İşten biraz anlayan Karadeniz bölgesinin güneş enerjisi kurulumu için elverişli olmadığını pekâlâ
bilir.
9) ‘Elektrik tüketim talebinin karşılanmasının yanı
sıra, Türkiye’nin 2023 yılına kadar, 500 milyar dolar
ihracat gerçekleştirmesi, kişi başına 25.000 dolar milli
gelire sahip olması ve 2 trilyon dolar milli gelir ile
dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında yer alabilmesi için
sürekli enerji üreten nükleer güç santrallerini inşa etmesi bir seçenek değil, zorunluluk olarak k a r ş ı m ı z a
çıkmaktaymış!
Akkuyu ve Sinop’ta
kurulacak nükleer
santraller
dikkate
alındığında,
yılda
yaklaşık 80 milyar kWh elektrik üretilmesi öngörülmekteymiş!’
Nükleer güç santrallerini,
sadece
elektrik üretim tesisleri olarak değerlendirmemek gerekir.
Aç tavuk kendini
darı ambarında görürmüş! Bunlarınki
o hesap! Hesabınız
tutsa bile, bu hayali
neden yenilenebilir
enerji kaynaklarıyla yapmıyorsunuz?
Yoksa “bizden sonrası tufan” anlayışı kanınıza mı işlemiş! Sizden önce
olduğu gibi sizden sonra da bu memlekette insanlar
yaşayacak, hayaller kuracak bu hayalleri karartma
hakkını nerden buluyorsunuz? Seçenekler varken
neden atomu zorunluluk olarak yutturmaya çalışıyorsunuz? Yoksa atom lobicileri tarafından iyi mi
beslendiniz? Siz de haklısınız sırf derdiniz atom santrallerinden elektrik üretmek olmadığını ilan etmiş
durumdasınız! Sizin derdiniz İran gibi atom silahına
sahip olmak! Hayaliniz halkın yaşam düzeyini yükseltmekten çok, Osmanlı rüyalarını günümüze taşımak! Bölgede büyük güç olmaktır. Bunun da atom
gücü olduğuna kendinizi inandırmış gözüküyorsunuz. Ama bilin ki, her zaman sizin üstünüzde güçler
olacak ve sahip olacağınız atom gücünüzün bu dalaşta fazla bir değeri olmayacaktır!
10) ‘Nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında sera gazı salımı konusunda en temiz seçenektir. Nükleer santrallerden çıkan atık miktarının
çok az olmasıyla çok az yer kaplayacağından yer
üstündeki depolarda güvenli bir şekilde depolanabilmektedirler Örneğin, 1000 MW gücündeki bir
nükleer santralden yılda yaklaşık 30 ton nükleer atık
çıkmaktaymış. Bunlar yeniden işlenebilirmiş! (Bizdeki 4800x2=9600 MW yaklaşık yılda 288 ton nükleer atık eder... -BN)
Yenilenebilir enerjide kurulu göre güç potansiyelimiz yaklaşık 136.600
MW,
kullanmakta olduğumuz
ise 18.659 MW’ mış!’.
(Yukarda aktardıklarımızın bir bölümü günlük gazetelerden bir bölümü
de Enerji İşleri Genel
Müdürlüğü’nün Yayın No: 1’dendir. Diğer verileri ise İnternette yaptığımız araştırmalardan derledik.)
Evet, nükleer enerji sera gazı salımı ile
karşılaştırıldığında
temiz duruyor. Bu
durum atomu çevreci kılar mı? Sorun
neyle neyi karşılaştırdığımız sorusuna verilecek cevapta yatmaktadır.
Cevabımız aşağıda riziko faktörünü tartıştığımız
yerdedir. Sorun kurulmak istenen reaktörlerden yılda ortaya çıkacak olan 288 ton atığın ne olacağı sorusuna verilen cevapta yatmaktadır! Sorun herhangi
bir kaza anında nasıl tedbirler alınacağı sorusuna verilen cevaplarda yatmaktadır. Sorun atom ile oynamanın rizikosunun ne kadar ciddiye alındığında yatmaktadır. Sorun, bizden teknik olarak ileri durumda
Atom enerjisindeki riziko nedir? Ne değildir?
Önce ne dediklerine bir göz atalım:
“Risksiz yatırım olmaz, öyle olsaydı evlere tüp gaz almamamız, doğalgaz hatları çekmememiz gerekir.”miş!
(RTE, 15.03.2011)
‘Uçağa binme düşebilir’, ‘arabaya binme kaza yapabilir’ diye uçağa, arabaya binmeyecek miyiz... Bütün
tedbiri alacağız ancak binde bir, milyonda bir riski
vardır. Hangi alanda olursa olsun riskleri bileceğiz.
RTE (09.05.2013-Hürriyet)
“Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralın kapısında otursanız bir uçak yolculuğunda aldığınız kadar
radyasyonu almıyorsunuz” “Artık nükleer enerjide
insan hayatını tehdit eden unsurlar adeta yok edilmiştir. 10 yıl, 20, 30 yıl öncesinin nükleer enerji sant-
ralleri kurulmuyor” muş! Başbakan RTE (31.05.2012)
Korkacak bir şey yokmuş. Çünkü Türkiye’ye yapılacak tesisler üçüncü kuşakmış yani güvenilirmiş!
Başbakan Erdoğan sanki bizimle kafa buluyor, bu
kadar ciddiyetsizlik kabul edilir bir durum değildir.
Başbakan benzemeyenleri birbirine benzetmekte. Bu
anlayışa verilecek en doğal cevap; ‘25 km ötesinde fay
hattı geçen Mersin Akkuyu’ya nükleer santral yapmak, Aygaz tüpteki gaz kaçağını çakmakla kontrol
etmeye benzer! Aynı zamanda bu benzetmeye yakışacak başka bir benzetme ise; Çernobil patladığında
şemsiye açıp altında bekleyen insan ancak sorunu bu
kadar basite indirgeyebilirdi! Doğrusu Başbakanın
açıklamaları enerji biliminde çığır açacak beyanlar
niteliğindedir! Dilimiz varmıyor ama cehaletin bu
kadarına izin veren suçlu biziz! Ya da Başbakan resmen demagoji yapmaktadır!
Ne yazık ki, halklarımız izin verdiği oranda, gelecek nesillerin yaşamını ipotek altına alan, halklarımız adına karar veren ve verilen kararı yürürlüğe
koyacak olanlar bunlardır!
Bilen elbette soracaktır:
Atomla / Nükleer santralle tüp gaz rizikosu bir
olabilir mi? Patlayan bir tüp gaz en fazla patladığı o
küçük alana, abartarak söyleyelim 100 m² lik alana
geçici zarar verebilir! Yani ateş düştüğü alanı yakar!
Nükleer santral patladığında yakındaysanız gözlerinizi kapamaya zamanınız olmaz! Patlamadan 2
saniye sonra parlayan kütle ve onu çevreleyen hava,
bir ateş topu oluşturur, yayılan ısı, 4-5 km çapındaki
bir alandaki tüm yanabilir maddeleri yakmaya yeter.
6 saniye sonra şok dalgası yeryüzüne çarpar, bu patlayan noktadan yaklaşık 1,5 km uzakta bile, basınç,
normal atmosfer basıncının yaklaşık iki katı olur. Bu
basınçta sağ kalabilme şansı % 1’dir. 13 saniye sonra
ise şok dalgası yerin yüzeyinde yayılır ve bunu, ateş
topunun kovduğu havanın yer değiştirmesi nedeniyle
oluşan korkunç yeni patlama izler. Bu patlama yer boyunca 300-400 km/saatlik bir hızla yayılır. Yayılırken
önüne çıkan her şeyi bir kasırganın etkisinin çok çok
üstünde parçalar, sürekler, süpürür, telef eder vs...
2 dakika sonraki durum ise... Mantar biçimli bulut 12.000 metrelik bir yüksekliğe, yani atmosferin
stratosfer tabakasının alt sınırına ulaşır ve radyoaktif
döküntüleri atmosfere dağıtır. Bu döküntüler yeryüzüne düşmeden evvel, atmosferin üst tabakalarında
esen rüzgârlar tarafından dünyanın çevresinde birkaç kez dönebilir. Böylece radyasyon döküntüleri
dünyanın dört bir yanına yayılmış olur. Radyasyon,
gündem
olanların içine düştükleri acizlikleri kavramada yatmaktadır. En nihayetinde sorun atom tehdidinin ne
anlama geldiğini anlamakta yatmaktadır.
Yenilenebilir Enerji Kurulu güç potansiyelimizle
kullandığımız arasındaki dengesizliği sayıya dökmüş. Yani var olan kurulu gücün ancak % 13 kullanılmaktaymış! Acaba bunun sebebi nedir? Atom ile
uğraşılacağına buna çözüm aransa iyi olmaz mı? İyi
olur olmasına da bunun için çevre gibi temiz yönetici
akıllara ihtiyaç var! Elbette kendini “Padişah” sananlardan bu beklenemez!
Atom sevdalılarının yalanına karşı ülkemizin enerji alanındaki potansiyelini sayıya döktüğümüzde: Ülkemizin enerji kaynaklarının yetersiz olduğu palavrası yerle bir olmaktadır.
Yılda kullanılmayan 100 milyar kWh hidrolik enerji potansiyeli vardır,,
Yılda kullanılmayan 120 milyar kWh rüzgâr enerji
potansiyeli vardır, 1MW-lık rüzgâr gülünün maliyeti
1 milyon Avroyu geçmez, gerisini siz hesaplayın.
Yılda kullanılmayan 380 milyar güneş enerjisi potansiyeli vardır, Türkiye alanının % 2’sine kurulacak
olan Fotovoltaik Güneş Enerjisi Sistemi Akkuyu ve
Sinop’ta kurulmak istenen atom santrallerini gereksiz kılar...
Yılda kullanılmayan 16 milyar kWh jeo-termal
enerji potansiyeli vardır,
Türkiye’de üretilen enerjinin % 15-20’si dağıtım
şebekesi içinde zayi oluyor, ya da kaçak kullanılıyor.
Nakil hatları ve sistem kayıpları önlense Akkuyu ve
Sinop’a hiç ihtiyaç kalmaz.
Biraz da atom enerjisindeki rizikolar üzerinde duralım.
9
gündem
uzayda saniyede 200.000 km gibi çok yüksek bir hızla hareket eden, gama ışınları, nötronlar, elektronlar
ve benzeri birkaç tip atom-altı parçacıktan oluşur. Bu
parçacıklar yani radyasyon merkezi patlama noktasından aşağı yukarı 1.000 metre çapındaki alan içerisinde çok yoğundur. Ölüme yol açan öteki etkilerden
kurtulanlar kanlarındaki akyuvarların hemen hepsini kaybeder, derilerde yaralar belirir, birkaç günden
iki üç haftaya kadar varan kısa bir süre içinde kanamadan ölümler meydana gelir.
Patlama noktasından daha uzakta olanların üzerinde radyasyonun etkisi değişiktir. Ateş topundan
yayılan bu zararlı ışınlarla karşı karşıya kalan insan
bedeninde 13, 16 ve 22 km. uzaklıklarda sırasıyla
üçüncü, ikinci ve birinci dereceden yanıklar oluşur.
Sindirim bozuklukları ve kanamalar daha hafiftir,
bilanço bir uçak veya araba kazasıyla karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. En basiti kazanın olduğu
km-lerce alan radyasyonlu olduğu için 600 yıl daha
kullanılamayacak şekilde atıl durumundadır. Mart
2011’deki Fukushima kazasındaki radyasyon tehdidi
daha 40 yıl güncel kalacaktır. Bölge insanları yaygınlaşan gırtlak kanseri ve kan kanseri korkusuyla yerli
içecek ve yiyecekten hâlâ uzak durmaktadırlar.
RTE’ye göre “Artık nükleer enerjide insan hayatını tehdit eden unsurlar adeta yok edilmiştir.” Onun
için mi bugün hâlâ Fukushima’nın etkisinden dolayı
Japonya’da 55 atom santralinden sadece 2 tanesi faal
durumdadır! Onun için mi Japonya, Almanya, İsviçre ve İtalya atomdan vazgeçme kararı vermişlerdir!
Onun için mi Fukushima Japonlar için tüm belaların günah keçisine dönüşmüştür. Çernobil’den sonra da Patlama noktasından daha uzakta olanların üzerinde radyasyonun etkisi değişiktir.
Ateş topundan yayılan bu zararlı ışınlarla karşı karşıya kalan insan bedeninde 13, 16
ve 22 km. uzaklıklarda sırasıyla üçüncü, ikinci ve birinci dereceden yanıklar oluşur.
Sindirim bozuklukları ve kanamalar daha hafiftir, asıl bozukluklar daha sonra
ortaya çıkar. Saçların dökülmesi, deri yanıkları, kansızlık, kısırlık, çocuk düşürme,
sakat çocuk doğurma...
10
asıl bozukluklar daha sonra ortaya çıkar. Saçların dökülmesi, deri yanıkları, kansızlık, kısırlık, çocuk düşürme, sakat çocuk doğurma... Yıllar geçtikten sonra
bile göz bozuklukları (göze perde inmesi), kan kanseri (lösemi) ve ışınım kanseri görülebilir.
Bu aktardıklarımız Hiroşima’ya atılan atom bombasının sonuçlarındandır. Patlama anındaki ölüm
sayısı Hiroşima’da 100 bin, Nagazaki’de ise 40 bin insandır. Diğer canlılar bu hesabın içine alınmamıştır.
Atomdan çıkan güç bir yandan insanların ölümüne
sebep olurken diğer yandan çok büyük bir alan yıkıntı haline gelmiş, kalan bölge halkında, radyasyon
nedeniyle, nesiller boyu düzeltilemeyecek fizyolojik
bozulmalar oluşmuştur.
Atomla uçak veya araba kazası aynılaştırılabilir
mi? En büyük bir uçak kazasında kayıp uçağın içindeki kadardır! Bir araba kazasındaki kayıp kazaya uğrayan vasıtanın taşıdığı insanla sınırlıdır. Atom santrali kazalarında durum çok daha dehşet vericidir. 26
Nisan 1986’daki Çernobil Atom Santrali kazasındaki
öyle olmuştu. Onun için Japonya’da ticaret fazlasının dengesi 20 yıldan beri en kötü seviyeye gerilemiş,
kriz nedeniyle hükümet istifa etmiştir! Onun için
mi Rusların meşhur atom lobicisi Profesör Vladimir ASMOLOV’un açıkladığı gibi „Fukushima’da kazadan ve santrale elektrik verilmesi kesildikten dokuz gün sonra santrale hâlâ elektrik sağlanamamış
Japonlar toplantılara daldı ve talimatlar beklemeye başladı. Su pompalarını derhal çalıştırabilmiş olsalardı daha kötü neticeler önlenebilirdi“! Acaba sorunu çok hafife alan Başbakan RTE bunun ne anlama
geldiğini biliyor mu? Bilmiyorsa söyleyelim; soğutma
sistemi çalışmamış ve iç patlamalar olmuş ve bu da
radyasyonun dağılması ve yükselmesine sebebiyet
vermiştir! Hâlâ vermektedir.
Başbakan diyor ki; “Bütün tedbiri alacağız ancak
binde bir milyonda bir riski vardır” sanki kendileri
alacakmış gibi konuşuyor! Türkiye’de nükleer santralleri kim yapacak, Ruslar ve Japonlar! Bu bize meşhur atasözünü hatırlattı; “Kelin ilacı olsa kendi başına
ne lanet bir bela olduğunun farkında olmayan halklarımızın cehaletini kendinize kazanç mı sanıyorsunuz
RTE ve diğer onaylayıcılar?
Nükleer enerjiyi savunandan gerçek çevreci olmaz!
AKP çevre düşmanı bir partidir.
Her ne kadar parti programında çevre sorunu konusunda ‘cek’li, ‘cak’lı biten cümleler dizini olsa da
AKP için gerçek anlamda çevre sorunu yoktur. Eski
iktidarlara göre, güya çevre bakanı var. Çevre bakanının esas işlevi çevreyi korumak değil, çevreyi talan
etme bakanlığıdır.
Çevre sorunu, AKP’nin gelişmesinin önünde engeldir. AKP için önemli olan ekonomik gelişmedir.
Ekonomik gelişmenin önündeki her şey çer çöp, çanak çömlektir! AKP’nin programında, çevre sorununa atıfta bulunması genel laf ötesinde fazla bir anlam
içermemektedir.
Hangi enerji türüne öncelik verileceğine dair somut açıklamalar
progra mlarında
yoktur. Yenilenebilir enerjiye öncelik vermedikleri
gayet açık ve nettir.
AKP’nin çevre
sorununa yaklaşımı milliyetçidir.
Bu yaklaşım girişte sırıtmaktadır. Bir taraftan
„Çevreyi kirleten
hiçbir kalkınma
ya da üretim modeline müsamaha
gösterilmeyecektir“ derken diğer
taraftan soruna
„ulusal maliyetlerin azaltılması açısından bakmakta“
ve „sürdürülebilir bir kalkınmayı hedeflerken öte yandan bu kalkınmanın çevreye maliyetinin asgari düzeyde tutulmasına özen“ gösterecekleri palavrasına
yer verilmektedir. Rekabetin canavarca yürütüldüğü
günümüzde bu söylemlerin kalkınmakta olan ülkeler açısından ne anlama geldiği bizce açıktır. Acımaz
uluslararası rekabette piyasada kalmak için üretim
gündem
sürer”! Milyonda bir riskin bile ne anlama geldiğini
açıkladık!
Başbakan RTE çok iyi biliyor ki, bilmeyen söylenen
her şeye hemen inanır, cehalet yağma ve talan için
önkoşuldur! RTE’nin yaptığı halkın bilgisizliğinden
yararlanmak değil mi?
Bir “Super-Gau” patlamasında ortaya çıkabilecek
maddi zararın andaki parasal değerinin 6 trilyon dolar olduğu bilincinizde mi RTE?
Atom atıklarının 1946-1993 yılları arasında varillere konulup okyanusa atıldığını biliyor musunuz RTE
ve AKP-çevresi? Fiziksel olarak ortaya çıkan atom artığını andaki insani bilgiler dâhilinde bertaraf etmek
mümkün değildir! Bundan haberdar mısınız Başbakan ve çevresindekiler?
Atomdaki hatanın affedilecek bir yanı olmadığını
RTE ve Çevresi biliyorlar mı acaba?
Atomda başlayan bir süreci geri
çekemez ve durduramazsınız bunun
bilincinde olan Japonlar Fukushima
haykırışı sırasında
bölgedeki insanları tahliye etmek istediler, ama nereye
sorusunun cevabı
verilemedi! Çünkü yalnızca Tokyo
ve civarında yaşayan insan sayısı 39
milyondu. Acaba
bu sizlere herhangi
bir uyarıda bulunuyor mu RTE?
Japonya’da “en”
ileri teknoloji doğanın karşısında
insanın çaresizliğinin
resmini
sunmuştu. Japonya depreminden bugüne kadar geçen zamana rağmen depremde felaketin odak noktası
olan Fukushima Atom Reaktörleri radyasyon kusmaya devam ediyor. Henüz önlemini alabilmiş değiller!
Bundan haberiniz var mı?
1. dereceden deprem kuşağı olan Türkiye’de
Fukushima‘nın her zaman mümkün olacağına gözlerinizi neden kapamış durumdasınız? Atom belasının
11
gündem
12
maliyetini düşürmeye çaba sarf eden kalkınmakta
olan ülkelerin çevreyi nasıl katlettikleri tartışmasız
gerçeklerdir. AKP de bu gerçeği bildiği için, programında genel laf etmenin ötesine geçememiştir.
AKP’nın 10 yıllık icraatı döneminde sanayi artıklarının çevreyi nasıl öldürdüğüne bariz bir kaç
örnek:
Kırklareli Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan sanayi kuruluşlarının atıkların köylerine ismini veren
Kavakdere’yi kirlettiğini öne sürdü. Tarlalarını, kirlenmiş suyla sulamak zorunda kaldıklarını söyleyen
Muhtar Vedat Dengiz, ‘Burada sinek dahi yaşamaz.”
Dedi. (2013)
Edirne merkeze bağlı Köşen köyünden geçen Demren Deresi’ndeki kirlilik, balık ölümlerine neden oldu
(Aralık 2012, Memurlar.net).
İstanbul dereleri S.O.S veriyor. İstanbul’da birçoğu yerleşim yeri ve sanayi bölgelerinden başlayarak
denize akan 68 dere halk sağlığını tehdit ediyor. (28
Aralık 2012 NTV-Güncel)
Bursa BB atıklarla kirlenen dereleri…(Olay TV)
On beş yıl öncesine kadar etrafını kiraz, elma, şeftali ve üzüm bağlarının çevrelediği Dilderesi’ni bugün
maalesef fabrikalar esir almış durumdadır. “İZMİT
KÖRFEZİ, DIŞARDAN ÇAMUR İÇİNE İTİLMİŞ
ÜZERİ ÇAMUR İÇİNDE EVE GELEN OĞLUNU
ÜZERİNİN KİRLENMESİNE ALDIRMAKSIZIN
BAĞRINA BASAN BİR ANNE MERHAMETİYLE
DİLDERESİNİ BAĞRINA BASMAKTA, KENDİSİNİ EN ÇOK KİRLETEN DERENİN DİLDERESİ OLDUĞU İSTATİKLERE GEÇMEKTE, YETKİLİ VE
SORUMLU OLAN İNSANLAR İSE GELECEK NESİLLERİN YAŞAM HAKLARININ GASP EDİLMESİNİ SEYRETMEKTEDİR.” (Dilovasi.org/ Bunun 10
yılı AKP dönemidir.- BN)
- Uluborlu Lisesi atık sularla kirlenen dere ve çayların sulama suyu olarak kullanımının ö n l e n m e si.... (17.04.2012-İsparta)
Bursa’nın Gürsu ilçesine bağlı Ağaköy’de çiftçiler,
çevreden geçen deredeki kirlenme yüzünden meyve
bahçelerini sulayamaz oldu (Zaman, 03.08. 2013).
Kirlenen dere ve akarsulara örnekleri uzatmak istemiyoruz... AKP programında yer alan “Çevre konusunda vatandaşlardan gelen her türlü şikâyet dikkatle
incelenecektir” düşüncesinin hayatın gerçeğiyle hiç
alakası olmadığını söylersek hiç te haksızlık etmeyiz.
Çünkü ticari amaçla ranta dönüştürülen HES-lere
karşı direnen vatandaşlara devlet cebri layık görül-
müştür. AKP-Hükümetinin vatandaşların çevre ile
ilgili duyarlılığına karşı tavrına birkaç örnek verelim:
HES’ (Hidrolik Elektrik Santrali) lerle ilgili
AKP’nin yaptıkları!
1Temmuz 2008’de AKP’nin meclisteki grup toplantısında “büyük çevreci” Recep Tayyip Erdoğan’ın
HES’ler bağlamında yaptığı konuşmada, “Su akar,
Türk bakar anlayışı kalkıyor. Su akar, Türk yapar anlayışını getiriyoruz.” söylediklerini anımsarsak mantığın nasıl çalıştığını kavramada zorluğumuz kalmaz.
Bu mantık tam kapitalist kâr hırsıyla başı dönmüş bir
talancının ruh halini göstermektedir. Çünkü su bu
kafalar için kaynak değil, alınıp satılabilecek bir varlıktır, bunlar için bu varlıktan kâr elde etmek farzdır.
Bunun içinde yalnız Doğu Karadeniz’de 460 dolayında HES projesi planlanmıştır. Bunların Kayseri
Belediye Başkanı Özhaseki de Kızılırmak Nehrini
Kayseri’nin içinden geçirme hayalleri kurmaktadır.
Başbakanları “Kanal İstanbul Çılgınlığı” projesiyle
çevreyi tarumar etme çılgınlığını reklam ederken,
sahibinin seslerinin O’nun izinden gitme isteği yadırganabilir mi? Sahibinin sesi Çevre ve Orman Bakanı (aslında çevreyi mahvetme bakanlığı demek daha
doğru) Veysel Eroğlu’ “ Türkiye’de 25 milyar dolar
hidroelektrik santralleri, 20 milyar dolar sulama yatırımları ve yaklaşık 5 milyar dolar da içme suyunda
yapılabilecek yatırımlar olmak üzere, aşağı yukarı 50
milyar dolarlık bir yatırım pastası var. Özel sektörün
devreye girmesi isabetli olur. “ derken ustası RTE söyleminin rakamsal durumunu açıklar. Elde edilecek
kârların hesabını sunar. HES’lerle ilgili kısa bir derleme sunuyoruz:
“ Anadolu’nun dört bir yanında vadiler şantiyeye
dönmüş. Kamyonlar, iş makineleri vızır vızır çalışıyor, HES inşaatları son hızıyla devam ediyor. Projeler
yerel halkın hukuki ve fiili mücadelesiyle karşı karşıya kalmış durumda. Hükümet yurttaşların hukuki
kazanımlarını yeni yasal düzenlemelerle püskürtmeye çalışıyor. Bazı yörelerde jandarmanın ve özel güvenlik şirketlerinin sert müdahalesiyle karşılaşıyor.”
Tonyalı Ayşe Teyze’nin (Lermi) şirketlere yönelik
mesajı bölge insanının ortak tepkisini yansıtması bakımından önemli: “ Piz ha şimdi kalksak pu koyde
100 payan ‘haydeyin’ desem gider onlari linc ederuk o
dereye. İnan ki yapabiliruk yani. Pizim Tonya kadinimuz oyledur. Kuyruğumuza pasma, pastun mi çapalariz. İnişallah pağa bi haber verurler nerede çaluşiyorsalar siz o zaman tuyarsinuz. Kadunlarimiz silah
taşir, eşkiyalık yapar. Vallahi pillahi apdestliyim bak.
yapacağını öğrenen köylüler, Bayburt yolu üzerinde
toplanarak PALMET Enerji Şirketi’nin 9 araçlık konvoyunun geçişini engelledi. 2400 metre yükseklikte
kar yağışı altında bekleyen köylülerin eylemini engellemek üzere bölgeye 200 çevik kuvvet polisi ve jandarma sevk edildi. (04 Kasım 2011)
İşte, deresine, toprağına ve ormanlarına sahip çıkanların verdiği bu mücadeleler meyvesini veriyor. Son
olarak, Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıkları’nı Koruma
Kurulu, Rize’nin İkizdere ilçesinde bulunan ve dünyada korunmada öncelikli 200 ekolojik bölgeden biri
ilan edilen İkizdere Vadisi’ni Doğal SİT alanı ilan etti.
