iktibas mart 2012
Transkript
iktibas mart 2012
Sayı: 399 – Mart 2012 SİSTEM-İÇİ MÜCADELE SÜRECİNDE POZİSYON KAYMALARI Akif Emre ile Röportaj: “Müslümanlar Hiç Kur’an Okumuyorlar Mı?” Tarihsel Zamanları Etkilemek ATASOY MÜFTÜOĞLU Dindar Gençlik MEHMED DURMUŞ Küreselleşmenin Geleceğinde Dinin Etkisi Aylık Dergi 6 TL ABDULLAH METİN “Ezan Duası Yapana Peygamber Şefaat Edecek mi?” HÜSEYİN BÜLBÜL Selam İle Sizleri Allah’ın selamı ile selamlıyoruz değerli okuyucularımız. İçinde yaşadığımız ülkeye hükmeden siyasal rejimin yenileşme çabaları devam etmektedir. Hükümeti hedef alan MİT elemanlarını ifade vermeye çağırma hamlesi Şubat ayına damgasını vurdu. Bu olayı bir darbe olarak yorumlayanlar bile oldu. MİT olayıyla beraber, AK Parti-Fethullah Gülen cemaati arasında yaşandığı iddia edilen kriz gündem oldu. Türkiye’de rejim tarafından bilinçli olarak neşvü nema bulması istenmiş, adı ‘cemaat’e çıkmış olan bir grubun, AKP iktidarı ile -küçük çaplı sitemlerin dışında- ciddi bir çatışmaya girmesi beklenmemelidir. Çünkü Kur’an merkezli sahih bir İslamî uyanışın önündeki en önemli engellerden biri olan ‘hizmet’, laik-demokratik siyasal hedefler üzerinde bir uzlaşmayı gerekli kılmaktadır. Dış siyasette ise yanı başımızda, Suriye’de Beşşar Esed rejimi, Suriyeli insanların kanını akıtmaya devam etmektedir. Öyle görünüyor ki, diktatörler, burunlarının dibinde, kendisinden birkaç kat daha fazla iktidar koltuğunu işgal etmiş refiklerinin daha bir senesini bile tamamlamamış, acı akıbetinden ibret almamaktadırlar. Demek ki iktidar kibri böyle bir şeydir. Galiba bir diktatör, kendisini dünyanın merkezi sanmaktadır. Fakat Beşşar Esed’i de benzerleriyle aynı akıbetin beklediğinden hiç kuşku duymamaktayız. İç ve dış siyasetteki bu yoğun gündemi, sizler için Yeni Şafak gazetesi yazarı sayın Akif Emre ile konuştuk. Büyük bir beğeni ile okuyacağınız bu röportajdan dolayı Akif Bey’e teşekkür ediyoruz. Değerli okuyucularımız! Bizler elbette, akarsuyun sürüklediği yaprak misali, iç veya dış gündemin zebunu olmamalıyız. Gündemi takip etmekle, gündemin içinde kaybolmak, gündem tarafından kuşatılmak birbirinden ayrı şeylerdir. Bizlerin esaslı gündemimiz olmalı ve hiçbir şart, bu asıl gündemimizi değiştirmemelidir. Bizim gündemimiz ise, Allah’ı razı edici bir hayatı inşa edebilmektir. Müslümanlar olarak, iç veya dış güçlerin belirlediği siyasal koşullar içinde erimek/kaybolmak hakkına sahip değiliz. Küresel ölçekte her gün biraz daha güçleniyor gözüken sistem bizleri yılgınlığa sevk etmemeli, kendi değerlerimizi, kendi çabalarımızı küçük görmemeliyiz. Unutmayalım ki, şirk sisteminin çabası, örümcek ağı kadar zayıf, rüzgârın savurduğu kül kadar köksüzdür. Bizler, İslam gibi en köklü, en kalıcı, en gerçekçi bir hakikat mirasına sahibiz. İslam üzere olduğumuz sürece hiçbir şeyden korkmamamız gerektiğini iyi bilmeliyiz. Rabbimiz, “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidayet üzere olduğunuz takdirde sapan kimse size zarar veremez. Hepinizi dönüşü Allah’adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.” (Maide, 105) buyurmaktadır. Demek ki bizim programımız bellidir: kendimize bakmak… Bu cümleden olarak, hiçbir şe- kilde ihmal etmememiz gereken ödevlerimiz olduğunu hatırdan çıkartmamalıyız. Elinizdeki sayı, 2012 yılının üçüncü sayısıdır. Dergimizin yeni biçimini beğenmeniz bizleri sevindirmiştir. Rabbimizin izniyle hep birlikte, daha nice güzel İktibaslarda buluşmayı umud ediyoruz. B izler elbette, akarsuyun sürüklediği yaprak misali, iç veya dış gündemin zebunu olmamalıyız. Gündemi takip etmekle, gündemin içinde kaybolmak, gündem tarafındun kuşatılmak birbirinden ayrı şeylerdir. Bizlerin esaslı gündemimiz olmalı ve hiçbir şart, bu asıl gündemimizi değiştirmemelidir. Bizim gündemimiz ise, Allah’ı razı edici bir hayatı inşa edebilmektir. Sizlerden yine yazılarınızla, görüş ve önerilerinizle, eleştiri ve uyarılarınızla bize destek olmanızı bekliyoruz. Bir sonraki sayımızda buluşmak üzere, sizleri Allaha emanet ediyoruz. İktibas YIL: 32 SAYI: 399 Mart 2012 KURUCUSU Ercümend ÖZKAN SAHİBİ Anlam Basın Yayın San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına Zafer ÇAM SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Hüseyin BÜLBÜL YAYIN KURULU Mehmed DURMUŞ Abdullah PAMUK Yüksel İSMAİLOĞLU İSTİŞARE KURULU Şükrü HÜSEYİNOĞLU Bünyamin ZERAN Mustafa ATAV Mustafa BOZACIOĞLU SANAT-EDEBİYAT Elif İSMAİLOĞLU KAPAK – DİZGİ – TASARIM İktibas BASKI Bizim Repro Ltd. Şti. Büyük San. 1. Cd. No: 99/2 İskitler/ANKARA 0312 341 10 20 YAYIN TÜRÜ Yerel Süreli Yayın YILLIK ABONE 2012 Yılı (397 ila 408. Sayılar) Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL. Yurtdışı: 45 Euro E-Dergi (PDF): 30 TL. HAVALE İÇİN ANLAM Basın Yayın Ltd. Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08 TL için : 0015808 nolu hesap Euro için : 0041388 nolu hesap Yurt Dışı : Telat Özhan Banka Adı : Deutsche Bank Konto Nummer: 0228684 00 BLZ 550 700 24 Mainz Şubesi Tel/Fax: 00496131234388 BIC: DEUT DE DBMAI IBAN: DE64 5507 0024 0022 8684 00 POSTA ÇEKİ HESABI Anlam Basın Yayın Ltd. Şti. Posta Çeki: 150179 İLETİŞİM Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61 Dergimizde yayınlanan yazılardan yazı sahipleri sorumludur. web: www.iktibasdergisi.com e-mail: [email protected] İçindekiler Selam İle .......................................................................................................1 Yorum Sistem-İçi Mücadele Sürecinde Pozisyon Kaymaları ve Krizler .......4 Abdullah Pamuk Kavram Şerh-ı Sadr ...............................................................................................9 Hüseyin Bülbül Düşünce Tarihsel Zamanları Etkilemek .............................................................13 Atasoy Müftüoğlu Dindar Gençlik......................................................................................17 Mehmed Durmuş Küreselleşmenin Geleceğinde Dinin Etkisi .......................................22 Abdullah Metin Röportaj Akif Emre: “Müslümanlar Hiç Kur’an Okumuyorlar mı?” .............26 Röp: Şükrü Hüseyinoğlu Değişim Algısının Değişimi ................................................................39 Mustafa Bozacıoğlu Çağın İlerisinde ve Gerisinde Olmak ya da Hakka Yakın Durmak... ..............................................................................................45 Bünyamin Zeran Dışarıda Kalarak İçinde Yaşamak .......................................................48 Talat Özhan Müslüman Olarak Yaşlanmak .............................................................52 Hikmet Ertürk Ahlâk(sız) Müslümanlık mı? ...............................................................58 Elmas Şahin Sanat – Edebiyat Şairin Gündönümü III .........................................................................60 Mehmet Mortaş Konuşan Kalem .....................................................................................61 Dilek Buz Öze Dönüş .............................................................................................64 M.Akif Şahin Hubel Hubel - Şehid Seyyid Kutub.....................................................65 Çev. Sümeyye Hamarat Gaye ........................................................................................................66 Mustafa Bozacıoğlu Mektuplara Cevaplar “Ezan Duası Yapana Peygamber Şefaat Edecek mi?” .......................67 Hüseyin Bülbül Gündem ......................................................................................................73 Çizgibas.......................................................................................................80 Yorum SİSTEM-İÇİ MÜCADELE SÜRECİNDE POZİSYON KAYMALARI VE KRİZLER ABDULLAH PAMUK b ölge insanının bir süredir yaşadığı yenilmişlik psikolojisiyle sorunlu din anlayışının ortaya çıkardığı ve küresel güçler tarafından da kabul gören ucube sentezler, toplumsal tabanı bulunmayan bazı çevreleri tehdit etmesi, liberal solcuları da geçmişte ittifak halinde oldukları hükümet ile bir vesileyle karşı karşıya getirmektedir. 4 Değişim ve dönüşüm süreci henüz tamamlanmamış Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan olayları, gündeme gelen krizleri tüm boyutlarıyla anlayabilmek için sistem - içi mücadele sürecinin iç ve dış dinamiklerini, evrimci yöntemini hatırımızdan çıkarmamamız gerekir. Bu bağlamda, üretilmiş Kürt sorunu bağlamındaki gelişmeleri isabetli yorumlayabilmek için konuya müdahil iç ve dış odakların aldıkları pozisyonların gözden kaçırılmaması çok önemli ve gerekli… Genel olarak bu süreçte, değişimci unsurların büyük oranda sisteme hâkim olduğu söylenebilir. Ancak 12 Eylül Anayasa Referandumu sonrasında bu yöndeki değerlendirmelerin zaman zaman abartıldığı, bazı çevrelerin beklenti ve taleplerini yukarıya çektikleri görüldü. Bunun yanında hala her şeyin bitmediğini hatırlatan gelişmeler yaşandı, yaşanmakta ve bundan sonra da benzer gelişmeler yaşanacaktır. Dış konjonktürün ortaya çıkardığı vasattan beslenen ve derin krizlere neden olan bu gelişmeler yanında yeni Türkiye’de henüz netleşmeyen iç dengelerden kaynaklanan sıkıntılar da yaşanmaktadır. Birincisini özel yetkili savcıların MİT mensuplarını ifadeye çağırmasıyla başlayan kriz ekseninde örneklendirmeye çalışacağız. Ama ondan önce iç dengelerden kaynaklanan ve birincisiyle de ilintili olan, liberaller ile siyasî iktidar arasındaki çatışmayı ele almamızda yarar var. Daha önce “Tasfiye süreci kanlı mı olacak, kansız mı?” başlıklı yorumumuzda dile getirdiğimiz PKK’nın tasfiye süreci eksenindeki tartışmalar, üretilmiş Kürt Sorunu’nun çözüm yöntemi ve demokratikleşme çabalarının hızı konularında yoğunlaşsa da liberalleri korkutan asıl unsur, AKP ve yeni Türkiye gerçekliğinin bu toplumdaki algısının kendilerinin hareket alanını giderek daraltmasıdır. Bölge insanının bir süredir yaşadığı yenilmişlik psikolojisiyle sorunlu din anlayışının ortaya çıkardığı ve küresel güçler tarafından da kabul gören ucube sentezler, toplumsal tabanı bulunmayan bazı çevreleri tehdit etmesi, liberal solcuları da geçmişte ittifak halinde oldukları hükümet ile bir vesileyle karşı karşıya getirmektedir. Liberal sol çevrelerin düz mantıkla anlaşılması zor bu sert muhalefetlerinin zaman zaman sistem - içi mücadele sürecinde pozisyon değişikliği sınırına yaklaşması da çatışmanın arka planının farklı olduğuna işaret etmektedir. Demokratik açılımları kaçınılmaz gören, bu sürecin daha da hızlanması için terörle Kürt Sorunu’nu alabildiğine birbirinden ayırarak çözmeye çalışan ve bunların yanı sıra özellikle bölgede yeni konumu ve misyonu paralelinde iddialı bir dış politika izleyen bir siyasî iktidar iş başında ancak, olumsuz dış koşullar ve bunun sistem - içi mücadeleye yansımaları bazı arayışları torpillemektedir. Burada yeni şartlarına uyum sağlamakta zorluk çeken İsrail’deki radikal unsurlar, onların başta ABD’de olmak üzere değişik yerlerdeki uzantıları ve Suriye’deki gelişmeler ciddi handikaplar olarak görünmektedir. Bahse konu dış ve onlardan destek alan içerideki statükocu unsurların bazı hamlelerinin, siyasî iktidarı dönemsel de olsa sert yöntemlere yönelttiği gözlemlenmektedir. Geçmiş yıllarda Oslo’da yapılmış Yorum olan MİT - PKK gizli görüşmelerinin planlı ve maksatlı bir şekilde kamuoyuna sızdırılmasıyla başlayan süreç, AKP iktidarını yeni bir karara, terörle mücadelede yeni bir stratejiye sevk etmiştir. İktidar, daha önce isteksiz davrandığı KCK tutuklamalarını hızlandırmış, kurumlar arası ilişkilerde sağladığı nispî uyumlulukla, KCK - PKK çizgisinin hamlelerine karşı başarılı operasyonlar gerçekleştirmiştir. Bununla olumsuz dış şartlardan yararlanarak pazarlık çıtasını çok yükseklerde tutan, adeta müzakere ve uzlaşma yollarını tıkayan KCK - PKK çizgisinin gücünü kırmayı, dolayısıyla çözüme giden yolu açmayı amaçladığını ortaya koymuştur. Ne var ki zorunlulukların ortaya koyduğu bu stratejik değişiklik, özellikle liberal sol çevrelerce, 1990’lı yılların güvenlik politikalarına dönüş olarak kaba bir nitelendirmeyle çok sert bir şekilde eleştirilmiş, bununla da kalınmayarak, KCK - PKK - BDP çizgisinin muhatap alınacağı ve karşılıklı tavizlerle oluşturulacak bir çözüm dışında bir seçenek olmadığı, aksi takdirde ülkenin felakete sürükleneceği üst perdeden dile getirilmiştir. Hükümetin yeni stratejisi ve bölgedeki ideolojik atmosferle paralel olarak ‘mele’ konusunu gündeme getirmesi, DİB ve bazı cemaatlerin devrede olduğu bir projeyle bölgedeki PKK baskısını kırma girişimini yoğunlaştırması, söz konusu çevrelerin muhalefetini keskinleştirmiştir. Hem de çok sert, uyarı düzeyini aşan, tepeden bakan üslupla tehditkâr tepkiler ortaya koyan liberal sol çevrelerin dayattığı çözüm yöntemi ve hızlı demokratikleşme taleplerinin konjonktürel gelişmeler ve Türkiye’nin yeni misyonuyla İktibas uyumluluğu da ciddi bir sorgulamaya muhtaçken… Dönemsel bazı sıkıntılara rağmen, KCK - PKK çizgisinin hareket alanının giderek daraldığı, PKK’nın strateji değiştirerek gerilla savaşı yerine metropollerde kitlelere yönelik terör eylemleriyle etkili olacağını düşünmeye başladığı; yeni Türkiye’nin bölgeye ve sorunlara yaklaşımının sistemin kurumları arasındaki uyumun elverdiğince değiştiği; ABD’nin D erin yapının 17.000 faili meçhullerinin yanı sıra PKK’nın 15.000 iç infazlarının tartışıldığı, bölge insanının şiddetle karşı bir duruş sergileyip ‘benim için öldürme’ kampanyaları düzenlediği bir vasatta liberal solun aşırı hırçınlığının mantıklı olduğunu söyleyebilmek zor. Irak’taki askerlerinin büyük bir kısmını çektiği ve Kuzey Irak - Türkiye ilişkilerinin hızla güçlendiği; statükocu derin yapının devlet politikası gereği etkisiz hale getirdiği Kürt partilerinin önünün açıldığı, derin yapının 17.000 faili meçhullerinin yanı sıra PKK’nın 15.000 iç infazlarının tartışıldığı, bölge insanının şiddetle karşı bir duruş sergileyip ‘benim için öldürme’ kampanyaları düzenlediği bir vasatta liberal solun aşırı hırçınlığının mantıklı olduğunu söyleyebilmek zor. KCK operasyonları konusunda Kürt entelektüellerden Orhan Miroğlu, İbrahim Öztürk, Kemal Burkay ve benzerlerinin de gerisine düşen liberal çevrelerin bu aşırı tepkisini, tutuklamalarda özensiz davranıldığı eleştirisi çerçevesinde anlamlandırmak da mümkün görünmemektedir. Yani aynı kategoride değerlendirilemeseler de zaman zaman birbirlerine çok yaklaşan söylemleriyle liberal sol çevrelerden bazıları, ulusalcı - statükocuların çaresizliklerini yansıtan ‘Türkiye sivil diktaya doğru gidiyor’ söylemine eşlik etmelerinin arka planını anlayabilmek kolay olmamaktadır. Ama sürecin bu aşamasında benzer yaklaşımlara sahip entelektüellerin konuyla ilgili tartışmaları, tartışmalara ışık tutmaktadır. Bu çerçevede Prof. Dr. Halil Berktay’ın ciddi eleştirileri olduğu malumdur. Ancak Etyen Mahçupyan’ın bu konudaki söylemleri, son zamanlarda öne çıkmaktadır. Mahçupyan’a göre bunların bir kısmı, entelektüel olarak siyasî iktidarı anlamaya çalışmak ve ona göre eleştirmek yerine siyaset yapmaktalar. Adeta sistemdeki muhalefet boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de “ideolojik ahlaksızlık” yaparak, devlet ile AKP hükümetinin yerini değiştiriyorlar. Özgürlük mücadelesinin eksenini AKP karşıtlığı şeklinde belirlemeye çalışarak dolaylı yoldan Ergenekon Davaları’nı itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Mahçupyan bu tespitlerini Habertürk Gazetesi ile ilişiği kesilen Ece Temelkuran’ın The Guardian Gazetesi’nde yayımlanan bir yazısıyla örneklendirmektedir. Temelkuran’ın “Türk gazeteciler çok korkuyorlar ama bu korkuya karşı savaşmalıyız” 5 İktibas Ö nce şu tespiti yapalım. 7 Şubat’ta gündeme gelmiş olsa da krizi ortaya çıkaran gelişmeler zincirinin net görünen yüzü MİT - KCK görüşmesinin internete düşürülmesiyle ortaya çıkmaya başlıyor. KCK - PKK - BDP çizgisi ve sistem içindeki malum unsurlar ve bunların dış destekçilerinin ortak operasyonu olduğu görülen bu sızdırmayla siyasi iktidarın barışçı çözüm yollarının torpillenmek istenildiği anlaşılmaktadır. Yorum başlığını uygun gördüğü yazısı hakkında, “Ergenekon’un bir iddia olarak sunulduğu, aslında iddia edildiği gibi ülkede kaos oluşturma ve darbeye zemin hazırlama suçlamalarının gerçek dışı olduğu ima edilmektedir” tespitinde bulunan Mahçupyan’a göre “Temelkuran ulusalcı önermenin içinde konuşuyor ve ideolojik olarak Ergenekon çizgisine pek uzak olmadığını ortaya koyuyor.” Yani bırakın korkmayı, ulusalcılar ve çeşitli mülahazalarla onlarla birlikte hareket edenler, yurtdışındaki algıyı kontrol etmek, Türkiye İsrail ilişkilerinin konjonktürel olumsuzluğundan yararlanarak malum çevrelerin sıkışmalarını gidermek adına cesur adımlar atabilmekteler… Eleştiri sınırlarının ötesine geçerek çözüm yolları dikte etmeye çalışan, değişim sürecinin yöntemini ve hızını beğenmediklerinden eski müttefikleriyle karşı karşıya gelmekten çekinmeyen ve hükümetin dönemsel strateji değişikliğini karanlık geçmişin güvenlik politikalarına dönüş olarak niteleyerek yukarıda dikkatinize sunduğumuz uç örneklerle Hasan Cemal, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Cengiz Çandar ve benzeri liberalleri aynı kategoride değerlendirmemizin mümkün olmadığını biliyoruz. Ancak sistem - içi mücadele ve bölgedeki değişim - dönüşüm sürecinin geldiği bu aşamada zaman zaman pozisyon değişikliği izlenimini veren, arka planında ideolojik izlerin görüldüğü, abartılı tepkilerin olduğu da bir gerçek… Yukarıda özetle gündemimize taşımaya çalıştığımız gelişmeye paralel seyreden ve bununla karşılıklı birbirini etkileyici 6 boyutları olan ikinci gelişme ise -Emniyet’in topladığı deliller ileözel yetkili savcının MİT’i ifadeye çağırması… Bir başka bakış açısıyla MİT içinde suç işleyenlerin soruşturulmak istenilmesinin oluşturduğu yanlış algılar… Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, sistemik bir kriz bu… MİT Müsteşarı Hakan Fidan, emekli MİT Müsteşarı Emre Taner, eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’i, KCK soruşturması çerçevesinde “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağıran özel yetkili savcının bu girişiminin neden krize dönüştüğünü anlayabilmek için, önce bazı tartışmacıların kafasındaki ideal bir devlet anlayışı üzerinden gitmek yerine, paradigma - model değiştiren sistem - içi değişim ve dönüşüm süreci yaşayan ve henüz iç dengeleri tam olarak kurulamamış bir rejimden söz edildiğini unutmamak gerekir. Felsefesi, değerleri, referansı aynı kalmakla birlikte kendi içinde köklü değişim yaşayan bu devletin, aynı zamanda, yeni misyonu gereği iddialı bir dış politikayı yürütme zorunluluğu duyduğunu da tespit etmeye ihtiyaç vardır. Bu çerçevede bu soruşturmanın asıl hedefinin ne olduğunu tespit etmenin yanında siyasal sistem içindeki etkilerini tartışmaya dâhil etmek de bir zorunluluktur. Aynı zamanda konunun taraflarının sistem - içi mücadele sürecindeki pozisyonları, krizin iç ve dış boyutlarının söz konusu olduğunu, kısaca resmin tamamını dikkate alma gereğini unutmamak lazım. Önce şu tespiti yapalım. 7 Şubat’ta gündeme gelmiş olsa da krizi ortaya çıkaran gelişmeler zincirinin net görünen yüzü MİT - KCK görüşmesinin in- Yorum ternete düşürülmesiyle ortaya çıkmaya başlıyor. KCK - PKK - BDP çizgisi ve sistem içindeki malum unsurlar ve bunların dış destekçilerinin ortak operasyonu olduğu görülen bu sızdırmayla siyasi iktidarın barışçı çözüm yollarının torpillenmek istenildiği anlaşılmaktadır. Ne var ki söz konusu kesimin Oslo Görüşmesi’ni deşifre etmekle umduğu sonuçları elde edememesi, hatta infial uyandıracağını düşündükleri kamuoyunun bu yöndeki çabalarına prim verdiğinin anketlere yansıması, beklenenin aksine hükümetin elini güçlendirdi. Aynı zamanda kurumlar arası eşgüdüm sağlamada başarılı bir sınav veren siyasal iktidarın dönemsel niteliğe sahip stratejisinin olumlu sonuçlar vermesi de belirli çevreleri rahatsız etti. Psikolojik üstünlüğü ilk kez eline geçiren yeni Türkiye’nin, kısa bir süre sonra bahse konu müzmin sorunu çözme yolunda adımlar atacağı ve yeni bir diyalog süreci başlatacağı konuşulurken, Uludere Olayı bir anda atmosferi değiştirdi. 35 bölge insanının terörist sanılarak korkunç bir şekilde öldürülmesiyle birlikte ciddi bir kırılma yaşandı. Yeni Türkiye gerçekliğini temsil eden kadrolar bu operasyonun iç ve dış yansımalarıyla nasıl baş edecekleri hususunda tam bir tereddüt içindeyken, beklemedikleri bir tepkiyle de karşı karşıya kaldılar. Değişimci kesimlerin büyük çoğunluğunun da geçmiş devlet algısının refleksiyle olaya duygusal ve insan hakları boyutuyla yaklaşması ve bunun bir operasyon olacağını göz ardı etmeleri, siyasî iktidarı daha da zora soktu. Tabi bir süre sonra Uludere Olayı’nın çok boyutluluğu, iç ve dış unsurların profesyonelce planladığı ve İktibas yeni Türkiye’nin terör stratejisi ve dış politikasını hedef alan bir operasyon olduğu anlaşıldı ama iş işten geçmişti. Malum odaklar bu kez başarılı olmuşlar, beklentilerinin de üstünde bir sonuç elde etmişlerdi… Henüz Uludere Olayı ile ilgili gerekenler yapılamadan, operasyonun olumsuz sonuçları iktidar tarafından silinemeden MİT mensuplarının “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağırılması sonrasındaki gelişmeler tam manasıyla sistemik bir krize dönüştü… Kim ne derse desin, hangi niyetle bu işin içinde yer alırsa alsın bu, siyasî iradenin aldığı bir kararın hukuksal uyumsuzluk ve boşluklardan yararlanılarak sorgulanması, tartışmaya açılmasıdır. Malum iç ve dış odaklarca hedefe konan MİT Müsteşarı ve onun şahsında siyasî iradeyi güç durumda bırakan niteliğe sahip bir krizdir bu… Üstelik krizin içerideki yansımalarının yanı sıra dışarıda da önemli yansımalarının olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla siyasi iktidarın hukuksal netliği sağlamak ve MİT’in çok özel misyonunun gerektirdiği özeni göstermek üzere bazı adımlar atmıştır. Bu adımların devamı kabul edilebilecek ve bu tür derin krizlerin ortaya çıkmaması için bazı düzenlemeler yapılması, tedbirler alınması da beklenilmelidir. Bu krizde statükocu unsurların iç ve dış boyutlarıyla pozisyonları çok nettir ve gelişmelerden bekledikleri sonuçları devşirdikleri söylenebilir. Burada asıl irdelenmesi gereken değişimci unsurların bu kriz karşısındaki tavırları ve tartışma zeminleridir. Öncelikle şu hususun altını çizmemiz gerekir ki son krizi, MİT S on krizi, MİT Yargı (ve Emniyet) arasındaki güç ve yetki mücadelesi olarak değerlendirip, buradan hareketle Cemaat’in rolünü abartmak manipülatif amaçlar taşımıyorsa da sığ bir yaklaşımdır. Bu bağlamda statükocu - vesayetçi unsurların söylemlerini ve sorunu büyüterek kendi sıkışmışlıklarından kurtulmak için krizi vesile kılmalarını anlamak mümkün. 7 İktibas - Yargı (ve Emniyet) arasındaki güç ve yetki mücadelesi olarak değerlendirip, buradan hareketle Cemaat’in rolünü abartmak manipülatif amaçlar taşımıyorsa da sığ bir yaklaşımdır. Bu bağlamda statükocu - vesayetçi unsurların söylemlerini ve sorunu büyüterek kendi sıkışmışlıklarından kurtulmak için krizi vesile kılmalarını anlamak mümkün. Lakin değişimci cephenin sosyal boyutunun önemli bileşenlerinden biri olan Gülen Cemaati ve onlara paralel görüntü verenlerin bu tartışmayı uzatmalarını anlamak kolay değil. Konuya çok dar bir açıdan bakan bu çevreler, krizin kendilerini veya kendileriyle bağlantılı görünen unsurları ilzam eden boyutlarında bazı hususlarına vurgu yaparak bir yerlere varmayı, baskın çıkmayı umuyorlarsa yanılıyorlar. Zira AKP - Cemaat Çatışması tanımlamasının doğru bir kavramlaştırma olmadığı, bunların aynı türden kurumsal kimliğe ve fonksiyona sahip olmadığı çok açıktır. Aynı zamanda “Ilımlı İslam” ideolojisi ekseninde Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden yapılandırılmasında farklı konularda bir işleme sahip Cemaat’in, belirleyici olmaktan çok etkileyici bir pozisyona sahip olduğu da unutulmamalıdır. Krizin ilk günlerinde uluslar arası ilişkilerde kullanılan dil konusunda, iktidarın bazı politikaları ve stratejilerinde farklı düşündüğünü bildiğimiz Cemaat ve ona yakın duranların özel yetkili savcı ve Emniyet güçlerine arka çıkıyor görüntüsü doğal görülebilir. Ancak bir süre sonra temsil gücü yüksek bir isimden “MOSSAD’ın ürettiği belgelerin savcıları yanıltmış olması ihtimali olamaz mı?” anlamında bir savunma yapılması, bu krizin 8 Yorum boyutlarını kavrayamadıklarını ve bazı hassasiyetlerin ve küçük çekişmelerin önünde sürüklendiklerini ortaya koymaktadır. Savcının MİT’i ifadeye çağırmasının yanlış anlaşıldığını, bu girişimin MİT’i ve siyasî iradeyi hedef almasının söz konusu bile olamayacağını, buradaki amacın MİT içerisinde suç işleyen unsurlar olduğunu hala terennüm ediyor olmadıklarını, ama manipüle edilebilirliklerinin çok açık göstergeleridir. I lımlı İslam ideolojisi ekseninde Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden yapılandırılmasında farklı konularda bir işleme sahip Cemaat’in, belirleyici olmaktan çok etkileyici bir pozisyona sahip olduğu da unutulmamalıdır. Cemaat’e yakın, AKP’ye mesafeli pozisyonuyla Ali Bulaç’ın konuyla ilgili yorumu ise sunî, uzlaştırıcı bir niteliğe sahip. Kendine has ve ciddi hatalarla malül kavramlaştırmasıyla Ali Bulaç, AKP ve Cemaat’i İslamî hareketler olarak tanımlamakta, İslamî hareketleri de siyasî, sosyal ve kültürel akımlar olarak tasnif ettikten sonra kendince buradaki sorunu tespit ettiğini iddia etmekte… Asıl sorunu bu türdeş olmayan iki yapının ideolojik ekseni ve sistem karşısındaki duruşunda görmekte, siyasal ve sosyal tarafların arasına fitne sokulmaya çalışıldığından hareketle Sosyal İslam’ın hangi tür siyasallaşma ile hayat bulacağının netleştirilmesinin bu tür fitneleri önleyeceğini iddia etmektedir. Siyasî muhalefet ise sistem içindeki fonksiyonu gereği siyasî bir tavır koymak yerine sistem - içi mücadele sürecindeki ideolojik tercihlerine göre bir duruş sergilemeye kendilerini mecbur görmektedir. Dolayısıyla yine büyük resmi göz ardı ederek, ulusal güvenlik kaygılarını ıskalayarak, sloganlarla toplumun karşısına çıkmaktadır. Oysa bu derin krizin, içeride ciddi sonuçlar doğurması muhtemel olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti açısından önemli bir güvenlik zaafı oluşturduğu da çok açık. Bölgede yaşanan ve Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren sıcak gelişmeler karşısında Türkiye’nin bir süre hareketsiz kalması, MİT’in güvenilirliğinin yara alması söz konusu… “Ilımlı laiklik” ekseninde oluşturulan “Ilımlı İslam” ideolojisi gibi sapkın bir ideoloji zemininde inşa edilmeye çalışılan yeni Türkiye modelinin içeride ve dışarıda güçlü destekçileri olduğu gibi yeni Türkiye’den kaygı duyanların olması da doğaldır. Son gelişmeler vesilesiyle bir kez daha görülmüştür ki kendilerini İslam ile tavsif edenlerin doğal olmayan sistem içi duruşları, kavramları ve kullandıkları dil bizce asıl sorundur. Bu konuda Müslümanların genelinden ciddi bir rahatsızlık serdedilmemesi de ana çizgiden sapışın göstergesi olarak çok düşündürücüdür. [email protected] Kavram ŞERH-I SADR HÜSEYİN BÜLBÜL Şe re ha sözcüğü et veya benzeri bir şeyi yaymak, genişletmek veya açmak demektir. Arap, bu sözcüğü günlük kullanımında “şerahtul lahme” eti uzunlamasına kestim, açtım şeklinde kullanmaktadır. Eşşerhu: kapalı bir sözü açmak, genişletmek ve anlamları içinden gizli kapaklı kalmış olanları açığa çıkarmak demektir. “Şerh-ı sadr” ifadesi ise, göğsün ilahi bir nur ile Yüce Allah’tan gelen bir sekinet ile ve yine ondan gelen bir ruhla genişleme, yayma, ilahi bir huzur ve ferahlıkla dolması, tahammül gücünün artırılması anlamlarına gelmektedir. G öğsün sıkışması sebebiyle oluşan sıkıntıdan dolayı deyim “göğüs darlığı” anlamını kazanır. Bu nedenle “ dıyg-ı sadr” deyimi, manevî açıdan iç sıkıntısı, ümitsizlik, karamsarlık, manevî çöküntü anlamlarında kullanılır. Bu deyimin tam karşıtı bir anlam için “dıyg-ı sadr / göğüs darlığı” deyimi kullanılır. Türkçeye “sıkıştırmak” olarak geçen “ dıyg” sözcüğü, çok sıkıştırmak, âdeta presle sıkıştırmak demektir. Göğsün sıkışması sebebiyle oluşan sıkıntıdan dolayı deyim “göğüs darlığı” anlamını kazanır. Bu nedenle “ dıyg-ı sadr” deyimi, manevî açıdan iç sıkıntısı, ümitsizlik, karamsarlık, manevî çöküntü anlamlarında kullanılır. Nitekim Hicr suresinin 97. ayetindeki: “Andolsun, onların söylemekte olduklarına karşı senin göğsünün daraldığını biliyoruz.” ifadesi de peygamberimizin çektiği böyle bir manevî sıkıntıyı dile getirmektedir. Şerh-ı Sadr, Kur’an’ı Kerim’de beş yerde fiil olarak kullanılmış, dört yerde geçen şerh-ı sadrın faili Allah Teâlâ olarak zikredilmiştir. (Enam 6/125, Zümer 39/22, Taha 20/25, İnşirah 94/1) İnşirah suresinin birinci ayetinin tefsirinde Elmalı Hamdi Yazır şunları zikretmektedir: “Açmadık mı? Açıp genişletmedik mi? Senin için. Senin mutluluğun için göğsüne ve nefesine genişlik, kalbine ferahlık, nefsine kuvvet ve ferahlık vermedik mi? İçinde bulunulan anda ve gelecekte, dünya ve ahirette bütün dilekleri izah edip de her zorluğu yenecek büyük bir ruh ile şaşkınlıktan doğru yolu bulmaya, gamdan sevince, darlıktan genişliğe erdirmedik mi?” Râğıb el Isfahanı ise Müfredatında şöyle açıklıyor: “Şerh’ın aslı, eti ve benzeri şeyleri açmak, yani açıp genişletmektir. Şerh-ı Sadr, yani göğsü açmak da bundandır ki, ilâhî bir nur ve Allah tarafından bir gönül rahatlığı ve bir ruh ile onu genişletmektir.” Alûsî de bu konuda şunları söylüyor: “Şerhin aslı dağıtma ve genişletme olup ‘izah’ mânâsında kullanılması yaygın olduğu gibi nefsin ferahlığı mânâsına da yaygın olarak kullanılmıştır. ‘Kalbini şununla şerh etti’ demek, onunla sevinçli ve ferah kıldı demektir.” Şerh, kalp ve göğüsle ilgili olduğu zaman bilgiyi çoğaltmak mânâsı kastedilir. Bazı kere de “şerh-ı sadr” ile nefsin kutsal güç ve ilâhî nurlarla desteklenmesini ifade eder. Dıştan göğüs darlığı zayıflık işareti sayıldığı ve içten göğüs darlığı (dıyk-ı sadr); nefes darlığı, kalp sıkıntısı, elem, ızdırap 9 İktibas G önüller İslam için açıldığı gibi karşıtı olan küfür için de açılmakta; imanla, İslam’la nurla, hikmetle dolduğu gibi, küfürle, isyanla, hakka karşı kin ve nefretle, düşmanlıkla dolmaktadır. Küfür için sevgiyle, fedakârlıkla, mal ve canıyla mücadele azmiyle de dolmaktadır. Kavram ve tahammül edememe olduğu gibi, dışından göğüs genişliği (vüs’at-ı sadr); kuvvet alâmeti, göğüs açılması; bir özlemi ortaya koyma, içten göğüs açılması; nefes genişliği, rahat, kalbin açılması; ruhun sevinç, şevk, fikir, bilgi ve tahammül genişliği mânâlarını ifade eder.” İkinci görüşe göre, “şerh-ı sadr”dan maksat, cismani olarak göğsün yarılması olmayıp; manevi olarak göğsün, kalbin marifet ve itaat ile doldurulması olduğu şeklinde ifade edilmiştir. Bu anlayış Enam suresinde zikredilen ayete de uygun düşmektedir: “Bazı kere de ‘şerh-ı sadr’ ile Allah tarafından ilâhî nurlarla desteklenmesi manası kast edilir. Yüce Allah’ın Resulüne nimetlerini sayma makamı olan bu makama en uygun olan mânâ ise -Ragıb’ın da anlattığı gibi bu sonuncu mânâdır. Bununla beraber diğer mânâlar da caiz görülmüştür.” “Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun göksünü İslâm’a açar. (Yeşrah sadrehu lil İslam) Kimi de saptırmak isterse, sanki göğe yükseliyormuş gibi, göğsünü dar ve sıkıntılı yapar. Allah, inanmayanları işte böyle pislik içinde bırakır.” (Enam 6/125) Bu konudaki tartışmaların sonunda ortaya iki görüş çıkmaktadır. Birincisi, olayın cismani olarak vuku bulduğuna inananların görüşüdür. Bu düşünceyi savunanlar şu hadise dayanmaktadırlar: “Miraç gecesiyle ilgili olarak Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî’de Katade’den rivayetle: Bize Enes b. Malik anlattı. Ona da Malik b. Sa’saa anlatmış. Efendimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: ‘Ben Beyt’in yanında uyur uyanık arası bir halde iken içinde Zemzem suyu olan bir altın tasla bana gelindi de göğsüm şuraya ve şuraya kadar yarıldı’. Katade demiş ki: Enes’e ne kastediyor dedim: ‘Karnımın aşağısına kadar’ dedi. Buyurdu ki: Derken kalbim çıkarıldı da Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet dolduruldu. Sonra Burak getirildi. Onun üzerinde Cebrail (a.s) ile beraber gittim. Ta dünya semasına vardık...” 10 Göğsün yarılma olayının cismani olmadığına bir başka delil de Nahl 16/106. ayetidir: “Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlananların dışında, her kim; imanından sonra Allah’ı tanımayıp küfre göğüs açarsa (Men şaraha bil küfri sadren); işte Allah’ın gazabı onların üzerinedir. Ve onlar için büyük bir azab vardır” buyrulmaktadır. Gönüller İslam için açıldığı gibi karşıtı olan küfür için de açılmakta; imanla, İslam’la nurla, hikmetle dolduğu gibi, küfürle, isyanla, hakka karşı kin ve nefretle, düşmanlıkla dolmaktadır. Küfür için sevgiyle, fedakârlıkla, mal ve canıyla mücadele azmiyle de dolmaktadır. İnsan, inandığı zaman İslam için hissettiklerini, inkâr edenlerden olduğu zaman küfür için de aynı fedakârlıkları yapma gereği duymaktadır. Buharî’nin nakline göre İbni Abbas, İnşirah suresinin birinci ayetini, “Allah onun göğsünü İslâm’a açtı.” şeklinde tefsir et- Kavram İktibas miştir. Yine bu ayetin tefsirinde sahabenin peygamberimize şöyle sorduğu nakledilmektedir: ve çokça analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin, dedi.” (Taha 20/25-35) “Ey Allah’ın Resulü! Göğüs açılır mı? Allah Teâlâ, onun bu samimi duasına şöyle icabet ediyor: Evet. “Ey Musa! İstediğin sana verildi. Zaten sana başka bir defa da iyilikte bulunmuş ve annene vahyedilmesi gerekeni vahyetmiştik: Musa’yı bir sandığa koy da suya bırak; su onu kıyıya atar, Bana da, ona da düşman olan biri onu alır. Ey Musa! Gözümün önünde yetişesin diye seni sevimli kıldım.” (Taha 20/36-39) Alâmeti nedir? Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlıktır” buyurmuştur. Kur’an’da İnşirah suresi ile ifade edilen “Şerh-ı sadr” Elçinin gönlünün, Yüce Allah’tan gelen ilahî bir nur ile doldurularak rahatlatılması, toplumun dayanılmaz karşı koyuşuna katlanacak bir olgunluğa ve huzura kavuşturulmasıdır. Bu konu Sünnetullah’ın değişmez uygulamalarındandır. Toplumun huzuruna çıkacak olan tüm peygamberlere Allah tarafından verilen ilahî bir nimettir. İnşirah suresinde bahsedilen “Şerh-ı sadr” ifadesini, Musa (as)’ın Medyen dönüşü Tur vadisinde vahye ilk muhatap olup, Peygamber olarak görevlendirilişinin ardından, Rabbine yaptığı duasında da görüyoruz. Taha suresinin 9. ayetinden başlayan olay 35. ayete kadar devam etmekte ise de, konumuzu ilgilendiren kısmı 25. ayetinden 35. ayetine kadar şöyle anlatılmaktadır: “Musa: Rabbim! Göğsümü genişlet (Rabbiş Rahli Sadri), işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Harun’u bana vezir yap, beni onunla destekle, onu görevimde ortak kıl ki Seni daha çok tespih edelim “Hani kız kardeşin gidip diyordu ki: Ona bakacak birini size göstereyim mi? İşte böylece, annen üzülmesin de gözü aydın olsun diye seni ona geri vermiştik. Ve sen, bir cana kıymıştın da; seni üzüntüden kurtarmıştık. Hem seni birçok musibetlerle denemiştik. Böylece Medyen halkı arasında yıllarca kalmıştın. Sonra da buraya takdir edilmiş bir zamanda geldin ey Musa.” (Taha 20/40) Peygamberimiz için de benzer bir hayat serüveniyle, tayin edilmiş olan zaman gelince, halkı uyarılmamış olan “Ümmül Kura”ya şehirlerin anası olan Mekke’ye elçi olarak gönderiliyor. (Şura 42/7) İlk vahye muhatap olduktan bir müddet sonra, vahyin belli bir süre kesildiği ile ilgili rivayetler vardır. Buna Duha suresinde de kısmen değinilmektedir. Aynı surenin devamı gibi görünen İnşirah suresini de Duha suresi ile birlikte değerlendirmemiz gerekir diye düşünüyoruz. Zaten bu iki sure arasında bir bağ olduğu da aşikardır. K ur’an’da İnşirah suresi ile ifade edilen “Şerh-ı sadr” Elçinin gönlünün, Yüce Allah’tan gelen ilahî bir nur ile doldurularak rahatlatılması, toplumun dayanılmaz karşı koyuşuna katlanacak bir olgunluğa ve huzura kavuşturulmasıdır. Bu konu sünnetullah’ın değişmez uygulamalarındandır. 