Mizanpaj 1 - Mücadele Birliği
Transkript
Mizanpaj 1 - Mücadele Birliği
GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ B-O-Y-K-O-T FABRİKALAR TARLALAR SİYASİ İKTİDAR HER ŞEY EMEĞİN OLACAK Seçimlerin üzerinden üç ay geçmedi henüz ve ülke yeniden sandık başına gidiyor. Oysa 7 Haziran akşamı ne coşkulu zafer şarkıları söyleniyordu! “Bir oy pek çok şeyi değiştirecek bir eylemdir” diyenler ne de kendine güvenliydi! Bu ham hayallerin gerçek güç ilişkileri arenasında tuzla buz olması için birkaç gün geçmesi yetti de arttı bile. Herkes “saray darbesi”nden bahsetti, anayasa nutukları atıldı, “yasa tanımazlık”tan dem vuruldu... Sonuçta gerçek güç ilişkileri söz konusu olduğunda “bir oy” değil, milyonlarca oyun bile bir hükmünün olmadığı, koca bakanların, milletvekillerinin ve parti başkanlarının Cizre kapısında devletin sıradan bir memurunun engelini aşamadığı yaşandı, görüldü. Tüm ufuklarını “AKP'yi geriletmek” ile sınırlayan cümle siyasi çevre, AKP'yi “tek başına iktidar çoğunluğu”ndan ettikleri halde onu ve devleti “geriletemediklerini” farkettiler. Buna rağmen emekçileri yine sandığa çağırıyorlar. Üstelik devletin bunca saldırısına, oyununa, sahtekarlığına, sandık taşıma hilesine rağmen! Eskaza ağzından boykot kelimesi çıktı diye parti sözcüsünü topa tuttular. Parlamentarizm bütün beyin hücrelerine sirayet etmiş, havsalaları başka bir yol, başka bir hareket tarzı almıyor. Sandıkla, “bir oy”la emekçi sınıfların, Kürt halkının yaşamı değişmez! Kendi geleceğimiz kendi ellerimizde. Kürt halkı kendi kendilerini yönetmek ve savunmak için her yerde harekete geçti bile. Bu adımlar, niyet ne olursa olsun, halkın kendi iktidarını kurma yolunda atılan adımlardır. Fiili olarak ortaya çıkan durum, ikili iktidar durumudur. Halkın özgürlük yoludur! Devlet bunu gördüğü için acımasızca saldırıyor. Özgürlüğümüz, kurtuluşumuz, umut dolu yarınlarımız ne sandıkta, ne parlamentoda, ne verilecek oylarda! Artık geleceğimizi kendi ellerimize almanın vakti geldi! Devrim için ayağa kalkmanın vakti geldi. >>Editör... DİHA'ya Sansürden Sonra Baskın! Diyarbakır Huzurevleri'nde bulunan Dicle Haber Ajansı (DİHA), Azadiya Welat ve KURDİ-DER binalarına 28 Eylül günü baskın düzenlendi. Binanın etrafı zırhlı araçlarla kapatıldı, 32 kişi gözaltına alındı. Huzurevleri'nde özgür basın kuruluşlarının bulunduğu binanın etrafını Durum Daha Uygun C.Dağlı SURİYE'DE DEĞİŞEN DENGELERİN DEVRİMİMİZE ETKİLERİ zırhlı araçlarla saran polis, kapıyı kırarak binaya girdi. DİHA muhabirleri de dahil olmak üzere binada bulunan tüm kurumların çalışanları polis tarafından binanın en alt katına indirilerek kimliklerine ve telefonlarına el konuldu ve şiddet uygulandı. Daha sonra polis, 2 Çocuklar, ah çocuklar!.. Okullar açılıyor, kış geliyor. Kimi çocuklar okul hazırlığı, kitap defter, kış hazırlığı yaparken, kimi çocuklara cenaze töreni düzenleniyor... Çatışma sırasında çatıdan düştü, polis kurşunuyla vuruldu, keskin nişancılar tarafından vuruldu, protesto gösterisi sırasında polis kurşunuyla vuruldu, bomba patlaması sonucu öldü, zırhlı araçtan açılan ateşle vuruldu, polislerin ambulansın sokağa girmeye izin vermemesi sonucunda öldü, evini vuran bomba ile öldü... Suruç katliamından bu yana, sadece 70 günde öldürülen çocuklar bunlar. 20 çocuk... Kimi sadece birkaç haftalık, kimi 14-17 yaşında, hayatının baharında... Ailelerinin bin bir gelecek umuduyla yetiştirdiği çocuklar... Adları Beytullah, Hasan, Muhammet, Mehmet, Zeynep... Katiller koparıp alıyor çocuklarımızı ellerimizden. Hunharca, acımasızca... Hani şimdi biz vuruşuruz çocuklarımız için! Hani mutlu bir gelecek isteriz onlara, güzel bir dünya. “Hani şimdi biz... / İnanın: güzel günler göreceğiz çocuklar/ 30 Eylül - 15 Ekim 2015/ S 293 / 1 TL güneşli günler göreceğiz.” Devrim Eğitiyor Dönüştürüyor Özgür Güven DİHA, Azadiya Welat, Aram Yayınları ve KURDİ-DER çalışanı 32 kişiyi, ablukaya alınan ajans binası önünde bekletilen polis araçlarına bindirerek, Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne götürdü. Günlerdir kapısında zırhlı araçlar bekleyen DİHA'ya baskın yapan pol- 4 Devrimci İktidar Ve Sol Ali Varol Günal Rusya'nın Ortadoğu'da ve özellikle de Suriye'de son bir kaç aydır attığı adımların siyasi ve askeri dengeleri değiştirdiğine dair genel bir kanı oluşmuş durumda. Artık kimse Suriye'de ve dahası Ortadoğu'da işlerin bir kaç ay öncesi gibi süregideceğini söyleyemiyor; söyleyemez. Genel kanıya rağmen şunun altını çizmek gerekir: Suriye'de dengelerin değişmesinde Rusya'nın attığı adımlar başat rol oynasa da tek faktör bu değildir. Rusya'nın yanısıra Çin ve İran'ın attığı adımlar da hesaba katılmalı. 3 islerin elinde hiçbir arama izni olmadığı, resmi bir belgenin bulunmadığı belirtildi. DİHA'nın internet sitesi de, 24 Temmuz’dan bu yana 20 kez sansürlenmişti. Gözaltına alınan basın emekçileri ertesi gün sabah saatlerinde serbest bırakıldı. 5 Olağan Bir Yaz Umut Güneş 7 Çil Yavrularının Köpükten Gazabı Umut Çakır 9 2 MÜCADELE BİRLİĞİ DURUM DAHA UYGUN BAŞYAZI C. Dağlı Pratikte devrimci önderliği ortaya koymamız durumunda, nesnel koşulların devrim için yeterli bir olgunluğa erişmesinin yanı sıra, yıllarca savaşan bir proleter sınıfın ve halk kitlelerin varlığı, uzun süreli savaşımda ve çatışmalarda yetkin bir düzeye ulaşan Kürt halkı, mücadeleci yoksul köylülüğün bugünkü durumu, devrimci mücadelenin etkin bir gücü olan gençliğin sahip olduğu zengin deneyim, aydınların mücadelesi ve bugün devrimci kavgada daha etkin ve önde bir yer tutan kadınların savaşımı, devrimin bu bileşenleri ve güçleri bize zafer getirebilir. Bize yeni bir geleceğin kapısını açacak yeni bir ayaklanma bu güçlere dayanacaktır. Burjuva egemenliğine karşı harekete geçen, savaşan ve savaşını gün gün boyutlandıran kitleler bugün daha bilinçli, daha örgütlü ve yetkin olarak davranıyorlar. Hem Türkiye ve Kürdistan genelinde hem bulundukları her alanda devrimin birleşmiş güçleri olarak hareket ediyorlar. Devrimci güçlerin birleşik hareketi, emekçi, ezilen halkların burjuvazi üstündeki zaferinin önkoşuludur. Kitleler nasıl bir hedef için kavgaya katıldıklarını bilmek isterler. Zafer için olanaklar ve mücadele yeteneği tek başına yeterli değildir. Hedefin ya da mücadelenin içeriğinin ne olduğu da çok önemlidir. Mücadelenin devrimci içeriği ya da mücadelenin devrimci değeri sonuç almak için büyük bir öneme sahiptir. Mücadelenin devrimci içeriği, devrimci ayaklanmayla, devrimle, devrimci bir iktidar kurmak ve sosyalizme geçmektir. Maddi ön koşullar, tarihsel durum devrimci hedefimizi gerçek yapmaya olanak veriyor. Nesnel durum, uygun. Nesnel ve öznel koşulların birliği oluşmuştur. Uzlaşmaz sınıf karşıtlığı ve çelişkisi son derce keskin. Kapitalist sınıf bulunduğu yerden alaşağı edilecektir. Onlar işçi sınıfının ve emekçi halk yığınlarının öfkesi ve savaşımıyla alaşağı edilecektir. O öfke ki, yıllardır birikmiştir ve her geçen gün büyüyor. O savaş ki, yarım yüzyıldır sürüyor ve gün gün boyutlanıyor. Tekelci sermaye, yıllarca savaşmış, tüm bu yıllar boyunca pratikte ustalaşmış, savaşan kitlelerle karşı karşıya. Proleter sınıf ve proletaryanın politik hareketi, devrimci bilinci bu büyük siyasal mücadele içinde edindi. Sermaye sınıfı, savaşan kitleler karşısında uzun süre ayakta kalamaz bir durumdayken, emekçi halk yığınları ise bu savaşı kazanacak bir konumda bulunuyorlar. Hareketin gelişme eğilimi bu yönde, yani kazanmamızı sağlayacak bir çizgide ilerliyor. Bu sonucu, kitlelerin toplumsal pratiğinden çıkarabiliriz. 31 Mayıs 2013 Ayaklanması ve 67 Ekim Ayaklanması kendisinden önceki yığınsal savaşım örneklerini aştı. Ve devrimci hareketin gelişiminde yeni bir dönem başlattı. Olan şey Türkiye ve Kürdistan birleşik devrimci hareketin kendini aştığını ve bu eğilimin süreceğinin en çarpıcı ve göze batan ve en güçlü kanıtıdır. Proletarya ve halklar, devrimci savaşımın yükseliş çizgisinde devam ettirirlerse kazanırlar. Türkiye tekelci sermayesi, düşman sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ve uzlaşmaz çelişkiyi yumaşatacak, emekçilerin gereksinimlerini karşılayarak onların ayaklanmalardan geri çekilmesini sağlayacak durumda değildir; aksine karşıtlıklar ve çelişkiler her geçen gün biraz daha büyüyor ve keskinleşiyor. Ekonomik krizler, ücretlerin düşürülmesi, işsizliğin büyümesi, gün gün yokluk ve yoksunluk içinde olanların sayısının hızla artması, kapitalizme karşı devrimci halk ayaklanmasını kaçınılmaz hale getirdi ve getiriyor. Bu durumda nasıl bir burjuva hükümeti kurulursa kurulsun ve ne denli bir kitle çoğunluğu desteğine sahip olursa olsun, o halk kitlelerinin çıkarlarıyla karşıtlık içinde olacaktır. Bu koşullarda, yönetemeyen ve gerçek anlamda egemen olmayan burjuvazi yeni hükümetle bu durumu tersine çeviremez. Dolayısıyla hangi hükümet kurulursa kurulsun karşıtlar arasındaki savaşım bir üst düzeye çıkar. Bu koşullarda bu durumda ve bu ortamda parlamentarist küçük burjuva unsurlar, emekçi kitleleri parlamento aracılığıyla, kapitalist düzene bağlayabilirler mi? Bunu başarabilirler mi? Kesinlikle hayır. Kesinlikle hiçbir burjuva kurum kitlelerin toplumsal hareketini dizginleyemez. Bu yöndeki her girişimin başarısızlığa uğrayacağı kesindir. TİP 60'lı yılların ortalarından sonra parlamentoda belli bir sayı ile temsil edilmişken, 68 devrimci mücadelesinin ortaya çıkışını, Denizlerin devrimci mücadelesini, parlamento dışı mücadelelerin öne geçmesini önleyemedi. Üstelik parlamento dışı devrimci eylemlerin yükselmesiyle TİP, zayıf düştü ve giderek etkisizleşti. 50 yıldır kitleler açısından hiç değilse, kitlelerin en ileri, en tutarlı, en mücadeleci kesiminin bakış açısında çok net: Toplumsal kurtuluş parlamento dışı mücadelelerden, devrimci yığın eylemlerinden geçer. Uzlaşmaz karşıtlıklar bugüne dek sınıf mücadelesinin sayısız çatışmalarına yol açtı. Karşıtlıkların derinleşmesi, daha şiddetli ve daha sarsıcı çakışmalara, alt üst oluşlara yol açar. Sermaye kaptanları, kaçınılmaz olan bir devrimi önlemek için hangi tedbirlere başvurursa başvursun büyüyen karşıtlıklar ve sınıf kavgası bir devrimle sonuçlanacaktır. Devrimin önlenemez ilerlemesi karşısında, burjuvazinin başvurduğu araçlar argümanlar ve girişimler her geçen süre etkisini biraz daha yitiriyor. Bu belirleyici savaşımda onlar en güçsüz dönemlerini görürken, biz en güçlü ve sonuç alıcı dönemimize girdik. Ne yaparlarsa yapsınlar, onları yeneceğiz. Bu kez başaracağız. 26. Mücadele Yılını Selamlıyoruz 30 Eylül - 14 Ekim 2015 Bakırköy Zindanında bulunan TKEP/L tutsağının 1 Eylül dolayısıyla düzenlenen etkinlikte yaptığı konuşmasını paylaşıyoruz okurlarımızla Dostlar, 25 yıl önce bugün 1 Eylül 1990'da proletaryanın devrimci sınıf partisi TKEP/Leninist kuruluşunu ilan etti. “Barış günü proletaryanın iktidarıyla gerçek anlamını bulacaktır” diyerek çıktı yola. “Sosyalizm öldü” çığlıkları altında coşan emperyalist kapitalist sistemin göğsüne saplanan bir hançer misali kavgaya var gücüyle katıldı. Kızıl bayraklar indirilirken saklı gizli, orak çekiçli yıldızlı bayrağını en yukarılara çıkararak dalgalandırdı. Türkiye ve Kürdistan'da burjuvazi savaş yasalarını işçi emekçi ve Kürt halkının yükselen eylemlerini serhıldanları boğmak için uygulamaya koyduğu yıllarda THKO'dan THKO-MB'ye ve TKEP'e taşınan ve geliştirilen devrimci mirası TKEP/Leninist'e taşıyarak taçlandırdı partimiz. Denizlerin uzlaşmaz illegal silahlı mücadele anlayışını esas alarak Leninist Parti örgütlenmesini pekiştirdi. Gerek politik, gerek pratik alanda ileri leninist çizgiyi yaşama geçirdi. 25 yıldır sürdürülen mücadele anti-emperyalist anti-kapitalist anti-faşist mücadeleyi temel alıp işbirlikçi faşist burjuva iktidarı alaşağı ederek demokratik halk iktidarını kurmak ve oradan kesintisiz biçimde sosyalist iktidara ulaşmak hedefinin ısrarlı savunucusu olmuş, pratik politik mücadelesini bu çerçevede geliştirmiştir. Leninist Parti 26. mücadele yılına girerken ardında 45 yıllık devrimci mirası taşımaktadır. Nurhaklarda Sinanlar, idam sehpasında Denizler, Leninist Gerilla Birlik- lerinin komutanları olmuşlardır. 13 Mart 1982'de idam edilen Seyitlerin adları partinin Komsomol örgütlenmesi 13 Mart GKB'de yaşatılmaktadır. Enternasyonal savaşçılar Filistin'de Beyrut kuşatmasında savaşarak ölümsüzlüğe uğurladığımız Teğmen Aliler bugün Kobane'de savaşan parti militanlarımızca yaşatılmaktadır. Onlar gibi kararlı, onlar gibi cüret yüklü yoldaşlarımızı sokak çatışmalarında, zindan savaşlarında, ölüm oruçlarında ölümsüzlüğe uğurladık. Kahraman savaşçılarımızdan çok şey öğrendik. Yaşamları ve anıları önünde saygıyla eğilerek, Partimizin 26. mücadele yılını selamlıyoruz. Ayaklanmalar çağındayız, devrimler çağındayız. Emperyalist kapitalist sistemin yeni evresi, varlık-yokluk savaşımının somutlanmış halidir. Burjuvazi kendisiyle birlikte tüm toplumu, doğayı yokoluşa sürüklüyor. Yoksul ve ezilen halklar, proletarya bu gidişe dur diyecek olan güçtür. 1 Mayıs Taksim Ayaklanmaları, Haziran Halk ayaklanması, 6-8 Ekim Serhıldanı, işçi memur eylemlilikleri, fabrika işgalleri, sokak savaşları, Kürdistan ilçelerindeki serhıldanlar yükselen devrimci çizgiyi göstermektedir. Ayaklanmaların genel silahlı halk ayaklanmasına dönüştürülmesi, ayaklanma organlarının komite, konsey, milis örgütlenmelerinin oluşturulup yaygınlaştırılması, silahlanma ve işbirlikçi faşist burjuva iktidarı yıkıp demokratik halk iktidarını kurma hedefini kitlelere taşımak büyük öneme sahiptir. İnsanlığın ve doğanın katliamı böylelikle son bulacaktır. Ve böylelikle ölümsüz savaşçılarımızın anıları zafere taşınacaktır. Bu bilinç ve kararlılıkla 26. mücadele yılımız kutluyoruz Kobane'den Mektup Var Kobane'nin ilk sürecinde başlayan savaş, bir anda ortalığı kan gölüne çevirdi. Bu savaşın arasında kalan Arap ve Kürt halkları, ya topraklarını terk etmek zorunda kaldılar ya da çetelere teslim olarak onların boyunduruğu altında savaşmak zorunda kaldılar. Bu savaş aslında, emperyalistlerin her anlamda Ortadoğu'da hâkimiyet kurabilmesi için verilen bir savaşımdı. Bu sayede Ortadoğu tam anlamıyla ele geçirilirken ve aynı zamanda Ortadoğu'da bulunan zengin kaynaklardan da yararlanacaktı. Kapitalizm kan içici bir vampir gibidir. Bunu ya savaş, ya demokrasi adı altında gerçekleştirir. Fakat Kobane'de yaşayan bireyin savaşı değildi. Bir ulusun, bir halkın haklı savaşımıydı bu. Ve bu savaşın altında yatan güçlü bir irade vardı. Bir kez daha anlayacaklardı ki, bizi hiç bir kuvvet yenemezdi. Ve yenemeyecektir. Belki de burada, Kobane'de insanlık tarihinin son dönemlerdeki en kanlı mücadele gerçekleşti. Bu topraklarda milyonlarca halk, temiz, iyi yüreklerle ve hayata umutla bakan insanlar kanlarını akıttılar. Peki ne için? Özgür olmak ve özgür bir yaşam için onlar ölümsüzleşti. Ve tüm güzelliklerini devrimin harcına kattılar. Kobane tüm dünyada ve coğrafyamızda uzun zamandır gündemde olan bir savaş. Bu savaş gerek yaşattığı insanlık dışı katliamlar, gerekse mücadele ruhuyla, tüm dünyanın ve tabii ki emperyalist güçlerin gündemi oldu. (…) Ve yine hepimiz biliyoruz ki bu savaş, din uğruna verilmiş bir savaş değil. Değerlendirdiğiniz zaman, iki taraflı bir sömürü var. Bir yanda dini duyguları sömürülen insanlar, bir yanda toprakları sömürülmek istenen bir halk var. Bu yüzden diyebiliriz ki, bu sömürüyü yaratan aslında aynı. Birileri bir güç yaratıyor, bir bölgeye bırakıyor, sonra önünü kesip kendini bir kahraman olarak adlandırıyor. Bugün DAİŞ diye adlandırdığımız bu düşmanın bu toprağa saldırması tesadüf müydü? Hiç sanmıyoruz Çünkü anlattıkları gibi inanç uğruna mücadele ettiğini söyleyenler, sivil halkı katledemez, ki bu en basit örneğidir. Peki, bugün bu halka yardım eden batı güçleri bunu sadece insanlık adına mı yapıyor? Onu da En iyilerimizdi onlar amansız güzel güneşli canlarımız dur durak demeden dinlenmeden düştüler yollara nerede kavga orada onlar nerede zulüm sömürü orada onlar kavgada sessiz mütevazi korkusuz uzattılar kollarını güneşe İkarus'tu onlar güneşe ulaştılar. Yüreğimizde geride kalmanın acısı omuzlarımızda onların inancı, yaşamı Ne denir nasıl anlatılır yürek sızısı Ne denir nasıl anlatılır yürekleri volkan yoldaş onuru. En iyilerimizdi onlar kimi daha çocuk yaşta kimi genç, kimi yaşlı kimi kadın, kimi erkek kimi Kürt, kimi Türk, Ermeni kimi, Ama hepsi bir, hepsi savaşçı ulaştılar güneşe. Bıraktılar onurlu bir miras yarınlara taşınacak Ne denir, nasıl anlatılır özlem ve coşku acı ve umut Ne denir, nasıl anlatılır boğazda kalan yumru gözlerden süzülen damla dudakta oluşan tebessüm En iyilerimizdi onlar Rüzgarın kanatlarında yol aldılar En önde ulaşmak için sınırsız dünyaya ulaşmak için sınırsız yaşama çekincesiz, korkusuz düştüler yollara atıldılar kavgaya Şan olsun onlara Selam olsun ölümsüz savaşçılara! Bakırköy Zindanından Bir Leninist hiç sanmıyoruz. Ellerinde bu düşmanı tamamen yok edebilecek bir güç varken, sadece sınırlı bombardımanla yetinmeleri bile durumu apaçık göstermiyor mu? Bizler, senelerdir emperyalist burjuva devletlerle işbirlikçi olan bölge devletleri tarafından ezilen, katledilen, baskılara, işkencelere maruz kalan, ötekileştirilen Türk ve Kürt halkları olarak bugün Kobane'de verdiğimiz savaşla kısa süre içinde tüm dünyada ses getirmesine neden olduk. Planlarının boşa çıkmasının yakın dönemdeki bir örneği, bugün Kobane'de yaşanan süreçtir. Tamamen rant için ve Ortadoğu'da tam hakimiyet kurabilmeleri için harekete geçen ve bunu DAİŞ’in kanlı faşizm eliyle gerçekleştirmeye çalışan emperyalistler bir kez daha anlamıştır ki, karşısında güçlü ve askeri açıdan donanımlı bir halk iradesi vardır. Ölümsüzlüğe giden yoldaşlar belki de savaş olmasa buraya gelmeyi hiç düşünmeyen yoldaşlardı. Enternasyonalist güçlerin bir arada mücadele etmesi bile, bunun en büyük örneğidir. Emperyalist güçler Arap Baharı adı altında sürekli Ortadoğu’ya müdahale etmeyi amaçladı. Sürüp giden savaşlar, bu savaşlar sonucunda başa getirilen iktidarlar, tamamen çıkar üstüne kurulu bu sistemin ürünü aslında. Bugün İran, Amerika, Rusya gibi savaşta söz hakkı olduğunu iddia eden güçler, siyaset meydanlarında insanlıktan, YPG, YPJ gibi güçlerin başarısından bahsederken düşman gücü Kobane'den kovulana kadar sessiz kaldılar. Burada etkin gücün değişmesi üzerine onlar da diğerleri gibi bizden bahsetmeye başladılar. Gerek yardımları, gerek hava saldırıları bize açıkça gösterdi ki, bu savaş içinde sadece güç dengelemek için çabalıyorlar. Her iki taraf için de güçleri dengeleyip, bu topraklar üzerinde güç sahibi olabilmek yegâne amaçları. 