Rize’de daha
önce de Çamlıhemşin İlçesindeki
ünlü
Fırtına Vadisi
de doğal SİT
alanı ilan edilmişti. Böylece
Fırtına’nın ardından ekolojik
yönden önem
taşıyan İkizdere
Vadisi de HES
yapımından
kurtulmuş oldu.
Bu kararla Anzer Yaylası’nda
planlanan
HES’ler de iptal
edildi.
“Yeni havalimanı projesinde
yapılmak istenen de çok farklı değil. Siz İstanbul’a yapılması planlanan yeni havalimanının yüzde 90’ının orman ve göl
üzerine inşa edileceğini biliyor muydunuz? İşte bilmeyenlere bu gerçekleri “3 ağaç” için ayaklananlar öğretti.
Peki, “Yeni 2b, Yeni petrol ve Yeni orman” kanun tasarılarında neler olduğunu biliyor musunuz? Mersin
Akkuyu ile Sinop’ta yapılmak istenen nükleer santrallerin yapacağı doğa tahribatı ve tehlikesi bir yana,
ülkeyi nükleer çöplüğe çevireceğini ve bu çöplerin
bin yıl saklanması gerektiğini biliyor muydunuz? Bir
makalenin en fazla iki sayfa olması gerektiğini bildiğimden bunların yanıtını aramayı da okuyuculara
gündem
Aç kaliruk gene koymayiruk. Pizimle uğraşmasunlar.” (“Dereler ve İsyanlar” adlı kitaptan... Gazeteci
Mahmut Hamsici)
Türkiye’de HES tartışmalarının ve doğal olarak
mücadelesinin ilk başladığı bölge olan Fırtına Vadisinin bulunduğu Çamlıhemşin’de adını su için verdiği
mücadele ile duyuran Vatandaş Mustafa anlatıyor: “
Bir kısmı için şehir çok güzeldir. Şusu vardır busu
vardır ama benim hayatım bu ormanın içindedir.
Şurada kayalar vardır. Onların üzerine bakın koca
koca çamlar bitmiş. Hep o dere sayesinde. Sonra o
nebatla konuşmak var ya… Konuşmak derken yanlış
anlama, hakikaten konuşmak.
Bi lmiyorsunuz
ama o ağaçların
hepsiyle konuşulabilir, o kuşlarla
konuşulabilir, o
ayılarla
konuşulabilir. Tulum
sesi
duyduğunuzda sizin ayağınız kımıldar,
siz farkında değilsinizdir ama
k e nd i l i ğ i nd e n
oynar. Siz nereye
giderseniz gidin
bu yöreyle ilgili
bir şey duyduğunuz, gördüğünüz
zaman tüyleriniz diken diken
olur. Çünkü hayata başladığınız
yerdir, sevdiğiniz yerdir. Hiçbir şey tesadüfî değildir.
Allah her şeyi yerli yerine yerleştirmiş. Demiş ki, ‘
Vatandaş Mustafa’ da burada yaşasın.’ Ama şu anda
biz Kızılderililer gibiyiz. Devlet Amerika’dır, biz
Kızılderili’yiz.”
Rize’nin Fındıklı ilçesindeki Yaylacılar köyü son
5-6 yıldır HES’e karşı son derece organize bir direniş
veriyor. Yabancıların girişine dahi tahammül edemeyen köy halkı, ‘Önce canımızı alacaklar, ancak ondan
sonra HES yapabilirler’ diyor (01.07.2013)
PALMET ENERJİ isimli firma tarafından kurulmak istenen hidroelektrik santraline (HES) karşı
Ogeneli köylüler yolu kapattı. Şirket araçlarının geçiş
13
gündem
bırakıyorum. Sadece şu güzel haberi verebilirmiş:
Çok yazılıp çizilmedi ama Taksim direnişi ilk meyvesini verdi: Hükümet tepkilerden çekinip “Orman
kanun tasarısını” sessiz sedasız geri çekti. Bu tasarıyla Belgrad ormanı, Yedigöller bölgesi ve Manyas kuş
cenneti imara ve HES’lere açılacaktı. “(Adil Okay,
Haziran 2013)
AKP’nin iktidarda olduğu 10 yıl boyunca İslamcı
sermayeye peşkeş çektiği ormanlardı, barajlarla kirletilen nehirlerdi.
Buradaki 3 ağaç, 2B, 3. Boğaz köprüsü ve Yeni havaalanı projeleriyle “katli vaciptir” denilen milyonlarca
ağacın sözcüsüydü. 3. Boğaz köprüsü 2 milyondan fazla ağacın
katline neden olacak.
Programda
yer
alan “çevre ile ilgili
planlarını merkezden değil,
yerinden yönetimler aracılığıyla gerçekleştirmeyi
ve politikalarını katılımcı
demokrasi anlayışı ile bütünleştirerek uygulamayı esas alacaktır”
düşüncesi de gerçekle
alakası olamayan bir yalandır... Çevre sorunu bağlamında ülkemizin STK-larından biri olan TEMA Vakfının;
“Gönüllülerimizin HES’lerle ilgili çalışmalarına TEMA Vakfı Onursal Başkanı Hayrettin Karaca da dâhil olmuş ve Yuvarlakçaylılar’ın direnişine yanlarına bizzat giderek destek o l m u ş t u r.
Öncelikle HES projeleriyle ilgili politika ve uygulama
esasları belirlenirken projelerden etkilenen halkın
ve STK’ların görüşünün alınmamış olması, bugün
ülke genelinde yaşanan sorunların temel nedenidir.
Projeler hazırlanırken göz ardı edilen diğer bir önemli unsur da yöre halkı ile flora ve faunanın suya olan ihtiyacının doğru değerlendirilmemesi ve havza yönetiminin bütüncül ele alınmamasıdır. HES’lerle ilgili
belirsizlikler ve sorunlar çözülmeden bu projelerin
yapımına devam edilmesi geri dönülemez felaketlere
neden olabilir.”
söyledikleri AKP programını da hedeflemektedir.
AKP’nin 11 yıllık iktidarı, çevrenin talan edildiği yıllardır.
Sonuç olarak:
AKP ve Başkanı RTE çevreci değil, çevre düşmanı
bir politikanın üreticileridir. Bunların çevre siyaseti
çevrenin talan edilmesi üzerine kuruludur.
Çevrecinin korunması ve gelecek nesillere yaşanabilir bir doğa bırakmak için yapılması gerekenler:
Atom’dan enerji elde etmek en tehlikeli üretimdir,
uzak durulmalı, kitleler bilinçlendirilmelidir, atom
santralleri için referandum talep edilmelidir...
Enerji üretiminde öncelik yenilenebilir enerji kaynaklarına verilmeli, yatırımlar bu
yönde olmalıdır.
Aşama aşama fosil
enerji kaynaklarından uzaklaşılmalı,
bu konuda sera
efekti meselesi eğitimine
önem verilmelidir.
Şehirlinin
şehrine sahip
çıkması, köylünün deresine
sahip çıkması en
doğal hakkıdır,
Çevreyi ilgilendiren her konuda bahsi geçen çevrede yaşayanlar esas
karar alma ve uygulama hakkına
sahiptir, bu demokratik hak yaygınlaştırılmalı, bu
hakkın kullanımı için kitlelere bilinç taşınmalıdır.
Çevreyi korumak, onunla uyum içinde onun yasalarına uygun yaşamak demektir.
Çevre sorunu demokrasi genel sorunu ile iç içe
alınmalıdır.
Biz doğayı korudukça doğa da bizi korur!
Nükleere İnat Yaşasın Hayat!
Atom Öldürür Doğa Güldürür!
25.08.2013
Rize’de daha önce de
Çamlıhemşin İlçesindeki ünlü
Fırtına Vadisi de doğal SİT alanı ilan
edilmişti. Böylece Fırtına’nın ardından
ekolojik yönden önem taşıyan İkizdere Vadisi
de HES yapımından kurtulmuş oldu. Bu
kararla Anzer Yaylası’nda planlanan
HES’ler de iptal edildi.
14
Ü
lkelerimizde bir direniş yaşandı, yaşanıyor: Gezi
Parkı direnişi... Çevreye duyarlı insanların bir
yeşil alanı savunması ile başladı her şey. Yeşile sahip
çıkma temelinde başlatılan hareket yeni ve ‘alışılmamış’ bir hareketti.
AKP’nin kapitalist rant için ‘ben çevre mevre dinlemem’ diyen anlayışına karşı başladı Gezi Parkı direnişi. Her tarafı beton yığını olan Taksim meydanındaki tek ve küçücük yeşil alandı Gezi Parkı.
Gezi Parkı direnişi çevreye duyarlı genç insanların bir isyanıdır. Bu isyan çıkış noktasında hükümetin Gezi Parkı etrafında Osmanlı
dönemine ait Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etme ve
kışlanın içerisine
rant amaçlı AVM
yapma isteğine,
bunun için ağaçların sökülmesine
karşı bir isyandır.
Bu isyan özgürlük, demokrasi,
katılımcılık talep
edenlerin; kendilerini ilgilendiren
bir konuda, hayata, doğaya duyarlı olanların isyanıdır.
Gezi Parkı direnişi içinde farklı kesimlerin, farklı renklerin yer aldığı bir direniştir. Gezi direnişi
başta Başbakan olmak üzere, AKP hükümetinin uzlaşmasız tavrı, yerel idarecilerinin sahtekâr tavırları
ve polisin çevre duyarlılığını sergileyen eylemcilere
karşı kullandığı faşist şiddet, olabilecek en geniş koalisyonu kendiliğinden oluşturdu. Bir çevre duyarlılığı ile başlayan hareket AKP hükümetine karşı öfke
patlamasına dönüştü. AKP’nin siyasetinden rahatsız
olan her görüşten, her renkten, her örgütten insan bir
araya geldi. Katılımdaki bu çeşitlilik Gezi direnişinin
en özgün yanlarından birisidir.
Gezi Parkı direnişi eylem biçimleri açısından çok
yaratıcı bir direniştir, güler yüzlüdür. Mizahın kullanımı direnişin en önemli özelliklerinden birisidir.
Faşist teröre karşı ‘Çapulcu mizahı’ hareketi seampatik kılmıştır. Harekete karşı olan
yandaş medyanın
birçok kalemi bile
bu yaratıcılığı teslim etmek zorunda kalmışlardır.
Mizahın direnişte
bu denli kullanılması Gezi direnişinin en özgün bir
diğer yanıdır.
Gezi Parkı direnişi kendiliğinden başlayan bir
direniştir. Kısa
sürede sadece Gezi Parkıyla sınırlı kalmayan ve ülkelerimizin birçok şehrinde destek eylemleriyle genişleyen bir eylemdir. Önder güç, önder parti, önder figür
vs. bu eylemde yoktur. Bu eylemde eylemi kendi siyasi
hesapları için kullanma çabaları vardır.
Gezi Parkı direnişinde devrimci, sosyalist ve komünistler hazırlıksız yakalandılar. Ve ama süreçte
güncel
Gezi direnişi ve yanlış
değerlendirmeler
yumağı...
15
güncel
16
eylemler içinde aktif rol aldılar. Bu harekette yer alan
devrimci, sosyalist, komünist örgütler, çevreci sivil
toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri ve örgütsüz, hayatlarına karışılmasından rahatsız insanların
önemli bölümü gerçekten demokrasi, özgürlük istiyordu, bunun propagandasını yaptılar; eylemlere geniş katılım nedeniyle geniş bir kitle ile kucaklaştılar.
Gezi Parkı direnişini kendi siyasi hesapları için
kullanmak isteyenler de vardı! Başlangıçta bu eylemler içerisinde yer almayan, hareketi kendi iktidar
dalaşlarının bir kaldıracı haline getirmek isteyen
güçler de eylemlerde boy göstermeye başladılar. CHP,
İP, HKP gibi partiler, bunların uzantıları eylemleri,
süreç içinde çıkış noktasındaki taleplerinden, hedeflerinden uzaklaştırdılar. Hareket içinde ulusalcılar,
ulusalcı “sosyalistler” darbeciler/darbe çığırtkanları,
AKP
hü k ü met i n i n
yayılmacı
dış
politikasından
rahatsız
olan
kimi
yabancı
güçler ve uzantıları... hareketi
kendi çıkarları
doğ r u ltusunda araç olarak
kullanmaya çalıştılar.
AKP
hükümetini
seçimlerle iktidardan
uzaklaştırma umudunu kaybeden, Kemalist faşist güçler
için Gezi direnişi bulunmaz bir fırsat oldu. Faşistler
ve tüm gericiler, Geziye destek adına bu hareketi yoğun bir biçimde milliyetçiliğin, ırkçılığın, Türkçülüğün, Kemalizm’in, propagandası için kullandılar.
“Ne mutlu Türküm diyene!”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”, “Tayyip istifa, hükümet istifa!” sloganları hareketin sloganları haline geldi. Gezi eylemleri,
başlangıçtaki haklı ve doğru taleplerden uzaklaşarak
egemenler arasındaki iktidar dalaşının çatışmasına
dönüştürüldü. Bu kesimlerin faşist propagandaları
yer yer etkin oldu. Bunda en önemli etkenlerden birisi
bu kesimlerin daha örgütlü ve donanımlı olmalarıdır.
İyi kullandıkları sosyal medya ve görsel medyanın da
etkisiyle eylemlerde bu kesimler öne çıktılar. Eylem-
ler süreç içinde “Tayyip’i neyle ve nasıl olursa olsun
götürme” yönünde başka bir içerik kazandı.
Bizim kavgamız, sadece AKP hükümetini değil,
faşist TC devletini yıkma kavgasıdır. Bu yüzden
Gezi Parkı direnişinin haklı taleplerinden uzaklaşması ve hareketi Kemalist faşistlerin iktidar dalaşı
eksenine oturtma çabalarına karşı olduğumuzu, bu
dalaşta taraf olmadığımızı açıkladık. Bu bilinçle, olduğumuz alanlarda hareketin içerisine doğru görüşleri taşımaya çalıştık. Kısaca hareketi doğru okuyarak, net ayrım çizgilerini ortaya koyduk.
Harekete onda olmayan misyonlar biçme
hastalığı...
Ne yazık ki kendilerine “komünist” sıfatı yakıştıranlar
böyle
davranmadılar,
hareketi doğru
değerlendirmediler, değerlendirmiyorlar.
Öncelikle kendilerine
“komünist”
sıfatı
yakıştıran kimi
hareketler kitle
k uy r u kç u lu ğ u
yaptılar ve hareketin içinde olmayan talepleri
varmış gibi gösterdiler.
Örneğin MKP,
3 Haziran 2013
tarihli, “Direnen ve Ayaklanan Halk Kitleleriyle Omuz
Omuza Mücadele Yükseltilmelidir” başlıklı bildirisinde bu hareketi “Her türden gerici baskı, şiddet ve faşizme karşı biriken öfke seliyle ülkenin dört bir yanında
meydanları dolduran kitlelerin devrimci başkaldırısı
“TC’’ devleti hakim sınıfları ve iktidarlarını sarstı.” biçiminde değerlendirdi!
Tipik bir küçük burjuva örgüt tavrı! Sübjektif,
kendi isteklerini, düşüncelerini kitlelerin de isteği ve düşüncesiymiş gibi gösteren, aslında kendisini
olduğu kadar kitleleri de aldatan bir tavırdır bu tavır. AKP’nin onbir yıllık iktidarında, ilk kez bir kitle
hareketinin sonucu olarak geri adım atmak zorunda
kaldığı doğrudur. (Burada Kürt ulusal hareketini bunun dışında tutuyoruz.) Ama Gezi direnişinin, TC
mında hareketi yönlendiren kesim!!!) Gezi direnişini kendi iktidar dalaşı için kullanıyor. MKP, “Halk
kitleleriyle birlikte omuz omuza çatışmayı devrimci
görev ve sorumluluğumuzun bir parçası olarak telakki ediyoruz!”diyor. “Halk kitleleri” adına sokaklarda
Türk bayrakları, Atatürk posterleri ile gösteri yapanların hedefini, nihai amacını neden sorgulamıyor
MKP? Yolu aydınlatan devrimci teori olmadan, kitlelerin eylemleri devrime değil, başka bir yere götürür.
Komünistler açısından AKP’nin alternatifi Kemalist
iktidar değildir. İP’lilerin “Milli Meclis”i “milli hükümeti” de değildir! Komünistler açısından AKP’nin
alternatifi devrimdir, sosyalizmdir. MKP’nin yaklaşımı “nihai amaç hiç bir şeydir, hareket her şeydir”
diyen Bernstein’ın tavrına benzemektedir. Nihai
amaç, kitlelerin talepleri önemli değil, önemli olan
kitlelerle omuz omuza savaşmaktır! Bu yaklaşımın
komünizmle hiçbir ilgisi yoktur ama revizyonizmle
ilgisi vardır.
MKP gerici sınıfların iktidarlarının alaşağı edeceklerinin bilincinde olduklarını söyleyip şöyle diyor:
“Son tahlilde Halk Savaşımızın kahredici gücü ve
kızgın ateşiyle gerici düzeni yerle bir edip gerici sınıf
iktidarlarını alaşağı edeceğimizin bilincindeyiz. Halk
iktidarı ve giderek Sosyalizmin inşası ve Komünizme
yürüyüş anlamında nihai zafer Halk Savaşıyla kazanılacaktır! Ne ki, büyük-küçük bütün demokratik
devrimci dinamik ve devrimci kitlelerin her türden
isyanını proletarya bayrağı altında Marksizm-Leninizm-Maoizm ideolojisiyle birleştirerek hakim sınıflara karşı yürüttüğümüz devrim ve iktidar mücadelemize kanalize etme yeteneğini sergilememiz zorunlu
olduğu kadar reddedilemez devrimci yoldur.“
MKP’nin savunduğu halk savaşı değil öncü savaşıdır. Öncü savaşı, küçük silahlı grupların, sınıftan
kopuk, ama sınıf adına hareket eden öncülerin yürüttüğü silahlı eylemlerdir. MKP’nin savunduğu halk
savaşının, Çin’de yürütülen halk savaşı ile hiçbir ilgisi yoktur. Çin’deki gerçek durum, devrim ve karşı
devrimin yüzbinlerce askerden oluşan ordularla karşı karşıya gelip çatıştığı gerçek bir savaş durumudur.
Bu gerçek durum görülmediği zaman, kavranmadığı
zaman, Çin’deki durum şablon olarak alınıp ülkelerimize uydurulmaya kalkışılınca; ortaya gerçekle ilgisi
olmayan bir tespit ve ona uygun olan yanlış bir siyaset çıkmaktadır.
güncel
devletini, hakim sınıfları ve iktidarlarını sarstığı tespitleri sübjektif tespitlerdir. Ülkenin dört bir yanında
sokağa çıkanlar, mevcut sistemin yerine devrimci bir
alternatifi öne sürmediler. Genelde sistemi sorgulama, devleti yıkma gibi iddialardan uzak bir harekettir Gezi direnişi.
Hayır, eyleme katılanların bir bölümü en uç noktada Kemalist faşist parti ve grupların gayretleriyle
de “Tayyip istifa!”, “Hükümet istifa!” sloganlarında
ifadesini bulan AKP ve onun hükümetinin karşıtlığını yaptılar. Kemalist faşist parti ve grupların hemen
hepsinin hareket içine taşıdığı AKP karşıtlığı harekete asıl karakterini verdi; çevreci duyarlılıkla başlayan,
kendiliğinden gelişen hareketin öznelliği de önemli
ölçüde zedelendi. Bunlar olgu iken ‘kitlelerin devrimci başkaldırısı “TC devletini, hakim sınıfları ve iktidarlarını sarstı!” değerlendirmesi yapmak en iyi halde
kendi niyetini olguların yerine geçirmektir.
Ya da farklı eylemleri yaşadık!!!
Bizim yaşadığımız Gezi Parkı direnişinde kitlelerin
bir başkaldırısı vardı, ama bu hareket devrim talebinden çok uzaktı, dolayısıyla devrimci değildi! Bu
hareketin içinde devrimcilerin de yer alması, hareketi
otomatikman devrimci kılmadı/kılmıyor!
Bizim yaşadığımız Gezi Parkı direnişinde, evet
AKP hükümeti bocaladı, zorlandı ama TC devleti
sarsılmadı!
Devam... “Biz proleter devrimciler CHP, MHP gibi
faşist parti ve burjuva gerici güçleri tenzih ederek halk
kitlelerinin demokratik tepki ve isyanını meşru devrimci bir reaksiyon olarak görüyor, ezilen halk kitlelerinin direniş ve ayaklanmalarını selamlıyoruz. Halk
kitleleriyle birlikte omuz omuza çatışmayı devrimci
görev ve sorumluluğumuzun bir parçası olarak telakki
ediyoruz!”
Neymiş? CHP, MHP ve burjuva gerici partileri
“tenzih ederek”, ezilen halk kitlelerinin direniş ve
ayaklanmalarını selamlıyorlarmış! Bildiride CHP,
MHP ve gerici faşist partiler hakkında tavır takınılan tek yer bu cümledir. Halk kitleleri ayaklanmışsa,
direniş devrimci bir reaksiyon olarak görülüyorsa, bu
direnişin talepleri nedir? Direnişin talepleri Tayyip’in
istifası ve hedefi AKP iktidarıdır. Peki, AKP iktidarının alternatifi nedir? Devrimci bir isyan veya halkın
ayaklanması ise, neden devrimci sloganlar ve devrimci bir iktidar vurgusu yapılmıyor? Yapılmıyor, çünkü
anti-AKP cephesi (yani “tenzih edilen” kesim!!! Yani
hareketin içinde olan, harekete kendi faşist ideolojilerini taşıyan ve yer yer giderek siyasi talepler bağla-
‘Çok (!) güzel hareketler bunlar!’
Eğer devlet eşittir hükümet ya da düzen eşittir hü-
17
güncel
kümet derseniz, bunlar arasındaki ilişkiyi Leninist
temelde çözümleyememişseniz yanlış sonuçlar varırsınız.
Bu bağlamda TKP/ML’nin tavrı buna iyi bir örnektir.
TKP/ML 4 Haziran tarihli bir bildiri ile Gezi Direnişi hakkında ki tavrını ortaya koydu. AKP’nin “TC
tarihinde metropollerde boy veren benzeri görülmemiş
bir halk isyanı karşısında ne yapacağını şaşırmış durumda“ olduğu belirtilen açıklamada, “İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere ülkemizin sokak ve
meydanları devrimci, ilerici, yurtsever gençlerin cesaret timsali kavgasına tanıklık etmekte” olduğu tespitleri yapılmaktadır.
Bu söylenenlerin bir bölümünü daha mücadele sürerken, mücadelenin ateşiyle ajitasyon temelinde ya-
toplumun çok ciddi bir kesimine yayılmıştır. Halk, her
yaştan, her cinsten, her ulustan, her mezhepten olmasına, farklı siyasal grup ve çevrelere angaje yapısının
çeşitliliğine karşın, aynı öfke selinde bütünleşmiş durumdadır.” diyor.
TKP/ML gerçeklere gözlerini kapatıp, anti-AKP
cephesinin eylemlerini “devlete isyan” olarak algılıyor. Aynı bildiride şunları okuyoruz:
“İstifası istenen hükümettir, nefretin kusulduğu,
tepkinin yöneltildiği AKP ve Tayyip’tir ama onların
şahsında başkaldırının hedefinde düzenin ta kendisi
vardır. Yürüyüşe geçen kitlelerin pek çok yerleşim alanındaki yöneliminde yalnızca AKP il binaları yoktur;
burjuva medyanın merkezleri ve temsilcilikleri ile başbakanlık, valilik, kaymakamlık ve emniyet binaları da
hedef alınmıştır.” İstifası istenenin hükümet ve Tayyip
Bizim yaşadığımız Gezi Parkı direnişinde kitlelerin bir
başkaldırısı vardı, ama bu hareket devrim talebinden
çok uzaktı, dolayısıyla devrimci değildi! Bu hareketin
içinde devrimcilerin de yer alması, hareketi otomatikman
devrimci kılmadı/kılmıyor!
18
zılmış şeyler olduğu için anlayışla kabul etmek mümkün…
Ama yazılan bazı şeyler bunun ötesindedir.
Örneğin eylemleri, “TC tarihinde metropollerde boy
veren benzeri görülmemiş bir halk isyanı” olarak nitelendirmek en başta geçmişin inkârıdır. 12 Eylül öncesini hatırlayalım. Devrimci bir durum vardı. O günün egemen sınıfları, kendi belirledikleri yöntemlerle
yönetebilecek durumda değillerdi. Ezilen, sömürülen
sınıfların ‘bağımsız tarihsel eylemleri’nde bir artış
yaşanıyordu. Ezilen, sömürülen sınıflar, eski biçimde yaşamak istemiyorlardı. 12 Eylül 1980 öncesi, ülkelerimizde yer yerinden oynuyordu. Bu dönemdeki
eylemlilikleri, kurtarılmış bölgeleri ve kitlesel yapılan
eylemlilikleri nereye koyacağız?! Ya da örneğin, 15-16
Haziran işçi sınıfının kendiliğinden hareketini nereye koyacağız?
TKP/ML “Bu direnişin yaktığı ateş dört bir yana
ulaşmış, devlete isyan, algı biçimi farklılık arz etse de
olduğu doğrudur. Ama diye devam ediyor TKP/ML,
“onların şahsında başkaldırının hedefinde düzenin
ta kendisi vardır.”
Bu yaklaşım kendi düşüncelerini gerçeğin yerine
konulmasıdır. Eylemlere katılan kitleler sisteme mi
karşı çıkmış, düzeni yıkmak için mi eylemlere katılmışlardır, yoksa AKP’yi yıkmak için mi? Ya da farklı
eylemlerden mi konuşuyoruz? Biz eylemlerde‚ onların şahsında (yani AKP’nin şahsında) denilenin yine
“onlar” (yani AKP!) olduğunu gördük! Başkaldırının
hedefindeki “düzenin ta kendisi”ni ise TKP/ML’nin
niyetinde, isteğinde ve bunu kâğıda dökmesinde görüyoruz.
Bununla kalmıyor TKP/ML... Şöyle devam ediyor:
“Devrime doğru giden yolda Taksim’in işaret fişeği
olduğu bu direniş süreci, öğrettikleri ve kazandırdıkları ile önemli bir kilometre taşı olacaktır. Süreç her
ne kadar öteden beri izlenen yağma ve talan siyasetinin bir halkası olarak Taksim Gezi Parkı’nın sermaye-
malıdır.
