Lirik Haziran 2015

Transkript

Lirik Haziran 2015
Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz koşmamaya...
Edebiyat Dergisi
ll. sayı/Haziran 2015
İnsan bir kere kaybeder bilincini, ikincisi hatırlat da haziran sonlarında çocukluğumu yakalım’dır.
İnsanlığımızın ömre hapsedilmiş karanlığını, şiir ve öykülerle aydınlatmamız gerektiği ânda, yakmaya başlıyoruz çocukluğumuzu.
–ama nasıl?
İlkinde bir şiire bırakılmış anlamla oluyor bu. İkincisinde anlamlarla
birleşen öykülerimizin kalabalığıyla…
-ve bunları elbette çabucak geçelim sevgilim
Bir türlü çıkamıyoruz işin içinden, yaktığımız çocukluk ateşi büyüyor.
Çocuk olmaktan çıkıyoruz. İnsan olmaktan uzaklaşıyoruz. Kalabalık
olmaktan korkuyoruz.
Bu büyük coğrafyalara sığdırılmış şiirler, bu aşk öyküleri ve bir de
savaş.
Bu savaş bizim. –savaşlar insan öldürmeden, insanı beslemeli.Fakat kül olmayı bilmeyen zavallı bir ateşti bizim yaktığımız çocukluk.
Savaşları bombalar atarak başlattık. Ölümler saçarak bitirmeye çalışıyoruz. Bütün bu kötülüklerimize rağmen biz insanlar, bir sevda
cümlesi arıyor, bulduğumuz ilk cümlede kalbimize yeni bombalar
yüklüyoruz. – ama neden?
Oysa
Yaşanacak bir yaşam vardır.
Binilecek bisikletler vardır.
Yürünecek yaya kaldırımları ve tadına varılacak güneş batışları vardır.
Bu sayı size bunları anlatmayabilir ama siz yine de yolunu bulup
anlarsınız zaten derdimizi.
Mete Karaoğlu
İÇİNDEKİLER
Hilal Argun- Şiir ...........................................................................1
Bahar Dulkadir- Öykü .................................................................2-3
Canan Akyüz- Öykü .....................................................................4-8
Aysel Çöller- Öykü .......................................................................9
Ayşenaz Özkan- Şiir ....................................................................10
Egemen Tuğluay- Çeviri .............................................................11
Irmak Ecem Aydemir- Şiir ..........................................................12-14
İpek Büyükakın- Öykü ................................................................16-18
Meriç Renkver- Öykü .................................................................19-30
Mete Karaoğlu- Şiir ...................................................................32-33
Orçun Orçunsel- Şiir .................................................................34
Ömer Gündoğdu- Şiir ................................................................35
Sergen Yücel- Şiir ......................................................................36-37
Yeşim Çınar-Öykü ......................................................................39-41
Doğukan Demirbek- Şiir ............................................................42
Egemen Tuğluay- Şiir ................................................................43
Sezin Seda Altun- Şiir ................................................................44-45
HAZİRAN / 2015
SEVİ
Sustuklarıma ekleniyor harflerin
Çıkmaz yarınlar kovalarken,
Karışıyor affedilmez tutkularım
Basıyorum biraz da şuraya yeminlerimden
“A-ha!” diyorum arkası sıra
yok oluveriyor ‘var olasın!’lar.
Birikiyor da dökülmüyor,
Gözüme dizili yakın özlemin
Sevin!
Sevimsin…
O vakit sana benzeyen yeminler ediveriyor,
biraz da umut doluyorum.
Bu korku değil, hiç değil!
Yemin gibi işte,
‘Ya tutamazsam’ korkusu mu sandın?
Sevi!
Ner’den tutup çeksem sen gelip yerleşeceksin,
kitabıma, tümceme, evime.
Şimdi hangi çekimleri, ekleri getirsem
Yakın düşeceksin yine bana
Ben diyorum ki, yeminler sustum sana
Bırak artık şu mu, bu mu?
Diyorum ya,
Sustuklarıma ekleniyor harflerin
Hilal Argun
1
LİRİK
YAŞADIĞIMIZ VE YAŞAMADIĞIMIZ ZAMANLARDAN!
Hissetmek avuç içine almak gibi tüm sevdiklerini. Yine
hissetmek, ellerinden kaydığına şahit olmak tüm değerlerinin.
Hissetmek yaşamak gibi, insan olmak gibi…Sokak ortasındayım
gecenin bir yarısı. Karanlığı ısıtan hiçbir ses yok, hiçbir nefes
hissedilmiyor. Tüm şehir ölmüş gibi. Sokak ortasındayım. Nefesim
ısıtmaya yetmiyor karanlığımı. Ne vakit bilmiyorum. Dökme iki ev
arasına çökmüşüm, evet sadece öylece oturuyorum. Beklemiyorum.
Üşümüyorum ayaza rağmen. Yalnız değilim. Kalabalık da değilim.
Kimsesiz değilim. Sevenim yok. Çaresiz değilim. Sevdiklerim yok
ve beraberinde kaybetme korkum yok. Heycanlanmıyorum. Sevmiyorum. Nefret etmiyorum ama feci derecede korkuyorum. Çünkü
galiba artık hissetmiyorum. Bilmem yaşıyor muyum? Öldürmüş
olmalı bu karanlık şehir içimdeki umudu.
Ya ben yaşıyor muyum?
Savunmasız bir şekilde büzüşüyorum. Sonra merhamet
duyuyorum, bilmem kime? Nedensiz bir şekilde, sanki müşkül bir
haldeymiş gibi, saatlerce düşünüyorum. Kıvranıyorum. Suratına
dokunup, tüm acılarını dindirmek istiyorum. Kafasını omzuma alıp
ağlatmak, yüreğini dinlemek, ağlamak istiyorum. O küçük çocuğun
acısını hissediyorum. Bu karanlık şehir onu da yutmaya çalışıyor
olmalı.
Bu kadar çaresiz hissederken birinin sığınağı olma duygusu yeşeriyor... Yüreğimin en ücra köşesinde avunuyorum. Neden
2
HAZİRAN / 2015
bilmiyorum, iki adım atmadan
kırılıyor kolum kanadım. Böyle
işte, korkuyorum. Umut ediyorum. Merhamet ediyorum çoğu
zaman, bilmiyorum belki adını
ama hissediyor olmalıyım.
Hala hayata dairim. Hâlâ
avuçluyorum sevdiklerimi.
Hâlâ yitirdiklerim var tarif edilmez acılarıyla. Hâlâ kazanmak
istiyorum. O küçük çocuğu hala
kurtaralabilirim bu karanlık
şehirden... Kurtuladabilirim.
Ya ben yaşıyorum galiba.
Bahar Dulkadir
Fotoğraf: Oktay Turan
3
LİRİK
KEFARET
Dört köşe salonun en kuytu yerinde, dirseklerini masaya
dayamış bamya ayıklıyor. Aylardan ağustos, hava çok sıcak. Açık
camdan ara ara esen bir rüzgâr olabilir aslında, fakat kalın perdeleri
yerinden oynatacak kadar kuvvetli değil demek ki.
Keşke vişne de alsaydım, diye düşünüyor bamyanın sonunu
görünce. Çünkü reçel de satılıyor pazarda. Unutmamak için küçük
bir kâğıda ‘beş kilo vişne’ yazıp kenara koyuyor. Yarın sabah sepete
koyup sallandıracak.
Daha önce bakkalı hiç gördüm mü acaba, diye geçiyor aklından. Kendi yüzünü göstermediğine emin. “Sepeti elliyor ama,” diyor
mırıl mırıl. Kefaret de aynı sepeti içeri alıyor sonra. Adamı da eve
almış mı sayılıyor böylece? Yanakları kızarıyor bir an, zaten hava
sıcak.
“Dışarıda hiçbir şey yok Kefaret. Kâfirlerden, deyyuslardan
başka kimse yok. Sokağa çıkmayacaksın, bakmayacaksın bile. Sen
hep okuyacaksın.”
O kadar büyük, öyle affedilmez ki onların başına gelen lanet,
eğer bir ömür boyu zikrederse ancak belki o zaman Allah onu kabul
edecek.
“Tövbe yarabbi, tövbe estağfurullah. Allah’a yakar ki sesini
duysun kızım. Yaradan’ın her bir adını an ki, lütfedip yüzünü sana
dönsün.”
Günah olan, Kefaret’in kendi. Varlığı fazla şu dünyaya. Anneannesi böyle yüce bir insan olmasa, canını bağışlamasa yatacak
yeri yok.Allah ondan razı olsun, üstüne rahmet yağdırsın.