1. Dünya Savaşı hatta daha eski dönemlerden beri paylaşılamayan bu toprakların değeri ne? Bu topraklar bu güçlere ne ifade ediyor? Belki insanlık adına mücadele ettiğini söyleyen her örgüt, önce buna yoğunlaşmalı. (…) Bu savaş gösterdi ki, enternasyonal mücadele ve halk iradesi tarih boyunca kırılmaz bir güç olacaktır. Kobane’den YPJ’li Bir Savaşçı Havin 30 Eylül - 14 Ekim 2015 Editör MÜCADELE BİRLİĞİ SURİYE'DE DEĞİŞEN DENGELERİN DEVRİMİMİZE ETKİLERİ Baş tarafı 1. Sayfada Ağustos'tan bu yana Rusya, Suriye'de süren iç savaşın başından beri izlediği mevcut rejimi destekleme politikasından farklı ne yaptı? Her şeyden önce kendi askeri varlığını hem nitel hem de nicel olarak artırdı. Askeri üs, gelişmiş radar sistemleri, hava savunma sistemleri kurarak günümüz savaşlarının vazgeçilmez askeri teknik alt yapısını oluşturdu. İkincisi, Suriye ordusunun askeri teknik yapısını güçlendirecek adımlar attı. Savaş uçakları, hava savunma sistemleri, kara savaşlarının vazgeçilmezi gelişmiş tankları Suriye'de adrese teslim yapar gibi getirip verdi. Askeri personel kapasitesini artırdı. Sayısı bilinmeyen miktarda askeri personelini değişik Yeni Hedef: Beytüşşebap gerekçelerle Suriye'ye yerleştirdi. Öyle ki Ortadoğu'da sınır kural tanımaz bir haydut gibi davranan İsrail, “karşı karşıya gelmeyelim” endişesiyle Rusya ile özel hat kurmak zorunda kaldı. Savaş kapasitesini artırarak elini güçlendirdikten sonra diplomaside inisiyatif almaya başladı. ABD'yi “Esad”lı çözüme razı etti. Suudi hanedanlığı ile Katar şeyhliğinin sesi soluğu kesildi. Almanya ve İngiltere “Esad mutlaka gitmeli” kükremelerini” “Esad'la da olur” miyavlamalarına bıraktılar. Artık şu iddia rahatlıkla ileri sürülebilir: Emperyalistlerin ve Türkiye'nin Ortadoğu ve Suriye politikaları; bu politikalara dayandırılan planları çöktü. Neydi bu planların özü? Leninist Parti, bu planların özünün, genel olarak Ortadoğu halklarının, özel olarak Türkiye ve Kürdistan devrimi- Cizre, Lice, Silopi, Sur ve devletin yeni hedefi Beytüşşebap... Özel timleri, havan topları, zırhlı araçları ve helikopterleri ile katliamlar sürüyor... Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesinde 24 Eylül'ü 25 Eylül'e bağlayan gece savaş uçakları bombardıman yaparken, İlçe Jandarma Komutanlığı'ndan da top atışı yapıldı. İlçede 10'a yakın ev ve 1 cami kullanılamaz hale geldi; çarşı merkezinde bulunan tüm dükkanlar tarandı, 20'ye yakın dükkan hasar görürken, 4 dükkan kullanılmaz hale geldi. Belediye, HDP ve DBP binaları da zırhlı araçlardan açılan ateşin hedefi oldu. İlçe Jandarma Komutanlığı'ndan ilçeye yakın olan Setkar, Tilbes, Faraşîn, Meydan, Germav (Ilıca), Gernex ve Tivor köylerine de havan topuyla saldırı düzenlendi. Setkar köyünde havan topunun isabet ettiği bir evde Ahmet Temel, oğlu Behçet Temel ve akrabaları olan Alya Temel yaşamını yitirdi, Fevzi Temel ve Ahmet Temel'in oğlu Hasan Temel ise ağır yaralandı. Sabah saatlerinde kaymakam tarafından yaralı polisleri alması için aranan ambulans şoförü Şehmuz Dursun da, ilçe merkezi girişinde polislerin ateş açması ile öldürüldü, araçta bulunan iki sağlık görevlisi kaçarak kurtuldu. İnceleme yapmak için ilçeye gelen HDP heyetinden Ferhat Encü, kent merkezinde çatışma olmamasına rağmen işyeri ve binalara roketatarlarla ateş edildiğini söyledi. Akşamüzeri yaralılar için Beytüşşebap Devlet Hastanesi önünde bekleyen halka da uzun namlulu silahlarla ateş açarak uzaklaştırmak isteyen özel harekât timleri, hastaneyi taradı. Havan topu ile evlerinde öl- nin dinci faşist iktidarlar tarafından ele geçirilmiş devletlerle kuşatılması olduğunu; Tunus ve Mısır'da başlayan devrim sürecinin önünü bu şekilde kesme amaçlı olduğunu sürecin en başında ortaya koymuştu. ABD öncülündeki emperyalistler, bu amaç için 80'li yıllarda demokratik Afgan Hükümetine ve Sovyetler Birliği'ne karşı uyguladıkları yöntemle sonuç alacaklarını hesaplıyorlardı. Bunun için dünyanın her yerinden toplumların çökeltisini, en dip tortusunu oluşturan lümpen, hasta ruhlu, katil sürülerini paranın gücüyle toplayıp Suriye bataklığına sivrisinek ordusu gibi saldı. Ama “Papaz her zaman pilav yemez”di. 80'li yılların koşullarında emperyalistlere “zafer” getiren yöntem 30 yıl sonrasının koşullarında hezimetle sonuçlandı. Tarihin cilvesidir. Dünyanın her yerinden hasta ruhlu katil sürülerini bir mıknatıs gibi üze- dürülen 3 kişinin cenazesi ise otopsi için Şırnak Devlet Hastanesi'ne götürüldü. Daha sonra Ahmet Temel ve oğlu Behçet Temel toprağa verilmek üzere Beytüşşebap'a götürüldü. Alya Temel’in cenazesi ise Adana'ya doğru yola çıkarıldı. 5 bin nüfusluk ilçe binlerce polisin ablukası altında. Beytüşşebap'ta yaşanan devlet terörünün ardından HPG/YJA Star gerillaları yaklaşık 24 saat süren devrimci bir operasyon düzenledi. Beytüşebap’ta bulunan çok sayıda asker ve polis noktasına düzenlenen eylemde 75 asker ve polis öldürülürken, çok sayıda silah ve zırhlı araçta imha edildi. Operasyon ve ardından yaşanan çatışmalarda toplam 14 gerilla yaşamını yitirdi. HPG Basın İrtibat Merkezi'nin açıklamalarına göre, Beytüşşebap Tugayını 20'nin üstünde havan topu ile vurdu. HPG BİM devletin vurduğu ambulans için de, “Eylemlerin düzenlendiği saatlerde TC ordusu rast gele halkın evini taramış ve ağır silahlarla vurmuştur. Yine Polisler tarafından geçmekte olan bir ambulans da taranmıştır. Bu ambulansın gerillalarımız tarafından vurulduğu yönündeki bilgiler gerçek dışıdır. Olayın polisler tarafından yapıldığının görüntüleri de bulunmaktadır.” diyerek açıklama yaptı. Ayvalık Jandarma Karakolu'na getirilen askeri sevkiyat 27 Eylül Pazar günü kent merkezine yönlendirildi. Onlarca zırhlı araçtan oluşan askeri konvoyun geçişi nedeniyle kentin giriş ve çıkışları kapatıldı. Otopsi işlemlerinin ardından Beytüşebap'a doğru götürülen ambulans şoförü Şehmuz Dursun'un cenazesi de Beytüşebap'ın Ayvalık Jandarma Taburu önünde askerlerce bekletilirken, diğer yönden gelen araçların da geçişine izin verilmedi. Diğer taraftan Berçiya (Altındağlar) bölgesine giderek gerillalara ait olduğu belirtilen cenazeleri aramaya çıkan halk, gece geç saatlerde döndü ve askerlerin engellemelerine rağmen sabah saatlerinde arama çalışmalarına devam etti. “Onların Umudu Yüreklerimizde Hayat Buldu” Suruç katliamında yakınlarını kaybeden aileler Suruç Aileleri İnisiyatifi'ni oluşturduklarını 20 Eylül günü, İstanbul Taksim Hill Otel'de yaptıkları bir basın toplantısı ile duyurdu. “Kalbimiz Adalet İçin Atsın” başlığıyla bir deklarasyon yayınlayan aileler, Kobane'nin yeniden inşası çalışmalarına katılmak üzere Suruç'tan yola çıkmak isterken patlayan bomba sonucu yaşamını yitiren 33 canı anarak, onların gerçekleştirmek istedikleri düşlerini yarıda bırakmayacaklarını, katliamın sorumlularının cezalandırılması için mücadeleyi sürdüreceklerini belirttiler. Suruç Aileleri İnisiyatifi'nin Hill Otel'de düzenledikleri basın toplantısına İstanbul, Kocaeli, Mardin, Muş'tan şehit aileleri ile yaralıların yanı sıra Suruç Dayanışması, Suruç İçin Avukat Dayanışması, Gezi şehidi Berkin Elvan'ın babası Sami Elvan, milletvekilleri, sanatçılar, sendika ve meslek örgütleri temsilcileri de katıldı. Toplantıya gelen ailelerin acılarını birbirleriyle tekrar paylaşırken, Kürdistanlı analar Kürtçe ağıtlar yaktılar. Toplantı masasına Kobane'ye giden gençlerin yanlarında giderken götürmek istedikleri oyuncaklar kitaplar ve onların hatırasına kırmızı karanfiller konuldu. Açıklama ardından Suruç'ta yakınlarını yitiren aileler söz alarak çocuklarının katillerinin cezalandırılması ve düşlerinin gerçekleştirilmesi için mücadele edeceklerini dile getirdiler. 3 rine çekip sonra yoketmek burjuva Esad'ın omuzlarına düştü. Ortadoğu halklarının ve Türkiye-Kürdistan birleşik devriminin karşı devrimci, dinci faşist iktidarlarla kuşatılması planlarını bozguna uğratmak Putin'in ve gerici İran devletinin işi oldu. Sonuçta emperyalistlerin ve Türkiye'nin Ortadoğu halklarını dinci faşist iktidarlarla kuşatma planları “bizim city”nin Red-Kitlerinin “Şam'da Teravih namazı kılma” hayalleriyle birlikte bozguna uğradı. Rusya, Çin ve İran'ın son girişim ve hazırlıkları bu planların tabutuna çakılan son çivi olacak. Bundan sonrası, Ortadoğu ve özellikle Suriye devrimimizin arka cephesi olacak. Rojava bu öngörümüzün ilk somut kanıtı değil mi! Mezarlıklarla Savaşan Devlet Halkın her kesimine saldıran devlet, artık ölülerle de uğraşıyor. TC helikopterleri, Kürdistan'da bulunan gerilla şehitliklerini bombalıyor. 17 Eylül gece saatlerinde Varto'nun Kulan bölgesindeki "Şehit İsmail ve Şehit Ronahi Şehitliği" ve çevresi helikopterler tarafından bombalanmaya başlandı. Çevredeki köyler de asker tarafından ablukaya alınarak giriş-çıkışına izin verilmedi; bölgeye iş makinesi ve kepçe gönderildi. Varto ilçe merkezinde telefon şebekeleri de kesildi. Öğle saatlerinde Varto'daki "Şehit İsmail ve Şehit Ronahi Şehitliği"ne yapılan saldırıların ardından binlerce kişi şehitliğe doğru yürüyüşe geçti. 2 gündür bombalanan bölgede mezarlık alanının yanı sıra Girê Boğa Tepesi, Kulan Tepesi ve Kulan Vadisi de bombalanırken, ormanlık alanda yangın çıktı. Yürüyüşe geçen halkın önü de zırhlı araçlarla kesilirken, şehitliğe kimsenin gidişine izin verilmedi; Kulan köyü kırsalındaki ormanlık alana yürümek isteyenlere zırhlı araçlardan ateş açıldı. Şehitlik alanı ve çevresindeki binalar iş makineleri ile tamamen yıkıldı, şehitlikteki mezarlarda üzerinde isimlerin yazıldığı mermerler tamamen kırıldı Günün ilerleyen saatlerinde de Van'ın Çatak ilçesine bağlı Ferxinîs (Övecek) Mahallesi yakınlarında bulunan ve Alman PKK'li Andrea Wolf'un (Ronahi) isminin verildiği "Ronahî Şehitliği"ne yönelik operasyon başlatıldı. Avukatlara “Vur Emri” Diyarbakır Barosunun Cizre için yaptığı imdat çağrısını alan hukukçular, 11 Eylül günü Cizre'ye hareket ettiler. Avukatlar, Cizre'de yaşanan hak ihlallerini görmek ve buradaki ortama tanıklık etmek üzere Midyat'a geldiler, buradan Cizre'ye geçmek istediler. Çeşitli illerden gelen avukatlardan oluşan heyet'in Cizre'ye gitmesi engellendi. Burada bir açıklama yapan Amed Barosu Başkanı Tahir Elçi, “Burada yaptığınız insanlığa sığmaz, günlerdir Cizre’de yapılanları görmek için, inceleme yapmak istiyoruz engelleniyoruz. Ama biz kesinlikle Cizre’ye gidip incelemelerde bulunacağız” dedi ve HDP'li vekillerin de dahil olduğu heyet oturma eylemine başladı. 2,5 saatlik beklemenin ardından avukatlar öğle saatlerinde devletin geçişe izin vermemesi üzerine “Biji Berxwedana Cizre” sloganı ile dağ yollarından İdil'e yürümeye başladı. 200 avukatın kırsal alanda yürüyüşü kayda değer görüntülere sahne oldu. İdil'e 40 km kala asker ve polis barikatı tarafından durdurulan avukatlar, “Vur emrimiz var, geçişinize izin vermeyeceğiz” yanıtı ile karşılandı. Katliam Bismil'de Devam Ediyor Amed Bismil'de iki gün önce getirilen sokağa çıkma yasağı kaldırıldı, iki çocuk ve bir genç vuruldu; 29 Eylül itibarıyla yeniden sokağa çıkma yasağı anonsları yapıldı 27 Eylül günü sokağa çıkma yasağının ardından Avaşin mahallesinde bir eve atılan bomba ile 8 yaşındaki Elif Şimşek öldürülürken, ailesinden 5 kişi de yaralanarak hastaneye kaldırıldı. Bismil zıhlı araçlarla abluka altına alındı, elektrikler kesildi, yüksek binalara keskin nişancılar konuşlandırıldı; keskin nişancıların ateşleri ile çok sayıda kişi yaralandı. 28 Eylül akşamı ise sokağa çıkma yasağının kaldırılmasının ardından polislerin Esentepe ve Şentepe mahalleleri arasında halkı taraması sonucu 19 yaşındaki Halil Kurtiş katledildi. (19) adlı bir genç daha katledildi. 29 Eylül sabahı Bismil'de cami hoparlörlerinden ve devriye gezen polislerin zırhlı araçlarından "sokağa çıkma yasağı" anonsları yapılırken, erken saatlerden itibaren halka gerçek mermi ve gaz bombalarıyla saldıran polis, bir çocuğu daha katletti. Polisin saldırıları esnasında Halil İbrahim Oruç Parkı'nda bulunan Berat Güzel isimli bir çocuk polis kurşunuyla vurularak yaşamını yitirdi. Bismil halkı, özsavunmaya geçti. 4 MÜCADELE BİRLİĞİ DEVRİM EĞİTİYOR DÖNÜŞTÜRÜYOR Özgür Güven Marx'ın, Engels'in, Lenin'in geliştirdiği tezler, devrimci görüşler üzerinden zaman geçtikçe eskimiyor, aksine yaşam tarafından doğrulanıp daha iyi anlaşılıyor, daha güçlü kavranıyor. Bunun nedeni, onların olguları kendi dönemlerindeki haliyle inceleyerek henüz gelişimini tamamlamamış olguların içindeki gelişmenin yönünü görebilmeleridir. Olgular zaman içinde kendilerini bütün yönleriyle açığa vurdukça Marx'ın, Engels'in, Lenin'in tezleri, devrimci görüşleri de daha iyi anlaşılıyor. Yaşanan süreçte kapitalizmin gelişimi sınıflar mücadelesinin, burjuva toplumun çelişki ve çatışmalarını derinleştirdikçe, olguların ve olayların gelişimi olgunlaştıkça, marksizm leninizmin kurucularının kendi dönemlerinde, olgular daha yeni yeni gelişirken onların içindeki asıl yönelime göre geliştirdikleri tezler, teorik görüşler daha iyi ve daha açık anlaşılmaya başlıyor. Devrimci bir tez, bir teori genel olarak ilk ortaya konduğunda yeterince anlaşılamaz. Anlaşılabilmesi için önce pratiğin sınavından geçmesi gerekir. İşte teori ile pratiğin birliği de budur. Olaylar ve olgular, yani pratik incelenerek bir teori geliştirilir, bir tez ortaya konur, sonra bu teori pratiğe çarpılarak doğruluğu test edilir. Marx, Engels ve Lenin'in tezleri, teorik görüşleri de daha ilk günden beri pratiğin bu acımasız sınavından geçerek tekrar tekrar doğrulandı. Bu nedenle zaman geçtikçe eskimek bir yana daha iyi kavranmaya, anlaşılmaya başladı. Leninist Partinin kendisine ön gelen bütün bir tarihsel dönem boyunca ve sonraki dönemde ortaya koyup geliştirdiği devrimci teorisi ve tezleri de benzer bir süreç yaşadı, yaşıyor. Bütün bu süreç boyunca yaklaşık 50 yıllık tarihinde hiç bir politik tavrı 7 Haziran seçimleri öncesinde ortaya koyduğu, seçimlerde en doğru politikanın boykot politikası olduğu yönündeki görüşü kadar hayat tarafından hızla doğrulanmamıştı. Bazı politikalarda, 1 Mayıs ve Taksim'de olduğu gibi tek başına da kalsa yıllarca ısrarcı olmak gerekti. Komite konseylerle ilgili görüşlerimiz, 31 Mayıs Ayaklanması gibi, Metal Fırtınası gibi her ciddi kalkışmada proletarya ve geniş yığınlar arasında hemen hayata geçti. Bugün yaşananlarsa Kürt ulusal sorununa dair Leninist Partinin devrimci görüşlerinin doğruluğunu ortaya koyuyor. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı gerçekleşmeden ayrılma hakkı teslim edilmeden, Kürt-Kürdistan sorunu gerçek anlamda çözülmüş olamaz. Burjuvazinin bu sorunu çözmesi mümkün değil. Defalarca ifade ettiğimiz bu görüşlerimiz de bugün açıkça toplumsal pratik tarafından doğrulanmaktadır. Birleşik Devrim ve Halkların Mücadele Birliği sloganlarında ifadesini bulan devrimci görüşlerimiz daha önce ısrarla reddedilirken, son yıllarda başta UKH olmak üzere pek çok siyasi çevre ve örgüt tarafından kabul edilmeye, sağından solundan çekiştirilerek sanki kendi tezleriymiş gibi savunulmaya başlandı. Türkiye ve Kürdistan birleşik devrimi öyle bir aşamaya gelmiş, öyle güçlenmiştir ki, tekelci sermayenin egemenliğini sürdürebilmek amacıyla baskı, zor ve faşist devlet terörünü sürekli olarak arttırmaktan başka yolu kalmamıştır. Bu baskı ve devlet terörü karşısında bugün Kürdistan'da pek çok semtte ve mahallede özyönetim ve özsavunma ilan edilmiş, hatta bu Kürdistan'la sınırlı kalmamış, İstanbul'da bazı mahallelerde gündeme gelmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki, bu baskı aracının faşist devletin yıkılması, parçalanması, proletarya ve halkların kurtuluşunun yolunu açacaktır. Bu mücadelenin zaferi, sermayenin egemenliğine son vererek sosyalizme doğru büyüyecektir. Tekelci sermaye ve faşist devletle proletarya ve halklar arasında süren bu mücadelenin son derece sert ve şiddetli geçmesinin nedeni de budur. Eşyanın doğası gereği son derece sert geçen bu mücadelenin devrimci sonuçları olacaktır. Marksizm, proletarya ve halk yığınlarının yaratıcı yeteneğine, üretimine ve devrimci mücadeledeki rolüne büyük önem ve değer verir. Dünya devrim deneyimlerinin ortaya çıkardığı komite konseyler, sovyetler vb. Bu türden yaratıcı yeteneğin tarihi yaratan çabanın ürünüdür. Bugün bu coğrafyada ortaya çıkan halk meclisleri, forumlar da tarih yapan yığınların yaratıcı yeteneğinin çabasının ürünüdür. Kürdistan'da hayat bulan halk meclisleri hem etkili bir mücadele organı olarak işlev görüyorlar hem de uzun süredir doğmuş olan sokağın iktidar organı. Yani uzun süredir varolan ikili iktidar durumunda devletin yanı sıra varolan sokağın iktidar organları oldular. Bugüne dek küçük burjuva hareketin ısrarla üzerinde durduğu “toplumsal barış”, “toplumsal uzlaşma” gibi reformist politikalar ne kitleleri coşturdu ne de etkin olarak harekete geçirdi. Ne zaman ki kitleler doğrudan kendileri inisiyatif alarak harekete geçtiyse, o zaman proletarya ve halkların yaratıcı çabası etkin olarak devreye girdi, mücadeleyi daha ileri götürdü. 7 Haziran'dan bu yana şu birkaç ayda yaşananlar gösterdi ki, devrim dışında hiçbir şey proletarya ve halkların, geniş emekçi yığınların yaratıcı çabasını, coşkun enerjisini, üretken mücadele kapasitesini harekete geçiremez; onların potansiyelini açığa çıkartamaz. Devrim kadar hiçbir şey proletarya ve halkları eğitip örgütleyip, mücadeleye katarak dönüştüremez. Devrimci eylemin kendisi eğitici, örgütleyici ve dönüştürücüdür. “Biji Berxwedana Cizirê” Kürt halkı yine katliamlar ve imha saldırılarıyla karşı karşıya. Özyönetim ilan eden ve özsavunmasını oluşturan Kürt kentlerine devlet vargücüyle saldırıyor. Cizre... Günler boyu yakılıp yıkılan ama baş eğmeyen şehir... 