Aile ve Kadın Sempozyumu Bildiri Kitabı için tıklayınız
Transkript
Aile ve Kadın Sempozyumu Bildiri Kitabı için tıklayınız
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kadın Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi Aile ve Kadın Sempozyumu Kırıkkale Üniversitesi Kültür Merkezi, Kırıkkale, 16 Mayıs 2013 AİLE VE KADIN SEMPOZYUMU BİLDİRİ KİTABI Hazırlayanlar: Doç. Dr. Gülsüm Çamur Duyan Doç. Dr. Dolunay Şenol Doç. Dr. Sıtkı Yıldız KIRIKKALE-2013 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Bu çalışma Kırıkkale Üniversitesi Kadın Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından organize edilen Aile ve Kadın Sempozyumu’nda sunulan ve hakem değerlendirmesi sonrasında kabul edilen bildirileri içermekte olup, 2846 Sayılı Kanuna göre bu eserin bütün yayın, tercüme iktibas hakları Kırıkkale Üniversitesi’ne aittir. Kitapta yer alan açıklama ve görüşler yazarlarına ait olup Kırıkkale Üniversitesi’nin görüşlerini yansıtmaz. Aile ve Kadın Sempozyumu Bildiri Kitabı (2013: Kırıkkale) Aile ve Kadın Sempozyumu Bildiri Kitabı /Hazırlayanlar: Gülsüm ÇAMUR DUYAN, Dolunay ŞENOL, Sıtkı YILDIZ. Kırıkkale Üniversitesi Yayınları, Kırıkkale: 2013 ISBN: 978-975-8626-05-2 Kırıkkale Üniversitesi Yayınları Kırıkkale Üniversitesi Ankara Yolu 7. Km 71450 Yahşihan/Kırıkkale Tel : (+90 318) 357 42 42 (20) PBX Fax : (+90 318) 357 23 82 Web : www.kku.edu.tr E-Posta: [email protected] Kapak Tasarım: Hakan Karaca Baskı : Erduran Ofset Matbaacılık Adres : Zafer Cad. Zafer işh. No 35/14 Kırıkkale Tel : 0318 218 09 14 Fax : 0318 218 09 14 E-posta: [email protected] i Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- SEMPOZYUMDA GÖREV ALANLAR Sempozyum Onursal Başkanı Prof. Dr. Ekrem YILDIZ Kırıkkale Üniversitesi Rektörü Düzenleme Kurulu Başkanı Doç. Dr. Dolunay ŞENOL Kırıkkale Üniversitesi Kadın Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Düzenleme Kurulu Üyeleri Doç. Dr. Gülsüm ÇAMUR DUYAN Doç. Dr. Sıtkı YILDIZ Yrd. Doç. Dr. İbrahim MAZMAN Bilim ve Danışma Kurulu Prof. Dr. Emine Handan TÜZÜN Prof. Dr. Arzu DAŞKAPAN Prof. Dr. Ertan BEŞE Doç. Dr. Gülsüm ÇAMUR DUYAN Doç. Dr. Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN Doç. Dr. Ahmet UYSAL Doç. Dr. Şamil ÖÇAL Doç. Dr. Dolunay ŞENOL Doç. Dr. Sıtkı YILDIZ ii Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- iii Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- SUNUŞ Son yıllarda, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de ailenin önemi fark edildi ve konu ile ilgili çalışmalara hız kazandırıldı. Özellikle kadının yeni nitelikler kazanması ile birlikte ailede ve toplumda meydana gelen değişim tartışılır olmaya başlandı. Bu değişime paralel olarak aile ve kadın konusunda çalışmalar yapmanın önemine ve neler yapılmasının gerekliliğine inandığımız için Üniversitemiz bünyesinde “Aile ve Kadın Sempozyumu” düzenlemeyi önemsedik. Sempozyumda, özellikle üzerinde durulan konular tespit edilerek, basılması gerektiğine inanılan sempozyum bildirilerini yayınlamak sureti ile konu ile ilgili çalışmalar yapacaklara ışık tutmak istedik. Böylece yapılan çalışmanın sadece sempozyuma katılanlara hizmet etmesini değil, daha büyük bir alana ulaşmasını hedefledik. Kırıkkale Üniversitesi’nde böyle önemli bir konu üzerinde uluslararası düzeyde çalışmalar yapılmasının sorumluluğumuz olduğunu kanaatindeyiz. Daha önce de konu ile ilgili uluslararası düzeyde yapılan çalışmalarımızın da olduğu düşünüldüğünde, konuya vermiş olduğumuz önemin daha iyi anlaşılacağını düşünüyoruz. “Aile ve Kadın Sempozyumu”nun gerçekleşmesini sağlayan “Düzenleme Kurulu”na, “Bilim Kurulu”na, bildiri sahiplerine, üniversitemizin idarecilerine ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Prof. Dr. Ekrem YILDIZ Kırıkkale Üniversitesi Rektörü iv Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- v Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- İÇİNDEKİLER SUNUŞ ....................................................................................................................................... iv İÇİNDEKİLER ........................................................................................................................ vi Kadın Sağlığı Oturumu Bildirileri Kadınlarda Osteoporoz ve Rehabilitasyonu Prof. Dr. Emine Handan TÜZÜN .............................................................................................. 1 Kadın ve Kalp Damar Hastalıkları Prof. Dr. Arzu DAŞKAPAN ...................................................................................................... 11 Tıbbileştirmeyi Kadın Sorunları Bağlamında Düşünmek Arş. Gör. Seda ATTEPE ............................................................................................................ 17 İran’da Görme Engelli Kadınlar Mohammadreza POURAKBARIANNIAZ Sayra LOTFİ .............................................................................................................................. 23 Kadın Çalışmaları ve Sosyal Hayat Oturumu Bildirileri Kadının Değeri: Felsefi Bir Deneme Doç. Dr. Sema Önal .................................................................................................................. 29 Orta Anadolu Türkülerinde Kadınlarımız Yrd. Doç. Dr. Gülden Filiz ÖNAL............................................................................................. 35 Sosyal Hizmet Perspektifinden Feminizm Üzerine Bir Gözden Geçirme: Kadın Çalışmalarında Erkek İşbirliği Arş. Gör. Eda BEYDİLİ Arş. Gör. Buğra YILDIRIM Yrd. Doç. Dr. Filiz DEMİRÖZ .................................................................................................. 45 Eşine Şiddet Uygulayan Erkeklere Yönelik Grup Çalışması: Bilişsel-Davranışçı Yaklaşımla Yapılandırılan Grup Sürecine Bakış Arş. Gör. Gizem ÇELİK ............................................................................................................ 51 İran Kadınları Razieh GHANBARY ................................................................................................................. 67 Kadına Yönelik Şiddet Oturumu Bildirileri Kadın Sığınma Evlerinde Sosyal Hizmet Uygulamaları Doç. Dr. Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN .................................................................................. 73 Sexual Harassment in Egypt as a Violence against Women Dr. Passant Khairat HAMZA ..................................................................................................... 83 vi Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kadına Yönelik Şiddet Uygulayan Erkeklerle Çalışmada Pro-Feminist Yaklaşım Arş. Gör. Aslıhan Burcu ÖZTÜRK ........................................................................................... 95 Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Kadınlarla Bilinç Yükseltme Çalışmaları Arş. Gör. Burcu HATİBOĞLU EREN Arş. Gör. Özge Sanem ÖZATEŞ GELMEZ .............................................................................. 101 Şiddet Mağduru Kadınlarla Feminist Grup Çalışması Arş. Gör. Melike TUNÇ............................................................................................................. 107 Kadın Sorunları Oturumu Bildirileri Çocuk Suçluluğunda Anne Faktörü Doç. Dr. Dolunay ŞENOL Aybike DİNÇ ............................................................................................................................. 119 Kadın Yoksulluğu ve Mikrokredi Uygulamaları -Kırıkkale ÖrneğiDoç. Dr. Sıtkı YILDIZ Nesrin GÖKTAŞ ........................................................................................................................ 131 Afetler ve Kadın Yrd. Doç. Dr. Filiz DEMİRÖZ .................................................................................................. 141 Tarihi Bir Bakışla Çalışma Hayatında Kadın Doç. Dr. Dolunay ŞENOL Yrd. Doç. Dr. İbrahim MAZMAN ............................................................................................. 151 Kadınların Sosyo-Ekonomik Katılımları Üzerinde Sivil Toplum Kurumlarının Rolü Hasan KALA.............................................................................................................................. 163 vii Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KADINLARDA OSTEOPOROZ VE REHABİLİTASYONU Emine Handan TÜZÜN1 Özet Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokusunun mikromimari yapısının bozulması sonucu, kemik kırılganlığında artışla karakterize sistemik bir iskelet hastalığıdır. Tip– 1 osteoporoz, kadınlarda doğal menopozla birlikte ortaya çıkan östrojen eksikliğinin yol açtığı kemik kaybıdır. Elli yaş üzerinde kadınların 1/3’nde osteoporoza bağlı kırıklar görülmektedir. Kırıklar sıklıkla vertebralar, proksimal femur, humerus ve radius distalindedir. Tanı, kemik mineral yoğunluğu (KMY) değerlerine ve kırık varlığına göre konulur. Osteoporozun klinik bulguları sırt ağrısı, boy kısalması, spinal deformiteler, peridontal hastalıklar, ağrı ve kırıklardır. Risk faktörlerinin elimine edilmesi önemlidir. Osteoporozun rehabilitasyonu kemik kütlesini arttırmaya, komplikasyonları önlemeye, tedavi etmeye yönelik multidisipliner tedavi yaklaşımlarından oluşmaktadır. Bu yaklaşımlar arasında fiziksel aktivite-egzersiz önemlidir. Rehabilitasyonda postür, esneklik, denge-koordinasyon, kuvvetlendirme, yüksek etkili egzersizler, tai-chi-chuan, pilates ve aerobik egzersizler kullanılır. Egzersizler hastalara özel, dinamik, tekrarlı ve düzenli olmalıdır. KMY’yi artırmada egzersizin türü, süresi, sıklığı, yoğunluğu ve yönlendirildiği vücut bölgesi önemlidir. Kemikler üzerine yük bindiren egzersizler yanında çevresel düzenlemeler, kalsiyum emilimini artıran, atılımını azaltan faktörler üzerinde de durulmalıdır. Anahtar Kelimeler: Osteoporoz, Kadın, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon KADINLARDA OSTEOPOROZ VE REHABİLİTASYONU Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokusunun mikromimari yapısının bozulması sonucu, kemik kırılganlığında ve kırığa yatkınlıkta artış ile karakterize olan sistemik bir iskelet hastalığıdır. Dünya Sağlık Örgütü osteoporozu kardiovasküler hastalıklardan sonra hayatı tehdit eden ikinci hastalık olarak tanımlamıştır. Yapılan çalışmalarda, Türk kadınının kemik mineral yoğunluğunun, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa referanslarına göre %5 daha düşük olduğu belirlenmiştir. Türkiye’de yapılan 849 kadını kapsayan bir çalışmada sağlıklı 40–59 yaş grubunda tüm lokalizasyonlarda belirgin olarak kemik mineral yoğunluğunda azalma olduğu saptanmıştır. Uluslararası Osteoporoz Derneği, 50 yaş ve üzeri her 3 kadından birinin osteoporoza bağlı kırıklara maruz kaldığını belirtmektedir. 2025 yılında osteoporoza bağlı kırık vakalarının 2 milyondan 3 milyona yükseleceği tahmin edilmektedir. Kemik sabit bir destek dokusu olmayıp erişkin bir kişide yıkım ve yapım olayı hayat boyunca devam etmektedir. Maturasyon sağlandıktan yani doruk kemik kütlesine (DKK) 1 Prof. Dr., Fizyoterapist, Kırıkkale Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü, e-posta: [email protected] 1 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- eriştikten sonra yetişkinlerde normal yapının korunması ve kemik üzerine uygulanan mekanik güçlere kemiğin adapte olabilmesi için kemik dokuda yıkım (rezorbsiyon) ve yapım (formasyon) olayları dengeli bir biçimde devam etmektedir. Buna kemiğin yeniden yapılanması (remodeling) denir. Yetişkinlerde kemik yapımı, yeniden yapılanmaya göre daha azalmıştır. Kemiğin yeniden yapılanması, doğumdan önce başlayıp yaşam boyu devam eden bir süreci kapsamaktadır. Erişkinlerde kemiğin yeniden yapılanma döngüsü 4 ile 6 ay sürebilmektedir. Kemik rezorbsiyonu ise 2 hafta sürmektedir. Kemiğin yeniden yapılanmasında çok sayıda sistemik ve lokal çeşitli faktörlerin rolü vardır. Lokal faktörler yerçekimi kuvveti ve kas kontraksiyonlarıdır. Doruk kemik kütlesinin (DKK) oluşumunda rol oynayan sistemik faktörler ise şunlardır: Yaş Genetik faktörler Beslenme Fiziksel aktivite Hormonal faktörler Beyaz ırk, anne kız ilişkisi DKK osteoporozun patogenezinde rol oynayan en önemli faktördür. İskelet, 25–30 yaşlarında doruk kemik yoğunluğuna ulaşmaktadır. Sonraki yıllarda ise kemik dengesi olumsuz yönde etkilenmeye başlamaktadır. DKK’yı etkileyen en önemli faktörlerden biri genetik yapı olarak bilinmektedir. Normalde kemik kütlesi, kadınlarda erkeklerden daha azdır ve erkeklerde DKK %25-30 daha yüksek seviyededir. Kadınlar erkeklere göre kırıklara daha yatkındır. Bunu nedeni kadınlarda DKK’nın erkeklerden daha az olmasıdır. Ayrıca kadınlarda menopoz ile birlikte DKK düşmeye başlar. Zamanla kemikler kırılgan hale gelir ve küçük travmalarla bile kırıklar oluşabilir. Trabeküler kemik kaybı, kadınlarda daha çok görülmektedir. Premenopozal dönemde trabeküler kemik kütlesindeki kayıp yılda yaklaşık % 1,2, kortikal kemikte ise % 0,3-0,5 oranındadır. Menopozal dönemde hem trabeküler hem de kortikal kemikte kayıp oranı artar. Bu kayıp, trabeküler kemikte yılda % 2-10, kortikal kemikte ise % 3 oranına ulaşır. Östrojen eksikliği kemik kırılganlığı patogenezi için oldukça önemli bir faktördür. Postmenopozal dönemde hızlı kemik kaybının başka deyişle osteoporozun esas nedeni östrojen eksikliğidir. Östrojen, kemikte yapım-yıkım döngüsü sıklığını ve her döngüdeki yapım-yıkım arasındaki dengeyi kontrol eden önemli bir faktör olarak bilinmektedir. Östrojen hem osteoblast hem de osteoklasttaki östrojen reseptörleri aracılığı ile kemik döngüsünü ve kemik yıkımını azaltmaktadır. Östrojen eksikliği, kemik kaybına yol açan artmış kemik rezorbsiyonu ile sonuçlanmaktadır. Overlerde östrojen yetmezliğine yol açan diğer patolojiler de osteoporoza neden olabilmektedir. DKK’nın oluşmasında diğer önemli etken beslenmedir. Özellikle puberte ve genç erişkinlik döneminde yeterli düzeyde kalsiyum alınmasının kemik kütlesi üzerine olumlu etkileri olduğu bildirilmiştir. Fiziksel aktivite ve egzersiz de DKK’nın oluşmasında önemli bir etkendir. Egzersizin oluşturduğu fiziksel yüklenme, hücrelere iletilir ve osteoblastlar yeni kemik yapımı için uyarılırlar. 2 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Osteoporotik kemikte karbonat ve kalsiyum fosfor oranlarında düşüş, sodyum ve magnezyum miktarlarında artma vardır. Osteoporotik kişilerin ¼’ünde matrikste düşük mineralizasyon hızı saptanmış olup, bu kişilerin kemiklerinde sodyum ve magnezyum düzeylerinin arttığı belirlenmiştir. Osteoporotik kemikte mineralizasyon eksikliği çok önemli sorunlara yol açmaktadır. Mineralizasyon kemik gücü üzerine oldukça etkili bir faktördür. Kemikte flor birikimi kristal kırılganlığını artıran bir faktördür. Yaşam boyu flora maruz kalınması kemik mineral özellikleri üzerinde yaşa bağlı değişiklikler meydana getirmektedir. Yüksek miktarlarda flor alan topluluklarda kırıkların daha fazla olduğu bildirilmiştir. Osteoporoz yaşa, lokalizasyona, kemik tutulumuna, etiyolojiye ve histolojik görünümüne göre sınıflandırılır. Etiyolojiye göre yapılan sınıflamada osteoporoz, primer ve sekonder olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Primer osteoporozun en sık görülen iki formu Tip–1 (postmenopozal) ve Tip–2 (senil) osteoporozdur. Tablo 1. Osteoporozun Sınıflandırılması Yaşa göre Juvenil, Yetişkin, Senil Lokalizasyona göre Genel, Bölgesel Tutulan kemik dokuya göre Trabeküler, Kortikal Etiyolojiye göre Primer, Sekonder Histolojik görünüme göre Hızlı Döngülü, Yavaş Döngülü Tip–1 osteoporoz (post menopozal osteoporoz); kadınlarda doğal menopozla birlikte ortaya çıkan östrojen eksikliğinin yol açtığı kemik kaybı olarak tanımlanmaktadır. 50–75 yaş arası kadınlarda daha sık görülmektedir. Kortikal kemiğe oranla trabeküler kemik kaybı daha fazla olmaktadır. Temelinde östrojen eksikliği yer almaktadır. Tip–2 Osteoporoz (senil osteoporoz); yaşlanma ile birlikte ortaya çıkan primer osteoporozun alt grubudur. Genellikle 75 yaşından büyük kişilerde görülmektedir. Kadın ve erkek cinsiyetlerinde eşit sıklıkla görülmektedir. Hem kortikal hem de trabeküler kemik kaybı vardır. Bu tip osteoporozda özellikle femur boynu, proksimal tibia ve pelvis kırıkları sık görülmektedir. Nadiren de çoklu vertebra kırıklarına rastlanabilinmektedir. Yaşlı populasyonda kalsiyum emiliminde bozulma, deride D vitamini sentezinde azalma, barsakta 1.25 dihidroksivitamin D rezistansı, intestinal D vitamini reseptörlerinde azalma görülmektedir. Bu faktörlerin tümünün sonucu olarak iyonize kalsiyumda azalma olmaktadır. Osteoporuzun tanısı günümüzde çoğunlukla Dual X-Ray Absorbsiyometre (DEXA) kullanılarak elde edilen Kemik Mineral Yoğunluğu (KMY) değerlerine ve kırık varlığına göre yapılmaktadır. 3 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Dünya Sağlık Örgütüne (WHO) göre, KMY değerleri; Normal: T skoru genç yetişkin ortalamasına göre -1 standart deviasyona kadar olan KMY değerleri (T skoru<-1), Osteopeni: T skoru genç yetişkin ortalamasına göre -1 ve -2.5 standart deviasyon arasında olan KMY değerleri (-1>T skoru<-2.5), Osteoporoz: T skoru genç yetişkin ortalamasına göre -2.5 standart deviasyonun altında olan KMY değerleri (T skoru<-2.5), Ciddi Osteoporoz (Yerleşmiş Osteoporoz): T skoru genç yetişkin ortalamasına göre 2.5 standart deviasyonun altında olan KMY değerleri ve bir veya daha fazla osteoporotik kırık bulunması (T skoru<2.5) olarak tanımlanmaktadır. T Skoru; kemik kütlesinin genç erişkin referans popülasyonunun ortalama DKK ile kıyaslanmasının standart sapma olarak tanımlanmasıdır. Günümüzde osteoporoz, neden olduğu kırıklarla hayatı tehdit edebilen, ciddi ekonomik ve sosyal boyutu olan bir halk sağlığı problemidir. WHO kriterlerine göre 50 yaş ve üzeri kadınlar % 34–50 arasında osteopeni, % 17-20 arasında osteoporoz teşhisine sahiptirler. 50 yaş ve üzeri kadınlarda % 40 oranında osteoporoza bağlı kırık ile karşılaşabilmektedirler. Osteoporoza bağlı kırıklar en sık vertebralar, proksimal femur ve radius distalinde ve üst kol kemiğinde omuza yakın bölgede görülmektedir. Bu kırıklar hafif bir düşme veya çarpmadan sonra oluşabilir. Osteoporoz hastalarında ortaya çıkan boy kısalması da hastalığın tanımlanmasında önemli bir ipucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun nedeni omurlardaki çökme kırıklarıdır. Hastalarda gençliklerindeki boy uzunluğundan 10-15 cm’den fazla kısalmalar oluşabilmektedir. Omurlarda osteoporoza ait kırıklar oluştuğunda hastalar şiddetli sırt ağrılarından yakınmaktadırlar. Zamanla bu kırıkların sayısı arttıkça osteoporozlu kişilerin boy uzunluklarında ciddi oranda kısalmalar olmakta ve hatta torakal kifoz oluşmaktadır. Osteoporozda hastalığın ilerlemesini engellemek, kırıkları önlemek ve sağlık bakım giderlerini azaltmak için risk faktörlerinin erken tanımlanması ve önleme programlarının geliştirilmesi gereklidir. Tablo 2. Osteoporozda risk faktörleri 1. Yapısal ve Genetik Faktörler 2. Yaşam Biçimi ve Beslenme Yaşlanma Düşük kemik kütlesi Kadın olmak Beyaz ten Erken menopoz Zayıf vücut yapısı Genetik faktörler Sedanter yaşam Kalsiyum ve D vitamininden fakir diyet Aşırı kahve tüketimi Alkol alımı Sigara tüketimi Aşırı tuz, protein alımı İlaçlar (kortikosteroid, tiroid ekstreleri, heparin, 4 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 3. Tıbbi Koşullar 4. Çevresel Faktörler diüretik vb ilaçların kullanımı) Cerrahi menopoz Malabsorbsiyona neden olan gastrointestinal sorunlar Kronik böbrek yetmezliği Hiperparatiroidizm Kaygan ve ıslak zeminler Kötü hava koşulları Yetersiz aydınlatma Alışılmamış merdiven ve yer döşemeleri Yerde takılacak kordon, parça halı vb bulunması Osteoporozda klinik belirtilerin veya komplikasyonların gelişiminden önce genellikle uzun süren sessiz bir dönem izlenmektedir. Bu dönem asemptomatik dansitometrik osteoporoz olarak adlandırılmaktadır. Tesadüfen veya genel vücut taraması sırasında dansitometrik incelemeler yapılırsa saptanabilir. Bu dönemde tanı konması çok önemlidir. Osteoporoza bağlı klinik bulgular sırt ağrısı, boy kısalması, spinal deformiteler, peridontal hastalıkların varlığı, ağrı ve kırıklardır. Ağrı, osteoporozda klinik bulgular arasında yer alan önemli bir faktördür. Osteoporoza bağlı gelişen postür bozuklukları, ligamentlerde gerilme veya kronik vertebra kırıkları nedeniyle ağrı ortaya çıkabilmektedir. Sıklıkla hareket veya ağırlık kaldırma sırasında belirginleşen künt karakterdedir. Kemiklerin palpasyon ve perküsyonu ağrılı olabilir. Osteoporotik kırıklar genellikle trabeküler kemiğin baskın olduğu vertebra, kalça ve ön kol bölgelerinde görülür. Vertebra kırıkları en sık olarak T12 veya L1 bölgelerinde lokalize olur. Bu bölgelerin dışında diğer alanlarda da osteoporoza bağlı kırıklar oluşabilmektedir. Vertebral kırıklar asemptomatik olabilir ve genellikle farkına varılmadan ortaya çıkar. Minimal travma ile veya kendiliğinden vertebral kırıklar oluşabilmektedir. Kompresyon kırıkları boy kısalmasına neden olmaktadır. Multiple kırığı olan hastalarda alt kostaların kristalara yaklaşması ile torako-abdominal deformiteler intratorakal ve intraabdominal organlarda fonksiyon kaybı gelişebilmektedir. Nefes darlığı, egzersiz kapasitesinde azalma, konstipasyon ve nadir olarak sinir kökü basıları ortaya çıkmaktadır. Osteoporotik kırıklarda ağrı ile gelişen psikolojik faktörlerin yanında sosyoekonomik problemler de hastanın yaşam kalitesini olumsuz yönde etkiler. Bunlara ek olarak uyku bozuklukları, iştahsızlık, yorgunluk, sosyal ortamda bozukluk, ölüm korkusu gibi sorunlar da eklenebilmektedir. Osteoporozda Rehabilitasyon Osteoporozun rehabilitasyonu kemik kütlesini arttırmaya, komplikasyonları önlemeye ve tedavi etmeye yönelik multidisipliner tedavi yaklaşımlarından oluşmaktadır. Osteoporozun tedavisindeki amaçlar; Ağrıyı azaltmak ya da gidermek Düşmeleri önleyerek, kırık riskini azaltmak Gelişebilecek sakatlıkları önlemek ve Yaşam kalitesini yükseltmektir. 5 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Rehabilitasyon programı 3 bölümde ele alınabilir: Ağrının giderilmesi Fiziksel restorasyon Fonksiyonel yetersizliklerin önlenmesi Akut ağrıda yatak istirahati, basit analzejikler, yüzeyel ısı ajanları, elektroterapi modaliteleri, masaj, izometrik egzersizler, vücut mekanikleri eğitimi ve uygun ergonomik tasarımlar önerilmektedir. Kronik ağrının oluşmasında boyda ve paraspinal kaslarda kısalma önemli nedenlerdendir. Kronik ağrının tedavisinde hasta eğitimi, gerekirse gövde korseleri, kişiye uygun egzersiz uygulamaları ve kompresyon kırıklarına yol açabilecek aktivitelerin kısıtlanması gereklidir. Osteoporozda fiziksel kayıpların giderilmeye çalışılması aşamasında dengeli beslenme programı, egzersiz, destekleyici yardımcı cihazlar ve medikal tedavi bir bütün olarak ele alınmalıdır. Gelişebilecek fonksiyonel yetersizliklerin önlenmesindeki temel ilkeler hastanın ve ailesinin bilgilendirilmesi, ev içi ortamın düzenlenmesi, düşme için risk faktörlerinin önlenmesi, günlük yaşam aktivitelerini kolaylaştıracak yardımcı cihaz araçlarının kullanımı ve bilinçli beslenme olarak özetlenebilir. Osteoporozda Fiziksel Aktivite ve Egzersiz Osteoporoz rehabilitasyonunda fiziksel aktivite ve egzersizin önemli bir yeri vardır. Çalışmalar, sağlıklı erişkinlerde yatak istirahatı ile ayda % 0,5-1 KMY azaldığını göstermektedir. Fiziksel aktivite ve egzersiz ile kemiğe uygulanan mekanik güç osteoblastik aktiviteyi artırmaktadır. Düzenli fiziksel aktivite ve egzersizin, kemik kütlesini koruyarak, düşme insidansını azaltarak kırıkların azalmasında yardımcı olduğunu gösteren birçok çalışma bulunmaktadır. Egzersiz ayrıca östrojen artışına katkıda bulunmakta, insülin ve androjen gibi intrinsik endokrin faktörleri serbestleştirerek kemik ve kasın güçlenmesine neden olmaktadır. Özetle fiziksel aktivite ve egzersiz; Kemik kütlesini ve kas gücünü artırarak kırık riskini azaltır. Kas kuvvetini artırarak denge, koordinasyonu geliştirir ve iskelet desteği sağlar. Denge ve koordinasyonu artırarak düşme riskini azaltır. Eklem fleksibilite ve stabilitesini artırır. Postürü koruyarak deformiteleri engeller. Kardiorespiratuar dayanıklılığı artırarak genel performansı yükseltir. Psikososyal güvenini arttırır. Yaşam kalitesini arttırır. Osteoporoz için önerilen çeşitli egzersiz türleri vardır. Bunlar; Esneklik egzersizleri: Germe ve gevşeme şeklinde uygulanır. fleksibilitesini sağlayarak düşme ve yaralanma riskinden korumaktadır. 6 Eklemlerin Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Denge ve koordinasyon egzersizleri: Günlük yaşam aktiviteleri sırasında sürdürülmesine ek olarak beklenmedik eksternal dengeyi bozan kuvvetlere karşı koyabilme yeteneği, reaktif postüral kontrol ve bağımsız yaşam için önemlidir. Düşme riskinin azaltılmasıyla kırık insidansında azalma sağlamaktadır. Aerobik egzersizler: Vücut ağırlığı ile yapılan aktivitelerdir. Step yapmak, dans etmek, tempolu yürüyüş, merdiven inip çıkmak gibi aktiviteler bu grupta yer almaktadır. Ayağın yer ile temas ettiği anda kemikte oluşan impuls ile osteoblastik aktivitede ve kemik mineral yoğunluğunda artış sağlanarak kemik kalitesinde olumlu değişiklikler olduğu bildirilmektedir. Bu tür egzersizler özellikle kalça ve omurga kemikleri için yararlıdır. Aerobik egzersizlerin denge ve koordinasyon üzerine de olumlu etkileri vardır. Aerobik egzersiz programı ısınma, soğuma, germe ve solunum egzersizlerini de içermelidir. Yüksek etkili egzersizler: Kolları yukarı doğru uzatarak zıplama veya kollar yanda iken kolları ve bacakları yana açarak zıplama hareketleri olarak yapılabilmektedir. Fakat postmenopozal dönemde eklem sorunları ve düşme riski açısından bu egzersizlerin premenopozal dönemde ya da postmenopozal dönemde ilk 12 haftalık germe, kuvvetlendirme ve denge egzersizlerinden sonra başlanması uygundur. Yapılan bir çalışmada postmenopozal kadınlarda zıplama egzersizleri ile femur boynunun KMY değerlerinde artış sağlandığı bildirilmiştir. Kuvvetlendirme (Progresif-Resistif) egzersizler: Elde taşınan ve ağırlık miktarı giderek artırılan ağırlıklar ile yatarak veya oturarak yapılan egzersizlerdir. Egzersizler haftada 3 gün 45-60 dakika yapılmalıdır. Egzersiz programına tempolu yürüyüşler de eklenmelidir. Özellikle alt ekstremiteler için uygulanan egzersizler mobilite, denge ve düşmelerin önlenmesi açısından önemlidir. Postür egzersizleri: Osteoporotik hastalarda azalmış kas kuvveti ile ilişkili olduğu belirtilen kifoza bağlı olarak yerçekim merkezindeki değişimler sonucu denge bozulmakta ve düşme riskinde artma olmaktadır. Postür egzersizleri kifoz gelişimini engelleyerek düşmeleri ve vertebra kırık riskini azaltmaktadır. Tai-Chi-Chuan Egzersizleri: Gövde ve ekstremitelerin devamlı, yavaş, koordineli ve ritmik izometrik ve izotonik segmental hareketleri şeklindedir. Birçok yöne ağırlık aktarma, postür düzgünlüğü hakkında bilinci artırma, hareketlerin çok yönlü koordinasyonu ve düzenli solunumdan oluşur. Kemik kütlesine karşı koruyucu etkisi yanında, nöromusküler koordinasyon, kas kuvveti, esneklik ve endurans üzerine olumlu etkileri vardır. Klinik Pilates Egzersizleri: Pilates egzersizleri kuvvetlendirme ve fiziksel uygunluk eğitimi, jimnastik, kendine güven ve dansın kombinasyonundan oluşmuştur. Başlangıç seviyesinden ileri seviyeye kadar uzanan toplam sayısı 500 kadar germe ve kuvvetlendirme egzersizini içermektedir. Çalışma temelde 2 şekilde olabilir: 1. Pilates met çalışması 2. Pilates cihazları ile çalışma Her egzersizde nefes kontrolünü ve vücudun farkındalığını öğreten, kassal ve zihinsel gevşemeyi bir arada sağlayan, fizyoterapistlerce uygulanan, kliniğe uyumlu Pilates egzersizleri kassal kuvvet ve dayanıklılığı geliştirmek için önerilen bir egzersiz yaklaşımıdır. Postmenopozal osteoporozu olan kadınlarda Angın E. tarafından yapılan bir çalışmada pilates grubundaki bireylerde fonksiyonel düzeyin arttığı bulunmuştur. Kas kuvveti ve esneklik değerlerinde artış, kas kısalıklarında ve ağrılarında azalma elde edilmiştir. Ayrıca egzersiz sonrası pilates grubunda T-skor değerlerinde azalma, KMY değerlerinde artış bulunmuştur. 7 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Egzersiz öncesi tespit edilen postüral hatalarda egzersiz sonrası kısmi azalmalar ve yaşam kalitesinde artışlar tespit edilmiştir. Pilates egzersizlerini uygularken egzersiz çemberi, dirençli bantlar, toplar, ağırlıklı toplar gibi yardımcı cihazlardan yararlanılmaktadır. Klinik Pilates Egzersizlerinin Genel Prensipleri Konsantrasyon Solunum Merkezde odaklanma Kontrol Kararlılık Harekette akışkanlık İzolasyon Fizyoterapistler tarafından yapılan değerlendirmeler ışığında risklerden arındırılmış, hastalık grubuna özel planlanmış ve belirli aşamaları içeren Pilates egzersizlerinin kullanımı son derece önemlidir. Osteoporozun önlenmesinde fiziksel aktivite ve egzersiz önerilmekle birlikte belirlenmiş tek bir egzersiz protokolü bulunmamaktadır. Bu nedenle osteoporoz tedavisinde planlanacak egzersizler hastalara özel, dinamik, tekrarlı ve düzenli olmalıdır. Kemik mineral dansitesini artırmada egzersizin türü, süresi, sıklığı, yoğunluğu kadar hangi vücut bölgesine yönlendirildiği de önemlidir. Kemikler üzerine yük bindiren egzersizler yanında düşmelerin etkisini azaltmak amacıyla yatak yüksekliğini azaltma, yatak çevresindeki zeminin yumuşak materyallerle kaplanması ve kalçalara (trokanterler üzerine) takılan sünger destekler düşmeye bağlı kırıkları azaltmada etkilidir. Ayrıca aydınlık ve trabzanlı merdivenlerin kullanımı, kaygan olmayan zeminlere ağırlık verilmesi ya da özellikle küçük halıların altlarına yerleştirilen kaydırmaz altlıkların kullanımı, koridorlar, tuvalet ve banyoda uygun yerlere yerleştirilmiş barların bulundurulması da ev içinde alınabilecek önlemler arasındadır. Ev dışında ise baston, vb. yürüme yardımcılarının kullanılması, geniş tabanlı, kaygan olmayan ayakkabıların kullanımı, yanında el feneri bulundurulması, toplu taşıma araçlarında dikkatli olunması ve gerekirse yardım istenmesi önemlidir. Osteoporozun önlenmesi ve tedavisinde kalsiyum emilimini artıran ve atılımını azaltan faktörler üzerinde durulmalıdır. İntestinal kalsiyum emilimini azaltması nedeniyle sigara içilmemesi de önemlidir. Benzer şekilde alkol tüketiminin de sınırlı tutulması gereklidir. Haftada 207 ml veya daha fazla alkol tüketimi kemik kaybını artırmaktadır. Aşırı kafein alımı da, özellikle yaşlı kadınlarda, kalça kırığı riski ile korelasyon göstermektedir. Primer osteoporozda besinsel yetersizlikten dolayı hücre aktivasyonu azalmaya eğilim gösterir ve böylece kemik kütlesi olumsuz yönde etkilenir. Bu aktivitenin temelini kalsiyum ve D vitamini oluşturmaktadır. Risk faktörlerinin azaltılması için, her gün yeterli miktarda kalsiyum (1000–1500 gr/gün) ve D vitamini (400–800 gr/gün) alınmalıdır. Yerleşmiş osteoporozda ise bu oranlar artırılmalıdır. 8 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar 1. Liu, P., Brummel-Smith, K., Ilich, J.Z. (2011) Aerobic Exercise and Whole-Body Vibration in Offsetting Bone Loss in Older Adults. Journal of Aging Research. 2. Uysal, A.R. (2008) Osteoporoz Fizyopatolojisi. Turkiye Klinikleri J Orthop TraumatolSpecial Topics, 1 (3), 1-11. 3. Ovayolu, N., Tascı, S., Ucan O. (2007) Osteoporozda Risk Faktörleri ve Korunmanın Önemi. Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi, 2 (6), 73-86. 4. Tuncer, T. (2010) Osteoporoz. Turkiye Klinikleri J Orthop Travumatol-Special Topics, 3 (2),47-55. 5. Yavuz, D. (2011) Osteoporoz: Epidemiyoloji, Klinik ve Tanı. Turkiye Klinikleri J Endocrin-Special Topics, 4 (2), 28-32. 6. Kutsal, Y.G. (2009) Osteoporoz Ozel Sayısı-Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Dergisi, Ankara: Turkiye Klinikleri. 7. Levine, J.P. (2011) Identification, Diagnosis and Prevention of Osteoporosis. Am J Manag Care, 17 (6), 170-176. 8. Sutcliffe, A. (2006) Osteoporosis: A Guide for Health-care Professionals.England: Whurr Publishers Limited. 9. Ataman, S., Yalçın, P. (2012) Romatoloji, Özyurt Matbaacılık, Ankara. 10. Baysal, O. (2009) Osteoporozda Egzersizin Onemi. Turkiye Klinikleri J PMR-Special Topics, 2 (1), 62-67. 11. Swaim, R.A., Barner, J.C., Brown, C.M. (2008) The Relationship of Calcium intake and Exercise To Osteoporosis Health Beliefs in Postmenopausal Women. Research in Social and Administrative Pharmacy, 4 (2), 153-163. 12. Phrompaet, S., Paungmali, A., Pirunsan, U., Sitilertpisan, P. (2010) Effects of Pilates Training on Lumbo-Pelvic Stability and Flexibility. Journal of Sports Medicine, 2 (1),1622. 13. Wayne, P.M., Kiel, D.P., Krebs, D.E., Davis, R.B., Savestsky-German, J.,Connelly, M. ve diğerleri. (2007) The Effects of Tai Chi on Bone Mineral Density in Postmenopausal Women: A Systematic Review. Arch Phys Med Rehabil, 88 (5), 673-680. 14. Daniels, D.M.A. (2005) Exercises For Osteoporosis. Canada: Hatherleigh Press. 15. Bianchi, M.L., Orsini, M.R., Saraifoger, S., Ortolani, S., Radaelli, G., Betti, S. (2005) Quality of Life in Postmenopausal Osteoporosis. Health and Quality of Life Outcomes, 78 (3). 16. Angın, E., Erden, Z. (2009) The Effect of Group Exercise on PostmenopausalOsteoporosis and Osteopenia. Acta Orthop Traumatol Turc, 43 (3), 343-350. 9 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 17. Sinaki, M. (2007) The Role of Physical Activity in Bone Health: A New Hypothesis To Reduce Risk of Vertebral Fracture. Phys Med Rehabil Clin N Am, 18 (3), 593-608. 18. Ağıl, A., Abıke, F., Daskapan, A., Alaca, R., Tuzun, H. (2010) Short-Term Exercise Approaches on Menopausal Symptoms, Phychological Health and Quality of Life in Postmenopausal Women. Obstetrics and Gynecology International. 19. Kemmler, W., Stengel, S., Bebenek, M., Engelke, K., Hentschke, C., Kalender, W.A. (2011) Exercise and Fractures in Postmenopausal Women: 12-year Results of the Erlangen Fitness and Osteoporosis Prevention Study(EFOPS). Osteoporosis International, 23 (4), 1267-1276. 20. Matos, O., Silva, D.J., Oliveira, J.M., Castelo-Branco, C. (2009) Effect of Specific Exercise Training on Bone Mineral Density in Women With Postmenopausal Osteopenia or Osteoporosis. Gynecologial Endocrinology, 25 (9), 616-620. 21. Doğu, B., Sodemir, R., Yamac, S., Yılmaz, F., Kuran, B. (2010) Osteoporotik Kalca Kırığı ile Đliskili Risk Faktorlerinin Değerlendirilmesi. Osteoporoz Dunyasından, 16, 13-16. 22. Madureira, M.M., Bonfa, E., Takayama, L., Pereira, R. (2010) A 12-month Randomized Controlled Trial of Balance Training in Elderly Women With Osteoporosis: Improvement of Quality of Life. Maturas, 66 (2), 206-211. 23. Arnold, C.M., Busch, A.J., Schanchter, E.L., Harrison, E.L., Olszynski, W.P.(2008) A Randomized Clinical Trial of Aquatic Versus Land Exercise to Improve Balance, Function, and Quality of Life in Older Women With Osteoporosis. Physiother Can, 60 (4), 296-306. 24. Schmitt, N.M., Schmitt, J., Doren, M. (2009) The Role of Physical Activity in the Prevention of Ostoporosis in Postmenopausal Women- An Update.Maturas, 63 (1), 34-38. 25. Angın E. Postmenopozal Osteoporozlu Kadınlarda Pilates Egzersizlerinin Kemik Mineral Yoğunluğu, Fiziksel Performans ve Yaşam Kalitesi Üzerine Etkileri. Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Programı. Doktora tezi., 2012. 10 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KADIN VE KALP DAMAR HASTALIKLARI Arzu DAŞKAPAN1 Özet Kalp damar hastalıkları, son yıllarda dünya genelinde en önemli ölüm ve özür nedeni haline gelmiştir. Kadınlar arasında kalp krizi, inme ve kalp damar hastalıkları ile ilişkili problemlere bağlı ölümler, tüm kanser türlerine bağlı ölümlerin yaklaşık iki katıdır. Özellikle menopozun erken dönemlerinde kalp hastalıklarına bağlı ölüm riskinin daha yüksek olduğu bildirilmektedir. Kalp damar hastalıkları gelişimi ilişkili faktörler, lipit profilinin bozukluğu, hipertansiyon, sigara kullanma, stres, diyabet hastalığı, obesite fiziksel inaktivite, kötü beslenme alışkanlıkları ve aşırı alkol tüketimidir. Türk kadınlarında; yüksek kolesterol düzeyi, hipertansiyon, diyabet ve obesite ön sıralardadır. Kalp damar hastalıkları gelişiminde rolü olduğu saptanan psikolojik risk faktörleri; A Tipi kişilik davranışı, depresyon ve anksiyete, sosyal destek eksikliği, sosyal izolasyon ve kronik iş stressidir. Kadınların kalp sağlığını korumak adına, atılması gereken ilk adım kadınların kalp hastalıkları hakkındaki farkındalık ve bilgi düzeyini artırmaktır. Farkındalık düzeyini artırmada toplum temelli müdahale programları etkin olabilmektedir. Kadın gruplarına yönelik müdahale programlarının yaygınlaştırılmalı ve programların ardından sonuçları değerlendirilmelidir. Anahtar Kelimeler: Kadın sağlığı, kalp ve damar hastalığı KADIN VE KALP DAMAR HASTALIKLARI Kalp damar hastalıkları (KDH) terimi, sıklıkla halk arasında “damar sertliği” kelimeleriyle ifade edilen aterosklerozisle ilişkili olarak gelişen kalp ve kan damar sisteminin hastalıklarını kapsamaktadır. Kalp damar hastalıkları, son yıllarda dünya genelinde en önemli ölüm ve özür nedeni haline gelmiştir. Göğüs kanseri, kadınlar için en büyük sağlık kaygısı olarak düşünülmektedir. Ancak, yapılan bazı araştırmaların sonuçlarına göre: kadınlar arasında kalp krizi, inme ve KDH ile ilişkili problemlere bağlı ölümler, tüm kanser türlerine bağlı ölümlerin yaklaşık iki katıdır. Ülkemizde yapılan çalışmaların sonuçlarına göre Türkiye’de KDH ile ilişkili ölüm oranında artma vardır; bu oran 1960’ ta % 20 iken, 1990’ da % 40-50’ye ulaşmıştır. Öte yandan menopoz öncesi yaşlardaki Türk kadınlarında kalp hastalığına bağlı özür ve ölümlerin, aynı yaş grubundaki erkeklerle benzer olduğu rapor edilmektedir. Ülkemizdekine benzer olarak ABD, Çin, Avustralya ve Hindistan gibi değişik ülkelerde yaşayan kadınlar arasında da kalp hastalıkları ve ilişkili ölümlerin arttığı rapor edilmektedir. Artık kalp hastalıklarının kadınlar için ciddi bir sağlık problemi haline geldiği vurgulanmaktadır. 1 Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü, eposta: [email protected] 11 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KDH nın gelişimi ve ilerlemesi ile kesinlikle ilişkili olduğu belirlenen faktörler vardır. Bu faktörler arasında lipit profilinin bozukluğu, hipertansiyon, sigara kullanma, stres, diyabet hastalığı, obesite (özellikle karın bölgesinde yağ birikimi) fiziksel inaktivite, kötü beslenme alışkanlıkları ve aşırı alkol tüketimi yer almaktadır. Bahsedilen risk faktörleri her iki cinsiyet için benzer etkilere sahiptir. Ancak iki cinsiyet arasında yapısal farklılıklar mevcuttur. Kadınların atardamar çapları erkeklerden daha küçük olduğu için daha farklı damar tıkanıklığı şekleri gelişmektedir. Bunun yanı sıra son yapılan araştırmalarda kadınlarda yüksek C-reaktif protein, homosistein ve lipoprotein-a değerleri de kalp damar hastalığı gelişimi için risk faktörü olarak belirlenmiştir. Bazı risk faktörlerinin kadınlarda KDH gelişimi üzerindeki etkileri biraz daha önemlidir. Diyabet hastalığının varlığı KDH riskini erkeklerde 2-3 kat, kadınlarda ise 3-7 kat artırmaktadır. Hipertansiyon, 65 yaş ve üstündeki dönemde, kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Raporlara göre hipertansiyonu olan dört kadından üçü tansiyon probleminin farkındadır ancak dört kadından sadece biri tansiyonu kontrol etmek için çaba göstermektedir. Sigara içme 50 yaş altındaki kadınlarda KDH nın en önemli nedenidir. Sigara içme prevelansı erkeklerde kadınlardan daha yüksek olmakla beraber, sigara kullanım oranında azalma kadınlar arasında daha düşüktür. Bir araştırma sonrasında günde 1-4 kadar az sigara içen bir kadında bile hiç içmeyene kıyasla, KDH na bağlı ölüm veya kalp krizi riski iki kat daha yüksektir. Kadınlarda sigara içimi kan lipit değerlerini olumsuz yönde etkilemektedir. Doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda sigara ile ilişkili KDH risklerinin daha yüksek olduğu belirtilmektedir. Kadınlardaki lipit değerlerindeki değişim profilleri erkeklerden farklıdır. 65 yaş ve altı kadınlarda düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) düzeylerinin yüksekliği ile KDH riski arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. 65yaş ve üzerindeki kadınlarda yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) düzeylerinin düşük olması erkeklere kıyasla daha büyük bir risk olarak ele alınmaktadır. HDL “iyi kolesterol” olarak bilinmektedir. Obesite her iki cinsiyet için önemli bir KDH risk faktörüdür. Obesitenin ilerleyen dönemde kadınlar için daha ciddi bir risk faktörü haline gelmesinden endişe edilmektedir. Kadınlarda obesiteye yol açan nedenlerin başında kötü beslenme alışkanlıkları ve fiziksel aktivite yetersizliği geldiği bildirilmektedir. Obes kadınlarda hipertansiyon, diyabet ve lipit profilinde bozulma riskinin de arttığına dikkat çekilmektedir. Türk kadınlarındaki KDH risk faktörleri irdelenecek olursa; yüksek kolesterol düzeyi, hipertansiyon, diyabet ve obesite en ön sıralarda yer almaktadır. KDH nın gelişimi ile ilgili olarak 1950 li yılların sonlarından itibaren, psikososyal risk faktörlerine de değinilmektedir. KDH gelişiminde rolü olduğu saptanan risk faktörleri; A Tipi kişilik davranışı (agresif, aceleci ve rekabetçi kişilik davranışları), depresyon ve anksiyete, sosyal destek eksikliği, sosyal izolasyon ve kronik iş stressidir. İşle ilişkili olaylara benzer olarak ev yaşantısı ile ilişkili olayların da kadınların kalp damar sağlığı açısından önemli olduğuna işaret edilmektedir. Öte yandan, kadınların psikososyal risk faktörlerine karşı erkeklerden daha duyarlı oldukları bildirilmektedir. Kadınlarda öncelikle risk faktörlerinin varlığı değerlendirilmeli ardından var olan faktörler bütüncül olarak ele alınıp, bu faktörlerin kontrol alınması konusunda kadınlara eğitim verilmesi gerekmektedir. Kadın hayatında özel ve karmaşık bir süreç olan menopoz kalp hastalıklarının önlenmesi açısından önemli bir dönemdir. Çünkü KDH, çoğunlukla ve özellikle de sigara içmeyen 12 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- kadınlarda menopoz öncesi dönemde gözlenmez. KDH görülme oranı 45-54 yaş arasında, bir başka ifade ile menopozun başladığı dönemde artmaktadır. Kalp hastalıklarındaki artışın, menopoza girmiş kadında, endojen üreme hormonlarının koruyucu etkisinin azalmasıyla ilişkisi olduğu gösterilmektedir. Özellikle menopozun erken dönemlerinde kalp hastalıklarına bağlı ölüm riskinin daha yüksek olduğu bildirilmektedir. Aktif sigara içici olma, bahsedilen riski daha fazla artırmaktadır. Obesite, diyabet, depresyon ve egzersizden uzak kalma gibi diğer risk faktörleri de menopoz döneminde ortaya çıkabilmektedir. Bu dönemde kadına kazandırılacak düzenli egzersiz yapma alışkanlığı KDH gelişimini önleme ve KDH ile ilişkili risk faktörlerinin kontrol altına alma yolu ile anlamlı bir koruyucu etki sağlamaktadır. Kalp hastalıklarının teşhisi, tedavisi ve önlenmesi ile ilgili olarak kadınlar ve erkekler arasında biyolojik ve cinsiyete dayalı farklar vardır. Son yıllarda KDH risk faktörlerinin kontrolü ve KDH na yönelik ilaç alanındaki gelişmelere rağmen, erkeklerle kıyaslandığında; kadınların yaşam süresindeki artışın memnun edici düzeyde olmadığı belirtilmektedir. Literatürde belirtildiğine göre 1980’ li yıllardan günümüze dek kadınlar kalp hastalığının ciddiyeti konusunda yeterince farkındalık düzeyine sahip değildirler. Kalp hastalıklarının kadınlardaki prognozu erkeklerden daha kötüdür. Kadınlarda, erkeklere kıyasla daha geç yaşlarda kalp hastalığı ortaya çıkmaktadır. İleri yaş kadınlarda ise kalp hastalığına diyabet, hipertansiyon, kolesterol yüksekliği vb. başka problemlerin eşlik ettiği görülmektedir. Bu faktörlerde kadınların prognozunu olumsuz etkilemekte ve kalp hastalığı karşısında erkeklere göre dezavantajlı bir konumda yer almaktadırlar. Kadınlarda kalp hastalığının belirtileri de erkeklerden farklı olabilmektedir. Örneğin kalp krizi için yaygın ve tanımlayıcı bir belirti olan göğüs ağrısı, yerine kadınlarda sırt ağrısı, göğüste yanma, karın bölgesinde rahatsızlık, bulantı, nefes darlığı ve yorgunluk gibi belirtiler gözlenebilmektedir. Birçok kadın kalp hastalığının habercisi sayılabilecek belirtilerin önemsiz olduğunu düşünebilmektedir. Kadınların kendi sağlıklarını önemsemeyip, diğer aile bireylerinin sağlığına daha fazla özen gösterdikleri rapor edilmektedir. Dolayısıyla, erken dönemde hastaneye başvurmayan kadınlarda, kalp hastalıklarının başlangıç döneminde kontrol altına alınması mümkün olmamakta ve daha yüksek ölüm oranları kaydedilmektedir. Çalışmaların sonuçlarına göre; kadınlar kalp hastalığı tanısı aldıktan veya kalp krizi geçirdikten sonra, duygusal ve psikososyal yönden erkeklerden daha fazla problemler yaşamakta ve hastalıkla baş etme konusunda erkeklerden daha az başarılı olmaktadırlar. Kalp hastası olan kadınlar arasında depresyona çok sık rastlanmakta ve hastanın depresyonla ilişkili olarak yaşam kalitesi daha da azalmaktadır. Düzenli egzersiz programlarına katılım ve daha aktif bir yaşam tarzının kalp hastası kadınların gerek hastalığın kendisi gerekse depresyon gibi psikolojik problemlerin üstesinden gelmede iyi bir yöntem olduğu belirtilmektedir. Kadınlarda KDH’ nın tedavisinden ziyade önlenmesi daha önemlidir. Kadınların kalp hastalığından korunması amacıyla öncelikle KDH gelişimi ile ilgili bahsedilen risk faktörleri belirlenmelidir. Ardından saptanan faktörlerin ortadan kaldırılması veya kontrol altına alınması için kişinin yaşam tarzı değiştirilmeli ve sağlıklı alışkanlıklar kazandırılmalıdır. Sağlıklı yaşam tarzının yapıtaşı olarak düzenli egzersiz alışkanlığı kazandırılmalıdır. Düzenli egzersiz obesite, hipertansiyon, diyabet gelişim riskini azaltmak gibi biyolojik risk faktörlerini kontrol altına almanın ötesinde stresi ve olumsuz kişilik davranışlarını azaltarak psikososyal risk faktörlerinin kontrol altına alınmasında da etkilidir. Kadınlar arasında kalp hastalığı sıklığını ve hastalığın olumsuz sonuçlarını azaltabilmek için kadınlara özel kalp hastalığı ile ilgili rehberler, kitapçıklar hazırlanması gerektiğine 13 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- değinilmektedir. Bu yazılı materyallerin kolay anlaşılır olması ile daha eğitici nitelik kazanabileceği vurgulanmaktadır. Kadınların kalp sağlığını korumak adına, atılması gereken ilk adım kadınların kalp hastalıkları hakkındaki farkındalık ve bilgi düzeyini artırmaktır. Farkındalık düzeyini artırmada toplum temelli müdahale programlarının etkin olabileceği kaydedilmektedir. Kadın gruplarına yönelik müdahale programlarının yaygınlaştırılması ve programların ardından sonuçlarının değerlendirilmesi gereklidir. Kaynaklar 1. Banks AD. Women and heart disease: missed opportunities. J Midwifery Womens Health 2008; 53: 430-439. 2. Starmba-Badiale M; Fox KM; Priori SG et al. Cardiovascular disease in women: a statement from the policy conference of the European Society of Cardiology. Eur Heart J 2006; 27: 994-1005. 3. Perry CK; Rosenfeld AG. Learning through connections with others: women’s cardiac symptoms. Patient Educ Couns 2005; 57(1): 143-146. 4. Mosca L; Ferris A; Fabunmi R et al. Tracking women’s awareness of heart disease: An American Heart Association national study. Circulation 2004; 109: 573-579. 5. American Heart Association Web site. Facts about women and cardiovascular diseases. Available at: www.americanheart.org/presenter.jhtml?identifier=2876 Accessed August 8, 2006. 6. Yalçın M; Bardak M. Health Statistics 1996. Republic of Turkey Ministry of Health, Research Planning and Coordination Committee. Ankara 1970. 7. National Institutes of Health, National Heart, Lung and Blood Institute. Heart disease deaths in American women decline. February 1, 2007. http: //www.nih.gov/news/pr/feb2007/nhlbi-01.htm. Accessed July 18, 2007. 8. Onat A; DursunoğluD; Sansoy V. Relatively high coronary death and event rates in Turkish women; Relation to three major risk factors in five year follow-up cohort. Int J Cardiol 1997; 61: 69-77. 9. New Zealand Health Information Statistics. 2003; 7th May 2003. Mortality statistics: Totals for 1998 and 1999; (Website) New Zealand Health Information Services. Available: http://www.nzhis.govt.nz/stats/mortstats.html [2004, 12.5.04] 10. Australian Institute of Health and Welfare. Australian Institute of Health and Welfare National Mortality Database. Department of Health and Human Services. Canberra, Australia: Australian Institute of Health and Welfare. 1999. 11. Mosca L: Novel cardiovascular risk factors: Do they add value to your practice? Am Fam Physician 2003; 67: 264. 14 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 12. Möller-Leihmkühler AM Women with coronary artery disease and depression: A neglected risk group. The World Journal of Biological Psychiatry, 2008; 9(2): 92-101. 13. Bello N; Mosca L. Epidemiology of coronary heart disease in women. Prog Cardiovasc Dis 2004; 46: 287- 295. 14. Thomas RJ; Houston Miller N; Lamendola C et al. National survey on gender differences in cardiac rehabilitation programs. J Cardiopulm Rehabil. 1996; 16: 402-412. 15. Cannistra LB; O’Malley CJ; Balady GJ. Comparison of outcome of cardiac rehabilitation in black women and white women. Am J Cardiol 1995; 75: 890-893. 16. Sasaki J; Kita T; Mabuchi H et al. Gender difference in coronary events in relation to risk factors in Japanese hypercholesterolemic patients treated with low-dose simvastatin. Circ J 2006; 70: 810–814. 17. Unal B; Critchley JA; Capewell S. Explaining the decline in coronary heart disease mortality in England and Wales between 1981 and 2000. Circulation 2004;109:1101–1107. 18. Castelli WP. Cardiovascular disease: pathogenesis, epidemiology, and risk among users of oral contraceptives who smoke. Am J Obstet Gynecol 1999; 180: 349- 356 19. Kok HS; van Asselt KM; van der Schouv YT et al. Heart disease risk determines menopausal age rather than the reverse. J Am Coll Cardiol 2006; 47: 1976-1983. 20. Stevenson JC; Crook D; Godsland IF. Influence of age and menopause on serum lipids and lipoproteins in healthy women. Atherosclerosis 1993; 98: 83-90. 21. Polk ND; Naqvi TZ. Cardiovascular disease in women: sex differences in presentation, risk factors, and evaluation. Curr Cardiol Rep 2005; 7: 166- 172. 22. Anand SS; Xie CC; Mehta S et al. Differences in the management and prognosis of women and men who suffer from acute coronary syndromes. J Am Coll Cardiol 2005; 46: 18451851. 23. Jacobs AK; Johnston JM; Haviland A et al. Improved outcomes for women undergoing contemporary percutaneous coronary intervention: a report from the National Heart, Lung, and Blood Institute Dynamic registry. J Am Coll Cardiol 2002; 39:1608–1614. 24. Todaro JF; Shen BJ; Niaura R Do men and women achieve similar benefits from cardiac rehabilitation? J Cardiopulm Rehabil 2004; 24(1): 45-51. 25. Leon AS; Franklin BA; Costa F et al. Cardiac rehabilitation and secondary prevention of coronary heart disease; an American Heart Association scientific statement from the Council on Clinical Cardiology (subcommittee on exercise, cardiac rehabilitation and prevention) and the Council on Nutrition, Physical Activity and Metabolism (subcommittee on physical activity), in collaboration with the American Association of Cardiovascular and Pulmonary Rehabilitation. Circulation 2005; 111: 369-376. 26. Wenger NK; Froelicher ES; Smith LK, et al. Cardiac rehabilitation as secondary prevention. Agency for Health Care Policy and Research and National Heart, Lung and Blood Institute. Clin Pract Guidel Quick Ref Guide Clin 1995; 17: 1-23. 15 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 27. Scottish Guidelines Intercollegiate Network (SIGN). Cardiac rehabilitation. A national clinical guideline. SIGN publication no. 57. Edinburgh: SIGN; 2002. 28. Pazoki R; Nabipour I; Seyednezami N et al. Effects of a community-based heart program on increasing healthy women’s physical activity: a randomized controlled trial guided by Community-based Participatory Research (CBPR) BMC Public Health 2007; 7: 216 doi: 10.1186/1471-2458-7-216. 29. Harrison WN& Wardle SA. Factors affecting the uptake of cardiac rehabilitation services in a rural locality. Public Health 2005; 119: 1016-1022. 30. Jackson L; Leclerc J; Erskine Y et al. Getting the most of out cardiac rehabilitation; a review of referral and adherence predictors. Heart 2005; 91: 10-14. 31. Ziegelstein R; Fauerbach J; Stevens S et al. Patients with depression are less likely to follow recommendations to reduce cardiac risk during recovery from a myocardial infarction. Arch Intern Med 2000; 160: 1818-1823. 32. Heidi HG& Schmelzer M. Influences on women’s participation in cardiac rehabilitation. Rehabil Nurs 2004; 29: 116-121. 33. Brown V; Bryson L; Byles J et al. Women’s health Australia: Recruitment for a national longitudinal cohort study. Women Health 1998; 28(1): 23-40. 34. Rockhill B, Willett WC, Manson JE et al. Physical activity and mortality: a prospective study among women. Am J Public Health 2001; 91: 578-583. 35. Halm M & Denker J Primary prevention programs to reduce heart disease risk in women. Clinical Nurse Specialist 2003; 17(2): 101-109. 16 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- TIBBİLEŞTİRMEYİ KADIN SORUNLARI BAĞLAMINDA DÜŞÜNMEK Seda ATTEPE1 Özet Tıbbileştirme; sağlık alanında bireyleri nesne konumuna getiren bir anlayışı, tıbbi kavramların ve müdahalelerin gündelik hayatın içinde fazlasıyla ve gereksiz bir şekilde yer almasını ve bedenlerin denetim altına alınmaya çalışılmasını ifade eden bir kavramdır. Tıbbileştirmeyi yalnızca sağlık alanı ile sınırlandırmak mümkün değildir, günümüzün medya anlayışı, kozmetik ve ilaç sanayisi gündelik yaşamın tıbbileştirilmesini kolaylaştırmaktadır. Tıbbileştirmenin gündelik hayatın içinde bu denli yer almasından etkilenen önemli bir nüfus grubu olarak kadınların bu süreçten nasıl etkilendiği önemlidir. Bu çalışmada öncelikle tıbbileştirme bir kavram olarak ele alınacak, sonrasında tıbbileştirmenin kadınlara ne sunduğu, kadınların hayatlarını nasıl etkilediğine değinilecektir. Son olarak, tıbbileştirmenin sunduğu olumsuzlukları azaltmak için nelerin yapılması gerektiğine ilişkin çözüm önerilerine yer verilecektir. Anahtar Kelimeler: Tıbbileştirme, kadın, kadın sorunları. Giriş Tıbbileştirme, genel olarak tıbbın bir sosyal kontrol mekanizması olarak işlemesini; gündelik hayatta, medyadaki söylemlerde, sağlık anlayışlarında tıbbi terimlerin büyük oranda yer almasını ve bedenlerin denetim altına girmesini sağlayan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Tıbbileştirmenin çeşitli boyutları olmasının yanı sıra, önemli boyutlarından birini kadın bedeninin denetim altına alınması, toplumsal cinsiyet kalıplarının sürdürülmesi yoluyla kadın üzerinde baskı kurulması olduğu bir gerçektir. Bu çalışmada, tıbbileştirmenin ne olduğuna değinildikten sonra, tıbbileştirmenin kadın sorunları bağlamında nasıl düşünülebileceği tartışılarak çözüme ilişkin öneriler sunulacaktır. Tıbbileştirme: Tıbbın Bir Sosyal Kontrol Mekanizması Olarak İşletilmesi Tıbbileştirme, kelime anlamı olarak “tıbbi yapmak”, “tıbbi etmek” olarak açıklanabilen, 1970’lerde sosyal bilim literatürüne girmiş bir terimdir. Bir konu, problem ya da durumun, tıbbi terimler ve tıbbi dil ile tıbbi çerçeve içinde, tıbbi müdahale ile tedavi edilecek bir durum olarak ifade edilmesidir (Sezgin, 2011: 59). Tıbbileştirme, daha önceden patolojik sayılmayan insan yaşamının bazı yönlerinin tıbbi sorunlar olarak algılanması süreci olarak tanımlanabilir (Maturo, 2012: 123). Görüldüğü gibi, tıbbileştirme yalnızca tıp ya da sağlık sorunları ile ilgili olmayıp, günlük yaşamın çeşitli yönleri ile doğrudan ilgili bir kavramdır. 1 Araştırma Görevlisi, Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected] 17 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Tıbbileştirme ilk olarak sağlıkla ilgili konularda ortaya çıkmaya başlamıştır, daha sonra ise yaşamın çeşitli yönlerine sızmıştır/sızdırılmıştır. Bu noktada tıbbileştirmenin sağlık boyutu ile ilgili olarak Ivan Illich’in Sağlığın Gaspı adlı eserinde belirtmiş olduğu sağlığın tıbbileştirilmesi kavramı karşımıza çıkmaktadır. Ivan Illich, sağlık kavramının bütünüyle tıbbi bir kavram haline gelişini “sağlığın tıbbileştirilmesi” olarak tarif etmektedir (Illich, 1995; akt. Erbaydar, 2002: 53). Sağlığın tıbbileştirilmesi kavramı, insan sağlığının tıbbi model çerçevesinde yani hastalığın “anormal” sayıldığı, insanın sağlıklı olmasının nesnel ölçütlere bağlı olduğu bir kavramsallaştırma içinde ele alınması ile yakından ilişkilidir. Tıbbi modele göre, hastalıkların iç veya dış etkenleri vardır, bu etkenler “sağlıklı” yapıya etki ederek onun “normal” işleyişini bozar. Tıp biliminin uygulayıcısı olan doktorlar ise normal işleyişi bozulan organizmaya uygun müdahaleyi yaparak normal işleyişin yine kazanılmasını sağlarlar (Erbaydar, 2002: 50). Bu bağlamda sağlığın yalnızca tıbbi ölçütlerle ele alındığı ve insanın sağlığı üzerinde söz sahibi olmadığı bir anlayış söz sahibi olmaktadır. Tıbbi model, geçerliliğini yitirmiş gibi görünse de, sağlıkla ilgili kavramsallaştırmaların çoğunda hala etkisini sürdürdüğü bir gerçektir. Sağlığın hala insanın öznel algısından bağımsız, sağlığı ile ilgili kararlara kendisi katılamayan bir anlayış olarak algılandığı bilinmektedir. Bu anlayışın tıbbileştirme yoluyla bir sosyal kontrol mekanizması olarak işlediği söylenebilir. Tıbbileştirme yalnızca sağlığın değil, günlük yaşam pratiklerinin, doğal biyolojik süreçlerin kısacası yaşamın tüm alanlarının tıbbileştirilmesi ile karakterize olmaktadır. Bu noktada sorulması gereken şudur: tıbbileştirme nasıl işlemektedir ki insan sağlığı hakkında karar verememekte, daha da kötüsü tıbbileştirmenin bir parçası olmaktadır? Bu soruya Sezgin (2011)’in bakış açısından yararlanarak cevap vermek mümkündür: Yaşamın doğal süreçleri, bürokratik bir sürece dönüştürüldükçe; birey kendi bedeni hakkında düşünemez, karar veremez hale gelir ve sistem gereği, kendi bedenine ait özgürlüğünü, tıbbın eline teslim eder (Sezgin, 2011: 61). Dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, tıbbın bir kontrol mekanizması olarak bu şekilde işlemesi bir yana, tıp dışında medya, sağlık anlayışları ve gündelik yaşam pratikleri açısından da bireyin kontrol edildiğidir. Günümüzde Sezgin (2011)’in de belirtmiş olduğu gibi, bireyler kim tarafından kontrol edildiklerinin de farkında değildir. Her gün aldığı mesajların kim tarafından neden gönderildiğine ilişkin bir kavrayışı olmadığı gibi sorgulamadan kontrol odaklarının yönlendirdiği gibi davranmaktadır. Bunun nedeni ise, sağlığın toplumsal boyutunun göz ardı edilerek sadece bireyin çabası ile iyileşebileceği ya da toplumsal normlara uyması sonucu sağlıklı kalabileceği anlayışının hakim olmasıdır. Sadece bireysel bir sorun olmayan sağlık konusunun bireysel bir sorun olarak gösterilmesinin gündelik yaşamın hemen her alanının tıbbileştirilmesinin ve sağlık konusunda tıbbi bilginin iktidarının doktorun elinden çoklu kanala geçmesinin ardında, sağlıkları üzerinde söz sahibi olmak isteyen bireylerin denetiminin ve dolayısıyla tıbbi sosyal kontrolün sağlanmaya çalışıldığı söylenmelidir (Sezgin, 2011: 47). Tıbbileştirmeyi ele aldığımızda, tıbbi sosyal kontrol açısından Foucaultcu analizi de incelememiz gerekmektedir. Foucault, tıbbın toplumdaki rolünü anlayabilmek için tıbbı, bedenin yönetim ve gözetimi için daha geniş toplumsal gereksinimin bir parçası olarak görmemiz gerektiği konusunda ısrar etmiştir (Foucault, 1977; akt. Bilton ve diğer., 2009: 363). Bireyin bedeni üzerinde kurulan denetimi Foucault, biyo-iktidar kavramıyla açıklamaktadır. Foucault’ya göre beden politik ve ideolojik kontrol, gözetleme ve düzenlemenin temel noktasıdır (Sezgin, 2011: 47). Biyo-iktidar kavramı iki boyutu ile ele alınmaktadır. Birinci boyut anatomi politiği; yani bedenin disiplin altına alınmasını ikinci boyut ise nüfus politiği, yani bedenin iktidar tarafından denetim altına alınmasını ifade etmektedir. 