EV - Bizim Külliye

Transkript

EV - Bizim Külliye
Muhterem Okurlar,
Bu sayıda söze evle başladık.
Ev, şehri dolduran sokağın, mahallenin toplamıdır.
Evin kapısı sokağa; sokak mahalleye açılır. Eğer, sokağımızın, mahallemizin sinir uçları yoksa bizi şehrimize bağlayan
yalnızca odamız kalmıştır. Zaman öylece bir odaya bırakır bizi.
Çünkü “içinde gönüllerin birbirine kavuşamadığı, birbirine ulaşamadığı duvarlar ev olmaz” sokak da mahalle de…
Namık Açıkgöz “Eskiden evler, sokaklar, mahalleler, bir insan ömrünü aşan zamanlarda yüz değiştirirlerdi; şimdi bir insan
ömrüne birkaç değişim sığacak neredeyse.” diyor. Suat Bulut
ise “Türk kültüründe mahalle, sokak ve evin farklı bir misyon ve
fonksiyonu var” oluşundan bahsediyor.
Tanzimat’tan bu yana evimizde ve hayatımızda görülen değişikliği en iyi sokak ile mahalle ile izah edebiliriz Bugün modern
mahalle durumundaki büyük sitelerin marketlerini, taksi duraklarını da söz konusu etmezsek, konumuz hem sosyal ve hem de
kültürel bakımdan tam olarak anlatılmış olmaz.
Evcil şairlerimiz, evi yaşadığımız dünyanın sembolü olarak
ele almışlardır. Sokak ve mahalleyi işleyen hikâye, tiyatro ve roman yazarlarımız da öyle… Son yıllarda bu işlemeye televizyon
dizilerimizi de katabiliriz. Mesela “Perihan Abla, Süper Baba,
İkinci Bahar, Ekmek Teknesi” gibi televizyon dizileri ancak mahalle kültürüyle bir anlam taşır.
Sokağımızın bakkalı, kasabı, kapı komşu ilişkileri, mahalle
arkadaşlığı, dayanışma hatta “mahallenin namusu” neden gündemde… Neden sanatçılarımız eski sokağımıza, eski mahallemize döndüler.
Galiba sokağın, mahallenin yenisinde bizi durmaksızın kemiren bir eksiklik var.
Biz bu sayımızda “ev, sokak, mahalle”yi konuştuk.
Gelecek sayımızın dosya konusu Yavuz Bülent Bâkiler.
Yavuz Bülent Bâkiler özel sayısında buluşmak dileğiyle.
Bizim Külliye
Dergimiz mensuplarından A. Faruk Güler'in ağabeyi Şükrü Güler vefat etmiştir.
Merhuma Tanrı'dan rahmet, Güler ailesi ve yakınlarına sabırlar dileriz.
NAZIM PAYAM
Pencerem
sokağa değil,
yola bakar.
Penceremin
bahçeye
bakmasını ne de
çok arzulardım.
Bahçem olsaydı
dört mevsimi
gösterecekti.
Bahçem olunca
kuşlar da
olacaktı.
G
ünün yorgunluğundan, yoğunluğundan evime, odama çekilerek sıyrılırım. Odamda divana uzanır,
raflara dizili kitaplarımın sakin, sessiz
denizlerine bakar, hafiflerim. Her bir
denizin suyu, tuzu, yıldızı farklıdır.
Uzandığım yerden perdelerini aralar,
içlerinde barındırdıkları canları izlerim. Hava kabarcıkları bir umut, bir ışık gibi ağan
o canlardan arkadaş edindiğim de vardır, dost edindiğim de. Günün eksilttiğini, gecenin gömdüğünü
birlikte unutur, birlikte kendimize liman kurarız.
Limana gemi yanaşır, limandan gemiler uzaklaşır;
bunu kimseler bilmez.
Bazen üç beş saat, bazen üç beş dakika sürer bu
durum, sonra birden bir kitabın dalga hırçınlığıyla
değişir her şey. Siz bakmayın “bir”i belirsizlik anlamında kullanmama, bilirim, tanırım, gerçeğine
çağıran o köpüklü sesi. Onun eski huyudur bu. O
kitapkızını bulur, terk edilmiş bir iskeleye çıkarır,
ıslak saçlarını okşarım. Günü nasıl geçirdiğini, kim-
3
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
lerle tanıştığını dinlerim. Ben dinlemekten bıkmadım, o anlatmaktan
yorulmadı. Sesini duymadığımda arayışım daha şiddetlendi. Odam ter
koktu. Bendeki bu özlem nedendir? Bu özlem nasıl bende kaldı? Düşünmem.
Pencerem sokağa değil, yola bakar. Penceremin bahçeye bakmasını
ne de çok arzulardım. Bahçem olsaydı dört mevsimi gösterecekti. Bahçem olunca kuşlar da olacaktı. Şair Batu, kanatlarına özendiğim o büyük
kuşların kayalar gibi koparak kayalardan, sevinçlerine uçtuklarını, bitmeyen ışıklarda yüzdüklerini söyler. Kuşların göğü var, benim denizim.
Kuşları rüzgâr taşır, beni kaygılarım. Kuşların yuvası var, benim odam.
Ne zaman odamdan ayrılsam karaya vurmuş balık olurum. Kepezlere
tırmanışım, vakte kürek çekişim, suskunlukta bekleyişim odama dönmek içindir.
Penceremden yola bakıyorum. Her yolun dili bir başka! Anlaşamıyoruz yollarla. Perdeleri çeksem odamın homurtusu, çekmesem yolların karanlığı! Şimdi, yolların iki mevsimi var bana. Gurbete yolcuysam
güz, sılaya dönüyorsam bahar… Bu iki mevsimden dolayı çözebiliyorum
yolları. Ve gidersem ebediyen güzü yaşayacağım, bir daha geri dönemeyeceğim korkusuna kapılıyorum. Eskiden böyle miydim? Merakımı
dışarıya açardım. Başka iklimlerin yağmuruna yakalanmaktan, yolları
yollara katmaktan zevk alırdım. Kabuğunu kırdığım sınırda şarapnel
gibi çoğalırdım. Yakınlarım adresimi şaşırırdı. Şimdi bunca koşuşturma
arasında kim arar, kim sorar beni?
Sokağımı yol öldürdü. Yola çıksam karşımda kavşak ve caddeler, caddeler… Mahallemin kurumlarını, sitemin katlarını, sakinlerini, markette
çalışanları sayamıyorum artık. Eğer bir sokağım, mahallem, şehrim varsa evimin, odamın yüzü suyu hürmetinedir. Bütün zamanı odama dolduruyorum. Şehrimde bir odam kaldı. Şehrim süvarisiz at. Durmaksızın koşuyor. Öfkesi burnunda soluyor. Eskiden böyle egzozlu yanmazdı
şehir akşamları. Caddelerde camların ağzı insan yutmazdı. İnsanlar bu
kadar asık surat olmazdı. Selam, tebessüm, yeşilin tonları; şu ova senin,
bu yamaç benim, yelken açtığımız deniz hepimizin idi. Rahvan bir serinlikti bineğimiz.
Adlandıramadığım bir tedbirden yeşilin tonlarını odama taşıdım. Çift
çift menekşe, begonya, dieffenbachia, Japon şemsiyesi, kuşkonmaz; el
sürdürmüyorlar kendilerine, suyu diplerinden veriyorum. Sevdiler yerlerini. Duyarlı noktalarını çözdüm. Muhabbetimiz arttı. Konuşuyor konuşuyoruz. Işığa bakar gibi bakıyorlar yüzüme. Kitapkızından artakalan
zamanı çiçeklerime ayırıyorum. Anladım yalnızlık paylaşılır; alıştığınla
paylaşırsın yalnızlığını. Küçülen, eskiyen, dökülen yeni bir renk, yeni bir
nesne olur içinde.
Fotoğraftakiler, fotoğraftakilerin sesleri, cadde, yol, sokak varsın her
şey değişsin… Dünyanın içine doğru yürüsün yeni yüzler, yeniden örsünler çevrelerini. Ama seccadem değişmesin, dizlerin aşındırdığı, alnın
soldurduğu çizgiler öylece kalsın, istiyorum. Ses, yalnızca onda huzur
verici, derin… Sessizlik, yalnızca seccademde dokunduruyor kendine.■
4
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
VEFA TAŞDELEN
İleriye doğru gidelim; açtığımız kapıyı doğru;
kapatmak için, parantezi kapatmak için:
ileriye doğru, eve doğru gidelim.
E
v, doğada, çoğu kez doğal malzemeler kullanılarak yapılır, ama yine de doğa değil
kültürdür, gelenektir. İnsanın anlamlar ve yaşantılar dünyasına aittir, fiziksel bir mekân olmaktan
çok içinde yaşayan insanlardır. İnsansız ev taştır,
topraktır. Evsiz insan dağınıktır, yurtsuzdur. Doğadan kültüre, kültürden mekâna, mekândan insana,
evin çeşitli hâlleri, anlam katmanları vardır. Bu yazının amacı, “ev” sözcüğünün sahip olduğu kimi
anlam alanlarına değinilerde bulunmaktır. Bunu
gerçekleştirebilmek için, başlıca iki temel soru üzerine durulacaktır: Evin, (1) gündelik dildeki anlamı
nedir, (2) metaforik bir ifade biçimi olarak anlamı
nedir? Bu sorular, felsefi, sanatsal, antropolojik ve
teolojik bakış açılarından, bu alanların doğrudan
katkılarıyla olmasa da esinleriyle cevaplandırılmaya çalışılacaktır. Çalışma bu hâliyle bitmiş değildir,
aksine kendisini, okuyucunun kendisindeki tecrübe, bilgi ve ev kavramı ile tamamlamasına ihtiyaç
duyar.
İçinde gönüllerin
birbirine
kavuşamadığı,
birbirine ulaşamadığı
duvarlar ev olmaz,
dört duvar olarak
kalır. Ev olmak için
gönül olmak gerekir,
evde olmak için
gönle girmek gerekir,
gönülde olmak
gerekir. Evlenmek
için gönüllü olmak
gerekir.
1. Evin etrafında
Ev’in anlam içeriği, kimi durumda dört duvar,
5
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
kimi durumda gönüllerin birleştiği, birbirine erdiği
yer, kimi durumda da “yurt”tur. Yurt, “bir halkın
üzerinde yaşadığı toprak parçası”, insanın doğup
büyüdüğü, içinde yaşadığı memlekettir.”[1] Mekân
merkezli bir yaklaşımda şu ifadelerin geçtiği görülebilir: “Yalnız bir ailenin içinde oturabileceği
biçimde yapılmış yapı. Bir kişinin veya ailenin
içinde yaşadığı yer, konut.”[2] Bu tanımda, fiziksel
bir mekân olarak, bir “barınak” olarak ev öne çıkar. Ontolojik bir korku, yok olma korkusu, onları
barınağa yöneltmiş, korunma ve varolma içgüdüsü
bir çatı altında toplamıştır. Bu noktadan itibaren
tanım, varoluş merkezli bir yönelim kazanır. Buna
göre ev, bir barınak olmadan önce insanların birbirlerine erdikleri, bir gönülde bir ve çok oldukları
yerdir. Bu hassasiyetleri içeren varoluş merkezli
bir tanımda şu ifadeler geçer: “Birleşmek, yerleşmek, döllenmek, kurmak, konut oluşturmak, yaklaşmak, uyum sağlamak, uzlaşmak, anlaşmak, kayırmak, korumak, yardımcı olmak, hızlanmak.”[3]
Bu tanımda gönüllerin birbirine ermesi, birbirine
kavuşması, birbirinde yerleşmesi, birbirinde hayat bulması, birbirinde gelişmesi, birbirinde ortaya
çıkması, birbirinde dünyayı ve evreni kavraması,
birbirinde toplumun bir parçası olması, birbirinde
uyumu, dengeyi, ahengi yakalaması, birbirinde güvende olması, huzura ermesi ve dinginleşmesi söz
konusudur.
Ev, insanın yeryüzüne bağlanma çabasında
önemli bir adımdır. Yeryüzüne bağlanmanın, orayı
“yurt” olarak görmenin en açık ifadesidir. Ev, hayatın merkezidir, hayatın kendisinden çıktığı ve kendisine döndüğü yerdir. Hayat evde mayalanır, evde
yoğrulur, evde çoğalır, evde güçlenir, evde zenginleşir, evde yaşanır, evde tazelenir. Şu ifadeler, bunu
gösterir: Doğum evi, bebek evi, kız evi, düğün evi,
gönül evi, ölüm evi, yas evi… Ev ana babadır, eştir,
evlattır, dosttur, hısım akrabadır, komşudur. Evde
doğulur, evde ölünür. Ev, doğum ve ölüm arası
mekândır; ev ömürdür. Ev, dağıtır ve toplar; kalptir.
Tanır ve tanıtır; yüzdür. Bütün yollar ondan çıkar,
ona döner. Nereye gidersek gidelim yönümüz hep
eve doğrudur. Ev ruhtur, bedendir, dildir, anlamdır.
1. Hasan Eren, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Bizim
Büro Basımevi, Ankara, 1999, s. 461.
2. Hasan Eren, age., s. 141.
3. İsmet Zeki Eyüboğlu, Türkçe Kökler Sözlüğü, Remzi
Kitabevi, İstanbul, 1989, s. 77.
Dilin ve anlamın oluştuğu yerdir. Ev, tamlayan ve
bütünleyendir; addır, semboldür, simadır. Ev mukadderattır; umuttur, hayalidir, imkândır. Ev, olabilmektir, erebilmektir; teknedir, ocaktır. Temeldir,
duvardır, güvenliktir. Duadır, temennidir, iyi niyettir, iyi ile birlikte olmaktır. Atmosferdir, ozondur.
Evsiz kalan havasız kalmıştır, evsiz kalan gönülsüz
kalmıştır, evsiz kalan ışıksız kalmıştır. Ev, ben iken
sen olmaktır. Benden ve senden geçip biz olmaktır.
Bir yürekte çoğalmak, bir iken iki, iki iken üç olmaktır. Kız olmak, oğul olmak, anne baba olmaktır. Yeğen olmak, torun olmak, seven ve sevilen
olmaktır.
Ev şefkattir, merhamettir, özendir, özveridir.
Gücü, sevinci ve huzuru her gün yeniden doğuran
anadır, sarsıp sarmalayandır; ruhu dirençli kılan,
havayı temizleyip gönlü arıtandır. Hayatı, elverişli kılandır. Ev işarettir, tanımlayandır. Varlığı
ve yokluğu, hayatı ve ölümü gösterendir. Oluşan
ve oluşturandır. İnsanların birbirlerine erdikleri, birbirlerini buldukları ve kaybettikleri yerdir.
Hücrenin organa, organın organizmaya dönüştüğü
yerdir. Ev, fakir de olsa zenginliktir, soğuk da olsa
sıcaklıktır, uzak da olsa yakınlıktır. Alvarlı Mehmet Lütfi’nin“Dün gece yar hanesinde yastığım bir
taş idi / Altım çamur üstüm yağmur yine gönlüm
hoş idi” mısralarında evin gerçek tanımı vardır. Bu
mısralarda evin görkem değil gönül olduğu açıkça
ortaya çıkar. İçinde sevgi olan, gönüllerin birbirin
kavuştuğu ev, rahat ve huzurlu evdir, görkemli evdir. Türküdeki bu ifade, gerçek haneyi tanımlar:
Yâr hanesi, gönüldür. Hanenin nasıl olduğu, yatağının ve yorganının neden oluştuğu önemli değildir. Önemli olan, gönüllerin birbirine hane olması,
birbirine yâr olmasıdır.
2. Varlığın evi
Çağdaş düşüncenin en çok öne çıkan ifadelerinden biri, dilin, varlığın evi olduğu yönündedir.[4] Bu
sözü, yoruma açık hâle getirmek için bazı sorular
sorabiliriz: Dilin varlığın evi olması ne demektir?
4. “Dil varlığın evidir (Die Sprache ist das Haus
des Seins).” Martin Heidegger, Holzwege, Vittorio
Klostermann, Frankfurt, 1950 s. 286. Bu ifade, ihtiva
ettiği derin anlam ve espri yanında şöyle bir kuşku ortaya
koyma imkânı da verir: Dil gerçekten varlığın evi midir,
yoksa onun zindanı mı? Hangi durumlarda evi, hangi
durumlarda zindanı?
6
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Dil, niçin varlığın evidir? Varlık ve dil arasında nasıl bir ilişki vardır? Dil varlığın eviyse, varlık dilin
nesidir; içeriği mi, özü mü, anlamı mı, gönlü mü?
Varlık, hangi durumda kendi evinde bulunur, hangi
durumda evinden uzaklaşır, hangi durumda evinin
yolunu şaşırır? Varlığı evine götüren, ona bir ev
inşa eden kimdir? Ev, bir yaşantı alanı olduğuna
göre, dil de varlığın yaşantı alanı, varlığın yaşanmışlık hâli midir? Ev, belli ölçüde yakınlığı, içtenliği, hemhâl olmayı, belirli bir mahremiyeti ifade
eder. Acaba, varlık, dilde kendi karşılığına kavuşabilir mi? Ya da dilin varlık alanında tam olarak bir
karşılığı bulunabilir mi? Bu anlam derecelerini, en
dıştan en içe doğru keşfeden kimdir, hangi bilinçtir? Dil ile ilişkili olmak, varlıkla ilişkili olmak olduğuna göre, dil katmanları arasında, bilim adamının, filozofun, edebiyatçının, şairin, ressamın yeri
ve varlığa yakınlık derecesi nedir?
Öncelikle, varlık dilde ifade bulur, dilde anlam
kazanır. Dil varlığı, görünür, algılanır ve anlaşılır
kılar, anlamlı kılar. Varlığın bilinç tarafından görünmüş ve adlandırılmış olduğunu ifade eder. Görülmüş olmak, bilinç mührüyle mühürlenmiş olmaktır. Görülmüş olmak, bilince yansımış, bilinçte
iz bırakmış olmak, dahası bilinç olmak ve bilinci
olmaktır. Varlığı dile taşıyan kişi, varlığı dilde yeniden kurar, dilde yol alır, dilde yol bulur. İki dünya olur böylece: dildeki varlık ve dilin adlandırdığı
varlık. Dilin adlandırdığı varlık, dil kendisini ifade
ettiği sürece kendi evinde rahat eder, dildeki varlığı
bir doğruluk ve hakikat olur, dilin anlamı olur; “Dilimin sınırı dünyamın sınırı demektir.” sözü bunu
ifade eder.[5] Dilimin sınırı, evimin de sınırıdır.
Evimin sınırı, bilincimin de sınırıdır. Varlığın anlam katmanlarına ne kadar nüfuz etmişsem, varlığı
bilim, sanat, felsefe olarak ne kadar algılamışsam;
varlığımda varlığı, varlıkta varlığımı ne kadar hissetmişsem, dilin ve varlığın anlam katmanları arasında ne kadar yolculuk yapmışsam, evimin sınırını
da o kadar geniş tutmuşum demektir. Bu, bana derin bir varoluş duygusu kazandırır, varlık karşısında varoluşumun çağıltısını işitirim. Ama bu varoluş
duygusu, kendi içindeki sonlu ve sınırlı akışla beni
“gerçek varlık nedir?” sorusuyla da yüzleştirir. Bu
5. Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus
(Logisch-philosophische Abhandlung) 5.6. “Die Grenzen
meiner Sprache bedeuten die Grenzen meiner Welt.”
Routledge & Kegan Paul, New York, 1961, s. 114.
benim varlıktan varlığa sıçrama noktamı oluşturur. Dildeki ve varlıktaki anlam yolculuğum, farklı
duraklardan geçerek ilerler. Dildeki varlık, varlığı
gerçek bir şekilde yansıtmazsa, o zaman varlık dilde huzursuz olur, kendini sürgün hisseder, gurbette
hisseder; yanılgı ve yanlış ortaya çıkar, yanlış anlama ve yanlış anlaşılma ortaya çıkar. Ama her iki
durumda da, hakikat olma ve hakikatten ayrılma
durumu gerçekleşir. Böylece varlık dilde yeniden
konumlanır, yeniden kurulur. Varlık, dil elbisesini
giyer, dil elbisesiyle görünüşe çıkar. Dil ile anlam
elbisesine kavuşur. Bu aynı zamanda şunu da sormaktır: İnsansız varlık olur mu? İnsan olmayınca
varlığın bir anlamı olur mu? Varlık açısından insanî
bilincin önemi nedir? “Varlık açısı” nedir? Dil içinde olmak anlam içinde olmak demektir. Dil içinde
olmak bilinç içinde olmak demektir. Dil içinde olmak insan içinde olmak demektir. Varlığın dil içinde olması böyle bir anlam ifade eder.
Dil benim varoluş tecrübemi, varlıkla kurduğum ilişkide elde ettiğim deneyimi ifade eder.
Varlığı dille anlamak ne demektir? Öncelikle onu
kendi evimin penceresinden, kendi evimde konuşulan dille, bana özgü anlam içerikleri olan dille,
içine kendimi, kendi yaşantı, duygu ve düşüncelerimi kattığım, denilebilirse hayatı inşa ettiğim dille
anlamam demektir. Bu bakış açısı benim evimin
penceresidir. Ben varlığı, kendi zihniyetimle, kendi geleneğimle, kendi inançlarımla, kendi dünya
görüşümle seyrederim. Öyleyse, varlık dediğimde
kendimi, kendi dünyamı söylemiş olurum. Dilimle dünyayı kendi dünyam hâline getiririm. Dilim
yoksa dünyam da yoktur. Dilim yoksa evimin penceresi de yoktur. Dilim yoksa evim de yoktur. Dilim yoksa dünyaya vereceğim bir anlam da yoktur.
Varlığa dil ile yüklediğim anlamla kendim olurum,
kendimi algılarım, kendi konumumda bulunurum.
Varlığı kendi penceremden seyredemezsem, kendi
dilim ile anlayamazsam, varlık benim olmaz. Varlık
benim olmayınca varlıktan yoksun olurum, bir varlık olarak görünüşe çıkamam. Dilim, evimi, penceremi ve varlığımı oluşturur. Dilim, varlığı bana ait
kılar. Varlık dilde anlaşılabilirlik niteliği kazanır.
Gadamer, varlıktaki anlaşılabilirliğin, anlaşılabilir yönün dil olduğunu söyler.[6] Varlığı dıştan içe
6. Hans-Georg Gadamer, Truth and Method, çev. William
Gelen – Doepel, Great Britain for Sheed & Ward. Ltd.,
London, 1981, s. 431-432.
7
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Dilimin sınırı,
evimin de
sınırıdır. Evimin
sınırı, bilincimin
de sınırıdır.
Varlığın anlam
katmanlarına
ne kadar nüfuz
etmişsem,
varlığı bilim,
sanat, felsefe
olarak ne kadar
algılamışsam;
varlığımda
varlığı, varlıkta
varlığımı
ne kadar
hissetmişsem,
dilin ve
varlığın anlam
katmanları
arasında ne
kadar yolculuk
yapmışsam,
evimin sınırını
da o kadar
geniş tutmuşum
demektir.
doğru dile aktarmaya başladığımda, sırasıyla bilim, felsefe, sanat (edebiyat, fesim, müzik) ulaşmış olurum. Ve bu içe dalışta
gittikçe kendime özgü dil ve söyleyiş alanlarına kavuşurum;
dışa doğru daha nesnel, içe doğru daha öznel. Varlığın kabuğunda herkesle aynı dili konuşurum; kendimden, kendi konumumdan, dile verdiğim özel anlamlardan söz etmiş olmam. İçe
doğu yöneldikçe kendimi konuştuğum dile katmaya başlarım.
Giderek, kendimi ifade etmeye başlarım. Dilim, dile ve varlığa olan mahremiyetimin gizlerini, ayrıntılarını da ifade etmeye
başlar. Böylece felsefenin, sanatın, edebiyatın kıvrımlı patikalarında özgün yapıtlar ortaya çıkar. Düşünmek, varlığı dilde
anlamaktır, bilmek varlığı dilde kavramaktır, yazmak ise varlığı dilde yaşamaktır. Edebiyat ve sanat biraz da budur.
Yazar, dilde yola çıkan, dilde arayan, dilde yol bulan bir kişi
olarak bir “söz-sever” (philologos)’tur. O, varlığı söze taşıyan,
varlığı, evine doğru götüren kişidir. Varlık ona konuşur, ona
seslenir, onda yola çıkar. Yazma eylemi, varlığı kendi evine
götürme, varlığı ve anlamı kendi yerine koyma eylemidir. Yazar, varlığın evini tanımakla ve inşa etmekle meşguldür. Dilsiz
varlık, hissizliktir, sessizliktir; katı ve mutlak sessizliktir. Dil,
varlıktaki sessizliği bozar. Dil varlığı konuşur, varlığı konuşturur: varlık dilde konuşur. Dil varlığı söyler, varlığa söyler.
Dille kendi anlam alanına kavuşan varlık, kendi evine, sıcak
ortamına da kavuşur. Yaşam orada maskelerini çıkarır; sahici ve içtenlikli yapısına kavuşur. Yazar, varlığı kendi evinde
tanıyan, dahası varlığa ev inşa eden kişidir. Çünkü varlık, en
iyi dilde aydınlanır, dil ile aydınlanır. Varlığın anlamı ve bilinci dildedir. Varlık dilde kendi yerine kavuşur. Dil içinde kendi
yerinde, dil içinde kendi vatanındadır. Varlık tüm boyutlarıyla
dilin içindedir. Zira söz, başlangıçta olandır.[7] Logos, varlığın
tohumudur, özüdür, evidir. Varlık söz, söz de varlık içindedir.
Söz varlığı, varlık da sözü sarıp sarmalar. Ama şu hep sorulabilecek bir sorudur: Acaba sözü olmayan, ifade edilemeyen bir
varlık var mıdır? Söz varlığı gerçekten de tümüyle kuşatır mı?
Yoksa söz varlık dediğimiz bu şeyin kendisi midir? Söz nerede
biter, nerede varlık, nerede yokluk olur? Varlıksız söz, sözsüz
varlık olur mu? Sözün veya aşkın bilincin varlığı öncelediğini söylediğimiz her durumda, bir bilince ulaşmamış herhangi
bir varlığın olamayacağını da söylemiş oluruz. Kim bilir, belki
var olmak, gerçekten de düşünülmüş ve algılanmış olmaktır.
Yalnız bu değildir: Var olmak tasarlanmış, düşünülmüş ve söylenmiş de olmaktır. Zira “olmak” eylemi, olmayı, varlığa gelmeyi önceleyen bir eylemdir.[8] Aşkın bilinçte yer almayan, bir
“varlık kaçağı” olabilir mi hiç? Şu hâlde varlığın gerçek evi,
Augustinus’un da belirttiği gibi, tanrısal tasavvurdur. Gerisi
bir seyahattir. Varlık kendisini en iyi dilde ve seyahatte bulur;
7. Yuhanna, 1: 1.
8. “Ona ol der ve [o da] olur.” Bakara, 117.
8
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
varlıktan varlığa, duraktan durağa, ama hep oradan
oraya, Ana-Beyit’e doğru.
2. Ana-beyit
Dünyanın en eski ve en kalıcı evlerinden biri,
Kâbe’dir. Kâbe’nin, inşası, insanın yeryüzünü yurt
hâline getirişinde, dünyaya bağlanışında, bu evrendeki uzun yolculuğunda önemli duraklarından biridir. Hz. Âdem tarafından kurulduğu, Hz. İbrahim
tarafından yeniden inşa edildiği söylenen bu ev,
bugün “Tanrı Evi” (Beytulah) olarak adlandırılır.
Beytullah, Âdem’in bir ölümlü olarak yeryüzüne
bağlanışının, duyduğu yakıcı pişmanlığın, hissettiği derin acının, büyük yalnızlık ve çaresizliğin de
görkemli ifadesidir. Yeniden cenneti arayış ve özleyişin, Tanrı’ya yakın olma isteğinin de ifadesidir.
Cennetten yeryüzüne düşme, nasıl ki insanın yeryüzündeki tüm öyküsünü açıklıyorsa, aynı şekilde
Âdem tarafından inşa edilen bu bina da insanın
yeryüzünü yurt edinme çabasını öylece açıklar. O,
pişmanlığının bir ödülü ve içinden düştüğü sonsuz
hayatı anımsatacak bir simgedir. Hem fizik hem
metafiziktir. Hem madde hem ruhtur. Hem gözyaşı
hem sevinçtir. Dünya hayatında yeryüzüne atılan
ilk düğümdür. Yeryüzüne bağlanmanın, ev kurmanın ve dünyayı yurt hâline getirmenin ilk ifadesidir.
Kültürün ilk tohumudur.
Binlerce yıldan beri, insanlığın kutsal
mekânlarından biri olma özelliği ile merkezi konumunu koruyan Kâbe, İslamiyetle birlikte, merkezi
konumu daha da güçlenmiş, Müslümanların kıblesi, bir araya geldikleri merkezî yer hâline gelmiştir.
Allah’ın evi, orayı insanlığın yeryüzündeki kalbi,
evi, huzuru ve güvenliği hâline getirmiştir. Zira
Tanrı Evi, aynı zamanda güvenli mekân, insanlarının canının, malının güvende olduğu bir yerdir.
Kuran’da, Kâbe’ye atfen, “Biz evi insanlar için toplanma yeri yaptık. Onu emin bir yer kıldık” denir.[9]
Mevlana, “Beyt’ten maksat Kâbe’dir, kim oraya
sığınırsa afetlerden korunur ve orada avlanmak haramdır. Bir kimseye eziyet etmek doğru değildir.
Ulu Tanrı onu seçmiştir; doğru ve güzel. Ancak
bu Kuran’ın dış manasıdır. Muhakkikler derler ki:
Beyt, insanın içidir. Ey Tanrım, içimi nefsin meşgaleleri ve vesveselerinden boşalt. Bozuk ve yanlış
heves ve düşüncelerden temizle ki onda hiçbir korku kalmasın; emniyet görünsün ve orası tamamen
9. Kur’an, 2: 125.
senin vahiy yerin olsun. Oraya şeytan ve vesveseler girmesin, yol bulmasın.”[10] İnsanın Beytullah’ı
kendi içinde inşa etmesi, gönlünü Tanrı’nın güvenli hanesi hâline getirmesiyle mümkün olacaktır.
Tanrı’nın bir evde ikamet ettiği düşünülemez. Onun
gerçek hanesi, tabii ki kendisine inananların gönlüdür. Evrene sığmayan ve onu aşan Tanrı, kendisine saf, yalın ve içenlikli bir tutumla inanan kişinin
gönlüne sığmış, böylece orayı kendi hanesi hâline
getirmiştir. Mevlana, kalbin temizlenmesi ile gerçek bir arınmanın ortaya çıkabileceği, kötülükten
uzaklaşabileceği, bu şekilde bir ayna gibi gönlün
hikmete, olgunlaştıran bilgiye mekân olabileceği,
bir tür aşkın bilginin yansıma ve esin alanı olabileceği konusu üzerinde durur.
Beytullah’ın somut bir mekân olmasının yanında, asıl insanın gönlü olduğu hususu Yunus tarafından da dile getirilir. Yunus Emre, “Allah evi ziyaretdür ben anda varmak isterin” derken[11] kutsal
mekân olarak Kâbe’ye yapılan yolculuğa; “Yunus
Emre dir hoca gerekse var bin hacca / Hepsinden
eyüce bir gönüle girmekdür” derken de içe, gönüle yapılan yolculuğa işaret eder.[12] hacca gitmek,
Beytullah’a girmektir. Hacca gitmek, insanların
gönüne girmektir. Hacı olmak, bir gönülde yer
bulmaktır. Tavaf etmek, bir gönlü kazanmaktır.
Kâbe’ye varmak bir insanın gönlüne varmaktır,
Kâbe’ye yüz sürmek bir insanın gönlünü almaktır.
“Hepsinden eyüce bir gönüle girmekdür” derken,
Yunus, bu temayı terennüm eder. “Gönül Çalab’un
tahtı gönüle Çalab bakdı / İki cihan bedbahtı kim
gönül yıkar ise” derken de, gönül kırmanın aslında
Tanrı Evi’ni yıkmak olacağı hususuna dikkat çeker. Gönlü Çalab’ın tahtı kılmak, Kierkegaard’un
deyişi ile bir “sonsuzluk sıçraması”dır; bu “iman
şövalyesi”nin eylemidir.[13] İman, kişinin kendi
içinde Tanrı’ya bir ev oluşturması, bir yer aralaması, bir sayvan, bir ev veya duruma göre bir köşk
yapması, Tanrı’ya bir beyt inşa etmesi olacaktır.
Ama Tanrı’nın beytine geçmek çaba isteyen
bir eylemdir. Bunun için ilkin insanların beytinden
geçmek, onların beytini fethetmek gerekir. Zira
10. Mevlâna, Fîhi Mâfih, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu,
Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1990, s. 253.
11. Yunus Emre, Yunus Emre Divanı, hzl. Faruk K.
Timurtaş, Tercüman Yayınları, İstanbul, 1972, s. 125.
12. Yunus Emre, age., s. 76.
13. Søren Kierkegaard, Fear and Trembling, çev. Alastair
Hanay, Penguin Books, London, 1985, s. 70.
9
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Tanrı sevgisi, insan sevgisinden başlar, Tanrı sevgisi kardeş sevgisinden geçer. Kardeşini sevemeyen,
Tanrı’yı sevemeyecektir. Kardeşinden uzaklaşan
Tanrı’dan da uzaklaşacak, kardeşinden yüz çeviren
Tanrı’dan da yüz çevirecektir. O hâlde, Tanrı Evi,
insanın da evidir, Tanrı Evi insanlara açılan evdir;
hastaların şifa bulduğu, açların doyduğu, ihtiyaç
sahiplerinin ihtiyaçlarının giderildiği evdir. Tanrı
Evi, içinde insanlık sevgisi olan, muhabbet olan
evdir. İçinde insanlar için iyi niyetin bulunduğu evdir. Tanrı Evi, bu dünyanın dışında değil, içindedir.
Tanrı Evi, evlerden uzak değil, evlerin içindedir.
Tanrı Evi insanlardan uzak değil insanların gönlündedir. Tanrı Evi iyiliktir, iyiliği istemektir, iyiliği
temenni etmektir, iyilikle birlikte olmaktır. Tarının evi saflıktır, arılıktır, temizliktir. Tanrı’nın
evinde olmak kendi evinde olmak, kendi evinde olmak kötülüklerden uzak olmaktır. İnsanlar
Tanrı Evi’ne giderlerken kendi evlerine giderler;
dünya işlerinden bunalmış gönül pınarlarını berraklaştırmaya, gönül aynalarını cilalamaya, duygularını saflaştırmaya giderler. Olgunlaşmaya,
insanı görmeye, insanı anlamaya giderler. Ev, insanın kendisinde olgunlaştığı, kendisine erdiği,
kendisini bulduğu, kendisini gördüğü bir yerdir.
Ve Tanrı Evi, insanın gönlü, beyitlerin beyiti,
Ana-Beyit’tir.
Ana-Beyit’in[14] her ne kadar aşkın imleri olsa
da, aslında yine de bu dünyaya, bu dünyada yaşayan insana göndermede bulunur. Ana beyit,
bütün evlerin kapısı, bütün anlamların düğüm
noktasıdır. Bütün evler, Ana-Beyit’e göre ko14. Bu ifadede Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra
Bedel adlı romanına gönderme vardır. Aytmatov, küçük
demiryolu istasyonunun yakınına ana beyit’i yerleştirirken,
oradaki halkı bir arada tutan manevi değerler alanını
da oraya yerleştirmiştir. Bir gün uzay istasyonu
yapılacağı gerekçesi ile yıkılan Ana-Beyit, insanların
manevi bir yabancılaşma içine girerek varoluşlarına
anlam katan köklerden kopmalarını, robota, hissizliğe,
duyarsızlığa (mankurtlaşmaya) yaklaşmalarını simgeler.
İnsanlar ana beyitten uzaklaştıkça, evden, gönülden,
gönlün ve yuvanın sıcaklığından da uzaklaşacaklardır.
Anlamdan uzaklaşacaklardır. Romanda Ana-Beyit, “ana
barınağı”, “ana huzuru” olarak ifade bulur. (bkz. Cengiz
Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel, çev. Refik Özdek,
Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995, s. 151, vd. Ana-Beyit,
bağlılıktır, adanmadır. Özdür, içtenliktir, sahihliktir.
Toprağa bağlanmadır. İşarettir, merkezdir. Hatırlamadır,
kendine doğru yürümektir.
numlanır, şehir Ana Beyit’e göre anlam kazanır.
Kapılardan geçmenin, dört duvarı bir ev hâline
getirmenin anlamı, Ana-Beyit’e ulaşmak, AnaBeyit’te yaşamaktır. Evler Ana-Beyit’ten pay
aldıkça ışıklanır, güçlenir, yuva olur, dal budak
sarar. Evler Ana-Beyit’ten pay aldıkça ev olur.
Dört duvar, Ana-Beyit’in sıcaklığı ile ev olur,
iki kişi Ana-Beyit’ten çekimi ile bir araya gelir,
birbirlerine eş olur, dost olur, arkadaş olur. AnaBeyit, iki kişiyi birbirine çeker, bağlar, bunu aşkın
bir tanıklık karşısında yapar. Fizik ötesinden kopuk
bir gönül, yeterince kendi yerinde değildir. Gönül
evinin tuğlaları, metafizik bir taahhütle birbirine
bağlanır. Bunu sağlayamazsam, gönül dediğim her
bir anda kendimi söylemiş olurum, kendime ulaşmak için ötekileri bir “araç” olarak kullanmışımdır.
Kendim için istemişimdir. Kendi gönül evimi görmeyenler, kendi yüce gönüllülüğümü, kendi sevgi
ve hoşgörümü görmeyenleri, hemencecik hoşgörüsüzlüğümle, sevgisizliğimle, gönül darlığımla
ötekileştirmişimdir. Aşkın taahhüt ve bağlanma,
bana koşulsuz bir şekilde ötekiyle iletişim kurmayı, gönlümü bir Ana-Beyit hâline getirmemi buyurur. Ana-Beyit’te olmak Tanrı huzurunda olmaktır,
Tanrı huzurunda el ele vermek, el ele olmaktır.
İçinde gönüllerin birbirine kavuşamadığı, birbirine ulaşamadığı duvarlar ev olmaz, dört duvar olarak kalır. Ev olmak için gönül olmak gerekir, evde
olmak için gönle girmek gerekir, gönülde olmak
gerekir. Evlenmek için gönüllü olmak gerekir.
Gönlü olmayan, dört duvarı ev hâline getiremez;
bunu başaramaz. Dört duvarı ev hâline getiren
gönlün eylemleridir. Dile yol bulmak, gönle yol
bulmaktır, varlığa yol bulmaktır. Gönül, evlerin
kapısı, yolların nihai noktasıdır. Bütün yollar
oradan çıkar, oradan geçer. Oraya çıkan yollar
varlığa çıkar, oraya çıkan yollar aydınlığa çıkar,
oraya çıkan yollar huzura çıkar. Ev, gönül olmaktan
çıkarsa ev olmaktan da çıkar. Ev, gönül olmaktan
çıkarsa hayat ve ömür olmaktan da çıkar. Ev gönül olmaktan çıkarsa dünya daralır, hayatın anlamı
daralır. Ev gönül olmaktan çıkarsa dünya zindana
döner; eziyetin, şiddetin, kasvetin merkezi hâline
gelir. Ev gönül olmaktan çıkarsa, insanın yeri olmaktan da çıkar.
3. Uygarlığın çekirdeği olarak ev
10
Söz, evreni bir düzen içinde görmektir. Evren,
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
kaos değil, kozmostur. Düzendir, ahenktir, uyumdur, yasadır. Evrendeki yasalar evreni, insan dünyasındaki yasalar toplumları düzen içinde tutar.
Doğası gereği bir arada yaşamaya eğilim duyan,
buna mecbur olan insan, evde bir araya gelir ve
dünyayı kendi evi hâline getirir. Bir ev içinde aile
(femuli) olmak, Vico’ya göre, insanları yeryüzünün
vahşi ormanında başıboş dolaşan hayvanlar gibi
yok olup gitmekten korumuş, evi de kültürün ve
uygarlığın merkezi hâline getirmiştir. Böylece insanlar ev içinde aile olmuş, soy olmuş; aileler evleri, evler şehirleri, şehirler ülkeleri oluşturmuştur.[15]
İnsan evlenerek toprağa bağlanır, toprağa bağlanarak doğayı işlemeyi, doğayı kültüre dönüştürmeyi öğrenir. Medeniyet aile olma, toprağa bağlanma, hane kurma ve şehirleşme ile başlar. Civitas
“civilisation”u, medine “medeniyet”i oluşturur.
Medeniyet şehirdir, şehir evdir. Ev, ailedir. Soydur,
neseptir, şeceredir. Ev dağılırsa medeniyet dağılır,
ev dağılırsa şehir dağılır, ev dağılırsa yasa dağılır,
ev dağılırsa soy dağılır, ev dağılırsa kavim dağılır,
ev dağılırsa “nomos” dağılır. Yasa, örf, töre olarak
nomos, evsizliği önler.[16] “Nomos”, ailenin dağılmasını önleyerek insanın tekrar geldiği yeryüzünün
vahşi ormanına başıboş sürüler gibi dağılmalarının
önüne geçer. Böylece onları sürekli iskân hâlinde,
aileler olarak bir uygarlık düzeyinde tutar. Vahşileşmelerini önler. Aile, anahtardır. Bu anahtarla insan
doğanın kapısını açar, orayı kendi evi, kendi yurdu
hâline getirir. İnsan evlenerek evlere yerleşmiş, soy
ve nesep belirgin hâle gelmiş, bu şekilde kavimler
ve uluslar oluşmuştur. Böylece, evin ve ailenin anlamı daha belirginleşmiştir. Orası neresidir? Evdir:
bilimin evidir, dilin evidir, kültürün evidir, sanatın
evidir, insanın evidir. İnsanın içinde var olduğu ve
var olurken kendisini de var kıldığı tinsel birikimin
evidir.
15. Giambattista Vico, Yeni Bilim, çev. Sema Önal,
Doğubatı Yayınları, Ankara, 2007, s . 29.
16. Nomos. Yunanca’da “yasa” anlamına gelen bir
kelimedir. Namus, nomosun Arapçalaştırılmış hâlidir.
Platon, Devlet diyaloğunda, yasanın kökeninin hak ve
haksızlık duygusu olduğunu söyler. (Platon, The Republic,
çev. Desmond Lee, Penguin Books, London, s. 45).
Nomos, göksel yasa olarak birey ve Tanrı arasındaki en
eski sözleşmeye, “ahit”e göndermede bulunur. Buna göre
“namus”un, Tanrı katından gelen, yeryüzündeki düzeni,
adaleti sağlamaya yönelik, öncelikle hukuksal ve ahlaksal
içerimli bir kavram olduğu söylenebilir.
Yeryüzüne katılan bu anlam, giderek orayı insanın kendi evi gibi hissetmesine neden olmuştur.
Binlerce yıl insanın kendi ruhuyla yoğurup durduğu doğa, giderek insanlaşmış, insani evrene, insanın anlamlar evrenine dönüşmüştür. Bu, bir yandan
doğayı işleme, şehirlerle, yollarla, köprülerle, mabetlerle, saraylarla, su kanalları ile, tarlaları ile, hatta mezarlıkları ile orayı işlemek anlamına gelirken,
öte yandan fiziksel ve tinsel dünyanın bilgisini elde
etmek, yasasını tanımak anlamı da taşır. Hegel, bilgi ile kendimizi dünyada kendi evimizdeymiş gibi
hissedeceğimizi söyler.[17] Buna göre insan dünyayı bilerek evi hâline getirir. Bilerek güvenli ve
rahat bir ortam hâline getirir. Dünyayı bilgimizle
kuşatmadığımız zaman, onu tanıdık ve güvenli bir
ortam hâline getirmiş sayılmayız. Orası bizim için
hâlâ karanlık, sihirli ve büyülü güçlerle, iyi ve kötü
ruhlarla dolu bir yer olarak görünür. Şimşeği, doğanın kızgınlığı, gök gürültüsünü ruhların konuşması
olarak anlama eğilimi duyarız. Bizi korkutan her
şeyin karşısında tapınma eğilimi duyarız. Bilmek,
dünyayı aydınlık kılar. Bilmek evrenin gizlerini
açar. Bildiğimiz zaman “bu evren nedir?” ve “bu
evren içindeki bu küçücük yaşam nedir?” sorusuna aydınlık bir cevap türetme imkânına kavuşuruz.
Bildiğimiz zaman, insan, evren ve Tanrı bilmecesi
aydınlık bir çözüme kavuşur bilincimizde.
İnsan kendi evini kurarak kendini var etmiş,
kendi evini dağıtarak da yok etmeye doğru gitmiş
ve gitmektedir. İnsanın kendi evini dağıtmasının
çeşitli anlamları vardır. Öncelikli anlamı, evin anlam katmanlarının zayıflaması, yok olması, insanların birbirleri için gönül olmaktan, bir yaşama ve
varolma alanı olmaktan çıkmalarıdır. İnsanlar artık
giderek ev kurmaktan uzaklaşmakta, bunun yerine
barınma makineleri yapmaktadırlar. Barınma makinesinin adı “konut”tur. Bir konuta sahip olmak için
evlenmeye gerek yoktur. Çeşitli ilişki biçimlerine
açık bir yaşam biçimidir söz konusu olan. Ev, barınma makinesinde giderek işlevlerini yitirir; ilişkiler, derinliğini ve sıcaklığını kaybeder. Bir gönlün
bir başka gönle “mecburiyeti”, sevgi bağlılığından
giderek “başka seçeneğim yok”a dönüşür. Böylece
konutlar genişlese de gönüller daralır, bir başkasını almaz olur. Barınma makinesi, evin ürettiği ruh
hâlini, yaşama biçimini üretemez olur. Ev ortamı17. Hegel, Estetik, çev. Nejat Bozkurt, Say Yayınları,
İstanbul, 1982, s. 96.
11
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
nın içerdiği değer ve anlam, barınma makinelerinde duyarsızlığa, hissizliğe dönüşür. Evle birlikte
evin içindeki hayat, canlılık, anlam, sevgi, şefkat
ve bağlılık da ölür. Böylece, evini kaybeden insan
kendini kaybeder. Evini kaybeden insan bedenini
kaybeder, evini kaybeden insan ruhunu kaybeder,
dilini ve anlamını kaybeder. Evi kaybetmek büyük
acıdır. Evi kaybetmek tanımı kaybetmektir, evi
kaybetmek aşinalığı kaybetmektir. Evi kaybetmek,
varlığı kaybetmektir. Evi kaybeden yolu kaybeder,
evi kaybeden çareyi kaybeder, imkânı kaybeder.
Ne söylenebilir bundan sonra? Hasılı evi kaybetmek büyük acıdır.
Sonuç
Ev, insanın yeryüzüne tutunma çabasının en
güçlü göstergelerinden biridir. İnsan yeryüzüne ev
kurarak bağlanır, ev kurarak çoğalır, ev kurarak
kökleşir. Ev kurarak şehri, ev kurarak kültürü ve
uygarlığı oluşturur. Evsizlik, yurtsuzluktur, yersizliktir. Evlenmek, bir gönle girmek, bir gönülde
yer bulmaktır. Evsizlik bir gönülde yer bulamamaktır. Ama daha yakından bakıldığında evsizlik
insanın yazgısıdır. Ya da insanın yeryüzündeki yürüyüşü, evsizlikten eve doğru, sürekli eve
doğru bir yürüyüştür. Bu açıdan bakıldığında insan kendi evinde misafirdir. Kişi, Hegel’in deyişi
ile dünyayı bilgisi ve kültürü ile her ne kadar evi
hâline getirse de, sonuçta içinde yaşadığı evin
gerçek sahibi olmadığı duygusunu bir ömür içinde taşır. Zira ondan öncekiler de kendi evlerinin
gerçek sahibi olmamışlardır. Bu keskin fanilik duygusu başlangıçtan günümüze insanı en
çok meşgul eden konular arasında yer almıştır.
Dünyada bir misafir gibi yaşar. Burada insanın yeryüzündeki temel konumuna, faniliğine,
gelip geçiciliğine vurgu vardır. Bu çeşitli şekillerde yorumlanabilecek bir konudur. Dünya
görüşlerine göre farklı anlamlar kazanabilir.
Antik Yunan kültüründe Dionisos’u bu fanilik
duygusunun oluşturduğu söylenir. Fani isen, o
zaman yeryüzündeki hayatının her bir anı sonsuz değerdedir. Ama bir başka bakış açısından
eğer ölüm varsa gerisi boştur. “Ey ölüm seni tanıyan zenginliği ne etsin!” Bu bakış açısından,
insanın yeryüzündeki hayatı, “fanilik evi”nden
(darül fenâ) “sonsuzluk evi”ne (darülbekâ) bir
yürüyüştür. Ömür bir taşınmadır; ömür bitince
taşınma da biter. Hayat yaşamaya bir hazırlıktır.
Ev, eve hazırlıktır. Dünya dünyaya hazırlıktır. Bu
açıdan bakılınca evsizlik, faniliğe atıfta bulunur.
Ama bir yadsıma değildir bu. Kişi, dünyadaki evinde, kendine ait olmadığını bilerek yaşar.
Gerçek evinin farklı bir evrende, farklı bir anlam
alanında olduğunu düşünür. Bu da bir tür evsizliktir, evsizlik hâlinde cisimleşmedir.
“Beytullah”, Tanrı’nın eviyse insanın da evidir, varoluşun da evidir, varlığın da evidir. Kâbe
dildir, gönüldür. Ana-Beyit, ana dildir. Dünya
orada kurulur, orada anlaşılır; hayat orada çözülür, orada yaşanır. Anlama isteğinin ortaya çıktığı her bir anda oraya dönüş yapar insan. Nihayet Ana-Beyit Nayman Ana’nın yattığı topraktır.
Topraktan gelen insanın yine toprağa dönmesidir.
Toprak hamurdur, evdir. Ama sadece bu değildir;
ruhuyla da bir başka Ana-Beyit’e, tanrısal ışığa
dönüş yapar insan. Bu, ebedi huzurdur, ebedi
dinginliktir.
Biz varlığı dile getirmekle onu kendi yuvasına götürmüş oluruz. Bu anlamdır, hakikattir,
doğruluktur, erdemdir, adalettir. Varlığı dile
getirdiğimiz her bir durumda onu kendi evine
ulaştırmış oluruz. Ve aslında o ebedi kelamda
kendi evindedir, kendi evinden çıkmıştır bile.
Orası Âdem’in yeryüzüne düştüğü yerdir. Oraya ulaşmak yeniden sonsuzluğun kapısına ulaşmaktır. Beytullah, insanın dünyaya giriş kapısı
olduğu gibi, bir ömür kendisine doğru yürüdüğü
ve nihayet açtığı kapıyı katıp gittiği yerdir de.
