iktibas mart 2012

Transkript

iktibas mart 2012
Sayı:
399 – Mart 2012
SİSTEM-İÇİ MÜCADELE SÜRECİNDE
POZİSYON KAYMALARI
Akif Emre ile Röportaj:
“Müslümanlar Hiç Kur’an Okumuyorlar Mı?”
Tarihsel Zamanları Etkilemek
ATASOY MÜFTÜOĞLU
Dindar Gençlik
MEHMED DURMUŞ
Küreselleşmenin Geleceğinde Dinin Etkisi
Aylık Dergi 6 TL
ABDULLAH METİN
“Ezan Duası Yapana Peygamber Şefaat Edecek mi?”
HÜSEYİN BÜLBÜL
Selam İle
Sizleri Allah’ın selamı ile selamlıyoruz değerli okuyucularımız.
İçinde yaşadığımız ülkeye hükmeden siyasal rejimin yenileşme çabaları devam etmektedir.
Hükümeti hedef alan MİT
elemanlarını ifade vermeye
çağırma hamlesi Şubat ayına
damgasını vurdu. Bu olayı bir
darbe olarak yorumlayanlar bile
oldu. MİT olayıyla beraber, AK
Parti-Fethullah Gülen cemaati
arasında yaşandığı iddia edilen
kriz gündem oldu. Türkiye’de
rejim tarafından bilinçli olarak
neşvü nema bulması istenmiş,
adı ‘cemaat’e çıkmış olan bir
grubun, AKP iktidarı ile -küçük
çaplı sitemlerin dışında- ciddi
bir çatışmaya girmesi beklenmemelidir. Çünkü Kur’an
merkezli sahih bir İslamî
uyanışın önündeki en önemli
engellerden biri olan ‘hizmet’,
laik-demokratik siyasal hedefler
üzerinde bir uzlaşmayı gerekli
kılmaktadır.
Dış siyasette ise yanı başımızda,
Suriye’de Beşşar Esed rejimi,
Suriyeli insanların kanını akıtmaya devam etmektedir. Öyle
görünüyor ki, diktatörler, burunlarının dibinde, kendisinden
birkaç kat daha fazla iktidar
koltuğunu işgal etmiş refiklerinin daha bir senesini bile
tamamlamamış, acı akıbetinden
ibret almamaktadırlar. Demek
ki iktidar kibri böyle bir şeydir.
Galiba bir diktatör, kendisini
dünyanın merkezi sanmaktadır.
Fakat Beşşar Esed’i de benzerleriyle aynı akıbetin beklediğinden hiç kuşku duymamaktayız.
İç ve dış siyasetteki bu yoğun
gündemi, sizler için Yeni Şafak
gazetesi yazarı sayın Akif Emre
ile konuştuk. Büyük bir beğeni
ile okuyacağınız bu röportajdan
dolayı Akif Bey’e teşekkür ediyoruz.
Değerli okuyucularımız!
Bizler elbette, akarsuyun sürüklediği yaprak misali, iç veya
dış gündemin zebunu olmamalıyız. Gündemi takip etmekle,
gündemin içinde kaybolmak,
gündem tarafından kuşatılmak
birbirinden ayrı şeylerdir. Bizlerin esaslı gündemimiz olmalı ve
hiçbir şart, bu asıl gündemimizi
değiştirmemelidir. Bizim gündemimiz ise, Allah’ı razı edici
bir hayatı inşa edebilmektir.
Müslümanlar olarak, iç veya dış
güçlerin belirlediği siyasal koşullar içinde erimek/kaybolmak
hakkına sahip değiliz. Küresel
ölçekte her gün biraz daha güçleniyor gözüken sistem bizleri
yılgınlığa sevk etmemeli, kendi
değerlerimizi, kendi çabalarımızı küçük görmemeliyiz. Unutmayalım ki, şirk sisteminin
çabası, örümcek ağı kadar zayıf,
rüzgârın savurduğu kül kadar
köksüzdür. Bizler, İslam gibi en
köklü, en kalıcı, en gerçekçi bir
hakikat mirasına sahibiz. İslam
üzere olduğumuz sürece hiçbir
şeyden korkmamamız gerektiğini iyi bilmeliyiz.
Rabbimiz, “Ey iman edenler!
Siz kendinize bakın. Siz hidayet
üzere olduğunuz takdirde sapan
kimse size zarar veremez. Hepinizi dönüşü Allah’adır. Artık O,
size yaptıklarınızı bildirecektir.”
(Maide, 105) buyurmaktadır.
Demek ki bizim programımız
bellidir: kendimize bakmak…
Bu cümleden olarak, hiçbir şe-
kilde ihmal etmememiz gereken
ödevlerimiz olduğunu hatırdan
çıkartmamalıyız.
Elinizdeki sayı, 2012 yılının
üçüncü sayısıdır. Dergimizin
yeni biçimini beğenmeniz bizleri sevindirmiştir. Rabbimizin
izniyle hep birlikte, daha nice
güzel İktibaslarda buluşmayı
umud ediyoruz.
B
izler elbette,
akarsuyun
sürüklediği yaprak
misali, iç veya dış
gündemin zebunu
olmamalıyız. Gündemi
takip etmekle,
gündemin içinde
kaybolmak, gündem
tarafındun kuşatılmak
birbirinden ayrı
şeylerdir. Bizlerin
esaslı gündemimiz
olmalı ve hiçbir şart,
bu asıl gündemimizi
değiştirmemelidir.
Bizim gündemimiz
ise, Allah’ı razı edici
bir hayatı inşa
edebilmektir.
Sizlerden yine yazılarınızla,
görüş ve önerilerinizle, eleştiri
ve uyarılarınızla bize destek
olmanızı bekliyoruz.
Bir sonraki sayımızda buluşmak üzere, sizleri Allaha emanet ediyoruz.
İktibas
YIL: 32
SAYI: 399
Mart 2012
KURUCUSU
Ercümend ÖZKAN
SAHİBİ
Anlam Basın Yayın
San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına
Zafer ÇAM
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Hüseyin BÜLBÜL
YAYIN KURULU
Mehmed DURMUŞ
Abdullah PAMUK
Yüksel İSMAİLOĞLU
İSTİŞARE KURULU
Şükrü HÜSEYİNOĞLU
Bünyamin ZERAN
Mustafa ATAV
Mustafa BOZACIOĞLU
SANAT-EDEBİYAT
Elif İSMAİLOĞLU
KAPAK – DİZGİ – TASARIM
İktibas
BASKI
Bizim Repro Ltd. Şti.
Büyük San. 1. Cd.
No: 99/2 İskitler/ANKARA
0312 341 10 20
YAYIN TÜRÜ
Yerel Süreli Yayın
YILLIK ABONE
2012 Yılı (397 ila 408. Sayılar)
Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL.
Yurtdışı: 45 Euro
E-Dergi (PDF): 30 TL.
HAVALE İÇİN
ANLAM Basın Yayın Ltd.
Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi
IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08
TL için
: 0015808 nolu hesap
Euro için : 0041388 nolu hesap
Yurt Dışı : Telat Özhan
Banka Adı : Deutsche Bank
Konto Nummer: 0228684 00
BLZ 550 700 24
Mainz Şubesi
Tel/Fax: 00496131234388
BIC: DEUT DE DBMAI
IBAN: DE64 5507 0024 0022 8684 00
POSTA ÇEKİ HESABI
Anlam Basın Yayın Ltd. Şti.
Posta Çeki: 150179
İLETİŞİM
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA
Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61
Dergimizde yayınlanan yazılardan
yazı sahipleri sorumludur.
web: www.iktibasdergisi.com
e-mail: [email protected]
İçindekiler
Selam İle .......................................................................................................1
Yorum
Sistem-İçi Mücadele Sürecinde Pozisyon Kaymaları ve Krizler .......4
Abdullah
Pamuk
Kavram
Şerh-ı Sadr ...............................................................................................9
Hüseyin
Bülbül
Düşünce
Tarihsel Zamanları Etkilemek .............................................................13
Atasoy
Müftüoğlu
Dindar Gençlik......................................................................................17
Mehmed
Durmuş
Küreselleşmenin Geleceğinde Dinin Etkisi .......................................22
Abdullah
Metin
Röportaj
Akif Emre: “Müslümanlar Hiç Kur’an Okumuyorlar mı?” .............26
Röp:
Şükrü Hüseyinoğlu
Değişim Algısının Değişimi ................................................................39
Mustafa
Bozacıoğlu
Çağın İlerisinde ve Gerisinde Olmak ya da Hakka Yakın
Durmak... ..............................................................................................45
Bünyamin
Zeran
Dışarıda Kalarak İçinde Yaşamak .......................................................48
Talat
Özhan
Müslüman Olarak Yaşlanmak .............................................................52
Hikmet
Ertürk
Ahlâk(sız) Müslümanlık mı? ...............................................................58
Elmas
Şahin
Sanat – Edebiyat
Şairin Gündönümü III .........................................................................60
Mehmet
Mortaş
Konuşan Kalem .....................................................................................61
Dilek
Buz
Öze Dönüş .............................................................................................64
M.Akif
Şahin
Hubel Hubel - Şehid Seyyid Kutub.....................................................65
Çev.
Sümeyye Hamarat
Gaye ........................................................................................................66
Mustafa
Bozacıoğlu
Mektuplara Cevaplar
“Ezan Duası Yapana Peygamber Şefaat Edecek mi?” .......................67
Hüseyin
Bülbül
Gündem ......................................................................................................73
Çizgibas.......................................................................................................80
Yorum
SİSTEM-İÇİ
MÜCADELE
SÜRECİNDE
POZİSYON
KAYMALARI VE
KRİZLER
ABDULLAH PAMUK
b
ölge insanının
bir süredir
yaşadığı yenilmişlik
psikolojisiyle sorunlu
din anlayışının ortaya
çıkardığı ve küresel
güçler tarafından da
kabul gören ucube
sentezler, toplumsal
tabanı bulunmayan
bazı çevreleri tehdit
etmesi, liberal solcuları
da geçmişte ittifak
halinde oldukları
hükümet ile bir
vesileyle karşı karşıya
getirmektedir.
4
Değişim ve dönüşüm süreci
henüz tamamlanmamış Türkiye
Cumhuriyeti’nde yaşanan olayları, gündeme gelen krizleri tüm
boyutlarıyla anlayabilmek için
sistem - içi mücadele sürecinin
iç ve dış dinamiklerini, evrimci
yöntemini hatırımızdan çıkarmamamız gerekir. Bu bağlamda,
üretilmiş Kürt sorunu bağlamındaki gelişmeleri isabetli yorumlayabilmek için konuya müdahil
iç ve dış odakların aldıkları
pozisyonların gözden kaçırılmaması çok önemli ve gerekli…
Genel olarak bu süreçte, değişimci unsurların büyük oranda
sisteme hâkim olduğu söylenebilir. Ancak 12 Eylül Anayasa
Referandumu sonrasında bu
yöndeki değerlendirmelerin
zaman zaman abartıldığı, bazı
çevrelerin beklenti ve taleplerini yukarıya çektikleri görüldü.
Bunun yanında hala her şeyin
bitmediğini hatırlatan gelişmeler
yaşandı, yaşanmakta ve bundan
sonra da benzer gelişmeler yaşanacaktır. Dış konjonktürün
ortaya çıkardığı vasattan beslenen ve derin krizlere neden
olan bu gelişmeler yanında yeni
Türkiye’de henüz netleşmeyen
iç dengelerden kaynaklanan
sıkıntılar da yaşanmaktadır.
Birincisini özel yetkili savcıların
MİT mensuplarını ifadeye çağırmasıyla başlayan kriz ekseninde
örneklendirmeye çalışacağız.
Ama ondan önce iç dengelerden
kaynaklanan ve birincisiyle de
ilintili olan, liberaller ile siyasî
iktidar arasındaki çatışmayı ele
almamızda yarar var.
Daha önce “Tasfiye süreci kanlı
mı olacak, kansız mı?” başlıklı
yorumumuzda dile getirdiğimiz
PKK’nın tasfiye süreci eksenindeki tartışmalar, üretilmiş Kürt
Sorunu’nun çözüm yöntemi ve
demokratikleşme çabalarının
hızı konularında yoğunlaşsa da
liberalleri korkutan asıl unsur,
AKP ve yeni Türkiye gerçekliğinin bu toplumdaki algısının
kendilerinin hareket alanını
giderek daraltmasıdır. Bölge
insanının bir süredir yaşadığı
yenilmişlik psikolojisiyle sorunlu din anlayışının ortaya çıkardığı ve küresel güçler tarafından
da kabul gören ucube sentezler,
toplumsal tabanı bulunmayan
bazı çevreleri tehdit etmesi, liberal solcuları da geçmişte ittifak
halinde oldukları hükümet ile
bir vesileyle karşı karşıya getirmektedir. Liberal sol çevrelerin
düz mantıkla anlaşılması zor
bu sert muhalefetlerinin zaman
zaman sistem - içi mücadele
sürecinde pozisyon değişikliği
sınırına yaklaşması da çatışmanın arka planının farklı olduğuna işaret etmektedir.
Demokratik açılımları kaçınılmaz gören, bu sürecin daha
da hızlanması için terörle Kürt
Sorunu’nu alabildiğine birbirinden ayırarak çözmeye çalışan
ve bunların yanı sıra özellikle
bölgede yeni konumu ve misyonu paralelinde iddialı bir dış
politika izleyen bir siyasî iktidar
iş başında ancak, olumsuz dış
koşullar ve bunun sistem - içi
mücadeleye yansımaları bazı
arayışları torpillemektedir. Burada yeni şartlarına uyum sağlamakta zorluk çeken İsrail’deki
radikal unsurlar, onların başta
ABD’de olmak üzere değişik yerlerdeki uzantıları ve Suriye’deki
gelişmeler ciddi handikaplar
olarak görünmektedir. Bahse
konu dış ve onlardan destek alan
içerideki statükocu unsurların
bazı hamlelerinin, siyasî iktidarı
dönemsel de olsa sert yöntemlere yönelttiği gözlemlenmektedir.
Geçmiş yıllarda Oslo’da yapılmış
Yorum
olan MİT - PKK gizli görüşmelerinin planlı ve maksatlı
bir şekilde kamuoyuna sızdırılmasıyla başlayan süreç, AKP
iktidarını yeni bir karara, terörle
mücadelede yeni bir stratejiye
sevk etmiştir. İktidar, daha önce
isteksiz davrandığı KCK tutuklamalarını hızlandırmış, kurumlar
arası ilişkilerde sağladığı nispî
uyumlulukla, KCK - PKK çizgisinin hamlelerine karşı başarılı
operasyonlar gerçekleştirmiştir.
Bununla olumsuz dış şartlardan
yararlanarak pazarlık çıtasını
çok yükseklerde tutan, adeta
müzakere ve uzlaşma yollarını
tıkayan KCK - PKK çizgisinin
gücünü kırmayı, dolayısıyla
çözüme giden yolu açmayı
amaçladığını ortaya koymuştur.
Ne var ki zorunlulukların ortaya
koyduğu bu stratejik değişiklik,
özellikle liberal sol çevrelerce,
1990’lı yılların güvenlik politikalarına dönüş olarak kaba
bir nitelendirmeyle çok sert bir
şekilde eleştirilmiş, bununla
da kalınmayarak, KCK - PKK
- BDP çizgisinin muhatap
alınacağı ve karşılıklı tavizlerle oluşturulacak bir çözüm
dışında bir seçenek olmadığı,
aksi takdirde ülkenin felakete
sürükleneceği üst perdeden dile
getirilmiştir. Hükümetin yeni
stratejisi ve bölgedeki ideolojik
atmosferle paralel olarak ‘mele’
konusunu gündeme getirmesi,
DİB ve bazı cemaatlerin devrede
olduğu bir projeyle bölgedeki
PKK baskısını kırma girişimini
yoğunlaştırması, söz konusu
çevrelerin muhalefetini keskinleştirmiştir. Hem de çok sert,
uyarı düzeyini aşan, tepeden
bakan üslupla tehditkâr tepkiler
ortaya koyan liberal sol çevrelerin dayattığı çözüm yöntemi
ve hızlı demokratikleşme taleplerinin konjonktürel gelişmeler
ve Türkiye’nin yeni misyonuyla
İktibas
uyumluluğu da ciddi bir sorgulamaya muhtaçken… Dönemsel
bazı sıkıntılara rağmen, KCK
- PKK çizgisinin hareket alanının giderek daraldığı, PKK’nın
strateji değiştirerek gerilla savaşı
yerine metropollerde kitlelere
yönelik terör eylemleriyle etkili
olacağını düşünmeye başladığı;
yeni Türkiye’nin bölgeye ve sorunlara yaklaşımının sistemin
kurumları arasındaki uyumun
elverdiğince değiştiği; ABD’nin
D
erin yapının
17.000 faili
meçhullerinin yanı
sıra PKK’nın 15.000 iç
infazlarının tartışıldığı,
bölge insanının
şiddetle karşı bir duruş
sergileyip ‘benim için
öldürme’ kampanyaları
düzenlediği bir
vasatta liberal solun
aşırı hırçınlığının
mantıklı olduğunu
söyleyebilmek zor.
Irak’taki askerlerinin büyük
bir kısmını çektiği ve Kuzey
Irak - Türkiye ilişkilerinin hızla güçlendiği; statükocu derin
yapının devlet politikası gereği
etkisiz hale getirdiği Kürt partilerinin önünün açıldığı, derin
yapının 17.000 faili meçhullerinin yanı sıra PKK’nın 15.000
iç infazlarının tartışıldığı, bölge
insanının şiddetle karşı bir
duruş sergileyip ‘benim için
öldürme’ kampanyaları düzenlediği bir vasatta liberal solun
aşırı hırçınlığının mantıklı
olduğunu söyleyebilmek zor.
KCK operasyonları konusunda
Kürt entelektüellerden Orhan
Miroğlu, İbrahim Öztürk, Kemal Burkay ve benzerlerinin de
gerisine düşen liberal çevrelerin
bu aşırı tepkisini, tutuklamalarda özensiz davranıldığı eleştirisi
çerçevesinde anlamlandırmak
da mümkün görünmemektedir.
Yani aynı kategoride değerlendirilemeseler de zaman zaman
birbirlerine çok yaklaşan söylemleriyle liberal sol çevrelerden
bazıları, ulusalcı - statükocuların çaresizliklerini yansıtan
‘Türkiye sivil diktaya doğru gidiyor’ söylemine eşlik etmelerinin
arka planını anlayabilmek kolay
olmamaktadır. Ama sürecin bu
aşamasında benzer yaklaşımlara
sahip entelektüellerin konuyla
ilgili tartışmaları, tartışmalara
ışık tutmaktadır. Bu çerçevede
Prof. Dr. Halil Berktay’ın ciddi
eleştirileri olduğu malumdur.
Ancak Etyen Mahçupyan’ın bu
konudaki söylemleri, son zamanlarda öne çıkmaktadır.
Mahçupyan’a göre bunların bir
kısmı, entelektüel olarak siyasî
iktidarı anlamaya çalışmak
ve ona göre eleştirmek yerine
siyaset yapmaktalar. Adeta sistemdeki muhalefet boşluğunu
doldurmaya çalışıyorlar. Bunu
yaparken de “ideolojik ahlaksızlık” yaparak, devlet ile AKP
hükümetinin yerini değiştiriyorlar. Özgürlük mücadelesinin
eksenini AKP karşıtlığı şeklinde
belirlemeye çalışarak dolaylı
yoldan Ergenekon Davaları’nı
itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Mahçupyan bu tespitlerini
Habertürk Gazetesi ile ilişiği
kesilen Ece Temelkuran’ın The
Guardian Gazetesi’nde yayımlanan bir yazısıyla örneklendirmektedir. Temelkuran’ın “Türk
gazeteciler çok korkuyorlar ama
bu korkuya karşı savaşmalıyız”
5
İktibas
Ö
nce şu tespiti
yapalım. 7
Şubat’ta gündeme
gelmiş olsa da
krizi ortaya çıkaran
gelişmeler zincirinin
net görünen
yüzü MİT - KCK
görüşmesinin internete
düşürülmesiyle ortaya
çıkmaya başlıyor. KCK
- PKK - BDP çizgisi ve
sistem içindeki malum
unsurlar ve bunların dış
destekçilerinin ortak
operasyonu olduğu
görülen bu sızdırmayla
siyasi iktidarın barışçı
çözüm yollarının
torpillenmek istenildiği
anlaşılmaktadır.
Yorum
başlığını uygun gördüğü yazısı
hakkında, “Ergenekon’un bir
iddia olarak sunulduğu, aslında
iddia edildiği gibi ülkede kaos
oluşturma ve darbeye zemin
hazırlama suçlamalarının gerçek
dışı olduğu ima edilmektedir”
tespitinde bulunan Mahçupyan’a göre “Temelkuran ulusalcı
önermenin içinde konuşuyor
ve ideolojik olarak Ergenekon
çizgisine pek uzak olmadığını
ortaya koyuyor.” Yani bırakın
korkmayı, ulusalcılar ve çeşitli
mülahazalarla onlarla birlikte
hareket edenler, yurtdışındaki
algıyı kontrol etmek, Türkiye İsrail ilişkilerinin konjonktürel
olumsuzluğundan yararlanarak
malum çevrelerin sıkışmalarını
gidermek adına cesur adımlar
atabilmekteler…
Eleştiri sınırlarının ötesine geçerek çözüm yolları dikte etmeye
çalışan, değişim sürecinin yöntemini ve hızını beğenmediklerinden eski müttefikleriyle karşı
karşıya gelmekten çekinmeyen
ve hükümetin dönemsel strateji
değişikliğini karanlık geçmişin
güvenlik politikalarına dönüş
olarak niteleyerek yukarıda
dikkatinize sunduğumuz uç
örneklerle Hasan Cemal, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Cengiz
Çandar ve benzeri liberalleri
aynı kategoride değerlendirmemizin mümkün olmadığını
biliyoruz. Ancak sistem - içi
mücadele ve bölgedeki değişim
- dönüşüm sürecinin geldiği bu
aşamada zaman zaman pozisyon
değişikliği izlenimini veren, arka
planında ideolojik izlerin görüldüğü, abartılı tepkilerin olduğu
da bir gerçek…
Yukarıda özetle gündemimize
taşımaya çalıştığımız gelişmeye
paralel seyreden ve bununla
karşılıklı birbirini etkileyici
6
boyutları olan ikinci gelişme ise
-Emniyet’in topladığı deliller ileözel yetkili savcının MİT’i ifadeye çağırması… Bir başka bakış
açısıyla MİT içinde suç işleyenlerin soruşturulmak istenilmesinin oluşturduğu yanlış algılar…
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
sistemik bir kriz bu…
MİT Müsteşarı Hakan Fidan,
emekli MİT Müsteşarı Emre
Taner, eski Müsteşar Yardımcısı
Afet Güneş’i, KCK soruşturması
çerçevesinde “şüpheli” sıfatıyla
ifadeye çağıran özel yetkili savcının bu girişiminin neden krize
dönüştüğünü anlayabilmek için,
önce bazı tartışmacıların kafasındaki ideal bir devlet anlayışı
üzerinden gitmek yerine, paradigma - model değiştiren sistem
- içi değişim ve dönüşüm süreci
yaşayan ve henüz iç dengeleri
tam olarak kurulamamış bir
rejimden söz edildiğini unutmamak gerekir. Felsefesi, değerleri,
referansı aynı kalmakla birlikte
kendi içinde köklü değişim
yaşayan bu devletin, aynı zamanda, yeni misyonu gereği
iddialı bir dış politikayı yürütme
zorunluluğu duyduğunu da
tespit etmeye ihtiyaç vardır. Bu
çerçevede bu soruşturmanın asıl
hedefinin ne olduğunu tespit
etmenin yanında siyasal sistem
içindeki etkilerini tartışmaya
dâhil etmek de bir zorunluluktur. Aynı zamanda konunun
taraflarının sistem - içi mücadele sürecindeki pozisyonları,
krizin iç ve dış boyutlarının söz
konusu olduğunu, kısaca resmin
tamamını dikkate alma gereğini
unutmamak lazım.
Önce şu tespiti yapalım. 7 Şubat’ta gündeme gelmiş olsa da
krizi ortaya çıkaran gelişmeler
zincirinin net görünen yüzü
MİT - KCK görüşmesinin in-
Yorum
ternete düşürülmesiyle ortaya
çıkmaya başlıyor. KCK - PKK
- BDP çizgisi ve sistem içindeki
malum unsurlar ve bunların
dış destekçilerinin ortak operasyonu olduğu görülen bu sızdırmayla siyasi iktidarın barışçı
çözüm yollarının torpillenmek
istenildiği anlaşılmaktadır. Ne
var ki söz konusu kesimin Oslo
Görüşmesi’ni deşifre etmekle
umduğu sonuçları elde edememesi, hatta infial uyandıracağını
düşündükleri kamuoyunun bu
yöndeki çabalarına prim verdiğinin anketlere yansıması,
beklenenin aksine hükümetin
elini güçlendirdi. Aynı zamanda kurumlar arası eşgüdüm
sağlamada başarılı bir sınav
veren siyasal iktidarın dönemsel
niteliğe sahip stratejisinin olumlu sonuçlar vermesi de belirli
çevreleri rahatsız etti. Psikolojik
üstünlüğü ilk kez eline geçiren
yeni Türkiye’nin, kısa bir süre
sonra bahse konu müzmin sorunu çözme yolunda adımlar
atacağı ve yeni bir diyalog süreci
başlatacağı konuşulurken, Uludere Olayı bir anda atmosferi
değiştirdi. 35 bölge insanının
terörist sanılarak korkunç bir
şekilde öldürülmesiyle birlikte
ciddi bir kırılma yaşandı. Yeni
Türkiye gerçekliğini temsil
eden kadrolar bu operasyonun
iç ve dış yansımalarıyla nasıl
baş edecekleri hususunda tam
bir tereddüt içindeyken, beklemedikleri bir tepkiyle de karşı
karşıya kaldılar. Değişimci kesimlerin büyük çoğunluğunun
da geçmiş devlet algısının refleksiyle olaya duygusal ve insan
hakları boyutuyla yaklaşması ve
bunun bir operasyon olacağını
göz ardı etmeleri, siyasî iktidarı
daha da zora soktu. Tabi bir süre
sonra Uludere Olayı’nın çok
boyutluluğu, iç ve dış unsurların profesyonelce planladığı ve
İktibas
yeni Türkiye’nin terör stratejisi
ve dış politikasını hedef alan bir
operasyon olduğu anlaşıldı ama
iş işten geçmişti. Malum odaklar
bu kez başarılı olmuşlar, beklentilerinin de üstünde bir sonuç
elde etmişlerdi… Henüz Uludere Olayı ile ilgili gerekenler yapılamadan, operasyonun olumsuz
sonuçları iktidar tarafından
silinemeden MİT mensuplarının
“şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağırılması sonrasındaki gelişmeler
tam manasıyla sistemik bir krize
dönüştü…
Kim ne derse desin, hangi niyetle bu işin içinde yer alırsa alsın
bu, siyasî iradenin aldığı bir
kararın hukuksal uyumsuzluk ve
boşluklardan yararlanılarak sorgulanması, tartışmaya açılmasıdır. Malum iç ve dış odaklarca
hedefe konan MİT Müsteşarı ve
onun şahsında siyasî iradeyi güç
durumda bırakan niteliğe sahip
bir krizdir bu… Üstelik krizin
içerideki yansımalarının yanı
sıra dışarıda da önemli yansımalarının olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla siyasi iktidarın
hukuksal netliği sağlamak ve
MİT’in çok özel misyonunun
gerektirdiği özeni göstermek
üzere bazı adımlar atmıştır. Bu
adımların devamı kabul edilebilecek ve bu tür derin krizlerin
ortaya çıkmaması için bazı düzenlemeler yapılması, tedbirler
alınması da beklenilmelidir.
Bu krizde statükocu unsurların
iç ve dış boyutlarıyla pozisyonları çok nettir ve gelişmelerden
bekledikleri sonuçları devşirdikleri söylenebilir. Burada asıl
irdelenmesi gereken değişimci
unsurların bu kriz karşısındaki
tavırları ve tartışma zeminleridir.
Öncelikle şu hususun altını çizmemiz gerekir ki son krizi, MİT
S
on krizi, MİT Yargı (ve Emniyet)
arasındaki güç ve yetki
mücadelesi olarak
değerlendirip, buradan
hareketle Cemaat’in
rolünü abartmak
manipülatif amaçlar
taşımıyorsa da sığ
bir yaklaşımdır. Bu
bağlamda statükocu
- vesayetçi unsurların
söylemlerini ve sorunu
büyüterek kendi
sıkışmışlıklarından
kurtulmak için krizi
vesile kılmalarını
anlamak mümkün.
7
İktibas
- Yargı (ve Emniyet) arasındaki
güç ve yetki mücadelesi olarak
değerlendirip, buradan hareketle
Cemaat’in rolünü abartmak manipülatif amaçlar taşımıyorsa da
sığ bir yaklaşımdır. Bu bağlamda
statükocu - vesayetçi unsurların
söylemlerini ve sorunu büyüterek kendi sıkışmışlıklarından
kurtulmak için krizi vesile
kılmalarını anlamak mümkün.
Lakin değişimci cephenin sosyal
boyutunun önemli bileşenlerinden biri olan Gülen Cemaati ve
onlara paralel görüntü verenlerin bu tartışmayı uzatmalarını
anlamak kolay değil. Konuya
çok dar bir açıdan bakan bu
çevreler, krizin kendilerini veya
kendileriyle bağlantılı görünen
unsurları ilzam eden boyutlarında bazı hususlarına vurgu
yaparak bir yerlere varmayı,
baskın çıkmayı umuyorlarsa
yanılıyorlar. Zira AKP - Cemaat
Çatışması tanımlamasının doğru bir kavramlaştırma olmadığı,
bunların aynı türden kurumsal
kimliğe ve fonksiyona sahip olmadığı çok açıktır. Aynı zamanda “Ilımlı İslam” ideolojisi ekseninde Türkiye Cumhuriyeti’nin
yeniden yapılandırılmasında
farklı konularda bir işleme sahip
Cemaat’in, belirleyici olmaktan
çok etkileyici bir pozisyona sahip olduğu da unutulmamalıdır.
Krizin ilk günlerinde uluslar
arası ilişkilerde kullanılan dil
konusunda, iktidarın bazı politikaları ve stratejilerinde farklı
düşündüğünü bildiğimiz Cemaat ve ona yakın duranların özel
yetkili savcı ve Emniyet güçlerine arka çıkıyor görüntüsü doğal
görülebilir. Ancak bir süre sonra
temsil gücü yüksek bir isimden
“MOSSAD’ın ürettiği belgelerin
savcıları yanıltmış olması ihtimali olamaz mı?” anlamında bir
savunma yapılması, bu krizin
8
Yorum
boyutlarını kavrayamadıklarını
ve bazı hassasiyetlerin ve küçük
çekişmelerin önünde sürüklendiklerini ortaya koymaktadır.
Savcının MİT’i ifadeye çağırmasının yanlış anlaşıldığını, bu
girişimin MİT’i ve siyasî iradeyi
hedef almasının söz konusu bile
olamayacağını, buradaki amacın
MİT içerisinde suç işleyen unsurlar olduğunu hala terennüm
ediyor olmadıklarını, ama manipüle edilebilirliklerinin çok açık
göstergeleridir.
I
lımlı İslam ideolojisi
ekseninde Türkiye
Cumhuriyeti’nin
yeniden
yapılandırılmasında
farklı konularda
bir işleme sahip
Cemaat’in, belirleyici
olmaktan çok
etkileyici bir pozisyona
sahip olduğu da
unutulmamalıdır.
Cemaat’e yakın, AKP’ye mesafeli pozisyonuyla Ali Bulaç’ın
konuyla ilgili yorumu ise sunî,
uzlaştırıcı bir niteliğe sahip.
Kendine has ve ciddi hatalarla
malül kavramlaştırmasıyla Ali
Bulaç, AKP ve Cemaat’i İslamî
hareketler olarak tanımlamakta, İslamî hareketleri de siyasî,
sosyal ve kültürel akımlar olarak
tasnif ettikten sonra kendince
buradaki sorunu tespit ettiğini
iddia etmekte… Asıl sorunu bu
türdeş olmayan iki yapının ideolojik ekseni ve sistem karşısındaki duruşunda görmekte, siyasal ve sosyal tarafların arasına
fitne sokulmaya çalışıldığından
hareketle Sosyal İslam’ın hangi
tür siyasallaşma ile hayat bulacağının netleştirilmesinin bu
tür fitneleri önleyeceğini iddia
etmektedir.
Siyasî muhalefet ise sistem içindeki fonksiyonu gereği siyasî bir
tavır koymak yerine sistem - içi
mücadele sürecindeki ideolojik
tercihlerine göre bir duruş sergilemeye kendilerini mecbur
görmektedir. Dolayısıyla yine
büyük resmi göz ardı ederek,
ulusal güvenlik kaygılarını ıskalayarak, sloganlarla toplumun
karşısına çıkmaktadır. Oysa
bu derin krizin, içeride ciddi
sonuçlar doğurması muhtemel
olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti açısından önemli bir güvenlik
zaafı oluşturduğu da çok açık.
Bölgede yaşanan ve Türkiye’yi
çok yakından ilgilendiren sıcak
gelişmeler karşısında Türkiye’nin bir süre hareketsiz kalması, MİT’in güvenilirliğinin yara
alması söz konusu…
“Ilımlı laiklik” ekseninde oluşturulan “Ilımlı İslam” ideolojisi
gibi sapkın bir ideoloji zemininde inşa edilmeye çalışılan yeni
Türkiye modelinin içeride ve
dışarıda güçlü destekçileri olduğu gibi yeni Türkiye’den kaygı
duyanların olması da doğaldır.
Son gelişmeler vesilesiyle bir kez
daha görülmüştür ki kendilerini
İslam ile tavsif edenlerin doğal
olmayan sistem içi duruşları,
kavramları ve kullandıkları dil
bizce asıl sorundur. Bu konuda
Müslümanların genelinden ciddi bir rahatsızlık serdedilmemesi
de ana çizgiden sapışın göstergesi olarak çok düşündürücüdür.
[email protected]
Kavram
ŞERH-I SADR
HÜSEYİN BÜLBÜL
Şe re ha sözcüğü et veya benzeri
bir şeyi yaymak, genişletmek
veya açmak demektir. Arap, bu
sözcüğü günlük kullanımında
“şerahtul lahme” eti uzunlamasına kestim, açtım şeklinde kullanmaktadır.
Eşşerhu: kapalı bir sözü açmak,
genişletmek ve anlamları içinden gizli kapaklı kalmış olanları
açığa çıkarmak demektir.
“Şerh-ı sadr” ifadesi ise, göğsün
ilahi bir nur ile Yüce Allah’tan
gelen bir sekinet ile ve yine
ondan gelen bir ruhla genişleme, yayma, ilahi bir huzur ve
ferahlıkla dolması, tahammül
gücünün artırılması anlamlarına gelmektedir.
G
öğsün sıkışması
sebebiyle oluşan
sıkıntıdan dolayı
deyim “göğüs darlığı”
anlamını kazanır. Bu
nedenle “ dıyg-ı sadr”
deyimi, manevî açıdan
iç sıkıntısı, ümitsizlik,
karamsarlık, manevî
çöküntü anlamlarında
kullanılır.
Bu deyimin tam karşıtı bir anlam için “dıyg-ı sadr / göğüs
darlığı” deyimi kullanılır. Türkçeye “sıkıştırmak” olarak geçen
“ dıyg” sözcüğü, çok sıkıştırmak, âdeta presle sıkıştırmak
demektir. Göğsün sıkışması sebebiyle oluşan sıkıntıdan dolayı
deyim “göğüs darlığı” anlamını
kazanır. Bu nedenle “ dıyg-ı
sadr” deyimi, manevî açıdan iç
sıkıntısı, ümitsizlik, karamsarlık, manevî çöküntü anlamlarında kullanılır. Nitekim Hicr
suresinin 97. ayetindeki:
“Andolsun, onların söylemekte
olduklarına karşı senin göğsünün daraldığını biliyoruz.” ifadesi de peygamberimizin çektiği
böyle bir manevî sıkıntıyı dile
getirmektedir.
Şerh-ı Sadr, Kur’an’ı Kerim’de
beş yerde fiil olarak kullanılmış,
dört yerde geçen şerh-ı sadrın
faili Allah Teâlâ olarak zikredilmiştir. (Enam 6/125, Zümer
39/22, Taha 20/25, İnşirah 94/1)
İnşirah suresinin birinci ayetinin tefsirinde Elmalı Hamdi
Yazır şunları zikretmektedir:
“Açmadık mı? Açıp genişletmedik mi? Senin için. Senin
mutluluğun için göğsüne ve
nefesine genişlik, kalbine ferahlık, nefsine kuvvet ve ferahlık
vermedik mi? İçinde bulunulan
anda ve gelecekte, dünya ve ahirette bütün dilekleri izah edip
de her zorluğu yenecek büyük
bir ruh ile şaşkınlıktan doğru
yolu bulmaya, gamdan sevince,
darlıktan genişliğe erdirmedik
mi?”
Râğıb el Isfahanı ise Müfredatında şöyle açıklıyor:
“Şerh’ın aslı, eti ve benzeri şeyleri açmak, yani açıp genişletmektir. Şerh-ı Sadr, yani göğsü
açmak da bundandır ki, ilâhî bir
nur ve Allah tarafından bir gönül rahatlığı ve bir ruh ile onu
genişletmektir.”
Alûsî de bu konuda şunları söylüyor:
“Şerhin aslı dağıtma ve genişletme olup ‘izah’ mânâsında
kullanılması yaygın olduğu gibi
nefsin ferahlığı mânâsına da
yaygın olarak kullanılmıştır.
‘Kalbini şununla şerh etti’ demek, onunla sevinçli ve ferah
kıldı demektir.”
Şerh, kalp ve göğüsle ilgili olduğu zaman bilgiyi çoğaltmak
mânâsı kastedilir. Bazı kere de
“şerh-ı sadr” ile nefsin kutsal
güç ve ilâhî nurlarla desteklenmesini ifade eder.
Dıştan göğüs darlığı zayıflık
işareti sayıldığı ve içten göğüs
darlığı (dıyk-ı sadr); nefes darlığı, kalp sıkıntısı, elem, ızdırap
9
İktibas
G
önüller İslam
için açıldığı gibi
karşıtı olan küfür
için de açılmakta;
imanla, İslam’la nurla,
hikmetle dolduğu
gibi, küfürle, isyanla,
hakka karşı kin ve
nefretle, düşmanlıkla
dolmaktadır. Küfür için
sevgiyle, fedakârlıkla,
mal ve canıyla
mücadele azmiyle de
dolmaktadır.
Kavram
ve tahammül edememe olduğu
gibi, dışından göğüs genişliği
(vüs’at-ı sadr); kuvvet alâmeti,
göğüs açılması; bir özlemi ortaya koyma, içten göğüs açılması;
nefes genişliği, rahat, kalbin
açılması; ruhun sevinç, şevk,
fikir, bilgi ve tahammül genişliği
mânâlarını ifade eder.”
İkinci görüşe göre, “şerh-ı
sadr”dan maksat, cismani olarak göğsün yarılması olmayıp;
manevi olarak göğsün, kalbin
marifet ve itaat ile doldurulması
olduğu şeklinde ifade edilmiştir. Bu anlayış Enam suresinde
zikredilen ayete de uygun düşmektedir:
“Bazı kere de ‘şerh-ı sadr’ ile
Allah tarafından ilâhî nurlarla desteklenmesi manası kast
edilir. Yüce Allah’ın Resulüne
nimetlerini sayma makamı
olan bu makama en uygun olan
mânâ ise -Ragıb’ın da anlattığı
gibi bu sonuncu mânâdır. Bununla beraber diğer mânâlar da
caiz görülmüştür.”
“Allah kimi hidayete erdirmek
isterse, onun göksünü İslâm’a
açar. (Yeşrah sadrehu lil İslam)
Kimi de saptırmak isterse, sanki
göğe yükseliyormuş gibi, göğsünü dar ve sıkıntılı yapar. Allah,
inanmayanları işte böyle pislik
içinde bırakır.” (Enam 6/125)
Bu konudaki tartışmaların sonunda ortaya iki görüş çıkmaktadır. Birincisi, olayın cismani
olarak vuku bulduğuna inananların görüşüdür. Bu düşünceyi
savunanlar şu hadise dayanmaktadırlar:
“Miraç gecesiyle ilgili olarak
Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî’de Katade’den rivayetle: Bize
Enes b. Malik anlattı. Ona da
Malik b. Sa’saa anlatmış. Efendimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: ‘Ben
Beyt’in yanında uyur uyanık
arası bir halde iken içinde Zemzem suyu olan bir altın tasla
bana gelindi de göğsüm şuraya
ve şuraya kadar yarıldı’. Katade
demiş ki: Enes’e ne kastediyor
dedim: ‘Karnımın aşağısına
kadar’ dedi. Buyurdu ki: Derken
kalbim çıkarıldı da Zemzem
suyu ile yıkandı. Sonra tekrar
yerine kondu. Sonra iman ve
hikmet dolduruldu. Sonra Burak getirildi. Onun üzerinde
Cebrail (a.s) ile beraber gittim.
Ta dünya semasına vardık...”
10
Göğsün yarılma olayının cismani olmadığına bir başka delil de
Nahl 16/106. ayetidir:
“Kalbi imanla dolu olduğu halde zorlananların dışında, her
kim; imanından sonra Allah’ı
tanımayıp küfre göğüs açarsa
(Men şaraha bil küfri sadren);
işte Allah’ın gazabı onların üzerinedir. Ve onlar için büyük bir
azab vardır” buyrulmaktadır.
Gönüller İslam için açıldığı gibi
karşıtı olan küfür için de açılmakta; imanla, İslam’la nurla,
hikmetle dolduğu gibi, küfürle,
isyanla, hakka karşı kin ve nefretle, düşmanlıkla dolmaktadır.
Küfür için sevgiyle, fedakârlıkla, mal ve canıyla mücadele
azmiyle de dolmaktadır. İnsan,
inandığı zaman İslam için hissettiklerini, inkâr edenlerden
olduğu zaman küfür için de
aynı fedakârlıkları yapma gereği
duymaktadır.
Buharî’nin nakline göre İbni
Abbas, İnşirah suresinin birinci
ayetini, “Allah onun göğsünü
İslâm’a açtı.” şeklinde tefsir et-
Kavram
İktibas
miştir. Yine bu ayetin tefsirinde
sahabenin peygamberimize
şöyle sorduğu nakledilmektedir:
ve çokça analım. Şüphesiz sen
bizi görmektesin, dedi.” (Taha
20/25-35)
“Ey Allah’ın Resulü! Göğüs açılır mı?
Allah Teâlâ, onun bu samimi
duasına şöyle icabet ediyor:
Evet.
“Ey Musa! İstediğin sana verildi.
Zaten sana başka bir defa da
iyilikte bulunmuş ve annene
vahyedilmesi gerekeni vahyetmiştik: Musa’yı bir sandığa koy
da suya bırak; su onu kıyıya atar,
Bana da, ona da düşman olan
biri onu alır. Ey Musa! Gözümün önünde yetişesin diye seni
sevimli kıldım.” (Taha 20/36-39)
Alâmeti nedir?
Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm
için hazırlıktır” buyurmuştur.
Kur’an’da İnşirah suresi ile ifade edilen “Şerh-ı sadr” Elçinin
gönlünün, Yüce Allah’tan gelen
ilahî bir nur ile doldurularak
rahatlatılması, toplumun dayanılmaz karşı koyuşuna katlanacak bir olgunluğa ve huzura
kavuşturulmasıdır. Bu konu
Sünnetullah’ın değişmez uygulamalarındandır. Toplumun
huzuruna çıkacak olan tüm
peygamberlere Allah tarafından
verilen ilahî bir nimettir.
İnşirah suresinde bahsedilen
“Şerh-ı sadr” ifadesini, Musa
(as)’ın Medyen dönüşü Tur
vadisinde vahye ilk muhatap
olup, Peygamber olarak görevlendirilişinin ardından, Rabbine
yaptığı duasında da görüyoruz.
Taha suresinin 9. ayetinden başlayan olay 35. ayete kadar devam etmekte ise de, konumuzu
ilgilendiren kısmı 25. ayetinden
35. ayetine kadar şöyle anlatılmaktadır:
“Musa: Rabbim! Göğsümü genişlet (Rabbiş Rahli Sadri), işimi
kolaylaştır, dilimin düğümünü
çöz ki, sözümü iyi anlasınlar.
Ailemden kardeşim Harun’u
bana vezir yap, beni onunla destekle, onu görevimde ortak kıl
ki Seni daha çok tespih edelim
“Hani kız kardeşin gidip diyordu ki: Ona bakacak birini size
göstereyim mi? İşte böylece,
annen üzülmesin de gözü aydın
olsun diye seni ona geri vermiştik. Ve sen, bir cana kıymıştın
da; seni üzüntüden kurtarmıştık. Hem seni birçok musibetlerle denemiştik. Böylece
Medyen halkı arasında yıllarca
kalmıştın. Sonra da buraya takdir edilmiş bir zamanda geldin
ey Musa.” (Taha 20/40)
Peygamberimiz için de benzer
bir hayat serüveniyle, tayin
edilmiş olan zaman gelince,
halkı uyarılmamış olan “Ümmül
Kura”ya şehirlerin anası olan
Mekke’ye elçi olarak gönderiliyor. (Şura 42/7) İlk vahye
muhatap olduktan bir müddet
sonra, vahyin belli bir süre kesildiği ile ilgili rivayetler vardır.
Buna Duha suresinde de kısmen
değinilmektedir. Aynı surenin
devamı gibi görünen İnşirah
suresini de Duha suresi ile birlikte değerlendirmemiz gerekir
diye düşünüyoruz. Zaten bu iki
sure arasında bir bağ olduğu da
aşikardır.
K
ur’an’da İnşirah
suresi ile ifade
edilen “Şerh-ı sadr”
Elçinin gönlünün, Yüce
Allah’tan gelen ilahî
bir nur ile doldurularak
rahatlatılması,
toplumun dayanılmaz
karşı koyuşuna
katlanacak bir
olgunluğa ve huzura
kavuşturulmasıdır. Bu
konu sünnetullah’ın
değişmez
uygulamalarındandır.
11
İktibas
Duha suresinde, fiili durumdan
söze girerek, Rabbi’nin kendisini hiçbir zaman terk etmediğini
ve darılmadığını, gelecek günlerinin bu günlerden daha hayırlı
olacağını, Rabbin verecek sende
razı olacaksın diyerek, öksüz
bulup barındırdığını, şaşırmış
bulup doğru yola ulaştırdığını,
fakir bulup zenginleştirdiğini
beyandan sonra, âdeta “senin
için yaptıklarım yapacağımın
garantisidir” mesajı vermektedir. Sonra da Peygamberimizin
yapması gerekenler konusuna girerek, “yetimi azarlama,
yoksulu da geri çevirme. Fakat
Rabbinin nimetini anlatmaya
devam et” buyuruyor. Devamı
sayılan İnşirah suresin de ise,
bu görevle ilgili vermiş olduğu
nimetleri dile getirerek şöyle
buyuruyor:
“(Elem neşrah leke sadrek) Biz
senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Yükünü üzerinden
atmadık mı? Ki o senin belini
bükmüştü. Ve senin şanını yükseltmedik mi? Muhakkak ki her
güçlükle beraber bir kolaylık
vardır. Elbette güçlükle beraber
bir kolaylık vardır. Öyleyse,
bir işi bitirince diğerine giriş.
Ve yalnızca Rabbine rağbet et.”