18 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Birinci boyutta yer alan anatomi politik bedenin tıbbi kontrol mekanizmaları tarafından denetim altına alınmasını ifade etmektedir. Bunun içinde bedenin tıp otoriteleri tarafından sürekli denetlenmesi, sağlık anlayışlarının genç ve güzel kalmayı vurgulaması, bedenin ancak katı bir disiplin içinde sağlıklı kalabileceği inancı vardır. İkinci boyut ise iktidarın nüfus düzenlemelerine doğrudan katılmasını ifade etmektedir. Nüfusun düzenlenmesinde biyolojik faktörlerin değil ideolojik ve politik faktörlerin etkili olması anlamındadır. Sezgin (2011)’in deyişiyle günümüzde beden ticari bir meta olarak denetlenmektedir. Bedenin kontrol yolu tıbbileştirilmiş gündelik yaşam pratikleri ve bireyselleştirilmiş sağlık anlayışıyla formda, zayıf ve genç bedenlere sahip olmaktan geçmektedir. Günümüzdeki sağlık anlayışı, bireylerin sağlıklı olmasının tek koşulunun zayıf ve güzel kalmak olduğunu vurgulamaktadır. Bunun yanı sıra, sağlıkla ilgili bilgilerin medyada sıkça yer alması, ilaç ve medikal yöntemlerin reklamlarla pazarlanması, bireylerin kendi sağlığından sorumlu tutulması da günümüzdeki sağlık anlayışının parçalarıdır. Bu sağlık anlayışının tıbbileştirme ile yakından ilgili olduğu görülmektedir. Sonuç olarak, tıbbileştirmenin sosyal kontrolü sağlamada öncelikle doktorların rolünün ön planda olduğu, sonrasında ise bedenin kontrolünü sağlamada medyanın, ilaç sektörünün, kozmetik sektörünün ve sonunda da bireyin kendi denetiminin etkili olduğu söylenebilir. Sonuç olarak tıbbileştirmenin, sağlık konularının tıbbi kavramlarla ele alınması ve bunun ötesinde gündelik yaşamın tüm yönlerinin tıbbi çerçeve içinde kavranması olarak tanımlanması mümkün olmaktadır. Bu bağlamda bu bildirinin konusunu oluşturan kadınların tıbbileştirmeden nasıl etkilendiklerini ortaya koymak gerekmektedir. Tıbbileştirmenin Kadın Kadınlara Ne Sunuyor? Sorunları Bağlamında Düşünülmesi: Tıbbileştirme Kadınların yaşam süreçleri, erkeklere göre daha fazla tıbbileştirilmeye müsaittir (Sezgin, 2011: 70). Buna neden olarak da, hem egemen söylemin ataerkil yapısı, hem de kadınların doğum, menopoz gibi doğal yaşam süreçlerin tıp profesyonelleri tarafından ele alınması gösterilmektedir. Bu bağlamda egemen söylemin ataerkil yapısına vurgu yapan feminist eleştirinin ne dediğine kulak verecek olursak, feminist eleştirinin, erkek egemen tıp mesleği ve son yarım yüzyıl boyunca adet dönemi, hamilelik ve çocuk doğumu dahil, kadın için doğal olan olayları medikalleştirmiş olması üzerinde yoğunlaştığını görürüz (Bilton, Bonnett, Jones, Lawson, Skinner, Stanworth ve Webster, 2009: 362). Feminist eleştiri, hem tıp mesleğinin erkek egemenliğinde olmasına hem de doğal süreçlerin tıbbileştirmesine tepki vermektedir. Tıp mesleğinin erkek egemenliğinde olmasını ele alacak olursak, öncelikle tıptaki işbölümüne değinmemiz gerekmektedir. Tıpta cinsel işbölümü, kadınların toplumdaki tabiliğini yansıtır. Pek çok kadın tıp alanında çalışmasına rağmen, çoğunluğu, düşük ücretli ve düşük statülü paramedikal ve hastabakıcı olarak çalışmaktadır (Bilton ve diğer., 2009: 362). Bunun yanında erkek ve kadın doktorlar arasında kıyaslama yapıldığında, erkek doktorların daha iyi olarak nitelendiği, erkek doktorlardan daha düşük ücret aldığı da bilinen bir gerçektir. Yine, bazı hastalıkların kadınlara özgü hastalıklar olarak nitelendirildiği görülmektedir. Örneğin cinsel fonksiyon bozukluğunun kadınların suçuymuş gibi gösterilmesi, kadınların cinsel yaşamının sürekli tıbbi pratiğin konusu olarak düşünülmesinin bir ürünüdür. Bu konuda bir başka örnek, depresyondur. Depresyon genel olarak kadınlarda görülen bir hastalık olarak algılanmaktadır. Sosyo-kültürel yapı görmezden gelinerek depresyona daha çok kadınların yakalandığı düşünülmektedir (Yaşar, 2007). Toplumsal yapıdan kaynaklanan nedenlerin göz 19 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ardı edilerek depresyona yakalanmanın kadınların doğal özelliklerinden kaynaklandığı algısı bulunmaktadır. Kadınların doğal yaşam olaylarının tıbbi pratiğin konusu olduğu daha önce belirtilmiştir. Bu anlamda ilk olarak hamilelik ve doğum sürecini ele almak gerekli görülmektedir. Bu konuda öncelik hamile kalmaya karar veren kadınlara aittir. Kadınların hamile kalmadan önce sigara ve alkolden uzak durması, kilo vermesi, düzenli spor yapması gerektiği tavsiyeleri verilmektedir. Sorumluluk müstakbel anneye verilmekte; tıbbileştirilen alan ve süre genişletilmektedir (Sezgin, 2011: 71). Elbette, hamilelik sürecinde sağlığa zarar verebilecek olan maddelerin kullanılması hem anneye hem de bebeğe ciddi zararlar verecektir. Buradaki sorun, hamile kadınların bir nesne haline gelerek uyması gereken normların çoğalması ve uymamaları halinde anneliği hak etmeyeceklerine inanılmasıdır. Doğum, doğum odaları, teknolojik olanaklar, hemşireler ve diğer uygulamalarla tıbbileştirilmeye devam etmektedir (Sezgin, 2011: 71). Doğumun tıbbi olanaklarla gerçekleşmesi gerektiği bilinmektedir, ancak doğumun tıbbileştirilmesi, doğumla ilgili artan tıbbi ilgi, sezaryen oranlarının artması, doğum sürecinde annenin yapması gerekenlerle ilgilidir. Kadınla ilgili sağlık sorunlarının tıbbileştirilmesine bir başka örnek adet döneminin ve menopozun tıbbileştirilmesidir. Kadınların adet öncesi uyumsuz ve normal olmayan davranışlar sergileyebildikleri vurgulanarak adet döneminin tedavi edilmesi gereken tıbbi bir durum olarak kabul edilmesi gerektiği düşünülmektedir (Sezgin, 2011: 70). Menopoz ise yirminci yüzyılın ortalarından itibaren, ruhsal ve bedensel olumsuz etkileri bilgisi ile yayılmıştır (User, 2010: 144; akt. Sezgin, 2011: 71). Menopozun tedavi edilmesi gereken bir durum olarak algılanmasının yanında, menopozda olan kadınların sinirli oldukları algısının yerleşmesi de tıbbileştirilmenini sonuçlarından biridir. Kadınların doğal yaşam süreçleri olan adet dönemi, hamilelik, doğum ve menopozun sıklıkla olumsuz anlamda kullanılması sonucu bu dönemleri yaşayan kadınların “hasta” olarak nitelendirilmesi söz konusudur. Tıbbileştirmenin kadın açısından bir başka önemli sonucu, kadınların yaşlanmasının olumsuz anlamda kullanılmasıdır. Yaşlanmak istenmeyen bir durum olarak görülmekte ve kadınların yaşlanmaması için kozmetik endüstrisi çok çaba harcamaktadır. Genç görünmek, sağlıklı görünmenin önüne geçerek yükselen değer olmaktadır. Erkekler açısından tıbbileştirme, henüz tam anlamıyla yaygın hale getirilmemiştir. Sezgin (2011) erkeklerin yaşam döngüsünün andropoz, kellik ve cinsel performans örneğinde tıbbileştirilmeye başladığını, bunun devamının geleceğini söylemektedir. Özetle, tıbbileştirme kadınlara, adet görme, hamilelik, doğum, menopoz gibi doğal yaşam olaylarının hastalık olarak algılanmasını; genç ve zayıf kalmanın tek sağlık normu olarak dayatılmasını; depresyon ve cinsel fonksiyon bozukluğu gibi bazı hastalıkların kadınlara özgü olarak damgalanmasını getirmektedir. Kadınlara sunulan tıbbileştirme kadınların tüm yaşamını ele geçirerek ve sağlık-hastalık anlayışlarına sızarak kadınlar için hayatı zorlaştırmaktadır. Sonuç ve Öneriler Tıbbileştirmenin ve biyo-iktidarın gündelik yaşam pratiklerinin içine sızmasıyla bedenin kontrol edilmesi kolaylaşmaktadır. Sağlık sorunlarının tıbbileştirilmesi sonucu hekim-hasta ilişkisi iktidar ilişkisine dönüşmektedir. Bunun yanı sıra, medyada egemen olan söylemlerin etkisi ile herkesin sağlıklı olmasının yolu genç ve zayıf görünmesinden kaynaklanmalı diye düşünülmekte, egemen normlara uymanın tek yolunun zayıf kalmak olduğu vurgulanmaktadır. 20 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Medyada sağlık programlarının sayısı ve çeşitliliği artmaktadır. Hemen her kanalda sağlıkla ilgili bir program bulunmaktadır, gazetelerde sağlıkla ilgili haberlerin sayısı artmaktadır. Bunun sonucu olarak da, herkesin sağlığını öncelikle kendisinin koruması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Tıbbileştirmenin herkes üzerinde bir şekilde etkili olduğu bilinmekle birlikte, etkisini daha çok kadın sorunları üzerinde göstermektedir. Öncelikle kadınların hamilelik, doğum, menopoz gibi doğal biyolojik yaşantıları tıbbileştirilmektedir. Hamile kalmadan önce yapılması gerekenlerden nelerin yenmesi gerektiğine nelerin yenmemesi gerektiğine kadar uzun listeler oluşturulmakta, normal doğum yerine başka yöntemlerin kullanılmasına karar verilmekte, kadınların rolü sadece çocuk doğurmak ve büyütmek ile sınırlandırılmakta, menopoz döneminde olan kadınların hormon tedavilerine alınmakta kısaca tüm bu süreçte kadınların bedenleri denetim altına alınmaktadır. Erkeklerin yaşamı daha çok güç, statü ile ilişkilendirilmekte ancak kadınların zayıf, sağlıksız ve güçsüz olduğu vurgulanmaktadır. Yine, erkek hastalıkları güç ve statü ile ilişkili iken, kadınların hastalıkları nevrozlardan kaynaklanıyor gibi görülmektedir. Tıbbileştirmenin olumsuz sonuçları bağlamında kadın sorunları açısından neler yapılabilir diye sorulduğunda, öncelikle sağlık hastalık anlayışlında toplumda hakim olan paradigmanın değişmesi gerektiği ortadadır. Hakim olan paradigmada insan, sağlığın öznesi olarak değil bir nesne olarak var olmaktadır. Bu anlayışın değiştirilerek bireylerin sağlığının korunmasında kendi kararlarını verebilen özneler olarak görülmesi gerekmektedir. Bu bağlamda katılımcı sağlık anlayışının hakim olması, hekim-hasta ilişkisinde bireylerin nesne konumundan özne konumuna geçişini kolaylaştıracaktır. Katılımcı sağlık anlayışında kendi sağlığı için harekete geçebilen, kararlar alabilen bireylerin yer alması mümkündür. Hekim-hasta ilişkilerinin değiştirilmesi açısından tıp eğitiminin de çok önemli bir yeri bulunmaktadır. Tıp eğitiminde toplumsal cinsiyet derslerine yer verilmesi, doktorların cinsiyetçi tutumların farkında olmalarını sağlayarak mesleki uygulamalarında daha duyarlı hale gelmelerini sağlayabilir. Tıbbileştirmede medyanın çok önemli bir rolü olduğuna değinilmiştir. Medyada kendine yer bulan ayrımcı söylemin değişmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Medyada yer alan ayrımcı söylemlerin yerine cinsiyetçi olmayan bakış açılarının yerleştirilmesi ve kadın bedeninin medyada yer alan bir nesne, bir meta halinden özne haline getirilmesi ile birlikte tıbbileştirmenin kadın açısından olumsuz olan sonuçlarının azaltılabileceği düşünülebilir. Sağlıkla ilgili güncel tartışmalara ışık tutan araştırmaların yapılması da, tıbbileştirmenin bileşenlerin ortaya çıkarılması açısından son derece önemlidir. Özellikle nitel olarak yapılandırılmış araştırmalara sağlık alanında ihtiyaç duyulmaktadır. Böylelikle, sağlık anlayışları cinsiyetçi tutumlardan arındırılarak denetim altında tutulan bedenler hakkında daha ayrıntılı bilgi elde edilebilecektir. Son olarak, tıbbileştirme, tıbbın ilgi alanına girmeyen konuların dahi tıbbi kavramlarla ele alınması ve bedenlerin sosyal kontrol altında tutulmasını ifade eden bir süreçtir. Tıbbileştirme bir süreç olarak işlemekle, daha çok kadın bedeninin denetim altına alınmasına ve cinsiyetçi tutumların sağlık alanından başlayarak yaşamın tüm alanlarına yayılmasına neden olmaktadır. Tıbbileştirmenin kadın açısından olumsuz sonuçlarını azaltmak için egemen sağlık anlayışlarının değişmesine, tıp eğitiminde toplumsal cinsiyet konusunun yer almasına, medyanın dilinin değişmesine ve araştırmalar yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. 21 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar Bilton, T., Bonnett, K., Jones, P., Lawson, T., Skinner, D., Stanworth, M., Webster, A. (2009). Sosyoloji. (2.Baskı). Ankara: Siyasal Kitabevi. Erbaydar, T. (2001). Sağlık; Kimin İçin?. Toplumbilim sağlık sosyolojisi özel sayısı, (13), 49– 58. Foucault, M. (1977). The birth of the clinic: an archaeology of medical perception. London: Tavisctok. Illich, I. (1995). Sağlığın gaspı. Ayrıntı Yayınları (orijinal çalışma basım tarihi: 1981). Maturo, A. (2012). Medicalization: current concept and future directions in a bionic society. Mens Sana Monogr, 10, 122–133. Sezgin, D. (2011). Tıbbileştirilen yaşam bireyselleştirilen sağlık çelişkiler, alternatifler ve sağlık iletişimi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. User, İ. (2010). Biyoteknolojiler ve kadın bedeni. Kadın ve bedeni, Yasemin İnceoğlu ve Altan Kar (der.) içinde İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 131–169. Yaşar, M. R. (2007). Depresyonun kadınlaşması. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 17 (2), 251–281. 22 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- İRAN’DA GÖRME ENGELLİ KADINLAR Mohammadreza POURAKBARIANNIAZ1 Sayra LOTFİ2 Özet İran’da görme engelli kadınların yaşamları göz önüne alındığında, kendi problemlerinin, ailede yaşanan problemlerin ve sosyal yaşamlarındaki çevre ile ilişkilerinde olan sıkıntıların önemi belirginleşir. Engelli insanlar ve onların aileleri toplumdaki diğer bireyler gibi yaşama hakkına sahiptirler. Durumlarından dolayı bireysel gelişimlerini sağlayamama, toplumsal yaşama katılamama, ihtiyaç duydukları hizmetlere ulaşamama gibi zorluklar nedeniyle yaşam kaliteleri düşebilir. Herhangi bir eksikliğin sağlıklı bir insana problem yaşatması onlar için hayatın bir miktar zor olması anlamına gelir. Engelli insanlar içerisinde görme engelliler, diğer engellilere göre daha fazla zorluk yaşarlar. Bu makalede İran’daki görme engelli kadınların genel durumları ve günlük yaşamlarındaki problemleri göz önüne alınacak, kız çocuklarının doğmadan önce görme engelliliğinin belirlenmesi halinde, kürtaj olup olmamasının üç grup (engelliler, engellilerin ailesi ve ailede göz engellisi olmayan kişiler) bakımından hazırlanmış anketin sonuçları paylaşılacaktır. Anahtar Kelimeler: Kadın, Görme engelliler, İran kadınları, Kürtaj. 1. Giriş Bu araştırma, İran’da yaşayan görme engelli kadınların yaşam durumlarını ve özellikle kürtaj konusunda olan ankette (tek sorulu anket) ve verdikleri cevapları ve sonuçları göstermektedir. Veri toplama yöntemi; Skype‘tan faydalanarak 35 büyük ve küçük kentlerden görme engelli internet arkadaşlarından soruya cevap vermeleri rica edildi. 850 kişi katılarak soruya cevap verdiler ama özel durumlarına göre genelde şahsi durumlarını anlatmaktan rahatsız oldukları için bu verileri tam doğru alamadık. Söz konusu araştırmada, önemli olan hukuki ve dini açıdan kürtajın İran’da yasak olmasını bilen kişilerden, kendi ve ailenin isteği ile ve çocuğun geleceğini düşünerek bu açılardan soruları yanıtlaması istendi. Sonuçta kürtaj olma isteğinin çok olması ve çalışmanın farklı konularda daha fazla araştırma ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. 2. İran’da Yaşayan Kadınların Sayısı 1 Doktora öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü, eposta: [email protected] 2 Doktora öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü 23 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 2011 yılının istatistik verilerine göre, İran nüfusu yaklaşık 75 milyon kişi olmakla birlikte İran’da yaşayan kadınların sayısı da yaklaşık 37 milyondur ve kadınların 9 milyondan fazlası bulunduğu ailenin gözetmenidir. İran nüfusu 49/6 % Aile gözetmeni 12/1 % yaş ortalaması 30,03 Yaşam Beklentisi 74,6 37.905.669 50/4 % 87/9 % 29,70 72,1 75.149.669 100% 100% Sayı Yüzde Kadınlar 37.244.000 Erkekler Toplam 3. İran’da Görme Engellilerin Sayısı Yaklaşık 75 milyon olan İran nüfusunda 750 bin kişi göz engellidir. Bu sayıdan yaklaşık 250 bini görme yetisine sahip olmayan ve 500 bini ise düşük görme problem yaşayan kişilerdir. Görme Engelli Olan Nüfus Kadın % Sayı 45% 337.500 Erkek 55% 412.500 Toplam 100% 750.000 112.500 Görme engelli 225.000 Düşük görme problemi olan kişiler 137.500 Görme engelli 275.000 Düşük görme problemi olan kişiler 250.000 Görme engelli 500.000 Düşük görme problemi olan kişiler 4. Rehabilitasyon Rehabilitasyon (Farsça: BEHZİSTİ), devlet kurumu şeklinde eğitim, sigorta, tedavi, araç ve ev sahibi olma adına para yardımı, aile danışmanlığı ve rehberliği olarak sınıflandırılabilir. Söz edilen kurumlarda araştırmalar esasında görme yetisine sahip olmayan veya düşük derecede görmenin nedenleri arasında yer alan konular başka nedenler arasındalar: 1. Aile içi evlilikler (engellilik olasılığın artırabilir) 2. Annenin çocuk sahibi olma isteği ve hamilelik zamanı çocukla pozitif ilişki kurması (engellilik olasılığını azaltabilir) 3. Ailenin ekonomik durumunun düşük olması (engellilik olasılığını artırabilir) 4. Çocuğun bahar aylarında doğması (engellilik olasılığını artırabilir) Engelli Kadınlar ve Rehabilitasyon İran’da görme engelli kadınların yarıdan fazlası, var olan devlet veya özel kurumlara kayıt olmaktan ve onlardan yararlanmaktan kaçınırlar. Bazı aileler engelli kız çocukların istatistiklere dâhil etmedikleri için dolaylı yollardan bu çocuklara zarar verirler. Sayılan nedenlere göre kurumların istatistik verileri tüm görme engelli ve düşük derecede görebilen bireyleri kapsamıyor. 5. İran’da görme engelli kadınların yaşadıkları problemler 24 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Engelli kadınlar genelde eğlence, sanat, spor, eğitim ve çalışma alanlarında sıkıntı yaşamaktadır. Görme engelli kadınlar ise bu alanlarda diğerlerine oranla daha fazla sıkıntı yaşamaktadırlar. 6. Görme Engellilerin Eğlence Problemleri Görme engelli kadınların eğlenmeleri için ve boş zamanlarını değerlendirmeleri için geniş bir alan ve teçhizat gereklidir ki bu konuya önem verilmediği takdirde engelli kişinin kendisi adına sorun yaşaması ve içinde bulunduğu toplum adına da sorun yaşatması olağandır. Görme engelliler içerisinde, var olan malzeme ve imkanlardan pek azı yararlanmaktalar, örnek verecek olursak sadece %3,75 oranında erkekler ve %2,5 oranında görme engelli kadınlar kütüphanelerden yararlanırlar ki var olan imkanlar 10 kat daha fazlasına kadar hizmet verebilir. (engelli kadınların sayısı engelli erkeklerden azdır.).Engelliler için özel spor salonları bir kaç büyük kentte bulunmaktadır. 7. İran’da Görme Engellilerin Eğitimi İran’da görme engellilerin eğitimi özel okullarda başlar. Fakat üniversitede görme engelli olmayanlarla aynı eğitimi alırlar. İran’da Eğitim sisteminden faydalanan görme engelliler arasında üniversite eğitimi alanlar pek azdır. Bu azınlık kesim üniversitede genelde ‘’ Psikoloji, hukuk, edebiyat, sosyoloji, vb. bölümlerde ‘’ eğitim almaktalar. Fen ve mühendislik, tıp, sanayi ve üretim vb. bölümlerde eğitim alan engelli kadın sayısı ise yok denecek kadar azdır. 8. İran’da Görme Engelli Kadınlar ve Sanat Görme engelliler genelde, görme duyusu olmadığından çevreler ile ilişki kurmak için özellikle işitme duyusundan faydalanarak bu alanda kendilerini geliştirirler. Sanat bölümleri arasında ise müzikte iyi gelişmişlerdir. 9. Görme Engellilerin Evlenme Problemi İran’da evlenme yaşı ortalaması erkeklerde 26,7 ve kadınlarda 23,4 olmakla birlikte bu sayı görme engelli insanlarda çok daha fazladır ve bir ciddi sorun sayılır. Evli yetişkinlerin yüzdesi ( kör ve sağlıklı kişiler) 10. İran’da Görme Engelli Kadınların Çalışma Problemi Kadınların İran’da genelde çalışma problemi zaten mevcut olmakla birlikte engellilere işverenler diğerlerine oranla az azdır ve bu sebeple görme engelli olan kişiler adına daha az çalışmak veya iş bulmak daha zordur. Çalışan kesim de genellikle hareket gerektirmeyen daha basit işlerde görev çalışırlar(Telefon masası vb). 11. İran’da Görme Engelli Kadınlar & Spor 25 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Görme engelli kadınlar için spor salonu ve öğretmeni olmadığından engelli kadınlar İran’da spora yabancıdırlar. Sadece bir takım ile çalışan görme engelli kadınlar spor tesislerinden faydalanabilirler. 12. Sosyal Faaliyetler Görme engelli kadınlar sosyal faaliyetlere katılmakta zorlanırlar. Bunun yanında kendi ailelerinden gelen bir baskı ile de sıkıntı yaşamaktadırlar(bazı aileler ki iyi ve doğru davranırlar, bu alanda başarılı bir çocuğa sahip oluyorlar). Genelde İran’da görme engelli kadınların aynı durumda olan erkeklere göre sosyal faaliyetleri azdır ve bazı iş, eğitim, kültürel veya sanat konusunda olan bir gruba arkadaşlarıyla katılırlar. Bunun yanında siyasi ve benzer kurumlarda etkili katılımları azdır. 13. Çocuğu engelli olan Ailenin geçirdiği aşamalar Şok, Reddetme, Acı Çekme ve Depresyon, Suçluluk Duyma, Kararsızlık, Kızgınlık Duyma, Utanma, Uzlaşma, Uyum Sağlama ya da Kabul Etme… Bu aşama bazı ailelerde kısadır ama bazı ailelerde yıllar boyu (belki de ömür boyu) sürer ve eğer doğmadan önce çocuklarındaki engeli bilmiş olmaları halinde kürtaj seçeneğini seçerler. Bu nedenle bir anket ile görme engelli kız çocuklara da bu konu soruldu(sadece kendi istekleri ve çocuğun geleceğin düşünüp ve dini ve hukuki yasak olmamasını düşünerek cevaplanması istendi). 14. Anket Konusu ‘İmkânsız bir konu düşünmek, imkânsız değildir’ diye soru sorduğumuzda Hukuk açısından, kişiler suç olduğu ve cezalanmaktan korkuları var Din açısından günaha girmemek istiyorlar. Hukuki ve dini alanda yasaklamalar bazen kişilerce düşünülmemelidir. 15. Anket Koşulları Koşullar: 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. Bir ailede ebeveynden birisi olmayı düşünün. Anne karnında 12 haftalık bir çocuk düşünün Cinsiyeti kız Engelli (%100 görme engelli) Eşiniz kararın size bağlı olduğunu düşünüyor. Din açısından haram olmamış Hukuki açıdan yasaklanmamış Kürtaj ve Hamileliğe son verme kararı sizin isteğinize bağlıdır. Seçiminiz ne olur? Evet (kürtaj) Hayır (hamileliğe devam) 16. İran’da Din Açısından Kürtaj 26 Kararsızım Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- İslamiyet - Şii 9 aylık hamilelik süresinde ‘’ kürtaj ‘’ istemeden olay neden ile - tıbbi nedeni olmadan İzinsiz İzinsiz 4 aydan sonra Hamileliğe son İstekli tıbbi neden ile 4 aydan önce Zina veya tecavüz hamilelik İzinsiz Engelli çocuk İzinsiz anne tehlike de Tıbbi onay ile izinli Kürtaj ve İslamiyet-Şii bakış Din açısından ( İslamiyet - Şii alimler) kürtaj’ın izinsiz ve yasak olması, insanın değerinin cismine bağlı olmadığını, kişinin değerinin eksilmediğini savunur. İnsana ve engelli kişiye değer veren onun aklı ve zekâsı ve en önemli İlahi ruhudur ki bunu insan içerisinde taşımaktadır. Sadece dini açıdan çocuk doğmadan önce(4aydan önce), annenin hayatı tehlikede olduğu zaman izin verilmektedir. 17. İran’da Hukuk Açısından Kürtaj İran’da kürtaj yasaktır, suç sayılır ve uygulayanlara ceza verilir. İran hukuku, dini ve İslami esasla kurulup, genelde hukuki – dini (İslam – Şii ) bağlantısı içerir. Sadece dini koşullarda geldiğine inanılan belirtilmiş bir koşulda ( 4aydan önce – annenin hayatı tehlikede olan zaman vb) izin veriliyor. ( Dördüncü ayda Çocuğun bedeni ruhu içine alma neden ile o koşul vardır) 18. Anket sorusu Anketin konusu ve koşullarına dikkat ederek canlı doğma veya doğmama ( kürtaj) seçenekli olarak karar vermek. Bu durumda sizin kararınız nedir? Evet(kürtaj) Hayır(hamileliğe devam) Kararsızım * * * 19. Anket sonucu 27 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- EVET (kürtaj ) seçeneğine oy veren kişiler Soru sorduğumuz kişiler: Görme engellilerden, görme engellilerin ailesinden birisi, ailede göz engellisi olmayan kişilerden olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır. Görme engellilerden Görme engellilerin Ailede görme engelli ailesinden herhangi biri olmayan kişilerden Kadın 75% 66% 85% Erkek 70% 80% 88% Sonuç Kürtaj konusu; siyasi, hukuki, dini, tıbbi, sosyolojik ve aile açısından tartışmalı bir konudur ama bazı aileler için önemli bir yol gösterimi olabilir ki bu kişilerin ömür boyu stres yaşamalarına engel olmaktadır. Çalışmamız gösterir ki engelliler, kendilerinin ve ailelerinin ve çevredeki insanların (din ve hukuku görmeden ) kürtaja istekleri vardır. Bu da bu konu üzerinde daha fazla düşünülmesini gerektirir. Kadınları kendileri ve kendi hukukları korumalılar. Kaynakça 1. Aliyan nejadi-Abolgasem (makarem-e-shirazi), (2009), Tıpta dini hükümler, imam’i Ali Yayıncılık, İran-Tehran 2. Azizi-Feridun, (1995), fikh ve tıp, daftar-e-nashr-e-farhang-e-eslami Yayıncılık, İranTehran 3. HajiAli-Fariba, Kürtaj - hürmet ya izin 4. Kürtaj - İslam cezalandirma kanunu ( 487 ^ 493 kanunlar ) 5. Pad-İbrahim, Kürtaj - bedensel suçlara karşı cezalandırma 6. Sepahvand-amir khan, Kürtaj - bedensel suçlara karşı cezalandırma 7. Taheri Aragi–müstafa, (1985), Kör’luk, Sazman-e-Behzisti Yayıncılık, İran-Tehran 8. Zamani-Rasul , , Kürtaj – İslami hukuk açısından 9. http://www.entekhab.ir/fa/news/41421 (Erişim tarihi 01.2013) 10. http://koulak.persianblog.ir/post/11 (Erişim tarihi 01.2013) 11. http://donyayenabinayan.blogfa.com/post-33.aspx (Erişim tarihi 01.2013) 12. http://www.asriran.com/fa/news/37067/ (Erişim tarihi 02.2013) 13. http://www.pezeshk.us/?p=731 (Erişim tarihi 01.2013) 14. http://www.asayesefid.org/Default.aspx?PageID=604&RelatedID=vjjvvnbj (Erişim tarihi 02.2013) 15. http://dnk.parsiblog.com/Posts/3/ (Erişim tarihi 02.2013) 16. http://www.aftabir.com/articles/view/social/psychopathology/ (Erişim tarihi 02.2013) 17. http://www.mkamali.com/site/articles/haghedidan.htm (Erişim tarihi 02.2013) 28 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KADININ DEĞERİ: FELSEFİ BİR DENEME Sema ÖNAL1 Özet Kadının değeri tarihsel süreçte her toplum ve kültürde farklılıklar göstermiştir. Birçok ahlaki kural toplumun kadına bakışıyla yakından ilgilidir. Geçmişte ve günümüzde nasıl bir kadın modeli oluşturulmak istenmiştir bununla ilgili çeşitli örnekler verilebilir. Kadının bir şahsiyet olarak kendini ortaya koyması için özgür olması toplumla ve kendi içinde uyumlu olması, çatışkı yaşamaması ve kendini geliştirmeye kendini aşmaya muktedir olması gerekir. Son yüzyıl içinde ortaya çıkan feminizm hareketi kadını özgürleştirmekle başlamış ve giderek birçok bilimsel sahada kadın olgusunu ve değerini ortaya koymayı başarmıştır. Anahtar Kelimeler: Kadın, kadının değeri, kadın olgusuna felsefi bakış. KADININ DEĞERİ Etik açıdan kadının değeri ve kadına yönelik davranışlar, kadından beklenilenler her toplum ve kültürde farklılıklar göstermektedir. Kadının biyolojik varlığı, içinde bulunduğu münasebetler, hareket tarzı, faaliyetleri, toplumsal normlar içinde özel bir varlık alanı oluşturmaktadır. Bu durum, etik açıdan özel bir değerlendirmeyi haklı kılar. Geçmiş ve modern bakış, kadın olgusunun etik bir gerçeklik olduğunu bize göstermiştir. Psikolojik ve sosyolojik bakış açısı da bu noktada etik bakış açısıyla birlikte ele alınmalıdır. İlkin, psikolojik açıdan değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda kadının her şeyden önce bir duygu varlığı olduğu konusunda hemfikir oluruz. Sevme, nefret etme, hasret, öfke bağlılık, sadakat. Kadın ruhu her an bu duyguların etkisi altındadır ama aynı zamanda o bir akıl varlığıdır da. Birçok ahlak kuralı, içinde bulunduğu kültürün kadına bakışıyla yakından hatta doğrudan ilgilidir. Kadın, kendine has kişiliği, aklı ve özgürlük alanı içinde psişik sahada birbiriyle çarpışan ve birbiriyle çatışma içinde olan duygulara sahiptir. Kendi içinde mücadele halinde olduğu gibi toplum içinde de özgürlüğünü ve varlığını korumak için mücadele etmektedir. Kadının bu mücadelesi erkekten çok daha fazladır. İyilik, sevgi, nefret, pişmanlık, saygı, her konuda mükemmel olma gibi duygusal ve iradi yönünü etkileyen manevi değerler sahası içinde kendi psikovital varlığını koruyabilmek için kadın, parçalanmadan psikolojik ve sosyal bütünlük içinde bu değerlerin içinde yer almalıdır. Aktif olmalı, karar vermeli, harekete geçmeli, hayat akışına uymalıdır. Pasif bir durumu benimsememelidir. Pasiflik kadının toplum içinde yok varlık durumuyla karşı karşıya kalmasına sebep olabilir. Kadını pasifleştiren ve ortaya çıkan istenmeyen durumlar, çoğunlukla talihin tecelli edişi olarak yorumlanmıştır. Kadın, iyi, kötü, saadet ve fazilet nedir? gibi soruları kendi değeri ve etik varlığı açısından sorgulamalı ve toplumda kendi varlığını hissettirmelidir. Kadının toplum içinde bir şahsiyet olarak yetiştirilmesi, eğitilmesi gerekmektedir. Kadının şahsiyet sahibi olabilmesi için üç şeye ihtiyaç vardır. Kadın özgür olmalı, kendi içinde ve 1 Kırıkkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, e-posta: [email protected] 29 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- toplum içinde ahengi yakalayabilmeli, kendini geliştirmeye muktedir olmalıdır. Bu özelliklere sahip olan bir kadın modeli içinde bulunduğu sorunları aşmayı başarabilir. Geçmişte ve günümüzde kadına verilen değeri örneklendirerek açıklamaya çalışalım: Eski Yunan kültüründe özellikle Platon’un diyaloglarında yetkin ve gelişmiş düşünce yapısı yalnızca erkeklere özgü gibi görülmektedir. Yani kadın bir akıl varlığı olarak algılanmamıştır. Hatta ciddi sevginin tek gerçek nesnesi de erkeklerdir. Erkeklerin ilgilendikleri konuların tümü Atina'lı kadınlara kapalıdır. Kadınlar Atina’da olduğu gibi birçok toplumda dünyada olup biten hemen her şeyin dışında tutulmuş ve yapay bir şekilde aptallaştırılarak sevimsizleştirilmiştir. Benzer şekilde erkeğe olan aşkın yüceltildiği ve kadınların birer şahsiyet olarak görülmedikleri birçok kültürde örneğin İran ve Çin kültüründe (özellikle şiirin ön plana çıktığı ve erkeğe olan aşkın yüceltildiği dönemlerde) bu duruma rastlanmıştır. (Platon, Şölen: Russell:24) Toplumda kadının değerinin daha çok evlilik kurumu içinde ortaya çıktığını görmekteyiz. Evlilik kurumu ahlaki bir kurumdur. Toplumdaki faziletlerin kök saldığı yerdir. Cinsellik evlilik kurumu ile birlikte ahlaki bir boyut kazanır. Bertrand Russell, “Evlilik ve Ahlak” adlı eserinde ister çağdaş olsun bir toplumun özelliklerini belirtirken birinci derecede önem taşıyan iki unsurdan söz eder: Ekonomik yapı ve aile yapısı. Birincisi her şeyin kaynağı olarak ekonomiyi görürken diğeri her şeyi aileye ya da cinsiyete bağlamaktadır. Birincisi Marx’ın öğretisidir diğeri de Freud’un. Russell, ekonomik ve cinsel unsurdan biri diğerine daha üstün değildir der. Kadın değerini belirleyen en önemli etkenlerden biri olarak cinsel ahlak, her zaman kabaca içgüdüsel, ekonomik ve dinsel olarak sıralanabilecek üç etkenin karışımından oluşmuştur. Elbetteki, neyin içgüdüsel, neyin dinsel olduğu konusunda ayrım yapmak zordur. Örneğin, annelik, babalık aşk, kıskançlık, gibi duygular içgüdüsel ögelerdir. Psikolojik açıdan değerlendirilmesi gerekir. Din, kıskançlığı, kadının bekaretini, namus ögesini, annelik ve babalık duygusunu toplumun sahip çıkması gereken erdemli duygular olarak açıklar. Bazı toplumlarda kişinin karısını konukseverliğin işareti olarak sunması, başka toplumlarda tiksintiyle karşılanır. Birçok vahşi topluluklarda ve uygarlaşmış bazı toplumlarda önceleri bekaretin resmi olarak rahiplerce bozulması yaygın bir uygulamaydı. Sonraları bekaretin bozulması ayrıcalığı güveye tanındı (Russell: s.16). Malinowski, evlilikte baba kavramıyla ilgili olarak Trobriand adası sakinlerini incelediğinde şunları tespit etmiştir: Baba kavramı yoktur. Çocukları annenin içine ruhların yerleştirdiğine inanılmaktadır. Örneğin baba iki yıllığına bir yere gittiğinde dönüşünde yeni doğan bir bebekle karşılaşırsa bundan büyük sevinç duymaktadır. Malinowski’ye göre bu adamın namus kavramını anlaması olanaksızdır...Malinowski, tüm ikna edici gücünü kullanmasına rağmen adadaki dostlarını babalık diye bir şeyin varlığına inandıramamıştır. Buna rağmen baba-oğul bağının (annenin çocuğu ve koca arasındaki bağ) uygar insanlar arasında rastlanandan çok daha sevgi dolu ve uyumlu olduğunu saptamış ve bulmayı umduğu Odipus kompleksine rastlamamıştır. Dünyanın birçok yerinde de babalık kavramı yoktur ve Ay’ın çocukların gerçek babası olduğu sanılmıştır (Russell.s.18, 20, 30) Babalık, içgüdüsel midir yoksa toplumda öğrenmeye bağlı bir davranış olarak mı gelişmektedir? bunu tam olarak ayırdetmek zordur. Dolayısıyla içgüdünün ahlaki insan davranışları için yeterli bir kavram olmadığı yukarıdaki örnekte görülmektedir. Buna karşın dinin yardımından yoksun günahı bilmeyen antropoid maymunlarında sadece içgüdü erdem yaratmakta yeterli olmaktadır bu hayvanlar tek eşli bir hayat sürmektedir. Erkek bir kez eşini belirledikten sonra diğer dişilere çekici görünmemektedir. (Russell: s. 99) 30 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Evlilik kurumunun ahlaki yapısı, geçmişte ve günümüzde bir çok kültürde kadının varoluşunu ve şahsiyetini kocasına bağlı kılmaktadır. Kadın evlilikle birlikte toplum içinde statü kazanmakta ve eşi öldükten sonra statü kaybetmekle de kalmayıp varlığı bile o toplum içinde bir yük gibi görünmektedir. Örneğin: Hindistan’da dul bir kadının yeniden evlenmesi yasaktır, çocuk dullar için bile… Dul kadınlar yerde yatar, günde yalnızca bir kez yemek yiyebilir, bal, et şarap ve tuz yasaktır. Renkli giysiler giyip takılar takamaz, koku süremez, ortaçağda kafasını traş etmesi bile beklenmiştir. Bu kadınlar, günlerini inançları gereği, bir sonraki doğuşunda kocasıyla yeniden evlenmek için dua ederek geçirirler. Onların varlığı toplumda, çocukları hariç herkes için bir beladır. Hindistan’daki sati (erdemli kadın demek) geleneği, gönüllülüğe bağlıydı, en azından görünüşte öyleydi toplumsal, ailevi, dini inanış gibi baskılar dulu ister istemez kocasının yakılacağı odun yığınına sürüklemeye yeterli idi. Sati olan dul kadın sayesinde kocasının ve kendinin tüm günahlarını silinmekteydi. İnanışa göre bundan sonra dünyaya yeniden gelecek olan talihli çift 35 milyon saadet yılı yaşayacaktı. (Tannahill: s.83,183) Bu durumdaki kadınların, kocaları öldüğünde kendilerinin de ölmeyi seçmesi hiç te şaşılacak bir durum değildir. Kadının varolma şartı kocasının varolmasına bağlıdır. Yine aynı şekilde, dünyanın birçok yerinde Mezopotomya, Mısır, Orta Asya ve Çin erken tarihleri, erkeğin dullarının, hizmetkarlarının, gözde atlarının, sadık köpeklerinin kurban edilmiş cesedleriyle doludur. Aralarında kaçının eşlerine duyduğu sevgi ve saygıdan ölümü seçmiş olduğunu bilmenin imkanı yoktur. Günümüzde bile “ben bilmem sahibim bilir” “kocamdır döver de sever de “gibi söylemlere rastlanmaktadır. Toplumlarda halen var olan benzer türden baskılar, kadına kendi şahsiyetine sahip özgür iradeli bireyler olarak varolma hakkı tanımamaktadır. Kadınlar kendi kendilerini eğitecek iradeye ve fırsata sahip olmadıkça ve toplumdaki seçkin yerlerini almadıkça kara cahil olarak kalacaklardır. Kendi kaderine yas tutan evli bir kadının şu sözlerle dilinden dökülenlere benzer şeyler söyleyeceklerdir. Kadın doğmak ne acı, Böylesine aşağı başka ne olabilir, …evlenip gönderildiğinde kimse gözyaşı dökmez Kocasının aşkı Samanyolu kadar uzaktadır Yine de kadın güneşi izleyen ayçiçeği gibi izlemelidir onu. Çok geçmeden kalpleri su ve ateş kadar uzak düşer Yanlış giden her şeyin suçlusu odur. ( Tannahill:s.160) Öylesine cahil bırakılmıştı ki kadın onun bu sözlerini bile bir erkek yazmış olmalıydı. Ataerkil aile yapısı ile birlikte kadın hayatının birçok döneminde zorbalıkla karşı karşıya kalmıştır. Üstelik erkekler bu zorbalıklarını kadınlar üzerindeki hakları olarak görmüşlerdir. Kadın hayatının hemen hemen hiçbir evresinde bağımsız bir varlığa kavuşamamış, önce babasının sonra kocasının, hatta kocalarının yaşlı analarının baskısı ve zorbalığı altında kalmışlar çoğu zaman buna dayanamayıp intihara sürüklenmişlerdir. İsa, “oğlu babaya, gelini kaynanaya karşı çıkartmaya geldiğini” söylediğinde böylesi bir aile düzenini düzeltmeyi umuyordu (Russell: 26) 31 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Bertrand Russell’ın da dediği gibi ahlakçılar hep erkek oldukları için kadınlar hep baştan çıkartıcı olarak görülmüşlerdir. Kadınlar ayartıcı olduklarına göre onların erkekleri günaha sokan yönleri törpülenmek istenmiş ve her geçen gün yasak denizine biraz daha gömülen kadınlar, günahkar olarak kabul edilip ağır bir şekilde cezalandırılmışlardır. Kilise ulularının yazıları kadınlara ilişkin ağır hakaretlerle doludur: “Kadın tüm insan kötülüklerinin anası, cehennemin kapısı olarak tasvir edilir. Kadınlar kadın olduklarını düşünerek utanmalıydılar. Dünyaya getirdikleri belalardan ötürü sürekli bir ceza altında yaşamalıydılar. Düşüklüklerini anımsatan elbiselerinden, özellikle de şeytanın en güçlü aracı oldukları için güzelliklerinden utanmalıydılar. Bedensel güzellik sürekli olarak kilisenin baş hedefiydi…….Aynı şekilde mülkiyet ve miras yasaları da kadınların aleyhine değiştirilmişti. Ancak Fransız Devriminin özgür düşünceleri ile kız çocukları yeniden miras haklarına kavuştular… Mary Wallstonecraft’ın “Kadınların Haklarını Koruma (1792) adlı kitabı Fransız Devrimini doğuran ve devrimin doğurduğu düşüncelerin ürünüdür. Onun döneminden günümüze kadar kadınların erkeklerle eşitliği savı sürekli artan bir şiddet ve başarıyla öne sürülmüştür. John Stuart Mill’in “Kadınların Boyun Eğmeleri” adlı son derece inandırıcı ve zekice yazılmış kitabının kendisini izleyen kuşağın en aklı başında mensupları üzerinde büyük etkisi olmuştur (Russell: 49, 50, 63) Kadınların kocalarının ya da ailedeki erkeklerin gölgesine sıkışmış kalmış varlıkları bu esaretten yavaş yavaş kurtulmaya başladığında önceleri onların saygıya layık oldukları bilinci gelişmiş, sonra oy kullanmaya layık oldukları bilinci yükselmiştir. Günümüzde ise hukuki ve cinsel eşitlik fikri kabul edilmiştir. Fakat hukuken varolan bu eşitlik fikrinin toplumda kaotik sonuçları görülmeye devam etmektedir aynı zamanda psikolojik bedeli de henüz ödenmiş değildir. Kadının varoluş macerası cinsel bağımsızlığını farketmesiyle başlamıştır. Bazı muhafazakar çevreler bunu ahlak standartlarında gerileme olarak telakki etmişlerdir. Uygarlığın gelişmesiyle kadının ekonomik koşulları da gelişmiş ve kadının daha çok ezildiği büyük aileler bir yana bırakılmıştır. Boşanmalar artmış, babanın çocuklar üzerindeki velayet hakları da azalmıştır. Uygar ülkelerin çoğunda kadınlar görülmemiş şekilde hızla politik haklarını kazanmışlar fakat kadın başka bir açıdan sömürüye açık hale getirilmiştir. Örneğin, 20. yüzyılın tüketim toplumunda kadına biçilen rol baştan çıkarıcı olmaktır. Geleneksel iş kadınına tayyörün altında dantelli ipek iç çamaşırı giydirilmiştir. Channel’in 1994’te piyasaya çıkardığı “vamp” isimli kırmızı renkli oje stokları kısa sürede bitmiştir. Maybelline’nin baştan çıkaran ve Delilah (efsanevi kötü kadın) adlı ürünleri, Essie’nin 'günahkar' adlı ürünleri, Mac’ın koyu ruju 'tanrıça', Este Lauer’in mor ruju, 'çapkın ve tehlikeli' gibi adlar almıştır (Rigel:s.415). Günümüzün acımasız dünyasında eşitlik adına korunmadan yoksun kalan ve birçok sorumluluk alması gereken kadın ister istemez hırçın ve ukala olma eğilimi göstermeye başlamıştır. Kimi zaman iş hayatı ve evlilik hayatı arasında seçim yapmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla yukarıda da söylediğimiz gibi hem kendi içinde hem de toplumda mücadele etmek zorunda bırakılmıştır. Kimi zaman mesleğini aşkı uğruna feda etmiş, kimi zaman da aşkını mesleği uğruna kurban etmiştir. Sonuç olarak kadının değeri ve nasıl bir kadın modeli? soruları tarihsel süreçte sürekli problematik bir öge olmuştur. Zaman zaman kadını kendince tanımlayan gelenekle kavga edilmiş ondan uzaklaşılmaya çalışılmıştır. Her geçen gün biraz daha açıklığa kavuşarak ilerleyen yeni boyutlar kazanan kadının değeri problemi, sonunda kadın özgürlüğünü savunan feminizm hareketini doğurmuştur. Feminizm son onyılın sosyal bilim literatüründe genişce yer almaya başlamıştır. Uluslararası yayın yapan büyük yayınevleri feminizm incelemeleri başlığı altında ayrı kitap katalogları çıkarmaya başlamışlardır. 32 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Feminizm ile ilgili çalışmalar o derece ilerlemiştir ki artık sadece kadın özgürlüğü ile sınırlı değildir. Her geçen gün feminist çalışmalara yenileri eklenmektedir. Feminist Sosyoloji, Feminist Antropoloji, Feminist Mimari, Feminist Çevrecilik, Feminist Felsefe, Feminist Epistemolojiye kadar çeşitli çalışma alanları ortaya çıkmaktadır. Mevcut beşeri bilimin erkek egemen bir nitelik taşıdığı, kadın deneyimlerini, eğilim ve yönelimlerini dışladığı varsayımı ile feminizm giderek bir uygarlık eleştirisine dönüşmeye başlamıştır. Kaynaklar Nurdoğan, Rigel. “Kadınlık Üniforması” Kadın Çalışmalarında Disiplinlerarası Buluşma” s.415. Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi 1-4 Mart 2004 İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, İstanbul, 2004. Platon. Şölen. Bordo çeviren Cüneyt Çetinkaya Dünya Klasikleri Felsefe Bordo_Siyah Yayınları. 2011. Reay Tanhnahill, Tarihte Cinsellik çev.Sinem Gül. Dost Yayınları, Ankara 2003. Russel, Bertard. Evlilik ve Ahlak. Çeviren: Işıtan Gündüz, Morpa Kültür Yayınlar, İstanbul, 2003. 33 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 34 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ORTA ANADOLU TÜRKÜLERİNDE KADINLARIMIZ Yrd. Doç. Dr. Gülden Filiz ÖNAL1 Özet Bu çalışmada, Orta Anadolu türkülerinin sözlerinde yer alan “kadın” unsuru işlenmiştir. Kadınlar farklı türkülerde farklı kimliklerle karşımıza çıkmaktadırlar. Türküler sayesinde, toplumsal hayatta kadının konumuna ilişkin görünüm dile getirilmektedir. Anahtar Kelimeler: Türkü, Kadın, Anadolu Giriş Bir sevdadır türküler Anadolu’da. Yaşadığımız toplumun kültürel, coğrafi, dini değerlerinin aynası diyebileceğimiz türküleri –biraz dikkat kesilerek- dinlediğimizde, toplumda yaşananların tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildiğini görürüz. Türküler, duygusal bir ihtiyacın gereği olarak doğarlar. Heyecan, coşku, sevgi, keder, haykırış ve sayamadığımız nice duygular türkülerin çıkış noktalarıdır. Türkülerin kısa zamanda anonimleşmesi ve toplum belleğine aktarılmasının altında yatan sebeplerden en önemlisi, her icrada bireyin türküde kendine ait duygu parçalarını bulmasındandır. Bu sayede, özelde birey ve genelde toplum düzenini oluşturmada bir iç dinamiktir ve bireyler arası iletişimin de başlangıcı olarak türküler kullanılır. İletişim kabaca dört temel öğeden oluşur; alıcı, verici, mesaj ve mesaj kanalı. İletişimi gerçekleştirecek olanlar iletmek istediklerini farklı yöntemlerle karşı tarafa iletirken iletmek istediklerinin alıcı tarafından en iyi şekilde algılanmasını amaçlarlar. Özellikle sosyoloji ve siyaset biliminde konuyla ilgili birçok kuram geliştirilmiştir. Bu kuramlardan biri de Harold Dwight Lasswell’in çizgisel iletişim anlayışıyla geliştirdiği Kitle İletişim Kuramı’dır (Çoban, http://www.onurcoban.com/2011/09/lasswell-modeli.html). Lasswell; Kim, Neyi, Ne Zaman, Nasıl Elde Eder, sorularına verilecek cevaplar yoluyla iletişimi en üst düzeyde analiz edebilmeyi amaçlamıştır. Lasswell kuramında iletişimin aşamalarını doğrusal bir çizgi ile; şeklinde ifade eder (akt: Balkaya, 2013:144-Çubukçu, 2006). “Kim”, iletinin kaynağını bildirir. Türkülerdeki “kim” aslında toplumun içinde yer alan kaynak kişilerin kendisidir. Daha önceden bu durumu yaşamış, iletilenlerin doğruluğunu bizzat 1 Kırıkkale Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü, eposta: [email protected] 35 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- yine kendi yaşantıları yoluyla tatbik edebilmişlerdir. Bu sayede, iletinin sağlıklı olabilmesi için gerekli olan inandırıcılığı da vardır. “Neyi” karşılayan ise verilmek istenen mesaj, “Hangi Kanalla” söyledi sorusunu karşılayan ise, türküdür, sözleridir. Böylece verilmek istenen mesaj melodinin akıcılığı ile beyinlere kazınır. Türkü aslında çoğu şeye muktedir olan sözün kumaşlardan örülü bir elbiseyle sergilenmesidir. Söz güçlüdür ancak boş yere sözü kullanmanın hiçbir faydası olamaz. Bu nedenle kimi sözler üzerlerine farklı unsurlardan veya farklı renklerden elbiseler dikilerek sergilenir. Türküler bu elbiselerin ve renklerin ta kendileridir. Aktarımından mutlak etkilenme beklendiği durumlarda genellikle türkülerden yararlanılmıştır. “Beklenen etki” ise türküye muhatap olan bireylere aktarılan içerikten muhakeme veya direkt kabullenme yolu ile edimler sağlar. Türkülerden beklenen temel etki de işte tam budur (Balkaya, 2013:146). Türküler canlı varlıklar gibidirler. Doğar, az ya da çok yaşar, sonra bazıları unutulur bazıları ise çok uzun zaman devamlılığını korurlar. Türkülerin yaşama gücü; toplumu derinden ilgilendirişi, ezgisinin dokunaklı oluşu ya da sanatsal yapısının yüksekliğine bağlıdır. Ancak zaman içinde sözlerde ya da ezgide az çok değişikliğe uğrayabilirler. Türkülerimiz, doğrudan halkın öz değerlerine hitap ettiği için hiçbir şekilde halkın genel duygu- düşünce ve algılayışından ayrı tutulamaz. Halkın estetik eğilimini yansıtan, bir yandan halkın yarattığı, öte yandan sevgi ile benimsediği, çoğunlukla dinlediği müzik türüdür. Yöresel olarak nüans, tavır ve şivelerinde farklılıklar bulunsa da yansıtılan duygular ve algılayış aynıdır. Değişenler sadece kahramanlarıdır. Kadınlarımız ise türkülerin başkahramanı sayılırlar. Kimi zaman ana, kimi zaman sevgili kimi zaman da bacılar olarak karşımıza çıkarlar. Kadınlara bakış, kadınlarla ilgili yerleşik önyargılar, davranış biçimleri tüm açıklığıyla, çelişkileriyle yer alır türkülerde... Kimi zaman toplumun ağlayıcılığını üstlenerek ağıtlarda türkü yakıcıdır. Kimi zaman daha kendisini henüz anlayamayan beşikteki bebeğine bile, hayattan beklentilerini, söyleyemediklerini, kızgınlıklarını, kırgınlıklarını anlatır ve adeta öğütler verir ninnileriyle. Çoğu zaman da türkülere konu edilen kimliğiyle karşımıza çıkar. Bu çalışmada Orta Anadolu Bölgesi Türkülerinde yer alan kadınlarımızdan bahsedeceğiz. 1. Aşk ve Sevda Türküleri Aşk ve sevda Türkülerinde genellikle sosyal sorunların irdeleyicisi olarak karşımıza çıkan kadınlar, evlenme aşamasında sürekli engellerle karşılaşırlar. Kimi türkülerde seven kimilerinde ise sevgilidir. Başta aile engeli olmak üzere çevre engeli ve daha birçok engelden dolayı sevdiğine kavuşamazlar ya da kendilerine âşık olan yiğitlerin de acı çekmelerine sebep olurlar. Ailelerin evliliğe engel olması, sevenleri zor durumda bırakmakta, sevgilileri türlü türlü yollar aramaya yöneltmektedir. Hatta bu uğurda canlarından bile olurlar. Bir Şarkışla türküsünde, sevmediği biriyle evlendirilen genç kızın yakınmasına kulak misafiri oluruz: 36 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Oğlan güzel amma gönül sevmiyor Anam kardeş şu halime koymuyor Ele karşı ben ne yapsam olmuyor Namus bir gün değil, atam kurtulam... Bir Eskişehir türküsünde ise zorla evlendirilen başka bir kız, tıpkı kendisi gibi kadınlığın tüm zorluklarını yaşamış olan annesine bile, kendisini hiç anlamadığı için beddua etmektedir: Anam benim sandığımı açmasın Çuha şalvarıma uçkur takmasın Kızım gelir diye yola bakmasın Örtüven yazmamı boylu boyunca Anam beni güldürmedi gülmesin Yedi sene sürünsün de ölmesin... Bu sefer de sevdiğine kavuşmak uğruna ölümü göze alan bir yiğidin sevdiği kıza seslenişi. Ankara Kızılcahamam’dan bir türkü: Meşeler gövermiş varsın göversin Söyleyin huysuza durmasın gelsin Varmasın kötüye asılsın ölsün Kötü adam var ömrünü yok eder Bilemedim yaylanızın yolunu Saçı uzun bağlasınlar kolunu Eğer anan seni bana vermezse Yemin ettim keseceğim yolunu Şimdi de Niğde Türküsü ve yine sevdiği kadını kardeşleri vermediği için kavuşamayan bir delikanlının, sevdiği kadını gökteki aya benzetmekle kalmayıp uğruna ölümü göze almaktadır. Sarı kızın saçları Oynar omuz başları Alırdım sarıkızı Vermeyi gardaşları Oy sarıkız sarıkız Ne de güzel adın var 37 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Evvelden şeker idin Şimdi baldan tadın var Gelir misin benimlen Mor çiçekli dağlara O ne kadar güzellik Benzeyi gekteki aya Sarılı saçlarını Sen tara ben öreyim O ne kadar güzellik Yollarına öleyim Yine Niğde’den başka bir türküde ise âşık olduğu kadına yalvarış vardır: Karakaş gözlerin elmas Bu güzellik sende kalmaz Pişman olun kimseler almaz Annene bak gör halini Gel güzelim beni yakma Seni seven kalbi yıkma Allah dahi kalbi yıkmaz Öldürücü gözle bakma Ne gecem ne gündüzüm belli Yaşım oldu kırkdokuz elli Bağrım yanık gözlerim nemli Yalan dünya yaktın beni 2. Kına Gecesi Türküleri-Ağıtları Törelerimizde kına, "kurban"lara yakılır. Din uğruna kurban edilecek koyunlara, vatan uğruna kendini kurban etmeyi göze alan askerlere (askere gidenlere) ve bir de gelin olacak kızlara... "Gelin ağlatma gecesi" de denilen baba evinden ayrılmadan önceki gece yapılan ve yıllardan beri süregelen bu serüven, ağıtlarla, türkülerle taçlandırılır. Kimi kına ağıtlarında gelin kızın ağzından anne ve babasına sitem vardır. Kayseri Sarıoğlan’dan derlenen bir kına ağıtında; Kapınızda kulp muyudum? Pecenizde ot muyudum? 38 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Bu yıllık ta dursayıdım, Üstünüze yük müyüdüm? şeklinde sitem dolu sözler gelin kız tarafından dile getirilmektedir. Konya’da okunan kına türküsünde ise, evden gidecek olan kıza üzülen yakınları üzüntülerini şöyle dillendirirler: Atladı çıktı eşiği Sofrada kaldı kaşığı Mahallenin yakışığı Gel ayrılıp gitmeyelim Tepsiye koyarlar tuzu Üstüne örterler bezi Hay ananın bir tek kızı Gel ayrılıp gitmeyelim 3. Ayrılık Türküleri Kayseri/ Eğin türküleri bu konunun işlendiği en yaygın türkülerdir; erkeklerin çoğu çalışmak için İstanbul'a gitmiş, kalıp onları bekleyen kadınlar yüzlerce türkü yakmıştır: Ağam İstanbul mu Eğin'li misin Sılaya gelmeye yeminli misin Yoksa bana da mı emin değilsin Elde güzel çoktur, evlenmeyesin... Yine başka bir türküde; Ağam İstanbul'u mesken mi tuttun Gördün güzelleri beni unuttun Sılaya dönmeye yemin mi ettin Gayrı dayanacak özüm kalmadı Mektuba yazacak sözüm kalmadı... (Eğin - Kayseri) diye seslenir eşine... 4. Gurbet Türküleri Gurbet, Türk Edebiyatı’nda en çok işlenmiş konulardan biridir. Halk Ozanımız Neşet Ertaş ta bir türlü kavuşamadığı gurbetteki sevdiğine şöyle seslenir. 39 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Şad olup gülmedim de eller içinde Soldu benim gülüm güller içinde Bir bahtı karayım oy kullar içinde Gitti yârim gurbet elden gelmedi Gurbete gideni de gelmez diyorlar Akar gözyaşları dinmez diyorlar Öksüzler murada ermez diyorlar İşte benim nazlı yârim gelmedi Olay Konulu Türküler Olay konulu türküler, belli bir olay üzerine yakılmış söyleyişlerdir. Bu çeşit türküler, yaşanmış olayı hikâye ederler. Bunlardan çoğu, hikâye, roman, tiyatro, sinema vb. sanat dallarından birine de konu olabilecek nitelikler taşır. Örnek olarak, “Taş Bebek” isimli Konya türküsünün halk arasında hikâyesi şöyledir: “Bir gelinin yedi yıl çocuğu olmamış. Kocası evlenmek istemiş, Gelin bir taşı bebek gibi giydirmiş, beşiğe yatırmış. Bu sırada Tanrı bebeğe can vermiş. Bunu gören gelin aşağıdaki türküyü söylemiş” (Uğurlu, 2009:395). Vardım tandırın başına Başımı koydum taşına Bak şu Tanrı'nın işine Dil verdi mermer taşına Nenni taş bebeğim nenni Emek boş bebeğim nenni Vardım çamaşırhaneye Oturdum çamaşır yumaya Dua ettim ben Mevla'ya Nenni taş bebeğim nenni Emek boş bebeğim nenni Taş bebek beşikten düştü Annesinin aklı şaştı Babası odadan kaçtı Nenni taş bebeğim nenni Emek boş bebeğim nenni 40 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 5. Ölüm Türküleri Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. Hava değişimi için Yozgat´a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul´da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler. Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Hastane önünde incir ağacı Doktor bulamadı bana ilacı Baştabip geliyo zehirden acı Garip kaldım yüreğime dert oldu Ellerin vatanı bana yurt oldu Mezarımı kazın bayıra düze Benden selam söyleyin sevdiğim gıza Başına koysun, karalar bağlasın Gurbet elde kaldım diye ağlasın Orta Anadolu köylerinin birinden diğerine gelin götürülürken Kızılırmak’tan geçen gelin alayı, köprünün yıkılması üzerine suya dökülmüş ve birçok kişiyle beraber gelin de suların içinde kaybolmuştur. Bu acıklı olay büyük üzüntü yaratmış ve bütün yurda yayılmıştır. Köprüye varınca köprü yıkıldı Üç yüz atlı birden suya döküldü Nice yiğitlerin beli büküldü Nettin Kızılırmak allı gelini Gelini gelini benim yârimi Tüfek getirin de şu kartalı vuralım Dalgıç getirin de allı gelini bulalım Biz gelinsiz nasıl köye varalım NAKARAT Elinin kınası soldu mu ola Gözünün sürmesi soldu mu ola Evde kaynatası duydu mu ola NAKARAT Kızılırmak parça parça olaydın Her bir parçan bir yerlerde kalaydın Sen de benim gib yarsız kalaydın 41 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Sonuç Türkü, kendine özgü ezgiyle söylenen, anonim (ortak) halk edebiyatı nazım biçimi ve türüdür. Yaşadığımız toplumun kültürel, coğrafi, dini değerlerinin aynası diyebileceğimiz türkülerimiz, toplumda yaşananları tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Heyecan, coşku, sevgi, keder, haykırış ve sayamadığımız nice duygular türkülerin çıkış noktalarıdır. Bu sayede ezgisel bir yapıya bürünmüş olan halk edebiyatımızı kuşaktan kuşağa aktarma imkânı bulmuş olacağız. Kadınlarımız ise türkülerin başkahramanı sayılırlar. İster aşk-sevda türkülerinde, ister gurbet türkülerinde, ister ölüm türkülerinde ve konusu her seferinde değişebilen birçok türküde kimi zaman ana, kimi zaman sevgili kimi zaman da bacılar olarak karşımıza çıkarlar. Türküler sayesinde kadınların yüzyıllardır yaşadığı sorunlar dile getirilecek ve belki de bu sayede kadının toplumsal hayattaki konumuna olumlu katkılar sağlanacaktır. Konuşmama Kırşehir’den, daha çok (bir kez daha saygı ve rahmetle andığımız) büyük ozanımız Neşet Ertaş’tan dinlediğimiz bir uzun havanın sözleriyle son vermek istiyorum. İki büyük nimetim var Biri anam biri yârim İkisine de hürmetim var Biri anam biri yârim Anam anam garip anam ben derdimi kime yanam Ana deyip de geçilmez O yar anadan seçilmez İkisine de gıymat biçilmez Biri anam biri yârim Anam anam garip anam ben derdimi kime yanam Birisi var etti beni Birisi yar etti beni İkisinin de birdir teni Biri anam biri yârim Anam anam garip anam bu derdimi kime yanam 42 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynakça Balkaya, Adem (2013). Türkülerin Sosyo-Kültürel Düzenleyicilik Misyonu: Kars’ta “Gelin Terifleme”. The Journal Of Academic Social Science Studies International Journal Of Social Science. Volume 6. Issue 2, P. 139-147, February, Kafkas Üniversitesi, FenEdebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. Çubukçu, H. (2006) “Kişilerarası İletişimde Devingenlik: Yeni Bir İletişim Modeline Doğru”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi. 23/1, 75-87. Çoban, Onur. “Lasswell Modeli”, http://www.onurcoban.com/2011/09/lasswell-modeli.html (Erişim. Tar. 07.11.2012) Uğurlu, Nurer (2009). Folklor ve Etnografya – Halk Türkülerimiz, Örgün Yayınevi, Kültür dizisi- Folklor ve Etnografya:1:393-395, İstanbul. http://www.feminisite.net/news.php?act=details&nid=46 (erişim tarihi: 29.04.2013) 43 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 44 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- SOSYAL HİZMET PERSPEKTİFİNDEN FEMİNİZM ÜZERİNE BİR GÖZDEN GEÇİRME: KADIN ÇALIŞMALARINDA ERKEK İŞBİRLİĞİ Eda BEYDİLİ1 Buğra YILDIRIM2 FİLİZ DEMİRÖZ3 Özet Kadınların toplum içerisindeki konumları, tarihsel süreç içerisinde farklı aşamalardan geçmiştir. Kadınların sahip oldukları haklar, uluslararası ve ulusal anlamda güvence altına alınmış olsa da kadınlar hala toplumda özel alana hapsedilmeye devam etmektedir. Birçok kişi tarafından kadın üstünlüğü olarak algılanmasına rağmen, esas itibariyle feminizm; cinslerin eşitliğini vurgulayarak ataerkil yapının kırılmasını hedeflemektedir. Toplumdaki karar alma mekanizmalarındaki baş aktörlerin çoğunluğunun erkekler olduğu düşünüldüğünde, toplumsal cinsiyet duyarlı politikalar ve hizmetlerin geliştirilmesi erkek yöneticiler kadar toplumdaki diğer erkeklerin de özgürleşmesine katkıda bulunacaktır. Karar alma mekanizmalarında cinsler arasında işbirliğinin vurgulanmasını amaçlayan çalışmalar yapılması feminist sosyal hizmet uygulamaları açısından da önemli görülmektedir. Bu yazıda feminist sosyal hizmet uygulamaları açıklanarak, uygulamaların kadın – erkek işbirliği üzerinde nasıl yürütüleceği tartışılacaktır. Anahtar kelimeler: Feminizm, feminist sosyal hizmet uygulaması, toplumsal cinsiyet eşitliği, güçlendirme, kadın-erkek işbirliği. Giriş Kadınlık ve erkeklik üzerine pek çoğumuzun erken yaşlardan itibaren içselleştirdiği tutumlar vardır. İçselleştirdiğimiz bu süreç cinsiyet kimliği konusunda bir takım farklılıkları beraberinde getirse de biyolojik cinsiyet üzerine aslında söylenecek çok fazla şey yoktur. Sebebi ise, ya kadın ya da erkek olarak doğarsınız. Ancak asıl önemli nokta biyolojik kimliği toplumsal cinsiyete dayalı içselleştirmeyle ortaya çıkan farklılıklarımızın eşitsizliğe dönüşmesidir. Bu duruma yapılan vurgular; kadın ve erkek arasındaki rollerin, kimliklerin, davranış kalıplarının değiştikçe cinsiyetin toplumsal anlamının da farklılaşıp değişeceğine dair olan inanç üzerinde temellenir. Temelde kadın-erkek eşitliğini vurgulayan bir öğreti olarak tanımlanabilecek olan feminizm, insanların sorun çözme kapasitelerini geliştirerek sosyal işlevselliğini arttırılmasını amaçlayan sosyal hizmet mesleği açısından önemli bir hareket olarak gündeme gelmiştir. Kadınların toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü nedeniyle özel alana hapsedilmesi, erkeklerin politik, ekonomik, sosyal vb. birçok alanda baş aktör olmasına neden olmuş, erkek egemen bir bakış açısıyla yapılan toplumsal düzenlemeler kadınların ikincil konumda kalmasını desteklemiştir. Bu bağlamda karar alma mekanizmalarında kadın ve erkeklerin işbirliği içinde 1 Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected] 2 Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected] 3 Yrd. Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected] 45 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- olması, toplumda var olan ataerkil sistemin kırılmasını sağlayacak ve toplumsal cinsiyete duyarlı politikalarla erkek hegemonyası kırılarak eşitlik temelli uygulamalarla kadınların güçlenmeleri sağlanacaktır. Bu güçlenmenin sağlanmasında sosyal hizmet mesleği birey, grup ve toplum odağında önemli roller üstlenmektedir. Feminist Sosyal Hizmet Uygulaması Sosyal hizmet perspektifinden feminizm, toplumsal hareket ve kadınlar için yasal ve sosyo – ekonomik eşitliği savunan öğreti olarak açıklanırken; feminist sosyal hizmet, sosyal hizmetin bilgi, beceri ve değerlerinin entegrasyonunun feminist yönlendirme ile bireylerin ve toplumun cinsiyet ayrımcılığından kaynaklanan duygusal ve sosyal sorunlarının bu modele uygun aşılabilmesine yardım eder (Barker, 1995: 115). Aslında feminist sosyal hizmet kendi toplumlarında kadınlar ile çalışan kadınlar tarafından yürütülen feminist sosyal eylem dışında ortaya çıkmıştır (Dominelli and McLeod, 1989, akt.: Dominelli, 2002: 6). Onların amacı kadınların iyilik halini kendi kişisel çıkmazları ve söylenmemiş özel kederlerini toplumdaki sosyal konumları ve durumları ile bağlayarak arttırmak olmuştur. Bu durum özel sorunların kamuyu ilgilendiren sorunlar olarak yeniden tanımlanması anlamına gelir. Diğer sosyal hizmet uzmanlarının toplumun kişisel hastalıkları yarattığı konusunda ısrar etmesine rağmen feminist sosyal hizmet uzmanları kadının kadın olarak sosyal pozisyonları ve rolleri içerisinde sorunlarını kökleştirmede ilk sırayı almışlardır. Feminist sosyal hizmet oluşturulurken, kadın aktivistler daha genel olarak feminist anlayış üzerinden gitmişler ve teori ve pratiğin kendi eşsiz desenleri içinde bu durum örülmüştür. Sosyal hizmet uygulama biçimi feminist sosyal hizmeti tanımlarken analizin başlangıç noktası olarak dünya kadınlarının deneyimlerini ele alır. Toplumda kadının konumu ile onun bireysel sorunları arasındaki bağlantılara odaklanarak, özel ihtiyaçlarını cevaplar, müracaatçı – uzman etkileşimi içerisinde eşitlikçi ilişkiler oluşturur ve yapısal eşitsizliklere hitap eder. Bütüncül bir şekilde kadınların özel ihtiyaçları ile karşılaşan ve onları etkileyen sayısız gerginlik ve baskının farklı formları da dâhil olmak üzere hayatlarının karmaşıklığının üstesinden gelen uygulama feminist sosyal hizmetin ayrılmaz bir parçasıdır. Bunun dışında feminist sosyal hizmet toplumsal ilişkilerin birbirine bağlı doğası üzerine odaklanmayı sağlar ki aynı zamanda kadınların erkekler, çocuklar ve diğer kadınlar ile olan ihtiyaçlarını etkiler (Dominelli, 2002 : 6 – 7). Odağında ki kadın çevresi içinde de bir birey olarak ele alınır. Dolayısıyla kadının güçlenmesi çevresindeki kişileri de etkiler. Bu bağlamda feminist ilkeler ve prensipler Dominelli tarafından feminist sosyal hizmetin içinde uygulamaya yönelik ve belirgin olarak şu şekilde yeniden güncellenmiştir (Dominelli 2002b: 162–163, akt.: White, 2006: 7): Kadınların çeşitliliğini tanımak, Kadınların güçlerini değerlendirme, Belli kadın grupları arasındaki farklılığın eşitsiz güç ilişkileri için bir temel olmasını önleme konusunda ayrıcalıkları ortadan kaldırmak, Hayatlarının her alanında kendileri için karar verme yeteneğine sahip aktif ajanlar olarak kadınları dikkate almak, Birey olarak kadınların kendi sosyal koşullarındaki yerini belirleme ve birey ve kolektif varlıkları arasındaki ilişkili bağlantıyı onaylamak, Kadınlara, kendi ihtiyaçlarına ve sorunlarına buldukları çözümleri ifade edebilecekleri bir alan sağlamak, "Kişisel olan politiktir" ilkesini uygulamanın makro, mezzo ve mikro düzeyleriyle alakalı olduğunu kabul etmek, 46 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Bireysel sıkıntıları kamu meseleleri olarak yeniden tanımlamak, Kadınların ihtiyaçlarını yaşamlarının her alanında diğerleriyle etkileşimlerde bulunan diğer tüm insanlar gibi ele alınmasını sağlamak, İnsan ilişkilerinin birbirine bağlı doğası anlamak ve onun vasıtasıyla birey ya da grup bazında neye yol açtığını, herkes için nasıl gerçekleştiğini kavramak, Kadınların bireysel problemlerinin sosyal nedenlerinin olduğunu teşhis etmek ve her müdahale içerisinde bu iki düzeye hitap etmek, Bireysel problemlere ortak çözümler aramaktır. Güçsüz bir grup olarak kadınlara yönelik toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kendi ifadeleriyle anlamak ve güçlenme için gerekli koşulları sağlayabilmek sosyal hizmetin; bireyselleştirme, katılım, bireyin ve toplumun bulunduğu yerden başlama, müracaatçının kendi kaderini tayin hakkına saygı (self – determinasyon), insan hakları ve sosyal adalet ilkeleri ile yakından ilişkilidir. Çünkü feminist yaklaşım, tıpkı sosyal hizmet gibi, güçsüz ve baskı altında konumlanan gruplardan kadına ilişkin gerçeği anlama ve değiştirme çabasında başarılı olabilmek adına, değişme sürecine konu olanların görüşlerinin ön plana çıkarılmasını önemser. Teori olarak, feminizm ve sosyal hizmet arasındaki ilişki sosyal hizmetin ve feminizmin kalplerinde olan politika ve praksis arasındaki gerginliği sembolize eder. Sosyal hizmetinde doğasında olan sosyal politika ve reform ilişkisi pratiğe aktarımda teorideki gibi gerçekleşmemektedir. Feminist yaklaşım ve uygulama bu anlamda sosyal hizmetin temel söylemlerini gerçekleştirmede önemli bir araçtır (Duyan ve diğ., 2008: 139). Kadın Çalışmalarında Erkek İşbirliği Kadın çalışmaları alanı, kadınların nasıl ezildiği, buna rağmen nasıl var olduğu, ve bununla baş etmeyi nasıl becerdiği, bu mücadelelerin tarihi yani cinsiyete dayalı ezilmenin bugüne kadar nasıl devam edildiğini anlamaya çalışmak olarak tanımlanabilir(Sancar,2003). Feminizm bazı kişiler tarafından sadece içerisinde kadına yönelik çalışmaların olduğu ve kendi hayatlarında mutlu olamamış ya da başarıyı sağlayamamış kadınların bir araya geldiği ve kendi içlerinde tartıştığı, bir bakıma “zaman tüketilen” bir alan olarak görülse de aslında feminizm, erkek çalışmalarını da içeren ve kadınların üstünlüğünden ziyade kadın-erkek eşitliğini amaçlayan bir öğretidir. Bu çalışmada kadın-erkek işbirliği ile karar alma mekanizmalarında kadınların da erkeklerle birlikte erkekler kadar yer alması tanımlanmaktadır. Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü nedeniyle erkekler meslek ve statünün anlam kazandığı alan olan kamusal alanın iktidarı haline gelirken, kadınlar ev hayatı içerisinde annelik rolü ile sınırlanmıştır. Kadınların bu şekilde özel alanda kalmaya zorlanması kendisini istatistiklerde de göstermiştir. Örneğin Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ‘ nun 2011 yılı işgücü istatistiklerine bakıldığında kentlerde 25-29 yaş grubundaki kadınların işgücüne katılım oranı %34,7 iken 30-34 yaş grubundaki kadınlarda bu oran %34,8’ dir. Okuma yazma bilmeyen sayısı erkeklerde 551.776 iken aynı durum kadınlarda 2.611.620’ dir (TÜİK 2011). Gelişmekte olan 99 ülkede yapılan bir araştırmaya göre kadının toplumsal statüsü ve doğurganlığı arasında ters bir ilişki vardır ve toplumsal statü artarken doğurganlık azalmaktadır. Kadın öğretim düzeyinin yükselmesi, anne ölümü, beklenen yaşam süresi ve sağlık hizmetlerinden yararlanma oranlarını da etkilemektedir(Akın ve Demirel 2002; akt.: Üner 2008:18). 