Aile ve Kadın Sempozyumu Bildiri Kitabı için tıklayınız

Transkript

Aile ve Kadın Sempozyumu Bildiri Kitabı için tıklayınız
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kadın Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi
Aile ve Kadın Sempozyumu
Kırıkkale Üniversitesi Kültür Merkezi, Kırıkkale, 16 Mayıs 2013
AİLE VE KADIN SEMPOZYUMU
BİLDİRİ KİTABI
Hazırlayanlar:
Doç. Dr. Gülsüm Çamur Duyan
Doç. Dr. Dolunay Şenol
Doç. Dr. Sıtkı Yıldız
KIRIKKALE-2013
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Bu çalışma Kırıkkale Üniversitesi Kadın Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi
tarafından organize edilen Aile ve Kadın Sempozyumu’nda sunulan ve hakem
değerlendirmesi sonrasında kabul edilen bildirileri içermekte olup, 2846 Sayılı Kanuna göre
bu eserin bütün yayın, tercüme iktibas hakları Kırıkkale Üniversitesi’ne aittir. Kitapta
yer alan açıklama ve görüşler yazarlarına ait olup Kırıkkale Üniversitesi’nin görüşlerini
yansıtmaz.
Aile ve Kadın Sempozyumu Bildiri Kitabı (2013: Kırıkkale)
Aile ve Kadın Sempozyumu Bildiri Kitabı /Hazırlayanlar: Gülsüm ÇAMUR DUYAN,
Dolunay ŞENOL, Sıtkı YILDIZ. Kırıkkale Üniversitesi Yayınları, Kırıkkale: 2013
ISBN: 978-975-8626-05-2
Kırıkkale Üniversitesi Yayınları
Kırıkkale Üniversitesi
Ankara Yolu 7. Km 71450 Yahşihan/Kırıkkale
Tel
: (+90 318) 357 42 42 (20) PBX
Fax
: (+90 318) 357 23 82
Web : www.kku.edu.tr
E-Posta: [email protected]
Kapak Tasarım: Hakan Karaca
Baskı : Erduran Ofset Matbaacılık
Adres : Zafer Cad. Zafer işh. No 35/14 Kırıkkale
Tel
: 0318 218 09 14
Fax
: 0318 218 09 14
E-posta: [email protected]
i
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
SEMPOZYUMDA GÖREV ALANLAR
Sempozyum Onursal Başkanı
Prof. Dr. Ekrem YILDIZ
Kırıkkale Üniversitesi Rektörü
Düzenleme Kurulu Başkanı
Doç. Dr. Dolunay ŞENOL
Kırıkkale Üniversitesi Kadın Sorunları
Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü
Düzenleme Kurulu Üyeleri
Doç. Dr. Gülsüm ÇAMUR DUYAN
Doç. Dr. Sıtkı YILDIZ
Yrd. Doç. Dr. İbrahim MAZMAN
Bilim ve Danışma Kurulu
Prof. Dr. Emine Handan TÜZÜN
Prof. Dr. Arzu DAŞKAPAN
Prof. Dr. Ertan BEŞE
Doç. Dr. Gülsüm ÇAMUR DUYAN
Doç. Dr. Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
Doç. Dr. Şamil ÖÇAL
Doç. Dr. Dolunay ŞENOL
Doç. Dr. Sıtkı YILDIZ
ii
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
iii
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
SUNUŞ
Son yıllarda, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de ailenin önemi fark edildi ve konu
ile ilgili çalışmalara hız kazandırıldı. Özellikle kadının yeni nitelikler kazanması ile birlikte
ailede ve toplumda meydana gelen değişim tartışılır olmaya başlandı. Bu değişime paralel
olarak aile ve kadın konusunda çalışmalar yapmanın önemine ve neler yapılmasının
gerekliliğine inandığımız için Üniversitemiz bünyesinde “Aile ve Kadın Sempozyumu”
düzenlemeyi önemsedik.
Sempozyumda, özellikle üzerinde durulan konular tespit edilerek, basılması gerektiğine
inanılan sempozyum bildirilerini yayınlamak sureti ile konu ile ilgili çalışmalar yapacaklara ışık
tutmak istedik. Böylece yapılan çalışmanın sadece sempozyuma katılanlara hizmet etmesini
değil, daha büyük bir alana ulaşmasını hedefledik. Kırıkkale Üniversitesi’nde böyle önemli bir
konu üzerinde uluslararası düzeyde çalışmalar yapılmasının sorumluluğumuz olduğunu
kanaatindeyiz. Daha önce de konu ile ilgili uluslararası düzeyde yapılan çalışmalarımızın da
olduğu düşünüldüğünde, konuya vermiş olduğumuz önemin daha iyi anlaşılacağını
düşünüyoruz.
“Aile ve Kadın Sempozyumu”nun gerçekleşmesini sağlayan “Düzenleme Kurulu”na,
“Bilim Kurulu”na, bildiri sahiplerine, üniversitemizin idarecilerine ve emeği geçenlere teşekkür
ediyorum.
Prof. Dr. Ekrem YILDIZ
Kırıkkale Üniversitesi Rektörü
iv
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
v
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ ....................................................................................................................................... iv
İÇİNDEKİLER ........................................................................................................................ vi
Kadın Sağlığı Oturumu Bildirileri
Kadınlarda Osteoporoz ve Rehabilitasyonu
Prof. Dr. Emine Handan TÜZÜN .............................................................................................. 1
Kadın ve Kalp Damar Hastalıkları
Prof. Dr. Arzu DAŞKAPAN ...................................................................................................... 11
Tıbbileştirmeyi Kadın Sorunları Bağlamında Düşünmek
Arş. Gör. Seda ATTEPE ............................................................................................................ 17
İran’da Görme Engelli Kadınlar
Mohammadreza POURAKBARIANNIAZ
Sayra LOTFİ .............................................................................................................................. 23
Kadın Çalışmaları ve Sosyal Hayat Oturumu Bildirileri
Kadının Değeri: Felsefi Bir Deneme
Doç. Dr. Sema Önal .................................................................................................................. 29
Orta Anadolu Türkülerinde Kadınlarımız
Yrd. Doç. Dr. Gülden Filiz ÖNAL............................................................................................. 35
Sosyal Hizmet Perspektifinden Feminizm Üzerine Bir Gözden Geçirme: Kadın
Çalışmalarında Erkek İşbirliği
Arş. Gör. Eda BEYDİLİ
Arş. Gör. Buğra YILDIRIM
Yrd. Doç. Dr. Filiz DEMİRÖZ .................................................................................................. 45
Eşine Şiddet Uygulayan Erkeklere Yönelik Grup Çalışması: Bilişsel-Davranışçı
Yaklaşımla Yapılandırılan Grup Sürecine Bakış
Arş. Gör. Gizem ÇELİK ............................................................................................................ 51
İran Kadınları
Razieh GHANBARY ................................................................................................................. 67
Kadına Yönelik Şiddet Oturumu Bildirileri
Kadın Sığınma Evlerinde Sosyal Hizmet Uygulamaları
Doç. Dr. Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN .................................................................................. 73
Sexual Harassment in Egypt as a Violence against Women
Dr. Passant Khairat HAMZA ..................................................................................................... 83
vi
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kadına Yönelik Şiddet Uygulayan Erkeklerle Çalışmada Pro-Feminist Yaklaşım
Arş. Gör. Aslıhan Burcu ÖZTÜRK ........................................................................................... 95
Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Kadınlarla Bilinç Yükseltme Çalışmaları
Arş. Gör. Burcu HATİBOĞLU EREN
Arş. Gör. Özge Sanem ÖZATEŞ GELMEZ .............................................................................. 101
Şiddet Mağduru Kadınlarla Feminist Grup Çalışması
Arş. Gör. Melike TUNÇ............................................................................................................. 107
Kadın Sorunları Oturumu Bildirileri
Çocuk Suçluluğunda Anne Faktörü
Doç. Dr. Dolunay ŞENOL
Aybike DİNÇ ............................................................................................................................. 119
Kadın Yoksulluğu ve Mikrokredi Uygulamaları -Kırıkkale ÖrneğiDoç. Dr. Sıtkı YILDIZ
Nesrin GÖKTAŞ ........................................................................................................................ 131
Afetler ve Kadın
Yrd. Doç. Dr. Filiz DEMİRÖZ .................................................................................................. 141
Tarihi Bir Bakışla Çalışma Hayatında Kadın
Doç. Dr. Dolunay ŞENOL
Yrd. Doç. Dr. İbrahim MAZMAN ............................................................................................. 151
Kadınların Sosyo-Ekonomik Katılımları Üzerinde Sivil Toplum Kurumlarının Rolü
Hasan KALA.............................................................................................................................. 163
vii
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KADINLARDA OSTEOPOROZ VE REHABİLİTASYONU
Emine Handan TÜZÜN1
Özet
Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokusunun mikromimari yapısının
bozulması sonucu, kemik kırılganlığında artışla karakterize sistemik bir iskelet hastalığıdır. Tip–
1 osteoporoz, kadınlarda doğal menopozla birlikte ortaya çıkan östrojen eksikliğinin yol açtığı
kemik kaybıdır. Elli yaş üzerinde kadınların 1/3’nde osteoporoza bağlı kırıklar görülmektedir.
Kırıklar sıklıkla vertebralar, proksimal femur, humerus ve radius distalindedir. Tanı, kemik
mineral yoğunluğu (KMY) değerlerine ve kırık varlığına göre konulur. Osteoporozun klinik
bulguları sırt ağrısı, boy kısalması, spinal deformiteler, peridontal hastalıklar, ağrı ve kırıklardır.
Risk faktörlerinin elimine edilmesi önemlidir. Osteoporozun rehabilitasyonu kemik kütlesini
arttırmaya, komplikasyonları önlemeye, tedavi etmeye yönelik multidisipliner tedavi
yaklaşımlarından oluşmaktadır. Bu yaklaşımlar arasında fiziksel aktivite-egzersiz önemlidir.
Rehabilitasyonda postür, esneklik, denge-koordinasyon, kuvvetlendirme, yüksek etkili
egzersizler, tai-chi-chuan, pilates ve aerobik egzersizler kullanılır. Egzersizler hastalara özel,
dinamik, tekrarlı ve düzenli olmalıdır. KMY’yi artırmada egzersizin türü, süresi, sıklığı,
yoğunluğu ve yönlendirildiği vücut bölgesi önemlidir. Kemikler üzerine yük bindiren
egzersizler yanında çevresel düzenlemeler, kalsiyum emilimini artıran, atılımını azaltan
faktörler üzerinde de durulmalıdır.
Anahtar Kelimeler: Osteoporoz, Kadın, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon
KADINLARDA OSTEOPOROZ VE REHABİLİTASYONU
Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokusunun mikromimari yapısının
bozulması sonucu, kemik kırılganlığında ve kırığa yatkınlıkta artış ile karakterize olan sistemik
bir iskelet hastalığıdır.
Dünya Sağlık Örgütü osteoporozu kardiovasküler hastalıklardan sonra hayatı tehdit
eden ikinci hastalık olarak tanımlamıştır. Yapılan çalışmalarda, Türk kadınının kemik mineral
yoğunluğunun, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa referanslarına göre %5 daha düşük
olduğu belirlenmiştir. Türkiye’de yapılan 849 kadını kapsayan bir çalışmada sağlıklı 40–59 yaş
grubunda tüm lokalizasyonlarda belirgin olarak kemik mineral yoğunluğunda azalma olduğu
saptanmıştır. Uluslararası Osteoporoz Derneği, 50 yaş ve üzeri her 3 kadından birinin
osteoporoza bağlı kırıklara maruz kaldığını belirtmektedir. 2025 yılında osteoporoza bağlı kırık
vakalarının 2 milyondan 3 milyona yükseleceği tahmin edilmektedir.
Kemik sabit bir destek dokusu olmayıp erişkin bir kişide yıkım ve yapım olayı hayat
boyunca devam etmektedir. Maturasyon sağlandıktan yani doruk kemik kütlesine (DKK)
1
Prof. Dr., Fizyoterapist, Kırıkkale Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon
Bölümü, e-posta: [email protected]
1
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
eriştikten sonra yetişkinlerde normal yapının korunması ve kemik üzerine uygulanan mekanik
güçlere kemiğin adapte olabilmesi için kemik dokuda yıkım (rezorbsiyon) ve yapım
(formasyon) olayları dengeli bir biçimde devam etmektedir. Buna kemiğin yeniden yapılanması
(remodeling) denir. Yetişkinlerde kemik yapımı, yeniden yapılanmaya göre daha azalmıştır.
Kemiğin yeniden yapılanması, doğumdan önce başlayıp yaşam boyu devam eden bir süreci
kapsamaktadır. Erişkinlerde kemiğin yeniden yapılanma döngüsü 4 ile 6 ay sürebilmektedir.
Kemik rezorbsiyonu ise 2 hafta sürmektedir. Kemiğin yeniden yapılanmasında çok sayıda
sistemik ve lokal çeşitli faktörlerin rolü vardır.
Lokal faktörler yerçekimi kuvveti ve kas kontraksiyonlarıdır.
Doruk kemik kütlesinin (DKK) oluşumunda rol oynayan sistemik faktörler ise şunlardır:

Yaş

Genetik faktörler

Beslenme

Fiziksel aktivite

Hormonal faktörler

Beyaz ırk, anne kız ilişkisi
DKK osteoporozun patogenezinde rol oynayan en önemli faktördür. İskelet, 25–30
yaşlarında doruk kemik yoğunluğuna ulaşmaktadır. Sonraki yıllarda ise kemik dengesi olumsuz
yönde etkilenmeye başlamaktadır. DKK’yı etkileyen en önemli faktörlerden biri genetik yapı
olarak bilinmektedir. Normalde kemik kütlesi, kadınlarda erkeklerden daha azdır ve erkeklerde
DKK %25-30 daha yüksek seviyededir. Kadınlar erkeklere göre kırıklara daha yatkındır. Bunu
nedeni kadınlarda DKK’nın erkeklerden daha az olmasıdır. Ayrıca kadınlarda menopoz ile
birlikte DKK düşmeye başlar. Zamanla kemikler kırılgan hale gelir ve küçük travmalarla bile
kırıklar oluşabilir.
Trabeküler kemik kaybı, kadınlarda daha çok görülmektedir. Premenopozal dönemde
trabeküler kemik kütlesindeki kayıp yılda yaklaşık % 1,2, kortikal kemikte ise % 0,3-0,5
oranındadır. Menopozal dönemde hem trabeküler hem de kortikal kemikte kayıp oranı artar. Bu
kayıp, trabeküler kemikte yılda % 2-10, kortikal kemikte ise % 3 oranına ulaşır. Östrojen
eksikliği kemik kırılganlığı patogenezi için oldukça önemli bir faktördür. Postmenopozal
dönemde hızlı kemik kaybının başka deyişle osteoporozun esas nedeni östrojen eksikliğidir.
Östrojen, kemikte yapım-yıkım döngüsü sıklığını ve her döngüdeki yapım-yıkım arasındaki
dengeyi kontrol eden önemli bir faktör olarak bilinmektedir. Östrojen hem osteoblast hem de
osteoklasttaki östrojen reseptörleri aracılığı ile kemik döngüsünü ve kemik yıkımını
azaltmaktadır. Östrojen eksikliği, kemik kaybına yol açan artmış kemik rezorbsiyonu ile
sonuçlanmaktadır. Overlerde östrojen yetmezliğine yol açan diğer patolojiler de osteoporoza
neden olabilmektedir.
DKK’nın oluşmasında diğer önemli etken beslenmedir. Özellikle puberte ve genç
erişkinlik döneminde yeterli düzeyde kalsiyum alınmasının kemik kütlesi üzerine olumlu
etkileri olduğu bildirilmiştir.
Fiziksel aktivite ve egzersiz de DKK’nın oluşmasında önemli bir etkendir. Egzersizin
oluşturduğu fiziksel yüklenme, hücrelere iletilir ve osteoblastlar yeni kemik yapımı için
uyarılırlar.
2
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Osteoporotik kemikte karbonat ve kalsiyum fosfor oranlarında düşüş, sodyum ve
magnezyum miktarlarında artma vardır. Osteoporotik kişilerin ¼’ünde matrikste düşük
mineralizasyon hızı saptanmış olup, bu kişilerin kemiklerinde sodyum ve magnezyum
düzeylerinin arttığı belirlenmiştir. Osteoporotik kemikte mineralizasyon eksikliği çok önemli
sorunlara yol açmaktadır. Mineralizasyon kemik gücü üzerine oldukça etkili bir faktördür.
Kemikte flor birikimi kristal kırılganlığını artıran bir faktördür. Yaşam boyu flora maruz
kalınması kemik mineral özellikleri üzerinde yaşa bağlı değişiklikler meydana getirmektedir.
Yüksek miktarlarda flor alan topluluklarda kırıkların daha fazla olduğu bildirilmiştir.
Osteoporoz yaşa, lokalizasyona, kemik tutulumuna, etiyolojiye ve histolojik
görünümüne göre sınıflandırılır.
Etiyolojiye göre yapılan sınıflamada osteoporoz, primer ve sekonder olmak üzere iki
gruba ayrılmaktadır. Primer osteoporozun en sık görülen iki formu Tip–1 (postmenopozal) ve
Tip–2 (senil) osteoporozdur.
Tablo 1. Osteoporozun Sınıflandırılması
Yaşa göre
Juvenil, Yetişkin, Senil
Lokalizasyona göre
Genel, Bölgesel
Tutulan kemik dokuya göre
Trabeküler, Kortikal
Etiyolojiye göre
Primer, Sekonder
Histolojik görünüme göre
Hızlı Döngülü, Yavaş Döngülü
Tip–1 osteoporoz (post menopozal osteoporoz); kadınlarda doğal menopozla birlikte
ortaya çıkan östrojen eksikliğinin yol açtığı kemik kaybı olarak tanımlanmaktadır. 50–75 yaş
arası kadınlarda daha sık görülmektedir. Kortikal kemiğe oranla trabeküler kemik kaybı daha
fazla olmaktadır. Temelinde östrojen eksikliği yer almaktadır.
Tip–2 Osteoporoz (senil osteoporoz); yaşlanma ile birlikte ortaya çıkan primer
osteoporozun alt grubudur. Genellikle 75 yaşından büyük kişilerde görülmektedir. Kadın ve
erkek cinsiyetlerinde eşit sıklıkla görülmektedir. Hem kortikal hem de trabeküler kemik kaybı
vardır. Bu tip osteoporozda özellikle femur boynu, proksimal tibia ve pelvis kırıkları sık
görülmektedir. Nadiren de çoklu vertebra kırıklarına rastlanabilinmektedir. Yaşlı populasyonda
kalsiyum emiliminde bozulma, deride D vitamini sentezinde azalma, barsakta 1.25
dihidroksivitamin D rezistansı, intestinal D vitamini reseptörlerinde azalma görülmektedir. Bu
faktörlerin tümünün sonucu olarak iyonize kalsiyumda azalma olmaktadır.
Osteoporuzun tanısı günümüzde çoğunlukla Dual X-Ray Absorbsiyometre (DEXA)
kullanılarak elde edilen Kemik Mineral Yoğunluğu (KMY) değerlerine ve kırık varlığına göre
yapılmaktadır.
3
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Dünya Sağlık Örgütüne (WHO) göre, KMY değerleri;
Normal: T skoru genç yetişkin ortalamasına göre -1 standart deviasyona kadar olan
KMY değerleri (T skoru<-1),
Osteopeni: T skoru genç yetişkin ortalamasına göre -1 ve -2.5 standart deviasyon
arasında olan KMY değerleri (-1>T skoru<-2.5),
Osteoporoz: T skoru genç yetişkin ortalamasına göre -2.5 standart deviasyonun altında
olan KMY değerleri (T skoru<-2.5),
Ciddi Osteoporoz (Yerleşmiş Osteoporoz): T skoru genç yetişkin ortalamasına göre 2.5 standart deviasyonun altında olan KMY değerleri ve bir veya daha fazla osteoporotik kırık
bulunması (T skoru<2.5) olarak tanımlanmaktadır.
T Skoru; kemik kütlesinin genç erişkin referans popülasyonunun ortalama DKK ile
kıyaslanmasının standart sapma olarak tanımlanmasıdır.
Günümüzde osteoporoz, neden olduğu kırıklarla hayatı tehdit edebilen, ciddi ekonomik
ve sosyal boyutu olan bir halk sağlığı problemidir. WHO kriterlerine göre 50 yaş ve üzeri
kadınlar % 34–50 arasında osteopeni, % 17-20 arasında osteoporoz teşhisine sahiptirler. 50 yaş
ve üzeri kadınlarda % 40 oranında osteoporoza bağlı kırık ile karşılaşabilmektedirler.
Osteoporoza bağlı kırıklar en sık vertebralar, proksimal femur ve radius distalinde ve üst kol
kemiğinde omuza yakın bölgede görülmektedir. Bu kırıklar hafif bir düşme veya çarpmadan
sonra oluşabilir.
Osteoporoz hastalarında ortaya çıkan boy kısalması da hastalığın tanımlanmasında önemli
bir ipucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun nedeni omurlardaki çökme kırıklarıdır.
Hastalarda gençliklerindeki boy uzunluğundan 10-15 cm’den fazla kısalmalar oluşabilmektedir.
Omurlarda osteoporoza ait kırıklar oluştuğunda hastalar şiddetli sırt ağrılarından
yakınmaktadırlar. Zamanla bu kırıkların sayısı arttıkça osteoporozlu kişilerin boy
uzunluklarında ciddi oranda kısalmalar olmakta ve hatta torakal kifoz oluşmaktadır.
Osteoporozda hastalığın ilerlemesini engellemek, kırıkları önlemek ve sağlık bakım
giderlerini azaltmak için risk faktörlerinin erken tanımlanması ve önleme programlarının
geliştirilmesi gereklidir.
Tablo 2. Osteoporozda risk faktörleri
1. Yapısal ve Genetik Faktörler
2. Yaşam Biçimi ve Beslenme














Yaşlanma
Düşük kemik kütlesi
Kadın olmak
Beyaz ten
Erken menopoz
Zayıf vücut yapısı
Genetik faktörler
Sedanter yaşam
Kalsiyum ve D vitamininden fakir diyet
Aşırı kahve tüketimi
Alkol alımı
Sigara tüketimi
Aşırı tuz, protein alımı
İlaçlar (kortikosteroid, tiroid ekstreleri, heparin,
4
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
3. Tıbbi Koşullar
4. Çevresel Faktörler









diüretik vb ilaçların kullanımı)
Cerrahi menopoz
Malabsorbsiyona neden olan gastrointestinal
sorunlar
Kronik böbrek yetmezliği
Hiperparatiroidizm
Kaygan ve ıslak zeminler
Kötü hava koşulları
Yetersiz aydınlatma
Alışılmamış merdiven ve yer döşemeleri
Yerde takılacak kordon, parça halı vb bulunması
Osteoporozda klinik belirtilerin veya komplikasyonların gelişiminden önce genellikle
uzun süren sessiz bir dönem izlenmektedir. Bu dönem asemptomatik dansitometrik osteoporoz
olarak adlandırılmaktadır. Tesadüfen veya genel vücut taraması sırasında dansitometrik
incelemeler yapılırsa saptanabilir. Bu dönemde tanı konması çok önemlidir.
Osteoporoza bağlı klinik bulgular sırt ağrısı, boy kısalması, spinal deformiteler,
peridontal hastalıkların varlığı, ağrı ve kırıklardır.
Ağrı, osteoporozda klinik bulgular arasında yer alan önemli bir faktördür. Osteoporoza
bağlı gelişen postür bozuklukları, ligamentlerde gerilme veya kronik vertebra kırıkları nedeniyle
ağrı ortaya çıkabilmektedir. Sıklıkla hareket veya ağırlık kaldırma sırasında belirginleşen künt
karakterdedir. Kemiklerin palpasyon ve perküsyonu ağrılı olabilir.
Osteoporotik kırıklar genellikle trabeküler kemiğin baskın olduğu vertebra, kalça ve ön
kol bölgelerinde görülür. Vertebra kırıkları en sık olarak T12 veya L1 bölgelerinde lokalize
olur. Bu bölgelerin dışında diğer alanlarda da osteoporoza bağlı kırıklar oluşabilmektedir.
Vertebral kırıklar asemptomatik olabilir ve genellikle farkına varılmadan ortaya çıkar. Minimal
travma ile veya kendiliğinden vertebral kırıklar oluşabilmektedir. Kompresyon kırıkları boy
kısalmasına neden olmaktadır. Multiple kırığı olan hastalarda alt kostaların kristalara
yaklaşması ile torako-abdominal deformiteler intratorakal ve intraabdominal organlarda
fonksiyon kaybı gelişebilmektedir. Nefes darlığı, egzersiz kapasitesinde azalma, konstipasyon
ve nadir olarak sinir kökü basıları ortaya çıkmaktadır. Osteoporotik kırıklarda ağrı ile gelişen
psikolojik faktörlerin yanında sosyoekonomik problemler de hastanın yaşam kalitesini olumsuz
yönde etkiler. Bunlara ek olarak uyku bozuklukları, iştahsızlık, yorgunluk, sosyal ortamda
bozukluk, ölüm korkusu gibi sorunlar da eklenebilmektedir.
Osteoporozda Rehabilitasyon
Osteoporozun rehabilitasyonu kemik kütlesini arttırmaya, komplikasyonları önlemeye
ve tedavi etmeye yönelik multidisipliner tedavi yaklaşımlarından oluşmaktadır. Osteoporozun
tedavisindeki amaçlar;

Ağrıyı azaltmak ya da gidermek

Düşmeleri önleyerek, kırık riskini azaltmak

Gelişebilecek sakatlıkları önlemek ve

Yaşam kalitesini yükseltmektir.
5
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Rehabilitasyon programı 3 bölümde ele alınabilir:
 Ağrının giderilmesi
 Fiziksel restorasyon
 Fonksiyonel yetersizliklerin önlenmesi
Akut ağrıda yatak istirahati, basit analzejikler, yüzeyel ısı ajanları, elektroterapi
modaliteleri, masaj, izometrik egzersizler, vücut mekanikleri eğitimi ve uygun ergonomik
tasarımlar önerilmektedir.
Kronik ağrının oluşmasında boyda ve paraspinal kaslarda kısalma önemli
nedenlerdendir. Kronik ağrının tedavisinde hasta eğitimi, gerekirse gövde korseleri, kişiye
uygun egzersiz uygulamaları ve kompresyon kırıklarına yol açabilecek aktivitelerin kısıtlanması
gereklidir.
Osteoporozda fiziksel kayıpların giderilmeye çalışılması aşamasında dengeli beslenme
programı, egzersiz, destekleyici yardımcı cihazlar ve medikal tedavi bir bütün olarak ele
alınmalıdır.
Gelişebilecek fonksiyonel yetersizliklerin önlenmesindeki temel ilkeler hastanın ve
ailesinin bilgilendirilmesi, ev içi ortamın düzenlenmesi, düşme için risk faktörlerinin önlenmesi,
günlük yaşam aktivitelerini kolaylaştıracak yardımcı cihaz araçlarının kullanımı ve bilinçli
beslenme olarak özetlenebilir.
Osteoporozda Fiziksel Aktivite ve Egzersiz
Osteoporoz rehabilitasyonunda fiziksel aktivite ve egzersizin önemli bir yeri vardır.
Çalışmalar, sağlıklı erişkinlerde yatak istirahatı ile ayda % 0,5-1 KMY azaldığını
göstermektedir. Fiziksel aktivite ve egzersiz ile kemiğe uygulanan mekanik güç osteoblastik
aktiviteyi artırmaktadır. Düzenli fiziksel aktivite ve egzersizin, kemik kütlesini koruyarak,
düşme insidansını azaltarak kırıkların azalmasında yardımcı olduğunu gösteren birçok çalışma
bulunmaktadır. Egzersiz ayrıca östrojen artışına katkıda bulunmakta, insülin ve androjen gibi
intrinsik endokrin faktörleri serbestleştirerek kemik ve kasın güçlenmesine neden olmaktadır.
Özetle fiziksel aktivite ve egzersiz;

Kemik kütlesini ve kas gücünü artırarak kırık riskini azaltır.

Kas kuvvetini artırarak denge, koordinasyonu geliştirir ve iskelet desteği sağlar.

Denge ve koordinasyonu artırarak düşme riskini azaltır.

Eklem fleksibilite ve stabilitesini artırır.

Postürü koruyarak deformiteleri engeller.

Kardiorespiratuar dayanıklılığı artırarak genel performansı yükseltir.

Psikososyal güvenini arttırır.

Yaşam kalitesini arttırır.
Osteoporoz için önerilen çeşitli egzersiz türleri vardır. Bunlar;
Esneklik egzersizleri: Germe ve gevşeme şeklinde uygulanır.
fleksibilitesini sağlayarak düşme ve yaralanma riskinden korumaktadır.
6
Eklemlerin
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Denge ve koordinasyon egzersizleri: Günlük yaşam aktiviteleri sırasında
sürdürülmesine ek olarak beklenmedik eksternal dengeyi bozan kuvvetlere karşı koyabilme
yeteneği, reaktif postüral kontrol ve bağımsız yaşam için önemlidir. Düşme riskinin
azaltılmasıyla kırık insidansında azalma sağlamaktadır.
Aerobik egzersizler: Vücut ağırlığı ile yapılan aktivitelerdir. Step yapmak, dans etmek,
tempolu yürüyüş, merdiven inip çıkmak gibi aktiviteler bu grupta yer almaktadır. Ayağın yer ile
temas ettiği anda kemikte oluşan impuls ile osteoblastik aktivitede ve kemik mineral
yoğunluğunda artış sağlanarak kemik kalitesinde olumlu değişiklikler olduğu bildirilmektedir.
Bu tür egzersizler özellikle kalça ve omurga kemikleri için yararlıdır. Aerobik egzersizlerin
denge ve koordinasyon üzerine de olumlu etkileri vardır. Aerobik egzersiz programı ısınma,
soğuma, germe ve solunum egzersizlerini de içermelidir.
Yüksek etkili egzersizler: Kolları yukarı doğru uzatarak zıplama veya kollar yanda
iken kolları ve bacakları yana açarak zıplama hareketleri olarak yapılabilmektedir. Fakat
postmenopozal dönemde eklem sorunları ve düşme riski açısından bu egzersizlerin
premenopozal dönemde ya da postmenopozal dönemde ilk 12 haftalık germe, kuvvetlendirme
ve denge egzersizlerinden sonra başlanması uygundur. Yapılan bir çalışmada postmenopozal
kadınlarda zıplama egzersizleri ile femur boynunun KMY değerlerinde artış sağlandığı
bildirilmiştir.
Kuvvetlendirme (Progresif-Resistif) egzersizler: Elde taşınan ve ağırlık miktarı
giderek artırılan ağırlıklar ile yatarak veya oturarak yapılan egzersizlerdir. Egzersizler haftada 3
gün 45-60 dakika yapılmalıdır. Egzersiz programına tempolu yürüyüşler de eklenmelidir.
Özellikle alt ekstremiteler için uygulanan egzersizler mobilite, denge ve düşmelerin önlenmesi
açısından önemlidir.
Postür egzersizleri: Osteoporotik hastalarda azalmış kas kuvveti ile ilişkili olduğu
belirtilen kifoza bağlı olarak yerçekim merkezindeki değişimler sonucu denge bozulmakta ve
düşme riskinde artma olmaktadır. Postür egzersizleri kifoz gelişimini engelleyerek düşmeleri ve
vertebra kırık riskini azaltmaktadır.
Tai-Chi-Chuan Egzersizleri: Gövde ve ekstremitelerin devamlı, yavaş, koordineli ve
ritmik izometrik ve izotonik segmental hareketleri şeklindedir. Birçok yöne ağırlık aktarma,
postür düzgünlüğü hakkında bilinci artırma, hareketlerin çok yönlü koordinasyonu ve düzenli
solunumdan oluşur. Kemik kütlesine karşı koruyucu etkisi yanında, nöromusküler
koordinasyon, kas kuvveti, esneklik ve endurans üzerine olumlu etkileri vardır.
Klinik Pilates Egzersizleri: Pilates egzersizleri kuvvetlendirme ve fiziksel uygunluk
eğitimi, jimnastik, kendine güven ve dansın kombinasyonundan oluşmuştur. Başlangıç
seviyesinden ileri seviyeye kadar uzanan toplam sayısı 500 kadar germe ve kuvvetlendirme
egzersizini içermektedir. Çalışma temelde 2 şekilde olabilir:
1. Pilates met çalışması
2. Pilates cihazları ile çalışma
Her egzersizde nefes kontrolünü ve vücudun farkındalığını öğreten, kassal ve zihinsel
gevşemeyi bir arada sağlayan, fizyoterapistlerce uygulanan, kliniğe uyumlu Pilates egzersizleri
kassal kuvvet ve dayanıklılığı geliştirmek için önerilen bir egzersiz yaklaşımıdır.
Postmenopozal osteoporozu olan kadınlarda Angın E. tarafından yapılan bir çalışmada pilates
grubundaki bireylerde fonksiyonel düzeyin arttığı bulunmuştur. Kas kuvveti ve esneklik
değerlerinde artış, kas kısalıklarında ve ağrılarında azalma elde edilmiştir. Ayrıca egzersiz
sonrası pilates grubunda T-skor değerlerinde azalma, KMY değerlerinde artış bulunmuştur.
7
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Egzersiz öncesi tespit edilen postüral hatalarda egzersiz sonrası kısmi azalmalar ve yaşam
kalitesinde artışlar tespit edilmiştir.
Pilates egzersizlerini uygularken egzersiz çemberi, dirençli bantlar, toplar, ağırlıklı
toplar gibi yardımcı cihazlardan yararlanılmaktadır.
Klinik Pilates Egzersizlerinin Genel Prensipleri