(İnşirah 94/1-8)
Burada görmemiz gereken,
Musa (as)’ın elçilik görevi verildiği zaman Rabbinden “Rabbiş
rahlî sadrî…” niyazıyla istemiş
olduğu nimetini, Allah Teâlâ
Muhammed (as) daha istemeden verdiğini bildirmiş olmasıdır. Allah’ın elçiliği gibi son
derece önemli ve bir o kadar da
meşakkatli bir görev için “Şerhı Sadr”, elzem olan bir özellik
olduğu anlaşılmaktadır. Allah’ın
bu tür yardımları olmadan bir
insanın toplum karşısında tu-
12
Kavram
tunması mümkün değildir. Tebliğde bulunduğu toplumu ikna
yolunda onun içinde bulunduğu
şartları yansıtan şu ayet bu konuda bize bir fikir vermektedir:
“Dediler ki: ‘Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin
hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından
şarıl -şarıl ırmaklar akıtmadıkça
yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça-parça
H
adis ve siyer
kaynaklarında
zikredilen
Peygamberimizle ilgili
açık kalp ameliyatını
andıran “göğsün yarılıp
kalbin çıkarılarak
yıkanması ve
içerisinden kan pıhtısı
gibi şeylerin atılması”
gibi nakillerin, ayetin
verdiği mesajla ve
Şerh-ı sadr kavramıyla
bir ilgisi yoktur.
düşürmedikçe, yahut Allah’ı ve
melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça
sana asla inanmayacağız. Bize
gökten okuyacağımız bir kitap
indirmedikçe göğe çıktığına da
inanacak değiliz.’ De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak
İnsan olan bir elçiyim.” (İsra
17/90-93)
İşte bu sebeplerle Allah, Elçilerinin göğsüne, kalbine bir genişlik, rahatlık, ilim hikmet ve benzeri bütün erdem ve faziletleri
vererek, onca karşı koyuşlara
katlanabilme gücüne ulaştırmıştır.
Bu konuyla alakalı olarak hadis
ve siyer kaynaklarında zikredilen Peygamberimizle ilgili açık
kalp ameliyatını andıran “göğsün yarılıp kalbin çıkarılarak
yıkanması ve içerisinden kan
pıhtısı gibi şeylerin atılması”
gibi nakillerin, ayetin verdiği
mesajla ve Şerh-ı Sadr kavramıyla bir ilgisi yoktur. Bu tür
rivayetlerin Peygamberimizi
yüceltmek için yapılan “mevzu” rivayetlerden öte bir anlam
ifade etmemektedir. Bu görevi
yerine getirebilmek için Allah’ın
indireceği her türlü yardıma, cesaret ve şecaate, huzur ve sükûnete, ilim ve hikmete, sabır ve
metanete, her türlü karşı duruşa
Allah için tahammül gösterecek
ahlakî erdemlere ihtiyacı vardır.
İşte, Şerh-ı Sadr terkibi ile mecazen ifade edilen bu kavram,
elçilik görevini ifa etmek için
gereken her türlü erdemi içine
almaktadır… Bunun için Musa
(as) böyle bir görevi kabul ettiği
anda: “Rabbiş Rahlî Sadrî” diye
niyaz ediyor. Ve yine bu sebeple
Hz. Muhammed (as) ihtiyaç
duyduğu bir anda: “Elem neşrah
leke sadrek” müjdesiyle tebşir
ediliyor. Bu sayededir ki, bir şehir halkına 13 yıl elinde Kur’an,
dilinde tebliğ ile dayanma gücünü bulabiliyor. Mağarada iki
kişinin birincisi iken, “arkadaşına korkma Allah bizimle beraberdir” diye biliyor. Bedir’de,
Uhud’da, Hendek’te, Huneyn’de
ve Tebük’te Rabbinin verdiği bu
nimetlerin şükrünü, gereği gibi
eda edebiliyor.
[email protected]
Düşünce
TARİHSEL
ZAMANLARI
ETKİLEMEK
ATASOY MÜFTÜOĞLU
B
izler Müslümanlar
olarak, hayatımız
boyunca yüklendiğimiz
sorumluluklarla,
ürettiğimiz içerik
ve eylemlerle tarihi
belirleriz. Allah’ın
(c.c.) iradesini tarihe
yansıtacak bir bilinci,
bir duyarlılığı, ahlakı,
çabayı, mücadeleyi,
eylemi, içtenlikle,
kararlılıkla, cesaretle
sürdürmediğimiz
takdirde, İslamî
ilgilerimizin,
ibadetlerimizin bir
değer taşımayacağını
bilmeliyiz.
Günümüz dünyasında neoliberal söylemin diktatörlüğü
hiçbir biçimde tartışılamıyor,
sorgulanamıyor, reddedilemiyor.
Bütün toplumlar, İslam toplumları da, bu söylem tarafından
tanımlanan tarihsel gerçeklikle
uzlaşıyor. Yerel diktatörlüklere
karşı ayaklanan kitleler, küresel
diktatörlüğe boyun eğiyor. Tarihten dışlananlar; kendilerini
tarihten dışlayan zihniyetle,
model’le uzlaşarak, bu zihniyete
yaslanarak, tarihe dönmeye çalışıyor. İsyanların, ayaklanmaların
tarihi harekete geçirdikleri, tarihi hızlandırdıkları hatırlanması
gereken bir gerçektir. Bütün isyanların, ayaklanmaların kaynağı zalimlere karşı yükselen öfke
ve nefrettir. Diktatörlükler karşısında hayatlarını tehlikeye atma
noktasına gelenleri takdir etmeli, ancak, ayaklanmaların/isyanların hangi yönde ilerlediğine
ilişkin eleştirilerimizi de mahfuz tutmalıyız. Sömürgeci dil,
sömürgeci siyaset, sömürgeci
ekonomi, sömürgeci kültür karşısında “uzlaşı”dan, “ittifak”tan
söz etmek, Müslümanlar olarak
çaresiz bir durumla karşı karşıya
bulunduğumuzu gösterir.
İslamî varoluşumuz kendi dilimiz, kendi kurallarımız ve kendi
amellerimizle anlam kazanır.
Kendi amellerimiz dışında dayanabileceğimiz, umut edebileceğimiz başka bir yardımcımız
yoktur. Amellerimiz bütün bir
yüreğimizle isteyerek ve bilinçli olarak yaptığımızda değer
kazanır. İslamî varoluşumuzu
ancak, İlahi modelin zaman ve
mekânda gerçekleştirilmesi,
hayatın ve tarihin bu doğrultuda
şekillendirilmesi uğraşısı vererek somutlaştırabiliriz. Müslü-
manların tarihe karşı kayıtsız/
ilgisiz kalmaları düşünülemez.
Her Müslüman, içerisinde yaşadığımız dünya sorunları etrafında çözümlemeler yapmakla
yükümlüdür. Müslümanlar için
inziva/münzevilik söz konusu
olamaz. Münzevilik bir tür benmerkezciliktir. Nefs terbiyesi
İslamî bir mücadele için yapıldığında bir değer ifade eder, bireysel bir amaç için değil.
Bizler Müslümanlar olarak, hayatımız boyunca yüklendiğimiz
sorumluluklarla, ürettiğimiz
içerik ve eylemlerle tarihi belirleriz. Allah’ın (c.c.) iradesini
tarihe yansıtacak bir bilinci, bir
duyarlılığı, ahlakı, çabayı, mücadeleyi, eylemi, içtenlikle, kararlılıkla, cesaretle sürdürmediğimiz
takdirde, İslamî ilgilerimizin,
ibadetlerimizin bir değer taşımayacağını bilmeliyiz. Zamanı
ve mekânı İlahi model doğrultusunda dönüştürebilmemiz için
güçlü ve etkili özneler olmamız,
üretken, dinamik ve eleştirel bir
bilince sahip olmamız gerekir.
İlahi iradenin yeryüzünde en
güzel şekilde ifadesi olabilmek için, ahlaki çaba ve ahlaki
eylemle bütünleşebilmeliyiz.
Eşrefi mahlûkat olan insana
evrensel sorumluluklar yaraşır.
Allah’ın (c.c.), insanın ve hakikatin birliğini temsil konusunda
bulunan Müslümanların sınır
tanımayan bir bilgi, bilinç, ufuk,
sorumluluk ve bilgelik içerisinde
bulunmaları iktiza eder. En mükemmel aklilik, en mükemmel
ahlakilik, tevhidi duyarlılığa
dayalı bir varoluşu gerçekleştirmekle başlar.
Hayat, başta kendimizi, daha
sonra dünyayı ilahi ölçütler
13
İktibas
doğrultusunda dönüştürme
mücadelesidir. İnsani nitelikler
evrenseldir, bu konuda hiçbir
ayrımcılık yapılamaz. İslamî
evrenselcilik bütün farklılıkların üzerinde, bütün farklılıkları
içeren, kuşatan, bütünselleştirici
bir evrenselliktir. Seküler bir
mutlakçılık olarak yapılandırılan
ve bütün dünyaya dayatılan Avrupamerkezci Aydınlanma sahte
bir evrensellik oluşturmaya çalıştı. Sömürgeci Aydınlanma aklı
bugün büyük bir kriz ve kaos
içerisinde bulunuyor.
Dünyaya, tarihe, zaman ve
mekâna kayıtsız bir İslamî algı
düşünülemez. İlahi irade, ilahi
bilgi, değer/ölçü içerisinde yaşadığımız dünya/zaman/mekân
için gereklidir, zorunludur. Tarihin ve zamanın dışında dondurulmuş bir zihniyetle zaman/
mekân dönüştürülemez, gördüğümüz ve yaşadığımız üzere
dönüştürülemiyor. Zamanın ve
mekânın dondurulması büyük
ölçüde tarikatların dini hayata
girişleriyle birlikte başladı. Senusilik dışında (Cezayir-1837)
bütün tarikatlar (Kadirilik-Rifailik, Mevlevilik, Nakşilik-Şazelilik gibi) tarihe, tarihsel olaylara,
çözümlemelere karşı büyük bir
ilgisizlik içerisindeydiler. Tarikatlar tarihinde ilk ve son kez
Senusilik toplumcu bir tasavvuf
hareketi olarak şekillendi. Senusilik İslam’ın bütün boyutlarını
içeren siyasal tavrı ve tarzı olan
tasavvufi bir hareketti. Sufiliğin
İslam’la uzlaştırılmasını Gazali
sağladı. Tarikatlar bugün olduğu
gibi her zaman duygusal ilgiler
ve ufuklar içerisinde faaliyet
gösterdiler. Aziz İslam Ümmeti’nin tarihe ve geleceğe dönüşü
için kayda değer, her hangi bir
14
Düşünce
Muhafazakâr/geleneksel kültürler yeni yorumlar, yaklaşımlar
için, hiç bir zaman hazır değildir.
Batı dünyası paradigma savaşlarını, mücadelesini bağnazca
ve ısrarla sürdürüyor. Hemen
her ülkede, hemen her konuda,
her türlü soruna, modern-seküler-liberal demokrasilerin
sınırları/mantığı içerisinde yanıt
aranıyor. Müslümanlar olarak
bağımsız bir İslamî model,
ikna edici bir program ortaya
koyabilmiş değiliz. Yeni bir dil,
söylem, yapı oluşturmak yerine,
modern-seküler yapılara uyum
sağlama arayışı içerisinde bulunuyoruz. Müslümanlar dışlandıkları tarihe dâhil olabilmek
için “demokrasiler”den yardım
umuyor. Dünya sistemi büyük
bunalım, gerileme ve çöküş içerisinde, ancak, bu sistemin yerini nasıl bir sisteme bırakacağı,
nasıl bir paradigma geliştireceği
bilinmiyor.
İslam toplumlarında, özellikle de Ortadoğu’da yaşanan
gerilimler, isyanlar vesilesiyle
İslam’ın asli bir güç olmaktan
çıkarıldığını ve yedek bir güce
dönüştürüldüğünü görüyoruz.
Bu toplumlarda daha çok ulusal
talepler, beklentiler ve umutlar
üzerinde yoğunlaşılıyor. Ulusal
çıkarlar için İslam bir meşrulaştırma aracı haline getiriliyor.
Batı’da demokrasilerin çok ciddi
bir biçimde sorgulandığı bir dönemde Arap-İslam toplumlarında “demokrasi” talepleri yükseliyor. Bir diğer yanda, emperyal
bir proje, İslam toplumlarında
mezhep farklılıklarını kışkırtıyor, İran’ı ve bölgedeki bütün Şii
unsurları yalnızlaştırmaya çalışıyor. İran karşısında, Türkiye’nin
ve Suudi Arabistan’ın rolü güçlendiriliyor. Şii’liğe karşı olması
koşuluyla Sünni hareketlerin
yükselişine katkıda bulunuluyor.
Toplumlarımızda yüzleşmeye
cesaret edemediğimiz yapısal
sapmalar yaşanıyor. Tevhid
algısını, bilincini, ümmet algısını, bilincini açıkça tehdit eden
gelişmeler tarafından kuşatılıyoruz. Bütün insanlığı/Ümmeti
kuşatmayan bir yaklaşım İslamî
olduğunu iddia edemez. Hayatın
kimi boyutlarıyla sınırlı, parçacı,
bütünlükten yoksun her faaliyet
İslamî olma özelliğini kaybeder.
Irk merkezli, mezhep merkezci
bir referans sisteminin İslam’la
bağdaştırılması mümkün olamaz. Irk merkezci her tercih,
her dünya görüşü İslam’dan
uzaklaşmak anlamı taşır. Ümmet, mekân ötesi bir kavramdır.
Ümmet’le evrensel bir toplum
modeli gerçekleştirmeyi kastediyoruz. Ümmet bilinci ve ahlakı
mezhep kimliklerini aşan bir
yaklaşımı zorunlu kılar. İslamî
ilgiyi, her hangi bir coğrafyayla,
katkıda bulunmadılar. Tarikatlar; bugün, bugüne ait olmayan
bir dünyada yaşıyor, bütün koşullarla uzlaşıyor. Her uzlaşma
bir eylemsizlikle ve düşüncesizlikle sonuçlanıyor.
Uzun soluklu mücadeleler çok
güçlü bağlılıklar, cesur ve yürekli çabalar ister.
Bir çıkış yolu bulabilmek için
yeni bir kültür oluşturmak, yeni
bir düşünce sistemi kurmak
gerekir.
Bizleri Müslümanca var olmaktan alıkoyan şey teslimiyetçiliklerimiz, muhafazakârlıklarımızdır.
Düşünce
dille, etnisiteyle, mezheple sınırlandırmak Ümmet’e sırt çevirmek demektir.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde Sezar’lara hiç bir şey söylemeyen, uyarıda bulunmayan,
bireysel değerlerden ibaret bir
İslam yaklaşımı oluşturuluyor.
Kapitalist kültür kendisini bütün
kültürlere, toplumlara, İslam
toplumlarına da uyarlayabiliyor.
Bu gelişmelerden toplumlarımızda İslamî anlamda radikal
bir değişim/dönüşüm talebinin
olmadığını anlıyoruz. Hepimiz
niceliksel büyüme, artış ve toplumsallaşma ile çok ilgileniyor,
yapısal sekülerleşme süreçleri
karşısında sessiz kalıyor, seküler
alanı rahatsız etmemeye çalışıyoruz.
Bilinçsizliğe mahkûm olmadığımızı fark etmeliyiz. Batı’dan
ithal ettiğimiz paketlenmiş/
dondurulmuş seküler klişelerin İslamî bünyemize uygun
olmadığını anlamalıyız. İslamî
bir tercihte bulunmak demek,
evrensel İslam ailesinin sorunlarıyla ilgili olarak sorumluluk
almak, bu sorumlulukları alabilecek bir yetenek/birikim sahibi
olmak demektir. Hepimiz İslamî
ve Müslümanları ilgilendiren
her konuda sorumlu yorumlar üretmek durumundayız.
Toplumlarımızla ilgili olarak
paramparça bilgiler, ideolojik
manipülasyonlar, günlük medya
uyuşturucuları ile tutarlı, sağlıklı
bir yorum bütünü oluşturulamıyor. Bizler, dünya Müslümanları
olarak zihinsel anlamda son iki
yüzyılı hep diaspora’da geçirdik,
geçiriyoruz. Bu konum henüz
yeterince bilincine varamadığımız bir konumdur. Nerede
duruyoruz, nerede durmalıyız
İktibas
gibi soruları kendimize sormaya
cesaret edemiyoruz. Bu, tanımlanması güç konumumuzla ilgili
olarak, şimdiye kadar gök gürültüsü gibi gürleyen bir düşünce
hayatımızın, bir sanat/edebiyat
hayatımızın olması gerekirdi, ne
yazık ki olmadı, bu nedenledir
ki, kısık seslerle konuşmaya,
yazmaya devam ediyoruz. Edebiyatın toplumsal bir boyutu ve
içeriği olmalı mı, olmamalı mı
konusuna bile açıklık kazandırabilmiş değiliz. Toplumlarımızın
sosyal, kültürel dokusunu paramparça eden işgaller, müdahaleler, toplumlarımızı fiziksel ve
ruhsal yaralarla malûl hale getiren sömürgeci terörün edebiyat
hayatımıza yansımaması, edebiyat gündemine girmemesi nasıl
mümkün olabilir? Dünyanın,
hayatın, tarihin, barbarca/ahlaksızca/merhametsizce vicdansızca/alçakça kullanımı karşısında
sömürgeci seküler tahakküme/
söyleme hak ettiği tepkiyi gösteremiyoruz. Tabiatın, hayatın,
tarihin fıtratını bozan, yıkan,
kirleten gelişmeler etrafında
radikal eleştiriler yapamıyoruz.
İslamî anlamda bilgili, bilinçli
ve cesaretli toplumlarda yaşıyor
olsaydık, hiç kimse, hiç bir nedenle İslamî alanı sömürgeleştirmeye teşebbüs edemeyecekti.
Zamanımızı ileriye taşıyan
yorum, yaklaşım ve çabalara
ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız.
b
atı’dan ithal
ettiğimiz
paketlenmiş/
dondurulmuş seküler
klişelerin İslamî
bünyemize uygun
olmadığını anlamalıyız.
İslamî bir tercihte
bulunmak demek,
evrensel İslam ailesinin
sorunlarıyla ilgili olarak
sorumluluk almak,
bu sorumlulukları
alabilecek bir yetenek/
birikim sahibi olmak
demektir. Hepimiz
İslamî ve Müslümanları
ilgilendiren her
konuda sorumlu
yorumlar üretmek
durumundayız.
Ancak, hep birlikte olduğumuzda, bilgi, bilinç, irade, eylem
birliği gerçekleştirdiğimizde
değişimi gerçekleştirebileceğiz.
Bunun için İslamî bağlılıklarımızı her tür maddi/dünyevi
bağlılıkların üzerinde tutmamız
gerekir. İslamî hareketliliği, di-
15
İktibas
M
üslümanların
modernseküler yapılara uyum
sağlamaya çalışmaları,
mutlak ve kutsal alanı,
bilinci tahfif etmek,
ihlal etmek anlamı
taşır. Modernitenin
bir iktidar projesi
olduğunu, bu
projenin sömürgecilik
yoluyla hayata
geçirildiğini bilmek
gerekir. Modernite,
sömürgecilik ve ırkçılık
birlikte var oldular
ve bugün de birlikte
hareket ediyorlar.
Düşünce
namizmi, canlılığı, üretkenliği,
sorumlu yorum özgürlüğü ile
sağlayabiliriz. İlahi irade hiç bir
zaman tarihten çekilmez. Tarihi
ilahi irade doğrultusunda yaşayan, düşünen, eylemde bulunan
insanlar yaparlar. Tarihe bir “kader” gibi bakılamaz. İslamî hayat
tarzı, dünyayı ihmal ve inkâr
etmez, dünyanın ilahi değerler/
ilkeler temelinde yaşanmasını
ister. Değişmek, dönüşmek, yenilenmek demek, sekülerleşmek,
seküler zamanlarla bütünleşmek
demek değildir. Değişmek, dönüşmek ve yenilenmek tarihsel
ve seküler zamanların karşısına
bağımsız bir yorum ve modelle
çıkmak demektir. Müslümanların modern-seküler yapılara
uyum sağlamaya çalışmaları,
mutlak ve kutsal alanı, bilinci
tahfif etmek, ihlal etmek anlamı
taşır. Modernitenin bir iktidar
projesi olduğunu, bu projenin
sömürgecilik yoluyla hayata
geçirildiğini bilmek gerekir. Modernite, sömürgecilik ve ırkçılık
birlikte var oldular ve bugün
de birlikte hareket ediyorlar.
Sömürgeci tahakkümü ortadan
kaldırmakla sömürgeciliğe son
vermiş olamayız. Aynı zamanda sömürgeci bilgi ve kültüre
de son verebilecek bir zihinsel
özgürlüğe sahip olabilmeliyiz.
Sömürgeci bilgi ve kültürün
egemenliği altında yaşamak, zihinsel ölüm süreçleri içerisinde
yaşamaktır.
Mutlak’ı, Kutsal’ı izleyerek,
tarihsel zamana müdahale
edebiliriz, tarihsel zamanları
etkileyebiliriz. Bugünün gerçekliğine, hizip, mezhep ve ideoloji
ufkundan bakmak kadar büyük
bir körlük olamaz. Siyasetin
mezhep gündemine göre be-
16
lirlenmesi, mezhep aidiyetleri
doğrultusunda tercihler yapılması toplumlarımızda yeni bir
istikrarsızlaştırma dönemi başlatıyor. 16 ve 17’nci yüzyıllarda
Avrupa’da yaşanan Katolik-Protestan çatışmalarını hatırlatacak
ölçüde Sünni-Şii karşıtlıklarının,
rekabetlerinin hangi mülahaza
ile olursa olsun, yeniden icat
edilerek gündeme getirilmesi
kadar utanç verici bir gelişme
olamaz. Mezhep rekabetleri gibi
ilkel rekabetler aşılamadığı takdirde, gerilim zamanlarını yaşamaya devam edeceğiz demektir.
Mezhep söylemi hiç bir şekilde
mazur görülemez, meşrulaştırılamaz. Bir yanda modern tarihin dokunulmaz kılınan kategorilerine hapsedilirken, bir diğer
yanda mezheplerin dokunulmaz
kılınan kategorilerine hapsediliyoruz. Bu durum çok derin
bir bilinç kirlenmesi ve karmaşası içerisinde bulunduğumuzu
gösteriyor, parçalara bölünmüş
İslamî bir aidiyet duygusuyla
güçlü-etkili bir dil oluşturulamaz. Etnik/mezhep merkezli bir
dil’den hiç bir şekilde bir gelecek
umut edilemez. İbadetlerimiz
tevhidi bir duyarlılıkla bizi dönüştürmüyorsa, biz, zamanı/
mekânı/hayatı dönüştüremeyiz.
Bilinçsiz ve içeriksiz, biçimsel
dindarlığın, biçimsel ibadetlerimizin bize kazandırabileceği bir
şey yoktur.
İslam’ın amacı hayatı dönüştürmektir.
Bilincimizi şekillendiren sömürgeci kalıntıların etkisi ve çok
yönlü zihinsel bir kuşatma altında tutulduğumuz için, İslam’ın
hayatı dönüştürme yolundaki
iddialarını konuşmaya cesaret
edemiyoruz.
Düşünce
DİNDAR GENÇLİK
MEHMED DURMUŞ
İktibas
Giriş
Başbakan Tayyip Erdoğan, Partisinin Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşma esnasında “dindar gençlik
yetiştirmek istiyoruz” mealinde
bir beyanatta bulundu ve bir
tartışmanın fitilini ateşlemiş
oldu. İlk bakışta konu ‘sıradan’
görünüyordu ama yaşanan sert
tartışmalar, meselenin, sandığımızdan öte bir ehemmiyetinin
olduğunu gösterdi. Bu ehemmiyet neydi?
Başbakan ne istiyordu, karşıtlar
ne tepki verdiler? Devlet dindar
nesil yetiştirebilir miydi? Hangi
‘din’ (hangi İslam) esas alınarak
dindar nesil yetiştirilecekti?
Ve son olarak, Müslümanlar
olarak bizlerin bu meseledeki
tavrımız ne, tarafımız neresi olmalıydı? Bunlara cevap bulmaya
çalışalım.
K
imilerinin,
“dindar nesil”e
karşı çıkarken, ateist
olmadığını açıklama
gereği duyması çok
ilginçtir. “Annemle
babam dindar
değillerdi ama ateist de
değillerdi. Bizim evde
din konuşulmazdı.
Ama Allah’la, dinle
ilgili olarak saygılı
bir dil kullanılırdı.
‘Allah korkusu’ndan
söz edilirdi” diyor ve
ekliyor: “Ramazanda
oruç tutulmazdı bizim
evde.”
Karşıtların tepkisi
Başbakanın ‘dindar gençlik’ yetiştirme söylemine anında çok
güçlü bir ‘aydın tepkisi’ geldi. Bu
tepkiyi anlamakta zorlanmıyoruz. Çünkü bu, yaklaşık bir asırdır, zamanın baş(ba)kanlarının,
“dindar olmayan” bir gençlik
yetiştirme projelerinin ürünü bir
neslin sesidir. On yılda ‘yaratılmış’ on beş milyon genç, kocamışlık çağında ses vermektedir.
Bu nesil, camilerin ahıra dönüştürülmesine tanıklık ettiler.
Camiden, ezandan, Kur’an’dan,
İslam’dan nefret eden, Peygamberi bir Arap bedevisi olarak tanıtan, Allah’ın adını her yerden
kazımayı hedefleyen politikalara
şahit oldular. Bunlar, İstanbul
Park Otel’de vur patlasın çal
oynasın eğlencede iken ezanın
duyulması üzerine, “ne oldu da
müzik durdu?” diye sorup, ezan
okunduğunu söylediklerinde
müziği ve dansı devam ettiren,
ezan sesinin geldiği Ayaz Paşa
camiinin minaresini yıktırıp, bir
daha orada asla ezan okutmayan, camii de Park Otel artistlerinin elbise gardrobu yaptıran1
başkanların itina ile besleyip
büyüttükleri bir kuşağın çocuklarıdır.
İslam’la mücadele sadedinde
yapılanları tekrar etmeye gerek
yoktur. İslam’dan nefret duygusuyla yetişmiş, tamamen pozitivist, materyalist bir hayata özendirilmiş bir neslin “dindar nesil”
söyleminden ölümcül bir korkuya kapılmaları doğaldır. Bu
korkunun psikolojisini Kur’an
yeteri kadar açıklamaktadır. (74/
Müddessir, 50-51).
Başbakan’ın ‘dindar nesil’ talebine sert tepkiler verildi. Çünkü
Başbakan demokratik güvenilirliğini yitirmek üzereydi! Başbakan ne yapmaya çalışıyordu?
Yoksa Başbakan…?!
Kimilerinin, “dindar nesil”e
karşı çıkarken, ateist olmadığını
açıklama gereği duyması çok
ilginçtir. “Annemle babam dindar değillerdi ama ateist de değillerdi. Bizim evde din konuşulmazdı. Ama Allah’la, dinle ilgili
olarak saygılı bir dil kullanılırdı.
‘Allah korkusu’ndan söz edilirdi”
diyor ve ekliyor: “Ramazanda
oruç tutulmazdı bizim evde.”2
Malum, Din’in, onların evinde
saygılı bir dille bahsedilmesine
ihtiyacı var ya…
Başbakan’ın sözlerine duyduğu
radikal tepkiyi göstermek için
yazısına “ateist olmak istiyorum”
başlığını koyan 28 Şubat döne-
17
İktibas
S
ağlığını önemseyen
hiç kimse,
hiçbir Müslüman
ülkede Peygamberi
eleştiremez,
demektedir. Anlaşılan,
Peygamber’in ne tür
eleştirilere (küfür/
hakaret) maruz
kaldığının farkında
değildi. Bütün bu
tepkiler İslam’a olan kin
ve nefret duygularını,
kıyamete kadar sürecek
olan ezeli adaveti
bütün çıplaklığı ile
ortaya koyuyordu.
Düşünce
minin ‘Hint kumaşı’ bir genel
yayın yönetmeni, yeni nesilleri
anlatırken, “o çocuklar”ın tanışacaklarını, konuşacaklarını,
birlikte sinemaya gideceklerini
ve sevişeceklerini, çünkü onların artık dünyada yaşadıklarını
ifade etmektedir.3
Bir başkası, “Milli ant” yerine
“besmele” koymakla, çocukları
“Türk’üm doğruyum” yerine
“Elhamdülillah Müslümanım”
diye bağırtmakla demokrat
olunmayacağı uyarısında bulunmaktadır.4 Ve kimisi, çoktan
sığınacak bir hazret bulmuş bile
kendisine: “Biz dindar bir nesil
sayılmayız belki, ama ‘kâfir de
olsan yine gel’ diyen Mevlana’ya
akrabayız.”5 Muhammed’e karşı
Celaleddin Rumî…
Kalın gözlüklü, duayen bir
Cumhuriyetçi, çağdaş demokrasinin kimlerin tekeline bırakılamayacağını açıklarken, İslam’ı
“dogmatik bir inanç” olarak
tanımlamaktadır.6 Kimisi, Türkiye’nin ‘dindar’ değil, çağdaş,
rasyonel, demokrat ve bireysel
haklara saygılı bir nesle ihtiyaç
duyduğunu savunmaktadır.7
Kimisi de dindar nesil yetiştirmekle ateist nesil yetiştirmek
arasındaki özsel benzerliğe;8
‘dindar gençliğin’ Kemalizm’in
Müslüman versiyonu olduğuna9
dikkat çekmektedir.
Başbakan’ın söylemi o kadar
abartılmıştı ki, “yeraltına inme
vakti laik eğitime geliyor. Yakında gizli laiklik kursu basıldı haberleri duyarsak şaşmayalım”10
türünden ayran kabartanlar
oldu.
Bir gazete yazarı, sanki “sağlığını önemseyen kişi”, Mustafa
Kemal’i eleştirebilirmiş gibi,
18
“Sağlığını önemseyen hiç kimse,
hiçbir Müslüman ülkede Peygamberi eleştiremez” demektedir.11 Anlaşılan, Peygamber’in
ne tür eleştirilere (küfür/hakaret) maruz kaldığının farkında
değildi.
Bütün bu tepkiler İslam’a olan
kin ve nefret duygularını, kıyamete kadar sürecek olan ezeli
adaveti bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyordu.
Bu tepkilerin daha ‘sert’ olanlarını sizler de gazetelerden
okudunuz, televizyonlardan
dinlediniz. Bütün bu tepkilere
biz Müslümanların tavrı ne olmalıdır? Bizler tepkimizi kendi
kaynağımıza ve bizi terbiye eden
Rabbimizin emirlerine muvafık şekilde geliştirmeliyiz. Biz
biliyoruz ki, bizim kavmimizin
kâfirleri, yedinci yüzyıl Hicaz
Araplarının kâfirlerinden daha
ehven olmayacaktır. Kur’an, İsrail oğulları içinden maymunlar,
domuzlar ve tağuta tapan bir
zümre çıkarıldığından bahseder.
(5/Maide, 60). Bazı Müslümanlar, bu ayeti literal olarak
okumak suretiyle, sözü edilen
kavmin bir kısmının maymuna
ve domuza dönüştürüldüğünü
zannetmekle hataya düşmüşlerdir. Kastedilen, ilgili kavmin
ahlaksızlığı, kişilik bozukluğu,
Allah, elçi ve vahye olan düşmanlığıdır. Bunlar herhangi bir
hayvana dönüşmemişler, tağuta
tapan kimseler olmuşlardır.
Dolayısıyla ideolojik/akidevî bir
sapkınlıktır anlatılmak istenen.
Bu sapkınlığa karşı Musa veya
başka bir Peygamber’in, kendi
vazifesini yapmaktan başka bir
şikâyeti olmamıştır.
Türkiye’de “ateist olmayan, dine
saygılı” egemen zümrenin tep-
Düşünce
kisine karşı yalvarmak, özür
dilemek, ıkınıp sıkınarak hiç
kimseye zarar vermeyen bir
‘dindar nesil’ yetiştirmek talebini yinelemek, zilletten başka
bir şey değildir. Peygamber Muhammed (sav) böyle bir tepkiye
şahit olsaydı, muhtemelen Kafirun suresini okurdu ve ardından
da “…De ki kininizle geberin!...”
(3/Âl-i İmran, 119) ayetini hatırlatırdı.
Dindar Yani Muhafazakâr
Gençlik
Peki, Başbakan tam olarak ne
demişti?
Başbakan, ‘dindar gençlik’ dedi,
‘müslüman gençlik’ gibi bir deyim kullanmadı. Dindar gençlik
tabirine bu kadar tepki gösterenler Müslüman gençlik tabirine ne kadar tepki gösterirlerdi
türünden bir itirazın da çok
anlamı yoktur. Çünkü dindar
gençlikle neyi kastettiği, Başbakanın konuşmasından yeterince
anlaşılmaktadır. AKP Hükümetinin icraatları da ayrıca ‘dindar
gençlik’ tanımının içerisinin
nasıl doldurulması gerektiğine
büyük katkı sağlamaktadır.
Başbakan meramını şöyle anlatmıştı:
“75 yıllık tecrübe göstermiştir ki
laiklik ilkesi, Cumhuriyetimizin
demokratikleşme çabalarıyla en
ideal ve modern anlamda sosyal
bir hukuk devleti olma gayretleriyle bir arada ele alındığında
ülkemizin ilerlemesi, kalkınması, barış, huzur ve istikrar içinde
geleceği şekillendirmesi noktasında hayati bir önemi haizdir.
Laiklik, ayrıştırıcı değil birleştirici, baskıcı değil özgürleştirici,
tek tipleştirici değil hoşgörülü
İktibas
bir yorumla uygulandığında
demokrasiye güç katmış, ekonomiye, dış politikaya, sosyal hayata ivme kazandırmıştır. Türkiye,
geçmişten gelen büyük medeniyet birikimiyle farklı kültürlerin,
farklı dinlerin, farklı mezhep
ve anlayışların barış içinde bir
arada yaşadığı bir coğrafya olmuştur. Bu bakımdan, medeniyetimizle ve medeniyet birikimi-
B
aşbakan, sözlerini
biraz daha
netleştirmek suretiyle,
“yani nesilleri dindar
yetiştirmeyelim de
tinerci mi olsunlar?”
diyerek, tinerci
olmayan liberal
dostlarını (monşer
çocuklarını) üzmüş
görünmektedir. “Ya
dindar ya da tinerci”
denklemi Başbakanın
meramını yeterince
açıklamaktadır.
mizle uyum arz eden bir laiklik
yorumu, birlik ve beraberlik
içinde geleceğe yürüyüşümüzün
de teminatı olmaya devam edecektir. Bu düşüncelerle laikliğin
anayasal ilke olarak kabul edilişinin 75. yıl dönümünü kutluyor, tüm vatandaşlarımı sevgiyle
selamlıyorum.”12
İşte Başbakan’ın, her haykırışı
kendi aleyhine sanan bir zümrenin utanmasızca, “pandoranın
kutusu açıldı, başbakan, gizli
(şeriat) ajandasını açtı, ağzın-
daki baklayı çıkarttı” cinsinden
tepkisine13 konu olan, ‘dindar
nesil’ talebini seslendirdiği konuşması budur.
Bilgisayar diliyle ifade edecek
olursak, imleci Başbakan’ın ‘dindar nesil’ sözü üzerine getirdiğimizde karşımıza, içinde ‘laiklik’
üzerine söylenmiş sözlerin yer
aldığı bir çerçeve açılmaktadır.
Başbakan tarafından “medeniyetimizle uyumlu” bir laikliğe
yönlendirilmekteyiz. Başbakan,
“milletinin, vatanının değerlerine, ilkelerine, tarihten gelen
ilkelerine sahip çıkan” “muhafazakâr ve demokrat” bir nesil yetiştirmeyi14 taahhüt etmektedir.
Başbakanın, ‘dindar nesiller’ tipolojisi şu özellikleri taşımaktadır: büyüklerine isyankar olmayan; milli, manevi değerlerinden
kopmamış, hiçbir istikameti,
meselesi olmayan değil; çağdaş,
özgürlüklere saygılı, farklı düşünce ve inanç gruplarına saygılı
bir nesil…15
Başbakan, sözlerini biraz daha
netleştirmek suretiyle, “yani
nesilleri dindar yetiştirmeyelim
de tinerci mi olsunlar?” diyerek,16 tinerci olmayan liberal
dostlarını (monşer çocuklarını) üzmüş görünmektedir. “Ya
dindar ya da tinerci” denklemi
Başbakanın meramını yeterince
açıklamaktadır. Genç nesillerin
köprü altında yaşamaması, tinerci olmaması, ‘suç makinesi’ne
dönüşmemesi için dindar yetiştirilmeleri gerekmektedir.
Başbakanın ‘dindar nesil’ talebi,
kendisine destek veren muhafazakâr kesimde şu şekilde
şerh edildi: tevazulu, nezaketli,
hoşgörülü, uzlaşmacı, paylaşımcı,17 ana-babaya saygılı, cinayet
19
İktibas
işlemeyen, tuzak kurmayan,
iftira atmayan, içki içmeyen,
uyuşturucuya bulaşmayan, zinadan uzak duran, aile kavramını
önemseyen, silaha ve şiddete
mesafeli olan;18 yetim hakkı
yemeyen, temiz, üreten, gıybet
etmeyen;19 özetle, muhafazakâr
demokrat bir gençlik.20
Yani aslında portresi çizilen,
siyasal bilinci ya gelişmemiş, ya
da siyaseti pragmatizm sanan,
mıymıntı bir gençliktir.
‘Dindar gençlik’ yetiştirirken
laiklik ve demokrasiden ödün
verilmeyeceğini Başbakan da
vurgulamaktadır. Sâbık Diyanet
İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu,
Atatürkçülükle dindarlığı karşı
karşıya getirdiğimizde Atatürkçülüğün; laiklikle Müslümanlığı
karşı karşıya ‘Dindar gençlik’
yetiştirirken laiklik ve demokrasiden ödün verilmeyeceğini
Başbakan da vurgulamaktadır.
Sâbık Diyanet İşleri Başkanı
Ali Bardakoğlu, Atatürkçülükle
dindarlığı karşı karşıya getirdiğimizde Atatürkçülüğün; laiklikle Müslümanlığı karşı karşıya
getirdiğimizde laikliğin zarar
göreceği uyarısında bulunmakla
bir anlamda Başbakan’a destek
vermektedir. Bardakoğlu, laikliği
din özgürlüğünün güvencesi
olarak görmek taraftarıdır.21
Liberaller ise, “Eski”yle, farklı
kültürlerle bağlarını koparmamış, modernizmin açtığı yaralara merhem olacak bir tevazu
içeren bir “dinselliği”; toplumdaki farklı dinselliklere, inanç
gruplarına eşit uzaklıkta duran
bir laikliği ve demokrat zihniyeti
“sunabilirsiniz” görüşündedir.22
Anlaşılacağı üzere Başbakanın
özlemini çektiği, laik-demokra-
20
Düşünce
tik, muhafazakâr, milli değerlere
bağlı, büyüklerine itaatkâr bir
nesildir. Fehmi Koru’nun şerhi
ile bu, ‘çağa uygun dimağlar’dır.
Koru, çağ zaten ‘dine dönüş’
çağıdır demektedir.23 Bu, dine
öyle bir dönüştür ki, Din’in iktidar olmasını ebediyen mümkün
olmaktan çıkartan bir çabaya
dayanmakta, bir o kadar da dinin tezahürüne geçit vermektedir. Ali Bardakoğlu da görünüşte
dindarlaşıldığını teslim etmektedir.24
İşte bu sebeple, “ateist olmayan /
dine saygılı” liberal ve Kemalistlerin Başbakanı ittihatçılaşmakla, din devleti kurma niyetini
nihayet açığa vurmakla suçlamaları ya art niyete dayanmakta
ya da cehalete.
Başbakanın projesini ise elan,
kendilerine cemaat değil de
camia denmesini isteyen neonurcu bir kadro yürütmektedir.
Neo-nurculuğun ‘altın nesil’i ile
‘dindar nesil’ hemen hemen aynı
anlama gelmektedir. Bu, mistik
hezeyanları din belleyen, neonurculuğun uyuzlaştırıcı metinlerini vahiy gibi ezberleyen ama
onları dahi anlamaktan uzak,
teknolojiyle arası fevkalade iyi,
(Başbakanın, kara tahtayı, tebeşiri tarihe gömmekle övünmesini, akıllı tabletleri yüceltmesini25
hatırlayalım), siyasî bilinci, camianın tepesindeki efendi hazretlerinin dudağına bakmaktan
ibaret bir gençliktir.
Hasılı, kimileri ne kadar tepki
gösterse de, önümüzdeki yıllar
artık dinin fobi değil, hobi olarak görüldüğü yıllar olacaktır.
Kemalist anlayışın yarattığı din
fobisinden kurtulmuş, diniyle
barışmış(!), dindarlarına baskı
yapmayan bir Türkiye istenmektedir.26
Çağın ihtiyaçlarına göre dinden
yararlanmak, her pragmatist
(din istismarcısı) sistemin başvurmaktan çekinmeyeceği bir
politikadır. Türkiye Cumhuriyeti
de böyle bir pragmatizmle kurulmuştur. Dünyanın her yerinde bu ilke geçerlidir. Mesela
Norveç’te boşanma oranlarının
yüzde 52’yi bulması üzerine,
parlamento bünyesinde “manevi
değerler komisyonu” adı altında bir komisyon kurulduğu27
bildirilmektedir. Bu, Norveç’i
şeriat ülkesi yapmamaktadır.
Tayyip Erdoğan’ın dindar nesil
projesi de böyle bir tabiata sahip
olacaktır.
Müslüman Gençlik
AKP Hükümeti ‘dindar gençlik’
yetiştirilmesi uğrunda Milli
Eğitim, Diyanet ve başka birçok
kurum vasıtasıyla pek çok icraat
yapacaktır. Fakat bilinmelidir
ki bu, Müslüman bir gençlik
olmayacaktır. Hükümetten böyle bir beklenti içinde olduğum
kesinlikle sanılmamalıdır. Çünkü Müslüman gençlik İslam’ın
kendi eğitim sistemiyle yetişir.
Müslüman gençlik ancak Kur’an
İslamı’yla, Rasulullah’ın (sav)
sünnetiyle eğitilebilir. Müslüman gençliği ancak Müslüman
aileler ve Müslüman kurumlar
yetiştirebilir. Müslüman bir
gençlikten bahsedebilmek için
öncelikle akidesinin yüzde yüz
İslamî olması, laiklik ve demokrasi gibi beşeri ideolojileri kesin
bir şekilde reddetmesi gerekir.
Müslüman gençlik, kişilere,
efendilere, din ulularına değil,
dine, akideye ve fikre tutkundur.
Kişilerin ölümlü olduğunu bilir,
ancak Allah’ın baki olduğuna iti-
Düşünce
kad eder. Bütün değerlerin kaynağının Allah olduğuna inanır.
Müslüman gençlik yetiştirmek
elbette ki kavun-karpuz yetiştirmeye benzememektedir. Bu,
sanıldığı kadar kolay bir iş de
değildir. Bununla beraber, devletin gençlik yetiştirmek gibi bir
görevinin olmaması gerektiğini
savunanlar, modern paradigmanın etkisinde kalarak, ne dediğini bilmeyen kimselerdir. Çünkü
devlet, insanlardan tamamen
bağımsız, hayali bir kurum değildir. Müslümanların kurduğu
bir devletin hedefleri arasında,
Müslüman fertlerin hedefleri
de bulunmak durumundadır.
İran İslam Devrimi’nin kötü
örnek oluşu bile, yukarıdaki tezi
doğrulamaz. İslam’ın marufu
emir, münkerden nehiy ilkesi,
bütün bir toplumun Allah’ın
rızası doğrultusunda eğitilmesi gereğini ortaya koyar. Milli
Eğitim Bakanlığı’na bağlı bütün
okullar devletin okullarıdır ve
bu okullarda bir asırdır ülkenin
bütün gençliği, çağdaş bir cahiliye formatında eğitilmektedir. Bu
okullarda şimdi nasıl batıcı, laik-demokratik, liberal bir eğitim
veriliyorsa, İslamî bir rejimde
de İslam’ın temel ilkeleri (akide)
doğrultusunda eğitim verilecektir. Bu eğitim, başka dinden olan
insanların zorla İslamlaştırılması anlamına da gelmez.
Teknik ayrıntıları bir yana, Müslüman gençlik sadece Kur’an ve
sünnet eğitimi ile yetiştirilebilir
ve bunu da ancak İslam’a hiçbir
ideolojiyi eş koşmayan Müslüman kadrolar yapabilirler.
Muhafazakâr-demokrat gençlik,
İslam’ın gençliği değildir, İslam’la küfür, hakla batıl arasında
zihni gidip gelen, tevhidle şirki
İktibas
telif eden, Allah’la modern çağın
putlarını uzlaştıran bir gençliktir. Dindar gençlik olarak tebcil
edilen gençler ne yazık ki okumaktan uzak, teknolojiyi kutsayan, tefekküre yabancı, kadınerkek ilişkilerinde moderndir.
Bu gençlik, bu ve bundan sonraki muhafazakâr iktidarlara oy
deposu olacak, ihtiyaç duyulan
teknokrat ihtiyacını karşılayacak
ama asla bir tebliğ/davet gençliği
olmayacaktır. Böylesi bir gençliğe merhamet nazarıyla bakmak
gerekir. Ama unutmamalıyız
ki bu gençlik, Müslüman ‘büyük’lerinden yevmul kıyamette
davacı olacaklardır.
Dipnotlar
1-Eşref Edip, Kara Kitap, İst-2005,
271.
2-Hasan Cemal, Dindar Yetişmedim, Tinerci de Olmadım, Milliyet, 08.02.2012.
3-Ertuğrul Özkök, Ateist Olmak
İstiyorum, Hürriyet, 04.02.2012.
4-Can Dündar, Milli Ant Yerine
Besmele, Milliyet, 04.02.2012.
5-Can Dündar, Dindar Bir
Nesil Sayılmasak da, Milliyet,
12.02.2012.
6-Emre Kongar, Dinci Politika, Dinci Eğitim, Cumhuriyet,
04.02.2012.
7-Semih İdiz, Bize Çağdaş Nesiller Lazım, Milliyet, 04.02.2012.
8-Can Dündar, Milli Ant Yerine
Besmele, Milliyet, 04.02.2012.
9-Ahmet Altan, Müslümanlığın Şansı ve Şanssızlığı, Taraf,
05.02.2012.
12-Başbakan Erdoğan’ın Laiklik Mesajı, www.haber7.com,
05.02.2012.
13-M. Ali Birand, Dindarlık
Yarışı Sonumuz Olur, Hürriyet,
07.02.2012.
14-Bülent Korucu, Dindarların Talebi Özgürlük, Zaman,
08.02.2012.
15-Erdoğan: Biz Öğrenci Formatlamıyoruz, www.haber7.com,
06.02.2012.
16-Erdoğan: Biz Öğrenci Formatlamıyoruz, www.haber7.com,
06.02.2012.
17-Hüseyin Gülerce, İslamî Kesim ve Demokratlık, Zaman,
08.02.2012.
18-Nuh Gönültaş, Devletin
Torna Tesfiye Görevi, Bugün,
05.02.2012.
19-Ali Bardakoğlu, Nebahat
Koç’un Röportajı, Akşam,
05.02.2012.
20-Hüseyin Gülerce, İslamî Kesim ve Demokratlık, Zaman,
08.02.2012.
21-Ali Bardakoğlu, Nebahat
Koç’un Röportajı, Akşam,
05.02.2012.
22-Ferhat Kentel, Dindar Nesiller,
Taraf, 04.02.2012.
23-Fehmi Koru, Dindar Gençliği
Kim Yetiştirmeli, Star, 04.02.2012.
24-Ali Bardakoğlu, Nebahat
Koç’un Röportajı, Akşam,
05.02.2012.
25-Erdoğan: Biz Öğrenci Formatlamıyoruz, www.haber7.com,
06.02.2012.
10-Can Dündar, Milli Ant Yerine
Besmele, Milliyet, 04.02.2012.
26-Ahmet Altan, Müslümanlığın Şansı ve Şanssızlığı, Taraf,
05.02.2012.
11-Semih İdiz, Bize Çağdaş Nesiller Lazım, Milliyet, 04.02.2012.
27-Gültekin Avcı, Nasıl Bir Gençlik, Bugün, 05.02.2012.
21
İktibas
KÜRESELLEŞMENİN
GELECEĞİNDE
DİNİN ETKİSİ
ABDULLAH METİN
K
anaatimizce
din ortadan
kalkmamakla
birlikte, mahiyeti
değişmektedir.
Toplumsal yapışkanlığı
ve düzenleyici/kural
koyucu şeriatından
sıyrılan din, bireysel bir
görünüm kazanmaya
başlamış ve Tanrı ile
insan arasındaki bir
inanç kategorisi olarak
varlığını sürdürmüştür/
sürdürmektedir.