4
HAZİRAN / 2015
Aslında domates mevsimi, diye düşünüyor. Satmasa da, kendine kadarlık bir konserve yapıvermeli. Mırıldanıyor, “Aspirin lazım
ona”. Üç kilo domates, bir kutu da aspirin almalı. Suda eriyenden
değil, diye not da düşüyor kâğıda. Böyle şeyleri yazmak zorunda,
çünkü kimseyle konuşmuyor. Tıpkı bakkal gibi, yaptıklarını kendi
tezgâhında satan alt kat kiracı da yüzünü bilmiyor Kefaret’in.
“Önce Allah’a, sonra bana emanetsin kızım sen. Tövbe
edeceğiz, şükredeceğiz halimize.”
Neredeyse otuz senedir, her gün beş vakit namaz kılıyor
Kefaret. Anneannesinin kurduğu düzen hala devam ediyor. Sabah
namazından sonra, kapının önüne pazara gidecek kavanozları bırakıyor. Sonra evi silip süpürüyor güzelce. Öğle namazına doğru bakkal
sepetin ipini çekip bağırıyor. “Kefaret Abla, koydum istediklerini.”
Belki de artık çırağı bağırıyor, o kadarını bilemiyor maalesef. Akşam
okunana kadar, elindeki malzemenin yettiğince kavanozları dolduruyor. İki lokma bir şey yiyip yatsıyı bekliyor sakince, onu da kılıp
uyuyor her gece.
“Allah düzen vermiş zaten insana. Ona uyacağız Kefaret.”
Bu yüzden kapı çalınca önemsemiyor. Onu tanımayan biri
belli ki, çeksin gitsin o zaman. “Açar mıyım hiç,” diyor başını sallaya sallaya. Önce insan gibi zile basıyor dışarıdaki, sonra kapıyı yumruklamaya başlıyor.
- Kefaret Abla, aç kapıyı. Benim, Rıza.
Onu tanıyor, hatta küçüklüğünü biliyor ama hiç yüzünü
görmedi Kefaret. Sabahları o gelmeden kapıya bırakıyor her şeyi.
Akşamları dönünce, anneannesinin zamanında açtırdığı, kapının altındaki küçük aralıktan bir zarf fırlatıyor içeri adam. Kirayı da böyle
5
LİRİK
ödüyorlar. Doğduğu günü, sünnetini, askere gidişini, oradan dönüşünü, düğününü hep hatırlıyor Kefaret. Hepsini izledi tülün aralığından.
Kapıyı açmayacak ama yüzünün tam olarak neye benzediğini çok merak ediyor. Parmak ucunda, ses çıkarmadan kapıya geliyor.
Deliğe gözünü dayıyor.
- Biz gidiyoruz. Aç şu kapıyı da konuşalım. Allah’ını seversen bir de seninle uğraşmayayım ablam.
Rıza’nın babası da pazarcıydı onun gibi. Ta o zamandan kurulmuş düzen. Şimdi nereye gidecekmiş ki?
- Bak, artık burada oturmayacağız. Ama elimi kolumu sallaya sallaya gidemem ya ablam. Aç da şu kirayı konuşalım. Tezgâhı
birine bırakıyorum, o da gelsin mi buraya?
Gelmesin. El âlem kapısına mı dizilsin canım? Ne istiyor
şimdi bu adam?
“Anacığını şuradan, kapımızın önünden götürdüler Kefaret.
Bir dakikada yok oldu güzelim kız. Terziye diye çıkmıştı evladım. Üç
ay sonra döndü yanıma, hiçbir şey yokmuş gibi girdi eve. Sonradan
anladım gebe olduğunu.”
Ailenin kadınları hiç hayır, hiç gün yüzü görmemişler adamların altına yattıktan sonra. Anneannesi on beşinde doğurmuş annesini, sonra iki tane de ölü oğlan yapmış. Annesi Kefaret’i on altısında
doğurmuş, o sırada da ölmüş zaten gariban.
- Ablam, açman lazım kapıyı. Senin haberin var mı son
olanlardan?
Evde televizyon yok. Aslında küçükken vardı, hayal meyal
hatırlıyor öyle bir şey. Gazete de okumuyor. Bakkal bir ara koyuyordu ama kâğıda yazdı Kefaret, artık o da gelmiyor. Hepsi dünyevi
6
HAZİRAN / 2015
şeyler, hiçbirini istemiyor.
- Bak, buralarda evlerin hepsi yıkılacakmış. Çoğu çürükmüş zaten. Belediye parasını verip çıkaracakmış falan
diyorlar.
Rıza’nın gözlerini ilk kez görüyor.
Masmavi. Sakalı var ama çok değil. İçi karıncalanıyor Kefaret’in.
Yasak elma, diye düşünüyor. Havva
anamızla, Âdem babamızı tuzağa düşüren yılanın soyundan bir mahlûk giriyor
aklına muhakkak. Böyle olunca bacaklarındaki kan topuklarından çekilip
yukarılara akıyor sanki. Tüm vücudu sertleşiyor bir anda. Dokunmak
istiyor ama dokunmayacak oraya.
“Şeytanın kızısın sen Kefaret, onun soyundansın. Gece koynuna cinleri yollayacak aklını çelsinler diye, gündüz gözüne görünecek. Onun yolunu seçersen ne bu evde ne de Allah’ın katında yerin
var, bilesin.”
Bazen kendini kaybediyor Kefaret, dayanamıyor. Küçükken
de böyleydi. Anneannesi bilmez ama Allah her yerde tabii. Eskiden
geceyi zor bitirir, sabah banyoya zor atardı kendini. Şimdi yalnız,
daha kolay işi. Kılması gereken kazalara yenilerini ekleyip hallediyor kendince. Böyle böyle ömrünü seccadeye nakşediyor.
- Kefaret Abla orada mısın?
Burada tabii, nereye gidecek? Anneannesinin öldüğü sene
çok düşündü bir sabah çıkıp dolaşmayı ama yapmadı. Kadın kitaba el
7
LİRİK
bastırmıştı. Yapamadı.
“Kefaret’im, bak günün birinde ben göçüp gideceğim bu
âlemden, cenazeme bile gelmeyeceksin yemin et. Söyle de içim rahat
etsin.”
Gitmeyip evde okuyor. Böyle üstünden hem bir şey kalkmış
gibi hissediyor o zamandan beri, hem de gelip biri oturmuş sanki.
Adamın, bu da ölüp gitmiş olmasın sakın dediğini duyuyor.
Umursamıyor, sabaha anlar nasılsa ölmediğini.
- Ablam, akşama karımı yollarım olur mu? Tanıyorsun di mi
Zeynep’i?
Tanımıyor. Ne tanıyacak el âlemin kadınını.
- Ona aç kapıyı, olur mu ablam? Bak, üstüne yıkarlar bu evi
görürsün o zaman.
Adamın merdivenden inişini de izliyor Kefaret. Salona geçip
kâğıda bir kilo da patlıcan ekliyor. Tam mevsimi, diye geçiyor aklından.
Canan Akyüz
Çizim: Richard Cermak
8
HAZİRAN / 2015
HER ŞEY BİR FİLİ BEKLER
satrançta bir hamle yaparsın
tahta üzülmez buna
şehzade kıpırdayamaz
her şey bir fili bekler
düşünür oyuncu
hangi taş daha iyi
hangi boş kutucuk bu yaylada
kenarda duran bir piyon kadar
değerim yok bazen
her şey gibi ben de
bir fili bekliyorum
Aysel Çöller
Çizim: Gökhan Sal
9
LİRİK
SARHOŞ
İçime
sığdırdıklarım,
gökyüzüne
sığar
mı? Bence
sığmaz. Kalbimin gördüklerini, gözlerin görür mü? Bence görmez.
…
…
…
Ben bu kadar tekken, ‘sen’ nasıl olur da benim akvaryum gibi hayatımda
okyanusum olursun?
Çölüme yağmur olmuşsun; kışıma Eylül...
Ben bir kelâm bile değilken, sen gelmişsin beni şiir yapmışsın. Şiir gibi kadın olmuşum,
şarap olmuşum, ben yeniden var olmuşum.
Seninle tamam olmuşum.
Ayşenaz Özkan
Çizim: Richard Cermak
10
HAZİRAN / 2015
İMBAT
Ten üzgün, maalesef! ve ben bütün kitapları okudum.