Konsantrasyon

Solunum

Merkezde odaklanma

Kontrol

Kararlılık

Harekette akışkanlık

İzolasyon
Fizyoterapistler tarafından yapılan değerlendirmeler ışığında risklerden arındırılmış,
hastalık grubuna özel planlanmış ve belirli aşamaları içeren Pilates egzersizlerinin kullanımı son
derece önemlidir.
Osteoporozun önlenmesinde fiziksel aktivite ve egzersiz önerilmekle birlikte
belirlenmiş tek bir egzersiz protokolü bulunmamaktadır. Bu nedenle osteoporoz tedavisinde
planlanacak egzersizler hastalara özel, dinamik, tekrarlı ve düzenli olmalıdır. Kemik mineral
dansitesini artırmada egzersizin türü, süresi, sıklığı, yoğunluğu kadar hangi vücut bölgesine
yönlendirildiği de önemlidir.
Kemikler üzerine yük bindiren egzersizler yanında düşmelerin etkisini azaltmak
amacıyla yatak yüksekliğini azaltma, yatak çevresindeki zeminin yumuşak materyallerle
kaplanması ve kalçalara (trokanterler üzerine) takılan sünger destekler düşmeye bağlı kırıkları
azaltmada etkilidir. Ayrıca aydınlık ve trabzanlı merdivenlerin kullanımı, kaygan olmayan
zeminlere ağırlık verilmesi ya da özellikle küçük halıların altlarına yerleştirilen kaydırmaz
altlıkların kullanımı, koridorlar, tuvalet ve banyoda uygun yerlere yerleştirilmiş barların
bulundurulması da ev içinde alınabilecek önlemler arasındadır. Ev dışında ise baston, vb.
yürüme yardımcılarının kullanılması, geniş tabanlı, kaygan olmayan ayakkabıların kullanımı,
yanında el feneri bulundurulması, toplu taşıma araçlarında dikkatli olunması ve gerekirse
yardım istenmesi önemlidir.
Osteoporozun önlenmesi ve tedavisinde kalsiyum emilimini artıran ve atılımını azaltan
faktörler üzerinde durulmalıdır. İntestinal kalsiyum emilimini azaltması nedeniyle sigara
içilmemesi de önemlidir. Benzer şekilde alkol tüketiminin de sınırlı tutulması gereklidir.
Haftada 207 ml veya daha fazla alkol tüketimi kemik kaybını artırmaktadır. Aşırı kafein alımı
da, özellikle yaşlı kadınlarda, kalça kırığı riski ile korelasyon göstermektedir.
Primer osteoporozda besinsel yetersizlikten dolayı hücre aktivasyonu azalmaya eğilim
gösterir ve böylece kemik kütlesi olumsuz yönde etkilenir. Bu aktivitenin temelini kalsiyum ve
D vitamini oluşturmaktadır. Risk faktörlerinin azaltılması için, her gün yeterli miktarda
kalsiyum (1000–1500 gr/gün) ve D vitamini (400–800 gr/gün) alınmalıdır. Yerleşmiş
osteoporozda ise bu oranlar artırılmalıdır.
8
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
1.
Liu, P., Brummel-Smith, K., Ilich, J.Z. (2011) Aerobic Exercise and Whole-Body
Vibration in Offsetting Bone Loss in Older Adults. Journal of Aging Research.
2.
Uysal, A.R. (2008) Osteoporoz Fizyopatolojisi. Turkiye Klinikleri J Orthop TraumatolSpecial Topics, 1 (3), 1-11.
3.
Ovayolu, N., Tascı, S., Ucan O. (2007) Osteoporozda Risk Faktörleri ve Korunmanın
Önemi. Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi, 2 (6), 73-86.
4.
Tuncer, T. (2010) Osteoporoz. Turkiye Klinikleri J Orthop Travumatol-Special Topics, 3
(2),47-55.
5.
Yavuz, D. (2011) Osteoporoz: Epidemiyoloji, Klinik ve Tanı. Turkiye Klinikleri J
Endocrin-Special Topics, 4 (2), 28-32.
6.
Kutsal, Y.G. (2009) Osteoporoz Ozel Sayısı-Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Dergisi,
Ankara: Turkiye Klinikleri.
7.
Levine, J.P. (2011) Identification, Diagnosis and Prevention of Osteoporosis. Am J Manag
Care, 17 (6), 170-176.
8.
Sutcliffe, A. (2006) Osteoporosis: A Guide for Health-care Professionals.England: Whurr
Publishers Limited.
9.
Ataman, S., Yalçın, P. (2012) Romatoloji, Özyurt Matbaacılık, Ankara.
10. Baysal, O. (2009) Osteoporozda Egzersizin Onemi. Turkiye Klinikleri J PMR-Special
Topics, 2 (1), 62-67.
11. Swaim, R.A., Barner, J.C., Brown, C.M. (2008) The Relationship of Calcium intake and
Exercise To Osteoporosis Health Beliefs in Postmenopausal Women. Research in Social
and Administrative Pharmacy, 4 (2), 153-163.
12. Phrompaet, S., Paungmali, A., Pirunsan, U., Sitilertpisan, P. (2010) Effects of Pilates
Training on Lumbo-Pelvic Stability and Flexibility. Journal of Sports Medicine, 2 (1),1622.
13. Wayne, P.M., Kiel, D.P., Krebs, D.E., Davis, R.B., Savestsky-German, J.,Connelly, M. ve
diğerleri. (2007) The Effects of Tai Chi on Bone Mineral Density in Postmenopausal
Women: A Systematic Review. Arch Phys Med Rehabil, 88 (5), 673-680.
14. Daniels, D.M.A. (2005) Exercises For Osteoporosis. Canada: Hatherleigh Press.
15. Bianchi, M.L., Orsini, M.R., Saraifoger, S., Ortolani, S., Radaelli, G., Betti, S. (2005)
Quality of Life in Postmenopausal Osteoporosis. Health and Quality of Life Outcomes, 78
(3).
16. Angın, E., Erden, Z. (2009) The Effect of Group Exercise on PostmenopausalOsteoporosis
and Osteopenia. Acta Orthop Traumatol Turc, 43 (3), 343-350.
9
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
17. Sinaki, M. (2007) The Role of Physical Activity in Bone Health: A New Hypothesis To
Reduce Risk of Vertebral Fracture. Phys Med Rehabil Clin N Am, 18 (3), 593-608.
18. Ağıl, A., Abıke, F., Daskapan, A., Alaca, R., Tuzun, H. (2010) Short-Term Exercise
Approaches on Menopausal Symptoms, Phychological Health and Quality of Life in
Postmenopausal Women. Obstetrics and Gynecology International.
19. Kemmler, W., Stengel, S., Bebenek, M., Engelke, K., Hentschke, C., Kalender, W.A.
(2011) Exercise and Fractures in Postmenopausal Women: 12-year Results of the Erlangen
Fitness and Osteoporosis Prevention Study(EFOPS). Osteoporosis International, 23 (4),
1267-1276.
20. Matos, O., Silva, D.J., Oliveira, J.M., Castelo-Branco, C. (2009) Effect of Specific
Exercise Training on Bone Mineral Density in Women With Postmenopausal Osteopenia
or Osteoporosis. Gynecologial Endocrinology, 25 (9), 616-620.
21. Doğu, B., Sodemir, R., Yamac, S., Yılmaz, F., Kuran, B. (2010) Osteoporotik Kalca Kırığı
ile Đliskili Risk Faktorlerinin Değerlendirilmesi. Osteoporoz Dunyasından, 16, 13-16.
22. Madureira, M.M., Bonfa, E., Takayama, L., Pereira, R. (2010) A 12-month Randomized
Controlled Trial of Balance Training in Elderly Women With Osteoporosis: Improvement
of Quality of Life. Maturas, 66 (2), 206-211.
23. Arnold, C.M., Busch, A.J., Schanchter, E.L., Harrison, E.L., Olszynski, W.P.(2008) A
Randomized Clinical Trial of Aquatic Versus Land Exercise to Improve Balance, Function,
and Quality of Life in Older Women With Osteoporosis. Physiother Can, 60 (4), 296-306.
24. Schmitt, N.M., Schmitt, J., Doren, M. (2009) The Role of Physical Activity in the
Prevention of Ostoporosis in Postmenopausal Women- An Update.Maturas, 63 (1), 34-38.
25. Angın E. Postmenopozal Osteoporozlu Kadınlarda Pilates Egzersizlerinin Kemik Mineral
Yoğunluğu, Fiziksel Performans ve Yaşam Kalitesi Üzerine Etkileri. Hacettepe
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Programı. Doktora
tezi., 2012.
10
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KADIN VE KALP DAMAR HASTALIKLARI
Arzu DAŞKAPAN1
Özet
Kalp damar hastalıkları, son yıllarda dünya genelinde en önemli ölüm ve özür nedeni
haline gelmiştir. Kadınlar arasında kalp krizi, inme ve kalp damar hastalıkları ile ilişkili
problemlere bağlı ölümler, tüm kanser türlerine bağlı ölümlerin yaklaşık iki katıdır. Özellikle
menopozun erken dönemlerinde kalp hastalıklarına bağlı ölüm riskinin daha yüksek olduğu
bildirilmektedir. Kalp damar hastalıkları gelişimi ilişkili faktörler, lipit profilinin bozukluğu,
hipertansiyon, sigara kullanma, stres, diyabet hastalığı, obesite fiziksel inaktivite, kötü beslenme
alışkanlıkları ve aşırı alkol tüketimidir. Türk kadınlarında; yüksek kolesterol düzeyi,
hipertansiyon, diyabet ve obesite ön sıralardadır.
Kalp damar hastalıkları gelişiminde rolü olduğu saptanan psikolojik risk faktörleri; A Tipi
kişilik davranışı, depresyon ve anksiyete, sosyal destek eksikliği, sosyal izolasyon ve kronik iş
stressidir. Kadınların kalp sağlığını korumak adına, atılması gereken ilk adım kadınların kalp
hastalıkları hakkındaki farkındalık ve bilgi düzeyini artırmaktır. Farkındalık düzeyini artırmada
toplum temelli müdahale programları etkin olabilmektedir. Kadın gruplarına yönelik müdahale
programlarının yaygınlaştırılmalı ve programların ardından sonuçları değerlendirilmelidir.
Anahtar Kelimeler: Kadın sağlığı, kalp ve damar hastalığı
KADIN VE KALP DAMAR HASTALIKLARI
Kalp damar hastalıkları (KDH) terimi, sıklıkla halk arasında “damar sertliği”
kelimeleriyle ifade edilen aterosklerozisle ilişkili olarak gelişen kalp ve kan damar sisteminin
hastalıklarını kapsamaktadır. Kalp damar hastalıkları, son yıllarda dünya genelinde en önemli
ölüm ve özür nedeni haline gelmiştir. Göğüs kanseri, kadınlar için en büyük sağlık kaygısı
olarak düşünülmektedir. Ancak, yapılan bazı araştırmaların sonuçlarına göre: kadınlar arasında
kalp krizi, inme ve KDH ile ilişkili problemlere bağlı ölümler, tüm kanser türlerine bağlı
ölümlerin yaklaşık iki katıdır.
Ülkemizde yapılan çalışmaların sonuçlarına göre Türkiye’de KDH ile ilişkili ölüm
oranında artma vardır; bu oran 1960’ ta % 20 iken, 1990’ da % 40-50’ye ulaşmıştır. Öte yandan
menopoz öncesi yaşlardaki Türk kadınlarında kalp hastalığına bağlı özür ve ölümlerin, aynı yaş
grubundaki erkeklerle benzer olduğu rapor edilmektedir. Ülkemizdekine benzer olarak ABD,
Çin, Avustralya ve Hindistan gibi değişik ülkelerde yaşayan kadınlar arasında da kalp
hastalıkları ve ilişkili ölümlerin arttığı rapor edilmektedir. Artık kalp hastalıklarının kadınlar
için ciddi bir sağlık problemi haline geldiği vurgulanmaktadır.
1
Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü, eposta: [email protected]
11
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KDH nın gelişimi ve ilerlemesi ile kesinlikle ilişkili olduğu belirlenen faktörler vardır. Bu
faktörler arasında lipit profilinin bozukluğu, hipertansiyon, sigara kullanma, stres, diyabet
hastalığı, obesite (özellikle karın bölgesinde yağ birikimi) fiziksel inaktivite, kötü beslenme
alışkanlıkları ve aşırı alkol tüketimi yer almaktadır. Bahsedilen risk faktörleri her iki cinsiyet
için benzer etkilere sahiptir. Ancak iki cinsiyet arasında yapısal farklılıklar mevcuttur.
Kadınların atardamar çapları erkeklerden daha küçük olduğu için daha farklı damar tıkanıklığı
şekleri gelişmektedir. Bunun yanı sıra son yapılan araştırmalarda kadınlarda yüksek C-reaktif
protein, homosistein ve lipoprotein-a değerleri de kalp damar hastalığı gelişimi için risk faktörü
olarak belirlenmiştir.
Bazı risk faktörlerinin kadınlarda KDH gelişimi üzerindeki etkileri biraz daha önemlidir.
Diyabet hastalığının varlığı KDH riskini erkeklerde 2-3 kat, kadınlarda ise 3-7 kat artırmaktadır.
Hipertansiyon, 65 yaş ve üstündeki dönemde, kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Raporlara göre
hipertansiyonu olan dört kadından üçü tansiyon probleminin farkındadır ancak dört kadından
sadece biri tansiyonu kontrol etmek için çaba göstermektedir.
Sigara içme 50 yaş altındaki kadınlarda KDH nın en önemli nedenidir. Sigara içme
prevelansı erkeklerde kadınlardan daha yüksek olmakla beraber, sigara kullanım oranında
azalma kadınlar arasında daha düşüktür. Bir araştırma sonrasında günde 1-4 kadar az sigara içen
bir kadında bile hiç içmeyene kıyasla, KDH na bağlı ölüm veya kalp krizi riski iki kat daha
yüksektir. Kadınlarda sigara içimi kan lipit değerlerini olumsuz yönde etkilemektedir. Doğum
kontrol hapı kullanan kadınlarda sigara ile ilişkili KDH risklerinin daha yüksek olduğu
belirtilmektedir.
Kadınlardaki lipit değerlerindeki değişim profilleri erkeklerden farklıdır. 65 yaş ve altı
kadınlarda düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) düzeylerinin yüksekliği ile KDH riski arasında
doğru orantılı bir ilişki vardır. 65yaş ve üzerindeki kadınlarda yüksek yoğunluklu lipoprotein
(HDL) düzeylerinin düşük olması erkeklere kıyasla daha büyük bir risk olarak ele alınmaktadır.
HDL “iyi kolesterol” olarak bilinmektedir.
Obesite her iki cinsiyet için önemli bir KDH risk faktörüdür. Obesitenin ilerleyen
dönemde kadınlar için daha ciddi bir risk faktörü haline gelmesinden endişe edilmektedir.
Kadınlarda obesiteye yol açan nedenlerin başında kötü beslenme alışkanlıkları ve fiziksel
aktivite yetersizliği geldiği bildirilmektedir. Obes kadınlarda hipertansiyon, diyabet ve lipit
profilinde bozulma riskinin de arttığına dikkat çekilmektedir.
Türk kadınlarındaki KDH risk faktörleri irdelenecek olursa; yüksek kolesterol düzeyi,
hipertansiyon, diyabet ve obesite en ön sıralarda yer almaktadır.
KDH nın gelişimi ile ilgili olarak 1950 li yılların sonlarından itibaren, psikososyal risk
faktörlerine de değinilmektedir. KDH gelişiminde rolü olduğu saptanan risk faktörleri; A Tipi
kişilik davranışı (agresif, aceleci ve rekabetçi kişilik davranışları), depresyon ve anksiyete,
sosyal destek eksikliği, sosyal izolasyon ve kronik iş stressidir. İşle ilişkili olaylara benzer
olarak ev yaşantısı ile ilişkili olayların da kadınların kalp damar sağlığı açısından önemli
olduğuna işaret edilmektedir. Öte yandan, kadınların psikososyal risk faktörlerine karşı
erkeklerden daha duyarlı oldukları bildirilmektedir.
Kadınlarda öncelikle risk faktörlerinin varlığı değerlendirilmeli ardından var olan
faktörler bütüncül olarak ele alınıp, bu faktörlerin kontrol alınması konusunda kadınlara eğitim
verilmesi gerekmektedir.
Kadın hayatında özel ve karmaşık bir süreç olan menopoz kalp hastalıklarının önlenmesi
açısından önemli bir dönemdir. Çünkü KDH, çoğunlukla ve özellikle de sigara içmeyen
12
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
kadınlarda menopoz öncesi dönemde gözlenmez. KDH görülme oranı 45-54 yaş arasında, bir
başka ifade ile menopozun başladığı dönemde artmaktadır. Kalp hastalıklarındaki artışın,
menopoza girmiş kadında, endojen üreme hormonlarının koruyucu etkisinin azalmasıyla ilişkisi
olduğu gösterilmektedir. Özellikle menopozun erken dönemlerinde kalp hastalıklarına bağlı
ölüm riskinin daha yüksek olduğu bildirilmektedir. Aktif sigara içici olma, bahsedilen riski daha
fazla artırmaktadır. Obesite, diyabet, depresyon ve egzersizden uzak kalma gibi diğer risk
faktörleri de menopoz döneminde ortaya çıkabilmektedir. Bu dönemde kadına kazandırılacak
düzenli egzersiz yapma alışkanlığı KDH gelişimini önleme ve KDH ile ilişkili risk faktörlerinin
kontrol altına alma yolu ile anlamlı bir koruyucu etki sağlamaktadır.
Kalp hastalıklarının teşhisi, tedavisi ve önlenmesi ile ilgili olarak kadınlar ve erkekler
arasında biyolojik ve cinsiyete dayalı farklar vardır. Son yıllarda KDH risk faktörlerinin
kontrolü ve KDH na yönelik ilaç alanındaki gelişmelere rağmen, erkeklerle kıyaslandığında;
kadınların yaşam süresindeki artışın memnun edici düzeyde olmadığı belirtilmektedir.
Literatürde belirtildiğine göre 1980’ li yıllardan günümüze dek kadınlar kalp hastalığının
ciddiyeti konusunda yeterince farkındalık düzeyine sahip değildirler. Kalp hastalıklarının
kadınlardaki prognozu erkeklerden daha kötüdür.
Kadınlarda, erkeklere kıyasla daha geç yaşlarda kalp hastalığı ortaya çıkmaktadır. İleri
yaş kadınlarda ise kalp hastalığına diyabet, hipertansiyon, kolesterol yüksekliği vb. başka
problemlerin eşlik ettiği görülmektedir. Bu faktörlerde kadınların prognozunu olumsuz
etkilemekte ve kalp hastalığı karşısında erkeklere göre dezavantajlı bir konumda yer
almaktadırlar.
Kadınlarda kalp hastalığının belirtileri de erkeklerden farklı olabilmektedir. Örneğin kalp
krizi için yaygın ve tanımlayıcı bir belirti olan göğüs ağrısı, yerine kadınlarda sırt ağrısı, göğüste
yanma, karın bölgesinde rahatsızlık, bulantı, nefes darlığı ve yorgunluk gibi belirtiler
gözlenebilmektedir. Birçok kadın kalp hastalığının habercisi sayılabilecek belirtilerin önemsiz
olduğunu düşünebilmektedir. Kadınların kendi sağlıklarını önemsemeyip, diğer aile bireylerinin
sağlığına daha fazla özen gösterdikleri rapor edilmektedir. Dolayısıyla, erken dönemde
hastaneye başvurmayan kadınlarda, kalp hastalıklarının başlangıç döneminde kontrol altına
alınması mümkün olmamakta ve daha yüksek ölüm oranları kaydedilmektedir.
Çalışmaların sonuçlarına göre; kadınlar kalp hastalığı tanısı aldıktan veya kalp krizi
geçirdikten sonra, duygusal ve psikososyal yönden erkeklerden daha fazla problemler
yaşamakta ve hastalıkla baş etme konusunda erkeklerden daha az başarılı olmaktadırlar. Kalp
hastası olan kadınlar arasında depresyona çok sık rastlanmakta ve hastanın depresyonla ilişkili
olarak yaşam kalitesi daha da azalmaktadır. Düzenli egzersiz programlarına katılım ve daha
aktif bir yaşam tarzının kalp hastası kadınların gerek hastalığın kendisi gerekse depresyon gibi
psikolojik problemlerin üstesinden gelmede iyi bir yöntem olduğu belirtilmektedir.
Kadınlarda KDH’ nın tedavisinden ziyade önlenmesi daha önemlidir. Kadınların kalp
hastalığından korunması amacıyla öncelikle KDH gelişimi ile ilgili bahsedilen risk faktörleri
belirlenmelidir. Ardından saptanan faktörlerin ortadan kaldırılması veya kontrol altına alınması
için kişinin yaşam tarzı değiştirilmeli ve sağlıklı alışkanlıklar kazandırılmalıdır. Sağlıklı yaşam
tarzının yapıtaşı olarak düzenli egzersiz alışkanlığı kazandırılmalıdır. Düzenli egzersiz obesite,
hipertansiyon, diyabet gelişim riskini azaltmak gibi biyolojik risk faktörlerini kontrol altına
almanın ötesinde stresi ve olumsuz kişilik davranışlarını azaltarak psikososyal risk faktörlerinin
kontrol altına alınmasında da etkilidir.
Kadınlar arasında kalp hastalığı sıklığını ve hastalığın olumsuz sonuçlarını azaltabilmek
için kadınlara özel kalp hastalığı ile ilgili rehberler, kitapçıklar hazırlanması gerektiğine
13
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
değinilmektedir. Bu yazılı materyallerin kolay anlaşılır olması ile daha eğitici nitelik
kazanabileceği vurgulanmaktadır.
Kadınların kalp sağlığını korumak adına, atılması gereken ilk adım kadınların kalp
hastalıkları hakkındaki farkındalık ve bilgi düzeyini artırmaktır. Farkındalık düzeyini artırmada
toplum temelli müdahale programlarının etkin olabileceği kaydedilmektedir. Kadın gruplarına
yönelik müdahale programlarının yaygınlaştırılması ve programların ardından sonuçlarının
değerlendirilmesi gereklidir.
Kaynaklar
1.
Banks AD. Women and heart disease: missed opportunities. J Midwifery Womens Health
2008; 53: 430-439.
2.
Starmba-Badiale M; Fox KM; Priori SG et al. Cardiovascular disease in women: a
statement from the policy conference of the European Society of Cardiology. Eur Heart J
2006; 27: 994-1005.
3.
Perry CK; Rosenfeld AG. Learning through connections with others: women’s cardiac
symptoms. Patient Educ Couns 2005; 57(1): 143-146.
4.
Mosca L; Ferris A; Fabunmi R et al. Tracking women’s awareness of heart disease: An
American Heart Association national study. Circulation 2004; 109: 573-579.
5.
American Heart Association Web site. Facts about women and cardiovascular diseases.
Available at: www.americanheart.org/presenter.jhtml?identifier=2876 Accessed August 8,
2006.
6.
Yalçın M; Bardak M. Health Statistics 1996. Republic of Turkey Ministry of Health,
Research Planning and Coordination Committee. Ankara 1970.
7.
National Institutes of Health, National Heart, Lung and Blood Institute. Heart disease
deaths
in
American
women
decline.
February
1,
2007.
http:
//www.nih.gov/news/pr/feb2007/nhlbi-01.htm. Accessed July 18, 2007.
8.
Onat A; DursunoğluD; Sansoy V. Relatively high coronary death and event rates in
Turkish women; Relation to three major risk factors in five year follow-up cohort. Int J
Cardiol 1997; 61: 69-77.
9.
New Zealand Health Information Statistics. 2003; 7th May 2003. Mortality statistics: Totals
for 1998 and 1999; (Website) New Zealand Health Information Services. Available:
http://www.nzhis.govt.nz/stats/mortstats.html [2004, 12.5.04]
10. Australian Institute of Health and Welfare. Australian Institute of Health and Welfare
National Mortality Database. Department of Health and Human Services. Canberra,
Australia: Australian Institute of Health and Welfare. 1999.
11. Mosca L: Novel cardiovascular risk factors: Do they add value to your practice? Am Fam
Physician 2003; 67: 264.
14
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
12. Möller-Leihmkühler AM Women with coronary artery disease and depression: A neglected
risk group. The World Journal of Biological Psychiatry, 2008; 9(2): 92-101.
13. Bello N; Mosca L. Epidemiology of coronary heart disease in women. Prog Cardiovasc
Dis 2004; 46: 287- 295.
14. Thomas RJ; Houston Miller N; Lamendola C et al. National survey on gender differences
in cardiac rehabilitation programs. J Cardiopulm Rehabil. 1996; 16: 402-412.
15. Cannistra LB; O’Malley CJ; Balady GJ. Comparison of outcome of cardiac rehabilitation
in black women and white women. Am J Cardiol 1995; 75: 890-893.
16. Sasaki J; Kita T; Mabuchi H et al. Gender difference in coronary events in relation to risk
factors in Japanese hypercholesterolemic patients treated with low-dose simvastatin. Circ J
2006; 70: 810–814.
17. Unal B; Critchley JA; Capewell S. Explaining the decline in coronary heart disease
mortality in England and Wales between 1981 and 2000. Circulation 2004;109:1101–1107.
18. Castelli WP. Cardiovascular disease: pathogenesis, epidemiology, and risk among users of
oral contraceptives who smoke. Am J Obstet Gynecol 1999; 180: 349- 356
19. Kok HS; van Asselt KM; van der Schouv YT et al. Heart disease risk determines
menopausal age rather than the reverse. J Am Coll Cardiol 2006; 47: 1976-1983.
20. Stevenson JC; Crook D; Godsland IF. Influence of age and menopause on serum lipids and
lipoproteins in healthy women. Atherosclerosis 1993; 98: 83-90.
21. Polk ND; Naqvi TZ. Cardiovascular disease in women: sex differences in presentation, risk
factors, and evaluation. Curr Cardiol Rep 2005; 7: 166- 172.
22. Anand SS; Xie CC; Mehta S et al. Differences in the management and prognosis of women
and men who suffer from acute coronary syndromes. J Am Coll Cardiol 2005; 46: 18451851.
23. Jacobs AK; Johnston JM; Haviland A et al. Improved outcomes for women undergoing
contemporary percutaneous coronary intervention: a report from the National Heart, Lung,
and Blood Institute Dynamic registry. J Am Coll Cardiol 2002; 39:1608–1614.
24. Todaro JF; Shen BJ; Niaura R Do men and women achieve similar benefits from cardiac
rehabilitation? J Cardiopulm Rehabil 2004; 24(1): 45-51.
25. Leon AS; Franklin BA; Costa F et al. Cardiac rehabilitation and secondary prevention of
coronary heart disease; an American Heart Association scientific statement from the
Council on Clinical Cardiology (subcommittee on exercise, cardiac rehabilitation and
prevention) and the Council on Nutrition, Physical Activity and Metabolism (subcommittee
on physical activity), in collaboration with the American Association of Cardiovascular and
Pulmonary Rehabilitation. Circulation 2005; 111: 369-376.
26. Wenger NK; Froelicher ES; Smith LK, et al. Cardiac rehabilitation as secondary
prevention. Agency for Health Care Policy and Research and National Heart, Lung and
Blood Institute. Clin Pract Guidel Quick Ref Guide Clin 1995; 17: 1-23.
15
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
27. Scottish Guidelines Intercollegiate Network (SIGN). Cardiac rehabilitation. A national
clinical guideline. SIGN publication no. 57. Edinburgh: SIGN; 2002.
28. Pazoki R; Nabipour I; Seyednezami N et al. Effects of a community-based heart program
on increasing healthy women’s physical activity: a randomized controlled trial guided by
Community-based Participatory Research (CBPR) BMC Public Health 2007; 7: 216 doi:
10.1186/1471-2458-7-216.
29. Harrison WN& Wardle SA. Factors affecting the uptake of cardiac rehabilitation services
in a rural locality. Public Health 2005; 119: 1016-1022.
30. Jackson L; Leclerc J; Erskine Y et al. Getting the most of out cardiac rehabilitation; a
review of referral and adherence predictors. Heart 2005; 91: 10-14.
31. Ziegelstein R; Fauerbach J; Stevens S et al. Patients with depression are less likely to
follow recommendations to reduce cardiac risk during recovery from a myocardial
infarction. Arch Intern Med 2000; 160: 1818-1823.
32. Heidi HG& Schmelzer M. Influences on women’s participation in cardiac rehabilitation.
Rehabil Nurs 2004; 29: 116-121.
33. Brown V; Bryson L; Byles J et al. Women’s health Australia: Recruitment for a national
longitudinal cohort study. Women Health 1998; 28(1): 23-40.
34. Rockhill B, Willett WC, Manson JE et al. Physical activity and mortality: a prospective
study among women. Am J Public Health 2001; 91: 578-583.
35. Halm M & Denker J Primary prevention programs to reduce heart disease risk in women.
Clinical Nurse Specialist 2003; 17(2): 101-109.
16
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
TIBBİLEŞTİRMEYİ KADIN SORUNLARI BAĞLAMINDA DÜŞÜNMEK
Seda ATTEPE1
Özet
Tıbbileştirme; sağlık alanında bireyleri nesne konumuna getiren bir anlayışı, tıbbi
kavramların ve müdahalelerin gündelik hayatın içinde fazlasıyla ve gereksiz bir şekilde yer
almasını ve bedenlerin denetim altına alınmaya çalışılmasını ifade eden bir kavramdır.
Tıbbileştirmeyi yalnızca sağlık alanı ile sınırlandırmak mümkün değildir, günümüzün medya
anlayışı, kozmetik ve ilaç sanayisi gündelik yaşamın tıbbileştirilmesini kolaylaştırmaktadır.
Tıbbileştirmenin gündelik hayatın içinde bu denli yer almasından etkilenen önemli bir nüfus
grubu olarak kadınların bu süreçten nasıl etkilendiği önemlidir. Bu çalışmada öncelikle
tıbbileştirme bir kavram olarak ele alınacak, sonrasında tıbbileştirmenin kadınlara ne sunduğu,
kadınların hayatlarını nasıl etkilediğine değinilecektir. Son olarak, tıbbileştirmenin sunduğu
olumsuzlukları azaltmak için nelerin yapılması gerektiğine ilişkin çözüm önerilerine yer
verilecektir.
Anahtar Kelimeler: Tıbbileştirme, kadın, kadın sorunları.
Giriş
Tıbbileştirme, genel olarak tıbbın bir sosyal kontrol mekanizması olarak işlemesini;
gündelik hayatta, medyadaki söylemlerde, sağlık anlayışlarında tıbbi terimlerin büyük oranda
yer almasını ve bedenlerin denetim altına girmesini sağlayan bir kavram olarak karşımıza
çıkmaktadır. Tıbbileştirmenin çeşitli boyutları olmasının yanı sıra, önemli boyutlarından birini
kadın bedeninin denetim altına alınması, toplumsal cinsiyet kalıplarının sürdürülmesi yoluyla
kadın üzerinde baskı kurulması olduğu bir gerçektir. Bu çalışmada, tıbbileştirmenin ne olduğuna
değinildikten sonra, tıbbileştirmenin kadın sorunları bağlamında nasıl düşünülebileceği
tartışılarak çözüme ilişkin öneriler sunulacaktır.
Tıbbileştirme: Tıbbın Bir Sosyal Kontrol Mekanizması Olarak İşletilmesi
Tıbbileştirme, kelime anlamı olarak “tıbbi yapmak”, “tıbbi etmek” olarak açıklanabilen,
1970’lerde sosyal bilim literatürüne girmiş bir terimdir. Bir konu, problem ya da durumun, tıbbi
terimler ve tıbbi dil ile tıbbi çerçeve içinde, tıbbi müdahale ile tedavi edilecek bir durum olarak
ifade edilmesidir (Sezgin, 2011: 59). Tıbbileştirme, daha önceden patolojik sayılmayan insan
yaşamının bazı yönlerinin tıbbi sorunlar olarak algılanması süreci olarak tanımlanabilir (Maturo,
2012: 123). Görüldüğü gibi, tıbbileştirme yalnızca tıp ya da sağlık sorunları ile ilgili olmayıp,
günlük yaşamın çeşitli yönleri ile doğrudan ilgili bir kavramdır.
1 Araştırma Görevlisi, Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta:
[email protected]
17
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Tıbbileştirme ilk olarak sağlıkla ilgili konularda ortaya çıkmaya başlamıştır, daha sonra
ise yaşamın çeşitli yönlerine sızmıştır/sızdırılmıştır. Bu noktada tıbbileştirmenin sağlık boyutu
ile ilgili olarak Ivan Illich’in Sağlığın Gaspı adlı eserinde belirtmiş olduğu sağlığın
tıbbileştirilmesi kavramı karşımıza çıkmaktadır. Ivan Illich, sağlık kavramının bütünüyle tıbbi
bir kavram haline gelişini “sağlığın tıbbileştirilmesi” olarak tarif etmektedir (Illich, 1995; akt.
Erbaydar, 2002: 53). Sağlığın tıbbileştirilmesi kavramı, insan sağlığının tıbbi model
çerçevesinde yani hastalığın “anormal” sayıldığı, insanın sağlıklı olmasının nesnel ölçütlere
bağlı olduğu bir kavramsallaştırma içinde ele alınması ile yakından ilişkilidir. Tıbbi modele
göre, hastalıkların iç veya dış etkenleri vardır, bu etkenler “sağlıklı” yapıya etki ederek onun
“normal” işleyişini bozar. Tıp biliminin uygulayıcısı olan doktorlar ise normal işleyişi bozulan
organizmaya uygun müdahaleyi yaparak normal işleyişin yine kazanılmasını sağlarlar
(Erbaydar, 2002: 50). Bu bağlamda sağlığın yalnızca tıbbi ölçütlerle ele alındığı ve insanın
sağlığı üzerinde söz sahibi olmadığı bir anlayış söz sahibi olmaktadır.
Tıbbi model, geçerliliğini yitirmiş gibi görünse de, sağlıkla ilgili kavramsallaştırmaların
çoğunda hala etkisini sürdürdüğü bir gerçektir. Sağlığın hala insanın öznel algısından bağımsız,
sağlığı ile ilgili kararlara kendisi katılamayan bir anlayış olarak algılandığı bilinmektedir. Bu
anlayışın tıbbileştirme yoluyla bir sosyal kontrol mekanizması olarak işlediği söylenebilir.
Tıbbileştirme yalnızca sağlığın değil, günlük yaşam pratiklerinin, doğal biyolojik
süreçlerin kısacası yaşamın tüm alanlarının tıbbileştirilmesi ile karakterize olmaktadır. Bu
noktada sorulması gereken şudur: tıbbileştirme nasıl işlemektedir ki insan sağlığı hakkında karar
verememekte, daha da kötüsü tıbbileştirmenin bir parçası olmaktadır? Bu soruya Sezgin
(2011)’in bakış açısından yararlanarak cevap vermek mümkündür:
Yaşamın doğal süreçleri, bürokratik bir sürece dönüştürüldükçe; birey kendi bedeni
hakkında düşünemez, karar veremez hale gelir ve sistem gereği, kendi bedenine ait
özgürlüğünü, tıbbın eline teslim eder (Sezgin, 2011: 61).
Dikkat çekilmesi gereken bir nokta da, tıbbın bir kontrol mekanizması olarak bu şekilde
işlemesi bir yana, tıp dışında medya, sağlık anlayışları ve gündelik yaşam pratikleri açısından da
bireyin kontrol edildiğidir. Günümüzde Sezgin (2011)’in de belirtmiş olduğu gibi, bireyler kim
tarafından kontrol edildiklerinin de farkında değildir. Her gün aldığı mesajların kim tarafından
neden gönderildiğine ilişkin bir kavrayışı olmadığı gibi sorgulamadan kontrol odaklarının
yönlendirdiği gibi davranmaktadır. Bunun nedeni ise, sağlığın toplumsal boyutunun göz ardı
edilerek sadece bireyin çabası ile iyileşebileceği ya da toplumsal normlara uyması sonucu
sağlıklı kalabileceği anlayışının hakim olmasıdır.
Sadece bireysel bir sorun olmayan sağlık konusunun bireysel bir sorun olarak
gösterilmesinin gündelik yaşamın hemen her alanının tıbbileştirilmesinin ve sağlık
konusunda tıbbi bilginin iktidarının doktorun elinden çoklu kanala geçmesinin ardında,
sağlıkları üzerinde söz sahibi olmak isteyen bireylerin denetiminin ve dolayısıyla tıbbi
sosyal kontrolün sağlanmaya çalışıldığı söylenmelidir (Sezgin, 2011: 47).
Tıbbileştirmeyi ele aldığımızda, tıbbi sosyal kontrol açısından Foucaultcu analizi de
incelememiz gerekmektedir. Foucault, tıbbın toplumdaki rolünü anlayabilmek için tıbbı,
bedenin yönetim ve gözetimi için daha geniş toplumsal gereksinimin bir parçası olarak
görmemiz gerektiği konusunda ısrar etmiştir (Foucault, 1977; akt. Bilton ve diğer., 2009: 363).
Bireyin bedeni üzerinde kurulan denetimi Foucault, biyo-iktidar kavramıyla açıklamaktadır.
Foucault’ya göre beden politik ve ideolojik kontrol, gözetleme ve düzenlemenin temel
noktasıdır (Sezgin, 2011: 47). Biyo-iktidar kavramı iki boyutu ile ele alınmaktadır. Birinci
boyut anatomi politiği; yani bedenin disiplin altına alınmasını ikinci boyut ise nüfus politiği,
yani bedenin iktidar tarafından denetim altına alınmasını ifade etmektedir.
18
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Birinci boyutta yer alan anatomi politik bedenin tıbbi kontrol mekanizmaları tarafından
denetim altına alınmasını ifade etmektedir. Bunun içinde bedenin tıp otoriteleri tarafından
sürekli denetlenmesi, sağlık anlayışlarının genç ve güzel kalmayı vurgulaması, bedenin ancak
katı bir disiplin içinde sağlıklı kalabileceği inancı vardır. İkinci boyut ise iktidarın nüfus
düzenlemelerine doğrudan katılmasını ifade etmektedir. Nüfusun düzenlenmesinde biyolojik
faktörlerin değil ideolojik ve politik faktörlerin etkili olması anlamındadır.
Sezgin (2011)’in deyişiyle günümüzde beden ticari bir meta olarak denetlenmektedir.
Bedenin kontrol yolu tıbbileştirilmiş gündelik yaşam pratikleri ve bireyselleştirilmiş sağlık
anlayışıyla formda, zayıf ve genç bedenlere sahip olmaktan geçmektedir.
Günümüzdeki sağlık anlayışı, bireylerin sağlıklı olmasının tek koşulunun zayıf ve güzel
kalmak olduğunu vurgulamaktadır. Bunun yanı sıra, sağlıkla ilgili bilgilerin medyada sıkça yer
alması, ilaç ve medikal yöntemlerin reklamlarla pazarlanması, bireylerin kendi sağlığından
sorumlu tutulması da günümüzdeki sağlık anlayışının parçalarıdır. Bu sağlık anlayışının
tıbbileştirme ile yakından ilgili olduğu görülmektedir.
Sonuç olarak, tıbbileştirmenin sosyal kontrolü sağlamada öncelikle doktorların rolünün
ön planda olduğu, sonrasında ise bedenin kontrolünü sağlamada medyanın, ilaç sektörünün,
kozmetik sektörünün ve sonunda da bireyin kendi denetiminin etkili olduğu söylenebilir. Sonuç
olarak tıbbileştirmenin, sağlık konularının tıbbi kavramlarla ele alınması ve bunun ötesinde
gündelik yaşamın tüm yönlerinin tıbbi çerçeve içinde kavranması olarak tanımlanması mümkün
olmaktadır. Bu bağlamda bu bildirinin konusunu oluşturan kadınların tıbbileştirmeden nasıl
etkilendiklerini ortaya koymak gerekmektedir.
Tıbbileştirmenin Kadın
Kadınlara Ne Sunuyor?
Sorunları
Bağlamında
Düşünülmesi:
Tıbbileştirme
Kadınların yaşam süreçleri, erkeklere göre daha fazla tıbbileştirilmeye müsaittir (Sezgin,
2011: 70). Buna neden olarak da, hem egemen söylemin ataerkil yapısı, hem de kadınların
doğum, menopoz gibi doğal yaşam süreçlerin tıp profesyonelleri tarafından ele alınması
gösterilmektedir.
Bu bağlamda egemen söylemin ataerkil yapısına vurgu yapan feminist eleştirinin ne
dediğine kulak verecek olursak, feminist eleştirinin, erkek egemen tıp mesleği ve son yarım
yüzyıl boyunca adet dönemi, hamilelik ve çocuk doğumu dahil, kadın için doğal olan olayları
medikalleştirmiş olması üzerinde yoğunlaştığını görürüz (Bilton, Bonnett, Jones, Lawson,
Skinner, Stanworth ve Webster, 2009: 362). Feminist eleştiri, hem tıp mesleğinin erkek
egemenliğinde olmasına hem de doğal süreçlerin tıbbileştirmesine tepki vermektedir.
Tıp mesleğinin erkek egemenliğinde olmasını ele alacak olursak, öncelikle tıptaki
işbölümüne değinmemiz gerekmektedir. Tıpta cinsel işbölümü, kadınların toplumdaki tabiliğini
yansıtır. Pek çok kadın tıp alanında çalışmasına rağmen, çoğunluğu, düşük ücretli ve düşük
statülü paramedikal ve hastabakıcı olarak çalışmaktadır (Bilton ve diğer., 2009: 362). Bunun
yanında erkek ve kadın doktorlar arasında kıyaslama yapıldığında, erkek doktorların daha iyi
olarak nitelendiği, erkek doktorlardan daha düşük ücret aldığı da bilinen bir gerçektir.
Yine, bazı hastalıkların kadınlara özgü hastalıklar olarak nitelendirildiği görülmektedir.
Örneğin cinsel fonksiyon bozukluğunun kadınların suçuymuş gibi gösterilmesi, kadınların
cinsel yaşamının sürekli tıbbi pratiğin konusu olarak düşünülmesinin bir ürünüdür. Bu konuda
bir başka örnek, depresyondur. Depresyon genel olarak kadınlarda görülen bir hastalık olarak
algılanmaktadır. Sosyo-kültürel yapı görmezden gelinerek depresyona daha çok kadınların
yakalandığı düşünülmektedir (Yaşar, 2007). Toplumsal yapıdan kaynaklanan nedenlerin göz
19
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ardı edilerek depresyona yakalanmanın kadınların doğal özelliklerinden kaynaklandığı algısı
bulunmaktadır.
Kadınların doğal yaşam olaylarının tıbbi pratiğin konusu olduğu daha önce belirtilmiştir.
Bu anlamda ilk olarak hamilelik ve doğum sürecini ele almak gerekli görülmektedir. Bu konuda
öncelik hamile kalmaya karar veren kadınlara aittir. Kadınların hamile kalmadan önce sigara ve
alkolden uzak durması, kilo vermesi, düzenli spor yapması gerektiği tavsiyeleri verilmektedir.
Sorumluluk müstakbel anneye verilmekte; tıbbileştirilen alan ve süre genişletilmektedir (Sezgin,
2011: 71). Elbette, hamilelik sürecinde sağlığa zarar verebilecek olan maddelerin kullanılması
hem anneye hem de bebeğe ciddi zararlar verecektir. Buradaki sorun, hamile kadınların bir
nesne haline gelerek uyması gereken normların çoğalması ve uymamaları halinde anneliği hak
etmeyeceklerine inanılmasıdır.
Doğum, doğum odaları, teknolojik olanaklar, hemşireler ve diğer uygulamalarla
tıbbileştirilmeye devam etmektedir (Sezgin, 2011: 71). Doğumun tıbbi olanaklarla
gerçekleşmesi gerektiği bilinmektedir, ancak doğumun tıbbileştirilmesi, doğumla ilgili artan
tıbbi ilgi, sezaryen oranlarının artması, doğum sürecinde annenin yapması gerekenlerle ilgilidir.
Kadınla ilgili sağlık sorunlarının tıbbileştirilmesine bir başka örnek adet döneminin ve
menopozun tıbbileştirilmesidir. Kadınların adet öncesi uyumsuz ve normal olmayan davranışlar
sergileyebildikleri vurgulanarak adet döneminin tedavi edilmesi gereken tıbbi bir durum olarak
kabul edilmesi gerektiği düşünülmektedir (Sezgin, 2011: 70). Menopoz ise yirminci yüzyılın
ortalarından itibaren, ruhsal ve bedensel olumsuz etkileri bilgisi ile yayılmıştır (User, 2010: 144;
akt. Sezgin, 2011: 71). Menopozun tedavi edilmesi gereken bir durum olarak algılanmasının
yanında, menopozda olan kadınların sinirli oldukları algısının yerleşmesi de tıbbileştirilmenini
sonuçlarından biridir.
Kadınların doğal yaşam süreçleri olan adet dönemi, hamilelik, doğum ve menopozun
sıklıkla olumsuz anlamda kullanılması sonucu bu dönemleri yaşayan kadınların “hasta” olarak
nitelendirilmesi söz konusudur.
Tıbbileştirmenin kadın açısından bir başka önemli sonucu, kadınların yaşlanmasının
olumsuz anlamda kullanılmasıdır. Yaşlanmak istenmeyen bir durum olarak görülmekte ve
kadınların yaşlanmaması için kozmetik endüstrisi çok çaba harcamaktadır. Genç görünmek,
sağlıklı görünmenin önüne geçerek yükselen değer olmaktadır.
Erkekler açısından tıbbileştirme, henüz tam anlamıyla yaygın hale getirilmemiştir. Sezgin
(2011) erkeklerin yaşam döngüsünün andropoz, kellik ve cinsel performans örneğinde
tıbbileştirilmeye başladığını, bunun devamının geleceğini söylemektedir.
Özetle, tıbbileştirme kadınlara, adet görme, hamilelik, doğum, menopoz gibi doğal yaşam
olaylarının hastalık olarak algılanmasını; genç ve zayıf kalmanın tek sağlık normu olarak
dayatılmasını; depresyon ve cinsel fonksiyon bozukluğu gibi bazı hastalıkların kadınlara özgü
olarak damgalanmasını getirmektedir. Kadınlara sunulan tıbbileştirme kadınların tüm yaşamını
ele geçirerek ve sağlık-hastalık anlayışlarına sızarak kadınlar için hayatı zorlaştırmaktadır.
Sonuç ve Öneriler
Tıbbileştirmenin ve biyo-iktidarın gündelik yaşam pratiklerinin içine sızmasıyla bedenin
kontrol edilmesi kolaylaşmaktadır. Sağlık sorunlarının tıbbileştirilmesi sonucu hekim-hasta
ilişkisi iktidar ilişkisine dönüşmektedir. Bunun yanı sıra, medyada egemen olan söylemlerin
etkisi ile herkesin sağlıklı olmasının yolu genç ve zayıf görünmesinden kaynaklanmalı diye
düşünülmekte, egemen normlara uymanın tek yolunun zayıf kalmak olduğu vurgulanmaktadır.
20
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Medyada sağlık programlarının sayısı ve çeşitliliği artmaktadır. Hemen her kanalda sağlıkla
ilgili bir program bulunmaktadır, gazetelerde sağlıkla ilgili haberlerin sayısı artmaktadır. Bunun
sonucu olarak da, herkesin sağlığını öncelikle kendisinin koruması gerektiği üzerinde
durulmaktadır.
Tıbbileştirmenin herkes üzerinde bir şekilde etkili olduğu bilinmekle birlikte, etkisini
daha çok kadın sorunları üzerinde göstermektedir. Öncelikle kadınların hamilelik, doğum,
menopoz gibi doğal biyolojik yaşantıları tıbbileştirilmektedir. Hamile kalmadan önce yapılması
gerekenlerden nelerin yenmesi gerektiğine nelerin yenmemesi gerektiğine kadar uzun listeler
oluşturulmakta, normal doğum yerine başka yöntemlerin kullanılmasına karar verilmekte,
kadınların rolü sadece çocuk doğurmak ve büyütmek ile sınırlandırılmakta, menopoz
döneminde olan kadınların hormon tedavilerine alınmakta kısaca tüm bu süreçte kadınların
bedenleri denetim altına alınmaktadır. Erkeklerin yaşamı daha çok güç, statü ile
ilişkilendirilmekte ancak kadınların zayıf, sağlıksız ve güçsüz olduğu vurgulanmaktadır. Yine,
erkek hastalıkları güç ve statü ile ilişkili iken, kadınların hastalıkları nevrozlardan kaynaklanıyor
gibi görülmektedir.
Tıbbileştirmenin olumsuz sonuçları bağlamında kadın sorunları açısından neler yapılabilir
diye sorulduğunda, öncelikle sağlık hastalık anlayışlında toplumda hakim olan paradigmanın
değişmesi gerektiği ortadadır. Hakim olan paradigmada insan, sağlığın öznesi olarak değil bir
nesne olarak var olmaktadır. Bu anlayışın değiştirilerek bireylerin sağlığının korunmasında
kendi kararlarını verebilen özneler olarak görülmesi gerekmektedir. Bu bağlamda katılımcı
sağlık anlayışının hakim olması, hekim-hasta ilişkisinde bireylerin nesne konumundan özne
konumuna geçişini kolaylaştıracaktır. Katılımcı sağlık anlayışında kendi sağlığı için harekete
geçebilen, kararlar alabilen bireylerin yer alması mümkündür.
Hekim-hasta ilişkilerinin değiştirilmesi açısından tıp eğitiminin de çok önemli bir yeri
bulunmaktadır. Tıp eğitiminde toplumsal cinsiyet derslerine yer verilmesi, doktorların cinsiyetçi
tutumların farkında olmalarını sağlayarak mesleki uygulamalarında daha duyarlı hale
gelmelerini sağlayabilir.
Tıbbileştirmede medyanın çok önemli bir rolü olduğuna değinilmiştir. Medyada kendine
yer bulan ayrımcı söylemin değişmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Medyada yer alan ayrımcı
söylemlerin yerine cinsiyetçi olmayan bakış açılarının yerleştirilmesi ve kadın bedeninin
medyada yer alan bir nesne, bir meta halinden özne haline getirilmesi ile birlikte
tıbbileştirmenin kadın açısından olumsuz olan sonuçlarının azaltılabileceği düşünülebilir.
Sağlıkla ilgili güncel tartışmalara ışık tutan araştırmaların yapılması da, tıbbileştirmenin
bileşenlerin ortaya çıkarılması açısından son derece önemlidir. Özellikle nitel olarak
yapılandırılmış araştırmalara sağlık alanında ihtiyaç duyulmaktadır. Böylelikle, sağlık
anlayışları cinsiyetçi tutumlardan arındırılarak denetim altında tutulan bedenler hakkında daha
ayrıntılı bilgi elde edilebilecektir.
Son olarak, tıbbileştirme, tıbbın ilgi alanına girmeyen konuların dahi tıbbi kavramlarla ele
alınması ve bedenlerin sosyal kontrol altında tutulmasını ifade eden bir süreçtir. Tıbbileştirme
bir süreç olarak işlemekle, daha çok kadın bedeninin denetim altına alınmasına ve cinsiyetçi
tutumların sağlık alanından başlayarak yaşamın tüm alanlarına yayılmasına neden olmaktadır.
Tıbbileştirmenin kadın açısından olumsuz sonuçlarını azaltmak için egemen sağlık
anlayışlarının değişmesine, tıp eğitiminde toplumsal cinsiyet konusunun yer almasına,
medyanın dilinin değişmesine ve araştırmalar yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
21
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
Bilton, T., Bonnett, K., Jones, P., Lawson, T., Skinner, D., Stanworth, M., Webster, A. (2009).
Sosyoloji. (2.Baskı). Ankara: Siyasal Kitabevi.
Erbaydar, T. (2001). Sağlık; Kimin İçin?. Toplumbilim sağlık sosyolojisi özel sayısı, (13), 49–
58.
Foucault, M. (1977). The birth of the clinic: an archaeology of medical perception. London:
Tavisctok.
Illich, I. (1995). Sağlığın gaspı. Ayrıntı Yayınları (orijinal çalışma basım tarihi: 1981).
Maturo, A. (2012). Medicalization: current concept and future directions in a bionic society.
Mens Sana Monogr, 10, 122–133.
Sezgin, D. (2011). Tıbbileştirilen yaşam bireyselleştirilen sağlık çelişkiler, alternatifler ve
sağlık iletişimi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
User, İ. (2010). Biyoteknolojiler ve kadın bedeni. Kadın ve bedeni, Yasemin İnceoğlu ve Altan
Kar (der.) içinde İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 131–169.
Yaşar, M. R. (2007). Depresyonun kadınlaşması. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 17
(2), 251–281.
22
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
İRAN’DA GÖRME ENGELLİ KADINLAR
Mohammadreza POURAKBARIANNIAZ1
Sayra LOTFİ2
Özet
İran’da görme engelli kadınların yaşamları göz önüne alındığında, kendi problemlerinin,
ailede yaşanan problemlerin ve sosyal yaşamlarındaki çevre ile ilişkilerinde olan sıkıntıların
önemi belirginleşir. Engelli insanlar ve onların aileleri toplumdaki diğer bireyler gibi yaşama
hakkına sahiptirler. Durumlarından dolayı bireysel gelişimlerini sağlayamama, toplumsal
yaşama katılamama, ihtiyaç duydukları hizmetlere ulaşamama gibi zorluklar nedeniyle yaşam
kaliteleri düşebilir. Herhangi bir eksikliğin sağlıklı bir insana problem yaşatması onlar için
hayatın bir miktar zor olması anlamına gelir. Engelli insanlar içerisinde görme engelliler, diğer
engellilere göre daha fazla zorluk yaşarlar.
Bu makalede İran’daki görme engelli kadınların genel durumları ve günlük
yaşamlarındaki problemleri göz önüne alınacak, kız çocuklarının doğmadan önce görme
engelliliğinin belirlenmesi halinde, kürtaj olup olmamasının üç grup (engelliler, engellilerin
ailesi ve ailede göz engellisi olmayan kişiler) bakımından hazırlanmış anketin sonuçları
paylaşılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kadın, Görme engelliler, İran kadınları, Kürtaj.
1. Giriş
Bu araştırma, İran’da yaşayan görme engelli kadınların yaşam durumlarını ve özellikle
kürtaj konusunda olan ankette (tek sorulu anket) ve verdikleri cevapları ve sonuçları
göstermektedir. Veri toplama yöntemi; Skype‘tan faydalanarak 35 büyük ve küçük kentlerden
görme engelli internet arkadaşlarından soruya cevap vermeleri rica edildi. 850 kişi katılarak
soruya cevap verdiler ama özel durumlarına göre genelde şahsi durumlarını anlatmaktan
rahatsız oldukları için bu verileri tam doğru alamadık. Söz konusu araştırmada, önemli olan
hukuki ve dini açıdan kürtajın İran’da yasak olmasını bilen kişilerden, kendi ve ailenin isteği ile
ve çocuğun geleceğini düşünerek bu açılardan soruları yanıtlaması istendi. Sonuçta kürtaj olma
isteğinin çok olması ve çalışmanın farklı konularda daha fazla araştırma ihtiyacını ortaya
çıkarmıştır.
2. İran’da Yaşayan Kadınların Sayısı
1
Doktora öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü, eposta: [email protected]
2
Doktora öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü
23
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
2011 yılının istatistik verilerine göre, İran nüfusu yaklaşık 75 milyon kişi olmakla birlikte
İran’da yaşayan kadınların sayısı da yaklaşık 37 milyondur ve kadınların 9 milyondan fazlası
bulunduğu ailenin gözetmenidir.
İran
nüfusu
49/6 %
Aile
gözetmeni
12/1 %
yaş
ortalaması
30,03
Yaşam
Beklentisi
74,6
37.905.669
50/4 %
87/9 %
29,70
72,1
75.149.669
100%
100%
Sayı
Yüzde
Kadınlar
37.244.000
Erkekler
Toplam
3. İran’da Görme Engellilerin Sayısı
Yaklaşık 75 milyon olan İran nüfusunda 750 bin kişi göz engellidir. Bu sayıdan yaklaşık
250 bini görme yetisine sahip olmayan ve 500 bini ise düşük görme problem yaşayan kişilerdir.
Görme Engelli Olan Nüfus
Kadın
%
Sayı
45%
337.500
Erkek
55%
412.500
Toplam
100%
750.000
112.500
Görme engelli
225.000
Düşük görme problemi olan kişiler
137.500
Görme engelli
275.000
Düşük görme problemi olan kişiler
250.000
Görme engelli
500.000
Düşük görme problemi olan kişiler
4. Rehabilitasyon
Rehabilitasyon (Farsça: BEHZİSTİ), devlet kurumu şeklinde eğitim, sigorta, tedavi, araç
ve ev sahibi olma adına para yardımı, aile danışmanlığı ve rehberliği olarak sınıflandırılabilir.
Söz edilen kurumlarda araştırmalar esasında görme yetisine sahip olmayan veya düşük derecede
görmenin nedenleri arasında yer alan konular başka nedenler arasındalar:
1. Aile içi evlilikler (engellilik olasılığın artırabilir)
2. Annenin çocuk sahibi olma isteği ve hamilelik zamanı çocukla pozitif ilişki kurması
(engellilik olasılığını azaltabilir)
3. Ailenin ekonomik durumunun düşük olması (engellilik olasılığını artırabilir)
4. Çocuğun bahar aylarında doğması (engellilik olasılığını artırabilir)
Engelli Kadınlar ve Rehabilitasyon
İran’da görme engelli kadınların yarıdan fazlası, var olan devlet veya özel kurumlara
kayıt olmaktan ve onlardan yararlanmaktan kaçınırlar. Bazı aileler engelli kız çocukların
istatistiklere dâhil etmedikleri için dolaylı yollardan bu çocuklara zarar verirler. Sayılan
nedenlere göre kurumların istatistik verileri tüm görme engelli ve düşük derecede görebilen
bireyleri kapsamıyor.
5. İran’da görme engelli kadınların yaşadıkları problemler
24
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Engelli kadınlar genelde eğlence, sanat, spor, eğitim ve çalışma alanlarında sıkıntı
yaşamaktadır. Görme engelli kadınlar ise bu alanlarda diğerlerine oranla daha fazla sıkıntı
yaşamaktadırlar.
6. Görme Engellilerin Eğlence Problemleri
Görme engelli kadınların eğlenmeleri için ve boş zamanlarını değerlendirmeleri için geniş
bir alan ve teçhizat gereklidir ki bu konuya önem verilmediği takdirde engelli kişinin kendisi
adına sorun yaşaması ve içinde bulunduğu toplum adına da sorun yaşatması olağandır. Görme
engelliler içerisinde, var olan malzeme ve imkanlardan pek azı yararlanmaktalar, örnek verecek
olursak sadece %3,75 oranında erkekler ve %2,5 oranında görme engelli kadınlar
kütüphanelerden yararlanırlar ki var olan imkanlar 10 kat daha fazlasına kadar hizmet verebilir.
(engelli kadınların sayısı engelli erkeklerden azdır.).Engelliler için özel spor salonları bir kaç
büyük kentte bulunmaktadır.
7. İran’da Görme Engellilerin Eğitimi
İran’da görme engellilerin eğitimi özel okullarda başlar. Fakat üniversitede görme engelli
olmayanlarla aynı eğitimi alırlar. İran’da Eğitim sisteminden faydalanan görme engelliler
arasında üniversite eğitimi alanlar pek azdır. Bu azınlık kesim üniversitede genelde ‘’ Psikoloji,
hukuk, edebiyat, sosyoloji, vb. bölümlerde ‘’ eğitim almaktalar. Fen ve mühendislik, tıp, sanayi
ve üretim vb. bölümlerde eğitim alan engelli kadın sayısı ise yok denecek kadar azdır.
8. İran’da Görme Engelli Kadınlar ve Sanat
Görme engelliler genelde, görme duyusu olmadığından çevreler ile ilişki kurmak için
özellikle işitme duyusundan faydalanarak bu alanda kendilerini geliştirirler. Sanat bölümleri
arasında ise müzikte iyi gelişmişlerdir.
9. Görme Engellilerin Evlenme Problemi
İran’da evlenme yaşı ortalaması erkeklerde 26,7 ve kadınlarda 23,4 olmakla birlikte bu
sayı görme engelli insanlarda çok daha fazladır ve bir ciddi sorun sayılır.
Evli yetişkinlerin yüzdesi ( kör ve sağlıklı kişiler)
10. İran’da Görme Engelli Kadınların Çalışma Problemi
Kadınların İran’da genelde çalışma problemi zaten mevcut olmakla birlikte engellilere
işverenler diğerlerine oranla az azdır ve bu sebeple görme engelli olan kişiler adına daha az
çalışmak veya iş bulmak daha zordur. Çalışan kesim de genellikle hareket gerektirmeyen daha
basit işlerde görev çalışırlar(Telefon masası vb).
11. İran’da Görme Engelli Kadınlar & Spor
25
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Görme engelli kadınlar için spor salonu ve öğretmeni olmadığından engelli kadınlar
İran’da spora yabancıdırlar. Sadece bir takım ile çalışan görme engelli kadınlar spor
tesislerinden faydalanabilirler.
12. Sosyal Faaliyetler
Görme engelli kadınlar sosyal faaliyetlere katılmakta zorlanırlar. Bunun yanında kendi
ailelerinden gelen bir baskı ile de sıkıntı yaşamaktadırlar(bazı aileler ki iyi ve doğru davranırlar,
bu alanda başarılı bir çocuğa sahip oluyorlar). Genelde İran’da görme engelli kadınların aynı
durumda olan erkeklere göre sosyal faaliyetleri azdır ve bazı iş, eğitim, kültürel veya sanat
konusunda olan bir gruba arkadaşlarıyla katılırlar. Bunun yanında siyasi ve benzer kurumlarda
etkili katılımları azdır.
13. Çocuğu engelli olan Ailenin geçirdiği aşamalar
Şok, Reddetme, Acı Çekme ve Depresyon, Suçluluk Duyma, Kararsızlık, Kızgınlık
Duyma, Utanma, Uzlaşma, Uyum Sağlama ya da Kabul Etme…
Bu aşama bazı ailelerde kısadır ama bazı ailelerde yıllar boyu (belki de ömür boyu) sürer
ve eğer doğmadan önce çocuklarındaki engeli bilmiş olmaları halinde kürtaj seçeneğini seçerler.
Bu nedenle bir anket ile görme engelli kız çocuklara da bu konu soruldu(sadece kendi istekleri
ve çocuğun geleceğin düşünüp ve dini ve hukuki yasak olmamasını düşünerek cevaplanması
istendi).
14. Anket Konusu
‘İmkânsız bir konu düşünmek, imkânsız değildir’ diye soru sorduğumuzda
 Hukuk açısından, kişiler suç olduğu ve cezalanmaktan korkuları var
 Din açısından günaha girmemek istiyorlar.
Hukuki ve dini alanda yasaklamalar bazen kişilerce düşünülmemelidir.
15. Anket Koşulları
Koşullar:
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
Bir ailede ebeveynden birisi olmayı düşünün.
Anne karnında 12 haftalık bir çocuk düşünün
Cinsiyeti kız
Engelli (%100 görme engelli)
Eşiniz kararın size bağlı olduğunu düşünüyor.
Din açısından haram olmamış
Hukuki açıdan yasaklanmamış
Kürtaj ve Hamileliğe son verme kararı sizin isteğinize bağlıdır. Seçiminiz ne olur?
Evet (kürtaj)
Hayır (hamileliğe devam)
16. İran’da Din Açısından Kürtaj
26
Kararsızım
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
İslamiyet - Şii
9 aylık hamilelik süresinde ‘’ kürtaj ‘’
istemeden
olay neden ile
-
tıbbi nedeni olmadan
İzinsiz
İzinsiz
4 aydan sonra
Hamileliğe
son
İstekli
tıbbi
neden ile
4 aydan
önce
Zina veya tecavüz
hamilelik
İzinsiz
Engelli çocuk
İzinsiz
anne tehlike de
Tıbbi onay ile izinli
Kürtaj ve İslamiyet-Şii bakış
Din açısından ( İslamiyet - Şii alimler) kürtaj’ın izinsiz ve yasak olması, insanın
değerinin cismine bağlı olmadığını, kişinin değerinin eksilmediğini savunur. İnsana ve engelli
kişiye değer veren onun aklı ve zekâsı ve en önemli İlahi ruhudur ki bunu insan içerisinde
taşımaktadır. Sadece dini açıdan çocuk doğmadan önce(4aydan önce), annenin hayatı tehlikede
olduğu zaman izin verilmektedir.
17. İran’da Hukuk Açısından Kürtaj
İran’da kürtaj yasaktır, suç sayılır ve uygulayanlara ceza verilir. İran hukuku, dini ve
İslami esasla kurulup, genelde hukuki – dini (İslam – Şii ) bağlantısı içerir. Sadece dini
koşullarda geldiğine inanılan belirtilmiş bir koşulda ( 4aydan önce – annenin hayatı tehlikede
olan zaman vb) izin veriliyor.
( Dördüncü ayda Çocuğun bedeni ruhu içine alma neden ile o koşul vardır)
18. Anket sorusu
Anketin konusu ve koşullarına dikkat ederek canlı doğma veya doğmama ( kürtaj)
seçenekli olarak karar vermek. Bu durumda sizin kararınız nedir?
Evet(kürtaj)
Hayır(hamileliğe devam)
Kararsızım
*
*
*
19. Anket sonucu
27
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
EVET (kürtaj ) seçeneğine oy veren kişiler
Soru sorduğumuz kişiler: Görme engellilerden,
görme engellilerin ailesinden birisi,
ailede göz engellisi olmayan kişilerden olmak üzere üç bölüme ayrılmıştır.
Görme engellilerden
Görme engellilerin
Ailede görme engelli
ailesinden herhangi biri olmayan kişilerden
Kadın
75%
66%
85%
Erkek
70%
80%
88%
Sonuç
Kürtaj konusu; siyasi, hukuki, dini, tıbbi, sosyolojik ve aile açısından tartışmalı bir
konudur ama bazı aileler için önemli bir yol gösterimi olabilir ki bu kişilerin ömür boyu stres
yaşamalarına engel olmaktadır. Çalışmamız gösterir ki engelliler, kendilerinin ve ailelerinin ve
çevredeki insanların (din ve hukuku görmeden ) kürtaja istekleri vardır. Bu da bu konu üzerinde
daha fazla düşünülmesini gerektirir.
Kadınları kendileri ve kendi hukukları korumalılar.
Kaynakça
1. Aliyan nejadi-Abolgasem (makarem-e-shirazi), (2009), Tıpta dini hükümler, imam’i
Ali Yayıncılık, İran-Tehran
2. Azizi-Feridun, (1995), fikh ve tıp, daftar-e-nashr-e-farhang-e-eslami Yayıncılık, İranTehran
3. HajiAli-Fariba, Kürtaj - hürmet ya izin
4. Kürtaj - İslam cezalandirma kanunu ( 487 ^ 493 kanunlar )
5. Pad-İbrahim, Kürtaj - bedensel suçlara karşı cezalandırma
6. Sepahvand-amir khan, Kürtaj - bedensel suçlara karşı cezalandırma
7. Taheri Aragi–müstafa, (1985), Kör’luk, Sazman-e-Behzisti Yayıncılık, İran-Tehran
8. Zamani-Rasul , , Kürtaj – İslami hukuk açısından
9. http://www.entekhab.ir/fa/news/41421 (Erişim tarihi 01.2013)
10. http://koulak.persianblog.ir/post/11 (Erişim tarihi 01.2013)
11. http://donyayenabinayan.blogfa.com/post-33.aspx (Erişim tarihi 01.2013)
12. http://www.asriran.com/fa/news/37067/ (Erişim tarihi 02.2013)
13. http://www.pezeshk.us/?p=731 (Erişim tarihi 01.2013)
14. http://www.asayesefid.org/Default.aspx?PageID=604&RelatedID=vjjvvnbj (Erişim
tarihi 02.2013)
15. http://dnk.parsiblog.com/Posts/3/ (Erişim tarihi 02.2013)
16. http://www.aftabir.com/articles/view/social/psychopathology/ (Erişim tarihi 02.2013)
17. http://www.mkamali.com/site/articles/haghedidan.htm (Erişim tarihi 02.2013)
28
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KADININ DEĞERİ: FELSEFİ BİR DENEME
Sema ÖNAL1
Özet
Kadının değeri tarihsel süreçte her toplum ve kültürde farklılıklar göstermiştir. Birçok
ahlaki kural toplumun kadına bakışıyla yakından ilgilidir. Geçmişte ve günümüzde nasıl bir
kadın modeli oluşturulmak istenmiştir bununla ilgili çeşitli örnekler verilebilir. Kadının bir
şahsiyet olarak kendini ortaya koyması için özgür olması toplumla ve kendi içinde uyumlu
olması, çatışkı yaşamaması ve kendini geliştirmeye kendini aşmaya muktedir olması gerekir.
Son yüzyıl içinde ortaya çıkan feminizm hareketi kadını özgürleştirmekle başlamış ve giderek
birçok bilimsel sahada kadın olgusunu ve değerini ortaya koymayı başarmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kadın, kadının değeri, kadın olgusuna felsefi bakış.
KADININ DEĞERİ
Etik açıdan kadının değeri ve kadına yönelik davranışlar, kadından beklenilenler her
toplum ve kültürde farklılıklar göstermektedir. Kadının biyolojik varlığı, içinde bulunduğu
münasebetler, hareket tarzı, faaliyetleri, toplumsal normlar içinde özel bir varlık alanı
oluşturmaktadır. Bu durum, etik açıdan özel bir değerlendirmeyi haklı kılar. Geçmiş ve modern
bakış, kadın olgusunun etik bir gerçeklik olduğunu bize göstermiştir. Psikolojik ve sosyolojik
bakış açısı da bu noktada etik bakış açısıyla birlikte ele alınmalıdır.
İlkin, psikolojik açıdan değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda kadının her şeyden önce bir
duygu varlığı olduğu konusunda hemfikir oluruz. Sevme, nefret etme, hasret, öfke bağlılık,
sadakat. Kadın ruhu her an bu duyguların etkisi altındadır ama aynı zamanda o bir akıl varlığıdır
da. Birçok ahlak kuralı, içinde bulunduğu kültürün kadına bakışıyla yakından hatta doğrudan
ilgilidir. Kadın, kendine has kişiliği, aklı ve özgürlük alanı içinde psişik sahada birbiriyle
çarpışan ve birbiriyle çatışma içinde olan duygulara sahiptir. Kendi içinde mücadele halinde
olduğu gibi toplum içinde de özgürlüğünü ve varlığını korumak için mücadele etmektedir.
Kadının bu mücadelesi erkekten çok daha fazladır.
İyilik, sevgi, nefret, pişmanlık, saygı, her konuda mükemmel olma gibi duygusal ve
iradi yönünü etkileyen manevi değerler sahası içinde kendi psikovital varlığını koruyabilmek
için kadın, parçalanmadan psikolojik ve sosyal bütünlük içinde bu değerlerin içinde yer
almalıdır. Aktif olmalı, karar vermeli, harekete geçmeli, hayat akışına uymalıdır. Pasif bir
durumu benimsememelidir. Pasiflik kadının toplum içinde yok varlık durumuyla karşı karşıya
kalmasına sebep olabilir. Kadını pasifleştiren ve ortaya çıkan istenmeyen durumlar, çoğunlukla
talihin tecelli edişi olarak yorumlanmıştır. Kadın, iyi, kötü, saadet ve fazilet nedir? gibi soruları
kendi değeri ve etik varlığı açısından sorgulamalı ve toplumda kendi varlığını hissettirmelidir.
Kadının toplum içinde bir şahsiyet olarak yetiştirilmesi, eğitilmesi gerekmektedir. Kadının
şahsiyet sahibi olabilmesi için üç şeye ihtiyaç vardır. Kadın özgür olmalı, kendi içinde ve
1
Kırıkkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, e-posta: [email protected]
29
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
toplum içinde ahengi yakalayabilmeli, kendini geliştirmeye muktedir olmalıdır. Bu özelliklere
sahip olan bir kadın modeli içinde bulunduğu sorunları aşmayı başarabilir.
Geçmişte ve günümüzde kadına verilen değeri örneklendirerek açıklamaya çalışalım:
Eski Yunan kültüründe özellikle Platon’un diyaloglarında yetkin ve gelişmiş düşünce yapısı