2006 aile yapısı araştırmasında kentlerde yaşayan kadınların yarısına yakını (%47,6) ev düzeninde aile içi karar almaktadır (http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=41). Eğitim ve işgücüne katılım oranlarının cinsler arasında farklılaşmasını kendisini bu çalışmanın odağını oluşturan karar alma mekanizmalarında da göstermiştir. Parlamentodaki 469 erkek milletvekiline karşılık kadın milletvekili sayısı sadece 79’ dur (http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim). KADER’ in 2011 – 2012 kadın istatistiklerine göre kadın belediye başkanı sayısı 26 (%0,8) iken köy 47 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- muhtarı sayısı 65 (%0,2)’ dir. Yine aynı istatistiklere göre üst düzey yöneticilerin (genel müdür düzeyi) %23’ ü kadın, %77’ si erkektir (http://www.kader.org.tr/tr/down/2012_KADIN_ISTATISTIKLERI.pdf.). Kadınların istatistiklerdeki bu konumu pek çok alanda devam etmektedir (Ayrıntılı bilgi için Bkz: www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=238). Kadınların karar alma mekanizmalarındaki geri planda kalmasında toplumsal yapının etkisi yadsınamaz. Daha anne karnında iken başlayan kadın-erkek ayrımı, doğumdan sonra da aile içinde, sosyal çevrede ve toplumsal sistemde kendisini göstermektedir. Kılık-kıyafetten, nasıl davranılacağına, ne ile oynanıp nasıl oturulacağına kadar pek çok davranış küçük yaşlardan itibaren öğretilmektedir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyete dayalı kalıp yargılar nedeniyle kadınlar eğitim- öğretimden uzak tutulmakta, ev işleri yapma, evlenme ve çocuk bakımı gibi işlerle yükümlü görülmektedir. “Yönetilenler” ya da “yönetilmesi gerekenler” olarak görülen kadınlarla ilgili kararlar erkekler tarafından alınmakta, “Sizin için bu kararları aldık” gibi söylemler ise kadınları pasifize etmektedir. Dolayısıyla karar alma mekanizmaları tarafından yapılacak çalışmalarda kadınların da erkekler kadar rol alması gerektiğinden bahsediliyorsa, doğumdan önce başlayarak toplum içerisinde kadınların güçlenmesi gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında kadınların, erkekler sayesinde var olduğuna dair kalıp yargıların ve kadınlar üzerindeki baskıların ortadan kaldırılması, kadının kendisinden başlayarak çevresi ve içerisinde yaşadığı toplumsal sistemin değiştirilmesi ve dönüştürülmesi noktasında feminist sosyal hizmet önem kazanmaktadır. Feminist sosyal hizmet uzmanları ise kadınların sahip olduğu haklar ve bunları nasıl kullanacaklarına ilişkin danışmanlık görevini yürütürler. Var olan yasal düzenlemelerdeki eksikliklerin giderilmesi veya yasal düzenlemelerin oluşturulmasında, aktivist ve lobicilik rolleriyle sosyal eylemlerle makro açıdan kadının güçlendirilmesine katkıda bulunmaktadırlar. “Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası”nın çıkarılması sürecinde, toplumdaki ataerkilliğin doğurgularını analiz eden ve kadının güçlendirilmesini önemli gören kadınlar, onların oluşturduğu dernek, vakıf gibi örgütler etkili olmuşlardır. Bu tarz dernek, vakıf ve kadın platformlarında yer alan pek çok kadının da sosyal hizmet uygulamaları çerçevesinde kadın sığınma evleri, toplum merkezleri gibi kurumlarda yürütülen çalışmalar içinde yer almış oldukları gözlemlenmiştir. Aynıca plan ve projelerle kadınların toplum içerisinde dezavantajlı duruma düşüren noktalar ortaya çıkarılarak kadınların güçlendirilmesi sağlanabilir. Aile düzeyinde ele alınan kadın bakış açısı, erkek egemen bir yönetimin sonucudur. Dolayısıyla kadınlar önce kişisel değişim ve dönüşümü başaracaklar, sonrasında bu başarılarını erkeklerin egemen oldukları alanlar içinde tekrarlayacaklardır. Bu devinimin etkilerini topluma yansıttıkları zaman aralarındaki işbirliği daha görünür olacaktır. Öte yandan haklarını kullanamayan ve toplumdaki eşitsizlikten bir şekilde zarar gören kadınlar, gerekli desteği nerden alacaklarını ya da bunlara nasıl ulaşacaklarını bilemeyebilirler. Bu noktada kadınları kaynaklarla buluşturmak ve bağlantı kurmak gibi mikro uygulamalarda da sosyal hizmet uzmanları aktif bir rol üstlenebilmektedir. Aynı şekilde yaşanılan sorunun kişiye özel olmadığı, birçok kişinin farklı zamanlarda aynı sorunları yaşadığı ya da yaşayabileceğinin farkındalığı artırılarak bireyi güçlendirmeyi amaçlayan grup çalışmaları da kadınların görmüş oldukları, ekonomik, fiziksel, psikolojik, kültürel ve politik baskıları aşmalarında önemli bir araç haline gelmektedir. Özellikle toplum merkezlerinde yürütülen çalışmalarda bu uygulama örneklerini görmek mümkündür. Toplumsal cinsiyet yolunda yapılacak çalışmalar erkeklerin kaybına olan bir durum değil aksine onların da yararının söz konusu olduğu eylemlerdir. Bir erkek, ağlayabilir, otobüslerde yaşlı, hamile vb. olmadığı sürece kadınlara yer vermek ya da hesap ödemek zorunda değildir. Oysaki toplumsal cinsiyet temelinde erkekler “erkek” olmayı öğrenmişlerdir. Dolayısıyla aslında kadın çalışmalarında erkek işbirliği bu noktaları kırmada erkekler için de yararlı olacaktır. Kadının toplum içindeki ikincil konumda olmalarında en önemli aktörlerden biri de erkeklerdir. Karar alma mekanizmalarının birçoğunun başında erkeklerin olduğu gerçeği göz önüne alındığında konu hakkında erkek yöneticilere doğru bir bilgilendirme yapılması gerekir. 48 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kadınlarla ilgili yapılacak çalışmalarda sosyal, ekonomik vb. desteklerin alınması ise kadına ve kadının toplumsal yaşam içerisindeki yerine ilişkin tutumun değiştirilmesi ve ya dönüştürülmesi anlamında kadınları daha da güçlü kılacaktır. Kadın erkek eşitliğini amaçlayarak toplumsal cinsiyet kalıp yargılarını kırmayı hedefleyen feminizm ve kadın çalışmalarının her ikisi de erkek hegemonyasına meydan okuyarak (Kemp ve Squires, 1997), erkeklerin kendi özgürlüklerini kazanma yolunda önemli bir hareket olarak değerlendirilmelidir. Özellikle kırsal kesimlerde din adamı, kanaat önderleri, üst düzey kamu görevlileri vb. birçok önemli kişinin erkek olduğu göz önüne alındığında, toplumdaki kadına karşı var olan yanlış algının değiştirilmesine buralardan, bu kişilerden başlanması çalışmaların etkiliği açısından son derece yararlı olacağı düşünülmektedir. Günümüzde ataerkil yapının kırılması noktasında sivil toplum örgütleri, toplum ve grupla çalışmada önemli araçlardır. İngilizce’ de NGO’S ( Non-Govermenatal Organizations-Hükümet dışı kuruluşlar) olarak kısaltılan sivil toplum örgütleri, gönüllülük çerçevesinde toplum yararı için çalışmalar yapmak üzere bir araya gelen insanların oluşturduğu, kar amacı gütmeyen örgütler olarak tanımlanabilir. Farklı hedef gruplarına yönelik çalışmalar yapan sivil toplum örgütleri içerisinde bahsettiğimiz toplumsal yapıyı kırmak oluşturulan kadın örgütleri de önemli bir yer tutmaktadır. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü sitesinden alınan bilgiye göre Ankara’ da 65 Sivil toplum örgütü bulunmaktadır. (http://www.kadininstatusu.gov.tr/tr/html/172/Ankara). Bu sivil toplum örgütlerinin bazılarıyla yapılan görüşmelerde kadın çalışmaları yapan oluşumların erkek işbirliğine ilişkin düşüncelerinin değişebildiği görülmüştür. Ankara ilinde kadına yönelik şiddet konusunda çalışan ve doğrudan müracaatçının yaşadığı fiziksel, cinsel, ekonomik ve psikolojik şiddetle baş etme kapasitesini arttırmayı ve güçlendirmeyi odak alan bir sivil toplum örgütü, erkek işbirliğine açık olmadıklarını ancak kurumsal olarak farkındalık yaratmayı amaçlayan eğitimler verdiklerini belirtmiştir. Bu durumun nedeni olarak ise, kadına şiddet uygulayan kişinin erkek olmasından ötürü çalışmalarında erkeğin yer almasının müracaatçı ile aralarında oluşan güveni zedeleyebileceğine olan inançtır. Doğrudan müracaatçıların sorunlarıyla ilgilenen oluşumlar erkek işbirliğine karşı olsa da, eğitim, sanat vb. faaliyetleri yürüten vakıflarda erkekleri de görebilmekteyiz. Ancak temelde belirtmek gerekir ki kadınların sadece karar alma mekanizmalarında değil her alanda erkeklerle aynı konumda olması tüm kadınların ortak isteği haline gelmiştir. Sivil toplum örgütlerinin kadın çalışmalarında aldığı roller, hizmet verdiği kesim ve uygulamaları açısından erkek işbirliğinin çalışmanın içine nasıl var edilebileceğine ilişkin tartışma ortamları yaratılabilir. Bu sayede kadın-erkek işbirliğinden beklenenin ne olduğu ve bu işbirliğinin geliştirilmesi için neler yapılabileceği, bu işbirliğinin kadın çalışmalarına nasıl olumlu bir katkı verilebileceği konularında fikirler ortaya çıkabilir. Bunun da kadın çalışmalarında gelişmeye yardımcı olacağı düşünülmektedir. Sosyal hizmet uygulamaları açısından düşünüldüğünde örgütler arası kanıtların oluşturulması, ortak protokoller yapılması, toplum düzeyinde lobicilik etkinlikleriyle sözünü ettiğimiz çalışmalar kolaylaşabilir. Sonuç ve Öneriler Toplumda var olan kadın-erkek eşitsizliğini ortadan kaldırmada kadınların güçlendirilmesi önemlidir. Güçlendirmeye yapmış olduğu vurgu ile önem kazanan feminist sosyal hizmet sosyal adalet ve insan hakları odağında mikro, mezzo ve makro boyutta birey, grup ve toplumla çalışarak ataerkil yapının değiştirilmesi ve dönüştürülmesinde oldukça etkili bir yaklaşımdır. Toplumsal gelişme ve ilerleme için ataerkilliğin sorgulanması önemlidir. Toplumda var olan kaynakları kullanarak güçlerinin farkına varmaları ve haklarını kullanarak kişisel değişim ve dönüşüm başarılması, karar alma mekanizmalarında bulunan erkeklerin farkındalık kazandırma eğitimleri, toplum eğitimleri, film gösterileri, basın ve yayın organlarının etkili kullanılması yoluyla doğru bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi yoluyla 49 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- feminist sosyal hizmet amaçlarına ulaşacaktır. Böylece daha eşit bir dünyada yaşamak mümkün olacaktır. Kadınlar ne yaparsa yapsın, ne üretirse üretsinler destek ve takdir görmemeleri önemli bir çelişkidir. Kadınlara karşı ön yargılardan ve düşmanlıktan kurtulmak, kadınları metalaştırmaktan vazgeçmek, anneliğe atfedilen değerleri aşmak başlangıç noktasının basamakları olabilir. Bu anlayışın sağlanmasında kadınların güçlendirilmesi ve desteklenmesi önemli bir husus olmaktadır. Güçlendirme ve desteklenme de rol modellerinin daha çok görünür kılınması, medyada daha çok gösterilmesi ve bunların tekrarlanmasıyla daha etkili olacağı düşünülmektedir. Kadınların bugün ikincil konumda yer almasının nedeni ataerkil zihniyettir. Dolayısıyla bu zihniyetin kırılmasında madalyonun diğer yüzü olan erkeklere de önemli görevler düşmektedir. Erkekler için ise farkındalık yaratmaya yönelik çalışmalarda daha çok rol almaları beklenebilir. Bu sayede kadınların desteklerini alabilecekleri de düşünülmektedir. Biz de kadınlar için bir şeyler yapalım demek, kadınlar açısından kabul edilebilir bir söylem değildir. Gerçekte erkeklerin kadınlar için bir şeyler yapmasına da gerek yoktur, erkeklerin temelde kendileri için bir şeyler yapması gerekir ki bu sayede toplumsal alanda kadınlar özgürleşebilsin. Bu yüzden erkek eğitimleri de önem taşımaktadır. Eşitlikçi unsurların yer aldığı bu eğitimler erkekler için bir açılım sağlayabilir. Ama şu unutmamalıdır: kadınları güçlendirmek erkekleri güçlendirmek ve demokrasiyi güçlendirmek ise; bırakınız kadınlar kendileri ile ilgili kararları kendileri versinler. Sonuçta kadınlar kadar erkekler de özgürleşecektir. Kaynakça Barker, L.R. (1995). “The Social Work Dictionary” (Third Edition), Washington D.C.: NASW Press. Dominelli, L. (2002). “Feminist Social Work Practice” (Counsalting Ed.: Jo Campling), (First Published), New York: Palgrave Macmillan, Duyan, V., Sayar, Ö.Ö. ve Özbulut, M. (2008). “Sosyal Hizmeti Tanımak ve Anlamak”, (Birinci Baskı), Ankara: Öncü Basımevi. Kemp, S. ve Squires, J. (1997). “Feminisms.” Oxford Press. S.17-22. Sancar, S. (2003).”Üniversitede Feminizm: Bağlam, Gündem ve Olanaklar”, Toplum ve Bilim Dergisi, 97 (Yaz), s. 164 – 182. Üner, S. ( 2008). “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Yayını, Ekim, http://www.aileicisiddet.net/egitim/set/Toplumsal-Cinsiyet-Esitligi.pdf, Erişim tarihi: 20.01.2013. White, W. (2006). “The State of Feminist Social Work”, (firstpublished), New York: Routledge. http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim, Erişim tarihi 10.01.2013. http://www.ka-der.org.tr/tr/down/2012_KADIN_ISTATISTIKLERI.pdf, 11.01.2013 http://www.kadininstatusu.gov.tr/tr/html/172/Ankara, Erişim tarihi 14.01.2013 http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=41, 15.01. 2013 www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=238 Erişim Tarihi: 10.01.2013 50 Erişim tarihi Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- EŞİNE ŞİDDET UYGULAYAN ERKEKLERE YÖNELİK GRUP ÇALIŞMASI: BİLİŞSEL-DAVRANIŞÇI YAKLAŞIMLA YAPILANDIRILAN GRUP SÜRECİNE BAKIŞ Gizem ÇELİK1 Özet Şiddet, toplumun her kesiminde değişik yoğunluk ve türlerde kendini göstermektedir. Şiddetin yoğun yaşandığı ve çözüm üretmede sosyo-kültürel nedenlerden ötürü çıkmazların olduğu aile, şiddetin yaşandığı bir yer olmanın yanında şiddetin yeniden üretildiği ve sürdürüldüğü bir yer olma özelliği de göstermektedir. Aile içi şiddet vakalarında şiddet mağdurlarının çoğunun kadın olması dolayısıyla kadınlara sunulan hizmetlerin sayısının ve niteliğinin arttırılmasının yanında şiddet uygulayan erkeklere yönelik de çeşitli hizmetlerin planlanması ve hayata geçirilmesi gerekmektedir. Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulan tedavi programları, farklı kuram ve yaklaşımlarla farklı özelliklerde (süre, ele alınan konular vb.) uygulanmaktadır. Yurtdışı örnekleri çok çeşitli olmakla birlikte Türkiye için bu yönde yapılandırılmış tedavi programlarının olmadığını söylemek mümkündür. Bu çalışmada, aile içi şiddet konusunun iç acıtıcı gerçeği ve sürekli mağdurla yapılan çalışmaların şiddet sorununu çözmediği gerçeği ile işe başlanmış, konu, şiddet uygulayan erkeklerin özelliklerine ilişkin literatürde yer alan bilgiler, bilişsel davranışçı yaklaşım ve bilişsel davranışçı terapi teknikleri, eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik bilişsel-davranışçı yaklaşım ile yapılan çalışma örnekleri ve bir grup çalışması önerisi ile ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Aile içi şiddet, şiddet uygulayan erkeklerle çalışma, bilişseldavranışçı yaklaşım, grup çalışması Giriş Şiddet, toplumun her kesiminde değişik yoğunluk ve türlerde kendini göstermektedir. Şiddetin yoğun yaşandığı ve çözüm üretmede sosyo-kültürel nedenlerden ötürü çıkmazların olduğu aile, şiddetin yaşandığı bir yer olmanın yanında şiddetin yeniden üretildiği ve sürdürüldüğü bir yer olma özelliği de göstermektedir. Bu nedenle aile içi şiddet konusuna dikkat çekilmesi, olası risk faktörlerinin belirlenerek şiddetin önlenmesi, şiddet durumunda gerekli tedbirlerin alınması ve çeşitli hizmetlerin yapılandırılması oldukça önemlidir. Bunlar kadar önemli olan bir diğer konu, aile içi şiddet vakalarında şiddet mağdurlarının çoğunun kadın olması dolayısıyla kadınlara sunulan hizmetlerin sayısının ve niteliğinin arttırılmasının yanında şiddet uygulayan erkeklere yönelik de çeşitli hizmetlerin planlanması ve hayata geçirilmesidir. Şiddetin tek boyutlu ele alınamayacağı, mağdurun güçlendirilmesi ve korunması ile birlikte 1Araştırma Görevlisi, Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü, eposta: [email protected] 51 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- şiddet uygulayan kişinin cezalandırılması, en önemlisi de psiko-sosyal yönden değişiminin sağlanmasının şiddetin tekrarlanma olasılığını düşüreceği yönündeki vurgunun netleşmesi gerekmektedir. Yurtdışında eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik tedavi programlarının sayısı ve niteliği gün geçtikçe artmaktadır. Türkiye için de bu tür programların oluşturulması, yasal zeminde geçerlilik kazanması gerekmektedir. Bunun için şiddet uygulayan erkeklerin özellikleri başta olmak üzere, bu erkeklerin şiddet algıları, şiddetin oluşmasına zemin hazırlayan risk faktörleri ve programların uygulanmasında görev alacak meslek elemanlarının eğitiminin sağlanması, ilgili kurum ve kuruluşların belirlenmesi gerekmektedir. Bu çalışma, tüm bu gereklilikler göz önünde bulundurularak, şiddet uygulayan erkeklere sunulan tedavi programlarının önemli bir kısmını oluşturan grup çalışmasına dikkat çekmek amacıyla hazırlanmıştır. Şiddet Uygulayan Erkeklerle Çalışma Şiddet uygulayan erkeklere yönelik olarak oluşturulan ilk resmi tedavi programı 1976 yılında Londra’da bir kadın barınağında, sığınak arayan kadınların talepleri neticesinde, bu kadınların eşlerine klinik destek vermek amacıyla başlamıştır (Jennings, 1987). Böyle bir hizmetin hayata geçmesinde hiç kuşkusuz 1970’lerde hız kazanan kadın hareketinin ve kadınların aile içi şiddetin durdurulması konusundaki girişimlerinin büyük etkisi vardır. Benzer programlar Avrupa ve Kuzey Amerika’ya da hızla yayılmıştır (Roberts, 1984). Literatürde, Amerika ve Kanada’da şiddet uygulayan erkeklere yönelik olarak hazırlanan yüzlerce tedavi programı olduğu görülmüştür. Bu programların temel hedefi, şiddet uygulayan erkeklere çeşitli kuram ve yaklaşımlarla yeni beceriler öğretilmesi ve bu becerilerin geliştirilmesi, kadınlık ve erkeklik rollerine ilişkin toplumsal kalıp yargıların değiştirilerek bu erkeklerin tekrar şiddet uygulamasını önlemektir. Bu amaçlarla oluşturulan programlar, emniyet ve sosyal hizmetlerin hazırladığı programlar, grup çalışması temelli programlar ve denetimli serbestlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Şiddet uygulayan erkeklerle çalışmada önemli gelişmeler sağladığı görülen grup çalışması temelli tedavi programlarında, feminist kuramlardan (özellikle pro-feminist yaklaşım), aile sistemleri kuramından ve birey kuramlarından (individuals theories) (kişilik özellikleri kuramı, bilişsel-davranışçı/sosyal öğrenme kuramı, bağlılık kuramı) yararlanılmaktadır. Şiddet uygulayan erkeklere yönelik sunulan grup çalışması temelli tedavi programlarında kullanılan kuram ve yaklaşımların ağırlığına bakıldığında, feminist kuram ve bilişsel-davranışçı yaklaşımın hem daha yaygın kullanıldığını hem de daha etkili sonuçlar sağladığını söylemek mümkündür. Bu nedenle çalışmanın odağı, bilişsel-davranışçı yaklaşım, bu yaklaşımla yapılandırılan grup çalışmasının şiddet uygulayan erkekler özelinde ele alınması ve tartışılmasıdır. Bilişsel Davranışçı Yaklaşım ve Bilişsel Davranışçı Yaklaşımla Yapılandırılan Grup Çalışması “Duyguna dikkat et, düşüncen olur. Düşüncene dikkat et, davranışın olur. Davranışına dikkat et, alışkanlığın olur. Alışkanlığına dikkat et, kaderin olur.” Bilişsel davranışçı yaklaşımın çıkış noktası, Epictetus’un “İnsanlar olaylardan değil de, bu olaylara ilişkin bakış açılarından rahatsız olurlar” görüşüne dayanmaktadır (Ivey ve Diğ., 1987; akt. Türküm, 1999: 7). Başka bir ifadeyle, bireylerin olaylar karşısındaki duygulanımları 52 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ve bilişsel süreçleri, olaylara karşı verecekleri tepki ve davranışları şekillendiren önemli etkenler olmaktadır. Söz konusu yaklaşımda anahtar kavram olan biliş (cognition), insanların bilgiyi nasıl işlediğini (process information) anlamayı yansıtmaktadır (Sedgwich, 1989). Bilişsel davranışçı terapiler de, bireylerin günlük yaşamlarında üstesinden gelemedikleri güçlükler ve yaşam problemleri ile karşılaştıklarında onlara yardım etmek için öğrenme kuramlarını uygulayan, problem odaklı, ‘burada ve şimdi’ ile ilgilenen, bilişsel davranışçı yaklaşımdan temel alınarak geliştirilmiş bir tedavi şeklidir (Stuart, 2001; akt. Demiralp ve Oflaz, 2007: 132). Türküm (1999: 7), bilişsel davranışçı terapide düşünce, karar verme ve eylemin bütünleştirilmesinin amaçlandığını, bu amaca ulaşmak için kişinin dünyaya ilişkin düşünce biçimi, vardığı kararları ve davranışları değiştirmenin sağlandığını belirtmektedir. Başka bir ifadeyle, uyumlu hale gelmesini istediğimiz davranış üzerinde çalışan bilişsel davranışçı terapi, duygu, düşünce, algı ve davranış dörtlüsünü bir arada ele alarak tanımlama, yeniden tanımlama ve davranış değişimini sağlama sürecinde etkin bir yaklaşım olarak görülebilmektedir. Daha da özelleştirmek gerekirse, sosyal beceriler konusunda belirlenen somut hedeflere ulaşma, stres azaltma, öfke ve depresyonu daha etkili yönetme, panik duygularını azaltma, sosyal işlevselliği yükseltme, alkol ve uyuşturucu kullanımını önleme ve şiddet davranışını değiştirme gibi (Rose, 2004: 111). Bilişsel davranışçı terapi, adından da anlaşılacağı üzere iki temel alan üzerinden uygulama gerçekleştirmektedir. Bunlardan biri davranış, diğeri de biliş boyutudur. Davranışçı boyutta genellikle şu aşamaların ele alındığı söylenebilir (Roffman, 2004: 165); 1) tedavinin genel hedeflerinin netleştirilmesi ve güçlü bir ilişki kurulması, 2) değişim ihtiyacının tanımlanması (örneğin, davranış sıklığına, yoğunluğuna ya da şiddetine ilişkin bilgi toplanması) ve özel, ölçülebilir hedefler konması, 3) çalışma tekniklerinin belirlenmesi (iletişim becerilerinin model olunması, değişen davranışla övünme yönünde olumlu destek, rahatlama teknikleri, sistematik duyarsızlaştırma gibi), 4)süreç içinde gerçekleştirilen hedeflerin ölçülebilmesi için veri toplanması ve 5) sonlandırma için hazırlanılması (örneğin; yeniden oluşturulan davranışın tartışılması). Terapinin biliş boyutunda, bireyin dünya görüşü, başka bir ifadeyle, bireyin anlam yaratma sistemine odaklanılmaktadır. Genellikle psiko-eğitsel gruplarda bireyin söz konusu anlam yaratma sistemini anlama ve bireyin oluşturduğu anlamla ilişkili bilişini değiştirme yolları aranmaktadır. Böyle bir değişim yaratma isteğinin nedeni, rasyonel (akılcı) olmayan düşüncelerin olumsuz duygular yaratacağı yönündeki varsayımdır (Roffman, 2004: 165). Anksiyete ya da uyuma dönük olmayan davranışların nedeninin, olayların kendisinin değil, bireyin bu olaylara ilişkin beklentileri ve yorumları olduğunu ileri süren, bu davranışların kişinin düşünce ve inançları ile doğrudan ilgilenilerek değiştirilebileceğini savunan bilişsel terapiler, 1960’lı yıllarda Beck’in yaptığı çalışmalarla anılmaktadır (Stuart, 2001). Beck’in bilişsel kuramına göre, çocukluk çağındaki deneyimler, öğrenme yolu ile bazı temel düşünce ve inanç sistemlerinin oluşmasına neden olmakta ve yapısal düzeyde bunlar ‘şema’ olarak adlandırılmaktadır. Bireylerin dünya görüşlerine dayanan bu şemalar, zorlukların kökenini yorumlama kadar bu zorlukların çözümünü de sağlamaktadır (Beck, 1995; Beck ve Diğ., 1979, 1985; Ellis ve Dryden, 1987; akt. Wallack ve Sela, 2008: 655). Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere, yaşam olayları sessiz durmakta olan şemaların aktive olmasına ve ‘olumsuz otomatik düşüncelerin’ ortaya çıkmasına ve sonuç olarak öfke, kaygı, suçluluk, üzüntü gibi hoş olmayan duyguların oluşmasına ve bu duygulara paralel şiddet gibi davranışların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Sungur (2006)’a göre, bilişsel davranışçı terapiler soruna yönelik kısa süreli, ekonomik yaklaşımlar sunmalarının yanı sıra, danışana anlaşılabilen bir tedavi rasyoneli sunmaları, öğrenme kuramları gibi bilimsel bir temel üzerine kurulmuş olmaları, deneysel psikoloji ile 53 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- klinik psikolojisi arasında bir köprü oluşturmaları ve yalnızca çeşitli ruhsal bozuklukların tedavisinde değil önlenmesinde de kullanılabilmeleri ve danışana sorun çözme yöntemlerini öğreten, beceri kazandırıcı yönleriyle önem taşımaktadır. Çok sayıda farklı bilişsel davranışçı terapi teknikleri bulunmakla birlikte bu terapilerin altında yatan temel ilke ve kabullerin aynı olduğu belirtilmektedir (Craske ve Stevens, 2002). Bu temel ilkeler şöyle belirtilebilir; Bilişsel davranışçı terapinin ortak noktası bireyin “şimdi ve buradaki” güncel hayatıdır. Tedavide ana hedef kişinin psikopatoloji geliştirmesine neden olan düşünce biçimlerini ve davranışlarını değiştirmektir. Bu nedenle tedavi sonunda iyileşmeyi belirleyecek çok açık hedefler belirlenir. Birey, tedavinin her aşamasına aktif olarak katılır. Birey, tedavide ele alınacak sorunları ve bu sorunları çözmeye yönelik stratejileri sosyal hizmet uzmanıyla/terapistle birlikte belirler. Tedavi süresince bilişsel tekniklerle davranışçı teknikler bir arada kullanılır (Türkçapar, 2003). Bilişsel davranışçı terapide pozitif pekiştirme, sembolik ödüllendirme, söndürme, sistematik duyarsızlaştırma, tepkiyi şekillendirme, düşünceyi durdurma, kontrat yapma, model olma, tablolaştırma, etkinlik programı oluşturma, Premack ilkesi, antrenörlük gibi bazı teknikler kullanılmaktadır. Bilişsel davranışçı yaklaşıma dayalı grup çalışması, bireylerin düşünce, algı, inanç, beklenti gibi bilişsel öğelerini odak alan ve davranışsal teknikler aracılığıyla davranışı değiştirmeyi, bilişsel yapı ve süreçleri etkilemeyi hedefleyen, yönlendirici ve öğretici yaklaşımın uygulandığı bir süreçtir. Bilişsel davranışçı grup uygulaması, psiko-eğitimsel (psychoeducational) bir yaklaşım olarak görülmekte ve grup uygulamaları için uygun bir tedavi modeli olarak tanımlanmaktadır (Elmacı, 2008: 85). Bilişsel davranışçı yaklaşımla yapılandırılan grup çalışmasında homojenlik önemlidir. Başka bir ifadeyle, grup üyelerinin ortak bir ya da birkaç sorun üzerinde çözüm üretmeye çalışması gerekmektedir (Rose, 2004: 111). Bilişsel davranışçı yaklaşımda, grup uygulamalarında iyileştirici sonuçlar iki temele dayanmaktadır; klasik bilişsel -davranışçı tekniklerin kullanılması ve küçük grup içerisindeki etkileşim. Bu uygulamalarda, terapistle ilgili faktörler (liderlik nitelikleri, grup sürecine olan dikkati), grup üyeleri ile ilgili faktörler (bireysel beceriler, empati gibi) ve yapısal faktörler (oturumların uzunluğu, sıklığı, ortam) sonuç üzerinde etkilidir. Grup süreci içerisinde; • Grup üyelerinin semptomlarının diğerlerine olan etkisi, • Grup üyelerinin kişilik yapılarının diğerlerine olan etkisi, • Bir grup üyesinde görülen iyileşme/kötüleşmenin diğerlerine etkisi, • Grup üyelerinin diğerleriyle etkileşim şekilleri, • Grup lideri ve grup arasındaki terapötik ilişki, • Grup üyeleri arasındaki terapötik ilişki, 54 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- • Grupta devamsızlık veya isteksizliğin etkileri, Grupta bireysel değişkenlerin etkileri (bireyin beklentileri, terapiyle bireyin doyumu, bireyin grup terapisi için uygunluğu -örneğin eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik yapılandırılacak grup çalışması öncesinde bu erkeklerin psikopatolojilerini belirlemeye yönelik SCL90-R gibi psikolojik belirti tarama testleri kullanılabilir ve grup üyeleri uygun farklı gruplarda ele alınabilir), • Gruptaki değişim mekanizmaları (esinlenme, dâhil olma, grupta öğrenme, kendine odaklanmanın değişmesi, grup bütünlüğü, grup içerisindeki duygusal süreçler), gibi faktörler belirli bilişsel davranışçı müdahalelerle etkileşerek, sağaltımı üzerinde etkili bulunmaktadır (Bieling, McCabe ve Anthony, 2006: akt. Elmacı, 2008: 86). Brekke (1989) eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik psiko- eğitimsel bir grup çalışması geliştirmiş ve bu nüfusa ait üyelerin ulaşılması güç, tedavi programına çoğunlukla gönülsüz katılan, kişiler arası şiddet konusunda çok az sorumluluk alan ya da hiç sorumluluk almayan, şiddetin ciddiyetini minimize eden ve meslek elemanına güvenmeyen özellikler gösterdiğini belirtmiştir. Bu nedenle tedavi programı oryantasyon (uyum) grubu olarak 14 haftalık, iyi yapılandırılmış ve bilişsel davranışçı ilkelere dayanan bir ön çalışmayla başlatılmaktadır (Roffman, 2004: 167). Oryantasyon toplanmaktadır; grubunun iki saatlik beş oturumu aşağıda belirtilen amaçlarla Grup üyeliğine hazırlanma: Katılımcılar aile içi şiddet, saldırganlık (aggression) ve öfke kontrolü konularında eğitilmekte ve tedavide edinecekleri beceriler konusunda bilgilendirilmektedirler. Grup üyeliğine seçim: Oryantasyon grubunda sergiledikleri davranışlara ve özelliklere göre kimin hangi gruba katılacağı belirlenmektedir (Roffman, 2004: 168). Şiddet uygulayan erkeğin özelliklerine uygun (şiddetin yoğunluğu, aldığı ceza bakımından benzer özelliklerdeki erkeklerin bulunduğu) bir gruba katılımı çalışmayı etkili tamamlamasını sağlayacak bir unsur olarak görülmektedir. Bilişsel davranışçı yaklaşım ile yapılandırılan grup çalışmasını değerlendiren başka bir makale, pro-feminist yaklaşımı da kapsayacak şekilde “Aile İçi Şiddet Eğitim Projesi (Domestic Violence Education Project)” adıyla Amerika’da gerçekleştirilen grup çalışmasının temel özelliklerini ve değerlendirme ölçütlerini içermekte ve çalışma sonuçlarına yer vermektedir. Makalede yer alan bilgilere göre, ön test ve son test sonuçları karşılaştırıldığında 24 oturumluk programı tamamlayan katılımcıların şiddet içeren davranışlarını kabul etme konusunda olumlu tutum geliştirdikleri ve kadınlara ilişkin stereotipik inançlarının değiştiği gözlemlenmiştir. Katılımcılar ayrıca, şiddet içeren davranışlarının aile ilişkileri üzerindeki etkilerini fark ederek bu davranışlarını değiştirme yönünde motivasyon sağlamışlardır (Cranwell Schmidt ve Diğ., 2007). Yapılan grup çalışmasının içeriğine biraz daha yakından bakmak gerekirse, içeriğin katılımcıların şiddet içeren davranışlarının sorumluluğunu almaları yönünde onları cesaretlendirici, şiddetten nasıl kaçınacaklarını öğretici ve katılımcılara şiddetin altında yatan rasyonel olmayan cinsiyetçi tutum ve inançlarını değiştirmeye yardımcı olucu (Edleson ve Tolman, 1992; Gondolf, 2002; Shepard ve Pence, 1999; akt. Cranwell Schmidt ve Diğ., 2007: 91) özellikte olduğu söylenebilir. Grup çalışması süresince üzerinde durulan temel yedi varsayım şu şekilde sıralanabilir; 55 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Aile içi şiddet bir seçimdir. Aile içi şiddet cinsel ayrımcılık ve homofobi ile desteklenmektedir. Şiddet uygulayan erkekler bu davranışlarını sürdürürler çünkü bundan yarar sağlarlar. Aile içi şiddet, ilişkilerdeki güç dengesizliğinin sürdürülmesini amaçlayan çok çeşitli davranışlardır. Aile içi şiddet eşler, çocuklar, geniş aile ve toplum açısından belirgin olumsuz etkiler yaratmaktadır. Aile içi şiddet kadının insan haklarının ihlalidir. Şiddet uygulayan erkekler eğer isterlerse davranışlarını değiştirebilirler (Cranwell Schmidt ve Diğ., 2007: 91). Şiddetin de diğer davranışlar gibi dolaylı ve dolaysız pekiştireçler yoluyla öğrenilen bir davranış olduğunu ileri süren bilişsel davranışçı yaklaşım, bir çocuk olarak aile içinde şiddet görme ya da şiddete tanık olma ile yetişkinlikte şiddet uygulayan olma ilişkisine geniş yer verilmektedir. Oliver (1993), şiddet uygulayan erkeklerin üçte birinin çocukluklarında şiddete maruz kaldıklarını belirtmektedir. Ayrıca, çocukluklarında şiddet gören erkeklerin tedavi programlarını yarıda bırakma eğiliminde oldukları ve programa devam etmek istemedikleri de belirtilen bir başka önemli noktadır (Aldarondo ve Sugarman, 1996; Grusznski ve Carrillo, 1988; Shepard, 1992, Akt.: Scott, 2004). Bilişsel davranışçı yaklaşıma göre yapılandırılan tedavi programları/grup çalışmaları, erkeklerin şiddet sonucunda nelerin olacağını anlamaları, daha uygun/sağlıklı iletişim becerileri geliştirmeleri ve bu becerileri denemeleri, çatışmalarla uygun şekilde başa çıkma stratejileri geliştirmeleri üzerinde durmaktadır (Scott, 2004). Bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılandırılan grup çalışmasında şiddet uygulayan erkeklerin yaşayacağı bilişsel, duygusal ve davranışsal süreçler aşağıdaki şemadaki gibidir (Healey, Smith ve O’Sullivan, 1998: 27). 56 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Şema 1: Bilişsel-Davranışçı Yaklaşımla Eşine Şiddet Uygulayan Erkeklerle Çalışma (Healey, Smith ve O’Sullivan, 1998: 27). Şemadan da anlaşılacağı üzere, bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılan çalışmada davranış kontrolü çalışmanın merkezini oluşturmaktadır. Şiddet davranışının kontrol altına alınarak belirtilen süreçlerle çözümlenmesinde erkeğin vereceği duygusal ve bilişsel tepkiler genel olarak şiddeti reddetme, uyguladığı şiddetin boyutunu minimize etme ve şiddetin nedeni olarak eşini gösterme, şiddet içeren davranışının ciddiyetinin farkına varma, farkındalıkla birlikte duygusal tepkiler verme, kendine dönük olumsuz konuşmalarda bulunma ve tüm bu süreçleri geçtiğinde de eşine şiddet uyguladığını kabul ederek davranış değişikliği yaratma yönünde gönüllü olma şeklinde bir süreç izlemektedir. Hiç kuşkusuz belirtilen bu süreçler her erkekte aynı sırayla izlemediği gibi, zaman zaman belli aşamalarda daha uzun süre kalma veya önceki aşamaya dönme yaşanabilmektedir. Bu noktada, şiddet uygulayan erkeklerle yapılacak grup çalışmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü erkeklerin, kendileriyle benzer duygu, düşünce ve davranışlarda bulunan erkeklerle birlikte bu süreçleri yaşadıklarında iç görü kazanma ve davranış değişikliği yaratma konusunda daha hızlı ilerleme kaydedebilecekleri düşünülmektedir. Aynı zamanda grup içinde öğrenilen yeni davranışların yaşama aktarılmadan önce yine grup içinde denenmesi açısından da grup çalışması oldukça önemlidir. Bilişsel-davranışçı yaklaşımla hareket eden grup liderinin erkeklerin yaşadığı bilişsel ve duygusal süreçleri nasıl yönetecekleri de ikinci çemberde sıralanan şekilde özetlenebilir. Davranışının şiddet davranışı olduğunu ve suç teşkil ettiğini gösterme ve bu yönde bilişsel algısını etkileme, sürecin en önemli boyutunu oluşturmaktadır. Çünkü bilişsel-davranışçı yaklaşıma göre şiddet uygulayan erkekler, şiddet içeren davranışlarının suç teşkil ettiğini çoğu zaman bilmemekte (özellikle duygusal, ekonomik ve cinsel istismarda) ve bu nedenle değiştirilmesi gereken bir durum olmadığını düşünmektedirler. Değişim gerekliliğinin farkına varma, grup liderinin grup sürecini başarılı bir şekilde ele alması sonucunda erkeğin duygu, düşünce ve algı sistemini tartışma ve davranışını değiştirme şeklinde kendini gösterecektir. Benzer şekilde, öğrenilen uygun davranışı grup içinde uygulaması yönünde erkeği cesaretlendirmek de grup liderinin önemli sorumluluklarından biridir. Bilişsel davranışçı yaklaşımın aile içi şiddeti ve eşine şiddet uygulayan erkekleri ele alışı genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilir. Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik olarak bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılandırılacak olan grup çalışmasının detaylarına bir sonraki başlık altında yer verilmektedir. Eşine Şiddet Uygulayan Erkeklere Yönelik Bilişsel Davranışçı Yaklaşımla Yapılandırılan Grup Çalışması Önceki bölümlerde eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik sunulan tedavi programları ve bu programlarda kullanılan yaklaşımlardan biri olan bilişsel davranışçı yaklaşıma genel hatlarıyla değinilmiştir. Çalışmanın bu bölümünde, bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılandırılan grup çalışması, grup çalışmasının oluşturulması (amaç, yöntem, teknik ve üyelerin belirlenmesi) ve grup çalışması süreci (uyum aşaması, müdahale aşaması ve sonlandırma) olarak iki alt başlıkta ele alınmaktadır. a. Grup Çalışmasının Oluşturulması Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik olarak bilişsel davranışçı yaklaşımla hazırlanacak olan grup çalışmasının oluşturulma aşamasında belli sorulara yanıt vermek 57 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- gerekmektedir. Yanıtlanması gereken sorulardan ilki, eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik neden böyle bir grup çalışması planlandığıdır. Bu sorunun yanıtı önceki bölümlerde verilmiş olmasına rağmen bir kez de burada belirtmek gerekirse, grup çalışması aracılığı ile şiddet uygulayan erkeklerin bilişsel şemalarını, grup içi etkileşimler aracılığıyla şiddete neden olan duygu, düşünce ve algılarını görmeleri, şiddet içeren davranışlarını değiştirmeleri, öğrendikleri yeni davranışları uygulayabilecekleri ortam bulmaları açısından grup çalışması etkili görülmektedir. Bir diğer soru, grubun ne tür bir grup olacağıdır. Planlanan grup çalışması davranış değişimi sağlama açısından tedavi grubu; öfke yönetimi, iletişim becerilerinin öğretilmesi açısından ise eğitim grubu özelliği göstermektedir. Yapılan literatür taraması sonucunda eşine şiddet uygulayan ve bu çalışmada belirtilen konuları ele alarak yapılandırılan grupların psikoeğitsel gruplar olarak adlandırıldığı görülmüştür. Ama bu çalışma için yapılandırılan grubun bir tedavi grubu olması gerektiği düşünülmektedir. Grubun açık mı yoksa kapalı bir grup mu olacağı da yine grubun amacı ve ele alınan konuların hassasiyetine göre yanıtlanması gereken bir sorudur. Şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulacak grup çalışmasının kapalı grup özelliği göstermesi ve süreç içinde dışarıdan yeni üye kabulü yapılmaması, grup etkileşimini artırıcı bir nitelik taşıdığı için tercih edilmektedir. Üçüncü soru, grup üye sayısının ne kadar olacağıdır. Grup çalışması sürecindeki konuların yoğunluğu, şiddet uygulayan erkeklerle çalışmanın çeşitli zorlukları ve gruba başlayan üyelerin süreç içinde çalışmayı bırakma olasılıkları göz önünde bulundurularak 8-10 kişilik bir grup oluşturulması uygun görülmektedir. Diğer bir soru, grubun tek bir grup lideri mi olacağı ya da yardımcı lider (co-lider) olup olmayacağı sorusudur. Zaman ve maliyet göz önünde bulundurulduğunda grubun tek bir liderle yürütülmesi yararlı görülmektedir. Ancak, çalışma sürecinde grup liderine eşlik eden bir yardımcı lider olması hatta bu liderin grup liderinden farklı bir cinsiyette olması grup sürecini etkileyebilecek bir etken olması açısından önemli görülmektedir. Eğer yardımcı lider olacaksa bu liderin rol ve sorumluluklarının neler olduğunun da çalışma öncesi planlanması gerekmektedir. Gruba, bu konuda uzman olan biri dışarıdan danışmanlık verecek mi? Bu da grup çalışmasını etkileyecek önemli kararlardan biri olabilir. Grubun planlanması aşamasında yanıtlanması gereken diğer soru, grup çalışması sürecinin ne kadar süreceği ve oturumların hangi sıklıklarla ve ne kadar süreyle yürütüleceğidir. Yurtdışındaki benzer programlarda 16, 24, 36 ve 48 haftalık ve hatta beş yıllık grup çalışmaları olduğu belirlenmiştir. Grup çalışmasının süresini belirleyebilmek için grup çalışmasının amacına ve süreçte ele alınacak konulara bakıldığında 16 haftalık bir programlama yapılması ve her oturumun haftada bir gün 90 dakika sürmesi uygun görülmektedir. Grup sürecinde herhangi bir kayıt tutulup tutulmayacağı, kayıt tutulacaksa bu kayıtların resmi mi yoksa gayri resmi mi tutulacağı konusuna da açıklık getirilmesi gerekmektedir. Grup üyelerinin onayı alınarak grup sürecinin ses kaydının ve yazılı kaydının yapılması, çalışmanın etkililiğini belirleyebilmek ve sonraki çalışmaların yapılandırılmasını etkileyebilecek özellikler sunması açısından yararlı görülmektedir. Yanıtlanması gereken en önemli sorulardan biri, grup üyelerinin nasıl belirleneceği sorusudur. Gruba üye seçimi için farklı kurumlarla iletişime geçilmesi gerekecektir. Örneğin; aile mahkemeleri, denetimli serbestlik şubesi, il sağlık müdürlüğü vb. Erkeklerin içinde bulundukları durumu sorun olarak nitelendirmemeleri, bu nedenle değiştirilmesi gereken herhangi bir davranışları olmadığını düşünmeleri, gruba kendi isteğiyle katılacak erkek sayısının 58 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ne kadar az olacağını hatta hiç olmayabileceğini gösteren bir delil niteliğindedir. Bu yüzden gruba katılacak üyeler, mahkeme, denetimli serbestlik ya da il sağlık müdürlüğü aracılığıyla yönlendirilen ve katılımları zorunlu tutulan eşine şiddet uygulayan erkeklerden oluşacaktır. Yönlendirilen her erkeğin gruba alınıp alınmayacağı da düşünülmesi gereken başka bir boyuttur. Planlanan gruba benzer şiddet türlerini belli yoğunluklarda uygulamış, benzer cezalarla hüküm verilmiş, alkol ve uyuşturucu kullanımı sorunu olmayan, herhangi bir ağır psikolojik hastalığı olmayan bu anlamda homojen bir grup oluşturulması uygun görülmektedir. Yaş ve eğitim durumu bakımından ise heterojen olabilir. Grubun amacının ne olacağının da açık bir şekilde tanımlanmış olması gerekmektedir. Hiç kuşkusuz eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulacak grup çalışması bilişseldavranışçı yaklaşımla şiddet davranışının ortadan kaldırılması ve uygun iletişim ve öfke yönetimi becerilerinin öğretilmesi amacıyla yapılandırılacaktır. Çalışma öncesinde belirlenen ölçülebilir hedefler, çalışma sonunda değerlendirme yapmada kolaylık sağlayacağı için henüz planlama aşamasında üzerinde durulması gereken konulardan biri olarak görülmektedir. Grup üyelerinin belirtilen amaç ve hedefler konusunda hemfikir olması, grubun etkililiğini arttıracak önemli bir noktadır. Önemli olan ve yanıtlanması gereken son soru, grup çalışmasının nerede yürütüleceği sorusudur. Grup çalışmasının bir kurum aracılığıyla ve şiddet uygulayan erkekler açısından bir zorunluluk olması dolayısıyla Sağlık İl Müdürlüğü’nde ya da Denetimli Serbestlik Şubesi’nde yapılması uygun olacaktır. Planlama aşamasındaki bu sorulara ek olarak, şiddet uygulayan erkeğin eşi yani şiddet mağduru ile de iletişime geçilmesi önemlidir. Tabi bunu şiddet mağduru kadının da istemesi gerekmektedir. Ayrıca, kadının güvenliğinin sağlandığından da emin olmak gerekmektedir. Grup üyesi erkeğin eşinin hangi durumlarda bilgilendirileceği planlanmalıdır. Örneğin; şiddet uygulayan eş grup çalışmasına katılmaya başladığında, çalışmanın kurallarına uymayıp gruptan ayrıldığında veya mağdurun güvenliğini tehdit edecek herhangi bir tehlike söz konusu olduğunda. Grup çalışmasına başlamadan önce grup üyeleri ile bireysel görüşmeler yapmak, erkeklerin şiddet algılarını, iletişim becerilerini, güçlü ve zayıf yönlerini belirlemek açısından grup liderine yarar sağlayacak bir nitelik taşımaktadır. Tüm bu boyutlarda yapılan detaylı planlamalar ve yapılan planların süreç içinde belli ölçülerde esneyebileceği (örneğin grup çalışması için daha uygun bir mekân bulunması ve üyelerin onayları alınarak yer değişimi yapılması gibi) yönündeki olasılıkların hesaba katılması çalışmanın başarısını etkileyecek önemli noktalardır. b. Grup Çalışması Süreci Önceki başlıkta çeşitli boyutları düşünülerek planlanan grup çalışmasının çalışma süreci, uyum, müdahale ve sonlandırma aşaması olarak üç ana aşamada ele alınabilir. Bilişsel-davranışçı yaklaşımla ele alınacak grup çalışmasının uyum aşamasında (tahminen grup sürecinin 2-3 haftasını oluşturacaktır) grup üyelerinin bulunduğu yerden başlamak, duygularını öğrenmek, grup çalışmasıyla ilgili bilgi vermek, grup üyelerini tanımak, grup kurallarını oluşturmak ve grup üyelerinin, çalışmayı belirtilen kurallar dâhilinde kabul ettiğini belirten bir sözleşme imzalamaları (eğer cezai yaptırımla gruba katılmışlarsa bu sözleşmenin ilgili birimlere iletilmesi) sağlanabilir. Şiddet konusuna girilmesi, tanık olunan şiddet üzerinden 59 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- konuşulması ve amaçların gözden geçirilmesi yine bu aşamalarda üzerinde durulan konulardandır. Bilişsel-davranışçı terapi tekniklerinden akılcı olmayan düşüncelerin tanınması, “işlevsel olmayan düşünceler kayıt formu” hazırlanması yoluyla eşine şiddet uygulayan erkeklerin toplumsal cinsiyet rolleri ve şiddet konularındaki bilişsel şemalarının keşfedilmesi, akılcı olmayan duygu ve düşüncelerinin tanımlanarak değiştirilmesi yönünde girişimde bulunulması amaçlanmaktadır. Uyum aşamasında şiddet uygulayan erkeğin şiddet içeren davranışını reddetmesi, şiddetin sorumlusu olarak eşini göstermesi (Bknz. Şema 1) yaygın olduğu için uyum aşamasındaki oturumlar terapötik bir atmosferde geçmesine neden olabilir. Çalışmanın 4 ve 5. haftasında duygusal, ekonomik ve cinsel şiddetin de dâhil olduğu geniş bir şiddet tanımlaması oluşturularak şiddet uygulayan erkeklerin şiddet algılarını değiştirme yönünde ilk adımlar atılabilir. Grup lideri ve yardımcı lider şiddet uygulayan erkekleri değişim yönünde motive edebilir ve şiddet içeren davranışlarının çocukları üzerindeki sonuçlarına vurgu yapabilir. Eşine şiddet uygulamasının nedeni olarak eşinin (kadının) suçlu olduğu belirten ve bu yönde akılcı olmayan düşüncelere sahip grup üyeleriyle bilişsel-davranışçı terapi tekniklerinden sokratik tarzda sorular sorma tekniği ile çalışılabilir. Bu tür sorularla eşine şiddet uygulayan erkeğin inançlarının görgül olarak tutarsız yönleri gösterilir. Örneğin kendisiyle ilgilenmediği için eşine şiddet uyguladığını söyleyen bir erkeğe grup lideri şu soruları sorabilir; “bir insanın ilgilenmesi ne anlama geliyor?”, “eşinin seninle ilgilenmesi ne anlama geliyor?”, “insanlar ilgilendiklerini nasıl gösterirler?”, “diğer insanlarla ilgilendiğini nasıl gösterirsin?”, “eşine, onunla ilgilendiğini nasıl gösterirsin?”, “ilgilendiğin ama ilgini göstermediğin hiç kimse oldu mu?”, “ilgilendiğin halde eşine ilgini göstermediğin oldu mu?”, “öyleyse sana göstermeksizin diğer insanlar da ve eşin de seninle ilgileniyor olabilir mi?” gibi. Grup üyelerinin bu yönde farkındalık kazanması kadar önemli olan başka bir konu da herhangi bir durum ya da olay karşısında vücutlarında meydana gelen değişimlerin farkına varmalarıdır. Vücutlarında meydana gelen değişimin farkına varmalarının öğretilmesi ve buna ek olarak, öfke kontrolü yöntemlerinin öğretilmesi (time out gibi) yine grup çalışması sürecinde üzerinde durulması ve çalışılması gereken bir konudur. Bilişsel-davranışçı terapi tekniklerinde olan gerilme-gevşeme hareketlerinin öğretilmesi ve öfke belirtileri sezilmeye başlandığı andan itibaren bu hareketlerin yapılması öfke sonucu ortaya çıkan şiddet davranışını engelleyecektir. Söz konusu gevşeme teknikleri kadar önemli olan diğer bir boyut, bireyin karşılaştığı duruma karşı vereceği tepkiyi şekillendiren akılcı olmayan düşünce yapılarının bir kez daha farkına varması gerektiğidir. Sokratik tarzda soru sormaya paralel gidebilecek başka bir teknik olan nüktenin (humor) kullanımı, kişilerin kendilerini aşırı ciddiye almaları ve yaşamlarındaki olaylara ilişkin esprili bakış açılarını yitirmeleri nedeniyle daha duygusal güçlükler yaşadıkları hipotezini içermektedir (Corey, 1991; akt. Türküm, 1999: 31). Örneğin eşinin tutumu karşısında kendisini işe yaramaz hissettiğini belirten bir erkeğe grup lideri “ eğer ben sizin bir kirpi olduğunuzu düşünmüş olsaydım, bu düşünce sizi bir kirpi yapar mıydı?” sorusuyla erkeğin akılcı olmayan düşüncelerinin çürütülmesini amaçlayabilir. Ancak burada önemli olan nokta, grup liderinin iyi bir gözlemci olması, yaptığı esprinin alay boyutuna taşınmaması ve sadece düşünce veya davranış üzerinden şaka yapılmasıdır. Grup çalışmasının ilerleyen süreçlerinde bilişsel-davranışçı yaklaşıma bağlı kalınarak şiddeti destekleyen sosyal normlar ve inançlar üzerinde tartışılarak, eşleriyle empati kurmaları ve davranışlarının mağdur üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde durulabilir. Burada, bilişseldavranışçı terapi tekniklerinden olan pasta tekniği kullanılarak, eşine şiddet uygulayan 60 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- erkeklerin düşüncelerini bir grafik üzerinde görmeleri sağlanarak akılcı olmayan düşüncelerini fark etmeleri ve hedeflerini belirlemeleri sağlanabilir. Sonraki aşamalarda, başka bir ifadeyle müdahale aşamalarında, ele alınacak konuyla bağlantılı ve değişimin hedeflendiği şiddet içeren davranışın sergilendiği video gösterimlerinin yapılması veya rol oyunları ile üyelerin farklı duygu, düşünce, algı ve davranışlar içine girmeleri sağlanabilir. Konularla ilgili yapılan tartışmalar çoğunlukla yönlendirici ve yüzleştirmeci olacağı için grup liderinin dikkatli bir dinleyici ve etkin bir otoriteye sahip olması gerekmektedir. Yapılan oturumlardan sonra o günkü oturuma ait video görüntülerinin ya da ses kayıtlarının grup üyeleri ile birlikte izlenerek/dinlenerek tartışılması, eşine şiddet uygulayan erkeklerin değişim yönünde güdülenmeleri ve içgörü kazanmaları açısından önemli olabilecektir. Grup çalışması sürecinde uygun iletişim becerilerinin öğretilmesi ve bu yönde davranış değişiminin sağlanması için de belli bilişsel- davranışçı teknikler kullanılabilmektedir. Danışanın dilini/üslubunu değiştirmesi tekniği olarak adlandırılan bu teknikte, semantik yöntem olarak nitelendirilen müdahale biçimiyle eşine şiddet uygulayan erkeklerin kendilerini daha az yenilgiye uğratıcı (less self-defeating) bir dil kullanmalarına yardımcı olunmaktadır (Dryden, 1987; Türküm, 1999: 32). Örnek vermek gerekirse, “….yı yapamıyorum” yerine “….yı henüz yapmadım” demek. Yukarıda belirtilen bu teknikler sonunda hedeflenen davranış değişiminin, bilişsel davranışçı tekniklerden biri olan rol oynama tekniği ile grup içinde denenmesi sağlanabilir. İstenilen yönde değişimin sağlanması sonucunda olumlu pekiştireçler yoluyla davranışın ödüllendirilmesi, böylece istenmeyen davranışın söndürülmesi hedefine ulaşılabilir. Akılcı olmayan düşüncelerin keşfedilmesi ve daha akılcı düşünceler oluşturulması, şiddet ve şiddetin olumsuz sonuçları hakkında detaylı bilgilenilmesi, iletişim becerileri, gevşeme hareketleri ve öfke yönetimi tekniklerinin öğrenilmesi ile birlikte bu konularda davranış değişimi sağlanması ve sağlanan davranış değişiminin grup içinde uygulanması kadar, verilen ev ödevleri ile sosyal yaşamda da denenmesi sağlanarak grup çalışmasının sonlandırma aşamasına doğru gelmesi sağlanabilir. Sonlandırma şamasında etkileşimler yoluyla geribildirimler verilmesi (zaten her oturum sonunda o oturuma ilişkin bir geribildirim yapılmaktadır), yansıtma yapılması ve bireyselleşmenin sağlanması gerekmektedir. Bilişsel-davranışçı yaklaşım özelinde aile içi şiddet davranışının değişmesi yönünde yapılandırılacak grup çalışmasının müdahale aşamasında öne çıkan belli başlı konular vardır. Bunlar; güç ve kontrol konuları, öfke belirtileri, öfke kontrolü; ‘time out’, öfke sonuçları, uygun iletişim kurma, bilişsel şemaların farkına varma ve değiştirme, rahatlama-stres azaltma teknikleri ve geleceğe yönelik düşüncelerdir. Bu konuların detaylarını kısaca açıklamakta yarar olduğu düşünülmektedir. i. Güç ve Kontrol Konuları Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik hazırlanan tedavi programlarının ortak konularından biri olan güç ve kontrol, pro-feminist yaklaşımın temel varsayımı olarak şiddet davranışının erkeğin kadın üzerinde güç ve kontrol kurma çabasının bir ürünü olduğu yönündeki vurgusuyla açıklanmaktadır. Pence ve Paymar (1993) tarafından oluşturulan güç ve kontrol çarkı, farklı türlerdeki şiddet davranışlarının temelinde güç ve kontrol yattığını ileri sürmektedir. Grup sürecinde grup liderinin bu konuda grup üyelerinin duygu ve düşüncelerine yer verecek yönlendirmelerde bulunması oldukça önemlidir. Şema 2:”Güç ve Kontrol Çark” (Pence ve Paymar; 1993:3) 61 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Öfke Belirtileri ii. Şiddet uygulayan erkeklere öfkelenmeye başladıklarında vücutlarında meydana gelen değişimleri göstermek ve bu belirtileri tanımlamalarını öğretmek, şiddet davranışının oluşmadan önlenmesinde etkili olacak yöntemlerden biridir. Fiziksel, davranışsal ve psikolojik belirtileri önceden fark etmeleri, içinde bulundukları durumu tanımlamaları ve uygun alternatif çözümler bulana kadar o durumdan uzaklaşmalarını sağlama açısından oldukça önemlidir. Öfke kontrolü de bu noktadan sonra devreye girmektedir. ‘Time out’ yöntemini öğreterek, öfke belirtilerini fark ettikten sonra bulundukları ortamdan uzaklaşarak sakinleşmeleri ve sonrasında konuyu sakin şekilde ele almalarını sağlamak, kısacası öfke yönetimini öğretmek ve bu yönde davranış değişimi yaratmak, bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılandırılan grup çalışmasının başarılı olacağı noktalardan biridir. iii. Öfkenin Altında Yatan Duyguları Keşfetme Bazıları, şiddetin öfkeyle ilgili olmadığını belirtseler de öfke yönetimi eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulan hemen hemen her tedavi programında ele alınan bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır (Rosenbaum ve Leisring, 2001: 62). Şiddet uygulayan erkeklerden duygularıyla ilişki kurmalarını istemek terapötik bir etki yaratabilecektir. iv. Öfkenin Sonuçları Bilişsel-davranışçı yaklaşım yardımıyla şiddet uygulayan erkeklerin şiddet içeren davranışlarının sonuçlarını bilişsel düzeyde keşfetmelerini sağlamak, yapılandırılan grup çalışmasının başarılı olmasını sağlayacak yöntemlerden bir diğeridir. Özellikle şiddet davranışının sonuçlarının çocukları ve eşleri üzerindeki olumsuz etkilerini görmeleri ve bu yönde bilişsel ve duygusal farkındalık geliştirmeleri, benzer davranışı tekrarlamalarının önüne geçecektir. v. İletişim Eğitimi Eşine şiddet uygulayan erkeklerin iletişim kurma becerilerinin zayıf olabileceği ve iyi bir dinleyici olamayabilecekleri düşünülerek bu konunun da grup çalışması sürecine alınması yararlı olacaktır. Tartışmalarda savunmacı bir tutum sergilemeleri ve kendilerince ‘kazanan taraf’ olma yönündeki çabalarını, uygun iletişim becerileri ve çeşitli iletişim bileşenlerini öğreterek -örneğin “ben dili” kullanmasını öğretmek, iletişimin ses tonu, tavır, jest ve mimikler ile bir bütün oluşturduğunu öğretmek- bunu grup içinde ele alarak denemelerini sağlamak davranış değişimi sağlamada etkili olabilecek yöntemlerden biridir. vi. Biliş Grup sürecinde, şiddet uygulayan erkekleri kızdıracak çeşitli konularda önermelerde bulunulup erkeklerin bu konularda kışkırtılması ve bilişsel bileşenlerin ortaya çıkarılması sağlanabilir (Rosenbaum ve Leisring, 2001: 62). Örneğin, “eşiniz eve geleceğini söylediği saate göre iki saat gecikti ve size nerede 62 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- olduğunu haber vermedi” şeklinde bir senaryoyla duygu ve düşüncelerini almak ve neler yapacaklarını konuşmak, sonrasında öfkeyle hiç düşünmedikleri olasılıklar üzerinde (belki bir kaza geçirdi gibi) tartışmak ve böyle durumlarda benzer bilişsel bileşenleri kullanmalarını öğretmek etkili olacak bir başka yöntemdir. vii. Rahatlama ve Stres Azaltma Yöntemleri Sorun çözme yaklaşımı ve daha önce üzerinde durulan öfke yönetimi tekniklerini kullanarak streslerini azaltabilecekleri belirtilerek ve çeşitli rahatlama teknikleri öğretilerek (gerilme-gevşeme hareketleri, nefes alıştırmaları gibi) bunları uygulayabilecekleri ortam sağlamak grup çalışmasını etkili kılacak konulardan biridir. viii. Gelecek Yönlendirmesi Grup çalışması sonlarında, grup üyelerinin gelecek planlarının öğrenilmesi, yaşamlarını 3 veya 5 sene sonra nasıl gördüklerinin tartışılması, şiddet uygulayan erkeklerin uzun dönemli gelecek planlarını etkileme ve içinde bulundukları durumun farkına vararak değişim yaratma yönünde istekte bulunmalarını sağlama açısından yararlı olabilecektir. Sonuç ve Değerlendirme Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulan tedavi programları, farklı kuram ve yaklaşımlarla farklı özelliklerde (süre, ele alınan konular vb.) uygulanmaktadır. Yurtdışı örnekleri çok çeşitli olmakla birlikte Türkiye için bu yönde yapılandırılmış tedavi programlarının olmadığını söylemek mümkündür. Bu çalışmada, aile içi şiddet konusunun iç acıtıcı gerçeği ve sürekli mağdurla yapılan çalışmaların şiddet sorununu çözmediği gerçeği ile işe başlanmış, konu, şiddet uygulayan erkeklerin özelliklerine ilişkin literatürde yer alan bilgiler, bilişsel davranışçı yaklaşım ve bilişsel davranışçı terapi teknikleri, eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik bilişsel-davranışçı yaklaşım ile yapılan çalışma örnekleri ve bir grup çalışması önerisi ile ele alınmıştır. Çalışma hazırlık sürecinde, toplumsal cinsiyet, erkeklik, eşine şiddet uygulayan erkek özellikleri, bu erkeklere yönelik oluşturulan tedavi programı içerikleri ve bilişsel-davranışçı terapi konularında detaylı bilgi ihtiyacı duyulmuştur. Çalışmada önerilen grup çalışmasına benzer bir grup çalışmasının hayata geçirilebilmesi için belirtilen tüm bu noktalarda yeterli araştırma yapılarak işe başlanması, sistemli ve programlı çalışılması ve iyi yapılandırılmış bir grup önerisi hazırlanması gerektiği görülmüştür. Çalışmanın eksik kalan bir noktası, böylesi bir grup çalışmasının etkililiğini ölçecek öntest, son-test çalışmasının planlanmamış olmasıdır. Ön-test/son-test gibi bir çalışmanın gerekliliği görülmekle birlikte, grup çalışması öncesi yapılan bireysel görüşmelerle elde edilen bilgiler ve grup çalışması sonrası yapılan görüşmelerde benzer konularda verilen yanıtlar üzerinden bir değerlendirmeye gidilmesi ve grup çalışması öncesi belirlenen hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığının değerlendirilmesi, grup çalışmasının etkililiğini gösterecek ölçütler olarak düşünülmektedir. Bu noktada çalışmaya getirilen bir öneri, planlanan grup çalışmasının 2,5 ay yapıldıktan sonra 3 ay ara verilip tekrar bir çalışma gerçekleştirilerek kontrolünün yapılması yönündedir. Tutum ve davranış değişiminin sağlanıp sağlanmadığının belirlenmesi, böylece gerçekleştirilen grup çalışmasının etkililiğinin belirlenmesi açısından bu öneri oldukça önemli görülmektedir. 63 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Gerçekleştirilen grup çalışması süresince karşılaşılan güçlükler ve yapılan değerlendirmeler sonucunda eksik kalan ya da uygun ele alınmayan noktaların sonraki çalışmalarda düzeltilerek yapılandırılması, eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulacak tedavi programlarının ya da grup çalışmalarının nicelik ve nitelik olarak artmasını sağlayacaktır. 64 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar Beck, J. (2001). Bilişsel Terapi, Temel İlkeler ve Ötesi. (Çev. Nesrin Hisli Şahin). Ankara; Psikologlar Derneği Yayınları. Bieling, P.J., Mccabe R.E. ve Antony, M. M. (2006). Cognitive- Behavioral Therapy In Groups. The Guilford Press NY. Bowen, E., Gilchrist, E. (2004) Programmes Comprehensive Evaluation: A Holistic Approach to Evaluating Domestic Violence Offender Programmes. International Journal of Offender Therapy and Comparative Criminology. Vol. 48 (2); 215-234. Cavanaugh, M.M., Gelles, R.J. (2005) The Utility of Male Domestic Violence Offender Typologies: NewDirections For Reserch, Policy, and Practice. Journal of Interpersonal Violence, Vol. 20, No 2, 155-166. Cranwell Schmidt, M., J. M. Kolodinsky, G. Carsten, F. E. Schmidt, M. Larson ve C. MacLachlan (2007) Short Term Change in Attitude and Motivating Factors to Change Abusive Behavior of Male Batterers after Participating in a Group Intervention Program Based on the Pro-Feminist and Cognitive-Behavioral Approach. Journal of Family Violence (22): 91-100. Demiralp, M. ve Oflaz, F. (2007). Bilişsel-Davranışçı Terapi Teknikleri ve Psikiyatri Hemşireliği Uygulaması. Anadolu Psikiyatri Dergisi (8): 132-139. Elmacı, F. (2008) Bilişsel Davranışçı Yaklaşıma Dayalı Grupla Psikolojik Danışmanın Ergenlerin Korkuları Üzerindeki Etkisi. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı Rehberlik ve Psikolojik Hizmetler Bilim Dalı Doktora Tezi: Ankara. Faulkner, K., Stoltenberg, C. D., Cogen, R., Nolder, M., Shooter, E. (1992). CognitiveBehavioral Group Treatment For Male Spouse Abusers. Journal of Family Violence, 7, 37-55. Gondolf, E.W. (1987). Changing Men Who Batter: A Developmental Model For Integrated Interventions. Journal of Family Violence, 2, 335-349. Gondolf, E. W. (1988). Who Are Those Guys? Toward A Behavioral Typology Of Batterers. Violence and Victims, 3, 187-201. Gottman, J. M., Jacobson, N. S., Rushe, R. H., Shortt, J.W., Babcock, J., La Taillade, J. J., ve Diğ. (1995) TheRelationship Between Heart Rate Reactivity, Emotionally Aggressive Behavior, and General Violence in Batterers. Journal of Family Psychology, Vol. 9; 227248. Hamberger, L. K., Lohr, J. M., Bonge, D., Tolin, D. F. (1996). A Large Sample Empirical Typology Of Male Spouse Abusers And Its Relationship To Dimensions Of Abuse. Violence and Victims, 11, 277-292. Healy, K., C. Smith ve C. O’Sullivan (1998). Batterer Intervention: Program Approaches and Criminal Justice Stretegies. National Institute of Justice. USA. 65 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Holtzworth-Munroe, A., Stuart, G. L. (1994). Typologies Of Male Batterers: Three Subtypes And The Differences Among Them. Psychological Bulletin, 116, 476-497. Jennings, J. L. (1987). History And Issues in The Treatment Of Battering Men: A Case For Unstructured Group Therapy. Journal of Family Violence, 2, 193-213. Oliver, J. E. (1993). Intergenerational Transmission Of Child Abuse: Rates, Research, And Clinical Implications. American Journal of Psychiatry, 150, 1315-1324. Pence, P., Paymar, M. (1993). Education Groups for Men Who Batter: The Duluth Model. New York: Springer. Roberts, A. (1984). Intervention With The Abusive Partner. “Battered Women And Their Families” Kitabından. New York: Springer. Roffman, R. (2004) Psychoeducational Groups. İçinde Handbook of Social Work with Groups. C. D. Garvin, L. M. Gutierrez, M. J. GAlinsky (eds.). The Guilford Press, NY: 160175. Rose, S. D. (2004). Cognitive- Behavioral Group Work. İçinde Handbook of Social Work with Groups. C. D. Garvin, L. M. Gutierrez, M. J. GAlinsky (eds.). The Guilford Press, NY: 111-136. Rosenbaum, A. ve Leisring, P. A. (2001). Group Intervention Programs for Batterers. Journal of Aggression, Maltreatment and Trauma, 5 (2): 57-71. Saunders, D. G. (1992). A Typology Of Men Who Batter: Three Types Derived From Cluster Analysis. American Journal of Orthopsychiatry, 62, 264-277. Scott, K. (2004) Predictors of Change Among Male Batterers: Application of Theories and Review of Empirical Findings. Trauma, Violence andA buse, Vol. 5 (3); 260-284. Stuart, G.W. (2001). Cognitive behavioral therapy. GW Stuart, MT Laraia (eds.), Principles and Practice of Psychiatric Nursing, seventh ed., Philadelphia, Mosby: 58-673. Türkçapar, H. (2003). Kognitif Terapi ve Kuramı. 3P- Psikiyatri- Psikoloji- Psikofarmokoloji Dergisi Cilt.11, Sayı 2. Türküm, S. (1999). Bilişsel- Davranışçı Yaklaşıma Dayalı Grupla Psikolojik Danışmanın Bilişsel Çarpıtmalar ve İletişim Becerileri Üzerindeki Etkisi. Anadolu Üniversitesi Yayınları; 1118, Eğitim Fakültesi Yayınları; 56: Eskişehir. Wallach, H. ve Sela, T. (2008) The Importance of Male Batters’ Attributions in Understanding and Preventing Domestic Violence. Journal of Family Violence, 23: 655-660. 66 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- İRAN KADINLARI Razieh GHANBARY1 Özet Tüm dünyada olduğu gibi İran’da da insanlar erkek veya kadın olarak ülkenin ana yasasına göre bazı hak ve hukuklara sahipler. Burada amacımız İranlı kadınların durumuyla ilgili kısa bir bildiri sunmaktır belki böylece onlara karşı negatif bakış açısını birazda olsa bile ortadan kaldırabiliriz. İran’da kadınların mevcut durumuna baktığımızda farklı yerlerde farklı insanlara göre farklı olarak yorumlana bilir, hâlbuki bir yandan eğitim ve öğretim gibi bazı alanlarda İran kadınlarının ciddi ilerlemesi ile karşı karşıyayız ve demeliyiz ki bu artış yaklaşık 34 yıl önceden (1979 İslam devrimi uygulandıktan) beri pozitif bir artış göstermiş. İran kadınlarının başarılarını göz ardı etmek şimdi imkânsız hale gelmiş ve her başarının arkasında güçlü bir destek olduğu gibi bizim kadınların da başarılarının arkasında güçlü bir kültür, din ve yaşam biçimi olmasını vurgulamamız gerekmektedir. Bu makalede İran kadınlarının eğitimi, sağlığı, evlilik ve boşanma, çalışma hayatı, kültür ve sanattaki yeri ve giyim tarzları hakkında size kısa bir bildiri sunmaktayız. Anahtar Kelimeler: İran, kadın, 1979 devrimi, din, eğitim, sağlık, evlilik ve boşanma, çalışma hayatı, giyim tarzı. İran’daki Kadınların Eğitimi Son istatistiklere göre İran’ın toplam nüfus sayısı 75milyon,149 bin,669 kişi belirlenmiş ki bu rakamın yüzde 49,6sını kadınlar ve 54,4 ünü erkekler oluşturmaktadır.2012 yılında her 102 erkek karşısında 100 kadın var ve ülkedeki kadın nüfusu erkeklere göre daha düşüktür. 