22
Düşünce
Dünya üzerindeki olayların,
insanların, ekonomilerin, yönetimlerin, kültürlerin, sorunların vb. birbirleriyle daha fazla
bağlantılı hale gelmesi demek
olan küreselleşme, 20. yüzyılın
tartışmasız en önemli olgularından biridir. Daha McLuhan
küreselleşmeyi dünyanın küresel
bir köye dönüşmesi olarak tanımlamadan önce, 1930’larda
gezegenleşme (planetization)
kavramını ortaya koyan Pierre
Teilhard de Chardin, bu kavramı çağımızın kökleri derinlere
inen dini bir hareketi olarak
tanımlamıştır. Küreselleşmenin
geleceği üzerinde dinin etkisine
geçmeden önce dinin 20. yüzyıl içindeki seyrini belirtmek
gerekiyor. Modern dönemde
dinin yok olup gidecek bir
sosyal fosil olduğu Karl Marx,
Sigmund Freud, Emile Durkheim, Max Weber gibi birçok
modernist düşünür tarafından
dile getirilmiş ve hatta Weber bu
durumu “dünyanın büyüsünün
bozulması” olarak tanımlamıştır. 1960’lı yılların sekülerleşme
teorisyenleri de bu düşünürlerle
aynı görüşteydi. Oysa 20. yüzyılda dünyanın sekülerleşmediği
dillendirilmeye başlandı. Bir
zamanlar sekülerleşme teorisini
savunan Peter Berger bile “sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız zannı yanlıştır” itirafını
yaptı. Ona göre sekülerleşmenin
başarıya ulaşacağını söylemek,
Tibetli Lamaların, Pentekostal*
vaizlerin ve İranlı mollaların
Amerikan üniversitelerindeki
edebiyat profesörleri gibi düşüneceğini iddia etmektir ki, bu
iddia Berger’e inandırıcı gelmemektedir.
Sekülerleşmenin beklenildiği
düzeyde gerçekleşmediğini belirten bir diğer düşünür Peter
Beyer de dünyanın sekülerleş-
mekten ziyade dinselleştiğini
savunmuştur. Beyer’e göre toplumun küreselleşmesi, 1960’lardaki bazı teologların iddia
ettiği gibi, Tanrı’nın ölümüne
sebep olmamıştır. Tanrı hala
cennetinde dünyayı yönetirken
şeytanın görünümü gitgide belirsizleşmiştir. Tanrı hala sevilir
ama ondan korkmak güçleşmiştir. Kanaatimizce din ortadan
kalkmamakla birlikte, mahiyeti
değişmektedir. Toplumsal yapışkanlığı ve düzenleyici/kural
koyucu şeriatından sıyrılan din,
bireysel bir görünüm kazanmaya başlamış ve Tanrı ile insan
arasındaki bir inanç kategorisi
olarak varlığını sürdürmüştür/
sürdürmektedir. Berger ve Jose
Casanova’nın da iddia ettiği gibi
liberal modele adapte olmayan
ve şahsileşmeye (privatization)
direnen dinlerin modern dünyada başarılı olması, diğerlerinin
ise düşüşe geçmesi muhtemeldir.
Küresel yayılma konusunda en
başarılı iki din Hıristiyanlık ve
İslam’dır. Dolayısıyla küreselleşmenin 21. yüzyılın sonunda,
dünyayı hangi noktaya getireceğini belirleyecek olan da bu iki
din arasındaki rekabettir. Bu iki
din arasında Hıristiyanlık bir
Avrupa dini olmaktan uzaklaşarak Latin Amerika ve Afrika’da
hızla yayılmaktadır. Hıristiyanlığın Reformasyon sonucu ortaya
çıkan mezhebi olan Protestanlık,
modernite ile uyum içerisindedir ve bu sebeple modernizmin
ulaşabildiği her noktaya ulaşabilecek kapasitededir. Akıl
ile tecrübeyi ön plana çıkaran
Protestanlık ve onun tarikatları,
anti-hiyerarşik yapılanması ve
gayri resmi/ kiliseden kopuk
teolojileriyle Avrupa dışı dünyada daha kolay kabullenilebilmektedir. 1900’lerin başlarında
bir avuçken günümüzde sayıları
Düşünce
birkaç yüz milyona ulaşan Pentekostaller bu yayılmanın bir
örneğidir.
Hıristiyanlık küreselleşme sürecinde ister istemez formatını
da değiştirmektedir. Özellikle
Latin Amerika ve Afrika’da bazı
toplumların eski inançları ile
Hıristiyanlığın öğretisini birleştirdikleri görülmektedir. Misal
olarak, Meksika’da yaşayan
Tarahamuralar Hıristiyanlığın
kutsalları ile geleneksel mitolojilerini birleştirerek, Güneş’e ve
Ay’a karşılık gelen Tanrı’ya ve
O’nun karısı Bakire Meryem’e ve
onların oğlu İsa’ya inanırlar. Bu
inanca göre Kızılderililer bu kutsal ailenin soyundan gelmekteyken, Kızılderili olmayanlar şeytan ve karısının soyundandırlar.
Güney Afrika’da bir kabile ise
Tanrıya ve atalarının ruhlarına
birlikte tapmaktadırlar. Walter
Kasper Hıristiyanlar arasındaki
bu ve benzeri bölünmelerin
Hıristiyanlığın dünya misyonunu yerine getirmede en büyük
engellerden birisi olduğunu
belirtir. Kasper’ın düşüncesine
katılmamızı engelleyen şey Hıristiyanlığın arılığı sorunudur.
Tek bir teoloji/inanç ve yaşama
biçimi sunmayan Hıristiyanlığın kendi özünden uzaklaştığı
aşikârdır.
Hıristiyanlığın bir özünün olup
olmadığı da sorunludur. Zira
bugünkü Hıristiyanlığın Hz.
İsa’nın Hıristiyanlığı mı yoksa
Pavlus’un Hıristiyanlığı mı olduğu tartışmalıdır. Kanonik İnciller tüm Hıristiyan mezhepleri
tarafından kabul edilmekle birlikte Hıristiyanlar arasında teolojinin bölünmesine sebep olan
konsiller, 11. yüzyılda Katoliklik
ile Ortodoksluğu, Reformasyon
ise 16. yüzyılda Katoliklik ve
Protestanlığı ayırmıştır. Antik
İktibas
Yunan felsefesi ve Roma hukuku
ile birlikte Batı medeniyetinin
üç sacayağından birisi olan Avrupa’yı değiştirirken, Avrupa’nın
dönüşümüyle birlikte kendisi
de dönüşen ve dolayısıyla Avrupalıların her an Hıristiyan
olmasına sebep olan Hıristiyanlığın, özellikle Latin Amerika ve
Afrika’daki yayılması ile birlikte
yerli inançlarla harmanlanması
sonucu özünün korunup korunamayacağı; özellikle Hıristiyan
mezhepleri arasında üst düzey
kurumsallığıyla dikkat çeken
Katolik Kilise’sinin bu konuda
neler düşündüğü gerçekten merak konusudur.
Baba-Oğul-Kutsal Ruh denkleminde şekillenen fakat bu
denklemin her bir öğesinin ve
bu öğeler arasındaki bağlantının
niteliği konusunda mezhepler
arasında ayrışmaların bulunduğu Hıristiyanlık, şeriatsız teolojisiyle yayılma hususunda İslam
karşısında bir adım önde görülmektedir. Fakat bu bir adım
önde olma durumu da yine dinin arılığı açısından bakıldığında tartışmalı bir hale gelmektedir. Hukuksal/şeriatsal dayanağı
olmayan bir din dünyayı değiştirmeye nasıl talip olacaktır! Hz.
İsa havarilerine “gidin, bütün
ulusları öğrencilerim olarak
yetiştirin. Onları Baba, Oğul
ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz
edin. Size buyurduğum her şeye
uymayı onlara öğretin” (Matta
28) buyurmuştur ama kurtuluşu
tüm insanlık adına kendini feda
eden İsa Mesih’e inanmakta gören ve bu sebeple tüm insanlığı
kurtuluşa ermek adına kendisine çağıran Kilise insanlığa neyi
vaaz etmektedir!
B
aba-Oğul-Kutsal
Ruh denkleminde
şekillenen fakat
bu denklemin her
bir öğesinin ve bu
öğeler arasındaki
bağlantının niteliği
konusunda mezhepler
arasında ayrışmaların
bulunduğu
Hıristiyanlık, şeriatsız
teolojisiyle yayılma
hususunda İslam
karşısında bir adım
önde görülmektedir.
Fakat bu bir adım önde
olma durumu da yine
dinin arılığı açısından
bakıldığında tartışmalı
bir hale gelmektedir.
Amerika’da Evangelist bir tarikat, dünyayı İsa Mesih’in dönüşüne uygun hale getirmek ve
23
İktibas
Tanrı adına savaşacak çocuklar
yetiştirmek için “Jesus Camp”
düzenlemekte ve 6-7 yaşlarında
çocuklara kamp programının
başlangıcında şu yemini ettirmektedir: “Tanrım, ben gönüllüyüm, eğitilmek için buradayım,
sen ne istersen onu yapacağım
ve sen ne istersen onu söyleyeceğim.” Kamp yöneticisi ise şunları söylemektedir: “Filistin’deki
kamplarda çocuklara el bombası
atmayı, silah kullanmayı öğretiyorlar. Ben de, tıpkı Pakistan’da
ve Filistin’de İslam için canlarını
feda eden gençler gibi, İncil için
kendi hayatlarını feda eden bir
gençlik görmek istiyorum. Çünkü hakikat biziz”.
Gerek kilisenin gerek bu tür Hıristiyanların, Kenya başbakanı
Jomo Kenyatta’nın “Avrupalılar
geldiklerinde onların elinde İncil,
bizim elimizde ise topraklarımız
vardı. Bize gözlerimizi kapatıp
dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi
açtığımızda baktık ki İncil bizim
elimizdeydi. Topraklarımız ise
beyazların olmuştu.” sözleriyle
özdeşleşen sömürgecilikle mündemiç ve onun bir aracı olarak
kullanılmış Hıristiyanlığın,
bugün kapitalizmle iç içe olmadığını ve herhangi bir projeden
müstakil olarak kendi evrensel
iyisini yaratıp, dünyayı ıslah
etmeye/barışı getirmeye talip olduğunu savunması gerekecektir.
Yaklaşık on dört yüzyıl önce
mesajını tamamlamış olan İslam, Hz. Muhammed’den sonra
halifeler dönemi, Emeviler,
Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde, Arabistan
topraklarından Güney Asya’ya,
Kafkasya’ya, Kuzey Afrika’ya,
Anadolu’ya, Balkanlar’a ve İspanya’ya kadar yayılmıştır. Şia
mezhebinin ortaya çıkmasıyla
iki mezhebe bölünen İslam, Ehli
24
Düşünce
Sünnet içerisinde de Hanefi,
Şafii, Maliki ve Hanbelî gibi fıkıh ekollerini barındırmaktadır.
İslam’ın yayılmasında bu mezhepsel ayrılmanın ve farklı ekollerin varlığının etkisini kabul
etmekle birlikte, bu mezhepler
ve ekoller arasındaki farklılığı
her biri ayrı bir din (religion)
mesabesinde olan Hıristiyanlık
mezhepleri arasındaki farklılıklarla kıyaslamak mümkün değildir. İslam’ın arılığını sağlayan
en önemli unsur olan Kur’an-ı
Kerim ve sünnet, kendilerinden
M
odern hayat
ise insanları
bireyselleştirmektedir.
Böyle bir dönemde
İslam’ın insanları tekrar
cemaatsel düşünmeye
nasıl sevk edeceği bir
tartışma konusudur.
beslenen üçüncü ve dördüncü
derece kaynaklar olan icma ve
kıyasın büyük çapta bir ayrılığa
ve kopmaya neden olmasına
manidir. Bu kaynaklara dayanan
İslam şeriatı toplumsal, siyasal
ve iktisadi yaşamı düzenleme
iddiasındadır. İmanı ibadetle
birleştiren ve dinin toplumsal
pratiğini önemseyen İslam, özünü korumayı başarmıştır.
Evrensel ortak iyi, İslam açısından ferdilikten ziyade cemaatseldir. Ferdin hukukunu
korumakla birlikte onun cemaat içindeki rolünü de ihmal
etmeyen İslam, toplumsal bir
dönüşümü amaçlamaktadır.
Modern hayat ise insanları bireyselleştirmektedir. Böyle bir
dönemde İslam’ın insanları tek-
rar cemaatsel düşünmeye nasıl
sevk edeceği bir tartışma konusudur. Bazı düşünürler İslam’ın
küreselleşmesinde bu hususun
dezavantaj olduğunu, herhangi
bir hukuk vaaz etmeyen Hıristiyanlığın İslam karşısında
daha avantajlı olduğunu ifade
etmektedirler. Küreselleşme
toplumsal değişmeden bağımsız
olmadığına göre, hem ferdi hem
de cemaati/toplumu değiştirmeye çalışan ve tüm Müslümanları kardeş ilan eden İslam’ın;
bireyin kurtuluşunu önceleyen
ve şeriatsız bir iman vaaz eden
Hıristiyanlığa nazaran, küreselleştiği ölçüde kendi damgasını
taşıyan bir değişimi gerçekleştireceği de açıktır. İslam ferdiliği
ön plana çıkaran ve şeriatından
soyutlanmış bir yayılma içerisine girmesi halinde ise bu
idealinden uzaklaşmış olacaktır.
İslam’ın 21. yüzyılda ferdiliği ön
plana çıkaran Sufizm yoluyla mı
yoksa şeriat temelli dönüşümü
esas alan bağlantıları yoluyla
mı yayılacağı, İslam’ın dinsel ve
dünyanın küresel görünümünde
etkili olacaktır.
11 Eylül (2001) saldırılarının
İslam’ın yakın geleceği üzerinde
etkili olacağı anlaşılmıştır. Bu
komplonun ardından Afganistan ve Irak saldırıya uğramış,
Afganistan’da Usame bin Ladin,
Irak’ta Saddam devrilirken bu
ülkeler belirsizliğe sürüklenmiştir. 1979 devriminin ardından
İslam Cumhuriyeti’ni kuran
İran, Şii dünyası arasındaki
birlikteliği önemserken, İslam
adına hareket eden Hamas,
Hizbullah gibi İslami hareketleri
desteklemektedir. Bu hareketlerden Hizbullah Lübnan iç siyasetinde etkin bir rol oynarken,
dışarıda da Lübnan ordusu gibi
hareket etmekte; Hamas ise
bağımsız Filistin’in mücadelesini
Düşünce
vermektedir. Arap baharı olarak
nitelenen devirmelerin ardından
Fas, Tunus, Libya ve Mısır’da
iktidarlar değişirken Yemen,
Bahreyn, Suriye gibi ülkeler bu
sancılı süreci yaşamaya devam
etmektedir. Kimilerine göre
Türkiye’nin sivil devrimi olarak
nitelenen 2002’de Ak Parti’nin
iktidara gelmesi ise Türkiye’yi
modern dünya ile daha barışık
bir düzleme çekmiştir. Tüm
bu gelişmelerin, iflas ettiği
iddia edilen Büyük Ortadoğu
Projesi’nin sınırları içerisinde
gerçekleşmesi bir yana, İslam’ın
geleceği üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. İslam’ın hâkim
belirleyici olduğu Ortadoğu’nun
laik-demokratik-kapitalist bir
mecraya mı sürükleneceği,
yoksa dinsel-siyasal bir yapıya
mı kavuşacağı İslam’ın geleceği
açısından da önemli olacaktır.
İslam mutlak olarak siyasal bir
korumaya ihtiyaç duymamasına
rağmen, böyle bir koruma onun
yaşanmasının ve yayılmasının
niteliğini ve yönünü tayin ederken, Hıristiyanlıkla rekabetinin
sonucunu da etkileyecektir.
İstatistiksel verilere ve bu verilere dayalı tahminlere dayanan
Huntington, uzun vadede Muhammed’in kazanacağını iddia
etmektedir. Ona göre Hıristiyanlık sadece tebliği ile yayılırken,
İslam tebliğ ve doğum (reproduction) ile yayılmaktadır. Bazı
Hıristiyan düşünürler bu görüşe
karşı çıkmaktadır. Huntington
2025 yılında Müslüman nüfusun
dünya nüfusuna oranının %30,
Hıristiyan nüfusun dünya nüfusuna oranının %25 olacağını
tahmin ederken, Woodhead ve
Jenkins bu oranları sırasıyla %25
ve %33-34 olarak vermektedirler. Hıristiyanlığın 20. yüzyılda
Latin Amerika’da ve Afrika’daki
hızlı yayılmasını 21. yüzyılda da
İktibas
devam ettireceğini varsayar ve
bu kıtalardaki doğum oranlarının yüksekliğini de göz önünde
bulundurursak, Huntington’ın
Hıristiyanlığın sadece tebliğ ile
yayıldığı iddiasının doğru olmadığını düşünebiliriz.
Peki, dünyanın ve küreselleşmenin geleceğinde belirleyici
olan sayısal üstünlük müdür?
Bu sorunun cevabını Yahudilere
bakarak ‘hayır’ olarak verebiliriz. Dünya nüfusunun yaklaşık
%19’unu oluşturan Hindu ve
Budistlerin küresel kültüre
katkıları çok düşükken, nüfusları dünya nüfusunun yalnızca
%0.2’sinden ibaret olan Yahudilerin dünyanın modern görünümüne katkılarının çok büyük
olması, bu nicel yanıltıcılığın en
güzel örneğidir. Küreselleşme
açısından önemli olan nicel büyüklük değil, dinin niteliği (toplumsal, iktisadi ve siyasal yaşama etkisi) ve dünyayı değiştirme
potansiyelidir. Berger ve Casanova’yı tekrardan hatırlarsak,
liberal modele adapte olmayan
ve şahsileşmeye (privatization)
direnen dinlerin modern dünyada başarılı olması, diğerlerinin
ise düşüşe geçmesi muhtemeldir.
Başarılı olan din aynı zamanda
dünyanın geleceğini şekillendirecek olan dindir.
* Pentekostalizm: İsmini Hz.
İsa’nın göğe yükselişinin ellinci
gününden alan, 20. yüzyılın hemen
başında ABD’de ortaya çıkmış ve
özellikle Latin Amerika’da yayılmış,
Protestanlık içi bir akımdır. Akımın
mensupları Ruh gücü ile Tanrı’nın
tecrübe edilebileceğine; Tanrı’nın
insanlara farklı dilerde konuşabilme, hastaları iyileştirebilme gibi
hediyeler verdiğine inanırlar.
Kaynakça
ASLAN, Adnan; “Küreselleşme ve
Din”, Köprü, 2002, sayı 77, s. 32-48.
ATTAS, Nakib El; İslam, Sekülarizm ve Geleceğin Felsefesi, çev.
Mahmut Erol Kılıç, 3. baskı, İstanbul, İnsan Yayınları, 2003
BERGER, Peter; “Secularism in Retreat”, The National Interest, Winter
1996 n46): 3(10), pp. 1-11
BERGER, Peter; “Desecularization
of the World: A Global Review”,
(ed) Peter Berger, Desecularization
of the World: Resurgent and World
Politics, 1999, Ethics and Public Policy Center, Washington, pp. 1-18.
BERGER, Peter; “Secularization
and de-secularization”, (ed) Linda
Woodhead, Religions in the Modern World, 2005, Routledge, New
York, pp. 336-344.
BEYER, Peter; Religion and Globalization, 2000, SAGE Publications,
London.
HUNTINGTON, Samuel; The
Clash of Civilizations and the
Remaking of World Order, 1996,
Simon&Schuster Paperbacks, New
York.
JENKINS, Philip; The Next Christendom: The Coming of Global
Christianity, 2002, Oxford University Press, New York.
KALE, Sudhir; “Spirituality, Religion, and Globalization”, Journal of
Macromarketing, 2004, Volume 24,
pp. 92-97.
ORMEROD, Neil, SHANE, Cliffon;
Globalization and the Mission of
the Church, 2009, T&T Clark, New
York.
WOODHEAD, Linda; “Christianity”, (ed) Linda Woodhead, Religions in the Modern World, 2005,
Routledge, New York, pp. 177-209.
25
Röportaj
MÜSLÜMANLAR HİÇ KUR’AN OKUMUYORLAR MI?
AKİF EMRE: “Dümdüz, çok açık, net şeylerde bile, bırakın fıkhî yorumlar veya içtihatları,
çok açık, net ilkelerde bile insanlar bir sivil toplum savaşçısı olarak çıkıyor karşımıza”
Röportaj: Şükrü HÜSEYİNOĞLU
Türkiyeli Müslümanlar arasında,
28 Şubat süreciyle başlayan ve
ardından AKP’nin iktidarıyla
birlikte önü alınamaz bir hal
alan zihinsel dönüşümler, AKP
üzerinden sisteme eklemlenme
süreci, İslamî değer yargısı ve
iddiaların giderek yerini liberal
söylemlere terk etmesi, kapitalistleşme eğilimlerine tepki olarak
ortaya çıkan ve “İslamî sol” olarak nitelenen eklektik söylemler...
Yeni Şafak Gazetesi yazarı Akif
Emre ile, bu meselelerin yanı
sıra Uludere hadisesi, MİT krizi,
“Arap Baharı” olarak nitelenen
bölgemizdeki hızlı değişimler, Suriye’de yaşananlar, İran’ın Suriye
konusundaki tutumu gibi birçok
konuda verimli bir söyleşi, gerçekleştirdik. Emre’nin tesbitlerini
ilgiyle okuyacağınıza inanıyoruz.
26
Değişen bölge ve dünya dengeleri söz konusu. Siz zaman
zaman da bu konuyla ilgili
yazılarınızda ifade etmeye çalışıyorsunuz. Kısaca özetlemek
gerekirse, bu gidişatı nasıl görüyorsunuz? Bir anlamda diktatörlük üzerine kurulu düzenden daha ılımlı, demokratik
bir düzene geçiş var. Gidişat
sizce ne yönde?
Yani Arap Baharı ne anlama
geliyor diye soruyorsunuz...
Evet, Arap Baharı ne anlama
geliyor? Gidişatın ne yöne olduğu konusunda sizin yaklaşımınızı sormak istiyorum...
Şimdi bazı şeyler çok yanlış
anlaşılmaya müsait. Yani Arap
Baharı nereye evrilebilir veya
bunun sonuçlarına işaret ettiğiniz, konuştuğunuz vakit, roman-
tizmden sıyrılıp biraz daha böyle
acıtan sorular sorduğunuz vakit,
her şeyi komployla izah emek
gibi bir suçlamayla karşı karşıya
kalmayı göze almanız gerekiyor.
Peşinen şunu söylemem gerekir:
Ne Tunus’ta, ne Libya’da, ne de
Mısır’daki insanların talepleri
haksız talepler değildi. Hiç kimse Hüsnü Mübarek döneminin
şu andakinden daha iyi olduğunu söyleyemez. Orada baskı
olmadığını, kapalı rejimlerin
olmadığını, insanların pek çok
özgürlük alanlarının kısıtlanmış
olduğunu vesaire, ekonomik,
siyasal, sosyal anlamda pek çok
sorunun olmadığını kimse iddia
edemez. En temel sorun da burada. Zaten orada bir özgürlük
sorunu vardı, halka rağmen,
meşruiyeti olmayan yönetimler
vardı, bunlar ya askeri diktatörlüklerdi yahut da monarşik yö-
Röportaj
netimlerdi veyahut da ideolojik
tek parti yönetimleriydi. İkincisi, dünyanın en büyük zenginlik
kaynaklarına sahip olmalarına
rağmen dünyanın gelir dağılımının en bozuk olduğu ve fakirliğin diz boyu olduğu bölge yine
bu ülkeler. İsrail’le olan ilişkiler
vardı. Dolayısıyla, bu sorunlar
aslında hem uluslararası arenada, hem de içeride birbirini
meşrulaştırmaya da yarıyordu.
Bu diktatörler İslamî hareketleri
bastırdıkça, bakın Batı karşıtı
fundamentalist hareketlere karşı
güvence benim diyor, dışarıdan
destek alıyor. Kendi halkına da,
İsrail’le savaşıyormuş gibi gösterip bakın biz olmasak memleketi
Siyonistler işgal edecek, Kudüs’ü
tekrar kurtaracağız propagandası yaparak çift yönlü bir denge
yürütüyordu. Ama bu ne kadar
yürütülebilirdi? İşte iletişimin
bu kadar yaygın olduğu, insanların artık gözünün açıldığı, yurt
dışına gidip geldiği, ne olup bittiğini gördüğü bu dönemde bu
zaten artık sürdürülebilir değildi. Dolayısıyla, bu süreci, komplo olup olmadığı şeklinde değil,
çok açık olan hareketlerin bizatihi nedenleri üzerinden değil,
sonuçlarının nasıl şekillendiği
üzerinden okumakta fayda var.
Mesela Bin Ali neden kısa bir
süre içerisinde ülkeyi terk etmek
zorunda kaldı? Hüsnü Mübarek,
tecrübeli bir politikacı olarak
değişimi okumamış olması imkânsızdı. Artık dengelerin kendi
aleyhine dönüştüğünü gördü.
Dolayısıyla, Hüsnü Mübarek’i
orada tutan dış destek, uluslararası sistem artık bu işin sürdürülebilir olmadığını işaret edince
çekilmek zorunda kaldı. Bu anlamda eğer komplo aranacaksa
bu ilişkilerde aranmalı.
İktibas
Ben esas sorunun şu olduğunu
düşünüyorum: Bundan sonraki
yönetim postkolonyal dönemde
olduğu gibi tek parti veya dikta
yönetimleriyle uzun vadede
sürdürülebilir değildir. Bunun
yerine İslam dünyasının küresel
sisteme eklemlendiği bir sürece
girilmesi öngörülüyor. Yani kapitalizmin geldiği yeni aşama,
yeni coğrafyaların, yeni toplumların bu tüketim toplumuna,
kapitalist üretim biçimlerine
entegre edilmesini zaruri kılan
bir yapıyı gerektiriyor. Soğuk sa-
B
en esas sorunun
şu olduğunu
düşünüyorum:
Bundan sonraki
yönetim postkolonyal
dönemde olduğu gibi
tek parti veya dikta
yönetimleriyle uzun
vadede sürdürülebilir
değildir. Bunun yerine
İslam dünyasının
küresel sisteme
eklemlendiği bir sürece
girilmesi öngörülüyor.
vaşın bitmesi, Sovyet bloğunun
kapitalist sisteme entegre olmasıyla sonuçlandı ve devasa bir
pazar kazandı kapitalizm. Oysa
İslam dünyası, temeldeki ilkeleri
itibariyle, İslam’ın kendinde var
olan ilkeleri itibariyle, moderniteye karşı ve kapitalizme direniyor. Yani bir Müslüman topluluk
veya herhangi bir Müslüman,
bu tür ideolojik, teorik çözümlemelerden hiçbir haberi olmasa
bile, hayatında faiz haram diye
inanıyorsa…
İsrafın haramlığına inanıyorsa...
Evet, israf haramdır diyebiliyorsa, paylaşmayı, adaleti ve bu tür
temel İslamî ilkelerle hala fert
düzeyinde, insan teki düzeyinde
de olsa hayatını bu ilkelere göre
biçimlendiriyorsa, o insan tek
başına kapitalizme kafa tutuyor
demektir. Bu değer yargılarının
değiştirildiği, dönüştürüldüğü,
ama başörtüsünün de serbest olduğu bir yapıya doğru gidiliyor.
Evet, hatta Batı’da bu yönde
projeler de üretiliyor...
Çünkü bu gidişat, İslam’ın bütüncül bir hayat tarzı olarak
algılandığı, yaşatıldığı bir değerler sisteminden tam anlamıyla
Protestan ahlakının geliştirildiği
bir model oluşturulmak isteniyor. İslam’ın ilkelerinden uzaklaşmış bir dindarlık, üretime
daha canlı, daha hızlı katılabilir,
daha dürüst olur falan. Diktatörlüklere karşı ayağa kalkan
kitlelerin niyetlerinin bu olduğu
anlamında söylemiyorum ama
bunu yönlendirmek isteyenlerin, süreç içerisinde kontrol
altına alıp yönlendirmek isteyen
güçlerin Arap Baharı’yla yaygınlaştırmak istedikleri, hem
İsrail’le olan ilişkileri, hem sahip
oldukları o zengin yer altı ve
yer üstü kaynaklarının kontrolü
ve paylaşımı meselesi, hem de
toplumu bir tüketim toplumuna
dönüştürerek kapitalizmle kurduğu ilişkinin yeniden biçimlenerek eklemleme sürecine dahil
edilmesi isteniyor. Esas sınav da
bundan sonra verilecek. Libya
İslam devleti olduğunu ilan etti.
Bunu niye ilan edersiniz? Teorik
olarak Hüsnü Mübarek dönemi
27
İktibas
Anayasasında da, şeriata aykırı,
İslam hukukuna aykırı, Kur’an’a
aykırı yasa çıkarılamaz diye yasa
vardı. Teorik olarak böyle olabilir ama faiz meselesi konusunda
ne diyorsunuz? Sahip olduğunuz
petrolü kimlerle, nasıl paylaşacaksınız? Bu petrolün sahibi
Libyalılar mı olacak, yoksa
Fransız şirketleri gelip yeniden
pazarlıkla daha kârlı anlaşmalar
mı yapacaklar veya İngilizler mi
daha çok pay alacak? Yani kimse
şunu söyleyemez: liberal müdahalecilik adı altında Libya bombalanırken, her biri birkaç milyon dolarlık devasa bombalar
oralara atılırken, İngilizlerin çöldeki zavallı Libyalıların özgürlüğü için bu paraları harcadıklarını kimse söyleyemez. Kimse
Röportaj
böyle safiyane düşünmemelidir.
Bu soruyu sormuyorsanız veya
özellikle sordurulmuyorsa,
burada ciddi bir zihinsel problem var demektir, yani hayata
başka türlü bakılıyor demektir.
Romantizmden de daha öte bir
saflık var demektir. Böylesine
entelektüel körlük, iletişim ağlarının bu kadar yaygın olduğu
bir düzlemde dikkat çekicidir.
Esas bu yaralayıcı, kanatıcı soruyu burada bizim sormamız
lazım. Yapılmak istenenin, İslam
dünyasının medeniyet düzeyinde alternatif oluşturmak için
çıkarıldığı, ilkelerinden vazgeçip
küresel sistem içerisinde uyumlu, entegre olmuş, meydan okumayan, alternatif oluşturmayan
bir alt kültür haline getirilmesi,
kültürel bir İslam anlayışının
yeniden canlandırılmasıdır.
Müslümanlar iddiasızlaştırılmak isteniyor yani...
Dünyayı şekillendirme iddiasının ortadan çekildiği, salt kültürel olarak neşvü nema bulduğu,
bu şekilde belli bir görünürlülük
kazandırıldığı, fakat özellikle,
tırnak içinde, gelişmiş ülkelerin
ihtiyacı olan kaynakları sağlama anlamında da bir engelin
olmadığı bir yeni yapının daha
toplumsal katılımla “meşruiyeti”
sağlanmış olarak oluşturulması…
Müslümanlar da ikna edilerek...
Avrupa’daki şu andaki kriz
bölgelerine bakın, Avrupa Birliği’nin geldiği sürece... Nehir
kurudu, yeni kaynaklara ihtiyaç
var. Daha sofistike yöntemlerle
bu işin dönüştürülmesi gerek.
Gerektiğinde daha klasik kolonyal dönemin, sömürge dönemin
yöntemlerine de başvurabileceklerini gösterdiler. Yani geniş
anlamda baktığımızda, İslam
dünyası küresel kapitalist sisteme entegre edilmek isteniyor.
Hem zihnen, hem de toplumsal
olarak o sürece dahil edilmek
isteniyor, ben böyle okuyorum.
Bu söylediklerinizle paralel
olarak, Mehmet Altan, tam da
Tunus ve Mısır’ın, Libya’nın
dönüşüm sürecinde Samanyolu TV’de katıldığı yorum programlarında birkaç defa şunu
söyledi: Adamlar Iphone satmak istiyor. Mübarek’in, Bin
Ali’nin yönettiği ülkeye Iphone
satamaz dedi...
Yani sembolik olarak anlatmış.
28
Röportaj
Burada iki uç yaklaşım var.
Birisi hadiseyi komplocu bir
yaklaşımla algılıyor. Yani Amerika her şeyi planladı, sonra da
halklara…
Yok, böyle bir şey mümkün
değil.
Kimisi de bu komplocu yaklaşımı reddedeceğim diye bu
sizin söylediğiniz gerçekleri de
görmezden geliyor. Yani emperyalizmin ve liberal sermayenin bu süreci yönlendirme
çabasını görmezden geliyor...
Şimdi hiçbir toplumsal olay
durup dururken olmaz. Soğuk
Savaş’ı bitiren süreci düşünelim.
Sovyetler Birliği çökmeden on
sene evvel, on beş sene evvel
NATO’nun, Amerika’nın bu
sürece yönelik hiçbir planının
olmadığını söyleyebilir misiniz?
Tabii ki hayır...
Her söylenene komploculuk
ithamıyla yaklaşmak da doğru
değil. Bu kadar basit mi oluyor
bu işler? Yani Batı bloğunun
Rusya’yı fantezi bir yıldızlar
savaşı veya kıtalar arası füze
yarışına sokup ekonomisini
zorladıktan sonra bir anda iflas
noktasına getirdiği tespitini
yapmak zorundayız. Bunun verileri ortada, girdiği silahlanma
yarışını sürdüremeyen Sovyetler
iflasın eşiğine geldiğinde adeta
teslim alan bir süreç devreye
girdi.. Arap Baharı örneğinde
Batı bloğu, pazarlık payı bu kadar güçlü de olmayan bölgedeki
oluşumları nasıl etkilemeyecek?
Veya tam tersini soralım; Mısır
gibi devasa ülke bir anda el değiştirirken, Tunus’ta, Libya’da
bunlar olurken, Bahreyn’de niçin
süreç böyle işlemedi? Bütün
bunlar aslında her şey böyle
kendiliğinden oldu yaklaşımının
İktibas
her zaman geçerli olmadığını
gösteriyor.
Suudi Arabistan bölgenin kilit
ülkesi bir anlamda, kültürel
anlamda İslam coğrafyasının
tabii merkezi konumunda.
Suudi Arabistan’da bir ara bir
hareketlilik oldu, sonra duruldu. Sizce Suudi Arabistan bu
değişim sürecinden bîgane mi
kalacak?
Yani çok şiddetli bir sarsıntı ben
beklemiyorum Suudi Arabistan’da. Hem toplumsal yapısı
açısından, hem siyasi dengeler
açısından. Hareketliliğin olduğu
yerler de çok marjinal düzeyde,
petrol bölgesine yakın Şii bölgeler oldu. Onu da kolaylıkla
bastırdılar. Kaldı ki Yemen gibi
Bahreyn’deki ayaklanmayı da
Suudi Arabistan ordusu bastırdı.
Bununla birlikte orasının da
tümüyle sessiz kalabileceğini
düşünmüyorum, muhtemelen
daha yumuşak bir geçişin planlarını yapıyor olabilirler. Nitekim bazı düzenlemeler yapılıyor,
palyatif tedbirler alınıyor. Suudi
Arabistan gerçekten anahtar bir
role sahip. İkinci Dünya Savaşı
sonrası Yalta Konferansı’ndan
sonra Amerikan Devlet Başkanı’nın Suud Kralıyla Kahire’de
yaptığı petrol pazarlığının hala
geçerli olduğunu düşünüyorum.
Zaten ürettiği başka bir şey de
yok. Dolayısıyla, orası kilit bir
ülke. Eğer Suudi Arabistan’dan
vazgeçiyor olsalar, bu bütün
petrol üreticisi ülkelerde yeni bir
yapılanmaya geçilmesini gerektirir. Bunu bu kadar kontrol
edebileceğini zannetmiyorum.
Olay şu: Evet Amerika’nın veya
NATO’nun veya başka ülkelerin
gönüllerinden başka bir şey geçiyor olabilir, başka alternatifleri
de düşünüyor olabilirler ama
gelinen noktada hiçbir gücün şu
anda, hiçbir küresel gücün, bir
anda bölgede 5-6 tane kriz bölgesini yönetme gücü yok. Diğer
bölgeler oturmadan kısa vadede
Suudi Arabistan’ın böyle alt üst
olabileceği bir krizi göze alamazlar. Bu kriz şakaya gelmez.
Yönetilemez bir durum ortaya
çıkar yani…
Petrol şakaya gelmez. Dolayısıyla, bu iş, bütün tırnak içinde
evrensel değerlerden, batı değerlerinden, batı medeniyeti değerlerinden falan da önemlidir.
Petrol Batı için her şeyden
önemlidir...
Petrol hepsinden önemli, petrol
yüzünden koskoca bir Osmanlı
İmparatorluğu dağıtıldı. İki tane
büyük dünya savaşı çıkarıldı,
bu işler şakaya gelmez ve hiç de
romantik birtakım kavramlar
peşinde de olmaz bu işler. Ancak bazı “evrensel” ilkleri müdahalelerini meşrulaştırmak için
kullanırlar.
Suriye’deki gelişmeleri nasıl
değerlendiriyorsunuz? Gidişat
nereye doğru sizce?
Gidişatın ne yöne evrileceğine
dair bir şeyler söylemeden önce
gelişmelerin çıkış noktasına göz
atmamız gerekir. Tunus, Libya,
Mısır ve diğer bölge ülkelerini
etkileyen ve “Arap Baharı” denilen dalganın Suriye’yi de etkilememesi düşünülemezdi. Ancak
olaylar Suriye’de de başladığında
kendi kendime şu şekilde hayıflandığımı çok iyi hatırlıyorum:
Eyvah, yanlış bir başlangıç
yapılıyor. Çünkü Suriye hem
siyasi yapısı, hem jeostratejik
konumu, hem de sosyal yapısı
gereği ve rejimin refleksleri göz
önüne alındığında ne Mısır’dı,
ne Tunus’tu. Dolayısıyla, böl-
29
İktibas
gedeki dalganın, o romantik
havanın daha doğrusu, Suriye’de
yansıma bulması, insanları etkilemesi doğaldı ama bunun
böyle bir kalkışmaya, bir isyana,
bir özgürlük mücadelesine tırnak içinde dönüştürülmesinin
zamanlaması açısından bence
çok talihsiz bir başlangıçtı diye
düşünüyorum. Bu kaygım, şu
anda her gün onlarca insanın
katledildiği Suriye’de halkın
taleplerinin haksız, meşru olmayan talepler olduğu anlamına
gelmiyor. Sadece Baas rejiminin
yapısı, bunun yaslandığı sosyal
ve etnik mezhebi kökleri göz
önüne alındığında, iktidarın bu
tür taleplere nasıl cevap vereceği
sorusu apaçık belliydi. Baas rejiminin bu denli tepki göstereceği
biliniyordu, çünkü zaten sabıkalı bir rejim, bu bir. İkincisi,
Suriye’nin siyasi konumu, İsrail,
İran, Türkiye eksenindeki o tam
fay hattında bulunuyor olması,
olayı sadece toplumsal taleplerin
siyasete taşındığı bir sosyal patlama ve siyasi devrim olmaktan
öteye taşınan bir boyuta itti. Dolayısıyla, şu anda yaşanan süreç,
Suriye’nin geleceğinin ne olacağıyla alakalı, toplumun taleplerinin nereye taşınacağından çok,
Suriye’nin dünya sistemi içerisinde nerede duracağıyla alakalı
faktörlerin daha fazla belirleyici
olma riski taşıyan bir örnek. Bu
sivil taleplerle kırılabilir mi Mısır’da olduğu gibi, Tunus’ta olduğu gibi? Bu soruya vereceğimiz
cevap da aslında Arap Baharı
dediğimiz olayların doğasını
okuma anlamında da bize bir
ipucu verebilir. Muhtemelen Suriye’de ayaklanma başladığında,
belli talepler yükseldiğinde dış
müdahalenin baskısıyla en azından, siyasi baskısıyla bu çok doğal sayılması gereken toplumsal
talepleri, siyasal talepleri karşıla-
30
Röportaj
mak zorunda kalacağı varsayılmıştı. Fakat hiç de öyle olmadı.
Çünkü yapı çok farklı, Suriye’de
yapılmak istenen daha başka bir
şey. Şu anda Ortadoğu’da oluşturulmak istenilen mezhep temelli
bir ayrışmanın, fay hattının tam
ortasında duruyor. Bir yanda,
bir tür soğuk savaş diliyle konuşacak olursak Çin ve Rusya’nın
diplomatik olarak desteklediği
-ama bu desteğin mutlak olduğu
kesinlikle söylenemez- ve İran-
S
uriye’de onlarca
insan ölmeye
devam ediyor. Bunun
tek bir çıkışı görülüyor,
muhtemelen bu da
her an gerçekleşirse
sürpriz saymam ben
hiçbir zaman: Esad,
bunca mücadele
sırasında gider
Amerika’yla anlaşabilir,
kendi hesabını kendisi
görebilir. Buna da çok
müsait.
Suriye hattının, ki Irak da buna
eklenebilir, oluşturduğu sistem
dışı muhalif bir hat var, onun dışında da Ortadoğu’da daha liberal, küresel sisteme daha entegre
olmuş, daha yumuşak bir ilişki
ağıyla birbirlerine yakınlaştırılmış Sünni blok denilen, ki bu
devletler Sünni midir, aslında bu
çok tartışılır bir şey, dolayısıyla
böyle bir tanımlama düzeyinde
bile mezhep ekseninde derin bir
ayrık oluşturuluyor. Bu arada
Suriye’de onlarca insan ölmeye
devam ediyor. Bunun tek bir
çıkışı görülüyor, muhtemelen
bu da her an gerçekleşirse sürpriz saymam ben hiçbir zaman:
Esad, bunca mücadele sırasında
gider Amerika’yla anlaşabilir,
kendi hesabını kendisi görebilir.
Buna da çok müsait. Fakat bu,
Amerika’nın veya Batı bloğunun, NATO’nun nasıl bir Ortadoğu vizyonu istediğiyle alakalı
bir şey. Bu oyun bozulamaz mı,
bozulursa nasıl olabilir? O soru
şimdilik çok müphem duruyor. Yani bunun “şöyle olursa”
diyebileceğimiz bir cevabı yok.
Çünkü sivillere yönelik bir katliam yaşanıyor ve bu oldukça,
insanların kanının döküldüğü,
insanların can verdiği konularda doğrusu ben insani olarak,
vicdani olarak bunun üzerinde
stratejik bir hesap yapıp, şu olursa şu olmalı, ama bunun bedeli
birkaç bin ölüdür gibi bir şey
söylemeyi ben Müslüman olarak doğru bulmuyorum. Gerçi
liberal yazarlar, Türkiye’de bunu
çok rahatlıkla yapıyorlar. Irak’ta
1,5 milyon insan katledildi evet,
“fakat demokratikleşmek için
bu göze alınmalıydı” diyen çok
ahlaksızca yorumlar yapıldı.
Suriye’de netice olarak insan
kanı akmaya devam ediyor, esas
acıtan, yaralayan boyutu da bu.
Türkiye, Suriye’de taraf olmak
yerine hakem rolü oynamalıydı diyorsunuz yazılarınızda.
Gerçekçi baktığımız zaman,
Türkiye bu olayda taraf olmayıp da ne yapabilirdi? Netice
itibariyle Suriye halkının haklı
talepleri var, baskıcı bir rejim
var ve en ufak hareketlenmede sokağa çıkanların üzerine
kurşun yağdırdı, katliama başvurdu. Türkiye’nin yaşananlara
karşı ilk adımı, dahil oluş tarzı
nasıl olmalıydı sizce?
Röportaj
Bu olaylar başlamadan önce,
Suriye ile çok şaşırtıcı bir yakınlaşmanın yaşandığı dönemde de
özellikle İslamî camiada düşünen, yazan bazı insanlar tarafından çok yanlış bir teşhis kondu.
Öncelikle şunu belirtmeliyiz: Ne
Suriye, ne Mısır, ne Ürdün, ne
de başka bir bölge coğrafyasıyla,
oradaki hakim rejimler ne olursa olsun o toplumlarla, Müslüman Araplarla, hatta Müslüman
olmasa bile bölge insanıyla aradaki yapay duvarların kaldırılmasına yönelik bir sürece kimse
itiraz edemez ve bu olmalı idi.
Kültürel, ticari ilişkilerin arttığı,
gidiş-gelişlerin olduğu bir yapı,
bizi düşman kılan ulus-devlet
yapısının birbirimizden ayırdığı
duvarları esnekleştirir. Bu süreç
arzulanan bir durumdur. Fakat
öyle bir hava estirildi ki, sanki
Baas rejiminin 1982’deki Hama
gibi bir sabıkası yok. Bunun
hesabını sanki ödemiş, faturasını ödeyip temize çıkmış bir
rejim gibi algılanmak istendi.
Hatta bazı arkadaşlar abarttılar,
ümmetçi bir duyguyla sanki iki
devlet birleşiyor filan gibi çok
romantik, gerçeklikle kopuk
bir manzara çizmek hoşlarına
gitti. Şaşırtıcı olan, bu abartılı
manzara üzerinden birdenbire
tehditkâr bir tavra dönüşülmesi. Ne o sağlıklıydı, ne şimdiki
sağlıklı aslında. Sonuçta orada
olup bitenlere Türkiye bigâne
kalamazdı. Türkiye ister o bölgede rol oynasın veya oynamasın
bigâne kalamazdı yaşananlara.
Bununla birlikte Batı’nın insan
hakları adına, özgürlükler adına,
toplumun taleplerini yerine getirmek için rejime baskı uygulamak gibi bir niyetinin olmadığı
açık. Burada tedirginlik veren
nokta şu: Türkiye acaba Batı
adına kullanılmak mı isteniyor?
Hükümetin ve Türkiye’yi yöne-
İktibas
ten insanların gönüllü olarak,
isteyerek şunun veya bunun
ardından, oradaki katliamlardan
pay çıkararak böyle bir müdahaleye kendiliğinden razı olacaklarını düşünemiyorum, böyle bir
niyetlerinin olduğunu varsayamıyorum. Ancak Türkiye’deki
sivil toplum, düşünen insanlar
ve medya, Türkiye’yi yöneten
insanlar üzerinde bu konuda bir
baskı kurmalıydı. Eğer NATO
adına, Batı adına, Suriye üzerin-
A
fganistan’ı niçin
bombalıyor NATO
hala? Dünyanın
en fakir ülkesini
niçin bombalıyor?
Afganistan’ı
demokratikleşmek için,
insan hakları, kadını
özgürleştirmek için!
Irak niye işgal edildi,
gerekçesi ortada.
de onların stratejilerini gerçekleştirmek adına bir plana dahil
olacaksanız, Türkiye’deki toplum
buna karşı çıkar yönünde bir
baskı oluşturulmalıydı. Türkiye
şöyle bir ikilemde kaldı: Her
şeyden evvel Türkiye bir NATO
üyesi. NATO üyesi olmanın ne
anlama geldiğini hala bizdeki
kamuoyu kavrayabilmiş değil.
Sonuçta bu, şu demektir: Söz
konusu olan ister Suriye olsun,
ister İran olsun veya Rusya olsun veya başka bir ülke olsun,
NATO’nun stratejik çıkarları
doğrultusunda Türkiye tercihe
zorlanmaktadır. Ancak şu anda
Türkiye’nin muhtemelen yap-
mak istediği, yapabileceği şey
şu olmalı: NATO üyesi olarak,
NATO içerisindeki ağırlığını
kullanarak Batı’nın emperyal
projelerini engelleme yönünde
bir şey yapabilecek mi, yapamayacak mı? Dolayısıyla, biz hem
NATO’da olacağız, hem Avrupa
Birliği’nin kapısını çalmış bir
ülke olacağız, hem de Batıya
rağmen bağımsız, özgür, kendi
ve bölgenin çıkarlarına uygun
bir şekilde bir politika geliştireceğimiz gibi böyle çok iyimser
bir yaklaşım bana ütopik geliyor.
Türkiye’nin bölgeye yönelik stratejisinin NATO konseptinden
bağımsız olduğunu, tümüyle bağımsız olduğunu söyleyemeyiz.