Âh şu tüymek! Âh şu kaçmak! Kuşların mestliğini hissediyorum.
Göklerin ve bilinmez köpüklerin arasında kalmaktan sarhoş kuşların
Hiçbir şey! Şu gözlerin bulanıklaştırdığı eski bahçeler bile…
Bu geceleri denizde titreyen yüreği alıkoyamaz, hiçbir şey…
Lambamın ıssız aydınlığı,
beyazların savunduğu şu boş yaprak,
ne de yavrusuna koşayazan bu genç kadın…
Ben gideceğim! Senin direğini sallayan bu buharlı gemi
egzotik bir doğa için demir alıyor! Peh!
Bir sıkıntı, acımasız ümitlerce üzgün
inanıyor hâlâ o fena elvedalarına mendillerin!
ve, belki de,
fırtınaları davet eden gemi direkleri
değiller mi onlar, yine aynı geminin batımında rüzgarın eğip
durduğu?
Kayıp,
direksiz,
direksiz,
ne de
verimli adalar olmadan, belli mi olurmuş bu yolun sonu(!)
Lâkin, yüreğimde, âh âh, yüreğimde
duy bahriyelilerin türküsünü artık güzelim benim!
Stéphane Mallarmé, Brise Marine 1865
Çeviri: Egemen Tuğluay
11
LİRİK
RAPOR
Kafamdan tanklar geçiyor,
Yanından orman,
Yeşilleniyorum.
Polisten korkmadan, daldırıyorum elimi cama
Donmuş kar acısı taşıyor parmaklarıma buğu, yanıyor izim.
Ağaca tırmanıyorum hemen sonra,
Gözlerimde uykusuzluk
Öfkemi dizginleyip, siyahlaşıyorum.
Bu bir melodram,
Rengi karamsardan uzak, yüzüm boyalı.
Görüyor, arttırıyorum bu rengi!
Kafamdan tanklar boşalıyor
İrkiliyorum sesiyle bum bum!
Goriller vuruluyor her bakışımda
Camda yansıması korkutuyor
Tekrar dokunup cama,
Donmuş parmaklarımla nefesini çiziyorum,
Bu devingen buğunun.
Üstümde battaniye, uzaya uzuyorum
Gözümde daralan sokak
Biçimi ses getiriyor sokağın
Bakıyorum, bir goril daha vurulmuş Peru’da
Peruğum düşüyor, topluyorum.
Kafamdan tanklar geçiyor
Geride, adamın biri kürsüde,
12
HAZİRAN / 2015
Konuşuyor alabildiğine, sözünde sakal
Elinde ağrı.
Bir şeyler anlarım edasıyla dinliyorum,
Kırılganım.
Kürsüye takılan peruk simsiyah, karı hatırlatıyor
Korkuyorum.
Adam, depreşen duyguları sayıklıyor,
Ben deprem oluyor sanıyorum.
Sanmak!
Kafamdan tanklar geçiyor
Işıklar, yıldızlar dönmekte uzaktan
Yüzüme vuran simsiyah, bu ışık, yansımalar?
Deprem devam ediyor, derinde orman.
Ağlayamıyorum!
Bu havai fişekler de neyin nesi?
Neyi kutluyoruz? Biri söylesin!
Davetiyem yok, kırılıyorum.
Kafamdan tanklar,
Tekel’in önünden güruh geçiyor.
Bir emekçi sigara eziyor, yaşlı yüzünde.
Mikrofon tutmuş televizyon dişlerine;
elleri bağlı,
bant çekilm iş pankartına-bankkartına!
Vâkıf olamıyorum.
Kar daraldıkça sokak yağıyor,
Mezarın biri dolaşmakta, duyuyorum
Tüm zanlılar kartopu oynarken, kulağıma çalınıyor:
13
LİRİK
Ermeniymiş, iyi biriymiş.
Gelmiş geçmiş sokağın birinden.
Basit bir tesadüf diyorum içimden,
Sokaklar birbirine benzer.
Ağırca
Ağarca
Sokağa adımımı atıyorum.
Yüzyıl geçmiş gibi, tarih veremem.
Ferahlıyorum.
Deprem oluyor hâlâ.
Kafam duvara dayalı bu sefer,
Kaldırdıkça eğiliyor sol lobum
Sallanıyor yanımdaki orman, düşüp kalkarken
söz genleşip ağzımda patlıyor, vakit erken.
Elime tutuşturulan kâğıt, bir resm-i geçit!
Şöyle bir okuyorum;
Pandomim yapıyorum,
Taksim’in ortasında.
Polis raporunda.
Geçerken tanklar, ormandan!
IRMAK ECEM AYDEMİR
14
HAZİRAN / 2015
“Karac’oğlan der ki: Yârim salınır,
Ciğerciğim bölük bölük bölünür.
Akıbet bu, bu dert beni öldürür,
Bütün bu dünyada birdir bu gelin.”
Karacaoğlan
15
LİRİK
BENCE HİÇ KOMİK OLMAYAN BİRŞEY
Arap kızlı mabel sakızının üretildiği, müzisyenlerin müzik
yaparken ortaya değişik bir şeyler çıkarabilmek için uğraştıkları, radyoda ”Saat on dokuz. Şimdi haberleri veriyoruz.” anonsunun duyulduğu, erkeklerin centilmen, kadınların zarif, arabaların detaylı el işçilikleriyle yapıldığının 100 metreden belli olduğu, sinemaya gitmenin
büyük bir ‘aktivite’ sayıldığı o eski zamanların az bulutlu bir öğleden
sonrasında, çayından aldığı son yudumun damağından gitmesine izin
vermeden çantasından çıkardığı jiletle tam orda bileğini kesmeye
yeltenecekti. Çünkü yaşama sevinci ibresi sıfıra vurmuştu. Evet çok
afilli ve karizmatik bir ölüm şekliydi bu. Tabi ki F16 ile ters uçuşa
geçip fırlatma kolunu çekmek daha karizmatikti şüphesiz ama bir
kadına göre zor işti. Olanaklar yüzünden jileti uygun gördü kendine.
Maliyeti de düşüktü. Ama o da meşakkatliydi. Üstelik sokakta ölmek
istiyordu. Aslında bu işi evinde dramatik bir müzik eşliğinde, sıcak
suyla doldurduğu küvetinde gerçekleştirebilir, eline aldığı jiletle, bileğine ilk darbeyi dikine vurabilirdi. İlk vuruş her zaman için en acıtan olurdu. Diğer bileğini kesmek için biraz önce yardığı tendonlar
nedeniyle jileti kavrayamayacaktı büyük ihtimalle. Bir kuvvet adrenalin faktörüyle de ikinci bileği yaracak, kan oluk oluk akacaktı…o
‘karizmatik ‘ ölüm şekli bir anda değişecek, kan kaybı yüzünden başı
dönmeye, dün akşam yediği yemeklerle birlikte kırmızı suyun içinde
kulaç atmaya başlayacaktı bir yandan kusarken.
Hafif yağmur çiseliyordu. Gözü kenarda yeni doğum yapmış
kedinin yavrularını emzirmesine takıldı. İnsanlar hayvanlaştıkça,
sanki aynı hızda hayvanlar insanlaşıyordu onun gözünde ama hala
16
HAZİRAN / 2015
jilet konusunda kararsızdı. Eğer ki kurtulursa felç kalma olasılığı
yüksekti. İyice derinlere attığı kesikle etraf kan gölü olacak, kan
kaybından bayılacak, büyük ihtimalle şuuru da kapanacak, ani kan
boşalması sonucunda kestiği bilek felç olacaktı. Eğer ki liflerini de
parçaladıysa o eli bir daha kullanmasının mümkünâtı yoktu. Üstelik
bu işi sokakta yapacağı için intiharın başarısızlıkla sonuçlanması durumunda istemediği bir sürü dertle uğraşacaktı. Ağzının suyu akanlar,
kılı kırk yaranlar, özü biçimden ayıranlar, elmadan şeker yapanlar,
sezeryanla doğanlar, çok konuşanlar, gerçeği arayanlar, el yordamıyla koşanlar, havaya konuşanlar ve diğerleri başını ağrıtacaktı çünkü...