2006 istatistik verilere göre İran’da 6 yaş üzeri kadınların % 81’i okuma yazmayı bilmekte ve bu oran İran’ın tüm okuma yazmayı bilen bireylerinin % 46.5 ini oluşturmaktadır. Bu rakam son 30 yılda %10.2 artış göstermiştir. İlkokul eğitimi görenlerin oranı yaklaşık % 100, ortaokul % 75 ve yükseköğretim % 25 ini oluşturmaktadır. Demeliyiz ki İran’daki eğitim alanlarında kadın çalışanları 1979 devriminden sonra % 39.73 artış göstererek, tüm çalışanların %50’sini oluşturuyor. Tüm dünya da insanlar ilerlemek yönünde çaba göstererek ve eşitliği kazanmak için İran’ın da yükseköğretim öğrencilerinin %54’ü kız olmakla beraber, şu an üniversiteye giriş sınavı kazananlarının % 60’ı kız olmaktadır. Kızların erkeklere göre daha yüksek ortalamaları var olması ve bu oranın % 52 olduğunu vurgulamalıyız. İranlı aileler arasında üniversite eğitimi önem verilen bir konu olarak tanımlanmıştır, evlenme çağında olan kişilerin ilk tercihlerinden biride üniversiteli olmaktır. 2012 istatistiklerine göre ülkedeki erkeklerin yüzde 18.2si ve kadınların yüzde 18.4ü üniversite eğitimine sahipler ki bu rakam kadınların eğitim konusunda erkeklerden daha önde olduklarını göstermektedir. 1 Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü, eposta: [email protected] 67 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Son Yıllarda Sağlık Eğitimde ilerlemek ve aile deki bakış açısının pozitif yönde gelişmesi ile beraber İran’daki kadınlar da kendi sağlıklarına özen göstermişler. 2005 yılında yapılan Son istatistik verilerine göre, doğumların % 88 inden fazlası hastanelerde gerçekleşmiş. Kadınların %77sinden fazlası doğum kontrol yöntemlerinden yararlanmışlar. Söylemeliyiz ki sağlık sektöründe çalışan kadınların sayısı uzman doktor, kadın hastalıkları doktoru ve hemşire olarak son yıllarda göz alıcı bir artış göstermiş. 2012 yılının istatistiklerine göre yaşam ömrü kadınlarda 74.8 ve erkeklerde 72.4 dur ve 2.5 yıl kadınların yaşam ömrü erkeklere nazaran daha fazladır. İran Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan çalışmalara göre: Kadınların sağlıklarına ve hastalıktan korunma konusunda erkeklere göre daha fazla hassasiyet göstermekteler, aşılanma gerektiği yerini almış bu nedenle ölüm sayısı komşu ülkelere göre azalmıştır. Evlilik ve Boşanma Birçok toplumda ailenin temelini evlilik oluşturur. Hemen hemen bütün ülkelerde ailenin kurulması ve aile birliğinin bozulması yasalarla düzenlenmiştir. Günümüz dünyasında sanayileşme ve modernimizle beraber ailelerde ve insanların bakış açısında da çeşitli değişiklikleri görüyoruz, bunun yanı sıra kentte yaşayan ailelerde ki gençler arasında evlilik yaşına, aile yapısına ve evlilikle ilgili bazı göze çarpan değişiklikler ve farklı görüşler görülmektedir. Geçmişe göre aşk üzere yapılan evlilik oranı artış göstererek kadınlar erkeklere göre eş seçme konusu, boşanma ve aile ile ilgili kararlarda özgürlüğe kavuşmuş ve bunlarla ilgili karar vere bilir olmuşlar. Tabii ki bu kararların hepsi ülkenin İslami kanunlarına göre verilmesi gibi bir şart var. 2012 yılı son istatistiğe göre İran’da evlenme yaşı ortalama kadınlarda 23,7 ve erkeklerde 26,6 imiş. Bu rakamlara baktığımızda İran’da da son yıllarda evlenme yaşının ortalamasının artışını görüyoruz. Yeni istatistiklerde evlilik oranında yüzde 6.30 azalma ve boşanma oranında yüzde 16.2 artışla karşı karşıyayız. Çağdaş toplumun getirdiği sorunlar çoğu kez aile yaşamında gerilimlere yol açar. Bu gerilimler ana babaları boşanmaya kadar götürebilir. Gelişmiş ülkelerde boşanma oranının giderek artması, çağdaş ailenin başarılı olmadığı görüşünü yaygınlaştırmaktadır. İran’da da son yıllarda kadınlarda evlenme yaşının artmasıyla beraber aynı zaman da boşanma oranı da artış göstermiş Bu konunun nedenlerinden biride genç kadınların erkeklerle eşit olmak bakış açısından da kaynaklanmış olmasını göz ardı etmememiz gerekir. Kadınların şimdiki düşüncesine bakılırsa erkek ve kadın ikisi de çalışarak aile refahında ve aile bütçesinde katkıda bulunup, çocuklardan ve ev işlerinden aynı zamanda ikisi de sorumlu olup ve erkeklerle aynı hak ve hukuka sahip olmak için çaba gösteriyorlar. Kadınların yüzde 75inden fazlası erkeklerinin ev işlerinde katkıda bulunmaları görüşüne sahipler. Özetle, aile iktidar yapısında hala büyük bir boşluk olmasına rağmen Kadın çalışmaları, kız çocuklarının ailede ki rolleri ve çocuklar arası cinsiyet farkı tanıtımında daha önemli rol oynadıklarını görmekteyiz. Eğitimin güçlenmesi, bu yaklaşıma daha fazla yardımcı olur. 68 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Çalışma Hayatı Ülkedeki evlilik ve boşanma istatistikleri, istihdam durumuyla doğrudan ilişkide. Sosyal sorunlara dahil olan boşanma ve düşük yaşlarda evliliğin önemli nedeni ve kaynağı işsizliktir ve ekonomik sorunlar çözülmeden bu gibi sosyal sorunlarla karşı karşıya olacağımız görünüyor. 21. yüzyılda artık İran’da kadınlar istediği mesleklerde iş yapabiliyor; çünkü artık cinsiyet ayrımcılığı azalmıştır. Buna rağmen gelişmiş ülkelerde de göründüğü gibi iş imkânları kadınlara daha azdır. Kadınların işsizlik sorununu çözme konusu Kadın Hakları Derneği tarafından ele alınmıştır. İran iş ve işçi kanununun 6inci maddesine göre, kadınlar eğer seçtikleri iş aile yapısına ve İslam’a aykırı olmazsa işlerini seçme konusunda özgürler. Ülkemizde, kadınların da erkeklerle omuz omuza çalışması ve çeşitli sosyal ve sıyası toplumlarda olmalarını görüyoruz. Genellikle kadınlar düşük ücretle ve daha düşük seviyede olan işlerde çalışmaktadırlar. Ama son yıllarda, ülkedeki meydana gelen sosyal değişiklikler ile, teknoloji, bilim ve girişimcilik alanlarında kadınların eğilimi artmıştır. Kadınların çalışması aile refahının yükselmesine sebep olur ve kadınların kendilerini ifade etme ve onlara öz güven kazandırmaya yardımcı olur. Mevcut durumda enflasyonu düşürme ekonomisi , durgunluk içinde ücretlerin, dolayısıyla işgücü talebi ve düşük işsizliğe yol açar. Buna ek olarak, kadınında toplumdaki işsizlerin bir parçası olarak çalışmasın dan gelen gelir, bir yandan, yoksullukta bir azalmaya sebep olur, diğer taraftan bir koruyucu kalkan olarak kabul edilir. Demeliyiz ki 2009 yılında işsizlik oranı üniversiteli kadınlarda yüzde 9,3 olarak tanımlanmıştır. Kadınların çalışması aile refahının iyileşmesine, erkeklerin üstündeki ekonomik zorlukların azalmasına ve toplumda olmakla, onlara özgüven kazandırmaya yardımcı olur. Kadınların Eğitim Bölümünde Mesleklerinin Orantısı: Kadınların % 31.6’sı tarım, %31.8’i sanat, %36.6’sı hizmette, Faaliyet açısından kadınların %24’ü eğitim, %23.4’ü sanayi, %5.8 sağlıkta, %6.5’i öğretimde görev yapmaktadırlar. Aşağı yukarı kadınların %59.7’si özel sektörde ve %27.3’ü devlet kurumlarında iş yapmakla meşguller. Çalışan kadınların %36.6’sı üniversiteden mezun, %22.2’si lise mezunu, %9.1’i orta okul mezunu ve 11.7’si ilkokul mezunu olmaktadırlar. Ama erkeklerin sadece %12.9 ‘u yüksek öğrenim görmüş halde bulunmaktadır. Petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte işsizlik oranı İran’da azalmıştır, ama buna rağmen kadınların işsizlik oranı erkeklerin iki katıdır, hal bu ki kadınlar işe daha çok önem veriyorlar. İran iş ve işçi yasaları ayrımcı olmayıp ve ekonomik açıdan kadın ve erkeğe eşit gözle bakılmıştır, ama bunu da göz önünde bulundurmamız lazım ki İran iş yasalarından bir bölüm kadınlara ayrılmış ve bu bölüme göre kadınların ağır işler yapması yasaklanmıştır. Ama yine de kadınların ekonomik alanlarda çalışma oranı azdır ve bu oranı yükseltmeye çabaları devam ediyor. Örnek olarak 2007 Ocak ayında kadınların resmi ekonomik toplulukları ”Bazergan Kadınlar Derneği”(tüccar kadınlar şurası) adı altında Tahran odasında 1000 üyeyle, ülkenin büyük kadın derneği olarak kurulmuştur. 2006 yılının istatistik bulgularına göre 2 milyondan fazla İranlı kadını ailesine bakmak zorundadır. Bu nedenle de olsa bile genç kadınların %91.5’i ev dışında çalışmaya isteklidirler. 69 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kültür ve Sanat Toplumda ve Kadınlar arasında ortaya çıkan değişiklikler kültür ve sanatta da göz alıcı bir durum görünmektedir. Günümüzde dünya çapında kadınlar arasında önemli yazarlar, oyuncular, ressamlar vs. bulunmaktadır. İran’da Kadınlara özel dergiler, TV programları, parklar ve hatta Onlara özel bankalar ve restoranlar bulunmaktadır. Giyim Tarzı İslami İran Cumhuriyetinde İslami ve dini kanunlar ve yasalara dayanarak kadınlar kapanmak zorundalar ve bu esasla ilkokula başladıklarından itibaren kız ve erkek okulları birbirinden ayrı ve kızlar belli bir üniformayla okula giderler. Bu giysiler başörtü, pardösü, pantolondan oluşuyor. Ama modernleşme ve Batılaşma kadınlarımızı bu konuda da etkileyip ve son yıllarda İran kadınlarının özellikle saç ve makyajlarına dikkat etmeleri sıkça rastlanan bir durum olmuştur. Konstantin batılı yazara göre: ”İran kadınları değişik çarşaflar, pardösü, şallar ve başörtüler, pantolonlar kullanıyor ve özellikle onların saç yapma şekilleri dikkatimi çekiyor. Çok az ülke de İran kadar modanın belli ve aşikâr olmasını gördüm. Özellikle kadınların çoğunluğunun giyim tarzlarının seçiminde ve dış görünüşlerinde modanın siyasetle ilişkisini nadiren göze çarptığı görülüyor”. Almanya’da bir kültürel uzmanın tabirine göre de: “Moda Tahran’da değişik bir görüntünün göstergesidir ki Tahran kadınları kendilerinden gösteriyorlar. Modada böyle çeşitlilik çoğunlukla Tahran’da ve büyük illerde görünüyor ve küçük il ve ilçelerde biraz daha yavaş gidiyor”. Sonuç 1979 devriminden sonra İran kadınları çaba sarf ederek aktif olmakla başarılarını belli etmişlerdir. Önemli olan İran kadınlarına negatif bakış açısının, arka planda kalmış düşüncenin ve geride kalmış bakışla bakmanın doğru olmadığıdır. Tüm Dünya’da olduğu gibi İran kadınları da hızla ilerlemek, kendilerini geliştirmek ve toplumda eşitliğe ulaşmaya çalışmaktadırlar. İran’da durum kadınların istediği gibi olsa bile onları kısıtlayan ve baskı altına tutan durumlarda vardır. Ama bunun sonucu ilerlememek değil, özellikle son yıllarda İran kadınları tüm baskı ve zorluklara rağmen iradeye hakım olup, başarıya ulaşmayı sağlamışlar. 70 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynakça 1. WWW.İWNA.İR 2. WWW.Sanjesh.org.İR 3. WWW.fakouhi.com1 4. www.isna.ir 5. WWW.MEHRNEWS.COM, İran İstatistik Merkezi. 6. MASHİNİ,F,2006.Dini Toplantıların Katılımcılar Üzerindeki Etkisi, Yüksek Lisans Tezi. 7. MASHİNİ,F,2006, İran'da Kadınların Konumu 30 Yıl Devrimden Sonra. 8. MAHMODİYAN,H,2006. Heterojen Doğasıyla İran'da Kadınların Konumunu İyileştirmek .Pazhoheshe Zanan Dergisi.NO:13. 9. ABOLLAHİYAN,H,2006, Cinsiyet Hakkında Kuşak Tutumlar. Pazhoheshe Zanan Dergisi.NO:3. 71 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 72 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KADIN SIĞINMA EVLERİNDE SOSYAL HİZMET UYGULAMALARI Doç. Dr. Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN1 Özet Kadına yönelik şiddet olgusu tarihin her döneminde ve her kültürde görülen bir olgudur. Ancak bu olgunun bir sorun ya da yasalar karşısında bir suç olarak algılanması ve engellenmesi amacıyla politika düzeyindeki girişimlerin oluşturulması için 19.yy’a kadar gelinmesi gerekmiştir. Ülkemiz açısından da bakıldığında kadına yönelik şiddetin bir sorun olarak kabul edilmesi ve buna karşı çıkılması konusundaki ilk eylemlerin 1980’li yıllarda başladığı görülmektedir. Günümüzde hemen her ülkede kadına yönelik şiddet bir suçtur. Bu suçun mağdurları için devletler, gerek uluslar arası düzeyde gerekse ulusal düzeyde yasal düzenlemeler yapmakta ve şiddet mağduru kadınlar için koruma ve rehabilitasyon hizmetleri oluşturmaktadır. Kadın sığınmaevleri, şiddete maruz kalan kadınlar ve çocukları için hayati öneme sahip kuruluşlardır. Bu kuruluşlarda verilen hizmetler öncelikle kadınları şiddet ortamından uzaklaştırmakta, can güvenliklerini sağlamakta ve sonraki yaşamları için onlara destek olmaktadır. Kadın sığınmaevlerinde verilen hizmetlerin organizasyonunda sosyal hizmet mesleğinin önemi büyüktür. Bu çalışmanın temel konusu kadın sığınmaevlerinde sosyal hizmet mesleğinin rollerini ve uygulamalarını tartışmaktır. Anahtar Kelimeler: Kadına yönelik şiddet, kadın sığınmaevi, sosyal hizmet Giriş Kadına yönelik şiddet olgusu tarihin en eski dönemlerinde dahi karşımıza çıkan bir olgudur. Yapılan bir araştırmaya göre, kadınların aile içi şiddete maruz kalmalarının geçmişi 3000 yıl öncesine kadar gitmektedir. Erkek mumyaların kafa kemiklerinde %9-20 oranında kırığa rastlanırken, kadın mumyalarda bu oran %30-50 olarak bulunmuştur. Saptanan kırıkların savaştan çok bireysel şiddete bağlı olduğu da ortaya konulmuştur (Aslan ve Avcı 1994). O günden bu yana kadına yönelik şiddet olgusu tarih sahnesinden hiçbir zaman tam anlamıyla inmemiştir. Bir sorun olarak algılanıp yasal ve bilimsel yollarla çözümlenmesi gerektiğine ilişkin ilk düşüncelerin ortaya çıkması için ise 1970’li yıllara gelinmesi gerekmiştir. Bu yıllarda etkisini hissettiren “Kadın Hareketi” kadına karşı her türlü ayrımcılığın ve şiddettin bir suç olduğunu ve bunun engellenmesi gerektiğini savunmuştur. Ülkemizde ise, kadına karşı şiddettin bir suç olduğu konusu 1980’li yıllarda tartışılmaya başlanmış, 17 Mayıs 1987’deki “Dayağa Hayır” yürüyüşü, kadınların şiddete karşı ilk toplu tepkileri olmuştur. Aradan geçen 25-30 yıl boyunca, dünyada ve ülkemizde kadına karşı şiddettin nedenleri, sonuçları konusunda pek çok araştırma yürütülmüş, kadına karşı şiddettin önlenmesi için politikalar yapılmış, uluslararası ve ulusal düzeyde sözleşmeler imzalanmış, yasalar çıkarılmış, hizmetler oluşturulmuştur. Şu an geldiğimiz noktada tüm dünyada ve ülkemizde, kadına yönelik şiddet bir insan hakları ihlali ve yasalar karşısında bir suç olarak kabul edilmektedir. 1 Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected] 73 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kuşkusuz kadına yönelik şiddetin bir suç olarak kabul edilmesi ve zararları konusunda farkındalık kazınılmış olması önemli bir ilerlemedir ancak yeterli değildir. Yasalar karşısında suç olarak kabul edilse de şiddet azalmamakta, ortadan kalkamamaktadır. Bu nedenle şiddet mağdurları için hala politikalara, yasalara, şiddetti önleyici, mağdurları güçlendirici hizmetlere ihtiyaç bulunmaktadır. Kadın sığınmaevleri, şiddete maruz kalan kadınlar ve çocukları için hayati öneme sahip kuruluşlardır. Bu kuruluşlarda verilen hizmetler ilk önce kadınları şiddet ortamından uzaklaştırmakta, can güvenliklerini sağlamakta ve yaşamlarının sonraki bölümleri için onlara destek olmaktadır. Bu çalışmanın temel konusu kadın sığınmaevlerinde sosyal hizmet uygulamalarını tartışmaktır. Rakamlarla Kadına Yönelik Şiddet Dünya Bankası verilerine göre dünya genelinde şiddet nedeniyle hayatını kaybeden 15-44 yaş grubundaki kadınların sayısı kanser, sıtma, trafik kazası ve savaşlar nedeniyle ölen kadınlardan daha fazladır (World Bank Study 1993 Akt: T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2012:6). Ülkemizde yapılan “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet” araştırmasına göre (2009), ülke genelindeki kadınların %39’unun fiziksel şiddet, %15’inin de cinsel şiddet yaşadığı, kadınların %42’sinin iki şiddetten en az birini yaşadığı bulunmuştur. Önemli bir başka bulgu da kadınlara şiddet uygulayan kişilerin aile üyeleri ve tanıdık kişiler (baba, ağabey, koca, eski eş ve yakın akrabalar) olmasıdır. Yine aynı araştırmaya göre, kadınların yarısından fazlası (%52) yaşadıkları şiddeti yakın çevreleriyle paylaşırken, sadece %8’i resmi kurum ve sivil toplum kuruluşlarına başvurmuştur. Adalet Bakanlığı’nın 2010 yılı Ağustos ayında yaptığı açıklamaya göre ise, kadın cinayetleri son yedi yılda %1400 artmıştır. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Komutanlığı’ndan basına verilen bilgilere göre, 2010 yılının sadece ilk yedi ayında 226 kadın cinayete kurban gitmiş, aynı dönem içinde cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar kapsamında 478 kadın tecavüze uğramış, 722 kadın taciz edilmiştir. (http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=104757). Ülkemizde kadına yönelik şiddet, en yoğun şekilde şehirlerde kendini göstermektedir. Farklı araştırmalara göre, Türkiye genelinde şehirde oturan kadınların fiziksel şiddete maruz kalma oranları, ilçelerde oturanlara göre yaklaşık %42 oranında daha fazladır. Bu durum, göç, kentleşme gibi unsurların kadına yönelik şiddetin yoğunluğu üzerinde dolaylı bir etkisi olduğunu göstermektedir (USAK Raporları, 2012). Yukarıda yer alan bu kısa ancak bir o kadar da çarpıcı rakamlardan kadına yönelik şiddetin ve aile içinde kadına yönelik şiddetin yaygın bir durum olduğu görülmektedir. Tüm dünyada insan hakları ihlallerinin başında kadına yönelik şiddet davranışı gelmektedir. Kadına Yönelik Şiddetin Tanımlanması ve Nedenleri En basit tanımıyla şiddet, bireyin fiziksel, sosyal ve psikolojik bütünlüğüne zarar veren, kadın üzerinde baskı yaratan bireysel ve/veya toplumsal davranışlardır. Şiddet davranışının kadına yönlendirilmesi kadına yönelik şiddet olarak tanımlanmaktadır. Aile içi şiddet ise, aile üyeleri tarafından veya aralarında kan bağı bulunan diğer akrabalar tarafından diğer üye veya üyelere uygulanan şiddet içeren davranışlardır. Aile içinde genellikle kadınlar, çocuklar ve yaşlı bireyler şiddete uğramaktadırlar. 74 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Literatürde kadına yönelik şiddettin ve/veya aile içinde kadına yönelik şiddetin farklı türleri olduğu ifade edilmektedir. Bunlar; Fiziksel Şiddet (dövme, tekmeleme, tokatlama, bir organını kesme, ısırma, yakma, v.b.) Cinsel Şiddet (cinsel ilişkiye zorlama, istemediği veya onaylamadığı biçimde cinsel davranışa zorlama, tecavüz ile tehdit etme, fahişeliğe zorlama veya para karşılığı kadını pazarlama, laf atma, sarkıntılık etme v.b.) Psikolojik Şiddet (kadını aşağılama, küçültücü isimler takma, sürekli dalga geçeme, kadının bedenini aşağılama, ihmal etme, yetersizlik suçluluk duygusu uyandırma, tehdit etme, aile veya çevre ile görüşmesini engelleme, çocuklara zarar vermekle korkutma, iş yerinde yıldırma v.b.) Ekonomik Şiddet (çalışmasına, tasarruf yapmasına, mal edinmesine izin vermeme, çalışıyorsa da parasına el koyma veya mallarına el koyma, az bir harçlık vererek yetirmesini beklemek, yetmeyince kızmak, erkeğin kendi kazancı veya geliri hakkında bilgi vermemesi ve bu geliri yalnızca kendi istediği yerlere harcaması v.b.) Sosyal Şiddet (erken yaşta evlendirmek, zorla evlendirmek, berdel, beşik kertmesi yapmak, başlık parası istemek, eğitim almasına engel olmak, sağlık hizmeti, sosyal faaliyetler gibi olanaklardan yararlanmasına izin vermemek, namus kavramı çerçevesinde kadına yaklaşmak, iş yerinde yükselmesine izin vermemek, erkeklerle aynı işi yapmasına karşın kadına daha düşük ücret vermek v.b.) Kadına yönelik şiddet konusunda bu şiddet türlerinden bir kaçı zaman zaman birlikte de görülmektedir. Kaldı ki eşinden fiziksel şiddet gören bir kadın aynı zamanda psikolojik şiddete de uğruyor demektir. Dolayısıyla kadınlar gerek toplumda gerekse aile içinde birden fazla şiddet türüne maruz kalmaktadırlar. Şiddetin nedenleri konusunda pek çok çalışma yapılmış ve farklı görüşler ortaya konulmuştur. Şiddetin nedenleri konusundaki Mikro Yaklaşımlar (Bu yaklaşımlar Tıbbi Model adıyla da anılırlar) şiddetin bireyin psikopatolojik nedenlerden ortaya çıktığını savunmaktadırlar. Örneğin ruh sağlığı bozuklukları, kişilik bozuklukları, alkolizm gibi. Mezzo Yaklaşımlar ise şiddetin kişiler arası ilişkiler ve etkileşim örüntüleri nedeniyle ortaya çıktığını savunurlar. Örneğin, aile içinde yaşanan stres, aile içinde veya toplumda dengesiz güç dağılımı gibi. Makro Yaklaşımlar ise şiddetin nedenini, toplumsal yapılar olarak görmektedir. Örneğin, yoksulluk, toplumun şiddeti benimseyen bir kültüre sahip olması, toplumda kadına ilişkin bakış açısının olumsuz olması v.b. (Sallan Gül 2011: 21-22). Şiddet konusunda bu kadar farklı açıklamaların geliştirilmiş olmasının temel nedeni şiddetin nedenleri ve sonuçlarının çok boyutlu olmasıdır. Bu açıdan kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddeti tek bir nedenle açıklamak son derece güç olmakta, yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle kadına yönelik şiddetin ve aile içinde kadına yönelik şiddetin farklı boyutlarının bir arada ele alınması ve değerlendirilmesi söz konusu olmuştur. Çok Boyutlu Modeller (Sallan Gül 2011: 21-22) şiddeti farklı birçok değişkene bağlı olarak açıklamaktadır. Örneğin toplumda ataerkil bakış açısının geçerli olması ailede de cinsiyetler arası güç ilişkisinin dengesiz dağılımına yol açmakta bu nedenle kadına yönelik aile içi şiddet yaşanmaktadır gibi. Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet hangi modelle açıklanırsa açıklansın şu bir gerçek ki kadınlar her türlü şiddete maruz kalıyorlar, çünkü toplumda kadınların aleyhine işleyen, eşitsizlik yaratan mekanizmalar var. Bu mekanizmalar eğitim, sağlık, iş yaşamı, sosyal yaşam, bireysel hakların kullanılması gibi çok geniş bir yelpazede kendini göstermekte ve kadınları olumsuz etkilemektedir. 75 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Erkeklerin (toplumda ve/veya aile içinde) kadınlara uyguladığı şiddet, bedenlerini, emeklerini ve kimliklerini denetim altında tutmaya yöneliktir ve sistematiktir (Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı, 2008: 11). Özetle; Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet bir insan hakları ihlali ve bir suçtur Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet bir halk sağlığı sorunudur Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet çok boyutludur. Ancak şiddet davranışının yaygın olarak görülmesinin en temel nedeni toplumsal cinsiyetçi (ataerkil) bakış açısıdır. Toplum ve toplum nezdinde erkek (hatta kadının kendisi) bu şiddeti hak ettiğini düşünmektedir. Bu düşünce tarzı da şiddet sarmalının devam etmesine neden olmaktadır. Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet yalnızca kadının sorunu değil, ailenin ve toplumun sorunudur. Çünkü şiddet ortamı içinde büyüyen çocukların yetişkinlik dönemlerinde şiddetin uygulayıcı veya şiddetin mağduru olma ihtimalleri yüksektir. Bu nedenle şiddet döngüseldir, bir nesilden diğerine geçer ve günlük yaşamın olağan bir parçası olarak görülmeye başlanır. Kadın Sığınmaevleri Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet konusunda geçmişten günümüze kadar önemli mücadeleler (çoğunlukla yine kadınlar tarafından) verilmiş, gerek dünyada gerekse ülkemizde yasal kazanımlar elde edilmiştir. Şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmetler ilk önce müdahale hizmetleri daha sonra ise önleyici hizmetler alanında gelişmiştir. Müdahale hizmetleri acil durumlarda, yani şiddetin oluştuğu kriz anında ve sonrasındaki müdahaleleri ve kurumsal süreçleri içermektedir. Sığınmaevleri, telefon yardım hatları, kriz durumunun ortadan kalkmasıyla birlikte mağdurun hayatını yeniden kurmasına yardımcı olacak hizmetler bu gruba girmektedir. Kadının aile içinde ve toplumda güçlendirilmelerine, toplumsal statülerinin yükseltilmesine yönelik çalışmalar ile şiddeti doğuran ve pekiştiren olumsuz tutum ve davranışların ortadan kaldırılmasını sağlamak üzere yürütülen faaliyetler ise önleyici faaliyetler kapsamına girmektedir (Sallan Gül 2011: 37). Bu çalışmanın amacı, genelde Kadın Hareketinin, özelde şiddeti engellemek için oluşturulan tüm hizmet mekanizmalarının ayrıntılı bir incelemesini yapmak değildir. Bu nedenle, şiddet mağduru kadınlar için oluşturulan hizmetlerden yalnızca kadın sığınmaevleri ele alınarak incelenecektir. Kadın sığınmaevleri şiddet mağduru olan ve can güvenliği bulunmayan kadınların, varsa çocukları ile birlikte, çözümler üretilene kadar geçici olarak kalabilecekleri kurumlardır. Dünyada ilk kadın sığınmaevi Norveç’te 1968 yılında açılmıştır. Bunu sırasıyla İngiltere (1972), Almanya (1974), Fransa (1976), Avusturya (1978), İsveç (1979), İtalya (1989) izlemiştir (Sallan Gül 2012). Amerika’daki ilk sığınma evi ise 1980 yılında açılmıştır. Belirtilen bu tarihlerden itibaren ülkelerdeki sığınma evlerinin sayısı hızla artmış ve kadına yönelik şiddete müdahalenin önemli bir parçası haline gelmiştir. Hatta Avrupa Konseyi üye ülkelerin kadın sığınma evleri ile ilgili standartlarını belirlemiştir. Bu standarda göre sığınma evlerinin kapasitesinin her 7500-10000 nüfusa karşılık bir kalacak yer şeklinde olması gerekmektedir. “Kalacak yer” bir yetişkinin ve ortalama sayıdaki çocuğun kalabileceği yer olarak tarif edilmektedir (Council of Europe. EG-VAW-CONF, 2007’den Akt: Paksoy Erbaydar, 2012:2). 76 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Türkiye’de ilk sığınmaevlerinin kurulması 1990 yılına tekabül etmektedir. 1990 yılında Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) Bakırköy ve Şişli Belediyeleri tarafından; 1993 yılında Kadın Dayanışma Vakfı, 1995 yılında Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı tarafından sığınmaevleri açılmıştır. Bunu izleyen dönemde SHÇEK, belediyeler, kadın örgütleri, kaymakamlıklar tarafından sığınmaevleri açılmıştır. Bu sığınmaevlerinin bir bölümü mali destek kesildiği için kapanmıştır (Tosun ve Öztürk 2010). Ülkemizde şu anda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı 69, belediyelere bağlı 31, sivil toplum kuruluşlarına bağlı üç olmak üzere toplam 103 konukevi/sığınmaevi bulunmaktadır (www.kadininstatusu.gov.tr . Ulaşım tarihi: 24 Ekim 2012). Görüldüğü gibi ülkemizdeki kadın sığınmaevlerinin sayısı (şiddete uğrayan kadınlarla karşılaştırıldığında) son derece yetersizdir. Üstelik sığınmaevlerine resmi ve sivil düzeydeki bakış açısı, bundan çok değil birkaç yıl öncesine kadar, olumlu değildir. Sığınmaevlerinin açılması ile aile kurumunun zarar görebileceği dolayısıyla boşanmayı da artıracağı düşünülmekteydi. Bu ve benzeri düşünce kadınların yaşadığı psikolojik ve fiziksel şiddete çözüm getirmekten uzak olmasının yanı sıra kadınları şiddet dolu bir hayata mahkûm eden bir zihniyetin izlerini de taşımaktadır. Ülkemizde Avrupa Birliği’ne üye olma süreciyle bu bakış açısı resmi düzeyde değişmiştir (Dağ 2011). Kadın sığınmaevlerinin öncelikli amacı, şiddete uğrayan kadınların ve varsa çocuklarının can güvenliğini sağlamaktır. Ancak, sığınmaevlerinde verilen hizmetler bununla sınırlı değildir. Kadın sığınmaevlerinde; sağlık hizmetleri, psikolojik destek hizmetleri, hukuki konularda bilgilendirme ve destek, eğitim ve meslek edindirme, geleceğin planlanması, çocuklarla iletişim ve olumlu ebeveynlik, sosyal faaliyetler gibi farklı konularda konusunda destek hizmetleri sunulmaktadır. Bu hizmetlerin yanı sıra, varsa kadınların çocukları için de uygun hizmetlerin sunulması gerekmektedir. Bu hizmetlerin sunumunun yanı sıra hizmetlerin sunum ilkeleri de önem taşımaktadır. Kadın sığınmaevlerinde, kadınlar kendi hayatları ile ilgili kararları kendileri vermelidir; çocukları ile birlikte kalabilmedirler; gizlilik esastır; kadınların ve çalışanların güvenliği sağlanmalıdır; hizmet sürekli, ücretsiz ve kaliteli olmalıdır, hizmetlerde farklılık gözetilmemelidir, hizmet sunumunda ekip çalışmasına önem verilmelidir, kadın bakış açısına sahip personel tarafından hizmet sunulmalıdır, kadınların sığınmaevi yaşantısına katılımı sağlanmalıdır (Karataş, Şener ve Otaran 2008: 55-61). Özetle, kadın sığınmaevlerinde sunulan hizmetlerin belli bir standarta ve ilkelere sahip olması önemlidir. Aksi takdirde bu kurumlar, geçici bir konaklama hizmeti veren, şiddet mağduru kadının yaşamında ciddi bir fark yaratamayan yerler olarak kalabilecektir. Kadın Sığınmaevlerinde Sosyal Hizmet Kadın sığınmaevlerinde çalışan temel meslek gruplarından biri de sosyal hizmettir. Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet sosyal hizmet mesleğinin temel çalışma alanlarından birini oluşturmaktadır. Sosyal hizmet, insan hakları ve sosyal adalet ilkelerini temel alan; sosyal değişimi destekleyen, insanların iyilik durumunun geliştirilmesi için insan ilişkilerinde sorun çözmeyi, güçlendirmeyi ve özgürleştirmeyi amaçlayan ve bunun için insan davranışına ve sosyal sistemlere ilişkin teorilerden yararlanarak insanların çevreleri ile etkileşim noktalarına müdahale eden bir meslektir. (IASSW 2001; IFSW 2001). 77 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Yukarıda yer alan tanım kapsamında, kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet alanında, sosyal hizmet mesleğinin pek çok işlevi bulunmaktadır. Öncelikli olarak, sosyal hizmet insan hakları ve sosyal adalet ilkelerini temel alır. Bu açıdan kadına yönelik şiddeti bir insan hakları sorunu olarak kabul eder, şiddetin önlenmesi ve ortadan kaldırılması için çalışır. Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet konusunda sosyal hizmet mesleği üç farklı düzeyde müdahalelerde bulunur. Mikro düzeyde, şiddet mağduru kadın, varsa çocuğu/çocukları, şiddet uygulayan eş ve/veya aile üyeleri ile, mezzo düzeyde, şiddet mağduru kadın grupları veya aileler, makro düzeyde ise, şiddeti ortaya çıkaran, kültürel, sosyal ve toplumsal sistemler, yasalar, politikalar sosyal hizmetin bu alandaki temel ilgi odaklarıdır. Sosyal hizmet uzmanları kadına yönelik şiddet veya aile içinde kadına yönelik şiddet konusunda bu üç düzeyde müdahalede bulunurken farklı mesleki rollerini kullanmaktadırlar. Klinisyen, savunucu, organizatör, eğitimci, kaynak bulucu, lobicilik bu roller arasında en çok kullanılanlardır (Kanno ve Newhill, 2009). Sosyal hizmet uzmanı şiddet mağduru kadınla çalışırken farklı yaklaşımlar kullanabilir. Ekosistem yaklaşımı, bilişsel davranışçı yaklaşım, sosyal öğrenme yaklaşımı, krize müdahale yaklaşımı gibi. Bu yaklaşımlar arasında en öne çıkanlar arasında ise feminist etik yaklaşımı ve güçlendirme yaklaşımı bulunmaktadır. Feminist etik yaklaşımı (Özateş, 2009) iki yönden önem taşımaktadır. Birincisi, sosyal hizmet uzmanlarının bazı bireysel değerleri, toplumda kadın ile erkek arasında var olan eşitsiz güç ilişkilerini onaylayabilir. Bu değerlerden yola çıkarak yapılacak uygulamalar ise kadının aleyhine, baskın kültürün devamının ise lehine olabilir. Örneğin kimi vakalarda polisin şiddet gören kadının şikâyetini dikkate almadan çiftleri barıştırmaya çalışması ve kadını şiddet gördüğü ortama geri döndürmesi gibi, kadın sığınmaevinde çalışan sosyal hizmet uzmanları veya diğer profesyoneller, kadınların şiddeti hak ettiklerini veya körüklediklerini düşünebilmektedirler. Kadın sığınmaevinde feminist etik yaklaşımı temel almanın taşıdığı ikinci önem ise, şiddet olgusunun yalnızca bireysel müdahalelerle çözülemeyecek olmasıdır. Çünkü kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet olgusunun temelinde, gücünü kadının aciz, korunmasız, güçsüz, olduğunu, erkeğin kadın üzerinde doğal bir biçimde sınırsız bir hakka sahip olduğunu buyuran ataerkil anlayışın değer sistemi bulunur Bu sistemi ve değiştirebilmenin ilk adımı farklı bakabilmeyi, eleştirel bakabilmeyi başarabilmektir. İşte feminist etik yaklaşım, sosyal hizmet uzmanının bu bakış açısını görebilmesi için önemli bir temel oluşturur. Sosyal hizmet mesleğinin temel felsefesi, insanların güçlü olduğu ve değişebileceklerine olan inançtır. Bu felsefeye göre, en güç durumdaki insanlar dahi potansiyel olarak bazı güçlere sahiptir veya uygun müdahaleler ile güçlendirilebilirler. Güçlendirme temelli sosyal hizmet uygulamasında, müracaatçı esastır ve kendi güçlerini keşfetmesi, yeni güç odakları oluşturması için uzman, müracaatçılarına destek olur. Böylelikle müracaatçılar, yaşamlarının kontrolünü ele alarak çözüm için harekete geçebilirler. Şiddet mağduru kadınlara ilişkin sosyal hizmet müdahalesinin önemli bir başka noktasını oluşturan diğer bir konu da şiddetin kadın üzerindeki etkilerinin neler olabileceğinin bilinmesidir. Şiddet mağduru kadınlar çoğunlukla düşük benlik saygısına sahiptirler, kendilerine güvenmezler, kendilerini suçlarlar, umutsuzluk veya kararsızlık çekebilirler, şiddeti hak ettiğini düşünebilirler. Bu kadınların genellikle ambivalans (birbirine zıt iki duygunun bir arada olması) duyguları vardır, benzer şekilde sıklıkla, ruh sağlığı bozuklukları da olabilmektedir. Çocukları olan kadınlar ise kimi zaman, onunla hiç ilgilenmemek veya ona şiddet uygulamak gibi davranışlar içinde olabilmektedirler (Conroy, 1996; Lundy ve Grossman 2001). 78 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kadın sığınmaevlerinde yapılacak sosyal hizmet uygulamaları vaka çalışması (case work) kapsamında yürütülmelidir. Her sosyal hizmet uzmanının hangi kadınlardan sorumlu olduğu bilinmeli ve vakanın başından sonuna kadar sosyal hizmet uzmanı mümkünse sadece kendi vakası ile ilgilenmelidir. Bunun en temel nedeni şiddet mağduru bireylerle kurulması gereken ilişkidir. İlişki sosyal hizmet müdahalesinin kalbidir. Eğer uzman, müracaatçısı ile düzgün bir ilişki kurmayı başaramazsa müdahale sürecinin düzgün biçimde işlemesi de güç olacaktır. Şiddet mağduru bireylere ilişki kurmak ise kolay değildir. Bu ilişkinin her şeyden önce güvene dayanması gerekir ve bu tür travma yaşamış kişilerle güvene dayalı bir ilişkinin kurulması ise zaman alır. Kadın sığınmaevlerinde çalışan sosyal hizmet uzmanlarının müdahalelerinin önemli bir başka odağı da çocuklar olmalıdır. Anneleri ile sığınma evine gelen çocuklar çoğunlukla şiddetin dolaylı veya doğrudan mağdurları olabilmektedirler. Bu nedenle sosyal hizmet uzmanları çocuk gelişimi, yaş dönemlerine göre gelişimdeki riskler ve fırsatlar, şiddetin çocuklar üzerindeki etkisi, çocukla iletişim gibi konularda da bilgi ve beceri sahibi olmalıdır. Yapılan araştırmalar, kadın sığınmaevlerinde sosyal hizmet uygulamalarının son derece zor ve stres dolu olduğunu göstermiştir. Bunun temel nedenleri arasında kaynak yetersizlikleri, kadınların farklı nedenlerden (umutsuzluk, korku, hizmetlerin yetersiz olması v.b.) şiddet gördüğü ortama geri dönmesinin soysal hizmet uzmanında yarattığı moral bozukluğu, kimi zaman sosyal hizmet uzmanlarının da şiddet uygulayan kişilerden tehdit alması gibi nedenler yer almaktadır. Bu nedenlere ek olarak, sosyal hizmet uzmanları mağdur kadınların deneyimlerini dinlerken tramvatize (ikincil travma) olabilmektedirler (Kanno ve Newhill, 2009). Bu nedenlerle uzmanın hem fiziksel olarak (can güvenliği) hem de psiko-sosyal açıdan kendini koruması, mesleki tükenmişlikle başa çıkmak için çalışması önem taşımaktadır. Bu açıdan sığınmaevlerinde çalışan sosyal hizmet uzmanlarının lisans eğitimlerinin üzerine başka eğitimler de almaları önerilmektedir. Ek eğitimler uzanın bilgi ve becerisini arttırmakta bu da uzmana müdahale sürecinde güç kazandırmaktadır. Eğitimli olan uzman müracaatçıya daha kaliteli bir şekilde yardım etmekte bu da uzmanın yaptığı işten doyum almasını sağlamaktadır. 79 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Sonuç ve Öneriler Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet son on yıldır daha görünür, konuşulur ve tartışılır hale gelmiştir. Bunun sonucunda şiddeti önlemek, sonuçları ile mücadele edebilmek için politikalar oluşturulmuş, hizmetler geliştirilmiştir. Ancak, şiddeti ortaya çıkaran ataerkil toplumsal mekanizmalar varlığını hala korumaktadır. Bu mekanizmalar kadına yönelik şiddet konusunda hizmet sunan kişilerin hizmet sunum biçimlerini olumsuz etkileyebilmektedir. Örneğin, alanda kimi polisler, hakimler veya diğer profesyoneller ailenin bütünlüğünün korunması adına arabuluculuk yaparak eşleri barıştırmaya çalışmaktadır. Bu ise sorun çözmemekte, çoğu zaman kadınların daha çok şiddete maruz kalmasına hatta öldürülmelerine neden olabilmektedir. Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet bir insan hakları ihlali ve suçtur. Bu nedenle, öncelik ailenin bütünlüğünü sağlamak değil, şiddetin ortadan kaldırılmasını sağlamak, bunun olmadığı durumlarda da kadını ve çocukları korumaktır. Kadın sığınmaevleri şiddet mağduru kadınların ve çocuklarının şiddet ortamından uzaklaşarak yaşamlarını yeniden inşa edebilmek için gerekli olan hizmetlerin bütüncül olarak sunulduğu yerlerdir. Dünyada sığınmaevlerinin açılışları 1970’li yıllara rastlarken, ülkemizde 1990’lı yıllara kadar gelinmesi gerekmiştir. Ülkemizde halen sayıca yeteri kadar hizmet veren sığınmaevi bulunmamaktadır. Var olan sığınmaevleri de farklı statülerde açılabilmektedir. Statülerinin farklı olması, kimi zaman hizmet standartlarının da farklı olabilmesine neden olmaktadır. Bu nedenle farklı statülerde açılan sığınmaevlerinin çok yakın işbirliği ve eşgüdüm içinde çalışması önem taşımaktadır. Sığınmaevlerinde çalışacak personelin de son derece donanımlı olması gerekmektedir. Ek olarak şu anda var olan sığınmaevlerindeki personel sayısı yetersizdir. Bu nedenle burada çalışacak personel özel olarak yetiştirilmeli maddi açıdan da desteklenmelidir. Benzer şekilde sığınmaevlerinde çalışacak sosyal hizmet uzmanlarının da bu alanda daha derinlemesine bilgi almış olmaları, beceri ve tekniklerini geliştirmiş olmaları önemlidir. Bunun yanı sıra uzmanlar, kadına yönelik şiddetin nedenlerini, dinamiklerini ve sonuçlarını ele alırken feminist etik temelli yaklaşımı esas almaları gerekmektedir. Sığınmaevleri şiddeti ortadan kaldırmak amacıyla değil, sonuçları ile mücadele edebilmek amacıyla ortaya çıkmış kurumlardır. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için kesin politikalara ve tartışmaya açılamayacak yasalara ihtiyaç bulunmaktadır. 80 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar Aslan H, Ayşe Avcı. (1994). “Kadınların eşleri tarafından fiziksel istismarı”. 3P Dergisi. 4 (2):354-360. Conroy, Kathryn (1996). “The Battered Women's Movement and the Role of Clinical Social Work”. http://hosting.uaa.alaska.edu/afrhm1/wacan/BWMOVT.pdf.c Ulaşım tarihi: 07 Kasım 2012. Dağ, Zelal (2011) Sığınma Evlerinin Kısa Tarihi. http://www.ak-der.org/siginma-evleri-kisatarihi.gbt Ulaşım tarihi: 08.10.2011 Hanae Kanno ve Christina E. Newhill (2009). “Social workers and battered women: The need to study client violence in the domestic violence field” Journal of Aggression, Maltreatment & Trauma, (18):46–63. Karataş Sultan, Şener Ü, Otaran N. (2008). Kadın Sığınmaevleri Kılavuzu. T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara. Lundy, Marta ve Susan Grossman (2001). “Clinical research practice with battered women: What we know, what we need to know” Trauma, Violence & Abuse, 2 (2): 120-141. Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı (2008). Soru ve Yanıtlarla Erkek Şiddetine Karşı Kadın Dayanışması. Önsöz Matbaacılık Yayıncılık, İstanbul. Özateş, Özge Sanem (2009). “Bir sosyal hizmet müdahalesi olarak aile içi şiddet mağduru kadın sorununda feminist etik yaklaşım” Toplum ve Sosyal Hizmet, 20 (2): 99-107. Paksoy Erbaydar, Nükhet (2012). “Kadın Sığınmaevleri”. Hacettepe Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/.../siginmaevi_aylikyazi.doc. Ulaşım tarihi: 07 Kasım 2012. Sallan Gül, Songül (2012). Türkiye’de Kadın Sığınmaevleri: Erkek Şiddetinden Uzak Yaşama Açılan Kapılar mı? Bağlam Yayıncılık, İstanbul. T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (2012). Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2012-2015. T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara. The International Association of Schools of Social Work (IASSW) (2001). “International Definition of Social Work” http://www.iassw-aiets.org Ulaşım tarihi: 05 Kasım 2012. The International Federation of Social Workers (IFSW) (2001). “Definition of Social Work” http://ifsw.org/policies/definition-of-social-work/ Ulaşım tarihi: 05 Kasım 2012. Tosun Zehra, Aslıhan Burcu Öztürk (2010). Kadın Sığınmaevi Modelleri Türkiye ve Çeşitli Ülke Uygulamaları. İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü Yayınları. Ankara USAK Raporları, No.12-01: "Türkiye'de Kadına Yönelik http://www.usak.org.tr/rapor.asp?id=143. Ulaşım tarihi: 08 Kasım 2011 Şiddet World Bank Study (1993). World Development Report: Investing in Health, New York, Oxford University Press. 81 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 82 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- SEXUAL HARASSMENT IN EGYPT AS VIOLENCE AGAINST WOMEN Passant Khairat HAMZA1 Introduction The violence topic has wide interest in scientific field recently. This interest came not only as a result of the attention of States and international bodies but also as a result of increased forms of violence which enter strongly in the field of people's daily life. The violence became a global phenomenon and no longer limited to political violence directed against the political system but it became an integral part of the interactions of individuals in their daily lives. (2) With these widespread waves of violence it has reached in different ways to the lives of most individuals and various social strata. Women gained the largest share of violence to the extent that makes it difficult to return the violence to a single cause but there are many interlocking reasons led to the emergence of the phenomenon of violence against women. (3) In fact that violence against women is universal phenomenons penetrate all human societies and all social classes without collision with ideologies or religions or civilizations or political systems of these communities. Sexual violence is the most common against women and up to every women's slide where victims can be rich, poor, educated, married, unmarried, widowed, girl, child and elderly, veiled and non-veiled alike. For Elimination of Violence against Women we must develop strategies and policies, short-term and long-term include all sectors of society. (4) The phenomenon of violence against women has special importance and most countries in the world faced in recent times and increased interest in such phenomenon to find out the causes of this phenomenon. And the phenomenon of violence against women is an important issue running community due to the spread dramatically. And in view of the increasing attention to women's rights women's issues are gaining more attention and care. Whereas women are half of the society one can not ignore the role of women in building society. There are various forms of violence against women in communities. Among the most prominent forms of violence that has spread in recent times is sexual harassment which is a type of sexual violence. 1 Assistant Teacher, Faculty of Arts, Suez Canal University, Ismailia/Cezayir, e-mail: [email protected] 2 Ahmed Zaid and others, violence in everyday life in the Egyptian society, the National Center for Social and Criminological Research, Cairo, 2002, pp. 1-2. 3 Madiha Ahmed Ebada and others, the social dimensions of sexual harassment in everyday life, field study, Sohag Governorate, 2007, p 4. 4 El-Gazah El-Hammami, to domestic violence in the westerly Arab countries of the North African, breaking the silence, reality and approaches, dignity conference on domestic violence, Bahrain, 2008. 83 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- The sexual harassment is one of the most serious social problems that have been idle in the Egyptian society. Given leave psychological effects of harassment on women and the consequent lack of accepted to the opposite sex. Here was the problem of the current study in question to the effect, what is the social role of the face of the phenomenon of sexual harassment against women? From this main question branched set of questions as follows: 1- What is the concept of violence? 2- What is the concept of sexual harassment? 3- What are the reasons for this phenomenon? 4- How to identify whether art has been subjected to harassment? The research aims to identify the phenomenon of sexual harassment against women. Where sexual harassment is a form of violence make women suffer. And also the seriousness of this issue on society in general and on women in particular. Whereas this phenomenon caused social and psychological serious repercussions affect women and makes her difficult to adapt to society. And the most important goals: 1- Identify the concept of violence. 2- Identify the concept of sexual harassment. 3- Identify the causes of the phenomenon of sexual harassment. 4- Identify whether art has been subjected to harassment or not. 1- CONCEPT OF VIOLENCE AND AGGRESSION Violence is inherent to the life of communities however disagree built and organized. Violence concept suffers from excessive meanings and interference with other concepts such as extremism and terrorism. So it is a strict expression force exerted to compel an individual or group to act or acts of renewed individual or group wants. (5) The violence is one of the social distractions because the phenomenon of violence and criminal abnormal but extremely complicated intervene and many factors are intertwined including psychological, mental, physical, genetic and social factors. Carson believes that violence is linked to factors such as intolerance, racism or natural as shown in employment and education. Also violence linked to economic problems and social change. There is no doubt that the violent behavior abnormal behavior and non-adaptive due to the willingness of the individual profile and to the presence of a number of controls. Those controls are challenging the individual's willingness to adapt. Therefore, the violence behavior is complex behavior overlaps genetic and biological factors, cultural factors, social and psychological factors. 5- Mohamed Said Farah, Ahmed Abdel Hafiz Kholy, the problems of Egyptian society "forms and applications" Dar Al-Mustapha for printing and computer, 2002, Page 405, 406. 84 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- There is no doubt that there are new factors may contribute in that and including rapid technological progress and this is a kind of pressure and influence on the methods of anti adjustment. The violence associated with mental illness and mental tendencies of self-affirmation. This could be due the growth of violent behavior to the idea of (rejection of authority) and there are those who commit violent crimes because of the desire to arousal words Find arousal. There is an important factor in the interpretation of sadistic violence tendency (Sadism) which it is desire to punish and harm people. And violence may be associated with the prejudice and discrimination. (6) Violence in essence, is the behavior of a material issue for people and affect in the periphery, whether directed against other people or against things. (7) Violence or aggression is an integral part of human nature, which is apparent behavior aimed at causing destruction to persons and property. (8) The violence can be defined as behavior directed towards causing harm to others and therefore is associated with all levels of anger, hostility and aggression. The Encyclopedia of Crime and Justice defines violence that refers to all forms of behavior, whether actual or threatening the resulting destruction and destruction of property and causing injury or death of the individual. Freund defines violence as word indicating an explosion abusive power directly to people’s belongings in order to control them through murder and destruction. The definitions of violence converge with definitions of aggression. This interference in the use of terminology shows as a term to distinguish aggressive violence linked project socialization for images of violence, which stands behind aggressive tendencies. But there is an attempt to differentiate between violence and aggression and take this attempt tracks: 1- The first track: Consideration to aggression as a general concept and violence as a form private aggression characterized the intended use of physical force. 2- The second track: Differentiate between violence and aggression on the basis of factor appearing A) 678- Violence is apparent behavior happens to persons or property destruction. Abdul Rahman El- Esawi, the psychology of violence and aggression, house lights, Cairo, 1997, p.p. 94, 96. Osama Mohammed Badr, the face of terrorism, Golden print publishing, Cairo, 2000, p 8. Mohammed Atef Ghaith, social and behavior problems of delinquency, op cit, p 82. 85 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- B) The aggressive is latent tendencies, which aggressive in order to turn into violence should have her condition to emerge. Aggression refers to a variety of behaviors ranging from just teasing others or expressing hostility toward them. (9) It is clear from the foregoing that there is a problem in the definition of violence, some linked to its relationship with the concepts and some other associated different images of violence. Violence did exaggerate in aggressive behavior and the consequent sending destructive or destructive effects cause psychological or physical or physical harm. (10) 2- THE CONCEPT OF SEXUAL HARASSMENT There defines sexual harassment as: the act or behavior which issued male against female, whether given or pronunciation or physical contact and produces effects associated with the female sex and she does not accept this act or behavior. This act or behavior leaves psychological or physical or social harm for the female that has exposed to it. (11) The concept of sexual harassment may carry many connotations disgraceful act and the epidemic and physical and psychological abuse. The connotations are endless raised this concept that has spread strongly in the Egyptian society in recent and carrying with it the violence against women and a violation of their dignity and abused her freedom and a constant threat. Egyptian experts have agreed specialize in law and sociology and psychology, media and civil society for the seriousness of the phenomenon of sexual harassment on the individual, family and community. They acknowledged their existence in Egypt and they confirmed they reproduce in the absence of religious and moral deterrent and inversely proportional with it. There is a consensus that sexual harassment does not only focus on the tangible physical form, but it made three appearances: - Oral sexual harassment (Notes and shameful sexual comments / questions sexual / lewd jokes). - Sexual harassment is an oral (suggestive glances / gestures / physical cues). - Sexual harassment through physical behaviors (the beginning of touch and fumbling and ending assault). The expression of sexual harassment is new expression to Arab culture as a translation for the English expression of sexual harassment. By searching for the meaning of the word in the dictionary and found the following meanings: 9- Ahmed Zayed and others, violence in everyday life in the Egyptian society, Volume I, the Academy of Scientific Research and technological, the National Center for Social and Criminological Research, 2002, p.p. 7 – 10. 10 - Ahmed Zayed and others, Op, p.p. 16-17. 11 - Madiha Ahmed Ebada and others, the social dimensions of sexual harassment in everyday life, Op, p. 10. 86 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Brief glossary, edition of the Ministry of Education, Egypt: harassment: scratch (scratching the back of an animal) to speed up. It is clear from these linguistic meanings that the word harassment - combines word and deed and it carries the meaning of harshness or irritation or light assault. Sexual harassment is any say or do sexual connotations towards someone else gets hurt and does not want it. The definition in this way combines sexual desire and aggression from side to side without compromise and harassment might be a glance. (12) And harassment in its simplest form means of seduction, excitement and friction and selfCourting and harassment means very simple concept in Islamic law as a moral crime because it touches a woman's body goes against Islam which God protect it.(13) A workable definition of harassment: It is all that comes from a person said or done or gestures towards women as a result of the wishes of the sexual harasser and that they can not fulfill only harassing the victim, a woman. And this act leaves its impact on the victim (woman), and diminishes the dignity. Concept Sexual terrorism14 Sexual terrorism is a technique recently used extensively by organized mobs in Egypt aiming to injure, undermine, humiliate and scare female protesters in Tahrir Square, during the ongoing Egyptian revolution. Causes of sexual harassment: The whole studies there are multiple reasons for the phenomenon of sexual harassment including reasons related to poverty and the deterioration of religious values and the spread of pornographic channels and inadequate punishment. - And Dr. Hefny draws attention to that history has seen in some stages limiting harassment on women slaves. But harassed required in areas such as slave markets where are flipping a woman's body which is seen as a commodity for sale. Dr. Hefny stressed that the remnants of the tails of slavery still exist and harasser seen women so far as merchandise are deprived. And he stressed that harassment exists across different cultures and classes. - The expert and social Chancellor "Nagla Mahfouz", 12- Amal Sakr, studies, sexual harassment and violence against women, the Egyptian Center for Women's Rights, Cairo, pp. 2-3. 13- Muhannad bin Hamad bin Mansour El-Shuaibi, criminalizing sexual harassment and punishment, a letter of introduction to get a master's degree in criminal justice, Naif Arab University for Security Sciences, Riyadh, 2009, p 9. 14 https://www.facebook.com/#!/events/150788335077948/153301168159998/? notif_t=plan_mall_activity 87 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- She linked collapsing economic life of the Egyptians and harassment. They confirmed that there are economic reasons behind the growing proportion of harassment and proved that a large proportion of the harassers are sons of poor and they deliberately go to upscale areas to practice interfering with upper-class daughters. It is a serious indicator of the growing economic gap and hidden anger of the poor toward the rich. - In the opinion of Dr. "Malak Roshdy" Professor of sociology at the American University, The harassment means used by some to prove masculinity, which changed its concept for the past. The man possessed the values and qualities of courage and responsibility and to protect women from danger. But currently associated with this concept of sex and capabilities of the man and she believes that society has become so macho that it canceled the presence of women in many fields as if created for man. And believes that sexual harassment is: Sexual threat or in response to a request for sex, rises the provocation, aggression and control of the situation and warned of the existence of a general climate allows a kind of such practices.(15) - There are cultural reasons and there is a set of values which are traded in the community confirms that women are a commodity and commodity base. (16) - Poverty: Poverty reflects a serious problem that threatens segments of Egyptian society and poverty is one of the major challenges that hinder development efforts and increased risk to those affected by poverty and behaviors deviation problems where it is meant here the anomalous behaviors of sexual harassment with females. (17) The culture of poverty and destitution is the real school for the care and prosperity of violence in all its forms, including harassment. - The spread of unemployment experienced by 20% of the Egyptian society and that lead to deficit satisfy the economic needs. - Societal adoption of a culture of stigma which makes the burden lying permanently on women, as well as to build a culture of secrecy and obfuscation and lack of public awareness of the elements of the body and how to deal with them or absence of sex education. - The absence of religious and moral scruples. - Absence of deterrent semen and criminal lack of security in the Egyptian street. - The rule of a culture of silence within the community and fear of the female from reporting the incident to avoid scandal (18). 15- Samar Salah Eissa, supervision / Nyhad Abu shirts n study entitled n the phenomenon of sexual harassment in Egypt, and expert analysis of the case, harassment and violence against women, the Egyptian Center for Women's Rights, 201, page 3-4. 16 - Amal Sakr, studies, sexual harassment and violence against women, Cairo, Page 4-5. 17 - Madiha Ahmed worship and others, the social dimensions of sexual harassment in everyday life, op cit, p 34 18- Amal Sakr, studies, sexual harassment and violence against women, op cit, pp. 4-5. 88 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- She think that among the reasons the growing religious intolerance and to prevent women going out to work. Its masculine culture fanatic who does not accept the superiority of women over men became the only way to harass the harassment. And is also one of the reasons is the moral and ethical collapse, and the absence of the role of the state and the absence of the role of the family and the lack of security. The role of art in addressing the phenomenon of harassment: We will pick up in this part two of the Arts, which contributed effectively in community issues. First Art: The Art of Cinema Second Art: This Art is a modern art in Egypt, spread in the recent period and strongly and become an art of which can be called the art of youth or graphite art. The Art of Cinema: Art Film is an objective reflection of the elements of social life and a reflection of the social issues that plague society including, therefore, art and film to exceed reality to the social function of art, hence highlights the social role of a movie. (19) Cinema is a tool for social networking reflects the general atmosphere prevailing in the community. (20) Cinema and Film, which exposed responsible for sharing with other mass media and other social institutions to work on: 1- Moral Construction for man. 2- Enrich social values. 3 - Achieving democratic climate offer films to suit all classes. 4 - The triumph of the values of truth and goodness. 5 - The defeat of falsehood and corruption. (21) 6- Show social issues and problems experienced by the community. Cinema is organically linked social life and its problems and manifestations, therein lies the secret of greatness and the Cinema Film still is the Archive importantly that conservation and the On the development of human society and civilization. (22) If we talked about the role of cinema in his presentation of the phenomenon of sexual harassment, we will find that the film over its long history, over view of community issues. We find that they are not exposed to harassment cases only in one movie is "678". It is noted that this film he was beginning to draw the attention of the society to the phenomenon of 19- Doria Sharaf El-Din, politics and cinema in Egypt, the first edition, Sunrise House, 1992, p 625. 20- Magda Ahmed Amer, the image of women Egyptian Vyalcinma, Egyptian Journal of Public Opinion Research, estimated actual patrol with him Public Opinion Research Center, Faculty of Information, Cairo University, Volume III, 2002, pp. 57 – 58. 21- Samia Ahmed, Abdul Aziz Sharaf, drama in television and radio, Dawn House for publication and distribution, Cairo, 1999, pp. 133. 22 - Muharram Kamel, history of ancient Egyptian art, Crescent House, Cairo, 1937, pp. 3. 89 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- harassment. The government has begun and civil society organizations, as well as law matter to this phenomenon and ways of solving them. It began work initiatives to raise awareness and addressing this phenomenon. The law began thinking in issuing the maximum sentence for each of prove his molestation by a woman. If we dealt with the issue of harassment in the film 678, we find that the film addresses the issue of sexual harassment in Egypt. The statistics indicate that the incidence of harassment in the case of high and deals with the phenomenon of harassment from three angles by three women from different social classes. First: Faiza - She belong to the poor social class wearing a veil, and this intelligent from Scriptwriter, where harassment is not limited to non-veiled women, but also veiled harassed. Second: Saba - She belongs to a wealthy social class, and working in the field of jewelry design. Third: Nelly – She belong to the middle class, Actress Comedy, everyone anger when she arise citation for harassment. We note in this film that screenwriter to address the issue of harassment for the first time in the history of cinema which likes to talk about for a long time because of the hardiness of the case. I have done documentary film About a "march against harassment" with a group of participants in the campaign to know their views on the phenomenon of harassment Here are the following links:http://www.youtube.com/watch?v=1JkCMhkQjhE Art graphite: Before talking about the role of graphite in introducing the phenomenon of harassment must know the meaning of graphite. We need to know what is meant by "the art of graphite," The following we will introduce this art: Many know that art of graphite as a subculture of artistic. The expression is employing a different terminology and associated with different types of styles, themes and the used materials. (23) Samir Fouad defines the art of graphite as: Art undermine unknown artists, do not seek fame or glory or to dig in the art Roster, using pseudonyms disclose satirical rebel spirit is scared like "Dragon" and "track" and draw manner 23 - Daniel J. D’Amico, A legal and Economic Analysis of Graffiti (This paper was presented at the Austrian Student Scholar’s Conference at Grove City College November) 5-6, 2004. 