Peki, az önce söylediğinizle
bağlantılı olarak, Türkiye’nin
bugün NATO’da üstlenmiş
olduğu rol sizce nedir? Mesela
Clinton’la Davutoğlu’nun bir
görüşmesi vardı Suriye ile ilgili. Tüm bu görüşmeler Suriye
halkı için mi?
Eğer hafızamız bizi yanıltmıyorsa, tarihte NATO’nun pek
çok operasyonu, işgalleri, insani
yardım, insan hakları, demokrasi gibi çok yaldızlı ve çağdaş
kavramlar üzerinden gerçekleştirdiğini biliyoruz. Daha Afganistan’dan çıkmadı, Afganistan’ı
niçin bombalıyor NATO hala?
Dünyanın en fakir ülkesini
niçin bombalıyor? Afganistan’ı
demokratikleşmek için, insan
hakları, kadını özgürleştirmek
için! Irak niye işgal edildi, gerekçesi ortada. Dolayısıyla,
Türkiye’nin istemeden de olsa,
çok iyi niyetli birtakım insani
yardım talepleriyle birlikte, arkada, hatta Batı’nın koçbaşı gibi
bölgeye müdahil olduğu bir güç
durumunda görünmesi, hem
Türkiye’deki şu andaki yöneticilerin dillendirmeye çalıştığı
31
İktibas
bölgesel güç olmak, lider olmak,
hatta biraz daha genişletelim,
yeni Osmanlıcılık gibi özlemler
ve idealize edilmiş politikaların
da önünü kesecek bir şey. Bu
zamana kadar zaten soğuk savaş
döneminde Türkiye, Ortadoğu’da şöyle görünüyordu: Batı ittifakının, Batı emperyalizminin
ileri karakolu durumundaydı,
bu kısmen kırıldı. Kabul edelim
veya etmeyelim, özellikle son
dönemde Hükümetin en başarılı olduğu alanlardan biriydi,
bütün eleştirilerimize rağmen.
Bu çok önemli bir şeydi. Siyasi
olarak da, söylem olarak da Türkiye bölgeyle yeniden barışma
sürecine girdi. Bu sürecin çok
menfi biçimde kırılabileceği,
geri döndürüleceği, artı Türkiye’yi de etkileyeceği bir boyutu
vardı. Özellikle Hükümete yakın
çevrelerde, seçmen tabanında;
“Suriye’ye girelim, oradaki Müslümanları kurtaralım!” Bu, bu
kadar basit bir denklem değil,
buna çok niyetli, hazır insanların da var olduğunu düşünüyorum, fakat bu kadar basit değil.
Olay, içeride silahlı bir çatışmaya
dönüşmüş vaziyette. Esad’ın her
zaman oradaki direnişçilerden
daha fazla silahı vardır. O zaman
uluslararası bir mücadele alanına dönüşecek demektir ve o
saatten itibaren ne olabileceğini
kimse artık kestiremez, yani en
kötü senaryo da bu. Peki, Esad
geri adım atabilir mi? Esas can
alıcı soru da bu. Nasıl aldırılabilir, bunun üzerinde kafa yormak
lazım.
İran’ın Suriye meselesiyle ilgili
tutumunu nasıl yorumluyorsunuz?
Şimdi şöyle, bir-iki tespit yapmak lazım. İran’ın Suriye’yle
olan ilişkisi, Suriye’de çıkan
ayaklanmayla başlamış bir olay
32
Röportaj
değil. İran, ta devrimden beri
stratejik ilişki içerisinde, bunu
sürdürüyor. İkinci tespit; İran,
sanıldığı gibi evrensel ölçekte
ümmetçi bir politikayla, kendi
ulusal çıkarlarının üstünde,
ümmetin çıkarlarını gözeten
dini bir devlet değil, dini iddiaları olan, dini göstergeler
sahibi olan bir ulus devlet. Tıpkı
Türkiye nasıl kendi çıkarlarını
gözeten, Yunanistan nasıl kendi
ulus çıkarlarını gözeten seküler
bir devletse... Dolayısıyla İran,
kendi stratejik çıkarları çerçevesinde bakıyor. Suriye’de ortaya
çıkan ve muhtemelen bölge dışı
güçlerin müdahalesine kapı
aralayacak bu gelişme karşısında
eğer İran yöneticileri basiret
sahibi olsalardı, retoriği bir kenara bırakıp Türkiye’yle İran,
yanlarına da birkaç önemli bölgesel gücü alarak buna müdahil
olup bir çözüm bulabilirlerdi.
Fakat İran hala retorik peşinde.
Tamam, NATO’nun esas hedefi
evet Suriye değil İran, bunu çok
açıkça söyleyelim. Suriye’yi aldıktan sonra İran’a gelir. Tamam
da, bunu önleminin yolu, bunu
sürekli dillendirmek değil başka
daha akılcı manevralar yapmaktı. Bu değerlendirilemedi diye
düşünüyorum. Hala fırsat geçmiş değil belki. Hatta muhtemel
operasyonlar, eğer Türkiye, İran,
hatta Mısır gibi birkaç bölge
ülkesinin bir araya gelip böyle
bir soruna el koyma potansiyeli
varsa onu önleyecek palyatif çözümler de önerilecektir. Türkiye
sonuçta gitti Batıyla beraber attı
adımlarını. İran’ın da çok sağlıklı, sağlam bir yerde durduğunu
düşünemiyorum, orada insanlar
ölüyor. Yani bu ölen insanların
akan kanı her türlü stratejik
hesabın da üstünde olması gerekir diye düşünüyorum. Öbür
taraftan da NATO’nun, Avrupa
Birliği’nin, bölge dışı ülkelerin
çok ciddi hesapları var, oradaki
ayaklanma üzerinden bölgedeki
mezhebi fay hatlarını harekete
geçirip sonunda İran’la bağı koparıp ve İran’ı izole edip orada
başka bir uzun vadeli operasyon
yapmak istedikleri, o da bir
gerçek. Ama bu, bu şekilde önlenemezdi. Zaten başından beri
söylediğim şey de o. Suriye’deki
ayaklanma Arap Baharı’na benzemezdi, onu görmeleri lazımdı.
Yani eğer orada basiretli bir
yönetim, stratejik akla sahip
bir liderlik olsaydı, önlemlerini
alırdı. Tamam, Esad gider, 3 yıl,
5 yıl sonra gider, ama o arkada
dökülen kanın hesabı ne olacak?
Bosna örneği ortada. AvrupaAmerika rekabetindeki çatlak
yüzünden Amerika ne yaptı? 3
yıl seyretti, sonra büyük kurtarıcı meleği olarak geldi, orayı
yeniden dizayn etti, katilleri
ödüllendirdi, arkasından da
Kosova’yla birlikte Güneydoğu
Avrupa’yı, yani Doğu Avrupa’yı
hatta Rusya’yı çevreleyecek en
büyük üslere el koymuş oldu.
Oradaki 200 bin insanın kanın
bedeli Amerika’nın bölgeye el
koyması oldu.
Maalesef küresel mücadele
böylelikle acımasız ve hiçbir
vicdani, insani değere yer vermeden bu şekilde yürütülüyor;
korkum esasında bu. Bunu
yanlış anlayanlar var, bunu biliyorum. Mesele o değil, buradan
nereye çıkılacak, nasıl bir sonuç
gelişecek, muhtemel tehlikeleri
konuşmak zorundayız ve bunun
baştan oturup konuşulmadığını
düşünüyorum. Hatta birtakım
provokatif örgütler, birdenbire
çıktığı, ne olduğu belirsiz örgütler olayı provoke etmiş olabilirler. İşin silahlı mücadeleye dönüşmesi, artık bu saatten sonra
Röportaj
silahsız da başarıya ulaşılır mı, o
ayrı bir sorun, ama eğer iş silahlara dönüşüldüğüyse silah veren
ülke verdiği oranda o mücadeleye müdahil olacak demektir.
Bir çuval patates almıyorsunuz,
silah alıyorsunuz, silah verdiğinizde de böyle bir şey, böyle bir
sarmala dönüşüyor iş. Ha, hiçbir
şey bedel ödenmeden elde edilmez, ama bedel ödemeye hazır
olmak, aklı iptal etmek anlamına gelmez, onu düşünüyorum.
28 Şubat sürecinin yıldönümünün olduğu bir ay içerisindeyiz. Bu olaylarla bağlantılı
olarak şunu sormak istiyorum:
Müslüman kamuoyunun,
Müslüman zihnin bölgemizde
yaşanan hadiseler karşısında,
küresel emperyalizmin bölgemize müdahalesini kabullenir
bir görüntü vermesi, yani buna
çok fazla da bir muhalefet
yapmaması, hatta NATO’nun
Libya’yı bombalaması örneğinde olduğu gibi bundan medet
umar bir hale gelmesinde 28
Şubat’ın rolü var mı sizce? Yani
Müslüman zihnin “terbiye”
edilmesi anlamında...
Muhtemelen vardır, fakat birdenbire, bir anda olmuyor bu
işler. 28 Şubat zihnen de bir
baskı oluşturdu. Ve 28 Şubat’ın
temsil ettiği her ne varsa ona
karşı olan bütün değerler sorgulamasız bizim penceremizden,
kapımızdan içeri giriverdi. Bu
bazen taktik anlamda, bazen de
fark edilmeden oldu. Bir baktık
ki bu kavramlar evimizin asli
unsuru haline gelmiş, mobilyaları haline gelmiş. Sonuçta
da biz o mobilyalar üzerinde
ilânihaye oturarak çok mutlu
ve huzurlu bir aile saadeti süreceğimizi varsayıyoruz. Yani
28 Şubat bizim zihin ve gönül
dünyamıza yabancı unsurların
İktibas
önce bacadan girmesine vesile
oldu, daha sonra biz bu yabancı
unsurlara kapılarımızı da açtık.
Sembollerle metaforik olarak
ifade edersek biraz da böyle bir
şey. Ve şu anda maalesef epeyce
benimsenmiş vaziyette. Dolayısıyla, hazır hale getirildik bu tür
yaklaşımlara.
Bir anlamda sıtmaya razı edildik...
Bir bakıma öyle, evet.
V
e 28 Şubat’ın temsil
ettiği her ne varsa
ona karşı olan bütün
değerler sorgulamasız
bizim penceremizden,
kapımızdan içeri
giriverdi. Bu bazen
taktik anlamda, bazen
de fark edilmeden
oldu. Bir baktık ki bu
kavramlar evimizin asli
unsuru haline gelmiş...
Peki, Türkiye üzerinde konuşursak, işte Ak Parti’nin iktidar
olduğu bir süreç var. AKP’yle
birlikte Müslümanların sisteme eklemlendiği gibi eleştiriler
söz konusu. Yani Müslüman
entelektüellerin, Müslüman
grupların vesaire... Buna katılıyor musunuz? Böyle düşünüyorsanız bu eklemlenme sürecini neye bağlıyorsunuz?
Şimdi burada iki boyut var. Bir;
kavramlar ve değerler dünyası
açısından, yaşadığımız hayatla
kurduğumuz ilişki biçimi var.
Bir de; reel politika anlamında
yaşadığımız dünya var. Bir devlet var, bir yönetim biçimi var.
Bunun içerisinde Müslümanca
hassasiyetleri olan, düşünceleri
olan, kaygıları olan insanların
bu sistem içerisinde, bu sistemle
olan ilişkileri meselesi var. Bu
meselede aslında çok net, insanların kendi kafalarında oturmuş,
sonucu belirlenmiş bir ilişki biçimi yok. Çoğu zaman pragmatist, çoğu zaman da günübirlik
ihtiyaçları karşılamaya yönelik
tavırlar geliştirildi. Cemaatler de
böyleydi, entelektüellerimiz de
böyleydi. Fakat AKP ile birlikte
gelen süreç, insanlarda şöyle
bir kanaat oluşmasına yol açtı:
Biz bu yolla hayatı, siyaseti değiştirebiliriz. Kısmen de bunun
sonuçlarını aldı. Fakat atlanan
ve görülmeyen, görülmek istenmeyen mesele şuydu ki, sistem
zaten kendisini dönüştürmek
istiyordu, bu eski yönetici elitle,
seçkinlerle, Kemalist, seküler
elitle bu iş yapılamazdı. Onlar
çok katılaşmış ve dünyanın geldiği yeni durumu okuyacak bir
esnekliğe sahip değillerdi.
İki; Anadolu’da, İstanbul’un
dışında yeni bir sermaye, yeni
toplumsal güçler oluşuyordu ve
sistem buna bir şekilde karşılık
vermek zorundaydı. AKP tam
da buna tekabül etti. Fakat burada Müslümanların veya kendini
Müslüman olarak tanımlayan
bireylerin devlet içerisinde,
yönetim erki içerisinde, ekonomide belli bir yere gelmeleriyle
bunun İslamîliği arasındaki
tartışma hiç yapılmadı. Bir
yerlerde Müslümanlar olabilir,
Müslümanların o belli mevkilerde oluyor olması, yönetim
tarzını İslamîleştirir mi? Yani
sistemle kurulacak ilişki şöyle
mi olmalıydı, böyle mi olmalıydı
tartışması ayrı bir tartışma, ama
bu gelinen noktada hayatımızda
33
İktibas
pek çok önemli kavramı, Müslümanların kendisini zinhar uzak
tutmayı çalıştığı meselelerin
artık mesele olmaktan çıktığını
gördük. Nedir? Artık bugün
faizle ilgili, finans sistemi, finans
kapitalizmiyle olan ilişkilerde
maalesef Müslümanların çekinceleri ortadan kalkmış vaziyette.
Daha temel düzeyde, sekülerizmle kurduğumuz ilişki biçimi
artık çok daha farklı boyutlara
gelmiş durumda. Hayatımızı,
kendimizi sekülerleştirdiğimiz
gibi, sekülerlikten ne anladığımız, zihniyetimizi de dönüştürmüş vaziyette. Bütün bunlara
baktığımızda, Müslümanlar
sadece Türkiye’yi yöneten zihniyetin değil, küresel sistemlerin
de parçası olmaya hazır hale
getirildi. Bunun sosyolojik, siyasal nedenlerini tartışabiliriz, bir
günde olmadı bu zihinsel dönüşüm. Fakat bunun pratik sonuçlarını da görünce kendi hayatında insanlar bunun doğru bir
yol olduğunu varsaydılar. Belki
sokaktaki insan için ben bunu
yadırgamam, elindeki alternatifler içerisinde tercihini yapıyor. Fakat âliminden aydınına,
entelektüelinden düşünürüne
bu işe kafa yoran, insanları uyarması, yol göstermesi gereken
insanların da bu süreçte gönüllü
destekçi, hatta sürecin savunucusu haline geldiklerini maalesef
gördük. Bir yanda İslamcılıktan
muhafazakârlığa doğru evrilirken, diğer taraftan hızlı bir sekülerleşme süreci yaşanıyor. Dünya
konjonktürü gereği Başbakanın
Mısır’a, Tunus’a gittiğinde laiklik
önermesi kendinin bileceği bir
iş. Fakat ne düşünürlerden, ne
yazarlardan bunun bir Müslüman için ne anlama geldiğine,
Müslümanın nerede durması
gerektiğine, bunun nasıl okunması gerektiğine dair ciddi
34
Röportaj
eleştiriler yapıldığını hatırlamıyorum. Sesi çıkanlar da çok cılız
kaldı. Hatta şu işi halletseniz de
biz de sekülerizmi, rahatlıkla
savunsak türünden yazıları da
hayretler içerisinde okuduğumu
hatırlıyorum. Dolayısıyla, bu sürece değer miydi, değmez miydi,
ciddi olarak gelinen bu noktada
düşünülmesi, tekrar konuşul-
Â
liminden aydınına,
entelektüelinden
düşünürüne bu işe
kafa yoran, insanları
uyarması, yol
göstermesi gereken
insanların da bu
süreçte gönüllü
destekçi, hatta
sürecin savunucusu
haline geldiklerini
maalesef gördük. Bir
yanda İslamcılıktan
muhafazakârlığa
doğru evrilirken,
diğer taraftan hızlı bir
sekülerleşme süreci
yaşanıyor.
ması lazım. İslamî düşünüş ve
yaşayış anlamında Müslümanlar
nereye gelmiştir? Evet, toplumda
görsel olarak bir muhafazakârlaşma görülüyor, fakat içi boş.
Zaten muhafazakârlık da böyle
bir şeydir aslında. Batı tarihine,
Batı’daki gelişmelere de baktığımızda; kapitalizmin siyasal
muhafazakârlık üzerinde geliştiğini görürüz. Batıda büyük dönüşümler muhafazakâr kadrolar
eliyle yapılmıştır. İngiltere’de
de böyle olmuştur, Amerika’da
da böyle olmuştur. Türkiye’de
kapitalizmin yeni haliyle bütün kurumlarıyla yerleştiği bir
süreç yaşıyoruz ve bu da kendi
kimliğini Müslüman olarak vurgulayan insanlar eliyle yaptırıldı
neticede. Bunun karşılığında
ne oldu? Hem sistem kendini
yenilemiş oldu, biraz sancılı da
olsa çok fazla sorun olmadan bu
sistemin yönetim erkini elinde
tutan kadrolar kısmen el değiştirdi zaten kaçınılmaz olarak el
değiştirmek zorundaydı. Fakat
bunun karşılığında Müslümanların, evrensel ölçekte, yerel
ölçekte Müslümanlıklarına dair
var olan tasavvurlarından, ideallerinden de vazgeçilmiş oldu. Bu
zaten sistemin işlerliğini sağlayan bir tür evrensel kurala dönüşmüş bir şeydir. Mesela Arap
Baharı’yla kıyaslayacak olursak,
çok arkaik bir örnek gibi ama
tarihin 50 yıl gerisinden, Türkiye deneyiminden bahsedebiliriz.
Türkiye’nin tek partiden çok
partili demokratik hayata geçmesi, 2. Dünya savaşı sonrası
büyük paylaşımda Türkiye’nin
Batı payına düşmesiyle alakalıydı. NATO standartları artık
demokratik bir ülke olmayı gerektiriyordu. Kemalist, tek partili CHP kadrolarına baktığınızda,
devrim elden gidiyor, devrime
ihanet ediliyordu. Öbür tarafa
baktığınızda, ezanın Arapça
okunması karşılığında da sistem
kendini yeniledi…
Kendini tabana yaydı...
Meşrulaştı ve kitleselleşmiş
oldu, kendini yeniledi. Şimdi
Mısır’da, Tunus’ta olanlar bunun
yeni versiyonu. İnönü o zaman
gerçekten siyasi olarak akıllı bir
politikacı olduğu için, sinyali
erkenden alarak yönetimi dev-
Röportaj
retmeyi kabul etti, çünkü etmek
zorundaydı. Hüsnü Mübarek
bir ay kadar direndi, süreci geç
okudu belki de, farklı oldu.
Şimdi Türkiye’de bu daha ileri
bir postmodern versiyon olarak,
küresel sistemle daha entegre
olmuş biçimde gerçekleştiriliyor.
Toplumun dönüştürülmesi daha
muhafazakâr kadrolar eliyle sağlanıyor, ben böyle okuyorum nihai anlamda. Onun dışında bana
eğer, iyi ama 28 Şubat’ta şöyle
baskılar oluyordu, bu oluyordu
diye sorarsanız, zaten o sürdürülebilir bir şey değildi. Kemalist
kadroların biyolojik ömrünü
de tamamlamak üzereydi ve
Türkiye artık yönetilemeyen bir
ülkeydi. Banka krizleri, ekonomik krizler, siyasi krizler vardı.
Artık postkemalist sürece geçti
Türkiye.
Memuruna maaşını ödeyemeyen bir duruma gelmişti
sistem....
Bir yenileme olacaktı, yani
sonuçta toplumla barışması
gerekiyordu, ama barışırken de
toplumu dönüştürmüş oldu yeniden, olay budur...
Çizdiğiniz tablo, kötü bir tablo sonuçta bizim açımızdan.
Çünkü Müslümanların zihninin dönüşmesi söz konusu.
Müslümanlar açısından durum
iç açıcı değil mi, gelecek açısından bakarsak?
Yok, her şey bitmiş değil. Önemli olan ne olmakta olduğunu
doğru teşhis etmektir.
Bu gerçekleri gören Müslümanların hala var olması
önemli o zaman...
Şüphesiz. Her şey bitmedi diyen, kenarda köşede küsuratlar
düzeyinde de olsa, marjinal gibi
İktibas
görünse de var olan ve gerçekten
bu toplumun da vicdanını, namusunu, akıl özgürlüğünü, fikir
özgürlüğünü savunan insanların
var olduğunu düşünüyorum.
Şahsen gittiğim yerlerde hiç
ummadığım reflekslerle karşılaştığım oluyor. Her şey bitmiştir
mantığına Müslümanlıkta zaten
yer yoktur. Yani hiç ummadığınız yerde yeni bir açılım yapar,
yeni bir çıkış yapar. Bunun böyle
olacak olması bizi sorumluluktan kurtarmaz, herkes kendi
sorumluluğunu taşıyor neticede.
Bu evrensel ölçekte İslam medeniyetinin geldiği bir süreçtir,
yüzleşmek zorunda olduğu sorundur, nasıl 1900’lerin başında
Müslüman aydınlar, mütefekkirler, o zaman, bugün İslamcılık
dediğimiz akımla, Batı medeniyetinin sömürgeci yüzüyle, teknolojik gücüyle yüzleşerek bir
cevap geliştirme kaygısıyla hareket ederek, bazen yanlış da olsa,
ama çok ciddi bir hesaplaşmaya
girip bir şeyler üretmişlerse,
şimdi de postmodern yüzüyle,
liberal çağda kapitalizmin gittikçe küreselleştiği bir düzlemde
sadece teknolojik anlamda değil ekonomik anlamda, sosyal
anlamda, zihinsel anlamda
bu meydan okumaya yeniden
bir cevap geliştirmek ve kendi
cevabını üretmek zorunda, bu
kaçınılmaz bir şey ve insanlığın
başka bir tercihi yok aslında.
Gerçekten de “tarihin sonu “
denilen bir yaklaşım söz konusu olsa da, tarihin bitmediğini
söyleyecek olan ve tarihin hiç de
böyle her zaman dümdüz çizgi
şeklinde gitmediği gerçeği bir
kaderse, insanlığın kaderi buysa,
bu kaderi belirleyecek olanın da
yine Müslümanların söyleyecekleri sözler ve ortaya koyacakları
tezler olduğu ortadadır. Ve bunu
yapmamamız için bir sebep de
yoktur.
Şimdi hem küresel anlamda
baktığımızda, hem de yerel
anlamda baktığımızda totalitarizmle liberalizmin bir çatışması var. Müslümanların burada şunu görmesi gerekiyor:
Totalitarizmin karşısında olacağız diye liberalizmin yanında
yer alınca, ona sığınınca, oradan bir yol bulmaya çalışınca
biz, biz olarak kalmayız. Bunu
görmek gerekir herhalde.
Evet.
Bu anlamda Müslümanlar için
nasıl bir gelecek görüyorsunuz
ve neler tavsiye ediyorsunuz?
Liberal çağa geçişte Müslümanlar nasıl bir duruş sergilemeli özgün konumlarını yitirmemek için?
En azından herkes Müslüman
kalabilmeyi sürdürmeli, sürdürmek zorundayız. Zaten teke tek
hepimiz Allah’a hesap vereceğiz.
Haram haramdır, faizi yeniden
tanımlayıp da birtakım şeyleri
meşrulaştıramayız. Ha günah
diyorsanız, o ayrı bir şey. Fakat
günahı meşrulaştıracak, günah
olmaktan çıkaracak bir yaklaşımdan kaçınmalıyız. Şu anda
geldiğimiz süreçte asıl kriz biraz
da burada. Yani günaha günah
bile denilmeyecek bir döneme
girilmiş olmak…
Tanzimat sürecinde gâvura
gâvur denilmesinden vazgeçilmesi gibi...
Yani… Dolayısıyla 150 yıl önce
başlayan sürecin değişik bir versiyonuyla, belki de daha vahim
bir versiyonuyla karşı karşıyayız.
Bu sadece başımızdaki diktatörleri yıkmakla alakalı değil,
daha demokratik diktatörlükler
35
İktibas
gelebilir, demokrasinin evrensel
kuralları diye bize dayatılan,
ama Batı’nın kendi tarihsel süreci içerisinde gelmiş ve içini
kendinin doldurduğu kavramlarla hayatımızın, zihnimizin
dönüştürülmesiyle, bu kavramlarla yüzleşmek zorundayız.
Şunu hatırlatmakta yarar var:
hiçbir kavram nötr değildir, her
kavram kendi medeniyetinin
değer yargılarını yansıtır. Yani
insan hakları diyorsa bir insan, o
insan haklarını doğuran medeniyetin değer yargılarını yansıtır,
o anlamda ütopik bir evrensellikten de bahsedilemez. Evrensel
olduğu iddia edilen birtakım
kavramlarla medeniyetimizin
asli kavramlarıyla yer değiştiriyor olması, ödünç kavramlarla
düşünüyor, siyaset yapıyor olmamız hakkında düşünmemiz
gerekiyor. Kavramlarımıza yeniden dönmek, kaynaklarımıza
yeniden dönmek, bu geleneğin
bin 400 yıllık birikim içerisinde
oluşmuş o medeniyet birikiminin yeniden, yani tekrarı değil
yeniden üretilerek hayata dönüştürülmesi, modellendirilmesi
gerek. Kaybettiğimiz çok şey var,
ama neyi nerede kaybettiğimizi
iyi teşhis edip ona göre tekrardan üretmek zorundayız. Çünkü
inançlar her an yeni bir tehditle
karşı karşıyadır, bu her zaman
olmuştur. Bu askeri tehdit olur,
zihinsel tehdit olur…
Hayat, biraz da böyle bir şey!
Evet, hayatın kendisi biraz da
böyle bir şeydir. Dolayısıyla
biz kendi asli kaynaklarımızla
bağımızı, tarihten aldığımız o
birikimi de canlı tutarak bu çağa
cevabımızı yeniden üretebilmemiz lazım. Yani o anlamda İslam
medeniyeti var mıydı, yok muydu, öldü mü, ölü bir medeniyet
mi tartışmasının ne kadar absürt
36
Röportaj
bir tartışma olduğunu zaten
zaman gösterdi. Ben bunun temenniden öte bir şey olduğunu
düşünüyorum. Tespitler iyi yapılırsa, sahte sorunlarla uğraşmak
yerine gerçek sorunlarla ilgilenip yüzleşmeyi başardığınızda,
hem ulemanın, hem aydının,
hem düşünenin bu çaba içinde
olması durumunda, yeniden
kurucu bir aksiyonun gerçekleşebileceğine inanıyorum.
bireye kadar bir sürü sorun var
ve bu çağın, bu üretim biçiminin
evrenselleştirerek dayattığı sorunlar. Bu sorunlarla yüzleşmek
zorundasın. Bunları yok sayarak
ben bildiğimi yaparım diyemezsin, bunlarla yüzleşeceğiz,
hesaplaşacağız sonuçta.
Gerçek sorunlar nedir sizce,
yani somutlaştırmak gerekirse
sahte ve gerçek sorunlar ikilemini…
Sorun burada, eğer biz bunu
sorun olarak görmez ve sürecin
bir parçası haline gelirsek, getirilirsek, Türkiye’de denenmek
istenen biraz da böyle bir şey.
Evet, çok şey değişti Türkiye’de,
birtakım sahte tehlikeler önümüze çıkartılarak sahte çözümlere razı edildik, ikna edildik.
Önce itirafçılıkla başlanıldı, öz
eleştiri adına itirafçılık yapıldı,
peşinden de bu, tırnak içinde,
İslamcılıktan vazgeçtiğimiz
oranda merkezde yer açıldı.
Dolayısıyla bir sorun kalmıyor.
Senin artık 1930’ların, 40’ların
kafasıyla falanın köylü veya şehirli olması…
Şu anda liberal dünyanın, demokratik dünyanın, kapitalist
dünyanın hayat tarzı ve kavramlarını içselleştirme sorunuyla
karşı karşıyayız. Bu kavramlarla
düşünüyoruz, bu kavramlarla
hayatımızı, bireysel hayatımızı,
aile hayatımızı, hatta biyolojik
yapımızı bile bunlarla belirlemeye, değerlendirmeye başlıyoruz
artık. Kendi kavramlarımıza geri
dönmeden hayatı yeniden anlamlandıramayız. Artık Müslümanlar, Müslüman olsun olmasın bir insanın fıtratını yeniden
yakalayabileceği bir söylemi,
programı, örnekliliği yeniden
sergilemek zorundalar. Bugünün problemleri, belki 20 yıl
öncesinin problemlerinden daha
farklı. Esas olarak değişmese de
mücadele etmek zorunda olduğumuz bugünün sorunlardır.
Yani bu insanlar eşcinsellikten
işte faiz sorununa kadar, kapitalizmden bireyselciliğe kadar bir
şeyleri artık hayatlarında sorgulamıyorsa, bunlarla yüzleşmek
zorundasınız. Bunun alternatifini, asli olanını ortaya koymak
zorundayız. Aile kurumunu,
ailedeki değişiklikleri, kadın-erkek ilişkilerindeki modern dayatmaları... Yani toplumsaldan
Oyunu sorgulamak yerine
mevcut oyunda rol kapma yanlışına mı düşüldü?
Sakallı ya da sakalsız olması…
Sakallı veya örtülü olunmasıyla
artık ilgilenmiyor, yani başörtülü ama hayat tarzı seküler,
sakallı ama ultra kapitalist bir
tip ortaya çıkmışsa bunun bir
sakıncası yok artık. O zaman
her şeyi yeniden düşünüp yeniden konuşmanın vakti gelmiş
demektir. Bir Müslüman olarak
bunu eğer müslümanca yaşama
ve düşünme önünde bir tehdit
olarak görmüyorsanız sorun
yok. Zaten baktığınızda caddede, sokakta çürümenin kol
gezdiği, zihinsel olarak, bedensel
olarak çürüdüğü bir toplumda
bunu görmüyor ve sizden kabul
ettiğiniz insanların belli yerlerde
Röportaj
İktibas
egemen hale gelmesine, sembolik düzeyde gücü ele geçirmelerinden rahatsızlık duyulmuyorsa
ciddi sorun var demektir.
denilen söylem var, yani kapitalist ve liberalist sürece eklenmemeye tepki olarak ortaya
çıkan…
Sorunun özüne inmek gerekiyor yani...
Tepkisel, sağlıksız bir yaklaşım..
Evet, hak, adalet, eşitlik, bunu
sol diyerek yapıyorlar. Yani düşünün, aslında sembolik düzeyde çok heyecan verici bir sahne,
bir beş yıldızlı otelin önünde
iftar yapılıyor. Tamam, haksızlığa sembolik bir karşı çıkış. Fakat
o çürümeye karşı çıkarken, yan
yana oturduğun bedensel ve
Evet.
Bu anlamda muhtaç olduğunuz kudret de Allah’ın kitabında var zaten...
Şüphesiz. Bazen bakıyorum,
yahu bu insanlar hiç Kur’an okumuyor mu diyorum. Çok açık,
net hükümlerde bile, bırakın fıkhî yorumlar veya içtihatları, çok
açık, net ilkelerde bile insanlar
bir sivil toplum savaşçısı olarak
çıkıyor karşımıza. Yahut Batılı
herhangi bir hümanist insan tipi
çıkıyor karşımıza Müslüman
kılıklı, Müslüman olduğunu
söyleyen, ama dünyaya bakışı,
olaylara modernitenin paradigmalarıyla yaklaşan tipler var.
Peki, bu Kur’an ne diyor? İslam
liberalizme karşı değil, liberalizmi kabul ediyor dendiğinde,
İslam’dan neleri feda ettiğini
düşünmüyor mu insanlar?
Zaten o mantığa göre İslam
hiçbir şeye karşı çıkmıyor!
Dolayısıyla, yanlış sorular sorup
yanlış cevaplar peşinde koşuyoruz. Önemli olan şey şu ki,
İslam’da liberalizm, sosyalizm
var mı, yok mu sorusu yanlış bir
soru, buradan doğru bir cevap
verilemez. İslam ne istiyor, nasıl
bir insan ve toplum istiyor sorusunu sormadan, eklemlenmiş,
eklektik soruların peşinde koştuğunuz vakit yanlış sonuçlara
varırsınız.
Tam da bu noktada şunu sormak istiyorum: Diğer cephede
de sosyalist sol, “İslamî sol”
Y
ani örnek olsun
diye söylüyorum,
Türkiye’de gerçekten
düşünen, yazan çok
ciddi insanlar var,
düşünürler var ve
bunların bir tek satırı
bile herhangi bir
medya ortamında yer
almaz.
ahlaki değerlerinizi hiçe saymış,
eşcinselliği savunucularıyla koalisyon kurarak, bir sürü şeyin
artık İslamî bir çekince olmaktan çıktığı ve bunu açıkça dillendirdiği insanlarla nasıl bir hakk
mücadelesi vermiş olabilirsiniz?
Yani bu etki-tepkinin insanları
ifratla tefrite götürmesinin, başka bir yere savurulmanın tipik
bir örneğidir. İslam’ın bizatihi
kendisi buna kafi. Haksızlığı
vurgulamak için sol olman
gerekmiyor, solun tarihine de
hiçbir zaman ihtiyacın yok. Yani
İslam eklektik bir din değil ki.
Burada medyatik terörün de çok
ciddi etkisi olduğunu düşünüyorum. Gerçekten tabanı olmayan,
ama böyle bir tür artistik çıkışları medya çok kullanır. Bazı
insanların da bunu fark edip
etmemesiyle alakalı bir şeydir.
Yani örnek olsun diye söylüyorum, Türkiye’de gerçekten düşünen, yazan çok ciddi insanlar
var, düşünürler var ve bunların
bir tek satırı bile herhangi bir
medya ortamında yer almaz.
Ama içi boş, ama herhangi popüler konuyu dillendirecek (magazin değerinden başka anlamı
olmayan), söylemler üzerinden
İslamî düşünüş temsil ettirilir.
Ve o insanlar da bir müddet
sonra büyük İslam düşünürü,
haline getirilir. Çünkü, bu insanlar üzerinden birtakım ideolojik
söylemler daha kolay taşıtılır,
yaygınlaştırılabilir. Bu hatalar
içerisinde olan insanların hepsinde böyle bilinçli şey olduğunu söylemiyorum, ama bu
bir tavırdır. Ben yıllardan beri
buna dikkat ederim. Yani medya
birilerini birdenbire çok öne
taşıyorsa, neyin peşinde diye
düşünülmesi gerekir. Bu, hem
medyanın arkasındaki siyasetsermaye ilişkisi, hem de bizatihi
medyanın doğasıyla alakalı bir
durumdur.
Emniyet-MİT çatışması olarak
medyaya yansıyan olayı nasıl
yorumladınız?
İçeride nasıl bir güç mücadelesi
olduğunu bilemem. Bunun uzmanları var, hem MİT içerisinde, hem polis içerisinden, hem
Hükümet içerisinden bunun
uzmanları konuşuyor. Ama benim dikkatimi çeken şeylerden
biri şu: MİT ilk defa dış dünyada
yurt dışı örgütlenmeye gitti ve
yurt dışı istihbarata ağırlık verdi.
Bu şu demektir: Yurt dışına yöneliyorsanız yurt dışı istihbarat
örgütlerini karşınıza alacaksınız
demektir. Dolayısıyla, burada
37
İktibas
MOSSAD’ın hiç de hoşlanmadığını, açık açık zaman zaman da
bunu dillendirdiğini, en azından
bu durumundan son derece
sevineceğini düşünüyorum; olayın bir bu boyutu var. İkincisi;
bir de neyin gösterilip neyin
yapıldığını da bilmiyorum. Onu
zaman gösterecek. Söz gelimi,
2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik bir hazırlık olabilir.
Ve en önemlisi de şu: Bu olay bir
iç sorun ise, bu ülke içerisinde
bir güç mücadelesi ise bir sorun
yok; bir şekilde şu veya bu galip
gelir ve yoluna girer. Ama bu
olayın uluslararası bir boyutu
varsa, uluslararası bir ayak oyununun veya planın parçasıysa
o zaman daha tehlikeli. Yani
olayın boyutları sizin kontrolünüzün dışına çıkıyor, en azından
kontrol etmekte zorlanacağınız
boyuta taşınıyor demektir. Olaylara biraz da bu boyuttan bakmak lazım. Diğer kısmı, polisiye
kısmı. Onlar beni aşan konular,
ilgi alanıma da girmez zaten.
Siz Uludere’de yaşanan katliamı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yani Uludere olayını genelde
okuduğunuz zaman…
Röportaj
Uludere konusunda tam olarak
ne oldu, ne bitti bilmiyorum,
her şey mümkün, yani bugünkü hamleye baktığımızda belki
onun bir parçası da olabilir,
tesadüf de olabilir, bütün bunlar
mümkün. Ama ben Türkiye’deki
Müslümanların şöyle bir tavır
eksikliğini hissettim, orada esas
beni ilgilendiren şey şu: Türkiye etnik olarak ayrıştırılmaya
çalışılıyor Kürt-Türk diye. Şu
andaki en büyük tehlike bu etnik ayrışmadır, kalıcı ayrışma.
İşin kötüsü, aramızda hiçbir fark
olmadığı, bu zamana kadar İslamî hassasiyete sahip insanların
Türk veya Kürt etnik kökenli
olması hiçbir zaman öne çıkan
bir konu değildi, hala da öyledir,
ama bu Kürtler ve Türkler ayrışmasında bizim aramızda da
saflaşma olması için çalışılıyor.
Ve bu oyunun bozulması için
aslında bu bir fırsat olabilirdi.
Orada öldürülen sıradan Müslümanlardı, Türk veya Kürt olması
hiç önemli değil benim için.
Orada yanlışlıkla veya kasten
provoke edilerek veya şu veya
bu şekilde devletin güçleri tarafından birtakım insanlar öldürüldüler. O insanlara İzmir’deki,
İstanbul’daki, Konya’daki, Erzurum’daki, Diyarbakır’daki insanların aynı anda aynı hassasiyetle
sahip çıkması gerekirdi. Orada
35 tane Müslüman suçsuz yere
öldürülmüşlerdir. Kimlerin yaptığını bilmiyoruz. Bu insanlara
sahip çıkmakla bu oyun kitlesel
anlamda bozulabilirdi fakat bu
yeterince yapılmadı. Kimseden
ciddi anlamda ses çıkmadı,
çünkü herkes artık Hükümet
gibi düşünmeye, onun yanında
konumlanmaya başlıyor. Bu,
önemli bir kırılmadır ve bu kırılma üzerinde konuşulması ve
bunun telafi edilmesi gerektiğini
düşünüyorum.
Bu sorun her olayda kendini
göstermeye başladı. Hükümet’in yanında konumlanma
sorunu...
Yani Hükümet, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hükümetidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik sorunlara, bölgesel sorunlara nasıl
baktığı belli, her ne kadar eskisi
gibisi olmasa da… Müslümanların bu bakış açısıyla özdeşleşmeleri gerekmiyor. Müslümanların
alametifarikası da, bu bakış açısının dışında duruyor olmaları,
muhalif olmalarıydı. Ulusçuluğun çıkar yol olmadığını, bunun
modern bir proje olduğunu,
toplumu böldüğünü, parçaladığını, diğer taraftan başka değerlerin olduğunu söyleyen bir
duruştu Müslüman duruşu. Siz,
yanıltıcı bir iktidar yanılsaması
karşısında eğer bu duruştan
vazgeçiyor veya vicdanınızı oraya ipoteğe veriyorsanız, o zaman
vahim bir durum ortaya çıkıyor.
Yani baştan beri söylediğimiz o
eklemlenme süreci böyle bir şeyi
getiriyor.
Akif Bey bu kıymetli söyleşi
için size teşekkür ederiz.
38
Düşünce
DEĞİŞİM ALGISININ
DEĞİŞİMİ
MUSTAFA BOZACIOĞLU
K
alitenin sınırı
ve sonu var
mıdır? Nereye
kadardır? Nereye ve
ne zamana kadar bu
kişisel değişim için
beklenecektir? Bu tür
değişim sağlanınca
ne olacaktır? Nitelik
ile nicelik arasında da
ters bir orantı vardır.
Bunu Enfal 65. ve
66. ayetlerde açıkça
görüyoruz.
İktibas
Şimdi Rad 11 ve Enfal 53. ayetlere bir bakalım: Şimdilere kadar bu ayetler tamamen ‘bireysel
değişim’ odaklı olarak algılanmaktaydı. Genel olarak da hâlâ
öyledir. Ancak kitabın vurguları
etrafında yeniden bir bakıldığında görülecektir ki vurgu
tamamen ‘kavim/topluluk’ eksenlidir. ‘Bireysel değişim’ ancak
bu çekirdek toplum, Kur’an nesli
(S. Kutup’un nitelemesi), kalite
ile donanmış bir örnek cemaat
teşekkül ettirilene kadar öne
çıkarılacak ve bu hedeften yalıtılamayacak bir vurgudur. Kişinin istemesi ve kendi kabulü,
nitelik edinimi elbette önemli
bir adımdır ve ilk adımdır. Ama
hedef ve gaye ‘kavim/topluluk
değişimine’ kadar yılmadan,
durmadan uğraşı verilmesidir.
Bu topluluk hedefine ulaşıldığında da aşağı ve yukarıya
doğru etkileşim azalmadan,
taviz verilmeden sürdürülecek
ve fakat daha ileri hedeflere,
tüm insanlığın vahiy ile inşa
edilmesine kadar daha gayretli,
daha planlı, daha yoğun, strateji,
metod ve yöntemleri ile daha
nitelikli bir mesaiye geçilecektir.
Bu hedefin nihayeti yoktur. Son
nokta ‘yakin gelene kadar’dır.
Olur veya olmaz, ulaşılır veya
ulaşılmaz, belki geri adımlar, kazanımların yitirilmesi dahi söz
konusu olabilir! Ancak nitelikten, Allah rızası için uğraşmaktan, hedeften geri adım asla söz
konusu olmayacaktır. Metod ve
yöntemler, yolculuk bileşenleri
gözden geçirilip bunlarda güncellemeler, revizyonlar yapılabilir; ‘doğru hedeflere doğru vasıtalarla varılabilir!’ fehvası gereği
yeni düzenlemeler yapılabilir.
Bu amaçta, hedefte bir eksikliği
ilzam etmez illa da! Biz eksikliği
ve hatayı yine kendimizde, kendi yapıp etmelerimizde arayacağız! Kusurların telafisi için, kedimizdeki yanlışları Kur’an’daki,
vahyin resulün sahih sireti ile
örneklenmiş doğrularla değiştirmeye çalışacağız.
Hayvanlar âlemine bir göz attığımızda da sürüden ayrılanı
kurdun kaptığını, kral aslanın
avını üç beş sırtlana bırakmak
zorunda kaldığını, hayvanların
yaşam biçimlerine ve sosyal
birliktelik anlayışlarına göre
çoğalma ve yavrularını koruma
biçimlerinin de buna göre şekillendiğini pekâlâ görebiliriz. Buradan da kendi okumalarımıza
deliller bulabiliriz.
Kalitenin sınırı ve sonu var mıdır? Nereye kadardır? Nereye ve
ne zamana kadar bu kişisel değişim için beklenecektir? Bu tür
değişim sağlanınca ne olacaktır?
Nitelik ile nicelik arasında da
ters bir orantı vardır. Bunu Enfal
65. ve 66. ayetlerde açıkça görüyoruz. Huneyn günü yaşanalar
da bunun bir versiyonudur. Hz.
Ömer’in kırkıncılığı, Hz. Hamza’nın Müslüman oluşu bunun
için önemli yol ayırımlarıdır.
Bugün sayısal/nicel olarak, Hz.
Ömer’in kırkıncılığı, oranlama/
mukayese açısından hangi sayıya tekabül eder, bunu da düşünmek gerekiyor.
‘Kişisel değişim’ bir süreç içinde
ve bir hedefe yönelik olarak,
ciddi, planlı ve programlı bir
yürüyüştür. Bu hedef ‘toplumsal
değişimdir’. Toplumsal değişim
sağlandığında iş bitmiş olmuyor,
sorumluluk ve vazifeler azalmıyor, aksine daha yoğun bir
uğraşı içinde iç murakabe/oto-
39
İktibas
E
lhak bunların
içinde barındırdığı
doğrular olsa da
taşıdıkları açmazlar
daha fazladır. Bir kere
kopuk, kesintili ve
süreci hesap etmeyen
sonuç odaklı bakış
sergilemektedir
iki okuma türü de!
Yukarıdan aşağıya
doğru süreçte ‘devrim’
denebilecek kısa
yoldan ve kestirmeden,
tepeden inme bir
yöntem benimsenir.
Mehdi ve Mesih bekler
gibi!
40
Düşünce
kontrol yanında, dış denetim ve
yaptırımlar devreye giriyor.
Şimdiye kadar değişim olgusu
etrafında iki tez öne sürülür ve
buna göre hareketlilik içine girilirdi! Bu okumalardan birinciye
göre değişim yukarıdan aşağıya
doğru, sistemden/devletten bireye doğru bir sıra ve yön takip
ederdi, etmeliydi. İkinci okumaya göre ise değişim kişiden/
fertten devlete doğru idi! Elhak
bunların içinde barındırdığı
doğrular olsa da taşıdıkları açmazlar daha fazladır. Bir kere
kopuk, kesintili ve süreci hesap
etmeyen sonuç odaklı bakış
sergilemektedir iki okuma türü
de! Yukarıdan aşağıya doğru
süreçte ‘devrim’ denebilecek kısa
yoldan ve kestirmeden, tepeden
inme bir yöntem benimsenir.
Mehdi ve Mesih bekler gibi! T.C
devletinin kuruluş aşamasında,
Kemalizm tarzında ortaya çıkan
süreç de bir toplumsal değişim
projesi idi. Hatta dönüştürme,
başkalaşım projesi desek daha
doğru olur! Kılık kıyafetten harf
inkılâbına, ölçü tartıdan hukuk
kurallarına kadar, tüm alanlarda öngörülen projeler her on
yılda bir darbelerle -farklı tez
ve yaklaşımlarla da olsa da- desteklenerek kotarılmaya çalışılan,
kitlelerin baskı, zor ve zorlamalarla tabi tutuldukları bir süreç
gelinen son nokta itibarıyla istenen değişimi sağlamış görünmüyor! Keza günümüz İran’ı da
bu konuda başka bir örnektir:
devletin adı her ne kadar ‘İslamî’ de olsa halkın bunu içselleştirmediği açıkça gözlenebiliyor!
Tersi teze göre de ‘kişisel değişimi’ bizim açımızdan ‘Nirvana’ya ulaşmak’, ‘pişmek, olmak’
tarzında alamayacağımızdan,
sırf bu şekliyle ifade edilebilecek
bir değişimi yeter ve son hedef
görmek mümkün değildir! Bunlardan bir tercihimiz söz konusu
olsa yine de ‘kişisel değişimi’
önceler, onu salık verirdik. Keza
biz de bir nevi bu tür, kişisel
değişim öncelikli okumaların
savunusunu yapmakta, bu tür
bir düşünce içinde bulunmakta idik. Yine bir yönüyle bunu
savunabilir, önceleyebiliriz,
ancak bu aşamada bir üçüncü
tez, üçüncü bir okuma biçimini,
mezkûr kitaptan ilham ile söylüyoruz: ‘Toplumsal değişim’.
Merkezden/ortadan, aşağıya/kişiye ve yukarıya/sisteme/devlete
oradan da tüm insanlığa doğru
değişimi yönetecek, yönlendirecek, kontrol edecek bir yapılanma ve hedef!
İç ve dış kontrolü sağlayacak,
topluma yönelik sorumluluk
ve yaptırımları daha başarı ile
uygulayacak, etki alanı daha
geniş olacak, daha üst ve daha
geniş bir toplumu çekip çevirecek bu oluşum, çok yönlü
etkileşim içinde hem yukarıdan
aşağıya hem de aşağıdan yukarıya değişimi daha sağlıklı idare
edebilecek bir yapı olacaktır.