Bu yönüyle de sonsuzluğun, “sonsuzluk evi”
(darülbekâ)’nin kapısıdır. Âdem bu binayı yaparak yeryüzünü, yeryüzünün sonlu ve sınırlı varlığını da inşa etmişti. İbrahim bu binayı
onarırken kendi sonlu ve sınırlı varlığını da
onarmıştı. Bu sonlu ve sınırlı yaşamda, Beytullah, nasıl ki dünyaya girişin, dünyalı olmanın ilk
adımıysa, dünyadan göçmenin ve öte âlemlere
açılmanın da ilk adımıdır. Bu nedenle o dünya ve
dünya ötesi arasında bulunur. Fizik ve metafizik
arasında bulunur. İnsanın bu “yön”ü kaybetmesi, yön duygusunu kaybetmesi olacaktır. Bu ise
dünyada sanki bir ölümsüzmüş gibi hüküm sürmesine, varoluşunun içtenlikli yapısını yitirmesine neden olacaktır. Böylece gönül, Ana-Beyit olmaktan
çıkacak ve giderek tıp biliminin ilgi duyduğu bir
organa dönüşecektir. ■
12
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
MAHİR ADIBEŞ
Şimdi Tâceddin
Dergâh’ı sessiz,
sakin. Mutfakta
birkaç parça
kap kacak, yatak
odasında hazır
yatağı, oturmak için
köşedeki minderi,
abdest almak için
ibriği, leğeni, rahlesi,
Mushaf’ı, selamlıkta
sedirler, ot yastıklar,
serili kilim, şilteler
ve Ankara keçisinin
postundan namazlık
her an gelecekmiş
gibi Şair’i bekliyor…
B
ir çeşme var bahçesinde, suyu çoktan kurumuş. Taşındaki eski yazılar silindi silinecek. Gelişi güzel vurulan murçların çentikleri, tarak
izleri zar zor belli oluyor. Hâlâ sağlam duran sarı
dökme kurna zamana meydan okuyor. Bir zamanlar suları kucaklayan mermer kurun Ankara’nın
sıcağına soğuğuna direniyor, zaman da sularla birlikte akıp geçmiş üzerinden...
Suların akışında, taşlar da zamanla birlikte yıpranmış…
Çeşmenin başında geçmişten yansımalar var:
Kıyısına çömelip abdest alan adamların, güğümüne su dolduran kızların, kurnasından eğilip su içen
çocukların, “hadi biraz oturup dinlenelim.” diyen
yorgun yolcuların izlerini taşıyor…
Ankara’ya bu sabah geldim,[1] hava kapalı, sıcaklık sıfırın altında, sabah biraz yağmur çiseledi
ama şu an durgun. Hacettepe Hastanesinin önü her
zamanki gibi kalabalık, etraf oldukça düzenli. Daha
önce de buraya birkaç defa gelmiştim. Eskiden çok
kötü ve bakımsızdı, sihirli bir el dokunmuş olmalıydı buralara.
Çeşmenin önünde dikilip etrafı kolaçan ettim.
1. 14 Aralık 2009
13
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Tam karşımda Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşını
yazdığı ev, sol yanımda Taceddin Sultan Camii ve
türbe, caminin kıble tarafında o dönemlerden kalma mezarlar taşlarıyla tarihî bir görüntü... Sağ taraf
düzenlenip yeşil alan yapılmış. Arkamda tarihî bir
sokak; eski Ankara evleri tamir edilerek hizmete
açılmış. Doğrusu, sokağa döşenen kırmızı taşlar ile
cumbalı evlerin rengi çok uyuşmuş.[2]
Duvarla çevrili bahçeye çift kanatlı tahta kapıdan girdim. Kapının önünde ayaküzeri konuşan
iki kişiye yaklaşıp selam verdim. Pazartesi günleri
ziyaret için ev kapalıymış, temizlik yapıyorlarmış
ama İzmir’den geldiğimi söyleyince gezmeme müsaade ettiler.
Bu iki katlı evin iki girişi var; Biri zemin katta mutfağın bulunduğu yerde diğeri ise üst tarafta cami tarafında, ikinci kata çıkan merdivenlere
açılıyor. Önce bahçeye göz attım: Eskiden burası
çok bakımsızdı, ağaçların dalları rastgele yayılmış,
yabancı otlar etrafı kaplamıştı. Şimdi ise her şey temiz ve düzenli hâle getirilmişti. Binanın dıştan bakımı ve tamir gereken yerleri yapılmış, düzgün ve
muhkem eski Ankara evi olarak elden geçirilmişti.
Kırmızı kiremitleri, saçaklarıyla aslına benzetilmiş,
beyaz boyalı eve ağaçların yeşilliği çok yakışmıştı. Selamlığın kıble tarafındaki cumba doğrusu iyi
muhafaza edilmişti. Kafesli pencerelerden her an
bir baş uzanacak ya da şiir okuyan şairin sesi duyulacakmış gibi canlı duruyordu.
Besmeleyle mutfak tarafındaki kapıdan içeriye
girerken heyecanlanmıştım. Sanki sözleşmiştik de
Şair’le orada buluşacaktık. Görevli, birkaç adım arkadan geliyordu. Önce selamlığa gitmek için tahta
merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladım. Her
adımımda basamaklardan ince bir ses çıkıyordu.
Bir an her tarafı bir sessizlik sardı, vücudumu bir
2. “Kasr-ı ebniye”/selamlık binası, Tâceddin Dergâhı’nın
sağlam bir şekilde ayakta kalmış, Cumhuriyet dönemine
intikal etmiş en temel yapılardan biridir. Mehmet Âkif 24
Nisan 1920’de İstanbul’dan Ankara’ya geldiği zaman
Tâceddin Dergâhı’nın başında bulunan Şeyh Tâceddin
Mustafa, misafirlerini kabul edip ağırladığı selamlık
binasını Âkif ve arkadaşlarına tahsis etmiştir. Safahat'ın
altıncı kitabı “Asım”ı tamamlamış, 17 Şubat 1921’de
“İstiklâl Marşı”nı, 15 Nisan 1921’de “Süleyman Nazif’e”
şiirini ve 7 Mayıs 1921’de de “Bülbül”ü yazmıştır. (Nazif
Öztürk, 2007. Geçmişten Günümüze İstiklâl Marşı’nın
Yazıldığı Mekân, Tâceddin Dergâhı, Mehmet Âkif
Türkiye’de Modernleşme ve Gençlik, Ankara, Türkiye
Yazarlar Birliği.)
ürperti kapladı, Mehmet Âkif’in huzuruna çıkıyormuşum gibi heyecanlandım. Beynim kilitlenmiş
bir şey düşünemiyordum, zaman durmuştu sanki.
Daha önce geldiğimde bu duyguları yaşamamıştım
doğrusu…
İlk dönemeçten sonra ikinci kısma ayağımı
atınca karşıda selamlığın açık kapısı duruyordu.
Karşıdaki duvarda Şair’in resmi asılıydı. Eski tahta kapı içeri girmemizi bekliyordu. Her basamakta
biraz daha heyecanım artarak selamlığın kapısına
geldim. Mehmet Âkif ve iki arkadaşı selamlıkta
oturmuş sohbet ediyorlardı. Şair, sedirde, diğer iki
kişi yerde postlar üzerine oturmuşlardı. Bu sohbeti
bölmek doğru olmaz diye aklımdan geçti, hemen
geçip yanlarındaki bir postun üzerine oturdum…
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.” diye sözü sürdürdü üstat. Sesi selamlıkta
duvarlar arasında dolaşıyordu. Bizler susmuş, onu
dinliyorduk. Bazen hırçın bir nehir gibi yatağına
sığmayıp taşıyor, bazen de durgun deniz gibi sakinleşiyordu. Bir bakıyorsun aslan gibi kükrüyor, bir
bakıyorsun mavi gökyüzünde süzülen şahin gibi
akıp gidiyor, bir de bakıyorsun ki bülbül gibi dilinden şiirler dökülüyordu…
Karşımdaki duvarda eski alfabeyle yazılmış
İstiklâl Marşı duruyordu. Gözlerim ona takıldı.
Mehmet Âkif tam önümde dikilip gözlerimin içine
baka baka; “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz
ki feda?” diye söze başlayarak Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu anlatıyordu. İçeride bir tek onun
sesi vardı; bütün cihan olmuş lâl… Bazen İstiklâl
Marşı’ndan mısralarla, bazen Bülbül’den sözler
sıralayarak o günleri anlatırken heyecanlanmıştı,
aniden durgunlaştı, fırtına sonrası gibi ortalık sakinleşti…
“Bütün dünyâya küskündüm…”
Bir söz kaçırmamak için dikkat kesilmiştim.
O söylüyor, ben olduğum yerde sıtma tutmuş gibi
titriyordum. Peş peşe söylerken, sözlerini sıralarken, o an ne hissetmiş olabileceğini düşündüm.
Tahtaları kare kare kaplanmış tavan, küçük lambalı
dörtlü avize, yerdeki tahta döşeme, ayakaltına serili postlar, duvarlar, ağaç kapı, küçük pencereler,
perdeler bu seslere aşina ama yine de susmuş onu
dinliyorlardı. Sanki dinlemiyor da onunla birlikte
şiirin sözlerini mırıldanıyorlardı. İlk defa fark ettim
içeride inanılmaz bir huzur olduğunu.
Bahçedeki çamlarda kıpırtı yoktu, bulutlar gü-
14
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
neşi örtmüş, hava karamsar, Ankara’nın üzerine
duman çökmüştü. Bugün yine Ankara’da hüzün
vardı…
“Haber geldi” diyordu, “Bursa’yı Yunan işgal
etmiş…”
Başımı eğdim bu sözler karşısında. Ecdat mezarına Yunan ayağı değmiş!... İçimi bir acı sardı,
oturduğum yerde küçülmüştüm, söylenecek söz
kalmamıştı.
Kendime geldiğimde içeride bir tek ben vardım
ve sessizlik çökmüştü. Yere serili postlar ve sedirlerdeki minderler, yaslanmış olduğu ot yastıklar
buruk göründü o an gözüme. Şair’in duvardaki resminde tebessüm vardı, yine öyle sakin bakıyordu.
Onun bakışları aklımı başıma getirdi…
“Tâceddin Dergâhı hakkında konuşulacak, söylenecek çok söz var…”
Heyecanım çok artmıştı, sözden söze geçiyorduk…
Üstat bu evde Şubat 1921’de yazmış İstiklâl
Marşı’nı… Duvarlar, postlar, döşemeler, tahtalar
buna şahit. Yer ve tavan tahtayla kaplı, ortada sade
bir avize duruyor o günden bu yana. Pencerelerde,
pencere yüksekliğinden ot yastıklara kadar uzanan
krem rengi perdeler çekiliydi. Selamlık kısmı, o
zamanki oturma odası. Misafirler buraya alınıyor,
uzun uzadıya sohbetler yapılıyor, eğer varsa kahveler burada içiliyordu. Bu salonda ciddi memleket meseleleri tartışılıyordu. Biraz dalıp gidince o
konuşmaları duyuyordum. “Eşin var, âşiyanın var,
baharın var ki beklerdin; / Kıyâmetler koparmak
neydi, ey bülbül, nedir derdin ?” Bu sözler karşısında kendimden geçmiştim. Beyaz duvarlar gözlerimin önünden dalga dalga kayıyordu. Dupduru
su bütün vadi boyunca akıyor, fecir vakti bir bayrak
ufuklarda dalgalanıyordu…
Üstat “Bülbül” şiirini bu duvarlar arasında yazmıştı; kim bilir o gün ne sıkıcı bir gün, ne bunaltıcı
bir hava vardı. O gün ne çileli bir ömürdü… Bu ev
için söylenecek çok söz var, çok... Her çivisini, her
kıymığını tek tek dinlemek gerekir...
Gözlerim buğulanarak yerimden kalktım. Selamlıktan çıkıp sağa dönüp yatak odasına yöneldim. Karşı duvarda üstadın, eşi ve çocuklarının resmi duruyordu. Hemen duvarın dibinde resimlerden
bildiğimiz yatağı, yerden biraz yüksekte serilmiş,
başucunda rahle ve Kur’an-ı Kerim, yerde namazlığı serili duruyordu… Namaz vakti mi geldi, ey
post kimi bekliyorsun?.. Öbür taraftaki köşeye bir
minder konulmuştu. Kapının girişinde sağ tarafta;
bir bakır güğüm, abdest almak için bir ibrik ve leğen o günlerden kalan eşyalardı. Duvarda bir gemici feneri asılı ama doğrusu o zamana ait olup olmadığından endişeliyim. Yalnız diğer eşyaların şairin
ellerinin değdiği eşyalar olması kuvvetle muhtemel. Bütün eşyalar hazır bir şekilde yıllardır Şair’in
dönüşünü bekliyor. Onun bastığı yerlerde gözlerim
izlerini arıyor. “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar./Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim
var.” sesi evin içinde dolaşıyor. Bu sözlerle yok olmak üzere bir milleti ayağa kaldırıp, Cumhuriyetin
kurulmasına vesile olan Şair’in yatak odası sessiz
ve sakin. Zamanın içinde zamanı arıyorum, yüzümü yumuşak bir hava okşuyor. Ayaklarını bastığı
yerleri tek tek öpmek geliyor içimden.
Dışarısı soğuktu ama içeride nedense soğuğu
hissetmiyordum. Dalmıştım içerinin şiirimsi, huzurlu sıcak havasına, Millî Şair Mehmet Âkif’in
ruhunun izlerini yaşıyordum. Bu külliye hakkında o kadar az bilgi var ki sanki hiç yaşanmamış,
hâlbuki kültürü teferruatlarda aramak gerekir. Hafızamızı birileri silmiş olmalı!... Tâceddin Dergâhı,
Ankara’nın ortasına imza gibi konulmuş. Hani bir
gece yarısı Şair uyanıp kâğıt bulamayınca yatağın
sağındaki duvara “Ben ezelden beridir…” diye
başlayan dörtlüğü yazar mum ışığında. Türk’ün tarihini bize mısralarıyla böyle anlatır ya… Gözlerim
duvarları tarıyor, işte o yatak odası, ya o mısralar
nerede? O an aklıma gelenler bunlar. O yazılar yatak odasına girince solda kalan duvara yazılmış; bütün kayıtlarda öyle bahsediliyor. Şu an yatak, tarif
edilen yerde, duvar hemen karşısında. Ankara’nın
soğuk bir gecesi olmalı…
Yazıların üzerini sonra tamir edilirken sıvayla kaplamışlar. “Keşke öylece kalsaydı.” diyorum
içimden. Elimi duvara bastırıyorum, sanki harfler
elimin altından kayıyor. “Hangi çılgın bana zincir
vuracakmış? Şaşarım!” Gözlerimden yaşlar akıyor.
İstiklâl Marşı’nın mısraları, hürriyetimin ulvi ifadesi, işte bu duvara kazılmış…
İstiklâl Marşı anlatılırken mutlaka Tâceddin
Dergâhı ile birlikte anlatılmalı. Bu ev, Mehmet
Âkif ve içinde yazılan İstiklâl Marşı ile anlam kazanmış, kutsileşmiştir. Bu sebeple manevi değeri
vardır, yoksa diğer eski evlerden ne farkı olurdu?...
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu anlatılırken,
15
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
İstiklâl Marşı’nın yazıldığı mekân ve şairi anlatılmadan izah edilemez. Tarihte bazı olaylar ve yerler
milletlerin geçmişinde önemli izler bırakmıştır. Ne
Ulus’taki ilk Meclis Binası ne de İstiklâl Marşı’nın
yazıldığı Tâceddin Dergâhı’nı unutmamız mümkündür. Bahsi geçen iki mekân arasında önemli
bağlar vardır.
Biraz önce heyecanla çıktığım tahta merdivenden, şimdi daha sakin, huzurlu ama düşünceli iniyorum. İçeride tek duyulan ayaklarımın tahtalara
basarken çıkardığı tıkırtılar var.
Üstadın, burada geçen günlerini, sohbetlerini, uykudan uyanıp şiir yazmasını düşünüyorum.
Bursa’nın düştüğü haberini alınca nasıl hüzünlendiğini ve nihayet evde duramayıp akşam karanlığı
çökerken kendini kırlara attığını, “Dün akşam pek
bunalmıştım…” diye başlayan sözlerle bize anlattı…
Mutfak, bahçeden girip çıktığımız zemin kattaki kapının karşısında. Yanında bir oda bir de içeride
sonradan depo olarak kullanılan zamanında çilehane olarak yapılmış bölme var. Mutfak, neredeyse
boşalmış. Kap kacak buradan götürülmüş. Yalnız
o zamandan kalan yemek yapmada kullanılan dört
parça eşya göze ilişen. Duvarlarda birkaç Kur’an
levhası asılı. Yani anlayacağınız burası çok sonradan toparlanmaya çalışılmış. Yine de bu ev Türk’ün
İstiklâl Marşı’nı yazan Mehmet Akif’in bir süre
yaşadığı mekân. Bu ev Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulmasında, manevi mimarını, millî şairini barındırması açısından çok önemli bir mekândır.
Kapısının eşiğinden pencere pervazına, post namazlığından perdesine kadar, abdest aldığı ibrik ve
leğenden mutfağında yemek pişirdiği tenceresine
kadar önemli bir mekân... Bu evin adı Cumhuriyetle birlikte anılacak kadar önemli ve kutsal... Ben
bir Türk’üm, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ferdiyim
diyen herkes bu eve uğrayıp o günleri düşünerek
burayı ziyaret etmeli... İstiklâl Marşı’nı sesli okuyup düşünmeli… Bülbül şiirini bağırarak okuyup
hayal etmeli…
Tâceddin Dergâhı, İstiklal Harbi boyunca,
Cumhuriyetin kurulma yıllarında mücadele veren
aydınlarımızı içinde barındırmış, hürriyeti bütün
dünyaya ilan eden şiir İstiklâl Marşı bu evde yazılmış ve onu yazan şair bu evde o mısraları, sarı, soluk kâğıtlara kâğıt bulamayınca duvarlara yazmıştır. Bu sebeple Türk milleti için burası önemlidir
ve değerlidir. Bu evin manevi havasında o günleri
düşünüp, gezip görmek gerekir.
İstiklâl mücadelesi yıllarında kasaba kasaba,
köy köy dolaşıp milleti harekete geçiren, Cumhuriyetin mimarları arasında Şair, “Korkma, sönmez
bu şafaklarda yüzen al sancak;” dediğinde uzun
zaman ayakta alkışlandı ve alkışlanmaya devam
etmektedir. Onun sayesinde Cumhuriyeti bir velinimet olarak bilen bu nesil, onu yazanı unutamaz
ve yazıldığı mekânı da kutsal bilmek zorundadır.
Tâceddin Dergâhı[3]∞, Hacettepe Üniversitesine bitişik eski Ankara evlerinin bulunduğu Hamamönü mevkiinde tevazulu bir sokak olan Mehmet
Âkif sokağında bulunmaktadır. Evler aslına uygun
olarak onarılmış, doğrusu hoş şeyler yapılmış, burada insanı büyüleyen huzurlu bir hava var. İstiklal
Marşı’nın yazıldığı ev geçmişte ihmal edilmişti.
İçinde kediler, köpekler barınıyor, sarhoşlar sabahlıyordu. Sonra ev toparlanmaya çalışıldı. Son zamanlarda hem çevresi düzeltilmiş hem de eve bakım
yapılıp “Mehmet Âkif Kültür Evi” olarak Vakıflar
Genel Müdürlüğü tarafından açılmış. Burada yapılanlar onun hatırasına çok sayılmaz. Mesela burayı
çok insan bilmiyor, tanıtım yok denecek kadar az,
millî bir kültür şuuru oluşturulamamış. Ev hakkında araştırma yapmaya kalksanız yazılı eser bulmak
o kadar kolay değil, bilgi yetersizliği var. Bu evin
halk arasında efsaneleştirilmesi korkusunu bırak,
bir dönemler ilgi bile gösterilmemiş, bilinmemiş.
Bilakis unutturulmaya çalışılmış bir hâli var ya da
bana öyle geldi. Peki, biz istiklâl Marşı’nın yazıldığı eve ve onu yazan şairin bir zamanlar yaşadığı
mekâna değer vermeyeceğiz de neye değer vereceğiz?... Hani, “Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi
şehitlerin kanından ağır gelir”di?..[4]
“Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;”
derken kabına sığmayıp taşıyordu. Bu mısra bile
tek başına bir milleti ayağa kaldırabilecek güçteydi…
3. Gerek mimari özellikleri ve gerekse kullanılan
malzemeler ve hepsinden daha önemlisi kapının üzerindeki
II. Abdulhamid’in tuğrası altında yer alan dört satırlık
kitabeden mevcut yapıların XIX. Yüz yılın son senelerinde
inşa edildiği anlaşılmaktadır. Tâceddin Külliyesi
binalarının ilk inşasının XVII. Yüzyılın ilk yarısında
yapıldığı tahmin edilmektedir. (Nazif Öztürk; Age.)
4. Suyûti, el Câmiu’s Saiğr, nr 10026; İbn Abdilberr, Câmiu
Beyâni’l- İlm, nr. 139.
16
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Şimdi Tâceddin Dergâh’ı sessiz, sakin. Mutfakta birkaç parça kap kacak, yatak odasında hazır yatağı, oturmak için köşedeki minderi, abdest almak
için ibriği, leğeni, rahlesi, Mushaf’ı, selamlıkta sedirler, ot yastıklar, serili kilim, şilteler ve Ankara
keçisinin postundan namazlık her an gelecekmiş
gibi Şair’i bekliyor…
Millet olarak biz, dine, vatana, bayrağa, namusa, ataya çok değer verir, saygı duyar, vatanın
toprağını taşını kutsal biliriz. Bayrak hür olmanın
sembolüdür, namus insan olmanın, ataya saygı duymamız ise geçmişimize verdiğimiz değeri gösterir.
Vatandan bir kaya parçasının bile yabancılara verilmesine razı gelmez yüreğimiz. İstiklâl Marşı’nın
yazıldığı, Türk’ün ruhunun fışkırdığı, hürriyetinin
haykırıldığı, vatan için günlerce gözyaşı döküldüğü Tâceddin Dergâhı neden bu kadar ihmal edilmiş
anlamak mümkün değil.
O günlerdeki coşkuyu düşünüyorum!..
İstiklâl Marşı tamamlanmış, TBMM’de tekrar
tekrar okunup ayakta alkışlanarak kabul edilmişti.
“Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!...” bu sözler üstadın dilinden tane tane
döküldü…
O saat üstadı dinlerken orada kahve içmek isterdim…
Şiirlerin tamamlanmasından sonra hep yapıldığı gibi, “Marş”ın Mecliste kabul edildiği günün
akşamında dergâhta çay demlenerek yakın dostları
arasında bulunan milletvekillerinin de iştiraki ile
mütevazı bir kutlama yapılmış.[5] İlginç bir heyecan
vardı, yüzler o gün gülüyordu…
Ey analar / babalar!.. Bir gün çocuklarınızın
elinden tutup Tâceddin Dergâhı’na gelin. Orayı
gezdirirken “Bu ev İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yer”
deyin…
Ey Türk oğlu…
Ey Türk kızı…
Eğer hür kalmak, hür yaşamak istiyorsan,
Mehmet Âkif’in ruhunu hissederek gel, Tâceddin
Dergâhı’nda İstiklâl Marşı’nı ve Bülbül şiirini bir
daha yeniden oku… oku… oku... Bil ki, Tâceddin
Dergâhı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında
emeği geçen en önemli mekânlardan biridir. Her
çivisi, her taşı bu milletin istiklâl mücadelesine şahitlik etmiştir. Hürriyeti en çok isteyen, istiklâlin
manevi kahramanını bir zamanlar içinde barındırmıştır…
Onun çağrısına cevap verip İstiklâl Harbine katılan millet, Beyazıt Camisi’nde tabutuna sahip çıkanlar, onun hatıralarına da sahip çıkacaktır. Bunun
aksini söyleyenlere gülüp geçerim…
Biz, Mehmet Âkif Kültür Evi’nden çıkarken
Tâceddin Sultan Camisinde öğle ezanı okunmaya
başladı. “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli /
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.” diyen
Mehmet Âkif haykırıyordu. Ne sancılı bir doğum
ne çileli bir ömür ne acı günlerdi...
Üstat çoban uykusunda, sabah namaz vakti olmuş farkında değildi. Müezzin Efendi yanı başındaki caminin minaresinde “Allahu ekber…” diye
ezana başlayınca yerinden fırlıyor; “Bu ezanlar
ki…” diye haykırıyordu…
Biraz önce gözlerinin yalazlarına takıldığı mum
sönmüş, fitilinden ince bir duman yükseliyordu…
O gün selamlıkta dört kişi konuşurken çok neşeliydiler…
Tâceddin Dergâhı, şimdi mahzun, şimdi yalnız… Tâceddin Sultan Camisiyle yan yana; kollarını uzatsan biri birine biri diğerine değecek. Bu
mekândaki manevi hava, Mehmet Âkif’in İstiklâl
Marşı’nı yazmasıyla yeni bir coşku kazanmış, bu
mekâna anlam yüklemişti. Arka sokakta Ankara
evleri güler yüzleriyle o tarafa bakıyorlardı.
Gelip geçenlerin çoğu farkında değil bir zamanlar orada millî şairimizin yaşadığının. Hava soğuk, elleri ceplerinde, başlarını omuzlarının arasına
gömmüş geçip gidiyorlar.
Birkaç kişi evin güneyindeki şadırvanda abdest
alıyor, cemaat camiye doğru taş döşeli yolda yavaş
yavaş yürüyordu…■
5. D. Mehmet Doğan, 2006. Camideki Şair Mehmed Âkif,
İstanbul.
Faydalanılan Eserler:
1. Mehmet Âkif Ersoy, 1999. Safahat, hzl. M. Ertuğrul
Düzdağ, İstanbul Çağrı Yayınları.
2. Nazif Öztürk, 2007. Geçmişten Günümüze İstiklâl
Marşı’nın Yazıldığı Mekân Tâceddin Dergâhı, Mehmet Âkif
Türkiye’de Modernleşme ve Gençlik, Ankara Türkiye Yazarlar Birliği.
3. Nazif Öztürk, 2009. M. Âkif’in İçerisinde İstiklâl
Marşı’nı Yazdığı “Kasr-ı Ebniye”yi İnşa Ettiren Tâceddin
Dergâhı Şeyhi Osman Vâfi Efendi, Mehmet Âkif Edebi ve
Fikri Akımlar, Ankara Türkiye Yazarlar Birliği.
4. Yaşar Çağbayır, 1998. İstiklâl Marşı’nın Tahlili, Ankara Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
5. D. Mehmet Doğan, 2006. Camideki Şair Mehmed
Âkif, İstanbul.
17
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
KALENDER YILDIZ
Ş
air; yaşadığı dönemin şahidi, toplumun aynası, kültür ve medeniyetin
en hassas ve en sağlam hafızasıdır. Toplumun eskitip bir kenara attığı, yakınındaiçinde iken kadir ve kıymetini bilmediği,
kaybedince de ah u vah edip ardınca hayıflandığı değerlerin şairin dünyasında ayrı
bir yeri vardır. Şair, toplumun sahip olduğu değerlere, topluma ve çevresinde olup
bitenlere herhangi biri gibi bakmaz. Birçok
insanın kaybettikten sonra eksikliğini fark
ettiği şeylere o, herkesten önce sahip çıkar
ve onu kaybetme tehlikesine karşı insanları
ve toplumu önceden uyarır.
Şair, her daim bir kıyaslama, yorumlama, kazanç-kayıp cetveli yörüngesinde
hesap halindedir. Geçmişle hesaplaşır, çağıyla/hâlle ve gelecekle hesaplaşır. Burada; şair gelecekle nasıl hesaplaşır diye bir
soru akla gelebilir. Şair, gelecekle geçmişi
ve günü aracı kılarak hesaplaşır. Geleceği
inşa etme adına günü/hâli değerlendirmek
ve geçmişten ders çıkarmak sureti ile gelecekle hesaplaşır.
Necip Fazıl’ın “Evim” isimli şiiri bir
hesaplaşma bir tanıklık şiiridir. Şair, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını tek katlı evlerin,
yalıların ve konakların şekillendirdiği bir
şehirde (İstanbul) yaşamıştır. Bu dönemde
evlerde yapı malzemesi olarak çoğunlukla
EVİM
Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan!
Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan!
Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada...
Garanti yok sen gibi faniye sigorta da!
Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!
Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!
Bir köşende anneannem, dalgın Kuran okurdu
Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.
Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;
Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı...
Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;
Sular cömert, “temizlik imandandır” bilinmiş...
Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler.
Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler...
Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;
Komşuluk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu;
Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden;
Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden...
Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge;
Vuran kimse kalmadı bu davayı mihenge...
Şimdi git, mahkemede hesap ver, iki büklüm;
Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm!
Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!
Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!
Necip Fazıl Kısakürek
18
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
ahşap kullanılmaktaydı. Necip Fazıl -belki de
ahşap sıcaklığına duyduğu özlemden ötürü- şiire
ahşap kelimesi ile başlıyor. Şairin şahit olduğu
değişim ve bu değişim karşısında duyduğu rahatsızlığı şiiri takip ederek incelemeye çalışalım.
Şiirini dörtlükler üzerine bina etmeyi seven
Necip Fazıl, bu şiirde belki de evin bütünlüğünü ve kuşatıcılığını anlatmak maksadıyla şekil
açısından dörtlük yerine bendi tercih etmiş. Şiire
genel bir manzara ile başlayan şair, “evim” dediği o yarı mukaddes mekânın yalnızlığı, zayıflığı,
kuşatılmışlığı, sahipsizliği ve gözden çıkarılmışlığı karşısında kendi çaresizliğini ve içine düştüğü açmazı anlatıyor. Bununla birlikte, onu çevreleyen -bir anlamda ona tepeden bakan- yeni dönemin gözdesi gökdelenlerin nazarındaki yerini/
değerini, kabalığını, edepsizliğini ve hoyratlığını
“arsız” sıfatı ile anlatmayı uygun buluyor.
Modern zamanlarda, kıymetli olan her şeye
değerinin üstünde bir paha biçerek onu her türlü tehlikeye karşı garanti altına almaya “sigorta”
deniyor. Ahşap evin kıymeti ise sıcaklığında ve
“yuva” olmasındadır, yani ahşap ev, maddi anlamda gökdelenlerle kıyası kabil olmayan bir fakirlik ve hatta basitlik içindedir. Modern dünyada
yeri ve değeri olmadığı için hâliyle de sigortası
yoktur. Oysaki şairin ve onu vücuda getiren toplumun gözünde “ev” eskiden remzi, şahsiyeti ve
karakteri olan bir kimlikti. Şimdiki evlerse -yine
şairin gözünden- şahsiyetten ve kimlikten uzak,
birbirinin uzantısı, benzeri, soğuk ve üst üste
binmiş kırk katlı ejderlerdir. Bu ejderlerin gıdası
ne yazık ki kimliği, şahsiyeti ve olanca sıcaklığına rağmen ahşap evlerdir…
Şair, yaşadığı dönemin, toplumun aynasıdır
demiştik. Şiirin yazılış tarihi öyle sanıyorum ki
yeni mimari anlayışımızın/anlayışsızlığımızın
şekillendiği çılgınca betonlaşmanın ve apartman
yapma yarışının başladığı yıllara denk düşüyor.
Şiire konu olan apartman kültürü/hegemonyası
sadece ahşap evleri alıp götürmemiş, beraberinde geleneksel aileyi de hak ile yeksan etmiştir.
Artık zaman çekirdek aile zamanıdır, eski konak
ve ev hayatındaki kalabalık aile anlayışı tarih
olmuş, komşuluk hatırı ve hatıraları, sarı fotoğraflarla birlikte albümlere hapsedilmiştir. Karşı
dairede veya üst katta oturan komşu -isimlendirmeye bakmayın- adı ile değil kıyafeti, memle-
keti veya yaptığı işle tanınır olmuştur. Günlük
konuşmalarda insanlardan bahsederken: “Hani
üst katta oturan şu deri ceketli var ya…” veya:
“Falan şirkette çalışan adam var ya…” tarzında,
soğuk ve bir o kadar da yaygın bir diyaloga taraf
olmayanımız var mıdır? Oysa evlerin ev olduğu
zamanlarda -ki şair bu döneme tanıklık etmiştirbırakın komşuları, bütün bir mahalle birbirini tanırdı, keder paylaşılır, sevgi çoğalırdı.
Mahalledeki insanlar, bir bedenin uzuvları
gibi her daim iletişim ve dayanışma içinde olduklarından komşunun derdiyle dertlenilir ve
sıkıntıyı bertaraf etmek için kimin elinden ne
geliyorsa herkes üzerine düşeni en iyi şekilde
yapmaya çalışırdı. Sıkıntı el birliği ile aşıldıktan
sonra: “Allah komşunun yokluğunu vermesin!”
diye dua edilirdi. Yazık ki yeni hayat anlayışında
ne komşu bekleyen terlikler ne de “Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler…” kalmıştır. “Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;/Sular cömert,
‘temizlik imandandır’ bilinmiş.” “Temizlik imandandır.” düsturu hâlâ yaşatılıyor olsa da çam kokusu ve rahlesi başında Kur’an okuyan sevecen
anneanne, çok uzaklardadır artık… Soğuk beton
ruhumuza sirayet etmiş, bizi de içinde bulunanları da kendisinden bir parça eylemiştir…
Şairin: “Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir.” dediği gibi olan olmuş, tel kopuvermiştir.
Artık ne mihenk kalmıştır ne ahenk ne de hedef.
Yeni neslin gözünde; hayaller hedef, ölçü ve değer yargısı ise kazanmak ve daha çok kazanmak
olmuştur… Yeni yetmeler, baba yadigârı evleri,
birkaç daire karşılığında veya haraç mezat satıvermiştir. Meseleye şairin gözüyle baktığımız
zaman bu süreçte; satılan, kaybolan/kaybedilen
sadece ev değil, aynı zamanda harap edilen aile
yapısı ve heder edilen değerlerdir.
Zaman içinde iyiden iyiye kağşayan, iki büklüm olan, yaşadığı topluma ve çevreye her gün
biraz daha “yabancılaşan” ahşap ev için sonun
başlangıcı gelmiştir. Şair, bu hazin sonu -ahşap
ev hakkında verilen hükmü- şu mısra ile ifade
eder: “Cezan; susuz, ekmeksiz, olduğun yerde
ölüm!” Bu hükümle birlikte, neler kaybettiğini/
kaybettiğimizi bilen ve yapacak bir şeyi olmayan
şair, tam bir çaresizlik içinde feryat eder: “Evim,
evim, vah evim, gönül bucağı evim!/Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!”■
19
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
SAYILARDAN İKİYİ YARATTI
İLK ve TEK OLAN
Nefisten yaratılan çok suretlinin çoğalan sesi
Haram ve yasak olanın kokusuyla buluşunca
Üstün mavisinde altın sarısında
Sabırlar mum olup eridi bilinmeyen zamanın yarısında
İki yanaklı yasak meyveden tatmak için
Nefis yuvarını kanlarına katmak için
Bırakıp mahremiyetin sesini
İhtirasın kör kuyusuna inip çıktılar kaç basamak
Sayılardan ikiyi yarattı ilk ve tek olan
Gündüz ve geceyi
Ses ve heceyi yaratmadan
İki yaratıldı kara ve suya ayrılmadan evvel mekân
Eşrefi mahlûkatı yarattı ilk ve tek olan
Enineydi zemin boyunaydı asuman
Gölgeleri üstlerine düşen dalların arasında
Dişil çatlattı erilin kaburgasını
Birle zenginleşen dokuzla çoğalan
Her adımda nefesleri karışırken nefeslerine
Sessizce yürüdüler mahremiyetin sesine
O gün başladı sürgün
Doğu batı kuzey güney yaratıldı
Eşrefi mahlûkat hürriyet vadisinden atıldı
İhtirasın kör kuyusuna uzanan merdiven
Dağlarının göğüs olup açtığı sularının süt olup taştığı
Yaratılanın yaratanından yedi kat uzaklaştığı
Seması iki zemini dört günde var olana uzandı
Mahlûku yaratmıştı ol dediği olan
İkinin yaratılmasıyla ayrıldılar
Nefes ruha gitti nefis ateşe
Nefes yıldızlarla taçlandı
Nefis yıldızlarla taşlandı
Nefes tek suretli tek sesliydi
Nefis çok suretli çok sesliydi
İlki ilahın izinde ikincisi ilahtan izinliydi
Ve kemik etle
Ayıp balçıkla sıvandı
İyiliği ve kötülüğü yarattı ikiyi yaratan
Önce iyilik geçti açık kapıdan
Sonra her yutkunuşunda nefsin
Beden sığınağından içeri kötülük sızdı
İyi insan adedince azaldı melek
Kötü insan adedince azdı
Büyük oyunların büyük ortağı şeytan
Çiçekleri mevsimsiz kelebekleri ölümsüz
Eşyaları isimsiz hürriyet vadisinin yeşil ile alından
Ateşin harından toprağın havından
İkiye bölüne bölüne çoğaldı her ne varsa
Yasak olan ve olmayan
Günah bölündü ikiye küçük ve büyük
Helal bugün olduğu gibi dün de hep öyleydi
Haram bugün olduğu gibi dün de albenili meyveydi
Sözün muştucuları da ikiydi
Öncekiler ve sonraki
O günden beridir
İki iyilikten biri karşı gelsin diyen meleklerin
Her inişte bir kanadı kırık
Her yükselişte bir yanı yaralıdır
Ve hiç durmadan çalışır
Rengi solmayan
MAHMUT BAHAR
20
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
BEN KENDİMİ SUSADIM
SONRA VAR OLDUM
Şöyle dışarı çıksam bulut yağsa başıma
Kendim gibi bir hayret bırakarak ardımda
Nedir nesidir derken birde yokuşa dursam
Dalgın hüzün sarkacı, sebebiz çıbanbaşı.
Sonra sisler içinden güneşin şavkı vursa
Çaresine bakılsa kötülükler şahının
Bir günahtan dışarı bir mutluluk pınarı
Bitse acısı aşkın, aşk meclisi kurulsa
Şöyle bakılsa biraz nasıl kalbi dünyanın
Sessiz bir yolcu gibi menzile adım adım
Ya hakk diye varılsa ne olur bu hayatın
Canına can katılsa budur benim feryadım
Budur kalacak olan güneşin doğuşuyla
Budur kurtuluş için söylediğim gerekçe
NURETTİN DURMAN
21
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
AYA BAKMA ÇARŞISI
Bir güneş geçiyor şehir sorgulanıyor
Sonra bir ay geçiyor solgun hareli
Derken yağmurlu eylüller
Şehrin çarşısında zaman aralanıyor
Bu şehrin çarşısında gökyüzü derin
Komşular akşamüstü kapılarda münzevi
Uçarı bir güvercinin camlarda aksi
Yağmur süpürmüş çarşıyı ıslak ve serin
Geceyi su getirir tenhalara
Bir ikindi pazarlığında rüzgâr
Yerler mühürlenir çarşı Yusuf kesilir
Müstesna endamıyla doğu kapısında ay
Bu çarşıda Belkıs cam ve gökyüzü
Bu çarşıda Zühre nöbeti ve ay
Bu çarşıda Süleyman’a haber taşınır
Öyle başlar alışveriş, öyle başlar aşk
ÖMER KAZAZOĞLU
22
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
MUSTAFA MİYASOĞLU
B
Kaybettiğimiz ev
ve aile hayatıyla
sadece o
dönemlere ait sade
ve temiz ilişkilerin
çerçevesindeki
mutluluğu değil,
sokak seslerini ve
mahallenin havasını
da kaybettik.
Bunu o dönemleri
anlatan hatıratlarda
olduğu kadar şehir
kitaplarında da
görüyoruz.
üyük mimar rahmetli Turgut Cansever, çocukluk yıllarında babasının evini yenilerken
komşularıyla istişare ettiğini ve o yıllarda mahallenin kendi çöplerini topladığını da anlatır. Ona göre,
“Kamu eliyle yapılacak genel planlama ne kadar sınırlı olursa o kadar iyi olur; gerisini vatandaş daha
iyi yapar”… Cansever, iki katlı bahçeli evin bu milletin doğru tercihi olduğunu da sözlerine ilave ederek
Ev ve Şehir adlı kitabında bu konudaki tekliflerini
ifade eder.
Maalesef 60 yıldan beri Selçuklu-Osmanlı bakiyesi şehirleri yıkıp yeniden yapan belediyelerimizle
sağ siyaset sözcüleri, hem klasik Osmanlı mimari anlayışına sahip Cansever gibi mimarlarımızı, hem de
çevreyle uyumlu görüşlere savunan yabancı mimarları dinlemediler. İstanbul ve Ankara gibi gecekondusu bol şehirlerimizin yeni yapılanmalarında yüksek katlı apartmanlardan oluşan siteler veya bitişik
nizam evler yaptılar ve sağlıksız bir hayat sürülmeye
başlandı. Bahçeli evlere gücü yetmediği için apartmanlarda oturmak istemeyenler de gelişmekte olan
şehirlerin varoşlarında gecekondu yaptılar. Onlar bu
sokak sesleriyle yaşarlar.
23
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Böylece, halkımızın önemli bir kısmı apartman daireleri yerine, ya kendi yaptırdığı bahçeli
evlerde veya toprakla iç içe olan gecekondularda
yaşadılar. Bunu da bazen ruhsatlı, bazen ruhsatsız olarak kullandıkları, bazıları da gerçekten
sağlıksız binalarda yapmayı başardılar.
Bu yaşama biçiminin ordu lojmanlarını andıran bir örnek apartmanlarda yaşamaktan daha
iyi bir tarafı olduğu muhakkak, çünkü gerek dış
cephe mimarilerinin farklılığı, gerekse evlerin
açıldığı sokak ve caddelerle kendine özgü bir
mahalle oluşturduğu biliniyor.
Gönlüne göre yaptırdığı bahçeli bir evde yaşamak isteyen babam da Türk halkının büyük
çoğunluğu gibi farklı evlerde oturduktan sonra,
ölmeden önceki 10 yılını bahçeli bir evde geçirdi. Ben de böyle bir ev hayalini ancak 60 yaşımdan sonra gerçekleştirebildim. Fakat her özlemi
duyulan şey ele geçince hissedilen pek çok eksiklik gibi, sokak ve mahalle ile komşuluk ilişkileri henüz eskisi gibi olamadı. Bu da kültürel
değişimin yetersizliğiyle ilgili sayılır...
Mahalle ve sınıf arkadaşlığı ilk gençlik çağında başlar, zamanla önem kazanır. Asker arkadaşlığıyla pekişen mahalle arkadaşlığı anlaşılmadan mahallenin namusu kavramını ve bir
şehri anlatmanın imkânı yoktur. Bizim çocukluğumuzda bu konular gerçekten çok önemliydi.
Kaybettiğimiz ev, sokak ve mahalle
Lisedeki Coğrafya hocamızdan duyduğum,
“Bir toplumun medeniyet seviyesi, o insanların
tabiata hakimiyetiyle ölçülür” sözünün doğrulandığını her zaman gördüm. Böyle derslerde
edindiğim değer ölçüleriyle hayata ve çevreye
farklı gözlerle bakmaya çalıştım.
Kitaplarla başlayan doğrudan ilişki, okulun
ancak doğru bilgiye nasıl ulaşılacağını göstermesiyle olumlu bir çizgiye oturur. Yoksa ev ve
aile hayatından kopuk bir bilgi yüküyle, temelsiz bir kültür hayatına sürgün olursunuz. Bizim
nesiller biraz da böyle sürgün yaşadık…
Son 60 yılda lise tahsili yapanların bu talihsizliği sık sık yaşadığı ve siyasetin pençesinde
kıvranarak her türlü sosyal ve kültürel parçalanmanın sancısını duyduğu görülüyor. Çünkü ev
ve mahalle hayatıyla siyasetteki gündem farklıydı. Okuldan eve, evden sokağa ve mahalleye
ulaşamayan bir bilgi yüküyle dolaştık ve doğup
büyüdüğümüz yerlere de sahip çıkamadık.
Bu ülkenin gençliği iyi yetişemediği için
1950 sonrasındaki kalkınmada, her alanda kalifiye eleman sıkıntısı görüldü. O yüzden de tabii
ve tarihi çevreye bize özgü biçimde yaklaşamayan, medeniyet seviyesi taklitçilikten öteye geçememiş mimarları ve mühendisleri sayesinde
şehirlerimiz kimliğini kaybetmiştir. Bu ülkede,
evleriyle birlikte sokaklarını ve mahallelerini de
kaybeden pek çok nesil birbiri ardından Anadolu
şehirlerini talan etti, tarihi ve kültürel eserlerini
yıkarak beton yığınına çevirdi. Bunları önemseyip sahip çıkanları da sevmedi.
Ev ve sokak konusunu mahalle bütünlüğüyle
ele almadan, bir şehri anlayıp anlatamayız. Çünkü büyük ailelerin eski şehirlerde akraba mahremiyetini sağlamak için oluşturdukları çıkmaz
sokaktan başlayarak cami ve kahve çevresinde
toplanan insanların kendine özgü hayatı ile geniş aile kavramları ancak büyük mahallelerde
söz konusu olur. Bugün modern mahalle durumundaki büyük sitelerle eski mahallelerin şehirlere göçen şekli olan gecekonduları söz konusu
etmezsek, sosyal ve kültürel bakımdan konuyu
tam olarak ortaya koymuş olamayız...
Elbette şehirlerdeki mahallelerle kentlerdeki
sitelerin aynı kültürü yaşadığı ve insani ilişkilerde bu kültürün değerlerini yansıttığı söylenemez. İşte burada Coğrafya hocamızın değerlendirilmesini hatırlamamak mümkün değil: Hangi
hayat tarzı daha medeni ve insani?
Osmanlı mahallesini yeterince tanımaz ve
onlara ait vazgeçilmez unsurları doğru değerlendiremezsek, buradaki bakkal ile manav ve kasabı, mahalle kahvesiyle orada toplanan delikanlı-
24
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
ların mahallenin namusu kaygısını anlayamayız.
O mahallelerde zekât ve sadaka verilecek insanların muhtardan önce cami cemaati tarafından
nasıl tespit edildiğini de anlayamayız.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla biz yalnız
atalarımızın 600 yıl egemen olduğu toprakları
kaybetmedik, Osmanlı’nın bakış açısını da kaybettik. Bu bakış açısı okullardan evlere, sokaklardan mahallelere, camilerden kahvelere, tekkelerden meyhanelere kadar egemendi.
Bugün ar ve haya duygusuyla edepli davranmayı, buna bağlı olarak da ezana ve oruca saygıyı gereksiz bir mahalle baskısı gibi görenler,
aslında dünyada benzeri olmayan bir kimliksiz
hayatı savunmak durumunda kaldıklarını neden
fark edemiyorlar, anlamak imkânsız...
Edebiyatımızda kültür mirası
Kaybettiğimiz ev ve aile hayatıyla sadece o
dönemlere ait sade ve temiz ilişkilerin çerçevesindeki mutluluğu değil, sokak seslerini ve
mahallenin havasını da kaybettik. Bunu o dönemleri anlatan hatıratlarda olduğu kadar şehir
kitaplarında da görüyoruz. Yalnız folklor değil,
Anadolu türküleri ve bin yıllık tecrübelerin ürünü olan atasözlerimiz, aile ziyaretleri ve sohbet
geleneğimiz, bize gerçekten şifa verecek şifahi
kültürümüzün de kaynağıdır, onların yaşatılması gerekir. Nasıl bazı eski eser kalıntılarının
bulunduğu yerlerdeki tarihi ve tabii alanlar koruma altına alınarak maddî kültür değerleri korunmaya çalışılıyorsa, manevi ve kültürel değerler de öyle korunmaya çalışılmalı, bunun için de
belgeseller yapılmalıdır.
Sıra geceleri yalnız belli bir çevrenin eğlence kültürünü yaşatıyor, benzerleri her yerde
özel gayretlerle canlandırılmalı, yeni nesillere
aktarılmalıdır. Belki bunların korunması için
her şehirde kültür evleri kurulup devlet ve belediye imkânlarıyla ecdat yadigârı olan maddî ve
manevi kültür mirası olan eserler toplanmalıdır.
Belki sonraki yıllarda bunlardan yararlanılır.
Osmanlı’nın son döneminde yaşamış pek çok
sanat ve edebiyat adamımızın eski İstanbul’un
konak ve mahalle hayatından büyük bir hasretle
söz ettiklerini biliyoruz. Yahya Kemal ile Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu konuda yazdıkları çok
önemli bir yekûn tuttuğu gibi, kendine özgü bir
yaşama biçimi de sunarlar. Ahmet Rasim, A.
H. Tanpınar, Peyami Safa, Necip Fazıl, Samiha Ayverdi ve Semavi Eyice gibi yazarların bu
kaybolan İstanbul kültürüne dair yazdıkları pek
çok yazı ve eser var. Bunların önemi üzerinde
durmaya bile gerek yok, çünkü her büyük yazar
belli bir şehir kültürü içinde doğup büyür ve o
kültür çevresinde eser verir.
Ziya Osman Saba ile Behçet Necatigil evlerin şairi olarak bilinirler; bunlar yaşadıkları evi
yaşadığımız dünyanın ilgi çekici birer sembolü
olarak ele almışlardır. Munis bir ses tonu ile nostalji bunların şiir diline egemendir. Sabri Esat
Siyavuşgil’in Odalar ve Sofalar adlı şiiri ise, bu
eski evlerde rahat ve gamsız bir misafir edasıyla
dolaşır, odaları-sofaları anlatır. Fakat sokak ve
mahalleler Anadolu hayatındaki gibi daha çok
hikâye ve romanlarda söz konusudur.
Halide Edib’in Sinekli Bakkal adlı romanı
ile Mithat Cemal’in Üç İstanbul adlı romanı,
İstanbul’un belli dönemlerini anlatması bakımından önemlidir. Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri,
Yakup Kadri ve Refik Halit de Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e doğru değişen İstanbul’un kroniğini yazmış gibidirler. Bunların romanlarından
yola çıkarak o dönemin hayatı anlaşılabilir.
Ahmet Kutsi Tecer’in Köşebaşı adlı tiyatro
eserinden sonra eski eve ve mahalleye dönüş tiyatro edebiyatında ilgi çekmiştir. Mahalle arkadaşlığı da Orhan Kemal’de epeyce önemlidir.
Perihan Abla, Süper Baba, İkinci Bahar ve
Ekmek Teknesi gibi televizyon dizileri de sırf
mahalle kültürüne özel bir önem verdikleri için
sevildi, benzerleri de yapılıyor. Demek ki milletin şuur altında hep bir eski mahalle özlemi var,
o yüzden sanatçılar bunu canlandırıyor.■
25
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
NÂMIK AÇIKGÖZ
H
er sokak bir yaşanmışlıktır. Her sokak,
duvarların arkasında kalanı gizleyerek
sergiler… Her sokak hatıraların iziyle kimlik bulur. Biz o sokakları yaşanmışlıklarıyla severiz. O
yaşanmışlıklarla biz sokağı, sokak bizi zenginleştirmiştir. Yıllar sonra döndüğümüzde, o sokak hatıralarımızla vardır. Şayet bir duvar değişmiş, bir
kapı yenilenmiş, bir sıva değiştirilmiş, bir badana
renk değiştirmiş ise, hatıralarımız da sökülüp atılmıştır. O zaman içimizde bir yerler acır.
Eskiden evler, sokaklar, mahalleler, bir insan
ömrünü aşan zamanlarda yüz değiştirirlerdi; şimdi
bir insan ömrüne birkaç değişim sığacak neredeyse. Toprak veya taş duvarlarda çocukça izlerimiz
çizgilerimiz olurdu. Duvarlarla aynileşirdik. Ham
malzememizin aynı olması mı etkilerdi ne?... Betonlara bir türlü ısınamadık… Badanalar duvarları
güzelleştirdi ama içimizi tek renge soktu; bunaldık.