90 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Stainless on the walls art of the moment. It does not matter if it will last weeks or months. What is important is to reach the goal of delivering the message to the public. (24) A workable definition of graphite: It is the art of painting on walls. Those silent walls that was able to go out for its silence. And express what is going on in the community of political and social problems. It is an art that sparked the January revolution. It is a high-end modern art, which could, in a little time to impose itself on the scene, political and social artistic. Art graphite is one of the arts important to disseminate ideas and problems in the various human societies. Art graphite is an objective reflection of the social life. It thus plays an important role in the period of the revolution. Whereas it became one of the most important art in the modern era, which chronicled the Egyptian revolution. We find next to expose this art to draw a special issues revolution, also offers social problems such as harassment The role of the community to address the phenomenon of sexual harassment: We have a group of youth work in campaigns to address the phenomenon of sexual harassment and awareness of the seriousness of the issue on the community. The attention to the issue began recently after the spread in the Egyptian society and increased rates of sexual harassment, which has become an epidemic which began spreading in the Egyptian society. This phenomenon has exacerbated dramatically in recent in the Egyptian street which threatens the security and safety of members of the community in general, and women in particular. These campaigns depend on social networking sites to get to know the size of the issue and awareness of the danger. We have launched the National Council for Women campaigns to counter the phenomenon of sexual harassment among these campaigns that are trying to cope with the phenomenon of harassment: 1-Op Anti-Sexual Harassment/Assault Description The group aims mainly to combat sexual harassment incidents and collective sexual assaults that women face in squares during sit-ins, protests and clashes in the perimeter of Tahrir square. The group tries to save victims exposed to such incidents and also make the experience less severe by observing the square and intervening in case of the formation of such mob assaults. The group also provides support and follow-ups to girls and women in case they suffer from such assaults. We were asked many times to try to prove that incidents such as gang group or of victims dragged naked for meters on the ground actually happened. The priority of the group isn't to prove that these incidents happened but to respect the survivors' privacy in this experience and 24- Samir Fouad, about the art of the revolution, and the revolution Z Art, Cairo newspaper, number 654, Tuesday, 23/10/2012. 91 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- their choices whatever they are whether to talk about it or not or to go down to squares again or not. In co-ordination with many activists in addition to: Egyptian Initiative for Personal Rights HarassMap Nazra for Feminist Studies "Shoft Taharosh" (I witnessed harassment) campaign from Fouada Watch Initiative Mosireen Collective Nafsy initiative Baheya ya masr Al-Masry Al-Hor Bossy Project) 25 ( 2-Tahrir Bodyguard A collective effort to ensure safety in Tahrir, especially for women(26) 3- CAMPAIGN "CUT YOUR HAND": FOUNDED 04.10.2012 It is a campaign against the abuse of female in our society in various forms, from the first look and intellectual terrorism to the extent of sexual harassment and lynching and erosion, founded in campaign has several campaigns to raise awareness of the seriousness of the problem, including: - Series titled "I do not reappearance" 17/07/2012 "Cairo, Giza and Alexandria, Mansoura and Cairo", they have raised many signs that indicate the anger of the spread of the phenomenon of harassment, and have participated in this campaign for men and women. I think that every man has a right to participate in a campaign to address the phenomenon of harassment where it is possible that this situation occurs for his sister and his mother and his wife. The logos brought by participants in the campaign: - Who is justifying harassment is no less cynical than the harasser. - Silent of community for harassment obscenity and pornography. - Harassment is Psychological rape. - Cut your hand if I thought that the girl is permissible. - Control yourself not my cloth. 25 26 (https://www.facebook.com/opantish?ref=ts&fref=ts#!/opantish/info (https://www.facebook.com/opantish?fref=ts#!/pages/Tahrir-Bodyguard/391506037594766?fref=ts 92 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 4-- Series titled "I wish," 05/16/2012 It is one of the campaigns included that participated in addressing the phenomenon of sexual harassment in the streets of Egypt. It is titled "I wish" against sexual harassment and share campaign “cut your hand” through implement human chains in the League of Arab States. This campaign carried slogans as: - I wish you confess that you are harassing. - I wish ride the bus without someone touched me. - When girl exposed to molestation she is not rejoice. - I wish do not hate that I am girl. - Group Girls of Egypt is a red line. This campaign was aimed at awareness Egyptians evils of sexual harassment on the society in general and women in particular. Also this campaign organized marches and to stop the protest against the spread of the phenomenon of harassment and have published posters in the streets of Cairo and subway stations. The group “Girls of Egypt is a red line” and group “Be a man” Involved in the idea of knocking on doors, so, young people in the campaign, "knocking on doors" to talk with shopkeepers downtown to make them aware of the seriousness of the problem and how to deal with harassment cases, and how they can convince the girl to the work of the minutes in the police station against the harasser to receive his punishment. 5- Force against harassment: Obviously, during this campaign that the Egyptian society in general began to pay attention to the seriousness of the problem, and began to play a positive role of trying to address this phenomenon, which broke out in the Egyptian society in recent, which has become a phenomenon wandering women, and make them live in a society is strange, in a society is willing to her body before her mind. 93 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- References 1- Abdul Rahman El- Esawi, the psychology of violence and aggression, house lights, Cairo, 1997. 2- Ahmed Zaid and others, violence in everyday life in the Egyptian society, the National Center for social and Criminological Research, Cairo, 2002. 3- Amal Sakr, studies, sexual harassment and violence against women, the Egyptian Center for Women's Rights, Cairo. 4- 18-Daniel J. D’Amico, A legal and Economic Analysis of Graffiti (This paper was presented at the Austrian Student Scholar’s Conference at Grove City College November, 2004. 5- Doria Sharaf El-Din, politics and cinema in Egypt, the first edition, Sunrise House, 1992. 6- El-Gazah El-Hammami, to domestic violence in the westerly Arab countries of the North African, breaking the silence, reality and approaches, dignity conference on domestic violence, Bahrain, 2008. 7- Madiha Ahmed Ebada and others, the social dimensions of sexual harassment in everyday life, field study, Sohag Governorate, 2007. 8- Magda Ahmed Amer, the image of women Egyptian Vyalcinma, Egyptian Journal of Public Opinion Research, estimated actual patrol with him Public Opinion Research Center, Faculty of Information, Cairo University, Volume III, 2002. 9- Mohamed Said Farah, Ahmed Abdel Hafiz Kholy, the problems of Egyptian society "forms and applications" Dar Al-Mustapha for printing and computer, 2002. 10- Mohammed Atef Ghaith, social and behavior problems of delinquency, op cit, 11- Muhannad bin Hamad bin Mansour El-Shuaibi, criminalizing sexual harassment and punishment, a letter of introduction to get a master's degree in criminal justice, Naif Arab University for Security Sciences, Riyadh, 2009. 12- Muharram Kamel, history of ancient Egyptian art, Crescent House, Cairo, 1937. 13- Osama Mohammed Badr, the face of terrorism, Golden print publishing, Cairo, 2000. 14- Samar Salah Eissa, supervision / Nyhad Abu shirts n study entitled n the phenomenon of sexual harassment in Egypt, and expert analysis of the case, harassment and violence against women, the Egyptian Center for Women's Rights, 201. 15- Samia Ahmed, Abdul Aziz Sharaf, drama in television and radio, Dawn House for publication and distribution, Cairo, 1999 . 16- Samir Fouad, about the art of the revolution, and the revolution Z Art, Cairo newspaper, number 654, Tuesday, 23/10/2012. 17- https://www.facebook.com/#!/events/150788335077948/153301168159998/?notif_t=pl an_mall_activity 18- https://www.facebook.com/opantish?ref=ts&fref=ts#!/opantish/info 19- https://www.facebook.com/opantish?fref=ts#!/pages/TahrirBodyguard/391506037594766?fref=ts 94 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KADINA YÖNELİK ŞİDDET UYGULAYAN ERKEKLERLE ÇALIŞMADA PRO-FEMİNİST YAKLAŞIM Aslıhan Burcu ÖZTÜRK1 Özet Kadına yönelik aile içi şiddetle mücadele, ağırlıklı olarak şiddet gören kadınların korunması, şiddet uygulayan erkeklerin ise adalet sistemi içinde cezalandırılması üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu yaklaşım, şiddeti önleyici ve şiddet uygulayan erkekleri rehabilite edici çalışmaların yapılmasının gereğini ortaya çıkarmaktadır. Bu çalışmada şiddet uygulayan erkeklerin rehabilitasyonuna yönelik olarak geliştirilmiş Duluth modeli hakkında bilgi verilmektedir. Anahtar Kelimeler: Kadına yönelik şiddet, kadına şiddet uygulayan erkeklerle çalışma, pro-feminist yaklaşım. Giriş Kadına yönelik aile içi şiddet, yaygın bir toplumsal sorun olarak yaşanmaktadır. Yaklaşık son on yıldan bu yana kadına yönelik şiddetin, kamusal düzeyde mücadele edilmesi gereken bir toplumsal sorun olduğu anlayışı gelişme göstermektedir. Kadına yönelik aile içi şiddetle mücadelede devletin ve sivil toplumun yaptığı çalışmalar ağırlıklı olarak şiddet gören kadınların korunması ve şiddet uygulayan erkeklerin cezalandırılması odağındadır. Bu yaklaşım, koruyucu, önleyici ve rehabilite edici çalışmaların bütünlüklü bir şekilde yapılmasını engellemektedir. Özellikle şiddet uygulayan erkeklere yönelik rehabilite edici çalışmaların eksikliği göze çarpmaktadır. Bu doğrultuda şiddet uygulayan erkeklerin rehabilitasyonu amacıyla pro-feminist ilkeler ışığında geliştirilmiş olan Duluth modeli incelenmektedir. Kadına Yönelik Şiddet ve Erkeklik Kadına yönelik şiddet, kadını kontrol altında tutmayı amaçlayarak, toplumdaki erkek egemenliğini güçlendirir ve devam etmesine yardımcı olur. Erkeğin aile içinde kadına yönelik uyguladığı şiddet, yaygınlığı, toplumsal kabulü ve kadın- erkek karşıtlığı çerçevesinde gerçekleştirilmesi nedeniyle erkeklikle bağlantılı olarak düşünülmelidir. Meşruiyetini önemli ölçüde erkek egemen toplumsal yapıdan alan şiddet, Connell’ın (1998: 247) da belirttiği üzere erkek hegemonyasına dayanmakta ve büyük ölçüde erkeğin sertliği ve iktidarı üzerine kurulmuş olan ataerkil erkek idealinden beslenmektedir. Toplumsal cinsiyet düzeninin erkeğe verdiği güç ve iktidar, erkeğin kadına karşı şiddet uygulamasını meşru ve çoğu kez gerekli kılarken, şiddet eyleminin kendisi erkek egemenliğini yeniden oluşturmada gerekli olmaktadır. Connell (2002: 95) erkekliğin kuruluşunda bir araç olarak şiddetin üstünlük yaratan niteliğine dikkat çeker. Dolayısıyla güç ve iktidara dayalı 1 Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İİBF Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected] 95 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- erkeklik şiddetin ortaya çıkmasında etkiliyken, şiddet de erkekliği oluşturmada önemli rol oynar. Bu karşılıklı ilişki, hem şiddetin oluşumunu hem de erkek egemenliğini destekler. Kadına Şiddet Uygulayan Erkeklerle Çalışma Kadına yönelik aile içi şiddetle mücadelede sosyal hizmetler, ağırlıklı olarak kadın merkezli çalışmalarla gerçekleştirilmektedir. Erkeklerin şiddet uygulamasını önleyici ve şiddet uygulayan erkekleri rehabilite edici çalışmaların yapılmaması, kadına yönelik şiddetin önlenmesini zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla şiddetin, yalnızca şiddete maruz kalan kadınların korunması ve şiddet uygulayan erkeklerin cezalandırılması yoluyla çözülmesi olası görünmemektedir. Erkeklerin şiddet kullanmalarını önlemek üzere yapılan çalışmaların adalet sistemi içinde cezalandırılmalarıyla sınırlı bırakılması, şiddetin önlenmesinde yetersiz kalmaktadır. Bu durum, ağır düzeydeki fiziksel ve cinsel şiddet dışındaki şiddetin görmezden gelinerek, müdahale edilmemesine yol açabilmektedir. Ayrıca, tartışıldığı üzere (Orme ve diğ., 2000: 100; Mansley, 2009: 167) şiddeti yeniden üreten ceza sistemi, şiddetin tekrarlanmasını engellemeye yönelik özel çalışmalar yapılmaması nedeniyle etkisiz kalabilmektedir. Şiddet uygulayan erkeklerle çalışma, geniş düzeydeki kamu politikalarının bir parçası olduğu zaman etkin olabilmektedir. Polis, yasalar ve adalet sistemi ile şiddet gören kadınlara yönelik destekleyici ve koruyucu çalışmaların etkililiği, erkeklerle çalışmanın başarısını belirleme gücüne sahiptir. Dolayısıyla şiddetin sona erdirilmesine yönelik politika ve uygulamaların bütüncül ve tutarlı bir anlayışla gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadele amacıyla şiddet uygulayan erkeklere yönelik koruyucu, önleyici ve rehabilite edici çalışma yapılmasının gerekliliği, son yıllarda gündeme getirilmeye başlanmıştır. 2006 yılı Başbakanlık Genelgesi’nde kadın erkek eşitliğinin ve kadın haklarının geliştirilmesi konusunda destek olabilecek erkek gruplarının artırılmasına yönelik çalışma yapmak üzere çeşitli kamu kurumları, sivil toplum örgütleri ve özel kuruluşlara sorumluluk yüklenmektedir. Kadına yönelik aile içi şiddetin önlenmesi için öncelikli olarak erkekler olmak üzere aile bireylerine yönelik öfke kontrolü, iletişim becerileri gibi konularda eğitim çalışmaları yapılması önerilmektedir. Ayrıca askerlik eğitiminde, camiler, kahvehaneler ve çok sayıda erkek çalışanı olan kuruluşlarda erkeklere yönelik olarak anlayış değişimi sağlayacak çalışmalar yapılması istenmektedir. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı Kadına Yönelik Aile içi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı’nda (2007–2010) da genelge ile belirtilen sorumluluklara ilişkin uygulama planı yapılmıştır. Buna karşın erkeklere yönelik çalışmalar çok yetersiz düzeydedir. Bu eksiklikleri giderebilmek üzere, kadına yönelik şiddetin kaynağında yer alan toplumsal düzenlemelerin dönüşümünün yanı sıra şiddet uygulayan erkeklerin rehabilitasyonuna yönelik çalışmalar, şiddete karşı koruyucu, önleyici ve rehabilite edici çalışmalar kapsamında ele alınmaktadır. Erkeklerle Çalışmada Pro-Feminist Yaklaşım Kadına yönelik şiddetin, en temelde ataerkil toplumsal yapıdan kaynaklandığı ve güç ve iktidar ekseninde şekillenen hegemonik erkekliğin iktidar kurma edimi olarak ortaya çıktığı kabulünden yola çıkarak, erkeklerle çalışmada pro-feminist yaklaşım ön plana çıkmaktadır. Feminizm destekçiliği anlamına gelen pro-feminizm, feminizmin kadınlar tarafından kadınlara yönelik olarak geliştirdiği kuram ve uygulama olduğu kabulünden yola çıkarak, erkeklerin ancak feminist destekçisi olabileceği düşüncesiyle ortaya çıkmıştır (Hearn, 1998: 2). Mullender’in (1996: 232) de belirttiği üzere pro-feminist yaklaşım, erkeklerin şiddet uygulamasının temelinde ataerkil toplumsal yapı olduğunu kabul etmekle birlikte, erkeklerin şiddet uygulamasındaki bireysel sorumluluklarını da dikkate almaktadır. Şiddetle mücadelede 96 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- erkeklerle yapılan eğitim çalışmalarıyla birlikle şiddeti besleyen toplumsal yapının değişimi için politik mücadele verilmesi gereğinin üzerinde durulmaktadır. Erkeklerle pro-feminist çalışmada “Duluth modeli” ön plana çıkmaktadır. Duluth modeli’nin en belirgin özelliği, kadına yönelik şiddetin temelinde erkek üstünlüğüne dayanan toplumsal yapı olduğu kabulünden yola çıkarak, toplumsal ve bireysel etkenleri birlikte ele almasıdır. Toplumsal bağlamı görmezden gelen öfke kontrolü çalışmalarına eleştirel bir şekilde geliştirilmiştir. Duluth modeli, 1981 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulanan “Aile içi Şiddete Müdahale Projesi” (DAIP) çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Avrupa ülkelerinde de yaygın şekilde uygulanan modeli, şiddetle mücadele mekanizması içindeki kurumlar olan polis, hapishane, savcılık, sığınmaevi, mahkeme, denetimli serbestlik ve ruh sağlığı kuruluşlarında çalışan uzmanlarının bir araya gelerek oluşturmuştur. Toplum destekli müdahale olarak değerlendirilen Duluth modeli, sistemci bir yaklaşıma sahiptir (Ellen ve Pence, 1993: 17; Gadd, 2004: 175). Duluth modeli, şiddetin eşitsiz toplumsal cinsiyet ilişkileri içinde oluştuğuna vurgu yaparak, erkeklerin kadın üzerinde egemenlik kurması gerektiği yönünde mesajlar veren kültürel bağlama dikkat çeker. Bununla birlikte aynı mesajları alan bütün erkeklerin şiddet kullanmadığının bilinmesi, bireysel etkenlerin de değerlendirilmesi gereğini ortaya koyar. Çocukluk dönemi istismarı, sevgisiz büyümek, kadına şiddet uygulayan erkek modelleri ile sosyalleşmek, kadın düşmanı bir çevrede bulunmak, alkolizm, ırksal, etnik ve sınıfsal baskı ve dışlanmaya maruz kalmak gibi etkenler erkekleri şiddet kullanma yönünde etkileyebilmektedir. Ancak bu etkenlerin şiddet uygulanması için bahaneye dönüşmemesine dikkat edilir. Erkeğin şiddet davranışının yıkıcılığını ve şiddetin kendi sorumluluğunda gerçekleştiğini kabul etmesi gerekir. Erkekler, kendilerini şekillendiren toplumsal koşulların kurbanı olarak görülmek yerine, toplumsallaşma ile insani değerlerden uzaklaştırılmış kişiler olarak görülür (Ellen ve Pence, 1993: 3–4). Dikkat edilmesi gereken nokta, “asıl müracaatçı”nın erkek olmadığıdır; asıl olarak kadın ve çocukların güvenliği için erkeklerle çalışıldığı kabul edilmektedir (Rivett ve Rees, 2004: 152). Duluth modelinin uygulandığı birçok çalışmada kadınla iletişime geçilerek, erkeğin yararlanmakta olduğu program hakkında bilgi verilmekte ve şiddetin devam edip etmediği kontrol edilerek kadının güvenliği sağlanmaya çalışılmaktadır. Kadına bireysel danışmanlık verilen bu görüşmeler (Mullender, 1996: 239), çalışmanın bütüncül bakış açısıyla yapıldığını gösteren göstergelerden biridir. Erkeklere yönelik çalışmalar, erkeğin refahını korumaya ve geliştirmeye yönelik çalışmalar olarak değerlendirildiği gibi şiddeti azaltması ve sonlandırabilmesi nedeniyle kadının refahını geliştirmeye yönelik çalışmalar olarak da değerlendirilmektedir (Hearn, 1998: 178). Bunu sağlamak için erkeklerin şiddet uyguladıkları kadın ve çocuklara da bütünlüklü bir şekilde hizmet verilmesi ve feminist örgütlerle işbirliği geliştirilmesi önem taşır. Duluth modeli, erkek egemen kültürel yapıyı temeline aldığı için, uygulamayı toplum düzeyinde gerçekleştirmeyi hedefler. Aile içi şiddetle mücadele sistemi içindeki diğer kuruluşlarla işbirliği içinde çalışma gereklidir. Bu nedenle yasal düzenlemeler ve adalet sistemi, polis sistemi, çocuk ve kadını korumayı amaçlayan diğer sistemlerle koordinasyon içinde çalışarak toplumsal cinsiyet eşitliğinin yaratılması doğrultusunda yapılandırılmıştır (Rivett ve Rees, 2004: 147). Duluth modeli içinde geliştirilen pro-feminist grup çalışmalarında, kadına yönelik şiddet, toplumsal, kültürel ve politik bağlamı içinde ele alınmakta ve erkeğin şiddeti bilinçli olarak kadını kontrol altında tutmak amacıyla uyguladığı kabul edilmektedir. 97 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Şiddet uygulayan erkeklere yönelik grup çalışmaları, Amerika’da 1970’lerin sonlarında başlamıştır (Davis ve Taylor, 1999: 70). İngiltere’de grup çalışmaları yoluyla birlikte oldukları kadınlara şiddet uygulayan erkeklerin rehabilitasyonuna yönelik çalışmalar yaygınlık kazanmaktadır. Çoğunlukla erkeklerin gönüllü katılımına dayanan grup çalışması ve bireysel çalışmayı birlikte yürüten çalışmalar, son yıllarda mahkeme, denetimli serbestlik büroları ya da sosyal hizmet kuruluşlarının yönlendirmesiyle bir anlamda zorunlu rehabilitasyon niteliği kazanmaya doğru gelişim göstermektedir. Yapılandırılmış grup çalışmaları haftalık olarak gerçekleştirilmekte ve 14 haftadan 20 haftaya kadar uzanan sürede erkekle çalışılmaktadır. Birçok kuruluşlarda erkeklerin şiddet uyguladığı kadınlarla da çalışılmaktadır (Hearn, 1998: 177–178). Grup çalışmalarıyla birlikte erkeklerle bireysel çalışma da yapılmakta ve değişim süreci erkeklerle mikro düzeyde de desteklenmektedir (Mullender, 1996: 233). Grup çalışmalarında bilişsel ve davranışsal terapi teknikleri ve beceri geliştirme çalışmaları, feminist ilkeler ışığında düzenlenmekte ve birlikte kullanılmaktadır. Feminist modele dayalı karma kuramsal yaklaşımın kullanıldığı gruplarda, toplumsal cinsiyet duyarlılığı, öfke kontrolü, stres yönetimi ve iletişim becerilerinin geliştirilmesi çalışmaları yapılmaktadır (Davis ve Taylor, 1999: 70). Pro-feminist yaklaşımla oluşturulmamış grup çalışmalarında ağırlıklı olarak sosyal öğrenme ve psikanaliz yaklaşımlarının kullanılması ve erkeklik kurgusu ile şiddetin bağlantısının güç ilişkileri çerçevesinde kurulmaması eleştirilmektedir. Bu yaklaşımın erkeğin şiddet davranışıyla yüzleşmesini ve şiddeti kabul etmesini engelleyebildiği, erkeğin kendini mağdur olarak görerek şiddet için gerekçe oluşturabildiği gerekçesiyle eleştirilmektedir (Mullender, 1996: 229–230; Orme ve diğ., 2000: 96). Sosyal öğrenme yaklaşımı çerçevesinde öfke kontrolü grupları yaygındır, ancak kadına şiddet uygulayan erkeklerin öfkelerini kontrol edememe gibi bir sorun yaşamadıkları, örneğin öfkelerini işverenlerine yöneltmemek konusunda kendilerini kontrol ettiklerini, ancak evde eşlerine şiddet uyguladıkları belirtilerek, aslında bunun tam olarak “kontrollü şiddet” olduğu tartışılır (Mullender, 1996: 23; Bowker, 1998: 2). Ayrıca şiddetin, öfkenin kontrol edilememesi sonucu oluştuğu düşüncesi, erkeğin şiddetin sorumluluğunu reddetmesi ve şiddeti önemsizleştirmesini de beslemekte ve öfkeyi erkeğin olağan bir bileşeni olarak göstermektedir (Mullender, 1996: 230). Şiddet uygulayan erkeklerin davranışlarını yadsıma, çarpıtma ya da haklı görerek savunma gibi tepkileriyle baş edebilmek için, grup çalışmasının feminist temeller üzerine inşa edilmesi gerekir. Şiddet uygulayan erkeklerin davranışlarını hangi etmenlerle temellendirdiği ve davranışlarının asıl amacı konusunda farkındalık, bu sayede oluşabilir (Orme ve diğ., 2000: 96). Sosyal çalışmacılar erkeklerle ataerkil yapı hakkında tartışmalı, düşünce ve davranışlarının yapılanmasındaki etkilerini birlikte anlamaya çalışmalıdır. Şiddet uygularken ve sonrasında hissettikleri duygularını ifade etmeleri sağlanarak, kendilerini ve şiddet uyguladıkları kadını anlamaya yardımcı olunmalıdır (Dominelli, 2002: 94). Şiddetsiz ve eşit ilişkiler kurmaya yönelik uzun dönemli değişim, erkeklerin düşünce ve inançlarının derinlemesine bir şekilde incelenmesi, eşitlikçi yeni bir bakış açısı geliştirerek, davranışlarına yansıtabilmesi ve çatışma çözümüne yönelik şiddetsiz yöntemlerin kullanabilmesine bağlıdır (Ellen ve Pence, 1993: 8). Çalışmalarda erkeklik olgusu ele alınarak, erkekliğin anlamı ve şiddetin ortaya çıkmasındaki yeri üzerine eleştirel bakış geliştirilmesi hedeflenir. Erkekliğin yeniden tanımıyla birlikte şiddet uygulayan erkeklerin şiddeti reddetme, önemsizleştirme, kadını suçlu görme gibi yüzleşmeden kaçış davranışları üzerinde durulur (Orme ve diğ., 2000: 96; Mullender, 1996: 224). “Psiko-eğitimsel” olarak da adlandırılan yaklaşıma sahip olan pro-feminist çalışmalar, psikolojik boyutunda bilişsel-davranışçı yöntemle öfkenin ortaya çıkışının anlaşılması ve davranış değişikliği yoluyla öfke ve şiddetin kontrolünün sağlanması üzerine yapılandırılır. 98 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Eğitim boyutunda ise şiddetin oluşumunda toplumsal ve kültürel yapının önemi üzerinde durulmakta, şiddetin temel olarak kadını kontrol altında tutmaya ve erkek egemenliğini sürdürmeye yönelik anlayışın sorgulanmasına çalışılmaktadır (Mullender, 1996: 230). Şiddetle bağlantılı yaşantı ve duygularla ilgili “iç konuşma” yapılması sağlanarak, şiddet üzerine düşünme ve şiddet davranışına alternatif olarak olumlu tepki seçenekleri üzerinde düşünme olanağı sunulur. Kadın ve erkeğin toplumsal ve kültürel rolleri üzerinde odaklanarak, şiddeti doğuran toplumsal altyapı üzerine eleştirel bakış geliştirme olanağı yaratır (Orme ve diğ. 2000: 97). Çalışmalarda erkeklik olgusu ele alınarak, erkekliğin anlamı ve şiddetin ortaya çıkmasındaki yeri üzerine eleştirel bakış geliştirilmesi hedeflenir. Erkekliğin yeniden tanımıyla birlikte şiddet uygulayan erkeklerin şiddeti reddetme, önemsizleştirme, kadını suçlu görme gibi yüzleşmeden kaçış davranışları üzerine durulur (Orme ve diğ., 2000: 96; Mullender, 1996: 224). Erkeklerin mikro ve mezzo düzeyde yapılan çalışmalar sonucu geçirdikleri değişim sürecinde üç temel aşamadan bahsedilir. Farkındalık yaratma aşamasında, erkekliğin oluşumu üzerine düşünülür ve şiddetle ilgili bağlantıları keşfedilir. Kadınların aşağılanması ve nesneleştirilmesine yönelik tutum ve davranışlar gözden geçirilir. Bu aşamada çalışmaya karşı direnç gösterilmesi olasılığı yüksektir. Bu nedenle motivasyon gereği dikkate alınmalıdır. Çözümleme aşamasında, erkekliğin oluşumu arkasında yatan inançlar ve davranışlara olan etkisiyle birlikte anlaşılmaya çalışılır. Erkekliğe dair çelişkilere dikkat çekilir. Güçlü olma, diğerlerini denetleme, geçim sağlama gibi rollerin getirdiği ödüller ile bu rolleri yerine getirmenin bedelinin yarattığı çelişki üzerinde durulur. Erkeklerin, güçlü olmanın gereklerini yerine getirmeye çalışırken yaşadıkları güçsüzlük ve güvensizlik duygusu ele alınır. En son aşama olan yeniden düzenleme aşamasında, erkekliğe ilişkin yeni düşünce ve davranışlar geliştirilmesiyle birlikte değişim hedeflenir. Kalıpyargıların dışında kalan erkekliklerin de değerli olduğu ve toplumca kabul edildiğinin anlaşılması önemsenir (Johnstone, 2001: 12–15). Sonuç Kadına yönelik şiddetle mücadelenin etkin bir şekilde ve bütüncül bir anlayışla yürütülebilmesi için şiddet uygulayan erkeklerle yapılacak çalışmaların geliştirilmesi önem taşır. Erkeklerin şiddet uygulamasına neden olan toplumsal ve bireysel etkenleri göz önünde bulunduran programların feminist yaklaşımı kullanması, sorunun kaynağı olan erkek egemenliğine dayalı anlayışın dönüştürülebilmesi açısından kaçınılmazdır. Erkeklerle çalışmanın, önleyici ve rehabilite edici çalışma kapsamında Türkiye’de de geliştirilmesi kadına yönelik şiddetle mücadelenin gücünü geliştirecektir. 99 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynakça Bowker, L. H. (1998). Eradicating masculine violence. L. H. Bowker (Ed), Masculinities and violence, USA: Sage. Connell, R. W. (1998). Toplumsal cinsiyet ve iktidar. İstanbul: Ayrıntı. Connell, R.W. (2002). Hegemonic masculinity and violence: Response to Jefferson and Hall. Theoretical Criminology, 6,1, 89-99. Davis, R. ve Taylor, B. (1999). Does batterer treatment reduce violence?: A synthesis of the literature. L. Feder (Ed.), Women and Domestic Violence: An Interdisciplinary Approach. New York & London: Hawort. Ellen, P. ve Pence, M. (1993). Education groups for men who batter: The Duluth model. Springer: New York. Gadd, D. (2004). Evidence-led policy or policyled evidence? : Cognitive behavioural programmes for men who are violent towards women, Criminal Justice, 4, 2, 173-197. Hearn, J. (1998). The violences of men: How men talk about and how agencies respond to men’s violence to women. Sage: London. Johnstone, M. (2001). Men, masculinity and offending: Developing gendered practice in the probation service, Probation Journal, 48, 1, 10–16. Kardam, F. ve Yüksel, İ. (2009). Aile içi şiddet algısı: Niteliksel araştırma sonuçları. Türkiye’de kadına yönelik aile içi şiddet. Ankara. Mansley, E. A. (2009). Intimate partner violence- Race, social class and masculinity. USA: LFB Scholarly Publisher. Mullender, A. (1996). Rethinking domestic violence- The social work and probation response. London- New York: Routledge. Orme, J., Dominelli, L. ve Mullender, A. (2000). Working with violent men from a feminist social work perspective, International Social Work, 43, 1, 89-105. Rivett, M. ve Rees, A. (2004). Dancing on a razor’s edge: Systemic group work with batterers. Journal of Family Therapy, 26, 1, 142–162. 100 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE KADINLARLA BİLİNÇ YÜKSELTME ÇALIŞMALARI Burcu HATİBOĞLU EREN1 Özge Sanem ÖZATEŞ GELMEZ2 Özet Bu çalışma, kadına yönelik şiddeti kadın ile erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinden kaynaklanan ve bu güç ilişkilerinin sorgulanmasını gerektiren bir olgu olarak ele almaktadır. Dolayısıyla kadına yönelik şiddetle mücadelede kadın kimliği ve toplumsal cinsiyet kalıp yargıları üzerinden toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığın sorgulanması, kadınların güçlenmesini sağlaması açısından oldukça önemlidir. Bu çerçevede doğrudan kadınlara yönelik olarak geliştirilmesi gereken bilinç yükseltme çalışmalarına ihtiyaç vardır. Bu çalışmada da kadına yönelik şiddet ve kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda gerçekleştirilecek bilinç yükseltme çalışmalarında, öncelikli olarak ele alınması gereken konular ve bu konuların nasıl ele alınması gerektiği tartışılacaktır. Tartışmalar, daha önce Kadın Dayanışma Vakfı işbirliği ile gerçekleştirilen toplumsal cinsiyete ve kadına yönelik şiddete ilişkin farkındalık yaratma eğitimleri kapsamında elde edilen deneyim ve bilgiler üzerinden geliştirilecektir. Anahtar Kelimeler: Kadına yönelik şiddetle mücadele, bilinç yükseltme çalışması, toplumsal cinsiyet duyarlılığı ve kadın kimliği Giriş Kadına yönelik şiddet, kadın ile erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinden kaynaklanan ve temel bir hak olarak yaşam hakkı ihlalleriyle sonuçlanan süreğen bir olgudur. Kadına yönelik erkek şiddeti ve kadın cinayetlerinin sıklığı, söz konusu vakaların olağan karşılanmasının ortaya çıkarttığı bir sonuç olduğu gibi, bu olağanlaştırma sorunun süreğen hale gelmesine de yol açmaktadır. Kadına yönelik şiddetin önüne geçilebilmesi, toplumsal cinsiyet rol ve kalıp yargılarının, üstün ve muktedir olarak kurguladığı erkeklik algısı karşısında, ikincil ve muhtaç olarak kurgulanan kadınlık algısıyla mücadeleyi gerekli kılar. Bu mücadelenin ilk basamağını, kadınların ‘kadın kimliği’ne ilişkin doğru bir algı geliştirmeleri, toplumsal cinsiyet bakış açısının edinilmesi ve toplumsal cinsiyet kalıp yargılarından kaynaklanan dezavantajlı konumlarına ilişkin farkındalık kazanılması oluşturmalıdır. Böylece kadına yönelik şiddet olarak ortaya çıkan ve kadın olma ortaklığında yaşanan ötekileştirme ve hak kayıplarının tüm kadınların sorunu olduğu gerçeğinin ortaya konulması, şiddetle mücadelede önemli bir çıkış noktası sağlayacaktır. 1 Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected] 2 Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected] 101 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Bu amaçla gerçekleştirilecek bilinç yükseltme çalışmaları; toplumsal cinsiyet kimliği olarak kadınlık değerlerinin sorgulanmasını, kadınların toplumdaki dezavantajlı konumlarının ardında yatan sosyo-politik bağlamın irdelenmesini, kadınların potansiyellerini gerçekleştirmelerine engel olan toplumsal cinsiyet ayrımcılığının deşifre edilmesini ve böylece kadınların güçlenmelerini ve ‘kendinde değerleri’nin farkına varmalarını hedeflemelidir. Bilinç yükseltme çalışmalarında bu temel amaç bağlamında belirlenecek konular; Kadın olmanın getirdiği sorun ve olanakların görünür kılınması, Cinsiyet ile toplumsal cinsiyetin farklılığının aydınlatılması, Kadına yönelik ayrımcılığın nedenleri, türleri ve sonuçlarının ortaya konulması, Kadın odağında yasal ve kurumsal düzenlemelere ilişkin bilgi düzeylerinin arttırılması, Kadının maruz kaldığı şiddet üzerine deneyim ve bilgi paylaşımının sağlanarak, sorunun özel değil, politik olduğunun gözler önüne serilmesi özel amaçlarını taşımalıdır. Kadınların yaşam deneyimlerinden hareketle sorunların, ihtiyaçların ortaklaştırılması ve kadın olma ortak noktasında dayanışma ve işbirliği ile çözüm için potansiyel gücün farkına varılması ve kadınların buna ilişkin bilgi, beceri ve değer gelişim ve dönüşümlerinin başarılması mümkün olacaktır. Sosyal hizmet bölümü öğrencileriyle üç yıla yakın süre içinde gerçekleştirilen bilinç yükseltme çalışmaları üzerinden kadına yönelik şiddet alanında çalışırken üç konunun temel alınması gerektiği görülmüştür. Bu çalışmada da kadına yönelik şiddet ve kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda gerçekleştirilecek bilinç yükseltme çalışmalarında, öncelikli olarak ele alınması gereken konular ve bu konuların nasıl ele alınması gerektiği tartışılacaktır. Kadın Kimliği Yapılacak bir bilinç yükseltme çalışmasının öncelikli oturumlarından birini “kadın kimliği” oluşturmalıdır. Bu oturumda temel amaç; kadın olmanın kadın açısından ne anlama geldiği, kadın olmanın özel ve toplumsal yaşamda yarattığı avantaj ve dezavantajların keşfedilmesidir. Bu keşif sürecinde, avantaj olarak değerlendirilen durumların kadının yaşamını kolaylaştırmak için geliştirdiği stratejilerle nasıl bütünleştiği ve zaman zaman avantajlı görülen durumların dezavantaja da dönüşebildiği konusunda kadınların farkındalık geliştirdikleri görülmüştür. Kadın kimliği üzerinde konuşmak, çoğu zaman kadınlar için konuşulması yasaklı konular arasında yer alan cinsellikleri üzerine konuşma konusunda onları cesaretlendirmekte ve geçmişten bugüne deneyimledikleri cinsel şiddet türlerini paylaşmalarına ve birbirleriyle empati kurmalarına da yardımcı olmaktadır. Kadın olmaya ilişkin bu algısal dönüşüm, kadının kendisine yüklenen, kendisinden beklenen rollerin biyolojik olarak değil, toplumsal olarak yapılandığı gerçeğini görmesini kolaylaştırmaktadır. Bu durum ise yalnızca kadın olmak üzerinden bir ortaklık ve dayanışma geliştirebilme olanağı sağlamaktadır. Bunun yanı sıra kadınlar, kadın kimliği üzerinde konuştuktan ve bilgi aktarımı yapıldıktan sonra, kimliklerini değişimin önemli bir aktörü olarak yeniden tanımlamışlardır. Toplumsal Cinsiyet Kadına yönelik şiddete ilişkin farkındalık kazandırmayı ve bilinç dönüşümünü gerçekleştirmeyi amaçlayan bir çalışmanın ikinci basamağını toplumsal cinsiyet oluşturmalıdır. Bu çerçevede cinsiyet ve toplumsal cinsiyete ilişkin bilgilendirmelerle birlikte kadınların toplumsal cinsiyetlerinin hayatlarını nasıl etkilediği ve ne türden değişikliklerin 102 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- potansiyellerinin tümünü gerçekleştirebilmelerine olanak sağlayacağını düşündükleri üzerinde yapılacak paylaşımlar önemlidir. Çalışmada toplumsal cinsiyetin, kadın ya da erkek olmaya toplumun ve kültürün yüklediği anlamları ve beklentileri ifade ettiği, kültürel bir yapıyı karşıladığı vurgulanmalıdır. Biyolojik bir cins olarak dişil olanın, kendi seçimleri ve kararları doğrultusunda kadın olma sürecini biçimlendirdiğini söylemenin mümkün olmadığı, iki biyolojik cinsin toplumsal ve kültürel bir bağlamda biçimlenmesi, sosyalizasyon sürecinde öğrenilmesi ve biyolojik cinsiyet farklılıklarının toplumsal cinsiyetle kategorik farklılıklara dönüştürülmesine neden olduğu üzerinde durulmalıdır. Çalışmada ayrıca doğuştan getirdiğimiz, yer ve zamana göre değişmeyen bazı anatomik özelliklerin bizim biyolojik cinsiyetimizi belirlediği ancak biyolojik cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasında hiçbir doğal ve zorunlu bağ olmadığı tartışmaya açılmalıdır. Ataerkil uygarlık tarafından biçimlendirilen ve yeniden üretilen toplumsal cinsiyet algısı içinde, kadınlığın, olumlu, esas ve norm olarak kurulan erkekliğin aksine olumsuz, esas olmayan, normal dışı, rastlantısal -bir başka deyişle öteki- olarak kurgulandığı, toplumdan topluma ve aynı toplum içinde farklılık göstermekle birlikte, kadınların karşı karşıya kaldıkları toplumsal cinsiyet ayrımcılığının, evrensel ve tarih boyunca süregelen bir olgu olduğu paylaşılmalıdır. Çünkü kadınlar, ancak kazandıkları toplumsal cinsiyet farkındalığıyla birlikte, kadın olmaktan dolayı karşılaştıkları ayrımcılığın toplumsal cinsiyet ayrımcılığı olduğunu, bu türden bir ayrımcılığın hayatlarının her alanında karşılaşabilecekleri bir nitelik taşıdığını, kadına yönelik şiddetin de bu ayrımcılığın bir görünümü ve sonucu olduğunu görmektedir. Böyle bir ele alış, kadınların feminizme yönelik düşüncelerinde de değişim yaratmıştır. Nitekim eğitim sonrasında kadınlar, feminizmi açıklarken dayanışmaya, köklü dönüşüme, özgürlük mücadelesine, ezme ezilme ilişkisine, kadın bakış açısının önemine, bilinçlenme ve örgütlenmeye daha fazla vurgu yapmaya başlamıştır. Kadına Yönelik Şiddet Kadına yönelik şiddet konusunda yapılacak bir çalışmada kadına yönelik şiddetin birkaç oturumda ele alınması oldukça önemlidir. Bu oturumlarda kadına yönelik şiddete ilişkin BM’nin, WHO’nun ve Pekin (1995)’in tanımlarındaki şiddetin “cinsiyete yönelik” bir eylem olduğu vurgusu ile şiddet mağduru kadınların, çoğu zaman benzer duygusal süreçlerden geçtikleri üzerinde durulmalı, kadınların şiddete ilişkin duyarlılıklarını geliştirmeye yönelik deneyim paylaşımı çalışmaları yapılmalıdır. Şiddet mağduru kadınların benzer süreçlerden geçtiğini anlatmak için kullanılan bir kavram olarak, hırpalanmış kadın sendromu (BWS), ilk kez 1970’li yılların ortalarında eşleri tarafından uygulanan fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddetin kadınlar üzerindeki etkilerini tanımlamak için kullanılmıştır (McCue, 1995: 63). Hırpalanmış kadın sendromunun ilk süreci, kadının şiddete maruz kalmasının ardından yaşanan şoku izleyen inkar sürecidir. Kadın şiddete maruz kaldığını ve dahası ilişkisinde sorun olduğunu kabul etmek istemez. Şiddeti kazara yapılmış bir eylem olarak gerekçelendirmeye çalışır ve eşinin bir daha bu eylemini tekrarlamayacağı inancını taşır. İkinci süreç, suçluluktur. Bu süreçte şiddet mağduru kadın, problemi kabul etmekle birlikte, bunun sorumlusunun kendisi olduğunu ve kendisinde bulunan çeşitli kusurlar nedeniyle bu eylemi hak ettiğini düşünür, yaşadığı suçluluk düşüncesiyle daha iyi olma çabasına girer. Üçüncü süreç, yaşanan şiddetin sorumlusunun eşi olduğu gerçeğinin kabul edildiği aydınlanmadır. Bu süreçte şiddet mağduru kadın sevgi ve nefret duygularını bir arada yaşar ancak şiddetin sona ereceğine, ilişkinin düzeleceğine ilişkin umut geliştirir. Son süreç ise, sorumluluk sürecidir. Kadın bu son süreçte şiddetin kendiliğinden son bulmayacağını kabul ederek, boyun eğmemeye ve buna karşı koymak için neler yapabileceğini araştırmaya başlar (KDV, 2008: 29-30). Çalışmada bu aşamalara ilişkin bilgilendirme yapılması önemlidir. Ancak bilgi aktarım sürecinde öncelikle kadınların deneyimlerinin dinlenmesi ya da şiddet 103 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- durumunda ne hissedeceklerine ilişkin bir canlandırmayla desteklenmesi farkındalık gelişimini olumlu etkilemektedir. Kadına yönelik şiddet oturumlarında işlenecek bir diğer önemli konu, şiddet döngüsüdür. Kadın, kadınlık ve erkeklik rollerine yüklenen değer yargılarıyla yeniden ve yeniden üretilen şiddetin doğal olduğu, çabalasa da bunu önleyemeyeceği ve yaşamının kaçınılmaz bir parçası olduğu, erkeğin koruması olmaksızın varlığını sürdüremeyeceği ve bu nedenle kendi yaşamı üzerindeki kontrolün erkeğin elinde olması gerektiği öğretileriyle yetiştirildiğinden, kadın ile erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinin cesaretlendirildiği ataerkil sistemde hemen her kadın yaşanan şiddet sonrası inkar ve suçluluk süreçlerini yaşamaktadır. Dolayısıyla kadının şiddet durumunda nasıl hissedebileceğini farkedebildiği bir canlandırma çalışması sonrasında, gerginliğin tırmanması, şiddet ve balayı aşamalarından oluşan şiddet döngüsüne ilişkin bilgilendirme önemlidir. Çünkü şiddet mağduru kadın, bazen tek başına ama çoğu zaman yardım ve destekle farkındalık kazanarak, yaşadığı şiddetin tekrarlayacağı, süreklilik kazanacağı ve kendisinin adım atmaması halinde sonlanmayacağı gerçeğiyle yüzleşerek, sırasıyla aydınlanma ve sorumluluk süreçlerini yaşamaktadır. Ancak kadının içinde bulunduğu duruma ve yaşadığı şiddete ilişkin tüm öğreti ve alışkanlıklarını geride bırakarak farkındalık geliştirmesi kolayca yaşanan bir süreç olmadığından, kadın kimliği ve toplumsal cinsiyet kavramları çerçevesinde ele alınması gerekmektedir. Kadınların kendi yaşamlarında karşılaştıkları şiddet örneklerini/deneyimlerini paylaşmaları, kadına yönelik şiddetin nedenleriyle ilgili yanlış inanışlar ve bunun etkileri üzerine düşünmeleri, dolayısıyla tanımların ve bilgi aktarımının bu deneyimler üzerinden yapılması önemlidir. Sonuç olarak kadına yönelik şiddetin gerek nedenleri gerekse sonuçları konusunda bilgi ve farkındalık gelişimi gerçekleşerek kadınların, şiddetle mücadelede dayanışma ve harekete geçme konusunda güçlenmeleri mümkün olmaktadır. Dolayısıyla kadınların cinsel taciz ve tecavüz, kadına yönelik şiddet, hukukta toplumsal cinsiyet konularında bilgilendirilmesi için de ayrı bir oturum ayrılması gerekir. Bu oturumda kadınlara yönelik olarak kadın sığınma evleri, kadın konuk evleri, kadın danışma merkezleri, KSGM, kadın hakları savunucusu olan sivil toplum örgütleri, aile mahkemeleri gibi kurumsal hizmetlere ve kadın haklarına odaklanan ulusal ve uluslararası mevzuata ilişkin bilgilerin verilmesi önemlidir. Tüm bu bilgi aktarımlarının interaktif bir şekilde, kadınların sorularını yanıtlamak üzere ve onların sürece doğrudan katılımını sağlayarak gerçekleştirilmesi, kadına yönelik şiddetle mücadele çalışmalarının verimliliğini de arttıracaktır. Sonuç Yukarıda irdelenen konular çerçevesinde gerçekleştirilecek bir bilinç yükseltme çalışmasının kadınların kullandığı dilde yarattığı, bireysellikten politikliğe doğru yaşanan dönüşüm, farkındalık kazanmanın en önemli göstergelerinden birisidir. Bunun yanı sıra kadın gruplarıyla yapılan bilinçlendirme çalışmalarının özellikle toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, ataerkil yapı ve feminizm konularında kendisini geliştirmiş kadın aktivistler tarafından gerçekleştirilmesi, kadınlık algısının gelişmesi ve toplumsal cinsiyet bilinci kazanılması açısından olduğu kadar, bu bilincin alanını genişleterek yükselmesi bakımından da son derece önemlidir. 104 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar Dominelli, L. 2002. Feminist Social Work. NewYork: Palgrave. Kadın Dayanışma Vakfı. 1995. Şiddete Karşı Somut Bir Adım: Ankara Gecekondularında Kadınlarla Ortak Bir Çalışma. Ankara: Kadın Dayanışma Vakfı Yayınları. Kadın Dayanışma Vakfı. 1996. Ankara’nın Gecekondu Bölgelerinde Yaşayan Kadınlara Yönelik Aile İçi Şiddet Üzerine Bir Değerlendirme. Ankara: Kadın Dayanışma Vakfı Yayınları. Kadın Dayanışma Vakfı. 1997. Orta ve Üst Sosyo-Ekonomik Düzeydeki Ailelerde Kadına Yönelik Şiddet. Ankara: Kadın Dayanışma Vakfı Yayınları. Kadın Dayanışma Vakfı. 2005. Aile İçinde Kadına Yönelik Şiddet El Kitabı. Ankara: Kadın Dayanışma Vakfı Yayınları McCue, M. L. (1995). Domestic Violence: A Reference Handbook Contemporary World Issues, USA. Sayılan, F. ve Tosun, Z. 2007. Kadın Dayanışma Atölyeleri Kolaylaştırıcı Kılavuzu. Ankara: Kadın Dayanışma Vakfı Yayınları. 105 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 106 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ŞİDDET MAĞDURU KADINLARLA FEMİNİST GRUP ÇALIŞMASI Melike TUNÇ1 Özet Feminist grup çalışması; ortak problem ve konulara sahip kişilerin bir araya gelerek yardım almalarını ve birbirlerine yardım etmelerini sağlayan karşılıklı bir yardım süreci temelinde yapılandırılmaktadır. Karşılıklı yardım süreci içerisinde ise yaşanılan durumun kaynağına inebilme, toplumsal etkilerin farkına varma, güven duygusu oluşturma, kendini ifade edebilme ve gelişim sağlama odak alınmaktadır. Bu bağlamda yapılan çalışmada öncelikle sosyal hizmet ve feminist perspektife yer verilmiştir. Sonrasında sosyal grup çalışması bağlamında şiddet mağduru kadınlar ve feminist grup çalışmasını takiben şiddet mağduru kadınlarla feminist grup çalışmasının amacı, katılımcıları, yapısının belirlenmesi üzerinde durulmuştur. Grup çalışmasının sürecinin oluşturulması dahilinde; form aşaması, fırtına aşaması, norm aşaması, çalışma aşaması, sonlandırma aşaması, değerlendirme aşaması, izleme aşamasına yer verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Feminist perspektif, sosyal grup çalışması, feminist grup çalışması, sosyal hizmet GİRİŞ Sosyal grup çalışması, sosyal hizmet için müracaatçıya ulaşmada etkili ve önemli yeri olan uygulama alanlarından birisidir. Amaçları bağlamında, ortak problem ve konulara sahip kişilerin bir araya gelerek yardım almalarını ve birbirlerine yardım etmelerini sağlayan karşılıklı bir yardım süreci olarak tanımlanmaktadır (Shulman, 1999), feminist grup çalışmasında da bu amaçlar temel alınarak yapılandırılmaktadır. Karşılıklı yardım süreci ise birçok konunun bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Bu konular; tabu alanlarını tartışma; yaşanılan konularda yalnız olmadıklarının farkına varma; evrensel bakış açısı geliştirerek yaşanılan durumun kendilerinden kaynaklanmadığının bilincinde olarak, yaşanılan durumda toplumsal etkilerin de farkına varma; karşılıklı destek için güven duygusunun oluşturularak, karşındakini anlama becerisinin gelişmesinisağlama; kendini rahatça ifade edebilme; tüm üyelerin bireysel ve grup olarak gelişmi sağlama yönündeki isteklerinin arttırma olarak sıralanabilir (Shulman, 1999). Bunlarla birlikte karşılıklı yardım süreci, “birçok sesi” paylaşma ve farklı seslerin çıkmasında destek olmakşeklinde de ifade edilmektedir (Steinberg, 2002: 35). Feminist grup çalışmasının özellikleri, sosyal grup çalışmasının temelinde, karşılıklı yardım süreci de göz önünde bulundurulduğunda, Gottlieb ve Arkadaşları (1983) tarafından feminist grup çalışmasına yönelik şu açıklamalarda bulunulmuştur; kadınların izolasyonunu sonlandırmak, sosyal ve politik faktörlerin üzerinde durmak, kadınların güçlü yönlerine ve becerilerine odaklanarak güçlenme süreçlerine vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda, şiddet mağduru kadınların yaşadıkları şiddet olgusu incelendiğinde, kadınlarıniçinde bulundukları durumun üzerinde çalışılması gerekmektedir. Kadınların içinde bulundukları durumlar olarak; psikolojik, sosyal, duygusal, ekonomik bağlamları, sosyal ve politik güçleri ve güçsüzlükleri, bu durumları nasıl 1 Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected] 107 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- deneyimledikleri olarak ele alınmalıdır. Bu çerçevede çalışabilmek için de feminist grup çalışması güçlendirme perspektifi yol gösterici olacaktır. Sosyal grup çalışması temelinde yapılandırılanşiddet mağduru kadınlara yönelik feminist grup çalışmasının amacı, literatürde yer alan feminist grup çalışması uygulamalarının incelenerek, bir bütün haline getirilmesidir. Bu yönde çalışma yapmak isteyen meslek elemanlarınabir kaynak oluşturmakla birlikte, grup çalışmasının bu alanı ile ilgili merak uyandırmaktır. Bu nedenle çalışmanın içeriğinde öncelikle feminist grup çalışmasına yönelik açıklamalarda bulunulmuştur. Bu bölümü takip eden diğer bölümlerde de, literatürde kadınlarla yapılan feminist grup çalışmalarından yola çıkılarak, şiddet mağduru kadınlarla örnek feminist grup çalışması yapılandırılmıştır. Grup çalışmasının içeriğinde; şiddete mağduru kadınlarla feminist grup çalışmasının amacı, katılımcılarının kimler olabileceği, yapısının nasıl meydana getirileceği, grup sürecinin nasıl yapılandırılacağı, nasıl değerlendirleceği ve izleneceği üzerinde durulmuştur. 1. Sosyal Hizmet ve Feminist Perspektif Sosyal hizmette feminist perspektif ile ekolojik sistem yaklaşımı arasında karşılıklı bağlantı bulunmaktadır. Sosyal hizmet, kişilerin kendi güçlerinin farkında olmalarına ve bu gücü kullanmalarına yönelik değişimler yapmaya yardımcı olmaktadır. Bunu da kişilerin güçlerine odaklanarak yapmaktadır. Bu bağlamda, feminist perspektif de kişisel ile politik olan arasındaki ilişkiyİ incelemektedir (Bricker-Jenkins, 1991: 279). Bu noktadasosyal hizmet ve feminizm birbiri ile birleşmektedir. Çünkü sosyal hizmet teorisini, mikro düzeyden makro düzeyde yer alan konular yelpazesinden oluşmaktadır. Bu nedenle değişim, bireysel, sosyal ve yapısal olarak meydana gelmektedir. Feminist sosyal hizmet uygulaması ise bunun bir adım önüne geçerek şu varsayımda bulunur “kişisel ve toplumsal değişim aslında tek bir entegre süreç içerisinde gerçekleşmektedir” (Gutierrez, 1991: 204; Berwald, Houtstra, 2003). Bu entegre süreç hem bireysel hem de toplumsal düzeyde de ele alınması gereken bir süreçtir. Bu bağlamda;cinsiyetçilik de kadınların hayatını derinden etkileyen önemli sosyal problemlerden bir tanesini oluşturmaktadır. Araştırmaların büyük çoğunluğunda ayrımcılığın ve bunun kadınlar üzerindeki negatif etkileri arasındaki ilişki ele alınmaktadır. Feminist bilinç, kadınların yaşadıkları ayrımcılıkları anlama ve başetme konusunda bir mantıksal çerçeve çizmektedir (Landrine ve Klokoff, 1997; Cunningham, 2012).Sosyal hizmet uygulamasında feminist perspektif bizlere, kadınların gücü üzerinde odaklanmayı, bu gücün ve yaşanan problemlerin bireyden başlayarak geniş bir sistem içerisinde (mikrodan makroya) analiz etmemiz gerektiğini vurgulamaktadır. 2. Sosyal Grup Çalışması Sosyal hizmet uygulamasında grup çalışması ise duygusal ve zihinsel problemler yaşayan müracaatçılara yardımcı olurken kullanılan önemli müdahale yönteminden biri olagelmektedir. Toseland ve Rivas (2009)’a göre grup çalışmasının birçok avantajı bulunmaktadır. Bu avantajlardan biri grupta yer alan müracaatçıların birbirlerine yardımcı olmasıdır (Toseland ve Rivas, 2009). Grup üyelerinin sosyalleşmesini, normalleşmesini ve endişelerin ve düşüncelerin paylaşımında fayda sağlamaktadır (Greif ve Ephross, 2011). Toseland ve Rivas (2009)’a göre avantajlar ise şu şekilde belirtilmiştir; Empati: Katılımcıların durumlarının diğer kişiler ve uzman tarafındananlaşılması. Geri bildirim: Grup üyeleri ile düşüncelerinpaylaşılması Yardımcı terapi: Kendi deneyim ve bilgilerini paylaşan grup üyeleri ile diğer grup üyeleri arasında karşılıklı destek ve yardım sağlanması 108 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Umut aşılama: Aynı durumla etkili bir şekilde başa çıkan kişinindiğer grup üyelerine umut aşılaması Karşılıklı yardım:Katılımcıların karşılıklı yardım alması ve vermesi Normalleştirme: Toplum tarafından kabul edilmeyen stigmatize edilen problemlerin mantığa bürünmesi Sosyalizasyon: İzolasyonla başedebilme ve diğer katılımcılardan sosyal becerilerin öğrenilmesi Sosyal destek: Gruptaki katılımcılardan destek görme Onaylanma: Grup üyelerinin benzer deneyimleri, problemleri ve endişeleri yaşamasıdır. Grup çalışması sosyal hizmetinde içerisinde yer aldığı birçok yardım mesleği tarafından kullanılmaktadır (Toseland ve Rivas, 2009). Grup çalışması ile önemli sosyal hizmet değerleri bir araya gelmektedir.Literatürde de bu değerlerin önemine vurgu yapılmaktadır. Bunlar: grup üyelerinin birbirlerine yardım etme becerisi, kişileri güçlendirme becerisi, farklılıklara rağmen kişileri anlayabilme becerisini kapsamaktadır (Gougeon, 2002). Açıklamalardan da anlaşılacağı gibi sosyal hizmet uygulamasında grup çalışması karşılıklı yardım, güçlendirme ve farklılıkları anlama değerlerine vurgu yapmaktadır. Bunlarla birlikte birçok avantajı içerisinde barndırmaktadır. Bu nedenle şiddet mağduru kadınlarla yapılacak olan grup çalışması, kadınların güçlenmesinde, destek sistemlerinin oluşturulmasında ve yaşadıkları durum üzerinde farkındalıklarının artmasında yarar sağlayacaktır. 3. Şiddet Mağduru Kadınlar ve Feminist Grup Çalışması Literatürde, travma yaşayan kişilerle yapılan grup çalışmasının kişiler üzerinde pozitif ve iyileştirici etkisi olduğu üzerinde durulmaktadır (Clemans, 2008). Şiddete bağlı travma yaşayan kişiler grup çalışması ile daha az utanma, daha az izole olma durumu ile birlikte pozitif başa çıkma becerilerini geliştirmektelerdir. Clemans’a (2008) göre grup çalışmasının “pozitif, destekleyici, bilgilendirici yönleriyle başkalarının olumsuz tepkilerini azaltmakta etkili olacağı (241)” ifade edilmiştir. Brenton ve Nosko (2011)’ya göre grup çalışmasıyla kadınlar yaşadıkları durum içerisinde yalnız olmadıklarını anlamakta, birbirlerini güçlendirici şekilde desteklemektedirler. Depresyon, travma sonrası stres bozukluğu, düşük kendine güven ve güçsüzlük hissi kadınlarda ciddi zararlar meydana getirmektedir. Şiddet mağduru kadınlar yaşadıkları deneyime çok çeşitli tepkiler vermektedirler. Fiziksel zedelenmelerden ziyade, zihinsel sağlıkları konusunda da tedavi almaktadırlar (Campbell ve Lewanowski, 1997). Bu bağlamda şiddet mağduru kadınların zihinsel süreçlerini açıklamaya yönelik literatürde, şiddet gören kadın sendromu, travma teorisi, travma tepkisi teorisi gibi teoriler bulunmaktadır.Bu nedenle iyi yapılandırılmış, güçlendirme uygulamaları sosyal hizmet çalışanları için çok değerlidir (Ortiz, 2012). Birçok yazar şiddet mağduru kadınlarla destek grup çalışmasını önermektedir (Campbell, 1986; Holiman ve Schilit, 1991; Nicarthy ve ark., 1984; Seskin, 1988; Trimpey, 1989). Genellikle şiddet mağduru kadınlara yönelik destek grupları; öz güveni yükseltme, kontrolü sağlama, sosyal destek, stres düzeyini azaltma, aile içi şiddeti azaltma olarak literatürde karşımıza çıkmaktadır (Tutty, Bidgood ve Rothery, 1996). Şiddet mağduru kadınlarla yapılan grup çalışmalarının etkili olduğu sonuçlarına varılmıştır. Literatürde yapılan çalışmalarda kendine güven, öfke seviyesi, evlilik ve aile yaşamına ilişkin görüşler ve depresyon araştırmalarında öntest ve son test sonuçları arasındaki fark anlamlı bulunmuştur (Cox ve Stoltenberg, 1991; Holiman ve Schilit, 1991; Tutty, Bidgood ve Rothery, 1993). 109 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Worell ve Remer (1992) feminist uygulamada dikkat edilmesi gereken önemli noktalar ise şu şekilde ifade edilmiştir; a. Kadınların uygulamaya getirdiği özel problemler üzerinde durulmalıdır, b. Cinsiyetçi sosyalleşme ve baskı odak alınmalıdır, c. Teori, araştırma ve uygulama ile kadınların yaşadıkları adaletsizlikler incelenmelidir, d. Kadınlarla yenilikçi uygulamaların geliştirilmesi üzerinde durulmaktadır. Çünkü feminist uygulama ataerkil kültüre sahip toplumda yaşayan kadınların biricik deneyimlerinin önemin, kalıp rolleri ve bunların teorisinin önemi ve gerekliliği konusunda açıklamalarda bulunmaktadır. Feminist uygulamalar bilinç yükseltme, sosyal ve toplumsal cinsiyet rol analizleri, tekrar sosyalleşme ve sosyal eylemi içermektedir (Lin, 2009). Bunun içinde feminist grup çalışması yol gösterici olmaktadır. Bu temelden hareketle feminist grup çalışması farklı müracaatçı gruplarına uygulanmıştır. Bu müracaatçı gruplarından bazıları; tecavüz mağduru kadınlar (Yasen ve Glass, 1984; Clemans, 2005), erkek şiddetinden mağdur olan kadınlar (Wood ve Roche, 2001), engelli kadınlar (Berwald ve Houtstra, 2002; Avery, 1998), alkol problemi olan kadınlar (Saulnier, 2003), siyahi kadınlar (Jones ve Hodges, 2001) oluşturmaktadır. 4. Şiddet Mağduru Kadınlarla Feminist Grup Çalışması Bu bölümde literatürde yer alan kadınlarla yapılmış olan feminist grup çalışmaları derlenerek bir bütün haline getirilmiştir (Yasen ve Glass, 1984; Clemans, 2005; Wood ve Roche, 2001; Berwald ve Houtstra, 2002;Avery, 1998; Saulnier, 2003; Jones ve Hodges, 2001). Her bir grup çalışması incelenmiştir. Her bir feminist grup çalışması uygulaması amaç, katılımcılar, yapı, süreç başlıkları altında detaylandırılmıştır. Tüm incelemelerden yola çıkarak şiddet mağduru kadınlarla uygulanabilecek olan feminist grup çalışması planı ortaya çıkarılmıştır. 4.1. Amaç Şiddet mağduru kadınlarla yapılacak olan grup çalışması, feminist terapinin dört prensibi üzerinde yapılandırılmıştır (Worell ve Remer, 2003). Bu prensipler; 1. Kişisel ve sosyal kimlikler birbirine bağlıdır, 2. Kişisel olan politiktir, 3. İlişkiler eşitlikçidir, 4. Kadınların deneyimleri değerlidir. İlk ilke, kişisel ve sosyal kimlikler birbirine bağımlıdır. Bu amaçla grup lideri katılımcıların tutumları ve davranışlarının nasıl cinsiyetçi ve kültürel kimlikleri ile kesiştiğini analiz etmektir. İkinci ilke, kişisel olan politiktir ilkesidir. Bu prensip bağlamında grup liderinin rolü katılımcıların çaresizlik, depresyon, kaygı gibi içsel sıkıntılarını sosyo politik sistemle nasıl bağlantılı olduğunu dışa vurmalarını sağlamaktır. Üçüncü prensip olan ilişkilerin eşitliği ilkesine göre ise, grup lideri grupta kullanılacak teknikleri ve süreci müracaatçıyı güçlendirmek amacıyla yapılandırmalıdır. Dördüncü prensip olan, kadın deneyimlerine değer vermek için grup üyesi olan kadınların istismarının öyküsünün onaylanması gerekli ve onların gözünden durumu değerlendirmek gerekmektedir. Feminist grup çalışmasının amacı; grup üyesi olan, eşinden şiddet görmüş kadınların kendi içlerine yönelik bakışaçılarını ve kişilerarası farkındalıklarını arttırmak, içinde bulundukları durumun sosyal ve kültürel yapıdan kaynaklandığının bilincini kazandırmak ve onları güçlendirmek adına, kendilerinin değerli olduğunu hissettirmektir. 4.2. Katılımcılar Grup öncesi hazırlık, katılımcıların belirlenmesi; 110 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Grup öncesi hazırlık aşamasında, sosyal hizmet uzmanı grup çalışmasına uygun gördüğü katılımcılarla ön görüşme yapacaktır. Öncelikle katılımcıların gönüllülük esası önde tutulacaktır. Her grup üyesi için grup üyesi tanıma formu oluşturularak, demografik özellikleri, gruptan beklentileri ve kazanacakları, gruptan nasıl yararlanacağı konusunda bilgiler yer alacaktır. Katılımcıların yaşları 20-50 arasında değişecektir. Eğitim durumu, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite mezunu kadınlar yer alacaktır. Katılımcılar, ev hanımı, meslek sahibi ve işten ayrılan kadınlardan oluşacaktır. Kadınların hepsi evlilik hayatları boyunca en az bir kere fiziksel şiddete maruz kalmış olmaları gözetilecektir. 4.3. Yapı Grubun yapısı kapalı bir grup olarak belirlenmiştir. İlk oturum katılımcıların giriş çıkışına açık tutularak ilk oturumdan sonra kapalı hale gelecektir. Bu uygulamanın amacı, gruba dahil olacak kadınların gruba yönelik güvenlerini arttırmaktır. Grup cinsiyet olarak homojen, yaş ve eğitim durumu olarak heterojen olarak belirlenecektir. Grup oniki hafta süresince devam edecek, grup üyeleri sekiz katılımcıdan oluşacaktır. 4.4. Süreç Grup süreci Gladding (2008)’in belirttiği gibi form aşaması, fırtına aşaması, norm aşaması, çalışma aşaması, sonlandırma aşamasından oluşacaktır. Form Aşaması Form aşamasında grubun iyi yapılandırılabilmesi için güven geliştirici aktivitelerin kullanılması gerektiği savunulmaktadır (Blustein, 1982, Gladding, 2008). Ayrıca grup üyelerinin olumlu grup deneyimi yaşamaları için, grup lideri Yalom’un (1999) evrensellik, umut aşılama, kişilerarası öğrenme, grup bağlılığı, katarsislere grubun başlangıç aşamasında dikkat edilecektir. Güven geliştirici aktiviteler için her grup oturumuna başlamadan 15 dakika önce kadınların ortak noktaları olan ikramlar getirilecek, kendilerinin sevdiği ve ortak yaptıkları yemekler yenecektir. Bu şekilde grup bağlılığı kurulmaya çalışılacaktır. Evrenselliği sağlamak için kadın deneyimlerinden, değerlerinden ve umut aşılama ile yola çıkılacaktır. Sorular şu yönde olacaktır; Kadın olarak kendini nasıl takdir ediyorsun? Senin için en önemli olan değerin hangisidir? Kendini takdir ettiğin en önemli gücün nedir? Eşitlikçi ilişkiler kurulması, kişisel ve sosyal kimliklerin dayanışması için (Worell ve Remer, 2003) “kişilik yolculuğu” aktivitesi olarak adlandırılan aktivite kullanılacaktır. Grup üyelerine deneyimlerini çizmeleri istenecektir. Resim materyalleri kullanılarak grup üyelerinin kendi yaşadıkları duruma ilişkin süreci, süreç içerisinde yaşadıkları zorlukları ve başarılarını çizmeleri istenecektir. Sonrasında bu yaptıklarını grup içinde paylaşarak, birbirleri arasındaki benzerlikleri, ortaklıkları, toplumsal cinsiyet rollerini, kültürel değerler hakkında fikir sahibi olabileceklerdir. 111 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Fırtına Aşaması Fırtına aşamasında grup lideri üyeler arasında, birbirlerinin kişilikleri, değerleri ve hayat deneyimlerinden kaynaklanarak oluşabilecek çatışmaların ve anlaşmazlıkların çözümünde rehber olmalıdır (Gladding, 2008). Bu nedenler lider bu aşama için hazırlıklı olmalıdır. Liderler her aşama için oluşabilecek çatışmalar için ön hazırlık yapmalıdır. Bireysel çatışma çözme becerileri ile birlikte kişisel olan politiktir görüşünden yola çıkarak, sistematik baskılar konusunda da şiddetle nasıl başa çıktıkları konusu da ele alınacaktır. Bu bağlamda temel sorular; Yaşadığın çatışmaları nasıl çözüyorsun? Kadın olarak bu sorunla başa çıkarken toplum sana nasıl yol gösteriyor? “Raksha eğitimi (raksha training)”’de şiddete maruz kalan kadınlar için feminist uygulamada önemli bir aktivitedir. Lider üyelerden “koruma” yada “güvenlik” konularında, kendilerini nasıl koruduklarına, ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarına, düşünce ve duygularına dair açıklamaları teşvik edilir. Bu aktivite a. Bireysel ve grup dinamiklerinin, üyelerin ihtiyaçlarının, duyguların ve düşüncelerin grup içinde nasıl ifade edildiğinin incelenmesi, b. Kadınların kendi düşünce ve duygularını ifade ederken “ben dilini” kullanabilmelerinin denenmesi, c. Grup üyelerinin isteklerini, fikirlerini yada düşüncelerini nasıl ifade edecekleri konusunda yardım edilmesi, d. Evde, işte yada genel kamu alanlarındaki senaryolardaki rol oyunlarıyla kadınların kendine güvenlerini nasıl sağlayacakları şeklindedir. Bu aktivitede şu sorularda kullanılacaktır; İhtiyaçların, düşüncelerin, hissettiklerin hakkında diğerlerine nasıl iletişime geçersin? Yaşadığın durum ilişkilerini nasıl etkiledi tarif edebilir misin? Bu durumu yaşayan kadınların ne gibi hakları var ve sen bunların hangilerini kullanıyorsun? Norm Aşaması Grubun norm aşamasında, kadınlar bireyselliklerinden öte grubun güçlülüğünü ve önemliliğini deneyimlemeye başlarlar (Gladding, 2008). Bu aşama sürecinde liderler üyelere grubun onlar için önemine yönelik duygularını açıklamaları için zaman verecektir. Şu temel sorular kullanacaktır; Grup sana ne hissettiriyor tek kelimeyle açıklar mısın? Bugün gruptan ne bekliyorsun? Norm aşamasının iki amacı olan ilişkilerin geliştirilmesi ve görev süreçleridir. Grup üyelerine birbirlerine deneyimlerini “burada ve şimdi” ilkesiyle aktarmaları istenir. Bu aşamada grup normlarının oluşturulmasına yönelik kullanılacak olan bir aktivite de “tüm değer kontratı (full value contract activity)” dır (Schoel ve Maizell, 2002). Bu aktivite süresince kadınlara grup olarak uyulacak olan kuralları sözel halde ifade etmesi sorulur ve kendisinin gruba yönelik uyacağı kuralları ifade etmesi istenir. Bu aktivitenin ilk üç sorusu şu şekildedir; Gruptan beklentileriniz nedir? Birbirinizden beklentileriniz nelerdir? 