Ne yapmalıydı? İçi hava dolu şırıngayı damarına enjekte edebilir,
kulağına cıva dökebilir, tarım ilacı içebilir, sıvı nitrojen ile direkt
temasa geçebilir, üzerine benzin döküp son sigarasını yakabilir,
sabah aç karnına bir kilo kuru incir yiyip üstüne bir litre soğuk su
içebilir, ilaç içtikten sonra boynuna ip bağlayıp o ipin diğer ucunu da
kalkmak üzere olan bir uçağa bağlayıp uçak havalandığında kafasına
kurşun sıkabilirdi. Ölmek istedikten sonra neler yapılabilirdi… Hayal
gücü sınırsızdı. Fazla düşünmeye gerek yoktu… Dramatik inlemelere, acı dolu bakışlara, son mektuba da gerek yoktu. Bu ölümün sonucundan herhangi bir ‘’artistik puan’’ almayacaktı nasılsa. Dünyaya
dair gördüğü son kare ne olacaktı acaba? Hangi ses çınlayacaktı kulaklarında? En sevdiği kokuları düşündü; beyaz amber ve yaseminli
yaz akşamlarının kokusu, eski kitapların, yaşlıların kokusu, oyununu
bırakıp su içmeye dışardan eve giren çocuk kokusu, karpuz peynir,
deniz, toprak, çam, yağmur kokusu... Başı önde elindeki jilete dalmış
bunları düşünürken, yanında oturan fötr şapkalı, şık giyimli adamın
ilk sözcüğünü söylemesiyle irkildi. O puslu ses tonuyla “Eğer ger-
17
LİRİK
çekten kalbini durdurmak istiyorsan damardan potasyum klorid
almalısın. Daha da garantilisi sodyum pentotal ve pankuronium bromidi de karıştırıp olayı acısız bitirmek... Birisi diyaframı felç eder
nefes alamazsın, diğeri uyutup acı çektiğini fark etmeni engeller ama
asıl önemli olan sen gittikten sonra sana ihtiyacı olan insanlara senin
ne önereceğin. Bence gerçekten ölmek istiyorsan yaşamaya çalışmalısın...
Kolay gelsin... Bol şans!” dedi ve gitti adam… Kadın gitmedi.
İpek Büyükakın
Fotoğraf: Oktay Turan
18
HAZİRAN / 2015
KAŞARLI TOST
10 Eylül 1980 Çarşamba... Kaşarlı Tost yediğim son tarih… Evet,
“Kaşarlı Tost” dedim, son kez yediğimi söyledim, dilerseniz saatini
de söyleyeyim, öğleden sonra saat dörtte, Samatya’daki tren istasyonunda, İstasyon Büfe’de.
“İnsan son kez ne zaman tost yediğini hatırlar mı hiç?” diye
düşündüğünüze eminim. Hatta “Otistik mi bu adam?” diye kafanızdan bazı düşünceler de geçmiş olabilir; ben de olsam öyle düşünürdüm. Ama insan, hayatındaki bazı dönüm noktalarını unutmuyor,
unutamıyor, ben de bunu unutmadım. Bu arada, çok önemli bir ayrıntıyı atladım, o yediğim tost var ya, tek kaşarlıydı!
Çocukluğum Samatya’da geçti. Dedemden kalma ahşap bir
evde. Annem, babam ve ben. “Çekirdek aile” diyorlar ya artık, işte
öyle bir aileydik biz. Yılbaşı geceleri hariç, kuruyemişçi Rasim Efendi’den dilediğimiz zaman kabak çekirdeği dahi almakta zorlanan bir
aile. Şimdi bu bir röportaj olsaydı, karşımdaki gazeteci bu cümlemin
şöyle devam edeceğini düşünebilirdi: “kabak çekirdeği dahi almakta
zorlanan bir aileydik, ama mutluyduk...”
Hayır, mutlu değildik, ama tamamen mutsuz olduğumuzu da
söyleyemem. Çünkü o yaşlarda insan, tam olarak “mutluyum” veya
“mutsuzum”un idraki içinde olmuyor; üzülüyor, seviniyor, korkuyor,
ve mutluluk, tüm bunların tortusundan, karışımından oluşuyor. Ve
sadece geriye bakınca görülebiliyor, şu anda olduğu gibi.
Bu mutluluk veya mutsuzluk tablosu içinde; babamın içkiyle
arasının iyi olması, kazandığı üç kuruş parayı içkiye harcaması, zaman zaman eve sarhoş gelmesi, olur olmaz bir nedenle sinirlenip
19
LİRİK
vurması, arada bir garip evlere gitmesi, benimle fazla ilgilenmeyişi,
her kadının ihtiyaç duyabileceği sevgi ve şefkati vermeyişi… Bir aile
için her gün kavga ve geçimsizlik sebebi olabilecek bu durumların
hiçbiri annem için sorun değildi; daha doğrusu, annem tüm bunları
sorun olarak algılamaktan kendini uzak tutacak garip bir yeteneğe
sahipti. Babam ne yaparsa yapsın annem alttan alır, asla karşılık vermez, saçını süpürge eder, ancak tüm bunların karşılığında hiçbir şey
beklemezdi, ne babamdan, ne de başka birinden. Her şeye, “daha
fazla mutsuz olmamak” adına katlanıyordu, ki bu da onu mutlu kılmaya yetiyordu.
Babamın sert bir tokadıyla yuvarlanıp yanıma doğru düştüğü
bir akşam, yarı üzgün, yarı öfkeli bir halde, “Ama anne...” diye çocuksu bir bağırışla seslendiğimde, annemin bana dönüp, “Dur yavrum, üzülme, sakın bir şey söyleme, yoksa mutsuz oluruz” şeklindeki
açıklaması, yıllar sonra etrafımda göreceğim anlamları altüst olmuş
ifadelerin ilk örneğiydi benim için: Yerde yatan, dudağının kenarından birkaç damla kan akan, tepki vermek istemeyen, “mutlu” bir kadın. Sustuğumuza, susmamız gerektiğine göre, bu bir mutluluk tablosuydu ailemiz için. Aksi takdirde, öyle mutsuz olurduk ki, bu
korkunç bir şeydi!
İkinci sınıfı bitirdiğim o yılın yaz tatilinde, misketlerim,
hediye edilen oyuncak arabalarım, kimseye ödünç vermeye
kıyamadığım oyuncak askerlerim, okul dergilerim dışında hayatıma
renk katan en önemli şey, öğleden sonraları yaşamaya başladığım
“ritüel” oldu: Kaşarlı Tost yemek amacıyla dışarıya çıkmak, dışarıda
biraz oturmak ve bir saat içinde eve dönmek. O yaz tatilinde her gün,
öğleden sonra saat üç buçukta evden çıkıp Samatya istasyonuna ka-
20
HAZİRAN / 2015
dar yürümek, oradaki İstasyon Büfe’den Kaşarlı Tost almak, biraz
bankta oturup banliyö trenlerini, telaşla inip binen insanları seyretmek, kahverengi vagonların raylar üzerindeki ahenkli gürültülerini
dinlemek, âdet haline gelmişti benim için.
Belki tek başına kalmanın huzuru, belki bir önceki yaz bu
trenlerden birine binerek komşularla birlikte gittiğimiz Florya Plajı’na tekrar gidebilme heves ve hayaliydi beni orada “mutlu” kılan
dakikaların ardındaki gerçek.
İstasyon Büfe, Kaşarlı Tost bulabileceğim, evimize en yakın
büfeydi ve zaten babam daha uzağa gitmeme izin vermiyordu.
Anneme birçok kez, “Ortalık pek iyi değil” şeklinde uyarılarda bulunduğuna şahit olduğum babam öğleden sonraları genellikle evde
olmamasına rağmen, annem, babamın bu konudaki uyarısına özen
gösterir ve her seferinde beni “bir saat içinde evde olmam” konusunda uyarmaktan geri kalmazdı.
Her çocuk gibi, ya da “dar gelirli” ailelerin çocukları gibi
diyelim, ben de çok simit yedim ilkokula başladıktan sonra. Okula
giderken annemden aldığım harçlık sadece bir simit almaya yeter,
ikincisini canım çekse bile, okul bahçesinin demir parmaklıklarının
arkasından simitlere ve tüten dumanına bakmakla yetinmem gerekirdi. Ama Kaşarlı Tost bir lükstü, öyle her zaman yenemezdi, zaten
“lokantaya yemeğe gitmek” ile “dışarıda Kaşarlı Tost yemek” arasında hemen hemen bir fark yoktu benim için. Buna karşılık annemin, o
yaz tatilinde her gün yaşadığım bu lüksü bana sunmuş olmasından
dolayı mutsuz olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Annem zaten
mutsuz olamazdı ki!