yalnızca erkeklere özgü gibi görülmektedir. Yani kadın bir akıl varlığı olarak algılanmamıştır.
Hatta ciddi sevginin tek gerçek nesnesi de erkeklerdir. Erkeklerin ilgilendikleri konuların tümü
Atina'lı kadınlara kapalıdır. Kadınlar Atina’da olduğu gibi birçok toplumda dünyada olup biten
hemen her şeyin dışında tutulmuş ve yapay bir şekilde aptallaştırılarak sevimsizleştirilmiştir.
Benzer şekilde erkeğe olan aşkın yüceltildiği ve kadınların birer şahsiyet olarak görülmedikleri
birçok kültürde örneğin İran ve Çin kültüründe (özellikle şiirin ön plana çıktığı ve erkeğe olan
aşkın yüceltildiği dönemlerde) bu duruma rastlanmıştır. (Platon, Şölen: Russell:24)
Toplumda kadının değerinin daha çok evlilik kurumu içinde ortaya çıktığını
görmekteyiz. Evlilik kurumu ahlaki bir kurumdur. Toplumdaki faziletlerin kök saldığı yerdir.
Cinsellik evlilik kurumu ile birlikte ahlaki bir boyut kazanır. Bertrand Russell, “Evlilik ve
Ahlak” adlı eserinde ister çağdaş olsun bir toplumun özelliklerini belirtirken birinci derecede
önem taşıyan iki unsurdan söz eder: Ekonomik yapı ve aile yapısı. Birincisi her şeyin kaynağı
olarak ekonomiyi görürken diğeri her şeyi aileye ya da cinsiyete bağlamaktadır. Birincisi
Marx’ın öğretisidir diğeri de Freud’un. Russell, ekonomik ve cinsel unsurdan biri diğerine daha
üstün değildir der.
Kadın değerini belirleyen en önemli etkenlerden biri olarak cinsel ahlak, her zaman
kabaca içgüdüsel, ekonomik ve dinsel olarak sıralanabilecek üç etkenin karışımından
oluşmuştur. Elbetteki, neyin içgüdüsel, neyin dinsel olduğu konusunda ayrım yapmak zordur.
Örneğin, annelik, babalık aşk, kıskançlık, gibi duygular içgüdüsel ögelerdir. Psikolojik açıdan
değerlendirilmesi gerekir. Din, kıskançlığı, kadının bekaretini, namus ögesini, annelik ve
babalık duygusunu toplumun sahip çıkması gereken erdemli duygular olarak açıklar. Bazı
toplumlarda kişinin karısını konukseverliğin işareti olarak sunması, başka toplumlarda
tiksintiyle karşılanır. Birçok vahşi topluluklarda ve uygarlaşmış bazı toplumlarda önceleri
bekaretin resmi olarak rahiplerce bozulması yaygın bir uygulamaydı. Sonraları bekaretin
bozulması ayrıcalığı güveye tanındı (Russell: s.16).
Malinowski, evlilikte baba kavramıyla ilgili olarak Trobriand adası sakinlerini
incelediğinde şunları tespit etmiştir: Baba kavramı yoktur. Çocukları annenin içine ruhların
yerleştirdiğine inanılmaktadır. Örneğin baba iki yıllığına bir yere gittiğinde dönüşünde yeni
doğan bir bebekle karşılaşırsa bundan büyük sevinç duymaktadır. Malinowski’ye göre bu
adamın namus kavramını anlaması olanaksızdır...Malinowski, tüm ikna edici gücünü
kullanmasına rağmen adadaki dostlarını babalık diye bir şeyin varlığına inandıramamıştır. Buna
rağmen baba-oğul bağının (annenin çocuğu ve koca arasındaki bağ) uygar insanlar arasında
rastlanandan çok daha sevgi dolu ve uyumlu olduğunu saptamış ve bulmayı umduğu Odipus
kompleksine rastlamamıştır. Dünyanın birçok yerinde de babalık kavramı yoktur ve Ay’ın
çocukların gerçek babası olduğu sanılmıştır (Russell.s.18, 20, 30)
Babalık, içgüdüsel midir yoksa toplumda öğrenmeye bağlı bir davranış olarak mı
gelişmektedir? bunu tam olarak ayırdetmek zordur. Dolayısıyla içgüdünün ahlaki insan
davranışları için yeterli bir kavram olmadığı yukarıdaki örnekte görülmektedir. Buna karşın
dinin yardımından yoksun günahı bilmeyen antropoid maymunlarında sadece içgüdü erdem
yaratmakta yeterli olmaktadır bu hayvanlar tek eşli bir hayat sürmektedir. Erkek bir kez eşini
belirledikten sonra diğer dişilere çekici görünmemektedir. (Russell: s. 99)
30
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Evlilik kurumunun ahlaki yapısı, geçmişte ve günümüzde bir çok kültürde kadının
varoluşunu ve şahsiyetini kocasına bağlı kılmaktadır. Kadın evlilikle birlikte toplum içinde
statü kazanmakta ve eşi öldükten sonra statü kaybetmekle de kalmayıp varlığı bile o toplum
içinde bir yük gibi görünmektedir. Örneğin: Hindistan’da dul bir kadının yeniden evlenmesi
yasaktır, çocuk dullar için bile… Dul kadınlar yerde yatar, günde yalnızca bir kez yemek
yiyebilir, bal, et şarap ve tuz yasaktır. Renkli giysiler giyip takılar takamaz, koku süremez,
ortaçağda kafasını traş etmesi bile beklenmiştir. Bu kadınlar, günlerini inançları gereği, bir
sonraki doğuşunda kocasıyla yeniden evlenmek için dua ederek geçirirler. Onların varlığı
toplumda, çocukları hariç herkes için bir beladır. Hindistan’daki sati (erdemli kadın demek)
geleneği, gönüllülüğe bağlıydı, en azından görünüşte öyleydi toplumsal, ailevi, dini inanış gibi
baskılar dulu ister istemez kocasının yakılacağı odun yığınına sürüklemeye yeterli idi. Sati olan
dul kadın sayesinde kocasının ve kendinin tüm günahlarını silinmekteydi. İnanışa göre bundan
sonra dünyaya yeniden gelecek olan talihli çift 35 milyon saadet yılı yaşayacaktı. (Tannahill:
s.83,183)
Bu durumdaki kadınların, kocaları öldüğünde kendilerinin de ölmeyi seçmesi hiç te
şaşılacak bir durum değildir. Kadının varolma şartı kocasının varolmasına bağlıdır. Yine aynı
şekilde, dünyanın birçok yerinde Mezopotomya, Mısır, Orta Asya ve Çin erken tarihleri, erkeğin
dullarının, hizmetkarlarının, gözde atlarının, sadık köpeklerinin kurban edilmiş cesedleriyle
doludur. Aralarında kaçının eşlerine duyduğu sevgi ve saygıdan ölümü seçmiş olduğunu
bilmenin imkanı yoktur. Günümüzde bile “ben bilmem sahibim bilir” “kocamdır döver de sever
de “gibi söylemlere rastlanmaktadır.
Toplumlarda halen var olan benzer türden baskılar, kadına kendi şahsiyetine sahip
özgür iradeli bireyler olarak varolma hakkı tanımamaktadır. Kadınlar kendi kendilerini eğitecek
iradeye ve fırsata sahip olmadıkça ve toplumdaki seçkin yerlerini almadıkça kara cahil olarak
kalacaklardır. Kendi kaderine yas tutan evli bir kadının şu sözlerle dilinden dökülenlere benzer
şeyler söyleyeceklerdir.
Kadın doğmak ne acı,
Böylesine aşağı başka ne olabilir,
…evlenip gönderildiğinde kimse gözyaşı dökmez
Kocasının aşkı Samanyolu kadar uzaktadır
Yine de kadın güneşi izleyen ayçiçeği gibi izlemelidir onu.
Çok geçmeden kalpleri su ve ateş kadar uzak düşer
Yanlış giden her şeyin suçlusu odur. ( Tannahill:s.160)
Öylesine cahil bırakılmıştı ki kadın onun bu sözlerini bile bir erkek yazmış olmalıydı.
Ataerkil aile yapısı ile birlikte kadın hayatının birçok döneminde zorbalıkla karşı
karşıya kalmıştır. Üstelik erkekler bu zorbalıklarını kadınlar üzerindeki hakları olarak
görmüşlerdir. Kadın hayatının hemen hemen hiçbir evresinde bağımsız bir varlığa
kavuşamamış, önce babasının sonra kocasının, hatta kocalarının yaşlı analarının baskısı ve
zorbalığı altında kalmışlar çoğu zaman buna dayanamayıp intihara sürüklenmişlerdir.
İsa, “oğlu babaya, gelini kaynanaya karşı çıkartmaya geldiğini” söylediğinde böylesi bir
aile düzenini düzeltmeyi umuyordu (Russell: 26)
31
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Bertrand Russell’ın da dediği gibi ahlakçılar hep erkek oldukları için kadınlar hep
baştan çıkartıcı olarak görülmüşlerdir. Kadınlar ayartıcı olduklarına göre onların erkekleri
günaha sokan yönleri törpülenmek istenmiş ve her geçen gün yasak denizine biraz daha
gömülen kadınlar, günahkar olarak kabul edilip ağır bir şekilde cezalandırılmışlardır.
Kilise ulularının yazıları kadınlara ilişkin ağır hakaretlerle doludur: “Kadın tüm insan
kötülüklerinin anası, cehennemin kapısı olarak tasvir edilir. Kadınlar kadın olduklarını
düşünerek utanmalıydılar. Dünyaya getirdikleri belalardan ötürü sürekli bir ceza altında
yaşamalıydılar. Düşüklüklerini anımsatan elbiselerinden, özellikle de şeytanın en güçlü aracı
oldukları için güzelliklerinden utanmalıydılar. Bedensel güzellik sürekli olarak kilisenin baş
hedefiydi…….Aynı şekilde mülkiyet ve miras yasaları da kadınların aleyhine değiştirilmişti.
Ancak Fransız Devriminin özgür düşünceleri ile kız çocukları yeniden miras haklarına
kavuştular… Mary Wallstonecraft’ın “Kadınların Haklarını Koruma (1792) adlı kitabı Fransız
Devrimini doğuran ve devrimin doğurduğu düşüncelerin ürünüdür. Onun döneminden
günümüze kadar kadınların erkeklerle eşitliği savı sürekli artan bir şiddet ve başarıyla öne
sürülmüştür. John Stuart Mill’in “Kadınların Boyun Eğmeleri” adlı son derece inandırıcı ve
zekice yazılmış kitabının kendisini izleyen kuşağın en aklı başında mensupları üzerinde büyük
etkisi olmuştur (Russell: 49, 50, 63)
Kadınların kocalarının ya da ailedeki erkeklerin gölgesine sıkışmış kalmış varlıkları bu
esaretten yavaş yavaş kurtulmaya başladığında önceleri onların saygıya layık oldukları bilinci
gelişmiş, sonra oy kullanmaya layık oldukları bilinci yükselmiştir. Günümüzde ise hukuki ve
cinsel eşitlik fikri kabul edilmiştir. Fakat hukuken varolan bu eşitlik fikrinin toplumda kaotik
sonuçları görülmeye devam etmektedir aynı zamanda psikolojik bedeli de henüz ödenmiş
değildir. Kadının varoluş macerası cinsel bağımsızlığını farketmesiyle başlamıştır. Bazı
muhafazakar çevreler bunu ahlak standartlarında gerileme olarak telakki etmişlerdir. Uygarlığın
gelişmesiyle kadının ekonomik koşulları da gelişmiş ve kadının daha çok ezildiği büyük aileler
bir yana bırakılmıştır. Boşanmalar artmış, babanın çocuklar üzerindeki velayet hakları da
azalmıştır.
Uygar ülkelerin çoğunda kadınlar görülmemiş şekilde hızla politik haklarını
kazanmışlar fakat kadın başka bir açıdan sömürüye açık hale getirilmiştir. Örneğin, 20. yüzyılın
tüketim toplumunda kadına biçilen rol baştan çıkarıcı olmaktır. Geleneksel iş kadınına tayyörün
altında dantelli ipek iç çamaşırı giydirilmiştir. Channel’in 1994’te piyasaya çıkardığı “vamp”
isimli kırmızı renkli oje stokları kısa sürede bitmiştir. Maybelline’nin baştan çıkaran ve Delilah
(efsanevi kötü kadın) adlı ürünleri, Essie’nin 'günahkar' adlı ürünleri, Mac’ın koyu ruju
'tanrıça', Este Lauer’in mor ruju, 'çapkın ve tehlikeli' gibi adlar almıştır (Rigel:s.415).
Günümüzün acımasız dünyasında eşitlik adına korunmadan yoksun kalan ve birçok
sorumluluk alması gereken kadın ister istemez hırçın ve ukala olma eğilimi göstermeye
başlamıştır. Kimi zaman iş hayatı ve evlilik hayatı arasında seçim yapmak zorunda kalmıştır.
Dolayısıyla yukarıda da söylediğimiz gibi hem kendi içinde hem de toplumda mücadele etmek
zorunda bırakılmıştır. Kimi zaman mesleğini aşkı uğruna feda etmiş, kimi zaman da aşkını
mesleği uğruna kurban etmiştir.
Sonuç olarak kadının değeri ve nasıl bir kadın modeli? soruları tarihsel süreçte sürekli
problematik bir öge olmuştur. Zaman zaman kadını kendince tanımlayan gelenekle kavga
edilmiş ondan uzaklaşılmaya çalışılmıştır. Her geçen gün biraz daha açıklığa kavuşarak
ilerleyen yeni boyutlar kazanan kadının değeri problemi, sonunda kadın özgürlüğünü savunan
feminizm hareketini doğurmuştur. Feminizm son onyılın sosyal bilim literatüründe genişce yer
almaya başlamıştır. Uluslararası yayın yapan büyük yayınevleri feminizm incelemeleri başlığı
altında ayrı kitap katalogları çıkarmaya başlamışlardır.
32
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Feminizm ile ilgili çalışmalar o derece ilerlemiştir ki artık sadece kadın özgürlüğü ile
sınırlı değildir. Her geçen gün feminist çalışmalara yenileri eklenmektedir. Feminist Sosyoloji,
Feminist Antropoloji, Feminist Mimari, Feminist Çevrecilik, Feminist Felsefe, Feminist
Epistemolojiye kadar çeşitli çalışma alanları ortaya çıkmaktadır. Mevcut beşeri bilimin erkek
egemen bir nitelik taşıdığı, kadın deneyimlerini, eğilim ve yönelimlerini dışladığı varsayımı ile
feminizm giderek bir uygarlık eleştirisine dönüşmeye başlamıştır.
Kaynaklar
Nurdoğan, Rigel. “Kadınlık Üniforması” Kadın Çalışmalarında
Disiplinlerarası
Buluşma” s.415. Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi 1-4 Mart 2004 İstanbul
Üniversitesi İletişim Fakültesi, İstanbul, 2004.
Platon. Şölen. Bordo çeviren Cüneyt Çetinkaya Dünya Klasikleri Felsefe Bordo_Siyah
Yayınları. 2011.
Reay Tanhnahill, Tarihte Cinsellik çev.Sinem Gül. Dost Yayınları, Ankara 2003.
Russel, Bertard. Evlilik ve Ahlak. Çeviren: Işıtan Gündüz, Morpa Kültür Yayınlar, İstanbul,
2003.
33
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
34
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ORTA ANADOLU TÜRKÜLERİNDE KADINLARIMIZ
Yrd. Doç. Dr. Gülden Filiz ÖNAL1
Özet
Bu çalışmada, Orta Anadolu türkülerinin sözlerinde yer alan “kadın” unsuru işlenmiştir.
Kadınlar farklı türkülerde farklı kimliklerle karşımıza çıkmaktadırlar. Türküler sayesinde,
toplumsal hayatta kadının konumuna ilişkin görünüm dile getirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Türkü, Kadın, Anadolu
Giriş
Bir sevdadır türküler Anadolu’da. Yaşadığımız toplumun kültürel, coğrafi, dini
değerlerinin aynası diyebileceğimiz türküleri –biraz dikkat kesilerek- dinlediğimizde, toplumda
yaşananların tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildiğini görürüz.
Türküler, duygusal bir ihtiyacın gereği olarak doğarlar. Heyecan, coşku, sevgi, keder,
haykırış ve sayamadığımız nice duygular türkülerin çıkış noktalarıdır. Türkülerin kısa zamanda
anonimleşmesi ve toplum belleğine aktarılmasının altında yatan sebeplerden en önemlisi, her
icrada bireyin türküde kendine ait duygu parçalarını bulmasındandır. Bu sayede, özelde birey
ve genelde toplum düzenini oluşturmada bir iç dinamiktir ve bireyler arası iletişimin de
başlangıcı olarak türküler kullanılır.
İletişim kabaca dört temel öğeden oluşur; alıcı, verici, mesaj ve mesaj kanalı. İletişimi
gerçekleştirecek olanlar iletmek istediklerini farklı yöntemlerle karşı tarafa iletirken iletmek
istediklerinin alıcı tarafından en iyi şekilde algılanmasını amaçlarlar. Özellikle sosyoloji ve
siyaset biliminde konuyla ilgili birçok kuram geliştirilmiştir. Bu kuramlardan biri de Harold
Dwight Lasswell’in çizgisel iletişim anlayışıyla geliştirdiği Kitle İletişim Kuramı’dır (Çoban,
http://www.onurcoban.com/2011/09/lasswell-modeli.html). Lasswell; Kim, Neyi, Ne Zaman,
Nasıl Elde Eder, sorularına verilecek cevaplar yoluyla iletişimi en üst düzeyde analiz
edebilmeyi amaçlamıştır. Lasswell kuramında iletişimin aşamalarını doğrusal bir çizgi ile;
şeklinde ifade eder (akt: Balkaya, 2013:144-Çubukçu, 2006).
“Kim”, iletinin kaynağını bildirir. Türkülerdeki “kim” aslında toplumun içinde yer alan
kaynak kişilerin kendisidir. Daha önceden bu durumu yaşamış, iletilenlerin doğruluğunu bizzat
1
Kırıkkale Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bölümü, eposta: [email protected]
35
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
yine kendi yaşantıları yoluyla tatbik edebilmişlerdir. Bu sayede, iletinin sağlıklı olabilmesi için
gerekli olan inandırıcılığı da vardır.
“Neyi” karşılayan ise verilmek istenen mesaj, “Hangi Kanalla” söyledi sorusunu
karşılayan ise, türküdür, sözleridir. Böylece verilmek istenen mesaj melodinin akıcılığı ile
beyinlere kazınır.
Türkü aslında çoğu şeye muktedir olan sözün kumaşlardan örülü bir elbiseyle
sergilenmesidir. Söz güçlüdür ancak boş yere sözü kullanmanın hiçbir faydası olamaz. Bu
nedenle kimi sözler üzerlerine farklı unsurlardan veya farklı renklerden elbiseler dikilerek
sergilenir. Türküler bu elbiselerin ve renklerin ta kendileridir. Aktarımından mutlak etkilenme
beklendiği durumlarda genellikle türkülerden yararlanılmıştır.
“Beklenen etki” ise türküye muhatap olan bireylere aktarılan içerikten muhakeme veya
direkt kabullenme yolu ile edimler sağlar. Türkülerden beklenen temel etki de işte tam budur
(Balkaya, 2013:146).
Türküler canlı varlıklar gibidirler. Doğar, az ya da çok yaşar, sonra bazıları unutulur
bazıları ise çok uzun zaman devamlılığını korurlar. Türkülerin yaşama gücü; toplumu derinden
ilgilendirişi, ezgisinin dokunaklı oluşu ya da sanatsal yapısının yüksekliğine bağlıdır. Ancak
zaman içinde sözlerde ya da ezgide az çok değişikliğe uğrayabilirler.
Türkülerimiz, doğrudan halkın öz değerlerine hitap ettiği için hiçbir şekilde halkın genel
duygu- düşünce ve algılayışından ayrı tutulamaz. Halkın estetik eğilimini yansıtan, bir yandan
halkın yarattığı, öte yandan sevgi ile benimsediği, çoğunlukla dinlediği müzik türüdür. Yöresel
olarak nüans, tavır ve şivelerinde farklılıklar bulunsa da yansıtılan duygular ve algılayış aynıdır.
Değişenler sadece kahramanlarıdır.
Kadınlarımız ise türkülerin başkahramanı sayılırlar. Kimi zaman ana, kimi zaman sevgili
kimi zaman da bacılar olarak karşımıza çıkarlar. Kadınlara bakış, kadınlarla ilgili yerleşik
önyargılar, davranış biçimleri tüm açıklığıyla, çelişkileriyle yer alır türkülerde...
Kimi zaman toplumun ağlayıcılığını üstlenerek ağıtlarda türkü yakıcıdır.
Kimi zaman daha kendisini henüz anlayamayan beşikteki bebeğine bile, hayattan
beklentilerini, söyleyemediklerini, kızgınlıklarını, kırgınlıklarını anlatır ve adeta öğütler verir
ninnileriyle.
Çoğu zaman da türkülere konu edilen kimliğiyle karşımıza çıkar.
Bu çalışmada Orta Anadolu Bölgesi Türkülerinde yer alan kadınlarımızdan bahsedeceğiz.
1.
Aşk ve Sevda Türküleri
Aşk ve sevda Türkülerinde genellikle sosyal sorunların irdeleyicisi olarak karşımıza çıkan
kadınlar, evlenme aşamasında sürekli engellerle karşılaşırlar. Kimi türkülerde seven kimilerinde
ise sevgilidir. Başta aile engeli olmak üzere çevre engeli ve daha birçok engelden dolayı
sevdiğine kavuşamazlar ya da kendilerine âşık olan yiğitlerin de acı çekmelerine sebep olurlar.
Ailelerin evliliğe engel olması, sevenleri zor durumda bırakmakta, sevgilileri türlü türlü yollar
aramaya yöneltmektedir. Hatta bu uğurda canlarından bile olurlar.
Bir Şarkışla türküsünde, sevmediği biriyle evlendirilen genç kızın yakınmasına kulak
misafiri oluruz:
36
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Oğlan güzel amma gönül sevmiyor
Anam kardeş şu halime koymuyor
Ele karşı ben ne yapsam olmuyor
Namus bir gün değil, atam kurtulam...
Bir Eskişehir türküsünde ise zorla evlendirilen başka bir kız, tıpkı kendisi gibi kadınlığın
tüm zorluklarını yaşamış olan annesine bile, kendisini hiç anlamadığı için beddua etmektedir:
Anam benim sandığımı açmasın
Çuha şalvarıma uçkur takmasın
Kızım gelir diye yola bakmasın
Örtüven yazmamı boylu boyunca
Anam beni güldürmedi gülmesin
Yedi sene sürünsün de ölmesin...
Bu sefer de sevdiğine kavuşmak uğruna ölümü göze alan bir yiğidin sevdiği kıza
seslenişi. Ankara Kızılcahamam’dan bir türkü:
Meşeler gövermiş varsın göversin
Söyleyin huysuza durmasın gelsin
Varmasın kötüye asılsın ölsün
Kötü adam var ömrünü yok eder
Bilemedim yaylanızın yolunu
Saçı uzun bağlasınlar kolunu
Eğer anan seni bana vermezse
Yemin ettim keseceğim yolunu
Şimdi de Niğde Türküsü ve yine sevdiği kadını kardeşleri vermediği için kavuşamayan
bir delikanlının, sevdiği kadını gökteki aya benzetmekle kalmayıp uğruna ölümü göze
almaktadır.
Sarı kızın saçları
Oynar omuz başları
Alırdım sarıkızı
Vermeyi gardaşları
Oy sarıkız sarıkız
Ne de güzel adın var
37
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Evvelden şeker idin
Şimdi baldan tadın var
Gelir misin benimlen
Mor çiçekli dağlara
O ne kadar güzellik
Benzeyi gekteki aya
Sarılı saçlarını
Sen tara ben öreyim
O ne kadar güzellik
Yollarına öleyim
Yine Niğde’den başka bir türküde ise âşık olduğu kadına yalvarış vardır:
Karakaş gözlerin elmas
Bu güzellik sende kalmaz
Pişman olun kimseler almaz
Annene bak gör halini
Gel güzelim beni yakma
Seni seven kalbi yıkma
Allah dahi kalbi yıkmaz
Öldürücü gözle bakma
Ne gecem ne gündüzüm belli
Yaşım oldu kırkdokuz elli
Bağrım yanık gözlerim nemli
Yalan dünya yaktın beni
2. Kına Gecesi Türküleri-Ağıtları
Törelerimizde kına, "kurban"lara yakılır. Din uğruna kurban edilecek koyunlara, vatan
uğruna kendini kurban etmeyi göze alan askerlere (askere gidenlere) ve bir de gelin olacak
kızlara... "Gelin ağlatma gecesi" de denilen baba evinden ayrılmadan önceki gece yapılan ve
yıllardan beri süregelen bu serüven, ağıtlarla, türkülerle taçlandırılır.
Kimi kına ağıtlarında gelin kızın ağzından anne ve babasına sitem vardır. Kayseri
Sarıoğlan’dan derlenen bir kına ağıtında;
Kapınızda kulp muyudum?
Pecenizde ot muyudum?
38
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Bu yıllık ta dursayıdım,
Üstünüze yük müyüdüm?
şeklinde sitem dolu sözler gelin kız tarafından dile getirilmektedir.
Konya’da okunan kına türküsünde ise, evden gidecek olan kıza üzülen yakınları
üzüntülerini şöyle dillendirirler:
Atladı çıktı eşiği
Sofrada kaldı kaşığı
Mahallenin yakışığı
Gel ayrılıp gitmeyelim
Tepsiye koyarlar tuzu
Üstüne örterler bezi
Hay ananın bir tek kızı
Gel ayrılıp gitmeyelim
3. Ayrılık Türküleri
Kayseri/ Eğin türküleri bu konunun işlendiği en yaygın türkülerdir; erkeklerin çoğu
çalışmak için İstanbul'a gitmiş, kalıp onları bekleyen kadınlar yüzlerce türkü yakmıştır:
Ağam İstanbul mu Eğin'li misin
Sılaya gelmeye yeminli misin
Yoksa bana da mı emin değilsin
Elde güzel çoktur, evlenmeyesin...
Yine başka bir türküde;
Ağam İstanbul'u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı... (Eğin - Kayseri)
diye seslenir eşine...
4. Gurbet Türküleri
Gurbet, Türk Edebiyatı’nda en çok işlenmiş konulardan biridir. Halk Ozanımız Neşet
Ertaş ta bir türlü kavuşamadığı gurbetteki sevdiğine şöyle seslenir.
39
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Şad olup gülmedim de eller içinde
Soldu benim gülüm güller içinde
Bir bahtı karayım oy kullar içinde
Gitti yârim gurbet elden gelmedi
Gurbete gideni de gelmez diyorlar
Akar gözyaşları dinmez diyorlar
Öksüzler murada ermez diyorlar
İşte benim nazlı yârim gelmedi
Olay Konulu Türküler
Olay konulu türküler, belli bir olay üzerine yakılmış söyleyişlerdir. Bu çeşit türküler,
yaşanmış olayı hikâye ederler. Bunlardan çoğu, hikâye, roman, tiyatro, sinema vb. sanat
dallarından birine de konu olabilecek nitelikler taşır.
Örnek olarak, “Taş Bebek” isimli Konya türküsünün halk arasında hikâyesi şöyledir:
“Bir gelinin yedi yıl çocuğu olmamış. Kocası evlenmek istemiş, Gelin bir taşı bebek gibi
giydirmiş, beşiğe yatırmış. Bu sırada Tanrı bebeğe can vermiş. Bunu gören gelin aşağıdaki
türküyü söylemiş” (Uğurlu, 2009:395).
Vardım tandırın başına
Başımı koydum taşına
Bak şu Tanrı'nın işine
Dil verdi mermer taşına
Nenni taş bebeğim nenni
Emek boş bebeğim nenni
Vardım çamaşırhaneye
Oturdum çamaşır yumaya
Dua ettim ben Mevla'ya
Nenni taş bebeğim nenni
Emek boş bebeğim nenni
Taş bebek beşikten düştü
Annesinin aklı şaştı
Babası odadan kaçtı
Nenni taş bebeğim nenni
Emek boş bebeğim nenni
40
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
5. Ölüm Türküleri
Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. Hava değişimi için
Yozgat´a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç
tedavi için İstanbul´da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla
aşağıdaki türküyü söyler. Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür.
Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baştabip geliyo zehirden acı
Garip kaldım yüreğime dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Mezarımı kazın bayıra düze
Benden selam söyleyin sevdiğim gıza
Başına koysun, karalar bağlasın
Gurbet elde kaldım diye ağlasın
Orta Anadolu köylerinin birinden diğerine gelin götürülürken Kızılırmak’tan geçen gelin
alayı, köprünün yıkılması üzerine suya dökülmüş ve birçok kişiyle beraber gelin de suların
içinde kaybolmuştur. Bu acıklı olay büyük üzüntü yaratmış ve bütün yurda yayılmıştır.
Köprüye varınca köprü yıkıldı
Üç yüz atlı birden suya döküldü
Nice yiğitlerin beli büküldü
Nettin Kızılırmak allı gelini
Gelini gelini benim yârimi
Tüfek getirin de şu kartalı vuralım
Dalgıç getirin de allı gelini bulalım
Biz gelinsiz nasıl köye varalım
NAKARAT
Elinin kınası soldu mu ola
Gözünün sürmesi soldu mu ola
Evde kaynatası duydu mu ola
NAKARAT
Kızılırmak parça parça olaydın
Her bir parçan bir yerlerde kalaydın
Sen de benim gib yarsız kalaydın
41
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Sonuç
Türkü, kendine özgü ezgiyle söylenen, anonim (ortak) halk edebiyatı nazım biçimi ve
türüdür. Yaşadığımız toplumun kültürel, coğrafi, dini değerlerinin aynası diyebileceğimiz
türkülerimiz, toplumda yaşananları tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Heyecan,
coşku, sevgi, keder, haykırış ve sayamadığımız nice duygular türkülerin çıkış noktalarıdır. Bu
sayede ezgisel bir yapıya bürünmüş olan halk edebiyatımızı kuşaktan kuşağa aktarma imkânı
bulmuş olacağız. Kadınlarımız ise türkülerin başkahramanı sayılırlar. İster aşk-sevda
türkülerinde, ister gurbet türkülerinde, ister ölüm türkülerinde ve konusu her seferinde
değişebilen birçok türküde kimi zaman ana, kimi zaman sevgili kimi zaman da bacılar olarak
karşımıza çıkarlar. Türküler sayesinde kadınların yüzyıllardır yaşadığı sorunlar dile getirilecek
ve belki de bu sayede kadının toplumsal hayattaki konumuna olumlu katkılar sağlanacaktır.
Konuşmama Kırşehir’den, daha çok (bir kez daha saygı ve rahmetle andığımız) büyük
ozanımız Neşet Ertaş’tan dinlediğimiz bir uzun havanın sözleriyle son vermek istiyorum.
İki büyük nimetim var
Biri anam biri yârim
İkisine de hürmetim var
Biri anam biri yârim
Anam anam garip anam ben derdimi kime yanam
Ana deyip de geçilmez
O yar anadan seçilmez
İkisine de gıymat biçilmez
Biri anam biri yârim
Anam anam garip anam ben derdimi kime yanam
Birisi var etti beni
Birisi yar etti beni
İkisinin de birdir teni
Biri anam biri yârim
Anam anam garip anam bu derdimi kime yanam
42
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynakça
Balkaya, Adem (2013). Türkülerin Sosyo-Kültürel Düzenleyicilik Misyonu: Kars’ta “Gelin
Terifleme”. The Journal Of Academic Social Science Studies International Journal Of
Social Science. Volume 6. Issue 2, P. 139-147, February, Kafkas Üniversitesi, FenEdebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
Çubukçu, H. (2006) “Kişilerarası İletişimde Devingenlik: Yeni Bir İletişim Modeline Doğru”,
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi. 23/1, 75-87.
Çoban, Onur. “Lasswell Modeli”, http://www.onurcoban.com/2011/09/lasswell-modeli.html
(Erişim. Tar. 07.11.2012)
Uğurlu, Nurer (2009). Folklor ve Etnografya – Halk Türkülerimiz, Örgün Yayınevi, Kültür
dizisi- Folklor ve Etnografya:1:393-395, İstanbul.
http://www.feminisite.net/news.php?act=details&nid=46 (erişim tarihi: 29.04.2013)
43
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
44
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
SOSYAL HİZMET PERSPEKTİFİNDEN FEMİNİZM ÜZERİNE BİR GÖZDEN
GEÇİRME: KADIN ÇALIŞMALARINDA ERKEK İŞBİRLİĞİ
Eda BEYDİLİ1
Buğra YILDIRIM2
FİLİZ DEMİRÖZ3
Özet
Kadınların toplum içerisindeki konumları, tarihsel süreç içerisinde farklı aşamalardan
geçmiştir. Kadınların sahip oldukları haklar, uluslararası ve ulusal anlamda güvence altına
alınmış olsa da kadınlar hala toplumda özel alana hapsedilmeye devam etmektedir. Birçok kişi
tarafından kadın üstünlüğü olarak algılanmasına rağmen, esas itibariyle feminizm; cinslerin
eşitliğini vurgulayarak ataerkil yapının kırılmasını hedeflemektedir. Toplumdaki karar alma
mekanizmalarındaki baş aktörlerin çoğunluğunun erkekler olduğu düşünüldüğünde, toplumsal
cinsiyet duyarlı politikalar ve hizmetlerin geliştirilmesi erkek yöneticiler kadar toplumdaki diğer
erkeklerin de özgürleşmesine katkıda bulunacaktır. Karar alma mekanizmalarında cinsler
arasında işbirliğinin vurgulanmasını amaçlayan çalışmalar yapılması feminist sosyal hizmet
uygulamaları açısından da önemli görülmektedir. Bu yazıda feminist sosyal hizmet
uygulamaları açıklanarak, uygulamaların kadın – erkek işbirliği üzerinde nasıl yürütüleceği
tartışılacaktır.
Anahtar kelimeler: Feminizm, feminist sosyal hizmet uygulaması, toplumsal cinsiyet
eşitliği, güçlendirme, kadın-erkek işbirliği.
Giriş
Kadınlık ve erkeklik üzerine pek çoğumuzun erken yaşlardan itibaren içselleştirdiği
tutumlar vardır. İçselleştirdiğimiz bu süreç cinsiyet kimliği konusunda bir takım farklılıkları
beraberinde getirse de biyolojik cinsiyet üzerine aslında söylenecek çok fazla şey yoktur. Sebebi
ise, ya kadın ya da erkek olarak doğarsınız. Ancak asıl önemli nokta biyolojik kimliği toplumsal
cinsiyete dayalı içselleştirmeyle ortaya çıkan farklılıklarımızın eşitsizliğe dönüşmesidir. Bu
duruma yapılan vurgular; kadın ve erkek arasındaki rollerin, kimliklerin, davranış kalıplarının
değiştikçe cinsiyetin toplumsal anlamının da farklılaşıp değişeceğine dair olan inanç üzerinde
temellenir. Temelde kadın-erkek eşitliğini vurgulayan bir öğreti olarak tanımlanabilecek olan
feminizm, insanların sorun çözme kapasitelerini geliştirerek sosyal işlevselliğini arttırılmasını
amaçlayan sosyal hizmet mesleği açısından önemli bir hareket olarak gündeme gelmiştir.
Kadınların toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü nedeniyle özel alana hapsedilmesi, erkeklerin
politik, ekonomik, sosyal vb. birçok alanda baş aktör olmasına neden olmuş, erkek egemen bir
bakış açısıyla yapılan toplumsal düzenlemeler kadınların ikincil konumda kalmasını
desteklemiştir. Bu bağlamda karar alma mekanizmalarında kadın ve erkeklerin işbirliği içinde
1
Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected]
2 Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Sosyal Hizmet Bölümü,
e-posta: [email protected]
3 Yrd. Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. Sosyal Hizmet Bölümü,
e-posta: [email protected]
45
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
olması, toplumda var olan ataerkil sistemin kırılmasını sağlayacak ve toplumsal cinsiyete
duyarlı politikalarla erkek hegemonyası kırılarak eşitlik temelli uygulamalarla kadınların
güçlenmeleri sağlanacaktır. Bu güçlenmenin sağlanmasında sosyal hizmet mesleği birey, grup
ve toplum odağında önemli roller üstlenmektedir.
Feminist Sosyal Hizmet Uygulaması
Sosyal hizmet perspektifinden feminizm, toplumsal hareket ve kadınlar için yasal ve
sosyo – ekonomik eşitliği savunan öğreti olarak açıklanırken; feminist sosyal hizmet, sosyal
hizmetin bilgi, beceri ve değerlerinin entegrasyonunun feminist yönlendirme ile bireylerin ve
toplumun cinsiyet ayrımcılığından kaynaklanan duygusal ve sosyal sorunlarının bu modele
uygun aşılabilmesine yardım eder (Barker, 1995: 115). Aslında feminist sosyal hizmet kendi
toplumlarında kadınlar ile çalışan kadınlar tarafından yürütülen feminist sosyal eylem dışında
ortaya çıkmıştır (Dominelli and McLeod, 1989, akt.: Dominelli, 2002: 6). Onların amacı
kadınların iyilik halini kendi kişisel çıkmazları ve söylenmemiş özel kederlerini toplumdaki
sosyal konumları ve durumları ile bağlayarak arttırmak olmuştur. Bu durum özel sorunların
kamuyu ilgilendiren sorunlar olarak yeniden tanımlanması anlamına gelir. Diğer sosyal hizmet
uzmanlarının toplumun kişisel hastalıkları yarattığı konusunda ısrar etmesine rağmen feminist
sosyal hizmet uzmanları kadının kadın olarak sosyal pozisyonları ve rolleri içerisinde
sorunlarını kökleştirmede ilk sırayı almışlardır. Feminist sosyal hizmet oluşturulurken, kadın
aktivistler daha genel olarak feminist anlayış üzerinden gitmişler ve teori ve pratiğin kendi eşsiz
desenleri içinde bu durum örülmüştür. Sosyal hizmet uygulama biçimi feminist sosyal hizmeti
tanımlarken analizin başlangıç noktası olarak dünya kadınlarının deneyimlerini ele alır.
Toplumda kadının konumu ile onun bireysel sorunları arasındaki bağlantılara odaklanarak, özel
ihtiyaçlarını cevaplar, müracaatçı – uzman etkileşimi içerisinde eşitlikçi ilişkiler oluşturur ve
yapısal eşitsizliklere hitap eder. Bütüncül bir şekilde kadınların özel ihtiyaçları ile karşılaşan ve
onları etkileyen sayısız gerginlik ve baskının farklı formları da dâhil olmak üzere hayatlarının
karmaşıklığının üstesinden gelen uygulama feminist sosyal hizmetin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bunun dışında feminist sosyal hizmet toplumsal ilişkilerin birbirine bağlı doğası üzerine
odaklanmayı sağlar ki aynı zamanda kadınların erkekler, çocuklar ve diğer kadınlar ile olan
ihtiyaçlarını etkiler (Dominelli, 2002 : 6 – 7). Odağında ki kadın çevresi içinde de bir birey
olarak ele alınır. Dolayısıyla kadının güçlenmesi çevresindeki kişileri de etkiler.
Bu bağlamda feminist ilkeler ve prensipler Dominelli tarafından feminist sosyal hizmetin
içinde uygulamaya yönelik ve belirgin olarak şu şekilde yeniden güncellenmiştir (Dominelli
2002b: 162–163, akt.: White, 2006: 7):
 Kadınların çeşitliliğini tanımak,
 Kadınların güçlerini değerlendirme,
 Belli kadın grupları arasındaki farklılığın eşitsiz güç ilişkileri için bir temel olmasını
önleme konusunda ayrıcalıkları ortadan kaldırmak,
 Hayatlarının her alanında kendileri için karar verme yeteneğine sahip aktif ajanlar
olarak kadınları dikkate almak,
 Birey olarak kadınların kendi sosyal koşullarındaki yerini belirleme ve birey ve kolektif
varlıkları arasındaki ilişkili bağlantıyı onaylamak,
 Kadınlara, kendi ihtiyaçlarına ve sorunlarına buldukları çözümleri ifade edebilecekleri
bir alan sağlamak,
 "Kişisel olan politiktir" ilkesini uygulamanın makro, mezzo ve mikro düzeyleriyle
alakalı olduğunu kabul etmek,
46
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
 Bireysel sıkıntıları kamu meseleleri olarak yeniden tanımlamak,
 Kadınların ihtiyaçlarını yaşamlarının her alanında diğerleriyle etkileşimlerde bulunan
diğer tüm insanlar gibi ele alınmasını sağlamak,
 İnsan ilişkilerinin birbirine bağlı doğası anlamak ve onun vasıtasıyla birey ya da grup
bazında neye yol açtığını, herkes için nasıl gerçekleştiğini kavramak,
 Kadınların bireysel problemlerinin sosyal nedenlerinin olduğunu teşhis etmek ve her
müdahale içerisinde bu iki düzeye hitap etmek,
 Bireysel problemlere ortak çözümler aramaktır.
Güçsüz bir grup olarak kadınlara yönelik toplumsal cinsiyet eşitsizliğini kendi
ifadeleriyle anlamak ve güçlenme için gerekli koşulları sağlayabilmek sosyal hizmetin;
bireyselleştirme, katılım, bireyin ve toplumun bulunduğu yerden başlama, müracaatçının kendi
kaderini tayin hakkına saygı (self – determinasyon), insan hakları ve sosyal adalet ilkeleri ile
yakından ilişkilidir. Çünkü feminist yaklaşım, tıpkı sosyal hizmet gibi, güçsüz ve baskı altında
konumlanan gruplardan kadına ilişkin gerçeği anlama ve değiştirme çabasında başarılı
olabilmek adına, değişme sürecine konu olanların görüşlerinin ön plana çıkarılmasını önemser.
Teori olarak, feminizm ve sosyal hizmet arasındaki ilişki sosyal hizmetin ve feminizmin
kalplerinde olan politika ve praksis arasındaki gerginliği sembolize eder. Sosyal hizmetinde
doğasında olan sosyal politika ve reform ilişkisi pratiğe aktarımda teorideki gibi
gerçekleşmemektedir. Feminist yaklaşım ve uygulama bu anlamda sosyal hizmetin temel
söylemlerini gerçekleştirmede önemli bir araçtır (Duyan ve diğ., 2008: 139).
Kadın Çalışmalarında Erkek İşbirliği
Kadın çalışmaları alanı, kadınların nasıl ezildiği, buna rağmen nasıl var olduğu, ve
bununla baş etmeyi nasıl becerdiği, bu mücadelelerin tarihi yani cinsiyete dayalı ezilmenin
bugüne kadar nasıl devam edildiğini anlamaya çalışmak olarak tanımlanabilir(Sancar,2003).
Feminizm bazı kişiler tarafından sadece içerisinde kadına yönelik çalışmaların olduğu ve kendi
hayatlarında mutlu olamamış ya da başarıyı sağlayamamış kadınların bir araya geldiği ve kendi
içlerinde tartıştığı, bir bakıma “zaman tüketilen” bir alan olarak görülse de aslında feminizm,
erkek çalışmalarını da içeren ve kadınların üstünlüğünden ziyade kadın-erkek eşitliğini
amaçlayan bir öğretidir. Bu çalışmada kadın-erkek işbirliği ile karar alma mekanizmalarında
kadınların da erkeklerle birlikte erkekler kadar yer alması tanımlanmaktadır.
Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü nedeniyle erkekler meslek ve statünün anlam
kazandığı alan olan kamusal alanın iktidarı haline gelirken, kadınlar ev hayatı içerisinde annelik
rolü ile sınırlanmıştır. Kadınların bu şekilde özel alanda kalmaya zorlanması kendisini
istatistiklerde de göstermiştir. Örneğin Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ‘ nun 2011 yılı işgücü
istatistiklerine bakıldığında kentlerde 25-29 yaş grubundaki kadınların işgücüne katılım oranı
%34,7 iken 30-34 yaş grubundaki kadınlarda bu oran %34,8’ dir. Okuma yazma bilmeyen sayısı
erkeklerde 551.776 iken aynı durum kadınlarda 2.611.620’ dir (TÜİK 2011). Gelişmekte olan
99 ülkede yapılan bir araştırmaya göre kadının toplumsal statüsü ve doğurganlığı arasında ters
bir ilişki vardır ve toplumsal statü artarken doğurganlık azalmaktadır. Kadın öğretim düzeyinin
yükselmesi, anne ölümü, beklenen yaşam süresi ve sağlık hizmetlerinden yararlanma oranlarını
da etkilemektedir(Akın ve Demirel 2002; akt.: Üner 2008:18). 2006 aile yapısı araştırmasında
kentlerde yaşayan kadınların yarısına yakını (%47,6) ev düzeninde aile içi karar almaktadır
(http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=41). Eğitim ve işgücüne katılım oranlarının cinsler
arasında farklılaşmasını kendisini bu çalışmanın odağını oluşturan karar alma mekanizmalarında
da göstermiştir. Parlamentodaki 469 erkek milletvekiline karşılık kadın milletvekili sayısı
sadece 79’ dur (http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim). KADER’
in 2011 – 2012 kadın istatistiklerine göre kadın belediye başkanı sayısı 26 (%0,8) iken köy
47
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
muhtarı sayısı 65 (%0,2)’ dir. Yine aynı istatistiklere göre üst düzey yöneticilerin (genel müdür
düzeyi)
%23’
ü
kadın,
%77’
si
erkektir
(http://www.kader.org.tr/tr/down/2012_KADIN_ISTATISTIKLERI.pdf.). Kadınların istatistiklerdeki bu
konumu
pek
çok
alanda
devam
etmektedir
(Ayrıntılı
bilgi
için
Bkz:
www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=238).
Kadınların karar alma mekanizmalarındaki geri planda kalmasında toplumsal yapının
etkisi yadsınamaz. Daha anne karnında iken başlayan kadın-erkek ayrımı, doğumdan sonra da
aile içinde, sosyal çevrede ve toplumsal sistemde kendisini göstermektedir. Kılık-kıyafetten,
nasıl davranılacağına, ne ile oynanıp nasıl oturulacağına kadar pek çok davranış küçük
yaşlardan itibaren öğretilmektedir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyete dayalı kalıp yargılar
nedeniyle kadınlar eğitim- öğretimden uzak tutulmakta, ev işleri yapma, evlenme ve çocuk
bakımı gibi işlerle yükümlü görülmektedir. “Yönetilenler” ya da “yönetilmesi gerekenler”
olarak görülen kadınlarla ilgili kararlar erkekler tarafından alınmakta, “Sizin için bu kararları
aldık” gibi söylemler ise kadınları pasifize etmektedir. Dolayısıyla karar alma mekanizmaları
tarafından yapılacak çalışmalarda kadınların da erkekler kadar rol alması gerektiğinden
bahsediliyorsa, doğumdan önce başlayarak toplum içerisinde kadınların güçlenmesi
gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında kadınların, erkekler sayesinde var olduğuna dair kalıp
yargıların ve kadınlar üzerindeki baskıların ortadan kaldırılması, kadının kendisinden başlayarak
çevresi ve içerisinde yaşadığı toplumsal sistemin değiştirilmesi ve dönüştürülmesi noktasında
feminist sosyal hizmet önem kazanmaktadır. Feminist sosyal hizmet uzmanları ise kadınların
sahip olduğu haklar ve bunları nasıl kullanacaklarına ilişkin danışmanlık görevini yürütürler.
Var olan yasal düzenlemelerdeki eksikliklerin giderilmesi veya yasal düzenlemelerin
oluşturulmasında, aktivist ve lobicilik rolleriyle sosyal eylemlerle makro açıdan kadının
güçlendirilmesine katkıda bulunmaktadırlar. “Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası”nın
çıkarılması sürecinde, toplumdaki ataerkilliğin doğurgularını analiz eden ve kadının
güçlendirilmesini önemli gören kadınlar, onların oluşturduğu dernek, vakıf gibi örgütler etkili
olmuşlardır. Bu tarz dernek, vakıf ve kadın platformlarında yer alan pek çok kadının da sosyal
hizmet uygulamaları çerçevesinde kadın sığınma evleri, toplum merkezleri gibi kurumlarda
yürütülen çalışmalar içinde yer almış oldukları gözlemlenmiştir. Aynıca plan ve projelerle
kadınların toplum içerisinde dezavantajlı duruma düşüren noktalar ortaya çıkarılarak kadınların
güçlendirilmesi sağlanabilir. Aile düzeyinde ele alınan kadın bakış açısı, erkek egemen bir
yönetimin sonucudur. Dolayısıyla kadınlar önce kişisel değişim ve dönüşümü başaracaklar,
sonrasında bu başarılarını erkeklerin egemen oldukları alanlar içinde tekrarlayacaklardır. Bu
devinimin etkilerini topluma yansıttıkları zaman aralarındaki işbirliği daha görünür olacaktır.
Öte yandan haklarını kullanamayan ve toplumdaki eşitsizlikten bir şekilde zarar gören kadınlar,
gerekli desteği nerden alacaklarını ya da bunlara nasıl ulaşacaklarını bilemeyebilirler. Bu
noktada kadınları kaynaklarla buluşturmak ve bağlantı kurmak gibi mikro uygulamalarda da
sosyal hizmet uzmanları aktif bir rol üstlenebilmektedir. Aynı şekilde yaşanılan sorunun kişiye
özel olmadığı, birçok kişinin farklı zamanlarda aynı sorunları yaşadığı ya da yaşayabileceğinin
farkındalığı artırılarak bireyi güçlendirmeyi amaçlayan grup çalışmaları da kadınların görmüş
oldukları, ekonomik, fiziksel, psikolojik, kültürel ve politik baskıları aşmalarında önemli bir
araç haline gelmektedir. Özellikle toplum merkezlerinde yürütülen çalışmalarda bu uygulama
örneklerini görmek mümkündür.
Toplumsal cinsiyet yolunda yapılacak çalışmalar erkeklerin kaybına olan bir durum değil
aksine onların da yararının söz konusu olduğu eylemlerdir. Bir erkek, ağlayabilir, otobüslerde
yaşlı, hamile vb. olmadığı sürece kadınlara yer vermek ya da hesap ödemek zorunda değildir.
Oysaki toplumsal cinsiyet temelinde erkekler “erkek” olmayı öğrenmişlerdir. Dolayısıyla
aslında kadın çalışmalarında erkek işbirliği bu noktaları kırmada erkekler için de yararlı
olacaktır. Kadının toplum içindeki ikincil konumda olmalarında en önemli aktörlerden biri de
erkeklerdir. Karar alma mekanizmalarının birçoğunun başında erkeklerin olduğu gerçeği göz
önüne alındığında konu hakkında erkek yöneticilere doğru bir bilgilendirme yapılması gerekir.
48
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kadınlarla ilgili yapılacak çalışmalarda sosyal, ekonomik vb. desteklerin alınması ise kadına ve
kadının toplumsal yaşam içerisindeki yerine ilişkin tutumun değiştirilmesi ve ya dönüştürülmesi
anlamında kadınları daha da güçlü kılacaktır. Kadın erkek eşitliğini amaçlayarak toplumsal
cinsiyet kalıp yargılarını kırmayı hedefleyen feminizm ve kadın çalışmalarının her ikisi de erkek
hegemonyasına meydan okuyarak (Kemp ve Squires, 1997), erkeklerin kendi özgürlüklerini
kazanma yolunda önemli bir hareket olarak değerlendirilmelidir.
Özellikle kırsal kesimlerde din adamı, kanaat önderleri, üst düzey kamu görevlileri vb.
birçok önemli kişinin erkek olduğu göz önüne alındığında, toplumdaki kadına karşı var olan
yanlış algının değiştirilmesine buralardan, bu kişilerden başlanması çalışmaların etkiliği
açısından son derece yararlı olacağı düşünülmektedir.
Günümüzde ataerkil yapının kırılması noktasında sivil toplum örgütleri, toplum ve grupla
çalışmada önemli araçlardır. İngilizce’ de NGO’S ( Non-Govermenatal Organizations-Hükümet
dışı kuruluşlar) olarak kısaltılan sivil toplum örgütleri, gönüllülük çerçevesinde toplum yararı
için çalışmalar yapmak üzere bir araya gelen insanların oluşturduğu, kar amacı gütmeyen
örgütler olarak tanımlanabilir. Farklı hedef gruplarına yönelik çalışmalar yapan sivil toplum
örgütleri içerisinde bahsettiğimiz toplumsal yapıyı kırmak oluşturulan kadın örgütleri de önemli
bir yer tutmaktadır. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü sitesinden alınan bilgiye göre Ankara’ da
65 Sivil toplum örgütü bulunmaktadır. (http://www.kadininstatusu.gov.tr/tr/html/172/Ankara).
Bu sivil toplum örgütlerinin bazılarıyla yapılan görüşmelerde kadın çalışmaları yapan
oluşumların erkek işbirliğine ilişkin düşüncelerinin değişebildiği görülmüştür. Ankara ilinde
kadına yönelik şiddet konusunda çalışan ve doğrudan müracaatçının yaşadığı fiziksel, cinsel,
ekonomik ve psikolojik şiddetle baş etme kapasitesini arttırmayı ve güçlendirmeyi odak alan bir
sivil toplum örgütü, erkek işbirliğine açık olmadıklarını ancak kurumsal olarak farkındalık
yaratmayı amaçlayan eğitimler verdiklerini belirtmiştir. Bu durumun nedeni olarak ise, kadına
şiddet uygulayan kişinin erkek olmasından ötürü çalışmalarında erkeğin yer almasının
müracaatçı ile aralarında oluşan güveni zedeleyebileceğine olan inançtır. Doğrudan
müracaatçıların sorunlarıyla ilgilenen oluşumlar erkek işbirliğine karşı olsa da, eğitim, sanat vb.
faaliyetleri yürüten vakıflarda erkekleri de görebilmekteyiz. Ancak temelde belirtmek gerekir ki
kadınların sadece karar alma mekanizmalarında değil her alanda erkeklerle aynı konumda
olması tüm kadınların ortak isteği haline gelmiştir. Sivil toplum örgütlerinin kadın
çalışmalarında aldığı roller, hizmet verdiği kesim ve uygulamaları açısından erkek işbirliğinin
çalışmanın içine nasıl var edilebileceğine ilişkin tartışma ortamları yaratılabilir. Bu sayede
kadın-erkek işbirliğinden beklenenin ne olduğu ve bu işbirliğinin geliştirilmesi için neler
yapılabileceği, bu işbirliğinin kadın çalışmalarına nasıl olumlu bir katkı verilebileceği
konularında fikirler ortaya çıkabilir. Bunun da kadın çalışmalarında gelişmeye yardımcı olacağı
düşünülmektedir. Sosyal hizmet uygulamaları açısından düşünüldüğünde örgütler arası
kanıtların oluşturulması, ortak protokoller yapılması, toplum düzeyinde lobicilik etkinlikleriyle
sözünü ettiğimiz çalışmalar kolaylaşabilir.
Sonuç ve Öneriler
Toplumda var olan kadın-erkek eşitsizliğini ortadan kaldırmada kadınların
güçlendirilmesi önemlidir. Güçlendirmeye yapmış olduğu vurgu ile önem kazanan feminist
sosyal hizmet sosyal adalet ve insan hakları odağında mikro, mezzo ve makro boyutta birey,
grup ve toplumla çalışarak ataerkil yapının değiştirilmesi ve dönüştürülmesinde oldukça etkili
bir yaklaşımdır. Toplumsal gelişme ve ilerleme için ataerkilliğin sorgulanması önemlidir.
Toplumda var olan kaynakları kullanarak güçlerinin farkına varmaları ve haklarını kullanarak
kişisel değişim ve dönüşüm başarılması, karar alma mekanizmalarında bulunan erkeklerin
farkındalık kazandırma eğitimleri, toplum eğitimleri, film gösterileri, basın ve yayın
organlarının etkili kullanılması yoluyla doğru bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi yoluyla
49
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
feminist sosyal hizmet amaçlarına ulaşacaktır. Böylece daha eşit bir dünyada yaşamak mümkün
olacaktır.
Kadınlar ne yaparsa yapsın, ne üretirse üretsinler destek ve takdir görmemeleri önemli bir
çelişkidir. Kadınlara karşı ön yargılardan ve düşmanlıktan kurtulmak, kadınları
metalaştırmaktan vazgeçmek, anneliğe atfedilen değerleri aşmak başlangıç noktasının
basamakları olabilir. Bu anlayışın sağlanmasında kadınların güçlendirilmesi ve desteklenmesi
önemli bir husus olmaktadır. Güçlendirme ve desteklenme de rol modellerinin daha çok görünür
kılınması, medyada daha çok gösterilmesi ve bunların tekrarlanmasıyla daha etkili olacağı
düşünülmektedir. Kadınların bugün ikincil konumda yer almasının nedeni ataerkil zihniyettir.
Dolayısıyla bu zihniyetin kırılmasında madalyonun diğer yüzü olan erkeklere de önemli
görevler düşmektedir. Erkekler için ise farkındalık yaratmaya yönelik çalışmalarda daha çok rol
almaları beklenebilir. Bu sayede kadınların desteklerini alabilecekleri de düşünülmektedir. Biz
de kadınlar için bir şeyler yapalım demek, kadınlar açısından kabul edilebilir bir söylem
değildir. Gerçekte erkeklerin kadınlar için bir şeyler yapmasına da gerek yoktur, erkeklerin
temelde kendileri için bir şeyler yapması gerekir ki bu sayede toplumsal alanda kadınlar
özgürleşebilsin. Bu yüzden erkek eğitimleri de önem taşımaktadır. Eşitlikçi unsurların yer aldığı
bu eğitimler erkekler için bir açılım sağlayabilir. Ama şu unutmamalıdır: kadınları
güçlendirmek erkekleri güçlendirmek ve demokrasiyi güçlendirmek ise; bırakınız kadınlar
kendileri ile ilgili kararları kendileri versinler.
Sonuçta kadınlar kadar erkekler de
özgürleşecektir.
Kaynakça
Barker, L.R. (1995). “The Social Work Dictionary” (Third Edition), Washington D.C.: NASW
Press.
Dominelli, L. (2002). “Feminist Social Work Practice” (Counsalting Ed.: Jo Campling), (First
Published), New York: Palgrave Macmillan,
Duyan, V., Sayar, Ö.Ö. ve Özbulut, M. (2008). “Sosyal Hizmeti Tanımak ve Anlamak”, (Birinci
Baskı), Ankara: Öncü Basımevi.
Kemp, S. ve Squires, J. (1997). “Feminisms.” Oxford Press. S.17-22.
Sancar, S. (2003).”Üniversitede Feminizm: Bağlam, Gündem ve Olanaklar”, Toplum ve Bilim
Dergisi, 97 (Yaz), s. 164 – 182.
Üner, S. ( 2008). “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü
Yayını, Ekim, http://www.aileicisiddet.net/egitim/set/Toplumsal-Cinsiyet-Esitligi.pdf,
Erişim tarihi: 20.01.2013.
White, W. (2006). “The State of Feminist Social Work”, (firstpublished), New York: Routledge.
http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim, Erişim tarihi 10.01.2013.
http://www.ka-der.org.tr/tr/down/2012_KADIN_ISTATISTIKLERI.pdf,
11.01.2013
http://www.kadininstatusu.gov.tr/tr/html/172/Ankara, Erişim tarihi 14.01.2013
http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?alt_id=41, 15.01. 2013
www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=238 Erişim Tarihi: 10.01.2013
50
Erişim
tarihi
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
EŞİNE ŞİDDET UYGULAYAN ERKEKLERE YÖNELİK GRUP ÇALIŞMASI:
BİLİŞSEL-DAVRANIŞÇI YAKLAŞIMLA YAPILANDIRILAN GRUP SÜRECİNE
BAKIŞ
Gizem ÇELİK1
Özet
Şiddet, toplumun her kesiminde değişik yoğunluk ve türlerde kendini göstermektedir.
Şiddetin yoğun yaşandığı ve çözüm üretmede sosyo-kültürel nedenlerden ötürü çıkmazların
olduğu aile, şiddetin yaşandığı bir yer olmanın yanında şiddetin yeniden üretildiği ve
sürdürüldüğü bir yer olma özelliği de göstermektedir. Aile içi şiddet vakalarında şiddet
mağdurlarının çoğunun kadın olması dolayısıyla kadınlara sunulan hizmetlerin sayısının ve
niteliğinin arttırılmasının yanında şiddet uygulayan erkeklere yönelik de çeşitli hizmetlerin
planlanması ve hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulan tedavi programları, farklı kuram ve
yaklaşımlarla farklı özelliklerde (süre, ele alınan konular vb.) uygulanmaktadır. Yurtdışı
örnekleri çok çeşitli olmakla birlikte Türkiye için bu yönde yapılandırılmış tedavi
programlarının olmadığını söylemek mümkündür. Bu çalışmada, aile içi şiddet konusunun iç
acıtıcı gerçeği ve sürekli mağdurla yapılan çalışmaların şiddet sorununu çözmediği gerçeği ile
işe başlanmış, konu, şiddet uygulayan erkeklerin özelliklerine ilişkin literatürde yer alan bilgiler,
bilişsel davranışçı yaklaşım ve bilişsel davranışçı terapi teknikleri, eşine şiddet uygulayan
erkeklere yönelik bilişsel-davranışçı yaklaşım ile yapılan çalışma örnekleri ve bir grup çalışması
önerisi ile ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Aile içi şiddet, şiddet uygulayan erkeklerle çalışma, bilişseldavranışçı yaklaşım, grup çalışması
Giriş
Şiddet, toplumun her kesiminde değişik yoğunluk ve türlerde kendini göstermektedir.
Şiddetin yoğun yaşandığı ve çözüm üretmede sosyo-kültürel nedenlerden ötürü çıkmazların
olduğu aile, şiddetin yaşandığı bir yer olmanın yanında şiddetin yeniden üretildiği ve
sürdürüldüğü bir yer olma özelliği de göstermektedir. Bu nedenle aile içi şiddet konusuna dikkat
çekilmesi, olası risk faktörlerinin belirlenerek şiddetin önlenmesi, şiddet durumunda gerekli
tedbirlerin alınması ve çeşitli hizmetlerin yapılandırılması oldukça önemlidir. Bunlar kadar
önemli olan bir diğer konu, aile içi şiddet vakalarında şiddet mağdurlarının çoğunun kadın
olması dolayısıyla kadınlara sunulan hizmetlerin sayısının ve niteliğinin arttırılmasının yanında
şiddet uygulayan erkeklere yönelik de çeşitli hizmetlerin planlanması ve hayata geçirilmesidir.
Şiddetin tek boyutlu ele alınamayacağı, mağdurun güçlendirilmesi ve korunması ile birlikte
1Araştırma Görevlisi, Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü, eposta:
[email protected]
51
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
şiddet uygulayan kişinin cezalandırılması, en önemlisi de psiko-sosyal yönden değişiminin
sağlanmasının şiddetin tekrarlanma olasılığını düşüreceği yönündeki vurgunun netleşmesi
gerekmektedir.
Yurtdışında eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik tedavi programlarının sayısı ve
niteliği gün geçtikçe artmaktadır. Türkiye için de bu tür programların oluşturulması, yasal
zeminde geçerlilik kazanması gerekmektedir. Bunun için şiddet uygulayan erkeklerin özellikleri
başta olmak üzere, bu erkeklerin şiddet algıları, şiddetin oluşmasına zemin hazırlayan risk
faktörleri ve programların uygulanmasında görev alacak meslek elemanlarının eğitiminin
sağlanması, ilgili kurum ve kuruluşların belirlenmesi gerekmektedir. Bu çalışma, tüm bu
gereklilikler göz önünde bulundurularak, şiddet uygulayan erkeklere sunulan tedavi
programlarının önemli bir kısmını oluşturan grup çalışmasına dikkat çekmek amacıyla
hazırlanmıştır.
Şiddet Uygulayan Erkeklerle Çalışma
Şiddet uygulayan erkeklere yönelik olarak oluşturulan ilk resmi tedavi programı 1976
yılında Londra’da bir kadın barınağında, sığınak arayan kadınların talepleri neticesinde, bu
kadınların eşlerine klinik destek vermek amacıyla başlamıştır (Jennings, 1987). Böyle bir
hizmetin hayata geçmesinde hiç kuşkusuz 1970’lerde hız kazanan kadın hareketinin ve
kadınların aile içi şiddetin durdurulması konusundaki girişimlerinin büyük etkisi vardır. Benzer
programlar Avrupa ve Kuzey Amerika’ya da hızla yayılmıştır (Roberts, 1984).
Literatürde, Amerika ve Kanada’da şiddet uygulayan erkeklere yönelik olarak hazırlanan
yüzlerce tedavi programı olduğu görülmüştür. Bu programların temel hedefi, şiddet uygulayan
erkeklere çeşitli kuram ve yaklaşımlarla yeni beceriler öğretilmesi ve bu becerilerin
geliştirilmesi, kadınlık ve erkeklik rollerine ilişkin toplumsal kalıp yargıların değiştirilerek bu
erkeklerin tekrar şiddet uygulamasını önlemektir. Bu amaçlarla oluşturulan programlar, emniyet
ve sosyal hizmetlerin hazırladığı programlar, grup çalışması temelli programlar ve denetimli
serbestlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Şiddet uygulayan erkeklerle çalışmada önemli
gelişmeler sağladığı görülen grup çalışması temelli tedavi programlarında, feminist kuramlardan
(özellikle pro-feminist yaklaşım), aile sistemleri kuramından ve birey kuramlarından
(individuals theories) (kişilik özellikleri kuramı, bilişsel-davranışçı/sosyal öğrenme kuramı,
bağlılık kuramı) yararlanılmaktadır.
Şiddet uygulayan erkeklere yönelik sunulan grup çalışması temelli tedavi programlarında
kullanılan kuram ve yaklaşımların ağırlığına bakıldığında, feminist kuram ve bilişsel-davranışçı
yaklaşımın hem daha yaygın kullanıldığını hem de daha etkili sonuçlar sağladığını söylemek
mümkündür. Bu nedenle çalışmanın odağı, bilişsel-davranışçı yaklaşım, bu yaklaşımla
yapılandırılan grup çalışmasının şiddet uygulayan erkekler özelinde ele alınması ve
tartışılmasıdır.
Bilişsel Davranışçı Yaklaşım ve Bilişsel Davranışçı Yaklaşımla Yapılandırılan Grup
Çalışması
“Duyguna dikkat et, düşüncen olur.
Düşüncene dikkat et, davranışın olur.
Davranışına dikkat et, alışkanlığın olur.
Alışkanlığına dikkat et, kaderin olur.”
Bilişsel davranışçı yaklaşımın çıkış noktası, Epictetus’un “İnsanlar olaylardan değil de,
bu olaylara ilişkin bakış açılarından rahatsız olurlar” görüşüne dayanmaktadır (Ivey ve Diğ.,
1987; akt. Türküm, 1999: 7). Başka bir ifadeyle, bireylerin olaylar karşısındaki duygulanımları
52
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ve bilişsel süreçleri, olaylara karşı verecekleri tepki ve davranışları şekillendiren önemli etkenler
olmaktadır. Söz konusu yaklaşımda anahtar kavram olan biliş (cognition), insanların bilgiyi
nasıl işlediğini (process information) anlamayı yansıtmaktadır (Sedgwich, 1989).
Bilişsel davranışçı terapiler de, bireylerin günlük yaşamlarında üstesinden gelemedikleri
güçlükler ve yaşam problemleri ile karşılaştıklarında onlara yardım etmek için öğrenme
kuramlarını uygulayan, problem odaklı, ‘burada ve şimdi’ ile ilgilenen, bilişsel davranışçı
yaklaşımdan temel alınarak geliştirilmiş bir tedavi şeklidir (Stuart, 2001; akt. Demiralp ve
Oflaz, 2007: 132). Türküm (1999: 7), bilişsel davranışçı terapide düşünce, karar verme ve
eylemin bütünleştirilmesinin amaçlandığını, bu amaca ulaşmak için kişinin dünyaya ilişkin
düşünce biçimi, vardığı kararları ve davranışları değiştirmenin sağlandığını belirtmektedir.
Başka bir ifadeyle, uyumlu hale gelmesini istediğimiz davranış üzerinde çalışan bilişsel
davranışçı terapi, duygu, düşünce, algı ve davranış dörtlüsünü bir arada ele alarak tanımlama,
yeniden tanımlama ve davranış değişimini sağlama sürecinde etkin bir yaklaşım olarak
görülebilmektedir. Daha da özelleştirmek gerekirse, sosyal beceriler konusunda belirlenen
somut hedeflere ulaşma, stres azaltma, öfke ve depresyonu daha etkili yönetme, panik
duygularını azaltma, sosyal işlevselliği yükseltme, alkol ve uyuşturucu kullanımını önleme ve
şiddet davranışını değiştirme gibi (Rose, 2004: 111).
Bilişsel davranışçı terapi, adından da anlaşılacağı üzere iki temel alan üzerinden
uygulama gerçekleştirmektedir. Bunlardan biri davranış, diğeri de biliş boyutudur. Davranışçı
boyutta genellikle şu aşamaların ele alındığı söylenebilir (Roffman, 2004: 165); 1) tedavinin
genel hedeflerinin netleştirilmesi ve güçlü bir ilişki kurulması, 2) değişim ihtiyacının
tanımlanması (örneğin, davranış sıklığına, yoğunluğuna ya da şiddetine ilişkin bilgi toplanması)
ve özel, ölçülebilir hedefler konması, 3) çalışma tekniklerinin belirlenmesi (iletişim
becerilerinin model olunması, değişen davranışla övünme yönünde olumlu destek, rahatlama
teknikleri, sistematik duyarsızlaştırma gibi), 4)süreç içinde gerçekleştirilen hedeflerin
ölçülebilmesi için veri toplanması ve 5) sonlandırma için hazırlanılması (örneğin; yeniden
oluşturulan davranışın tartışılması).
Terapinin biliş boyutunda, bireyin dünya görüşü, başka bir ifadeyle, bireyin anlam
yaratma sistemine odaklanılmaktadır. Genellikle psiko-eğitsel gruplarda bireyin söz konusu
anlam yaratma sistemini anlama ve bireyin oluşturduğu anlamla ilişkili bilişini değiştirme
yolları aranmaktadır. Böyle bir değişim yaratma isteğinin nedeni, rasyonel (akılcı) olmayan
düşüncelerin olumsuz duygular yaratacağı yönündeki varsayımdır (Roffman, 2004: 165).
Anksiyete ya da uyuma dönük olmayan davranışların nedeninin, olayların kendisinin
değil, bireyin bu olaylara ilişkin beklentileri ve yorumları olduğunu ileri süren, bu davranışların
kişinin düşünce ve inançları ile doğrudan ilgilenilerek değiştirilebileceğini savunan bilişsel
terapiler, 1960’lı yıllarda Beck’in yaptığı çalışmalarla anılmaktadır (Stuart, 2001). Beck’in
bilişsel kuramına göre, çocukluk çağındaki deneyimler, öğrenme yolu ile bazı temel düşünce ve
inanç sistemlerinin oluşmasına neden olmakta ve yapısal düzeyde bunlar ‘şema’ olarak
adlandırılmaktadır. Bireylerin dünya görüşlerine dayanan bu şemalar, zorlukların kökenini
yorumlama kadar bu zorlukların çözümünü de sağlamaktadır (Beck, 1995; Beck ve Diğ., 1979,
1985; Ellis ve Dryden, 1987; akt. Wallack ve Sela, 2008: 655). Bu açıklamadan da anlaşılacağı
üzere, yaşam olayları sessiz durmakta olan şemaların aktive olmasına ve ‘olumsuz otomatik
düşüncelerin’ ortaya çıkmasına ve sonuç olarak öfke, kaygı, suçluluk, üzüntü gibi hoş olmayan
duyguların oluşmasına ve bu duygulara paralel şiddet gibi davranışların ortaya çıkmasına yol
açmaktadır.
Sungur (2006)’a göre, bilişsel davranışçı terapiler soruna yönelik kısa süreli, ekonomik
yaklaşımlar sunmalarının yanı sıra, danışana anlaşılabilen bir tedavi rasyoneli sunmaları,
öğrenme kuramları gibi bilimsel bir temel üzerine kurulmuş olmaları, deneysel psikoloji ile
53
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
klinik psikolojisi arasında bir köprü oluşturmaları ve yalnızca çeşitli ruhsal bozuklukların
tedavisinde değil önlenmesinde de kullanılabilmeleri ve danışana sorun çözme yöntemlerini
öğreten, beceri kazandırıcı yönleriyle önem taşımaktadır. Çok sayıda farklı bilişsel davranışçı
terapi teknikleri bulunmakla birlikte bu terapilerin altında yatan temel ilke ve kabullerin aynı
olduğu belirtilmektedir (Craske ve Stevens, 2002). Bu temel ilkeler şöyle belirtilebilir;