112 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Grupta kendinizden beklentiniz nedir? Grup üyeleri olarak hep birlikte gruptan beklentilerimiz nelerdir? Bu sorular bir grup oturumu süresince katılımcılara sorulacaktır. Sorular cevaplanırken, katılımcıların empati yapmasına yönelik çalışmalar yapılacaktır. Bu aşama üyeleri çalışma aşamasına üyeleri hazırlamak için gereklidir. Çalışma Aşaması Grupta çalışma aşaması süresince, kadınlar belirledikleri bireysel ve grup amaçlarını yerine getirmeye çalışırlar (Gladding, 2008) ve yaşadıkları şiddet olayını form, fırtına, norm aşamalarında olduğundan daha detaylı şekilde açıklamaktadırlar. Çalışma aşamasında lider kadınların şimdiki ve geçmiş zamanda yaşadıkları şiddet deneyimlerinde daha açık olmalarını, grup üyelerinin paylaşımlarını, terapatik süreçlerini, risk almalarını, dürüstlük, güven ve diğerleriyle iletişime geçme konularında daha ileri aşamalara gelmeleri için aktiviteler yapılandırılmalıdır. Lider sürekli feminist terapinin dört prensibini gözden geçirmelidir (Worell ve Remer, 2003) ve kişisel önyargıları keşfederek norm aşamasından itibaren grup oturumlarına hazırlanmalıdır. Örneğin grup lideri, kadın deneyimlerine değer verme konusunda şu soruları soracaktır; “Kadın olma” konusunda grup üyelerinin paylaştıkları hikayelere nasıl saygı gösteriyoruz? Grup üyelerinin anlattıkları hikayelerindeki kültürler hakkındaki önyargılar ve kalıp yargılar nelerdir? Bu aşamada ayrıca “liderin kendini açma tekniği (Use of leader self-disclosure)” kullanılacaktır. Eşitlikçi ilişkiler (Worell ve Remer, 2003) hiyerarşik olmayan ilişki kalıplarına model olmak için kullanılan feminist bir prensiptir (Black, 2003; Enns, 1993). Bu teknik, grup lideri ve grup üyeleri arasındaki güç dengesizliğini gidermek ve eşitlikçi ilişki yaratmak için kullanılabilir (Herlihy ve Corey, 2001). Grup liderleri “kendini açmayı” yönelik; “Bir kadın olarak, ailenizin ihtiyaçları ve kendi ihtiyaçlarınız arasında denge kurmak için zorluklar devam ediyor olabilir” ve “grup liderlerine bu duruma çözüm bulması için bakıyor olabilirsiniz fakat bizde liderler olarak kendimizi sizin kendi hayatınızın uzmanı olduğunuzun farkında olmanız için danışman olarak görüyoruz.” gibi konu başlıkları seçilebilir. Grup yapısında gücü daha da dengelemek için grup üyelerinin, grup liderinin de kişisel zorluklar yaşadığını bilmeleri gerekmektedir. Grup lideri de kendi değerleri sosyal inanç sistemi hakkında bilgi vermelidir. “Sosyal ve cinsiyetçi rol analizleri ve hedef belirleme (Social and gender role analysis and goal setting)”. Çalışma aşamasında lider, sosyal ve toplumsal cinsiyet rol analizleri tekniği kullanılabilir (Worell ve Remer, 2003). Bu aktivitenin amacı kadınların kendi kültürlerinde yaşanan sosyal ve toplumsal cinsiyet rolleri ve normlarının yaşadıkları şiddet durumlarına etkilerini araştırmaktır. Bu nedenle aktivitenin amacının daha iyi yerine getirilebilmesi için uygulanacak olan aktivite grup üyelerine açıklanmalıdır. Bu amaçla grup üyelerinden kadınların nasıl davranması gerektiğini açıklayan aile, giyim, diğerleri ile iletişim konularında mesajlar yazmaları istenir. Sonrasında grup üyeleri bunları benzerlikler ve farklılıklar açısından karşılaştırır. Her grup üyesinin tekrar listelerine bakarak hayatlarında güçlendirmek istedikleri mesajlara tik atmalarını, değiştirmek yada hayatlarından kaldırmak istedikleri mesajların da üstlerini çizmelerini istenecektir. Üyelere bu değişlikleri kendi aralarında konuşmaları için 113 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- zaman verilecektir. Üyelerden grup içinde sosyal ve toplumsal cinsiyet rol mesajlarından konuşmak ve tartışmak istedikleri konular belirlenecektir. Sonlandırma Aşaması Feminist grup çalışmasını sonlandırma aşamasında, lider grup üyelerini sonlandırmaya iyi hazırlamalıdır. Grubun sonlanmasında önce grup üyelerine bireysel danışmanlık yada başka bir grup çalışmasına dahil olma konusunda zaman verilecektir (Singh ve Hays, 2008). Grubun sonlanmasından önceki oturumlarda, grup üyelerinin hayatlarında karşılaştıkları stres kaynaklarına (evlilik, çocuk bakımı gibi) yönelik konuşmaları istenecektir. Grubun bitişine yönelik duygu ve düşüncelerini öğrenmeye yönelik konular üzerinde durulacaktır. Eşitlikçi ilişkiler ilkesine dayanarak, grup lideri de grubun bitişine yönelik kendi düşünce ve görüşlerini paylaşacaktır. Grubu sonlandırma aşamasında lider “daire eller (Circle Hands)” aktivitesini kullanacaktır. Bu aktivite de büyük bir kağıt grup üyelerinin ortasına yere serilir. Grup üyelerinden grup içinde kurdukları iletişimin bir sembolü olarak ellerinin anahattını birbirlerinin yanına çizmeleri istenir. Sol elerine semboller, yazılar resimler kullanılarak, grup üyelerinin kişisel özellikleri, gruba getirdikleri sorunların bir listesini oluşturulması, sağ ellerine aynı şekilde grup süresince geliştirdikleri kişisel gelişimlerini listelemeleri istenir. Dairenin ortasına ise tüm grup üyelerinin ortak kararıyla birlikte tüm grup sürecini yansıtan bir sembol çizmeleri istenir. Çizimler bittikten sonra her bir grup üyesinin çizdiklerini açıklaması istenir. Değerlendirme Değerlendirme hem sözlü hemde yazılı olabilmektedir. Bu grup çalışmasında şiddet mağduru kadınlar için değerlendirme sürecinde, grup içinde kişisel deneyimlerinin yer aldığı sorular yer alan bir form kullanılacaktır. Formda yer alacak sorular; Bu gruba tekrar katılmak ister misiniz? Bu grubu diğer kişilere önerir misiniz? Grup için önerileriniz nelerdir? Nelerin değiştirilip eklenmesini istersiniz? Sorularının yer alacağı ayrıca formda boşluk bırakılarak kendi eklemek istediklerini yazmalarına yönelik formda boş alan bırakılacaktır. İzleme Grup üyeleri ile verilecek ortak karar doğrultusunda izleme oturumu gerçekleştirilerek, grup üyelerinin hayatlarında yaşadıkları değişiklikler, eklemek ve açıklamak istedikleri konular üzerinde durulacaktır. Sonuç 114 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Sosyal hizmet uygulamasında grup çalışmasının, feminist grup çalışmasının, şiddet mağduru kadınlarla yapılacak olan feminist grup çalışmasının kendilerine özgü birbirini kapsayıcı değerler bütünü olduğunu belirtmek gerekmektedir. Sonuçta bu uygulamanın kapsamını bir şema olarak göstermek gerekirse şu şekilde belirtilmelidir. Grup çalışması Feminist grup çalışması Şiddet mağduru kadınlarla feminist grup çalışması Şekil 1. Grup çalışması şeması Şekil 1’de yer alan üç uygulamanın kapsadığı değerler, ilkeler ve müracaatçı grubu bağlamında açıklanacak olursa genelden spesifiğe giden bir analizin olduğu görülecektir. Şöyle ki; grup çalışmasının temel değer ve ilkeleri; empati, geri bildirim, umut aşılama, karşılıklı yardım, normalleştirme, sosyalizasyon, sosyal destek, onaylama olarak açıklanmaktadır. Bu değer ve ilkeler en kapsamlı şekilde diğer iki uygulamanın da temelinde yer almaktadır. Feminist grup çalışmasının temel değer ve ilkeleri ise; izolasyonu sonlandırmak, sosyo-politik faktörlerin etkilerinin incelenmesi, güçler üzerine vurgu yapmasıdır. Şiddet mağduru kadınlarla yapılacak olan feminist grup çalışması ise en spesifik alanda yer almaktadır. Bu alanın temel ilke ve değerleri; şiddet olgusunun kadın deneyimleri üzerinden analizi, şiddet olgusuna yönelik içsel ve dışsal farkındalığın arttırılmasına odaklanılması; şiddet olgusunun sosyo-politikkültürel yapı ile ilişkilendirilmesi ve şiddet mağduru kadınların kendi değerlerinin, güçlerinin farkına varmalarının sağlanması ve becerilerinin gelişmesine odaklanılması şeklinde açıklanabilir. Yapılan çalışmalar göstermektedir ki, öncelikle grup çalışmasının, sonrasında feminist grup çalışmasının sosyal hizmet müdahalesinde önemli bir yer tuttuğu ve bilimsel çalışmalar sonrasında etkililiği kanıtlanmıştır. Bu sonuçlardan yola çıkarak feminist grup çalışmaının teori ve pratiğinin müfredat programına eklenmesi ve uygulama danışmanlıklarında bu uygulamaya yer verilmesinin sağlanması gerekmektedir. Alanda çalışan sosyal hizmet uzmanlarına, feminist grup çalışması eğitimleri verilmesi sağlanmalıdır. Aile danışmanlığı gibi mesleki eğitimlere feminist grup çalışması eğitiminin eklenmesi sağlanmalıdır. Yapılmış olan bu çalışmanın sonucunda, yapılan bu kavramsallaştırmadan yola çıkarak, meslek elemanlarına yol gösterici olarak planlanan şiddet mağduru kadınlarla feminist grup çalışması, farklı müracaatçı gruplarında da uygulanabileceği öneriler arasında yer almaktadır. 115 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar Avery, L. (1998). A feminist perpective on group work with severely mentally ill women. Women and theraphy, 21(4), 1-14. Berwald, C., Houtstra T. (2002). Joining Feminism and Social Group Work Practice: A Women's Disability Group, Social Work With Groups, 25:4, 71-83. Black, C. (2003). Creating curative communities: Feminist group work with women with eating issues. Austrailian Social Work, 56, 127–141. Blustein, D. L. (1982). Using informal groups in cross-cultural counseling. Journal for Specialists in Group Work, 7, 260–265. Breton, M. Ve Nosko, A. (2011). Group work with women who have experienced abuse. In G. L. Greif ve P.H. Ephross (Eds.), group work with populations at risk (3. Ed. 250-263). Oxford, England: Oxford University Press. Campbell, J. (1986). Nursing assessment for risk of homicide with battered women. Advances n nursing science. (8): 17-28. Clemans, S. (2008). Trouma and group work: thoughts on delicate practice. Journal of jewish and communual service, 83(2/3), 238-242. Clemans, S. E. (2005). Feminist Group for Women Rape Survivors, Social Work With Groups, 28:2, 59-75. Cox, J., Stolenberg, C. (1991). Evaluation of a treatment program for battered wives. Journal of family violence, (6):395-413. Cunningham, S.J. (2012). An investigation of the relationship between feminist traits and personal empowerment for young women. Ph.D. Dissertation. The Graduate Faculty of The University of Akron. Enns, C. Z. (1993). Twenty years of feminist therapy: From naming biases to implementing multifaceted practice. The Counseling Psychologist, 21, 3–87. Gladding, S. T. (2008). Group work: A counseling specialty (6th ed.). Upper Saddle River, NJ: Merrill. Gougeon, M.L. (2002). Group work with women and children impacted by family violence. Master thesis. Faculty of social work university of manitoba. Winnipeg, Manitoba. Gottlieb, N., Burden, D., McCormick, R., and NiCarthy, G. (1983). The distinctive attributes of feminist groups. Social Work with Groups, 6(3/4) 81-93. 116 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Greif, G., Ephross, P. (2011). Social work with groups: Practice principles. In G. Greif ve P. Ephross (Eds.), group work with population at risk. (^. Ed., 3-13). Oxford, England: Oxford University Press. Gutierrez, L. (1991). Empowering women of color: A feminist model. In M. Bricker-Jenkins, N. Hooyman, and N. Gottlieb (Eds.). Feminist social work practice in clinical settings. (pp.199-217). California; Sage Publications. Herlihy, B., & Corey, G. (2001). Feminist therapy. In G. Corey (Ed.), Theory and practice of counseling and psychotherapy (pp. 340–381). Belmont, CA: Wadsworth=Thomason Learning. Holiman, M. Ve Schilit, R. (1991). Aftercare for battered women: how to encourge the maintenance of change. Psychotherapy, (28), 339-344. Jones, L.V. and Hodges, V.G. (2001) Enhancing psychosocial competence among Black women: A psycheducational group model approach. Social Work with Groups, 24(3/4), 33-52. Landrine, H., & Klonoff, E. A. (1997).Discrimination against women: Prevalence, consequences, remedies. Thousand Oaks, CA: Sage. Lin, Yu-Fen (2009). Self-esteem of female pastors in Taiwan: the development of the yflfeminist group counselling model for asian female pastors. Ph. D. Dissertation. The Faculty Of The Department Of Educational Leadership And Counselling Sam Houston State University. NiCarthy, G., Merriam, K., Coffman, S. (1984). Talking it out: a guide for groups for abused women. Seattle: Seal. Ortiz, S. (2012). Individual empowerment program: a group work curriculum for adult women who have been victims of domestic violence and/or intimate partner violence. Master’s thesis, School of Social Work California State University, Long Beach. Seskin, J. (1988). Sounds of practice II: group work with battered women. Social work with groups, (11): 101-108. Shulman, L. (1999). The skills of helping individuals, families, groups, and communities, fourth edition. Itasca, IL: FE Peacock Publishers. Singh, A. A., Hays, D. G. (2008). Feminist group counselling with South asian women who have survived ıntimate partner violence. The Journal for Specialists in Group Work, 33(1), 84-102. Saulnier, C. F. (2003). Goal setting process: supporting choice in feminist group for women with alcohol problems. Social Work with Groups, 26(1), 47-68. Steinberg, D.M. (2002). The magic of mutual aid. Social Work with Groups, 25(1/2), 31-38. 117 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Toseland, R. Rivas, R (2009). Understanding group dynamics. In R. Toseland & R. Rivas (Eds.), An Introduction to group work practice (6. Ed., 64-91). Boston, MA: Pearson Education. Trimpey, M. (1989). Self esteem and anxiety: Key issues in abused women’s support group. Issues in mental health nursing, (10): 297-308. Tutty, L., Bidgood, B., Rothery, M. (1993). Support groups for battered women: research on their efficiacy. Journal of family violence, (8): 325-343. Wood, G.G. and Roche, S.E. (2001). Representing selves, reconstructing lives: Feminist group work with women survivors of male violence. Social Work With Groups, 23(4), 5-23. Worell, J., & Remer, P. (2003). Feminist perspectives in therapy: An empowerment model for women. New York: John Wiley & Sons. Worell, J. Ve Remer, P. (1992). Feminist perspective in therapy: an empowerment model for women. New York: Wiley. Yalom, I. D. (1999). Grup psikoterapisinin teori ve pratiği. İstanbul: Kabalcı yayınevi. Yassen, J. and Glass, L. (1984). Sexual assault survivor groups: A feminist practice perspective. Social Work (May/June), 252-257. 118 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ÇOCUK SUÇLULUĞUNDA ‘ANNE’ FAKTÖRÜ Dolunay ŞENOL1 Aybike DİNÇ2 Özet Günümüzde “suç” kavramı ele alındığında iki önemli konu üzerinde durulmaktadır. Bunlardan ilki “suçun belirlenmesi ve önlenmesine ilişkin tedbirler”; ikincisi ise “suçun ortaya çıkışındaki ilk belirtilerin çocuklukta görüldüğü” fikrine dayanan “çocuk suçluluğu” kavramıdır. Bu çalışmada “suç” ve “çocuk” kavramları ile çocuk suçluluğunun temel nedenleri üzerinde durulmaya çalışılacaktır. Çocuğun sosyalleşmesinde en önemli ve ilk kişi olarak genellikle anneler kabul edilmektedir. Bu kabulden hareket ile annelerin, çocuk suçluluğu üzerindeki etkilerini ortaya koymaya yönelik teorik nitelikte bir çalışma yaparak, konunun önemini ortaya koymaya çalışacağız. Annelerin, çocuk suçluluğu üzerinde etkilerinin olduğu kabul ediliyor ise çocuk suçluluğunu da önlemede önemli bir rollerinin olduğunu kabul ederek, böyle bir çalışma yapmanın gerekliliğine ve önemine inanıyoruz. Anahtar kelimeler: Çocuk, anne, aile, suç, çocuk suçluluğu. Çocuk Suçluluğu Dünya üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan tüm toplumların üzerinde durduğu ortak düşünce, çocukların toplumun geleceği ve umut kaynağı olmasıdır. Bu sebep ile tüm toplumlarda çocukların temel ihtiyaçlarının karşılanması, eğitimi, kendisine ve çevresine olan güven duygusunu kazanması son derece önemsenmektedir. Her çocuk bir anneden dünyaya gelir, fakat her çocuk sağlıklı bir anneye ve aile ortamına sahip olarak dünyaya gelmez. Evlilik dışı ilişki, ayrılık, ölüm, göç, savaş, açlık, vb. pek çok nedenden dolayı, bazı çocuklar olması gereken aile ortamına sahip olamayabilirler. Yaşanan bu tür olumsuzluklar ve kötü hayat şartları, çocukların suça eğiliminde etkili olmaktadır. Çocuk suçluluğunu anlamak ve önleyebilmek için öncelikle “suç” ve “çocuk” kavramlarını açıklığa kavuşturmak, daha sonra da çocuk suçluluğuna sebep olan şartların neler olduğunu gözden geçirmek gerekir. Yapılan araştırmalar, pek çok faktörün çocuk suçluluğunda etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak çocuk suçluluğunda en büyük etkinin aileye, aile içinde de anneye ait olduğu, en son yapılan çalışmalarla ortaya konulmuş bulunmaktadır. Bu da anne ile çocuk arasındaki iletişimin önemine işaret etmektedir. Anne ile çocuk arasındaki iletişim ve bu iletişimin rolü anne karnından başlayıp hayatın sonuna kadar devam eden son derece önemli bir süreçtir. Tüm bunlar, çocuk suçluluğunu önlemede aile içi iletişimin, özellikle de anne ile çocuğun iletişiminin önemini ortaya koymaktadır. Bu ilişkiyi ortaya koyabilmek için öncelikli olarak çocuk ve suç kavramları üzerinde durmak gerekir. 1 2 Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected] Yüksek Lisans Öğrencisi, Kırıkkale Üniversitesi SBE, Sosyoloji ABD, e-posta: [email protected] 119 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Suç, Türk Dil Kurumu tarafından en genel anlamıyla “bir toplumda haksız sayılıp, yazılıyazısız kurallarla yasaklanan veya devletçe yasalarla tanımlanıp yaptırımlara bağlanmış olan kurallara aykırı davranış” ( 1988: 1344) şekli olarak tanımlanmaktadır. Sosyolojik anlamda suç ise “kişisel alanı aşıp kamusal alana giren ve yasak olan kural ya da yasaları çiğneyen, buna bağlı olarak meşru cezaların ya da yaptırımların uygulandığı ve kamusal bir otoritenin (devlet ya da yerel bir kuruluş) müdahalesini gerektiren fiiller” (Marshall, 1999: 702) olarak tanımlanmaktadır. Çocuk ve suç kavramları bir araya gelmeleri nerede ise imkansız iki kavram olarak kabul edilmelerine rağmen çok sık bir araya gelmektedirler. Çocuk kavramı ile en genel olarak 18 yaşın altındaki insanlar anlatılmak istenmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine göre devletlerin kendi yasaları ile belirlenen özel çocukluktan çıkış yaşları olmadığı sürece, 18 yaşa kadar olan dönemdekiler, çocuk olarak kabul edilmektedir (UNİCEF,1998:1). Buna göre çocukluk dönemi de 18. yaş günü ile birlikte sona erdirilmektedir. Çocuklar, toplumda birey olmaya hazırlanan, 18 yaşından küçük bireyler olarak kabul edilmektedir. Çocukluk, yetişkinlikten farklı, ancak yetişkinlik için son derece önemli bir dönemdir. Çocukluk döneminde yaşanılan olumlu ve olumsuz olaylar, yetişkinlik döneminde son derece etkili olmaktadır. Elibol (1998:5), da çocukluğu, yaşam zincirinin hem tabii hem de değişmez halkalarından birisi, insan hayatının bir evresi ve yetişkinin de kaçınılmaz geçmişi olarak tanımlamaktadır. Bu evrenin süresinin, çocuğun sağ ve tam doğduğu andan, reşit olduğu ana kadar devam ettiği kabul edilmektedir. Bu dönemin çocuğun anne babalı veya değil, suçlu veya suçsuz, varlıklı veya varlıksız, beden ve ruh sağlığı yerinde veya değil olması ile bağlantılı olmadığı düşünülmektedir. Batı literatüründe “juvenile delinquency” olarak tanımlanan “çocuk suçluluğu”, 11-18 yaş arası çocuk ve gençleri kapsayarak, hem çocukluk hem de ergenlik (genç yetişkinlik) döneminde işlenmiş suçlu davranışları ifade etmek için kullanılır. “Çocuk ve gençlerin suç sayılan davranışları aileye, çevreye, okula karşı kabahat işlemekle başlamakta; niteliği değişerek yasaların suç saydığı davranış ve eylemlere doğru kaymaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: eve, okula, işyerine yalan söylemek. Gece geç saatlere kadar eve dönmemek. Evden ve okuldan kaçmak, okul ve iş tembelliği, okulun ve iş yerinin disiplinine uymamak, hırsızlık, yankesicilik, araba hırsızlığı, trafik suçları, alkol kullanımına bağlı suçlar, uyuşturucu ve uyarıcı maddeler kullanmak, saldırı ve tahrip, kavga, bıçak ve tabanca taşıma, yaralama, öldürme.” (Köknel, 2001: 356). Çocuk suçluluğu ile ilgili yapılan araştırmaların ortaya koymuş olduğu ortak fikir; çocuğun suça yönelmiş değil, suça itilmiş olduğudur. Toplumun en küçük sosyal bireyi olan çocuğun, içinde bulunduğu toplumsal özellikler, yaşam koşulları, yetişme çevresi onu, birtakım yanlış davranışlarda bulunmaya itebilir. Çocukların masumiyetinden ve saflığından yararlanmak isteyen kişiler tarafından suça itilebilmeleri söz konusu olabilmektedir. Bu durumun önüne geçilmediği, önleyici çalışmalar yapılmadığı takdirde bu eylemlerin devamlılığı da sağlanacaktır. Çocukların kullanılması, önleyici çalışmaların yapılmaması, toplumun dengesinin sarsılmasına, geleceğini tehdit etmesine ve de refah seviyesinin düşmesine sebep olacaktır. “Çocuk Suçluluğu ile ilgili tüm araştırmacıların tanımlamalar içerisindeki ortak değerlendirmeleri, çocuk suçluluğu davranışının içinde olan çocuğun, suça itilmiş çocuk olarak kabul edilmesidir.”(Polat, 2004: 191). Bu sebep ile de çocukları suça iten sebeplerin tespiti son derece önemli kabul edilmektedir. 120 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Psikolojik ve fizyolojik gelişimlerini tamamlayamamış çocukların işledikleri suçlar, yetişkin suçlularıyla aynı görünümde olmasına rağmen onların yönlendirilmeleri ve dış ortam tarafından çok çabuk etkilenmeleri söz konusu olduğu için farklı yargılanma biçimleri ve yaptırımlar uygulanmaktadır. “Çocuk, ilgili hukuk sistemleri uyarınca, bir suçu işlemesi ile ilgili olarak yetişkinlerden farlı şekilde muamele edilen küçük veya gençlerdir. Çocuk suçlu ise, işlediği ortaya çıkan veya suç işlediği iddia edilen küçük veya gençtir.” (Polat, 2004:190). Suç işleyen bir kişinin ceza ehliyetine sahip olduğunun kabul edilmesi için reşitlik, akıl sağlığı, sağır-dilsiz olmama, sarhoşluk halinde bulunmama gibi şartlara sahip olması gerekmektedir. Türkiye dahil pek çok ülkede 18 yaş olarak belirlenmiş “reşit olma yaşı”nın altındaki her birey çocuk olarak kabul edilmektedir. Çocuklar herhangi bir suç eylemine karıştıklarında, fiili işledikleri yaş ceza miktarının belirlenmesinde etkili olmaktadır. Çocuk, fiili gerçekleştirdiğinde 12 yaşını bitirmemiş ise ceza ehliyeti yok kabul edilmektedir. Çocuk fiili gerçekleştirdiğinde 12 yaşını bitirmiş, 15 yaşını bitirmemiş ise işlediği fiili fark ve temyiz etmeleri durumunda cezalandırılmaktadır ve ceza indirilerek verilmektedir. 15 yaşını bitirmiş, 18 yaşını bitirmemiş olanların temyiz kudretine sahip oldukları kabul edilir, fakat cezaları belirli bir oranda indirilerek verilir (İçli, 2007: 42). Çocuk suçluluğu söz konusu olduğunda sadece insanların değil yasaların da son derece müsamahalı olduğu görülmektedir. Çocuk, bütün toplumlarda korunan, kollanan bir varlık olmuştur. Ancak çocuğun suça karışması gibi istenmeyen durumlar zaman zaman yaşanabilmektedir. Bu istenmeyen durumların sebebinin araştırılarak ortaya çıkarılması ve çözüme yönelik çalışmaların yapılması, konunun çözülmesi açısından son derece önem taşımaktadır. Çocuk Suçluluğunun Temel Sebepleri Bütün sosyal olaylarda olduğu gibi çocuk suçluluğunun da pek çok sebebi bulunmaktadır. Bu çalışmada, çocuk suçluluğunun ortaya çıkmasında etkili olduğu düşünülen en belli başlı sebepler üzerinde kısaca durularak, çocuk suçluluğunda annenin rolü üzerinde daha detaylı durulmaya çalışılacaktır. Günümüzde erken yaşta çocuk sahibi olma ve hamilelik esnasında sigara, alkol veya uyuşturucu madde kullanımının, bebeğin gelişimi üzerindeki olumsuz etkileri herkes tarafından bilinmektedir. Hamilelik esnasında madde kullanımı sebebi ile düşük oranlarının fazlalığı, doğan çocuğun iç organlarının ve kafatasının gelişmemiş olması, düşük zeka, fiziksel anormallikler gibi bebeğin gelişimiyle doğrudan alakalı durumların yanı sıra; kanda oksijen yetersizliği, kan zehirlenmesi, erken doğum veya doğumun uzun sürmesi gibi doğum civarı komplikasyonların da çocuk suçluluğu üzerinde etkisinin olduğu kabul edilmektedir. Hamilelik veya doğum sırasında bebeğin gelişimini olumsuz yönde etkileyen bu gibi durumlar, bebeğin ilerideki hayatında da çeşitli problemler yaşamasına sebep olabilmektedir. Doğum öncesi ve doğum civarı komplikasyonlara bağlı olarak ortaya çıkan düşük zeka, hiperaktivite, saldırganlık eğilimi gibi özelliklerin, çocuğun suça olan yöneliminde önemli rol oynadığı kabul edilmektedir. Bu çocuklar, doğruyu yanlıştan ayırmada yaşadıkları problemlerden dolayı, zaman zaman oyun ile suçu birbirine karıştırarak suç işleyebilmektedirler. Profesyonel suçlular tarafından da bu çocukların kullanılması söz konusu olabilmektedir. Sağlıklı ailelerde doğup büyümenin, çocuğun sosyalleşme süreci üzerindeki olumlu etkisi bilinmektedir. Sağlıklı ailelerde yetişen çocukların suça karışma oranları ne derece az ise sağlıklı ailelerde yetişen çocukların suça yönelme oranları da o oranda artmaktadır. Boşanma, 121 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ayrılık, ölüm, vb. sebeplerle parçalanmış olan ailelerin, suç işleyen bireyler yetiştirme oranının, parçalanmamış ailelere oranla oldukça yüksek olduğu bilinmektedir. Yapılan araştırmalar, ebeveynlerin ayrılmaları veya boşanmaları sebebiyle parçalanmış olan ailelerde suç işleme oranlarının, ölüm sebebi ile parçalanmalara oranla daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Boşanmış aile çocuklarının ruhsal uyumsuzluğa bağlı okul başarısızlığı, saldırganlık ve çeşitli davranış bozukluklarını daha fazla yaşadıkları bilinmektedir. Çocuklar boşanmayı, terk edilmeyi, irade ile gerçekleşen eylemler olarak değerlendirdikleri için daha tepkili davranırken, ölümü önüne geçilmez olarak düşündükleri için kabullenmekte çok fazla zorlanmaktadırlar. Bu sebep ile de boşanma ve terk edilme sebebi ile ortaya çıkan parçalanmış ailelerin çocukları tepkilerini zaman zaman suça karışma, sapkın davranışlar geliştirme şeklinde gösterebilmektedirler. Her çocuk özel olmak ve özel olduğunun kendisine hissettirilmesini ister. Kalabalık ailelerde yaşadıkları için bekledikleri ilgiyi göremediklerine inanan çocuklar, kendilerine ilgi gösteren kötü niyetli suç çetelerinin eylemlerinde kullanılabilmektedir. Bu noktada geniş ve kalabalık aileler arasındaki farkı da belirtmek gerekebilir. “Aile üyelerinin sayısının normalden veya diğer ailelerden fazla olması “geniş aile” kavramı ile ifade edilirken; evin aile üyelerine dar gelmesi “kalabalık aile” kavramı ile belirtilmektedir. O halde, her geniş ailenin aynı zamanda kalabalık olması gibi bir zorunluluk söz konusu değildir.” (Bahar – Seyhan, 2006: 25). Bu tanımlamadan da anlaşılacağı gibi kalabalık aile çocuğun gereken ilgi ve ihtimamı görmesini engelleyebilirken, geniş aileler için her zaman aynı şeyi söyleyebilmek mümkün değildir. Hatta bazı çalışmalar, geniş ailelerde suça karışma oranlarının çok daha düşük olduğunu ortay koymaktadır. Geniş ailelerde üç kuşağın bir arada olması, çocuklara yaşlı kuşağın özel bir önem vermesi ve sosyalizasyonlarında etkin olmaları sebebi ile çocuklara özel bir önem ve özen gösterilmesini de sağlayabilmektedir. Bu da çocukların aile içindeki iletişimini arttırmakta, ev dışındaki olumsuzluklarla karşılaşma oranını azaltmaktadır. Ailede çocuk sayısının artması sosyo-ekonomik sıkıntıların yanı sıra, anne babaların çocuklarına gösterdikleri ilgi ve zamanın azalmasını, çocuklar üzerindeki denetimin zorlaşmasını, dolayısı ile de çocukların ihtiyaçlarının karşılanmasının daha güç hale gelmesi gibi pek çok problemi de beraberinde getirebilmektedir. Bu durum çocuğun ailesine karşı öfke duymasına, aileden uzaklaşmasına ve dışarıya yönelerek suça daha eğilimli bir hale gelmesine sebep olmaktadır. Yapılan pek çok çalışma, kalabalık ailelerin suçluluğa sebep olduğunu ortaya koymaktadır. Aile, insana yalnızca biyolojik varlığını değil, insan olmanın bütün niteliklerini de kazandıran son derece önemli bir kurumdur. İnsanın bireysel varlığının aile içinde oluşturulduğu kabul edilmektedir. Erken yaşlardan itibaren gelişmeye başlayan benlik yapısı ana baba ve yakın akraba ile kurulan ilişkilerin niteliğine göre şekillenmektedir. Ayrıca aile ismi ile ima edilen değer yargıları, bireylerin özellikle de yeni yetişen kuşakların psikolojileri üzerinde son derece etkili olmaktadır (Hökelekli, 2009:173). Çocuk ailenin umudu, soyun devam ettiricisi olarak görüldüğü için aile adına leke getirecek hareketlerden sakınması istenmekte ve buna özen gösterilmektedir. Bireyin ailesinin ismini, dolayısı ile de ailesinin sorumluluklarını taşıması, mensubiyet duygusu ile ailesine bağlı olması anlamına gelmektedir. Ailesinin ağırlığını hissetmesi, normlara uymasını, ailesine gelebilecek her türlü eleştiriyi engelleme isteğini de beraberinde getirmektedir. Her türlü eyleminde ve düşüncesinde ailesinin sorumluluğunu hisseden birey, kendisini denetleme ve düzenlemeye son derece dikkat etmektedir (Hökelekli, 2009: 174). Bu da onu toplumun onaylamadığı her türlü olumsuz eylemi gerçekleştirmekten alıkoymaktadır. 122 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Çocukları suça yönelten en önemli sebeplerin başında ekonomik faktörlerin geldiği kabul edilmektedir. Ailelerin ekonomik imkanları çocukların eğitim ve yaşam standartlarının gelişmesini sağlarken, aksi durum çocuklar için olumsuz şartları da beraberinde getirmektedir. Bu olumsuz şartların başında da suça yönelme gelmektedir. Ailenin sosyo-ekonomik statüsünü belirleyebilmek için ise aylık gelirin yanı sıra; aile bireylerinin eğitim seviyesi ve mesleki itibarı, konut tipi, ikamet eden kişi sayısı, sahip olunan lüks eşyalar, yaşam tarzı, sosyal yardım alıp almadıkları gibi bilgilere de ihtiyaç duyulmaktadır. Tüm bu şartlar bir arada değerlendirildiğinde ailenin ulaşmış olduğu şartlar, çocukların da imkanlarının belirlenmesinde etkili olmaktadır. Akranlarının sahip olduğu sosyo-ekonomik imkanlara sahip olmayan çocuklar, güvensizlik ve aşağılık duygusu geliştirerek, öfkeli ve saldırgan bir tutum içine girebilmektedirler. Bu durumdaki çocuklar, ailelerinin kendilerine sağlayamadığı imkanları, yasal olmayan yollarla kendileri sağlamak isteyebilmektedirler. Çocukların bu istek ve beklentileri zaman zaman suça karışmalarında etkili olabilmektedir. Çocukların suça karışmasında etkili olan bir diğer önemli faktör de hiç kuşkusuz anne babalarıdır. Her çocuğun gelişim sürecinde ve kimlik arayışında ilk olarak karşılaştığı rol model anne ve babasıdır. Çocuk, özellikle ergenlik döneminde kendini özdeşleştireceği bir yetişkin seçer ve bu yetişkinin pek çok özelliğini kendi kişiliğine yansıtır. Rol model, eğer bozuk bir kişilik yapısına sahip ise, alkolik, anti-sosyal veya suçlu davranış şekilleri ortaya koyuyor ise çocuğa da bu kötü özelliklerini yansıtması kaçınılmazdır. Yapılan araştırmalar suçlu çocukların çok büyük bir kısmında, aile bireylerinden veya yakın akrabalardan en az birisinin daha önce suç işleyerek, ceza evine girmiş olduğu bilgisini ortaya koymaktadır. Bu durum, aile bireylerindeki suçluluğun, çocuk suçluluğunu teşvik ettiği tezini doğrulayıcı bir niteliğe sahiptir Bir çocuk, arkadaş çevresinde kabul görebilmek için kendisini, arkadaş grubunun aldığı kararlara ve davranışlara uymak zorunda hisseder. Aksi halde dışlanma, aşağılanma ve yalnız kalma korkusu duyar. Bu anlamda, suçlu veya suça eğilimli çocuklardan oluşan bir arkadaş çevresinin, çocuğun suça teşvik edilmesi hususunda tehlike arz ettiğini belirtmeye gerek olmamalı. Yapılan araştırmalar, çocuk suçluluğu vakalarında karşılaşılan yaygın bir durum olarak; tek başına suç işlemek yerine, suçun iki veya üç kişilik gruplarla işlendiğini göstermektedir. Bu durum suça eğilimli arkadaş çevresinin, çocuğun suça olan ilgi ve cesaretini artırdığı görüşünü de desteklemektedir. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar, suçlu çocukların genel zeka düzeyinin ortalamanın altında olduğunu göstermektedir. “Zekâ, zihnin öğrenme, öğrenilenden yararlanabilme, yeni durumlara uyabilme ve yeni çözüm yolları bulabilme yeteneğidir.” Buna göre zeki insan, öğrendiğini değerlendiren, yeni durumlara yeni çözümler bulabilen kişidir.” (Yörükoğlu, 2010: 105) Çocuk suçluluğu ile ilgili teoriler, düşük zeka düzeyine sahip çocukların, problemlere pratik fakat kalıcı çözümler üretmek yerine; en kısa fakat en tehlikeli çözüm yolunu yani suç niteliği taşıyan eylemleri tercih ettiğini ortaya koymaktadır. Zeka ile bağlantılı olarak öne sürülen görüşe göre, düşük zeka düzeyine sahip olan çocukların, işlemiş oldukları eylemin sonuçlarını önceden kestiremediği ve bu nedenle suç işlediği yönündedir. Zekayı, suçun en temel sebebi kabul etmek mümkün değildir. Çünkü zeka kalıtsal özellikler, doğum öncesi ve doğum anı faktörleri, ailenin eğitim durumu, sosyo-ekonomik 123 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- düzey, çevresel faktörler gibi pek çok nedene bağlı olarak gelişmekte veya gelişememektedir. Bu durumda zeka geriliği olan her çocuğun suç potansiyeli taşıdığını veya her suçlu çocuğun zeka geriliğine sahip olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. “Hiperaktiflik ileri dönemdeki suçluluğu işaret eden önemli bir psikolojik problem olarak kabul edilmektedir. Sıklıkla beş ya da 2 yaşından önce başlayıp, ergenliğin sonuna kadar devam etme eğilimi gösteren bu rahatsızlık şekli huzursuzluk, kısa süreli dikkat toplayabilme ve ani tepkiler ile kendisini ortaya koymaktadır. Bu sebep ile de hiper aktiflik, fevrilik ve dikkat eksikliği ( HFD ) sendromu olarak adlandırılmaktadır (Bahar-Seyhan, 2006:17).HFD sendromu yaşayan çocukların zekâları, yaşlarına uygun olarak gelişmiştir, bu sebep ile de zeka geriliği sorunu olan çocuklardan ayrılırlar. HFD sendromu yaşayan çocukların genel özellikleri; aşırı hareketlilik, dikkatsiz ve düzensiz davranışlar, sabırsızlık, çabuk sıkılma, dikkat dağınıklığı ve saldırganlık olarak sayılabilir. Çevresine uyum sağlamakta zorlandığı ve tepkisel davranışları tedirginlik yarattığı için, bu çocuklar hakkındaki genel yargı, suça eğilimli olduklarıdır. Uzun süreli düşünemedikleri ve ani kararlar verdikleri için de zaman zaman suç eylemini gerçekleştirebilmektedirler. Suça sebebiyet veren bir diğer etken madde kullanımıdır. Sürekli kullanımı bağımlılığa neden olan ve duygu durum, algılama, biliş ve diğer beyin işlevlerinde değişikliğe yol açan her türlü kimyasal, “maddenin kötüye kullanımı” kapsamında değerlendirilmektedir. Madde kullanımı bireylerin sağlıklı düşünmesini engelleyerek; cesaret, kural tanımama, fevrilik, eylemin neden ve sonuçlarını idrak edememe gibi davranışlara sebep olur. Bu tür davranışların suça temel oluşturmasının yanı sıra; bağımlı olunan maddeyi alabilmek için gereken paranın temini amacıyla hırsızlık, gasp, fuhuş ve cinayet gibi suçlara da sebep teşkil eder. Bu sebeplerden dolayı maddeyi kullanmak kadar; imal etmek, satmak, reçetesiz alınmasına yardımcı olmak gibi davranışlar da suç kabul edilmektedir. Özellikle çocuk yaşlarda madde kullanımı ile başlayan bu süreç, diğer tüm suç türlerini de beraberinde getirmektedir. Özellikle sanayileşme ile hızlanan ve çocukların suça sürüklenmesinde önemli rol oynayan bir diğer etken göçler ve buna bağlı ortaya çıkan çarpık kentleşmedir. Bireylerin hayatlarını farklı bir yerde devam ettirmek üzere yer değiştirmesi “göç” olarak tanımlanmaktadır. Eğer bu yer değişimi aynı ülkenin bir yerinden bir başka yerine taşınması şeklinde ise, buna “iç göç” adı verilir. Göçler ve iç göçler ekonomik, sosyal veya siyasal nedenlere bağlı olabilir. İç göçler hızlı ve çarpık kentleşme, gecekondulaşma, kültürler arası çatışma, işsizlik gibi pek çok probleme sebep olmaktadır. Göçlerin ve gecekondulaşmanın büyük şehirlerde sosyal gerilimlere, çatışmalara ve çocuk suçlarının özellikle artmasına neden olduğu istatistiklerle ortaya konulmuş bulunmaktadır. Yaşanılan ekonomik sıkıntılar, çocukların okul hayatlarını ikinci plana atabilmektedir. Köyden kente göç eden aile paraya ihtiyaç hissetmekte, babanın vasıfsız eleman olması, para kazanmasını güçleştirmektedir. Ailenin yaşadığı ekonomik güçlükler, tüm aile fertlerinin iş hayatına atılmalarını zorunlu hale getirmektedir (Çevik, 1997: 9). Bu süreçte, çocukların okul hayatlarının önemi göz ardı edilebilmekte, para kazanma ve ailenin devamlılığını sürdürebilme çabası öncelik kazanmaktadır. Çocuğun erken yaşta çalışmak zorunda kalması hem eğitimini aksatmakta, hem de iş çevresinde zararlı alışkanlıklar edinmesine yol açmaktadır. Göç yaşayan çocukların daha çok hırsızlık ve yaralama suçlarını işledikleri tespit edilmiştir. Yaralama suçlarının toplumsal uyumsuzluk kaynaklı olduğu düşünülmektedir. 124 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Hırsızlık eylemine katılan çocukların daha fazla ekonomik sıkıntılarla bu eylemi gerçekleştirdikleri, temel ihtiyaçlarını karşılamak için bu yola başvurduklarına inanılmaktadır. Çocukların bu eylemleri tercih etmelerinden daha fazla, çevrelerindeki insanlardan etkilenerek ve çevreleri tarafından yönlendirilerek bu suçları işledikleri yönünde veriler daha fazla bulunmaktadır. Hancı (1999: 28), ise hırsızlık yapan çocukların maddi ihtiyaçlarını giderme isteklerinin öncelikli hedefleri olmadığı kanaatindedir. Ona göre bu çocuklar, ailenin ve okulun denetiminden uzak kaldıkları için suç eylemine yönelmektedirler. Bu iki kurum, görevlerini olması gerektiği şekilde yerine getirecek olsa çocuk suçluluğu oranlarının çok daha düşük seviyelerde kalacağını hatırlatmaya gerek olmadığı kanaatindeyiz. Ailelerin, özellikle de annelerin çocukları ile ilgili görevlerini öncelikli olarak önemsemeleri ve bu görevlerini yerine getirebilmek için olağan üstü çaba sarf etmeleri son derece önem arz etmektedir. Bu sebep ile annelerin çocuk suçluluğu üzerindeki etkilerini ve çocuk suçluluğunu önlemedeki rollerini tartışmanın gerekliliğine inanıyoruz. Anne-Çocuk İlişkisi ve Çocuk Suçluluğu Her çocuk, anne rahmine düştüğü andan itibaren annesine bağımlı olmaya başlar. Bu bağımlılık genellikle bir yaşına kadar da sürmektedir. Çocuk, ilk altı ay anne sütü dışındaki yiyecekleri tüketemez, tüketse bile bu çocuk için oldukça zor ve sağlıksız olmaktadır. Çocuk bir yaşına geldiğinde anne sütü dışında gıdalar tüketmeye, yürümeye, konuşmaya, oyunlar oynamaya ve sosyal ilişkiler kurmaya başlar, böylece anneye olan bağımlılık da azalmaya başlar. Ancak bir yaşına kadar olan dönemde annenin çocuğun beslenme ve bakımında öncelikli kişi olduğunu unutmamak gerekir. Anne karnında geçirdiği süre kadar, doğum sonrası emzirmeyle gelişen ilişki de bebeğin anneyle iletişimi açısından son derece önem arz etmektedir. Bu süreç, sağlıklı bir anne çocuk ilişkisinde olması gereken bir dönemi işaret etmektedir. Ancak her zaman süreç, olması gerektiği şekilde işlememektedir. Bazen anneler çocuklarına gereken ilgi, ihtimam ve yakınlığı gösterememektedirler. İstenmeyen gebelikler, sıkıntılı hamilelik dönemleri, zor doğumlar, maddi ve manevi sıkıntılar, vb. bu sağlıksız sürecin sebepleri arasında sayılabilir. Annenin çocuğunu kendi sütü ile emzirmesi, anne çocuk ilişkisinde önem arz etmektedir. Emzirme sırasında annenin vücudunda meydana gelen değişim, anne çocuk iletişimini olumlu etkilediği gibi emzirme sırasında, annenin sıcaklık ve kokusunu hissetmekten kaynaklanan sebepler de bebeğin güven duygusu geliştirmektedir. Bebeklik yıllarında geliştirilen güven duygusunun, çocuğun gelecek yaşantısı için son derece önemli olduğunu belirtmeye gerek olmadığını düşünüyoruz. Çocuğun, anne sütünden olması gerekenden önce kesilmesinin ve anneden uzun süre ayrı kalmasının, sık sık bakıcısının değiştirilmesi gibi durumların, bebeğin anneyle olan ilişkisini olumsuz yönde etkilediği araştırma bulguları ile ortaya konulmuş bulunmaktadır (Yörükoğlu, 2010: 38). Çünkü bebek ağladığında anneyi görmeyi bekler, annenin bir süre için uzaklaşsa bile kısa sürede döneceğini bilir, ihtiyaç duyduğu anda annenin sıcaklığını hissedeceğine güvenir. Uzun süreli ayrılıklar ve sık sık bakıcı değiştirmek, bu güvenin kaybolmasında oldukça önemli olmaktadır. Güven duygusunu bebekken kaybetmiş bir birey, ilerleyen yaşlarında sağlıklı ilişkiler kurmakta güçlük çeker, kendi çevresi ve çocuklarına karşı ilgisiz kalabilir. Yapılan araştırmalar, anne yoksunluğuna maruz kalmış veya anneden yeterli ilgi ve sevgiyi görememiş, bu nedenle de güven duygusunu yitirmiş çocukların, suça daha eğilimli olduğunu göstermektedir. Ancak, annenin çocuğun hayatında etkin olabilmesi için, yeterli 125 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- donanıma sahip olması gerekmektedir. Aksi halde annenin çocuğa sağlayacağı düşünülen kazanç, zarara dönüşebilecektir. Bulut’un yapmış olduğu “Genç Anne ve Çocuk İstismarı” konulu araştırmadan elde edilen bulgulara göre; genç yaşta anne olan ve “adölesan anne” olarak tanımlanan kadınlarda görülen çocuk istismarının nedenlerinin başında “çocukla baş edememe” gelmektedir. Maddi yetersizlikler, ev işlerine yetişememe, evdeki eksiklikler gibi sorunlar, ihmal ve istismara neden olmaktadır. ( 1996: 70-90). Adölesan annelerin sosyoekonomik düzeyinin ve çocuk yetiştirme becerisinin az olması da ihmal ve istismara sebep teşkil edebilmektedir. Anne çocuk iletişimini olumsuz yönde etkileyen bir diğer etken de annelerin çalışma hayatında yer alması ve çalışma hayatlarından dolayı çocuklarına yeterli olabilecek nitelik ve nicelikte zaman ayıramıyor olmalarıdır. Günümüzde ekonomik şartların getirdiği zorunluluktan dolayı anneler, doğumdan kısa süre sonra çalışmaya başlamak durumunda kalabiliyorlar. Bu durum hem bebeğin ruhsal gelişimi için olumsuz bir etkiye sahip olmakta hem de annenin bebeğiyle ilgili endişe duymasına sebep olmaktadır. Olması gerektiği şekilde ilişki ağlarını kuramadıklarında da olumsuz şartların ortaya çıkması önlenememektedir. Çocuğun sosyalizasyon sürecinde ihtiyaç duyduğu en önemli kişinin anne olduğunu daha önce belirtmiştik. Annenin çocuğu ile olan ilişkisinde tek görevinin, onun temel bakımını sağlamak olmadığı bugün kabul edilen bir gerçektir. Annenin, çocuğunun temel bakımını sağlamak yanında, çocuğu ile oyun oynamak, yeterli sevgi ve ilgiyi gösterebilmek, hayata dair ilk bilgileri aşılayabilmek için de çocuğuyla zaman geçirmek gibi önemli görevleri bulunmaktadır. Annenin çocuğu ile birlikte zaman geçirmesi hem çocuğun sağlıklı bir ruhsal gelişim göstermesini hem de çocuğuna sağlıklı iletişim becerilerini kazanabilmeyi öğretmesi açısından son derece önemlidir. Çalışma hayatında aktif olan ve var olma mücadelesi veren, çocuğuna daha iyi imkanlar sağlayabilmek için ev dışında çalışmak zorunda kalan anneler, eve geldiklerinde de geleneksel anne rolünü yerine getirerek ev içi işleri yapmaya çalışmaktadırlar. İş hayatı ve ev içi işler arasında sıkışıp kalan anneler, zaman zaman çocuklarının sadece maddi ihtiyaçlarını karşılayabilmekte, manevi ihtiyaçlarını olması gereken şekilde karşılayamamaktadırlar. Bu noktada bu boşluğu dolduracak, iyi niyetli olmayan kişilerin olduğunu unutmamak gerekir. Çalışan anneler, genellikle çocuklarını aile büyüklerine, bakıcılara ve kreşlere emanet etmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum, çocuğun kendi haline kalmasını engellese de anneye olan ihtiyacı azaltmakta, ancak ortadan kaldıramamaktadır. Kendi annesi tarafından sosyalleştirilmeyen çocuk, ailenin içi dinamiklerine uymakta güçlük çeken bir birey olma yolunda adımlar atmaya başlamaktadır. Zaman içinde de anne-baba ile çatışan ve aileden yavaş yavaş kopma eğilimi gösteren bir birey olarak karşımıza çıkabilmektedir. Anne yoksunluğu her zaman annenin çalışması şeklinde karşımıza çıkmamaktadır. Anne çalışıyor olsa bile çocuğuna zaman ayırmaya çalışmakta, ancak bu ayrılan zaman her zaman istenen nitelikte olmayabilmektedir. Ancak annenin çeşitli sebeplerle çocuğunu terk etmesi veya ölüm gibi durumlar, çocuğun hem ruhsal hem de fiziksel gelişimi açısından olumsuz etkiye sahiptir. Anne sütünün, bedensel ve zihinsel gelişimdeki olumlu etkisi bilinen bir gerçektir. Anne ile bebek arasında kurulan ilişkinin de ruhsal gelişim açısından önemi sıklıkla belirtilmektedir. Bu şartlar göz önüne alındığında, anne yoksunluğunun hem bedensel hem de ruhsal açıdan ortaya çıkaracağı problemlerin boyutlarının ne derece büyük olduğunu tartışmaya gerek bulunmamaktadır. Anne yoksunluğunun sakıncalarını ortaya koyabilmek için yapılan çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu araştırmalardan birisinde Yörükoğlu ( 2010: 47 ), çeşitli sebeplerle, doğumlarından çok kısa süre sonra annelerinden ayrılarak yatılı yuvalara yerleştirilen 126 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- çocuklarda görülen ruhi ve fiziki rahatsızlıkların görüldüğünü ortaya koymaktadır. Bu çocuklara, son derece iyi bakım ve beslenme şartları tanınmış olmasına rağmen, boy ve ağırlıklarının yaşıtlarının gerisinde kaldığı tespit edilmiştir. Yuvalardaki bebek ölüm oranlarının, en fakir ailelerdeki ölüm oranlarından çok daha yüksek olduğu, çünkü bu çocukların dayanma güçlerinin azaldığı belirtilmektedir. Bu çocukların sık sık rahatsızlandıkları ve hastalıklarının da ağır geçtiği tespitler arasındadır. Benzer gayelerle yapılan araştırma bulgularına dayanarak, anne yoksunu çocukların, bedensel ve zihinsel gelişimlerinde bozuklukların olduğunu, çevreye karşı ilgisiz ve tepkisiz olduklarını, tırnak yeme veya altını ıslatma gibi alışkanlıklarının olduğunu, okuma ve yazmayı geç öğrendiklerini, iletişim güçlükleri yaşadıklarını, saldırgan ve kavgacı olduklarını ve tüm bunların yanında suça daha eğilimli olduklarını söyleyebilmek mümkündür. Bu durumda, “Çocuk anne şefkat ve sevgisinden mahrum edilirse ileriki hayatında birçok ruhsal bozukluk yaşayabilir. Çocuk daha sonra sürekli kaybetme endişesi taşıyarak ilişki kurduğu insanlarla ve toplumla sürekli çatışma yaşayabilir. Bunun sonucunda saldırgan bir ruh haline bürünerek sapma davranışı gösterebilir ve bu hayat tarzını benimseyebilir.”(Atav, 1955:7). Bu da çocuğun zaman içinde suça yönelmesinde oldukça önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. “Ruh hastaları ve suçlular arasında yapılan araştırmalarda, bu kişilerin, çocukluklarında ana ve baba yitimine daha çok uğradıkları saptanmıştır. Özellikle depresyon denen ruhsal çökkünlük ve özkıyım (intihar) eğilimi gösteren kimselerin, geçmişlerinde (beş yaşından önce) anne ölümü yüksek oranda bulunmuştur.” (Yörükoğlu, 2010: 49). Tüm bu veriler çocuğun hayatında annenin öneminin ne derece büyük olduğunu ortaya koymaktadır. Sosyalizasyon sürecinde çocukların ilk rol modelleri anne ve babalarıdır. Çocuklar, ebeveynlerinden gördükleri davranışları kendilerine örnek alarak, kalıcı davranış biçimleri olarak kişiliklerine yerleştirirler. Aile içinde yaşanan şiddet, gerek eşlerin birbirlerine uyguladıkları gerekse ebeveynlerin çocuklarına uyguladığı türden olsun, çocuğun kişilik gelişiminde son derece olumsuz etkiye sahiptir. Tezcan, (1995:136) istenmeyen gebeliklerle ilgili olarak “istenmeden doğan çocuğa yönelik şiddet, özellikle anne tarafından sürdürülmekte ve ona anne sevgisi verilmemektedir” ifadesini kullanmıştır. Özellikle istenmeyen gebelik veya zorlu geçen bir doğum sonucu bazı anneler yaşadığı sorunların sebebi olarak çocuklarını görmekte ve öfkelerini çocuklarına yansıtarak şiddet uygulamaktadırlar. Bu şiddet her zaman fiziksel olmak zorunda değildir. Ağlama sesine dayanamayan annenin çocuğunu karanlık bir odaya kapatması, aç olduğunu bildiği halde bebeğini beslemeyi kasten geciktirmesi, altını değiştirmeyi ertelemesi; daha büyük yaştaki çocuklarda annenin çocuğu konuşurken dinlememesi, sık sık azarlaması, oyun oynamasına izin vermemesi, beslenme ve temizlik gibi temel bakımıyla ilgilenmemesi de fiziksel olmayan şiddete örnek teşkil etmektedir. “Soğuk anne, çocuğun hiçbir yaramazlığını bağışlamaz. Her şeyi görür, abartır ve başına kakar. Onu başkası ile karşılaştırır ve aşağı bulur. Olumlu davranışlarını ise ödüllendirmek şöyle dursun, görmezden gelir. Çocuğa doğuştan kötüymüş duygusu aşılar. Aslında, bu anne kendi içindeki olumsuz duyguları çocuğa yansıtmakta ve ondan kaynaklanıyormuş gibi göstermektedir.” (Yörükoğlu, 2010:189). Bu da çocuğun hem kendisine olan güvenini hem de diğer insanlara olan güvenini olumsuz etkilemekte, adalet duygusunun gelişmesini engellemektedir. Anneleri tarafından adalet duygusunu geliştiremeyen çocuklar, çocukluk yıllarında öğrendikleri yanlış adalet bilincini hayatlarının diğer dönemlerine de yansıtarak zaman zaman suç eylemlerine karışabilmektedirler. 127 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Bebeklik ve çocukluk döneminde anneden şiddet gören çocuk, hem anneye hem de çevresine karşı öfke duymaya başlar. Bu çocuklar genellikle saygı ve güvenden yoksun, saldırgan, umursamaz, kural tanımaz ve şiddete eğilimli çocuklar olarak yetişirler. Ergenlik döneminde arkadaş çevresine olan bağlılık ve dış dünyaya olan ilgi ve merak sebebi ile aileden uzaklaşmaya başlar, anneyi yalnızca “kendisine yasaklar koyan ve cezalandıran bir figür” olarak görmeye başlar. Anneye karşı taşıdığı öfke, fiziksel gelişimini sağladığı özgüvenle birleşince, şiddete olan eğilim yerini intikam duygusuna bırakır. Böylece annesine şiddet uygulayan ergenler ve genç yetişkinler ortaya çıkar. Anne, bir taraftan çocuğun kendini en yakın hissettiği kişi olma özelliğine sahipken, diğer taraftan en çok çekindiği temel otoritedir. Dolayısıyla anneden korkarak ve çekinerek büyümüş bir genç, şiddet uygulamaktan çekinmeyecek bir noktaya ve güce geldiğinde, benzer eylemleri gerçekleştiren bir birey olacak, bu onun suç eylemlerine yönelmesinde de etken olacaktır. Çünkü öğrendiği güç kullanma eylemini, sosyal hayatta karşılaştığı insanlara uygulamakta bir mahsur görmeyecektir. Medyada zaman zaman karşılaşılan “anne katili” haberleri incelendiğinde, olayların altında benzer sebeplerin yattığı görülmektedir: İlgi ve sevgi yoksunu çocuklar. Benzer olaylarda genellikle iki farklı durum söz konusu olmaktadır. Birinci şekilde, cinayeti işleyen çocuğun, küçük yaştan itibaren annesinden şiddet görüyor olması durumudur. Ergenlik döneminde öne çıkan gururunun daha fazla şiddet görmesine izin vermemesi, annesinin yeni bir hamlesinde isteyerek veya istemeyerek aşırı tepki göstermesine ve cinayeti işlemesine sebep olmaktadır. İkinci şekilde ise annenin işine ailesinden ve çocuklarından daha fazla zaman ayırması, sorumluluklarını olması gerektiği şekilde yerine getirmemesi durumudur. Yeterli ilgi ve sevgiyi görmeden, olumsuz şartlarda büyüyen çocuk, sağlıklı bir rol model geliştirememiştir. Dış dünyaya yönelimin en fazla olduğu ergenlik döneminde, annenin kontrol çabasını fazla ve haksız bulan çocuk, baskı altında hissettiği bir anda öfkesini eyleme dönüştürmekte ve genellikle anne-çocuk tartışması olarak başlayan olay, cinayetle sonuçlanabilmektedir. Yalnızca anne-çocuk arasında gerçekleşen şiddet değil, eşler arasındaki şiddet de çocukları olumsuz yönde etkilemektedir. Kalyoncu (2009:86), bununla ilgili olarak: “Kocası tarafından ihmal edilmiş, aşağılanmış ve şiddete maruz kalmış annenin hırpalayarak yetiştirdiği çocukların kendileri de şiddete meyilli hale gelir. Bu, onların ileriki hayatlarında, eş ve çocuklarına karşı hırçın davranışlarının zeminini oluşturan önemli bir sebeptir. Hır gür ortamında yetişen bireylerde gelişen psikolojik bozukluklar, ‘şiddet’in bir kısır döngü şeklinde gelecek kuşaklara aktarılmasına sebep olur.” ifadelerini kullanarak durumu ve önemini özetlemektedir. Çocuğun suça eğilimli hale gelmesindeki tek sebep, anne yoksunluğu veya yeterli ilgi ve sevgiyi görememesi değildir. Çocuğun rol modeli olan anne babaların suçlu olup olmaması da çocuğun suça olan eğiliminde önemli rol oynayabilmektedir. Çocuklar doğdukları andan itibaren hayata dair tüm bilgileri anne veya babalarından öğrenirler. Okul çağına gelinceye kadar çocuk için anne ve babasının yaptığı davranışlar, doğru ve örnek alınması gereken davranışlardır. Dolayısıyla anne veya babasının suç işlediğine şahit olan veya bunlardan birisi cezaevinde olan bir çocuk, bu davranışın uygun ve normal bir davranış olduğu fikrine kapılarak, ileride taklit etme eğilimi göstermektedir. Bütün annelerin çocukları için korunaklı, iyi ve kaliteli bir hayat sağlamak istediğini söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Bazı ailelerde çocuk bakılması gereken bir boğaz, ailenin omzuna bir yük gibi değerlendirilerek öfke ve nefretle karşılanmakta; bazı ailelerde ise fazladan bir gelir kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Özellikle 15 yaş altı çocukların cezai 128 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ehliyetlerinin olmaması, bazı aileler tarafından avantaj olarak değerlendirilmekte ve çocukların yasal olmayan işlerde kullanılabilmesine kadar uzayabilmektedir. Çocuğun suça karışmasında anne babaların bilerek ve isteyerek irade göstermelerine inanabilmek mümkün gibi görünmese de realite bunu ortaya koymaktadır. Yasal bir geçim kaynağı sağlamak yerine dilencilik, yankesicilik, hırsızlık, gasp, uyuşturucu imalatı ve satışı, fuhuş gibi suç niteliğindeki davranışları meslek haline getiren bazı aileler, cezai indirim olduğu için ceza evine girme riski olmadığını düşündükleri çocuklarını, bu davranışlara teşvik etmektedirler. Böyle bir ortamda yetişen çocuklar, genellikle yaptıkları davranışın suç olduğunu, dahası “suç” kavramının ne olduğunu bilmemekte; işlemekte oldukları suç ile diğer meslekler arasında bir ayrım olduğunun farkına dahi varamamaktadırlar. Bu tür ailelerde çocuk, korunup toplumsal yaşama uygun olarak yetiştirilmesi gereken bir birey olarak değil, ailenin geçimine katkı sağlamakla yükümlü bir mal olarak görülmektedir. Unutulmaması gereken en önemli şey, çocuk yaşta suça karışan bir kişinin etiketleneceği, dolayısı ile de ilerleyen yaşlarda normal sosyal hayata uymada büyük problemler yaşayacağıdır. “Suçlu” olarak etiketlenen çocuk, her ne kadar ceza almamış olsa da iş bulamayacağı, diğer insanlarla toplumun tepkisinden dolayı iletişim sağlayamayacağı için, suça yönelmek zorunda kalabilecektir. Tüm bu sebeplerden dolayı da öncelikli olarak çocukların suça karışması engellenmeli, aileleri ve suç örgütleri tarafından kullanılmaları, suça karıştırılmaları önlenmelidir. Sonuç Çocuk suçluluğunun temel nedenleri incelendiğinde; kalıtsal, fiziksel, ailesel ve çevresel pek çok etkenin sebep olduğu görülmektedir. Çocuğun zekası, fiziksel ve zihinsel özellikleri, doğum öncesi ve doğum sırası komplikasyonları, aile ve ev ortamı, aile içi iletişim, sosyoekonomik şartlar, okul ve akran etkileri, göç gibi çocuğun hayatı boyunca karşılaşabileceği her tür kişi ve durum, çocuğun suçluluğa olan eğilimini etkilemektedir. Çocuğun sosyalizasyon sürecinde, ilk ve temel eğitim kurumu ailesidir. Çocuk, içinde yaşadığı toplumun genel yapısını, kültürünü, ahlaki değerlerini ve özsaygıyı aileden öğrenir. Baba genellikle geçim sağlayıcı olarak dışarıda olduğundan, okul çağına kadar çocuğun bu değerleri kazanması daha çok anneye ve annenin çocuk ile iletişimine dayandırılmaktadır. Anne karnında başlayan anne-çocuk ilişkisi, bebeklik döneminde güven duygusuyla pekişip, yaşam boyu devam etmektedir. Çocuğun ilerleyen yaşlarda nasıl bir kişiliğe sahip olacağı, bebeklik ve çocukluk döneminde anneyle arasında geçen sağlıklı iletişime ve anneden almış olduğu temel eğitime bağlıdır. Anne, çocuğuna yeterli ilgi ve sevgiyi gösterebilir ve toplumsal değerleri sağlıklı bir şekilde çocuğuna empoze edebilir ise; ahlaki değerleri ve özsaygısı yüksek, iletişim becerileri güçlü, girişken ve başarılı çocuklar yetişmesi beklenir. Bunun tam tersi bir durum olarak anne, ilgisiz, sevgisiz ve tahammülsüz bir ortamda çocuğunu yetiştirir veya açıkça suça teşvik edici nitelikte davranışlar sergiler ise çocuğun hem fizyolojik, hem de psiko-sosyal gelişimi açısından olumsuz sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Bu bağlamda, çocuğun suça olan eğiliminde temel faktör olarak annenin kabul edildiğini ve konu ile ilgili önleyici çalışmaların hazırlanmasında anne faktörüne özel bir önemin gösterilmesinin gerekliliğine dikkat çekilmesinin önemini vurgulamak istiyoruz. 129 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar ATAV, Nephan (1990), “Şahsiyetin Gelişiminde Aile Çevresinin ve Ailedeki Gerginliklerin Etkileri” (Derleyen: B. DİKEÇLİGİL – A. ÇİĞDEM), Aile Yazıları – Birey, Kişilik ve Toplum Dergisi, Cilt:3, Ankara: Aile Araştırma Kurumu Yayınları AYAN, Sezer (2010), Aile ve Şiddet – Aile İçinde Çocuğa Yönelik Şiddet, Ankara: Ütopya Yayınları. BAHAR, İbrahim – SEYHAN, Kazım (2006), Çocuk Suçluluğunu Etkileyen Faktörler (İçinde: Çocuk ve Suç, Editör: Şule ERÇETİN), Ankara: Hegem Yayınları. BULUT, Işıl (1996), Genç Anne ve Çocuk İstismarı, Ankara: Bizim Büro. ÇEVİK, Dolunay (1997), Çalışmazsam Okuyamam, Ankara: Ankara Büyükşehir Belediyesi Eğitim Kültür Dairesi Başkanlığı Yayınları. HANCI, İ. Hamit (1999), “Çocuk Suçluluğuna Yol Açan Sosyal Bir Yara: İç Göçler ve Çarpık Kentleşme”, Hekim ve Yaşam, İzmir Tabip Odası Bülteni, Mayıs – Haziran 1999, Sayı:6, S.28. HÖKELEKLİ, Hayati (2009), Çocuk, Genç, Aile Psikolojisi ve Din, İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları, İstanbul. KALYONCU, Hamdi (2009), Aile İçi Şiddet ve Şiddet Ortamında Çocuklar, İstanbul: Popüler Yayınları. KÖKNEL, Özcan (2001), Kimliğini Arayan Gençliğimiz, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. MARSHALL, Gordon (1999), Sosyoloji Sözlüğü (Çev: Osman AKINHAY – Derya KÖMÜRCÜ), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınevi. POLAT, Oğuz (2004), Kriminoloji ve Kriminalistik Üzerine Notlar, Ankara: Seçkin Yayınları. SOLAK Adem (2009), Çocuk Suçluluğu ve Aile, Ankara: Hegem Yayınları. TEZCAN, Mahmut (1995), Sosyolojiye Giriş, Ankara: Bilim Yayınları. Türk Dil Kurumu (1988), Büyük Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi. UNICEF (1998), Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Ankara: Türk Basın ve Basım. A.Ş. YAVUZER, Haluk (2009), Çocuk ve Suç, İstanbul: Remzi Kitabevi. YÖRÜKOĞLU, Atalay (2010), Çocuk Ruh 130 Sağlığı, İstanbul: Özgür Yayınları. Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KADIN YOKSULLUĞU VE MİKROKREDİ UYGULAMALARI - KIRIKKALE ÖRNEĞİ- Sıtkı YILDIZ1 NESRİN GÖKTAŞ2 Özet Bu çalışmanın amacı, Kırıkkale’de özellikle yoksul kadınlara mikrokredi vererek, kadın yoksulluğunun etkilerini azaltmayı amaçlayan Türkiye Grameen Mikrokredi Programı’nın Kırıkkale’deki faaliyetlerini incelemektir. Bu çalışmada ayrıca, kullanılan kredinin sosyal, ekonomik ve kültürel etkileri, yoksulluğu azaltma hususundaki faydası nicel ve nitel açılardan analiz edilmeye çalışılmıştır. Türkiye’de yoksulluğu azalmaya yönelik uygulanan sosyal politikalar değerlendirildiğinde, Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi (TGMP) kapsamında Türkiye’de ilk defa 2003 yılında uygulanan ve Kırıkkale’de 2010 yılında uygulamaya konulan projenin yararlanıcıları yoksul kadınlar olması bakımından dikkat çekicidir. Bu çalışmada saha çalışması olarak mülakat tekniği kullanılmıştır. Kırıkkale Mikrokredi Ofisi yöneticileri ve kredi kullanıcıları ile yüz yüze mülakatlar gerçekleştirilmiştir. Araştırma bulgularına göre; eğitim ve gelir düzeyi göreli olarak düşük olan ve çoğunluğu ev kadını olan kredi kullanıcıları bu sistem sayesinde büyük ölçüde yoksullukla mücadelede başarılı olmuşlardır. Anahtar Kelimeler: Yoksulluk, kadın yoksulluğu, sosyal politika, mikrokredi, Kırıkkale. Giriş Dünün, bugünün ve geleceğin muktedir sorunu olan yoksulluk için evrensel, genel geçer bir tanımlama yapmak mümkün değildir. Arapça “fakr”, Türkçe yeterli parası olmayan “yoksul” kelimesinden türeyen yoksulluk kavramını yapılan bütün tanımlamalara dayanarak özetlersek: yoksulluk, farklı zaman ve mekanlarda her toplumun kendi yapısına göre yani kültürüne, yaşam tarzına, tüketim ve gelir ilişkisi olarak nitelendirebileceğimiz sınırlı başlıklar altında geniş bir yelpazeyi içine alan olgunun ifadesidir. Yoksulluk kavramı çerçevesinde sorgulanması gereken diğer bir husus da kadın yoksulluğudur. Çocuklardan sonra yoksulluğa en fazla maruz kalan kesim kadınlardır. Bu açıdan yoksulluk olgusunun kadınlarda ve erkeklerde anlam ve yoğunluk bakımında farklılık gösterdiğini ifade eden Gülsüm Çamur Duyan olguyu “yoksulluğun kadınlaşması” olarak ifade etmektedir. Çamur Duyan’a göre (2006:34): Yoksulluğu oluşturan süreçlerin erkek ve kadın nüfus grubunu farklı şekillerde ve derecelerde etkilediği düşünülmektedir. Ekonomik faaliyetlerde düşük 1 Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, e-posta: [email protected] 2 Sosyolog, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kırıkkale İl Müdürlüğü, e-posta: [email protected] 131 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ücretli ve vasıfsız iş kollarında genellikle kadınların istihdam edildiği, ücretli çalışan kadın iş gücünün aynı konumdaki erkeklere göre daha az bir ekonomik gelire sahip olduğu bir gerçektir. Kadın evde ve dışarıda ücretli olarak çalışsa da yoksulluğu erkeklere göre daha derin yaşamaktadır. Tüm bu süreç yoksulluğun kadınlaşması olarak ele alınmaktadır. Kadın yoksulluğuna farklı bir boyutta baktığımızda kadın yoksulluğu, ekonomik temellendirmelere ek olarak, toplumsal hayat içinde yaşayan nevilere biçilen toplumsal roller sonucunda ortaya çıkan bir yoksunluk durumudur. Herhangi bir ayrımcılık ya da önyargıya dahil olmadan objektif olarak değerlendirdiğimizde; ERKEK = Kamusal Alan (parasal karşılığı olan piyasada çalışma ), KADIN = Özel Alan (parasal karşılığı olmayan ev/hane içi çalışma) olarak belirlenmektedir. Bu çerçeve içinde hiçbir gelire sahip olmayan veya çok az gelire sahip olan kadının yaşadığı yoksulluk daha yaygın ve şiddetlidir. Çünkü gelir getirici bir işe sahip olmayan ve mülkiyeti olmayan kitlelerin yoksulluğa mahkum olduğu düşünüldüğünde kadın ve çocuk yoksulluğunun vahameti aşikardır. Toplumsal hayattaki kamusal ve özel ayrımınım sonuçlarını Şener (2009:3-4) şu şekilde ifade eder. İşgücü piyasasında kadın işgücü miktarının azlığı, kadınların sağlık hakkına eşleri üzerinden erişmesi gibi sonuçlara yol açan bir muhtaçlık durumu yaratmaktadır. Bu muhtaçlık kadınların emeklilik gibi istihdamın sağladığı birtakım olanaklardan da faydalanamamasını beraberinde getirir. Kadınların eğitim imkânlarından yeteri kadar faydalanamaması yoksulluğun kalıcı bir hal almasına yol açar. Yoksul aileler eğitim önceliğini erkek çocuğa vermekte, erkek çocuklar geleceğe yönelik yatırım olarak görülmektedir. Kız çocukları iyi bir yatırım olmadığından ve elde edeceği geliri başkasına götüren olacağı için arka plana atılmaktadırlar. Dolunay Şenol ve Sıtkı Yıldız tarafından 2011 yılında -aile içi şiddet ve kadın-konulu çalışmada elde edilen veriler dikkat çekicidir. Çalışmaya göre (2011:848): “Kadınların şiddete maruz kalmalarının temel nedeni olarak, ekonomik sebepler (%59,1) görülmektedir. Yoksulluk diğer faktörler yanında aile içi şiddeti artıran ve tetikleyen bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Maddi imkânsızlıklar çeşitli sıkıntıları ve ruhsal bunalımları yaratmakta ve bu durum ailenin huzurunu kaçıran önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.” Sunulan bilgiler ışığında kadın yoksulluğu tek boyutlu değerlendirilemediği gibi sonuçları ekonomik olmaktan ziyade şiddete maruz kalma gibi sonuçları vardır. DPT’nin “Çalışma Hayatı, Gelir ve Yoksulluk Alt Komisyonu Raporu”na (2001) göre; Türkiye’de kadınların sadece %22’sinin kendine ait bir geliri vardır. Türkiye kentlerinde eşi ölmüş yoksulların %91.90’ını, boşanmış yoksulların ise %86.68’ini kadınlar oluşturmaktadır (Hattatoğlu, 2002:306). Kadın yoksulluğu olgusu çerçevesinde söz konusu çalışmanın amacı, Kırıkkale’de özellikle yoksul kadınlara mikrokredi vererek, kadın yoksulluğunun etkilerini azaltmayı amaçlayan Türkiye Grameen Mikrokredi Programı’nın Kırıkkale’deki faaliyetlerini incelemektir. Bu çalışmada ayrıca, kullanılan kredinin sosyal, ekonomik ve kültürel etkileri, kadın yoksulluğunun azaltma hususundaki faydası nicel ve nitel açılardan analiz edilmeye çalışılmıştır. 