10 Eylül... Cizre'de devlet kuşatmasının 6. günü, kent gene ateş altında geçirdi geceyi. Polis “Teslim olun” çağrısı yapıyor günlerdir kuşatma altında tuttuğu sokaklara... Üst üste bomba ve patlama sesleri yükselirken günün ilk haberi 9 yaşındaki Devran Budak'tan geldi. Evinin balkonuna çıkan çocuk, keskin nişancılar tarafından kolundan vurularak yaralandı. Nur mahallesine düşen bir bomba ise bir evi yaktı. Halk sokaklara çıkarak tencere, tava, zılgıt sesleriyle saldırıları protesto ederken; gecenin ilerleyen saatlerinde Cudi Mahallesi'nde 2 kadın ve bir gencin hayatını kaybettiği haberi geldi. Yaralıları ise halk kendisi tedavi etmeye çalışıyor. Nur Mahallesinde keskin nişancılar tarafından vurulan Eşref Edin'in küçük kızı, babasını hastaneye götürebilmek için dışarı çıktığında keskin nişancılar tarafından vuruldu. Hastaneye kaldırılamayan küçük kız hayatını kaybetti. O gece Cizre'de öldürülen sivillerin sayısı 8 olarak açıklandı. Cizre elektriksiz, susuz, erzaksık kuşatma altında tutuldu günlerce. Bu kuşatmayı yarmak için harekete geçti. 9 Eylül günü Amed'den yürümeye başlayan kitlenin önü çok yerde kesildi, saldırılarla karşı karşıya kaldılar. Polis kitleye kimi yerde tomalar gaz bombaları ve tazyikli sularla, kimi yerde kask ve kalkanlarla, plastik mermiler ve gerçek kurşunlarla saldırdı. Binlerce kişi de 10 Eylül günü İdil'de belediyenin önünde toplanarak “Biji Berxwadana Cizirê” sloganı ile polis ve asker barikatını aşarak Cizre’ye doğru yola çıktı. Halk, İdil’in batı ve doğusundan olmak üzere iki koldan yürümeye başlamış oldu. Binlerce çevik kuvvet polisinin arazide yürümeye geçen kitleye saldırması da yürüyüşü engelleyemedi. Devletin tüm saldırılarına rağmen Şırnak ve Silopi'den yola çıkan Kürt halkı Cizre'ye ulaştı. Barikatları aşarak, polis ve askerle çatışarak gelen kitlenin en önünde beyaz bayraklar taşıyan analar vardı. Yiğit Kürt kadınları ilk olarak Konak mahallesine girdiklerinde "Bijî Berxwedana Cizîrê", "Cizre Faşizme Mezar Olacak", "Bijî Serok Apo" sloganları ile karşılandı. Konak mahallesine ulaşan halka polis biber gazlarıyla ve gerçek mermilerle saldırmaya başladı. Aynı saatlerde güneyden Zaxo'dan Cizre'ye ulaşmak için yürüyen ve sınırı nehirden geçen yaklaşık 5000 kamyon şoförlerine de polis ateş açtı, 2 kişi öldü 4 kişi yaralandı. “Cizre Artık Kobane'dir” Cizre'de 8 gün süren sokağa çıkma yasağı 12 Eylül sabahı 07.00'de kaldırıldı. İlk haberler ve fotoğraflar da gelmeye başladı... 75 yaşındaki Mehmet Erdoğan ailesine ekmek bulmak için dışarı çıktığında başından vurularak katledildi. Devletin mahallelerden çekilirken bıraktığı patlamamış bomba atarlar ve mayınlar nedeniyle bir çocuğun el ve ayağı koptu. Yasak kaldırılınca Cizre girişinde bekleyen yüzlerce kişi sabah saatlerinden itibaren Cizre'ye girdi. Yakılmış, yıkılmış bir kent olarak savaştan çıkan Cizre halkı, direndiklerini ve yenilmediklerini ifade ederek “Cizre artık Kobane'dir”, “Kimse artık bize barıştan sözetmesin” diyorlar. Cizre'de katledilen 21 kişiden 4'ünün cenazesi de otopsi işlemleri için Şırnak Devlet Hastanesi'ne getirildi. Cenazeler kaldırıldı, çalışan tek fırının önünde kuyruklar oluştu. Cizre'ye gelenler sokaklarda caddelerde hasarları gözleyerek kayıt altına aldı. Sağlık emekçileri de bir revir oluşturdu. Sabah saatlerinde İdil'de Kültür Merkezi önünden Cizre'ye hareket eden okurlarımız da, öğle saatlerinde Cizre'ye ulaştı. İlk izlenimlerini “İdil- Cizre arasındaki 50 km lik yolda 4 kez durdurulduk. Muazzam bir kalabalık var. İnsanlar yol boyu alkışlanıyor, 'Cizre Faşizme Mezar Olacak' sloganlarıyla karşılıyorlar bizleri. Kadınlar ağlıyor. Ağlayan annelerden birine, ailesinden kayıp olup olmadığını sordum, 'hepsi bizim ailemizdir' dedi. Şehirde ağır bir koku var. günlerdir su ve elektrik yok... Çöpler birikmiş. Girişte ciddi bir asker ve özel tim yığınağı var. Binaların çoğunda kurşun izleri var.” sözleriyle aktardı okurlarımız. İlçeye ulaşan HDP heyeti adına HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve DTK Eş Başkanı Selma Irmak meydanda toplanan halka birer konuşma yaparak Cizre halkını ve direnişlerini selamladılar. Heyet "Bijî Serok Apo", "Bijî Berxwedana Cizîrê" sloganları ile karşılandı. Cenazeler, Cenazeler... Diyarbakır'da 11 Eylül gecesi evinin önünde otururken polisler tarafından zırhlı araçtan hedef alınarak katledilen 18 yaşındaki Ruken Demir, 12 Eylül günü kadınların omuzlarında son yolculuğuna uğurlandı. Ruken Demir ve ölümsüzleşenler için yapılan saygı duruşunun ardından babası Ali Demir, kızının okul hayatı boyunca faşistlerden çok zulüm gördüğünü belirterek, "Kanı yerde kalmayacak" dedi. 13 Eylül günü ise Kürdistan halkı bebekten yaşlısına katledilenlerini toprağa verdi. Yüzbinlerce kişi, Newroz alanında düzenlenen cenaze töreninde, sürekli slogan attı. HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız da "Bugün Cizre yaralı ve kederli ama Cizrelilerin başı Cudi Dağı kadar diktir. Cizre 9 gün boyunca gerçekleştirilen vahşi saldırılara karşı Ortadoğu halklarının onurunu korudu" dedi. Cizre Asri Mezarlığı'ndaki Berivan Şehitliği'ne defnedilen, aralarında özel tabut yaptırılan 35 günlük Muhammed bebeğin de olduğu 16 cenaze, ailelerinin gözyaşları arasında toprağa verildi. Yüzbinlerin katıldığı, öfkenin dorukta olduğu görkemli cenaze töreninin ardından Şırnak Valiliği Cizre'de saat 19.00'dan itibaren yeniden sokağa çıkma yasağı ilan etti. Yasak, Nur, Cudi ve Yasef mahallesinde sokaklarda zılgıt ve sloganlarla karşılandı. Cizre'de bulunan 9 HDP vekil ise ikişerli üçerli gruplar halinde tüm mahallere dağılarak halkla beraber nöbet tutmaya başladı. Saat 22.30 civarında asker, polis ve özel harekatçıların saldırıları yeniden başladı, mahallelerinde nöbette olan halk direnişe geçti... Devletin sokağa çıkma yasağının hiçbir hükmünün olmadığı apaçık ortaya çıktı. Tek kelimeyle halk sokağa çıkma yasağını paçavraya çevirdi. Bozguna uğrayan devlet sabah saatlerinde fiilen hükümsüz kalan yasağı geri almak zorunda kaldı. Cizre'nin ardından sokağa çıkma yasağı ilan edelen Amed'in Sur ilçesine saldırıya geçti devlet güçleri. Hasırlı ve Lalebey mahalleleri başta olmak üzere tüm mahalleleri ablukaya alan özel harekat polisleri, zırhlı araçlarla mahallelere girmeye çalıştı, ilçedeki yüksek binaların tepesine keskin nişancılar yerleştirdi. Sokaklara çıkan halk ise direnişe geçti. Polisin saldırısını gürültü çıkartarak protesto eden halk, sık sık "Bijî Berxwedana Surê" sloganı attı ve kurulan barikatların arkasına geçerek güvenliklerini sağladı. Sur'a geçişin olduğu Fiskaya ve Ben û Sen mahalleleri de polis tarafından ablukaya alındı; yaşanabilecek katliamın önüne geçmek için bölgeye giden HDP ve DBP'liler Dağkapı Meydanı'na giderek ilçeye girmeye çalıştı. HDP ve DBP'nin çağrısıyla Dağkapı Meydanı'nda bir araya gelen binlerce Kürdistanlı, çatışmaların yoğunlaştığı mahallelere girmek için Balıkçılarbaşı girişinden Sur ilçesine girmek için polis barikatını aştı, Hasırlı ve Fatih mahallerine doğru yürüdü. Sokağa Çıkma Yasağı Silvan'da Silvan'da da sabah saatlerinde 3 mahallede ilan edilen sokağa çıkma yasağında sonra başlayan polis saldırıları şiddetlenerek devam etti; Mescit, Tekel ve Konak mahallelerinde ölü ve yaralıların olduğu öğrenildi. Asker ve özel harekât polislerinin ablukasında olan mahallelerden alınan bilgilere göre, çatışmalar giderek şiddetlendi ve evlere çok sayıda kurşun isabet etti. Kürdistan Demokratik Halk İnisiyatifi, Sur ve Silvan'da saldırıların artması üzerine “Tüm yurtsever Kürdistan halkını ve tüm kamuoyunu Amed-Sur’da, Silvan’daki direnişini etrafında kenetlenmeye çağırıyoruz” dedi. Sur ve Silvan'da sıkıyönetim ilanı ile başlayan polis saldırısına karşı Diyarbakır halkı sokaklara çıktı. Diyarbakır'ın dört bir tarafında eylem yapan halk, polisin saldırılarına tepki gösterdi. Yenişehir, Sur ve Bağlar ilçelerinde sokaklara çıkan halka polisin saldırmasıyla Diyarbakır'ın sokakları savaş alanına döndü. Saat 20.00 itibariyle de Diyarbakır'ın tamamında halk balkonlarına ve camlarına çıkarak gürültü eylemine başladı. Yenişehir'de Dağkapı (Şeyh Sait) Meyda- 30 Eylül - 14 Ekim 2015 nı'nda toplanan halk, Demirtaş'ın açıklamasının ardından sloganlarla Sur halkına destek için yürüdü. Yürüyüşe valilik önünde duran polisler, gerçek mermi, gaz bombası ve tazyikli suyla saldırdı, çatışma ara sokaklarda sürerken, valiliğin etrafında bulunan polislere silahlı saldırı düzenlendi. Ardından polisler yoldan geçenlere "Yere yatın" anonsu yaparak etrafa rastgele ateş açtı. Çatışmalar Ofis'te bulunan cadde ve sokakların tümüne yayıldı. Ekinciler Caddesi'ne girmesiyle polisler geri çekilirken, caddeye barikatlar kuruldu. Polisin barikatları yıkmak için TOMA'larla girişimleri sonuçsuz kaldı. Polisler İstasyon Caddesi üzerinden Koşuyolu'na gelerek burada eylem yapan gençlere saldırdı. Bunun üzerine saldırılar Koşuyolu Parkı civarında yoğunlaştı, polisler gaz bombalarını evleri hedef alarak attı. Bağlar ve Silvan'da da eylem ve çatışmalar sürdü. Nusaybin'de de hendekleri kuruldu, hendeklere zırhlı araçlarla saldıran polis, halkın özsavunmasına çarptı. Polisler mahalleden çekilmek zorunda kaldı, halk da yeniden, kapatılan hendekleri ve yıkılan duvarları örmeye başladı. Kızıltepe'de ise saldırılar ve sokağa çıkma yasakları tencere tava çalarak protesto edildi. Berçem, Koçhisar mahalleleri ile Kızıltepe-Mardin Üç Yol Kavşağı'nda bir araya gelen halk da, yürüyüş yapmak istedi. Yürüyüşün polislerin saldırısı ile engellenmesi sonrasında kitle polise karşı öz savunma yaptı. Polis, tazyikli su ve biber gazı ile saldırırken, halk ise taş ve havai fişeklerle karşılık verdi. Adana'da da saldırıları protesto için sokağa çıkanlara polis saldırdı, 2 kişi vuruldu. Cizre Halk Meclisi: Barikatlar Kalkmayacak Katliamlar sonrası Cizre Halk Meclisi oluşturularak kentte yaşamın yeniden düzenlenmesi çalışmalarına başlandı. Halk Meclisi, devletin saldırıların gerekçesi olarak gösterilen barikat ve hendeklerin saldırılar tamamen sona ermeden kaldırılmayacağı açıklaması yaptı: “Halka yönelik tutuklama ve baskılara dair garanti verilmediği takdirde hendek ve barikatların kaldırılmasına ilişkin hiçbir girişimde bulunmayacağız.” Mardin'in Nusaybin ilçesi Barış Mahallesi'nde gece saatlerinde polis aracının geçişi sırasında yaşanan ve 3 polisin yaşamını yitirmesi ile sonuçlanan patlama sonrası olay yerine gelen polis ve özel harekat timleri mahalleyi rastgele taradı. Çevrede bulunan birçok ev ve iş yeri kurşunların hedefi olurken, görgü tanıkları patlama sonrası bölgeye gelen polisin dakikalarca rastgele ateş açtığını söyledi. 18 Eylül günü, Çatak Ferxinus kırsalında savaş helikopterleri misket bombası ile bombalama yaparak büyük bir yangın çıkardı. Yangın bölge halkı tarafından güçlükle söndürüldü. Yangının söndürülmesine rağmen yüz hektarlık alan yok oldu. Şırnak'ta da merkez Yeni Mahallesi'ne girerek öz savunma amacıyla kurulan barikatları kaldırmak isteyen özel harekat timleri, halkın direnişi sonucu geri çekilmek zorunda kaldı. Zırhlı kepçe ve çok sayıda Kobra ile Akrep tipi zırhlı araçlarla mahalleye girmeye çalışan ve gerçek mermi ile gaz bombaları kullanan özel harekat timleri, halkın direnişini kıramadı. Silopi'de Barbaros Mahallesi'nde sabah erken saatlerde Sağlık Caddesi üzerinde konuşlanan Kobra tipi zırhlı araçtan açılan ateş sonucu 19 yaşındaki Abdulkadir Karakaplan ağır yaralandı; ilk müdahalenin ardından hastaneye kaldırıldı. Karakaplan'ı hastaneye götüren Abdullah Vargı ise gözaltına alındı. Silvan'da akşam saatlerine doğru başlayan helikopter hareketliliği ile birlikte yüksek binalara yerleştirilen keskin nişancılar tarafından Tekel, Konak ve Mescit mahallelerine doğru ateş açıldı ve patlama sesleri yükseldi. Yüksekova'da yine akşam saatlerinde, özel harekat timleri zırhlı araçlarla ablukaya aldığı mahallelere saldırdı. Bunun üzerine sokağa çıkan Geverliler, yaptıkları gürültü eylemi ile direnişe geçerek, özel hareket timlerinin mahallelerden çekilmesini sağladı. HPG, 19 Eylül sabahı, Hakkari’nin Çukurca ilçesiyle Şırnak arasındaki yolun tamamen kendi gerillalarının kontrolünde olduğunu bildirdi. Bölgeden gelen görüntülerde anayol üzerinde büyük bir hendek açıldığı ve denetimin tamamen HPG gerillalarında olduğu görülüyor. 30 Eylül - 14 Ekim 2015 CİZRE SOKAKLARINDA BİR GÜN Arama noktalarını geçtikten sonra Cizre'ye ulaşıyoruz. 9 günlük bir sıkıyönetimden sonra nasıl bir Cizre ile karşılaşacağımızı tahmin edebiliyoruz; ama tahmin etmek başka, gerçeklikle karşılaşmak başka... Daha Cizre'ye ilk girdiğimiz anda bir sokakta gaz bombaları patlıyor, dumanlar yükseliyor. Anlaşılıyor ki, devlet sıkıyönetimi kaldırmış ama saldırılarını durdurmamış. İlçenin içine doğru ilerliyoruz. İnsanlar öbek öbek toplanmışlar, korkulu ve kaygılı gözlerle bakıyorlar; ama bir o denli de saldırılar karşısında boyun eğmemenin onuru ve kararlılığıyla... Bazı evlerden Kürtçe ağıtlar yükseliyor. Her yerde acının dili aynı; ama bu topraklar üzerinde en çok Kürtçe şimdi... Arabadan iniyoruz. İnsanlar bizi zafer işaretleri ve zılgıtlarla karşılıyorlar. O zılgıtlar içimizde en derin duygularımızı titretiyor. İnsanların yüzlerine bakıyoruz. Aklıma ozan Hasan Hüseyin'in dizeleri geliyor: "Dostum dostum güzel dostum/ bu ne beter çizgidir bu/ bu ne çıldırtan denge/ yaprak döker bir yanımız/ bir yanımız bahar bahçe". Bir yanda acı bir yanda sevinç; bir yanda öfke bir yanda yüce gönüllülük; bir yanda çaresizlik bir yanda umut... O bakışlarda bütün duyguların birarada yaşandığını görebiliyorsunuz. Sessiz sessiz toplanıyorlar; bir anda bir slogan patlıyor: “Biji Berxwedane Cizire!” Slogan dalga dalga yayılıyor. Bir özgürlük çığlığı gibi. Ardından başka sloganlar. Devlet günlerce burada insanları taramış, evleri taramış yetmemiş hayvanları taramış, kelimenin gerçek anlamıyla terör estirmiş; ama günlerdir dış dünyayla bağlantıları kesik olan bu insanlar ilk defa birilerini gördüklerinde büyük bir çoşkuyla slogan atıyor ve zafer işaretleri yapıyorlar. Devlet, onların yüreklerine korkunun izini dahi düşürememiş; Cizre halkı dimdik ayakta; onurla başını dimdik tutuyor; ağlayanların bile gözünden çakmak çakmak kıvılcımlar çıkıyor. Kürtçe bilmiyoruz ama anlatmak istediklerini anlıyoruz; gözlerindeki ve sözlerindeki büyük öfkeyi görüyoruz. Başta RTE olmak üzere devlete beddua ediyor, katil olduklarını dile getiriyorlar. Bu tamamen yüreğin dili. Burada ne politika ne de başka bir şey var; tamamen içlerinden geldiği gibi, tüm öfke ve hınçlarıyla konuşuyorlar. 9 gün boyunca kapıları dünyaya kapatılmış, sesleri yalıtılmış bu insanlar, bu 9 gün boyunca kapalı kapılar ardında devletin kendilerine yaptığı işkenceleri anlatıyorlar. Nasıl susuz, elektriksiz bırakıldıklarını, nasıl aç bilaç bırakıldıklarını anlatıyorlar. Evlerinin nasıl tarandığını, ölülerini dahi bahçelerinden alamadıklarını anlatıyorlar. Acı gelip yerleşmiş yüreklerine. Bir daha o acıyı o yüreklerden kimse çıkaramaz. Bazılarının sandığı gibi barış da çıkaramaz. O acı o yüreklerde sızlar durur. Ta ki onlara bunları yapanlardan tek tek hesap sorulana dek. Kürt halkının acılarını ancak bir devrim dindirebilir. Ancak bir devrim onları yeniden kendine getirebilir. En çok çocukların bakışları insanın içini kanatıyor. Kurşun sesleriyle bölünen uykuları, yaşadıkları travmanın ağırlığı anlatılır gibi değil. Belki onyıllarca yaşadıkları belleklerinden silinmeyecek; anlam veremedikleri bir şiddetin ortasında kalmak onların yazgısı gibi. Sokaklarda özgürce koşup oyunlar oynamak yerine evlerinde katledilmenin o amansız travmasını yaşamışlar, yaşıyorlar. Buna rağmen minicik parmaklarıyla zafer işaretleri yapanlar da var. O sokakları koca koca taşlarla polislere kapatanlar, yollara hendek kazıp özel tim araçlarının ilçenin ara sokaklarına girmesini engelleyenler fazla değil onlardan 5-6 yaş büyük olanlar. Kürt halkı 7'den 70'e devletten nefret eder durumda. Hepsi devlete ve onun başındakilere karşı korkunç öfke dolu; aynı zamanda büyük bir mücadele azmiyle bilenmişler. Özel tim araçlarından yapılan anonslarda onlara "Ermeni piçleri" diye sesleniliyormuş; buradan da anlaşılıyor ki, şu son 1 hafta 10 gün içinde Kürt halkına yaşatılanların 100 yıl önce Ermenilere yaşatılanlardan hiçbir farkı yok. Evlerin üzerindeki kurşun izlerine baktığınızda bunu açıkça görebiliyorsunuz; insanların gözlerinde 100 yıl önce Ermenilerin yaşadıklarının izlerini okuyabiliyorsunuz. Buna rağmen Kürt halkının Türk halkına karşı en Cizre'den İzlenimler Kürt halkı tarihi boyunca sayısız katliam görmüş bir halk. Ama Cizre katliamı gibi sistemli, planlısını görmüş müdür... Düşünüyoruz, hafızalarımızı zorluyoruz.. Türlü kontrol, arama, bekletmelerden sonra vardığımız İdil'den sabah saatlerinde Cizre'ye doğru yola çıkarken karşılaşacağımız durumu aşağı yukarı tahmin etmeye çalışıyoruz. Sokağa çıkma sabah kaldırıldı. Halk sokaklarda yanlarında olmak için gelenleri karşılıyor. Şehre girer girmez ağır bir koku çarpıyor yüzümüze. 8 gündür su, elektrik verilmemiş. Hakim tepelere konuşlanmış keskin nişancılar önce su depolarını vurmuşlar, sonra da sokağa çıkan herkesi. 