“Direnişi kendi hesaplarına uygun bir mecraya kaydırmak isteyebilecek bu güçlere engel olunması gerektiği açıktır ama bu çevrelerin riski güçlendiren kimi pratiklerine dayanarak, eyleme kuşku ve gölge düşürecek
yaklaşım sergilemenin de bir anlamı yoktur. Bunların
etkisiz kılınması, dahası ayıklanması için çaba göstermek gerekir ama bu tek başına başarılabilecek bir
tasarruf olmadığı gibi, koşullar gözetilmeden gerçekleştirilebilecek bir pratik olarak da görülemez.”
Dananın kuyruğunun koptuğu yer tam da burasıdır. Eylemlerin içeriğini başka bir mecraya kaydırmak isteyenlere engel olmak gerekir ama eylemlere
kuşku düşürebilecek yaklaşımlardan da uzak durmak
gerekir!!! Bunların etkisiz kılınması için çaba gerekir
ama koşulların
da mutlaka gözetilmesi
gerekir! Bu görüşler,
komünist olma
adına savunuluyor. Yazının akışı
içerisinde tavır
takındık. Faşistlerle,
ulusalcı
“sosyalistlerle” ve
her türden gericilerle omuz omuza
savaşılmaz.
Hayır, biz devrimcilerin eylemlerde olduğunu,
yoğun faşist teröre karşı direndiğini, bu uğurda canlarını verdiklerini
biliyoruz. Bu mücadeleyi sahipleniyoruz, düşen arkadaşlarımızın anıları önünde saygıyla eğiliyor ve mücadeleyi yükselterek, faşist katillerden ve onların devletinden hesabın devrimle sorulacağını söylüyoruz.
Bu anlamda eyleme kuşku düşürme, gölge düşürme
diye bir amacımız yok, olamaz. Burada sorunumuz
eylemi değerlendirirken durumu olduğu gibi ortaya
koymak, doğru sonuçlara ulaşılmasını sağlamak...
Evet devrimcilerin, sosyalistlerin, komünistlerin
eylemlerde bu kesimlerle aralarına mesafe koymaları,
kendilerini onlardan ayırmaları gerekiyordu. Yapılamayan budur. Bunun Gezi eylemi gibi her renkten
insanın/grubun katıldığı, at izi ile it izinin birbirine
karıştığı bir eylemde çeşitli zorlukları olduğu açıktır.
Buna rağmen bu amaç doğrultusunda çaba harcana-
güncel
ye peşkeş çekilmesine karşı geliştirilen demokratik bir
direnişin zorla bastırılmasıyla ateş aldıysa da kendilerinin de teslim ettiği gibi, bu boyutun çok ötesinde
bir içerik kazanarak, yüz binlerin direnişine, öfke ve
ayaklanmasına dönüşmüş, buradan da sıçrayarak bütün ülkeyi kucaklayan bir hal almıştır.”
Bu söylemlerin de gerçekle fazla ilişkisi yoktur.
Evet, eylemler durmadı. Tüm Türkiye’ye yayıldı,
polisle çatışmalar yaşandı. Polisin yanında yer yer
paramiliter güçler de devreye girdi. Toprağa düşenler,
yaralananlar, gözleri çıkanlar oldu. Bütün bunlara
rağmen yüz binler sokağa çıkmakta kararlı davrandı,
direnişe katıldı. Bunlar olgu… Ama tüm bunlardan
hareketle direnişin devrime giden yolda Taksim’in
bir işaret olduğunu söylemek, direnişin hedefinin
devrim olmadığı;
sistemle özde sorunu olmadığı,
böyle bir perspektifinin bulunmadığı bilindiğinde
abartı
değilse
abartı nedir?!!!
Yanlış değerlendirmeler bununla sınırlı değil
TKP/ML’de... Hareketi yanlış değerlendirme noktasında ısrarlılar.
Örneğin şunları
söylüyorlar:
“Fiili eylem ve
direniş cephesinin içerisinde, halkın değişik kesimlerini temsil eden parti ve yapılarla birlikte CHP, İP, HKP
gibi faşist ve karşı-devrimci örgütlerin de bulunması,
halk hareketinin niteliğini başkalaştıracak bir özellik
taşımamaktadır.”
Eylemlerde, CHP, İP, HKP ve faşist partiler var ama
bunların kıymeti harbiyesi yok… Bu faşist partilerin
eylemlerde yer alması, eylemlerin içeriğinde bir değişikliğe yol açmamış! Söylenenler böyle. Fakat gerçekler farklı. Biraz olsun eyleme, eylemdeki güçlere
ve onların etkilerine, dışarıya yansıyan resme bütünlüklü bakıldığında durumun hiç de anlatıldığı gibi
olmadığı görülecektir. Resmin bütününe bakmamak,
görmemek: Yapılmayan budur. Bunun yapılmamasının nedenleri kitle kuyrukçuluğunda ve istekleri
gerçeklerin yerine geçirmekte, sübjektivizmde aran-
19
güncel
bilirdi. ‘Tek başına başarılabilecek bir tasarruf olamıyorsa’ devrimciler birlikte hareket edebilir, ortak bir
zeminde söz konusu kesimleri teşhir ve tecrit etmeye
çalışabilirlerdi. Bunlar yapılmadı.
Bunu kendileri de kabul ediyorlar. Şöyle diyorlar:
“Diğerleri bir yana, “Faşizme Karşı Omuz Omuza”
sloganını nesnel olarak bunlarla birlikte haykırma durumunda kalmak ya da bu çevrelerin karşı-devrimci,
ırkçı ve faşist söylemlerini engelleme olanağı bulamamak “zorunlu” olarak katlanılan bir hal olarak kabul
edilmeli, bu durumu dengeleme ve aşma konusunda
kendi çalışma ve çabamıza daha fazla ağırlık verilmelidir.”
Hayır, devrimciler ırkçı, faşist ve karşı devrimcilerle birlikte “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganını
zorunluluktan da olsa atmamalıdırlar. Eylem içinde
eğer kendinizi ayırma diye bir hedefiniz olsa, kitle
Parkı direnişini aynı lafları kullanarak değerlendiriyor.
TKİP şöyle diyor:
“Türkiye’deki dengeleri şimdiden altüst etmiş olan
halk hareketi, direniş merkezlerine yönelik yoğun saldırılara rağmen inatla büyüdü ve yaygınlaştı.”
Alıntı yaptığımız bölümde doğrularla, yanlışlar iç
içe duruyor. Yazıda yanlış olan şey TKİP’in Gezi direnişini hiç ayrımsız ve baştan sona “halk hareketi”
olarak değerlendirmesidir. Gezi direnişi haklı bir temelde başlamış ve daha sonra AKP karşıtlarının eylemlerine dönüştürülmüştür.
“Patlak veren halk hareketinin kendisi ve gelişme
seyri, partimizin tarihsel döneme ve olayların akışına
ilişkin devrimci iyimserliğinin hiç de temelsiz olmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Hareket dönem itibariyle beklenmedik bir anda patlak verse de, bu ko-
Burada önce Marksizm-Leninizm biliminin devrimci durum öğretisinde,
devrimci durumun bir özelliği “hükümet”in değil!! “egemen sınıflar”ın
.. yönetemeyecek durumda” olmalarından söz edildiğini hatırlatalım.
Hükümet eşittir egemen sınıflar değildir! Burada ya bilerek ya da farkında
olmadan öğreti çarpıtılmaktadır.
kuyrukçuluğundan kendinizi kurtarabilseniz ırkçı,
faşist ve karşı devrimcilerle birlikte “Faşizme karşı
omuz omuza!” sloganını atmak zorunda kalmazsınız. Gezi eylemlerini, “isyan”, “ayaklanma” ve “devrimin başlangıç fişeği” olarak adlandırırsanız, hareketi
yanlış okursanız, ona onda olmayan misyonlar biçerseniz, evet bahsettiğiniz zorunluluğu yaşar, kaçınılmaz olarak faşistlerle birlikte slogan atmak zorunda
kalırsınız.
Ama devrimciler yanlışlardan, yaşanılanlardan
ders çıkarmasını bilmelidirler. Devrimci mücadelede bu ve benzeri durumlarla daha çok karşılaşacağız.
Eğer gerçekten samimi olunursa, bu tür zorunlulukların üstesinden gelinebilir, devrimci düşünceler kitleler taşınabilir, kitleler devrim için kazanılabilir.
Bir de ‘halk hareketi’ durumu var!
20
Gezi olaylarını yanlış değerlendiren bir başka parti
de TKİP’dir. Ekim sayı 290’da “31 Mayıs patlaması ve
devrimci sorumluluklar” başlıklı bir yazı yayınlandı.
Tüm küçük burjuva devrimcileri gibi TKİP de Gezi
münistler için hiç de şaşırtıcı bir gelişme değildir. Zira
partimiz dinsel-gericiliğin toplumsal düzeyde yarattığı
karanlık atmosferin yanıltıcı olmaması gerektiğini yıllardır önemle vurgulaya gelmektedir.”
TKİP’in tarihsel dönem dediği dönem kendi belgelerinde daha önce tespit edilmiş olan “devrimler döneminin yakınlaşmakta” olduğu dönemdir. TKİP’in
bu görüşlerine, yönelttiğimiz eleştirilerimiz dergimizin 163. sayısında yayınlandı. Patlak veren Gezi
direnişi TKİP’in öngörülerini doğrulamış! Sistemin
temellerine yönelmeyen, Gezi direnişi hareketinin
boyutları ne kadar büyük olursa olsun düzen açısından bir tehlike oluşturmamaktadır. TKİP vb. örgütlerin kavramadığı şu: Devrimin öznesi olan işçi sınıfı
kazanılmadan, işçi sınıfı içerisinde komünist örgüt
yaratılmadan, işçi sınıfı önderliğinde bir devrim hayaldir. Gezi Parkı direnişine işçi sınıfı istenilen desteği vermedi. KESK, DİSK, TTB, TDB ve TMMOB bir
günlüğüne genel grev yapacağını ilan etti. Genel grev
ilan eden kurumların kağıt üzerinde toplam 900 bin
üyesi var. Kaç kişi katıldı bu greve? Tüm ülke çapın-
Peki devrimci durum var mı?
Gezi direnişini halk ayaklanması olarak değerlendiren MLKP “Halk ayaklanmasının yığınları, hızla derin siyasi talepler geliştirdi”ği tespitlerini yapmaktadır. Şöyle yazıyor MLKP:
“En azından hükümetin artık şimdiye kadar olduğu
gibi yönetemeyeceği ve baskı altında tutulan kitlelerin
sürekli daha açık biçimde başka bir yönetim talep ettikleri anlamında Türkiye‘de devrimci bir durumda
bahsedebilmemize rağmen, devrimci güçler, kendiliğindenci hareketin önderliğini üstlenecek ve demokratik-devrimci bir yolda ilerletecek durumda değiller ve
emekçi yığınların hareketi aşağıdan büyümeye devam
ediyor. Ama bu güçlerin mücadelesiyle harekete en
azından kısmi olarak devrimci bir karakter verilebilmiştir.
İlerici ve devrimci güçlerin yanı sıra başka gruplar
da bu halk hareketinin parçasıdırlar. Bunların arasında doğa koruyucuları, futbol kulüplerinin taraftarları
ve “ant-kapitalist Müslümanlar”, ama ulusalcı, şovenist ve faşist güçler de bu hareketi etkilemeye ve önderliğini ele almaya çalışıyorlar.”
Tüm oportünist örgütler gibi MLKP de ülkelerimizde devrimci durum olduğunu tespit ediyor. Tespit
etmekle kalmıyor, hükümetin artık şimdiye kadar olduğu gibi yönetemeyeceğini, alttakilerin de başka bir
yönetim talep ettiklerini söylüyor.
Burada önce Marksizm-Leninizm biliminin devrimci durum öğretisinde, devrimci durumun bir
özelliği “hükümet”in değil!! “egemen sınıflar”ın .. yönetemeyecek durumda” olmalarından söz edildiğini
hatırlatalım. Hükümet eşittir egemen sınıflar değildir! Burada ya bilerek ya da farkında olmadan öğreti
çarpıtılmaktadır.
İkinci olarak MLKP’ye göre bir yandan devrimci
durum var ama devrimciler önderlik yapacak durumda değiller. Diğer yandan ama Gezi hareketine
devrimciler, kısmi olarak devrimci bir karakter vermiştir! Ama başka güçler de, bu hareketi etkilemeye
ve önderliği ele geçirmeye çalışıyorlar. Söylenenler
bunlar. Bunlar birbiriyle çelişen, gerçeklerle fazla ilgisi olmayan tespitlerdir.
Lenin devrimci durumu şöyle açıklar:
“Marksistlere göre, devrimci bir durum olmaksızın bir devrim olanaksızdır: ama her devrimci durum da devrime götürmez. Genel konuşulduğunda,
bir devrimci durumun belirtileri nelerdir? Şu üç ana
belirtiyi ileri sürersek, kanımca kesinlikle yanılmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için, egemenliklerini biçim
değiştirmeden sürdürmek imkansız olduğunda; “üst
katmanlar”ın şu ya da bu bunalımı, egemen sınıfın siyasetinin bir bunalımı, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk
ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir
gedik açtığında. Bir devrim olması için, kural olarak,
“alt katmanlar”ın eski biçimde “yaşamak istememeleri” yetmez, “üst katmanların” eski biçimde “yaşamamaları” gerekir. 2) Ezilen sınıfların sıkıntıları ve
sefaleti alışılmış ölçütten daha da şiddetlendiğinde.
3) Yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak, “barışçıl”
dönemlerde soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan
katlanan, ama fırtınalı zamanlarda hem tüm bunalım
güncel
da genel greve katılanların sayısı beş-on bini geçmez!
Gerçek durum budur. Eğer siz işçi sınıfı içerisinde
komünist bir örgüt yaratamamışsanız, işçi sınıfının
önemli bir bölümünü kazanamamışsanız, “halk hareketi” başlasa bile kazanan siz olamazsınız.
Devam edelim. TKİP şöyle yazıyor:
“31 Mayıs patlaması, dünya ölçüsünde girmiş bulunduğumuz yeni tarihsel dönem hareketliliğinin Türkiye üzerinden özgün ve önemli bir yeni halkasından
başka bir şey değildir.”
TKİP, dünya ölçeğinde yeni bir tarihsel döneme girildiğini yazıp çiziyor. 31 Mayıs patlaması da, dünya ölçeğinde girilen tarihsel dönemin Türkiye üzerinden önemli bir halkasını oluşturuyor! Devrimler
yaklaştığına göre, TKİP’te sıkı bir hazırlık dönemine
girmiş gözüküyor! İşte küçük burjuvazinin sınıf tavrının sözcülüğünü yapan bütün devrimci oportünistlerin devrime hazırlık konusuna yaklaşımının tipik
bir örneği. Bütün devrimci oportünistler açısından
devrimci faaliyetin, devrime hazırlanmanın gerekçesi, devrimin bugün yarın kapıda olmasıdır. Kimi
bunu Leninist Devrimci Durum öğretisini çarpıtıp,
“sürekli devrimci durum” yaratarak yapar; kimi gerçeklere gözlerini kapayıp, her reform mücadelesini,
her ekonomik mücadeleyi “devrimin habercisi”, devrimci eylem, ayaklanma vs. ilan ederek yapar, mücadelelerin durumunu olağanüstü abartır; kimi kendi
küçük örgütünün eylemini ajitasyon adına abartarak
“halkın eylemi” yerine geçirir. Böylece kendi kendine,
kadrolara gaz verilir! Niyet iyidir. Devrimci faaliyet,
devrime hazırlık, devrimci mücadele... Fakat yaklaşım devrimci faaliyetin devrimci durumun varlığı/
yokluğuna bağlı olarak ele alınmasının yanlışlığını
kavramayan, devrimci durum olsun, olmasın devrimci faaliyetin, sürekli bir faaliyet olduğunu kavramayan bir yaklaşımdır.
21
güncel
22
durumu ve hem de bizzat “üst katmanlar” tarafından
bağımsız tarihsel eyleme itilen kitlelerin eylemliliği oldukça arttığında.
Yalnızca tek tek grupların ve partilerin değil, tek tek
sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişiklikler olmaksızın, bir devrim —kural olarak— olanaksızdır. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden devrimci durum denir. Böyle bir durum 1905’te Rusya’da
ve Batı’daki bütün devrimci dönemlerde vardı; gerçi
aynı durum 1860‘larda Almanya‘da, 1859-61 ve 187980’de Rusya’da var olduğu halde, bu durumlarda devrim olmadı. Niçin? Çünkü her devrimci durumdan
devrim çıkmaz; bir devrim, ancak, yukarıda sayılan
nesnel değişikliklerin yanı sıra,
öznel bir değişiklik de olursa
meydana gelir,
yani: devrimci
sınıfın, bunalımlı
dönemlerde
bile, “devrilmediği”
taktirde
“ de v r ilme yen”
eski hükümeti
devirmek (ya da
sarsmak)
için
yeterince güçlü
kitle eylemleri
yapma yeteneği.” (Lenin. II.
Enternasyonal’in Çöküşü, aktaran Leninizm Defterleri, 2. Defter, Proleter Devrimin Teorisi, s.125-126, İnter
yayınları)
Lenin’in devrimci durum hakkında yazdıkları bağlamında Kuzey Kürdistan-Türkiye’de durum nedir?
Birincisi: Ülkelerimizde hakim sınıflar aralarındaki çelişmelere, dalaşlara rağmen, kendi belirledikleri
yöntemlerle yönetebilecek durumdadır.
İkincisi: Ezilen, sömürülen sınıfların —ekonomik
durumdan yakınmalarına, ekonominin gidişatından
hoşnutsuz olmalarına rağmen,— düzene karşı‚ “bağımsız tarihsel eylemleri” söz konusu değildir.
Üçüncüsü: Kitlelerin bağımsız tarihi eyleminde
gözle görülür bir artış yok. Var olan esas olarak hakim sınıfların saldırı ve baskılarına karşı, kazanılmış
kimi hakları geri alma girişimlerine karşı savunma
mücadeleleri. Bu mücadeleler genelde düzen içidir ve
bir çok halde egemen sınıfların kendi aralarındaki ik-
tidar dalaşında, onların bir kesiminin mücadelesinin
kuyruğuna takılabilmektedir. Gezi evet bir yanıyla ve
başlangıcında, henüz “Tayyip gitsin de nasıl giderse
gitsin!” hareketine dönüşmeden önce, bugüne dek siyasi mücadeleler içinde fazla görünür olmayan kentli
gençlerin, yeni bir kuşağın kendiliğinden, bağımsız
eylemi olarak ortaya çıkmıştır. Ve durumlarından
hoşnutsuz örgütsüz kitlelerin bir bölümünü de harekete geçirmiştir. Fakat Lenin’in sözünü ettiği düzene
karşı bağımsız tarihi eylem yönünde gelişmemiş, egemen sınıfların iktidar dalaşında anti-Tayyip’çi kesimin damgasını vurabildiği bir yönde gelişmiştir.
Ülkelerimiz açısından somut konuştuğumuzda
devrimci durum
yoktur.
MLKP, kendi
sübjektif isteğini gerçeğin yerine koymakta,
kendi örgütlü
müc adele si n i
halkın mücadelesi
yerine
koy ma k tad ı r.
MLKP, ülkelerimizde yürüyen
kimi
mü c a d e l e l e r i
olduğundan
fazla abartmaktadır.
Adeta
devrim kapıda bekliyormuş gibi siyaset geliştirenler,
kitlelere yanlış bilinç vermektedir.
Devrimci güçlerin durumu?!
Yukarıda Gezi direnişinin kimi yönlerini sıralarken
devrimcilerin hazırlıksız yakalandıklarını ve ama
süreç içinde güçleri oranında harekete katıldıklarını
belirtmiştik. Bu noktada kimi örgütlerle aramızda
değerlendirme farklılıkları var. Örneğin MLKP ile.
Onlar şöyle diyor:
“Şovenist Kemalist CHP, sivil faşist MHP ve Kürt
ve Ermeni düşmanı ulusalcı faşist İşçi Partisi (İP)
gibi gerici güçler, bir taraftan bu hareketten kazançlı
çıkmaya çalışırlarken, diğer taraftan da uzlaşmalar
ve görüşmelerle bu hareketi durdurmaya, her türden
ilerici karakterini tasfiye etmeye ve AKP hükümetine
yönelik “Biz Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi gerici
eleştirilerini kabul ettirmeye ve ideolojilerini yeniden
gündemdedir. Devrimci durum vardır ama devrimci
hareket zayıftır. Devrimci hareketin zafer kazanması
için MKP’nin olması zorunludur! MKP’nin örgütsel
yapısı ise yeterli değildir! Bunun nedeni de, “Örgütsel
gücünün yetersizliği yaşadığı ayrılıklar, bölünmeler,
yenilgi ve darbelerle ilgili olmakla birlikte, geçmiş tarihi muhasebesinde tespit ettiği gibi, esasta ideolojide
yaşadığı kırılmaların beslediği parti önderliklerinin
sağ-sol hatalı çizgiler izlemesinden kaynaklanmaktadır.” Uluslararası komünist harekette yaşanan tasfiyecilik ve zayıflama da, “Maoist Komünist Partisi’nin
örgütsel gücünü geliştirememesinde birer etkendir.“
(Bkz. Devrimci Demokrasi, sayı 184, “Büyük gerçekler
bizlerde saklıdır” başlıklı makale)
Bunları okumak da güzel… Geçmiş dönemde her
şeyi kendisi ile başlatıp kendisi ile bitirenlerin, güçlerini abartanların pratik karşısında boylarının ölçüsü
ortaya çıkmış olması ve bunun etkisiyle kendilerini
sorguluyor olmaları olumlu bir adımdır. Bu konuda
samimi iseler bunu her koşulda yerine getirirler.
Getirebilirler mi?!
Biz sanmıyoruz. Çünkü yanlışlık temeldedir!
Türkiye’yi devrim öncesi Çin’le aynılaştırmaktadırlar. Halk savaşını halk adına öncü savaşı olarak yanlış
anlamaktadırlar!
güncel
canlandırmaya çalışmaktalar. Faşist AKP diktatörlüğüne karşı durmak biçimindeki motivasyonları, bizzat
iktidara gelme arzularının yanı sıra, her şeyden önce
burjuva Türk devletinin Kürt ulusal hareketi ile “müzakere süreci”ni sekteye uğratmaktan ve Kürt ulusunu inkardan ve onu en acımasız ve en kanlı biçimde
yok edilmesine devam etmekten ibarettir. Demokrasi
ve özgürlük sorunu bu güçleri asla ilgilendirmemektedir. Bu güçler belli bir başarı elde etmiş olsalar, Ankara
ve İzmir gibi şehirlerde dikkate değer güçleri harekete
dahil etmiş olsalar ve göz ardı edilmemeleri gerekiyor
olsalar da, geneli bakımında ilerici ve devrimci sol
güçlerin düşünceleri, harekette önder olmasa da belirleyicidir.” (01 Haziran 2013 /Enternasyonal Bülten
/ Sayı:128’den)
Burada doğrular ve yanlışlar iç içe duruyor. CHP,
MHP ve İşçi Partisi bağlamında söylenenler doğrudur. MLKP, diğer oportünist örgütlere oranla, bu
örgütlerin kimi şehirlerde güçlerini harekete dahil
ettiğini ama geneli açısından devrimci güçlerin ‘düşüncelerinin’ hareketlerde belirleyici olduğunu söylüyor. Biz tersini iddia ediyoruz. 31 Mayıs ertesinde
ülkelerimize yayılan eylemliliklerde, belirleyici olan
devrimci güçler değil AKP karşıtı cephedir. En geç,
AKP’nin açıkça geri adım atıp, referandumu telaffuz
ettiği yerden itibaren “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” sloganının içeriği, “Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun Tayyip götürülmelidir!” içeriği haline gelmiştir. Burada CHPnin, İP’in, onun uzantısı
TGB’nin, HKP’nin… eylem içine taşıdığı Kemalist
faşist ideoloji belirleyici hale gelmiştir. Bu böyle olduğu içindir ki, örneğin AKP karşıtı Kemalist faşist
cephenin sloganları yer yer öne çıkabilmiş, kitleler
‘Mustafa Kemal’in askerleri’ olma konusunda bu kesimlerin kuyruğuna takılabilmişler, ya da sessiz kalmışlardır.. Bir bölüm ise kendisini “Mustafa Keser’in
askerleriyiz!” gibi sloganlarla da olsa kendisini ayırmaya çalışmıştır. Yine kitlelerin bir bölümü eyleme
sonradan katılan BDP tabanına şoven saldırılarda
bulunabilmiştir vb. Gezi eylemlerinde Kemalistler,
bunlar içinde de İP ve TGB Gezi eylemlerinin ‘kazananları’ arasındadır.
MKP de örgütsel güçsüzlükten yakınan örgütlerden birisidir.
MKP’ye göre; “Devrimci durumun yüksek ve sürekli olduğu ülkelerden biri de Türkiye-Kuzey Kürdistan
siyasi coğrafyasıdır.” Türkiye-Kuzey Kürdistan emperyalizme bağımlı yarı-sömürge bir ülkedir. Kırlık
bölgelerin esas alınması ve halk savaşının verilmesi
Sonuç olarak…
MKP, TKP/ML, TKİP ve MLKP’nin Gezi direnişi ile
ilgili bazı görüşlerini aktardık. Belirli nüans farklılıkları olmasına rağmen, dört örgüt de Gezi direnişini
değerlendirirken aşağı yukarı aynı görüşleri savunmaktadır. Biz, bu örgütlerden proletarya adına doğru
bir tutum, doğru çözümler getirmelerini zaten beklemiyoruz. Nesnel koşulları abartma, düşmanı taktik
alanda küçümseme, kitlelerin ruh halini hesaplamama, işçi kuyrukçuluğu yapma vb. vb. bu örgütlerin
temel hastalıklarıdır. Palavra edebiyatı, kendilerini
olduğundan büyük gösterme, sübjektif tespitler yapma... bu örgütlerin çizgilerinde önemli bir yer tutmaktadır. Ülkelerimizde, revizyonizme, küçük burjuva oportünizmine, anarşizme ve Troçkizme karşı
ideolojik mücadele yürütülmeden, etkisi kırılmadan
proleter devrimci bir gelişme istenilen ölçüde gelişemez. Oportünizm ve revizyonizm derin köklere
sahiptir. Komünistler, oportünizme karşı mücadele
edilmeden, emperyalizme, faşizme karşı mücadele
edilemeyeceğinin bilincindedirler.