1. MİKROKREDİ SİSTEMİ VE GRAMEEN BANK İlk defa Bangladeş’te 1974 yılında Muhammed Yunus tarafından Grameen Bank kanalıyla gündeme getirilen ve yoksul kadınlara kredi sağlanmasının yolunu açarak onların da kendi imkânları ölçüsünde iş sahibi olmalarını sağlanmıştır. Uygulama, 2003 yılında Prof. Dr. Aziz Akgül tarafından, pilot şehir olarak seçilen Diyarbakır’da başlatılmasıyla Türkiye’ye 132 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- gelmiştir. Uygulama 5 Temmuz 2010 tarihi itibariyle Kırıkkale’de aktif bir şekilde uygulanmaya başlanmıştır. Mikrokredinin Türkiye’de uygulanmasında aktif rol oynayan STK kuruluşu TİSVA’ya (2004:9) göre, “mikrokredi, düşük kredilerle ticari bankalar tarafından uygulanan normlara uygun olmayan fakir insanları kapsayan veya sadece fakir insanlara yönelik olan, herhangi bir kefalet veya ipotek işlemi gerektirmeyen bir borç verme yöntemidir”. 1.1. TGMP’nin Ana Prensipleri TGMP, özellikle yoksul kadınlara yönelik bir finansal organizasyon olup, yoksulların sermaye sorununa katkı sağlamaktadır. TGMP çerçevesinde mikrokredi verebilmesi için 5’er kişilik grupların oluşturulması gerekmektedir. Taksitler Haftalık olup, 46 haftada verilen kredi tahsil edilir. Verilecek kredi miktarı, kredi alacak olanın yapacağı işler, girişimcilik ruhu ve performansına bağlıdır. Verilecek kredi ilk kredinin ilk ödemesinden sonra, yeni kredi alınımda yoksul kişinin geçmiş performansı değerlendirilir (TGMP,2010:4). 1.2. TGMP’nin Verdiği Mikrokredi Çeşitleri TGMP çerçevesinde girişimcilere 5 ayrı alanda kredi verilmektedir. Temel kredi, girişimci kredisi, mücadeleci vatandaş kredisi, hayvancılık kredisi, mikrosera kredisi olarak bilinen kredilerin amacı daha fazla yoksul vatandaşı içinde bulunduğu durumdan kurtarmaktır. Söz konusu kredilerin dışında TGMP çerçevesinde verilen sözleşmeli kredi ve gönüllü tasarruf olarak bilinen iki uygulamada bulunmaktadır. 1.3. Grup Niçin Gereklidir? Organizasyon, Liderliğin oluşması, Kredi önerisinin oluşturulması, Karşılıklı teminat için alternatif, Denetim, Grup baskısı ve örnek destek (TİSVA, 2005: 11-12). 2. KIRIKKALE’DE ÇALIŞMASI MİKROKREDİ UYGULAMASINA İLİŞKİN SAHA 2.1. ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ Bu çalışmada hem nitel hem de nicel yöntemler kullanılmıştır. Nitel yöntem olarak teorik bölüm oluşturulurken literatür taraması yapılmıştır. Bu bağlamda araştırmanın kuramsal çerçevesini oluştururken dokümanter malzeme olarak ifade edilen kitaplar, bilimsel dergiler, makaleler ve internet kaynaklarından faydalanılmıştır. Ayrıca farklı araştırmacıların konu hakkındaki görüşlerinden de kuramsal çerçevede yararlanılmıştır. Nicel yöntem olarak da mülakat sorularından oluşan veri toplam tekniği kullanılmıştır. 133 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 2.1.1. Araştırmanın Amacı Araştırmanın amacı, Kırıkkale’de yaşayan mikrokredi kullanan göreli yoksul kadınların yaşam standartlarının değişimini sosyolojik olarak analiz etmektir. 2.1.2. Araştırmanın Konusu Araştırmanın konusu, Kırıkkale’deki kadın yoksulluğun azaltılmasında Türkiye Grameen Mikrokredi Programı (TGMP) aracılığıyla kadınlara verilen kredinin etkilerinin değerlendirmesidir. Kırıkkale’de yaşayan farklı eğitim ve gelir seviyelerine sahip olan kadınların yaşamlarını idame ettirebilmeleri, kendi işletme ortamlarını yaratmaları veya geliştirebilmeleri için aldıkları kredilerin onların sosyo-kültürel hayatlarında nasıl bir etki yarattığı araştırmanın inceleme konusudur. 2.1.3. Araştırmanın Önemi 1974 yılında Bangladeşli iktisatçı Prof. Dr. Muhammet Yunus’un yoksullukla mücadelede alternatif bir çözüm sunan mikrokredi fikri; Grameen Bank öncülüğünde sermayesi olmayan yoksul kadınlara uygun şartlarda; teminatsız, kefilsiz ve tamamen güvene dayalı kredi uygulamasıdır. Bugün 175 ülkede, aileleriyle birlikte yaklaşık 600 milyon kişinin istifade ettiğini bu uygulama, Türkiye’de ilk kez 2003 yılında Başbakanlık, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı (TİSVA), Diyarbakır Valiliği ve Grameen Trust işbirliğiyle Diyarbakır’da 11 Haziran 2003 tarihinde 6 kişiye 500'er lira verilerek başlatılmış ve bugün 35 bin 500 kişiye ulaşmıştır. Kırıkkale Valiliği İl Özel İdaresi tarafından 5302 sayılı Kanunun 6/a maddesi gereğince İl Özel İdarelerin yapmakla görevli ve sorumlu oldukları “yoksullara mikrokredi verilmesi” hizmetinin, Kırıkkale Valisi’nin himayesinde Türkiye İsrafı Önleme Vakfı ile ortaklaşa hazırlanan mikrokredi projesi 30.04.2010 tarihinde kabul edilmiştir. 5 Temmuz 2010 tarihinde TGMP Kırıkkale Mikrokredi Şubesi’nin resmi olarak açılmasıyla birlikte Kırıkkaleli kadın girişimciler uygulamadan faydalanmaya başlamıştır. Kırıkkale Mikrokredi Şubesi Genel Müdürü’nden elde edilen verilere göre; proje 10 kadın girişimciye 700’er TL verilerek başlamış ve bugünlerde 440 kadına ve 88 gruba hizmet vermektedir. Projenin iki temel önemi söz konusudur. Birincisi, kadınların ellerindeki parayı hane halkının refahı için harcaması olasılığının daha yüksek olması sebebiyle bu uygulamanın Kırıkkale ilindeki kadın yoksulluk oranını düşürmede etkili bir uygulama olduğu varsayılmaktadır. İkincisi ise, Kırıkkale’nin kırsal ile kentsel yapıları arasında sıkışan geniş kesimler için mikrokredi sisteminin yalnızca ekonomik değil toplumsal sorunlarının da çözümünde aktif bir rol üstlenmesidir. Böylece; mikrokredinin üretim, gelir ve tüketimi artırıcı etkilerinin yanı sıra, işsizlik ve uyum probleminden kaynaklanan toplumsal sorunların azaltılmasında katkısı oldukça önemlidir. 2.1.4. Araştırmanın Varsayımları Araştırmada aşağıdaki varsayımlardan hareket edilmiştir. Mülakat sorularına verilen cevapların, ofisten yararlanan insanların düşüncelerini doğru yansıttığı varsayılmaktadır. Mülakat tekniğinin kullanıldığı formun, araştırmanın amacına uygun olduğu kabulüne dayanmaktadır. 134 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Araştırma tekniği olarak mülakatın kendisinin geçerli ve güvenli olduğu varsayımına dayanmaktadır. 2.1.5. Araştırmanın Hipotezleri Yoksulluluğun azaltılmasında herhangi bir mikrokrediler arasında anlamlı bir ilişki vardır. Mikrokredi kullanan kadınlar ve onların eğitimleri arasında anlamlı bir ilişki vardır. Mikrokredi kullanan kadınların kendilerine olan güvenleri ve geleceğe bakış açıları arasında anlamlı bir ilişki vardır. Proje destek yardımlarıyla kendi işlerine kavuşan kadınlar, asgari geçim standardını aşan bir gelir elde edebilmektedirler. Bu durum kişilerin yoksulluk sarmalını kırmalarını sağlamakta, yoksulluğun kuşaklar boyu sürmesine engel olmaktadır. Proje kapsamında verilen krediler kadın yoksulluğunun azaltılmasında önemli bir görev üstlenmektedir. Türkiye’deki tüm il ve ilçelerde organize olmuş Türkiye Grameen Mikrokredi Programı, kadın yoksulluğuyla mücadele konusunda çok önemli bir görev üstlenmektedirler. Kadın yoksulluğuyla mücadele konusunda, araştırmayı yaptığımız bölgedeki TGMP Kırıkkale Mikrokredi Ofisi, yoksullukla mücadelede başarılıdır. geliri olmayan kadınlara verilen 2.1.6. Araştırmanın Evren ve Örneklemi Araştırmanın evreni 2010 Temmuz tarihinden itibaren kredi kullanan toplam 440 kadındır. Örneklem ise, 2011-2012 yıllarında Kırıkkale’de mikrokrediden faydalanan farklı yaş, eğitim, geliri düzeyi ve meslek grubundan 440 yoksul kadın arasından rastgele seçilen 44 kadındır. Araştırmanın örneklemi, evrenin %10’u olarak belirlenmiştir. Ekonomik, sosyal, eğitim ve sektörel açıdan farklılıklara sahip 44 kadınla (a) demografik, ( b) mikrokredi ve sosyo-kültürel alanda meydana gelen değişiklikler, (c) toplantılar ve (d) grup olgusu olmak üzere dört kategoride nicel veriler elde edilmiştir. Rastgele örneklem yöntemi kullanıldığı için sonuçlarımızın güvenilir olduğunu ve Kırıkkale ilini temsil yeteneğinin olduğu varsayılmaktadır. 2.1.7. Araştırmanın Araç ve Teknikleri Bu araştırma 27 Ocak- 07 Şubat 2012 tarihleri arsında Kırıkkale il merkezinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın verileri, 51 sorudan müteşekkil 44 kadına uygulanan mülakat formu ile 12 sorudan müteşekkil Kırıkkale Mikrokredi Şube Müdürü ile yapılan mülakat çalışmalarından oluşturmaktadır. Mülakat formaları ekte yer almaktadır 2.2. ARAŞTIRMANIN BULGULARI Araştırma bulguları temelde demografik bilgiler ve mülakatlar sonucu elde edilen nitel veriler olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde katılımcıların yaş, eğitim, meslek, göç ve sigortalılık durumları gibi demografik bilgileri sunulmuştur. İkinci bölümde ise; mikrokredi kullanma nedenleri, sektörel dağılımı, toplantılar ile problemler ve beklentiler ele 135 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- alınmıştır. İkinci bölüm mülakatlardan elde edilen verilerin sunumu ve yorumlanması biçimindedir. 2.2.1. Demografik Özellikler Kırıkkale’de mülakata katılan mikrokredi kullanıcılarının yaş dağılımı yer almaktadır. En büyük yaş aralığı grubunu 31-40 yaş (%45,4) oluştururken mülakata katılan kadınların büyük çoğunluğu (%86,3) 50 ve daha küçük yaştadır. Katılımcıların yaş ortalaması ise 39,2’dir. Mülakata katılan kadınların %34,1’i Kırıkkale’ye hiçbir yerden göç etmediğini belirtmiştir. Göç edenlerin %17,2’i şehir dışından, %82,8’i Kırıkkale köy ve ilçelerinden göç etmiştir. Kırıkkale’ye göç ederek gelenlerin göç sebeplerine baktığımızda; en yüksek oranda (%48,3) eşine iş bulma amacıyla göç ettikleri anlaşılmaktadır. Kırıkkale’ye göç nedeni olarak daha sonra %34,5 oranında evlilik gelmektedir. Eş tayini, ve emeklilik sonrası yerleşme nedenleriyle göç edenlerin toplam oranı ise %17,3’dir. Mikrokredi kullanan kadınların sırasıyla %70,5’inin ilkokul, %13,6’sının ortaokul, %6,8’inin lise ve okuma yazma bilmeyenlerdir. Sadece okuma-yazma bilen kesimin ise mikrokrediden hiç yararlanmadığını görmekteyiz. 44 kadınla yapılan mülakat verilerine göre mikrokredi kullanan kadınların çocuklarına ait eğitim durumları ise söyledir. 61’i kız olmak üzere toplamda 119 çocuğu bulunmaktadır. Eğitim hayatına dahil olmayan yaş grubu olarak belirlenen 0–6 yaş dilimine kızların %,6,5’i (4 kişi), erkeklerin %10,3’ü (6 kişi) dahil olmaktadır. Kız çocukların %54,4’ü ilkokul, %29,8’i lise, Erkek çocukların %44,2’si ilkokul, %38,5’i lise, Burada dikkat edilmesi gereken husus çocukların öğrenim düzeylerinin yoğunlaştığı alanlar ilkokul ve lisedir. Katılımcı kadınlardan elde edilen verilere göre, kadınların doğrudan veya dolaylı olarak büyük çoğunluğu (% 68,1) sosyal güvence kurumuna bağlı bulunmaktadır. Hiçbir sosyal güvence kurumuna bağlı olmayanların oranı %11,4’dür. Katılımcıların %20,5’i yeşil kart kullanmaktadır. Mülakata katılan kadınların önemli bir kısmının evli (%90,9), %9,1’lik bir oran ise bekârdır3. Mikrokredi kullanan kadınların % 54,5’i daha önce hiçbir işte çalışmazken, %45,5’i sekreterlik, kuaförlük, fabrika işçiliği, el işi yapım - satımı, dükkân işletmeciliği, kozmetik ve temizlik ürünleri satımı gibi çeşitli sektörlerde çalışmıştır. 2.2.2. Mikrokredinin Sektörel Dağılımı ve Mikrokrediyi Alma Nedenleri Mülakata katılan kadınların aldıkları kredileri kimden-nereden duydukları ise şöyledir. Kredi kullanan kadınların büyük çoğunluğunun (%77,3) Kırıkkale’de kadınlara mikrokredi verildiğini kredi kullanan akraba ve komşularından, %13,6’sı mikrokredi yöneticilerinin bizzat bilgilendirmeleri sonucunda, %9,1’i ise farklı illerde mikrokredi kullanan kadınlardaki değişmeyi öğrendikten sonra Kırıkkale’de yaptıkları araştırmalar neticesinde mikrokrediyle tanışmışlardır. Mülakata katılan kadınların aldıkları kredileri en çok işini geliştirme (%43,2) maksadıyla malzeme alarak değerlendirmiştir. Bu amacı, %36,3 oranıyla bütçeye katkı sağlamak, %18,2 oranıyla yeni bir sektör belirleme izlemektedir. Her ne kadar oranı düşük olsa da %2,3’lük bir dilimde mikrokredi sistemini desteklemek, geliştirmek amacıyla kredi 3 Araştırmada eşinden ayrılmışlar ve eşi vefat etmişlerde bekar olarak değerlendirilmiştir. 136 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- kullanıldığı görülmektedir. Verileri mülakata katılan bireylerin sözleriyle de destekleyecek olursak: Mikrokredi kullanan kadınların eşlerinin kredi kullanmadan önce, kredi kullanmalarına ilişkin tutumları ise şöyledir. Erkeklerin %84,1 oranla eşlerini kredi almaları ve çalışmaları hususunda desteklediği, %6,8’nin yetersiz bilgiye sahip olduklarından dolayı mikrokredi sisteminden ve eşlerinin çalışamayacağı konularında şüphe ettiklerini, %9,1’nin ise çevre baskısı nedeniyle eşlerinin çalışmalarına karşı olduğunu ifade etmiştir Burada üzerinde önemle durulması gereken nokta şudur ki; eşlerin her ne kadar %9,1’i eşlerin çalışmasına karşı çıksa da kadınlar mikrokrediyi almadan önce eşlerini ikna etmeleridir. Zira her mikrokredi kullanıcısının kredi başvur formunda eşinin izin imzası olmak zorundadır. 09.07.2010 ile 07.02.2012 tarihleri arasında 440 girişimci kadına 427 temel ve 13 girişimci kredisi olarak toplamda 492.482,95 TL kredi verilmiştir. Verilen kredilerinin kullanma sürelerine göre sektörel ortalama gelirleri kış ve yaz olarak değerlendirdiğimizde kış ayında en az gelir elde edilen sektörün hizmet sektörü, en fazla gelir elde edilen sektör ise iş ve ticaret sektörüdür. Yaz ayında ise iş üretim sektöründe en az gelir elde edilirken en fazla gelir iş ticaret sektörü onu takip eden sektör ise seyyar satıcılıktır. Kredi kullanım sonrası aylara göre gelir dağılımına baktığımızda ise gelirin yaz aylarında arttığını görmekteyiz. Araştırmamızda ayrıca kredi kullanımı sonrasında elde edilen gelirin ev gelirine etkisi olup olmadığı ve kazançlarıyla birikim yapıp yapamadıkları sorulmuştur (mikrokredi bölümünün 15. ve 16. sorularında). Elde edilen veriler doğrultusunda kazançlarıyla birikim yapamadıklarını fakat ev giderlerine %50’si ile %100 arasında katkı sağladıklarını ifade etmişlerdir. Mikrokredi kullanan kadınların %45,5’inin gıda tüketiminde bariz bir artışın görüldüğü aşikârdır. Kredi kullanan kadınların eşlerinin tutumlarına baktığımızda büyük oranla (%68,2) eşlerinin davranışlarının değişmediğini ve kredi kullanmadan önce ve sonrasında aile içinde eşit kararlar alındığını ifade etmişlerdir. Katılımcıların %31,8’i ise eşlerinin kendilerine karşı davranışlarının değiştiğini bildirmiştir. Sonuç ve Öneriler “Mikrokredi kullanan kadınlar ve onların eğitimleri arasında anlamlı bir ilişki vardır.” hipotezi, TÜİK’in 2009 Yoksulluk Çalışmasından hareketle oluşturulmuştur. Zira TÜİK, “eğitim durumu yükseldikçe yoksul olma riski azalıyor” ifadesini kullanarak söz konusu verilerle de desteklemektedir. mikrokredi kullanan kadıların %70,5’i ilkokul, %13,6’sı ortaokul, “Yoksulluluğun azaltılmasında herhangi bir geliri olmayan kadınlara verilen mikrokrediler arasında anlamlı bir ilişki vardır.” Mikrokrediye başvuran her kadın 1000TL tutarında olan temel krediye başvurmak zorundadır. Kırıkkale nezdinde bu kriterleri göz önüne aldığımızda hiçbir geliri olmayan ve 1000TL alan bir kadının daha çok işlem ve üretim (%14), hizmet (%14) ve seyyar satıcılık (%9) alanlarında iş yapması mümkündür. Oysa ki bu üç sektörün dağıtılan kredilerle yapılan işlere göre toplam oranı %37 iken kişisel geliri kış ile yaz ayları düşünüldüğünde 2000TL ile 13000TL arasında geliri olan (ev yemekleri, kuaför gibi dükkan işleten kadınlar) kadınların dahil olduğu işlem ve ticaret sektörünün oranı %63’tür. Yine yeniden yinelersek dükkanını veya çalıştığı işi büyütebilmek, malzeme alabilmek için mikrokrediye başvuran kadınların oranı (%63) hiçbir gelir olmayan kadınların (%37) oranın bir buçuk katından daha fazladır. Bu bağlamda mikrokredinin sadece geliri olmayan çalışma ruhunu taşıyan kadınlara verilmekte aynı zamanda da ve ezici çoğunlukla kendisine gelir getirici bir sektörde aktif olarak çalışan kadınlara da verildiği yadsınılamaz bir gerçektir. 137 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- “Proje destek yardımlarıyla kendi işlerine kavuşan kadınlar, “asgari geçim standardını aşan bir gelir elde edebilmektedirler.” Bu durum kişilerin yoksulluk sarmalını kırmalarını sağlamakta, yoksulluğun kuşaklar boyu sürmesine engel olmaktadır.” Söz konusu sava bugüne kadar dünyada ve Türkiye’de mikrokrediye dâhil yayınlanan haberlere bakıldığında geri ödeme oranlarının %100 olmasından dolayı kadın yoksulluğuyla mücadele oldukça etkin bir araç olduğu bilgisinden ulaşılabilir. Ücretleri hem sektörel olarak hem de yaz-kış dönemleri olarak ortalama bir gelirin üstünde kazanç elde etmedikleri bilgisini verir. Elde edilen bilgilere ilintili olarak kredi kullanan girişimcilerin kış aylarında gelirlerin 0 TL ila 4500TL, yaz aylarında 300 TL ile 13,500 TL arsında bir salınım yapan gelirlere haizdirler. Üstelik bu gelirlerin kış aylarında hiçbir kazanç elde etmeyen insanların var olduğu %84,1’lik, yaz döneminde %45,5’lik oranla 500TL ve altında gelir ede etmektedirler. Buradan hareketle kredi kullanan kadınların asgari geçim standardını aşan bir gelir elde ettiğini söylemek mümkün değildir. Lakin kredi kullanım sonrasındaki gelir dağılımının bu kadar uç noktalarda olmasının tek müsebbibi sadece mikrokredi sisteminin kendisi değildir aynı zamanda bilavasıta sistemin içinde olan ve sistemin çarkını, dişlisini, zincirini oluşturan yani sistemin kedisi olan kadınlarla da alakalıdır. Keza bugün mikrokredi sisteminin kendisi olan bu kadınlar dünün mevcut kaynaklarına erişiminden ve kontrol edilmesinden mahrum bırakılmış bugün ise kaynaklara erişimi kolaylaştırılırken nasıl kontrol edecekleri hususunda korkuları ve çekinceleri olan kadınlardır. Olaya bu gerçekliğiyle baktığımızda mikrokredi kullanan girişimcilerin sektörel ve dönemsel olarak asgari geçim standardını yakalayamaması gayet tabiidir. Araştırma sırasında elde edilen bulgulara göre kredi kullanan kişilerin %81.8’i elişi, örgü, dantel, salça, pekmez, erişte, dikiş gibi uygulamaları evin ihtiyaçları olması ve eve destek (daha fazla masraf çıkarmamak için) olma hasebiyle zaten yaptıklarını krediyi aldıktan sonrada bildikleri işleri devam ettirdiklerini söylemiştir. Her kadın hemen hemen bu ihtiyaçları kendisi karşılıyorsa kredi alan kişiler bu sektörlerde çalışmaması mı gerekiyor? Bu soruya “Evet” cevabını vermek hiç şüphesiz işin en kolayıdır. Olaya bu açıdan baktığımızda kadınların tam aksine bu sektörlerde çalışması gerekmektedir. Çünkü söz konusu ürünler her evin istisnasız ihtiyacıdır. Bu ihtiyaçlar ürünü kendisi üreten kişinin mal ettiği fiyatın biraz üstüne satıldığında, ürünü kendisi yapan kişi ödediği fiyatla emeğinin değerlendirmesini yaparak, zamandan tasarruf etmek için, kadın dayanışmasını sağlayabilmek için kredi kullanıcısı kadınların yaptığı ürünleri satın alacaktır 4. Fakat kredi kullanan kadınları yaptıkları ürünleri akraba ve komşusunun dışında da satabilmesi gerekmektedir ki araştırmaya katılan kişilerin en fazla muhatap olduğu problem hiç şüphesiz ki ürünleri satılacak alanların sınırlı olmasıdır. Zira kendi sınırları içinde ürünleri alanda kendileri ürünleri satanda kendileridir. Var olan problemlerin çözülebilmesi bakımından; Dönemsel kermes yerlerinden ziyade haftanın bir veya iki günü özellikle müşterilerin kolay ulaşılabileceği pazar yerlerinin ivedilikle açılması, Öncelikle mahalle bazında daha sonrada mahalleler arasında aynı sektörde veya farklı sektörlerde çalışan kredi kullanıcılarının bir araya getirilerek tanışma toplantılarının düzenlenmesi gerekir. Bu uygulama aynı veya farklı sektörler arsındaki iş dayanışmayı 4 Alışveriş merkezlerinde rafları hızla dolduran dondurulmuş, konserve haline getirilmiş, yıkanıpayıklanılıp- doğranmış, pişirilmiş ürünlere ve diğer sektörlerin ürünlerine de bakarak söz konusu mantalitenin gerçekliği teyit edilebilir. 138 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- sağlayabildiği gibi sosyal dayanışmayı artırarak kişinin kendine ve yaptığı işe olan güveni artıracaktır. Kırıkkale’deki ve Türkiye’deki bütün kredi kullanıcıları tek bir internet adresi üzerinde bir araya getirilerek birbirinin varlığına vakıf olmaları sağlanmalıdır5. Söz konusu uygulamada farklı illerdeki kullanıcılar arasında sektörel yardımlaşmanın artmasını ve hammadde ihtiyaçlarının daha ucuza mal edilerek faklı şehirlerdeki kadınların daha fazla kar elde etmeleri sağlanacaktır. Kredi kullanan kişilerin yaptıkları ürünleri başkaları tarafından satmaları mümkün mertebe engellenmelidir. Bu durum ürünü üreten kişinin daha az kazanmasına neden olacaktır. Mikrokredi ofisi kredi kullanıcılarının piyasadaki rekabet koşullarına uygum sağlayabilmesi ve ürettikleri ürünleri farklılaştırılması için danışmanlık hizmetini sunması gerekir. Burada her ofisin bulunduğu ildeki üniversitenin söz konusu alanda uzman akademisyenleriyle işbirliği içinde olunması gerekmektedir. Mikrokredinin daha fazla kişiye ulaşabilmesi için mikrokredi ofisinde çalışan personel sayısının da artırılması gerekmektedir. Kırıkkale nezlinde değerlendirdiğimizde var olan iki personel, günlük iki periyotta düzenlenen grup toplantıları ve kredi tahsilatlarının yapılmasında yetersiz kalmaktadır. Ayrıca ofiste görevlendirilmek üzere seçilen personelin, söz konusu alanda gönüllü olarak çalışma isteğinin yanı sıra, toplumsal ilişkileri güçlü tutabilecek, liderlik vasfı güçlü, değişen piyasanın arz-talep ilişkisini takip ederek uygun danışmanlık hizmeti verebilecek yani alanla doğrudan alakalı farklı ihtisas alanlarında uzman kişilerden seçilmesi gerekmektedir. Böylece hem mikrokredi ofisinin finansal işleri aksatılmadan yürütülürken hem de mikrokredi kullanan kadınlara yol gösterici, liderlik edici kişilerle mikrokredinin amacına ulaşması kolaylaşacaktır. Sonuç itibariyle, Kırıkkale’de mikrokredi kullanımı yoluyla yoksulluğun azaltılması projesinin başarılı olduğu söylemek mümkündür. Bu başarının artarak devam etmesi, hiç şüphesiz başta TGMP Kırıkkale Şubelerinde çalışanların gayretleri olmak üzere, kredi kullanan kadınların başarıyı isteyerek çalışmalarıyla, toplumdaki tüm kesimlerin göstereceği fedakarlık ve sorumluluğa bağlı olacaktır. 5 Bahsedilen öneri üzerindeki en büyük engel bilgisayar ve internet kullanımıdır. Kırıkkale’deki kadınlar için bunun şuanda uygulanılabilirliği düşük gibi görülse de ofis yöneticisi, merkez şefi, grup şefi, evinde bilgisayar ve internet olan üye ve çocuklarının desteğiyle söz konusu önerinin il bazında uygulanılabilirliği test edilebilir. 139 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar DPT, (2001) Çalışma Hayatı, Gelir ve Yoksulluk Alt Komisyonu Raporu. ÇAMUR DUYAN, Gülsüm (2006) Sosyal Hizmetler Bakış Açısından Yoksul Kadınlar: Altındağ Örneği, Hacettepe Üniversitesi, Yayınlanmamammış Doktora Tezi, Ankara HATTATOĞLU, Dilek, (2002), “Yoksulluk, Kadın Yoksulluğu ve Bir Başa Çıkma Stratejisi Olarak Ev Eksenli Çalışma”, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, Ed.: Yasemin Özdek, TODAİE Yayın No: 311, Ankara, s. 303-316. ŞENER, Ü., (2009), Kadın Yoksulluğu, TEPAV Değerlendirme Notu. ŞENOL, Dolunay ve Sıtkı YILDIZ (2011) “Bir Kentleşme Sorunu Olarak Gecekondularda Yaşanan Aile İçi Şiddet ve Kadın –Ankara İli, Çankaya İlçesi, Yıldız Örneği-“, 38. (ICANAS) Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi. Çevre, Kentleşme Sorunları ve Çözümleri Bildiriler Kitabı, Cilt II, ss.841-851, Ankara Kültür Dil ve Tarh Yüksek Kurumu Yayınları, Ankara. TGMP (2010) Türkiye Grameen Mikrokredi Programı Faaliyet Raporu, Ankara. TİSVA (2004) Yoksulluğun Azaltılması İçin Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi – Mikrokredi Projesi Uygulama Esasları, 1. Seri, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Yayınları, Ankara. TİSVA (2005) Yoksulluğun Azaltılması İçin Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi – Türkiye Mikrokredi Projesinin İşleyişi, 6. Seri, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Yayınları, Ankara. 140 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- AFETLER VE KADIN Filiz DEMİRÖZ1 Özet Bu çalışmada yaşamı olumsuz etkileyen afetlerde kadının rolü ve işlevi üzerinde durulmuştur. Kadınlar bu süreçte toplumsal cinsiyet açısından hem pek çok konuda olumsuz olarak etkilenmekte, hem de afetlerde normal yaşama geçişte önemli roller üstlenmektedir. Bu nedenle kadının bu gücünün bilinmesi ve afet süreçlerinde bu konulara özen gösterilmesi önemlidir. Ayrıca afet öncesi ve sonrasındaki süreçlerde kadınlarla yapılan çalışmalar; toplumsal cinsiyet konusunda duyarlılığın geliştirilmesinin yanı sıra pek çok düzenlemenin gerçekleştirilmesinde de etkili olacaktır. Anahtar Sözcükler: Afet ve kadın, toplumsal cinsiyet ve afet, afetlerin etkileri Afetlerin en temel özelliği beklenmedik bir anda yaşanması ve yaşamı olumsuz biçimde etkilemesidir. Yaşamın kesintiye uğramasına, daha önceden kullanılan becerilerin işlevsiz kalması nedeniyle pek çok kayba neden olur. Etkilenen topluluğun kendi imkan ve kaynaklarını kullanarak üstesinden gelemeyeceği bir durum yaratır. Doğal, teknolojik veya insan kökenli olarak gerçekleşebilir. Afetleri daha farklı biçimlerde de sınıflamak mümkündür. Ancak bu sınıflamalardan ziyade afetlerin sonuçları üzerinde daha çok durulmaktadır. Bu etkilenmenin nüfus gruplarına, yaşam döngülerine ve risk gruplarına göre farklılık gösterdiği de yapılan çalışmalarla belirlenmiştir. Örneğin; çocuklar, yaşlılar ve kadınların afetten farklı biçimlerde etkilendikleri araştırmalarla ortaya konmuştur. İncinebilir gruplar içinde yer alan ya da afetlerde ortaya çıkan güçleri ile farklı özellikler gösteren kadınlarla ile ilgili afetlerin sonuçları önem taşımaktadır. Bugüne kadar doğal afetlerin toplumsal cinsiyet boyutu üzerine yapılan çok az çalışma vardır. Kadınların kendi evlerini koruma konusundaki aktif tavırları, ortaklaşa faaliyetleri, çevre ve eğitimi, afet öncesi hazırlık programları, çevre yönetimi ve doğal afetlerin hafifletilmesi konusunda önemli roller üstlendikleri bilinir. Buna karşılık bu alanlarda planlama ve karar verme aşamalarında yeterince aktif rol oynamadıkları görülmektedir. Bu nedenle son yıllarda kadın konferanslarında ve afetlerle ilgili toplantılarda kadının statüsü ve toplumsal cinsiyet ilişkileri, kadın-erkek eşitliği boyutu ile ilgili konuların ihmal edildiği ve pek çok açıdan ele alınması gerekliliği ortaya çıkmıştır (D.P.T., 2001). Afetlerde toplumsal cinsiyet analizi neden önemlidir? Çünkü: Kadın ve erkeğin toplum içindeki toplumsal cinsiyet rolleri birbirinden farklıdır (Pincha, 2011). 1 Yrd. Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü, eposta: [email protected] 141 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- ROLLER Üreme Rolü (Tipik olarak kadınlar) Üretim Rolü (Tipik olarak erkekler) Topluluktaki Rol KADIN Biyolojik üreme işi: Bebekleri doğurma ve emzirme Toplumsal yeniden üretim işi: Çocukları büyütme, yemek pişirme, temizlik yapma, çamaşır yıkama, su/ odun/yakacak taşıma vb. Görünmez ve karşılığı ödenmemiş Bağımlı karar almayı destekler * Geçim faaliyetleri Düşük ücret (erkeklere göre) Görünmez/ikincil önemde İşin doğası genellikle yeniden üretim rolüne dayalI Akraba ilişkileri, dinsel faaliyetler, sosyal etkileşim ve törenlerin (doğum/ evlilik/ölüm) vb. devamını sağlamak Ücretsiz iş İşin doğası yeniden üretim rolüne benzer ERKEK Üreme ile ilgili minimum iş Hareketlilik daha fazla İsteğe bağlı Görünür Karar verme gücü elinde Geçim faaliyetleri Yüksek ücret (kadınlara göre) Görünür Geçimi sağlayan olarak kabul edilme Siyasi Prestij ve güç sağlayan Ücretli iş Fazlaca görünür Kadın ve erkeklerin ihtiyaçları farklıdır. Kadın ve erkekler afetlere farklı tepkiler gösterir Kadın ve erkeklerin toplumsal rolleri zamana ve duruma göre değişebilir Afet durumlarında güç dengeleri değişebilir Kadın ve erkeklerin farklı ihtiyaçları olduğu gibi farklı sorunları da ortaya çıkar Birçok toplumda kadınların süregelen toplumsal rolleri oluşmuştur. Bu roller bazen kadınları bağımlı ve ikinci sınıf kişi değerinde gören ve onları yetkisizleştirerek daha da incinebilir hale getirebilir. Kadınların da kendi içlerinde incinebilirlik durumlarına göre farklılaşan ihtiyaçları vardır. Örneğin: Mülteci/yerinden edilmiş kadınlar, şiddet gören kadınlar, eğitimsiz kadınlar, aileyi geçindirmekle görevli kadınlar, azınlıklar, boşanmış/ dul kadınlar, genç kızlar, hamile/emziren kadınlar, engelli kadınlar, yaşlı kadınlar, kronik hasta kadınların birbirlerinden farklı ihtiyaçları olduğunu yardım çalışmaları sırasında göz önüne almak gerekir. Kadınların üretim ve dağıtımdaki gerçek performansları bu gibi toplumsal cinsiyet ideolojilerinden ve kalıp yargılardan oldukça farklıdır. Bu nedenle afetlerin kadınları etkileme düzeyindeki farklılıkları kabul etmek için bu gerçekleri bilmek ve afetlere hazırlık, müdahale ve iyileştirme süreçlerinde kadın potansiyelinin farkına varmak gerekir. 142 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Geleneksel aile yapıları içinde ailenin bakımından sorumlu olarak görülen kadınların, afetlerden korunma ve hazırlık, afet sonrası başa çıkma mekanizmaları, sağlıklı beslenme, yemek hazırlama, kişisel hijyen ve aile içi hijyen konularındaki bilgisi aile sağlığını ve genelde toplum sağlığını da etkilemektedir (Demiröz, 2001). Birçok toplumda kadınların kaynaklara ulaşma-sosyal ağ kurma, bilgi, ulaşım, beceriler (okur yazarlık dahil), harekete geçme, ev güvenliği ve istihdam, şiddetten kurtulma, afete hazırlık, müdahale ve afet sonrası yardım faaliyetlerinde çok ön plana çıkan karar verme süreçlerine dahil olma gibi konulara erişimleri kısıtlıdır. Kadınlar iş gücü dağılımında toplumsal cinsiyet kalıp yargılarının mahkumu olabilmektedirler. Tarım işlerinde, düşük ücretli işlerde, sosyal güvence olmaksızın, resmi olmayan işlerde çalışabilmektedirler. Kayıt dışı işler ve tarım sektörü afetlerden en çok etkilenen işlerdir ve bu işlerde çalışan kadınlar afet sonrası işsiz kalan gruplar arasında yüksek bir çoğunluğu oluşturur. Araştırmalar kadının iş hayatına atılmasından sonra bile aile içindeki sorumluluklarının devam ettiğini gösterir. Ayrıca piyasada para kazandıran işlerle ilgili yeteneklerden yoksun bırakılmış olmak kadınların yoksullaşmasına da neden olabilir. Buna karşın erkekler eşlerini bırakıp başka bölgelerde iş aramaya gidebilir. Kadınlar çoğunlukla aile içi işlerden sorumlu kişiler olarak görülür. Örneğin; birçok kültürde çocuk bakımı, yaşlı bakımı, engelli bireylerin bakımından kadınlar sorumludur ve erkekler gibi afet sonrası başka yerlere göç edip iş arama gibi bir özgürlükleri yoktur. Fakat erkekler çoğunlukla arkalarında çoğunluğunu kadınların oluşturduğu hane halkını bırakıp iş için göç ederler. Bu durum afet tehlikesi karşısında evden ayrılma durumlarına da etki eder. Aynı zamanda kadınlar afetlerin fiziksel etkileri konusunda da daha incinebilir durumdadırlar. Afet sonucu evlerin yıkılması nedeniyle, birçok aile barınaklarda kalmak durumunda kalır. Yemek pişirmek gibi günlük rutin işlerin bu gibi afet koşullarında çok zorlaşması, ekonomik sıkıntılarının yanında, sınırlı özgürlüklerle alternatif gelir kaynağı arama çabalarından yoksun bırakılan kadının yükü daha da ağırlaşır. Kadının ekonomik özgürlüğünün elinden alınmasıyla, aile içinde danışılan, görüşülen kişi olma konumu da olumsuz yönde etkilenmektedir. Birçok araştırma; afet sonrası artış gösteren kadının hane reisi haline gelmesi, kamplar/çadır kentlerde kadın nüfusunun artması gibi sonuçlar aile içi şiddet ve cinsel şiddet seviyesinde artışlar olduğunu göstermiştir. Üreme sağlığı ve cinsel sağlık konuları kadın sağlığı denildiğinde ön sırlarda yer alan konuları oluşturmaktadır. Afet sonrası bu konularla ilgili yeterli hizmetin ve bilginin verilmesi gerekir. Afetlerden sonra dul kalmış kadınların tekrar evlenmesi erkeklere göre daha zordur. Afet dönemlerinde ise tüm bu sayılan durumlar daha da kötü bir hal almaktadır. Bu nedenle afetlerin kadınları etkileme düzeyindeki farklılıkları kabul etmek, konuyu sosyo-kültürel açıdan ele almak, afete hazırlık, müdahale ve iyileştirme süreçlerinde kadın potansiyelinin farkına varmak yardım faaliyetlerinin kadınlar ve genelde toplum için verimliliği açısından çok önemlidir. Şimdiye kadar kadınların afetlerden büyük ölçüde etkilendiğini üzerinde yoğunlaştık. Fakat bu büyük resmin yarısıdır. Doğal afetler sıklıkla kadınların toplumsal cinsiyet rollerini değiştirmek için büyük fırsatları da doğurur. Ayrıca iyileşme çabalarında da büyük rolü kadına verir. 143 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Afet süreçlerinde kadınlar önemli roller üstlenir. Hatta bu rollerin çoğu erkek rolleri olarak tanımlanmaktadır.1998 yılında Mitch kasırgası sonrası Guatemala ve Honduras’taki kadınlar inşaatlarda su kuyuları ve hendekler kazmış, su çekmiş ve bina yapımına yardım etmişlerdir. Bu durum her ne kadar erkeklerin isteklerine karşı olsa da kadınların geleneksel olarak “erkek görevleri” olarak görülen işleri üstlenmek konusunda istekli oldukları görülmüştür. Bu durum toplumun kadın yetenekleri konusundaki görüşlerinin değişmesini de sağlamış olabilir. Kadınlar afete müdahalede “toplumu harekete geçirme” konusunda etkili olabilmektedir. Toplumun en temel ihtiyaçlarını karşılamakla görevli sosyal aktörlerin sosyal ağlarını organize edilebilir. Bu türlü bir toplum organizasyonu afete hazırlık ve zarar azaltma konularında oldukça gereklidir. Kadınların afete müdahale çabalarının yönetim sürecine dahil edilmesinin bir sonucu olarak kadınlar yeni beceriler geliştirebilir Afet sonrası yardım çalışmalarında çoğunlukla “daha acil işler” olduğu düşüncesiyle toplumsal cinsiyetle ilgili sorunlar göz ardı edilir. Afetler aynı zamanda geleneksel toplumsal cinsiyet algılarını değiştirmek için bir fırsat yaratır. Kadınlar bu fırsatı avantaja dönüştürmek için çaba sarf etmezler ve karar alıcılarda bu durumu görmezden gelirse fırsat boşa gitmiş olur. Afet sonrası ortaya çıkan dar görüşlerden biri de afetlerin tamamen fiziksel olaylar olduğu, sosyal gerçeklerin görmezden gelindiği ve yine toplumsal cinsiyet konusunun marjinalize edildiğidir. Afet çalışanları ve yetkililerin kadınların incinebilir durumunun bilincinde olmadığı ve afet müdahale planını bu hassasiyetleri göz önünde bulundurmadan yaptıkları sürece kadınlar afetlerden en çok etkilenen grubu oluşturmaya devam edeceklerdir. Çoğunlukla afet yardımları afetten etkilenen bölgenin hali hazırda var olan kaynak dağıtım sistemine göre yapılır. Bu durumda kadınlar afet yardımlarına ulaşma konusunda da toplumun erkek egemen yapısının onları marjinalleştirmesiyle karşı karşıya kalırlar. Afete müdahale ölçütleri ile uzun dönem gelişim planları arasında bir harmoninin yakalanamaması nedeniyle afete hazırlık çalışmaları afete müdahale çalışmaları için kurban edilir. Afetlerin zararlı etkilerini en aza indirmenin yolu afete hazırlık çalışmalarından geçmektedir. Konuyu özetleyecek olursak; Toplumdaki kaynaklar ve fırsatların dağılımı ve kullanımında kadınların aleyhine bir eşitsizlik bulunmaktadır. Kadınlar eğitim, sağlık, çalışma yaşamı, siyasi hayata katılım, sosyal ve ekonomik haklara sahip olma, hakları kullanma, toprak ve sermaye gibi kaynaklara sahip olma konusunda engel ve eşitsizliklere maruz kalmaktadır. Yoksulluk giderek kadınlaşmaktadır. Yeryüzündeki mutlak yoksulluk sınırındaki 1,5 milyar kişinin % 70’ini kadınlar oluşturmaktadır(Akın ve diğerleri,2008). Bu nedenle; Toplum ve aile içinde kaynaklar, olanaklar ve hizmetlerden eşit biçimde yararlanılması, yasalar önünde eşitliğin gerçekleştirilmesi olarak tanımlanan toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması, Fırsat ve sorumlulukların kadın ve erkeğe adil biçimde dağıtılarak, kadınların gereksinimlerine uygun olarak ve dengeyi kuracak şekilde dağıtılmasını sağlayan programların ve politikaların geliştirilmesi, 144 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Eğitim ve çalışma yaşamında fırsat eşitliğinin gerçekleştirilmesi, Yaşama ve siyasi yaşama eşit katılımın sağlanması, Kadına karşı ayırımcılık, şiddet ve geleneksel uygulamaların olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılması, gibi faktörler uluslararası kararlarda “kadının insan hakları” bağlamında ele alınmaktadır( Kümbetoğlu,2002; Akın ve diğerleri,2008). Afet sürecindeki tüm çalışmalar da bu hakların sağlanması ve kullanımına dönük olarak düzenlenmelidir. Kadının bu süreçte özel olarak ele alınmasının nedeni bu haklara erişiminin uluslararası göstergelerde de yer aldığı gibi sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır Afetle ilgili çalışmaları planlarken kadın üzerinde bıraktığı etkileri de göz önüne almak gerekir. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde bu konulara yer verilecektir. .Afetlerin Kadın Üzerindeki Etkileri Kadınların afetlerde belli özelliklerinin dikkate alınmasının yanı sıra afetlerin kadın üzerindeki etkileri de önemlidir. Bu etkiler üç farklı alanda toplanabilir. Bunlar; Psiko- sosyal kaynaklar ve etkileri; Kadının psikolojik olarak yıpranması kişiliğine dönük tehditler, bunların yanı sıra sıra ve kültürel normların, sosyal süreçlerin yaşamını sınırlaması ve zorlaştırması olarak tanımlanabilir. Örneğin; Bakım sağlama konusunda azalan yetenekler, Çocuklara ve aileye karşı artan sorumluluklar, Yoğun duygusal tepkiler vermek, Destek sistemlerinin kaybı, Kadınların ev dışındaki hareketlerini kısıtlayan sosyal normlar, Rehabilitasyon kaynaklarına ulaşma ve sahip olunan haklar konusunda farkındalık eksikliği, Afet öncesi rolleri ve yeteneklerini kullanma konusunda kendine güven eksikliği, Aile içinde alkolizmle mücadele etmek, Aile içi şiddet, Fiziksel & cinsel saldırı, Önceki psiko-sosyal stres kaynaklarının büyümesi, Artan incinebilirlik durumu psikososyal kaynaklı etkiler arasında yer alır. Fiziksel kaynaklar ve etkileri; Kadınların özellikle sağlıkla ilgili konuları bu kapsamda ele alınmaktadır. Bilindiği gibi sağlık bir bütündür. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı bedenen ruhen ve sosyal olarak tam bir iyilik hali olarak tanımlanmıştır. Kadının normal yaşam dizgesinde de sağlıkla ilgili konularda erkeklere oranla hem sağlık hizmetlerine erişim hem de sağlığı korumak açısından geride olduğu bilinmektedir. Afet sonrasında ise bu durum daha belirgin hale gelmektedir. Çünkü bu dönemde sağlık ile ilgili konularda sorunlar artmaktadır. Ancak sağlık hizmetlerinin de kişilere ulaşması ve gereksinimleri karşılamadaki yetersizlikleri de zorlukları artırmaktadır. Örneğin; 145 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Saldırıya uğrayan kadınların özel ihtiyaçları, Yaralanmalar, Yanıklar, Doğum öncesi ve sonrası tıbbi ihtiyaçlar, Yetişkin ve üreme sağlığı ile ilgili ihtiyaçları karşılayamama, Dengeli beslenme gereksinimleri, Jinekolojik problemler, Stres nedeniyle hastalıklara karşı vücut direncinin düşmesi, gibi konular bu bağlamda ele alınabilir. Afet sonrası yaşanan maddi kayıplar ise, afet sonrasında yitirilen ve yaşam içinde gerek duyulan çoğunlukla elle tutabildiğimiz kayıplar daha çok bu kapsam içinde yer almaktadır. Örneğin; Kamplarda özel hayatı yaşayamama eksikliği, Kadınlara yasal yardım yapılamamasının eksikliği, Güvenlik eksikliği, Hareket edebilmek için başkalarına bağımlı olma, Ekonomik kaynakların eksikliği, İstihdam olanaklarının eksikliği, Yoksulluk , gibi konular bu grup içinde ele alınabilir. Sözü edilen tüm bu etkilerin giderilmesi için kadınlarla çalışmak ve afet süreçlerinde hizmet, politika ve yasal düzenlemelerde toplumsal cinsiyet duyarlılığını artırmak gerekmektedir. Çünkü tüm afet çalışmalarında amaç bir an önce eski yaşam süreçlerine geri dönebilmektir. Bu süreci başlatanlar da aslında kadınlardır. Afet Sonrası Kadınlarla Çalışma Afet etkinlik dönemleri genelde dört ana dönemde ele alınır.(Türk Kızılayı, 2008) Bunlar; acil yardım dönemi iyileştirme dönemi geliştirme dönemi zarar azaltma ve hazırlık dönemi Bu dönemleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Zaman zaman iç içe yaşanabilir. Toplumun özellikleri, kaynakları, oluşturulan programlar, eğitim düzeyi gibi pek çok değişken bu dönemleri ve geçişlerini belirler. Ancak bir dönemi de tamamlamadan diğer dönemlere geçilmemesi uygun olacaktır. Kadınlarla ile ilgili çalışma yaparken bazı konuları göz önünde bulundurmanızda yarar görülmektedir. Bunlar; Çalıştığınız toplumun kadınla ilgili sosyal ve kültürel değerleri, Kadının toplum içindeki statüsü, 146 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Özellikle kadın için yaşanılan afetin etkileri, Toplumdaki afet hizmetlerinin çeşitliliği ve sürdürülebilirliği, Kadınlarla çalışabilecek profesyoneller, Kadınlar için öncelikli gereksinimler, Servis ve kaynaklara kimlerin nasıl ulaştığı, gibi konulardır. Acil yardım döneminde daha önce de belirtildiği gibi aşağıdaki konular daha önceliklidir. Korunma ihtiyacı Özel ihtiyaçlar (dul kadınlar, saldırıya uğramış kadınlar, bekar anneler) Duygusal ve moral destek Görev paylaşımı Bu konularda kadınların katılımını sağlamak için aşağıdaki etkinliklerden yararlanılabilir. Gıda dağıtımı, Kamp görevleri, Sağlık bakımı, Aile bakımı, En önemlisi ise katılım sağlamak ve buna önderlik etmelerini kolaylaştırmaktır. Karşılaşılan sorunlar, afetlerin hemen sonrası ve aradan belli bir süre geçtikten sonra da farklılık kazanabilir. Ancak burada önemli olan bu sorunlarla baş etmek için bireylerden başlanarak topluma gerekli donanımın kazandırılmasıdır. Bu amaçla çalışanlar afeti yaşayanların duygularını ifade etmelerine yardımcı olmalıdır. İlk aşamada bu önem taşımaktadır. Yaşanılanların ifade edilmesi gereksinimlerin belirlenmesi ve yapılacak çalışmalarla ilgili yol gösterebilir. Bu çalışma gruplar aracılığı ile de yapılabilir. İlk haftalarda yapılan bu çalışmalar önemlidir. Süreç içindeki değişimleri, yapılan düzenlemeleri açıklayarak, temel gereksinimleri karşılama, yardımlar verilme biçimi gibi konularda bilgisel sosyal desteğin yanı sıra duygusal ve sosyal destek çalışmaları da çözüm için yararlı olabilir. (Tufan 2000 105-109) Afet sonrası yeni yaşama uyum, durumu kabullenme, çıkan sorunlarla baş etmek için güçlendirme yaklaşımını kullanmak yararlı olacaktır. Bu yaklaşımın çerçevesinde afetzedelere spesifik becerileri öğretmek ve değişimleri için sorumluluk alma yönünde katılım geliştirildiği için sorunların çözümünde önemli katkılar sağlayacaktır. (Cankurtaran Öntaş, 2001, 104-105). Yine bu dönemde çevre ile bağlantı kurabilmesi, ailedeki diğer yakınlarına ulaşması, var olan hizmetler ve onlardan beklenenler konusunda hem iletişim araçlarından, hem de oluşturulacak birimlerden bilgilendirme yapılması önem taşımaktadır. Böylece endişeler ve ortaya çıkacak önlenebilir, yeniden düzenlemeler kolaylaşabilir (Demiröz,2000). İlk dönemdeki şok atlatıldıktan sonra ise yeniden uyum çalışmalarına hız verilmeli, benzer sorunlarla karşılaşmamak için eğitim çalışmalarına başlanmalıdır. (Çocuklarla iletişim kurma, çatışmalarla baş etme vb.) Ayrıca afet sonrası yaşamın yeniden düzenlenmesi ile ilgili de çalışmalara başlanmalıdır. Daha çok bilgilendirme ve eğitim çalışmaları bu süreç içinde yer alabilir. Bu dönemde aşağıdaki konular daha önceliklidir. 147 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Haklar ve yasal yardım Kaynak ve yardım olanakları Değişen rollere uyum sağlamak için yetkilendirme Bu konular özellikle kadınlar için ihmal edilmektedir. Çünkü bu süreçlere erişimlerini sosyal normlar, kültürel değerler engel olabilmektedir. Ayrıca kadının okuma yazma bilmemesi, ev dışında yaşamını tanımlamamasının da etkisi vardır. Gelişme döneminde ise daha çok rehabilite edici etkinliklere yer vermekte yararlı olur. Bunlar: Kaynaklara erişim, Toplumun kadınların ihtiyaçları ile ilgili dikkat çekmek, Gelir getirici faaliyetler, Mal edindirme(ovnership of assets), İstihdam olanakları ve mesleki beceri kazandırma, Eğitim ve çalışmalarla kadınları yetkilendirme, olarak gruplanabilir. Ayrıca zarar azaltma ve hazırlık dönemlerinde de kadına yönelik çalışmaların daha çok olması gerekmektedir. Çünkü esas bu dönemde koruma ve önlemeye dönük daha çok kalıcı beceriler kazandırılabilir. Bu çerçevede; Afet riski yönetimi toplumsal cinsiyete duyarlı ve sektörler arası yaklaşımın benimsendiği kalkınma süreci içinde olmalıdır. Bu çerçevede; politika ve programlar daha çok kadın nüfusun yoksulluğunun giderilmesini hedeflenmelidir. Eğitim ve kapasite geliştirici çalışmalar geliştirilmelidir. Kadınların ve erkeklerin ihtiyaçları ve imkanlarını ayrı ayrı tanımlayan, uygun eğitim materyalleri ve metodolojilerini seçip uygulayan, eğitim kurumları ile etkili bir işbirliği sağlayan çalışmaları organize edip sonuçları gözlemleyen ve elde edilen bu sonuçları bilgi ağı aracılığıyla sistemli bir şekilde kullanabilen kapasite arttırıcı bir eğitim programları desteklenmelidir. Kadınlarla çalışırken sosyal hizmet uygulamalarında kullanılan planlı müdahale\ değişim sürecini izlemek çalışmayı hem zenginleştirir, hem de sistematik bir hale getirilmesine yardımcı olabilir. Bilimsel yaklaşım temelli olduğu için de başkaları tarafından kullanılmasını kolaylaştırır. Bu planlı müdahale\ değişim sürecinin genelci uygulama çerçevesinde mikro, mezzo ve makro boyutlarda uygulama düzeyleri çalışmaların daha bütüncü bir yaklaşımla ele alınmasını sağlar. Tüm çalışmalarda gözden kaçırılmaması gereken durum ise kadınlara yönelik değil, onlarla birlikte bir şey yapmak ve onların, bu süreçte sorumluluk almalarını sağlamak olmalıdır. Bir diğer önemli boyut ise hak temelli ve sosyal adalet yaklaşımını içeren toplumsal cinsiyetçi bir bakış açısıyla çalışmaktır. Sözü edilen bu müdahaleler tüm bu çalışmaları mümkünse profesyonel bir ekiple yapmak çalışmalardaki başarıyı artıracaktır. 148 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar Cankurtaran Öntaş, Özlem. “Güçlendirme Yaklaşımı” Prof. Dr. Nihal Turan’a Armağan (Ed.Duyan Veli ve Aliye Mavili Aktaş) 103-108 Ankara: 2001. Demiröz, Filiz. “Deprem ve Aile Hizmetleri” 1.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu. T.C. Aile Araştırma Kurumu, 130-135,9-11 Mayıs 2001. Demiröz, Filiz. “Doğukışla Çadırkentinde Kadınlarla Yapılan Çalışmalar”. Sosyal Hizmet Sempozyumu 2001 Deprem Ve Sosyal Hizmetler, Ed: Erkan, G, Demiröz, F.ve Seval Özkurt Çetin, 283-288, 5-7 Aralık 2001.H.Ü.SHYO Yayını No 13. Demiröz, Filiz.. “Depremde Karşılaşılan Sorunlar Ve Çözüm Yolları”. Sosyal Hizmet Sempozyumu 2001 Deprem Ve Sosyal Hizmetler, Ed: Erkan, G, Demiröz, F. ve Seval Özkurt Çetin, 283-288. 5-7 Aralık 2001. H.Ü.SHYO Yayını No 13. Demiröz, Filiz. “Ailede Krizler Ve Sosyal Hizmet” Toplum Ve Sosyal Hizmet, Cilt 14.Sayı 1,Ay 4,Yıl 2003, 85-98 Demiröz, Filiz. İzmir İli Aydın ve Vatan Mahalleleri Örneğinde Zarar Görebilirlik ve Kapasite Değerlendirme Çalışması. Türkiye Kızılay Derneği Yayını, Ankara:2007. Demiröz, Filiz. Afet Sonrası Kadınlarla Çalışma. Türk Kızılayı, Ankara: 2009. Demiröz, Filiz ve Sema BUZ “Acil Durumlarda Toplumun Harekete Geçirilmesi ve Katılımı” Kızılhaç Dernekleri Federasyonu ve Amerikan Kızılhaçı tarafından hazırlanan Acil Durumlarda Müdahale Modulü için gözden geçirilmiş bölüm, Ankara 2003. Kümbetoğlu Belkıs, ”Afetler Sonrası Kadınlar Ve Yoksulluk” Yoksulluk, Şiddet Ve İnsan Hakları. Ed: Yasemin Özdek. TODAİE Yayını, Ankara: 2002. Pincha, Chaman. Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Afet Yönetimi. Uygulamacılar İçin El Kitabı Uyarlama ve Çeviri: Derya Keskin Demirer. Kocaeli Üniversitesi Yayınları: 362. 2009. T.C. Devlet Planlama Teşkilatı. VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu. DPT: 2599 ÖİK: 610,Ankara: 2001. T.C. Devlet Planlama Teşkilatı. 9. Kalkınma Planı (2007–2013). ”Çevre İdaresi ve Doğal Afetlerin Hafifletilmesi: Toplumsal Cinsiyetçi Bir Bakış Açısıyla Uzman Grup Toplantı Raporu”. Ankara. 6–9 Kasım, 2001. T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü. Politika Dokümanı. ”Kadın ve Çevre”. Ankara, 2008. T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü. Kadının Statüsü ve Sağlığı ile ilgili Gerçekler. Ed: Ayşe Akın. Ankara 2008. Tufan, Beril “Afet Durumlarında Sosyal Destek Sistemleri ve Sosyal Hizmet Uzmanları”. Travma Tedavisi Uzman Eğitimi, ed. B. Tufan, A. Aktaş ve V. Duyan, 88-96 , Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayını, No.:005, Ankara, 2000. Türk Kızılayı. “Afetlerde Psiko-sosyal Destek Uygulama Rehberi” Hazırlayanlar: Çağla Mağden ve diğerleri. I. Basım: Mayıs, Ankara: 2008. 149 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- 150 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- TARİHİ BİR BAKIŞLA ÇALIŞMA HAYATINDA KADIN Dolunay ŞENOL1 İbrahim MAZMAN2 Özet Dünya var olduğundan bu yana, kadın çalışma hayatının içinde yer almış, ancak bu yer alış her toplumda ve her dönemde farklılıklar ortaya koymuştur. Kadın, anneliğinden dolayı evden fazla uzaklaşma noktasında sıkıntılar yaşamış, bu da onun ev içi işleri yüklenmesine sebep olmuştur. Ev içi işleri yaparken kendi bahçesini ekip dikerek, bahçesinde yetiştirdiği hayvanların ürünlerini değerlendiren kadın, hemen hemen bütün toplumlarda ücretsiz aile işçisi konumunda olmuştur. Ancak sanayi ihtilali ile birlikte insan gücüne duyulan ihtiyaç, kadının da ev dışında çalışmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu süreçte, eğitim seviyelerinin düşüklüğünden kaynaklanan sebeplerle kadınlar, vasıfsız eleman olarak son derece zor şartlarda ve düşük ücretlerle çalışmak durumunda kalmışlardır. Dünyadaki seyre paralel değişim gösteren Türkiye’deki kadınlar da günümüzde daha fazla çalışma hayatında yer alıyor olsalar da durum hala istenen düzeyde değildir. Öncelikle kadının eğitim seviyesinin artması ve sosyo-kültürel hayatta meydana gelecek değişimler, kadının çalışma hayatında daha aktif olmasında etkili olacaktır kanaatindeyiz. Anahtar Kelimeler: Çalışma hayatında kadın, Kadın istihdamı, Türkiye’de kadın. Kadın ve Çalışma Hayatı Küreselleşen dünyada, olağanüstü bir değişim yaşanmaktadır. Bu değişim eşliğinde, kalkınmada en temel faktörün insan olduğu kabul edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında ve dünya nüfusunun yaklaşık yarısını kadınların oluşturduğu düşünüldüğünde, kadınların çalışma hayatındaki rolünü ve önemini görmemek mümkün değil. Dünyada yaşanan hızlı değişime paralel olarak kadının statüsünde ve rollerinde zaman içinde ve farklı dönemlerde farklılaşmalar yaşanmaktadır. Dünya genelinde zaman zaman kadınlar, sosyo-kültürel ve ekonomik sebeplerle evin içinde yaşamak zorunda kalmışlar. Kendisini eve hapseden geleneksel rolünün dışında, çalışma yaşamının kadına sunduğu, ekonomik özgürlük, yeni bir sosyal çevre, kendine güven ve kişiliğinin gelişmesi, toplumsal statüsünün yükselmesi gibi etkenler çalışma yaşamı içerisinde olmak istemesine sebep olmuştur. Eskiye oranla sorumlulukları artan, hem iş hem de evdeki sorumluluklarını yerine getirmek zorunda kalan kadın, yine de yukarıda sayılan sebeplerle çalışma hayatını devam ettirmeyi tercih etmektedir. Kadının çalışma hayatına girmesi ve çalışma hayatını sürdürmesi çok boyutludur. Her toplumda bu boyutlar çok farklı şekillerde etkileşime girmişler ve kadınlar her toplumda farklı bedeller ödemek zorunda kalmışlar. Ancak kabul edilmesi gereken bir gerçek varsa o da sanayi 1 Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected] Yrd. Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected] 2 151 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- devrimi sonrasında kadınların çalışma hayatında eskiye oranla çok daha fazla yer almaya başlamış olmalarıdır. Kadınların çalışma hayatında yer alma serüvenlerini, özellikle de Türk kadınının çalışma hayatındaki serüvenlerini, bu çalışmada, yazılı belgelere dayanarak ortaya koymaya çalışacağız. Dünya Kadınlarının Çalışma Hayatına Girişi Dünya geneline bakıldığında erkeklerin ev dışında ve güç gerektiren işleri, kadınların da ev içi işleri yapma şeklinde bir iş bölümünü ortaya koydukları görülmektedir. Hem kadınlar hem de erkekler, kadını doğası gereği, çocuk doğurup büyütmek, ev içi işleri yapmak, düzenlemek ve yürütmek ve kocasına ihtiyacı olan her noktada yardımcı olmakla sorumlu görülmüştür. Buna göre erkeğin yaşam alanı üretim ile kadının yaşam alanı da yeniden üretim ile sınırlandırılmıştır (KSGM, 1999: 17) Kadınların geleneksel olarak üç tip ekonomik iş ile uğraştıkları kabul edilmektedir (Şimşek, 2008: 12): Ailenin tüketimine yönelik üretmiş oldukları mal ve hizmetler, pazarda satmaya yönelik üretim yapmak ve ev dışında ücretli işçi statüsü ile çalışmak şeklinde özetlenebilir. Hemen hemen bütün toplumların yarısını oluşturan kadınların ekonomik kalkınmadaki rolünü görmemek mümkün değil. Kadınların, emek piyasasının dışında da vazgeçilmez bir üretim unsuru olmasına rağmen, emek piyasasındaki varlığı hemen hemen bütün dönemlerde ve günümüzde “ikincil işgücü” statüsü ile sınırlı kalmıştır (Özer ve Biçerli, 2003: 57). Bu statü, kadınların hayatın hemen hemen bütün alanlarında ikinci sırada kalmasını da beraberinde getirmiştir. Kadınların ekonomik kalkınmadaki yeri ve rolü toplumlara ve dönemlere göre farklılık ortaya koysa da kadınlar her dönemde çalışma hayatında aktif rol oynamışlar, ancak bu rol ücretsiz aile işçisi şeklinde olmuştur. Kadınların gerçek anlamda işçi statüsünde ve ücretli olarak çalışma hayatına girmesi ilk kez sanayi devrimi ile olmuştur (TİSK, 2002:1). Kadınların ücretsiz aile işçisi olmaktan çıkıp, ailelerinden uzakta, sürekli ve ücretli iş aramaya başlaması, Batı’da 19. Yüzyılda sanayileşme ile başlayan döneme denk gelmektedir (Tural, 1992:640). Bu dönemde kadınlar, kapalı aile ekonomileri içindeki faaliyetlerinden uzaklaşarak, kitleler halinde evlerinin dışındaki işlere girmeye başladılar. Dünyadaki teknolojik gelişmelerde yaşanılan gelişmeler, kapitalist girişimcilerin büyük ölçekli sanayi yatırımlarına yönelmesine sebep olmuştur (Çolak, 2001: 30). Eskiye oranla işçiye olan ihtiyacın artması, kendi işinde çalışanların, ücretli aile işçisi olanların yeni açılan bu işletmelere yönelmesine sebep olmuştur. Toplumların ekonomilerinde büyük bir dönüşümün habercisi olan bu oluşum, sanayi devriminin de başlatıcısı olarak kabul edilmektedir. Kadın işgücünün istihdamındaki artışta, sektörlerde meydana gelen nispi büyümenin rolünün oldukça büyük olduğu kabul edilmektedir (Tokol, 1999: 19). Batılı ülkelerin büyük çoğunluğunda, sanayileşme dokuma imalatı ile başlamış ve buralardaki iş gücünün büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturmuştur. Ancak kadınların çalışma hayatında yer almasının çok daha öncelere dayandığı da kabul edilmektedir (Kaya, 2008: 28). Bu sebep ile de kadınların çalışma hayatında yer almasının tarihsel köklerine, iş ve işçi ilişki ağına bakmak gerekir diye düşünüyoruz. İlkel toplumlardan günümüze kadar farklı statülerde ekonomik faaliyetlerde bulunan kadınların eğitim seviyelerinin yükselmesi ile birlikte çalışma hayatındaki rolleri de gelişim ve değişim göstermiştir. İlkel toplumlarda göçebe hayatı yaşayan ve avcılık ve toplayıcılıkla hayatlarını sürdüren toplumlarda kadınlar, aile içi cinsiyete dayalı işbölümünde önemli roller üstlenmektedirler (Kaya, 2008: 29). Erkekler yerleşim yerinden uzakta avcılık yaparak ailenin geçiminin önemli bir kısmını sağlamaya çalışmışlar. Kadınlar ise anne olmalarından 152 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- kaynaklanan sebepler ile evlerinin uzağına gidememişlerdir. Kadınlar bir taraftan evlerinin ve çocuklarının bakımlarını üzerlerine alırken, bitki toplayıcılığı, ekim ve dikim işleri, balçığı yoğurup pişirmek sureti ile çanak çömlek yapımı, dokuma tezgâhlarında bez üretme, vb. gibi işleri de yapmaya çalışmışlardır. Göçebe hayattan yerleşik hayata geçiş toplumların sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi ve ekonomik yapılarında önemli değişimler yaşanmasını da beraberinde getirmiştir. Yerleşim yerlerinin kurulması ile değişim ekonomisi, dolayısı ile de ticaret başlamış oldu. Üretim araçlarındaki gelişmeler, tarımsal faaliyetleri arttırırken, madencilik ve balıkçılık da yeni iş alanları olarak ortaya çıktı. Tarımla uğraşmaya başlayan kadın, bir yandan da hayvanları evcilleştirmeye çalışmıştır. Hayvanların evcilleştirilmesini kadınların başardığı kabul edilmektedir (Beyazkaya, 2009: 19). Hayvanların evcilleştirilmesi ile yerleşik köy hayatına geçilmeye başlanmış, böylece asalak ekonomiden üretici ekonomiye doğru da bir geçişin başladığı kabul edilmektedir. Kâinatta yaşanan zıtlıklar her zaman olduğu gibi o dönemde de yaşanmıştır. Tüm bu olumlu gelişmelere karşın, istenmeyen durumların yaşanmasının da önüne geçilememiştir. Gelişmelerin ışığında tabiatla ve diğer insanlarla güç mücadelesine girişen insanoğlu savaşların yaşanmasına neden olmuştur. Bu tarihten itibaren fiziksel güç ve üstünlük önem kazanmaya başlamış, dolayısı ile kadın erkeğe oranla ikinci planda kalmış ve pasif ize olmuştur. Bu durum kadın ve erkeğin hem aile içinde hem de toplum içinde rollerinin belirlenmesinde oldukça etkili olmuştur. İlk çağlardan 10. Yüzyıla kadar olan dönem kölelik ve tutsaklık düzeni olarak tanımlanmaktadır. Devletçi sisteme geçiş ile birlikte yaşanan toplumlar arası savaşlarda, erkek egemenliğinde köleci sistem gelişmiştir. Köleci sistemde vatandaşlar ve köleler olmak üzere ikiye ayrılan toplumda kölelerin hiçbir hakkının olmadığına inanılır. Köle sahiplerin malı kabul edilir ve kölenin her türlü hakkı sahibine ait kabul edilir. Bu dönemde, toplumdaki iş gücünün büyük kısmı savaşlardan elde edilen kölelerin büyük kısmını oluşturan kadınlar tarafından karşılanmaktadır (TİSK, 2002: 3). 10. yüzyıla kadar hâkim olan köleci düzen yerini feodal düzene bıraktığında, kadının konumunda da farklılıklar oluşmaya başlar. Köleci sistemdeki gibi kadın alınıp satılmaz. Kurumsallaşan aile sistemi ile kadın üstündeki özel mülkiyet derinleşir. Bu dönemde kadın çalışanlar olduğu gibi sadece kadınların çalıştığı iş kolları da oluşmaya başladı. Siyaset ve savaş dışındaki alanlarda, özellikle de çalışma ve ev hayatında etkin konuma gelmeye başlayan kadınlar, imalat sanayiinde etkin rol oynamaya başladılar. Özellikle el emeğine dayanan küçük el sanatlarında çalışan kadınlar, dokuma, boyama, çömlek ve terzilik gibi iş kollarında yoğun olarak çalışmaya başladılar (Kaya, 2008: 30). Sanayi devrimi ile birlikte son bulan feodal dönem, üretimde yeni gelişmelerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Artan kentleşme, fabrika üretiminin de artmasını sağladı. İlk kez Sanayi İhtilali ile birlikte bugün bilinen anlamda kadın işgücü kavramının doğduğu kabul edilmektedir (Kocacık ve Gökkaya, 2005: 197). Sanayi devriminin çıkrık makinelerinin icadı ile başladığı, buharlı makinelerin icadından sonra, demir çelik endüstrisi ve diğer sektörlere ve ülkelere de yayılmıştır. Gelişen teknoloji ile Avrupa sanayiinde başlayan kitle üretimi, tarımda yaşanan gelişmeler, tarımdaki kadın iş gücünü işsiz kılmıştır. Tarımdaki işini kaybeden kadınlar, kente göç ederek kentteki emek piyasasına işgücü olarak katılmaya başladılar. 153 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Sanayileşmenin ilk yıllarında kadınların çoğunlukla tekstil alanında, düşük ücretli olarak, zor şartlarda ve uzun çalışma saatlerinde çalıştırılmış olduğu bilinmektedir. İngiltere’de 1841 yılında imalat sanayiinde çalışan kadınların oranı % 35 iken bu oran 1851’de % 45’e yükselmiştir (Özer ve Biçerli, 2003: 57). İlerleyen yıllarda dokuma sektöründeki gelişmelere paralel olarak, bu alanda çalışan kadın oranı da artış göstermiştir. Liberal anlayışın hâkim olduğu bu dönemde, kadın ücretleri erkeklerin oldukça gerisinde kalmıştır. Kadınların düşük ücretlerle, zor şartlarda ve uzun süreli çalıştırılmalarından dolayı bu dönem kadın emeği açışından çok da olumlu izlenimler bırakmamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanayi devriminin yaşandığı ülkeler başta olmak üzere kadınların çalışma hayatında karşılaşmış olduğu olumsuzluklar ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Bu dönemde, bahse konu edilen ülkelerde, kadınların çalışma şartlarını düzenlemeye yönelik koruyucu sosyal politikalar geliştirilmeye ve uygulanmaya başlandı. Birinci ve İkinci Dünya savaşı yıllarında erkeklerin askere alınmış olması sebebi ile erkeklerden boş kalan işlerde kadı istihdamı fazlalığı yaşanmaya başlandı. Savaşların bitmesi ile birlikte erkeklerin eski sektörlerine geri dönmeleri sonucunda kadın işgücünün bir kısmı çalışma hayatını sonlandırırken önemli bir kısmı da iş hayatlarına devam etme kararı almışlardır. Kadınların iş hayatına girmesi, devlete kreşlerin ve okulların açılması zorunluluğunu getirmiştir (Kaya, 2008: 28). Bu dönemde, büro işleri ortaya çıkmaya başlamış ve buralarda kadınların çalışması daha fazla görülmeye başlanmıştır. Kadınların artan oranlarla işgücüne katılımları hem kendi aralarında örgütlenmelerini gerektirmiş hem de aile ve toplum içindeki cinsel rol ve sorumluluklarının belirlenmesini gerektirmiştir (Kandiyoti, 1984: 28). Çünkü kadınların iş hayatına girmeleri ile geleneksel rolleri devam ettiği gibi çalışma hayatının da kendisinden beklediği yeni sorumlulukları ortaya çıkmaktadır. Kadın bir taraftan hem ev hem de dışarıda çalışmanın yükümlülükleri ile mücadele etmeye çalışmaktadır. Kadınlar her ne kadar sorumlulukları artsa da ev dışında çalışmaya devam etmeyi tercih etmektedirler. Bir taraftan aile fertlerine çalışma hayatlarını kabul ettirmeye çalışırken diğer taraftan da erkek egemen iş hayatında var olmaya hatta yükselme mücadelesini sürdürmektedir. Kadınlar bu dönemde monoton ev hayatından kurtulabilmek için yarı zamanlı ve düşük ücretli işleri dahi kabul etmekte bir sakınca görmemişlerdir. 