Kişi kendi niteliğini artırıcı
çabalar içinde bulunurken,
kendini bu örnek topluluğun,
çekirdek kadronun, bir sonraki
aşamada da bu büyük sorumluluğun ifasına kendini adamış,
değişimini sahih bir biçimde
tamamlamış toplumun aktif bir
üyesi bilerek bu misyonu kabulle doğru bir vizyon sergilemeye
devam edecek, etkileşim çift
yönlü olarak sürecektir. ‘Ben
kişisel değişimimi tamamladım
veya buna uğraşıyorum, herkes
kendi hesabını kendi verecek,
ben değişebiliyorsam herkes
değişebilir!’ ifadeleri, ilk bakışta
Düşünce
doğru gibi görünen çeldiricilerle
dolu sorunlu algılardır. Topluma
yönelik sorumluluklarımız, kişisel değişimimiz için ertelenemez, ötelenemez, terk edilemez
önemdedir. Bunların ihmali,
zaten, kişinin meseleye eksik ve
yanlış baktığının göstergesidir.
Kişisel değişim toplumdan uzak,
uzlet içinde asla sağlanamaz.
Tüm peygamberler tarihi bunun örnekleri ile doludur. Hz.
Peygamberin Hira’da tefekkür
ve bir nevi kaçışlarının vahiyle
muhataplıktan sonra bir daha
tekrarlanmaması, bu tefekkür ve
tezekkür ameliyesinin bir başka
şekilde toplumun içinde ve ona
yönelik olarak, yine gece okuyuşları şeklinde Kur’an ile mesaiye yoğunlaşarak gerçekleşmesi
bize bunun doğru örneklerini
sunması açısından çok önemlidir. Uzlet yok, toplumdan kaçış
yok, sorumluluklarını kendince
belirlemek, sınırlamak yok!
Belirlenmiş sınırlara, kırmızı
çizgilere riayet var, sadakat var!
Gücü nisbetince sa’yü gayret
etmek var, sorumluluklarını
kuşanmak var! Doğru bir vizyon ile misyonunun eri olmak
var! Allah’a adanmak, Allah eri
olmak, yalnız Allah rızası için
cehd etmek var! Aktif kötüye
karşı pasif iyi olmakla yetinmeyip ‘aktif iyi’ olmak çabası var!
Bu noktada karşımıza ‘muhafazakârlık’, ‘atalar dini/gelenek
görenek sarmalı’, ‘mahalle baskısı(!)’, ‘dünyevileşme/çokluk
yarışı’, ‘reklamların ve formel
eğitimin dezenformasyon etkisi’,
‘zamanın değişimi -ki bazı fıkhî
kaidelerin bu değişime binaen
değişebileceği hükmünden farklı alınarak-’, ‘Hiç ölmeyecekmiş
gibi dünya için çalışmak…!’ zehabı vb. atraksiyonlar, mazeret-
İktibas
ler, duvarlar, zindanlar, heva ve
heves ürünü zanlar çıkacaktır,
çıkmaktadır. ‘Değişim’ olgusu
da zaten, tüm bu kuruntularla
baş edebilme, onlara teslim
olmama, hak uğruna mücadeleden yılmama anlamında, uzun
soluklu bir yönelişin adıdır.
Toplumsal olayların, sosyal olguların tabi oldukları kurallar
vardır. Bunların keşfi ve gereği
için gerektiği gibi davranışlar
sergilemek gerekir. Allah’ın
sünnetinde/âdetinde/yasalarında bir değişiklik olmaması da
D
eğişim olgusu
da zaten, tüm
bu kuruntularla baş
edebilme, onlara teslim
olmama, hak uğruna
mücadeleden yılmama
anlamında, uzun
soluklu bir yönelişin
adıdır.
budur. ‘İlim ve bilgi’ bu manada
değerlidir. Bunun için ‘hikmet’
mü’minin yitiğidir! Eşyanın
kaderi/fıtratı vardır ve bunlar
ilmî merak içinde, mü’min
ciddiyet ve hassasiyeti ile keşfedilmeyi beklemektedirler.
İlmen ve fennen üstün olmak,
bunlara/eşyaya ‘Allah’ın bak
dediği yerden ve bak dediği gibi
bakarak’, yaratılış gayesine matuf
kullanarak, insanlığın yararına,
hizmetine sunmak gayesi ile
hakkını vererek, ahlakî kaygılarla, sınırları zorlamadan emek
vermeye bağlıdır. ‘İnsan için
ancak çabasının karşılığı vardır!’
ve ‘Boş kaldığında hemen bir işe
koyul!’ ilahî ikazlarını biraz da
bu gözle okumamız gerekiyor.
Tabi bizim kaygımız pazarlıksız
bir biçimde ‘güç’ etkisinde kalmadan, gönüllü olarak her hal
ve şartta İslam’a, vahye teslim olmalarıdır. ‘Beşerî ilimlere vakıf
olalım, ilim ve fende ilerleyelim,
teknolojiye biz hükmedelim,
dini ilimlere olduğu kadar bilimin, sanatın, fennî ilimlerin de
otoritesi biz olalım da insanlar
görsünler, gelsinler!’ anlamında
ve kesinliğinde demiyoruz bunları! İlimlerin kategoriye tabi tutulması da doğru değil esasında!
Tüm ilimler, yaratıcıyı ve yaratılanları doğru anlama, insanlığın
dünya ve ahiret saadetleri için,
buna hizmet için vardırlar. Hilafet ve imar vazifelerimiz bu doğrultuda gerçekleşmelidir zaten.
Değişim adına ‘dönüşüm/başkalaşma’ tehlikesine de dikkat
çekmek gerekiyor. Bu anlamıyla
değişime ayak diremek, karşı
çıkmak da olasıdır. Bu muhafazakârlık ve statükoyu korumak
anlamına yorulmadan, müsbet
olandan menfi olana savrulmamak, çağın modern cahilliklerine direnmek, bid’at tuzağına
düşmemek adına alınmalıdır.
Geleneğin yanlış ve üretilmiş
hurafelerinden, bid’atlerinden
kurtulmak ne kadar titizlenilmesi gereken bir husussa, modernizmin değer ve ilke tanımayan uyduruk/türedi/sonradan
görme/modern cahiliye unsuru
çağdaş hurafelerine/bid’atlerine
de aynı biçimde titizlenilmesi
gerekmektedir.
Şimdi, tezimizle ilgili asıl dayanaklarımızdan birini oluşturan
Âli İmran 104. ayete gelelim:
‘Sizden hayra çağıran, iyiliği/
marufu emreden, kötülükten/
41
İktibas
Düşünce
münkerden men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa
erecek olanlar onlardır.’ Başka
söze hacet var mı? Her şey açık
ve net değil mi? ‘Kullarım arasına gir; cenneti kazan!’ ilahî ikazının, yansıması ve açıklaması,
tefsiri! ‘Resul size, siz insanlığa
şahitler olun!’ uyarısının zorunlu bir gereği!
V
ahyin ilk
yıllarındaki gizli
davetin ferdî tebliğ ve
davet olarak, açıktan
çağrının ise belirli
bir nitelik kazanımı
akabinde mesajın tüm
toplum katmanlarına
ilan edilmesi
olarak anlaşılması
gerekmektedir. Dahası
bunun sırf ‘söz’ ile
olması ile yetinilmemiş,
canlı şahitlikte
bulunulmuş, ‘hal’ ile
örneklendirilmiştir!
42
Mücerret/tek başına/yalnız imanın kurtarmayacağı gerçeğine
bir başka vurgu! Yine’ iman et,
kendini kurtar’ anlayışının, eksik bir önerme oluşuna işaret!
Ferdin değişimi, kulluğa girişi,
kendini kurtarması, ‘Sürüden
ayrılanı kurt kapar!’ fehvasının
bir muktezası olarak, topluma
dönük, sosyal vazifelerinden,
örneklik misyonundan yalıtılarak ele alınamaz, düşünülemez,
mümkün olamaz!
Peygamberler tarihi, onların
örneklikleri, tüm hayat mücadeleleri, başından sonuna kadar
dinin yalnız Allah’a has kılınması, Allah’ın isminin yüceltilmesi
uğruna toplumun değişimine
yönelik olarak, yakından uzağa,
örnek topluluk oluşumuna, kaynamış kurşun gibi kenetlenmiş,
toptan Allah’ın kulpuna, kopmaz
ipine sarılmış, adanmış, Kur’an
nesli oluşturma biçiminde olmuştur. Hep toplumun içinde,
hep toplu hareket ederek! Yunus
peygamberin kıssası ve toplumunu terk etmesini akabinde
kınanması bizi bu gerçekle buluşturmalıdır! Tüm peygamberlerin dışlanmaları, taşlanmaları,
reddedilmelerinin temel esprisi,
davanın bireysel olmaktan çıkarılıp, topluma yönelik taleplerinin dillendirilmesi, örneklendirilmesi, toplumun değiştirilmesi
ve içinde bulundukları cahili
karanlıkların vahyin ışığı ile
aydınlatılması mücadelesinin
tüm zaman ve mekânlara yayılması, tüm kişilere ulaştırılması
istemidir. Vahyin ilk yıllarındaki gizli davetin ferdî tebliğ ve
davet olarak, açıktan çağrının
ise belirli bir nitelik kazanımı
akabinde mesajın tüm toplum
katmanlarına ilan edilmesi
olarak anlaşılması gerekmektedir. Dahası bunun sırf ‘söz’ ile
olması ile yetinilmemiş, canlı
şahitlikte bulunulmuş, ‘hal’ ile
örneklendirilmiştir! Yoksa eğer
davet bireye ait kılınarak bununla iktifa edilseydi, ne dışlanmaya
gerek olurdu, ne taşlanmaya!
Ne ambargo ile karşılaşılırdı,
ne ‘hicret’ zorunlu hale gelirdi!
Etliye sütlüye karışmadan, kimsenin tavuğuna ‘kışt’ demeden,
‘al gülüm ver gülüm’ geçinir
giderlerdi! Hak batıl karışır, gri
renk bolluğunda, ortaklıklarla,
‘sen yoluna ben yoluma’, hayat
süt liman devam eder giderdi!
‘Aktif iyi’ kavramı bu noktada
değer ve öncelik kazanıyor işte!
‘İkra’’, ‘Müzzemmil’ ve ‘Müddessir’ sûrelerinin ana teması;
‘kalk ve uyar’, ‘elbiseni temizle’,
‘ey örtüsüne bürünen’, ‘ey ağır
bir yük yüklenen’, ‘oku’ uyarıları
etrafında doğru okunmalı, doğru anlaşılmalıdır.
İran’da özellikle turist olarak
dışarıya çıkan insanların sınırı
geçer geçmez takındıkları tavırlar, içte huzurun ve birlikteliğin sağlanamaması, bırakınız
Müslüman coğrafyalara ve
Müslümanlara davet ve tebliğ
ulaştırmak, devrim ihraç etmek,
daha içeride bir normalleşme
görülememesi, keza Afganistan
kaosunun iç nifaktan beslenen
tarafı, uyuşturucu merkezi ola-
Düşünce
rak görülecek duruma gelinmiş
olması sürecin doğru işlemediğini göstermesi açısından
yeterli donelerdir sanırım! Yine
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki
toplumsal yaşamı tersi istikamete evirmeyi düşünen ‘Kemalist’
diye isimlendirilmiş çabalar da
her türlü zorlamaya ve hukuksuz uygulamaya rağmen beklediği değişimi sağlayamamıştır.
Aynı zihniyetin 28 Şubat uzantıları da türlü atraksiyonları, zorbalık boyutunda cebren ve hile
ile gerçekleştirmeye çalışsa da
suyun akışını tersine çevirememiştir. Bunlar tepeden inmeci
okumaların geçersizliğini doğru
okumamıza yetecek yeterli verilerdir.
Ayrıca, İran ve Afganistan gibi
ülkelerde, genelde kolluk/zabıta görevlileri olarak karşımıza
çıkan, anlattığımız misyonu,
toplumsal uyarıları gerçekleştirmeye çalışan grupları da irdelememiz gerekiyor. Bu görevliler
öncelikle resmi bir görev ifa
ediyorlar, bu bizim gönüllülük,
her mü’min bireyin mükellefiyeti olarak gördüğümüz/vurgulamaya çalıştığımız olgunun
farklı bir tezahürü olarak çok
yanlış sayılmayabilir! Yanlış ve
eksik olan bu emri algılamadaki şekil ile murad arasındaki
ilişkiyi ve farkı yakalayamamak
ve bunu sergileyememektir!
Elde bir sopa ile sokakta gezen
insanlara bağır çağır, tehdit et,
sopa ile sağlarına sollarına vur;
oldu, görev ifa edildi! Böyle mi?
Bu mudur istenen? Tartışılır
belki, ama bu, en sonun sonuncusu bir uygulama olabilir olsa
olsa! Öncesinde herkesin görev
addedeceği, ıslah, ihya ve inşa
faaliyetlerinin, kesintisiz ve nitelikli olarak ifa edilmesi, doğru
İktibas
davranışların sahih örnekliklerle
sergilenmesi, bizatihi yaşanması
gerekmektedir.
Doğruyu söylemek kadar, hatta
daha önemli olarak yaşanması,
yaşamlaştırılması, örneklenmesi gerekmektedir. Ve bunun
bir etki oluşturacak boyutta,
tüm alanlara, mekânlara teşmil edilmesi zorunluluğu ile
beraber! Yine ‘sigara’ olgusunu
düşünelim: Bireysel karşı duruşlar kadar, devletin zam ile
ve paketlerin üzerine ‘zararlı/
tehlikeli/ dikkat’ uyarıları yazması ile bu sorun halledilebilmiş
midir? Hayır! Bu yöntemlerle
halledilebilecek gibi de durmuyor! Yukarıdaki misal ve sigara
örneği, ‘Bir elin nesi var, iki elin
sesi var!’ sözünün muktezasınca, bunu birkaç kişinin, belli
yerlerde hayata geçirmesi de
yetmez ve zordur! İlmek ilmek
her zaman ve mekânı işleyecek/
kuşatacak boyutta ve kitlesel bir
tarzda bu sorumluluğun yerine
getirilmesi zorunludur! Suya
atılan taşın halkalar halinde ilerlemesi doğrudur ve fakat suya,
farklı her noktadan, aynı hassasiyetle ve suyun hacmine göre
de birçok taşı aynı zamanlarda
ve yine tekrarlanan biçimde atmak, bu halkaların etkileşimini
de takip etmek gerekmektedir!
‘Kopan halka, birbirine ulaşmayan halka, önüne bir engel
dikilen halka var mıdır?’ diye de
titizlik ve teyakkuz gerekmektedir.
A
ynı zihniyetin 28
Şubat uzantıları
da türlü atraksiyonları,
zorbalık boyutunda
cebren ve hile ile
gerçekleştirmeye
çalışsa da suyun akışını
tersine çevirememiştir.
Bunlar tepeden
inmeci okumaların
geçersizliğini doğru
okumamıza yetecek
yeterli verilerdir.
Bu yaşanmış ve gerçekleştirilebilmiş bir vakıadır, hayal
değildir! Her zaman ve şartta
da gerçekleştirilebilir! Hz Peygamber, Mekke’nin cahili karanlıklarında, bedevî bir toplumu
her türlü sapıklık ve sapkınlık
43
İktibas
P
eygamberin
siret ve sahih
sünneti ulaşılabilir
bir noktada ve son ve
çelişkisiz vahiy, Kur’an
elimizde iken aksi
düşünülemez! Ama
bir sorun olduğu da
muhakkak! Müslüman
coğrafyaların ve
müslümanım
diyenlerin halleri
ortada! Biz Kur’an’ı
mehcur bırakarak, onu
anlaşılmaz, ulaşılmaz
addederek bindiğimiz
dalı kesmişiz adeta!
Başka sorun aramaya
gerek var mı?
Düşünce
batağına gömülmüşler iken çok
kısa bir zamanda değil değiştirmek adeta dönüştürmüştü!
‘Dönüştürmek’ ifadesi itici ve
yanlış gelebilir ve vahiy/peygamberler tarihinde bir türedilik de olmadığı gerçeğine binaen
doğru hedeflere doğru araçlarla,
doğru metod ve yöntemlerle
ulaşarak, istenen değişimi;
münkerden marufa, yanlıştan
doğruya, karanlıklardan aydınlığa, zulümden adalete, şirkten
tevhide, tek dünyalılıktan ahiret
bilincine, kargaşa ve kavgadan
kardeşliğe, nefse ve hevaya tabi
olmaktan hakka ve hakikate tabi
olmaya, isyandan itaate.. doğru
bir yönelişi gerçekleştirebilmişti!
Bugünün tekâmül noktasında ve
imkân genişliğinde bu değişimi
yakalayamamak düşünülebilir
mi? Asla! Peygamberin siret
ve sahih sünneti ulaşılabilir
bir noktada ve son ve çelişkisiz
vahiy, Kur’an elimizde iken aksi
düşünülemez! Ama bir sorun
olduğu da muhakkak! Müslüman coğrafyaların ve müslümanım diyenlerin halleri ortada!
Biz Kur’an’ı mehcur bırakarak,
onu anlaşılmaz, ulaşılmaz addederek bindiğimiz dalı kesmişiz
adeta! Başka sorun aramaya
gerek var mı? Can damarımızı,
hayat pınarımızı, şifa (çağın ve
çağların her türlü tıbbî olmayan
kişi ve cemiyetlerle alakalı hastalıklarına) kaynağımızı, yegâne
kurtuluş dayanağımızı, hak ve
hakikate ulaştıracak kılavuzumuzu, yolumuzu aydınlatan
ışığımızı raflardan indirip, hayatın merkezine alarak işe başlayabiliriz.
Hedef; adanmış, değişimini istendik (Allah’ın istediği ve razı
olacağı ve vahyi ile bildirip resulünün şahsında örneklendiği
44
gibi) şekilde sağlamış, kaynamış
kurşunlar gibi kenetlenmiş, ‘urvetül vuska’ olan Kur’an’ı rehber
edinen, toptan Allah’ın kopmaz
ipine yapışan, sorumluluklarının bilincinde, doğru bilgilerden
doğru davranışlara ulaşıp bunu
yaşamlaştıran, doğru hedeflere
doğru vasıtalarla, doğru metod
ve yöntemlerle ulaşılabileceğini
bilen, vesilelere(!) sarılan, iman
amel bütünlüğünü sağlamış,
hayatının her an ve ânını ibadet
bilinci ile sürdüren, davet ve
tebliğ vazifelerini bihakkın ifa
etmeye çalışan, vahdet şuurunda Allah erlerinin bir ve beraber
olarak, bir plan program ve
hedef dâhilinde örnek şahitlik
ve hayra çağıran bir topluluk/
cemaat olabilmenin imkânları
adına süreci doğru okumak ve
yalnız Allah’a sığınıp güvenerek
ve yine yalnız O’ndan korkarak
olabildiğince doğru işletmektir.
[email protected]
+DEHUWUNùXEDW
Düşünce
ÇAĞIN İLERİSİNDE
VE GERİSİNDE
OLMAK YA DA
HAKKA YAKIN
DURMAK...
BÜNYAMİN ZERAN
H
er nereden
bakılırsa
bakılsın yabancılaşma
kavramıyla tanışırız.
Müslüman düşünceye
göre yabancılaşan
kimseler nefsini
ilah edinenler olsa
da onlara göre
de yabancılaşan
realiteden uzak kalan
kimselerdir. Çünkü
çağın tanımı realiteler
üzerinden yürür.
İslam’ın tanımı ise “Hak”
üzerinden yürür.
İktibas
Çağın en belirleyici kavramlarından biri de kuşkusuz ilericilik
ve gericilik kavramlarıdır. İslami
temelden meseleye baktığımızda ilericilik ve gericilik diye bir
tanımlamaya rastlayamayız.
Bunun yerine kullanılan kavramlar “ahseni takviym ve esfeli
safilin”dir. İlericilik ve gericilik
kavramı daha çok maddi dünyanın tanımlamasına girmektedir.
Bireysel ve toplumsal algıda
ileride olmak salt ekonomik
anlamda iyi düzeyde olmak
anlamındadır. Gericilik ise salt
maddi anlamda gelir düzeyinin
düşüklüğünü ifade etmez bunun
yanında modern dogmaların
yani aklın dışında bir kanun
koyucu, yaşam belirleyici birini
kabul etmek anlamına da gelir.
Toplumsal anlamda ileride olmayı gayri safi milli hasıla belirlerken, geride olmayı ise ilhamı
gökten ve gaipten almak, yaşadığı hayattan realiteden almamak
belirler.
Modernite ve post-modernite
yaklaştığı her olguya kâr/zarar
açısından bakar. Maddi anlamda bir kâr varsa o iş doğrudur.
Ondandır ki insanlık için hayırlı
olan üretimden çok, bir avuç elit
için kârlı olan üretim tercih edilir. Kaliteli ve ileri düzeyde yaşamanın bedeli modern dünyada
her zaman pahalıdır. Çünkü
insanı değerli görmek için belli
başlı kıstaslar vardır: Bindiği
arabanın modeli, oturduğu evin
semti ve metrekaresi, aylık geliri,
evine aldığı eşyaların markası,
üzerine giydiği elbiselerin markası ve takıların değeri. Bakıldığında insana dair, insanın maneviyatına dair hiçbir şey yoktur.
Maddenin şekillendirdiği insan
vardır. Artık heveslerinin peşinde ömür tüketen ve asla kendisi
olamayan ve kendine yabancılaşan bir insan vardır. Artık bu
haliyle ona insan bile denemez.
Ne var ki kendisini bu fikre o
kadar angaje etmiştir ki insanı
maneviyatıyla değerlendiren
ve maddi ölçüler kullanmayan
kimseleri çağın yabancısı, yobaz
olarak görmektedir.
Her nereden bakılırsa bakılsın
yabancılaşma kavramıyla tanışırız. Müslüman düşünceye göre
yabancılaşan kimseler nefsini
ilah edinenler olsa da onlara
göre de yabancılaşan realiteden
uzak kalan kimselerdir. Çünkü
çağın tanımı realiteler üzerinden
yürür. İslam’ın tanımı ise “Hak”
üzerinden yürür. Nefsini ilah
edinenler Allah gerçeğine yabancılaşmışlardır. Hesaplarında
Allah yoktur. Çünkü Allah’ın
varlığı ya da yokluğu onları
ilgilendirmemektedir. Onları
ilgilendiren tek şey borsadaki
değerler, altının ve dövizin ne
kadar yükseldiği ve özgürlük ve
demokrasinin güçlenmesi için
hangi canların hizaya getirileceğidir. Her şey sahte ilişkiler
içinde yok olur gider. İnsana ait
ne varsa bir bir tüketilir. Dostluk
ve kardeşliği belirleyen şeyler
de kâr/zarar hesabına vurulur,
iki ülke arasındaki dostluk ve
düşmanlıklar da kâr/zarar hesabına vurulur. Pragmatist yani
münafık bir mantıkla değerlendirilir her şey. Nefsini ilah
edinenler nutuklar çeker “bakın
biz şu kadar yılda şöyle yaparak
GSYİH’yı ve GSMH’yı şu kadar
yükselttik. Kişi başına düşen
milli gelir artık şu kadardır” derler. Oysa kişi başına düşen milli
gelir artmış gibi görünse de bu
tamamen istatistiksel bir yalandır. Dünya nüfusunun %10’nun
dünya ekonomik kaynakları-
45
İktibas
Düşünce
nın %90’nına sahip olduğu bir
çağda buna inanmak güçtür.
Ayrıca kişi başı gelir seviyesinin
yüksek olması ne ailelerin yok
olmasını engelleyebilmiştir, ne
gençlerin hevaları peşinde yok
olmalarının önüne geçmiştir ne
de birçok cinayetin, tecavüzün,
sapkınlığın ve şiddetin önüne
geçebilmiştir. Çünkü önemli
olan azgın azınlığın cebine giren
paranın miktarıdır ve bu kesimin rahat ve konforudur.
a
llah, köle Bilal’i
aristokrat Ebu
Cehil’e tercih eder. Bu
içinde yaşadığımız
çağın anlayamayacağı
kadar büyük bir
hadisedir. Çünkü realite
buna aykırıdır. Oysa
Allah realite olarak
değil “Hak” olarak
meseleye odaklandığı
için Allah’ın Hakk’ı,
doğrusu böyledir.
Onun içindir ki İslam
insana salt fıtratına
uygunluk olarak bakar
ve ona göre değer
verir.
Bu çağ imaj çağıdır. Kazandığından daha çok harcatır ve sisteme
borçlandırır insanı. Çünkü insan
tükettiği kadar insandır ve tüketemediği kadar geri kalmıştır.
Medeni olabilmenin bedeli pahalıdır. Sürekli tüketime adapte
olmuş insan ister bu sistem.
Sistemin ayakta kalması daha
çok tüketim gücüne bağlıdır.
Onun içindir ki çağın ilerici ve
gerici algısını değiştirir. Moda
düşüncesini geliştirerek başkası
olmamayı, yalnız kendisi olmayı, onun için de herkesten daha
farklı, herkesten daha çok tüketmesi gerektiğini zihnine kazır.
Üreten, karar veren olmaktan
daha ziyade bağımlı, kişiliksiz,
kendine güvensiz, şüpheci bir
karakter haline gelir. İyilik, güzellik, yardımlaşma ancak daha
fazla kazandıracaksa mümkündür. Yani kaz gelecekse tavuk
esirgenmeyecektir artık. Aksi
takdirde Maltus gibi davranılacaktır. Yani işe yaramayan hasta,
yaşlı kimseleri ölüme dahi terk
edebilecektir bu anlayış.
Peki, İslam ne der bu konuda?
Başta da belirttiğim gibi İslam
meseleye maddi anlamda kâr/
zarar olarak hiç bakmaz. Hatta
Âdem’den bu güne hiç bir resulün de insanları ekonomik
refaha davet etiği görülmemiş-
46
tir. Resuller meseleye insanın
yaratılış fıtratı penceresinden
bakar. İnsanı değerli kılan şey
takvadır. Takva öyle bir şeydir
ki insanın kendini Allah’ın yasakladığı şeylerden sakındırması
ve korumasıdır. Allah’ın ahseni
takviym olarak tanımladığı biri
olmak için tüketmeye, lüks bir
evde ve semtte oturmaya, aylık
gelirin yüksek olmasına, arabanın olmasına vs. gerek yoktur.
Sadece günah olarak bildirilen
şeylerden uzak kalarak ve yapılması emredilen şeyleri yaparak
yaşamak yeterlidir. Allah, köle
Bilal’i aristokrat Ebu Cehil’e tercih eder. Bu içinde yaşadığımız
çağın anlayamayacağı kadar
büyük bir hadisedir. Çünkü realite buna aykırıdır. Oysa Allah
realite olarak değil “Hak” olarak
meseleye odaklandığı için Allah’ın Hakk’ı, doğrusu böyledir.
Onun içindir ki İslam insana salt
fıtratına uygunluk olarak bakar
ve ona göre değer verir. Nefsinin
peşinde koşan değil Allah’ın işaret ettiği hayır üzere koşan insan
değerlidir.
Allah’ın işaret ettiği insan, ücretini yalnızca yaratandan bekleyerek gelirini paylaşan, yardım
eden, güler yüz gösteren, hiçbir
gayri meşru ilişkiye, tecavüz ve
hırsızlığa yanaşmayan, sürekli
karşısındakinin nefsini kendi
nefsine tercih eden, işçisinin
hakkını yemeyen, statü gözetmeksizin inanç kardeşliği ölçüsünde Allah’ın belirlediği sınırlar içinde her masaya oturabilen,
mütevâzi ve güven veren kimsedir. İşte bu insan kendisiyle
barışıktır ve şüpheden arınmıştır. Çünkü onu ilgilendiren esas
şey kendi kulluğunu ne ölçüde
doğru yaptığıdır. Eğer kul olarak üzerine düşeni yaparsa ecri
Düşünce
Allah’a aittir. Başına gelebilecek
her şeye de sabrederek yoluna
devam edecektir.
İslam, Allah’ın vahyiyle birlikte
vardır. ‘İzim’ler ise insanın tanrıdan bağımsız hatta ona kafa
tutan bir akılla vardır. Doğal
olarak eşyaya ve insana bakış
da bu ölçekte çok farklıdır.
Müslümanlar modernizmin ve
post modernizmin rüzgârından
etkilenerek Allah’ın affediciliğine sığınarak kimi kavramları
sulandırmakta beis görmemektedirler. Oysa “ilericilik gericilik,
realite” gibi kavramlar ne kadar
modern insan zihnini işaret
ediyorsa; “ahseni takviym/esfeli
safilin ve Hak” kavramları da o
kadar vahyi işaret etmektedir.
Bugün bizim kavramlarımızın
yaşadığımız çağda nerde durduğunu tanımlamamız gerekmektedir. Çünkü eşyayı ve insanı tanımlamamızda belirleyicidirler.
İlericilik ve gericilik bize dayatılan kavramlardan ve tanımlama-
İktibas
lardan yalnızca biridir. Biz, daha
çok insana yaklaşırken ahseni
takviym ve eşrefi mahlûkat
tanımlarını gündemleştirirsek
İ
slam, Allah’ın
vahyiyle birlikte
vardır. ‘İzim’ler ise
insanın tanrıdan
bağımsız hatta ona
kafa tutan bir akılla
vardır. Doğal olarak
eşyaya ve insana bakış
da bu ölçekte çok
farklıdır.
çağın hastalıklı insan ve toplum
algısından uzaklaşmış oluruz
diye düşünüyorum. Çünkü biz
ilhamımızı ve yaşam şeklimizi
birilerinin ifadesiyle “gökten ve
gaipten” yani anlatmak istedikleri şekliyle Allah’tan alırız.
Müslüman bir zihniyet Allah’ı
hesaba katarak çağın realitelerine karşı yabancılaşırken Allah’ın
hak olarak tarif ettiği yaşama
yaklaşır. Bu anlamıyla çağa yabancılaşmak çok da kötü olmasa
gerek. Önemli olan insanın
fıtratına yabancılaşmamasıdır.
İmaj çağında her şey illüzyona
tabi olduğu için Allah’ı merkeze
alarak bu çağa yabancılaşmak
kişinin kendine ve Rabbine
yakınlaşması olacaktır. Ve işte
o zaman ilericilik ve gericilik
tanımlaması anlamını yitirecek,
ahseni takviym olan insan neşet
edecektir. Modern çağ insana
ileride misin geride misin diye
sorarken İslam, ister ileride ol
ister geride nerede olduğun
önemli değil, önemli olan durduğun yerin Hak mı yoksa Batıl
mı olduğudur diye sorar.
[email protected]
47
İktibas
DIŞARIDA KALARAK
İÇİNDE YAŞAMAK
TALAT ÖZHAN
İ
nsanların Rabbi ve
İlah’ı olan Allah’ın
koyduğu bu yasa, bu
insanların oluşturduğu
bütün toplulukları
kapsamaktadır. İnsanlar
ve insanların meydana
getirdiği toplumlar,
meyillerini hangi
yönde güçlendirirler
ise, değişim ve gelişim
o yönde olacaktır. Ya
iyiden kötüye ya da
kötüden iyiye.
48
Düşünce
Bu dışarıdan baktığımızda tam
bir bir çelişkidir. Aslında bu
çelişkiyi görenlerin ve görmeyenlerin tek ortak noktaları benimsemeyip kabul etmedikleri
bir hayatın içinde “yaşamaya”
çalışmalarıdır. Herşeyden önce
bu konuda böyle “olur” ya da,
böyle “olmaz” demek yerine,
neden? sorusu sorulmalıdır.
Böyle davranmaya, yaşamaya,
çalışmaya, zorlanan kişi ve kişilerin davranış ve hareket nedenleri üzerinde durulmalıdır.
Nedenlerini ve gerekçelerini
araştırmaya, konuşmaya başladığımızda, pek tabiiki herkesin
kendine göre “haklı” gerekçe
ve nedenleri vardır. İnsanların
kendilerine göre var olan bu
nedenler, böyle yapma, yaşama ve düşünmelerini haklı
kılar mı? Bence bu insanları ve
toplulukları “inanmadıkaları”
hayata, düşünceye ve zihniyete
karşı yaklaştıran, az ya da çok
içinde yaşamaya zorlayan olgu,
haklı ya da haksız olarak ortaya
koymaya çalıştıkları “nedenler”
değil, farkında ya da farkında
olmadıkları “düşünce” ve “zihniyet” dünyalarındaki, inanmadıklarına karşı var olan menfi
dönüşüm, degişim ve aldıkları
tavırlarıdır.
İnanmadığın bir düşünceye
karşı “zihniyetinde” bir değişim
ve tavır oluşmaz ise, bu zihniyet
dünyasının oluşturduğu sistemin içinde yaşarken o sistem
içerisinde bir şeyler yapmak
için asla “özlü” bir gayretin içine
giremezsin. Eğer düşünce dünyandaki bu değişimin farkında
değilsen sonuç daha da trajik
olur. Herşeyden önce şu temel
kuralı hatırlayalım ve altını
çizelim: “İnsan etkileyen ve etkilenen bir varlıktır.” Eğer insanın
kendisi, bu değişim ve etkileşim
özelliğine sahip ise, otama-
tikman insanların inşaa ettiği
topluluklarda bu topluluğun
üzerine kurulduğu zihniyet de
böyle demektir. Yani “etkileyen
ve etkilenendir.” Etkilemek ve
etkilenmek beraberinde değişim
ve dönüşümü getirir. Bu kural
bütün insan toplulukları ve dünya görüşleri için geçerlidir.
İslam toplumu, bu toplumu
oluşturan müslüman insanlar
da bu genel kuraldan muaf değillerdir. Bu özellik/kural onları
da kapsamaktadır. Bunun böyle
olduğunu insanların yaratıcısı
olan Allah Rad suresinin 11.
ayetinde söylemektedir.
“... Gerçek şu ki, insanlar kendi
iç dünyalarını değiştirmeden
Allah onların durumunu değiştirmez...”
İnsanların Rabbi ve İlah’ı olan
Allah’ın koyduğu bu yasa, bu
insanların oluşturduğu bütün
toplulukları kapsamaktadır.
İnsanlar ve insanların meydana
getirdiği toplumlar, meyillerini hangi yönde güçlendirirler
ise, değişim ve gelişim o yönde
olacaktır. Ya iyiden kötüye ya
da kötüden iyiye. Allah’ın nice
toplulukları başka toplumların
eli ile helek etmesini de böyle
anlayabiliriz.
Biz müslümanlara düşen sorumluluk, olumlu ya da olumsuz,
yaşamımızda zihniyet değişimini ortaya çıkaran sebepleri,
bu süreç ve zamanda yapılması
gerekenleri bulmak ve ortaya
çıkarmak için çalışmaktır. Yukarıda koyduğumuz kuralı kabul
edecek olur isek, cevaplamamız
gereken soru, insanın kendisinde ve yaşadığı toplumdaki değişimlerin tespitini kime ve neye
göre yapacağı sorusudur. Hangi
değerler ve doğrular belirleyici
olacaktır? Bu tür sorulara doğru
ve sağlıklı cevaplar üretebilmek
Düşünce
için, biz müslümanlar açısından
en önemlisi, başta “insan”daki
zihinsel/düşünsel değişim ve
dönüşümlerin sebeplerini, daha
sonra müslüman kişi ve toplumlardaki yanlışa ve kötüye
meyillerin nedenlerinin tespitini
doğru yapmaktır. Her değişim
yanlış olmayacağı için, (çünkü
insan ve topluluklar dinamik bir
özelliğe sahiptirler), bu nedenden dolayı düşünsel, yaşamsal ve
zihniyette meydana gelen değişimlerin doğruluğunu ve yanlışlığını tesbit etmek bizler için
hayati önem kazanmaktadır.
Burada soru şudur ve cevabını
da hep beraber bulmak ve vermek zorundayız. Müslüman
kişideki ve toplumlardaki etkileşim ve değişimin en önemli
sebebi nedir? Bu yanlış zihniyet
değişimine, dünyevi ve insan
kaynaklı ideolojilere karşı ilgi ve
meyillerine neden karşı koyamıyorlar? Bu yanlızca nefsi nedenler midir? Yoksa yeterli donanıma sahip olamamaları mıdır?
İnandıkları dinin bilgisine ve şu
anda dünyaya hâkim olan küresel sistemin zihniyetini olşuturan “bilgiden” yoksun oluşları
da bir temel faktör müdür? Bu
gidişatın yanlış ve doğru olmadığını neye göre ve nasıl tespit
edeceğidir? Bunun yanlışlığına
son noktayı kim koyacaktır?
Şimdi bütün bu sorulara cevap
vermeye ve aramaya çalışırken,
bizlerde şu an hâkim olan zihniyet belirleyici olacaktır. Karar
vermemizde ve yaşamımızda
yönlendirici olan hâkim zihniyetimizdir. Düşünce tarzımızdır.
Doğru, sağlıklı ve kalıcı çözümler üretmede belirleyici olan ise,
bu düşünce tarzımızdaki ilmi
donelerin güçlülüğü ve zayıflığıdır. İşte bundan dolayı yaratıcımız olan Allah “ilim”de derinleşmemizi istemektedir. Bizler
İktibas
bu bağlamda İslamî düşünce
tarzımızı inşa etmeliyiz ve bunu
yapmak için çok çalışmalıyız.
İslamî ilimlerdeki ilmi derinliğimizi geliştirmeliyiz. İslam’ı ve
dünyaya hâkim olan Modern
zihniyeti, modern zihniyetin
temel siyasi, dini, kültürel ve
felsefi kavramlarını çok iyi öğrenmeliyiz. İslam’ın temel kavramlarına hâkim olmalıyız. Bu
bize düşünce zemininde Tevhid
üzerinde kalmamızı kolaylaştı-
A
rtık siyah siyahtır,
beyaz beyazdır
demenin yetmediğini
görmeliyiz.
Müslümanların
ve bütün dünya
insanlarının
vicdanlarını tatmin
edecek İslami cavapları
ortaya koyabilmeliyiz.
racaktır. “Beyaz” nedir sorusuna
verdiğimiz net, açık anlaşılır
cevabı “siyah” hakkında da verebilmeliyiz. Artık siyah siyahtır,
beyaz beyazdır demenin yetmediğini görmeliyiz. Müslümanların ve bütün dünya insanlarının
vicdanlarını tatmin edecek
İslami cavapları ortaya koyabilmeliyiz. Bu işi yapmak, bütün
müslümanların sorumluluğu olmasa da, yapabilme kabiliyet ve
becerisine sahip olan insanların
görevidir. Böyle insanlar yok ise
yetiştirmek, ortaya çıkarmak da
bütün müslümanların üzerine
düşen bir sorumluluktur.
İnsanlar hiçbir zaman statik bir
hayat yaşamazlar. Hayatlarında
ve düşüncelerinde bazı dinamikleri de taşırlar, normal olan
da budur. Zaman ve mekânın
değiştiği bir dünyada statik
yaşamak mümkün değildir, bu
insanın fıtratına da aykırıdır.
Statik ve monoton yaşamak
hiçbir din ve dünya görüşünün
kendisine inanan taraftarlarından beklediği, istediği bir şey
değildir. İslam ise zaten bunu
asla ön görmez. Kendine inanan
müslümanlardan devamlı “ilimde” derinleşmesini ve “hikmeti”
arama, bulma konusunda da
sürekli bir çalışmanın içerisinde
olmasını ister, bazen de bunu
müslümanlara emreder.
Burada şöyle bir tesbitte bulunabiliriz; “üzerine toplumsal
ve kişisel hayatın inşa edildiği
“zihniyetin” dünya görüşünün
iki temel özelliği vardır, birincisi
bu zihniyetin değişmeyenleri
“statikleri”dir. Bu özellik değiştiği ya da değiştirildiği zaman
bütün düşünce ve zihniyet değişir. Bu statiklere bağlı olarak
değişkenleri yani “dinamikleri”
vardır. Bunun değişmesi ya da
terk edilmesi zihniyeti ve yaşam
tarzını pek fazla değiştirmez.
Değişimin içeriğine göre bozulma olabilir ama asıl korunduğu
için bu yanlış değişim tekrar
aslına dönüştürülebilir. Burada
doğru olan, düşüncenin “dinamik” alanında gelişim ve değişimdir. Bu kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu “dinamik” alanda
“statiklere” bağlı kalarak gelişim,
değişim yapılmaz ise, uzun vadede “statikler” de o toplumun
ve kişilerin işine pek yaramaz.
Hayata yönelik sorunların çözümünde işlevsiz kalırlar. Bunu
insanın elinde bulunup da,
kullanılmayan bir güce benzetebiliriz. Çünkü bu, elinde olan
gücün farkında olmamaktır.
Kişi gücünün ve imkânlarının
farkında ise, ancak o zaman, bu
imkânlarını kullanmak için ha-
49
İktibas
Düşünce
rekete geçer. Bu bağlamda sonuç
olarak şunu diyebiliriz.
“Statikler dinamiklerin belirleyicisi ve yönlendiricisidir”.
Tersi olacak olur ise o zaman
“düşüncenin/zihniyetin” dejenere olup bozulmaması imkânsızdır. Artık toplumlardaki sosyoekonomik ve ahlaki değişkenler
dinin ve siyasal yapının bütün
değişmeyenlerini değiştirecektir.
Burada yaşanılan hayat temel
ilkelere göre değil, “ilkeler”
yani statikler yaşanılan hayatın
şartlarına göre değiştirilip, belirlenmektedir. Bunun sonucu da,
“zihniyetimiz”deki sabitelerin
yok olmasıdır. “İnandığımız gibi
yaşamak yerine, yaşadıklarımıza
inanmaya başlamaktır. Artık
belirleyici olan hayatın bize
kazandıracakları olan menfaatlerimizdir.
B
ilinmesi gereken
en önemli olgu
şudur; zihniyetimizin
statiklerini/
değişmeyenlerini
yaşamın, düşüncelerin
değişmelerinden
korumaz, referans
noktası olarak
vahyin bize öğrettiği
“sabitelerimizi”
almaz isek, zamanla
o değişmez, sabit
gördüğümüz ilke
ve prensiplerin bizi
“biz” eden, bizi farklı
kılan zihniyetimizin
değiştiğine şahit
oluruz.
50
Bu ikisinin arasındaki ilişki
doğru kurulmaz, sınırları iyi
çizilmez ise hayattaki bu etkileşim ve değişim, başıboş,
sonu ve başı belli olmayan bir
bilinmezler yumağına bürünür.
Zihniyetimizin, inancımızın bizi
“biz” eden değerlerimizi yitirmiş
bir halde ortalıkta kalırız. Buna
Modernizmin kendi içerisinden
çıkarttığı post-modernizmi örnek olarak verebiliriz. Post-modern insanın artık savunacağı ve
uğrunda çalışacağı bir “değeri”
yoktur. Onun için tek değer “yaşamak” ve kendi “nefsidir.” Yani
egosudur.
Bu ise vahye inanan, yeryüzünde
kendisinin sorumlu olduğunu
bilen bir müslüman için, kabul
edilmesi mümkün değildir. Bir
müslüman inandığı vahyin “statikleri” ile, hayatın “dinamiklerine” yön veren kişi olmalıdır. Bu
da “ilmin”de derinleşmek, aynı
zamanda bu ilmin kişiye yüklediği sorumlulukları yerine getir-
mek ile mümkün olacaktır. Bu
arada “hikmet” bilgisi de hayati
bir öneme sahiptir. Allah gönderdiği elçilerini vahyin bilgisi
ve hikmet ile donatmıştır. Bu da
“Kitap” ve “Hayat” bilgisidir.
Burada bilinmesi gereken en
önemli olgu şudur; zihniyetimizin statiklerini/değişmeyenlerini
yaşamın, düşüncelerin değişmelerinden korumaz, referans
noktası olarak vahyin bize
öğrettiği “sabitelerimizi” almaz
isek, zamanla o değişmez, sabit
gördüğümüz ilke ve prensiplerin bizi “biz” eden, bizi farklı
kılan zihniyetimizin değiştiğine
şahit oluruz. Deniz kenarındaki
yalçın ve sert kayaların, su dalgalarının o istikrarlı ve sürekli
darbelerine dayanamayıp nasıl
eriyip yok olduklarını tabiat bize
açıkça göstermektedir. Sabırlı ve
istikrarlı hareketlerin karşısında
hiçbir sert cismin dayanamayacağını bilmeliyiz. Bunlar, sert ve
yalçın kayalıklar da olsa.
Düşünsel dalgalara karşı hayatın
içerisinde inanç ve zihniyetimizi
etkileyen, değiştiren, ya da yok
eden, bu düşünsel dalgalara karşı direnemez isek, yok olmaktan
ya da yavaş yavaş erimekten
kurtulamayız. Bazen benimsemediğimiz düşüncelerin dalgaları bizlere çok yoğunluklu
vurmakta. O zaman da dikkatlerimiz en üst noktaya çıkmakta
tedbirler almaya başlamaktayız.
Zamanında gerekli donanım,
bilgilenme ve hazırlıklar yapmadığımız ve ya yapamadığımız için, böyle zor zamanlarda
duygusal, tepkisel davranışlar
sergilemekteyiz. Bu tür davranışların ne kendimize ve ne de
toplumdaki diğer insanlara ciddi
bir katkı ve faydası olmamaktadır. En acı olan ise kendimizi
ve başka insanları “hiç bir şey
yapmamaktan, yanlış da olsa
Düşünce
bir şeyler yapmalıdır” sözleri ile
kandırmaktır. Böyle davranan
insanlar dalgaların yoğunluğu
azaldıkça bu tedbirleri bırakıvermekte ve hiç bir şey olmamış
gibi eski alışkanlıklarına devam
etmektedirler. Peki, doğrusu
nedir? Doğru olan suların “su”
özelliğini değiştirmeden yoluna
engel olan sarp kayalıkları ortadan yok etmek için gösterdiği
istikrarı göstermektir. Sabırlı,
sürekli ve özelliğini değiştirmeden, hayatın içerisinde kalıp,
kendine ait düşünsel “değerlerinle” zorlanılan küresel “zihniyetin” dışında kalmaktır.
Bizlerin kabul etmediği bir
zihniyetin ve dünya görüşünün
içinde kendi zihniyet dünyamıza
ait olan davranışlarımızı yaşamaya çalışırken, bazen de kabul
etmediğimiz yaşamın, anlayışın
pratiklerini seçici olarak da olsa
uygulamaya, yapmaya çalışsak
da, zihniyetimizdeki değişimi
fark edemediğimiz için, yine
eriyen, yıpranan, yok olan bizim
zihniyetimizin dinamikleri ve
statikleri olmaktadır. Bu süreç,
tıpkı suyun karşısındaki korumasız kayaların erimesi gibidir.
Bunun en temel nedeni hem
müslümanları, hem de diğer
insanları ikna edici “ilimden” ve
“hikmet” bilgisinden eksik oluşumuzdur.
Burada yapılan en büyük yanlış
ve içerisine düşülen tehlike, zihniyetimizin değiştiğini, mevcut
değerlerimizin eriyip yok olduğunu, çok geç fark etmemiz ya
da hiç fark edemememizdir. İşte
asıl, o zaman artık tüm iddia ve
değerlerimizi kaybetmişizdir.
Kaybettiklerimizi geri kazanmak
için ise, kaybettiklerimizin farkına varıp, gereğini yapmamızdır.
Biz müslümanlar ve genel olarak da kendine ait bir değeri ve
İktibas
düşüncesinin idraki ve bilincinde olmayan insanların ne hale
geldiğini, nasıl değiştiğini, ya da
başkaları tarafından değiştirildiğini, bu değişimin sonucunda
nasıl bir insanın ve toplumun
ortaya çıktığını görebilmek
farkına varabilmek için bir kaç
nesil sonrasını beklemek zorunda mıyız?
Müslümanlar olarak, yapılması
gerekenleri yapmaz ve gereğini
zamanında yerine getirmez isek,
tıpkı deniz dalgalarının yalçın
ve sert kayalıklarda meydana
getirdiği yok edici izleri insanların hemen fark edemeyip ancak,
bir kaç nesil sonra gördüğü gibi,
üzerine inşaa ettiğimiz yaşam ve
zihniyetimizdeki değişimi, bizler
de zamanında fark edemez isek,
ancak bizden sonra gelen nesil/
ler tarafından fark edilip görülecektir.