Temmuz 2013 ✓
23
✌
halkların kardeşliği için
güncel
R
24
ROJAVA İLE
DAYANIŞMAYA
ojava’da PYD’nin gücünü arttırması ile Türk
devleti tarafından finanse edilen silah, eğitim ve
lojistik destek yardımı yapılan El Kaidenin bölge kolu
El Nusra ve radikal İslamcı guruplar Rojava da (Batı
Kürdistan) kadın çocuk demeden yüzlerce insanı katletti. PYD’nin başta sınır şeridi olmak üzere, Rimelan,
Tirbespiye gibi enerji alanlarında kontrolü ele geçirmesi üzerine Kürtlere yönelik başlayan saldırganlık
hız kesmeden sürüyor. Silahlı çetelerin Serakaniye’ye
yönelik saldırıları ve YPG tarafından gerçekleştirilen direniş devam
ederken Rojava
hattı,
Suriye’de
süregelen çatışma
atmosferinin en
yoğun yaşandığı
bölgelerden
birine dönüşüyor.
Rojava’nın stratejik bölgelerinde
yaptığı
saldırılardan ilk etapta
sonuç alamayan
İslamcı
şeriatçı
çeteler, Halep’in
Kürt beldeleri Til
Aran ve Til Hasıl’daki sivillere
saldırıyor, camilerden yapılan “Kürtlerin malı ve namusu helaldir” çağrıları eşliğinde kirli savaş yöntemleri uygulanıyor. Öte yandan Rojava’ya yönelik saldırıların bir parçası olarak, Yüksek Kürt Konseyi üyesi
Îsa Huso suikast sonucu öldürüldü. Suikastın arkasında da Rojava’daki fiili Kürt otonomisine saldıran
İslamcı gruplar bulunuyor.
Kürdistan’ın dört parçasında Kürtler tarih boyunca hep katliamlara maruz kaldılar. Ekonomik, siyasi
ve kültürel olarak yok sayıldılar. Rojava da Kürtlerin
önemli bir bölümü, Esad rejimi tarafından vatandaş
dahi kabul edilmeyerek baskılara maruz kaldı.
Suriye’de süren iç savaş, Rojava’da Kürt halkının
tarihinde olmayan bir fırsatı yakalamalarına yol açtı.
Kürt örgütleri Esad rejimine karşı savaşmayı reddetti. Kürtler ÖSO’na katılmadılar ve dış müdahaleye
de karşı çıktılar. Bunun sonucu olarak Esad rejimi silahlı güçlerini Rojava’dan çekti. İktidar boşluğundan
faydalanan Kürtler kendi özyönetimlerini oluşturmaya başladı. Rojava’da Kürtlerin kendi özyönetimlerini oluşturması, hem Türk devletinin, hem de Esad
rejimini yıkmak
için çok parçalı
olan muhalefetin işine gelmedi.
Rojava’da Türk
devletinin desteklediği
çeteler, şeriatçı faşist
güçler Kürtlere
karşı
saldırıya
geçti.
Rojava’daki Kürt hareketi hem Esad,
hem de ÖSO’nun
müda ha lesi ne
imkan tanımayarak, Rojava’ya
bayrağını dikti. Rojava’ya çekilen Kürt bayrağı aynı
zamanda Türkiye’nin saldırgan Suriye politikasının
ilk ciddi duvara çarpma halkasıydı. PYD, bu sürecin
sonunda Suriye denkleminin stratejik güçlerinden
birine dönüşerek, emperyalist güçlerin bölge taktiklerinde dikkate alınması gereken bir özne olarak belirginleşti.
Türkiye’nin hegemonya hayalleri, zorunlu
taktiksel esnemeler
Türkiye’nin Rojava’da Kürtlerin kendi özyönetimle-
saldırıların başlamasının hemen ardından PYD lideri
Salih Müslüm’ün Türkiye’ye bir ayda iki kere gelmesi,
Dışişleri Bakanlığı ve MİT yetkilileri ile görüşmesi,
Türkiye’nin PYD ile diyalog geliştirmeye yönelik ilk
kamuoyuna açık adımıydı. (Bununla birlikte, Salih Müslüm bu kamuya açık görüşmelerden önce de
Türkiye ile değişik zaman aralıklarında üç görüşmelerinin olduğunu söyledi. Bu sürecin başlama tarihi
“açılım” ve barış görüşmelerinin başlama süreciyle
örtüşüyor.) Bunu, Barzani yönetimiyle gerçekleştirilen görüşmenin izlemesi, Barzani’nin Müslüm’ü görüşmeye çağırması, Suriye’deki krize yönelik Türkiye
taktiklerine Kürt diplomasisi ile pazarlığın da yerleştiğine dair örnekler sunuyor. Müslüm’e bir yandan,
Esad ile ittifak yapmaması ve kontrol dışı bir özerklik ilanına girişmemesi yönünde baskılar yapılırken,
Kürt hareketinin bölge planına entegrasyonunun taşları döşenmeye başlıyor.
Faşist Türk devletinin güncel Rojava politikası,
bölge işçi ve emekçilerinin kanı üzerinden işleyen
çift yönlü bir politika olarak işliyor. Türkiye, PYDEl Nusra çatışmalarından çıkacak her sonucu kendi
emperyalist yayılım politikaları açısından kazanıma
dönüştürmeyi istiyor. Bir yandan, El Nusra ile olan
ilişkilerini sürdürüyor, bu çetelerin ihtiyaçlarını karşılıyor. İmkan bulduğu taktirde saldırgan politikasını
yeniden güncellemek, doğrudan müdahale fırsatını
kaçırmamak istiyor. Bu plan Türkiye Kuzey Kürdistan da işlemeye çalışılan barış sürecinde olduğu gibi,
ne Kürtlerin ulusal haklarına yönelik kazanımını, ne
de Rojava’da ki Kürt inisiyatifinin özgürlüklerini tanımayı temsil ediyor.
Bugün Kürtler dört parçada ulusal demokratik
haklarını istiyorlar. Kendi en temel ulusal haklarının
bilincinde olarak kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Bu en doğal demokratik hakları için bugüne
kadar büyük bedeller ödediler ve hala ödemeye devam ediyorlar. Bu demokratik hak taleplerini sonuna
kadar desteklerken, biz Kürtlerin dört parçada gerçek
anlamda özgürlüğünden yanayız. Bu özgürlük ancak
dört parçada faşist diktatörlüklerin halkların bir devrimi ile yıkılması, yerine geçecek demokratik halk iktidarlarının kurulması ile mümkündür.
Kürt ulusunun özgürce kendi kaderini, yani ayrılıp
ayrı devlet kurma hakkını savunmak bugün en temel
görevdir.
✌
halkların kardeşliği için
rini oluşturmalarından ne kadar rahatsız olduğunu
hatırlatmaya gerek yok. Türk dış politikası başından
itibaren Suriye Kürtlerinin demokratik ve ulusal taleplerine düşmanca yaklaştı. Bilhassa PYD’yi meşru
bir aktör olarak tanımadı, uluslararası alanda onu
yalnızlaştırmaya, bir terör örgütü olarak damgalayarak itibarsızlaştırmaya çalıştı.
Türkiye bu politikasının sonucu olarak, Suriye politikasında esas olarak muhalefeti tümüyle desteklemek, muhalefetin Esad karşıtı çıkarları ile kendi bölgesel hegemonya alanını geliştirme, planını hayata
geçirmek istedi. Bunun için ÖSO’na her türlü desteği açıkça vermekte çekinmedi. Türkiye, Başbakan
Erdoğan’ın ABD ziyaretin de Obama’dan askeri müdahale konusunda destek alamaması, Rusya ve Çin’in
Suriye üzerine yapılan pazarlıklarda güç kazanması
üzerine doğrudan askeri müdahale seçeneğini askıya
almaya başladığı dönemde dahi, askeri müdahaleci
eğilimini sürdürdü, kendinin baskın rolü oluşturacağı Kuzey’de tampon bölge projesinin kabul görmesini sağlamaya çalıştı. Öte yandan, Türkiye’nin Suriye
politikasının sıkışmanın asıl etkeni olan ÖSO’nun
kendi iç bütünlüğü başta olmak üzere güç unsurlarını kaybetmeye başlamıştı. Türkiye İslamcı şeriatçı
çeteleri beslemeyi sürdürmeye devam etmesine rağmen, Rojava’da PKK’nin yan kolu olarak lanse ettiği
PYD’nin gücünü gördüğü yerde çark ederek şimdiye
kadar ezilmesi gereken bir güç olarak gördüğü PYD
ile görüşmelere başladı. Bu durum Türkiye’nin saldırgan projesinin hareket alanını daha da daraltıyor.
Bununla birlikte, Türkiye’nin geliştirdiği emperyalist
politika Suriye’de muhalefetin yaşadığı sıkışmanın
da bir sonucu olarak, ABD-AB-Rusya-Çin arasında
gerçekleşen, emperyalist müdahale seçeneğini dönemsel olarak rafa kaldıran, uzlaşmacı geçiş tasarımının sınırlarına gerilemek zorunda kaldı.
Reyhanlı saldırısı, Suriye ve Ortadoğu politikasının
uğradığı hasarların doğrudan iç politikada da karşılığını bulması ve AKP’nin yaşadığı çok yönlü sıkışma,
PYD’nin ezilerek ortadan kaldırılamayacağını gösterdi. Bu durum Türk devletine farklı seçenekler arama zorunluluğunu getirdi. Kürtlerin artık kırılarak
tarih sahnesinden silinemeyeceği kendini göstermişti, hem bölgesel emperyalist kapitalist dönüşüm stratejilerine hem de Türkiye’nin bunun lokomotifliğini
üstlenerek kendi rolünü öne çıkarma düşüne Kürtlerin bir aktör olarak eklenmesi ve Kürt varlığının
doğrudan kapitalist dönüşümün ihtiyaçlarıyla yeniden dizayn edilmesi gerekiyordu. Rojava’ya yönelik
22.08.2013 ✓
25
güncel
Ergenekon davasında ilk karar verildi!
A
26
Darbecilerle hesap
bitmedi!
ltı yıllık soruşturma süresinin ardından nihayet 5 Ağustos 2013’te Ergenekon davası karara
bağlandı. Haklarında soruşturma açılanların küçük
bir bölümü beraat ederken, 200’ün üzerinde sanık
ağırlaştırılmış müebbet hapise kadar varan cezalarla
hüküm giydi. Bu sanıkların ezici çoğunluğu darbeci
olduğu tescillidir, yargılanmaları yerindedir.
Ancak, kısmen
küçük bir azınlığın haksız olarak
hüküm
giydiği de ortadadır.
Soruşturma sürecinde
olduğu kadar şimdi
kararların açıklanmasının ardından davanın
“hukuksuzluğu”
üzerine tartışmalar sürüyor.
Burjuva muhalefet, özelde CHP
ve İşçi Partisi’nin başını çektiği Kemalist kesim verilen cezaların hukuki olarak meşru olmadığını, daha
çok siyaseten alınmış kararlar olduğu noktasında kıyameti koparıyor.
Evet doğru! Ergenekon davasında sözkonusu olan
HUKUK değil GUGUK’tur. Sınırlılığı en başından
belli olan bu davada da hem soruşturma, hem de
yargılama sürecinde burjuva hukukunun esaslarına
uygun davranılmamıştır. Evet, “adalet“ yoktur! Evet,
“torba“ hükümlerle, örneğin kimileri gerçekten de
haksız yere ağır cezalar yemiştir… Ancak, bu yeni bir
şey değil ki… TC’de hep böyle oldu. TC devleti kuruldu kurulalı mahkemeler her zaman burjuva hukukuna dayalı mahkeme değil, iktidarın sopası oldu! Aradaki tek fark, şimdi “ileri demokrasi” safsatası altında
Erdoğan iktidarının darbecilerden intikam alması ve
bu arada da darbecileri yargılıyorum safsatasına sığınarak, kendi
iktidarını rahatsız eden ve kurtulmak istediği
kimi karşıtlarını içeri tıkmaktır. Bu arada
AKP’nin milli
görüş/Fettullah
Gülen cemaati
koalisyonu olması sonucu, yer
yer yargının ve
emniyetin içindeki Fettullahçı
kesimin kendi
başına
aldığı
kimi kararların
Recep Tayip Erdoğan takımının hoşuna gitmediği de bir gerçektir ve
açıkça dile de getirilmektedir.
Evet, burjuva hukukunun en temel esasları dahi
gözetilmemiştir: Uygulandığı biçimiyle “özel yetkili savcılar“, uzun tutukluluk süreleleri usulsüzlüktür.
Yargılama kişisel olmak, suç her bir bireyin şahsında
delillere dayanmak, delillerle kanıtlanmak zorundadır, buna uyulmamış, bunun yerine “torbalama“ usulüyle hükümler giydirilmiştir.
Ama bunların da hiçbiri yeni değil! Kemalist iktidarların da geçmişte yaptığı aynısıydı. Mahkemeler
törlüğe de!
Ancak burjuva yakınmalar salt bunlardan ibaret
değil. Bir kesim de Ergenekon davası mahkeme kararlarının ardından “devleti temizlemenin fırsatı
kaçtı” biçiminde yazıklanıyor... Halbuki böyle bir
beklentinin bir hayal olduğu en başından belliydi. Bir
kere davalar en başından sadece AKP hükümetini devirme çabalarına, “Ergenekon ve Balyoz” olarak adlandırılan dosyalarla sınırlıydı. Hâlbuki bu aysbergin
görünen zirvesiydi, darbecilerin yaptığı kötülükler
çok daha büyüktü.
Ordusuyla, parlamentosuyla, darbecisiyle, polisiyle ve tüm hukuksuzluğuyla Kemalist diktatörlüğün
halklara, emekçilere ve bütün ezilenlere, işçi sınıfına,
devrimcilere, komünistlere yönelik suçlarına parmak
ucuyla dokunulmuş dahi değil. 12 Eylül darbecileri, Sivas katliamının sorumluları,
Hrant Dink cinayetinin sorumluları ve daha sayısız
katliam ve cinayetin sorumluları
ellerini-kollarını
sallayarak dışarda
gezerken, suçluların cezalandırılmasını bırakalım
bir yana soruşturma sürecinde “af
yoluyla kurtarma”
senaryoları tartışılırken AKP’nin
“ileri demokrasi”
safsatasının da ne
menem bir şey olduğu görüldü...
Bu anlamda Ergenekon davası bitti ama darbecilerle derin devletle
hesap bitmedi!
Darbeciler elbette yargılanmalı, en ağır şekilde cezalandırılmalıdır! Onlar bunu çokça hakettiler. Darbecilerin bir bölümü hala dışarda ve yargılanmadı!
Kenan Evren, Tahsin Şahinkaya ve daha diğerleri
hala dışarda! Bunlar da mahkeme karşısına çıkarılmalı ve en ağır şekilde cezalandırılmalıdır!
Halk düşmanlarına af yok – cezalarını çekecekler!!!
Ağustos 2013 ✓
güncel
her zaman iktidarın sopası oldu!!!
Denizlerin asılması hukuk muydu? Gözaltında infazlar hukuk muydu? Devrimcilerin, komünistlerin
işkence tezgahlarından geçirilmesi hukuk muydu?
12 Eylül sonrasındaki örgüt davalarında devrimcilerin topluca mahkum edilmesi hukuk muydu? Kürt
köylerinin yakılıp-yıkılması, işkence ve katliamlarla belgeli insan hakları ihlalleri gerçek iken, bunların sorumlusu olan paşaların bırakın yargılanması
ifadelerinin bile alınamaması hukuk muydu? Refah
partisinin yasaklanması, AKP hakkında alınan “irticacı eylemlerin odağı haline gelmiştir” kararı hukuk
muydu? KCK davası hukuk mu? Roboski hukuk mu?
Ergenekon davasında ceza alanlar; darbe yapmaya
teşebbüs, T.C hükümetini devirme vb. vb nedenler
yüzünden cezalandırıldılar. AKP hükümeti, kendi
iktidarına yönelen,
kendi iktidarını
tehdit eden ergenekon sanıklarına
karşı
yürütülen
yargılamanın arkasında durdu ve
destek verdi. Fakat
faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, Kürt halkına
karşı yapılan katliamlar
yargılamanın dışında tutuldu. Geçmişte
enselerine kurşun
sıkılarak
öldürülen insanların,
yargısız infazların, jandarmada
kaybolanların, köy
yakmaların faiilleri ergenekon davasında yargılanıyordu. 17 bin faili
meçhul ve yakınlarının kemiklerine muhtaç binlerce
insan varken, diğer yanda bazı sanıkların sadece hükümete karşı bir oluşum içinde oldukları için cezalandırılmaları hukukun guguk olduğunu gösteriyor.
Evet, Ergenekon davası hukuk değil! Ama darbeciler ve onları savunanların sızlanmaları ve burjuva
hukuku yok diye çığlıkları da samimi değil. Bizim
bunlardan ne birini ne de diğerini savunma ya da
tercih etme durumumuz olamaz! Herşeyi kendine
yontan AKP saltanatına da karşıyız, kemalist dikta-
27
panorama
PA NOR A M A
“Kontrollü geçiş
süreci” DARBE
yedi!
- MISIR -
Kitlelerin “ekmek, özgürlük, demokrasi” taleplerine karşı Ordu ile Müslüman
Kardeşler (İhvan) aralarında uzlaşsalar da, iktidar dalaşı esasta bu iki güç
arasında –Ordu, yargı vd. somutunda eski rejim savunucuları ile İhvan
somutunda eskiye karşı olan İslamcı güçler arasında-, sürdü.
M
28
ısır’da 25 Ocak 2011 tarihinde başlayan halk
isyanının Mübarek’i tahtından alaşağı etmesi
ile ordunun önderliğinde bir “kontrollü geçiş” süreci gündeme geldi. Kitlelerin mücadelesinin sadece
Mübarek’i koltuğundan etmekle sınırlı kalmayacağı ihtimali büyüktü. Bu olgu, egemenleri asgari kayıpla durumu kurtarmaya yöneltti. Halkın tepkilerini dindirmek için, taleplerinin yerine getirileceği
(protestolarda öne çıkan talep Mübarek’in istifasıydı, bu adım gerçekleşmeden diğer taleplerin yerine
getirilemeyeceği yaklaşımı vardı) ve bunun için bir
“geçiş süreci”ne gereksinim olduğu anlatıldı. Bu da
ordunun kontrolündeki bir “geçiş süreci”ydi. Mübarek emekli edildi ve Yüksek Askeri Konsey göreve el
koydu!
Ordu bu “geçiş sürecini” sürüncemede bırakıp
uzattı. Bu süreçte ama kitlelerde Ordu’ya karşı tepkiler çoğaldı ve Yüksek Askeri Konsey’in Başkanı
ve Genelkurmay Başkanı olan Tantavi “üniformalı
Mübarek” olarak adlandırıldı ve “Tantavi’ye ölüm”
sloganları atıldı. Bu tepkilerin de zorlamasıyla planda
öngörülen Parlamento ve Başkanlık seçimleri yapıldı.
Her iki seçimden de Müslüman Kardeşler galip çıktı.
30 Haziran 2012 tarihinde Başkanlık seçimini kazanan Müslüman Kardeşler’in adayı Mursi görevine
başladı ve Ordu geri plana çekildi. “Geçiş süreci”nde
geriye yeni Anayasa’nın hazırlanması ve referanduma sunulması işi kalmıştı. Ama bu arada, Başkanlık
seçimlerinin ikinci turundan önce Anayasa Mahkemesi, seçimlerin, seçim yasasına uygun yapılmadığı
gerekçesiyle Parlamento’nun alt kamarasını feshetti.
“Geçiş süreci”ne parlamento seçimlerinin yeniden yapılması da eklendi.
Kitlelerin “ekmek, özgürlük, demokrasi” taleplerine karşı Ordu ile Müslüman Kardeşler (İhvan)
aralarında uzlaşsalar da, iktidar dalaşı esasta bu iki
güç arasında –Ordu, yargı vd. somutunda eski rejim
savunucuları ile İhvan somutunda eskiye karşı olan
İslamcı güçler arasında-, sürdü. 2012 yılı sonunda
Anayasa referanduma sunuldu ve normal plana göre
DARBE ÖNCESİ GELİŞMELER,
ÇELİŞMELER...
Mısır’daki gelişmeler hakkında, dergimizin 161. sayısında yayınlanan ve 24 Aralık 2012 tarihli yazımızda
tavır takınmış ve o güne kadarki önemli gelişmelere
değinmiştik. Mursi’nin Başkanlık seçimini kazanması ve Anayasa Referandumu’na kadarki gelişmelere de
dergimizin 158. ve 159. sayılarında değindiğimiz için,
burada kendimizi 24 Aralık 2012 tarihinden sonraki
süreçte yaşanan iktidar dalaşında öne çıkan gelişmeleri özetlemekle sınırlıyoruz.
25 Aralık 2012 tarihinde Anayasa referandumunun
resmi sonuçları açıklandı. Buna göre referanduma
katılım %32,9, Anayasa’ya evet oyu da geçerli oyların %63,83’ü kadardı. Bu, resmi olmayan sonuçlarla
hemen hemen aynıydı. Sonuçta 51 Milyondan fazla
olduğu söylenen seçmenden 10.693.911’inin oyuyla
Anayasa onaylanmış oldu. Formel olarak referandum
kazanılmıştı. Mursi’ye muhalefetin önemli bir kesimi referandumu boykot etti ve referandumdan sonra
da hem referandumun sonucunu hem de Anayasayı
kabul etmediklerini açıkladılar. Mursi’ye karşı mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceklerini de ilan ettiler.
Bu dönemde kamuoyuna yansıyan görüntü Mursi ile Ordu’nun uzlaştığı, referandumun, kendi isteklerine uygun bir rejimi sağlamak için önemli bir
adım olduğu görüntüsüydü. Sonuçta yeni Anayasa
da Ordu’nun “devlet içinde devlet” olma konumunu
korumuştu. Sivillerin Ordu’yu denetimi olanaklı değildi. Ayrıca ekonomik olarak da kendi başına büyük
tekel, holding olan Ordu’nun çıkarları korunmuştu.
Sonradan medyaya yansıyan bilgilere göre Ordu ile
İhvan arasındaki uzlaşmaya göre, Ordunun imtiyazları korunacak ve buna karşı da İhvan serbest hareket edecekti. Bu uzlaşmaya belli bir süre uyuldu da.
Darbe sonrasında medyaya yansıyan bilgilere göre
ise 2012 Kasım ayından itibaren bu uzlaşma giderek
çatışmaya dönüşmüştür. Bu da esasında Anayasa tas-
lağının hazırlığı sırasında ve referanduma sunulması
sürecinde Ordu ile İhvan arasında yürüyen pazarlıklarda Ordu’nun istediğini tam alamadığı ve İhvan’ın
Ordu’nun istediği gibi düdüğü çalmadığını göstermektedir. Sisi’nin darbe konuşmasında Ordu’nun
2012 Kasım ayından beri “ulusal diyalog” için çabaladığını ama bunun Başkanlık tarafından reddedildiğini açıklaması da bu durumu onaylamaktadır.
Ordu ile İhvan arasındaki iktidar dalaşı esasında 1
Temmuz 2013 tarihine kadar perde arkasında yürüdü.
Mübarek rejiminin devlet kurumları varlığını sürdürüyordu. Mursi’ye muhalif kesimlerin protestolarının
sürmesinin yanısıra iktidar dalaşı kamuoyuna, esas
olarak Mursi ile yargı arasındaki mücadele olarak
yansıdı. Bu bağlamda İçişleri Bakanlığı ve Savunma
Bakanlığı’nın (Dışişleri de) Ordu’nun elinde olduğu,
devletin silahlı güçlerine Ordunun hükmettiği bilinçte tutulmalıdır. Yargı, esasında değişik mahkeme
kararlarıyla Mursi’nin Başkanlık görevini, İhvan’ın
hükümet görevini yerine getirmesini bilinçli ve planlı biçimde sabote etti. Polis de Başkan Mursi’ye karşı
protestolarda eylemcilere saldırıp onlarcasını katlederek kitle içinde Mursi ve İhvan yönetimine karşı
tepkilerin gelişmesini teşvik etti. Tabii ki eylemcilere
saldırırken hep “huzur ve düzeni sağlamak” adına
hareket ettiğini, şiddete izin vermeyeceğini kamuoyuna ilan ediyordu.
Eski rejimin bürokrasisi alıştığı gibi çalışıyor ve
Mursi’yi çalışamaz duruma getirmek için elinden geleni ardına koymuyordu. İhvan temsilcilerinin basın
mensuplarına eski rejimin bürokrasisinin Mursi’nin
işini nasıl sabote ettiğini anlatması ilginçtir. Örneğin
fakslar iletilme yerine yok edilmiş, gelen telefonlar
bağlanmamış vb. vb.
Yargı, başkanlık seçimlerinin ilk turunda
Mursi’nin ilk sırada yer alıp ikinci tura katılmayı
garantilediği bir ortamda, seçimlerden beş ay sonra
Parlamento’nun alt kamarasını işleyiş hatası yapıldığı gerekçesiyle feshetme kararı aldı. Parlamento’nun
üst kamarası olan Şura ise esasta bir nevi Senato ya
da danışma kamarası olması gerekirken, alt kamara
feshedildiğinden yeni seçimlere kadar yasama göreviyle yetkilendirildi. Mursi’nin bir yıllık Başkanlık
sürecinde seçimle işbaşına gelmiş ve yasama görevi
olan bir parlamento varolmadı.
Mursi Parlamentonun alt kamarası seçimlerinin
Nisan ayı sonu ile Haziran ayı sonu arasındaki dönemde dört aşamada yapılması için kararname yayınladı. 6 Mart’ta yargıçlar devreye girdi ve Kahire
panorama
Parlamento seçimlerinin iki ay içinde yapılması ve
böylece “kontrollü geçiş” sürecinin sona ermesi gerekiyordu. Olmadı! Formel olarak bile bu süreç tamamlanmadan Ordu 3 Temmuz 2013 tarihinde darbeyle
Mursi’yi ve İhvan yönetimini devirdi. Böylece zaten
ordunun kontrolünde olan “geçiş süreci” açık askeri
faşist darbe ile sonlandı.
Gelişmeleri daha iyi anlayabilmek ve kavrayabilmek için darbeyi getiren sürece biraz daha yakından
bakalım.
29
panorama
30
İdare Mahkemesi bu seçim tarihini geçersiz ilan etti,
Seçim Komisyonu da 8 Mart’ta seçimin ertelendiğini açıkladı. İdare Mahkemesi aynı zamanda Seçim
Yasası’nın Anayasa Mahkemesi tarafından gözden
geçirilmek zorunda olduğuna hüküm kıldı. Böylece
seçimlerin sözkonusu tarihlerde yapılması engellendi. Seçimlerin ancak Ekim ayında mümkün olabileceği üzerine açıklamalar yapıldı.