23 cenazesi yerde Cizrelilerin, kaldırıp toprağa koyamamışlar. Derin dondurucularda, pet şişelerdeki sularla muhafaza etmeye çalışmışlar, ama olmamış. Şehirde çürümüş insan eti kokusu var. Bu devlet sadece Kürt halkına değil onların hayvanlarına da tahammül edememiş. İneklerini, tavuklarını, kuşlarını vurup öldürmüş, onlar da çatışmaların en yoğun yaşandığı Nur mahallesinin sokak aralarında öylece çürümekte. Kurşun değmedik tek bir ev kalmamış, camları kırılmadık tek dükkan... Çoğu evin bahçe kapıları ve duvarları zırhlı araçlarla yerle bir edilmiş. Ara sokaklarda kum torbalarından barikatlar, özel timden kalan mühimmat artıkları var. Biz varmadan yarım saat önce 12 yaşlarında bir çocuğun elinde patlamış bunlardan biri. Bizi gezdiren genç arkadaşlardan en küçüğü, “bak abla duvardaki çocuğun parmağıdır” diyor. Bakıyoruz... Bütün duygularımız karmakarışık vaziyette. “O çocuk şanslı” diyor ufak bir düşmanlığı yok. Hatta tam tersine bizim Türk olduğumuzu ve onların yalnız olmadığını göstermek için orada olduğumuzu öğrenince daha fazla gururlanıyor ve gözümüzün içine daha büyük bir sevgiyle bakıyorlar. Gençler bize teşekkür ediyor, orada yaşanılanları unutturmamamızı istiyorlar. Devrimci bir ruh haline sahip oldukları her hallerinden belli oluyor. Hiçbirşeyden, hiçkimseden korkmuyorlar. Devlet daha onlara ne yaşatabilir ki. Onlar ölüm korkusunu çoktan yenmişler. On günlerdir, hatta onyıllardır devam eden devlet terörü ve işkencelerini yakından yaşamış, tanık olmuşlar. Onlar bir gün bu yaşanılanların hesabının sorulacağından o kadar eminler ki... Ve bir serhıldana, bir devrime o kadar hazırlar ki... Kürt halkının örgütlü bir halk olduğunu da bir kez daha görüyoruz. Cizre'de yaşananlara Lice'den Kulp'tan anında cevaplar veriliyor; bütün bir Kürdistan adeta diken üstünde; öyle ki, Cizre'ye gelen Selahattin Demirtaş başkanlığındaki HDP heyeti yaptıkları konuşmalarda, seçimlerden hiç bahsetmiyorlar. Onlar da Kürdistan'da artık başka şeylerin konuşulduğunun farkındalar. İnsanların acılarını dindirecek şeyin bir seçim olmadığını görüyorlar. Cizre'nin artık Kobane olduğunu, dahası Kürdistan olduğunu herkes görüyor ve söylüyor... Akşam saatlerinde Cizre'den ayrılıyoruz. Kürt halkı herzamanki misafirperverliğiyle bize "kusura bakmayın; buraya geldiniz, bir yemek yemeden sizi geri gönderiyoruz" diyor; içimiz doluyor... Günlerdir aç, susuz olan bu insanlar, içtikleri limonataya varana kadar herşeylerini bizimle paylaşıyorlar. Onlara teşekkür ediyoruz; bütün dünyaya bu insanlık dersini verdikleri ve komünist yaşama herkesten daha fazla yatkın oldukları için. Kendi acılarını bir kenara bırakıp yanlarına gelen insanları düşünecek kadar yüce gönüllü Kürt halkı. Bu onları geleceğe, devrime ve özgürlüğe taşıyacak... “hastaneye kaldırıldı”, diğer çocuklar keskin nişancılar tarafından vuruluyor, almaya gelen ambulans taranarak uzaklaştırılıyor, sonra akrep yaklaşıp vurup öldürüyor. Sağ kalan çocuklar boş kovanlarla oynuyorlar sokak aralarında. Öbek öbek boş kovan her yer. Hala patlamamış mayınlar var, iplerle çevirmişler etrafını, sık sık uyarılıyoruz basmamamız için. Ve sokaklarda dolaşırken bir duvarda Lenin'le karşılaşıyoruz: “Bugün az olmamız bir felaket değildir; yarın milyonlar bizimle olacak” diye O'nun bugüne anlam katan sözünü Kürdistan'a taşımış YDG-H'lı gençler... Fotoğraf çektiğimizi gören kadınlar yarı türkçe yarı kürtçe yaşadıkları vahşeti anlatmaya çalışıyorlar. Yani başımızda içiçe yaşadığımız bir halkın dilini hala tam olarak öğrenememiş olmanın utancını yaşayarak anlamaya çalışıyoruz söylediklerini. Hemen hemen aynı şeyleri dile getiriyorlar. “Edi bese, artık yeter. Hepimizi öldüremezsin, bizi bitiremezsin, vazgeç. Biz Türklerle kardeşiz, bizi ayıramazsın, artık Kürt sana boyun eğmez vazgeç.” diye sesleniyorlar hükümete. Çokça teşekkür ediyorlar yanlarında olduğumuz için, bir de su ikram ediyorlar durmadan, ikram edecek başka bir şeyleri olmadığından... İçiyoruz, ikramdır geri çevrilmez... Biraz sonra kadın erkek yaşlı genç bütün Cizreliler 23 ölüsünü ve yaralılarını yerde bırakarak Demirtaş'ın konuşma yapacağı mitinge gidiyorlar. “Cizre Faşizme Mezar Olacak!”, “Biji Berxwadane Cizire!”, “Katil Devlet Hesap Verecek” sloganlarıyla inliyor Cizre. Ve faşizm Kürt halkının başeğmez yiğitliği, barışa, özgürlüğe ve zafere olan inancı karşısında bir kez daha yıkılıyor... Biji Berxwadane Cizire! Kürt Halkı Yalnız Değildir! MÜCADELE BİRLİĞİ DEVRİMCİ İKTİDAR VE SOL Ali Varol Günal 5 Lenin, neredeyse yüzyıl önce "her devrimin en temel sorunu iktidar sorunudur" derken, ne kadar uzak görüşlü olduğunu da göstermiş oluyordu. Biz bugün kendisine marksist-leninist ya da devrimci diyen bir çok siyasi yapının iktidar sorunu söz konusu olduğunda bir duvarın önüne gelmiş bir fil gibi ne yapacaklarını bilemeden kalakaldıklarını görüyoruz. Bir çoğu bütün varoluş nedenini "aşırı muhalefet partisi" olmaya vakfetmiş durumda; onlar her dönemin muhalifleri. İktidarları eleştirir, onların politikaları karşısında yaka-bağır yırtar, büyük nutuklar atarlar; ama söz konusu olan bir devrimle önlerindeki engeli yıkıp siyasi iktidarın ele geçirilmesi olunca, bundan sıtmadan kaçar gibi kaçarlar. Ve tabii hemen başlarlar bir sürü bahaneler uydurmaya: "daha halk buna hazır değil"dir; "nesnel koşulların devrimci olduğunu çok da abartmamak gerek"tir; "hem öznel faktör henüz oluşmamış"tır vb vb... İnsana bıkkınlık verecek kadar bildik ve basmakalıp itirazları yinelemekten bıkmazlar. Belki de böylelerine yine yüzyıl önce Lenin'in sorduğu soruyu sormak gerekiyor: "Zaferi göze alabilecek miyiz?" Bir devrimde sizler iktidarın ele geçirilmesi sorununu önünüze koyup tartışmazsanız neyi tartışırsınız beyler. Gezi ayaklanmasının en hararetli ve kritik günlerinde yaptığınız gibi eylemlerde biber gazının yasaklanmasını mı? Pratik olarak başlamış, gözlerinizin önünde akıp giden bir devrim sürecini görmezseniz siz ne zaman bir devrime önderlik etmenin hayalini kurarsınız? Eğer boşuna savaşmış olmak ya da bütün bir hayatı devrim hayali kurmakla geçirmek istemiyorsanız, öncelikle bütün devrimlerin en temel sorunuyla uğraşmak zorunda değil misiniz? O halde iktidar sorununu hiç gündeme almayışınızın nedeni ne? İktidar sorunundan bu hummalı kaçışınız bir nedeni olmalı? İnsan son dönemlerde revaçta olan anarşist tezlerden etkilenmiş olduğunuzu düşünmeden edemiyor. Baksanıza kendisine "subcommandante" diyen EZLN'nin lideri Marcos bile "Biz iktidarı değil dans edebilecek bir bölgeyi istiyoruz" diyebiliyor. Yine ortalıkta her iktidarın yozlaştıracağına, bürokratlaştıracağına dair tezler gırla gidiyor. Reel sosyalizm uygulamalarına saldırılar "eleştiri" sınırlarını çoktan aşmış durumda; giderek sosyalizm adına yapılmış her şey yoksayılmaya, karalanmaya vardırılıyor. "İktidarlı sistemler" denilerek, sosyalizm, kapitalizm ve diğer sistemlerle bir tutulmaya çalışılıyor. Reel sosyalizmi çağrıştıracak her türlü kavram ve tanımlara daha en başından itirazlar yükseltiliyor. "Leninist parti" düşüncesi de bunlardan nasibini alıyor. Ne kadar amorf, şekilsiz örgütlenme modeli varsa leninist partinin yerine ikame ediliyor. Reel sosyalist sistemlerde yaşanan geriye düşüşlerin bütün faturası leninist partiye, bunun doğal sonucu olarak iktidarlara kesiliyor. Anarşistler ortalıkta "her devlet katildir" diyerek cirit atıyorlar. Ve işin ilginç tarafı hiç kimse çıkıp "durun bakalım! Böyle genelleme yapamazsınız! Sosyalist devlete katil diyemezsiniz, dahası sosyalist devletlerle kapitalist devletleri aynı kefeye koyamazsınız" demiyor. Neden? Çünkü ideolojik muğlaklaşma had safhada! Niye? Çünkü her yerde hummalı bir ideolijisizleştirme çabası var. Romantik devrimci söylemlere evet, isyancılığa evet; ama bunların ideolojik bir biçim almasına ve iktidarlaşmasına hayır! Peki yıkılan devlet aygıtının yerine ne kurulacak? Bir şey kurmaya gerek yok! Varsın kaos olsun. Yaşasın kaos, yaşasın anarşi! İşte yukarıdaki düşüncelerin mantıki sonucu bu! Bırakalım herkes kendi kafasına (ya da vicdanına) göre davransın, eylesin. Kimse kimseye hesap vermek zorunda olmasın; düzensizlik, başıboşluk, bireycilik esas olsun (şimdi birileri bizi anarşizmi anlamamakla ya da kabalaştırmakla eleştirecek. Varsın onlar eleştiredursunlar, biz anarşizmin varıp varabileceği yerin bireycilikten öte olmadığını söylemeye devam edeceğiz. Bunun yanı sıra proletarya diktatörlüğünü eleştirip, sözüm ona "özgürlükçü sosyalizm"i savunanları da kaale almayacağız. Bugün cepheden sosyalizme, onun kurucuları Lenin'e ve Stalin'e yapılan sözüm ona "eleştirileri" dikkate almadan yolumuza devam edeceğiz. Komünist Manifesto'da dendiği gibi komünistlerin her zaman her yerde yaptıkları gibi işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunmaya devam edeceğiz. Bu konuda moda "sol" akımlardan gelen "mahalle baskısını" da önemsemeden Marx'ın Engels'in ve Lenin'in devasa eserlerinin ışığında yürümeye devam edeceğiz. Elbette bunların birer dogma olmadığını, eylem kılavuzu olduğunu bir an olsun unutmadan...). Bugün iktidar dışında her türlü sorunu önlerine koyup tartışanlar, "demokratik komünalite" adı altında sözüm ona moderniteye itiraz geliştirenler, iktidarsızlığın teorisini yapanlar, emperyalist kapitalist sisteme karşı bağımsız adacıklar oluşturma fikrinin olanaksızlığı bir yana, saçmalığını henüz görebilmiş değiller. Elbette her sınıf, her toplum, her birey kendi deneyimleriyle öğrenecektir. Bedeli ne kadar ağır olursa olsun, en iyi öğrenme yolu budur. Bugün bir "kaos aralığında" mı yoksa devrimci sıçrama döneminde mi olduğumuzu halklar kendi deneyimleriyle görüyor öğreniyorlar. "İktidar dışında her şeyin hiçbir şey" olduğunu da kendi deneyimleriyle öğreniyorlar, öğrenecekler. "Demokratik komünalite" adı altında, kapitalist sistem içinde "daha az devlet daha fazla demokrasi" tezlerinin zamanın ruhuna uymadığını, merkezi iktidarların devrimle yıkılıp yerine halk iktidarları ya da sosyalist iktidarlar kurulmadan insanlığın gerçek ilerleyişinin gerçekleşemeyeceğini yaşayarak öğreniyoruz ve bundan sonra da öğrenmeye devam edeceğiz. İstanbul'un merkezinde Taksim Komünü'nü yaşatmanın bile İstanbul'da iktidarı ele geçirmeyi zorunlu kıldığını yaşayarak öğrenmedik mi? Devrimin, devrimciliğin sadece bir itiraz olmadığını bir yıkma ve yerine daha güzelini yapma eylemi olduğunu tarihten devrimci bir miras olarak almadık mı? Günümüzde merkezi iktidarı ele geçirmeden bir devrimin uzun soluklu olamayacağını, dahası yıkılmış olanın yerine yeni bir düzen kurulamayacağını onlarca, yüzlerce deneyimle görmedik mi? Peki en basit tabiriyle günümüzde faşist devletleri yıkmanın ve böylece faşizme son vermenin bir devrimsiz mümkün olabileceğini, yıkılmış faşizmin üzerinde enerjik bir diktatörlük uygulamadan, demokrasi ve özgürlüklerin gelebileceğini kim iddia edebilir? Bütün açıklığıyla görülüyor ki, gerçek özgürlükleri kazanmanın ilk adımı siyasi iktidarın ele geçirilmesidir; bu da ancak bir devrimle mümkündür. Bir devrimin olabilmesi için de işçi sınıfı ve emekçilere bu savaşımda öncülük edecek bir partinin örgütlenmiş olması zorunludur. Kaosun önüne geçebilecek, insanlığı büyük kurtuluşa götürecek biricik yol, hala budur. 6 30 Eylül - 14 Ekim 2015 MÜCADELE BİRLİĞİ Ders kaydı yapmaya çalışan üniversite öğrencisi, bilgisayar başında 42.saatine girdi... Zaytung 550 milletvekilli olan Meclis'te yapılan oylamada 556 oy kullanılması, AKP'nin ''Seçime hazırız'' mesajı olarak yorumlandı... Zaytung DENİZ FIRTINASI-1 ÜZERİNE “Kapıyı Vurup Yola Devam Etmek!” 71 devrimci çıkışı ile beraber ilk devrimci örgütler kuruldu ve sıkı bir kavga başladı. 12 Mart darbesi dönemin öğrenci gençlik liderlerinin ve ilk devrimci kadroların katledilmesi üzerine ağır darbeler aldı. Ayrıca birçok kadro da -geneli öğrenci- faşizmin zindanlarında buldu kendini. Böylesi bir dönemden sonra, günümüzde o süreçleri çok verimli anlatan, yaşananları iyi tahlil eden yeterli kaynaklar yok. Ay- rıca bizlere 80'li süreci, darbeyi, yaşananları genelde anlatılanların, yazılanların aksine daha etkin bir şekilde buluyoruz. Bu anlamda Deniz Fırtınası gençlik üzerinde o dönemi kavramak ve yeni yaratıcı fikirler, eylemlikler koymak, geleceğe daha sağlam adımlar ile yürümek açısından çok verimli bir kitap oldu. Biz de bu açılardan kitabı ele alacağız. Deniz Fırtınası kitabı, önsözünde de belirtildiği gibi anı-tarihi roman alanına konulabilir. Ancak bizlere anlatılan dönemin ekonomik-politik tahlilini buna bağlı olarak, kitlelerin yaşamlarının, ruh hallerinin, karakterlerinin iyi bir tasviri veriliyor. 70'li yıllarda öğrenci gençlik mücadelesi içindeki sınıfsal karakterin tahlili ve emekçi sınıf ile farkları anlaşılır bir şekilde ortaya konulmuş olup mücadeleye etkisi aktarılıyor. Küçük burjuva devrimciliğin, oportünizmin ve sınıf devrimciliğinin farkları gayet net çizgiler ile görülmekte. Tüm bu açılardan, günümüzde gençlik mücadelesi açıdan perspektifin nasıl olması gerektiği, marksizmi iyi özümsemenin önemi çok net ortaya çıkıyor. Devrimci karakterlerin o her Ahmet'e Sözümüz Devrim Olacak zaman anlatılan kalıpların dışında olması, gerçeklik ile anlatılması, sadeliği ve mütevazılığı gençlik mücadelesinde olan gençler de çok daha olumlu etki de bırakması açısından çok olumlu sonuç çıkartıyor. Kitleler içinde çalışma yapma anlayışı, militan ve partizan ruhu, disiplinli olmayı ve yaşamların odağında devrimin olması, devrimci karakteri çok başarılı anlatmakta. 70'li ve 80'li yılların devrimcileri hakkında çok fazla basma kalıp anlatım ve olumsuz, umutsuz, romantik devrimci mantığı dışında; sosyalizmin bilimsel kavranışı, yaşamdan çıkarılan dersler ve yeni bir toplum yaratmak uğruna verilen bir kavga yatmakta. Tarihin derinliklerinde yatan, adları bilinmeyen, fedakar devrimciler... Mehmet Ayık, Kel Hoca... ve niceleri. İsimlerini bilmediğimiz, yüzlerini bilmediğimiz bu devrimcilerin fedakarlıklarını, cesaretlerini, kavgalarını unutmamak ve dönemin devrimcilerini anlamak için çok değerli isimler. Günümüz gençliği için devrimci mücadeleyi ve devrimci kültürü anlamak, yaşamlarının merkezine koymak ancak bu insanların yaşamlarından daha iyi 31 Mayıs'la başlayan ve Haziran ayında devam eden Gezi ayaklanması... Gezi ayaklanmasıyla başlayan ve ODTÜ'ye destek için yapılan eylemler sırasında Antakya'da Armutlu mahallesinde ölümsüzleşen Ahmet Atakan... Ahmet Atakan'ın aramızdan ayrılışının 2.yılında dövüştüğü sokak olan Armutlu mahallesinde anıldı. Ailenin çağrısıyla Armutlu mahallesinde bulunan Abdullah Cömert portresinin yanına Ahmet Atakan ve Ali İsmail Korkmaz'ın portreleri çizilerek etkinlik başladı. Portreler çizildikten sonra Ahmet'in nezdinde tüm devrim savaşçıları için bir dakikalık saygı duruşuyla etkinliğin ikinci bölümü başladı. Ardından Ahmet Atakan'ın annesi Emsal Atakan sonra da Ali İsmail Korkmaz'ın annesi Emel Korkmaz söz aldı ve “Ali İsmailAhmet-Abdullah aramızda yok ama binlerce oğlumuz yanımızda şu an” diyerek konuşmasını sonlandırdı. Daha sonra devrimci kurumlar birer söz aldı. Devrimci Öğrenci Birliği adına söz alan arkadaşımız ''TC devleti ülkenin dışında Suriye'de, Irak'ta gerici faşistleri desteklerken ülke içinde de işçilere, emekçilere, Alevilere, Kürtlere gerici iç savaşı yükseltmiş durumundadır. Biliyoruz ki son bir kaç haftadır Kürt halkına karşı bir saldırı dalgası var. Burada da Alevi halkına karşı olarak da IŞİD tehdidini görüyoruz. Bizler emekçi halklar olarak 2 yıl önce gezi gibi bir deneyim yaşadık. Bu sokaklarda birçok yoldaşımızı yitirdik Antakya'da Abdullah ve Ahmet yoldaşlarımızı yitirdik, Eskişehir'de Antakyalı olan Ali İsmail yoldaşımızı yitirdik. Onların bize bıraktığı mücadeleyi bizlerin omuzlaması gerekiyor. Onlar bu sokaklarda militanca savaştılar eğer onların bu mücadelesini bizler devam ettirip daha ileri götürmezsek bu savaş bizlere yıkıcı sonuçlar getirecek. Çünkü TC devleti kılıcını kınından çekti ve emekçi halkların boynuna götürerek bizleri katletmek istiyor. Bizler halkların mücadele birliği örgütlemek zorundayız. Öğrenci gençlik olarak, Alevi halkı olarak, Kürt halkı olarak ve özellikle katliamlarla karşı karşıya olan Kürt halkının yanında olmalıyız. Biliyoruz ki bu sokakları faşistlerce doldurmak istiyorlar bir kaç gündür linç girişimi yaratılarak halklar linç edilmek isteniyor. Onlara karşı bizler işçiler, emekçiler bu sokakların gerçek sahipleri olduğumuzu göstermemiz gerekiyor.'' diyerek sözlerini şu şiirle sonlandırdı: “Kalmasa da / yüreklerimizden / başka namluya sürecek tek bir kurşunumuz / yine de devrim yangınının yılmaz savaşçıları / Ali İsmaillerin, Abdullahların, Ahmetlerin, Denizlerin baş eğmeyen yoldaşları olacağız...” Ardından etkinlik çocuk korusunun seslendirdikleri şarkılarla son buldu. Devrimci Öğrenci Birliği / Antakya öğrenilebilir. Denizlerin yoldaşlarının en net anlatıldığı bu kitapta, katliamlara karşı alınan cesurca ve öngörülü hareketler ve bunun halk ile birlikte yapılması, kitleler ile kurulan sıkı bağlar, emekçi sınıf ile yürütülen faaliyetler ve devrimci kadroların işçi, emekçi olması bir devrimci örgütün sınıfsal zeminini ne kadar net ortaya koyduğunu bir kez daha gösteriyor. Hep anlatılan, okunulan Bolşeviklerin tarihi gibi özverili sınıf devrimciliğinin ne kadar üst düzeyde yapıldığı görülmektedir. Enternasyonal mücadelenin önemi ve yapılan atılımlar, birleşik güçlü örgütlenmeler yaratmak için girişilen çabaların ne kadar çok olduğu görülüyor. Ancak birleşik örgütlenmelerde bir örgütün tepesinde yaşanabilecek herhangi bir ideolojik sapmaya karşın, devrimci net bir tabana sahip olmanın ne kadar önemli bir noktada durduğu yaşanan pratiklerde ortaya konuluyor. Önemli bir süreç de 80'li yıllardır. Bu süreç aksine herkesin dediği gibi sadece korku dolu yıllar değil, devrimci kavgayı yükseltmeye çalışan insanların çabaları ile yeniden ayağa kalkma çabasıdır. Genel devrimci cenah darbede yenildi. Ama Denizlerin yoldaşları bu sınavdan başarı ile geçti. Bu yüzden böylesi bir darbe sürecini küçük burjuva devrimcilerinin, uzlaşmacı reformist yapıların dışında kavga ile geçirildiği ve sosyalizme bağlılığın sınandığı yıllar olduğu, 90 kuşaklar için büyük deneyim oluyor. Devrimci mücadelede fikir uyuşmazlıkları, ideolojik sapmalar her zaman yaşandığı gibi yaşanabilmekte ama asıl olan sınıfa, kitlelere güvenen devrimcilerin bilimsellikten taviz vermeden kapıyı vurup yola devam etmesi ile kavga sürmekte. Denizlerden bu yana onların mirasını herkes sahiplenmeye kalktı. Günümüzde bile miras sevicileri bu duruma devam etmekte. Ve işte o dönemde denizlerin yoldaşlarının 12 Mart darbesi ve 12 Eylül darbesine karşı nasıl ayakta durduğu, Türkiye ve Kürdistan devrimci mücadelesini fedakar ve özverili bir şekilde sürmesini sağladı. Anlatılan bu tarih tüm diğer anlatılanların aksine umut ile yazılan bir tarihtir. İyi okumalar... Cüretti tarihin kızıl çocuğu Cüretsiz tarih yazılamazdı Denizlerin partisi Cüretsiz kurulamazdı Şimdi umudun zamanı Şimdi vuruşmanın zamanı Şimdi koşmanın zamanı Şimdi devrim zamanı ŞİMDİ DEVRİM Gözler ufka bakarken Bilinç sözlerle kalamazdı Yürek devrim devrim atarken İnanç sarsılamazdı Adana’dan Bir DÖB’lü 30 Eylül - 14 Ekim 2015 MÜCADELE BİRLİĞİ Üniversitelerin açılmasına günler kala kömürlük ve bodrum gibi yerler stüdyo daire adı altında öğrencilerin hizmetine sunulmaya başlandı.. Zaytung CHE İÇİN YÜRÜYORUZ! 9 Ekim 1967'de katledilen Gerilla Komutanı Ernesto Che Guevara, kapitalizme, emperyalizme karşı dünyanın gözleri önünde verilen bir savaşın öncülerindendir. Che'nin Fidel'e Veda Mektubu İzmir/ Devrimci Öğrenci Bir liği Che'den Deniz'e Gerçekçi Ol İmkansızı İste ! 