Bir önceki yaz tatilinin ancak sonlarına doğru gidebildiğimiz
21
LİRİK
Florya Plajı’nda, başka çocukların elinde görüp canımın çekmesi
nedeniyle annemin aldığı Kaşarlı Tost, bana sadece “evin dışında
yemek yeme” gibi bir kavramın olduğunu hatırlatmakla kalmamış,
aynı zamanda yeni bir lezzeti keşfetmiş olmanın hazzını da yaşatmıştı. 1979 yılında, bir plaj şemsiyesi altında yediğim Kaşarlı Tost’un
lezzetini ve kokusunu, bir yıl sonra sadece Eva unutturabilecekti
bana.
Şimdi, izin verirseniz, bir şey daha itiraf etmek istiyorum.
İstasyon Büfe’ye düzenli olarak Kaşarlı Tost yemeye gitmemin, daha
doğrusu bu çocuksu günlük alışkanlığı sürdürmemin çok önemli bir
sebebi daha oluşmuştu o yaz başında. Ne garip değil mi, Kaşarlı Tost
yememin sebeplerinden söz ediyorum. Halbuki insan acıkınca, bir
şeyler yer değil mi?
Eva, ah Eva, ilk aşkım... Bugün bile, o güneşle birlikte rengi
değişen gözlerini hatırladığımda gözlerim yaşarıyor. Sabahları evde,
güneşin ilk ışıkları yüzüme vurduğunda, gözlerimin renginin değişmesini arzu ederken seni hatırlamaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Öğleden sonraları istasyona giderken evinin önünden geçtiğim,
bana gülümseyerek, tüm utangaçlığıyla ve o kadife sesiyle “Merhaba” diyen, küçük köpeğini camdan düşmesin diye içeriye sokmaya
çalışan, piyano çalmayı seven, hayatımda bir kez yakından gördüğüm, beni sevmesini istediğim, ölünceye kadar görmeyi düşlediğim,
o melek yüzlü güzel kız, Eva, ilk aşkım.
Okulun son haftası içinde bir akşamüstü, annem “Eva’lara
gidiyoruz, kalk hadi” dediğinde, başıma sanki bir şey gelecekmiş
gibi bir an irkildiğimi dün gibi hatırlıyorum. Annem Eva’nın annesiyle iki yıl önce pazarda tanışmış, o günden sonra arada bir ziyarete
22
HAZİRAN / 2015
gitmiş, komşuların düzenlediği “gün”lerde buluşmuş, ama nedense
beni hiç Eva’lara götürmemişti.
Eva’nın evine gittiğimiz gün -o ev benim için Eva’nın eviydi, öyle ki, annesinin adını bile hatırlamaz oldum yıllar geçtikçe- kapıdan girdiğim an karşılaştığım, beni duraksatan ve zihnimde ufuklar
açan tabloda şunları gördüm: Siyah bir piyano, ince parmaklarını
tuşlar üzerinde zarifçe gezdiren Eva, boynunda kalpli bir kolye, minderinde yatan küçük bir köpek, sehpanın üstünde solgun bir düğün
fotoğrafı, yıpranmış bir halı, çerçeveli şık bir ayna. Bu tablonun, yıllar sonra Ankara’nın o loş salonlu sinemalarında izlediğim bir filmden mi anılarımda kaldığı, yoksa Eva’nın evinden edindiğim ilk izlenim mi olduğu konusunda hâlâ şüphe duyarım.
Eva benim ilk aşkım oldu. Hiçbir zaman unutamadığım, yıllar sonra zihnimde kaldığı kadarıyla “karakalem” resmini yaptığım,
platonik aşkın, naif aşkın, karşılıksız aşkın ne olduğunu hatırlatan,
annemin hayat felsefesine rağmen “mutlu aşkın olmadığını” yıllar
sonra idrak etmemi sağlayan, güzel Eva.
O yaz tatilindeki yaşam tempomun çok önemli bir sebebi ve
parçasıydı Eva, onu görmek ve “Merhaba” diyebilmek. Gidiş gelişlerimin daha ilk gününde rastlamıştım Eva’ya. Eve dönerken ise, biraz
utangaçlık, biraz da ne diyeceğini bilememenin telaşı içinde mutlaka
farklı bir yolu tercih ederdim.
Eva beni öylesine etkiliyordu ki, trene binip onunla Florya
Plajı’na gittiğimizi hayal eder, büyük bir zevkle ve heyecanla yediğim Kaşarlı Tost’un lezzetinden bile zaman zaman uzaklaşır, oturduğum banktaki varlığımı unutacak şekilde uzaklara gidip gelirdim.
Öğleden sonralarım, annemden aldığım harçlık, Eva’yla
23
LİRİK
karşılaşma heyecanıyla evden çıkma, İstasyon Büfe’den Kaşarlı Tost
alma, banliyö trenlerini seyretme şeklinde geçmeye başlamışken,
hayatıma birdenbire bir renk daha geldiğini fark ettim, haziran ayının
sonlarında. Büfenin önündeki bankta otururken, istasyona dördü çeyrek geçe gelen trenin neredeyse milimetrik olarak aynı yerde durduğunu fark ettim bir gün. Treni kullanan her kim ise o kadar ustaydı
ki, trenin dördüncü vagonunun ikinci kapısı, her seferinde tam önümde duruyordu.
Aslına bakarsanız, trenin tam önümde durduğunu trenin kendisinden değil, içindeki yolculardan biri, bir kadın sayesinde fark
etmiştim. Trenin dördüncü vagonunun ikinci kapısının hemen sağındaki camdan dışarıya bakan kadının hep aynı kadın olduğunu fark
ederek idrak ettim trenin de milimetrik şekilde aynı yerde durduğunu. Tren tekrar hareket edene kadar, anneme benzettiğim bu kadınla
göz göze geliyor ve birkaç dakika içinde uzaklaşıyorduk birbirimizden. Ben gözlerimle kadını takip ederken, o, başını hiç kımıldatmadan aynı yöne doğru bakıyor ve trenle birlikte uzaklaşıyordu Samatya istasyonundan.
Annemle benzerliği sadece fizikseldi, ya da şöyle desem
daha doğru olur, annemin karakterini hiç de çağrıştırmıyordu bana.
Bir kere, kadın gerçekten çok mutsuz görünüyordu -o zamanki hissiyatımla “üzgün” de diyebiliriz buna- ancak, yüzündeki çizgiler, başındaki eşarbın gevşekliği ve ağzında tuttuğu yanmamış bir sigara
ile, mutsuzluğunu adeta belli ediyordu, paylaşılmasını istercesine.
Daha fazla sorun yaşanmasın diye mutsuzluğunu dönüştürmeye çalışan annemden uzaklaşıp, gerçekten mutsuz görünen bu kadının neden bu kadar ilgimi çektiğini bugün bile anlamakta zorlanıyorum.
Kimdi bu kadın? Nereden gelip, nereye gidiyordu? Neden ağzındaki
24
HAZİRAN / 2015
sigara yanmıyordu?
Benimle göz göze geldiğinde o ne düşünüyordu acaba?
Bankta tek başına oturmuş, elindeki tostu adeta lüks bir lokantadaki
ender bulunan bir yemeğin zevkiyle yemekte olan bir çocuk. Acaba,
o da benim kim olduğumu, neden her gün öğleden sonra aynı saatte
burada oturduğumu soruyor muydu kendine? Belki beni fark etmiyordu bile. Aslına bakarsanız, fark etmesini öyle istiyordum ki. Hatta
bir seferinde hafifçe gülümsemiş, bir tepki gelecek beklentisiyle heyecanlanmış ve fakat kadının bakışlarında ve yüzünde herhangi bir
ifade belirmemesi üzerine aynı hızla hayal kırıklığına sürüklenmiştim o bankta, yalnızlığımın dayanağında.
Eva’nın gözlerindeki değişimin beynimdeki yansımasından
ve Kaşarlı Tost’un büyüsünden beni birkaç dakika uzaklaştıran bu
karşılaşmalar da tekdüze hayatımın önemli bir parçası olmuştu o
günden sonra.
Nasıl ki çocukların biz yetişkinlere benzer şekilde mutluluk
ve mutsuzluk idraki içinde olmadıklarını düşünüyorsam, ne kadar
tekdüze olursa olsun çocukların gündelik hayat içinde biz yetişkinler
gibi sıkılmadıklarına da inanıyorum artık. Misketlerim, derme çatma
oyuncaklarım, mahalledeki birkaç çocuk, komşudaki televizyon, bir
sınıfı daha başarıyla geçmiş olmak, sokağa telefon kablosu döşeyen
işçiler, yangın tehlikesi geçiren ahşap evler, babamın hoyratlığı, annemin ölümcül fedakarlığı, ve özellikle Eva, trenler, o kadın ve Kaşarlı Tost... “Benim için unutulmaz bir yazdı” demek için yeterli sanırım.