2 Haziran’a gelindiğinde de Anayasa Mahkemesi parlamentonun üst kamarası olan Şura’nın da
Anayasa’ya uygun olmadığını, meşru olmadığını açıkladı. Aynı mahkeme geriye dönük olarak Anayasa taslağını hazırlayan Komisyon’un da yasaya ters biçimde
oluşturulduğuna karar verdi. Yeni seçimler yapılana
kadar Şura’nın
varlığını koruyabileceği açıklandı ama karar
verme ve yasa
çıkarma yetkisi
elinden alındı.
Böylece aslında
Anayasa’nın da
gayrimeşru olarak referanduma
sunu lduğ unun
ve geçersiz olduğunun ilan edilmesinin temeli
atıldı.
Doğrudan
Mursi ve İhvan
yönetimine karşı
olan bu kararlar
gibi, kitlelerin yönetime tepkisini teşvik eden kararlar da alındı. Örneğin Mübarek’in ömür boyu hapis
cezası kararı Ocak ayında işleyiş hatası gerekçesiyle
iptal edildi ve davanın yeniden görülmesi kararlaştırıldı.
25 Ocak 2013 tarihinde “devrimin yıldönümü” için
yapılan protestolara kolluk güçlerinin saldısıyla yaşanan çatışmalarda en az 9 kişinin öldürüldüğü ve 500
kadar insanın yaralandığı bir ortamda, 26 Ocak’ta
Kahire’de Mahkeme, 21 kişi için idam kararı verdi.
Sözkonusu kişilerin, 1 Şubat 2012 tarihinde oynanan
futbol maçı sırasında çıkan olaylar sonucu 74 kişinin
öldürülmesinden suçlu olduğu iddia edildi. Gerçekte
ise “Ultra” diye kendilerini tanımlayanlar Mübarek’in
devrilmesi için protestolarda öne çıkmış ve bu öldü-
rülen 74 ölünün önemli kesiminin “Ultra”lardan olduğu açıklanmıştı. Bunun da esasında eski rejimin
güçlerinin intikam alma eylemi olduğu savunulmuştu. Mahkeme de bir kez daha “Ultra”lardan olanlara
idam cezası vererek intikam alıyordu. Bu idam kararının ilanıyla birlikte “devrimin yıldönümü” protestolarına yenileri eklendi ve onlarca kişi öldürüldü,
yüzlercesi yaralandı. Her halükarda alınan bu kararlar protestoların gündemde kalmasına ve Mursi’ye /
İhvan’a karşı tepkilerin çoğalmasına hizmet etti. Protestolarda onlarca kişi öldürüldü.
Protestolarda Anayasa’nın değiştirilmesi talebi giderek geri plana kayarken Mursi’nin istifa etmesi talebi öne çıktı. Nisan ayından itibaren kendisine “Temerrüd” (İsyan)
Hareketi
adı
veren bir kesim
Mursi’nin istifası
için imza kampanyası başlattı.
Bu kampanyada
birçok kesim yer
aldı. Kendilerine
liberal diyenler,
solcu diyenler,
milliyetçiler-şovenlerden faşistlere kadar Mursi
ve İhvan’a karşı
olan hemen herkes vardı. Mübarek rejiminin
savunucularının
bu kampanyada
önemli rol oynadığı, darbe sonrasında medyaya yansıyan bilgilerden ortaya çıkmaktadır. Bu kampanyaya
karşı Mursi yanlılarının da imza toplaması karşılıklı
dalaşın giderek kızıştığına işaret ediyordu. “Temerrüd” Hareketi’nin temsilcilerinin açıklamalarına göre
30 Haziran’a kadar 22 Milyon imza toplamışlardı.
Bu dönemde zaten iyi olmayan ekonomik durum
daha da kötüleşti ve tabii ki, sorumlusunun Mursi ve İhvan yönetimi olduğu görüşü körüklendi. Bu
bağlamda Mısır’da gündeme gelen elektrik kesintilerinin, petrol ve gaz sıkıntısının, enerji sektörünün
esasını elinde tutan Ordu tarafından bilinçli olarak
yaratılan bir sorun olduğu iddiası da, darbe ertesinde
böylesi bir sorunun gündemden çıkmasıyla ve medyaya yansıyan bilgilerle desteklenmektedir.
DARBE...
30 Haziran’da, Mursi karşıtlarının önceden ilan ettikleri protestolara yüzbinlerce insan katıldı. Katılım sayısı konusunda değişik rakamlar açıklandı. En
düşük rakam Mısır çapında 2 Milyona yakın iken
Ordu’nun darbesini haklı göstermeye çalışanlar bu
rakamı 18 Milyon civarında gösterdiler. “Temerrüd”
Hareketi ile “Ulusal Kurtuluş Cephesi” halka, “rejimi
devirene kadar barışçıl protestolarını” sürdürmeleri
yönünde çağrı yaptılar. Bu arada Mursi’ye de istifa etmesi için iki günlük süre tanıdılar!
1 Temmuz’da Ordu devreye girdi Mursi ile Sisi arasında “kriz görüşmesi” yapıldı. Mursi’nin “ulusal diyaloğa” ve bu temelde yeni bir hükümetin kurulması
için görüşmelere hazır olduğunu açıklaması işe yaramadı. Sisi, Mursi ile karşıtlarına (bu aslında formalite icabıydı, ültimatom gerçekte Mursi’ye yönelikti) 1
Temmuz saat 17.00 itibariyle 48 saatlik zaman içinde
soruna bir çözüm bulmaları için ültimatom verdi. Sisi
ültimatomu şöyle açıkladı: “Eğer, Mısır’daki insanların talepleri bu süre içinde yerine getirilmezse, Ordu
–ulusal ve tarihsel sorumluluğu gereğince- gelecek için
yeni bir plan açıklayacak ve bütün siyasi fraksiyonların katılımıyla uygulanacak bir dizi önlem alacaktır.”
(1 Temmuz’daki konuşmasından) İçişleri Bakanlığı
“Ulusal güvenlik kaygısı ile Polisin Ordu’nun açıklamasını” tamamen desteklediğini açıkladı.
Verilen bu süre içinde sorunun çözülemeyeceği garantiliydi ve bunu Ordu da, Mursi de biliyordu. Meydanlara çıkan muhalefet ise zaten önceden Mursi’yle
diyaloga karşı olduğunu değişik biçimlerde ilan etmişti. Ne yapılacağına karar verilmişti aslında. Yani
Ordu’nun bu ültimatomu gerçekte darbenin önceden
kamuoyuna ilanıydı. Ordu’nun yetkilileri ültimatomu darbe olarak değerlendirenlere karşı çıkarak
bunun “sokaktaki Mısır’ın nabzına” yanıt olduğunu
savundu. Bu arada hükümette çözülmeler başladı ve
birçok bakan ve hükümet ile başkanlık sözcüleri peşpeşe istifa etti.
Mursi ültimatomu geri çevirdiğini, kendisinin
Mısır’ın seçimlerle işbaşına geldiğini ve tüm Mısırlıların Başkanı olduğunu, hayatı pahasına da olsa, istifa etmeyeceğini açıkladı. Taraftarlarını da barışçıl
eylemlerle direnişe çağırdı.
2 Temmuz’u 3 Temmuz’a bağlayan gece çıkan çatışmalarda en az 22 kişi öldürüldü, 200’ü yaralandı.
Sağlık Bakanlığı’nın açıklamasına göre “bilinmeyen
güçler” Mursi yanlılarının mitingine saldırmıştı.
Bu arada Mursi Ordu’ya ültimatomunu geri alması çağrısında bulundu. Bu da boşa söylendi, mühlet
bitti, darbenin zili çaldı! Askeri birimler Mursi’nin
bulunduğu kışlayı telörgüyle vb. sardı. Hürriyet gazetesinin 6 Temmuz tarihindeki haberine göre, Sisi,
Mursi’yi 2 Temmuz akşamı, istifa etmeyeceğini
açıkladığı konuşmasından kısa süre sonra “Devrim
Muhafızları”nın kışlasına “kapat”mıştı... Bu arada
Mursi ve birçok yandaşı hakkında yurtdışına çıkış
yasağı getirildi.
Mursi karşıtları özellikle de Tahrir Meydanı’nda
toplananlar Sisi’nin konuşmasını bekliyorlardı. Sonunda beklenen saatte olmasa da Abdülfettah el Sisi
yanına tüm kuvvet komutanlarını ve El Ezher Şeyhi
Ahmed et Tayyip’i, Mısır Kıpti Ortodoks Kilisesi Patriği Kardinal Tavadros’u, Ulusal Kurtuluş Cephesi
temsilcisi Muhammed el-Baradey’i, Nur Partisi Genel
Başkanı Celal Merra’yı ve “Temerrüd” Hareketi’nin
panorama
Haziran ayında protestoların, çatışmaların giderek yoğunlaştığı bir ortam yaşandı. Mursi’nin 17
Haziran’da yaptığı Vali’ler atamasında yedi İhvancı
ve bir “Cemaati İslamiya”cıyı Vali olarak ataması da
bu ortamın daha da kızışmasına hizmet etti. Özellikle
“Cemaati İslamiya”nın ABD ve AB tarafından “terör
örgütü” olarak değerlendirilmesi, sözkonusu kişinin
de “terörist” biri olarak değerlendirilmesi durumu
Mursi’ye karşı protestolarda, Mursi’nin, İhvan’ın “teröristlerle” çalıştığı biçiminde kullanıldı. Mursi karşıtlarının protestolarına karşı da Mursi yanlıları,
Mursi’ye destek eylemleri gerçekleştirdi.
Darbe konuşmasında Sisi Ordu’nun üst kademesinin Başkan Mursi ile 22 Haziran’da toplandığını ve “ulusal uzlaşma” sağlanmaya çalışıldığını ve
Mursi’nin reddedici tavrının gündeme getirildiğini
açıkladı. Sisi’nin o günlerde kamuoyuna yansıyan tavrı ise “Ülkenin karanlık bir tünele gürmesini engellemek için” Ordu’nun müdahale edebileceği tehditiydi.
İhvan sorumlularından adı verilmeyen biri de batılı gazetecilere “Biz her şeyin bittiğini 23 Haziran’da
biliyorduk. Yabancı diplomatlar bize söylediler.” diye
durumu açıklıyordu. Bu, Sisi’nin Mursi için “iki kere
referanduma git dedik, gitmedi” tespiti gözönüne
alındığında, 22 Haziran’daki toplantıda Mursi’ye “ya
çıkar istifanı ilan edersin, ya da seni hapse tıkarız” diyerek uyarıldığı düşüncesini güçlendirmektedir. Detayların nasıl gerçekleştiği belirleyici değil. Olgular,
sonuçta darbenin resmiyete dönüştürülmesinin son
adımı için ortamın, 30 Haziran’a gelindiğinde hazırlandığını gösteriyor.
31
panorama
32
temsilcileri olduğu söylenen kimilerini yanına alarak basın toplantısı yaptı. Sisi bu kesimlerle yaptığı toplantıya Mursi’nin partisi “Hürriyet ve Adalet
Partisi”ni (HAP) de çağırmış ama HAP bu toplantıya
katılmayı reddetmişti.
Sisi Ordu’nun müdahalesini açıklarken şunları da
söyledi: “Silahlı güçler, kitlelerin ve hareketin ulusal
bir rol oynama taleplerine kulaklarını ve gözlerini kapatamazdı. Bu siyasi bir rol değildir, çünkü siyasete
karışmamayı ilk ilan edecek olan silahlı güçlerin kendisi olacaktır. Silahlı güçler halkın kendisinden destek
aradığını öngörüyle hissetti – Erk ya da Egemenlik değil, fakat Devrimin taleplerinin korunması için genel
hizmetleri.” (3 Temmuz konuşmasından)
Mursi karşıtları halk ilan edilirken, Mursi yanlıları
bunun içinde sayılmıyordu. Ordu darbe yapmamış,
tersine “halkın” talebine “hayır” diyememişti!!! Ne
büyük sahtekarlık! Eh, “halkın yardımına” koşan
Ordu’nun rolü, “siyasi rol” değilmiş... Siyasi “olmayan” bu rol, aynı konuşmada kimi başlıklar halinde şunları içeriyordu: Mursi Başkanlık görevinden
alınmıştır. Anayasa askıya alınmıştır. Başbakanın
görevine son verilmiştir. Mursi’nin yerine iki gün
önce Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na atanan Muhammed Adli Mansur geçici olarak başkanlık görevini devralacaktır. Adli Mansur seçim yapılana kadar Başkanlık görevini sürdürecektir. Uzmanlardan
oluşan teknokrat bir hükümet kurulacaktır. Ulusal
çıkarları gözetleyen bir Anayasa için taslak oluşturulacaktır. Bir uzlaşma komitesi görevlendirilecektir.
Mısır ordusu Mısır halkı için bütün barışçıl protestolara izin verecektir. Ulusal kurumlar devrede olacak
ve karar verici kurumlar çalışacaktır. Tüm taraflar
uzlaştıktan sonra seçimler yapılacaktır.
Bu tavırların siyasi rolle ilişkisini Sisi’ye sormayın!
O ne dediyse odur! Ordu seçimlerle Başkan seçilen
birini ve yönetimini darbeyle deviriyor, ama Sisi’ye
göre Ordu: Hukukun üstünlüğü çerçevesinde bu rolü
üstlenmiş miş...
Sisi’nin konuşması ve açıkça askeri faşist bir darbe
olan bu edim, başta Tahrir Meydanı’nda olmak üzere
muhalefetin büyük çoğunluğu tarafından coşkuyla
selamlanıyordu. Kimilerine göre “devrim kurtarılmıştı”. Kimilerine göre de “ikinci devrim” olmuştu!
“Ordu ile halk elele” sloganının pratiği böyle oluyordu... Bunların demokrasi anlayışı askerin postalları
altında geziyor! “Ne Mursi, ne Ordu” diyenler, protesto hareketi içinde ne yazık ki küçük bir azınlık durumunda.
Basın toplantısında Sisi’nin açıklamasından sonra
Baradey, Mısır Kıpti Ortodoks Kilisesi Patriği Kardinal Tavadros ve El Ezher Şeyhi Ahmed et Tayyip de
darbeye ortaklıklarını, halkı uyumlu/ ahenkli olmaya, tartışmalı siyasi kesimleri uzlaşmaya çağırarak,
Ordu’nun doğru bir karar verdiğini, geçiş planının
tüm Mısırlıların güvenliğini garantilediğini anlatarak gösterdiler. “Temerrüd” Hareketi’nin bir temsilcisi de mikrofona yaklaşarak Ordunun müdahalesini
selamladı. Tüm bu darbeciler arasında en ilginci Nur
Partisi’nin (Selefiler) de Ordu’nun planını (tabii ki en
başta da darbeyi) desteklemesidir.
... VE SONRASI GELİŞMELER
Adli Mansur 4 Temmuz’da yemin ederek atandığı görevi devraldı. Başbakanlığa kimin atanacağı
meselesinde uzlaşabilmek için biraz zaman gerekti.
Baradey’in adı açıklandı, Nur Partisi karşı çıktığından atama yapılmadığı söylendi. Aynı biçimde Sosyal
Demokrat Partisi lideri Bahaüddin’in atanması da
Nur Partisi’nin itirazı sonucu gerçekleşemedi. Sonuçta eski maliye bakanı Hazım el Beblavi’de anlaştılar.
İhvan’ı ve taraftarlarına karşı mücadeleyi “şiddet ve teröre karşı” mücadele olarak gösterenlerin, İhvan’dan
çok daha radikal islamcı olan “Nur Partisi’ni teknelerine almaları kitlelere Ordu’nun islamcılara karşı
olmadığını gösterme hesabıyla da yapılan bir şeydir.
Ama buna rağmen bunun perde arkasının sorgulanması gerekiyor. Bu birliktelik kimin çıkarlarına hizmet ediyor?
Geçici Başkan Mansur, Başbakan atamaya paralel
parlamentonun üst kamarası Şura’yı feshetti, “yol haritasını” açıkladı. Buna göre 15 gün içinde Anayasayı
hazırlayacak 10 kişilik kurul oluşturulacak (dört profesör ve altı yargıç 20 Temmuz’da bu göreve atandı).
Bu kurulun 30 gün içinde taslağı hazırlaması gerekiyor. Bundan sonra da toplumun “tüm” kesimlerinden
seçilen 50 kişilik bir komisyon hazırlanan taslağa 2 ay
içinde son halini verecek ve taslak Başkan Mansur’a
teslim edilecek. Mansur da 30 gün içinde Anayasayı
referanduma sunacak. 2014 yılı başlarında (6 ay içinde) parlamento seçimleri yapılacak. Parlamentonun
toplanmasından sonra da Başkanlık seçimleri öngörülüyor. Buna göre 9 ay içinde “yol haritası”nın tamamlanması gerekiyor. Bu planın öngörülen zaman
içinde gerçekleşmeyeceğine emin olabiliriz. “Temerrüd” Hareketi yol haritasını kabul etmediğini, Ulusal
Kurtuluş Cephesi de sözkonusu tarihlerin çok yakın,
yani zaman darlığı olduğunu söyleyerek planı destek-
Darbeden sonraki günlerde yaşanan çatışmalarda
yaşamını yitirenlerin sayısı onlarca’dan yüzlerce’ye
doğru hızla ilerledi. Öldürülenlerin çoğu Mursi yanlısı olmasına rağmen her seferinde bunlar çatışmaların sorumlusu ve suçlusu ilan edildi. İhvan’a karşı
bir sürek avı başlatıldı. Özellikle tanınmış önde gelen
yöneticileri, sorumluları tutuklandı. Bunların sayısının 1000’i geçtiği bilgisi de medyaya yansıdı. Tüm
saldırılara rağmen Mursi yanlıları protestolarını sürdürdüler. Tahrir Meydanı örneği gibi birçok yerde
meydanları kamp haline getirip protestolarını oturma eylemleri biçiminde de sürekli kılmaya çalıştılar.
Mursi görevine geri dönene kadar eylemlerini sürdüreceklerini ilan
ettiler. Anayasanın yeniden yürürlüğe konması
da talepleri arasındaydı. Ordu,
hükümet mensupları, bilimum
darbeciler, Mursi
yanlılarına
kampları dağıtmaları/ meydanları boşaltmaları
yönünde tehditler
savurdular ama
durmadılar... Polis ve asker gücüyle sözkonusu
meydanların
toplatılması için
saldırılacağı kesin biçimde kararlaştırılmış, hükümet İçişleri Bakanı’na Kahire’deki iki protesto kampını toplatması için yetki vermiş ama bunun zamanı
üzerine tartışıldığı sıkça kamuoyuna yansıtılmıştı.
Uluslararası ilişkilerde özellikle AB ve ABD temsilcilerinin darbecilerle İhvancıları uzlaştırma, İhvan’ı
Ordu’nun teknesine bindirme çabaları ve Ramazan
orucu dönemi sözkonusu saldırıyı ertelemeye hizmet
etti. 7 Ağustos’ta darbecilerin Başkanlık kurumu İhvancılarla yapılan uzlaşma görüşmelerinin akamete
uğradığını açıkladı.
14 Ağustos’ta sözkonusu saldırı gerçekleşti ve darbecilerin kolluk güçleri, kelimenin gerçek anlamında
katliam gerçekleştirdi. Kahire’deki Adeviye ve Nahda meydanları kolluk güçlerinin yoğun saldırısıyla
harabeye çevrildi. Damlara yerleşen keskin nişancı-
panorama
lemediğini açıkladı.
Başbakan Beblavi hükümet kurma çalışmalarını
sürdürürken İhvan’ı da teknesine almaya çalıştı ama
olmadı. 33 bakanlıktan oluşan hükümet üyeleri yemin ederek 17 Temmuz’da işbaşı yaptı. Savunma,
İçişleri ve Dışişleri bakanları değişmedi. Diğerlerinin
çoğu da Mübarek döneminin çalışanları/ bürokratları, eski bakanlar vb.den oluşuyor. Baradey Başkan
Yardımcısı, Sisi de Savunma Bakanlığına devam etmenin yanısıra bir de Başbakan Yardımcısı oldu...
Böylece darbecilerin sivil görüntülü yönetimi oluşturuldu.
Darbeci cephede bu gelişmeler yaşanırken Mursi
yanlıları darbeyi
protesto
ederek
Mursi’nin görevine geri getirilmesini talep ettiler.
Protestolar birçok
kentte
yapıldı.
Mursi
yanlıları protestolarını
barışçıl temelde
yapmaya çalıştılar. Buna rağmen
çatışmalar yaşandı. Mursi yanlılarının eylemlerine
saldırılarla çatışmalar kışkırtıldı
ve resmi bir karar
olmadan İhvancılar devletin kolluk
güçleriyle çatıştı, karakollara, devlet dairelerine saldırıldı. Bu da darbecilerin atanmış hükümetinin –başta da Sisi’nin- İhvan’cıları “terörist” olarak göstermek
için kullanıldı. 24 Temmuz’da Sisi, halka 26 Temmuz
Cuma günü sokaklara çıkıp Ordu ve Polise “şiddet
ve terörle mücadele yetkisi”ni vermesi çağrısında bulundu. Görünen şey, İhvancıların şiddet kullanmaya
zorlandığı ve yasaklanması için gerekçe yaratılmaya
çalışıldığıdır. 25 Temmuz’da Sisi, adını vermeden İhvan’cılara 48 saatlik süre vererek, islamcıların “Ülkedeki siyasi uzlaşma sürecinde yer almasını, aksi takdirde sert bir uygulamaya hazır olmaları” gerektiği
tehditinde bulundu. 28 Temmuz’da ise geçici Başkan
Mansur kararnameyle Başbakan Beblavi’ye Ordu’ya
sivilleri tutuklama izni verme yetkisini verdi. Böylece
keyfi tutuklamalara resmiyet kazandırılıyordu.
33
panorama
34
ların da katıldığı kurşun ve gaz bombaları yağmuru
ve kolluk güçlerinin genel saldırılarının televizyonlara yansıyan görüntüleri anlatılabilecek durumda
değildi. Görüntüler Mısır’ın bir iç savaşa doğru hızla
kaydığını gösteriyordu. İhvan temsilcilerinin böylesi
saldırılarda kendi yandaşlarını kontrol etmekte zorluk çektiklerini açıklamaları, bunların hala protestolarını barışçıl temelde yürütmeden yana olduklarına
işaret etmektedir. Fakat bir içsavaş olasılığı varlığını
sürdürmektedir.
14 Ağustos katliamında ölenlerin sayısı kesin belli
değil. Resmi verilere göre 16 Ağustos itibariyle ölenlerin sayısı 638, yaralıların sayısı 3996’dır. Ölenler arasında 43 Polis olduğu açıklandı. İhvan ölülerin sayısını 2000’den fazla olarak açıkladı. Medyaya yansıdığı
kadarıyla asker ve Polisin eylemcilere ve cesetlere karşı nasıl davrandığı gözönüne alındığında ölü sayısının resmi açıklamanın çok üzerinde olduğuna kesin
gözüyle bakılabilir. İnsanların bir kurşun kadar bile
değeri olmadığı bir ortamda kolluk güçlerinin protestocuların yerleştiği ve ölülerini “depoladığı” Rabiatul Adeviye Camisi’ne saldırıp ve yakması, cesetlere
el koyması gibi edimler “yan bir sorun” olarak görülebilir ama bu barbarlığın derecesini de gösterir...
Bu katliam aynı zamanda Mısır’da, şimdilik bir
aylık olağanüstü hal ve gece sokağa çıkma yasağının
ilan edilmesinin bahanesi yapıldı. Katliam darbeciler
cephesinden çatlak sesler çıkmasına yol açtı. Darbeyi
destekleyenlerin bir bölümü katliamı kınadı. Başkan
Yardımcısı Baradey kendisinin hemfikir olmadığı kararların sorumluluğunu üstlenemeyeceğini, kampları
toplatmak için tüm barışçıl imkanların denenmediğini vb. açıklayarak görevinden istifa etti. Ardından
da Avusturya’nın Başkenti Viyana’ya gitti. Baradey’in
bu tavrını “kendisine olan güvene ihanet etmek” olarak değerlendiren kimi darbeciler, Baradey hakkında suç duyurusunda bulundu. Davanın Eylül ayında
başlayacağı bilgisi medyaya yansıdı.
Katliam sonrasında da protestolar ve çatışmalar yaşandı, onlarca insan öldürüldü. Bu arada tutuklanan
İhvancılardan 36sının öldürüldüğü haberi de basına
yansıdı. Ölümlerin nasıl gerçekleştiği konusunda net
bir açıklama yok. Taraflar birbirini suçladı. Bu noktada İhvancıların iddiaları doğruya daha yakındır.
Ölülerin ailelerinin morgta cesetlerde işkence izlerinin olduğunu, bazılarının kafasında vurulduğunu
gördüğünü açıklaması da bunu desteklemektedir.
Makalemizin yazıldığı ana kadar İhvancıların
protestoları ve darbecilerin saldırıları devam edi-
yordu. Darbeciler kendilerini güvende saydıklarından Mübarek’i hapisten çıkarıp askeri hastahaneye
yerleştirdiler. Güya orada ev hapsinde kalacakmış.
Bu serbest bırakma kararı da tepkilere yol açtı, fakat
2011 Ocak ayında Mübarek’e karşı mücadele edenlerin önemli bir kesiminin bugün darbecilerin safında
yer alması, protestoların cılız olmasına yol açmıştır.
Bu süreçte yaşanan olumlu bir şey “6 Nisan Hareketi” ve “Devrimci Sosyalistler”in içinde yer aldığı bir
kesimin -“Ne Ordu, ne Mursi” diyen kesimin- “Üçüncü Meydan” diye bir çaba içinde olmasıdır. “Devrimci
Sosyalistler”in 14 Ağustos’ta yaptığı açıklama, kendilerini hem Mursi’den/ İhvan’dan hem de darbecilerden, katliamcılardan ayıran, 14 Ağustos katliamını
lanetleyen, İhvancıların Kopti’lere, kiliselere saldırılarını kınayan, “2011 Devrimi”nin kazanımlarına sahip çıkan devrimci bir içeriğe sahiptir. Açıklamalarını şu sloganlarla sonlandırıyorlar: “Kahrolsun askeri
diktatörlük! Eski rejime geri dönmeye hayır! İhvan
yönetimine dönmeye hayır! Tüm iktidar ve zenginlik
halka!”
Evet karşı devrimci iki tarafın iktidar dalaşını kızıştırdığı yerde böylesi tavırlar devimci alternatifin
gelişmesi için umut vericidir, sevindiricidir. Askeri
faşist diktatörlüğe karşı olanlar ve islamcı, gerici, faşist diktatörlüğü engellemek isteyenlerin destek vermesi gereken güçler ilerici, devrimci güçlerdir. Bizim
de desteğimiz, -eleştirilerimizi saklamadan- böylesi
ilerici, devrimci güçleredir.