Tek katlı, hadi bilemedin iki katlı evlerin arasındaki sokaktan gökyüzü daha geniş görünürdü.
Şimdi evler yükseldi, sokaklar daraldı, gökyüzü
daraldı.
Sokaklardaki ağaçlara rakip olarak önce elektrik direkleri geldi, ardından da telefon direkleri…
Direkler ağaçlardan daha yüksekti… Sokak ağaçlarıydı nihayetinde ağaçlar… Özgürce gökyüzüne
doğru yükselemezlerdi. Direkler ağaçlardan büyük oldu hep… Kuşlar ağaçlara konmayı özlediler. İlk defa, elektrik direğine yuva yapmış kumruyu gördüğümde ne kadar üzüldüğümü bilemezsiniz… Telgrafın tellerine kuşlar konuyormuş…
Yuva yapamadıktan sonra, konsa nolur, konmasa
nolur… Elektrik, telefon ve telgraf telleri, kuşların gecekondularıdır; ağaçlara hasret kuşların gecekonduları…
Sokaklarda çeşmeler olurdu eskiden. Gelip
geçenler su içsinler, hayvanlarını da suvarsınlar
diye… Önce hayvanlar çekildi hayattan, yerlerine otomobiller geldi; çeşmelerin yerine de benzin
istasyonları…
Pencerelerde rengârenk çiçekler olurdu… Dalları dışarı sarkardı… Aşk kokan çiçekler… Güzellik, merhamet, şefkat kokan; kısaca insan kokan
çiçekler…
Kapı önlerinde oturan kadınlar, sohbete tat verirlerdi, bir yandan da sokakta oynayan çocuklarına torunlarına göz kulak olurlardı. Ahmet Uluçay
da bunların hikâyesini yazardı, “Sacayağı” diye…
Bizler de yıllarca okur okur, hüzünlenir; hüzünle-
26
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
nir hüzünlenir okurduk…
Sokaklarda akşamüstleri bir başka olurdu.
Biz çocuklar için sokağın tadı akşamüstleri
gelirdi. Toza toprağa bata çıka oynardık o serinlikte. Ne trafik kaygısı vardı ne de çocuk hırsızları
endişesi!... Gölümüzce oynardık… Hollywood
stüdyoları halt etsindi bizim sokakların karşısında.
Yahya Kemal, Atikvalde’den inen sokakta ramazan akşamüstlerini bir başka hüzünle yaşarken,
bizim oralarda, işinden evlerine dönen mümin
ve mutekid esnaflar, işçiler, memurlar, sokaklara
mutluluk ekerek geçerlerdi. Çoğunun elinde birkaç parça mutfak gereği olurdu. Mevsimine göre,
bir demet marul, yarım kilo yoğurt, ekmek falan…
Fakir mahallesinin insanları işte… Cilâlı Poşet
Çağı’na daha yıllaaar vardı ve insanlar mutfak gereklerini ya ip filelerle veya kese kâğıtlarıyla taşırlardı. Anlayacağınız, hayat sentetize olmamıştı
henüz; her şey doğaldı. Sokaklardaki toz toprak
kadar tabii... Oyun oynarken incinen dizimizdeki
dirseğimizdeki acı kadar tabii…
Her sokak ayrı bir renk cümbüşüydü… Her ev
farklı boylarla badanalanırdı… Çivit mavisinden
sarının her tonuna kadar… Rengârenk… Tarif etmesi de kolay olurdu evleri. “Sarı evin yanındaki
mavi boyalı ev.” falan denirdi. Şimdiki sokaklar
öyle mi? Birbirinin aynısı duvarlar… Birbirinden
kopya edilmiş kapılar… Hele site evlerindeki, insanı ümitsizliğe düşüren tek tiplilikler…
Büyüdüğüm mahalle, rençperlerin çoğunlukta olduğu bir mahalle idi. Sabahın ilk ışıklarıyla,
sokakta bir hareketlilik başlardı. Demir tekerlekli
at arabaları, ovaya gidiş için hazırlanmaya başlar,
sonra da ovaya doğru, şehir at arabası tekerleklerinin çıkardığı tıngırtı seslerinden soyunur giderdi.
Bu arada rahmetli Bahaeddin Özkişi’den ve
onun Sokakta adlı romanından söz etmek gerek.
Orada, bir sokağın hikâyesi, entrik bir eksen etrafında anlatılır. Hele o “Kaptanlar” dedikleri ailenin yaşlı erkeğinin anlatıldığı bir kısım vardır
ki, yürekler yakar. Emekli bir kaptanın, tahtaya
açılmış bir deliği dürbün olarak kullanarak, hiçbir
şey yazılmamış seyir defterine yıllarca seyir serencamını yazması… Sonunda ne dürbüne, ne de
deftere ihtiyaç duyması!… O sokakta olgunlaşan
ruhların yücelmesi… O sokak bir başka sokakmış…
Sonra Sevinç Çokum’un Bir Eski Sokak
Sesi’ndeki eski İstanbul sokakları… Müslimiyle,
gayrimüslimiyle yaşanan eski İstanbul sokakları… Hüzünler… Ümitler… Kahırlar… Sokağın
şahit olduğu hüzünler, ümitler, kahırlar…
O sokakların baskısı vardı. Bizler o sokaklara
şekil verdiğimiz kadar, o sokaklar bizlere şekiller verirdi. Büyükler, yaramazlık yapan çocukları,
kendi çocukları gibi gözetir, çekip çevirirdi. Çocukta saygı uyandıran, toplumsal sorumluluğun
gereği olan gözetmeler, çekip çevirmelerdi bunlar.
Üzmeyen, ve içinden “Babama söylemezin değil
mi amca?” diyen çocuklarla büyüklerin sırdaş olduğu sokaklardı onlar.
Şimdi o sokaklar yok… Müteahhitlerin yazdığı
kimliklerin giydirildiği sokaklar var artık… Belediye Nizamnamesi'nin tek tipleştirdiği sokaklar…
Gökyüzünü ve ruhumuzu daraltan sokaklar…
Ben eski sokağıma dönmek istiyorum… Hatıralarımla nakış nakış işlediğim sokaklara; hüznümün de sevincimin de sindiği sokaklara dönmek
istiyorum. Her duvarında her taşında çocukluğumu gizlediğim sokağıma dönmek istiyorum. Sentetik sokaklar size kalsın; size ve dizi dizi park
etmiş arabalarınıza… Bulabilirsem, ben çeşmeli,
kumrulu, ağaçlı, çiçekli ve rengârenk badanalı sokaklarıma geri dönüyorum.
Ey sevinç!.. Dondurmacıyla, macuncuyla,
şambaliciyle, simitçiyle, leblebiciyle geldin hatıralarıma… Oyunun en tatlı anında evden çağrılmayla, toz toprakla, yara bereyle geldin…
Ey kahır!.. Kaybolmayla, yitip yıllar arkasına
gizlenmeyle, döndüğümde bulamadığım sokakla
geldin hatıralarıma… Oyun parklarına kovalanan
çocukluğumla, kafese konmuş yavru kuşlayın geldin hatıralarıma…
Ey hüzün!... Sokakta oynadığımız saklambaçla
geldin, en firkatli zamanımda sobeledin beni. Ebe
ben oldum. Gözlerimi kapattım ve kireç kokulu
duvara “yum”dum. Hadi, saklan bakalım ağaçların arkasına… Ben “sevinç” diye sobeleyeyim
seni, sen “Çanak çömlek patladı!...” diye ortaya
çık.
Evet, çanak çömlek patladı…
Ben hüznümü aradım çocukluk sokağımda,
karşıma sentetik ormanı çıktı ve gerçekten çanak
çömlek patladı.
Bana ne!.. Ben oynamıyom!…■
27
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Bizim sokak
M. NACİ ONUR
Ş
ehrimizde sokak ve caddelerin birbirini dikine kestiği yerlerden biri de bizim sokaktır.
Küçük, dar ve şirin bir sokak. Yarım asrı aşkın bir
süre önceydi; bizler 9-10 yaşlarındaydık, zamanımız sürekli o sokakta geçerdi. O dönemde boş
zamanda, okulun dışında bir çocuğun yapacağı ne
olabilirdi? Şimdiki gibi sinema, tiyatro, televizyon,
internet, internet cafe, çocuk bahçesi, oyun bahçeleri gibi oyalayıcı yerlerin bulunmadığı o dönemde
bizlerin, çeşitli oyunları oynamaktan başka çaremiz yoktu. Gerçi ebeveynimiz sokakta bu oyunları oynamamıza, terlememize, düşüp kalkmamıza,
yaralanmamıza, bazen hastanelik bile olmamıza
şiddetle karşı çıkıyorlardı bazen bu yüzden bizi
okşuyorlardı; ama biz yine o çocuksu ruh hâli ile
arkadaşlarımızdan ayrılmıyor, inatla, futbol, voleybol, aşık, eğir, yakan top, istop, uzun eşek oyunu ve
telden yapılan arabalarımızla oyunlarımıza devam
ediyorduk. Okul umurumuzda bile değildi; orada
bile sokağımızı ve oyunlarımızı özler, tatilleri ve
boş zamanları iple çekerdik.
Yine bir pazar günüydü; ben de dâhil çocukların
hepsi sokağı doldurmuş, takım kurmuş futbol oynuyorduk. Yukarıdan elinde iki tane kızarmış tırnak
ekmeği bulunan yaşlı bir zat geliyordu. İçimizden
biri, “Şişt, durun durun!” diye bağırdı; durduk, gelen yaşlı, nurani yüzlü, yavaş adımlarla ve biraz da
yan yan yürüyen, elindeki ekmeğin düşmemesine
çok dikkat sarfeden o kişiyi gördük.
O sokakta oyun oynayan yirmiye yakın çocuktuk ve bir anda oyunu durdurduk, kaldırıma geçmeye başladık, bir kısmımız kaldırımın kenarına otururken bir kısmımız da ayakta bekledik. Bu kişinin
sokağın başından alt kısmına kadar geçişini seyrederken oyun durmuş, büyük bir sessizlik hâkim
olmuştu. Sanki bir kuvvet bizi oyun oynamaktan,
gürültü yapmaktan, itişip kakışmaktan alıkoymuştu. Elimizde olmadan donduk kaldık. Acaba neden
oyunu durdurmuştuk? Bizi böyle bir harekete iten
sebep neydi? Aradan geçen elli beş yıla rağmen,
hâlâ bugün bile bu sorunun cevabını bulmuş değilim. Ancak manevi bir iletişim veya gönül bağı
ile böyle bir engellemenin olduğunu düşünebiliyorum. Sokağımızdan geçen zatın Şeyh Kazım Efendi olduğunu öğrendik. Kendine mahsus tavrıyla,
vakarıyla, sessizliği ve tevazuu ile Kazım Efendi,
sokağına ve orada bulunan kendi evine doğru gidiyordu.■
28
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
SUAT BULUT
İ
Gerçekten de
toplumsal hayatta
aynı mahalleden,
sokaktan, köyden,
ilçe veya ilden ve
en son nokta da aynı
vatandan olmanın
önemli bir toplumsal
ve psikolojik müşterek
sayıldığı ülkemiz
özelin oldukça önemli
bir tespittir. Toplumsal
ilişkilerde tanışma ve
tanıma formu olarak
mekâna aidiyet,
geleneksel bir tavır
olarak hâlâ varlığını
sürdürmektedir. nsanoğlunun mekân-zaman kavramlarıyla ilişkisi, bu kavramlara bakışı ve
kavramları algılayışı onun gerçek dünya görüşünü oluşturan farklı iki kategoridir. Her
ne kadar günümüzün sığ anlayışında “ dünya görüşü” kavramı ideolojik ya da siyasi
bir nitelik olarak kabul görse de bunlardan
bağımsızdır. İdeolojik ya da siyasal görüşü
biçimlendiren veya temellendiren esas olgu
zaman ve mekân algısıdır. Çünkü insanı
yaradılışı itibariyle diğer varlıklardan farklı kılan, daha doğru bir ifadeyle sınırlayan
ve ona sınırlı ve eksik bir güce sahip varlık
(İslami terminolojide kul) olduğunu sürekli olarak hatırlatan iki temel olgu zaman ve
mekândır. İnsan bu iki kayıtla, bağla sınırlandırılmıştır.
Gerçekten de, zaman itibarı ile sınır (belirli bir süre yaşaması) veya mekân bağlamında – gelişmiş ulaşım araçları kullansa
dahi – sınırlı bir alanda bulunmak zorunda
olması, insanı kendisi hakkında düşünmeye
ve bu düşünme sürecinde elde ettiği sonuçlarla kendisini tanımaya, bir dünya görüşü
oluşturmaya doğru ilerleyen düşünce sürecini başlatmaktadır. “Dünya görüşü” bir paradigma olarak aslında, insan-insan, insan-
29
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
çevre, insan mekân, insan-zaman gibi dünyayı
ve olguları algılama biçimi olarak tanımlanır.
Oysa çok zaman insanın, kendisini tanımladığı,
ideolojik ve siyasi nitelikli (sözde) dünya görüşü
ile düşünce, algı ve davranış olarak çeliştiği bir
vakıadır. Temelde insanın kendisini dünya görüşü bağlamında tanımlamasının, herhangi bir çelişik duruma düşmeden çoğu zaman doğru kabul
edilmesinin de sakıncaları kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.
Bazen kendisini maddeci olarak tanımlayan
birisinin oldukça idealist bazen de maneviyatçı
olduğunu iddia eden kişilerin oldukça materyalist düşündüğünü ve davrandığını görmekteyiz.
İşte bu çelişkinin temelinde, daha önce de ifade
edildiği gibi dünya görüşü kavramının herhangi
bir siyasi parti veya ideolojiyi tercih etmiş olmanın çok ötesinde bazı değişkenlerin esas belirleyiciler olarak dünya görüşünü oluşturduğu gerçeği yatmaktadır.
Burada asıl inceleme konusu ise, insanın
mekânla ( evi, mahallesi, sokağı, yaşadığı şehir
ve ülkesi, kâinata bu perspektiften bakışı ve onu
algılaması ) ilişkisidir. Türk kültüründe mahalle, sokak ve evin farklı bir misyon ve fonksiyonu vardır. Çoğu zaman edebî eserlere konu olan
fonksiyonların sosyolojik açıdan değerlendirilmesinin bizi götüreceği ilk sonuçlardan birisi,
Türk kültüründe birlik ve dayanışmanın temelinde ortak mekânların paylaşılmasının önem kazanarak müşterek bağ sayılmasıdır. Gerçekten de toplumsal hayatta aynı mahalleden, sokaktan, köyden, ilçe veya ilden ve en
son nokta da aynı vatandan olmanın önemli bir
toplumsal ve psikolojik müşterek sayıldığı ülkemiz özelin oldukça önemli bir tespittir. Toplumsal ilişkilerde tanışma ve tanıma formu olarak
mekâna aidiyet, geleneksel bir tavır olarak hâlâ
varlığını sürdürmektedir. İlk tanıştığımız kişilere, adından hemen sonra, nereli olduğunu sormak ve karşıdaki insanın
bilinmezliğinin verdiği tedirginliği ortadan kaldırmak için nereli ise o yere ait daha önce oluşturduğumuz ön kabullerden hareketle coğrafi,
kültürel ve sosyal verilerle bir sonuca varmak, toplumumuzda oldukça önemli bir tanışma şekli
ve sürecidir. Modern öncesi döneme ait olan bu
algı biçiminin geleneksel toplumlarda varlığını
sürdürdüğü de bir gerçektir.
Bu sebeple yaşanılan mekân olarak mahalle
ve sokak, geleneksel toplumsal yapıda öncelikli
olarak dışarıya (şehrin diğer mahallelerine) karşı
dayanışmayı ve kimliğin bir parçası olma görevini ifa eden bir yapıya sahipti. Mahalle ya da
sokak, iç ilişkilerde terbiye, bireyler arası ilişkileri tanzim edici ve onları koruyucu, sürdürücü
misyon ifa ediyordu.
Ancak modern zamanlarda toplumsal hayatın
değişimine paralel olarak mahalle ve sokağın artık eskisi gibi bahsedilen bu misyonları olmadığını, sadece mekanik bir ortaklaşa yaşam alanı
dışında başka tür ilişki ve düzene imkân tanımadığı rahatlıkla söylenebilir.
Bu gün “mahallenin namusu” ilgilileri dışında kimseyi ilgilendirmemektedir. Mahallede
yaşayan fakir veya kimsesizler resmî kurumların insafına terk edilmiş ve mahallenin köpekleri dahi yabancı muamelesi görmeye başlamıştır. Mahalle veya sokağın düzeni, imar planlamacıları ve yeşil alan tasarımcıları tarafından mahallenin yapısına uysun ya da uymasın tek tip olarak
bilimsel (!) raporlarca belirlenmektedir. Çoğu insan adres belirleme dışında sokağının adını dahi
bilmeyecek durumdadır.
Özetle bugünün dünyasında mahalle ve sokak
burada yaşayan insanlara yabancılaştırılmış ve
eski sıcaklığını ve koruyuculuğunu yitirmiştir.
Mahallelerin ve sokağın bahsettiğimiz bu yönleri artık pek az yerde hayatiyetini sürdürmekte ve
sadece edebî eserlere konu olabilecek şekilde hayatın dışına itilmektedir. Ev ise insanın yaşadığı
mekânlar içinde en küçüğü olmakla beraber en
önemli ve sürekli olanıdır. İnsan hayatını her yönüyle kapsayan ve kuşatan bir niteliğe sahiptir.
Kültürel geleneğimizde olduğu gibi evrensel
olarak da önemli bir konuma sahip olan ev, inşa
edildiği zeminden başlayarak iç dekorasyonuna
kadar pek çok açıdan dikkatle ele alınması gereken bir konudur. Ancak öncelikle söylenebilecek
olan ise evin insanı yabancılaştırmayan ve fonksiyonel olması gereken bir içerikte olmasıdır.
Popülerleşmenin her şeyi tek tipleştiren eğilimi
evlerimizin de mimari ve iç dekorasyon bakımdan geleneksel özelliklerini yitirmesine sebep olmuştur. Bir evde aranacak en önemli iki özellik
olan mimari ve iç dekorasyon bire bir algılama
30
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
ve tasavvurla ilgili, bir başka ifadeyle yukarıda
tanımını yapmaya çalıştığımız dünya görüşüyle
bağlantılıdır.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de mimarinin
olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Son dönemde inşa edilen binaların estetikten yoksunluğu,
en ciddi yapıların dahi sıradan ve hiçbir estetik
kaygı gözetilmeden sadece barınmak içgüdüsünün tatminine yönelik oluşundandır. Bu durum
ise sadece asgari ihtiyaçların karşılanması anlamına gelir.
İnsanın adil tasarrufuna verilen dünyanın, tabii güvenliklerinin dışında kendi çabası ve fiilleriyle kâinatı güzelleştirmesi insani ve manevi bir
görevdir. Genellikle tabii güzelliklerin dışında
başkaca bir güzellik anlayışına yer vermeyen tasavvurumuz, bizi kısır bir yaklaşıma zorlamakta
ve insanın çevresine katkısını sınırlamaktadır.
Oysa insan; yapıp ettikleriyle çevresini güzelleştirmekle mükelleftir. Bu husus bir hadiste şöyle
belirtilir: “İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı güzelleştirmektir.”
Mimarinin, insan ve kâinat telakkisi ile doğrudan bağlantısını Mimar Turgut Cansever ‘in
İslam’da Şehir ve Mimari adlı eserinde görmek
mümkün. Bu kitapta mimarinin “farklı varlık düzeylerinde ortaya çıkan problemleri değerlendirmek tercihlere dayalı kararları almak ve mümkün
seçenekleri ayıklamak suretiyle geliştirilen bir
insan ürünü olması hasebiyle estetiğin ve teknolojinin alanında yer almaz. O, ahlak ve din alanın
bir ürünüdür.” (s.17) tespitinde bulunur.
Ülkemizde acilen mimarinin yeniden teşekkülü konusunda ciddi tedbirler alınmalı ve
kültürümüze yakışan bir anlayışla bina yapımı
sağlanmalıdır. Peki, bu amaca yönelik tedbirler
alınabilir mi? Evet, müteahhitlik hizmetlerinin
yapılmasında hiçbir vasıf taşımayan insanların
bu işlere girmesinin yasaklanması ve asgari şart
olarak da mimarlık eğitimi almamış kişilerin ülkemiz inşaat sektöründe söz sahibi olmalarının
engellenmesi öncelikli tedbirlerden olabilir.
Konumuzun bir başka yönü ise önce de belirtildiği gibi evlerimizin iç düzeni ve ev eşyaları
ile olan münasebetlerimizin tayinidir. Mimaride
olduğu gibi evlerimizin içinin de ülkemiz açısından eşya fetişizmi ile dolup taştığını söyleyebiliriz. Evlerin iç düzenin ve özellikle de ev
eşyaların tanzimi konusunda insani ve asude
bir geleneğimizin olmadığını söylemek acı ama
doğru bir tespittir. Evlerimizin düzeninde hâkim
olan mantık “teşhir” mantığıdır. Rüküş ve sonradan görme yaklaşımlarla evler bir eşya deposuna
döndürülmüş, kullanılabilir esas alan bu eşyaların işgaline uğramış ve insana huzur vermesi
gereken evler boğucu ve sıkıcı bir ortama dönüşmüştür.
Oysa evlerde bulundurulan eşyaların tamamının fonksiyonel ve uyumlu olması gerekmektedir.
Bu yüzden Ülkemizde ev kültürünün çok sağlıklı
olduğu söylenemez. Evlerde öncelikle bir misafir odası ayrılır ve burası güya misafir için döşenir. Bu kararla birlikte evin toplam kullanım
alnında peşin olarak bir düşüş yaşanır. Artık bu
bölge “yasak bölge” hükmünde olduğundan, misafir dâhil hiç kimsenin kullanımına açık değildir. Evlerimizde en önemli eksikliklerden biri de
çalışma odası veya benzeri bir oda kavramının
olmayışıdır. Hiç gelip gitmeyen muhayyel misafire tahsis edilen odaya karşı, bir çalışma odası
ve kitap odası bulmak zordur. Bulunsa dahi hane
halkı ile yapılan çok uzun müzakerelerden sonra
elde edilmiş arızi bir mekândan ibarettir.
Eşya fetişizmi öylesine bir hal almıştır ki,
evin asıl gayesi olan rahatlık ikinci plana atılarak – rahatsız olma pahasına – devasa boyutlarda
ve kullanımı da oldukça zor eşyaların istilasına
uğramıştır. Bu ise hayatın her alanında olduğu
gibi yabancılaşmanın bir başka boyutudur. Yabancılaşmış bir toplumunda sağlıklı düşünmesi
yaşaması (bu durum dünya görüşünün tahrip olmasıdır) mümkün değildir.
Sonuç olarak, mahalle ve sokağın geleneksel
yapılarının artık kalmadığını ve bu yönüyle de
buna bağlı fonksiyonlarını icra edemedikleri gibi
zaman içinde daha fazla bu niteliklerini kaybederek sadece idari birimler niteliğine bürüneceklerini ifade etmek gerekir. Hayatımızın önemli bir
bölümünü geçirdiğimiz evlerimiz için ise olumlu
şeyler söyleminin imkânının olmadığını sıradan
bir gözlem yapan herkesin anlaması zor değildir. Evlerimiz insanın fıtratını baskı altına alan
ve ilgili ilgisiz pek çok nesnenin istilası altında
sadece teşhir mekânları olma vasfı ağır basan sadelikten uzak bir anlayışla varlığını sürdürmektedir. ■
31
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
S E RV E T-İ F ÜNÛN R OMANI NDA
mekânın yalnı z l a ş t ı r d ı ğ ı i n s
ve insanın
tüketti ğ i m e k â n
a n
BEYHAN KANTER*
S
ervet-i Fünûn romanı, mekânın bireyin
yazgısıyla bütünleştiği ev içi romanıdır.
Dışa kapalı aristokrat ev/mekân yaşamının anlatıldığı Servet-i Fünûn romanında bireylerin ruh dünyalarının, yaşam alanlarıyla birebir ilintisi vardır.
Mekân, bu dönem roman kahramanlarının ruhlarını şekillendiren ve onların ruhların etkileyen belirleyici bir unsurdur. Mekânın belirleyici özelliği,
bireylerin iç dünyalarından sıyrılarak dış dünya
algılarına yansır. Mekânın bireyin ruhuna bulaşan
ve dönüştürücü/değiştirici yönü, kahramanların
hem ruh dünyalarını hem de sosyal çevreyle olan
ilişkilerini şekillendirdiği gibi zaman zaman bireyler üzerinde yıpratıcı ya da başkaldırıyı destekleyici bir baskı kurar. Bu anlamda mekân da ruhsal bir özelliğe büründürülür. Mekânın bireye ve
sosyal çevreye etkisi ve içe dönüklüğün mekânla
bütünleştirilmesi, sosyokültürel değişimin mekâna
yansıyan yüzüdür. Bu dönem romanlarında, sosyal
çevrenin ev ve aile ile sınırlı tutulduğu sokak ve
sokağa açılan kapıların pek üzerinde durulmadığı
görülür. Ev içine hapsedilme yazgısından kurtulma
*
Yard. Doç.Dr. Artuklu Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi
mücadelesi veren bireylerin sosyal hayatları yine
ev içi ya da salon yaşamıyla sınırlı kalır. Geleneksel Osmanlı kültüründeki mahalle yaşamının yerini
artık çay partilerinin yapıldığı Batı tarzı döşenmiş
konaklar ve apartmanlar almıştır. Mekândaki değişim ve mahalle kültüründen uzak kalma, kimlik
arayışındaki bireyin kendini modern yaşama kabullendirme arzusunun bir sonucudur. Bu dönem
roman kahramanlarında mekânı küçümseme eğilimi ve mekâna dayalı kompleks ise bireylerin kendilerini üstün gösterme arzularının dışavurumudur.
Toplumdan yalıtılarak özelleştirilen mekânlar, yeni
yaşam algılarının gösteri alanı olarak karşımıza çıkar. Nitekim Servet-i Fünûn roman kahramanları
için “mekân korkunç bir ‘dışardalık-içerdelik’ten
başka bir şey değildir.”(Bachelard, 1996: 231)
Bu dönem romanlarında aristokrat ailelerde
ev, zenginliğin/gösterişin ve Batıyı yansıtan kültürel yapının en belirgin atmosferidir. Aşk-ı Memnu romanında Adnan Bey’in ev dekorasyonunda
Avrupai tarzda eşyaları tercih etmesi, onun da Batılı yaşayış tarzının görüntü düzeyindeki kısmını
benimsediğini örneklendirir. Evini tamamen Batı
tarzı eşyalarla donatan Adnan Bey, gösterişe düş-
32
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
kün özentili bir kişilik olmaktan ziyade tamamen
zevkli bir yaklaşımla evini döşeme gereği görmüştür. Ancak Türk evlerinin Doğu çizgisini yansıtan
dekorasyonuna hayranlık duyan Fransız mürebbiye Matmazel Courton, yalıdaki geridonları, oyma
XV. Lois ceviz sandalyeleri ve Japon yelpazelerini
görünce şaşkınlığını gizleyemez. Zira yalının tamamıyla Batılı bir yaşam çizgisini yansıtması ve
Loti’nin tasvir ettiği Doğu evlerinden uzak olması,
mürebbiyeyi hayal kırıklığına uğratır. Bu hayal kırıklığı, o dönem evlerinde görülen genel bir döşeniş tarzının Batılı bireyin gözünde cisimleşmesidir.
Dışa kapalı bir yaşam süren Adnan Bey ve ailesinin yaşam alanları ev ile sınırlıdır. Adnan Bey’in
evi; mutlulukların, mutsuzlukların, ihanetin, masumiyetin, tedirginliklerin ve zıtlıkların hepsinin
birden yaşandığı bir mekân olma özelliği gösterir.
Ancak Bihter’in bu eve gelmesiyle evin huzur hâli/
sükûneti yok olmaya başlar. Çünkü “bir kötülük
havası taşıyan birinci dünyadan Bihter’in Adnan
Bey’in yalısına gelin gelmesiyle bu mutlu dünya
gölgelenir, bulutlanır, birkaç kişi arasında büyük
tutkuların, korkunç kıskançlıkların ve şiddetli nefretlerin alıp yürüdüğü bir cehenneme dönüşür ve
sonunda bir kasırgayla temelinden sarsılır” (Moran,1997:72). Nitekim kendi anlayışlarına göre
modern bir yaşam süren Firdevs Hanım ve kızları,
kendi çürümüş yaşantılarını, geleneksel anlayıştan
kopmadan batılı bir yaşam sürdüren Adnan Bey’in
yalısına/mekânına getirerek bireylerdeki kopmanın ve çözülmenin toplumsal alana/mekâna yayılışını örneklendirirler. Bihter’in bu yalıya geliş
amaçlarından biri de namuslu ve temiz bir yaşam
sürmek ve yalının masumiyetini kendi benliğiyle
bütünleştirmektir. Ancak yozlaşma ve benliğindeki zayıflık nedeniyle ortaya çıkan davranışlarıyla,
bu evin temiz ve masum havasını taşıyamadığı
gibi kirletmeyi de başarır. Toplumsal yapıdaki zedelenme, bu evin içine Bihter ve Behlül tarafından
sıçratılır. İlk geldiği zamanlar yalının ruhuna sahip
olamadığı düşüncesiyle zaman zaman mekânla
arasında bir yabancılık hisseden Bihter, kısa sürede bütün ruhsal çatışmalarını mekâna bulaştırır ve
mekânı tüketme yolunda davranışlar sergiler. Ancak Bihter’in yalıdan gitmesiyle ev, eski havasını
yeniden kazanarak kozmosa dönüşür.
“Dış dünyanın somut toplumsal acılarından enikonu kopmak zorunda kalmış olan romancı, Aşkı
Memnu’da acının şiddetini artık hep iç mekânda
arayacaktır. Bu büyük yapıtta, kişiler arasındaki yasak aşklar, hem toplumsal özgürlüksüzlüğü
yansıtır, hem de kararmakta olan iç mekânların
boğuncunu. Adnan Beyin yalısı, hatta “Hisar’ın
eski duvarları” bile yerinde dururken; her şey tıpkı imparatorluk gibi ağır ağır kavşayıp çökecektir
birdenbire”(İleri, 1981:16).
Değişen toplumsal yapıyla kültürel bellekteki çözülmenin en net şekilde yaşandığı mekânlar
Aşk-ı Memnu romanında, Kâğıthane, Göksu, Kalender, Bendler ve Beyoğlu’dur. Bu yerler, Batı
tarzı yaşam sürmek adına tüketilen ya da yeni kimlikler kazandırılan modernize edilmiş mekânlardır.
Cahit Kavcar, Kâğıthane ve Göksu arasındaki farkı şöyle belirtmektedir: “Kâğıthane’deki erkek
arayan kadınların, kadın avcısı erkeklerin, kocalarını izleyen kadınların ve her türlü halkın yerini
Göksu’da Boğaziçi’nin zengin ve modern halkı,
daha sessiz bir kalabalık alır” (Kavcar, 1985:241).
Bu tür yerler, evlenmek isteyenlerin tanışmalarını sağlayan aracı mekânlardır. Nitekim Aşk-ı
Memnu’da Adnan Bey, Bihter’i buradaki sandal
gezintileri sırasında görmüştür. Peyker’in kocası Nihad, Adnan Bey’e Göksu’nun tam anlamıyla alafranga bir yaşamın merkezi olduğunu uzun
uzun anlatır. Bu anlamda, bu mekânlara gelen aileler, toplumsal dönüşümün ve kurgulanmış kültürün buralarda daha çok kabul gördüğü inancını
taşırlar.
Ferdi ve Şürekâsı’nda Hacer’in genç kızlık dönemine gelinceye kadar ev dışında bulunduğu tek
mekân, evlerinin alt katındaki muhasebe odasıdır.
Ferdi Efendi’nin evi, doğu ve batı eşyalarının karışımı ile döşenmiştir. Ferdi Efendi’nin Batılı yaşam
tarzında aydın bir kimlik görülmemesine karşın
o tam anlamıyla dejenere bir tip değildir. Ancak
onda da eşyaya dayalı bir gösteriş merakı görülür.
Ferdi Bey’in Avrupai yaşamında eşyayı ön planda
tutması, onun eğitimsizliği ve kişiliğiyle ilintilidir. Paranın gücünü her şeye hükmedecek kadar
önemli gören Ferdi Bey, bu anlamda Batılı yaşayışı, eşya ve maddi güçle sınırlandırmış materyalist
biridir. Onun maddi gücünde aristokrat bir aileden
alınan kültürün ve zenginliğin değil çalışarak kazanılmış paranın hâkimiyeti söz konusudur. Bu
durum, onun yaşam tarzını etkileyerek mekânı/
evini hırsına esir etmesine sebep olur. Onun bütün
33
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
gücü ve saygınlığı, parasının hatırınadır. Parasının
hesabını çok iyi bilmesine ve çok cimri olmasına
karşın kızının rahat yaşaması için Adnan Bey gibi
o da elinden geleni yapar. Ancak Hacer’i evle sınırlı dar bir mekâna hapsetmesi, genç kızın ruhsal
anlamda da darlaşmasına yol açar. Nitekim zengin
ve gösterişli evin tek sahibi olan Hacer, kendisini
dünyanın merkezinde görür. Dış dünyanın karmaşasından uzak olan Hacer, kendi sınırlandırılmış
dünyasında ev merkezli bir yaşam sürer.
Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil ve Hüseyin Nazmi arasındaki sınıfsal fark yaşadıkları mekânla
belirginlik kazanır. Babası hayatta iken ev, Ahmet
Cemil’in mutluluk kaynağıdır. Ancak babasının
ölümü ve özellikle kardeşi İkbal’in evlenmesiyle eve yabancı birinin/damadın gelmesi onun eve
yabancılaşmasına ve kendisini evden soyutlamasına neden olur. Yaşadığı bütün sıkıntılara rağmen
Ahmet Cemil’in bir düş evi vardır. Zira “ sıkıntı
odakları, yalnızlık odakları grup halinde bir araya
gelerek düş evini oluşturur; bu ev, doğduğumuz
evin içinde dağılıp giden anılardan daha uzun
ömürlüdür”(Bachelard,1996:44). Ahmet Cemil
de böyle bir mekân hayaliyle ruh dünyasına yön
verir. Ontolojik kaygılarla, ruhsal doyuma ulaşacağı bir mekân arayışında olan Ahmet Cemil’in
yaşadığı mekân ise geleneğin izlerini taşır. Yaşam algısındaki zıtlıklar nedeniyle Ahmet Cemil,
mekânın tükettiği/yalnızlaştırdığı biridir. Ancak
“arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin evi, bir arzular ve
idealler deposudur onun için; hem zengin olma
hem de estetik yücelme istekleri, o evin uzak
yakınlığının yarattığı karşılaştırma imkânından
türüyordur”(Koçak,1996:110). Bu anlamda Ahmet Cemil’in Lamia’ya duyduğu aşkta da mekânın
etkisi yadsınamaz. Zira Lamia, onun sahibi olmak
istediği mekânın kızıdır.
Tabakalar arası farklılık ve ortamın değişken
yapısı, Ahmet Cemil’in ruhundaki sarsıntıları dinamitler. Mekânın gücü, bu anlamda Ahmet Cemil’i
yıldırmıştır. Ondaki karamsarlık, mekân algısının bireyi kuşatan yönüyle ilintilidir. O, mâi bir
mekâna kavuşma arzusu duyumsar. Ancak “Ahmet Cemil karanlık, bakımsız, insanda daha çok
ölüm duygusu uyandıran pis sokaklardan geçip
gider sık sık” (İleri, 1981:21). Bu sokaklar, Ahmet
Cemil’in ruh dünyasındaki zıtlıklarla “siyah”lıkla
bağdaştırılabilir. Ahmet Cemil’in iç dünyasındaki
bu çalkantılar aracılığıyla eşyaya ruh verilmiştir. Çevresel faktörlerin de etkisiyle bireyin ruh
dünyasının mekâna sinen yönü, Ahmet Cemil’in
bulunduğu yerden uzaklaşmasına ve kurgula(ma)
dığı zorunlu bir yalnızlık mekânına doğru yola
çıkmasına neden olur.
Kırık Hayatlar’da muhafazakâr bir aile babası
ve “uslu koca” olmanın çatışmasını yaşayan Ömer
Behiç için ev, masumiyetinin ve huzur hâlinin
yegâne sığınağıdır. Ev, onun günahlarından arınma merkezidir. Aidiyet duygusunu yaşadığı yerdir. Ömer Behiç, büyük hayallerle taşındığı yeni
evinin dekorasyonunun Batı tarzı olmasına özen
gösterir. Bu nedenle Avrupa’dan gelen kataloglara
bakar. Londra’nın “Mapple” adlı büyük mağazalarına ilişkin eşya listesini anlamasa da karıştırarak
Avrupa modası hakkında kendince fikir edinmeye
çalışır. Maddi açıdan eşyalarını ne Londra’dan ne
Paris’ten ne Stockholm’den ne Berlin’den getirtebilecek güce sahiptir. Ancak Beyoğlu’nda, kesesine uygun alacağı mobilyalarda Mapple katalogundan esinlenecektir. Londra’dan mobilya getirtmek
arzusu, onun eşya konusundaki batı hayranlığını
gözler önüne sermektedir. Ancak Ömer Behiç’in
de mekân algısında ruhsal çatışmalar hâkimdir.
Ev ve dışarı arasındaki zıtlık, onun yıllarca savunduğu değerlerinin yitip gitmesine yol açar. Ömer
Behiç ve karısı Vedide, evlerinin penceresinden
eleştirdikleri yaşamları izleyip kendi evlerinin
masumiyetiyle gurur duyarlar. Ancak mekânın dönüştürücü yönüne ruhsal baskılarının sonucunda
yenik düşen Ömer Behiç, bastırılmış duygularını
mekânın etkisiyle dışa vurur. Zira evden uzaklaştığı anda Ömer Behiç, kendisini kirlenmiş bir
çaresizlik mekânının içinde bulur. Bu mekân, bilinçaltının arzuladığı ama mantığının ötelediği bir
terzi odasıdır. Sevgilisiyle buluştuğu bu oda, Ömer
Behiç’i benliğinden uzaklaştırır ve yalnızlaştırır.
Bu romanda da Kâğıthane, Avrupai tarzda
yaşam sürmeye çalışan ve yanlış batılılaşmayla
yozlaşan tiplerin görüldüğü bir mekânı sembolize eder. Özellikle Veli Bey’in kızlarının sık sık
gezip tozdukları ve varlıklarını hissettirdikleri bir
yerdir. Bu anlamda Kâğıthane, modern yaşam kültürünün yansıtıldığı bir yer olarak karşımıza çıkar.
Veli Bey’in kızları, kendilerini tamamen dejenere
bir yaşama adamışlardır. Bu bakımdan, toplumun
geleneksel kesiminden soyutlanarak kendi küçük
34
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
dünyalarında yaşamlarını sürdürürler. Kendi ördükleri ve içtenlikten uzak birtakım yapay kurgularla düzenlenmiş bir mekânın parçası olan bu aile,
toplumsal yapıdaki başkalaşımı hayat tarzlarıyla
bütünleştirerek geleneksel kültürel yapının kabuklarını kırmış ve mekânı kendilerine uydurmayı
başarmışlardır. Nitekim hayranlık duydukları ve
kendilerini bütünleştirmeye çalıştıkları hayat, onları sadece toplumdan değil aynı zamanda kendilerinden de koparır. Tam anlamıyla sindirilmeyen
bir yaşamın mekâna sinmesine neden olmak ve
mekân üzerinden modern bir yaşamı sindirmeye
çalışmak bu bireylerin yaşamını şekillendirir.
Eylül’ de mekânın yalnızlaştırdığı birey olan
Süreyya için ev, hapishanedir. Yaşadığı evle kendi
iç dünyası arasında mesafeli bir tutum söz konusudur. Zira Süreyya, mekânın kendisini esir aldığını
ve tükettiğini düşünmektedir. Bu düşünüş tarzında, mekânla arasında aidiyet duygusunu destekleyici bir yakınlıktan uzak oluşunun etkisi görülür.
Mekânın bireyin algısında biçimlenmesinde, aidiyet duygusunun etkisi göz ardı edilemez. Mekânı
benimseyememe sonucunda ortaya çıkan yalnızlık duygusunun oluşturduğu bunalım yüzünden
mekân ve insan arasında bir mesafe belirir. Nitekim Süreyya’nın sorumluluğu/suçu mekâna yüklemesi, mekân ve insan arasında ruhsal dinamikleri
tetikleyici bir işlev ortaya çıkarır. Bireyde oluşan
tedirginlik, mekân-birey çatışmasının yansıması
olmakla beraber aynı zamanda yabancılaşmanın
da habercisidir. Süreyya’nın yaşadığı yeri olumsuzlaması/değersizleştirmesi, buna karşın başka
bir mekânı yüceltmesi, içsel baskının bir sonucudur. Zira tutsak olma hissinin oluşturduğu baskı ve yıpranma, kendini boşlukta hissetmeye yol
açar. Süreyya’nın mekâna karşı bu ön yargılı tutumunda, mekâna anlam yüklemesinin ve mekânın
yutuculuğunu hissetmesinin izleri sezilir. Nitekim
mekânın boğuculuğunun oluşturduğu hırpalanma
ve yaşanan uyumsuzluk bireyi mekândan kaçmaya
ve kendini mekândan soyutlamaya sürükler. Yalı,
bu anlamda Süreyya için tutku ve ihtiraslarını yaşayabileceği düşsel bir sığınaktır.
Eylül’de mekân olarak Beyoğlu’nun da hâkim
bir yer tuttuğu görülür. Bütün şikâyetlerine rağmen Necip’in Beyoğlu’ndaki hayattan uzak kalamaması, onun yaşamdaki amaçsızlığının ve ruhsal
boşluğunun bir göstergesidir. Bu yaşam tarzının
yaptırımlarına ve her türlü çirkinliğine alışan
Necip’in ayrı kaldığı zamanlarda Beyoğlu’nu özlemesi de onun bu yaşam tarzını benimsemesinin
bir sonucudur. Bu hayatın sahteliği ve samimiyetsizliği, Necip’i huzursuz etmesine rağmen o,
bir ikilem içindedir. Ona göre, buradaki insanlar
gerçek kimliklerinden başka bir kimlikle hareket
etmektedirler. Burada her şey, mevki ve gösteriş
için yapay bir hâl almıştır. Âdeta her şeyi önceden
ayarlanmış, kurgulanmış küçük sahte bir dünyadır
Beyoğlu. Oysa Necip’in iğrendiği Beyoğlu hayatından arınmak amacıyla gittiği Boğaziçi/Süreyya
ile Suat’ın yanı, onun için sessizliğin hâkim olduğu bir huzur ortamıdır. Buradaki içtenlik ve mahremiyetin onu etkilemesi, samimiyete duyduğu
özlemi yansıtır. Kirlerinden arındığı, temizlendiği
bir mekândır burası. Necip, bu mekânda kendini
“uzun bir ahlak hastalığından” çıkmış olarak hisseder.
Mehmet Rauf’un Karanfil ve Yasemin romanının kahramanları için ev, modern yaşam tarzının
yansıtıldığı gösterge aracıdır. Kadri Paşaların köşkü ve Samim’in sevgilisi Nevhiz’le buluşmak için
Moda’da tuttuğu ev, bu anlamda dikkat çekicidir.
Nitekim bu evler, kültürlerini mekânla gösterme
ve mekânla bütünleştirme arzusundaki bireylerin
kendilerini üstün gösterme amacına hizmet ederek
farklı bir işlevsellik kazanır. Sokağa kayıtsız kalan
ve hayatı salon yaşamından ibaret gören bu bireylerde özenti sonucunda mekânlar aracılığıyla tüketimin gösterime sunulduğu görülür. Zira bu yaşam
tarzını benimseyen “türedi tipler,” “mesafeli bir
ortamda kendinde veya kendisi için değil, ardılları için, böyle bir benliğin ardıllarına bırakmayı
öngördüğü anı için var olur” (Bakhtin, 2001:201).
Sosyalleşmeye dayalı cisimleştirme ve ölçüsüzlük
mekâna da yansıtılır.
Maddenin kışkırtıcı yönü ve yaptırım gücü,
piyano gibi sembollerle donatılan yapay mekânlar
kurulmasına ve eşyanın pragmatik boyuta indirgenmesine yol açar. Karanfil ve Yasemin’de hedonist bireylerin karşıt koşulluluk içinde küçük
sahte dünyalarda yaşayarak sokaktan kopması/
uzaklaşması, yeni tüketim mekânları ortaya çıkarmıştır. Danslı çay partilerinin yapıldığı salonlar, bu dönemde, Avrupai kültürü benimseyen bir
topluluğun ve sosyete içinde bulunmuş olmanın
en belirgin fenomenlerinden biridir. Bu salonlar-
35
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
da verilen partilere ev sahipliği yapanlar, büyük
bir güç ve modernlik savaşı verirler. Üstünlüğü ve
farklılığı elde tutma, tahakküm kurma ve başkalarını küçük düşürme, bu partilere katılan bireylerin
temel gayesidir. Yapaylığın ve dedikodunun egemenliği altındaki bu aileler, yaşamda tutunmanın
amacı olarak Avrupai yaşamın/mekânın gösterişine bağlanırlar. Onlara göre, başkaları üzerinde
hayranlık bırakarak kendilerine saygınlık kazandıracağına inandıkları bir yaşamın parçası olmak,
aynı zamanda bu mekânları yönetmektir. Buraya
gelen “sosyal grup sosyal hayat alanında ve sosyal
varlık alanında, sosyal ilişkileri kapsayan, sınırları
içinde belirli ilişkilerin yaşamasına meydan veren,
kendi özüne dayalı kavramları yaşatıp taşıyan somutlaşmış bir bütün”(Nirun,1994:6)ün temsilcileridir. Fransız kültürünü benimsemişlerdir. Zira
örnek aldıkları Fransız kadınlarının büyük çoğunluğu kendilerini en iyi salon yaşamında ifade ettiklerine inanmaktadırlar. Bu anlamda Karanfil ve
Yasemin romanındaki kadınlar, salon hayatı içinde
“arzulanan nesne” olma ve bu mekânlarla yeni bir
kültürel kimlik kazanma amacındadırlar.
Romanda Kadri Paşa ve ailesi, Avrupai yaşamın eğlence yönüyle özdeşleşmişlerdir. Bunun
yanı sıra onlar, ev dekorasyonlarında da gösterişe
dayalı bir yaşam biçimini benimsemişlerdir. Kadri
Paşa, Nişantaşı ve Beykoz’daki konaklarında sık
sık danslı çay partileri düzenleyen batı hayranı
biridir. Kadri Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağı, tamamıyla Batılı bir tarzda dekore edilmiştir. Bu da
Batılı tarzda yaşayışı arzulayan kesimin en belirgin
özelliklerinden biridir. Zira “19. yüzyılda gündelik
hayatta değişim, en çok mekân tasarımında karmaşaya sebep olmuştu. Mekânların Avrupai tarzda
dizayn edilmesi, belli bölgelerden başlamak üzere
kademeli olarak görülmüştür. İç mekânda başlayan batılılaşma, daha sonra dışa yansıyacaktır”
(Özer, 2005:34). Nitekim Avrupa’dan yeni dönen
Samim, İngiliz tarzıyla döşenen binanın üslubunun
İstanbul için fevkalade olduğunu düşünür. Bu dekorasyon tarzı, ona göre kadınlardaki ilerlemenin
bir yansımasıdır. Samim, Şişli’de küçük bir apartman dairesinde hizmetçi bir kadınla bekâr bir mirasyedi hayatı yaşamaktadır. Samim’in Nevhiz’le
buluşmak için Moda Burnu’nda tuttuğu ev de tamamen Avrupai tarzda döşenir. “Bu hizmet için
tahsis edilmiş yarım bir bodrum katı üzerine biri
büyük ikisi ufak üç oda bir sofa ile tam bir garsoniyerdi.” Samim, evi kiralar kiralamaz Pisalti’ye,
Luvr’a ve Franko’ya uğrayarak yeni moda eşyalar hakkında fikir edinir. Mekânla kimlik kazanma çabası, “kültürel mekân” oluşturmaya yönelik
adımlardır. Samim’in gittiği bu mağazalar, devrin
Avrupai eşyalarının bulunduğu ve genellikle aristokrat kesime hitap eden yerlerdir. Ayrıca Samim,
İngiliz ve Alman eşya kataloglarına bakar. Yemek
odası için İngiliz tarzında bir büfe, bir masa, altı
sandalye ayırır. Odanın tam merkezine, “iki tarafı arkalıklı, önde de arkada da oturulabilecek
alarekamye geniş bir şezlong”, “bunun sağına
ve soluna iki moris çer, bir balansuvar” ve “bir
iki geridon” (s.218) sipariş eder. Salon için devrin vazgeçilmez medenilik ölçütü olan bir piyano
alır. Evin her köşesinin Avrupai tarzda döşenmesine özen gösteren Samim, kendi apartmanında
“Avrupa’nın meşhur sanayi-i nefise talebelerinden
almış olduğu gayet güzel fotogravür levhalarını,
stauetleri, vazoları, meşahirin heykelleri ve bazı
kadın büstleri”(s.220)ni getirir. Özellikle salona
ve odalara resim astırmak devrin modasıdır. Salona, İngiliz hayatına ait bir aşk levhasını gösteren
“Marcos Satn’ın “aşk İçinde “adlı tablosunu; Leh
ressamlardan Kovalski’nin “Kış gecesi” isimli
resmini, Palastiriyarı’nın meşhur Beethoven levhasını ve Fransız ressam Eçeveri’nin “Serkice”
adlı meşhur bir tablosunu asmıştır.
Son Yıldız romanında da, değişen kültürel yaşamın bireyler üzerinde oluşturduğu yıkım ve
değişim, mekân üzerinden anlatılır. Karanfil ve
Yasemin’de olduğu gibi bu roman da danslı bir
çay partisinde yaşananların anlatılmasıyla başlar.
Romanın başkahramanı Perran, modern yaşam
tarzını benimsemiş ve bu yaşam tarzının içinde olmaya istekli genç bir kadındır. Özlemini duyduğu
hayat tarzına kavuşmasıyla Perran, yıllardır bu tür
bir yaşamın içinden gelmiş gibi yeni sosyal çevresine hemen uyum göstererek mekânı Batı kültürü
aracılığıyla deneyimleyen bireyler arasına katılır.
İçine girdiği bu materyalist çevredeki rekabet ve
kendini gösterme eğilimiyle sosyal hareketliliğin
vazgeçilmez isimlerinden biri olur. Mekânın yutuculuğu ve bireyi kalabalık içinde yalnızlaştırması,
bu roman kahramanlarının yaşadıkları sahte dünyanın içinde açık bir şekilde görülür.
Fahri Cemal’le tanışana kadar bu hayata olduk-
36
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
ça uzak olan Perran, en uzak hayallerine Fahri Cemal sayesinde kavuşur. Gazetelerde takip ettiği bu
yeni hayata dair haberlerin içinde bulunmak ve bu
yeni hayatı kendi dünyasında yaşamak, onun vazgeçemeyeceği bir durumdur. Perran, yeni katıldığı
bu “yabancı dünyaya kendi özlemine ait içeriklerin damgasını vurmaya çalışır”(Lukacs, 2003:81).