9 Ekim 2015 Cuma 18.30 Alsancak Ösym Önü ZAMANI İZMİR Fidel, Şu anda aklıma birçok şey geliyor: Seninle Maria Antonia'nın evinde karşılaşmamız, birlikte gelmem için ısrar edişin, yola çıkma hazırlıklarının gerginliği... Bir gün gelip bize, ölürseniz kime haber verelim diye sormuşlardı ya, ölüm olasılığı o zaman dank etmişti kafamıza. Sonradan bunun gerçek olduğunu anladık: Bir devrimde (eğer sahici bir devrimse bu) ya kazanırsın ya da ölürsün. Zafere giden yolda çok yoldaşımız öldü. Artık hiçbir şey eskisi kadar dokunaklı değil; çünkü eskiye göre daha olgunlaştık, ölüme daha alıştık. Sanırım beni, Küba'nın kendi sınırları içindeki devrime bağlayan görevden payıma düşeni yerine getirdim. Sana, yoldaşlarıma, artık benim de halkım olan halkına veda ediyorum. Parti yönetimindeki sorumluluklarımdan, bakanlık görevinden, binbaşılıktan ve Küba vatandaşlığından resmen ayrılıyorum. Artık hiçbir hukuki bağla Küba'ya bağlı değilim. Şimdi sadece başka nitelikte, bir mevkiye atanmış olmayla alakası olmayan nitelikte bağlar var. Geçmiş günlerime baktığımda, devrimin zaferini pekiştirmek için yeterince dürüst ve fedakârca çalıştığımı düşünüyorum. Tek ciddi kusurum, Sierra Maestra'daki ilk günlerde sana daha fazla güvenmemiş ve senin bir önder ve devrimci olarak niteliklerini yeterince çabuk anlayamamış olmamdır. Senin yanında harika günler yaşadım. Karayipler Krizi'nin acı tatlı günlerinde Küba halkına ait olmanın gururunu duydum. Pek az devlet adamı senin o günlerdeki parlaklığına ulaşabilirdi. Seni hiç duraksamadan izlemiş olduğum, senin gibi düşündüğüm, tehlike ve ilkeleri senin gibi değerlendirdiğim için gurur duyuyorum. Dünyanın başka toprakları da benim alçakgönüllü katkılarımı bekliyor. Küba'nın başında olmanın sana yüklediği sorumluluklar nedeniyle yapamadıklarını ben yapabilirim. Ayrılma saatimiz geldi artık. Bunu yaparken hem sevinç, hem de acı duyduğumu bilmelisin. Bir kurucu olarak beslediğim en saf umutlarımı, sevdiğim varlıkların en değerlisini, beni öz oğlu gibi bağrına basan bir halkı ardımda bırakıyorum, canımdan bir parça koparmışçasına. Bana aşıladığın inancı, halkımın devrimci ruhunu, en kutsal amaçları yerine getirmenin, yani emperyalizme karşı her yerde savaşmanın bilincini yeni savaş alanlarına taşıyacağım. En derin yürek acısını bile dindiren, insanı rahatlatan tek şey işte bu. Bir kez daha yineliyorum: Küba'nın benimle ilgili bir sorumluluğu kalmıyor artık, tüm dünyaya örnek olma sorumluluğundan başka. Son saatim eğer başka gökler altında gelirse, benim son düşüncem yine bu halk ve özellikle sen olacaksın. Bana öğrettiklerin ve bana örnek olduğun için sana minnettarım ve eylemimin en son noktasına kadar sana sadık kalacağım. Devrimimizin dış politikası ile her zaman özdeşleşmiştim; bunu sürdüreceğim. Nerede olursam olayım, Kübalı bir devrimci olmanın sorumluluğunu hissedecek, ona göre davranacağım. Çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmamış olduğuma pişman değilim. Bundan mutluluk duyuyorum. Onlar için bir şey istemiyorum; zaten devlet onlara yaşamaları ve eğitimlerini sürdürmeleri için gerekli olanı verecektir. Sana ve halkımıza söyleyecek daha çok şeyim var; ama neyse. Kelimelerin istediklerimi ifade edemeyeceğini düşünüyorum; daha fazla kâğıt harcamaya değmez. Hasta la Victoria Siempre! (Her Zaman Zafere Kadar!) Patria o Murte! (Ya Vatan, Ya Ölüm!) Seni devrimciliğimin tüm ateşiyle kucaklıyorum. Che Che’nin ihtiyarlara ayrılık mektubu Vurdu vurdu, vurdu vurdu Vurdu tarihin saati Devrimin ayak sesleri Parti bayrağı yukarı Yukarı yoldaşlar Şimdi umudun zamanı Şimdi vuruşmanın zamanı Şimdi koşmanın zamanı Şimdi devrim zamanı Sevgili ihtiyarlar… Yaklaşık on yıl kadar önce, size yine böyle bir veda mektubu yazmıştım… Çok daha bilinçli olmak dışında, hiçbir şey değişmedi özünde; Marksizm anlayışım derinleşti ve netleşti. Özgürlük adına savaşanlar için tek çözüm yolunun silahlı mücadele olduğuna inanıyorum ve bu inanca uygun olarak davranıyorum… … Çokları bana maceracı diyecek, evet öyleyim -ama farklı bir türden- inançlarını doğrulamak uğruna postunu tehlikeye atan türden… Bundan böyle, bir sanatçı dikkatiyle eksikliklerini gidermeye çalıştığım irade gücüm taşıyacak, şu sallanan bacaklarımı ve çoktan tükenmiş olan ciğerlerimi. Ve bunu becereceğim. Arada bir düşünün yirminci yüzyılın şu fedaisini… Ve isyankar, başıboş oğlunuz kucaklar sizleri. Ernesto OLAĞAN BİR YAZ Umut Güneş 7 Son birkaç yıldır devrimci mücadelenin yoğunluğu o kadar fazla ki, olağan yazlarımız iç savaşın çetin günleri ile geçiyor. Öğrenci gençlik için tatil anlamına gelen yaz ayları, birkaç yıldır mücadele tecrübesini geliştireceği zamanlar haline geldi. Bir devrimci için yaz ayını bundan daha iyi geçirmek olmaz herhalde. Ama artık okullar açılıyor ve koca bir yaz boyunca sessiz kalan kampüsler, koridorlar artık sloganlarla dolmaya hazır. Üniversiteler, liseler uzunca bir zamandır toplumda eskisinden daha da önemli bir yer işgal ediyor. Devrimci hareketin hala görece güçlü olduğu üniversiteler ve verdiği anti-faşist mücadele ile toplumun geniş bir kesiminin yüreğini ferahlatan, cesaret veren öğrenci gençlik; sermaye sınıfının onca çaba ile Kürt halkına dönük birkaç gün sürdürebildiği şovenist histeriye karşı, bir dalga kıran rolü oynayacaktır. Yine kararsız pek çok insanı devrimin ve enternasyonal tutumun etrafında toplayacaktır. Fakat bu o kadar da kolay yerine getirilebilecek bir sorumluluk değil. Birincisi; şartlar iki ay öncesinden bile çok daha farklı. Burada eskisi gibi düşünüp hareket edeceğini planlayan varsa, epey hayal kırıklığına uğrayacağı kesin. Zira dönem artık kentleri kuşatma altına alıp topa tutma dönemi. Mücadelenin geldiği düzey budur. Bu düzeyin özellikle Türkiye tarafındaki üniversiteler ve liselerdeki etkisi aynı olmayacaktır kuşkusuz ama birçok yerde stant açmak için dahi polisle kavga edilecek, ilk başkaldırıda dinci ve ulusalcı faşistler sahaya sürülüp gençlik sindirilmeye çalışılacaktır. Yoğun bir ideolojik ve politik saldırıyla karşı karşıya kalacaktır gençlik. Son dönemde gerçekleşen bayrak mitingleri ya da yürüyüşleri ile burjuvazi önemli bir kesimi Kürt halkının yanında saf tutmasın diye sindirmeye çalıştı. Daha çok orta kesimi vuran bu adım emekçiler üzerinde de ciddi bir baskı oluşturmayı hedefledi. Buralardaki etkisi sınırlı olsa da, geçici bir süre ‘başarı kazandı’. Fakat burada esas önemli olan tutum Türkiyeli sosyalistlerden (Leninistler hariç) tek bir ses çıkmamış olmasıydı. Devrimci öğrenci gençlik aynı hataya düşmemelidir. Kafa göz kırılma pahasına da olsa (buradan faşist saldırılar karşısında dayak yemeyi göze almaktan bahsetmiyoruz. Faşizmle dişe diş bir kavgadan bahsediyoruz) şovenist histeri karşısında durmak, enternasyonal tutumu göstermek önemlidir. Bu konuda pek çok şey yazıldı ama bugün söylenecek bir şey varsa o da şudur; faşizme üniversiteleri ve liseleri dar etmeliyiz. Faşizme karşı mücadelede devrimci güçlerin birlikteliğini sağlamak ne kadar önemliyse, en az onun kadar önemli olan da bu birlikteliğin hangi muhtevaya sahip olacağıdır. Bu bir cümle ile ifade edilirse, şöyle denmelidir: Faşizme hiç bir yaşam şansı vermemeliyiz. Faşist örgütlenmenin olduğu bir yer varsa dağıtılmalı, güçlenebileceği bir alan bulmamalıdır. Bu konuda devrimci öğrencilere düşen sorumluluk sadece güçlü bir antifaşist hareket örgütlemek olmayacaktır, bu iç savaşta bir düzeyi yakalamak olacaktır. Kürt halkıyla ateşten köprüler kurmak istiyorsak, birleşik devrimin zaferini görmek istiyorsak bize bir vurana on vurmalıyız. Dönemin bizden beklediği budur! 8 Emeğin Dünyası Birleşik Metal İş'ten Faşist Yürüyüş Ve EMEP MÜCADELE BİRLİĞİ Dağlıca'da 16 askerin ölümünün ardından birçok ilde yapılan faşist yürüyüşlerin yanında DİSK'e bağlı Birleşik Metal İş sendikasının kararıyla örgütlü oldukları birçok fabrikada basın açıklaması, yürüyüş gerçekleştirildi. Sabah vardiyasının çıkışına, gece vardiyasının girişine denk gelen yürüyüş için işçiler 8 Eylül Salı günü Çiğli Organize sanayi bölgesinde bulunan Schneider fabrikasının önünde toplandı. Sendika temsilcisinin yaptığı kısa konuşmada asker ve polise yapılan "alçakça" saldırıların bir an önce sonlandırılması gerektiği vurgulandı. Bu Cerrahpaşa'da Asistanlar Şiddet Ve Tehdide Karşı İsyanda İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği’nde çalıştmakta olan asistan Dr. Gözde Apaydın 9 Eylül tarihinde bir hasta yakını tarafından saldırıya uğrayarak darp edildi. Asistan hekimler 11 Eylül günü arkadaşlarına uygulanan saldırı ve şiddeti protesto etmek amacıyla, öğretim görevlilerinin de desteğiyle iş bırakma eylemi gerçekleştirdi. Eylem sürerken, şiddet uygulayan hasta yakını tekrar hastaneye gelerek olay çıkardı. Acil servisten sorumlu öğretim görevlisi Prof. Dr. Halit Çam, asistan doktor Gözde Apaydın'ın haklarını savunmak yerine şiddeti destekleyen ve asistan hekimleri tehdit eden söylemlerde bulundu. Prof. Dr. Halit Çam hakkında soruşturma açılması ve soruşturma süresince de görevinden uzaklaştırılması talebiyle 16 Eylül günü hastane bahçesinde eylem gerçekleştirdi. Hastane bahçesinde çadır kuran asistan hekimler saat 12.30'da sloganlarla eylemlerini başlattılar. Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) Aksaray Şubesi üyeleri ve İstanbul Tabip Odası üyelerinin desteğiyle yapılan eyleme hastanede bulunan hastalar ve yakınları da katılarak alkışlarıyla destek verdi. Çam hakkında soruşturma açılmasını ve bu soruşturma sonuçlanana kadar can güvenlikleri nedeniyle görevinden uzaklaştırılması taleplerini dile getiren doktorlar, şiddeti önleyecek tedbirler alınıncaya kadar da Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı asistanları olarak iş bırakma eylemi yapacaklarını söylediler. Mücadele Birliği Platformu, 9 Eylül akşamı Taksim'de Kürt halkına yapılan saldırı ve katliamları protesto etmek ve Kürt halkıyla dayanışma amacıyla “Kürt Halkı Yalnız Değildir” pankartı açan üyelerinin gözaltında yaşadığı işkenceye ilişkin İHD İstanbul Şubesi'nde basın açıklaması düzenledi. 11 Eylül günü düzenlenen basın açıklamasında Mücadele Birliği Platformu adına konuşan Kenan Aktaş, son günlerde Kürt halkına yönelik ırkçı faşist saldırıların tırmandığını ve Kürdistan'da şehirlerde katliamlar yaşandığını belirtti; Türkiyeli devrimciler ve komünistler olarak Kürt halkının yanında olmanın bir görev olduğunu düşünerek, bir süredir eylemler gerçekleştirdiklerini söyledi. Taksim Burger King şubesinde “Kürt Halkı Yalnız Değildir” pankartı açan 4 arkadaşlarının gözaltına alındığını ve devletin ağır saldırısına ve işkencesine maruz akladıklarını, avukatların saatlerce arkadaşlarının nerede olduğunu öğrenemediğini ve arkadaşlarından haber alamadıkları için hayatlarından endişe ettiklerini aktardı. Türkiyeli devrimci ve komünistler olarak ezilen ulusun ve ulusal toplulukların yanında olmak gerektiğini, özgürlüğün ancak tüm ezilen halkların yanında olarak mümkün olabileceğini vurguladı. Eylemi Mehmet Cem Solhan, Kenan Zengin, Enes Teker ve Gökçe Şahin'in gerçekleştirdiğini ve gözaltı boyunca ağır işkenceye maruz kaldıklarını ifade eden Aktaş, Gökçe Şahin ve Enes Teker'in THİV'de muayeneleri bitmediği için açıklamaya katılamadıklarını söyledi. Gözaltına alınan Kenan Zengin eylemi anla- temsilci ne yazık ki işçiler tarafından eskiden beri fabrikanın en ileri kesimini temsil ettiği zannedilen üstelik adından "devrimci, komünist" diye söz edilen bir EMEP'liden başkası değildi. Bir dakikalık saygı duruşundan sonra İstiklal marşı okundu. Ardından basın açıklaması yapılarak en önde EMEP'li temsilci ile birlikte EMEP'liler olduğu halde Türk bayrağıyla yürüyüşe geçildi. Yürüyüş sırasında "Şehitler ölmez vatan bölünmez", "Ya Allah bismillah allahuekber", "Anaların öfkesi katilleri boğacak" ve "Kahrolsun PKK" sloganları atıldı. tırken, aşağıdaki bir şahsın çatıdan sarkıtılan Türk bayrağına basıldığı iddiasıyla halkı kışkırtmaya çalıştığını, kendilerinin bayrağa basmadıklarını anlattıklarını, daha sonra bu şahsın gözaltı yapan polislerin arasında olduğunu gördüklerini söyledi. Ters kelepçe yapılarak gözaltına alındıklarını söyleyen Zengin, önce garaja götürüldüklerini, burada başlayan işkencenin, araçta ve polis merkezinde de devam ettiğini, hastaneye gittiklerinde elleri kelepçeli muayene yapılmak istendiğini ve buna karşı çıktıklarında muayene yapılmadığını belirtti. Gözaltı boyunca yumruk, dirsek ve ayakkabılarıyla vurularak işkence edildiğini söyleyen Zengin, “ezan okundukça namaza gidip dönünce gelip bize işkenceye devam ediyorlardı. Haberlerde ölen asker, polis olduğunu öğrendikçe daha şiddetle vurmaya başlıyorlardı” dedi. Zengin, kimliklerine bakarak, “sen Tokatlısın, Kürtçe bilmiyorsun niye Kürt halkına destek çıkıyorsun, sen necisin” diye sorduklarını, bir başka polisin “bunlar Ermenidir” şeklinde şoven söylemlerde bulunduklarını belirtti, “Eğer Kürt halkından bir arkadaşımız olsaydı eminiz ki çok daha ağır işkencelere maruz kalacaktı. Ve belki sağ olarak çıkmayacaktı. Irkçı söylemlerinden ve saldırılarından biz bu izlenimi aldık” dedi. İşkence nedeniyle gözlerinin kapandığını söyleyen Zengin, mahkemeye çıkarılabilmeleri için doktora götürüldüklerinde doktorun ilaç damlatarak gözlerinin açılmasını sağladığını, gözleri açıldıktan sonra ise bir süre göremediğini belirtti. Mehmet Cem Solhan ise gözaltına alan polislerin davranışlarının IŞİD çetelerinden farkı olmadığını, tek farkın kafalarının ya da kollarının koparılmamış olduğunu ifade etti. Irkçı, şoven hakaretlerde bulunduklarını ve sürekli kafalarına gözlerini vurulduğunu, bir yandan da “sakın kafanızı kaldırmayın, bizim yüzümüzü görmemeniz lazım” şeklinde korkularını da ortaya koyduklarını söyleyen Solhan, Kürt halkına yönelik katliamlar yaşanırken, Türkiye'deki emekçilerin buna sessiz kalmaması gerektiğini düşünerek bu eylemi yaptıklarını belirtti. Halkın Kürdistan'da yaşanan katliamlara ve saldırılara karşı harekete geçmesi Yürüyüşten sonra işçilerle birlikte EMEP'liler de fabrikaya geri döndüler. İşçilerin arasında dolaşarak yeni sözleşmelerden bahsederlerken özellikle de yurtsever işçilerin onlara tavrı belli oluyordu. Yurtsever arkadaşlarla konuşmalarımızda bir önceki seçimde bu temsilci arkadaşları onların desteklediğini hatırlattık. Yurtseverler için süreç dostla düşmanın birbirinden ayrılması gereken bir süreçtir. Schneider'da Çalışan DİK'li Bir İşçi “Akla ve Bilime Aykırı Cezalandırmayı Kabul Etmeyeceğiz” İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde taşeron şirket tarafından verilen niteliksiz işçi sağlığı ve iş güvenliği eğitimine itiraz eden İstanbul Tapip Odası üyesi Arş.Gör. Dr. Coşkun Canıvar'a kademe durdurma cezası verilmesi protesto edildi. Eyleme İstanbul Tabip Odası, SES Aksaray Şubesi, Genel İş Sendikası, Dev Sağlık İş Sendikası, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, Taşİş-Der üyesi sağlık emekçileri ve hasta yakınları ve öğrenciler katıldı. Monoblok Binası önünde yapılan basın açıklamasında Prof.Dr. Selçuk Erez,Türk Tabipler Birliği Hüseyin Demirdizen, DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, İşçi Sağlığı ve İş Katliamlara Sessiz Kalırsak Özgür Olamayız 30 Eylül - 14 Ekim 2015 Güvenliği Meclisi'nden Murat Çakır, Dr. Coşkun Canıvar'ın yıllardır hastanede işçi sağlığı ve iş güvenliği önemlerinin alınması ve nitelikli sağlık eğitimi verilebilmesi için mücadelede yürüttüğünü ve bu hukuksuzluğa karşı Dr. Canıvar ile dayanışma içinde olacaklarını dile getirdiler. İstanbul Tabip Odası adına basın açıklamasını okuyan Dr. Ozan Toraman, ülkenin işçinin sağlığını düşünen bir araştırma görevlisini cezalandıran tıp fakültesi yöneticileri ile tanışmak durumunda kaldığını, bu yönetimin ileride hastanın sağlığı konusunda aynı tutumu göstermeyeceğinin, ya da daha nitelikli eğitim isteyen bir tıp öğrencisinin başına gelmeyeceğinin hiçbir garantisi olmadığını ifade etti. Dr. Coşkun Canıvar ise konuşmasında kendisine eğitimi engellemek suçu işle- gerektiği mesajını vermek ve daha fazla insanın dikkatini çekebilmek için eylemi Taksim'de gerçekleştirdiklerini belirten Solhan böylece Kürt halkına da destek mesajı vermek istediklerini söyledi. Avukat Seher Dursun ise Mücadele Birliği Platformu üyelerinin bir süredir pek çok şehirde Kürt halkına destek mesajı veren eylemler gerçekleştirdiğini, İzmir'de yapılan bir eylemde de gözaltı yaşandığını fakat bu şekilde şiddet uygulanmadığını belirtti. “Ne zaman ki Cumhurbaşkanı Erdoğan 'biz iç güvenlik yasasını boşuna çıkarmadık, Emniyet Genel Müdürü yetkilerini kullanmıyor, tereddüt etmesine gerek yok silah kullanma yetkisini uygulamakta tereddüt etmesin' dedi, arkadaşlarımız bu işkenceye maruz kaldı” dedi. Müvekkillerinin gözaltına alındıktan 1,5 saat sonra karakola, 2,5 saatten fazla bir süre sonra ise hastaneye götürüldüklerini, araçla götürülürken de bütün ara sokakları gezerek, bu süre içinde sürekli hakaret ve darba maruz kaldıklarını belirten Dursun, buna rağmen müvekkillerinin “memura mukavemet”le suçlandıklarını aktardı. Av. Seher Dursun müvekkillerinin yaptığı eylemin 2911 sayılı yasaya bile aykırı olmadığını ve suç unsuru içermemiş olmasına karşın ters kelepçeyle alınıp darp edildikleri, işkence gördüklerinin bariz olmasına karşın “memura mukavemet”le suçlandıklarını, oysa ki bunun için önce bir suç unsurunun oluşması, memurun bunu engellemeye çalışması ve suçu işleyenin buna karşı direnmesi halinin oluşması gerektiğini iade etti. Müvekkillerinin gördükleri işkencenin açıkça görülmesine rağmen raporlara yansımadığını, daha sonra kendi ısrarları üzerine doktora götürüldüklerinde ise doktorun “Ben daha önceki rapordan ayrı bir rapor yazamam, ben bundan sorumlu tutulurum” şeklinde bir ifade kullandığını, buradan da doktorun polisten korkusunun ortaya çıktığını iade eden Dursun, daha sonra savcılıktaki adli tabipliğe mekten dolayı verilen cezanın altında imzası olan İÜ. Rektörü Mahmut Ak'ın göreve başlarken hükümeti övdüğünü, fakat aynı yolda yürüdüğü iktidar döneminde 13 yılda 15 bin iş cinayeti yaşandığını, hastanede ise 3 yılda iki iş cinayeti yaşandığına dikkat çekti. Hükümetin ranta dayalı kentsel dönüşüm projelerine, işçi-emekçilere yönelik saldırılarına ve Kürdistan'daki katliamlara değinen Canıvar, verilen cezalarla sağlık emekçilerini yıldıramayacaklarını belirterek “Ülkeyi yangın yerine çevirseniz baskıyı ve şiddeti egemen kılmaya çalışsanız, şehirleri ablukaya alsanız sivilleri de katletseniz de biz emeği ve yaşamı savunacağız” dedi. götürüldüklerini, fakat buradan da gerekli raporun alınamadığını, THİV'de yapılan muayene ile durumlarının raporlanacağını ve suç duyurusunda bulunarak hukuki süreci takip edeceklerini belirtti. Av. Seher Dursun sözlerini, “Hukuki süreci takip edeceğiz ancak, şunu da biliyoruz ki, sokakta mücadele yükselmeden, hakların korunması ve adaletin yerine getirilmesinin sağlanması mümkün olmayacaktır” diyerek tamamladı. Mücadele Birliği adına konuşan Kenan Aktaş, eylemi gerçekleştirenlerin ikisinin işçi, birinin öğrenci, bir diğerinin ise tiyatro oyuncusu olduğunu, inançları ve kültürleriyle de halkın farklı kesimlerinden insanlar olarak bu eylemi gerçekleştirdiklerini ve böylece Türkiye'deki işçi ve emekçilere duyarlı insanlara bir çağrıda bulunmuş olduklarını ifade etti. Aktaş sözlerini “Kürt halkına yapılan saldırı ve katliamlara sessiz kalırsak bizler de özgür olamayız, insan olmanın gereğini yerine getirmemiş oluruz. Kürt halkına yönelik saldırılara, işçi ve emekçilere yönelik saldırılara, faşist saldırı dalgasına karşı işçiler, emekçiler ve devrimciler olarak harekete geçmemiz ve mücadele birliğini oluşturarak devrim mücadelesini yükselmemiz gerekiyor” diyerek tamamladı. 