Mısır’da gelişmelerin bir iç savaşa doğru gelişip gelişmeyeceğini, darbecilerin “yol haritası”nın nasıl işlediğini takip edip göreceğiz.
Mısır’daki askeri darbeyi lanetliyor, kahrolsun askeri faşist diktatörlük, kahrolsun her türden gericilik
derken hiç kimsenin seçilmiş bir başkanı, hükümeti
darbeyle devirme hakkı olmadığını yeniden vurguluyoruz!
26 Ağustos 2013 ✓
NOT: Burada yazımızı daha da uzatmamak için
darbeye karşı uluslararası tepkilerin neler ve nasıl olduğuna, neler yapıldığına değinmedik. Ayrıca yapılanın darbe mi değil mi tartışmasına da girmedik. Bu
konuda söylenecek epey şey var.
panorama
“20 Cent
Devrimi” ya
da “Sirke
Devrimi”!
- BREZİLYA -
Devlet, kitlelerin en temel ihtiyaçlarını ciddi biçimde çözme siyasetine ve pratiğine
sahip olmadığından, eğitim, sağlık, barınma vb. vb. alanlara yatırım yapma, ulaşımı
teknik olarak iyileştirme ve kitlelerin ekonomik durumuna göre fiyat belirleme
yerine, uluslararası spor etkinlikleri ve bunlar için önkoşul olarak dayatılan
altyapıya Milyarlarca Avro harcamaktadır.
G
ezi Parkı protestoları ve devletin eylemcilere
karşı barbarca saldırıları Türkiye’nin gündemini belirlediği günlerde, Brezilya’da da kitlelerin
“beklenmeyen” protestoları yaşandı. Medyadan yayınlanan haber veya yorumlarda Brezilya ve Türkiye’deki eylemler birbiriyle ilişkilendirildi, birbirine
benzetildi, hatta Brezilya’daki protestoların Gezi
Parkı eylemleri tarafından tetiklendiği vb. görüşler
bile savunuldu. Aralarında kimi benzerlikler olsa da,
kimi protestocular Gazi’den etkilenip Brezilya’daki
protestolarda Gezi eylemlerine atfen “Aşk bitti, burası
Türkiye” gibi sloganlar atsa da, Brezilya’daki protestolar Gezi eylemleri tarafından tetiklenmedi. Brezilya’daki protestoları tetikleyen, ya da “bardağı taşıran
son damla”, toplu taşıma araçları biletlerine (otobüs,
metro vb.) yapılan 20 kuruşluk (Centavos) zam ve bu
zamları protesto edenlere karşı kolluk güçlerinin saldırıları oldu!
Kuşkusuz ki “bardağı taşıran son damla”nın sözko-
nusu zam olması, protestoların sadece zamlara karşı
yöneldiği anlamına gelmiyor. Bardağın son damla ile
taşabilmesi için önceden dolmuş olması gerekiyor. Bu
örnek Brezilya’da kitlelerin büyük bölümünün sorunlarını ifade edebilmek için de geçerlidir. Kitlelerin sorunları, zorlukları sayısızdır. 20 kuruşluk zam
sadece kitlelerin yönetime olan hoşnutsuzluğunun ve
öfkesinin patlamasına vesile olmuştur.
Brezilya’da ücretsiz toplu taşıma, ulaşım için ya da
ulaşıma zamlara karşı mücadele yeni bir şey değil.
2005 yılında yapılan Dünya Sosyal Forumu’ndan beri
“Movimento de Passe Livre” (Ücretsiz Bilet Hareketi, [bu, Türkçe’ye “Serbest Geçiş” olarak da çevrilme
durumunda, ayrıca “Sıfır Tarife” sloganı da bu hareketi ifade etmektedir.] adı altında bir örgütlenme ve
mücadele var. Buna rağmen bu hareketin protesto eylemlerine böylesi yoğun bir katılım olmadı. “Ücretsiz
Bilet Hareketi”nden etkilenen kimi sol, anarşist kesim
de otobüs ve metro ücretlerinin arttırılmasına karşı
35
panorama
36
kitleleri harekete geçirmeye, protestolar örgütlemeye
başladı. Porto Allegre’de 2012 yılı sonlarında yapılan
eylemlere en fazla 300-400 kadar insan katılırken bu
sayı giderek çoğaldı.
6 Haziran’da Porto Allegre’de bilet ücretlerinin
yükseltilmesine karşı yapılan eylem, katılımı düşük
olduğundan medya tarafından ciddiye bile alınmadı.
Çünkü böylesi protesto eylemleri ya da yürüyüşler
genelde günlük yaşamın “normal” bir parçası olarak
kabul edilmektedir. Fakat bu küçük eylem, aynı gün
Sao Paulo, Rio de Janeiro, Golania ve Natal gibi şehirlere de yansıdı.
11 Haziran’da Sao Paulo’da bilet zammına karşı
yaklaşık 5000 kişinin katıldığı protesto eyleminde,
eylemcilerle polis arasında çatışmalar yaşandı. Protestocularla kolluk güçleri arasındaki atmosfer giderek gerginleşti. 13 Haziran’da ise protestolara katılımın beklenmedik biçimde yükselmesini tetikleyen
olay yaşandı. Yine Sao Paulo’da yapılan protestoya
kolluk güçleri saldırdı ve çatışmalar yaşandı. Yaklaşık 100 kişi yaralandı 230 kişi tutuklandı. Özellikle
askeri faşist diktatörlük döneminden kalma “askeri
polis” ya da “militer kolluk kuvvetleri” denen kolluk
gücünün kitlelere karşı barbarca saldırısı tepkilerin
yoğunlaşmasına yol açtı. Bu noktada örneğin Gezi
eylemleriyle benzerlik vardır.
Protestolara katılım giderek çoğaldı ve 20
Haziran’da zirvesine vardı. Verilen rakamlar değişik.
100 şehirde bir Milyon’dan fazla katılımdan bahsedilirken, kimileri milyonlarca insanın eylemlere katıldığını yazdı. Brezilya resmi haber ajansı “Agencia
Brazil”in verilerine göre ise 438 şehirde yaklaşık 2
(iki) Milyon insan eylemlere katılmıştı.
Kitlelerin eylemlere katılımını etkileyen bir başka
olgu ise 2014 yılında Brezilya’da yapılacak olan Futbol Dünya Kupası ve 2016 yılında yapılacak Olimpiyat Oyunları için yapılan Milyarlarca dolarlık harcamalar ve Dünya Kupası’nın bir ön testi olarak da
düşünülen Konfederasyon Kupası’nın 15-30 Haziran
tarihleri arasında Brezilya’da yapılmasıdır. Zamlara
karşı eylemler ile Konfederasyon Kupası’nın yapılması, hükümete karşı hoşnutsuzluğun dile getirilmesi,
haykırılması için uygun bir ortam yarattı ve kitleler
eylemlerle değişik sorunlarını dile getirdi
Bu protestoların, 20 Centavos zam tarafından tetiklenmesine dayanarak protestolar “20 Cent Devrimi”
ve polisin gazdan korunmak için yanlarında sirke
taşıdığı için eylemcileri gözaltına almasına atfen de
“Sirke Devrimi” olarak adlandırıldı. Kuşkusuz ki ya-
şanan devrim falan değil, bu adlandırmayı yapanlar
da işin gırgırında!
Bu genel çerçeveyi ortaya koyduktan sonra gelişmelere ve sorunlara daha yakından bakabiliriz.
DÜNYA KUPASI, OLİMPİYAT OYUNLARI VE
YOKSULLAR İÇİN KİMİ SONUÇLARI...
Futbolun çok sevildiği ve güzel oynandığı ülkelerden
biri Brezilya’dır. Askeri faşist diktatörlük döneminde
de egemenler iktidarlarını korumak ve kitleleri gerçek sorunlarından uzak tutabilmek için futbolu kullanmış, teşvik etmiştir. Futbol geniş yoksul kitlelerin
-hem oynama hem de seyretme bağlamında- sporu
haline gelmiştir. Bunun için de stadyumlarda yoksulların futbolu izleyebilmesi için biletlerin belli bir
kesimi ucuz bilet olarak tüketime sunulmuştur. İşin
bir yanı budur.
Diğer yanı ise Brezilya’nın andaki egemenlerinin
milyonlarca işçi ve emekçinin yoğun sömürüsüne
dayanarak dünyanın altıncı büyük ekonomik gücü
olmasına dayanarak bir nevi şov yapmaya kalkışması;
bu şov için de Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yapmasıdır. En büyük mafyalardan
biri olan FIFA, Dünya Kupası vb. turnuvalara ev sahipliği yapabilmesi için sözkonusu ülkeye önkoşullar
dayatmaktadır. Bu koşulları kabul etmeyenlere ev
sahipliği hakkı verilmez! FIFA ve dünyaca tanınmış
büyük tekeller/ firmalar her seferinde Milyonlarca
Doları kasasına aktarırken ev sahipliğine soyunan ülkenin yönetimi/ egemenleri de işçilerin, emekçilerin,
yoksulların sırtına daha da ağır yük bindirmektedir.
Somut olarak Brezilya’ya baktığımızda Dünya
Kupası ve Olimpiyat Oyunları için 14 Milyar Avro
harcanması öngörülmektedir. Sadece Dünya Kupası
için öngörülen harcama 10 Milyar Avro’dur. Bu rakam Dünya Kupası bağlamında şimdiye kadarki en
yüksek rakamdır. FIFA ile anlaşmaya göre 12 stad yapılması gerekiyor. Bunun beş adeti tamir/ yenilenme
temelinde hazır hale getirilirken, yedisi de yeni stad
olarak inşa edilmektedir. Bu stadların inşası, altyapılar vb. için binlerce aile, yüzbinlerce insan evinden,
yerinden edilmektedir. Kimi verilere göre kelimenin
gerçek anlamında bu sürgünlere kurban olan ve olacak aile sayısı 11.000 kadardır. Yerlerinden edilenlere
şehrin merkezinden uzak, kenar bölgelerde yer gösterilmektedir, verilmektedir. Fakat bu durumda kimileri işlerini kaybetmektedir, işlerini kaybetmeyenler de
bozuk sistemli ulaşımda işine gidebilmek için birkaç
kez ulaşım aracı değiştirmek zorunda kalmaktadır.
harcanması vb. sonuçlara ek olarak, stadyumu yapan işçilerin ya da genelde Brezilya’nın milyonlarca
yoksulunun, bilet fiyatlarının yüksekliğinden dolayı
Dünya Kupası maçlarını stadlarda izleme imkanının
da ellerinden alınması durumu var. Biletlerin fiyatı
90 Dolar ile 990 Dolar arasında değişmektedir. Tepkilerin büyümesini engellemek için de yaşlı, genç,
mağdur olanlar için 15 Dolar ve yoksullar için 30 Dolar bilet fiyatı konmuştur. Bu “ucuz bilet” sayısı ise
sınırlı tutulmuştur.
Kısaca özetlediğimiz bu durum kitlelerin protestolarında en özlü ifadeyle “spora para var ama sağlığa, eğitime, ulaşıma vb. para yok!” diye dile getirilen
bir durumdur. 15
Haziran’da Konfederasyon Kupası’nın
açılışını FIFA şefi,
mafya başı Blatter
ile Brezilya Başkanı Rousseff birlikte
yaptılar. Seyirciler
özellikle Rousseff’i
ıslıklarla yuhaladılar ve Rousseff uzun
konuşma yerine tek
cümleyle
turnuva
açılışını yaptı.
Turnuva süresince
maçların oynandığı
stadyumların
önlerinde onbinlerce
insan protestolarda
bulundu. Bu temelde de sayısı giderek düşen geniş
katılımlı protestolar –taşıma ücretlerine zammın geri
alınmasına rağmen- 30 Haziran’a kadar sürdü. Protestolarda en az dört kişi yaşamını yitirdi.
panorama
Otobüs ya da metrolarda insanların üstüste yığılmasını, ya da BBC Türkçe’ye konuşan Brezilya’lı gencin
“Bize sığır gibi davranıyorlar” diye aktardığı durumu
bir kenara bıraksak bile, her aktarmada yeni bir bilet
alınması zorunluluğu, yoksulların ceplerini yakmaktadır. Bu da ulaşıma yapılan zamların neden şimdi
böylesi protestolara yol açtığının bir açıklamasıdır.
Stadların çevresinde iki kilometrelik mesafede
sadece sponsorların mallarının satışı yapılması da
FIFA’nın önkoşulları arasındadır. Bu önkoşul da
esasta ekmek parasını çıkarmak için didinip çırpınan
yoksullara karşı bir önlemdir.
Devlet, kitlelerin en temel ihtiyaçlarını ciddi biçimde çözme siyasetine
ve pratiğine sahip olmadığından, eğitim,
sağlık, barınma vb.
vb. alanlara yatırım
yapma, ulaşımı teknik olarak iyileştirme ve kitlelerin ekonomik durumuna
göre fiyat belirleme
yerine, uluslararası
spor etkinlikleri ve
bunlar için önkoşul
olarak dayatılan altyapıya Milyarlarca
Avro harcamaktadır. Kitlelere de bu
harcamaların devlet
bütçesinden değil,
özel firmalar tarafından harcanacağı yalanı açıklanmıştı, açıklanmaktadır. Pratikte ise devlet bütçesinden harcamalar yapılmış ve Brezilya’nın en önemli
sorunlarından biri olan yiyicilik, yolsuzluk, adam
kayırmacılık bu harcamalar somutunda da kendisini göstermektedir. Stadyumların ve altyapı çalışmalarındaki işçilerin yoğun sömürüsü sözkonusu bile
edilmemektedir. Tersine yeni yapılması gereken yedi
stadın sadece birinin tamamlandığı, diğerlerinin de
Aralık ayına yetiştirilmesi gerektiği, bunun için de
çalışma temposunun hızlandırılması gerektiği, Temmuz ayı başlarında Spor Bakanı Aldo Rebelo tarafından açıklandı.
Yerinden edilme, işini kaybetme (bu, stadyumların
çevresinde satış yapma olanağından yoksun kalmayı
da içeriyor), iş bulmada zorlanma, ulaşım giderlerinin yükselmesi, işe gitmek için daha çok zamanın
PROTESTOLARDAN KİMİ KESİTLER...
Taşıma ücretlerine zam eylemleri tetiklese de, eylemlerde birçok kesimin dile getirdiği talepler vardı. En
öne çıkanları iş, eğitim, sağlık, güvenlik, taşımacılık,
barınma ve yolsuzluk alanlarıyla ilgiliydi. Brezilya
Anayasası vatandaşlarına eğitim ve sağlık hizmetlerini garantilemektedir. Fakat pratikte her iki alanda
da Anayasa’ya uyumsuzluk aşırı ölçüdedir.
Resmi okullarda eğitim kalitesi düşük ve genelde
fakirlerin çocukları buralarda okumaktadır. Bu resmi ilkokullarda okumak aynı zamanda üniversitelerde okuma şansının sıfır olması demektir. Zenginler,
37
panorama
38
orta halliler çocuklarını özel okullara göndermektedir. Özel okulların giderleri ise medyaya yansıdığı
kadarıyla örneğin Rio de Janeiro’da aylık 400 Avro
kadardır. Asgari ücretlerin 240 Avro (bu konuda da
değişik veriler var, biz Brezilyalı “Ücretsiz Bilet Hareketi” çalışanlarının verisini aldık) civarında olduğu
bir durumda yoksulların özel okullarda okuyamayacağı garantilidir. Nüfusun %10’unun okuma-yazma
bilmediği de bir başka veri.
Sağlık alanında da durum pek iyi değildir. Hizmetlerin iyi olduğunu söyleyenler bile milyonlarca
insanın, doktor/ tabip eksikliğinden dolayı sağlık
hizmetlerinden mahrum kaldığını teslim etmek zorunda kalıyor. Başka anlatımlara göre de hizmetler
de anlatıldığı gibi iyi değil. Hamile kadınların hastahanelerin bekleme salonlarında kendileriyle ilgilenilmediği bir ortamda doğum yaptığı da olgudur.
Hükümetin açıklamasına göre 50.000 kadar doktor,
tıp/ sağlık hizmeti yapacak insana ihtiyaç vardır. Her
bin kişiye düşen doktor sayısı ortalaması 1,8’dir. Bu
da bölgeden bölgeye değişmektedir. Yoksulların yaşadığı bölgeler en az doktorun olduğu bölgelerdir.
Dünya Kupası ve Olimpiyat Oyunları için harcanan
milyarlarca Avro’ya atfen atılan sloganlarda, taşınan
devizlerde dile gelen bir düşünce, “Çocuğunuz hasta
ise lütfen hemen bir futbol stadyumuna götürün” düşüncesiydi.
Yönetim, sözkonusu doktor, tıp çalışanı eksikliğini giderebilmek için dış ülkelerle –Küba, Portekiz ve
İspanya sözkonusudur- anlaşma(lar) yapma taraflısı,
bunu da açıkladı. Fakat bu duruma da Brezilyalı doktorlar karşı çıkmakta, protestolarda yer almaktadırlar.
Güvenlik meselesi ise askeri faşist cunta döneminden bu yana çözülmemiş esas meselelerden biridir.
Bu mesele aynı zamanda uyuşturucu baronlarının,
devletin kolluk güçlerinin, özellikle de “militer kolluk kuvvetleri”nin (askeri polis) kitlelere karşı terörü ile de doğrudan bağıntılıdır. Resmi verilere göre
örneğin Rio de Janeiro’da kriminel olaylarda her ay
600 kişiden fazla insan öldürülmektedir. Brezilya çapında yılda 50.000 civarında insanın öldürüldüğü de
belirtilmektedir. Protestolarda özellikle askeri polisin
demilitarize edilmesi, lağvedilmesi vb. taleplerin dile
getirilmesinin haklı bir temeli var. 1988’de cunta sonrası oluşturulan Anayasa ile demokrasiye geçildiği
kabul edilmektedir. Fakat askeri polis cunta artığı...
Bunun bilincinde olan eylemciler, cunta artığı askeri
polisin demokrasiyle yaşamayı öğrenemediğini dile
getirmektedir.
İş, çalışma bağlamında 2013 yılının ilk beş ayında işsizliğin %5,7 olduğu, bunun geçen senelere göre
bir azalma olduğu belirtilmektedir. Fakat bunun bir
milyon ailenin aşırı yoksulluğunu, nüfusun büyük
bölümünün yoksulluğunu ortadan kaldırmadığı olgudur. Aylıkların düşüklüğü, fiyatların yüksekliği,
milyonlarca insanın çalıştığı halde yaşayabilme kavgası içinde kıvrandığı gerçekliğini ortadan kaldırmamaktadır.
Barınma sorunu o kadar bariz ki, Brezilya’da
“Topraksız Köylü Hareketi” (MST) gibi bir “Evsiz
İşçiler Hareketi”nin (MTST) oluşmasına yol açmıştır. Protestolarda bunların pankartlarında okunan
tespitlerden biri, “Dünyanın, erkeklerin topla nasıl
oynadığına baktığı sırada, 250.000’den fazla insan
evsiz-barksızdır” tespitiydi. Gecekondu (Favela) gibi
yerleşim alanlarında evsiz-barksız olmayan milyonlarca insanın da barınma sorunu farklı biçimlerde
kendisini göstermektedir. Yerleşim alanı içinde çöp
yığınları, tuvaletlerin akma sisteminin olmaması,
kısacası altyapının olmaması vb. sorunlar da insanca
yaşamanın önündeki engeller arasındadır.
Taşıma alanının kötü durumu sürmekte ve yolsuzluk, yiyicilik vb. ise devlet bürokrasisinin en yaygın
işlerindendir. Bu bağlamda protestolarda, hükümetin
Anayasa’ya ek olarak yapmak istediği ve “PEC 37”
olarak adlandırılan kanun değişikliğinin yolsuzluk
yapanları, yiyicileri koruma altına alacağı, cezalandırılmalarını engelleyeceği için Kongre’de reddedilmesi talebi de dile getirildi.
Protestolarda bu alanlarla ilgili talepler dışında İndigen halkların hakları, eşcincellerin, transseksüellerin hakları da dile getirildi.
Temmuz ayı başlarında ise beş büyük sendika “ulusal mücadele günü” çağrısı yaparak greve gittiler.
Onbinlerce işçinin greve katıldığı açıklandı. Talepler
arasında çalışma saatlerinin haftada 44 saatten 40
saate indirilmesi, ücretlerin yükseltilmesi, daha iyi
çalışma koşulları, işten çıkarmaya karşı daha iyi koruyucu önlemler/ kanun, eğitim ve sağlığa daha fazla
yatırım ve daha iyi kamu hizmetleri vb. talepler vardı.
Sonuçta ptotestolara katılımın doruğa ulaştığı 20
Haziran’dan sonra eylemlere katılım sayısı düşse de,
toplumun ezilenlerinin, sömürülenlerinin değişik kesimlerinin mücadeleleri sürüyor. Brezilya’da sürekli
bir sorun olan toprak/tarım reformu ve siyasi alanda, özellikle seçim yasası vb. reformlar, yapılmayı
bekliyor... doğanın talanı sürüyor! Kısacası dünyanın
DEVLETİN PROTESTOLARA YANITI...
Eyalet sistemine bağlı olarak da polise emirleri Valiler/ eyalet başkanları vermektedir. Bu açıdan bakıldığında emir Başkan Rousseff’den gelmese de kolluk
güçlerinin eylemcilere saldırıları da devletin bir yanıtıdır. Özellikle olayları provoke ederek müdahaleyi
haklı çıkarma çabaları Brezilya polisinin de başvurduğu taktikler arasında yer aldı. Tayyip efendi nasıl
ki Gezi eylemcilerini “Çapulcu” olarak adlandırdıysa,
istifası istenen Vali Alckmin de eylemcileri “vandal”,
“baş belası” olarak tanımladı. Polisin ilk yoğun saldırılarının eylemlere kitlesel katılıma yolaçması ve
kitlelerin kimi Vali’lerin istifasını giderek daha sert
biçimde talep etmesi, kolluk güçleriyle çatışması, Vali’leri taktik olarak saldırgan tavırdan vazgeçmeye
zorladı.
Yapılan ulaşım araçlarına zam geri alındı.
Merkezi devlet bağlamında ise, Başkan Rousseff
ilk başta “protestolardan gurur” duyduğunu açıkladı. Takındığı tavırlarda genelde suya sabuna dokunmayan ve herkese kendisinin ne istediğini anlatan,
örneğin “Eleştirebilme özgürlüğünü sonuna kadar
savunurum”, veya “Daha şeffaf ve yanlışlıklara karşı
daha dirençli kurumlar istiyorum.” vb. tavırlar takındı. Muhalefet haklı olarak Rousseff’in sorumluluğu
üçüncü şahıslara yıkmaya çalıştığı eleştirisini yaptı.
Sanki Rousseff Başkan değil, kitleler ondan bir şey talep etmiyormuş gibi bir yaklaşım sergiledi.
Eylemlere katılım yüzbinlere çıktığında da “Şiddete karışmayan gelsin konuşalım” diye diyaloğa hazır
olduğunu açıkladı. “Ücretsiz Bilet Hareketi” temsilcileriyle de görüştü. 24 Haziran’da 27 eyaletin Valileri
ve 26 en büyük şehrin Belediye Başkanları ile toplantı
yaptı ve “büyük reform paketi” yapılacağını açıkladı.
Buna göre eğitim ve sağlık alanına yatırım artırılacak, petrol lisanslarından gelen gelirler bu alanlara
aktarılacak, Şehir içi kamu taşımacılığı iyileştirilecek,
bunun için 25 Milyar dolar civarında yatırım yapılacak, yurtdışından (Küba’dan) 6000 kadar doktor getirilecek vb. vb. Ekonomik alanda da enflasyona karşı
mücadele için mali disiplin korunacak, tüm eyalet
hükümetleri ve kamu merkezleri ise bu mücadelenin
başarısı için tassaruf yapmaya çağrıldı. Brezilya Senatosu Başkanı tüm öğrencilere ücretsiz ulaşım olanağı
için tasarı hazırladı.
En ilginç gelişme ise 25-27 Haziran tarihleri arasında Ulusal Kongre’de rekor tempoyla yolsuzluğa karşı
mücadele, eğitim ve sağlık alanı harcamaları hakkında karar verilmesiydi. Anayasa’ya ek madde olarak düşünülen “PEC37” tasarısı, -esas olarak polise
yetkiler verip savcıların soruşturmasını engellemeye
yönelik tasarı- çoğunlukla reddedildi. Yeni keşfedilen
petrol yataklarından gelen gelirin %75’inin eğitim,
%25’inin de sağlık alanına aktarılması kararlaştırıldı. Bunun nasıl işleyeceği konusunda tam netlik yok
ama gerçekte bu kadar gelirin bu alanlara aktarılmayacağı garantilidir. Üstelik sözkonusu yerlerde petrol
üretimine ne zaman başlanacağı da kesin olarak belli
değil. Hesaplar doğru çıkarsa gelecek 10 yıl içinde 35
Milyar Avro bu iki alana yatırılacakmış...
Sonuçta protestolar, mücadele edenlerin devleti
kimi adımlar atmaya zorladığı bir sonuç vermiştir.
Politikacıların ancak basınç altında, baskılanmayla
çalışabildiğini savunan kimi kesimler kendisine “düdüklü tencere” adı vermiş ve politikacıları zorlamak
için Internet ve telefonla kampanya başlatmıştır.
Eylemlerde “Halk uyandı” sloganı da atılan sloganlar arasındaydı. Halk mücadeleyi sömürücü sisteme
karşı verebilecek düzeyde uyanma durumunda değil. Mücadeleye önderlik edebilecek ve halkı sisteme
karşı harekete geçirebilecek devrimci, komünist bir
örgütlenme de ne yazık ki yok. Yaşanan protestolar
da herhangi bir örgütün önderliğinde ve yönetiminde yaşanmadı. Önderliksiz ve aynı mecrada yürümeyen bir mücadelenin uzun vadeli başarı elde etmesi
de sözkonusu değildir. Buna rağmen ama mücadele
öğretiyor! Mücadele eden kazanabilir! Kısa süreli bir
protesto hareketi bile egemenlere geri adım attırmıştır. Bir de işçilerin, emekçilerin kendisi için sınıf haline geldiğini, sınıfsal bilincine varıp sömürücü sisteme karşı mücadele ettiğini varsayalım; işte o zaman,
mücadelenin başarısı sadece geri adım attırmakla sınırlı kalmayacaktır! Sömürücülerin, sistemin köküne
kibrit suyu...!