İşte o zaman fark eden nesiller
için geç olmayacak, ama bizim
için çok geç olacaktır. Bizi farklı
kılması gereken, Müslüman
olarak vahyin bize kazandırdığı
zihniyetimizdeki bu değişimlerin farkında olamamamızın
sebebi nedir? Bizi kör eden, algılamamızın ve fark etmemizin
önündeki en önemli engeller
nelerdir? İşte bu noktada buna
verilecek cevap sana ve yaşamına klavuzluk yapan bütün değerlerinden ya yoksun olmandır,
ya da farkında olmamandır. Bu
değerlere yeniden sahip olmak
istiyorsak “Hakk’a” yönelmeliyiz. Eğer Müslüman değil isek
Allah’ın bize yaratırken verdiği
temiz fıtratımıza yönelmeliyiz.
b
izlerin kabul
etmediği bir
zihniyetin ve dünya
görüşünün içinde
kendi zihniyet
dünyamıza ait olan
davranışlarımızı
yaşamaya çalışırken,
bazen de kabul
etmediğimiz yaşamın,
anlayışın pratiklerini
seçici olarak da
olsa uygulamaya,
yapmaya çalışsak
da, zihniyetimizdeki
değişimi fark
edemediğimiz
için, yine eriyen,
yıpranan, yok olan
bizim zihniyetimizin
dinamikleri ve statikleri
olmaktadır.
Bunları da insanlık yapmayacak
olur ise, zaten o zaman insanın
sonu, yaşarken “yok” olmaktır!
[email protected]
51
İktibas
MÜSLÜMAN
OLARAK
YAŞLANMAK
HİKMET ERTÜRK
t
oplumumuzu
dönüştürmekteki
en büyük etmenin
örneklilik olduğunu
kabul ediyorsak; İlahi
mesajla tanışan bizlerin
gündemini ötekilerin
yapıp ettikleri ve
bunlara nasıl karşılık
verileceği konuları
belirlememelidir.
Bizlerin gündemini
kendi içsel-ahlaki
sorunlarımız teşkil
etmeli, içimizde olanı
değiştirmeden adım
atmayı denememeli,
başka yerlerin bizi
ilgilendirmeyen
gündemlerini
dillendirmemeliyiz.
52
Düşünce
Müslümanlar açısından her şeyin çok karışık, iç içe kördüğüm
olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Bu işin bir ucunda gençlerimiz,
bir ucunda “ya bunları bizler yaşamıştık” diyen (ama hala ayakta
olanları kastediyorum) orta yaşlı
ağabeylerimiz var. Birkaç istisnai durumu göz önünde bulundurmaz isek yaşlılarımız tevhidi
bilinç bağlamında henüz daha
parmakla gösterilecek kadar azlar. Daha yaşlılarımızın oluşmadığı bir coğrafyada toplumlarımızın harcı olacak, müşriklerin
karşısında onlara daima rahatsızlık verip salih amel işleyecek
genç kardeşlerimizin zaman
içerisinde eriyerek bu kadar
çabuk sahneden çekilmeleri yani
Müslüman olarak yaşlanamamaları arkamızda dolduramayacağımız boşlukların oluşmasına,
ilahi mesajın nesillere aktarılmasında köprülerin yıkılmasına, geçiş için kullanacağımız
halkaların kopmasına sebebiyet
veriyor. Çünkü bu boşlukları
doldurabilecek yetişmiş kaliteli
Müslüman insan kaynağımız
yok. Bir yerde kopan bu halkalar sebebiyle bir kuşağın diğer
kuşağı sahipleneceği bütüncül
yapı tamamlanamıyor. Davamız
hep bir yanı eksik unsurlarla
yarım aksak ilerlemek zorunda
kalıyor. Mesela ben vahiy kaynaklı yürüyüşümü sürdürürken,
benim güzel anneciğim sürekli
yürüyüşümden vazgeçmem
için bana nasihatte bulunuyor.
Hem de kaygıları Rabbimizin
yerdiği dünya menfaatlerinin
azalması ya da elimizden gitmesi korkusu nedeniyle oluşuyor.
Ya da genç bir kardeşim, yaşlı
bir ağabeyim dertleşeceği omuz
omuza yürüyeceği kendi yaşıtı
olan Müslümanları bulamıyor,
yaşıtları dışındaki Müslümanlarla dertleşirken ufak da olsa
sorunlar yaşayabiliyor. Hatta
evlilik çağına gelmiş gençlerimizin evlenebilecekleri tevhidi
düşüncedeki karşı cinsleri bile
parmakla gösterilecek kadar az
sayıda. İşin çok daha vahim boyutu, bizler İslami ailemiz içerisindeki sorunlarla boğuşurken
toplumumuzun dönüşümleri
için mesaj olacak şahitliğimizin,
onlar için bir şiddet, aşırılık
olarak algılanmasıdır. Ve atalarından miras aldıkları dinlerine
ekleme yaptığımızı da düşünüyorlar. Yani ötekiler toplumumuzu kendi düşünceleri adına
eğitmişler ve toplum da olaylara
onların bakmalarını istedikleri
pencereden bakıyor. Geri dönüp
bu çok önemli sorunla uğraşmak, toplumumuzu iyi olana
dönüştürmek, Allah’ın sözlerine
değer veren, vahiy kaynaklı düşünebilen fertlere dönüştürmek
zorundayız. Toplumumuzu dönüştürmekteki en büyük etmenin örneklilik olduğunu kabul
ediyorsak; İlahi mesajla tanışan
bizlerin gündemini ötekilerin
yapıp ettikleri ve bunlara nasıl
karşılık verileceği konuları belirlememelidir. Bizlerin gündemini
kendi içsel-ahlaki sorunlarımız
teşkil etmeli, içimizde olanı
değiştirmeden adım atmayı
denememeli, başka yerlerin bizi
ilgilendirmeyen gündemlerini
dillendirmemeliyiz. Kur’an’da
yukarıda söz konusu edilen
adımların dengeli atılması çerçevesinde hikmet kavramının
bir yönü izah edilirken şöyle
deniliyor; yapıp edilenin arka
planını görüp, olayların sebepleri ile sonuçları arasındaki ilişkiyi
önceden bilip, dünya üzerindeki
her şeyi yerli yerince okuyabilmek. O halde bu işler büyük bir
içtenlikle davamız uğruna ölümü dahi göze almakla bitmiyor,
dünya üzerindeki müstekbirlerin yaptığı çok karmaşık hesapların kodlarını da çözebilmek,
Düşünce
ona göre yol haritası belirlemek
zorundayız. Yerli ya da yabancı
müstekbirlerin kökleri İslam’a
ait olan toplumumuz üzerinde
oynadıkları kirli oyunlarının
kodlarını çözmek, onların kullandıkları mücadele araçlarını
tanımak zorundayız. Şu anda
yapılan şeyin toplumlarımızın
İslam’a ait olan kültür kodlarıyla
oynamak olduğunu kavramalıyız.
Görülen resim, bu insanların
amaçlarına ulaşmak için geliştirdikleri yöntemin küresel sermaye aracılığı ile sözde dünya barışı adına ülkelerin ve toplumların
güçlerini kendi kazanımları adına bedavaya kullanmaktan ibaret olduğudur. Bu zalimler için
Müslüman bir ülkenin işgalinde
savaştıracakları insanların Müslüman olması bile fark etmemektedir. Bundan önce Müslüman etiketli şahısların nasıl olup
da Müslüman kardeşlerini bu
zalimler adına öldürebilecek bir
hale dönüştürüldüklerini çok iyi
anlamak zorundayız. Kâfir ya da
münafık olmuş demekle konu
kapanmıyor. Çünkü toplumumuzun her bir ferdi hatta bizler
bile yıllar sonra bu dönüşüme
uğrayabiliriz. O halde bizler için
hikmet kavramı kuşanılması
gereken bir azıktır. Bunu yapamazsak inanın kullanıldığımızın
farkına bile varmaksızın bizim
emeklerimizden karşımıza yine
bizim adımıza bizimle mücadele
eden bizden birilerini çıkaracaklardır. Buna karşın biz hiç farkında olmaksızın bütün bunları
yine Allah rızası için yaptığımızı
düşüneceğiz. Tüm bu konularda
çok uyanık olmalı ani refleksler
göstermemeliyiz.
Neyzen Tevfik’in bir sözü var,
diyor ki; “Kalkın ey vatan elden
gidiyor dediler, ayağa kalktık.
İktibas
Sonra bir de baktık ki yerimize
oturmuşlar, biz ayakta kaldık.”
Bizim ise bu durumda boşalan
yerlere koyabileceğimiz kardeşlerimiz bile yok.
Unutmamalıyız ki sürekli aynı
hataları yaparak, geçmişten
dersler çıkarmadan yürümek
hem kendimize, hem çevremize onarılması çok zor zararlar
verecektir. Bu bağlamda acelecilik sorunumuzu da çözmeye
çalışmak zorundayız. Dahil
olduğumuz İslami süreç hemen
bir anda her şeyin oluşabileceği,
kolay kazanımlar elde edilebilecek bir sistem değildir. Bu süreç
yaşayarak ilerlenmesi gereken
ve yapıp ettiklerimizin / ibadetlerimizin sonucu olarak başarı
bekleyebileceğimiz bir süreçtir.
Başarı olmasa da hacca giden
kaplumbağa misali gibi “gidemesem de ben bu yolda ölürüm”
demek, Rabbimizin karşısında
İslam’dan yana taraf olduğumuzun bir delili olacaktır.
Acelecilik sorunumuzu iki tane
örnekle somutlaştırabiliriz.
Birincisi Cafer b. Ebu Talip
(R.a)’ın Habeşistan hicreti ve
sonrasındaki Medine yolculuğu…
Cafer b. Ebu Talip (R.a) Habeşistan’a hicret ediyor, Medine’de
İslam Devleti kurulunca Peygamberimizin (S) çağrısıyla Medine’ye geri dönüyor. Belki bu
satırları okuyan kardeşlerimiz
geçen bu sürenin bir iki haftalık
bir süre olduğunu düşünüyorlardır. Cafer b. Ebu Talip (R.a)
Peygamberinden (S) ayrı olmasına karşın sevgisini hiç kaybetmeden, hiç erimeden, inançlarından taviz vermeden yaklaşık
on yedi yıl Habeşistan’da kalmış
ve o süre sonunda Peygamberin
çağrısıyla Medine’ye geri dönmüş. Yani sabırla geçen bir bekleyiş ve onca özlemlerine rağmen hiçte aceleci bir tavrı yok.
İkinci olay ise Selahaddin Eyyubi (R.a)’ın Kudüs’ü Fetih etmesi
olayı…
Selahaddin Eyyubi (R.a) kaybettiğimiz Kudüs’ümüzü yağmacılardan Allah’ın izni ile tekrar
geri almayı başarıyor. Kudüs’ün
tekrar alınma sürecide öyle kısa
bir zamanda hallolmuyor. Biraz
araştırma yaptığımızda görüyoruz ki Kudüs yaklaşık doksan yıl
sonra geri alınıyor.
O halde geçmişimizi çok iyi
okumaya gayret göstermeli
aceleci davranmamalı ve elde
ettiğimiz kazanımlarımızı da
küçümsememeliyiz. Bu kazanımlarımızı bizden sonra
gelecek nesillerimiz olan çocuklarımıza aktarabilmeliyiz ki
böylece tekrar başa dönmeden
kaldığımız yerden yürüyüşlerine
devam edebilsinler.
Biz süreç içerisinde ise kendi iç
arınmamızı gerçekleştirirken
bizleri aşmayan, altında ezilip
yarı yolda kalmayacağımız faaliyetlerde bulunmak suretiyle
süreç sonunda İslam ailemizi
oluşturabilir, Rabbimiz toplumun iyi olanla değişme zamanını işaret ettiğinde de hala ayakta
olduğumuzu, hazır olduğumuzu
söyleyebiliriz. Yoksa bu çağrıyı
da kaçırırsak öteki dünyada kurtuluşumuza vesile olacak büyük
bir fırsatı da kaçırmış oluruz. Bu
noktada kontrolsüz aşırılıklarımızı bir kenara bırakıp toplumsal sevgi ve öfkelerimizin oluşması sürecine dahil olmalıyız.
Vahiy kaynaklı yürüyüşümüzde
alacağımız en önemli yakıt,
Rahman’ı severek bizlere destek
olacak toplumumuzdur. O halde
53
İktibas
Düşünce
bir an önce bireyden yani kendimizden başlayarak, örnek ailelerimizi sonra da ailelerimizin
teşkil ettiği toplumumuzu inşa
etmeliyiz. Bu süreç tamamlanmadan atacağımız her adımda
geri dönüşler, başarısızlıklar
yaşamamız kaçınılmazdır. Yaşadığımız yörelerde farklı konum
fıkhını belirleme zorunluluğumuz var. Yüksek tepelerle çevrili
bir vadide yaşıyorsanız tepelerin
arka tarafında nelerin olup bittiğini de anlamaya çalışmalısınız.
Bu kavrama biçimi tabiî ki bir
hareketi gündeme getirecektir.
Oturup durduğumuz yerlerden
tepelerin arka taraflarında nelerin olduğunu nelerin konuşulduğunu bizler adına ne tür
hesapların yapıldığını anlayamayız. O yüzden de görmediğimiz,
hiçbir bilgiye sahip olmadığımız
şeyler hakkında saatlerce konuşup durmak zorunda kalmayız.
Zaten şu günlerde etraf tepelere
doğru yol almayıp tepelerin
arkasında olan bitenler ile ilgili
tutarsız yorum yapanlarla dolup
taşmış durumdadır.
m
üslüman olarak
yaşlanabilmenin
azığını kuşanmak
zorundayız. Çıkan her
sorunda, değişen her
şartta ve ortamda, tüm
baskılar karşısında
düşünsel değişimlere
uğramadan direnmeli
ve yolumuza devam
edebilmeliyiz.
Söz konusu süreci
içsel arınmamızı
tamamlayarak,
gelişip güçlenerek
değerlendirebiliriz.
54
Düşünün ki toplumumuz Mekke öncesi cahili bir dönemi yaşıyor, yöntemimiz ne olmalı?
Peki bizler bu durumda, Mekke
öncesi cahili dönemi yaşayan,
bilgi ve tebliğe muhtaç olan
toplumumuzu toptan tekfir mi
etmeliyiz?
Birbirine uyuşmayan böylesi zıt
davranışlarda bulunursak eğer,
her şey birbirine karışıp kördüğüm olabilir. Sonra birbirine
dolanan bu düşünsel sistemi
hiçbir zaman açamayabilirsiniz,
elinizdeki ipler de heba olur. O
halde müslüman olarak yaşlanabilmenin azığını kuşanmak
zorundayız. Çıkan her sorunda,
değişen her şartta ve ortamda,
tüm baskılar karşısında dü-
şünsel değişimlere uğramadan
direnmeli ve yolumuza devam
edebilmeliyiz. Söz konusu süreci
içsel arınmamızı tamamlayarak,
gelişip güçlenerek değerlendirebiliriz. Eğer aceleci davranır
ve süreç oluşmadan yürümeye
kalkışırsak çok kötü sonuçlarla karşılaşabiliriz. Bu noktada
çok iyi niyetlerle de olsa bizlere
erken yürümeyi tavsiye eden
kardeşlerimize durumumuzu,
eksikliklerinizi hiç çekinmeden
izah edebilmeliyiz.
Çevremizde gördüğümüz
canlıların kimi davranışları ve
gelişim evreleri anlatmaya çalıştığımız şeyler için çok güzel
örneklilikler oluşturmaktadır.
Bu güzel örneklerden bir tanesi
ipekböcekleri ile ilgilidir.
İpekböcekleri salgıladıkları bir
tür madde ile üzerlerine koza
örerler ve kozanın içerisine
kendilerini hapsederler. Sonra
zamanla kozayı delmeye başlarlar. Bu süreç içerisinde kanatları
oluşur ve çalıştığı içinde güçlenir ve kozayı delerek uçup giderler. Oradan geçen birisi ipek
böceğinin bu çabasını görünce
iyi niyetli olarak acıyıp ona yardımcı olmak istemiş. Bu kadar
uğraşmasın, hemen kozadan
çıkıp gitsin diye kozayı hafifçe
delmiş. Fakat ipekböceğinin
oluşum süresi tamamlanmadığı,
yeterince çalışıp emek sarf edip
güçlenemediği ve kanatları oluşmadığı için dışarı çıkıp uçmaya
kalktığında uçamamış ve yere
düşmüş. Böylelikle korumasız
bir şekilde başka canlılara yem
olarak hayatını kaybetmiş.
Demek ki bir işe hazırlanırken
belli bir sürece ihtiyacımız var.
Verilmesi gereken mücadelenin
kendi sırası ve yeri içerisinde
verilmesi gerekiyor. Yani bizlerin
daha henüz bebek iken yetişkin
Düşünce
bir insan gibi davranmamaları
gerekiyor. Fakat gelişim süreçleri içerisinde eğer bebek iseler
ağlamalılar ki kasları, ciğerleri
güçlensin. Yetişkinlik devresine
de güçlü bir şekilde geçsinler.
Ama yetişkin birer insan iseler
karşılaştıkları her engelde ağlayıp durmamalılar. Öyle ki bu
dönem Müslümanları bıkmadan
usanmada amaçları için, içinde
durdukları kozayı delmek için
uğraşmalılar. Hala kozalarının
içinde olan kardeşlerimiz süreçlerini tamamlamış, kozanın
dışına çıkmış ipekböceği gibi
davranmamalılar. İslami süreçlerini tamamlamış, kozanın
dışına çıkmış kardeşlerimiz de
hala kozanın içinde gibi hareket
etmemeliler. Saklandıkları bu
yerlerden çıkmalılar yoksa güneş görmeyen o koza içerisinde
hastalıklar ile boğuşup ömürlerini bu şekilde sefalet içinde
tamamlamış olacaklar.
Bu bağlamda İslam adına bir
şeyler yapmak için çaba sarf
eden kardeşlerimiz çevrelerinde
sürekli eleştiriye maruz kalabilirler. Bu eleştiriler yukarıdaki
ipekböceği örneğinde de olduğu
gibi iyi niyetli de olabilir. Burada
kardeşlerimizin dikkat etmeleri gereken şey bulundukları,
ulaştıkları seviyelerini iyi tespit
etmeleridir. Eğer bulundukları
konum yapmaları gereken şeyler
için müsait ise eleştirilere kulak
tıkamaları ve bu yolda çaba sarf
etmeye devam etmeleri gerekir.
Çevrelerinden gelen bu iyi niyetli seslere kulak verirler ise bu
onlar adına ölümcül dağılmalara
sebebiyet verebilir. Hele ki böyle
bir durumda kesinlikle bu kimselerin yardımlarına müsaade
edilmemelidir. Yetişkin birer
insan olan bu kimselerin sürekli
bu şekilde bebek tavrı sergilemeleri ve bu halleri ile sizlere
İktibas
yardıma kalkışmaları zaten fiziki
açıdan da ters bir durumdur.
Tabi ki bu ipekböceği örneği çok
farklı bakış açılarını örneklemektedir. Burada kesinlikle pasif
bir durum önerilmediği gibi
konumumuzu aşan orantısız
hal ve harekette de bulunmayı
önermemektedir. Herkesin gelmiş olduğu aşamada bulunduğu
seviyesine uygun hareketler içerisinde yer almasını önermektedir. Örneğin bu gelişmelerini
tamamlamayan kimseler ile yola
koyulduğunuzu düşünün. Karşınızda bilgi birikim ve davranışları itibari ile çeşitli yaş guruplarında kişiler olacaktır. Kimisi
bebek kimisi orta yaş kimisi
H
er birimiz İslami
mücadelemizde
adımlar atarken
sürecimizi
tamamlamak, çileyle
yoğrulmak, pişmek
ve güçlü bir şekilde
kavgaya atılmak
zorundayız.
yaşlı kimisi genç. Bu kimseler
ile konuşurken her birinin yaş
ve aldıkları bilgi birikim itibari
ile konuşmaları gereken sözleri
birbirleri ile yer değiştirin. Yani
bebek olan “cihattan” bahsetsin
genç olan “durun daha bekleyelim böyle şeyler ile işimiz olmaz” desin ve siz sözü bu kişiler
arasında sürekli yer değiştirtirin.
Bu görüntü sağlıklı bir görüntü
olmayacaktır. Çünkü her iki söz
söyleyici de aslında söyledikleri
şeyleri yapamayacak konumdadırlar. Eğer böyle bir duruma
bir iyi niyetli kişi müdahale eder
ise bu topluluk ve idealleri ölü
doğacaktır. Bizleri çürütenin
zaten bizden biri olması gerekir.
Düşman yardımcı olmaz ve bu
düşmanlık bizlerin kanatlarını
güçlendirir. Zaten kocaman gövdesi olan ağacı yıkan kuvvetli
esen rüzgârlar değildir. Ağacı
gövdesinde beslediği kurtlar
çürütmüştür. Ağaç içten çürümüştür, zaten yıkılacak, rüzgâr
burada sadece bitiş noktasıdır.
İşte yukarıdaki örnekteki yaş belirlemeleri İslami bilgi ve hayatta
yaşanılan kısmını ifade etmektedir. Bu şekli ile yapamayacakları
şeyleri dillendiren ve hiçbir
zaman yapmak istemedikleri
şeyler üzerinden gündem oluşturan kimselerin İslam adına
olan görüntüleri bir anlam ifade
etmemektedir.
İslami tarzda örneklik sergileyen kardeşlerin de bu gelişim
seviyelerine çok dikkat etmeleri
gerekmektedir. Muhatap aldıkları kimselere seviyelerini aşan
yüklemelerde bulunmamalılar.
Bu süreç içi doldurularak gitmeli. Kanatlarını sağlamlaştırmaya çalışan birine yapmaları
gereken İslami yükümlülükleri
yerine getiremiyorken, bu konuda zafiyetler gösteriyorken
bu süreci başaramadan kozasını
delmeye yardımcı olmamalıyız.
Bırakalım kendi kozalarını, zindanlarını kendileri aşsın. Kendi
güçlerinin farkına varsınlar ve
kendilerini tanıma süreçlerini
sağlıklı bir şekilde atlatsınlar.
Yoksa bu kardeşler bu arka planı
boş olan konuşmaları ile kurda
kuşa yem olabilirler.
İşte o yüzden her birimiz İslami
mücadelemizde adımlar atarken
sürecimizi tamamlamak, çileyle
yoğrulmak, pişmek ve güçlü bir
şekilde kavgaya atılmak zorun-
55
İktibas
dayız. Hiç kimseyle laf yarışına
girmeden, gereksiz yere onları
itham etmeden, şu an için bizleri ilgilendirmeyen bilginin
peşine koşmadan, bunları dillendirmeden arınmamızla ilgili
yürüyüşümüzü hızlandıracak
yol azığımızı kazanma çabası
içerisinde olmalıyız. Bizleri yavaşlatmaktan başka hiçbir şeye
yaramayan gereksiz tartışma /
çatışma kültürümüzden de
uzaklaşmalıyız. Şunu unutmayalım ki hepimiz, kendi konumumuz, seviyemiz oranında zaten
bir imtihanın içerisindeyiz. O
halde önden gidenlerimizin arkasında kalmayalım. Biraz koşalım, koşar gibi de yapmayalım.
Ayrıca süreç içerisinde neden
yaşlanmadan değişiyor olduğumuzu da sorgulamalıyız. Artık
çocuklarımızın direnen amcaları, dayıları, halaları, teyzeleri,
dedeleri, nineleri olmalı. Onlara
hayatları pahasına destek olacak
Müslüman anne ve babaları
olmalı.
Gerilere gidip şöyle bir hatırlayalım, bizler ailelerimizle ne
çok sıkıntılar, tartışmalar, kırılganlıklar, küskünlükler yaşadık.
Bu aile zindanını yıkmak için
onları kaybetme pahasına çok
çabalar sarf ettik. Aynı sorunları
çocuklarımız ve bizden sonraki kuşaklar yaşamak zorunda
değiller. Hiç olmazsa onların
Müslüman toplumlar içerisinde yalnız Allah’ı dikkate alarak
yaşayabilecekleri akrabaları,
Müslüman kardeşleri, toplulukları, mahalleleri oluşsun. Şöyle
bir düşünün; hiçbir suçunuz
yokken birileri sizleri bir yerlere
alıp götürüyorlar. Sonra sizleri
görmeye anne ve babanız geliyor. Sizi haksız yere alıkoyan
bu insanlara ne diyorlardır
sizce? Allah için yaptığınız,
56
Düşünce
önemsediğiniz, Allah’ın kabul
buyurmasını beklediğiniz davranışlarınız ve İslami yaşantınız
için özür diliyor, onların karşısında iki büklüm yalvarıyor,
“benim evladım yapmaz böyle
bir şey” diyorlar. Peki, ne yapmış
bu kimseler? Adam mı öldürmüş, küçük bir kıza tecavüz mü
etmiş, hırsızlık mı yapmış? Hiç
biri değil. Ama siz her şeye rağmen her suçludan daha kötüsünüz ve aileniz de yalvararak sizi
kurtarma refleksi gösteriyor. İşte
bu bizleri büsbütün yıkan şeyler
değil mi? Peki her anı dönemleri
T
üm bunlar bizlerin
aynası, bizlerin
gerçekliği. Fakat
görülen o ki resmi hala
tersinden okumaya da
devam ediyoruz.
içerisinde yaşayabilsek, yaşlılarımız olsa dimdik durabilen, eğilmeyen, vahyi kuşanmış. “Metin
ol yavrum, Allah sana yeter, biz
arkanızdayız” diyebilse. “Benim
evladım yıllardır bu topraklarda yaşıyor, burası ona Allah’ın
bahşettiği bir yer ve siz gerçekte
size ait olmayan bu yerlerde
O’nun Allah’ın sözlerini yaşıyor olmasını kısıtlayamazsınız.
Allah’ın sözlerini yaşamak için
sizden izin alması gerekmiyor,
bu çocuğum asla yanlış bir şey
de yapmamıştır” diyebilse. Ya
da bir tek kardeşine yapılan bir
haksızlığı kendisine yapılmış
gibi kavrayan ve onun haklarını
savunup kardeşlerinin yanı başlarından ayrılmayan kardeşlerinize sahip olsanız.
Tüm bunlar bizlerin aynası, biz-
lerin gerçekliği. Fakat görülen
o ki resmi hala tersinden okumaya da devam ediyoruz. Hala
görülüyor ki farklılıklarımızla
uğraş verip ayrılığa düşüyoruz.
Kontrolsüz eylemlere sahibiz
ve “Kontrolsüz güç hiçbir şeydir” sözünün işaret ettiği gibi
hiçbir başarı elde edemiyoruz.
Evimizin önü ile ilgili değilken
evimizin önü dışında her yerle
ilgiliyiz. Mekke öncesi cahili
dönemi yaşayan toplumumuzu,
ailemizi, ama dil uzatabildiğimiz
herkesi eleştiriyoruz.
Çevremizde gencinden yaşlısına Müslüman profili öylesine
karmakarışık ki bu toplumun
genç Müslümanları ailelerinden
harçlık isteyecek konumda iken
bile ailelerini, anne ve babalarını
tekfir etmeye kalkışabiliyor?
Halbuki bizlere düşen tek şey
Rabbimizin dediği gibi inancımızdan taviz vermeden onları
en güzel bir şekilde uyarmaktır.
Üstelik birçok kardeşimiz kendi
konumunu kabul etmeyip yersiz
gururları sebebiyle konumuna
göre bir davranış biçimini geliştiremiyorlar. Bu da hiç tanıyamadığınız çok garip bir Müslüman tipi çıkarıyor karşımıza. Bu
şekli ile inançlarımız üzerimizde
sanki askılıkta duran bir elbise
gibi görünüyor.
Bizler ancak bizde var olan
azığımızla yol alabiliriz. Varmış gibi yapıp gerçek benimizi
kabullenmeye çalışmaz isek çok
fazla bir yol kat edemeyiz. O
yüzden kendimizde olanı açık
yüreklilikle söylemeliyiz.
Bu olayın Hendek savaşında bir
örneği var.
Bir sahabe var orada.
Resul onu Yahudilerden bir tehlike gelmesin diye sahabe ha-
Düşünce
nımlarının yanına koruma olarak veriyor. Yahudilerin olduğu
yerden sesler gelince kadın sahabelerden biri gidip bakmasını
söylüyor. O sahabe ne diyor biliyor musunuz? “Ben bakamam
gidin siz gidin bakın. Çünkü
ben korkuyorum, zaten bu kadar
cesur olsaydım gider Peygamberimin (S) yanında savaşırdım.”
Kendinde olanı açık yüreklilikle
söylüyor. “Ben bu kadarını yapabiliyorum” diyor. Kendinde
olmayanı dillendirmiyor. Burada
hem uyarıcılar için hem de tebliğ ve gelişim sürecindeki Müslümanlar için çok güzel örnekler
var. Peygamberimizin yaptığı
gibi kimseye kaldıramayacağı,
onu aşacak sorumluluklar vermemeli, aldığı bilgiyi sindirmeden, hemen pratiğe aktarmasını
istemeden, onun kendisini iyice
tanımasını ve kendinde olmayan
şeyleri konuşma dilini bırakmasını sağlamalıyız. Bu konuda
ısrarcı olursak muhatabımız
davranışlarını biz istiyoruz diye
ortaya koyacağından gerçek olan
sınav araçlarıyla karşılaştığında
yürüyüşünü sürdüremeyecek,
düşüşler yaşayacak ve yarı yolda
kalacaktır. Öte yandan kardeşlerimiz konumunu kendinde olan,
yapabildiği eylemler ölçüsünde
kabullenmeli, eksik yönlerini
sürekli telafi ederek takva yolunda ilerlemeye çalışmalıdır. Bir
şeyleri yapmaya hazır olmamamız utanılacak bir şey değildir.
Asıl utanılacak şey kendimizde
olmayanı dillendirip, hayatın
gerçekliğiyle karşılaştığımızda
verdiğimiz onca söze rağmen
yol arkadaşlarımızı yarı yolda
bırakmamızdır. Zaten kendimizde olmayan, yapamayacağımız
şeyleri dillendirmemiz Rabbimizin de tiksindirici bir eylem
olarak gördüğü hal ve hareketlerdendir.
İktibas
İşte Peygamberimiz (S) her türlü
farklı özellikteki bu insanları
konumlarına uygun, kaldırabilecekleri sorumlulukları çerçevesinde bir bütün olarak tutmuş,
aynı hedefe tek bir vücut olarak
yönlendirmiştir. Ayrıca yol arkadaşının bu durumunu yani savaşacak cesarete sahip olmamasını
onun seviyesine uygun bir görev
vererek telafi etmiş, onu dışlamamıştır. O halde sonuç olarak
şunu söylemeliyiz ki; vahyi
yaşayışımızda sorunlar yaşıyor
olsak da, akidevi değişikliklere
uğramadan çocuklarımızın tüm
Müslüman akrabalarının da yer
aldığı büyük ailemizi kurmak
için sabırlı olmalıyız. Müslüman kardeşlerimizin evleri
yanına evlerimizi yapıp Müslüman komşular edinmeliyiz.
Kur’an’ın cihat ayetlerine giden
yolda cihadın bir de bu yönüne
muhatap olmalıyız. Bu halimiz
haksızlık karşısında toplumsal
öfkelerimizin, mutlu anlarımızda da toplumsal sevinçlerimizin
oluşmasına yardımcı olacaktır.
Çocuklarımız İslam’ı bizlerden
dinlediği kadar dedelerinden,
büyükannelerinden de dinlemeliler. Bu tip ailelerden eksikliğini
çok çektiğimiz psikolojisi sağlam Müslüman bireyler yetişecektir. İnşallah Rabbimiz bizleri
kardeşlerimize karşı sevgiyi,
kafirlere karşı direnişi kuşanan,
Müslüman olarak yaşlanma
sınavını yüz akı ile geçebilen,
Müslüman akrabalarımızın
oluştuğu kutlu şehirlerimizde
yaşama hakkını elde edenlerden
eyler.
Ş
unu söylemeliyiz
ki; vahyi
yaşayışımızda sorunlar
yaşıyor olsak da,
akidevi değişikliklere
uğramadan
çocuklarımızın
tüm Müslüman
akrabalarının da yer
aldığı büyük ailemizi
kurmak için sabırlı
olmalıyız. Müslüman
kardeşlerimizin evleri
yanına evlerimizi yapıp
Müslüman komşular
edinmeliyiz. Kur’an’ın
cihat ayetlerine giden
yolda cihadın bir de
bu yönüne muhatap
olmalıyız.
Selam ve dua ile...
[email protected]
57
İktibas
AHLÂK(SIZ)
MÜSLÜMANLIK MI?
ELMAS ŞAHİN
Düşünce
Bismillahirrahmanirrahim
O da ne demek öyle? Hem Müslüman, hem ahlâksız! Olacak şey
mi Allah aşkına dediğinizi duyar
gibiyim. Öyle ya, Müslüman
insan ahlâklı olur. Güzel, temiz
bir ahlâka sahip olur. Değil mi?
Evet, bence de, kesinlikle öyle.
İyi ama neden olamıyoruz
peki? Ters giden bir şeyler yok
mu? Muhammed İkbal’in “Kaç
Müslümanlardan, sığın Müslümanlığa” sözü kulaklarımda
yankılanıyor.
Toz pembe bir tablo yok ortada.
Her geçen gün İslam’a giren insan sayısının arttığı söyleniyor.
Bununla ilgili internette sayısız
videolar izliyoruz. Ama her geçen gün gittikçe yozlaştığımız
ve karanlığa sürüklendiğimiz de
ortada. Sizce bunun sebebi ne
olabilir?
“Milletler parasızlıktan değil,
ahlâksızlıktan çökerler” demiş
Çiçero. Haklılık payı yok mu?
M
illetler
parasızlıktan
değil, ahlâksızlıktan
çökerler, demiş Çiçero.
Haklılık payı yok mu?
Peygamber Efendimiz
(s.a.v.)’in kendisine
risalet verilmeden
önce Hira’daki inzivaya
çekilişleri, tefekkürleri,
günlerce bitmek
tükenmek bilmeyen
arayışları, kıvranışları
geliyor zihnime.
58
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in
kendisine risalet verilmeden
önce Hira’daki inzivaya çekilişleri, tefekkürleri, günlerce bitmek
tükenmek bilmeyen arayışları,
kıvranışları geliyor zihnime.
Onu putlara tapmaktan alıkoyan
düşüncesi, korkusu geliyor.
Uzun uzun Muhammedu’lEmin oluşunu, Usvetu’l Hasene
oluşunu, güzel ahlâkını düşünüyorum. Ardından vahiyle
müjdelenişini, âlemlere rahmet,
âlemlere örnek, âlemlere yol
gösterici oluşunu. Güzel ahlâk
sahibi bir insandan, bir Müslüman doğuşunu.
Sonra dönüp kendime bakıyorum. İçinde bulunduğum
döneme, insanlara bakıyorum.
İnsanlığa bakıyorum. Ve tıkanıyorum. “Önce edebi, sonra
ilmi öğreniniz” diyen Hz. Ömer
geliyor gözlerimin önüne, en
haşmetli duruşuyla.
Peşi sıra bir şey düğümleniyor
boğazıma. Anlıyorum ki yaşamış olduğumuz tüm bocalamalar, tüm tıkanmalar gelip bizim
ahlâkımıza dayanıyor. Oturtamadığımız ahlâkımıza. Bozuk
terazimize dayanıyor.
Kurban bayramlarında gram
gram ölçüyle hareket eden, hak
geçmesin diye tartıların başında
hassasiyetle bekleyen Müslümanların! insani ilişkilerde, iş
ilişkilerinde, aile ilişkilerinde,
eşleriyle olan ilişkilerinde, tıkanmalar yaşaması başka ne ile izah
bulabilir ki.
Misal: her alanda birbirinin
yanında ve birbirine yardımcı
olması gereken karı ve koca
birbirinin tamamlayıcısı olan
kadın ve erkek nasıl oluyor da
en çok birbirini üzüp, yıpratabiliyor. Hâlbuki en çok birbirinin
derdini dert edinme ve birbiriyle
hemhâl olabilme noktasında
azami gayret sarf etmeleri gerekmiyor mu? Muhtemelen kiminle
konuşursak konuşalım çoğunluk
evet, tabi ki, muhakkak gibi cevaplar verecektir. Ama iş icraat
kısmına geldiğinde sorunlar
yaşıyoruz. Bakıldığında teoride
mangalda kül bırakmayan zihinlerin, pratikte ciddi manada
sıkıntılar yaşadığı aşikâr. Ve en
acı vereni de vahiyle muhatap
olmuş insanların, bu manada en
çok hassasiyet göstermesi gereken insanların (bizlerin) de aynı
zaafa düşmesi olsa gerek.
Evet, ben insanların ahlâkını
olgunlaştırmadan, imanını
olgunlaştıramayacağına son
zamanlarda daha da inanmaya
başlamış durumdayım. Adalet
kavramını, merhamet kavramını, doğruluk kavramını, incelik-kibarlık kavramlarını, söze
sahip olma, sözüne sahip olma,
paylaşma… gibi nice kişinin
karakterine ve şahsiyetine yön
verecek değerleri/kavramları
oturtmadan imandan, İslam’dan,
Kur’an’dan, ayetlerden… bah-
Düşünce
setmeye hakkının olmadığını
düşünüyorum. Yukarıda bahsi
geçen, Peygamber Efendimizin
(a.s.) risalet öncesi ve sonrası
örnekliğinde olduğu gibi.
Bu durumu Allah (c.c.)’nun bize
öğrettiği bir yetişme/yetiştirme
yöntemi olarak görüyorum.
Bizler kendi nefislerimizde olan
eksiklikleri, eğrilikleri düzeltmeden bir başkasına söz söyleme
hakkına sahip miyiz dersiniz?
Söyleriz söylemesine ama bir
ağırlığı, bir etkisi olur mu?
“Siz kendinizi unutarak diğer insanlara erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz. Hem de ilahi kelamı
okuyup durduğunuz halde? Siz
hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”
(Bakara/44) hitabına muhatap
olmaktan kendimizi alamayız
sanıyorum.
“Şüphesiz ki bir toplum/kavim
kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu
değiştirmez.” (Ra’d/11).
Sürekli şikayetlenip durduğumuz toplum, yetişen nesil de
öyle sanıyorum ki bizlerin hâl
diliyle yapmış olduğu tebliğlerle
dersler çıkaracaktır. Artık mücadele yöntemimizde değişiklikler
yapmamız gerekmiyor mu?
Büyüklerimizin öğüt! dediği
çocukların/gençlerin ise işkence
aracı! olarak gördüğü sözlü uyarılardan ziyade fiiliyatta örneklik
sergileyebilmek çağımızda çok
daha elzem görünüyor. Çünkü
artık büyüklerinin dizleri dibine
oturup nasihat dinleyen evlatlarımız yok. Bu demek değildir ki
ben hayatımı Allah’ın doğrularına göre tahsis eder ve o şekilde
yaşarım. Etrafımdaki insanlar
da alması gereken örnekliği/
modeli görür ve alır. Mesuliyet
de benden kalkar… Böyle değildir. Elbette ki söz ile doğruların
savunulması gereklidir. El ile dil
ile savunulması gereklidir. Lakin
hâl ile ortaya koymak ve hâl ile
İktibas
desteklemek boynumuzun borcudur.
Her fırsatta bahsedilen Hz. Aişe’nin Hz. Peygamber’in ahlâkına ilişkin soruya cevaben verdiği
“Allah müstehakınızı versin. Siz
hiç Kur’an okumuyor musunuz?
Onun ahlâkı Kur’an idi” cevabı
hakikaten çarpıcı. Ve görüyoruz
ki bu durum Peygamber (a.s)’ın
sünnetini O’nun Kur’an’ı ahlâk
edinmesi olarak karşımıza çıkarıyor. Yalnız burada ince bir
detayı atlıyoruz sanırım.
Kur’an-ı Kerim’i ahlâk edinmenin de bir ahlâkı var.
Allah (c.c.) isteseydi pekâlâ zaafları olan birini ince ince işleyerek, eğiterek bir Peygamber çıkarabilirdi karşımıza. Ama öyle
olmadı. Fazilet sahibi, vicdan
sahibi, izan sahibi, insaf sahibi
bir insandan bir peygamber
çıkardı karşımıza.
Nasıl ki ders çalışmaya başlamadan önce mekânı, ders çalışmaya uygun hale getiriyorsak, ya da
nasıl kitap okumaya başlamadan
önce okuyacağımız kitabı, ortamı, ışığı ayarlıyorsak, burada
da, hakiki Müslüman, hâlis kul
olmaya bir hazırlık evresidir söz
konusu olan. Evet, insan hataya
meyyal yaratılmıştır. Kusursuz
düşünülemez. Hatasız kul olmaz. “Hiç bir âdemoğlu yoktur
ki günah işlememiş olsun.”
İnsan günah işleme fıtratında
yaratılmıştır. İşte tam da burada kişinin kendi şahsiyetini,
karakterini ve nihayet ahlâkını
Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya
hazır hale getirmesidir söz konusu olan. Kendini tanıması, zaaflarını fark etmesidir. Sözgelimi
sorumluluk duygusu gelişmemiş
birinden, kendi ihtiyaçlarıyla
ilgili sorumluluğu kaldıramayan
birinden ayetlerin ağırlığını ve
sorumluluğunu kaldırması nasıl
beklenebilir?
Şimdi dönüp arkamıza bir bakalım. Öğrendiğimiz ayetler,
hadisler, siyer bilgisi, İslam
tarihi, dinler tarihi, mezhepler
tarihi, sahabe hayatları… bizim
benliğimize ne kadar işliyor.
Bizim eylemlerimize ne kadarı
yansıyabiliyor. Dışarıdan bakan
bir göz, ne kadar, “işte bu salih/
saliha bir mü’min/mü’mine” diyebiliyor. Ve ne yazık ki eylemin
açığını kapatmaya çene de güç
yetiremiyor.
Durun! Burası çıkmaz sokak
diye haykırmak istiyorum.
Bilgi denizi içinde boğuluyoruz.
Okuduklarımız bizi ihtiyarlatmıyor. Hûd suresindeki bir
ayetle ihtiyarladığını söyleyen
Rasul’e inat, bizler okudukça
gençleşiyoruz! Bilgi bizleri tevazua değil, tersine şımarıklığa
götürüyor. Böbürlendikçe böbürleniyoruz. Bildikçe tahakküm gücümüz artıyor. Bilginin
esiri oluyoruz.
Ve tüm bu durum gösteriyor
ki aslında, bizlerin Peygamber
tasavvurunda, örnekliği ve
yöntemi algılayışlarımızda ve
hayatlarımıza aktarışımızda
sıkıntı var. Biliyoruz ki “Bilginin
ahlâka dönüşmüş hali ilimdir
ve ilim Allah’a ulaştırıyorsa ancak gerçek bir ilimdir. Değilse
sadece malumattır.” Dolayısıyla
işe ahlâkımızdan başlamakla
mükellefiz.
Okuduklarımızın, boğazımızdan inip aklımıza, yüreğimize,
eylemlerimize işlemesi öyle
sanıyorum ki hepimizin ortak
duasıdır.
Evet, hal-i pürmelâlimiz ortada.
Başlamamız gereken nokta da.
Rabbim yardımcımız olsun.
Güzel ahlâk sahibi ve hâlis Müslümanlardan kılsın. Özü sözü
bir kılsın. Özümüzü sözümüzü
güzel kılsın!
Veesselam
59
Sanat - Edebiyat
ŞAİRİN
GÜNDÖNÜMÜ III
MEHMET MORTAŞ
Kardeşler! ‘ deseydim ‘Kardeşlerim! ‘
‘Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta
olan
‘Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta
olan
Bakın yaklaşıyor…’
yazık, şairler kadar cesur değilim
İsmet Özel
k
elimeler çuvala
konan mızrak gibi
sığmıyordu heybemize.
Rahatsızlıklarını
her halükarda
belli ediyorlardı,
debeleniyorlardı
baharı gören bir
kısrak gibi. Seninde
yüreğin okyanuslar
gibi debelensin şair.
Kendini okyanusta bir
damla olarak gör ve
mütevazi ol kibrinden
debelenen kelimelere
aldırma.
60
Ah şair bu yaşamlar sahile vuran
irin dalgaları ile besler kendini.
Cehenneme ulaşmanın en meşru yolu, kin ateşi ile kin bahçelerinde naralar atarak dolaşmak.
Bu nedenle teninde altın rengine
boyanmış yazdan kalma güneş
izini bulamazsın. Gözlerinde
kırağı çalmış mevsimleri öyle ki
hiç bulamazsın. Girdin şehrin
en zayıf noktasından. Fakat yel
değirmenlerine karşı koyan bir
Donkişot değil halin bilesin. Kırala karşı mücadele eden robin
hood hiç değil. Mekanik medeniyetin hayal üstü kahramanı
Süpermeni hiç aklına dahi getirme. Ki modern medeniyetin
kahramanları seni öldürmeye
gelebilir, hayallerini, ruhunu, şiirlerini işgal edebilir. Anlaşılmaz
bir trans haline girersin heybendeki azığın tel tel dökülebilir.
Eğer şiirlerin, kelimelerin gücün yetmiyorsa, modernizmin
kahramanları, yaşam alanını,
ruh dünyanı, değer verdiğin her
şeyini tarumar etmek istiyorsa
aşağıdaki kıssayı dinle.
Şehrin en uzak yerinden bir
adam koşarak geldi: “Ey kavmim,
elçilere uyun” dedi.
“Sizden ücret istemeyenlere
uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.”
(Yasin: 20-21)
Bakırdan gökyüzünün üstünde
altın rengine boyanmış güneşin ışıkları, irinden dalgaların
kavislenerek linç edilmiş deriden giydirilmiş evlere vurduğu
sahildeydik. Kelimeler çuvala
konan mızrak gibi sığmıyordu
heybemize. Rahatsızlıklarını
her halükarda belli ediyorlardı,
debeleniyorlardı baharı gören
bir kısrak gibi. Seninde yüreğin
okyanuslar gibi debelensin şair.
Kendini okyanusta bir damla
olarak gör ve mütevazi ol kibrinden debelenen kelimelere aldırma. Okyanusu bir bardak suya
hapsetsen dahi kendini büyük
görme. Gir korkusuzca irinden
sahile sırtını dayamış şehre.
Gir şehrin en zayıf noktasından
yani ölümün istatistiği verilere
dayanmayan yerinden. Batıya
hayran hayran bakan taşeron
beyinler gibi olma. Heybendeki
kelimeler yüreğini çepeçevre
çevirsin. Her türlü görsel ve
işitsel saldırılara karşı korusun
tarumar olmaktan. Hani ateşten denizi mumdan gemiler ile
geçmeden önce hazırlamıştın
kendini. Derin mi derin bir
kelimenin hayaline düşmüştün.
Günlerce çile çekmiş, ham olma
halinden kurtulmuş gönüllerde
pişirilmiş sözcükler hazırlamıştın da heybene koymuştun.
Sözcüklerinle güneş gibi ol şair,
şehrin buz gibi havaya bürünmüş sokaklarında kusurlara
bürünmüş hayatlara karşı gece
gibi. Burada zaman her gökdelenin en kuytu yerinde pusudadır.
Aniden çıkan kuzey poyrazı
gibi vurur seni sırtından. Eğer
vurulursan camekânların zalim
yüzüne yavaş yavaş dipsiz bir
kuyunun önünde duruyorsun
demektir. İnsanları vahşi cazibesi ile çektiği gibi senide çeker
hayalden kurulmuş bir zevk ve
eğlenceden olan devasa çarkına.
Şiirlerin ile öğüt vermeye geldin
Sanat - Edebiyat
İktibas
gönülleri fethetmeye ama burada öğütte şiirde peri perişan.
Çöplüklerde tonlarca kelimeler
yığılıdır. Kimisi pas tutmuş
mekânsız caddelerde yuvarlanır
anlaşılmaz sesler çıkararak, kimisi kitapların anlaşılmaz yerlerinde gezinir kitap yüklü arabalara binerek, kimisi ve de en
önemlisi yığınların beyinlerini
meşgul eder patlamaya hazır bir
saatli bomba gibi. Gökdelenlerin
gölgesindeki kadavralar tıbbi terimlerin bilmecesidir. Kin ateşi
ile yaşar insanlar suskun bakışlar arasında. Bu öyle bir kin ateşi
ki hiçbir medeniyet barınmaz,
hiç bir şehir ayakta duramaz
yerle bir olur bütün yaşamlar.
paketleri, sigara izmaritleri
vardı. Bir de yarı belinden kırılmış kurşun kalem vardı. Kalem
dikkatini çekmişti, almak üzere yaklaştı. Göz ucuyla etrafı
kolaçan edip uzandı. Kırık bir
kalemi çöpten almak hoşuna
gitmemişti ama yine de almış ve
usulca cebine koymuştu.