11 İktibas Duha suresinde, fiili durumdan söze girerek, Rabbi’nin kendisini hiçbir zaman terk etmediğini ve darılmadığını, gelecek günlerinin bu günlerden daha hayırlı olacağını, Rabbin verecek sende razı olacaksın diyerek, öksüz bulup barındırdığını, şaşırmış bulup doğru yola ulaştırdığını, fakir bulup zenginleştirdiğini beyandan sonra, âdeta “senin için yaptıklarım yapacağımın garantisidir” mesajı vermektedir. Sonra da Peygamberimizin yapması gerekenler konusuna girerek, “yetimi azarlama, yoksulu da geri çevirme. Fakat Rabbinin nimetini anlatmaya devam et” buyuruyor. Devamı sayılan İnşirah suresin de ise, bu görevle ilgili vermiş olduğu nimetleri dile getirerek şöyle buyuruyor: “(Elem neşrah leke sadrek) Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Yükünü üzerinden atmadık mı? Ki o senin belini bükmüştü. Ve senin şanını yükseltmedik mi? Muhakkak ki her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Elbette güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine giriş. Ve yalnızca Rabbine rağbet et.” (İnşirah 94/1-8) Burada görmemiz gereken, Musa (as)’ın elçilik görevi verildiği zaman Rabbinden “Rabbiş rahlî sadrî…” niyazıyla istemiş olduğu nimetini, Allah Teâlâ Muhammed (as) daha istemeden verdiğini bildirmiş olmasıdır. Allah’ın elçiliği gibi son derece önemli ve bir o kadar da meşakkatli bir görev için “Şerhı Sadr”, elzem olan bir özellik olduğu anlaşılmaktadır. Allah’ın bu tür yardımları olmadan bir insanın toplum karşısında tu- 12 Kavram tunması mümkün değildir. Tebliğde bulunduğu toplumu ikna yolunda onun içinde bulunduğu şartları yansıtan şu ayet bu konuda bize bir fikir vermektedir: “Dediler ki: ‘Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl -şarıl ırmaklar akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça-parça H adis ve siyer kaynaklarında zikredilen Peygamberimizle ilgili açık kalp ameliyatını andıran “göğsün yarılıp kalbin çıkarılarak yıkanması ve içerisinden kan pıhtısı gibi şeylerin atılması” gibi nakillerin, ayetin verdiği mesajla ve Şerh-ı sadr kavramıyla bir ilgisi yoktur. düşürmedikçe, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe çıktığına da inanacak değiliz.’ De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak İnsan olan bir elçiyim.” (İsra 17/90-93) İşte bu sebeplerle Allah, Elçilerinin göğsüne, kalbine bir genişlik, rahatlık, ilim hikmet ve benzeri bütün erdem ve faziletleri vererek, onca karşı koyuşlara katlanabilme gücüne ulaştırmıştır. Bu konuyla alakalı olarak hadis ve siyer kaynaklarında zikredilen Peygamberimizle ilgili açık kalp ameliyatını andıran “göğsün yarılıp kalbin çıkarılarak yıkanması ve içerisinden kan pıhtısı gibi şeylerin atılması” gibi nakillerin, ayetin verdiği mesajla ve Şerh-ı Sadr kavramıyla bir ilgisi yoktur. Bu tür rivayetlerin Peygamberimizi yüceltmek için yapılan “mevzu” rivayetlerden öte bir anlam ifade etmemektedir. Bu görevi yerine getirebilmek için Allah’ın indireceği her türlü yardıma, cesaret ve şecaate, huzur ve sükûnete, ilim ve hikmete, sabır ve metanete, her türlü karşı duruşa Allah için tahammül gösterecek ahlakî erdemlere ihtiyacı vardır. İşte, Şerh-ı Sadr terkibi ile mecazen ifade edilen bu kavram, elçilik görevini ifa etmek için gereken her türlü erdemi içine almaktadır… Bunun için Musa (as) böyle bir görevi kabul ettiği anda: “Rabbiş Rahlî Sadrî” diye niyaz ediyor. Ve yine bu sebeple Hz. Muhammed (as) ihtiyaç duyduğu bir anda: “Elem neşrah leke sadrek” müjdesiyle tebşir ediliyor. Bu sayededir ki, bir şehir halkına 13 yıl elinde Kur’an, dilinde tebliğ ile dayanma gücünü bulabiliyor. Mağarada iki kişinin birincisi iken, “arkadaşına korkma Allah bizimle beraberdir” diye biliyor. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Huneyn’de ve Tebük’te Rabbinin verdiği bu nimetlerin şükrünü, gereği gibi eda edebiliyor. [email protected] Düşünce TARİHSEL ZAMANLARI ETKİLEMEK ATASOY MÜFTÜOĞLU B izler Müslümanlar olarak, hayatımız boyunca yüklendiğimiz sorumluluklarla, ürettiğimiz içerik ve eylemlerle tarihi belirleriz. Allah’ın (c.c.) iradesini tarihe yansıtacak bir bilinci, bir duyarlılığı, ahlakı, çabayı, mücadeleyi, eylemi, içtenlikle, kararlılıkla, cesaretle sürdürmediğimiz takdirde, İslamî ilgilerimizin, ibadetlerimizin bir değer taşımayacağını bilmeliyiz. Günümüz dünyasında neoliberal söylemin diktatörlüğü hiçbir biçimde tartışılamıyor, sorgulanamıyor, reddedilemiyor. Bütün toplumlar, İslam toplumları da, bu söylem tarafından tanımlanan tarihsel gerçeklikle uzlaşıyor. Yerel diktatörlüklere karşı ayaklanan kitleler, küresel diktatörlüğe boyun eğiyor. Tarihten dışlananlar; kendilerini tarihten dışlayan zihniyetle, model’le uzlaşarak, bu zihniyete yaslanarak, tarihe dönmeye çalışıyor. İsyanların, ayaklanmaların tarihi harekete geçirdikleri, tarihi hızlandırdıkları hatırlanması gereken bir gerçektir. Bütün isyanların, ayaklanmaların kaynağı zalimlere karşı yükselen öfke ve nefrettir. Diktatörlükler karşısında hayatlarını tehlikeye atma noktasına gelenleri takdir etmeli, ancak, ayaklanmaların/isyanların hangi yönde ilerlediğine ilişkin eleştirilerimizi de mahfuz tutmalıyız. Sömürgeci dil, sömürgeci siyaset, sömürgeci ekonomi, sömürgeci kültür karşısında “uzlaşı”dan, “ittifak”tan söz etmek, Müslümanlar olarak çaresiz bir durumla karşı karşıya bulunduğumuzu gösterir. İslamî varoluşumuz kendi dilimiz, kendi kurallarımız ve kendi amellerimizle anlam kazanır. Kendi amellerimiz dışında dayanabileceğimiz, umut edebileceğimiz başka bir yardımcımız yoktur. Amellerimiz bütün bir yüreğimizle isteyerek ve bilinçli olarak yaptığımızda değer kazanır. İslamî varoluşumuzu ancak, İlahi modelin zaman ve mekânda gerçekleştirilmesi, hayatın ve tarihin bu doğrultuda şekillendirilmesi uğraşısı vererek somutlaştırabiliriz. Müslü- manların tarihe karşı kayıtsız/ ilgisiz kalmaları düşünülemez. Her Müslüman, içerisinde yaşadığımız dünya sorunları etrafında çözümlemeler yapmakla yükümlüdür. Müslümanlar için inziva/münzevilik söz konusu olamaz. Münzevilik bir tür benmerkezciliktir. Nefs terbiyesi İslamî bir mücadele için yapıldığında bir değer ifade eder, bireysel bir amaç için değil. Bizler Müslümanlar olarak, hayatımız boyunca yüklendiğimiz sorumluluklarla, ürettiğimiz içerik ve eylemlerle tarihi belirleriz. Allah’ın (c.c.) iradesini tarihe yansıtacak bir bilinci, bir duyarlılığı, ahlakı, çabayı, mücadeleyi, eylemi, içtenlikle, kararlılıkla, cesaretle sürdürmediğimiz takdirde, İslamî ilgilerimizin, ibadetlerimizin bir değer taşımayacağını bilmeliyiz. Zamanı ve mekânı İlahi model doğrultusunda dönüştürebilmemiz için güçlü ve etkili özneler olmamız, üretken, dinamik ve eleştirel bir bilince sahip olmamız gerekir. İlahi iradenin yeryüzünde en güzel şekilde ifadesi olabilmek için, ahlaki çaba ve ahlaki eylemle bütünleşebilmeliyiz. Eşrefi mahlûkat olan insana evrensel sorumluluklar yaraşır. Allah’ın (c.c.), insanın ve hakikatin birliğini temsil konusunda bulunan Müslümanların sınır tanımayan bir bilgi, bilinç, ufuk, sorumluluk ve bilgelik içerisinde bulunmaları iktiza eder. En mükemmel aklilik, en mükemmel ahlakilik, tevhidi duyarlılığa dayalı bir varoluşu gerçekleştirmekle başlar. Hayat, başta kendimizi, daha sonra dünyayı ilahi ölçütler 13 İktibas doğrultusunda dönüştürme mücadelesidir. İnsani nitelikler evrenseldir, bu konuda hiçbir ayrımcılık yapılamaz. İslamî evrenselcilik bütün farklılıkların üzerinde, bütün farklılıkları içeren, kuşatan, bütünselleştirici bir evrenselliktir. Seküler bir mutlakçılık olarak yapılandırılan ve bütün dünyaya dayatılan Avrupamerkezci Aydınlanma sahte bir evrensellik oluşturmaya çalıştı. Sömürgeci Aydınlanma aklı bugün büyük bir kriz ve kaos içerisinde bulunuyor. Dünyaya, tarihe, zaman ve mekâna kayıtsız bir İslamî algı düşünülemez. İlahi irade, ilahi bilgi, değer/ölçü içerisinde yaşadığımız dünya/zaman/mekân için gereklidir, zorunludur. Tarihin ve zamanın dışında dondurulmuş bir zihniyetle zaman/ mekân dönüştürülemez, gördüğümüz ve yaşadığımız üzere dönüştürülemiyor. Zamanın ve mekânın dondurulması büyük ölçüde tarikatların dini hayata girişleriyle birlikte başladı. Senusilik dışında (Cezayir-1837) bütün tarikatlar (Kadirilik-Rifailik, Mevlevilik, Nakşilik-Şazelilik gibi) tarihe, tarihsel olaylara, çözümlemelere karşı büyük bir ilgisizlik içerisindeydiler. Tarikatlar tarihinde ilk ve son kez Senusilik toplumcu bir tasavvuf hareketi olarak şekillendi. Senusilik İslam’ın bütün boyutlarını içeren siyasal tavrı ve tarzı olan tasavvufi bir hareketti. Sufiliğin İslam’la uzlaştırılmasını Gazali sağladı. Tarikatlar bugün olduğu gibi her zaman duygusal ilgiler ve ufuklar içerisinde faaliyet gösterdiler. Aziz İslam Ümmeti’nin tarihe ve geleceğe dönüşü için kayda değer, her hangi bir 14 Düşünce Muhafazakâr/geleneksel kültürler yeni yorumlar, yaklaşımlar için, hiç bir zaman hazır değildir. Batı dünyası paradigma savaşlarını, mücadelesini bağnazca ve ısrarla sürdürüyor. Hemen her ülkede, hemen her konuda, her türlü soruna, modern-seküler-liberal demokrasilerin sınırları/mantığı içerisinde yanıt aranıyor. Müslümanlar olarak bağımsız bir İslamî model, ikna edici bir program ortaya koyabilmiş değiliz. Yeni bir dil, söylem, yapı oluşturmak yerine, modern-seküler yapılara uyum sağlama arayışı içerisinde bulunuyoruz. Müslümanlar dışlandıkları tarihe dâhil olabilmek için “demokrasiler”den yardım umuyor. Dünya sistemi büyük bunalım, gerileme ve çöküş içerisinde, ancak, bu sistemin yerini nasıl bir sisteme bırakacağı, nasıl bir paradigma geliştireceği bilinmiyor. İslam toplumlarında, özellikle de Ortadoğu’da yaşanan gerilimler, isyanlar vesilesiyle İslam’ın asli bir güç olmaktan çıkarıldığını ve yedek bir güce dönüştürüldüğünü görüyoruz. Bu toplumlarda daha çok ulusal talepler, beklentiler ve umutlar üzerinde yoğunlaşılıyor. Ulusal çıkarlar için İslam bir meşrulaştırma aracı haline getiriliyor. Batı’da demokrasilerin çok ciddi bir biçimde sorgulandığı bir dönemde Arap-İslam toplumlarında “demokrasi” talepleri yükseliyor. Bir diğer yanda, emperyal bir proje, İslam toplumlarında mezhep farklılıklarını kışkırtıyor, İran’ı ve bölgedeki bütün Şii unsurları yalnızlaştırmaya çalışıyor. İran karşısında, Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın rolü güçlendiriliyor. Şii’liğe karşı olması koşuluyla Sünni hareketlerin yükselişine katkıda bulunuluyor. Toplumlarımızda yüzleşmeye cesaret edemediğimiz yapısal sapmalar yaşanıyor. Tevhid algısını, bilincini, ümmet algısını, bilincini açıkça tehdit eden gelişmeler tarafından kuşatılıyoruz. Bütün insanlığı/Ümmeti kuşatmayan bir yaklaşım İslamî olduğunu iddia edemez. Hayatın kimi boyutlarıyla sınırlı, parçacı, bütünlükten yoksun her faaliyet İslamî olma özelliğini kaybeder. Irk merkezli, mezhep merkezci bir referans sisteminin İslam’la bağdaştırılması mümkün olamaz. Irk merkezci her tercih, her dünya görüşü İslam’dan uzaklaşmak anlamı taşır. Ümmet, mekân ötesi bir kavramdır. Ümmet’le evrensel bir toplum modeli gerçekleştirmeyi kastediyoruz. Ümmet bilinci ve ahlakı mezhep kimliklerini aşan bir yaklaşımı zorunlu kılar. İslamî ilgiyi, her hangi bir coğrafyayla, katkıda bulunmadılar. Tarikatlar; bugün, bugüne ait olmayan bir dünyada yaşıyor, bütün koşullarla uzlaşıyor. Her uzlaşma bir eylemsizlikle ve düşüncesizlikle sonuçlanıyor. Uzun soluklu mücadeleler çok güçlü bağlılıklar, cesur ve yürekli çabalar ister. Bir çıkış yolu bulabilmek için yeni bir kültür oluşturmak, yeni bir düşünce sistemi kurmak gerekir. Bizleri Müslümanca var olmaktan alıkoyan şey teslimiyetçiliklerimiz, muhafazakârlıklarımızdır. Düşünce dille, etnisiteyle, mezheple sınırlandırmak Ümmet’e sırt çevirmek demektir. İçerisinde bulunduğumuz dönemde Sezar’lara hiç bir şey söylemeyen, uyarıda bulunmayan, bireysel değerlerden ibaret bir İslam yaklaşımı oluşturuluyor. Kapitalist kültür kendisini bütün kültürlere, toplumlara, İslam toplumlarına da uyarlayabiliyor. Bu gelişmelerden toplumlarımızda İslamî anlamda radikal bir değişim/dönüşüm talebinin olmadığını anlıyoruz. Hepimiz niceliksel büyüme, artış ve toplumsallaşma ile çok ilgileniyor, yapısal sekülerleşme süreçleri karşısında sessiz kalıyor, seküler alanı rahatsız etmemeye çalışıyoruz. Bilinçsizliğe mahkûm olmadığımızı fark etmeliyiz. Batı’dan ithal ettiğimiz paketlenmiş/ dondurulmuş seküler klişelerin İslamî bünyemize uygun olmadığını anlamalıyız. İslamî bir tercihte bulunmak demek, evrensel İslam ailesinin sorunlarıyla ilgili olarak sorumluluk almak, bu sorumlulukları alabilecek bir yetenek/birikim sahibi olmak demektir. Hepimiz İslamî ve Müslümanları ilgilendiren her konuda sorumlu yorumlar üretmek durumundayız. Toplumlarımızla ilgili olarak paramparça bilgiler, ideolojik manipülasyonlar, günlük medya uyuşturucuları ile tutarlı, sağlıklı bir yorum bütünü oluşturulamıyor. Bizler, dünya Müslümanları olarak zihinsel anlamda son iki yüzyılı hep diaspora’da geçirdik, geçiriyoruz. Bu konum henüz yeterince bilincine varamadığımız bir konumdur. Nerede duruyoruz, nerede durmalıyız İktibas gibi soruları kendimize sormaya cesaret edemiyoruz. Bu, tanımlanması güç konumumuzla ilgili olarak, şimdiye kadar gök gürültüsü gibi gürleyen bir düşünce hayatımızın, bir sanat/edebiyat hayatımızın olması gerekirdi, ne yazık ki olmadı, bu nedenledir ki, kısık seslerle konuşmaya, yazmaya devam ediyoruz. Edebiyatın toplumsal bir boyutu ve içeriği olmalı mı, olmamalı mı konusuna bile açıklık kazandırabilmiş değiliz. Toplumlarımızın sosyal, kültürel dokusunu paramparça eden işgaller, müdahaleler, toplumlarımızı fiziksel ve ruhsal yaralarla malûl hale getiren sömürgeci terörün edebiyat hayatımıza yansımaması, edebiyat gündemine girmemesi nasıl mümkün olabilir? Dünyanın, hayatın, tarihin, barbarca/ahlaksızca/merhametsizce vicdansızca/alçakça kullanımı karşısında sömürgeci seküler tahakküme/ söyleme hak ettiği tepkiyi gösteremiyoruz. Tabiatın, hayatın, tarihin fıtratını bozan, yıkan, kirleten gelişmeler etrafında radikal eleştiriler yapamıyoruz. İslamî anlamda bilgili, bilinçli ve cesaretli toplumlarda yaşıyor olsaydık, hiç kimse, hiç bir nedenle İslamî alanı sömürgeleştirmeye teşebbüs edemeyecekti. Zamanımızı ileriye taşıyan yorum, yaklaşım ve çabalara ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız. b atı’dan ithal ettiğimiz paketlenmiş/ dondurulmuş seküler klişelerin İslamî bünyemize uygun olmadığını anlamalıyız. İslamî bir tercihte bulunmak demek, evrensel İslam ailesinin sorunlarıyla ilgili olarak sorumluluk almak, bu sorumlulukları alabilecek bir yetenek/ birikim sahibi olmak demektir. Hepimiz İslamî ve Müslümanları ilgilendiren her konuda sorumlu yorumlar üretmek durumundayız. Ancak, hep birlikte olduğumuzda, bilgi, bilinç, irade, eylem birliği gerçekleştirdiğimizde değişimi gerçekleştirebileceğiz. Bunun için İslamî bağlılıklarımızı her tür maddi/dünyevi bağlılıkların üzerinde tutmamız gerekir. İslamî hareketliliği, di- 15 İktibas M üslümanların modernseküler yapılara uyum sağlamaya çalışmaları, mutlak ve kutsal alanı, bilinci tahfif etmek, ihlal etmek anlamı taşır. Modernitenin bir iktidar projesi olduğunu, bu projenin sömürgecilik yoluyla hayata geçirildiğini bilmek gerekir. Modernite, sömürgecilik ve ırkçılık birlikte var oldular ve bugün de birlikte hareket ediyorlar. Düşünce namizmi, canlılığı, üretkenliği, sorumlu yorum özgürlüğü ile sağlayabiliriz. İlahi irade hiç bir zaman tarihten çekilmez. Tarihi ilahi irade doğrultusunda yaşayan, düşünen, eylemde bulunan insanlar yaparlar. Tarihe bir “kader” gibi bakılamaz. İslamî hayat tarzı, dünyayı ihmal ve inkâr etmez, dünyanın ilahi değerler/ ilkeler temelinde yaşanmasını ister. Değişmek, dönüşmek, yenilenmek demek, sekülerleşmek, seküler zamanlarla bütünleşmek demek değildir. Değişmek, dönüşmek ve yenilenmek tarihsel ve seküler zamanların karşısına bağımsız bir yorum ve modelle çıkmak demektir. Müslümanların modern-seküler yapılara uyum sağlamaya çalışmaları, mutlak ve kutsal alanı, bilinci tahfif etmek, ihlal etmek anlamı taşır. Modernitenin bir iktidar projesi olduğunu, bu projenin sömürgecilik yoluyla hayata geçirildiğini bilmek gerekir. Modernite, sömürgecilik ve ırkçılık birlikte var oldular ve bugün de birlikte hareket ediyorlar. Sömürgeci tahakkümü ortadan kaldırmakla sömürgeciliğe son vermiş olamayız. Aynı zamanda sömürgeci bilgi ve kültüre de son verebilecek bir zihinsel özgürlüğe sahip olabilmeliyiz. Sömürgeci bilgi ve kültürün egemenliği altında yaşamak, zihinsel ölüm süreçleri içerisinde yaşamaktır. Mutlak’ı, Kutsal’ı izleyerek, tarihsel zamana müdahale edebiliriz, tarihsel zamanları etkileyebiliriz. Bugünün gerçekliğine, hizip, mezhep ve ideoloji ufkundan bakmak kadar büyük bir körlük olamaz. Siyasetin mezhep gündemine göre be- 16 lirlenmesi, mezhep aidiyetleri doğrultusunda tercihler yapılması toplumlarımızda yeni bir istikrarsızlaştırma dönemi başlatıyor. 16 ve 17’nci yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan Katolik-Protestan çatışmalarını hatırlatacak ölçüde Sünni-Şii karşıtlıklarının, rekabetlerinin hangi mülahaza ile olursa olsun, yeniden icat edilerek gündeme getirilmesi kadar utanç verici bir gelişme olamaz. Mezhep rekabetleri gibi ilkel rekabetler aşılamadığı takdirde, gerilim zamanlarını yaşamaya devam edeceğiz demektir. Mezhep söylemi hiç bir şekilde mazur görülemez, meşrulaştırılamaz. Bir yanda modern tarihin dokunulmaz kılınan kategorilerine hapsedilirken, bir diğer yanda mezheplerin dokunulmaz kılınan kategorilerine hapsediliyoruz. Bu durum çok derin bir bilinç kirlenmesi ve karmaşası içerisinde bulunduğumuzu gösteriyor, parçalara bölünmüş İslamî bir aidiyet duygusuyla güçlü-etkili bir dil oluşturulamaz. Etnik/mezhep merkezli bir dil’den hiç bir şekilde bir gelecek umut edilemez. İbadetlerimiz tevhidi bir duyarlılıkla bizi dönüştürmüyorsa, biz, zamanı/ mekânı/hayatı dönüştüremeyiz. Bilinçsiz ve içeriksiz, biçimsel dindarlığın, biçimsel ibadetlerimizin bize kazandırabileceği bir şey yoktur. İslam’ın amacı hayatı dönüştürmektir. Bilincimizi şekillendiren sömürgeci kalıntıların etkisi ve çok yönlü zihinsel bir kuşatma altında tutulduğumuz için, İslam’ın hayatı dönüştürme yolundaki iddialarını konuşmaya cesaret edemiyoruz. Düşünce DİNDAR GENÇLİK MEHMED DURMUŞ İktibas Giriş Başbakan Tayyip Erdoğan, Partisinin Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşma esnasında “dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz” mealinde bir beyanatta bulundu ve bir tartışmanın fitilini ateşlemiş oldu. İlk bakışta konu ‘sıradan’ görünüyordu ama yaşanan sert tartışmalar, meselenin, sandığımızdan öte bir ehemmiyetinin olduğunu gösterdi. Bu ehemmiyet neydi? Başbakan ne istiyordu, karşıtlar ne tepki verdiler? Devlet dindar nesil yetiştirebilir miydi? Hangi ‘din’ (hangi İslam) esas alınarak dindar nesil yetiştirilecekti? Ve son olarak, Müslümanlar olarak bizlerin bu meseledeki tavrımız ne, tarafımız neresi olmalıydı? Bunlara cevap bulmaya çalışalım. K imilerinin, “dindar nesil”e karşı çıkarken, ateist olmadığını açıklama gereği duyması çok ilginçtir. “Annemle babam dindar değillerdi ama ateist de değillerdi. Bizim evde din konuşulmazdı. Ama Allah’la, dinle ilgili olarak saygılı bir dil kullanılırdı. ‘Allah korkusu’ndan söz edilirdi” diyor ve ekliyor: “Ramazanda oruç tutulmazdı bizim evde.” Karşıtların tepkisi Başbakanın ‘dindar gençlik’ yetiştirme söylemine anında çok güçlü bir ‘aydın tepkisi’ geldi. Bu tepkiyi anlamakta zorlanmıyoruz. Çünkü bu, yaklaşık bir asırdır, zamanın baş(ba)kanlarının, “dindar olmayan” bir gençlik yetiştirme projelerinin ürünü bir neslin sesidir. On yılda ‘yaratılmış’ on beş milyon genç, kocamışlık çağında ses vermektedir. Bu nesil, camilerin ahıra dönüştürülmesine tanıklık ettiler. Camiden, ezandan, Kur’an’dan, İslam’dan nefret eden, Peygamberi bir Arap bedevisi olarak tanıtan, Allah’ın adını her yerden kazımayı hedefleyen politikalara şahit oldular. Bunlar, İstanbul Park Otel’de vur patlasın çal oynasın eğlencede iken ezanın duyulması üzerine, “ne oldu da müzik durdu?” diye sorup, ezan okunduğunu söylediklerinde müziği ve dansı devam ettiren, ezan sesinin geldiği Ayaz Paşa camiinin minaresini yıktırıp, bir daha orada asla ezan okutmayan, camii de Park Otel artistlerinin elbise gardrobu yaptıran1 başkanların itina ile besleyip büyüttükleri bir kuşağın çocuklarıdır. İslam’la mücadele sadedinde yapılanları tekrar etmeye gerek yoktur. İslam’dan nefret duygusuyla yetişmiş, tamamen pozitivist, materyalist bir hayata özendirilmiş bir neslin “dindar nesil” söyleminden ölümcül bir korkuya kapılmaları doğaldır. Bu korkunun psikolojisini Kur’an yeteri kadar açıklamaktadır. (74/ Müddessir, 50-51). Başbakan’ın ‘dindar nesil’ talebine sert tepkiler verildi. Çünkü Başbakan demokratik güvenilirliğini yitirmek üzereydi! Başbakan ne yapmaya çalışıyordu? Yoksa Başbakan…?! Kimilerinin, “dindar nesil”e karşı çıkarken, ateist olmadığını açıklama gereği duyması çok ilginçtir. “Annemle babam dindar değillerdi ama ateist de değillerdi. Bizim evde din konuşulmazdı. Ama Allah’la, dinle ilgili olarak saygılı bir dil kullanılırdı. ‘Allah korkusu’ndan söz edilirdi” diyor ve ekliyor: “Ramazanda oruç tutulmazdı bizim evde.”2 Malum, Din’in, onların evinde saygılı bir dille bahsedilmesine ihtiyacı var ya… Başbakan’ın sözlerine duyduğu radikal tepkiyi göstermek için yazısına “ateist olmak istiyorum” başlığını koyan 28 Şubat döne- 17 İktibas S ağlığını önemseyen hiç kimse, hiçbir Müslüman ülkede Peygamberi eleştiremez, demektedir. Anlaşılan, Peygamber’in ne tür eleştirilere (küfür/ hakaret) maruz kaldığının farkında değildi. Bütün bu tepkiler İslam’a olan kin ve nefret duygularını, kıyamete kadar sürecek olan ezeli adaveti bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyordu. Düşünce minin ‘Hint kumaşı’ bir genel yayın yönetmeni, yeni nesilleri anlatırken, “o çocuklar”ın tanışacaklarını, konuşacaklarını, birlikte sinemaya gideceklerini ve sevişeceklerini, çünkü onların artık dünyada yaşadıklarını ifade etmektedir.3 Bir başkası, “Milli ant” yerine “besmele” koymakla, çocukları “Türk’üm doğruyum” yerine “Elhamdülillah Müslümanım” diye bağırtmakla demokrat olunmayacağı uyarısında bulunmaktadır.4 Ve kimisi, çoktan sığınacak bir hazret bulmuş bile kendisine: “Biz dindar bir nesil sayılmayız belki, ama ‘kâfir de olsan yine gel’ diyen Mevlana’ya akrabayız.”5 Muhammed’e karşı Celaleddin Rumî… Kalın gözlüklü, duayen bir Cumhuriyetçi, çağdaş demokrasinin kimlerin tekeline bırakılamayacağını açıklarken, İslam’ı “dogmatik bir inanç” olarak tanımlamaktadır.6 Kimisi, Türkiye’nin ‘dindar’ değil, çağdaş, rasyonel, demokrat ve bireysel haklara saygılı bir nesle ihtiyaç duyduğunu savunmaktadır.7 Kimisi de dindar nesil yetiştirmekle ateist nesil yetiştirmek arasındaki özsel benzerliğe;8 ‘dindar gençliğin’ Kemalizm’in Müslüman versiyonu olduğuna9 dikkat çekmektedir. Başbakan’ın söylemi o kadar abartılmıştı ki, “yeraltına inme vakti laik eğitime geliyor. Yakında gizli laiklik kursu basıldı haberleri duyarsak şaşmayalım”10 türünden ayran kabartanlar oldu. Bir gazete yazarı, sanki “sağlığını önemseyen kişi”, Mustafa Kemal’i eleştirebilirmiş gibi, 18 “Sağlığını önemseyen hiç kimse, hiçbir Müslüman ülkede Peygamberi eleştiremez” demektedir.11 Anlaşılan, Peygamber’in ne tür eleştirilere (küfür/hakaret) maruz kaldığının farkında değildi. Bütün bu tepkiler İslam’a olan kin ve nefret duygularını, kıyamete kadar sürecek olan ezeli adaveti bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyordu. Bu tepkilerin daha ‘sert’ olanlarını sizler de gazetelerden okudunuz, televizyonlardan dinlediniz. Bütün bu tepkilere biz Müslümanların tavrı ne olmalıdır? Bizler tepkimizi kendi kaynağımıza ve bizi terbiye eden Rabbimizin emirlerine muvafık şekilde geliştirmeliyiz. Biz biliyoruz ki, bizim kavmimizin kâfirleri, yedinci yüzyıl Hicaz Araplarının kâfirlerinden daha ehven olmayacaktır. Kur’an, İsrail oğulları içinden maymunlar, domuzlar ve tağuta tapan bir zümre çıkarıldığından bahseder. (5/Maide, 60). Bazı Müslümanlar, bu ayeti literal olarak okumak suretiyle, sözü edilen kavmin bir kısmının maymuna ve domuza dönüştürüldüğünü zannetmekle hataya düşmüşlerdir. Kastedilen, ilgili kavmin ahlaksızlığı, kişilik bozukluğu, Allah, elçi ve vahye olan düşmanlığıdır. Bunlar herhangi bir hayvana dönüşmemişler, tağuta tapan kimseler olmuşlardır. Dolayısıyla ideolojik/akidevî bir sapkınlıktır anlatılmak istenen. Bu sapkınlığa karşı Musa veya başka bir Peygamber’in, kendi vazifesini yapmaktan başka bir şikâyeti olmamıştır. Türkiye’de “ateist olmayan, dine saygılı” egemen zümrenin tep- Düşünce kisine karşı yalvarmak, özür dilemek, ıkınıp sıkınarak hiç kimseye zarar vermeyen bir ‘dindar nesil’ yetiştirmek talebini yinelemek, zilletten başka bir şey değildir. Peygamber Muhammed (sav) böyle bir tepkiye şahit olsaydı, muhtemelen Kafirun suresini okurdu ve ardından da “…De ki kininizle geberin!...” (3/Âl-i İmran, 119) ayetini hatırlatırdı. Dindar Yani Muhafazakâr Gençlik Peki, Başbakan tam olarak ne demişti? Başbakan, ‘dindar gençlik’ dedi, ‘müslüman gençlik’ gibi bir deyim kullanmadı. Dindar gençlik tabirine bu kadar tepki gösterenler Müslüman gençlik tabirine ne kadar tepki gösterirlerdi türünden bir itirazın da çok anlamı yoktur. Çünkü dindar gençlikle neyi kastettiği, Başbakanın konuşmasından yeterince anlaşılmaktadır. AKP Hükümetinin icraatları da ayrıca ‘dindar gençlik’ tanımının içerisinin nasıl doldurulması gerektiğine büyük katkı sağlamaktadır. Başbakan meramını şöyle anlatmıştı: “75 yıllık tecrübe göstermiştir ki laiklik ilkesi, Cumhuriyetimizin demokratikleşme çabalarıyla en ideal ve modern anlamda sosyal bir hukuk devleti olma gayretleriyle bir arada ele alındığında ülkemizin ilerlemesi, kalkınması, barış, huzur ve istikrar içinde geleceği şekillendirmesi noktasında hayati bir önemi haizdir. Laiklik, ayrıştırıcı değil birleştirici, baskıcı değil özgürleştirici, tek tipleştirici değil hoşgörülü İktibas bir yorumla uygulandığında demokrasiye güç katmış, ekonomiye, dış politikaya, sosyal hayata ivme kazandırmıştır. Türkiye, geçmişten gelen büyük medeniyet birikimiyle farklı kültürlerin, farklı dinlerin, farklı mezhep ve anlayışların barış içinde bir arada yaşadığı bir coğrafya olmuştur. Bu bakımdan, medeniyetimizle ve medeniyet birikimi- B aşbakan, sözlerini biraz daha netleştirmek suretiyle, “yani nesilleri dindar yetiştirmeyelim de tinerci mi olsunlar?” diyerek, tinerci olmayan liberal dostlarını (monşer çocuklarını) üzmüş görünmektedir. “Ya dindar ya da tinerci” denklemi Başbakanın meramını yeterince açıklamaktadır. mizle uyum arz eden bir laiklik yorumu, birlik ve beraberlik içinde geleceğe yürüyüşümüzün de teminatı olmaya devam edecektir. Bu düşüncelerle laikliğin anayasal ilke olarak kabul edilişinin 75. yıl dönümünü kutluyor, tüm vatandaşlarımı sevgiyle selamlıyorum.”12 İşte Başbakan’ın, her haykırışı kendi aleyhine sanan bir zümrenin utanmasızca, “pandoranın kutusu açıldı, başbakan, gizli (şeriat) ajandasını açtı, ağzın- daki baklayı çıkarttı” cinsinden tepkisine13 konu olan, ‘dindar nesil’ talebini seslendirdiği konuşması budur. Bilgisayar diliyle ifade edecek olursak, imleci Başbakan’ın ‘dindar nesil’ sözü üzerine getirdiğimizde karşımıza, içinde ‘laiklik’ üzerine söylenmiş sözlerin yer aldığı bir çerçeve açılmaktadır. Başbakan tarafından “medeniyetimizle uyumlu” bir laikliğe yönlendirilmekteyiz. Başbakan, “milletinin, vatanının değerlerine, ilkelerine, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan” “muhafazakâr ve demokrat” bir nesil yetiştirmeyi14 taahhüt etmektedir. Başbakanın, ‘dindar nesiller’ tipolojisi şu özellikleri taşımaktadır: büyüklerine isyankar olmayan; milli, manevi değerlerinden kopmamış, hiçbir istikameti, meselesi olmayan değil; çağdaş, özgürlüklere saygılı, farklı düşünce ve inanç gruplarına saygılı bir nesil…15 Başbakan, sözlerini biraz daha netleştirmek suretiyle, “yani nesilleri dindar yetiştirmeyelim de tinerci mi olsunlar?” diyerek,16 tinerci olmayan liberal dostlarını (monşer çocuklarını) üzmüş görünmektedir. “Ya dindar ya da tinerci” denklemi Başbakanın meramını yeterince açıklamaktadır. Genç nesillerin köprü altında yaşamaması, tinerci olmaması, ‘suç makinesi’ne dönüşmemesi için dindar yetiştirilmeleri gerekmektedir. Başbakanın ‘dindar nesil’ talebi, kendisine destek veren muhafazakâr kesimde şu şekilde şerh edildi: tevazulu, nezaketli, hoşgörülü, uzlaşmacı, paylaşımcı,17 ana-babaya saygılı, cinayet 19 İktibas işlemeyen, tuzak kurmayan, iftira atmayan, içki içmeyen, uyuşturucuya bulaşmayan, zinadan uzak duran, aile kavramını önemseyen, silaha ve şiddete mesafeli olan;18 yetim hakkı yemeyen, temiz, üreten, gıybet etmeyen;19 özetle, muhafazakâr demokrat bir gençlik.20 Yani aslında portresi çizilen, siyasal bilinci ya gelişmemiş, ya da siyaseti pragmatizm sanan, mıymıntı bir gençliktir. ‘Dindar gençlik’ yetiştirirken laiklik ve demokrasiden ödün verilmeyeceğini Başbakan da vurgulamaktadır. Sâbık Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Atatürkçülükle dindarlığı karşı karşıya getirdiğimizde Atatürkçülüğün; laiklikle Müslümanlığı karşı karşıya ‘Dindar gençlik’ yetiştirirken laiklik ve demokrasiden ödün verilmeyeceğini Başbakan da vurgulamaktadır. Sâbık Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Atatürkçülükle dindarlığı karşı karşıya getirdiğimizde Atatürkçülüğün; laiklikle Müslümanlığı karşı karşıya getirdiğimizde laikliğin zarar göreceği uyarısında bulunmakla bir anlamda Başbakan’a destek vermektedir. Bardakoğlu, laikliği din özgürlüğünün güvencesi olarak görmek taraftarıdır.21 Liberaller ise, “Eski”yle, farklı kültürlerle bağlarını koparmamış, modernizmin açtığı yaralara merhem olacak bir tevazu içeren bir “dinselliği”; toplumdaki farklı dinselliklere, inanç gruplarına eşit uzaklıkta duran bir laikliği ve demokrat zihniyeti “sunabilirsiniz” görüşündedir.22 Anlaşılacağı üzere Başbakanın özlemini çektiği, laik-demokra- 20 Düşünce tik, muhafazakâr, milli değerlere bağlı, büyüklerine itaatkâr bir nesildir. Fehmi Koru’nun şerhi ile bu, ‘çağa uygun dimağlar’dır. Koru, çağ zaten ‘dine dönüş’ çağıdır demektedir.23 Bu, dine öyle bir dönüştür ki, Din’in iktidar olmasını ebediyen mümkün olmaktan çıkartan bir çabaya dayanmakta, bir o kadar da dinin tezahürüne geçit vermektedir. Ali Bardakoğlu da görünüşte dindarlaşıldığını teslim etmektedir.24 İşte bu sebeple, “ateist olmayan / dine saygılı” liberal ve Kemalistlerin Başbakanı ittihatçılaşmakla, din devleti kurma niyetini nihayet açığa vurmakla suçlamaları ya art niyete dayanmakta ya da cehalete. Başbakanın projesini ise elan, kendilerine cemaat değil de camia denmesini isteyen neonurcu bir kadro yürütmektedir. Neo-nurculuğun ‘altın nesil’i ile ‘dindar nesil’ hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Bu, mistik hezeyanları din belleyen, neonurculuğun uyuzlaştırıcı metinlerini vahiy gibi ezberleyen ama onları dahi anlamaktan uzak, teknolojiyle arası fevkalade iyi, (Başbakanın, kara tahtayı, tebeşiri tarihe gömmekle övünmesini, akıllı tabletleri yüceltmesini25 hatırlayalım), siyasî bilinci, camianın tepesindeki efendi hazretlerinin dudağına bakmaktan ibaret bir gençliktir. Hasılı, kimileri ne kadar tepki gösterse de, önümüzdeki yıllar artık dinin fobi değil, hobi olarak görüldüğü yıllar olacaktır. Kemalist anlayışın yarattığı din fobisinden kurtulmuş, diniyle barışmış(!), dindarlarına baskı yapmayan bir Türkiye istenmektedir.26 Çağın ihtiyaçlarına göre dinden yararlanmak, her pragmatist (din istismarcısı) sistemin başvurmaktan çekinmeyeceği bir politikadır. Türkiye Cumhuriyeti de böyle bir pragmatizmle kurulmuştur. Dünyanın her yerinde bu ilke geçerlidir. Mesela Norveç’te boşanma oranlarının yüzde 52’yi bulması üzerine, parlamento bünyesinde “manevi değerler komisyonu” adı altında bir komisyon kurulduğu27 bildirilmektedir. Bu, Norveç’i şeriat ülkesi yapmamaktadır. Tayyip Erdoğan’ın dindar nesil projesi de böyle bir tabiata sahip olacaktır. Müslüman Gençlik AKP Hükümeti ‘dindar gençlik’ yetiştirilmesi uğrunda Milli Eğitim, Diyanet ve başka birçok kurum vasıtasıyla pek çok icraat yapacaktır. Fakat bilinmelidir ki bu, Müslüman bir gençlik olmayacaktır. Hükümetten böyle bir beklenti içinde olduğum kesinlikle sanılmamalıdır. Çünkü Müslüman gençlik İslam’ın kendi eğitim sistemiyle yetişir. Müslüman gençlik ancak Kur’an İslamı’yla, Rasulullah’ın (sav) sünnetiyle eğitilebilir. Müslüman gençliği ancak Müslüman aileler ve Müslüman kurumlar yetiştirebilir. Müslüman bir gençlikten bahsedebilmek için öncelikle akidesinin yüzde yüz İslamî olması, laiklik ve demokrasi gibi beşeri ideolojileri kesin bir şekilde reddetmesi gerekir. Müslüman gençlik, kişilere, efendilere, din ulularına değil, dine, akideye ve fikre tutkundur. Kişilerin ölümlü olduğunu bilir, ancak Allah’ın baki olduğuna iti- Düşünce kad eder. Bütün değerlerin kaynağının Allah olduğuna inanır. Müslüman gençlik yetiştirmek elbette ki kavun-karpuz yetiştirmeye benzememektedir. Bu, sanıldığı kadar kolay bir iş de değildir. Bununla beraber, devletin gençlik yetiştirmek gibi bir görevinin olmaması gerektiğini savunanlar, modern paradigmanın etkisinde kalarak, ne dediğini bilmeyen kimselerdir. Çünkü devlet, insanlardan tamamen bağımsız, hayali bir kurum değildir. Müslümanların kurduğu bir devletin hedefleri arasında, Müslüman fertlerin hedefleri de bulunmak durumundadır. İran İslam Devrimi’nin kötü örnek oluşu bile, yukarıdaki tezi doğrulamaz. İslam’ın marufu emir, münkerden nehiy ilkesi, bütün bir toplumun Allah’ın rızası doğrultusunda eğitilmesi gereğini ortaya koyar. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bütün okullar devletin okullarıdır ve bu okullarda bir asırdır ülkenin bütün gençliği, çağdaş bir cahiliye formatında eğitilmektedir. Bu okullarda şimdi nasıl batıcı, laik-demokratik, liberal bir eğitim veriliyorsa, İslamî bir rejimde de İslam’ın temel ilkeleri (akide) doğrultusunda eğitim verilecektir. Bu eğitim, başka dinden olan insanların zorla İslamlaştırılması anlamına da gelmez. Teknik ayrıntıları bir yana, Müslüman gençlik sadece Kur’an ve sünnet eğitimi ile yetiştirilebilir ve bunu da ancak İslam’a hiçbir ideolojiyi eş koşmayan Müslüman kadrolar yapabilirler. Muhafazakâr-demokrat gençlik, İslam’ın gençliği değildir, İslam’la küfür, hakla batıl arasında zihni gidip gelen, tevhidle şirki İktibas telif eden, Allah’la modern çağın putlarını uzlaştıran bir gençliktir. Dindar gençlik olarak tebcil edilen gençler ne yazık ki okumaktan uzak, teknolojiyi kutsayan, tefekküre yabancı, kadınerkek ilişkilerinde moderndir. Bu gençlik, bu ve bundan sonraki muhafazakâr iktidarlara oy deposu olacak, ihtiyaç duyulan teknokrat ihtiyacını karşılayacak ama asla bir tebliğ/davet gençliği olmayacaktır. Böylesi bir gençliğe merhamet nazarıyla bakmak gerekir. Ama unutmamalıyız ki bu gençlik, Müslüman ‘büyük’lerinden yevmul kıyamette davacı olacaklardır. Dipnotlar 1-Eşref Edip, Kara Kitap, İst-2005, 271. 2-Hasan Cemal, Dindar Yetişmedim, Tinerci de Olmadım, Milliyet, 08.02.2012. 3-Ertuğrul Özkök, Ateist Olmak İstiyorum, Hürriyet, 04.02.2012. 4-Can Dündar, Milli Ant Yerine Besmele, Milliyet, 04.02.2012. 5-Can Dündar, Dindar Bir Nesil Sayılmasak da, Milliyet, 12.02.2012. 6-Emre Kongar, Dinci Politika, Dinci Eğitim, Cumhuriyet, 04.02.2012. 7-Semih İdiz, Bize Çağdaş Nesiller Lazım, Milliyet, 04.02.2012. 8-Can Dündar, Milli Ant Yerine Besmele, Milliyet, 04.02.2012. 9-Ahmet Altan, Müslümanlığın Şansı ve Şanssızlığı, Taraf, 05.02.2012. 12-Başbakan Erdoğan’ın Laiklik Mesajı, www.haber7.com, 05.02.2012. 13-M. Ali Birand, Dindarlık Yarışı Sonumuz Olur, Hürriyet, 07.02.2012. 14-Bülent Korucu, Dindarların Talebi Özgürlük, Zaman, 08.02.2012. 15-Erdoğan: Biz Öğrenci Formatlamıyoruz, www.haber7.com, 06.02.2012. 16-Erdoğan: Biz Öğrenci Formatlamıyoruz, www.haber7.com, 06.02.2012. 17-Hüseyin Gülerce, İslamî Kesim ve Demokratlık, Zaman, 08.02.2012. 18-Nuh Gönültaş, Devletin Torna Tesfiye Görevi, Bugün, 05.02.2012. 19-Ali Bardakoğlu, Nebahat Koç’un Röportajı, Akşam, 05.02.2012. 20-Hüseyin Gülerce, İslamî Kesim ve Demokratlık, Zaman, 08.02.2012. 21-Ali Bardakoğlu, Nebahat Koç’un Röportajı, Akşam, 05.02.2012. 22-Ferhat Kentel, Dindar Nesiller, Taraf, 04.02.2012. 23-Fehmi Koru, Dindar Gençliği Kim Yetiştirmeli, Star, 04.02.2012. 24-Ali Bardakoğlu, Nebahat Koç’un Röportajı, Akşam, 05.02.2012. 25-Erdoğan: Biz Öğrenci Formatlamıyoruz, www.haber7.com, 06.02.2012. 10-Can Dündar, Milli Ant Yerine Besmele, Milliyet, 04.02.2012. 26-Ahmet Altan, Müslümanlığın Şansı ve Şanssızlığı, Taraf, 05.02.2012. 