Dayanışmamız demokratik hakları ve insanca yaşam için mücadele eden işçilerle, emekçilerle, gençlikledir!
Bu arada önemli bir gelişme olmazsa 2014 Dünya
Kupası sürecinde görüşmek üzere ve yeni bir dünya
için mücadelede başarılar!
panorama
6. ekonomik gücüne yükselmiş olması, Brezilya’nın
sosyal ve siyasi alandaki geriliğini ortadan kaldırmamıştır. Az sayıdaki milyarder ve zenginlerle yoksullar
arasındaki uçurum büyümektedir.
24 Ağustos 2013 ✓
39
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Stalin’den
Öğrenmek Yenmeyi
Öğrenmektir!
Stalin’e saldıran emperyalist burjuvazinin temel yöntemi yalan makinesi ve
tarih çarpıtıcılığıdır. Gizli servislerin laboratuarlarında üretilen sahte belgeler
ile bilinçler karartılıyor ve Stalin ile Hitler aynılaştırılıyor. Kızıl Ordunun Stalin
önderliğinde verdiği tarihin en fedakâr savaşımı görmezden geliniyor. Ne
yazık ki, Stalin ile Hitler’i aynı kefeye koyma işini sadece burjuvazi yapmıyor,
kendilerine „Marksizm“ adını takanlarda bu koroya katılıyor. Sosyalizm
düşmanlığı, Stalin’e saldırı üzerinden körükleniyor.
E
40
mperyalist burjuvazi, Stalin adını duyunca irkiliyor. Stalin’e kin duyulmasının anlaşılır bir
yönü var. Stalin demek sosyalizmin inşası demektir
ve sosyalizmin inşası demek kapitalizmin yerle bir
edilmesi demektir. Lenin’in öğrencisi Stalin, sosyalist
inşa pratiğini bizzat yaşayan, bu inşayı fiilen yönlendiren ve teorik sonuçlar çıkartan önderdir. Çünkü
burjuva dünya sisteminin; kapitalist dünyanın parçalanmasında; ikiye bölünmesinde, devasa bir sosyalist
ülkenin doğmasında Stalin’in önderlik payı tartışma
götürmezdir. Sosyalizmi ortadan kaldırmak için saldıran faşizmin belini kıran Kızıl Ordu’nun başkomutanıdır Stalin.
Stalin’e saldıran emperyalist burjuvazinin temel
yöntemi yalan makinesi ve tarih çarpıtıcılığıdır. Gizli
servislerin laboratuarlarında üretilen sahte belgeler
ile bilinçler karartılıyor ve Stalin ile Hitler aynılaştırılıyor. Kızıl Ordunun Stalin önderliğinde verdiği
tarihin en fedakâr savaşımı görmezden geliniyor. Ne
yazık ki, Stalin ile Hitler’i aynı kefeye koyma işini
sadece burjuvazi yapmıyor, kendilerine „Marksizm“
adını takanlarda bu koroya katılıyor. Sosyalizm düşmanlığı, Stalin’e saldırı üzerinden körükleniyor.
Stalin’i savunmak Marksizm-Leninizm’i, uluslararası komünist hareketin birliğini, onun teoriye kazandırdıklarını savunmak demektir. Stalin’i savunmak,
Marksizm-Leninizm ile anti-Marksizm; proleter
dünya görüşüyle burjuva dünya görüşü arasına ilkesel
bir çizgi çekmek demektir. Stalin, Marksist-Leninist
teorinin pratiğidir, uygulanmasıdır. Stalin, Bolşevik
parti, proletarya diktatörlüğünün, sosyalizmin inşası, uluslararası komünist hareketin birliği, sınıf dışı
her türlü düşünceye karşı ilkesel tavır ve mücadele
demektir. Stalin, kapitalist/emperyalist dünya karşısında sosyalizmin zaferidir. Stalin, barışın, halkların kardeşliğinin, dostça ilişkilerinin, dayanışmanın
sembolüdür. Stalin, dünya burjuvazisine, sermayeye
meydan okumanın ve bunu pratikte göstermenin ifadesidir. Stalin’i savunmak demek, O’nun devrimci
düşüncesini ve eylemini Marksist Leninist Komünistlerin vazgeçilmez çıkış noktası olarak kavramak
demektir.
✒
“STALİN VE BURJUVAZİ
Burjuvazi, elindeki bütün araçlarla bugün de,
Stalin’i işçilerin ve emekçilerin yüreğinden ve beyninden söküp atmak için kampanyalar düzenliyor.
Stalin’i, “kendi kişisel iktidarı için her şeyi yapan bir
despot”, “eli kanlı bir zalim” olarak gösteriyor. Hergün
burjuvazinin dedikodu merkezlerinde üretilen yeni
“kanıtlar” ileri sürülerek, işçi ve emekçilerin kafasına
şu temel düşünce yerleştirilmeye çalışılıyor: Lenin ve
Stalin’in önderliğindeki Sovyetler Birliği tarihin büyük
bir kazasıydı. Aslında bu kaza hiç olmasaydı insanlık
için daha iyi olurdu. Stalin’in önderliğindeki Sovyetler
Birliği dünyanın gördüğü en büyük zulüm sistemiydi!
Tarih çarpıtıcıları hiç utanmadan dünyanın her yanında Hitler ile Stalin arasında özde hiç bir fark olmadığını ispatlama çabası içinde! Hatta kimileri, utanmazlıkta Hitler’i Stalin’e tercih etmeyi önerecek kadar
ileri gidiyor. Bunlara göre Hitler’in de, İkinci Dünya
Savaşı’nın da sorumlusu Stalin’dir. Stalin’in ölümünün 50. yıldönümü dolayısıyla emperyalist-burjuva
medya, Stalin’i işçi ve emekçilerin gözünde de öldürmek amaçlı bir sürü “özel program”, “özel ek” vb. ile
dolu.
STALİN VE SINIF BİLİNÇLİ İŞÇİLER
Biz sınıf bilinçli işçiler burada burjuvazinin bu çamur kampanyaları karşısında bir kez daha sesimizi
yükseltiyor ve haykırıyoruz: Biz sınıf bilinçli işçiler,
işçi sınıfının ve ezilen bütün tutarlı devrimci güçleri
Stalin konusunda burjuvazinin tam tersini düşünüyoruz: Bizim için Stalin’in adı, Sovyetler Birliği’nde sosyalist devrimin sürdürülmesi, sosyalist inşanın adıdır.
Stalin’in adı, dünya halklarının Hitler faşizmine karşı
zaferinin adıdır. Stalin’in adı, burjuvaziye karşı mücadelemizde elimizde keskin silah olan Marksist-Leninist
teorinin geliştirilmesinin adıdır. Stalin’in adı, ezilen
ulusların ulusal baskıdan kurtuluşunun, özgürlüğünün adıdır.
Burjuvazinin değişik kesimlerinin Stalin’den
nefret
etmesi,
eşyanın
doğası
gereğidir.
Çünkü Stalin’in ismi, dünyayı altüst eden bir temel
düşüncenin, komünizm düşüncesinin uygulanması ve
bunun pratikte de mümkün olduğunun gösterilmesi ile
ayrılmaz bir bütün oluşturur:
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Dergimizin 65. Sayısında – 2003 - Stalin yoldaşın
ölümünün 50. yıldönümünde yayınladığımız makaleyi, güncelliğini koruması açısından yeniden yayınlıyoruz.
- Sömürüsüz ve sömürücüsüz bir dünya; burjuvazinin sınıf olarak iktidardan alaşağı edildiği ve yok edildiği bir dünya;
- Emeğin özgürleştirildiği, emekçilerin iktidara sahip olduğu, her şeyi belirlediği bir dünya;
- Herkesin yeteneği ölçüsünde katkıda bulunup katkısı ölçüsünde aldığı bir dünya;
- Halkları birbirine kırdıran burjuva milliyetçiliğinin
değil,
proleter
enternasyonalizminin
egemen
olduğu
bir
dünya;
- Kadın-erkek eşitliğinin sağlanmış olduğu bir dünya;
Kâr
hırsının
yok
edilmiş
olduğu;
- Gerici savaşların tarihe gömülmüş olduğu bir dünya;
- Devrimin sürekli kılındığı, sürekli devrimler sürecinde bayrağında “herkes yeteneğine göre,
herkese ihtiyacına göre” yazan komünist topluma doğru ilerleyen bir dünya mümkündür.
Böyle bir dünyanın mümkün olduğunu pratikte de gösteren önder Stalin’dir. Ve burjuvazi tam da bu yüzden
tabii ki ondan nefret etmektedir, edecektir.
STALİN VE SOSYALİST DEVRİM
Stalin, Rusya’da Çarlık diktatörlüğünü yıkma mücadelesinde, 1905 demokratik devrim mücadelesi içinde çelikleşti. O kendisini hep Lenin’in öğrencisi olarak
kavradı ve Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’nde zirvesine
varan devrimci hareketler içinde, devrime önderlik
eden Bolşevik Parti’nin en ön saflarında yer aldı. Rusya proletaryasının en önemli önderlerinden biri oldu.
41
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Teori ve pratikte Lenin’in en tutarlı öğrencisi olduğunu Stalin, Lenin’in ölümünden sonra gösterdi.
“Dünyanın altıda birinde” proletarya diktatörlüğü
Stalin’in önderliğinde sağlamlaştırıldı. Sosyalizm,
keskin sınıf mücadelesi şartlarında başarıyla inşa
edildi. Emperyalist burjuvazinin dünyadaki bu biricik proletarya diktatörlüğü devletini yıkma emel, hayal ve girişimleri, Stalin önderliğinde boşa çıkarıldı.
Geçen yüzyılın 1920’li yılları sonlarında bütün burjuva dünyası o güne kadar görülen en büyük ekonomik kriz ve çöküntü içinde debelenirken, emperyalist ülkelerde işsizlik, yoksulluk, açlık kol gezerken
ve emperyalist burjuvazi her geçen gün daha fazla
demokratik maskesini bırakıp faşist iktidarlara yönelirken, Stalin önderliğindeki sosyalist Sovyetler
Birliği büyük bir hızla gelişiyor; işsizlik ve kriz tanımayan sosyalist ekonomi Sovyet emekçilerine refah
sağlıyor; emekçiler en geniş demokrasiyi yaşıyorlardı.
Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği proleter dünya
devriminin kalesi, dayanağı, bütün dünyada proletarya ve halklar için umut ve çekim merkezi, bütün
dünya proletaryasının sahip çıktığı “anavatanı” haline
gelmişti.
STALİN VE FAŞİZME KARŞI SAVAŞ
42
Stalin burjuvazinin böğrüne saplanmış, kızıl bir
mızraktı. Stalin bütün dünya komünist hareketinin de
tartışmasız önderi haline gelmişti. Emperyalist burjuvazi İkinci Dünya Savaşı’nda bolşevizmin kalesi olan
Sovyetler Birliği’ni yıkmak için Sovyetler Birliği’nin
üzerine Nazi sürülerini saldırttı. SBKP (Bolşevik)’in,
Stalin’in önderliğindeki Sovyetler Birliği halkları kahramanca bir mücadeleyle bu saldırıyı da geri püskürttüler. Sovyetler Birliği halkları bu mücadelede 20
milyondan fazla insanını feda etti. Dünyayı Hitler faşizminden kurtarmada Sovyet halkları en büyük katkıyı yaptılar. Stalin’in ismi dünya emekçilerinin beynine Nazizme / faşizme karşı direnişin ve zaferin ismi
olarak kazındı. Nazizme karşı zaferin kumandanının
ismi olarak kazındı. Burjuvazinin Hitler ile Stalin’in
özde birliği üzerine kestiği ahkâmlar şu tarihsel gerçeğin üzerini örtemez: Hitler Nazizminin dünya hegemonyası planlarını boşa çıkaran Stalin önderliğindeki
Sovyetler Birliği halkları idi. İkinci Dünya Savaşı’nın
dönüm noktasının, Nazi dünya hegemonyası planlarının kırılma noktasının, Nazi imparatorluğu için sonun
başlangıcının adı Stalingrad’dır. Ve bu gerçeğin üzerini isim değiştirme numaraları vb. de örtemez, örtemeyecektir! Stalin adı, Nazi yok etme kamplarının yok
edilmesinin, Nazi faşizmine karşı zaferin adıdır!
Stalin 1953’de öldüğünde dünyanın her yanında
milyonlarca emekçi, burjuvaziye korkuyu öğreten sevgili bir yoldaşı, proletaryanın en büyük önderlerinden
birini yitirmiş olmanın acısını, üzüntüsünü, hüznünü
yaşadı. Stalin’in ölümü emekçiler için yas nedeniydi.
Burjuvazi için ise Stalin’in ölümü affetmez bir can düşmanından kurtulma anlamına geliyordu. Onlar için
bu, sevinç kaynağıydı. Stalin öldüğünde, büyük bir
bölümü emperyalistlerin egemenliğinden kurtarılmış,
sosyalist ve halk demokrasili devletlerin oluşturduğu
sosyalist bir kamp vardı. O, bütün dünyada komünistlere yol gösteren Marksizm-Leninizm bilimine önemli
katkılar içeren eserler bırakmıştı.
STALİN’İN ÖLÜMÜ VE REVİZYONİZMİN
EGEMENLİĞİ
Stalin’in ölümü ertesindeki gelişmeler, Stalin’in ölümünün büyük bir boşluk yarattığını ve İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’ne
saldırısı sırasında verdiği zararların büyüklüğünü de gösterdi. Hitler faşizmine karşı en ön saflarda dövüşen yüzbinlerce komünist kadronun yitirilmiş olmasının yarattığı boşluk acıyla duyumsandı.
Stalin’in ölümü ertesinde, revizyonizm zehrinin gerek
SBKP’nin, gerekse de Dünya Komünist Hareketi’nin
saflarında ne ölçüde yaygınlaşmış olduğu, ne ölçüde tahribat yapmış olduğu da görüldü. Bu tahribatta
kuşkusuz Marksist-Leninistlerin hataları da revizyonistlerin işini kolaylaştırdı. Revizyonizmin önündeki
en büyük engellerden biri konumunda olan Stalin’in
ölmesi revizyonizmin işini kolaylaştırdı.
Stalin’in ölümünden sonra Kruşçef çevresindeki yönetici revizyonist klik, önce Stalin’e
açıkça ve cepheden saldırmadan, tedricen revizyonist çizgilerini SBKP içinde egemen hale getirmeyi başardılar. 1956’da yapılan SBKP 20. Parti
Kongresi, Kruşçef tarafından temsil edilen yeni burjuvazinin iktidarı bütünüyle ele geçirdiği ve Stalin’in
öğretilerine taban tabana zıt bir çizgiyi egemen kılıp
sosyalizm yolunu terk ettiği bir dönüm noktası oldu.
Revizyonist çizgi utanmazca “Lenin’e geri dönüş”,
“Marksizm-Leninizm’in somut şartlara yaratıcı bir biçimde uygulanması” vb. olarak lanse edildi. Gerçekte
olan Marksizm-Leninizm’den açık bir uzaklaşmaydı.
1956’da 20. Parti Kongresi’nde seçilen Merkez Komitesi adına, seçilmiş delegelere ve konuklara sunduğu bir
“Gizli Rapor” üzerinden Kruşçef, Stalin’in şahsına kar-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
KİŞİYE TAPMA VE STALİN
Stalin’in şahsına karşı yürütülen saldırı “kişiye tapmaya karşı mücadele” maskesi altına gizleniyordu.
Gerçekten de Sovyetler Birliği’nde, Stalin’in şahsında
gelişmiş olan bir “kişiye tapma” olayı vardı. Stalin’e
emekçi yığınların duyduğu sevgi ve hayranlık; Stalin’in
kitleler içinde kazandığı haklı otoritesi, yer yer -ve
çoğu zaman da kendilerini gizleyen revizyonistlerin
marifetiyle- ona tapınmaya varan boyutlara vardırıl-
deki partilerin önemli bir bölümünde revizyonist ur zaten daha Stalin ölmeden oldukça gelişmişti. SBKP’nin
yozlaşmasıyla bu partiler bütünüyle revizyonist saflara geçtiler. Bir çok başka partide yöneticilerin önemli
bir bölümünün ise kendilerini gizleyen revizyonistler
olduğu, SBKP 20. Parti Kongresi ertesinde görüldü.
Bunlar maskelerini çıkarıp attılar. Arkalarında ne de
olsa şimdi “büyük ağabey” parti SBKP’nin “yanılmaz
otoritesi” vardı.
Yönetim kademelerinde hâlâ kimi Marksist-Leninist kadroların revizyonist çizgiye direndiği kimi
partilerde ise, -bir çok halde Kruşçef revizyonistlerinin doğrudan direktifleri ve yardımlarıyla- tasfiyeler
yaşandı. Bunlar da revizyonist saflarda yerini aldı.
Sonuçta Dünya Komünist Hareketi içinde açık revizyonist çizgiye karşı direnen bir avuç parti kaldı.
Bunların başında ÇKP ve AEP geliyordu. Ancak bu
partiler de, modern revizyonist çizginin kimi önerile-
✒
şı da genel saldırıyı başlattı. Marksizm-Leninizm’den
uzaklaşanın Stalin’in şahsını da karşısına alması doğaldı. Fakat Kruşçef revizyonisti bunu, Stalin’in gerek Sovyetler Birliği’nde gerekse bütün dünyada işçi
ve emekçiler arasındaki büyük saygınlığından korktuğu için, 1956’da açıkça yapamıyor, ancak “Gizli
Rapor”larla, emperyalist burjuvaziye hangi saflarda
olduğunun mesajlarını iletiyordu.
Stalin’in şahsına karşı yürütülen saldırı “kişiye tapmaya karşı mücadele”
maskesi altına gizleniyordu. Gerçekten de Sovyetler Birliği’nde,
Stalin’in şahsında gelişmiş olan bir “kişiye tapma” olayı vardı. Stalin’e
emekçi yığınların duyduğu sevgi ve hayranlık; Stalin’in kitleler içinde
kazandığı haklı otoritesi, yer yer -ve çoğu zaman da kendilerini
gizleyen revizyonistlerin marifetiyle- ona tapınmaya varan boyutlara
vardırılmıştı.
mıştı. Kruşçef revizyonizmi Stalin’in şahsına yönelen
saldırılarını güya buna karşı mücadele adı altında yürüttü. Gerçekte yapmak istedikleri sosyalist pratikteki
kimi yanlışları düzeltmek vs. değil, Stalin’in şahsı ve
adıyla kopmaz bir biçimde bağlanmış olan MarksistLeninist çizgiyi tasfiye etmekti. 1956’da ancak “gizli
rapor”larla dar bir çevreye açılan Stalin’e saldırılar,
revizyonistler çizgilerini SBKP içinde ve Dünya Komünist Hareketi içinde de egemen kıldıktan sonra, SBKP
içinde Marksist-Leninist çizgide direnmeye çalışanlar
tasfiye edildikten sonra, 1961’de kamuya da açıldı. Bu
aslında artık revizyonist yozlaşmanın geriye dönülmez
bir noktaya gelişip olgunlaştığının işareti olan yeni bir
dönüm noktasıydı.
DÜNYA KOMÜNİST HAREKETİ’NDE PARÇALANMA:
Dünya Komünist Hareketi SBKP’nin yozlaşmasıyla
çok ağır bir yara aldı. Dünya Komünist Hareketi için-
rini doğru olarak kabul ediyordu. Kendileri de kimi
revizyonist hata ve sapmalara sahipti. Bu partilerin ve
bu partiler etrafında şekillenen yeni Dünya Komünist
Hareketi’nin modern revizyonist çizgiden kopma işi
zamanında gerekli ve yeterli bir derinlikte başarılamadı.
SONUÇ: SSCB’NİN ADI BİLE KALMADI
Bütün bu gelişmelerin sonuçlarını yaşadık, yaşıyoruz:
Modern revizyonizm, bürokrat devlet kapitalizminin sosyalizm maskeli ideoloji ve siyaseti, Sovyetler
Birliği’ni ve onun etrafındaki Doğu Bloğu ülkelerini
önce sosyal emperyalizme sonra da iflasa sürükledi.
1980’li yıllarda bu ülkelerde sosyalizmden geri kalan
tek şey sosyalizm ismiydi. Sonunda o da bırakıldı. Bugün Lenin-Stalin’in SSCB’sinin adı bile yok artık. Bir
zamanların yöneticilerinden oluşan “Nomenklatura”sı
bugünün burjuvazisi. Emperyalizm revizyonizmin
43
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
44
bu çöküşünü, sosyalizmin bağrında ortaya çıkan egemenliği ele geçiren yeni burjuvazinin, maskeyi atıp
açıkça emperyalist saflara geçmesini, kapitalizmin
komünizme karşı kazandığı nihai zafer olarak sundu, sunuyor! Gerçekte yenilen, teslim alınan komünizm değil, revizyonizmdi. O mantıki sonucuna vardı.
Kendilerini modern revizyonizmin alternatifi olarak
gören kimi sosyalist ülkelerde de süreç içinde revizyonist çizgiler egemen hale geldi. Bir zamanların kızıl
Arnavutluk’u bugün batılı emperyalistlerin bir yarısömürgesi konumundadır. Bir zamanların Mao Zedung önderliğindeki kızıl Çin ise, bugün kapitalist bölgesel bir güç olarak gözünü emperyalist büyük güçlerin
arasında yer almaya dikmiş durumda.
Kendilerini hâlâ sosyalist olarak adlandıran Küba,
Kuzey Kore’nin de
adı dışında sosyalizmle bir ilgileri
yoktur. Yani emperyalizmin uzantısı
olan revizyonistlerin de marifetiyle,
emperyalist dünya
sistemi kendisine
karşı yönelmiş olan
en büyük tehditi,
sosyalizmin başarılarını görünürde
sıfırlayarak şimdilik bertaraf etmiş ve
tüm dünyayı yeniden egemenliği altına almış durumda.
Lenin-Stalin önderliğinde muazzam bir güce ulaşmış
olan Dünya Komünist Hareketi, bugün en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor.
GÖRÜNTÜ VE GERÇEKLER
Emperyalizm
her
zamankinden
güçlü
ve
yenilmez
görünüyor.
Görüntü böyle. Bir de ama yaşamın çıplak gerçekleri var: Bu yenilmez görünen emperyalizmin iç çelişmeleri sürüyor ve giderek sertleşiyor.
Bir yandan büyük insanlık için yoksulluk, açlık, sefalet büyüyor, dayanılmaz boyutlara erişiyor. Diğer yandan ise küçük asalak bir azınlık için zenginlik muazzam ölçülere varıyor.
Bir yandan enternasyonal sermaye ulusal sınırları
yıkıyor, diğer yandan fakat milliyetçilik, ırkçılık gö-
rülmemiş boyutlara varıyor. Bir yandan bütünleşme,
entegrasyon vb. laflardan geçilmiyor, diğer yandan emperyalist büyüt güçler arasındaki dalaşlar sertleşiyor.
Gündemde olan Irak’a karşı emperyalist savaş bunu
açıkça gösteriyor. Kapitalizm azami kâr hırslı haydutluklarında insanların yaşama temellerini yok ediyor.
Dünyanın önünde hiç bir zaman olmadığı kadar net
iki yol, iki alternatif duruyor:
YA SOSYALİZM; YA BARBARLIK İÇİNDE
ÇÖKÜŞ!
Emperyalizm her zamankinden daha kesin bir biçimde bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları eyleme, ayaklanmaya itiyor! Bu isyan, bu eylem er geç
gelecektir! Marksizm-Leninizm öğretiyor ve diyalektik
ve tarihi materyalizm gösteriyor ki,
hiç bir şey olduğu
gibi kalmaz! Her şey
değişir, değişecektir!
Marksizm-Leninizm
bilimi, bize bu değişikliğin yolunu, dünyanın nasıl değiştirileceğini de gösteriyor.
Stalin’in önderliğinde
Sovyetler Birliği’nde
Sosyalizmin inşası
deneyimi, başka bir
dünyanın mümkün
olduğunu; kapitalizmin reforme edildiği
bir başka dünya değil, kapitalizmsiz bir dünya, sosyalist, komünist bir
dünyanın mümkün olduğunu gösteriyor.
Sınıf bilinçli işçiler, bugün dünyayı değiştirme
mücadelesinin, proleter dünya devrimi savaşımının önünde muazzam görevler durduğunun bilincindedir. Bunlar zor ve fakat çözülebilir görevlerdir.
Bu görevlerin çözümünde Stalin’in öğretileri, onun
proleter dünya devrimine katkıları sınıf bilinçli işçiler için yol gösterici ve ışık tutucu silahlardır.
Bu bilinçle Stalin’in ölümünün 50. yıldönümünde sınıf bilinçli işçilere sesleniyoruz:
Stalin’in
gösterdiği
yolda
ileri!
Stalin’den öğrenmek yenmeyi öğrenmektir!“
14.08.2013 ✓
K
endilerine “komünist”, “sosyalist” diyen bir dizi
örgüt anti-AKP siyaseti yaptı ve yapmaya devam
ediyor. Biz kitlelere bu yanlış bilinci veren kurumlarla bugüne kadar mücadele ettik ve doğru bilinci kitlelere anlatmaya çalıştık/çalışıyoruz.
TKP-ÖDP-Halkevleri-EMEP ...örgütler AKP devleti günden güne ele
geçirdikçe ANTİ-AKP
siyasetine iyice sarıldılar. İşte bugün Taksim
Gezi Parkı Direnişinde
bu siyaset tarzı had safhaya çıkmıştır diyebiliriz. Kendilerini “halkın
öncüsü” vb. şeklinde
lanse eden birçok siyaset Taksim Gezi Parkı
Direnişinde “hükümet
istifa” sloganına iyice
kapıldılar.
Reformist örgütlerin
(onların yürütmüş olduğu siyaset tarzı dikkate aldığımızda) bir
anlamda bu slogana sıkı sıkıya sarılmaları “anlaşılır
gelebilir!” fakat bizim de devrimci gördüğümüz kurumların dahi bu slogana aynı şekilde sarılmaları anlamsızdır. Hani hedefiniz devrimdi, AKP gitse yerine
X bir parti gelirdi. Temel hedefe anti-AKP siyaseti
değil devrim hedefi konulmalıydı? İşte oportünizm
Taksim Gezi Parkı Direnişinde bir kez daha ortaya
çıkmıştır.
Taksim Gezi Parkı Direnişinde birçok siyaset antiAKP siyasetinde pratik anlamda aynı noktada buluşmuş gözükmektedir.
Kısacası at izi it izine
karışmış durumdadır.