Ve 11 Eylül 1980 Perşembe...
Babam, yine akşamdan kalmış haliyle öğleye kadar uyuduAnnemse öğle saatlerine kadar, babamın bir an önce kalkıp çalışma-
25
LİRİK
ya başlamasını söyleyememenin sıkıntısıyla yine etrafta dolandı ve
bir tatsızlık çıkmasın diye yine kendi kendine bir şeyler mırıldanarak
yemek hazırladı. Bense... Hatırlamıyorum... Saat üç buçuğa kadar ne
yaptığımı hatırlamıyorum, sadece rutin hayatımın rutin bir sabahı
olduğundan değil, muhtemeldir ki, o gün öğleden sonra yaşadıklarımı unutmamış olmamdan dolayı hatırlamıyorumdur sabah saatlerinin
nasıl geçtiğini.
Saat üç buçuk oldu, çıktım, yürümeye başladım istasyona
doğru.
Eva’nın evinin önünden geçtim. Hayret, Eva’nın her zaman
baktığı pencerenin perdesi kapalıydı, ne kendisi, ne de küçük köpeği
ortalıkta görünüyordu. Dönüşte rastlarım umuduyla İstasyon Büfe’ye
doğru adımlarımı hızlandırdım, istasyonun merdivenlerini çıktım.
Durdum bir an. İstasyon Büfe yoktu karşımda, daha doğrusu bir büfe
vardı ama o benim büfem değildi, benim büfem gitmiş ve yerine yeni
bir büfe yapılmıştı sanki; belki biraz daha lüks görünümlü, biraz
daha fazla yiyecek-içecek bulunan, ancak geceleri düşlediğim büfeye
hiç benzemeyen bir yer.
Günlük ritüelimi yeni şartlarda da yaşayabileceğimi düşünerek bu değişikliği kafamda anlamlandırmaya çalışırken, birkaç dakika süren hayal kırıklığımın ardından yeni bir şok dalgası daha geleceğini fark etmemiştim henüz.
Yeni büfeye tedirgin adımlarla yaklaştım ve doğal olarak
gözüme çarpan ilk şey, büfeci Mahmut Amca’nın artık orada olmayışıydı. Kaşarlı Tostlar’ın bulunduğu camlı bölmede ise, benim tutkunu
olduğum o uzun sandviçlerle hazırlanmış tostlar yerine, içlerinde
yine kaşar olan kare şeklinde ekmekler dizilmişti üst üste. Birkaç
saniye içinde ne olup bittiğini idrak etmeye çalışırken, büfenin
26
HAZİRAN / 2015
camına yapışık fiyat listesinin yanında bir not kağıdı ilişti gözüme:
“Çift Kaşarlı Tost yapılır.”
Tamam, ilkokulda kelime hazinemizi geliştirmek için en acayip sözcükleri sözlükten bulmaya çalışmış, günlerce ezberlemiş, ezberlemek için garip yöntemler kullanmış, çok anlamlı sözcükleri bile
çözümlemiş ve “pekiyi” almayı başarmıştım; ama hiçbiri bana “çift
kaşarlı tost” kadar garip görünmemişti. Fiyat listesine bakılırsa, pahalıydı da. “Ne demek şimdi bu? Neden? Yanımda fazla para yok
ki...” gibi soru ve kaygılar geçerken kafamdan, omzuma dokunan bir
elle kendime geldim.
“Evladım, ne oldu, bir şey mi alacaktın?”
Orta yaşlı, şapkalı, hafif kamburca, düzgün giyimli, sıcak
bakışlı -ve babama hiç benzemeyen- bir adamın gözleriyle karşılaşmak bir anda rahatlatmıştı içimi. Aydınlanmam ve huzuru bulmam
için kaçırılmaması gereken bir fırsattı bu:
“Buradaki büfeye ne oldu amca?”
“El değiştirdi evladım, el değiştirdi, artık Mahmut Bey değil,
bu abiler işletiyor burasını.”
“Mahmut Amca nerede peki?”
“Sanırım çalışmıyor artık, evdedir, hanımına bakıyordur.”
Benim için can alıcı soruyu sormadan bırakmayacaktım kendime gelmemde yardımcı olan bu iyiliksever adamı:
“Çift kaşarlı tost ne demek?”
“Çift kaşarlı tost mu? İşte, çift kaşarlı tost evladım, o ekmekler var ya hani, onun içine iki dilim kaşar peyniri koyuyorlar, oluyor
sana çift kaşarlı.”
“Ama, neden bunu alsın ki herkes, hem daha pahalı.”
“Evladım, adın ne senin?”
27
LİRİK
“Ali...”
“Ali, sen fark etmedin mi hiç, bugüne kadar yediğimiz o kaşarlı tostların içindeki kaşar dilimi giderek inceldi... Giderek incelttiler domuzlar... Burada değil, her yerde inceldi kaşar... Öyle bir inceldi ki, insanlar artık tek kaşardan zevk almaz oldu... Bunlar da çift
kaşarlı tostu icat ettiler işte.”
Üzgündüm. Çok üzgündüm. Bir yıl sonra, 1981 yılının Eylül
ayında annem intihar ettiğinde duyduğum üzüntüyle
kıyaslayabileceğim kadar üzülmüştüm.
Yanlış okumadınız, “Annem” dedim… “İntihar etti”
dedim… Ama bu olaydan bir yıl sonra… Bu olaydan tam bir yıl
sonra… Havagazını açık bırakmış, komşular bulmuşlar. Neyse, bunu
başka bir öyküde anlatırım artık. Sabah bir not yazmış, komşular
bana verdiler o akşam, babam kendinde değildi çünkü. Sakladım o
notu. Bugün elimde, o notta yazılı dört kelimeden başka bir şey yok
annemden kalan: “Mutluluğumdan kimse sorumlu değildir.”
Üzgündüm. Çok üzgündüm. Kaşar diliminin giderek nasıl
incelmiş olduğunu anlamaya çalışırken, bunun bir haksızlık
olduğunu düşündüm. Hem de ciddi bir haksızlık. İnsanlara Kaşarlı
Tost satıyorsun ve içindeki kaşar peynirini yavaş yavaş azaltıyorsun.
Bunu Mahmut Amca bile yapmış. Mahmut Amca. Nasıl yapabilir
böyle bir şeyi? Nasıl bütün büfeler aralarında anlaştılar da kaşarı
giderek ve kimseye hissettirmeden azalttılar? Bu bir kandırmaca.
Beni de kandırdılar. Nasıl fark etmedim kaşarın inceldiğini, acaba
yaz başında daha mı kalın kesiyorlardı, beni de yavaş yavaş mı aldattılar? Yoksa, Eva’yı düşünürken, kaşarın giderek inceldiğini fark etmedim mi acaba?
28
HAZİRAN / 2015
Yok yok... Çift kaşarlı tost benim tostum olamaz, zaten çok
pahalı, param da yok. Giderek daha da incelebilir kaşar. Belki de seneye “üç kaşarlı tost” yaparlar. Niye alayım ki? Niye alayım ki? Niye
alayım ki?
Hayattaki ilk isyanımı yaşarken, 4.15 treninin istasyona gelişini dahi fark etmemiştim. Kafamda küçük isyan cümleleri beliriyor,
bir yandan Kaşarlı Tost’u unutmak için gerekçeler uydururken, diğer
yandan “Acaba başka büfede kendi tostumu bulabilir miyim?” diye
düşünüyordum. Florya Plajı’ndan geldiği anlaşılan bir gencin omzuma çarpmasıyla kendime geldim. Tren hareket ediyordu. O kadını, o
mutsuz kadını göremedim, trende miydi acaba? O da beni bankta
otururken göremedi, merak etmiş midir, aramış mıdır gözleriyle?
Zihnimde Mahmut Amca, Kaşarlı Tost, Florya Plajı, vagonlar, raylar, tren düdükleri dolaşırken, birden aklıma Eva geldi. Eva,
aşkım benim, neden yoktu bugün, neden? Hasta mı acaba? Belki de
annesi içeri çağırmıştır; ya da köpeği tırmalamış olabilir, eline kolonya sürüyordur annesi; ya da misafir gelmiştir, mecburen onların yanında oturuyordur; belki de piyano çalıyordur.