11-Semih İdiz, Bize Çağdaş Nesiller Lazım, Milliyet, 04.02.2012. 27-Gültekin Avcı, Nasıl Bir Gençlik, Bugün, 05.02.2012. 21 İktibas KÜRESELLEŞMENİN GELECEĞİNDE DİNİN ETKİSİ ABDULLAH METİN K anaatimizce din ortadan kalkmamakla birlikte, mahiyeti değişmektedir. Toplumsal yapışkanlığı ve düzenleyici/kural koyucu şeriatından sıyrılan din, bireysel bir görünüm kazanmaya başlamış ve Tanrı ile insan arasındaki bir inanç kategorisi olarak varlığını sürdürmüştür/ sürdürmektedir. 22 Düşünce Dünya üzerindeki olayların, insanların, ekonomilerin, yönetimlerin, kültürlerin, sorunların vb. birbirleriyle daha fazla bağlantılı hale gelmesi demek olan küreselleşme, 20. yüzyılın tartışmasız en önemli olgularından biridir. Daha McLuhan küreselleşmeyi dünyanın küresel bir köye dönüşmesi olarak tanımlamadan önce, 1930’larda gezegenleşme (planetization) kavramını ortaya koyan Pierre Teilhard de Chardin, bu kavramı çağımızın kökleri derinlere inen dini bir hareketi olarak tanımlamıştır. Küreselleşmenin geleceği üzerinde dinin etkisine geçmeden önce dinin 20. yüzyıl içindeki seyrini belirtmek gerekiyor. Modern dönemde dinin yok olup gidecek bir sosyal fosil olduğu Karl Marx, Sigmund Freud, Emile Durkheim, Max Weber gibi birçok modernist düşünür tarafından dile getirilmiş ve hatta Weber bu durumu “dünyanın büyüsünün bozulması” olarak tanımlamıştır. 1960’lı yılların sekülerleşme teorisyenleri de bu düşünürlerle aynı görüşteydi. Oysa 20. yüzyılda dünyanın sekülerleşmediği dillendirilmeye başlandı. Bir zamanlar sekülerleşme teorisini savunan Peter Berger bile “sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız zannı yanlıştır” itirafını yaptı. Ona göre sekülerleşmenin başarıya ulaşacağını söylemek, Tibetli Lamaların, Pentekostal* vaizlerin ve İranlı mollaların Amerikan üniversitelerindeki edebiyat profesörleri gibi düşüneceğini iddia etmektir ki, bu iddia Berger’e inandırıcı gelmemektedir. Sekülerleşmenin beklenildiği düzeyde gerçekleşmediğini belirten bir diğer düşünür Peter Beyer de dünyanın sekülerleş- mekten ziyade dinselleştiğini savunmuştur. Beyer’e göre toplumun küreselleşmesi, 1960’lardaki bazı teologların iddia ettiği gibi, Tanrı’nın ölümüne sebep olmamıştır. Tanrı hala cennetinde dünyayı yönetirken şeytanın görünümü gitgide belirsizleşmiştir. Tanrı hala sevilir ama ondan korkmak güçleşmiştir. Kanaatimizce din ortadan kalkmamakla birlikte, mahiyeti değişmektedir. Toplumsal yapışkanlığı ve düzenleyici/kural koyucu şeriatından sıyrılan din, bireysel bir görünüm kazanmaya başlamış ve Tanrı ile insan arasındaki bir inanç kategorisi olarak varlığını sürdürmüştür/ sürdürmektedir. Berger ve Jose Casanova’nın da iddia ettiği gibi liberal modele adapte olmayan ve şahsileşmeye (privatization) direnen dinlerin modern dünyada başarılı olması, diğerlerinin ise düşüşe geçmesi muhtemeldir. Küresel yayılma konusunda en başarılı iki din Hıristiyanlık ve İslam’dır. Dolayısıyla küreselleşmenin 21. yüzyılın sonunda, dünyayı hangi noktaya getireceğini belirleyecek olan da bu iki din arasındaki rekabettir. Bu iki din arasında Hıristiyanlık bir Avrupa dini olmaktan uzaklaşarak Latin Amerika ve Afrika’da hızla yayılmaktadır. Hıristiyanlığın Reformasyon sonucu ortaya çıkan mezhebi olan Protestanlık, modernite ile uyum içerisindedir ve bu sebeple modernizmin ulaşabildiği her noktaya ulaşabilecek kapasitededir. Akıl ile tecrübeyi ön plana çıkaran Protestanlık ve onun tarikatları, anti-hiyerarşik yapılanması ve gayri resmi/ kiliseden kopuk teolojileriyle Avrupa dışı dünyada daha kolay kabullenilebilmektedir. 1900’lerin başlarında bir avuçken günümüzde sayıları Düşünce birkaç yüz milyona ulaşan Pentekostaller bu yayılmanın bir örneğidir. Hıristiyanlık küreselleşme sürecinde ister istemez formatını da değiştirmektedir. Özellikle Latin Amerika ve Afrika’da bazı toplumların eski inançları ile Hıristiyanlığın öğretisini birleştirdikleri görülmektedir. Misal olarak, Meksika’da yaşayan Tarahamuralar Hıristiyanlığın kutsalları ile geleneksel mitolojilerini birleştirerek, Güneş’e ve Ay’a karşılık gelen Tanrı’ya ve O’nun karısı Bakire Meryem’e ve onların oğlu İsa’ya inanırlar. Bu inanca göre Kızılderililer bu kutsal ailenin soyundan gelmekteyken, Kızılderili olmayanlar şeytan ve karısının soyundandırlar. Güney Afrika’da bir kabile ise Tanrıya ve atalarının ruhlarına birlikte tapmaktadırlar. Walter Kasper Hıristiyanlar arasındaki bu ve benzeri bölünmelerin Hıristiyanlığın dünya misyonunu yerine getirmede en büyük engellerden birisi olduğunu belirtir. Kasper’ın düşüncesine katılmamızı engelleyen şey Hıristiyanlığın arılığı sorunudur. Tek bir teoloji/inanç ve yaşama biçimi sunmayan Hıristiyanlığın kendi özünden uzaklaştığı aşikârdır. Hıristiyanlığın bir özünün olup olmadığı da sorunludur. Zira bugünkü Hıristiyanlığın Hz. İsa’nın Hıristiyanlığı mı yoksa Pavlus’un Hıristiyanlığı mı olduğu tartışmalıdır. Kanonik İnciller tüm Hıristiyan mezhepleri tarafından kabul edilmekle birlikte Hıristiyanlar arasında teolojinin bölünmesine sebep olan konsiller, 11. yüzyılda Katoliklik ile Ortodoksluğu, Reformasyon ise 16. yüzyılda Katoliklik ve Protestanlığı ayırmıştır. Antik İktibas Yunan felsefesi ve Roma hukuku ile birlikte Batı medeniyetinin üç sacayağından birisi olan Avrupa’yı değiştirirken, Avrupa’nın dönüşümüyle birlikte kendisi de dönüşen ve dolayısıyla Avrupalıların her an Hıristiyan olmasına sebep olan Hıristiyanlığın, özellikle Latin Amerika ve Afrika’daki yayılması ile birlikte yerli inançlarla harmanlanması sonucu özünün korunup korunamayacağı; özellikle Hıristiyan mezhepleri arasında üst düzey kurumsallığıyla dikkat çeken Katolik Kilise’sinin bu konuda neler düşündüğü gerçekten merak konusudur. Baba-Oğul-Kutsal Ruh denkleminde şekillenen fakat bu denklemin her bir öğesinin ve bu öğeler arasındaki bağlantının niteliği konusunda mezhepler arasında ayrışmaların bulunduğu Hıristiyanlık, şeriatsız teolojisiyle yayılma hususunda İslam karşısında bir adım önde görülmektedir. Fakat bu bir adım önde olma durumu da yine dinin arılığı açısından bakıldığında tartışmalı bir hale gelmektedir. Hukuksal/şeriatsal dayanağı olmayan bir din dünyayı değiştirmeye nasıl talip olacaktır! Hz. İsa havarilerine “gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin. Size buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin” (Matta 28) buyurmuştur ama kurtuluşu tüm insanlık adına kendini feda eden İsa Mesih’e inanmakta gören ve bu sebeple tüm insanlığı kurtuluşa ermek adına kendisine çağıran Kilise insanlığa neyi vaaz etmektedir! B aba-Oğul-Kutsal Ruh denkleminde şekillenen fakat bu denklemin her bir öğesinin ve bu öğeler arasındaki bağlantının niteliği konusunda mezhepler arasında ayrışmaların bulunduğu Hıristiyanlık, şeriatsız teolojisiyle yayılma hususunda İslam karşısında bir adım önde görülmektedir. Fakat bu bir adım önde olma durumu da yine dinin arılığı açısından bakıldığında tartışmalı bir hale gelmektedir. Amerika’da Evangelist bir tarikat, dünyayı İsa Mesih’in dönüşüne uygun hale getirmek ve 23 İktibas Tanrı adına savaşacak çocuklar yetiştirmek için “Jesus Camp” düzenlemekte ve 6-7 yaşlarında çocuklara kamp programının başlangıcında şu yemini ettirmektedir: “Tanrım, ben gönüllüyüm, eğitilmek için buradayım, sen ne istersen onu yapacağım ve sen ne istersen onu söyleyeceğim.” Kamp yöneticisi ise şunları söylemektedir: “Filistin’deki kamplarda çocuklara el bombası atmayı, silah kullanmayı öğretiyorlar. Ben de, tıpkı Pakistan’da ve Filistin’de İslam için canlarını feda eden gençler gibi, İncil için kendi hayatlarını feda eden bir gençlik görmek istiyorum. Çünkü hakikat biziz”. Gerek kilisenin gerek bu tür Hıristiyanların, Kenya başbakanı Jomo Kenyatta’nın “Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.” sözleriyle özdeşleşen sömürgecilikle mündemiç ve onun bir aracı olarak kullanılmış Hıristiyanlığın, bugün kapitalizmle iç içe olmadığını ve herhangi bir projeden müstakil olarak kendi evrensel iyisini yaratıp, dünyayı ıslah etmeye/barışı getirmeye talip olduğunu savunması gerekecektir. Yaklaşık on dört yüzyıl önce mesajını tamamlamış olan İslam, Hz. Muhammed’den sonra halifeler dönemi, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde, Arabistan topraklarından Güney Asya’ya, Kafkasya’ya, Kuzey Afrika’ya, Anadolu’ya, Balkanlar’a ve İspanya’ya kadar yayılmıştır. Şia mezhebinin ortaya çıkmasıyla iki mezhebe bölünen İslam, Ehli 24 Düşünce Sünnet içerisinde de Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbelî gibi fıkıh ekollerini barındırmaktadır. İslam’ın yayılmasında bu mezhepsel ayrılmanın ve farklı ekollerin varlığının etkisini kabul etmekle birlikte, bu mezhepler ve ekoller arasındaki farklılığı her biri ayrı bir din (religion) mesabesinde olan Hıristiyanlık mezhepleri arasındaki farklılıklarla kıyaslamak mümkün değildir. İslam’ın arılığını sağlayan en önemli unsur olan Kur’an-ı Kerim ve sünnet, kendilerinden M odern hayat ise insanları bireyselleştirmektedir. Böyle bir dönemde İslam’ın insanları tekrar cemaatsel düşünmeye nasıl sevk edeceği bir tartışma konusudur. beslenen üçüncü ve dördüncü derece kaynaklar olan icma ve kıyasın büyük çapta bir ayrılığa ve kopmaya neden olmasına manidir. Bu kaynaklara dayanan İslam şeriatı toplumsal, siyasal ve iktisadi yaşamı düzenleme iddiasındadır. İmanı ibadetle birleştiren ve dinin toplumsal pratiğini önemseyen İslam, özünü korumayı başarmıştır. Evrensel ortak iyi, İslam açısından ferdilikten ziyade cemaatseldir. Ferdin hukukunu korumakla birlikte onun cemaat içindeki rolünü de ihmal etmeyen İslam, toplumsal bir dönüşümü amaçlamaktadır. Modern hayat ise insanları bireyselleştirmektedir. Böyle bir dönemde İslam’ın insanları tek- rar cemaatsel düşünmeye nasıl sevk edeceği bir tartışma konusudur. Bazı düşünürler İslam’ın küreselleşmesinde bu hususun dezavantaj olduğunu, herhangi bir hukuk vaaz etmeyen Hıristiyanlığın İslam karşısında daha avantajlı olduğunu ifade etmektedirler. Küreselleşme toplumsal değişmeden bağımsız olmadığına göre, hem ferdi hem de cemaati/toplumu değiştirmeye çalışan ve tüm Müslümanları kardeş ilan eden İslam’ın; bireyin kurtuluşunu önceleyen ve şeriatsız bir iman vaaz eden Hıristiyanlığa nazaran, küreselleştiği ölçüde kendi damgasını taşıyan bir değişimi gerçekleştireceği de açıktır. İslam ferdiliği ön plana çıkaran ve şeriatından soyutlanmış bir yayılma içerisine girmesi halinde ise bu idealinden uzaklaşmış olacaktır. İslam’ın 21. yüzyılda ferdiliği ön plana çıkaran Sufizm yoluyla mı yoksa şeriat temelli dönüşümü esas alan bağlantıları yoluyla mı yayılacağı, İslam’ın dinsel ve dünyanın küresel görünümünde etkili olacaktır. 11 Eylül (2001) saldırılarının İslam’ın yakın geleceği üzerinde etkili olacağı anlaşılmıştır. Bu komplonun ardından Afganistan ve Irak saldırıya uğramış, Afganistan’da Usame bin Ladin, Irak’ta Saddam devrilirken bu ülkeler belirsizliğe sürüklenmiştir. 1979 devriminin ardından İslam Cumhuriyeti’ni kuran İran, Şii dünyası arasındaki birlikteliği önemserken, İslam adına hareket eden Hamas, Hizbullah gibi İslami hareketleri desteklemektedir. Bu hareketlerden Hizbullah Lübnan iç siyasetinde etkin bir rol oynarken, dışarıda da Lübnan ordusu gibi hareket etmekte; Hamas ise bağımsız Filistin’in mücadelesini Düşünce vermektedir. Arap baharı olarak nitelenen devirmelerin ardından Fas, Tunus, Libya ve Mısır’da iktidarlar değişirken Yemen, Bahreyn, Suriye gibi ülkeler bu sancılı süreci yaşamaya devam etmektedir. Kimilerine göre Türkiye’nin sivil devrimi olarak nitelenen 2002’de Ak Parti’nin iktidara gelmesi ise Türkiye’yi modern dünya ile daha barışık bir düzleme çekmiştir. Tüm bu gelişmelerin, iflas ettiği iddia edilen Büyük Ortadoğu Projesi’nin sınırları içerisinde gerçekleşmesi bir yana, İslam’ın geleceği üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. İslam’ın hâkim belirleyici olduğu Ortadoğu’nun laik-demokratik-kapitalist bir mecraya mı sürükleneceği, yoksa dinsel-siyasal bir yapıya mı kavuşacağı İslam’ın geleceği açısından da önemli olacaktır. İslam mutlak olarak siyasal bir korumaya ihtiyaç duymamasına rağmen, böyle bir koruma onun yaşanmasının ve yayılmasının niteliğini ve yönünü tayin ederken, Hıristiyanlıkla rekabetinin sonucunu da etkileyecektir. İstatistiksel verilere ve bu verilere dayalı tahminlere dayanan Huntington, uzun vadede Muhammed’in kazanacağını iddia etmektedir. Ona göre Hıristiyanlık sadece tebliği ile yayılırken, İslam tebliğ ve doğum (reproduction) ile yayılmaktadır. Bazı Hıristiyan düşünürler bu görüşe karşı çıkmaktadır. Huntington 2025 yılında Müslüman nüfusun dünya nüfusuna oranının %30, Hıristiyan nüfusun dünya nüfusuna oranının %25 olacağını tahmin ederken, Woodhead ve Jenkins bu oranları sırasıyla %25 ve %33-34 olarak vermektedirler. Hıristiyanlığın 20. yüzyılda Latin Amerika’da ve Afrika’daki hızlı yayılmasını 21. yüzyılda da İktibas devam ettireceğini varsayar ve bu kıtalardaki doğum oranlarının yüksekliğini de göz önünde bulundurursak, Huntington’ın Hıristiyanlığın sadece tebliğ ile yayıldığı iddiasının doğru olmadığını düşünebiliriz. Peki, dünyanın ve küreselleşmenin geleceğinde belirleyici olan sayısal üstünlük müdür? Bu sorunun cevabını Yahudilere bakarak ‘hayır’ olarak verebiliriz. Dünya nüfusunun yaklaşık %19’unu oluşturan Hindu ve Budistlerin küresel kültüre katkıları çok düşükken, nüfusları dünya nüfusunun yalnızca %0.2’sinden ibaret olan Yahudilerin dünyanın modern görünümüne katkılarının çok büyük olması, bu nicel yanıltıcılığın en güzel örneğidir. Küreselleşme açısından önemli olan nicel büyüklük değil, dinin niteliği (toplumsal, iktisadi ve siyasal yaşama etkisi) ve dünyayı değiştirme potansiyelidir. Berger ve Casanova’yı tekrardan hatırlarsak, liberal modele adapte olmayan ve şahsileşmeye (privatization) direnen dinlerin modern dünyada başarılı olması, diğerlerinin ise düşüşe geçmesi muhtemeldir. Başarılı olan din aynı zamanda dünyanın geleceğini şekillendirecek olan dindir. * Pentekostalizm: İsmini Hz. İsa’nın göğe yükselişinin ellinci gününden alan, 20. yüzyılın hemen başında ABD’de ortaya çıkmış ve özellikle Latin Amerika’da yayılmış, Protestanlık içi bir akımdır. Akımın mensupları Ruh gücü ile Tanrı’nın tecrübe edilebileceğine; Tanrı’nın insanlara farklı dilerde konuşabilme, hastaları iyileştirebilme gibi hediyeler verdiğine inanırlar. Kaynakça ASLAN, Adnan; “Küreselleşme ve Din”, Köprü, 2002, sayı 77, s. 32-48. ATTAS, Nakib El; İslam, Sekülarizm ve Geleceğin Felsefesi, çev. Mahmut Erol Kılıç, 3. baskı, İstanbul, İnsan Yayınları, 2003 BERGER, Peter; “Secularism in Retreat”, The National Interest, Winter 1996 n46): 3(10), pp. 1-11 BERGER, Peter; “Desecularization of the World: A Global Review”, (ed) Peter Berger, Desecularization of the World: Resurgent and World Politics, 1999, Ethics and Public Policy Center, Washington, pp. 1-18. BERGER, Peter; “Secularization and de-secularization”, (ed) Linda Woodhead, Religions in the Modern World, 2005, Routledge, New York, pp. 336-344. BEYER, Peter; Religion and Globalization, 2000, SAGE Publications, London. HUNTINGTON, Samuel; The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order, 1996, Simon&Schuster Paperbacks, New York. JENKINS, Philip; The Next Christendom: The Coming of Global Christianity, 2002, Oxford University Press, New York. KALE, Sudhir; “Spirituality, Religion, and Globalization”, Journal of Macromarketing, 2004, Volume 24, pp. 92-97. ORMEROD, Neil, SHANE, Cliffon; Globalization and the Mission of the Church, 2009, T&T Clark, New York. WOODHEAD, Linda; “Christianity”, (ed) Linda Woodhead, Religions in the Modern World, 2005, Routledge, New York, pp. 177-209. 25 Röportaj MÜSLÜMANLAR HİÇ KUR’AN OKUMUYORLAR MI? AKİF EMRE: “Dümdüz, çok açık, net şeylerde bile, bırakın fıkhî yorumlar veya içtihatları, çok açık, net ilkelerde bile insanlar bir sivil toplum savaşçısı olarak çıkıyor karşımıza” Röportaj: Şükrü HÜSEYİNOĞLU Türkiyeli Müslümanlar arasında, 28 Şubat süreciyle başlayan ve ardından AKP’nin iktidarıyla birlikte önü alınamaz bir hal alan zihinsel dönüşümler, AKP üzerinden sisteme eklemlenme süreci, İslamî değer yargısı ve iddiaların giderek yerini liberal söylemlere terk etmesi, kapitalistleşme eğilimlerine tepki olarak ortaya çıkan ve “İslamî sol” olarak nitelenen eklektik söylemler... Yeni Şafak Gazetesi yazarı Akif Emre ile, bu meselelerin yanı sıra Uludere hadisesi, MİT krizi, “Arap Baharı” olarak nitelenen bölgemizdeki hızlı değişimler, Suriye’de yaşananlar, İran’ın Suriye konusundaki tutumu gibi birçok konuda verimli bir söyleşi, gerçekleştirdik. Emre’nin tesbitlerini ilgiyle okuyacağınıza inanıyoruz. 26 Değişen bölge ve dünya dengeleri söz konusu. Siz zaman zaman da bu konuyla ilgili yazılarınızda ifade etmeye çalışıyorsunuz. Kısaca özetlemek gerekirse, bu gidişatı nasıl görüyorsunuz? Bir anlamda diktatörlük üzerine kurulu düzenden daha ılımlı, demokratik bir düzene geçiş var. Gidişat sizce ne yönde? Yani Arap Baharı ne anlama geliyor diye soruyorsunuz... Evet, Arap Baharı ne anlama geliyor? Gidişatın ne yöne olduğu konusunda sizin yaklaşımınızı sormak istiyorum... Şimdi bazı şeyler çok yanlış anlaşılmaya müsait. Yani Arap Baharı nereye evrilebilir veya bunun sonuçlarına işaret ettiğiniz, konuştuğunuz vakit, roman- tizmden sıyrılıp biraz daha böyle acıtan sorular sorduğunuz vakit, her şeyi komployla izah emek gibi bir suçlamayla karşı karşıya kalmayı göze almanız gerekiyor. Peşinen şunu söylemem gerekir: Ne Tunus’ta, ne Libya’da, ne de Mısır’daki insanların talepleri haksız talepler değildi. Hiç kimse Hüsnü Mübarek döneminin şu andakinden daha iyi olduğunu söyleyemez. Orada baskı olmadığını, kapalı rejimlerin olmadığını, insanların pek çok özgürlük alanlarının kısıtlanmış olduğunu vesaire, ekonomik, siyasal, sosyal anlamda pek çok sorunun olmadığını kimse iddia edemez. En temel sorun da burada. Zaten orada bir özgürlük sorunu vardı, halka rağmen, meşruiyeti olmayan yönetimler vardı, bunlar ya askeri diktatörlüklerdi yahut da monarşik yö- Röportaj netimlerdi veyahut da ideolojik tek parti yönetimleriydi. İkincisi, dünyanın en büyük zenginlik kaynaklarına sahip olmalarına rağmen dünyanın gelir dağılımının en bozuk olduğu ve fakirliğin diz boyu olduğu bölge yine bu ülkeler. İsrail’le olan ilişkiler vardı. Dolayısıyla, bu sorunlar aslında hem uluslararası arenada, hem de içeride birbirini meşrulaştırmaya da yarıyordu. Bu diktatörler İslamî hareketleri bastırdıkça, bakın Batı karşıtı fundamentalist hareketlere karşı güvence benim diyor, dışarıdan destek alıyor. Kendi halkına da, İsrail’le savaşıyormuş gibi gösterip bakın biz olmasak memleketi Siyonistler işgal edecek, Kudüs’ü tekrar kurtaracağız propagandası yaparak çift yönlü bir denge yürütüyordu. Ama bu ne kadar yürütülebilirdi? İşte iletişimin bu kadar yaygın olduğu, insanların artık gözünün açıldığı, yurt dışına gidip geldiği, ne olup bittiğini gördüğü bu dönemde bu zaten artık sürdürülebilir değildi. Dolayısıyla, bu süreci, komplo olup olmadığı şeklinde değil, çok açık olan hareketlerin bizatihi nedenleri üzerinden değil, sonuçlarının nasıl şekillendiği üzerinden okumakta fayda var. Mesela Bin Ali neden kısa bir süre içerisinde ülkeyi terk etmek zorunda kaldı? Hüsnü Mübarek, tecrübeli bir politikacı olarak değişimi okumamış olması imkânsızdı. Artık dengelerin kendi aleyhine dönüştüğünü gördü. Dolayısıyla, Hüsnü Mübarek’i orada tutan dış destek, uluslararası sistem artık bu işin sürdürülebilir olmadığını işaret edince çekilmek zorunda kaldı. Bu anlamda eğer komplo aranacaksa bu ilişkilerde aranmalı. İktibas Ben esas sorunun şu olduğunu düşünüyorum: Bundan sonraki yönetim postkolonyal dönemde olduğu gibi tek parti veya dikta yönetimleriyle uzun vadede sürdürülebilir değildir. Bunun yerine İslam dünyasının küresel sisteme eklemlendiği bir sürece girilmesi öngörülüyor. Yani kapitalizmin geldiği yeni aşama, yeni coğrafyaların, yeni toplumların bu tüketim toplumuna, kapitalist üretim biçimlerine entegre edilmesini zaruri kılan bir yapıyı gerektiriyor. Soğuk sa- B en esas sorunun şu olduğunu düşünüyorum: Bundan sonraki yönetim postkolonyal dönemde olduğu gibi tek parti veya dikta yönetimleriyle uzun vadede sürdürülebilir değildir. Bunun yerine İslam dünyasının küresel sisteme eklemlendiği bir sürece girilmesi öngörülüyor. vaşın bitmesi, Sovyet bloğunun kapitalist sisteme entegre olmasıyla sonuçlandı ve devasa bir pazar kazandı kapitalizm. Oysa İslam dünyası, temeldeki ilkeleri itibariyle, İslam’ın kendinde var olan ilkeleri itibariyle, moderniteye karşı ve kapitalizme direniyor. Yani bir Müslüman topluluk veya herhangi bir Müslüman, bu tür ideolojik, teorik çözümlemelerden hiçbir haberi olmasa bile, hayatında faiz haram diye inanıyorsa… İsrafın haramlığına inanıyorsa... Evet, israf haramdır diyebiliyorsa, paylaşmayı, adaleti ve bu tür temel İslamî ilkelerle hala fert düzeyinde, insan teki düzeyinde de olsa hayatını bu ilkelere göre biçimlendiriyorsa, o insan tek başına kapitalizme kafa tutuyor demektir. Bu değer yargılarının değiştirildiği, dönüştürüldüğü, ama başörtüsünün de serbest olduğu bir yapıya doğru gidiliyor. Evet, hatta Batı’da bu yönde projeler de üretiliyor... Çünkü bu gidişat, İslam’ın bütüncül bir hayat tarzı olarak algılandığı, yaşatıldığı bir değerler sisteminden tam anlamıyla Protestan ahlakının geliştirildiği bir model oluşturulmak isteniyor. İslam’ın ilkelerinden uzaklaşmış bir dindarlık, üretime daha canlı, daha hızlı katılabilir, daha dürüst olur falan. Diktatörlüklere karşı ayağa kalkan kitlelerin niyetlerinin bu olduğu anlamında söylemiyorum ama bunu yönlendirmek isteyenlerin, süreç içerisinde kontrol altına alıp yönlendirmek isteyen güçlerin Arap Baharı’yla yaygınlaştırmak istedikleri, hem İsrail’le olan ilişkileri, hem sahip oldukları o zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarının kontrolü ve paylaşımı meselesi, hem de toplumu bir tüketim toplumuna dönüştürerek kapitalizmle kurduğu ilişkinin yeniden biçimlenerek eklemleme sürecine dahil edilmesi isteniyor. Esas sınav da bundan sonra verilecek. Libya İslam devleti olduğunu ilan etti. Bunu niye ilan edersiniz? Teorik olarak Hüsnü Mübarek dönemi 27 İktibas Anayasasında da, şeriata aykırı, İslam hukukuna aykırı, Kur’an’a aykırı yasa çıkarılamaz diye yasa vardı. Teorik olarak böyle olabilir ama faiz meselesi konusunda ne diyorsunuz? Sahip olduğunuz petrolü kimlerle, nasıl paylaşacaksınız? Bu petrolün sahibi Libyalılar mı olacak, yoksa Fransız şirketleri gelip yeniden pazarlıkla daha kârlı anlaşmalar mı yapacaklar veya İngilizler mi daha çok pay alacak? Yani kimse şunu söyleyemez: liberal müdahalecilik adı altında Libya bombalanırken, her biri birkaç milyon dolarlık devasa bombalar oralara atılırken, İngilizlerin çöldeki zavallı Libyalıların özgürlüğü için bu paraları harcadıklarını kimse söyleyemez. Kimse Röportaj böyle safiyane düşünmemelidir. Bu soruyu sormuyorsanız veya özellikle sordurulmuyorsa, burada ciddi bir zihinsel problem var demektir, yani hayata başka türlü bakılıyor demektir. Romantizmden de daha öte bir saflık var demektir. Böylesine entelektüel körlük, iletişim ağlarının bu kadar yaygın olduğu bir düzlemde dikkat çekicidir. Esas bu yaralayıcı, kanatıcı soruyu burada bizim sormamız lazım. Yapılmak istenenin, İslam dünyasının medeniyet düzeyinde alternatif oluşturmak için çıkarıldığı, ilkelerinden vazgeçip küresel sistem içerisinde uyumlu, entegre olmuş, meydan okumayan, alternatif oluşturmayan bir alt kültür haline getirilmesi, kültürel bir İslam anlayışının yeniden canlandırılmasıdır. Müslümanlar iddiasızlaştırılmak isteniyor yani... Dünyayı şekillendirme iddiasının ortadan çekildiği, salt kültürel olarak neşvü nema bulduğu, bu şekilde belli bir görünürlülük kazandırıldığı, fakat özellikle, tırnak içinde, gelişmiş ülkelerin ihtiyacı olan kaynakları sağlama anlamında da bir engelin olmadığı bir yeni yapının daha toplumsal katılımla “meşruiyeti” sağlanmış olarak oluşturulması… Müslümanlar da ikna edilerek... Avrupa’daki şu andaki kriz bölgelerine bakın, Avrupa Birliği’nin geldiği sürece... Nehir kurudu, yeni kaynaklara ihtiyaç var. Daha sofistike yöntemlerle bu işin dönüştürülmesi gerek. Gerektiğinde daha klasik kolonyal dönemin, sömürge dönemin yöntemlerine de başvurabileceklerini gösterdiler. Yani geniş anlamda baktığımızda, İslam dünyası küresel kapitalist sisteme entegre edilmek isteniyor. Hem zihnen, hem de toplumsal olarak o sürece dahil edilmek isteniyor, ben böyle okuyorum. Bu söylediklerinizle paralel olarak, Mehmet Altan, tam da Tunus ve Mısır’ın, Libya’nın dönüşüm sürecinde Samanyolu TV’de katıldığı yorum programlarında birkaç defa şunu söyledi: Adamlar Iphone satmak istiyor. Mübarek’in, Bin Ali’nin yönettiği ülkeye Iphone satamaz dedi... Yani sembolik olarak anlatmış. 28 Röportaj Burada iki uç yaklaşım var. Birisi hadiseyi komplocu bir yaklaşımla algılıyor. Yani Amerika her şeyi planladı, sonra da halklara… Yok, böyle bir şey mümkün değil. Kimisi de bu komplocu yaklaşımı reddedeceğim diye bu sizin söylediğiniz gerçekleri de görmezden geliyor. Yani emperyalizmin ve liberal sermayenin bu süreci yönlendirme çabasını görmezden geliyor... Şimdi hiçbir toplumsal olay durup dururken olmaz. Soğuk Savaş’ı bitiren süreci düşünelim. Sovyetler Birliği çökmeden on sene evvel, on beş sene evvel NATO’nun, Amerika’nın bu sürece yönelik hiçbir planının olmadığını söyleyebilir misiniz? Tabii ki hayır... Her söylenene komploculuk ithamıyla yaklaşmak da doğru değil. Bu kadar basit mi oluyor bu işler? Yani Batı bloğunun Rusya’yı fantezi bir yıldızlar savaşı veya kıtalar arası füze yarışına sokup ekonomisini zorladıktan sonra bir anda iflas noktasına getirdiği tespitini yapmak zorundayız. Bunun verileri ortada, girdiği silahlanma yarışını sürdüremeyen Sovyetler iflasın eşiğine geldiğinde adeta teslim alan bir süreç devreye girdi.. Arap Baharı örneğinde Batı bloğu, pazarlık payı bu kadar güçlü de olmayan bölgedeki oluşumları nasıl etkilemeyecek? Veya tam tersini soralım; Mısır gibi devasa ülke bir anda el değiştirirken, Tunus’ta, Libya’da bunlar olurken, Bahreyn’de niçin süreç böyle işlemedi? Bütün bunlar aslında her şey böyle kendiliğinden oldu yaklaşımının İktibas her zaman geçerli olmadığını gösteriyor. Suudi Arabistan bölgenin kilit ülkesi bir anlamda, kültürel anlamda İslam coğrafyasının tabii merkezi konumunda. Suudi Arabistan’da bir ara bir hareketlilik oldu, sonra duruldu. Sizce Suudi Arabistan bu değişim sürecinden bîgane mi kalacak? Yani çok şiddetli bir sarsıntı ben beklemiyorum Suudi Arabistan’da. Hem toplumsal yapısı açısından, hem siyasi dengeler açısından. Hareketliliğin olduğu yerler de çok marjinal düzeyde, petrol bölgesine yakın Şii bölgeler oldu. Onu da kolaylıkla bastırdılar. Kaldı ki Yemen gibi Bahreyn’deki ayaklanmayı da Suudi Arabistan ordusu bastırdı. Bununla birlikte orasının da tümüyle sessiz kalabileceğini düşünmüyorum, muhtemelen daha yumuşak bir geçişin planlarını yapıyor olabilirler. Nitekim bazı düzenlemeler yapılıyor, palyatif tedbirler alınıyor. Suudi Arabistan gerçekten anahtar bir role sahip. İkinci Dünya Savaşı sonrası Yalta Konferansı’ndan sonra Amerikan Devlet Başkanı’nın Suud Kralıyla Kahire’de yaptığı petrol pazarlığının hala geçerli olduğunu düşünüyorum. Zaten ürettiği başka bir şey de yok. Dolayısıyla, orası kilit bir ülke. Eğer Suudi Arabistan’dan vazgeçiyor olsalar, bu bütün petrol üreticisi ülkelerde yeni bir yapılanmaya geçilmesini gerektirir. Bunu bu kadar kontrol edebileceğini zannetmiyorum. Olay şu: Evet Amerika’nın veya NATO’nun veya başka ülkelerin gönüllerinden başka bir şey geçiyor olabilir, başka alternatifleri de düşünüyor olabilirler ama gelinen noktada hiçbir gücün şu anda, hiçbir küresel gücün, bir anda bölgede 5-6 tane kriz bölgesini yönetme gücü yok. Diğer bölgeler oturmadan kısa vadede Suudi Arabistan’ın böyle alt üst olabileceği bir krizi göze alamazlar. Bu kriz şakaya gelmez. Yönetilemez bir durum ortaya çıkar yani… Petrol şakaya gelmez. Dolayısıyla, bu iş, bütün tırnak içinde evrensel değerlerden, batı değerlerinden, batı medeniyeti değerlerinden falan da önemlidir. Petrol Batı için her şeyden önemlidir... Petrol hepsinden önemli, petrol yüzünden koskoca bir Osmanlı İmparatorluğu dağıtıldı. İki tane büyük dünya savaşı çıkarıldı, bu işler şakaya gelmez ve hiç de romantik birtakım kavramlar peşinde de olmaz bu işler. Ancak bazı “evrensel” ilkleri müdahalelerini meşrulaştırmak için kullanırlar. Suriye’deki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Gidişat nereye doğru sizce? Gidişatın ne yöne evrileceğine dair bir şeyler söylemeden önce gelişmelerin çıkış noktasına göz atmamız gerekir. Tunus, Libya, Mısır ve diğer bölge ülkelerini etkileyen ve “Arap Baharı” denilen dalganın Suriye’yi de etkilememesi düşünülemezdi. Ancak olaylar Suriye’de de başladığında kendi kendime şu şekilde hayıflandığımı çok iyi hatırlıyorum: Eyvah, yanlış bir başlangıç yapılıyor. Çünkü Suriye hem siyasi yapısı, hem jeostratejik konumu, hem de sosyal yapısı gereği ve rejimin refleksleri göz önüne alındığında ne Mısır’dı, ne Tunus’tu. Dolayısıyla, böl- 29 İktibas gedeki dalganın, o romantik havanın daha doğrusu, Suriye’de yansıma bulması, insanları etkilemesi doğaldı ama bunun böyle bir kalkışmaya, bir isyana, bir özgürlük mücadelesine tırnak içinde dönüştürülmesinin zamanlaması açısından bence çok talihsiz bir başlangıçtı diye düşünüyorum. Bu kaygım, şu anda her gün onlarca insanın katledildiği Suriye’de halkın taleplerinin haksız, meşru olmayan talepler olduğu anlamına gelmiyor. Sadece Baas rejiminin yapısı, bunun yaslandığı sosyal ve etnik mezhebi kökleri göz önüne alındığında, iktidarın bu tür taleplere nasıl cevap vereceği sorusu apaçık belliydi. Baas rejiminin bu denli tepki göstereceği biliniyordu, çünkü zaten sabıkalı bir rejim, bu bir. İkincisi, Suriye’nin siyasi konumu, İsrail, İran, Türkiye eksenindeki o tam fay hattında bulunuyor olması, olayı sadece toplumsal taleplerin siyasete taşındığı bir sosyal patlama ve siyasi devrim olmaktan öteye taşınan bir boyuta itti. Dolayısıyla, şu anda yaşanan süreç, Suriye’nin geleceğinin ne olacağıyla alakalı, toplumun taleplerinin nereye taşınacağından çok, Suriye’nin dünya sistemi içerisinde nerede duracağıyla alakalı faktörlerin daha fazla belirleyici olma riski taşıyan bir örnek. Bu sivil taleplerle kırılabilir mi Mısır’da olduğu gibi, Tunus’ta olduğu gibi? Bu soruya vereceğimiz cevap da aslında Arap Baharı dediğimiz olayların doğasını okuma anlamında da bize bir ipucu verebilir. Muhtemelen Suriye’de ayaklanma başladığında, belli talepler yükseldiğinde dış müdahalenin baskısıyla en azından, siyasi baskısıyla bu çok doğal sayılması gereken toplumsal talepleri, siyasal talepleri karşıla- 30 Röportaj mak zorunda kalacağı varsayılmıştı. Fakat hiç de öyle olmadı. Çünkü yapı çok farklı, Suriye’de yapılmak istenen daha başka bir şey. Şu anda Ortadoğu’da oluşturulmak istenilen mezhep temelli bir ayrışmanın, fay hattının tam ortasında duruyor. Bir yanda, bir tür soğuk savaş diliyle konuşacak olursak Çin ve Rusya’nın diplomatik olarak desteklediği -ama bu desteğin mutlak olduğu kesinlikle söylenemez- ve İran- S uriye’de onlarca insan ölmeye devam ediyor. Bunun tek bir çıkışı görülüyor, muhtemelen bu da her an gerçekleşirse sürpriz saymam ben hiçbir zaman: Esad, bunca mücadele sırasında gider Amerika’yla anlaşabilir, kendi hesabını kendisi görebilir. Buna da çok müsait. Suriye hattının, ki Irak da buna eklenebilir, oluşturduğu sistem dışı muhalif bir hat var, onun dışında da Ortadoğu’da daha liberal, küresel sisteme daha entegre olmuş, daha yumuşak bir ilişki ağıyla birbirlerine yakınlaştırılmış Sünni blok denilen, ki bu devletler Sünni midir, aslında bu çok tartışılır bir şey, dolayısıyla böyle bir tanımlama düzeyinde bile mezhep ekseninde derin bir ayrık oluşturuluyor. Bu arada Suriye’de onlarca insan ölmeye devam ediyor. Bunun tek bir çıkışı görülüyor, muhtemelen bu da her an gerçekleşirse sürpriz saymam ben hiçbir zaman: Esad, bunca mücadele sırasında gider Amerika’yla anlaşabilir, kendi hesabını kendisi görebilir. Buna da çok müsait. Fakat bu, Amerika’nın veya Batı bloğunun, NATO’nun nasıl bir Ortadoğu vizyonu istediğiyle alakalı bir şey. Bu oyun bozulamaz mı, bozulursa nasıl olabilir? O soru şimdilik çok müphem duruyor. Yani bunun “şöyle olursa” diyebileceğimiz bir cevabı yok. Çünkü sivillere yönelik bir katliam yaşanıyor ve bu oldukça, insanların kanının döküldüğü, insanların can verdiği konularda doğrusu ben insani olarak, vicdani olarak bunun üzerinde stratejik bir hesap yapıp, şu olursa şu olmalı, ama bunun bedeli birkaç bin ölüdür gibi bir şey söylemeyi ben Müslüman olarak doğru bulmuyorum. Gerçi liberal yazarlar, Türkiye’de bunu çok rahatlıkla yapıyorlar. Irak’ta 1,5 milyon insan katledildi evet, “fakat demokratikleşmek için bu göze alınmalıydı” diyen çok ahlaksızca yorumlar yapıldı. Suriye’de netice olarak insan kanı akmaya devam ediyor, esas acıtan, yaralayan boyutu da bu. Türkiye, Suriye’de taraf olmak yerine hakem rolü oynamalıydı diyorsunuz yazılarınızda. Gerçekçi baktığımız zaman, Türkiye bu olayda taraf olmayıp da ne yapabilirdi? Netice itibariyle Suriye halkının haklı talepleri var, baskıcı bir rejim var ve en ufak hareketlenmede sokağa çıkanların üzerine kurşun yağdırdı, katliama başvurdu. Türkiye’nin yaşananlara karşı ilk adımı, dahil oluş tarzı nasıl olmalıydı sizce? Röportaj Bu olaylar başlamadan önce, Suriye ile çok şaşırtıcı bir yakınlaşmanın yaşandığı dönemde de özellikle İslamî camiada düşünen, yazan bazı insanlar tarafından çok yanlış bir teşhis kondu. Öncelikle şunu belirtmeliyiz: Ne Suriye, ne Mısır, ne Ürdün, ne de başka bir bölge coğrafyasıyla, oradaki hakim rejimler ne olursa olsun o toplumlarla, Müslüman Araplarla, hatta Müslüman olmasa bile bölge insanıyla aradaki yapay duvarların kaldırılmasına yönelik bir sürece kimse itiraz edemez ve bu olmalı idi. Kültürel, ticari ilişkilerin arttığı, gidiş-gelişlerin olduğu bir yapı, bizi düşman kılan ulus-devlet yapısının birbirimizden ayırdığı duvarları esnekleştirir. Bu süreç arzulanan bir durumdur. Fakat öyle bir hava estirildi ki, sanki Baas rejiminin 1982’deki Hama gibi bir sabıkası yok. Bunun hesabını sanki ödemiş, faturasını ödeyip temize çıkmış bir rejim gibi algılanmak istendi. Hatta bazı arkadaşlar abarttılar, ümmetçi bir duyguyla sanki iki devlet birleşiyor filan gibi çok romantik, gerçeklikle kopuk bir manzara çizmek hoşlarına gitti. Şaşırtıcı olan, bu abartılı manzara üzerinden birdenbire tehditkâr bir tavra dönüşülmesi. Ne o sağlıklıydı, ne şimdiki sağlıklı aslında. Sonuçta orada olup bitenlere Türkiye bigâne kalamazdı. Türkiye ister o bölgede rol oynasın veya oynamasın bigâne kalamazdı yaşananlara. Bununla birlikte Batı’nın insan hakları adına, özgürlükler adına, toplumun taleplerini yerine getirmek için rejime baskı uygulamak gibi bir niyetinin olmadığı açık. Burada tedirginlik veren nokta şu: Türkiye acaba Batı adına kullanılmak mı isteniyor? Hükümetin ve Türkiye’yi yöne- İktibas ten insanların gönüllü olarak, isteyerek şunun veya bunun ardından, oradaki katliamlardan pay çıkararak böyle bir müdahaleye kendiliğinden razı olacaklarını düşünemiyorum, böyle bir niyetlerinin olduğunu varsayamıyorum. Ancak Türkiye’deki sivil toplum, düşünen insanlar ve medya, Türkiye’yi yöneten insanlar üzerinde bu konuda bir baskı kurmalıydı. Eğer NATO adına, Batı adına, Suriye üzerin- A fganistan’ı niçin bombalıyor NATO hala? Dünyanın en fakir ülkesini niçin bombalıyor? Afganistan’ı demokratikleşmek için, insan hakları, kadını özgürleştirmek için! Irak niye işgal edildi, gerekçesi ortada. de onların stratejilerini gerçekleştirmek adına bir plana dahil olacaksanız, Türkiye’deki toplum buna karşı çıkar yönünde bir baskı oluşturulmalıydı. Türkiye şöyle bir ikilemde kaldı: Her şeyden evvel Türkiye bir NATO üyesi. NATO üyesi olmanın ne anlama geldiğini hala bizdeki kamuoyu kavrayabilmiş değil. Sonuçta bu, şu demektir: Söz konusu olan ister Suriye olsun, ister İran olsun veya Rusya olsun veya başka bir ülke olsun, NATO’nun stratejik çıkarları doğrultusunda Türkiye tercihe zorlanmaktadır. Ancak şu anda Türkiye’nin muhtemelen yap- mak istediği, yapabileceği şey şu olmalı: NATO üyesi olarak, NATO içerisindeki ağırlığını kullanarak Batı’nın emperyal projelerini engelleme yönünde bir şey yapabilecek mi, yapamayacak mı? Dolayısıyla, biz hem NATO’da olacağız, hem Avrupa Birliği’nin kapısını çalmış bir ülke olacağız, hem de Batıya rağmen bağımsız, özgür, kendi ve bölgenin çıkarlarına uygun bir şekilde bir politika geliştireceğimiz gibi böyle çok iyimser bir yaklaşım bana ütopik geliyor. Türkiye’nin bölgeye yönelik stratejisinin NATO konseptinden bağımsız olduğunu, tümüyle bağımsız olduğunu söyleyemeyiz. Peki, az önce söylediğinizle bağlantılı olarak, Türkiye’nin bugün NATO’da üstlenmiş olduğu rol sizce nedir? Mesela Clinton’la Davutoğlu’nun bir görüşmesi vardı Suriye ile ilgili. Tüm bu görüşmeler Suriye halkı için mi? Eğer hafızamız bizi yanıltmıyorsa, tarihte NATO’nun pek çok operasyonu, işgalleri, insani yardım, insan hakları, demokrasi gibi çok yaldızlı ve çağdaş kavramlar üzerinden gerçekleştirdiğini biliyoruz. Daha Afganistan’dan çıkmadı, Afganistan’ı niçin bombalıyor NATO hala? Dünyanın en fakir ülkesini niçin bombalıyor? Afganistan’ı demokratikleşmek için, insan hakları, kadını özgürleştirmek için! Irak niye işgal edildi, gerekçesi ortada. Dolayısıyla, Türkiye’nin istemeden de olsa, çok iyi niyetli birtakım insani yardım talepleriyle birlikte, arkada, hatta Batı’nın koçbaşı gibi bölgeye müdahil olduğu bir güç durumunda görünmesi, hem Türkiye’deki şu andaki yöneticilerin dillendirmeye çalıştığı 31 İktibas bölgesel güç olmak, lider olmak, hatta biraz daha genişletelim, yeni Osmanlıcılık gibi özlemler ve idealize edilmiş politikaların da önünü kesecek bir şey. Bu zamana kadar zaten soğuk savaş döneminde Türkiye, Ortadoğu’da şöyle görünüyordu: Batı ittifakının, Batı emperyalizminin ileri karakolu durumundaydı, bu kısmen kırıldı. Kabul edelim veya etmeyelim, özellikle son dönemde Hükümetin en başarılı olduğu alanlardan biriydi, bütün eleştirilerimize rağmen. Bu çok önemli bir şeydi. Siyasi olarak da, söylem olarak da Türkiye bölgeyle yeniden barışma sürecine girdi. Bu sürecin çok menfi biçimde kırılabileceği, geri döndürüleceği, artı Türkiye’yi de etkileyeceği bir boyutu vardı. Özellikle Hükümete yakın çevrelerde, seçmen tabanında; “Suriye’ye girelim, oradaki Müslümanları kurtaralım!” Bu, bu kadar basit bir denklem değil, buna çok niyetli, hazır insanların da var olduğunu düşünüyorum, fakat bu kadar basit değil. Olay, içeride silahlı bir çatışmaya dönüşmüş vaziyette. Esad’ın her zaman oradaki direnişçilerden daha fazla silahı vardır. O zaman uluslararası bir mücadele alanına dönüşecek demektir ve o saatten itibaren ne olabileceğini kimse artık kestiremez, yani en kötü senaryo da bu. Peki, Esad geri adım atabilir mi? Esas can alıcı soru da bu. Nasıl aldırılabilir, bunun üzerinde kafa yormak lazım. İran’ın Suriye meselesiyle ilgili tutumunu nasıl yorumluyorsunuz? Şimdi şöyle, bir-iki tespit yapmak lazım. İran’ın Suriye’yle olan ilişkisi, Suriye’de çıkan ayaklanmayla başlamış bir olay 32 Röportaj değil. İran, ta devrimden beri stratejik ilişki içerisinde, bunu sürdürüyor. İkinci tespit; İran, sanıldığı gibi evrensel ölçekte ümmetçi bir politikayla, kendi ulusal çıkarlarının üstünde, ümmetin çıkarlarını gözeten dini bir devlet değil, dini iddiaları olan, dini göstergeler sahibi olan bir ulus devlet. Tıpkı Türkiye nasıl kendi çıkarlarını gözeten, Yunanistan nasıl kendi ulus çıkarlarını gözeten seküler bir devletse... Dolayısıyla İran, kendi stratejik çıkarları çerçevesinde bakıyor. Suriye’de ortaya çıkan ve muhtemelen bölge dışı güçlerin müdahalesine kapı aralayacak bu gelişme karşısında eğer İran yöneticileri basiret sahibi olsalardı, retoriği bir kenara bırakıp Türkiye’yle İran, yanlarına da birkaç önemli bölgesel gücü alarak buna müdahil olup bir çözüm bulabilirlerdi. Fakat İran hala retorik peşinde. Tamam, NATO’nun esas hedefi evet Suriye değil İran, bunu çok açıkça söyleyelim. Suriye’yi aldıktan sonra İran’a gelir. Tamam da, bunu önleminin yolu, bunu sürekli dillendirmek değil başka daha akılcı manevralar yapmaktı. Bu değerlendirilemedi diye düşünüyorum. Hala fırsat geçmiş değil belki. Hatta muhtemel operasyonlar, eğer Türkiye, İran, hatta Mısır gibi birkaç bölge ülkesinin bir araya gelip böyle bir soruna el koyma potansiyeli varsa onu önleyecek palyatif çözümler de önerilecektir. Türkiye sonuçta gitti Batıyla beraber attı adımlarını. İran’ın da çok sağlıklı, sağlam bir yerde durduğunu düşünemiyorum, orada insanlar ölüyor. Yani bu ölen insanların akan kanı her türlü stratejik hesabın da üstünde olması gerekir diye düşünüyorum. Öbür taraftan da NATO’nun, Avrupa Birliği’nin, bölge dışı ülkelerin çok ciddi hesapları var, oradaki ayaklanma üzerinden bölgedeki mezhebi fay hatlarını harekete geçirip sonunda İran’la bağı koparıp ve İran’ı izole edip orada başka bir uzun vadeli operasyon yapmak istedikleri, o da bir gerçek. Ama bu, bu şekilde önlenemezdi. Zaten başından beri söylediğim şey de o. Suriye’deki ayaklanma Arap Baharı’na benzemezdi, onu görmeleri lazımdı. Yani eğer orada basiretli bir yönetim, stratejik akla sahip bir liderlik olsaydı, önlemlerini alırdı. Tamam, Esad gider, 3 yıl, 5 yıl sonra gider, ama o arkada dökülen kanın hesabı ne olacak? Bosna örneği ortada. AvrupaAmerika rekabetindeki çatlak yüzünden Amerika ne yaptı? 