Komünistlerin görevi doğru siyaseti
propaganda etmektir.
Alternatifin devrim
olduğunu her fırsatta
vurgulamaktır. Bugün gelinen aşamadan
alanda biz YDİ Çağrı
olarak
doğrunun
propagandasını
yaptık/yapmaya
devam ediyoruz. Bu
yüzden kitle içinde
olduk, ayrım noktalarını iyi gözlemledik.
Gücümüz oranında kitle kuyrukçuluğu yapmadan
devrimin propagandasını yaptık. Kendiliğinden
gelişen halk hareketine uygun sloganlar bulmaya
özen gösterdik. İşte çıkardığımız bildiri de buna
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Taksim Gezi Parkı Direnişinde birçok siyaset anti-AKP siyasetinde
pratik anlamda aynı noktada buluşmuş gözükmektedir. Kısacası at
izi it izine karışmış durumdadır. Komünistlerin görevi doğru siyaseti
propaganda etmektir. Alternatifin devrim olduğunu her fırsatta
vurgulamaktır.
✒
“AKP Faşizmi” Mi Yoksa
Devlet Faşizmi Mi?
45
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
uygun sloganımız da vardı. “İsyanı Büyüt Devrimi
Hedefle” bizim pratik doğrularımızdan biridir, kitle
kuyrukçuluğu yapmadığımızın göstergesidir. “Hükümet istifa” talebine sarılan oportünizme karşı komünist bakış açımızdır.
Hareketin içinde at iziyle it izinin karıştığı yerde
biz ayrımı iyi yaptık. “Faşizme Karşı Omuz Omuza!” sloganını atarken direnişinde içinde yer alan
faşistleri teşhir etmesini de bildik. Bu noktada hem
yazılarımız da olsun hem de alanda pratik içinde
buna dikkat ettik. Bir örnek vermek gerekir ise direnişin 13. gününde alanda miting yapılırken biz iki
noktadaydık, bir grup YDİ Çağrı okuru ve çalışanları
meydandaydı. Bir grup YDİ Çağrı okuru/çalışanı
da park içindeki çadırımızın oradaydı. Çadırımızın
bulunduğu alana yakın TGB, İP vb. sosyal faşistler
kendi mitinglerini yapıyorlardı. Yoğun Kemalizm
propagandasının yapıldığı yerde biz de “Ne Kemalist faşist diktatörlük, ne de dinci faşist diktatörlük!,
“AKP Faşizmi Akıttığı Kanda
Boğulacaktır!” yazısında, yazının
başlığına da geçen “AKP faşizmi”
vurgusu vardır. Yazının birçok yerinde
“AKP’nin Valisi”, “AKP’nin polisi”
söyleniyor. Bugün AKP’nin
temsilcisi olduğu sınıflar pratik
anlamda devleti ele geçirmiştir
bu yüzden yaşanan “AKP
faşizmi” değil devlet faşizmidir..
46
tek kurtuluşun devrimde, sosyalizmde!” olduğunun
propagandasını yaptık. Çünkü biz YDİ Çağrı’cıyız.
Doğrunun propagandasını yapmaktan biran olsun vazgeçmedik/vazgeçemeyiz de! Bugün siyasetimizin bize kazandırdığı en büyük şey budur.
DOĞRUYU SÖYLEMEKTEN ASLA VAZGEÇME!
Buraya kadar her şey normal iken, bir konuda eleştirim olacak. “’İleri Demokrasi’ Adına Uygulanan Faşizm” başlıklı yazının birçok yerinde sürekli olarak
“AKP faşizmi” vurgusu vardır. İşte eleştirim tam da
bu noktadadır. Bugüne kadar “AKP faşizmi” diyen
siyasetleri eleştiren biz iken, bugün aynı kavramı
neden kullanıyoruz?
“AKP Faşizmi Akıttığı Kanda Boğulacaktır!”
yazısında, yazının başlığına da geçen “AKP faşizmi” vurgusu vardır. Yazının birçok yerinde
“AKP’nin Valisi”, “AKP’nin polisi” söyleniyor. Bugün AKP’nin temsilcisi olduğu sınıflar pratik
anlamda devleti ele geçirmiştir bu yüzden yaşanan “AKP faşizmi” değil devlet faşizmidir.
Bugün devletin başında AKP olabilir. Ama uygulanan “AKP faşizmi” değil uygulanan bir devlet faşizmidir. CHP başta olsa o zaman da CHP faşizm mi
diyeceğiz?
Geçmiş bir mitingden örnek vermek istiyorum.
KESK’in düzenlediği bir günlük bir grevdi. Biz de
miting içinde YDİ Çağrı olarak katılmış ve kendi
ajitasyon propagandamızı yapıyorduk. Eğitim-Sen
kortejinde yürürken kortej görevlileri sürekli olarak
“Zam Zülüm İşkence İşte AKP!” sloganını atıyorlardı. Biz de kortej içinde doğruyu anlatmak adına,
“Zam Zülüm İşkence İşte Faşist T.C!” elbette bir slogandan her şey anlatılamaz. Ama “AKP Faşizm”i denilir ise ve öyle bir siyaset yürütülür ise bu tarz sloganları atanlar ve faşist olanın devlet değil sadece bir
parti olduğu algısı doğacaktır.
AKP’nin temsilcisi olduğu sınıflar bugün bürokrat
burjuvaziye karşı devleti pratik anlamda ele geçirmiştir. İşte bugün Taksim Gezi Parkı Direnişinde bu
kanıtlanmıştır diyebiliriz. Devleti ele geçiren sınıflar
bugün kendi faşizmini uyguluyor. Bugün bu AKP
eliyle sürüyor ama AKP’nin olmadığı yerde devlet
faşizmine X bir partiyle devam edecektir. O yüzden
uygulanan “AKP faşizmi” değil uygulanan devlet faşizmidir.
“AKP faşizmi” kavramını bugün birçok siyaset kullanıyor biz doğruları anlatırken ve doğrunun propagandasını yaparken yanlış kavramlar kullanmamaya
özen göstermeliyiz. “Gün AKP faşizmine karşı mücadele günüdür” demek doğru değildir. “Gün faşizme
karşı mücadele günüdür/Gün faşist T.C devletine karşı mücadele günüdür.” Demek daha doğrudur.
Bir YDİ Çağrı çalışanı/okuru olarak doğru görüşleri savunduğumuz yerde, doğruyu yanlış kavramlar
ile anlatılmasını doğru bulmuyorum.
28.06.2013
YDİ Çağrı okuru ✓
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
“Akp Faşizmi” Mi Yoksa
Devlet Faşizmi Mi? Başlıklı
Yazı Üzerine
Eğer bir siyasi düzen faşist bir düzen olarak değerlendiriliyorsa, kuşkusuz
ki bu değerlendirme şu ya da bu partinin karakterine göre değil, devletin
yönetim biçimine, karakterine bakılarak yapılır. Bu bağlamda sözkonusu
olan devlettir, devletin faşizmidir. Devlet yapısının faşist olmadığı, ama
faşist bir partinin yönetimde olduğu yerde de, yöneten partinin faşist
niteliğine bakılarak devlet sisteminin faşizm olduğu söylenemez.
Y
Dİ Çağrı sayı 164’de; “’İleri demokrasi’ adına uygulanan faşizm” ve “AKP faşizmi akıttığı kanda
boğulacaktır!” başlıklı iki yazı yayınlandı. Bu yazılarda Gezi Parkı direnişinin gelişimi anlatılmakta, direniş değerlendirilmekte, AKP hükümetinin direnişi
bastırmak için uyguladığı faşizm teşhir edilmektedir.
Bu yazılarda AKP faşizmi, AKP polisi, AKP Valisi
kavramları kullanılmaktadır.
AKP faşizmi kavramını kullanmamızı doğru bulmayan okurumuz bizim Gezi eylemlerinde nasıl davrandığımızı, neleri savunduğumuzu aktarıp takındığımız tavrı doğru bulduğunu belirttikten sonra şöyle
diyor:
“Buraya kadar her şey normal iken, bir konuda
eleştirim olacak. “’İleri Demokrasi’ Adına Uygulanan
Faşizm” başlıklı yazının birçok yerinde sürekli olarak
“AKP faşizmi” vurgusu vardır. İşte eleştirim tam da bu
noktadadır. Bugüne kadar “AKP faşizmi” diyen siyasetleri eleştiren biz iken, bugün aynı kavramı neden
kullanıyoruz?”
Yazısının sonuna doğru da “’AKP faşizm’i kavramını bugün birçok siyaset kullanıyor biz doğruları anlatırken be doğrunun propagandasını yaparken yanlış
kavramlar kullanmamaya özen göstermeliyiz.” diyor.
Kuşkusuz eğer bir kavram yanlış bulunuyorsa, yanlışsa, o kavramın kullanılmamasına özen göstermek
doğrudur. Fakat ilkönce somut eleştirilen kavramın
yanlış olup olmadığı konusunda anlaşmak gerekiyor.
AKP faşizmi tanımının farklı değerlendirilmesinden
bağımsız olarak, okurumuzun getirdiği eleştiri ve yürüttüğü tartışma kavram tartışmasıdır. Okurumuz
kavram tartışması ile somutu ve genel doğruyu birbirine karıştırmaktadır.
Eğer bir siyasi düzen faşist bir düzen olarak değerlendiriliyorsa, kuşkusuz ki bu değerlendirme şu ya da
bu partinin karakterine göre değil, devletin yönetim
biçimine, karakterine bakılarak yapılır. Bu bağlamda
sözkonusu olan devlettir, devletin faşizmidir. Devlet yapısının faşist olmadığı, ama faşist bir partinin
yönetimde olduğu yerde de, yöneten partinin faşist
niteliğine bakılarak devlet sisteminin faşizm olduğu
söylenemez.
Geneli bırakıp somuta baktığımızda, sözkonusu
yazılarımızın konusu Gezi Parkı direnişi ve anda
devleti yöneten partinin, AKP’nin bu direnişe karşı
uyguladığı faşizmdir. Bu bağlamda AKP’nin ve hükümetinin hedefe konması normalin de ötesinde gereklidir. Mesele bu teşhirin ve eleştirinin nasıl ve hangi
içerikle yapıldığıdır. Biz her iki yazımızda da AKP faşizmi vb. kavramları kullanırken, okurumuzun gezi
eylemleri sırasında takındığımızı söylediği ve doğru
bulduğu genel doğru tavrımıza uygun değerlendirme
47
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yaptık. Tam da kendilerini sadece AKP’yi eleştirenlerin ortalıkta cirit attığı bir durumda, sorunun sistem
sorunu olduğunu, AKP faşizmine karşı mücadelenin
sisteme karşı mücadele ile birleştirilmesi gerektiğini
yazdık, savunduk.
İçeriği yerine kavrama takıldığı için de okurumuz
“Bugüne kadar ‘AKP faşizmi’ diyen siyasetleri eleştiren biz iken, bugün aynı kavramı neden kullanıyoruz?” diye bu kavramı kullanmamıza karşı çıkıyor.
AKP faşizmi kavramını kullanan siyasetleri, biz
onları bu kavramı kullandıkları için değil, anti AKPci oldukları için değil, kendilerini anti AKP siyasetle
sınırladıkları, kemalist cephenin kuyruğuna takıldıkları için eleştirdik. Kapitalist sistem eleştirisi yapmadıkları, sistemi yıkmayı hedeflemedikleri, dolayısıyla kitlelere yanlış bilinç verdikleri için eleştirdik.
Okurumuz AKP faşizmi kavramı yerine devlet faşizmi kavramını kullanmamız gerektiğini şöyle açık-
AKP’yi teşhir etmek için “AKP faşizmi” kavramının
kullanılması, bunun devlet faşizmi olduğunu ortadan
kaldırmaz, kaldırmıyor.
AKP Programı itibariyle faşist bir parti değildir.
AKP savunduğu ve uyguladığı siyaset itibari ile özel
sermayeli işbirlikçi büyük burjuvazinin partisidir.
Fakat AKP çok açık olarak işbirlikçi büyük burjuvazinin temsilcisi olarak görünmemeye de dikkat
etmekte, daha çok Anadolu’nun yerli, orta burjuvazisinin, küçük ve orta boy işletmecilerin çıkarlarının
savunucusu imiş gibi görünmeye özen göstermekte,
bunu yer yer işbirlikçi büyük burjuvazinin örgütlerine, en başta TÜSİAD’a karşı takındığı göstermelik
tavırlarla yapmaktadır.
AKP gelinen yerde Kemalist bürokrat burjuvazinin
devlet aygıtını ele geçirmiştir. AKP hükümet olmaktan çıkmış iktidar olmuştur. Ordu siyaseti belirleyen
kurum olmaktan çıkarılmıştır. Asker vesayeti önem-
CHP konusunda şunun bilinmesi gerekir. CHP devlet partisidir.
Kemalist’tir. Devlet aygıtı düne kadar Kemalistlerin ellerindeydi. Devlet
bürokrat burjuvazinin elindeydi. O günkü şartlarda ayrıca CHP hükümette
olduğu zaman CHP faşizmi dememiz gerekmiyordu. Çünkü devlette
egemen olan erk Kemalist’ti. Devlet Kemalistlerin elindeydi. Bugün bu
durum değişti. Devlete egemen olan erk değişti.
48
lıyor:
“Bugün AKP’nin temsilcisi olduğu sınıflar pratik
anlamda devleti ele geçirmiştir bu yüzden yaşanan
“AKP faşizmi” değil devlet faşizmidir.”
Okurumuz AKP’nin temsilcisi olduğu sınıfların –
doğrusu sınıf olmalı- pratik anlamda devleti ele geçirdiğini tespit ediyor ama bunun mantıki sonucu
olarak çıkarılması gereken sonuç yerine, bu olgu ile
çelişen bir tespit yapmaktadır. AKP’nin devleti ele geçiren sınıfların/ sınıfın temsilcisi olarak devleti yönetiyorsa, devlet faşizmini uygulayan da onlardır. Tersi
AKP ile temsilcisi olduğu sınıfın/sınıfların karşı karşıya konması sözkonusu olur. Bu da yanlış bir tavır
olur. Burada okurumuz “yaşanan ‘AKP faşizmi’ değil
devlet faşizmidir” derken devletle bu devleti yönetenleri karşı karşıya koymaktadır. AKP’nin uyguladığı
faşizm, devletin faşizmidir, uygulayıcısı olduğundan,
li oranda geriletilmiştir. Polisin %80, 85’i AKP’nin
elindedir. Bürokrasinin % 80’ni AKP’nin denetimindedir. Yüksek yargıda Kemalistlerin egemenliğine
son verilmiştir. HSYK’da Kemalistler azınlıktadır.
Anayasa Mahkemesinde Kemalistler var. Fakat karar
alma çoğunlukları yok. Yargıtay’da, Danıştay’da Kemalistler giderek etkilerini yitiriyorlar.
Türkiye’de faşizm çözülme süreci içerisinde olmasına rağmen bu süreç henüz tamamlanmış değildir.
Türkiye’de hâlâ açık terör, hukuksuzluk, gerileyerek
de olsa, temel yönetim biçimidir. Bu anlamda hâlâ faşist, fakat faşizmin çözülme sürecinde bulunduğu bir
ülkedir Türkiye. AKP devleti ele geçirmiştir.
Biz devletin faşist niteliğini teşhir ederken, mücadelenin devleti yıkma mücadelesi olması gerektiğinin
propagandasını yaparken sadece bununla yetinmiyoruz. AKP hükümetinin uygulamalarını da teşhir edi-
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yoruz. Bu uygulamaların faşizm olduğunun teşhiri,
devletin faşist olduğu gerçeği ile çelişmiyor.
Devleti anda yönetenlerle devleti karşı karşıya koyan okurumuz kafa karışıklığını şöyle sürdürüyor:
“Bugün devletin başında AKP olabilir. Ama uygulanan ‘AKP faşizmi’ değil uygulanan bir devlet faşizmidir. CHP başta olsa o zaman da CHP faşizm mi diyeceğiz?”
“AKP’nin temsilcisi olduğu sınıflar bugün bürokrat
burjuvaziye karşı devleti pratik anlamda ele geçirmiştir. İşte bugün Taksim Gezi Parkı Direnişinde bu kanıtlanmıştır diyebiliriz. Devleti ele geçiren sınıflar bugün kendi faşizmini uyguluyor. Bugün bu AKP eliyle
sürüyor ama AKP’nin olmadığı yerde devlet faşizmine
X bir partiyle devam edecektir. O yüzden uygulanan
“AKP faşizmi” değil uygulanan devlet faşizmidir.”
Devletin yönetim sistemi faşizm ise, kuşkusuz ki
hükümete hangi parti gelirse gelsin, faşizm onun
aracılığıyla uygulanır. Gelecekte AKP yerine başka
bir parti yönetime gelirse ve devlet faşist karakterini
sürdürürse, faşizm o partinin yönetiminde uygulanır. Bu genelde doğru olan ML bir değerlendirmedir. Fakat doğru ML bir değerlendirme her somutun
kendi içinde değerlendirilmesini dıştalamaz, tersine
öngörür. Okurumuz genel bir doğruyu somuta yanlış
uyguluyor. “Devleti ele geçiren sınıflar bugün kendi
faşizmini uyguluyor.” tespitine daha yakından bakıldığında, Türkiye’deki gidişatın nereye doğru olduğunun kavranmadığı ortaya çıkmaktadır. Andaki devlet
faşizmi, kemalist bürokrat burjuvaziden devralınan
mirastır... Devleti ele geçiren özel sermayeli büyük
burjuvazinin çıkarları bu faşizmin geriletilmesi, evet
gerici bir burjuva demokrasisinin yerleştirilmesini
gerekli kılmaktadır. Türkiye’de faşizmin çözülmekte
olduğu yönlü değerlendirmenin kavranması bu konuda önemlidir.
CHP konusunda şunun bilinmesi gerekir. CHP devlet partisidir. Kemalist’tir. Devlet aygıtı düne kadar
Kemalistlerin ellerindeydi. Devlet bürokrat burjuvazinin elindeydi. O günkü şartlarda ayrıca CHP hükümette olduğu zaman CHP faşizmi dememiz gerekmiyordu. Çünkü devlette egemen olan erk Kemalist’ti.
Devlet Kemalistlerin elindeydi. Bugün bu durum
değişti. Devlete egemen olan erk değişti. Kemalistler
önemli oranda geriletildi. Devlet erki yeni bir sınıfın
işbirlikçi özel sermayeli büyük burjuvazinin eline
geçti. AKP faşizmi bu değişikliğe bağlı olarak okunmalıdır. Okunmazsa, o zaman okurumuzun düştüğü
duruma düşülür. Kafa karışıklığı yaşanır! Buna rağ-
men, anda yönetimde olan partinin somut bir olayda
teşhir edilmesinde, örneğin CHP yönetimdeyse ve faşizmi uyguluyorsa, “CHP faşizmi” denmesi de yanlış
olmayacaktır.
Okurumuz AKP faşizmi yerine şunu dememizi
öneriyor:
“ “Gün AKP faşizmine karşı mücadele günüdür”
demek doğru değildir. “Gün faşizme karşı mücadele
günüdür/Gün faşist T.C devletine karşı mücadele günüdür.” Demek daha doğrudur.”
Birinin daha doğru olması, diğerinin yanlış olduğu
anlamına gelmez. Mesele okurumuzun “AKP faşizmi” kavramına karşı olmasıdır. “AKP faşizmine karşı mücadele”yi, somut olarak TC’nin faşizmine karşı
mücadele olduğu gerçeğini görmemesidir.
Biz propagandamızda, hem devletin faşist niteliğini, hem de hükümetin uyguladığı faşizmi teşhir
ediyoruz. Sorunun hükümet sorunu olmadığını, sorunun sistem sorunu olduğunu söylüyoruz. Sorunun
iki yanını ortaya koyduğumuz, sorunun iki yanına
vurgu yaptığımız yerde; AKP hükümetinin uygulamalarının teşhir edilmesi, bu uygulamaların faşizm
olduğunun söylenmesi yanlış değildir.
Sonuç olarak her seferinde yazmaya çalıştığımız
gibi, okurlarımızın görüşlerini, eleştirilerini yazılı olarak yapması ve dergimiz üzerinde tartışmalara
katkıda bulunmasını önemli ve değerli buluyoruz.
Tartışmanın bizleri ilerlettiğni, güçlendirdiğini bir
kez daha vurguluyoruz.
14.08.2013 ✓
49
yeni dünya gençliği
Kapitalizm olduğunda
“barış” bu kadar olur
Sosyalizmde ise gerçek barış
olacaktır
Tunus ve Mısır’da insanların özgürlük talebi yine egemenlerin
baskı politikası ile sindirilmeye çalışıldı. Yunanistan’da
yaşananlar da örnek gösterebiliriz. Peki, egemenlerin baskı ve
zülüm politikaları kitlelerin hakları için mücadele etmelerine
engel oldu mu? Hayır!
G
50
ün geçmiyor ki egemenler bir savaş çığırtkanlıkları ile karşımıza çıkmasın. Daha düne kadar Libya’ya emperyalist bir müdahale yapılmıştı.
Onlarca insan öldürülmüştü. Afganistan, Irak ise
emperyalist işgallerden yakın zamanda örneklerinden sadece ikisi.
Hani emperyalistlerin dudaklarında
“barış, demokrasi vb.” kelimeleri
çıktığında bilin ki
savaş
kapıdadır.
İşte gene 1 Eylül Dünya Barış
Günü
kapımızı
çaldı. Günün adı
“barış” ama dünyada
“barış”tan
zerre eser yok.
1 Eylül’ün tarihsel
öneminde şu var. 1 Eylül 1939’da Nazi Almanya’sının Polonya’ya saldırdığı tarih ve İkinci Emperya-
list Paylaşım savaşının da başladığı tarihtir. Ve savaş
milyonlarca insanın katledilmesine sebep olmuştur.
Emperyalistler 1945 yılından sonraki dönemi “barış
dönemi” olarak adlandırırlar. Fakat gerçek durum
o değildir. Özellikle de “sosyalist
sistemin”
(oysa
çöken sosyalizm
değil çöken sosyal
emperyalizmdir!)
çökmesi ile artık
dünya da “barış”
olacağı söylendi.
Ama 90 yıllardan
bugüne birçok savaş yaşandı. Libya,
Afganistan,
Irak
bunlardan
sadece bir kaçı.
E m p e r y a l i s t l e r,
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra bir daha direk olarak birbirleri ile
savaşmadılar. Ya da bir başka ifade ile 3. “dünya sa-
lelerin hakları için mücadele etmelerine engel oldu
mu? Hayır! Aksine mücadele gittikçe büyüdü. İşte
Mısır’da bugün yaşananlar buna örnektir. Askeri
darbecilere karşı mücadele edenler canları pahasına
mücadele ediyor. Rojava’da (Batı Kürdistan) Kürt
Dünya kapitalizmin hâkim olduğu bir dünya ve dünya bir avuç asalak ne
isterse o oluyor. Yani burjuvazi ne diyorsa o oluyor. En ufak bir hak arama
mücadelesine girişen halklara ise baskı ve zülüm politikasını hemen devreye
sokuyor.
kın bir bölümü demokrasi, özgürlük için harekete
geçti. Esad yönetimi bu haklı taleplere silahla karşılık verdi. Suriye’de iki yılı aşkın bir süredir iç savaş
yürüyor. Esad’a karşı mücadele eden muhalefet çok
parçalı. Aralarında tam birlik yok. Şeriatçı, Sünni İslamcı güçler iç savaşta önemli bir rol oynuyor. Elbette
Esad’a karşı yürütülen mücadelenin meşru ve haklı bir
yanı vardır. Ama bu Suriye’ye karşı bir emperyalist
müdahaleyi haklı
göstermez! İşte emperyalistlerin “barıştan” anladığı bu!
Dünya kapitalizmin
hâkim olduğu bir
dünya ve dünya bir
avuç asalak ne isterse o oluyor. Yani
burjuvazi ne diyorsa o oluyor. En ufak
bir hak arama mücadelesine
girişen
halklara ise baskı ve
zülüm politikasını
hemen devreye sokuyor. Daha düne
kadar ufak bir çevreci grubun başlattığı Taksim Gezi Parkı direnişin
de gördük. Kitlelerin en ufak bir talebine devlet gazla, copla, silahla karşılık verdi ve ölümler yaşandı.
30 yıldan fazla süredir Kuzey Kürdistan’da devam
eden savaş ve katledilen binlerce insan var. Tunus
ve Mısır’da insanların özgürlük talebi yine egemenlerin baskı politikası ile sindirilmeye çalışıldı.
Yunanistan’da yaşananlar da örnek gösterebiliriz.
Peki, egemenlerin baskı ve zülüm politikaları kit-
yeni dünya gençliği
vaşı” yaşanmadı. Ama bölgesel savaşlar yaşandı. Bu
savaşların arkasında -Suriye’de olduğu gibi- gerçekte
emperyalist güçler var. Emperyalistlere göre kendi
aralarında bir savaş yok ise demek ki “barış” vardır.
Suriye’de faşist Esad’ın baskısına dayanamayan hal-
halkı doğan iktidar boşluğundan da faydalanarak
iktidarı ele geçirdi. Bundan rahatsız olan T.C ise durumdan rahatsız olarak emri altındaki dinci gruplara talimat vererek Kürtlerin katledilmesini sağlıyor.
Kısacası egemenler bildik politikalarını sürdürüyor.
İşte size “barış” dolu bir dünya, işte kapitalizm olduğunda bizlerin ne hale geleceğinin onlarca örneği.
Gerçek anlamda bir barışı sağlamanın yolu öncelikle işçilerin iktidara
gelmesi gerekmektedir. Bunu sağlamanın yolu da devrimdir. Stalin’in de
dediği gibi “Sermaye
egemen olduğu sürece, üretim araçlarındaki özel mülkiyet
sürdükçe ve sınıflar
var oldukça, ulusların eşitliği güvenceleşemez; sermayenin
iktidarı sürdükçe ve
üretim araçlarına
sahip olmak için savaşıldıkça, ulusların
eşitliği ve ulusların
emekçilerinin eşitliği sağlanamaz.” Kısacası kapitalizm öldürdü/öldürüyor/öldürür, var olduğu süre
boyunca da öldürmeye devam edecek.
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ,
İŞÇİLERİN BİRLİĞİ!
Ağustos 2013
Yeni Dünya Gençliği ✓
51
YA EMPE RYALİST
BARBARLIK
İÇİNDE ÇÖKÜŞ
YA SOSYALİZM !
Büyük Sosyalist Ekim Devrimi
Yolumuzu Aydınlatmaya Devam Ediyor!