30 Eylül - 14 Ekim 2015 Yunanistan, Ekonomik Kriz Ve Seçimler Ekonomik kriz, Yunan halkını 8 ay içinde üç kez sandık başına gönderdi. Krizin burjuva demokrasilerini nasıl pespaye bir hale getirdiğinin güzel bir örneği aslında Yunanistan'da yaşananlar. Emperyalist-kapitalist sistem yönetemedikçe, bu eski demokrasi oyununa başvuruyor ve kural gereği oyuna dahil edilen “halkın iradesi”, türlü entrikalarla sisteme soluk aldıran nefes boruları haline getiriliyor. Çok değil sekiz ay önce büyük umutlar ve vaatlerle hükümete gelen Siriza'nın emperyalistlerle her türlü uzlaşma çabasında tüm kapılar suratına kapatıldı. Öyle ki, dönemin Maliye Bakanı Varufakis, aynı zamanda ekonomi profesörü olan ve dünyanın çeşitli üniversitelerinde öğrencilerine marksist ekonomiyi anlatan bu adam, durumu şöyle özetliyor: “Yunanistan ekonomisini kurtarmak için oluşturduğumuz kurulların, onca uğraşla hazırladıkları çalışmalara, raporlara AB toplantılarında tartışılmak bir yana, göz ucuyla bile bakılmadı, ilgilendikleri tek şey borçların geri ödenmesiydi...” AB ile her uzlaşma girişiminden sonra kulakları düşmüş köpek yavrusu gibi eve geri dönen Siriza hükümeti, derdini anlatacak muhatap bulamamanın basıncı ve tabanının baskısıyla AB'ye karşı elinde kalan son kozu kullanma kararı aldı: REFERANDUM. Küçük burjuva uzlaşma politikaları emperyalistler ile her görüşmede daha fazla darbe alan Siriza hükümetinin bu referandum kararı, Yunan emekçi halkına karşı kuyruğu dik tutmak için gösterdiği son gayretti. Yani teslimiyetin bir adım öncesi. Emperyalistlerle kapışmayı hiçbir zaman göze alamadığı, göze alacak sınıfsal karaktere sahip olmadığı için referandum sonuçları da Siriza için bir darbe oldu. Çünkü Yunan halkı, korku sınırını yığınsal bir biçimde aşmaya başlamıştı. Referandumla Yunan yoksul ve emekçi halkı küçük burjuva öncülerine çok net bir mesaj verdi. Referandum döneminin temel sloganı şuydu: KORKMUYORUZ!!! Yunan halkı 3. memorandum anlaşmasına (Memorandum, kısaca Troyka denilen, Avrupa Merkez bankası, IMF ve AB Komisyonundan oluşan yani sermayenin çıkarlarını temsil eden kurumla, Yunan hükümeti arasında yapılan tasarruf ve denetim paketi anlaşması) büyük bir coşkuyla ve %62 gibi bir oy oranıyla HAYIR dedi. Tarihte bazı anlar vardır ki, oluşmaları için birçok durumun yanyana gelmesi gerekir. Oluştuklarında ise geleceği kurma mücadelesine güçlü ivmeler katarlar. İşte referandum süreci de Yunanistan devrimci mücadelesine güçlü ivmeler katabilecek, mücadeleyi ileriye taşıyabilecek bir süreçti. Çok uzun süre AB ile celladına aşık bir kurban ilişkisi sürdüren Yunan halkı bu köleleştirici ilişkiyi ciddi olarak sorgulama sürecine girdi. Korku, yerini coşkuya, hem de kitlesel bir coşkuya bırakmaya başladı. Kendilerini soyup soğana çevirenlere karşı mücadele etmekten başka şansları kalmadığını kavramaya başladılar. Bu manzarada eksik olan tek şey öncüydü. Cüretli, halkın coşkusunu ileriye götüren adımlar atabilecek devrimci bir parti. Yoksul halkının bu coşkusunu gören Siriza hükümetinin, devrimci adımlar atma korkusu, artık bir kabusa dönüştü ve referandumdan kısa bir süre sonra soluğu 3. memorandum anlaşmasını imzalamakta aldı. Dönemin maliye bakanı Varufakis referandum gecesini şöyle anlatıyor: “Referandum sonuçlarından hemen sonra kutlamak için Çipras'ın odasına gittim. Odada hakim olan zafer değil, yenilgi havasıydı. Mesajı aldım ve hükümetin önünü açmak için istifamı verdim.” Sonrası malum… Politik arenada ileri doğru adım atmaya cüret edemezse- niz düştüğünüz çukurda dibinizi dahi bulamazsınız. Siriza hükumeti de tarihin en ağır kölelik anlaşmalarından birini imzalamak zorunda kaldı. Öyle ki Yunan basınına sızan haberlere göre anlaşma öyle sanıldığı gibi Avrupa Parlamentosunda falan imzalanmadı. Merkel ve Çipras bir odaya kapatıldı ve başlarına da Avrupa Parlamentosu başkanı nöbetçi olarak dikildi. Merkel net olarak Çipras'tan Yunan devletinin tüm mal varlığının merkezi İsveç'te bulunan bir ipotek şirketine devredilmesini istiyor ve ancak borçlar geri ödendikçe ipotek senetlerinin geri alınabileceği şartını dayatıyordu. Çipras ise böyle bir anlaşmaya imza atarsa kendisine dönüş için Yunanistan'a değil başka bir ülkeye bilet alınması gerektiğini söylüyordu... Sonuçta araya Avrupa Parlamentosu başkanı girdi ve Çipras'i vatana ihanet suçlamasından kurtardı. İpotek şirketi Yunanistan'da olacaktı. Böylece Yunan emekçi halklarına çok ağır bedeller ödetmeyi planlayan 3. memorandum anlaşması imzalandı. Bu arada belirtmekte fayda var. Merkel'in önerdiği merkezi İsveç'te bulunan ipotek şirketinin ortaklarından biri Alman maliye bakanı Wolfgang Schauble. Bu ağır anlaşma sonrası Siriza içinde çatlaklar çıkması kaçınılmazdı ve memorandum anlaşmasının Yunan meclisinde oylanmasında 149 Siriza milletvekilinden 44'u hayır ya da çekimser oyu kullanarak anlaşmaya onay vermedi. İşin trajik yani şu ki, Cipras bu memorandum anlaşmasını, zamanında yerden yere vurduğu sistem partilerinin (Pasok ve sağcı Yeni Demokrasinin) desteğiyle meclisten geçirebildi. Aslında bu durum Cipras için aynı zamanda bir fırsat doğurdu. Parti içi temizlik… Zaten hükumet olduktan sonra Siriza içinde Cipras ve ekibine yönelik ciddi eleştiriler yükselmeye başlamıştı. Bu eleştiriler referandum sonrası iyice tavan yaptı. Öyle ki, 201 Merkez Komite üyesinden 109'u daha anlaşma mecliste oylanmamışken, anlaşmanın kabul edilemez olduğunu belirtip acil MK toplantısı talep ettiler. Bir klasik burjuva parti gibi Cipras'in buna cevabı ise MK'yi toplamamak, parti organlarını işletmemek, demokratik merkeziyetçilik ilkesini askıya almak ve kendisine karşı çıkan tüm bakan ve bürokratları görevden almak oldu. Anlaşmanın mecliste geçmesinden sonra ise Sol Platform diye anılan ve Siriza içindeki en güçlü örgüt olan Sinaspismos'un (zamanında Yunanistan Komünist Parti'sinden ayrılmışlardı) kadrolarından Lafazanis'in Kürt Halkın Destek Veren Avukatlara Polis Barikatı Devletin Cizre'de bir hafta boyunca sokağa çıkma yasağı ilan ederek yaptığı katliamın ardından incelemelerde bulunmak üzere Cizre'ye giden avukatlar gözlemlerin paylaşmak ve Kürt halkına desteklerini dile getirmek için devrimci demokrat avukat örgütleri olarak ortak bir basın açıklaması ve yürüyüş gerçekleştirmek üzere 15 Eylül günü Tünel'de toplandı. Saat 19.00'da Galatasaray Meydanı'na yürümek isteyen avukatların önüne TOMA'lar, panzerler, çevik ve sivil polis yığınağı ile barikat kuruldu. Oturma eylemine başlayan avukatlar “Cizre Halkı Yalnız Değildir!”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”, “Diren Cizre Yoldaşların Seninle”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Bijî Bratiya Gelan!”, “Cizre Halkı Yalnız Değildir” sloganları atıp devrimci marşlar söyleyerek iki saate yakın eylemi sürdürdüler. başını çektiği parti içi muhalefet artık hükumete karşı oy kullanacaklarını açıkladı. Siriza-Bağımsız Yunanlılar koalisyonu böylece azınlık hükumeti durumuna düştü. Cipras da 20 Ağustos'ta istifasını vererek yeni seçim startını vermiş oldu. Bu arada seçim startı ile birlikte Sol platform üyeleri Siriza'dan ayrılarak Halkın Birliği adında yeni bir parti kurdular. Bildik secim teraneleri dışında Siriza'nın söylediği tek “yeni” şey suydu: İyileşmek için acı reçeteyi içmek zorundayız… Böylece 20 Eylül akşamı Yunanistan'da 3. kez seçim sandıkları kapandı. Siriza %35 oy oranıyla seçimlerden birinci parti çıkmasına rağmen Yunanistan'da seçimlerin galibi sessiz yığınların partisi Boykot oldu. Seçimlerde yaklaşık iki Yunanlıdan biri sandık başına gitmedi. Ocak 2015 seçimlerine göre boykot partisi 'oylarını' %10 oranında arttırarak bu seçimlerde oylarını arttıran tek akım oldu. Siriza ise boykot ve mecliste temsil edilmeyenlerin oyları hesaplandığında ancak %17'lik bir kesimin hükumetini temsil ediyor. Ciddi bir politik krizi gözler önüne seren bu tablo, seçime böylesi bir ilgisizlik ancak su olgularla açıklanabilir: -Halk sonucu önceden belli bir oyunun parçası olmak istemedi. Kime oy verirse versin emperyalistlerle birlik olup kendisini daha fazla sefalete itenler başa gelecekti. -Bu son seçimlerle birlikte parlamento, insanların gözünde artık trajikomik bir oyunun sergilendiği tiyatro sahnesi haline gelmiştir. Yunanistan'da sağ ve sol parti ayrımı kalmadığı gibi parlamenter yoldan kurtuluş umudu da tükenme noktasındadır. -8 ay gibi kısa bir sürede 3 seçim yaşamasına rağmen emekçi ya da işsiz bir Yunan vatandaşının günlük yaşamında hiç bir değişiklik olmadı. Kesintiye uğrayan ya da alınamayan maaşlar, artan vergiler, evinden-işinden atılmalar, işsizlik, yoksulluk, geleceksizlik… Bunların hepsi devam ediyor ve devam edecek. Yunan halkı seçimlere sırtını dönerek eskisi gibi öyle kolay kandırılamayacağını, Siriza'nın ihanetini ise hazmedemediğini gösteriyor. Bu halk nasıl referandum surecinde emperyalistlerin terör ve tehditlerine rağmen yüzbinler halinde sokakları doldurup kendi iradesini ortaya koymuşsa, reformistlerin ihanetini de aşmasını bilecektir. Çünkü yaşamlarını devam ettirmek için mücadele etmekten başka çarelerinin olmadığını giderek daha iyi kavrıyorlar: Bütün bir gençlik krizin sonuçlarından kurtulmak için Avrupa'ya ya da dünyanın başka ülkelerine göç edemeyecek, kiliselerin verdiği günde bir öğün yemek bütün aç karınları doyuramayacak, bankaların ipotek yoluyla evlerine el koyduğu insanlar yardımsever Yunanlıların evlerine sığmayacak, faşistler tüm kriz mağduru insanları mafyalaştıramayacak. Bugün Yunanistan'daki devrim ve sosyalizm mücadelesinin en büyük sorunu öncü sorunudur. Yeri geldiğinde kaldırım taşlarını sökmekten geri kalmayan, güçlü bir devrimci birikime sahip olan bu halk kendi içinden “Başka bir dünya mümkün!”, “Başka bir Yunanistan mümkün!” sloganına inanan cüretli öncülerini çıkaracaktır! Yunanistan'dan Leninistler Oturma eylemi sonunda avukatlar adına ortak açıklamayı Av. Züleyha Gülüm okudu. Devletin 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde başlayan katliamlarının sürdüğünü belirten Gülüm, Cizre kenti başta olmak üzere Kürdistan'da tam bir devlet terörü ve katliama giriştiğini söyledi. Kürdistan'da katliama girişen devletin diğer kentlerde ise şoven ve ırkçı söylemlerle faşist saldırganlığı tırmandırarak halklar arasında düşmanlığı yerleştirmeye çalıştığını ve devrimcileri hedef aldığını belirten Gülüm, Türkiye Barolar Birliği'nin ise hak ihlalleri konusunda sessiz kalmasını dahası savaş ve saldırganlık politikalarıyla halkın üzerinde terör estiren iktidarın sermaye örgütleri, gerici faşist sendika ve kurumlar ile ırkçı eylemlere katılacağını bildirmesini eleştirdi. Devrimci avukatlar olarak savaş ve saldırganlık politikalarına karşı işçi ve emekçilerin, Kürt halkı başta olmak üzere ezilenlerin yanında olacaklarını belirten Gülüm, her nerede bir haksızlığa uğrayan varsa onların haklarını korumaya, destek vermeye devam edeceklerini ve hiçbir baskının bunu engelleyemeyeceğini belirterek sözlerini tamamladı. MÜCADELE BİRLİĞİ ÇİL YAVRULARININ KÖPÜKTEN GAZABI UMUT ÇAKIR 9 Çıkarları birbirine zıt sınıflardan ve ezen ezilen uluslardan oluşan bu toplumun, karşılaştığı her köklü sorunda iç savaşa başvuruyor olmasında şaşılacak ya da dehşete düşecek bir durum yok. Marksizmin kanıtladığı bu gerçeği, görünen o ki, burjuvazi bütün oportünist çevrelerden daha iyi biliyor. Uzun iç savaşın son 2 aylık döneminde meydana gelen her olay, genel ve sonuç alcı bir meydan muharebesi için gerekli alanı temizledi. Eylül ayından itibaren, artık bu muharebenin başladığını söyleyebilmek için çok fazla belirti çıktı ortaya. “Toplumsal barış” nutukları, üzerine tanklar sürülen kentlerin, ateşe verilen yüzlerce parti binasının alevleri arasında küle döndü; iç savaşın her iki tarafı da, sonuna kadar gütmek konusundaki niyetlerini açığa vurdular. Kürt halkı, yerle bir olan Cizre'nin enkazları arasından bir kez daha dimdik ayağa kalkarak, bu niyeti kanıyla kutsadı. Dehşet dolu “Operasyon değil katliam” sloganları ile sokakları dolduran faşist kalabalıklar da öyle, ama henüz kanla değil, sucuklar ve ekstazi haplarla kutsandılar. Nihai savaşın ilk cephe savaşları verilirken, devrimin ve karşı-devrimin gücüne, konumuna ve evrimine bakmak, zaferi güvenceye almak isteyen proletaryanın öncü sınıf partisinin her adımda yerine getirmesi gereken bir görevdir. Lenin, devrimci bir iç savaşla, gericilerin iç savaşı arasında bir karşılaştırma yapabilmek için, şu beş olguyu göz önünde bulunduruyordu: 1) Yığınların kendiliğindenliği (Galiba birilerinin kulağına kar suyu kaçtı!!) 2) Hareketin erekleri, 3) Yığınların bilinci 4) Hareketin gücü ve 5) Sürekliliği yani direşkenliği. Devrimci iç savaşı nihai meydan muharebesine doğru taşıyan eylemlerin başlangıcını, bekleneceği gibi Kürt halkı yaptı. Halk, öncülerinden bir işaret beklemeden, yalnızca kendi öz gücüne güvenerek pek çok ilçe ve Amed'de özyönetim-özsavunma ilan etti; seçimlerden hemen sonra burjuva parlamentonun beş para etmediğini görerek keni kaderini kendi ellerine almaya girişti. Başlarda birkaç ilçeyle sınırlı özyönetim ilanları, kısa sürede pek çok kente hatta İstanbul'a sıçradı. Kendiliğinden başlayan eylem, hem halk içinde nasıl derin köklere sahip olduğunu, hem de kaçınılmaz ve ertelenemezliğini kanıtlamış oldu; ve bu, devrimci iç savaşın kesinlikle en güçlü yanıdır. Burjuva iç savaş ise, ancak özel harekat ve paralı asker timleri ile, -Deniz Baykal'ın zamanında, hayretler içinde, bu hale nasıl geldiğini sorduğu gibi- “Albaylardan kuvvet komutanlarının” sorunu haline gelen en yüksek otoritesiyle, ordu içinde bile rahatsızlık yaratacak bu zorlamayla gündeme geldi. Politik açıdan faşist niteliği tartışılmaz bir ordunun içinde bile kök salamayan, uzman çavuş ailelerinin dahi “Bu savaş kimin için” çığlıklarıyla sorguladıkları bir gerici iç savaştır karşımızda olan. Devrimci iç savaş ereklerini saklamayı asla düşünmedi, özgürlük ve gerçek demokrasinin hayat bulması için önerilerini tüm kamuoyuna ilan etti. Bizzat ateşli cephe savaşları içinde bu erekler daha ileri düzeylere taşındı, bunlar her iki ülke devriminin ortak amaçlarına uygunluk taşıyordu. Ereklerin açıklığı ve emekçi çıkarlara uyumu nedeniyle, faşist-şoven yöneticilere sahip sendika ve meslek örgütleri, açıktan bu ereklere düşmanlık etme yoluna gidemediler. Oysa, burjuvazinin gerici iç savaşı, gerçek ereklerini gizleyerek ilerlemek zorundaydı. Bunun için, akla ziyan yalanlar, yatsıya kalmadan mumu sönen karaçalmalar, ancak mizaha konu olabilecek türlü çeşit saçmalıklarla, kalabalıkları sokaklara çağırdı. 7-10 Eylül günlerinde, güya “kardeşliğin pekişmesi” için, çok önceden tertiplenmiş, kimin nereye saldıracağı hesaplanmış bir hareket başladı, ama bu ayak takımı, ipten kazıktan kurtulmuşlar sürüsü, “operasyon değil katliam” ulumalarıyla gerçek ereklerini açığa vurunca, kendi başlarına kaldılar. Çok değil, dört yıl önce sokaklara yüzbinler halinde dökülen Kayseri, Konya, Samsun gibi kentlerde bile, polis destekli birkaç yüz kişinin eylemi kaldı geriye. Hemen aynı gerici kalkışma (pogrom) günlerinde düzenlenen asker cenazelerinde dahi aileler, bu savaşı yürütenlere karşı duydukları öfkeyi dile getirmekten geri durmadılar. Oysa ki, bu pogromlar, tam da ordu içinde yayılan çatlak sesleri kesmeyi hedefliyordu. Burjuva gerici iç savaş, kendi ereklerine varmak şöyle dursun, bu erekler açığa çıktıkça yalnızlaştı, ortaya çıkmasına neden olduğu bilinçle bizzat kendi temelini oydu. Öte yandan, devrimci iç savaş, ilan edilen ortak ereklere ulaşmak için hangi sert savaşlardan geçmesi gerektiğini, parlamentonun beş para etmezliği üzerine, paha biçilmez derslerle dolu yeni ve yüksek bir bilinçle donanmakla meşguldü. Erekler ve bilinç açısından, karşılıklı güçlerin durumu işte böyleydi. Devrimci iç savaş, her adımda, dağınık güçlerini toparladı, birbirinden kopuk mevzileri birbirine bağladı, halkı daha kararlı, güçlü çıkışlar yapmak yönünde teşvik etti. Türkiyeli emekçiler, bu konuda Kürt halkından fersah fersah geride kaldılar. Bu da, devrimci iç savaşın en önemli, en ciddi zaafını oluşturdu. Kürt halkı, ezilen uluslara özgü devrimci iç güdüyle, yapılan faşist saldırıları tek başına göğüslemekten geri durdu, çünkü bunun Türk-Kürt çatışması olduğu görünümü vermek istemedi. Bu durum, parlamenter atalet içinde çırpınan Türkiye sol hareketine, tavırsız kalmak için bahane oldu. Buna rağmen, faşist kalabalıkların saldırmaya kalktıkları her devrimci mahallede, bu faşistlere iyi bir ders veren eylemler örgütlendi. Tekelci sermaye, bu gerçeği görünce, faşist saldırıları yalnızca kendi güçlü olduğu yerlerde yoğunlaştırdı. Devrimcilerin harekete geçtiği her yerde, faşist gruplar çil yavrusu gibi dağıldılar. Bu arada gerici iç savaş, attığı her adımda, kendi güçlerinin dağıldığını gördü. Eylül'de yaşanan “Kristaller Gecesi”nin yarattığı hoşnutsuzluğu gören AKP, suçu hemen MHP'ye attı; tabi onlar da aynı şeyi yaptılar. Suç, failsiz kaldı. Dahası, sermaye içi dalaşma, bu yoğun iç savaş günlerinde, önüne geçemedikleri bir çatışmaya evrildi. Hürriyet gazetesi, cemaatin holding ve gazeteleri basıldı. Bizzat AKP içinde, Davutoğlu-Erdoğan çatışması alevlendi. Gerici iç savaşın gelişimi içinde, sermayenin farklı çıkarlara sahip grupları arasında, bir zaman rahatlıkla yaratılabilen birlik, yerini, onarılması güç parçalanmalara bıraktı. Tüm bu olguların sonuçları olarak, devrimci iç savaş, sürekliliğini yani acımasız saldırılar karşısında bile ne kadar direşken olabileceğini sergiledi. Kürt halkı, Kobane'yi aratmayan enkaz görüntüleri arasından özgürlük ve kavga sloganlarını haykırmayı sürdürdü. Burjuvazinin gerici iç savaşında ise, “operasyon değil katliam” diyenlerin havası, üç günde söndü, bu havaya ekranlarında bayrak dalgalandırarak destek sunan faşist medya, üçüncü gün “kardeşlik” ikiyüzlülüğüne geçmek zorunda kaldı. Polis desteğinde eylem yapabilen faşist kitlelerse, karşılarına nerede devrimci güçler çıksa, sabun köpüğü gibi söndüler. “Toplumsal barış” nutukları çekenler, iç savaşı bir öcü gibi gösterdiler, çünkü onlar sadece, halkların birbirini anlamsızca boğazladığı çatışmaları iç savaş sayarlar. Oysa ki, Türkiye ve Kürdistan'da 70 binden fazla insanın ölümüne yol açan savaş halklar arasında değil, egemen sınıf ile ezilen halk sınıfları arasında geçen bir iç savaştır. Ve biz, burjuvazinin ya da halk kitlelerinin iç savaşı yükselttikleri her dönemde, yukarıda karşılaştırmasını yaptığımız olgulara şahit olduk. Kısacası: İç savaşın yükselmesinden ve nihai sonucu belirleyecek bir meydan muharebesinin ilk perdesini açmasından asıl korkması gereken, egemen tekelci sermaye sınıfıdır. 