O, kendisine sunulmayanı gençliğini ve güzelliğini kullanarak zorla almayı başarır. Özendiği dış
dünyaya kavuşmasının neticesinde, modernizmin
salt uygulayıcısı olarak kendini gösterme çabasındaki genç kadın, geldiği toplumsal yapıyla içinde
bulunduğu toplumsal yapı arasındaki farklılıktan
şikâyetçi olmadığı gibi ortamın değişken işleyişine birdenbire gömülür. Mekânikleşen ortak yaşantının “ötekileşen” bir bireyi olmaktan dolayı
memnuniyet duyarken ben-merkezci kişiliğini
yansıtacağı uygun zemini de bulur. Perran ve çevresinin apartmanda oturmaları, aynı zamanda köşk
yaşamının yerini lüks apartman dairelerinin aldığının bir işaretidir. Perran ve kocasının oturduğu
lüks apartman dairesinin bütün giderleri genç kadının aşığı Fahri Cemal tarafından karşılanır. Evin
içi de tamamen Avrupai tarzda döşenmiştir. Zira
“evin dekorasyonu, ev sahibinin sosyal statüsünün
bir göstergesi olarak karşımıza çıkmakla beraber
ilerleyen zaman diliminde Batı tarz ev dekorasyonlarının oluşması aynı zamanda evin tefrişi ev
sahibinin kim olduğu, özelliklerini zevkini yansıtır
bir özellik taşıyacaktır”(Özer, 2005:146). Eşyalardaki modern çizgiler, Perran’ın yerli kültüre uzak
oluşunun simgesi niteliğindedir. Perran’ın evinde
görenlerde hayranlık uyandıran büyük bir itinayla
döşenmiş bir musiki salonu vardır. Bu odaya, yurt
dışından getirtilmiş bir çalgı mekânizması kurulmuştur. Ayrıca Amerika’dan ona sürekli gramofon
plağı gelmektedir. Evinde böyle bir müzik odasına sahip olmanın gururunu yaşayan Perran, müzik
konusunda kendini yetiştirir. Avrupalı bestecilerin
hayatlarını çok iyi bilir. Müzik bakımından kendini yetiştiren Perran, kolaylıkla yeni çevresi ve
karşıtlıklar evreniyle bütünleşir.
Servet-i Fünûn romanında kahramanların
mekânla olan ilişkileri, mekânı kendi içsel kaygılarına göre anlamlandırmalarıyla belirginlik kazanır. Bu anlamlandırma kimi zaman kolektif bir
duruşu yansıtmaktadır. Ancak bu kolektif duruşu
ortaya çıkaran da içsel çatışmalardır. Yeni bir ya-
şam tarzını içselleştirmeye çalışan kahramanlar,
hem iç dünyalarıyla hem de çevresel faktörlerle
bir mücadele hâlindedirler. Mekânın baştan çıkarıcılığı ve kışkırtıcılığı, kahramanlar arasında önce
ce yayılır. Daha sonra kahramanlar, yaşadıkları
mekânları da özendikleri mekânlara dönüştürme
çabası verirler.
Medeniyet değişiminin mekânda kendini göstermesi, ortak bir bunalımın sonucudur. Yaşanılan
mekânda Avrupai bir görüntü oluşturma ve eşyaların alınmasında seçicilik arzusu, çağdaşlaşma sürecini cisimleştirmeye yönelik bir tutumdur. Yeni
sosyokültürel yaşamın maddi boyutuna indirgenen
bu tüketim gösterişi, çevreye karşı bir üstünlük
kurma ve kültürel değişimi eşya bazında kanıtlama
arzusudur. Bu anlamda mekânın nüfuzlaştırılması,
mekânı sembolik anlamda yıkıp yeni bir mekân
kimliği oluşturma amacına hizmet eder.■
KAYNAKLAR
Bachelard, Gaston(1996), Mekânın Poetikası,
(çev.Aykut Derman), Kesit Yayınları, İstanbul.
Bakhtin, Mikhail(2001), Karnavaldan Romana,
(Çev. Cem Soydemir) Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
İleri, Selim(1981), Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir
Kışın Siyah Günleri, Yazko Yayınları, Ankara.
Koçak, Orhan (1996) “Kaptırılmış İdeal: Mai ve
Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme” Toplum ve
Bilim S.70 İstanbul.
Kavcar, Cahit,(1985), Batılılaşma Açısından
Servet-i Fünun Romanı, Kül.ve Tur.Bakanlığı Yay.
Lukacs, Georg(2003), Roman Kuramı, (çev. Cem
Soydemir) Metis Yayınları, İstanbul.
Mehmet Rauf(2006), Eylül, Akçağ Yayınları, Ankara.
Mehmet Rauf, (1915), Karanfil ve Yasemin,
Amedi Matbaası, İstanbul.
Mehmet Rauf, (1927), Son Yıldız, Suhûlet Kitaphanesi, İstanbul.
Moran, Berna(1997), Türk Romanına Eleştirel
Bir Bakış I, İletişim Yayınları, İstanbu.
Nirun, Nihat(1994), Sistematik Sosyoloji Yönünden Aile ve Kültür, AKM Yayını, Ankara.
Özer, İlbeyi (2005), Avrupa Yolunda Batılaşma
ya da Batılılaşma, Truva Yayınları, İstanbul.
Uşaklıgil, Halit Ziya(1984), Ferdi ve Şürekâsı,
İnkılâp ve Aka Kitâbevi, İstanbul.
Uşaklıgil, Halit Ziya(2005), Mai ve Siyah, Özgür
Yayınları, İstanbul.
Uşaklıgil, Halit Ziya(1963), Aşk-ı Memnu,
İnkılâp ve Aka Yayınları, İstanbul.
Uşaklıgil, Halit Ziya(1989), Kırık Hayatlar,
İnkılâp Kitabevi, İstanbul.
37
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
BAHTİYAR ASLAN
İ
lhan Berk, “kurşun kubbeler şehri” diyordu,
İstanbul’a yazdığı meşhur şiirinde. O şiirde;
Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına
yağmur yağıyordu. O şiirde; Yenicami Süleymaniye
arkalarını kirli bir göğe vermişler hiç kımıldamıyorlardı. O şiirde; Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış
bütün iştahıyla ağlıyordu. İlhan Berk, bu şehirde şiiri
kurşun kubbelerden damıtıyordu şüphesiz. Çünkü İstanbul böyle istiyordu. Çünkü İstanbul demek biraz
da/en çok da kurşun kubbeler demektir. Şehrin silueti bu kubbelerle belirir, yanlarında incecik çizgilerle;
minarelerle… İstanbul, mutlak bir şiir metni olan şehirdir. Mutlak bir şiir metninin sahibidir hem, hem de
o metin bizzat kendisidir. Günü geldiğinde karnındaki
manadan dağıtır şairlere; eksilmeden… Sonra her yazılan metin gelip o manaya eklenir ya da o mananın
içinde kaybolur. Büyüyen Taş gibi bir şeydir işte…
Yazılanlar hep o mutlak metne bir basamak, bir
dipnottur aslında. Nedim’in bir (yek) sengine yekpare
acem mülkünü feda ettiği şiir de bir dipnottur, İlhan
Berk’in şiiri de, arada kalanlar da… İstanbul’un mutlak metni hep ötede bir yerde durmaya devam eder.
Ama yine de her şair bu imkânsıza bir yerinden dokunmaya yeltenir. Şaire düşen sadece ve ancak budur.
Bize düşense bu dokunmalara, bu dipnotlara bakmak
ve zihnimizde esas metne dair bulutsu/tozsu bir gerçekliğin oluşması için çabalamaktır. Bu bulutsu/toz-
su metin, bizi mutlak metne bağlayan yegâne araçtır.
Mutlak metni maalesef ve ancak böyle bir gerçekliğin
imkânlarıyla okumak zorundayız. Elbette bu zorunluluğu bir hayıflanma vesilesi olarak algılamak meselenin akla ilk gelen ve en kolay çözümüdür. Fakat
onu bir avantaja çevirmek gibi bir seçeneğimiz daha
vardır. Bu bulutsu/tozsu gerçekliğin sınırsızlığı, yumuşaklığı, çerçevesiz oluşu tılsımlı bir rüya ve yaratma atmosferi sunar bize. Sanatçının, bu türden bir
gerçeklik karşısında kendini daha özgür hissedeceği,
daha cesur bulacağı muhakkaktır. İşin meselemize
taalluk eden boyutuna bakacak olursak; zihnimizde
bir çatallanmanın, yılandili gibi zehirli bir yarılmanın baş gösterdiğine şahit oluruz. Gerçekte İstanbul
bir edebiyat muhiti midir yahut edebiyatın malzemesi
midir, yoksa edebiyatı kendisine malzeme olarak benimseyen bir şehir midir? Hatta İstanbul için edebiyat, kendisine malzeme olarak benimsediği şeylerden
sadece biri midir? Eğer, İstanbul’un bir mutlak metninin olduğunu kabul edersek, edebiyatı bir malzeme
derekesine indirmenin ve bunu içimize sindirmenin
zehirli tadıyla buluşacağız; aksi hâlde İstanbul’u böyle
bir denklemde kurban etmek ve malzeme derekesine
düşürmenin zehri ve tatsızlığıyla yüz yüze geleceğiz demektir. Belki de en kolayı ve de en doğrusu bu
denklemin yanlışlığını ileri sürüp meselenin dışına
çıkmaktır.
38
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Ne olursa olsun İstanbul’u edebiyat muhiti yapan
şartların başında onun edebiyatı, edebiyat yapanları,
şair ve sairleri kışkırtan boyutu durur. İstanbul, edebiyata konu olan edilgen bir şehir, bir varlık değildir.
Şair ve sairler bir nesnenin karşısına kurulur gibi kurulup oturamaz onun karşısına. O, aktif bir sanatkâr
olarak sanata katılır. Bu hâliyle karşımızda bir özne,
bir yazan İstanbul vardır. İstanbul, kendisi edebiyat
yapan bir muhittir her şeyden önce; kendi kendisinin
edebiyatın yapan…
İstanbul’un hem bizzat kendisi hem de sahibi olduğu o mutlak metni okumaktır İstanbul’u yazanlara/
anlatanlara kalan. İstanbul’a dair yazılanların hepsi
bir okuma biçimidir aslında. Şairler ve sairler yazarken aslında bir okuma biçimiyle okumakta, sonra o
okuma biçimini bir metin olarak önermektedirler.
İstanbul’a dair yazılan metinlerin bundan öte anlamı
yoktur. Bu hâliyle o, sahip olduğu metin okunan/yazılan, edebiyatı yapılan bir muhittir. Hâsılı, İstanbul’un
mutlak metni kurşun bir kubbe yahut kubbeler gibi
yukarıda bir yerde durmaktadır. İstanbul’a dair yazılan her şey kurşun kubbe(ler)den damıtılan bir şeydir.
Metin mutlak oldu mu, şair körleşir. Okur-kör olur
önce, sonra yazar-kör; metnin şiddetinden…
Bir de içinde edebiyat yapılan muhit tarafı vardır
İstanbul’un. Yılda aşağı yukarı bin beş yüz kültürel
faaliyet gerçekleşir bu şehirde. Sadece resmî kayıtlara giren rakamdır bu. Belki bir o kadar da kayıt
dışı faaliyet vardır. Bu yekûnun önemli bir kısmının
merkezinde edebiyat vardır. Bir günde en az dört beş
farklı mekânda edebiyatın nabzı atar. Meraklısı hangi mekânda bu nabzı yakalayacağını şaşırır. İstanbul,
edebiyatın kitaplardan okunduğu bir muhit değildir;
edebiyat orada aramızda dolaşan, bir dalgınlık anında
omzuna çarptığımız, ayağına bastığımız bir canlıdır.
Edebiyat, kendi evinde olmanın, kentinde ve kendinde
olmanın rahatlığıyla vardır orada. Başka nerede olabilir ki? Bu soru bile ne kadar tabii soruluyor; edebiyat
İstanbul’dan başka nerede olabilir ki?
Liseli çocuklar için söylenebilecek cinsten sözlerle
anlatacak değilim. Bunun için de şairlerin ve sairlerin
orada yattığını; herhangi bir köşeden dönerken, köşeden dönen/köşeyi dönen bir edebiyatçıyla karşılaşabileceğinizi söylemiyorum. İstanbul’u edebî muhit kılan
onlar mıdır? Yoksa onları şair kılan İstanbul mudur?
Cağaloğlu’nun, Claude Farrere’in nasıl kıpır kıpır olduğunu anlatmalı mıyım, bilmiyorum. Sokaklarına
sinen mürekkep ve selülozun nasıl tiryakilik yaptığını;
matbaadan çıkar çıkmaz kitaba ilk burada dokunulduğunu; yeni doğan bebeğe dokunur gibi… Ya da Türk
Edebiyatı ile Dergâh’ın arasının bir sigara içimi bile olmadığını… Ne kadar kitap basıldığını, kaç dergi çıktığını kimsenin bilmediğini… Bütün bunları ve belki
de bunlara ilaveten İstiklâl Caddesi’ni, Beyoğlu’nu ve
arka sokaklarını, Şişhane’yi, Sıraselviler’i, Yüksek
Kaldırım’ı anlatmalı mıyım, bilmiyorum… Dolayısıyla Haldun Taner’i, Sait Faik’i, Can Yücel’i, bir parça
da Orhan Veli’yi, hatta Selim İleri’yi, İlhan Berk’i…
Belki Sezai Karakoç’u, Cemal Süreya’yı… Hatta Hilmi Yavuz ve kasten aynı cümlede olmak üzere İsmet
Özel’i… Belki Baylan Pastanesi’ni ve dolayısıyla Attila İlhan’ı, Demir Özlü’yü, Ahmet Oktay’ı ve diğerlerini… Hatta artık sadece hatıraları süsleyen Küllük’ü ve
Tanpınar’ı, Peyami Safa’yı, Neyzen’i, Oktay Akbal’ı,
Orhan Veli’yi, Necip Fazıl’ı… Hatay Meyhanesi’ni ve
Cemal Süreya’yı, Tomris Uyar’ı, Feyyaz Kayacan’ı…
Markiz’i ve Yahya Kemal’i, Haşim’i, Yakup Kadri’yi
ve Faruk Nafiz’i… Bunları ve daha başkalarını anmalı mıyım acaba? Bunu kendi kendime ve okuyanlara
sormak suretiyle de olsa anarak, o büyük/mutlak metnin okurlarını; o büyük/mutlak metnin okunuşlarını
çoğaltarak bir okur olabilir miyim, yeni bir okuyuş
çıkar mı buradan, bilemiyorum.
Sonra bütün bunlara romanın ve hikâyenin geçtiği
mekân/muhit olarak İstanbul’u eklemek gerek. Felatun
Bey ile Rakım Efendi’den Huzur’a, Fatih-Harbiye’ye,
Yeni Hayat’a kadar yüzlerce romanın mekânıdır bu
şehir. İstanbul, okur/yazarlarına kendi mutlak metninden kelimeler verir, cümleler dağıtır. Romancılar
onun sokaklarını dolaşan dilleriyle anlatırlar Doğu
ve Batı arasındaki gerilimi yahut ikisinin sentezini.
Medeniyetin yorumu onun sahip olduğu mabetlerin
karşısında durularak, kubbelerinden ilham alınarak
yapılır. Peyami Safa ve Tanpınar’ı mı hatırladınız?
Öyleyse hangi sokaklarının ne kadar polisiye roman
koktuğunu da düşünün, Ahmet Ümit’i anın öyleyse…
Neden daha fazla sayayım ki…
Hiçbir şehir bir yazara İstanbul’un verdiğinden
daha fazlasını vermez. Hiçbir şehrin kubbeleri ve o
kubbelerin üstündeki gök kubbe İstanbul’unki kadar cömert değildir. Hiçbir şairin başı, hiçbir şehirde
İstanbul’da olduğu kadar ilham sağanakları altında
değildir.
Hangi şiiri bıraksanız yersiz yurtsuz, gider
İstanbul’u bulur…■
39
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Memduh Şevket Esendal’ın eserlerinde
toplumsal değişmenin “ev”e yansımaları
İSMAİL ÇETİŞLİ*
Esendal’ın hikâye
ve romanlarında
görülen “konakyalı-köşkapartmanpansiyon”
çizgisindeki
değişme/küçülme/
yozlaşma,
öncelikle Türk
ailesinin nicelik ve
nitelik bakımından
yaşamakta olduğu
değişme/küçülme
ve yozlaşmanın da
açık ifadesidir.
İ
nsanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli farklılıklardan biri, atalarından devraldığı mirası geliştirip devam ettirmek suretiyle bir “kültür” ve “medeniyet” yaratabilmesidir. Hayatın her alanında görebileceğimiz bu yeteneğin en
somut görünümlerinden biri, insanın mekâna bağlı hayatında
karşımıza çıkar. Doğal mağaralarda başlayan insanın mekâna
bağlı hayatı, dünden bugüne uzanan süreçte çadır, kulübe, ev,
konak, yalı, köşk, saray, apartman, gökdelen, gecekondu, pansiyon adı altında pek çok farklı mesken tipi; sokak, mahalle,
cadde; köy, kasaba, şehir/kent adı altında da pek çok farklı
yerleşim biriminde değişerek gelişmiştir. Mesken tipleri ve
yerleşim birimlerinin, genel çerçevede belli bir evrensellik
gösterse de, yakından bakıldığında belirgin biçimde millî ve
yer yer de mahallî bir kimliğe sahip olduğu görülür. Zira insanın bu bağlamda var ettiği her türlü somut değer, doğrudan
doğruya kültürün temel unsurları arasında yer alır.
Türk milleti tarihi boyunca, içinde yaşadığı coğrafya, sahip olduğu dünya görüşü ve hayat tarzına paralel bir şekilde
mesken tipleri ve yerleşim birimlerine sahip olmuştur. Dolayısıyla sahip olunan mesken tipleri ve yerleşim birimlerinden
onun içinde yaşadığı coğrafya şartlarını, sahip olduğu hayat
tarzını ve dünya görüşünü tespit etmek mümkündür. Çünkü
“insan-zihniyet-mekân” arasında sıkı bir ilişki mevcuttur.
*
Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi
40
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Bu gerçekliğin somut yansımalarından biri,
Osmanlı-Türk toplumunun Batı kültür ve medeniyetine yönelmesinden sonraki dönemde mesken tiplerindeki; bir başka ifadeyle “ev”indeki değişmede
karşımıza çıkar. Tanzimat yıllarından günümüze kadarki -yaklaşık- yüz elli yıllık dönemde Türk insanının içinde yaşadığı “ev”indeki değişme, yine aynı
dönemde yaşanan sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel değişmelerin; bir başka söyleyişle Batılılaşmanın
doğal sonuçlarından birisidir.
Söz konusu değişimin araştırılıp incelenmesi,
öncelikle antropoloji, etnoloji, sosyoloji, mimarlık
tarihi gibi disiplinlerin işidir. Bizim buradaki konumuz, edebiyat ve özellikle hikâye ve roman türlerinden hareketle Tanzimat sonrası dönemde yaşanan
sosyal/toplumsal değişmenin “ev”e yansımalarını
ortaya koymaktır. Hemen belirtelim ki Türk edebiyatı bu konuda zengin bir birikime sahiptir.[1] Ancak
yazımızı “makale” çerçevesine almamız, konuyu
sadece Memduh Şevket Esendal’ın hikâye ve romanları ile sınırlı tutmamızı zaruri kılmıştır.
***
Kırk yılı aşan sanat hayatında üç yüze yakın
hikâye ve üç roman kaleme alan Memduh Şevket
Esendal (1884-1952), bu eserlerinde önemli ölçüde
Türk toplumunun XIX. yüzyılın başlarından XX.
yüzyılın ortalarına kadarki yıllarda yaşadığı “geçiş
dönemi” sancıları ile yeniden yapılanma gayretlerini ele almıştır. Bu bağlamda yazar, toplumumuzun
sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik
hayatına ait değerler manzumesindeki bozulma,
çözülme, yozlaşma veya değişme olgusunu; bunun
fert, aile ve toplum hayatına yansıyan sonuçlarını
tespit, tasvir ve tahlil etmeye çalışırken belirgin biçimde “odak”a “aile kurumu”nu yerleştirmiştir.
Esendal’ın pek çok hikâyesi (Tirâzîde Sadullah
Efendi Sokağı, Büyük Hızır Bey Konağı, Gençlik,
Komiser, Bir Kucak Çiçek, Bu Sıska Karı, Muzaffer,
Berrin’in Evliliği, Adnan’ın Karısı, Hatice, Arife,
Bayan Nazmiye, Murat Ali, Kayışı Çeken vb.) ile Miras, Ayaşlı ile Kiracıları ve Vassaf Bey romanlarında
aileyi alâkadar eden ilk ve en önemli husus, kurum1. Bu konuda bkz: Handan İnci Elçi, Roman ve Mekân
Türk Romanında Ev, Arma Yay., İstanbul, 2003;
Hilmi Yavuz, “Apartman: Kentleşme ve İnsan”, Roman
Kavramı ve Türk Romanı, Bilgi Yay., İst., 1977, s.100105; Selim İleri, “Yakup Kadri’de Konak”, Türk Dili,
S.281, Şubat 1975, s.111-118.
daki “yapı” değişikliğidir. Bu değişim, ailenin hem
iç hem de dış yapısıyla alâkalıdır. Yani aile, kemiyet/nicelik ve keyfiyet/nitelik itibariyle değişirken
aynı ölçüde, içinde yaşadığı mekân bakımından da
değişmektedir. Bu sebepledir ki, Türk toplumu çok
kısa bir zaman içinde hem “büyük aile”den “çekirdek aile”ye hem de “konak”tan “apartman”a geçişi
bir arada yaşanmıştır. Özellikle Miras ve Ayaşlı ile
Kiracıları romanlarında bu süreci bütün açıklığıyla
görebiliriz.
Esendal’ın eserlerinde gerçek manadaki “büyük
aile”yle Miras romanı ile Tirâzîde Sadullah Efendi
Sokağı ve Büyük Hızır Bey Konağı isimli hikâyelerde
karşılaşırız.
Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı’nın büyük ailesi Tirazîzâdeler’dir. Nimet Molla ailesi, Nimet
Molla’nın üç ayrı evliliği ve bir hizmetçisinden olan
toplam altı evladı; bunların evlenmeleriyle konağa
gelen gelin ve damatlar; geçen zaman içinde dünyaya gelen torunlar; halayıklar, cariyeler, beslemeler,
uşaklar, vekilharçlarla bir hayli kalabalıktır. Ancak
bu büyük aile, değişen ekonomik, siyasi ve kültürel
şartlar; zamanla içine düştükleri ekonomik sıkıntılar
ve ahlaki yozlaşma yüzünden dağılmanın eşiğindedir. Oğullar ve damatlar, ayyaş, hırsız, yalancı, hazır
yiyici; kızlar ve gelinler süse ve asalete düşkün, ama
cahil ve tembeldirler. Bu sebeple hepsi, her gün biraz daha tükenen Nimet Molla’nın parasına muhtaçtırlar. Ailede ekonomik çöküntü ile ahlaki çöküntü
at başı gitmektedir. Bunun doğal sonucu olarak konağın ahengi, birlik ve bütünlüğü bozulmuştur.
“Konakta herkes ayrı apartmanda oturur gibidir.
Ortada müşterek yalnız selamlıkta çıkan yemektir.”
/ “Haremde herkes kendi evinde gibidir. Herkesin
yemekleri ayrı pişer, çamaşırları ayrı yıkanır. Yalnız
selamlıkta umumî bir sofra kurulur ve bu sofrada
ekseriye evde bulunan erkeklerin hepsi toplanır,
hatta Efendi’nin kendisi de gelirdi. Fakat, dünyanın
hiçbir yerinde lokmalar bu kadar sayılı ve kapışmak
bu kadar harisane değildir.” (GKK, Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, s. 201/203)[2]
2. Yazıdaki alıntılar, adı geçen eserlerin şu baskılarından
yapılmıştır.
Otlakçı (O), Bilgi Yayınevi, Ank., l983, 3. baskı.
“Hacı Dedemin Evi”, İhtiyar Çilingir (İÇ), Bilgi
Yayınevi, Ank., l984.
“Büyük Hızır Bey Konağı”, “Yurda Dönüş”,
“Çamlıcada’ki Konak”, Gödeli Mehmet (GM), Bilgi
Yayınevi, Ank., l988.
41
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Büyük Hızır Bey Konağı’nda da benzer bir durumla karşılaşırız. XIX. asrın sonlarında, “zamanın,
paranın, memleketin değişen hesaplarının, artan ihtiyaçlarının çıkardığı sebeplerle” Kara Hızır Bey’e
dayanan büyük aile fertleri birbirleriyle anlaşamaz;
bir arada yaşayamaz hâle gelmişlerdir.
“Kardeşler birbirine darıldı. Babalar analar,
dayılar amcalar ki hepsi şu büyük konakta mesken
tutmuş asırlık, büyük bir ailenin dalı budağı idiler.
Yavaş yavaş zamanın, paranın, memleketin değişen
hesaplarının, artan ihtiyaçlarının çıkardığı sebeplerle birbirine darılarak, ayrılmağa, buradan alınabilecek bir şey, bir parça ekmek varsa onu aldıktan sonra çekilmeğe başladılar. Ölümler de araya
giriyor ve büyük davalar bırakıyor, aileyi birbirine
bağlayan son ipleri, son sevişleri, menfaatleri çürütüyordu.
Böylece, evvela büyük dairelerde boş odalar
peydah olmağa başladı. Sesler azaldı, sonra yalnız
bir büyük baca tüten bu yerde ayrı ayrı küçük iki
üç ocak yanmaya, iki üç sofra kurulmağa başladı.
Geniş sofalar, büyük setli eski zaman odaları tenhalaştı.” (GM, Büyük Hızır Bey Konağı, s.90)
Bir aile romanı durumundaki Miras’ta ise büyük
aile, hatıralara bağlı ve art zamanlı olarak söz konusu edilir. Bu, Silahtar Ali Paşa ailesidir. Silahtar Ali
Paşa ailesi de, XIX. yüzyılın ikinci yarısında, büyük
ananın ölümü üzerine önce iç bütünlüğünü, bir çatı
altında yaşamanın ahengini kaybetmiş, çok geçmeden de parçalanıp dağılmıştır. Nitekim Silahtar Ali
Paşa ailesinin parçaları durumundaki Şefik ve Canip Bey aileleri, ebeveyn, çocuk/çocuklar ve tek bir
hizmetçiden teşekkül eden birer çekirdek ailelerdir
artık.
Vak’a zamanları 1930 ile 1940’lı yıllarını kapsayan Ayaşlı ile Kiracıları ve Vassaf Bey romanları
ile pek çok hikâyede (Sıdıka, İhtiyarlık, Komiser,
Bir Kucak Çiçek, Bu Yollar Uzar, Bu Sıska Karı,
Berrin’in Evliliği, Kerim Bey vb. ) ise tamamıyla
çekirdek aile esastır. Çoğu ailede hizmetçi olmadığı
gibi, çocuk sayısında da düşüş vardır.
Aile müessesindeki değişme olgusu, yukarıda
“Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı”, Gönül Kaçanı
Kovalar (GKK), Bilgi Yayınevi, Ank., 1993.
Ayaşlı ile Kiracıları, Bilgi Yayınevi, Ank., l983, 3. baskı.
Vassaf Bey, Bilgi Yayınevi, Ank., l983.
Miras, Bilgi Yayınevi, Ank. l988.
vurgulamaya çalışıldığı gibi, sadece bir kemiyet meselesinden ibaret değildir. Bundan çok daha önemli
ve o ölçüde de tehlikeli bir başka olgu daha yaşanmaktadır ailede. Bu, keyfiyetteki; yani kurumun
varlık ve bekasını sağlayan kıymet hükümlerindeki
bozulma, çözülme, yozlaşma olgusudur. Zaten yapı
itibariyle küçülmenin arkasındaki asıl sebeplerin
başında bu husus gelir. Onun içindir ki, yapıdaki
değişme çekirdek ailede durmaz. Bir adım sonra çekirdek aile de iç bütünlüğünü kaybetme ve sadece
sembolik bir kurum olmanın eşiğine gelir. Çünkü
-öncelikle- fedâkârlık, sadakat, namus, aile sorumluluğu ile bunların teşekkülünde önemli rol oynayan
ahlaki ve dinî değerler çok büyük ölçüde erozyona
uğramıştır. Bunlara kendini ispatlama arzusu, “ben”
duygusunun körüklediği egoizm ve birtakım moda
cereyanların tesiri de eklenince, karı kocanın bile
çarpık bir “ferdîleşme” çukuruna düşmeleri kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Miras’ta başlayan bu süreç,
Ayaşlı ile Kiracıları’nda en uç noktaya ulaşmıştır.
Ayaşlı ile Kiracıları romanındaki Haki-Turan,
Abdülkerim-İffet, Fuat-Faika çiftlerinden oluşan
ailelerdeki çözülme; dolayısıyla eşlerin ferdîleşmesi
çok daha ileri seviyededir. Resmî veya dinî nikâhın
maddi ve manevi bağlayıcılığından söz etmek son
derece zordur artık. Metres hayatı, yasak ilişki, neredeyse tabii addedilir olmuştur. Toplumda karısını
başka erkeklere peşkeş çekebilecek veya yasak ilişkisine göz yumabilecek “karnı geniş” koca tipi ile
gözüne kestirdiği her erkekle ilişkiye girebilen, sabahtan akşama kumar masasında oturmaktan bir tek
çocuğuna bile bakamayan, sonradan görme, moda
düşkünü kadın tipi yan yanadır.
İki Kadın, Bayan Nermin, Bir Kadının Mektubu,
Bir Aile Hayatı Üzerine Etüt, Kızımız, Artist Olacak Kız, Mumuşcuğum, Saide, İntikam gibi birçok
hikâyede de, değişik sebepler yüzünden aile kurumundaki yozlaşma ve bunun sebep olduğu sıkıntı ve
yıkımlar öne çıkmaktadır.
Kısacası; Türk toplumu XIX. yüzyılın ikinci yarısı, -özellikle- XX. yüzyılın başından itibaren aile
kurumunda büyük bir değişim süreci yaşamış ve
yaşamaktadır. İlk bakışta sadece kemiyete yönelik
olduğu intibaı uyandıran bu değişim süreci, çekirdek aileyi de tehdit eder hâle geldiğinde sırf kemiyet
meselesi olmadığı gerçeği daha iyi anlaşılır. Aile kurumumuz, aslında keyfiyet itibariyle de değişmektedir. Kurumu ayakta tutan değerler manzumesindeki
42
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
bozulma, çözülme ve yozlaşma olgusu, ilk aşamada
büyük aileyi çekirdek aileye dönüştürmüş, bir adım
sonra da onun varlığını tehdit eder hâle gelmiştir.
Esendal, böyle bir muhtevayı türün imkânları
dâhilinde işlerken mekân unsurundan faydalanmaya
çalışmıştır. Hatta bazı hikâye ve romanlarında muhteva yükünün önemli bir bölümünü mekâna yüklediği söylenebilir. Bunun için onun eserlerinde sosyal yapıdaki değişme sürecini, mekâna bağlı kalarak
takip etmek mümkündür. Kimi zaman açık biçimde ifade edilen bu süreç, kimi zaman mekân-insan
ilişkisiyle, kimi zaman da metaforik görünümün arkasından sezdirilmeye çalışılır. Söz konusu hikâye
ve romanlar dikkatle incelendiğinde, Osmanlı-Türk
toplumunun son bir buçuk asır içinde ne ölçüde değiştiği/yozlaştığı; bunun mekâna bağlı hayatına nasıl yansıdığı açık biçimde görülür. Çünkü hikâye ve
romanlarda üzerinde durulan ailelerdeki yapı değişikliğinin bir başka yönünü, kurumun içinde yaşadığı “mekân”daki değişmeler oluşturur. İç yapıdaki
kemiyet/nicelik-keyfiyet/nitelik değişmeleri doğrudan doğruya dış yapıya/mekâna da yansımıştır. Bu
sebepledir ki, konaktaki büyük aileden apartmandaki çekirdek aileye geçiş süreci bir arada ve iç içe
yaşanmıştır.
***
Memduh Şevket Esandal’ın hikâye ve romanlarındaki Osmanlı-Türk toplumu veya ailesinin Tanzimat dönemi hayatında en eski ve en geniş mesken
tipi “konak”tır. Büyük Hızır Bey Konağı, Tirâzîde
Sadullah Efendi Sokağı, Çamlıca’daki Konak isimli
hikâyelerle Miras romanında, konaklarda yaşayan
ailelerle karşılaşırız. Üstelik söz konusu metinlerin
mekânları ve önemli ölçüde konuları da konaktır.
Bu bağlamda üzerinde durulması geren en önemli
hikâye Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı ve Büyük
Hızır Bey Konağı’dır.
Birinci hikâyede, Tirazîzâdeler olarak anılan
büyük ailenin değişen ekonomik, siyasi ve ahlaki
şartlar sebebiyle içine düştükleri ekonomik sıkıntı
ve ahlaki yozlaşma yüzünden dağılmaya sürüklenişleri; buna paralel olarak da çatısı altına sığındıkları
konağın çökmeye yüz tutması anlatılmaktadır.
“Asırlardan beri yaşamış ve bir hayli hayırsever
yetiştirmiş olan Tirazîzâdeler ailesinin, Baba Haydar tarafından, tenha bir mahallede, bir dört yol
ağzında, bir ufak karakol, bir küçük çeşme karşısındaki bu eski konağı, denilebilirdi ki, bu Nimet Mol-
la Beyle artık son günlerini yaşıyordu. Belli idi ki,
Molla, kalıbı dinlendirdikten biraz sonra, burası da
İstanbul’un diğer birtakım büyük konakları gibi yıkılıp arsasında fakir bir mahalle vücuda gelecekti.”
(GKK, Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, s.215)
Bir önceki hikâyenin devamı mahiyetinde olan
Büyük Hızır Bey Konağı’nda da, adı geçen konağın
yine değişen şartlar sebebiyle terk edilişi, zamanla
harap hâle gelmesi ve mirasçıları tarafından satılması; sonunda da yıkılıp yerine bir mahalle kurulması
anlatılmaktadır. Dolayısıyla metin bir anlamda, Büyük Hızır Bey Konağı’nın hazin hikâyesidir.
“Tenhalaştıkça büyük konağı, ilkin her zaman
demir kapısı kapalı duran taş odadan başlayarak
cinler, periler sarmağa başladılar. Geceleri kapılar
çalmağa, gümbürtüler, çıtırtılar duyulmağa, sesler
işitilmeğe başladı.” / “Zaman bu eski konakla yalnız kalınca onu güzelce ezmeğe, sarsmağa başladı.
Pencerelerini kopardı, kiremitlerini düşürdü, saçaklarını kopardı, büyük bahçeyi yabanileştirdi, ona
korkunç bir hal verdi.” (GM, Büyük Hızır Bey Konağı, s. 90/91)
Osmanlı-Rus Harbi esnasında bir süre muhacirlere mesken olan konak, onların da ayrılmasıyla büsbütün kaderine terk edilir. En sonunda yıktırılarak
yerine otuz altı evlik “Hızır Bey Sokağı” kurulur.
Roman kurgusu ile kaleme alınmış uzun metinlerden biri olan Çamlıca’daki Konak’ta ise Besime’nin
babası İsmail Efendi ve komşuları Hasip Efendinin
konağı ile karşılaşırız.
“Langa’da tramvaydan indiler, Hasip Efendinin
konağı birkaç adım ötede idi. Besime, dışarıdan
ufak ve basık görünen büyük konağın, bir basamak
aşağıda kalan, boyası, rengi solmuş kapısı önünde
başını kaldırıp pencerelere baktı, kapısının üstünde,
tahtadan yapılmış güneş şeklinde bir parmaklık ile
kapanmış bir delik görünüyor, onun hizasında arasına derz edilmiş, bir parça sokağa meyletmiş bir
taş duvarda iki ufak pencere, sonra, yukarıda yüzü
sıvalı duvarında sık sık pencereler, bir harap cumba,
daha yukarıda altı gene sıvalı saçak görünüyordu.
(…)
Kapıyı açtılar, zemini toprak, tavanı basık geniş
bir avluya giriliyordu, karşıda, maltataşlarıyla döşenmiş geniş bir binektaşı görünüyordu ki, bunun bir
tarafını ta tavana kadar yüksek, eski bir kafes örülmüştü. Sol tarafta ikinci bir binektaşı, çift bir merdiven ve avluya küçük bir penceresi olan bir asma oda
43
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
vardı.” (GM, Çamlıca’daki Konak, s.54-55)
Esendal’ın aile hayatından önemli izler taşıyan
Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı ve Büyük Hızır Bey
Konağı hikâyelerindeki konu, Miras romanında Silahtar Ali Paşa Konağı olarak karşımıza çıkar. Pek
çok yönüyle bir hayli ortaklıklara sahip bu üç metin,
aslında aynı konunun üç farklı yazımı olmalıdır.
Şefik Bey’in hatırlamalarından Miras’taki büyük
ailenin (Silahtar Ali Paşa ailesi) konakta (Silahtar
Paşa Konağı) yaşamış olduğunu öğreniyoruz. Çocukluğu burada geçen Şefik Bey, yıllar sonra konağı
“geniş odaları, uzun koridorları, taş odaları, hamam
daireleri” ile hatırlar. Ancak Silahtar Paşa Konağı,
büyük ananın ölümü üzerine önce iç bütünlüğünü
kaybetmiştir. Çünkü miras kavgaları yüzünden birbirlerine düşen büyük aile fertleri, konağın bölüm
ve dairelerini birbirine bağlayan ara kapıları, koridorları kapatmış; dışarıdan yeni kapılar açmışlardır.
Çok geçmeden “artık bir çatı altında” yaşayamaz
duruma düşünce, konağı birer birer terk etmişlerdir.
“Konak boşaldıkça ne hazin bir hâl alıyordu!
Boş ve perdesiz kalan odalarda, örtüsüz kalan minderlerden keskin bir küf kokusu intişar ediyor, boş
dairelerde hüznengiz kış rüzgârları ötüyordu.” (Miras, s.17)
Uzun süre tabiat, yaramaz mahalle çocukları ve
kadirbilmez insanların saldırılarına göğüs germeye
çalışan Silahtar Paşa Konağı, Doksanüç Harbi’nde
bir süre muhacirlere mekân olur. Onların da ayrılması ile birlikte tamamen kaderine terk edilir.
“Konak artık metruktu; bahçelerini ot basmış,
duvarları yıkılmış ve büsbütün cinlerin ve perilerin
istilasına uğramış, bütün mahalle halkını korkutan
bir yer olmuştu. Mahallenin yaramaz çocukları gündüzleri bahçesine giriyor, meyve ağaçlarını yoluyor,
geniş kuyularına taş atıyor, fakat binadan içeri girmeğe cesaret edemiyorlardı.” (Miras, s.19)
Konak sonunda mirasçıları tarafından yıktırılır;
enkazı ve arsası satılır; yerine de kırk beş evli “Silahtar Ali Paşa Mahallesi” kurulur.
Miras romanında, konağın ömrünü tamamlamasından sonra “yalı” ve “köşk” tipi mekânların aile ve
sosyal hayatımızda bir parça ön plana çıktığı gözlenir. Fıtnat Hanım ailesi Çiftecevizler’deki köşkle, Atiye Hanım ailesi ise Kuruçeşme’deki yalıda
oturmaktadır. Ancak söz konusu mekân tiplerinin
de vak’a zamanında ömrün tamamlamakta olduğu
sezilir. Çünkü onlara hayat veren büyük aile, gerek
ekonomik, gerekse kemiyet-keyfiyet açısından yaşama gücünü yitirmiş veya hızla yitirmektedir. Atiye Hanım’ın Kuruçeşme’deki yalısı, “beyaz boyaları dökülmüş, haraplaşmış” ve âdeta “metruk” bir
mekân intibaı vermektedir. Ethem Efendi’nin yalısı
çok daha haraptır.
“Bu yalı, harap ve korkunç bir yerdi. Bir köşesini bir taraftan rüzgârlar, denizler yıkıyor, çöktürüyor; diğer taraftan Ethem Efendi’nin ailesi söküp
yakıyorlar; diğer taraftan da oturuyorlardı. Yalının
yukarı katı hemen kâmilen haraptı. Camları, çerçeveleri kırılmış, sökülmüştü. Bazen selli bir yağmur
yağınca dam akıyor ve en alt katta oturanlar, odanın
içine leğenler, tencereler dizip öyle barınabiliyorlardı.” (Miras, s.209)
Fıtnat Hanım’ın köşkü, yalılara göre daha “muntazam” ve “mefruş” bir görüntüye sahiptir.
“Burası, Çifteçevizler’de, geniş bir bağ içinde,
muntazam, mefruş bir daireydi. Harem, selamlık,
aşçıları, uşaklarıyla bu daire Asım’ın hemen ilk defa
tanıdığı bir âlemdi. Her yer döşenmişti. Bir tarafta
kırılmış bir ayağı iğreti takılmış bir masaya, bozulmuş bir koltuğa tesadüf olunuyordu. (...) Ağır perdeler örtülmüş salonlar, masaları, avizeleriyle sessiz
duruyordu. Yerlere yumuşak halılar döşenmişti.”
(Miras, s.128)
Ayaşlı ile Kiracıları’nda konak, köşk ve yalılardan hiç söz edilmezken; Vassaf Bey’de ise adı geçen
mekânların yerinde “yeller estiği” söylenir.
“Senin sorduğun o eski yalıların yerlerinde yeller esiyor. Tuğrul’un büyük babasından kalan yalı,
daha Tevhit Bey Peşte’deyken yanmış. Arsasının yarısı da satılmış, oraya da yan yana iki yalı yapılmış,
bugün onlar da eskimiş. Boyaları dökülmüş, tahtaları kararmış..” (Vassaf Bey, s.204)
Esendal, Türk ailesinin mekâna bağlı hayatındaki
değişim veya yozlaşma sürecinin en çarpık sonucunu, Ayaşlı ile Kiracıları romanında dikkatlere sunar.
Toplumumuzun yeni tanımakta olduğu bu mekân,
“apartman” kavramında ifadesini bulur. Yeni Türk
devletinin başkenti Ankara’nın mesken sembolü
“apartman”dır artık. Üstelik her dairesinde bir ailenin oturduğu bir apartman değil; mutfak, banyo ve
tuvaletinin müşterek olarak kullanıldığı, dokuz odasının her birinde farklı kültür, meslek, yaş ve cinsiyetteki insan ve ailelerin oturduğu bir apartman dairesi. “Pansiyon” kelimesinden başka bir kavramla
ifade edilemeyecek söz konusu mekândaki bu insan
44
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
ve aileler (toptan 16 kişi) her türlü mahremiyetten
uzak, âdeta “komün hayatı” yaşarlar.
“Yeni yapılmış büyük bir apartmanın dokuz odalı
bir bölüğünde oturuyoruz. Bu bölüğü Ayaşlı İbrahim
Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda oda kiraya veriyor... Odalar, loşça bir koridorun iki yanına
sıralanmış, dizilmiş. Koridorun en sonunda banyo
odasıyla mutfak var.” (Ayaşlı ile Kiracıları, s.11)
Centilmen Asilzadeler Pansiyonu isimli
hikâyenin ne iş tuttukları, nereli ve kim oldukları bilinmeyen sözde “asilzâde” yozlaşmış genç
kahramanları da pansiyonda yaşarlar Öte yandan
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yeni başkent
Ankara’da konut ile ilgili bir başka sıkıntı, ev yokluğu ve kiraların yüksek oluşudur. Bakanlıkların
neredeyse bir odada oturduğu günlerde, memurlar
hanlarda kalmakta, samanlıktan bozma odalarda
yaşamaktadırlar (Ankara’da Kiralık Ev). Bazı ev
sahipleri kiracılarından “hava parası” isterler (Hava
Parası). Ev ve işyeri kiralaması konusunda aracılarla pazarlık ederler (Kira Pazarlığı). Ev sahipleri
kötü kiracıların hoyratlığı; kiracılar da kötü ev sahiplerinin kaprisleri yüzündenden sıkıntı çekerler
(Ev Ona Yakıştı).
Hemen belirtelim ki Memduh Şevket Esendal’ın
aile için uygun gördüğü ve arzuladığı ideal mesken
tipi “ev”dir. Apartmana olan eleştirisi bir tarafa;
onun pek çok hikâyesindeki aileler evde yaşarlar.
Daha da önemlisi, bilinçli olarak kurguladığı ideal
aile öreklerine hep evi uygun görür. Mesela Ayaşlı
ile Kiracıları’nda Bankacı kahraman ve arkadaşı Dr.
Fahri’nin kurdukları mutlu aileler, apartmana değil,
eve taşınırlar. Olay örgüsü 1930 sonrası Ankara’sında
yaşanan Vassaf Bey’de ise, ailenin apartman çarpıklığından kurtulup tekrar “eve” geçtiği görülür.
Yukarıdaki hikâye ve romanlarda da yer yer
sezilebileceği gibi, aslında Esendal, Türk toplumunun aile kurumunda yaşamakta olduğu değişimden muzdariptir. Bu duyguyu, Hacı Dedemin
Evi hikâyesinde, ev ve aile ile ilgili kaybedilen
güzellik ve kıymetlerin hüznünü kahramanı Zehra
Hayriye’nin dilinden ifade ederken daha iyi anlarız.
Çocukluk yıllarını Karadeniz kıyılarındaki bir kasabada, Hacı Dedesinin sevgi, huzur, gönül rahatlığı
dolu mütevazı evinde yaşamış olan kahraman, Merzifon ve Samsun’daki tahsilinden sonra zengin bir
koca ile evlenmiş, Avrupa’nın birçok ülkesini gezip
görmüştür. Evliliğinde mutludur da. Bütün bunlara
rağmen Hayriye, Hacı Dedesinin evinde yaşadığı o
güzel yılların rahat, huzur ve sevgi ortamını bir daha
bulamamıştır.
“Nerede o, gözlerinin içi gülen saatçi Hayri
Efendi. (...) Nerede o anam, o güzel ince kadın; (..)
Onu, kır çiçeklerine benzetirdim. Hamamdan çıkıp
da ıslak saçlarını taramakla bir güzel oluşu vardı.
Nerede o Hacı Dedem, kış günü daha ortalık
ağarmadan kalkar, ninemin koynundan çıkıp soba
başında oturan Hacı Dedemin kürkü içine sokulur,
otururdum. (...)
Nerede o ninem, o Zarife Kadın? İki gözlüğünü
üst üste takıp yemenisinin kıyısına oya yapar, beni
de yanına oturtup masal söylerdi.
Nerede o ilk yazlar, o çiçekli kırlar. O Dereköyü,
o Tekkiraz’ın bahçeleri! (...)
Nerede o evimiz, o döşeme tahtaları silinmiş, üstüne ev dokuması kilimler serilmiş odalarımız. (...)
Tertemiz yaygılarla örtülmüş minderler. Mis gibi kokan bohçalar. (...) Nasıl oluyor da birtakım evlere bu
rahat havası siniyor? Bu rahat, zenginlik demek değildir. Çok zengin yerler gördüm, oralarda insanlar
cehennemin ta ortasında yaşıyorlar gibiydi. Benim
dedemin evindeki o gönül rahatlığı neydi? Onu ne
kadar özlüyorum!” (Hacı Dedemin Evi, İ.Ç., s.104105)
Memduh Şevket Esendal, Türk toplumu için hayal ettiği ideal hayat düzeyini, ütopik bir metin olan
Yurda Dönüş isimli hikâyesinde dile getirir. Doğu
Anadolu’dan itibaren kahramanı şaşırtacak ölçüde gelişmiş bulunan “yurdumuz”da en çok dikkati
çeken gelişmelerden biri meskenlerdir. Söz konusu
meskenler, bahçe içinde tek katlı (en çok iki katlı),
kırmızı kiremitli ve aşı boyalı “ev”lerdir.
“Çok geçmeden, yol, bizi bir sırtın arkasına saklanmış bağlar, bahçeler içine soktu. (…) İki yanımızda tarlalar, bağlar arasında pencere kapakları, saç
damları kırmızı aşı boyasına, duvarları fildişi akına
boyanmış, birer katlı evler görüyorum.” (G.M, Yurda Dönüş, s.150)
“Buralarda yaşamak ne kadar kolaylaşmış, nasıl
rahatlamış. Buraya kadar geçtiğim yerlerde büyük,
iri, kocaman yapılar görmedim. Yalnız ne yana baksanız evler, bağlar, bahçeler ve şenlik gözden kaybolmuyor. Ben yurdumuzdan çıktığım yıllarda buraları hemen de boş ovalardı.” (G.M, Yurda Dönüş,
s.175-176)
Kemal Satır’ın Memduh Şevket Esendal’la
45
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
alâkalı hatıralarında naklettiği bir anekdot, yazarımızın aile ve onun mekânı konusundaki düşünleri
hakkında çok daha aydınlatıcıdır.
Kemal Satır, İkinci Dünya Savaşı yıllarının
sıkıntılı günlerinde CHP Genel Sekreteri olan
Esendal’ı ziyaret eder. Gayesi, memleketin içinde
bulunduğu kötü durumu, bunun çözüm yollarını
anlatmak, fikir alışverişinde bulunmaktır. Kemal
Satır’ı sanki hiç dinlemeyen Memduh Şevket
Esendal durmadan şu cümleleri mırıldanmaktadır:
“ - Patatesli güzel bir et (yemeği)... Sağlıklı
çocuklar... Güzel bir kadın, aile öyle olmalı... (...)
Bahçe içinde güzel evler olmalı... Çiçekler ekilmeli... İnsanlar mutlu (olmalı)...”[3]
Hülasa; Esendal’ın yukarıdaki hikâye ve romanlarında görülen “konak-yalı-köşk-apartmanpansiyon” çizgisindeki değişme/küçülme/yozlaşma, öncelikle Türk ailesinin nicelik ve nitelik
bakımından yaşamakta olduğu değişme/küçülme
ve yozlaşmanın da açık ifadesidir. “Konak”la
aynîleşen “büyük aile”, “apartman dairesi” veya
“pansiyon”da “çekirdek aile” hâline gelmiş; hatta
bu seviyede de birlik ve bütünlüğünü kaybetmiştir. Aile kurumuna bağlı olarak ortaya konmaya
çalışılan bu olgu, toplumumuzun sosyo-kültürel
sosyo-ekonomik ve sosyo-politik hayatına ait kıymet hükümlerindeki bozulma, çözülme ve yozlaşma olgusunun da boyutlarını gözler önüne sermektedir. Bu açıdan, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e
geçişimizin serüveni ile ailenin yaşadığı değişim
süreci arasında bir paralellik kurmak, hiç de mübalağa olmayacaktır.