3 yıl seyretti, sonra büyük kurtarıcı meleği olarak geldi, orayı yeniden dizayn etti, katilleri ödüllendirdi, arkasından da Kosova’yla birlikte Güneydoğu Avrupa’yı, yani Doğu Avrupa’yı hatta Rusya’yı çevreleyecek en büyük üslere el koymuş oldu. Oradaki 200 bin insanın kanın bedeli Amerika’nın bölgeye el koyması oldu. Maalesef küresel mücadele böylelikle acımasız ve hiçbir vicdani, insani değere yer vermeden bu şekilde yürütülüyor; korkum esasında bu. Bunu yanlış anlayanlar var, bunu biliyorum. Mesele o değil, buradan nereye çıkılacak, nasıl bir sonuç gelişecek, muhtemel tehlikeleri konuşmak zorundayız ve bunun baştan oturup konuşulmadığını düşünüyorum. Hatta birtakım provokatif örgütler, birdenbire çıktığı, ne olduğu belirsiz örgütler olayı provoke etmiş olabilirler. İşin silahlı mücadeleye dönüşmesi, artık bu saatten sonra Röportaj silahsız da başarıya ulaşılır mı, o ayrı bir sorun, ama eğer iş silahlara dönüşüldüğüyse silah veren ülke verdiği oranda o mücadeleye müdahil olacak demektir. Bir çuval patates almıyorsunuz, silah alıyorsunuz, silah verdiğinizde de böyle bir şey, böyle bir sarmala dönüşüyor iş. Ha, hiçbir şey bedel ödenmeden elde edilmez, ama bedel ödemeye hazır olmak, aklı iptal etmek anlamına gelmez, onu düşünüyorum. 28 Şubat sürecinin yıldönümünün olduğu bir ay içerisindeyiz. Bu olaylarla bağlantılı olarak şunu sormak istiyorum: Müslüman kamuoyunun, Müslüman zihnin bölgemizde yaşanan hadiseler karşısında, küresel emperyalizmin bölgemize müdahalesini kabullenir bir görüntü vermesi, yani buna çok fazla da bir muhalefet yapmaması, hatta NATO’nun Libya’yı bombalaması örneğinde olduğu gibi bundan medet umar bir hale gelmesinde 28 Şubat’ın rolü var mı sizce? Yani Müslüman zihnin “terbiye” edilmesi anlamında... Muhtemelen vardır, fakat birdenbire, bir anda olmuyor bu işler. 28 Şubat zihnen de bir baskı oluşturdu. Ve 28 Şubat’ın temsil ettiği her ne varsa ona karşı olan bütün değerler sorgulamasız bizim penceremizden, kapımızdan içeri giriverdi. Bu bazen taktik anlamda, bazen de fark edilmeden oldu. Bir baktık ki bu kavramlar evimizin asli unsuru haline gelmiş, mobilyaları haline gelmiş. Sonuçta da biz o mobilyalar üzerinde ilânihaye oturarak çok mutlu ve huzurlu bir aile saadeti süreceğimizi varsayıyoruz. Yani 28 Şubat bizim zihin ve gönül dünyamıza yabancı unsurların İktibas önce bacadan girmesine vesile oldu, daha sonra biz bu yabancı unsurlara kapılarımızı da açtık. Sembollerle metaforik olarak ifade edersek biraz da böyle bir şey. Ve şu anda maalesef epeyce benimsenmiş vaziyette. Dolayısıyla, hazır hale getirildik bu tür yaklaşımlara. Bir anlamda sıtmaya razı edildik... Bir bakıma öyle, evet. V e 28 Şubat’ın temsil ettiği her ne varsa ona karşı olan bütün değerler sorgulamasız bizim penceremizden, kapımızdan içeri giriverdi. Bu bazen taktik anlamda, bazen de fark edilmeden oldu. Bir baktık ki bu kavramlar evimizin asli unsuru haline gelmiş... Peki, Türkiye üzerinde konuşursak, işte Ak Parti’nin iktidar olduğu bir süreç var. AKP’yle birlikte Müslümanların sisteme eklemlendiği gibi eleştiriler söz konusu. Yani Müslüman entelektüellerin, Müslüman grupların vesaire... Buna katılıyor musunuz? Böyle düşünüyorsanız bu eklemlenme sürecini neye bağlıyorsunuz? Şimdi burada iki boyut var. Bir; kavramlar ve değerler dünyası açısından, yaşadığımız hayatla kurduğumuz ilişki biçimi var. Bir de; reel politika anlamında yaşadığımız dünya var. Bir devlet var, bir yönetim biçimi var. Bunun içerisinde Müslümanca hassasiyetleri olan, düşünceleri olan, kaygıları olan insanların bu sistem içerisinde, bu sistemle olan ilişkileri meselesi var. Bu meselede aslında çok net, insanların kendi kafalarında oturmuş, sonucu belirlenmiş bir ilişki biçimi yok. Çoğu zaman pragmatist, çoğu zaman da günübirlik ihtiyaçları karşılamaya yönelik tavırlar geliştirildi. Cemaatler de böyleydi, entelektüellerimiz de böyleydi. Fakat AKP ile birlikte gelen süreç, insanlarda şöyle bir kanaat oluşmasına yol açtı: Biz bu yolla hayatı, siyaseti değiştirebiliriz. Kısmen de bunun sonuçlarını aldı. Fakat atlanan ve görülmeyen, görülmek istenmeyen mesele şuydu ki, sistem zaten kendisini dönüştürmek istiyordu, bu eski yönetici elitle, seçkinlerle, Kemalist, seküler elitle bu iş yapılamazdı. Onlar çok katılaşmış ve dünyanın geldiği yeni durumu okuyacak bir esnekliğe sahip değillerdi. İki; Anadolu’da, İstanbul’un dışında yeni bir sermaye, yeni toplumsal güçler oluşuyordu ve sistem buna bir şekilde karşılık vermek zorundaydı. AKP tam da buna tekabül etti. Fakat burada Müslümanların veya kendini Müslüman olarak tanımlayan bireylerin devlet içerisinde, yönetim erki içerisinde, ekonomide belli bir yere gelmeleriyle bunun İslamîliği arasındaki tartışma hiç yapılmadı. Bir yerlerde Müslümanlar olabilir, Müslümanların o belli mevkilerde oluyor olması, yönetim tarzını İslamîleştirir mi? Yani sistemle kurulacak ilişki şöyle mi olmalıydı, böyle mi olmalıydı tartışması ayrı bir tartışma, ama bu gelinen noktada hayatımızda 33 İktibas pek çok önemli kavramı, Müslümanların kendisini zinhar uzak tutmayı çalıştığı meselelerin artık mesele olmaktan çıktığını gördük. Nedir? Artık bugün faizle ilgili, finans sistemi, finans kapitalizmiyle olan ilişkilerde maalesef Müslümanların çekinceleri ortadan kalkmış vaziyette. Daha temel düzeyde, sekülerizmle kurduğumuz ilişki biçimi artık çok daha farklı boyutlara gelmiş durumda. Hayatımızı, kendimizi sekülerleştirdiğimiz gibi, sekülerlikten ne anladığımız, zihniyetimizi de dönüştürmüş vaziyette. Bütün bunlara baktığımızda, Müslümanlar sadece Türkiye’yi yöneten zihniyetin değil, küresel sistemlerin de parçası olmaya hazır hale getirildi. Bunun sosyolojik, siyasal nedenlerini tartışabiliriz, bir günde olmadı bu zihinsel dönüşüm. Fakat bunun pratik sonuçlarını da görünce kendi hayatında insanlar bunun doğru bir yol olduğunu varsaydılar. Belki sokaktaki insan için ben bunu yadırgamam, elindeki alternatifler içerisinde tercihini yapıyor. Fakat âliminden aydınına, entelektüelinden düşünürüne bu işe kafa yoran, insanları uyarması, yol göstermesi gereken insanların da bu süreçte gönüllü destekçi, hatta sürecin savunucusu haline geldiklerini maalesef gördük. Bir yanda İslamcılıktan muhafazakârlığa doğru evrilirken, diğer taraftan hızlı bir sekülerleşme süreci yaşanıyor. Dünya konjonktürü gereği Başbakanın Mısır’a, Tunus’a gittiğinde laiklik önermesi kendinin bileceği bir iş. Fakat ne düşünürlerden, ne yazarlardan bunun bir Müslüman için ne anlama geldiğine, Müslümanın nerede durması gerektiğine, bunun nasıl okunması gerektiğine dair ciddi 34 Röportaj eleştiriler yapıldığını hatırlamıyorum. Sesi çıkanlar da çok cılız kaldı. Hatta şu işi halletseniz de biz de sekülerizmi, rahatlıkla savunsak türünden yazıları da hayretler içerisinde okuduğumu hatırlıyorum. Dolayısıyla, bu sürece değer miydi, değmez miydi, ciddi olarak gelinen bu noktada düşünülmesi, tekrar konuşul- Â liminden aydınına, entelektüelinden düşünürüne bu işe kafa yoran, insanları uyarması, yol göstermesi gereken insanların da bu süreçte gönüllü destekçi, hatta sürecin savunucusu haline geldiklerini maalesef gördük. Bir yanda İslamcılıktan muhafazakârlığa doğru evrilirken, diğer taraftan hızlı bir sekülerleşme süreci yaşanıyor. ması lazım. İslamî düşünüş ve yaşayış anlamında Müslümanlar nereye gelmiştir? Evet, toplumda görsel olarak bir muhafazakârlaşma görülüyor, fakat içi boş. Zaten muhafazakârlık da böyle bir şeydir aslında. Batı tarihine, Batı’daki gelişmelere de baktığımızda; kapitalizmin siyasal muhafazakârlık üzerinde geliştiğini görürüz. Batıda büyük dönüşümler muhafazakâr kadrolar eliyle yapılmıştır. İngiltere’de de böyle olmuştur, Amerika’da da böyle olmuştur. Türkiye’de kapitalizmin yeni haliyle bütün kurumlarıyla yerleştiği bir süreç yaşıyoruz ve bu da kendi kimliğini Müslüman olarak vurgulayan insanlar eliyle yaptırıldı neticede. Bunun karşılığında ne oldu? Hem sistem kendini yenilemiş oldu, biraz sancılı da olsa çok fazla sorun olmadan bu sistemin yönetim erkini elinde tutan kadrolar kısmen el değiştirdi zaten kaçınılmaz olarak el değiştirmek zorundaydı. Fakat bunun karşılığında Müslümanların, evrensel ölçekte, yerel ölçekte Müslümanlıklarına dair var olan tasavvurlarından, ideallerinden de vazgeçilmiş oldu. Bu zaten sistemin işlerliğini sağlayan bir tür evrensel kurala dönüşmüş bir şeydir. Mesela Arap Baharı’yla kıyaslayacak olursak, çok arkaik bir örnek gibi ama tarihin 50 yıl gerisinden, Türkiye deneyiminden bahsedebiliriz. Türkiye’nin tek partiden çok partili demokratik hayata geçmesi, 2. Dünya savaşı sonrası büyük paylaşımda Türkiye’nin Batı payına düşmesiyle alakalıydı. NATO standartları artık demokratik bir ülke olmayı gerektiriyordu. Kemalist, tek partili CHP kadrolarına baktığınızda, devrim elden gidiyor, devrime ihanet ediliyordu. Öbür tarafa baktığınızda, ezanın Arapça okunması karşılığında da sistem kendini yeniledi… Kendini tabana yaydı... Meşrulaştı ve kitleselleşmiş oldu, kendini yeniledi. Şimdi Mısır’da, Tunus’ta olanlar bunun yeni versiyonu. İnönü o zaman gerçekten siyasi olarak akıllı bir politikacı olduğu için, sinyali erkenden alarak yönetimi dev- Röportaj retmeyi kabul etti, çünkü etmek zorundaydı. Hüsnü Mübarek bir ay kadar direndi, süreci geç okudu belki de, farklı oldu. Şimdi Türkiye’de bu daha ileri bir postmodern versiyon olarak, küresel sistemle daha entegre olmuş biçimde gerçekleştiriliyor. Toplumun dönüştürülmesi daha muhafazakâr kadrolar eliyle sağlanıyor, ben böyle okuyorum nihai anlamda. Onun dışında bana eğer, iyi ama 28 Şubat’ta şöyle baskılar oluyordu, bu oluyordu diye sorarsanız, zaten o sürdürülebilir bir şey değildi. Kemalist kadroların biyolojik ömrünü de tamamlamak üzereydi ve Türkiye artık yönetilemeyen bir ülkeydi. Banka krizleri, ekonomik krizler, siyasi krizler vardı. Artık postkemalist sürece geçti Türkiye. Memuruna maaşını ödeyemeyen bir duruma gelmişti sistem.... Bir yenileme olacaktı, yani sonuçta toplumla barışması gerekiyordu, ama barışırken de toplumu dönüştürmüş oldu yeniden, olay budur... Çizdiğiniz tablo, kötü bir tablo sonuçta bizim açımızdan. Çünkü Müslümanların zihninin dönüşmesi söz konusu. Müslümanlar açısından durum iç açıcı değil mi, gelecek açısından bakarsak? Yok, her şey bitmiş değil. Önemli olan ne olmakta olduğunu doğru teşhis etmektir. Bu gerçekleri gören Müslümanların hala var olması önemli o zaman... Şüphesiz. Her şey bitmedi diyen, kenarda köşede küsuratlar düzeyinde de olsa, marjinal gibi İktibas görünse de var olan ve gerçekten bu toplumun da vicdanını, namusunu, akıl özgürlüğünü, fikir özgürlüğünü savunan insanların var olduğunu düşünüyorum. Şahsen gittiğim yerlerde hiç ummadığım reflekslerle karşılaştığım oluyor. Her şey bitmiştir mantığına Müslümanlıkta zaten yer yoktur. Yani hiç ummadığınız yerde yeni bir açılım yapar, yeni bir çıkış yapar. Bunun böyle olacak olması bizi sorumluluktan kurtarmaz, herkes kendi sorumluluğunu taşıyor neticede. Bu evrensel ölçekte İslam medeniyetinin geldiği bir süreçtir, yüzleşmek zorunda olduğu sorundur, nasıl 1900’lerin başında Müslüman aydınlar, mütefekkirler, o zaman, bugün İslamcılık dediğimiz akımla, Batı medeniyetinin sömürgeci yüzüyle, teknolojik gücüyle yüzleşerek bir cevap geliştirme kaygısıyla hareket ederek, bazen yanlış da olsa, ama çok ciddi bir hesaplaşmaya girip bir şeyler üretmişlerse, şimdi de postmodern yüzüyle, liberal çağda kapitalizmin gittikçe küreselleştiği bir düzlemde sadece teknolojik anlamda değil ekonomik anlamda, sosyal anlamda, zihinsel anlamda bu meydan okumaya yeniden bir cevap geliştirmek ve kendi cevabını üretmek zorunda, bu kaçınılmaz bir şey ve insanlığın başka bir tercihi yok aslında. Gerçekten de “tarihin sonu “ denilen bir yaklaşım söz konusu olsa da, tarihin bitmediğini söyleyecek olan ve tarihin hiç de böyle her zaman dümdüz çizgi şeklinde gitmediği gerçeği bir kaderse, insanlığın kaderi buysa, bu kaderi belirleyecek olanın da yine Müslümanların söyleyecekleri sözler ve ortaya koyacakları tezler olduğu ortadadır. Ve bunu yapmamamız için bir sebep de yoktur. Şimdi hem küresel anlamda baktığımızda, hem de yerel anlamda baktığımızda totalitarizmle liberalizmin bir çatışması var. Müslümanların burada şunu görmesi gerekiyor: Totalitarizmin karşısında olacağız diye liberalizmin yanında yer alınca, ona sığınınca, oradan bir yol bulmaya çalışınca biz, biz olarak kalmayız. Bunu görmek gerekir herhalde. Evet. Bu anlamda Müslümanlar için nasıl bir gelecek görüyorsunuz ve neler tavsiye ediyorsunuz? Liberal çağa geçişte Müslümanlar nasıl bir duruş sergilemeli özgün konumlarını yitirmemek için? En azından herkes Müslüman kalabilmeyi sürdürmeli, sürdürmek zorundayız. Zaten teke tek hepimiz Allah’a hesap vereceğiz. Haram haramdır, faizi yeniden tanımlayıp da birtakım şeyleri meşrulaştıramayız. Ha günah diyorsanız, o ayrı bir şey. Fakat günahı meşrulaştıracak, günah olmaktan çıkaracak bir yaklaşımdan kaçınmalıyız. Şu anda geldiğimiz süreçte asıl kriz biraz da burada. Yani günaha günah bile denilmeyecek bir döneme girilmiş olmak… Tanzimat sürecinde gâvura gâvur denilmesinden vazgeçilmesi gibi... Yani… Dolayısıyla 150 yıl önce başlayan sürecin değişik bir versiyonuyla, belki de daha vahim bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Bu sadece başımızdaki diktatörleri yıkmakla alakalı değil, daha demokratik diktatörlükler 35 İktibas gelebilir, demokrasinin evrensel kuralları diye bize dayatılan, ama Batı’nın kendi tarihsel süreci içerisinde gelmiş ve içini kendinin doldurduğu kavramlarla hayatımızın, zihnimizin dönüştürülmesiyle, bu kavramlarla yüzleşmek zorundayız. Şunu hatırlatmakta yarar var: hiçbir kavram nötr değildir, her kavram kendi medeniyetinin değer yargılarını yansıtır. Yani insan hakları diyorsa bir insan, o insan haklarını doğuran medeniyetin değer yargılarını yansıtır, o anlamda ütopik bir evrensellikten de bahsedilemez. Evrensel olduğu iddia edilen birtakım kavramlarla medeniyetimizin asli kavramlarıyla yer değiştiriyor olması, ödünç kavramlarla düşünüyor, siyaset yapıyor olmamız hakkında düşünmemiz gerekiyor. Kavramlarımıza yeniden dönmek, kaynaklarımıza yeniden dönmek, bu geleneğin bin 400 yıllık birikim içerisinde oluşmuş o medeniyet birikiminin yeniden, yani tekrarı değil yeniden üretilerek hayata dönüştürülmesi, modellendirilmesi gerek. Kaybettiğimiz çok şey var, ama neyi nerede kaybettiğimizi iyi teşhis edip ona göre tekrardan üretmek zorundayız. Çünkü inançlar her an yeni bir tehditle karşı karşıyadır, bu her zaman olmuştur. Bu askeri tehdit olur, zihinsel tehdit olur… Hayat, biraz da böyle bir şey! Evet, hayatın kendisi biraz da böyle bir şeydir. Dolayısıyla biz kendi asli kaynaklarımızla bağımızı, tarihten aldığımız o birikimi de canlı tutarak bu çağa cevabımızı yeniden üretebilmemiz lazım. Yani o anlamda İslam medeniyeti var mıydı, yok muydu, öldü mü, ölü bir medeniyet mi tartışmasının ne kadar absürt 36 Röportaj bir tartışma olduğunu zaten zaman gösterdi. Ben bunun temenniden öte bir şey olduğunu düşünüyorum. Tespitler iyi yapılırsa, sahte sorunlarla uğraşmak yerine gerçek sorunlarla ilgilenip yüzleşmeyi başardığınızda, hem ulemanın, hem aydının, hem düşünenin bu çaba içinde olması durumunda, yeniden kurucu bir aksiyonun gerçekleşebileceğine inanıyorum. bireye kadar bir sürü sorun var ve bu çağın, bu üretim biçiminin evrenselleştirerek dayattığı sorunlar. Bu sorunlarla yüzleşmek zorundasın. Bunları yok sayarak ben bildiğimi yaparım diyemezsin, bunlarla yüzleşeceğiz, hesaplaşacağız sonuçta. Gerçek sorunlar nedir sizce, yani somutlaştırmak gerekirse sahte ve gerçek sorunlar ikilemini… Sorun burada, eğer biz bunu sorun olarak görmez ve sürecin bir parçası haline gelirsek, getirilirsek, Türkiye’de denenmek istenen biraz da böyle bir şey. Evet, çok şey değişti Türkiye’de, birtakım sahte tehlikeler önümüze çıkartılarak sahte çözümlere razı edildik, ikna edildik. Önce itirafçılıkla başlanıldı, öz eleştiri adına itirafçılık yapıldı, peşinden de bu, tırnak içinde, İslamcılıktan vazgeçtiğimiz oranda merkezde yer açıldı. Dolayısıyla bir sorun kalmıyor. Senin artık 1930’ların, 40’ların kafasıyla falanın köylü veya şehirli olması… Şu anda liberal dünyanın, demokratik dünyanın, kapitalist dünyanın hayat tarzı ve kavramlarını içselleştirme sorunuyla karşı karşıyayız. Bu kavramlarla düşünüyoruz, bu kavramlarla hayatımızı, bireysel hayatımızı, aile hayatımızı, hatta biyolojik yapımızı bile bunlarla belirlemeye, değerlendirmeye başlıyoruz artık. Kendi kavramlarımıza geri dönmeden hayatı yeniden anlamlandıramayız. Artık Müslümanlar, Müslüman olsun olmasın bir insanın fıtratını yeniden yakalayabileceği bir söylemi, programı, örnekliliği yeniden sergilemek zorundalar. Bugünün problemleri, belki 20 yıl öncesinin problemlerinden daha farklı. Esas olarak değişmese de mücadele etmek zorunda olduğumuz bugünün sorunlardır. Yani bu insanlar eşcinsellikten işte faiz sorununa kadar, kapitalizmden bireyselciliğe kadar bir şeyleri artık hayatlarında sorgulamıyorsa, bunlarla yüzleşmek zorundasınız. Bunun alternatifini, asli olanını ortaya koymak zorundayız. Aile kurumunu, ailedeki değişiklikleri, kadın-erkek ilişkilerindeki modern dayatmaları... Yani toplumsaldan Oyunu sorgulamak yerine mevcut oyunda rol kapma yanlışına mı düşüldü? Sakallı ya da sakalsız olması… Sakallı veya örtülü olunmasıyla artık ilgilenmiyor, yani başörtülü ama hayat tarzı seküler, sakallı ama ultra kapitalist bir tip ortaya çıkmışsa bunun bir sakıncası yok artık. O zaman her şeyi yeniden düşünüp yeniden konuşmanın vakti gelmiş demektir. Bir Müslüman olarak bunu eğer müslümanca yaşama ve düşünme önünde bir tehdit olarak görmüyorsanız sorun yok. Zaten baktığınızda caddede, sokakta çürümenin kol gezdiği, zihinsel olarak, bedensel olarak çürüdüğü bir toplumda bunu görmüyor ve sizden kabul ettiğiniz insanların belli yerlerde Röportaj İktibas egemen hale gelmesine, sembolik düzeyde gücü ele geçirmelerinden rahatsızlık duyulmuyorsa ciddi sorun var demektir. denilen söylem var, yani kapitalist ve liberalist sürece eklenmemeye tepki olarak ortaya çıkan… Sorunun özüne inmek gerekiyor yani... Tepkisel, sağlıksız bir yaklaşım.. Evet, hak, adalet, eşitlik, bunu sol diyerek yapıyorlar. Yani düşünün, aslında sembolik düzeyde çok heyecan verici bir sahne, bir beş yıldızlı otelin önünde iftar yapılıyor. Tamam, haksızlığa sembolik bir karşı çıkış. Fakat o çürümeye karşı çıkarken, yan yana oturduğun bedensel ve Evet. Bu anlamda muhtaç olduğunuz kudret de Allah’ın kitabında var zaten... Şüphesiz. Bazen bakıyorum, yahu bu insanlar hiç Kur’an okumuyor mu diyorum. Çok açık, net hükümlerde bile, bırakın fıkhî yorumlar veya içtihatları, çok açık, net ilkelerde bile insanlar bir sivil toplum savaşçısı olarak çıkıyor karşımıza. Yahut Batılı herhangi bir hümanist insan tipi çıkıyor karşımıza Müslüman kılıklı, Müslüman olduğunu söyleyen, ama dünyaya bakışı, olaylara modernitenin paradigmalarıyla yaklaşan tipler var. Peki, bu Kur’an ne diyor? İslam liberalizme karşı değil, liberalizmi kabul ediyor dendiğinde, İslam’dan neleri feda ettiğini düşünmüyor mu insanlar? Zaten o mantığa göre İslam hiçbir şeye karşı çıkmıyor! Dolayısıyla, yanlış sorular sorup yanlış cevaplar peşinde koşuyoruz. Önemli olan şey şu ki, İslam’da liberalizm, sosyalizm var mı, yok mu sorusu yanlış bir soru, buradan doğru bir cevap verilemez. İslam ne istiyor, nasıl bir insan ve toplum istiyor sorusunu sormadan, eklemlenmiş, eklektik soruların peşinde koştuğunuz vakit yanlış sonuçlara varırsınız. Tam da bu noktada şunu sormak istiyorum: Diğer cephede de sosyalist sol, “İslamî sol” Y ani örnek olsun diye söylüyorum, Türkiye’de gerçekten düşünen, yazan çok ciddi insanlar var, düşünürler var ve bunların bir tek satırı bile herhangi bir medya ortamında yer almaz. ahlaki değerlerinizi hiçe saymış, eşcinselliği savunucularıyla koalisyon kurarak, bir sürü şeyin artık İslamî bir çekince olmaktan çıktığı ve bunu açıkça dillendirdiği insanlarla nasıl bir hakk mücadelesi vermiş olabilirsiniz? Yani bu etki-tepkinin insanları ifratla tefrite götürmesinin, başka bir yere savurulmanın tipik bir örneğidir. İslam’ın bizatihi kendisi buna kafi. Haksızlığı vurgulamak için sol olman gerekmiyor, solun tarihine de hiçbir zaman ihtiyacın yok. Yani İslam eklektik bir din değil ki. Burada medyatik terörün de çok ciddi etkisi olduğunu düşünüyorum. Gerçekten tabanı olmayan, ama böyle bir tür artistik çıkışları medya çok kullanır. Bazı insanların da bunu fark edip etmemesiyle alakalı bir şeydir. Yani örnek olsun diye söylüyorum, Türkiye’de gerçekten düşünen, yazan çok ciddi insanlar var, düşünürler var ve bunların bir tek satırı bile herhangi bir medya ortamında yer almaz. Ama içi boş, ama herhangi popüler konuyu dillendirecek (magazin değerinden başka anlamı olmayan), söylemler üzerinden İslamî düşünüş temsil ettirilir. Ve o insanlar da bir müddet sonra büyük İslam düşünürü, haline getirilir. Çünkü, bu insanlar üzerinden birtakım ideolojik söylemler daha kolay taşıtılır, yaygınlaştırılabilir. Bu hatalar içerisinde olan insanların hepsinde böyle bilinçli şey olduğunu söylemiyorum, ama bu bir tavırdır. Ben yıllardan beri buna dikkat ederim. Yani medya birilerini birdenbire çok öne taşıyorsa, neyin peşinde diye düşünülmesi gerekir. Bu, hem medyanın arkasındaki siyasetsermaye ilişkisi, hem de bizatihi medyanın doğasıyla alakalı bir durumdur. Emniyet-MİT çatışması olarak medyaya yansıyan olayı nasıl yorumladınız? İçeride nasıl bir güç mücadelesi olduğunu bilemem. Bunun uzmanları var, hem MİT içerisinde, hem polis içerisinden, hem Hükümet içerisinden bunun uzmanları konuşuyor. Ama benim dikkatimi çeken şeylerden biri şu: MİT ilk defa dış dünyada yurt dışı örgütlenmeye gitti ve yurt dışı istihbarata ağırlık verdi. Bu şu demektir: Yurt dışına yöneliyorsanız yurt dışı istihbarat örgütlerini karşınıza alacaksınız demektir. Dolayısıyla, burada 37 İktibas MOSSAD’ın hiç de hoşlanmadığını, açık açık zaman zaman da bunu dillendirdiğini, en azından bu durumundan son derece sevineceğini düşünüyorum; olayın bir bu boyutu var. İkincisi; bir de neyin gösterilip neyin yapıldığını da bilmiyorum. Onu zaman gösterecek. Söz gelimi, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik bir hazırlık olabilir. Ve en önemlisi de şu: Bu olay bir iç sorun ise, bu ülke içerisinde bir güç mücadelesi ise bir sorun yok; bir şekilde şu veya bu galip gelir ve yoluna girer. Ama bu olayın uluslararası bir boyutu varsa, uluslararası bir ayak oyununun veya planın parçasıysa o zaman daha tehlikeli. Yani olayın boyutları sizin kontrolünüzün dışına çıkıyor, en azından kontrol etmekte zorlanacağınız boyuta taşınıyor demektir. Olaylara biraz da bu boyuttan bakmak lazım. Diğer kısmı, polisiye kısmı. Onlar beni aşan konular, ilgi alanıma da girmez zaten. Siz Uludere’de yaşanan katliamı nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani Uludere olayını genelde okuduğunuz zaman… Röportaj Uludere konusunda tam olarak ne oldu, ne bitti bilmiyorum, her şey mümkün, yani bugünkü hamleye baktığımızda belki onun bir parçası da olabilir, tesadüf de olabilir, bütün bunlar mümkün. Ama ben Türkiye’deki Müslümanların şöyle bir tavır eksikliğini hissettim, orada esas beni ilgilendiren şey şu: Türkiye etnik olarak ayrıştırılmaya çalışılıyor Kürt-Türk diye. Şu andaki en büyük tehlike bu etnik ayrışmadır, kalıcı ayrışma. İşin kötüsü, aramızda hiçbir fark olmadığı, bu zamana kadar İslamî hassasiyete sahip insanların Türk veya Kürt etnik kökenli olması hiçbir zaman öne çıkan bir konu değildi, hala da öyledir, ama bu Kürtler ve Türkler ayrışmasında bizim aramızda da saflaşma olması için çalışılıyor. Ve bu oyunun bozulması için aslında bu bir fırsat olabilirdi. Orada öldürülen sıradan Müslümanlardı, Türk veya Kürt olması hiç önemli değil benim için. Orada yanlışlıkla veya kasten provoke edilerek veya şu veya bu şekilde devletin güçleri tarafından birtakım insanlar öldürüldüler. O insanlara İzmir’deki, İstanbul’daki, Konya’daki, Erzurum’daki, Diyarbakır’daki insanların aynı anda aynı hassasiyetle sahip çıkması gerekirdi. Orada 35 tane Müslüman suçsuz yere öldürülmüşlerdir. Kimlerin yaptığını bilmiyoruz. Bu insanlara sahip çıkmakla bu oyun kitlesel anlamda bozulabilirdi fakat bu yeterince yapılmadı. Kimseden ciddi anlamda ses çıkmadı, çünkü herkes artık Hükümet gibi düşünmeye, onun yanında konumlanmaya başlıyor. Bu, önemli bir kırılmadır ve bu kırılma üzerinde konuşulması ve bunun telafi edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu sorun her olayda kendini göstermeye başladı. Hükümet’in yanında konumlanma sorunu... Yani Hükümet, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hükümetidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik sorunlara, bölgesel sorunlara nasıl baktığı belli, her ne kadar eskisi gibisi olmasa da… Müslümanların bu bakış açısıyla özdeşleşmeleri gerekmiyor. Müslümanların alametifarikası da, bu bakış açısının dışında duruyor olmaları, muhalif olmalarıydı. Ulusçuluğun çıkar yol olmadığını, bunun modern bir proje olduğunu, toplumu böldüğünü, parçaladığını, diğer taraftan başka değerlerin olduğunu söyleyen bir duruştu Müslüman duruşu. Siz, yanıltıcı bir iktidar yanılsaması karşısında eğer bu duruştan vazgeçiyor veya vicdanınızı oraya ipoteğe veriyorsanız, o zaman vahim bir durum ortaya çıkıyor. Yani baştan beri söylediğimiz o eklemlenme süreci böyle bir şeyi getiriyor. Akif Bey bu kıymetli söyleşi için size teşekkür ederiz. 38 Düşünce DEĞİŞİM ALGISININ DEĞİŞİMİ MUSTAFA BOZACIOĞLU K alitenin sınırı ve sonu var mıdır? Nereye kadardır? Nereye ve ne zamana kadar bu kişisel değişim için beklenecektir? Bu tür değişim sağlanınca ne olacaktır? Nitelik ile nicelik arasında da ters bir orantı vardır. Bunu Enfal 65. ve 66. ayetlerde açıkça görüyoruz. İktibas Şimdi Rad 11 ve Enfal 53. ayetlere bir bakalım: Şimdilere kadar bu ayetler tamamen ‘bireysel değişim’ odaklı olarak algılanmaktaydı. Genel olarak da hâlâ öyledir. Ancak kitabın vurguları etrafında yeniden bir bakıldığında görülecektir ki vurgu tamamen ‘kavim/topluluk’ eksenlidir. ‘Bireysel değişim’ ancak bu çekirdek toplum, Kur’an nesli (S. Kutup’un nitelemesi), kalite ile donanmış bir örnek cemaat teşekkül ettirilene kadar öne çıkarılacak ve bu hedeften yalıtılamayacak bir vurgudur. Kişinin istemesi ve kendi kabulü, nitelik edinimi elbette önemli bir adımdır ve ilk adımdır. Ama hedef ve gaye ‘kavim/topluluk değişimine’ kadar yılmadan, durmadan uğraşı verilmesidir. Bu topluluk hedefine ulaşıldığında da aşağı ve yukarıya doğru etkileşim azalmadan, taviz verilmeden sürdürülecek ve fakat daha ileri hedeflere, tüm insanlığın vahiy ile inşa edilmesine kadar daha gayretli, daha planlı, daha yoğun, strateji, metod ve yöntemleri ile daha nitelikli bir mesaiye geçilecektir. Bu hedefin nihayeti yoktur. Son nokta ‘yakin gelene kadar’dır. Olur veya olmaz, ulaşılır veya ulaşılmaz, belki geri adımlar, kazanımların yitirilmesi dahi söz konusu olabilir! Ancak nitelikten, Allah rızası için uğraşmaktan, hedeften geri adım asla söz konusu olmayacaktır. Metod ve yöntemler, yolculuk bileşenleri gözden geçirilip bunlarda güncellemeler, revizyonlar yapılabilir; ‘doğru hedeflere doğru vasıtalarla varılabilir!’ fehvası gereği yeni düzenlemeler yapılabilir. Bu amaçta, hedefte bir eksikliği ilzam etmez illa da! Biz eksikliği ve hatayı yine kendimizde, kendi yapıp etmelerimizde arayacağız! Kusurların telafisi için, kedimizdeki yanlışları Kur’an’daki, vahyin resulün sahih sireti ile örneklenmiş doğrularla değiştirmeye çalışacağız. Hayvanlar âlemine bir göz attığımızda da sürüden ayrılanı kurdun kaptığını, kral aslanın avını üç beş sırtlana bırakmak zorunda kaldığını, hayvanların yaşam biçimlerine ve sosyal birliktelik anlayışlarına göre çoğalma ve yavrularını koruma biçimlerinin de buna göre şekillendiğini pekâlâ görebiliriz. Buradan da kendi okumalarımıza deliller bulabiliriz. Kalitenin sınırı ve sonu var mıdır? Nereye kadardır? Nereye ve ne zamana kadar bu kişisel değişim için beklenecektir? Bu tür değişim sağlanınca ne olacaktır? Nitelik ile nicelik arasında da ters bir orantı vardır. Bunu Enfal 65. ve 66. ayetlerde açıkça görüyoruz. Huneyn günü yaşanalar da bunun bir versiyonudur. Hz. Ömer’in kırkıncılığı, Hz. Hamza’nın Müslüman oluşu bunun için önemli yol ayırımlarıdır. Bugün sayısal/nicel olarak, Hz. Ömer’in kırkıncılığı, oranlama/ mukayese açısından hangi sayıya tekabül eder, bunu da düşünmek gerekiyor. ‘Kişisel değişim’ bir süreç içinde ve bir hedefe yönelik olarak, ciddi, planlı ve programlı bir yürüyüştür. Bu hedef ‘toplumsal değişimdir’. Toplumsal değişim sağlandığında iş bitmiş olmuyor, sorumluluk ve vazifeler azalmıyor, aksine daha yoğun bir uğraşı içinde iç murakabe/oto- 39 İktibas E lhak bunların içinde barındırdığı doğrular olsa da taşıdıkları açmazlar daha fazladır. Bir kere kopuk, kesintili ve süreci hesap etmeyen sonuç odaklı bakış sergilemektedir iki okuma türü de! Yukarıdan aşağıya doğru süreçte ‘devrim’ denebilecek kısa yoldan ve kestirmeden, tepeden inme bir yöntem benimsenir. Mehdi ve Mesih bekler gibi! 40 Düşünce kontrol yanında, dış denetim ve yaptırımlar devreye giriyor. Şimdiye kadar değişim olgusu etrafında iki tez öne sürülür ve buna göre hareketlilik içine girilirdi! Bu okumalardan birinciye göre değişim yukarıdan aşağıya doğru, sistemden/devletten bireye doğru bir sıra ve yön takip ederdi, etmeliydi. İkinci okumaya göre ise değişim kişiden/ fertten devlete doğru idi! Elhak bunların içinde barındırdığı doğrular olsa da taşıdıkları açmazlar daha fazladır. Bir kere kopuk, kesintili ve süreci hesap etmeyen sonuç odaklı bakış sergilemektedir iki okuma türü de! Yukarıdan aşağıya doğru süreçte ‘devrim’ denebilecek kısa yoldan ve kestirmeden, tepeden inme bir yöntem benimsenir. Mehdi ve Mesih bekler gibi! T.C devletinin kuruluş aşamasında, Kemalizm tarzında ortaya çıkan süreç de bir toplumsal değişim projesi idi. Hatta dönüştürme, başkalaşım projesi desek daha doğru olur! Kılık kıyafetten harf inkılâbına, ölçü tartıdan hukuk kurallarına kadar, tüm alanlarda öngörülen projeler her on yılda bir darbelerle -farklı tez ve yaklaşımlarla da olsa da- desteklenerek kotarılmaya çalışılan, kitlelerin baskı, zor ve zorlamalarla tabi tutuldukları bir süreç gelinen son nokta itibarıyla istenen değişimi sağlamış görünmüyor! Keza günümüz İran’ı da bu konuda başka bir örnektir: devletin adı her ne kadar ‘İslamî’ de olsa halkın bunu içselleştirmediği açıkça gözlenebiliyor! Tersi teze göre de ‘kişisel değişimi’ bizim açımızdan ‘Nirvana’ya ulaşmak’, ‘pişmek, olmak’ tarzında alamayacağımızdan, sırf bu şekliyle ifade edilebilecek bir değişimi yeter ve son hedef görmek mümkün değildir! Bunlardan bir tercihimiz söz konusu olsa yine de ‘kişisel değişimi’ önceler, onu salık verirdik. Keza biz de bir nevi bu tür, kişisel değişim öncelikli okumaların savunusunu yapmakta, bu tür bir düşünce içinde bulunmakta idik. Yine bir yönüyle bunu savunabilir, önceleyebiliriz, ancak bu aşamada bir üçüncü tez, üçüncü bir okuma biçimini, mezkûr kitaptan ilham ile söylüyoruz: ‘Toplumsal değişim’. Merkezden/ortadan, aşağıya/kişiye ve yukarıya/sisteme/devlete oradan da tüm insanlığa doğru değişimi yönetecek, yönlendirecek, kontrol edecek bir yapılanma ve hedef! İç ve dış kontrolü sağlayacak, topluma yönelik sorumluluk ve yaptırımları daha başarı ile uygulayacak, etki alanı daha geniş olacak, daha üst ve daha geniş bir toplumu çekip çevirecek bu oluşum, çok yönlü etkileşim içinde hem yukarıdan aşağıya hem de aşağıdan yukarıya değişimi daha sağlıklı idare edebilecek bir yapı olacaktır. Kişi kendi niteliğini artırıcı çabalar içinde bulunurken, kendini bu örnek topluluğun, çekirdek kadronun, bir sonraki aşamada da bu büyük sorumluluğun ifasına kendini adamış, değişimini sahih bir biçimde tamamlamış toplumun aktif bir üyesi bilerek bu misyonu kabulle doğru bir vizyon sergilemeye devam edecek, etkileşim çift yönlü olarak sürecektir. ‘Ben kişisel değişimimi tamamladım veya buna uğraşıyorum, herkes kendi hesabını kendi verecek, ben değişebiliyorsam herkes değişebilir!’ ifadeleri, ilk bakışta Düşünce doğru gibi görünen çeldiricilerle dolu sorunlu algılardır. Topluma yönelik sorumluluklarımız, kişisel değişimimiz için ertelenemez, ötelenemez, terk edilemez önemdedir. Bunların ihmali, zaten, kişinin meseleye eksik ve yanlış baktığının göstergesidir. Kişisel değişim toplumdan uzak, uzlet içinde asla sağlanamaz. Tüm peygamberler tarihi bunun örnekleri ile doludur. Hz. Peygamberin Hira’da tefekkür ve bir nevi kaçışlarının vahiyle muhataplıktan sonra bir daha tekrarlanmaması, bu tefekkür ve tezekkür ameliyesinin bir başka şekilde toplumun içinde ve ona yönelik olarak, yine gece okuyuşları şeklinde Kur’an ile mesaiye yoğunlaşarak gerçekleşmesi bize bunun doğru örneklerini sunması açısından çok önemlidir. Uzlet yok, toplumdan kaçış yok, sorumluluklarını kendince belirlemek, sınırlamak yok! Belirlenmiş sınırlara, kırmızı çizgilere riayet var, sadakat var! Gücü nisbetince sa’yü gayret etmek var, sorumluluklarını kuşanmak var! Doğru bir vizyon ile misyonunun eri olmak var! Allah’a adanmak, Allah eri olmak, yalnız Allah rızası için cehd etmek var! Aktif kötüye karşı pasif iyi olmakla yetinmeyip ‘aktif iyi’ olmak çabası var! Bu noktada karşımıza ‘muhafazakârlık’, ‘atalar dini/gelenek görenek sarmalı’, ‘mahalle baskısı(!)’, ‘dünyevileşme/çokluk yarışı’, ‘reklamların ve formel eğitimin dezenformasyon etkisi’, ‘zamanın değişimi -ki bazı fıkhî kaidelerin bu değişime binaen değişebileceği hükmünden farklı alınarak-’, ‘Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak…!’ zehabı vb. atraksiyonlar, mazeret- İktibas ler, duvarlar, zindanlar, heva ve heves ürünü zanlar çıkacaktır, çıkmaktadır. ‘Değişim’ olgusu da zaten, tüm bu kuruntularla baş edebilme, onlara teslim olmama, hak uğruna mücadeleden yılmama anlamında, uzun soluklu bir yönelişin adıdır. Toplumsal olayların, sosyal olguların tabi oldukları kurallar vardır. Bunların keşfi ve gereği için gerektiği gibi davranışlar sergilemek gerekir. Allah’ın sünnetinde/âdetinde/yasalarında bir değişiklik olmaması da D eğişim olgusu da zaten, tüm bu kuruntularla baş edebilme, onlara teslim olmama, hak uğruna mücadeleden yılmama anlamında, uzun soluklu bir yönelişin adıdır. budur. ‘İlim ve bilgi’ bu manada değerlidir. Bunun için ‘hikmet’ mü’minin yitiğidir! Eşyanın kaderi/fıtratı vardır ve bunlar ilmî merak içinde, mü’min ciddiyet ve hassasiyeti ile keşfedilmeyi beklemektedirler. İlmen ve fennen üstün olmak, bunlara/eşyaya ‘Allah’ın bak dediği yerden ve bak dediği gibi bakarak’, yaratılış gayesine matuf kullanarak, insanlığın yararına, hizmetine sunmak gayesi ile hakkını vererek, ahlakî kaygılarla, sınırları zorlamadan emek vermeye bağlıdır. ‘İnsan için ancak çabasının karşılığı vardır!’ ve ‘Boş kaldığında hemen bir işe koyul!’ ilahî ikazlarını biraz da bu gözle okumamız gerekiyor. Tabi bizim kaygımız pazarlıksız bir biçimde ‘güç’ etkisinde kalmadan, gönüllü olarak her hal ve şartta İslam’a, vahye teslim olmalarıdır. ‘Beşerî ilimlere vakıf olalım, ilim ve fende ilerleyelim, teknolojiye biz hükmedelim, dini ilimlere olduğu kadar bilimin, sanatın, fennî ilimlerin de otoritesi biz olalım da insanlar görsünler, gelsinler!’ anlamında ve kesinliğinde demiyoruz bunları! İlimlerin kategoriye tabi tutulması da doğru değil esasında! Tüm ilimler, yaratıcıyı ve yaratılanları doğru anlama, insanlığın dünya ve ahiret saadetleri için, buna hizmet için vardırlar. Hilafet ve imar vazifelerimiz bu doğrultuda gerçekleşmelidir zaten. Değişim adına ‘dönüşüm/başkalaşma’ tehlikesine de dikkat çekmek gerekiyor. Bu anlamıyla değişime ayak diremek, karşı çıkmak da olasıdır. Bu muhafazakârlık ve statükoyu korumak anlamına yorulmadan, müsbet olandan menfi olana savrulmamak, çağın modern cahilliklerine direnmek, bid’at tuzağına düşmemek adına alınmalıdır. Geleneğin yanlış ve üretilmiş hurafelerinden, bid’atlerinden kurtulmak ne kadar titizlenilmesi gereken bir husussa, modernizmin değer ve ilke tanımayan uyduruk/türedi/sonradan görme/modern cahiliye unsuru çağdaş hurafelerine/bid’atlerine de aynı biçimde titizlenilmesi gerekmektedir. Şimdi, tezimizle ilgili asıl dayanaklarımızdan birini oluşturan Âli İmran 104. ayete gelelim: ‘Sizden hayra çağıran, iyiliği/ marufu emreden, kötülükten/ 41 İktibas Düşünce münkerden men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erecek olanlar onlardır.’ Başka söze hacet var mı? Her şey açık ve net değil mi? ‘Kullarım arasına gir; cenneti kazan!’ ilahî ikazının, yansıması ve açıklaması, tefsiri! ‘Resul size, siz insanlığa şahitler olun!’ uyarısının zorunlu bir gereği! V ahyin ilk yıllarındaki gizli davetin ferdî tebliğ ve davet olarak, açıktan çağrının ise belirli bir nitelik kazanımı akabinde mesajın tüm toplum katmanlarına ilan edilmesi olarak anlaşılması gerekmektedir. Dahası bunun sırf ‘söz’ ile olması ile yetinilmemiş, canlı şahitlikte bulunulmuş, ‘hal’ ile örneklendirilmiştir! 42 Mücerret/tek başına/yalnız imanın kurtarmayacağı gerçeğine bir başka vurgu! Yine’ iman et, kendini kurtar’ anlayışının, eksik bir önerme oluşuna işaret! Ferdin değişimi, kulluğa girişi, kendini kurtarması, ‘Sürüden ayrılanı kurt kapar!’ fehvasının bir muktezası olarak, topluma dönük, sosyal vazifelerinden, örneklik misyonundan yalıtılarak ele alınamaz, düşünülemez, mümkün olamaz! Peygamberler tarihi, onların örneklikleri, tüm hayat mücadeleleri, başından sonuna kadar dinin yalnız Allah’a has kılınması, Allah’ın isminin yüceltilmesi uğruna toplumun değişimine yönelik olarak, yakından uzağa, örnek topluluk oluşumuna, kaynamış kurşun gibi kenetlenmiş, toptan Allah’ın kulpuna, kopmaz ipine sarılmış, adanmış, Kur’an nesli oluşturma biçiminde olmuştur. Hep toplumun içinde, hep toplu hareket ederek! Yunus peygamberin kıssası ve toplumunu terk etmesini akabinde kınanması bizi bu gerçekle buluşturmalıdır! Tüm peygamberlerin dışlanmaları, taşlanmaları, reddedilmelerinin temel esprisi, davanın bireysel olmaktan çıkarılıp, topluma yönelik taleplerinin dillendirilmesi, örneklendirilmesi, toplumun değiştirilmesi ve içinde bulundukları cahili karanlıkların vahyin ışığı ile aydınlatılması mücadelesinin tüm zaman ve mekânlara yayılması, tüm kişilere ulaştırılması istemidir. Vahyin ilk yıllarındaki gizli davetin ferdî tebliğ ve davet olarak, açıktan çağrının ise belirli bir nitelik kazanımı akabinde mesajın tüm toplum katmanlarına ilan edilmesi olarak anlaşılması gerekmektedir. Dahası bunun sırf ‘söz’ ile olması ile yetinilmemiş, canlı şahitlikte bulunulmuş, ‘hal’ ile örneklendirilmiştir! Yoksa eğer davet bireye ait kılınarak bununla iktifa edilseydi, ne dışlanmaya gerek olurdu, ne taşlanmaya! Ne ambargo ile karşılaşılırdı, ne ‘hicret’ zorunlu hale gelirdi! Etliye sütlüye karışmadan, kimsenin tavuğuna ‘kışt’ demeden, ‘al gülüm ver gülüm’ geçinir giderlerdi! Hak batıl karışır, gri renk bolluğunda, ortaklıklarla, ‘sen yoluna ben yoluma’, hayat süt liman devam eder giderdi! ‘Aktif iyi’ kavramı bu noktada değer ve öncelik kazanıyor işte! ‘İkra’’, ‘Müzzemmil’ ve ‘Müddessir’ sûrelerinin ana teması; ‘kalk ve uyar’, ‘elbiseni temizle’, ‘ey örtüsüne bürünen’, ‘ey ağır bir yük yüklenen’, ‘oku’ uyarıları etrafında doğru okunmalı, doğru anlaşılmalıdır. İran’da özellikle turist olarak dışarıya çıkan insanların sınırı geçer geçmez takındıkları tavırlar, içte huzurun ve birlikteliğin sağlanamaması, bırakınız Müslüman coğrafyalara ve Müslümanlara davet ve tebliğ ulaştırmak, devrim ihraç etmek, daha içeride bir normalleşme görülememesi, keza Afganistan kaosunun iç nifaktan beslenen tarafı, uyuşturucu merkezi ola- Düşünce rak görülecek duruma gelinmiş olması sürecin doğru işlemediğini göstermesi açısından yeterli donelerdir sanırım! Yine Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki toplumsal yaşamı tersi istikamete evirmeyi düşünen ‘Kemalist’ diye isimlendirilmiş çabalar da her türlü zorlamaya ve hukuksuz uygulamaya rağmen beklediği değişimi sağlayamamıştır. Aynı zihniyetin 28 Şubat uzantıları da türlü atraksiyonları, zorbalık boyutunda cebren ve hile ile gerçekleştirmeye çalışsa da suyun akışını tersine çevirememiştir. Bunlar tepeden inmeci okumaların geçersizliğini doğru okumamıza yetecek yeterli verilerdir. Ayrıca, İran ve Afganistan gibi ülkelerde, genelde kolluk/zabıta görevlileri olarak karşımıza çıkan, anlattığımız misyonu, toplumsal uyarıları gerçekleştirmeye çalışan grupları da irdelememiz gerekiyor. Bu görevliler öncelikle resmi bir görev ifa ediyorlar, bu bizim gönüllülük, her mü’min bireyin mükellefiyeti olarak gördüğümüz/vurgulamaya çalıştığımız olgunun farklı bir tezahürü olarak çok yanlış sayılmayabilir! Yanlış ve eksik olan bu emri algılamadaki şekil ile murad arasındaki ilişkiyi ve farkı yakalayamamak ve bunu sergileyememektir! Elde bir sopa ile sokakta gezen insanlara bağır çağır, tehdit et, sopa ile sağlarına sollarına vur; oldu, görev ifa edildi! Böyle mi? Bu mudur istenen? Tartışılır belki, ama bu, en sonun sonuncusu bir uygulama olabilir olsa olsa! Öncesinde herkesin görev addedeceği, ıslah, ihya ve inşa faaliyetlerinin, kesintisiz ve nitelikli olarak ifa edilmesi, doğru İktibas davranışların sahih örnekliklerle sergilenmesi, bizatihi yaşanması gerekmektedir. Doğruyu söylemek kadar, hatta daha önemli olarak yaşanması, yaşamlaştırılması, örneklenmesi gerekmektedir. Ve bunun bir etki oluşturacak boyutta, tüm alanlara, mekânlara teşmil edilmesi zorunluluğu ile beraber! Yine ‘sigara’ olgusunu düşünelim: Bireysel karşı duruşlar kadar, devletin zam ile ve paketlerin üzerine ‘zararlı/ tehlikeli/ dikkat’ uyarıları yazması ile bu sorun halledilebilmiş midir? Hayır! Bu yöntemlerle halledilebilecek gibi de durmuyor! Yukarıdaki misal ve sigara örneği, ‘Bir elin nesi var, iki elin sesi var!’ sözünün muktezasınca, bunu birkaç kişinin, belli yerlerde hayata geçirmesi de yetmez ve zordur! İlmek ilmek her zaman ve mekânı işleyecek/ kuşatacak boyutta ve kitlesel bir tarzda bu sorumluluğun yerine getirilmesi zorunludur! Suya atılan taşın halkalar halinde ilerlemesi doğrudur ve fakat suya, farklı her noktadan, aynı hassasiyetle ve suyun hacmine göre de birçok taşı aynı zamanlarda ve yine tekrarlanan biçimde atmak, bu halkaların etkileşimini de takip etmek gerekmektedir! ‘Kopan halka, birbirine ulaşmayan halka, önüne bir engel dikilen halka var mıdır?’ diye de titizlik ve teyakkuz gerekmektedir. A ynı zihniyetin 28 Şubat uzantıları da türlü atraksiyonları, zorbalık boyutunda cebren ve hile ile gerçekleştirmeye çalışsa da suyun akışını tersine çevirememiştir. Bunlar tepeden inmeci okumaların geçersizliğini doğru okumamıza yetecek yeterli verilerdir. Bu yaşanmış ve gerçekleştirilebilmiş bir vakıadır, hayal değildir! Her zaman ve şartta da gerçekleştirilebilir! Hz Peygamber, Mekke’nin cahili karanlıklarında, bedevî bir toplumu her türlü sapıklık ve sapkınlık 43 İktibas P eygamberin siret ve sahih sünneti ulaşılabilir bir noktada ve son ve çelişkisiz vahiy, Kur’an elimizde iken aksi düşünülemez! Ama bir sorun olduğu da muhakkak! Müslüman coğrafyaların ve müslümanım diyenlerin halleri ortada! Biz Kur’an’ı mehcur bırakarak, onu anlaşılmaz, ulaşılmaz addederek bindiğimiz dalı kesmişiz adeta! Başka sorun aramaya gerek var mı? Düşünce batağına gömülmüşler iken çok kısa bir zamanda değil değiştirmek adeta dönüştürmüştü! ‘Dönüştürmek’ ifadesi itici ve yanlış gelebilir ve vahiy/peygamberler tarihinde bir türedilik de olmadığı gerçeğine binaen doğru hedeflere doğru araçlarla, doğru metod ve yöntemlerle ulaşarak, istenen değişimi; münkerden marufa, yanlıştan doğruya, karanlıklardan aydınlığa, zulümden adalete, şirkten tevhide, tek dünyalılıktan ahiret bilincine, kargaşa ve kavgadan kardeşliğe, nefse ve hevaya tabi olmaktan hakka ve hakikate tabi olmaya, isyandan itaate.. doğru bir yönelişi gerçekleştirebilmişti! Bugünün tekâmül noktasında ve imkân genişliğinde bu değişimi yakalayamamak düşünülebilir mi? Asla! Peygamberin siret ve sahih sünneti ulaşılabilir bir noktada ve son ve çelişkisiz vahiy, Kur’an elimizde iken aksi düşünülemez! Ama bir sorun olduğu da muhakkak! Müslüman coğrafyaların ve müslümanım diyenlerin halleri ortada! Biz Kur’an’ı mehcur bırakarak, onu anlaşılmaz, ulaşılmaz addederek bindiğimiz dalı kesmişiz adeta! Başka sorun aramaya gerek var mı? Can damarımızı, hayat pınarımızı, şifa (çağın ve çağların her türlü tıbbî olmayan kişi ve cemiyetlerle alakalı hastalıklarına) kaynağımızı, yegâne kurtuluş dayanağımızı, hak ve hakikate ulaştıracak kılavuzumuzu, yolumuzu aydınlatan ışığımızı raflardan indirip, hayatın merkezine alarak işe başlayabiliriz. Hedef; adanmış, değişimini istendik (Allah’ın istediği ve razı olacağı ve vahyi ile bildirip resulünün şahsında örneklendiği 44 gibi) şekilde sağlamış, kaynamış kurşunlar gibi kenetlenmiş, ‘urvetül vuska’ olan Kur’an’ı rehber edinen, toptan Allah’ın kopmaz ipine yapışan, sorumluluklarının bilincinde, doğru bilgilerden doğru davranışlara ulaşıp bunu yaşamlaştıran, doğru hedeflere doğru vasıtalarla, doğru metod ve yöntemlerle ulaşılabileceğini bilen, vesilelere(!) sarılan, iman amel bütünlüğünü sağlamış, hayatının her an ve ânını ibadet bilinci ile sürdüren, davet ve tebliğ vazifelerini bihakkın ifa etmeye çalışan, vahdet şuurunda Allah erlerinin bir ve beraber olarak, bir plan program ve hedef dâhilinde örnek şahitlik ve hayra çağıran bir topluluk/ cemaat olabilmenin imkânları adına süreci doğru okumak ve yalnız Allah’a sığınıp güvenerek ve yine yalnız O’ndan korkarak olabildiğince doğru işletmektir. [email protected] +DEHUWUNùXEDW Düşünce ÇAĞIN İLERİSİNDE VE GERİSİNDE OLMAK YA DA HAKKA YAKIN DURMAK... BÜNYAMİN ZERAN H er nereden bakılırsa bakılsın yabancılaşma kavramıyla tanışırız. Müslüman düşünceye göre yabancılaşan kimseler nefsini ilah edinenler olsa da onlara göre de yabancılaşan realiteden uzak kalan kimselerdir. Çünkü çağın tanımı realiteler üzerinden yürür. İslam’ın tanımı ise “Hak” üzerinden yürür. İktibas Çağın en belirleyici kavramlarından biri de kuşkusuz ilericilik ve gericilik kavramlarıdır. İslami temelden meseleye baktığımızda ilericilik ve gericilik diye bir tanımlamaya rastlayamayız. Bunun yerine kullanılan kavramlar “ahseni takviym ve esfeli safilin”dir. İlericilik ve gericilik kavramı daha çok maddi dünyanın tanımlamasına girmektedir. Bireysel ve toplumsal algıda ileride olmak salt ekonomik anlamda iyi düzeyde olmak anlamındadır. Gericilik ise salt maddi anlamda gelir düzeyinin düşüklüğünü ifade etmez bunun yanında modern dogmaların yani aklın dışında bir kanun koyucu, yaşam belirleyici birini kabul etmek anlamına da gelir. Toplumsal anlamda ileride olmayı gayri safi milli hasıla belirlerken, geride olmayı ise ilhamı gökten ve gaipten almak, yaşadığı hayattan realiteden almamak belirler. Modernite ve post-modernite yaklaştığı her olguya kâr/zarar açısından bakar. Maddi anlamda bir kâr varsa o iş doğrudur. Ondandır ki insanlık için hayırlı olan üretimden çok, bir avuç elit için kârlı olan üretim tercih edilir. Kaliteli ve ileri düzeyde yaşamanın bedeli modern dünyada her zaman pahalıdır. Çünkü insanı değerli görmek için belli başlı kıstaslar vardır: Bindiği arabanın modeli, oturduğu evin semti ve metrekaresi, aylık geliri, evine aldığı eşyaların markası, üzerine giydiği elbiselerin markası ve takıların değeri. Bakıldığında insana dair, insanın maneviyatına dair hiçbir şey yoktur. Maddenin şekillendirdiği insan vardır. Artık heveslerinin peşinde ömür tüketen ve asla kendisi olamayan ve kendine yabancılaşan bir insan vardır. Artık bu haliyle ona insan bile denemez. Ne var ki kendisini bu fikre o kadar angaje etmiştir ki insanı maneviyatıyla değerlendiren ve maddi ölçüler kullanmayan kimseleri çağın yabancısı, yobaz olarak görmektedir. Her nereden bakılırsa bakılsın yabancılaşma kavramıyla tanışırız. Müslüman düşünceye göre yabancılaşan kimseler nefsini ilah edinenler olsa da onlara göre de yabancılaşan realiteden uzak kalan kimselerdir. Çünkü çağın tanımı realiteler üzerinden yürür. İslam’ın tanımı ise “Hak” üzerinden yürür. Nefsini ilah edinenler Allah gerçeğine yabancılaşmışlardır. Hesaplarında Allah yoktur. Çünkü Allah’ın varlığı ya da yokluğu onları ilgilendirmemektedir. Onları ilgilendiren tek şey borsadaki değerler, altının ve dövizin ne kadar yükseldiği ve özgürlük ve demokrasinin güçlenmesi için hangi canların hizaya getirileceğidir. Her şey sahte ilişkiler içinde yok olur gider. İnsana ait ne varsa bir bir tüketilir. Dostluk ve kardeşliği belirleyen şeyler de kâr/zarar hesabına vurulur, iki ülke arasındaki dostluk ve düşmanlıklar da kâr/zarar hesabına vurulur. Pragmatist yani münafık bir mantıkla değerlendirilir her şey. Nefsini ilah edinenler nutuklar çeker “bakın biz şu kadar yılda şöyle yaparak GSYİH’yı ve GSMH’yı şu kadar yükselttik. Kişi başına düşen milli gelir artık şu kadardır” derler. Oysa kişi başına düşen milli gelir artmış gibi görünse de bu tamamen istatistiksel bir yalandır. Dünya nüfusunun %10’nun dünya ekonomik kaynakları- 45 İktibas Düşünce nın %90’nına sahip olduğu bir çağda buna inanmak güçtür. Ayrıca kişi başı gelir seviyesinin yüksek olması ne ailelerin yok olmasını engelleyebilmiştir, ne gençlerin hevaları peşinde yok olmalarının önüne geçmiştir ne de birçok cinayetin, tecavüzün, sapkınlığın ve şiddetin önüne geçebilmiştir. Çünkü önemli olan azgın azınlığın cebine giren paranın miktarıdır ve bu kesimin rahat ve konforudur. a llah, köle Bilal’i aristokrat Ebu Cehil’e tercih eder. Bu içinde yaşadığımız çağın anlayamayacağı kadar büyük bir hadisedir. Çünkü realite buna aykırıdır. Oysa Allah realite olarak değil “Hak” olarak meseleye odaklandığı için Allah’ın Hakk’ı, doğrusu böyledir. Onun içindir ki İslam insana salt fıtratına uygunluk olarak bakar ve ona göre değer verir. Bu çağ imaj çağıdır. Kazandığından daha çok harcatır ve sisteme borçlandırır insanı. Çünkü insan tükettiği kadar insandır ve tüketemediği kadar geri kalmıştır. Medeni olabilmenin bedeli pahalıdır. Sürekli tüketime adapte olmuş insan ister bu sistem. Sistemin ayakta kalması daha çok tüketim gücüne bağlıdır. Onun içindir ki çağın ilerici ve gerici algısını değiştirir. Moda düşüncesini geliştirerek başkası olmamayı, yalnız kendisi olmayı, onun için de herkesten daha farklı, herkesten daha çok tüketmesi gerektiğini zihnine kazır. Üreten, karar veren olmaktan daha ziyade bağımlı, kişiliksiz, kendine güvensiz, şüpheci bir karakter haline gelir. İyilik, güzellik, yardımlaşma ancak daha fazla kazandıracaksa mümkündür. Yani kaz gelecekse tavuk esirgenmeyecektir artık. Aksi takdirde Maltus gibi davranılacaktır. Yani işe yaramayan hasta, yaşlı kimseleri ölüme dahi terk edebilecektir bu anlayış. Peki, İslam ne der bu konuda? Başta da belirttiğim gibi İslam meseleye maddi anlamda kâr/ zarar olarak hiç bakmaz. Hatta Âdem’den bu güne hiç bir resulün de insanları ekonomik refaha davet etiği görülmemiş- 46 tir. Resuller meseleye insanın yaratılış fıtratı penceresinden bakar. İnsanı değerli kılan şey takvadır. Takva öyle bir şeydir ki insanın kendini Allah’ın yasakladığı şeylerden sakındırması ve korumasıdır. Allah’ın ahseni takviym olarak tanımladığı biri olmak için tüketmeye, lüks bir evde ve semtte oturmaya, aylık gelirin yüksek olmasına, arabanın olmasına vs. gerek yoktur. Sadece günah olarak bildirilen şeylerden uzak kalarak ve yapılması emredilen şeyleri yaparak yaşamak yeterlidir. Allah, köle Bilal’i aristokrat Ebu Cehil’e tercih eder. Bu içinde yaşadığımız çağın anlayamayacağı kadar büyük bir hadisedir. Çünkü realite buna aykırıdır. Oysa Allah realite olarak değil “Hak” olarak meseleye odaklandığı için Allah’ın Hakk’ı, doğrusu böyledir. Onun içindir ki İslam insana salt fıtratına uygunluk olarak bakar ve ona göre değer verir. Nefsinin peşinde koşan değil Allah’ın işaret ettiği hayır üzere koşan insan değerlidir. Allah’ın işaret ettiği insan, ücretini yalnızca yaratandan bekleyerek gelirini paylaşan, yardım eden, güler yüz gösteren, hiçbir gayri meşru ilişkiye, tecavüz ve hırsızlığa yanaşmayan, sürekli karşısındakinin nefsini kendi nefsine tercih eden, işçisinin hakkını yemeyen, statü gözetmeksizin inanç kardeşliği ölçüsünde Allah’ın belirlediği sınırlar içinde her masaya oturabilen, mütevâzi ve güven veren kimsedir. İşte bu insan kendisiyle barışıktır ve şüpheden arınmıştır. Çünkü onu ilgilendiren esas şey kendi kulluğunu ne ölçüde doğru yaptığıdır. Eğer kul olarak üzerine düşeni yaparsa ecri Düşünce Allah’a aittir. Başına gelebilecek her şeye de sabrederek yoluna devam edecektir. İslam, Allah’ın vahyiyle birlikte vardır. ‘İzim’ler ise insanın tanrıdan bağımsız hatta ona kafa tutan bir akılla vardır. Doğal olarak eşyaya ve insana bakış da bu ölçekte çok farklıdır. Müslümanlar modernizmin ve post modernizmin rüzgârından etkilenerek Allah’ın affediciliğine sığınarak kimi kavramları sulandırmakta beis görmemektedirler. Oysa “ilericilik gericilik, realite” gibi kavramlar ne kadar modern insan zihnini işaret ediyorsa; “ahseni takviym/esfeli safilin ve Hak” kavramları da o kadar vahyi işaret etmektedir. Bugün bizim kavramlarımızın yaşadığımız çağda nerde durduğunu tanımlamamız gerekmektedir. Çünkü eşyayı ve insanı tanımlamamızda belirleyicidirler. İlericilik ve gericilik bize dayatılan kavramlardan ve tanımlama- İktibas lardan yalnızca biridir. Biz, daha çok insana yaklaşırken ahseni takviym ve eşrefi mahlûkat tanımlarını gündemleştirirsek İ slam, Allah’ın vahyiyle birlikte vardır. ‘İzim’ler ise insanın tanrıdan bağımsız hatta ona kafa tutan bir akılla vardır. Doğal olarak eşyaya ve insana bakış da bu ölçekte çok farklıdır. çağın hastalıklı insan ve toplum algısından uzaklaşmış oluruz diye düşünüyorum. Çünkü biz ilhamımızı ve yaşam şeklimizi birilerinin ifadesiyle “gökten ve gaipten” yani anlatmak istedikleri şekliyle Allah’tan alırız. Müslüman bir zihniyet Allah’ı hesaba katarak çağın realitelerine karşı yabancılaşırken Allah’ın hak olarak tarif ettiği yaşama yaklaşır. Bu anlamıyla çağa yabancılaşmak çok da kötü olmasa gerek. Önemli olan insanın fıtratına yabancılaşmamasıdır. İmaj çağında her şey illüzyona tabi olduğu için Allah’ı merkeze alarak bu çağa yabancılaşmak kişinin kendine ve Rabbine yakınlaşması olacaktır. Ve işte o zaman ilericilik ve gericilik tanımlaması anlamını yitirecek, ahseni takviym olan insan neşet edecektir. Modern çağ insana ileride misin geride misin diye sorarken İslam, ister ileride ol ister geride nerede olduğun önemli değil, önemli olan durduğun yerin Hak mı yoksa Batıl mı olduğudur diye sorar. [email protected] 47 İktibas DIŞARIDA KALARAK İÇİNDE YAŞAMAK TALAT ÖZHAN İ nsanların Rabbi ve İlah’ı olan Allah’ın koyduğu bu yasa, bu insanların oluşturduğu bütün toplulukları kapsamaktadır. İnsanlar ve insanların meydana getirdiği toplumlar, meyillerini hangi yönde güçlendirirler ise, değişim ve gelişim o yönde olacaktır. Ya iyiden kötüye ya da kötüden iyiye. 48 Düşünce Bu dışarıdan baktığımızda tam bir bir çelişkidir. Aslında bu çelişkiyi görenlerin ve görmeyenlerin tek ortak noktaları benimsemeyip kabul etmedikleri bir hayatın içinde “yaşamaya” çalışmalarıdır. Herşeyden önce bu konuda böyle “olur” ya da, böyle “olmaz” demek yerine, neden? sorusu sorulmalıdır. Böyle davranmaya, yaşamaya, çalışmaya, zorlanan kişi ve kişilerin davranış ve hareket nedenleri üzerinde durulmalıdır. Nedenlerini ve gerekçelerini araştırmaya, konuşmaya başladığımızda, pek tabiiki herkesin kendine göre “haklı” gerekçe ve nedenleri vardır. İnsanların kendilerine göre var olan bu nedenler, böyle yapma, yaşama ve düşünmelerini haklı kılar mı? Bence bu insanları ve toplulukları “inanmadıkaları” hayata, düşünceye ve zihniyete karşı yaklaştıran, az ya da çok içinde yaşamaya zorlayan olgu, haklı ya da haksız olarak ortaya koymaya çalıştıkları “nedenler” değil, farkında ya da farkında olmadıkları “düşünce” ve “zihniyet” dünyalarındaki, inanmadıklarına karşı var olan menfi dönüşüm, degişim ve aldıkları tavırlarıdır. İnanmadığın bir düşünceye karşı “zihniyetinde” bir değişim ve tavır oluşmaz ise, bu zihniyet dünyasının oluşturduğu sistemin içinde yaşarken o sistem içerisinde bir şeyler yapmak için asla “özlü” bir gayretin içine giremezsin. Eğer düşünce dünyandaki bu değişimin farkında değilsen sonuç daha da trajik olur. Herşeyden önce şu temel kuralı hatırlayalım ve altını çizelim: “İnsan etkileyen ve etkilenen bir varlıktır.” Eğer insanın kendisi, bu değişim ve etkileşim özelliğine sahip ise, otama- tikman insanların inşaa ettiği topluluklarda bu topluluğun üzerine kurulduğu zihniyet de böyle demektir. Yani “etkileyen ve etkilenendir.” Etkilemek ve etkilenmek beraberinde değişim ve dönüşümü getirir. Bu kural bütün insan toplulukları ve dünya görüşleri için geçerlidir. İslam toplumu, bu toplumu oluşturan müslüman insanlar da bu genel kuraldan muaf değillerdir. Bu özellik/kural onları da kapsamaktadır. Bunun böyle olduğunu insanların yaratıcısı olan Allah Rad suresinin 11. ayetinde söylemektedir. “... Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez...” İnsanların Rabbi ve İlah’ı olan Allah’ın koyduğu bu yasa, bu insanların oluşturduğu bütün toplulukları kapsamaktadır. İnsanlar ve insanların meydana getirdiği toplumlar, meyillerini hangi yönde güçlendirirler ise, değişim ve gelişim o yönde olacaktır. Ya iyiden kötüye ya da kötüden iyiye. Allah’ın nice toplulukları başka toplumların eli ile helek etmesini de böyle anlayabiliriz. Biz müslümanlara düşen sorumluluk, olumlu ya da olumsuz, yaşamımızda zihniyet değişimini ortaya çıkaran sebepleri, bu süreç ve zamanda yapılması gerekenleri bulmak ve ortaya çıkarmak için çalışmaktır. Yukarıda koyduğumuz kuralı kabul edecek olur isek, cevaplamamız gereken soru, insanın kendisinde ve yaşadığı toplumdaki değişimlerin tespitini kime ve neye göre yapacağı sorusudur. Hangi değerler ve doğrular belirleyici olacaktır? Bu tür sorulara doğru ve sağlıklı cevaplar üretebilmek Düşünce için, biz müslümanlar açısından en önemlisi, başta “insan”daki zihinsel/düşünsel değişim ve dönüşümlerin sebeplerini, daha sonra müslüman kişi ve toplumlardaki yanlışa ve kötüye meyillerin nedenlerinin tespitini doğru yapmaktır. Her değişim yanlış olmayacağı için, (çünkü insan ve topluluklar dinamik bir özelliğe sahiptirler), bu nedenden dolayı düşünsel, yaşamsal ve zihniyette meydana gelen değişimlerin doğruluğunu ve yanlışlığını tesbit etmek bizler için hayati önem kazanmaktadır. Burada soru şudur ve cevabını da hep beraber bulmak ve vermek zorundayız. Müslüman kişideki ve toplumlardaki etkileşim ve değişimin en önemli sebebi nedir? Bu yanlış zihniyet değişimine, dünyevi ve insan kaynaklı ideolojilere karşı ilgi ve meyillerine neden karşı koyamıyorlar? Bu yanlızca nefsi nedenler midir? Yoksa yeterli donanıma sahip olamamaları mıdır? İnandıkları dinin bilgisine ve şu anda dünyaya hâkim olan küresel sistemin zihniyetini olşuturan “bilgiden” yoksun oluşları da bir temel faktör müdür? Bu gidişatın yanlış ve doğru olmadığını neye göre ve nasıl tespit edeceğidir? Bunun yanlışlığına son noktayı kim koyacaktır? Şimdi bütün bu sorulara cevap vermeye ve aramaya çalışırken, bizlerde şu an hâkim olan zihniyet belirleyici olacaktır. Karar vermemizde ve yaşamımızda yönlendirici olan hâkim zihniyetimizdir. Düşünce tarzımızdır. Doğru, sağlıklı ve kalıcı çözümler üretmede belirleyici olan ise, bu düşünce tarzımızdaki ilmi donelerin güçlülüğü ve zayıflığıdır. İşte bundan dolayı yaratıcımız olan Allah “ilim”de derinleşmemizi istemektedir. Bizler İktibas bu bağlamda İslamî düşünce tarzımızı inşa etmeliyiz ve bunu yapmak için çok çalışmalıyız. İslamî ilimlerdeki ilmi derinliğimizi geliştirmeliyiz. İslam’ı ve dünyaya hâkim olan Modern zihniyeti, modern zihniyetin temel siyasi, dini, kültürel ve felsefi kavramlarını çok iyi öğrenmeliyiz. İslam’ın temel kavramlarına hâkim olmalıyız. Bu bize düşünce zemininde Tevhid üzerinde kalmamızı kolaylaştı- A rtık siyah siyahtır, beyaz beyazdır demenin yetmediğini görmeliyiz. Müslümanların ve bütün dünya insanlarının vicdanlarını tatmin edecek İslami cavapları ortaya koyabilmeliyiz. racaktır. “Beyaz” nedir sorusuna verdiğimiz net, açık anlaşılır cevabı “siyah” hakkında da verebilmeliyiz. Artık siyah siyahtır, beyaz beyazdır demenin yetmediğini görmeliyiz. Müslümanların ve bütün dünya insanlarının vicdanlarını tatmin edecek İslami cavapları ortaya koyabilmeliyiz. Bu işi yapmak, bütün müslümanların sorumluluğu olmasa da, yapabilme kabiliyet ve becerisine sahip olan insanların görevidir. Böyle insanlar yok ise yetiştirmek, ortaya çıkarmak da bütün müslümanların üzerine düşen bir sorumluluktur. İnsanlar hiçbir zaman statik bir hayat yaşamazlar. Hayatlarında ve düşüncelerinde bazı dinamikleri de taşırlar, normal olan da budur. Zaman ve mekânın değiştiği bir dünyada statik yaşamak mümkün değildir, bu insanın fıtratına da aykırıdır. Statik ve monoton yaşamak hiçbir din ve dünya görüşünün kendisine inanan taraftarlarından beklediği, istediği bir şey değildir. İslam ise zaten bunu asla ön görmez. Kendine inanan müslümanlardan devamlı “ilimde” derinleşmesini ve “hikmeti” arama, bulma konusunda da sürekli bir çalışmanın içerisinde olmasını ister, bazen de bunu müslümanlara emreder. Burada şöyle bir tesbitte bulunabiliriz; “üzerine toplumsal ve kişisel hayatın inşa edildiği “zihniyetin” dünya görüşünün iki temel özelliği vardır, birincisi bu zihniyetin değişmeyenleri “statikleri”dir. Bu özellik değiştiği ya da değiştirildiği zaman bütün düşünce ve zihniyet değişir. Bu statiklere bağlı olarak değişkenleri yani “dinamikleri” vardır. Bunun değişmesi ya da terk edilmesi zihniyeti ve yaşam tarzını pek fazla değiştirmez. Değişimin içeriğine göre bozulma olabilir ama asıl korunduğu için bu yanlış değişim tekrar aslına dönüştürülebilir. Burada doğru olan, düşüncenin “dinamik” alanında gelişim ve değişimdir. Bu kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu “dinamik” alanda “statiklere” bağlı kalarak gelişim, değişim yapılmaz ise, uzun vadede “statikler” de o toplumun ve kişilerin işine pek yaramaz. Hayata yönelik sorunların çözümünde işlevsiz kalırlar. Bunu insanın elinde bulunup da, kullanılmayan bir güce benzetebiliriz. Çünkü bu, elinde olan gücün farkında olmamaktır. Kişi gücünün ve imkânlarının farkında ise, ancak o zaman, bu imkânlarını kullanmak için ha- 49 İktibas Düşünce rekete geçer. Bu bağlamda sonuç olarak şunu diyebiliriz. “Statikler dinamiklerin belirleyicisi ve yönlendiricisidir”. Tersi olacak olur ise o zaman “düşüncenin/zihniyetin” dejenere olup bozulmaması imkânsızdır. Artık toplumlardaki sosyoekonomik ve ahlaki değişkenler dinin ve siyasal yapının bütün değişmeyenlerini değiştirecektir. Burada yaşanılan hayat temel ilkelere göre değil, “ilkeler” yani statikler yaşanılan hayatın şartlarına göre değiştirilip, belirlenmektedir. Bunun sonucu da, “zihniyetimiz”deki sabitelerin yok olmasıdır. “İnandığımız gibi yaşamak yerine, yaşadıklarımıza inanmaya başlamaktır. Artık belirleyici olan hayatın bize kazandıracakları olan menfaatlerimizdir. B ilinmesi gereken en önemli olgu şudur; zihniyetimizin statiklerini/ değişmeyenlerini yaşamın, düşüncelerin değişmelerinden korumaz, referans noktası olarak vahyin bize öğrettiği “sabitelerimizi” almaz isek, zamanla o değişmez, sabit gördüğümüz ilke ve prensiplerin bizi “biz” eden, bizi farklı kılan zihniyetimizin değiştiğine şahit oluruz. 50 Bu ikisinin arasındaki ilişki doğru kurulmaz, sınırları iyi çizilmez ise hayattaki bu etkileşim ve değişim, başıboş, sonu ve başı belli olmayan bir bilinmezler yumağına bürünür. Zihniyetimizin, inancımızın bizi “biz” eden değerlerimizi yitirmiş bir halde ortalıkta kalırız. Buna Modernizmin kendi içerisinden çıkarttığı post-modernizmi örnek olarak verebiliriz. Post-modern insanın artık savunacağı ve uğrunda çalışacağı bir “değeri” yoktur. Onun için tek değer “yaşamak” ve kendi “nefsidir.” Yani egosudur. Bu ise vahye inanan, yeryüzünde kendisinin sorumlu olduğunu bilen bir müslüman için, kabul edilmesi mümkün değildir. Bir müslüman inandığı vahyin “statikleri” ile, hayatın “dinamiklerine” yön veren kişi olmalıdır. Bu da “ilmin”de derinleşmek, aynı zamanda bu ilmin kişiye yüklediği sorumlulukları yerine getir- mek ile mümkün olacaktır. Bu arada “hikmet” bilgisi de hayati bir öneme sahiptir. Allah gönderdiği elçilerini vahyin bilgisi ve hikmet ile donatmıştır. Bu da “Kitap” ve “Hayat” bilgisidir. Burada bilinmesi gereken en önemli olgu şudur; zihniyetimizin statiklerini/değişmeyenlerini yaşamın, düşüncelerin değişmelerinden korumaz, referans noktası olarak vahyin bize öğrettiği “sabitelerimizi” almaz isek, zamanla o değişmez, sabit gördüğümüz ilke ve prensiplerin bizi “biz” eden, bizi farklı kılan zihniyetimizin değiştiğine şahit oluruz. Deniz kenarındaki yalçın ve sert kayaların, su dalgalarının o istikrarlı ve sürekli darbelerine dayanamayıp nasıl eriyip yok olduklarını tabiat bize açıkça göstermektedir. Sabırlı ve istikrarlı hareketlerin karşısında hiçbir sert cismin dayanamayacağını bilmeliyiz. Bunlar, sert ve yalçın kayalıklar da olsa. Düşünsel dalgalara karşı hayatın içerisinde inanç ve zihniyetimizi etkileyen, değiştiren, ya da yok eden, bu düşünsel dalgalara karşı direnemez isek, yok olmaktan ya da yavaş yavaş erimekten kurtulamayız. Bazen benimsemediğimiz düşüncelerin dalgaları bizlere çok yoğunluklu vurmakta. O zaman da dikkatlerimiz en üst noktaya çıkmakta tedbirler almaya başlamaktayız. Zamanında gerekli donanım, bilgilenme ve hazırlıklar yapmadığımız ve ya yapamadığımız için, böyle zor zamanlarda duygusal, tepkisel davranışlar sergilemekteyiz. Bu tür davranışların ne kendimize ve ne de toplumdaki diğer insanlara ciddi bir katkı ve faydası olmamaktadır. En acı olan ise kendimizi ve başka insanları “hiç bir şey yapmamaktan, yanlış da olsa Düşünce bir şeyler yapmalıdır” sözleri ile kandırmaktır. Böyle davranan insanlar dalgaların yoğunluğu azaldıkça bu tedbirleri bırakıvermekte ve hiç bir şey olmamış gibi eski alışkanlıklarına devam etmektedirler. Peki, doğrusu nedir? Doğru olan suların “su” özelliğini değiştirmeden yoluna engel olan sarp kayalıkları ortadan yok etmek için gösterdiği istikrarı göstermektir. Sabırlı, sürekli ve özelliğini değiştirmeden, hayatın içerisinde kalıp, kendine ait düşünsel “değerlerinle” zorlanılan küresel “zihniyetin” dışında kalmaktır. Bizlerin kabul etmediği bir zihniyetin ve dünya görüşünün içinde kendi zihniyet dünyamıza ait olan davranışlarımızı yaşamaya çalışırken, bazen de kabul etmediğimiz yaşamın, anlayışın pratiklerini seçici olarak da olsa uygulamaya, yapmaya çalışsak da, zihniyetimizdeki değişimi fark edemediğimiz için, yine eriyen, yıpranan, yok olan bizim zihniyetimizin dinamikleri ve statikleri olmaktadır. Bu süreç, tıpkı suyun karşısındaki korumasız kayaların erimesi gibidir. Bunun en temel nedeni hem müslümanları, hem de diğer insanları ikna edici “ilimden” ve “hikmet” bilgisinden eksik oluşumuzdur. Burada yapılan en büyük yanlış ve içerisine düşülen tehlike, zihniyetimizin değiştiğini, mevcut değerlerimizin eriyip yok olduğunu, çok geç fark etmemiz ya da hiç fark edemememizdir. İşte asıl, o zaman artık tüm iddia ve değerlerimizi kaybetmişizdir. Kaybettiklerimizi geri kazanmak için ise, kaybettiklerimizin farkına varıp, gereğini yapmamızdır. Biz müslümanlar ve genel olarak da kendine ait bir değeri ve İktibas düşüncesinin idraki ve bilincinde olmayan insanların ne hale geldiğini, nasıl değiştiğini, ya da başkaları tarafından değiştirildiğini, bu değişimin sonucunda nasıl bir insanın ve toplumun ortaya çıktığını görebilmek farkına varabilmek için bir kaç nesil sonrasını beklemek zorunda mıyız? Müslümanlar olarak, yapılması gerekenleri yapmaz ve gereğini zamanında yerine getirmez isek, tıpkı deniz dalgalarının yalçın ve sert kayalıklarda meydana getirdiği yok edici izleri insanların hemen fark edemeyip ancak, bir kaç nesil sonra gördüğü gibi, üzerine inşaa ettiğimiz yaşam ve zihniyetimizdeki değişimi, bizler de zamanında fark edemez isek, ancak bizden sonra gelen nesil/ ler tarafından fark edilip görülecektir. İşte o zaman fark eden nesiller için geç olmayacak, ama bizim için çok geç olacaktır. Bizi farklı kılması gereken, Müslüman olarak vahyin bize kazandırdığı zihniyetimizdeki bu değişimlerin farkında olamamamızın sebebi nedir? Bizi kör eden, algılamamızın ve fark etmemizin önündeki en önemli engeller nelerdir? İşte bu noktada buna verilecek cevap sana ve yaşamına klavuzluk yapan bütün değerlerinden ya yoksun olmandır, ya da farkında olmamandır. Bu değerlere yeniden sahip olmak istiyorsak “Hakk’a” yönelmeliyiz. Eğer Müslüman değil isek Allah’ın bize yaratırken verdiği temiz fıtratımıza yönelmeliyiz. b izlerin kabul etmediği bir zihniyetin ve dünya görüşünün içinde kendi zihniyet dünyamıza ait olan davranışlarımızı yaşamaya çalışırken, bazen de kabul etmediğimiz yaşamın, anlayışın pratiklerini seçici olarak da olsa uygulamaya, yapmaya çalışsak da, zihniyetimizdeki değişimi fark edemediğimiz için, yine eriyen, yıpranan, yok olan bizim zihniyetimizin dinamikleri ve statikleri olmaktadır. Bunları da insanlık yapmayacak olur ise, zaten o zaman insanın sonu, yaşarken “yok” olmaktır! [email protected] 51 İktibas MÜSLÜMAN OLARAK YAŞLANMAK HİKMET ERTÜRK t oplumumuzu dönüştürmekteki en büyük etmenin örneklilik olduğunu kabul ediyorsak; İlahi mesajla tanışan bizlerin gündemini ötekilerin yapıp ettikleri ve bunlara nasıl karşılık verileceği konuları belirlememelidir. Bizlerin gündemini kendi içsel-ahlaki sorunlarımız teşkil etmeli, içimizde olanı değiştirmeden adım atmayı denememeli, başka yerlerin bizi ilgilendirmeyen gündemlerini dillendirmemeliyiz. 