1940’lı yıllara gelinceye kadar, dünyadaki kadın işgücünün büyük çoğunluğunu genç ve bekar kadınlar oluşturmaktadır. 1940-1960 yılları arasında kadınların işgücü piyasasına girmesinde büyük bir artış olmuştur. Bu artışla birlikte, evli kadınların işgücü piyasasındaki oranında da hızlı bir artış yaşanmıştır (Şimşek, 2008: 15). TİSK’in (2002:6) verilerine göre 1950’li yıllarda gelişmiş ülkelerdeki 15-64 yaş grubundaki kadınların % 50’si, gelişmekte olan ülkelerdeki aynı yaş grubundaki kadınların da % 47’si çalışma hayatında aktif olarak yer almıştır. Kadınlar her ne kadar tarım dışı iş hayatında çalışmaya endüstri devrimi ile başlamış olsa da çalışma hayatında kadınların etkin bir şekilde yer alması 2. Dünya Savaşı sonrasına denk gelmektedir. Kadınların 2. Dünya Savaşı sonrasında çalışma hayatında etkin olmaya başlaması ile birlikte, uluslararası sosyal politikaların geliştirilmesi, kadın işgücünü koruyucu ve destekleyici hukuksal düzenlemeleri de beraberinde getirmiştir. 1950’li yıllarda işgücünün kompozisyonunda bir değişim yaşanmış, tarım ve sanayinin yerini hizmet sektörü almaya başlamıştır. Bu durum, kadının iş hayatına katılımını olumlu yönde etkilemiştir. Bu dönemde iş hayatında aktif konumda olan kadınların % 71’i, Asya ve 154 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Fasifik’teki kadınların % 40’ı, Afrika’daki kadınların % 20’si ve diğer gelişmiş bölgelerdeki kadınların da % 62’sinin hizmet sektöründe çalışmaya başladığı tespit edilmiştir. Tural’a ( 1992: 640 ) göre, 1970’li yıllar kadının çalışma hayatına girmesi ile ortaya çıkan problemlerin tartışıldığı yıllar olmuş ve uluslararası düzeyde çözümler üretilmeye çalışılmıştır. Kadınların çalışma hayatına katılımının hızlandırılması ve karşılaşmış oldukları problemlerin çözümüne yönelik politikalar üretilmiştir. 1975 yılının da “Uluslararası Kadınlar Yılı” olarak ilan edilmesi de o yıllarda kadınlarla ilgili hassasiyetin arttığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Çalışma Hayatında Türk Kadını Tüm sosyal olaylarda olduğu gibi kadının çalışma hayatına girmesinde de birçok faktörün etkisi olmuştur. Dünya genelinde yaşanılan değişim Türk sosyo-kültür yapısına da yansımış ve kadın çalışma hayatına aktif olarak katılmıştır. Kadın, Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de cinsiyetinden kaynaklanan engeli aşmak suretiyle aktif olarak çalışma hayatındaki yerini almaya başlamıştır (Ereş, 2006: 40). İlk Türklerde kadınlar erkeklerle aynı işleri yaparken cinsiyete dayalı iş bölümü de bütün toplumlarda olduğu gibi onlarda da söz konusu idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda tarım ve hayvancılık egemen geçim kaynağı iken ticaret, el ve ev sanatları da geçim kaynağı olarak görülmektedir. Kadınlara mesleki eğitim kazandırma ile ilgili ilk çalışmaların, 1842’de Avrupa’dan getirilen kadınların Tıbbiye’de vermiş oldukları kurslarla başladığı kabul edilmektedir. Bunu takiben 1858’de ilk Kız Rüştiye’ler ve ardından da 1870’de Darülmuallimat olarak bilinen kız öğretmen okullarının açılması ile devam etmiştir (Tekeli, 1982: 196). İlk kadın öğretmen 1872’de, ilk kadın okul yöneticisi de 1882’de görülmektedir Demir: 2008: 8 ). Bu hareket ile Osmanlı İmparatorluğunda kadınların sanayiden önce eğitim alanında daha etkili oldukları kabul edilmektedir. Tanzimat Döneminin kadınların eğitim alanında oldukça etkili bir dönem olduğu ve kadınlara eğitim seferberliğinin başlatıldığı bir dönem olduğu dikkati çekmektedir. Bu dönemde Kız Sanayi Okullarının açılması önemsenmiştir. İlk Kız Sanayi Okulu Yedikule’de 1869 yılında açılmıştır. 1881 yılında da yatılı ve gündüzlü olmak üzere Kız Sanayi Okulları, 1882 yılında da Dersaadet Kız Sanayi Mektebi açılmıştır. Bunları müteakiben Şam ve Trablusgarp’da da Kız Sanayi Okulları açılmıştır (Odyakmaz, 2001: 18). Kadınların iş hayatına ücretli işçi olarak 1897 yılında başladıkları, devlet memuru olarak da ilk kez 1913 yılında çalışma hayatına başladıkları kabul edilmektedir (Ereş, 2006: 40). Yine bu kaynağa göre kadınlar ilk kez 1922 yılında Tıp Fakültesinde eğitim almaya başlamışlardır. Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı, iş hayatından çekilip cephelerde görev alan erkeklerin yerini kadınların almasında etkili olmuştur. Hatta bu savaş dönemlerinde, erkeklerden boşalan devlet dairelerine, toplu olarak kadınların alındığı (Kaya, 2008: 32), devlet dairelerinde kadın çalışan sayısının hızla arttığı dikkati çekmektedir. Kadınların, savaş yıllarından itibaren çalışma hayatının pek çok alanında aktif olarak yer almaya başlaması ile birlikte, kendi varlıklarını hissettirmeye başlaması ve birtakım hakları elde etmek için çaba sarf etmesini de beraberinde getirmiştir. Tüm bu gelişmeler Cumhuriyetin ilanını takip eden yıllarda kadınlara, o dönemde pek çok Avrupa ülkesinde verilmeyen hakların verilmesini de beraberinde getirmiştir (Demir, 2008: 8). 155 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Cumhuriyetin ilk yılları ile birlikte, kadınların çalışma hayatında daha etkin olması, kadınların hukuk, iş hayatı ve eğitim gibi alanlarda eşit imkân ve fırsatların verilmesinin gerekliliği tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Her konuda olduğu gibi kadın ile ilgili yasaların uygulamada yer bulabilmesi için sosyo-kültürel yapının hazır olması gerekmektedir. Çıkarılan yasalar, gerekli sosyo-kültürel ve ekonomik temellerden yoksun olduğu için, uygulama güçlüklerle karşılaşmış, uygulamada istenilen düzeyde başarı elde edilememiştir. Ancak bu dönemde kadınlarla ilgili yapılan düzenlemelerin son derece önemli olduğunu, ekonomik ve sosyal açıdan etkili olduğunu söylemek gerekir. Atatürk’ün 1923 yılında İzmir’de kadın ve erkeğin kalkınmada birlikte yer almalarının önemini vurgulayan konuşması da bu çalışmaların son derece önemsendiğini ortaya koymaktadır (Sağ, 2001: 19). Cumhuriyet dönemi ile birlikte meydana gelen ekonomik, yasal ve kültürel değişimler sonucu ülkemizdeki işçilerin ve bunların içindeki kadınların sayısında artış görülmüştür. 1927 yılında Türkiye’de dokuma sanayinde çalışan kadın işçi sayısı % 52,05 iken, 1932 yılında bu oran % 56’ya yükselmiştir. Türk tarihinde, Cumhuriyet dönemiyle birlikte kadına verilen önem daha da artmış ve kadının çeşitli mesleklerde toplum hayatında yer alması, bizzat Atatürk tarafından desteklenmiştir. Atatürk’ün ordu safları içinde vatan müdafaasına fiilen iştirak için başvuran Halide Edip’e 18 Ağustos 1921 tarihinde Başkumandan Mustafa Kemal imzası ile gönderdiği telgraf bunun tipik bir (Erkal, 2004;103) örneği kabul edilmektedir. Çalışma hak ve özgürlüğünü tamamlayan ve destekleyen 1961 ve 1982 Anayasalarının Çalışma hakkı ve ödevi ile ilgili hükmü de, herhangi bir ayrım yapmaksızın "çalışma herkesin hakkı ve ödevi" diyerek çalışma talebinde bulunmanın sadece bireysel bir hak değil, aynı zamanda topluma karşı bir görev olduğunu hükme bağlamıştır. Bu sebep ile sadece özel sektörde iş sözleşmesiyle çalışan işçi olmak değil, aynı zamanda kamu sektöründe çalışan bir memur veya sözleşmeli personel olmak da kadınlara tanınmış bir hak haline gelmiştir (Demir, 2008:8). Bu sebep ile kadınların özel sektör işletmelerinde çalışırken, vasıflı ve vasıfsız eleman statüsünde çalışmaları da söz konusu olmuştur. Kadınların artık yönetici, kaymakam, vali, avukat, büyükelçi, öğretim üyesi, vb. üst düzey kamu görevlerine de gelmeleri, gerekli vasıfları kazanmaları şartı ile mümkün hale gelmiştir. 1930 yılında çıkarılan belediye yasası ile kadınlar ilk kez belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı kazanmıştır. Kadınların ilk kez köylerde muhtar olma ve belediye meclisine seçilme hakları, 1933 yılında köy kanununda yapılan değişikliklerle mümkün olmuştur. 1934’te yapılan Anayasa değişikliği ile de kadınlara ilk kez milletvekili seçilme hakkı tanınmıştır. TBMM 5. dönem seçimleri ile kadınlar milletvekili olarak ilk kez Meclise girmişlerdir. Kadınların Mecliste ilk temsilleri 17 kadın milletvekili,1935 yılında olmuştur. 1950 yılında ilk kadın belediye başkanı seçilmiştir. Mersin’den seçilen Müfide İlhan ilk kadın belediye başkanı olmuştur. Kadınlara ilk kez kaymakamlık yolu 1989 yılında açılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kadın vali, 1991 yılında Muğla’ya atanan Lale Aytaman’dır. Türkiye’nin ilk kadın bakanı Türkan Akyol olup, 1971 yılında göreve atanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kadın başbakan, 1993 yılında hükümet kurmuş olan Tansu Çillerdir. (Ereş, 2006; 40). Türkiye’de devletin sosyal politika alanında kadınları korumak için ilk müdahalesi kadın ve çocuk işçilerin bedensel özellikleri açısından çalışma koşullarını düzenleyen Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile olmuştur. Devletin çalışma hayatına ilk kapsamlı müdahalesi ise, 1936 156 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- yılında 3008 sayılı İş Kanunu’nu kabulü ile başlamıştır. Bu kanun, aynı zamanda bireysel hukuktan sosyal hukuka geçişin de dönüm noktasını olarak kabul edilmektedir. Ülkemizde uluslararası mevzuatın etkileri de ilk kez 1937 yılında ILO’nun 45 numaralı “Kadınların Maden Ocaklarında ve Yeraltında Çalıştırılmamasına ilişkin Sözleşmesinin onaylanması ile ortaya çıkmıştır. 3008 sayılı İş Kanununun kabulünden sonra, özellikle II. Dünya Savaşının etkisi ile kadın çalışanlara ilişkin mevzuatın gelişiminde bir yavaşlama söz konusu olmuştur. 1945 yılında “İş Kazaları İle Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortası Kanunu” Türkiye de yürürlüğe giren kadınlarla ilgili ilk sigorta kanunu olmuştur (Kaya, 2008: 34). Bu yasa ile çalışan kadınlara ilk kez sosyal güvence sağlanmış oldu. Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini 1985 yılında imzalamış ve aynı yıl “5. Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda kadın konusu, ilk kez bir sektör olarak yer almıştır. “Kadın Sorunları Araştırma Ve Uygulama Merkezi”, 1989 yılında İstanbul Üniversitesi’nde kurulmuştur (Ereş, 2006; 40). Bugün, bu merkezlerin toplumda oynamış oldukları rol fark edildiği için hemen hemen bütün üniversitelerin bünyesinde açılması önemsenmekte ve merkezlerin sayısı da her geçen gün artmaktadır. Türkiye’de işgücüne dâhil olan kadınların büyük çoğunluğu tarım sektöründe, ücretsiz aile işçisi konumunda olduğu bilinmektedir. KSGM’nün verilerine göre (2000:5), tarımda çalışan kadınların % 88’inin ücretsiz aile işçisi olduğu tespit edilmiştir. 1950’li yıllarda hızlanan sanayileşme, beraberinde köyden kente göçün artmasını getirmiştir. Kente göç eden aile, ekonomik sıkıntılarla karşılaşmış, çok kısa vadeli çözümler üretmek zorunda kalmıştır. Ailenim ilk ürettiği çözüm, en büyük erkek çocuğun vasıfsız eleman olarak çalıştırılması olmuştur. Vasıfsız eleman olarak çalışan babanın ve en büyük erkek çocuğun eve getirdiği para ailenin geçimi için yeterli olmayınca istemeyerek de olsa kadının çalışma hayatına girmesini gündeme getirmiştir (Çevik, 1997: 48). Böylece kentte yaşanan ekonomik sıkıntılar, ailede erkeklerin yanında kadınların da iş yaşamına daha fazla katılmalarını gerekli kılmıştır. Kadınlar, genellikle meslek eğitimi gerektirmeyen işgücünün bolluğuna ve ucuzluğuna dayalı işlerde istihdam edilmiştir. Bunlar daha çok tütün, gıda, dokuma, kimya gibi kayıt dışının yoğun olduğu hafif imalat sanayi ve hizmet kesimindeki işler (Yörü, 2009; 354) şeklinde olmuştur. Bunun yanında, kadının geleneksel yaşamı içinde yaptığı, çocuk bakımı, ev işi, hasta bakımı, vb. işleri evlerinin dışında, ücret karşılığında yapması süreci de böylece başlamış oldu. Kadınların aktif nüfus içindeki oranı 1927 yılında % 35,10 iken, bu oran çok kısa bir sürede, 1935 yılında %57,60’a çıkmıştır. Bu oranlar en yüksek düzeyine 1955 yılında % 72,01 oranı ile ulaşmıştır. Ancak bu değer “1980’ de % 48 düzeyindeyken, 2006’da % 26 seviyesine düşmüştür” (İpek Yolu Kalkınma Ajansı, Kadın İstihdamı Raporu). 2008 yılı temmuz ayı verilerinde %27,2 oranına gerilemiştir. 1927 yılı rakamları ile 2008 yılı rakamları karşılaştırıldığında aktif nüfus içerisindeki kadın nüfus oranında düşüş olduğu dikkati çekmektedir. TÜİK 2011 raporuna göre, kadının işgücüne katılım oranı, AB ülkelerinde ortalama % 60 iken, Türkiye’de % 29,8’dir. Aradan geçen yıllar dikkate alındığında çok daha yükselme yönünde olması beklenirken, olumsuz yönde olmuştur. Bu da o dönemde yaşanılan sosyokültürel ve ekonomik sebeplerle açıklanabilir. (Kaya, 2008; 34). Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranları, yıllara göre farklılıklar ortaya koymaktadır. Bu tabloya bakacak olursak: 157 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Tablo 1. Kadınların İstihdam* ve İşgücüne Katılma Oranı** Yıl İstihdam Oranı* İşgücüne Katılma Oranı** 1988 % 30,6 % 34,3 1993 % 24,3 % 26,8 2000 % 24,9 % 26,6 2005 % 20,7 % 23,3 2010 % 24,0 % 27,6 Kaynak: TÜİK, Hane Halkı İşgücü İstatistikleri (*): İstihdam Oranı: İstihdamın kurumsal olmayan nüfus içindeki oranıdır. (**): İşgücüne Katılma Oranı: İstihdam edilenler ve işsizlerin oluşturduğu işgücünün kurumsal olmayan nüfus içindeki oran. 2013 TÜİK verilerine göre ise erkek ve kadın Türkiye’de işgücüne katılım oranları aşağıdaki gibidir. Dönemi Türkiye-İşgücüne katılım oranı-Erkek(%) Türkiye-İşgücüne katılım oranı(%) Türkiye-İşgücüne katılım oranıKadın(%) Ocak 2013 Aralık 2012 Kasım 2012 Ekim 2012 Eylül 2012 Ağustos 2012 Temmuz 2012 Haziran 2012 Mayıs 2012 Nisan 2012 Mart 2012 Şubat 2012 70.4 70.9 71.8 71.9 72.0 71.9 71.9 71.7 71.4 70.6 69.8 49.5 50.0 50.7 51.0 51.0 50.7 50.8 50.8 50.5 49.6 48.6 47.9 29.3 29.6 30.2 30.7 30.7 30.1 30.3 30.6 30.2 29.2 27.9 27.4 Ocak 2012 69.7 48.2 27.2 69.1 2. Tablo incelendiğinde Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranlarının erkeklere göre çok daha düşük olduğu görülmektedir. Erkeklerin katılım oranları, kadınların iki katından da fazladır. Kadınların işgücüne katılım oranlarının düşük olmasının en önemli nedenlerinden birisi, kadın işgücüne olan talebin az olmasıdır. Kadın ve erkek vasfı ayna olduğu halde erkeğin kadından daha fazla tercih ediliyor olması, daha fazla sosyo-kültürel yapı ile izah edilebilir diye düşünüyoruz. Çünkü bugünün dünyasında kazanılan vasıfların fazlalığının, son derece önemsendiği bilinmektedir. Ancak, 158 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- hemen hemen her dönemde toplumun kuralları, yazılı kuralların önüne geçmektedir. Bu da ülkemizde cinsiyet ayrımcılığının hala yaşandığını, yaşanmasının sosyal ve kültürel sebeplerinin olduğunu, ancak çözümlenmesinin de gerekli olduğunu ortaya koyan önemli bir göstergedir diye düşünüyoruz. Sonuç Bütün toplumlarda kadınlar hep üretken olmuşlardır. Her toplum kendi şartları içinde kadınlara farklı görevler vermiştir. Ancak kadınlar hemen hemen her dönemde ve her sosyokültürel yapıda ev içi rollerle sınırlı kalmıştır. Kadının biyolojik yapısı ve annelik rolü, onun ev içinde kalmasına sebep olmuştur. Kadın, tarihsel süreç içinde, her dönemin şart ve niteliklerine göre değişen şekil ve statülerde farklı ekonomik faaliyetlere katılmıştır. Kadının çalışma hayatına girişi, yalnız sanayi devrimi ile sınırlandırılamaz. Ancak kadının çalışma hayatına aktif olarak girmesi ve çalışma hayatında para kazanan statüsünde olması daha çok sanayi devrimi dönemine denk gelmektedir. Ancak kadınların ücretli işçi statüsünde çalışma hayatında aktif olmaları, tarihsel olarak çok daha eski dönemlere kadar gitmektedir. Ancak sanayi devrimi ile birlikte kadınlar, hem ücretli, hem vasıflı hem de çalışan statüsünü elde etmiş oldular. Sanayi devrimi öncesinde kadınların; köle, serf, yamak, çırak, kalfa gibi farklı statüde çalışma hayatının içinde yer aldıkları görülmektedir. İlkel toplumlarda erkekler avcılık yaparken, kadınlar bazı tohumlu bitkilerin ekim-biçim işleri ile yani tarım ile uğraşıyorlardı. Kadınlar tarımın yanında kolay yoğrulabilen balçığı şekillendirip pişirerek çanak-çömlek yapımının yanında, küçük tezgâhları kullanarak, dokumacılık yapma görevini de yüklenmeye başladılar. İnsanlık tarihinin oluşumunda önemli role sahip olan kadınlar, ataerkil toplumsal düzenin hâkimiyetinin artması ile toplum içindeki sorumluluk alanları aile içi görevlerle kısıtlanmışlardır. Bu sebep ile de çalışma hayatında olmaları gerektiği kadar yer alamamışlardır. Sanayileşmenin ilerleyen yıllarında oluşan yeni toplum düzeninde erkekler, işgücünde, üretimin gerçekleştirilmesinde niceliksel olarak yetersiz kalmaya başladılar. Erkeklerin üretimin gerçekleştirilmesinde yetersiz kalması ile birlikte, kadınlardan yardım alınmaya başlandı. Çalışma hayatında erkek iş gücünün yerine kadın iş gücünün kullanılabilir olduğunun düşünülmesi ile birlikte çalışma hayatında daha fazla yer almaya başladı. Kadınların çalışma hayatında yer almaları, elde etmiş oldukları geliri, aile bütçelerine aktarmaları sebebi ile aile bireyleri tarafından da desteklenir olmaya başladı. Kadının çalışmasının ailesi tarafından da desteklenmeye başlanması, sosyo-kültürel yapının da kadının çalışma hayatında yer almasına bakışının değişmesinde son derece etkili olmuştur. Bu değişim günümüzde de sürmektedir. O zaman olduğu kadar olmasa da kadınlar, günümüzde de çalışma hayatına katılmaktan ve çalışma hayatına dâhil olmaya çalışmaktan kaynaklanan sıkıntılar yaşamaktalar. Türk kadınının çalışma hayatında yer almasını, Cumhuriyet öncesi ve sonrası olmak üzere iki döneme ayırmak mümkün. Osmanlı İmparatorluğunda sanayi devrimi söz konusu olmasa bile sanayileşme hareketleri 19. yüzyılın ilk yarısında başlamış kabul edilmektedir. Ancak imparatorluğun içinde bulunduğu sosyal, ekonomik ve siyasal şartlar sebebi ile endüstrileşme gerektiği gibi gelişememiştir. Cumhuriyet dönemiyle birlikte kadına verilen önem artmış ve kadının çeşitli mesleklerle sosyal hayatın içinde yer alması, Özellikle Cumhuriyetin kuruluş yıllarında oldukça çok desteklenmiştir. Bu sebep ile de kadınlara yönelik son derece 159 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- eşitlikçi kanunlar çıkarılmıştır. Ancak kanunların çıkarılması demek onların olması gerektiği düzeyde uygulandığı anlamına da gelmemektedir. 1950’li yıllarda hızlanan sanayileşme, köyden kente göçün artması ve şehirlerdeki ekonomik sıkıntılar, ailede erkeklerin yanında kadınların da iş yaşamına daha fazla katılmalarını gerekli kılmıştır. Kadınlar her ne kadar çalışma hayatına girmiş olsalar da en fazla çalıştıkları alan tarım sektörü olmaya devam etmiştir. Tarımda çalışan kadın, büyük oranda ücretsiz aile işçisi olmaya da devam etmiştir. Günümüz kadını, eskiye oranla çalışma hayatında daha fazla yer almaktadır. Ancak kadınların çok büyük bir kısmı, vasıfsız işgücü olarak çalışma hayatında yer almaktadır. Bu da kadınların çalışma hayatında çok emek harcaması ancak emeğinin karşılığını alamaması anlamına gelmektedir. Kadınların çalışma hayatında vasıfsız eleman olarak çalışmalarında eğitim seviyelerinin düşüklüğünün payını unutmamak gerekir. Kadınların eğitim seviyelerinin düşüklüğü, dolayısı ile de vasıfsız eleman olmaları sadece kendi tercihleri değildir. Kadının statüsünün ve yaşama şeklinin değişebilmesi için sadece kadınların değişmesinin yeterli olmadığı bugün konunun uzmanları tarafından kabul edilen bir gerçektir. Kadınlar kadar erkeklerin ve toplumun da değişmesi, toplumun değerlerinin de değişmesi gerekmektedir. Bu gerçek bugün pek çok insan tarafından fark edilmiş bulunmaktadır. Ancak bir diğer gerçek de sadece fark etmenin yeterli olmadığı, uygulamada da bir takım değişikliklerin yapılmasının gerekliliğidir. 160 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar Acar, A. F. (1990), “Türkiye’de Kadınların Akademik Kariyere Katılımı”, Konferans Değişen Bir Toplumda Kadının İstihdam İmkânlarının Geliştirilmesi, 7-8 Kasım 1989 İstanbul, İİBK, Ankara. Arat, N. (1996), Türkiye’de Kadın Olmak, Say Yayınları, İstanbul. Atıl Yörü, H. (2009), Türkiye’deki Üniversite Kütüphanelerinde Kadın İşgücü, Türk Kütüphaneciliği 23. Beyazkaya, (2009) İnternet Adresi: http://rojger.com/author_article_detail.php?article_id=403 Erişim tarihi: 25.02.2013. Çevik, Dolunay (1997), Çalışmazsam Okuyamam, Ankara: Ankara Büyükşehir Belediyesi, Eğitim Kültür Dairesi Yayınları. Çolak, Ö.F; Kılıç, C. (2001), “Yeni Sanayileşen Bölgelerde Kadın İşgücü Arzı: Şanlıurfa Örneği”, TİSK Yayını, No:2l4, Ankara. Çolak, Ö.F; Ardor, H.N. (2001), “İşgücü Piyasasında Ayırımcılık: Türkiye ve Seçilmiş Ülke Örnekleri”, Ekonomik Yaklaşım, Cilt:12, Sayı:40. Demir, F.(2008), “Tarihsel Süreç İçinde Kadın Hakları ve Kadının Çalışma Hayatı İçindeki Yeri”, Tühis İş Hukuku ve İktisat Dergisi, Cilt: 21, Sayı: 4, Ankara, İnternet Adresi: http://www.tuhis.org.tr/dergi/cilt21_sayi4, Erişim Tarihi: 10.02.2010. Erkal, M.E. (2004), Sosyoloji, Der Yayınları, İstanbul. Ereş, F.(2006), “Türkiye’de Kadının Statüsü Ve Yansımaları” Gazi Üniversitesi Endüstriyel Sanatlar Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı:19, s.40-52. Fenerci, S. (1999), Açılış Konuşması, Türkiye’de Kadın İşgücü Seminerleri I-II, Yayın No:192, TİSK Yayınları, Ankara. İpek Yolu Kalkınma Ajansı, Kadın İstihdamı Raporu: Adresi:http://www.ika.org.tr/dosya/raporlar/TRC1KadinIstihdamiRaporu.pdf tarihi: 26.04.2013. İnternet Erişim Kandiyoti, D. (1984), “Aile Yapısında Değişme ve Süreklilik: Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım”, Türk Sosyal Bilimler Derneği, Ankara. Kaya, S. (2008), Kadın İşgücünün Genel Profili ve Çalışma Yaşamında Karşılaştığı Sorunlar, İnternet Adresi: www.izto.org. tr/NR/rdonlyres/7475BDA195B7.../kadınisgücüı_sait.pdf, Erişim tarihi: 25.02.2010. Kocacık, F; Gökkaya, V.B. (2005), “Türkiye’de Çalışan Kadınlar Ve Sorunları”, C.Ü. İktisadi Ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 6, Sayı 1, S.S.197. KSGM*, (1999), Çalışmaya Hazır İşgücü Olarak Kentli Kadın Ve Değişimi, Ankara. KSGM**, (1999), İşgücü Yetiştirme Kurslarının Kadın İstihdamına Katkısı, Ankara. 161 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KSGM**, (2005), Kentlerde Kadınların İş Yaşamına Katılım Sorunlarının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Boyutları, Ankara. Odyakmaz, Z. (2001), Gelişen Sanayi Merkezlerinde Kadın İşgücü Panelleri I-II, TİSK Yayınları No:205, Ankara. Özer, M. ve Biçerli, K, “Türkiye’de Kadın İşgücünün Panel Veri Analizi”, Sosyal Bilimler Dergisi, 2003-2004. Sağ, V.(2001), “Tarihsel Süreç İçerisinde Türk Kadını Ve Atatürk”, C.Ü İktisadi Ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, S.S. 19. Şimşek, M. (2008), Küreselleşen Dünyada Kadının Ekonomik Konumu, “Türkiye ve Diğer Dünya Ülkelerinden Örneklerle Kadın Sorunlarının Ekonomik Boyutu ve Kadın Yoksulluğu”, Ekin Yayınları. Tekeli, Ş. (1982), Kadınlar ve Siyasal-Toplumsal Hayat, Birikim Yayınları, İstanbul. TİSK (2002), Çağdaş İş Merkezlerinde Kadın İşgücünün Konumu: Bursa Örneği, Yayın No: 219. Toker, A. (1999), “Türkiye’de Kadın İşgücü”, Türkiye’de Kadın İşgücü Seminerleri I-II, Yayın No:192, TİSK Yayınları, Ankara. Tokol, A. (1999), “Dünyada Kadın İşgücü”, Türkiye’de Kadın İşgücü Seminerleri I-II, TİSK Yayınları No:192, Ankara. Tural, N. (1992), "Kadınların Çalışması ve İstihdam Sorunları", Türk Aile Ansiklopedisi, Cilt 2, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, Ankara, s.640-649. Turan, R. (1992), “Osmanlıların Kurtuluş Yıllarında Türk Ailesi”, Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları No: 71, Ankara. TÜİK (2010) İşgücü İstatistikleri Veri Tabanı - TRC1 İşteki Duruma ve Bölgelere Göre İstihdam Edilenler. Ankara: TÜİK. TÜİK (2011) İşgücü İstatistikleri Veri Tabanı - TRC1 İşteki Duruma ve Bölgelere Göre İstihdam Edilenler. Ankara: TÜİK. TÜİK (2013) İşgücü İstatistikleri Veri Tabanı - TRC1 İşteki Duruma ve Bölgelere Göre İstihdam Edilenler. Ankara: TÜİK. 162 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- KADINLARIN SOSYO-EKONOMİK KATILIMLARI ÜZERİNDE SİVİL TOPLUM KURUMLARININ ROLÜ Hasan KALA1 Özet Kadınların sosyal hayatta edindikleri yer eğitim ve istihdamın artmasına parelel olarak artış göstermekle birlikte yeterli seviyede de değildir. sosyo ekonomik katılım oranlarının artmasına rağmen gerek yönetim gerekse, üst düzey bürokrat olarak istihdam oranlarında önemli problemler mevcuttur. Bu sorunların çözümünde sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri büyük önem arz etmektedir. Kadınlarla ilgili faaliyetler yürüten sivil toplum kuruluşlarının ve sivil toplum kuruluşlarında görev alan kadınlarının sayısının artması ve daha işlevsel hale gelmeleri problemin çözümünü kolaylaştıracaktır. Kadınlara yönelik düzenlenen eğitim faaliyetleri ile kadınların daha sosyal bir yapıya bürünmesi sağlanacakken, düzenlenen meslek kazandırma kursları ile de istihdam sorunları çözülmüş olacaktır. Genel işleyişi içerisinde kamu kurumlarının bu ve benzeri faaliyetler yürütmesi çok mümkün olmamaktadır. Bu nedenle sivil toplum kuruluşlarına önemli sorumluluklar düşmektedir. Kadınların sosyo-ekonomik hayata katılımları arttıkça kendilerine olan güvenleri ve temsil yetenekleri de gelişecektir. Sivil toplum faaliyetlerine katılan kadınlar yönetici ve üst düzey bürokrat olma yolunda ve siyasi faaliyetlerde yer alma konusunda daha istekli ve donanımlı olacaklardır. Anahtar Kelimeler: Sivil Toplum Kuruluşları, Kadın istihdamı, Kadınların sosyal hayata katılımı Kadınların Sosyal Hayattaki Rolü ve Etkisi Kadın sosyal yapı içerisinde önemli rollere sahiptir. Kadın, Sosyal hayata sağlıklı bir şekilde yön verecek olan aile kurumunun kritik bir üyesidir. Kadının sosyal yapıya sağladığı önemli katkılardan birisi, toplumsal seviyenin ve nezaketin tesisidir. Bunun yanı sıra kadınlar, aile bütünlüğü içerisinde çocukların iyi bir şekilde yetiştirilmesi ve geleceğe hazırlanmasının da en önemli teminatı olarak görülmektedirler. Tüm bu nedenlerle kadının sosyal yapı içerisinde ki konumunun güçlendirilmesi gerekmektedir. Sosyal uyumun sağlanmasından, sağlıklı bireylerin topluma kazandırılmasına, üretkenlik ve estetiğin topluma yerleşmesine varıncaya kadar birçok güzellik ve kabiliyet kadınlar sayesinde topluma yerleşmektedir. Sosyal hayat içerisinde kadının rolü ve etkisi fazla hissedilmese de, detaylı incelendiğinde sosyal değişim ve dönüşümlerin birçoğunun arka planını kadınların şekillendirdiği görülecektir. Bu durum geçmişten günümüze çok da değişiklik göstermemiştir. Kadınların sosyal hayatta hak ettikleri yerin mutlaka verilmesi gerekmektedir. Buna rağmen kadın özellikle Türkiye’de tam anlamıyla sosyal hayatta istenilen temsil keyfiyetine ulaşamamıştır. Son yıllarda önemli çalışmalar yürütülse de hala olması gereken noktanın çok gerisinde bulunmaktadır. Bu 1 GESAK (Gençlik Stratejileri Araştırma Kurumu Derneği) Genel Sekreteri, e-posta: [email protected] 163 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- durum ancak kadına olan bakışın değişmesiyle düzeltilebilir. Kadına olan olumsuz bakış ve yaklaşımın özellikle din ve tarih temelli gibi gösterilmesi de son derece problemli bir durumdur. İslam dini kadına çok önemli bir misyon yüklemiştir. Cennet anaların ayakları altındadır sözüyle Hz. Muhammed (S.A.V.) onların rızalarının alınmasının ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca kadına verilen önemi de göstermektedir. Bununla birlikte Türk-İslam tarihine bakıldığında kadınlar aile bütünlüğü ve sosyal yapı içerisinde önemli roller üstlenmişlerdir. Özellikle Feminist kuramcıların kadınlara daha fazla özgürlük talep etmeleri ve onları aile kurumunun içerisinden çıkartma düşünceleri aslında kadınlığa büyük zarar vermektedir. Zaten özgür olan kadına karşı bu tarz talep ve yönlendirmeler sorunun sağlıksız değerlendirilmesine ve çözümü güçleştirmesine sebep olmaktadır. Bu problemler ancak ve ancak kadınların sosyal hayatın içerisinde aktif varlık göstermesiyle mümkün olabilecektir. Aktif varlık göstermedeki kasıt, sivil toplum kuruluşları yardımıyla kadınların daha fazla katılım ve temsil hakkının kazanmasıdır. Türkiye’de kadınlar sosyal hayatta varlar ama tam anlamıyla temsil ve katılım sağlayamamaktadırlar. Aşağıdaki tablolar ve rakamlar incelendiğinde durum daha net bir şekilde anlaşılacaktır. Tablo 1:T.B.M.M. Milletvekilleri İçerisinde Kadın Sayısı Seçim Yılı Parlamentodaki Milletvekili Sayısı Kadın Milletvekili Sayısı İçindeki Pay (% ) 1935 395 18 4.6 1943 435 16 3.7 1950 487 3 0.6 1957 610 8 1.3 1965 450 8 1.8 1973 450 6 1.3 1991 450 8 1.8 1999 550 22 4.2 2002 550 24 4.4 2007 550 50 9.1 2011 541 79 14.41 Kaynak: http://www.ka-der.org.tr/tr/down/2012_KADIN_ISTATISTIKLERI.pdf Tablo 1 de, temsil ve katılımın en üst noktası olan T.B.M.M.’nde kadın vekillerinin sayısının 1935-2011 yılları arasında ki değişim durumları görülmektedir. Geçen yıllar değişimin olumlu yönde seyrettiğini gösterse de kesinlikle yeterli ve istenen seviyede olmadığı da bir gerçektir. 2007 ve 2011 yıllarında seçilen kadın vekil sayısı neredeyse önceki dönemlerin iki katına ulaşmıştır. Kadın vekil sayısının partilere göre dağılımı aşağıda ki gibidir: 164 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Adalet ve Kalkınma Partisi: 46, Cumhuriyet Halk Partisi: 19, Milliyetçi Hareket Partisi: 3, Barış ve Demokrasi Partisi: 9, Bağımsız Milletvekili: 2 kişiyle kadınlardan oluşmaktadır. (http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim). 22.04.2013 Tablo 1’de görülen bu rakamlar kadın temsilinin ülkemizde yetersiz olduğunu göz önüne sermektedir. Bu verilere paralel olarak mahalli idarelerde ki kadın sayısı ve oranlarını inceleyecek olursak durumun çok farklı olmadığını görebiliriz. Tablo 2: 2009 Mart Tarihli Mahalli İdareler Seçim Sonuçları Tablosu Erkek 2.921 30.450 3.269 34.210 137.848 18.178 71.174 298.050 Belediye Başkanı Sayısı Belediye Meclis Üye Sayısı İl Genel Meclis Üye Sayısı Köy Muhtar Sayısı Köy İhtiyar Meclis Üyesi Sayısı Mahalle Muhtar Sayısı Mahalle İhtiyar Heyeti Üye Sayısı Toplam Kadın 27 1.340 110 65 329 429 1.409 3.709 Toplam 2.948 31.790 3.379 34.275 138.177 18.607 72.583 301.759 Kaynak: www.mahalli-idareler.gov.tr, Mart 2013 2009 yılında gerçekleştirilen mahalli idareler seçim sonuçları incelendiğinde yine kadınların katılım ve temsi problemleriyle karşılaşmaktayız. Seçimler sonucunda 298.050 erkek göreve gelirken, bu sayının kadınlarda sadece 3.709 da kaldığı görülmektedir. Tablo 3: Türkiye’de Üst Düzey Yöneticilerin Cinsiyet Durumları(*) YIL Toplam Kadın Kadın % Erkek Erkek % 2013 5899 608 10,31 5291 89,69 Kaynak: www.dpb.gov.tr, Mart 2013 (*) Müsteşar, Müsteşar Yardımcısı, Valiler, Başkanlık Müşaviri,Bağlı Kurum Başkanı,Bağlı Kurum Başkan Yardımcısı, Bakanlık Bünyesindeki Genel Müdürrler, Bağlı Kurum Genel Müdürleri,Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, Kurul Başkanı, Kurul Üyeleri, Kurum Bünyesinde Başkan, Daire Başkanı Ünvanları,Bölge Müdürleri, Bölge Müdür Yardımcıları,İl Müdürleri. Tablo 3’deki veriler incelendiğinde Türkiye’de üst düzey yönetici rakamlarında da aynı problem göze çarpmaktadır. 2013 yılı verilerine göre kamuda üst düzey yönetici olarak görev yapan erkeklerin oranı % 86,69 iken kadınların oranının % 10,31 olduğu görülmektedir. Burada da görüldüğü gibi kadınların erkeklere oranla sosyal hayatın içerisinde çok daha azdır. 165 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Atatürk’ün kadın tanımı ve kadınların gelmesi gerektiği nokta ile uluslararası kurum ve kuruluşların günümüzde belirttikleri durum büyük oranda paralellik göstermektedir. Sosyal anlamda sağlıklı ilerlemenin gerçekleşebilmesi için kadınların genel olarak sahip olması gerektiği bazı nitelikler aşağıda ki gibi sıralanabilir (Çoban, 2007): 1. Kadın, yasal, ekonomi ve eğitim-öğretim alanlarında erkekle eşit fırsatlara sahip olmalıdır. 2. Kadın, toplum hayatının her alanında aktif bir şekilde temsil edilmeli ve katılım göstermelidir. 3. Kadının en önemli görevi anneliktir. 4. Kadının analık sorumluluğunu ve toplumdaki görevini aktif ve verimli bir şekilde yerine getirebilmesi için modern bilgilerle donatılması gerekmektedir. Atatürkçü düşünce sistemi kadının sosyal hayata katılımı ve gelişmesine, onun kişilik gelişimi ve çocuğunun ilk eğiticisi olmasından dolayı büyük önem vermektedir. Kadınların sosyal hayata katılmalarını; eğitim, iş tecrübesi, başarma isteği, çalışma arzusu gibi konulara bakarak değerlendirmekte fayda vardır. Bu değerlendirme yapılırken kadının sosyal hayatın ve ailenin önemli bir parçası olduğu kesinlikle ayrı düşünülmemesi gerekmektedir (Kocacık, Gökkaya, 2005: 85). Aksi takdirde, kadınlarla erkekler arasında anlamsız gerilimler yaşanabileceği gibi, sosyal düzenin güvencesi olan aile kurumunda da yıkıma neden olacaktır. Kadınların Ekonomik Hayattaki Rolü ve Etkisi Dünya nüfusunun neredeyse yarısı (%49.7) kadınlardan oluşmaktadır. Nüfus oranına bakarak, tarihin tüm dönemlerinde ekonomik ve sosyal hayatın bir tarafını kadınların, diğer tarafını da erkeklerin oluşturdukları anlaşılmaktadır. Rakamlar bunu gösterirken, kadınlarla erkeklerin sosyal ve ekonomik imkanlardan faydalanma oranlarında ciddi bir fark bulunmaktadır. Toplumlar arası farklılıklar arz etse de bu durum tüm toplumlar için geçerlidir (Demir, 1991). Kadınların, ekonomik ve sosyal alanda erkeklere nazaran geride olmalarının farklı sebepleri bulunmaktadır. Öncelikle sosyal yapılardan kaynaklı anlayışlar buna neden olmaktadır. Öncelikle, erkek egemen bir anlayışın olması, kadının erkekten fizyolojik olarak farklı olması, kadınların sosyo- ekonomik imkanlardan daha az faydalanması, kanuni düzenleme ve uygulamalarda önemli problemlerin olması, sivil toplum kuruluşlarının yeterli çalışmalar yürütmemeleri gibi başlıca nedenler kadının erkeğe oranla sosyo- ekonomik anlamda daha az katılım göstermesine neden olmaktadır (Koca, 2010). İstihdam ve ekonomiye katılım verileri, farklı iş kollarında ki kadın sayısı ve oranları, kadınlara verilen ücret miktarları vb. bulgular ekonomik hayatta kadınların durumlarını ortaya koymaktadır. Kadının sosyal hayattaki rolünü ortaya koyan bütün verileri birleştirerek daha genel analizler gerçekleştirilebilir. Toplumsal Cinsiyete Bağlı Gelişme Endeksi (GDI) ve Toplumsal Cinsiyeti Güçlendirme Ölçüsü (GEM)’in hazırlamış olduğu 2011 yılı raporunda, kadınların ekonomik ve toplumsal yapıya katılım oranları sıralamasında Türkiye’nin 101. sırada bulunduğu belirtilmiştir. Bu sıralamayla Türkiye’nin kadınların ekonomik hayata katılımları konusunda, Pakistan ve Ermenistan gibi ülkelerin (Deniz ve Hobikoğlu, 2012) de gerisinde kalmış olduğu dikkati çekmektedir. TÜİK hane halkı işgücü verileri incelendiğinde; ülkemizde, kadınların istihdam oranları ve çalışma şekilleri ile ilgili kısaca şu bilgiler verilebilir: Türkiye’de, nüfus ve işgücü oranları 166 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- karşılaştırıldığında dört kadından sadece birinin işgücüne katıldığı anlaşılmaktadır. Türkiye’de kadınların istihdam oranının % 22,3 olduğu bir gerçektir. Ayrıca kadınlarla erkeklerin iş bulma süreleri ve durumları arasında da önemli farklılıklar bulunmaktadır. Kadınların daha çok hizmet sektöründe istihdam edilirlerken, hizmet sektörünü sırasıyla tarım, ve sanayi sektörleri izlemektedir. Ayrıca, istihdam edilen kadınların sosyal güvenlik kuruluşlarına kayıt durumlarında da önemli problemler vardır. Örneğin, tarım sektöründe çalışan kadınların %96,2’sinin herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadıkları bilinmektedir. Köylerde yaşayan kadınların tamamına yakını tarımsal faaliyetlerde çalışırken bunların yüzde 80’inin herhangi bir ücret almaksızın ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığı bir gerçektir. Kadınlarda eğitim olanakları arttıkça istihdam edilme ve eğitime paralel olarak istihdam edilen sektörün kalitesi de artmaktadır. Okuma yazma bilmeyen kadınların işgücüne katılım durumları % 15 iken bu oranın ilk ve ortaokul mezunlarında % 21,8, lise mezunlarında % 33,7 yükseköğretim mezunlarında da % 70,5 olduğu göze çarpmaktadır (Kumaş&Çağlar, 2011: 263). Bu verilere eklenmesi gereken bir diğer yorum da eğitim düzeyi arttıkça kadınların istihdam oranlarının arttığı ve dolayısı ile de kadınların çalıştığı sektörlerin niteliğinin de değiştiğidir. Örneğin ilkokul mezunu bir kadın vasıfsız ve düşük maaşlı bir işçi pozisyonundayken yükseköğretim mezunu bir kadının çok daha kaliteli işlerde istihdam imkanı elde ettiği bir gerçektir. Türkiye’nin 2002-2013 yılları arasında ekonomik anlamda önemli mesafeler aldığı bir gerçektir. İstihdam oranlarındaki artış, kişi başına düşen gelir miktarlarındaki yükselme bunların önemli göstergeleridir. Ekonomik anlamda yaşanan büyümeye paralel olarak sosyal hayatta da önemli mesafeler alınmıştır. Tüm bu verilere rağmen, Türkiye’de kadın işgücüne ve istihdamına bakıldığında önemli sorunların hala çözülemediği de bir gerçektir. TÜİK verilerine bakıldığında, 2011 yılı sonu itibariyle Türkiye’de kadınların istihdam oranının %28.8 olduğu, bunun yanı sıra 2004-2012 yılları arasında aktif olmayan kadın sayısı 790,000 artarak 19,4 milyona ulaşmıştır. Kadın istihdamı konusunda Türkiye ile diğer ülkeler kıyaslandığında durum hiç de iç açıcı değildir. Buna göre, OECD istatistiklerini inceleyecek olursak; 15-64 yaş arası kadınların ekonomiye katılım oranının AB ülkeleri ortalaması %65.5 iken, OECD ülkelerinin ortalaması da % 61.8 seviyesindedir. Aradaki fark, problemin ne kadar büyük olduğunu da göstermektedir. Ekonomik olarak aynı kategorilerde olduğumuz ülkelerin de bu konuda çok gerisinde bulunmaktayız. Bu oranların, Rusya’da %68, Brezilya’da %63.5, Macaristan’da %57, Güney Kore’de %55 ve Meksika’da %46 olduğu görülmektedir (Aşık, 2012). Türkiye’de kadınların istihdam sorunu sosyal açıdan da önemli sorunlara neden olmaktadır. Ekonomik gelişim gösteremeyen kadınların sosyal gelişim, temsil ve katılım durumları da gelişemez. Ancak ekonomik bağımlılığı ortadan kalkmış kadınlar sağlıklı ve üretken hale gelebilirler. Kadınların ekonomik hayata katılımlarında resmi kurumların yanı sıra sivil toplum kuruluşlarına da önemli görevler düşmektedir. Sivil toplum kuruluşları, resmi kurumları ve karar alıcıları üzerinde konuyla ilgili çözüme katkı sağlamak amacıyla baskı kurarlarken, bir taraftan da dezavantajlı kadınlardan, eğitimli kadınlara kadar istihdam konularında yeni imkanlar geliştirebilirler. Sivil toplum kuruluşları, eğitim durumlarına göre kimi kadınlara mesleki yeterlilik kursları açarken, kimilerine de sosyal hayatta kadınların katılım ve temsil imkanlarını arttıracak olanaklar sağlayabilir. Böylelikle kadınların yaşadıkları dezavantajlı durumlar ortadan kaldırılabilir. Sivil toplum kuruluşları, kadınlara yönelik yürüttüğü çalışmalarda asla aile 167 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- kurumuna zarar verecek faaliyetlerde bulunmamalıdır. Öyle ki, erkek de olduğu gibi kadın da düzenli ve sağlıklı bir aile yapısı içerisinde üretken ve verimli olabilir. Sivil Toplum Kuruluşları Nedir, İşlevleri Nelerdir? “Sivil Toplum” genel olarak; devlet ve devlet otoritesi haricindeki ekonomik ve sosyal alanı ifade eden, kendi içerisinde prensiplere sahip olan ve bu prensiplere paralel olarak faaliyetlerini geliştiren, kendi kendini düzenleyen bağımsız toplumsal alan olarak tanımlanmaktadır (Yılmaz, 1997: 86). Buna göre sivil toplum, devlet ve onun kontrolü dışında bağımsız bir yapı olsa da devletten bütünüyle ayrı değildir. Buna paralel olarak sivil toplum kuruluşlarının devletten ayrı olması doğru olmayacaktır. Devletle çatışma içerisinde olan sivil toplum kuruluşları anlayışından ziyade devletle uyumlu faaliyetler yürüten sivil toplum kuruluşları daha fazla fayda sağlayacaklardır (Karakuş, 2006: 15). Sivil toplum kuruluşları resmi kurumları ve karar alıcıları üzerinde baskı unsuru oluştururken bunu asla yıkıcı veya kışkırtıcı amaçlarla gerçekleştirmemelidirler. Aksi takdirde sosyal problemlere davetiye çıkarılmış olur. Sivil toplum modeli, kanunların anlayışına bağlı olan, hukuki değerleri bulunan toplum modelidir. Sivil toplum aynı zamanda, devletin unsuru olan ve onun kanunlarına uyan devletin kurumlarına zarar vermeyen sorumluluğa sahip olan toplum anlamına da gelmektedir (Azaklı, 1997: 225). Bundan dolayı sivil toplum – devlet arasında ki ilişki, sivil toplum tanımının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Ayrıca, Sivil toplum kuruluşlarının devletle çatışma içerisinde olmasını talep eden anlayış son derece problemlidir. Sivil toplum kuruluşları, devleti karar alma ve uygulama konusunda baskı altına alırken bunu halk için yapmalı ve çeşitli ideolojik veya siyasi faaliyetlerden de uzak durmalıdırlar. Sivil toplum, kullanım şekli olarak farklıklar göstermekte, kavrama değişik anlamlar yüklenmektedir. Genel olarak, sivil toplum kavramı ile ilgili literatüre bakıldığında vatandaş, kamu alanı ve özel alan kavramlarının temel kavramlar olarak ön plana çıktığı anlaşılmaktadır. Buradan hareketle sivil toplum için önemli olanın bireyin üretkenliğinin, özgürlüğünün ve gelişmesinin olduğu gerçeğine ulaşılabilir. Sivil toplum, faaliyetlerini farklı yol ve yöntemlerle gerçekleştirmektedir. STK’lar (sivil toplum kuruluşları) sivil toplumun en önemli unsurlarıdır. Sivil toplum kuruluşları hayatın her alanında faaliyetler yürütebildikleri için, faaliyet alanları geniş ve faaliyet konusu sınırsızdır. Bugün dernekler, vakıflar, sendikalar, konfederasyonlar, işveren kuruluşları, profesyonel federasyonlar, meslek kuruluşları, birlikler, odalar, yerel birlikler, kooperatifler ve medya gibi tüzel kuruluşlar artık dünyada sivil toplum kuruluşları olarak kabul edilmektedir. Sivil toplum kuruluşlarının işlevleri genel başlıklar altında toplanabilir.Sivil toplum kuruluşları, kendi üyelerinin veya genel toplumsal talepleri dile getirebildiğinden dolayı farklı konularla ilgili rahatlıkla kamuoyu oluşturabilir. Sivil toplum kuruluşları, siyasal açıdan ortaya çıkan değişimlerin hızlanmasını ve kolaylaşmasını sağlayarak demokrasinin gelişmesine katkı sağlar. Ayrıca, sivil toplum kuruluşları sosyal projeler geliştirip, farklı kaynaklar oluşturarak ilgili alanlarda devlet politikalarına destek vermektedirler. Böylelikle sivil toplum kuruluşları devletin giremediği, ulaşamadığı alan ve bireylere ulaşarak oluşabilecek sosyal problemlerin de önüne geçmiş olurlar. Bunun sonucunda sivil toplum kuruluşları sosyal, kültürel ve eğitim alanlarında toplumun kalkınmasına yardımcı olmaya çalışmaktadırlar. Sivil toplum kuruluşlarının genel anlamda yürütmüş oldukları projeler dezavantajlı gruplara yöneliktir. Bununla hedeflenen sonuç ise dezavantajlı grupların bu imkânlardan eşit bir şekilde yararlanabilmesini sağlamaktır. Sivil toplum kuruluşları, olağanüstü 168 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- dönemlerde ve kriz dönemlerinde halkın acil ihtiyacının karşılanmasında, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı gerçekleştirerek krizin etkilerini azaltabilmektedirler. Sivil toplum kuruluşları dezavantajlı gruplar üzerinde faaliyetler yürüterek, onların sosyalizasyon süreçlerine destek olarak daha üretken ve katılımcı bir hale dönüşmelerine yardımcı olurlar (Aktel, 2003: 70-71). Özellikle kadınların cinsiyet kaynaklı olumsuz durumlarına karşın, sivil toplum kuruluşlarının yürüteceği faaliyetler büyük önem arz etmektedir. Kadınlara yönelik; sivil toplum kuruluşları, meslek edindirme, sosyo- psikolojik açıdan destekleyici faaliyetler yürütme, katılım ve temsil yönlerini geliştirme gibi roller üstlenebilmektedirler. Böylelikle, kadınların gerek sosyalleşme gerekse ekonomik hayata yeterli ve nitelikli bir şekilde katılımlarını sağlamış olacaklardır. Sivil toplum kuruluşları bazı yönleri itibariyle devlet kurumlarına nazaran daha avantajlıdırlar. Kamu kurumlarının ulaşamadığı veya faaliyet yürütemediği alanlara rahatça ulaşabilme kabiliyeti sivil toplum kuruluşları açısından önemli bir avantajdır. Sivil toplum kuruluşları için avantaj olan durumlar aşağıdaki gibi sıralanabilir (Acar, 2010: 18-19): - Bireylerin daha etkin, üretken ve katılımcı olmalarını sağlarlar, - Sosyal problemlere makul çözümler üretip bunları başarıyla uygulayabilme şansı tanırlar, - Toplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerinde sonuçlarla birlikte süreci de inceler ve dikkate alır. - Fert merkezli araştırmalar planlama, - Yerel yönetimlerle işbirliği yaparak ve onların vasıtasıyla faaliyet gerçekleştirme, - Toplumun maddi imkanı sıkıntılı olan kesimlerine rahat ulaşma ve onlara yönelik faaliyetler yürütebilme, - Toplumsal değişim faaliyetlerinde bireylerin katılımını teşvik etme ve sağlama, - Sosyal ihtiyaçların tespitinde esnek davranarak sağlıklı sonuçlar ortaya koyabilmek, - Sorunları tespit etmek ve sorunlara çözüm üretebilmek amacıyla saha çalışmalarına önem verme, öğrenme ve uygulama, - Gelişim problemlerinden etkilenen, engelli bireylerin ihtiyaçlarını ortaya koyma bu konularda farkındalık oluşturma ve dış yorumlardan çok sahanın gerçeklerine uygun olarak çözümler üretmek için çalışmalarıdır. - Kamu kurumlarının ulaşamadığı veya ulaşmakta zorlandığı ulaşabilse bile desteklerini kabul etmeyen suça karışmış veya suç mağduru bireylere ulaşıp eğitimler düzenleyebilir. Küreselleşme ile birlikte STK’ ların fonksiyonları çeşitlenerek ve gelişerek artmaya devam etmekte, STK’ların etkinlikleri alan ve muhatap kitle açısından, etkinlik açısından güçlenmektedir. Özellikle son yıllarda STK’lar birçok alanda profesyonel bir şekilde çalışmalarını yürütmekte, saha çalışmalarında problemlerin tespiti ve çözümü noktasında isabetli hamleler yaparak toplumsal dengenin sağlanması bağlamında çok büyük bir işlev yerine getirmektedir. STK’lar çalışmalarını daha çok dezavantajlı gruplar, toplumda tartışmalı konular, gecekondu ve kırsal kesimdeki mağdur kesimler, kadınlar üzerinde gerçekleştirmektedirler, özellikle sosyal projelerle, devletin ulaşmakta zorlandığı ve hizmet götürme problemi yaşadığı bu bölgelere ulaşılarak onlara eğitim, sağlık gibi alanlardan daha çok yararlanma imkânları sağlanmaktadır. 169 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Nasıl ki sivil toplum kuruluşları devlet kurumlarıyla çatışma içerisine girmemeliyse devlet kurumları da sivil toplum kuruluşlarını kendine rakip olarak değil de, ulaşamadıkları alanlara ve bireylere ulaşan ve hizmet götürerek kendine yardımcı olan sosyal ortaklar olarak algılamalıdırlar. Devlet kurumları, karar alma süreçlerine sivil toplum kuruluşlarını da dahil edebilirlerse, ortaya çıkan kararların daha etkin sonuçlar doğurabileceği bir gerçektir. Bir taraftan karara katılanların görüşleri alındığı için alınan kararın uygulanması daha kabullenilebilir, diğer taraftan yönetim açısından risk paylaşması noktasında bir avantaj olarak görülebilir. Böylece alınan kararın sosyal meşruiyet kazandığı söylenebilir. Ayrıca kadınların sosyalleşmesi ve istihdamlarının arttırılmasına yönelik sivil toplum kuruluşları önemli sorumluluklar üstlenmektedir. Devlet kurumları genel kabullerin dışına çok fazla çıkamazken sivil toplum kuruluşlarının hareket alanı daha geniştir ve genel kabullerin dışına da çıkabilirler. Özellikle, kadınların ekonomik katılımları, daha iyi şartlarda yaşamaları ve etken olabilmeleri amacıyla faaliyetler yürütmektedirler. Sivil toplum kuruluşları bu faaliyetleri ile kadınların temsil, katılım ve üretkenliklerini arttıracaktır. Türkiye’de Kadın STK’ları ile İlgili Sayısal Veriler Türkiye’de son yıllarda gelişen demokratik tavırlardan dolayı sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları artarak ve güçlenerek hızla yollarına devam etmektedirler. Daha etkin ve üretken bir duruma gelen sivil toplum kuruluşları bireyler açısından henüz tam anlaşılmış değildir. Bundan dolayı sivil toplum kuruluşlarının legal zeminde yürüteceği faaliyetler büyük önem arz etmektedir. Son yıllarda Türkiye’de özellikle dernek sayısında önemli artışlar olsa da kadınlarla ilgili faaliyetler yürüten dernek sayısının yetersizliği dikkat çekmektedir. Tablo 4 de görüldüğü üzere 2000-2013 yılları arasına yaklaşık 34 bin yeni dernek faaliyete başlamıştır. Bu çok önemli bir rakam olmaka birlikte kadınların katılımlarını sağlayacak ve onların haklarını savunacak olan dernek sayılarında istenen düzeyde bir artış gerçekleşmemiştir. Kadınların yaşamış oldukları dezavantajlı durumun sivil toplum kuruluşları içinde geçerli olduğu gerçeği ortadadır. Tablo 4: Türkiye’de Faal Dernek Sayıları 170 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynak: www.dernekler.gov.tr, 10.04.2013 Tablo 5’de görüldüğü gibi kadınlarla ilgili faaliyetler yürüten dernek sayıları tüm dernek sayıları ile kıyaslandığında % 1,4 lük bir oran çıkmaktadır. Bu oran, kadın stk’ların ne kadar az olduğunu göz önüne serip, yaşanan temsil ve katılım sorunlarının nedenlerini de özetliyor aslında. Sivil toplum alanında faaliyet gösteremeyen kadınlar haklarını arama konusunda da son derece yetersiz kalmaktadırlar. Kadınların sivil toplum faaliyetleri içerisinde yer almaları, onların daha nitelikli hayat yaşayabilmeleri, sağlıklı katılım ve temsil gösterebilmeleri, topluma yön verebilmeleri ve her şeyden önce geleceğimizin teminatı nesillerimizi sağlıklı bir şekilde eğitebilmeleri açısından son derece önemlidir. Tablo 5: Faaliyet Alanlarına Göre Dernekler Kaynak: www.dernekler.gov.tr, 10.04.2013 Tablo 6’da mevcut derneklere üye olan bireylerin cinsiyetlerine göre sayıları verilmiştir. Tablo 6’ya göre iki farklı sorun karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, 74 milyonluk Türkiye nüfusunun yalnızca 9 milyonuna yakınının sivil toplum kuruluşlarına üye olduğu sorunudur. Bu rakam sivil toplum adına çok yetersizdir. Derneklere üye olan 9 milyon kişinin 171 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- büyük çoğunluğunun, dernek faaliyetlerinde aktif olmadıkları düşünüldüğünde Türkiye’de sivil toplum anlayışının henüz sağlıklı işlemediği bir gerçektir. İkinci ve konumuzla ilgili olan sorun ise, derneklere üye olan toplam 9 milyon kişiden sadece 1.600.000’ünün kadın olmasıdır. Kadın derneklerinin sayısının yetersizliği büyük bir sorun olduğu kadar kadınların derneklere üye olma durumlarının erkeklere oranla çok düşük seviyelerde olması daha büyük bir sorundur. Sosyal hayatın içerisinde tam anlamıyla varlık gösteremeyen kadınların sivil toplum faaliyetleri içerisinde de tam anlamıyla bulunamamaları sorunun çözümünü güçleştirmektedir. Kadınlar, sosyo-ekonomik hayata etkin, verimli ve nitelikli bir katılımı ancak ve ancak sivil toplum kuruluşları içerisinde ki gayretleri ile elde edebilirler. Sivil toplum faaliyetlerinde bulunan kadın sayısı arttıkça, kadın hakları ve temsil konularında daha iyi neticeler alınacaktır. Tablo 6: Cinsiyete Göre Derneklerde Üye Sayısı Kaynak: www.dernekler.gov.tr, 10.04.2013 Kadınlarla İlgili Faaliyetler Yürüten Başlıca STK’lar ve Yürütülen Faaliyetler Kadının eğitim ve iş hayatına atılmasıyla birlikte, kadınlara yönelik faaliyetler yürüten sivil toplum kuruluşları ortaya çıkmışlardır. Özellikle 1990’dan bu yana kadınla ilgili faaliyetler yürüten sivil toplum kuruluşları aktif olarak çalışmaya başlamıştır. Sivil Toplum Geliştirme Merkezine kayıtlı şubelerle birlikle 1000 civarında faaliyet gösteren kadın sivil toplum kuruluşu bulunmaktadır. İlgili sivil toplum kuruluşları farklı konularda kadınlara eğitimler düzenlemektedirler (Menteş, 2008). Kadınlarla ilgili faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları genel olarak; kadınlara mesleki bilgi ve tecrübe kazandırmak, kadınlara şuur ve kimlik kazandırmak, kadınların etkin katılım ve temsil yönlerini çeşitli eğitimlerle geliştirmek, sosyo-kültürel haklarını savunmak ve 172 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- mücadelelerine yardımcı olmak, siyasal ve sosyal hayata daha etkin katılımlarını desteklemek, kadına karşı her türlü cinsiyete dayalı ayrımcılığa son vermek veya en aza indirmek vb. faydaları amaçlamaktadırlar.. Aşağıda Türkiye’de kadın konusunda faaliyet yürüten bazı sivil toplum kuruluşları ve faaliyet alanları verilmiştir. Bu sivil toplum kuruluşları şu şekilde sıralanabilir. KA-DER (Kadın Adayları Eğitme ve Destekleme Derneği ) TBMM ve yerel yönetimlerde Kadınların görüşlerini yansıtmak ve Kadınların siyasal yaşama katılımını arttırmak amacıyla 1997’de kurulan Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) belli bir partiye yakın olmama prensibini kabullenmiştir. Ka-der’in genel amacı, kadın adaylara seçim kampanyaları süresince araştırma, halkla ilişkiler rehberliği ve propoganda desteği vermek, aynı zamanda kadın seçmenleri de bilgilendirmektedir (Uluhan, 2013: 67). KEDV (Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı ) Kadınlarla ilgili faaliyetler yürüten bir başka sivil toplum kuruluşu da kadın emeğini değerlendirme vakfı 1986 yılında kurulmuştur. Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı'nın (KEDV) genel amacı, maddi imkanı olmayan kadınların tecrübelerini ve potansiyellerini değerlendirerek ekonomik ve sosyal hayata etkin bir şekilde katılmalarına imkan sağlamak olarak özetlenebilir. KEDV'in yürüttüğü diğer çalışmalar arasında Çocuk Bakım Merkezleri, Güngören El Sanatları Merkezi, Karabiber Doğal Ürünler Dükkanı ve Esenyurt Oyuncak Atölyesi gibi İstanbul'un dar gelirli bölgelerinde Kadınlara potansiyellerini kullanma imkanı veren merkezler açmak da bulunmaktadır. KEDV ayrıca Mahalle Anneliği Projesi ve mikrokredi projesini yürütürken, deprem bölgesinde de çocuk evleri açıyor (Uluhan, 2013: 67). Kadın Merkezi (KAMER), Kadın Merkezi (KAMER), 1997 yılında kurulmuş, kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşudur. Hedefi, kadınların hukuksal, ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan güçlendirilmelerine katkı sağlamak ve kadınların uzun dönemli istihdamı ve eğitimi için destek mekanizmaları geliştirmektir. KAMER, kadınların kendi hakları hakkında ve bu hakların ihlali konusunda bilinç ve duyarlılık geliştirmelerine, çeşitli kamusal etkinliklere ve istihdama katılmak üzere evlerinden çıkmalarına yardımcı olmak ve kadın istihdamını artırmak gibi amaçlara sahiptir. KAMER iş fikri geliştirme kursları düzenlemekte ve bu alanda istekli kadınlara eğitim vermektedir (Uluhan, 2013: 67). Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları, 3294 sayılı kanunun amacına uygun çalışmalar yapmak ve ihtiyaç sahibi vatandaşlara nakdi ve ayni yardımda bulunmak üzere her il ve ilçede kurularak faaliyete geçmişlerdir. Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğünün taşradaki faaliyetleri Türkiye çapında 973 il ve ilçede her ilde vali ve her ilçede kaymakam başkanlığında oluşturulmuş Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları üzerinden gerçekleştirilmektedir (Uluhan, 2013: 67). Toplum Gönüllüleri Vakfı (TGV), 173 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Toplum Gönüllüleri Vakfı, 2002 yılında gençlerin öncülüğünde toplumsal barış, dayanışma ve değişimi gerçekleştirme vizyonu ile yola çıkan bir sivil toplum kuruluşudur. TGV, mikro finans programlarına 2006 yılında başlamıştır. Topluma Destek Projesi kapsamında başta kadınlar olmak üzere tüm ülkede 2,5 milyon kişiye ulaşma hedefiyle yola çıkan TGV, proje kapsamında özel bir banka ile bir protokol imzalamıştır. TGV bu alanda projeler geliştirmeye devam etmektedir (Uluhan, 2013: 67). Türkiye İsrafı Önleme Vakfı (TİSVA), Türkiye İsrafı Önleme Vakfı (TİSVA), Türkiye’nin sahip olduğu bütün kaynakların verimli ve etkin kullanılmasının sağlanmasına ve toplumda israfın önlenmesi bilincinin geliştirilmesine katkıda bulunmayı amaçlayan bir vakıftır. TİSVA, 2003 yılında, Diyarbakır Valiliği ve Grameen Trust’ın iş birliği ile Diyarbakır’da Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi (TGMP)’ni başlatmıştır. Bu projeyle ulaşılması hedeflenen kitleyi, yoksul kadınlar, işsiz gençler, işsiz yaşlılar, engelli ve gaziler, küçük ölçekli çiftçiler, sokaktaki sahipsiz çocuklar, çocuklarını çocuk yuvaları vb. kurumlara vermek mecburiyetinde kalan aileler, topraksız köylüler ve orman köylüleri oluşturmaktadır (Uluhan, 2013: 67). Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER), 2002 yılında ülke çapında faaliyet gösteren ve kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum örgütü olarak kurulmuştur. KAGİDER Türkiye’de kadın girişimciliği ve liderliğini geliştirmek temel amacı ile çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çerçevede KAGİDER İstanbul’da ve Anadolu’nun farklı illerindeki kadın girişimcilere iş kurma ve geliştirme süreçlerinde kapsamlı eğitimler verir ve danışmanlık desteği sunar. Türkiye Kalkınma Vakfı (TKV) Türkiye Kalkınma Vakfı (TKV) yoksul insanları kırsal ve tarıma dayalı kalkınmaya yönlendirmek için 1969 yılında kurulmuş olan, kamu yararına faaliyetler yürüten, özel, kâr amacı gütmeyen bir vakıftır. Vakıf bu amaçlar doğrultusunda eğitimler vermekte, projelere kredi desteği sağlamaktadır (Uluhan, 2013: 67). Kadınlarla ilgili faaliyetler yürüten bu sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra devlet kurumlarının sivil toplum kuruluşları ile ortak yürüttüğü ve kadınlarda istihdam oranını arttırmak ve ekonomik faaliyetlerde bulunmalarını sağlamak amacıyla girişimcilik kursları düzenleyerek katılanlara 30.000 TL’ye kadar geri ödemesiz, 70.000 TL.’de faizsiz 4 yıl ödemeli hibe sağlamaktadır. Girişimcilik kursları ve hibeleri KOSGEB tarafından sağlanmaktadır. Bu faaliyetlerle girişimcilik kültürünün yaygınlaştırılması ve yerel dinamiklere dayalı girişimciliğin desteklenmesi amaçlanmaktadır. Girişimcilik Destek Programı, “Uygulamalı Girişimcilik Eğitimi”, “Yeni Girişimci Desteği” ve “İş Geliştirme Merkezi (İŞGEM) Desteği” olmak üzere 3 alt programdan oluşmaktadır. Kadınlara yönelik gerçekleştirilen en önemli girişimcilik programı KOSGEB, Keçiören Belediyesi, TOGEM Keçiören, TOBB ve TOBB ETÜ işbirliği ile düzenlenmiş olup “1071 Kadın Girişimci Projesi'' adını taşımaktadır. Proje kapsamında 1071 kadına eğitimler sonunda sertifika verilerek hibe imkanlarından faydalanmaları sağlanarak ekonomik faaliyetlere katılımları sağlanmış olacaktır. Sonuç 174 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kadınlar her geçen gün eğitimin yaygınlaştırılması ve istihdamın arttırılması ile birlikte sosyo-ekonomik hayattaki yerlerini daha fazla almaya başladılar. Buna karşın temsil ve katılım anlamında kadının önünde hala aşılamayan önemli problemler bulunmaktadır. Çeşitli iş kollarında erkeklere yaklaşan istihdam oranlarına rağmen yönetim konusunda onlardan oldukça geri konumlarda bulunmaktadırlar. Bunun çok farklı nedenleri bulunmaktadır. Çözüm yollarının üretilebilmesi için de büyük bir irade gerekmektedir. Kamu kuruluşlarının şuan için böyle bir iradeyi gösterebilmesi çok mümkün gözükmemektedir. Her ne kadar kamuda da problemin çözümü adına son yıllarda önemli hamleler atılsa da genel kabullerin ötesine geçip kadınlara yönetimde daha etkin ve temsil kabiliyeti vermek çok kolay olamayacak gibi görünmektedir. Bu önemli problem, büyük bir oranda sivil toplum kuruluşlarının kadına yönelik faaliyetler gerçekleştirmesi ile çözülebilir görünmektedir. Bu amaçla, kadın alanında faaliyetler yürüten sivil toplum kuruluşlarının sayısının arttırılması son derece önem arz etmektedir. Sadece kadınların bu konuda teşvik edilmesi ve bilinçlendirilmesi yeterli olmamaktadır. Kadınların sivil toplum faaliyetleri kapsamında sosyalleşmeleri ve istihdam edilebilirliklerinin arttırılması, onların hayata karşı daha sağlam bir duruş sergileyebilecekleri anlamına gelmektedir. Problemin kısa vadedeki çözümünün, sivil toplum kuruluşlarının yürütecekleri faaliyetlerde gizli olduğunu düşünüyoruz. Ancak sivil toplum kuruluşlarının yapacakları çalışmalarda son derece duyarlı ve bilgili olmaları çok önemlidir. Bu konuda yapılacak çalışmalar dikkat ve bilgi ışığında gerçekleştirilmediğinde, en az beklenen yarar kadar zarar vermiş olacaktır. Bu noktada, sivil toplum kuruluşlarının kadınların haklarını savunurken dikkatli davranmalarını ve aile kurumunu asla hedef almamaları gerektiğini belirtmek gerekir. Aksi takdirde kaybeden yine öncelikli olarak kadınlar olacaktır. Problemin aile ve toplum merkezli düşünülerek çözülmesi önemlidir. Unutulmamalıdır ki kadının temsil ve katılım problemini yine kadınların kendi iradeleri çözecektir. Bunun için de öncelikli olarak kadınların eğitim seviyelerini arttıracak çalışmaların başlatılması, ardından diğer çalışmalara ağırlık verilmesi son derece önem arz etmektedir. 175 Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale- Kaynaklar AKTEL, M. Küreselleşme ve Türk Kamu Yönetimi Asil Yayın Dağıtım, Ankara, 2003. AZAKLI, S. “Devlet-Sivil Toplum ve Türkiye”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:3, Sayı:18, KasımAralık, 1997. DEMİR G. Çalışan Kadınlarda Rol Çatışmaları (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Malatya: İnönü Üniversitesi Sosyoloji Ana Bilim Dalı, 1991. KABASAKAL, Mehmet. Sivil Toplum ve Demokrasi, Denetçi Yeterlilik Tezi, Ankara, 2008. KARAKUŞ, O. Avrupa Birliği Uyum Sürecinde Türkiye’deki Sivil Toplum Kuruluşları, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Isparta 2006. KOCACIK, F. ve GÖKKAYA, V. “Türkiye’de Çalışan Kadınlar ve Sorunları”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi. 2005. KUMAŞ, Handan ve ÇAĞLAR, Atalay. “Türkiye’de Kadın Eksik İstihdamını Belirleyen Faktörler”, Çalışma ve Toplum, 2011. MENTEŞ, Ş. Sivil Toplum Kuruluşlarıyla (STK) İlgili Bir İnceleme: Kadınlara Yönelik Faaliyet Gösteren STK Örnekleri, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, 2008. ULUHAN, R. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Girişimcilik Kılavuzu, Pirintaş Basım, İstanbul, 2013. YILMAZ, A. “Sivil Toplum Demokrasi ve Türkiye” Yeni Türkiye Dergisi, Yıl 3, Sayı 18, Kasım-Aralık, 1997. İnternet Kaynakları www.mahalli-idareler.gov.tr http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/146/coban.htm http://iys.inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/1456/file/Calisma_Hayati_ve_Kadin_Bennur_Koca.p df http://www.dpb.gov.tr/istatistik_internet/2013_mart/tablo12_ustduzey_cinsiyet.pdf http://www.siviltoplum.com.tr/?ynt=icerikdetay&id=318 http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim http://www.tepav.org.tr/upload/files/1355769789 http://www.eecon.info/papers/546.pdf, Deniz, M. ve Hobikoğlu, E. Cinsiyete Göre Gelişme Endeksi Çerçevesinde Kadın İstihdamının Ekonomik Değerlendirmesi: Türkiye Örneği. 176