[email protected]
Genç adam evine gelmişti nihayet. Geçim sıkıntısının da
etkisiyle, daha az yakıtla yaza
çıkmak için taşındığı küçük
odaya yöneldi. Çantasını ve
eldivenlerini bir sehpanın üzerine koydu aceleyle. Paltosunu
çıkarmadan sobayı tutuşturdu.
Mutfaktan getirdiği demliği,
kendini yeni ısıtmaya başlamış
olan sobanın üzerine koydu.
Çevresi ıslak demlikten “cıs cıs”
sesleri geliyordu.
KONUŞAN KALEM
DİLEK BUZ
Sağ elinde, yanından hiç ayırmadığı deri bir çanta taşırdı. Siyah
eldiven giyinir şapka takardı.
Dışarıdan bakıldığında önemli
bir şahsiyet gibi görünen ama
gerçekte işsiz bir hayalperest
olan genç adam, kaybettiği işini
yerlerde arar gibi başını kaldırmadan saatlerce yol yürür, bu
arada boş durmaz hayal kurardı.
Yine böyle bir gündü. Yürümekten yorulmuş olan genç adam,
adliye binasının arkasına düşen
dar caddeden geçiyordu. Başını
yerden kaldırmıyor; gözleriyle
kaldırım taşlarını süzerek, atacağı her adımı itinayla seçiyordu.
Zira mevsim kıştı ve yerler buzla
kaplanmıştı. Bir çöp varilinin
yanından geçiyordu. Düzensiz
dökülen çöplerden etrafa saçılmış karalama kâğıtları, bisküvi
Farklı bir cazibesi vardı sanki
bu kalemin. Merak etmişti genç
adam. Evini aklına getirip adımlarını sıklaştırdı. Sağ elindeki
deri çantasının ahenkli sallanışı
bozulmuş, sahibine uyum sağlamıştı.
...
Bu seslere bayılırdı genç adam.
Dâhice fikirler edinmişti bu sayede. Mesela buharla çalışan bir
müzik aleti tasarlamıştı. İnsan
nefesinin yetmeyeceği kuvvette,
kaliteli bir ses yakalanabilirdi.
Biraz ekonomik destek olsa
daha da geliştirip piyasaya bile
sürebilirdi.
Suyu tükendiğinde cıslamaları
sona erdi demliğin. Ardından
mutfağa giden genç adam biraz
sonra geri döndü. Elinde, arasına seyrekçe zeytin döşenmiş
bayat bir ekmek vardı. Acıkmıştı. Ekmek arası zeytin en sevdiği
hazır yemekti.
Lokmalarını iştahla çiğniyordu.
Bu arada bir elini paltosunun
cebine soktu. Çöpte bulup cebine koyduğu kalemi çıkardı. İncelemeye başladı. Önüne ardına
baktı. Kalemin ucu özenle açılmıştı. Siyah gövdesini, boyunca
devam eden sarı ince çizgiler
bölüyordu. Kaliteli bir kurşun
kalemdi anlaşılan. Çalışma masasının üzerindeki deftere bir
çizik attı. Çöpte iken ıslanmış
olmalı ki defterdeki çizgi dağıldı. Olması gerekenden daha
kalın bir çizgi oluşuyordu. O
anda beklenmedik bir şey oldu.
Genç adam şaşıp kaldı.
“Hayır, hayır çizgi değildi bu”
diyebildi ancak.
Çizgi kalınlaşmamıştı, yazıya dönüşmüştü. Genç adam
lokmasını güçlükle yutuverdi.
Gözlerine inanamıyordu. Düz
bir çizgi çizmişti kâğıt üzerine
ama çizgiler kendiliğinden yazıya dönüşmüştü. Duruma anlam
verememişti genç adam. Hafif
bir ürperti ile yazıyı okumaya
çalıştı. Şöyle yazıyordu:
“yazmaya devam et”
Bunu söyleyenin çöpte bulunmuş kırık bir kalem olması inanılmazdı. Ama genç adam, daha
öncede bilinmeyen birçok yeniliği keşfetmişti. Şöyle bir düşününce kendine olan güvenini
hatırladı. Şimdi de yeni bir keşfe
imza atmak üzereydi. Konuşan
kalem...
Yazmak için tekrar uzandı. Ne
yazacağını bilmiyordu. En iyisi
kaleme sormaktı.
“Ne yazayım” diye yazdı. Sonra
da kalem kendiliğinden yazmaya başladı.
61
İktibas
Sanat - Edebiyat
“Ne istersen onu yaz”
“Önce bana açıkla, sen nasıl bir
kalemsin ki benimle konuşabiliyorsun”
“Ben konuşmaya mecbur kalmış bir kalemim. Aslında âlemde yaratılmış olan her şey, insana karşı boynu eğik kılınmıştır.
Yaşar, duyar, bağlı olur, iş görür
ama konuşmaz. Ama ben öyle
şeyler yaşadım ki konuşmazsam
kıyamete kadar acı içinde kıvranır dururum.”
e
n çok onların
yokluğu canını
acıtıyormuş. Onları
doğduklarında
delicesine koklamış,
ağladıklarında uykusuz
kalmış, onlar için
canla başla çalışmış,
canından aziz bilmiş
hepsini. Arada bir
uğrasalardı ne olurdu
sanki? Hizmet etmeye
yine hazırdı yaşlı adam.
“Sen mi? bir kalem ne yaşar ne
görür ki”
“Neler yaşamadım ki... Bak bu
benim son gecem. Üç gün önce
çöpe atılmıştım. Önce ıslandım
sonra da buz tuttum. Şimdide
buzlarım çözülüyor. Ömrüm az
kaldı ve yakında yazamaz hale
geleceğim. Eğer beni dinlemeye
sabrın varsa dinle de beni acılarımdan kurtar.”
Ne tuhaftı. Tüm bunları konuşan sıradan bir kalemdi. Genç
adam hiç düşünmeden cevap
verdi.
“Dinliyorum”
“Ben bir çeşit sedir ağacı fidesiydim. Bir köylü tarlasının sınırına
gömdü beni. Uzun yıllar yaşadım ve gürbüz bir ağaç oldum.
Gün geldi o köylünün torunları
tarafından kesilip bir tüccara
satıldım. Sonra bir fabrikada
hızarlarla bin bir parçaya bölündüm. Kaliteli kalemler yapıldı
benden. Üreticiden sonra tüccarların elinde dolaştım uzun
süre. En sonunda yaşlı bir adam
satın aldı. Hikâye mi yazacak
anılarını mı derken adam ölüm
mektubunu yazdı benle. Bir kez
kullandı beni ve ardından da
62
intihar etti. Vasiyetin de neler
yoktu ki. Maaş kuyruğunda yediği dayaktan, markette satılan
bozuk domatesin tadından, her
akşam içki içen üst komşusunun
naralarından, televizyondaki
ahlaksız dizilerden, dayanılmaz
olan baş ağrılarından, erkence
ölüp giden ve kocasını tek başına bırakan eşinden ve hayatının son günlerinde onu yalnız
bırakan biricik çocuklarından.
En çok onların yokluğu canını
acıtıyormuş. Onları doğduklarında delicesine koklamış,
ağladıklarında uykusuz kalmış,
onlar için canla başla çalışmış,
canından aziz bilmiş hepsini.
Arada bir uğrasalardı ne olurdu sanki? Hizmet etmeye yine
hazırdı yaşlı adam. Sofra kurar,
çay demler, bademli şekerlerden
alırdı onlara. Bari torunlarını
bayramlarda görebilseydi. Ama
artık hiç gelmiyorlardı. O kadar
çok çalışıyorlardı ki ve o kadar
uzakta yaşıyorlardı ki...
Kanser olan babalarından hiç
haberleri yoktu. Kanser olmak
kolay değildi. Hastaya bakım gerekiyordu. Hastanelerde çalışan
görevlilere, yani başkalarının
çocuklarına teslim olmaktansa
toprağa teslim olmak daha kolay
geldi ihtiyara. Ne olurdu sanki
öldüğünde gözlerini kapatan
çocuklarından biri olsaydı.
İhtiyar bu mektubunu yazdıktan
sonra kendini astı ve ancak bir
ay sonra cenazesi fark edilip
gömüldü.
Tanık olduğum bu olaydan sonra yaşlı adamın evindeki eşyaları
ihtiyaç sahiplerine dağıttılar.
Beni de bir fakirin çocuğuna
verdiler. İlkokula gidiyordu bu
çocuk. Ailesi temiz ve çalışkan
insanlardı. Ama emeklerine
Sanat - Edebiyat
karşılık kazandıkları az bir paraydı. Çocuğun babası oğlunun
okuması istiyordu. Onun için
onu gelir getirecek başka işlerde
çalıştırmıyordu. Okula gönderiyordu ve kazancından da bir
miktar ayırıp çocuğuna kitaplar
alıyordu. Çocukta derslerine
çalışıp hakkını veriyordu bu
emeklerin. Ama çocuğun bir
hayali vardı. Sınıf arkadaşlarının
hemen hemen her gün aldıkları
simitten o da alıp yemek isti-
D
aha sonra
o çocuğun
çantasından çaldılar
beni. Hırsız, aynı
sınıftan bir çocuktu.
Babası mübaşir olan bu
çocuktan da bir vesile
ile babasına geçtim.
Babası da, mahkemede
bir duruşma esnasında
kalemsiz kalan hâkime
uzattı beni.
yordu. Haftada bir hatta ayda
bir defa da alabilse yeterdi.
Sabahları beyaz önlüğüyle okul
önüne gelen simitçinin arabasından etrafa yayılan taze susam
kokusu bir iç yarası gibi ızdırap
veriyordu çocuğa. Etrafındakiler
her gün yemelerine rağmen hiç
kıymetini bilmiyorlardı ve besmele bile çekmiyorlardı. Simit
isteği o kadar ağır basmıştı ki
benimle şiir bile yazdı. O simit
şiirinde gördüğüm sevgi o kadar
masumdu ki anlatılmaz. Acıdan
çatlayacağım sandım.
İktibas
Daha sonra o çocuğun çantasından çaldılar beni. Hırsız,
aynı sınıftan bir çocuktu. Babası
mübaşir olan bu çocuktan da bir
vesile ile babasına geçtim. Babası da, mahkemede bir duruşma
esnasında kalemsiz kalan hâkime uzattı beni.
Hâkim, Müslüman bir genci
yargılıyordu. Hayatında şirke
ve günaha dadanmamış, adalet
ve dürüstlükten sapmamış olan
genç, bir iftiraya uğramıştı. Hakkındaki iddialar asılsızdı.
Gencin hayatının her alanında
bir ıslah amacı vardı. Her işten
bereketle çıkmasını biliyordu.
Onun bu hali etrafındaki zalim
ve çıkarcı kişilerin işlerini bozuyordu. Bu kişiler, halk karşısında
itibarlarını ve çıkar kapıları
kaybediyorlardı. Önce tehdit ve
korkutma ile onu vazgeçirmeye
çalıştılar. Ama o vazgeçmedi hak
bildiği yoldan. O zamanda sahte
deliller oluşturup mahkemeye
düşürdüler. O kadar kinlenmişlerdi ki güç birliği edip imkânlarını seferber ettiler. Müslüman
genç, metin bir şekilde işin aslını
olduğu gibi anlattı mahkemede.
Ama zalimlerin istediği kurbandı. Ve neticede tüm mahkeme
masum bir insanın idam kararına tanık oldu. Hâkim inanmadığı ama mecbur kaldığı bir karara
imza atarak onu idama mahkûm
etti. Suçlu olan da benmişim
gibi belimden kırdı.
Şimdi bütün bunların ağırlığı
üstüme çöktü. Kırılan belim
değil de ellerim olsaydı da yazmasaydım hiçbirini bunların.
Takatim tükeniyor, soba da sönüyor bak. At beni sobaya ne
olur, acılarım dinsin biranda.
Yaşlı bir adamın kendine yalnızlıktan canına kıyması, bir
çocuğun simide olan hasreti,
bir insanı haksız yere, iftira ile
cezalandırmak o kadar acı ki ve
taşıması o kadar ağır ki... Ben
dayanamadım. Siz insanlar nasıl
dayanıyorsunuz tüm bunlara
hayret.
At beni sobaya artık, hadi durma, at. Eyvallah...”
...
...
...
[email protected]
/DWLI'HPLUFL+UUL\HWùXEDW
63
İktibas
Sanat - Edebiyat
ÖZE DÖNÜŞ
kendi içinde tuhaf bir yok oluşun
çağrısını yapar durumdadır.
M.AKİF ŞAHİN
Bu gün çevremizde şike girmemiş
bir kurum ve toplumsal birim
yoktur. Sivil toplum örgütleri,
hayır kurumları, dernekler, devlet
kurumları, sanat ve edebiyatın
klişeleşen bütün yapıları buna
dâhildir. Dini cemaatler bu konuyu orta çağ Avrupa’sındaki
kilisenin tanrıya ihanet ettiği
zamanlara dönüştürmüştür.
Günümüz İslam ülkeleri ve
özellikle kendi toplumumuzda
cemaatlerimiz ve kurgulanan
mabetlerimiz inandığımız ilaha
ve onun değerlerine ihanet eder
durumdadır. İlahi mesaj olarak
insanlığa sunulan dini metinler ve bu metinlere ait evrensel
değerler bile bu dindar sayılan
insanların tasallutu altına alınmaya başlanmıştır. Kendi içinde
bile tarafsal odaklaşmanın getirmiş olduğu sıkıntıları yaşıyorlar.
Üniversiteler bilim yuvası olarak
tanımlanır. En az şikenin ve taraf
tutmanın olması gereken yer olarak hayal edilebilir. Ancak en fazla
bu tür kurumlarda gayri hukuki
düzenekler kurulmuştur. Bu düzenekler bilime ve bilimselliğe uygun olmayan yapılar meşrulaşmış
ve içselleşmiştir. Devlet kurumları
tamamen siyasi güçlerin çeteleşmiş odakları serüven sürdüğü
vatandaşa çok uzak yapılar arz
etmektedir. Adaletli ve evrensel
değerler uğruna çalışan bireylerin
hayatları bazı durumlarda yön
değiştiriyor. Şöyle ki siyasetin
ve devletin önemli birimlerine
görevlendirilen veya hak kazanan erdemli insanlar çok kısa
süre sonra kendi değerlerinden
uzaklaşmaya başlıyorlar. Bunun
sebebi güce sahip olmanın getirmiş olduğu geleneksel yozlaşma
geleneğidir. Bu gün insanlar kendi
bulundukları toplumsal katmanlarda ayrılınca kendi saflarını da
değiştiriyorlar. Kendi cemaatlerini partilerini veya toplumdaki
konumlarını değiştirdikleri gün
daha önce bulundukları safları da
değiştiriyorlar. Kendi özlerine iha-
İnsan yanlış bir kendini beğenmişlik nedeniyle doğal düzendeki
köklerini terk etti. Orijinal öğretilerin emir ve tavsiyelerini bireysel
çıkarları için eğdi ve büktü, arkasına attı, gizledi, gerçek anlamı ve
amacı dışında kullanmaya başladı,
ilahi mesajların davetçileri ve
onun savunucuları ilk bu yanlışları yapmaya başladılar. Çoğu zaman aslına benzer şeyler söylediler. Bazen az bir pahaya bildikleri
doğruları gizlemeye başladılar,
onurlarını erdemlerini heba ettiler. Yapmadıklarını söylemeye
başladılar, yapmadıkları güzelliklerle övünmeye başladılar, söylediklerini yapmadılar, insanlara
iyileri tavsiye ettiler, kendilerini
unuttular. Kendini beğenmişliğin
verdiği kibrin gerisine sığındılar.
Bu insanların içinde gerçekten iyi
niyetliler vardı. Bu gün insanlığa
bilgece bir tavsiye yapılsa şöyle
yapılabilirdi. Sanki inanacakmışsın gibi yap, diz çök dua et inanç
sana gelecektir. Zamanı ve mekânı
kaybeden değerlerin yok oluşu
özü yok ediyor. Düşüncenin ve
inancın özünü yetim bırakıyor
yersiz yurtsuz bırakıyor. İşte yersiz ve yurtsuz kalan bir dünyanın
ortasında evsiz kalmak gibidir.
Evsizliğin özü; özün kendisinin
evsizliğidir, insanın gerçekten özsel boyutunun dünyada sığınacak
bir evi yoktur. Dünyanın her yeri
bir saniyede bize yakınlaşabilme
ihtimali mevcut olan bu çağda insanın özsel değeri her zamankinden bize ne kadar uzaktır. İnsanın
özü büyük tehlike altındadır.
Doğruluk kılıfında yalan söyleme
sanatı toplumun içselleştirdiği bir
meşru zemin yaratmış durumdadır. Ne yaptıklarını gayet iyi
biliyorlar ama yinede yapıyorlar.
Toplumun değer yargıları ve meşrulaşmış resmi ve özel kurumları
64
net etmek adına bu saf değişimi
güçlü olmanın getirmiş olduğu bir
yozlaşmanın sonucudur. Aydın
yazar şair sanatçı veya toplumun
kanaat önderleri benzer bir yanlışlığın içinde evrensel değerlerin
özünden uzaklaşamaya devam
etmektedirler. Geçmiş zamanların tarihselliğine bakıldığında
toplumların kokuşmuşluğu ve
yozlaşmışlığı o kavmin veya milletin sonunu getirmiştir. Kutsal
metinlerdeki kavimlerin yok oluş
nedenleri izah edilirken o kavimlere gönderilen elçilerin mesajlarını ve öğütlerini dinlemeyen ve
yalanlayan kurumsal ve güç sahibi
kişilerin şımarıklığı olmuştur.
Dünyanın gelir dağılımı bozulmuş. Ülkemizin toplum katmanları arasındaki uçurumlar
büyümüştür. Kısacası hiç kimse
mevcut sistemlerin uygulamalarında memnun değil, ancak herkes bu çarpık sistemlerin devamı
için çalışıyor. Daha fazla ekonomik ve sosyal kazanım sağlamak
için konum ve strateji gözetliyorlar. Aslında birey kendine ihanet
ediyor. Adaletin ölçüsü tartısı
bozulmuş, güç sahiplerinin şımarık ve yozlaşan eylemleri meşrulaşmış toplumsal bir kokuşmuşluk
bireylerce kabul edilir duruma
gelmişse; o vakit yok oluş süreci
başlamıştır. Zalimin zulmü meşru
kabul edilip mazlumun ezilmişliği reva görülmeye başladığı
günler günümüz zaman dilimiyle
örtüşüyor. Dünya toplumları bu
çarpık yozlaşmayı kabul edip görüyor. Evrensel değerleri savunan
bireyler ve kuruluşlar bu şartlar
karşısında sessiz kalmaya devam
ediyorlar.
Bu gün dünyaya yeni bir format
atılma zamanıdır. İnsanlığa yeni
bir format atılıp kendi özüne ve
köküne dönmelidir. Bu sessiz bir
çığlığın insanlığa çağrısıdır. Yok
oluş sürecinin kurtarma yolunu
bulma kaygısıdır. İnsanlığın özüne dönüşü için bir umuttur. Olasıdır ki insanlığın kendi özünden
ayrılışının son kavşağıdır.
Sanat - Edebiyat
İktibas
HUBEL HUBEL
ŞEHİD SEYYİD KUTUB - Çev: Sümeyye Hamarat
Hubel.. Hubel...
Ahmaklığın ve hilekarlığın sembolü
Kendisine yüz çevirenler hafızalardan sildirdikten sonra onu
Döndü yeniden günümüze tağut
elbisesiyle
Heva ve dünya lezzetlerine ram
olanlar
Solunan tütsü kadar seri amadeler emre
Ve yakıyor onları nifak efsaneleri
Ne ayıptır ki bir maraz yönlendiriyor kalabalıkları...
Terket onu, nedir ki o sürüdeki
koyundan başka
Mabudu puttur, öyle görür Sam
Amca’yı
Cehaletin öldüreni de vardır...
*
Hubel... Hubel...
Dolar verir sağlayabilsin diye
ona itibar
İhanetin, sömürünün, hilekarlığın sembolü
Ne kahramanlık!.. Sürünün sersem çabası...
Türetildi ona uyduruk yüceltmeler
*
Aptal olan inandı
Hubel... Hubel...
İnkar etti özgür düşünen adam
bu bariz yalanı
İhanetin, cehaletin, ahmaklığın
ve hilekarlığın sembolü
Usanmadı palyaçoların nidaları
ona övgü yağdırmaktan
Fakat azınlıktadır bu zamanda
özgür düşünenler
Onlar da girerler ürkütücü hapishanelere ve sabrederler sabren cemille
*
İsnat ettiler ona peygamberlerde
olmayanı
Hubel... Hubel...
Dediler ki;
Ve hikayeleri merhametsizce
şehit edilmek olur
Ahmaklığın, cehaletin ve hilekarlığın sembolü
O ziyayla örtünmüş melektir,
göğün ortasından çıkıp gelen
Fakat her tağut için bir son vardır
Arkadaşım sorma bu kalabalığa
Fatihtir o, ilham veren dahidir
Taabbudun, karşılığın, boyun
eğişin kime olduğunu
Gönderilmiştir o, ilim odur muallim o
Ve her mahluk için bir ecel...
Hubel... Hubel...
Hubel... Hubel...
65
İktibas
Sanat - Edebiyat
GAYE
MUSTAFA BOZACIOĞLU
Fakire kırkta bir
Fırsat gelirse istekten
Artarsa ihtiyaçtan
Bir oluş ve akış
Dönütler tekrarlar
Her şey kırk taksit
Dünya deveranda
SBS YGS KPSS
Eskiyi getir yeniyi al git
Kimimizde aldanış
Biri bitmeden biri başlar
Sırala bir bir
Kimimiz farkında
Eğilmiş öne kalkamaz başlar
Kılı kırk yar hesapla
Ne için amaç ne
İster alt alta
Daha çok dünyalık daha fazla
imkân
İster yan yana topla
Meşguliyetler vermiyor eman
Kumbara cep cepken ara
Mazeretlerin sonu gelmiyor hiçbir zaman
Çalıştın çabaladın değil mi
Kalk
Dinle ve anla
Yola çık
Verme mola
Tek ve daimi mola
Ha yarın ha az sonra
Orada ötede
Dönecek bir köşe kaldı daha
Burada çalış çabala
Aş iş eş peşinde oyalan da oyalan
Orayı uzak sanma
Dünyayı oyun eğlence san
Tasarruf de adına
Hak ettin
Rızık Allah’tandı hani
Niye bölüşmedin
Hep arzularının peşine düştün
Aslî nedir bilmedin
Asi geldin
Sual var nimetlerden
Aldandıkça aldan
İmkânlardan nefesten
Alçaldıkça dünyaya dal
İyilikler gönder ellerinden
Dünyaya kazık çak
Kimseden kimseye yok fayda
Etrafa dal budak sal
İmtihan için yaratıldık
Sonunda bekliyor seni ağaçtan
sal
Gelip geçici dünya
Gafletten uyan aklını başına al
Elinle dünyaya bağladın
Unuttuk ölümden kaçtık
Gerçek sınavı öncele ders al
Ah vah etme şimdi
Soluğu ensemizde aslında
Dünya senin olsa neye yarar
Henüz geç değil
Yığdıkça yığ sonsuz mal
Her yer imtihan hep imtihan
Ne sonu var ne de aman
Geçer akçe ne ise öte tarafta
Sorular sualler
Rızası için rabbimizin cennete
bedel
Yanıtlar cevaplar
Ona hazırlan etme ihmal
66
Mala mülke çocuğa yatırdın
Çoğunu harcadın
Dünyayı imar peşinde koştun
Eğitim öğretim dedin aldandın
Asıl imar edilecek onlardı
Bak soluk aldın bir fırsat buldun
Hiçbir şey ahirete bedel değil
Özüne dön kendine gel
Vazgeç gütme tulu emel
Dünya fani baki olana gel
Mektuplara Cevaplar
”EZAN DUASI
YAPANA
PEYGAMBER ŞEFAAT
EDECEK Mİ?”
HÜSEYİN BÜLBÜL
SUAT ÖZLÜK/ SİİRT
Ezan duasının manasını, öğrendiğim günden beri aklımın
bir köşesinde soru işareti olarak
durmakta, bir türlü bu duaya anlam verememekteyim.
Ezan Duası: “Câbir radıyallahu
anh’den rivayet edildiğine göre,
Resûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu: ‘Allahumme Rebbe hazihi’d-da’veti’t-tamme. Vesselatil kâimeti ati Muhammedenil vesilete vel fazilete,
veb’ashu makamen Mahmudenillezi veadteh.’
Kim ezanı işittiği zaman: ‘Ey
şu eksiksiz davetin ve kılınacak
namazın rabbi Allah’ım! Muhammed’e vesîleyi ve fazîleti
ver. Onu, kendisine vaat ettiğin
makâm-ı mahmûda ulaştır.’ diye
dua ederse, kıyamet gününde
o kimseye şefaatim vacip olur.”
(Buhari Tecrit ıı.c. ıı.baskı H. No
365 S.571).
SORU 1
Allah Teâlâ’nın Muhammed
(AS) vaat ettiği bir makam
var da ondan vazgeçmesi
olasılığı mı var ki sözünü tut
diyoruz?
P
eygamberimizi
de dualarımızda
bir vesile kabul
ederek: “Allah’ım
Peygamberimizin yüzü
hürmetine bizim şu
duamızı kabul et” diye
dua etmek doğru bir
anlayış ve davranış
değildir. Çünkü
Peygamberimiz de
bir kuldur ve Allah’ı
etkileyecek konumda
değildir.
CEVAP: Bu ve benzeri rivayetlerdeki en büyük sorun, bir
doğruya eklenmiş olan yanlışların varlığıdır. Örneğin bu
rivayetin baş tarafında anlatılan
“vesile”’nin kelime anlamı: Sebep, yol, bahane, elverişli durum
anlamlarına gelmektedir.
Örneğin: Ayeti kerimede, Allah’ın rızasını kazanmada tutulacak yol ve yapılacak amel olarak,
“Allah yolunda cihad” örnek
verilmiştir.
“Ey inananlar, Allah’tan korkun,
O’na yaklaşmaya vesile / yol
arayın ve O’nun yolunda cihad
edin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide 5/35)
Müşriklerin Allah’tan başka
edinmiş oldukları ilahları ve
onların nelere kadir olabileceği
ile ilgili bir konu tartışılırken vesile, yine sebep yol anlamlarında
kullanılmaktadır:
“Onların yalvardıkları da, Rabbine daha yakın olmak için
vesile / yol, sebep ararlar. Ve
O’nun merhametini umarlar,
azabından korkarlar. Çünkü
Rabbinin azabı korkulacak bir
azaptır.” (İsra 17/57) ayetlerinde
vesilenin ne olduğu açıkça gösterilmektedir.
Ancak, vesileye başka bir anlam
yükleyerek bunu peygamberimize verilmiş bir imtiyaz olarak
nitelemek doğru bir anlayış değildir. Peygamberimizi de dualarımızda bir vesile kabul ederek:
“Allah’ım Peygamberimizin yüzü
hürmetine bizim şu duamızı
kabul et” diye dua etmek doğru
bir anlayış ve davranış değildir.
Çünkü Peygamberimiz de bir
kuldur ve Allah’ı etkileyecek konumda değildir. Allah’ın hükmü
karşısında Peygamberimizin de
yapacağı bir şey yoktur:
“De ki: Ben peygamberlerin ilki
değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece
bana vahyedilene uyarım. Ben
ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
(Ahkaf 46/9)
Peygamberimiz, Tebük seferine
katılmamak için mazeret beyan
edenlere izin vermişti. Bunların
bağışlanması için gösterdiği
tavra Allah Teâlâ şöyle cevap
veriyor:
“Onlar için Allah’tan ister mağfiret dile, ister dileme. Onlar için
yetmiş kere mağfiret dilesen de
yine Allah onları affetmeyecektir. Bu, onların Allah’ı ve Resulünü inkâr etmelerinden dolayı
böyledir. Allah, böylesine baştan
67
İktibas
çıkmış fasıklar güruhuna hidayet etmez.” (Tevbe 9/80)
Ayrıca Kur’an’da yer alan Peygamber dualarının hiç birisinde,
“Ya Rabbi! Şu duamı şu kimsenin yüzü suyu hürmetine kabul
et” diye bir ifade kullanmadan,
doğrudan Allah’ın güzel isimlerinden biriyle Allah’a yönelerek,
isteyecekleri şeyi doğrudan Allah’tan istemişlerdir. Bu konuda,
Havarilerinin isteği üzerine İsa
(as) şöyle dua etmiştir:
“Meryem oğlu İsa: “Ey Allah’ım!
Ey Rabbimiz! Bize ve bizden
sonra geleceklere bayram ve
Sen’den bir delil olarak gökten
bir sofra indir, bizi rızıklandır,
Sen rızık verenlerin en hayırlısısın” dedi. (Maide 5/114)
“Muhakkak ki sizin için İbrahim’de ve O’nun la beraber
olanlarda güzel bir örnek vardır.” buyrulan İbrahim (as) ve
kavmindeki örneklik ise şöyle
verilmektedir:
“Ey Rabbimiz! Bizi o küfredenler için bir fitne kılma. Bizleri
bağışla. Ey Rabbimiz! Aziz
ve hakîm olan ancak sensin.”
(Mümtehine 60/5)
Kur’an’ın tamamında gösterilen
örnekler hep böyledir. Hiç birisinde “şu zatın hürmetine bize
şunu ver” sözü eklenmemiştir.
Övülen makam “makam-ı Mahmut” ile ilgili olarak da Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Geceleyin uyanıp, yalnız sana
mahsus olarak fazladan namaz
kıl. Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir.” (İsra
17/79)
Bu ayetin beyanıyla Peygamberimizin bu makama ulaşabilmesi
için bizzat kendisinin hayatta
iken fazladan olarak gece kalkıp
68
Mektuplara Cevaplar
namaz kılması istenmektedir.
Çünkü Allah Teâlâ, genel olarak
şu yasayı koymuştur:
“Gerçekten insan için kendi çalıştığından / amelinden
başkası yoktur.” (Necm 53/39)
Peygamber de, diğer kullar da
kendi gayretinin ve amelinin
karşılığını alacaktır. Bunun için
de Allah Teâlâ Peygamberimizin
gece namazı kılmasını istiyor.
B
akara suresinin
255. ayetiyle de,
o gün niçin şefaat
olmayacağının
gerekçeli kararı
açıklanmaktadır.
Onun için diyoruz ki,
bu bilgileri veren bir
peygamberin, “buna
rağmen ben şefaat
edeceğim” demesi
mümkün değildir.
“Ey Muhammed! Senin bu makama ulaşman için tüm müminlerin dua etmesi gerekir” diye
bir gerekçe eklemiyor.
Ayrıca rivayetin sonuna eklenen “Kıyamet günü o kimseye
şefaatim vacip olur” cümlesi,
rivayetin adresini göstermektedir. Peygamberimizin özellikle
kıyamet günü hiç kimseye şefaatin olmayacağı ile ilgili okuduğu
ayetlere rağmen böyle bir söz
söylemesi mümkün değildir. Bir
surenin içinde açıkça dört yerde
Bakara 2/48, 123, 254, 255 kıyamet günü şefaatin olmayacağını;
Zümer 39/43-44. ayetlerinde de
şefaatin tümüyle Allah’a ait olduğunu ümmete ilan eden Pey-
gamberimizin, “buna rağmen
ben o gün şu kimselere şefaat
edeceğim” demesi mümkün
değildir. Çünkü Din gününün
sahibi olan Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Ve öyle bir günden korunun ki,
kimse kimsenin yerine bir şey
ödeyemez, kimseden şefaat da
kabul edilmez, kimseden fidye
de alınmaz ve onlara hiçbir yardım da yapılmaz.”(Bakara 2/48)
Ayrıca Bakara suresinin 255.
ayetiyle de, o gün niçin şefaat
olmayacağının gerekçeli kararı
açıklanmaktadır. Onun için
diyoruz ki, bu bilgileri veren bir
peygamberin, “buna rağmen
ben şefaat edeceğim” demesi
mümkün değildir. Bu nedenle
Allah’tan başka herhangi bir
kimsenin ahirette şefaat edeceğini söylemek, bu ayetler ile
bağdaşmaz. Melekleri, putları ve
bir takım kimseleri veli ve şefaatçi edinenleri Kur’an, ilk günden itibaren “müşrikler” olarak
nitelemiştir.
Ancak Müminlerden birbirleri
için dua etmeleri istendiği gibi,
Peygamberimiz için de salât ve
selam edilmesi istenmektedir:
“Muhakkak ki Allah ve melekleri, Peygamber’e salât ederler.
Ey iman edenler; siz de O’nun
üzerine salâvat getiriniz ve onun
için selamet dileyiniz.”(Ahzab
33/56) ayetine ittiba ederek ona
salât ve selam okumayı bir görev
bilirler. Bu cümleden olarak da
isra 17 / 79. ayetinde bahsedilen
makama ulaşabilmesi için bir
temennide bulunabilirler. Bunun hiçbir sakıncası yoktur. Bu
aynen şu ayette istenen gibi bir
temennidir:
“Onlardan sonra gelenler derler
ki: “Rabbimiz, bizi ve bizden
önce inanan kardeşlerimizi ba-
Mektuplara Cevaplar
ğışla, kalplerimizde inananlara
karşı bir kin bırakma! Rabbimiz!
Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (Haşr 59/10)
“Allah’ın vadi” konusuna gelince, “Allah elbette vadinden
dönmez” demenin bir mahzuru
yoktur. Bunu bize Ali İmran
3/194. ayeti bildirmektedir. Dua
ederken bu ifadeyi kullanmak
bize şöyle öğretiliyor:
“Ey Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtası ile vaad ettiğini
ver, kıyamet günü bizi rezil
etme. Muhakkak sen, vadinden/
verdiğin sözden dönmezsin.”
(Ali İmran/194, ayrıca bu ifade
3/9,13/31,39/20 de de tekrar
edilmektedir.)
Böyle bir hatırlatma dua edenin,
dua ettiğine bakışını da göstermesi açısından önemlidir. O’nu
sözünden dönmeyen ve güven
veren biri ilah olarak gördüğünü ifade eder. Kur’an’da birebir
geçen bir ifade olması nedeniyle
böyle bir beyanın bir mahzuru
yoktur.
SORU 2
Peygamber artık yaşamıyorsa
vesileyi ve fazileti niye diliyoruz ona? Allah’ın ona bunları
vermesi için biz mi talepkâr
olmalıyız. Biz ona bunları
dilersek o da bize cennete girmek için şefaatçi mi olacak?
CEVAP: Yukarıdaki açıklamalarımızla birlikte düşünüldüğü
zaman, şefaat sözcüğünün bu
cümleye ilave edilmiş asılsız bir
ilave olduğunu görmemiz mümkündür. Bunun sebebini birinci
sorunuzda cevapladığımız için
o konuya tekrar girmeyeceğiz.
Fakat bizim birbirimizle ilişkilerimiz hayatla sınırlı olmadığı
gibi; Peygamberimizle olan ilişkimiz de hayatla sınırlı değildir.
Ancak aramızda yeniden dirilip
İktibas
hesap görüldükten sonra herkes
kendisine hükmedilen ile baş
başa kalacaktır. Allah Teâlâ, geçmiş Peygamberler için, “Âlemler
içinde Nûh’a selam olsun! İbrahim’e, Musa’ya, İlyas’a, Peygamberlere selam olsun, Yahya (as)
için: “Doğduğu gün, öleceği gün
ve tekrar diriltileceği gün ona
selâm olsun.” (Meryem 19/15)
buyurmuştur.
Ölü ve dirilerimize hayır duada
bulunmak önce bizim hayrımıza
olan bir davranış olmakla birlikte, tüm inanlar için hayatta olduğumuz sürece onların hayrını
istemek ve güzel temennilerde
bulunmak imanımızın gereğidir.
Bu konuda İbrahim (as)’ın şu
duasını hatırlayalım:
B
izler de, Allah’ın
elçisi ve bize
şerefimizi temin
edecek kitabı getiren
Peygamberimizin
övülen bir makama
ulaşmasını temenni
etmemizin yanlışlığı
söz konusu değildir.
Sadece Peygamberimiz
için değil tüm geçmiş
din kardeşlerimiz için
Allah’tan bağışlamasını
ve cennet nimetlerine
kavuşturmasını niyaz
ediyoruz.
“Ya Rabbi! Hesap günü, beni,
anne- babamı ve bütün inananları bağışla.” (İbrahim 14/41)
diye tüm inananlara dua ediyor.
Bizler de, Allah’ın elçisi ve bize
şerefimizi temin edecek kitabı
getiren Peygamberimizin övülen
bir makama ulaşmasını temenni
etmemizin yanlışlığı söz konusu
değildir. Sadece Peygamberimiz
için değil tüm geçmiş din kardeşlerimiz için Allah’tan bağışlamasını ve cennet nimetlerine
kavuşturmasını niyaz ediyoruz.
Birimiz hepimiz, hepimiz hepimiz için beş vakitte dua ediyoruz. Tahıyyatta okuduğumuz
“Rabbena” dualarında olduğu
gibi.
SORU 3
Ezan ile bu talep ve hatırlatmanın ilişkisi nedir? Sebep
nedir?
CEVAP: Önce bu rivayeti yapana sormak lazım ama öyle
bir şansımız yoktur. Ancak her
işi bir sebebe bağladıklarına
göre kendilerince bunun da bir
sebebi vardır. Bizim tahmini-
69
İktibas
miz duaların reddedilmeyeceği
bazı zamanlar tespit etmişler
kendilerince: Ezan okunurken,
namazdan sonra, seher vakitlerinde, Cuma saatinde, özel gecelerde, Kâbe’yi ilk gördüğünde
yapılan dualar kesin kabul olur
gibi. Bu nedenle bunu da ezanı
işiten birinin yapmasını uygun
görmüşlerdir. Başka bilinen bir
sebebi yoktur. Allah, dua etmek
için özel mekân ve zaman tayin
etmemiştir. Kul, ne zaman Rabbine samimiyetle dua ederse kabul edeceğini Bakara suresi 186.
ayetinde bildirmiştir. Kimseden
bir fantezi istememiştir:
“Şayet kullarım, sana benden
sorarlarsa, gerçekten ben çok
yakınımdır. Bana dua edince,
duacının duasını kabul ederim.
O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla
iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.”
SORU 4
Bu duanın Kur’an’a dayanan
bir delili var mıdır?
Mektuplara Cevaplar
şeklinde ifade ediliyor. Bu makamın mahiyetini ayette belirtilenin ötesinde bilmek mümkün
değildir. Kimilerinin “şefaat
makamı” yakıştırması hiçbir
delile dayanmadığı gibi, böyle
bir tespit Kur’an’ın koymuş olduğu tevhit ilkesine ve “Allah’tan
başka şefaatçi yoktur, şefaatin
tamamı Allah’a aittir” hükmüne
de aykırıdır.
A
llah hak olanı,
bütün açıklığı ile
kullarına sunmuştur.
Onun bir eksiği yoktur.
Gerekeni yeterince
açıklamıştır. Burada
şunun bilinmesi gerekir
ki Muhammed (as) bir
kuldur, bir elçidir, asla
bir ilah değildir.
CEVAP: Bildiğimiz kadarıyla
böyle bir dua yapın şeklinde bir
dayanağı yoktur. Ancak cümlenin içinde geçen iki konu ile
“övülen makam ve peygamberimize dua” kısmı Kur’an’da vardır.
Bunun da İsra 17/ 79, Ahzab 33/
56. ayetleriyle ifade edildiğini
görüyoruz.
“Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar
hiçbir şeye güç yetiremezler ve
akıl erdiremezlerse de mi (böyle
yapacaksınız)? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü o’nundur. Sonra hep
döndürülüp O’na götürüleceksiniz.” (Zümer 39/43-44)
SORU 5
İsra Suresinin 79. ayetinde
bahsedilen makam nedir,
sadece peygambere mi vaat
edilmiştir?
Ayrıca bu makama sadece peygamber efendimiz mi yoksa başkaları da erdirilecek mi onu da
bilmiyoruz. Sadece bu namazın
peygamberimizin şahsına mahsus fazladan kılmasının istendiği
belirtiliyor. Bu ise Allah’ın takdirine kalmıştır dilediğini o makama ulaştırır. Dilediğini yapmak
onun elindedir. İsteseydi bütün
teferruatıyla anlatırdı. Biz anlatılanla yetinmesini bilmeliyiz.
CEVAP: Ayette belirtilen övülen
bir makam olarak tanımlanmaktadır: “Gecenin bir bölümünde sırf sana mahsus bir
nafile olmak üzere Teheccüd
ibadetini yap ki, belki Rabbin
seni övülmüş makama erdirir”
70
Gayba taş atmak bizim işimiz
değildir.
SORU 6
Peygamberimizin kıyamette
bu makama oturacağı söyleniyor. Ve kim ki ezan duasını
okursa kendisine şefaatçi olması vacip olacakmış, doğru
mu?
CEVAP: Bu anlayışın tamamı
bu tezgâhı kuranların kuruntularından ibarettir. Bunun, niçin
doğru olmadığını sorunuzun
diğer maddelerinde bütün açıklığı ile Kur’anî delilleriyle anlatmaya çalıştım. Eğer böyle bir şey
gerçek olsaydı altı bin küsur ayet
indiren Allah bunun için de bir
ayet indirerek, “Hz. Muhammed
(as) size şu makama oturacak
ve size şefaat edecek” demesi
çok zor değildi. Allah hak olanı,
bütün açıklığı ile kullarına sunmuştur. O’nun bir eksiği yoktur.
Gerekeni yeterince açıklamıştır.
Burada şunun bilinmesi gerekir
ki Muhammed (as) bir kuldur,
bir elçidir, asla bir ilah değildir.
Kulları yargılayıp hükmünü
veren ise; insanların ilahı, insanların Rabbi, insanların Meliki
ve külli şeyin alim, kadir, semiğ
ve basir olan Allah’tır. Allah’ın
yargılayıp cehenneme mahkûm
ettiği bir kulu Peygamberimiz
hangi gerekçeyle kurtarmaya çalışacak? Allah’ın bilmediği fakat
kendisinin bildiği bir amelini,
inancını veya bir özelliğini mi
peygamber gerekçe gösterecek?
Yoksa Allah’a yerde veya gökte
bilmediği bir şeyi mi hatırlatacak? Ve böylece ona şefaat etme
isteğinde bulunacak. Nasıl olacak böyle bir şey? Yada O’nun
gazabına yenik düştüğünü, merhamet etmediğini mi söyleyecek? Bunların hiç birini Allah’a
isnat etmeye kimsenin hakkı ve
gücü yoktur. Bu gerekçeyi değişik bir ifadeyle Allah Teâlâ bu
gün de söylüyor:
Mektuplara Cevaplar
“Onlar, Allah’ı bırakarak,
kendilerine fayda da zarar da
veremeyen putlara taparlar:
«Bunlar, Allah katında bizim
şefaatçılarımızdır» derler. De
ki: «Göklerde ve yerde, Allah’ın
bilmediği bir şeyi mi O’na haber
veriyorsunuz?» Allah, onların
ortak koşmalarından münezzeh
ve yücedir.” (Yunus 10/18)
Ayetin son cümlesine dikkat
ederseniz şefaatçi edinenler
Allah’a şirk koşmakla suçlanmaktadır. Yani birisine şefaat
hakkı verdiğiniz zaman şefaatçi
edindiğinizi Allah’a ortak koşmuş oluyorsunuz. Bu nedenle
diyoruz ki, bu hadiste de olduğu
gibi Peygamberimizi “şefaat
etme makamına oturtanlar”,
onu ilahlık makamına oturtmuş
olduklarını hiç düşünmüyorlar
mı? Şimdi dönüp yukarıdaki
ayeti yeniden okuyup üzerinde
düşünelim. Peygamberimizi
şefaat makamına oturacağını
kabul etmenin onu ilahlaştırmak
anlamına geldiğini göreceksiniz. Yunus suresinin 18.ayetini
ve Zümer suresinin 43 ve 44.
ayetlerini yeniden okuyup düşünelim, bizi doğru bir anlayışa
ulaştıracaktır.
BÜŞRA CAN
SORU 1
Amel defterinin kapanıp kapanmaması ile ilgili olarak;
Ebu Hureyre (R.A) rivayetine
göre Rasûlullah(A.S.) : “İnsan
öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı ondan kesilir,
sadece üç şey müstesna, sadaka-i cariye. İstifade edilen
ilim. Kendisine dua eden
salih, hayırlı evlat.” buyurdu.
Bu hadiste geçen mevzuatın
hükmü hakkında bilgi alabilir
miyim?
CEVAP: Herkesin amel defteri
mahiyeti itibariyle gaybi bir
İktibas
konu olduğundan kendisine
bile açık değildir. Bunu ancak
Allah ve onu yazan meleklerden
başkasının bilmesi mümkün
değildir. Peygamberimize de bu
konu gaibdir. Dolayısı ile gaybî
bir konuda Peygamberimizin
böyle bir açıklamada bulunduğunu iddia etmek elimizde kesin
bir delil olmadan doğru değildir.
Naklettiğiniz Ebu Hureyre’nin
rivayeti ise, mahiyeti itibariyle
zannidir. İslam hukukunda bir
kural vardır, “zanni bir delil ile
kesin bir hüküm verilemez.”
İkincisi ise, kul, herhangi bir işi
Allah için yapmışsa Allah da
onun karşılığını, ister toptan
ister ise taksit-taksit verir. Bu
onun bileceği bir şeydir. İnsanların üzerine lazım olmayan işlerle uğraşmaması gerekir. Halbuki
onların muhasebesini biz tutacak değiliz. Bize düşen sadece
Sahih iman ve salih amel sahibi
olmaktır. Kıyametin zamanını
soran birine Peygamberimiz
(as), “kıyamet için ne hazırladığına bak” buyurmuştur. Yani sen
işine bak, Allah işini bilir. Asla
ihmal etmez demektir.
A
llah Teâlâ şöyle
buyuruyor: “Her
kim dünya hayatını ve
güzelliklerini isterse
biz onlara amellerinin
karşılığını orada
tamamen öderiz. Bu
hususta kendilerine
bir densizlik
yapılmaz.” (Hud 11/15)
Müminlerin bu konuda
hiçbir endişesi yoktur.
Allah hiç kimsenin
emeğini zayi etmez.
İyilik ve kötülük
adına ne yaptılarsa
zerre kadarının
bile karşılığını
göreceklerdir.
Ayrıca Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Her kim dünya hayatını ve
güzelliklerini isterse biz onlara
amellerinin karşılığını orada
tamamen öderiz. Bu hususta
kendilerine bir densizlik yapılmaz.” (Hud 11/15)
Müminlerin bu konuda hiçbir
endişesi yoktur. Allah hiç kimsenin emeğini zayi etmez. İyilik
ve kötülük adına ne yaptılarsa
zerre kadarının bile karşılığını
göreceklerdir.
“Rableri onlara şu karşılığı verdi:
“Ben, erkek olsun, kadın olsun,
sizden, hiçbir çalışanın amelini
zayi etmeyeceğim. Sizler birbiri-
71
İktibas
nizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda
eziyet edilenler, savaşanlar ve
öldürülenler... Onların günahlarını elbette örteceğim ve Allah
katından bir mükâfat olmak
üzere, onları altından ırmaklar
akan cennetlere de koyacağım.
En güzel mükâfat Allah katındadır.” (Ali İmran 3/195)
Burada üç şeyden bahsediliyor.
Hayırlı evlat, faydalı ilim ve
sadakayı cariye/ devam eden
sadaka.
Birincisini ele alalım. Evlat yetiştirmek başta sizin elinizde olan
bir durum değil. İnsan istediği
halde evlat sahibi olamıyor.
“Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız Allah’a aittir. O
dilediğini yaratır, dilediğine kız
çocuk, dilediğine de erkek çocuk bahşeder.”