10 30 Eylül - 14 Ekim 2015 MÜCADELE BİRLİĞİ “Bütün Asker Anneleri Savaşa Karşı Durmalıdır” Kürdistan'da Suruç katliamının ardından topyekun savaş ilan devlet sokağa çıkma yasakları ve katliamlarla Kürt halkına acımasızca saldırdı. Saldırıların temelinde yatan bir halkın özgürlük ve bağımsızlık girişimiydi. Özyönetim ilan eden Cizre'nin 3 mahallesi ve Diyarbakır Ofis ve Sur mahalleleri, Silvan derken ve şimdi de Beytüşebap'ta devlet sokağa çıkma yasağı uygularken, insanlar kanlar içinde aramızdan ayrıldı. Her sokağa çıkma yasağı evlere, ocaklara yağan havan topları, kurşunlar, mermiler demekti. Çocuk, genç-yaşlı demeden keskin nişancıların hedefinde yaşamlar bir bir karardı. Bu durum en çok anaların canını yaktı; oğullar, kızlar küçücük bedenler medyaya terörist olarak yansırken minik bedenler metanetle yüzbinlerce insanın katılımıyla toprağa verildi. Analar, Barış Anneleri il il dolaşıp akan kana dur demek için kendi cephelerinden ses verdiler. Bu sese katkı sunan bir asker annesi de röportajımızın konusu oldu. Sevilay Koçbulut, (oğlu Kürdistan'da zorunlu askerlik yapıyor) kendisini ve sürecini bize anlattı. EKA: Merhaba bu topraklarda genelde devrimcilerin, gerillaların anneleri konuşur sürecini anlatır, asker annesi... Sizi tanıyalım mı ? Sevilay Koçbulut: 37 yaşındayım, iki çocuğum var. Oğlum askerde, kızımı okutuyorum. Esnafım, bayan kuaförüyüm, çalışıyorum, çocuklarıma bakıyorum. (Gülümsüyoruz) EKA: Asker oğlum var, kız çocuğu okutuyorum dediniz, zor oluyor mu, çalışan bir kadın olarak yaşamınızı nasıl sürdürüyorsunuz? Sevilay Koçbulut: Şu an çok kötü... Şu anki süreçten kaynaklı iş anlamında kazancım yok, çocuklarımı babasız büyütüyorum, zorlukları var, daha da önemlisi süreç kötü. İnsanlar duyarsız. Her gün televizyonlarda, gazetelerde olan olaylar boşuna ölen genç çocuklarımız, şehitlerimiz... Hiçbir şey yapamıyor olmak daha da kötü! EKA: Hiç bir şey yapamıyor olmak dediniz, yapılacak bir şey yok mu? Umut yok mu? Sevilay Koçbulut: Umut yok mu derken güç kimdeyse... Adamlar her şeyin kanununu değiştirdiler, yapılandırdılar. Bizim elimizden gelen halk olarak tabii ki bir şeyler var. Röportajı Özgecan'ın Duruşması Ertelendi kabul etmemdeki neden de bu. Biz anneler olarak bir araya gelirsek, mücadele edersek ben bir şeylerin değişeceğine inanıyorum. Ben asker annesiyim hangi anne olursa olsun ister asker ister gerilla annesi... analar, kadınlar çok güçlü, gücünün farkında olmak zorunda, hayatı üreten biziz zaten. Biz el ele verdiğimizde bizim önümüze kimse geçemez ben bunu biliyorum. Bu anlamda yapabilecek bir şeyler var. Yoksa yasal anlamda oynanan oyunlar ortada, kirli oyunlar. Bu savaş niye çıktı az-çok anlı- Özgecan Aslan Cinayeti ile ilgili 2. duruşma 9 Eylül Tarsus Adliyesi'nde görüldü. Saat 09.00'dan itibaren başlayan dava ile beraber Tarsus Kadın Platformu'nun çağrısıyla adliye önünde toplanıldı. Tarsus Kadın Platformu adına Eğitim-Sen'den Yasemin Yüce basın açıklamasını okudu. Açıklamada, "Özgecan Aslan Davası, aslında her gün fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddete maruz kalan, tacize, tecavüze uğrayan, katledilen tüm kadınların davasıdır. Özgecan Aslan'dan sonra da hemen hemen her gün taciz, tecavüz ve kadın cinayeti ile uyandık." denildi, kadın gerilla Ekin Van'dan da bahsedildi. Son olarak, "Bizler adliye önlerinde, sokaklarda olduğumuz sürece kadın katillerinin haksız tahrik indirimleriyle öldürülmesine izin vermeyeceğiz. Kadın katillerini, düşmanlarını durdurana kadar mücadelemizi sürdüreceğiz." denilerek açıklama bitirildi. Ayrıca, birçok kadın örgütü destek olarak gelip konuşmalar yaptı. Ayrıca Devrimci Adana Demirsporlular'dan bir kadın da konuşma yaptı. Konuşmalar yapıldığı sırada AKP desteği ile oluşturulan KADEM adındaki kadın örgütü de basın açıklamasına geldi. KADEM, Tarsus Kadın Platformu'nun hemen karşında açıklamasını yaparken açıklamaları sloganları ile bastırmaya çalıştı ancak ilerici, aydın, emekçi kadınlar tepkilerini hem sözlerinde hem de sloganlarını daha gür atarak cevaplarını verdiler. Öldürülen Kadınlar, Dilber Keskin, Pınar Ünlü, Hatice Yılmaz, Hatice Palta, Emine Baş'ın aileleri de eyleme katılarak konuşmalar yaptılar. Dava saat 11.30 sularında bitti ve 3 Aralık tarihine ertelendi. Katiller için indirimsiz ağırlaştırılmış müebbet cezası istendi. Kadınlar davanın takipçisi olacaklarını söylediler. Eylemlerini sloganlar ile bitirdiler. Adana Mücadele Birliği Kadınlar Cizre’de Barış İçin Kadın Girişimi, 9 gün boyunca sokağa çıkma yasağı altında ablukaya alınan, evlerin kurşunlanıp insanların katledildiği Cizre'de kadınlarla dayanışmak ve incelemelerde bulunmak için 19 Eylül günü 11 şehirden Cizre'ye yola çıktı. İstanbul'dan yola çıkacak olan Barış İçin Kadın Girişimi üyeleri Kadıköy Söğütlüçeşme'de toplanarak bir basın açıklaması gerçekleştirdi. “Savaşa Karşı Barış İçin Ses Çıkarıyoruz”, “Savaşa Hayır Barış Hemen Şimdi” sloganları atan kadınlar yanlarında getirdikleri aletlerle ve düdüklerle ses çıkararak devletin savaş politikalarını ve katliamlarını protesto etti. Barış İçin Kadın Girişimi adına basın açıklamasını okuyan Ferda Sayın İstanbul, Bursa, Sakarya, Ankara, Mersin, Trabzon, Avlalık, Kocaeli, Kayseri, Eskişhir ve İzmir olmak üzere, bu coğrafyada yaşayan kadınlar olarak ba- rışın sesi, barışın dili olmak için Cizre'ye giderek oradaki kadınlarla birlikte bir kez daha barışı haykıracaklarını belirtti. Cizre'nin 9 gün boyunca sokağa çıkma yasağı adı altında tutulduğunu, elektrik, su verilmediğini, GSM operatörlerinin kentin dışarısıyla bağlantısının kesildiğini insanların en yaşamsal haklarından mahrum bırakıldığını hatırlatan Sayın “Keskin nişancılar sokağa çıkan insanları vurdu. Kenti ablukaya alan özel tim çocuk, yaşlı, milletvekili, sivil demeden halkı taradı. 35 günlük bebekten 75 yaşındaki dedeye kadar 23 kişi öldürüldü. Tüm bunlar Gazze'de değil Cizre'de oldu. Bu sırada bizler burada olan biteni dehşet içinde izlemek zorunda bırakıldık. Çünkü bizim buralarda da ırkçılar, linç çeteleri sokaklara çıkmış insan avlıyordu. Savaş Cizre'de kadınları çocukları öldürerek burada ise dükkanları yakıp, binaları yıkarak sürdürülüyordu.” dedi. Kadınlar olarak tüm saldırılara karşı Cizreli kadınlarla buluşmak onlara sarılmak, bayramlaşmak, acılarını paylaşmak ve direnişlerini selamlamak yoruz. Aklı olan, siyasetle bile ilgisi olmayan herkes, ne oldu da savaş oldu zaten anlar. Böyle düşünüyorum. EKA: Başka bir sorum olacak. Asker annesiyim dediniz. Yüreğiniz ağzınızda her an kötü haber alma kaygısı... Metanetli de görüyorum sizi. Kötü haber alan ailelere baktığımızda bayrakların asıldığı evler yoksul emekçi insanların evleri. Şehit cenazeleri de devlet aleyhine gelişen eyleme dönüşüyor. 'Vatan sağolsun' artık duyulmuyor ne düşünüyorsunuz? Sevilay Koçbulut: Ben zaten medyaya inanmıyorum, taraflı. Verilen asker rakamlarına da inanmıyorum doğru rakamları vermiyorlar. Zaten bizim toplumun genel yarası bu askere giden şehit düşen yoksul emekçi insanların çocukları. Hiçbir bakanın oğlunun askere gittiğini görmedik. Milletvekillerinin oğlunun ne askere gittiğini gördük ne de şehit düştüğünü. 1 Eylül Dünya Barış günü için meclise gittiğimizde de ben görüştüğüm vekillere de söyledim. Mecliste bakan ya da vekil kimin oğlu doğuda asker, doğuyu da geçtim, asker. Ne oluyorsa bizim gibi garibanlara oluyor. Ezberden o acılı insanlara vatan sağ olsun dedirtiyorlar. Vatan sağ olsun “Barış”a Saldırı vatan bizi yaşatmıyorsa hangi vatan. Vatan ben varsam var, ben yoksam yok. Bizim çocuklarımız ölmemeli ne gerilla ne de asker. Artık haberlere bakamıyorum, oğlum Şırnak'ta asker. Çocuğumun sesini duyabilecek miyim. EKA: Şırnak'ta askerlik yapmak onun için zor değil mi? Dokuz günlük sokağa çıkma yasağı vardı katliam yapmaya çalıştılar. Oğlunuz genç bir insan neler aktarıyor. Sevilay Koçbulut: Kendi birliğinde değil, mayınlardan kaynaklı tümendeler. 1-2 kez dışarı çıktığını biliyorum. Çok bilgi veremiyor. Halkın orada neler yaşadığını da biliyoruz. Dolaplarda bekletilen çocuklar, hastanelere götürülemeyen insanlar, çok acı. EKA: Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı? (Çok üzüldü sözleri tamamlayalım istedik. ) Sevilay Koçbulut: Biz bu savaşı kabul etmiyoruz. Kürt halkıyla, Türk halkının bir sorunu yok, başkalarının sorunu var. Bütün asker annelerine çağrımdır. Bu savaşa karşı durmalılar. Kürt halkı bu kadar acıyla mücadele ediyorsa bizim da yapacak bir şeylerimiz olmalı! EKA: Çok teşekkür ederiz, duygularınızı paylaştığınız için. HDP ve Barış Bloku'nun çağrısıyla gerçekleştirilen basın açıklaması Galatasaray'da saat 17.00'da başladı. Kürt halkına yönelik saldırıları ve Cizre'ye yapılan katliamı protesto etmek için yüzlerce kişinin katıldığı basın açıklamasına bizler de Emekçi Kajdınlar ve Mücadele Birliği okurları ile beraber katıldık. Basın açıklaması okunduktan sonra kitle örgütleri adına konuşmalar yapılarak oturma eylemine geçildi. Genel olarak “Cizre Halkı Dimdik Ayakta”, “Kürdistan Faşizme Mezar Olacak”, “Diren Cizre İstanbul Seninle” sloganları atıldı. Oturma eyleminin 10-15. dakikalarında polis gaz sıkarak kitleye saldırmaya başladı. Plastik mermi, ses bombası ve gaz bombaları ile saldırılan kitle dağılmaya başladı. Yoğun gaz saldırısı altında dağılan kitle içinden iki genç kadına hakaret ve küfürler eden polis, onları gözaltına almaya çalıştı ancak kitle izin vermedi. için Cizre'ye gitmek üzere yola çıkacaklarını belirten Sayın sözlerini “Silahların susması barışın konuşması için ısrarımızı ve mücadelemizi sürdüreceğiz” diyerek tamamladı. Kadınlar gelecek olan diğer arkadaşlarını ve otobüslerini beklerken sloganlar atarak ve aletlerle ses çıkararak eylemi sürdürdüler. 11 ilden hareket eden kadınlar, 21 Eylül günü Cizre'de buluştu. Devlet tarafından katledilenlerin mezarlarını ziyaret ettikten sonra Nur Mahallesi'nde yaşayan kadınlarla bir araya geldi. Mahalledeki bir evin bahçesinde toplanan kadınlar, devlet terörü ve direnişi konuştu. HDP Mardin Milletvekili Gülser Yıldırım, "Bu ülkeye barış ancak Türkiye'nin dört bir yanından buraya gelen kadınların yüreğiyle gelir" dedi ve barış için tek ümitlerinin kadınların dayanışması olduğunu söyledi. Sosyolog Nazan Üstündağ ise, "Buraya zılgıtları çoğaltmak için geldik. Buraya 'konulan ablukaları tanımıyoruz' demek için geldik. Buradaki direnişi ülkenin batısına taşımak, direnişi onların diline çevirmek için buradayız" dedi. Cizre Halk Meclisi Eşbaşkanı Asya Yüksel de, özel harekat polislerinin tank ve toplarla saldırdığını ancak direniş sonucu geri çekilmek zorunda kaldığını belirtti ve "Özel timlerin mahallere girişini kadınların dayanışması ve zılgıtları engelledi. Ezilen bu halklar sadece kendi dilinde ve kültüründe kendini yönetmek istiyor" dedi. Emekçi Kadınlar EKA Nusaybin'de Bir Gazeteci Vuruldu Kürdistan'da, Botan'da bir katliam yaşanıyor. Basının vermediği, ekranlarımıza da sadece “teröristler saldırdı”, “teröristler imha edildi” denilerek yansıtılan görüntüler. Orada neler yaşandığını yazmanın, anlatmanın, bunu kitlelere ulaştırmanın bedeli ise ağır. Seyithan Demir... Özgür Gündem ve Azadiya Welat dağıtımcısı Nusaybin'de başından vuruldu. HDP ve DBP tarafından Mitani Kültür Merkezi bahçesinde düzenlenen Cizre direnişi ve özyönetim ilanları kutlama şölenine gaz bombaları ile saldıran polis, kültür merkezinin önünden motosikletiyle geçen Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazeteleri dağıtımcısı Seyithan Demir'i başından gaz kapsülü ile vurdu. Yüzlerce kişi gazdan etkilendi, evlerin içine dahi gaz bombaları atıldı. Seyithan Demir yarım saat gaz bulutu altında yaralı bekledi, sonra halk hastaneye kaldırdı. Alışıldık bir katliam girişimi haberi: Bir gazeteci, gaz bombası, başına nişan alma... Ama, birer, onar, yüzer vursanız da, sakatlasanız, zindanlara atsanız da, özgürlük için ayağa kalkmış bir halkın sesini kesemeyeceksiniz. Özgürlüğün çığlığını her yerden, her koşulda duyacaksınız... 30 Eylül - 14 Ekim 2015 Sınırsız Ve Sınıfsız Bir Dünya -Ege Denizinde göçmen faciası, 5'i çocuk 12 kişi öldü. -Ege'de can pazarı: 13 göçmen öldü. -Datça'da kaçak göçmenleri taşıyan tekne battı. Denizden 4'ü çocuk 22 kişinin cesedi çıkarıldı. -Çavuşadası açıklarında kaçakları taşıyan ahşap teknenin batmasıyla Suriyeli olduğu belirtilen 17 kişi boğularak yaşamını yitirdi. -Libya açıklarında göçmen botu battı, Afrikalı sığınmacılardan 1'i çocuk 7 kişi öldü. Son zamanlarda hemen her gün duyduğumuz, okuduğumuz haberlerin başında gelmeye başladı bu cümleler, içimizi sızlatan, insanlığımızı sorgulatan görüntüler... Ve bir şeyler yapmayı diledik. İmza kampanyalarından yardım-bağış kampanyalarına, bir tas çorba, bir battaniye hazırlayıp götürmekten evini açmaya vb... halklar gücü yettiğince bir şeyler yapmak için çabaladı. Hepimiz can güvenliği nedeniyle evlerinden, ailelerinden, yurtlarından edilmiş onbinlerce insanın verdiği varolma savaşına tanık olduk. “Denizlerde boğularak ölmek istemiyoruz” diyor artık insanlar. Ortadoğu'dan, Afrika'dan güvenli gördükleri Avrupa ülkelerine ulaşmanın yolu olan Ege Denizi ve Akdeniz'de aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu 3 bine yakın insan boğuldu. İnsan kaçakçılarına ve denizde boğulmaya mahkum olmadan yaşayabilecekleri ülkelere gitmek isteyenler, İstanbulEdirne'den Yunanistan'a, Macaristan'a, Sırbistan ve Hırvatistan'ı da geçerek başta Almanya olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine ulaşmaya çalışıyor. Birkaç haftadır tanık olduğumuz sınırlara yığılmış binlerce insana ait görüntüler ise, adı geçen ülkelerin sınırlarının kapatılması üzerine yaşanıyor. Her geçen gün artan göçmen nüfus karşısında ne yapacağını bilemeyen ülkeler ardı ardına sınırları kapatıyor, göçmen nüfusu ve giriş çıkışı sınırlayacak kararlar alıyor. Macaristan sınırı geçen mültecilere 3-5 yıl arası hapis cezasını onaylarken, AB ülkeleri 120 bin mülteci için kota üzerine tartışıyor, Finlandiya kayıtsız girişe izin vermeyeceğini söylüyor ve Almanya Schengen vizesini kaldırmayı konuşuyor. Uluslararası Göç Örgütü sadece 2015'te 465 bin kişinin Akdenizi geçerek Avrupa'ya ulaştığını, bunların 200 bininin Suriyeli olduğunu açıkladı. Macaristan'ın sınırlarını mültecilere kapatması üzerine göç yolları Hırvatistan'a uzandı, Hırvat yetkililer sadece bir günde 7.300 kişinin geldiğini açıkladı. Hırvat yetkililer, 8 bin kişi daha geldiğinde ülkenin tamamen dolacağını, sınırları kapatmak zorunda kalacaklarını söylüyor. Bulgaristan ise Türkiye'den gelecek göçe karşı sınırlarını sıkılaştırıyor. Almanya, Avusturya, İtalya, Slovakya, Slovenya ve Finlandiya sınır kontrollerine başlıyor. Kimi yerlerde ise sınırlarda göçmen karşıtı ırkçı gösteriler düzenlenirken, Almanya'da bir mülteci barınağı kundaklandı. Emperyalist çıkarlar yüzünden evleri başlarına yıkılan halklar, yaşama umudu ile soluğu emperyalist ülkelerin kapısında alıyor. Evlerini, işlerini, kariyerlerini, yaşamlarını bırakıp yollara düşmek zorunda kalanlar sınır kapılarında, “Ekmek, su, battaniye lazım değil, ihtiyacımız olan tek şey kapının açılması” diyerek bekliyorlar. Hepsinin ayrı hikayesi var. Öğretim görevlisi, bilgisayar mühendisi, elektrik mühendisliği öğrencisi... Hepsinin meslekleri var ancak lokanta, terzi, sanayi vb her tür işte çalıştıklarını anlatıyorlar. “Ayda 700-800 lira alıyorduk. Kira 300 lira. İki odalı evde 18 kişi kalıyorduk. Avrupa daha iyi, burada hayat çok zor, sabahtan geceye kadar çalışıyoruz. Tatil yok, geri dönmek yok, İstanbul'a gitmek yok. Avrupa'ya geçene kadar buradayız” diyor İstanbul'dan Edirne'ye yürüyen göçmenlerden biri. Savaşın, yıkımın yok ettiği yaşamlarını yeniden kurabilmek için yollardalar... Çocuklar, kadınlar, yaşlılar, gençler, aileler... Her ülkenin kapısına geldiklerinde önlerine dikiliyor kocaman tel örgüler. Ve her biri önünde ayrı bir savaş veriliyor aşabilmek için... Çözüm aslında bir tane. Hümanistlerin dediği gibi tüm sınırların açılması mı? Hayır. Sınıfsız ve sınırsız, sömürüsüz bir dünya... NOT: Geçtiğimiz haftalarda tüm dünyanın Macaristan sınırında polisten kaçarken bir kadın kameramanın çelme takarak düşürdüğü teknik direktör olan Suriyeli mülteci, iki çocuğuyla birlikte İspanya'ya ulaştı ve bir teknik direktörlük kursunda işe başladı. IŞİD tarafından tamamen ele geçirilmeden önce, Ayham el Ahmed, Suriye’deki Filistin kampı Yermuk'ta harabelerin ortasında piyanosuyla çocukların yüzünü bir parça güldürüyordu... IŞİD canileri Ayham’ın piyanosunu Nisan ayında, doğum gününde yaktı. Cebinde parası olduğu halde bir yaşındaki bebeğine süt, büyük oğluna bisküvi alamadığında umutsuzluğa kapıldı. Sonunda o da bombaların altındaki bir rotadan, Şam, Homs, Hama ve İdlib’den geçerek Türkiye’ye ulaştı. Kişi başı 1250 dolar ödeyip, o botlardan birine bindi. Geçtiğimiz hafta Facebook’ta Midilli’ye doğru yola çıktığını yazdı. Sonra Makedonya, Sırbistan, Zagreb… Şimdi Berlin sokaklarında piyano çalmayı hayal ediyor. Yolculuk daha bitmedi. Ayham el Ahmed şimdi, ailesini getirebileceği güvenli bir yer arıyor. MÜCADELE BİRLİĞİ Göçmenler İçin Sınırlar Açılsın Ülkeleri yok edilen, topraklarına saldırılan, evleri başlarına yıkılan ve kendilerine yeni yaşamlar aramak zorunda bırakılan göçmenler, yine haberlerin bir konusu... Son aylarda sürekli denizde, botlarda, yolcu teknelerinde boğulma ve kaza haberlerini, ölüm haberlerini okuduğumuz-izlediğimiz göçmenler, artık karayollarında... Özellikle Suriye ve Rojava'dan yollara düşenlerin ilk durağı Türkiye. Şehirlerde, caddelerde, sokaklarda, mahallelerde, her yerde yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Anlattıklar hikayeler dehşet verici. Geçtiğimiz sene Suruç'ta, Kobane sınırında göçmen çadırlarında yaşananlara yakından tanıklık etmiştik. Peki ya kamplarda değil de şehirlerde bir yaşam arayanlar... Çoğunun anlattığı hikayeler birbirinin benzeri. Karınlarını bile zor doyurabilecek çok düşük ücretlerle çalışıp o ücreti bile alamayanlar, çocuklarını okula gönderemeyen, sadece bir ev kirası ve yemek için aile boyu çalışanlar... Fuhuşa sürüklenmeye çalışılan genç kadınlar ve kız çocukları, tedavi edilemeyen hastalıklar ve güvencesizlik... Ve daha iyi bir yaşam için düşüyorlar yollara. Artık denizlerde boğulmak istemeyen göçmenler, sınır kapılarının kendileri için açılmasını istiyorlar. Bunun için İstanbul otogarından bilet alıp Edirne'ye gitmek, oradan da sınır kapısından çıkmaktı istedikleri, oradan da ver elini Yunanistan. Ancak hiç bir otobüs firması onlara bilet satmadı. 