Konak-köşk-yalı-apartman-pansiyon çizgisi,
aynı zamanda sosyal zamanın ve devrin sezdirilmesinde de önemli fonksiyona sahiptir. Aslında
söz konusu mekân tiplerinin “sembolik” niteliklere sahip olduğu açıktır. İlk üç mekân tipi, hem
büyük ailenin hem de Tanzimat-Meşrutiyet devrinin; apartman -romandaki hâliyle- hem yozlaşmış
çekirdek ailenin hem de Cumhuriyet döneminin;
ev ise, ideal çekirdek ailenin sembolüdür. Unutulmamalıdır ki, her bir mekân tipi belli bir aile yapısı ve belli bir zihniyet, dünya görüşü, hayat tarzı,
ekonomik gücün mekâna yansımış somut ifadesi
ve sonucudur. ■
DIŞARDA
Yandı sokak lambaları, mum alevi pervane
Şeytanca sırıtır fosforlu camlar
Gördüm zifir sarısını dükkân vitrinlerinde
Belliydi biliyordu bezgindi
Evimize gidelim.
Alay eder küçümser eziliriz girsek
Hep paraya saygı camlar
Camların ardı sırnaşık kirli
Yapışkan çarpar
Evimize gidelim.
Bir yanı var ömrümüzün kırık
Farlar büyütür gecede
Garipsi türküler üzgün
Başlamadan yollar
Evimize gidelim.
BEHÇET NECATİGİL
3. Mehmet Kemal, “Raftaki Demokrasi -3-”,
Cumhuriyet, 26 Nisan l980.
46
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
YAHYA AKENGİN
K
Edebiyat
metinlerinin yapı
örgüsündeki
mekân ve insan
birlikteliği,
cansızı canlının
yanına katarak
onu bir kişiliğe
büründürmektedir.
Necip Fazıl’ın
“Kaldırımlar”ı da
nefes alıp verirler.
lasik romanlardaki mekân tasvirlerinden şikâyet
edenlere rastlanır. O kısımları atlayarak olayların
akışını ve merak duygusunu gidermeyi düşünenler için bu
normaldir. Ancak olayların mekânlarla ilişkisi, bu ilişki sonucu çıkan özün peşinde olmak ise, üst katman okuyucusuna
mahsustur.
Bununla birlikte iyiden iyiye tasarlanmış bir işlevi olmaksızın, tasvir olsun diye yapılmış mekân anlatımları da
yok değildir. Ayrıca, görsel sanatların sınırlı olduğu dönemlerde edebiyat eserleri öyle bir ihtiyacı da karşılama görevini
üstlenme gereğini duymuşlardır.
Eserin nabzı ile mekânın nabız atışlarını buluşturan yazarlar için mekân, olay kahramanlarının yazgı arkadaşı olurlar.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki Peyami Safa’nın
hasta kahramanını mekânlardan soyutladığımızda romanın
iskeletinin çöktüğünü görebilirsiniz. Sözgelimi, hasta kahramanımız yoksul mahallesinin evleri arasından geçerken onlarla ne kadar özdeşleştiğini dile getirir. Birbirine yaslanmış
bu eskimiş evler birbirlerine tutunarak ayakta durmaya çalışırlar. Roman kahramanımız da hastalıklı bacağı dolayısıyla
hep bir şeylere dayanmak, yaslanmak zorundadır. O yüzden
yoksul mahallenin zar zor ayakta duran, birbirine sıkıca tutunan evleri kendisine çok yakın bulduğunu, yazgıdaşları olmaları hasebiyle de onları sevdiğini söyler.
Yine aynı eserin hastane koğuşu tasvirleri ile hasta kahra-
47
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
manın ruh hâli birbirinin tamamlayıcısı olarak karşımıza çıkar. Eserin psikolojik roman türüne girdiğini
de hatırlarsak, mekânlarla ruh hâlleri arasındaki ilgi
ve etkileşimin daha çarpıcı bir yörüngeye oturduğunu anlarız.
Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Yüzyıl Olur”
romanındaki Almatı şehri tasvirleri, Sarı Özek bozkırlarındaki tren yolu ve istasyon anlatımları, eserin
kahramanlarının yazgıları ve ruh hâllerinin özdeşliğinim sergilenmesi, okuyucuyu alır götürür. O yüzden olacak ki ben yıllar sonra Almatı’ya gittiğimde
o romandaki mekânları bulma duygusuyla dolaşmıştım. Dolayısıyla henüz gördüğüm bu şehir bana eski
bir aşina gibi gelmişti.
Sarı Özek bozkırlarındaki demiryolları ve istasyonların serüvenlerini özümsedikten sonra da
Anadolu’daki yol ve istasyonlara daha farklı nazarlarla yönelmeye başladığımı belirtmeliyim. Hemen
ekleyeyim, Nazım Kurşunlu’nun “Osmanlı’da Tabiî
ki Var”, Necati Cumalı’nın “Mine” isimli tiyatro
eserleri de tren istasyonlarına bakış açılarıma katkılar sağlamıştır.
Reenkarnasyon inancına itibar etmem. Ancak bazen yeni gördüğümüz bir mekânı eskilerden görmüş
ve tanımış olduğumuz gibi bir duyguya kapıldığımız
olur. Reenkarnasyoncular bu durumu, eski hayatımızda buralarda yaşamış olmakla açıklayadursunlar, ben kendi hesabıma çözümü yakaladım. “Ben
buralarda bulunmuş, buraları eskiden görmüşüm.”
duygusuna kapıldığımda, “Acaba okuduğum hangi
edebî eserden kalan mekân izlenimleri bunlar?” diye
sormaya başlarım.
Şehrin kenar bir mahallesinde, önünden bir derenin geçtiği balkonlu küçük bir evde yaşamanın çekiciliğini ise, Ahmet Muhip Dranas’ın “Fahriye Abla”
şiirinden sonra keşfetmiş olduğunu söyleyebilirim:
“Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede”
Gel de burada “açık seçik şarkılar” söyleyen
“Fahriye Abla” yı hayalinden sil…
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiiriyle tarihi mekânlarda, camilerde, türbelerde ruhların harekete geçtiğini hissederiz. Buraları her gün görerek yanından geçenlerin, onlara gerçek anlamlarını
verebilmeleri için o şiirin canlandırdığı gerçeklikten
biraz nasiplenmesine ihtiyaç vardır diye düşünürüm.
Zamanın akıp giden bir kavram olmadığını, suyun
sesine karışıp, güvercinlerle kanatlanarak başımızın
üstünde dönüp durduğumuzu görür gibi oluruz.
Kur’an’a göre her nesnenin bir dili vardır, evrendeki her varlık zikir hâlindedir. Sanat eseri de bu
zikir hâline karışıp, o nesnelerin iç sesini yansıtmak
gibi bir imtiyazı elde edebilmektedir. T.S.Eliot buna
“imtiyazlı zamanlarımızın titreşimi” demektedir.
Lale Devri köşkleri ve bahçeleri, devrinin seçkinleri ile dolup taşar. Zannedilir ki o insanlar hep
mutluymuşlar. O mekânlara iki yüzyıl sonra uğrayan
Yahya Kemal’in bir beytinden yola çıkarak durumun
hiç de öyle olmadığını düşünmeye başlarız.
çe
“O şuh ağlar bugün Kasr-ı Şerefabad’a geldikO nüşamüş demler dil-i naşada geldikçe”
Görkemli Şerefabad Köşkü yerinde durmaktadır
ama temsil ettiği devir bir isyan dalgası ile yok olup
gitmiştir. Geçmişte o köşkte yaşadığı güzel günlerini unutamayan genç, güzel, alımlı kadın oraya her
gidişinde hatıralarına dalıp ağlamaktadır. Çünkü o
köşk ve kendisi bir daha o dolu dolu yaşanmışlıkları
bulamamaktadır. İnsan ve mekân bir kere daha aynı
yazgının birer ögesi olmaktadır.
Edebiyat metinlerinin yapı örgüsündeki mekân
ve insan birlikteliği, cansızı canlının yanına katarak
onu bir kişiliğe büründürmektedir. Necip Fazıl’ın
“Kaldırımlar”ı da nefes alıp verirler. O şiirin havasını solumuş bir insanın, gecenin ortasında bir kaldırımda yürüdüğü sırada kendini yalnız hissetmesi
imkânsız gibidir.
Edebiyat ürünlerinden bazı örneklerini kısaca
vermeye çalıştığımız tabiat-insan birlikteliğinin,
gerçek hayatta karşılığı yoksa etkileyici gücü de olamaz. Şu hâlde insan, tabiat ve mekânın birbirlerinin
tamamlayıcısı olduklarını ihmal eden bir hayat tarzı,
biraz kör, biraz topal olsa gerek.
Ancak çağımız insanına dayatılan hayat tarzı,
kendisinin kör ve topal olduğunu algılamasına bile
fırsat vermeyecek zorlayıcı olmaktadır.
Gözden düşmüş eski mahalleler, terk edilmiş
yollar, korunmaya alındığı söylenerek unutulmaya
bırakılmış yaşlı sokaklarla benim de bazen söyleştiğim, onlara kulak verdiğim olur.■
48
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
YAŞLI SOKAK
Asırlık bir sokağım korunmaya alınmış,
Kaldırım taşlarım ve saçaklarımla
Nice yaz bahar ve nice kış,
Bir can gibi yaşadıklarımla
Sevdalı gramofonları duya duya,
Bataryalı tek tük radyoların kulak misafiri,
Akşam alacasında iğde kokularıyla,
Yolunu beklediklerimin esiri
Ha bu gün ha yarın derken,
Uzaklaştı benden ayak sesleri
Dönmeyen âşığını pencerede düşünen kız,
Badem dallarıyla sarardı soldu
Üç ev ötesinde düğün oldu o güz,
Üstüne türkü yakıldı halay tutuldu
Eski sevinçlerim eski hüzünlerimle,
Sizi karşılamak için yalnızlığımla,
Korunmaya alınmış bir sokağım
Akıyor saçaklarımdan, süzüyorum zamanı
Zamanın bana aldırdığı yok
İki yakam iki cihan harbi,
Ortasından gaziler geçer bastonuyla
Sonra ekmek karneleri, hasretli mektuplar gibi
Göz göz oldu rüyalarım, odun kömür,
Çocuklara şeker beklemekten
Derken pençe üstüne pençe yedi ömür
Hiç unutmam ilk benzin kokusunu aldığım gün,
Bir Tatar arabasına çöken hüznü…
Ezelden sakinlerim Aslı, Leyla, Şirin,
Yorgun atlarla bir bir gittiler
Rüzgâr girdi güngörmüş beylerimin konaklarına
İşte suyu kesilmiş çeşmelerin,
İçin hatıralarımdan kana kana
YAHYA AKENGİN
Asırlık sokağım korunma altında,
Ölülerin sırdaşı, özlemini saklarım dirilerin
Uçurduğum kuşların kanadında,
Müjdeler vardı bana konmayan,
Belki sizin olur gelin,
Gelin geçin kaldırımlarımdan
49
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
MEHMET NARLI
ile edebiyat-mekân üzerine
Cennetten bir köşe olan ev, temiz, düzenli
ve aydınlıktır. İçindeki aile, dünyanın
hırslarından, benliğin oyunlarından
kurtulmuştur. “Dünyada mekân, ahrette
iman” diyen kültürde ev, sanıldığı gibi
sadece ev mülkiyetinin öneminin
metaforu değildir.
EMRAH GÜRSU
Destandan roman, hikâye, şiir gibi modern türlere
kadar her edebî varlığın mekânla çeşitli ilişkileri olduğu muhakkak. Fakat toplumların kültürel, coğrafi ve
tarihî şartları edebiyat ürünleriyle mekân ilişkilerini
etkiliyor mu? Özellikle bizim gibi kültürel değişmeler
ve kırılmalar yaşayan toplumlar da edebiyatın mekân
algısı ve ilgisi nasıl değişiyor?
Elbette destan ve efsanelerden modern türlere kadar
hikâyenin tasvirin ve hayalin mekânlarla doğrudan ilişkisi var. Eski kültürlerin mekânlarının coğrafya olarak
belirsiz olması bu ilişkinin yüzeyde kaldığını göstermez.
Hatta destanlarda bazı mekânsal ögeler bütün hikâyenin
kutsal anlamlarını kendilerinde taşıyan simgelere dönüşürler. Belki modern zamanlara doğru mekânların daha
da sınıflandırıldığını ve somutlaştırıldığını söylemek
gerekir.
Belirttiğiniz gibi toplumların kültürel, coğrafi ve
tarihî şartları edebiyat ürünleriyle mekân ilişkilerini
etkiliyor. Çünkü mekânların dinsel, sosyal, kültürel,
sanatsal hatta siyasal kimlikleri vardır ve bu kimliklerin imgesel ve simgesel içerikleri, onlarla ilişkide olan
insanların kimliklerinin oluşmasında önemli etkilere
sahiptirler. Bu açıdan bakıldığında, insanların yaşamış
ve düşlemiş oldukları bütün yaşantılar ve bu yaşantıların yansımaları, mekânların hafızalarında durmakta ya
da bu zaman ve mekânlar, bilinçli- bilinçsiz hafızanın
arketipleri olarak yaşamaktadırlar. Dağlar ve denizlerin
Takdim
1963’te Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk, orta ve
lise öğrenimini bu şehirde gördü. Ondokuz Mayıs
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nden mezun oldu. Bir süre edebiyat öğretmeni,
araştırma görevlisi ve okutman olarak çalıştı.1996’da
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’nde, 1950
Sonrası Türk Şiirinde Bahattin Karakoç adlı teziyle
yüksek lisansını, 2000’de Hacettepe Üniversitesi’nde
Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme adlı
teziyle doktorasını tamamladı. Hâlen Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesidir.
Bazı akademik ve kültürel dergilerde özellikle roman
- şiir eleştirileri/incelemeleri ve şiir ve denemeler yayımlıyor.
Bilimsel Kitapları
Şiir ve Mekân, Hece Yayınları, 2007 Ankara
Roman Ne Anlatır, Akçağ Yayınları, 2007, Ankara
Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, 2006, Balıkesir
Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme,
Kültür Bakanlığı yayınları 2002, Ankara
Şiir Kitapları:
Ruhumun Evvelyazıları, Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, 1998, Ankara
Çiçekler Satılmasın, Dolunay Yayınları, 1988,
Kahramanmaraş.
50
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
inanış sistemleri içindeki yeri, yaratılış ve türeyiş efsaneleri, dinsel, kültürel ve tarihsel muhayyilenin temel
kaynakları olarak görülüp incelenmektedirler. Yapılan
mekânlar da, onları yapanların ruh ve akıl dünyalarını
içlerine sindirdikleri için, aynı zamanda bu ruh ve akıl
dünyasını yansıtıcı bir nitelik kazanırlar. Edebiyat ve
mekân ilişkisi, bir bakıma, mekândaki bu hafızayı ve
hafızalaşmış mekânı, hatıra ve düşler yoluyla çözümlemeye; mekânın yansıtıcı niteliğini görmeye dayanır. Bu
bakımdan mekânların, insanlar; insanların, mekânlar
üzerindeki izlerini, edebiyat eserlerinde aramadan yapılan her çözümlemenin eksik kalacağını söylemek bile
mümkündür.
Edebiyatın ya da hikâyenin, hayalin, tasvirin ilişkide olduğu ilk çevre, kuşkusuz doğal çevredir. İhtimal
ilk şiirler, dağ deniz gibi yüce ve engin unsurları, kendi varlıkları ile ilişkili ama kendilerini aşan gerçeküstü
varlıklar olarak algılamışlar ve giderek üzerinde yaşadıkları toprakla organik bir bütünlüğe ulaşmaya çalışmışlardır. İlk şiirler, ilk tasvir ya da öyküler, insanlar
arası yaşantılardan çok, insanın doğal çevre içindeki
yerini anlatırlar. Bu yüzden, masal ve destanlarda bulunan mekânların taşıdıkları pratik ve imgesel anlamlar,
ırkların ve toplulukların kültürel tarihleri için yapılan
temellendirmelerde başlıca kaynaklar olarak değer görmektedirler. İlginç olan şudur ki, insanoğlu mekân yapmaya başladıkça, organik bütünlükten ayrılmaya başlar.
Doğal çevreyle kendi yaptığı mekânın arasındaki gerilme, insanın, bazen doğal olanı, bazen de yapılanı kutsallaştırmaya yöneltmiştir. Bu anlamda her uygarlık,
doğal olanla “yapılan” arasındaki gerilim ve etkileşimden beslenmiştir.
İlişkiyi “bizim edebiyatımız bağlamına taşırsak”
Bizim için de edebiyatın ilişki de olduğu ilk çevre
dağlar denizler gibi doğal çevrelerdir. Altay yaratılış
destanında Altın Dağ’ın yerle gök arasında, yeryüzünün
temel direği olarak algılandığı bilinmektedir. Manas
Destanı'nda dağlar, yiğitlere olağanüstülükler kazandıran kutsal mekânların simgeleridirler. Kaşgarlı’nın
Divanü Lügati’t-Türk’ünde yeryüzünün direği, dağ;
milletin direği, bey’dir. Dede Korkut Hikâyeleri’yle
birlikte dağlarla kurulan mitolojik ilişkinin rengi, biraz
yaşanılan hayatın rengini alır. Yine simgesel anlamlara
sahiptirler; yüceliğin, yiğitliğin, özgürlüğün istiaresidirler. Türk halk şiirinin, en temel çıkış yeri doğal çevredir. Her anonim eser, her âşık, içinde yaşadığı doğal
mekânın kardeşi ve çocuğudur. Âşıklar, dağlara zalim
derken bile, dostlarına kahreden bir insan davranışı
koyarlar ortaya. Halk şiiri, doğal ve kozmik olanla çelişkili ve çatışmalı duygular içinde değildir. O, kendini
doğal olanın içinde; doğal olanı da kendi içinde duyar.
Karacaoğlan şiirlerinin en güçlü duygusu olan gurbet,
sadece sevgililerinden ayrılmanın doğurduğu bir duygu
değil; içinde yaşadığı, halleştiği doğal çevreden ayrılmanın da büyüttüğü bir hüzündür. Halk şiiri, kendi iç
dünyasıyla doğayı birbirine sindirir Sabri Esat’ın dediği
gibi “bu harikulâde terkip ile insan-tabiat muadelesinin
bir hâl suretini sunar”. Yunus Emre de “dağlar ile taşlar
ile mevlasını” çağırır. Pir Sultan için, dağ, dış dünyanın
bir manzarası değildir. Pir Sultan, dağda olduğu kadar,
dağ da Pir Sultan’dadır. Yıldız Dağı’nın başından eksilmeyen duman, eksilmeyen dertler, kahırlar, ihanetler ve
engellerdir. Dadaloğlu için dağ, bir sığınma ve kurtuluş
mekânı olarak görünse de daha derin anlamların göstergesidir. Yar elinden tutup dağlara yönelen Emrah, insanların dedikoduları içinde, ruhun şevk ve heyecanını
tartamayan kurallar içinde, sevgili ile halleşemeyeceğini bilir. Aşkın hâllerini ancak dağlar taşır; ruhun hâlden
hâle geçişine ancak dağlar iklim olur. Âşık Veysel’in
“Benim sadık yârim kara topraktır” nakaratlı şiiri, Müslüman Türk insanının kültürünün bütüncül algısını ortaya koyar. Gök, yer ve insan birbirinden ayrı varlıklar
değil; birbirini tamamlayan varlıklardır. Doğal mekânın
hangi görüntüsü içinden doğarsa doğsun; halk şairi, doğal unsurların hangisiyle hemhâl olursa olsun, halk şiiri,
insana bir yurdu olduğunu duyurur; insana, akıp gelen
kültür içinde bir yer edindirir.
Divan şiirinde, toprağı, suyu, dağı, bitkileri ile doğal
çevrenin algılanışı, bilgi kuramsal olarak aslında halk
şiirinden çok farklı değildir. Divan şairi de doğal olanı,
bütüncül varlığın bir parçası olarak görür. Fakat Divan
şairi, kuralları edebî olan bir estetiğin ve şehrin şairi
olduğu için, doğal çevreden fazla düzenlenmiş çevrede
yaşadığı için, onun şiirlerinde doğal çevre, hayatın her
aşamasında ve her yaşama biçiminde var olan, insanla
birlikte yaşayan bir çevre değildir. Bu şiirde geçen tağ,
kûh, kûhsar, cibâl, Bîsütun, Tur-i sina, Kafdağı, Serendip Dağı gibi kelimeler tamamen simgeseldirler; bazen
yüceliğin, güzelliğin ve güçlüklerin simgesi; bazen de
peygamberler tarihindeki olaylara telmihtirler.
Yeni Türk edebiyatının doğal mekânlarla ilişkisi,
kuşkusuz halk ve divan edebiyatlarının izlerini taşır.
Fakat Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki edebiyatta
mekân algısı, esas olarak, yukarda değinilmeye çalışılan modern Batı edebiyatlarının izinde değişmeye başlamıştır. Tanpınar, yeni edebiyatta tabiatla insanın yan
yana yürümeye çalıştığından bahseder. Fakat henüz göz
ve muhayyile birbirinden ayrı çalışmaktadır. Abdülhak Hamit’in Sahra’sında yüceltilen ve sevilen doğa,
Rousseau ile William Wordsworth arasında oluşur.
Hamit’in doğal mekânı, bir yanda mükemmel düzeni
51
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
ile Rousseau’ya; diğer yandan da panteistik göndermeleriyle Wordsworth’e uzanır. Hamit’in, “Belde halkında
görmedim hayfa/ Gördüğüm ünsü ehl-i vahşette/ Biri
endişeden aman bulmaz/ Biri endişeye zaman bulmaz”
diye şikâyet ettiği “belde halkı”, şehrin hayatıdır. Bu tür
bir şehirden kaçış, ne halk şiirinde ne de divan Şiirinde
vardır. Halk şairi, bütün hayatıyla doğal olanın içindedir ve onunla adeta işteş bir biçimde yaşar; ama onun
şehir hayatı yoktur. Divan şairi, şehrin şairidir ama o da
şehirden bu türlü şikâyet etmez; onun şikâyeti zamanedendir, felektendir. Açıktır ki Hamit’in bu vahşi doğa
sevgisi, romantiklerden gelmektedir. Batının romantik
ve parnas atelyeleri, Fikret ve arkadaşlarına yeni tahayyüller icbar eder. Londra’da, doğal dünyanın simgesi
hâline gelen Yeni Zelanda adalarına insan göndermek
için kurulan derneğe başvurmak Hamit’in değil, onun
çocukları olan Fikret ve arkadaşlarının aklına gelir.
Tanzimat’ın özellikle birinci nesli, içerik ve muhayyile açısından batıdan izler alsa da, kendi bilgi kuramının çocuğudur ve hâlâ, hafızası, aklı ve hayaliyle onun
malıdır. Fikret ve arkadaşları ise artık geleneksel içinde
“modern”dirler. Onlar artık eşyayı ataları gibi kullanmazlar; mekânlarına onlar gibi bak(a)mazlar. Tevfik
Fikret’in şiirlerinde mekânsal algı çelişik bir renk taşır.
Onun doğal manzaralarla kuşatılmış mekânlarında mutlaka deniz ve/veya su vardır. Fakat bu su ve yeşil içindeki Fikret, hüzünlü ve melankoliktir. Psikanalitik bir
yorumlamayla bunun narsist benlikle ilgisi kurulabilir;
her yanı denizle çevrili İstanbul, narsizmin içine aldığı
Fikret’tir sanki. Aynı Fikret’te, mavi deniz, şehrin bayağılıklarından, yalan ve çirkinlikliklerinden ruhu arındıran bir etkiye de sahiptir.
di zamanındaki insanın hâlleri arasında dünü bugünü
yarını solutturan bir atmosfer yaratır. Sadece ev ve şiir
ilişkisine bir atıf yapalım. Şiirde evin ilkel barınma ve
korunma işlevleri silinir; şair evden ya da evin bölümlerinden söz ettiğinde artık ev, orijinal olanı ve sonsuz
yenileneni hafızasında saklayan bir varlığa dönüşür.
Edebiyat metinlerinde ev, yalnızlığı ve çaresizliği barındıran bir kabuk olarak göründüğü gibi, görkemin ve
nobranlığın sembolü olarak da görünebilir. Yine metinlerde ev, aile dediğimiz içindeki ilişkiler ağı ile sevgiyi
örerken; mülkiyet dediğimiz sahiplenme duygusunu
da besler. Edebiyatçıların özellikle şairlerin, dil içinde
kendilerine özgü bir ev kurmak isteyişleri, ruhlarının
aradığı evin imgesidir çoğu zaman. Göçebe ve kırsal
kültürün ürünü olduğu hâlde halk türkülerinde ev, temel bir değer olarak vardır. “Evlerinin önü” diye başlayan çok sayıda türküde evler, öncelikle, önlerindeki
çeşitli bitkilerle, çeşitli pratik işlevleriyle doğayla uyum
içinde görünürler. İlk mısradan sonra düz veya mecazlı
söylenilen bütün hâllerin, istek ve ümitlerin bu uyumla bağlantısı vardır. Genellikle bu uyumun aydınlığını
sağlayan temel değer sevgidir. Ölüm ve ayrılıklarla bütünlüğü bozulan ev yalnızlaşır, kabuğuna çekilir. Divan
şiirindeki Dâriyeler, devlet adamlarının yaptırdığı köşkleri, konakları işlevsel ve estetik açıdan tasvir ederler.
Divan şiirinde geçen hâneler, ev anlamında kullanılsa
da, genellikle, eğitim veren, sanatçılığı öğreten, eğlendiren, siyaset yapılan toplumsal mekânlardır. Ev anlamında kurulan beyt, aynı zamanda bir istiare ile nazım
birimi olarak da kullanılmaktadır. Son dönem divan
şiirinde görülen ev kelimesi doğrudan doğruya kişinin
veya ailenin özel alanını ifade eder.
Romanlarda mekân içinde ruhsal değişimleri yansıtmak amacıyla “nesneler belleği” kullanılır. Şiirde
de nesneler belleğinden söz edebilir miyiz?
Bu soru biraz mekânın içindeki eşyayla insan ilişkisine kayıyor. Elbette bir mekân, içinde ve üzerindeki
eşyayla bütünleşmiş olarak vardır. Eşya ve insan arasındaki ilişki kültür tanımlarını belirleyecek kadar etkindir.
“Kültürü, eşyanın kullanılış biçimi” olarak belirleyenler
vardır ki bu tanımlama kültürün ne olduğunu işaret ettiği kadar eşyanın işlevlerini, imgesel ve simgesel değerini de işaret eder. Aslında eşyanın ya da mekânın bir
hafızaya sahip olması, insanla yaşamış olmasına bağlıdır. Yani aslında eşya ve mekân hafızasında, insanların
evren hakkındaki tasarımlarını, ideallerini, umut ve korkularını, sosyal ilişkilerini, bireysel gizlilik ve yalnızlıklarını saklar; sakladıklarıyla insanlaşır.
Elbette şiir için de sizin deyiminizle bir “nesneler
belleği” vardır, hatta şiir başından beri bu hafıza ile ken-
Şiir ev ilişkisine girmişken hemen sormak istiyorum. “Ev”i tek boyutlu mekân olmaktan çıkarıp ona
ontolojik bir kimlik kazandıran Behçet Necatigil’in
“ev”i diğer şairlere göre nasıl bir farklılık gösterir?
Aslında Necatigil’in “ev”inin farklılığını sorunuzda
“eve ontolojik bir kimlik kazandıran Behçet Necatigil”
diyerek işaretlediniz zaten. “Ben mum alevinde pervane
gibi hep aynı odakta yazdım şiirlerimi: Ev ve her günkü yaşamalar. Rilke’nin ponter’i gibi, aynı parmaklıklar
içinde. Toplumun ve imkânlarımın bana bağışladığı dar
dörtgende gözlerimi her açtıkça, karşımda büyük şehrin
orta-fakir sınıf ev, aile ve çevrelerini gördüm.” diyen
bir şairin, kendine, sokağa, şehre ve insana evden çıkarak girmek isteyeceği açıktır. Necatigil’in bütün hayata
ve dünyanın hâllerine evden çıkarak girişi ve herkesi/
her şeyi ev merkezine doğru çağırması, evin bir mikro
kozmos olarak algılandığını gösterir. Ev, böyle algılandığında, evle ilgili her düz anlatım, her simge her görün-
52
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
tü, hayata ve insana dair bir durumu ortaya koyar. Bu
ortaya konuluş, evden geldiği için, bir içtenlik değeri
de taşır. Evin içindeki insan ve eşya, açık ilişkilerden
gizemli ilişkilere kadar, bu içtenliği taşıdığı için, şiirsel gerçekliğin vazgeçilmezi olurlar. Necatigil’in bütün
şiirlerinde ev ve çevresinde kalmasının sebebi budur.
Hatta bu durum, şiirsel bir gerçeklik düzleminden öteye giderek şairin karakteri olur. Bir şiirinde “Sağ çıkıp
günlük savaştan/ Evin yolunu tutmuşum/ Yemek yedik,
çocuklarım uyudu. / İniyor üstüme yavaştan/ Allahın
beyaz bulutu,/ Kederlerimi unutmuşum./ Kahvem içime
sindi,/ Başladı gecelik saltanatım” diyen Necatigil, daha
başından beri evi, dış dünya ile birlikte aldığını gösterir.
Dış dünyanın katı ilişkilerine karşı, ev, mutluk, güvenlik ve sakinlik merkezidir. Evin, kültürel ya da ideolojik
bir bilinç kaynaklı değil de, gerçek ve sıradan ilişkiler
bakımından yansıtılması, şairin, evin mutluluk ve huzur
verici gücünü, verili bir değer olarak algıladığını işaret
eder. İnsan, evi için ekmek mücadelesi verir; az ya da
çok evine galip bir şekilde döner. Ev, aydınlık odalar, eş,
çocuklar ve aile reisi ile bir bütündür; mutluluğu sağlayan da bu bütünlüktür. Evdeki ışık, çoğu zaman “ısı”yla
birlikte anılarak evi, içinde ailenin yaşadığı, dayanışma
ve güvene dayalı bir barınağa ya da sığınağa dönüştürür.
“Bak, masa, işte/ Yerini bulmuş şimdi. /Biz yokken bu
eve /Besbelli biri girdi” Türkçe’de “evi cennete çevirmek” şeklinde bir deyim vardır. Necatigil, dört dizesini
örneklediğim Evler kitabındaki Perili Ev şiirinde, içine
doğduğu kültürün, bu dünya ve öbür dünya arasındaki
anlayışını somutlayan bu deyimini açıklar gibidir. Cennetten bir köşe olan ev, temiz, düzenli ve aydınlıktır.
İçindeki aile, dünyanın hırslarından, benliğin oyunlarından kurtulmuştur. “Dünyada mekân, ahrette iman”
diyen kültürde ev, sanıldığı gibi sadece ev mülkiyetinin
öneminin metaforu değildir.
Garip Şiiri’ne de değinsek. Garip şiirinin mekânı”
var mıdır? Garip Şiiri’nde mekânın kadın hali nasıl
işlenir.
Elbette Garip şiirinin de evleri, şehirleri, sokakları,
sinemaları, denizleri vardır. Hatta Garip Şiirindeki avare, aylak, hüzünlü, yoksul kişiler, bütün bu mekânlar için
de çok daha hareketli olarak bulunurlar. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet merkezinde toplanan yeni şiirin
Garip şairleri için şehir, “küçük adam”ın yaşadığı yerdir. Öyküde Sait Faik’in, şiirde Orhan Veli’nin günlük
ilişkiler içinde mutluluğu ve hazzı bulmaya çalışan şairavare ve umarsız kişileri, sinemalarda, kahvelerde, deniz kenarlarında, pencere önlerinde, kaldırımlarda, adalarda yüzer gezer halde yaşarlar. Orhan Veli’nin şiirleri,
hem mekânsal hem de tematik bağlamda Sait Faik’in
öykülerinin simetrisidirler. İstanbul’u kutsallığından ve
romantik düşselliğinden uzaklaştırıp, yaşanılan günlük
hayatın mekânı haline getiren, özellikle öyküde Sait
Faik, şiirde Orhan Veli’dir. Açık bir gerçektir ki, Orhan
Veli’nin yaşanılan, paylaşılan ve özlenilen mekânları
Nedim’in Yahya Kemal’in mekânlarından farklıdırlar.
Kapalıçarşı, hisarlar, Beyoğlu, deniz, kahvehane, meyhane, vapur, sokak gibi yerlerin hepsi farklı algılanan
ve günlük yaşama sevinci ve hüzünleri içinde yaşanan
yerlerdir. Dedikodu adlı bu şiirde geçen Yüksekkaldırım, Alemdar, Galata, tramvay, deniz gibi mekânlar da
aşk ve cinsellik bağlamında yaşanan anların mekânları
olarak görünürler. Orhan Veli şiirinin getirdiği önemli yeniliklerden biri de, cinselliği, mahrem alanlardan
hayatın günlük pratikleri içine çekmektir. Eros, meyhanede, sokakta, vapurda, kadın ve erkeğin göründüğü
her yerde konuşmaya başlar. “İstanbul’u Dinliyorum”
şiiri duyumsal bir şiirdir; fakat bütün duyular işlevlerini
kulağa yüklemişlerdir. Orhan Veli bu şiirinde “sinestezi (bir duyu organının işlevini başka bir duyu organına
yükleme) bakımından değişik bir yöntem uygulayarak,
İstanbul’a gözleriyle değil; işitme duyusu aracılığıyla
‘bakar’. Böylesi bir tutum, kentin daha geniş açıdan değerlendirilmesine zemin hazırlar.
Garip şiiri “ev”i de genel anlamda şehre benzer biçimlerde ve anlamlarda algılar. Fakat hemen belirtilmeli
ki garip şiirindeki insanlar pek “ev”de oturamazlar. Pencere veya balkonlarda görünseler bile “eve kapanmak”
onları sıkar. Bu yüzden genel olarak ev sokakla beraber
vardır. Şoförün Karısı adlı şiirde “Şoförün karısı, kıyma
bana;/ El etme öyle pencereden,/ Soyunup dökünüp”
dizelerinde görülen sahne sahne, evin içinde, görülüp
görülmediğini önemsemeden soyunup dökünen hafif
meşrep bir kadın ve kadını pencereden gözetleyen (dikizleyen) bir kişiden oluşur. Evin içindeki kadının cinselliği ile algılanması Orhan Veli’den önce başlar. Fakat
o şiirlerin hemen hepsinde ya erkekle kadın aynı odadırlar ya da odadaki erkek sevgilisinin yanında olduğunu
hayal eder. Böyle durumlarda genelde perdeler kapalıdır. Yani her şekilde ev özel alandır ve gayri meşru da
olsa bir mahremiyeti vardır. Oysa bu şiirde hem evin
içindeki hem de evin dışındaki için mahremiyet kalkmıştır; biri görünmek biri de görmek ister. Orhan Veli
şiirinin getirdiği önemli yeniliklerden biri de, cinselliği,
mahrem alanlardan hayatın günlük pratikleri içine çekmektir.
Garip şiirinin önemli bir mekânı da denizdir. Hem
Garip Şiiri’nin hem de bu şiirin olgucu, anlamcı ve
gündelikçi ortamı içinde yaşayan diğer 1940 kuşağı şairlerinin şiirlerinde deniz, insanı mutlu eden şehrin bir
parçası olan, yaşanan yerle, hayal mekânlar arasında bir
53
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
denge kuran, doğal olana davet eden, umutsuz insanı
kendi derinliğinde teselli eden, üzerindeki gemilerle,
yelkenlilerle, şehirden usanan insanı kayıtsız, uzak ve
sakin mekânlara götüren işlevleri ile görünür. Bu şairler,
artık denizin aynasından veya hafızasından geçerek evrenin metafiziğine, sezgisel anlamlara gitmezler. Garip
şiiri için deniz, yaşama sevincini oluşturan toplam enerjinin bir ögesi, şehrin vazgeçilmez güzelliği, bazen de
bu kütlenin ağırlığından kaçanın adresi ve tesellisidir;
ama bazen de âşık küçük adamın tarifsiz kederlerine tanık ve dost olan bir mekândır.
İkinci Yeni şairlerinin “mekân algısı” birbirlerine
benzemektedir. İlk olarak Ülkü Tamer’in Uzak Ev,
Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak, Sezai Karakoç’un Kapalı Çarşı şiirleri aklıma geliyor. İkince Yeni’de ortak
mekânlar ve mekânları anlatmada ortak imgeler nelerdir?
Her şiir hareketinin her şairin çok çeşitli mekânlarla
olan ilişkilerini değerlendirmek bu görüşmemizin sınırlarını aşar. Hele İkinci Yeni gibi bütün mekânsal ögelerle
ilk defa karşılaşıyormuş gibi ilişki kuran bir şiir hareketini bu açıdan değerlendirmek başka bir zamana kalsın.
Ama Kapalı çarşı demişken Cumhuriyet dönemindeki
üç şairin Kapalı Çarşı şiirlerine atıf yapılabilir. Kapalı
Çarşı, geçmişten güne uzanan ruhun; eski ile yeni arasında adı konulamayan özlemlerin; fizik ve metafizik
çağrışımların; ritimli ve karmaşık iç dünyaların simgesel mekânı olarak, birçok şair tarafından dile dökülmüştür. Orhan Veli’nin Kapalı Çarşı’sı, İstanbul’un sosyal
ve kültürel zenginliği olmaktan çok, giyilmeyen elbiselerin konulduğu bir sandık odasıdır. Fakat hangi sandık
odası, onunla karşılaşanın hayal dünyasını kışkırtmaz
ki! “Ablamı tanımazsın/ Yaşasaydı hürriyete gelin olacaktı/ mısraları, ölen bir kültürün zihinsel görüntülerini,
duyarlık alanına aktarmaktan çok, mekândan yola çıkarak ruhsal bir anın gizemli hâline vurgu yapmak içindir. Kapalı Çarşı şiirleri üzerinde çözümlemeler yapan
Doğan Hızlan, Kapalı Çarşı’nın tarihî perspektifiyle,
doldurulmaya elverişli şiir hücreleri barındırdığını söyler. Ona göre Orhan Veli, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan
gibi şairler, bu hücreleri kendi şiir kuramlarına göre bu
hücreleri doldurmuşlardır. Kapalı Çarşı, Orhan Veli’de
hüzünlü bir humor, Ece Ayhan’da eskiye dönük çağrışımlar yığını; Sezai Karakoç’ta dünyevi ve semaî çağrışımlar tablosundan oluşan bir imge dünyasıdır.
Evin ara mekânlarına romanlarda geniş yer verilir. Şiirde “merdiven, pencere önü, balkon, cumba,
sofa” gibi ara mekânlara nasıl yer verilmiştir?
“Ara mekânlar” dediğiniz ev ögelerinin şiirde görü-
nüşü yeni şiirle başlar. Örneğin “balkon”un şiirimize eni
konu girişi Beş Hececiler içinde şiirlerinde evi en çok
yansıtan şair, Halit Fahri Ozansoy’la olur. Onun Balkonda Saatler adlı kitabındaki şiirler bu konudaki ilk şiirlerdir. Bu kitaptaki şiirlerin tamamı, evinin balkonunda
ve çoğu zaman sevgilisiyle birlikte, bahçeyi, doğayı ve
onun içindeki sesleri gözlemleyen ve dinleyen, romantik ve hüzünlü bir insanın çizdiği tablolardan oluşur. Bu
tabloların önemli bir özelliği daima bir müzik eşliğinde
seyredilmesidir. Bu ses ya gerçekten uzaklardan duyulan
bir piyano sesi ya da tabiattaki uyumdan doğan bir opera müziğidir. Pitoresk tasvirler, hüzün ve mutluluğun iç
içe olduğu ruh hâli, müzik ve ruh sevişmesinden ibaret
aşk, neredeyse Millî Edebiyat Hareketi’ne kadar, Yeni
Türk şiirini kuran temel yapılardır. Fikret’in, Cenab’ın,
Hâşim’in ve Beş Hececiler’in ilk dönem şiirleri tarandığında, şairlerin, romantik, parnas ve sembolist batı
şiirinden komplike bir şekilde beslendikleri görülür. Fakat Balkonda Saatler’in öncekilerden farklı bir özelliği
olduğunu da söylemek gerekir. Bu da, doğadaki ses ve
manzaraları aşarak evlerdeki, konuşmalara, tabak tıkırtılarına, sokaklardaki satıcı seslerine kadar açılan kulaktır. Doğanın orkestrasına bu sesleri eklemek, dönem için
yeni bir duyarlık sayılmalıdır.
Balkon deyince Sezai Karakoç’un Balkon şiirini hatırlamamak mümkün değil. Fakat artık onun balkonu,
Halit Fahri’lerin penceresi, balkonu değildir. Balkon,
geleneksel, kültürel anlamları olan “ev”e “yabancı” bir
müdahaledir. Biçimsel olarak iğreti bir eklemedir; çünkü balkon, ne evin içidir ne de dışı. İmgesel olarak da
daima evden yani evin medeniyet içindeki mikro kozmolojik bütünlüğünden bir uzaklaşmayı işaret etmektedir. Bir imtidat içinde oluşmamıştır balkon. Modernizmin katı ekonomik ve ideolojik ilkeleri, mekânları, içerdikleri anlamlardan kopararak, pragmatik işlevlere göre
düzenlemiştir. Toplumsal ve bireysel benlik, hızla akan
hayat ve paylaşılan imkânlar karşısında telaşa ve korkuya kapılmış; evin içinde inşa edilen dünyanın değerler
siteminden evin dışına saçılan çıkarlar sistemine adapte
olmaya başlamıştır. Evin içine girince, bu hızlı ve çıkarcı dünyadan kopma korkusu yaşayan modern insan, eve
girdiğinde de dışarıyı gözleme ve kontrol etme imkânı
olarak balkonu icat etmiştir. Bu yüzden balkondaki
kimse evinde ya da kendinde değildir, evde bulunduğu
hâlde dışarıdadır. Bu modern süreçten önce insan ya
evde yani medeniyetinin mikro kozmolojik dünyasında
ya da şehrin içinde yani makro düzeyde yine medeniyetinin içindedir. Her iki durumda da hem maddi olarak
hem ruhsal olarak güvendedir.
54
Sayın hocam, söyleşi için çok teşekkür ederiz. ■
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
HASAN AKÇAY
Böyle bir ortamda
dinlenilen
“kıtlık” ve “işgal”
hikâyeleri bir
sinema perdesi
gibi açılır
gözler önünde.
Bunun içindir ki,
evlerin de bir
ruhu olduğuna
inanırım hep. O
sesler, o gölgeler,
yaşanılan acı tatlı
anlar, yüzeyde
uçup kaybolmuş
gibi görünse
de, derinde ve
gerçekte her daim
yaşarlar.
H
ayat üç kelimelik bir cümleden ibaretti ve
ilk kelimesi “doğmak”tı. Doğar, yaşar ve
ölürsün… Bu üç kelime üç günlük dünya gibidir.
Bir güne çok şeyler sığdırabileceği gibi insan; üç
kelimelik cümlenin her bir kelimesinin açılımı yapıldığında belki onlarca roman olacak ölçüde çoğalır cümleler. Nihayetinde her şeyin bir özeti olduğu
gibi, ömrün özeti de bu üç kelimedir. Dünya hayatı
öyle bir şey işte… Yaşadığı an itibariyle farkında insanoğlu yaşadığının. Yunus daha da kısaltmış ömür
denilen süreci, “bir göz açıp yummuş gibi” diyerek.
Dünya yolculuğunda, hayata göz açtığımız yerin
ayrı bir anlamı vardır bizde. Zaman içerisinde değişik mekânlarda konaklasak da o yer, o mekân ilk
heyecanımız, ilk göz ağırımızdır. İster bir şato olsun
ister bir kulübe, özlenen, aranan hep odur. Aile sıcaklığını, duyduğumuz, ilk sevip sevildiğimiz, ilk
ağlayıp güldüğümüz, ilk yürüdüğümüz düştüğümüz… Her nereye gitsek, dönüp geleceğimiz; sığınağımız, evimiz.
Ev denildiğinde aklıma ilk gelen, fındık, elma
bahçeleri içinde bir yamaca tırnaklarıyla tutunmuş
gibi duran; uzaktan bakıldığında her an aşağılara
doğru yuvarlanacak izlenimi veren köyümdeki evimizdir. Bütün Karadeniz evleri gibi o da ömrünü
yalnızlık içinde geçirmiş, yıllara büyük bir direnç
göstermiş, buna rağmen yaşlandığı her hâlinden
belli olan o ahşap evi her nereye gitsem özlediğimi
hissederim. Ömrümün en güzel yılları olan çocukluk
55
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
çağımın hatıralarıyla dolup taşan o ev de beni özler
duygusu içimden hiç eksik olmaz. Gurbet dönüşlerinde onunla uzaktan göz göze geldiğimizde en az
benim kadar heyecanlandığını görür gibi olurum.
Yıllardan beridir kış yalnızlığında yaşadığı hüzünlere tanık olmadıysam da, her yaz buruk bir tebessümle beni karşıladığına şahit olurum.
Ev, dört duvarıyla dışarının tehlikesine, sıcağına,
soğuğuna karşı koruyucumuz, sığınağımız olduğu
gibi, daha farklı özellikleri de taşır derununda. O
dört duvar arasında yaşanan günler geceler; acı ve
sevinçlerdir asıl o mekânı anlamlı kılan. Onun içindir ki her nereye gitsek, hatıraları bir bohça gibi sarıp
sarmalayıp bizimle birlikte taşır arkamızdan. Zaman
zaman o bohçayı açıp içindekileri yeniden yaşamak,
yaz gününde bir pınarın serin suyundan kana kana
içmek gibi bir dirilik, bir tazelik verir benliğimize. O
ilk göz ağrısından uzak kalmak, her zaman bir gurbet havası estirir ruhumuzda. Hüzünlü bir şarkı gibi
oturur ortasına yüreğimizin.
Masal dünyamın d/evi
Çatısını kaplayan küçük oluklar şeklinde ve toprak renginde kiremitlerini, pencerelere ve kapılara
takılmış kilit ve menteşelerini bir yana bırakacak
olursak, evimizin geri kalan her şeyi ağaçtandı. Evin
dış kısmında boydan boya uzatılmış kirişlere geniş
tahtalar tutturulmuş ve bu tahtalar arasında zamanla boşluklar oluşmuştu. Yılların yağmuru, rüzgârına
karşı çok fazla direnemeyen bu tahtalarda yer yer
çürümeler de kendini gösteriyordu. Çok eski hâlini
hatırlamadığım bu ev, ilkokul çağlarımda birkaç
usta tarafından elden geçirilmişti. Benim gözümde
yeniden inşa edilmiş gibi bir güzellik kazanmıştı.
Dış cephesini kaplayan tahtaların arası küçük taş
parçalarıyla doldurulup, gelişigüzel sıva yapılmıştı.
Her ne kadar taşlar ve tahtalar dış cephede bir pürüz olarak dursa da, en üste yapılan badana ile bütün
kusurlarını gizler gibiydi. Köyde, kireç badana ile
boyanan ilk ev bizim evimizdi. Her okul dönüşünde
evimizin karşısındaki yamaçta oturup o güzelliği bir
süre seyretmek bende tutku hâline gelmişti. Kimi
zaman ağaçların içindeki bir kuş yuvası gibi duruşunu; kimi zaman da yeşillik denizinde beyaz bir
yelkenli gibi demirleyişini seyretmek doyumsuz bir
mutluluk veriyordu kalbime. Çocuk kalbim kanatlanıp, bir an önce yanına varmak için sabırsızlanıyor, o
heyecanla kendimi bıraktığım yamaçlardan uçar gibi
iniyordum.
İki tahta parçasının yan yana çakılışıyla oluşturmuş pencere kanatlarını akşamın ilk karanlığıyla
birlikte artık kapatma gereği duymayacaktık. Çünkü
evimizin pencerelerine çerçeveler yapılmış, üstelik
krem rengi yağlı boya ile de boyanmışlardı. Daha
önemlisi o çerçevelerle birlikte, “pencere camı”
diye bir kavram girmişti dünyamıza. Dedem bundan
böyle, pencerelerin kanatlarını kapattınız mı yerine,
pencerelerin camlarını kapattınız mı, diye soracaktır
evdekilere.
Köy yerine akşamlar daha bir erken iner. Etrafta
ışığa koşan, sinekler, kelebekler eve doluşmasın diye
veya başka sebeplerden kapı, pencere bir an önce
kapatılır. Dışardan bakıldığında, ev âdeta ellerine
koynuna koymuş, derin ve karanlık bir düşünceye
gömülmüş gibidir. Bir de kanatları kapanmışsa pencerelerin; artık gözlerini yummuş, uykuya dalmış bir
devdir ev.
Gecelerin büyülü sessizliği ta evin içine kadar
sirayet eder köy yerinde. Hele elektriğin olmadığı;
evin ortasında duvarda bir çiviye takılan ve ihtiyaç
doğrultusunda gidilen her yere taşınan, tek bir gaz
lambasının aydınlığı varsa ortada, orada masallar
dinlenmez, yaşanır. Koca kütüklerin ateşlikteki çıtırdayarak yanan sesine, ateşin aydınlığında etrafa düşen gölgelerin karışması hayal iklimine yeni ufuklar
açar. Böyle bir ortamda dinlenilen “kıtlık” ve “işgal”
hikâyeleri bir sinema perdesi gibi açılır gözler önünde. Bunun içindir ki, evlerin de bir ruhu olduğuna
inanırım hep. O sesler, o gölgeler, yaşanılan acı tatlı
anlar, yüzeyde uçup kaybolmuş gibi görünse de, derinde ve gerçekte her daim yaşarlar.
Doğduğu köyden başka bir yer görmeyen, okuma yazması olmayan ve her durumda “cahil” kaldığını büyük bir iç geçirişle dile getiren büyük
annemden öğrendiklerimi, okuduğum okulların
hiçbirinde öğrenemedim. Kendini cahil zanneden
büyük annemin, aslında ne derin ve engin bir halk
kültürüne sahip olduğunu sonradan öğrenecektim.
İlk deyimleri, atasözlerini, bilmeceleri kendisinden
duyduğum; Yunus Emre şiirlerini, peri masallarını,
halk hikâyelerini yine ilk kendisinden dinlediğim bir
insan nasıl cahil olabilirdi ki… Fakat o her zaman,
okuyamamış olmanın yarasını yüreğinde taşıdığını
da belli ederdi.
Özellikle uzun kış gecelerinde, rüzgârın ve yağmurun sesine karışan sesiyle, büyük annemin bana
56
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
anlattığı masallarla birlikte büyümenin ayrıcalığını yaşadım. O masallar ki, kimi zaman gözlerimi
pencereden dışarı taşırıp bir yıldıza beni konuk
ediyor; kimi zaman da, ninemin tabiriyle, kalaylı bir kazan gibi gökyüzünde gülen ay ışığının,
ağaçların rüzgârda salınan gölgelerini yattığım
odaya düşürmesiyle birlikte “hayâl-i zıll” perdesinde anlatılanları seyrettiriyordu. Büyük annem
belki de kendisi dahi farkında olmadan ruhuma,
kişiliğime şekiller veriyor, hayal dünyama geniş
ufuklar çiziyordu.