Bilişsel davranışçı terapinin ortak noktası bireyin “şimdi ve buradaki” güncel hayatıdır.

Tedavide ana hedef kişinin psikopatoloji geliştirmesine neden olan düşünce biçimlerini
ve davranışlarını değiştirmektir.

Bu nedenle tedavi sonunda iyileşmeyi belirleyecek çok açık hedefler belirlenir.

Birey, tedavinin her aşamasına aktif olarak katılır.

Birey, tedavide ele alınacak sorunları ve bu sorunları çözmeye yönelik stratejileri sosyal
hizmet uzmanıyla/terapistle birlikte belirler.

Tedavi süresince bilişsel tekniklerle davranışçı teknikler bir arada kullanılır (Türkçapar,
2003).
Bilişsel davranışçı terapide pozitif pekiştirme, sembolik ödüllendirme, söndürme,
sistematik duyarsızlaştırma, tepkiyi şekillendirme, düşünceyi durdurma, kontrat yapma, model
olma, tablolaştırma, etkinlik programı oluşturma, Premack ilkesi, antrenörlük gibi bazı teknikler
kullanılmaktadır.
Bilişsel davranışçı yaklaşıma dayalı grup çalışması, bireylerin düşünce, algı, inanç,
beklenti gibi bilişsel öğelerini odak alan ve davranışsal teknikler aracılığıyla davranışı
değiştirmeyi, bilişsel yapı ve süreçleri etkilemeyi hedefleyen, yönlendirici ve öğretici
yaklaşımın uygulandığı bir süreçtir. Bilişsel davranışçı grup uygulaması, psiko-eğitimsel
(psychoeducational) bir yaklaşım olarak görülmekte ve grup uygulamaları için uygun bir tedavi
modeli olarak tanımlanmaktadır (Elmacı, 2008: 85).
Bilişsel davranışçı yaklaşımla yapılandırılan grup çalışmasında homojenlik önemlidir.
Başka bir ifadeyle, grup üyelerinin ortak bir ya da birkaç sorun üzerinde çözüm üretmeye
çalışması gerekmektedir (Rose, 2004: 111).
Bilişsel davranışçı yaklaşımda, grup uygulamalarında iyileştirici sonuçlar iki temele
dayanmaktadır; klasik bilişsel -davranışçı tekniklerin kullanılması ve küçük grup içerisindeki
etkileşim. Bu uygulamalarda, terapistle ilgili faktörler (liderlik nitelikleri, grup sürecine olan
dikkati), grup üyeleri ile ilgili faktörler (bireysel beceriler, empati gibi) ve yapısal faktörler
(oturumların uzunluğu, sıklığı, ortam) sonuç üzerinde etkilidir.
Grup süreci içerisinde;
• Grup üyelerinin semptomlarının diğerlerine olan etkisi,
• Grup üyelerinin kişilik yapılarının diğerlerine olan etkisi,
• Bir grup üyesinde görülen iyileşme/kötüleşmenin diğerlerine etkisi,
• Grup üyelerinin diğerleriyle etkileşim şekilleri,
• Grup lideri ve grup arasındaki terapötik ilişki,
• Grup üyeleri arasındaki terapötik ilişki,
54
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
• Grupta devamsızlık veya isteksizliğin etkileri,
 Grupta bireysel değişkenlerin etkileri (bireyin beklentileri, terapiyle bireyin doyumu,
bireyin grup terapisi için uygunluğu -örneğin eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik
yapılandırılacak grup çalışması öncesinde bu erkeklerin psikopatolojilerini belirlemeye
yönelik SCL90-R gibi psikolojik belirti tarama testleri kullanılabilir ve grup üyeleri uygun
farklı gruplarda ele alınabilir),
• Gruptaki değişim mekanizmaları (esinlenme, dâhil olma, grupta öğrenme, kendine
odaklanmanın değişmesi, grup bütünlüğü, grup içerisindeki duygusal süreçler), gibi faktörler
belirli bilişsel davranışçı müdahalelerle etkileşerek, sağaltımı üzerinde etkili bulunmaktadır
(Bieling, McCabe ve Anthony, 2006: akt. Elmacı, 2008: 86).
Brekke (1989) eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik psiko- eğitimsel bir grup
çalışması geliştirmiş ve bu nüfusa ait üyelerin ulaşılması güç, tedavi programına çoğunlukla
gönülsüz katılan, kişiler arası şiddet konusunda çok az sorumluluk alan ya da hiç sorumluluk
almayan, şiddetin ciddiyetini minimize eden ve meslek elemanına güvenmeyen özellikler
gösterdiğini belirtmiştir. Bu nedenle tedavi programı oryantasyon (uyum) grubu olarak 14
haftalık, iyi yapılandırılmış ve bilişsel davranışçı ilkelere dayanan bir ön çalışmayla
başlatılmaktadır (Roffman, 2004: 167).
Oryantasyon
toplanmaktadır;


grubunun
iki
saatlik
beş
oturumu
aşağıda
belirtilen
amaçlarla
Grup üyeliğine hazırlanma: Katılımcılar aile içi şiddet, saldırganlık (aggression) ve öfke
kontrolü konularında eğitilmekte ve tedavide edinecekleri beceriler konusunda
bilgilendirilmektedirler.
Grup üyeliğine seçim: Oryantasyon grubunda sergiledikleri davranışlara ve özelliklere göre
kimin hangi gruba katılacağı belirlenmektedir (Roffman, 2004: 168). Şiddet uygulayan
erkeğin özelliklerine uygun (şiddetin yoğunluğu, aldığı ceza bakımından benzer
özelliklerdeki erkeklerin bulunduğu) bir gruba katılımı çalışmayı etkili tamamlamasını
sağlayacak bir unsur olarak görülmektedir.
Bilişsel davranışçı yaklaşım ile yapılandırılan grup çalışmasını değerlendiren başka bir
makale, pro-feminist yaklaşımı da kapsayacak şekilde “Aile İçi Şiddet Eğitim Projesi (Domestic
Violence Education Project)” adıyla Amerika’da gerçekleştirilen grup çalışmasının temel
özelliklerini ve değerlendirme ölçütlerini içermekte ve çalışma sonuçlarına yer vermektedir.
Makalede yer alan bilgilere göre, ön test ve son test sonuçları karşılaştırıldığında 24 oturumluk
programı tamamlayan katılımcıların şiddet içeren davranışlarını kabul etme konusunda olumlu
tutum geliştirdikleri ve kadınlara ilişkin stereotipik inançlarının değiştiği gözlemlenmiştir.
Katılımcılar ayrıca, şiddet içeren davranışlarının aile ilişkileri üzerindeki etkilerini fark ederek
bu davranışlarını değiştirme yönünde motivasyon sağlamışlardır (Cranwell Schmidt ve Diğ.,
2007).
Yapılan grup çalışmasının içeriğine biraz daha yakından bakmak gerekirse, içeriğin
katılımcıların şiddet içeren davranışlarının sorumluluğunu almaları yönünde onları
cesaretlendirici, şiddetten nasıl kaçınacaklarını öğretici ve katılımcılara şiddetin altında yatan
rasyonel olmayan cinsiyetçi tutum ve inançlarını değiştirmeye yardımcı olucu (Edleson ve
Tolman, 1992; Gondolf, 2002; Shepard ve Pence, 1999; akt. Cranwell Schmidt ve Diğ., 2007:
91) özellikte olduğu söylenebilir.
Grup çalışması süresince üzerinde durulan temel yedi varsayım şu şekilde sıralanabilir;
55
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-

Aile içi şiddet bir seçimdir.

Aile içi şiddet cinsel ayrımcılık ve homofobi ile desteklenmektedir.

Şiddet uygulayan erkekler bu davranışlarını sürdürürler çünkü bundan yarar sağlarlar.

Aile içi şiddet, ilişkilerdeki güç dengesizliğinin sürdürülmesini amaçlayan çok çeşitli
davranışlardır.

Aile içi şiddet eşler, çocuklar, geniş aile ve toplum açısından belirgin olumsuz etkiler
yaratmaktadır.

Aile içi şiddet kadının insan haklarının ihlalidir.

Şiddet uygulayan erkekler eğer isterlerse davranışlarını değiştirebilirler (Cranwell
Schmidt ve Diğ., 2007: 91).
Şiddetin de diğer davranışlar gibi dolaylı ve dolaysız pekiştireçler yoluyla öğrenilen bir
davranış olduğunu ileri süren bilişsel davranışçı yaklaşım, bir çocuk olarak aile içinde şiddet
görme ya da şiddete tanık olma ile yetişkinlikte şiddet uygulayan olma ilişkisine geniş yer
verilmektedir. Oliver (1993), şiddet uygulayan erkeklerin üçte birinin çocukluklarında şiddete
maruz kaldıklarını belirtmektedir. Ayrıca, çocukluklarında şiddet gören erkeklerin tedavi
programlarını yarıda bırakma eğiliminde oldukları ve programa devam etmek istemedikleri de
belirtilen bir başka önemli noktadır (Aldarondo ve Sugarman, 1996; Grusznski ve Carrillo,
1988; Shepard, 1992, Akt.: Scott, 2004).
Bilişsel davranışçı yaklaşıma göre yapılandırılan tedavi programları/grup çalışmaları,
erkeklerin şiddet sonucunda nelerin olacağını anlamaları, daha uygun/sağlıklı iletişim becerileri
geliştirmeleri ve bu becerileri denemeleri, çatışmalarla uygun şekilde başa çıkma stratejileri
geliştirmeleri üzerinde durmaktadır (Scott, 2004).
Bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılandırılan grup çalışmasında şiddet uygulayan
erkeklerin yaşayacağı bilişsel, duygusal ve davranışsal süreçler aşağıdaki şemadaki gibidir
(Healey, Smith ve O’Sullivan, 1998: 27).
56
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Şema 1: Bilişsel-Davranışçı Yaklaşımla Eşine Şiddet Uygulayan Erkeklerle Çalışma
(Healey, Smith ve O’Sullivan, 1998: 27).
Şemadan da anlaşılacağı üzere, bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılan çalışmada davranış
kontrolü çalışmanın merkezini oluşturmaktadır. Şiddet davranışının kontrol altına alınarak
belirtilen süreçlerle çözümlenmesinde erkeğin vereceği duygusal ve bilişsel tepkiler genel
olarak şiddeti reddetme, uyguladığı şiddetin boyutunu minimize etme ve şiddetin nedeni olarak
eşini gösterme, şiddet içeren davranışının ciddiyetinin farkına varma, farkındalıkla birlikte
duygusal tepkiler verme, kendine dönük olumsuz konuşmalarda bulunma ve tüm bu süreçleri
geçtiğinde de eşine şiddet uyguladığını kabul ederek davranış değişikliği yaratma yönünde
gönüllü olma şeklinde bir süreç izlemektedir. Hiç kuşkusuz belirtilen bu süreçler her erkekte
aynı sırayla izlemediği gibi, zaman zaman belli aşamalarda daha uzun süre kalma veya önceki
aşamaya dönme yaşanabilmektedir. Bu noktada, şiddet uygulayan erkeklerle yapılacak grup
çalışmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü erkeklerin, kendileriyle benzer duygu, düşünce
ve davranışlarda bulunan erkeklerle birlikte bu süreçleri yaşadıklarında iç görü kazanma ve
davranış değişikliği yaratma konusunda daha hızlı ilerleme kaydedebilecekleri düşünülmektedir.
Aynı zamanda grup içinde öğrenilen yeni davranışların yaşama aktarılmadan önce yine grup
içinde denenmesi açısından da grup çalışması oldukça önemlidir.
Bilişsel-davranışçı yaklaşımla hareket eden grup liderinin erkeklerin yaşadığı bilişsel ve
duygusal süreçleri nasıl yönetecekleri de ikinci çemberde sıralanan şekilde özetlenebilir.
Davranışının şiddet davranışı olduğunu ve suç teşkil ettiğini gösterme ve bu yönde bilişsel
algısını etkileme, sürecin en önemli boyutunu oluşturmaktadır. Çünkü bilişsel-davranışçı
yaklaşıma göre şiddet uygulayan erkekler, şiddet içeren davranışlarının suç teşkil ettiğini çoğu
zaman bilmemekte (özellikle duygusal, ekonomik ve cinsel istismarda) ve bu nedenle
değiştirilmesi gereken bir durum olmadığını düşünmektedirler. Değişim gerekliliğinin farkına
varma, grup liderinin grup sürecini başarılı bir şekilde ele alması sonucunda erkeğin duygu,
düşünce ve algı sistemini tartışma ve davranışını değiştirme şeklinde kendini gösterecektir.
Benzer şekilde, öğrenilen uygun davranışı grup içinde uygulaması yönünde erkeği
cesaretlendirmek de grup liderinin önemli sorumluluklarından biridir.
Bilişsel davranışçı yaklaşımın aile içi şiddeti ve eşine şiddet uygulayan erkekleri ele alışı
genel hatlarıyla bu şekilde özetlenebilir. Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik olarak
bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılandırılacak olan grup çalışmasının detaylarına bir sonraki
başlık altında yer verilmektedir.
Eşine Şiddet Uygulayan Erkeklere Yönelik Bilişsel Davranışçı Yaklaşımla
Yapılandırılan Grup Çalışması
Önceki bölümlerde eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik sunulan tedavi programları
ve bu programlarda kullanılan yaklaşımlardan biri olan bilişsel davranışçı yaklaşıma genel
hatlarıyla değinilmiştir. Çalışmanın bu bölümünde, bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılandırılan
grup çalışması, grup çalışmasının oluşturulması (amaç, yöntem, teknik ve üyelerin belirlenmesi)
ve grup çalışması süreci (uyum aşaması, müdahale aşaması ve sonlandırma) olarak iki alt
başlıkta ele alınmaktadır.
a. Grup Çalışmasının Oluşturulması
Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik olarak bilişsel davranışçı yaklaşımla
hazırlanacak olan grup çalışmasının oluşturulma aşamasında belli sorulara yanıt vermek
57
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
gerekmektedir. Yanıtlanması gereken sorulardan ilki, eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik
neden böyle bir grup çalışması planlandığıdır. Bu sorunun yanıtı önceki bölümlerde verilmiş
olmasına rağmen bir kez de burada belirtmek gerekirse, grup çalışması aracılığı ile şiddet
uygulayan erkeklerin bilişsel şemalarını, grup içi etkileşimler aracılığıyla şiddete neden olan
duygu, düşünce ve algılarını görmeleri, şiddet içeren davranışlarını değiştirmeleri, öğrendikleri
yeni davranışları uygulayabilecekleri ortam bulmaları açısından grup çalışması etkili
görülmektedir.
Bir diğer soru, grubun ne tür bir grup olacağıdır. Planlanan grup çalışması davranış
değişimi sağlama açısından tedavi grubu; öfke yönetimi, iletişim becerilerinin öğretilmesi
açısından ise eğitim grubu özelliği göstermektedir. Yapılan literatür taraması sonucunda eşine
şiddet uygulayan ve bu çalışmada belirtilen konuları ele alarak yapılandırılan grupların psikoeğitsel gruplar olarak adlandırıldığı görülmüştür. Ama bu çalışma için yapılandırılan grubun bir
tedavi grubu olması gerektiği düşünülmektedir. Grubun açık mı yoksa kapalı bir grup mu
olacağı da yine grubun amacı ve ele alınan konuların hassasiyetine göre yanıtlanması gereken
bir sorudur. Şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulacak grup çalışmasının kapalı grup
özelliği göstermesi ve süreç içinde dışarıdan yeni üye kabulü yapılmaması, grup etkileşimini
artırıcı bir nitelik taşıdığı için tercih edilmektedir.
Üçüncü soru, grup üye sayısının ne kadar olacağıdır. Grup çalışması sürecindeki
konuların yoğunluğu, şiddet uygulayan erkeklerle çalışmanın çeşitli zorlukları ve gruba
başlayan üyelerin süreç içinde çalışmayı bırakma olasılıkları göz önünde bulundurularak 8-10
kişilik bir grup oluşturulması uygun görülmektedir.
Diğer bir soru, grubun tek bir grup lideri mi olacağı ya da yardımcı lider (co-lider) olup
olmayacağı sorusudur. Zaman ve maliyet göz önünde bulundurulduğunda grubun tek bir liderle
yürütülmesi yararlı görülmektedir. Ancak, çalışma sürecinde grup liderine eşlik eden bir
yardımcı lider olması hatta bu liderin grup liderinden farklı bir cinsiyette olması grup sürecini
etkileyebilecek bir etken olması açısından önemli görülmektedir. Eğer yardımcı lider olacaksa
bu liderin rol ve sorumluluklarının neler olduğunun da çalışma öncesi planlanması
gerekmektedir. Gruba, bu konuda uzman olan biri dışarıdan danışmanlık verecek mi? Bu da
grup çalışmasını etkileyecek önemli kararlardan biri olabilir.
Grubun planlanması aşamasında yanıtlanması gereken diğer soru, grup çalışması
sürecinin ne kadar süreceği ve oturumların hangi sıklıklarla ve ne kadar süreyle yürütüleceğidir.
Yurtdışındaki benzer programlarda 16, 24, 36 ve 48 haftalık ve hatta beş yıllık grup çalışmaları
olduğu belirlenmiştir. Grup çalışmasının süresini belirleyebilmek için grup çalışmasının
amacına ve süreçte ele alınacak konulara bakıldığında 16 haftalık bir programlama yapılması ve
her oturumun haftada bir gün 90 dakika sürmesi uygun görülmektedir.
Grup sürecinde herhangi bir kayıt tutulup tutulmayacağı, kayıt tutulacaksa bu kayıtların
resmi mi yoksa gayri resmi mi tutulacağı konusuna da açıklık getirilmesi gerekmektedir. Grup
üyelerinin onayı alınarak grup sürecinin ses kaydının ve yazılı kaydının yapılması, çalışmanın
etkililiğini belirleyebilmek ve sonraki çalışmaların yapılandırılmasını etkileyebilecek özellikler
sunması açısından yararlı görülmektedir.
Yanıtlanması gereken en önemli sorulardan biri, grup üyelerinin nasıl belirleneceği
sorusudur. Gruba üye seçimi için farklı kurumlarla iletişime geçilmesi gerekecektir. Örneğin;
aile mahkemeleri, denetimli serbestlik şubesi, il sağlık müdürlüğü vb. Erkeklerin içinde
bulundukları durumu sorun olarak nitelendirmemeleri, bu nedenle değiştirilmesi gereken
herhangi bir davranışları olmadığını düşünmeleri, gruba kendi isteğiyle katılacak erkek sayısının
58
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ne kadar az olacağını hatta hiç olmayabileceğini gösteren bir delil niteliğindedir. Bu yüzden
gruba katılacak üyeler, mahkeme, denetimli serbestlik ya da il sağlık müdürlüğü aracılığıyla
yönlendirilen ve katılımları zorunlu tutulan eşine şiddet uygulayan erkeklerden oluşacaktır.
Yönlendirilen her erkeğin gruba alınıp alınmayacağı da düşünülmesi gereken başka bir boyuttur.
Planlanan gruba benzer şiddet türlerini belli yoğunluklarda uygulamış, benzer cezalarla hüküm
verilmiş, alkol ve uyuşturucu kullanımı sorunu olmayan, herhangi bir ağır psikolojik hastalığı
olmayan bu anlamda homojen bir grup oluşturulması uygun görülmektedir. Yaş ve eğitim
durumu bakımından ise heterojen olabilir.
Grubun amacının ne olacağının da açık bir şekilde tanımlanmış olması gerekmektedir.
Hiç kuşkusuz eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulacak grup çalışması bilişseldavranışçı yaklaşımla şiddet davranışının ortadan kaldırılması ve uygun iletişim ve öfke
yönetimi becerilerinin öğretilmesi amacıyla yapılandırılacaktır. Çalışma öncesinde belirlenen
ölçülebilir hedefler, çalışma sonunda değerlendirme yapmada kolaylık sağlayacağı için henüz
planlama aşamasında üzerinde durulması gereken konulardan biri olarak görülmektedir. Grup
üyelerinin belirtilen amaç ve hedefler konusunda hemfikir olması, grubun etkililiğini arttıracak
önemli bir noktadır.
Önemli olan ve yanıtlanması gereken son soru, grup çalışmasının nerede yürütüleceği
sorusudur. Grup çalışmasının bir kurum aracılığıyla ve şiddet uygulayan erkekler açısından bir
zorunluluk olması dolayısıyla Sağlık İl Müdürlüğü’nde ya da Denetimli Serbestlik Şubesi’nde
yapılması uygun olacaktır.
Planlama aşamasındaki bu sorulara ek olarak, şiddet uygulayan erkeğin eşi yani şiddet
mağduru ile de iletişime geçilmesi önemlidir. Tabi bunu şiddet mağduru kadının da istemesi
gerekmektedir. Ayrıca, kadının güvenliğinin sağlandığından da emin olmak gerekmektedir.
Grup üyesi erkeğin eşinin hangi durumlarda bilgilendirileceği planlanmalıdır. Örneğin; şiddet
uygulayan eş grup çalışmasına katılmaya başladığında, çalışmanın kurallarına uymayıp gruptan
ayrıldığında veya mağdurun güvenliğini tehdit edecek herhangi bir tehlike söz konusu
olduğunda.
Grup çalışmasına başlamadan önce grup üyeleri ile bireysel görüşmeler yapmak,
erkeklerin şiddet algılarını, iletişim becerilerini, güçlü ve zayıf yönlerini belirlemek açısından
grup liderine yarar sağlayacak bir nitelik taşımaktadır.
Tüm bu boyutlarda yapılan detaylı planlamalar ve yapılan planların süreç içinde belli
ölçülerde esneyebileceği (örneğin grup çalışması için daha uygun bir mekân bulunması ve
üyelerin onayları alınarak yer değişimi yapılması gibi) yönündeki olasılıkların hesaba katılması
çalışmanın başarısını etkileyecek önemli noktalardır.
b. Grup Çalışması Süreci
Önceki başlıkta çeşitli boyutları düşünülerek planlanan grup çalışmasının çalışma süreci,
uyum, müdahale ve sonlandırma aşaması olarak üç ana aşamada ele alınabilir.
Bilişsel-davranışçı yaklaşımla ele alınacak grup çalışmasının uyum aşamasında (tahminen
grup sürecinin 2-3 haftasını oluşturacaktır) grup üyelerinin bulunduğu yerden başlamak,
duygularını öğrenmek, grup çalışmasıyla ilgili bilgi vermek, grup üyelerini tanımak, grup
kurallarını oluşturmak ve grup üyelerinin, çalışmayı belirtilen kurallar dâhilinde kabul ettiğini
belirten bir sözleşme imzalamaları (eğer cezai yaptırımla gruba katılmışlarsa bu sözleşmenin
ilgili birimlere iletilmesi) sağlanabilir. Şiddet konusuna girilmesi, tanık olunan şiddet üzerinden
59
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
konuşulması ve amaçların gözden geçirilmesi yine bu aşamalarda üzerinde durulan
konulardandır.
Bilişsel-davranışçı terapi tekniklerinden akılcı olmayan düşüncelerin tanınması, “işlevsel
olmayan düşünceler kayıt formu” hazırlanması yoluyla eşine şiddet uygulayan erkeklerin
toplumsal cinsiyet rolleri ve şiddet konularındaki bilişsel şemalarının keşfedilmesi, akılcı
olmayan duygu ve düşüncelerinin tanımlanarak değiştirilmesi yönünde girişimde bulunulması
amaçlanmaktadır.
Uyum aşamasında şiddet uygulayan erkeğin şiddet içeren davranışını reddetmesi, şiddetin
sorumlusu olarak eşini göstermesi (Bknz. Şema 1) yaygın olduğu için uyum aşamasındaki
oturumlar terapötik bir atmosferde geçmesine neden olabilir.
Çalışmanın 4 ve 5. haftasında duygusal, ekonomik ve cinsel şiddetin de dâhil olduğu
geniş bir şiddet tanımlaması oluşturularak şiddet uygulayan erkeklerin şiddet algılarını
değiştirme yönünde ilk adımlar atılabilir. Grup lideri ve yardımcı lider şiddet uygulayan
erkekleri değişim yönünde motive edebilir ve şiddet içeren davranışlarının çocukları üzerindeki
sonuçlarına vurgu yapabilir.
Eşine şiddet uygulamasının nedeni olarak eşinin (kadının) suçlu olduğu belirten ve bu
yönde akılcı olmayan düşüncelere sahip grup üyeleriyle bilişsel-davranışçı terapi tekniklerinden
sokratik tarzda sorular sorma tekniği ile çalışılabilir. Bu tür sorularla eşine şiddet uygulayan
erkeğin inançlarının görgül olarak tutarsız yönleri gösterilir. Örneğin kendisiyle ilgilenmediği
için eşine şiddet uyguladığını söyleyen bir erkeğe grup lideri şu soruları sorabilir; “bir insanın
ilgilenmesi ne anlama geliyor?”, “eşinin seninle ilgilenmesi ne anlama geliyor?”, “insanlar
ilgilendiklerini nasıl gösterirler?”, “diğer insanlarla ilgilendiğini nasıl gösterirsin?”, “eşine,
onunla ilgilendiğini nasıl gösterirsin?”, “ilgilendiğin ama ilgini göstermediğin hiç kimse oldu
mu?”, “ilgilendiğin halde eşine ilgini göstermediğin oldu mu?”, “öyleyse sana göstermeksizin
diğer insanlar da ve eşin de seninle ilgileniyor olabilir mi?” gibi.
Grup üyelerinin bu yönde farkındalık kazanması kadar önemli olan başka bir konu da
herhangi bir durum ya da olay karşısında vücutlarında meydana gelen değişimlerin farkına
varmalarıdır. Vücutlarında meydana gelen değişimin farkına varmalarının öğretilmesi ve buna
ek olarak, öfke kontrolü yöntemlerinin öğretilmesi (time out gibi) yine grup çalışması sürecinde
üzerinde durulması ve çalışılması gereken bir konudur. Bilişsel-davranışçı terapi tekniklerinde
olan gerilme-gevşeme hareketlerinin öğretilmesi ve öfke belirtileri sezilmeye başlandığı andan
itibaren bu hareketlerin yapılması öfke sonucu ortaya çıkan şiddet davranışını engelleyecektir.
Söz konusu gevşeme teknikleri kadar önemli olan diğer bir boyut, bireyin karşılaştığı duruma
karşı vereceği tepkiyi şekillendiren akılcı olmayan düşünce yapılarının bir kez daha farkına
varması gerektiğidir. Sokratik tarzda soru sormaya paralel gidebilecek başka bir teknik olan
nüktenin (humor) kullanımı, kişilerin kendilerini aşırı ciddiye almaları ve yaşamlarındaki
olaylara ilişkin esprili bakış açılarını yitirmeleri nedeniyle daha duygusal güçlükler yaşadıkları
hipotezini içermektedir (Corey, 1991; akt. Türküm, 1999: 31). Örneğin eşinin tutumu karşısında
kendisini işe yaramaz hissettiğini belirten bir erkeğe grup lideri “ eğer ben sizin bir kirpi
olduğunuzu düşünmüş olsaydım, bu düşünce sizi bir kirpi yapar mıydı?” sorusuyla erkeğin
akılcı olmayan düşüncelerinin çürütülmesini amaçlayabilir. Ancak burada önemli olan nokta,
grup liderinin iyi bir gözlemci olması, yaptığı esprinin alay boyutuna taşınmaması ve sadece
düşünce veya davranış üzerinden şaka yapılmasıdır.
Grup çalışmasının ilerleyen süreçlerinde bilişsel-davranışçı yaklaşıma bağlı kalınarak
şiddeti destekleyen sosyal normlar ve inançlar üzerinde tartışılarak, eşleriyle empati kurmaları
ve davranışlarının mağdur üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde durulabilir. Burada, bilişseldavranışçı terapi tekniklerinden olan pasta tekniği kullanılarak, eşine şiddet uygulayan
60
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
erkeklerin düşüncelerini bir grafik üzerinde görmeleri sağlanarak akılcı olmayan düşüncelerini
fark etmeleri ve hedeflerini belirlemeleri sağlanabilir.
Sonraki aşamalarda, başka bir ifadeyle müdahale aşamalarında, ele alınacak konuyla
bağlantılı ve değişimin hedeflendiği şiddet içeren davranışın sergilendiği video gösterimlerinin
yapılması veya rol oyunları ile üyelerin farklı duygu, düşünce, algı ve davranışlar içine
girmeleri sağlanabilir. Konularla ilgili yapılan tartışmalar çoğunlukla yönlendirici ve
yüzleştirmeci olacağı için grup liderinin dikkatli bir dinleyici ve etkin bir otoriteye sahip olması
gerekmektedir. Yapılan oturumlardan sonra o günkü oturuma ait video görüntülerinin ya da ses
kayıtlarının grup üyeleri ile birlikte izlenerek/dinlenerek tartışılması, eşine şiddet uygulayan
erkeklerin değişim yönünde güdülenmeleri ve içgörü kazanmaları açısından önemli
olabilecektir.
Grup çalışması sürecinde uygun iletişim becerilerinin öğretilmesi ve bu yönde davranış
değişiminin sağlanması için de belli bilişsel- davranışçı teknikler kullanılabilmektedir.
Danışanın dilini/üslubunu değiştirmesi tekniği olarak adlandırılan bu teknikte, semantik yöntem
olarak nitelendirilen müdahale biçimiyle eşine şiddet uygulayan erkeklerin kendilerini daha az
yenilgiye uğratıcı (less self-defeating) bir dil kullanmalarına yardımcı olunmaktadır (Dryden,
1987; Türküm, 1999: 32). Örnek vermek gerekirse, “….yı yapamıyorum” yerine “….yı henüz
yapmadım” demek.
Yukarıda belirtilen bu teknikler sonunda hedeflenen davranış değişiminin, bilişsel
davranışçı tekniklerden biri olan rol oynama tekniği ile grup içinde denenmesi sağlanabilir.
İstenilen yönde değişimin sağlanması sonucunda olumlu pekiştireçler yoluyla davranışın
ödüllendirilmesi, böylece istenmeyen davranışın söndürülmesi hedefine ulaşılabilir.
Akılcı olmayan düşüncelerin keşfedilmesi ve daha akılcı düşünceler oluşturulması, şiddet
ve şiddetin olumsuz sonuçları hakkında detaylı bilgilenilmesi, iletişim becerileri, gevşeme
hareketleri ve öfke yönetimi tekniklerinin öğrenilmesi ile birlikte bu konularda davranış
değişimi sağlanması ve sağlanan davranış değişiminin grup içinde uygulanması kadar, verilen
ev ödevleri ile sosyal yaşamda da denenmesi sağlanarak grup çalışmasının sonlandırma
aşamasına doğru gelmesi sağlanabilir. Sonlandırma şamasında etkileşimler yoluyla
geribildirimler verilmesi (zaten her oturum sonunda o oturuma ilişkin bir geribildirim
yapılmaktadır), yansıtma yapılması ve bireyselleşmenin sağlanması gerekmektedir.
Bilişsel-davranışçı yaklaşım özelinde aile içi şiddet davranışının değişmesi yönünde
yapılandırılacak grup çalışmasının müdahale aşamasında öne çıkan belli başlı konular vardır.
Bunlar; güç ve kontrol konuları, öfke belirtileri, öfke kontrolü; ‘time out’, öfke sonuçları, uygun
iletişim kurma, bilişsel şemaların farkına varma ve değiştirme, rahatlama-stres azaltma
teknikleri ve geleceğe yönelik düşüncelerdir. Bu konuların detaylarını kısaca açıklamakta yarar
olduğu düşünülmektedir.
i.
Güç ve Kontrol Konuları
Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik hazırlanan tedavi programlarının ortak
konularından biri olan güç ve kontrol, pro-feminist yaklaşımın temel varsayımı olarak şiddet
davranışının erkeğin kadın üzerinde güç ve kontrol kurma çabasının bir ürünü olduğu yönündeki
vurgusuyla açıklanmaktadır. Pence ve Paymar (1993) tarafından oluşturulan güç ve kontrol
çarkı, farklı türlerdeki şiddet davranışlarının temelinde güç ve kontrol yattığını ileri sürmektedir.
Grup sürecinde grup liderinin bu konuda grup üyelerinin duygu ve düşüncelerine yer verecek
yönlendirmelerde bulunması oldukça önemlidir.
Şema 2:”Güç ve Kontrol Çark”
(Pence ve Paymar; 1993:3)
61
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Öfke Belirtileri
ii.
Şiddet uygulayan erkeklere öfkelenmeye başladıklarında vücutlarında meydana gelen
değişimleri göstermek ve bu belirtileri tanımlamalarını öğretmek, şiddet davranışının oluşmadan
önlenmesinde etkili olacak yöntemlerden biridir. Fiziksel, davranışsal ve psikolojik belirtileri
önceden fark etmeleri, içinde bulundukları durumu tanımlamaları ve uygun alternatif çözümler
bulana kadar o durumdan uzaklaşmalarını sağlama açısından oldukça önemlidir. Öfke kontrolü
de bu noktadan sonra devreye girmektedir. ‘Time out’ yöntemini öğreterek, öfke belirtilerini
fark ettikten sonra bulundukları ortamdan uzaklaşarak sakinleşmeleri ve sonrasında konuyu
sakin şekilde ele almalarını sağlamak, kısacası öfke yönetimini öğretmek ve bu yönde davranış
değişimi yaratmak, bilişsel-davranışçı yaklaşımla yapılandırılan grup çalışmasının başarılı
olacağı noktalardan biridir.
iii.
Öfkenin Altında Yatan Duyguları Keşfetme
Bazıları, şiddetin öfkeyle ilgili olmadığını belirtseler de öfke yönetimi eşine şiddet
uygulayan erkeklere yönelik oluşturulan hemen hemen her tedavi programında ele alınan bir
konu olarak karşımıza çıkmaktadır (Rosenbaum ve Leisring, 2001: 62). Şiddet uygulayan
erkeklerden duygularıyla ilişki kurmalarını istemek terapötik bir etki yaratabilecektir.
iv.
Öfkenin Sonuçları
Bilişsel-davranışçı yaklaşım yardımıyla şiddet uygulayan erkeklerin şiddet içeren
davranışlarının sonuçlarını bilişsel düzeyde keşfetmelerini sağlamak, yapılandırılan grup
çalışmasının başarılı olmasını sağlayacak yöntemlerden bir diğeridir. Özellikle şiddet
davranışının sonuçlarının çocukları ve eşleri üzerindeki olumsuz etkilerini görmeleri ve bu
yönde bilişsel ve duygusal farkındalık geliştirmeleri, benzer davranışı tekrarlamalarının önüne
geçecektir.
v.
İletişim Eğitimi
Eşine şiddet uygulayan erkeklerin iletişim kurma becerilerinin zayıf olabileceği ve iyi bir
dinleyici olamayabilecekleri düşünülerek
bu konunun da grup çalışması sürecine
alınması yararlı olacaktır. Tartışmalarda
savunmacı bir tutum sergilemeleri ve
kendilerince
‘kazanan
taraf’
olma
yönündeki çabalarını, uygun iletişim
becerileri ve çeşitli iletişim bileşenlerini
öğreterek -örneğin “ben dili” kullanmasını
öğretmek, iletişimin ses tonu, tavır, jest ve
mimikler ile bir bütün oluşturduğunu
öğretmek- bunu grup içinde ele alarak
denemelerini sağlamak davranış değişimi
sağlamada etkili olabilecek yöntemlerden
biridir.
vi.
Biliş
Grup sürecinde, şiddet uygulayan
erkekleri kızdıracak çeşitli konularda önermelerde bulunulup erkeklerin bu konularda
kışkırtılması ve bilişsel bileşenlerin ortaya çıkarılması sağlanabilir (Rosenbaum ve Leisring,
2001: 62). Örneğin, “eşiniz eve geleceğini söylediği saate göre iki saat gecikti ve size nerede
62
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
olduğunu haber vermedi” şeklinde bir senaryoyla duygu ve düşüncelerini almak ve neler
yapacaklarını konuşmak, sonrasında öfkeyle hiç düşünmedikleri olasılıklar üzerinde (belki bir
kaza geçirdi gibi) tartışmak ve böyle durumlarda benzer bilişsel bileşenleri kullanmalarını
öğretmek etkili olacak bir başka yöntemdir.
vii.
Rahatlama ve Stres Azaltma Yöntemleri
Sorun çözme yaklaşımı ve daha önce üzerinde durulan öfke yönetimi tekniklerini
kullanarak streslerini azaltabilecekleri belirtilerek ve çeşitli rahatlama teknikleri öğretilerek
(gerilme-gevşeme hareketleri, nefes alıştırmaları gibi) bunları uygulayabilecekleri ortam
sağlamak grup çalışmasını etkili kılacak konulardan biridir.
viii. Gelecek Yönlendirmesi
Grup çalışması sonlarında, grup üyelerinin gelecek planlarının öğrenilmesi, yaşamlarını 3
veya 5 sene sonra nasıl gördüklerinin tartışılması, şiddet uygulayan erkeklerin uzun dönemli
gelecek planlarını etkileme ve içinde bulundukları durumun farkına vararak değişim yaratma
yönünde istekte bulunmalarını sağlama açısından yararlı olabilecektir.
Sonuç ve Değerlendirme
Eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik oluşturulan tedavi programları, farklı kuram ve
yaklaşımlarla farklı özelliklerde (süre, ele alınan konular vb.) uygulanmaktadır. Yurtdışı
örnekleri çok çeşitli olmakla birlikte Türkiye için bu yönde yapılandırılmış tedavi
programlarının olmadığını söylemek mümkündür. Bu çalışmada, aile içi şiddet konusunun iç
acıtıcı gerçeği ve sürekli mağdurla yapılan çalışmaların şiddet sorununu çözmediği gerçeği ile
işe başlanmış, konu, şiddet uygulayan erkeklerin özelliklerine ilişkin literatürde yer alan bilgiler,
bilişsel davranışçı yaklaşım ve bilişsel davranışçı terapi teknikleri, eşine şiddet uygulayan
erkeklere yönelik bilişsel-davranışçı yaklaşım ile yapılan çalışma örnekleri ve bir grup çalışması
önerisi ile ele alınmıştır.
Çalışma hazırlık sürecinde, toplumsal cinsiyet, erkeklik, eşine şiddet uygulayan erkek
özellikleri, bu erkeklere yönelik oluşturulan tedavi programı içerikleri ve bilişsel-davranışçı
terapi konularında detaylı bilgi ihtiyacı duyulmuştur. Çalışmada önerilen grup çalışmasına
benzer bir grup çalışmasının hayata geçirilebilmesi için belirtilen tüm bu noktalarda yeterli
araştırma yapılarak işe başlanması, sistemli ve programlı çalışılması ve iyi yapılandırılmış bir
grup önerisi hazırlanması gerektiği görülmüştür.
Çalışmanın eksik kalan bir noktası, böylesi bir grup çalışmasının etkililiğini ölçecek öntest, son-test çalışmasının planlanmamış olmasıdır. Ön-test/son-test gibi bir çalışmanın
gerekliliği görülmekle birlikte, grup çalışması öncesi yapılan bireysel görüşmelerle elde edilen
bilgiler ve grup çalışması sonrası yapılan görüşmelerde benzer konularda verilen yanıtlar
üzerinden bir değerlendirmeye gidilmesi ve grup çalışması öncesi belirlenen hedeflere ulaşılıp
ulaşılmadığının değerlendirilmesi, grup çalışmasının etkililiğini gösterecek ölçütler olarak
düşünülmektedir.
Bu noktada çalışmaya getirilen bir öneri, planlanan grup çalışmasının 2,5 ay yapıldıktan
sonra 3 ay ara verilip tekrar bir çalışma gerçekleştirilerek kontrolünün yapılması yönündedir.
Tutum ve davranış değişiminin sağlanıp sağlanmadığının belirlenmesi, böylece gerçekleştirilen
grup çalışmasının etkililiğinin belirlenmesi açısından bu öneri oldukça önemli görülmektedir.
63
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Gerçekleştirilen grup çalışması süresince karşılaşılan güçlükler ve yapılan
değerlendirmeler sonucunda eksik kalan ya da uygun ele alınmayan noktaların sonraki
çalışmalarda düzeltilerek yapılandırılması, eşine şiddet uygulayan erkeklere yönelik
oluşturulacak tedavi programlarının ya da grup çalışmalarının nicelik ve nitelik olarak artmasını
sağlayacaktır.
64
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
Beck, J. (2001). Bilişsel Terapi, Temel İlkeler ve Ötesi. (Çev. Nesrin Hisli Şahin). Ankara;
Psikologlar Derneği Yayınları.
Bieling, P.J., Mccabe R.E. ve Antony, M. M. (2006). Cognitive- Behavioral Therapy In Groups.
The Guilford Press NY.
Bowen, E., Gilchrist, E. (2004) Programmes Comprehensive Evaluation: A Holistic Approach
to Evaluating Domestic Violence Offender Programmes. International Journal of
Offender Therapy and Comparative Criminology. Vol. 48 (2); 215-234.
Cavanaugh, M.M., Gelles, R.J. (2005) The Utility of Male Domestic Violence Offender
Typologies: NewDirections For Reserch, Policy, and Practice. Journal of Interpersonal
Violence, Vol. 20, No 2, 155-166.
Cranwell Schmidt, M., J. M. Kolodinsky, G. Carsten, F. E. Schmidt, M. Larson ve C.
MacLachlan (2007) Short Term Change in Attitude and Motivating Factors to Change
Abusive Behavior of Male Batterers after Participating in a Group Intervention Program
Based on the Pro-Feminist and Cognitive-Behavioral Approach. Journal of Family
Violence (22): 91-100.
Demiralp, M. ve Oflaz, F. (2007). Bilişsel-Davranışçı Terapi Teknikleri ve Psikiyatri
Hemşireliği Uygulaması. Anadolu Psikiyatri Dergisi (8): 132-139.
Elmacı, F. (2008) Bilişsel Davranışçı Yaklaşıma Dayalı Grupla Psikolojik Danışmanın
Ergenlerin Korkuları Üzerindeki Etkisi. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü
Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı Rehberlik ve Psikolojik Hizmetler Bilim Dalı Doktora
Tezi: Ankara.
Faulkner, K., Stoltenberg, C. D., Cogen, R., Nolder, M., Shooter, E. (1992). CognitiveBehavioral Group Treatment For Male Spouse Abusers. Journal of Family Violence, 7,
37-55.
Gondolf, E.W. (1987). Changing Men Who Batter: A Developmental Model For Integrated
Interventions.
Journal of Family Violence, 2, 335-349.
Gondolf, E. W. (1988). Who Are Those Guys? Toward A Behavioral Typology Of Batterers.
Violence and Victims, 3, 187-201.
Gottman, J. M., Jacobson, N. S., Rushe, R. H., Shortt, J.W., Babcock, J., La Taillade, J. J., ve
Diğ. (1995) TheRelationship Between Heart Rate Reactivity, Emotionally Aggressive
Behavior, and General Violence in Batterers. Journal of Family Psychology, Vol. 9; 227248.
Hamberger, L. K., Lohr, J. M., Bonge, D., Tolin, D. F. (1996). A Large Sample Empirical
Typology Of Male Spouse Abusers And Its Relationship To Dimensions Of Abuse.
Violence and Victims, 11, 277-292.
Healy, K., C. Smith ve C. O’Sullivan (1998). Batterer Intervention: Program Approaches and
Criminal Justice Stretegies. National Institute of Justice. USA.
65
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Holtzworth-Munroe, A., Stuart, G. L. (1994). Typologies Of Male Batterers: Three Subtypes
And The Differences Among Them. Psychological Bulletin, 116, 476-497.
Jennings, J. L. (1987). History And Issues in The Treatment Of Battering Men: A Case For
Unstructured Group Therapy. Journal of Family Violence, 2, 193-213.
Oliver, J. E. (1993). Intergenerational Transmission Of Child Abuse: Rates, Research, And
Clinical Implications. American Journal of Psychiatry, 150, 1315-1324.
Pence, P., Paymar, M. (1993). Education Groups for Men Who Batter: The Duluth Model. New
York: Springer.
Roberts, A. (1984). Intervention With The Abusive Partner. “Battered Women And Their
Families” Kitabından. New York: Springer.
Roffman, R. (2004) Psychoeducational Groups. İçinde Handbook of Social Work with Groups.
C. D. Garvin, L. M.
Gutierrez, M. J. GAlinsky (eds.). The Guilford Press, NY: 160175.
Rose, S. D. (2004). Cognitive- Behavioral Group Work. İçinde Handbook of Social Work with
Groups. C. D. Garvin, L. M. Gutierrez, M. J. GAlinsky (eds.). The Guilford Press, NY:
111-136.
Rosenbaum, A. ve Leisring, P. A. (2001). Group Intervention Programs for Batterers. Journal
of Aggression, Maltreatment and Trauma, 5 (2): 57-71.
Saunders, D. G. (1992). A Typology Of Men Who Batter: Three Types Derived From Cluster
Analysis. American Journal of Orthopsychiatry, 62, 264-277.
Scott, K. (2004) Predictors of Change Among Male Batterers: Application of Theories and
Review of Empirical Findings. Trauma, Violence andA buse, Vol. 5 (3); 260-284.
Stuart, G.W. (2001). Cognitive behavioral therapy. GW Stuart, MT Laraia (eds.), Principles and
Practice of Psychiatric Nursing, seventh ed., Philadelphia, Mosby: 58-673.
Türkçapar, H. (2003). Kognitif Terapi ve Kuramı. 3P- Psikiyatri- Psikoloji- Psikofarmokoloji
Dergisi Cilt.11, Sayı 2.
Türküm, S. (1999). Bilişsel- Davranışçı Yaklaşıma Dayalı Grupla Psikolojik Danışmanın
Bilişsel Çarpıtmalar ve İletişim Becerileri Üzerindeki Etkisi. Anadolu Üniversitesi
Yayınları; 1118, Eğitim Fakültesi Yayınları; 56: Eskişehir.
Wallach, H. ve Sela, T. (2008) The Importance of Male Batters’ Attributions in Understanding
and Preventing Domestic Violence. Journal of Family Violence, 23: 655-660.
66
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
İRAN KADINLARI
Razieh GHANBARY1
Özet
Tüm dünyada olduğu gibi İran’da da insanlar erkek veya kadın olarak ülkenin ana
yasasına göre bazı hak ve hukuklara sahipler. Burada amacımız İranlı kadınların durumuyla
ilgili kısa bir bildiri sunmaktır belki böylece onlara karşı negatif bakış açısını birazda olsa bile
ortadan kaldırabiliriz.
İran’da kadınların mevcut durumuna baktığımızda farklı yerlerde farklı insanlara göre
farklı olarak yorumlana bilir, hâlbuki bir yandan eğitim ve öğretim gibi bazı alanlarda İran
kadınlarının ciddi ilerlemesi ile karşı karşıyayız ve demeliyiz ki bu artış yaklaşık 34 yıl önceden
(1979 İslam devrimi uygulandıktan) beri pozitif bir artış göstermiş. İran kadınlarının başarılarını
göz ardı etmek şimdi imkânsız hale gelmiş ve her başarının arkasında güçlü bir destek olduğu
gibi bizim kadınların da başarılarının arkasında güçlü bir kültür, din ve yaşam biçimi olmasını
vurgulamamız gerekmektedir. Bu makalede İran kadınlarının eğitimi, sağlığı, evlilik ve
boşanma, çalışma hayatı, kültür ve sanattaki yeri ve giyim tarzları hakkında size kısa bir bildiri
sunmaktayız.
Anahtar Kelimeler: İran, kadın, 1979 devrimi, din, eğitim, sağlık, evlilik ve boşanma,
çalışma hayatı, giyim tarzı.
İran’daki Kadınların Eğitimi
Son istatistiklere göre İran’ın toplam nüfus sayısı 75milyon,149 bin,669 kişi belirlenmiş
ki bu rakamın yüzde 49,6sını kadınlar ve 54,4 ünü erkekler oluşturmaktadır.2012 yılında her
102 erkek karşısında 100 kadın var ve ülkedeki kadın nüfusu erkeklere göre daha düşüktür.
2006 istatistik verilere göre İran’da 6 yaş üzeri kadınların % 81’i okuma yazmayı
bilmekte ve bu oran İran’ın tüm okuma yazmayı bilen bireylerinin % 46.5 ini oluşturmaktadır.
Bu rakam son 30 yılda %10.2 artış göstermiştir. İlkokul eğitimi görenlerin oranı yaklaşık %
100, ortaokul % 75 ve yükseköğretim % 25 ini oluşturmaktadır.
Demeliyiz ki İran’daki eğitim alanlarında kadın çalışanları 1979 devriminden sonra %
39.73 artış göstererek, tüm çalışanların %50’sini oluşturuyor. Tüm dünya da insanlar ilerlemek
yönünde çaba göstererek ve eşitliği kazanmak için İran’ın da yükseköğretim öğrencilerinin
%54’ü kız olmakla beraber, şu an üniversiteye giriş sınavı kazananlarının % 60’ı kız olmaktadır.
Kızların erkeklere göre daha yüksek ortalamaları var olması ve bu oranın % 52 olduğunu
vurgulamalıyız. İranlı aileler arasında üniversite eğitimi önem verilen bir konu olarak
tanımlanmıştır, evlenme çağında olan kişilerin ilk tercihlerinden biride üniversiteli olmaktır.
2012 istatistiklerine göre ülkedeki erkeklerin yüzde 18.2si ve kadınların yüzde 18.4ü üniversite
eğitimine sahipler ki bu rakam kadınların eğitim konusunda erkeklerden daha önde olduklarını
göstermektedir.
1 Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü, eposta:
[email protected]
67
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Son Yıllarda Sağlık
Eğitimde ilerlemek ve aile deki bakış açısının pozitif yönde gelişmesi ile beraber
İran’daki kadınlar da kendi sağlıklarına özen göstermişler. 2005 yılında yapılan Son istatistik
verilerine göre, doğumların % 88 inden fazlası hastanelerde gerçekleşmiş. Kadınların
%77sinden fazlası doğum kontrol yöntemlerinden yararlanmışlar. Söylemeliyiz ki sağlık
sektöründe çalışan kadınların sayısı uzman doktor, kadın hastalıkları doktoru ve hemşire olarak
son yıllarda göz alıcı bir artış göstermiş. 2012 yılının istatistiklerine göre yaşam ömrü
kadınlarda 74.8 ve erkeklerde 72.4 dur ve 2.5 yıl kadınların yaşam ömrü erkeklere nazaran daha
fazladır.
İran Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan çalışmalara göre: Kadınların sağlıklarına ve
hastalıktan korunma konusunda erkeklere göre daha fazla hassasiyet göstermekteler, aşılanma
gerektiği yerini almış bu nedenle ölüm sayısı komşu ülkelere göre azalmıştır.
Evlilik ve Boşanma
Birçok toplumda ailenin temelini evlilik oluşturur. Hemen hemen bütün ülkelerde
ailenin kurulması ve aile birliğinin bozulması yasalarla düzenlenmiştir.
Günümüz dünyasında sanayileşme ve modernimizle beraber ailelerde ve insanların bakış
açısında da çeşitli değişiklikleri görüyoruz, bunun yanı sıra kentte yaşayan ailelerde ki gençler
arasında evlilik yaşına, aile yapısına ve evlilikle ilgili bazı göze çarpan değişiklikler ve farklı
görüşler görülmektedir. Geçmişe göre aşk üzere yapılan evlilik oranı artış göstererek kadınlar
erkeklere göre eş seçme konusu, boşanma ve aile ile ilgili kararlarda özgürlüğe kavuşmuş ve
bunlarla ilgili karar vere bilir olmuşlar. Tabii ki bu kararların hepsi ülkenin İslami kanunlarına
göre verilmesi gibi bir şart var. 2012 yılı son istatistiğe göre İran’da evlenme yaşı ortalama
kadınlarda 23,7 ve erkeklerde 26,6 imiş. Bu rakamlara baktığımızda İran’da da son yıllarda
evlenme yaşının ortalamasının artışını görüyoruz. Yeni istatistiklerde evlilik oranında yüzde
6.30 azalma ve boşanma oranında yüzde 16.2 artışla karşı karşıyayız.
Çağdaş toplumun getirdiği sorunlar çoğu kez aile yaşamında gerilimlere yol açar. Bu
gerilimler ana babaları boşanmaya kadar götürebilir. Gelişmiş ülkelerde boşanma oranının
giderek artması, çağdaş ailenin başarılı olmadığı görüşünü yaygınlaştırmaktadır. İran’da da son
yıllarda kadınlarda evlenme yaşının artmasıyla beraber aynı zaman da boşanma oranı da artış
göstermiş Bu konunun nedenlerinden biride genç kadınların erkeklerle eşit olmak bakış
açısından da kaynaklanmış olmasını göz ardı etmememiz gerekir.
Kadınların şimdiki düşüncesine bakılırsa erkek ve kadın ikisi de çalışarak aile refahında
ve aile bütçesinde katkıda bulunup, çocuklardan ve ev işlerinden aynı zamanda ikisi de sorumlu
olup ve erkeklerle aynı hak ve hukuka sahip olmak için çaba gösteriyorlar. Kadınların yüzde
75inden fazlası erkeklerinin ev işlerinde katkıda bulunmaları görüşüne sahipler.
Özetle, aile iktidar yapısında hala büyük bir boşluk olmasına rağmen Kadın çalışmaları,
kız çocuklarının ailede ki rolleri ve çocuklar arası cinsiyet farkı tanıtımında daha önemli rol
oynadıklarını görmekteyiz. Eğitimin güçlenmesi, bu yaklaşıma daha fazla yardımcı olur.
68
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Çalışma Hayatı
Ülkedeki evlilik ve boşanma istatistikleri, istihdam durumuyla doğrudan ilişkide. Sosyal
sorunlara dahil olan boşanma ve düşük yaşlarda evliliğin önemli nedeni ve kaynağı işsizliktir ve
ekonomik sorunlar çözülmeden bu gibi sosyal sorunlarla karşı karşıya olacağımız görünüyor.
21. yüzyılda artık İran’da kadınlar istediği mesleklerde iş yapabiliyor; çünkü artık
cinsiyet ayrımcılığı azalmıştır. Buna rağmen gelişmiş ülkelerde de göründüğü gibi iş imkânları
kadınlara daha azdır. Kadınların işsizlik sorununu çözme konusu Kadın Hakları Derneği
tarafından ele alınmıştır. İran iş ve işçi kanununun 6inci maddesine göre, kadınlar eğer seçtikleri
iş aile yapısına ve İslam’a aykırı olmazsa işlerini seçme konusunda özgürler.
Ülkemizde, kadınların da erkeklerle omuz omuza çalışması ve çeşitli sosyal ve sıyası
toplumlarda olmalarını görüyoruz. Genellikle kadınlar düşük ücretle ve daha düşük seviyede
olan işlerde çalışmaktadırlar. Ama son yıllarda, ülkedeki meydana gelen sosyal değişiklikler ile,
teknoloji, bilim ve girişimcilik alanlarında kadınların eğilimi artmıştır. Kadınların çalışması aile
refahının yükselmesine sebep olur ve kadınların kendilerini ifade etme ve onlara öz güven
kazandırmaya yardımcı olur.
Mevcut durumda enflasyonu düşürme ekonomisi , durgunluk içinde ücretlerin,
dolayısıyla işgücü talebi ve düşük işsizliğe yol açar. Buna ek olarak, kadınında toplumdaki
işsizlerin bir parçası olarak çalışmasın dan gelen gelir, bir yandan, yoksullukta bir azalmaya
sebep olur, diğer taraftan bir koruyucu kalkan olarak kabul edilir. Demeliyiz ki 2009 yılında
işsizlik oranı üniversiteli kadınlarda yüzde 9,3 olarak tanımlanmıştır.
Kadınların çalışması aile refahının iyileşmesine, erkeklerin üstündeki ekonomik
zorlukların azalmasına ve toplumda olmakla, onlara özgüven kazandırmaya yardımcı olur.
Kadınların Eğitim Bölümünde Mesleklerinin Orantısı:



Kadınların % 31.6’sı tarım, %31.8’i sanat, %36.6’sı hizmette, Faaliyet açısından
kadınların %24’ü eğitim, %23.4’ü sanayi, %5.8 sağlıkta, %6.5’i öğretimde görev
yapmaktadırlar.
Aşağı yukarı kadınların %59.7’si özel sektörde ve %27.3’ü devlet kurumlarında iş
yapmakla meşguller.
Çalışan kadınların %36.6’sı üniversiteden mezun, %22.2’si lise mezunu, %9.1’i orta
okul mezunu ve 11.7’si ilkokul mezunu olmaktadırlar. Ama erkeklerin sadece %12.9 ‘u
yüksek öğrenim görmüş halde bulunmaktadır.
Petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte işsizlik oranı İran’da azalmıştır, ama buna rağmen
kadınların işsizlik oranı erkeklerin iki katıdır, hal bu ki kadınlar işe daha çok önem veriyorlar.
İran iş ve işçi yasaları ayrımcı olmayıp ve ekonomik açıdan kadın ve erkeğe eşit gözle
bakılmıştır, ama bunu da göz önünde bulundurmamız lazım ki İran iş yasalarından bir bölüm
kadınlara ayrılmış ve bu bölüme göre kadınların ağır işler yapması yasaklanmıştır. Ama yine de
kadınların ekonomik alanlarda çalışma oranı azdır ve bu oranı yükseltmeye çabaları devam
ediyor.
Örnek olarak 2007 Ocak ayında kadınların resmi ekonomik toplulukları ”Bazergan
Kadınlar Derneği”(tüccar kadınlar şurası) adı altında Tahran odasında 1000 üyeyle, ülkenin
büyük kadın derneği olarak kurulmuştur. 2006 yılının istatistik bulgularına göre 2 milyondan
fazla İranlı kadını ailesine bakmak zorundadır. Bu nedenle de olsa bile genç kadınların %91.5’i
ev dışında çalışmaya isteklidirler.
69
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kültür ve Sanat
Toplumda ve Kadınlar arasında ortaya çıkan değişiklikler kültür ve sanatta da göz alıcı
bir durum görünmektedir. Günümüzde dünya çapında kadınlar arasında önemli yazarlar,
oyuncular, ressamlar vs. bulunmaktadır. İran’da Kadınlara özel dergiler, TV programları,
parklar ve hatta Onlara özel bankalar ve restoranlar bulunmaktadır.
Giyim Tarzı
İslami İran Cumhuriyetinde İslami ve dini kanunlar ve yasalara dayanarak kadınlar
kapanmak zorundalar ve bu esasla ilkokula başladıklarından itibaren kız ve erkek okulları
birbirinden ayrı ve kızlar belli bir üniformayla okula giderler. Bu giysiler başörtü, pardösü,
pantolondan oluşuyor. Ama modernleşme ve Batılaşma kadınlarımızı bu konuda da etkileyip ve
son yıllarda İran kadınlarının özellikle saç ve makyajlarına dikkat etmeleri sıkça rastlanan bir
durum olmuştur.
Konstantin batılı yazara göre:
”İran kadınları değişik çarşaflar, pardösü, şallar ve başörtüler, pantolonlar kullanıyor ve
özellikle onların saç yapma şekilleri dikkatimi çekiyor. Çok az ülke de İran kadar
modanın belli ve aşikâr olmasını gördüm. Özellikle kadınların çoğunluğunun giyim
tarzlarının seçiminde ve dış görünüşlerinde modanın siyasetle ilişkisini nadiren göze
çarptığı görülüyor”.
Almanya’da bir kültürel uzmanın tabirine göre de:
“Moda Tahran’da değişik bir görüntünün göstergesidir ki Tahran kadınları
kendilerinden gösteriyorlar. Modada böyle çeşitlilik çoğunlukla Tahran’da ve büyük
illerde görünüyor ve küçük il ve ilçelerde biraz daha yavaş gidiyor”.
Sonuç
1979 devriminden sonra İran kadınları çaba sarf ederek aktif olmakla başarılarını belli
etmişlerdir. Önemli olan İran kadınlarına negatif bakış açısının, arka planda kalmış düşüncenin
ve geride kalmış bakışla bakmanın doğru olmadığıdır. Tüm Dünya’da olduğu gibi İran kadınları
da hızla ilerlemek, kendilerini geliştirmek ve toplumda eşitliğe ulaşmaya çalışmaktadırlar.
İran’da durum kadınların istediği gibi olsa bile onları kısıtlayan ve baskı altına tutan durumlarda
vardır. Ama bunun sonucu ilerlememek değil, özellikle son yıllarda İran kadınları tüm baskı ve
zorluklara rağmen iradeye hakım olup, başarıya ulaşmayı sağlamışlar.
70
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynakça
1. WWW.İWNA.İR
2. WWW.Sanjesh.org.İR
3. WWW.fakouhi.com1
4. www.isna.ir
5. WWW.MEHRNEWS.COM, İran İstatistik Merkezi.
6. MASHİNİ,F,2006.Dini Toplantıların Katılımcılar Üzerindeki Etkisi, Yüksek Lisans
Tezi.
7. MASHİNİ,F,2006, İran'da Kadınların Konumu 30 Yıl Devrimden Sonra.
8. MAHMODİYAN,H,2006. Heterojen Doğasıyla İran'da Kadınların Konumunu
İyileştirmek .Pazhoheshe Zanan Dergisi.NO:13.
9. ABOLLAHİYAN,H,2006, Cinsiyet Hakkında Kuşak Tutumlar. Pazhoheshe Zanan
Dergisi.NO:3.
71
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
72
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KADIN SIĞINMA EVLERİNDE SOSYAL HİZMET UYGULAMALARI
Doç. Dr. Arzu İÇAĞASIOĞLU ÇOBAN1
Özet
Kadına yönelik şiddet olgusu tarihin her döneminde ve her kültürde görülen bir olgudur.
Ancak bu olgunun bir sorun ya da yasalar karşısında bir suç olarak algılanması ve engellenmesi
amacıyla politika düzeyindeki girişimlerin oluşturulması için 19.yy’a kadar gelinmesi
gerekmiştir. Ülkemiz açısından da bakıldığında kadına yönelik şiddetin bir sorun olarak kabul
edilmesi ve buna karşı çıkılması konusundaki ilk eylemlerin 1980’li yıllarda başladığı
görülmektedir.
Günümüzde hemen her ülkede kadına yönelik şiddet bir suçtur. Bu suçun mağdurları için
devletler, gerek uluslar arası düzeyde gerekse ulusal düzeyde yasal düzenlemeler yapmakta ve
şiddet mağduru kadınlar için koruma ve rehabilitasyon hizmetleri oluşturmaktadır. Kadın
sığınmaevleri, şiddete maruz kalan kadınlar ve çocukları için hayati öneme sahip kuruluşlardır.
Bu kuruluşlarda verilen hizmetler öncelikle kadınları şiddet ortamından uzaklaştırmakta, can
güvenliklerini sağlamakta ve sonraki yaşamları için onlara destek olmaktadır. Kadın
sığınmaevlerinde verilen hizmetlerin organizasyonunda sosyal hizmet mesleğinin önemi
büyüktür. Bu çalışmanın temel konusu kadın sığınmaevlerinde sosyal hizmet mesleğinin
rollerini ve uygulamalarını tartışmaktır.
Anahtar Kelimeler: Kadına yönelik şiddet, kadın sığınmaevi, sosyal hizmet
Giriş
Kadına yönelik şiddet olgusu tarihin en eski dönemlerinde dahi karşımıza çıkan bir
olgudur. Yapılan bir araştırmaya göre, kadınların aile içi şiddete maruz kalmalarının geçmişi
3000 yıl öncesine kadar gitmektedir. Erkek mumyaların kafa kemiklerinde %9-20 oranında
kırığa rastlanırken, kadın mumyalarda bu oran %30-50 olarak bulunmuştur. Saptanan kırıkların
savaştan çok bireysel şiddete bağlı olduğu da ortaya konulmuştur (Aslan ve Avcı 1994).
O günden bu yana kadına yönelik şiddet olgusu tarih sahnesinden hiçbir zaman tam
anlamıyla inmemiştir. Bir sorun olarak algılanıp yasal ve bilimsel yollarla çözümlenmesi
gerektiğine ilişkin ilk düşüncelerin ortaya çıkması için ise 1970’li yıllara gelinmesi gerekmiştir.
Bu yıllarda etkisini hissettiren “Kadın Hareketi” kadına karşı her türlü ayrımcılığın ve şiddettin
bir suç olduğunu ve bunun engellenmesi gerektiğini savunmuştur. Ülkemizde ise, kadına karşı
şiddettin bir suç olduğu konusu 1980’li yıllarda tartışılmaya başlanmış, 17 Mayıs 1987’deki
“Dayağa Hayır” yürüyüşü, kadınların şiddete karşı ilk toplu tepkileri olmuştur.
Aradan geçen 25-30 yıl boyunca, dünyada ve ülkemizde kadına karşı şiddettin nedenleri,
sonuçları konusunda pek çok araştırma yürütülmüş, kadına karşı şiddettin önlenmesi için
politikalar yapılmış, uluslararası ve ulusal düzeyde sözleşmeler imzalanmış, yasalar çıkarılmış,
hizmetler oluşturulmuştur. Şu an geldiğimiz noktada tüm dünyada ve ülkemizde, kadına
yönelik şiddet bir insan hakları ihlali ve yasalar karşısında bir suç olarak kabul
edilmektedir.
1
Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected]
73
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kuşkusuz kadına yönelik şiddetin bir suç olarak kabul edilmesi ve zararları konusunda
farkındalık kazınılmış olması önemli bir ilerlemedir ancak yeterli değildir. Yasalar karşısında
suç olarak kabul edilse de şiddet azalmamakta, ortadan kalkamamaktadır. Bu nedenle şiddet
mağdurları için hala politikalara, yasalara, şiddetti önleyici, mağdurları güçlendirici hizmetlere
ihtiyaç bulunmaktadır. Kadın sığınmaevleri, şiddete maruz kalan kadınlar ve çocukları için
hayati öneme sahip kuruluşlardır. Bu kuruluşlarda verilen hizmetler ilk önce kadınları şiddet
ortamından uzaklaştırmakta, can güvenliklerini sağlamakta ve yaşamlarının sonraki bölümleri
için onlara destek olmaktadır. Bu çalışmanın temel konusu kadın sığınmaevlerinde sosyal
hizmet uygulamalarını tartışmaktır.
Rakamlarla Kadına Yönelik Şiddet
Dünya Bankası verilerine göre dünya genelinde şiddet nedeniyle hayatını kaybeden 15-44
yaş grubundaki kadınların sayısı kanser, sıtma, trafik kazası ve savaşlar nedeniyle ölen
kadınlardan daha fazladır (World Bank Study 1993 Akt: T.C. Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2012:6).
Ülkemizde yapılan “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet” araştırmasına göre
(2009), ülke genelindeki kadınların %39’unun fiziksel şiddet, %15’inin de cinsel şiddet
yaşadığı, kadınların %42’sinin iki şiddetten en az birini yaşadığı bulunmuştur. Önemli bir başka
bulgu da kadınlara şiddet uygulayan kişilerin aile üyeleri ve tanıdık kişiler (baba, ağabey, koca,
eski eş ve yakın akrabalar) olmasıdır. Yine aynı araştırmaya göre, kadınların yarısından fazlası
(%52) yaşadıkları şiddeti yakın çevreleriyle paylaşırken, sadece %8’i resmi kurum ve sivil
toplum kuruluşlarına başvurmuştur.
Adalet Bakanlığı’nın 2010 yılı Ağustos ayında yaptığı açıklamaya göre ise, kadın
cinayetleri son yedi yılda %1400 artmıştır. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma
Komutanlığı’ndan basına verilen bilgilere göre, 2010 yılının sadece ilk yedi ayında 226 kadın
cinayete kurban gitmiş, aynı dönem içinde cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar
kapsamında
478
kadın
tecavüze
uğramış,
722
kadın
taciz
edilmiştir.
(http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=104757).
Ülkemizde kadına yönelik şiddet, en yoğun şekilde şehirlerde kendini göstermektedir.
Farklı araştırmalara göre, Türkiye genelinde şehirde oturan kadınların fiziksel şiddete maruz
kalma oranları, ilçelerde oturanlara göre yaklaşık %42 oranında daha fazladır. Bu durum, göç,
kentleşme gibi unsurların kadına yönelik şiddetin yoğunluğu üzerinde dolaylı bir etkisi
olduğunu göstermektedir (USAK Raporları, 2012).
Yukarıda yer alan bu kısa ancak bir o kadar da çarpıcı rakamlardan kadına yönelik
şiddetin ve aile içinde kadına yönelik şiddetin yaygın bir durum olduğu görülmektedir. Tüm
dünyada insan hakları ihlallerinin başında kadına yönelik şiddet davranışı gelmektedir.
Kadına Yönelik Şiddetin Tanımlanması ve Nedenleri
En basit tanımıyla şiddet, bireyin fiziksel, sosyal ve psikolojik bütünlüğüne zarar veren,
kadın üzerinde baskı yaratan bireysel ve/veya toplumsal davranışlardır.
Şiddet davranışının kadına yönlendirilmesi kadına yönelik şiddet olarak
tanımlanmaktadır. Aile içi şiddet ise, aile üyeleri tarafından veya aralarında kan bağı bulunan
diğer akrabalar tarafından diğer üye veya üyelere uygulanan şiddet içeren davranışlardır. Aile
içinde genellikle kadınlar, çocuklar ve yaşlı bireyler şiddete uğramaktadırlar.
74
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Literatürde kadına yönelik şiddettin ve/veya aile içinde kadına yönelik şiddetin farklı
türleri olduğu ifade edilmektedir. Bunlar;





Fiziksel Şiddet (dövme, tekmeleme, tokatlama, bir organını kesme, ısırma, yakma, v.b.)
Cinsel Şiddet (cinsel ilişkiye zorlama, istemediği veya onaylamadığı biçimde cinsel
davranışa zorlama, tecavüz ile tehdit etme, fahişeliğe zorlama veya para karşılığı kadını
pazarlama, laf atma, sarkıntılık etme v.b.)
Psikolojik Şiddet (kadını aşağılama, küçültücü isimler takma, sürekli dalga geçeme,
kadının bedenini aşağılama, ihmal etme, yetersizlik suçluluk duygusu uyandırma, tehdit
etme, aile veya çevre ile görüşmesini engelleme, çocuklara zarar vermekle korkutma, iş
yerinde yıldırma v.b.)
Ekonomik Şiddet (çalışmasına, tasarruf yapmasına, mal edinmesine izin vermeme,
çalışıyorsa da parasına el koyma veya mallarına el koyma, az bir harçlık vererek
yetirmesini beklemek, yetmeyince kızmak, erkeğin kendi kazancı veya geliri hakkında
bilgi vermemesi ve bu geliri yalnızca kendi istediği yerlere harcaması v.b.)
Sosyal Şiddet (erken yaşta evlendirmek, zorla evlendirmek, berdel, beşik kertmesi
yapmak, başlık parası istemek, eğitim almasına engel olmak, sağlık hizmeti, sosyal
faaliyetler gibi olanaklardan yararlanmasına izin vermemek, namus kavramı
çerçevesinde kadına yaklaşmak, iş yerinde yükselmesine izin vermemek, erkeklerle
aynı işi yapmasına karşın kadına daha düşük ücret vermek v.b.)
Kadına yönelik şiddet konusunda bu şiddet türlerinden bir kaçı zaman zaman birlikte de
görülmektedir. Kaldı ki eşinden fiziksel şiddet gören bir kadın aynı zamanda psikolojik şiddete
de uğruyor demektir. Dolayısıyla kadınlar gerek toplumda gerekse aile içinde birden fazla şiddet
türüne maruz kalmaktadırlar.
Şiddetin nedenleri konusunda pek çok çalışma yapılmış ve farklı görüşler ortaya
konulmuştur. Şiddetin nedenleri konusundaki Mikro Yaklaşımlar (Bu yaklaşımlar Tıbbi Model
adıyla da anılırlar) şiddetin bireyin psikopatolojik nedenlerden ortaya çıktığını
savunmaktadırlar. Örneğin ruh sağlığı bozuklukları, kişilik bozuklukları, alkolizm gibi. Mezzo
Yaklaşımlar ise şiddetin kişiler arası ilişkiler ve etkileşim örüntüleri nedeniyle ortaya çıktığını
savunurlar. Örneğin, aile içinde yaşanan stres, aile içinde veya toplumda dengesiz güç dağılımı
gibi. Makro Yaklaşımlar ise şiddetin nedenini, toplumsal yapılar olarak görmektedir. Örneğin,
yoksulluk, toplumun şiddeti benimseyen bir kültüre sahip olması, toplumda kadına ilişkin bakış
açısının olumsuz olması v.b. (Sallan Gül 2011: 21-22).
Şiddet konusunda bu kadar farklı açıklamaların geliştirilmiş olmasının temel nedeni
şiddetin nedenleri ve sonuçlarının çok boyutlu olmasıdır. Bu açıdan kadına yönelik şiddet ve
aile içinde kadına yönelik şiddeti tek bir nedenle açıklamak son derece güç olmakta, yetersiz
kalmaktadır. Bu nedenle kadına yönelik şiddetin ve aile içinde kadına yönelik şiddetin farklı
boyutlarının bir arada ele alınması ve değerlendirilmesi söz konusu olmuştur. Çok Boyutlu
Modeller (Sallan Gül 2011: 21-22) şiddeti farklı birçok değişkene bağlı olarak açıklamaktadır.
Örneğin toplumda ataerkil bakış açısının geçerli olması ailede de cinsiyetler arası güç ilişkisinin
dengesiz dağılımına yol açmakta bu nedenle kadına yönelik aile içi şiddet yaşanmaktadır gibi.
Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet hangi modelle açıklanırsa
açıklansın şu bir gerçek ki kadınlar her türlü şiddete maruz kalıyorlar, çünkü toplumda
kadınların aleyhine işleyen, eşitsizlik yaratan mekanizmalar var. Bu mekanizmalar eğitim,
sağlık, iş yaşamı, sosyal yaşam, bireysel hakların kullanılması gibi çok geniş bir yelpazede
kendini göstermekte ve kadınları olumsuz etkilemektedir.
75
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Erkeklerin (toplumda ve/veya aile içinde) kadınlara uyguladığı şiddet, bedenlerini,
emeklerini ve kimliklerini denetim altında tutmaya yöneliktir ve sistematiktir (Mor Çatı Kadın
Sığınma Vakfı, 2008: 11).
Özetle;




Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet bir insan hakları ihlali ve bir
suçtur
Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet bir halk sağlığı sorunudur
Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet çok boyutludur. Ancak şiddet
davranışının yaygın olarak görülmesinin en temel nedeni toplumsal cinsiyetçi (ataerkil)
bakış açısıdır. Toplum ve toplum nezdinde erkek (hatta kadının kendisi) bu şiddeti hak
ettiğini düşünmektedir. Bu düşünce tarzı da şiddet sarmalının devam etmesine neden
olmaktadır.
Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet yalnızca kadının sorunu
değil, ailenin ve toplumun sorunudur. Çünkü şiddet ortamı içinde büyüyen çocukların
yetişkinlik dönemlerinde şiddetin uygulayıcı veya şiddetin mağduru olma ihtimalleri
yüksektir. Bu nedenle şiddet döngüseldir, bir nesilden diğerine geçer ve günlük yaşamın
olağan bir parçası olarak görülmeye başlanır.
Kadın Sığınmaevleri
Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet konusunda geçmişten
günümüze kadar önemli mücadeleler (çoğunlukla yine kadınlar tarafından) verilmiş, gerek
dünyada gerekse ülkemizde yasal kazanımlar elde edilmiştir.
Şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmetler ilk önce müdahale hizmetleri daha sonra ise
önleyici hizmetler alanında gelişmiştir. Müdahale hizmetleri acil durumlarda, yani şiddetin
oluştuğu kriz anında ve sonrasındaki müdahaleleri ve kurumsal süreçleri içermektedir.
Sığınmaevleri, telefon yardım hatları, kriz durumunun ortadan kalkmasıyla birlikte mağdurun
hayatını yeniden kurmasına yardımcı olacak hizmetler bu gruba girmektedir. Kadının aile içinde
ve toplumda güçlendirilmelerine, toplumsal statülerinin yükseltilmesine yönelik çalışmalar ile
şiddeti doğuran ve pekiştiren olumsuz tutum ve davranışların ortadan kaldırılmasını sağlamak
üzere yürütülen faaliyetler ise önleyici faaliyetler kapsamına girmektedir (Sallan Gül 2011: 37).
Bu çalışmanın amacı, genelde Kadın Hareketinin, özelde şiddeti engellemek için
oluşturulan tüm hizmet mekanizmalarının ayrıntılı bir incelemesini yapmak değildir. Bu
nedenle, şiddet mağduru kadınlar için oluşturulan hizmetlerden yalnızca kadın sığınmaevleri ele
alınarak incelenecektir.
Kadın sığınmaevleri şiddet mağduru olan ve can güvenliği bulunmayan kadınların, varsa
çocukları ile birlikte, çözümler üretilene kadar geçici olarak kalabilecekleri kurumlardır.
Dünyada ilk kadın sığınmaevi Norveç’te 1968 yılında açılmıştır. Bunu sırasıyla İngiltere (1972),
Almanya (1974), Fransa (1976), Avusturya (1978), İsveç (1979), İtalya (1989) izlemiştir (Sallan
Gül 2012). Amerika’daki ilk sığınma evi ise 1980 yılında açılmıştır.
Belirtilen bu tarihlerden itibaren ülkelerdeki sığınma evlerinin sayısı hızla artmış ve
kadına yönelik şiddete müdahalenin önemli bir parçası haline gelmiştir. Hatta Avrupa Konseyi
üye ülkelerin kadın sığınma evleri ile ilgili standartlarını belirlemiştir. Bu standarda göre
sığınma evlerinin kapasitesinin her 7500-10000 nüfusa karşılık bir kalacak yer şeklinde olması
gerekmektedir. “Kalacak yer” bir yetişkinin ve ortalama sayıdaki çocuğun kalabileceği yer
olarak tarif edilmektedir (Council of Europe. EG-VAW-CONF, 2007’den Akt: Paksoy
Erbaydar, 2012:2).
76
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Türkiye’de ilk sığınmaevlerinin kurulması 1990 yılına tekabül etmektedir. 1990 yılında
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) Bakırköy ve Şişli Belediyeleri
tarafından; 1993 yılında Kadın Dayanışma Vakfı, 1995 yılında Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı
tarafından sığınmaevleri açılmıştır. Bunu izleyen dönemde SHÇEK, belediyeler, kadın örgütleri,
kaymakamlıklar tarafından sığınmaevleri açılmıştır. Bu sığınmaevlerinin bir bölümü mali destek
kesildiği için kapanmıştır (Tosun ve Öztürk 2010).
Ülkemizde şu anda Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı 69, belediyelere bağlı 31,
sivil toplum kuruluşlarına bağlı üç olmak üzere toplam 103 konukevi/sığınmaevi bulunmaktadır
(www.kadininstatusu.gov.tr . Ulaşım tarihi: 24 Ekim 2012).
Görüldüğü gibi ülkemizdeki kadın sığınmaevlerinin sayısı (şiddete uğrayan kadınlarla
karşılaştırıldığında) son derece yetersizdir. Üstelik sığınmaevlerine resmi ve sivil düzeydeki
bakış açısı, bundan çok değil birkaç yıl öncesine kadar, olumlu değildir. Sığınmaevlerinin
açılması ile aile kurumunun zarar görebileceği dolayısıyla boşanmayı da artıracağı
düşünülmekteydi. Bu ve benzeri düşünce kadınların yaşadığı psikolojik ve fiziksel şiddete
çözüm getirmekten uzak olmasının yanı sıra kadınları şiddet dolu bir hayata mahkûm eden bir
zihniyetin izlerini de taşımaktadır. Ülkemizde Avrupa Birliği’ne üye olma süreciyle bu bakış
açısı resmi düzeyde değişmiştir (Dağ 2011).
Kadın sığınmaevlerinin öncelikli amacı, şiddete uğrayan kadınların ve varsa çocuklarının
can güvenliğini sağlamaktır. Ancak, sığınmaevlerinde verilen hizmetler bununla sınırlı değildir.
Kadın sığınmaevlerinde; sağlık hizmetleri, psikolojik destek hizmetleri, hukuki konularda
bilgilendirme ve destek, eğitim ve meslek edindirme, geleceğin planlanması, çocuklarla iletişim
ve olumlu ebeveynlik, sosyal faaliyetler gibi farklı konularda konusunda destek hizmetleri
sunulmaktadır. Bu hizmetlerin yanı sıra, varsa kadınların çocukları için de uygun hizmetlerin
sunulması gerekmektedir.
Bu hizmetlerin sunumunun yanı sıra hizmetlerin sunum ilkeleri de önem taşımaktadır.
Kadın sığınmaevlerinde, kadınlar kendi hayatları ile ilgili kararları kendileri vermelidir;
çocukları ile birlikte kalabilmedirler; gizlilik esastır; kadınların ve çalışanların güvenliği
sağlanmalıdır; hizmet sürekli, ücretsiz ve kaliteli olmalıdır, hizmetlerde farklılık
gözetilmemelidir, hizmet sunumunda ekip çalışmasına önem verilmelidir, kadın bakış açısına
sahip personel tarafından hizmet sunulmalıdır, kadınların sığınmaevi yaşantısına katılımı
sağlanmalıdır (Karataş, Şener ve Otaran 2008: 55-61).
Özetle, kadın sığınmaevlerinde sunulan hizmetlerin belli bir standarta ve ilkelere sahip
olması önemlidir. Aksi takdirde bu kurumlar, geçici bir konaklama hizmeti veren, şiddet
mağduru kadının yaşamında ciddi bir fark yaratamayan yerler olarak kalabilecektir.
Kadın Sığınmaevlerinde Sosyal Hizmet
Kadın sığınmaevlerinde çalışan temel meslek gruplarından biri de sosyal hizmettir.
Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet sosyal hizmet mesleğinin temel
çalışma alanlarından birini oluşturmaktadır.
Sosyal hizmet, insan hakları ve sosyal adalet ilkelerini temel alan; sosyal değişimi
destekleyen, insanların iyilik durumunun geliştirilmesi için insan ilişkilerinde sorun çözmeyi,
güçlendirmeyi ve özgürleştirmeyi amaçlayan ve bunun için insan davranışına ve sosyal
sistemlere ilişkin teorilerden yararlanarak insanların çevreleri ile etkileşim noktalarına müdahale
eden bir meslektir. (IASSW 2001; IFSW 2001).
77
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Yukarıda yer alan tanım kapsamında, kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik
şiddet alanında, sosyal hizmet mesleğinin pek çok işlevi bulunmaktadır. Öncelikli olarak, sosyal
hizmet insan hakları ve sosyal adalet ilkelerini temel alır. Bu açıdan kadına yönelik şiddeti bir
insan hakları sorunu olarak kabul eder, şiddetin önlenmesi ve ortadan kaldırılması için çalışır.
Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet konusunda sosyal hizmet
mesleği üç farklı düzeyde müdahalelerde bulunur. Mikro düzeyde, şiddet mağduru kadın, varsa
çocuğu/çocukları, şiddet uygulayan eş ve/veya aile üyeleri ile, mezzo düzeyde, şiddet mağduru
kadın grupları veya aileler, makro düzeyde ise, şiddeti ortaya çıkaran, kültürel, sosyal ve
toplumsal sistemler, yasalar, politikalar sosyal hizmetin bu alandaki temel ilgi odaklarıdır.
Sosyal hizmet uzmanları kadına yönelik şiddet veya aile içinde kadına yönelik şiddet
konusunda bu üç düzeyde müdahalede bulunurken farklı mesleki rollerini kullanmaktadırlar.
Klinisyen, savunucu, organizatör, eğitimci, kaynak bulucu, lobicilik bu roller arasında en çok
kullanılanlardır (Kanno ve Newhill, 2009).
Sosyal hizmet uzmanı şiddet mağduru kadınla çalışırken farklı yaklaşımlar kullanabilir.
Ekosistem yaklaşımı, bilişsel davranışçı yaklaşım, sosyal öğrenme yaklaşımı, krize müdahale
yaklaşımı gibi. Bu yaklaşımlar arasında en öne çıkanlar arasında ise feminist etik yaklaşımı ve
güçlendirme yaklaşımı bulunmaktadır.
Feminist etik yaklaşımı (Özateş, 2009) iki yönden önem taşımaktadır. Birincisi, sosyal
hizmet uzmanlarının bazı bireysel değerleri, toplumda kadın ile erkek arasında var olan eşitsiz
güç ilişkilerini onaylayabilir. Bu değerlerden yola çıkarak yapılacak uygulamalar ise kadının
aleyhine, baskın kültürün devamının ise lehine olabilir. Örneğin kimi vakalarda polisin şiddet
gören kadının şikâyetini dikkate almadan çiftleri barıştırmaya çalışması ve kadını şiddet
gördüğü ortama geri döndürmesi gibi, kadın sığınmaevinde çalışan sosyal hizmet uzmanları
veya diğer profesyoneller, kadınların şiddeti hak ettiklerini veya körüklediklerini
düşünebilmektedirler.
Kadın sığınmaevinde feminist etik yaklaşımı temel almanın taşıdığı ikinci önem ise,
şiddet olgusunun yalnızca bireysel müdahalelerle çözülemeyecek olmasıdır. Çünkü kadına
yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet olgusunun temelinde, gücünü kadının aciz,
korunmasız, güçsüz, olduğunu, erkeğin kadın üzerinde doğal bir biçimde sınırsız bir hakka
sahip olduğunu buyuran ataerkil anlayışın değer sistemi bulunur Bu sistemi ve değiştirebilmenin
ilk adımı farklı bakabilmeyi, eleştirel bakabilmeyi başarabilmektir. İşte feminist etik yaklaşım,
sosyal hizmet uzmanının bu bakış açısını görebilmesi için önemli bir temel oluşturur.
Sosyal hizmet mesleğinin temel felsefesi, insanların güçlü olduğu ve değişebileceklerine
olan inançtır. Bu felsefeye göre, en güç durumdaki insanlar dahi potansiyel olarak bazı güçlere
sahiptir veya uygun müdahaleler ile güçlendirilebilirler. Güçlendirme temelli sosyal hizmet
uygulamasında, müracaatçı esastır ve kendi güçlerini keşfetmesi, yeni güç odakları oluşturması
için uzman, müracaatçılarına destek olur. Böylelikle müracaatçılar, yaşamlarının kontrolünü ele
alarak çözüm için harekete geçebilirler.
Şiddet mağduru kadınlara ilişkin sosyal hizmet müdahalesinin önemli bir başka noktasını
oluşturan diğer bir konu da şiddetin kadın üzerindeki etkilerinin neler olabileceğinin
bilinmesidir. Şiddet mağduru kadınlar çoğunlukla düşük benlik saygısına sahiptirler, kendilerine
güvenmezler, kendilerini suçlarlar, umutsuzluk veya kararsızlık çekebilirler, şiddeti hak ettiğini
düşünebilirler. Bu kadınların genellikle ambivalans (birbirine zıt iki duygunun bir arada olması)
duyguları vardır, benzer şekilde sıklıkla, ruh sağlığı bozuklukları da olabilmektedir. Çocukları
olan kadınlar ise kimi zaman, onunla hiç ilgilenmemek veya ona şiddet uygulamak gibi
davranışlar içinde olabilmektedirler (Conroy, 1996; Lundy ve Grossman 2001).
78
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kadın sığınmaevlerinde yapılacak sosyal hizmet uygulamaları vaka çalışması (case work)
kapsamında yürütülmelidir. Her sosyal hizmet uzmanının hangi kadınlardan sorumlu olduğu
bilinmeli ve vakanın başından sonuna kadar sosyal hizmet uzmanı mümkünse sadece kendi
vakası ile ilgilenmelidir. Bunun en temel nedeni şiddet mağduru bireylerle kurulması gereken
ilişkidir. İlişki sosyal hizmet müdahalesinin kalbidir. Eğer uzman, müracaatçısı ile düzgün bir
ilişki kurmayı başaramazsa müdahale sürecinin düzgün biçimde işlemesi de güç olacaktır.
Şiddet mağduru bireylere ilişki kurmak ise kolay değildir. Bu ilişkinin her şeyden önce güvene
dayanması gerekir ve bu tür travma yaşamış kişilerle güvene dayalı bir ilişkinin kurulması ise
zaman alır.
Kadın sığınmaevlerinde çalışan sosyal hizmet uzmanlarının müdahalelerinin önemli bir
başka odağı da çocuklar olmalıdır. Anneleri ile sığınma evine gelen çocuklar çoğunlukla
şiddetin dolaylı veya doğrudan mağdurları olabilmektedirler. Bu nedenle sosyal hizmet
uzmanları çocuk gelişimi, yaş dönemlerine göre gelişimdeki riskler ve fırsatlar, şiddetin
çocuklar üzerindeki etkisi, çocukla iletişim gibi konularda da bilgi ve beceri sahibi olmalıdır.
Yapılan araştırmalar, kadın sığınmaevlerinde sosyal hizmet uygulamalarının son derece
zor ve stres dolu olduğunu göstermiştir. Bunun temel nedenleri arasında kaynak yetersizlikleri,
kadınların farklı nedenlerden (umutsuzluk, korku, hizmetlerin yetersiz olması v.b.) şiddet
gördüğü ortama geri dönmesinin soysal hizmet uzmanında yarattığı moral bozukluğu, kimi
zaman sosyal hizmet uzmanlarının da şiddet uygulayan kişilerden tehdit alması gibi nedenler
yer almaktadır. Bu nedenlere ek olarak, sosyal hizmet uzmanları mağdur kadınların
deneyimlerini dinlerken tramvatize (ikincil travma) olabilmektedirler (Kanno ve Newhill,
2009). Bu nedenlerle uzmanın hem fiziksel olarak (can güvenliği) hem de psiko-sosyal açıdan
kendini koruması, mesleki tükenmişlikle başa çıkmak için çalışması önem taşımaktadır. Bu
açıdan sığınmaevlerinde çalışan sosyal hizmet uzmanlarının lisans eğitimlerinin üzerine başka
eğitimler de almaları önerilmektedir. Ek eğitimler uzanın bilgi ve becerisini arttırmakta bu da
uzmana müdahale sürecinde güç kazandırmaktadır. Eğitimli olan uzman müracaatçıya daha
kaliteli bir şekilde yardım etmekte bu da uzmanın yaptığı işten doyum almasını sağlamaktadır.
79
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Sonuç ve Öneriler
Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet son on yıldır daha görünür,
konuşulur ve tartışılır hale gelmiştir. Bunun sonucunda şiddeti önlemek, sonuçları ile mücadele
edebilmek için politikalar oluşturulmuş, hizmetler geliştirilmiştir. Ancak, şiddeti ortaya çıkaran
ataerkil toplumsal mekanizmalar varlığını hala korumaktadır. Bu mekanizmalar kadına yönelik
şiddet konusunda hizmet sunan kişilerin hizmet sunum biçimlerini olumsuz etkileyebilmektedir.
Örneğin, alanda kimi polisler, hakimler veya diğer profesyoneller ailenin bütünlüğünün
korunması adına arabuluculuk yaparak eşleri barıştırmaya çalışmaktadır. Bu ise sorun
çözmemekte, çoğu zaman kadınların daha çok şiddete maruz kalmasına hatta öldürülmelerine
neden olabilmektedir. Kadına yönelik şiddet ve aile içinde kadına yönelik şiddet bir insan
hakları ihlali ve suçtur. Bu nedenle, öncelik ailenin bütünlüğünü sağlamak değil, şiddetin
ortadan kaldırılmasını sağlamak, bunun olmadığı durumlarda da kadını ve çocukları korumaktır.
Kadın sığınmaevleri şiddet mağduru kadınların ve çocuklarının şiddet ortamından
uzaklaşarak yaşamlarını yeniden inşa edebilmek için gerekli olan hizmetlerin bütüncül olarak
sunulduğu yerlerdir. Dünyada sığınmaevlerinin açılışları 1970’li yıllara rastlarken, ülkemizde
1990’lı yıllara kadar gelinmesi gerekmiştir.
Ülkemizde halen sayıca yeteri kadar hizmet veren sığınmaevi bulunmamaktadır. Var olan
sığınmaevleri de farklı statülerde açılabilmektedir. Statülerinin farklı olması, kimi zaman hizmet
standartlarının da farklı olabilmesine neden olmaktadır. Bu nedenle farklı statülerde açılan
sığınmaevlerinin çok yakın işbirliği ve eşgüdüm içinde çalışması önem taşımaktadır.
Sığınmaevlerinde çalışacak personelin de son derece donanımlı olması gerekmektedir. Ek
olarak şu anda var olan sığınmaevlerindeki personel sayısı yetersizdir. Bu nedenle burada
çalışacak personel özel olarak yetiştirilmeli maddi açıdan da desteklenmelidir.
Benzer şekilde sığınmaevlerinde çalışacak sosyal hizmet uzmanlarının da bu alanda daha
derinlemesine bilgi almış olmaları, beceri ve tekniklerini geliştirmiş olmaları önemlidir. Bunun
yanı sıra uzmanlar, kadına yönelik şiddetin nedenlerini, dinamiklerini ve sonuçlarını ele alırken
feminist etik temelli yaklaşımı esas almaları gerekmektedir.
Sığınmaevleri şiddeti ortadan kaldırmak amacıyla değil, sonuçları ile mücadele
edebilmek amacıyla ortaya çıkmış kurumlardır. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için kesin
politikalara ve tartışmaya açılamayacak yasalara ihtiyaç bulunmaktadır.
80
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
Aslan H, Ayşe Avcı. (1994). “Kadınların eşleri tarafından fiziksel istismarı”. 3P Dergisi. 4
(2):354-360.
Conroy, Kathryn (1996). “The Battered Women's Movement and the Role of Clinical Social
Work”. http://hosting.uaa.alaska.edu/afrhm1/wacan/BWMOVT.pdf.c Ulaşım tarihi: 07
Kasım 2012.
Dağ, Zelal (2011) Sığınma Evlerinin Kısa Tarihi. http://www.ak-der.org/siginma-evleri-kisatarihi.gbt Ulaşım tarihi: 08.10.2011
Hanae Kanno ve Christina E. Newhill (2009). “Social workers and battered women: The need to
study client violence in the domestic violence field” Journal of Aggression, Maltreatment
& Trauma, (18):46–63.
Karataş Sultan, Şener Ü, Otaran N. (2008). Kadın Sığınmaevleri Kılavuzu. T.C. Başbakanlık
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara.
Lundy, Marta ve Susan Grossman (2001). “Clinical research practice with battered women:
What we know, what we need to know” Trauma, Violence & Abuse, 2 (2): 120-141.
Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı (2008). Soru ve Yanıtlarla Erkek Şiddetine Karşı Kadın
Dayanışması. Önsöz Matbaacılık Yayıncılık, İstanbul.
Özateş, Özge Sanem (2009). “Bir sosyal hizmet müdahalesi olarak aile içi şiddet mağduru kadın
sorununda feminist etik yaklaşım” Toplum ve Sosyal Hizmet, 20 (2): 99-107.
Paksoy Erbaydar, Nükhet (2012). “Kadın Sığınmaevleri”. Hacettepe Üniversitesi Kadın
Sorunları
Araştırma
ve
Uygulama
Merkezi
www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/.../siginmaevi_aylikyazi.doc. Ulaşım tarihi: 07
Kasım 2012.
Sallan Gül, Songül (2012). Türkiye’de Kadın Sığınmaevleri: Erkek Şiddetinden Uzak Yaşama
Açılan Kapılar mı? Bağlam Yayıncılık, İstanbul.
T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (2012). Kadına
Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2012-2015. T.C. Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara.
The International Association of Schools of Social Work (IASSW) (2001). “International
Definition of Social Work” http://www.iassw-aiets.org Ulaşım tarihi: 05 Kasım 2012.
The International Federation of Social Workers (IFSW) (2001). “Definition of Social Work”
http://ifsw.org/policies/definition-of-social-work/ Ulaşım tarihi: 05 Kasım 2012.
Tosun Zehra, Aslıhan Burcu Öztürk (2010). Kadın Sığınmaevi Modelleri Türkiye ve Çeşitli Ülke
Uygulamaları. İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü Yayınları. Ankara
USAK
Raporları,
No.12-01:
"Türkiye'de
Kadına
Yönelik
http://www.usak.org.tr/rapor.asp?id=143. Ulaşım tarihi: 08 Kasım 2011
Şiddet
World Bank Study (1993). World Development Report: Investing in Health, New York, Oxford
University Press.
81
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
82
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
SEXUAL HARASSMENT IN EGYPT AS VIOLENCE AGAINST WOMEN
Passant Khairat HAMZA1
Introduction
The violence topic has wide interest in scientific field recently. This interest came not only as a
result of the attention of States and international bodies but also as a result of increased forms of
violence which enter strongly in the field of people's daily life.
The violence became a global phenomenon and no longer limited to political violence directed
against the political system but it became an integral part of the interactions of individuals in
their daily lives. (2)
With these widespread waves of violence it has reached in different ways to the lives of most
individuals and various social strata. Women gained the largest share of violence to the extent
that makes it difficult to return the violence to a single cause but there are many interlocking
reasons led to the emergence of the phenomenon of violence against women. (3)
In fact that violence against women is universal phenomenons penetrate all human societies and
all social classes without collision with ideologies or religions or civilizations or political
systems of these communities.
Sexual violence is the most common against women and up to every women's slide where
victims can be rich, poor, educated, married, unmarried, widowed, girl, child and elderly, veiled
and non-veiled alike.
For Elimination of Violence against Women we must develop strategies and policies, short-term
and long-term include all sectors of society. (4)
The phenomenon of violence against women has special importance and most countries in the
world faced in recent times and increased interest in such phenomenon to find out the causes of
this phenomenon. And the phenomenon of violence against women is an important issue
running community due to the spread dramatically. And in view of the increasing attention to
women's rights women's issues are gaining more attention and care. Whereas women are half of
the society one can not ignore the role of women in building society.
There are various forms of violence against women in communities. Among the most prominent
forms of violence that has spread in recent times is sexual harassment which is a type of sexual
violence.
1
Assistant Teacher, Faculty of Arts, Suez Canal University, Ismailia/Cezayir, e-mail:
[email protected]
2
Ahmed Zaid and others, violence in everyday life in the Egyptian society, the National Center for Social
and Criminological Research, Cairo, 2002, pp. 1-2.
3
Madiha Ahmed Ebada and others, the social dimensions of sexual harassment in everyday life, field
study, Sohag Governorate, 2007, p 4.
4
El-Gazah El-Hammami, to domestic violence in the westerly Arab countries of the North African,
breaking the silence, reality and approaches, dignity conference on domestic violence, Bahrain,
2008.
83
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
The sexual harassment is one of the most serious social problems that have been idle in the
Egyptian society. Given leave psychological effects of harassment on women and the
consequent lack of accepted to the opposite sex.
Here was the problem of the current study in question to the effect, what is the social role of the
face of the phenomenon of sexual harassment against women?
From this main question branched set of questions as follows:
1-
What is the concept of violence?
2-
What is the concept of sexual harassment?
3-
What are the reasons for this phenomenon?
4-
How to identify whether art has been subjected to harassment?
The research aims to identify the phenomenon of sexual harassment against women. Where
sexual harassment is a form of violence make women suffer. And also the seriousness of this
issue on society in general and on women in particular. Whereas this phenomenon caused social
and psychological serious repercussions affect women and makes her difficult to adapt to
society.
And the most important goals:
1-
Identify the concept of violence.
2-
Identify the concept of sexual harassment.
3-
Identify the causes of the phenomenon of sexual harassment.
4-
Identify whether art has been subjected to harassment or not.
1-
CONCEPT OF VIOLENCE AND AGGRESSION
Violence is inherent to the life of communities however disagree built and organized. Violence
concept suffers from excessive meanings and interference with other concepts such as
extremism and terrorism. So it is a strict expression force exerted to compel an individual or
group to act or acts of renewed individual or group wants. (5)
The violence is one of the social distractions because the phenomenon of violence and criminal
abnormal but extremely complicated intervene and many factors are intertwined including
psychological, mental, physical, genetic and social factors.
Carson believes that violence is linked to factors such as intolerance, racism or natural as shown
in employment and education. Also violence linked to economic problems and social change.
There is no doubt that the violent behavior abnormal behavior and non-adaptive due to the
willingness of the individual profile and to the presence of a number of controls. Those controls
are challenging the individual's willingness to adapt. Therefore, the violence behavior is
complex behavior overlaps genetic and biological factors, cultural factors, social and
psychological factors.
5-
Mohamed Said Farah, Ahmed Abdel Hafiz Kholy, the problems of Egyptian society "forms and
applications" Dar Al-Mustapha for printing and computer, 2002, Page 405, 406.
84
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
There is no doubt that there are new factors may contribute in that and including rapid
technological progress and this is a kind of pressure and influence on the methods of anti
adjustment.
The violence associated with mental illness and mental tendencies of self-affirmation.
This could be due the growth of violent behavior to the idea of (rejection of authority) and there
are those who commit violent crimes because of the desire to arousal words Find arousal.
There is an important factor in the interpretation of sadistic violence tendency (Sadism) which it
is desire to punish and harm people. And violence may be associated with the prejudice and
discrimination. (6)
Violence in essence, is the behavior of a material issue for people and affect in the periphery,
whether directed against other people or against things. (7)
Violence or aggression is an integral part of human nature, which is apparent behavior aimed at
causing destruction to persons and property. (8)
The violence can be defined as behavior directed towards causing harm to others and therefore
is associated with all levels of anger, hostility and aggression.
The Encyclopedia of Crime and Justice defines violence that refers to all forms of behavior,
whether actual or threatening the resulting destruction and destruction of property and causing
injury or death of the individual.
Freund defines violence as word indicating an explosion abusive power directly to people’s
belongings in order to control them through murder and destruction.
The definitions of violence converge with definitions of aggression.
This interference in the use of terminology shows as a term to distinguish aggressive violence
linked project socialization for images of violence, which stands behind aggressive tendencies.
But there is an attempt to differentiate between violence and aggression and take this attempt
tracks:
1- The first track:
Consideration to aggression as a general concept and violence as a form private aggression
characterized the intended use of physical force.
2- The second track:
Differentiate between violence and aggression on the basis of factor appearing
A)
678-
Violence is apparent behavior happens to persons or property destruction.
Abdul Rahman El- Esawi, the psychology of violence and aggression, house lights, Cairo, 1997, p.p.
94, 96.
Osama Mohammed Badr, the face of terrorism, Golden print publishing, Cairo, 2000, p 8.
Mohammed Atef Ghaith, social and behavior problems of delinquency, op cit, p 82.
85
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
B)
The aggressive is latent tendencies, which aggressive in order to turn into violence
should have her condition to emerge.
Aggression refers to a variety of behaviors ranging from just teasing others or expressing
hostility toward them. (9)
It is clear from the foregoing that there is a problem in the definition of violence, some linked to
its relationship with the concepts and some other associated different images of violence.
Violence did exaggerate in aggressive behavior and the consequent sending destructive or
destructive effects cause psychological or physical or physical harm. (10)
2-
THE CONCEPT OF SEXUAL HARASSMENT
There defines sexual harassment as: the act or behavior which issued male against female,
whether given or pronunciation or physical contact and produces effects associated with the
female sex and she does not accept this act or behavior. This act or behavior leaves
psychological or physical or social harm for the female that has exposed to it. (11)
The concept of sexual harassment may carry many connotations disgraceful act and the
epidemic and physical and psychological abuse. The connotations are endless raised this
concept that has spread strongly in the Egyptian society in recent and carrying with it the
violence against women and a violation of their dignity and abused her freedom and a constant
threat.
Egyptian experts have agreed specialize in law and sociology and psychology, media and civil
society for the seriousness of the phenomenon of sexual harassment on the individual, family
and community. They acknowledged their existence in Egypt and they confirmed they
reproduce in the absence of religious and moral deterrent and inversely proportional with it.
There is a consensus that sexual harassment does not only focus on the tangible physical form,
but it made three appearances:
- Oral sexual harassment (Notes and shameful sexual comments / questions sexual / lewd
jokes).
- Sexual harassment is an oral (suggestive glances / gestures / physical cues).
- Sexual harassment through physical behaviors (the beginning of touch and fumbling and
ending assault).
The expression of sexual harassment is new expression to Arab culture as a translation for the
English expression of sexual harassment.
By searching for the meaning of the word in the dictionary and found the following meanings:
9-
Ahmed Zayed and others, violence in everyday life in the Egyptian society, Volume I, the
Academy of Scientific Research and technological, the National Center for Social and
Criminological Research, 2002, p.p. 7 – 10.
10 - Ahmed Zayed and others, Op, p.p. 16-17.
11 - Madiha Ahmed Ebada and others, the social dimensions of sexual harassment in everyday life, Op,
p. 10.
86
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Brief glossary, edition of the Ministry of Education, Egypt: harassment: scratch (scratching the
back of an animal) to speed up.
It is clear from these linguistic meanings that the word harassment - combines word and deed and it carries the meaning of harshness or irritation or light assault.
Sexual harassment is any say or do sexual connotations towards someone else gets hurt and
does not want it. The definition in this way combines sexual desire and aggression from side to
side without compromise and harassment might be a glance. (12)
And harassment in its simplest form means of seduction, excitement and friction and selfCourting and harassment means very simple concept in Islamic law as a moral crime because it
touches a woman's body goes against Islam which God protect it.(13)
A workable definition of harassment:
It is all that comes from a person said or done or gestures towards women as a result of the
wishes of the sexual harasser and that they can not fulfill only harassing the victim, a woman.
And this act leaves its impact on the victim (woman), and diminishes the dignity.
Concept Sexual terrorism14
Sexual terrorism is a technique recently used extensively by organized mobs in Egypt aiming to
injure, undermine, humiliate and scare female protesters in Tahrir Square, during the ongoing
Egyptian revolution.
Causes of sexual harassment:
The whole studies there are multiple reasons for the phenomenon of sexual harassment
including reasons related to poverty and the deterioration of religious values and the spread of
pornographic channels and inadequate punishment.
-
And Dr. Hefny draws attention to that history has seen in some stages limiting
harassment on women slaves.
But harassed required in areas such as slave markets where are flipping a woman's body
which is seen as a commodity for sale.
Dr. Hefny stressed that the remnants of the tails of slavery still exist and harasser seen
women so far as merchandise are deprived. And he stressed that harassment exists
across different cultures and classes.
-
The expert and social Chancellor "Nagla Mahfouz",
12- Amal Sakr, studies, sexual harassment and violence against women, the Egyptian Center for
Women's Rights, Cairo, pp. 2-3.
13- Muhannad bin Hamad bin Mansour El-Shuaibi, criminalizing sexual harassment and punishment, a
letter of introduction to get a master's degree in criminal justice, Naif Arab University for Security
Sciences, Riyadh, 2009, p 9.
14
https://www.facebook.com/#!/events/150788335077948/153301168159998/?
notif_t=plan_mall_activity
87
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
She linked collapsing economic life of the Egyptians and harassment. They confirmed
that there are economic reasons behind the growing proportion of harassment and
proved that a large proportion of the harassers are sons of poor and they deliberately go
to upscale areas to practice interfering with upper-class daughters. It is a serious
indicator of the growing economic gap and hidden anger of the poor toward the rich.
-
In the opinion of Dr. "Malak Roshdy" Professor of sociology at the American
University,
The harassment means used by some to prove masculinity, which changed its concept
for the past. The man possessed the values and qualities of courage and responsibility
and to protect women from danger. But currently associated with this concept of sex
and capabilities of the man and she believes that society has become so macho that it
canceled the presence of women in many fields as if created for man.
And believes that sexual harassment is:
Sexual threat or in response to a request for sex, rises the provocation, aggression and control of
the situation and warned of the existence of a general climate allows a kind of such practices.(15)
-
There are cultural reasons and there is a set of values which are traded in the community
confirms that women are a commodity and commodity base. (16)
-
Poverty: Poverty reflects a serious problem that threatens segments of Egyptian society
and poverty is one of the major challenges that hinder development efforts and
increased risk to those affected by poverty and behaviors deviation problems where it is
meant here the anomalous behaviors of sexual harassment with females. (17)
The culture of poverty and destitution is the real school for the care and prosperity of violence
in all its forms, including harassment.
-
The spread of unemployment experienced by 20% of the Egyptian society and that lead
to deficit satisfy the economic needs.
-
Societal adoption of a culture of stigma which makes the burden lying permanently on
women, as well as to build a culture of secrecy and obfuscation and lack of public
awareness of the elements of the body and how to deal with them or absence of sex
education.
-
The absence of religious and moral scruples.
-
Absence of deterrent semen and criminal lack of security in the Egyptian street.
-
The rule of a culture of silence within the community and fear of the female from
reporting the incident to avoid scandal (18).
15- Samar Salah Eissa, supervision / Nyhad Abu shirts n study entitled n the phenomenon of sexual
harassment in Egypt, and expert analysis of the case, harassment and violence against women, the
Egyptian Center for Women's Rights, 201, page 3-4.
16 - Amal Sakr, studies, sexual harassment and violence against women, Cairo, Page 4-5.
17 - Madiha Ahmed worship and others, the social dimensions of sexual harassment in everyday life, op
cit, p 34
18- Amal Sakr, studies, sexual harassment and violence against women, op cit, pp. 4-5.
88
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
She think that among the reasons the growing religious intolerance and to prevent women going
out to work. Its masculine culture fanatic who does not accept the superiority of women over
men became the only way to harass the harassment.
And is also one of the reasons is the moral and ethical collapse, and the absence of the role of
the state and the absence of the role of the family and the lack of security.
The role of art in addressing the phenomenon of harassment:
We will pick up in this part two of the Arts, which contributed effectively in community issues.
First Art: The Art of Cinema
Second Art: This Art is a modern art in Egypt, spread in the recent period and strongly and
become an art of which can be called the art of youth or graphite art.
The Art of Cinema:
Art Film is an objective reflection of the elements of social life and a reflection of the social
issues that plague society including, therefore, art and film to exceed reality to the social
function of art, hence highlights the social role of a movie. (19)
Cinema is a tool for social networking reflects the general atmosphere prevailing in the
community. (20)
Cinema and Film, which exposed responsible for sharing with other mass media and other
social institutions to work on:
1-
Moral Construction for man.
2-
Enrich social values.
3 - Achieving democratic climate offer films to suit all classes.
4 - The triumph of the values of truth and goodness.
5 - The defeat of falsehood and corruption. (21)
6-
Show social issues and problems experienced by the community.
Cinema is organically linked social life and its problems and manifestations, therein lies the
secret of greatness and the Cinema Film still is the Archive importantly that conservation and
the On the development of human society and civilization. (22)
If we talked about the role of cinema in his presentation of the phenomenon of sexual
harassment, we will find that the film over its long history, over view of community issues. We
find that they are not exposed to harassment cases only in one movie is "678". It is noted that
this film he was beginning to draw the attention of the society to the phenomenon of
19- Doria Sharaf El-Din, politics and cinema in Egypt, the first edition, Sunrise House, 1992, p 625.
20- Magda Ahmed Amer, the image of women Egyptian Vyalcinma, Egyptian Journal of Public
Opinion Research, estimated actual patrol with him Public Opinion Research Center, Faculty of
Information, Cairo University, Volume III, 2002, pp. 57 – 58.
21- Samia Ahmed, Abdul Aziz Sharaf, drama in television and radio, Dawn House for publication and
distribution, Cairo, 1999, pp. 133.
22 - Muharram Kamel, history of ancient Egyptian art, Crescent House, Cairo, 1937, pp. 3.
89
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
harassment. The government has begun and civil society organizations, as well as law matter to
this phenomenon and ways of solving them. It began work initiatives to raise awareness and
addressing this phenomenon. The law began thinking in issuing the maximum sentence for each
of prove his molestation by a woman.
If we dealt with the issue of harassment in the film 678, we find that the film addresses the issue
of sexual harassment in Egypt. The statistics indicate that the incidence of harassment in the
case of high and deals with the phenomenon of harassment from three angles by three women
from different social classes.
First: Faiza - She belong to the poor social class wearing a veil, and this intelligent from
Scriptwriter, where harassment is not limited to non-veiled women, but also veiled
harassed.
Second: Saba - She belongs to a wealthy social class, and working in the field of jewelry
design.
Third: Nelly – She belong to the middle class, Actress Comedy, everyone anger when she arise
citation for harassment.
We note in this film that screenwriter to address the issue of harassment for the first time in the
history of cinema which likes to talk about for a long time because of the hardiness of the case.
I have done documentary film
About a "march against harassment" with a group of participants in the campaign to know their
views on the phenomenon of harassment
Here are the following links:http://www.youtube.com/watch?v=1JkCMhkQjhE
Art graphite:
Before talking about the role of graphite in introducing the phenomenon of harassment must
know the meaning of graphite.
We need to know what is meant by "the art of graphite," The following we will introduce this
art:
Many know that art of graphite as a subculture of artistic. The expression is employing a
different terminology and associated with different types of styles, themes and the used
materials. (23)
Samir Fouad defines the art of graphite as:
Art undermine unknown artists, do not seek fame or glory or to dig in the art Roster, using
pseudonyms disclose satirical rebel spirit is scared like "Dragon" and "track" and draw manner
23 - Daniel J. D’Amico, A legal and Economic Analysis of Graffiti (This paper was presented at the
Austrian Student Scholar’s Conference at Grove City College November) 5-6, 2004.
90
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Stainless on the walls art of the moment. It does not matter if it will last weeks or months. What
is important is to reach the goal of delivering the message to the public. (24)
A workable definition of graphite:
It is the art of painting on walls. Those silent walls that was able to go out for its silence. And
express what is going on in the community of political and social problems. It is an art that
sparked the January revolution. It is a high-end modern art, which could, in a little time to
impose itself on the scene, political and social artistic.
Art graphite is one of the arts important to disseminate ideas and problems in the various human
societies. Art graphite is an objective reflection of the social life. It thus plays an important role
in the period of the revolution. Whereas it became one of the most important art in the modern
era, which chronicled the Egyptian revolution.
We find next to expose this art to draw a special issues revolution, also offers social problems
such as harassment
The role of the community to address the phenomenon of sexual harassment:
We have a group of youth work in campaigns to address the phenomenon of sexual harassment
and awareness of the seriousness of the issue on the community. The attention to the issue
began recently after the spread in the Egyptian society and increased rates of sexual harassment,
which has become an epidemic which began spreading in the Egyptian society.
This phenomenon has exacerbated dramatically in recent in the Egyptian street which threatens
the security and safety of members of the community in general, and women in particular.
These campaigns depend on social networking sites to get to know the size of the issue and
awareness of the danger.
We have launched the National Council for Women campaigns to counter the phenomenon of
sexual harassment among these campaigns that are trying to cope with the phenomenon of
harassment:
1-Op Anti-Sexual Harassment/Assault
Description
The group aims mainly to combat sexual harassment incidents and collective sexual assaults
that women face in squares during sit-ins, protests and clashes in the perimeter of Tahrir square.
The group tries to save victims exposed to such incidents and also make the experience less
severe by observing the square and intervening in case of the formation of such mob assaults.
The group also provides support and follow-ups to girls and women in case they suffer from
such assaults.
We were asked many times to try to prove that incidents such as gang group or of victims
dragged naked for meters on the ground actually happened. The priority of the group isn't to
prove that these incidents happened but to respect the survivors' privacy in this experience and
24- Samir Fouad, about the art of the revolution, and the revolution Z Art, Cairo newspaper, number
654, Tuesday, 23/10/2012.
91
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
their choices whatever they are whether to talk about it or not or to go down to squares again or
not.
In co-ordination with many activists in addition to:
Egyptian Initiative for Personal Rights
HarassMap
Nazra for Feminist Studies
"Shoft Taharosh" (I witnessed harassment) campaign from Fouada Watch Initiative
Mosireen Collective
Nafsy initiative
Baheya ya masr
Al-Masry Al-Hor
Bossy Project)
25
(
2-Tahrir Bodyguard
A collective effort to ensure safety in Tahrir, especially for women(26)
3- CAMPAIGN "CUT YOUR HAND": FOUNDED 04.10.2012
It is a campaign against the abuse of female in our society in various forms, from the first look
and intellectual terrorism to the extent of sexual harassment and lynching and erosion, founded
in campaign has several campaigns to raise awareness of the seriousness of the problem,
including:
-
Series titled "I do not reappearance" 17/07/2012
"Cairo, Giza and Alexandria, Mansoura and Cairo", they have raised many signs that indicate
the anger of the spread of the phenomenon of harassment, and have participated in this
campaign for men and women. I think that every man has a right to participate in a campaign to
address the phenomenon of harassment where it is possible that this situation occurs for his
sister and his mother and his wife.
The logos brought by participants in the campaign:
-
Who is justifying harassment is no less cynical than the harasser.
-
Silent of community for harassment obscenity and pornography.
-
Harassment is Psychological rape.
-
Cut your hand if I thought that the girl is permissible.
-
Control yourself not my cloth.
25
26
(https://www.facebook.com/opantish?ref=ts&fref=ts#!/opantish/info
(https://www.facebook.com/opantish?fref=ts#!/pages/Tahrir-Bodyguard/391506037594766?fref=ts
92
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
4-- Series titled "I wish," 05/16/2012
It is one of the campaigns included that participated in addressing the phenomenon of sexual
harassment in the streets of Egypt. It is titled "I wish" against sexual harassment and share
campaign “cut your hand” through implement human chains in the League of Arab States.
This campaign carried slogans as:
-
I wish you confess that you are harassing.
-
I wish ride the bus without someone touched me.
-
When girl exposed to molestation she is not rejoice.
-
I wish do not hate that I am girl.
-
Group Girls of Egypt is a red line.
This campaign was aimed at awareness Egyptians evils of sexual harassment on the society in
general and women in particular.
Also this campaign organized marches and to stop the protest against the spread of the
phenomenon of harassment and have published posters in the streets of Cairo and subway
stations.
The group “Girls of Egypt is a red line” and group “Be a man” Involved in the idea of knocking
on doors, so, young people in the campaign, "knocking on doors" to talk with shopkeepers
downtown to make them aware of the seriousness of the problem and how to deal with
harassment cases, and how they can convince the girl to the work of the minutes in the police
station against the harasser to receive his punishment.
5- Force against harassment:
Obviously, during this campaign that the Egyptian society in general began to pay attention to
the seriousness of the problem, and began to play a positive role of trying to address this
phenomenon, which broke out in the Egyptian society in recent, which has become a
phenomenon wandering women, and make them live in a society is strange, in a society is
willing to her body before her mind.
93
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
References
1-
Abdul Rahman El- Esawi, the psychology of violence and aggression, house lights,
Cairo, 1997.
2-
Ahmed Zaid and others, violence in everyday life in the Egyptian society, the National
Center for social and Criminological Research, Cairo, 2002.
3-
Amal Sakr, studies, sexual harassment and violence against women, the Egyptian
Center for Women's Rights, Cairo.
4-
18-Daniel J. D’Amico, A legal and Economic Analysis of Graffiti (This paper was
presented at the Austrian Student Scholar’s Conference at Grove City College
November, 2004.
5-
Doria Sharaf El-Din, politics and cinema in Egypt, the first edition, Sunrise House,
1992.
6-
El-Gazah El-Hammami, to domestic violence in the westerly Arab countries of the
North African, breaking the silence, reality and approaches, dignity conference on
domestic violence, Bahrain, 2008.
7-
Madiha Ahmed Ebada and others, the social dimensions of sexual harassment in
everyday life, field study, Sohag Governorate, 2007.
8-
Magda Ahmed Amer, the image of women Egyptian Vyalcinma, Egyptian Journal of
Public Opinion Research, estimated actual patrol with him Public Opinion Research
Center, Faculty of Information, Cairo University, Volume III, 2002.
9-
Mohamed Said Farah, Ahmed Abdel Hafiz Kholy, the problems of Egyptian society
"forms and applications" Dar Al-Mustapha for printing and computer, 2002.
10- Mohammed Atef Ghaith, social and behavior problems of delinquency, op cit,
11- Muhannad bin Hamad bin Mansour El-Shuaibi, criminalizing sexual harassment and
punishment, a letter of introduction to get a master's degree in criminal justice, Naif
Arab University for Security Sciences, Riyadh, 2009.
12- Muharram Kamel, history of ancient Egyptian art, Crescent House, Cairo, 1937.
13- Osama Mohammed Badr, the face of terrorism, Golden print publishing, Cairo, 2000.
14- Samar Salah Eissa, supervision / Nyhad Abu shirts n study entitled n the phenomenon
of sexual harassment in Egypt, and expert analysis of the case, harassment and violence
against women, the Egyptian Center for Women's Rights, 201.
15- Samia Ahmed, Abdul Aziz Sharaf, drama in television and radio, Dawn House for
publication and distribution, Cairo, 1999
.
16- Samir Fouad, about the art of the revolution, and the revolution Z Art, Cairo newspaper,
number 654, Tuesday, 23/10/2012.
17- https://www.facebook.com/#!/events/150788335077948/153301168159998/?notif_t=pl
an_mall_activity
18- https://www.facebook.com/opantish?ref=ts&fref=ts#!/opantish/info
19- https://www.facebook.com/opantish?fref=ts#!/pages/TahrirBodyguard/391506037594766?fref=ts
94
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KADINA YÖNELİK ŞİDDET UYGULAYAN ERKEKLERLE ÇALIŞMADA
PRO-FEMİNİST YAKLAŞIM
Aslıhan Burcu ÖZTÜRK1
Özet
Kadına yönelik aile içi şiddetle mücadele, ağırlıklı olarak şiddet gören kadınların
korunması, şiddet uygulayan erkeklerin ise adalet sistemi içinde cezalandırılması üzerine
yoğunlaşmaktadır. Bu yaklaşım, şiddeti önleyici ve şiddet uygulayan erkekleri rehabilite edici
çalışmaların yapılmasının gereğini ortaya çıkarmaktadır. Bu çalışmada şiddet uygulayan
erkeklerin rehabilitasyonuna yönelik olarak geliştirilmiş Duluth modeli hakkında bilgi
verilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Kadına yönelik şiddet, kadına şiddet uygulayan erkeklerle çalışma,
pro-feminist yaklaşım.
Giriş
Kadına yönelik aile içi şiddet, yaygın bir toplumsal sorun olarak yaşanmaktadır. Yaklaşık
son on yıldan bu yana kadına yönelik şiddetin, kamusal düzeyde mücadele edilmesi gereken bir
toplumsal sorun olduğu anlayışı gelişme göstermektedir. Kadına yönelik aile içi şiddetle
mücadelede devletin ve sivil toplumun yaptığı çalışmalar ağırlıklı olarak şiddet gören kadınların
korunması ve şiddet uygulayan erkeklerin cezalandırılması odağındadır. Bu yaklaşım, koruyucu,
önleyici ve rehabilite edici çalışmaların bütünlüklü bir şekilde yapılmasını engellemektedir.
Özellikle şiddet uygulayan erkeklere yönelik rehabilite edici çalışmaların eksikliği göze
çarpmaktadır. Bu doğrultuda şiddet uygulayan erkeklerin rehabilitasyonu amacıyla pro-feminist
ilkeler ışığında geliştirilmiş olan Duluth modeli incelenmektedir.
Kadına Yönelik Şiddet ve Erkeklik
Kadına yönelik şiddet, kadını kontrol altında tutmayı amaçlayarak, toplumdaki erkek
egemenliğini güçlendirir ve devam etmesine yardımcı olur. Erkeğin aile içinde kadına yönelik
uyguladığı şiddet, yaygınlığı, toplumsal kabulü ve kadın- erkek karşıtlığı çerçevesinde
gerçekleştirilmesi nedeniyle erkeklikle bağlantılı olarak düşünülmelidir. Meşruiyetini önemli
ölçüde erkek egemen toplumsal yapıdan alan şiddet, Connell’ın (1998: 247) da belirttiği üzere
erkek hegemonyasına dayanmakta ve büyük ölçüde erkeğin sertliği ve iktidarı üzerine kurulmuş
olan ataerkil erkek idealinden beslenmektedir.
Toplumsal cinsiyet düzeninin erkeğe verdiği güç ve iktidar, erkeğin kadına karşı şiddet
uygulamasını meşru ve çoğu kez gerekli kılarken, şiddet eyleminin kendisi erkek egemenliğini
yeniden oluşturmada gerekli olmaktadır. Connell (2002: 95) erkekliğin kuruluşunda bir araç
olarak şiddetin üstünlük yaratan niteliğine dikkat çeker. Dolayısıyla güç ve iktidara dayalı
1
Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi İİBF Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta: [email protected]
95
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
erkeklik şiddetin ortaya çıkmasında etkiliyken, şiddet de erkekliği oluşturmada önemli rol
oynar. Bu karşılıklı ilişki, hem şiddetin oluşumunu hem de erkek egemenliğini destekler.
Kadına Şiddet Uygulayan Erkeklerle Çalışma
Kadına yönelik aile içi şiddetle mücadelede sosyal hizmetler, ağırlıklı olarak kadın
merkezli çalışmalarla gerçekleştirilmektedir. Erkeklerin şiddet uygulamasını önleyici ve şiddet
uygulayan erkekleri rehabilite edici çalışmaların yapılmaması, kadına yönelik şiddetin
önlenmesini zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla şiddetin, yalnızca şiddete maruz kalan kadınların
korunması ve şiddet uygulayan erkeklerin cezalandırılması yoluyla çözülmesi olası
görünmemektedir. Erkeklerin şiddet kullanmalarını önlemek üzere yapılan çalışmaların adalet
sistemi içinde cezalandırılmalarıyla sınırlı bırakılması, şiddetin önlenmesinde yetersiz
kalmaktadır. Bu durum, ağır düzeydeki fiziksel ve cinsel şiddet dışındaki şiddetin görmezden
gelinerek, müdahale edilmemesine yol açabilmektedir. Ayrıca, tartışıldığı üzere (Orme ve diğ.,
2000: 100; Mansley, 2009: 167) şiddeti yeniden üreten ceza sistemi, şiddetin tekrarlanmasını
engellemeye yönelik özel çalışmalar yapılmaması nedeniyle etkisiz kalabilmektedir.
Şiddet uygulayan erkeklerle çalışma, geniş düzeydeki kamu politikalarının bir parçası
olduğu zaman etkin olabilmektedir. Polis, yasalar ve adalet sistemi ile şiddet gören kadınlara
yönelik destekleyici ve koruyucu çalışmaların etkililiği, erkeklerle çalışmanın başarısını
belirleme gücüne sahiptir. Dolayısıyla şiddetin sona erdirilmesine yönelik politika ve
uygulamaların bütüncül ve tutarlı bir anlayışla gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadele amacıyla şiddet uygulayan erkeklere
yönelik koruyucu, önleyici ve rehabilite edici çalışma yapılmasının gerekliliği, son yıllarda
gündeme getirilmeye başlanmıştır. 2006 yılı Başbakanlık Genelgesi’nde kadın erkek eşitliğinin
ve kadın haklarının geliştirilmesi konusunda destek olabilecek erkek gruplarının artırılmasına
yönelik çalışma yapmak üzere çeşitli kamu kurumları, sivil toplum örgütleri ve özel kuruluşlara
sorumluluk yüklenmektedir. Kadına yönelik aile içi şiddetin önlenmesi için öncelikli olarak
erkekler olmak üzere aile bireylerine yönelik öfke kontrolü, iletişim becerileri gibi konularda
eğitim çalışmaları yapılması önerilmektedir. Ayrıca askerlik eğitiminde, camiler, kahvehaneler ve
çok sayıda erkek çalışanı olan kuruluşlarda erkeklere yönelik olarak anlayış değişimi sağlayacak
çalışmalar yapılması istenmektedir. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı Kadına
Yönelik Aile içi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı’nda (2007–2010) da genelge ile belirtilen
sorumluluklara ilişkin uygulama planı yapılmıştır. Buna karşın erkeklere yönelik çalışmalar çok
yetersiz düzeydedir.
Bu eksiklikleri giderebilmek üzere, kadına yönelik şiddetin kaynağında yer alan toplumsal
düzenlemelerin dönüşümünün yanı sıra şiddet uygulayan erkeklerin rehabilitasyonuna yönelik
çalışmalar, şiddete karşı koruyucu, önleyici ve rehabilite edici çalışmalar kapsamında ele
alınmaktadır.
Erkeklerle Çalışmada Pro-Feminist Yaklaşım
Kadına yönelik şiddetin, en temelde ataerkil toplumsal yapıdan kaynaklandığı ve güç ve
iktidar ekseninde şekillenen hegemonik erkekliğin iktidar kurma edimi olarak ortaya çıktığı
kabulünden yola çıkarak, erkeklerle çalışmada pro-feminist yaklaşım ön plana çıkmaktadır.
Feminizm destekçiliği anlamına gelen pro-feminizm, feminizmin kadınlar tarafından kadınlara
yönelik olarak geliştirdiği kuram ve uygulama olduğu kabulünden yola çıkarak, erkeklerin
ancak feminist destekçisi olabileceği düşüncesiyle ortaya çıkmıştır (Hearn, 1998: 2).
Mullender’in (1996: 232) de belirttiği üzere pro-feminist yaklaşım, erkeklerin şiddet
uygulamasının temelinde ataerkil toplumsal yapı olduğunu kabul etmekle birlikte, erkeklerin
şiddet uygulamasındaki bireysel sorumluluklarını da dikkate almaktadır. Şiddetle mücadelede
96
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
erkeklerle yapılan eğitim çalışmalarıyla birlikle şiddeti besleyen toplumsal yapının değişimi için
politik mücadele verilmesi gereğinin üzerinde durulmaktadır.
Erkeklerle pro-feminist çalışmada “Duluth modeli” ön plana çıkmaktadır. Duluth
modeli’nin en belirgin özelliği, kadına yönelik şiddetin temelinde erkek üstünlüğüne dayanan
toplumsal yapı olduğu kabulünden yola çıkarak, toplumsal ve bireysel etkenleri birlikte ele
almasıdır. Toplumsal bağlamı görmezden gelen öfke kontrolü çalışmalarına eleştirel bir şekilde
geliştirilmiştir.
Duluth modeli, 1981 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulanan “Aile içi Şiddete
Müdahale Projesi” (DAIP) çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Avrupa ülkelerinde de yaygın şekilde
uygulanan modeli, şiddetle mücadele mekanizması içindeki kurumlar olan polis, hapishane,
savcılık, sığınmaevi, mahkeme, denetimli serbestlik ve ruh sağlığı kuruluşlarında çalışan
uzmanlarının bir araya gelerek oluşturmuştur. Toplum destekli müdahale olarak değerlendirilen
Duluth modeli, sistemci bir yaklaşıma sahiptir (Ellen ve Pence, 1993: 17; Gadd, 2004: 175).
Duluth modeli, şiddetin eşitsiz toplumsal cinsiyet ilişkileri içinde oluştuğuna vurgu
yaparak, erkeklerin kadın üzerinde egemenlik kurması gerektiği yönünde mesajlar veren
kültürel bağlama dikkat çeker. Bununla birlikte aynı mesajları alan bütün erkeklerin şiddet
kullanmadığının bilinmesi, bireysel etkenlerin de değerlendirilmesi gereğini ortaya koyar.
Çocukluk dönemi istismarı, sevgisiz büyümek, kadına şiddet uygulayan erkek modelleri ile
sosyalleşmek, kadın düşmanı bir çevrede bulunmak, alkolizm, ırksal, etnik ve sınıfsal baskı ve
dışlanmaya maruz kalmak gibi etkenler erkekleri şiddet kullanma yönünde etkileyebilmektedir.
Ancak bu etkenlerin şiddet uygulanması için bahaneye dönüşmemesine dikkat edilir. Erkeğin
şiddet davranışının yıkıcılığını ve şiddetin kendi sorumluluğunda gerçekleştiğini kabul etmesi
gerekir. Erkekler, kendilerini şekillendiren toplumsal koşulların kurbanı olarak görülmek yerine,
toplumsallaşma ile insani değerlerden uzaklaştırılmış kişiler olarak görülür (Ellen ve Pence,
1993: 3–4).
Dikkat edilmesi gereken nokta, “asıl müracaatçı”nın erkek olmadığıdır; asıl olarak kadın
ve çocukların güvenliği için erkeklerle çalışıldığı kabul edilmektedir (Rivett ve Rees, 2004:
152). Duluth modelinin uygulandığı birçok çalışmada kadınla iletişime geçilerek, erkeğin
yararlanmakta olduğu program hakkında bilgi verilmekte ve şiddetin devam edip etmediği
kontrol edilerek kadının güvenliği sağlanmaya çalışılmaktadır. Kadına bireysel danışmanlık
verilen bu görüşmeler (Mullender, 1996: 239), çalışmanın bütüncül bakış açısıyla yapıldığını
gösteren göstergelerden biridir.
Erkeklere yönelik çalışmalar, erkeğin refahını korumaya ve geliştirmeye yönelik
çalışmalar olarak değerlendirildiği gibi şiddeti azaltması ve sonlandırabilmesi nedeniyle kadının
refahını geliştirmeye yönelik çalışmalar olarak da değerlendirilmektedir (Hearn, 1998: 178).
Bunu sağlamak için erkeklerin şiddet uyguladıkları kadın ve çocuklara da bütünlüklü bir şekilde
hizmet verilmesi ve feminist örgütlerle işbirliği geliştirilmesi önem taşır.
Duluth modeli, erkek egemen kültürel yapıyı temeline aldığı için, uygulamayı toplum
düzeyinde gerçekleştirmeyi hedefler. Aile içi şiddetle mücadele sistemi içindeki diğer
kuruluşlarla işbirliği içinde çalışma gereklidir. Bu nedenle yasal düzenlemeler ve adalet sistemi,
polis sistemi, çocuk ve kadını korumayı amaçlayan diğer sistemlerle koordinasyon içinde
çalışarak toplumsal cinsiyet eşitliğinin yaratılması doğrultusunda yapılandırılmıştır (Rivett ve
Rees, 2004: 147).
Duluth modeli içinde geliştirilen pro-feminist grup çalışmalarında, kadına yönelik şiddet,
toplumsal, kültürel ve politik bağlamı içinde ele alınmakta ve erkeğin şiddeti bilinçli olarak
kadını kontrol altında tutmak amacıyla uyguladığı kabul edilmektedir.
97
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Şiddet uygulayan erkeklere yönelik grup çalışmaları, Amerika’da 1970’lerin sonlarında
başlamıştır (Davis ve Taylor, 1999: 70). İngiltere’de grup çalışmaları yoluyla birlikte oldukları
kadınlara şiddet uygulayan erkeklerin rehabilitasyonuna yönelik çalışmalar yaygınlık
kazanmaktadır. Çoğunlukla erkeklerin gönüllü katılımına dayanan grup çalışması ve bireysel
çalışmayı birlikte yürüten çalışmalar, son yıllarda mahkeme, denetimli serbestlik büroları ya da
sosyal hizmet kuruluşlarının yönlendirmesiyle bir anlamda zorunlu rehabilitasyon niteliği
kazanmaya doğru gelişim göstermektedir. Yapılandırılmış grup çalışmaları haftalık olarak
gerçekleştirilmekte ve 14 haftadan 20 haftaya kadar uzanan sürede erkekle çalışılmaktadır.
Birçok kuruluşlarda erkeklerin şiddet uyguladığı kadınlarla da çalışılmaktadır (Hearn, 1998:
177–178). Grup çalışmalarıyla birlikte erkeklerle bireysel çalışma da yapılmakta ve değişim
süreci erkeklerle mikro düzeyde de desteklenmektedir (Mullender, 1996: 233).
Grup çalışmalarında bilişsel ve davranışsal terapi teknikleri ve beceri geliştirme
çalışmaları, feminist ilkeler ışığında düzenlenmekte ve birlikte kullanılmaktadır. Feminist
modele dayalı karma kuramsal yaklaşımın kullanıldığı gruplarda, toplumsal cinsiyet duyarlılığı,
öfke kontrolü, stres yönetimi ve iletişim becerilerinin geliştirilmesi çalışmaları yapılmaktadır
(Davis ve Taylor, 1999: 70).
Pro-feminist yaklaşımla oluşturulmamış grup çalışmalarında ağırlıklı olarak sosyal
öğrenme ve psikanaliz yaklaşımlarının kullanılması ve erkeklik kurgusu ile şiddetin
bağlantısının güç ilişkileri çerçevesinde kurulmaması eleştirilmektedir. Bu yaklaşımın erkeğin
şiddet davranışıyla yüzleşmesini ve şiddeti kabul etmesini engelleyebildiği, erkeğin kendini
mağdur olarak görerek şiddet için gerekçe oluşturabildiği gerekçesiyle eleştirilmektedir
(Mullender, 1996: 229–230; Orme ve diğ., 2000: 96). Sosyal öğrenme yaklaşımı çerçevesinde
öfke kontrolü grupları yaygındır, ancak kadına şiddet uygulayan erkeklerin öfkelerini kontrol
edememe gibi bir sorun yaşamadıkları, örneğin öfkelerini işverenlerine yöneltmemek
konusunda kendilerini kontrol ettiklerini, ancak evde eşlerine şiddet uyguladıkları belirtilerek,
aslında bunun tam olarak “kontrollü şiddet” olduğu tartışılır (Mullender, 1996: 23; Bowker,
1998: 2). Ayrıca şiddetin, öfkenin kontrol edilememesi sonucu oluştuğu düşüncesi, erkeğin
şiddetin sorumluluğunu reddetmesi ve şiddeti önemsizleştirmesini de beslemekte ve öfkeyi
erkeğin olağan bir bileşeni olarak göstermektedir (Mullender, 1996: 230).
Şiddet uygulayan erkeklerin davranışlarını yadsıma, çarpıtma ya da haklı görerek
savunma gibi tepkileriyle baş edebilmek için, grup çalışmasının feminist temeller üzerine inşa
edilmesi gerekir. Şiddet uygulayan erkeklerin davranışlarını hangi etmenlerle temellendirdiği ve
davranışlarının asıl amacı konusunda farkındalık, bu sayede oluşabilir (Orme ve diğ., 2000: 96).
Sosyal çalışmacılar erkeklerle ataerkil yapı hakkında tartışmalı, düşünce ve davranışlarının
yapılanmasındaki etkilerini birlikte anlamaya çalışmalıdır. Şiddet uygularken ve sonrasında
hissettikleri duygularını ifade etmeleri sağlanarak, kendilerini ve şiddet uyguladıkları kadını
anlamaya yardımcı olunmalıdır (Dominelli, 2002: 94).
Şiddetsiz ve eşit ilişkiler kurmaya yönelik uzun dönemli değişim, erkeklerin düşünce ve
inançlarının derinlemesine bir şekilde incelenmesi, eşitlikçi yeni bir bakış açısı geliştirerek,
davranışlarına yansıtabilmesi ve çatışma çözümüne yönelik şiddetsiz yöntemlerin
kullanabilmesine bağlıdır (Ellen ve Pence, 1993: 8). Çalışmalarda erkeklik olgusu ele alınarak,
erkekliğin anlamı ve şiddetin ortaya çıkmasındaki yeri üzerine eleştirel bakış geliştirilmesi
hedeflenir. Erkekliğin yeniden tanımıyla birlikte şiddet uygulayan erkeklerin şiddeti reddetme,
önemsizleştirme, kadını suçlu görme gibi yüzleşmeden kaçış davranışları üzerinde durulur
(Orme ve diğ., 2000: 96; Mullender, 1996: 224).
“Psiko-eğitimsel” olarak da adlandırılan yaklaşıma sahip olan pro-feminist çalışmalar,
psikolojik boyutunda bilişsel-davranışçı yöntemle öfkenin ortaya çıkışının anlaşılması ve
davranış değişikliği yoluyla öfke ve şiddetin kontrolünün sağlanması üzerine yapılandırılır.
98
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Eğitim boyutunda ise şiddetin oluşumunda toplumsal ve kültürel yapının önemi üzerinde
durulmakta, şiddetin temel olarak kadını kontrol altında tutmaya ve erkek egemenliğini
sürdürmeye yönelik anlayışın sorgulanmasına çalışılmaktadır (Mullender, 1996: 230). Şiddetle
bağlantılı yaşantı ve duygularla ilgili “iç konuşma” yapılması sağlanarak, şiddet üzerine
düşünme ve şiddet davranışına alternatif olarak olumlu tepki seçenekleri üzerinde düşünme
olanağı sunulur. Kadın ve erkeğin toplumsal ve kültürel rolleri üzerinde odaklanarak, şiddeti
doğuran toplumsal altyapı üzerine eleştirel bakış geliştirme olanağı yaratır (Orme ve diğ. 2000:
97).
Çalışmalarda erkeklik olgusu ele alınarak, erkekliğin anlamı ve şiddetin ortaya
çıkmasındaki yeri üzerine eleştirel bakış geliştirilmesi hedeflenir. Erkekliğin yeniden tanımıyla
birlikte şiddet uygulayan erkeklerin şiddeti reddetme, önemsizleştirme, kadını suçlu görme gibi
yüzleşmeden kaçış davranışları üzerine durulur (Orme ve diğ., 2000: 96; Mullender, 1996: 224).
Erkeklerin mikro ve mezzo düzeyde yapılan çalışmalar sonucu geçirdikleri değişim
sürecinde üç temel aşamadan bahsedilir. Farkındalık yaratma aşamasında, erkekliğin oluşumu
üzerine düşünülür ve şiddetle ilgili bağlantıları keşfedilir. Kadınların aşağılanması ve
nesneleştirilmesine yönelik tutum ve davranışlar gözden geçirilir. Bu aşamada çalışmaya karşı
direnç gösterilmesi olasılığı yüksektir. Bu nedenle motivasyon gereği dikkate alınmalıdır.
Çözümleme aşamasında, erkekliğin oluşumu arkasında yatan inançlar ve davranışlara olan
etkisiyle birlikte anlaşılmaya çalışılır. Erkekliğe dair çelişkilere dikkat çekilir. Güçlü olma,
diğerlerini denetleme, geçim sağlama gibi rollerin getirdiği ödüller ile bu rolleri yerine
getirmenin bedelinin yarattığı çelişki üzerinde durulur. Erkeklerin, güçlü olmanın gereklerini
yerine getirmeye çalışırken yaşadıkları güçsüzlük ve güvensizlik duygusu ele alınır. En son
aşama olan yeniden düzenleme aşamasında, erkekliğe ilişkin yeni düşünce ve davranışlar
geliştirilmesiyle birlikte değişim hedeflenir. Kalıpyargıların dışında kalan erkekliklerin de
değerli olduğu ve toplumca kabul edildiğinin anlaşılması önemsenir (Johnstone, 2001: 12–15).
Sonuç
Kadına yönelik şiddetle mücadelenin etkin bir şekilde ve bütüncül bir anlayışla
yürütülebilmesi için şiddet uygulayan erkeklerle yapılacak çalışmaların geliştirilmesi önem
taşır. Erkeklerin şiddet uygulamasına neden olan toplumsal ve bireysel etkenleri göz önünde
bulunduran programların feminist yaklaşımı kullanması, sorunun kaynağı olan erkek
egemenliğine dayalı anlayışın dönüştürülebilmesi açısından kaçınılmazdır. Erkeklerle
çalışmanın, önleyici ve rehabilite edici çalışma kapsamında Türkiye’de de geliştirilmesi kadına
yönelik şiddetle mücadelenin gücünü geliştirecektir.
99
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynakça
Bowker, L. H. (1998). Eradicating masculine violence. L. H. Bowker (Ed), Masculinities and
violence, USA: Sage.
Connell, R. W. (1998). Toplumsal cinsiyet ve iktidar. İstanbul: Ayrıntı.
Connell, R.W. (2002). Hegemonic masculinity and violence: Response to Jefferson and Hall.
Theoretical Criminology, 6,1, 89-99.
Davis, R. ve Taylor, B. (1999). Does batterer treatment reduce violence?: A synthesis of the
literature. L. Feder (Ed.), Women and Domestic Violence: An Interdisciplinary Approach.
New York & London: Hawort.
Ellen, P. ve Pence, M. (1993). Education groups for men who batter: The Duluth model.
Springer: New York.
Gadd, D. (2004). Evidence-led policy or policyled evidence? : Cognitive behavioural
programmes for men who are violent towards women, Criminal Justice, 4, 2, 173-197.
Hearn, J. (1998). The violences of men: How men talk about and how agencies respond to men’s
violence to women. Sage: London.
Johnstone, M. (2001). Men, masculinity and offending: Developing gendered practice in the
probation service, Probation Journal, 48, 1, 10–16.
Kardam, F. ve Yüksel, İ. (2009). Aile içi şiddet algısı: Niteliksel araştırma sonuçları. Türkiye’de
kadına yönelik aile içi şiddet. Ankara.
Mansley, E. A. (2009). Intimate partner violence- Race, social class and masculinity. USA:
LFB Scholarly Publisher.
Mullender, A. (1996). Rethinking domestic violence- The social work and probation response.
London- New York: Routledge.
Orme, J., Dominelli, L. ve Mullender, A. (2000). Working with violent men from a feminist
social work perspective, International Social Work, 43, 1, 89-105.
Rivett, M. ve Rees, A. (2004). Dancing on a razor’s edge: Systemic group work with batterers.
Journal of Family Therapy, 26, 1, 142–162.
100
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE KADINLARLA BİLİNÇ YÜKSELTME
ÇALIŞMALARI
Burcu HATİBOĞLU EREN1
Özge Sanem ÖZATEŞ GELMEZ2
Özet
Bu çalışma, kadına yönelik şiddeti kadın ile erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinden
kaynaklanan ve bu güç ilişkilerinin sorgulanmasını gerektiren bir olgu olarak ele almaktadır.
Dolayısıyla kadına yönelik şiddetle mücadelede kadın kimliği ve toplumsal cinsiyet kalıp
yargıları üzerinden toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığın sorgulanması, kadınların
güçlenmesini sağlaması açısından oldukça önemlidir. Bu çerçevede doğrudan kadınlara yönelik
olarak geliştirilmesi gereken bilinç yükseltme çalışmalarına ihtiyaç vardır. Bu çalışmada da
kadına yönelik şiddet ve kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda gerçekleştirilecek bilinç
yükseltme çalışmalarında, öncelikli olarak ele alınması gereken konular ve bu konuların nasıl
ele alınması gerektiği tartışılacaktır. Tartışmalar, daha önce Kadın Dayanışma Vakfı işbirliği ile
gerçekleştirilen toplumsal cinsiyete ve kadına yönelik şiddete ilişkin farkındalık yaratma
eğitimleri kapsamında elde edilen deneyim ve bilgiler üzerinden geliştirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Kadına yönelik şiddetle mücadele, bilinç yükseltme çalışması,
toplumsal cinsiyet duyarlılığı ve kadın kimliği
Giriş
Kadına yönelik şiddet, kadın ile erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinden kaynaklanan ve
temel bir hak olarak yaşam hakkı ihlalleriyle sonuçlanan süreğen bir olgudur. Kadına yönelik
erkek şiddeti ve kadın cinayetlerinin sıklığı, söz konusu vakaların olağan karşılanmasının ortaya
çıkarttığı bir sonuç olduğu gibi, bu olağanlaştırma sorunun süreğen hale gelmesine de yol
açmaktadır. Kadına yönelik şiddetin önüne geçilebilmesi, toplumsal cinsiyet rol ve kalıp
yargılarının, üstün ve muktedir olarak kurguladığı erkeklik algısı karşısında, ikincil ve muhtaç
olarak kurgulanan kadınlık algısıyla mücadeleyi gerekli kılar.
Bu mücadelenin ilk basamağını, kadınların ‘kadın kimliği’ne ilişkin doğru bir algı
geliştirmeleri, toplumsal cinsiyet bakış açısının edinilmesi ve toplumsal cinsiyet kalıp
yargılarından kaynaklanan dezavantajlı konumlarına ilişkin farkındalık kazanılması
oluşturmalıdır. Böylece kadına yönelik şiddet olarak ortaya çıkan ve kadın olma ortaklığında
yaşanan ötekileştirme ve hak kayıplarının tüm kadınların sorunu olduğu gerçeğinin ortaya
konulması, şiddetle mücadelede önemli bir çıkış noktası sağlayacaktır.
1
Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü,
e-posta: [email protected]
2
Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü,
e-posta: [email protected]
101
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Bu amaçla gerçekleştirilecek bilinç yükseltme çalışmaları; toplumsal cinsiyet kimliği
olarak kadınlık değerlerinin sorgulanmasını, kadınların toplumdaki dezavantajlı konumlarının
ardında yatan sosyo-politik bağlamın irdelenmesini, kadınların potansiyellerini
gerçekleştirmelerine engel olan toplumsal cinsiyet ayrımcılığının deşifre edilmesini ve böylece
kadınların güçlenmelerini ve ‘kendinde değerleri’nin farkına varmalarını hedeflemelidir. Bilinç
yükseltme çalışmalarında bu temel amaç bağlamında belirlenecek konular;