52 Düşünce Müslümanlar açısından her şeyin çok karışık, iç içe kördüğüm olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu işin bir ucunda gençlerimiz, bir ucunda “ya bunları bizler yaşamıştık” diyen (ama hala ayakta olanları kastediyorum) orta yaşlı ağabeylerimiz var. Birkaç istisnai durumu göz önünde bulundurmaz isek yaşlılarımız tevhidi bilinç bağlamında henüz daha parmakla gösterilecek kadar azlar. Daha yaşlılarımızın oluşmadığı bir coğrafyada toplumlarımızın harcı olacak, müşriklerin karşısında onlara daima rahatsızlık verip salih amel işleyecek genç kardeşlerimizin zaman içerisinde eriyerek bu kadar çabuk sahneden çekilmeleri yani Müslüman olarak yaşlanamamaları arkamızda dolduramayacağımız boşlukların oluşmasına, ilahi mesajın nesillere aktarılmasında köprülerin yıkılmasına, geçiş için kullanacağımız halkaların kopmasına sebebiyet veriyor. Çünkü bu boşlukları doldurabilecek yetişmiş kaliteli Müslüman insan kaynağımız yok. Bir yerde kopan bu halkalar sebebiyle bir kuşağın diğer kuşağı sahipleneceği bütüncül yapı tamamlanamıyor. Davamız hep bir yanı eksik unsurlarla yarım aksak ilerlemek zorunda kalıyor. Mesela ben vahiy kaynaklı yürüyüşümü sürdürürken, benim güzel anneciğim sürekli yürüyüşümden vazgeçmem için bana nasihatte bulunuyor. Hem de kaygıları Rabbimizin yerdiği dünya menfaatlerinin azalması ya da elimizden gitmesi korkusu nedeniyle oluşuyor. Ya da genç bir kardeşim, yaşlı bir ağabeyim dertleşeceği omuz omuza yürüyeceği kendi yaşıtı olan Müslümanları bulamıyor, yaşıtları dışındaki Müslümanlarla dertleşirken ufak da olsa sorunlar yaşayabiliyor. Hatta evlilik çağına gelmiş gençlerimizin evlenebilecekleri tevhidi düşüncedeki karşı cinsleri bile parmakla gösterilecek kadar az sayıda. İşin çok daha vahim boyutu, bizler İslami ailemiz içerisindeki sorunlarla boğuşurken toplumumuzun dönüşümleri için mesaj olacak şahitliğimizin, onlar için bir şiddet, aşırılık olarak algılanmasıdır. Ve atalarından miras aldıkları dinlerine ekleme yaptığımızı da düşünüyorlar. Yani ötekiler toplumumuzu kendi düşünceleri adına eğitmişler ve toplum da olaylara onların bakmalarını istedikleri pencereden bakıyor. Geri dönüp bu çok önemli sorunla uğraşmak, toplumumuzu iyi olana dönüştürmek, Allah’ın sözlerine değer veren, vahiy kaynaklı düşünebilen fertlere dönüştürmek zorundayız. Toplumumuzu dönüştürmekteki en büyük etmenin örneklilik olduğunu kabul ediyorsak; İlahi mesajla tanışan bizlerin gündemini ötekilerin yapıp ettikleri ve bunlara nasıl karşılık verileceği konuları belirlememelidir. Bizlerin gündemini kendi içsel-ahlaki sorunlarımız teşkil etmeli, içimizde olanı değiştirmeden adım atmayı denememeli, başka yerlerin bizi ilgilendirmeyen gündemlerini dillendirmemeliyiz. Kur’an’da yukarıda söz konusu edilen adımların dengeli atılması çerçevesinde hikmet kavramının bir yönü izah edilirken şöyle deniliyor; yapıp edilenin arka planını görüp, olayların sebepleri ile sonuçları arasındaki ilişkiyi önceden bilip, dünya üzerindeki her şeyi yerli yerince okuyabilmek. O halde bu işler büyük bir içtenlikle davamız uğruna ölümü dahi göze almakla bitmiyor, dünya üzerindeki müstekbirlerin yaptığı çok karmaşık hesapların kodlarını da çözebilmek, Düşünce ona göre yol haritası belirlemek zorundayız. Yerli ya da yabancı müstekbirlerin kökleri İslam’a ait olan toplumumuz üzerinde oynadıkları kirli oyunlarının kodlarını çözmek, onların kullandıkları mücadele araçlarını tanımak zorundayız. Şu anda yapılan şeyin toplumlarımızın İslam’a ait olan kültür kodlarıyla oynamak olduğunu kavramalıyız. Görülen resim, bu insanların amaçlarına ulaşmak için geliştirdikleri yöntemin küresel sermaye aracılığı ile sözde dünya barışı adına ülkelerin ve toplumların güçlerini kendi kazanımları adına bedavaya kullanmaktan ibaret olduğudur. Bu zalimler için Müslüman bir ülkenin işgalinde savaştıracakları insanların Müslüman olması bile fark etmemektedir. Bundan önce Müslüman etiketli şahısların nasıl olup da Müslüman kardeşlerini bu zalimler adına öldürebilecek bir hale dönüştürüldüklerini çok iyi anlamak zorundayız. Kâfir ya da münafık olmuş demekle konu kapanmıyor. Çünkü toplumumuzun her bir ferdi hatta bizler bile yıllar sonra bu dönüşüme uğrayabiliriz. O halde bizler için hikmet kavramı kuşanılması gereken bir azıktır. Bunu yapamazsak inanın kullanıldığımızın farkına bile varmaksızın bizim emeklerimizden karşımıza yine bizim adımıza bizimle mücadele eden bizden birilerini çıkaracaklardır. Buna karşın biz hiç farkında olmaksızın bütün bunları yine Allah rızası için yaptığımızı düşüneceğiz. Tüm bu konularda çok uyanık olmalı ani refleksler göstermemeliyiz. Neyzen Tevfik’in bir sözü var, diyor ki; “Kalkın ey vatan elden gidiyor dediler, ayağa kalktık. İktibas Sonra bir de baktık ki yerimize oturmuşlar, biz ayakta kaldık.” Bizim ise bu durumda boşalan yerlere koyabileceğimiz kardeşlerimiz bile yok. Unutmamalıyız ki sürekli aynı hataları yaparak, geçmişten dersler çıkarmadan yürümek hem kendimize, hem çevremize onarılması çok zor zararlar verecektir. Bu bağlamda acelecilik sorunumuzu da çözmeye çalışmak zorundayız. Dahil olduğumuz İslami süreç hemen bir anda her şeyin oluşabileceği, kolay kazanımlar elde edilebilecek bir sistem değildir. Bu süreç yaşayarak ilerlenmesi gereken ve yapıp ettiklerimizin / ibadetlerimizin sonucu olarak başarı bekleyebileceğimiz bir süreçtir. Başarı olmasa da hacca giden kaplumbağa misali gibi “gidemesem de ben bu yolda ölürüm” demek, Rabbimizin karşısında İslam’dan yana taraf olduğumuzun bir delili olacaktır. Acelecilik sorunumuzu iki tane örnekle somutlaştırabiliriz. Birincisi Cafer b. Ebu Talip (R.a)’ın Habeşistan hicreti ve sonrasındaki Medine yolculuğu… Cafer b. Ebu Talip (R.a) Habeşistan’a hicret ediyor, Medine’de İslam Devleti kurulunca Peygamberimizin (S) çağrısıyla Medine’ye geri dönüyor. Belki bu satırları okuyan kardeşlerimiz geçen bu sürenin bir iki haftalık bir süre olduğunu düşünüyorlardır. Cafer b. Ebu Talip (R.a) Peygamberinden (S) ayrı olmasına karşın sevgisini hiç kaybetmeden, hiç erimeden, inançlarından taviz vermeden yaklaşık on yedi yıl Habeşistan’da kalmış ve o süre sonunda Peygamberin çağrısıyla Medine’ye geri dönmüş. Yani sabırla geçen bir bekleyiş ve onca özlemlerine rağmen hiçte aceleci bir tavrı yok. İkinci olay ise Selahaddin Eyyubi (R.a)’ın Kudüs’ü Fetih etmesi olayı… Selahaddin Eyyubi (R.a) kaybettiğimiz Kudüs’ümüzü yağmacılardan Allah’ın izni ile tekrar geri almayı başarıyor. Kudüs’ün tekrar alınma sürecide öyle kısa bir zamanda hallolmuyor. Biraz araştırma yaptığımızda görüyoruz ki Kudüs yaklaşık doksan yıl sonra geri alınıyor. O halde geçmişimizi çok iyi okumaya gayret göstermeli aceleci davranmamalı ve elde ettiğimiz kazanımlarımızı da küçümsememeliyiz. Bu kazanımlarımızı bizden sonra gelecek nesillerimiz olan çocuklarımıza aktarabilmeliyiz ki böylece tekrar başa dönmeden kaldığımız yerden yürüyüşlerine devam edebilsinler. Biz süreç içerisinde ise kendi iç arınmamızı gerçekleştirirken bizleri aşmayan, altında ezilip yarı yolda kalmayacağımız faaliyetlerde bulunmak suretiyle süreç sonunda İslam ailemizi oluşturabilir, Rabbimiz toplumun iyi olanla değişme zamanını işaret ettiğinde de hala ayakta olduğumuzu, hazır olduğumuzu söyleyebiliriz. Yoksa bu çağrıyı da kaçırırsak öteki dünyada kurtuluşumuza vesile olacak büyük bir fırsatı da kaçırmış oluruz. Bu noktada kontrolsüz aşırılıklarımızı bir kenara bırakıp toplumsal sevgi ve öfkelerimizin oluşması sürecine dahil olmalıyız. Vahiy kaynaklı yürüyüşümüzde alacağımız en önemli yakıt, Rahman’ı severek bizlere destek olacak toplumumuzdur. O halde 53 İktibas Düşünce bir an önce bireyden yani kendimizden başlayarak, örnek ailelerimizi sonra da ailelerimizin teşkil ettiği toplumumuzu inşa etmeliyiz. Bu süreç tamamlanmadan atacağımız her adımda geri dönüşler, başarısızlıklar yaşamamız kaçınılmazdır. Yaşadığımız yörelerde farklı konum fıkhını belirleme zorunluluğumuz var. Yüksek tepelerle çevrili bir vadide yaşıyorsanız tepelerin arka tarafında nelerin olup bittiğini de anlamaya çalışmalısınız. Bu kavrama biçimi tabiî ki bir hareketi gündeme getirecektir. Oturup durduğumuz yerlerden tepelerin arka taraflarında nelerin olduğunu nelerin konuşulduğunu bizler adına ne tür hesapların yapıldığını anlayamayız. O yüzden de görmediğimiz, hiçbir bilgiye sahip olmadığımız şeyler hakkında saatlerce konuşup durmak zorunda kalmayız. Zaten şu günlerde etraf tepelere doğru yol almayıp tepelerin arkasında olan bitenler ile ilgili tutarsız yorum yapanlarla dolup taşmış durumdadır. m üslüman olarak yaşlanabilmenin azığını kuşanmak zorundayız. Çıkan her sorunda, değişen her şartta ve ortamda, tüm baskılar karşısında düşünsel değişimlere uğramadan direnmeli ve yolumuza devam edebilmeliyiz. Söz konusu süreci içsel arınmamızı tamamlayarak, gelişip güçlenerek değerlendirebiliriz. 54 Düşünün ki toplumumuz Mekke öncesi cahili bir dönemi yaşıyor, yöntemimiz ne olmalı? Peki bizler bu durumda, Mekke öncesi cahili dönemi yaşayan, bilgi ve tebliğe muhtaç olan toplumumuzu toptan tekfir mi etmeliyiz? Birbirine uyuşmayan böylesi zıt davranışlarda bulunursak eğer, her şey birbirine karışıp kördüğüm olabilir. Sonra birbirine dolanan bu düşünsel sistemi hiçbir zaman açamayabilirsiniz, elinizdeki ipler de heba olur. O halde müslüman olarak yaşlanabilmenin azığını kuşanmak zorundayız. Çıkan her sorunda, değişen her şartta ve ortamda, tüm baskılar karşısında dü- şünsel değişimlere uğramadan direnmeli ve yolumuza devam edebilmeliyiz. Söz konusu süreci içsel arınmamızı tamamlayarak, gelişip güçlenerek değerlendirebiliriz. Eğer aceleci davranır ve süreç oluşmadan yürümeye kalkışırsak çok kötü sonuçlarla karşılaşabiliriz. Bu noktada çok iyi niyetlerle de olsa bizlere erken yürümeyi tavsiye eden kardeşlerimize durumumuzu, eksikliklerinizi hiç çekinmeden izah edebilmeliyiz. Çevremizde gördüğümüz canlıların kimi davranışları ve gelişim evreleri anlatmaya çalıştığımız şeyler için çok güzel örneklilikler oluşturmaktadır. Bu güzel örneklerden bir tanesi ipekböcekleri ile ilgilidir. İpekböcekleri salgıladıkları bir tür madde ile üzerlerine koza örerler ve kozanın içerisine kendilerini hapsederler. Sonra zamanla kozayı delmeye başlarlar. Bu süreç içerisinde kanatları oluşur ve çalıştığı içinde güçlenir ve kozayı delerek uçup giderler. Oradan geçen birisi ipek böceğinin bu çabasını görünce iyi niyetli olarak acıyıp ona yardımcı olmak istemiş. Bu kadar uğraşmasın, hemen kozadan çıkıp gitsin diye kozayı hafifçe delmiş. Fakat ipekböceğinin oluşum süresi tamamlanmadığı, yeterince çalışıp emek sarf edip güçlenemediği ve kanatları oluşmadığı için dışarı çıkıp uçmaya kalktığında uçamamış ve yere düşmüş. Böylelikle korumasız bir şekilde başka canlılara yem olarak hayatını kaybetmiş. Demek ki bir işe hazırlanırken belli bir sürece ihtiyacımız var. Verilmesi gereken mücadelenin kendi sırası ve yeri içerisinde verilmesi gerekiyor. Yani bizlerin daha henüz bebek iken yetişkin Düşünce bir insan gibi davranmamaları gerekiyor. Fakat gelişim süreçleri içerisinde eğer bebek iseler ağlamalılar ki kasları, ciğerleri güçlensin. Yetişkinlik devresine de güçlü bir şekilde geçsinler. Ama yetişkin birer insan iseler karşılaştıkları her engelde ağlayıp durmamalılar. Öyle ki bu dönem Müslümanları bıkmadan usanmada amaçları için, içinde durdukları kozayı delmek için uğraşmalılar. Hala kozalarının içinde olan kardeşlerimiz süreçlerini tamamlamış, kozanın dışına çıkmış ipekböceği gibi davranmamalılar. İslami süreçlerini tamamlamış, kozanın dışına çıkmış kardeşlerimiz de hala kozanın içinde gibi hareket etmemeliler. Saklandıkları bu yerlerden çıkmalılar yoksa güneş görmeyen o koza içerisinde hastalıklar ile boğuşup ömürlerini bu şekilde sefalet içinde tamamlamış olacaklar. Bu bağlamda İslam adına bir şeyler yapmak için çaba sarf eden kardeşlerimiz çevrelerinde sürekli eleştiriye maruz kalabilirler. Bu eleştiriler yukarıdaki ipekböceği örneğinde de olduğu gibi iyi niyetli de olabilir. Burada kardeşlerimizin dikkat etmeleri gereken şey bulundukları, ulaştıkları seviyelerini iyi tespit etmeleridir. Eğer bulundukları konum yapmaları gereken şeyler için müsait ise eleştirilere kulak tıkamaları ve bu yolda çaba sarf etmeye devam etmeleri gerekir. Çevrelerinden gelen bu iyi niyetli seslere kulak verirler ise bu onlar adına ölümcül dağılmalara sebebiyet verebilir. Hele ki böyle bir durumda kesinlikle bu kimselerin yardımlarına müsaade edilmemelidir. Yetişkin birer insan olan bu kimselerin sürekli bu şekilde bebek tavrı sergilemeleri ve bu halleri ile sizlere İktibas yardıma kalkışmaları zaten fiziki açıdan da ters bir durumdur. Tabi ki bu ipekböceği örneği çok farklı bakış açılarını örneklemektedir. Burada kesinlikle pasif bir durum önerilmediği gibi konumumuzu aşan orantısız hal ve harekette de bulunmayı önermemektedir. Herkesin gelmiş olduğu aşamada bulunduğu seviyesine uygun hareketler içerisinde yer almasını önermektedir. Örneğin bu gelişmelerini tamamlamayan kimseler ile yola koyulduğunuzu düşünün. Karşınızda bilgi birikim ve davranışları itibari ile çeşitli yaş guruplarında kişiler olacaktır. Kimisi bebek kimisi orta yaş kimisi H er birimiz İslami mücadelemizde adımlar atarken sürecimizi tamamlamak, çileyle yoğrulmak, pişmek ve güçlü bir şekilde kavgaya atılmak zorundayız. yaşlı kimisi genç. Bu kimseler ile konuşurken her birinin yaş ve aldıkları bilgi birikim itibari ile konuşmaları gereken sözleri birbirleri ile yer değiştirin. Yani bebek olan “cihattan” bahsetsin genç olan “durun daha bekleyelim böyle şeyler ile işimiz olmaz” desin ve siz sözü bu kişiler arasında sürekli yer değiştirtirin. Bu görüntü sağlıklı bir görüntü olmayacaktır. Çünkü her iki söz söyleyici de aslında söyledikleri şeyleri yapamayacak konumdadırlar. Eğer böyle bir duruma bir iyi niyetli kişi müdahale eder ise bu topluluk ve idealleri ölü doğacaktır. Bizleri çürütenin zaten bizden biri olması gerekir. Düşman yardımcı olmaz ve bu düşmanlık bizlerin kanatlarını güçlendirir. Zaten kocaman gövdesi olan ağacı yıkan kuvvetli esen rüzgârlar değildir. Ağacı gövdesinde beslediği kurtlar çürütmüştür. Ağaç içten çürümüştür, zaten yıkılacak, rüzgâr burada sadece bitiş noktasıdır. İşte yukarıdaki örnekteki yaş belirlemeleri İslami bilgi ve hayatta yaşanılan kısmını ifade etmektedir. Bu şekli ile yapamayacakları şeyleri dillendiren ve hiçbir zaman yapmak istemedikleri şeyler üzerinden gündem oluşturan kimselerin İslam adına olan görüntüleri bir anlam ifade etmemektedir. İslami tarzda örneklik sergileyen kardeşlerin de bu gelişim seviyelerine çok dikkat etmeleri gerekmektedir. Muhatap aldıkları kimselere seviyelerini aşan yüklemelerde bulunmamalılar. Bu süreç içi doldurularak gitmeli. Kanatlarını sağlamlaştırmaya çalışan birine yapmaları gereken İslami yükümlülükleri yerine getiremiyorken, bu konuda zafiyetler gösteriyorken bu süreci başaramadan kozasını delmeye yardımcı olmamalıyız. Bırakalım kendi kozalarını, zindanlarını kendileri aşsın. Kendi güçlerinin farkına varsınlar ve kendilerini tanıma süreçlerini sağlıklı bir şekilde atlatsınlar. Yoksa bu kardeşler bu arka planı boş olan konuşmaları ile kurda kuşa yem olabilirler. İşte o yüzden her birimiz İslami mücadelemizde adımlar atarken sürecimizi tamamlamak, çileyle yoğrulmak, pişmek ve güçlü bir şekilde kavgaya atılmak zorun- 55 İktibas dayız. Hiç kimseyle laf yarışına girmeden, gereksiz yere onları itham etmeden, şu an için bizleri ilgilendirmeyen bilginin peşine koşmadan, bunları dillendirmeden arınmamızla ilgili yürüyüşümüzü hızlandıracak yol azığımızı kazanma çabası içerisinde olmalıyız. Bizleri yavaşlatmaktan başka hiçbir şeye yaramayan gereksiz tartışma / çatışma kültürümüzden de uzaklaşmalıyız. Şunu unutmayalım ki hepimiz, kendi konumumuz, seviyemiz oranında zaten bir imtihanın içerisindeyiz. O halde önden gidenlerimizin arkasında kalmayalım. Biraz koşalım, koşar gibi de yapmayalım. Ayrıca süreç içerisinde neden yaşlanmadan değişiyor olduğumuzu da sorgulamalıyız. Artık çocuklarımızın direnen amcaları, dayıları, halaları, teyzeleri, dedeleri, nineleri olmalı. Onlara hayatları pahasına destek olacak Müslüman anne ve babaları olmalı. Gerilere gidip şöyle bir hatırlayalım, bizler ailelerimizle ne çok sıkıntılar, tartışmalar, kırılganlıklar, küskünlükler yaşadık. Bu aile zindanını yıkmak için onları kaybetme pahasına çok çabalar sarf ettik. Aynı sorunları çocuklarımız ve bizden sonraki kuşaklar yaşamak zorunda değiller. Hiç olmazsa onların Müslüman toplumlar içerisinde yalnız Allah’ı dikkate alarak yaşayabilecekleri akrabaları, Müslüman kardeşleri, toplulukları, mahalleleri oluşsun. Şöyle bir düşünün; hiçbir suçunuz yokken birileri sizleri bir yerlere alıp götürüyorlar. Sonra sizleri görmeye anne ve babanız geliyor. Sizi haksız yere alıkoyan bu insanlara ne diyorlardır sizce? Allah için yaptığınız, 56 Düşünce önemsediğiniz, Allah’ın kabul buyurmasını beklediğiniz davranışlarınız ve İslami yaşantınız için özür diliyor, onların karşısında iki büklüm yalvarıyor, “benim evladım yapmaz böyle bir şey” diyorlar. Peki, ne yapmış bu kimseler? Adam mı öldürmüş, küçük bir kıza tecavüz mü etmiş, hırsızlık mı yapmış? Hiç biri değil. Ama siz her şeye rağmen her suçludan daha kötüsünüz ve aileniz de yalvararak sizi kurtarma refleksi gösteriyor. İşte bu bizleri büsbütün yıkan şeyler değil mi? Peki her anı dönemleri T üm bunlar bizlerin aynası, bizlerin gerçekliği. Fakat görülen o ki resmi hala tersinden okumaya da devam ediyoruz. içerisinde yaşayabilsek, yaşlılarımız olsa dimdik durabilen, eğilmeyen, vahyi kuşanmış. “Metin ol yavrum, Allah sana yeter, biz arkanızdayız” diyebilse. “Benim evladım yıllardır bu topraklarda yaşıyor, burası ona Allah’ın bahşettiği bir yer ve siz gerçekte size ait olmayan bu yerlerde O’nun Allah’ın sözlerini yaşıyor olmasını kısıtlayamazsınız. Allah’ın sözlerini yaşamak için sizden izin alması gerekmiyor, bu çocuğum asla yanlış bir şey de yapmamıştır” diyebilse. Ya da bir tek kardeşine yapılan bir haksızlığı kendisine yapılmış gibi kavrayan ve onun haklarını savunup kardeşlerinin yanı başlarından ayrılmayan kardeşlerinize sahip olsanız. Tüm bunlar bizlerin aynası, biz- lerin gerçekliği. Fakat görülen o ki resmi hala tersinden okumaya da devam ediyoruz. Hala görülüyor ki farklılıklarımızla uğraş verip ayrılığa düşüyoruz. Kontrolsüz eylemlere sahibiz ve “Kontrolsüz güç hiçbir şeydir” sözünün işaret ettiği gibi hiçbir başarı elde edemiyoruz. Evimizin önü ile ilgili değilken evimizin önü dışında her yerle ilgiliyiz. Mekke öncesi cahili dönemi yaşayan toplumumuzu, ailemizi, ama dil uzatabildiğimiz herkesi eleştiriyoruz. Çevremizde gencinden yaşlısına Müslüman profili öylesine karmakarışık ki bu toplumun genç Müslümanları ailelerinden harçlık isteyecek konumda iken bile ailelerini, anne ve babalarını tekfir etmeye kalkışabiliyor? Halbuki bizlere düşen tek şey Rabbimizin dediği gibi inancımızdan taviz vermeden onları en güzel bir şekilde uyarmaktır. Üstelik birçok kardeşimiz kendi konumunu kabul etmeyip yersiz gururları sebebiyle konumuna göre bir davranış biçimini geliştiremiyorlar. Bu da hiç tanıyamadığınız çok garip bir Müslüman tipi çıkarıyor karşımıza. Bu şekli ile inançlarımız üzerimizde sanki askılıkta duran bir elbise gibi görünüyor. Bizler ancak bizde var olan azığımızla yol alabiliriz. Varmış gibi yapıp gerçek benimizi kabullenmeye çalışmaz isek çok fazla bir yol kat edemeyiz. O yüzden kendimizde olanı açık yüreklilikle söylemeliyiz. Bu olayın Hendek savaşında bir örneği var. Bir sahabe var orada. Resul onu Yahudilerden bir tehlike gelmesin diye sahabe ha- Düşünce nımlarının yanına koruma olarak veriyor. Yahudilerin olduğu yerden sesler gelince kadın sahabelerden biri gidip bakmasını söylüyor. O sahabe ne diyor biliyor musunuz? “Ben bakamam gidin siz gidin bakın. Çünkü ben korkuyorum, zaten bu kadar cesur olsaydım gider Peygamberimin (S) yanında savaşırdım.” Kendinde olanı açık yüreklilikle söylüyor. “Ben bu kadarını yapabiliyorum” diyor. Kendinde olmayanı dillendirmiyor. Burada hem uyarıcılar için hem de tebliğ ve gelişim sürecindeki Müslümanlar için çok güzel örnekler var. Peygamberimizin yaptığı gibi kimseye kaldıramayacağı, onu aşacak sorumluluklar vermemeli, aldığı bilgiyi sindirmeden, hemen pratiğe aktarmasını istemeden, onun kendisini iyice tanımasını ve kendinde olmayan şeyleri konuşma dilini bırakmasını sağlamalıyız. Bu konuda ısrarcı olursak muhatabımız davranışlarını biz istiyoruz diye ortaya koyacağından gerçek olan sınav araçlarıyla karşılaştığında yürüyüşünü sürdüremeyecek, düşüşler yaşayacak ve yarı yolda kalacaktır. Öte yandan kardeşlerimiz konumunu kendinde olan, yapabildiği eylemler ölçüsünde kabullenmeli, eksik yönlerini sürekli telafi ederek takva yolunda ilerlemeye çalışmalıdır. Bir şeyleri yapmaya hazır olmamamız utanılacak bir şey değildir. Asıl utanılacak şey kendimizde olmayanı dillendirip, hayatın gerçekliğiyle karşılaştığımızda verdiğimiz onca söze rağmen yol arkadaşlarımızı yarı yolda bırakmamızdır. Zaten kendimizde olmayan, yapamayacağımız şeyleri dillendirmemiz Rabbimizin de tiksindirici bir eylem olarak gördüğü hal ve hareketlerdendir. İktibas İşte Peygamberimiz (S) her türlü farklı özellikteki bu insanları konumlarına uygun, kaldırabilecekleri sorumlulukları çerçevesinde bir bütün olarak tutmuş, aynı hedefe tek bir vücut olarak yönlendirmiştir. Ayrıca yol arkadaşının bu durumunu yani savaşacak cesarete sahip olmamasını onun seviyesine uygun bir görev vererek telafi etmiş, onu dışlamamıştır. O halde sonuç olarak şunu söylemeliyiz ki; vahyi yaşayışımızda sorunlar yaşıyor olsak da, akidevi değişikliklere uğramadan çocuklarımızın tüm Müslüman akrabalarının da yer aldığı büyük ailemizi kurmak için sabırlı olmalıyız. Müslüman kardeşlerimizin evleri yanına evlerimizi yapıp Müslüman komşular edinmeliyiz. Kur’an’ın cihat ayetlerine giden yolda cihadın bir de bu yönüne muhatap olmalıyız. Bu halimiz haksızlık karşısında toplumsal öfkelerimizin, mutlu anlarımızda da toplumsal sevinçlerimizin oluşmasına yardımcı olacaktır. Çocuklarımız İslam’ı bizlerden dinlediği kadar dedelerinden, büyükannelerinden de dinlemeliler. Bu tip ailelerden eksikliğini çok çektiğimiz psikolojisi sağlam Müslüman bireyler yetişecektir. İnşallah Rabbimiz bizleri kardeşlerimize karşı sevgiyi, kafirlere karşı direnişi kuşanan, Müslüman olarak yaşlanma sınavını yüz akı ile geçebilen, Müslüman akrabalarımızın oluştuğu kutlu şehirlerimizde yaşama hakkını elde edenlerden eyler. Ş unu söylemeliyiz ki; vahyi yaşayışımızda sorunlar yaşıyor olsak da, akidevi değişikliklere uğramadan çocuklarımızın tüm Müslüman akrabalarının da yer aldığı büyük ailemizi kurmak için sabırlı olmalıyız. Müslüman kardeşlerimizin evleri yanına evlerimizi yapıp Müslüman komşular edinmeliyiz. Kur’an’ın cihat ayetlerine giden yolda cihadın bir de bu yönüne muhatap olmalıyız. Selam ve dua ile... [email protected] 57 İktibas AHLÂK(SIZ) MÜSLÜMANLIK MI? ELMAS ŞAHİN Düşünce Bismillahirrahmanirrahim O da ne demek öyle? Hem Müslüman, hem ahlâksız! Olacak şey mi Allah aşkına dediğinizi duyar gibiyim. Öyle ya, Müslüman insan ahlâklı olur. Güzel, temiz bir ahlâka sahip olur. Değil mi? Evet, bence de, kesinlikle öyle. İyi ama neden olamıyoruz peki? Ters giden bir şeyler yok mu? Muhammed İkbal’in “Kaç Müslümanlardan, sığın Müslümanlığa” sözü kulaklarımda yankılanıyor. Toz pembe bir tablo yok ortada. Her geçen gün İslam’a giren insan sayısının arttığı söyleniyor. Bununla ilgili internette sayısız videolar izliyoruz. Ama her geçen gün gittikçe yozlaştığımız ve karanlığa sürüklendiğimiz de ortada. Sizce bunun sebebi ne olabilir? “Milletler parasızlıktan değil, ahlâksızlıktan çökerler” demiş Çiçero. Haklılık payı yok mu? M illetler parasızlıktan değil, ahlâksızlıktan çökerler, demiş Çiçero. Haklılık payı yok mu? Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kendisine risalet verilmeden önce Hira’daki inzivaya çekilişleri, tefekkürleri, günlerce bitmek tükenmek bilmeyen arayışları, kıvranışları geliyor zihnime. 58 Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kendisine risalet verilmeden önce Hira’daki inzivaya çekilişleri, tefekkürleri, günlerce bitmek tükenmek bilmeyen arayışları, kıvranışları geliyor zihnime. Onu putlara tapmaktan alıkoyan düşüncesi, korkusu geliyor. Uzun uzun Muhammedu’lEmin oluşunu, Usvetu’l Hasene oluşunu, güzel ahlâkını düşünüyorum. Ardından vahiyle müjdelenişini, âlemlere rahmet, âlemlere örnek, âlemlere yol gösterici oluşunu. Güzel ahlâk sahibi bir insandan, bir Müslüman doğuşunu. Sonra dönüp kendime bakıyorum. İçinde bulunduğum döneme, insanlara bakıyorum. İnsanlığa bakıyorum. Ve tıkanıyorum. “Önce edebi, sonra ilmi öğreniniz” diyen Hz. Ömer geliyor gözlerimin önüne, en haşmetli duruşuyla. Peşi sıra bir şey düğümleniyor boğazıma. Anlıyorum ki yaşamış olduğumuz tüm bocalamalar, tüm tıkanmalar gelip bizim ahlâkımıza dayanıyor. Oturtamadığımız ahlâkımıza. Bozuk terazimize dayanıyor. Kurban bayramlarında gram gram ölçüyle hareket eden, hak geçmesin diye tartıların başında hassasiyetle bekleyen Müslümanların! insani ilişkilerde, iş ilişkilerinde, aile ilişkilerinde, eşleriyle olan ilişkilerinde, tıkanmalar yaşaması başka ne ile izah bulabilir ki. Misal: her alanda birbirinin yanında ve birbirine yardımcı olması gereken karı ve koca birbirinin tamamlayıcısı olan kadın ve erkek nasıl oluyor da en çok birbirini üzüp, yıpratabiliyor. Hâlbuki en çok birbirinin derdini dert edinme ve birbiriyle hemhâl olabilme noktasında azami gayret sarf etmeleri gerekmiyor mu? Muhtemelen kiminle konuşursak konuşalım çoğunluk evet, tabi ki, muhakkak gibi cevaplar verecektir. Ama iş icraat kısmına geldiğinde sorunlar yaşıyoruz. Bakıldığında teoride mangalda kül bırakmayan zihinlerin, pratikte ciddi manada sıkıntılar yaşadığı aşikâr. Ve en acı vereni de vahiyle muhatap olmuş insanların, bu manada en çok hassasiyet göstermesi gereken insanların (bizlerin) de aynı zaafa düşmesi olsa gerek. Evet, ben insanların ahlâkını olgunlaştırmadan, imanını olgunlaştıramayacağına son zamanlarda daha da inanmaya başlamış durumdayım. Adalet kavramını, merhamet kavramını, doğruluk kavramını, incelik-kibarlık kavramlarını, söze sahip olma, sözüne sahip olma, paylaşma… gibi nice kişinin karakterine ve şahsiyetine yön verecek değerleri/kavramları oturtmadan imandan, İslam’dan, Kur’an’dan, ayetlerden… bah- Düşünce setmeye hakkının olmadığını düşünüyorum. Yukarıda bahsi geçen, Peygamber Efendimizin (a.s.) risalet öncesi ve sonrası örnekliğinde olduğu gibi. Bu durumu Allah (c.c.)’nun bize öğrettiği bir yetişme/yetiştirme yöntemi olarak görüyorum. Bizler kendi nefislerimizde olan eksiklikleri, eğrilikleri düzeltmeden bir başkasına söz söyleme hakkına sahip miyiz dersiniz? Söyleriz söylemesine ama bir ağırlığı, bir etkisi olur mu? “Siz kendinizi unutarak diğer insanlara erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz. Hem de ilahi kelamı okuyup durduğunuz halde? Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?” (Bakara/44) hitabına muhatap olmaktan kendimizi alamayız sanıyorum. “Şüphesiz ki bir toplum/kavim kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d/11). Sürekli şikayetlenip durduğumuz toplum, yetişen nesil de öyle sanıyorum ki bizlerin hâl diliyle yapmış olduğu tebliğlerle dersler çıkaracaktır. Artık mücadele yöntemimizde değişiklikler yapmamız gerekmiyor mu? Büyüklerimizin öğüt! dediği çocukların/gençlerin ise işkence aracı! olarak gördüğü sözlü uyarılardan ziyade fiiliyatta örneklik sergileyebilmek çağımızda çok daha elzem görünüyor. Çünkü artık büyüklerinin dizleri dibine oturup nasihat dinleyen evlatlarımız yok. Bu demek değildir ki ben hayatımı Allah’ın doğrularına göre tahsis eder ve o şekilde yaşarım. Etrafımdaki insanlar da alması gereken örnekliği/ modeli görür ve alır. Mesuliyet de benden kalkar… Böyle değildir. Elbette ki söz ile doğruların savunulması gereklidir. El ile dil ile savunulması gereklidir. Lakin hâl ile ortaya koymak ve hâl ile İktibas desteklemek boynumuzun borcudur. Her fırsatta bahsedilen Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber’in ahlâkına ilişkin soruya cevaben verdiği “Allah müstehakınızı versin. Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur’an idi” cevabı hakikaten çarpıcı. Ve görüyoruz ki bu durum Peygamber (a.s)’ın sünnetini O’nun Kur’an’ı ahlâk edinmesi olarak karşımıza çıkarıyor. Yalnız burada ince bir detayı atlıyoruz sanırım. Kur’an-ı Kerim’i ahlâk edinmenin de bir ahlâkı var. Allah (c.c.) isteseydi pekâlâ zaafları olan birini ince ince işleyerek, eğiterek bir Peygamber çıkarabilirdi karşımıza. Ama öyle olmadı. Fazilet sahibi, vicdan sahibi, izan sahibi, insaf sahibi bir insandan bir peygamber çıkardı karşımıza. Nasıl ki ders çalışmaya başlamadan önce mekânı, ders çalışmaya uygun hale getiriyorsak, ya da nasıl kitap okumaya başlamadan önce okuyacağımız kitabı, ortamı, ışığı ayarlıyorsak, burada da, hakiki Müslüman, hâlis kul olmaya bir hazırlık evresidir söz konusu olan. Evet, insan hataya meyyal yaratılmıştır. Kusursuz düşünülemez. Hatasız kul olmaz. “Hiç bir âdemoğlu yoktur ki günah işlememiş olsun.” İnsan günah işleme fıtratında yaratılmıştır. İşte tam da burada kişinin kendi şahsiyetini, karakterini ve nihayet ahlâkını Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya hazır hale getirmesidir söz konusu olan. Kendini tanıması, zaaflarını fark etmesidir. Sözgelimi sorumluluk duygusu gelişmemiş birinden, kendi ihtiyaçlarıyla ilgili sorumluluğu kaldıramayan birinden ayetlerin ağırlığını ve sorumluluğunu kaldırması nasıl beklenebilir? Şimdi dönüp arkamıza bir bakalım. Öğrendiğimiz ayetler, hadisler, siyer bilgisi, İslam tarihi, dinler tarihi, mezhepler tarihi, sahabe hayatları… bizim benliğimize ne kadar işliyor. Bizim eylemlerimize ne kadarı yansıyabiliyor. Dışarıdan bakan bir göz, ne kadar, “işte bu salih/ saliha bir mü’min/mü’mine” diyebiliyor. Ve ne yazık ki eylemin açığını kapatmaya çene de güç yetiremiyor. Durun! Burası çıkmaz sokak diye haykırmak istiyorum. Bilgi denizi içinde boğuluyoruz. Okuduklarımız bizi ihtiyarlatmıyor. Hûd suresindeki bir ayetle ihtiyarladığını söyleyen Rasul’e inat, bizler okudukça gençleşiyoruz! Bilgi bizleri tevazua değil, tersine şımarıklığa götürüyor. Böbürlendikçe böbürleniyoruz. Bildikçe tahakküm gücümüz artıyor. Bilginin esiri oluyoruz. Ve tüm bu durum gösteriyor ki aslında, bizlerin Peygamber tasavvurunda, örnekliği ve yöntemi algılayışlarımızda ve hayatlarımıza aktarışımızda sıkıntı var. Biliyoruz ki “Bilginin ahlâka dönüşmüş hali ilimdir ve ilim Allah’a ulaştırıyorsa ancak gerçek bir ilimdir. Değilse sadece malumattır.” Dolayısıyla işe ahlâkımızdan başlamakla mükellefiz. Okuduklarımızın, boğazımızdan inip aklımıza, yüreğimize, eylemlerimize işlemesi öyle sanıyorum ki hepimizin ortak duasıdır. Evet, hal-i pürmelâlimiz ortada. Başlamamız gereken nokta da. Rabbim yardımcımız olsun. Güzel ahlâk sahibi ve hâlis Müslümanlardan kılsın. Özü sözü bir kılsın. Özümüzü sözümüzü güzel kılsın! Veesselam 59 Sanat - Edebiyat ŞAİRİN GÜNDÖNÜMÜ III MEHMET MORTAŞ Kardeşler! ‘ deseydim ‘Kardeşlerim! ‘ ‘Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan ‘Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan Bakın yaklaşıyor…’ yazık, şairler kadar cesur değilim İsmet Özel k elimeler çuvala konan mızrak gibi sığmıyordu heybemize. Rahatsızlıklarını her halükarda belli ediyorlardı, debeleniyorlardı baharı gören bir kısrak gibi. Seninde yüreğin okyanuslar gibi debelensin şair. Kendini okyanusta bir damla olarak gör ve mütevazi ol kibrinden debelenen kelimelere aldırma. 60 Ah şair bu yaşamlar sahile vuran irin dalgaları ile besler kendini. Cehenneme ulaşmanın en meşru yolu, kin ateşi ile kin bahçelerinde naralar atarak dolaşmak. Bu nedenle teninde altın rengine boyanmış yazdan kalma güneş izini bulamazsın. Gözlerinde kırağı çalmış mevsimleri öyle ki hiç bulamazsın. Girdin şehrin en zayıf noktasından. Fakat yel değirmenlerine karşı koyan bir Donkişot değil halin bilesin. Kırala karşı mücadele eden robin hood hiç değil. Mekanik medeniyetin hayal üstü kahramanı Süpermeni hiç aklına dahi getirme. Ki modern medeniyetin kahramanları seni öldürmeye gelebilir, hayallerini, ruhunu, şiirlerini işgal edebilir. Anlaşılmaz bir trans haline girersin heybendeki azığın tel tel dökülebilir. Eğer şiirlerin, kelimelerin gücün yetmiyorsa, modernizmin kahramanları, yaşam alanını, ruh dünyanı, değer verdiğin her şeyini tarumar etmek istiyorsa aşağıdaki kıssayı dinle. Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: “Ey kavmim, elçilere uyun” dedi. “Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.” (Yasin: 20-21) Bakırdan gökyüzünün üstünde altın rengine boyanmış güneşin ışıkları, irinden dalgaların kavislenerek linç edilmiş deriden giydirilmiş evlere vurduğu sahildeydik. Kelimeler çuvala konan mızrak gibi sığmıyordu heybemize. Rahatsızlıklarını her halükarda belli ediyorlardı, debeleniyorlardı baharı gören bir kısrak gibi. Seninde yüreğin okyanuslar gibi debelensin şair. Kendini okyanusta bir damla olarak gör ve mütevazi ol kibrinden debelenen kelimelere aldırma. Okyanusu bir bardak suya hapsetsen dahi kendini büyük görme. Gir korkusuzca irinden sahile sırtını dayamış şehre. Gir şehrin en zayıf noktasından yani ölümün istatistiği verilere dayanmayan yerinden. Batıya hayran hayran bakan taşeron beyinler gibi olma. Heybendeki kelimeler yüreğini çepeçevre çevirsin. Her türlü görsel ve işitsel saldırılara karşı korusun tarumar olmaktan. Hani ateşten denizi mumdan gemiler ile geçmeden önce hazırlamıştın kendini. Derin mi derin bir kelimenin hayaline düşmüştün. Günlerce çile çekmiş, ham olma halinden kurtulmuş gönüllerde pişirilmiş sözcükler hazırlamıştın da heybene koymuştun. Sözcüklerinle güneş gibi ol şair, şehrin buz gibi havaya bürünmüş sokaklarında kusurlara bürünmüş hayatlara karşı gece gibi. Burada zaman her gökdelenin en kuytu yerinde pusudadır. Aniden çıkan kuzey poyrazı gibi vurur seni sırtından. Eğer vurulursan camekânların zalim yüzüne yavaş yavaş dipsiz bir kuyunun önünde duruyorsun demektir. İnsanları vahşi cazibesi ile çektiği gibi senide çeker hayalden kurulmuş bir zevk ve eğlenceden olan devasa çarkına. Şiirlerin ile öğüt vermeye geldin Sanat - Edebiyat İktibas gönülleri fethetmeye ama burada öğütte şiirde peri perişan. Çöplüklerde tonlarca kelimeler yığılıdır. Kimisi pas tutmuş mekânsız caddelerde yuvarlanır anlaşılmaz sesler çıkararak, kimisi kitapların anlaşılmaz yerlerinde gezinir kitap yüklü arabalara binerek, kimisi ve de en önemlisi yığınların beyinlerini meşgul eder patlamaya hazır bir saatli bomba gibi. Gökdelenlerin gölgesindeki kadavralar tıbbi terimlerin bilmecesidir. Kin ateşi ile yaşar insanlar suskun bakışlar arasında. Bu öyle bir kin ateşi ki hiçbir medeniyet barınmaz, hiç bir şehir ayakta duramaz yerle bir olur bütün yaşamlar. paketleri, sigara izmaritleri vardı. Bir de yarı belinden kırılmış kurşun kalem vardı. Kalem dikkatini çekmişti, almak üzere yaklaştı. Göz ucuyla etrafı kolaçan edip uzandı. Kırık bir kalemi çöpten almak hoşuna gitmemişti ama yine de almış ve usulca cebine koymuştu. [email protected] Genç adam evine gelmişti nihayet. Geçim sıkıntısının da etkisiyle, daha az yakıtla yaza çıkmak için taşındığı küçük odaya yöneldi. Çantasını ve eldivenlerini bir sehpanın üzerine koydu aceleyle. Paltosunu çıkarmadan sobayı tutuşturdu. Mutfaktan getirdiği demliği, kendini yeni ısıtmaya başlamış olan sobanın üzerine koydu. Çevresi ıslak demlikten “cıs cıs” sesleri geliyordu. KONUŞAN KALEM DİLEK BUZ Sağ elinde, yanından hiç ayırmadığı deri bir çanta taşırdı. Siyah eldiven giyinir şapka takardı. Dışarıdan bakıldığında önemli bir şahsiyet gibi görünen ama gerçekte işsiz bir hayalperest olan genç adam, kaybettiği işini yerlerde arar gibi başını kaldırmadan saatlerce yol yürür, bu arada boş durmaz hayal kurardı. Yine böyle bir gündü. Yürümekten yorulmuş olan genç adam, adliye binasının arkasına düşen dar caddeden geçiyordu. Başını yerden kaldırmıyor; gözleriyle kaldırım taşlarını süzerek, atacağı her adımı itinayla seçiyordu. Zira mevsim kıştı ve yerler buzla kaplanmıştı. Bir çöp varilinin yanından geçiyordu. Düzensiz dökülen çöplerden etrafa saçılmış karalama kâğıtları, bisküvi Farklı bir cazibesi vardı sanki bu kalemin. Merak etmişti genç adam. Evini aklına getirip adımlarını sıklaştırdı. Sağ elindeki deri çantasının ahenkli sallanışı bozulmuş, sahibine uyum sağlamıştı. ... Bu seslere bayılırdı genç adam. Dâhice fikirler edinmişti bu sayede. Mesela buharla çalışan bir müzik aleti tasarlamıştı. İnsan nefesinin yetmeyeceği kuvvette, kaliteli bir ses yakalanabilirdi. Biraz ekonomik destek olsa daha da geliştirip piyasaya bile sürebilirdi. Suyu tükendiğinde cıslamaları sona erdi demliğin. Ardından mutfağa giden genç adam biraz sonra geri döndü. Elinde, arasına seyrekçe zeytin döşenmiş bayat bir ekmek vardı. Acıkmıştı. Ekmek arası zeytin en sevdiği hazır yemekti. Lokmalarını iştahla çiğniyordu. Bu arada bir elini paltosunun cebine soktu. Çöpte bulup cebine koyduğu kalemi çıkardı. İncelemeye başladı. Önüne ardına baktı. Kalemin ucu özenle açılmıştı. Siyah gövdesini, boyunca devam eden sarı ince çizgiler bölüyordu. Kaliteli bir kurşun kalemdi anlaşılan. Çalışma masasının üzerindeki deftere bir çizik attı. Çöpte iken ıslanmış olmalı ki defterdeki çizgi dağıldı. Olması gerekenden daha kalın bir çizgi oluşuyordu. O anda beklenmedik bir şey oldu. Genç adam şaşıp kaldı. “Hayır, hayır çizgi değildi bu” diyebildi ancak. Çizgi kalınlaşmamıştı, yazıya dönüşmüştü. Genç adam lokmasını güçlükle yutuverdi. Gözlerine inanamıyordu. Düz bir çizgi çizmişti kâğıt üzerine ama çizgiler kendiliğinden yazıya dönüşmüştü. Duruma anlam verememişti genç adam. Hafif bir ürperti ile yazıyı okumaya çalıştı. Şöyle yazıyordu: “yazmaya devam et” Bunu söyleyenin çöpte bulunmuş kırık bir kalem olması inanılmazdı. Ama genç adam, daha öncede bilinmeyen birçok yeniliği keşfetmişti. Şöyle bir düşününce kendine olan güvenini hatırladı. Şimdi de yeni bir keşfe imza atmak üzereydi. Konuşan kalem... Yazmak için tekrar uzandı. Ne yazacağını bilmiyordu. En iyisi kaleme sormaktı. “Ne yazayım” diye yazdı. Sonra da kalem kendiliğinden yazmaya başladı. 61 İktibas Sanat - Edebiyat “Ne istersen onu yaz” “Önce bana açıkla, sen nasıl bir kalemsin ki benimle konuşabiliyorsun” “Ben konuşmaya mecbur kalmış bir kalemim. Aslında âlemde yaratılmış olan her şey, insana karşı boynu eğik kılınmıştır. Yaşar, duyar, bağlı olur, iş görür ama konuşmaz. Ama ben öyle şeyler yaşadım ki konuşmazsam kıyamete kadar acı içinde kıvranır dururum.” e n çok onların yokluğu canını acıtıyormuş. Onları doğduklarında delicesine koklamış, ağladıklarında uykusuz kalmış, onlar için canla başla çalışmış, canından aziz bilmiş hepsini. Arada bir uğrasalardı ne olurdu sanki? Hizmet etmeye yine hazırdı yaşlı adam. “Sen mi? bir kalem ne yaşar ne görür ki” “Neler yaşamadım ki... Bak bu benim son gecem. Üç gün önce çöpe atılmıştım. Önce ıslandım sonra da buz tuttum. Şimdide buzlarım çözülüyor. Ömrüm az kaldı ve yakında yazamaz hale geleceğim. Eğer beni dinlemeye sabrın varsa dinle de beni acılarımdan kurtar.” Ne tuhaftı. Tüm bunları konuşan sıradan bir kalemdi. Genç adam hiç düşünmeden cevap verdi. “Dinliyorum” “Ben bir çeşit sedir ağacı fidesiydim. Bir köylü tarlasının sınırına gömdü beni. Uzun yıllar yaşadım ve gürbüz bir ağaç oldum. Gün geldi o köylünün torunları tarafından kesilip bir tüccara satıldım. Sonra bir fabrikada hızarlarla bin bir parçaya bölündüm. Kaliteli kalemler yapıldı benden. Üreticiden sonra tüccarların elinde dolaştım uzun süre. En sonunda yaşlı bir adam satın aldı. Hikâye mi yazacak anılarını mı derken adam ölüm mektubunu yazdı benle. Bir kez kullandı beni ve ardından da 62 intihar etti. Vasiyetin de neler yoktu ki. Maaş kuyruğunda yediği dayaktan, markette satılan bozuk domatesin tadından, her akşam içki içen üst komşusunun naralarından, televizyondaki ahlaksız dizilerden, dayanılmaz olan baş ağrılarından, erkence ölüp giden ve kocasını tek başına bırakan eşinden ve hayatının son günlerinde onu yalnız bırakan biricik çocuklarından. En çok onların yokluğu canını acıtıyormuş. Onları doğduklarında delicesine koklamış, ağladıklarında uykusuz kalmış, onlar için canla başla çalışmış, canından aziz bilmiş hepsini. Arada bir uğrasalardı ne olurdu sanki? Hizmet etmeye yine hazırdı yaşlı adam. Sofra kurar, çay demler, bademli şekerlerden alırdı onlara. Bari torunlarını bayramlarda görebilseydi. Ama artık hiç gelmiyorlardı. O kadar çok çalışıyorlardı ki ve o kadar uzakta yaşıyorlardı ki... Kanser olan babalarından hiç haberleri yoktu. Kanser olmak kolay değildi. Hastaya bakım gerekiyordu. Hastanelerde çalışan görevlilere, yani başkalarının çocuklarına teslim olmaktansa toprağa teslim olmak daha kolay geldi ihtiyara. Ne olurdu sanki öldüğünde gözlerini kapatan çocuklarından biri olsaydı. İhtiyar bu mektubunu yazdıktan sonra kendini astı ve ancak bir ay sonra cenazesi fark edilip gömüldü. Tanık olduğum bu olaydan sonra yaşlı adamın evindeki eşyaları ihtiyaç sahiplerine dağıttılar. Beni de bir fakirin çocuğuna verdiler. İlkokula gidiyordu bu çocuk. Ailesi temiz ve çalışkan insanlardı. Ama emeklerine Sanat - Edebiyat karşılık kazandıkları az bir paraydı. Çocuğun babası oğlunun okuması istiyordu. Onun için onu gelir getirecek başka işlerde çalıştırmıyordu. Okula gönderiyordu ve kazancından da bir miktar ayırıp çocuğuna kitaplar alıyordu. Çocukta derslerine çalışıp hakkını veriyordu bu emeklerin. Ama çocuğun bir hayali vardı. Sınıf arkadaşlarının hemen hemen her gün aldıkları simitten o da alıp yemek isti- D aha sonra o çocuğun çantasından çaldılar beni. Hırsız, aynı sınıftan bir çocuktu. Babası mübaşir olan bu çocuktan da bir vesile ile babasına geçtim. Babası da, mahkemede bir duruşma esnasında kalemsiz kalan hâkime uzattı beni. yordu. Haftada bir hatta ayda bir defa da alabilse yeterdi. Sabahları beyaz önlüğüyle okul önüne gelen simitçinin arabasından etrafa yayılan taze susam kokusu bir iç yarası gibi ızdırap veriyordu çocuğa. Etrafındakiler her gün yemelerine rağmen hiç kıymetini bilmiyorlardı ve besmele bile çekmiyorlardı. Simit isteği o kadar ağır basmıştı ki benimle şiir bile yazdı. O simit şiirinde gördüğüm sevgi o kadar masumdu ki anlatılmaz. Acıdan çatlayacağım sandım. İktibas Daha sonra o çocuğun çantasından çaldılar beni. Hırsız, aynı sınıftan bir çocuktu. Babası mübaşir olan bu çocuktan da bir vesile ile babasına geçtim. Babası da, mahkemede bir duruşma esnasında kalemsiz kalan hâkime uzattı beni. Hâkim, Müslüman bir genci yargılıyordu. Hayatında şirke ve günaha dadanmamış, adalet ve dürüstlükten sapmamış olan genç, bir iftiraya uğramıştı. Hakkındaki iddialar asılsızdı. Gencin hayatının her alanında bir ıslah amacı vardı. Her işten bereketle çıkmasını biliyordu. Onun bu hali etrafındaki zalim ve çıkarcı kişilerin işlerini bozuyordu. Bu kişiler, halk karşısında itibarlarını ve çıkar kapıları kaybediyorlardı. Önce tehdit ve korkutma ile onu vazgeçirmeye çalıştılar. Ama o vazgeçmedi hak bildiği yoldan. O zamanda sahte deliller oluşturup mahkemeye düşürdüler. O kadar kinlenmişlerdi ki güç birliği edip imkânlarını seferber ettiler. Müslüman genç, metin bir şekilde işin aslını olduğu gibi anlattı mahkemede. Ama zalimlerin istediği kurbandı. Ve neticede tüm mahkeme masum bir insanın idam kararına tanık oldu. Hâkim inanmadığı ama mecbur kaldığı bir karara imza atarak onu idama mahkûm etti. Suçlu olan da benmişim gibi belimden kırdı. Şimdi bütün bunların ağırlığı üstüme çöktü. Kırılan belim değil de ellerim olsaydı da yazmasaydım hiçbirini bunların. Takatim tükeniyor, soba da sönüyor bak. At beni sobaya ne olur, acılarım dinsin biranda. Yaşlı bir adamın kendine yalnızlıktan canına kıyması, bir çocuğun simide olan hasreti, bir insanı haksız yere, iftira ile cezalandırmak o kadar acı ki ve taşıması o kadar ağır ki... Ben dayanamadım. Siz insanlar nasıl dayanıyorsunuz tüm bunlara hayret. At beni sobaya artık, hadi durma, at. Eyvallah...” ... ... ... [email protected] /DWLI'HPLUFL+UUL\HWùXEDW 63 İktibas Sanat - Edebiyat ÖZE DÖNÜŞ kendi içinde tuhaf bir yok oluşun çağrısını yapar durumdadır. M.AKİF ŞAHİN Bu gün çevremizde şike girmemiş bir kurum ve toplumsal birim yoktur. Sivil toplum örgütleri, hayır kurumları, dernekler, devlet kurumları, sanat ve edebiyatın klişeleşen bütün yapıları buna dâhildir. Dini cemaatler bu konuyu orta çağ Avrupa’sındaki kilisenin tanrıya ihanet ettiği zamanlara dönüştürmüştür. Günümüz İslam ülkeleri ve özellikle kendi toplumumuzda cemaatlerimiz ve kurgulanan mabetlerimiz inandığımız ilaha ve onun değerlerine ihanet eder durumdadır. İlahi mesaj olarak insanlığa sunulan dini metinler ve bu metinlere ait evrensel değerler bile bu dindar sayılan insanların tasallutu altına alınmaya başlanmıştır. Kendi içinde bile tarafsal odaklaşmanın getirmiş olduğu sıkıntıları yaşıyorlar. Üniversiteler bilim yuvası olarak tanımlanır. En az şikenin ve taraf tutmanın olması gereken yer olarak hayal edilebilir. Ancak en fazla bu tür kurumlarda gayri hukuki düzenekler kurulmuştur. Bu düzenekler bilime ve bilimselliğe uygun olmayan yapılar meşrulaşmış ve içselleşmiştir. Devlet kurumları tamamen siyasi güçlerin çeteleşmiş odakları serüven sürdüğü vatandaşa çok uzak yapılar arz etmektedir. Adaletli ve evrensel değerler uğruna çalışan bireylerin hayatları bazı durumlarda yön değiştiriyor. Şöyle ki siyasetin ve devletin önemli birimlerine görevlendirilen veya hak kazanan erdemli insanlar çok kısa süre sonra kendi değerlerinden uzaklaşmaya başlıyorlar. Bunun sebebi güce sahip olmanın getirmiş olduğu geleneksel yozlaşma geleneğidir. Bu gün insanlar kendi bulundukları toplumsal katmanlarda ayrılınca kendi saflarını da değiştiriyorlar. Kendi cemaatlerini partilerini veya toplumdaki konumlarını değiştirdikleri gün daha önce bulundukları safları da değiştiriyorlar. Kendi özlerine iha- İnsan yanlış bir kendini beğenmişlik nedeniyle doğal düzendeki köklerini terk etti. Orijinal öğretilerin emir ve tavsiyelerini bireysel çıkarları için eğdi ve büktü, arkasına attı, gizledi, gerçek anlamı ve amacı dışında kullanmaya başladı, ilahi mesajların davetçileri ve onun savunucuları ilk bu yanlışları yapmaya başladılar. Çoğu zaman aslına benzer şeyler söylediler. Bazen az bir pahaya bildikleri doğruları gizlemeye başladılar, onurlarını erdemlerini heba ettiler. Yapmadıklarını söylemeye başladılar, yapmadıkları güzelliklerle övünmeye başladılar, söylediklerini yapmadılar, insanlara iyileri tavsiye ettiler, kendilerini unuttular. Kendini beğenmişliğin verdiği kibrin gerisine sığındılar. Bu insanların içinde gerçekten iyi niyetliler vardı. Bu gün insanlığa bilgece bir tavsiye yapılsa şöyle yapılabilirdi. Sanki inanacakmışsın gibi yap, diz çök dua et inanç sana gelecektir. Zamanı ve mekânı kaybeden değerlerin yok oluşu özü yok ediyor. Düşüncenin ve inancın özünü yetim bırakıyor yersiz yurtsuz bırakıyor. İşte yersiz ve yurtsuz kalan bir dünyanın ortasında evsiz kalmak gibidir. Evsizliğin özü; özün kendisinin evsizliğidir, insanın gerçekten özsel boyutunun dünyada sığınacak bir evi yoktur. Dünyanın her yeri bir saniyede bize yakınlaşabilme ihtimali mevcut olan bu çağda insanın özsel değeri her zamankinden bize ne kadar uzaktır. İnsanın özü büyük tehlike altındadır. Doğruluk kılıfında yalan söyleme sanatı toplumun içselleştirdiği bir meşru zemin yaratmış durumdadır. Ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar ama yinede yapıyorlar. Toplumun değer yargıları ve meşrulaşmış resmi ve özel kurumları 64 net etmek adına bu saf değişimi güçlü olmanın getirmiş olduğu bir yozlaşmanın sonucudur. Aydın yazar şair sanatçı veya toplumun kanaat önderleri benzer bir yanlışlığın içinde evrensel değerlerin özünden uzaklaşamaya devam etmektedirler. Geçmiş zamanların tarihselliğine bakıldığında toplumların kokuşmuşluğu ve yozlaşmışlığı o kavmin veya milletin sonunu getirmiştir. Kutsal metinlerdeki kavimlerin yok oluş nedenleri izah edilirken o kavimlere gönderilen elçilerin mesajlarını ve öğütlerini dinlemeyen ve yalanlayan kurumsal ve güç sahibi kişilerin şımarıklığı olmuştur. Dünyanın gelir dağılımı bozulmuş. Ülkemizin toplum katmanları arasındaki uçurumlar büyümüştür. Kısacası hiç kimse mevcut sistemlerin uygulamalarında memnun değil, ancak herkes bu çarpık sistemlerin devamı için çalışıyor. Daha fazla ekonomik ve sosyal kazanım sağlamak için konum ve strateji gözetliyorlar. Aslında birey kendine ihanet ediyor. Adaletin ölçüsü tartısı bozulmuş, güç sahiplerinin şımarık ve yozlaşan eylemleri meşrulaşmış toplumsal bir kokuşmuşluk bireylerce kabul edilir duruma gelmişse; o vakit yok oluş süreci başlamıştır. Zalimin zulmü meşru kabul edilip mazlumun ezilmişliği reva görülmeye başladığı günler günümüz zaman dilimiyle örtüşüyor. Dünya toplumları bu çarpık yozlaşmayı kabul edip görüyor. Evrensel değerleri savunan bireyler ve kuruluşlar bu şartlar karşısında sessiz kalmaya devam ediyorlar. Bu gün dünyaya yeni bir format atılma zamanıdır. İnsanlığa yeni bir format atılıp kendi özüne ve köküne dönmelidir. Bu sessiz bir çığlığın insanlığa çağrısıdır. Yok oluş sürecinin kurtarma yolunu bulma kaygısıdır. İnsanlığın özüne dönüşü için bir umuttur. Olasıdır ki insanlığın kendi özünden ayrılışının son kavşağıdır. Sanat - Edebiyat İktibas HUBEL HUBEL ŞEHİD SEYYİD KUTUB - Çev: Sümeyye Hamarat Hubel.. Hubel... Ahmaklığın ve hilekarlığın sembolü Kendisine yüz çevirenler hafızalardan sildirdikten sonra onu Döndü yeniden günümüze tağut elbisesiyle Heva ve dünya lezzetlerine ram olanlar Solunan tütsü kadar seri amadeler emre Ve yakıyor onları nifak efsaneleri Ne ayıptır ki bir maraz yönlendiriyor kalabalıkları... Terket onu, nedir ki o sürüdeki koyundan başka Mabudu puttur, öyle görür Sam Amca’yı Cehaletin öldüreni de vardır... * Hubel... Hubel... Dolar verir sağlayabilsin diye ona itibar İhanetin, sömürünün, hilekarlığın sembolü Ne kahramanlık!.. Sürünün sersem çabası... Türetildi ona uyduruk yüceltmeler * Aptal olan inandı Hubel... Hubel... İnkar etti özgür düşünen adam bu bariz yalanı İhanetin, cehaletin, ahmaklığın ve hilekarlığın sembolü Usanmadı palyaçoların nidaları ona övgü yağdırmaktan Fakat azınlıktadır bu zamanda özgür düşünenler Onlar da girerler ürkütücü hapishanelere ve sabrederler sabren cemille * İsnat ettiler ona peygamberlerde olmayanı Hubel... Hubel... Dediler ki; Ve hikayeleri merhametsizce şehit edilmek olur Ahmaklığın, cehaletin ve hilekarlığın sembolü O ziyayla örtünmüş melektir, göğün ortasından çıkıp gelen Fakat her tağut için bir son vardır Arkadaşım sorma bu kalabalığa Fatihtir o, ilham veren dahidir Taabbudun, karşılığın, boyun eğişin kime olduğunu Gönderilmiştir o, ilim odur muallim o Ve her mahluk için bir ecel... Hubel... Hubel... Hubel... Hubel... 65 İktibas Sanat - Edebiyat GAYE MUSTAFA BOZACIOĞLU Fakire kırkta bir Fırsat gelirse istekten Artarsa ihtiyaçtan Bir oluş ve akış Dönütler tekrarlar Her şey kırk taksit Dünya deveranda SBS YGS KPSS Eskiyi getir yeniyi al git Kimimizde aldanış Biri bitmeden biri başlar Sırala bir bir Kimimiz farkında Eğilmiş öne kalkamaz başlar Kılı kırk yar hesapla Ne için amaç ne İster alt alta Daha çok dünyalık daha fazla imkân İster yan yana topla Meşguliyetler vermiyor eman Kumbara cep cepken ara Mazeretlerin sonu gelmiyor hiçbir zaman Çalıştın çabaladın değil mi Kalk Dinle ve anla Yola çık Verme mola Tek ve daimi mola Ha yarın ha az sonra Orada ötede Dönecek bir köşe kaldı daha Burada çalış çabala Aş iş eş peşinde oyalan da oyalan Orayı uzak sanma Dünyayı oyun eğlence san Tasarruf de adına Hak ettin Rızık Allah’tandı hani Niye bölüşmedin Hep arzularının peşine düştün Aslî nedir bilmedin Asi geldin Sual var nimetlerden Aldandıkça aldan İmkânlardan nefesten Alçaldıkça dünyaya dal İyilikler gönder ellerinden Dünyaya kazık çak Kimseden kimseye yok fayda Etrafa dal budak sal İmtihan için yaratıldık Sonunda bekliyor seni ağaçtan sal Gelip geçici dünya Gafletten uyan aklını başına al Elinle dünyaya bağladın Unuttuk ölümden kaçtık Gerçek sınavı öncele ders al Ah vah etme şimdi Soluğu ensemizde aslında Dünya senin olsa neye yarar Henüz geç değil Yığdıkça yığ sonsuz mal Her yer imtihan hep imtihan Ne sonu var ne de aman Geçer akçe ne ise öte tarafta Sorular sualler Rızası için rabbimizin cennete bedel Yanıtlar cevaplar Ona hazırlan etme ihmal 66 Mala mülke çocuğa yatırdın Çoğunu harcadın Dünyayı imar peşinde koştun Eğitim öğretim dedin aldandın Asıl imar edilecek onlardı Bak soluk aldın bir fırsat buldun Hiçbir şey ahirete bedel değil Özüne dön kendine gel Vazgeç gütme tulu emel Dünya fani baki olana gel Mektuplara Cevaplar ”EZAN DUASI YAPANA PEYGAMBER ŞEFAAT EDECEK Mİ?” HÜSEYİN BÜLBÜL SUAT ÖZLÜK/ SİİRT Ezan duasının manasını, öğrendiğim günden beri aklımın bir köşesinde soru işareti olarak durmakta, bir türlü bu duaya anlam verememekteyim. Ezan Duası: “Câbir radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Allahumme Rebbe hazihi’d-da’veti’t-tamme. Vesselatil kâimeti ati Muhammedenil vesilete vel fazilete, veb’ashu makamen Mahmudenillezi veadteh.’ Kim ezanı işittiği zaman: ‘Ey şu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın rabbi Allah’ım! Muhammed’e vesîleyi ve fazîleti ver. Onu, kendisine vaat ettiğin makâm-ı mahmûda ulaştır.’ diye dua ederse, kıyamet gününde o kimseye şefaatim vacip olur.” (Buhari Tecrit ıı.c. ıı.baskı H. No 365 S.571). SORU 1 Allah Teâlâ’nın Muhammed (AS) vaat ettiği bir makam var da ondan vazgeçmesi olasılığı mı var ki sözünü tut diyoruz? P eygamberimizi de dualarımızda bir vesile kabul ederek: “Allah’ım Peygamberimizin yüzü hürmetine bizim şu duamızı kabul et” diye dua etmek doğru bir anlayış ve davranış değildir. Çünkü Peygamberimiz de bir kuldur ve Allah’ı etkileyecek konumda değildir. CEVAP: Bu ve benzeri rivayetlerdeki en büyük sorun, bir doğruya eklenmiş olan yanlışların varlığıdır. Örneğin bu rivayetin baş tarafında anlatılan “vesile”’nin kelime anlamı: Sebep, yol, bahane, elverişli durum anlamlarına gelmektedir. Örneğin: Ayeti kerimede, Allah’ın rızasını kazanmada tutulacak yol ve yapılacak amel olarak, “Allah yolunda cihad” örnek verilmiştir. “Ey inananlar, Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya vesile / yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide 5/35) Müşriklerin Allah’tan başka edinmiş oldukları ilahları ve onların nelere kadir olabileceği ile ilgili bir konu tartışılırken vesile, yine sebep yol anlamlarında kullanılmaktadır: “Onların yalvardıkları da, Rabbine daha yakın olmak için vesile / yol, sebep ararlar. Ve O’nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkulacak bir azaptır.” (İsra 17/57) ayetlerinde vesilenin ne olduğu açıkça gösterilmektedir. Ancak, vesileye başka bir anlam yükleyerek bunu peygamberimize verilmiş bir imtiyaz olarak nitelemek doğru bir anlayış değildir. Peygamberimizi de dualarımızda bir vesile kabul ederek: “Allah’ım Peygamberimizin yüzü hürmetine bizim şu duamızı kabul et” diye dua etmek doğru bir anlayış ve davranış değildir. Çünkü Peygamberimiz de bir kuldur ve Allah’ı etkileyecek konumda değildir. Allah’ın hükmü karşısında Peygamberimizin de yapacağı bir şey yoktur: “De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf 46/9) Peygamberimiz, Tebük seferine katılmamak için mazeret beyan edenlere izin vermişti. Bunların bağışlanması için gösterdiği tavra Allah Teâlâ şöyle cevap veriyor: “Onlar için Allah’tan ister mağfiret dile, ister dileme. Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de yine Allah onları affetmeyecektir. Bu, onların Allah’ı ve Resulünü inkâr etmelerinden dolayı böyledir. Allah, böylesine baştan 67 İktibas çıkmış fasıklar güruhuna hidayet etmez.” (Tevbe 9/80) Ayrıca Kur’an’da yer alan Peygamber dualarının hiç birisinde, “Ya Rabbi! Şu duamı şu kimsenin yüzü suyu hürmetine kabul et” diye bir ifade kullanmadan, doğrudan Allah’ın güzel isimlerinden biriyle Allah’a yönelerek, isteyecekleri şeyi doğrudan Allah’tan istemişlerdir. Bu konuda, Havarilerinin isteği üzerine İsa (as) şöyle dua etmiştir: “Meryem oğlu İsa: “Ey Allah’ım! Ey Rabbimiz! Bize ve bizden sonra geleceklere bayram ve Sen’den bir delil olarak gökten bir sofra indir, bizi rızıklandır, Sen rızık verenlerin en hayırlısısın” dedi. (Maide 5/114) “Muhakkak ki sizin için İbrahim’de ve O’nun la beraber olanlarda güzel bir örnek vardır.” buyrulan İbrahim (as) ve kavmindeki örneklik ise şöyle verilmektedir: “Ey Rabbimiz! Bizi o küfredenler için bir fitne kılma. Bizleri bağışla. Ey Rabbimiz! Aziz ve hakîm olan ancak sensin.” (Mümtehine 60/5) Kur’an’ın tamamında gösterilen örnekler hep böyledir. Hiç birisinde “şu zatın hürmetine bize şunu ver” sözü eklenmemiştir. Övülen makam “makam-ı Mahmut” ile ilgili olarak da Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir.” (İsra 17/79) Bu ayetin beyanıyla Peygamberimizin bu makama ulaşabilmesi için bizzat kendisinin hayatta iken fazladan olarak gece kalkıp 68 Mektuplara Cevaplar namaz kılması istenmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, genel olarak şu yasayı koymuştur: “Gerçekten insan için kendi çalıştığından / amelinden başkası yoktur.” (Necm 53/39) Peygamber de, diğer kullar da kendi gayretinin ve amelinin karşılığını alacaktır. Bunun için de Allah Teâlâ Peygamberimizin gece namazı kılmasını istiyor. B akara suresinin 255. ayetiyle de, o gün niçin şefaat olmayacağının gerekçeli kararı açıklanmaktadır. Onun için diyoruz ki, bu bilgileri veren bir peygamberin, “buna rağmen ben şefaat edeceğim” demesi mümkün değildir. “Ey Muhammed! Senin bu makama ulaşman için tüm müminlerin dua etmesi gerekir” diye bir gerekçe eklemiyor. Ayrıca rivayetin sonuna eklenen “Kıyamet günü o kimseye şefaatim vacip olur” cümlesi, rivayetin adresini göstermektedir. Peygamberimizin özellikle kıyamet günü hiç kimseye şefaatin olmayacağı ile ilgili okuduğu ayetlere rağmen böyle bir söz söylemesi mümkün değildir. Bir surenin içinde açıkça dört yerde Bakara 2/48, 123, 254, 255 kıyamet günü şefaatin olmayacağını; Zümer 39/43-44. ayetlerinde de şefaatin tümüyle Allah’a ait olduğunu ümmete ilan eden Pey- gamberimizin, “buna rağmen ben o gün şu kimselere şefaat edeceğim” demesi mümkün değildir. Çünkü Din gününün sahibi olan Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ve öyle bir günden korunun ki, kimse kimsenin yerine bir şey ödeyemez, kimseden şefaat da kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım da yapılmaz.”(Bakara 2/48) Ayrıca Bakara suresinin 255. ayetiyle de, o gün niçin şefaat olmayacağının gerekçeli kararı açıklanmaktadır. Onun için diyoruz ki, bu bilgileri veren bir peygamberin, “buna rağmen ben şefaat edeceğim” demesi mümkün değildir. Bu nedenle Allah’tan başka herhangi bir kimsenin ahirette şefaat edeceğini söylemek, bu ayetler ile bağdaşmaz. Melekleri, putları ve bir takım kimseleri veli ve şefaatçi edinenleri Kur’an, ilk günden itibaren “müşrikler” olarak nitelemiştir. Ancak Müminlerden birbirleri için dua etmeleri istendiği gibi, Peygamberimiz için de salât ve selam edilmesi istenmektedir: “Muhakkak ki Allah ve melekleri, Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler; siz de O’nun üzerine salâvat getiriniz ve onun için selamet dileyiniz.”(Ahzab 33/56) ayetine ittiba ederek ona salât ve selam okumayı bir görev bilirler. Bu cümleden olarak da isra 17 / 79. ayetinde bahsedilen makama ulaşabilmesi için bir temennide bulunabilirler. Bunun hiçbir sakıncası yoktur. Bu aynen şu ayette istenen gibi bir temennidir: “Onlardan sonra gelenler derler ki: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi ba- Mektuplara Cevaplar ğışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz! Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (Haşr 59/10) “Allah’ın vadi” konusuna gelince, “Allah elbette vadinden dönmez” demenin bir mahzuru yoktur. Bunu bize Ali İmran 3/194. ayeti bildirmektedir. Dua ederken bu ifadeyi kullanmak bize şöyle öğretiliyor: “Ey Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtası ile vaad ettiğini ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Muhakkak sen, vadinden/ verdiğin sözden dönmezsin.” (Ali İmran/194, ayrıca bu ifade 3/9,13/31,39/20 de de tekrar edilmektedir.) Böyle bir hatırlatma dua edenin, dua ettiğine bakışını da göstermesi açısından önemlidir. O’nu sözünden dönmeyen ve güven veren biri ilah olarak gördüğünü ifade eder. Kur’an’da birebir geçen bir ifade olması nedeniyle böyle bir beyanın bir mahzuru yoktur. SORU 2 Peygamber artık yaşamıyorsa vesileyi ve fazileti niye diliyoruz ona? Allah’ın ona bunları vermesi için biz mi talepkâr olmalıyız. Biz ona bunları dilersek o da bize cennete girmek için şefaatçi mi olacak? CEVAP: Yukarıdaki açıklamalarımızla birlikte düşünüldüğü zaman, şefaat sözcüğünün bu cümleye ilave edilmiş asılsız bir ilave olduğunu görmemiz mümkündür. Bunun sebebini birinci sorunuzda cevapladığımız için o konuya tekrar girmeyeceğiz. Fakat bizim birbirimizle ilişkilerimiz hayatla sınırlı olmadığı gibi; Peygamberimizle olan ilişkimiz de hayatla sınırlı değildir. Ancak aramızda yeniden dirilip İktibas hesap görüldükten sonra herkes kendisine hükmedilen ile baş başa kalacaktır. Allah Teâlâ, geçmiş Peygamberler için, “Âlemler içinde Nûh’a selam olsun! İbrahim’e, Musa’ya, İlyas’a, Peygamberlere selam olsun, Yahya (as) için: “Doğduğu gün, öleceği gün ve tekrar diriltileceği gün ona selâm olsun.” (Meryem 19/15) buyurmuştur. Ölü ve dirilerimize hayır duada bulunmak önce bizim hayrımıza olan bir davranış olmakla birlikte, tüm inanlar için hayatta olduğumuz sürece onların hayrını istemek ve güzel temennilerde bulunmak imanımızın gereğidir. Bu konuda İbrahim (as)’ın şu duasını hatırlayalım: B izler de, Allah’ın elçisi ve bize şerefimizi temin edecek kitabı getiren Peygamberimizin övülen bir makama ulaşmasını temenni etmemizin yanlışlığı söz konusu değildir. Sadece Peygamberimiz için değil tüm geçmiş din kardeşlerimiz için Allah’tan bağışlamasını ve cennet nimetlerine kavuşturmasını niyaz ediyoruz. “Ya Rabbi! Hesap günü, beni, anne- babamı ve bütün inananları bağışla.” (İbrahim 14/41) diye tüm inananlara dua ediyor. Bizler de, Allah’ın elçisi ve bize şerefimizi temin edecek kitabı getiren Peygamberimizin övülen bir makama ulaşmasını temenni etmemizin yanlışlığı söz konusu değildir. Sadece Peygamberimiz için değil tüm geçmiş din kardeşlerimiz için Allah’tan bağışlamasını ve cennet nimetlerine kavuşturmasını niyaz ediyoruz. Birimiz hepimiz, hepimiz hepimiz için beş vakitte dua ediyoruz. Tahıyyatta okuduğumuz “Rabbena” dualarında olduğu gibi. SORU 3 Ezan ile bu talep ve hatırlatmanın ilişkisi nedir? Sebep nedir? CEVAP: Önce bu rivayeti yapana sormak lazım ama öyle bir şansımız yoktur. Ancak her işi bir sebebe bağladıklarına göre kendilerince bunun da bir sebebi vardır. Bizim tahmini- 69 İktibas miz duaların reddedilmeyeceği bazı zamanlar tespit etmişler kendilerince: Ezan okunurken, namazdan sonra, seher vakitlerinde, Cuma saatinde, özel gecelerde, Kâbe’yi ilk gördüğünde yapılan dualar kesin kabul olur gibi. Bu nedenle bunu da ezanı işiten birinin yapmasını uygun görmüşlerdir. Başka bilinen bir sebebi yoktur. Allah, dua etmek için özel mekân ve zaman tayin etmemiştir. Kul, ne zaman Rabbine samimiyetle dua ederse kabul edeceğini Bakara suresi 186. ayetinde bildirmiştir. Kimseden bir fantezi istememiştir: “Şayet kullarım, sana benden sorarlarsa, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.” SORU 4 Bu duanın Kur’an’a dayanan bir delili var mıdır? Mektuplara Cevaplar şeklinde ifade ediliyor. Bu makamın mahiyetini ayette belirtilenin ötesinde bilmek mümkün değildir. Kimilerinin “şefaat makamı” yakıştırması hiçbir delile dayanmadığı gibi, böyle bir tespit Kur’an’ın koymuş olduğu tevhit ilkesine ve “Allah’tan başka şefaatçi yoktur, şefaatin tamamı Allah’a aittir” hükmüne de aykırıdır. A llah hak olanı, bütün açıklığı ile kullarına sunmuştur. Onun bir eksiği yoktur. Gerekeni yeterince açıklamıştır. Burada şunun bilinmesi gerekir ki Muhammed (as) bir kuldur, bir elçidir, asla bir ilah değildir. CEVAP: Bildiğimiz kadarıyla böyle bir dua yapın şeklinde bir dayanağı yoktur. Ancak cümlenin içinde geçen iki konu ile “övülen makam ve peygamberimize dua” kısmı Kur’an’da vardır. Bunun da İsra 17/ 79, Ahzab 33/ 56. ayetleriyle ifade edildiğini görüyoruz. “Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (böyle yapacaksınız)? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü o’nundur. Sonra hep döndürülüp O’na götürüleceksiniz.” (Zümer 39/43-44) SORU 5 İsra Suresinin 79. ayetinde bahsedilen makam nedir, sadece peygambere mi vaat edilmiştir? Ayrıca bu makama sadece peygamber efendimiz mi yoksa başkaları da erdirilecek mi onu da bilmiyoruz. Sadece bu namazın peygamberimizin şahsına mahsus fazladan kılmasının istendiği belirtiliyor. Bu ise Allah’ın takdirine kalmıştır dilediğini o makama ulaştırır. Dilediğini yapmak onun elindedir. İsteseydi bütün teferruatıyla anlatırdı. Biz anlatılanla yetinmesini bilmeliyiz. CEVAP: Ayette belirtilen övülen bir makam olarak tanımlanmaktadır: “Gecenin bir bölümünde sırf sana mahsus bir nafile olmak üzere Teheccüd ibadetini yap ki, belki Rabbin seni övülmüş makama erdirir” 70 Gayba taş atmak bizim işimiz değildir. SORU 6 Peygamberimizin kıyamette bu makama oturacağı söyleniyor. Ve kim ki ezan duasını okursa kendisine şefaatçi olması vacip olacakmış, doğru mu? CEVAP: Bu anlayışın tamamı bu tezgâhı kuranların kuruntularından ibarettir. Bunun, niçin doğru olmadığını sorunuzun diğer maddelerinde bütün açıklığı ile Kur’anî delilleriyle anlatmaya çalıştım. Eğer böyle bir şey gerçek olsaydı altı bin küsur ayet indiren Allah bunun için de bir ayet indirerek, “Hz. Muhammed (as) size şu makama oturacak ve size şefaat edecek” demesi çok zor değildi. Allah hak olanı, bütün açıklığı ile kullarına sunmuştur. O’nun bir eksiği yoktur. Gerekeni yeterince açıklamıştır. Burada şunun bilinmesi gerekir ki Muhammed (as) bir kuldur, bir elçidir, asla bir ilah değildir. Kulları yargılayıp hükmünü veren ise; insanların ilahı, insanların Rabbi, insanların Meliki ve külli şeyin alim, kadir, semiğ ve basir olan Allah’tır. Allah’ın yargılayıp cehenneme mahkûm ettiği bir kulu Peygamberimiz hangi gerekçeyle kurtarmaya çalışacak? Allah’ın bilmediği fakat kendisinin bildiği bir amelini, inancını veya bir özelliğini mi peygamber gerekçe gösterecek? Yoksa Allah’a yerde veya gökte bilmediği bir şeyi mi hatırlatacak? Ve böylece ona şefaat etme isteğinde bulunacak. Nasıl olacak böyle bir şey? Yada O’nun gazabına yenik düştüğünü, merhamet etmediğini mi söyleyecek? Bunların hiç birini Allah’a isnat etmeye kimsenin hakkı ve gücü yoktur. Bu gerekçeyi değişik bir ifadeyle Allah Teâlâ bu gün de söylüyor: Mektuplara Cevaplar “Onlar, Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar: «Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır» derler. De ki: «Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi O’na haber veriyorsunuz?» Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir.” (Yunus 10/18) Ayetin son cümlesine dikkat ederseniz şefaatçi edinenler Allah’a şirk koşmakla suçlanmaktadır. Yani birisine şefaat hakkı verdiğiniz zaman şefaatçi edindiğinizi Allah’a ortak koşmuş oluyorsunuz. Bu nedenle diyoruz ki, bu hadiste de olduğu gibi Peygamberimizi “şefaat etme makamına oturtanlar”, onu ilahlık makamına oturtmuş olduklarını hiç düşünmüyorlar mı? Şimdi dönüp yukarıdaki ayeti yeniden okuyup üzerinde düşünelim. Peygamberimizi şefaat makamına oturacağını kabul etmenin onu ilahlaştırmak anlamına geldiğini göreceksiniz. Yunus suresinin 18.ayetini ve Zümer suresinin 43 ve 44. ayetlerini yeniden okuyup düşünelim, bizi doğru bir anlayışa ulaştıracaktır. BÜŞRA CAN SORU 1 Amel defterinin kapanıp kapanmaması ile ilgili olarak; Ebu Hureyre (R.A) rivayetine göre Rasûlullah(A.S.) : “İnsan öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı ondan kesilir, sadece üç şey müstesna, sadaka-i cariye. İstifade edilen ilim. Kendisine dua eden salih, hayırlı evlat.” buyurdu. Bu hadiste geçen mevzuatın hükmü hakkında bilgi alabilir miyim? CEVAP: Herkesin amel defteri mahiyeti itibariyle gaybi bir İktibas konu olduğundan kendisine bile açık değildir. Bunu ancak Allah ve onu yazan meleklerden başkasının bilmesi mümkün değildir. Peygamberimize de bu konu gaibdir. Dolayısı ile gaybî bir konuda Peygamberimizin böyle bir açıklamada bulunduğunu iddia etmek elimizde kesin bir delil olmadan doğru değildir. Naklettiğiniz Ebu Hureyre’nin rivayeti ise, mahiyeti itibariyle zannidir. İslam hukukunda bir kural vardır, “zanni bir delil ile kesin bir hüküm verilemez.” İkincisi ise, kul, herhangi bir işi Allah için yapmışsa Allah da onun karşılığını, ister toptan ister ise taksit-taksit verir. Bu onun bileceği bir şeydir. İnsanların üzerine lazım olmayan işlerle uğraşmaması gerekir. Halbuki onların muhasebesini biz tutacak değiliz. Bize düşen sadece Sahih iman ve salih amel sahibi olmaktır. Kıyametin zamanını soran birine Peygamberimiz (as), “kıyamet için ne hazırladığına bak” buyurmuştur. Yani sen işine bak, Allah işini bilir. Asla ihmal etmez demektir. A llah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Her kim dünya hayatını ve güzelliklerini isterse biz onlara amellerinin karşılığını orada tamamen öderiz. Bu hususta kendilerine bir densizlik yapılmaz.” (Hud 11/15) Müminlerin bu konuda hiçbir endişesi yoktur. Allah hiç kimsenin emeğini zayi etmez. İyilik ve kötülük adına ne yaptılarsa zerre kadarının bile karşılığını göreceklerdir. Ayrıca Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Her kim dünya hayatını ve güzelliklerini isterse biz onlara amellerinin karşılığını orada tamamen öderiz. Bu hususta kendilerine bir densizlik yapılmaz.” (Hud 11/15) Müminlerin bu konuda hiçbir endişesi yoktur. Allah hiç kimsenin emeğini zayi etmez. İyilik ve kötülük adına ne yaptılarsa zerre kadarının bile karşılığını göreceklerdir. “Rableri onlara şu karşılığı verdi: “Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden, hiçbir çalışanın amelini zayi etmeyeceğim. Sizler birbiri- 71 İktibas nizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler... Onların günahlarını elbette örteceğim ve Allah katından bir mükâfat olmak üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de koyacağım. En güzel mükâfat Allah katındadır.” (Ali İmran 3/195) Burada üç şeyden bahsediliyor. Hayırlı evlat, faydalı ilim ve sadakayı cariye/ devam eden sadaka. Birincisini ele alalım. Evlat yetiştirmek başta sizin elinizde olan bir durum değil. İnsan istediği halde evlat sahibi olamıyor. “Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız Allah’a aittir. O dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk bahşeder.” “Yahut Allah onları erkek ve kız olmak üzere çift verir, dilediğini de kısır yapar. Şüphesiz ki O her şeyi bilir. O’nun her şeye gücü yeter.” (Şura 42/49-50) Sonra anneler evladı doğuruyor ama gönlünü doğuramıyor. Yani evlat sizin istediğiniz gibi olmuyor. Siz her türlü gayreti gösteriyorsunuz ama etkili olamıyorsunuz. Bu durumda kişinin yapacağı bir şey yoktur. İnsanın evladı da olsa istediği gibi yetiştirme gücüne sahip değildir. Burada Allah Teâlâ onun niyetine ve gayretine bakacaktır. O evlat hayırlı da olabilir hayırsız da. Bu sonuçtan anne ve babadan çok bizzat evlat sorumludur. Bu hususta iki örnek vardır. İnananlar için Firavun’un hanımı, inanmayanlar için de Nuh (as)’ın hanımı ile oğlu, Lut (as)’ın hanımı. Bu insanlar Allah’ın elçileri olmasına rağmen eş ve çocukları üzerinde etkili 72 Mektuplara Cevaplar olamamış ve onlar iman etmemişlerdi. Yani insan peygamber de olsa istediğini salih yapamıyor. Onun için Rabbimiz: “Onları yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dilediğini yola getirir. Yaptığınız her iyilik sırf kendiniz içindir. Siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak etmezsiniz. İyilik cinsinden ne infak ederseniz o size aynen ödenir. Size hiçbir şekilde haksızlık yapılmaz.” (Bakara 2/272) buyurmaktadır. İlim konusunu ele aldığımızda yine benzer bir durum ortaya çıkmaktadır. Mutlak hak olan Allah’ın indirmiş olduğu ayet bile inananların imanını inkâr edenlerin de küfrünü artırıyor. “Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, “Bu sûre hanginizin imanını arttırdı” der? Fakat müminlere gelince, aslında her inen sûre onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar.” (Tevbe 9/124) Allah Teâlâ’nın ayeti bile birileri için imanlarını artıran hayır iken, birilerinin de inkârını artıran şer olmaktadır. Bu konu tamamen ona yaklaşan insanın algılaması ile alakalıdır. Çok iyi niyetlerle üretilen bir bilgi, kötüler tarafından insanlığın felaketi için kullanılabiliyor. Atomun parçalanmasını bulan kimsenin niyeti insanlığı öldürmek değildi. Ama sonuç atom bombasına dönüştü ve insanlığın korkulu rüyası oldu. Üçüncüsü olan “sadakayı cariye” için de aynı şeyler söz konusudur. Onun devamlılığı sizin elinizde olan bir şey değildir. Bunun en açık örneği vakıflardır. Müslümanlar ne yüce duygular- la vakfetmiş oldukları kurum ve gayrimenkulleri bir rejim değişikliği sonucu, onların vakfediliş amacıyla hiç ilgisi olmayan bir dünya görüşünün hizmetine girmiştir. İslam’a hizmet için yapılan vakıf küfrün hizmetine geçmiştir. Bu iş dünya kurulduğu günden beri devam ede gelen bir vakıadır. Siz bu konudan sadece hayattaki tasarruflarınızdan sorumlusunuz. Tasarrufu elinizden çıktıktan sonra da kim ne için kullanırsa mesuliyet onundur. “Vela teziri vaziretün vizre uhra” Allah birinin hesabını başkasına sormaz. Bizler hayatta iken salih amellerimizi artırmaya çalışalım, O kimsenin emeğini zayi edici değildir. Zerre kadarını bile. (Zilzal 99/7-8) Sonuç olarak bu tür rivayetlerde gaybi konularla alakalı mutlak ve kesin ifadelerin kullanıldığı ve toptancı ifadelerin geçtiği hadislerin Peygamberimize isnadı sorunludur. Bu tür mevzuatla iştigal edenlere “Bunu niçin yaptıkları” ve peygamber (as)’a niçin yalan isnadında bulundukları sorulunca şöyle cevap vermişlerdir: “Biz peygambere yalan isnadında bulunmuyoruz; Peygamber (as) için yalan söylüyoruz” diye kendilerini savunmuşlardır. Ne Peygamberin (as) ne de İslam’ın onların yalan ve hurafelerine ihtiyacı vardır. Allah dininde eksik bırakmadan, sahih imanın ve Salih amelin nasıl olacağını göstermiştir. Kim İslam’dan başka bir din/ yaşam tarzı ararsa o ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.(Ali İmran 3/85) [email protected] Gündem NEYİN KAVGASINI VERDİĞİMİZİN FARKINDA MIYIZ ACABA? YUSUF KAPLAN :FOŔɮBGBLtɮVCBU Dünyadan el etek çektiğim, hedefe kilitlendiğim bir sırada, bu ülkenin müslümanlarının, galibi yalnızca “şeytan/lar” olacak kirli bir “iktidar savaşı”nda, sorumsuzca hareket ettiklerini görünce, sarsıldım. Bu ülkenin en âkil insanları bile, hem “fitne” uyarısında bulunuyor, hem de “madem külfetler paylaşıldı, nimetler de paylaşılsın!” çağrıları yapabiliyorlar! Dahası, tarafların, bizimle alay edercesine pozisyonlarını terk etmemekte ısrar etmeleri, kimseyi dinlemeye niyetli olmamaları, ürkütücüdür. *** Düşünebiliyor musunuz? Daha doğru düzgün nefes alabilecek durumda bile değiliz ama “iktidar kavgası”na tutuşuyoruz! Kavurucu “kış mevsimi”nde başımıza gelebilecek -helâket sebebi olmaya yetecek- en büyük felâket bu! Oysa “iktidar”ın kendisi fitnedir / imtihandır. Akil adamların, insanlara, “aman gözünüzü iktidar hırsı bürümesin!” diye çağrıda bulunmaları gerekirken, “madem külfetler paylaşıldı, iktidar da paylaşılsın” çağrısında bulunmaları, farkında olmadan daha büyük “fitne”lere davetiye çıkarmaktır ve bu, nerelere savrulabileceğimizin ürpertici bir habercisidir. Felâket tellallığı mı yapıyorum? Ne münasebet! Asıl felâkete dikkat çekiyorum. Mesele, görünüşte, “MİT-Yargı-Emniyet” kavgasıdır; ama gerçekte, Müslümanların, her tür iktidar biçimiyle, sekülerizmle, dünyevîleşme hırsıyla ve ihtirasıyla imtihanıdır; dahası, küresel düzenbazların tuzağına düşmeleridir. Üstelik de hiçbir mesele, İslâmî bir çerçevede halledilmemişken; bizim bu ülkeye ve bu dünyaya Müslümanlar olarak ne/ler sunabileceğimiz meselesi, hatta temel varoluş sorunlarımız üzerinde dikkate değer hiçbir -zihnî- çaba ortaya konul/a/mamışken. *** Bu tür zor zamanlarda, ısrarla ve yılmadan hakikatin izini sürmek, iki çapraz ateş arasında kalmak demek! Hiç umurumda değil, feraset ve basiret kılıcını kuşanmış biri olarak. Zira Hakikat, bu tür bedeller ödenebildiği, yalakalıklara prim verilmediği zaman yüzünü gösterebilir ve hak edilebilir ancak! Adımlarımızı birkaç adım sonrasını düşünerek atmak ve asıl hedefe, -Hakikat’e- kilitlenmek zorundayız çünkü. *** Görmüyor musunuz? İslâm dünyası, sömürgecilerin bıraktığı sorunlarla boğuşuyor hâlâ. Ve sömürgecilerin, topraklarımızdan defolup gitmeleri, yakındır... Bütün katmerlenmiş, dağ gibi yığılmış, devâsâ sorunlarıyla birlikte bize kalacak bu coğrafya! Fakat görünen o ki, hiçbir şeye hazır/lıklı değiliz! Üstelik de, küresel zorbalık düzeninin çarklarını nasıl daha iyi işletebiliriz’in kavgasını veriyoruz! *** Örneğin Zaman’ın, TRT Haber’in son günlerde İran’la ilgili yaptığı yayınlar, Siyonistlerin, zorba küresel şebekeler’in yayınlarından farksız ve bu durum beni ürkütüyor bir Müslüman olarak. (Bu soruna bir yazar dikkat çekmiş yalnızca: Gazeteciler sitesinden Cenk Açık). Bunu, İran’ın, sözümona “yüksek stratejik çıkarları” adına, Suriye’deki Müslüman katliamını engellemesi mümkünken seyretmesini Müslümanca bir duyarlıkla, şiddetle eleştirmiş ve Türkiye’deki (İran sempatizanı samîmî Müslümanların dışındaki) besleme, beyinsiz İrancı şebekelerin (İngiliz kraliçesinin verdiği pasaportu reddeden -muhtemelen- tek Türk olmama rağmen bana “İngiliz ajanlığı”, “Siyonist uşaklığı”, ABDİngiltere-İsrail uydusu “Suud rejiminin maşası” iftiraları atacak kadar “sapıttıkları” için muhatap bile almadığım, Allah’a havale ettiğim) gayr-ı İslâmî pespaye, insafsız ve izansız saldırılarını göze alarak yapmış vicdan ve karakter sahibi Müslüman bir yazar olarak söylüyorum. Yine başta STV olmak üzere, iktidar yanlısı bütün televizyonların ve gazetelerin Ergenekon soruşturması dolayımında kurdukları dil, laikçi primitiflerin ürpertici, pravdavârî dilinden farksızdır. Suçu ispatlanmamış bir insan, suçu ispatlanana kadar (aslâ “canavar” olarak sunulamaz) masumdur ve haklarını sonuna kadar gözetmek boynumuzun borcudur. Oysa yapılan habercilik, İslâm’ın yüce adalet fikrine ve ahlâk anlayışına taban tabana terstir. *** Müslüman grupların, hareketlerin, cemaatlerin sömürgecilik sonrası döneme ilişkin ciddî bir hazırlıkları yok. Hâlâ küresel 73 İktibas sistemin projelerini uygulamakla meşguller ve bunun kavgasını veriyorlar, üstüne üstlük de! Tıkanan küresel sistemin, “insanlığın önündeki tek seçenek” (Baudrillard) olarak gördüğü İslâm’ın yeniden tarih yapacak bir aktör konumuna gelebilmesini önlemek amacıyla çok yönlü operasyonları devreye girdirdiği ve yeni bir dünyanın kurulması sürecinde, derin tarihî tecrübemizi esaslı bir medeniyet fikriyle harekete geçirebileceğimizin küçük de olsa ipuçlarını sunabildiğimiz için bütün dünyanın bize baktığı bir zaman diliminde, Müslümanların meselesi, küresel sistemin çarklarını daha iyi döndürecek bir “iktidar kavgası” vermek olabilir mi? Neyin kavgasını verdiğimizin farkında mıyız acaba? DİNİN GELECEĞİ Prof.Dr. ALİ KÖSE ;BNBOtɮVCBU Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Modernlik, tarihin bir dönemiyle yani içinde bulunduğumuz dönemle özdeş bir kavram. Tarihin geride kalan bölümlerinde insanoğlunun manevi ihtiyaçları, metafizik alanı keşif görevini üstlenen din tarafından karşılandı. Ancak dinin bu rolü hiçbir dönemde, modern dönemde olduğu kadar sorgulanmadı. Bu sorgulama, insanın artık manevi ihtiyaçlarının olmadığı veya manevi ihtiyaçlarını gidermek için dine başvurmadığı anlamına gelmez. Yani modern dönemde insanlığın dinle bağlantısı kesilmedi. Eğer tarihteki her dönemi bir zincirin halkalarına benzetirsek, modern 74 Gündem dönem de bu zincirdeki halkalardan biridir. Haliyle modern insan kutsalla ilişkisini devam ettirmektedir. Bu ilişkiyi sağlayan araçlar ise çok çeşitli olabilir. Kimileri için mabette ibadet, kimileri için türbe ziyareti, kimileri için vatan uğruna şehit düşme eylemi olabilir. Aydınlanma teorisyenlerine göre insanoğlu Aydınlanma Çağı’nda sekülerleşme trenine binecek ve dinsizlik durağına doğru ilerleyecekti. Teknoloji ilerledikçe modernleşilecek, modernleştikçe din yok olacak ve sonuçta insanlar tabiatüstüne yönelik inançları terk edeceklerdi. Hatta bunun için tarih bile vermişlerdi. Verdikleri nihai tarih 20. yüzyılın sonuydu. Ama 21. yüzyıla girilirken hiç de öyle olmadığı görüldü. Bugün Amerika dünyanın teknolojiyi en üst düzeyde kullanan ülkesi, ama aynı zamanda dünyanın en dindar ülkelerinden. Haftalık kiliseye gitme oranı yüzde 40’lar düzeyinde. Ülkede 300 bine yakın kilise var. Amerikan başkanları göreve başlarken hâlâ İncil üzerine yemin ediyor. Halkın yüzde 70’i kendini dindar olarak tanımlıyor. (Bu oran Türkiye’de bile yüzde 45.) Bugün “modern olmak”, artık modernitenin sacayakları olarak bilinen akılcılık, sekülerlik ve bireyselcilik olgularını mutlaka Aydınlanma’nın tanımlarıyla algılamayı gerektirmez. Fransız laikliği de bir laiklik türüdür, Amerikan laikliği de. Hiç kimse Fransız modelini “modern”, Amerikan modelini “modern dışı” göremez. Bugün Batılıların önemli bir kısmının bireyselcilikten şikâyet ettiklerini ve bu durumu aşmak için yeni arayışlara girdiklerini biliyoruz. Şimdi, bireyselcilikten geri adım atmaya başladılar diye “bu insanların modernliğine halel geldi” mi diyeceğiz? “Bunlar artık modern değil, çünkü rasyonalizme aykırı davranarak yıldız fallarına bakıyorlar” mı diyeceğiz? Yahut “vaftizli laiklik” diye tanımlanan İtalyan laikliğine “olmaz böyle laiklik” mi diyeceğiz? Şimdilerde Amerika’nın meşhur sosyologlarından Rodney Stark, Dinin Geleceği isimli eserinde “dinsiz bir gelecek düşüncesinin bir yanılsama” olduğunu söylüyor. Rodney Stark gibi düşünen ve sayıları giderek artan sosyologlar, modernleşmenin daha önceleri iddia edildiği gibi dine düşman değil, tam tersine dini yeniden doğuran bir süreç olabileceğini savunuyorlar. Bugün Batı’da Yeni Dini Hareketler (New Age) başlığıyla anılan yüzlerce grup var. Astroloji, ruhsal şifa, ekolojik öğretiler, doğal beslenmeye önem veren beden sağlığı ve kişisel gelişimle ilgili akımların arka planında hep dinî motivasyonlar var. Dahası, Amerika’da Evanjelik Protestanlığın yükselişi dinin modern dönemde yok olmayacağının en belirgin örneğini oluşturuyor. Peki, o zaman neden pozitivist, materyalist düşüncenin öngörüsüne rağmen din yok olmadı? Çünkü insanoğlu dinin kendisi için üstlendiği işleve muhtaç. İnsanoğlunun dünyayı, varlığı, kendisini anlamlandırması gerek. Kendi varoluşuyla, evrenin varoluşuyla ilgili sorulara cevaplar bulması gerek. Bu sorulara din kadar kesin cevaplar veren bir başka olgu yok yeryüzünde. Dinin bu sorulara verdiği cevaplar insanlar için hâlâ anlamlı. Modernlik ve Dindarlık İnanç, hayatı anlamlandıran bir araçtır. Sosyolog Peter Berger’in “homeless mind” (evsiz zihin) adını verdiği bir benzetme var. Gündem Ahiret inancı veya metafizik inancı olmayan insanları evsiz insanlara benzetir Berger. Bizler her sabah evimizden çıkıp günlük hayatımızın gereklerini yaparız, akşam olunca da eve döneriz. Gün içindeki tüm yapıp etmelerimiz akşam eve döneceğimiz için anlamlıdır. Oysa evsiz kişinin gün içindeki eylemleri anlamdan yoksundur. Dünya hayatı da böyledir. Ahirete inananların dünya hayatları tıpkı evi olan insanların gün içindeki hayatları gibi anlamlıdır. İnanmayanların durumu ise evsiz insan gibidir. Yani onların zihinleri, ruhsal yapıları evsiz insanın durumu gibidir ki, bu da insanı psikolojik olarak rahatsız eder. Din histir, duygudur. Ben dini “var olduğunu düşündüğümüz kutsal alanla bizi ilişkilendirdiğini hissettiğimiz sistem” şeklinde tanımlıyorum. Burada anahtar kavram hissetmektir. Dinin varlık nedenini bu kavram üzerine oturtursak birçok felsefi problemi halledeceğimizi düşünüyorum. Bugün Avrupa ve Amerika’da seküler taleplere boyun eğen kiliseler zamanla erirken, tersi politika izleyen kiliseler yeni taraftarlar kazanıyor. Mesela İngiliz Kilisesi’nden Katolik Kilisesi’ne geçenlerin sayısı son yıllarda arttı. Aynı şey Amerika’da söz konusu değil, çünkü Amerika’daki Protestan kiliseleri zaten bu konularda Katolik Kilisesi’nden daha katı. George W. Bush’un ikinci kez başkan seçilmesinde bu konular çok etkili oldu. Amerikan seçimlerinin hep Irak Savaşı bağlamında cereyan ettiği düşüncesi hâkim bizde. Halbuki, Bush başkanlık koltuğuna ikinci defa dindar oylar sayesinde oturdu. CNN’de program yapan Amerikalı gazeteci Ray Suarez, Holy Vote (Kutsal Oy) başlıklı kitabında bu konuyu inceler. Amerika’da son birkaç İktibas seçimde tartışılan en önemli üç konu, eşcinsellik, kürtaj ve idam cezasıdır. Bu üç konu da dini doğrudan ilgilendiren ve duruşunuzda inançlarınızın etkili olduğu konulardır. Bush’un kazandığı ikinci seçimde rakibi Al Gore anketlerde önde giderken birden geriye düştü. Sebep, Al Gore’un eşcinsel evliliklere sıcak baktığını açıklamasıydı. 2008’de Demokrat Parti adayı Obama’nın kazandığı seçimdeki diğer adaylara bakıyoruz. Cumhuriyetçi Parti’den iki aday yarışmıştı başkan adayı olmak için. Birisi Baptist, diğeri Mormon’du; hem de en radikallerinden. Yaklaşan Amerikan seçimlerinde Obama’nın rakibi olmak için Cumhuriyetçi Parti içinde yarışan adaylardan birisi yine bir Mormon. “Modern”in ne olduğu konusunda bir noktayı belirlemekte yarar var. Modernlik tek bir coğrafya veya dünya görüşünün tekelinde olan veya yalnızca bir merkez tarafından belirlenen bir durum değildir. Yahut neyin modern olup olmadığını belirlemek pek de mümkün değildir. Ama bugün kendilerini “modernitenin sahipleri” olarak görenler, modernliği neredeyse “ISO 9001” belgesi gibi bir standarda sabitlemek istiyorlar; tıpkı “İslam İlmihali” gibi bir “Modernlik İlmihali” kurguluyorlar. Oysa böyle bir tavır “modern” olgusunun doğasıyla uyuşmaz; çünkü modernlik değişkenlik içerir, dolayısıyla da bir ilmihali kaldıramaz. Türkiye’de dindarlık hep iki şeyle özdeşleştirildi yıllardır: Yoksulluk ve cehalet. Buradan yanlış bir modernlik algısı devşirildi. Mesela dindar futbolcu, dindar siyasetçi, dindar üniversite hocası ya da dindar subay olamazdınız. “Kamusal alan” safsatası bunun için icat edilmişti. Şimdi bu makus talih yenildi, tabiri caizse Anadolu uyandı ve çevreden merkeze yerleşti. Aslında bir sınıf mücadelesiydi yaşanan. Merkeze yerleşmiş elitlerle Anadolu arasındaki mücadeleydi. Şehirleşme veya iç göçlerle merkezdeki yapı ve görüntü değişti. Modernliği, çağdaşlığı kendi tekellerinde görenlerin alışık olmadığı bir durumdu bu. Karşılarında çağdaşlıkla muhafazakârlığı, modernlikle dindarlığı buluşturan yeni bir sınıf vardı. Bu sebeple bu yeni sınıfı kabullenemediler. Jeep’e binen başörtülüyü, keman çalan türbanlıyı kabullenemediler. Mesela, ben üniversite hocasıyım. Müslüman’ım ve dinimin benden bir birey olarak talep ettiği şeyleri yapmaya çalışıyorum; bana doğrudan yasak kıldığı şeylerden de sakınıyorum. Mesela alkol almıyorum, domuz eti yemiyorum. Kendimi “modern” olarak tanımlıyorum. Modern eğitim sisteminin okullarında yetiştim. Londra Üniversitesi’nde doktora yaptım. Ama Türkiye’de kendi üniversitemde 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda bana uzatılan kadehi reddettiğimi gören bir öğretim üyesi bana “gerici” diyor, çağdaş olmadığımı, modern olmadığımı düşünüyor. Mesela Katolik Cizvit tarikatının Amerika’da 27 tane üniversitesi olduğunu bilmiyor. 1930’ların laiklik anlayışını modernlik olarak bana takdim ettiğinin farkında değil. Bu anlayıştakiler Batılı futbolculara haç çıkarma hakkını verirken bizim futbolcularımızın dua etmesine karşı çıktılar. Çünkü çağdaşlığı, modernliği kendi ideolojilerinin ve zümrelerinin tekelinde gördüler. Ama artık bu söylemleri demode oldu. Onun için de gerek siyaset arenasında gerek ideolojik arenada kaybetmeye mahkumlar. 75 İktibas KEMALİST SURELER: ANDIMIZ ve GENÇLİĞE HİTABE AYŞE HÜR 5BSBGtɮVCBU “1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir ant meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı’ dedi. Kâğıtta şöyle yazıyordu: Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak; yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.” Bu sözler, Türk çocukları tarafından o yıldan beri tekrarlanmaktadır. Vatanperver Dr. Reşit Galip, evvelâ bir baba olarak bu hisleri duymuş; sonra da Millî Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına bu andı içirmişti.” Bu satırlar Mustafa Kemal’in (o yıllarda henüz Atatürk soyadını almamıştı) en yakın çalışma arkadaşlarından Afet (İnan) Hanım’a ait. Sözü edilen ant ise tahmin edeceğiniz gibi, o tarihten beri çocuklarımızın her sabah derse başlamadan önce hep bir ağızdan okudukları ve başta Kürt siyasal hareketi olmak üzere aklı başında tüm kesimlerin kaldırılmasını talep ettiği ünlü “Andımız”. 76 Gündem Reşit Galip kızları için yazmış 4FLŔ[ZMEBLFSF Başka kaynaklardan öğrendiğimize göre dönemin Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip’in bu icadı Mustafa Kemal tarafından çok sevilmiş ve Talim Terbiye Kurulu tarafından 10 Mayıs 1933 tarihli bir genelge ile bütün okullarda her gün tekrarlanması zorunlu kılınmıştı. 12 Mart 1971 Muhtırası’nın etkisiyle olsa gerek, 1972 yılında, “Öğrenci Andı”nın bir kelimesi değiştirilmiş, bir de koyu renkle gösterdiğim cümleler eklenmişti: O günden beri bütün okul çocukları her sabah bu hamasi cümleleri gırtlaklarını yırtarak söylemek zorundalar. Yazılarımdan birinde (“Fitne, CIA, Jakobenlik, bilimsel şüphecilik”, 9.10.2011) “Kemalist rejimin tüm pozitivizmine(!) rağmen, hayatım boyunca tam 101.425 kere ezanla ibadete davet edildiğimi hesapladım. Üstelik son 10 yıldır camili bir sitede oturduğum için bu daveti bilmem kaç desibellik mikrofonlardan haykıran, usulden nasibini almamış müezzinlerden dinledim” demiştim de bazıları bana pek kızmıştı. Şimdi de Kemalistleri kızdıralım: Yılda ortalama 160 öğrenim günü olduğunu varsayarsak, bir çocuk, ister Kürt, ister Ermeni, ister Rum, ister Laz, ister Çerkes, ister Fransız kökenli olsun çocuk sekiz yıllık temel eğitimi boyunca 1280 kere ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım...” demek zorunda. Bunun ideolojik bir beyin yıkama olduğunu söylemeye herhalde gerek yok. Yine de matematiksel olarak bakarsak, “Dindar kuşaklar yetiştirmek” isteyenler Kemalist ideologlara göre daha şanslı görünüyor. Yani yakın tarihte andımızı kaldıramazlarsa çok telaş etmesinler. “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene.” 1997’de, büyüklerimiz andı elden geçirme ihtiyacı hissettiler nedense. “Yasam” kelimesi “ilkem” ile değiştirildi, “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun” cümlesi sona alındı ve ant şöyle oldu: “Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. Ne Mutlu Türküm Diyene!” Gençliğe en büyük armağan Andımız’dan sonra topun ağzında olan Gençliğe Hitabe ise, daha az tekrarladığımız bir metin olmakla birlikte kapsama alanı Andımız’dan çok daha geniş ve daha derin. Bilindiği gibi Gençliğe Hitabe, Mustafa Kemal’in 15-20 Ekim 1927’te toplanan CHF Kongresi’nde okuduğu Nutuk’un sonuç bölümü. Hazırlıklara Ankara’da Gündem başlayan Mustafa Kemal, çalışmalarını İstanbul’da sürdürmüştü. 16 Mayıs 1919’da Samsun’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılışından tam yedi yıl sonra 1 Temmuz 1927 günü İstanbul’a geldiğinde halk kendisini büyük sevinçle karşılamıştı. Bu yedi yılda neler olmamıştı ki... “Yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşı” kazanılmış (1919-1922), Saltanat kaldırılmış (1922), Ankara başkent olmuş (1923), Cumhuriyet kurulmuş (1923), Hilafet kaldırılmış (1924), Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924), Şapka Kanunu (1925), Medeni Kanun (1926) gibi Kemalist modernleşmenin temel metinleri kabul edilmiş, Takrir-i Sükûn Kanunu (1925), İstiklal Mahkemeleri (1920-1925) ile muhalefet susturulmuş, İzmir Suikastı Davası (1926) ile önemli siyasi rakipler radikal biçimde tasfiye edilmişti. Sıra muzaffer bir komutan olarak eski payitahta, İstanbul’a dönmeye gelmişti. Mustafa Kemal, Dolmabahçe Sarayı’nda kaldığı üç ay boyunca Nutuk üzerinde çalışacaktı. Uykusuz geceler Falih Rıfkı’ya (Atay) göre “Uzun saatler süren diktelerden sonra yazanlar sekiz on saatlik bir uykuya gittikleri zaman Atatürk bir banyo alır, giyinir, akşam davetlilerine o gün yazdıklarını okutmak üzere sofraya inerdi. Okuma ve o günkü yazılar üzerine konuşmalar da saatlerce sürerdi. Bu defa dinleme ve konuşmalardan yorulanlar uzun bir rahatlama için evlerine dönerler, Atatürk çok defa kısa bir uykudan sonra bir gün önceki çalışmalarına koyulurdu. Bu kadar sıkı çalışma haftalarca sürmüştür. Cümleler, kelimeler İktibas ve noktalar üzerinde titizce durduğunu unutmayınız.” Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) de şöyle der: “Atatürk, fikrî alanda da cephedeki kadar destanî bir adamdı. Biz bunu, ilk defa Büyük Nutuk’unu hazırlayıp yazarken gördük. Bunun üstünde bütün bir gün gece yarılarına, bazen şafak sökünceye kadar emek sarfettiği olurdu. Ertesi akşam hepimizi toplar, yazdıklarını ve sıraya koyduğu vesikaları hep birarada okumamızı isterdi. Bazı akşamlar kendisi okur, biz dinlerdik. Fakat bu boşuna bir dinleme değildi. Daha doğrusu; yalnız dinlemek zevkiyle kalmazdık. Her beş veya on dakikada durup okudukları hakkında fikir ve görüşlerimizi söylemeğe mecbur tutulurduk. Atatürk, mülâhaza ve mütalâalarımızı derin bir dikkatle karşılar ve bazen bu mütalâa ve mülâhazalar neticesinde, kimbilir kaç saatlik emek sarfederek yazıp çizdiklerini baştan aşağıya değiştirirdi.” İki damla gözyaşı Nutuk’un yazılış sürecini neredeyse aynı cümlelerle anlatan Afet İnan, muhtemelen o günlerde (1926) bazı dedikodulara cevap vermek için, Gençliğe Hitabe’nin bizzat Mustafa Kemal tarafından yazıldığını ısrarla söyler: “Yaz aylarının sıcak bir gününün gecesi, Atatürk’ün etrafında daha kalabalık bir aydınlar topluluğu vardı. O, arkadaşlarına adeta bir sürpriz hazırlamanın sevinci içinde, ‘Oturunuz ve dinleyiniz’ dedi. Sonra da Nutuk’un sonuna koyacağı satırları yüksek sesle okumaya başladı. Dinleyicilerin nefes dahi almadıklarını sanıyorum. Çünkü ben kendimi öyle hissediyor ve ulusal bir heyecanın etkisi içinde yaşıyordum. Bütün Milli Mücadele’nin tarihi olan Nutuk bu satırlarla son bulacaktı. Atatürk bu metni okuyup bitirdiği zaman derin bir nefes almış, fakat iki damla gözyaşını da bizlerden saklamamıştı.” Gençliğe Hitabe’deki tashihler Afet İnan şöyle devam eder: “505-506 sayfa numarasını taşıyan bu son yapraklarda görüldüğü gibi hemen hiçbir düzeltme yoktur. Yazı Atatürk’ündür. Üç yerdeki düzeltme ise yazarken yapılmıştır. Evvela ‘Ey Türk Genci’ demiş, fakat hemen ‘Genci’ kelimesini silerek ‘Gençliği’ olarak düzeltmiştir. İkinci düzeltme şudur: ‘Galipler cebren ve hile ile’ diye başlayan cümlenin başındaki ‘Galipler’ kelimesini silmiştir. Sonuncu düzeltme ise ‘İşte bu ahval ve şerait içinde dahi Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır’ cümlesinde yapılmıştır. [Araya “vazifen” kelimesi konmuştur.] Devam ettiği en son cümle de yarım kalmış ve onu tamamen silmiştir. O da aynen şöyledir: ‘Efendiler, son kuvvetini kendi mefkûresinde (ideallerine) ve damarlarında bulan Türk evladının elinde İstiklal ve Cumhuriyetin ilânihaye (sonsuza dek) mahfuz ve masun (korunacağına ve dokunulmaz) olacağına, Cumhuriyet sancağının itibarı[nın] daima yüksek bulunacağına’...” Nihayet Nutuk okunuyor Afet İnan’ın şahitliğini burada kesip, CHF Kongresi’ne döne- 77 İktibas lim. 15 Ekim 1927 Cumartesi günü saat tam 10:00’da Mustafa Kemal TBMM salonuna girmişti. Üzerinde şık bir lacivert jaketatay (Fransızca “jacquet a taille” yani “kuyruklu ceket” denen resmî giysi) vardı. Sürekli alkışlar arasında kürsüye yürüdü ve başıyla salondakileri selamladı. İlk cümlesi “Halk Fırkası Kongresi açıldı” olmuştu. Daha sonra cebinden çıkardığı kırmızı kaplı küçük defterin sayfalarını karıştırıp nutkuna başlamıştı. O günün basınından öğrendiğimize göre, nutkunu atarken, önünde duran notlara bakarak konuşmuş, kelimeleri tane tane, üzerine basa basa telaffuz etmişti. Yine basının belirttiğine göre, ilk başlarda sesi zayıf çıkmasına rağmen, giderek güçlenmiş ve “müzikal bir ahenk” almıştı. Nutuk’u okurken, zaman zaman dinleyicilerden sesi için özür dilemişti. Hatta bir keresinde bir yudum su içtikten sonra “Efendiler, biraz nezle oldum. Sizi rahatsız etmiyor muyum?” demişti. “Ey Türk Gençliği!..” Nutuk’un okunması tam altı gün, 36 saat 33 dakika sürmüştü. Nutuk’un tarihsel ve metinsel analizini bir başka yazıya bırakıp uzun maratonun sonuna gelirsek; Kongre’nin son günü olan 20 Ekim 1927’de Mustafa Kemal sözlerini şöyle bağlamıştı: “Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.” Bu cümleyi okurken sesi daha kısılmış, titremiş, gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Gözyaşları 78 Gündem içinde “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ebediyen muhafaza ve müdafaa etmektir!” diye başlayan ve “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” diye biten Gençliğe Hitabe’yi okuduktan sonra cebinden çıkardığı mendil ile gözlerinin yaşını silmiş ve alkış tufanı arasında kürsüden inmişti. Bu sırada neredeyse tüm salon onunla birlikte ağlamaktaydı. “Mustafa Kemal’in Göz Yaşları” başlıklı haberler vermişti. Resul mü, yaradan mı? “Ey Türklüğün büyük teşahhusu (şahsiyeti), ey bizim aziz babamız! Ertesi gün gazeteler bu duygulu anları okuyucularına aktarmakta yarış içindeydiler. Hakimiyet-i Milliye yazarı Avni Yavuz, “Gazi’nin kitabını okuyan ve onun eserlerini tetkik eden en mutet (sayılı) imansızlar bile artık onun bir millî resul (peygamber) olduğuna şüpheleri kalmayacağından emin olmak isterler” derken, aynı gazeteden Akçuraoğlu Yusuf Bey “O, yalnız Türk düşmanlarına galebe çalarak, Türk yurdunu kurtarmadı: O, yalnız Türk’lerin önüne düşerek, Türk’lere doğru yolu göstererek, Türk’lere hakikati göstererek Türk’leri necata erdirmedi. O, Ademoğullarının büyük bir kısmına, yalnız büyük kısmına değil, belki hepsine yeni bir hayat yaratıyor. ...Yeni bir hayat yaradana bilmem ne derler?” diyerek Mustafa Kemal’i tanrı katına çıkarıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın Gençliğe Hitabe’yi okurken gözlerinin yaşarması yabancı gazeteleri de etkilemişti. Örneğin İngiliz gazeteleri Daily Telegraph “Gözleri Yaşlı Mustafa Kemal”, Westminster Gazette “Gözü Yaşlı Türk Diktatörü” Daily Herald ise “Gençliğin Gazi’ye Cevabı” Ertesi gün sıra “Türk Gençliği”nin Gazi’ye cevap vermesine geldi. Ankara Hukuk Fakültesi öğrencileri, 21 Ekim 1927 günü biraraya geldiler ve Gençliğe Hitabe’yi yüksek sesle tekrarladıktan sonra duygularını kâğıda döktüler, ardından bu metni basına dağıttılar. Metinde şöyle diyordu: Ruhlarına heyecan, dimağlarına nur saldığın gençlik sana diyor ki: Senin sevgini gönlünde, irşadlarını (doğru yolu göstermeni) şuurlu (bilinçli) adımlarının istikametinde bulan gençlik, şüphesiz ki senin dehan ve azminle Türklüğe hediye edilen Cumhuriyeti hayatından daha aziz ve mukaddes (kutsal) tanımıştır. Onun müdafaası için hiç bir fedakârlıktan çekinmeyecek, onu gözlerken çok kıskanç davranacaktır. Bugün de seni görmekle bahtiyar olan gençlik, tarihte masum ve asil kalmış olan milletimize köşe köşe dahilî ve haricî tuzaklar hazırlayan bu tarihi nasıl değiştirdiğinden ve bunların acı neticelerinden habersiz ve hissiz kalamaz ve kalmayacaktır. Dedelerinin gafletiyle yuvarlandıkları çukurlara bir daha düşmemek için bugünün dersini pek kara ve karanlık olan dünden halâs (kurtuluş) ve intibahının (uyanışının) hassasiyetini ise senin mevcudiyetinden ve iradenin ateşinden alacaktır. Milletinin hissiyatı ve sevgisini ondan aldığı saf ve mert kanla damarlarında dolaştıran gençlik –Türk istikbalinin Gündem evlatları– milletin varlığına ve onun kalbi olan aziz Cumhuriyetine en ufak yan bakışların bile tahayyül ve tasavvuruna uyuşuk ve hareketsiz kalamaz. Adı Türk, kanı Türk, bütün mevcudiyeti Türk olan millet ve onun gençleri kendisini yokluktan varlığa, ölümden hayata, karanlıktan ışığa is’âl edenlerin (ulaştıranların) açtıkları kurtarış çığırında her vakit istiklal ve istikbalinin koruyucusu, kan ve candan çizilmiş hudutların bekçisi olacak ve ebediyete kadar da öyle kalacaktır.” Benzer bir töreni, 22 Ekim 1927 Cumartesi günü İstanbul’da Darülfünun öğrencileri yaptı. Ertesi gün bütün fakülte ve üniversitelerin temsilcilerinin katıldığı toplantıda Milli Türk Talebe Birliği Cemiyeti Reisi Tahsin Bekir (Balt) Bey, önce Gençliğe Hitabe’yi okudu, ardından Gazi’ye çekilecek telgraf metni hazırlandı. Bu da en az Ankara Hukuk Fakültesi öğrencilerinin metni gibi hamasiydi. Ardından Maarif Vekâleti, hem Gençliğe Hitabe’nin hem Gençliğin Gazi’ye Hitabesi’nin okul duvarlarına asılması talimatını verdi. O tarihten sonra da metin Mustafa Kemal’in üstün hitabet gücünün, belagatinin mümtaz bir örneği olarak kutsandı. Gençliğe Hitabe’yi İnönü mü yazdı? Yıllar sonra, Oral Çalışlar Liderler Hapishanesi, 12 Eylül Günlükleri (Güncel Yayınları, 2007) adlı kitabında Gençliğe Hitabe’nin asıl yazarının İsmet İnönü olduğunu iddia etti. Çalışlar’a bu bilgiyi 12 Eylül darbesinden sonra hapishane arkadaşlığı yaptığı Bülent Ecevit vermişti. Bülent Ecevit’e de İktibas İsmet Paşa anlatmıştı. İddiaya göre, Mustafa Kemal hazırladığı nutku okuması için İnönü’ye vermiş ve fikrini söylemesini istemişti. İnönü uzun konuşmayı okuyup bitirdikten sonra Atatürk’e iade etmişti. Atatürk’ün “Nasıl buldun” sorusuna, “Paşam çok güzel, ancak, sonunu gençliğe hitap ederek bitirmek sanırım faydalı olur” cevabını vermişti. Atatürk de bunun üzerine “O zaman sen yaz böyle bir bölüm; bakalım, iyi olursa dediğin gibi yaparız” demişti. Bunu üzerine İnönü Nutuk’un sonundaki ünlü Gençliğe Hitabe bölümünü kaleme almıştı.Ecevit bu hikâyeyi 1978-1979 yıllarında Milli Eğitim Bakanı olan Necdet Uğur’a da anlatmıştı. İddia o günlerde epey ses çıkardı ama yeminli Atatürk uzmanları “Gençliğe Hitabe’nin Atatürk’e ait olmaması ihtimali milyonda birdir” demekten öteye gidemediler, çünkü Afet İnan’ın gördüğünü söylediği müsveddeler ortada yoktu. (Bir rivayete göre dönemin Cumhurbaşkanlığı Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu’nun ailesi tarafından muhafaza ediliyor.) Bülent Ecevit de yaşamadığı için, bu iddiayı doğrulamak da yalanlamak da mümkün değil. Ancak metin, Nutuk’la büyük uyum içinde. Türk, kan, ırk, dâhili ve harici düşmanlar, gaflet, delalet, hıyanet, istilacılar gibi kavramlar Nutuk’un da temel kavramları. Kutsala dokunan yanar! Sonuç olarak kim yazarsa yazsın, Gençliğe Hitabe, okunduğu günden beri Kemalist düşünce setinin kutsal metinlerinden biri oldu. Rejimin kendini tehlikede hissettiği dönemlerde, (mezar- lıktan geçerken ıslık çalmak gibi) Gençliğe Hitabe yüksek sesle okunarak korkular savuşturuldu. Saflar sıklaştırıldı, iman tazelendi. Hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik’in “Gençliğe Hitabe ve Andımız ayet mi” diye sorması aslında tersten durum tesbiti sayılabilir. Yani Gençliğe Hitabe’ye yönelik eleştirilerin Kemalist müminlerin tepesini neden attırdığını tahmin etmek zor değil. Bunu hükümetin de anlaması gerekir, çünkü onların da kutsalları bol. Sözü bağlarken hükümete naçizane bir tavsiyede bulunayım: İşe, Milli Eğitim Bakanlığı’nın internet sitesinde, 19 MayısVecizeler bölümünde yer alan “Gençliğin Atatürk’e Cevabı” başlıklı garip metni kaldırarak başlayabilirler. Ardından Reşit Galip’in kızları için yazdığı ama sonra tüm çocuklarımızın başına bela olan Öğrenci Andı’na gelirler. Ancak Gençliğe Hitabe konusunda epey zorlanacaklarını söyleyeyim... Özet Kaynakça: Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler (Baskıya Hazırlayan: Arı İnan), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007, s.280-287 ve 440-451; a.g.y., “Büyük Nutuk’ta Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”, Belleten, C. XXX, S. 120, 1966; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık, 1969, s. 551; “Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Hatıralar: Yorulmak Bilmez Atatürk”, Ulus, 13 Temmuz 1961; Ruşen Eşref Ünaydın, “Mustafa Kemal’le Mülakat”, Türk Dili, C.V, S. 56, 1956, s. 475. [email protected] 79 Çizgibas 80 Ayın Başlıkları ALİ BAYRAMOĞLU: ‘AKP-CEMAAT KOALİSYONU ÇATLADI’ BİRGÜN 23 ŞUBAT AKP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI ÖMER ÇELİK: ‘SURİYE’DE BİR KATLİAM ŞEBEKESİ VAR’ YENİ AKİT 24 ŞUBAT ENERJİ BAKANI TANER YILDIZ: ‘AB’NİN İRAN KARARLARI BİZİ BAĞLAMAZ’ YENİ ŞAFAK 24 ŞUBAT ÖZEL YETKİLİ SAVCI OSLO’DAKİ MİTPKK GÖRÜŞMELERİ NEDENİYLE MİT MÜSTEŞARI HAKAN FİDAN İLE İKİ ESKİ MİT YÖNETİCİSİNİ İFADEYE ÇAĞIRDI HÜRRİYET 8 ŞUBAT ESER KARAKAŞ: ‘DİNDARLAR KENDİ MÜFREDATLARINI BELİRLEMELİ’ YENİ ASYA 20 ŞUBAT BAŞBAKAN ERDOĞAN: ‘ATEİST GENÇLİK Mİ YETİŞTİRELİM?’ MİT BAŞKANININ İFADEYE ÇAĞRILMASININ ARDINDAN İSTANBUL EMNİYETİNDEN İKİ ŞUBE MÜDÜRÜ GÖREVDEN ALINDI AJANSLAR 9 ŞUBAT HABERTÜRK 2 ŞUBAT İRAN DONANMASI SURİYE’DE TARAF 19 ŞUBAT 28 ŞUBAT BRİFİNGLERİ İÇİN YARGILAMA SÜRECİ BAŞLATILDI STAR 16 ŞUBAT AZİZ YILDIRIM ŞİKE DAVASINDA YAPTIĞI SAVUNMADA: ‘BİZİ ATATÜRK’ÜN YOLUNDAN ÇEVİRMEK İSTİYORLAR’ DEDİ. MİT’TEN SAVCILIĞA YANIT: ‘YETKİNİZ YOK’ SABAH 10 ŞUBAT ÖZEL YETKİLİ SAVCI SADRETTİN SARIKAYA’YA DOSYADAN EL ÇEKTİRİLDİ MİLLİYET 12 ŞUBAT ÇANKAYA ‘MİT YASASI’NI BEŞ SAAT İÇİNDE ONAYLADI HABERTÜRK 18 ŞUBAT HABERTÜRK 22 ŞUBAT LİSELİ İKİ KIZI ÖLDÜRÜP İNTİHAR EDEN SALDIRGAN 9 KEZ SAVCILIĞA ŞİKAYET EDİLMİŞ! DELEGELERİ ARKASINA ALAN KILIÇDAROĞLU BAYKAL-SAV EKİBİNİ SİLİP PARTİYE TAM HAKİM OLDU RADİKAL 27 ŞUBAT BUGÜN 24 ŞUBAT HRANT DİNK DAVASI GEREKÇELİ KARARI: ‘ÖRGÜT VAR HEM DE BÜYÜK’ MİLLİYET 24 ŞUBAT HÜKÜMETİN 12 YILLIK EĞİTİM (4+4+4) ÖNGÖREN KANUN TEKLİFİNE TÜSİAD’DAN TEPKİ AJANSLAR 23 ŞUBAT ANLAM BASIN YAYIN Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA 5FM t'BLT