İLTİCA
Kurşun benizli bulutlar gelir ufuklardan Sıkar üstümüze gömleklerini Çılgın bir sağnak vurur bahçemin güllerini Arsız böcekler iri yapraklara sığınır Ben sana... O ev bizim evimiz
O ilk evden sonra çok evlerde yaşama zorunda kaldım. Hayat mecbur kılmasaydı, hep o evde
yaşamak isterdim. O da, ruhumun sevdiği gibi bir
yalnızlığı seçmişti kendine. Bu bir zorunluluktu
belki. Bu yönüyle de bana benzediği için ya da
ben ona benzediğim için aradaki bağın daha kuvvetli olduğunu hissederim. Karadeniz köylerinde
birbirine en yakın olan evler arası en az yirmi dakikalık mesafedir. Anadolu’nun çoğu köylerinde
olduğu gibi evler toplu hâlde değil, dağınık, birbirinden çok uzaktır. Bunun içindir ki, bir köy odası, bir kahve kültürü yoktur. Dolayısıyla evler ne
bir sokağa ne de bir mahalleye dâhil değildir. Bu
anlamda ne sokağımız oldu ne de sokak oyunlarımız. Biz bütün oyunlarımızı fındık bahçelerinde,
ağaç dallarında, ırmak kenarlarında oynadık. Evler arasındaki uzaklık, zorunlu olarak komşuluk
ilişkilerine de mesafeler oluşturdu.
Modern çağın getirmiş olduğu yalnızlık ve
yorgunluğu da ömrümüze dâhil edince; her sabah
kuş sesleriyle uyanıp içindeki saadeti bacasından
ince bir duman gibi gökyüzüne duyuran; biraz
aşağısından akan ırmağın sesine sessizce söylediği türkülerin sesini katan ve tam ortasındaki kirişe asılan salıncaktaki mesut çocukluğun, masum
yaramazlıkların, velhasıl en güzel zamanların sinesinde saklandığı bir evin unutulması mümkün
mü?
Evet, şairin de söylediği gibi, o ev bizim evimizdir. Her ne kadar istediğimiz zaman gidemesek de. Ve bütün güzel anılar gibi gittiğimiz
yere yüreğimizle, hayallerimizle, özlemlerimizle
götürdüğümüz o ev, en son dönülecek, varılacak
bir son durak gibidir. Ve yeni yolculuklara yine o
evden başlanacaktır…■
Uyanır denizlerin bahâdır askerleri Göklerse davranır kılıçlarına Ateşler düşer dervişimin avuçlarına Sefineler kaçışır limanlara sığınır Ben sana... Masal kaçkını devler gezinir şehirlerde Kenetlenmiş sarı seyrek dişleri Söner birden bebeğimin pembe gülüşleri Ürperir örümcekler ağlarına sığınır Ben sana... Uğultular gelir geceleri koyaklardan Rüzgârlar eser İsrafil nefesi Çatırdar tutsak ruhumun çürümüş kafesi Doruklarda kartallar kayalara sığınır Ben sana... Güneş kanlar içinde yavaş yavaş boğulur Karanlık kuşanır pusatlarını Titretir bozkırların başıboş atlarını Yıldızlar uzakta Kehkeşanlara sığınır Ben sana...
DİLÂVER CEBECİ
57
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
YAVUZ BÜLENT BÂKİLER
Ü
sküp Türk kesiminde, beni hep sıcak bir
Anadolu havası kucakladı. Çocukluk
günlerimin taş döşeli sokaklarından birisine benzer bir sokaktan geçerken sordum: İsminin Evliya Çelebi Sokağı olduğunu söylediler. Evlerin
kapıları, pencereleri, perdeleri, boyaları beni bırakmıyorlardı. Büyük kervansarayların, yıkılmış
camilerin, hamamların karşısında durdum -“Burası Demirciler Çarşısı'dır. Devamı bizi Kazancılar Çarşısı'na götürür. Sonra yolumuzun üzerinde
Bit Pazarı var!” dediler.
Demirciler Çarşısı, Kazancılar Çarşısı, Bit
Pazarı bugün Anadolu’da hemen hemen her şehirde rastlayacağımız yerler!
Demirciler ve Kazancılar Çarşısına hâkim
olan Kurşunlu Han 400 yıldan beri ayakta. Muslihiddin Abdülgani isimli bir müezzin yaptırmış.
Molla Muslihiddin, II. Selim’in âlimlerinden.
Kurşunlu Han, iki katlı. İçerisinde 64 odası var.
Muhteşem kapısı enikli bir kapı. Merhum Arif
Küçücük
dükkânlarından,
taşlı sokaklarına
bizim türkülerimiz
yayılıyor. Bir
Sivas türküsü, bir
Gaziantep halay
havası, sıcak bir
selam gibi... Erkek
ve kadın kazağı
satan dükkânlar,
renkleriyle,
desenleriyle
Anadolu’ yu
sergiliyorlar âdeta.
* Üsküp'ten Kosova'ya' adlı esreden
58
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Nihat Asya’yı hatırladım. Kitaplarından birine
Enikli Kapı ismini vermişti. Hana gelen kervanlar için büyük kanatlar açılıyormuş. Yolcular
için ise, sadece küçük kapı!... Anadolu’da hâlâ
enikli kapılar vardır. Kurşunlu Han, Osmanlı
İmparatorluğu’nun (ondan önce Selçukluların)
bize gurur veren eserlerinden biri. Han içerisinde, yolcuların 100 kadar hayvanını barındıran bir
de ahır yapılmış.
İmparatorluk Türkiye’sinde bu hanlarda,
Müslüman ve Hristiyan farkı gözetilmeden bütün yolcular parası olarak üç gün yer, içer, yatar,
kalkar, hasta yolcular için hekim ve ilaç bulundurulurmuş.
Kurşunlu Han’ın çatısını kaplayan kurşunları,
Bulgarlar sökerek götürmüşler. Yugoslavlar Kurşunlu Han’ı bir süre hapishane olarak kullanmışlar. Sonra onarıp müze hâline getirmişler. Han,
çok akustik olduğu için, şimdi zaman zaman orada konserler veriliyormuş.
Kurşunlu Han’ı dolaşırken yaşlı bir Üsküp
Türkü’nün kahkahası hâlâ kulaklarımda: “Evlatçığım, bir zamanlar bu handa Osmanlının atları
kişner, eşekleri anırır, koyunları melerdi. Şimdi
ise burayı adını bilemediğim çalgıların gürültüleri dolduruyor Atların, eşeklerin ruhlarına mevlit mi okuyorlar acaba?”
Yugoslavlar Üsküp’teki kervansaraylarımızı
onararak ticaret merkezleri hâline getirmişler.
Bit Pazarı’nda İsa Bey Vakfiyesi'nden olan iki
kervansaray daha var: Sulu Han ve Yapan Han.
Sulu Han’ın bütün odaları mağaza olarak kullanılıyor. Geniş avlusu ise, lüks bir kahvehane
hâline getirilmiş. Günün her saatinde renkli ve
hareketli.
Yapan Han’ın birinci katında bakırcılar, kalaycılar, demirciler çalışıyorlar. İkinci katında
ise sıra sıra avukat yazıhaneleri var. Hanın beş
yüz yıllık şadırvanı, yapıldığı gibi: Sağlam ve
güzel.
Kurşunlu Han karşısında, yerden birkaç karış
yükseklikte kalan temeller Kazancılar Camii’ne
aitmiş. Bir şehidin kesilen veya koparılan kolları
gibi duruyorlar toprakta.
Hanın hemen yakınında, kubbeleri çöken, duvarları yer yer yıkılan bir hamam harabesi hıçkırıyor. İsmi, Şengül Hamamı.
Hemen hemen bütün Anadolu illerinde gördüğümüz Bit Pazarlarının bir benzeri de aynı
isimle Üsküp’te beni dost duygularla karşıladı.
Küçücük dükkânlarından, taşlı sokaklarına bizim
türkülerimiz yayılıyor. Bir Sivas türküsü, bir Gaziantep halay havası, sıcak bir selam gibi... Erkek ve kadın kazağı satan dükkânlar, renkleriyle,
desenleriyle Anadolu’ yu sergiliyorlar âdeta.
Atlara, arabalara koşum takımları hazırlayan
eller, bizim ellerimiz. Vitrinleri süsleyen yazmalarla Anadolu Türkmen kadınlarının başlarındaki
yazmalar birbirlerine ne kadar benziyorlar.
Bit Pazarı’nda 15. yüzyılda, İsa Bey tarafından yaptırılan mükemmel bir Çifte Hamam, artık
hamam olmaktan çoktan çıkmış. Uzaktan sadece
kubbeleri görünüyor. Etrafını tamamen kargacık
burgacık dükkânlar çevirmiş. Boş, bakımsız, virane Çifte Hamam, utancından dövünüyor, kendisini herkesten gizliyor gibi geldi bana.
Bit Pazarı çevresinde, iki katlı eski Türk evleri gördüm. Hepsi de artık son nefeslerini güçlükle alıyorlardı.
Pazarın Murat Paşa Camii, çarşı esnafı için
yapılmış. Cami 19. yüzyıl başlarında yıkılınca,
Üsküp Türkleri, onu yeniden onarmışlar. 1963
depreminde minaresinin şerefeden sonrası yıkılmış ve yarım minare öylece kalmış.
500 yıl önce, Molla Muslihiddin tarafından
yaptırılan Dükkâncık Camii, eski Üsküp’ü bir
kuğu güzelliğiyle süslüyormuş. Bir yürek kadar
sıcak, bir şiir kadar güzel olduğu, camiin ayakta kalan kısımlarıyla da belli. Dükkâncık Camii
1963 yılındaki büyük depremde hemen hemen
bütünüyle yıkılmış. Şimdi sapasağlam ayakta
kalan mahzun minaresidir. Dükkâncık Camiinin
çatlamış duvarlarından, her gün birkaç taş daha,
toprağa gözyaşları gibi dökülüyor. Dükkâncık
Camii çöken bir imparatorluk gibi. Çaresiz kalmış... Bitmiş... Terk edilmiş...■
59
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Allah'ın evi
NECATİ KANTER
Hangi güzelden söz ettiysem hep senin güzelliğinden kinayedir
Hangi evi anlattıysam hep senin “beyt”inden söz ediyorum
Muhiddin İbn. Arabî
İnsan yoktu… Melekler ve zaman yoktu... İlm-i ezelide yokluk da yoktu. O vardı… Gizli bir hazine
iken bilinmek isteyen… Âlemlerin Rabbi, kıyamet gününün sahibi, zatı ile kaim olan…/
Sözle başladı öykü.
Onun dileği, onun buyruğu ile..
İki âlemin başı da sonu da sözdü.
Onun sözü, onun buyruğu...
“Kün” den var oldu, “la tekün”le yok olacak.
Elest günündeki ruhlar meclisinde Varedici’nin “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna: “Beli.”
denilen mekân… Cenetev’e atılan ilk adım… Yaratılış öyküsünün ilk durağı...
Bezm-i elest:
Eşik.
Âdem ile eşi Havva’nın yaratılışlarının ardından yerleştirilen ebedilik yurdu.
Cennet:
Ev…
Cennetev.
Ve yüce Rab buyurdu:
“Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan insan yaratacağım; ona ruh verdiğim zaman, siz
hemen onun için secdeye kapanın.”
“Yeryüzünde fesat çıkaracak kan dökecek birini mi yaratacaksın?” demişlerdi de…
“Ben sizin bilmediğiniz şeyi bilirim.” buyurmuştu vacib-ül vücud olan…
60
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
“Güç Rabbimizin değil mi; bizleri yarattığı gibi elbette başka varlıklar da yaratabilirdi.” demişti
melekler. Nurdan, ateşten, ateşin alevlerinden yarattığı gibi, topraktan da yaratabilirdi.
“Ama toprak,” dedi İblis, “bir toprak, bir çamur, nurdan ve ateşten nasıl üstün olabilir?”
Utandı ehl-i cennet!... Aralarında böyle bir asinin, böyle bir nankörün çıkmasına inanamıyorlardı
doğrusu.
Cennet yalnızdı da onunla bitmişti bu yalnızlık, onunla şenlenmiş, onunla süslenmiş, onunla taçlanmıştı. Onundu sanki bu mülk… Gerçek mülk, gerçek mekân, gerçek ev Rabbinin olsa da, kendi
ruhundan üflediği Âdem’di bu. Gıptayla bakılan… Cennetev’in efendisi...
Coşkuluydu melekler. Sevinçliydiler. Önünde eğiliyorlar, secdeye kapanıyorlardı. Saygıyla, hürmetle… Rabblerinden emir almışlarcasına... Öyleymiş meğer. Sonradan öğreniyordu bütün bu olanların
nedenini Âdem. Ancak melek olmamakla birlikte meleklerin çevresinde bulunan, onlara katılmayan
ateşlerden bir ateş; meleklerin bu yaptıklarından kendini uzak tutmuş, onların coşkularına, sevinçlerine
ve heyecanına katılmadığı yetmiyormuş gibi bir de çekememezlik ve büyüklenme sonucu secdelerine
de katılmamıştı. İlginçti gördükleri Âdem’in. Tuhaftı!... Bu muhteşem manzara karşısında mahcup olmuş, hem sevinmiş hem korkmuş hem de heyecanlanmıştı!...
“Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana benim secde etmem doğru olmaz. Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın.”
Donmuştu ehl-i cennet!.. Şaşkındı… Hayretler içindeydi Âdem. Kendi kendine mırıldanıp duran
bu nankör, kibirli, küstah, ukala varlıktan ilk kez duyuyordu kendinin kuru, şekillenmiş bir balçıktan
yaratıldığını...
“Rabbim öyle dilemiş,” dedi Âdem. “Hikmetinden sual olunmaz...”
Havva ile birlikteydi Âdem.
Mutluydular...
İkisini de büyülemişti cennetin güzellikleri. Ama İblisin o hain bakışları yok muydu; hele o büyüklenip böbürlenmesi… Ya o cüretine, o başkaldırısına, ona ne demeli?... . Doğrusu bütün bu olan bitenlere
bir anlam veremiyordu ne Âdem ne Havva ne de melekler.
Bu mutluluğu bozmanın, saptırmanın, tek yolu vesvese diye düşündü kibirlenip kovulmuş olan…
“Kovulmalı,” dedi, “ikisi de; mutlaka kovulmalı… Tıpkı benim lanetlendiğim gibi, kovulduğum gibi…
Bu mülk, bu güzellikler, bu mekân, bu ev, yâr olmamalı… Ne ona ne de eşi Havva’ya!...”
Peşlerine düştü İblis!.. Adım adım izledi onları. “Bir fırsatını bulup ağıma düşürmenin, ayaklarını
kaydırmanın yolunu bulmalıyım.” dedi.
“Ey Âdem! Eşinle birlikte cennete yerleş; orada çekinmeden istediğiniz her yerde cennet nimetlerden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın; sonra zalimlerden olursunuz.” ayetini içinden yineleyip duran
İblisin gözleri parladı… İlk iğvayı sunarken bir gülümsemenin ardından fısıldadı:
“Sana sonsuzluk ağacını ve çökmeyecek devleti göstereyim mi?”
Uzaklaşmak istedi Âdem, ama bir merak fırtınası esti yüreğinde. İlgilenmiyormuş gibi görünse de
ilgisiz de kalamadı. Adımlarını küçülttü, kulak kesildi.
Yeniden fısıldadı İblis.
“Rabbinizin sizi bu ağaçtan menetmesi melek olmanızı veya burada temelli kalmanızı önlemek
içindir.”
Hışımla döndü ve bağırdı:
“Yalan,” dedi Âdem, “defol!” dedi. Ama sarardı. Yaprak gibi titredi. Ateşli bir kezzap dolandı damarlarında. Oysa meleklerden daha üstün olarak yaratıldığını biliyordu. Yaratılmışların en üstünü…
61
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Yine de mahzunlaştı. Bir kuşku saplandı yüreğine. Zehirli bir bıçak gibi... Hele hele sözlerinin doğru olduğuna dair ant içmesi yok muydu İblisin. Yıkıldı. Doğru olabilir mi bu? Omuzları düştü, boynu buruldu.
Sükut-ı hayale uğramanın kırıklığı ile kendi kendine mırıldandı:
“Demek efendisi olduğum, ya da öyle zannettiğim bu ev meğer benim değilmiş. Konukmuşum. Yolcuymuşum…”
Güzel eşi Havva geldi aklına; “Kim bilir duyunca ne kadar da üzülecek!” dedi, hayıflandı.
Cennette sürekli kalabilme ve ebedi olabilme düşüncesi giderek bir tutkuya dönüşmüş, şeytanın bu iğvası, bu vesvesesi, bu telkinleri akıllarını başlarından almıştı ikisinin de. Ama direniyordu Âdem. “Yalan!”
diyordu, “yalan, düpedüz yalan söylüyorsun.” diyordu. Bu İblisin bir hilesi, bir desisesi, bir tuzağı…
Havva mahzundu, günlerdir yemiyor içmiyor, tek kelime bile konuşmuyordu.
Âdem, Havva, melekler, şeytan ve yılan bir arada.
Âdem kandırılan… Havva kandırılan ve kandıran… Şeytan baş yanıltıcı, baş isyancı… Yılan saflığın
kurbanı…
Havva uzattı, Âdem aldı.
Yasak meyveden tadar tatmaz açılıveren örtülü yerlerini utançlarından cennet yapraklarıyla örtebilme
telaşına kapıldılar. Buyruklara karşı gelmiş olmanın yol açtığı korkuları, kaygıları, şaşkınlıkları ve mahcubiyetleri henüz geçmemişti ki Rablerinden gelen bir nida ile sarsıldılar.
“Ben sizi o ağaçtan alıkoymamış mıydım? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?”
Dizleri titredi Âdem’in...
“Eyvah!” dedi Havva!...
Ağacın arkasında sırıtıyordu Şeytan!
El açıp af dilediler.
“Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen kuşkusuz kaybedenlerden oluruz...”
Kovuldular!
Düşüş ya da sürgün: Dünyaya, toprağa, yaratılış malzemesinin olduğu yere. Ev’den ev’e, insandan insanlığa… Perişan, korunmasız, çarnaçar…
/Yeryüzünde halife olsun için yaratılan insan, yasak ağaca yaklaştıktan sonradır ki, halife olarak yeryüzüne, dünyaya, geçici bir eve, toprağa yani yaratıldığı malzemeye indirilmiştir. Yaratılıştaki amacın gerçekleşmesi, yüce Allah’ın hikmeti gereği, bir başka olaya bağlanmış; Atamız Âdem ve eşi, dolayısıyla
“Ademoğulları” Cennetevden çıkarılmış Dünyaevine indirilmişlerdir../
Tavanı, tavan arası, duvarları, sütunları, mahzeni, lambası, aplikeleri, döşemesi, bahçesi, kuyuları, çeşmeleri, havuzları olan bir büyük ev… Evrende bir gezegen, Dünya, Dünyaev!.. Omuzlarında yürüdüğü ve
rızıklarından yararlandığı sabit ve sağlam dağlarla desteklenmiş yeryüzü, ikameti ve istirahatı için yayılıp
döşenmiş bir döşek, bir yaygı, bir karargâh. Yıldızlarla süslenmiş harika bir tavanın altında yayılmış olan
döşek… Bir yorgan gibi sarıp sarmalayan geceler; ay bir lamba, yıldızlar bir aplike… Dere, deniz dağ…
Ama yalnız.
Korkularıyla, umutlarıyla yapayalnız… Vesvesesi ile yanında İblis… Sevgilisi uzaklarda.
Âdem’in eksiği Havva...
Âdem’siz toprağın, Havva’sız Âdem’in anlamı yok. Toprak, Havva’ya daha yakın, cinsiyetleri daha bir
ortak. Arz’ın çiçekleri için Havva daha bir sempatik. Toprak ve Havva ikili bir bütün...
62
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Ve yüce Rab vahyetti:
“Sizin için dünyada ikamet edebileceğiniz bir yerleşme yeri…”
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabed’in bulunduğu mekân. Arzın merkezi. Havva ile Âdemin işledikleri günahtan dolayı cennetten kovulduktan sonra af diledikleri
Cebel-i rahme’nin bulunduğu belde. Âdem’den Hz peygamber’e nebevi sesin yankılandığı şehir…
İsmi Kâbe ile anılan, dünyanın yaratılışındaki başlangıç noktası. Âdem tarafından ilk inşasından sonra
tufan olunca iki atlas arasına konarak göğe kaldırılan sonra Cebel-i Ebu Kubeys’e tevdi edilen, daha
sonra da Hz İbrahim ve oğlu İsmail’in Kâbe’nin duvarlarının yükseltisi sırasında Allah’ın işreti ile
yerine konulan “kozmik” taşla mukaddes kılınan bir ev’i bünyesinde barındıran belde. Sevgililer sevgilisinin doğum yeri. Mekke.
“O zaman biz beyt’i insanlar için gidip gelip ziyaret edecekleri bir makam ve bir güvenlik yeri yaptık. Siz de İbrahim’in makamından kendinize namaz kılacak bir yer edinin. İbrahim ve İsmail’e de; hem
tavaf edecekler için hem de rükû ve secdeye gidenler için evimi tertemiz tutun diye talimat verdik.”
Onun evi…
Allah’ın birliği ve benzersizliğinin simgesi olarak yeryüzünde yapılan ilk mabet, ilk ev…
Yedi kat göğün üstünde ve arşın altında bulunan, ‘Beyt-i Mamur, yani Darrah’dır onun karşılığı...
Temeli Tur-i Sina, Tur-i Zeytun, Lübnan, Cudi ve Hıra dağlarından getirilen taşlarla yükseltilen, cennete
ve ona duyulan özlemi sembolize eden, Hacerü’l-Esved aracılığıyla da yine cennetle ebedi bağlantısı
kurulan mabet...
Kâbe…
….
“Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları da çeşitli
ürünlerle rızıklandır. Bizi sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet
çıkar!...”
Böyle dua etmişti Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’nin duvarlarını yükseltirken.
Şeytan devrede.
Günler, aylar, yıllar, yüz yılar geçse de!..
İbrahim’in tertemiz tuttuğu “ev” onun tebliğ ettiği dininden uzaklaşıp sapanlarca putlarla dolduruldu. Kirletildi. Üç yüz altmıştı müşrik Arapların putlarının sayısı. Her gün için bir put!... Görmeyen,
işitmeyen, yararsız nesnelerdi tahtadan ve kaya parçalarından yapılan bu ilah ve ilaheler.
Lat, Menat, Hubel ve Uzza!...
Rabb’in sözde kızları ve yeryüzündeki yüce temsilcileri!...
Vahşet çağını yaşıyordu insanlar. Ama kutsaldı Kâbe. Dokunulmazlığı vardı.
İsa Peygambere, Ruhü’l Kudüs’e ve meleklere inanan Yemen Valisi Ebrehe, Arapların içinde putları barındıran bir tapınağa secde etmelerine ve her yıl belli zamanlarında tavaf etmelerine içerliyor, bu
sapkınlığın önüne geçmenin çarelerini arıyordu. Kureyş kabilesi ile yandaşlarını kendine çekebilmenin
bir yolu olmalı diyordu.
Akıl danıştı, planlar kurdu, projeler üretti, nihayet muhteşem bir kilise yaptırmayı düşündü. Görkemliydi San’a kentinde yaptırdığı kilise. Çeşitli bölgelere propagandacılar gönderdi, bu muhteşem
mabedi ziyaret için halkı San’a’ya çağırdı. Olmadı. Tutmadı. Kâbe’nin kutsiyetine ve şerefine inanan
Arabistan halkı bu kiliseye itibar etmedi.
Kudurdu kesik burunlu Ebrehe! Sıktı yumruklarını, kükredi. Hedef ; Beytü’l Mamur!...
Dehşet saçıyordu. Yakıp yıkıyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Mekke önüne geldiklerinde,
63
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Abdulmuttalib’e ait iki yüz devenin de bulunduğu, Mekkelilerin çok sayıda develerine el koydu.
Malını geri isteyen Abdulmutalib’e kesik burunlu Ebrehe sırıtarak sordu:
“Ülkeni talan etmeye, Kâbe’yi başına yıkmaya gelmiş olmam umurunda bile değil!.. Sen hâlâ develerin
derdindesin öyle mi?”
“Onların sahibi benim,” dedi Peygamberin dedesi.
Rahattı.
“Sen bana sahip olduğum şeyi geri ver, ötesine karışma. Elbet onun da bir sahibi vardır...”
Alaylı bir tebessümden sonra kızıl tüylü develeri sahiplerine iade etti Ebrehe.
Duaya durdu Muttalib.
“İlahi!... dokunulmazlığı tehlikeye düşmüş olanları koru!... Kâbe’yi, Kâbe halkını koru!”
Kılıcının yönü Kâbe’yi gösteriyordu Ebrehe’nin.
En önde devasa bir fil...
Adı Mamud.
Kıpırdamadı fil. Olduğu yerde mıhlandı. Her biri yelken büyüklüğündeki kulaklarını oynatmakla yetindi. Sonra da hortumunu kıvırıp arka ayakları üzerine çöktü, uyudu…
Kısa bir uykudan sonra kalkıp koşmaya başladı.
Kâbe’ye doğru değil.
Yönü başka tarafa çevrilince koşuyor hem de delici bir süratle... Ama Kâbe’ye doğru döndürülünce
yüzü, kapanıyor dizlerinin üstüne. Ucu sivri demirler sokuluyor Mamud kalksın ve yürüsün diye, ama
nafile...
Yemen tarafından bir karartı... Kapkara bir bulut gibi deniz üzerinden gitgide yaklaşan, yaklaştıkça
netleşen bir karartı… Ve dehşetle açılan gözler ve sapsarı kesilen yüzler… Bir ses, “Dayanabilecekseniz
bakın!” diyor. Gökten ebabiller yağıyor. Yeryüzünde hiç görülmemiş kuşlar!... İrili ufaklı, bölük bölük, fırka fırka, birbiri ardınca… Başları vahşi hayvanların başı gibi.. Gagalarında ve ayaklarında taşlar; pişirilmiş
çamurdan. Kanatları benek benek kar beyazı o ilahî nurdan. Ve alınlarında bir yazı “ El – Kahhar!” Belli ki
azap için yaratılmışlar.
İşte başlıyor azap!
Ebrehe’yle altmış bin kişilik ordusu ve sicim gibi yağan taşlar…
Cehenneme döndü ortalık. İsabet alanların derileri pul pul dökülüyor, inleyerek can veriyorlardı. Çığlık
çığlığa çöküyordu askerlerin üzerlerine ebabil kuşları. Zırhları delip geçtikçe parça parça oluyordu gövdeler.
Kol ve bacaklar lime lime dökülüyor, eriyip toprağa karışıyorlardı. Taşlar ve kuşlar küçük, hasar büyüktü.
Fil yılında olanlar Habeş ordusunun bozgunundan ibaret değildi elbet. O yıl, ağustos sıcağından sonra
karanlık çöküp ortalık biraz serinlenince, gündoğumuna doğru henüz tan yeri ağarmadan, Kureyş kabilesinin
Haşimi boyundan Abdulmuttalib’in oğullarından Abdullah ile Zühre kabilesinden Vehbi’n kızı Amine’den
milyonlarca Müslümanın sevgilisi Allahın Resulü Muhammet Mustafa yeryüzüne teşrif buyurdular.
O gün Kâbe’deki putlar da birer birer yüzüstü yere devrildiler. Hubel’in kafası koptu, Lat ve Menat
ortalarından çatladı, Uzza secdeye kapandı.
Ukaz panayırında Araplara bir nebi gönderildiğini haber veren Kus bin Saide kızıl devesine binip
Kâbe’nin yolunu tuttu. Hayber’de bir Yahudi kâhin peygamberliğin kendi kavminden değil de Mekke’de
doğan kutlu bir bebeğe geçeceğini anlayıp kahroldu. Hz. İbrahim’in tek tanrı inancında olan Kureşli
Hanifler’den Varaka bin Nevfel, Osman İbnü’l-Hüveyris, Ubedullah bin Cahş ve Zeyd bin Amr, bundan
böyle hak dinin yeni doğan bu çocukla geleceğini sezip onu başka ülkelerden başka kavimlerden aramaktan
64
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
vazgeçtiler.
Onarımı sırasında Hacerü’l-Esved’i Kâbe’deki yerine koyma şerefi daha yirmi bir yaşında iken müşrik Arapların güvenini kazanan “Muhammedü’l-Emin” unvanını alan Hz. Muhammed’e nasip oldu.
“Soyumuz içinden, onlara, senin ayetlerini okuyacak kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder Rabbimiz! Çünkü yalnız sensin kudret ve hikmet sahibi.”
Hz. İbrahim’in duasıydı bu.
Kırk yaşındaydı Muhammed (s.a.v.) Bir ses duydu Hıra’daki bir mağarada tefekkür hâlindeyken.
“Oku!..”
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!...”
Günler, haftalar, aylar sonra yeniden duydu o ilahî sesi.
“Ey üzeri örtülü! Kalk ve uyar!...”
O günden sonra tebliğ görevi başlamış oldu.
Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’e Mekke uluları dirense de sonuçta biat ettiler. Putlardan temizlendi
Kâbe. Allah’a ve Resulüne inananlar teslim oldu, arındı.
“Gir cennetime!...” dedi yüceler yücesi.
İşte Kapı:
Kâbe.
Allah’a kulluğun nişanı…
Âdem’in ve Âdemoğullarının tövbe kapsı... Nebevi tarihin başlangıç notası...
Kur’an’da Beyt, Mescid-i Haram, Beytullah, Beyt el Mükerrem, Beyt-i Atik, Mamur adları ile anılan kutsal ev. Ümmü’l Kura, yani memleketlerin anası, Kâbe-i Muazzama.
Bayezıd-ı Bistami’nin; “Yaptığım ilk haccımda Kâbe’yi gördüm; ikinci haccımda Kâbe’yi de,
Kâbe2nin sahibini de gördüm. Üçüncü haccımda her şeyi Rabü’l Beyt olarak gördüm. Kâbe’yi hiç
görmedim.” dediği. Mekân-ı ilahî...
Gökle bağlantılı olan bir simge… Müslümanların kıblesi, hac ibadetinin yapıldığı yer. Geçici evden
sonsuzluk evine varış yolu.
Allah’ın Ev’i...
_______________
Kaynakça
Kur’an Yolu: Türkçe Meal ve Tefsir: I, Diyanet İşleri Başkanlık Yayınları, Ankara, 2006.
İslam Tarihi, Prof. Dr. Sabri Hizmetli, Bizim Büro Basımevi, Ankara, 1999.
Peygamberimizin Hayatı(Siyer-i Nebi), M. Zekai Konrapa, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1975.
Sevgilinin Evi, Ö mer Lekesiz, Selis Kitapları, İstanbul, 2006.
İnsanın Serüveni, Zübeyr Yetik, Beyan Yayınları, İstanbul, 1984.
Şeytan, Zübeyr Yetik, Beyan Yayınları, İstanbul, 1985.
Elli İki Gün (şiir), Dursun Ali Erzincanlı.
65
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
YASEMİN AKKUŞ
Altı kız kardeş oyunlar
oynuyor, koşturuyor
Sadi’nin bahçesinde.
Boy boy altı Acem
kızı… En büyükleri on
yaşlarında ve diğerleri
yaş yaş küçülüyor.
Üstleri başları perişan,
belli ki fakir bir ailenin
çocukları. Dünya
umurlarında değil ve
nerede olduklarının
da farkında değiller
belki. Fakat bir
gerçek var ki; o da bu
küçük kızlar Sadi’nin
arka bahçesinde
büyüyorlar.
Ş
iraz, tarihiyle nazlanan bir şehir. İlk bakışta
sıradan bir şehir görüntüsü verse de tarihinin içine girdikçe derin kimlik çıtası gitgide yükseliyor, siz farkına varmadan. Yüreğindekileri tarihine gizlemiş; ruhunu herkese göstermemeye ant
içmiş sanki Şiraz. Her bakan yolcu göremez gibi
geliyor bana, nazının altında saklı gizemleri. Her
gören de kolay kolay çözemez, Şiraz’ın için için
var olmuş sırrını, sırlarını.
Şiraz deyince Taht-ı Cemşid, Kerim Han Külliyesi, dillere destan İrem Bağı, Hafız’ın Türbesi, Sadi’nin Türbesi ve daha bir sürü tarih kokan
eser ve şehre has turunç ağaçları en başta zikretmemiz gereken zenginliklerdir. Şüphesiz tüm bu
eserler kendi hikâyeleriyle var olmuş ve her biri
bir izaha muhtaç. Fakat bu yazının konusu olan
Sadi, naçizane fikrimce ilk sıraya yerleşiverdi.
“Ârâmgâh-ı Sadi” ya da “Sadiye” adlarıyla
dile gelen türbe şehir merkezinin biraz dışında
kalıyor; ama daima turist akınına uğradığı için
ulaşım gayet rahat oluyor. Sırtını dağlara yaslayan Sadi, ömrünü gezerek geçirmekten yorulmuş
dinlenirken gezginlerin, hayranlarının uğrağı olmuş ve onları izliyor sanki. Gezgin şair olarak
adlandırılan Sadi, artık ev sahibi ve misafirlerini
ağırlıyor o güzel bahçesiyle. Şiirlerinden bir demet her köşede konuşuyor ve onu dillendiriyor.
66
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Türbeyi çevreleyen büyük bahçenin kapısında ilk
cümlesini söylüyor; misafirini kapıda karşılayan
ev sahibi gibi: “Şirazlı Sadi’nin toprağından aşk
kokusu gelir, ölümünden bin yıl sonrasında bile.”
Kapılar bu beyitle açılıyor aşk kokulu bahçeye.
Şiraz’ın meşhur servinâzları sıralanıyor sağlı sollu. Rengârenk çiçekler, yemyeşil ağaçlar, yeşilin
arasında saklambaç oynayan çocuklar gibi saklanan turunçlar kalbe neşe veriyor. Baharın bitmediğini müjdeleyen turunçlar küçük sevinçler gibi
gülümsüyor. Yeşile renk katıyor, Şiraz’ı anlatıyor
ve Sadi’ye eşlik ediyor, aşk kokusunu taşımada;
bir şairin ölüme meydan okuyan yolculuğunda.
Gülistan’daki güller ondan bir eser gibi bir açılıyor
bir kapanıyor yaprak yaprak:
“Çenân be-mûy-ı to âşüfte-em be-bûy-ı to mest
Ki nîstem haber ez her çi der do-âlem hest”
Sevgilinin kokusuna vurgun olan ve saçının bir
teliyle mest olan Sadi, kendinden öyle geçer ki artık
bu âlemde yoktur; çünkü her iki âlemden de haber
vardır. “Mûy” ve “bûy” âlemlerinden gelen haberler, âşığı mest eder ve âşık varlıktan yokluğa geçer.
Sadi, her ne kadar yokluk âlemine göçmüş olsa da
varlık âleminde adından söz ettiriyor. Belki de var-
lık âlemindedir ve oradan yokluk âlemine haberler
gönderiyordur. Mûy bu âlem, bûy öte âlem. Sadi
aşk kokusunu, sevgilinin kokusunu öte âlemden
Şiraz’a yolluyor. Şiraz’daki türbesi, ötelerden gelen bu kokuyu tıpkı bir mûy gibi içine çekiyor ve
her zerresine sindiriyor. Sadi varlık ile yokluğun
anlamını biliyor ve aşkla gelen her yolcuya ölümdeki yaşamı, yaşamdaki ölümü öğretiyor.
Servinâzların arasından görünen mavi çini kubbesiyle ve pembe renkli sütunlarıyla karşımıza
çıkıyor “Sadiye”. Türbenin içi ve dışı çini süslemelerle bezenmiş. İçeri girildiğinde ortada üstadın
üzeri mermerle kaplanmış mezarı, arka bahçeye
bakan bir pencere ve her köşede lacivert renkli çini
üzerine yazılmış şiirlerini görüyoruz; Bostan’dan,
Gülistan’dan şiirler… Aşk kokan şiirler.. Burası
hem huzur veriyor insana hem de tuhaf bir serinlik.
Dışarıda Şiraz’ın sıcağı adından söz ettirirken Sadi
dostlarına cenneti vaad ediyor, huzurun serinliğine
davet ediyor; arka bahçesini gösteriyor penceresinden.
Türbenin sol tarafında dergâhlarla uzayan bir
koridor ve bu koridorun sonunda birkaç şairin daha
mezarı var. Bahçenin soluna doğru ilerlediğimizde
ise yerin altında bir çayhane ve balıklı havuzla karşılaşıyoruz. Balıklı havuzda yüzen kırmızı balıklar
67
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
ve onların kaderini mecburen paylaşan bozuk paralar. Dilek havuzu olmuş burası, insanların dilek tutup attığı paralarla. Eee… O kadar yolu gelmişken
dilek tutmamak ve balıklı havuza para atmamak
Sadi’ye ayıp olurdu doğrusu; tabii bir de çayhanede demlenen çayın tadına bakmamak… Çayımızı
alıp Sadi’nin arka bahçesine doğru ilerlerken serin
bir huzura doğru seferdeyiz, aynı zamanda. Aslında
başka bir zamandayız, yüzyıllarca öncesinden gelen serin bir aşk esintisi ile an değişiveriyor, her geçen saniye geçmişe yol alıyor. Beyit beyit aşıyoruz
dakikaları, Sadi’yle olan yolculuğumuzda. Tarih
anbean hissettiriyor kendini, Sadi’den devşirdiği
mısralarla:
“Gofte-bûdem çü beyâyi gam-ı dil bâ-to begûyem
Çi be-gûyem ki gam ez-dil be-reved çün to
beyâyi”
Sevgili geldiğinde ona derdini, yüreğindeki
kederi anlatacağını söyleyen Sadi, sevgiliyi gördüğünde ise ne söyleyeceğini bilemez, çünkü
artık gönüldeki keder ve gam gitmiş, sevgili gel-
miştir. Tahminime göre sevgili gelmiş ve bir daha
hiç gitmemiştir, Sadi’nin türbesini, arka bahçesini
şenlendirir hâldedir. Belki de servinâzlar arasında
geziniyorlardır ve misafirlerine aşkın kokusunu
saçıyorlardır. Gülistan onların aşk bahçesi; Bostan
dünya bahçesi. Gülistan’daki gül kokulu şiirler
daim onları anlatadursun; şiir kokulu güller bekçi
misali Bostan’da Sadi’yi bekleyedursun.
Altı kız kardeş oyunlar oynuyor, koşturuyor
Sadi’nin bahçesinde. Boy boy altı Acem kızı… En
büyükleri on yaşlarında ve diğerleri yaş yaş küçülüyor. Üstleri başları perişan, belli ki fakir bir ailenin çocukları. Dünya umurlarında değil ve nerede
olduklarının da farkında değiller belki. Fakat bir
gerçek var ki; o da bu küçük kızlar Sadi’nin arka
bahçesinde büyüyorlar. Birçok insanın büyük şairi
ziyaret etmek için başka şehirlerden ve başka ülkelerden buraya gelmesine karşılık onlar burada
büyüyorlar. Sadi ve uğruna beyit beyit şiirler söylediği sevgilisinin altı küçük kızı gibi büyüyorlar,
bu bahçede. Aşk kokusunu içlerine çekiyorlar, farkında olmadan. Sadi’nin arka bahçesi bu kızlar için
bir oyun bahçesi. Onun beyitleri arasında dolaşıp
tarihin üzerinde serpiliyorlar. Asırlar öncesinden
şiirin ölümsüzlüğünü keşfederek baki kalabilmiş
şairle ölümün dahi varlığını kavrayamamış yeni
neslin toprak üzerinde buluşması, bu latif manzara. Sadi’ye yoldaşlık ederken yavaş yavaş hayatın
farkına varacaklar, bir gün gelecek oyun zamanları
bitecek ve arka bahçeye gelmeyecekler, belki de
gelecekler, sevgilileriyle bakışmak için. Ve yıllar
sonra çocuklarına oyun bahçelerini anlatacaklar
anlamını kavramış ve değerini bilir bir hâlde.
Şimdi ise altı kız kardeş, Sadi’nin arka bahçesinde büyümeye devam ediyor, oraya gelenleri anlamsız gözlerle süzüyorlar ve nerede olduklarının
farkına varmak gibi bir dertleri yok, gamları hiç
yok. Çünkü sevgili geldi ve dile getirilecek keder
kalmadı, gönülde.
Sadi, ziyaretçilerini aşk kokusuyla karşıladığı
gibi uğurlarken de bu kokunun sarhoşluğuyla gönderiyor. Mest olan misafirler geri gelme vaadleriyle
vedalaşıyor; arka bahçeyle, balıklı havuzla, turunç
ağaçlarıyla, servinâzlarla, Sadi’yle ve sevgilisiyle… Yanlarına getirdikleri bohçalarında bir tutam
aşk kokusu, huzurlu bir serinlik, geçmişten beyit
beyit dökülen şiirler kalıyor; paylaşmak ve dillendirmek umuduyla… ■
68
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Sezai Karakoç şiirlerinde
“evren”den “köşe”ye
bir medeniyet unsuru olarak
mekân
MUHAMMED HÜKÜM*
G
ecenin karanlığı gelir önce ellerimizle çizdiğimiz ülke sınırlarına, sonra kentimize,
sokağımıza. Biz evlerimizin içinde karanlığa teslim
olur ve evimizin rüyalarını görürüz. Oysa yazarlar
ve şairler çizdiğimiz tüm sınırlardan öte medeniyetimizin rüyalarını görürler ve bize anlatırlar. Sezai
Karakoç, doğu medeniyetinin rüyalarını gerçekleşmesi umuduyla tabir eden bir şairdir. Ondaki mekân
düşüncesi çok geniş bir perspektif üzerine kuruludur.
Mekânın sınırlarını evrenin sonsuzluğundan alıp
“Samanyolu’nda Veba”dan kaçıran ve sıkıştıkça özleşen, “Köşe”ye yaklaştıkça çok geniş bir dünya görüşünün dar bir alana hapsedilmesinin yoğunluğunu
imgelere gizleyen bir anlayış sezilir.
“Evren” tasavvuru Sezai Karakoç şiirlerindeki
tüm mekân algılarında hissedilebileceği gibi batı
düşüncesindeki kozmolojik merak düşüncesi ile
oluşturulmuş Ptolemios’un dünya odaklı Galileo ve
Copernicus’un güneş merkezli düşüncelerine karşı
doğunun “yaratılış” ve “hikmet” odaklı bir kültürel
algı biçimi üzerine oturtulmuştur. “Samanyolunda
Veba” şiirinde açıkça Batı modernizmine karşı yerli
bir evren algısını savunur.
Ve bağbozumları bizden bozulan
Artık kendimize bile o kadar yakın değiliz
Gece yarıları samanyolu yok
Gün doğmuş doğmamış…
* Kilis 7 Aralık Üniversitesi Öğretim Elemanı
“Samanyolu” burada her gece şehrin ışıklarından
uzakta mahalleden, sokaktan ve evden ziyade sınırları
çizilmemiş bir evren algısından izlenen dinî-kültürel
bir evren algısıdır. Batının aklın sıkı kurallarıyla
örülmüş evren algısı bir veba gibi insanların iliğine
işlemişken doğu medeniyetinin ve İslam inancının
şekillendirdiği düşünce Sezai Karakoç’un önerdiği
çare olarak görülür. Karakoç’un bu evren algısı dünyayı dahi sürgün yeri olarak düşünebilecek düzeyde
dinîdir. “Uzatma dünya sürgünümü benim.”dizesi İslami perspektife göre şekillenmemiş bir dünyayı yadsımak gibi bir anlamı da içinde barındırır.
Sürgün ülke…
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır…
Sezai Karakoç’un şiirlerinde somuttan başlayarak
ötelere ulaşan metafizik bir mekân anlayışı sezilir. Çıkış noktası olarak kasabayı alan, gittikçe genişleyen
bu mekân boyutu, Anadolu’ya, sonra bir zamanlar
onunla kan bağı bulunan coğrafyalara uzanarak bütün bir İslam coğrafyasına açılır. “Yabancılarca işgal
edilip, toprakları gittikçe daraltılan bir ülkenin, çatısı
kırmızı kiremitli tahta evlerinde oturan basma entarili
kız çocukları, elinde oyuncak mantar tabancası, şalvarlı ve yalınayak erkek çocukları, Allah tarafından
sürekli kurtarıcı bir sahip gözleyip duran ve yabancıların tango’lukları karşısında bütün mahareti kendine
zarar verdirmeksizin bir akrebin neresinden tutulacağını bilmekten ibaret olan ve tabii ölülerin dervişlerle
konuşabileceğine, yağmuru, bir demir parçasının üze-
69
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
rine oturmuş meleklerin yağdırdığına bütün kalbiyle
inanan mü’min ve mütevekkil doğulu; işte şairin halkı
ve ülkesi...1”
Günümüzde Türk halkının “ülke” düşü yeni kurulan cumhuriyetin değerleri ve ortaya koyduğu yaşam
tarzını yansıtır. Ama aslında bu düş bir imparatorluğun
çocuklarının yarattıkları büyük medeniyetin özlemi
içinde uyudukları gecelerin düşüdür. Ülke, her sabah
uyandıklarında gördükleri rüyanın gerçekteki olmazlığının acısını tekrar tekrar yaşayan bir halkın ülkesidir. İşte Karakoç’un bir penceresi doğuya açılan, bir
penceresi batıya kapanan şiir evinde çektiği çile budur. Her sabaha güneşin doğuşunu umutla izleyip her
gurup vakti hüznünü ülkesine yağmur duasıyla yağdıran bir şairdir o. Birinci Dünya Savaşının ardından 20
milyon kilometreden 814 bin kilometrekareye düşen
bir ülkenin terk ettiği topraklarda bıraktıkları aslında
ülke kavramının bugün eksik kalan kısmını ifade etmektedir. Sezai Karakoç’un ülke algısı bu imparatorluğun algısıdır. Ve sürgün ülkeyle kastedilen imparatorluktan çekilen ve sıkışan bir medeniyetin ülkesidir.
Ve haberi sorulan kuşlar bu ülkenin yitik kuşlarıdır.
bir kere kente girdin
felçli kadın karyolaya bağlı haliç…..
Kentse yüzyıllarca ilerde ve ötede
Özellikle masal şiirinde doğunun yedi oğlu da batının en büyük şehrinde yitip gider. Birincisi törenlere
ve şölenlere aldanır, ikincisi aşka, üçüncüsü kapitalizme, dördüncü oğul bilime ve akıla, beşincisi şiire,
altıncısı içkiye aldanır ve baba kederinden ölür. Batı
şehirleri bu bağlamda tüm kötülüklerin kaynağı olarak zihnimizde yer bulur. Yedinci oğlu abideleştiren
değişime karşı direnişidir. Bu; bir kültürün, coğrafyanın ve yaşam tarzının direnişidir.
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye…
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var:
Karşınızdakini değiştirmek…
Denizin kentini yakmak…
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum…
Kentse yüzyıllarca ilerde ve ötede…
Sezai Karakoç’un şiirinin çıkış noktasında kent
imgesinden ziyade bir kasaba ve yerel bir kaynak vardır. Kaldırımlar yerine toprak, sokak lambaları yerine
dut ağaçları, binalar yerine kerpiç duvarlı evlerle başlar yaşamaya şair. Ve bu evlerin içinde televizyonla
zehirlenen insanlardan ziyade, gaz lambası ışığında
Hz. Ali cenkleriyle kendini dünyaya bileyen çocuklar
vardır. Gördüğü her şehirde görmediği şehirleri var
eden; İstanbul’da, Bursa’da, Diyarbakır’da, Konya’da
Isfahan’ı, Filistin’i Şam’ı arayan gözler vardır. Denizlerin yerine nehirler vardır. Ve deniz batıda, nehir ise
doğudadır…
Deniz mi dedin ne denizi
ben kristof kolomb’un uşağı değilim
ben ırmakçıyım denizci değilim
kulağımda ne bir aşk ne de bir kürek sesi
bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi
bir kere kente girdin…
(Köpük’ten)
Şehir bu bağlamda lanetli bir imgedir Karakoç
şiirlerinde. Özellikle batı şehirleri kaçılan, sakınılması gereken mekânlardır. Tıpkı Sodom ve Gomorra
gibi…
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalplerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar…
(masal’dan)
Batı karşısında bu duruş sadece şikâyetten ve kızgınlıktan oluşan bir tavır değildir. Zira Karakoç eleştirel bakışın ötesinde içinde aksiyonu ve çözüm önerilerini de barındıran bir Diriliş düşüncesi yaratmıştır.
Batı medeniyetinin karanlık şehirlerinin yerine Yahya
kemal ve Necip Fazıl’dan damıtılmış bir İstanbul düşüncesi Kudüs’le yıkanmış olarak karşımıza çıkar.
Kudüs Alınyazısı Saati’nde yenilginin, ıstırabın,
utancın çaresizliğin ve direnişin şehri olarak tanımlanır.
….
Ve Kudüs Şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.
Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri.
70
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Ev miras değil mirasın hayaleti…
Bakır yaprakların, çelik göğdelerin, acımasız
yüreklerin
Demir köklerin, tunçtan ve uranyumdan dalların.
Kurşundan çiçeklerin şehri.
Sizin evin duvarı taştan
Dumanı da mı taştan?
Bu yenilginin yanına inşa edilecek medeniyet belki de Kudüs’ü tekrar kurtaracaktır. Bu inşanın yeri
elbette ki İstanbul’dur. Ama önce “denizin kenti”nin
hurma şırıltılarıyla yıkanıp kadın kabuklarından soyulması gerektir. Veli ağaçlarla ve kalbi atan mermerlerle donanması gerektir.
Denizin kentini yaktım
Hurma şırıltılarıyla
….
Beni çocukluğumdan koparan
Denizin kentini yaktım
Bir kent kadın kabuklarından
…….
İstanbul ey sevgili şehir
Dön dön karadan gelen sesime
Son veren zaman yatırında
Denizden getirilen biçimine
(denizin kentini yaktım’dan)
Yıkanan, arınan ve Kudüsleşen denizden karaya
ya da çöle yaklaşan bir İstanbul artık başkentler başkenti olmaya hazırdır.
Sezai Karakoç’taki medeniyet temelli kapsayıcı
bakış şairin “ev” kavramını da çok geniş bir perspektifte algılamasını sağlar. Bu bağlamda ev düşüncesi
ile medeniyet düşünü anıştıran kullanımlar görülür.
“Ev miras değil mirasın hayaleti” dizesi imparatorluktan kalan mirasın Karakoç’taki yansımalarını
belirtir nitelikte bir memnuniyetsizliği belirtir. İmparatorluk toplumundan sonra insanların metafizikten
kopuşu “ev”in de metafizikten kopuşu olarak algılanır.
Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere
Anne gitti ve sular buruştu testilerde
Her evde kutsal kitaplar asılıydı
Okuyan kimseyi göremedim
Okusa da anlayanı göremedim
Bana ne Paris’ten
Newyork’tan Londra’dan
Moskova’dan Pekin’den
Senin yanında
Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu
Geceme gündüzüme
Gözlerin
Lale Devrinden bir pencere
Ellerin
Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den
Kucağıma dökülen
Altın leylak
Son durak İstanbul
İlk durak Ankara…
İlk durak sürgün ülkenin resmî başkenti iken son
durak medeniyetlerin başkentidir. Başkentler başkentidir. Bütün batı ülkelerinin karanlığının, esrikliğinin,
ıslak kaldırımlarının ve korkutuculuğunun alternatifidir. Kutsanmış bir şehirdir.
Bu dizelerde şairin önerdiği ya da düşlediği ev
kavramının toplumda karşılığını bulmadığı açıkça sezilir. Buna karşı bir aksiyon ve medeniyet tezi olarak
“Diriliş” düşüncesi gelişir. Özellikle Taha’nın Kitabı
bu yıkımdan yeniden dirilişe giden yolun hikâyesidir.