Kadın olmanın getirdiği sorun ve olanakların görünür kılınması,

Cinsiyet ile toplumsal cinsiyetin farklılığının aydınlatılması,

Kadına yönelik ayrımcılığın nedenleri, türleri ve sonuçlarının ortaya konulması,

Kadın odağında yasal ve kurumsal düzenlemelere ilişkin bilgi düzeylerinin arttırılması,
 Kadının maruz kaldığı şiddet üzerine deneyim ve bilgi paylaşımının sağlanarak,
sorunun özel değil, politik olduğunun gözler önüne serilmesi özel amaçlarını taşımalıdır.
Kadınların yaşam deneyimlerinden hareketle sorunların, ihtiyaçların ortaklaştırılması ve
kadın olma ortak noktasında dayanışma ve işbirliği ile çözüm için potansiyel gücün farkına
varılması ve kadınların buna ilişkin bilgi, beceri ve değer gelişim ve dönüşümlerinin başarılması
mümkün olacaktır. Sosyal hizmet bölümü öğrencileriyle üç yıla yakın süre içinde
gerçekleştirilen bilinç yükseltme çalışmaları üzerinden kadına yönelik şiddet alanında çalışırken
üç konunun temel alınması gerektiği görülmüştür. Bu çalışmada da kadına yönelik şiddet ve
kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda gerçekleştirilecek bilinç yükseltme çalışmalarında,
öncelikli olarak ele alınması gereken konular ve bu konuların nasıl ele alınması gerektiği
tartışılacaktır.
Kadın Kimliği
Yapılacak bir bilinç yükseltme çalışmasının öncelikli oturumlarından birini “kadın
kimliği” oluşturmalıdır. Bu oturumda temel amaç; kadın olmanın kadın açısından ne anlama
geldiği, kadın olmanın özel ve toplumsal yaşamda yarattığı avantaj ve dezavantajların
keşfedilmesidir. Bu keşif sürecinde, avantaj olarak değerlendirilen durumların kadının yaşamını
kolaylaştırmak için geliştirdiği stratejilerle nasıl bütünleştiği ve zaman zaman avantajlı görülen
durumların dezavantaja da dönüşebildiği konusunda kadınların farkındalık geliştirdikleri
görülmüştür. Kadın kimliği üzerinde konuşmak, çoğu zaman kadınlar için konuşulması yasaklı
konular arasında yer alan cinsellikleri üzerine konuşma konusunda onları cesaretlendirmekte ve
geçmişten bugüne deneyimledikleri cinsel şiddet türlerini paylaşmalarına ve birbirleriyle empati
kurmalarına da yardımcı olmaktadır.
Kadın olmaya ilişkin bu algısal dönüşüm, kadının kendisine yüklenen, kendisinden
beklenen rollerin biyolojik olarak değil, toplumsal olarak yapılandığı gerçeğini görmesini
kolaylaştırmaktadır. Bu durum ise yalnızca kadın olmak üzerinden bir ortaklık ve dayanışma
geliştirebilme olanağı sağlamaktadır. Bunun yanı sıra kadınlar, kadın kimliği üzerinde
konuştuktan ve bilgi aktarımı yapıldıktan sonra, kimliklerini değişimin önemli bir aktörü olarak
yeniden tanımlamışlardır.
Toplumsal Cinsiyet
Kadına yönelik şiddete ilişkin farkındalık kazandırmayı ve bilinç dönüşümünü
gerçekleştirmeyi amaçlayan bir çalışmanın ikinci basamağını toplumsal cinsiyet oluşturmalıdır.
Bu çerçevede cinsiyet ve toplumsal cinsiyete ilişkin bilgilendirmelerle birlikte kadınların
toplumsal cinsiyetlerinin hayatlarını nasıl etkilediği ve ne türden değişikliklerin
102
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
potansiyellerinin tümünü gerçekleştirebilmelerine olanak sağlayacağını düşündükleri üzerinde
yapılacak paylaşımlar önemlidir.
Çalışmada toplumsal cinsiyetin, kadın ya da erkek olmaya toplumun ve kültürün
yüklediği anlamları ve beklentileri ifade ettiği, kültürel bir yapıyı karşıladığı vurgulanmalıdır.
Biyolojik bir cins olarak dişil olanın, kendi seçimleri ve kararları doğrultusunda kadın olma
sürecini biçimlendirdiğini söylemenin mümkün olmadığı, iki biyolojik cinsin toplumsal ve
kültürel bir bağlamda biçimlenmesi, sosyalizasyon sürecinde öğrenilmesi ve biyolojik cinsiyet
farklılıklarının toplumsal cinsiyetle kategorik farklılıklara dönüştürülmesine neden olduğu
üzerinde durulmalıdır. Çalışmada ayrıca doğuştan getirdiğimiz, yer ve zamana göre değişmeyen
bazı anatomik özelliklerin bizim biyolojik cinsiyetimizi belirlediği ancak biyolojik cinsiyet ile
toplumsal cinsiyet arasında hiçbir doğal ve zorunlu bağ olmadığı tartışmaya açılmalıdır.
Ataerkil uygarlık tarafından biçimlendirilen ve yeniden üretilen toplumsal cinsiyet algısı
içinde, kadınlığın, olumlu, esas ve norm olarak kurulan erkekliğin aksine olumsuz, esas
olmayan, normal dışı, rastlantısal -bir başka deyişle öteki- olarak kurgulandığı, toplumdan
topluma ve aynı toplum içinde farklılık göstermekle birlikte, kadınların karşı karşıya kaldıkları
toplumsal cinsiyet ayrımcılığının, evrensel ve tarih boyunca süregelen bir olgu olduğu
paylaşılmalıdır. Çünkü kadınlar, ancak kazandıkları toplumsal cinsiyet farkındalığıyla birlikte,
kadın olmaktan dolayı karşılaştıkları ayrımcılığın toplumsal cinsiyet ayrımcılığı olduğunu, bu
türden bir ayrımcılığın hayatlarının her alanında karşılaşabilecekleri bir nitelik taşıdığını, kadına
yönelik şiddetin de bu ayrımcılığın bir görünümü ve sonucu olduğunu görmektedir. Böyle bir
ele alış, kadınların feminizme yönelik düşüncelerinde de değişim yaratmıştır. Nitekim eğitim
sonrasında kadınlar, feminizmi açıklarken dayanışmaya, köklü dönüşüme, özgürlük
mücadelesine, ezme ezilme ilişkisine, kadın bakış açısının önemine, bilinçlenme ve
örgütlenmeye daha fazla vurgu yapmaya başlamıştır.
Kadına Yönelik Şiddet
Kadına yönelik şiddet konusunda yapılacak bir çalışmada kadına yönelik şiddetin birkaç
oturumda ele alınması oldukça önemlidir. Bu oturumlarda kadına yönelik şiddete ilişkin
BM’nin, WHO’nun ve Pekin (1995)’in tanımlarındaki şiddetin “cinsiyete yönelik” bir eylem
olduğu vurgusu ile şiddet mağduru kadınların, çoğu zaman benzer duygusal süreçlerden
geçtikleri üzerinde durulmalı, kadınların şiddete ilişkin duyarlılıklarını geliştirmeye yönelik
deneyim paylaşımı çalışmaları yapılmalıdır.
Şiddet mağduru kadınların benzer süreçlerden geçtiğini anlatmak için kullanılan bir
kavram olarak, hırpalanmış kadın sendromu (BWS), ilk kez 1970’li yılların ortalarında eşleri
tarafından uygulanan fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddetin kadınlar üzerindeki etkilerini
tanımlamak için kullanılmıştır (McCue, 1995: 63). Hırpalanmış kadın sendromunun ilk süreci,
kadının şiddete maruz kalmasının ardından yaşanan şoku izleyen inkar sürecidir. Kadın şiddete
maruz kaldığını ve dahası ilişkisinde sorun olduğunu kabul etmek istemez. Şiddeti kazara
yapılmış bir eylem olarak gerekçelendirmeye çalışır ve eşinin bir daha bu eylemini
tekrarlamayacağı inancını taşır. İkinci süreç, suçluluktur. Bu süreçte şiddet mağduru kadın,
problemi kabul etmekle birlikte, bunun sorumlusunun kendisi olduğunu ve kendisinde bulunan
çeşitli kusurlar nedeniyle bu eylemi hak ettiğini düşünür, yaşadığı suçluluk düşüncesiyle daha
iyi olma çabasına girer. Üçüncü süreç, yaşanan şiddetin sorumlusunun eşi olduğu gerçeğinin
kabul edildiği aydınlanmadır. Bu süreçte şiddet mağduru kadın sevgi ve nefret duygularını bir
arada yaşar ancak şiddetin sona ereceğine, ilişkinin düzeleceğine ilişkin umut geliştirir. Son
süreç ise, sorumluluk sürecidir. Kadın bu son süreçte şiddetin kendiliğinden son bulmayacağını
kabul ederek, boyun eğmemeye ve buna karşı koymak için neler yapabileceğini araştırmaya
başlar (KDV, 2008: 29-30). Çalışmada bu aşamalara ilişkin bilgilendirme yapılması önemlidir.
Ancak bilgi aktarım sürecinde öncelikle kadınların deneyimlerinin dinlenmesi ya da şiddet
103
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
durumunda ne hissedeceklerine ilişkin bir canlandırmayla desteklenmesi farkındalık gelişimini
olumlu etkilemektedir.
Kadına yönelik şiddet oturumlarında işlenecek bir diğer önemli konu, şiddet döngüsüdür.
Kadın, kadınlık ve erkeklik rollerine yüklenen değer yargılarıyla yeniden ve yeniden üretilen
şiddetin doğal olduğu, çabalasa da bunu önleyemeyeceği ve yaşamının kaçınılmaz bir parçası
olduğu, erkeğin koruması olmaksızın varlığını sürdüremeyeceği ve bu nedenle kendi yaşamı
üzerindeki kontrolün erkeğin elinde olması gerektiği öğretileriyle yetiştirildiğinden, kadın ile
erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinin cesaretlendirildiği ataerkil sistemde hemen her kadın
yaşanan şiddet sonrası inkar ve suçluluk süreçlerini yaşamaktadır. Dolayısıyla kadının şiddet
durumunda nasıl hissedebileceğini farkedebildiği bir canlandırma çalışması sonrasında,
gerginliğin tırmanması, şiddet ve balayı aşamalarından oluşan şiddet döngüsüne ilişkin
bilgilendirme önemlidir. Çünkü şiddet mağduru kadın, bazen tek başına ama çoğu zaman
yardım ve destekle farkındalık kazanarak, yaşadığı şiddetin tekrarlayacağı, süreklilik kazanacağı
ve kendisinin adım atmaması halinde sonlanmayacağı gerçeğiyle yüzleşerek, sırasıyla
aydınlanma ve sorumluluk süreçlerini yaşamaktadır. Ancak kadının içinde bulunduğu duruma
ve yaşadığı şiddete ilişkin tüm öğreti ve alışkanlıklarını geride bırakarak farkındalık geliştirmesi
kolayca yaşanan bir süreç olmadığından, kadın kimliği ve toplumsal cinsiyet kavramları
çerçevesinde ele alınması gerekmektedir. Kadınların kendi yaşamlarında karşılaştıkları şiddet
örneklerini/deneyimlerini paylaşmaları, kadına yönelik şiddetin nedenleriyle ilgili yanlış
inanışlar ve bunun etkileri üzerine düşünmeleri, dolayısıyla tanımların ve bilgi aktarımının bu
deneyimler üzerinden yapılması önemlidir.
Sonuç olarak kadına yönelik şiddetin gerek nedenleri gerekse sonuçları konusunda bilgi
ve farkındalık gelişimi gerçekleşerek kadınların, şiddetle mücadelede dayanışma ve harekete
geçme konusunda güçlenmeleri mümkün olmaktadır. Dolayısıyla kadınların cinsel taciz ve
tecavüz, kadına yönelik şiddet, hukukta toplumsal cinsiyet konularında bilgilendirilmesi için de
ayrı bir oturum ayrılması gerekir. Bu oturumda kadınlara yönelik olarak kadın sığınma evleri,
kadın konuk evleri, kadın danışma merkezleri, KSGM, kadın hakları savunucusu olan sivil
toplum örgütleri, aile mahkemeleri gibi kurumsal hizmetlere ve kadın haklarına odaklanan
ulusal ve uluslararası mevzuata ilişkin bilgilerin verilmesi önemlidir. Tüm bu bilgi
aktarımlarının interaktif bir şekilde, kadınların sorularını yanıtlamak üzere ve onların sürece
doğrudan katılımını sağlayarak gerçekleştirilmesi, kadına yönelik şiddetle mücadele
çalışmalarının verimliliğini de arttıracaktır.
Sonuç
Yukarıda irdelenen konular çerçevesinde gerçekleştirilecek bir bilinç yükseltme
çalışmasının kadınların kullandığı dilde yarattığı, bireysellikten politikliğe doğru yaşanan
dönüşüm, farkındalık kazanmanın en önemli göstergelerinden birisidir.
Bunun yanı sıra kadın gruplarıyla yapılan bilinçlendirme çalışmalarının özellikle
toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, ataerkil yapı ve feminizm konularında kendisini geliştirmiş
kadın aktivistler tarafından gerçekleştirilmesi, kadınlık algısının gelişmesi ve toplumsal cinsiyet
bilinci kazanılması açısından olduğu kadar, bu bilincin alanını genişleterek yükselmesi
bakımından da son derece önemlidir.
104
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
Dominelli, L. 2002. Feminist Social Work. NewYork: Palgrave.
Kadın Dayanışma Vakfı. 1995. Şiddete Karşı Somut Bir Adım: Ankara Gecekondularında
Kadınlarla Ortak Bir Çalışma. Ankara: Kadın Dayanışma Vakfı Yayınları.
Kadın Dayanışma Vakfı. 1996. Ankara’nın Gecekondu Bölgelerinde Yaşayan Kadınlara
Yönelik Aile İçi Şiddet Üzerine Bir Değerlendirme. Ankara: Kadın Dayanışma Vakfı
Yayınları.
Kadın Dayanışma Vakfı. 1997. Orta ve Üst Sosyo-Ekonomik Düzeydeki Ailelerde Kadına
Yönelik Şiddet. Ankara: Kadın Dayanışma Vakfı Yayınları.
Kadın Dayanışma Vakfı. 2005. Aile İçinde Kadına Yönelik Şiddet El Kitabı. Ankara: Kadın
Dayanışma Vakfı Yayınları
McCue, M. L. (1995). Domestic Violence: A Reference Handbook Contemporary World Issues,
USA.
Sayılan, F. ve Tosun, Z. 2007. Kadın Dayanışma Atölyeleri Kolaylaştırıcı Kılavuzu. Ankara:
Kadın Dayanışma Vakfı Yayınları.
105
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
106
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ŞİDDET MAĞDURU KADINLARLA FEMİNİST GRUP ÇALIŞMASI
Melike TUNÇ1
Özet
Feminist grup çalışması; ortak problem ve konulara sahip kişilerin bir araya gelerek
yardım almalarını ve birbirlerine yardım etmelerini sağlayan karşılıklı bir yardım süreci
temelinde yapılandırılmaktadır. Karşılıklı yardım süreci içerisinde ise yaşanılan durumun
kaynağına inebilme, toplumsal etkilerin farkına varma, güven duygusu oluşturma, kendini ifade
edebilme ve gelişim sağlama odak alınmaktadır. Bu bağlamda yapılan çalışmada öncelikle
sosyal hizmet ve feminist perspektife yer verilmiştir. Sonrasında sosyal grup çalışması
bağlamında şiddet mağduru kadınlar ve feminist grup çalışmasını takiben şiddet mağduru
kadınlarla feminist grup çalışmasının amacı, katılımcıları, yapısının belirlenmesi üzerinde
durulmuştur. Grup çalışmasının sürecinin oluşturulması dahilinde; form aşaması, fırtına
aşaması, norm aşaması, çalışma aşaması, sonlandırma aşaması, değerlendirme aşaması, izleme
aşamasına yer verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Feminist perspektif, sosyal grup çalışması, feminist grup çalışması,
sosyal hizmet
GİRİŞ
Sosyal grup çalışması, sosyal hizmet için müracaatçıya ulaşmada etkili ve önemli yeri
olan uygulama alanlarından birisidir. Amaçları bağlamında, ortak problem ve konulara sahip
kişilerin bir araya gelerek yardım almalarını ve birbirlerine yardım etmelerini sağlayan karşılıklı
bir yardım süreci olarak tanımlanmaktadır (Shulman, 1999), feminist grup çalışmasında da bu
amaçlar temel alınarak yapılandırılmaktadır. Karşılıklı yardım süreci ise birçok konunun bir
araya gelmesinden oluşmaktadır. Bu konular; tabu alanlarını tartışma; yaşanılan konularda
yalnız olmadıklarının farkına varma; evrensel bakış açısı geliştirerek yaşanılan durumun
kendilerinden kaynaklanmadığının bilincinde olarak, yaşanılan durumda toplumsal etkilerin de
farkına varma; karşılıklı destek için güven duygusunun oluşturularak, karşındakini anlama
becerisinin gelişmesinisağlama; kendini rahatça ifade edebilme; tüm üyelerin bireysel ve grup
olarak gelişmi sağlama yönündeki isteklerinin arttırma olarak sıralanabilir (Shulman, 1999).
Bunlarla birlikte karşılıklı yardım süreci, “birçok sesi” paylaşma ve farklı seslerin çıkmasında
destek olmakşeklinde de ifade edilmektedir (Steinberg, 2002: 35). Feminist grup çalışmasının
özellikleri, sosyal grup çalışmasının temelinde, karşılıklı yardım süreci de göz önünde
bulundurulduğunda, Gottlieb ve Arkadaşları (1983) tarafından feminist grup çalışmasına
yönelik şu açıklamalarda bulunulmuştur; kadınların izolasyonunu sonlandırmak, sosyal ve
politik faktörlerin üzerinde durmak, kadınların güçlü yönlerine ve becerilerine odaklanarak
güçlenme süreçlerine vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda, şiddet mağduru kadınların yaşadıkları
şiddet olgusu incelendiğinde, kadınlarıniçinde bulundukları durumun üzerinde çalışılması
gerekmektedir. Kadınların içinde bulundukları durumlar olarak; psikolojik, sosyal, duygusal,
ekonomik bağlamları, sosyal ve politik güçleri ve güçsüzlükleri, bu durumları nasıl
1
Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü, e-posta:
[email protected]
107
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
deneyimledikleri olarak ele alınmalıdır. Bu çerçevede çalışabilmek için de feminist grup
çalışması güçlendirme perspektifi yol gösterici olacaktır.
Sosyal grup çalışması temelinde yapılandırılanşiddet mağduru kadınlara yönelik feminist
grup çalışmasının amacı, literatürde yer alan feminist grup çalışması uygulamalarının
incelenerek, bir bütün haline getirilmesidir. Bu yönde çalışma yapmak isteyen meslek
elemanlarınabir kaynak oluşturmakla birlikte, grup çalışmasının bu alanı ile ilgili merak
uyandırmaktır. Bu nedenle çalışmanın içeriğinde öncelikle feminist grup çalışmasına yönelik
açıklamalarda bulunulmuştur. Bu bölümü takip eden diğer bölümlerde de, literatürde kadınlarla
yapılan feminist grup çalışmalarından yola çıkılarak, şiddet mağduru kadınlarla örnek feminist
grup çalışması yapılandırılmıştır. Grup çalışmasının içeriğinde; şiddete mağduru kadınlarla
feminist grup çalışmasının amacı, katılımcılarının kimler olabileceği, yapısının nasıl meydana
getirileceği, grup sürecinin nasıl yapılandırılacağı, nasıl değerlendirleceği ve izleneceği üzerinde
durulmuştur.
1. Sosyal Hizmet ve Feminist Perspektif
Sosyal hizmette feminist perspektif ile ekolojik sistem yaklaşımı arasında karşılıklı
bağlantı bulunmaktadır. Sosyal hizmet, kişilerin kendi güçlerinin farkında olmalarına ve bu
gücü kullanmalarına yönelik değişimler yapmaya yardımcı olmaktadır. Bunu da kişilerin
güçlerine odaklanarak yapmaktadır. Bu bağlamda, feminist perspektif de kişisel ile politik olan
arasındaki ilişkiyİ incelemektedir (Bricker-Jenkins, 1991: 279). Bu noktadasosyal hizmet ve
feminizm birbiri ile birleşmektedir. Çünkü sosyal hizmet teorisini, mikro düzeyden makro
düzeyde yer alan konular yelpazesinden oluşmaktadır. Bu nedenle değişim, bireysel, sosyal ve
yapısal olarak meydana gelmektedir. Feminist sosyal hizmet uygulaması ise bunun bir adım
önüne geçerek şu varsayımda bulunur “kişisel ve toplumsal değişim aslında tek bir entegre
süreç içerisinde gerçekleşmektedir” (Gutierrez, 1991: 204; Berwald, Houtstra, 2003). Bu
entegre süreç hem bireysel hem de toplumsal düzeyde de ele alınması gereken bir süreçtir. Bu
bağlamda;cinsiyetçilik de kadınların hayatını derinden etkileyen önemli sosyal problemlerden
bir tanesini oluşturmaktadır. Araştırmaların büyük çoğunluğunda ayrımcılığın ve bunun kadınlar
üzerindeki negatif etkileri arasındaki ilişki ele alınmaktadır. Feminist bilinç, kadınların
yaşadıkları ayrımcılıkları anlama ve başetme konusunda bir mantıksal çerçeve çizmektedir
(Landrine ve Klokoff, 1997; Cunningham, 2012).Sosyal hizmet uygulamasında feminist
perspektif bizlere, kadınların gücü üzerinde odaklanmayı, bu gücün ve yaşanan problemlerin
bireyden başlayarak geniş bir sistem içerisinde (mikrodan makroya) analiz etmemiz gerektiğini
vurgulamaktadır.
2. Sosyal Grup Çalışması
Sosyal hizmet uygulamasında grup çalışması ise duygusal ve zihinsel problemler yaşayan
müracaatçılara yardımcı olurken kullanılan önemli müdahale yönteminden biri olagelmektedir.
Toseland ve Rivas (2009)’a göre grup çalışmasının birçok avantajı bulunmaktadır. Bu
avantajlardan biri grupta yer alan müracaatçıların birbirlerine yardımcı olmasıdır (Toseland ve
Rivas, 2009). Grup üyelerinin sosyalleşmesini, normalleşmesini ve endişelerin ve düşüncelerin
paylaşımında fayda sağlamaktadır (Greif ve Ephross, 2011). Toseland ve Rivas (2009)’a göre
avantajlar ise şu şekilde belirtilmiştir;
Empati: Katılımcıların durumlarının diğer kişiler ve uzman tarafındananlaşılması.
Geri bildirim: Grup üyeleri ile düşüncelerinpaylaşılması
Yardımcı terapi: Kendi deneyim ve bilgilerini paylaşan grup üyeleri ile diğer grup üyeleri
arasında karşılıklı destek ve yardım sağlanması
108
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Umut aşılama: Aynı durumla etkili bir şekilde başa çıkan kişinindiğer grup üyelerine
umut aşılaması
Karşılıklı yardım:Katılımcıların karşılıklı yardım alması ve vermesi
Normalleştirme: Toplum tarafından kabul edilmeyen stigmatize edilen problemlerin
mantığa bürünmesi
Sosyalizasyon: İzolasyonla başedebilme ve diğer katılımcılardan sosyal becerilerin
öğrenilmesi
Sosyal destek: Gruptaki katılımcılardan destek görme
Onaylanma: Grup üyelerinin benzer deneyimleri, problemleri ve endişeleri yaşamasıdır.
Grup çalışması sosyal hizmetinde içerisinde yer aldığı birçok yardım mesleği tarafından
kullanılmaktadır (Toseland ve Rivas, 2009). Grup çalışması ile önemli sosyal hizmet değerleri
bir araya gelmektedir.Literatürde de bu değerlerin önemine vurgu yapılmaktadır. Bunlar: grup
üyelerinin birbirlerine yardım etme becerisi, kişileri güçlendirme becerisi, farklılıklara rağmen
kişileri anlayabilme becerisini kapsamaktadır (Gougeon, 2002). Açıklamalardan da anlaşılacağı
gibi sosyal hizmet uygulamasında grup çalışması karşılıklı yardım, güçlendirme ve farklılıkları
anlama değerlerine vurgu yapmaktadır. Bunlarla birlikte birçok avantajı içerisinde
barndırmaktadır. Bu nedenle şiddet mağduru kadınlarla yapılacak olan grup çalışması,
kadınların güçlenmesinde, destek sistemlerinin oluşturulmasında ve yaşadıkları durum üzerinde
farkındalıklarının artmasında yarar sağlayacaktır.
3. Şiddet Mağduru Kadınlar ve Feminist Grup Çalışması
Literatürde, travma yaşayan kişilerle yapılan grup çalışmasının kişiler üzerinde pozitif ve
iyileştirici etkisi olduğu üzerinde durulmaktadır (Clemans, 2008). Şiddete bağlı travma yaşayan
kişiler grup çalışması ile daha az utanma, daha az izole olma durumu ile birlikte pozitif başa
çıkma becerilerini geliştirmektelerdir. Clemans’a (2008) göre grup çalışmasının “pozitif,
destekleyici, bilgilendirici yönleriyle başkalarının olumsuz tepkilerini azaltmakta etkili olacağı
(241)” ifade edilmiştir. Brenton ve Nosko (2011)’ya göre grup çalışmasıyla kadınlar yaşadıkları
durum içerisinde yalnız olmadıklarını anlamakta, birbirlerini güçlendirici şekilde
desteklemektedirler.
Depresyon, travma sonrası stres bozukluğu, düşük kendine güven ve güçsüzlük hissi
kadınlarda ciddi zararlar meydana getirmektedir. Şiddet mağduru kadınlar yaşadıkları deneyime
çok çeşitli tepkiler vermektedirler. Fiziksel zedelenmelerden ziyade, zihinsel sağlıkları
konusunda da tedavi almaktadırlar (Campbell ve Lewanowski, 1997). Bu bağlamda şiddet
mağduru kadınların zihinsel süreçlerini açıklamaya yönelik literatürde, şiddet gören kadın
sendromu, travma teorisi, travma tepkisi teorisi gibi teoriler bulunmaktadır.Bu nedenle iyi
yapılandırılmış, güçlendirme uygulamaları sosyal hizmet çalışanları için çok değerlidir (Ortiz,
2012).
Birçok yazar şiddet mağduru kadınlarla destek grup çalışmasını önermektedir (Campbell,
1986; Holiman ve Schilit, 1991; Nicarthy ve ark., 1984; Seskin, 1988; Trimpey, 1989).
Genellikle şiddet mağduru kadınlara yönelik destek grupları; öz güveni yükseltme, kontrolü
sağlama, sosyal destek, stres düzeyini azaltma, aile içi şiddeti azaltma olarak literatürde
karşımıza çıkmaktadır (Tutty, Bidgood ve Rothery, 1996). Şiddet mağduru kadınlarla yapılan
grup çalışmalarının etkili olduğu sonuçlarına varılmıştır. Literatürde yapılan çalışmalarda
kendine güven, öfke seviyesi, evlilik ve aile yaşamına ilişkin görüşler ve depresyon
araştırmalarında öntest ve son test sonuçları arasındaki fark anlamlı bulunmuştur (Cox ve
Stoltenberg, 1991; Holiman ve Schilit, 1991; Tutty, Bidgood ve Rothery, 1993).
109
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Worell ve Remer (1992) feminist uygulamada dikkat edilmesi gereken önemli noktalar
ise şu şekilde ifade edilmiştir;
a. Kadınların uygulamaya getirdiği özel problemler üzerinde durulmalıdır,
b. Cinsiyetçi sosyalleşme ve baskı odak alınmalıdır,
c. Teori, araştırma ve uygulama ile kadınların yaşadıkları adaletsizlikler incelenmelidir,
d. Kadınlarla yenilikçi uygulamaların geliştirilmesi üzerinde durulmaktadır.
Çünkü feminist uygulama ataerkil kültüre sahip toplumda yaşayan kadınların biricik
deneyimlerinin önemin, kalıp rolleri ve bunların teorisinin önemi ve gerekliliği konusunda
açıklamalarda bulunmaktadır. Feminist uygulamalar bilinç yükseltme, sosyal ve toplumsal
cinsiyet rol analizleri, tekrar sosyalleşme ve sosyal eylemi içermektedir (Lin, 2009). Bunun
içinde feminist grup çalışması yol gösterici olmaktadır. Bu temelden hareketle feminist grup
çalışması farklı müracaatçı gruplarına uygulanmıştır. Bu müracaatçı gruplarından bazıları;
tecavüz mağduru kadınlar (Yasen ve Glass, 1984; Clemans, 2005), erkek şiddetinden mağdur
olan kadınlar (Wood ve Roche, 2001), engelli kadınlar (Berwald ve Houtstra, 2002; Avery,
1998), alkol problemi olan kadınlar (Saulnier, 2003), siyahi kadınlar (Jones ve Hodges, 2001)
oluşturmaktadır.
4. Şiddet Mağduru Kadınlarla Feminist Grup Çalışması
Bu bölümde literatürde yer alan kadınlarla yapılmış olan feminist grup çalışmaları
derlenerek bir bütün haline getirilmiştir (Yasen ve Glass, 1984; Clemans, 2005; Wood ve
Roche, 2001; Berwald ve Houtstra, 2002;Avery, 1998; Saulnier, 2003; Jones ve Hodges, 2001).
Her bir grup çalışması incelenmiştir. Her bir feminist grup çalışması uygulaması amaç,
katılımcılar, yapı, süreç başlıkları altında detaylandırılmıştır. Tüm incelemelerden yola çıkarak
şiddet mağduru kadınlarla uygulanabilecek olan feminist grup çalışması planı ortaya
çıkarılmıştır.
4.1. Amaç
Şiddet mağduru kadınlarla yapılacak olan grup çalışması, feminist terapinin dört prensibi
üzerinde yapılandırılmıştır (Worell ve Remer, 2003). Bu prensipler; 1. Kişisel ve sosyal
kimlikler birbirine bağlıdır, 2. Kişisel olan politiktir, 3. İlişkiler eşitlikçidir, 4. Kadınların
deneyimleri değerlidir. İlk ilke, kişisel ve sosyal kimlikler birbirine bağımlıdır. Bu amaçla grup
lideri katılımcıların tutumları ve davranışlarının nasıl cinsiyetçi ve kültürel kimlikleri ile
kesiştiğini analiz etmektir. İkinci ilke, kişisel olan politiktir ilkesidir. Bu prensip bağlamında
grup liderinin rolü katılımcıların çaresizlik, depresyon, kaygı gibi içsel sıkıntılarını sosyo politik
sistemle nasıl bağlantılı olduğunu dışa vurmalarını sağlamaktır. Üçüncü prensip olan ilişkilerin
eşitliği ilkesine göre ise, grup lideri grupta kullanılacak teknikleri ve süreci müracaatçıyı
güçlendirmek amacıyla yapılandırmalıdır. Dördüncü prensip olan, kadın deneyimlerine değer
vermek için grup üyesi olan kadınların istismarının öyküsünün onaylanması gerekli ve onların
gözünden durumu değerlendirmek gerekmektedir.
Feminist grup çalışmasının amacı; grup üyesi olan, eşinden şiddet görmüş kadınların
kendi içlerine yönelik bakışaçılarını ve kişilerarası farkındalıklarını arttırmak, içinde
bulundukları durumun sosyal ve kültürel yapıdan kaynaklandığının bilincini kazandırmak ve
onları güçlendirmek adına, kendilerinin değerli olduğunu hissettirmektir.
4.2. Katılımcılar
Grup öncesi hazırlık, katılımcıların belirlenmesi;
110
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Grup öncesi hazırlık aşamasında, sosyal hizmet uzmanı grup çalışmasına uygun gördüğü
katılımcılarla ön görüşme yapacaktır. Öncelikle katılımcıların gönüllülük esası önde
tutulacaktır. Her grup üyesi için grup üyesi tanıma formu oluşturularak, demografik özellikleri,
gruptan beklentileri ve kazanacakları, gruptan nasıl yararlanacağı konusunda bilgiler yer
alacaktır. Katılımcıların yaşları 20-50 arasında değişecektir. Eğitim durumu, ilkokul, ortaokul,
lise ve üniversite mezunu kadınlar yer alacaktır. Katılımcılar, ev hanımı, meslek sahibi ve işten
ayrılan kadınlardan oluşacaktır. Kadınların hepsi evlilik hayatları boyunca en az bir kere fiziksel
şiddete maruz kalmış olmaları gözetilecektir.
4.3. Yapı
Grubun yapısı kapalı bir grup olarak belirlenmiştir. İlk oturum katılımcıların giriş çıkışına
açık tutularak ilk oturumdan sonra kapalı hale gelecektir. Bu uygulamanın amacı, gruba dahil
olacak kadınların gruba yönelik güvenlerini arttırmaktır.
Grup cinsiyet olarak homojen, yaş ve eğitim durumu olarak heterojen olarak
belirlenecektir.
Grup oniki hafta süresince devam edecek, grup üyeleri sekiz katılımcıdan oluşacaktır.
4.4. Süreç
Grup süreci Gladding (2008)’in belirttiği gibi form aşaması, fırtına aşaması, norm
aşaması, çalışma aşaması, sonlandırma aşamasından oluşacaktır.
Form Aşaması
Form aşamasında grubun iyi yapılandırılabilmesi için güven geliştirici aktivitelerin
kullanılması gerektiği savunulmaktadır (Blustein, 1982, Gladding, 2008). Ayrıca grup
üyelerinin olumlu grup deneyimi yaşamaları için, grup lideri Yalom’un (1999) evrensellik, umut
aşılama, kişilerarası öğrenme, grup bağlılığı, katarsislere grubun başlangıç aşamasında dikkat
edilecektir. Güven geliştirici aktiviteler için her grup oturumuna başlamadan 15 dakika önce
kadınların ortak noktaları olan ikramlar getirilecek, kendilerinin sevdiği ve ortak yaptıkları
yemekler yenecektir. Bu şekilde grup bağlılığı kurulmaya çalışılacaktır.
Evrenselliği sağlamak için kadın deneyimlerinden, değerlerinden ve umut aşılama ile yola
çıkılacaktır. Sorular şu yönde olacaktır;
Kadın olarak kendini nasıl takdir ediyorsun?
Senin için en önemli olan değerin hangisidir?
Kendini takdir ettiğin en önemli gücün nedir?
Eşitlikçi ilişkiler kurulması, kişisel ve sosyal kimliklerin dayanışması için (Worell ve
Remer, 2003) “kişilik yolculuğu” aktivitesi olarak adlandırılan aktivite kullanılacaktır. Grup
üyelerine deneyimlerini çizmeleri istenecektir. Resim materyalleri kullanılarak grup üyelerinin
kendi yaşadıkları duruma ilişkin süreci, süreç içerisinde yaşadıkları zorlukları ve başarılarını
çizmeleri istenecektir. Sonrasında bu yaptıklarını grup içinde paylaşarak, birbirleri arasındaki
benzerlikleri, ortaklıkları, toplumsal cinsiyet rollerini, kültürel değerler hakkında fikir sahibi
olabileceklerdir.
111
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Fırtına Aşaması
Fırtına aşamasında grup lideri üyeler arasında, birbirlerinin kişilikleri, değerleri ve hayat
deneyimlerinden kaynaklanarak oluşabilecek çatışmaların ve anlaşmazlıkların çözümünde
rehber olmalıdır (Gladding, 2008). Bu nedenler lider bu aşama için hazırlıklı olmalıdır. Liderler
her aşama için oluşabilecek çatışmalar için ön hazırlık yapmalıdır.
Bireysel çatışma çözme becerileri ile birlikte kişisel olan politiktir görüşünden yola
çıkarak, sistematik baskılar konusunda da şiddetle nasıl başa çıktıkları konusu da ele alınacaktır.
Bu bağlamda temel sorular;
Yaşadığın çatışmaları nasıl çözüyorsun?
Kadın olarak bu sorunla başa çıkarken toplum sana nasıl yol gösteriyor?
“Raksha eğitimi (raksha training)”’de şiddete maruz kalan kadınlar için feminist
uygulamada önemli bir aktivitedir. Lider üyelerden “koruma” yada “güvenlik” konularında,
kendilerini nasıl koruduklarına, ihtiyaçlarını nasıl karşıladıklarına, düşünce ve duygularına dair
açıklamaları teşvik edilir. Bu aktivite a. Bireysel ve grup dinamiklerinin, üyelerin ihtiyaçlarının,
duyguların ve düşüncelerin grup içinde nasıl ifade edildiğinin incelenmesi, b. Kadınların kendi
düşünce ve duygularını ifade ederken “ben dilini” kullanabilmelerinin denenmesi, c. Grup
üyelerinin isteklerini, fikirlerini yada düşüncelerini nasıl ifade edecekleri konusunda yardım
edilmesi, d. Evde, işte yada genel kamu alanlarındaki senaryolardaki rol oyunlarıyla kadınların
kendine güvenlerini nasıl sağlayacakları şeklindedir. Bu aktivitede şu sorularda kullanılacaktır;
İhtiyaçların, düşüncelerin, hissettiklerin hakkında diğerlerine nasıl iletişime geçersin?
Yaşadığın durum ilişkilerini nasıl etkiledi tarif edebilir misin?
Bu durumu yaşayan kadınların ne gibi hakları var ve sen bunların hangilerini
kullanıyorsun?
Norm Aşaması
Grubun norm aşamasında, kadınlar bireyselliklerinden öte grubun güçlülüğünü ve
önemliliğini deneyimlemeye başlarlar (Gladding, 2008). Bu aşama sürecinde liderler üyelere
grubun onlar için önemine yönelik duygularını açıklamaları için zaman verecektir. Şu temel
sorular kullanacaktır;
Grup sana ne hissettiriyor tek kelimeyle açıklar mısın?
Bugün gruptan ne bekliyorsun?
Norm aşamasının iki amacı olan ilişkilerin geliştirilmesi ve görev süreçleridir. Grup
üyelerine birbirlerine deneyimlerini “burada ve şimdi” ilkesiyle aktarmaları istenir.
Bu aşamada grup normlarının oluşturulmasına yönelik kullanılacak olan bir aktivite de
“tüm değer kontratı (full value contract activity)” dır (Schoel ve Maizell, 2002). Bu aktivite
süresince kadınlara grup olarak uyulacak olan kuralları sözel halde ifade etmesi sorulur ve
kendisinin gruba yönelik uyacağı kuralları ifade etmesi istenir. Bu aktivitenin ilk üç sorusu şu
şekildedir;
Gruptan beklentileriniz nedir?
Birbirinizden beklentileriniz nelerdir?
112
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Grupta kendinizden beklentiniz nedir?
Grup üyeleri olarak hep birlikte gruptan beklentilerimiz nelerdir?
Bu sorular bir grup oturumu süresince katılımcılara sorulacaktır. Sorular cevaplanırken,
katılımcıların empati yapmasına yönelik çalışmalar yapılacaktır. Bu aşama üyeleri çalışma
aşamasına üyeleri hazırlamak için gereklidir.
Çalışma Aşaması
Grupta çalışma aşaması süresince, kadınlar belirledikleri bireysel ve grup amaçlarını
yerine getirmeye çalışırlar (Gladding, 2008) ve yaşadıkları şiddet olayını form, fırtına, norm
aşamalarında olduğundan daha detaylı şekilde açıklamaktadırlar. Çalışma aşamasında lider
kadınların şimdiki ve geçmiş zamanda yaşadıkları şiddet deneyimlerinde daha açık olmalarını,
grup üyelerinin paylaşımlarını, terapatik süreçlerini, risk almalarını, dürüstlük, güven ve
diğerleriyle iletişime geçme konularında daha ileri aşamalara gelmeleri için aktiviteler
yapılandırılmalıdır. Lider sürekli feminist terapinin dört prensibini gözden geçirmelidir (Worell
ve Remer, 2003) ve kişisel önyargıları keşfederek norm aşamasından itibaren grup oturumlarına
hazırlanmalıdır. Örneğin grup lideri, kadın deneyimlerine değer verme konusunda şu soruları
soracaktır;
“Kadın olma” konusunda grup üyelerinin paylaştıkları hikayelere nasıl saygı
gösteriyoruz?
Grup üyelerinin anlattıkları hikayelerindeki kültürler hakkındaki önyargılar ve kalıp
yargılar nelerdir?
Bu aşamada ayrıca “liderin kendini açma tekniği (Use of leader self-disclosure)”
kullanılacaktır. Eşitlikçi ilişkiler (Worell ve Remer, 2003) hiyerarşik olmayan ilişki kalıplarına
model olmak için kullanılan feminist bir prensiptir (Black, 2003; Enns, 1993). Bu teknik, grup
lideri ve grup üyeleri arasındaki güç dengesizliğini gidermek ve eşitlikçi ilişki yaratmak için
kullanılabilir (Herlihy ve Corey, 2001). Grup liderleri “kendini açmayı” yönelik;
“Bir kadın olarak, ailenizin ihtiyaçları ve kendi ihtiyaçlarınız arasında denge kurmak için
zorluklar devam ediyor olabilir” ve “grup liderlerine bu duruma çözüm bulması için bakıyor
olabilirsiniz fakat bizde liderler olarak kendimizi sizin kendi hayatınızın uzmanı olduğunuzun
farkında olmanız için danışman olarak görüyoruz.” gibi konu başlıkları seçilebilir.
Grup yapısında gücü daha da dengelemek için grup üyelerinin, grup liderinin de kişisel
zorluklar yaşadığını bilmeleri gerekmektedir. Grup lideri de kendi değerleri sosyal inanç sistemi
hakkında bilgi vermelidir.
“Sosyal ve cinsiyetçi rol analizleri ve hedef belirleme (Social and gender role analysis
and goal setting)”. Çalışma aşamasında lider, sosyal ve toplumsal cinsiyet rol analizleri tekniği
kullanılabilir (Worell ve Remer, 2003). Bu aktivitenin amacı kadınların kendi kültürlerinde
yaşanan sosyal ve toplumsal cinsiyet rolleri ve normlarının yaşadıkları şiddet durumlarına
etkilerini araştırmaktır. Bu nedenle aktivitenin amacının daha iyi yerine getirilebilmesi için
uygulanacak olan aktivite grup üyelerine açıklanmalıdır. Bu amaçla grup üyelerinden kadınların
nasıl davranması gerektiğini açıklayan aile, giyim, diğerleri ile iletişim konularında mesajlar
yazmaları istenir. Sonrasında grup üyeleri bunları benzerlikler ve farklılıklar açısından
karşılaştırır. Her grup üyesinin tekrar listelerine bakarak hayatlarında güçlendirmek istedikleri
mesajlara tik atmalarını, değiştirmek yada hayatlarından kaldırmak istedikleri mesajların da
üstlerini çizmelerini istenecektir. Üyelere bu değişlikleri kendi aralarında konuşmaları için
113
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
zaman verilecektir. Üyelerden grup içinde sosyal ve toplumsal cinsiyet rol mesajlarından
konuşmak ve tartışmak istedikleri konular belirlenecektir.
Sonlandırma Aşaması
Feminist grup çalışmasını sonlandırma aşamasında, lider grup üyelerini sonlandırmaya iyi
hazırlamalıdır. Grubun sonlanmasında önce grup üyelerine bireysel danışmanlık yada başka bir
grup çalışmasına dahil olma konusunda zaman verilecektir (Singh ve Hays, 2008).
Grubun sonlanmasından önceki oturumlarda, grup üyelerinin hayatlarında karşılaştıkları
stres kaynaklarına (evlilik, çocuk bakımı gibi) yönelik konuşmaları istenecektir.
Grubun bitişine yönelik duygu ve düşüncelerini öğrenmeye yönelik konular üzerinde
durulacaktır. Eşitlikçi ilişkiler ilkesine dayanarak, grup lideri de grubun bitişine yönelik kendi
düşünce ve görüşlerini paylaşacaktır.
Grubu sonlandırma aşamasında lider “daire eller (Circle Hands)” aktivitesini
kullanacaktır. Bu aktivite de büyük bir kağıt grup üyelerinin ortasına yere serilir. Grup
üyelerinden grup içinde kurdukları iletişimin bir sembolü olarak ellerinin anahattını birbirlerinin
yanına çizmeleri istenir. Sol elerine semboller, yazılar resimler kullanılarak, grup üyelerinin
kişisel özellikleri, gruba getirdikleri sorunların bir listesini oluşturulması, sağ ellerine aynı
şekilde grup süresince geliştirdikleri kişisel gelişimlerini listelemeleri istenir. Dairenin ortasına
ise tüm grup üyelerinin ortak kararıyla birlikte tüm grup sürecini yansıtan bir sembol çizmeleri
istenir. Çizimler bittikten sonra her bir grup üyesinin çizdiklerini açıklaması istenir.
Değerlendirme
Değerlendirme hem sözlü hemde yazılı olabilmektedir. Bu grup çalışmasında şiddet
mağduru kadınlar için değerlendirme sürecinde, grup içinde kişisel deneyimlerinin yer aldığı
sorular yer alan bir form kullanılacaktır. Formda yer alacak sorular;
Bu gruba tekrar katılmak ister misiniz?
Bu grubu diğer kişilere önerir misiniz?
Grup için önerileriniz nelerdir?
Nelerin değiştirilip eklenmesini istersiniz?
Sorularının yer alacağı ayrıca formda boşluk bırakılarak kendi eklemek istediklerini
yazmalarına yönelik formda boş alan bırakılacaktır.
İzleme
Grup üyeleri ile verilecek ortak karar doğrultusunda izleme oturumu gerçekleştirilerek,
grup üyelerinin hayatlarında yaşadıkları değişiklikler, eklemek ve açıklamak istedikleri konular
üzerinde durulacaktır.
Sonuç
114
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Sosyal hizmet uygulamasında grup çalışmasının, feminist grup çalışmasının, şiddet
mağduru kadınlarla yapılacak olan feminist grup çalışmasının kendilerine özgü birbirini
kapsayıcı değerler bütünü olduğunu belirtmek gerekmektedir. Sonuçta bu uygulamanın
kapsamını bir şema olarak göstermek gerekirse şu şekilde belirtilmelidir.
Grup çalışması
Feminist grup çalışması
Şiddet mağduru kadınlarla
feminist grup çalışması
Şekil 1. Grup çalışması şeması
Şekil 1’de yer alan üç uygulamanın kapsadığı değerler, ilkeler ve müracaatçı grubu
bağlamında açıklanacak olursa genelden spesifiğe giden bir analizin olduğu görülecektir. Şöyle
ki; grup çalışmasının temel değer ve ilkeleri; empati, geri bildirim, umut aşılama, karşılıklı
yardım, normalleştirme, sosyalizasyon, sosyal destek, onaylama olarak açıklanmaktadır. Bu
değer ve ilkeler en kapsamlı şekilde diğer iki uygulamanın da temelinde yer almaktadır.
Feminist grup çalışmasının temel değer ve ilkeleri ise; izolasyonu sonlandırmak, sosyo-politik
faktörlerin etkilerinin incelenmesi, güçler üzerine vurgu yapmasıdır. Şiddet mağduru kadınlarla
yapılacak olan feminist grup çalışması ise en spesifik alanda yer almaktadır. Bu alanın temel
ilke ve değerleri; şiddet olgusunun kadın deneyimleri üzerinden analizi, şiddet olgusuna yönelik
içsel ve dışsal farkındalığın arttırılmasına odaklanılması; şiddet olgusunun sosyo-politikkültürel yapı ile ilişkilendirilmesi ve şiddet mağduru kadınların kendi değerlerinin, güçlerinin
farkına varmalarının sağlanması ve becerilerinin gelişmesine odaklanılması şeklinde
açıklanabilir.
Yapılan çalışmalar göstermektedir ki, öncelikle grup çalışmasının, sonrasında feminist
grup çalışmasının sosyal hizmet müdahalesinde önemli bir yer tuttuğu ve bilimsel çalışmalar
sonrasında etkililiği kanıtlanmıştır. Bu sonuçlardan yola çıkarak feminist grup çalışmaının teori
ve pratiğinin müfredat programına eklenmesi ve uygulama danışmanlıklarında bu uygulamaya
yer verilmesinin sağlanması gerekmektedir. Alanda çalışan sosyal hizmet uzmanlarına, feminist
grup çalışması eğitimleri verilmesi sağlanmalıdır. Aile danışmanlığı gibi mesleki eğitimlere
feminist grup çalışması eğitiminin eklenmesi sağlanmalıdır.
Yapılmış olan bu çalışmanın sonucunda, yapılan bu kavramsallaştırmadan yola çıkarak,
meslek elemanlarına yol gösterici olarak planlanan şiddet mağduru kadınlarla feminist grup
çalışması, farklı müracaatçı gruplarında da uygulanabileceği öneriler arasında yer almaktadır.
115
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
Avery, L. (1998). A feminist perpective on group work with severely mentally ill women.
Women and theraphy, 21(4), 1-14.
Berwald, C., Houtstra T. (2002). Joining Feminism and Social Group Work Practice: A
Women's Disability Group, Social Work With Groups, 25:4, 71-83.
Black, C. (2003). Creating curative communities: Feminist group work with women with eating
issues. Austrailian Social Work, 56, 127–141.
Blustein, D. L. (1982). Using informal groups in cross-cultural counseling. Journal for
Specialists in Group Work, 7, 260–265.
Breton, M. Ve Nosko, A. (2011). Group work with women who have experienced abuse. In G.
L. Greif ve P.H. Ephross (Eds.), group work with populations at risk (3. Ed. 250-263).
Oxford, England: Oxford University Press.
Campbell, J. (1986). Nursing assessment for risk of homicide with battered women. Advances n
nursing science. (8): 17-28.
Clemans, S. (2008). Trouma and group work: thoughts on delicate practice. Journal of jewish
and communual service, 83(2/3), 238-242.
Clemans, S. E. (2005). Feminist Group for Women Rape Survivors, Social Work With Groups,
28:2, 59-75.
Cox, J., Stolenberg, C. (1991). Evaluation of a treatment program for battered wives. Journal of
family violence, (6):395-413.
Cunningham, S.J. (2012). An investigation of the relationship between feminist traits and
personal empowerment for young women. Ph.D. Dissertation. The Graduate Faculty of
The University of Akron.
Enns, C. Z. (1993). Twenty years of feminist therapy: From naming biases to implementing
multifaceted practice. The Counseling Psychologist, 21, 3–87.
Gladding, S. T. (2008). Group work: A counseling specialty (6th ed.). Upper Saddle River, NJ:
Merrill.
Gougeon, M.L. (2002). Group work with women and children impacted by family violence.
Master thesis. Faculty of social work university of manitoba. Winnipeg, Manitoba.
Gottlieb, N., Burden, D., McCormick, R., and NiCarthy, G. (1983). The distinctive attributes of
feminist groups. Social Work with Groups, 6(3/4) 81-93.
116
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Greif, G., Ephross, P. (2011). Social work with groups: Practice principles. In G. Greif ve P.
Ephross (Eds.), group work with population at risk. (^. Ed., 3-13). Oxford, England:
Oxford University Press.
Gutierrez, L. (1991). Empowering women of color: A feminist model. In M. Bricker-Jenkins, N.
Hooyman, and N. Gottlieb (Eds.). Feminist social work practice in clinical settings.
(pp.199-217). California; Sage Publications.
Herlihy, B., & Corey, G. (2001). Feminist therapy. In G. Corey (Ed.), Theory and practice of
counseling and psychotherapy (pp. 340–381). Belmont, CA: Wadsworth=Thomason
Learning.
Holiman, M. Ve Schilit, R. (1991). Aftercare for battered women: how to encourge the
maintenance of change. Psychotherapy, (28), 339-344.
Jones, L.V. and Hodges, V.G. (2001) Enhancing psychosocial competence among Black
women: A psycheducational group model approach. Social Work with Groups, 24(3/4),
33-52.
Landrine, H., & Klonoff, E. A. (1997).Discrimination against women: Prevalence,
consequences, remedies. Thousand Oaks, CA: Sage.
Lin, Yu-Fen (2009). Self-esteem of female pastors in Taiwan: the development of the yflfeminist group counselling model for asian female pastors. Ph. D. Dissertation. The
Faculty Of The Department Of Educational Leadership And Counselling Sam Houston
State University.
NiCarthy, G., Merriam, K., Coffman, S. (1984). Talking it out: a guide for groups for abused
women. Seattle: Seal.
Ortiz, S. (2012). Individual empowerment program: a group work curriculum for adult women
who have been victims of domestic violence and/or intimate partner violence. Master’s
thesis, School of Social Work California State University, Long Beach.
Seskin, J. (1988). Sounds of practice II: group work with battered women. Social work with
groups, (11): 101-108.
Shulman, L. (1999). The skills of helping individuals, families, groups, and communities, fourth
edition. Itasca, IL: FE Peacock Publishers.
Singh, A. A., Hays, D. G. (2008). Feminist group counselling with South asian women who
have survived ıntimate partner violence. The Journal for Specialists in Group Work,
33(1), 84-102.
Saulnier, C. F. (2003). Goal setting process: supporting choice in feminist group for women
with alcohol problems. Social Work with Groups, 26(1), 47-68.
Steinberg, D.M. (2002). The magic of mutual aid. Social Work with Groups, 25(1/2), 31-38.
117
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Toseland, R. Rivas, R (2009). Understanding group dynamics. In R. Toseland & R. Rivas
(Eds.), An Introduction to group work practice (6. Ed., 64-91). Boston, MA: Pearson
Education.
Trimpey, M. (1989). Self esteem and anxiety: Key issues in abused women’s support group.
Issues in mental health nursing, (10): 297-308.
Tutty, L., Bidgood, B., Rothery, M. (1993). Support groups for battered women: research on
their efficiacy. Journal of family violence, (8): 325-343.
Wood, G.G. and Roche, S.E. (2001). Representing selves, reconstructing lives: Feminist group
work with women survivors of male violence. Social Work With Groups, 23(4), 5-23.
Worell, J., & Remer, P. (2003). Feminist perspectives in therapy: An empowerment model for
women. New York: John Wiley & Sons.
Worell, J. Ve Remer, P. (1992). Feminist perspective in therapy: an empowerment model for
women. New York: Wiley.
Yalom, I. D. (1999). Grup psikoterapisinin teori ve pratiği. İstanbul: Kabalcı yayınevi.
Yassen, J. and Glass, L. (1984). Sexual assault survivor groups: A feminist practice perspective.
Social Work (May/June), 252-257.
118
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ÇOCUK SUÇLULUĞUNDA ‘ANNE’ FAKTÖRÜ
Dolunay ŞENOL1
Aybike DİNÇ2
Özet
Günümüzde “suç” kavramı ele alındığında iki önemli konu üzerinde durulmaktadır.
Bunlardan ilki “suçun belirlenmesi ve önlenmesine ilişkin tedbirler”; ikincisi ise “suçun ortaya
çıkışındaki ilk belirtilerin çocuklukta görüldüğü” fikrine dayanan “çocuk suçluluğu” kavramıdır.
Bu çalışmada “suç” ve “çocuk” kavramları ile çocuk suçluluğunun temel nedenleri üzerinde
durulmaya çalışılacaktır. Çocuğun sosyalleşmesinde en önemli ve ilk kişi olarak genellikle
anneler kabul edilmektedir. Bu kabulden hareket ile annelerin, çocuk suçluluğu üzerindeki
etkilerini ortaya koymaya yönelik teorik nitelikte bir çalışma yaparak, konunun önemini ortaya
koymaya çalışacağız. Annelerin, çocuk suçluluğu üzerinde etkilerinin olduğu kabul ediliyor ise
çocuk suçluluğunu da önlemede önemli bir rollerinin olduğunu kabul ederek, böyle bir çalışma
yapmanın gerekliliğine ve önemine inanıyoruz.
Anahtar kelimeler: Çocuk, anne, aile, suç, çocuk suçluluğu.
Çocuk Suçluluğu
Dünya üzerinde yaşamış ve yaşamakta olan tüm toplumların üzerinde durduğu ortak
düşünce, çocukların toplumun geleceği ve umut kaynağı olmasıdır. Bu sebep ile tüm
toplumlarda çocukların temel ihtiyaçlarının karşılanması, eğitimi, kendisine ve çevresine olan
güven duygusunu kazanması son derece önemsenmektedir. Her çocuk bir anneden dünyaya
gelir, fakat her çocuk sağlıklı bir anneye ve aile ortamına sahip olarak dünyaya gelmez.
Evlilik dışı ilişki, ayrılık, ölüm, göç, savaş, açlık, vb. pek çok nedenden dolayı, bazı
çocuklar olması gereken aile ortamına sahip olamayabilirler. Yaşanan bu tür olumsuzluklar ve
kötü hayat şartları, çocukların suça eğiliminde etkili olmaktadır.
Çocuk suçluluğunu anlamak ve önleyebilmek için öncelikle “suç” ve “çocuk”
kavramlarını açıklığa kavuşturmak, daha sonra da çocuk suçluluğuna sebep olan şartların neler
olduğunu gözden geçirmek gerekir. Yapılan araştırmalar, pek çok faktörün çocuk suçluluğunda
etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak çocuk suçluluğunda en büyük etkinin aileye, aile
içinde de anneye ait olduğu, en son yapılan çalışmalarla ortaya konulmuş bulunmaktadır. Bu da
anne ile çocuk arasındaki iletişimin önemine işaret etmektedir.
Anne ile çocuk arasındaki iletişim ve bu iletişimin rolü anne karnından başlayıp hayatın
sonuna kadar devam eden son derece önemli bir süreçtir. Tüm bunlar, çocuk suçluluğunu
önlemede aile içi iletişimin, özellikle de anne ile çocuğun iletişiminin önemini ortaya
koymaktadır. Bu ilişkiyi ortaya koyabilmek için öncelikli olarak çocuk ve suç kavramları
üzerinde durmak gerekir.
1
2
Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected]
Yüksek Lisans Öğrencisi, Kırıkkale Üniversitesi SBE, Sosyoloji ABD, e-posta: [email protected]
119
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Suç, Türk Dil Kurumu tarafından en genel anlamıyla “bir toplumda haksız sayılıp, yazılıyazısız kurallarla yasaklanan veya devletçe yasalarla tanımlanıp yaptırımlara bağlanmış olan
kurallara aykırı davranış” ( 1988: 1344) şekli olarak tanımlanmaktadır.
Sosyolojik anlamda suç ise “kişisel alanı aşıp kamusal alana giren ve yasak olan kural ya
da yasaları çiğneyen, buna bağlı olarak meşru cezaların ya da yaptırımların uygulandığı ve
kamusal bir otoritenin (devlet ya da yerel bir kuruluş) müdahalesini gerektiren fiiller”
(Marshall, 1999: 702) olarak tanımlanmaktadır.
Çocuk ve suç kavramları bir araya gelmeleri nerede ise imkansız iki kavram olarak kabul
edilmelerine rağmen çok sık bir araya gelmektedirler. Çocuk kavramı ile en genel olarak 18
yaşın altındaki insanlar anlatılmak istenmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları
Sözleşmesine göre devletlerin kendi yasaları ile belirlenen özel çocukluktan çıkış yaşları
olmadığı sürece, 18 yaşa kadar olan dönemdekiler, çocuk olarak kabul edilmektedir
(UNİCEF,1998:1). Buna göre çocukluk dönemi de 18. yaş günü ile birlikte sona erdirilmektedir.
Çocuklar, toplumda birey olmaya hazırlanan, 18 yaşından küçük bireyler olarak kabul
edilmektedir. Çocukluk, yetişkinlikten farklı, ancak yetişkinlik için son derece önemli bir
dönemdir. Çocukluk döneminde yaşanılan olumlu ve olumsuz olaylar, yetişkinlik döneminde
son derece etkili olmaktadır.
Elibol (1998:5), da çocukluğu, yaşam zincirinin hem tabii hem de değişmez halkalarından
birisi, insan hayatının bir evresi ve yetişkinin de kaçınılmaz geçmişi olarak tanımlamaktadır. Bu
evrenin süresinin, çocuğun sağ ve tam doğduğu andan, reşit olduğu ana kadar devam ettiği
kabul edilmektedir. Bu dönemin çocuğun anne babalı veya değil, suçlu veya suçsuz, varlıklı
veya varlıksız, beden ve ruh sağlığı yerinde veya değil olması ile bağlantılı olmadığı
düşünülmektedir.
Batı literatüründe “juvenile delinquency” olarak tanımlanan “çocuk suçluluğu”, 11-18 yaş
arası çocuk ve gençleri kapsayarak, hem çocukluk hem de ergenlik (genç yetişkinlik)
döneminde işlenmiş suçlu davranışları ifade etmek için kullanılır. “Çocuk ve gençlerin suç
sayılan davranışları aileye, çevreye, okula karşı kabahat işlemekle başlamakta; niteliği değişerek
yasaların suç saydığı davranış ve eylemlere doğru kaymaktadır. Bunları şu şekilde
sıralayabiliriz: eve, okula, işyerine yalan söylemek. Gece geç saatlere kadar eve dönmemek.
Evden ve okuldan kaçmak, okul ve iş tembelliği, okulun ve iş yerinin disiplinine uymamak,
hırsızlık, yankesicilik, araba hırsızlığı, trafik suçları, alkol kullanımına bağlı suçlar, uyuşturucu
ve uyarıcı maddeler kullanmak, saldırı ve tahrip, kavga, bıçak ve tabanca taşıma, yaralama,
öldürme.” (Köknel, 2001: 356).
Çocuk suçluluğu ile ilgili yapılan araştırmaların ortaya koymuş olduğu ortak fikir;
çocuğun suça yönelmiş değil, suça itilmiş olduğudur. Toplumun en küçük sosyal bireyi olan
çocuğun, içinde bulunduğu toplumsal özellikler, yaşam koşulları, yetişme çevresi onu, birtakım
yanlış davranışlarda bulunmaya itebilir. Çocukların masumiyetinden ve saflığından yararlanmak
isteyen kişiler tarafından suça itilebilmeleri söz konusu olabilmektedir.
Bu durumun önüne geçilmediği, önleyici çalışmalar yapılmadığı takdirde bu eylemlerin
devamlılığı da sağlanacaktır. Çocukların kullanılması, önleyici çalışmaların yapılmaması,
toplumun dengesinin sarsılmasına, geleceğini tehdit etmesine ve de refah seviyesinin düşmesine
sebep olacaktır. “Çocuk Suçluluğu ile ilgili tüm araştırmacıların tanımlamalar içerisindeki ortak
değerlendirmeleri, çocuk suçluluğu davranışının içinde olan çocuğun, suça itilmiş çocuk olarak
kabul edilmesidir.”(Polat, 2004: 191). Bu sebep ile de çocukları suça iten sebeplerin tespiti son
derece önemli kabul edilmektedir.
120
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Psikolojik ve fizyolojik gelişimlerini tamamlayamamış çocukların işledikleri suçlar,
yetişkin suçlularıyla aynı görünümde olmasına rağmen onların yönlendirilmeleri ve dış ortam
tarafından çok çabuk etkilenmeleri söz konusu olduğu için farklı yargılanma biçimleri ve
yaptırımlar uygulanmaktadır. “Çocuk, ilgili hukuk sistemleri uyarınca, bir suçu işlemesi ile ilgili
olarak yetişkinlerden farlı şekilde muamele edilen küçük veya gençlerdir. Çocuk suçlu ise,
işlediği ortaya çıkan veya suç işlediği iddia edilen küçük veya gençtir.” (Polat, 2004:190).
Suç işleyen bir kişinin ceza ehliyetine sahip olduğunun kabul edilmesi için reşitlik, akıl
sağlığı, sağır-dilsiz olmama, sarhoşluk halinde bulunmama gibi şartlara sahip olması
gerekmektedir. Türkiye dahil pek çok ülkede 18 yaş olarak belirlenmiş “reşit olma yaşı”nın
altındaki her birey çocuk olarak kabul edilmektedir.
Çocuklar herhangi bir suç eylemine karıştıklarında, fiili işledikleri yaş ceza miktarının
belirlenmesinde etkili olmaktadır. Çocuk, fiili gerçekleştirdiğinde 12 yaşını bitirmemiş ise ceza
ehliyeti yok kabul edilmektedir. Çocuk fiili gerçekleştirdiğinde 12 yaşını bitirmiş, 15 yaşını
bitirmemiş ise işlediği fiili fark ve temyiz etmeleri durumunda cezalandırılmaktadır ve ceza
indirilerek verilmektedir. 15 yaşını bitirmiş, 18 yaşını bitirmemiş olanların temyiz kudretine
sahip oldukları kabul edilir, fakat cezaları belirli bir oranda indirilerek verilir (İçli, 2007: 42).
Çocuk suçluluğu söz konusu olduğunda sadece insanların değil yasaların da son derece
müsamahalı olduğu görülmektedir. Çocuk, bütün toplumlarda korunan, kollanan bir varlık
olmuştur. Ancak çocuğun suça karışması gibi istenmeyen durumlar zaman zaman
yaşanabilmektedir. Bu istenmeyen durumların sebebinin araştırılarak ortaya çıkarılması ve
çözüme yönelik çalışmaların yapılması, konunun çözülmesi açısından son derece önem
taşımaktadır.
Çocuk Suçluluğunun Temel Sebepleri
Bütün sosyal olaylarda olduğu gibi çocuk suçluluğunun da pek çok sebebi bulunmaktadır.
Bu çalışmada, çocuk suçluluğunun ortaya çıkmasında etkili olduğu düşünülen en belli başlı
sebepler üzerinde kısaca durularak, çocuk suçluluğunda annenin rolü üzerinde daha detaylı
durulmaya çalışılacaktır.
Günümüzde erken yaşta çocuk sahibi olma ve hamilelik esnasında sigara, alkol veya
uyuşturucu madde kullanımının, bebeğin gelişimi üzerindeki olumsuz etkileri herkes tarafından
bilinmektedir. Hamilelik esnasında madde kullanımı sebebi ile düşük oranlarının fazlalığı,
doğan çocuğun iç organlarının ve kafatasının gelişmemiş olması, düşük zeka, fiziksel
anormallikler gibi bebeğin gelişimiyle doğrudan alakalı durumların yanı sıra; kanda oksijen
yetersizliği, kan zehirlenmesi, erken doğum veya doğumun uzun sürmesi gibi doğum civarı
komplikasyonların da çocuk suçluluğu üzerinde etkisinin olduğu kabul edilmektedir.
Hamilelik veya doğum sırasında bebeğin gelişimini olumsuz yönde etkileyen bu gibi
durumlar, bebeğin ilerideki hayatında da çeşitli problemler yaşamasına sebep olabilmektedir.
Doğum öncesi ve doğum civarı komplikasyonlara bağlı olarak ortaya çıkan düşük zeka,
hiperaktivite, saldırganlık eğilimi gibi özelliklerin, çocuğun suça olan yöneliminde önemli rol
oynadığı kabul edilmektedir. Bu çocuklar, doğruyu yanlıştan ayırmada yaşadıkları
problemlerden dolayı, zaman zaman oyun ile suçu birbirine karıştırarak suç
işleyebilmektedirler. Profesyonel suçlular tarafından da bu çocukların kullanılması söz konusu
olabilmektedir.
Sağlıklı ailelerde doğup büyümenin, çocuğun sosyalleşme süreci üzerindeki olumlu etkisi
bilinmektedir. Sağlıklı ailelerde yetişen çocukların suça karışma oranları ne derece az ise
sağlıklı ailelerde yetişen çocukların suça yönelme oranları da o oranda artmaktadır. Boşanma,
121
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ayrılık, ölüm, vb. sebeplerle parçalanmış olan ailelerin, suç işleyen bireyler yetiştirme oranının,
parçalanmamış ailelere oranla oldukça yüksek olduğu bilinmektedir.
Yapılan araştırmalar, ebeveynlerin ayrılmaları veya boşanmaları sebebiyle parçalanmış
olan ailelerde suç işleme oranlarının, ölüm sebebi ile parçalanmalara oranla daha yüksek
olduğunu ortaya koymaktadır. Boşanmış aile çocuklarının ruhsal uyumsuzluğa bağlı okul
başarısızlığı, saldırganlık ve çeşitli davranış bozukluklarını daha fazla yaşadıkları bilinmektedir.
Çocuklar boşanmayı, terk edilmeyi, irade ile gerçekleşen eylemler olarak değerlendirdikleri için
daha tepkili davranırken, ölümü önüne geçilmez olarak düşündükleri için kabullenmekte çok
fazla zorlanmaktadırlar. Bu sebep ile de boşanma ve terk edilme sebebi ile ortaya çıkan
parçalanmış ailelerin çocukları tepkilerini zaman zaman suça karışma, sapkın davranışlar
geliştirme şeklinde gösterebilmektedirler.
Her çocuk özel olmak ve özel olduğunun kendisine hissettirilmesini ister. Kalabalık
ailelerde yaşadıkları için bekledikleri ilgiyi göremediklerine inanan çocuklar, kendilerine ilgi
gösteren kötü niyetli suç çetelerinin eylemlerinde kullanılabilmektedir. Bu noktada geniş ve
kalabalık aileler arasındaki farkı da belirtmek gerekebilir. “Aile üyelerinin sayısının normalden
veya diğer ailelerden fazla olması “geniş aile” kavramı ile ifade edilirken; evin aile üyelerine
dar gelmesi “kalabalık aile” kavramı ile belirtilmektedir. O halde, her geniş ailenin aynı
zamanda kalabalık olması gibi bir zorunluluk söz konusu değildir.” (Bahar – Seyhan, 2006: 25).
Bu tanımlamadan da anlaşılacağı gibi kalabalık aile çocuğun gereken ilgi ve ihtimamı görmesini
engelleyebilirken, geniş aileler için her zaman aynı şeyi söyleyebilmek mümkün değildir. Hatta
bazı çalışmalar, geniş ailelerde suça karışma oranlarının çok daha düşük olduğunu ortay
koymaktadır.
Geniş ailelerde üç kuşağın bir arada olması, çocuklara yaşlı kuşağın özel bir önem
vermesi ve sosyalizasyonlarında etkin olmaları sebebi ile çocuklara özel bir önem ve özen
gösterilmesini de sağlayabilmektedir. Bu da çocukların aile içindeki iletişimini arttırmakta, ev
dışındaki olumsuzluklarla karşılaşma oranını azaltmaktadır.
Ailede çocuk sayısının artması sosyo-ekonomik sıkıntıların yanı sıra, anne babaların
çocuklarına gösterdikleri ilgi ve zamanın azalmasını, çocuklar üzerindeki denetimin
zorlaşmasını, dolayısı ile de çocukların ihtiyaçlarının karşılanmasının daha güç hale gelmesi
gibi pek çok problemi de beraberinde getirebilmektedir. Bu durum çocuğun ailesine karşı öfke
duymasına, aileden uzaklaşmasına ve dışarıya yönelerek suça daha eğilimli bir hale gelmesine
sebep olmaktadır. Yapılan pek çok çalışma, kalabalık ailelerin suçluluğa sebep olduğunu ortaya
koymaktadır.
Aile, insana yalnızca biyolojik varlığını değil, insan olmanın bütün niteliklerini de
kazandıran son derece önemli bir kurumdur. İnsanın bireysel varlığının aile içinde oluşturulduğu
kabul edilmektedir. Erken yaşlardan itibaren gelişmeye başlayan benlik yapısı ana baba ve
yakın akraba ile kurulan ilişkilerin niteliğine göre şekillenmektedir. Ayrıca aile ismi ile ima
edilen değer yargıları, bireylerin özellikle de yeni yetişen kuşakların psikolojileri üzerinde son
derece etkili olmaktadır (Hökelekli, 2009:173). Çocuk ailenin umudu, soyun devam ettiricisi
olarak görüldüğü için aile adına leke getirecek hareketlerden sakınması istenmekte ve buna özen
gösterilmektedir.
Bireyin ailesinin ismini, dolayısı ile de ailesinin sorumluluklarını taşıması, mensubiyet
duygusu ile ailesine bağlı olması anlamına gelmektedir. Ailesinin ağırlığını hissetmesi, normlara
uymasını, ailesine gelebilecek her türlü eleştiriyi engelleme isteğini de beraberinde
getirmektedir. Her türlü eyleminde ve düşüncesinde ailesinin sorumluluğunu hisseden birey,
kendisini denetleme ve düzenlemeye son derece dikkat etmektedir (Hökelekli, 2009: 174). Bu
da onu toplumun onaylamadığı her türlü olumsuz eylemi gerçekleştirmekten alıkoymaktadır.
122
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Çocukları suça yönelten en önemli sebeplerin başında ekonomik faktörlerin geldiği kabul
edilmektedir. Ailelerin ekonomik imkanları çocukların eğitim ve yaşam standartlarının
gelişmesini sağlarken, aksi durum çocuklar için olumsuz şartları da beraberinde getirmektedir.
Bu olumsuz şartların başında da suça yönelme gelmektedir. Ailenin sosyo-ekonomik statüsünü
belirleyebilmek için ise aylık gelirin yanı sıra; aile bireylerinin eğitim seviyesi ve mesleki
itibarı, konut tipi, ikamet eden kişi sayısı, sahip olunan lüks eşyalar, yaşam tarzı, sosyal yardım
alıp almadıkları gibi bilgilere de ihtiyaç duyulmaktadır. Tüm bu şartlar bir arada
değerlendirildiğinde ailenin ulaşmış olduğu şartlar, çocukların da imkanlarının belirlenmesinde
etkili olmaktadır.
Akranlarının sahip olduğu sosyo-ekonomik imkanlara sahip olmayan çocuklar,
güvensizlik ve aşağılık duygusu geliştirerek, öfkeli ve saldırgan bir tutum içine
girebilmektedirler. Bu durumdaki çocuklar, ailelerinin kendilerine sağlayamadığı imkanları,
yasal olmayan yollarla kendileri sağlamak isteyebilmektedirler. Çocukların bu istek ve
beklentileri zaman zaman suça karışmalarında etkili olabilmektedir.
Çocukların suça karışmasında etkili olan bir diğer önemli faktör de hiç kuşkusuz anne
babalarıdır. Her çocuğun gelişim sürecinde ve kimlik arayışında ilk olarak karşılaştığı rol model
anne ve babasıdır. Çocuk, özellikle ergenlik döneminde kendini özdeşleştireceği bir yetişkin
seçer ve bu yetişkinin pek çok özelliğini kendi kişiliğine yansıtır. Rol model, eğer bozuk bir
kişilik yapısına sahip ise, alkolik, anti-sosyal veya suçlu davranış şekilleri ortaya koyuyor ise
çocuğa da bu kötü özelliklerini yansıtması kaçınılmazdır.
Yapılan araştırmalar suçlu çocukların çok büyük bir kısmında, aile bireylerinden veya
yakın akrabalardan en az birisinin daha önce suç işleyerek, ceza evine girmiş olduğu bilgisini
ortaya koymaktadır. Bu durum, aile bireylerindeki suçluluğun, çocuk suçluluğunu teşvik ettiği
tezini doğrulayıcı bir niteliğe sahiptir
Bir çocuk, arkadaş çevresinde kabul görebilmek için kendisini, arkadaş grubunun aldığı
kararlara ve davranışlara uymak zorunda hisseder. Aksi halde dışlanma, aşağılanma ve yalnız
kalma korkusu duyar. Bu anlamda, suçlu veya suça eğilimli çocuklardan oluşan bir arkadaş
çevresinin, çocuğun suça teşvik edilmesi hususunda tehlike arz ettiğini belirtmeye gerek
olmamalı.
Yapılan araştırmalar, çocuk suçluluğu vakalarında karşılaşılan yaygın bir durum olarak;
tek başına suç işlemek yerine, suçun iki veya üç kişilik gruplarla işlendiğini göstermektedir. Bu
durum suça eğilimli arkadaş çevresinin, çocuğun suça olan ilgi ve cesaretini artırdığı görüşünü
de desteklemektedir.
Konu ile ilgili yapılan araştırmalar, suçlu çocukların genel zeka düzeyinin ortalamanın
altında olduğunu göstermektedir. “Zekâ, zihnin öğrenme, öğrenilenden yararlanabilme, yeni
durumlara uyabilme ve yeni çözüm yolları bulabilme yeteneğidir.” Buna göre zeki insan,
öğrendiğini değerlendiren, yeni durumlara yeni çözümler bulabilen kişidir.” (Yörükoğlu, 2010:
105)
Çocuk suçluluğu ile ilgili teoriler, düşük zeka düzeyine sahip çocukların, problemlere
pratik fakat kalıcı çözümler üretmek yerine; en kısa fakat en tehlikeli çözüm yolunu yani suç
niteliği taşıyan eylemleri tercih ettiğini ortaya koymaktadır. Zeka ile bağlantılı olarak öne
sürülen görüşe göre, düşük zeka düzeyine sahip olan çocukların, işlemiş oldukları eylemin
sonuçlarını önceden kestiremediği ve bu nedenle suç işlediği yönündedir.
Zekayı, suçun en temel sebebi kabul etmek mümkün değildir. Çünkü zeka kalıtsal
özellikler, doğum öncesi ve doğum anı faktörleri, ailenin eğitim durumu, sosyo-ekonomik
123
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
düzey, çevresel faktörler gibi pek çok nedene bağlı olarak gelişmekte veya gelişememektedir.
Bu durumda zeka geriliği olan her çocuğun suç potansiyeli taşıdığını veya her suçlu çocuğun
zeka geriliğine sahip olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir.
“Hiperaktiflik ileri dönemdeki suçluluğu işaret eden önemli bir psikolojik problem olarak
kabul edilmektedir. Sıklıkla beş ya da 2 yaşından önce başlayıp, ergenliğin sonuna kadar devam
etme eğilimi gösteren bu rahatsızlık şekli huzursuzluk, kısa süreli dikkat toplayabilme ve ani
tepkiler ile kendisini ortaya koymaktadır. Bu sebep ile de hiper aktiflik, fevrilik ve dikkat
eksikliği ( HFD ) sendromu olarak adlandırılmaktadır (Bahar-Seyhan, 2006:17).HFD sendromu
yaşayan çocukların zekâları, yaşlarına uygun olarak gelişmiştir, bu sebep ile de zeka geriliği
sorunu olan çocuklardan ayrılırlar.
HFD sendromu yaşayan çocukların genel özellikleri; aşırı hareketlilik, dikkatsiz ve
düzensiz davranışlar, sabırsızlık, çabuk sıkılma, dikkat dağınıklığı ve saldırganlık olarak
sayılabilir. Çevresine uyum sağlamakta zorlandığı ve tepkisel davranışları tedirginlik yarattığı
için, bu çocuklar hakkındaki genel yargı, suça eğilimli olduklarıdır. Uzun süreli
düşünemedikleri ve ani kararlar verdikleri için de zaman zaman suç eylemini
gerçekleştirebilmektedirler.
Suça sebebiyet veren bir diğer etken madde kullanımıdır. Sürekli kullanımı bağımlılığa
neden olan ve duygu durum, algılama, biliş ve diğer beyin işlevlerinde değişikliğe yol açan her
türlü kimyasal, “maddenin kötüye kullanımı” kapsamında değerlendirilmektedir. Madde
kullanımı bireylerin sağlıklı düşünmesini engelleyerek; cesaret, kural tanımama, fevrilik,
eylemin neden ve sonuçlarını idrak edememe gibi davranışlara sebep olur.
Bu tür davranışların suça temel oluşturmasının yanı sıra; bağımlı olunan maddeyi
alabilmek için gereken paranın temini amacıyla hırsızlık, gasp, fuhuş ve cinayet gibi suçlara da
sebep teşkil eder. Bu sebeplerden dolayı maddeyi kullanmak kadar; imal etmek, satmak,
reçetesiz alınmasına yardımcı olmak gibi davranışlar da suç kabul edilmektedir. Özellikle çocuk
yaşlarda madde kullanımı ile başlayan bu süreç, diğer tüm suç türlerini de beraberinde
getirmektedir.
Özellikle sanayileşme ile hızlanan ve çocukların suça sürüklenmesinde önemli rol
oynayan bir diğer etken göçler ve buna bağlı ortaya çıkan çarpık kentleşmedir. Bireylerin
hayatlarını farklı bir yerde devam ettirmek üzere yer değiştirmesi “göç” olarak
tanımlanmaktadır. Eğer bu yer değişimi aynı ülkenin bir yerinden bir başka yerine taşınması
şeklinde ise, buna “iç göç” adı verilir. Göçler ve iç göçler ekonomik, sosyal veya siyasal
nedenlere bağlı olabilir. İç göçler hızlı ve çarpık kentleşme, gecekondulaşma, kültürler arası
çatışma, işsizlik gibi pek çok probleme sebep olmaktadır.
Göçlerin ve gecekondulaşmanın büyük şehirlerde sosyal gerilimlere, çatışmalara ve
çocuk suçlarının özellikle artmasına neden olduğu istatistiklerle ortaya konulmuş
bulunmaktadır. Yaşanılan ekonomik sıkıntılar, çocukların okul hayatlarını ikinci plana
atabilmektedir. Köyden kente göç eden aile paraya ihtiyaç hissetmekte, babanın vasıfsız eleman
olması, para kazanmasını güçleştirmektedir. Ailenin yaşadığı ekonomik güçlükler, tüm aile
fertlerinin iş hayatına atılmalarını zorunlu hale getirmektedir (Çevik, 1997: 9). Bu süreçte,
çocukların okul hayatlarının önemi göz ardı edilebilmekte, para kazanma ve ailenin
devamlılığını sürdürebilme çabası öncelik kazanmaktadır. Çocuğun erken yaşta çalışmak
zorunda kalması hem eğitimini aksatmakta, hem de iş çevresinde zararlı alışkanlıklar
edinmesine yol açmaktadır.
Göç yaşayan çocukların daha çok hırsızlık ve yaralama suçlarını işledikleri tespit
edilmiştir. Yaralama suçlarının toplumsal uyumsuzluk kaynaklı olduğu düşünülmektedir.
124
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Hırsızlık eylemine katılan çocukların daha fazla ekonomik sıkıntılarla bu eylemi
gerçekleştirdikleri, temel ihtiyaçlarını karşılamak için bu yola başvurduklarına inanılmaktadır.
Çocukların bu eylemleri tercih etmelerinden daha fazla, çevrelerindeki insanlardan etkilenerek
ve çevreleri tarafından yönlendirilerek bu suçları işledikleri yönünde veriler daha fazla
bulunmaktadır.
Hancı (1999: 28), ise hırsızlık yapan çocukların maddi ihtiyaçlarını giderme isteklerinin
öncelikli hedefleri olmadığı kanaatindedir. Ona göre bu çocuklar, ailenin ve okulun
denetiminden uzak kaldıkları için suç eylemine yönelmektedirler. Bu iki kurum, görevlerini
olması gerektiği şekilde yerine getirecek olsa çocuk suçluluğu oranlarının çok daha düşük
seviyelerde kalacağını hatırlatmaya gerek olmadığı kanaatindeyiz. Ailelerin, özellikle de
annelerin çocukları ile ilgili görevlerini öncelikli olarak önemsemeleri ve bu görevlerini yerine
getirebilmek için olağan üstü çaba sarf etmeleri son derece önem arz etmektedir. Bu sebep ile
annelerin çocuk suçluluğu üzerindeki etkilerini ve çocuk suçluluğunu önlemedeki rollerini
tartışmanın gerekliliğine inanıyoruz.
Anne-Çocuk İlişkisi ve Çocuk Suçluluğu
Her çocuk, anne rahmine düştüğü andan itibaren annesine bağımlı olmaya başlar. Bu
bağımlılık genellikle bir yaşına kadar da sürmektedir. Çocuk, ilk altı ay anne sütü dışındaki
yiyecekleri tüketemez, tüketse bile bu çocuk için oldukça zor ve sağlıksız olmaktadır. Çocuk bir
yaşına geldiğinde anne sütü dışında gıdalar tüketmeye, yürümeye, konuşmaya, oyunlar
oynamaya ve sosyal ilişkiler kurmaya başlar, böylece anneye olan bağımlılık da azalmaya
başlar. Ancak bir yaşına kadar olan dönemde annenin çocuğun beslenme ve bakımında
öncelikli kişi olduğunu unutmamak gerekir. Anne karnında geçirdiği süre kadar, doğum sonrası
emzirmeyle gelişen ilişki de bebeğin anneyle iletişimi açısından son derece önem arz
etmektedir.
Bu süreç, sağlıklı bir anne çocuk ilişkisinde olması gereken bir dönemi işaret etmektedir.
Ancak her zaman süreç, olması gerektiği şekilde işlememektedir. Bazen anneler çocuklarına
gereken ilgi, ihtimam ve yakınlığı gösterememektedirler. İstenmeyen gebelikler, sıkıntılı
hamilelik dönemleri, zor doğumlar, maddi ve manevi sıkıntılar, vb. bu sağlıksız sürecin
sebepleri arasında sayılabilir.
Annenin çocuğunu kendi sütü ile emzirmesi, anne çocuk ilişkisinde önem arz etmektedir.
Emzirme sırasında annenin vücudunda meydana gelen değişim, anne çocuk iletişimini olumlu
etkilediği gibi emzirme sırasında, annenin sıcaklık ve kokusunu hissetmekten kaynaklanan
sebepler de bebeğin güven duygusu geliştirmektedir. Bebeklik yıllarında geliştirilen güven
duygusunun, çocuğun gelecek yaşantısı için son derece önemli olduğunu belirtmeye gerek
olmadığını düşünüyoruz.
Çocuğun, anne sütünden olması gerekenden önce kesilmesinin ve anneden uzun süre ayrı
kalmasının, sık sık bakıcısının değiştirilmesi gibi durumların, bebeğin anneyle olan ilişkisini
olumsuz yönde etkilediği araştırma bulguları ile ortaya konulmuş bulunmaktadır (Yörükoğlu,
2010: 38). Çünkü bebek ağladığında anneyi görmeyi bekler, annenin bir süre için uzaklaşsa bile
kısa sürede döneceğini bilir, ihtiyaç duyduğu anda annenin sıcaklığını hissedeceğine güvenir.
Uzun süreli ayrılıklar ve sık sık bakıcı değiştirmek, bu güvenin kaybolmasında oldukça önemli
olmaktadır. Güven duygusunu bebekken kaybetmiş bir birey, ilerleyen yaşlarında sağlıklı
ilişkiler kurmakta güçlük çeker, kendi çevresi ve çocuklarına karşı ilgisiz kalabilir.
Yapılan araştırmalar, anne yoksunluğuna maruz kalmış veya anneden yeterli ilgi ve
sevgiyi görememiş, bu nedenle de güven duygusunu yitirmiş çocukların, suça daha eğilimli
olduğunu göstermektedir. Ancak, annenin çocuğun hayatında etkin olabilmesi için, yeterli
125
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
donanıma sahip olması gerekmektedir. Aksi halde annenin çocuğa sağlayacağı düşünülen
kazanç, zarara dönüşebilecektir. Bulut’un yapmış olduğu “Genç Anne ve Çocuk İstismarı”
konulu araştırmadan elde edilen bulgulara göre; genç yaşta anne olan ve “adölesan anne” olarak
tanımlanan kadınlarda görülen çocuk istismarının nedenlerinin başında “çocukla baş edememe”
gelmektedir. Maddi yetersizlikler, ev işlerine yetişememe, evdeki eksiklikler gibi sorunlar,
ihmal ve istismara neden olmaktadır. ( 1996: 70-90). Adölesan annelerin sosyoekonomik
düzeyinin ve çocuk yetiştirme becerisinin az olması da ihmal ve istismara sebep teşkil
edebilmektedir.
Anne çocuk iletişimini olumsuz yönde etkileyen bir diğer etken de annelerin çalışma
hayatında yer alması ve çalışma hayatlarından dolayı çocuklarına yeterli olabilecek nitelik ve
nicelikte zaman ayıramıyor olmalarıdır. Günümüzde ekonomik şartların getirdiği zorunluluktan
dolayı anneler, doğumdan kısa süre sonra çalışmaya başlamak durumunda kalabiliyorlar. Bu
durum hem bebeğin ruhsal gelişimi için olumsuz bir etkiye sahip olmakta hem de annenin
bebeğiyle ilgili endişe duymasına sebep olmaktadır. Olması gerektiği şekilde ilişki ağlarını
kuramadıklarında da olumsuz şartların ortaya çıkması önlenememektedir.
Çocuğun sosyalizasyon sürecinde ihtiyaç duyduğu en önemli kişinin anne olduğunu daha
önce belirtmiştik. Annenin çocuğu ile olan ilişkisinde tek görevinin, onun temel bakımını
sağlamak olmadığı bugün kabul edilen bir gerçektir. Annenin, çocuğunun temel bakımını
sağlamak yanında, çocuğu ile oyun oynamak, yeterli sevgi ve ilgiyi gösterebilmek, hayata dair
ilk bilgileri aşılayabilmek için de çocuğuyla zaman geçirmek gibi önemli görevleri
bulunmaktadır. Annenin çocuğu ile birlikte zaman geçirmesi hem çocuğun sağlıklı bir ruhsal
gelişim göstermesini hem de çocuğuna sağlıklı iletişim becerilerini kazanabilmeyi öğretmesi
açısından son derece önemlidir.
Çalışma hayatında aktif olan ve var olma mücadelesi veren, çocuğuna daha iyi imkanlar
sağlayabilmek için ev dışında çalışmak zorunda kalan anneler, eve geldiklerinde de geleneksel
anne rolünü yerine getirerek ev içi işleri yapmaya çalışmaktadırlar. İş hayatı ve ev içi işler
arasında sıkışıp kalan anneler, zaman zaman çocuklarının sadece maddi ihtiyaçlarını
karşılayabilmekte, manevi ihtiyaçlarını olması gereken şekilde karşılayamamaktadırlar. Bu
noktada bu boşluğu dolduracak, iyi niyetli olmayan kişilerin olduğunu unutmamak gerekir.
Çalışan anneler, genellikle çocuklarını aile büyüklerine, bakıcılara ve kreşlere emanet
etmek zorunda kalmaktadırlar. Bu durum, çocuğun kendi haline kalmasını engellese de anneye
olan ihtiyacı azaltmakta, ancak ortadan kaldıramamaktadır. Kendi annesi tarafından
sosyalleştirilmeyen çocuk, ailenin içi dinamiklerine uymakta güçlük çeken bir birey olma
yolunda adımlar atmaya başlamaktadır. Zaman içinde de anne-baba ile çatışan ve aileden yavaş
yavaş kopma eğilimi gösteren bir birey olarak karşımıza çıkabilmektedir.
Anne yoksunluğu her zaman annenin çalışması şeklinde karşımıza çıkmamaktadır. Anne
çalışıyor olsa bile çocuğuna zaman ayırmaya çalışmakta, ancak bu ayrılan zaman her zaman
istenen nitelikte olmayabilmektedir. Ancak annenin çeşitli sebeplerle çocuğunu terk etmesi veya
ölüm gibi durumlar, çocuğun hem ruhsal hem de fiziksel gelişimi açısından olumsuz etkiye
sahiptir. Anne sütünün, bedensel ve zihinsel gelişimdeki olumlu etkisi bilinen bir gerçektir.
Anne ile bebek arasında kurulan ilişkinin de ruhsal gelişim açısından önemi sıklıkla
belirtilmektedir. Bu şartlar göz önüne alındığında, anne yoksunluğunun hem bedensel hem de
ruhsal açıdan ortaya çıkaracağı problemlerin boyutlarının ne derece büyük olduğunu tartışmaya
gerek bulunmamaktadır.
Anne yoksunluğunun sakıncalarını ortaya koyabilmek için yapılan çok sayıda çalışma
bulunmaktadır. Bu araştırmalardan birisinde Yörükoğlu ( 2010: 47 ), çeşitli sebeplerle,
doğumlarından çok kısa süre sonra annelerinden ayrılarak yatılı yuvalara yerleştirilen
126
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
çocuklarda görülen ruhi ve fiziki rahatsızlıkların görüldüğünü ortaya koymaktadır. Bu
çocuklara, son derece iyi bakım ve beslenme şartları tanınmış olmasına rağmen, boy ve
ağırlıklarının yaşıtlarının gerisinde kaldığı tespit edilmiştir. Yuvalardaki bebek ölüm
oranlarının, en fakir ailelerdeki ölüm oranlarından çok daha yüksek olduğu, çünkü bu çocukların
dayanma güçlerinin azaldığı belirtilmektedir. Bu çocukların sık sık rahatsızlandıkları ve
hastalıklarının da ağır geçtiği tespitler arasındadır.
Benzer gayelerle yapılan araştırma bulgularına dayanarak, anne yoksunu çocukların,
bedensel ve zihinsel gelişimlerinde bozuklukların olduğunu, çevreye karşı ilgisiz ve tepkisiz
olduklarını, tırnak yeme veya altını ıslatma gibi alışkanlıklarının olduğunu, okuma ve yazmayı
geç öğrendiklerini, iletişim güçlükleri yaşadıklarını, saldırgan ve kavgacı olduklarını ve tüm
bunların yanında suça daha eğilimli olduklarını söyleyebilmek mümkündür.
Bu durumda, “Çocuk anne şefkat ve sevgisinden mahrum edilirse ileriki hayatında birçok
ruhsal bozukluk yaşayabilir. Çocuk daha sonra sürekli kaybetme endişesi taşıyarak ilişki
kurduğu insanlarla ve toplumla sürekli çatışma yaşayabilir. Bunun sonucunda saldırgan bir ruh
haline bürünerek sapma davranışı gösterebilir ve bu hayat tarzını benimseyebilir.”(Atav,
1955:7). Bu da çocuğun zaman içinde suça yönelmesinde oldukça önemli bir faktör olarak
karşımıza çıkmaktadır.
“Ruh hastaları ve suçlular arasında yapılan araştırmalarda, bu kişilerin, çocukluklarında
ana ve baba yitimine daha çok uğradıkları saptanmıştır. Özellikle depresyon denen ruhsal
çökkünlük ve özkıyım (intihar) eğilimi gösteren kimselerin, geçmişlerinde (beş yaşından önce)
anne ölümü yüksek oranda bulunmuştur.” (Yörükoğlu, 2010: 49). Tüm bu veriler çocuğun
hayatında annenin öneminin ne derece büyük olduğunu ortaya koymaktadır.
Sosyalizasyon sürecinde çocukların ilk rol modelleri anne ve babalarıdır. Çocuklar,
ebeveynlerinden gördükleri davranışları kendilerine örnek alarak, kalıcı davranış biçimleri
olarak kişiliklerine yerleştirirler. Aile içinde yaşanan şiddet, gerek eşlerin birbirlerine
uyguladıkları gerekse ebeveynlerin çocuklarına uyguladığı türden olsun, çocuğun kişilik
gelişiminde son derece olumsuz etkiye sahiptir.
Tezcan, (1995:136) istenmeyen gebeliklerle ilgili olarak “istenmeden doğan çocuğa
yönelik şiddet, özellikle anne tarafından sürdürülmekte ve ona anne sevgisi verilmemektedir”
ifadesini kullanmıştır. Özellikle istenmeyen gebelik veya zorlu geçen bir doğum sonucu bazı
anneler yaşadığı sorunların sebebi olarak çocuklarını görmekte ve öfkelerini çocuklarına
yansıtarak şiddet uygulamaktadırlar. Bu şiddet her zaman fiziksel olmak zorunda değildir.
Ağlama sesine dayanamayan annenin çocuğunu karanlık bir odaya kapatması, aç olduğunu
bildiği halde bebeğini beslemeyi kasten geciktirmesi, altını değiştirmeyi ertelemesi; daha büyük
yaştaki çocuklarda annenin çocuğu konuşurken dinlememesi, sık sık azarlaması, oyun
oynamasına izin vermemesi, beslenme ve temizlik gibi temel bakımıyla ilgilenmemesi de
fiziksel olmayan şiddete örnek teşkil etmektedir.
“Soğuk anne, çocuğun hiçbir yaramazlığını bağışlamaz. Her şeyi görür, abartır ve başına
kakar. Onu başkası ile karşılaştırır ve aşağı bulur. Olumlu davranışlarını ise ödüllendirmek şöyle
dursun, görmezden gelir. Çocuğa doğuştan kötüymüş duygusu aşılar. Aslında, bu anne kendi
içindeki olumsuz duyguları çocuğa yansıtmakta ve ondan kaynaklanıyormuş gibi
göstermektedir.” (Yörükoğlu, 2010:189). Bu da çocuğun hem kendisine olan güvenini hem de
diğer insanlara olan güvenini olumsuz etkilemekte, adalet duygusunun gelişmesini
engellemektedir. Anneleri tarafından adalet duygusunu geliştiremeyen çocuklar, çocukluk
yıllarında öğrendikleri yanlış adalet bilincini hayatlarının diğer dönemlerine de yansıtarak
zaman zaman suç eylemlerine karışabilmektedirler.
127
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Bebeklik ve çocukluk döneminde anneden şiddet gören çocuk, hem anneye hem de
çevresine karşı öfke duymaya başlar. Bu çocuklar genellikle saygı ve güvenden yoksun,
saldırgan, umursamaz, kural tanımaz ve şiddete eğilimli çocuklar olarak yetişirler. Ergenlik
döneminde arkadaş çevresine olan bağlılık ve dış dünyaya olan ilgi ve merak sebebi ile aileden
uzaklaşmaya başlar, anneyi yalnızca “kendisine yasaklar koyan ve cezalandıran bir figür”
olarak görmeye başlar. Anneye karşı taşıdığı öfke, fiziksel gelişimini sağladığı özgüvenle
birleşince, şiddete olan eğilim yerini intikam duygusuna bırakır. Böylece annesine şiddet
uygulayan ergenler ve genç yetişkinler ortaya çıkar.
Anne, bir taraftan çocuğun kendini en yakın hissettiği kişi olma özelliğine sahipken, diğer
taraftan en çok çekindiği temel otoritedir. Dolayısıyla anneden korkarak ve çekinerek büyümüş
bir genç, şiddet uygulamaktan çekinmeyecek bir noktaya ve güce geldiğinde, benzer eylemleri
gerçekleştiren bir birey olacak, bu onun suç eylemlerine yönelmesinde de etken olacaktır.
Çünkü öğrendiği güç kullanma eylemini, sosyal hayatta karşılaştığı insanlara uygulamakta bir
mahsur görmeyecektir.
Medyada zaman zaman karşılaşılan “anne katili” haberleri incelendiğinde, olayların
altında benzer sebeplerin yattığı görülmektedir: İlgi ve sevgi yoksunu çocuklar. Benzer
olaylarda genellikle iki farklı durum söz konusu olmaktadır. Birinci şekilde, cinayeti işleyen
çocuğun, küçük yaştan itibaren annesinden şiddet görüyor olması durumudur. Ergenlik
döneminde öne çıkan gururunun daha fazla şiddet görmesine izin vermemesi, annesinin yeni bir
hamlesinde isteyerek veya istemeyerek aşırı tepki göstermesine ve cinayeti işlemesine sebep
olmaktadır.
İkinci şekilde ise annenin işine ailesinden ve çocuklarından daha fazla zaman ayırması,
sorumluluklarını olması gerektiği şekilde yerine getirmemesi durumudur. Yeterli ilgi ve sevgiyi
görmeden, olumsuz şartlarda büyüyen çocuk, sağlıklı bir rol model geliştirememiştir. Dış
dünyaya yönelimin en fazla olduğu ergenlik döneminde, annenin kontrol çabasını fazla ve
haksız bulan çocuk, baskı altında hissettiği bir anda öfkesini eyleme dönüştürmekte ve
genellikle anne-çocuk tartışması olarak başlayan olay, cinayetle sonuçlanabilmektedir.
Yalnızca anne-çocuk arasında gerçekleşen şiddet değil, eşler arasındaki şiddet de
çocukları olumsuz yönde etkilemektedir. Kalyoncu (2009:86), bununla ilgili olarak: “Kocası
tarafından ihmal edilmiş, aşağılanmış ve şiddete maruz kalmış annenin hırpalayarak yetiştirdiği
çocukların kendileri de şiddete meyilli hale gelir. Bu, onların ileriki hayatlarında, eş ve
çocuklarına karşı hırçın davranışlarının zeminini oluşturan önemli bir sebeptir. Hır gür
ortamında yetişen bireylerde gelişen psikolojik bozukluklar, ‘şiddet’in bir kısır döngü şeklinde
gelecek kuşaklara aktarılmasına sebep olur.” ifadelerini kullanarak durumu ve önemini
özetlemektedir.
Çocuğun suça eğilimli hale gelmesindeki tek sebep, anne yoksunluğu veya yeterli ilgi ve
sevgiyi görememesi değildir. Çocuğun rol modeli olan anne babaların suçlu olup olmaması da
çocuğun suça olan eğiliminde önemli rol oynayabilmektedir. Çocuklar doğdukları andan
itibaren hayata dair tüm bilgileri anne veya babalarından öğrenirler. Okul çağına gelinceye
kadar çocuk için anne ve babasının yaptığı davranışlar, doğru ve örnek alınması gereken
davranışlardır. Dolayısıyla anne veya babasının suç işlediğine şahit olan veya bunlardan birisi
cezaevinde olan bir çocuk, bu davranışın uygun ve normal bir davranış olduğu fikrine kapılarak,
ileride taklit etme eğilimi göstermektedir.
Bütün annelerin çocukları için korunaklı, iyi ve kaliteli bir hayat sağlamak istediğini
söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Bazı ailelerde çocuk bakılması gereken bir boğaz,
ailenin omzuna bir yük gibi değerlendirilerek öfke ve nefretle karşılanmakta; bazı ailelerde ise
fazladan bir gelir kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Özellikle 15 yaş altı çocukların cezai
128
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ehliyetlerinin olmaması, bazı aileler tarafından avantaj olarak değerlendirilmekte ve çocukların
yasal olmayan işlerde kullanılabilmesine kadar uzayabilmektedir. Çocuğun suça karışmasında
anne babaların bilerek ve isteyerek irade göstermelerine inanabilmek mümkün gibi görünmese
de realite bunu ortaya koymaktadır.
Yasal bir geçim kaynağı sağlamak yerine dilencilik, yankesicilik, hırsızlık, gasp,
uyuşturucu imalatı ve satışı, fuhuş gibi suç niteliğindeki davranışları meslek haline getiren bazı
aileler, cezai indirim olduğu için ceza evine girme riski olmadığını düşündükleri çocuklarını, bu
davranışlara teşvik etmektedirler. Böyle bir ortamda yetişen çocuklar, genellikle yaptıkları
davranışın suç olduğunu, dahası “suç” kavramının ne olduğunu bilmemekte; işlemekte oldukları
suç ile diğer meslekler arasında bir ayrım olduğunun farkına dahi varamamaktadırlar. Bu tür
ailelerde çocuk, korunup toplumsal yaşama uygun olarak yetiştirilmesi gereken bir birey olarak
değil, ailenin geçimine katkı sağlamakla yükümlü bir mal olarak görülmektedir.
Unutulmaması gereken en önemli şey, çocuk yaşta suça karışan bir kişinin etiketleneceği,
dolayısı ile de ilerleyen yaşlarda normal sosyal hayata uymada büyük problemler yaşayacağıdır.
“Suçlu” olarak etiketlenen çocuk, her ne kadar ceza almamış olsa da iş bulamayacağı, diğer
insanlarla toplumun tepkisinden dolayı iletişim sağlayamayacağı için, suça yönelmek zorunda
kalabilecektir. Tüm bu sebeplerden dolayı da öncelikli olarak çocukların suça karışması
engellenmeli, aileleri ve suç örgütleri tarafından kullanılmaları, suça karıştırılmaları
önlenmelidir.
Sonuç
Çocuk suçluluğunun temel nedenleri incelendiğinde; kalıtsal, fiziksel, ailesel ve çevresel
pek çok etkenin sebep olduğu görülmektedir. Çocuğun zekası, fiziksel ve zihinsel özellikleri,
doğum öncesi ve doğum sırası komplikasyonları, aile ve ev ortamı, aile içi iletişim, sosyoekonomik şartlar, okul ve akran etkileri, göç gibi çocuğun hayatı boyunca karşılaşabileceği her
tür kişi ve durum, çocuğun suçluluğa olan eğilimini etkilemektedir.
Çocuğun sosyalizasyon sürecinde, ilk ve temel eğitim kurumu ailesidir. Çocuk, içinde
yaşadığı toplumun genel yapısını, kültürünü, ahlaki değerlerini ve özsaygıyı aileden öğrenir.
Baba genellikle geçim sağlayıcı olarak dışarıda olduğundan, okul çağına kadar çocuğun bu
değerleri kazanması daha çok anneye ve annenin çocuk ile iletişimine dayandırılmaktadır.
Anne karnında başlayan anne-çocuk ilişkisi, bebeklik döneminde güven duygusuyla
pekişip, yaşam boyu devam etmektedir. Çocuğun ilerleyen yaşlarda nasıl bir kişiliğe sahip
olacağı, bebeklik ve çocukluk döneminde anneyle arasında geçen sağlıklı iletişime ve anneden
almış olduğu temel eğitime bağlıdır.
Anne, çocuğuna yeterli ilgi ve sevgiyi gösterebilir ve toplumsal değerleri sağlıklı bir
şekilde çocuğuna empoze edebilir ise; ahlaki değerleri ve özsaygısı yüksek, iletişim becerileri
güçlü, girişken ve başarılı çocuklar yetişmesi beklenir. Bunun tam tersi bir durum olarak anne,
ilgisiz, sevgisiz ve tahammülsüz bir ortamda çocuğunu yetiştirir veya açıkça suça teşvik edici
nitelikte davranışlar sergiler ise çocuğun hem fizyolojik, hem de psiko-sosyal gelişimi açısından
olumsuz sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Bu bağlamda, çocuğun suça olan eğiliminde temel
faktör olarak annenin kabul edildiğini ve konu ile ilgili önleyici çalışmaların hazırlanmasında
anne faktörüne özel bir önemin gösterilmesinin gerekliliğine dikkat çekilmesinin önemini
vurgulamak istiyoruz.
129
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
ATAV, Nephan (1990), “Şahsiyetin Gelişiminde Aile Çevresinin ve Ailedeki Gerginliklerin
Etkileri” (Derleyen: B. DİKEÇLİGİL – A. ÇİĞDEM), Aile Yazıları – Birey, Kişilik ve
Toplum Dergisi, Cilt:3, Ankara: Aile Araştırma Kurumu Yayınları
AYAN, Sezer (2010), Aile ve Şiddet – Aile İçinde Çocuğa Yönelik Şiddet, Ankara: Ütopya
Yayınları.
BAHAR, İbrahim – SEYHAN, Kazım (2006), Çocuk Suçluluğunu Etkileyen Faktörler
(İçinde: Çocuk ve Suç, Editör: Şule ERÇETİN), Ankara: Hegem Yayınları.
BULUT, Işıl (1996), Genç Anne ve Çocuk İstismarı, Ankara: Bizim Büro.
ÇEVİK, Dolunay (1997), Çalışmazsam Okuyamam, Ankara: Ankara Büyükşehir
Belediyesi Eğitim Kültür Dairesi Başkanlığı Yayınları.
HANCI, İ. Hamit (1999), “Çocuk Suçluluğuna Yol Açan Sosyal Bir Yara: İç Göçler ve Çarpık
Kentleşme”, Hekim ve Yaşam, İzmir Tabip Odası Bülteni, Mayıs – Haziran 1999,
Sayı:6, S.28.
HÖKELEKLİ, Hayati (2009), Çocuk, Genç, Aile Psikolojisi ve Din, İstanbul: Değerler Eğitimi
Merkezi Yayınları, İstanbul.
KALYONCU, Hamdi (2009), Aile İçi Şiddet ve Şiddet Ortamında Çocuklar, İstanbul:
Popüler Yayınları.
KÖKNEL, Özcan (2001), Kimliğini Arayan Gençliğimiz, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi.
MARSHALL, Gordon (1999), Sosyoloji Sözlüğü (Çev: Osman AKINHAY – Derya
KÖMÜRCÜ), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınevi.
POLAT, Oğuz (2004), Kriminoloji ve Kriminalistik Üzerine Notlar, Ankara: Seçkin
Yayınları.
SOLAK Adem (2009), Çocuk Suçluluğu ve Aile, Ankara: Hegem Yayınları.
TEZCAN, Mahmut (1995), Sosyolojiye Giriş, Ankara: Bilim Yayınları.
Türk Dil Kurumu (1988), Büyük Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi.
UNICEF (1998), Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Ankara: Türk Basın ve Basım. A.Ş.
YAVUZER, Haluk (2009), Çocuk ve Suç, İstanbul: Remzi Kitabevi.
YÖRÜKOĞLU,
Atalay
(2010),
Çocuk
Ruh
130
Sağlığı,
İstanbul:
Özgür
Yayınları.
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KADIN YOKSULLUĞU VE MİKROKREDİ UYGULAMALARI
- KIRIKKALE ÖRNEĞİ-
Sıtkı YILDIZ1
NESRİN GÖKTAŞ2
Özet
Bu çalışmanın amacı, Kırıkkale’de özellikle yoksul kadınlara mikrokredi vererek, kadın
yoksulluğunun etkilerini azaltmayı amaçlayan Türkiye Grameen Mikrokredi Programı’nın
Kırıkkale’deki faaliyetlerini incelemektir. Bu çalışmada ayrıca, kullanılan kredinin sosyal,
ekonomik ve kültürel etkileri, yoksulluğu azaltma hususundaki faydası nicel ve nitel açılardan
analiz edilmeye çalışılmıştır.
Türkiye’de
yoksulluğu azalmaya
yönelik uygulanan sosyal politikalar
değerlendirildiğinde, Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi (TGMP) kapsamında Türkiye’de ilk
defa 2003 yılında uygulanan ve Kırıkkale’de 2010 yılında uygulamaya konulan projenin
yararlanıcıları yoksul kadınlar olması bakımından dikkat çekicidir. Bu çalışmada saha çalışması
olarak mülakat tekniği kullanılmıştır. Kırıkkale Mikrokredi Ofisi yöneticileri ve kredi
kullanıcıları ile yüz yüze mülakatlar gerçekleştirilmiştir. Araştırma bulgularına göre; eğitim ve
gelir düzeyi göreli olarak düşük olan ve çoğunluğu ev kadını olan kredi kullanıcıları bu sistem
sayesinde büyük ölçüde yoksullukla mücadelede başarılı olmuşlardır.
Anahtar Kelimeler: Yoksulluk, kadın yoksulluğu, sosyal politika, mikrokredi, Kırıkkale.
Giriş
Dünün, bugünün ve geleceğin muktedir sorunu olan yoksulluk için evrensel, genel geçer
bir tanımlama yapmak mümkün değildir. Arapça “fakr”, Türkçe yeterli parası olmayan “yoksul”
kelimesinden türeyen yoksulluk kavramını yapılan bütün tanımlamalara dayanarak özetlersek:
yoksulluk, farklı zaman ve mekanlarda her toplumun kendi yapısına göre yani kültürüne, yaşam
tarzına, tüketim ve gelir ilişkisi olarak nitelendirebileceğimiz sınırlı başlıklar altında geniş bir
yelpazeyi içine alan olgunun ifadesidir. Yoksulluk kavramı çerçevesinde sorgulanması gereken
diğer bir husus da kadın yoksulluğudur.
Çocuklardan sonra yoksulluğa en fazla maruz kalan kesim kadınlardır. Bu açıdan
yoksulluk olgusunun kadınlarda ve erkeklerde anlam ve yoğunluk bakımında farklılık
gösterdiğini ifade eden Gülsüm Çamur Duyan olguyu “yoksulluğun kadınlaşması” olarak ifade
etmektedir. Çamur Duyan’a göre (2006:34):
Yoksulluğu oluşturan süreçlerin erkek ve kadın nüfus grubunu farklı şekillerde
ve derecelerde etkilediği düşünülmektedir. Ekonomik faaliyetlerde düşük
1
Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, e-posta:
[email protected]
2
Sosyolog, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kırıkkale İl Müdürlüğü, e-posta:
[email protected]
131
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ücretli ve vasıfsız iş kollarında genellikle kadınların istihdam edildiği, ücretli
çalışan kadın iş gücünün aynı konumdaki erkeklere göre daha az bir ekonomik
gelire sahip olduğu bir gerçektir. Kadın evde ve dışarıda ücretli olarak çalışsa
da yoksulluğu erkeklere göre daha derin yaşamaktadır. Tüm bu süreç
yoksulluğun kadınlaşması olarak ele alınmaktadır.
Kadın yoksulluğuna farklı bir boyutta baktığımızda kadın yoksulluğu, ekonomik
temellendirmelere ek olarak, toplumsal hayat içinde yaşayan nevilere biçilen toplumsal roller
sonucunda ortaya çıkan bir yoksunluk durumudur. Herhangi bir ayrımcılık ya da önyargıya
dahil olmadan objektif olarak değerlendirdiğimizde; ERKEK = Kamusal Alan (parasal karşılığı
olan piyasada çalışma ), KADIN = Özel Alan (parasal karşılığı olmayan ev/hane içi çalışma)
olarak belirlenmektedir. Bu çerçeve içinde hiçbir gelire sahip olmayan veya çok az gelire sahip
olan kadının yaşadığı yoksulluk daha yaygın ve şiddetlidir. Çünkü gelir getirici bir işe sahip
olmayan ve mülkiyeti olmayan kitlelerin yoksulluğa mahkum olduğu düşünüldüğünde kadın ve
çocuk yoksulluğunun vahameti aşikardır.
Toplumsal hayattaki kamusal ve özel ayrımınım sonuçlarını Şener (2009:3-4) şu şekilde
ifade eder. İşgücü piyasasında kadın işgücü miktarının azlığı, kadınların sağlık hakkına eşleri
üzerinden erişmesi gibi sonuçlara yol açan bir muhtaçlık durumu yaratmaktadır. Bu muhtaçlık
kadınların emeklilik gibi istihdamın sağladığı birtakım olanaklardan da faydalanamamasını
beraberinde getirir. Kadınların eğitim imkânlarından yeteri kadar faydalanamaması yoksulluğun
kalıcı bir hal almasına yol açar. Yoksul aileler eğitim önceliğini erkek çocuğa vermekte, erkek
çocuklar geleceğe yönelik yatırım olarak görülmektedir. Kız çocukları iyi bir yatırım
olmadığından ve elde edeceği geliri başkasına götüren olacağı için arka plana atılmaktadırlar.
Dolunay Şenol ve Sıtkı Yıldız tarafından 2011 yılında -aile içi şiddet ve kadın-konulu
çalışmada elde edilen veriler dikkat çekicidir. Çalışmaya göre (2011:848): “Kadınların şiddete
maruz kalmalarının temel nedeni olarak, ekonomik sebepler (%59,1) görülmektedir. Yoksulluk
diğer faktörler yanında aile içi şiddeti artıran ve tetikleyen bir unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır. Maddi imkânsızlıklar çeşitli sıkıntıları ve ruhsal bunalımları yaratmakta ve bu
durum ailenin huzurunu kaçıran önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.”
Sunulan bilgiler ışığında kadın yoksulluğu tek boyutlu değerlendirilemediği gibi
sonuçları ekonomik olmaktan ziyade şiddete maruz kalma gibi sonuçları vardır.
DPT’nin “Çalışma Hayatı, Gelir ve Yoksulluk Alt Komisyonu Raporu”na (2001) göre;
Türkiye’de kadınların sadece %22’sinin kendine ait bir geliri vardır. Türkiye kentlerinde eşi
ölmüş yoksulların %91.90’ını, boşanmış yoksulların ise %86.68’ini kadınlar oluşturmaktadır
(Hattatoğlu, 2002:306).
Kadın yoksulluğu olgusu çerçevesinde söz konusu çalışmanın amacı, Kırıkkale’de
özellikle yoksul kadınlara mikrokredi vererek, kadın yoksulluğunun etkilerini azaltmayı
amaçlayan Türkiye Grameen Mikrokredi Programı’nın Kırıkkale’deki faaliyetlerini
incelemektir. Bu çalışmada ayrıca, kullanılan kredinin sosyal, ekonomik ve kültürel etkileri,
kadın yoksulluğunun azaltma hususundaki faydası nicel ve nitel açılardan analiz edilmeye
çalışılmıştır.
1. MİKROKREDİ SİSTEMİ VE GRAMEEN BANK
İlk defa Bangladeş’te 1974 yılında Muhammed Yunus tarafından Grameen Bank
kanalıyla gündeme getirilen ve yoksul kadınlara kredi sağlanmasının yolunu açarak onların da
kendi imkânları ölçüsünde iş sahibi olmalarını sağlanmıştır. Uygulama, 2003 yılında Prof. Dr.
Aziz Akgül tarafından, pilot şehir olarak seçilen Diyarbakır’da başlatılmasıyla Türkiye’ye
132
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
gelmiştir. Uygulama 5 Temmuz 2010 tarihi itibariyle Kırıkkale’de aktif bir şekilde
uygulanmaya başlanmıştır.
Mikrokredinin Türkiye’de uygulanmasında aktif rol oynayan STK kuruluşu TİSVA’ya
(2004:9) göre, “mikrokredi, düşük kredilerle ticari bankalar tarafından uygulanan normlara
uygun olmayan fakir insanları kapsayan veya sadece fakir insanlara yönelik olan, herhangi bir
kefalet veya ipotek işlemi gerektirmeyen bir borç verme yöntemidir”.
1.1. TGMP’nin Ana Prensipleri

TGMP, özellikle yoksul kadınlara yönelik bir finansal organizasyon olup, yoksulların
sermaye sorununa katkı sağlamaktadır.

TGMP çerçevesinde mikrokredi verebilmesi için 5’er kişilik grupların oluşturulması
gerekmektedir.

Taksitler Haftalık olup, 46 haftada verilen kredi tahsil edilir.

Verilecek kredi miktarı, kredi alacak olanın yapacağı işler, girişimcilik ruhu ve
performansına bağlıdır. Verilecek kredi ilk kredinin ilk ödemesinden sonra, yeni kredi
alınımda yoksul kişinin geçmiş performansı değerlendirilir (TGMP,2010:4).
1.2. TGMP’nin Verdiği Mikrokredi Çeşitleri
TGMP çerçevesinde girişimcilere 5 ayrı alanda kredi verilmektedir. Temel kredi,
girişimci kredisi, mücadeleci vatandaş kredisi, hayvancılık kredisi, mikrosera kredisi olarak
bilinen kredilerin amacı daha fazla yoksul vatandaşı içinde bulunduğu durumdan kurtarmaktır.
Söz konusu kredilerin dışında TGMP çerçevesinde verilen sözleşmeli kredi ve gönüllü tasarruf
olarak bilinen iki uygulamada bulunmaktadır.
1.3. Grup Niçin Gereklidir?