15 Eylül günü ve gecesini İstanbul Esenler otogarında geçiren yüzlerce Suriyeli mülteci, kimi otobanda yol kenarında, kimi cami avlusunda geceyi geçirdi. Bir grupsa beklemekten vazgeçti, E5 karayolu üzerinden Edirne'ye yürümeye başladı... Yaklaşık 800 mülteci, karayolunda yürürken, otogar ve çevresinde bekleyenlerin sayısı ise 2000'i buluyor. Aralarında kadın, çocuk ve engelliler de var. Dur De Platformu, 17 Eylül günü Esenler Otogarında bir eylem yaparak otogarda bekleyen göçmenlere destek olmak istedi. Karşısına çıkan manzara ise, polisin otogarı ablukaya aldığı ve göçmenleri basından uzaklaştırması oldu. Basına açıklama yapan Platform, mültecilere Türkiye'deki kötü yaşam koşulları nedeniyle TürkiyeYunanistan hattındaki ölüm yolculuğuna çıkmaktan başka seçenek bırakılmadığını belirtti; Türkiye ve Avrupa'da hükümetlerin şiddetine dayalı 'güvenlik önlemlerini' attırmaları yerine derhal sınırlarını açmalarını, mültecilere insanca yaşam koşullarını sağlamalarını istedi. Hükümetten ölümleri durdurmak üzere derhal Suriyelilere sınırların açılmasını, sığınmacılara uluslararası sözleşmelerde tanımlanan “mülteci” olarak istedikleri ülkelere iltica etme haklarının tanınmasını talep eden Platform, Avrupa Birliği üyesi ülkelerden, çatışma alanlarından ve zulümden kaçan mülteci ve göçmenlerin uluslararası korumaya gerişimleri için güvenli yolların bir an önce sağlanması gerektiğini belirtti. Göçmen Krizi Değil Sınır Krizi... Edirne’de, Avrupa ülkelerine geçmek için bekleyişlerini sürdüren göçmenler için Göçmen Dayanışma Ağı, eş zamanlı olarak 23 Eylül günü İstanbul’da ve Ankara’da basın açıklaması yaptı. Ankara’da Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde yapılan açıklamada Edirne’de yaşatılan insanlık ayıbını dikkat çekildi. Açıklamada; göçmenlerin Eylül başından bu yana sosyal ağlar üzerinden örgütlendiği belirtilirken, sanıl- 11 dığı gibi sınırların açılacağı dedikodusu üzerine değil, yasal, güvenli ve insani geçiş taleplerini AB’ye ve Türkiye’ye duyurmak için sınıra gelme kararı aldıkları açıklandı. Ayrıca göçmenlerin kendi ifadeleri ile “Talebimizi elde edene kadar belki günlerce, belki haftalarca sınırda beklemeye devam edeceğiz, amacımız bu ölüm yolculuğuna son vermek ve göçmenlerin sınırları güvenli ve yasal olarak geçme hakkını savunmak. Artık kimsenin Avrupa’ya gitmek için kendi ekonomik çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen o insan kaçakçılarıyla işbirliği yapmasını istemiyoruz” dedikleri belirtildi. Ve göçmenlerin “Yemek istemiyoruz, su istemiyoruz, insani yardım istemiyoruz, sınırı kara yoluyla geçmek istiyoruz. Ya geçeceğiz ya da burada öleceğiz!” diyerek yaşamsal taleplerini dile getirdikleri ifade edildi. Ne pahasına olursa olsun Avrupa’ya geçip insanca bir yaşam yaşamak isteyen göçmenlerin, zorla bir yerlere taşınmaları istendiği belirtildi. Göçmen Dayanışma Ağı, medyanın tüm gücüyle göçmen krizi olarak göstermek istediği bu olayın aslında bir sınır krizi olduğunu belirtirken, “İnsanları korumak yerine sınırları korumayı seçen devletlerin sınır politikalarının iflasıdır” dedi ve “Sınırlara Hayır, Güvenli Ve İnsani Geçiş Yolları Açılsın!” diyerek taleplerini şöyle sıraladı; * Türkiye otoriteleri Edirne sınırına ulaşıp eylemlerini sürdürmek ve sınırı aşmak isteyen göçmenlere karşı baskılayıcı tutumundan vazgeçmeli, * Türkiye Avrupa ülkeleriyle sınırlarını gevşetmek için diplomatik görüşmelere başlamalı, * Türkiye’deki mültecilerin yasal statüleri, sosyal ve ekonomik hakları tanınmalı, ve bu haklara erişimi için altyapı çalışmaları yapılmalı, * Göçmenlerin bulundukları ilden başka illere seyahatini engelleyen yönetmelik yürürlükten kaldırılmalıdır. Kavganın, Mücadelenin olduğu her yerde sanat var. Sanat kavgadan besleniyor, kavga sanatla güzelleşiyor, büyüyor. Kobane’de, kavganın en sıcak olduğu yerde bulunan Leninist savaşçılar da yazdıkları şiirlerini yollamışlar, paylaşıyoruz sizlerle Kavgam, Yürüyorum Molozların, yığınların arasında Kavgamı, sevdamı yüreğimde tutuyorum. Korkmuyorum Bir çocuğun gözlerinde, Yüreğinde görüyorum tüm acımasızlıkları Kimsesizliği, yalnız kalmayı Dar patikalardan geçiyorum Gecenin karanlığında Önümü yaldızlanan gecenin karanlığında Yıldızlar aydınlatıyor Ufuktan bir esinti çarpıyor Yüreğimin derinliklerinde Susuyorum Güneşin göz kamaştırıcı parlaklığına Bırakıyorum kendimi Sonra derinden bir hüzün kaplıyor içimi Verilen bedelleri düşünüyorum Mücadele eden umut dolu yürekleri Gözü yaşlı anaları Özlem ve umut dolu bir halkı Sonra da sevdiğim kadını düşlüyorum Sonu gelmez kavgamda, umut dolu gözlerde eşsiz güzelliğinde Doğacak güneşi bekliyorum Kobane'den bir Leninist MÜCADELE BİRLİĞİ KADINLAR OLMASA ROJAVA BU KADAR DİRENEMEZDİ Yeni Evrede Mücadele Birliği Dergisi Sayı: 293 / 30 Eylül-14 Ekin 2015 Yaygın Süreli Dağıtım Sahibi: Yeni Dönem Yayıncılık Basın Dağıtım Eğitim Hizmetleri Tanıtım Org.Tic.Ltd. Şti. Adına: Sami TUNCA / Adres: Sofular Mah. / Sofular Cad. No: 8/3 Fatih - İSTANBUL / Tel-Fax: 0 (212) 533 32 57 / Sor. Yazı İşl.Müdürü: Sami TUNCA / Baskı Yeri: Yön Basım Yayın, Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok 1.kat N:366 Topkapı - Zeytinburnu - İSTANBUL www.mucadelebirligi.com www.facebook.com/mbirligi www.twitter.com/mbirligi Biz, Rojava'daki Leninistler olarak, YPJ'li sorumlu bir kadın arkadaşla, Diljin Kobane ile röportaj yaptık, onu sizinle paylaşmak istedik. Rojava devrimini nasıl anlatabilirsiniz? Kobane durumunu dar bir bakış açısıyla da ele almamak gerek. Ortadoğu'da stratejik bir alanda yapılmış bir savaştır. Özellikle Kürt halkının ortaya çıkardığı ortak komünal bir yaşama karşıdır. Mezopotamya'da Kürt toprakları çok zengin bir yapıya sahiptir. Gerek petrol, gerekse toprak verimliliği çok yoğundur. Bu sadece Kürt halkının değil, tüm dünyanın dikkatini çekmektedir. Kürdistan coğrafyası etrafında şekillenen sınırlardaki devletler, Ortadoğu'da hakimiyet kurmak istemektedir. Bunun yolu da Kürdistan'dan geçmektedir. Biz, Ortadoğu'daki şekillenmeye “Halkların Baharı” dedik, onlar “Arap Baharı” dediler. Bizi cılız bir güç gördüler. Ama öyle değildi. Bizim amacımız, tüm halkların insanca yaşamasıdır. Rojava'da halkların sitemi oturursa, özelde bunu biz yapmış oluruz. Bu iktidar, devletlere dokunduğundan, Kürt somutuna indirgendi. Rojava'ya olan saldırı da bundandır. Kürt halkı direnişçi ve savaşçıdır. Bir ordu ve bir örgütü ele alırsak, bir ideolojiye bağlı olduğu için büyür. Biz halkın içinden çıktık, bizi halk büyüttü, halkın çocuklarıyız. Bu karşı devirmci gücü durduracak bir gücün olmasını istedik. IŞİD (DAİŞ) nasıl ortaya çıktı? DAİŞ'in kökü de Kürdis- tan sömürüsünün başladığı dönemden ortaya çıkmıştır. Amerika destek verdi, büyüttü, askeri alanda yardımcı oldu. Sonra onun denetiminden çıktı. Bu yüzden, 'onu nasıl şekillendirebilirim' anlayışı gelişti. Rojava'da bir çok grupla savaştık. Genç komitelerimiz, kadın komitelerimiz sonradan silahlandı. İlk etapta kantonlarda, sistemlerimizde düzen oturtmak istedik. Ama bize karşı silahlı saldırılar başlayınca biz de silahlandık. Düşman birleşti. DAİŞ zeminini hazırlayanlar, daha da güçlendirildi. Kürt hareketinin karşısında dursun diye. Hiçbir ülke DAİŞ'le savaşmayı göze almadı. DAİŞ önce psikolojik olarak kendini güçlendirdi. Katliamları ve faşizan zihniyetiyle bunu yaptı. Kürt halkına karşı başarılı olacağını düşündü. Ama başta da belirttiğim gibi, Kürt halkı topraklarına büyük bir bağlılıkla sahip çıkmıştır. DAİŞ'in yaptığı saldırı da bu şekilde gelişti. Özelde Kobane'ye saldırının nedenleri, önderliğin adım attığı bir toprak olması. Kürt toprakları arasında stratejik nokta olması, Fırat nehri, diğer kantonlara biraz uzak kalması. Kobane düşseydi, bizim için her açıdan bir çöküntü yaşanırdı. Kobane, YPG'nin ilk kurulduğu yerlerden, gücü en yüksek olan bölgeydi. Kobane çok inatçıdır, asidir. DAİŞ'in asıl saldırısı bundandır. Kobane alınırsa, Afrin ve Cizire kopar diye düşündüler. Cerablus ile Türkiye de birleşince onların çıkarına gelişecekti. Kendi yolları açılınca Kürdistan'da hakim olabileceklerini düşündüler. Diğer topraklardan aldıkları cephaneleri Kobane'ye getirdiler. Biz böyle büyük bir saldırı beklemiyorduk. Bu bizim için bir özeleştiri konusudur. Büyük bir gücümüz yoktu. 2 tabur vardı Kobane'de. 2 tabur olmasına rağmen birkaç günde Kobane'yi çok büyük bir iradeyle savundular. Ağır silahları vardı düşmanın, bizde ise sadece keleş. Bizim sayımız 3 iken onlar 200 kişi geliyordu saldırıya. Bu anlamda diyebilirim ki, YPG gibi direnebilen çok az güç vardır. Bizim savaşçı ruhumuz var. Son mermimize kadar direnir, sonra şehadete ulaşırız. Bu felsefemiz bizi ayakta tuttu. Alev topuna karşı bizimki etten bir kalkandı. Kobane savaşı çok yoğun, fedai ruhun her şeye rağmen devam ettiği bir savaş. Şehit Rewan şahsında başlayan feda eylemleri devam etti. Şahadetlerimiz düşmana moral veriyordu, daha da ilerlemek istiyorlardı. Gerçekten bizi gören ve doğru düşünenler oldu düşman arasında. Biz arazi olarak geri çekiliyorduk ama amacımız, düşman kente girip sokak savaşları başlayınca, savaş ilerleyince halkı çıkardık. Kobane Savaşı Nasıl Başladı? Halka bir şey olmasını istemedik. Köylerde set oluşturduk, halk çıkana kadar seti bırakmadık. Kobane merkezde tek bir mahalle kaldı elimizde. Bize ihanet edenler, kaçanlar oldu. Bizde bir bomba varken düşmanda çok fazla vardı. Silahımız yoktu, düşman tankla geliyordu. Bu da bazı insanları kırdı. Halkı çıkarmadan bu savaşı durdurabilmeliydik. Halk, faşist, nihilist, çıkarcı Türk devletine sığındı. Devlet de bunu kullandı. Halkı evsiz, aç, susuz bıraktı. Bu bize yakışmadı ama savaş durumu ortadaydı. Son mahalle elimizde kalınca ağır şehadetler yaşandı. Kadın arkadaşlar özgürlük çemberi oluşturdular. “Biji Serok Apo” deyip fedai eylemler yaptılar. Birkaç kadın arkadaş sağ ele geçti ama asla teslim olmadı. Kan damlalarını hesaplayıp ne kadar ilerleyebiliriz diye düşünürdük. Bazı insanlar bunu bir film izler gibi gördüler. Ama bunu yaşamak büyük bir şeydi. Koalisyon güçlerinin durumunu nasıl ele alıyorsunuz? Amerika bu güçleri vurdu diye Kobane kurtulmadı. YPGYPJ olmasa, savaşmasa Kobane kurtulamazdı. Arin'i, Welat'ı onlar mı yaptı? Tamam, desteği oldu ama çıkarları doğrultusunda. Desteği, düşmanın ağır silahlarını açıktan kullanmasıyla başladı. Ama esasen Kobane'yi namus olarak bilip burayı mezar edinen direnişçiler kurtardı. Düşman tek bir yönü açıkta bıraktı biz kaçalım diye. ama biz 'tek bir ev kalsa bile savaşı bırakmayacağız' dedik. Burada asıl amaç, emperyalizmin asıl amacı, gücü güce kırdırmaktı. Bu yüzden Amerikan uçakları ilk etapta vurmadı. Amaç ikisinin de yenilmesini sağlamaktı. Katliamlar dünyaya yayılınca müdahale oldu. Türkiye'den gelen gençler ilk etapta tutuklanmadı. 'Bugün gidiyorsunuz, yarın cenazeniz gelecek' anlayışıyla hareket etti Türk devleti. İki büyük örgütü birbirine kırdırmaya çalıştılar. Sayımız az olmasına rağmen savaşı bırakmadık. Düşman gelsin dedik. Kobane'yi özgürlük kalesi olarak gördük bir kere. Düştü düşecek diye bakan herkese karşı biz 'asla düşmeyecek' dedik. Kadın ve çocukların bu savaştaki durumu nedir? Kobane'de DAİŞ'in asıl hedefi, kadın ve çocuklar oldu. Kadın direnişi gerçek bir güç oldu. Mevzilerini bırakanlar, direnemeyenler oldu. Bir gün Kobane'de yaralanmalar ve şehadetlerden sonra sadece kadın arkadaşlar vardı. Kadın [email protected] [email protected] [email protected] arkadaşların zılgıtları, bağırışları, direnişleri büyük bir saldırıyı kırdı. Cihazlarını dinliyorduk, 'burada katil kadınlar var' diye bıraktılar. Bu Kobane'de somutlaştı. Kadının direndiği hiç bir yerde kayıp olmadı. Halkımı, toprağımı alamayacaksın anlayışındaydık. Sayı olarak kadın arkadaşlar fazlaydı. İnanıyorum ki, kadınlar olmasa Rojava bu kadar direnemezdi. Arin'in şahsında gelişmiş bir direniş vardı. Kürt kadını şahsında dünyada kadınların gücü anlaşıldı. Bu savaş çok uzun sürdü. Çok fazla şehadet gördük. Deneyimli arkadaşlarımızı kaybettik. Ama insanlar şehadete ulaşmasaydı bugün bir zafer olmazdı. Taktiksel olarak sadece hatalarımız oldu ama direndik. 'Sadece 1 saniye silah sesi duymasak yeter' diyorduk. Aynı evin içerisinde farklı odalarda kalıyorduk düşmanla. Soğukkanlı ve mantıklı düşünmezsen bu durumda yapamazsın. Kobane'de yaşananlar bir gün, iki gün, bir köy, iki köy değildi. Bunu ancak yaşayan bilir. Şehadet saniyesinde arkadaşların çatışmaları anlatılmaz birşeydi. Şehit Welat gidip düşmanın yüzüne bomba atıp çıkardı. Şehit Welat soğukkanlı ve cesur bir arkadaştı. Tank-top eline-önüne geçmeden vurmazdı. 'Ben bu mayın sapanlarını atıcam' derdi. Kobane'yi Kobane yapan bu değerler oldu Milim milim kanla sulandı bu topraklar. Daha bir kan soğumadan başka bir kan düşerdi üzerimize. Burada yaşanan savaş tüm dünyaya gücümüzü gösterdi. Tüm dünyaya karşı savaşacak gücümüz olsa saldırmayız, ama tüm dünyaya karşı kendimizi savunuruz. YPG-YPJ'yi, siyasetlerimizi, bizi toplantılara çağırdılar. Biz sadece askeri bir savaş kazanmadık. İdeolojik, siyasi bakımdan güçlendik. Ortadoğu'da hakim bir güç haline geldik. Egemen demiyoruz, hakim bir güç diyoruz. Biz devletçi bir zihniyette değiliz. Halkın kendi kendisini yaratıp büyümesini istiyoruz. Son günlere kalsak da bu düzen oturtulacaktır. Dışarıdan gelip bir hakimiyet kurmayacaktır. İlkeli bir halk olacaktır burada. Ödenen tüm bedeller böyle bir yaşam içindir. Kadınlar bu noktada ortak bir mücadele yürütmelidir. Türk, Arap, Kürt tüm kadınlar bir araya gelip bunu yapmalıyız. Toplumu yaratacak olan kadınlardır. Her alanda biz kadınlar olarak öncüyüz, bunun gereklerini yerine getirmeliyiz. DAİŞ Kürt halkını kıracak güç olaraka tasarlandı. Her türlü desteği verdiler, hatta aralarında askerler de vardı. Son patlamanın yaşandığı yerde bu apaçık kendini gösterdi. Kaniya Kurda'da hem DAİŞ'e hem TC'ye karşı savaştılar. Bu pek gündem olmadı ama yaşandı. Türkiye de DAİŞ gibi katliamcı bir yapıya sahiptir. Bu, Kobane savaşında da görülmüştür. Gerçekten dünya tarihinde Kobane savaşı ayrı bir yer aldı. Devrim yolunda hem yenilgi hem direniş yolu vardır. Kobane'de direniş çizgisi iyice ağırlık kazandı. Kobane asla bizim değildir. Dünya tarihinin bir onurudur. Burada gösterilen direniş, mücadele, tüm dünyaya örnek oldu. Bize düşen görev, buna sahip çıkmaktır. Sıcak savaşta direnişi asla bırakmamaktır. Onuruna her zaman sahip çıkacaksın. Şehitler, arkadaşlar ve halk için damarlarındaki kanı milim milim hesaplayacaksın. Çünkü Arin, Çekdar, Welat böyle insanlardı. Biz, onların yolundan yürüyeceğiz. Arin'in bir gülüşü dünyaya bedeldir. Bedenleri düşmana karşı bir alev topuydu. Gülüşleri düşmana en büyük darbeydi. Belki şu an fiziksel olarak aramızda değiller. Ama onlar ölümsüzlüğü yarattılar. Ben ve tüm yoldaşlar için asıl amaç, onlara layık olmaktır. RASİH KURTULUŞ İÇİN KOBANE’DE TÖREN 21 Eylül günü IŞİD çetelerine karşı bir operasyonda ölümsüzleşen Birleşik Özgürlük Güçleri Karargah Komutanı Rasih Kurtuluş (Aziz Güler) için Serekaniye'deki BÖG karargahında askeri bir tören düzenlendi. 23 Eylül günü yapılan askeri törene Rojava'da enternasyonal savaş yürüten parti ve örgütler de hazır bulundular. Leninist Savaşçılar olarak bizlerin de katıldığı törene YPG, TİKKO, MLKP, MLSPBDC ve Devrimci Karargah savaşçıları ve temsilcileri de katıldılar. Saygı duruşu ve saygı atışı ile başlayan törende BÖG komutanı Ulaş arkadaş, Rasih Kurtuluş'un devrimci yaşamını, Kobane özgürlük savaşında yiğitçe savaşımını anlatan konuşmasını, Rasih yoldaşın hesabını soracaklarının sözünü vererek tamamladı. Törende konuşan Leninist savaşçı ise, “Rasih yoldaşın bu onurlu kavgada ölümsüzleşmesi Rojava devriminin kazanacağını bir kez daha, genç ve yiğit yoldaşlarımızın kanıyla kanıtlanmıştır. Kürt halkının özgürlük savaşında enternasyonal bayrağını canı pahasına taşıyanlar büyük tarihi bir eylemi yerine getiriyorlar. Bu kavga yenilmez ve mutlaka zafere ulaşacaktır. Halkların birlikte mücadelesi kazanacaktır” sözleriyle konuşmasını tamamladı. Törene katılan parti ve örgüt temsilcilerinin Rasih Kurtuluş'u ve mücadelesini anlattığı konuşmaların ardından sloganlarla Rasih yoldaşı karargahtan uğurladık. Rasih Kurtuluş Ölümsüzdür Bijî Berxwedana Rojava Rojava'dan Leninist Savaşçılar NOT: Leninistler, 24 Eylül günü twitter hesaplarından yaptıkları açıklama ile BÖG komutanı Aziz Güler'in cenazesi halen ailesine teslim edilmediğini duyurarak, ailesinin 'oğlumuzu, canımızı istiyoruz' diyerek yaptıkları açıklamayı yayınladı.
Benzer belgeler
Mizanpaj 1 - Mücadele Birliği
İşçi sınıfı bu görevini, pratikte, eylemde, kavgada etkin davranarak yerine getirebilir. Sınıf mücadelesini yönetmek, ayaklanmayı ve devrimi örgütlemek, en ileri teoriyle donanmış, zengin politik m...
Detaylı