Evin yitirilişinden Taha’nın yeniden dirilişine bir yol
haritasıdır. Zira “Taha’nın Kitabı’nda Önce evini yitirmiştir Taha. Bu ev bir bakıma bütün bir vatandır.
Ev ölmüştür. Başkaları (batı) evi tutsak etmiştir. Ev
artık topyekûn batının toplama kamplarına hem de
gönül rızasıyla akın akın koşup gitmektedir. Yani ev
bir açıdan kendi kendini öldürmektedir. Bu intihara,
evi, dünyevi bir muştu, şeytani bir muştu ikna etmiş,
aldatmıştır.2”
Daha özel anlamda ev romantik ve halk edebiyatı unsurlarında çıkmış gibi yerli gibi görünürken
birdenbire kuvvetli metaforlarla estetik bir duruşa
yönelebilir.“Sizin evin duvarları taştan dumanı da mı
taştan” dizelerinde bu estetik dönüşüm birinci dizeden ikinci dizeye geçişte somut ve kırsal bir ev imgesinden soyut ve romantik bir boyuta dönüşümünü örnekler niteliktedir. Bu, Karakoç’un yerli motiflerden
soyut ve kültürel boyuta geçişinin işaretçisidir.
71
Ölümün Cesur Körfezi Evlerde…
İçimde ve evlerde balkon
Bir tabut kadar yer tutar…
Şehir kültürüne geçişte modern dünyanın insan-
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
larda yarattığı yıkımı ve sıkıştırılmışlık duygusunu
“Balkon” şiiri eyvan özlemi içinde taşır annelere.
Modern yaşam tarzı karşısında içine düştüğü şaşkınlığı anlayamadan eyvanlardan balkonlara göçen insanlar, bahçelerini ve enginliği arayan gözler, korkuyla
aşağı bakan çocuklar, hayattan ve kiraz bahçelerinden uzaklaştırılan ruhlar bu hâlleri anlatmak için bir
dehayı beklemiştir belki. Modern dünyanın doğadan
kopardığı anneyi ve çocuğu, yaşamdan kopardığı
erkeği anlatan bir şiirdir balkon. Hatta insanların bu
insanların dünyadan kaçıp ahrette rahat edeceklerine
dair inançlarını bile onların ellerinden alan bir balkon
imgesi geliştirmiştir bu şiir de Karakoç.
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
Şezlongunuza uzanırsınız ölü…
Şezlong pratikliğin, yersizliğin toplanıp gitmenin
kelimesidir. Açarsınız küçücük balkonunuzda uzanırsınız, zaman dolunca toplar ve sorumluluklarınızın
başına dönersiniz. Bu bağlamda balkon şehrin ve esirliğin hikâyesini anlatır.
Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Dizeleri teknolojiden ve şehirleşmeden samimi bir
korkuyu dile getirerek şehirleşmenin insanların metafizik dünyalarındaki etkisini göstermesi açısından
oldukça önemlidir.
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların
Medeniyet bağlamında şekillenen bir mekân olgusunun Avrupa’nın dayattığını bir düzlemde yaşam
bulması -özellikle de doğu dünyasında yaşam bulması- insanların özüne kaçması ve sığınması gibi bir durumu ortaya çıkarır. Bu dizeler bu kaçışın göstergesi
olarak düşünülmelidir.
“Köşe”den Yeni Bir Evrene…
Sen geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin…
Sezai Karakoç’un mekân anlayışının ilk noktası
belki de köşe şiiridir. İlk bakışta halk edebiyatı imgeleri üzerine kurulmuş beşeri bir aşk şiiri olarak görünen “Köşe” yerel halk kültüründen geleceğe dair bir
medeniyet tasavvuruna dönüşen bir akışın şiiridir.
Fabrika dumanlarında resmin
Kirli ve temiz haritaları doldurmuşsun
Hatırasız ve geleceksiz bir iç deniz gibi
Aşka veda etmiş topraklarda durmuşsun
Dizeleri Karakoç’un şiir omurgasını oluşturan
medeniyet-din ve aşk düşüncesinin harmanlandığı
bir alana kurulmuştur.
Şiirin ikinci kısmında her dörtlük “Evlerinin
içi” tamlamasıyla başlar. Bu, şiirin insana en yakın
durduğu yerden –evden- başladığını ifade eden bir
durumdur. Metaforların hepsi halk edebiyatı motiflerinin çağdaş şiir düzlemi içine yerleştirilmesiyle
oluşturulmuştur.
Evlerinin içi kabartma bahar
Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar
Halıları öpe öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar
Siz söyleyin insan seve seve ölmez ne yapar
Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar
Halk edebiyatı motiflerinin ustaca kullanılışı şairin medeniyet tasavvurunun kökleri hakkında bilgi
edinmemizi sağlayacak kadar kuvvetli bir ipucu hüviyetindedir. Bu köşeden yükselen ses önce Leyla’yı
sonra İstanbul’u, medeniyeti ve doğuyu kucaklayıp
muazzam bir şiir evrenine ulaşır. Londra’da kalsa değişmeyecek Leyla, çeşmeler, Eyyub, atlar, güneş ve
aynalar… Şairin şiirlerinin şifrelerinin hepsi belki de
bu köşede gizlidir. İşte Sezai Karakoç’u Türk şiiri için
bir “Diriliş” umudu yapan köşeden tüm evrene ulaşan
bu kelimelerde gizli medeniyet düşüncesidir. Bunun
için medeniyetimizin onun “Deli Köşesi”ni algılaması şarttır.
Hangi köşesinde huzur o köşesinde sen
Hangi köşesinde yeniçağlara uygun odalar
Ben bölünmez bir şairsem
Sen bölünmez bir anne
Bir çeşme…■
Kaynaklar
1
Hanefi, İzzettin ,“Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde
İslam İmajı” İktibas Dergisi Mayıs 2002
2
Medeniyet ve Diriliş (Hece Yayınları; 2004)
72
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
MEHMET NURİ YARDIM
Sokaklar bir
bakıma büyük
evlerimiz gibiydi.
Yabancılar yoldan
geçse de fazla
durmazlardı. En
fazla, türbenin
önünde ellerini
açıp dualarını
okuduktan sonra
çekip giderlerdi.
Ve sokak sakinleri
yine biz bize
kalırdık. Dost
yüzler, aşina
simalar ve tanıdık
çehreler...
S
okağımız nereye gitti, mahallemiz niçin kayboldu, onları bilen gören var mı? Bugün sadece levhalardan meydana gelen, adreslerde kaydı
geçen sokak ve mahalleleri kastetmiyorum elbette.
Sahici sokakları, gerçek mahalleleri arıyorum uzun
zamandır. Bu arayış yıllar öncesine dayanıyor aslında. Büyükşehirlerde yitirdim ben o iki nazenin sevgiliyi. Seneler var ki, görünmez oldular. Önce bir tül
perdenin ardına saklanıp sonra da sırra kadem bastılar. Onları özlediğimde geçmişe uzanıyorum şimdi, hasretimi dindirmek için maziye dalıyorum ve o
aydınlık mekânları seneler öncesinden, çocukluk yıllarımdan çekip çıkarıyor, bir süre film seyreder gibi
zihnimde canlandırıyor, hayalimde yaşatıyorum.
Ev bir sığınaktı bizim için ama sokak da meydanımız, neşemiz, ümidimiz, haz ve heyecan merkezimizdi. İlk yaşlarımızda biraz ürkek adım atmıştık
kapıdan dışarıya. Korkarak çevremize bakınmıştık,
büyüklerimizin ellerini bırakmasak da evin dışındaki
bu âlem bizi büyülemiş, biraz da ürkütmüştü doğrusu. Ne de olsa evin dışındaydık artık. Denizden
çıkmış bir balık gibi hissettik önce kendimizi. Sonra
alışık, aşina simalardan başka yüzler fark ettik, onlara bakıp durduk. İnsanların dışında atları, eşekleri ve
başıboş gezinen inekleri ayırt etmeye başladık. Kedilerle yakınlığımız, ünsiyetimiz vardı, çünkü ev halkından sayılırlardı, ama ‘sokak kedileri’ni de görüp
73
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
şaşırdık. Kendi başlarına dolaşıp duran serseri tabiatlı
sokak kedilerini... Sonra pencerelerden siluetini gördüğümüz kuşları sahiden ve daha yakından tanıdık.
Kuşlar büyük bir rahatlıkla semada süzülürken bizi
de kendilerine hayran bıraktılar. Uzun uzun seyrettik bu gökyüzü sakinlerini... Serçeleri, güvercinleri,
leylekleri...
İlk sokak oyunlarımızı evlerimizin önünde oynardık genelde. Çünkü çok uzaklaşmamız istenmezdi
evden. Ne de olsa küçüktük henüz. Kapı önünde başlayan bu tatlı serüven, giderek büyüdü ve sokağımızı
biraz daha yakından tanımaya başladık. Önce evimizin karşı köşesindeki türbenin önüne kadar izin verildi bize. Türbeden uzağa gidemezdik. Çünkü bu hem
göz mesafesi için hem de manevi açıdan lüzumluydu. Evin penceresinden orası gözlenebilir, annemiz
ablamız bizi göz ucuyla takip edebilir, gerektiğinde
seslenip çağırabilir, çocuklarla bir kavgaya karıştıysak imdadımıza yetişebilirlerdi. Bir de türbenin bizi
koruyacağı düşüncesi hâkimdi. Türbede yatan Şeyh
Mahmut, mahalle sakinlerini korurdu ama en çok da
yakınlarında oturanların çocuklarına sahip çıkardı.
Yaşımız büyüdükçe, boyumuz uzadıkça adımlarımız da açıldı, mesafeleri rahatça kat etmeye başladık.
Artık uzun olan sokağımızın bir ucundan öbür ucuna
kadar gidip gelebiliyorduk, bu izin bize veriliyordu.
Sokağın dilediğimiz köşesinde arkadaşlarımızla oynayabiliyorduk, ama sınırı aşmamak kaydıyla. Harabeden ötesi yasaktı yine de. Çünkü başka bir sokağa
açılıyordu orası. Ve gözden ıraktı. Ne olur ne olmazdı, gözden de gönülden de ırak olmaya gelmezdi.
Sokak oyunları sabah başlar, güneş tepemize varana, öğlene doğru biterdi. Ve biz kurt gibi acıkmış
olur, evlerimize kan ter içinde dönerdik. Önce elimizi
yüzümüzü yıkar sonra yer soframıza oturur, sininin
altındaki örtüyü ayaklarımızın üstüne örterdik. Sofralarımızın biricik yemeği olan mercimek çorbasına
dalardık. Hayatımda yediğim en lezzetli yemek, bilhassa kış aylarında çocukken tahta kaşıkla ‘götürdüğüm’ o sıcak çorbalardı. Tandırda annemin pişirdiği
ev ekmeği taş gibi katı olur, onu bakır tas içindeki
suda ıslatır, sonra da çorbamıza katık ederdik. Aman
ya Rabbi, o ne lezzetti öyle? Şimdi lüks otellerin şaşaalı lokantalarında o lezzet bulunmuyor, inanın.
Sokağın daimi sakinleri vardı. Yaşlılar bunların
başında gelirdi. Ve biz o çocuk aklımızla Hamdi
Dede evden dışarı çıkmış, camiye doğru yürüyorsa,
öğle vaktinin yaklaştığını anlardık. Ardından Hakkı
Dayım geçerdi. Şefik Amcam ve diğerleri... Bu bir
resmigeçit idi ki her gün mutlaka bıkmadan usanmadan tekrarlanırdı. Camiye genelde yaşlılar giderdi. Çünkü onlar çarşıya inemez, evde bulunurlardı.
Namaz vakitlerinde dışarı çıkar, camiye yollanır,
öğle namazından sonra cüzlerini okur, hatim dualarını eder, ikindiyi de cemaatle kıldıktan sonra evlerine dönerlerdi. Yaşlılar yoldan geçerken mutlaka
oyunlarımıza ara verir ve geçip gitmelerini beklerdik. Hele top oynuyorsak hemencecik kenara çekilir,
büyüklerimize hürmette kusur etmezdik. Bunu anne
ve babalarımız tembihlerdi. “Evladım, sokakta oynarken yaşlılara yol verin, aman ha! Onlar geçerken
top oynamaya devam etmeyin, Allah korusun, onlara
çarparsanız, düşer yaralanırlar. Sakın evladım, aman
ha!” Bu tembihleri kulağımıza küpe etmiştik. Bunu
bilen yaşlılar camiye giderken bizim kenarda durduğumuzu ve kendilerini beklediğimizi gördüklerinde
tebessüm eder ve bizi selamlardı. Fazla sürmezdi bu
ara. En fazla birkaç dakika… Sonra aynı coşku ve
heyecanla lastik toplarımıza vurmaya devam ederdik.
Tabii ki, evimizin önündeki sokağın dışında, yukarı mahalleye çıkan ve aşağı mahalleye inen sokaklar da vardı. Ve onlar da bir bakıma bizim sayılırdı.
Zaman zaman oralara da gider, komşu çocuklarıyla
birlikte büyük bir coşkuyla top oynardık. Sadece
oyun mu, hayır, türlü oyunlarımız, uğraşlarımız vardı. Misket, en başat oyunlarımızdandı mesela. Saklambaç ve diğerleri...
Biraz daha büyüdüğümüzde Tommiks, Teksas
gibi çizgi romanları okumaya başladık. Kitaplarımızı
arkadaşlarımızla takas ediyor, birbirimize okuyorduk. Bu ilk okuma alışkanlıkları zamanla kütüphanelerin yolunu açtı. Okula başladıktan sonra kitaplarla
ünsiyetimiz, dostluğumuz daha da arttı.
Sokaklar bir bakıma büyük evlerimiz gibiydi. Yabancılar yoldan geçse de fazla durmazlardı. En fazla,
türbenin önünde ellerini açıp dualarını okuduktan
sonra çekip giderlerdi. Ve sokak sakinleri yine biz
bize kalırdık. Dost yüzler, aşina simalar ve tanıdık
çehreler...
Sokaklar bize dar gelmeye başladığında mahalleleri keşfettik. Mahalleye çıkana kadar dünyayı evimizden ve sokağımızdan ibaret sanıyorduk. Sonra
mahalleye açıldığımızda dünyanın çok daha büyük
ve hareketli olduğunu gördük. Ben önce süt almak
için sokağımızdan diğer mahalleye gittim. Annem
74
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
küçük bakracı elime tutuşturur, “Evladım, sütçü teyzeye git, selamımı söyle, parayı kendisine ver ve sütü
al getir, yolda gelirken dikkat et aman evladım, sakın
dökme!” diye de sıkı sıkıya tembihler, ikazını baştan
yapardı. Elime de o zaman ortası delik kuruşlar sıkıştırırdı. Bu iş, benim için bir şehrayin gibi olurdu.
Büyük bir istek ve heyecanla evden çıkar, doğrudan doğruya sütçü teyzelerin evine giderdim. Sokağımızın ucundan sağa sapar, Hakkı Dayımlara
varmadan o eve ulaşırdım. Evin bitişiğinde küçük bir
ahır vardı. Yaklaşıldığında kokusundan anlaşılırdı.
Ve sütçü teyze, bu ahırda bulunan inekten sütü sağar,
bakracıma doldurup bize verirdi. Acırdım hayvancağıza. “Bu ineğin yavruları yok mu? Niçin kendi
sütünü biz insanlara veriyor da kendi çocuklarına
içirmiyor. Üstelik parayı da sütçü teyze alıyordu?”
diye isyan ederdim. Hatta bu durumu bir gün, sinirli
bir şekilde anneme de sordum. Bana meseleyi anlattı,
içimi ferahlattı. Allah’ımız hayvanları insanlara hizmet etsinler diye yaratmıştı.
Mahalleyi sütçü vasıtasıyla tanıdım diyebilirim.
Ama daha sonra annemlerle un değirmenine gittiğimizde çevrem daha da genişledi. Sütçülerden çok
daha uzaktaydı değirmen. O da ayrı bir şölendi benim
için. Götürdüğümüz buğday, beyaz una dönüşüyordu.
Ama değirmenci amca, bunun için büyük zahmetlere giriyor, elimizden aldığı çuvalı çelik makinesine
dolduruyor, sonra da un olarak çekiyor, torbaya dolduruyor ve bize veriyordu. Eli yüzü beyaz un içinde
kalırdı. Getirdiğimiz unu daha sonra annem hamur
hâline getiriyor, ev ekmeği hazırlıyor, bunu tandıra
götürüyorduk. O da ayrı bir hazırlık ve çaba isterdi.
Tandırdaki ateşe büyük bir korkuyla bakar, ekmeğin
bu ateşe düşmemesi için yaradanıma yalvarırdım. İlk
başta hoşlandığım bu eylem zamanla mekânikleşti.
Ama mis gibi ekmekleri eve taşıdığımızda doğrusu
hepimiz bayram ederdik. En çok da babam sevinirdi.
“Şükürler olsun ev ekmeği yiyoruz, büyük bir nimet.
Çarşı ekmeğinin beti bereketi yok. Çabucak bitiveriyor üstelik.” Böyle söylerdi ama, daha sonra çarşı
ekmeğinin pahalı olduğunu ve babamın bu yüzden
iktisatlı olan ev ekmeğini tercih ettiğini, anneme sürekli ev ekmeği yapmasını bunun için istediğini öğrenecektim. Ev ekmeği esmerdi, çarşı ekmeği ise bembeyaz. Babamın mutlu olması için yerdim o ekmeği
ama, doğrusu aklım fikrim hep çarşı ekmeğindeydi.
Çünkü çok daha güzel, yumuşak ve beyazdı.
Mahalle sokak gibi değildi. Pek çok sokağı bün-
yesinde barındırıyordu. Nasıl bir sokakta onlarca ev
var idiyse, bir mahalle de onlarca sokağa açılırdı. Tabii bütün sokakları bilemezdik, hepsini dolaşamazdık. Ama artık bir mahallemiz olduğundan haberdardık. Bizim mahallenin adı Tınaztepe idi. Bu ismi kim
ve ne zaman vermiş, bilemezdik. Ama ben Tınaztepe
ismini severdim. Evimizin bulunduğu yer biraz yüksekçe idi. Belki de bu yüzden Tınaztepe ismi uygun
bulunmuştu. Hiç önemli değil, ne olacak ki? Mahallemizin adı başka bir şey olsaydı da sevecektim.
Çünkü ben önce evimizi, sonra sokağımızı, ardından
mahallemizi çok sevdim. Küçük şehrimize o zaman
da hayrandım, hâlâ severim.
Bu sevgi nereden kaynaklanıyor? Çünkü çocuksu şölenimizi ilk oralarda yaşadık. İlk oyunlarımızı
sokağımızda ve mahallemizde oynadık. Ramazan
eğlencelerini, bayram neşesini o zamanlar tattık. İlk
arkadaşlıklar, ilk aşinalıklar, ilk çocukluk aşkları oralarda geçti. İlk okumalar, okula başlangıçlar, Kur’an
kursuna yollanmalar hep o devirde oldu. Ve ben
bugün o sokağı ve mahalleyi İstanbul’da arıyorum.
Kendi adıma değil aslında, büyükşehirlerde yaşayan
talihsiz bütün çocuklar adına arıyorum, ne yazık ki
bulamıyorum. Bundan sonra bulabilecek miyim, hiç
sanmıyorum. Çünkü o bir devirdi, geldi geçti, bir
rüzgârdı esti gitti. Bir daha da o sokakları, o mahalleleri göremeyeceğiz kuşkusuz.
Anadolu’da yaşayanlar elbette şanslı. Ama biliyorum ki dev binalar yükseldikçe şehir ve kazalarda o
eski sihirli hayat yok olacak. Bloklar, siteler yaygınlaştıkça sokaklar kaybolacak, mahalleler başını alıp
bir yerlere gidecek. Ve biz o dönemi bütün renkliliğiyle yaşayan eski zaman adamları, teselliyi herhâlde
hatıralarda arayacağız. Yüreğimizde kökleşen ve
sevgiyle andığımız sokaklarımızı ve mahallerimizi
rüyalarımızda, hülyalarımızda bulmaya çalışacağız.
Eh, bu da bir ümittir elbette. Yaşananları büsbütün
unutmaktansa kendi hayal dünyamızda yaşatmak da
bir tesellidir belki...
Galiba şu hakikati kabul etmek zorundayız. Birlikte yaşadığımız o eski zaman adamları, annelerimiz, babalarımız, amcalarımız, dayılarımız, dedelerimiz, ninelerimiz kendi vücutlarıyla birlikte eski
evlerimizi de güzelim sokaklarımızı da içimizde yer
eden o mahalleleri de hatta o şahsiyetli şehirleri de
beraberlerinde alıp götürdüler. Ve biz bir daha o sevimli mekânları bulamadık, bundan sonra da hiç bulamayacağız.■
75
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
ÖMER KEMİKSİZ
A
talar ne güzel ifade etmişler “Dünyada
mekân, ahrette iman.” diye. Şu fani âlemde
âdemoğlunun bütün çalışıp didinmesi şöyle başını
sokabileceği, içinde huzur bulabileceği bir eve sahip olmak içindir. Her insanın rüyalarını süsler kendine ait bir evinin olması. Kira sıkıntısından kurtulmak, küçük de olsa kendinin olan bir eve yerleşmek
hülyaların en güzelidir insan için. Bununla birlikte
toplum içinde bir grup vardır ki onlar kiralık evlerde
oturmaya biraz da mecburdur. Her şehirde üniversite açıldığına göre herkesin aşina olduğu bu kişiler
üniversite öğrencileridir.
Üniversite sınav ve yerleştirme sonuçlarının
açıklanmasının akabinde bir fakülteyi kazanmanın
verdiği sevinç kısa süre sonra yerini barınma problemine bırakır. Kendilerine yurt çıkan öğrenciler, çıkmayanlara nazaran şanslı addedilebilir. En azından
tanımadıkları bir şehre gittiklerinde sağda solda barınacak yer aramayacak, doğrudan yurtlarına gidip,
kayıt yaptırarak yeni mekânlarına yerleşeceklerdir.
Yedek kontenjandan kayıt hakkı kazananlar ise, sıralamadaki yerlerine göre içlerindeki ümidi soldurmadan sıranın kendilerine gelmesini bekleyecekler,
o zaman zarfında da yaşayacakları sıkıntılara göğüs
germeyi öğreneceklerdir. Üniversitenin yurtlarında
kontenjan sayısı azsa işte bu noktada devreye “kiralık evler” girecektir. Barınma sıkıntısı yaşadığı için
bir ev kiralamaya zorunlu olan öğrenciler olduğu
gibi, yurtta kalmayı istemeyen, ev hayatı alışkanlıklarıyla üniversite tahsilini tamamlamayı düşünen
öğrenciler de vardır.
Üniversite birinci sınıfa yeni başlayanlardan barınma sorununu halledemeyen öğrenciler, ilk günlerde birbirleri için teselli kaynağıdır. Yurtta kalmaya başlayan arkadaşlarına şanslı insanlar muamelesi
yapan bu kişiler, birbirlerini “kafa dengi” bulup anlaşabileceklerini düşünürlerse ev arkadaşlığı için ilk
adımı atarlar. Nedense insan, sıkıntılı zamanlarında
kendi gibi olan herkesle çok iyi anlaşabileceğini,
huzur dolu bir dönem süreceğini düşünür. Onun
içindir ki birbirleriyle anlaşması zor gibi görünen
öğrencilerin, bir anda aynı evde kendilerini bulmaları oldukça normal kabul edilir. Otel köşelerinde
kalmaktan veya varsa bir tanıdığın yanında rica minnet birkaç gün “sığıntı” olmaktan çok daha güzeldir
içinde özgürce yaşanabilecek bir ev. Eve çıkmanın
hayali bile mutlu eder bu düşüncedeki öğrencileri.
Ders esnasında/aralarında belirlenen ev arkadaşları, dersin nihayetinde çay, kahve içmek için gittikleri bir mekânda hayallerini gerçeğe dönüştürmek
için önemli kararlara imza atarlar. Daha düne kadar
birbirlerine bigâne olan öğrenciler, nasıl bu kadar
iyi anlaştıklarına aslında kendileri bile şaşırırlar ve
mükemmel ev arkadaşları olacaklarına dair sözler
76
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
verirler. Böyle ortamlarda, ortaklığın bozulmaması
için ortaya atılan düşüncelere pek itiraz edilmediğinden kararların çıkması daha çabuk olur. Ne yazık ki çoğu zaman, çarşıdaki hesap eve uymaz ve
tabiri caizse cicim ayları bittikten sonra problemler
de başlar. Bu her zaman böyle midir? Tabii ki hayır.
Fakat birkaç sene aynı sınıfı paylaşan ve çok güzel
dostluklar kuran öğrencilerin dahi okulun son senesinde eve çıktıklarında hiç ummadıkları sorunlarla
karşılaştıkları da malumumuzdur. Sonuç olarak dört
duvarın arasında bazı şeylerin dışardan görüldüğü
gibi olmadığı idrak edilir.
Üniversite öğrenciliği esnasında kiralık ev macerasına atılan gençler için bu süreç bazen sıkıntıları beraberinde getirse de sonraki yıllarda özlemle
anılan bir zaman dilimi olarak hatırlanır. Neler yoktur ki bu süreçte: Ev arkadaşlarının belirlenmesinin
ardından sıra kiralık ev aramaya gelmiştir ve bu iş
biraz da şansla ilgilidir. Bazen günlerce dolaşılır,
ayaklara kara sular iner ve hiçbir eve rastlanılmaz.
Kafalar yukarıda mahalle mahalle, sokak sokak gezen öğrenciler için, penceresinde perde olmayan
ev yeni bir umut ışığıdır. Zira perdelerin varlığı o
evlerin kiraya/kiracıya kapalı olduğunun göstergesidir. Camlara asılı “Kiralık” yazılarının altındaki
telefon numaraları itina ile bir yere yazılır. Velev
ki camlarda “Aileye Kiralık Ev” yazısı varsa o numaraları kaydetmenin bir anlamı yoktur. Demek ki
o evin sahibi, önceden orayı öğrencilere vermiş ve
sütten ağzı yanmış gibi bir düşünceye sahip olunabilir bu durumda. Müstakbel ev sahibi adaylarını
aramak için telefona sarılan –eğer kontörleri varsa- gençler, karşılarındaki insanın ses tonuna göre
evin tutulup tutulamayacağını bile tahmin ederler.
Telefondaki ses babacan ve hâlden anlayan bir tondaysa heyecanlar artar, öğrenciye ev vermeye pek
yanaşmayacak ses tonlarında ise sıradaki numaralar çevrilmeye başlanır. Aslında bu kiracı- ev sahibi
ilişkileri şehirden şehre bile farklılık arz eder. Bazı
yerlerde evin öğrencilere verilmesinde herhangi bir
mahsur yokken, bazı yerlerde çocuklu aileye bile ev
verilmediği görülür. Benzer farklılık üniversite öğrencileri arasında da yok değildir. Evini sadece kız
öğrencilere kiralık veren ev sahipleri de mevcuttur.
Gurbette okuyan öğrenciler için, öyle gösterişli bir evi kiralamak fikri hasıl olmayacağından, bu
noktada en önemli husus kira bedelidir ve biraz da
kendilerini anlayabilecek bir ev sahibinin varlığıdır.
Etraftaki komşuların kim olduğu, neci olduğu öğrencileri pek ilgilendirmez. Onlara göre bunu düşünecek olan kendileri değil, komşulardır. Üniversiteler
şehirlere yeni kurulduğunda ev sahipliği konusunda
acemi olanlar, zaman ilerledikçe bu işi de öğrenirler
ve ellerine gelen fırsatları kolay kolay kaçırmamaya
çalışırlar. Özellikle küçük şehirlerde öğrencilerin,
o yöreye ekonomik bir canlılık getirdiğini sanırım
kimse yadsıyamaz. Ev sahibi- kiracı öğrenciler rekabeti kâh tatlı kâh sıkıntılı sürer gider. Bazen ev
sahiplerinin fendi öğrencileri yenerken bazen de durum tam tersi olur. Öğrenciler, ne kadar çok ev arkadaşına sahip olurlarsa kendilerine düşen kiranın o
kadar düşeceğini düşünedursunlar, ev sahipleri keskin zekâlarıyla bu probleme de çözüm üretmişlerdir: “Birey sayısına göre kira bedeli” adını verebileceğimiz bu uygulamada kişi sayısı arttıkça kirada
da artışa gidilir. Tabii bu vahim durum karşısında
öğrenciler de boş durmazlar ve yeni formüller üzerinde kafa yorarlar. Bu formüllerden en çok uygulananı da ev sahibine söylenen kiracı sayısıyla, evde
yaşayan kiracı sayısının farklı olmasıdır. Dört arkadaş evde kalacağız diye tutulan evlerde bazen beş,
bazen altı öğrencinin mevcudiyeti bu teorik bilginin
uygulamaya dökülmüş hâlidir. Eve kiracı olarak gelen her öğrenci arkadaşlarının gözünde kendi maddi
sıkıntılarını bir nebze de olsa hafifleten bir kurtarıcı
iken, ev sahibin gözünde arkadaşlarını ziyarete gelen dost canlısı bir misafirdir. Çünkü ona, daha eve
adımını atmadan ev sahibine yakalandığı takdirde
misafir olduğunu söylemesi sıkı sıkıya tembih edilmiştir. Maazallah, yapılan eylemin ortaya çıkması
kiranın artmasına sebebiyet verebileceği gibi, hiç
ummadıkları bir vakitte kapı dışarı edilmelerine de
neden olabilir. Olayların bu noktaya gelmemesi, misafir kiracının ağzını tutmasına bağlıdır. Eğer böyle
davranırsa kendisi arkadaşlarının yanında, bazen iki
üç sene misafir olarak kalabilir.
Misafirlikten bahsetmişken öğrenci evlerinin
vazgeçilmez mefhumlarından biri olan bu kelimeyi
biraz açmamız gerekir. Zira bilenler bilir, öğrencilerin misafiri eksik olmaz. Bazen vize-final çalışmak
bazen maç seyretmek bazen doğum günü kutlamak
gibi sebeplerle bu tür evlerin geleni gideni çoktur.
Her ne kadar kâğıt üstünde isimleri yazılı olan kiracı öğrenciler birkaç kişiyse de evi kullanan öğrenci
sayısı her zaman kira ödeyenlerden birkaç kat fazladır. Bu bağlamda olaya yurtta kalmaktan sıkılan
77
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
öğrencilerin gözüyle bakmakta fayda vardır. Bu
öğrenciler için, evde kalan arkadaşlar bulunmaz
bir nimettir. Bu arkadaşların sayısının artması onlar için çok mühimdir. Bir gün falancada, bir başka
gün filancada kalma şeklinde başlayan misafirlikler,
yurttan iyice soğumaya sebep teşkil ettiğinden ve
sürekli yurt ile misafirlik arasında mekik dokumak
zor olduğundan günün birinde en iyi anlaşılan arkadaşların evine postu sermekle sona erdirilir. Ev
kiralamaya karar veren gençler, daha işin başında
etraflarındaki arkadaşlarının da kendi evleri için
“gönüllü üye” olduklarını ve istediklerinde gelip
kalabileceklerini, ne kiraya ne de diğer giderlere
herhangi bir katkıda bulunmayacaklarını kabul etmelidirler. Buna rağmen, ince düşünceye sahip olan
ve misafirliğe giderken ara sıra yanına ekmek, kuruyemiş, çikolata tarzı şeyler alarak arkadaşlarına
götürenler gittikleri yerde baş tacı edilebilirler.
Öğrenci evlerinden bahsetmişken ev işlerinden
bahsetmemek olur mu!... Hani hiçbir öğrencinin
yapmaya yanaşmadığı şu ev işleri… Ola ki içlerinden birinin sırf insaniyetlik adına ilk günlerde yapmaya kalktığı ve sonraki zamanlarda hep kendine
yıkılmaya çalışılan ev işleri… Sonuçta öğrenci okumaktan, ders çalışmaktan, sınavlara girmekten vakit
bulamadığı(!) için bu işler hep eksik bırakılır. Yatakların dağınıklığından tutun da mutfakta biriken
bulaşıklara kadar her şey bu eksikliğin sonucudur.
Hele ki mutfak kısmı… Öğrencilerin yemek yerken
girmeye can attıkları ama yemeklerin yenmesinden
hemen sonra arkalarına bile bakmadan çıktıkları ve
bir sonraki yemeğe kadar da girmedikleri mutfakta
biriken tavalar, tencereler, tabaklar kendilerine uzanacak bir yardım elini bekleyip dururlar. Herkesin
diğerinden beklediği bu temizliği birisi kalkıp yapmazsa ve iş inada binerse mutfaktaki enkazın günden güne artması kaçınılmaz olur. Artık yemek pişirilecek tencere ve yemek yenecek tabak kalmazsa
işte o vakit iş başa düşer. Böyle durumlarda evdeki
gençlerden birinin annesinin kendilerini ziyarete
gelmesi Allah’ın bir lütfüdür. Çünkü böyle anlarda,
öğrenciler için temiz bir ev ve dersten sonra eve geldiklerinde kendilerini bekleyen sıcacık ve değişik
türde yemekler piyango gibidir. Ev işleri hususunda bayan öğrencilerin bu konuda erkek öğrencilere
göre daha titiz oldukları gerçeği kabul edilebilirse
de bu durumun tam tersinin görüldüğü de olmuştur.
İşbu öğrenci evlerindeki eşyaların çoğu da “ikinci
elci”den alındığından ve okul bittiğinde yine böyle bir yere veya ihtiyaç sahibi öğrencilere cüzi bir
miktarla satılacağından pek itibar görmezler ve
günü kurtarmak için odalara yerleştirilen nesneler
olmaktan öteye geçemezler.
Ev sahibi ve komşularla yaşanabilecek küçük
çaplı sıkıntılar da öğrenci evlerindekiler için kaçınılmazdır. Kiranın ödemesinin gecikmesi, su ve
elektrik faturalarının ihmal edilmesi sonucu ev sahibinin; müzik sesinin fazlalığı, eve gelen arkadaşların yüksek sesli konuşmaları neticesinde komşuların
kapıyı çalması, gençlere eğitimden, toplu yaşama
saygıdan bahsetmeleri öğrenciyken evde kalanların
pek de yabancı olmadığı hâllerdir. Herhangi bir şey
sormak istermiş gibi yapıp kapıya gelen ev sahiplerinin, kafalarını içeri doğru uzatıp, çaktırmadan
evi gözetlemeleri, duvarları dahi incelemeleri, bazı
zamanlar da yüzlerini buruşturarak evin kullanımından memnun olmadıklarını ihsas etmeleri tanıdık vakalardandır. Ev sahibiyle aynı apartmanda
oturanların bu tür olayları yaşama ihtimalleri daha
fazladır. Her zaman sıkıntı dıştan gelmez tabii. Ev
arkadaşları arasındaki problemlerin bazen içinden
çıkılmaz hâllere geldiği de olur. Arkadaşlarından
memnun olmadığı için başka kişilerle gizli anlaşmalar yaparak aniden evden ayrılanlar olduğu gibi,
memnun olmadıkları arkadaşlarından kurtulmak
için gecelerini gündüzlerine katarak çareler arayan
biçare öğrenciler de olmaktadır.
Bütün bu sıkıntılar sürüp giderken gün gelir bir
de bakılır ki okul hayatı sona ermiş. İşte o vakit,
geçen yıllar içinde yaşanan meseleler tatlı birer anı
olarak mazinin tozlu sayfalarına gömülür. Okul
sonrası hayatta çeşitli ortamlarda anlatılan öğrenci
evi hatıraları bazen askerlik hatıralarıyla bile rekabet eder.
Her şeye rağmen…
Kiracı olarak kaldığı evden ayrılma zamanı
geldiğinde kapıyı çekerken geriye dönüp bakınca
gözünden birkaç damla yaş döken öğrenciler yok
mudur acaba? Kaldığı odanın duvarına evden ayrılırken, “Falanca bu evde yaşadı!” diye not düşenler
içlerinden bir parçayı orada bırakmak istemiş olabilir mi? Yıllar sonra, üniversiteyi okuduğu şehre
yolu düşenler, oturdukları evin/evlerin bulunduğu
caddeye/sokağa uğramadan o şehirden ayrılabilirler
mi? Sahi, öğrenci evlerinde kalanlar o yılları, o evleri unutabilirler mi?■
78
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
KEMAL BATMAZ
Ç
Çocuk için ev
daha çok güvenlik
anlamını taşır.
Oyuncakları ve
alıştığı koku ile
günü geceye
ulaştırabileceği
sıcak ve yer
çekiminin en
az işlediği anne
karnı gibi bir yer
anlamını taşır diye
düşünüyorum.
ocuk edebiyatı konusunda yakın döneme
kadar başarılı eserler ortaya koyduğumuzu ve zengin bir birikimimiz olduğunu söyleyemeyiz. Buna birçok sebep saymak mümkün.
Örneğin “Çocuk edebiyatı mı yoksa çocuklara
edebiyat mı?” sorusunun doğru cevaplanıp doğru
kategorize edilememiş olması bunlardan sadece
biridir. Çözümü için ise çocukların doğru gözlemlenmesi yollardan biri olabilir.
Çocuk eserlerinin çocuk yaşantısından uzak
oluşu ya da yazarlarımızın çocuklarla empati
kurmayışları, yazdıklarının çocukluk hatıralarından öteye gidemeyişi de sorunlardan bazılarıdır.
Bu sorunlar uzadıkça uzayacaktır. Ancak tüm bu
sorunlar çocuklarımız için bir edebiyat olmadığını göstermez.
Çocuk edebiyatı gündeme her geldiğinde
kaçınılmaz bir faydacılık düşüncesi eserin merkezine gelip oturur. Bu da eserin edebî değerini
tartışılır hâle getirir. Çocuk hikâyelerinde ‘çevrenin hem yalın ve pürüzsüz bir şekilde, hem de
79
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
iyi anlatılması’ esası nitelikli eserlerin oluşturulmasını güçleştirir. Buna mukabil fayda düşüncesinin edebîlik ile bir arada işlenebilmesi eserin
ve yazarının değerini artıracağı da dikkatlerden
kaçmaması gereken önemli bir gerçektir. Bu noktada genel olarak amacımızın çocuk edebiyatının
yetersizliğinden söz etmekten ziyade hâlihazırda
var olan çocuk eserlerinin durumu hakkında bazı
tespitlerde bulunmak ve çocuk edebiyatının önemine dikkat çekmek olduğunu belirtelim.
Durumun önemini ortaya koyma açısından;
çocuğun okuduğu ya da dinlediği eserden aldığı
anlık mesajlar ile ileride edebî bir zevk oluşturması, bir estetik duygu geliştirebilmesi, güzel
olanı algılayıp ayırt edebilmesi, bu dönemde alacağı alt yapı ile oluşup şekillenecektir diye düşünüyorum.
Bilim, ‘çocukluk’ dönemi için genel olarak
2–14 yaş arasını esas almaktadır. Takdir edersiniz ki 2–14 yaş aralığında çocuğun gelişim süreci
düşünüldüğünde çok uzun bir zaman dilimi olduğu görülmektedir. Bu sebeple bu aralıkta öngörülen eğitim boyunca eğitim materyallerinin en
az birkaç defa değiştirilmesi, eğitimcinin araçlarını yenilenmesi, her yaş gurubu için zincirleme
bir şekilde farklı metotlara başvurulması bir zorunluluk hâlini alır ki eğitim gerçekleşebilsin.
Çocuk, bebelik evresinden çocukluğa doğru
gelişirken algıları bütünden parçaya, yüzeyselden derinliğe doğru bir gelişim süreci geçirir.
Çocukluk insanın henüz parçayı tam olarak algılayamadığı bir dönemdir. Bu hiçbir zaman göz
ardı edilmemeli, eserler de buna göre hazırlanmalıdır.
Çocuk edebiyatı denilince akla ilk gelen türler; masal, hikâye ve şiirdir. Bu türler içerisinde
yoğun olarak kullanılan iki tür üzerinde duracağız: Masal ve hikâye.
Masal ve hikâye nesir türünün en eski ve
en çok kullanılan türlerindendir. Vakaya dayalı
eserlerdir. Vakaya dayalı anlatı türlerinde de zaman, mekân, kişiler, bakış açısı ile dil ve anlatım
özellikleri vakayı tamamlayan unsurlardandır.
Mekân
Yazımızın bu bölümünde çocuk eserlerinde
sadece ‘mekân’a dair bazı tespitlerde bulunacağız:
Çocuk eserlerinin mekânı ifade edişte çocuğa
ne kadar yaklaştığı ya da çocuğun eğitilmesine
ne kadar katkı sağladığının tespiti önemli bir husustur.
Çocuğun oyun alanı ve vaktini geçirdiği iç
mekân ile dış mekân, sokak, cadde, okul vs. hakkında tespitlerde bulunmak; bu mekânı dolduran
oyuncakların ya da oyuncak yerine geçen araçların mekân içindeki kullanımları hakkında söz
söylerken zaman zaman masal zaman zaman da
hikâyeleri esas alacağız.
Mekân eserin yapısı içinde bir yer ya da herhangi bir yer olmanın dışında bir başka amaç için
de kullanılabilir. Yani sanatçının amacına ulaşmasında vakadan sonraki en değerli araç hâlini
alabilir. Bu durumda yazar, mekân tasvirlerine
ne kadar çok ve dengeli yer verirse vakayı da o
derece etkili ve dengeli ya da tutarlı hâle getirebilir. Çünkü çocuk eserlerinde mekân ile vakanın
birbiriyle olan ilişkisi çocuğun ileriki hayatındaki gerçeklik duygusunu oluşturacaktır Çocuk
hayatın gerçeklerini algılamada ileriki hayatındaki başarısını ya da başarısızlığını edindiği bu
bilgilere borçludur. Özellikle teknolojinin kuşatması altında çocukluğunu yaşamak zorunda
kalan günümüz çocukları gerçeklik duygusunu
kaybederek ait olduğu ailenin çevrenin ve beraberinde toplumun travmalar yaşamasına sebep
olmaktadır.
Çocuk hikâyelerinde psikolojik anlamda
mekânı bölümlere ayırmak gerekir. Çünkü iç
mekân ve dış mekânın çocuğun dünyasında ayrı
ayrı yeri vardır. Bu iç mekân karanlık ve kasvetli ise dış mekândan daha tehlikelidir. Yalnızlığı
çağrıştıran mekânlar çocuğun olumsuzladığı ve
ömrü boyunca da olumsuzlayacağı mekânlardır.
Çocuğun duygu dünyasında yoğun bir korkudan
başka bir anlam ifade etmez.
Ayrıca çocuk hikâyelerinde mekân kavramı-
80
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
nı, mekânı dolduran nesneler ve varlıklar açısından da ele almak gerekir. Şöyle ki mekânda
güneş, ay, yıldızlar; peri, melek, cüce vb. olumlu
nesneler ile çocuğun yetişmesi boyunca edindiği
ya da dışardan öğretilen dev, canavar, cadı vb.
olumsuz varlıklar yer alır. Aslında bunların çoğu
masal anlatılarına ait unsurlar olmasına rağmen
hayata hazırlanan çocuğun en çok muhatap olduğu mekân unsurları ya da mekânı dolduran kahramanlardır. Ancak şimdilerde bu kahramanlar
da yerini kaybetmiştir. Dijital ortamda üretilen
kahramanlar teknoloji yolu ile çocuklara öğretilerek paket hâlinde verilmekte, böylelikle çocuk
sadece gerçeklik duygusunu değil hayal gücünü
de kaybetmektedir.
Çocuk eserlerinde mekân ilk zamanlarda görmeye ve tanımaya dayalı iken sonraları hayal ile
şekillendiğinden çoğu zaman yaşanılan mekân
ile örtüşmez. Soyut bir mekân oluşumu söz konusu olabilir. (masallar)
Çocuk hikâyelerinde mekân unsurları genelde dış mekân olmakla beraber doğayı dolduran
her türlü varlık da olabilir: rüzgâr, yağmur, dere,
ağaç, böcek, kuş vb. dijital olmamak koşulu
ile… Bu noktada teknoloji karşıtı olduğumuzu
düşünenler olabilir. Bu sebeple sadece teknoloji
değil, insan unsurunu yok etmeye yönelik her şeyin karşısında olduğumuzu belirtmeyi bir görev
ve sorumluluk saydığımı ifade etmek isterim.
Çocuğun mekânı algılayışı içinde ev sözcüğünden ne anladığı konusuna gelince; herhâlde
duvarları olan bir yapıdan ziyade sıcaklığı ve
kokusu olan et ile kemik arası bir şey olarak
ifade etmek en isabetlisi olacaktır. Bu sebeple
çocuk için ev daha çok güvenlik anlamını taşır.
Oyuncakları ve alıştığı koku ile günü geceye
ulaştırabileceği sıcak ve yer çekiminin en az
işlediği anne karnı gibi bir yer anlamını taşır
diye düşünüyorum. Çünkü ev denilen o yerde evler kurarlar, gerçek hayatta gördüklerini o evde
oluştururlar ve yine aynı evde kurdukları evin
babası, annesi ya da yaramaz çocuğu olurlar.
Kurdukları bu evin horozu olup oyuncak araba-
ları ve uçakları ile mesafeleri bir kalemde tüketirler. Kurdukları o küçücük evde büyür büyür ve
büyürler.
İnsanın çocukluk dönemi vakaların tesirinde
tamamlanır. Ve ne yazık ki çocuklarımız mekânın
içinde yaşamazlar vakayı; vakanın içinde mekânı
yaşarlar. Mekân masal geleneğindeki gibi "bir
varmış bir yokmuş” niteliğinde olayı merkezlemekten başka bir işe yaramaz. Var olan şey
önemlidir nerede, ne zaman ya da nasıl olduğu
pek de önemli değildir. Çocuğunuza anlattığınız
bir hikâyenin sonradan mekânını anlatmasını isterseniz o size olayı anlatır. ‘Beş N Bir K’ içinde önemli olan ilk ‘N’dir. Çünkü “Evvel zaman
içinde kalbur saman içinde…”dir
Çocuğun anne karnındaki mekânı metafiziktir, ancak sonraki de aynıdır 14 yaşına kadar.
Soyuttan somuta bir geçiş yaşanır büyüyen çocuğun dünyasıyla. Eğer tekâmül tamamlanırsa
tekrar soyuta dönecektir gelişme ve olgunlaşma
ile. Çocuklar akşam olunca sokaktan eve gitme
zamanı geldiğinde, “Evi olan evine, evi olmayan
sıçan deliğine.” der. Bu söz, ya evi olmayan insan sınıfından değildir anlamına yorulmalı ya da
insan sınıfından olmayanların bile bir eve ihtiyacı vardır anlamında yorumlanmalıdır.
Çocuğun
oyun
alanında
oluşturduğu
mekânlara baktığımız zaman genellikle kutu gibi
dış duvarları alabildiğine ince ve çocuğun vücudunu saracak kadar sıkışıktır. Bunun da anne karnına benzemesi son derece normaldir. Belki biraz
abartılı bulacaksınız ama insan ömrü boyunca o
anne karnındaki sıcak mekânı arar durur.
Çocuğu dış dünyaya açan ‘pencere’lerin soyut ve somut anlamda hikâye ve masallarda çok
sık kullanıldığını biliyoruz. Vakaya konu olan
birçok şeyi çocuk pencere ya da hayal penceresi, rüyalar yolu ile görür. Bu sebeple çocuk
hikâyelerinde mekân ne kadar canlı anlatılırsa
anlatılsın-ki böyle değildir zaten- çocuk bunu
olayla doğrudan ilişkilendirebildiği müddetçe
anlamlıdır. Ayrıntıları çocuğun algılayamadığı
düşünüldüğü için pek kullanılmaz.■
81
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
BİZİM SOKAKLARIMIZDI
BUNLAR
Akşamın karanlığı çökünce sokağın yüzüne
Anlardı çocuklar eve gitme zamanının geldiğini
Sonra kısalırdı ve yok olurdu gölgeler
Evlerinin yolunu tutan çocuklar gibi
Eriyen zamanı geri getirmek
Mümkün değildi ama
Sabah olunca çocuklar
Kaldıkları yerden
Devam ederlerdi oyunlarına
Bizim sokaklarımızdı bunlar
Kaygısız ve uçarı
El ele tutuştuğumuz
Oyunlarımız orda kaldı
Saf çocukluk aşklarımız da
Sokağın değişik yüzüydü
Aşina olunmayanların sokağa uğrayışı
Bazense kavgalar doldururdu sokağın göğünü
Bir de kadınların bağırışı
Hele yazın
İnsanın sokaktan ayrılası gelmezdi
Ve tatlı bir esinti dokunduğunda sinelere
Sokaklar bir başka olur
Yürekleri muhabbetle çarpanlar
Eve gitmeyi bilmezdi
Ve
Salkım söğütlerle süslü bahçelerin yerini
Devasa binalar aldı
Şimdi kim ağlar kaybolan sokak seslerine
Mazinin derinliğinde kalan
İnsan nefeslerine
Şimdi kim ağlar
Akşam inince sokağa
Evlerde çizilen mutluluk resimlerine
Bizim sokaklarımızdı bunlar
Neşeyi kahkahayı içlerinde unuttuğumuz
İSMAİL BİNGÖL
82
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
ŞİNASİ GÜLAÇTI
B
eden ruhun kafesi, ev insanın…
Ancak birinde mahpusluk ikincisinde sığınma
var.
Evde dışarıda olamadığımız kadar özgürüzdür.
Dört duvar, bir çatı bir de üstümüze sürgülediğimiz
kapı bize kimselere söyleyemediğimizi söyleme fırsatı verir; kendimizle baş başa kaldığımızda kimselere
fısıldayamadığımızı fısıldamak gibi.
Biz bütün pencerelerin, bütün kapıların sokağa
açıldığını sanıyoruz; oysa onlar açılmak için olduğu
kadar kapanmak içindir de.
Evden her çıkışımızda dinginliğin ama ayrılığın,
eve her dönüşümüzde yorgunluğun ama kavuşmanın
parmak izini bırakırız kapıya. Eve dönmek, evden çıkmanın şartıdır. Dönüşte önce kapı sonra arkasındakiler
karşılar bir kapı ve arkasındakilerin uğurladığı gibi.
Bunlar hayatın tekdüzeliğini mi işaret eder? Hayır,
bilâkis hayatın devam ettiğini…
Evden elimiz boş çıksak da eve elimiz boş dönsek
de içimizde bir yerlerde dolup boşalan bir şeylerin olduğu, onu bir şeylerin anlamlı kıldığı muhakkak.
Ev kapısı ile ekmek kapısı arasındaki gidip gelmelerin ara istasyonlar gibi üçüncü kapılardan girip
çıkmaların günün kaybından değil hayatın kaydından
ibaret olduğunu fark ettiğimiz an mutluluğun şifresini
çözdüğümüz andır.
14.1.Mağara ve ev aforizmaları
Evler biraz bize benzer ya da evlerimizi bize benzetiriz.
Evler, sosyal statümüzün tapularıdır: zengin evi,
yoksul evi, orta tabaka evi… Alt Gelir Toki evi…
Evlerin meslek sahibi olanları var: öğretmenevi,
orduevi, doktor evleri…
Evlerin yaşını başını almış olani var: huzur evi…
Evlerin terbiye ve tecziyeye dair olanları var: halkevi, ıslahevi, tevkif ve ceza evi…
Evlerin en güzeli: dünya evi.
Evlerin en misafirperveri: Devlet Konukevi…
Atalarımız ne güzel buyurmuşlar : “Dünyada
mekân, ahrette iman.”