Organizasyon,

Liderliğin oluşması,

Kredi önerisinin oluşturulması,

Karşılıklı teminat için alternatif,

Denetim,

Grup baskısı ve örnek destek (TİSVA, 2005: 11-12).
2. KIRIKKALE’DE
ÇALIŞMASI
MİKROKREDİ
UYGULAMASINA
İLİŞKİN
SAHA
2.1. ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ
Bu çalışmada hem nitel hem de nicel yöntemler kullanılmıştır. Nitel yöntem olarak
teorik bölüm oluşturulurken literatür taraması yapılmıştır. Bu bağlamda araştırmanın kuramsal
çerçevesini oluştururken dokümanter malzeme olarak ifade edilen kitaplar, bilimsel dergiler,
makaleler ve internet kaynaklarından faydalanılmıştır. Ayrıca farklı araştırmacıların konu
hakkındaki görüşlerinden de kuramsal çerçevede yararlanılmıştır. Nicel yöntem olarak da
mülakat sorularından oluşan veri toplam tekniği kullanılmıştır.
133
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
2.1.1. Araştırmanın Amacı
Araştırmanın amacı, Kırıkkale’de yaşayan mikrokredi kullanan göreli yoksul kadınların
yaşam standartlarının değişimini sosyolojik olarak analiz etmektir.
2.1.2. Araştırmanın Konusu
Araştırmanın konusu, Kırıkkale’deki kadın yoksulluğun azaltılmasında Türkiye
Grameen Mikrokredi Programı (TGMP) aracılığıyla kadınlara verilen kredinin etkilerinin
değerlendirmesidir. Kırıkkale’de yaşayan farklı eğitim ve gelir seviyelerine sahip olan
kadınların yaşamlarını idame ettirebilmeleri, kendi işletme ortamlarını yaratmaları veya
geliştirebilmeleri için aldıkları kredilerin onların sosyo-kültürel hayatlarında nasıl bir etki
yarattığı araştırmanın inceleme konusudur.
2.1.3. Araştırmanın Önemi
1974 yılında Bangladeşli iktisatçı Prof. Dr. Muhammet Yunus’un yoksullukla
mücadelede alternatif bir çözüm sunan mikrokredi fikri; Grameen Bank öncülüğünde sermayesi
olmayan yoksul kadınlara uygun şartlarda; teminatsız, kefilsiz ve tamamen güvene dayalı kredi
uygulamasıdır. Bugün 175 ülkede, aileleriyle birlikte yaklaşık 600 milyon kişinin istifade
ettiğini bu uygulama, Türkiye’de ilk kez 2003 yılında Başbakanlık, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı
(TİSVA), Diyarbakır Valiliği ve Grameen Trust işbirliğiyle Diyarbakır’da 11 Haziran 2003
tarihinde 6 kişiye 500'er lira verilerek başlatılmış ve bugün 35 bin 500 kişiye ulaşmıştır.
Kırıkkale Valiliği İl Özel İdaresi tarafından 5302 sayılı Kanunun 6/a maddesi gereğince
İl Özel İdarelerin yapmakla görevli ve sorumlu oldukları “yoksullara mikrokredi
verilmesi” hizmetinin, Kırıkkale Valisi’nin himayesinde Türkiye İsrafı Önleme Vakfı ile
ortaklaşa hazırlanan mikrokredi projesi 30.04.2010 tarihinde kabul edilmiştir. 5 Temmuz 2010
tarihinde TGMP Kırıkkale Mikrokredi Şubesi’nin resmi olarak açılmasıyla birlikte Kırıkkaleli
kadın girişimciler uygulamadan faydalanmaya başlamıştır. Kırıkkale Mikrokredi Şubesi Genel
Müdürü’nden elde edilen verilere göre; proje 10 kadın girişimciye 700’er TL verilerek başlamış
ve bugünlerde 440 kadına ve 88 gruba hizmet vermektedir.
Projenin iki temel önemi söz konusudur. Birincisi, kadınların ellerindeki parayı hane
halkının refahı için harcaması olasılığının daha yüksek olması sebebiyle bu uygulamanın
Kırıkkale ilindeki kadın yoksulluk oranını düşürmede etkili bir uygulama olduğu
varsayılmaktadır. İkincisi ise, Kırıkkale’nin kırsal ile kentsel yapıları arasında sıkışan geniş
kesimler için mikrokredi sisteminin yalnızca ekonomik değil toplumsal sorunlarının da
çözümünde aktif bir rol üstlenmesidir. Böylece; mikrokredinin üretim, gelir ve tüketimi artırıcı
etkilerinin yanı sıra, işsizlik ve uyum probleminden kaynaklanan toplumsal sorunların
azaltılmasında katkısı oldukça önemlidir.
2.1.4. Araştırmanın Varsayımları
Araştırmada aşağıdaki varsayımlardan hareket edilmiştir.

Mülakat sorularına verilen cevapların, ofisten yararlanan insanların düşüncelerini doğru
yansıttığı varsayılmaktadır.

Mülakat tekniğinin kullanıldığı formun, araştırmanın amacına uygun olduğu kabulüne
dayanmaktadır.
134
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-

Araştırma tekniği olarak mülakatın kendisinin geçerli ve güvenli olduğu varsayımına
dayanmaktadır.
2.1.5. Araştırmanın Hipotezleri

Yoksulluluğun azaltılmasında herhangi bir
mikrokrediler arasında anlamlı bir ilişki vardır.

Mikrokredi kullanan kadınlar ve onların eğitimleri arasında anlamlı bir ilişki vardır.

Mikrokredi kullanan kadınların kendilerine olan güvenleri ve geleceğe bakış açıları
arasında anlamlı bir ilişki vardır.

Proje destek yardımlarıyla kendi işlerine kavuşan kadınlar, asgari geçim standardını
aşan bir gelir elde edebilmektedirler. Bu durum kişilerin yoksulluk sarmalını kırmalarını
sağlamakta, yoksulluğun kuşaklar boyu sürmesine engel olmaktadır.

Proje kapsamında verilen krediler kadın yoksulluğunun azaltılmasında önemli bir görev
üstlenmektedir.

Türkiye’deki tüm il ve ilçelerde organize olmuş Türkiye Grameen Mikrokredi
Programı, kadın yoksulluğuyla mücadele konusunda çok önemli bir görev
üstlenmektedirler.

Kadın yoksulluğuyla mücadele konusunda, araştırmayı yaptığımız bölgedeki TGMP
Kırıkkale Mikrokredi Ofisi, yoksullukla mücadelede başarılıdır.
geliri
olmayan
kadınlara verilen
2.1.6. Araştırmanın Evren ve Örneklemi
Araştırmanın evreni 2010 Temmuz tarihinden itibaren kredi kullanan toplam 440
kadındır. Örneklem ise, 2011-2012 yıllarında Kırıkkale’de mikrokrediden faydalanan farklı yaş,
eğitim, geliri düzeyi ve meslek grubundan 440 yoksul kadın arasından rastgele seçilen 44
kadındır. Araştırmanın örneklemi, evrenin %10’u olarak belirlenmiştir. Ekonomik, sosyal,
eğitim ve sektörel açıdan farklılıklara sahip 44 kadınla (a) demografik, ( b) mikrokredi ve
sosyo-kültürel alanda meydana gelen değişiklikler, (c) toplantılar ve (d) grup olgusu olmak
üzere dört kategoride nicel veriler elde edilmiştir. Rastgele örneklem yöntemi kullanıldığı için
sonuçlarımızın güvenilir olduğunu ve Kırıkkale ilini temsil yeteneğinin olduğu
varsayılmaktadır.
2.1.7. Araştırmanın Araç ve Teknikleri
Bu araştırma 27 Ocak- 07 Şubat 2012 tarihleri arsında Kırıkkale il merkezinde
gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın verileri, 51 sorudan müteşekkil 44 kadına uygulanan mülakat
formu ile 12 sorudan müteşekkil Kırıkkale Mikrokredi Şube Müdürü ile yapılan mülakat
çalışmalarından oluşturmaktadır. Mülakat formaları ekte yer almaktadır
2.2. ARAŞTIRMANIN BULGULARI
Araştırma bulguları temelde demografik bilgiler ve mülakatlar sonucu elde edilen nitel
veriler olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde katılımcıların yaş, eğitim, meslek,
göç ve sigortalılık durumları gibi demografik bilgileri sunulmuştur. İkinci bölümde ise;
mikrokredi kullanma nedenleri, sektörel dağılımı, toplantılar ile problemler ve beklentiler ele
135
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
alınmıştır. İkinci bölüm mülakatlardan elde edilen verilerin sunumu ve yorumlanması
biçimindedir.
2.2.1. Demografik Özellikler
Kırıkkale’de mülakata katılan mikrokredi kullanıcılarının yaş dağılımı yer almaktadır.
En büyük yaş aralığı grubunu 31-40 yaş (%45,4) oluştururken mülakata katılan kadınların
büyük çoğunluğu (%86,3) 50 ve daha küçük yaştadır. Katılımcıların yaş ortalaması ise 39,2’dir.
Mülakata katılan kadınların %34,1’i Kırıkkale’ye hiçbir yerden göç etmediğini
belirtmiştir. Göç edenlerin %17,2’i şehir dışından, %82,8’i Kırıkkale köy ve ilçelerinden göç
etmiştir. Kırıkkale’ye göç ederek gelenlerin göç sebeplerine baktığımızda; en yüksek oranda
(%48,3) eşine iş bulma amacıyla göç ettikleri anlaşılmaktadır. Kırıkkale’ye göç nedeni olarak
daha sonra %34,5 oranında evlilik gelmektedir. Eş tayini, ve emeklilik sonrası yerleşme
nedenleriyle göç edenlerin toplam oranı ise %17,3’dir.
Mikrokredi kullanan kadınların sırasıyla %70,5’inin ilkokul, %13,6’sının ortaokul,
%6,8’inin lise ve okuma yazma bilmeyenlerdir. Sadece okuma-yazma bilen kesimin ise
mikrokrediden hiç yararlanmadığını görmekteyiz.
44 kadınla yapılan mülakat verilerine göre mikrokredi kullanan kadınların çocuklarına
ait eğitim durumları ise söyledir. 61’i kız olmak üzere toplamda 119 çocuğu bulunmaktadır.
Eğitim hayatına dahil olmayan yaş grubu olarak belirlenen 0–6 yaş dilimine kızların %,6,5’i (4
kişi), erkeklerin %10,3’ü (6 kişi) dahil olmaktadır. Kız çocukların %54,4’ü ilkokul, %29,8’i
lise, Erkek çocukların %44,2’si ilkokul, %38,5’i lise, Burada dikkat edilmesi gereken husus
çocukların öğrenim düzeylerinin yoğunlaştığı alanlar ilkokul ve lisedir.
Katılımcı kadınlardan elde edilen verilere göre, kadınların doğrudan veya dolaylı olarak
büyük çoğunluğu (% 68,1) sosyal güvence kurumuna bağlı bulunmaktadır. Hiçbir sosyal
güvence kurumuna bağlı olmayanların oranı %11,4’dür. Katılımcıların %20,5’i yeşil kart
kullanmaktadır.
Mülakata katılan kadınların önemli bir kısmının evli (%90,9), %9,1’lik bir oran ise
bekârdır3. Mikrokredi kullanan kadınların % 54,5’i daha önce hiçbir işte çalışmazken, %45,5’i
sekreterlik, kuaförlük, fabrika işçiliği, el işi yapım - satımı, dükkân işletmeciliği, kozmetik ve
temizlik ürünleri satımı gibi çeşitli sektörlerde çalışmıştır.
2.2.2. Mikrokredinin Sektörel Dağılımı ve Mikrokrediyi Alma Nedenleri
Mülakata katılan kadınların aldıkları kredileri kimden-nereden duydukları ise şöyledir.
Kredi kullanan kadınların büyük çoğunluğunun (%77,3) Kırıkkale’de kadınlara mikrokredi
verildiğini kredi kullanan akraba ve komşularından, %13,6’sı mikrokredi yöneticilerinin bizzat
bilgilendirmeleri sonucunda, %9,1’i ise farklı illerde mikrokredi kullanan kadınlardaki
değişmeyi öğrendikten sonra Kırıkkale’de yaptıkları araştırmalar neticesinde mikrokrediyle
tanışmışlardır.
Mülakata katılan kadınların aldıkları kredileri en çok işini geliştirme (%43,2)
maksadıyla malzeme alarak değerlendirmiştir. Bu amacı, %36,3 oranıyla bütçeye katkı
sağlamak, %18,2 oranıyla yeni bir sektör belirleme izlemektedir. Her ne kadar oranı düşük olsa
da %2,3’lük bir dilimde mikrokredi sistemini desteklemek, geliştirmek amacıyla kredi
3
Araştırmada eşinden ayrılmışlar ve eşi vefat etmişlerde bekar olarak değerlendirilmiştir.
136
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
kullanıldığı görülmektedir. Verileri mülakata katılan bireylerin sözleriyle de destekleyecek
olursak:
Mikrokredi kullanan kadınların eşlerinin kredi kullanmadan önce, kredi kullanmalarına
ilişkin tutumları ise şöyledir. Erkeklerin %84,1 oranla eşlerini kredi almaları ve çalışmaları
hususunda desteklediği, %6,8’nin yetersiz bilgiye sahip olduklarından dolayı mikrokredi
sisteminden ve eşlerinin çalışamayacağı konularında şüphe ettiklerini, %9,1’nin ise çevre
baskısı nedeniyle eşlerinin çalışmalarına karşı olduğunu ifade etmiştir Burada üzerinde önemle
durulması gereken nokta şudur ki; eşlerin her ne kadar %9,1’i eşlerin çalışmasına karşı çıksa da
kadınlar mikrokrediyi almadan önce eşlerini ikna etmeleridir. Zira her mikrokredi kullanıcısının
kredi başvur formunda eşinin izin imzası olmak zorundadır.
09.07.2010 ile 07.02.2012 tarihleri arasında 440 girişimci kadına 427 temel ve 13
girişimci kredisi olarak toplamda 492.482,95 TL kredi verilmiştir. Verilen kredilerinin kullanma
sürelerine göre sektörel ortalama gelirleri kış ve yaz olarak değerlendirdiğimizde kış ayında en
az gelir elde edilen sektörün hizmet sektörü, en fazla gelir elde edilen sektör ise iş ve ticaret
sektörüdür. Yaz ayında ise iş üretim sektöründe en az gelir elde edilirken en fazla gelir iş ticaret
sektörü onu takip eden sektör ise seyyar satıcılıktır. Kredi kullanım sonrası aylara göre gelir
dağılımına baktığımızda ise gelirin yaz aylarında arttığını görmekteyiz.
Araştırmamızda ayrıca kredi kullanımı sonrasında elde edilen gelirin ev gelirine etkisi
olup olmadığı ve kazançlarıyla birikim yapıp yapamadıkları sorulmuştur (mikrokredi
bölümünün 15. ve 16. sorularında). Elde edilen veriler doğrultusunda kazançlarıyla birikim
yapamadıklarını fakat ev giderlerine %50’si ile %100 arasında katkı sağladıklarını ifade
etmişlerdir.
Mikrokredi kullanan kadınların %45,5’inin gıda tüketiminde bariz bir artışın görüldüğü
aşikârdır. Kredi kullanan kadınların eşlerinin tutumlarına baktığımızda büyük oranla (%68,2)
eşlerinin davranışlarının değişmediğini ve kredi kullanmadan önce ve sonrasında aile içinde eşit
kararlar alındığını ifade etmişlerdir. Katılımcıların %31,8’i ise eşlerinin kendilerine karşı
davranışlarının değiştiğini bildirmiştir.
Sonuç ve Öneriler
“Mikrokredi kullanan kadınlar ve onların eğitimleri arasında anlamlı bir ilişki vardır.”
hipotezi, TÜİK’in 2009 Yoksulluk Çalışmasından hareketle oluşturulmuştur. Zira TÜİK,
“eğitim durumu yükseldikçe yoksul olma riski azalıyor” ifadesini kullanarak söz konusu
verilerle de desteklemektedir. mikrokredi kullanan kadıların %70,5’i ilkokul, %13,6’sı ortaokul,
“Yoksulluluğun azaltılmasında herhangi bir geliri olmayan kadınlara verilen
mikrokrediler arasında anlamlı bir ilişki vardır.” Mikrokrediye başvuran her kadın 1000TL
tutarında olan temel krediye başvurmak zorundadır. Kırıkkale nezdinde bu kriterleri göz önüne
aldığımızda hiçbir geliri olmayan ve 1000TL alan bir kadının daha çok işlem ve üretim (%14),
hizmet (%14) ve seyyar satıcılık (%9) alanlarında iş yapması mümkündür. Oysa ki bu üç
sektörün dağıtılan kredilerle yapılan işlere göre toplam oranı %37 iken kişisel geliri kış ile yaz
ayları düşünüldüğünde 2000TL ile 13000TL arasında geliri olan (ev yemekleri, kuaför gibi
dükkan işleten kadınlar) kadınların dahil olduğu işlem ve ticaret sektörünün oranı %63’tür. Yine
yeniden yinelersek dükkanını veya çalıştığı işi büyütebilmek, malzeme alabilmek için
mikrokrediye başvuran kadınların oranı (%63) hiçbir gelir olmayan kadınların (%37) oranın bir
buçuk katından daha fazladır. Bu bağlamda mikrokredinin sadece geliri olmayan çalışma
ruhunu taşıyan kadınlara verilmekte aynı zamanda da ve ezici çoğunlukla kendisine gelir getirici
bir sektörde aktif olarak çalışan kadınlara da verildiği yadsınılamaz bir gerçektir.
137
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
“Proje destek yardımlarıyla kendi işlerine kavuşan kadınlar, “asgari geçim standardını
aşan bir gelir elde edebilmektedirler.” Bu durum kişilerin yoksulluk sarmalını kırmalarını
sağlamakta, yoksulluğun kuşaklar boyu sürmesine engel olmaktadır.” Söz konusu sava bugüne
kadar dünyada ve Türkiye’de mikrokrediye dâhil yayınlanan haberlere bakıldığında geri ödeme
oranlarının %100 olmasından dolayı kadın yoksulluğuyla mücadele oldukça etkin bir araç
olduğu bilgisinden ulaşılabilir. Ücretleri hem sektörel olarak hem de yaz-kış dönemleri olarak
ortalama bir gelirin üstünde kazanç elde etmedikleri bilgisini verir. Elde edilen bilgilere ilintili
olarak kredi kullanan girişimcilerin kış aylarında gelirlerin 0 TL ila 4500TL, yaz aylarında 300
TL ile 13,500 TL arsında bir salınım yapan gelirlere haizdirler. Üstelik bu gelirlerin kış
aylarında hiçbir kazanç elde etmeyen insanların var olduğu %84,1’lik, yaz döneminde %45,5’lik
oranla 500TL ve altında gelir ede etmektedirler.
Buradan hareketle kredi kullanan kadınların asgari geçim standardını aşan bir gelir elde
ettiğini söylemek mümkün değildir. Lakin kredi kullanım sonrasındaki gelir dağılımının bu
kadar uç noktalarda olmasının tek müsebbibi sadece mikrokredi sisteminin kendisi değildir aynı
zamanda bilavasıta sistemin içinde olan ve sistemin çarkını, dişlisini, zincirini oluşturan yani
sistemin kedisi olan kadınlarla da alakalıdır. Keza bugün mikrokredi sisteminin kendisi olan bu
kadınlar dünün mevcut kaynaklarına erişiminden ve kontrol edilmesinden mahrum bırakılmış
bugün ise kaynaklara erişimi kolaylaştırılırken nasıl kontrol edecekleri hususunda korkuları ve
çekinceleri olan kadınlardır. Olaya bu gerçekliğiyle baktığımızda mikrokredi kullanan
girişimcilerin sektörel ve dönemsel olarak asgari geçim standardını yakalayamaması gayet
tabiidir.
Araştırma sırasında elde edilen bulgulara göre kredi kullanan kişilerin %81.8’i elişi,
örgü, dantel, salça, pekmez, erişte, dikiş gibi uygulamaları evin ihtiyaçları olması ve eve destek
(daha fazla masraf çıkarmamak için) olma hasebiyle zaten yaptıklarını krediyi aldıktan sonrada
bildikleri işleri devam ettirdiklerini söylemiştir.
Her kadın hemen hemen bu ihtiyaçları kendisi karşılıyorsa kredi alan kişiler bu
sektörlerde çalışmaması mı gerekiyor? Bu soruya “Evet” cevabını vermek hiç şüphesiz işin en
kolayıdır. Olaya bu açıdan baktığımızda kadınların tam aksine bu sektörlerde çalışması
gerekmektedir. Çünkü söz konusu ürünler her evin istisnasız ihtiyacıdır. Bu ihtiyaçlar ürünü
kendisi üreten kişinin mal ettiği fiyatın biraz üstüne satıldığında, ürünü kendisi yapan kişi
ödediği fiyatla emeğinin değerlendirmesini yaparak, zamandan tasarruf etmek için, kadın
dayanışmasını sağlayabilmek için kredi kullanıcısı kadınların yaptığı ürünleri satın alacaktır 4.
Fakat kredi kullanan kadınları yaptıkları ürünleri akraba ve komşusunun dışında da satabilmesi
gerekmektedir ki araştırmaya katılan kişilerin en fazla muhatap olduğu problem hiç şüphesiz ki
ürünleri satılacak alanların sınırlı olmasıdır. Zira kendi sınırları içinde ürünleri alanda kendileri
ürünleri satanda kendileridir.
Var olan problemlerin çözülebilmesi bakımından;

Dönemsel kermes yerlerinden ziyade haftanın bir veya iki günü özellikle müşterilerin
kolay ulaşılabileceği pazar yerlerinin ivedilikle açılması,

Öncelikle mahalle bazında daha sonrada mahalleler arasında aynı sektörde veya farklı
sektörlerde çalışan kredi kullanıcılarının bir araya getirilerek tanışma toplantılarının
düzenlenmesi gerekir. Bu uygulama aynı veya farklı sektörler arsındaki iş dayanışmayı
4
Alışveriş merkezlerinde rafları hızla dolduran dondurulmuş, konserve haline getirilmiş, yıkanıpayıklanılıp- doğranmış, pişirilmiş ürünlere ve diğer sektörlerin ürünlerine de bakarak söz konusu
mantalitenin gerçekliği teyit edilebilir.
138
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
sağlayabildiği gibi sosyal dayanışmayı artırarak kişinin kendine ve yaptığı işe olan
güveni artıracaktır.

Kırıkkale’deki ve Türkiye’deki bütün kredi kullanıcıları tek bir internet adresi üzerinde
bir araya getirilerek birbirinin varlığına vakıf olmaları sağlanmalıdır5. Söz konusu
uygulamada farklı illerdeki kullanıcılar arasında sektörel yardımlaşmanın artmasını ve
hammadde ihtiyaçlarının daha ucuza mal edilerek faklı şehirlerdeki kadınların daha
fazla kar elde etmeleri sağlanacaktır.

Kredi kullanan kişilerin yaptıkları ürünleri başkaları tarafından satmaları mümkün
mertebe engellenmelidir. Bu durum ürünü üreten kişinin daha az kazanmasına neden
olacaktır.

Mikrokredi ofisi kredi kullanıcılarının piyasadaki rekabet koşullarına uygum
sağlayabilmesi ve ürettikleri ürünleri farklılaştırılması için danışmanlık hizmetini
sunması gerekir. Burada her ofisin bulunduğu ildeki üniversitenin söz konusu alanda
uzman akademisyenleriyle işbirliği içinde olunması gerekmektedir.

Mikrokredinin daha fazla kişiye ulaşabilmesi için mikrokredi ofisinde çalışan personel
sayısının da artırılması gerekmektedir. Kırıkkale nezlinde değerlendirdiğimizde var olan
iki personel, günlük iki periyotta düzenlenen grup toplantıları ve kredi tahsilatlarının
yapılmasında yetersiz kalmaktadır. Ayrıca ofiste görevlendirilmek üzere seçilen
personelin, söz konusu alanda gönüllü olarak çalışma isteğinin yanı sıra, toplumsal
ilişkileri güçlü tutabilecek, liderlik vasfı güçlü, değişen piyasanın arz-talep ilişkisini
takip ederek uygun danışmanlık hizmeti verebilecek yani alanla doğrudan alakalı farklı
ihtisas alanlarında uzman kişilerden seçilmesi gerekmektedir. Böylece hem mikrokredi
ofisinin finansal işleri aksatılmadan yürütülürken hem de mikrokredi kullanan kadınlara
yol gösterici, liderlik edici kişilerle mikrokredinin amacına ulaşması kolaylaşacaktır.
Sonuç itibariyle, Kırıkkale’de mikrokredi kullanımı yoluyla yoksulluğun azaltılması
projesinin başarılı olduğu söylemek mümkündür. Bu başarının artarak devam etmesi, hiç
şüphesiz başta TGMP Kırıkkale Şubelerinde çalışanların gayretleri olmak üzere, kredi kullanan
kadınların başarıyı isteyerek çalışmalarıyla, toplumdaki tüm kesimlerin göstereceği fedakarlık
ve sorumluluğa bağlı olacaktır.
5
Bahsedilen öneri üzerindeki en büyük engel bilgisayar ve internet kullanımıdır. Kırıkkale’deki kadınlar
için bunun şuanda uygulanılabilirliği düşük gibi görülse de ofis yöneticisi, merkez şefi, grup şefi, evinde
bilgisayar ve internet olan üye ve çocuklarının desteğiyle söz konusu önerinin il bazında
uygulanılabilirliği test edilebilir.
139
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
DPT, (2001) Çalışma Hayatı, Gelir ve Yoksulluk Alt Komisyonu Raporu.
ÇAMUR DUYAN, Gülsüm (2006) Sosyal Hizmetler Bakış Açısından Yoksul Kadınlar:
Altındağ Örneği, Hacettepe Üniversitesi, Yayınlanmamammış Doktora Tezi, Ankara
HATTATOĞLU, Dilek, (2002), “Yoksulluk, Kadın Yoksulluğu ve Bir Başa Çıkma Stratejisi
Olarak Ev Eksenli Çalışma”, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, Ed.: Yasemin Özdek,
TODAİE Yayın No: 311, Ankara, s. 303-316.
ŞENER, Ü., (2009), Kadın Yoksulluğu, TEPAV Değerlendirme Notu.
ŞENOL, Dolunay ve Sıtkı YILDIZ (2011) “Bir Kentleşme Sorunu Olarak Gecekondularda
Yaşanan Aile İçi Şiddet ve Kadın –Ankara İli, Çankaya İlçesi, Yıldız Örneği-“, 38.
(ICANAS) Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi. Çevre,
Kentleşme Sorunları ve Çözümleri Bildiriler Kitabı, Cilt II, ss.841-851, Ankara Kültür
Dil ve Tarh Yüksek Kurumu Yayınları, Ankara.
TGMP (2010) Türkiye Grameen Mikrokredi Programı Faaliyet Raporu, Ankara.
TİSVA (2004) Yoksulluğun Azaltılması İçin Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi –
Mikrokredi Projesi Uygulama Esasları, 1. Seri, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Yayınları,
Ankara.
TİSVA (2005) Yoksulluğun Azaltılması İçin Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi –
Türkiye Mikrokredi Projesinin İşleyişi, 6. Seri, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Yayınları,
Ankara.
140
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
AFETLER VE KADIN
Filiz DEMİRÖZ1
Özet
Bu çalışmada yaşamı olumsuz etkileyen afetlerde kadının rolü ve işlevi üzerinde
durulmuştur. Kadınlar bu süreçte toplumsal cinsiyet açısından hem pek çok konuda olumsuz
olarak etkilenmekte, hem de afetlerde normal yaşama geçişte önemli roller üstlenmektedir. Bu
nedenle kadının bu gücünün bilinmesi ve afet süreçlerinde bu konulara özen gösterilmesi
önemlidir. Ayrıca afet öncesi ve sonrasındaki süreçlerde kadınlarla yapılan çalışmalar;
toplumsal cinsiyet konusunda duyarlılığın geliştirilmesinin yanı sıra pek çok düzenlemenin
gerçekleştirilmesinde de etkili olacaktır.
Anahtar Sözcükler: Afet ve kadın, toplumsal cinsiyet ve afet, afetlerin etkileri
Afetlerin en temel özelliği beklenmedik bir anda yaşanması ve yaşamı olumsuz biçimde
etkilemesidir. Yaşamın kesintiye uğramasına, daha önceden kullanılan becerilerin işlevsiz
kalması nedeniyle pek çok kayba neden olur. Etkilenen topluluğun kendi imkan ve kaynaklarını
kullanarak üstesinden gelemeyeceği bir durum yaratır. Doğal, teknolojik veya insan kökenli
olarak gerçekleşebilir. Afetleri daha farklı biçimlerde de sınıflamak mümkündür. Ancak bu
sınıflamalardan ziyade afetlerin sonuçları üzerinde daha çok durulmaktadır. Bu etkilenmenin
nüfus gruplarına, yaşam döngülerine ve risk gruplarına göre farklılık gösterdiği de yapılan
çalışmalarla belirlenmiştir. Örneğin; çocuklar, yaşlılar ve kadınların afetten farklı biçimlerde
etkilendikleri araştırmalarla ortaya konmuştur. İncinebilir gruplar içinde yer alan ya da afetlerde
ortaya çıkan güçleri ile farklı özellikler gösteren kadınlarla ile ilgili afetlerin sonuçları önem
taşımaktadır. Bugüne kadar doğal afetlerin toplumsal cinsiyet boyutu üzerine yapılan çok az
çalışma vardır. Kadınların kendi evlerini koruma konusundaki aktif tavırları, ortaklaşa
faaliyetleri, çevre ve eğitimi, afet öncesi hazırlık programları, çevre yönetimi ve doğal afetlerin
hafifletilmesi konusunda önemli roller üstlendikleri bilinir. Buna karşılık bu alanlarda planlama
ve karar verme aşamalarında yeterince aktif rol oynamadıkları görülmektedir. Bu nedenle son
yıllarda kadın konferanslarında ve afetlerle ilgili toplantılarda kadının statüsü ve toplumsal
cinsiyet ilişkileri, kadın-erkek eşitliği boyutu ile ilgili konuların ihmal edildiği ve pek çok
açıdan ele alınması gerekliliği ortaya çıkmıştır (D.P.T., 2001).
Afetlerde toplumsal cinsiyet analizi neden önemlidir? Çünkü:

Kadın ve erkeğin toplum içindeki toplumsal cinsiyet rolleri birbirinden farklıdır
(Pincha, 2011).
1 Yrd. Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet Bölümü, eposta: [email protected]
141
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
ROLLER
Üreme Rolü
(Tipik olarak kadınlar)
Üretim Rolü
(Tipik olarak erkekler)
Topluluktaki Rol
KADIN
Biyolojik üreme işi:
Bebekleri doğurma ve emzirme
Toplumsal yeniden üretim işi:
Çocukları büyütme, yemek
pişirme,
temizlik yapma, çamaşır
yıkama, su/
odun/yakacak taşıma vb.
Görünmez ve karşılığı
ödenmemiş
Bağımlı karar almayı destekler
*
Geçim faaliyetleri
Düşük ücret (erkeklere göre)
Görünmez/ikincil önemde
İşin doğası genellikle yeniden
üretim
rolüne dayalI
Akraba ilişkileri, dinsel
faaliyetler,
sosyal etkileşim ve törenlerin
(doğum/
evlilik/ölüm) vb. devamını
sağlamak
Ücretsiz iş
İşin doğası yeniden üretim
rolüne
benzer
ERKEK
Üreme ile ilgili minimum iş
Hareketlilik daha fazla
İsteğe bağlı
Görünür
Karar verme gücü elinde
Geçim faaliyetleri
Yüksek ücret (kadınlara göre)
Görünür
Geçimi sağlayan olarak kabul
edilme
Siyasi
Prestij ve güç sağlayan
Ücretli iş
Fazlaca görünür

Kadın ve erkeklerin ihtiyaçları farklıdır.

Kadın ve erkekler afetlere farklı tepkiler gösterir

Kadın ve erkeklerin toplumsal rolleri zamana ve duruma göre değişebilir

Afet durumlarında güç dengeleri değişebilir

Kadın ve erkeklerin farklı ihtiyaçları olduğu gibi farklı sorunları da ortaya çıkar
Birçok toplumda kadınların süregelen toplumsal rolleri oluşmuştur. Bu roller bazen
kadınları bağımlı ve ikinci sınıf kişi değerinde gören ve onları yetkisizleştirerek daha da
incinebilir hale getirebilir. Kadınların da kendi içlerinde incinebilirlik durumlarına göre
farklılaşan ihtiyaçları vardır. Örneğin: Mülteci/yerinden edilmiş kadınlar, şiddet gören kadınlar,
eğitimsiz kadınlar, aileyi geçindirmekle görevli kadınlar, azınlıklar, boşanmış/ dul kadınlar,
genç kızlar, hamile/emziren kadınlar, engelli kadınlar, yaşlı kadınlar, kronik hasta kadınların
birbirlerinden farklı ihtiyaçları olduğunu yardım çalışmaları sırasında göz önüne almak gerekir.
Kadınların üretim ve dağıtımdaki gerçek performansları bu gibi toplumsal cinsiyet
ideolojilerinden ve kalıp yargılardan oldukça farklıdır. Bu nedenle afetlerin kadınları etkileme
düzeyindeki farklılıkları kabul etmek için bu gerçekleri bilmek ve afetlere hazırlık, müdahale ve
iyileştirme süreçlerinde kadın potansiyelinin farkına varmak gerekir.
142
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Geleneksel aile yapıları içinde ailenin bakımından sorumlu olarak görülen kadınların,
afetlerden korunma ve hazırlık, afet sonrası başa çıkma mekanizmaları, sağlıklı beslenme,
yemek hazırlama, kişisel hijyen ve aile içi hijyen konularındaki bilgisi aile sağlığını ve genelde
toplum sağlığını da etkilemektedir (Demiröz, 2001).
Birçok toplumda kadınların kaynaklara ulaşma-sosyal ağ kurma, bilgi, ulaşım, beceriler
(okur yazarlık dahil), harekete geçme, ev güvenliği ve istihdam, şiddetten kurtulma, afete
hazırlık, müdahale ve afet sonrası yardım faaliyetlerinde çok ön plana çıkan karar verme
süreçlerine dahil olma gibi konulara erişimleri kısıtlıdır.
Kadınlar iş gücü dağılımında toplumsal cinsiyet kalıp yargılarının mahkumu
olabilmektedirler. Tarım işlerinde, düşük ücretli işlerde, sosyal güvence olmaksızın, resmi
olmayan işlerde çalışabilmektedirler. Kayıt dışı işler ve tarım sektörü afetlerden en çok
etkilenen işlerdir ve bu işlerde çalışan kadınlar afet sonrası işsiz kalan gruplar arasında yüksek
bir çoğunluğu oluşturur. Araştırmalar kadının iş hayatına atılmasından sonra bile aile içindeki
sorumluluklarının devam ettiğini gösterir. Ayrıca piyasada para kazandıran işlerle ilgili
yeteneklerden yoksun bırakılmış olmak kadınların yoksullaşmasına da neden olabilir. Buna
karşın erkekler eşlerini bırakıp başka bölgelerde iş aramaya gidebilir.
Kadınlar çoğunlukla aile içi işlerden sorumlu kişiler olarak görülür. Örneğin; birçok
kültürde çocuk bakımı, yaşlı bakımı, engelli bireylerin bakımından kadınlar sorumludur ve
erkekler gibi afet sonrası başka yerlere göç edip iş arama gibi bir özgürlükleri yoktur. Fakat
erkekler çoğunlukla arkalarında çoğunluğunu kadınların oluşturduğu hane halkını bırakıp iş için
göç ederler. Bu durum afet tehlikesi karşısında evden ayrılma durumlarına da etki eder.
Aynı zamanda kadınlar afetlerin fiziksel etkileri konusunda da daha incinebilir
durumdadırlar. Afet sonucu evlerin yıkılması nedeniyle, birçok aile barınaklarda kalmak
durumunda kalır. Yemek pişirmek gibi günlük rutin işlerin bu gibi afet koşullarında çok
zorlaşması, ekonomik sıkıntılarının yanında, sınırlı özgürlüklerle alternatif gelir kaynağı arama
çabalarından yoksun bırakılan kadının yükü daha da ağırlaşır.
Kadının ekonomik özgürlüğünün elinden alınmasıyla, aile içinde danışılan, görüşülen kişi
olma konumu da olumsuz yönde etkilenmektedir.
Birçok araştırma; afet sonrası artış gösteren kadının hane reisi haline gelmesi,
kamplar/çadır kentlerde kadın nüfusunun artması gibi sonuçlar aile içi şiddet ve cinsel şiddet
seviyesinde artışlar olduğunu göstermiştir.
Üreme sağlığı ve cinsel sağlık konuları kadın sağlığı denildiğinde ön sırlarda yer alan
konuları oluşturmaktadır. Afet sonrası bu konularla ilgili yeterli hizmetin ve bilginin verilmesi
gerekir.
Afetlerden sonra dul kalmış kadınların tekrar evlenmesi erkeklere göre daha zordur. Afet
dönemlerinde ise tüm bu sayılan durumlar daha da kötü bir hal almaktadır. Bu nedenle afetlerin
kadınları etkileme düzeyindeki farklılıkları kabul etmek, konuyu sosyo-kültürel açıdan ele
almak, afete hazırlık, müdahale ve iyileştirme süreçlerinde kadın potansiyelinin farkına varmak
yardım faaliyetlerinin kadınlar ve genelde toplum için verimliliği açısından çok önemlidir.
Şimdiye kadar kadınların afetlerden büyük ölçüde etkilendiğini üzerinde yoğunlaştık.
Fakat bu büyük resmin yarısıdır. Doğal afetler sıklıkla kadınların toplumsal cinsiyet rollerini
değiştirmek için büyük fırsatları da doğurur. Ayrıca iyileşme çabalarında da büyük rolü kadına
verir.
143
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Afet süreçlerinde kadınlar önemli roller üstlenir. Hatta bu rollerin çoğu erkek rolleri
olarak tanımlanmaktadır.1998 yılında Mitch kasırgası sonrası Guatemala ve Honduras’taki
kadınlar inşaatlarda su kuyuları ve hendekler kazmış, su çekmiş ve bina yapımına yardım
etmişlerdir. Bu durum her ne kadar erkeklerin isteklerine karşı olsa da kadınların geleneksel
olarak “erkek görevleri” olarak görülen işleri üstlenmek konusunda istekli oldukları
görülmüştür. Bu durum toplumun kadın yetenekleri konusundaki görüşlerinin değişmesini de
sağlamış olabilir.
Kadınlar afete müdahalede “toplumu harekete geçirme” konusunda etkili olabilmektedir.
Toplumun en temel ihtiyaçlarını karşılamakla görevli sosyal aktörlerin sosyal ağlarını organize
edilebilir. Bu türlü bir toplum organizasyonu afete hazırlık ve zarar azaltma konularında
oldukça gereklidir. Kadınların afete müdahale çabalarının yönetim sürecine dahil edilmesinin
bir sonucu olarak kadınlar yeni beceriler geliştirebilir
Afet sonrası yardım çalışmalarında çoğunlukla “daha acil işler” olduğu düşüncesiyle
toplumsal cinsiyetle ilgili sorunlar göz ardı edilir. Afetler aynı zamanda geleneksel toplumsal
cinsiyet algılarını değiştirmek için bir fırsat yaratır. Kadınlar bu fırsatı avantaja dönüştürmek
için çaba sarf etmezler ve karar alıcılarda bu durumu görmezden gelirse fırsat boşa gitmiş olur.
Afet sonrası ortaya çıkan dar görüşlerden biri de afetlerin tamamen fiziksel olaylar
olduğu, sosyal gerçeklerin görmezden gelindiği ve yine toplumsal cinsiyet konusunun
marjinalize edildiğidir. Afet çalışanları ve yetkililerin kadınların incinebilir durumunun
bilincinde olmadığı ve afet müdahale planını bu hassasiyetleri göz önünde bulundurmadan
yaptıkları sürece kadınlar afetlerden en çok etkilenen grubu oluşturmaya devam edeceklerdir.
Çoğunlukla afet yardımları afetten etkilenen bölgenin hali hazırda var olan kaynak
dağıtım sistemine göre yapılır. Bu durumda kadınlar afet yardımlarına ulaşma konusunda da
toplumun erkek egemen yapısının onları marjinalleştirmesiyle karşı karşıya kalırlar.
Afete müdahale ölçütleri ile uzun dönem gelişim planları arasında bir harmoninin
yakalanamaması nedeniyle afete hazırlık çalışmaları afete müdahale çalışmaları için kurban
edilir. Afetlerin zararlı etkilerini en aza indirmenin yolu afete hazırlık çalışmalarından
geçmektedir.
Konuyu özetleyecek olursak;
 Toplumdaki kaynaklar ve fırsatların dağılımı ve kullanımında kadınların aleyhine bir
eşitsizlik bulunmaktadır.
 Kadınlar eğitim, sağlık, çalışma yaşamı, siyasi hayata katılım, sosyal ve ekonomik haklara
sahip olma, hakları kullanma, toprak ve sermaye gibi kaynaklara sahip olma konusunda
engel ve eşitsizliklere maruz kalmaktadır.
 Yoksulluk giderek kadınlaşmaktadır. Yeryüzündeki mutlak yoksulluk sınırındaki 1,5
milyar kişinin % 70’ini kadınlar oluşturmaktadır(Akın ve diğerleri,2008).
Bu nedenle;
 Toplum ve aile içinde kaynaklar, olanaklar ve hizmetlerden eşit biçimde yararlanılması,
yasalar önünde eşitliğin gerçekleştirilmesi olarak tanımlanan toplumsal cinsiyet eşitliğinin
sağlanması,
 Fırsat ve sorumlulukların kadın ve erkeğe adil biçimde dağıtılarak, kadınların
gereksinimlerine uygun olarak ve dengeyi kuracak şekilde dağıtılmasını sağlayan
programların ve politikaların geliştirilmesi,
144
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
 Eğitim ve çalışma yaşamında fırsat eşitliğinin gerçekleştirilmesi,
 Yaşama ve siyasi yaşama eşit katılımın sağlanması,
 Kadına karşı ayırımcılık, şiddet ve geleneksel uygulamaların olumsuz etkilerinin ortadan
kaldırılması,
gibi faktörler uluslararası kararlarda “kadının insan hakları” bağlamında ele alınmaktadır(
Kümbetoğlu,2002; Akın ve diğerleri,2008). Afet sürecindeki tüm çalışmalar da bu hakların
sağlanması ve kullanımına dönük olarak düzenlenmelidir. Kadının bu süreçte özel olarak ele
alınmasının nedeni bu haklara erişiminin uluslararası göstergelerde de yer aldığı gibi sınırlı
olmasından kaynaklanmaktadır
Afetle ilgili çalışmaları planlarken kadın üzerinde bıraktığı etkileri de göz önüne almak
gerekir. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde bu konulara yer verilecektir.
.Afetlerin Kadın Üzerindeki Etkileri
Kadınların afetlerde belli özelliklerinin dikkate alınmasının yanı sıra afetlerin kadın
üzerindeki etkileri de önemlidir. Bu etkiler üç farklı alanda toplanabilir. Bunlar;
Psiko- sosyal kaynaklar ve etkileri; Kadının psikolojik olarak yıpranması kişiliğine dönük
tehditler, bunların yanı sıra sıra ve kültürel normların, sosyal süreçlerin yaşamını sınırlaması ve
zorlaştırması olarak tanımlanabilir. Örneğin;
 Bakım sağlama konusunda azalan yetenekler,
 Çocuklara ve aileye karşı artan sorumluluklar,
 Yoğun duygusal tepkiler vermek,
 Destek sistemlerinin kaybı,
 Kadınların ev dışındaki hareketlerini kısıtlayan sosyal normlar,
 Rehabilitasyon kaynaklarına ulaşma ve sahip olunan haklar konusunda farkındalık
eksikliği,
 Afet öncesi rolleri ve yeteneklerini kullanma konusunda kendine güven eksikliği,
 Aile içinde alkolizmle mücadele etmek,
 Aile içi şiddet,
 Fiziksel & cinsel saldırı,
 Önceki psiko-sosyal stres kaynaklarının büyümesi,
 Artan incinebilirlik durumu psikososyal kaynaklı etkiler arasında yer alır.
Fiziksel kaynaklar ve etkileri; Kadınların özellikle sağlıkla ilgili konuları bu kapsamda
ele alınmaktadır. Bilindiği gibi sağlık bir bütündür. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı bedenen ruhen
ve sosyal olarak tam bir iyilik hali olarak tanımlanmıştır. Kadının normal yaşam dizgesinde de
sağlıkla ilgili konularda erkeklere oranla hem sağlık hizmetlerine erişim hem de sağlığı
korumak açısından geride olduğu bilinmektedir. Afet sonrasında ise bu durum daha belirgin
hale gelmektedir. Çünkü bu dönemde sağlık ile ilgili konularda sorunlar artmaktadır. Ancak
sağlık hizmetlerinin de kişilere ulaşması ve gereksinimleri karşılamadaki yetersizlikleri de
zorlukları artırmaktadır. Örneğin;
145
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
 Saldırıya uğrayan kadınların özel ihtiyaçları,
 Yaralanmalar, Yanıklar,
 Doğum öncesi ve sonrası tıbbi ihtiyaçlar,
 Yetişkin ve üreme sağlığı ile ilgili ihtiyaçları karşılayamama,
 Dengeli beslenme gereksinimleri,
 Jinekolojik problemler,
 Stres nedeniyle hastalıklara karşı vücut direncinin düşmesi, gibi konular bu bağlamda
ele alınabilir.
Afet sonrası yaşanan maddi kayıplar ise, afet sonrasında yitirilen ve yaşam içinde
gerek duyulan çoğunlukla elle tutabildiğimiz kayıplar daha çok bu kapsam içinde yer
almaktadır. Örneğin;