Bir isyanın lideri edasıyla çıktım istasyondan ve bu kez geldiğim yoldan eve doğru yürümeye başladım Eva’yı görmek umuduyla. Eva yine yoktu pencerede, perdeler sıkıca kapalıydı, bekledim bir
süre. Sokakta dolaşan bir dilenciyle göz göze geldim. Bekledim
Eva’yı dakikalarca, babamın eve erken gelip beni evde görememesi
üzerine anneme söylenmesi ve hatta annemi yine tokatlaması pahasına bekledim Eva’yı.
Yıllar sonra hasadını birkaç kez toplayacağım özlem duygusunun tohumlarının kalbime serpildiğini hissederek ayrıldım Eva’nın
penceresinin önünden.
29
LİRİK
30
11 Eylül 1980 Perşembe günü satın almadığım Kaşarlı
Tost’u bir daha hiç yemedim. İstasyon Büfe’ye bir daha hiç uğramadım. O mutsuz kadına bir daha hiç rastlamadım. Eva’yı bir daha hiç
görmedim. Bir daha hiç isyan edemedim.
***
Annemin ölümünden sonra, Ankara’da yaşayan teyzem, babamla yaşamamın güç
olacağını düşünerek beni yanına almak istedi. Annemin kaybıyla kendini iyice içkiye
veren babam bu isteğe önce direndi, sonunda kabul etti Ankara’ya
gidişimi.
1981 yılının Eylül ayında, bir cuma öğleden sonrasında Haydarpaşa’dan bindiğim trenle Ankara’ya gittim. Trenin dördüncü vagonundaki kompartımanımın penceresinden dışarıya bakarken, gözlerim sanki birilerini arıyor gibiydi. Tost yiyen küçük bir çocuk el
salladı tren hareket ederken. Babam uğurlamaya gelmedi. Bir süre
hiçbir haber alınamadı. Annemse yol boyunca düşlerimdeydi.
Ankara’da neler mi oldu? İzin verirseniz onu da bir başka
öyküde anlatmak isterim.
Çünkü şu anda hızlı trendeyim, İstanbul’da bir toplantıya
yetişmem gerekiyor, toplantıda yapacağım sunumu gözden
geçirmeliyim. Yemeğe bile vaktim yok, restorandan iki hamburger
getirmelerini söyledim.
Diğer öyküleri İstanbul’daki toplantıdan sonra yazarım, ama
bu arada benim de sizden küçük bir ricam var, cevabını bulmama
yardımcı olmanızı beklediğim küçük bir soru: Acaba Eva, beni görmek için mi her gün aynı saatte pencereden dışarı bakıyordu?
Meriç Renkver, İlkgüz Ağrısı Çizim: Gökhan Sal
HAZİRAN / 2015
“Kâse-i deryûzeye tebdil olur câm-ı murâd Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz”
Nâbi
“İçtikleri kadeh dilenci çanağına dönmüştür Ey Nabi biz bu mecliste şarap içenleri görmüşüz”
31
LİRİK
KAYIP BENİ BULMAK*
Nilgün Marmara’ya
“Şimdinin bedeni yok
yontuyor geçmiş bilgisiyle
gelecek belki olur diye taşı”
Nilgün Marmara
Terkedildiyse enteresan bir ağaçtan
yaprak ve ses
tuğlalar dökülmeliydi evlerden
insanlar bir garip
“ve bir insan en fazla kendi içinde ağlar”
şimdi ve
şuan bir anlam ifade etmiyor
kuşların konmaya yer bulamadığı
tuğla yığınlarında
ve ahlar kurudukça bir çiçek gibi
anlamlandırmak gereksiz kalıyor bir gerçeği
ve hayat geçmişle dolu
geleceğe adım atmak isterken
günü ve şimdiyi
bir gökkuşağında
unutup
ve gökten
sessizlik bir yağmur gibi ıslaklık saçıyor
32
HAZİRAN / 2015
bir de renklerden düşlere değen kuşkular gibi
ve tuğlalar dökülmeliydi evlerden
böğürtlen reçelli
masaların
yarına bakış açılarında
“bir insan en fazla kendi içinde ağlar”
bir kenti kurtarmaya yetmiyor gücü
kelebeklerin
bir derdi bölmeye
bir yarın bilmeye
bir geçmiş üstünden.
“şimdinin bedeni yok, yontuyor geçmiş bilgisiyle, gelecek belki olur
diye taşı…” *
Mete Karaoğlu
Fotoğraf: Oktay Turan
33
LİRİK
CLARA
Binlerce kişiye seslenirsin, bir kişi duymaz;
bir çiçekle konuşursun,
dünyanın bütün çiçekleri hisseder...
Gündüz Bach çalışırsın,
sonra akşam olur,
yıldızlar ışır,
Brahms çalarsın…
Orçun Orçunsel
Çizim: Gökhan Sal
34
HAZİRAN / 2015
RAKS EDEN KÂHİN
Doludizgin genç ölür bahar susar...
Fısıldar bir kuş bir seni seviyorum...
Sığ sularda gemiler yürümez,
Yürümez gemiler sığ sulara batar...
Yıkılır bir köşk altında belli belirsiz kan!
Kan ve kuru çayırlar ne mühim hadisedir...
Sıradağlar yıkılır kırların peşi sıra,
Raks ededursun rakkaslar...
Bir şair öleyazar kuytusunda şehrin.
Ring otobüslerinde balık istifi bir kâhin,
Dest-i intiharına talip olur...
Mevsim sonbahara çalar,
İdam reddolunur…
Ömer Gündoğdu
Çizim: Richard Cermak
35
LİRİK
GİDİYORUM
Afak mum ışığı gibi kızılca, parladığında çıktık yola
Ayçiçekleri halinden memnun,
Sen memnun…
Mümkün mertebe ışığın uzağından
geceye kalmadan gidiyoruz
Belki hiçbir ufuk sarsıntımıza yetişemez diye
Ağırdan virajlar, yol üstünde köpüğü
burnunda dalgalar
Karlı dağlar, kara tren üstlerinden gelemez
Sağ elin saçlarından tebessüm aldığı zaman
Bütün dağlar eriyor
Ahvali yeni asfalt dökülmüş gibi
pürüzsüz oluyor yolun
Gittikçe senle baharlara ve ışığa
Elimde yüzümde seneler belki hiç
aldatmamışlar sıkılganlığımı
Yaraya nüfus eder gibi değil de
yukardan eser geçer.
Limanın öbür ucunda yakamozların
tuttuğu bir teknede sona eriyor her şey
Her şey daha cümbüş, alev alev
Korları altın maşayla alınmış bir yürek benimkisi
Göğsüme değdiğinde insanlığımı
hatırlayıp hisleniyorum
Gerisi gittiğim yolların eteklerinde bir dağın arkasında
36
HAZİRAN / 2015
Hünermend bir yolcu bırakıyor yolların önüne
Bulmak hevesiyle iki büklüm sabah
akşam
Ya yürek yol peşine ya vücut
Sallana sallana gidiyorum...
Sergen Yücel
37
LİRİK
“Devr-i felekten n’ola pervaneye
Şem’i tavâf etmeğe bir per gerek”
Şeyh Galip
“Feleğin devrinden pervaneye ne?
Ona mumun çevresinde tavaf etmek için bir çift kanat gerek.”
38
HAZİRAN / 2015
EZRA
Sokağın bitimine kadar koştu. Hiçbir şey düşünmedi. Sadece
koştu, koştu... Ta ki neyden kaçtığını kendisine sorana kadar... Nihayet durdu. Sahi neyden kaçıyordu? Belki kendisinden, belki de bir
türlü yakasını bırakmayan geçmişinden... Biraz sakinleşmek için deniz kenarındaki bir banka oturdu. Hava kasvetliydi, hafiften yağmur
atıştırıyordu. Tenine değen yağmur damlalarının tadına varamadı,
sadece düşündü. Her şey daha başka olabilir miydi onun için? Ya da
her şey tam da olması gerektiği gibi miydi? Bilemiyordu. Aklına
gelen her düşünce, kalbindeki her duygu kırıntısı onu yiyip bitiriyordu. Bu yüzden hissetmek istemiyordu, zaten hissetmeyi uzun zaman
önce bırakmıştı. Belki de herkesin onu ‘’gudubet’’ olarak anması bu
yüzdendi.