“Yahut Allah onları erkek ve kız
olmak üzere çift verir, dilediğini
de kısır yapar. Şüphesiz ki O her
şeyi bilir. O’nun her şeye gücü
yeter.” (Şura 42/49-50)
Sonra anneler evladı doğuruyor ama gönlünü doğuramıyor.
Yani evlat sizin istediğiniz gibi
olmuyor. Siz her türlü gayreti gösteriyorsunuz ama etkili
olamıyorsunuz. Bu durumda
kişinin yapacağı bir şey yoktur.
İnsanın evladı da olsa istediği
gibi yetiştirme gücüne sahip
değildir. Burada Allah Teâlâ
onun niyetine ve gayretine bakacaktır. O evlat hayırlı da olabilir
hayırsız da. Bu sonuçtan anne
ve babadan çok bizzat evlat sorumludur. Bu hususta iki örnek
vardır. İnananlar için Firavun’un
hanımı, inanmayanlar için de
Nuh (as)’ın hanımı ile oğlu, Lut
(as)’ın hanımı. Bu insanlar Allah’ın elçileri olmasına rağmen
eş ve çocukları üzerinde etkili
72
Mektuplara Cevaplar
olamamış ve onlar iman etmemişlerdi. Yani insan peygamber
de olsa istediğini salih yapamıyor. Onun için Rabbimiz:
“Onları yola getirmek senin
boynuna borç değildir, ancak
Allah dilediğini yola getirir.
Yaptığınız her iyilik sırf kendiniz
içindir. Siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin dışında infak
etmezsiniz. İyilik cinsinden ne
infak ederseniz o size aynen
ödenir. Size hiçbir şekilde haksızlık yapılmaz.” (Bakara 2/272)
buyurmaktadır.
İlim konusunu ele aldığımızda
yine benzer bir durum ortaya
çıkmaktadır. Mutlak hak olan
Allah’ın indirmiş olduğu ayet
bile inananların imanını inkâr
edenlerin de küfrünü artırıyor.
“Bir sûre indirildiği zaman,
içlerinden biri çıkar, “Bu sûre
hanginizin imanını arttırdı” der?
Fakat müminlere gelince, aslında her inen sûre onların imanını
arttırmıştır ve onlar sürekli
olarak müjdelenip duruyorlar.”
(Tevbe 9/124)
Allah Teâlâ’nın ayeti bile birileri
için imanlarını artıran hayır
iken, birilerinin de inkârını artıran şer olmaktadır. Bu konu
tamamen ona yaklaşan insanın
algılaması ile alakalıdır. Çok iyi
niyetlerle üretilen bir bilgi, kötüler tarafından insanlığın felaketi
için kullanılabiliyor. Atomun
parçalanmasını bulan kimsenin
niyeti insanlığı öldürmek değildi. Ama sonuç atom bombasına
dönüştü ve insanlığın korkulu
rüyası oldu.
Üçüncüsü olan “sadakayı cariye”
için de aynı şeyler söz konusudur. Onun devamlılığı sizin elinizde olan bir şey değildir. Bunun en açık örneği vakıflardır.
Müslümanlar ne yüce duygular-
la vakfetmiş oldukları kurum ve
gayrimenkulleri bir rejim değişikliği sonucu, onların vakfediliş
amacıyla hiç ilgisi olmayan bir
dünya görüşünün hizmetine
girmiştir. İslam’a hizmet için
yapılan vakıf küfrün hizmetine
geçmiştir. Bu iş dünya kurulduğu günden beri devam ede gelen
bir vakıadır. Siz bu konudan
sadece hayattaki tasarruflarınızdan sorumlusunuz. Tasarrufu
elinizden çıktıktan sonra da
kim ne için kullanırsa mesuliyet
onundur. “Vela teziri vaziretün
vizre uhra” Allah birinin hesabını başkasına sormaz. Bizler
hayatta iken salih amellerimizi
artırmaya çalışalım, O kimsenin
emeğini zayi edici değildir. Zerre kadarını bile. (Zilzal 99/7-8)
Sonuç olarak bu tür rivayetlerde
gaybi konularla alakalı mutlak
ve kesin ifadelerin kullanıldığı
ve toptancı ifadelerin geçtiği
hadislerin Peygamberimize isnadı sorunludur. Bu tür mevzuatla iştigal edenlere “Bunu niçin
yaptıkları” ve peygamber (as)’a
niçin yalan isnadında bulundukları sorulunca şöyle cevap
vermişlerdir: “Biz peygambere
yalan isnadında bulunmuyoruz;
Peygamber (as) için yalan söylüyoruz” diye kendilerini savunmuşlardır.
Ne Peygamberin (as) ne de
İslam’ın onların yalan ve hurafelerine ihtiyacı vardır. Allah
dininde eksik bırakmadan,
sahih imanın ve Salih amelin
nasıl olacağını göstermiştir. Kim
İslam’dan başka bir din/ yaşam
tarzı ararsa o ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.(Ali
İmran 3/85)
[email protected]
Gündem
NEYİN KAVGASINI VERDİĞİMİZİN
FARKINDA MIYIZ
ACABA?
YUSUF KAPLAN
:FOŔɮBGBLtɮVCBU
Dünyadan el etek çektiğim, hedefe kilitlendiğim bir sırada, bu
ülkenin müslümanlarının, galibi
yalnızca “şeytan/lar” olacak kirli
bir “iktidar savaşı”nda, sorumsuzca hareket ettiklerini görünce,
sarsıldım.
Bu ülkenin en âkil insanları bile,
hem “fitne” uyarısında bulunuyor,
hem de “madem külfetler paylaşıldı, nimetler de paylaşılsın!”
çağrıları yapabiliyorlar! Dahası,
tarafların, bizimle alay edercesine
pozisyonlarını terk etmemekte
ısrar etmeleri, kimseyi dinlemeye
niyetli olmamaları, ürkütücüdür.
***
Düşünebiliyor musunuz? Daha
doğru düzgün nefes alabilecek
durumda bile değiliz ama “iktidar
kavgası”na tutuşuyoruz! Kavurucu “kış mevsimi”nde başımıza
gelebilecek -helâket sebebi olmaya
yetecek- en büyük felâket bu!
Oysa “iktidar”ın kendisi fitnedir
/ imtihandır. Akil adamların, insanlara, “aman gözünüzü iktidar
hırsı bürümesin!” diye çağrıda
bulunmaları gerekirken, “madem
külfetler paylaşıldı, iktidar da paylaşılsın” çağrısında bulunmaları,
farkında olmadan daha büyük
“fitne”lere davetiye çıkarmaktır ve
bu, nerelere savrulabileceğimizin
ürpertici bir habercisidir.
Felâket tellallığı mı yapıyorum?
Ne münasebet! Asıl felâkete dikkat çekiyorum. Mesele, görünüşte,
“MİT-Yargı-Emniyet” kavgasıdır;
ama gerçekte, Müslümanların,
her tür iktidar biçimiyle, sekülerizmle, dünyevîleşme hırsıyla ve
ihtirasıyla imtihanıdır; dahası,
küresel düzenbazların tuzağına
düşmeleridir. Üstelik de hiçbir
mesele, İslâmî bir çerçevede halledilmemişken; bizim bu ülkeye ve
bu dünyaya Müslümanlar olarak
ne/ler sunabileceğimiz meselesi,
hatta temel varoluş sorunlarımız
üzerinde dikkate değer hiçbir
-zihnî- çaba ortaya konul/a/mamışken.
***
Bu tür zor zamanlarda, ısrarla ve
yılmadan hakikatin izini sürmek,
iki çapraz ateş arasında kalmak
demek! Hiç umurumda değil,
feraset ve basiret kılıcını kuşanmış
biri olarak. Zira Hakikat, bu tür
bedeller ödenebildiği, yalakalıklara prim verilmediği zaman yüzünü gösterebilir ve hak edilebilir
ancak!
Adımlarımızı birkaç adım sonrasını düşünerek atmak ve asıl
hedefe, -Hakikat’e- kilitlenmek
zorundayız çünkü.
***
Görmüyor musunuz? İslâm dünyası, sömürgecilerin bıraktığı
sorunlarla boğuşuyor hâlâ. Ve
sömürgecilerin, topraklarımızdan
defolup gitmeleri, yakındır... Bütün katmerlenmiş, dağ gibi yığılmış, devâsâ sorunlarıyla birlikte
bize kalacak bu coğrafya!
Fakat görünen o ki, hiçbir şeye
hazır/lıklı değiliz! Üstelik de,
küresel zorbalık düzeninin çarklarını nasıl daha iyi işletebiliriz’in
kavgasını veriyoruz!
***
Örneğin Zaman’ın, TRT Haber’in
son günlerde İran’la ilgili yaptığı
yayınlar, Siyonistlerin, zorba küresel şebekeler’in yayınlarından
farksız ve bu durum beni ürkütüyor bir Müslüman olarak. (Bu
soruna bir yazar dikkat çekmiş
yalnızca: Gazeteciler sitesinden
Cenk Açık).
Bunu, İran’ın, sözümona “yüksek
stratejik çıkarları” adına, Suriye’deki Müslüman katliamını engellemesi mümkünken seyretmesini Müslümanca bir duyarlıkla,
şiddetle eleştirmiş ve Türkiye’deki
(İran sempatizanı samîmî Müslümanların dışındaki) besleme,
beyinsiz İrancı şebekelerin (İngiliz kraliçesinin verdiği pasaportu
reddeden -muhtemelen- tek Türk
olmama rağmen bana “İngiliz
ajanlığı”, “Siyonist uşaklığı”, ABDİngiltere-İsrail uydusu “Suud
rejiminin maşası” iftiraları atacak
kadar “sapıttıkları” için muhatap
bile almadığım, Allah’a havale
ettiğim) gayr-ı İslâmî pespaye, insafsız ve izansız saldırılarını göze
alarak yapmış vicdan ve karakter
sahibi Müslüman bir yazar olarak
söylüyorum.
Yine başta STV olmak üzere, iktidar yanlısı bütün televizyonların
ve gazetelerin Ergenekon soruşturması dolayımında kurdukları
dil, laikçi primitiflerin ürpertici,
pravdavârî dilinden farksızdır.
Suçu ispatlanmamış bir insan,
suçu ispatlanana kadar (aslâ
“canavar” olarak sunulamaz) masumdur ve haklarını sonuna kadar
gözetmek boynumuzun borcudur.
Oysa yapılan habercilik, İslâm’ın
yüce adalet fikrine ve ahlâk anlayışına taban tabana terstir.
***
Müslüman grupların, hareketlerin, cemaatlerin sömürgecilik
sonrası döneme ilişkin ciddî bir
hazırlıkları yok. Hâlâ küresel
73
İktibas
sistemin projelerini uygulamakla
meşguller ve bunun kavgasını
veriyorlar, üstüne üstlük de!
Tıkanan küresel sistemin, “insanlığın önündeki tek seçenek” (Baudrillard) olarak gördüğü İslâm’ın
yeniden tarih yapacak bir aktör
konumuna gelebilmesini önlemek
amacıyla çok yönlü operasyonları
devreye girdirdiği ve yeni bir dünyanın kurulması sürecinde, derin
tarihî tecrübemizi esaslı bir medeniyet fikriyle harekete geçirebileceğimizin küçük de olsa ipuçlarını
sunabildiğimiz için bütün dünyanın bize baktığı bir zaman diliminde, Müslümanların meselesi,
küresel sistemin çarklarını daha
iyi döndürecek bir “iktidar kavgası” vermek olabilir mi?
Neyin kavgasını verdiğimizin
farkında mıyız acaba?
DİNİN GELECEĞİ
Prof.Dr. ALİ KÖSE
;BNBOtɮVCBU
Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi Modernlik, tarihin bir dönemiyle
yani içinde bulunduğumuz dönemle özdeş bir kavram.
Tarihin geride kalan bölümlerinde
insanoğlunun manevi ihtiyaçları,
metafizik alanı keşif görevini üstlenen din tarafından karşılandı.
Ancak dinin bu rolü hiçbir dönemde, modern dönemde olduğu
kadar sorgulanmadı. Bu sorgulama, insanın artık manevi ihtiyaçlarının olmadığı veya manevi
ihtiyaçlarını gidermek için dine
başvurmadığı anlamına gelmez.
Yani modern dönemde insanlığın
dinle bağlantısı kesilmedi. Eğer
tarihteki her dönemi bir zincirin
halkalarına benzetirsek, modern
74
Gündem
dönem de bu zincirdeki halkalardan biridir. Haliyle modern insan
kutsalla ilişkisini devam ettirmektedir. Bu ilişkiyi sağlayan araçlar
ise çok çeşitli olabilir. Kimileri
için mabette ibadet, kimileri için
türbe ziyareti, kimileri için vatan
uğruna şehit düşme eylemi olabilir.
Aydınlanma teorisyenlerine göre
insanoğlu Aydınlanma Çağı’nda
sekülerleşme trenine binecek ve
dinsizlik durağına doğru ilerleyecekti. Teknoloji ilerledikçe
modernleşilecek, modernleştikçe
din yok olacak ve sonuçta insanlar tabiatüstüne yönelik inançları
terk edeceklerdi. Hatta bunun için
tarih bile vermişlerdi. Verdikleri
nihai tarih 20. yüzyılın sonuydu.
Ama 21. yüzyıla girilirken hiç de
öyle olmadığı görüldü. Bugün
Amerika dünyanın teknolojiyi en
üst düzeyde kullanan ülkesi, ama
aynı zamanda dünyanın en dindar
ülkelerinden. Haftalık kiliseye
gitme oranı yüzde 40’lar düzeyinde. Ülkede 300 bine yakın kilise
var. Amerikan başkanları göreve
başlarken hâlâ İncil üzerine yemin
ediyor. Halkın yüzde 70’i kendini
dindar olarak tanımlıyor. (Bu
oran Türkiye’de bile yüzde 45.)
Bugün “modern olmak”, artık
modernitenin sacayakları olarak
bilinen akılcılık, sekülerlik ve
bireyselcilik olgularını mutlaka
Aydınlanma’nın tanımlarıyla algılamayı gerektirmez. Fransız laikliği de bir laiklik türüdür, Amerikan laikliği de. Hiç kimse Fransız
modelini “modern”, Amerikan
modelini “modern dışı” göremez.
Bugün Batılıların önemli bir
kısmının bireyselcilikten şikâyet
ettiklerini ve bu durumu aşmak
için yeni arayışlara girdiklerini
biliyoruz. Şimdi, bireyselcilikten
geri adım atmaya başladılar diye
“bu insanların modernliğine halel
geldi” mi diyeceğiz? “Bunlar artık
modern değil, çünkü rasyonalizme aykırı davranarak yıldız
fallarına bakıyorlar” mı diyeceğiz?
Yahut “vaftizli laiklik” diye tanımlanan İtalyan laikliğine “olmaz
böyle laiklik” mi diyeceğiz?
Şimdilerde Amerika’nın meşhur
sosyologlarından Rodney Stark,
Dinin Geleceği isimli eserinde
“dinsiz bir gelecek düşüncesinin
bir yanılsama” olduğunu söylüyor.
Rodney Stark gibi düşünen ve
sayıları giderek artan sosyologlar,
modernleşmenin daha önceleri
iddia edildiği gibi dine düşman
değil, tam tersine dini yeniden
doğuran bir süreç olabileceğini
savunuyorlar. Bugün Batı’da Yeni
Dini Hareketler (New Age) başlığıyla anılan yüzlerce grup var.
Astroloji, ruhsal şifa, ekolojik
öğretiler, doğal beslenmeye önem
veren beden sağlığı ve kişisel
gelişimle ilgili akımların arka
planında hep dinî motivasyonlar
var. Dahası, Amerika’da Evanjelik
Protestanlığın yükselişi dinin modern dönemde yok olmayacağının
en belirgin örneğini oluşturuyor.
Peki, o zaman neden pozitivist,
materyalist düşüncenin öngörüsüne rağmen din yok olmadı?
Çünkü insanoğlu dinin kendisi
için üstlendiği işleve muhtaç.
İnsanoğlunun dünyayı, varlığı,
kendisini anlamlandırması gerek.
Kendi varoluşuyla, evrenin varoluşuyla ilgili sorulara cevaplar
bulması gerek. Bu sorulara din
kadar kesin cevaplar veren bir
başka olgu yok yeryüzünde. Dinin
bu sorulara verdiği cevaplar insanlar için hâlâ anlamlı.
Modernlik ve Dindarlık
İnanç, hayatı anlamlandıran bir
araçtır. Sosyolog Peter Berger’in
“homeless mind” (evsiz zihin)
adını verdiği bir benzetme var.
Gündem
Ahiret inancı veya metafizik
inancı olmayan insanları evsiz
insanlara benzetir Berger. Bizler
her sabah evimizden çıkıp günlük
hayatımızın gereklerini yaparız,
akşam olunca da eve döneriz.
Gün içindeki tüm yapıp etmelerimiz akşam eve döneceğimiz için
anlamlıdır. Oysa evsiz kişinin gün
içindeki eylemleri anlamdan yoksundur. Dünya hayatı da böyledir.
Ahirete inananların dünya hayatları tıpkı evi olan insanların gün
içindeki hayatları gibi anlamlıdır.
İnanmayanların durumu ise evsiz
insan gibidir. Yani onların zihinleri, ruhsal yapıları evsiz insanın
durumu gibidir ki, bu da insanı
psikolojik olarak rahatsız eder.
Din histir, duygudur. Ben dini
“var olduğunu düşündüğümüz
kutsal alanla bizi ilişkilendirdiğini hissettiğimiz sistem” şeklinde
tanımlıyorum. Burada anahtar
kavram hissetmektir. Dinin varlık nedenini bu kavram üzerine
oturtursak birçok felsefi problemi
halledeceğimizi düşünüyorum.
Bugün Avrupa ve Amerika’da
seküler taleplere boyun eğen
kiliseler zamanla erirken, tersi
politika izleyen kiliseler yeni taraftarlar kazanıyor. Mesela İngiliz
Kilisesi’nden Katolik Kilisesi’ne
geçenlerin sayısı son yıllarda arttı.
Aynı şey Amerika’da söz konusu
değil, çünkü Amerika’daki Protestan kiliseleri zaten bu konularda
Katolik Kilisesi’nden daha katı.
George W. Bush’un ikinci kez
başkan seçilmesinde bu konular
çok etkili oldu. Amerikan seçimlerinin hep Irak Savaşı bağlamında cereyan ettiği düşüncesi hâkim
bizde. Halbuki, Bush başkanlık
koltuğuna ikinci defa dindar oylar
sayesinde oturdu. CNN’de program yapan Amerikalı gazeteci
Ray Suarez, Holy Vote (Kutsal
Oy) başlıklı kitabında bu konuyu
inceler. Amerika’da son birkaç
İktibas
seçimde tartışılan en önemli üç
konu, eşcinsellik, kürtaj ve idam
cezasıdır. Bu üç konu da dini
doğrudan ilgilendiren ve duruşunuzda inançlarınızın etkili olduğu
konulardır. Bush’un kazandığı
ikinci seçimde rakibi Al Gore
anketlerde önde giderken birden
geriye düştü. Sebep, Al Gore’un
eşcinsel evliliklere sıcak baktığını
açıklamasıydı. 2008’de Demokrat
Parti adayı Obama’nın kazandığı
seçimdeki diğer adaylara bakıyoruz. Cumhuriyetçi Parti’den
iki aday yarışmıştı başkan adayı
olmak için. Birisi Baptist, diğeri
Mormon’du; hem de en radikallerinden. Yaklaşan Amerikan
seçimlerinde Obama’nın rakibi
olmak için Cumhuriyetçi Parti
içinde yarışan adaylardan birisi
yine bir Mormon.
“Modern”in ne olduğu konusunda bir noktayı belirlemekte yarar
var. Modernlik tek bir coğrafya
veya dünya görüşünün tekelinde
olan veya yalnızca bir merkez
tarafından belirlenen bir durum
değildir. Yahut neyin modern
olup olmadığını belirlemek pek
de mümkün değildir. Ama bugün
kendilerini “modernitenin sahipleri” olarak görenler, modernliği
neredeyse “ISO 9001” belgesi gibi
bir standarda sabitlemek istiyorlar; tıpkı “İslam İlmihali” gibi bir
“Modernlik İlmihali” kurguluyorlar. Oysa böyle bir tavır “modern”
olgusunun doğasıyla uyuşmaz;
çünkü modernlik değişkenlik
içerir, dolayısıyla da bir ilmihali
kaldıramaz.
Türkiye’de dindarlık hep iki şeyle
özdeşleştirildi yıllardır: Yoksulluk
ve cehalet. Buradan yanlış bir modernlik algısı devşirildi. Mesela
dindar futbolcu, dindar siyasetçi,
dindar üniversite hocası ya da
dindar subay olamazdınız. “Kamusal alan” safsatası bunun için
icat edilmişti. Şimdi bu makus
talih yenildi, tabiri caizse Anadolu uyandı ve çevreden merkeze
yerleşti. Aslında bir sınıf mücadelesiydi yaşanan. Merkeze yerleşmiş elitlerle Anadolu arasındaki
mücadeleydi. Şehirleşme veya iç
göçlerle merkezdeki yapı ve görüntü değişti. Modernliği, çağdaşlığı kendi tekellerinde görenlerin
alışık olmadığı bir durumdu bu.
Karşılarında çağdaşlıkla muhafazakârlığı, modernlikle dindarlığı
buluşturan yeni bir sınıf vardı. Bu
sebeple bu yeni sınıfı kabullenemediler. Jeep’e binen başörtülüyü,
keman çalan türbanlıyı kabullenemediler. Mesela, ben üniversite
hocasıyım. Müslüman’ım ve dinimin benden bir birey olarak talep
ettiği şeyleri yapmaya çalışıyorum; bana doğrudan yasak kıldığı
şeylerden de sakınıyorum. Mesela
alkol almıyorum, domuz eti yemiyorum. Kendimi “modern” olarak
tanımlıyorum. Modern eğitim
sisteminin okullarında yetiştim.
Londra Üniversitesi’nde doktora
yaptım. Ama Türkiye’de kendi
üniversitemde 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda
bana uzatılan kadehi reddettiğimi
gören bir öğretim üyesi bana
“gerici” diyor, çağdaş olmadığımı,
modern olmadığımı düşünüyor.
Mesela Katolik Cizvit tarikatının
Amerika’da 27 tane üniversitesi
olduğunu bilmiyor. 1930’ların
laiklik anlayışını modernlik olarak bana takdim ettiğinin farkında değil. Bu anlayıştakiler Batılı
futbolculara haç çıkarma hakkını
verirken bizim futbolcularımızın
dua etmesine karşı çıktılar. Çünkü çağdaşlığı, modernliği kendi
ideolojilerinin ve zümrelerinin
tekelinde gördüler. Ama artık bu
söylemleri demode oldu. Onun
için de gerek siyaset arenasında
gerek ideolojik arenada kaybetmeye mahkumlar.
75
İktibas
KEMALİST SURELER: ANDIMIZ ve
GENÇLİĞE HİTABE
AYŞE HÜR
5BSBGtɮVCBU
“1933 yılının 23 Nisan Çocuk
Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit,
Atatürk’ün yanında bana bir
kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk
bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek
istediğim vakit, bir ant meydana
çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23
Nisan çocuklarına armağanı’
dedi. Kâğıtta şöyle yazıyordu:
Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam, küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak; yurdumu,
budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri
gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.”
Bu sözler, Türk çocukları tarafından o yıldan beri tekrarlanmaktadır. Vatanperver Dr. Reşit
Galip, evvelâ bir baba olarak bu
hisleri duymuş; sonra da Millî
Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına bu andı içirmişti.”
Bu satırlar Mustafa Kemal’in (o
yıllarda henüz Atatürk soyadını
almamıştı) en yakın çalışma
arkadaşlarından Afet (İnan)
Hanım’a ait. Sözü edilen ant ise
tahmin edeceğiniz gibi, o tarihten beri çocuklarımızın her sabah derse başlamadan önce hep
bir ağızdan okudukları ve başta
Kürt siyasal hareketi olmak üzere aklı başında tüm kesimlerin
kaldırılmasını talep ettiği ünlü
“Andımız”.
76
Gündem
Reşit Galip kızları için yazmış
4FLŔ[Z‘MEBLFSF
Başka kaynaklardan öğrendiğimize göre dönemin Maarif
Vekili (Milli Eğitim Bakanı)
Reşit Galip’in bu icadı Mustafa
Kemal tarafından çok sevilmiş
ve Talim Terbiye Kurulu tarafından 10 Mayıs 1933 tarihli
bir genelge ile bütün okullarda
her gün tekrarlanması zorunlu
kılınmıştı. 12 Mart 1971 Muhtırası’nın etkisiyle olsa gerek,
1972 yılında, “Öğrenci Andı”nın
bir kelimesi değiştirilmiş, bir de
koyu renkle gösterdiğim cümleler eklenmişti:
O günden beri bütün okul çocukları her sabah bu hamasi
cümleleri gırtlaklarını yırtarak
söylemek zorundalar. Yazılarımdan birinde (“Fitne, CIA,
Jakobenlik, bilimsel şüphecilik”,
9.10.2011) “Kemalist rejimin
tüm pozitivizmine(!) rağmen,
hayatım boyunca tam 101.425
kere ezanla ibadete davet edildiğimi hesapladım. Üstelik son 10
yıldır camili bir sitede oturduğum için bu daveti bilmem kaç
desibellik mikrofonlardan haykıran, usulden nasibini almamış müezzinlerden dinledim”
demiştim de bazıları bana pek
kızmıştı. Şimdi de Kemalistleri
kızdıralım: Yılda ortalama 160
öğrenim günü olduğunu varsayarsak, bir çocuk, ister Kürt,
ister Ermeni, ister Rum, ister
Laz, ister Çerkes, ister Fransız
kökenli olsun çocuk sekiz yıllık
temel eğitimi boyunca 1280
kere ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım...” demek zorunda. Bunun ideolojik bir beyin yıkama
olduğunu söylemeye herhalde
gerek yok. Yine de matematiksel olarak bakarsak, “Dindar
kuşaklar yetiştirmek” isteyenler
Kemalist ideologlara göre daha
şanslı görünüyor. Yani yakın
tarihte andımızı kaldıramazlarsa çok telaş etmesinler.
“Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok
sevmektir. Ülküm, yükselmek,
ileri gitmektir. Varlığım Türk
varlığına armağan olsun.
Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu
Atatürk; açtığın yolda, kurduğun
ülküde, gösterdiğin amaçta hiç
durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene.”
1997’de, büyüklerimiz andı elden geçirme ihtiyacı hissettiler
nedense. “Yasam” kelimesi “ilkem” ile değiştirildi, “Varlığım,
Türk varlığına armağan olsun”
cümlesi sona alındı ve ant şöyle
oldu:
“Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok
sevmektir. Ülküm, yükselmek,
ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk! Açtığın
yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım, Türk varlığına
armağan olsun. Ne Mutlu Türküm Diyene!”
Gençliğe en büyük armağan
Andımız’dan sonra topun ağzında olan Gençliğe Hitabe
ise, daha az tekrarladığımız bir
metin olmakla birlikte kapsama
alanı Andımız’dan çok daha
geniş ve daha derin.
Bilindiği gibi Gençliğe Hitabe,
Mustafa Kemal’in 15-20 Ekim
1927’te toplanan CHF Kongresi’nde okuduğu Nutuk’un sonuç
bölümü. Hazırlıklara Ankara’da
Gündem
başlayan Mustafa Kemal, çalışmalarını İstanbul’da sürdürmüştü. 16 Mayıs 1919’da Samsun’a
gitmek üzere İstanbul’dan ayrılışından tam yedi yıl sonra 1
Temmuz 1927 günü İstanbul’a
geldiğinde halk kendisini büyük
sevinçle karşılamıştı.
Bu yedi yılda neler olmamıştı
ki... “Yedi düvele karşı Kurtuluş
Savaşı” kazanılmış (1919-1922),
Saltanat kaldırılmış (1922),
Ankara başkent olmuş (1923),
Cumhuriyet kurulmuş (1923),
Hilafet kaldırılmış (1924), Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924),
Şapka Kanunu (1925), Medeni
Kanun (1926) gibi Kemalist modernleşmenin temel metinleri
kabul edilmiş, Takrir-i Sükûn
Kanunu (1925), İstiklal Mahkemeleri (1920-1925) ile muhalefet susturulmuş, İzmir Suikastı
Davası (1926) ile önemli siyasi
rakipler radikal biçimde tasfiye edilmişti. Sıra muzaffer bir
komutan olarak eski payitahta,
İstanbul’a dönmeye gelmişti.
Mustafa Kemal, Dolmabahçe
Sarayı’nda kaldığı üç ay boyunca Nutuk üzerinde çalışacaktı.
Uykusuz geceler
Falih Rıfkı’ya (Atay) göre “Uzun
saatler süren diktelerden sonra
yazanlar sekiz on saatlik bir
uykuya gittikleri zaman Atatürk
bir banyo alır, giyinir, akşam
davetlilerine o gün yazdıklarını
okutmak üzere sofraya inerdi.
Okuma ve o günkü yazılar üzerine konuşmalar da saatlerce
sürerdi. Bu defa dinleme ve
konuşmalardan yorulanlar uzun
bir rahatlama için evlerine dönerler, Atatürk çok defa kısa bir
uykudan sonra bir gün önceki
çalışmalarına koyulurdu. Bu
kadar sıkı çalışma haftalarca
sürmüştür. Cümleler, kelimeler
İktibas
ve noktalar üzerinde titizce durduğunu unutmayınız.”
Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) de şöyle der: “Atatürk, fikrî
alanda da cephedeki kadar
destanî bir adamdı. Biz bunu,
ilk defa Büyük Nutuk’unu
hazırlayıp yazarken gördük.
Bunun üstünde bütün bir gün
gece yarılarına, bazen şafak sökünceye kadar emek sarfettiği
olurdu. Ertesi akşam hepimizi
toplar, yazdıklarını ve sıraya
koyduğu vesikaları hep birarada
okumamızı isterdi. Bazı akşamlar kendisi okur, biz dinlerdik.
Fakat bu boşuna bir dinleme
değildi. Daha doğrusu; yalnız
dinlemek zevkiyle kalmazdık.
Her beş veya on dakikada durup
okudukları hakkında fikir ve
görüşlerimizi söylemeğe mecbur tutulurduk. Atatürk, mülâhaza ve mütalâalarımızı derin
bir dikkatle karşılar ve bazen bu
mütalâa ve mülâhazalar neticesinde, kimbilir kaç saatlik emek
sarfederek yazıp çizdiklerini
baştan aşağıya değiştirirdi.”
İki damla gözyaşı
Nutuk’un yazılış sürecini neredeyse aynı cümlelerle anlatan
Afet İnan, muhtemelen o günlerde (1926) bazı dedikodulara
cevap vermek için, Gençliğe
Hitabe’nin bizzat Mustafa
Kemal tarafından yazıldığını
ısrarla söyler: “Yaz aylarının
sıcak bir gününün gecesi, Atatürk’ün etrafında daha kalabalık
bir aydınlar topluluğu vardı. O,
arkadaşlarına adeta bir sürpriz
hazırlamanın sevinci içinde,
‘Oturunuz ve dinleyiniz’ dedi.
Sonra da Nutuk’un sonuna
koyacağı satırları yüksek sesle
okumaya başladı. Dinleyicilerin
nefes dahi almadıklarını sanıyorum. Çünkü ben kendimi
öyle hissediyor ve ulusal bir
heyecanın etkisi içinde yaşıyordum. Bütün Milli Mücadele’nin
tarihi olan Nutuk bu satırlarla
son bulacaktı. Atatürk bu metni
okuyup bitirdiği zaman derin
bir nefes almış, fakat iki damla
gözyaşını da bizlerden saklamamıştı.”
Gençliğe Hitabe’deki tashihler
Afet İnan şöyle devam eder:
“505-506 sayfa numarasını
taşıyan bu son yapraklarda görüldüğü gibi hemen hiçbir düzeltme yoktur. Yazı Atatürk’ündür. Üç yerdeki düzeltme ise
yazarken yapılmıştır. Evvela ‘Ey
Türk Genci’ demiş, fakat hemen
‘Genci’ kelimesini silerek ‘Gençliği’ olarak düzeltmiştir.
İkinci düzeltme şudur: ‘Galipler
cebren ve hile ile’ diye başlayan
cümlenin başındaki ‘Galipler’
kelimesini silmiştir.
Sonuncu düzeltme ise ‘İşte bu
ahval ve şerait içinde dahi Türk
istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır’ cümlesinde yapılmıştır.
[Araya “vazifen” kelimesi konmuştur.]
Devam ettiği en son cümle de
yarım kalmış ve onu tamamen
silmiştir. O da aynen şöyledir:
‘Efendiler, son kuvvetini kendi mefkûresinde (ideallerine)
ve damarlarında bulan Türk
evladının elinde İstiklal ve
Cumhuriyetin ilânihaye (sonsuza dek) mahfuz ve masun
(korunacağına ve dokunulmaz)
olacağına, Cumhuriyet sancağının itibarı[nın] daima yüksek
bulunacağına’...”
Nihayet Nutuk okunuyor
Afet İnan’ın şahitliğini burada
kesip, CHF Kongresi’ne döne-
77
İktibas
lim. 15 Ekim 1927 Cumartesi
günü saat tam 10:00’da Mustafa
Kemal TBMM salonuna girmişti. Üzerinde şık bir lacivert jaketatay (Fransızca “jacquet a taille” yani “kuyruklu ceket” denen
resmî giysi) vardı. Sürekli alkışlar arasında kürsüye yürüdü ve
başıyla salondakileri selamladı.
İlk cümlesi “Halk Fırkası Kongresi açıldı” olmuştu. Daha sonra
cebinden çıkardığı kırmızı
kaplı küçük defterin sayfalarını
karıştırıp nutkuna başlamıştı.
O günün basınından öğrendiğimize göre, nutkunu atarken,
önünde duran notlara bakarak
konuşmuş, kelimeleri tane tane,
üzerine basa basa telaffuz etmişti. Yine basının belirttiğine göre,
ilk başlarda sesi zayıf çıkmasına
rağmen, giderek güçlenmiş ve
“müzikal bir ahenk” almıştı. Nutuk’u okurken, zaman zaman
dinleyicilerden sesi için özür
dilemişti. Hatta bir keresinde
bir yudum su içtikten sonra
“Efendiler, biraz nezle oldum.
Sizi rahatsız etmiyor muyum?”
demişti.
“Ey Türk Gençliği!..”
Nutuk’un okunması tam altı
gün, 36 saat 33 dakika sürmüştü. Nutuk’un tarihsel ve
metinsel analizini bir başka
yazıya bırakıp uzun maratonun
sonuna gelirsek; Kongre’nin
son günü olan 20 Ekim 1927’de
Mustafa Kemal sözlerini şöyle
bağlamıştı: “Bugün ulaştığımız
sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı
uyanıklığın ve bu sevgili yurdun
her köşesini sulayan kanların
karşılığıdır. Bu sonucu, Türk
gençliğine kutsal bir armağan
olarak bırakıyorum.” Bu cümleyi okurken sesi daha kısılmış,
titremiş, gözlerinden yaşlar
akmaya başlamıştı. Gözyaşları
78
Gündem
içinde “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk
cumhuriyetini, ebediyen muhafaza ve müdafaa etmektir!” diye
başlayan ve “Muhtaç olduğun
kudret damarlarındaki asil
kanda mevcuttur!” diye biten
Gençliğe Hitabe’yi okuduktan
sonra cebinden çıkardığı mendil
ile gözlerinin yaşını silmiş ve
alkış tufanı arasında kürsüden
inmişti. Bu sırada neredeyse
tüm salon onunla birlikte ağlamaktaydı.
“Mustafa Kemal’in Göz Yaşları”
başlıklı haberler vermişti.
Resul mü, yaradan mı?
“Ey Türklüğün büyük teşahhusu
(şahsiyeti), ey bizim aziz babamız!
Ertesi gün gazeteler bu duygulu
anları okuyucularına aktarmakta yarış içindeydiler. Hakimiyet-i Milliye yazarı Avni Yavuz,
“Gazi’nin kitabını okuyan ve
onun eserlerini tetkik eden en
mutet (sayılı) imansızlar bile
artık onun bir millî resul (peygamber) olduğuna şüpheleri
kalmayacağından emin olmak
isterler” derken, aynı gazeteden Akçuraoğlu Yusuf Bey
“O, yalnız Türk düşmanlarına
galebe çalarak, Türk yurdunu
kurtarmadı: O, yalnız Türk’lerin
önüne düşerek, Türk’lere doğru
yolu göstererek, Türk’lere hakikati göstererek Türk’leri necata
erdirmedi. O, Ademoğullarının
büyük bir kısmına, yalnız büyük
kısmına değil, belki hepsine
yeni bir hayat yaratıyor. ...Yeni
bir hayat yaradana bilmem ne
derler?” diyerek Mustafa Kemal’i tanrı katına çıkarıyordu.
Mustafa Kemal Paşa’nın Gençliğe Hitabe’yi okurken gözlerinin
yaşarması yabancı gazeteleri de
etkilemişti. Örneğin İngiliz gazeteleri Daily Telegraph “Gözleri
Yaşlı Mustafa Kemal”, Westminster Gazette “Gözü Yaşlı Türk
Diktatörü” Daily Herald ise
“Gençliğin Gazi’ye Cevabı”
Ertesi gün sıra “Türk
Gençliği”nin Gazi’ye cevap vermesine geldi. Ankara Hukuk
Fakültesi öğrencileri, 21 Ekim
1927 günü biraraya geldiler ve
Gençliğe Hitabe’yi yüksek sesle
tekrarladıktan sonra duygularını kâğıda döktüler, ardından bu
metni basına dağıttılar. Metinde
şöyle diyordu:
Ruhlarına heyecan, dimağlarına
nur saldığın gençlik sana diyor
ki: Senin sevgini gönlünde, irşadlarını (doğru yolu göstermeni) şuurlu (bilinçli) adımlarının
istikametinde bulan gençlik,
şüphesiz ki senin dehan ve azminle Türklüğe hediye edilen
Cumhuriyeti hayatından daha
aziz ve mukaddes (kutsal) tanımıştır. Onun müdafaası için hiç
bir fedakârlıktan çekinmeyecek, onu gözlerken çok kıskanç
davranacaktır. Bugün de seni
görmekle bahtiyar olan gençlik,
tarihte masum ve asil kalmış
olan milletimize köşe köşe dahilî ve haricî tuzaklar hazırlayan
bu tarihi nasıl değiştirdiğinden
ve bunların acı neticelerinden
habersiz ve hissiz kalamaz ve
kalmayacaktır. Dedelerinin gafletiyle yuvarlandıkları çukurlara
bir daha düşmemek için bugünün dersini pek kara ve karanlık
olan dünden halâs (kurtuluş)
ve intibahının (uyanışının)
hassasiyetini ise senin mevcudiyetinden ve iradenin ateşinden
alacaktır. Milletinin hissiyatı
ve sevgisini ondan aldığı saf ve
mert kanla damarlarında dolaştıran gençlik –Türk istikbalinin
Gündem
evlatları– milletin varlığına ve
onun kalbi olan aziz Cumhuriyetine en ufak yan bakışların
bile tahayyül ve tasavvuruna
uyuşuk ve hareketsiz kalamaz.
Adı Türk, kanı Türk, bütün
mevcudiyeti Türk olan millet
ve onun gençleri kendisini yokluktan varlığa, ölümden hayata,
karanlıktan ışığa is’âl edenlerin
(ulaştıranların) açtıkları kurtarış çığırında her vakit istiklal ve
istikbalinin koruyucusu, kan ve
candan çizilmiş hudutların bekçisi olacak ve ebediyete kadar da
öyle kalacaktır.”
Benzer bir töreni, 22 Ekim 1927
Cumartesi günü İstanbul’da
Darülfünun öğrencileri yaptı.
Ertesi gün bütün fakülte ve
üniversitelerin temsilcilerinin
katıldığı toplantıda Milli Türk
Talebe Birliği Cemiyeti Reisi
Tahsin Bekir (Balt) Bey, önce
Gençliğe Hitabe’yi okudu, ardından Gazi’ye çekilecek telgraf
metni hazırlandı. Bu da en az
Ankara Hukuk Fakültesi öğrencilerinin metni gibi hamasiydi.
Ardından Maarif Vekâleti, hem
Gençliğe Hitabe’nin hem Gençliğin Gazi’ye Hitabesi’nin okul
duvarlarına asılması talimatını
verdi. O tarihten sonra da metin
Mustafa Kemal’in üstün hitabet
gücünün, belagatinin mümtaz
bir örneği olarak kutsandı.
Gençliğe Hitabe’yi İnönü mü
yazdı?
Yıllar sonra, Oral Çalışlar Liderler Hapishanesi, 12 Eylül
Günlükleri (Güncel Yayınları,
2007) adlı kitabında Gençliğe
Hitabe’nin asıl yazarının İsmet
İnönü olduğunu iddia etti.
Çalışlar’a bu bilgiyi 12 Eylül
darbesinden sonra hapishane
arkadaşlığı yaptığı Bülent Ecevit vermişti. Bülent Ecevit’e de
İktibas
İsmet Paşa anlatmıştı. İddiaya
göre, Mustafa Kemal hazırladığı
nutku okuması için İnönü’ye
vermiş ve fikrini söylemesini
istemişti. İnönü uzun konuşmayı okuyup bitirdikten sonra Atatürk’e iade etmişti. Atatürk’ün
“Nasıl buldun” sorusuna, “Paşam çok güzel, ancak, sonunu
gençliğe hitap ederek bitirmek
sanırım faydalı olur” cevabını
vermişti. Atatürk de bunun üzerine “O zaman sen yaz böyle bir
bölüm; bakalım, iyi olursa dediğin gibi yaparız” demişti. Bunu
üzerine İnönü Nutuk’un sonundaki ünlü Gençliğe Hitabe bölümünü kaleme almıştı.Ecevit bu
hikâyeyi 1978-1979 yıllarında
Milli Eğitim Bakanı olan Necdet
Uğur’a da anlatmıştı.
İddia o günlerde epey ses çıkardı ama yeminli Atatürk
uzmanları “Gençliğe Hitabe’nin
Atatürk’e ait olmaması ihtimali
milyonda birdir” demekten
öteye gidemediler, çünkü Afet
İnan’ın gördüğünü söylediği
müsveddeler ortada yoktu. (Bir
rivayete göre dönemin Cumhurbaşkanlığı Sekreteri Tevfik
Bıyıklıoğlu’nun ailesi tarafından muhafaza ediliyor.) Bülent
Ecevit de yaşamadığı için, bu
iddiayı doğrulamak da yalanlamak da mümkün değil. Ancak
metin, Nutuk’la büyük uyum
içinde. Türk, kan, ırk, dâhili ve
harici düşmanlar, gaflet, delalet,
hıyanet, istilacılar gibi kavramlar Nutuk’un da temel kavramları.
Kutsala dokunan yanar!
Sonuç olarak kim yazarsa yazsın, Gençliğe Hitabe, okunduğu
günden beri Kemalist düşünce
setinin kutsal metinlerinden biri
oldu. Rejimin kendini tehlikede
hissettiği dönemlerde, (mezar-
lıktan geçerken ıslık çalmak
gibi) Gençliğe Hitabe yüksek
sesle okunarak korkular savuşturuldu. Saflar sıklaştırıldı, iman
tazelendi. Hükümet sözcüsü
Hüseyin Çelik’in “Gençliğe Hitabe ve Andımız ayet mi” diye
sorması aslında tersten durum
tesbiti sayılabilir. Yani Gençliğe
Hitabe’ye yönelik eleştirilerin
Kemalist müminlerin tepesini
neden attırdığını tahmin etmek
zor değil. Bunu hükümetin de
anlaması gerekir, çünkü onların
da kutsalları bol.
Sözü bağlarken hükümete naçizane bir tavsiyede bulunayım:
İşe, Milli Eğitim Bakanlığı’nın
internet sitesinde, 19 MayısVecizeler bölümünde yer alan
“Gençliğin Atatürk’e Cevabı”
başlıklı garip metni kaldırarak
başlayabilirler. Ardından Reşit
Galip’in kızları için yazdığı ama
sonra tüm çocuklarımızın başına bela olan Öğrenci Andı’na
gelirler. Ancak Gençliğe Hitabe
konusunda epey zorlanacaklarını söyleyeyim...
Özet Kaynakça: Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler (Baskıya Hazırlayan:
Arı İnan), Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2007, s.280-287 ve 440-451;
a.g.y., “Büyük Nutuk’ta Atatürk’ün
Gençliğe Hitabesi”, Belleten, C. XXX,
S. 120, 1966; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık, 1969,
s. 551; “Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
“Hatıralar: Yorulmak Bilmez Atatürk”, Ulus, 13 Temmuz 1961; Ruşen
Eşref Ünaydın, “Mustafa Kemal’le
Mülakat”, Türk Dili, C.V, S. 56, 1956,
s. 475.
[email protected]
79
Çizgibas
80
Ayın Başlıkları
ALİ BAYRAMOĞLU:
‘AKP-CEMAAT KOALİSYONU ÇATLADI’
BİRGÜN 23 ŞUBAT
AKP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI
ÖMER ÇELİK: ‘SURİYE’DE BİR KATLİAM
ŞEBEKESİ VAR’
YENİ AKİT 24 ŞUBAT
ENERJİ BAKANI TANER YILDIZ: ‘AB’NİN
İRAN KARARLARI BİZİ BAĞLAMAZ’
YENİ ŞAFAK 24 ŞUBAT
ÖZEL YETKİLİ SAVCI OSLO’DAKİ MİTPKK GÖRÜŞMELERİ NEDENİYLE MİT
MÜSTEŞARI HAKAN FİDAN İLE İKİ ESKİ
MİT YÖNETİCİSİNİ İFADEYE ÇAĞIRDI
HÜRRİYET 8 ŞUBAT
ESER KARAKAŞ: ‘DİNDARLAR KENDİ
MÜFREDATLARINI BELİRLEMELİ’
YENİ ASYA 20 ŞUBAT
BAŞBAKAN ERDOĞAN:
‘ATEİST GENÇLİK Mİ YETİŞTİRELİM?’
MİT BAŞKANININ İFADEYE
ÇAĞRILMASININ ARDINDAN İSTANBUL
EMNİYETİNDEN İKİ ŞUBE MÜDÜRÜ
GÖREVDEN ALINDI
AJANSLAR 9 ŞUBAT
HABERTÜRK 2 ŞUBAT
İRAN DONANMASI SURİYE’DE
TARAF 19 ŞUBAT
28 ŞUBAT BRİFİNGLERİ İÇİN
YARGILAMA SÜRECİ BAŞLATILDI
STAR 16 ŞUBAT
AZİZ YILDIRIM ŞİKE DAVASINDA YAPTIĞI
SAVUNMADA: ‘BİZİ ATATÜRK’ÜN
YOLUNDAN ÇEVİRMEK İSTİYORLAR’ DEDİ.
MİT’TEN SAVCILIĞA YANIT:
‘YETKİNİZ YOK’
SABAH 10 ŞUBAT
ÖZEL YETKİLİ SAVCI SADRETTİN
SARIKAYA’YA DOSYADAN EL ÇEKTİRİLDİ
MİLLİYET 12 ŞUBAT
ÇANKAYA ‘MİT YASASI’NI BEŞ SAAT
İÇİNDE ONAYLADI
HABERTÜRK 18 ŞUBAT
HABERTÜRK 22 ŞUBAT
LİSELİ İKİ KIZI ÖLDÜRÜP İNTİHAR EDEN
SALDIRGAN 9 KEZ SAVCILIĞA
ŞİKAYET EDİLMİŞ!
DELEGELERİ ARKASINA ALAN
KILIÇDAROĞLU BAYKAL-SAV EKİBİNİ
SİLİP PARTİYE TAM HAKİM OLDU
RADİKAL 27 ŞUBAT
BUGÜN 24 ŞUBAT
HRANT DİNK DAVASI GEREKÇELİ KARARI:
‘ÖRGÜT VAR HEM DE BÜYÜK’
MİLLİYET 24 ŞUBAT
HÜKÜMETİN 12 YILLIK EĞİTİM
(4+4+4) ÖNGÖREN KANUN TEKLİFİNE
TÜSİAD’DAN TEPKİ
AJANSLAR 23 ŞUBAT
ANLAM BASIN YAYIN
Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA
5FM
t'BLT

Benzer belgeler