Kamplarda özel hayatı yaşayamama eksikliği,

Kadınlara yasal yardım yapılamamasının eksikliği,

Güvenlik eksikliği,

Hareket edebilmek için başkalarına bağımlı olma,

Ekonomik kaynakların eksikliği,

İstihdam olanaklarının eksikliği,

Yoksulluk , gibi konular bu grup içinde ele alınabilir.
Sözü edilen tüm bu etkilerin giderilmesi için kadınlarla çalışmak ve afet süreçlerinde hizmet,
politika ve yasal düzenlemelerde toplumsal cinsiyet duyarlılığını artırmak gerekmektedir.
Çünkü tüm afet çalışmalarında amaç bir an önce eski yaşam süreçlerine geri dönebilmektir. Bu
süreci başlatanlar da aslında kadınlardır.
Afet Sonrası Kadınlarla Çalışma
Afet etkinlik dönemleri genelde dört ana dönemde ele alınır.(Türk Kızılayı, 2008) Bunlar;
 acil yardım dönemi
 iyileştirme dönemi
 geliştirme dönemi
 zarar azaltma ve hazırlık dönemi
Bu dönemleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Zaman zaman iç içe
yaşanabilir. Toplumun özellikleri, kaynakları, oluşturulan programlar, eğitim düzeyi gibi pek
çok değişken bu dönemleri ve geçişlerini belirler. Ancak bir dönemi de tamamlamadan diğer
dönemlere geçilmemesi uygun olacaktır.
Kadınlarla ile ilgili çalışma yaparken bazı konuları göz önünde bulundurmanızda yarar
görülmektedir. Bunlar;
 Çalıştığınız toplumun kadınla ilgili sosyal ve kültürel değerleri,
 Kadının toplum içindeki statüsü,
146
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
 Özellikle kadın için yaşanılan afetin etkileri,
 Toplumdaki afet hizmetlerinin çeşitliliği ve sürdürülebilirliği,
 Kadınlarla çalışabilecek profesyoneller,
 Kadınlar için öncelikli gereksinimler,
 Servis ve kaynaklara kimlerin nasıl ulaştığı, gibi konulardır.
Acil yardım döneminde daha önce de belirtildiği gibi aşağıdaki konular daha önceliklidir.
 Korunma ihtiyacı
 Özel ihtiyaçlar (dul kadınlar, saldırıya uğramış kadınlar, bekar anneler)
 Duygusal ve moral destek
 Görev paylaşımı
Bu konularda kadınların katılımını sağlamak için aşağıdaki etkinliklerden yararlanılabilir.
 Gıda dağıtımı,
 Kamp görevleri,
 Sağlık bakımı,
 Aile bakımı,
 En önemlisi ise katılım sağlamak ve buna önderlik etmelerini kolaylaştırmaktır.
Karşılaşılan sorunlar, afetlerin hemen sonrası ve aradan belli bir süre geçtikten sonra da
farklılık kazanabilir. Ancak burada önemli olan bu sorunlarla baş etmek için bireylerden
başlanarak topluma gerekli donanımın kazandırılmasıdır.
 Bu amaçla çalışanlar afeti yaşayanların duygularını ifade etmelerine yardımcı olmalıdır.
İlk aşamada bu önem taşımaktadır. Yaşanılanların ifade edilmesi gereksinimlerin
belirlenmesi ve yapılacak çalışmalarla ilgili yol gösterebilir. Bu çalışma gruplar
aracılığı ile de yapılabilir. İlk haftalarda yapılan bu çalışmalar önemlidir. Süreç içindeki
değişimleri, yapılan düzenlemeleri açıklayarak, temel gereksinimleri karşılama,
yardımlar verilme biçimi gibi konularda bilgisel sosyal desteğin yanı sıra duygusal ve
sosyal destek çalışmaları da çözüm için yararlı olabilir. (Tufan 2000 105-109)
 Afet sonrası yeni yaşama uyum, durumu kabullenme, çıkan sorunlarla baş etmek için
güçlendirme yaklaşımını kullanmak yararlı olacaktır. Bu yaklaşımın çerçevesinde
afetzedelere spesifik becerileri öğretmek ve değişimleri için sorumluluk alma yönünde
katılım geliştirildiği için sorunların çözümünde önemli katkılar sağlayacaktır.
(Cankurtaran Öntaş, 2001, 104-105). Yine bu dönemde çevre ile bağlantı kurabilmesi,
ailedeki diğer yakınlarına ulaşması, var olan hizmetler ve onlardan beklenenler
konusunda hem iletişim araçlarından, hem de oluşturulacak birimlerden bilgilendirme
yapılması önem taşımaktadır. Böylece endişeler ve ortaya çıkacak önlenebilir, yeniden
düzenlemeler kolaylaşabilir (Demiröz,2000).
İlk dönemdeki şok atlatıldıktan sonra ise yeniden uyum çalışmalarına hız verilmeli,
benzer sorunlarla karşılaşmamak için eğitim çalışmalarına başlanmalıdır. (Çocuklarla iletişim
kurma, çatışmalarla baş etme vb.) Ayrıca afet sonrası yaşamın yeniden düzenlenmesi ile ilgili de
çalışmalara başlanmalıdır. Daha çok bilgilendirme ve eğitim çalışmaları bu süreç içinde yer
alabilir. Bu dönemde aşağıdaki konular daha önceliklidir.
147
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
 Haklar ve yasal yardım
 Kaynak ve yardım olanakları
 Değişen rollere uyum sağlamak için yetkilendirme
Bu konular özellikle kadınlar için ihmal edilmektedir. Çünkü bu süreçlere erişimlerini
sosyal normlar, kültürel değerler engel olabilmektedir. Ayrıca kadının okuma yazma bilmemesi,
ev dışında yaşamını tanımlamamasının da etkisi vardır.
Gelişme döneminde ise daha çok rehabilite edici etkinliklere yer vermekte yararlı olur. Bunlar:
 Kaynaklara erişim,
 Toplumun kadınların ihtiyaçları ile ilgili dikkat çekmek,
 Gelir getirici faaliyetler,
 Mal edindirme(ovnership of assets),
 İstihdam olanakları ve mesleki beceri kazandırma,
 Eğitim ve çalışmalarla kadınları yetkilendirme, olarak gruplanabilir.
Ayrıca zarar azaltma ve hazırlık dönemlerinde de kadına yönelik çalışmaların daha çok
olması gerekmektedir. Çünkü esas bu dönemde koruma ve önlemeye dönük daha çok kalıcı
beceriler kazandırılabilir. Bu çerçevede;
 Afet riski yönetimi toplumsal cinsiyete duyarlı ve sektörler arası yaklaşımın
benimsendiği kalkınma süreci içinde olmalıdır. Bu çerçevede; politika ve programlar
daha çok kadın nüfusun yoksulluğunun giderilmesini hedeflenmelidir.
 Eğitim ve kapasite geliştirici çalışmalar geliştirilmelidir. Kadınların ve erkeklerin
ihtiyaçları ve imkanlarını ayrı ayrı tanımlayan, uygun eğitim materyalleri ve
metodolojilerini seçip uygulayan, eğitim kurumları ile etkili bir işbirliği sağlayan
çalışmaları organize edip sonuçları gözlemleyen ve elde edilen bu sonuçları bilgi ağı
aracılığıyla sistemli bir şekilde kullanabilen kapasite arttırıcı bir eğitim programları
desteklenmelidir.
Kadınlarla çalışırken sosyal hizmet uygulamalarında kullanılan planlı müdahale\ değişim
sürecini izlemek çalışmayı hem zenginleştirir, hem de sistematik bir hale getirilmesine yardımcı
olabilir. Bilimsel yaklaşım temelli olduğu için de başkaları tarafından kullanılmasını
kolaylaştırır. Bu planlı müdahale\ değişim sürecinin genelci uygulama çerçevesinde mikro,
mezzo ve makro boyutlarda uygulama düzeyleri çalışmaların daha bütüncü bir yaklaşımla ele
alınmasını sağlar. Tüm çalışmalarda gözden kaçırılmaması gereken durum ise kadınlara yönelik
değil, onlarla birlikte bir şey yapmak ve onların, bu süreçte sorumluluk almalarını sağlamak
olmalıdır. Bir diğer önemli boyut ise hak temelli ve sosyal adalet yaklaşımını içeren toplumsal
cinsiyetçi bir bakış açısıyla çalışmaktır. Sözü edilen bu müdahaleler tüm bu çalışmaları
mümkünse profesyonel bir ekiple yapmak çalışmalardaki başarıyı artıracaktır.
148
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
Cankurtaran Öntaş, Özlem. “Güçlendirme Yaklaşımı” Prof. Dr. Nihal Turan’a Armağan
(Ed.Duyan Veli ve Aliye Mavili Aktaş) 103-108 Ankara: 2001.
Demiröz, Filiz. “Deprem ve Aile Hizmetleri” 1.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu. T.C. Aile
Araştırma Kurumu, 130-135,9-11 Mayıs 2001.
Demiröz, Filiz. “Doğukışla Çadırkentinde Kadınlarla Yapılan Çalışmalar”. Sosyal Hizmet
Sempozyumu 2001 Deprem Ve Sosyal Hizmetler, Ed: Erkan, G, Demiröz, F.ve Seval
Özkurt Çetin, 283-288, 5-7 Aralık 2001.H.Ü.SHYO Yayını No 13.
Demiröz, Filiz.. “Depremde Karşılaşılan Sorunlar Ve Çözüm Yolları”. Sosyal Hizmet
Sempozyumu 2001 Deprem Ve Sosyal Hizmetler, Ed: Erkan, G, Demiröz, F. ve Seval
Özkurt Çetin, 283-288. 5-7 Aralık 2001. H.Ü.SHYO Yayını No 13.
Demiröz, Filiz. “Ailede Krizler Ve Sosyal Hizmet” Toplum Ve Sosyal Hizmet, Cilt 14.Sayı
1,Ay 4,Yıl 2003, 85-98
Demiröz, Filiz. İzmir İli Aydın ve Vatan Mahalleleri Örneğinde Zarar Görebilirlik ve Kapasite
Değerlendirme Çalışması. Türkiye Kızılay Derneği Yayını, Ankara:2007.
Demiröz, Filiz. Afet Sonrası Kadınlarla Çalışma. Türk Kızılayı, Ankara: 2009.
Demiröz, Filiz ve Sema BUZ “Acil Durumlarda Toplumun Harekete Geçirilmesi ve Katılımı”
Kızılhaç Dernekleri Federasyonu ve Amerikan Kızılhaçı tarafından hazırlanan Acil
Durumlarda Müdahale Modulü için gözden geçirilmiş bölüm, Ankara 2003.
Kümbetoğlu Belkıs, ”Afetler Sonrası Kadınlar Ve Yoksulluk” Yoksulluk, Şiddet Ve İnsan
Hakları. Ed: Yasemin Özdek. TODAİE Yayını, Ankara: 2002.
Pincha, Chaman. Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Afet Yönetimi. Uygulamacılar İçin El Kitabı
Uyarlama ve Çeviri: Derya Keskin Demirer. Kocaeli Üniversitesi Yayınları: 362. 2009.
T.C. Devlet Planlama Teşkilatı. VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı Gelir Dağılımının
İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu. DPT: 2599 ÖİK: 610,Ankara: 2001.
T.C. Devlet Planlama Teşkilatı. 9. Kalkınma Planı (2007–2013). ”Çevre İdaresi ve Doğal
Afetlerin Hafifletilmesi: Toplumsal Cinsiyetçi Bir Bakış Açısıyla Uzman Grup Toplantı
Raporu”. Ankara. 6–9 Kasım, 2001.
T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü. Politika Dokümanı. ”Kadın ve Çevre”.
Ankara, 2008.
T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü. Kadının Statüsü ve Sağlığı ile ilgili
Gerçekler. Ed: Ayşe Akın. Ankara 2008.
Tufan, Beril “Afet Durumlarında Sosyal Destek Sistemleri ve Sosyal Hizmet Uzmanları”.
Travma Tedavisi Uzman Eğitimi, ed. B. Tufan, A. Aktaş ve V. Duyan, 88-96 , Hacettepe
Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayını, No.:005, Ankara, 2000.
Türk Kızılayı. “Afetlerde Psiko-sosyal Destek Uygulama Rehberi” Hazırlayanlar: Çağla
Mağden ve diğerleri. I. Basım: Mayıs, Ankara: 2008.
149
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
150
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
TARİHİ BİR BAKIŞLA ÇALIŞMA HAYATINDA KADIN
Dolunay ŞENOL1
İbrahim MAZMAN2
Özet
Dünya var olduğundan bu yana, kadın çalışma hayatının içinde yer almış, ancak bu yer
alış her toplumda ve her dönemde farklılıklar ortaya koymuştur. Kadın, anneliğinden dolayı
evden fazla uzaklaşma noktasında sıkıntılar yaşamış, bu da onun ev içi işleri yüklenmesine
sebep olmuştur. Ev içi işleri yaparken kendi bahçesini ekip dikerek, bahçesinde yetiştirdiği
hayvanların ürünlerini değerlendiren kadın, hemen hemen bütün toplumlarda ücretsiz aile işçisi
konumunda olmuştur. Ancak sanayi ihtilali ile birlikte insan gücüne duyulan ihtiyaç, kadının da
ev dışında çalışmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu süreçte, eğitim seviyelerinin düşüklüğünden
kaynaklanan sebeplerle kadınlar, vasıfsız eleman olarak son derece zor şartlarda ve düşük
ücretlerle çalışmak durumunda kalmışlardır. Dünyadaki seyre paralel değişim gösteren
Türkiye’deki kadınlar da günümüzde daha fazla çalışma hayatında yer alıyor olsalar da durum
hala istenen düzeyde değildir. Öncelikle kadının eğitim seviyesinin artması ve sosyo-kültürel
hayatta meydana gelecek değişimler, kadının çalışma hayatında daha aktif olmasında etkili
olacaktır kanaatindeyiz.
Anahtar Kelimeler: Çalışma hayatında kadın, Kadın istihdamı, Türkiye’de kadın.
Kadın ve Çalışma Hayatı
Küreselleşen dünyada, olağanüstü bir değişim yaşanmaktadır. Bu değişim eşliğinde,
kalkınmada en temel faktörün insan olduğu kabul edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında ve
dünya nüfusunun yaklaşık yarısını kadınların oluşturduğu düşünüldüğünde, kadınların çalışma
hayatındaki rolünü ve önemini görmemek mümkün değil.
Dünyada yaşanan hızlı değişime paralel olarak kadının statüsünde ve rollerinde zaman
içinde ve farklı dönemlerde farklılaşmalar yaşanmaktadır. Dünya genelinde zaman zaman
kadınlar, sosyo-kültürel ve ekonomik sebeplerle evin içinde yaşamak zorunda kalmışlar.
Kendisini eve hapseden geleneksel rolünün dışında, çalışma yaşamının kadına sunduğu,
ekonomik özgürlük, yeni bir sosyal çevre, kendine güven ve kişiliğinin gelişmesi, toplumsal
statüsünün yükselmesi gibi etkenler çalışma yaşamı içerisinde olmak istemesine sebep olmuştur.
Eskiye oranla sorumlulukları artan, hem iş hem de evdeki sorumluluklarını yerine getirmek
zorunda kalan kadın, yine de yukarıda sayılan sebeplerle çalışma hayatını devam ettirmeyi
tercih etmektedir.
Kadının çalışma hayatına girmesi ve çalışma hayatını sürdürmesi çok boyutludur. Her
toplumda bu boyutlar çok farklı şekillerde etkileşime girmişler ve kadınlar her toplumda farklı
bedeller ödemek zorunda kalmışlar. Ancak kabul edilmesi gereken bir gerçek varsa o da sanayi
1
Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected]
Yrd. Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, e-posta:
[email protected]
2
151
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
devrimi sonrasında kadınların çalışma hayatında eskiye oranla çok daha fazla yer almaya
başlamış olmalarıdır. Kadınların çalışma hayatında yer alma serüvenlerini, özellikle de Türk
kadınının çalışma hayatındaki serüvenlerini, bu çalışmada, yazılı belgelere dayanarak ortaya
koymaya çalışacağız.
Dünya Kadınlarının Çalışma Hayatına Girişi
Dünya geneline bakıldığında erkeklerin ev dışında ve güç gerektiren işleri, kadınların da
ev içi işleri yapma şeklinde bir iş bölümünü ortaya koydukları görülmektedir. Hem kadınlar
hem de erkekler, kadını doğası gereği, çocuk doğurup büyütmek, ev içi işleri yapmak,
düzenlemek ve yürütmek ve kocasına ihtiyacı olan her noktada yardımcı olmakla sorumlu
görülmüştür. Buna göre erkeğin yaşam alanı üretim ile kadının yaşam alanı da yeniden üretim
ile sınırlandırılmıştır (KSGM, 1999: 17)
Kadınların geleneksel olarak üç tip ekonomik iş ile uğraştıkları kabul edilmektedir
(Şimşek, 2008: 12): Ailenin tüketimine yönelik üretmiş oldukları mal ve hizmetler, pazarda
satmaya yönelik üretim yapmak ve ev dışında ücretli işçi statüsü ile çalışmak şeklinde
özetlenebilir. Hemen hemen bütün toplumların yarısını oluşturan kadınların ekonomik
kalkınmadaki rolünü görmemek mümkün değil. Kadınların, emek piyasasının dışında da
vazgeçilmez bir üretim unsuru olmasına rağmen, emek piyasasındaki varlığı hemen hemen
bütün dönemlerde ve günümüzde “ikincil işgücü” statüsü ile sınırlı kalmıştır (Özer ve Biçerli,
2003: 57). Bu statü, kadınların hayatın hemen hemen bütün alanlarında ikinci sırada kalmasını
da beraberinde getirmiştir.
Kadınların ekonomik kalkınmadaki yeri ve rolü toplumlara ve dönemlere göre farklılık
ortaya koysa da kadınlar her dönemde çalışma hayatında aktif rol oynamışlar, ancak bu rol
ücretsiz aile işçisi şeklinde olmuştur. Kadınların gerçek anlamda işçi statüsünde ve ücretli
olarak çalışma hayatına girmesi ilk kez sanayi devrimi ile olmuştur (TİSK, 2002:1). Kadınların
ücretsiz aile işçisi olmaktan çıkıp, ailelerinden uzakta, sürekli ve ücretli iş aramaya başlaması,
Batı’da 19. Yüzyılda sanayileşme ile başlayan döneme denk gelmektedir (Tural, 1992:640). Bu
dönemde kadınlar, kapalı aile ekonomileri içindeki faaliyetlerinden uzaklaşarak, kitleler halinde
evlerinin dışındaki işlere girmeye başladılar.
Dünyadaki teknolojik gelişmelerde yaşanılan gelişmeler, kapitalist girişimcilerin büyük
ölçekli sanayi yatırımlarına yönelmesine sebep olmuştur (Çolak, 2001: 30). Eskiye oranla işçiye
olan ihtiyacın artması, kendi işinde çalışanların, ücretli aile işçisi olanların yeni açılan bu
işletmelere yönelmesine sebep olmuştur. Toplumların ekonomilerinde büyük bir dönüşümün
habercisi olan bu oluşum, sanayi devriminin de başlatıcısı olarak kabul edilmektedir.
Kadın işgücünün istihdamındaki artışta, sektörlerde meydana gelen nispi büyümenin
rolünün oldukça büyük olduğu kabul edilmektedir (Tokol, 1999: 19). Batılı ülkelerin büyük
çoğunluğunda, sanayileşme dokuma imalatı ile başlamış ve buralardaki iş gücünün büyük
çoğunluğunu kadınlar oluşturmuştur. Ancak kadınların çalışma hayatında yer almasının çok
daha öncelere dayandığı da kabul edilmektedir (Kaya, 2008: 28). Bu sebep ile de kadınların
çalışma hayatında yer almasının tarihsel köklerine, iş ve işçi ilişki ağına bakmak gerekir diye
düşünüyoruz.
İlkel toplumlardan günümüze kadar farklı statülerde ekonomik faaliyetlerde bulunan
kadınların eğitim seviyelerinin yükselmesi ile birlikte çalışma hayatındaki rolleri de gelişim ve
değişim göstermiştir. İlkel toplumlarda göçebe hayatı yaşayan ve avcılık ve toplayıcılıkla
hayatlarını sürdüren toplumlarda kadınlar, aile içi cinsiyete dayalı işbölümünde önemli roller
üstlenmektedirler (Kaya, 2008: 29). Erkekler yerleşim yerinden uzakta avcılık yaparak ailenin
geçiminin önemli bir kısmını sağlamaya çalışmışlar. Kadınlar ise anne olmalarından
152
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
kaynaklanan sebepler ile evlerinin uzağına gidememişlerdir. Kadınlar bir taraftan evlerinin ve
çocuklarının bakımlarını üzerlerine alırken, bitki toplayıcılığı, ekim ve dikim işleri, balçığı
yoğurup pişirmek sureti ile çanak çömlek yapımı, dokuma tezgâhlarında bez üretme, vb. gibi
işleri de yapmaya çalışmışlardır.
Göçebe hayattan yerleşik hayata geçiş toplumların sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi ve
ekonomik yapılarında önemli değişimler yaşanmasını da beraberinde getirmiştir. Yerleşim
yerlerinin kurulması ile değişim ekonomisi, dolayısı ile de ticaret başlamış oldu. Üretim
araçlarındaki gelişmeler, tarımsal faaliyetleri arttırırken, madencilik ve balıkçılık da yeni iş
alanları olarak ortaya çıktı. Tarımla uğraşmaya başlayan kadın, bir yandan da hayvanları
evcilleştirmeye çalışmıştır. Hayvanların evcilleştirilmesini kadınların başardığı kabul
edilmektedir (Beyazkaya, 2009: 19). Hayvanların evcilleştirilmesi ile yerleşik köy hayatına
geçilmeye başlanmış, böylece asalak ekonomiden üretici ekonomiye doğru da bir geçişin
başladığı kabul edilmektedir.
Kâinatta yaşanan zıtlıklar her zaman olduğu gibi o dönemde de yaşanmıştır. Tüm bu
olumlu gelişmelere karşın, istenmeyen durumların yaşanmasının da önüne geçilememiştir.
Gelişmelerin ışığında tabiatla ve diğer insanlarla güç mücadelesine girişen insanoğlu savaşların
yaşanmasına neden olmuştur. Bu tarihten itibaren fiziksel güç ve üstünlük önem kazanmaya
başlamış, dolayısı ile kadın erkeğe oranla ikinci planda kalmış ve pasif ize olmuştur. Bu durum
kadın ve erkeğin hem aile içinde hem de toplum içinde rollerinin belirlenmesinde oldukça etkili
olmuştur.
İlk çağlardan 10. Yüzyıla kadar olan dönem kölelik ve tutsaklık düzeni olarak
tanımlanmaktadır. Devletçi sisteme geçiş ile birlikte yaşanan toplumlar arası savaşlarda, erkek
egemenliğinde köleci sistem gelişmiştir. Köleci sistemde vatandaşlar ve köleler olmak üzere
ikiye ayrılan toplumda kölelerin hiçbir hakkının olmadığına inanılır. Köle sahiplerin malı kabul
edilir ve kölenin her türlü hakkı sahibine ait kabul edilir. Bu dönemde, toplumdaki iş gücünün
büyük kısmı savaşlardan elde edilen kölelerin büyük kısmını oluşturan kadınlar tarafından
karşılanmaktadır (TİSK, 2002: 3).
10. yüzyıla kadar hâkim olan köleci düzen yerini feodal düzene bıraktığında, kadının
konumunda da farklılıklar oluşmaya başlar. Köleci sistemdeki gibi kadın alınıp satılmaz.
Kurumsallaşan aile sistemi ile kadın üstündeki özel mülkiyet derinleşir. Bu dönemde kadın
çalışanlar olduğu gibi sadece kadınların çalıştığı iş kolları da oluşmaya başladı.
Siyaset ve savaş dışındaki alanlarda, özellikle de çalışma ve ev hayatında etkin konuma
gelmeye başlayan kadınlar, imalat sanayiinde etkin rol oynamaya başladılar. Özellikle el
emeğine dayanan küçük el sanatlarında çalışan kadınlar, dokuma, boyama, çömlek ve terzilik
gibi iş kollarında yoğun olarak çalışmaya başladılar (Kaya, 2008: 30).
Sanayi devrimi ile birlikte son bulan feodal dönem, üretimde yeni gelişmelerin ortaya
çıkmasında etkili olmuştur. Artan kentleşme, fabrika üretiminin de artmasını sağladı. İlk kez
Sanayi İhtilali ile birlikte bugün bilinen anlamda kadın işgücü kavramının doğduğu kabul
edilmektedir (Kocacık ve Gökkaya, 2005: 197).
Sanayi devriminin çıkrık makinelerinin icadı ile başladığı, buharlı makinelerin
icadından sonra, demir çelik endüstrisi ve diğer sektörlere ve ülkelere de yayılmıştır. Gelişen
teknoloji ile Avrupa sanayiinde başlayan kitle üretimi, tarımda yaşanan gelişmeler, tarımdaki
kadın iş gücünü işsiz kılmıştır. Tarımdaki işini kaybeden kadınlar, kente göç ederek kentteki
emek piyasasına işgücü olarak katılmaya başladılar.
153
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Sanayileşmenin ilk yıllarında kadınların çoğunlukla tekstil alanında, düşük ücretli
olarak, zor şartlarda ve uzun çalışma saatlerinde çalıştırılmış olduğu bilinmektedir. İngiltere’de
1841 yılında imalat sanayiinde çalışan kadınların oranı % 35 iken bu oran 1851’de % 45’e
yükselmiştir (Özer ve Biçerli, 2003: 57). İlerleyen yıllarda dokuma sektöründeki gelişmelere
paralel olarak, bu alanda çalışan kadın oranı da artış göstermiştir. Liberal anlayışın hâkim
olduğu bu dönemde, kadın ücretleri erkeklerin oldukça gerisinde kalmıştır. Kadınların düşük
ücretlerle, zor şartlarda ve uzun süreli çalıştırılmalarından dolayı bu dönem kadın emeği
açışından çok da olumlu izlenimler bırakmamıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanayi devriminin yaşandığı ülkeler başta olmak
üzere kadınların çalışma hayatında karşılaşmış olduğu olumsuzluklar ortadan kaldırılmaya
çalışıldı. Bu dönemde, bahse konu edilen ülkelerde, kadınların çalışma şartlarını düzenlemeye
yönelik koruyucu sosyal politikalar geliştirilmeye ve uygulanmaya başlandı.
Birinci ve İkinci Dünya savaşı yıllarında erkeklerin askere alınmış olması sebebi ile
erkeklerden boş kalan işlerde kadı istihdamı fazlalığı yaşanmaya başlandı. Savaşların bitmesi ile
birlikte erkeklerin eski sektörlerine geri dönmeleri sonucunda kadın işgücünün bir kısmı çalışma
hayatını sonlandırırken önemli bir kısmı da iş hayatlarına devam etme kararı almışlardır.
Kadınların iş hayatına girmesi, devlete kreşlerin ve okulların açılması zorunluluğunu getirmiştir
(Kaya, 2008: 28). Bu dönemde, büro işleri ortaya çıkmaya başlamış ve buralarda kadınların
çalışması daha fazla görülmeye başlanmıştır.
Kadınların artan oranlarla işgücüne katılımları hem kendi aralarında örgütlenmelerini
gerektirmiş hem de aile ve toplum içindeki cinsel rol ve sorumluluklarının belirlenmesini
gerektirmiştir (Kandiyoti, 1984: 28). Çünkü kadınların iş hayatına girmeleri ile geleneksel
rolleri devam ettiği gibi çalışma hayatının da kendisinden beklediği yeni sorumlulukları ortaya
çıkmaktadır. Kadın bir taraftan hem ev hem de dışarıda çalışmanın yükümlülükleri ile mücadele
etmeye çalışmaktadır.
Kadınlar her ne kadar sorumlulukları artsa da ev dışında çalışmaya devam etmeyi tercih
etmektedirler. Bir taraftan aile fertlerine çalışma hayatlarını kabul ettirmeye çalışırken diğer
taraftan da erkek egemen iş hayatında var olmaya hatta yükselme mücadelesini sürdürmektedir.
Kadınlar bu dönemde monoton ev hayatından kurtulabilmek için yarı zamanlı ve düşük ücretli
işleri dahi kabul etmekte bir sakınca görmemişlerdir.
1940’lı yıllara gelinceye kadar, dünyadaki kadın işgücünün büyük çoğunluğunu genç ve
bekar kadınlar oluşturmaktadır. 1940-1960 yılları arasında kadınların işgücü piyasasına
girmesinde büyük bir artış olmuştur. Bu artışla birlikte, evli kadınların işgücü piyasasındaki
oranında da hızlı bir artış yaşanmıştır (Şimşek, 2008: 15).
TİSK’in (2002:6) verilerine göre 1950’li yıllarda gelişmiş ülkelerdeki 15-64 yaş
grubundaki kadınların % 50’si, gelişmekte olan ülkelerdeki aynı yaş grubundaki kadınların da
% 47’si çalışma hayatında aktif olarak yer almıştır. Kadınlar her ne kadar tarım dışı iş hayatında
çalışmaya endüstri devrimi ile başlamış olsa da çalışma hayatında kadınların etkin bir şekilde
yer alması 2. Dünya Savaşı sonrasına denk gelmektedir. Kadınların 2. Dünya Savaşı sonrasında
çalışma hayatında etkin olmaya başlaması ile birlikte, uluslararası sosyal politikaların
geliştirilmesi, kadın işgücünü koruyucu ve destekleyici hukuksal düzenlemeleri de beraberinde
getirmiştir.
1950’li yıllarda işgücünün kompozisyonunda bir değişim yaşanmış, tarım ve sanayinin
yerini hizmet sektörü almaya başlamıştır. Bu durum, kadının iş hayatına katılımını olumlu
yönde etkilemiştir. Bu dönemde iş hayatında aktif konumda olan kadınların % 71’i, Asya ve
154
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Fasifik’teki kadınların % 40’ı, Afrika’daki kadınların % 20’si ve diğer gelişmiş bölgelerdeki
kadınların da % 62’sinin hizmet sektöründe çalışmaya başladığı tespit edilmiştir.
Tural’a ( 1992: 640 ) göre, 1970’li yıllar kadının çalışma hayatına girmesi ile ortaya
çıkan problemlerin tartışıldığı yıllar olmuş ve uluslararası düzeyde çözümler üretilmeye
çalışılmıştır. Kadınların çalışma hayatına katılımının hızlandırılması ve karşılaşmış oldukları
problemlerin çözümüne yönelik politikalar üretilmiştir. 1975 yılının da “Uluslararası Kadınlar
Yılı” olarak ilan edilmesi de o yıllarda kadınlarla ilgili hassasiyetin arttığının bir göstergesi
olarak yorumlanabilir.
Çalışma Hayatında Türk Kadını
Tüm sosyal olaylarda olduğu gibi kadının çalışma hayatına girmesinde de birçok
faktörün etkisi olmuştur. Dünya genelinde yaşanılan değişim Türk sosyo-kültür yapısına da
yansımış ve kadın çalışma hayatına aktif olarak katılmıştır. Kadın, Dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de cinsiyetinden kaynaklanan engeli aşmak suretiyle aktif olarak çalışma
hayatındaki yerini almaya başlamıştır (Ereş, 2006: 40).
İlk Türklerde kadınlar erkeklerle aynı işleri yaparken cinsiyete dayalı iş bölümü de
bütün toplumlarda olduğu gibi onlarda da söz konusu idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda tarım ve
hayvancılık egemen geçim kaynağı iken ticaret, el ve ev sanatları da geçim kaynağı olarak
görülmektedir.
Kadınlara mesleki eğitim kazandırma ile ilgili ilk çalışmaların, 1842’de Avrupa’dan
getirilen kadınların Tıbbiye’de vermiş oldukları kurslarla başladığı kabul edilmektedir. Bunu
takiben 1858’de ilk Kız Rüştiye’ler ve ardından da 1870’de Darülmuallimat olarak bilinen kız
öğretmen okullarının açılması ile devam etmiştir (Tekeli, 1982: 196). İlk kadın öğretmen
1872’de, ilk kadın okul yöneticisi de 1882’de görülmektedir Demir: 2008: 8 ). Bu hareket ile
Osmanlı İmparatorluğunda kadınların sanayiden önce eğitim alanında daha etkili oldukları
kabul edilmektedir.
Tanzimat Döneminin kadınların eğitim alanında oldukça etkili bir dönem olduğu ve
kadınlara eğitim seferberliğinin başlatıldığı bir dönem olduğu dikkati çekmektedir. Bu dönemde
Kız Sanayi Okullarının açılması önemsenmiştir. İlk Kız Sanayi Okulu Yedikule’de 1869 yılında
açılmıştır. 1881 yılında da yatılı ve gündüzlü olmak üzere Kız Sanayi Okulları, 1882 yılında da
Dersaadet Kız Sanayi Mektebi açılmıştır. Bunları müteakiben Şam ve Trablusgarp’da da Kız
Sanayi Okulları açılmıştır (Odyakmaz, 2001: 18).
Kadınların iş hayatına ücretli işçi olarak 1897 yılında başladıkları, devlet memuru
olarak da ilk kez 1913 yılında çalışma hayatına başladıkları kabul edilmektedir (Ereş, 2006: 40).
Yine bu kaynağa göre kadınlar ilk kez 1922 yılında Tıp Fakültesinde eğitim almaya
başlamışlardır. Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı, iş hayatından çekilip
cephelerde görev alan erkeklerin yerini kadınların almasında etkili olmuştur. Hatta bu savaş
dönemlerinde, erkeklerden boşalan devlet dairelerine, toplu olarak kadınların alındığı (Kaya,
2008: 32), devlet dairelerinde kadın çalışan sayısının hızla arttığı dikkati çekmektedir.
Kadınların, savaş yıllarından itibaren çalışma hayatının pek çok alanında aktif olarak
yer almaya başlaması ile birlikte, kendi varlıklarını hissettirmeye başlaması ve birtakım hakları
elde etmek için çaba sarf etmesini de beraberinde getirmiştir. Tüm bu gelişmeler Cumhuriyetin
ilanını takip eden yıllarda kadınlara, o dönemde pek çok Avrupa ülkesinde verilmeyen hakların
verilmesini de beraberinde getirmiştir (Demir, 2008: 8).
155
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Cumhuriyetin ilk yılları ile birlikte, kadınların çalışma hayatında daha etkin olması,
kadınların hukuk, iş hayatı ve eğitim gibi alanlarda eşit imkân ve fırsatların verilmesinin
gerekliliği tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Her konuda olduğu gibi kadın ile ilgili
yasaların uygulamada yer bulabilmesi için sosyo-kültürel yapının hazır olması gerekmektedir.
Çıkarılan yasalar, gerekli sosyo-kültürel ve ekonomik temellerden yoksun olduğu için,
uygulama güçlüklerle karşılaşmış, uygulamada istenilen düzeyde başarı elde edilememiştir.
Ancak bu dönemde kadınlarla ilgili yapılan düzenlemelerin son derece önemli olduğunu,
ekonomik ve sosyal açıdan etkili olduğunu söylemek gerekir. Atatürk’ün 1923 yılında İzmir’de
kadın ve erkeğin kalkınmada birlikte yer almalarının önemini vurgulayan konuşması da bu
çalışmaların son derece önemsendiğini ortaya koymaktadır (Sağ, 2001: 19).
Cumhuriyet dönemi ile birlikte meydana gelen ekonomik, yasal ve kültürel değişimler
sonucu ülkemizdeki işçilerin ve bunların içindeki kadınların sayısında artış görülmüştür. 1927
yılında Türkiye’de dokuma sanayinde çalışan kadın işçi sayısı % 52,05 iken, 1932 yılında bu
oran % 56’ya yükselmiştir.
Türk tarihinde, Cumhuriyet dönemiyle birlikte kadına verilen önem daha da artmış ve
kadının çeşitli mesleklerde toplum hayatında yer alması, bizzat Atatürk tarafından
desteklenmiştir. Atatürk’ün ordu safları içinde vatan müdafaasına fiilen iştirak için başvuran
Halide Edip’e 18 Ağustos 1921 tarihinde Başkumandan Mustafa Kemal imzası ile gönderdiği
telgraf bunun tipik bir (Erkal, 2004;103) örneği kabul edilmektedir.
Çalışma hak ve özgürlüğünü tamamlayan ve destekleyen 1961 ve 1982 Anayasalarının
Çalışma hakkı ve ödevi ile ilgili hükmü de, herhangi bir ayrım yapmaksızın "çalışma herkesin
hakkı ve ödevi" diyerek çalışma talebinde bulunmanın sadece bireysel bir hak değil, aynı
zamanda topluma karşı bir görev olduğunu hükme bağlamıştır. Bu sebep ile sadece özel
sektörde iş sözleşmesiyle çalışan işçi olmak değil, aynı zamanda kamu sektöründe çalışan bir
memur veya sözleşmeli personel olmak da kadınlara tanınmış bir hak haline gelmiştir (Demir,
2008:8). Bu sebep ile kadınların özel sektör işletmelerinde çalışırken, vasıflı ve vasıfsız eleman
statüsünde çalışmaları da söz konusu olmuştur. Kadınların artık yönetici, kaymakam, vali,
avukat, büyükelçi, öğretim üyesi, vb. üst düzey kamu görevlerine de gelmeleri, gerekli vasıfları
kazanmaları şartı ile mümkün hale gelmiştir.
1930 yılında çıkarılan belediye yasası ile kadınlar ilk kez belediye seçimlerinde seçme
ve seçilme hakkı kazanmıştır. Kadınların ilk kez köylerde muhtar olma ve belediye meclisine
seçilme hakları, 1933 yılında köy kanununda yapılan değişikliklerle mümkün olmuştur. 1934’te
yapılan Anayasa değişikliği ile de kadınlara ilk kez milletvekili seçilme hakkı tanınmıştır.
TBMM 5. dönem seçimleri ile kadınlar milletvekili olarak ilk kez Meclise girmişlerdir.
Kadınların Mecliste ilk temsilleri 17 kadın milletvekili,1935 yılında olmuştur. 1950 yılında ilk
kadın belediye başkanı seçilmiştir. Mersin’den seçilen Müfide İlhan ilk kadın belediye başkanı
olmuştur.
Kadınlara ilk kez kaymakamlık yolu 1989 yılında açılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde ilk kadın vali, 1991 yılında Muğla’ya atanan Lale Aytaman’dır. Türkiye’nin ilk kadın
bakanı Türkan Akyol olup, 1971 yılında göreve atanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk
kadın başbakan, 1993 yılında hükümet kurmuş olan Tansu Çillerdir. (Ereş, 2006; 40).
Türkiye’de devletin sosyal politika alanında kadınları korumak için ilk müdahalesi
kadın ve çocuk işçilerin bedensel özellikleri açısından çalışma koşullarını düzenleyen Umumi
Hıfzıssıhha Kanunu ile olmuştur. Devletin çalışma hayatına ilk kapsamlı müdahalesi ise, 1936
156
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
yılında 3008 sayılı İş Kanunu’nu kabulü ile başlamıştır. Bu kanun, aynı zamanda bireysel
hukuktan sosyal hukuka geçişin de dönüm noktasını olarak kabul edilmektedir.
Ülkemizde uluslararası mevzuatın etkileri de ilk kez 1937 yılında ILO’nun 45 numaralı
“Kadınların Maden Ocaklarında ve Yeraltında Çalıştırılmamasına ilişkin Sözleşmesinin
onaylanması ile ortaya çıkmıştır. 3008 sayılı İş Kanununun kabulünden sonra, özellikle II.
Dünya Savaşının etkisi ile kadın çalışanlara ilişkin mevzuatın gelişiminde bir yavaşlama söz
konusu olmuştur. 1945 yılında “İş Kazaları İle Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortası
Kanunu” Türkiye de yürürlüğe giren kadınlarla ilgili ilk sigorta kanunu olmuştur (Kaya, 2008:
34). Bu yasa ile çalışan kadınlara ilk kez sosyal güvence sağlanmış oldu.
Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi
Sözleşmesini 1985 yılında imzalamış ve aynı yıl “5. Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda kadın
konusu, ilk kez bir sektör olarak yer almıştır. “Kadın Sorunları Araştırma Ve Uygulama
Merkezi”, 1989 yılında İstanbul Üniversitesi’nde kurulmuştur (Ereş, 2006; 40). Bugün, bu
merkezlerin toplumda oynamış oldukları rol fark edildiği için hemen hemen bütün
üniversitelerin bünyesinde açılması önemsenmekte ve merkezlerin sayısı da her geçen gün
artmaktadır.
Türkiye’de işgücüne dâhil olan kadınların büyük çoğunluğu tarım sektöründe, ücretsiz
aile işçisi konumunda olduğu bilinmektedir. KSGM’nün verilerine göre (2000:5), tarımda
çalışan kadınların % 88’inin ücretsiz aile işçisi olduğu tespit edilmiştir. 1950’li yıllarda hızlanan
sanayileşme, beraberinde köyden kente göçün artmasını getirmiştir.
Kente göç eden aile, ekonomik sıkıntılarla karşılaşmış, çok kısa vadeli çözümler
üretmek zorunda kalmıştır. Ailenim ilk ürettiği çözüm, en büyük erkek çocuğun vasıfsız eleman
olarak çalıştırılması olmuştur. Vasıfsız eleman olarak çalışan babanın ve en büyük erkek
çocuğun eve getirdiği para ailenin geçimi için yeterli olmayınca istemeyerek de olsa kadının
çalışma hayatına girmesini gündeme getirmiştir (Çevik, 1997: 48). Böylece kentte yaşanan
ekonomik sıkıntılar, ailede erkeklerin yanında kadınların da iş yaşamına daha fazla katılmalarını
gerekli kılmıştır.
Kadınlar, genellikle meslek eğitimi gerektirmeyen işgücünün bolluğuna ve ucuzluğuna
dayalı işlerde istihdam edilmiştir. Bunlar daha çok tütün, gıda, dokuma, kimya gibi kayıt dışının
yoğun olduğu hafif imalat sanayi ve hizmet kesimindeki işler (Yörü, 2009; 354) şeklinde
olmuştur. Bunun yanında, kadının geleneksel yaşamı içinde yaptığı, çocuk bakımı, ev işi, hasta
bakımı, vb. işleri evlerinin dışında, ücret karşılığında yapması süreci de böylece başlamış oldu.
Kadınların aktif nüfus içindeki oranı 1927 yılında % 35,10 iken, bu oran çok kısa bir
sürede, 1935 yılında %57,60’a çıkmıştır. Bu oranlar en yüksek düzeyine 1955 yılında % 72,01
oranı ile ulaşmıştır. Ancak bu değer “1980’ de % 48 düzeyindeyken, 2006’da % 26 seviyesine
düşmüştür” (İpek Yolu Kalkınma Ajansı, Kadın İstihdamı Raporu). 2008 yılı temmuz ayı
verilerinde %27,2 oranına gerilemiştir. 1927 yılı rakamları ile 2008 yılı rakamları
karşılaştırıldığında aktif nüfus içerisindeki kadın nüfus oranında düşüş olduğu dikkati
çekmektedir.
TÜİK 2011 raporuna göre, kadının işgücüne katılım oranı, AB ülkelerinde ortalama %
60 iken, Türkiye’de % 29,8’dir. Aradan geçen yıllar dikkate alındığında çok daha yükselme
yönünde olması beklenirken, olumsuz yönde olmuştur. Bu da o dönemde yaşanılan sosyokültürel ve ekonomik sebeplerle açıklanabilir. (Kaya, 2008; 34). Türkiye’de kadınların
işgücüne katılım oranları, yıllara göre farklılıklar ortaya koymaktadır. Bu tabloya bakacak
olursak:
157
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Tablo 1. Kadınların İstihdam* ve İşgücüne Katılma Oranı**
Yıl
İstihdam Oranı*
İşgücüne Katılma Oranı**
1988
% 30,6
% 34,3
1993
% 24,3
% 26,8
2000
% 24,9
% 26,6
2005
% 20,7
% 23,3
2010
% 24,0
% 27,6
Kaynak: TÜİK, Hane Halkı İşgücü İstatistikleri
(*): İstihdam Oranı: İstihdamın kurumsal olmayan nüfus içindeki oranıdır.
(**): İşgücüne Katılma Oranı: İstihdam edilenler ve işsizlerin oluşturduğu işgücünün kurumsal
olmayan nüfus içindeki oran.
2013 TÜİK verilerine göre ise erkek ve kadın Türkiye’de işgücüne katılım oranları
aşağıdaki gibidir.
Dönemi
Türkiye-İşgücüne
katılım oranı-Erkek(%)
Türkiye-İşgücüne
katılım oranı(%)
Türkiye-İşgücüne
katılım oranıKadın(%)
Ocak 2013
Aralık 2012
Kasım 2012
Ekim 2012
Eylül 2012
Ağustos 2012
Temmuz 2012
Haziran 2012
Mayıs 2012
Nisan 2012
Mart 2012
Şubat 2012
70.4
70.9
71.8
71.9
72.0
71.9
71.9
71.7
71.4
70.6
69.8
49.5
50.0
50.7
51.0
51.0
50.7
50.8
50.8
50.5
49.6
48.6
47.9
29.3
29.6
30.2
30.7
30.7
30.1
30.3
30.6
30.2
29.2
27.9
27.4
Ocak 2012
69.7
48.2
27.2
69.1
2. Tablo incelendiğinde Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranlarının erkeklere
göre çok daha düşük olduğu görülmektedir. Erkeklerin katılım oranları, kadınların iki katından
da fazladır. Kadınların işgücüne katılım oranlarının düşük olmasının en önemli nedenlerinden
birisi, kadın işgücüne olan talebin az olmasıdır.
Kadın ve erkek vasfı ayna olduğu halde erkeğin kadından daha fazla tercih ediliyor
olması, daha fazla sosyo-kültürel yapı ile izah edilebilir diye düşünüyoruz. Çünkü bugünün
dünyasında kazanılan vasıfların fazlalığının, son derece önemsendiği bilinmektedir. Ancak,
158
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
hemen hemen her dönemde toplumun kuralları, yazılı kuralların önüne geçmektedir. Bu da
ülkemizde cinsiyet ayrımcılığının hala yaşandığını, yaşanmasının sosyal ve kültürel sebeplerinin
olduğunu, ancak çözümlenmesinin de gerekli olduğunu ortaya koyan önemli bir göstergedir
diye düşünüyoruz.
Sonuç
Bütün toplumlarda kadınlar hep üretken olmuşlardır. Her toplum kendi şartları içinde
kadınlara farklı görevler vermiştir. Ancak kadınlar hemen hemen her dönemde ve her sosyokültürel yapıda ev içi rollerle sınırlı kalmıştır. Kadının biyolojik yapısı ve annelik rolü, onun ev
içinde kalmasına sebep olmuştur. Kadın, tarihsel süreç içinde, her dönemin şart ve niteliklerine
göre değişen şekil ve statülerde farklı ekonomik faaliyetlere katılmıştır.
Kadının çalışma hayatına girişi, yalnız sanayi devrimi ile sınırlandırılamaz. Ancak
kadının çalışma hayatına aktif olarak girmesi ve çalışma hayatında para kazanan statüsünde
olması daha çok sanayi devrimi dönemine denk gelmektedir. Ancak kadınların ücretli işçi
statüsünde çalışma hayatında aktif olmaları, tarihsel olarak çok daha eski dönemlere kadar
gitmektedir. Ancak sanayi devrimi ile birlikte kadınlar, hem ücretli, hem vasıflı hem de çalışan
statüsünü elde etmiş oldular.
Sanayi devrimi öncesinde kadınların; köle, serf, yamak, çırak, kalfa gibi farklı statüde
çalışma hayatının içinde yer aldıkları görülmektedir. İlkel toplumlarda erkekler avcılık
yaparken, kadınlar bazı tohumlu bitkilerin ekim-biçim işleri ile yani tarım ile uğraşıyorlardı.
Kadınlar tarımın yanında kolay yoğrulabilen balçığı şekillendirip pişirerek çanak-çömlek
yapımının yanında, küçük tezgâhları kullanarak, dokumacılık yapma görevini de yüklenmeye
başladılar.
İnsanlık tarihinin oluşumunda önemli role sahip olan kadınlar, ataerkil toplumsal
düzenin hâkimiyetinin artması ile toplum içindeki sorumluluk alanları aile içi görevlerle
kısıtlanmışlardır. Bu sebep ile de çalışma hayatında olmaları gerektiği kadar yer alamamışlardır.
Sanayileşmenin ilerleyen yıllarında oluşan yeni toplum düzeninde erkekler, işgücünde, üretimin
gerçekleştirilmesinde niceliksel olarak yetersiz kalmaya başladılar. Erkeklerin üretimin
gerçekleştirilmesinde yetersiz kalması ile birlikte, kadınlardan yardım alınmaya başlandı.
Çalışma hayatında erkek iş gücünün yerine kadın iş gücünün kullanılabilir olduğunun
düşünülmesi ile birlikte çalışma hayatında daha fazla yer almaya başladı. Kadınların çalışma
hayatında yer almaları, elde etmiş oldukları geliri, aile bütçelerine aktarmaları sebebi ile aile
bireyleri tarafından da desteklenir olmaya başladı. Kadının çalışmasının ailesi tarafından da
desteklenmeye başlanması, sosyo-kültürel yapının da kadının çalışma hayatında yer almasına
bakışının değişmesinde son derece etkili olmuştur. Bu değişim günümüzde de sürmektedir. O
zaman olduğu kadar olmasa da kadınlar, günümüzde de çalışma hayatına katılmaktan ve
çalışma hayatına dâhil olmaya çalışmaktan kaynaklanan sıkıntılar yaşamaktalar.
Türk kadınının çalışma hayatında yer almasını, Cumhuriyet öncesi ve sonrası olmak
üzere iki döneme ayırmak mümkün. Osmanlı İmparatorluğunda sanayi devrimi söz konusu
olmasa bile sanayileşme hareketleri 19. yüzyılın ilk yarısında başlamış kabul edilmektedir.
Ancak imparatorluğun içinde bulunduğu sosyal, ekonomik ve siyasal şartlar sebebi ile
endüstrileşme gerektiği gibi gelişememiştir. Cumhuriyet dönemiyle birlikte kadına verilen önem
artmış ve kadının çeşitli mesleklerle sosyal hayatın içinde yer alması, Özellikle Cumhuriyetin
kuruluş yıllarında oldukça çok desteklenmiştir. Bu sebep ile de kadınlara yönelik son derece
159
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
eşitlikçi kanunlar çıkarılmıştır. Ancak kanunların çıkarılması demek onların olması gerektiği
düzeyde uygulandığı anlamına da gelmemektedir.
1950’li yıllarda hızlanan sanayileşme, köyden kente göçün artması ve şehirlerdeki
ekonomik sıkıntılar, ailede erkeklerin yanında kadınların da iş yaşamına daha fazla katılmalarını
gerekli kılmıştır. Kadınlar her ne kadar çalışma hayatına girmiş olsalar da en fazla çalıştıkları
alan tarım sektörü olmaya devam etmiştir. Tarımda çalışan kadın, büyük oranda ücretsiz aile
işçisi olmaya da devam etmiştir.
Günümüz kadını, eskiye oranla çalışma hayatında daha fazla yer almaktadır. Ancak
kadınların çok büyük bir kısmı, vasıfsız işgücü olarak çalışma hayatında yer almaktadır. Bu da
kadınların çalışma hayatında çok emek harcaması ancak emeğinin karşılığını alamaması
anlamına gelmektedir. Kadınların çalışma hayatında vasıfsız eleman olarak çalışmalarında
eğitim seviyelerinin düşüklüğünün payını unutmamak gerekir. Kadınların eğitim seviyelerinin
düşüklüğü, dolayısı ile de vasıfsız eleman olmaları sadece kendi tercihleri değildir.
Kadının statüsünün ve yaşama şeklinin değişebilmesi için sadece kadınların
değişmesinin yeterli olmadığı bugün konunun uzmanları tarafından kabul edilen bir gerçektir.
Kadınlar kadar erkeklerin ve toplumun da değişmesi, toplumun değerlerinin de değişmesi
gerekmektedir. Bu gerçek bugün pek çok insan tarafından fark edilmiş bulunmaktadır. Ancak
bir diğer gerçek de sadece fark etmenin yeterli olmadığı, uygulamada da bir takım
değişikliklerin yapılmasının gerekliliğidir.
160
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
Acar, A. F. (1990), “Türkiye’de Kadınların Akademik Kariyere Katılımı”, Konferans Değişen
Bir Toplumda Kadının İstihdam İmkânlarının Geliştirilmesi, 7-8 Kasım 1989 İstanbul,
İİBK, Ankara.
Arat, N. (1996), Türkiye’de Kadın Olmak, Say Yayınları, İstanbul.
Atıl Yörü, H. (2009), Türkiye’deki Üniversite Kütüphanelerinde Kadın İşgücü, Türk
Kütüphaneciliği 23.
Beyazkaya, (2009) İnternet Adresi: http://rojger.com/author_article_detail.php?article_id=403
Erişim tarihi: 25.02.2013.
Çevik, Dolunay (1997), Çalışmazsam Okuyamam, Ankara: Ankara Büyükşehir Belediyesi,
Eğitim Kültür Dairesi Yayınları.
Çolak, Ö.F; Kılıç, C. (2001), “Yeni Sanayileşen Bölgelerde Kadın İşgücü Arzı: Şanlıurfa
Örneği”, TİSK Yayını, No:2l4, Ankara.
Çolak, Ö.F; Ardor, H.N. (2001), “İşgücü Piyasasında Ayırımcılık: Türkiye ve Seçilmiş Ülke
Örnekleri”, Ekonomik Yaklaşım, Cilt:12, Sayı:40.
Demir, F.(2008), “Tarihsel Süreç İçinde Kadın Hakları ve Kadının Çalışma Hayatı İçindeki
Yeri”, Tühis İş Hukuku ve İktisat Dergisi, Cilt: 21, Sayı: 4, Ankara, İnternet Adresi:
http://www.tuhis.org.tr/dergi/cilt21_sayi4, Erişim Tarihi: 10.02.2010.
Erkal, M.E. (2004), Sosyoloji, Der Yayınları, İstanbul.
Ereş, F.(2006), “Türkiye’de Kadının Statüsü Ve Yansımaları” Gazi Üniversitesi Endüstriyel
Sanatlar Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı:19, s.40-52.
Fenerci, S. (1999), Açılış Konuşması, Türkiye’de Kadın İşgücü Seminerleri I-II, Yayın No:192,
TİSK Yayınları, Ankara.
İpek
Yolu
Kalkınma
Ajansı,
Kadın
İstihdamı
Raporu:
Adresi:http://www.ika.org.tr/dosya/raporlar/TRC1KadinIstihdamiRaporu.pdf
tarihi: 26.04.2013.
İnternet
Erişim
Kandiyoti, D. (1984), “Aile Yapısında Değişme ve Süreklilik: Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım”,
Türk Sosyal Bilimler Derneği, Ankara.
Kaya, S. (2008), Kadın İşgücünün Genel Profili ve Çalışma Yaşamında Karşılaştığı Sorunlar,
İnternet
Adresi:
www.izto.org.
tr/NR/rdonlyres/7475BDA195B7.../kadınisgücüı_sait.pdf, Erişim tarihi: 25.02.2010.
Kocacık, F; Gökkaya, V.B. (2005), “Türkiye’de Çalışan Kadınlar Ve Sorunları”, C.Ü. İktisadi
Ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 6, Sayı 1, S.S.197.
KSGM*, (1999), Çalışmaya Hazır İşgücü Olarak Kentli Kadın Ve Değişimi, Ankara.
KSGM**, (1999), İşgücü Yetiştirme Kurslarının Kadın İstihdamına Katkısı, Ankara.
161
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KSGM**, (2005), Kentlerde Kadınların İş Yaşamına Katılım Sorunlarının Sosyo-Ekonomik ve
Kültürel Boyutları, Ankara.
Odyakmaz, Z. (2001), Gelişen Sanayi Merkezlerinde Kadın İşgücü Panelleri I-II, TİSK
Yayınları No:205, Ankara.
Özer, M. ve Biçerli, K, “Türkiye’de Kadın İşgücünün Panel Veri Analizi”, Sosyal Bilimler
Dergisi, 2003-2004.
Sağ, V.(2001), “Tarihsel Süreç İçerisinde Türk Kadını Ve Atatürk”, C.Ü İktisadi Ve İdari
Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, S.S. 19.
Şimşek, M. (2008), Küreselleşen Dünyada Kadının Ekonomik Konumu, “Türkiye ve Diğer
Dünya Ülkelerinden Örneklerle Kadın Sorunlarının Ekonomik Boyutu ve Kadın
Yoksulluğu”, Ekin Yayınları.
Tekeli, Ş. (1982), Kadınlar ve Siyasal-Toplumsal Hayat, Birikim Yayınları, İstanbul.
TİSK (2002), Çağdaş İş Merkezlerinde Kadın İşgücünün Konumu: Bursa Örneği, Yayın No:
219.
Toker, A. (1999), “Türkiye’de Kadın İşgücü”, Türkiye’de Kadın İşgücü Seminerleri I-II, Yayın
No:192, TİSK Yayınları, Ankara.
Tokol, A. (1999), “Dünyada Kadın İşgücü”, Türkiye’de Kadın İşgücü Seminerleri I-II, TİSK
Yayınları No:192, Ankara.
Tural, N. (1992), "Kadınların Çalışması ve İstihdam Sorunları", Türk Aile Ansiklopedisi, Cilt
2, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, Ankara, s.640-649.
Turan, R. (1992), “Osmanlıların Kurtuluş Yıllarında Türk Ailesi”, Sosyo-Kültürel Değişme
Sürecinde Türk Ailesi, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yayınları No: 71,
Ankara.
TÜİK (2010) İşgücü İstatistikleri Veri Tabanı - TRC1 İşteki Duruma ve Bölgelere Göre
İstihdam Edilenler. Ankara: TÜİK.
TÜİK (2011) İşgücü İstatistikleri Veri Tabanı - TRC1 İşteki Duruma ve Bölgelere Göre
İstihdam Edilenler. Ankara: TÜİK.
TÜİK (2013) İşgücü İstatistikleri Veri Tabanı - TRC1 İşteki Duruma ve Bölgelere Göre
İstihdam Edilenler. Ankara: TÜİK.
162
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
KADINLARIN SOSYO-EKONOMİK KATILIMLARI ÜZERİNDE SİVİL TOPLUM
KURUMLARININ ROLÜ
Hasan KALA1
Özet
Kadınların sosyal hayatta edindikleri yer eğitim ve istihdamın artmasına parelel olarak
artış göstermekle birlikte yeterli seviyede de değildir. sosyo ekonomik katılım oranlarının
artmasına rağmen gerek yönetim gerekse, üst düzey bürokrat olarak istihdam oranlarında önemli
problemler mevcuttur. Bu sorunların çözümünde sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri büyük
önem arz etmektedir. Kadınlarla ilgili faaliyetler yürüten sivil toplum kuruluşlarının ve sivil
toplum kuruluşlarında görev alan kadınlarının sayısının artması ve daha işlevsel hale gelmeleri
problemin çözümünü kolaylaştıracaktır. Kadınlara yönelik düzenlenen eğitim faaliyetleri ile
kadınların daha sosyal bir yapıya bürünmesi sağlanacakken, düzenlenen meslek kazandırma
kursları ile de istihdam sorunları çözülmüş olacaktır. Genel işleyişi içerisinde kamu
kurumlarının bu ve benzeri faaliyetler yürütmesi çok mümkün olmamaktadır. Bu nedenle sivil
toplum kuruluşlarına önemli sorumluluklar düşmektedir. Kadınların sosyo-ekonomik hayata
katılımları arttıkça kendilerine olan güvenleri ve temsil yetenekleri de gelişecektir. Sivil toplum
faaliyetlerine katılan kadınlar yönetici ve üst düzey bürokrat olma yolunda ve siyasi
faaliyetlerde yer alma konusunda daha istekli ve donanımlı olacaklardır.
Anahtar Kelimeler: Sivil Toplum Kuruluşları, Kadın istihdamı, Kadınların sosyal
hayata katılımı
Kadınların Sosyal Hayattaki Rolü ve Etkisi
Kadın sosyal yapı içerisinde önemli rollere sahiptir. Kadın, Sosyal hayata sağlıklı bir
şekilde yön verecek olan aile kurumunun kritik bir üyesidir. Kadının sosyal yapıya sağladığı
önemli katkılardan birisi, toplumsal seviyenin ve nezaketin tesisidir. Bunun yanı sıra kadınlar,
aile bütünlüğü içerisinde çocukların iyi bir şekilde yetiştirilmesi ve geleceğe hazırlanmasının da
en önemli teminatı olarak görülmektedirler.
Tüm bu nedenlerle kadının sosyal yapı içerisinde ki konumunun güçlendirilmesi
gerekmektedir. Sosyal uyumun sağlanmasından, sağlıklı bireylerin topluma kazandırılmasına,
üretkenlik ve estetiğin topluma yerleşmesine varıncaya kadar birçok güzellik ve kabiliyet
kadınlar sayesinde topluma yerleşmektedir. Sosyal hayat içerisinde kadının rolü ve etkisi fazla
hissedilmese de, detaylı incelendiğinde sosyal değişim ve dönüşümlerin birçoğunun arka planını
kadınların şekillendirdiği görülecektir.
Bu durum geçmişten günümüze çok da değişiklik göstermemiştir. Kadınların sosyal
hayatta hak ettikleri yerin mutlaka verilmesi gerekmektedir. Buna rağmen kadın özellikle
Türkiye’de tam anlamıyla sosyal hayatta istenilen temsil keyfiyetine ulaşamamıştır. Son yıllarda
önemli çalışmalar yürütülse de hala olması gereken noktanın çok gerisinde bulunmaktadır. Bu
1
GESAK (Gençlik Stratejileri Araştırma Kurumu Derneği) Genel Sekreteri, e-posta:
[email protected]
163
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
durum ancak kadına olan bakışın değişmesiyle düzeltilebilir. Kadına olan olumsuz bakış ve
yaklaşımın özellikle din ve tarih temelli gibi gösterilmesi de son derece problemli bir durumdur.
İslam dini kadına çok önemli bir misyon yüklemiştir. Cennet anaların ayakları altındadır
sözüyle Hz. Muhammed (S.A.V.) onların rızalarının alınmasının ne kadar önemli olduğunu
ortaya koymaktadır. Ayrıca kadına verilen önemi de göstermektedir.
Bununla birlikte Türk-İslam tarihine bakıldığında kadınlar aile bütünlüğü ve sosyal
yapı içerisinde önemli roller üstlenmişlerdir. Özellikle Feminist kuramcıların kadınlara daha
fazla özgürlük talep etmeleri ve onları aile kurumunun içerisinden çıkartma düşünceleri aslında
kadınlığa büyük zarar vermektedir. Zaten özgür olan kadına karşı bu tarz talep ve
yönlendirmeler sorunun sağlıksız değerlendirilmesine ve çözümü güçleştirmesine sebep
olmaktadır.
Bu problemler ancak ve ancak kadınların sosyal hayatın içerisinde aktif varlık
göstermesiyle mümkün olabilecektir. Aktif varlık göstermedeki kasıt, sivil toplum kuruluşları
yardımıyla kadınların daha fazla katılım ve temsil hakkının kazanmasıdır. Türkiye’de kadınlar
sosyal hayatta varlar ama tam anlamıyla temsil ve katılım sağlayamamaktadırlar. Aşağıdaki
tablolar ve rakamlar incelendiğinde durum daha net bir şekilde anlaşılacaktır.
Tablo 1:T.B.M.M. Milletvekilleri İçerisinde Kadın Sayısı
Seçim Yılı
Parlamentodaki
Milletvekili
Sayısı
Kadın
Milletvekili
Sayısı
İçindeki Pay
(% )
1935
395
18
4.6
1943
435
16
3.7
1950
487
3
0.6
1957
610
8
1.3
1965
450
8
1.8
1973
450
6
1.3
1991
450
8
1.8
1999
550
22
4.2
2002
550
24
4.4
2007
550
50
9.1
2011
541
79
14.41
Kaynak: http://www.ka-der.org.tr/tr/down/2012_KADIN_ISTATISTIKLERI.pdf
Tablo 1 de, temsil ve katılımın en üst noktası olan T.B.M.M.’nde kadın vekillerinin
sayısının 1935-2011 yılları arasında ki değişim durumları görülmektedir. Geçen yıllar değişimin
olumlu yönde seyrettiğini gösterse de kesinlikle yeterli ve istenen seviyede olmadığı da bir
gerçektir. 2007 ve 2011 yıllarında seçilen kadın vekil sayısı neredeyse önceki dönemlerin iki
katına ulaşmıştır. Kadın vekil sayısının partilere göre dağılımı aşağıda ki gibidir:
164
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Adalet ve Kalkınma Partisi: 46,
Cumhuriyet Halk Partisi: 19,
Milliyetçi Hareket Partisi: 3,
Barış ve Demokrasi Partisi: 9,
Bağımsız Milletvekili: 2 kişiyle kadınlardan oluşmaktadır.
(http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim). 22.04.2013
Tablo 1’de görülen bu rakamlar kadın temsilinin ülkemizde yetersiz olduğunu göz
önüne sermektedir. Bu verilere paralel olarak mahalli idarelerde ki kadın sayısı ve oranlarını
inceleyecek olursak durumun çok farklı olmadığını görebiliriz.
Tablo 2: 2009 Mart Tarihli Mahalli İdareler Seçim Sonuçları Tablosu
Erkek
2.921
30.450
3.269
34.210
137.848
18.178
71.174
298.050
Belediye Başkanı Sayısı
Belediye Meclis Üye Sayısı
İl Genel Meclis Üye Sayısı
Köy Muhtar Sayısı
Köy İhtiyar Meclis Üyesi Sayısı
Mahalle Muhtar Sayısı
Mahalle İhtiyar Heyeti Üye Sayısı
Toplam
Kadın
27
1.340
110
65
329
429
1.409
3.709
Toplam
2.948
31.790
3.379
34.275
138.177
18.607
72.583
301.759
Kaynak: www.mahalli-idareler.gov.tr, Mart 2013
2009 yılında gerçekleştirilen mahalli idareler seçim sonuçları incelendiğinde yine
kadınların katılım ve temsi problemleriyle karşılaşmaktayız. Seçimler sonucunda 298.050 erkek
göreve gelirken, bu sayının kadınlarda sadece 3.709 da kaldığı görülmektedir.
Tablo 3: Türkiye’de Üst Düzey Yöneticilerin Cinsiyet Durumları(*)
YIL
Toplam
Kadın
Kadın %
Erkek
Erkek %
2013
5899
608
10,31
5291
89,69
Kaynak: www.dpb.gov.tr, Mart 2013
(*) Müsteşar, Müsteşar Yardımcısı, Valiler, Başkanlık Müşaviri,Bağlı Kurum Başkanı,Bağlı
Kurum Başkan Yardımcısı, Bakanlık Bünyesindeki Genel Müdürrler, Bağlı Kurum Genel
Müdürleri,Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, Kurul Başkanı, Kurul Üyeleri, Kurum
Bünyesinde Başkan, Daire Başkanı Ünvanları,Bölge Müdürleri, Bölge Müdür Yardımcıları,İl
Müdürleri.
Tablo 3’deki veriler incelendiğinde Türkiye’de üst düzey yönetici rakamlarında da aynı
problem göze çarpmaktadır. 2013 yılı verilerine göre kamuda üst düzey yönetici olarak görev
yapan erkeklerin oranı % 86,69 iken kadınların oranının % 10,31 olduğu görülmektedir. Burada
da görüldüğü gibi kadınların erkeklere oranla sosyal hayatın içerisinde çok daha azdır.
165
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Atatürk’ün kadın tanımı ve kadınların gelmesi gerektiği nokta ile uluslararası kurum ve
kuruluşların günümüzde belirttikleri durum büyük oranda paralellik göstermektedir. Sosyal
anlamda sağlıklı ilerlemenin gerçekleşebilmesi için kadınların genel olarak sahip olması
gerektiği bazı nitelikler aşağıda ki gibi sıralanabilir (Çoban, 2007):
1. Kadın, yasal, ekonomi ve eğitim-öğretim alanlarında erkekle eşit fırsatlara sahip
olmalıdır.
2. Kadın, toplum hayatının her alanında aktif bir şekilde temsil edilmeli ve katılım
göstermelidir.
3. Kadının en önemli görevi anneliktir.
4. Kadının analık sorumluluğunu ve toplumdaki görevini aktif ve verimli bir şekilde
yerine getirebilmesi için modern bilgilerle donatılması gerekmektedir.
Atatürkçü düşünce sistemi kadının sosyal hayata katılımı ve gelişmesine, onun kişilik
gelişimi ve çocuğunun ilk eğiticisi olmasından dolayı büyük önem vermektedir.
Kadınların sosyal hayata katılmalarını; eğitim, iş tecrübesi, başarma isteği, çalışma
arzusu gibi konulara bakarak değerlendirmekte fayda vardır. Bu değerlendirme yapılırken
kadının sosyal hayatın ve ailenin önemli bir parçası olduğu kesinlikle ayrı düşünülmemesi
gerekmektedir (Kocacık, Gökkaya, 2005: 85). Aksi takdirde, kadınlarla erkekler arasında
anlamsız gerilimler yaşanabileceği gibi, sosyal düzenin güvencesi olan aile kurumunda da
yıkıma neden olacaktır.
Kadınların Ekonomik Hayattaki Rolü ve Etkisi
Dünya nüfusunun neredeyse yarısı (%49.7) kadınlardan oluşmaktadır. Nüfus oranına
bakarak, tarihin tüm dönemlerinde ekonomik ve sosyal hayatın bir tarafını kadınların, diğer
tarafını da erkeklerin oluşturdukları anlaşılmaktadır. Rakamlar bunu gösterirken, kadınlarla
erkeklerin sosyal ve ekonomik imkanlardan faydalanma oranlarında ciddi bir fark
bulunmaktadır.
Toplumlar arası farklılıklar arz etse de bu durum tüm toplumlar için geçerlidir (Demir,
1991). Kadınların, ekonomik ve sosyal alanda erkeklere nazaran geride olmalarının farklı
sebepleri bulunmaktadır. Öncelikle sosyal yapılardan kaynaklı anlayışlar buna neden
olmaktadır. Öncelikle, erkek egemen bir anlayışın olması, kadının erkekten fizyolojik olarak
farklı olması, kadınların sosyo- ekonomik imkanlardan daha az faydalanması, kanuni düzenleme
ve uygulamalarda önemli problemlerin olması, sivil toplum kuruluşlarının yeterli çalışmalar
yürütmemeleri gibi başlıca nedenler kadının erkeğe oranla sosyo- ekonomik anlamda daha az
katılım göstermesine neden olmaktadır (Koca, 2010).
İstihdam ve ekonomiye katılım verileri, farklı iş kollarında ki kadın sayısı ve oranları,
kadınlara verilen ücret miktarları vb. bulgular ekonomik hayatta kadınların durumlarını ortaya
koymaktadır. Kadının sosyal hayattaki rolünü ortaya koyan bütün verileri birleştirerek daha
genel analizler gerçekleştirilebilir. Toplumsal Cinsiyete Bağlı Gelişme Endeksi (GDI) ve
Toplumsal Cinsiyeti Güçlendirme Ölçüsü (GEM)’in hazırlamış olduğu 2011 yılı raporunda,
kadınların ekonomik ve toplumsal yapıya katılım oranları sıralamasında Türkiye’nin 101. sırada
bulunduğu belirtilmiştir. Bu sıralamayla Türkiye’nin kadınların ekonomik hayata katılımları
konusunda, Pakistan ve Ermenistan gibi ülkelerin (Deniz ve Hobikoğlu, 2012) de gerisinde
kalmış olduğu dikkati çekmektedir.
TÜİK hane halkı işgücü verileri incelendiğinde; ülkemizde, kadınların istihdam oranları
ve çalışma şekilleri ile ilgili kısaca şu bilgiler verilebilir: Türkiye’de, nüfus ve işgücü oranları
166
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
karşılaştırıldığında dört kadından sadece birinin işgücüne katıldığı anlaşılmaktadır. Türkiye’de
kadınların istihdam oranının % 22,3 olduğu bir gerçektir. Ayrıca kadınlarla erkeklerin iş bulma
süreleri ve durumları arasında da önemli farklılıklar bulunmaktadır.
Kadınların daha çok hizmet sektöründe istihdam edilirlerken, hizmet sektörünü sırasıyla
tarım, ve sanayi sektörleri izlemektedir. Ayrıca, istihdam edilen kadınların sosyal güvenlik
kuruluşlarına kayıt durumlarında da önemli problemler vardır. Örneğin, tarım sektöründe
çalışan kadınların %96,2’sinin herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadıkları
bilinmektedir. Köylerde yaşayan kadınların tamamına yakını tarımsal faaliyetlerde çalışırken
bunların yüzde 80’inin herhangi bir ücret almaksızın ücretsiz aile işçisi olarak çalıştığı bir
gerçektir.
Kadınlarda eğitim olanakları arttıkça istihdam edilme ve eğitime paralel olarak istihdam
edilen sektörün kalitesi de artmaktadır. Okuma yazma bilmeyen kadınların işgücüne katılım
durumları % 15 iken bu oranın ilk ve ortaokul mezunlarında % 21,8, lise mezunlarında % 33,7
yükseköğretim mezunlarında da % 70,5 olduğu göze çarpmaktadır (Kumaş&Çağlar, 2011: 263).
Bu verilere eklenmesi gereken bir diğer yorum da eğitim düzeyi arttıkça kadınların istihdam
oranlarının arttığı ve dolayısı ile de kadınların çalıştığı sektörlerin niteliğinin de değiştiğidir.
Örneğin ilkokul mezunu bir kadın vasıfsız ve düşük maaşlı bir işçi pozisyonundayken
yükseköğretim mezunu bir kadının çok daha kaliteli işlerde istihdam imkanı elde ettiği bir
gerçektir.
Türkiye’nin 2002-2013 yılları arasında ekonomik anlamda önemli mesafeler aldığı bir
gerçektir. İstihdam oranlarındaki artış, kişi başına düşen gelir miktarlarındaki yükselme bunların
önemli göstergeleridir. Ekonomik anlamda yaşanan büyümeye paralel olarak sosyal hayatta da
önemli mesafeler alınmıştır. Tüm bu verilere rağmen, Türkiye’de kadın işgücüne ve istihdamına
bakıldığında önemli sorunların hala çözülemediği de bir gerçektir.
TÜİK verilerine bakıldığında, 2011 yılı sonu itibariyle Türkiye’de kadınların istihdam
oranının %28.8 olduğu, bunun yanı sıra 2004-2012 yılları arasında aktif olmayan kadın sayısı
790,000 artarak 19,4 milyona ulaşmıştır. Kadın istihdamı konusunda Türkiye ile diğer ülkeler
kıyaslandığında durum hiç de iç açıcı değildir. Buna göre, OECD istatistiklerini inceleyecek
olursak; 15-64 yaş arası kadınların ekonomiye katılım oranının AB ülkeleri ortalaması %65.5
iken, OECD ülkelerinin ortalaması da % 61.8 seviyesindedir. Aradaki fark, problemin ne kadar
büyük olduğunu da göstermektedir.
Ekonomik olarak aynı kategorilerde olduğumuz ülkelerin de bu konuda çok gerisinde
bulunmaktayız. Bu oranların, Rusya’da %68, Brezilya’da %63.5, Macaristan’da %57, Güney
Kore’de %55 ve Meksika’da %46 olduğu görülmektedir (Aşık, 2012). Türkiye’de kadınların
istihdam sorunu sosyal açıdan da önemli sorunlara neden olmaktadır. Ekonomik gelişim
gösteremeyen kadınların sosyal gelişim, temsil ve katılım durumları da gelişemez. Ancak
ekonomik bağımlılığı ortadan kalkmış kadınlar sağlıklı ve üretken hale gelebilirler.
Kadınların ekonomik hayata katılımlarında resmi kurumların yanı sıra sivil toplum
kuruluşlarına da önemli görevler düşmektedir. Sivil toplum kuruluşları, resmi kurumları ve
karar alıcıları üzerinde konuyla ilgili çözüme katkı sağlamak amacıyla baskı kurarlarken, bir
taraftan da dezavantajlı kadınlardan, eğitimli kadınlara kadar istihdam konularında yeni
imkanlar geliştirebilirler.
Sivil toplum kuruluşları, eğitim durumlarına göre kimi kadınlara mesleki yeterlilik
kursları açarken, kimilerine de sosyal hayatta kadınların katılım ve temsil imkanlarını arttıracak
olanaklar sağlayabilir. Böylelikle kadınların yaşadıkları dezavantajlı durumlar ortadan
kaldırılabilir. Sivil toplum kuruluşları, kadınlara yönelik yürüttüğü çalışmalarda asla aile
167
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
kurumuna zarar verecek faaliyetlerde bulunmamalıdır. Öyle ki, erkek de olduğu gibi kadın da
düzenli ve sağlıklı bir aile yapısı içerisinde üretken ve verimli olabilir.
Sivil Toplum Kuruluşları Nedir, İşlevleri Nelerdir?
“Sivil Toplum” genel olarak; devlet ve devlet otoritesi haricindeki ekonomik ve sosyal
alanı ifade eden, kendi içerisinde prensiplere sahip olan ve bu prensiplere paralel olarak
faaliyetlerini geliştiren, kendi kendini düzenleyen bağımsız toplumsal alan olarak
tanımlanmaktadır (Yılmaz, 1997: 86). Buna göre sivil toplum, devlet ve onun kontrolü dışında
bağımsız bir yapı olsa da devletten bütünüyle ayrı değildir.
Buna paralel olarak sivil toplum kuruluşlarının devletten ayrı olması doğru
olmayacaktır. Devletle çatışma içerisinde olan sivil toplum kuruluşları anlayışından ziyade
devletle uyumlu faaliyetler yürüten sivil toplum kuruluşları daha fazla fayda sağlayacaklardır
(Karakuş, 2006: 15). Sivil toplum kuruluşları resmi kurumları ve karar alıcıları üzerinde baskı
unsuru oluştururken bunu asla yıkıcı veya kışkırtıcı amaçlarla gerçekleştirmemelidirler. Aksi
takdirde sosyal problemlere davetiye çıkarılmış olur.
Sivil toplum modeli, kanunların anlayışına bağlı olan, hukuki değerleri bulunan toplum
modelidir. Sivil toplum aynı zamanda, devletin unsuru olan ve onun kanunlarına uyan devletin
kurumlarına zarar vermeyen sorumluluğa sahip olan toplum anlamına da gelmektedir (Azaklı,
1997: 225). Bundan dolayı sivil toplum – devlet arasında ki ilişki, sivil toplum tanımının önemli
bir parçasını oluşturmaktadır. Ayrıca, Sivil toplum kuruluşlarının devletle çatışma içerisinde
olmasını talep eden anlayış son derece problemlidir. Sivil toplum kuruluşları, devleti karar alma
ve uygulama konusunda baskı altına alırken bunu halk için yapmalı ve çeşitli ideolojik veya
siyasi faaliyetlerden de uzak durmalıdırlar.
Sivil toplum, kullanım şekli olarak farklıklar göstermekte, kavrama değişik anlamlar
yüklenmektedir. Genel olarak, sivil toplum kavramı ile ilgili literatüre bakıldığında vatandaş,
kamu alanı ve özel alan kavramlarının temel kavramlar olarak ön plana çıktığı anlaşılmaktadır.
Buradan hareketle sivil toplum için önemli olanın bireyin üretkenliğinin, özgürlüğünün ve
gelişmesinin olduğu gerçeğine ulaşılabilir.
Sivil toplum, faaliyetlerini farklı yol ve yöntemlerle gerçekleştirmektedir. STK’lar (sivil
toplum kuruluşları) sivil toplumun en önemli unsurlarıdır. Sivil toplum kuruluşları hayatın her
alanında faaliyetler yürütebildikleri için, faaliyet alanları geniş ve faaliyet konusu sınırsızdır.
Bugün dernekler, vakıflar, sendikalar, konfederasyonlar, işveren kuruluşları, profesyonel
federasyonlar, meslek kuruluşları, birlikler, odalar, yerel birlikler, kooperatifler ve medya gibi
tüzel kuruluşlar artık dünyada sivil toplum kuruluşları olarak kabul edilmektedir.
Sivil toplum kuruluşlarının işlevleri genel başlıklar altında toplanabilir.Sivil toplum
kuruluşları, kendi üyelerinin veya genel toplumsal talepleri dile getirebildiğinden dolayı farklı
konularla ilgili rahatlıkla kamuoyu oluşturabilir. Sivil toplum kuruluşları, siyasal açıdan ortaya
çıkan değişimlerin hızlanmasını ve kolaylaşmasını sağlayarak demokrasinin gelişmesine katkı
sağlar. Ayrıca, sivil toplum kuruluşları sosyal projeler geliştirip, farklı kaynaklar oluşturarak
ilgili alanlarda devlet politikalarına destek vermektedirler.
Böylelikle sivil toplum kuruluşları devletin giremediği, ulaşamadığı alan ve bireylere
ulaşarak oluşabilecek sosyal problemlerin de önüne geçmiş olurlar. Bunun sonucunda sivil
toplum kuruluşları sosyal, kültürel ve eğitim alanlarında toplumun kalkınmasına yardımcı
olmaya çalışmaktadırlar. Sivil toplum kuruluşlarının genel anlamda yürütmüş oldukları projeler
dezavantajlı gruplara yöneliktir. Bununla hedeflenen sonuç ise dezavantajlı grupların bu
imkânlardan eşit bir şekilde yararlanabilmesini sağlamaktır. Sivil toplum kuruluşları, olağanüstü
168
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
dönemlerde ve kriz dönemlerinde halkın acil ihtiyacının karşılanmasında, sosyal yardımlaşma
ve dayanışmayı gerçekleştirerek krizin etkilerini azaltabilmektedirler.
Sivil toplum kuruluşları dezavantajlı gruplar üzerinde faaliyetler yürüterek, onların
sosyalizasyon süreçlerine destek olarak daha üretken ve katılımcı bir hale dönüşmelerine
yardımcı olurlar (Aktel, 2003: 70-71). Özellikle kadınların cinsiyet kaynaklı olumsuz
durumlarına karşın, sivil toplum kuruluşlarının yürüteceği faaliyetler büyük önem arz
etmektedir. Kadınlara yönelik; sivil toplum kuruluşları, meslek edindirme, sosyo- psikolojik
açıdan destekleyici faaliyetler yürütme, katılım ve temsil yönlerini geliştirme gibi roller
üstlenebilmektedirler. Böylelikle, kadınların gerek sosyalleşme gerekse ekonomik hayata yeterli
ve nitelikli bir şekilde katılımlarını sağlamış olacaklardır.
Sivil toplum kuruluşları bazı yönleri itibariyle devlet kurumlarına nazaran daha
avantajlıdırlar. Kamu kurumlarının ulaşamadığı veya faaliyet yürütemediği alanlara rahatça
ulaşabilme kabiliyeti sivil toplum kuruluşları açısından önemli bir avantajdır. Sivil toplum
kuruluşları için avantaj olan durumlar aşağıdaki gibi sıralanabilir (Acar, 2010: 18-19):
- Bireylerin daha etkin, üretken ve katılımcı olmalarını sağlarlar,
- Sosyal problemlere makul çözümler üretip bunları başarıyla uygulayabilme şansı tanırlar,
- Toplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerinde sonuçlarla birlikte süreci de inceler ve dikkate
alır.
- Fert merkezli araştırmalar planlama,
- Yerel yönetimlerle işbirliği yaparak ve onların vasıtasıyla faaliyet gerçekleştirme,
- Toplumun maddi imkanı sıkıntılı olan kesimlerine rahat ulaşma ve onlara yönelik faaliyetler
yürütebilme,
- Toplumsal değişim faaliyetlerinde bireylerin katılımını teşvik etme ve sağlama,
- Sosyal ihtiyaçların tespitinde esnek davranarak sağlıklı sonuçlar ortaya koyabilmek,
- Sorunları tespit etmek ve sorunlara çözüm üretebilmek amacıyla saha çalışmalarına önem
verme, öğrenme ve uygulama,
- Gelişim problemlerinden etkilenen, engelli bireylerin ihtiyaçlarını ortaya koyma bu konularda
farkındalık oluşturma ve dış yorumlardan çok sahanın gerçeklerine uygun olarak çözümler
üretmek için çalışmalarıdır.
- Kamu kurumlarının ulaşamadığı veya ulaşmakta zorlandığı ulaşabilse bile desteklerini kabul
etmeyen suça karışmış veya suç mağduru bireylere ulaşıp eğitimler düzenleyebilir.
Küreselleşme ile birlikte STK’ ların fonksiyonları çeşitlenerek ve gelişerek artmaya
devam etmekte, STK’ların etkinlikleri alan ve muhatap kitle açısından, etkinlik açısından
güçlenmektedir. Özellikle son yıllarda STK’lar birçok alanda profesyonel bir şekilde
çalışmalarını yürütmekte, saha çalışmalarında problemlerin tespiti ve çözümü noktasında
isabetli hamleler yaparak toplumsal dengenin sağlanması bağlamında çok büyük bir işlev yerine
getirmektedir.
STK’lar çalışmalarını daha çok dezavantajlı gruplar, toplumda tartışmalı konular,
gecekondu ve kırsal kesimdeki mağdur kesimler, kadınlar üzerinde gerçekleştirmektedirler,
özellikle sosyal projelerle, devletin ulaşmakta zorlandığı ve hizmet götürme problemi yaşadığı
bu bölgelere ulaşılarak onlara eğitim, sağlık gibi alanlardan daha çok yararlanma imkânları
sağlanmaktadır.
169
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Nasıl ki sivil toplum kuruluşları devlet kurumlarıyla çatışma içerisine girmemeliyse devlet
kurumları da sivil toplum kuruluşlarını kendine rakip olarak değil de, ulaşamadıkları alanlara ve
bireylere ulaşan ve hizmet götürerek kendine yardımcı olan sosyal ortaklar olarak
algılamalıdırlar. Devlet kurumları, karar alma süreçlerine sivil toplum kuruluşlarını da dahil
edebilirlerse, ortaya çıkan kararların daha etkin sonuçlar doğurabileceği bir gerçektir. Bir
taraftan karara katılanların görüşleri alındığı için alınan kararın uygulanması daha
kabullenilebilir, diğer taraftan yönetim açısından risk paylaşması noktasında bir avantaj olarak
görülebilir.
Böylece alınan kararın sosyal meşruiyet kazandığı söylenebilir. Ayrıca kadınların
sosyalleşmesi ve istihdamlarının arttırılmasına yönelik sivil toplum kuruluşları önemli
sorumluluklar üstlenmektedir. Devlet kurumları genel kabullerin dışına çok fazla çıkamazken
sivil toplum kuruluşlarının hareket alanı daha geniştir ve genel kabullerin dışına da çıkabilirler.
Özellikle, kadınların ekonomik katılımları, daha iyi şartlarda yaşamaları ve etken olabilmeleri
amacıyla faaliyetler yürütmektedirler. Sivil toplum kuruluşları bu faaliyetleri ile kadınların
temsil, katılım ve üretkenliklerini arttıracaktır.
Türkiye’de Kadın STK’ları ile İlgili Sayısal Veriler
Türkiye’de son yıllarda gelişen demokratik tavırlardan dolayı sivil toplum ve sivil
toplum kuruluşları artarak ve güçlenerek hızla yollarına devam etmektedirler. Daha etkin ve
üretken bir duruma gelen sivil toplum kuruluşları bireyler açısından henüz tam anlaşılmış
değildir. Bundan dolayı sivil toplum kuruluşlarının legal zeminde yürüteceği faaliyetler büyük
önem arz etmektedir.
Son yıllarda Türkiye’de özellikle dernek sayısında önemli artışlar olsa da kadınlarla
ilgili faaliyetler yürüten dernek sayısının yetersizliği dikkat çekmektedir. Tablo 4 de görüldüğü
üzere 2000-2013 yılları arasına yaklaşık 34 bin yeni dernek faaliyete başlamıştır. Bu çok önemli
bir rakam olmaka birlikte kadınların katılımlarını sağlayacak ve onların haklarını savunacak
olan dernek sayılarında istenen düzeyde bir artış gerçekleşmemiştir. Kadınların yaşamış
oldukları dezavantajlı durumun sivil toplum kuruluşları içinde geçerli olduğu gerçeği ortadadır.
Tablo 4: Türkiye’de Faal Dernek Sayıları
170
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynak: www.dernekler.gov.tr, 10.04.2013
Tablo 5’de görüldüğü gibi kadınlarla ilgili faaliyetler yürüten dernek sayıları tüm
dernek sayıları ile kıyaslandığında % 1,4 lük bir oran çıkmaktadır. Bu oran, kadın stk’ların ne
kadar az olduğunu göz önüne serip, yaşanan temsil ve katılım sorunlarının nedenlerini de
özetliyor aslında. Sivil toplum alanında faaliyet gösteremeyen kadınlar haklarını arama
konusunda da son derece yetersiz kalmaktadırlar. Kadınların sivil toplum faaliyetleri içerisinde
yer almaları, onların daha nitelikli hayat yaşayabilmeleri, sağlıklı katılım ve temsil
gösterebilmeleri, topluma yön verebilmeleri ve her şeyden önce geleceğimizin teminatı
nesillerimizi sağlıklı bir şekilde eğitebilmeleri açısından son derece önemlidir.
Tablo 5: Faaliyet Alanlarına Göre Dernekler
Kaynak: www.dernekler.gov.tr, 10.04.2013
Tablo 6’da mevcut derneklere üye olan bireylerin cinsiyetlerine göre sayıları verilmiştir.
Tablo 6’ya göre iki farklı sorun karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, 74 milyonluk
Türkiye nüfusunun yalnızca 9 milyonuna yakınının sivil toplum kuruluşlarına üye olduğu
sorunudur. Bu rakam sivil toplum adına çok yetersizdir. Derneklere üye olan 9 milyon kişinin
171
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
büyük çoğunluğunun, dernek faaliyetlerinde aktif olmadıkları düşünüldüğünde Türkiye’de sivil
toplum anlayışının henüz sağlıklı işlemediği bir gerçektir. İkinci ve konumuzla ilgili olan sorun
ise, derneklere üye olan toplam 9 milyon kişiden sadece 1.600.000’ünün kadın olmasıdır.
Kadın derneklerinin sayısının yetersizliği büyük bir sorun olduğu kadar kadınların
derneklere üye olma durumlarının erkeklere oranla çok düşük seviyelerde olması daha büyük bir
sorundur. Sosyal hayatın içerisinde tam anlamıyla varlık gösteremeyen kadınların sivil toplum
faaliyetleri içerisinde de tam anlamıyla bulunamamaları sorunun çözümünü güçleştirmektedir.
Kadınlar, sosyo-ekonomik hayata etkin, verimli ve nitelikli bir katılımı ancak ve ancak sivil
toplum kuruluşları içerisinde ki gayretleri ile elde edebilirler. Sivil toplum faaliyetlerinde
bulunan kadın sayısı arttıkça, kadın hakları ve temsil konularında daha iyi neticeler alınacaktır.
Tablo 6: Cinsiyete Göre Derneklerde Üye Sayısı
Kaynak: www.dernekler.gov.tr, 10.04.2013
Kadınlarla İlgili Faaliyetler Yürüten Başlıca STK’lar ve Yürütülen Faaliyetler
Kadının eğitim ve iş hayatına atılmasıyla birlikte, kadınlara yönelik faaliyetler yürüten
sivil toplum kuruluşları ortaya çıkmışlardır. Özellikle 1990’dan bu yana kadınla ilgili faaliyetler
yürüten sivil toplum kuruluşları aktif olarak çalışmaya başlamıştır. Sivil Toplum Geliştirme
Merkezine kayıtlı şubelerle birlikle 1000 civarında faaliyet gösteren kadın sivil toplum kuruluşu
bulunmaktadır. İlgili sivil toplum kuruluşları farklı konularda kadınlara eğitimler
düzenlemektedirler (Menteş, 2008).
Kadınlarla ilgili faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları genel olarak; kadınlara
mesleki bilgi ve tecrübe kazandırmak, kadınlara şuur ve kimlik kazandırmak, kadınların etkin
katılım ve temsil yönlerini çeşitli eğitimlerle geliştirmek, sosyo-kültürel haklarını savunmak ve
172
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
mücadelelerine yardımcı olmak, siyasal ve sosyal hayata daha etkin katılımlarını desteklemek,
kadına karşı her türlü cinsiyete dayalı ayrımcılığa son vermek veya en aza indirmek vb.
faydaları amaçlamaktadırlar.. Aşağıda Türkiye’de kadın konusunda faaliyet yürüten bazı sivil
toplum kuruluşları ve faaliyet alanları verilmiştir. Bu sivil toplum kuruluşları şu şekilde
sıralanabilir.
KA-DER (Kadın Adayları Eğitme ve Destekleme Derneği )
TBMM ve yerel yönetimlerde Kadınların görüşlerini yansıtmak ve Kadınların siyasal
yaşama katılımını arttırmak amacıyla 1997’de kurulan Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme
Derneği (KA-DER) belli bir partiye yakın olmama prensibini kabullenmiştir. Ka-der’in genel
amacı, kadın adaylara seçim kampanyaları süresince araştırma, halkla ilişkiler rehberliği ve
propoganda desteği vermek, aynı zamanda kadın seçmenleri de bilgilendirmektedir (Uluhan,
2013: 67).
KEDV (Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı )
Kadınlarla ilgili faaliyetler yürüten bir başka sivil toplum kuruluşu da kadın emeğini
değerlendirme vakfı 1986 yılında kurulmuştur. Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı'nın
(KEDV) genel amacı, maddi imkanı olmayan kadınların tecrübelerini ve potansiyellerini
değerlendirerek ekonomik ve sosyal hayata etkin bir şekilde katılmalarına imkan sağlamak
olarak özetlenebilir. KEDV'in yürüttüğü diğer çalışmalar arasında Çocuk Bakım Merkezleri,
Güngören El Sanatları Merkezi, Karabiber Doğal Ürünler Dükkanı ve Esenyurt Oyuncak
Atölyesi gibi İstanbul'un dar gelirli bölgelerinde Kadınlara potansiyellerini kullanma imkanı
veren merkezler açmak da bulunmaktadır. KEDV ayrıca Mahalle Anneliği Projesi ve mikrokredi projesini yürütürken, deprem bölgesinde de çocuk evleri açıyor (Uluhan, 2013: 67).
Kadın Merkezi (KAMER),
Kadın Merkezi (KAMER), 1997 yılında kurulmuş, kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum
kuruluşudur. Hedefi, kadınların hukuksal, ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan
güçlendirilmelerine katkı sağlamak ve kadınların uzun dönemli istihdamı ve eğitimi için destek
mekanizmaları geliştirmektir. KAMER, kadınların kendi hakları hakkında ve bu hakların ihlali
konusunda bilinç ve duyarlılık geliştirmelerine, çeşitli kamusal etkinliklere ve istihdama
katılmak üzere evlerinden çıkmalarına yardımcı olmak ve kadın istihdamını artırmak gibi
amaçlara sahiptir. KAMER iş fikri geliştirme kursları düzenlemekte ve bu alanda istekli
kadınlara eğitim vermektedir (Uluhan, 2013: 67).
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları,
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları, 3294 sayılı kanunun amacına uygun
çalışmalar yapmak ve ihtiyaç sahibi vatandaşlara nakdi ve ayni yardımda bulunmak üzere her il
ve ilçede kurularak faaliyete geçmişlerdir. Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğünün taşradaki
faaliyetleri Türkiye çapında 973 il ve ilçede her ilde vali ve her ilçede kaymakam başkanlığında
oluşturulmuş Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları üzerinden gerçekleştirilmektedir
(Uluhan, 2013: 67).
Toplum Gönüllüleri Vakfı (TGV),
173
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Toplum Gönüllüleri Vakfı, 2002 yılında gençlerin öncülüğünde toplumsal barış,
dayanışma ve değişimi gerçekleştirme vizyonu ile yola çıkan bir sivil toplum kuruluşudur.
TGV, mikro finans programlarına 2006 yılında başlamıştır. Topluma Destek Projesi kapsamında
başta kadınlar olmak üzere tüm ülkede 2,5 milyon kişiye ulaşma hedefiyle yola çıkan TGV,
proje kapsamında özel bir banka ile bir protokol imzalamıştır. TGV bu alanda projeler
geliştirmeye devam etmektedir (Uluhan, 2013: 67).
Türkiye İsrafı Önleme Vakfı (TİSVA),
Türkiye İsrafı Önleme Vakfı (TİSVA), Türkiye’nin sahip olduğu bütün kaynakların
verimli ve etkin kullanılmasının sağlanmasına ve toplumda israfın önlenmesi bilincinin
geliştirilmesine katkıda bulunmayı amaçlayan bir vakıftır. TİSVA, 2003 yılında, Diyarbakır
Valiliği ve Grameen Trust’ın iş birliği ile Diyarbakır’da Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi
(TGMP)’ni başlatmıştır. Bu projeyle ulaşılması hedeflenen kitleyi, yoksul kadınlar, işsiz
gençler, işsiz yaşlılar, engelli ve gaziler, küçük ölçekli çiftçiler, sokaktaki sahipsiz çocuklar,
çocuklarını çocuk yuvaları vb. kurumlara vermek mecburiyetinde kalan aileler, topraksız
köylüler ve orman köylüleri oluşturmaktadır (Uluhan, 2013: 67).
Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER),
2002 yılında ülke çapında faaliyet gösteren ve kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum
örgütü olarak kurulmuştur. KAGİDER Türkiye’de kadın girişimciliği ve liderliğini geliştirmek
temel amacı ile çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çerçevede KAGİDER İstanbul’da ve
Anadolu’nun farklı illerindeki kadın girişimcilere iş kurma ve geliştirme süreçlerinde kapsamlı
eğitimler verir ve danışmanlık desteği sunar.
Türkiye Kalkınma Vakfı (TKV)
Türkiye Kalkınma Vakfı (TKV) yoksul insanları kırsal ve tarıma dayalı kalkınmaya
yönlendirmek için 1969 yılında kurulmuş olan, kamu yararına faaliyetler yürüten, özel, kâr
amacı gütmeyen bir vakıftır. Vakıf bu amaçlar doğrultusunda eğitimler vermekte, projelere
kredi desteği sağlamaktadır (Uluhan, 2013: 67).
Kadınlarla ilgili faaliyetler yürüten bu sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra devlet
kurumlarının sivil toplum kuruluşları ile ortak yürüttüğü ve kadınlarda istihdam oranını
arttırmak ve ekonomik faaliyetlerde bulunmalarını sağlamak amacıyla girişimcilik kursları
düzenleyerek katılanlara 30.000 TL’ye kadar geri ödemesiz, 70.000 TL.’de faizsiz 4 yıl ödemeli
hibe sağlamaktadır.
Girişimcilik kursları ve hibeleri KOSGEB tarafından sağlanmaktadır. Bu faaliyetlerle
girişimcilik kültürünün yaygınlaştırılması ve yerel dinamiklere dayalı girişimciliğin
desteklenmesi amaçlanmaktadır. Girişimcilik Destek Programı, “Uygulamalı Girişimcilik
Eğitimi”, “Yeni Girişimci Desteği” ve “İş Geliştirme Merkezi (İŞGEM) Desteği” olmak üzere 3
alt programdan oluşmaktadır.
Kadınlara yönelik gerçekleştirilen en önemli girişimcilik programı KOSGEB, Keçiören
Belediyesi, TOGEM Keçiören, TOBB ve TOBB ETÜ işbirliği ile düzenlenmiş olup “1071
Kadın Girişimci Projesi'' adını taşımaktadır. Proje kapsamında 1071 kadına eğitimler sonunda
sertifika verilerek hibe imkanlarından faydalanmaları sağlanarak ekonomik faaliyetlere
katılımları sağlanmış olacaktır.
Sonuç
174
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kadınlar her geçen gün eğitimin yaygınlaştırılması ve istihdamın arttırılması ile birlikte
sosyo-ekonomik hayattaki yerlerini daha fazla almaya başladılar. Buna karşın temsil ve katılım
anlamında kadının önünde hala aşılamayan önemli problemler bulunmaktadır. Çeşitli iş
kollarında erkeklere yaklaşan istihdam oranlarına rağmen yönetim konusunda onlardan oldukça
geri konumlarda bulunmaktadırlar.
Bunun çok farklı nedenleri bulunmaktadır. Çözüm yollarının üretilebilmesi için de
büyük bir irade gerekmektedir. Kamu kuruluşlarının şuan için böyle bir iradeyi gösterebilmesi
çok mümkün gözükmemektedir. Her ne kadar kamuda da problemin çözümü adına son yıllarda
önemli hamleler atılsa da genel kabullerin ötesine geçip kadınlara yönetimde daha etkin ve
temsil kabiliyeti vermek çok kolay olamayacak gibi görünmektedir.
Bu önemli problem, büyük bir oranda sivil toplum kuruluşlarının kadına yönelik
faaliyetler gerçekleştirmesi ile çözülebilir görünmektedir. Bu amaçla, kadın alanında faaliyetler
yürüten sivil toplum kuruluşlarının sayısının arttırılması son derece önem arz etmektedir.
Sadece kadınların bu konuda teşvik edilmesi ve bilinçlendirilmesi yeterli olmamaktadır.
Kadınların sivil toplum faaliyetleri kapsamında sosyalleşmeleri ve istihdam
edilebilirliklerinin arttırılması, onların hayata karşı daha sağlam bir duruş sergileyebilecekleri
anlamına gelmektedir. Problemin kısa vadedeki çözümünün, sivil toplum kuruluşlarının
yürütecekleri faaliyetlerde gizli olduğunu düşünüyoruz. Ancak sivil toplum kuruluşlarının
yapacakları çalışmalarda son derece duyarlı ve bilgili olmaları çok önemlidir. Bu konuda
yapılacak çalışmalar dikkat ve bilgi ışığında gerçekleştirilmediğinde, en az beklenen yarar kadar
zarar vermiş olacaktır.
Bu noktada, sivil toplum kuruluşlarının kadınların haklarını savunurken dikkatli
davranmalarını ve aile kurumunu asla hedef almamaları gerektiğini belirtmek gerekir. Aksi
takdirde kaybeden yine öncelikli olarak kadınlar olacaktır. Problemin aile ve toplum merkezli
düşünülerek çözülmesi önemlidir. Unutulmamalıdır ki kadının temsil ve katılım problemini yine
kadınların kendi iradeleri çözecektir. Bunun için de öncelikli olarak kadınların eğitim
seviyelerini arttıracak çalışmaların başlatılması, ardından diğer çalışmalara ağırlık verilmesi son
derece önem arz etmektedir.
175
Aile ve Kadın Sempozyumu -16 Mayıs 2013, Kırıkkale-
Kaynaklar
AKTEL, M. Küreselleşme ve Türk Kamu Yönetimi Asil Yayın Dağıtım, Ankara, 2003.
AZAKLI, S. “Devlet-Sivil Toplum ve Türkiye”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:3, Sayı:18, KasımAralık, 1997.
DEMİR G. Çalışan Kadınlarda Rol Çatışmaları (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Malatya:
İnönü Üniversitesi Sosyoloji Ana Bilim Dalı, 1991.
KABASAKAL, Mehmet. Sivil Toplum ve Demokrasi, Denetçi Yeterlilik Tezi, Ankara, 2008.
KARAKUŞ, O. Avrupa Birliği Uyum Sürecinde Türkiye’deki Sivil Toplum Kuruluşları,
Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Isparta
2006.
KOCACIK, F. ve GÖKKAYA, V. “Türkiye’de Çalışan Kadınlar ve Sorunları”, C.Ü. İktisadi
ve İdari Bilimler Dergisi. 2005.
KUMAŞ, Handan ve ÇAĞLAR, Atalay. “Türkiye’de Kadın Eksik İstihdamını Belirleyen
Faktörler”, Çalışma ve Toplum, 2011.
MENTEŞ, Ş. Sivil Toplum Kuruluşlarıyla (STK) İlgili Bir İnceleme: Kadınlara Yönelik
Faaliyet Gösteren STK Örnekleri, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Eğitim
Bilimleri Enstitüsü, 2008.
ULUHAN, R. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Girişimcilik Kılavuzu, Pirintaş Basım,
İstanbul, 2013.
YILMAZ, A. “Sivil Toplum Demokrasi ve Türkiye” Yeni Türkiye Dergisi, Yıl 3, Sayı 18,
Kasım-Aralık, 1997.
İnternet Kaynakları
www.mahalli-idareler.gov.tr
http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi
http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/146/coban.htm
http://iys.inonu.edu.tr/webpanel/dosyalar/1456/file/Calisma_Hayati_ve_Kadin_Bennur_Koca.p
df
http://www.dpb.gov.tr/istatistik_internet/2013_mart/tablo12_ustduzey_cinsiyet.pdf
http://www.siviltoplum.com.tr/?ynt=icerikdetay&id=318
http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/milletvekillerimiz_sd.dagilim
http://www.tepav.org.tr/upload/files/1355769789
http://www.eecon.info/papers/546.pdf, Deniz, M. ve Hobikoğlu, E. Cinsiyete Göre Gelişme
Endeksi Çerçevesinde Kadın İstihdamının Ekonomik Değerlendirmesi: Türkiye Örneği.
176

Benzer belgeler