Dört sene öncesini düşündü. (düşüncelerini serbest bıraktığı
nadir anlardan biriydi.) Hemen bekletmeden geldi aklına Ezra. Güneş
ne zaman Ezra’nın yüzünde hayat bulsa, o ayçiçekleri misali gönlünü
ona dönerdi. Burnuna ne zaman bir toprak kokusu gelse, Ezra’nın
yağmurunun, çevresini sarmaladığını hissederdi. Sonra akıl süzgecinden geçiremediği Ezra’nın gözleri, gönlünün gölgesine düşerdi.
Yeşile çalan ela gözleri vardı. O, o gözlere baktıkça dünyanın aslında cennetin ta kendisi olduğunu hissederdi. Tanrıya inanmazdı ama
o gözlere baktıkça tanrının var olabileceğine, Ezra’nın gözlerinin
derinliklerinde kendini gizlediğine inanırdı. Ezra onun cennetiydi.
Artık hayatında cennetin nefesini ona kadar getiren bir Ezra yoktu.
İşte bu yüzden şimdilerde bu dünya onun için cehennemin ta kendisi olmuştu. Sonraları alıştı bu cehenneme kendi arafında kayboldu.
39
LİRİK
Ezra’nın olmadığı her gün, nerede olursa olsun değişik cümleler
sayıklardı kendi kendine : ‘’Ez...üzg...çok...olm...’’ Hiçbir zaman
dışa vuramadı bu cümlesini. Böyle zamanlarda suspus kalır, bir
heykel hareketsizliğinde öylece dururdu. Herkes onun bu halinden
tedirginlik duyar, onu nerde görseler kaçarlardı ama kimse sormazdı
ona ne olduğunu. Sayıkladığı ama dilinden dökülemeyen cümleler,
düşüncelerine hapsolmuştu: ‘Ezra, üzgününüm çok... Olmamalıydı
böyle. Düşüncelerimden, kendimden kaçmayı çoğu kez ama senden ve senin hatırandan kaçamıyorum. Kaçmayı hiç istemedim ama
böylesine bir duygu yoğunluğu beni öldürecek cinstendi. Sen, benim
seni unuttuğuma inandın. Ben inandırdım. Annem bana kazak örmüş,
senin gözlerinin renginden... Gördüğün gibi en ufak ayrıntıda bile
sen varsın. Ben seni nasıl unutabilirim böyle? Ah Ezra... Bilsen...
Seni inandırdım senden nefret ettiğime, sen benden nefret et diye.
Senin melek yüzünü içimdeki şeytanın oyunlarına meze edemezdim.
Ben senin cennetini, cehennemin içinde yakıp kül etmeye nasıl dayanırdım? Hoş şimdilerde ben de yokluğunun beni sancılara hapseden
ateşi içinde yakıyorum kendimi ama bir anka kuşu gibi küllerimden
doğdum her seferinde. Çünkü sonunda senden özür dileme hayalim
vardı bir de seni yeniden görebilme umudum... Evet, seni inandırdım sevmediğime çünkü artık benim bir hayatım olamazdı. Seninle
tanıştığımızda her şey böylesine kötü değildi. Belki de her şey en az
şimdiki kadar kötüydü de ben senin gözlerinden bakmıştım dünyaya.
Senin gözlerin tutuklamıştı aklımı, muhafızları umut ve aşkla... Bir
hayatım olmadığını anladığımda senden uzak tutmaya çalıştım kendimi. Sen pes etmedin. Ben kızdım, bağırdım, çağırdım. Sen sabrını
ve sakinliğini hep korudun, neler olduğunu anlamaya çalıştın. Belki
40
HAZİRAN / 2015
de sen hiç yoktun... Biz yoktuk... Neden mi böyle söyledim? Büyük
bir kriz geçirmişim. Bir takım tetkikler yapmışlar. Sonunda bana
ŞİZOFRENİ tanısı koymuşlar. Bunu öğrendiğimde aklıma hemen
sen geldin. Sen gerçek miydin? Buna hastalığımı bilmeden önce de
inanamıyordum ki... Şimdi nasıl algılayabilirdim bunu böyle bir durumda? Seninle konuşmaya karar verdim ama bir müddet hastanede
kalmam gerekti. Anneme kimsenin bunu bilmesini istemediğimi söyledim. Annem çökmüştü. Her dakika hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Yalnız benim hastalığım yüzünden ağlamadığını nereden bilebilirdim...
Hastaneden çıktığımda sen yoktun. Taşınmışsınız, beni çok aramışsın
dediklerine göre. Kendimi senin gerçekliğine inandırmaya çalıştım.
Bunu kanıtlayabilmem için seni bulmam gerekiyordu. Buldum da...
Daha fazla saklayamadılar. Ah Ezra... Seni bulduğum yer kabarık
bir toprak parçasıydı. Gerçekten vardın sen. Bundan bir an bile şüphe etmemeliydim. Seni bulduğumda annen yanı başındaydı. Neden
böyle olduğunu sordum. Bana: ‘’Katil!’’ dedi, göğsümü yumrukladı.
Seni ben öldürmüşüm. Düşünebiliyor musun Ezra? Gözümden sakındığım seni, ben öldürmüşüm! Seni kendimden soğutmaya çalıştığım
o gece var ya, ben bağırdığımda herkes dışarı çıkmış. Seni balkondan
aşağı iterken görmüşler beni. Bunları öğrendim yere çöküp kaldım.
Sen benim meleğimdin Ezra. Benim dünyamın sana ihtiyacı vardı.
İlla cennete ait olman gerekmezdi. İntihar etmeye karar verdim ama
intihar etmek bana ödül olurdu, bu da senin hatırana saygısızlık olurdu. Ben de en sonunda kendimi hayattan soyutlayıp, kaçak yaşamaya
karar verdim. Nihayet acıyla yaşamayı öğrendim ya da öğrendiğimi
sandım. Fakat sana söylediklerimin gerçekliğini hiçbir zaman öğrenemeyip, adınla yetineceğim Ezra...’’
Yeşim Çınar
41
LİRİK
AGAPYA
Kaç havlu gerekli ki
Sarmalı beni
Şu acımdan kurtarmalı…
Kim bilir
Daha kaç soğuk yiyeceğimi?
Bu suları
Ey suları kuruyasıca
Kudretli boğazdan?
Ve kaç kefen Korumalı beni
- acı, acı, acı...
Diyerek bedenimi saran
Topraktan?
Kim bilir?
Hangi renkli?
Sayısı bir numara olmaktan Öte değil.
Durmayın
Dönsün dünya
Zaman aksın ve dökülsün
Tüm o içkileri
Mısır’ın ve Kleopatra’nın
Cömertliğinin yanında bir hiç olan
O büyük Antonius’un.
Doğukan Demirbek
42
HAZİRAN / 2015
TARİHÇE
Sonra seni sevmelerin
Tarihçesine bakakaldım,
Tüm çocukluğumdan.
Egemen Tuğluay
Fotoğraf: Oktay Turan
43
LİRİK
DENİZDİR
kaçırdın gözlerini
tam da bir çocuk gibi
misketlerine dokunmazdım
aklım seksek taşının
hep çizgiye denk düşen
hareketindeydi
talihsizlik,
diyelim mi?
geldin,
bakamadın yahut ben
göstermedim
ne dedimse sanki
aksini kastettim
korkak değilim sandım
ama nasıl
ama nasıl saklandım
sordun sen ya,
ben çok zorlandım
soruların etrafından dolandım
gözlerin yeşil mi mavi mi
asılı kalıyorum,
uzun uzun sevilesi
44
dokunamadıkça
HAZİRAN / 2015
ellerin
ben onlara uzun uzun
sana rağmen
bana rağmen
deli oluyorum
ben artık toplamışım
kumumu, çakılımı, balığımı,
tertemiz akmışım
sen şimdi eğilip yalnız,
bakacak mısın?
avuçların başka bir serinliği arıyorsa
bir nehir olmak yakışmaz bana
kaçırdığın gözlerindir
kurutur, çöle çevirir
azalırım, kavuşamam
denizdir.
Sezin Seda Altun
45
Editör
Egemen Tuğluay
Yayın Kurulu
Egemen Tuğluay
Sezin Seda Altun
Doğukan Demirbek
Mete Karaoğlu
Ömer Gündoğdu
Grafik Tasarım
Tuba Yavaş
Desenler
Richard Cermak
Gökhan Sal
Kapak Fotoğrafı
Oktay Turan
İletişim Bilgileri
twitter.com/lirikdergi
facebook.com/lirikdergi
[email protected]
Basım
Alper Ajans Matbaacılık
“Beni, intihar ettiler.”
Antonin Artaud