Yüksek yapılar, geniş salonlar, iç merdivenler, atlas
halılar, ahşap oymalar, çiniler, kemerler, sütunlar, yaldızlı endam aynaları, balkonlar, cumbalar, taraçalar…
Piyanolu, matmazelli, mürebbiyeli halayıklı, uşaklı
evler…servet ve mevkiin aşina yüzü, kaşı gözüdür.
Lakin onca makam ve mevkiye rağmen kutsal
mekânların dar ve alçak kapısı bir sultanı dahi rükûa
zorlar, “Haddini bil, tevazuu elden bırakma!”der.
İyi de biz bunca kelamı niye ediyoruz? Hatırlatma
83
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
vazifesini ifa için.
14.2.Selim İleri Beyefendi’nin Yaşadığı Evler
31 Ekim 2009 Cumartesi tarihli Zaman gazetesinde Selim İleri’nin, “Yaşadığım Evler” başlıklı bir yazısına göz atıyoruz:
“Frankfurt Seyahatnamesi’nin o sayfalarını ben
de çok severim. Hâşim’in Goethe’ye duyulmuş saygı
karşısında hüzünlenişi okura çarçabuk geçer. Hele o
‘mürekkep lekeleri’. Bu korunmuşluk, bu koruyuş “O
Belde” şairinin ruh dünyasını allak bullak eder.”
14.2.1 Faust’un mürekkep lekeleri
Söz Frankfurt Seyahatnamesi’nden açılınca biz de
üşenmeyip eseri şöyle bir karıştıralım istedik.
Frankfurt’a Ahmet Haşim’in penceresinden bir
göz atalım: “Bütün ikinci derece Alman şehirleri gibi
ahalisi saat onda horlayan tatsız bir aile şehri.” olarak
tavsif edilir ancak halkı vefalıdır.
“-Eski şehri gezdin mi?
-Goethe’nin evini gezdin mi?
…Goethe’yi ölümünden yüz sene sonra ziyaret
edecek iki kişi bile bulunamaz diye düşünüyordum.
Meğer aldanmışım. …Evin içi talebe yaşında çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden, yaşlı
efendilerden meydana gelmiş gayet temiz ve heyecanlı, büyük bir kalabalıkla dolu idi. Goethe’nin konağı
kuyulu idi… Mutfağın duvarları üzerinde dizili duran
elli altmış tatlı ve pasta kabı annesinin ne sıcak bir ev
kadını olduğunu gösteriyordu. Ev olduğu gibi muhafaza edilmişti. Şairin hatırası bu evin her tarafında nefes alıyordu.”
Şimdi gelelim yazının en vurucu kısmına.
“Nihayet şairin çalışma odasına vardık. Kafileye
kılavuzluk eden memur, üstü baştan başa mürekkep
lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de
‘Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler,
Faust’un lekeleridir!’ dediği zaman kalabalığın son
dereceye varan merakı ve heyecanı, ışık halinde gözlerden taştı. Herkes o mukaddes gölgeleri yakından
görmek için, medenî nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine bir yol açmağa çalışıyordu. Bu
hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, fakat
bir ebedî lâcivert semada, nâmütenahi yıldız serpintileri idi.”[1]
1. Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt
Seyahatnamesi, Ahmet Haşim, hzl. Mehmet Kaplan, Kültür
Bak. yay. s.184-186, Ank. 1981.
Bizim millet müze ziyaretine gitmez. Biz daha çok
kabir ve türbe ziyaretçisiyizdir. Mübarek bayramlarda
mezarlıkları doldurarak merhumun kabir azabını hafifletmek için Yasin ve Fatihalar okuruz.
14.2.2 Aşiyan Müzesi’nin Ne Kadarı Orijinal
“Derken Aşiyan Müzesi’nin iç yüzüne geçilir.:
Eşya savrulup gitmiş. Müze zaten Fikret’in ölümünden otuz yıl sonra var olabilmiştir. Şairin kitaplığı
ortalarda yok. Karyola Fikret’in değil ama, onunmuş
gibi sergileniyor. Asıl orijinal möble savrulup gitmiş.”
“Neyse ki yazı masasıyla koltuğu Fikret’in sahte
değil.’Gerçi bunlar bir vakitler Edebiyat Fakültesi’ne
armağan edilmiştir ama Müze kurulurken, Fikret’in
arkadaşlarından birinin anımsamasıyla, Fakülte ambarına atılmış olan kanepe ve koltuklar oradan çıkartılarak Müze’ye alınmıştır.’ Salah Birsel’in bütün bunlara
rağmen umutlarını söndürmez…”
14.2.3 6-7 Eylül Kepazeliği
“6-7 Eylül kepazeliğiyle Rum yurttaşlarımızın
İstanbul’u terk etmedikleri zaman dilimiydi…. Komşumuz Madam – Ah adı neydi?!- ellilerine merdiven dayamışken, o eski kocaman pikaplarda bütün
günler Elvis Presley ve Adriano Celentano dinlerdi, kömür plakları Atina’daki akrabaları göndermiş.
Celentano’nun “Kiss me good-by”ı bugün de kulaklarımda yankır.”
O madamın adını nasıl unutursunuz beyefendi?!
“6-7 Eylül’den sonra Rum yurttaşlarımız
Cihangir’den, İstanbul’dan parti parti gittiler. Gözyaşlarıyla örülü ayrılık, veda ediş sahnelerini unutmadım.”
14.2.4 “Özgür Ansiklopedi Vikipedi” der ki
Şimdi gelelim Özgür Ansiklopedi Vikipedi’ye.
Okursanız üslup açısından Selim İleri ile bir örtüşme olduğunu görürsünüz.
Merak etmeyin, ansiklopedi maddesinin bu kısmını Selim İleri yazmamıştır; bundan eminiz.
“6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç
dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden oldu. Gayrimüslimlerin büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuştu.
Hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesiyle ve kendilerini
güvende hissetmedikleri için, özellikle Rumlar yurtdışına göç kararı vermişlerdir. Nesiller boyu bu toprak-
84
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
larda yaşamış olan İstanbul’un gayrimüslim yerlileri,
bu gibi davranışlar sonucu evlerini ve anavatanlarını
terk etmek durumunda bırakılmışlardır. Ancak hükümetin o dönemde kabul etmediği olaylar 1998 yılı
içinde bir meclis önergesi sırasında kabul edildi. Tazminat değeri olan 70.000 Lira vermeye yanaşmayan
hükümet bu konuyu da hızla örtbas etti.”
Pekiyi, söz konusu parayı versek Özgür Ansiklopedi bu maddeyi sayfalarından silecek mi?
Ya da Hürriyet gazetesi halktan özür dilese…
Ne alaka derseniz buyurun:
“O dönem Türkiye’de en çok satan gazete olan
Hürriyet, başlığında İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumlarının ENOSİS
çetelerine gönderdiğini yazıyordu.”
Adım gibi eminim ki bizim Rum azınlığımız asla
böyle bir şey yapmaz. O zamanki çok satan Hürriyet’in
asparagasıdır bütün bunlar.
14.2. 5 Kıbrıs Maraş Bölgesi Trabzon
Caddesi
Kıbrıs’taki Maraş bölgesine Rumların dönmesi de
bizim azınlık vatandaşlarımızın kaygısı değildir. Evlerin bomboş durması en çok beni tedirgin ediyor. Oraya bin kadar Kahramanmaraşlı bir o kadar Trabzonlu
gönderip iki mahalle oluştursak, caddelerden birine
Trabzon diğerine Maraş Caddesi adını versek ve ortaya da İsviçre tarzı bir cami kondursak ne hoş olurdu.
Yoksa işgal mi olurdu? Öyle ya, doğulu ve batılı
kimi dostlarımıza(!) göre biz Anadolu’nun işgalcileriyiz. Bu toprakları kan ve ter dökerek almamış da referandumla almış gibi tavırlar takınanlar da bunların
mantıkdaşları.
Bu kez Selim İleri’nin Yaşarken ve Ölürken[2] romanından bir kesit:
“…bu kentte niçin yaşadığımı bilmiyorum. Yoksa
aylak, serseri, işe yaramaz bir adam mıyım ben? Ne
zaman yaşayışımı bambaşka özlemlerle birleştireceğim. Ne vakte kadar bu pisliğin içinde debelenip
duracağız? Ve çöpçüler yaşamımız denli çirkefleşmiş
anacaddeyi temizliyorlardı…”(s.188)
Bu sözleri kime söyletelim? Güney Kıbrıslı ya da
Türkiyeli bir Rum’a mı, Kuzey Kıbrıslı ya da Türkiyeli bir Türk’e mi? ‘Yaşamını bambaşka özlemlerle
birleştiremeyen’ o kadar insan var ki şu dünyada!
Biz her halükârda yazarımızın Bir Akşam Alacası[3]
2. Selim İleri, Yaşarken ve Ölürken, Everest yay. İst. 2009.
3. ________, Bir Akşam Alacası, Everest yay. İst.2010.
adlı romanında yer alan “Bir uygarlığı aramak ve beslemek zorundayız.”(s.104) dileğine katılıyoruz. Aynı
eserin sonunda yer alan bir röportajında[4] söylediklerine katıldığımız gibi: “Ve ben hâlâ umuyor, inanıyorum
ki, güncel çirkin siyaset aradan çekildiğinde, bu toprağın insanı inanılmaz uygar! Beş bin yıldan bu yana.”
Türkler, öğünmek gibi olmasın ama, Anadolu toprağındaki beş bin yıllık sürecin en asli, en asil, en şerefli unsurları ve ev sahipleridir.
14.3 Türk geleneği Türk mahallesi
Evden bahsedildiği yerde mahalleden bahsedilmezse olmaz.
Bizim mahalle anlayış ve ahlakımız, mahalle arkadaşlığımız elbette yine bize özgü. Bizim mahalle arkadaşlıklarımızın birçoğu öyle ilerler ki bunun bir adım
ötesi uğrayarak mahalle akrabalığıdır.
Merhum Samiha Ayverdi Hanımefendi’nin İbrahim Efendi Konağı’na bir göz atalım.
“Binlerce yıllık gelenekleşmiş Türk Psikolojisi,
bir merkez etrafında toplanmayı çok sevmiştir. Tâ atlı
medeniyet çağlarında yüzlerini Şark’a da Garb’a da
çevirmiş olan Hun, Uz, Peçenek ve Kıpçak akınlarının
muvaffakiyetleri, ancak kuvvetli bir reise sâhip olmak
tâlihine eriştikleri zaman tahakkuk etmiştir.”
Gittikçe demokratikleşen toplumlarda aile reisi
karı mı koca mı olmalı tartışmaları yasama organlarını
zora soktuğundan kuvvetli reislerin çıkması mümkün
gözükmüyor. Mümkün mü derseniz, bunun cevabını
herhâlde ben veremem. Önce-tabii bulursanız- “…….
hanım diyor ki” lerle söze başlayan siyasetçilere sorun.
Söz konusu eserde mahallenin kuruluş felsefesine
göndermeler de yer alır:
“Bir mahalle, cemiyet bünyesi içinde sağlam bir
hücre, üreme ve devam vazifesini bir ibadet kutsiyetiyle üstüne almış bir kale demekti.”
“…Böylece de çeşmesi, sebili, imâreti, medresesi,
meydanı, ağacı ve çarşısıyle mahalle, bir amme hizmetleri müesseselerinin sosyal ve bediî dekoru içinde,
uzlaşmış ve anlaşmış, bir bütün olmuştur.”
Bence
yukarıda
vurgulanan
mahalle
“bütünlüğü”nün korunması ve geliştirilmesi noktasında acilen bir sokak ve mahalle açılımına ihtiyacı var.
Aksi hâlde Madam Bovary’nin muhterem kocası
Charles’ın sözleri gibi kaldırımlar daha çok aşınacak.■
4. ________, age., s. 304.
85
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
İHSAN YAŞA
Ş
ehirlerin insana verdiği değişik bir karakter
ya da şehirliye mahsus bir davranış biçimi
var mı? Veya köyde, kasabada yaşayan insanlarla
şehirde yaşayanlar arasında hâl ve hareketlerde,
kişilikte, hayata ve olaylara bakışta ne gibi farklar
var?
Köylük yerlerde olmayan yüksek apartmanların, büyük tarihî eski binaların, ışıltılı kalabalık
caddelerin, tanınmadık yabancı yüzlerin, tespih
gibi dizilen renk renk arabaların, korna seslerinin,
egzoz dumanlarının, kalabalık ve gürültü kirliliğinin insan kişiliği üzerinde bir miktar etkisi olduğu
muhakkak. Şehirde bulunan çarşıların, albenili giyim kuşam ürünlerin, göz kamaştıran parlak avizelerin, vitrinlerdeki renkli, süslü oyuncakların,
ağız sulandıran çikolata, şeker ve envai yiyeceklerin, yarı çıplak bayan ve erkek maketlerin veya
caddede dolaşan makyajlı, açık, köydekilere göre
kısa giyimli bayanların ve daha nicelerinin insan
ruhunda bazı teheyyüçler meydana getirmesi de
mümkündür.
Ama bizim asıl merak ettiğimiz ve üzerinde
Şehir insanını
bencilleştiren,
gerginleştiren ve
çevresiyle her an
kavga edip kalp
kırmaya hazır
bir hâle getiren
faktörlerden
biri de günlük
telaş, endişe ve
medyanın devamlı
gündemde tutuğu
süfli arzu ve
zevklerdir.
86
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
durmak istediğimiz, şehirdeki kültürel atmosferin
ve yaşama biçiminin insan üzerindeki tesirleridir.
Ayrıca köyde sürekli olarak bildik simalarla beraber olan bir insanın, şehirde hiçbir tanıdık yüzle
karşılaşma ihtimali olmadan, dolayısıyla dünyevi
manada kendisini kontrol altında hissetmeden dolaşırken hangi duygu ve düşünceler içinde olduğudur. Bu anlık özgürlük ve serbestliğin şehre yeni
gelmiş taşralı üzerindeki etkisini, bu durum süreklilik arz ettiği takdirde, yani o kişi şehirde devamlı
oturan biri hâline geldiğinde, söz konusu olan hür
ve serbest hayatın kişinin şahsiyeti ve davranışları
üzerinde ne gibi değişiklikler meydana getirdiğini
de çoğu kere düşünmüşüzdür.
Sinema, tiyatro ve eğlence merkezlerinin olmadığı ortamlarda yetişenler ile bu sanatların bulunduğu ortamlarda yetişenlerin kişilik, davranış
ve zevkleri arasında da mutlaka belirgin farklar
vardır. Diğer sanat dallarıyla (musiki, resim, heykeltıraşlık vs.) ilgilenmek, edebiyat ve kültürel
faaliyetlerde bulunmak ve başka sosyal aktivitelere katılmak da muhakkak ki, insanlar üzerinde
farklı bir tesir icra edecektir. Onların da davranış
ve karakterler üzerindeki olumlu ya da olumsuz
rolü olacaktır.
Hülasa, yukarıda örneklerini verdiğimiz, köy
veya kasabalarda olup da şehirlerde olmayan, ya
da şehirlerde olup da köy ve kasabalarda bulunmayan fırsat ve imkânların insanları şu veya bu
istikamette etkilediğine hep inanmışızdır. Daha
ziyade Sosyal Psikolojinin meşgul olduğu bu
gibi konular merakımızı hep celp etmiştir. Bu iki
kesimin herhangi birine üstünlük veya düşüklük
payesini vermeden hemen şunu söyleyebiliriz ki,
iki ayrı sosyal muhitten gelen bu insanların birbirlerinden istifade edebilecekleri pek çok özellikleri
vardır. Biz bunlardan birkaç örnekle konuyu biraz
açalım.
Şehirdeki insanlarla köydekilerin
bazı özellikleri
Şehirdekiler daha ziyade bireysel hayat biçimini benimsemişler. Bu bir tercih mi, yoksa farkında
olmadan içine düştükleri ve mecburen yaşadıkları
bir durum mu? Bu hususta kesin bir şey söylemek
zor. Belki de içtimai hayatın zaruretlerinden biri
olan başkalarının maddi ve manevi sıkıntılarına
ortak ve destek olmak için yeteri kadar vakitleri
ve imkânları yoktur. Artık geçim sıkıntısından mı,
gelecek kaygısından mı, yoksa günlük koşuşturmanın tesirinden midir, şehirde herkes kendi derdine düşmüş gibidir. İnsanlar sadece kendini düşünmekte, sadece ailesiyle ilgilenmektedir. Oysa
köylük yerde yaşayanlar maddi varlığı iyi olmasa
da, karınca kararınca birbirlerine sürekli destek
olmakta, dayanışmayı en üst seviyede tutmayı becerebilmektedirler. Mesela bir köy veya kasabanın
sokağında kimsesizlikten dolayı insanların öldüğü
vaki olmamıştır. Köylük yerde deliler, özürlüler,
kimsesizler, yoksullar yıllarca beslenirler. Şehirdeki insanda ne böyle bir sabır ne de böyle içten
gelecek bir fedakârlık mevcuttur.
Hayata ve insanın yaradılış gayesine bakış
köydekilerde daha nettir. Kâinatı, Yaradanı, cemiyeti, kendi hâllerini, öbür dünyayı etraflıca
düşünmeye (tefekkür) vakit ayırabildiklerinden
olsa gerek, bu fani dünyaya fazla bağlanmak istemezler ve dünya malı için aşırı hırslanmayı doğru
bulmazlar. Aşırı hırsın başkalarına zarar verdiğini
anlamışlardır. Yaşadığımız dünyanın, öteki ebedî
dünyayı kazanmak için geçici bir konaklama yeri,
bir han olduğuna inanırlar. Ölümün her an, herkes için mümkün olabileceğini düşündüklerinden
ve böylesi bir durumda köydeki akrabaların veya
diğer insanların çoluk çocuğuna sahip olacaklarından emin oldukları için, vefat hâdiseleri veya
diğer felaketler karşısında metanetini koruyabiliyorlar. Zaten ölümü ‘bir yok oluş’ olarak değil de
bir dünya değişikliği ve hakka yürüme olarak görüyorlar. Bir ölüm vakası karşısında şehirdekilerin
çoğu gibi -istisnalar dışında- saçını başını yolarak, onu bunu suçlayarak, âdeta bir isyan duygusu
içine girmezler. Gök kubbe başına yıkılmış, her
şeyini kaybetmiş gibi bir boşluk içine düşmezler. “Veren de, alan da Allah’tır, demek ki vadesi
dolmuştur…” diyerek kolayca teselli bulurlar. Şehirdeki insanlar kadar yıkılmaz, kendilerini harap
etmezler. Depresyona girdikleri nadirdir. Kısa zaman içinde hayata avdetle kaldıkları yerden işlerine devam ederler.
Gönül zenginliği, insani özelliklere sahip
olma, huzuru ve mutluluğu yakalama bakımından
köylülerin daha donanımlı olduğu görünmektedir.
Olaylar karşısında soğukkanlılığı muhafaza etme,
sabırlı olma, her meseleye temkinli yaklaşma gibi
melekeler de gene köylülerde daha fazla gelişmiş-
87
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
tir. Aklıselim ve kalbiselimleri sayesinde köylüler
daha tutarlı davranışlara sahiptirler. Siyasetçilerin
ve sosyal bilimcilerin sık sık ‘halkın engin sağduyusu‘ dedikleri şey, galiba şehirlilerden ziyade
köylülerde görülen bu güçlü meziyetlerdir. Aslında şehirlilerde de eskiden bu hasletler vardı ama
dünyadaki ve ülkemizdeki insanların pek çoğunun
medyanın ve sanal âlemin tesiri altında kalarak
âdeta robotlaşmaya doğru gitmeleri yüzünden,
hislerinin ve insanî özelliklerinin bir kısmını kaybetmişlerdir. Bu olumsuz gidişe bir çare bulunmadığı takdirde televizyon ve internetin menfi etkileri sebebiyle köylülerin de uzun vadede bozulması
mümkündür.
Şehirdeki sosyal hayatın gevşemesinden dolayı, saldırganlık, kavga, geçimsizlik, okuldan
kaçma, hırsızlık, ırza geçme, sapıklık, uyuşturucu
madde bağımlılığı, soygun ve cinayet gibi pek çok
suç köydekilere nazaran artmıştır. Suç oranlarının
köyde daha az görülmesinin sebeplerinden biri,
çocukların önünde kötü değil, iyi örnek teşkil eden
olgun insanların bulunması olduğunu sanıyorum.
Çünkü davranışlar da diğer bazı hastalıklar gibi
bulaşıcıdır. Anne babaların ve diğer büyüklerin
bazı iyi davranışları gibi kötü davranışları da çocuklar ve gençler tarafından kapılır ve aynen taklit
edilir. (İnsanların anne ve babalarına benzemesinin irsiyetten başka, bir diğer sebebi de budur)
Köylük yerdeki insanlar konuşmaktan ziyade
dinlemeyi tercih ederler. “Söz gümüş ise sükût altındır.” düsturu en çok köylülerde görülür. Belki
bundan dolayıdır ki köydeki çocuklar büyüklerin
yanında konuşmaktan âdeta utanır, çekinirler. Hatta bu suskunluk bazen ölçüyü aşan bir dereceye
vardığı için köy gençleri zaman zaman kendilerini
ifade etmekte yetersiz kalıyorlar.
Oysa şehirde yaşayan günümüzün çocukları
ve büyükleri -eski kuşaklardan farklı olarak- dinlemekten ziyade fazla konuşmaya alışmışlardır.
Bu yüzdendir ki, birçok konudaki bilgileri yüzeyseldir, hatta söylediklerinin bir kısmı: ‘çok konuşan çok yanılır.’ misali yanlıştır. Genel kültür ve
ansiklopedik bilgi bakımından şehirdeki insanın
kafası belki daha doludur ama muhakemeleri, meselelere çok yönlü bakma yetenekleri zayıf olduğu
için beyinlerindeki bilgileri yerli yerinde ve doğru
bir şekilde kullandıkları söylenemez. Çünkü izan
ve irfan eksik. Çoğu zaman olaylara tek pencere-
den bakıp sadece gördükleriyle yetinirler. Meselelerin arka planında neler olabileceğini, görünenin
gerisinde görünmeyen faktörleri düşünme, hesaba
katma kabiliyetleri az. Şehirdekilerin insanları değerlendirme ölçüleri de değişiktir. Kişilerin şık ve
uyumlu giyinip giyinmediğine, düzgün konuşup
konuşmadığına, aksanına, maddî varlığına, görgüsüne fazla önem verirler. Köyde ise bunlardan
ziyade kişilerin özüne, huyuna, niyetine, kısacası
dışına değil içine bakılır.
Çabuk sinirlenip hemen ağız kavgasına tutuşan, çabuk alınganlık gösteren, tez heyecanlanıp
ani tepkiler veren, hiçbir şeyi yeterli görmediği
için tam olarak tatmin olmayan, daima daha fazlasını isteyen şehir insanına karşılık, köy insanı daha
sakin, mütevekkil, kanaatkâr, tefekkürü elden bırakmayan huzurlu bir yapıya sahiptir. Köy veya
kasabadakiler kanaatkâr oldukları için elindekilerle ve bulduklarıyla yetinirler, dolayısıyla daha
mesutturlar. Dünyaya fazla tamah etmezler; aşırı
tüketici değillerdir. Şehirdekiler gibi üst baş, ev
eşyası, araba ve evini sık sık değiştirmezler. Muhtemelen bu özelliklerinden dolayı teşebbüs ruhları
ve yaratıcılık kabiliyetleri şehirdekiler kadar kuvvetli değildir. Bütün insanlar köyde yaşamış olsaydı, bilim ve teknoloji belki gene ilerlerdi ama
herhâlde bugünkü hızla değil. Şehir insanındaki bu
girişimcilik ve yaratıcılık ruhu ile köy insanındaki
bu sükûnet, tevekkül ve huzur aynı kafada bulunsaydı, bu ince denge sağlanabilseydi, işte o zaman
dünyada, hem teknoloji, hem de insana mutluluk
veren hususlarda daha büyük gelişmeler olur, fert,
aile ve insanlığın saadeti gerçekleşebilirdi.
Şehir insanını bencilleştiren, gerginleştiren ve
çevresiyle her an kavga edip kalp kırmaya hazır
bir hâle getiren faktörlerden biri de günlük telaş,
endişe ve medyanın devamlı gündemde tutuğu
süfli arzu ve zevklerdir. Kıskançlık da aynı sebeplerden kaynaklanmaktadır. Köydekilerin aksine
şehirdeki insanların hemen her davranışının altında tatmin olmayan duygular, gösteriş ve şatafatın
izlerini bulmak mümkündür. Nasıl eğleneceğim,
nereye takılacağım, sınır tanımayan nefsimi nasıl
tatmin edeceğim veya kişi geçim sıkıntısı çekiyorsa nasıl para kazanacağım, nasıl ay sonunu getireceğim, çocukların tahsili ne olacak gibi düşünceler sürekli kafasını meşgul etmektedir. Kentli bu
zihinsel yorgunluklarla boğuşurken bir de bakar ki
88
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
gün bitmiş, ay bitmiş hatta ömür bitmiştir. İnsanî
meseleleri, toplumun ve ülkenin geleceğini, ezelî
ve ebedî davaları hatırlayacak vakti ve takati kalmamıştır artık.
Bilim, sanat, edebiyat ve kültür alanlarındaki
diğer gelişmeler, şüphesiz şehir hayatı sayesinde
olmaktadır. Zira köy ve kasabalarda bu atmosfer
ve imkânların bulunması kabil değildir. Ayrıca fikir erbabı insanlar, bilim, sanat ve kültür adamları
şehirlerde bulunmaktadır. Dolayısıyla üst seviyedeki fikir münakaşaları, konferanslar, sergiler,
bilimsel kongre ve seminer gibi çalışmalar ancak
şehirlerdeki üniversitelerde ve kültür mahfillerinde mümkündür. Bu faaliyetlerin, ilgilenenlere kazandırdığı genel kültür, bedii güzellikleri tanıma,
vizyon ve yaratıcılık kabiliyeti şüphesiz şehirlinin
artılarındandır. Gene şehirlilerde daha fazla bulunduğunu sandığım uyanıklık ve girişkenlik gibi
üstün meziyetler, sadece şahsî menfaatler için değil de toplumun ve milletin yararı istikametinde
kullanıldığı takdirde, kentli için artı bir değer olarak kabul edilebilir.
Bütün bu faktörlerin insanların zihniyet yapısına, dünya görüşüne, görgü ve zevklerine, hatta
ruhî ve fikrî kişiliğine tesir etmemesi mümkün
değildir. Dolayısıyla bu iki kesimin davranışları
arasında bir fark olması tabiidir.
Fizikî çevre, coğrafya ve iklimin de insan karakteri üzerinde bir miktar etkisinin olduğu bilinmektedir ki, bu Ekolojinin mevzuu olup ayrı bir
şeydir.
Köy yaşantısından uzaklaşıp şehir hayatının içine katılan insanların, yukarıda belirtmeye
çalıştığımız bazı özelliklerini kaybederek, yeni
davranış biçimlerini kazanmaları genellikle bir
tereddüt ve bocalamadan sonra gerçekleşmektedir. Yeni hayat tarzına karşı evvela bir direnme olmakta ama bir süre sonra söz konusu değişim ve
dönüşüm yaşanmaktadır. Keşke bu süreçte insanlar köyde iken sahip oldukları erdemlerini kaybetmeden, kişiliklerini şehir hayatının verdiği estetik
duygular, ufuk açıcılık, girişimcilik ve yaratıcılık
ruhuyla taçlandırabilselerdi.
Bu iki kesimin zihniyetini ve kişiliklerini karşılaştıran, zaaflarını ve üstünlüklerini işleyen,
olumlu taraflarını öne çıkaran ama aynı zamanda
sanat kaygısı da taşıyan gerçekçi bir roman okumayı ne kadar çok isterdim.■
EV
Ev, ne kadar güzel evdir,
İçinde huzur olursa.
Gönüller alev alevdir,
Cumhuru cumhur olursa!
Bin çile-dert bu hayatta;
Her işaret tabiatta.
İz iz belirir sanatta;
Aşk, billûr billur olursa!
Gün dönüp ışık sönünce;
Renkler, tek renge dönünce;
Yönler sonsuzun yönünce;
İman nefse sur olursa!
Kıvranışın ve yanışın,
Pırıl pırıl için-dışın.
Ve gönülden yalvarışın
Özünde umûr olursa
Mesut, rahat, güçlü, zinde:
Yol aranmaz ise kinde.
Sevgi örülür kabinde
Bir ilahi nur olursa!
Dolsun neş’e, coşku civar;
Şahlan artık, uç şehsuvar!
Cihânı güzellik sarar
Türk evi mamur olursa!
M. HALİSTİN KUKUL
89
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Hastanede
bir sabah
ÜMİT FEHMİ SORGUNLU
B
ir yaz gününün aydınlık sabahlarından biriydi. O gün Devlet Hastanesi'nin bütün poliklinikleri erkenden dolmaya başlamıştı. Ultrason bölümünün önü de diğer kısımlar
gibi kalabalıklaşmaya başlamıştı.
Üç gün önce aldığım randevu kâğıdını sekretere uzattım. Umarsız bir biçimde elimdeki
kâğıdı alıp bilgisayara baktı. Sonrada birtakım tuşlara basıp yazıcıya gönderdi. Çıktıyı aldı,
yüzüme bile bakmadan bana uzattı.
- Buyurun beyefendi 4 numaralı oda, 5. sıradasınız. Sıramatiği takip edin lütfen.
Sekreterlikten ayrılıp 4 numaralı odayı buldum. Sıramatiği iyi takip edebilmem için karşısındaki sandalyelerden birine oturdum. Hemen yan tarafımda bir delikanlı ile genç kız oturuyordu. Ben oturur oturmaz delikanlı bana yanındaki kıza hava atmak ister gibi afili bir bakış
fırlattı. Kardeşi ya da nişanlısı olmalıydı. Kara, hafif etine dolgun, orta boylu bir kızdı. Delikanlı, elinde tespih, ayak ayaküstüne atmış, gelen geçen erkekleri yanındaki kıza bakıyorlar
mı bakmıyorlar mı diye sürekli kontrol ediyordu. Göz ucuyla beni süzdükten sonra, kendileri
için zararsız birisi olacağıma kanaat getirmiş olmalı ki, bakışlarını üzerimden alıp kalabalığın
arasında amaçsız gezdirdi.
Henüz doktorlar gelmediği için sıramatikler çalışmıyordu, ama her gelen kendi gireceği
odayı iyi görebilecek sandalyelerde birer ikişer yerlerini alıyorlardı. Bir kısmı da ayakta gezinmeyi tercih ediyordu. Yaşlı, kirli sakallı, kasketli bir adam, ilkokul çocukları gibi bir kusur işlemekten korkarcasına yanındaki çocuğun ellerini sıkı sıkı tutmuş, bir numaralı odanın
yanında dikiliyordu. Esmer cılız bir çocuk. Torunu olmalıydı. İğreti, isteksiz bakışlarla etrafı
süzüyordu.
Bir numaralı odanın kapısı açıldı ve bir hemşire çıkıp doğruca adama yöneldi.
- Çocuk kaç yaşında?
Adam çekinerek sessizce konuştu. Bulunduğum yerden ne söylediğini duymamıştım. Ama
hemşirenin çıktığı odaya yüzünü bile dönmeden bağırmasından herkes çocuğun yaşını öğrenmiş oldu.
- Beş!
90
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Anlık bir süre bekledi. İçerden hiçbir ses gelmeyince, yine odaya arkası dönük olarak bağırdı.
- Beş yaşında!...
Yine ses alamayınca bu kez odaya dönüp yürümeye başladı.
- Çocuk beş yaşında! Ya Gülşen uyuyor musun be!.. İşledin mi?
Hemşire çıktığı odaya tekrar girdi. Sonra tekrar çıktı ve sekreterliğe doğru yürüdü. Giderken de yaşlı adama:
- Tamam amca, dedi. Doktor gelince önce senin çocuğu alacaklar, acilmiş.
Bu arada tekerlekli bir sandalyeyi sürerek yetmiş beş seksen yaşlarında uzun beyaz sakallı
bir adam bir numaralı odanın kapısının önüne geldi. Eğilip sandalyede oturan yaşlı kadının
kulağına bir şeyler söyledi. Sonra da odayı parmaklarıyla tıklattı. Çıkan hemşireye elindeki
kâğıdı uzattı. Hemşire şöyle bir baktıktan sonra:
- Tamam amca, henüz doktorlar gelmedi. Gelince önce senin hastanı alacağız.
Demek her numaranın bir acili oluyormuş. Bakalım 4 numaralı odanın acili kim? Henüz
gelmediğine göre belki de yoktur.
Saatime baktım 9 a 5-6 dakika vardı. Ultrason odalarının bulunduğu ara bölüm yaşavaş
yavaş dolmaya başlamıştı. Bu arada bizim bıçkın delikanlının yanındaki kız başını erkeğinin
omzuna koymuş, el ele bir pozisyonda, fısıldaşıyorlardı. Böylece kardeş olmadıklarını anlamıştım. Bir ara delikanlı elindeki tespihi düşürdü. Kız hemen eğilip aldı ve gülerek nişanlısına
uzattı. İkisinin de ilkbaharı henüz başlıyordu.
Karşımdaki sıralarda oturan altı bayanın beşi başörtülü, biri açıktı. Kendi aralarında gülüşüyorlardı. Hele içlerinde biri vardı ki, taze gelin olduğu yanındaki yaşlı kadının ha bire
çekiştirip bir şeyler söylemesinden anlaşılıyordu. Başörtüsünün çevrelediği esmer yüzü makyajsız olmasına rağmen o kadar güzeldi ki, sanki bir film artisti rol icabı başını örtmüş, gelip
o sandalyelere oturmuştu. Kaynanasının yanında fazla gülemiyordu, ama yanındaki kadınlara
tebessümlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Genç bir delikanlı tekerlekli sandalyelerden birinde taşıdığı, iki büklüm hasta bir kadını
sürerek geldi ve 4 numaranın önünde durdu. Nihayet bizim odanın acili de gelmişti. Gencin
sakalları daha yeni yeni çıkmaya başlamıştı. Lise talebesi olmalı diye düşündüm içimden.
4 numaranın kapısı açıldı. Bunu fırsat bilen genç elindeki kâğıdı hemşireye uzattı. Hemşire
kâğıdı aldıktan sonra bir hastaya bir de delikanlıya baktı.
- Tamam, dedi, doktorlar gelmek üzere,bir yere ayrılmayın.
Saatime baktım 9'u çeyrek geçiyordu ama henüz doktorlardan hiçbiri gözükmüyordu. İçeri
iyice kalabalıklaşmıştı. Bir kısım hasta merakla koridordan tarafa bakarak doktor bekliyordu.
Nihayet beyaz önlüklü iki kişi gözüktü. Biri 1 numaraya, diğeri de 4 numaraya girdi. Gayriihtiyari gülümsedim. Aradan beş dakika kadar geçtikten sonra sıramatikler çalışmaya başladı.
Ancak numara yazmadı. Her iki odanın da acilleri içeriye alındı. Sonra sırayla diğer odaların
doktorları geldiler. Üç ve beş numaraların acili olmadığı için, kapıların üzerindeki rakamlar
melodiye benzeyen mekanik bir sesle işlemeye başladılar. Kapının üzerinde kırmızı rakamlarla 005 rakamını görünce yerimden kalktım.
Doktorun karın bölgemi elindeki aletle iyice tetkik ettikten sonra:
- Tamam bir şeyin yok gidebilirsin. Hemşire hanımdan raporunu al, doktoruna götür, sesiyle
birlikte rahat bir nefes alıp oh çektim. Yerimden kalkıp üstümü başımı düzeltmeye başladım.
Dışarı çıktığımda güneş hastaneden çıkan bütün insanları alnından şefkatlle öpüyordu. Güneşe gülümseyerek polikliniklere doğru yöneldim. ■
91
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
A. FARUK GÜLER
A
nadolu insanının yüzlerce yıllık mazisine tercüman olacak;
denizin çağrısına, bozkırın sesine kulak
verecek hikâyelere yaşadığımız şu günlerde o kadar çok ihtiyacımız var ki. Siyasi düşüncelerin uzağında insanımızın
saf, temiz ve bir o kadar içten, çileli dünyasını Türkçenin duru, akıcı üslubuyla
anlatan eserlerin azlığından yakınırken İmdat Avşar’ın “Çiğdemleri Solan
Bozkır”ı yeni bir soluk getirdi hikâye dünyasına.
Kıymetli şair Ali Akbaş ağabeyimizin yazmış
olduğu takdim yazısı da hikâyeler kadar güzel ve
bir o kadar düşündürücü. Bozkır kültürüne sahip
bir milletin gün geçtikçe kendine yabancılaştığı bir
dönemde hikâyelerdeki kahramanların millî-manevi
değerlere bağlı fakat değişen hayata alışamamış hayat hikâyelerine eserde yer verilmekte.
Yazar, değişen toplum ve değişen kültür karşısında kendilerine yabancılaşan bu insanların şahsında
unutmaya yüz tuttuğumuz değerlerin tıpkı hikâye
kahramanları gibi birer birer aramızdan ayrıldığını
göstermekte. Okuyanı hikâyenin atmosferine çabuk
bağlayan ve karakterlerle bir samimiyet kurduran
yazar Hamdi Kirve gibi, Muhterem gibi toplumun
dışında kalmış garibanların iç dünyalarını bütün çıp-
laklığıyla ve sıcaklığıyla o kadar güzel
anlatmaktadır ki elden bırakılmadan bir
solukta okunabilecek bir kitap çıkıyor
karşımıza.
Ömer Seyfeddin’den Sait Faik’e, Bahaeddin Özkişi’den Haldun Taner’e Türk
edebiyatının önemli hikâyecilerinin
eserlerini okurken zihinlerimizde yer
alan hafif buruk ama lezzeti dimağlarımızda kalan hikâyelere bu eserde de
rastlamaktayız. Cümlelerindeki ustalık, benzetmelerinde yer alan orijinalite yazarın üslup sahibi olduğunu daha ilk sayfalardan belli etmekte. Sözcüklerin
yöresel söyleyişlerle metnin içinde yer alması iğreti
olmaktan öte kahramanın sosyal konumu ile orantılı
olduğundan yazar bu hususta da hayli başarılı. Bazı
hikâyelerde kullanılan yöresel deyimler, o bölgenin
insanı olmayan okuyucular için bir sıkıntı oluştursa
da Türkçenin zenginliğini eserin içine yansıtma açısından oldukça güzel.
"Çiğdemleri Solan Bozkır", bizi bizden biri olarak
anlatan bir yazarın kaleminden dökülen sessiz çığlıkları yansıtıyor. Bu çığlıklara kulak verecek okuyucular için raflarda yerini çoktan aldı bile.
Çiğdemleri Solan Bozkır, İmdat AVŞAR, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2009
92
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
NAMIK YUSUF
AKENGİN, Yahya, Dönüş Acıları, Akçağ Yay, Ank.
2009
________, Oğuz Dede, Akçağ Yay, Ank. 2009.
________, Yaralı Dağlar, Akçağ Yay., Ank. 2009.
________, Sarkaç, Akçağ Yay., Ank. 2009.
________, Özlem Yokuşları, Akçağ Yay., Ank. 2009.
________, Aşka Verilmiş Muhtıra, Akçağ Yay., Ank.
2009.
________, Hücumdadır Mezar Taşları, Akçağ Yay.,
Ank. 2009.
________, Eski Çarıklar-Enver Paşa ve Büyük ÜmitlerAile Bağları, Akçağ Yay., Ank. 2009.
________, Son Köylü-Kulübe-Sağlık Olsun, Akçağ
Yay., Ank. 2009.
________, Kırk Yıldan Şiirler, Akçağ Yay., Ank. 2009.
ÇİÇEK, Şeyhmus, Ağlamanın Ardından, Edebiyat Yolcuları.
PARLAK, Lütfi, Bağdat Kapılarında Bir Serdengeçti
Genç Osman, Popüler Kitaplar, İst. 2009.
ŞİRİN, Ömer, Sen Ne Dersen Amenna, 2009.
YAPICI, Süleyman, Osmanlı Salnamelerinde Harput
(1869–1908), ELESKAV Yay. ELAZIĞ 2009.
GÜNGÖR, Recep Şükrü, Kayıp Ruhlar Kıraathanesi,
Sütun Yay. İst. 2010.
AKPINAR, Arif, Kardan Kanatlar Sarıkamış, Sütun
Yay. İst. 2010.
Bu sayımızda öncelikli olarak Yahya Akengin’e ait ilk
defa basılan ve yeni baskıları yapılan roman, tiyatro, senaryo
ve şiir türünde birkaç kitabı tanıtacağız.
İlk eserimiz Dönüş Acıları adlı roman. Bilindiği üzere
roman 1980 öncesi olayları konu ediniyor. Eserin dördüncü
baskısı. Eserde, aynı zamanda şair olan Akengin’in dil işçiliğini ne kadar önemsediği açıkça görülmekte.
Oğuz Dede romanı iki ayrı ödüle layık görülmüş günümüz
değer yargılarının oluşturduğu sosyal baskının bireyi nasıl
93
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
etkilediğini anlatmada oldukça etkili bir eser. Bu
eser de yine dördüncü baskısını yapmış.
Yazarın Yaralı Dağlar romanı hızla şehirleşirken değerlimizi nasıl kaybettiğimizi ve medyanın insanı nasıl değiştirdiğini görebiliriz. Eser
Akçağ Yayınları’ndan üçüncü baskısını yapmış.
Yaşadığımız dramın yüzümüzü nasıl yansıttığını
ve kendimize ne kadar yabancılaştığımızı görebileceğimiz bir eser.
Sarkaç romanı da Akçağ Yayınları’ndan
üçüncü baskısını yapmış. Bir çırpıda okuyabileceğimiz bir eser. Akengin Sarkaç’ta hayat gerçeğini uç noktalarıyla gözler önüne sermiş.
Özlem Yokuşları gerçek bir hayat hikâyesinin
satırlarla buluşması sonucu hayat bulmuş bir roman. Okuma sevdasının başarıyla kucaklaşmasının romanı.
Aşka Verilmiş Muhtıra romanı ülkemizin
son otuz beş yılına dair. Kalbimizin değil de
kalplerimizin adına attığı bir aşkın muhtırası
konu edinilmiş. Eser beşinci baskısıyla tekrar
okuyucularımızın beğenisine sunulmuş.
Hücumdadır Mezar Taşları eseriyle Akengin, bir senaryo ile okurlarının karşısına çıkıyor.
Alparslan ve Malazgirt’i konu alan eser tarihimizin önemli bir kesitini gündemde tutuyor.
Eski Çarıklar-Enver Paşa ve Büyük Ümitler ve Aile Bağları, Son Köylü-Kulübe-Sağlık
Olsun adlı eserleri ise yazarın altı ayrı tiyatro
eserini iki kitap şeklinde okuyucularına sunduğu
tiyatro kitapları.
Özellikle anlatımındaki duruluğu belirterek
okuyucularımızın dikkatine sunduğumuz eserler
Türk dilinin en güzel örnekleri arasındadır.
Akengin’in bir diğer eseri ise Kırk Yıldan
Şiirler adı ile yayınladığı şiir kitabı. Eser, bir şiir
kitabına göre oldukça hacimli. Şiir meraklılarının ilgiyle okuyacakları bir eser.
İsteme Adresi: Akçağ Basım Yayım Pazarlama A.Ş. Tuna Cad. 8/1 Kızılay/ANKARA Hükümet Cad. No: 8/C Ulus/ANKARA
312.432.17.98 - 433 86 51
Bu sayımızda tanıtacağımız bir diğer eser ise
Yazar Lütfi Parlak’a ait Genç Osman romanı.
Roman yazarının ifadesi ile:
“‘Genç
Osman;’ tarihî roman olmasına rağmen tarih değildir. Çünkü vaka gerçek olsa da konuyu işlerken
muhayyilemi ön plana çıkarıp olayı hayallerle
süslediğim, mesajlarımı renklendirip daha güçlü hâle getirdiğim ve dolayısıyla Genç Osman’ı
tarihin derinliklerinden çıkarıp taze zihinlere
gerçeküstü bir kahraman olarak takdim ettiğim
muhakkaktır. Böylece insani ilişkileri yakalayıp
okuyucularıma sunduğum, açık renkleri karıştırıp karanlığa sürdüğüm ve zamanı geri döndürüp herkesin kendisine göre mana çıkarmasına
yardımcı olduğum açıktır. Genç Osman romanı;
toplumu ilgilendiren meseleleri farklı bir açıdan
ele alıp okuyucusuna sunarken yaşamakla yaşanılanı seyretmenin farkını ortaya koyar. En müşkül olaylar karşısında bile çokluğa değil, inanmış insana ihtiyaç duyulduğunu anlatır.”
İsteme Adresi: PARLAK, Lütfi, Bağdat Kapılarında Bir Serdengeçti Genç Osman, Hayat
yayın Grubu. Tel: 0 212 483 10 10
Ağlamanın Ardından, Şair Şeyhmus Çiçek’e
ait. Şair hissettiklerini içten geldiği gibi yalın bir
şekilde dile getirmiş. Dili kullanmaktaki rahatlık
ve söyleyiş kolaylığının okuyucularımızın ilgisini çekeceğini düşünüyoruz.
İsteme Adresi: ÇİÇEK, Şeyhmus, Ağlamanın Ardından, Edebiyat Yolcuları, Orka Matbaa
Tel:0352 322 17 00
“Sen Ne Dersen Amenna” diyor, şair Ömer
Şirin. İlk şiir kitabıyla edebiyat dünyasına merhaba diyen şair; aşkı, yalnızlığı, ayrılığı ve mistik derinliğini, son derece doğal, samimi ve duru
bir anlatımla dile getirmiş. Şiirlerinde geleneksel
formların ve tasavvufî söyleyişlerin etkisi hemen
fark edilebiliyor.
“Duyarlar mı zarımızı?
Satıp dağıt kârımızı,
Yağmala tüm varımızı,
Bir parça çul, kilim kalsın.”
Ömer Şirin; dünyaya bel bağlamamış, derin
teslimiyet içerisindeki şair dervişler zümresine
katılmayı arzuluyor. Geleneğin imajları ve söyleyiş özellikleri, onun gibi şairlerin eliyle yaşatılıp
devam ettirileceğe benziyor.
İsteme Adresi: Pusula Kitap Kırtasiye/Elazığ
424 2337036
94
ma rt-nisa n-ma yıs
2 0 1 0
Osmanlı Salnamelerinde Harput
(1869–1908), İsmail Yapıcı’ya ait. Eser
araştırmacılar için değerli bir kaynak olmakla birlikte Elazığ şehri ve tarihi için
de önemli bir eksikliğin giderilmesi şeklinde kitaplığımızdaki yerini alacak bir
eser.
İsteme Adresi: YAPICI, Süleyman, Osmanlı Salnamelerinde Harput
(1869–1908), ELESKAV Müdürlüğü Tel:
0532 2642716
Recep Şükrü Güngör’e ait “Kayıp
Ruhlar Kıraathanesi” ve Arif Akpınar’a
ait “Kardan Kanatlar Sarıkamış” adlı
eserler Sütun yayınlarının okurlarımıza
kazandırdığı iki eser.
Eserlerimizi editörün diliyle sunalım
siz okuyucularımıza: “Kayıp Ruhlar Kıraathanesi” insan ruhunun inceliklerini
işlediği 17 hikâyeden oluşuyor. Recep
Şükrü Güngör’ün konuları ele alış ve
yaklaşımı, canlı ve yaşayan bir hayatın
yansıması olarak ses buluyor okuyucuda.
Yazar, aynı mahallede doğup büyümüş,
çoluk çocuğa karışmış, her gün yüz yüze
bakan insanların nasıl birbirlerine düşman edildiklerini, gerçekçi bir dille anlatıyor. Hikâyelerin akışındaki doğallık,
sağlam kurgu ve üslûp, sizi gerçek dünyadan alıp kahramanın yaşadığı zamana
götürüyor adeta.
“Kardan Kanatlar Sarıkamış”ta Yazar;
kahramanına “Han Duvarları” şiirinde
adı geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’tan
mülhem, Maraşlı Şeyhoğlu Hafız ismini vermiş. Bu tercih bir sembol olarak
Anadolu toprağında yaşayan insanların
ortak kaderinin adıdır aynı zamanda.
Yaklaşık yüzyıl önce yaşanan ve
Osmanlı’nın yıkılışını hazırlayan olaylara temas edilen bu romanda, Hafız’ın
şahsında vatan için can veren adı sanı
unutulmuşların hikâyesini bulacaksınız…
İsteme Adresi: Sütun Yay. Üsküdar /
İST Tel:0316 3184288
Dört kitap, bir şair
Mücahid Koca
Günümüz edebiyat dünyasında bazı isimler vardır ki adlarını popüler yazar/şairler arasında bulamazsınız. Televizyonda, gazetelerde göremezsiniz. Ama onlar sessiz dünyalarında
çağlayanları andıran eserler meydana getirmeyi başarabilmiş
isimlerdir. Mücahit Koca da bu isimlerden bir tanesi. 1987
yılında “Ebcedhan” adlı ilk şiir kitabıyla adını duyurmuş ve
arkasından 1990 yılında “Ermiş Sevinci”, 1994’te “Yıldızdan
Feleğe”, 2009’da “Alaturka Divan” ve yine aynı yıl “Kılıç ve
Kelebek” adlı şiir kitaplarıyla okuyucunun karşısına çıkmış.
Yirmi yılı aşkın şiir serüveni içerisinde sürekli bir sorgulayış
ve İslamî düşünce yapısının izleri şiirlerinde yer almış.
Yaşanan acıların, çekilen ıstırapların sessiz çığlıklarını
sözcüklerin dünyasında var eden şair; isyanlarını, gözyaşlarını şiir olup akıtmış gönüllere. Sezai Karakoç’un izinde ama
kendi yol haritasını çizebilecek kadar yetkin bir şair olduğunu daha ilk şiir kitabıyla ispatlamış.
Mücahit Koca, hiçbir zaman tarafsız olmamış aksine
içinde yaşadığı toplumun milli, manevi unsurlarını yani bizi
biz eden tüm değerlerin farkında olarak yaşadığı medeniyet
dairesinin savunucusu ve mücahidi olmuş bir isim. Kudüs’e,
Bağdat’a şiirleriyle adeta ağıt yakmış. Anadolu coğrafyasına
sığmamış, mekânlarla tarihe uzanmış geçmişten bugüne taşımış tüm yaşananları.
Karanlıktan alacakaranlığa
Yol gidiyor ışığa doğru
Her şiir bir ışık
Bir bir atarak ağırlıklarımı
Kimden ne aldımsa verdim geriye (Gül Baba)
Her şiiri karanlığa açılan bir ışık, sözcüklerin kavramsal
ağırlıklarında tarihe uzanan sözcüklerden oluşmakta dizeler.
Ve her şair ölümsüz olur şiirleriyle. Şiirin mücahidi olan şaire
selam olsun.
Ebcedhan, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, 2.Baskı,
İstanbul, 2009
Ermiş Sevinci, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, 2.Baskı, İstanbul, 2009
Alaturka Divan, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, İstanbul, 2009
Kılıç ve Kelebek, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, İstanbul, 2009
95
mart-nisa n-ma yıs
2 0 1 0

Benzer belgeler